DEVLET EGEMENLİĞİNDE VE KUVVET KULLANMADA DÖNÜŞÜM: İNSANİ MÜDAHALEDEN KORUMA SORUMLULUĞUNA Prof. Dr. Cenap ÇAKMAK Cansu ATILGAN Esra EROĞUZ RAPOR NO: 71 MART 2016 BİLGESAM YAYINLARI RAPOR NO: 71 Kütüphane Katalog Bilgileri: Yayın Adı: Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Yazar: Prof. Dr. Cenap ÇAKMAK, Cansu ATILGAN, Esra EROĞUZ ISBN: Sayfa Sayısı: 45 Yayına Hazırlayan: Ali SEMİN Kapak Tasarım ve Dizgi: Sertaç DURMAZ Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi Wise Men Center For Strategic Studies Mecidiyeköy Yolu Caddesi No:10 Celil Ağa İş Merkezi Kat:9 Daire:36 Mecidiyeköy / İstanbul / Türkiye Tel: +90 212 217 65 91 Faks: +90 212 217 65 93 www.bilgesam.org bilgesam@bilgesam.org YAYINLARI Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No:4/6 A.Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye Tel : +90 312 425 32 90 Faks: +90 312 425 32 90 Copyright © BİLGESAM HAZİRAN 2015 Bu yayının tüm hakları saklıdır. Yayın Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin izni olmadan elektronik veya mekanik yollarla çoğaltılamaz. SUNUŞ Kapsamı itibariyle uluslararası ilişkiler disiplininde ve uluslararası hukuk terminolojisinde yer alan “insani müdahale” kavramı tarihsel açıdan değerlendirildiğinde öne çıkan iki önemli husus, kavramın meşruiyeti ve hukuki zemini olmaktadır. Tartışmanın çerçevesini belirleyen unsurlar ise; insani müdahalenin hangi durumlarda, ne koşullarda, kimin yetkisi ile ve ne zaman gerçekleştirilebileceğidir. Yirminci yüzyılın son on yılından sonra ise Birleşmiş Milletler bünyesinde “koruma sorumluluğu” doktrinine evirilen kavram, tarihsel süreçte ulusal güvenlik dâhilinde, egemenlik ve iç işlerine karışmama arasında kurulmuş ilişki esasında temellenmiştir. 2000’li yıllardan itibaren Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından da kabul edilen doktrinle beraber, “kuvvet kullanmaya” yeni bir nitelik getirilerek insan topluluklarının güvenliklerinin tehdit altına girmesi uluslararası barış ve güvenliği tehdit ettiği anlayışıyla eş değer tutulmuştur. Gelinen noktada ise, insani müdahale ve koruma sorumluluğu doktrinlerinin devlet egemenlik anlayışını dönüştürdüğü, yetki ve sorumluluklarını insan odaklı bir tutuma doğru belirginleştirdiği ileri sürülebilir. Bu anlamda devletin sahip olduğu yetkiler neticesinde halkı koruma sorumluluğunun ön plana çıkarıldığı görüşüne varmak mümkündür. Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), küresel sistemdeki koruma sorumluluğu kavramı ve insani müdahale ile ortaya çıkan gelişmeler ve dönüşümlere yönelik öngörülerde bulunarak ilgili mercilere gerçekçi çözüm önerileri ve karar seçenekleri sunmak amacıyla “Devlet egemenliğinde ve kuvvet kullanmada dönüşüm: İnsani müdahaleden koruma sorumluluğuna” raporunu yayımlamaktadır. Raporun Türk karar mercilerine, akademisyenlere, ilgili kurum, kuruluş ve kişilere faydalı olmasını temenni eder; raporu hazırlayan Prof. Dr. Cenap Çakmak’a, Cansu Atılgan’a ve Esra Eroğuz’a ve yayına hazırlık sürecinde katkı sağlayan BİLGESAM çalışanlarına teşekkür ederim. Prof. Dr. Atilla SANDIKLI BİLGESAM Başkanı Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna GİRİŞ İnsani müdahale kavram ve doktrininin zaman içinde koruma sorumluluğu prensibine evrilmesi (yerine göre bir sorun ya da gelişme olarak değerlendirilebilir) uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukukun hem klasik ve hem de modern kavramları ile çok yakından ilişkilidir. Bu çerçevede klasik uluslararası hukukun önemli bazı kavramlarını tartışmaya dahil etmeden söz konusu evrimi anlamlandırabilmek mümkün olmayacaktır. Konu ile yakından ilişkili kavramlar arasında egemenlik, kuvvet kullanma, müdahale, güvenlik ve insan güvenliği yer almaktadır. Dolayısı ile konuyu bu kavramlar ile ilişkili bir biçimde irdelemek gerekmektedir. Bütün bu kavramlar, konu ile ilgili tartışmada birbiri ile ilişkilidir. Söz konusu kavramların aldığı anlam ve uluslararası ilişkilere etkisi zaman içinde farklılık arz etmiş ve devletler arası gelişmelere göre yeni şekiller ve formlar kazanmıştır. Özellikle uluslararası ilişkileri bir siyasal olgu olarak var eden ulus devletin bireysel ihtiyaç ve yönelimleri ve ulus devletlerden müteşekkil uluslararası siyasi sistem ya da ortamın genel istikrar ve düzeni ile ilgili kaygı ve öncelikler kavramsal ve pratik evrimin temel kaynak ve motivasyonu olarak görülmelidir. Bu nedenle de söz konusu kavramsal evrimi, ana hatları ile de olsa tarihsel bir perspektife göre ele almak konunun daha açık ve kolay bir şekilde anlaşılmasına imkan sağlayacaktır. Esasen tarihsel süreçteki değişim ve evrimi güvenliğin bir olgu ve kavram olarak ne ifade ettiği üzerinden görmek ve incelemek mümkündür. Modern ulus devlet sisteminin ortaya çıktığı dönemlerde güvenliğin nasıl anlaşıldığı ve güvenlik kavramına atfedilen önem ve anlamın meşruiyet zemini ile bugün güvenlikten ne anlaşıldığı arasındaki temel fark insani müdahale ve koruma sorumluluğu prensip ve doktrinlerinin ortaya çıkış gerekçelerini açık bir şekilde gösterecektir. 1. EGEMENLİK VE İÇ İŞLERİNE KARIŞMA YASAĞI Vestfalyan uluslararası toplumun dayandığı üç ilkeden biri olan “rex est imperator in regno suo” yani kral kendi krallığında hükümdardır deyişi her kralın bağımsız ve diğer krallarla eşit olduğunu ifade etmektedir.1 Egemenlik ve eşitlik kavramlarının doğadaki simbiyotik ilişkiye benzer biçimde birbirlerini tamamladıkları söylenebilir. Vestfalyan anlayışta devletler arası eşitlik, uluslararası hukuka ve egemenlik haklarına saygı ve bir başka ülkenin iç 1 John Baylis ve Steve Smith, The Globalization of World Politics, Oxford University Press, 2005, s.54. 3 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna işlerine karışmama da bir norm olarak yer almaktadır.2 Bununla birlikte 1789 Fransız Devrimi ardından yayımlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 3.maddesinde egemenliğin temelinin esas olarak ulusta olduğu hiçbir kuruluşun hiçbir kimsenin açıkça ulustan kaynaklanmayan bir iktidarı kullanamayacağı ifadesi yer almaktadır.3 18. ve 19.yy’larda kuram alanında egemenlik soyut bir kavram olarak tanınmış ve böylelikle yönetenler devlete ait olan yasal alanın temsilcisi ve taşıyıcısı olmuştur.4 Egemenlik hem iç işlerine karışılmama ayrıcalığı ve hem de diğer devletlerin iç işlerine karışmama yükümlülüğü ortaya çıkarmıştır. Bu da gerek uluslararası ilişkiler ve gerekse de uluslararası ilişkilerin iki önemli ilkesinin altını çizmiştir. Birleşmiş Milletler Şartı’nın 2.maddesinin 1.fıkrasına göre de örgüt tüm üyelerinin egemen eşitliği ilkesi üzerine kurulmuştur. Bununla birlikte 4.fıkrada üyelerin uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığına karşı gerek BM’nin amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınacakları belirtilmiştir. 5 Yani esasen ilginç bir şekilde egemenlik ile iç işlerine karışmama birbirinin doğal bir sonucu olarak tanımlanmış ve ikisi arasında son derece güçlü bir ilişki kurulmuştur. Egemenlik hem iç işlerine karışılmama ayrıcalığı ve hem de diğer devletlerin iç işlerine karışmama yükümlülüğü ortaya çıkarmıştır. Bu da gerek uluslararası ilişkiler ve gerekse de uluslararası ilişkilerin iki önemli ilkesinin altını çizmiştir. Birincisi, bütün devletler eşit ve egemendir. İkincisi, bu eşit ve egemen devletlerin iç işlerine müdahale edilmez. Yani egemenlik ve iç işlerine müdahale etmeme uluslararası sistemin temel dinamiği olan anarşinin özünde aynı ama nereden baktığımıza bağlı olarak sahip olduğu farklı anlamları ifade etmektedir. Merkezi bir küresel otoritenin yokluğunda her devletin var olabilmesi egemenliği anlatırken başka devletlerin var olabilmeleri ile ilgili yine egemen bir varlık olarak sahip oldukları sorumluluk da iç işlerine müdahale yasağına işaret etmektedir. Egemenlik ile iç işlerine karışmama arasında kurulan bu ideal ilişkinin pratikte gerçekçi bir biçimde işleyemeyeceği açıktır. İç işlerine müdahale yasağına rağmen doğrudan kuvvet kullanma gibi aslında sözlük anlamı açısından bakıldığında iç işlerine müdahalenin en açık formunun serbest bırakılması ve hukuken tanınması burada önemli bir ikilemin varlığını göstermektedir. Başka 2 Ali Şevket Ovalı, “Westfalyan Adaletten İnsan Merkezli Adalete, Uluslararası Adalet ve Adaletsizliğin Gündemi,” Ege Akademik Bakış, 10 (3), 2010, ss. 911-931, s. 913, 914, 924. 3 Declaration of the Rights of Man and Citizen, 26 August 1789, 3.madde, https://chnm.gmu. edu/revolution/d/295/ , Erişim Tarihi: 06 Haziran 2015. 4 Matthew Craven, Malgosia Fitzmaurice ve Maria Vogiatzi (Der.), Time, History and International Law, Martinus Nijhoff Publishers, 2007, s. 18. 5 Birleşmiş Milletler Genel Ağ Sayfası, BM Şartı: http://www.un.org/en/documents/charter/ chapter1.shtml 4 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna bir devletin egemenliği, bizzat bu egemenliğe saygı göstermek zorunda olan başka bir devlet tarafından, tamamen tek taraflı olarak belirlenecek nedenler çerçevesinde ihlal edilebilmiştir. 2. İÇ İŞLERINE KARIŞMA YASAĞI İSTISNALARI İç işlerine karışma yasağı istisnalarını temelde ikiye ayırmak mümkündür. Bunlardan birincisi meşru kuvvet kullanma ile ilgili zaman içinde ortaya çıkan kısıtlamalardır. İkincisi ise kuvvet kullanma dışında, bir devletin tamamen kendi iç hukuk düzenlemeleri ve tasarrufları ile ilgili olarak diğer devletler ve uluslararası kurumlara tanınan yetkilerdir. Kuvvet kullanma yasağı ile ilgili çerçeve büyük ölçüde güvenlik ikilemi problemi ile bu probleme yönelik neredeyse sürekli var olan ortak güvenlik formülü üzerinde varılan (ya da varılamayan) mutabakat ile şekillenmiştir. Devletin kendi iç düzenlemeleri ile ilgili tek taraflı (ve neredeyse tamamen dilediği gibi) hareket edebilmesine yönelik istisnalar ise yine genel bir bakış açısı ile insan toplulukları ve bu toplulukların güvenlikleri ile ilgili olmuştur. Birinci Dünya Savaşı sonrası döneme kadar neredeyse hiçbir ciddi sınırlamanın tanımlanmadığı tek taraflı kuvvet kullanma meselesi bu dönemde bazı sınırlamalara tabi tutulmuştur. Milletler Cemiyeti başta olmak üzere bir dizi girişim ve tedbir ile kuvvet kullanma belli durumlarda yasaklanmış ise de bu rejim uzun vadeli olmamış ve iki savaş arası dönemin koşulları söz konusu rejimin sonunu getirmiştir. İkinci Dünya Savaşının yarattığı trajedi kuvvet kullanmanın yasaklanmasını bir kez daha gündeme getirmiş ve sonuçta da BM Şartı ile meşru müdafaa halleri dışında devletlerin tek taraflı olarak güce başvurması yasaklanmıştır. Kuvvet kullanma ile ilgili getirilen yasak doğrudan doğruya uluslararası siyasetin ana süjesi ve varlığı olan devletin devamını sağlamaya yöneliktir. Böylece egemenlik ve iç işlerine karışmama ilkeleri arasında yüzlerce yıldır var olan çelişki en azından kağıt üstünde giderilmiştir. Kuvvet kullanma yasağı ile devletin egemenliği tescillenmiş ve her devletin hayat hakkı bütün devletlerin sorumluluğu haline getirilmiştir. Diğer bir ifadeyle kuvvet kullanma yasağı ile korunan, neredeyse topluluktan (yani ulus ya da halk) bağımsız olarak siyasi bir örgüt şeklinde var olan ulus devletin güvenliğidir. Bu oldukça önemli bir değişim ve evrime işaret ediyor olmakla birlikte devletin egemenlik ile ilgili meşruiyetinin temelini teşkil eden halkın rızası ile en iyi ihtimalle son derece zayıf bir biçimde ilişkilidir. Devletin varlığını da meşruiyetini de anlamlı kılan insan topluluklarının güvenliği konusunda uluslararası hukukun bazı düzenleme ve sınırlamalar getirmesi ve tanımlaması ise çok geç bir döneme rastlamaktadır. Bu gecikmenin en 5 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna temel nedeni ise devletin egemenliğinin aynı zamanda insan topluluklarının güvenliği anlamına geleceği düşüncesidir. Diğer bir ifadeyle devletin güvenliğinin korunması halinde halkın da güvenliğinin tesis edileceği düşüncesi insan güvenliği gibi ayrı bir kategorinin gündeme bile gelmemesinin temel nedeni olmuştur. Diğer bir deyişle insan toplulukları, uluslararası hukuk açısından bakıldığında uzunca bir süre neredeyse tamamen devletin insafına terk edilmiştir. Bu tabi ki herhangi bir devletin insani gerekçeler ile başka bir devletin iç işlerine hiçbir zaman müdahale etmediği anlamına gelmemektedir. Ancak burada altı çizilmesi gereken nokta, bu türden dış müdahalelerin gerekçesinin uluslararası hukuktan kaynaklanan sorumlulukların ihlali değil dış müdahaleye karar veren devletin kendi siyasi argümanlarının belirleyici olmasıdır. İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar bir devletin kendi halkı ile ilgili olarak uluslararası hukuktan kaynaklanan herhangi bir sorumluluğu olmamıştır. Yani devletler, kendi halkları ile ilgili olarak diğer devletlere karşı yükümlülük altına girmemişlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar bir devletin kendi halkı ile ilgili olarak uluslararası hukuktan kaynaklanan herhangi bir sorumluluğu olmamıştır. Yani devletler, kendi halkları ile ilgili olarak diğer devletlere karşı yükümlülük altına girmemişlerdir. Bu aslında bir açıdan normal karşılanmalıdır zira bir devlete siyasi bir varlık olarak otonomi kazandıran, belli bir topluluğun rızasıdır. Hal böyle olunca da söz konusu topluluğun gelecek tasavvuru da dahil güvenliği, refahı, huzuru ve uyumu ile topluluğun var ettiği devlet arasında örtüşen bir ilişki olmasından daha doğal bir şey olamaz. Uluslararası İnsan Hakları Hukuku Ancak İkinci Dünya Savaşı, bu varsayımın çok da geçerli olmadığını göstermiştir. Milyonlarca insan, bizatihi kendilerini koruması gereken (ya da öyle olması gerektiği varsayılan) kendi devletleri tarafından öldürülmüş, soykırıma maruz bırakılmış ya da kitlesel zulme uğramıştır. Bu da devletlerin güvenliği ile halk topluluklarının korunması ve güvenliğinin sağlanmasının birbirinden farklı olduğunu göstermiştir. Bu tasavvurun bir sonucu olarak da uluslararası hukukun tanıdığı bir alan olarak insan hakları ortaya çıkmıştır. Uluslararası insan hakları hukukunun ortaya çıkması ile birlikte devletler, uluslararası hukuktan kaynaklanan bir yükümlülük olarak kendi egemenlik alanlarında bulunan insanların bazı haklarını garanti etmek ve korumak ile yükümlü hale gelmişlerdir. Bu noktaya gelinmesinin en temel nedeni olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında yaşananları göstermek mümkündür: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra insan haklarının korunması uluslararası politikanın gündeminde yer almaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından, önceden Devletlerin hakimiyet sahasına girdiği kabul edilen insan hakları bütün uluslararası toplumun bir meselesi olmaya başlamıştır. O zamana kadar uluslararası düzeyde ilgi görmeyen ve egemen devletlerin iç işlerine karışma endişesiyle Milletler Cemiyeti gibi uluslararası örgütler de 6 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna dahil olmak üzere neredeyse tüm küresel aktörlerin göz yumduğu insan hakları ihlallerinin önlenmesi ve bireylerin temel haklarının korunmasına yönelik keskin dönüşümde önde gelen faktör, Nazilerin İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere ve diğer milletlere uyguladıkları korkunç katliamlardır.6 Burada şu soruyu sormak gerekmektedir. Neden devletlerin ezici bir çoğunluğu insan hakları odaklı uluslararası hukuk yükümlülüklerine rıza göstermiştir? Bu soru önemlidir zira doğası gereği bir devletin temelde kendi güvenliğine öncelik vermesi beklenmelidir. Esasen insan hakları ile ilgili gelişen duyarlılık ve hukuki yükümlülük tanımlaması yine devlet güvenliği ve devletin hayatiyetini sürdürmesi ile yakından ilişkilidir. Yani bir devlet insan hakları ile ilgili uluslararası hukuk yükümlülüklerine rıza gösterirken kendi ulusal güvenliği ile ilgili kaygıların belirlediği bir çerçeveden hareket etmektedir. Bireylere nasıl davranılacağının klasik egemenlik anlayışına göre devletlerin eline bırakılmasının, İkinci Dünya Savaşının da gösterdiği gibi, uluslararası sistem düzeyinde ciddi sorun ve istikrarsızlıklara neden olduğu düşüncesi uluslararası insan hakları hukukunun ortaya çıkmasının temel nedenleri arasında gösterilebilir. Bir diğer ifadeyle çıkış noktası itibarı ile insan hakları ile ilgili devletler için belli yükümlülüklerin tanımlanması birincil olarak yine devletlerin ve devletlerin oluşturduğu uluslararası siyasi sistemin istikrarı ile ilgili kaygılara bağlanabilir. Bununla birlikte insan hakları düzenlemelerinin, geleneksel türden egemenlik anlayışına radikal denilebilecek değişiklikler getirdiği dikkate alındığında ilave bazı faktörlerin de etkili olabileceğini kabul etmek gerekmektedir. Bu faktörlerin başında, ilerleyen dönemlerde, özellikle de Soğuk Savaşın sona ermesinin ardından, çok taraflı diplomatik girişimlerde etkin rol oynayan sivil toplum örgütlerinin doğrudan doğruya sürece müdahil olması yer almaktadır. Peki uluslararası insan hakları hukuku klasik egemenlik anlayışına nasıl bir değişiklik getirmiştir? Her şeyden önce insan hakları hukuku düzenlemeleri ile birlikte devletler ilk defa insan haklarının korunması ile ilgili olarak söz konusu düzenlemelere taraf olan diğer devletlere hukuki garantiler vermişlerdir. Yani bu düzenlemelerin tarafı olan devletler diğer devletlere karşı insan haklarının korunması konusunda taahhütlerde bulunmuşlardır burada klasik sözleşme düzenleme ve içeriklerinden farklı bir durum söz konusudur. Zira insan haklarının korunması bağlamında sağlanan garantiler, düzenlemelere taraf olan diğer devletlerin çıkarlarının korunması ile ilgili değildir. Yani bir devlet insan hakları hukuku düzenlemesi ile esasen daha çok kendi iç siyasi düzeni ile ilgili yükümlülük altına girmektedir. Üstelik bu yükümlülük ulus6 Cenap Çakmak, Uluslararası Hukuk, Ekin, 2014, s.203. 7 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna lararası hukuk tarafından düzenlenmekte ve garanti altına alınmaktadır. Yani bir devlet, kendi iç işleri ile ilgili tasarruflarında kendisinin egemenlik çerçevesinin uluslararası hukuk tarafından tanınacak şekilde kısıtlanmasını kabul etmektedir. Uluslararası insancıl hukuk “çatışmalarda doğrudan yer almayan veya artık çatışmalara katılmayan kişileri koruyarak, şiddetin miktarını sınırlayarak şiddet kullanılmasını düzenleyen bir hukuk dalıdır” şeklinde tanımlanmaktadır. Medeni ve siyasi haklar söz konusu olduğunda ise devletlerin üstlendiği yükümlülüklerin çerçevesi biraz daha genişlemekte ve dolayısıyla da egemenlikleri aynı ölçüde sınırlanmaktadır. İnsan hakları hukuku çerçevesinde üstlenilen yükümlülüklerin ihlali halinde diğer ilgili devletlerin konuya müdahil olması için yeterli motivasyonlarının olmayabileceği düşüncesi ilave denetim mekanizmalarını gündeme getirmiştir. Böylesi bir adım ya da önlemi gerekli kılan temel ikilem ise şudur: uluslararası insan hakları hukuku mekanizmalarına dahil olan bir devlet, kendi egemenlik sahası içindeki insanların haklarını koruma yönünde bir yükümlülük üstlenmektedir. Ancak bu yükümlülük, uluslararası hukuk açısından bakıldığında insan topluluklarına karşı değil diğer devletlere karşıdır. Devletin insanlara karşı yükümlülüğü ise iç hukukla ilgilidir. Dolayısıyla insan hakları hukuku ihlalleri, diğer taraf devletlere karşı üstlenilen yükümlülüklerin ihlali anlamı taşımaktadır. Bireyler ise uluslararası hukuk açısından insan hakları mekanizmalarından faydalanan konumundadırlar. Böylesi bir düzenlemede ise uluslararası hukuk tarafından garanti altına alınmış bireysel hakların bizzat garanti eden devletin ihlali durumunda düzenlemelere taraf olan devletlerin her zaman duruma müdahale etmek için kendi önceliklerine göre geçerli nedenleri olmayabilir. Doğrudan kendi çıkar ya da politik önceliğini ilgilendirmeyen bir konuda, ilgili düzenlemeye taraf olsa bile bir devletin harekete geçmemesi beklenebilecek bir tavırdır. Bu da doğal olarak insan hakları ihlallerinin belirgin bir yaptırıma tabi tutulmaması sonucunu doğurabilir. İşte bu türden bir sakıncayı ortadan kaldırmak için doğrudan hakları ihlal edilen bireylerin başvurabileceği ilave denetim mekanizmalara kurulmuştur. Bu denetim mekanizmalarının hem nitelikleri ve hem de yetkileri birbirinden farklıdır. Kimisi komite, kimisi ise mahkeme şeklinde düzenlenen bu mekanizmalar temelde üye ve taraf devletlerin insan hakları performansını denetlemekte ve devletlerin onayına bağlı olarak bireysel ihlaller ile ilgili yine birbirinden farklı nitelikte kararlar verebilmektedir. Uluslararası İnsancıl Hukuk Uluslararası insancıl hukuk “çatışmalarda doğrudan yer almayan veya artık çatışmalara katılmayan kişileri koruyarak, şiddetin miktarını sınırlayarak şiddet kullanılmasını düzenleyen bir hukuk dalıdır” şeklinde tanımlanmaktadır.7 7 Atalay Kocatepe, Silahlı Çatışma Hukuku Açısından Cenevre Sözleşmeleri ve Ek Protokol- 8 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Daha genel bir ifadeyle “insancıl hukuk, savaş veya silahlı çatışma durumlarının etkilerini sınırlandırmak amacıyla insanlara (çarpışan ve siviller) yapılması gerekli olan asgari davranış ve yardıma dair kurallar bütününü içeren bir hukuk dalıdır”.8 Savaş sırasında elde bulunduran devlet ya da işgal güçleri tarafından verilen ceza veya disiplin yaptırımları, insancıl hukuk tarafından saptanmış olan hukuksal garantilerce düzenlenmektedir. Yaptırımlar iki kategoride ele alınmaktadır. Bunlardan ilki Cenevre Sözleşmeleri ile öngörülmüş yaptırımlar sistemi iken diğeri uluslararası mahkemelerin yaptırımları olmaktadır. İnsancıl hukuk ihlallerin tanımlanması ve sınırlarının belli olması çerçevesinde koruma sorumluluğu açısından büyük önem taşımaktadır. İnsan haklarının ihlal edilmesi durumuyla ilgili olarak, insan haklarıyla ilgili birçok sözleşme uluslararası bir yaptırım sisteminden yoksundur. Yalnızca silahlı çatışma hukuku ile ilgili Cenevre Sözleşmeleri ağır suçların tanımı ve ceza yaptırımını içeren bir düzeneğe sahiptir. Uluslararası insancıl hukuk, klasik devlet egemenliğinin uluslararası hukuk yoluyla sınırlandırıldığı diğer bir önemli alandır. Her ne kadar insan hakları hukuku ile örtüşen yanları olsa da insancıl hukuk temelde silahlı çatışma hallerinde gündeme geldiği için görece daha sınırlı bir çerçeveye sahiptir. İkinci önemli farkı ise insancıl hukuk ile ilgili temel ilkelerin insan hakları hukukuna göre çok daha önce ortaya çıkmış olmasıdır. Yine insancıl hukukun temel kurallarının insan hakları kurallarına göre daha fazla tanındığını söylemek de mümkündür. Bu açıdan insancıl hukukun en azından bir kısmının insan hakları hukukuna göre çok daha güçlü bir meşruiyet zeminine sahip olduğu düşünülebilir. İnsancıl hukuk kurallarının geniş bir meşruiyet çerçevesine sahip olmasının temel nedenlerinden bir tanesi kuvvet kullanımının gerekçeleri ile ilgili sınırlama getirmemesi ve kuvvet kullanımı ile elde edilmesi hedeflenen çıktılar üzerinde çok fazla bir etkisinin olmamasıdır. Nitekim insancıl hukuk kurallarının kabul edilmesi ve geliştirilmesinin altında yatan temel mantık ve gerekçe de askeri açıdan gerekli olmayan eylem ve tercihlerin yasaklanması gerektiğidir. Yani insancıl hukuk kurallarına riayet özü itibarı ile devletlerin klasik egemenliklerine, ulusal güvenlik bağlamında ciddi bir sınırlama getirmemekte, bu da bu kuralların kabul edilebilirliğini kolaylaştırmaktadır. Büyük ölçüde bu nedenle de insancıl hukuk insan hakları hukukundan daha önce gelişmeye başlamıştır. 19. Yüzyılın sonlarına doğru silahlı çatışmaların belli başlı kurallar çerçevesinde yürütülmesi gerektiği düşüncesi bir uluslaraleri El Kitabı, Harp Akademileri Basım Evi, 2009, s.4. 8 Ayşe Nur Tütüncü, İnsancıl Hukuka Giriş, Beta Yayıncılık, 2006. 9 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna rası hukuk yükümlülüğü haline dönüşmeye başlamıştır. Bu düşüncenin ortaya çıkmasının temel nedeni silah teknolojisinin çok gelişmesi ve dolayısıyla silahlı çatışmaların gereksiz kayıplara neden olmaya başlamasıdır. Bu düşünce ya da kaygı bazı devletlerin tek taraflı olarak bu alanı düzenleyecek kurallar geliştirmesini de beraberinde getirmiştir. Ancak çatışmaların belli kurallar çerçevesinde yürütülmesinin bir uluslararası hukuk yükümlülüğü olarak ortaya çıkması doğrudan devlet egemenliğini sınırlandırıcı bir etkiye sahip olmuştur. Dolayısıyla insancıl hukuk kuralları, uluslararası hukuku temel ilkelerinden birisi olan iç işlerine karışmamanın önemli bir istisnası haline gelmiştir. İnsancıl hukukun getirdiği sınırlamalar hem devlet ve hem de bireyleri ilgilendirmektedir. Yani gerek devlet ve gerekse de bireyler bu kurallara uymakla yükümlü tutulmaktadır. Ancak burada şu noktanın altını çizmek gerekmektedir: gerek insan hakları hukuku, gerekse de insancıl hukuk devletin klasik egemenlik yetkisinde önemli değişikliklere işaret ediyor ise de doğrudan doğruya uluslararası toplumun, uluslararası örgütlerin ya da diğer devletlerin müdahale hak ve yetkisine sahip olabilecekleri anlamına gelmemektedir. Tarihsel olarak bu türden bir yetkinin var olduğu düşüncesinin ortaya çıkması ve zamanla destek bulması çok daha geç bir dönemde olmuştur. İnsan hakları hukuku ve insancıl hukuku ihlalleri askeri ve siyasi müdahalenin gerekçesini oluşturmuştur. Ancak ortaya çıktıkları dönem itibarı ile bakıldığında her iki alanda da var olan kuralların ihlali müdahaleyi meşrulaştırıcı faktörler olarak değerlendirilmemiştir. İnsancıl hukukun getirdiği sınırlamalar hem devlet ve hem de bireyleri ilgilendirmektedir. Yani gerek devlet ve gerekse de bireyler bu kurallara uymakla yükümlü tutulmaktadır. Bu nedenle de insan hakları hukukunun aksine insancıl hukuk ihlalleri nedeniyle bireylerin uluslararası hukuk nezdinde sorumlu tutulabilmesi mümkündür. Devletin egemenliğini etkileyen sorumlulukların başında silahlı çatışmalar sırasında kullanılabilecek silahlara getirilen sınırlamalardır. Kuvvet kullanımını yasaklamamakla birlikte bu alanda yapılan düzenlemeler kuvvet kullanımının niteliğini etkileme kabiliyetine sahiptir. Dolayısıyla aslında burada egemenliğin sınırlanmasında sınırlı bir etkiden bahsetmek mümkündür. Ancak insancıl hukukun insani müdahale ya da koruma sorumluluğu konusundaki önemi bizatihi kendisinin getirdiği sınırlamalar değildir. Asıl önemli olan insancıl hukuk ihlallerinin zaman içinde insani müdahale ya da koruma sorumluluğu gerekçesi ile müdahalenin gerekçesi haline gelmiş olmasıdır. Uluslararası Ceza Hukuku Uluslararası ceza hukukunun devlet egemenliği üzerindeki sınırlandırıcı etkisi insancıl hukukun sınırlandırıcı etkisi ile benzerlikler taşır. Ancak insancıl hukuktan farklı olarak uluslararası ceza hukuku ile ilgili kural ve uygulamalar 10 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna silahlı çatışma durumları dışında da geçerlidir. Sadece uluslararası hukukun çatışma olarak tanıdığı durumlar değil, uluslararası suçların işlendiği her durum uluslararası ceza hukuku kapsamında devlet adına yükümlülük doğurucu etkiye sahip olmaktadır. Bununla birlikte insancıl hukuk tarafından düzenlenen savaş suçları uluslararası ceza hukukunun önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bu suçlar kategorisinde yer alan eylemler hem herhangi bir devlet tarafından yargılanabilmekte ve hem de yetkili bir uluslararası ceza mahkemesinde kovuşturma konusu haline gelebilmektedir. Bir diğer benzerlik de bireysel sorumluluk ile ilgilidir. İnsancıl hukuk ve uluslararası ceza hukuku kuralları önemli ölçüde bireylere tatbik edilebilir niteliktedir. Bireysel cezai sorumluluk ile birlikte devlet sorumluluğundan ayrıca söz etmek her iki hukuk alanı için de mümkündür. Uluslararası hukuk sorumluluğu aynı zamanda egemenlikte hukuki sınırlama anlamına gelmektedir. Peki bir devletin uluslararası ceza hukuku kapsamında üstlendiği hukuki sorumluluklar nelerdir? Genel olarak ifade etmek gerekirse devletin uluslararası ceza hukuku kapsamındaki sorumluluğu, uluslararası suçların işlenmesinde doğrudan ve planlı bir şekilde yer almamaktadır. Ancak bu genel sorumluluğa ilave olarak Soykırımın Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinde olduğu gibi bazı uluslararası suçların işlenmesinin önlenmesi ve bu suç faillerinin yargılanmasının sağlanması gibi özel sayılabilecek sorumlulukların da altını çizmek gerekmektedir. Belirtmek gerekir ki Soykırım Sözleşmesinde altı çizilen bu yükümlülükler pratikte çok fazla uygulama imkanı bulmamıştır. Bununla birlikte bazı ağır insani kriz durumlarında sırf böylesi bir yükümlülük ile karşılaşmamak için uluslararası toplumun önde gelen üyelerinin ilgili trajediyi soykırım olarak tanımlamaktan kaçındığı gözlenmiştir. Ruanda’da on binlerce insan katledilirken durumun soykırım olup olmadığı tartışmasının yaşandığı BM’ye yönelik eleştiriler, ahlaki açıdan haklı olsa da, soykırımın önlenmesi ile ilgili uluslararası yükümlülüğün varlığı dikkate alındığında çok fazla anlamlı olmamaktadır. Ne ABD, ne de diğer daimi üyeler bu örnekte, olayları soykırım olarak tanımlayarak doğrudan soykırımı önleme yükümlülüğü altına girmek istememiştir. Dolayısıyla somut olarak söylemek gerekirse uluslararası ceza hukuku kapsamında devletin soykırım suçunun işlenmesinde herhangi bir biçimde yer almaması yükümlülüğü bulunmaktadır. Özü itibarı ile bireysel bir eylem olarak suç formunda tanımlanan soykırım, gerek uluslararası hukukça tanımlanmamış suç fiilleri, gerekse de diğer uluslararası suçlardan farklı olarak devlet sorumluluğunun çok daha fazla vurgulandığı bir çerçeveye işaret etmektedir. Yani devlet egemenliğinin soykırım yapmamak, soykırımın işlenmesini kolaylaştırmamak, ya da işlenmesinde herhangi bir rol oynamamak gibi bir yü- 11 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna kümlülük ile sınırlandırıldığını söylemek mümkündür. Esasen bu yükümlülük sadece sözleşme ile değil uluslararası teamül hukuku ile de teyit edilmiştir. Soykırım yasağı o derece güçlü bir normdur ki bir siyasi birlik ya da varlığın devlet olabilmesinin koşulları arasında gösterilebilir. Yani bir siyasi birlik, soykırım işlememe taahhüdünde bulunarak ancak devlet vasfını kazanabilir. Diğer bir ifadeyle, herhangi bir devletin soykırım suçunun işlenmesine katkıda bulunabileceği ihtimalinden bile söz edilemez zira bu devletlik vasfına doğrudan aykırılık teşkil etmektedir. Uluslararası ceza hukukunun devlet egemenliğinin sınırlandırılmasındaki en önemli etkilerinden bir tanesi devlet başkanlarının bile uluslararası suçlar söz konusu olduğunda bireysel düzeyde sorumlu tutulabilir olmalarıdır. Ancak soykırım suçunun işlenmesine katkıda bulunmama yükümlülüğü son derece açık olsa da soykırımın önlenmesi, ama daha da önemlisi soykırımın cezalandırılması ile ilgili yükümlülük muğlaktır. Soykırım Sözleşmesinde soykırım suçunun cezalandırılması bir yükümlülük gibi tanımlanmışsa da uygulamada bu daha çok bir yetki gibi görülmüştür. Bir devletin kendi egemenlik alanlarında işlenen soykırım fiilleri ile ilgili bir yükümlülüğünden söz edilebilse bile kendi ülkesi dışında işlenen bu türden filler ile ilgili daha çok evrensel yargı yetkisinden bahsedilebilir. Bu yetkiye göre herhangi bir devlet, uluslararası suçlar söz konusu olduğunda, suçun kim tarafından ve nerede işlendiğine bakmaksızın, suçun failini yargılama yetkisi iddiasında bulunabilmektedir. Bu yetkisini kullanabilmesi ise elbette kendi hukukunda bu yetkiyi tanımlamasına bağlıdır. Burada önemli olan nokta, bu yetkinin kaynağının uluslararası hukuk olduğu gerçeğidir. Bununla birlikte açıktır ki bu egemenliğe yönelik bir sınırlama değil, tam tersine devletin egemenliğinin ülke dışına da tesir edebilmesinin bir örneğidir. Uluslararası ceza hukukunun devlet egemenliğinin sınırlandırılmasındaki en önemli etkilerinden bir tanesi devlet başkanlarının bile uluslararası suçlar söz konusu olduğunda bireysel düzeyde sorumlu tutulabilir olmalarıdır. Devlet başkanlarının egemenlik ile bağlantılı olarak sahip oldukları ayrıcalıklar, uluslararası ceza hukukuna göre geçerli değildir. Dolayısıyla uluslararası hukukça tanınmış ve devletin egemenlik vasfı ile gerekçelendirilen diplomatik ayrıcalıklar, uluslararası suçların işlenmesi hallerinde geçerli değildir. Halen devlet başkanı görevini sürdüren Sudan Cumhurbaşkanı Ömer el Beşir’in Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından gıyabında yargılanması bu çerçevede verilebilecek önemli ve açıklayıcı bir örnektir. 3. İNSANI MÜDAHALE DOKTRINI Elbette yukarıda kısaca irdelenen alan ve mekanizmaların dışında da zaman içinde devletin klasik egemenlik tanımında önemli değişiklikler meydana gelmiş ve egemenliğin çerçevesinde önemli kısıtlamalar tanımlanmıştır. Zaten bir bütün olarak uluslararası hukukun kendisi, devletin mutlak ve sınırsız 12 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna olarak tanımlanan egemenliğine yönelik bizatihi devletin rızasını ifade eden kısıtlamalardan oluşmaktadır. Bununla birlikte egemenliğe yönelik kısıtlamalar insani kriz gerekçesi ile askeri önlemler de dahil bir dizi girişimlere başvurarak bir devletin iç işlerine karışma gibi radikal sayılabilecek bir noktaya ulaşmamıştır. İnsani müdahale doktrini bu açıdan bakıldığında büyük önem taşımaktadır. Zira insancıl hukuk, insan hakları hukuku ve uluslararası ceza hukuku devlet egemenliğine sınırlamalar getiriyor ise de tek başına bu sınırlamalar, insani müdahale doktrininin ortaya çıkışına kadar bir devletin iç işlerine müdahale gerekçesi olarak görülmemiştir. Ancak belirtmek gerekir ki insani müdahale doktrini ile insancıl hukuk ve uluslararası ceza hukuku arasında son derece iç içe geçmiş bir ilişkiden söz etmek mümkündür. İnsani müdahale doktrini çerçevesinde öngörülen ve meşrulaştırılan müdahalelerin gerekçesi insancıl hukuk ve uluslararası ceza hukuku kural ve yükümlülüklerinin ihlali olarak gösterilmektedir. Diğer bir ifadeyle, insani müdahale doktrininin ortaya çıkışına kadar insancıl hukuk ve uluslararası ceza hukuku ihlalleri bir müdahale nedeni olarak görülmemişken söz konusu ihlaller bu doktrin ile birlikte müdahalenin meşruiyet zeminini oluşturmaya başlamıştır. İnsani Müdahale Doktrininin Ortaya Çıkışı İnsani müdahale doktrini bir açıdan bakıldığında kuvvet kullanmayı da içerdiği için meşru kuvvet kullanma çerçevesi ile birlikte değerlendirilmelidir. BM Şartı ile meşru kuvvet kullanımı yetkisi, meşru müdafaa halleri dışında neredeyse tamamen BM Güvenlik Konseyine tanınmıştır. Ancak normalde Konseyin kuvvet kullanma kararı vermesi gerektiği düşünülen ve Konseyde var olan daimi üyelerin veto yetkisi nedeniyle müdahale kararı alınamayan hallerde Konsey kararı olmaksızın müdahale edilebilmesini savunan doktrin insani gerekçelere dayanmaktadır. Diğer bir ifadeyle aslında insani müdahale doktrini, kuvvet kullanma çerçevesine yeni bir gerekçe sunmaktadır. BM Şartının getirdiği düzenlemelere göre Konsey uluslararası barış ve güvenliğe yönelik bir tehdit karşısında kuvvet kullanma kararı verebiliyor iken veto yetkisi nedeniyle, gerektiği halde böylesi bir karar alınamaması insani müdahale doktrinin aslında özünü teşkil etmektedir. Yani kısaca söylemek gerekirse doktrin, insancıl hukuk ve uluslararası ceza hukukunun sistematik olarak ihlal edildiği ve Konseyin etkin bir şekilde müdahale edemediği durumlarda ihlalin meydana geldiği devletin ülkesine müdahalenin meşruiyetini ve hatta yer yer gerekliliğini ifade etmektedir. 13 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Dolayısıyla insani müdahale doktrininin büyük ölçüde İkinci Dünya Savaşı sonrası dünyasına ait olduğunu söylemek mümkündür. Bununla birlikte insani kriz gerekçesi ile başka bir devletin iç işlerine karışma ve hatta o devlete karşı kuvvete başvurma da dahil zorlayıcı tedbirlere başvurma ile ilgili örnekler 19. Yüzyılın başlarına kadar götürülebilir. Ancak burada önemli bir ayrımın yapılması gerekmektedir. İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemde herhangi bir devletin herhangi bir gerekçe ile tek taraflı olarak kuvvete başvurması zaten mümkündür. Yani bu türden bir davranış, o dönem var olan uluslararası hukuk çerçevesine zaten uygundur. Dolayısıyla söz konusu dönemde tek taraflı olarak yapılan müdahaleler insani müdahale diye isimlendirilebilecek ayrı bir kategoride değerlendirilmek durumunda değildir. İnsani trajedi değil de başka bir gerekçe ileri sürülmüş olsaydı bile bu türden eylem ve müdahaleleri yasaklayan herhangi bir uluslararası hukuk düzenlemesinden söz edilemezdi. Halbuki İkinci Dünya Savaşı sonrasında, özellikle de 1990’lı yıllarda kavramsallaştırılan ve uygulamaya sokulan insani müdahale doktrini, tek taraflı kuvvet kullanmanın yasaklandığı bir dünyada, Güvenlik Konseyi kararı olmadan kuvvet kullanmanın meşru bir gerekçesini düzenleyen kurallar ve durumları içermektedir. Yani insani müdahale, bu açıdan bakıldığında kuvvet kullanmanın önemli bir istisnası olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla temel fark, 19. Yüzyılda insani müdahale sıradan bir kuvvet kullanma biçimi iken kuvvet kullanmanın belli istisnalar dışında yasaklandığı 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde bu istisnalardan birisi haline gelmiştir. Bununla birlikte hukuki bir doktrin olarak yeni olsa da fikir olarak insani müdahaleyi çok 19. Yüzyıl başlarına kadar götürmek mümkündür. Diğer bir ifadeyle, başka bir devletin işlerine insani gerekçeler ile müdahil olunabileceği, daha da önemlisi, aynı sebeple ilgili devlete karşı kuvvet kullanılabileceği düşüncesinin örneklerine bu dönemde rastlamak mümkündür. Bu örneklerin çok büyük bir kısmında insani kriz ya da trajedinin kuvvet kullanan devlet tarafından daha çok bir bahane olarak ve kendi askeri ve siyasi çıkarlarına daha fazla meşruiyet kazandırmak amacıyla kullanıldığını söylemek mümkündür. Bu çerçevede verilebilecek çok sayıda örnek olmakla birlikte birkaçı ana fikri anlamak için yeterli olacaktır. Bu kapsamda verilebilecek ilk örnek Yunan bağımsızlık girişimleri sırasında Osmanlı devletine karşı bazı devletlerin üstlendiği tutumda gözlenebilir. 1827 yılında Rusya, İngiltere ve Fransa Osmanlıya karşı askeri güç kullanmış ve Osmanlı devletini mağlup etmiştir. Görünürde üç devletin de dile getirdiği gerekçe Osmanlı devletinin Yunan topraklarında insani krize ve trajediye neden olduğudur. Ancak Rusya’nın temel motivasyonunun jeostratejik çıkarlarını korumak olduğu bu örnekte açıktır. Osmanlı’ya karşı 14 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna kuvvet kullanma girişiminde Rusya, Avrupa’nın Ortodoks Hristiyanlarının hamisi olarak Osmanlı baskısını engellemek üzere askeri önlemler almakla yükümlü olduğunu belirtmiştir. Benzer şekilde Fransa ve İngiltere de kendi kamuoylarınca Türk güçlerinin Hristiyanlara karşı bir saldırısı olarak görülen çatışmaya müdahale etmek zorunda hissetmişlerdir. Dolayısıyla Rusya’dan farklı olarak bu iki güç, kendi iç kamuoylarının kaygı ya da önceliklerinden hareketle kuvvet kullanmaya karar vermişlerdir. 1860-61 yıllarında Suriye tarafından kontrol edilen Lübnan’a Fransızların yaptığı müdahale de yine mezhepsel kaygılara dayanmıştır. Maruni Hristiyanların Dürzü ve Osmanlı güçleri tarafından katledildiğini ileri süren Fransa, söz konusu topluluğu insani trajediden korumak bahanesi ile tek taraflı müdahalede bulunmuştur. Burada da askeri müdahale kararının alınmasında Fransa’nın kendi Katolik topluluğunun görüş ve baskıları etkili olmuştur. Fransa söz konusu müdahaleyi insani gerekçeler ile meşrulaştırmıştır. Ancak esas itibarı ile müdahaleye neden olan temel faktör, iç kamuoyunu tatmin etmekti. Her ne kadar bu ilk örneklerde bireysel olarak bazı devletlerin kendi öncelikleri belirleyici olmuşsa da müdahalelerin doğrudan ya da dolaylı diğer bazı devletler tarafından desteklenmesi çok taraflılık anlamında önemlidir. Bununla birlikte bunun, insani trajedilere müdahale edilmesi gerektiği anlamına gelebilecek bir normun ortaya çıkmasını sağlamadığının altını çizmek gerekmektedir. Çünkü sonuçta asıl belirleyici olan gerçekten yaşandığı iddia edilen trajedi değil, ilgili bazı devletlerin kendi askeri ya da ulusal öncelikleri olmuştur. Kuvvet kullanmanın hukuki çerçevesinde bugün neredeyse kalıcı bir değişimin önünü açan temel gelişme BM kararı olmaksızın Kosova’ya yapılan askeri müdahaledir. Yine insani kriz bahanesi ile yapılan müdahalelerin bu dönemde neredeyse tamamında Osmanlı devletinin hedef olması, normatif kaygıların belirleyici olmadığına dair önemli ipuçları vermektedir. 1800’lü yılların sonlarına doğru daha belirgin bir şekilde tartışılmaya başlanan Şark Sorunu Osmanlı devletini doğrudan bir hedef haline getirmiş, Osmanlının da içinde bulunduğu Avrupa devletler ailesinin diğer üyeleri zaman zaman müdahale etmek ve müdahalede kuvvet kullanabilmek için “insani krizler”i bahane ve gerekçe olarak kullanmıştır. İnsani Müdahale Doktrininin Uygulanması Kuvvet kullanmanın hukuki çerçevesinde bugün neredeyse kalıcı bir değişimin önünü açan temel gelişme BM kararı olmaksızın Kosova’ya yapılan askeri müdahaledir. Söz konusu müdahale insani gerekçelere dayandırılmış ve böylesi bir müdahalenin yapılmaması halinde Kosova’da yaşayan önemli bir kitlenin etnik temizlik riski ile karşılaşacağı öne sürülmüştür. Bununla birlikte Kosova örneğinin dışında Soğuk Savaş döneminde yapılan müdahalelerin 15 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna başlıca örnekleri olan Bangladeş, Kamboçya ve Uganda müdahaleleri insan hakları ihlallerini gerekçe olarak sunmasa da insani müdahale kavramının gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ise Kuzey Irak’tan Doğu Türkistan’a dünyanın farklı bölgelerinde bazı acil durumlarda insani nedenlerle askeri müdahalelerde bulunulmuştur. Bu müdahaleler içinde özellikle Ruanda ve Bosna örnekleri de şiddetli hak ihlalleri yaşandığı için müdahalede bulunulan örnekler literatürde geniş bir çerçevede ele alınmış ve incelenmiştir. Bu örneklerde de yaşanan ağır suçlar, sivil halkın katledilmesi, soykırım, insan haklarının ciddi şekilde ihlali soğuk savaş sonrası dönemde insani müdahale kapsamına girmiştir. Aslında BM Şartı kurucu metninde 1., 13., 55. ve 56. maddelerinde örgütün insan haklarının korunmasını amaçladığı görülmektedir. Ancak bir devlette bu haklar ihlal edildiğinde nasıl bir yol izleneceğine dair söz konusu metinde bir açıklama da yoktur. Bu maddelerden çıkarılabilecek sonuç, Güvenlik Konseyinin himayesinde bir müdahalenin yapılabileceğidir. Bu çerçevede yalnızda BM Şartı VII. bölüm kapsamında alınacak bir müdahale kavramı güç kullanımını meşru kılacaktır. BM Şartının 39. maddesine göre insan hakları ihlallerinin saldırı suçu doğurması, söz konusu ihlallerin uluslararası barış ve istikrarı tehdit etmesi ya da bozması durumlarında Güvenlik Konseyinin alacağı bir kararla BM, bir devlete veya devletler ittifakına ya da bölgesel bir örgüte müdahale hakkı verebilir. Sürekli değişen ve gelişen insani müdahale kavramı, Soğuk Savaşın bitimiyle birlikte yeniden değişime uğramıştır. Bu dönemde dostça bir havanın oluşması uluslararası toplumda bireylerin haklarının korunmasına daha fazla önem verilmesini sağlamıştır. Diğer yandan yine bu dönemde, savaşların da nedenleri ve yapısı değişmiş daha çok iç savaşlarla karşılaşılmıştır. Söz konusu bazı savaşlarda, Güvenlik Konseyi, insan hakları ihlallerini, uluslararası barış ve güvenliğin tehdit edilmesi nedenlerini göstererek ekonomik ambargo veya güç kullanımı seçeneklerini uygulamışlardır. 1991-2000 yılları arasında ise insani amaçlarla yapılan müdahaleler artmıştır. Özellikle BM Güvenlik Konseyinin içinde yer aldığı dokuz olay bulunmaktadır. Bunlar; Kuzey Irak (1991), Bosna Hersek (1992-1995), Somali (19921993), Rwanda (1994), Haiti (1994), Arnavutluk (1997), Sierra Leone (19972000), Kosova (1998-1999) ve Doğu Timur (1999). Bu örnekler BM’nin insani müdahaleye ne kadar dahil olduğunu gösterirken, aynı zamanda insani müdahalenin yasal ve ayrı bir kategori haline geldiğini de göstermektedir. Ancak Fransa’nın Ruanda ve İtalya’nın Arnavutluk müdahalesinde sadece insani müdahaleye atıfta bulunulmamıştır. Aynı zamanda BM şartının kuruluş amaçları olan uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması temel ilkesi de vurgulan- 16 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna mıştır. Dolayısıyla bu tarz müdahalelerin insani yönünden ziyade uluslararası barış ve güvenliği bozduğu ya da tehdit ettiği yönüne daha çok vurgu yapılmıştır. Zaten söz konusu bütün olaylarda uluslararası toplumu rahatsız edecek derece de insan hakları ihlalleri, göçmen akışı mevcuttur. BM sözü edilen olayların hepsinde etkin olamamıştır. Örneğin Bosna-Hersek, Ruanda ve Somali olaylarında Güvenlik konseyi VII. bölüm ışığında kuvvet kullanma yetkisi verirken, Kosova olayında Konseyin yetkilendirmesi olmaksızın NATO’nun müdahalesi söz konusudur. Güvenlik Konseyi içerisindeki görüş ayrılıkları Kosova olayında önlem alınmasını engellemiştir. Her ne kadar NATO müdahalesi gerekli görülse de, Güvenlik Konseyi izni olmadan yapılmış olması müdahalenin meşruluğunun sorgulanmasına neden olmuştur. Kosova müdahalesi örneği insani müdahale doktrinin uygulanmasında bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Koruma Sorumluluğu kavramını açıklarken de sıklıkla göndermede bulunulan söz konusu müdahalede tartışmalar iki temele dayandırılmaktadır: Birincisi insani müdahale öğretisine yöneliktir. İkinci tartışma Kosova müdahalesinin insani müdahale ölçütlerine uygun olup olmadığıdır. Bu bağlamda, öğretinin meşruluğunun belirlenmesinde Kosova olayı önemli bir rol oynamaktadır. Kosova müdahalesinin uluslararası örf adet kuralı olarak insani müdahale kavramının savlarına katkısı önemli boyutta olmuştur.9 NATO yetkilileri Kosova’ya müdahale gerekçesi olarak Yugoslavya’daki insani krizi gerekçe göstermişlerdir. Buna göre Yugoslav askeri ve milis güçlerinin insan hakları ihlalleri müdahalenin meşru zemini oluşturmaktadır. Arkasında sorular ve tartışmalar bırakan bu yeni deneyim uluslararası toplumu insani nedenlerle güç kullanımı konusunu daha detaylı düşünmeye itmiştir Bununla birlikte Kosova müdahalesinde Güvenlik Konseyi kararı olmamasının, BM Güvenlik Konseyi’nin tehdit değerlendirmesi ve meşru savunma dışında insani gerekçelerle de güç kullanımının olası olduğunu ifade eden yeni bir eğilimin ilk işaretleri olduğu belirtilmektedir. Bu dönüm noktası ve sonrasında insan hakları ve uluslararası ceza hukukunda oluşan açılımlarla birlikte modern uluslararası sistemi temellendiren devletlerin eşit ve egemen olması ve bu devletlerin iç içlerine karışılamayacağı ilkelerine istisnalar getirilebildiği görülmektedir.10 Özellikle 2. Dünya Savaşı sonrası yaşanan gelişmeler sonucunda mutlak egemenliğin sorgulanmasıyla başlayan süreç sistematik insan hakları ihlallerinin yaşanmasıyla uluslararası toplumu insani müdahale konusundaki tartışmaları derinleştirmeye itmiştir. 9 Kerem Batır, Humanitarian Intervention in International Law: European Conflicts, VDM Publishing, 2010. 10 Çakmak, Uluslararası Hukuk, s. 194. 17 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna İnsani müdahalenin yalnızca insani amaçlarla gerçekleşmediği, amaçlardan birinin bu olabileceği ancak birçok farklı nedenin bir arada olduğu düşüncesi insani müdahaleye ilişkin görüşler arasındadır. 11 Koruma sorumluluğu kavramının ortaya çıkışından önce devletlerin şimdiye kadar birçok kez insan hakları ve insani normları güç kullanımını haklı çıkarmak için kullandıkları ve insani müdahalenin koruma sorumluluğu çerçevesinde dilinin değiştirilmesinin ne zaman ve nerede masum sivillerin korunacağını ve mezalimin durdurulacağını belirleyen temel siyasi dinamikleri değiştirmediği de ileri sürülmektedir.12 Egemenliğe gösterilen sürekli saygının bazen insani trajedilerde suça ortak olma riskine neden olabileceği, Güvenlik Konseyi’nin insani amaçlarla müdahaleye rıza göstermesi gerektiği düşüncesinin izlenen politikayı veto kullanımı ve Güvenlik Konseyi’nin bütünü açısından felce uğratabileceği ve BM yetkisi olmadan güç kullanımının uluslararası hukuk ihlali olduğu ve BM’nin dünya vicdanından sorumlu, Güvenlik Konseyi’nin dünya barışının bekçisi olmasına dayalı dünya düzeninin yavaş yavaş yok etmek anlamına geldiği yaşanan tartışma ve ikiliklerin temelini oluşturmaktadır.13 İnsani müdahale ve kuvvet kullanma çerçevesinde neden olduğu değişim İkinci Dünya Savaşı öncesinde her egemen devletin, dış politika amaçlarını gerçekleştirmek üzere başvurabileceği seçeneklerden birisi olan kuvvet kullanma, BM Şartı ile birlikte ciddi kısıtlamalara tabi tutulmuştur. Genel kural olarak tek taraflı kuvvet kullanma yasaklanırken kuvvet kullanma ve kuvvet kullanmanın gerektiği durumları tespit etme yetkisi BM Güvenlik Konseyine verilmiştir. BM Şartı Güvenlik Konseyi kararlarından, doğrudan karar (Resolution) diye bahsettiği için de Şarta taraf olan devletler otomatik olarak Konseyin alacağı kararların bağlayıcılığını kabul etmiştir. Dolayısıyla Konseyin kuvvet kullanma konusundaki yetkisi en azından BM üyesi bütün devletlerin otomatik rızasına dayanmaktadır. Ancak BM Şartı kuvvet kullanma konusunda tekil olarak bütün devletlere tek bir istisna tanımıştır. Meşru müdafaa durumlarında, Konsey kararı beklenmeksizin herhangi bir devlet, saldırının şiddet ve ölçüsü nispetinde kuvvetle karşılık verme hakkına sahiptir. Bu yetki ile ilgili belli bir çerçeve sunulmuş ve koşullar da tespit edilmiş ise de zaman içinde gelişen pratik, yetkinin neredeyse mutlak denilebilecek bir düzeye gelmesine neden olmuştur. Diğer bir 11 Funda Keskin, Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma: Savaş, Karışma ve Birleşmiş Milletler, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, 1998, s. 128. 12 Melissa Labonte, Human Rights and Humanitarian Norms, Strategic Framing, and Intervention, Lessons for the Responsibility to Protect, Routledge, 2013, s. 174. 13 Ramesh Thakur, “Outlook: Intervention, Sovereignty and Responsibility to Protect: Experiences from ICISS,” Security Dialogue, 33 (3), 2002, ss. 324-325. 18 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna ifade ile meşru müdafaa gerekçesi ile tanımlanan kuvvet kullanma istisnası zaman içinde meşru müdafaa dışındaki öncelik ve amaçların gerekçesi haline gelmiştir. Neyin meşru müdafaa kapsamına dahil edilebileceğinin her devlet tarafından ayrı tanımlanabilmesinin mümkün olması, meşru müdafaa çerçevesinin genişlemesine yol açmıştır. İnsani müdahale de özellikle 1990’lı yıllarda kuvvet kullanma yasağının bir istisnası olarak ortaya çıkmıştır. Her ne kadar İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemde de insani trajedinin yaşandığı bahane ve gerekçesi ile kuvvet kullanma yoluna başvurulmuş ise de bunu daha çok her devletin kuvvete başvurabilme yetkisine sahip olması bağlamında değerlendirmek gerekmektedir. Yani söz konusu örneklerde herhangi bir devletin kuvvete başvurabilmesinin önünde zaten hukuki anlamda bir engel bulunmamaktaydı. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde de temel kural olarak devletlerin tek taraflı kuvvet kullanması yasaklanmıştır. Buna karşılık insani gerekçeler ile müdahale işte bu yasağın bir istisnası olarak meşruiyet kazanmış ve uygulama imkanı bulmuştur. Bunun da hiç şüphesiz kuvvet kullanmanın hukuki çerçevesi üzerinde önemli etkileri olmuştur. Her şeyden evvel, insani trajedi gerekçesi ile başka bir devletin iç işlerine müdahale edilmesi ve müdahalede kuvvet kullanmaya varacak tedbirlere başvurulmasının meşru görülmesi, meşru müdafaa dışında da bir gerekçenin ileri sürülebilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. İnsani müdahale doktrinine kadar herhangi bir devletin tek taraflı olarak kuvvete başvurduğu durumlarda, zorlama bir bahane bile olsa meşru müdafaa gerekçe olarak ileri sürülmüştür. İnsani müdahale durumunda ise meşru müdafaaya atıf yapılmamış, onun yerine ilgili devletin ülkesindeki insani kriz müdahalenin gerekçesi ve hukuki zemini olarak kullanılmıştır. Diğer bir deyişle, İkinci Dünya Savaşı sonrası kuvvet kullanma çerçevesine BM Şartında istisna olarak getirilen meşru müdafaaya ilave olarak insani kriz ya da trajedi yeni bir istisna kategorisi olarak tanımlanmıştır. İnsani trajedi gerekçesi ile başka bir devletin iç işlerine müdahale edilmesi ve müdahalede kuvvet kullanmaya varacak tedbirlere başvurulmasının meşru görülmesi, meşru müdafaa dışında da bir gerekçenin ileri sürülebilmesi açısından büyük önem taşımaktadır. Kavram ya da hukuki bir tasarruf olarak insani müdahale elbette BM Güvenlik Konseyinin kuvvet kullanma ile ilgili yetkilerine de işaret etmektedir. Diğer bir deyişle, insani müdahale büyük ölçüde aslında Güvenlik Konseyinin uluslararası barış ve istikrara yönelik tehdit değerlendirmesinin gerekçesi ve hukuki zemini olarak gösterilmektedir. Yani Konsey, kuvvet kullanmaya karar verirken insani kriz ya da trajedinin uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehdit oluşturduğunu, bu nedenle de kuvvet kullanılmasının şart olduğunu ileri sürebilmektedir. Buna dayanarak da Konsey müdahale kararı alabilmektedir. 19 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Ancak bu tabi ki tartışma dışıdır. Zira Güvenlik Konseyi, çok farklı bir gerekçe ile uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehdit değerlendirmesi yapabilir. Teorik olarak her şey böylesi bir değerlendirmenin gerekçesi olabilmektedir. O nedenle Güvenlik Konseyi kararlarında atfedilen insani trajedi ya da kriz nedeniyle gerçekleştirilen müdahaleler hiç şüphesiz kuvvet kullanmanın BM Şartı ile düzenlenen çerçevesine herhangi bir aykırılık teşkil etmemektedir. İnsani müdahaleyi kuvvet kullanma açısından farklı yapan temel faktör, BM Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın, meşru müdafaa dışında bir devletin ya da devletlerin kuvvete başvurabilmesini meşrulaştırmış olmasıdır. Konsey kararı olmadan yapılacak bu türden bir müdahalenin gerekçesi de bir topluluğun insani kriz ya da trajediye maruz kalmış ya da bırakılmış olmasıdır. İnsani müdahaleyi özel kılan da tam olarak Konseyin kararına ihtiyaç duyulmadan harekete geçebilmeyi mümkün hale getirmesidir. Peki buradaki mantık nedir? Bir devletin kendi ülkesinde neredeyse mutlak denilecek yetkilere sahip olmasının ve (İkinci Dünya Savaşı öncesi dönemle sınırlandırarak) kuvvet kullanabilmesi temelde o devletin egemenlik yetkisine ve elbette ki egemenliğin dayandığı halkın rızasına dayanmaktadır. Yani bir devlet bu yetkilere, halkın güvenliğini temin etme konusunda ilk adres olduğu için sahiptir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan kuvvet kullanma çerçevesinde de temel varsayım budur: halk topluluğunun güvenliğinin egemen devlete, egemen devletin yetersiz kaldığı durumlarda ise müşterek güvenliğin temsil edildiği Güvenlik Konseyine ait olması. Meşru müdafaa ile tanınan istisna da aynı amaca hizmet etmektedir. BM Şartı ile getirilen düzenlemeye göre bir saldırı durumunda, halkın güvenliğinden sorumlu olan egemen devlet, Konsey kararına ihtiyaç duymadan saldırıya aynı ölçüde karşılık verebilmektedir. Burada şu soru sorulabilir: peki egemen olduğu için insan güvenliğinden sorumlu olan devlet bu sorumluluğu yerine getirmez ya da getiremez ise ne olacaktır? İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde ortaya çıkan kuvvet kullanma çerçevesi bu noktada Konseye işaret etmektedir. Güvenlik Konseyi, böylesi bir durumda uluslararası toplum adına hareket ederek kuvvet kullanımı da dahil bir dizi tedbirin alınmasına karar verebilmektedir. Ancak bilindiği gibi Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesinin her biri tek başına popüler olarak veto yetkisi olarak bilinen, Konseyde herhangi bir karar alınabilmesini önleme yetkisine sahiptir. Dolayısıyla insani krizin yaşandığı ve normalde kuvvet kullanılmasının gerektiği bir durumda Konsey daimi üyelerinden (ABD, Rusya, Fransa, İngiltere ve Çin) herhangi bir tanesi müdahale edilebilmesine imkan tanıyacak bir kararı bloke edebilmektedir. İşte insani 20 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna müdahale doktrini tam olarak Konseyin bu pek de demokratik olmayan özelliği ve bileşiminin neden olduğu olumsuzluklara karşı bir çare arayışı ya da tepki olarak ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşıma göre eğer insan güvenliğinin kitlesel ve sistematik olarak ihlal edildiği bir durum varsa ve bu duruma müdahale etmekten birincil derecede sorumlu olan devlet bu sorumluluğun yerine getirmiyorsa Konseyin müdahale kararı vermesi gerekmektedir. Ancak daimi üyelerin sahip olduğu veto yetkisi nedeniyle böylesi bir karar alınamıyorsa insani trajedinin sona erdirilmesi amacı ile ve bunun gerektirdiği ölçüde askeri müdahale yapılması uluslararası hukuk açısından bakıldığında meşrudur. Burada önemli olan noktalardan bir tanesi, insani müdahalenin hukuki bir zorunluluk olarak tanımlanmamış olmasıdır. Yani Konsey kararı olmaksızın insani trajedi ya da krize müdahale etmek hukuki bir zorunluluk değildir. Ancak böyle bir durumda yine Konsey kararı olmaksızın müdahale yapılabilmesinin hukuken meşru görülmesi söz konusudur. Yani esasen ihtiyari bir askeri güç kullanılması durumunun meşrulaştırıcısı işlevini üstlenmektedir. İnsani müdahale doktrininin sakıncaları ve etkileri BM Şartı da dahil olmak üzere uluslararası hukuk belgelerine ve literatürüne bakıldığında, insani müdahalenin tanımı, geniş yorumlandığı, örf ve adet kuralı olduğuna dair herhangi bir görüş birliğinin olmadığı görülmektedir. Tartışmaların temelini bu durum oluştururken, uluslararası hukuk ve devlet uygulamaları arasındaki sıkı ilişki insani müdahalenin hukukiliğini ve meşruiyetini açıklamak açısından önemlidir. İnsani müdahalenin hukuki ve meşru olduğunu savunan üç farklı bakış açısından söz edilebilmektedir. Bu üç farklı görüşün de birleştiği nokta yapılan müdahalenin uluslararası hukuk ışığında gerçekleştiği, ancak yorumlamaların farklı olduğu iddiasıdır. Öncelikle BM Şartı’nın 2/4 maddesine göre savaşın yasaklanması devlet uygulamaları sonucu sürekli suiistimal edilmesinden dolayı işlerliğini kaybetmiştir. Diğer yandan dünya politikasının değişmesiyle birlikte insani kavramı da gelişim göstermiş ve içeriği değişmiştir. Dolayısıyla bu değişim, önceden yasal olmayan bazı durumları ve kavramları bugün yasal hale getirmiştir. Savunulan diğer bir görüşe göre ise aslında iki ayrı kavram olan egemenlik ve insani müdahale birbirinin zıttı değil, tamamlayıcısıdır. Çünkü egemenlik devlete vatandaşlarını koruma sorumluluğunu da yükler. Bu bağlamda eğer devlet vatandaşlarını koruyamıyorsa bir yerde egemenliğini de kaybetmiş demektir. 21 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Yasal zeminde insani nedenlerle güç kullanımı Güvenlik Konseyi kararıyla, meşru müdafaa kapsamında, yurt dışındaki vatandaşları korumak amaçlı veya hedef devletin rızası ile gerçekleşebilmektedir. Bu çerçevede BM Şartı VII. bölüm kapsamında devletlere insani nedenlerle müdahalede bulunmak hakkı verilmektedir. Ancak tanınan bu hak ‘uluslararası güvenliği ve barışı’ tehdit etmesi şartına BM antlaşması Madde 39 ile bağlanmıştır. Dolayısıyla uygulamada da, 1990’lar boyunca insan haklarının şiddetli ihlali, geniş çaplı insani krizler uluslararası barışı ve güvenliği tehdit eden durumlar olarak değerlendirilmiştir. Bu uygulamanın desteklenmesi için de daha çok sınırlar arası etkilerden söz edilmiş, göçmen akışı ya da bölgenin istikrarsızlığı gibi konular üzerinde durulmuştur.14 Yasal zeminde insani nedenlerle güç kullanımı Güvenlik Konseyi kararıyla, meşru müdafaa kapsamında, yurt dışındaki vatandaşları korumak amaçlı veya hedef devletin rızası ile gerçekleşebilmektedir. İnsani müdahaleye başvurmada da belirli kriterler belirleme noktasında uluslararası ilişkiler oldukça karmaşıktır. Yine de insani müdahaleyle ilgili kesin bir şekilde belgelendirilmiş koşullar olmasa da bazı çalışmalar ortak standartlar ortaya koymuşlardır. Söz konusu çalışmalar; kötüye kullanım ve insani müdahale arasında belirgin bir sınır çizmektedir. Aynı zamanda belirlenen standartlar sayesinde devletlerin, vatandaşlarının haklarını sömürmekten ve insani müdahale hakkını kötüye kullanmaktan çekinecekleri öngörülmüştür. Literatürde insani gerekçeler ile müdahale yapılmasının meşru sayılabilmesi için gereken koşullar şu şekilde sıralanmıştır: insani trajedinin, aciliyetin, gerekliliğin, geniş çaplı ve şiddetli insan hakları ihlalleri ile ilişkili olması ( söz konusu ihlaller tüm devlet vatandaşlarına olabileceği gibi bir kısmına yönelik de olabilir), uluslararası suçları durdurma konusunda hedef devletin isteksiz davranması ya da yetersiz kalması, bütün alınacak önlemlerin tüketilmesi ve çaresiz kalınması, yapılacak askeri müdahalenin orantılılık gözetilerek yapılması ve kısa süreli olmasıdır. Aslında insani nedenlerle güç kullanımında önerilen kriterler, uluslararası ilişkilerde güç kullanımında önerilen kriterler ile aynıdır. Belki söz konusu kriterlere ek olarak insani müdahalede hedef devletin izninin olması eklenebilir. Bu çerçevede zaten amaç olarak BM Şartına uygun olan insani müdahale ortak kriterlere de uyulduğu sürece yasal zeminde değerlendirilmektedir. Bu açıdan bakıldığında aslında BM Şartına uygun bir zeminde yürütülen müdahalelerin hangi gerekçeler ile yapıldığının fazlaca bir önemi yoktur. Diğer bir ifade ile BM Şartı çerçevesinde belirlenmiş kuvvet kullanma şartlarına uygun olduğu sürece insani müdahalenin meşruiyetini ya da hukukiliğini tartışmak gereksizdir. Ancak bu noktada şu soruyu da sormak gerekmektedir: eğer BM Şartına göre Konsey kendince uygun gördüğü herhangi bir nedenle kuvvet kullanma 14 Vaughan Lowe ve Antonios Tzanakopoulos, “Humanitarian Intervention” Max Planck Encyclopedia of Public International Law, Oxford University Press, 2010, s.1-3. 22 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna kararını verebiliyorsa neden “insani müdahale” adıyla yeni bir kategori ortaya çıkmıştır? İnsani müdahale doktrininin büyük ölçüde kuvvet kullanılmasının gerekliliğinin çok açık olduğu durumlarda Güvenlik Konseyinin karar alamamasına bir tepki olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Yani esas itibarı ile Konseyde veto hakkına sahip beş daimi üyenin herhangi birisinin doğrudan askeri ya da ulusal öncelik ve çıkarları ile ilgili bir durumda söz konusu yetkisini kullanma ihtimalinin varlığı ve buna bağlı olarak da Konseyin harekete geçememesi insani müdahale doktrininin temel hareket noktasını oluşturmaktadır. Böylesi bir durumda insani müdahaleye meşruiyet kazandıran varsayım, bizatihi yaşanan insani trajedinin kendisinin, herhangi bir uluslararası hukuk mekanizmasına ihtiyaç duyulmaksızın müdahaleyi gerektiriyor olduğu düşüncesidir. Böylesi bir varsayımın ise belirgin bir keyfiliğe işaret ettiği ortadadır. Neyin ya da hangi durumun, hangi ölçekte gerçekleştiğinde insani trajedi sayılacağının kim tarafından ve nasıl tespit edileceğinin belli bir çerçeveye oturtulmaması insani müdahale doktrininin en önemli sakıncasıdır. Konsey kararı olmadan gerçekleştirilen Kosova operasyonu meşru görülmekle birlikte Kosova operasyonuna karşı çıkan ve bu nedenle de Konseyi bloke eden Rusya yıllar sonra, Kosova ile normalde benzerlik arz etmeyen durumlarda aynı gerekçeleri ileri sürerek müdahalede bulunmuştur. Rusya’nın gerek Gürcistan’a, gerekse de Ukrayna’ya yaptığı müdahaleler, bu bölgelerde yaşanan “insani krizler” ile ilişkilendirilmiş ve bu çerçevede meşrulaştırılmıştır. İlginçtir ki Rusya’nın bu iddia ve varsayımlarına karşı ciddi sayılabilecek bir itiraz da yöneltilmemiştir. Burada sorun esasen tek başına argümanın kendisi değildir. Diğer bir deyişle, Güvenlik Konseyinin karar alma mekanizmasında daimi üyelerden her birisinin süreci bloke etme yetkisine sahip olmasının önemli problemlere neden olduğu ve olacağı iddia edilebilir. Ki bu zaten çokça eleştirilen bir düzenlemedir. Ayıca bu düzenlemenin, her zaman olmasa bile doğrudan uluslararası toplumun müdahale etmesini gerektiren trajedilere kayıtsız kalınmasına neden olabileceği de ileri sürülebilir. Dolayısıyla Konseyin yetersiz kaldığı ya da karar alamadığı durumlarda alternatif bir mekanizma ya da sürecin tanımlanması gerektiği elbette ki söylenebilir. Diğer bir deyişle kuvvet kullanmayı gerektirecek bir tasarrufun meşru kabul edilmesi için mutlaka Konsey kararına ya da meşru müdafaa halinin varlığına ihtiyaç duyulmayabilir. Fakat 1990’lı yıllarda ortaya çıktığı şekliyle insani müdahale doktrininin meşruiyet anlamında önemli bir sorunu vardır. Zira son derece muğlak ve rahatlıkla manipüle edilebilecek argümanlar ile çerçevesi çizilen söz konusu doktrin, uluslararası toplumun onayının alınması gereği üzerinden hareket 23 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna etmemektedir. Uluslararası toplumun ne olduğu, kimlerin bu topluluğa üye olduğu elbette kolaylıkla tespit edilemez. İlaveten, böyle bir toplum varsa bile bu toplumda büyük güçlerin çok daha belirleyici olduğu da belki söylenebilir. Ancak yine de en azından tanımlamada uluslararası toplumun belli düzeyde de olsa rızasını ifade eder mekanizma ya da süreçlerden bahsedilmesi insani müdahale kavramını daha meşru bir zemine oturtabilirdi. Bu noktada akla gelecek ilk seçeneklerden bir tanesi BM Genel Kuruludur. Kurulun en güçlü seçenek ya da alternatif olmasının iki nedeni vardır. Birincisi, BM Şartı, ikincil olsa da Genel Kurula uluslararası güvenliğin sağlanmasında bir rol tanımaktadır. Yani Kurul üzerinden yapılacak normatif bir düzenlemenin zaten BM Şartından kaynaklanan bir zemini olacaktır. İkincisi, Genel Kurul BM üyesi devletlerin eşit bir şekilde temsil edildiği bir organdır. Dolayısıyla temsil ve meşruiyet arayışı açısından itirazın olmayacağı bir düzenlemenin Kurulda yapılması mümkündür. Devlet egemenliğinin en doğal yansımalarından birisi olan eşitlik üzerinde şekillenecek bir düzenleme uluslararası toplumun düşüncesini yansıtır şeklinde de yorumlanabilecektir. Ancak ne Genel Kurul, ne de başka çok taraflı bir uluslararası kuruluş insani müdahale doktrinin meşrulaştırılması ve tanımlanmasında devreye sokulmamıştır. Bunda Kosova’daki insani trajedinin acil müdahale gerektiriyor olmasının etkisi büyüktür. Uluslararası toplumun şu ya da bu şekilde kararlılığını ve böylesi bir müdahaleye desteğini ifade edecek bir çıktının elde edilmesi için gerçekten de söz konusu ortamda uzunca bir zaman gerekecekti denilebilir. Etnik temizlik riski ile karşı karşıya kalan etnik Arnavut topluluğun korunması amacı ile Konsey kararı olmaksızın ve uluslararası toplumun da onayı aranmaksızın müdahale yapılmıştır. Bir açıda bakıldığında aslında acilen yapılması gereken müdahaleye meşruiyet kılıfı ve çerçevesi sağlamak için insani müdahale doktrini ileri sürülmüş ve desteklenmiştir de denilebilir. Peki bu şekilde tanımlanmış ve uygulanmış insani müdahale doktrininin sakıncaları nelerdir? Özü itibarı ile o kadar önemli olmasa da bizatihi kavramın kendisi, kendi meşruiyetini zedelemiştir. Her ne kadar insani trajedi ya da krize işaret ediyor ve bu krizin insan toplulukları üzerindeki önemli etkileri üzerine bina ediliyor olsa da doğrudan müdahaleden söz edilmesi kavramı itici ve kabul edilemez hale getirmiştir. Yani kavramın kendisi, herhangi bir trajedi halinde uluslararası hukukun elindeki tek seçeneğin kuvvet kullanma olduğunu ima etmektedir. Bu ise insani kriz bile olsa kuvvet-dışı diplomatik ve barışçıl yöntemlerin ikinci plana itildiği izlenimini vermektedir. Doktrinin en önemli sakıncası hiç şüphesiz gelecekte meydana gelecek keyfi kuvvet kullanma örneklerine değişen derecelerde de olsa meşruiyet kazan- 24 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna dırmış olmasıdır. Doktrin ile ilgili belirlenmiş neredeyse yegane kriter insani kriz ya da trajedinin varlığıdır. Bunun dışında elle tutulur ilave bir kriterden söz edilmemektedir. Yukarıda da değinildiği gibi, hangi koşullar meydana geldiğinde müdahaleye gerek duyulacağı ile ilgili belirlenmiş ve üzerinde mutabık kalınmış bir kriter yoktur. Burada Konsey kararlarında insani kriz ve trajedinin müdahale gerekçesi olarak kullanılabileceği örnekler hiç şüphesiz tartışma dışıdır. Zira böylesi bir müdahalenin son derece geniş ve çerçevesi keskin hatlarla belli bir meşruiyeti vardır. Bu meşruiyet hem BM Şartından ve hem de Konsey kararlarının uluslararası teamül niteliği taşımasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tartışma konusu olan insani müdahale örnekleri Konsey kararı olmadan gerçekleştirilenleri kapsamaktadır. Bu kategoriye verilebilecek en iyi örnek de Kosova’ya yapılan müdahaledir. Etnik temizlik yapılacağı yönündeki güçlü işaret ve ihtimale karşı gerçekleştirilen NATO müdahalesi insani kriz gerekçesi ile meşrulaştırılmış olsa da bu müdahale sonraki dönemlerde keyfi tercihlerin önünü açmıştır. Yani bir açıdan bakıldığında kuvvet kullanma konusunda İkinci Dünya Savaşı öncesi var olan çerçevenin biraz daha dar kapsamlısı, bu şekilde tanımlanan insani müdahale doktrini ile mümkün hale gelmiştir. İkinci Dünya Savaşı öncesi için kuvvet kullanma gerekçesi teker teker her devletin uhdesinde iken insani müdahale doktrini çerçevesinde sadece insani kriz gerekçesine indirgenmiştir. Fakat hiç şüphesiz bu kısıtlama yeterli değildir. Zira neyin insani kriz olarak tanımlanabileceği sorusu bu tanımlama ve yaklaşımda cevapsızdır. Teorik olarak kitleleri olumsuz etkilediği düşünülen herhangi bir durum insani kriz olarak nitelendirilebilir ve insani müdahale için hukuki bir gerekçe olarak da kullanılabilir. Nitekim kısaca sözü edilen bu sakıncalar ilerleyen yıllarda Kosova krizinde müdahaleyi engelleyemeyen Rusya tarafından kendi ulusal çıkarları için kullanılmıştır. Koruma sorumluluğu kavramının 2000’li yıllarda ortaya çıkışının temel nedenlerinden birisi de aslında bu sakıncalardır. Koruma sorumluluğu kavramı büyük ölçüde insani müdahale tanımındaki sakıncaları giderecek ve bu kavramın yerini alacak şekilde dizayn edilmiştir. Etnik temizlik yapılacağı yönündeki güçlü işaret ve ihtimale karşı gerçekleştirilen NATO müdahalesi insani kriz gerekçesi ile meşrulaştırılmış olsa da bu müdahale sonraki dönemlerde keyfi tercihlerin önünü açmıştır. 4. KORUMA SORUMLULUĞU DOKTRİNİ Yukarıda da belirtildiği gibi koruma sorumluluğu kavramının ve sonrasında da doktrininin ortaya çıkmasının ve doktrinle ilgili detayların belirlenmesinin temel nedeni insani müdahalenin hem kavram ve hem de uygulama olarak zaten son derece zayıf olan meşruiyetini kaybetmiş olmasıdır. İnsani müdahale uluslararası toplum tarafından kabul görmediği gibi zaman içinde bazı önemli uluslararası hukuk normlarının aşınmasına da neden olmuş ve 25 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna ciddi sorunlar üretmiştir. İşte koruma sorumluluğu hem kavramsal çerçeve ve hem de uygulama anlamında insani müdahalenin yerini almıştır. Bugün artık insani müdahaleden söz etmek neredeyse mümkün değildir. Önceki yıl ve dönemlerde insani müdahale kapsamında alınan tedbirlerin bugün ancak koruma sorumluluğu çerçevesinde anlam ifade etmesi mümkündür. Koruma sorumluluğu kavram ve doktrininin ortaya çıkışı Değişen uluslararası sistem ile birlikte savaşların da içeriği değişmiş, çatışmalar iç savaş olarak karşımıza çıkmıştır. Özellikle 1960’lı yıllarda sömürgeciliğin sona ermesi, 1990’lı yıllarda SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan bağımsız devletler iç karışıklıkların gerçekleştiği, sorunlu devletler olmuşlardır. Söz konusu devletlerde karşılaşılan iç çatışmalar ve devletlerin önleyemediği insan hakları ihlalleri uluslararası toplumun sorumluluğunu gündeme getirmiştir. Bu sorumluluk ise devletlerin egemenlik anlayışını değiştirmiştir.15 Devletlerin egemenlik anlayışındaki bu değişiklik koruma sorumluluğu gibi bir düzenlemeyi de beraberinde getirmiştir.16 Bunun en önemli nedeni ise devletlerin artık kendi vatandaşlarını koruma sorumluluğunun egemenlik alanları içerisinde düşünülmesidir. İnsan hakları ve uluslararası ceza hukukundaki gelişmelere bağlı olarak artık devletler ağır insan hakkı ihlalleri ve savaş suçları karşısında sessiz kalınamayacağını anlamışlar ve devletlerin egemenlik hakkından ziyade sorumluluğunu ön plana çıkarmışlardır. Bu bağlamda ise koruma sorumluluğu ortaya çıkmıştır.17 Özellikle Ruanda ve Kosova’da yaşanan iç savaşlarda işlenen suçlar, BM Güvenlik Konseyinin gerekli önlemleri alamaması koruma sorumluluğunun ortaya atılmasını tetikleyen etkenler olmuşlardır. Bu çerçevede dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan 20 Eylül 1999’da BM Genel Kurulunda yaptığı konuşmada devletlerin geleneksel egemenlik anlayışlarını gözde geçirmeleri gerektiğini belirmiştir. Bu durum devletlerde yeni müdahalelere yol açılabileceği çekincesini gündeme getirmiştir. Ayrıca bu konuda Güvenlik Konseyine geniş yetki verilmesi kendi egemenlik alanlarını daralttığı görüşünü de gündeme taşımıştır.18 Özellikle sömürgeden kurtularak yeni bağımsızlıklarını kazanan devletlerin sorumluluk kapsamında tekrar kendilerine yönelik müdahalede bulunulabileceği çekincesi tartışmalara neden olmuştur. İşte böyle bir ortamda Kofi Annan 1999 da olduğu gibi 2000 yılında da insani 15 Ülkü Halatçı Ulusoy, “Uluslararası Hukuk Açısından Libya ve Suriye Örneğinde Koruma Sorumluluğu,” Türkiye Adalet Akademisi Dergisi, s. 14, Temmuz 2013, s. 270. 16 A. Füsun Arsava, “Egemenlik ve Koruma Sorumluluğu,” Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 15(1)., 2011, s.105. 17 Ulusoy, a.g.m., s.270. 18 Arsava, a.g.m., s.106. 26 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna müdahalenin egemenlik için kabul edilemez düşüncesinin yanlış olduğunu, bu düşünceye göre ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı Ruanda ve Sırbistan’a yardımda bulunulmaması gerektiğini dile getirerek koruma sorumluluğu önerisini ortaya atmıştır.19 Koruma sorumluluğu dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan tarafından yapılan çağrı üzerine 2000 yılında Gareth Evans ve Mohammed Sahnoun’un başkanlığında ICISS (International Commission on Intervention and State Sovereignty- Müdahale ve Devlet Egemenliği Uluslararası Komisyonu) adıyla komisyon kurulmuştur. Söz konusu Komisyon ise 2001 yılında da Koruma Sorumluluğu başlıklı raporunu yayınlanmıştır. Koruma Sorumluluğu kavramı Müdahale ve Devlet Egemenliği Uluslararası Komisyonunun 2001’de yayınladığı Responsibility to Protect (Koruma Sorumluluğu) isimli bu rapor ile geliştirilmiştir. Komisyon Kofi Annan’ın uluslararası toplumun insani amaçlarla ne zaman müdahalede bulunması gerektiği konusundaki sorusuna karşılık olarak şekillendirilmiştir.20 Komisyon koruma sorumluluğu fikrini, 1990’larda geliştirilen ve 1999’da NATO’nun Kosova müdahalesiyle zirve noktasına ulaşan insani müdahale kavramı etrafında dönen zorlu uluslararası tartışmaların üstesinden gelme niyetiyle geliştirmiştir. ICISS kavramın müdahale yükümlülüğü olarak ortaya çıktığını ileri sürmüştür.21 Komisyonun kabul ettiği raporda kavram ayrıntılı bir şekilde ele alınmış olsa da suiistimalleri de beraberinde getireceğinden yeniden bir düzenlemeye ihtiyaç duyulmuştur. Bu amaçla 2005 Dünya Zirvesi Sonuç Belgesi 138. ve 139. maddelerde kavram yeniden düzenlenmiştir. Bu düzenlemeyle birlikte koruma sorumluluğu soykırım, savaş suçları, insanlığa karşı suçlar ve etnik temizlik suçlarını kapsayacak şekilde sınırlandırılmıştır. Ayrıca müdahale Güvenlik Konseyinin yetkisi ile sınırlandırılmıştır. Özellikle güçlü devletlerin zayıf devletlerin iç işlerine koruma sorumluluğu bahanesiyle karışabileceği ve müdahalede bulunabileceği korkusu, sorumluluğu söz konusu suçlarla sınırlandırılmasını gerektirmiştir. Bu nedenle koruma sorumluluğu, soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve etnik temizlik suçlarıyla sınırlandırılmıştır.22 19 Gareth Evans, “The Responsibility to Protect: Ending Mass Atrocity Crimes Once and for All” Irish Studies in International Affairs, 20, 2009, s.9. 20 http://www.un.org/ga/search/view_doc.asp?symbol=A/57/303 21 Luke Glanville, “The Responsibility to Protect Beyond Borders,” Human Rights Law Review, 12(1), s. 9,10. 22 Çakmak, a.g.e., s.196. 27 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon Ocak 2009’da yayınladığı raporda koruma sorumluluğuna farklı bir bakış açıcı getirmiştir. Raporun birinci bölümüne göre devletin kendi vatandaşlarını koruma sorumluluğu vurgulanırken, ikinci bölümde uluslararası toplumun devletlerin kendi vatandaşlarını koruması için yardım ve teşvik etmesine değinilmiştir. Üçüncü bölümde ise uluslararası toplumun zamanında ve kararlı cevabı üzerinde durulmuştur.23 17 Temmuz 2010’da R2P ile ilgili yayınlanan rapor Genel Kurul’un R2P düşüncesini ileri götürmek için bir çaba olarak nitelendirilebilecektir. Rapor erken uyarı işleyişi ve BM sistemindeki boşluk ve kapasitelerin altını çizmiştir. Normun uygulanmaya konmasında bölgesel ve alt bölgesel örgütlerin rolü hakkında 2011’de Genel Kurul’da düzenlenmek üzere resmi olmayan bir etkileşimli diyalog çağrısıyla açıkça R2P’nin daha çok geliştirilmesi ihtiyacını vurgulamıştır. Raporda kavram ve uygulamada zayıf yönler (gaps) ve kapasiteler tartışılmıştır. Erken uyarı mekanizması geliştirebilmek adına BM bünyesindeki birçok yapılanmayla birlikte çalışmalar yürütüldüğü, bu noktada bilgi paylaşımının oldukça önemli olduğu, erken uyarı mekanizması geliştirmeye çalışırken örneğin R2P’de yer alan suçlara dönüşebilme potansiyeli taşıyan insan hakları ihlallerinin yoğun olarak yaşandığı bölgelere yoğunlaşma gereğini vurgulanmıştır. 27 Haziran 2011 tarihli rapor (The Role of Regional and Subregional arrangements in implementing RtoP-Koruma Sorumluluğunu uygulamada bölgesel ve alt-bölgesel düzenlemelerin rolü) güncel siyasi olaylar için özel notlar içermektedir. BM ve organları arasındaki güçlü ilişkinin yanı sıra R2P’nin uygulamaya konmasında bölgesel ve alt bölgesel düzenlemelerin doğal bir rolü olduğu belirtilmiştir. BM Güvenlik Konseyi ile bölgesel ve alt bölgesel örgütlerin birbirlerine meşruluk konusunda borçlu olduğu bu anlamda birbirlerine katkıda bulundukları ifade edilmiştir. Genel Sekreter bölgesel ve alt bölgesel örgütlerin rollerinin çerçevesini çizmek için üç sütun yaklaşımını kullanmış, işbirliği alanlarına odaklanan ifadeler kullanmıştır. 20 Ağustos 2012’de yayınlanan rapor ise (Responsibility to Protect: Timely and Decisive Response-Koruma Sorumluluğu: Zamanında ve Kararlı Karşılık) R2P’nin üç sütununa, zamanında ve kesin karşılığa odaklanmış, uluslararası, ulusal, bölgesel ve yerel düzeydeki aktörlerin R2P suç ve ihlal tehdidi ya da oluşumlarına zamanında ve kesin biçimde nasıl karşılık verebileceklerini 23 Report of The Secretary General on Implementing The Responsibilty to Protect, http:// www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol=A/63/677 (Erişim Tarihi: 18 Ekim 2015); Ayrıca bkz: Çakmak, a.g.e., s.196.; Arsava, a.g.m., s.107. 28 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna tartışmıştır. Rapor var olan zorlayıcı ve zorlayıcı olmayan araçların geniş yelpazesini tanımlamış ve böylelikle R2P suçlarını önlemenin öneminin altını çizmiştir. Aynı zamanda önlemlerin etkili olmadığı ve kitleleri tehdidin niteliğini koruduğu yerlerde uluslararası toplumun sivilleri korumak için ortaklaşa harekete geçme sorumluluğu olduğu açıklığa kavuşturulmuştur. Sekreter ayrıca R2P’nin üç sütunu arasındaki etkileşimli ilişkiyi tartışmış ve meselenin R2P’nin bir duruma uygulanıp uygulanmaması olmadığı asıl tartışmanın normun en iyi şekilde nasıl uygulanabileceği olması gerektiği görüşünü sunmuştur. 5 Ağustos 2013 tarihli rapor (State Responsibility and Prevention-Devlet Sorumluluğu ve Önleme) 2009’dan beri R2P üzerine yayımlanan beşinci rapor olma özelliği taşımaktadır. Rapor devlet sorumluluğu ve önlemeyi derinlemesine incelemiştir. Devletlerin toplumları vahşi suçlara karşı dirençli inşa etmek için gerekli olan ulusal kapasiteyi geliştirerek nüfuslarını koruma sorumluluklarına odaklanmıştır. Var olan önleme yelpazesiyle birlikte zulmün yaşandığı yerlerdeki durumun derecesini çeşitleyen altı risk etmeni tanımlanmıştır. Ek olarak rapor zulmü önlemek için erken uyarı işleyişleri oturtmak, zulmü önleyici düzenlemeler ve R2P’yi odak noktası yapmak gibi hedeflenen önlemlere de ana hatlarıyla yer vermiştir. Ağustos 2014 tarihli rapor (Responsibility to Protect: International Assistance-Koruma Sorumluluğu: Uluslararası Yardım) uluslararası toplumun koruma sorumluluğunu desteklemekteki ortaklaşa sorumluluğuna odaklanmıştır. Ayrıca yüreklendirme, kapasite oluşturma ve devletlere kendi halklarını korumaları için yardımı içeren farklı biçimlerdeki destek de tanımlanmıştır. Çeşitli işbirliklerinin R2P uygulamasını geliştirebileceğinin altı çizilmiştir. 2015 yılında ise koruma sorumluluğunun uygulanması ile ilgili yeni bir rapor yayınlanmıştır. Raporda R2P’nin geçen on yıldaki ilerlemesi incelenmiş, bu süreçteki ana zorluklar ve uygulama fırsatları tanımlanmış uluslararası toplumun normu daha etkin bir biçimde uygulayabilmesi için altı ana öncelik detaylandırılmıştır. ICISS, “The Responsibility to Protect” Raporu: Koruma sorumluluğu kavram ve doktrininin gelişiminde içerik ve önem bakımından birbirinden farklı belge ve düzenlemeden söz etmek mümkün ise de kavramın temelini oluşturan temel metin, yukarıda da kısaca değinilen ve doğrudan kavramın içeriğini şekillendirmek amacı ile kurulan Komisyonun hazırlamış olduğu rapordur. Bu nedenle de kavramın ne anlatmak istediğini bu rapor içeriğinden hareketle anlamaya çalışmak daha doğru ve yeterli olacaktır. NATO’nun Kosova müdahalesi ile insani müdahale kavramı konusundaki an- 29 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Somali, Bosna ve Kosova’da olduğu gibi (Ruanda’da başarısızlıkla sonuçlanan) insani amaçlarla gerçekleştirilen dış askeri müdahaleler her zaman tartışmalı olmuştur. laşmazlıklar doruk noktasına ulaşmıştır. Müdahalenin önlediği zarardan daha çok zarar verdiği söylenirken NATO’nun müdahale şekli hakkında çok ciddi eleştiriler yapılmıştır. Somali, Bosna ve Kosova’da olduğu gibi (Ruanda’da başarısızlıkla sonuçlanan) insani amaçlarla gerçekleştirilen dış askeri müdahaleler her zaman tartışmalı olmuştur. Ve temelde sunulmak istenen ana fikir daha fazla Ruanda’nın yaşanmaması doğrultusundadır. Raporda müdahale ikilemi ifadesiyle anlatılmak istenen, insani müdahalenin gerçekleştiğinde de gerçekleşmediğinde de tartışmalı olduğudur. Belirtildiği gibi 1994’te Ruanda da eylemsiz kalındığı için bir başarısızlık yaşanmıştır. 1999’da Kosova’da, tartışmaları zirve noktasına ulaştıran müdahalede yaşanan Güvenlik Konseyi yetkisi meselesi ve geride bıraktığı çokça soru bir diğer önemli örnektir. Aynı şekilde Bosna (1995) ve Somali (1992-1993) örneklerinde de benzer bir başarısızlık ve tartışmayı görmekteyiz. Ortaklaşa eylemden büyük beklentilerin olduğu bir dönemde yaşanan bu dört örnek olaya müdahale konusunda ayrı bir önem atfedilmiştir. Genel bir tartışma da uluslararası toplumun bir kısmının karışmaya daha yatkın bir diğer kısmın ise yeteri kadar yatkın olmayışı etrafında dönmekte bu tartışmalara bir de yasallık kaygısı eklenmektedir. Daha önce belirtildiği gibi Kofi Annan’ın 1999’daki çağrısı oldukça önemli bir adım olmuştur. Raporda değişen uluslararası çevre ele alınmış özellikle 11 Eylül sonrası terörizm vurgusu yapılmıştır. Uluslararası kuruluş ve normların gerekliliği vurgulanan bir diğer önemli noktadır. Bu bağlamda sahneye çıkan yeni aktörler BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, Eski Yugoslavya Uluslararası Ceza Mahkemesi (Ruanda ve Sierra Leone ile birlikte), Uluslararası Ceza Mahkemesi, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, Uluslararası Kızılhaç Komitesi, Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri olarak sıralanmaktadır. Bununla birlikte artık çok sayıda hükümet dışı örgüt, devlet dışı aktör, medya kuruluşları ve akademik kuruluşları da sahnede görmekte olduğumuz belirtilmiştir. Soğuk Savaş sonrası artık devletler arası çatışmaların yerini iç çatışmalara, sivil çatışmalara bıraktığı görülmektedir. Raporda şiddetin bir yaşam biçimi haline geldiği belirtilmiş ve iç çatışmaların neden kaynaklandığı, nasıl gerçekleştiği örneklendirilmiştir. Terörizm gibi sıkıntıların dünyanın her yerindeki insanlar için risk unsuru oluşturduğu aktarılmıştır. Bununla birlikte Kosova ve Bosna müdahalelerinin gösterdiği gibi uluslararası eylemin amacı insani olsa bile yarardan çok zarar vermekten kaçınmak zor olabilmektedir. Yeni talep ve beklentiler konusunda rapor insan haklarına vurgu yapmıştır. İnsan haklarının uluslararası hukukun önemli bir parçası olduğu insan haklarına saygının uluslararası ilişkilerin merkezinde ve sorumluluğunda olduğu ifade edilmiştir. Bu noktada anahtar kilometre taşları İnsan Hakları Evrensel Bildi- 30 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna risi, Uluslararası Silahlı Çatışmalar Hukuku üzerine dört Cenevre Sözleşmesi ve Ek Protokolleri, 1948 Soykırım Sözleşmesi, 1966 Medeni, Siyasi, Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Haklara İlişkin iki Sözleşme, 1998 Uluslararası Ceza Mahkemesi Statüsü olarak sıralanmıştır. Daha sonra çalışmada da daha detaylı bahsedileceği üzere insan güvenliği kavramı ele alınmış, güvenlik kavramının devletlerin güvenliği kadar insanların güvenliğini içerecek biçimde değiştiği belirtilmiştir. Ayrıca rapora göre bilgi devrimi, teknolojinin ilerlemesi yüksek farkındalık yaratmakta ve karşılık verilmesi için hükümetlere siyasi baskı unsuru oluşturmaktadır. Ortak eylem için yeni fırsatlarda küreselleşme etkisi dikkat çekmektedir. Egemenlik kavramı raporda da geniş yer bulmuştur. Egemenliğe bir giriş niteliğinde yer verildikten sonra müdahale kavramı çerçevesinde kavram tekrar daha detaylı ele alınmıştır. Buna göre bu konudaki önemli ifadelerden biri devlet egemenliğinin en güçlü savunusunun bile bir devletin kendi halkına istediğini yapmak için sınırsız gücü olduğu iddiasını taşımadığıdır. İç ve dış egemenlik tanımlanmış, bu ayrımın anlamının dışarda diğer devletlerin egemenliğine içerde de halkın birliği ve temel haklarına saygı olduğu ifade edilmiştir. Bu ikili sorumluluk egemenlik anlamının modern anlayışıdır. Bu noktada dili değiştirmek oldukça önemsenmiştir. İnsani müdahale kavramı tartışmalarında ilerleme kaydedilememiştir. Geçmişteki tartışmalar müdahale hakkı için ya da ona karşı olmuştur. Bu tartışma eskimiş ve yardımcı olmamaya başlamıştır. Bu gibi nedenlerle Komisyon müdahale hakkından değil koruma sorumluluğundan bahsetmeyi tercih ettiğini ifade etmiştir. Daha sonra yer verilecek örnek olayların desteğiyle de görüleceği üzere R2P kavramı bir algı değiştirme çabası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavrama dek insani müdahale hep askeri müdahaleyi çağrıştırmıştır. R2P insani müdahaleyi bu algıdan sıyırmak için düzenlenmiş izlenimi uyandırmaktadır. Tekrar egemenlik kavramına dönülerek egemenliğin anlamı irdelenmiş “müdahale etmeme ilkesi” tartışmada yerini bulmuştur. Egemenliğin Vestfalyan anlayışta uluslararası hukukta bir devletin yasal kimliği olduğu vurgulanmış, egemenliğin BM Şartındaki tanım ve anlamına yer verilmiştir. Birleşmiş Milletler devlet egemenliğinin gerçekleştiği en tepe noktadır. Sorumlu Egemenlik Sorumlu egemenlik kavramı devletin onun adına iktidarı elinde bulundurduğu kendi halkına hem de kendisiyle eşit konum, hak ve statüye sahip olan diğer devletlere karşı sorumluluğu olarak tanımlanmaktadır. Devletin tüm uygulama ve edimlerinde evrensel hukukun temel ilkelerine bağlı kalmak, insan haklarını ihlal etmemek ve üstlendiği yükümlülükleri yerine getirmek açısından 31 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna kendi halkına karşı sorumlu olduğu ifade edilmektedir.24 Sorumlu egemenlikte idari meşruluk en alt düzeyde insani normlara bağlılığa vatandaşlarını onların güvenliklerine yönelik şiddetli tehditlerden koruma kapasitesine sahip olmaya ve kötü ülkesel koşullardan vatandaşlarını soyutlamaya dayanmaktadır.25 Egemen dokunulmazlık kültüründen ulusal ve uluslararası hesap verebilirlik kültürüne bir geçiş söz konusudur. Raporda da egemenlikte halka vurgu yapılarak “Sorumluluk olarak Egemenlik” anlayışına zemin oluşturulmuştur. Rapora göre bu anlayışla birlikte devlet egemenliğinde bir değişiklik ya da seyrelme söz konusu değildir. Ancak bir yeniden tanımlamanın/nitelendirmenin gerekli olduğu yadsınamaz bulunmaktadır. İç işlevlerde ve dıştaki görevlerde denetim olarak egemenlikten sorumluluk olarak egemenliğe geçiş söz konusudur. Sorumluluk olarak egemenlik üçlü öneme sahiptir denilmektedir. Birincisi devlet otoriteleri vatandaşların yaşamlarını koruma, emniyetlerini sağlama ve refahlarını yükseltme konularında sorumludur. İkincisi ulusal siyasi otoriteler içte vatandaşlarına ve BM doğrultusunda uluslararası topluma karşı sorumludur. Ve son olarak üçüncüsü devlet yetkilileri eylemlerinden sorumludur. Yetkililere görev ve ihmalleri için hesap sorulabilir. Sorumlu egemenlik anlayışının ortaya çıkışıyla mutlak egemenlik anlayışından uzaklaşıldığı görülmektedir. Egemen dokunulmazlık kültüründen ulusal ve uluslararası hesap verebilirlik kültürüne bir geçiş söz konusudur. Bu konuda uluslararası insan hakları normları aracılığıyla uluslararası örgütlerin, sivil toplum eylemcilerinin ve hükümet dışı örgütlerin etkisi büyük olmaktadır. Bununla birlikte insan hakları hukuku evrensel “evrensel adalet” –sınırlar olmaksızın adalet-farkındalığı oluşturmaktadır. Ayrıca genel itibarıyla kökleşmiş olarak belirtilme ihtiyacı duyulduğu üzere başta yerel hukuk sistemlerinin yeterli, etkin olmasının önemi ve uluslararası seçeneklerin söz konusu adalet sistemlerinin insanlığa karşı suçları yargılamadığı ya da yargılayamadığı durumlarda devreye girmesi gerektiği ifade edilmiştir. (İnsani) Güvenlik Kavramı Raporda güvenlik kavramı koruma sorumluluğu kavramına ışık tutacak şekilde incelenmiştir. Öncelikle 1945 BM Şartı’nın imzalanmasından sonra güvenlik kavramının genişlediği vurgulanan rapora göre insan güvenliği, insanların güvenliği yani fiziksel emniyeti, ekonomik ve sosyal refahı, onurlarına saygı ve temel özgürlüklerini koruma anlamına gelmektedir. Yine rapora göre güvenlik kavramı devletler kadar insanları da içermelidir. Ulusal güvenlik kav24 Emrah Beriş, “Egemenlik Kavramının Tarihsel Gelişimi ve Geleceği Üzerine Bir Değerlendirme,” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 63(1), 2008, s. 75. 25 Richard Falk, Human Rights Horizons, The Pursuit of Justice in a Globalizing World, Routledge, 2000, s. 69. 32 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna ramı ise hala çok sınırlıdır, hükümetler dışardan gelen askeri saldırılara odaklanmaktadır. Günlük hayatta var olan sağlık, kişisel emniyet, insan onuru gibi, açlık, hastalık, yetersiz barınma, suç, işsizlik, sosyal çatışma, çevresel risk vs. de içerecek biçimde insani güvenliğin temel ögeleri için koruma bu yüzden geri planda kalmaktadır. Sorumlu egemenlik algısı yükselen insan hakları normları ve uluslararası söylemde de etkisi artan insan güvenliği kavramı ile güçlenmiştir. İnsani güvenlik söyleminin 2. Dünya Savaşı sonrası havanın Soğuk Savaş sonrası için yeniden canlandırılmasının bir parçası olarak 1990’da ortaya çıktığı, 1940’ların “freedom from fear”, “freedom from want” ve “human dignity” dilini kullandığı ve bu söylemler birbirine bağlı olduğu vurgusunun yapıldığı belirtilmektedir.26 BM Kalkınma Programı’nın da kullandığı bu söylemler kavram için akademisyenler, karar vericiler ve Kanada, Japonya gibi devletler tarafından geniş ölçüde kabul edilen bir yaklaşım olmakla kalmamış insani güvenlik sorunlarına yönelik oldukça dikkat çekici deyimler olarak yer bulmuştur.27 İnsani güvenlik devletin güvenliğini merkez alan anlayışın dönüşmesine yol açmıştır. Böylelikle bir anlamda güvenliğin sadece devlete göre değil insanın gereksinimlerine göre de şekillendirilmesine çağrı olarak nitelendirilmektedir. Soğuk Savaş sonrası yaşanan ülke içi çatışmaların dikkatleri devlet merkezli tehditlerden insanlığa yönelik yeni tehditlere çekmesi, uluslar-üstü ve sınır aşan nitelikteki yeni tehditlerle tek başına mücadelenin güçlüğü ve böylelikle vatandaşların güvenliğini sağlama görevinin devletin tekelinden güçlükle de olsa çıkması, ulusal egemenlik kavramının evrimi, devletin güvenlik sağlayıcı rolünün tartışılmaya başlanması ve dünyanın herhangi bir yerindeki birey ve toplumların güvenlik gereksinimlerini düzenleyen uluslararası normların ortaya çıkması insani güvenliğin ortaya çıkış etmenleri olarak sıralanmaktadır.28 İnsan güvenliğinin ulusal sınırları aşan ortak bir güvenlik anlayışı olması, ulusal işleyişlerin insan güvenliğini sağlamaktaki yetersizliği göz önüne alındığında insan güvenliğinin evrensel normlar temelinde etkin düzenlemelerle oluşturulabileceği belirtilmekte bunun için de en önemli yapılardan biri BM olarak işaret edilmektedir. Koruma sorumluluğunda kim sorumlu? Koruma sorumluluğu ile ilgili metin ve düzenlemelerde öncelikli sorumlu26 Des Gasper ve Oscar A. Gomez, “Human security thinking in practice: ‘personal security’, ‘citizen security’ and comprehensive mappings,” Contemporary Politics, 21(1), 2015, s. 102. 27 Nikolaos Tzifakis, “Problematizing human security: a general/ contextual conceptual approach,” Southeast European and Black Sea Studies, 11(4), 2011, s. 356. 28 A. Şevket Ovalı, “Ütopya İle Pratik Arasında: Uluslararası İlişkilerde İnsan Güvenliği Kavramsallaştırması,” Uluslararası İlişkiler, 3(10), 2006, s. 4, 17. 33 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna luğun devlete ait olduğu sadece devletin yetersiz ya da isteksiz olduğu durumlarda ya da fail söz konusu devlet olduğunda bu sorumluluğun uluslararası toplumun olduğu vurgulanmıştır. Ancak bu metinlerde R2P müdahale ve egemenlik arasında köprü kuran bağlayıcı bir kavramdan fazlası olmaktadır. Konu ile ilgili temel metinlere göre birçok örnek olayda devlet sorumluluğundan muaf olma eğilimindedir ve uluslararası toplumun temsilcileriyle etkin ortaklık arayışındadır. Ayrıca R2P yalnızca tepki gösterme sorumluluğu anlamına gelmemekte, aynı zamanda önleme sorumluluğu ve yeniden inşa sorumluluğunu da içermektedir. Eylemsizlik karşısında eylemin maliyet ve sonuçları düşünülmüştür. Bu yaklaşım yardım, müdahale ve yeniden inşa arasında kavramsal, normatif ve operasyonel bağlantılar sağlamaktadır. Koruma sorumluluğunun halkı doğrudan etkilenen devlete ait olduğu gerçeği, yalnızca uluslararası hukuk ve modern devlet sisteminde değil uygulamada söz konusu devletlerin pozitif farklılık yaratmakta üstün olduğunu gerçeğinde de yer bulmaktadır. Yerel otorite problemlerin potansiyel çatışmalara dönüşmesini engellemek için eyleme geçmekte ve de problemler ortaya çıktığında onları anlama, onlarla başa çıkmakta en iyi konumda bulunmaktadır. R2P ile ilgili sözü edilen raporda önleme sorumluluğu detaylı olarak yer bulmuştur. Önleme konusunda da birincil ve başta gelen sorumluluk egemen devletler ve onlarla birlikte toplum ve kuruluşlardadır. Tüm vatandaşlar için adil davranış ve adil fırsatların garantisinde katı bir ulusal taahhüt çatışmaların önlenmesinde sağlam temeller sağlayacaktır. Hesap verebilirlik, iyi yönetişim, insan haklarının korunması vs. konularındaki çabalar da oldukça önemsenmektedir. Önleme başarısızlığının çok büyük maliyet ve sonuçları olabileceği, önlemenin başarıya ulaşması için sıklıkla uluslararası toplumun güçlü desteğine ihtiyaç duyulduğu belirtilmiştir. Rapora göre önlemeye yardım konusunda uluslararası çabalar arttıkça, bu girişimler güvenilirlik kazanır ve bu güvenilirlik uluslararası eylemin önlemeden tepkiye geçmesi halinde oldukça önemlidir. 2000 yılında BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi çatışma önlemede tüm BM birimlerinin hayati önemini tanıyan ve etkinliklerini artıracaklarını vaat eden kararlar almıştır.29 Raporun dikkat çektiği gibi çatışma önleme konusunda uluslararası, bölgesel ya da hükümet dışı aktörler özellikle 1990’larda ortaya çıkan ya da yayılan ülke içi çatışmalara odaklanmışlardır. Afrika Birliği Örgütü ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı bunlara örnek gösterilebilecektir. Hükümetler arası örgütler ve devletler kaynaklarını daha çok savaşa hazırlık, savaş, insani yardım, zorlayıcı müdahale, müdahale sonrası yeniden inşa ve barış koruma gibi 29 The Report of the Panel on United Nations Peace Operations, Report of the Secretary General on Prevention of Armed Conflict in 2001. 34 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna konulara harcamakta ve bu nedenle önleme konusu zayıf kalmaktadır. Carnegie Ölümcül Çatışmaları Önleme Komisyonu’na göre uluslararası toplum 1990’lardaki 7 ana müdahalede (Bosna Hersek, Somali, Ruanda, Haiti, Basra Körfezi, Kamboçya, El Salvador) yaklaşık 200 milyar dolar harcamıştır. Daha etkili bir önleme yaklaşımıyla 130 milyar doların harcanmamış olabileceği belirtilmiştir.30 Rapora göre önleme konusunda retorik, finansal ve siyasi destek arasında bir boşluk bulunmaktadır. Bu nedenle önlemin ekonomiyle bağına yer verilmiştir. Etkili bir önleme için üç temel koşul olan erken uyarı, önleme araçları ve politik iradenin sağlanması zorunludur. Önleme konusunda şart koşulan maddeler raporda biraz daha detaylı ele alınmıştır. Erken uyarı ve çözümlemeler başlığı altında giriş olarak BM’nin Ruanda tepkisi örneği verilmiş, bu konudaki raporların da onaylayacağı üzere erken uyarının yokluğu bir açıklamadansa bir özür niteliği taşımaktadır denilmiştir. Problem uyarının yokluğu değil zamanında karşılık olmaktadır. Yapabilecek çok fazla aktör olmasına rağmen erken uyarı sisteminin kurulamadığı görülmüştür. Erken uyarıda yeni tipte hükümet dışı örgütlerin önemi büyüktür. Örneğin International Crisis Group çok önemli bir aktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu örgüt hükümetleri ve medyayı raporlarıyla harekete geçirmektedir Bu rol ve bu görev Uluslararası Af Örgütü (AI), İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) ve Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu (FIDH) gibi ulusal ve uluslararası insan hakları örgütleri ile tamamlanmaktadır. BM birimleri de sıklıkla erken uyarıyı merkezileştirmek için uygun yerler olarak tanımlanmaktadır. R2P Prensibi Uygulama Örnekleri R2P kapsamında değerlendirilebilecek olaylardan biri 2008 Kenya’da yaşananlardır. Artan şiddet ve soykırım karşısında R2P kapsamında karşılık verilmiş, diplomatik araçlarla durum kontrol altına alınmıştır. Özellikle Kofi Annan, BM ve Afrika Birliği desteği ile askeri müdahaleye ihtiyaç duyulmadan diplomatik yollarla durum kontrol altına alınmıştır.31 Koruma Sorumluluğu prensibinin uygulanmasına verilebilecek yakın geçmiş ait örnekler arasında ise şunlar yer almaktadır: 2013’deki Fransız güçlerinin Orta Afrika Cumhuriyetine müdahalesi, Mali’deki karışıklık üzerine Fransız müdahalesi, BM’nin askeri müdahalesinin olmadığı Suriye savaşı, Arap Baharı boyunca Mısır, Tunus, Yemen ve özellikle 2011’de Libya’daki müdahale, Nijerya’da Boko Haram ve hükümet arasındaki çatışma, Darfur’daki kriz, Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki iç savaş. 30 Ayrıntılı bilgi için bkz: www.carnegie.org 31 Evans, a.g.m., s.11. 35 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Yakın zaman örneklerinden olan Libya’da, uluslararası müdahale koruma sorumluluğuna yönelik eleştiriler dile getirilmiştir. Ülkede çatışma hızlandıkça ve insan hakları ihlalleri Kaddafi yönetimince şiddetlendirilince, Güvenlik Konseyi tarafından 1973 tarihli karar alınmıştır. Karara göre, uçuşa yasaklı bölge sağlanmış ve üye devletlere bütün gerekli önlemlerin alınması yönünde çağrıda bulunulmuştur. Bu çözüme takiben Fransa ve ABD önderliği altında ve Afrika Birliği destekli koalisyon, Libya’daki hükümet birliklerine hava saldırısı gerçekleştirmişlerdir. Amaç sivilleri ve uçuşa yasak bölgeyi korumakken ilerleyen zamanlarda Kaddafi rejiminin ortadan kaldırılması misyonun bir parçası olmuştur. BM Güvenlik Konseyi 26 Şubat 2011 tarihli ve 1970 sayılı oybirliği ile aldığı kararı ile Libya yönetimine kendi halkını koruma sorumluluğunu hatırlatmış ve insan hakları ile uluslararası hukuka uygun davranma çağrısında bulunmuştur. Karar ile birlikte ayrıca, koruma sorumluluğunun da konusunu oluşturan ağır uluslararası suçların etkin bir şekilde soruşturulabilmesi için Libya’daki durum Uluslararası Ceza Mahkemesine havale edilmiştir. Acil önlemler adına ise aynı karar silah ambargosu, bazı Libyalı yöneticilerin yurtdışına çıkmalarının yasaklanmasını ve bu kişilerin mal varlıklarının dondurulmasını öngörmüştür. Libya’daki insani durumu ele alan bir diğer Güvenlik Konseyi hamlesi olan 1973 sayılı karar askeri müdahaleye yönelik meşru zemini oluşturmaktadır. 10 üyenin evet oyuyla, Çin, Rusya, Almanya, Hindistan ve Brezilya’nın çekimser kalmalarıyla söz konusu karar kabul edilmiştir. Karar sivillerin korunması ve Kaddafi güçlerinin etkisiz hale getirilmesi için hava ve denizden Libya’ya müdahaleyi içermektedir. Kararda, Libyalı yetkililerin Konsey’in 26 Şubat tarihinde aldığı 1970 sayılı karara uymadığı, Libya’daki durumun her geçen gün ağırlaşarak uluslararası barış ve güvenliğe karşı bir tehdit oluşturduğu vurgulanırken, bu kapsamda BM Sartı’nın 7’nci bölümü çerçevesinde hareket edildiği belirtilmektedir. Kararın “Uçuşa Yasak Bölge” oluşturulması ile ilgili bölümünde, Libya hava sahasına insani yardım amaçlı ve yabancı devlet vatandaşlarının ülkeden tahliyesi için yapılan uçuşlar dışında tüm uçuşların yasaklanması istenmiştir. Kararın “sivillerin korunması” ile ilgili bölümünde ise BM’ye üye tüm ülkelere Libya’da saldırı tehdidi altında bulunan sivilleri korumak üzere, herhangi bir yabancı işgalci güç oluşturmadan, “gerekli tüm önlemleri” alma yetkisi verilmiştir. Devletlerin kendi halklarını kitlesel katliamlara karşı korumaya yükümlü olduğunu ifade eden kavram bu kararlarda altı çizilerek vurgulanmıştır. Diğer devletler söz konusu olduğunda, Libya örneğindeki gibi sivillerin toplu katliam riski altında olduğunun anlaşılması halinde seyirci devletler tüm du- 36 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna rumlara karşı hareket etme noktasında bir yükümlülük altındadır. Böylesi durumlarda uluslararası toplumun parçası olarak bu devletlerin seçme hakkına sahip olmadığı ileri sürülebilir. Böyle bir savı içeren “koruma sorumluluğu” ilkesinin yaygın kabulü dikkat çekici bir gelişmedir. Kendi halklarına karşı şiddet eylemlerinde bulunan devlet yöneticileri kendilerine karşı her zaman olası olmasa bile kuvvet kullanımı içeren bir tepkinin “mümkün” olduğunu bilecektir.32 Kavrama ilişkin yaygın kabul birçok yorum ve tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Daha önce yaşananlara benzer biçimde NATO ile ilgili tartışmalar Libya örneğinde de yaşanmıştır. Eğer Batı müdahalesinin amacı sivilleri korumak ve hayatları kurtarmak idi ise, bu katastrofik bir başarısızlık olmuştur denilebilmekte, NATO’nun sivilleri korumadığı, kendi tarafından tek bir askeri kaybetmezken ölümleri katmerli hale getirdiği belirtilmektedir. Batılı güçler için Libya stratejik ve ticari açıdan oldukça önemli olan bölgenin kalbinde olmak açısından anlamlıdır. Libya örneği Arap dünyası ve ötesinde ise gerçek değişiklik ve bağımsızlık umutları için bir tehdit olarak görülmektedir. Yani yapılan müdahalelerin bu ülkelerde verilen mücadeleyi olumsuz etkilediği de bir diğer görüştür. Libya müdahalesindeki silah ambargosu sağlandığı ve uçuşa yasak bölge temin edildiği halde Libya’da NATO tarafından Kaddafi’nin kara kuvvetlerine karşı saldırıların devam etmesi uluslararası hukuk açısından da tartışmalara neden olmuştur. 1973 sayılı karara atıfta bulunularak sivillerin Kaddafi güçlerinin tehdidi altında olduğu, eğer bu güçler etkisiz hale getirilmezlerse sivillerin zarar görebileceği savunulmuştur. Birçok görüş devam eden bombardımanın açıkça isyancılara destek sağladığı oysa kararın içeriğinde böyle bir yetkinin var olmadığı ve olamayacağı yönündedir.33 Libya müdahalesi konusunda en büyük şüphe ve iddialar gerçek amacın rejim değişikliği olduğudur. Libya müdahalesindeki silah ambargosu sağlandığı ve uçuşa yasak bölge temin edildiği halde Libya’da NATO tarafından Kaddafi’nin kara kuvvetlerine karşı saldırıların devam etmesi uluslararası hukuk açısından da tartışmalara neden olmuştur. Diğer yandan, Libya için alınan 1973 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı koruma sorumluluğu ile birlikte ziyade uluslararası barış ve güvenliğin tehdit altında olduğu gerekçesini öne sürmüştür. Ancak karar Libya’da sivillerin korunmasını vurgulaması, ülkedeki hak ihlallerine ve kitlesel kıyımlara dikkat çekmesiyle, uluslararası barış ve güvenliğin tehdidi sadece gerekçe olarak kalmıştır. Gerçekleştirilen askeri müdahalenin Kaddafi’yi düşürmeye kadar 32 Bruno Pommier, “The Use of Force to Protect Civilians and Humanitarian Action: The Case of Libya and Beyond,” International Review of the Red Cross, 93(884), December 2011, s. 1082. 33 Selin M. Bölme, Ufuk Ulutaş, Taha Özhan ve Müjge Küçükkeleş, “İsyan Müdahale ve Sonrası: Libya’da Dönüşümün Sancıları”, SETA Rapor, No:5, Aralık 2011, s. 27. 37 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna ilerlemesi ise müdahalenin meşruiyetine gölge düşürmüştür.34 Genel olarak koruma sorumluluğu insani krizlerde diplomatik bir araç haline gelmiştir. Devletlerin gerekçeleri şüpheli olsa da eylemlerini meşrulaştırmak için koruma sorumluluğuna başvurmuşlardır. Ancak Mısır’ın Gazze vatandaşlarını korumak için uluslararası topluma çağrıda bulunması, Rusya’nın Güney Osetya’daki ‘soykırımı’ önlemek için Gürcistan’a müdahalede bulunması Koruma Sorumluluğuna başvurulan şüpheli durumlardır.35 Somali ve Doğu Kongo’da ise insanlığa karşı suçlar işlendiği açık olmasına rağmen R2P prensibi bu örneklerde de uygulanmamıştır. Bu örneklerde de uluslararası toplum etkin şekilde davranamamıştır.36 Bu da aslında prensibin henüz güçlü bir norm haline dönüşmediğini ve son derece selektif bir biçimde uygulandığını göstermektedir. Bu ise hem prensibin ve hem de uluslararası sistemin istikrarının geleceği adına iyimser olmanın önünde önemli bir engeldir. Prensibin, prensip gerekçesinde güçlü bir şekilde dile getirilen nedenlerin ve durumların dışında, belli başlı ana aktörlerin öncülük ve inisiyatifinde uygulanması hem inandırıcılık sorununa yol açmakta ve hem de prensibin yerleşik bir norm haline gelmesine engel olmaktadır. Sonuç olarak, Fildişi Sahili ve Libya örnekleri dışında, Darfur’da dahil olmak üzere çoğu insan hakları ihlallerine uluslararası toplum sessiz kalmıştır. Diğer yandan 2003 ABD’nin Irak müdahalesinde, müdahaleye meşruiyet kazandırmak için insani müdahaleye ve koruma sorumluluğuna atıfta bulunulması normun suistimale açık olduğunu ortaya koymuştur. Hatta Rusya bile 2008 yılında Gürcistan topraklarına girdiğinde ve daha yakın tarihlerde Kırım’ı ilhak ettiğinde de R2P prensibinin temel varsayımlarını andırır gerekçeler ileri sürmüştür. En yakın örnek olarak Suriye krizinde açıkça görülen insan hakları ihlalleri karşısında uluslararası toplumun etkin olamayışı, insani nedenlerle müdahalede bulunamama, müdahale kavramının ne kadar politize olduğunun kanıtıdır. Koruma Sorumluluğu: Problem ve Sakıncalar İnsani müdahale kavramında söz konusu olduğu gibi alınan koruma sorumluluğunun ihlali gerekçesi ile alınan kararların neredeyse tamamının tartışmalı oluşu sorgulanması gereken önemli bir noktadır. Bu tartışmalar, yeni bir uluslararası hukuk ve siyaset normu olarak geliştirilmeye çalışılan 34 Cenap Çakmak, ‘Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanımı ve Libya’ya Askeri Müdahale’, http://www.zaman.com.tr/yorum_yorum-doc-dr-cenap-cakmak-uluslararasi-hukukta-kuvvetkullanimi-ve-libyaya-askeri-mudahale_1125164.html (Erişim Tarihi: 17 Ekim 2015) 35 Alex J. Bellamy, Global Politics and the Responsibility To Protect, Routledge, 2011, s.26. 36 Evans, a.g.m., s.12. 38 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna R2P önemli ölçüde etkilenmiştir. Süregiden tartışmalarda R2P kavramı bir algı değiştirme çabası olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavrama dek insani müdahale hep askeri müdahaleyi çağrıştırmıştır. R2P ise insani müdahaleyi bu algıdan sıyırmak için düzenlenmiş izlenimi uyandırmaktadır. İncelenen rapor ve kararlarda da görüldüğü gibi sıklıkla vurgulanan algılanması gerekenin önceliğin mevcut insani krizi “önlemek” olduğudur. Bu noktada, R2P kavramı ve kavramın geleceği için uluslararası toplum tarafından bir sınav verildiği açıktır. Ancak teori ve pratikteki uyumsuzluklar bir kavrama daha şüpheyle yaklaşılmasını da beraberinde getirecek ve sonuç itibarı ile de uluslararası hukuka ayakları yere basmayan tartışmalı, karmaşık bir kavram daha kazandırılmış olacaktır. Kavrama duyulan şüphenin BM ve NATO gibi kuruluşların bu konuda karnesinin çok da parlak olmamasından kaynaklandığı söylenebilir. Ayrıca insani müdahale konusunda askeri müdahale algısının değiştirilmesi ya da dönüştürülmesi çok kolay olmayacaktır. Ancak bu konuda uygulamadaki bir başarı teoriyi güçlendirebilecektir. Ayrıca kavramla birlikte güce başvurmama ilkesinin yıpratılmadığı da kanıtlanmalıdır. R2P’nin sahneye çıkıp uygulama alanı bulduğu ilk örnek olan Libya örneğinde –ki R2P çerçevesinde değerlendirilmemesi gerektiği görüşleri de mevcuttur- tartışmalar da aynı hızla sahneye çıkmıştır. İnsani müdahalenin bir kılıf olduğu, müdahaleye meşru zemin yaratılmaya çalışıldığı iddialarının yanı sıra bir de asıl amacın rejim değişikliği olduğu ileri sürülmüştür. Şüphe düşüncelerin kemirgeni olarak ortaya çıktığında kavramın yıpranması da kaçınılmaz olmaktadır. Suriye’deki kriz Mısır, Tunus ve Libya’dakinden çok daha zorlu ve karmaşık bir meseledir. Suriye’nin bölgedeki konumu, uluslararası arenadaki önemli devletlerle olan ilişkileri, etnik ve dini yönden karmaşık yapısı sürece de etki etmektedir. Suriye’deki kriz Mısır, Tunus ve Libya’dakinden çok daha zorlu ve karmaşık bir meseledir. Suriye’nin bölgedeki konumu, uluslararası arenadaki önemli devletlerle olan ilişkileri, etnik ve dini yönden karmaşık yapısı sürece de etki etmektedir. Koruma sorumluluğu çerçevesinde Suriye krizini önemli kılan ise uluslararası toplumun (Libya ile kıyaslandığında) selektif bir tutum takınmış olmasıdır. Libya’da askeri müdahalenin bir gerekçesi olarak ileri sürülen ve altı çizilen koruma sorumluluğu, Suriye örneğinde de ancak söylem düzeyinde ve büyük ölçüde de niyet edilen tanım ve bağlamından farklı bir şekilde dile getirilmiş ve krizin tümünü kapsayacak şekilde değil, krize kendi stratejik ve siyasi duruşları açısından bakmayı tercih eden aktörlerin manipülatif kullanımına maruz kalmıştır. 39 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna 5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Koruma sorumluluğu ve devlet egemenliği Koruma sorumluluğu kavramı insani müdahale ile ilgili ortaya çıkan iki büyük ve önemli probleme bir cevap niteliğinde ortaya çıkmıştır. Bu problemlerden birincisi, kuvvet kullanmanın gerekli olduğunun açık olduğu, ancak BM Şartı çerçevesinde Konseyin beş daimi üyesinin sahip olduğu veto yetkisi nedeniyle müdahalenin mümkün olmadığı durumlarda müdahalenin uluslararası toplumun rıza ve onayı olmaksızın gerçekleştirilmesinin meşrulaştırılmasıdır. Problemlerin ikincisi ise insani güvenliğin ciddi bir risk altında olduğu durumlarda ne yapılması gerektiğinin açık bir şekilde belli olmaması, doğrudan askeri müdahalenin sanki öncelikli bir çözüm imiş gibi vurgulanması ve bunun keyfi neden ve gerekçeler ile yerine getirilmesidir. Bu iki soruna koruma sorumluluğu kavramının en azından kağıt üzerinde getirdiği çözümler ise aslında uluslararası toplumu sürece daha fazla dahil etmek ve olası müdahalenin meşruiyet sınırlarını ve gerekçelerini daha belirgin bir biçimde tanımlamak şeklinde kendini göstermiştir. Güvenlik Konseyi’nin kuvvet kullanma mekanizmalarındaki rolünü göz ardı etmeden, ancak Konseyin yetersiz kaldığı durumlarda belirgin bir şekilde uluslararası toplumun rızasını elde ederek kurgulanacak bir mekanizma ile tehdit altındaki insan gruplarının güvenliğinin korunmasını merkeze koyan koruma sorumluluğu kavramı bu açıdan bakıldığında son derece radikal denilebilecek bir değişikliği hedeflemiştir. Ancak en azından günümüzde uygulandığı ve yorumlandığı haliyle koruma sorumluluğu kavramının bu iki temel problemi çözebildiğini söylemek son derece güçtür. Koruma sorumluluğunun, bir halk topluluğunun korunması ile ilgili temel bazı ilkeler ortaya koyduğu elbette ki açıktır. Buna göre aslında yine devrim sayılabilecek bir anlayışın da önünü açmıştır. Koruma sorumluluğu kavramı ile ilk defa herhangi bir halk topluluğunun korunması gerektiği ve korunmadığı durumlarda bazı tedbirlerin alınmasının şart olduğu ifade edilmiştir. Daha da önemlisi bu koruma sorumluluğu bir uluslararası hukuk yükümlülüğü olarak tanımlanmıştır. Bu birçok açıdan son derece önemli bir gelişmedir zira konvansiyonel uluslararası hukuk ve ilişkiler anlayışında vurgu sürekli devletin güvenliğine ve çıkarlarına yapılmıştır. Koruma sorumluluğu ise güvenlik anlayışında en azından teoride farklı bir bakış açısına işaret etmekte ve güvenliğin esasta insan topluluklarının ihtiyacı olduğunu vurgulamaktadır. Bir diğer önemli yenilik de koruma sorumluluğunun hangi durumlarda ortaya çıktığının ana hatları ile de olsa belirlenmiş olmasıdır. İnsani müdahale muğ- 40 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna lak sayılabilecek gerekçeler ile meşrulaştırılırken koruma sorumluluğu, bir devletin, egemen olmaktan kaynaklanan sorumluluğunu soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve etnik temizlik ile sınırlandırmıştır. Yani mesela yeterli sağlık hizmeti sağlamama ya da mesela ifade özgürlüğünü garanti altına almama, uluslararası toplumun müdahalesini gerektirecek bir neden değildir. Bu elbette ki bir devletin ifade özgürlüğünü dilediği gibi kısıtlayabileceği anlamına gelmemektedir. Uluslararası insan hakları hukuku, insancıl hukuk ve ceza hukuku mekanizma ve düzenlemelerine taraf olan devletler bu mekanizmalarda belirtilen kurallar çerçevesinde hukuken yükümlü olmaktadır. Ancak burada önemli nokta, koruma sorumluluğu doktrini çerçevesinde belirlenmiş olan yükümlülüğün ihlali halinde müdahale yolunun ve seçeneğinin açık tutulmuş olmasıdır. Ne insan hakları hukukunda, ne de uluslararası ceza hukukunda bu türden bir müeyyide ya da seçenek tanımlanmış değildir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi koruma sorumluluğu doktrini, bu önemli yeniliklerine rağmen başlangıçta belirlenmiş hedeflerin gerçekleşmesini sağlayamamıştır. Sonuç itibarı ile işlevsiz hale geldiği durumlarda dahi Güvenlik Konseyini devre dışı bırakamamış ve Konsey yerine yeni bir karar mercii ya da mekanizması ihdas edememiştir. Doktrinin uygulama alanı bulduğu örneklerde Konsey öncü rolü üstlenmiş ve BM Şartı çerçevesinde sahip olduğu yetkileri koruma sorumluluğu kavramına atıfla kullanmıştır. Bu da koruma sorumluluğunu ilgilendiren örneklerde yeni bir emsal oluşturmuştur. Diğer bir ifadeyle, Konseyin almış olduğu bağlayıcı kararlarda kavrama atıfta bulunması, koruma sorumluluğu ilkesi çerçevesinde harekete geçme rol ve yetkisinin Konseye ait olduğu şeklinde bir emsalin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu emsalin ne derece yerleşeceği ve kabul göreceği zamanla daha belirgin hale gelecektir. Bu açıdan bakıldığında koruma sorumluluğunun bazı önemli başarıları, ama aynı zamanda bazı önemli sakıncaları da ortaya çıkmaktadır. En önemli başarısı hiç şüphesiz bir devletin, egemen vasfıyla, sahip olduğu yetkilerin yanında kendi halkını koruması ile ilgili uluslararası hukuk yükümlülüğünü tahkim etmesidir. Bugün için en azından prensipte her devletin, kavramda atıf yapılan durumlar söz konusu olduğunda, kendi halkını koruması gerektiği ile herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Bu oldukça önemli bir noktayı ifade etmektedir. Egemenlik bugüne kadar hem pratikte ve hem de doktrinde bir devletin yetkisi bağlamında ele alınmıştır. Bunun en temel nedeni şudur: bir devletin güvenliğinin sağlanması ya da garanti altına alınması aynı zamanda halkın güvenliğinin sağlanması anlamına gelmektedir. Dolayısıyla ulusal güvenlik aynı zamanda insan güvenliği demektir. Böyle bir yaklaşımda devletin halına 41 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna karşı sorumluluğundan değil, devletlerin birbirlerine karşı sorumluluklarından söz edilebilir. Halbuki koruma sorumluluğu doktrini soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve etnik temizlik hallerinde devleti aradan çıkararak doğrudan halkı uluslararası hukuk çerçevesinde korunması gereken bir nesne olarak değerlendirmiş ve devleti ve hatta uluslararası toplumu insan güvenliğinden sorumlu tutmuştur. BM Şartında devletlerin kuvvet kullanmasının yasaklanması üç düzenleme ortaya çıkarmıştır: BM Şartı 6. ve 7. bölümlerde düzenlenen ortak güvenlik sistemi, 8. Bölümde yer alan bölgesel düzenlemeler ve 51. maddede yer alan meşru müdafaa hakkı. Dolayısıyla koruma sorumluluğu devlet egemenliği anlayışında önemli bir yenilik getirmiştir. Egemen bir varlık olarak devlet, uluslararası politika ve hukukta sahip olduğu yetkiler yanında birtakım sorumluluklar da üstlenmek durumundadır. Klasik uluslararası hukukun aksine bu yükümlülükler doğrudan insanı ön plana çıkarmaktadır. Tabi ki insan topluluklarına karşı devletin egemen olmaktan kaynaklanan yükümlülüklerinin kapsamı çok geniş değildir. Ancak yine de doğrudan doğruya insan topluluklarının uluslararası hukuk yükümlülüğünün konusu haline gelmiş olmaları ve bu yükümlülüklerin ihlali durumunda müdahale gibi ağır denilebilecek müeyyidelerin söz konusu olması egemenlik anlayışında önemli bir değişimi ifade etmektedir. Koruma sorumluluğu ve kuvvet kullanmanın hukuki çerçevesinde yaşanan değişim BM öncesi düzenlemelerde karşılaşılan ‘savaş’ terimi, savaş dışında kuvvet kullanma yollarını düzenleme dışında bıraktığından birçok sorunu da beraberinde getirmiştir. BM anlaşmasında ise savaş kavramı yerine ‘kuvvet tehdidi ya da kuvvet kullanma’ kavramı kullanılarak daha açık düzenlemeler getirilmiştir.37 Bu çerçevede BM Şartında devletlerin kuvvet kullanmasının yasaklanması üç düzenleme ortaya çıkarmıştır: BM Şartı 6. ve 7. bölümlerde düzenlenen ortak güvenlik sistemi, 8. Bölümde yer alan bölgesel düzenlemeler ve 51. maddede yer alan meşru müdafaa hakkı.38 Bu bağlamda BM şartı madde 1’de belirtilen uluslararası barış ve güvenliği korumak için madde 2’deki kuvvet kullanımına dair kısıtlamalar düzenlenmiştir. BM Şartı Madde 2/4’e göre: Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasal bağımsızlığa karşı, gerek Birleşmiş Milletlerin amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine ya da kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.39 37 Acer, a.g.e., s.55. 38 Funda Keskin, “BM ve Kuvvet Kullanma,” Avrasya Dosyası, 8(1), İlkbahar 2002, s.150. 39 http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/3-30.pdf (Erişim Tarihi: 15 Şubat 2015); BM Şartı’nın orijinal metni için bkz. http://www.un.org/en/documents/charter/chapter1.shtml 42 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Bu maddeye göre bir üye devletin diğer üye devletlerin toprak bütünlüğüne ve siyasal bağımsızlığına karşı, BM Şartının amaçlarıyla çelişecek şekilde silahlı kuvvet kullanması ve silahlı kuvvet kullanma tehdidinde bulunması yasaklanmaktadır.40 Madde 2/4’ün kapsamı kuvvet kullanma tehdidini içerdiği gibi, kuvvete başvurmayı ‘bir başka devletin toprak bütünlüğüne ya da siyasi bağımsızlığına karşı’ ya da BM’nin ‘amaçlarına uymayacak eylemlerde bulunma’ durumlarında yasaklamıştır. BM Şartı uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasında ve korunmasında güvenlik konseyine büyük bir sorumluluk yüklemiştir. Bu sorumluluk 6. Bölümde düzenlenen tavsiye niteliğindeki uyuşmazlıkların çözümünde barışçıl yollara başvurma, 7. Bölümde düzenlenen barışın tehdidi, bozulması ya da bir saldırı durumunda alınacak önlemleri içermektedir. Buna göre Güvenlik Konseyi herhangi bir uyuşmazlık ya da anlaşmazlığın uluslararası barış ve güvenliği tehdit edip etmeyeceğine karar vermek için soruşturma yetkisine sahiptir. Bunun dışında herhangi bir BM üyesi uluslararası barış ve güvenliğe tehdit gördüğü bir anlaşmazlıkta Güvenlik Konseyi veya Genel Kurul’un dikkatini çekebilme hakkına sahiptir. Diğer yandan bir devlet BM üyesi olmasa bile taraf olduğu bir uyuşmazlığı barışçıl yollarla çözme yükümlülüğünü saklı tutarak, Genel Kurul’un ve Güvenlik Konseyi’nin dikkatini çekebilmektedir.41 Her ne kadar Güvenlik Konseyi kuvvet kullanımına izin verilmesinde merkez rolü üstlense de Genel Kurulun da bu konuda tavsiye niteliğinde yetkisi bulunmaktadır. Diğer bir deyişle kuvvet kullanımına dair kararın alınmasında Güvenlik Konseyinden kaynaklanan bir tıkanıklık meydana geldiğinde Genel Kurul devreye girmektedir. Ancak genel kurulun buradaki rolü ikincildir ve alacağı kararlar tavsiye niteliğindedir.42 Kuvvet kullanımı ile ilgili bu genel çerçeveye bakıldığında koruma sorumluluğu kavramının geliştirilmesi ile neyin hedeflendiği konusunda bir fikir edinmek mümkündür. Burada temel amaç, uluslararası toplumu temsil ettiği düşünülen Genel Kurulun, kuvvet kullanımı konusunda daha etkin hale getirilmesidir. Bu Konsey ile ilgili uzunca bir süredir dile getirilen eleştirilerin de pratik bir yansımasını ifade etmektedir. Koruma sorumluluğunun ihlali halinde uluslararası toplumun ilgili insan topluluğunu korumakla yükümlü olduğu kavramın ve doktrinin temel vurgularından birisidir. Bir devletin, egemen ol40 Nejat Doğan, “Uluslararası İlişkilerde Meşru Güç Kullanımı: BM Sisteminin Temel İlkeleri, BM Şartı Paradigmasının Değişimi ve Türkiye”, içinde Cenap Çakmak, Nejat Doğan ve Ahmet Öztürk (der.), Uluslararası İlişkilerde Güncel Konular ve Türkiye, Seçkin Yayıncılık, 2012, s.106. 41 http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/pdf01/3-30.pdf, s.12-13, (Erişim Tarihi:15 Şubat 2015) 42 Çakmak, a.g.e., s.185-186. 43 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna maktan kaynaklanan koruma sorumluluğunu ihlal etmesi durumunda müdahale de dahil tedbirlerin alınmasında Konseyin inisiyatif kullanması elbette söz konusu olabilecektir. Şayet Konsey etkili tedbirler alabilirse bu koruma sorumluluğu ilkesinin amaçlarına zaten aykırılık teşkil etmeyecektir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi asıl sorun, Konseyin etkili önlem alamadığı durumlarda, uluslararası toplumun rızasını gösterecek mekanizmalar çerçevesinde gerekirse kuvvet kullanmayı mümkün ve meşru kılacak bir çerçeveyi kurabilmektir. Bu meşruiyet insani müdahale doktrini ile sağlanamadığı için koruma sorumluluğu kavramı ortaya çıkmıştır. Diğer bir deyişle koruma sorumluluğu bir taraftan insani müdahalede olduğu gibi Konsey kararı olmaksızın insani gerekçeler ile kuvvet kullanımını mümkün kılmak, bir taraftan da bunu hukuki ve meşru bir zemine oturtmak amacı ile geliştirilmiştir. Uluslararası siyasetin doğası dikkate alındığında bunun gerçekleştirilmesi son derece zor bir hedef olduğu açıktır. Nitekim uygulamada koruma sorumluluğu ilkesi, başlangıçta tasarlandığından farklı bir şekil almıştır. Koruma sorumluluğu ilkesine atıfla yapılan müdahalelerde ve kuvvet kullanma örneklerinde gerekli meşruiyet altyapısı Güvenlik Konseyi kararları ile sağlanmıştır. Suriye örneğinde olduğu gibi, Konseyin karar alamadığı durumlarda ise uluslararası toplumun rızasını yansıtır tarzda bir müdahale süreci başlatılamamıştır. Diğer bir ifadeyle koruma sorumluluğu prensibine rağmen Konsey, kuvvet kullanma konusunda tek yetkili örgüt olarak kalmaya devam etmiş, yardımcı rollerine rağmen Genel Kurul, koruma sorumluluğu ilkesinin ancak içeriğinin ortaya çıkmasında katkı sağlamış, buna karşılık uygulamada herhangi bir aşamada belirleyici bir işlev üstlenememiştir. Bugün gelinen noktada da Konsey, koruma sorumluluğu gerekçesi de dahil olmak üzere kuvvet kullanma konusunda baskın konumunu muhafaza etmektedir. Peki koruma sorumluluğu ilke ve kavramının kuvvet kullanma ile ilgili hukuki mekanizmaya getirdiği yenilik nedir? Artık Güvenlik Konseyi, uluslararası insancıl hukuk ve uluslararası ceza hukuku kurallarının ağır ve sistematik ihlallerinde neredeyse sadece bu ilkeye atıfla kuvvet kullanma da dahil etkili önlem alabilmektedir. Diğer bir deyişle çok ağır ihlallerin meydana gelmesi halinde insani güvenliğe atıfla, Konsey uluslararası toplumun halkı koruma sorumluluğunun temsilcisi işlevini görmektedir. Yani insan topluluklarının güvenliklerinin tehdit altına girmesi uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehdit olarak değerlendirilebilmekte ve dolayısıyla bu tehdit ile ilgili olarak BM Şartındaki düzenlemeler hayata geçirilebilmektedir. Somut olarak belirtmek gerekirse burada üç önemli yenilik göze çarpmakta- 44 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna dır. Birincisi, uluslararası ceza hukuk ve insancıl hukuk ihlalleri kuvvet kullanmaya varacak müeyyidelere tabi kılınmaktadır. Dolayısıyla sadece bireysel sorumluluk değil, egemenlikten kaynaklanan sorumluluğu nedeniyle devletin kolektif sorumluluğu da açık bir şekilde gündeme gelmektedir. Hatta özellikle suç eylemleri ile ilgili olarak bireysel sorumluluk da yine koruma sorumluluğunun ihlali bağlamında yine çoğunlukla Konsey tarafından ele alınmaktadır. İkincisi, insani güvenlik bazı durumlarda devlet güvenliğinin yerini almakta ve doğrudan uluslararası hukuk ve ilişkilerin önemli bir gündemi haline gelmektedir. Üçüncüsü, devletin, egemen olması nedeniyle, neredeyse uluslararası hukuk süjesi olarak sahip olduğu yetkiler kadar halkı koruma sorumluluğu ön plana çıkarılmaktadır. R2P uluslararası norm haline gelir mi? Peki bütün bunlar koruma sorumluluğu ilkesinin bütün uluslararası toplum tarafından kabul gören bir norm haline gelmesini sağlar mı? Bu konuda net bir cevap vermek zordur. Kimi uluslararası hukukçulara göre koruma sorumluluğu bugün uluslararası hukukun önemli bir normu haline gelmiştir. Kimine göre ise böylesi bir statüden söz etmek için henüz çok erkendir zira ilkenin norm haline gelmesi için sağlaması gereken önemli koşullar bulunmaktadır. R2P’nin norm haline gelip gelmemesi uluslararası hukukun özellikle kuvvet kullanma ile ilgili mekanizmalarının geleceği için büyük önem taşımaktadır. Koruma sorumluluğunun ihlali gerekçesi ile atılacak ya da atılamayacak adımlar, ilkenin uluslararası toplumca ne kadar kabul gördüğünü göstereceği gibi, bireysel olarak bazı devletlerin söz konusu ilkeyi nasıl manipüle ettikleri ile ilgili de önemli ipuçları verecektir. Güvenlik Konseyinin R2P ilkesi üzerinde monopol ihdas etmeye başlaması ve soykırım, insanlığa karşı suçlar ve etnik temizlik gibi ağır uluslararası hukuk hallerinde müdahaleye karar verme konusunda zaten var olan rolünü iyice pekiştirmesi bir açıdan bakıldığında olumlu sayılabilir. Zira Konseyin kararları bütün uluslararası toplum için geçerlidir. Ancak burada büyük önem arz eden konu, Konseyin müdahale ve kuvvet kullanmayı gerektiren her durumda benzer bir standardı ortaya koyabilmesidir. Bu yapılabildiği takdirde koruma sorumluluğu ilkesi, Konseyin karar ve uygulamaları yoluyla bütün devletler için bağlayıcı bir uluslararası hukuk normu haline gelebilir. Buna karşılık Konseyin beş daimi üyelerinden herhangi birisi, doğrudan kendi güvenlik öncelikleri ve çıkarlarını ilgilendiren bir konuda, kuvvet kullanmayı gerektiren bir durum olmasına rağmen süreci bloke eder ve bir karar alınmasını engellerse koruma sorumluluğu ilkesinin bir norma dönüşmesi söz konusu olmayabilecektir. Güvenlik Konseyinin yapısının ve oy verme mekanizması- 45 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna nın değişmesi görünür bir gelecekte mümkün olmadığına göre R2P’nin güçlü bir norm haline dönüşmesi, özellikle daimi üyeler arasında varılacak bir mutabakata ve bu ilkenin uygulanabileceği her durumda aynı pratiği tekrarlamalarına bağlı olacaktır. Ancak bu, imkansız olmasa bile, en azından günümüz uluslararası siyasi koşulları dikkate alındığında son derece uzak bir ihtimalmiş gibi görünmektedir. Buna ilave olarak, bireysel olarak bazı devletlerin, koruma sorumluluğu prensibini BM Şartının meşru müdafaa koşullarına atfen kendi çıkarları ve buna uygun olarak kuvvet kullanma girişimlerini meşrulaştırmak için kullanmaları R2P’nin insani müdahale kavramı gibi suiistimal edilmesine ve sonuçta da uluslararası siyasi rekabetin kurbanı olmasına neden olabilecektir. 46 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna BİLGESAM YAYINLARI Kitaplar Çin Yeni Süper Güç Olabilecek mi? Güç, Enerji ve Güvenlik Boyutları (Ed.) Doç. Dr. Atilla SANDIKLI Değişen Dünyada Türkiye’nin Stratejisi Doç. Dr. Atilla SANDIKLI Türkiye’nin Bugünü ve Yarını E. Bakan-Büyükelçi İlter TÜRKMEN Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortadoğu Politikası E. Bakan-Büyükelçi İlter TÜRKMEN Türkiye’nin Vizyonu: Temel Sorunlar ve Çözüm Önerileri (Ed.) Doç. Dr. Atilla SANDIKLI İleri Teknolojiler Çalıştayı ve Sergisi (İTÇ 2010) Bildiri Kitabı Prof. Dr. M. Oktay ALNIAK IV. Ulusal Hidrojen Enerjisi Kongresi ve Sergisi Bildiri Kitabı Prof. Dr. M. Oktay ALNIAK Özgür, Demokratik ve Güvenli Seçim Kasım ESEN, Özdemir AKBAL Terörle Mücadele Stratejisi Bilge Adamlar Kurulu Raporu Hazırlayan: Doç. Dr. Atilla SANDIKLI Türkiye’de Kürtler ve Toplumsal Algılar Dr. Mehmet Sadi BİLGİÇ, Dr. Salih AKYÜREK Teoriler Işığında Güvenlik, Savaş, Barış ve Çatışma Çözümleri (Ed.) Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 47 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Asya’da Güvenlik Sorunları ve Yansımaları (Ed.) Doç. Dr. R. Kutay KARACA Sivil-Asker İlişkileri ve Ordu-Toplum Mesafesi Dr. Salih AKYÜREK, Serap KOYDEMİR, Esra ATALAY, Adnan BIÇAKSIZ Orta Doğu’da Değişim ve Türkiye (Ed.) Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Erdem KAYA Atatürk’ün Dış Politika Stratejisi: Hedefler ve Prensipler Doç. Dr. Atilla SANDIKLI İçimizdeki Komşu Suriye Dr. A. Oğuz ÇELİKKOL Dünden Bugüne Kürt Sorunu ve PKK Dr. M. Sadi BİLGİÇ Dünden Bugüne Türk-Yunan İlişlikeri’ne Bir Bakış Dr. A. Oğuz ÇELİKKOL Bölgesel Sorunlar ve Türkiye (Ed.) Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Erdem KAYA Raporlar Rapor 1: Küresel Gelişmeler ve Uluslararası Sistemin Özellikleri Prof. Dr. Ali KARAOSMANOĞLU Rapor 2: Değişen Güvenlik Anlayışları ve Türkiye’nin Güvenlik Stratejisi Doç. Dr. Atilla SANDIKLI Rapor 3: Avrupa Birliği ve Türkiye E. Büyükelçi Özdem SANBERK Rapor 4: Yakın Dönem Türk-Amerikan İlişkileri Prof. Dr. Ersin ONULDURAN Rapor 5: Türk-Rus İlişkileri Sorunlar-Fırsatlar Prof. Dr. İlter TURAN 48 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Rapor 6: Irak’ın Kuzeyindeki Gelişmelerin Türkiye’ye Etkileri E. Büyükelçi Sönmez KÖKSAL Rapor 7: Küreselleşen Dünyada Türkiye ve Demokratikleşme Prof. Dr. Fuat KEYMAN Rapor 8: Türkiye’de Bağımsızlık ve Milliyetçilik Anlayışı Doç. Dr. Ayşegül AYDINGÜN Rapor 9: Laiklik, Türkiye’deki Uygulamaları Avrupa ile Kıyaslamalar Politika Önerileri Prof. Dr. Hakan YILMAZ Rapor 10: Yargının İyileştirilmesi/Düzeltilmesi Prof. Dr. Sami SELÇUK Rapor 11: Yeni Anayasa Türkiye’nin Bitmeyen Senfonisi Prof. Dr. Zühtü ARSLAN Rapor 12: Türkiye’nin 2013 Yılı Teknik Vizyonu Prof. Dr. M. Oktay ALNIAK Rapor 13: Türkiye-Ortadoğu İlişkileri E. Büyükelçi Güner ÖZTEK Rapor 14: Balkanlarda Siyasi İstikrar ve Geleceği Prof. Dr. Hasret ÇOMAK, Doç. Dr. İrfan Kaya ÜLGER Rapor 15: Uluslararası Politikalar Ekseninde Kafkasya Yrd. Doç. Dr. Fatih ÖZBAY Rapor 16: Afrika Vizyon Belgesi Hasan ÖZTÜRK Rapor 17: Terör ve Terörle Mücadele M. Sadi BİLGİÇ Rapor 18: Küresel Isınma ve Türkiye’ye Etkileri Doç. Dr. İrfan Kaya ÜLGER 49 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Rapor 19: Güneydoğu Sorununun Sosyolojik Analizi M. Sadi BİLGİÇ, Dr. Salih AKYÜREK, Doç. Dr. Mazhar BAĞLI, Müstecep DİLBER, Onur OKYAR Rapor 20: Kürt Sorununun Çözümü İçin Demokratikleşme, Siyasi ve Sosyal Dayanışma Açılımı E. Büyükelçi Özdem SANBERK Rapor 21: Türk Dış Politikasının Bölgeselleşmesi E. Büyükelçi Özdem SANBERK Rapor 22: Alevi Açılımı, Türkiye’de Demokrasinin Derinleşmesi Doç. Dr. Bekir GÜNAY, Gökhan TÜRK Rapor 23: Cumhuriyet, Çağcıl Demokrasi ve Türkiye’nin Dönüşümü Prof. Dr. Sami SELÇUK Rapor 24: Zorunlu Askerlik ve Profesyonel Ordu Dr. Salih AKYÜREK Rapor 25: Türkiye-Ermenistan İlişkileri Bilge Adamlar Kurulu Raporu Yrd. Doç. Dr. Fatih ÖZBAY Rapor 26: Kürtler ve Zazalar Ne Düşünüyor? Ortak Değer ve Sembollere Bakış Dr. Salih AKYÜREK Rapor 27: Jeopolitik ve Türkiye: Riskler ve Fırsatlar Doç. Dr. Atilla SANDIKLI Rapor 28: Mısır’da Türkiye ve Türk Algısı M. Sadi BİLGİÇ, Dr. Salih AKYÜREK Rapor 29: ABD’nin Irak’tan Çekilmesi ve Türkiye’ye Etkileri Doç. Dr. Cenap ÇAKMAK, Fadime Gözde ÇOLAK Rapor 30: Demokratik Açılım ve Toplumsal Algılar Bilge Adamlar Kurulu Raporu Dr. Salih AKYÜREK 50 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Rapor 31: Ortadoğu’da Devrimler ve Türkiye Doç. Dr. Cenap ÇAKMAK, Mustafa YETİM, Fadime Gözde ÇOLAK Rapor 32: Güvenli Seçim: Sorunlar ve Çözüm Önerileri Kasım ESEN, Özdemir AKBAL Rapor 33: Silahlı Kuvvetler ve Demokrasi Prof. Dr. Ali L. KARAOSMANOĞLU Rapor 34: Terör Önleme Birimleri Kasım ESEN, Özdemir AKBAL Rapor 35: İran, Şii Hilali ve Arap Baharı Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Emin SALİHİ Rapor 36: Yeni Anayasadan Toplumsal Beklentiler BİLGESAM Rapor 37: Etnik Çatışma Teorileri Işığında Dağlık Karabağ Sorunu Yrd. Doç. Dr. Reha YILMAZ, Elnur İSMAYILOV Rapor 38: Çağcıl Hukuk Sistemlerinde ve Türkiye’de Tutuklama Bilge Adamlar Kurulu Raporu Rapor 39: Afrika’da Türkiye ve Türk Algısı BİLGESAM Rapor 40: Kaos Senaryolarının Merkezinde İran Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Bilgehan EMEKLİER Rapor 41: Ermenistan’da Türkiye ve Türk Algısı Dr. Salih AKYÜREK Rapor 42: Yasa dışı Göç ve Türkiye Bilge Adamlar Kurulu Raporu Emine AKÇADAĞ Rapor 43: Kırgızistan’da Türkiye ve Türk Algısı Dr. Salih AKYÜREK 51 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Rapor 44: Kazakistan’da Türkiye ve Türk Algısı Dr. Salih AKYÜREK Rapor 45: Çatışma Çözümü ve Türkiye’de Kürt Meselesi Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Erdem KAYA Rapor 46: Afganistan’ da Sivil Ölümleri Dr. Salih AKYÜREK, Nursema KIBRIS, Dilara ÜNAL Rapor 47: İran Nükleer Krizinin Türkiye’ye Olası Etkileri Bilge Adamlar Kurulu Raporu Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Bilgehan EMEKLİER Rapor 48: Çağcıl Hukuk Sistemleri ve Türkiye’de İşkence Erkam MALBELEĞİ Rapor 49: Balkanlarda Türkiye ve Türk Algısı Dr. M. Sadi BİLGİÇ, Dr. Salih AKYÜREK Rapor 50: Suriye Sorunu ve Türk Dış Politikasına Toplumsal Bakış Dr. Salih AKYÜREK, Prof. Dr. Cengiz YILMAZ Rapor 51: Terörle Mücadelede Toplumsal Algılar Dr. Salih AKYÜREK, Mehmet Ali YILMAZ Rapor 52: Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye Bilge Adamlar Kurulu Raporu Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Ali SEMİN Rapor 53: İnsansız Hava Araçları: Muharebe Alanında ve Terörle Mücadelede Devrimsel Dönüşüm Dr. Salih Akyürek, Mehmet Ali Yılmaz & Mustafa Taşkıran Rapor 54: Türkiye’nin Dış Yardım Stratejisi Sorunlar ve Öneriler Hasan ÖZTÜRK, Sevinç ÖZTÜRK Rapor 55: 2. Körfez Savaşı’nın 10. Yılında Irak Bilge Adamlar Kurulu Raporu Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Ali SEMİN, Tuğçe ERSOY ÖZTÜRK 52 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Rapor 56: Türk Silahlı Kuvvetlerine Toplumsal Bakış Dr. Salih AKYÜREK, Mehmet Ali YILMAZ Rapor 57: Çözüm Sürecine Toplumsal Bakış Dr. Salih AKYÜREK, Mehmet Ali YILMAZ, Esra ATALAY, Fatma Serap KOYDEMİR Rapor 58: Türk-Rus İlişkileri Bilge Adamlar Kurulu Raporu Doç. Dr. Fatih ÖZBAY Rapor 59: Doğu Akdeniz’de Enerji Keşifleri ve Türkiye Bilge Adamlar Kurulu Raporu Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Türkan BUDAK, Bekir ÜNAL Rapor 60: Kafkasya’daki Gelişmeler ve Türkiye Bilge Adamlar Kurulu Raporu Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Elnur İSMAYILOV, Orhan GAFARLI Rapor 61: Türkiye’de Etnik, Dini ve Siyasi Kutuplaşma Dr. Salih AKYÜREK, Fatma Serap KOYDEMİR Rapor 62: Karadeniz’deki Gelişmeler ve Türkiye Bilge Adamlar Kurulu Raporu Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Erdem KAYA, Elnur İSMAYILOV Rapor 63: Avrupa’nın İçinde Bulunduğu Sosyo-Ekonomik Kriz ve Türkiye ile İlişkiler Dr. Can BAYDAROL, Aslıhan P. TURAN Rapor 64: Balkanlar ve Türkiye Bilge Adamlar Kurulu Raporu Orhan DEDE Rapor 65: Irak ve Suriye’deki Gelişmelerin Türkiye’ye Etkileri Bilge Adamlar Kurulu Raporu Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Ali SEMİN, Bekir ÜNAL Rapor 66: Türkiye’de Değerler ve Tutumlar Dr. M. Sadi Bilgiç, Dr. Salih Akyürek, F. Serap Koydemir 53 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Rapor 67: Terörün Geldiği Yeni Boyut: IŞİD Örneği Bilge Adamlar Kurulu Raporu Doç. Dr. Atilla SANDIKLI Rapor 68: Denizlerin Önemi ve Türk Deniz Kuvvetleri Dr. Emine AKÇADAĞ Rapor 69: Türkiye’de Yargıya Toplumsal Bakış Dr. M. Sadi BİLGİÇ, Dr. Salih AKYÜREK, F. Serap KOYDEMİR Rapor 70: Gelecek Vadeden Kıta Afrika Hasan ÖZTÜRK, Hatice EKE Demokratikleşme ve Sosyal Dayanışma Açılımı Bilge Adamlar Kurulu Raporu İleri Teknolojiler Çalıştayı ve Sergisi (İTÇ 2010) Sonuç Raporu BİLGESAM İleri Teknolojiler Çalıştayı ve Sergisi (İTÇ 2011) Sonuç Raporu BİLGESAM Dergiler Bilge Strateji Dergisi Cilt 1, Sayı 1, Güz 2009 Bilge Strateji Dergisi Cilt 2, Sayı 2, Bahar 2010 Bilge Strateji Dergisi Cilt 2, Sayı 3, Güz 2010 Bilge Strateji Dergisi Cilt 3, Sayı 4, Bahar 2011 Bilge Strateji Dergisi Cilt 3, Sayı 5, Güz 2011 Bilge Strateji Dergisi Cilt 4, Sayı 6, Bahar 2012 Bilge Strateji Dergisi Cilt 4, Sayı 7, Güz 2012 Bilge Strateji Dergisi Cilt 5, Sayı 8, Bahar 2013 Bilge Strateji Dergisi Cilt 5, Sayı 9, Güz 2013 Bilge Strateji Dergisi Cilt 6, Sayı 10, Bahar 2014 Bilge Strateji Dergisi Cilt 6, Sayı 11, Güz 2014 Bilge Strateji Dergisi Cilt 7, Sayı 12, Bahar 2015 Bilge Strateji Dergisi Cilt 7, Sayı 13, Güz 2015 54 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Söyleşiler Bilge Söyleşi-1: Türkiye-Azerbaycan İlişkileri Doç. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi Elif KUTSAL Bilge Söyleşi-2: Nabucco Projesi Arzu Yorkan ile Söyleşi Elif KUTSAL-Eren OKUR Bilge Söyleşi-3: Nükleer İran E. Bakan-Büyükelçi İlter TÜRKMEN ile Söyleşi Elif KUTSAL Bilge Söyleşi-4: Avrupa Birliği Dr. Can BAYDAROL ile Söyleşi Eren OKUR Bilge Söyleşi-5: Anayasa Değişikliği Doç. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi Merve Nur SÜRMELİ Bilge Söyleşi-6: Son Dönem Türkiye-İsrail İlişkileri E. Büyükelçi Özdem SANBERK ile Söyleşi Merve Nur SÜRMELİ Bilge Söyleşi-7: BM Yaptırımları ve İran Doç. Dr. Abbas KARAAĞAÇLI ile Söyleşi Sina KISACIK Bilge Söyleşi-8: Füze Savunma Sistemleri ve Türkiye Doç. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi Eren OKUR Bilge Söyleşi-9: Gelişen ve Değişen Türk Deniz Kuvvetleri’nin Bugünü ve Yarını E. Oramiral Salim DERVİŞOĞLU ile Söyleşi Emine AKÇADAĞ Bilge Söyleşi-10: Soru ve Cevaplarla Yeni Anayasa Kasım ESEN ile Söyleşi Özdemir AKBAL 55 Devlet Egemenliğinde ve Kuvvet Kullanmada Dönüşüm: İnsani Müdahaleden Koruma Sorumluluğuna Bilge Söyleşi-11: Türk Hava Kuvvetleri’nin Bugünü ve Yarını E. Hv. Korgeneral Şadi ERGÜVENÇ ile Söyleşi Emine AKÇADAĞ Bilge Söyleşi-12: Arap Baharı Süreci, Mısır Seçimleri, Türkiye-Suriye Krizi Doç. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi Ali SEMİN Bilge Söyleşi-13: Esed Sonrası Suriye Halit Hoca ile Söyleşi Ali SEMİN & Tuğçe ERSOY ÖZTÜRK Bilge Söyleşi-14: Türk Kara Kuvvetleri’nin Bugünü ve Yarını Orgeneral (E) Oktar ATAMAN ile Söyleşi Emine AKÇADAĞ Bilge Söyleşi-15: Nükleer Enerji ve Nükleer Silahlanma Prof. Dr. Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY ile Söyleşi Hasan ÖZTÜRK, Ömer Faruk TÜRK Bilge Söyleşi-16: Türkiye’de Seçim Güvenliği Kasım ESEN ile Söyleşi Fatma Serap KOYDEMİR Bilge Söyleşi-17: Avrupa’ya Mülteci Akını ve Türkiye Prof. Dr. Ayhan KAYA ile Söyleşi Şafak Beren YILDIRIM, Türkan BUDAK 56