International Journal of Language Academy ISSN: 2342-0251 DOI Number: http://dx.doi.org/10.18033/ijla.307 Volume 3/4 Winter 2015 p. 177/189 THE TURKISH AT THE AFTER AND Article History: Received 23.10.2015 Received in revised form 05.11.2015 Accepted 17.11.2015 Available online 15.12.2015 BEFOREOF THE NEW LANGUAGE Yeni Lisan Öncesinde ve Sonrasında Türkçe1 Gülşah PARLAK KALKAN2 Abstract Interaction among languages is a historical fact. Every language, effects and be affected from the languages of other cultures as a result of interactions deriving from various reasons. This situation is normal to a degree on condition that to be bound to the rules of language. Because, language is a living organisation which transforms, develops, effects and be affected. However, the interactions which can deform the peculiar structure of language, is unfavourable because it can produce serious undesirable results from the assimilation of nations to the dissolution of national consciousness. Turkish language also could not keep itself out of such kind of large interactions and during some periods even felt in a secondary position compare to Arabic and Persian. One of the most important initiative which evolved as a reaction to this development is Yeni Lisan (New Language) Movement. Ömer Seyfettin, the pioneer of Yeni Lisan, expressed the rules about simplification of the language of the day, namely Ottoman Turkish, in an article published in the 1st issue of Genç Kalemler (Young Pens) Journal. In this article, we will analyze the effects of Yeni Lisan Movement, which can be regarded as a call to the protecting the national consciousness by the way of simplification of language, on the current Turkish language by addressing sample texts from present day Turkish. Keywords: Yeni Lisan, New Language, simplification of language, present day Turkish. Özet Diller arası etkileşim tarihsel bir olgudur. Her dil, çeşitli nedenlerle münasebet kurduğu kültürlerin dillerinden hem etkilenir hem de o dilleri etkiler. Bu durum, dilin kendi kurallarına bağlı kalınmak şartıyla bir dereceye kadar normaldir. Çünkü dil; değişen, gelişen, etkilenen veya etkileyen canlı bir varlıktır. Ancak dilin kendine has yapısını bozacak etkileşimler, zamanla milletlerin asimilasyonundan milli benliğin yok olmasına kadar oldukça ciddi sonuçlar doğurabileceği için son derece sakıncalıdır. Böylesine ileri boyuttaki etkileşimlerden kendini soyutlayamayan Türkçe de, kimi yazı dönemlerinde özellikle Arapça ve Farsça karşısında hor görülen dil konumuna dahi düşmüştür. Buna tepki olarak oluşan en önemli girişimlerden biri ise Yeni Lisan hareketidir. Yeni Lisanın öncüsü Ömer Seyfettin, Genç Kalemler dergisinin birinci sayısına yazdığı bir makalede (Yeni Lisan başlıklı makalede) o günün dilinin yani Osmanlıcanın nasıl Türkçeleştirileceğinin kurallarını açıklamıştır. Biz bu makalede, bir anlamda dilde özleşme aracılığıyla milli benliğe sahip çıkmaya çağrı olan Yeni Lisan hareketinin tarihi seyir içinde bugünkü durumunu örnek metin incelemeleriyle ele alacağız. Anahtar sözcükler: Yeni Lisan, dilde sadeleşme, günümüz Türkiye Türkçesi. Bu Çalışma, 2011 yılında Kocaeli’nde düzenlenen “Yüzüncü Yıldönümü Dolayısıyla Yeni Lisan Hareketi Uluslararası Sempozyumu”nda bildiri olarak sunulmuş; ardından gözden geçirilerek makale şekline dönüştürülmüştür. 2 Yrd. Doç. Dr., Kilis 7 Aralık Üniversitesi, e-posta: gulsah.parlak@hotmail.com 1 International Journal of Language Academy Volume 3/4 Winter 2015 p. 177/189 178 Gülşah PARLAK KALKAN Giriş Dil, insanların kendilerini ifade etmek için kullandıkları en yaygın iletişim aracı olmakla birlikte özel manasıyla da toplumları millet yapan unsurları şifreleyen simgeler bütünüdür.“Dil kültürel kimliğin ve mensubiyet duygusunun en önemli belirleyicisidir.”(Buran, 2010:70). Bir arada yaşayan insan toplulukları, ortak anlaşma araçları olan dil ile var olurlar; yine bu dil ile oluşturdukları tarih, edebi kültür, dini yaşama dair unsurlarla millet olma özelliğine erişirler. Mehmet Kaplan’ın da dediği gibi “dil, tıpkı ev gibi bir milletin duygu, düşünce ve hayatının barınağı, korunağıdır.” (Kaplan, 2010:143). Millet olabilmenin ön koşulu olan dil; çeşitli nedenlerle unutulduğunda halklar, zamanla kim olduklarını da unuturlar ve kaçınılmaz olarak başkalaşırlar. Prof. Dr. Ahmet Buran’ın da makalesinde belirttiği üzere, “tarihte varlığı bilinen fakat bugün yaşamayan onlarca kavim vardır. Bu kavimler, topluca ve birdenbire yok olup gitmemişlerdir. Dilleri ve dolayısıyla kimlikleri değiştiği için başka isimlerle ve başka dilleri kullanarak yaşamaya devam etmişlerdir. Yakın tarihimizde de dil değiştiren birçok topluluk mevcuttur. Örneğin Bulgar Türklerinin dili bütünüyle Slavlaşmış, Memlukların önemli bir kısmının dili Arapçalaşmış, İran coğrafyasında yaşayan çok sayıda Türk boyunun dili ise Farsçalaşmıştır.” (Buran, 2010:68). Dil ile hayat bulan toplumun bireyleri arasında sıkı bir ilişkinin söz konusu olduğu gibi diller de birbirleriyle daimi bir etkileşim halindedir. Bu etkileşimin temelinde ise farklı zaman ve mekanlarda yaşayan insanların birbirlerine yeni bilgiler aktarma istekleri yer alır. Yani her kişi ya da topluluk kendisinden farklı tarihi ve coğrafi ortamda yaşayan, farklı bilgilenme yollarından geçmiş kişi ya da topluluklardan yeni şeyler öğrenir ve öğrendikleri yeni şeylerin adlarını kendi diline taşır, bu dillerden alıntı yapar (Karaağaç, 1997:499). Sosyal toplum olmanın gereği olan diller arası bu etkileşimde önemli husus, dilin kendine has yapısını bozacak etkilenmelerden, alıntılamalardan uzak durmaktır. Başka dillerden yapılan alıntılar konusunda prof. Dr. Ahmet Buran, “Yabancı Diller Karşısında Türkçe” adlı makalesinin “Kökeni ve Yapısı Farklı Olan Dillerden Alıntı” başlıklı bölümünde; köken ve yapı olarak ortak olan diller arasındaki alış verişlerin, alıntı yapan dil için ciddi sorunlar oluşturmayacağını, çünkü bu dillerin gramer yapılarının birbirinden çok farklı olmadığını ancak köken ve yapı bakımından farklı olan diller arasındaki alış verişlerin dilin doğal yapısına, mantığına aykırı bazı öğeler içerdiği için dile uymayacağı ve yadırganacağı görüşlerini dile getirerek eklemeli dillerin eklemeli dillerle, çekimli dillerin de çekimli dillerle alış verişte bulunursa çok fazla sorun çıkmayacağını vurgulamıştır (Buran, 2008:168). Nitekim yukarıda da belirttiğimiz gibi –tarihte örneklerine rastladığımız- pek çok kavmin yok olup gitmesinin en önemli sebeplerinden biri dilde kendini gösteren değişmeler ve kayboluşlardır. Gelişme Türkçe, tarih boyunca çeşitli nedenlerle münasebet kurduğu Doğu ve Batı kültürlerinin dillerinden yabancı kelime ve eklerin yoğun baskısına uğramıştır. Türkçenin bilinen ilk yazılı kaynakları olan Köktürk yazıtlarında alıntı oranı % 1’in altında iken X. yüzyıldan itibaren bu oran hızla yükselmiştir (Aksan, 2006:126). Bu durumun nedeni ise Türklerin X. yüzyılda İslam dini ile tanışmaları ve İslam medeniyeti çerçevesine girmeleridir. İslam’ın kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’in Arapça olması sebebiyle de bu dilden sayısız pek çok kelime gittikçe artan bir hızla Türk diline girmiştir. Bir taraftan da aynı medeniyet çevresine dahil bulunulan İran’la kurulan temaslar sonucunda ise edebiyat yoluyla International Journal of Language Academy Volume 3/4 Winter 2015 p. 177/189 Yeni Lisan Öncesinde ve Sonrasında Türkçe 179 Farsça sözler, Türk dilini tehdit eder duruma gelmiştir (Öksüz, 1995:1). Hatta bu dönemlerde Arapça ve Farsça eser yazmak gurur kaynağı, Türkçe yazmak ise utanç kaynağı olmuştur. Söz gelimi Vikaye Tercümesi adlı eserde Devletoğlu Yusuf (Buran, 2010:70): Dinle imdi Türkçe bir manzum kitab İttigümçün siz bana itmen itab diyerek şiirini Türkçe yazdığı için özür dilemiştir. Hurşitname adlı eserde Şeyhoğlu Mustafa: Göbüt dildür bu dili irdedim çok Sovukdur tadı yokdur tuzu yokdur Yavandur lezzeti vü özi yokdur, der (Buran, 2010:70). Tazarruât yazarı Sinan Paşa da eserini Türkçe yazmaktan rahatsızlık duyarak (Öksüz, 1995:5): “….egerçe ol nüsha Türkȋ bir kitâb gibidir sûrette ammâ câmi-i envâr-ı ulûmdur hakikatde her tâife haz alsun deyü Türkȋ diline sıkıştırdım.“ der. Aynı sıkılganlık Sarıca Kemal’in Selatinname’sinde de görülür (Öksüz, 1995:5): Bu Türkȋ dil be-gayet serd dildir Söz ehli işbu dilden key hacildür. Türk dili, Arapça ve Farsçanın yalnız kelimeleri ile değil, kuralları ile de kuşatılmış, 700 yıllık bir süre içinde neredeyse yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Mesela ata sözü yerine darb-ı mesel, çaresiz yerine bȋ-çare, gündüzlü yerine nehârȋ, geceli yerine leylȋ, kemancı yerine kemanȋ, yükümlülük yerine mükellefiyet örneklerinde görüldüğü gibi (Korkmaz, 1995:1176-1177). Türkçenin yabancı dillerin akınına karşı benliğini koruması meselesi yukarıda belirtilen nedenlerle Türklerin İslam dini ile tanıştıkları X. yüzyıldan itibaren ortaya çıkar ve zaman içinde Türkçenin düştüğü durumdan rahatsızlık duyan bazı Türk aydınları da Türkçenin var olma mücadelesinde yer almak durumunda kalırlar. Bu amaçla ilk olarak Kaşgarlı Mahmut, bütün Türk yurtlarını dolaşarak “Dîvânü Lügati’t Türk” adlı eserini oluşturur. XV. yüzyılda Ali Şir Nevai, Türkçenin Farsçadan üstün bir dil olduğunu kanıtlamak amacıyla “Muhâkemetü’l Lügâteyn”i kaleme alır. “XVI. yüzyılda Anadolu’da ortaya çıkan“Türkȋ-i Basit” hareketi de Türkçeye yönelme isteğinin ve Türkçenin yerini almaya başlayan başka dillere duyulan tepkinin bir ifadesidir.” (Buran, 2010:69). 1839 yılına gelindiğinde ise Tanzimat ile başlayan halka iniş hareketinde, dilde sadeleşme ve halk dili ile kültür dili arasındaki uçurumu kaldırma sadece bir dilde sadeleşme hareketi olmayıp aynı zamanda toplumsal bir ikiliği ortadan kaldırmaya yönelik bir tutumu da yansıtır. Şemsettin Sami ile başlayan dilde sadeleşme hareketleri Tanzimat aydınları ve yazarları tarafından da benimsenir. Nitekim Şinasi’nin “Tercuman-ı Ahval Mukaddimesi” ve “Durub-u Emsal-i Osmaniye” adlı eseri, halk kültürüne ve halk diline yönelme açısından atılan adımların paradigması niteliğindedir. Zira dilde sadeleşmek ve halk dilini referans almak için “canlı deneyime dayanan ortak belleği, bir “duygudaşlık” olarak ve bir duygu birlikteliğinin tipik seçiciliğine uygun olarak deyişler, meseller, öğretiler”(Asman, 2001:45) aracılığıyla sunmak gerekir. Tanzimat neslinin başlattığı dilde International Journal of Language Academy Volume 3/4 Winter 2015 p. 177/189 180 Gülşah PARLAK KALKAN sadeleşme hareketi de bu esaslara dayanmaktadır. Namık Kemal’in “Lisân-ı Osmâninin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülahazatı Şâmildir” makalesiyle Türkçede dil meselesi ilk defa bu kadar etraflı şekilde ele alınmıştır (Tanpınar, 2003:348). Bu makalede, dilin ıslahından ve halk dilinin esas alınmasından bahsedilir.. Yine bu dönemde Ziya Paşa’nın “Şiir ve İnşâ” makalesi halk dili ile resmi dil ve edebiyat dili arasındaki uçurumdan bahseder. Bütün bu çabalar halk dili ile kültür dili arasındaki ikiliği ortadan kaldırmaya yönelik olup aynı zamanda 1911’de Genç Kalemler dergisi etrafında filizlenecek olan Yeni Lisan hareketi için de kaynaklık teşkil etmektedir. Tanzimat’tan bu yana yapılmaya çalışılan ancak uygun zemin bulunamadığından bir türlü pratiğe dönüştürülemeyen “dilde sadeleşme” Ömer Seyfettin’in Ali Canib’e yazdığı mektupta içeriğini anlattığı Yeni Lisan hareketiyle hayat bulmuştur: “Sevgili Cânib Bey, Cevabınızı almadan işte ben size yazıyorum. Size bir teklifim var. Kanaatlerinize pek yakın olduğu için hemen kabul edeceğinizi sanıyorum. Bakınız ne! Biraz izâh edeyim: Edebiyattan nefret ettiğimi ve bu nefretimin iğrenç, tiksindirici bir nefret olduğunu yazmıştım. Bu nefretim edebiyata olmaktan ziyâde lisânadır. Bizim lisânımız –her zaman düşündüğümüz gibi- berbâd, perişan, fenne, mantığa muhâlif bir lisândır. Garp edebiyâtlarını biraz tanıyan, mümkün değil bu nefretten kurtulamaz. Bu lisânı, hükümet kuvveti, mesela Maarif Nezareti, yahut cahillerden teşekkül edecek olan bir encümen tasfiye edemez. Zaman ve vâkıfâne bir say tasfiye eder. Ben, işte edebiyattan vazgeçtikten sonra, tetebbu edeceğim fenlere, ilimlere çalışırken, bu tasfiyeye yardım edeceğim. … ve …. Gibi, nura, hakikate muhtaç Türkleri Asya’nın karanlıklarına götürmeye çalışmayacağım. Sa’yimin esasını teşkil edecek noktalar pek basit: Arapça ve Farsça terkiplerin hiç lüzûmu yoktur. Bunlar ancak süs içindir. Kimin gösterecek, teşhir edecek fikri yoksa, onları çok kullanır. Eğer terkipler terk olunursa, tasfiyede büyük adım atılmış olmaz mı? Bunu yalnızca başaramam. Geliniz Canib Bey, edebiyatta, lisânda bir ihtilâl vücuda getirelim. Ah, büyük fikir, sa’y, sebât ister. Ömer Seyfettin” (Yeşildağ, 1995:15) Böyle bir edebi ortamda, Ziya Gökalp’in Aruz sizin olsun hece bizimdir/ Halkın söylediği Türkçe bizimdir/ Leyl sizin şeb sizin gece bizimdir/ Değildir bir mana üç ada muhtaç” mısraları Yeni Lisancıların manifestosu niteliğindedir. Diyebiliriz ki; Yeni Lisan, dil hareketini milli ve toplumsal kimlik bağlamında ele alan sistemli bir harekettir. Yeni Lisan hareketinin ortaya çıktığı süreçteki siyasi ve sosyal hareketlerin oluşturduğu “milli benliğe dönüş” ve “Türk kimliğini içselleştirme” çabaları, Türk dilini yabancı kelimelerden arındırma faaliyetlerini de beraberinde getirmiştir. Bu amaçla öncelikli olarak yapılması gerekenler, üç maddeyle belirlenmiştir: 1. Arapça ve Farsça kurallarla oluşturulmuş terkipler fevkâlade, darbımesel gibi kalıplaşmış olanlar kullanılabilir. kullanılmayacak. Ancak 2. Arapça ve Farsça edatlar dilden atılacak: eyâ, ecil, ez, ân, bâ, beray, nâ, çend, zehȋ gibi. Türkçeleşmiş olan ama, şayed, şey, keşke, lâkin, hemen gibileri kullanılabilir (Öksüz, 1995:90). International Journal of Language Academy Volume 3/4 Winter 2015 p. 177/189 Yeni Lisan Öncesinde ve Sonrasında Türkçe 181 3. Türkçe çokluktan başka çokluk şekilleri kullanılmayacak. Fakat kâinât, müslüman gibi kalıplaşmış olanlar kullanılabilir. Yeni Lisan hareketinin ortaya çıktığı süreçte edebȋ alanda etkinliğini sürdüren Servet-i Fünun akımına mensup şair ve yazarların ağır bir dil kullanmayı tercih etmeleri, Yeni Lisan hareketini benimseyen yazar ve şairlerle Servet-i Fünuncular arasında dil noktasında tartışmalara da sebep olmuştur. Nitekim Tevfik Fikret’in “Musahabe-i Edebiye” serisi içinde yazdığı “Tasfiye-i Lisan” makalesi Yeni Lisan hareketine yönelik eleştirilerini yansıttığı bir makaledir. Yakup Kadri de “Rübâb” dergisinde çıkan “Netâyiç” başlıklı yazısında şöyle diyor (Levend, 1967:485): “Yeni…- Satıyorlar. Kaça? Nasıl? Bilmiyorum, fakat satıyorlar. İki senedir gazetelerde ilanlarını görmediniz mi? “Yeni lisan”, “yeni fikir”, “yeni hayat”. “Ey görgüsüz çocuk ruhlu kimseler; eğer yeni köprülerin, yeni evlerin, yeni bayramlık elbiselerin vakit bevâkit size temin ettiği zevki saadeti, dudaklarınıza verdiği hande-i neşâtı daha ziyâde genişletmek isterseniz –şüphesiz ki istersiniz- gidiniz, koşunuz; satıyorlar: Selanikte “yeni fikir”, “yeni hayat”, “yeni lisan”….. Yukarıdaki açıklamalar da gösteriyor ki, Yeni Lisan bazı çevrelerce yanlış algılanmıştır. Aslında Genç Kalemler etrafında toplanan yazarların amacı “yepyeni bir dil” yaratmak değil; milli bilincin uyandığı, yeni bir hayatın ve dolayısıyla yeni isteklerin belirdiği bir ortamda beklentileri karşılayabilecek, milletin sesi, soluğu olabilecek bir dil oluşturmaktır: Bunun gerçekleşmesi için de yazı dili ile konuşma dili arasındaki ikililiğin ortadan kaldırılması gerekliydi. Nazım Polat, “Ömer Seyfettin’den bir Yeni Lisan yazısı daha” adlı makalesinde Ömer Seyfettin’in konuşma ve yazı dilindeki ikililiğin kaldırılmasının önemini vurgulayan şu görüşlerine yer vermiştir: “…Ey Anadolu gençleri!...Siz de uyanınız. Konuştuğumuz lisanı yazmağa çalışınız ki birbirinizi anlayabilirsiniz. Yoksa hiç kimse tarafından anlaşılmayan eski lisanı beğenir, onu taklid ederseniz, bu terakkı ve i’tila asrında bir adım atamazsınız. Bildiklerinizi şimdiye kadar dilsiz bırakılan zavallı neslimize öğretemezsiniz. Zavallı Türkler yine cahil ve kör kalırlar. Çünkü “edebiyatsız millet, dilsiz insan gibidir.” Sizin gayretlerinizle o hiç anlaşılmayan eski lisan yıkılacak, yerine konuştuğumuz mükemmel lisan, tam ve Türkçe olan vası ve tatlı lisan yükselecektir.”(Polat, 1998:553) Bu çalışmada incelenen örnekler, Yeni Lisanla belirlenen üç madde üzerinden değerlendirilecektir: Arapça ve Farsça Terkiplerin İmaj Dünyasının Türkçe Kelime Servetine Dönüşmesi Tamlama terimini Zeynep Korkmaz, “Gramer Terimleri Sözlüğü” adlı eserinde şöyle tanımlamıştır: “Bir adın anlamının tam olarak belirlenebilmesi için, o adın tamlayan görevindeki bir ad veya ad soylu sıfat, zamir gibi başka bir kelime ile tamamlanması; bir tamlayanla bir tamlananın oluşturduğu kelime grubudur.”(Korkmaz, 2007:207). Türkçede tamlama, isim ve sıfat tamlaması olmak üzere iki türlüdür. Bir isim başka bir isimle ilgi hali eki alarak veya almadan bir bütün oluşturduğunda isim tamlaması denilen kelime grubu oluşur. Burada birinci ad tamlayan, ikinci ad ise tamlanan durumundadır. Tamlayan ve tamlanan arasında ilgi ekinin olup olmamasına veya tamlananın da tamlayanın da bir ad tamlaması olup olmaması durumuna göre ad tamlamaları 1.belirtili isim tamlaması 2.belirtisiz isim tamlaması 3.zincirleme isim tamlaması olmak üzere üç gruba ayrılır (Korkmaz, 2009:270). International Journal of Language Academy Volume 3/4 Winter 2015 p. 177/189 182 Gülşah PARLAK KALKAN “Bu aralıkta yanı başında koşan bir kız kumların üzerine yüzü koyun düştü.” (Uşaklıgil; 2002: 207) “Gönlünü Ayas Paşa’nın yakındaki konağının bahçıvanına kaptırmış, ama bir türlü bunu ona hissettirememişti.” (Pala, 2003: 205) Sıfat; somut ve soyut ad ve kavramları niteleme, belirtme, yer gösterme, sayı gösterme, sorma gibi çeşitli yönlerden vasıflandıran, sınırlayan kelime türüdür. Sıfat tamlaması ise somut, soyut adları ve kavramları çeşitli yönleriyle nitelemek veya belirtmek maksadıyla ve ona bağlı sıfatın tamlama dizilişinde oluşturduğu söz grubudur. Bu dizilişte sıfat tamlayan, sıfatın belirttiği isim de tamlanandır (Korkmaz, 2007: 188-190). “Uzun boylu, çakır gözlü, yıllarca demir yollarında çalışan ve mahallenin en yaşlısı Mete kilometrelerce yürüdü.” (İlhan, 2009: 191) Türkçede uzun yıllar Arapça ve Farsça isim ve sıfat tamlamaları kullanılmıştır. Hatta “bunlardan bilhassa Farsça olanlar pek çok kullanılmış, neredeyse Farsça yapılı tamlama geçmeyen cümle kurulmaz olmuştur. Diyebiliriz ki Arapça ve Farsçadan alınan yabancı unsurların en başta geleni ve en sık kullanılanı bu dilbilgisel yapıdır.” (Develi, 2006: 151) Bilindiği üzere Türkçenin genel bir özelliği olan aslȋ unsurun sonda olması itibariyle isim ve sıfat tamlamalarında tamlanan öğe aslȋ unsur olduğu için tamlayandan sonra yer alır. Ancak Arapça ve Farsça tamlamalarda aslȋ unsur, yani tamlanan sonda değil baştadır: bâb-ı beyt/evin kapısı; din-i İslam/İslam dini; şehr-i İstanbul/İstanbul şehri (Develi, 2006: 152) Aşağıda incelenen örnekler, Türkçenin Yeni Lisana kadarki durumu ile Yeni Lisandan sonraki durumunu tespit etmek için Servet-i Fünûn döneminden başlayarak ele alınacaktır: Pervâne-i zerrȋn gibi her Zühre-i zerrȋn Titrerdi zümürrüd-geh-i lerzân-ı çemende; Çağlardı leb-ȋ sȋm-i hıyâbân-ı semende Bir çeşme-i billûr ile bir cû-yi bilûrȋn; Düşmüştü siyeh-berk-i şebe şeb-nem-i sȋmȋn Şeb-nem gibi titrerdi kamer leyl üzerinde; Bir şeb-pere-yȋ hufte, bir âhû-yı çerende Vermişti bu nüzhet-gehe bir vahşet-i Nermȋn… (Cenâb Şehâbeddin) (Akyüz, 1985:307) Cenâb Şehâbeddin, bu dörtlüklerde –ve diğer bütün şiir ve düz yazılarında- Osmanlıca, Türkçe, Arapça ve Farsçanın kaynaşmasıyla oluşan bir dil kullanmıştır. Türkçe unsurlar da mevcut olmasına karşın dikkat çeken en önemli husus yabancı unsurların fazlalığıdır: Cenâb, Farsça kurallarla oluşturduğu tamlamalara şiirlerinde sıkça yer vermiştir. Ona göre şiir müzikal örgülerin de yer aldığı estetik bir kuruluştur. Bu nedenle Farsça tamlama eki (-ı, -i) ile kurulan tamlamaların sık sık tekrarlanmasıyla oluşan ahenk “Cenâb’ın çok arzuladığı müzikalitenin sağlanmasında aracılık vazifesi görür.” (Akay, 1998: 447) International Journal of Language Academy Volume 3/4 Winter 2015 p. 177/189 Yeni Lisan Öncesinde ve Sonrasında Türkçe 183 Servet-i Fünun şiiri aşırı bir duygusallığın, kişisel hissȋ duyguların şiiri olmasına ve sanat için sanat yapmayı savunmasına rağmen Tevfik Fikret 1900 yılından sonra yazdığı şiirleriyle bu formülü cemiyet için sanat haline dönüştürmüştür. Fikret’in sosyal şiirlerinin konusu memleketin ve milletin acıları olmasına karşın bu şiirlerde kullandığı dil anlamayı güçleştirecek kadar ağır ve Arapça, Farsça tamlamalarla doludur: Zavallı vâlide, bir tek hediyye-yi ömrün Saâdetiyle garȋk-ȋ sürur iken daha dûn, Bugün başında nigeh-bân-ı pür teessürdür, Mezar gibi oda samt ü sükun ile pürdür. Nedir iniltisi hâricte bad-ı sermânın? Bükâsı hasta âid midir şu bârânın? Teessürât-ı beşerden gelir mi dehre melâl (Tevfik Fikret) (Akyüz, 1985:238) Bu dönemde sadece şiir dili değil, düz yazıların dili de ağır ve süslü bir üslup taşır. “Öyle ki, Halit Ziya Cumhuriyet döneminde eserlerinin dilini bizzat kendisi birkaç defa sadeleştirmek durumunda kalmıştır.” (Korkmaz, 2004:148) Mehmet Rauf’un Eylül romanında da aynı süslü üslup, terkipli ağır bir dil dikkat çeker: “İptidâ hayata dâir haşmet-i amal ile kendini aldattığı devri ta’kib eden devr-i hezimetle başlamıştı. Evvela şöhret kazanmak,büyük olmak için çalışmış, o kadar çalışmak lazım gelmiş,mehȋb mebânȋ-i amal ve tama’ kurmuştu.” (Rauf, 2006:389) “….bu tebessümde bütün ruhu, ruh-ı perişanı titriyordu; bu mesut etmek isteyen ve mesut olan kadının ruhunun verdiği bir tebessümdü; Necib, bütün zalâm-ı ruhu sıyrılıp bir bahar içinde kalmış gibi…”(Rauf, 2006:360) 1911 yılında Selanik’te çıkmakta olan Genç Kalemler dergisinde başlayan Yeni Lisan hareketiyle dilde sadeleşme, halk dili ile edebi dili birleştirerek halka yaklaşma eğilimleri ivme kazanmıştır. Yeni Lisanın öncülerinden Ömer Seyfettin,“Türkçe sarfımızı tanımalı, onun üzerine ifsat edici bir leke gibi düşen ecnebi kaideleri atmalıyız. Arabȋ ve Farsȋ edatları asla kullanmamalıyız. Hele terkipleri mutlaka Türkçe kaidesiyle yapmalıyız”(Argunşah, 2004:191) diyerek yaptığı açıklamaları düşünce noktasında bırakmamış, yazılarında da uygulamıştır: “Padişah, tahtından yavaşça ayağa kalktı. Sağ elini altın koltuğa dayadı. Gökten inen, manası anlaşılmaz bir sese kulak verir gibi başını büktü. Ordunun velvelesini dikkatle dinledi. ‘Kızıl Elma, Kızıl Elma……’ bu ismi şehzadeliğinden beri binlerce defa duymuştu. Sonra tekrar tahta oturdu…”(Kolcu, 2008:54) Ziya Gökalp da Lisan başlıklı şiirini hem Türkçe kaideleri kullanarak oluşturmuş hem de bu şiirde dilin sadeleştirilmesine ait görüşlerini açıklamıştır (Öksüz, 1995:147): Güzel dil Türkçe bize Başka dil gece bize. İstanbul konuşması, En saf, en ince bize. Lisanda sayılır öz International Journal of Language Academy Volume 3/4 Winter 2015 p. 177/189 184 Gülşah PARLAK KALKAN Herkesin bildiği söz; Manası anlaşılan Lügate atmadan göz …. Arapçaya meyletme İran’a da hiç gitme; Tecvidi halkdan öğren; Fasihlerden işitme. Görüldüğü gibi, özellikle Yeni Lisan hareketinin öncüleri tarafından kaleme alınan şiir ve yazılarda Arapça ve Farsça terkiplere yer verilmemiş, sade anlaşılır bir dil kullanılmıştır. 12 Temmuz 1932 tarihinde ise “Türk dilinin öz güzelliğini meydana çıkarmak, onu dünya dilleri arasında değerine yaraşır yüksekliğe eriştirmek amacıyla” Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuş ve bu tarihten itibaren Türkçe çok hızlı bir şekilde özüne yönelmiştir (Korkmaz, 2003:321). Köklere benzer elleri boğum boğum Toprak altındaki ağaçlardan gelme Düşüne kaçsa düşman bırakmaz Düşünde görür boğuverir hemen onu (Dağlarca, 2007:164) Ancak şunu belirtmek gerekir ki; Yeni Lisan, sonrasında dil devrimi gibi önemli girişimlerle gerçekleştirilmek istenen dilde sadeleşme, bir anda bütün yazar ve şairler tarafından tam anlamıyla benimsenmiş değildir. Aşağıdaki örneklerde de, görüleceği gibi – sıklıkla olmasa da- bazı terkiplerin kullanımı devam etmiştir: “Geldikti bir zaman Sarı Saltık’la Asya’dan. Bir bir Diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sakarya’dan.” ….. Sen miydin o âfet ki dedim, bezm-i ezelde Bir Kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elde ….. Gerer beyaz kuğular nâzenin boyunlarını, Füsûn-ı nevm ile görmez bu âteşin ravza İçinde dalgalanan reng ü bû oyunlarını. Dalar huzuz-ı rehâvetle havzdan havza.” (Beyatlı, 2007:69-77-99) Arapça ve Farsça Edatların Türkçe Sözvarlığına Dönüşümü Edatlar, tek başlarına anlamları olmayan ancak başka kelimelerle birlikte kullanılarak anlam kazanan gramer görevli sözlerdir. Edatlar cümle içinde benzerlik, beraberlik, başkalık, miktar, sebep, vasıta, zaman, mekan, yön gösterme gibi geçici anlam ilişkileri kurar (Korkmaz, 2009:1052). Bazı Türkçe edatlar şunlardır: gibi, için, beri, önce, sonra, boyunca, bakımından, başka, göre, aşırı, değin, diye, doğru vb. gibi. “Şimşek gibi çaktı. Bir yol bulmak için uğraştı. Evde senden başka hiç kimse yok mu? Eski Türk sanatı bir bakıma kübiktir.” (Korkmaz, 2009: 1057) Türkçede uzun yıllar, özellikle de, Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati devirlerinde pek çok Arapça ve Farsça kökenli edat kullanılmıştır: ân, bȋ, bâ gibi. Bu edatlar, “Cumhuriyetin ilk dönem eserlerinde ancak kısa bir süre devam edebilmiştir. Türkçeleşme çalışmalarının International Journal of Language Academy Volume 3/4 Winter 2015 p. 177/189 Yeni Lisan Öncesinde ve Sonrasında Türkçe 185 getirdiği yeni şekiller ve dilde genel bir kabul bulmamış yabancı kelimelere karşı duyulan tepki, bunları hızla kullanıştan düşürmüştür.” (Korkmaz, 2009:1059) “Bak bak ne kadar vech-i sema nâ-mütenâhȋ Encüm, o mevalid-i ziya nâ-mütenâhȋ Seyr, öyle nasıl hak-i fena nâ-mütenâhȋ Dağlarda, denizlerde hafa nâ-mütenâhȋ” (Akyüz, 1985:360) “Ey kanlı muhabbetleri bȋ-lerzȋş-i nefret” (Akyüz, 1985:265) Türkçeleşme çalışmalarının hız kazandığı Milli edebiyat, Cumhuriyet öncesi ve sonrası dönemlerinde, tamamıyla Türkçeleşmiş ama, şayed, keşke, hem, henüz, yani gibi edatlar hariç, Arapça ve Farsça edatlar kullanılmamıştır: “Ormanlardan, derelerden, köprülerden, tepelerden, uçurumlardan şimşek gibi geçti. Belgrat’ta durmadı. Hemen atını değiştirdi. Azığını aldı. Yine ola atıldı. Hiç uyumuyor, yalnız düz yerlerde atı tırıs giderken rüyasız ve uyanık bir uykuya dalıyordu.” (Kolcu, 2008:71) “Hakani Bey’in evinde şiirle, aşk ile dopdolu zamanlarım geçti. Gerçi bütün o yıllar boyunca Leyla’mı bulamadım, izine, yüzüne rastlayamadım; ama selamlığın güney pencerelerinden her bakışımda, ceviz ağacının yapraklarının her titreyişinde, karda ve baharda, yazda ve ayazda, hep Rukâl’in ürkek ceylanlar gibi titreyen sesini işittim.” (Pala, 2003:210) “Samuel Beckett diye bağırdım cevap vermedi/ saatler sonra güçsüz bir cevap geldi/ ama ne kadar uzaklardan bu kadar olur kulağıma gelen ses… Herkese emredebilirim fakat sizden sadece ricada bulunabilirim, dedi.” (Burak, 2006:3141) Yukarıdaki yakın dönem edebȋ yazılardan da yola çıkarak denilebilir ki, nadir olarak kullanımı devam eden terkiplerin aksine ân, bȋ, bâ, beray, fȋ, gâh, kâr gibi edatlar, Türkçeyi tamamıyla terk etmiş; ama, fakat, lakin gibi edatların kullanımı devam etmiştir. Ancak bu edatlar, Yeni Lisan ölçülerinde de ifade edildiği gibi Türkçeye uyum sağlamış, Türkçeleşmiş oldukları için dil açısından tehlike arz etmemektedir. Arapça ve Farsça Çokluk Şekillerinin Türkçe Çokluk Ekine Dönüşümü Çokluk, nesnelerin, varlıkların sayıca birden fazla olma durumudur; çokluk veya çoğul, tekliğin dışında olanı ifade eder (İlhan, 2009:18). Türkçede terimlerin teklik ve çokluk olmak üzere iki şekilleri mevcuttur. Bunlardan teklik eksiz yani kök ve gövdelerin çekimsiz olan normal şekilleri; çokluk ise ekli, yani çekimli şekilleridir (Ergin, 1993:120). Çokluk eki ise adlarda ve zamirlerde aynı türden birden çok varlığı anlatmak için kullanılan özel eklerdir (Korkmaz, 2007:62). Türkçenin tarihi metinlerden itibaren günümüzde de işlek olarak kullanılan çokluk eki “lar/ler” dir: International Journal of Language Academy Volume 3/4 Winter 2015 p. 177/189 186 Gülşah PARLAK KALKAN “Gün ışığı köknarların ve çamların iğne yapraklarından süzülerek beyaz karlar üzerinde yakamozlar vurmaya başladığında, sipahi bölüğü erlerinden Alacaatlı Mustafa düşmek üzere olduğu ağaçtan aşağıya baktı” (Pala, 2003:63) Arapçada çokluk iki şekilde yapılır: 1.kelime tabanına +ȋn, +ûn ve +ât ekleri getirilmek suretiyle yapılan çokluklara salim çokluklar (cem’i salim) denir 2.kelimelerin köklerini oluşturan asli seslere bazı seslerin ilave edilmesiyle yapılan çokluklara ise bütünlü çokluk (cem-i mükesser) denir (Develi, 2006:l80). “kemâlât, müslimât, imtiyâzât, mahlukat; şâkirȋn, kâşifȋn, müslimûn, cem-i salim çokluklar; şehid/şühedâ, alim/ülema, fakir/fukara, garip/gureba, şecer/eşcar örnekleri de cem-i mükerrer çokluklardır. (İlhan, 2009:20). Farsçada çokluk ise Türkçede olduğu gibi kelime sonuna ek getirilerek yapılır: Canlıları gösteren isimlerin çokluk şekilleri +ân ekiyle, diğer varlıkları gösteren isimlerin çokluk şekilleri ise +hâ ekiyle yapılır: nekkâşân (ressamlar), pizişkân (doktorlar), kişverhâ (ülkeler), dârûhâ (ilaçlar) vb. gibi (İlhan, 2009:20). Servet-i Fünun edebi dilinde terkipler kadar sıkça kullanılan bir diğer Arapça, Farsça gramer unsuru isimlerin çokluk şekilleridir. Bu dönemde Türkçenin işlek olarak kullanılan +lar/+ler çokluk eki ile Arapça ve Farsça kurallarla yapılmış çokluk şekilleri bir arada kullanılmıştır: Atarım bir kuruş, uzaklaşırım Hep hayatımda ayrılık taşırım Buruşuk gölgesinde eşcârın (Akyüz, 1985:334) … Zeminden iğrenip hiddetle baktıkça semâvata Güzelsin şairin fikrindeki ulvȋ hayalinden. (Akyüz, 1985:359) Kainat oldu sanki ser-tâ-ser Bir büyük hasta-hâne-yȋ etfâl Öyle bir yer ki pür-hurȋş-ı suâl (Akyüz,1985:313) Yeni Lisan hareketiyle birlikte Arapça ve Farsça çokluk şekillerinin de Türkçe için tehlike arz ettiği belirtilerek Türkçenin bu gramer şekillerinden de arındırılması gerektiği Yeni Lisan maddeleri arasında ifade edilmiştir: “Beyaz perdeler inik. Aralarından soluk bir aydınlık giriyor. Duvarlarda birçok büyük levhalar asılı. Köşelerde ağır ceviz ağacından yapılmış, demir çemberli mezarlar duruyor. Şüphesiz bu mezarlarda sevgili ölülerin mumyaları var…” ( Kolcu, 2008:30) “Çok uzaktan kıpırtıları sezilen ama seçilemeyen bir denizin kalpte uyandırdığı daha yakından görmek arzusuyla ona, manasına eğildiğim karanlıklarda sevdim onu.” (Bekiroğlu, 2002:63) Arapça ve Farsça çokluk şekillerinden yalnızca Türkçeleşmiş olanların kullanımı günümüzde de devam etmektedir: … International Journal of Language Academy Volume 3/4 Winter 2015 p. 177/189 Yeni Lisan Öncesinde ve Sonrasında Türkçe 187 “Karşı sâhilde, karanlıkta kalan her tepeden, Gece, birçok fıkarâ evlerinin lambaları En sahȋh aynadan aksettiriyor Üsküdar’ı … Nice seslerle, gök ve yerlerimiz, Hüznümüz, şevkimiz, zaferlerimiz, Bize benzer o kâinat akmış.” (Beyatlı, 2007:9-17) “…üzülme anneanne aynı sensin başında başörtüsü tam çenesinin altında düğümlü müslüman olmuş, İcadiye Caddesi’nde yürüyor…” (Burak, 2006:51) Sonuç Türkçe, uzun yıllar Arapça ve Farsçanın esareti altında yaşamak zorunda kalmıştır. Bu durum, Türkçenin dil olarak doğal gelişimine set çekmekle birlikte Türkçeyi yok olma tehlikesiyle de karşı karşıya bırakmıştır. Dilimizi düştüğü çıkmazdan kurtarmak, “milli bir lisân, milli bir edebiyat oluşturmak” (Öksüz, 1995:90) amacıyla pek çok girişimde bulunulmuştur: Tanzimat döneminde Şemsettin Sami’nin “milli bir edebiyat vücuda getirebilmek için, önce milli bir dile ihtiyaç vardır” sözleriyle fikri zemini oluşan dilde sadeleşme, 1911 yılında Selanik’te Genç Kalemler etrafında toplanan Ömer Seyfettin ve arkadaşları tarafından Yeni Lisan adıyla hayat bulmuştur. Yeni Lisan hareketinin ölçüsü, Arapça ve Farsça kelime ve özellikle gramer şekillerinin istilâsından kurtulmuş, halkın anladığı, benimsediği (Buran, 2008:98) bir dil oluşturmaktı. Bu amaçla öncelikle Türkçenin Arapça ve Farsça kurallarla kurulmuş çokluklardan, terkiplerden ve edatlardan arındırılması gereklidir. Türkçenin bugünkü durumu değerlendirildiğinde, Yeni Lisan hareketiyle belirlenen maddelerin hayata geçirildiğini ve Yeni Lisan’ın amacına ulaştığını söylenebilir. Zeynep Korkmaz da Türkçenin Yeni Lisandan günümüze kadarki durumunu şu sözleriyle ifade etmiştir: “Eğer ana özelliği ile dilde millileşme ve çağdaşlaşma diye nitelendirdiğimiz dil inkılabının 1911-1932 ve 1932-1993 yılları arasını kaplayan ortalama 80 yıllık döneminin genel bir değerlendirmesi yapılırsa, dilimizin kendi yapı ve işleyişine uymayan Arapça, Farsça kaynaklı yabancı kelimeleri atarak yerlerine eski kaynaklardan, halk ağızlarından alınmış veya türetilmiş yeni kelimeler koymak suretiyle, Türkçeleşme yolunda büyük bir yol almış olduğunu belirtmeliyiz” (Korkmaz, 1993:164). Ancak önemli bir noktayı vurgulamak gerekir ki; Yeni Lisanı sadece, dili yabancı unsurlardan arındırmak için ortaya atılan bir girişim olarak değerlendirmek yetersiz olur. Yeni Lisan, aynı zamanda Türk milletini dili yok olduğu için tarih sayfalarından silinen bir millet olmaktan kurtarmak amaçlı bir harekettir. Kaynakça Akay, H. (1998). Cenab Şahabeddin’in şiirleri üzerinde stilistik bir inceleme. İstanbul: Kitabevi Yayın. Aksan, D(2006). Türkçenin sözvarlığı, Engin Yayınevi, Ankara, Aksoy, Ö. A. (1974). Cumhuriyet Çağı Türkçesi I-II-III-IV, Türk Dili, c.XXIX, s. 268-269270-271. Akyüz, K. (1985). Batı tesirinde Türk şiiri antolojisi., İstanbul: İnkılap Kitabevi International Journal of Language Academy Volume 3/4 Winter 2015 p. 177/189 188 Gülşah PARLAK KALKAN Argunşah, H. (2004). Yeni Türk edebiyatı (Editör: Ramazan Korkmaz). Ankara: Grafiker Yayıncılık. Asman, J. (2001). Kültürel bellek. (Çev. Ayşe Tekin). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Bekiroğlu, N. (2002). İsimle ateş arasında. İstanbul: Timaş Yayınları. Beyatlı, Y. K. (2007). Kendi Gök Kubbemiz. İstanbul: Özal Matbaası. Burak, S. (2006). Afrika dansı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Buran, A. (2008). (Haz. Alkaya, Ercan; Yalçın, S. Kaan; Şengül, Murat). Makaleler. Turkish Studies. Ankara. Buran, A. (2010). Türk dünyasında dil ilişkileri, çok dillilik ve dil değiştirme. Türk Yurdu, c.30 (62), s.272. Çelik, H. (1987). Genç Kalemler Dergisi Üzerine Yazılanlar ve Bazı Hatalar. Türk Dili, c.LVI, s.430. Dağlarca, F. H. (2010). Dört kanatlı kuş. Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Develi, H. (2006). Osmanlı Türkçesi kılavuzu. İstanbul: 3F Yayınevi. Ergin, M. (2003). Osmanlıca dersleri. İstanbul: Boğaziçi Yayınları. Ergin, M. (1993). Türk dil bilgisi. İstanbul: Bayrak Basım. İlhan, Nadir (2009). Türk dilinde çokluk. Elazığ: Manas Yayıncılık. Kaplan, M. (2010). Kültür ve dil. İstanbul: Dergah Yayınları. Karaağaç, G. Alıntı kelimeler üzerine düşünceler. Türk Dili, s.552, 1997. Kolcu, A. İ. (2008). Milli edebiyat. Erzurum: Salkımsöğüt Yayınevi. Korkmaz, R. (2004). Yeni Türk edebiyatı. (Editör:Ramazan Korkmaz). Ankara: Grafiker Yayıncılık. Korkmaz, Z. (2007). 26 Eylül 1932 dil ve kültür tarihimizde bir dönüm noktası. Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, c.XCIV, s.669. Korkmaz, Z. (1993). Dilimizin dünkü ve bugünkü sorunları ve çözüm yolları. Türk Dili, c.1993/II, s.500. Korkmaz, Z. (2003). Cumhuriyet Döneminde Türk Dilinde ve Türk Dili Alanında Yaşanan Gelişmeler. Türk Dili, c.LXXXVI, s.622. Korkmaz, Zeynep (2001). Bilim Dili ve Türkçe. Türk Dili, c.2001/II, s.595. International Journal of Language Academy Volume 3/4 Winter 2015 p. 177/189 Yeni Lisan Öncesinde ve Sonrasında Türkçe 189 Korkmaz, Z. (1995). 26 eylül ve dilimizi Türkçeleştirme yolundaki gelişme süreçleri. Türk Dili Dil ve Edebiyat Dergisi, c. 1995/11, s.527. Korkmaz, Z. (2009). Türkiye Türkçesi Grameri. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. Korkmaz, Z. (2007). Gramer terimleri sözlüğü. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. Levend, A. S. (1967). Yeni Lisan-Yeni Dil. Türk Dili, c.XVI, s.187, Levend, A. S. (1961). Türkçülük ve Milli Edebiyat. Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten. Öksüz, Y. Z. (1995). Türkçenin sadeleşme tarihi Genç Kalemler ve Yeni Lisan Hareketi. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. Pala, İ. (2003). Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk. İstanbul: Leyla ile Mecnun Yayıncılık. Polat, N. H. (1998). Ömer Seyfettin’den Bir Yeni Lisan Yazısı Daha. Türk Dili, c.1998/I, s.558. Rauf, Mehmet; Eylül, Akçağ Yayınları, Ankara, 2006 Dilde, Fikirde, İşte Birlik, Türk Yurdu, Sayı 272, Cilt 30, Ankara, 2010. Tanpınar, A. H. (2003). XIX. Asır Türk Edebiyatı. İstanbul: Çağlayan Yayınları. Yeşildağ, M. (1995). Genç Kalemler dergisinin incelenmesi. Trakya Üniv. (Yüksek Lisans Tezi). International Journal of Language Academy Volume 3/4 Winter 2015 p. 177/189