\ ANADOLU iLAH i YAT AKADEMiSi .tı.RAS TIR MA DERGiSi ...... Eskiyeni Anadolu ilahiyat Akademisi Araştl.rma Dergisi The Atıata/ian Theo/ogica/ Acadm!J Research ]o11ma/ Sayı/lmte 29 Sahibi/Publiıhtr ANADOLU İLAHİYAT AKADEMisi EGİTİM ve YAY. LTD. ŞTI. Adına Tuncer Namlı Genel Yayın Yönetmeni Edilil'!, Aıılhon!J Gü.rbüz Deniz Editör/ Edifor İhs:mTokcr Yazı ݧleri Müdürü Güz/ Aiflifmil 2014 Yayın Kurulu/Edilorial Boord Enver Arpa (DİB), Erdinç Doğru (Gıızi 0.), Gürbüz Deniz (Ankara 0.). Haldun Göktaş (Yıldınm Beyazır 0.), Hicabi Kır­ langıç (AnJc:ıra 0 .), Hüseyin Nazlıaydın (Anadolu Dahiyar Akaaemisı), İhsan Toker (Ankara 0.), Mesut 01--umuş (Hiıit 0.), Meıin Yılmaz (Anadolu İlahiyar Akademisi), Murnr Demirkol (Yıldınm Beyazır 0.), Musa Kazun Ancan (Yıldırun Beyazıt 0.), Necdet Subaşı (DİB), Ş:ırnil Öçal (Kıı:ıkkale Ü.), Tuncer Nanılı (Anadolu İJ.alı.iyar AkademisQ Edıiorial Mofla/!r Mur.ır De.mirkol ISSN: 1306-6218 Tasanm/Derit," FCR Tel: (+90 312.3~0 08 60) Basla/Printuii!J Aydan Basun ve Yaı'Wl Ltd. Şıi. Örnek Sanayi Sitesi Alınteri Bulvan 364. Sk. No: 4 Osıim/ANKARA Tel: +90 312. 354 46 27-28 Basım Tarihi/Prifllil;g Dofe 10.12.2014 Abonelik/Submipliofl Yıllık (2 Sayı) Şahıs 30,00 1L Resmi Kurumlar 40,00 1L Yurt dışı 30,00 EURO Hesap No/A((oıml No Albaraka Ankara Şb. (002) Hesap No: 2027297 Iban: TR54 0020 3000 0202 7297 0000 Ol Aclıes/Addrm Hao Bayram l\1h. Boyaalar Sk. No: 14/2 Ulus-Alo.ndağ/ANKARA Tel: (+90 312.311 88 00 pbx) Faks: (+90 312.311·47 89) e-mail: eski-yeni@hotıruıil. com Eskiyeni yılda iki kere yayınlanan bakemli bir dergidir/Eskiyeni is a refereed joumal and is published biannuallı·. D3.1U§ma Kurulu/Adıiıory Board Abbsbar Aw:ıd (Omdunnan İslam Ü.), Abdullah Kahraman (Marmara Ü.), Adnan Arslan (Süleyman Şah 0.), Alunet Yaman (Necmetıin Erbabn Ü.), Ali Bardakoğlu (29 Ma)1S Ü.), Bayram Ali Çeıinbp (İstanbul Ü.), Budwıertin Tatar (Ondokuz Ma)ıS 0.), Biinyamin Eru1 (Ankara 0.), Cclal Tü.rer (Ankara Ü.), Coşkun Çakır (İstanbul Şehir 0.), Derya Örs (Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu), Ejder 0!-'U!Iluş (Osman Gazi Ü.), Emced Korşe (Ürdün Ü.), Fuat Aydın (Sakarya Ü.), H:ıo Musa Bağcı (Dicle 0.), H:ılir Ünal (Avrupa İslam Ü.), Hayaıi Hökelekli. (Uludağ Ü.), İlharni Güler (Ankara _Ü.), Ismail Çalışkan (Yılduım Beyazır Ü.), I smail Hakkı Ünal (Ankara 0.), Kııdir Canaran {Balıkesir Ü.), Karnal Gahalla (Uluslararası Afrika Ü.), M. Yahya }.fichot (Hartford Seminary Amerika), Mahmut Aydın (Ondokuz Maps 0.), Mehmet Evl-"\\r.Ul (Hiıit 0.), Meıin Özdemir (Yıl­ dınm Beyazır Ü.), Mevlür Uyanık (Hiıit Ü.), Mohammad Jaber Thalji (Qassim Ü.), Muhammed Raypın (Ürdün Ü.), Mulwnmed Tank Nour (Harcum Ü.), Mııs­ tafa_ Enüı:k (Marmara 0.), Mustafa Köylü (Ondokuz ~.!aııs Ü.), !\.fustafa Öztürk (Çulnu:ova Ü.), Mustafa Tekin (İstanbul 0.), Ömer Özsoy (Frankfurt Ü.), Ramazan Altuntaş (Necmetıin Erbakan Ü.), Talip Özdeş (Cumhuriyet Ü.), Talip Türcan (Süleyman Demirel 0.) Fıkı? Çözüm mü Üretir, Sorun mu?· Fiqh: S ol11tion or Problefll? Ali BARDAKOGUJ'' Değerli katılımcılar, İlab.iyat Fakültesinin Değerli Hocalan, Anadolu İlah.iyat Akademisinin güzide müdavimleri, ehl-i ilim, hepinize saygllarınu sunuyarum. Şu an, İlah.iyat Akademisinin ne kadar hayırlı bir aniaca hizmet ettiğini görmenin muduluğunu yaşıyorum. Günümüz isıarn dünyasında dini tefekkür ve araştırmalann giderek kıs).l' bir döngüye girip içine kapandığını ileri sürerek karamsar olmak mümkün. Ancak, İsıarn dünyasında ciddi bir zihni toparlanma,.. s_orgulama ve asıldan kopmadan kendini yenileme ve geleceği inşa çabalan da artık hissedilir bir yoğunlukta. Bu akademiyi, İlah.iyat fakültelerinde yapılan bazı çalışmalan, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi'ne bağlı, fakat bütçesi ve çalışma programı itibariyle tamamen bağımsız bir şekilde faaliyete başl~yan Kur'an Araştırmalan Merkezi (KURAMER) gibi kuruluşlann sayı­ l.annin giderek arttığını görünce karamsar olmak bir tarafa, geleceğimiz adına uriıı;danmız tazelenmekte. Akademinin çalışmalarını da çok heyecan verici . buldum. · · Tuncer Namlı Bey telefonda bana burada gerçekleşen faaliyederi anlatmıştı: Şimdi bunlarİ yakından tanıma imkanım oldu. Hepinizi ve bu hizmete destek verenleri tebrik ediyorum. Buranın bizim zihin dünyamızda, isıarnı İlimlerin birikiminin günümüze yansıtılmasında önemli bir kilometre taşı olacağına inanıyorum.. İlah.iyat ve Diyanetin üst seviyede öğrettiği bilginin hem toplumla paylaşılması hem daha sivil tabanda karşılık bulması açısından buranın çok önemli bir zemin olacağına inanıyorum. Sözlerime bu çalışmanın bende uyandırdığı olumlu çağnşırnlan ve minnet duygulanmı arz ederek başlıyorum, hepimF tebrik ediyorum. • 15 Maı:t 2014 tarihinde Anadolu ilahiyat Akademisi'nde verilen konferansındeşifre meınidir. •• Prof. Dr., İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Kur'an Araştırmalan Merkezi. 148 • Eskiyeni 29/Güz 2014 Başlangıçta itiraf etmeliyim ki, ben konuyu seçerken burada Akademi öğren­ cilerinin olacağını düşünerek cesaret etrniştim, ama sizlerin, ulemarun teşrif edeceğini bilseydim bu kadar cesaretli olarnazdım. Ve bir de başlık çok kış­ kırtıcı oldu: "Fıkıh sorun mu üretir, çözüm mü?" diye. Aslında bu yanlış değil; aynı soru, din eğitimi için de sorulabilir; hatta eczaneden alacağımız ilaç için de sorulabilir. Alacağımız bir ilaç hastalığımızı tedavi mi eder, artı.nr mı? Din eğitimi bir toplumun sorunlannı çözüp huzuru ve sükfuıeti mi sağlar, yoksa kargaşayı mı artıru? Din eğitimi sahasında bu sorunun ne kadar anlamlı olduğunu test etmek için mesela iki yüz bin civarında medresenin olduğu Pakistan, binlerce medresenin bulunduğu Afganistan örneği bize yeter. Din eğitiminin bir ülkede sorunlara yol açabileceğinin de, sorunlan azaltabileceğinin de çok açık örnekleri var İslam dünyasında. O bakımdan dini anlamak, din ile hayatırruz arasında nasıl bir ilişki kuracağımız üzerine düşün­ mek başlı başına bir sorumluluk alanıdır. Bunu nasıl anladığımıza bağlı olarak da yukarıdaki sorunun cevapları değişir. Elbette fi.kıh, Müslümanların birey ve toplum olarak günlük hayatını dine aykı­ n düşmeden, din ile çelişıneden yaşama ve bir sorun ortaya çıktığında da yine aynı şekilde onu çözme arzularının sonucu ortaya çıkan zengin bir birikim ve mirası ifade eder. İçinde dinin asıllarından gelen kurallar ve onların yorumlan vardır, Müslüman toplumlarm oı;tak değer ve çekinceleri vardır, örf ve h.-ültür vardır, devlet eliyle gelişti.riien tarihi tecrübeler vardır. Bütün bunlar dine, yani İslam'a aykın düşmeme kaygı ve duyarlılığı içinde gelişip çeşitlenmiştir. ''Dine uygun" demedim dikkat ederseoi?, "dine . aykırı düşmeden" dedim. Çünkü dine uygunluk şartını atarsanız, dini'\ arneli hayatın her alaruna sürmüş ve dinin üzerine çok yük yüklemiş olursunuz. Halbuki Allah'ın din olarak gönderdiği İslam'ın şeriatına, İslam'ın esaslarına aykırı düşmesin, bu yeterlidir. Böyle düşündüğümüzde altermı.tif görüşlerin ayru anda ve eşit derecede doğrulan­ masına imkan bulunmuş olur. Bu da İslam toplumu için rahmet demektir. İşte bu zeminde gelişen fıkıh ilmi, Müslümarıların arneli hayatına rehberlik etmiş, çözümler üretmiştir. Diğer bir ifadeyle fıkıh, Müslüman toplumlarda hayatın tabii akışıyla fıtrat dini olan İsl~'ın ahenkli birlikteliğinin ü.İünü olarak ortaya çıkmış, tarihi süreçte geniş Islam coğrafyasında tıem ortak paydayı oluşturmuş hem de bölge ve dönem farklılıklanru bunun gerektirdiği ve değişimi karşılayan bir dinarnizmi içinde barınclırmıştır. Şimdi değerli dostlar, bu giriş cümlelerinden sonra, güö.ümüzdeki fıkıh algı­ sorunlar üzerine konuşmak istiyorum. sından başlayarak a. Günümüzde Fılah Algısı ve Sorunlan Hepimiz bizi kuşatan çevremizin çocuklarıyız; beslendiğimiz bilgi kaynaklabiçimde analiz ettiğimizde bizi etkileyen duygusal ortamı çoğu zaman yeterince fark etmediğimizi görürüz. Bizden öncekiler de böyleydi. Günümüzdeki fıkıh algısını da modern dönemin bize armağanı olarak görrını soğukkanlı Ali Bardakoğlu/Fıkıh Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • 149 rnek gerekir. ,Şimdi biz 21. Yüzyıldayız, kendimizi ~amamız, kendimizi tarumamız o kadar kolay değil. Biz hangi şartlarda bu noktaya geldik, dış çevre bize ne telkin etti, neler bize miras olarak kaldı? Bütün bunlap.fark etmeden bizim kendimizi merkeze alarak bir tan.un yapmamız mümkün, ama yetersiz. Gerçek şu ki, İslam toplumlan ve ülkeleri olarak 21. yüzyıla gelinceye kadar birçok badireler. atlattı.k. · Son iki yüzyılda olup bitenler cümlesinden olarak İslam ülkelerinin geçirdiği merhalelere bakılırsa, bilim ve teknoloji açısından kendimizi son derecede gerilerde bulduk. Biz ülke olarak sömürge idaresi altında o~adı.k, ama diğer Islam ülkelerinin önemli bir kısmı sömürge altında yaşadı. Islam ülkelerinde bağımsızlık ve ulus devlet serüveni, sömürge döneminden kalan aynşma, dini ilimlerde oryantalist çalışmalara hayranlık ve tepkiler, ülke içi siyasette totaliter ve yan totaliter rejimler, muhalefet ve direniş hareketleri ve bütün bunların dinle ilişki kurma biçimleri, İslamcıların kendi ülkelerindeki konum ve mücadeleleri vs. neticede dini ilimlerin söylemini derinden etkiledi. Bunun bir yansıması olarak geçmişten devralınan fıkıh birikimi, içerik tartışması yapılmaksızın modern hukuk sistematiğinde yeniden ifade edilmeye başlandı, yeni başlıklar altında sunuldu ve kavgaya dahil edildi. Fıkıh adeta dünya hayatımıza ilişkin bütün taleplerimizin, iddialanmızın~ tasavvurlanmızın hepsini üstlenmeye başladı. Devlet kuracaksak da fıkha kurdurduk, komşularla ilişki­ leri düzenleyeceksek de fıkıh bunu üstlendi, bir siyaset, bir siyasi sistem üreteceksek de fıkıh buna öncülük edecekti. Bir de bizim geleneğimizde bireyin fazla inisiyatifi yoktur, oldukça edilgendir ve "ne varsa ya yukandan bize gelnlelidir ya da büyüklerimiz bize emretmelidir" düşüncesi aramızda hayli yaygındır. Dolayısıyla fıkıh da bir bakıma büyüğümüz olarak bize ne yapmamız gerektiğini anlatmalıydı. Yani şunu demek istiyorum, Müslümanlar Jı.kha. 20. ve 21. yüzyılda çok fazla ödev yüklediler ve bütün mücadelelerini, ka'vgalarını fıkıh üzerinden vermeye başladılar. Olan da fıkha oldu; bunu yapan insanlara bir şey olmadı. O insanlar geçip gittiler, ama fı.khın yükü arttı. Fıkhın bu yeni yükü taşıması için kendisini yenilernesi gerekiyordu; yapamadı, yapamazdı da. Bu birden olacak şey de değildl. · Velhasıl, yeni dönemde ciddi bir özgüven kaybı yaşadık. Bir kesim bütün olup bitenden dini sorumlu tutarken diğer bir kesim bütün yitirdiklerini dinde aramaya başladı, bütün umutlan dine bağladı. Yani birbirinin simettiği iki taraf da kendini hep dışanda tuttu. İki tavrın da mantığı aynıydı. Mesela, İmam Hatip Okulu öğrencisi olduğumuz yıllarda kapitalizm ve sosyalizme karşı İslfuni.yet üçüncü bir yol olarak, onlann hakkından gelecek bir ideoloji olarak takdim ediliyordu. Bizim kuşak bu telkin altında yetişti ve bu telkinin izleri bugüne kadar uzandı. O gün için çok da mutlu edici bir şeydi bu. Çünkü baskın dünyanın bütün hegemonyasına karşı İslıim'ın arkasına sığınarak ve kendimizi sipere atarak cevap veriyorduk. Bu hengıimede fıkıh algısı da şekillendi. Halbuki geçmişten aynen aktardığımız fıklun omurgası bu yükü taşıyamazdı. Aslıncfa fıkıh tabii ve beşeri gelişimini sürdürebilseydi, elbette bu kıvama ge- ıso • Eskiyeni 29/Güz 2014 lirdi, sorun da kendiliğinden çözülmüş olurdu. Zaten fıkhın ~sıl görevi bu yükü taşımak değil mi? Ama böyle bir gelişme olmayınca biz fıkhın dini niteliğine sıkça vurgu yaparak onu koruma altına almaya çalıştık. Fık:ıhla dini, fı­ kıhla şeriatı eşitleyerek fıkıh üzerinden şeriat ve din karşıtlığı da bu süreçte daha yüksek sesle kendini gösterdi. Bu iki karşıt duruş birbirini besledi ve bloke etti. Bazen de, fıklu bütün beklentileri, çağın getfrdiği bireysel.ve toplumsal düzeyde, Uluslararası düzeyde bütün öneri ve kabulleri onayiayan bir genişlikte sunarak sorun aşılmaya çalışıldı. Bunlann her biri ayn bir olumsuz gidişatın resmidir ve ayn bir savrulmadır. Esasen arneli bir tecrübe birikimi özelliği ağır basan fıkhın itikacli alana çekilmesi ve dini karakterinin öne çıkarılması, içinde bulunulan ş~ann sevk ettiği bir taktik idi. Çünkü fıkıh dinle ne kadar iç içe olursa, insanlanil itiraz etmesi de o ölçüde en aza inmiş oluyordu. Yani tereddüt göstereniere şunu demiş olduk , "Kardeşim, sen Müslüman değil misin? Dine inanıyorsan fık­ hın da bu çağın sorunlannı çözücü olduğuna ve bu yükü taşıy~cağına inanmak durumundasın. Çünkü neticede iman meselesi bu. Dini Allah göndermiştir, bu fıkıh da Allah'ın şeriatıdır, bu şeriat toplumunun bütün soruclannı çözecek güçtedir. Üstelik sadece 21. yüzyılı değil, evrensel olarak kıyamete kadar fıkıh bu yükü taşıyacaktır." Böylece din, şeriat ve fıkıh iç içe girerek adeta kader birliğine mahkum edildi. Dikkat ederseniz, mesela Türkiye olarak İlahiyat Fakültelepnde biz fıkıh isriıini değiştirdik, "İshlm Hukuku" yaptık. Fıkıh isminin İslam Hukuku yapılması aslında bizi mutlu eden bir geliş­ meydi. Çünkü sahiplendiğirniz, üzyrine yük yüklediği.miz hukuk aynı zamanda İslam'ın hukuku, Allah'ın gönderdiği bir hukuk, bir sistem oluyordu ve insanlar için artık onun reel karşılığı ve rasyonelliği fazla önem taşımıyordu. Kendisini yenilemesine de gerek yoktu. İnsanların Allah'ın hukuku olarak buna itaat etmesi, uyması -gerekiyordu. Tıpkı meleklerin varlığır.ı.ı nasıl kabul ediyorsak, fıkıh kurallarının da doğruluğunu ve geçerli olduğunu o şekilde kabul etmek durumundaydık. Değerli davetliler ve ilim ir).sanlan, fıkıh inanılmak için gelmemiştir. İnanıl­ mak için gelseydi .alci.id olurdu. Allah zaten neye inanacağımızı din.irl alci.i.d esaslariyla belii:lemiştir. Din elbette aleide ve . şeriattaiı. oluşur. Akide nasıl inanacağımızı, şeriat ve fıkıh ise ayn olmalarına rağmen nasıl davranacağımı­ zı gösterir. Sözün özü, modern dönemde agresif, savunmacı, tepkisel diridarliğırruz fıkıh üzerinden ifade edildi; beklentiler, kavgalar fıkıh üzerinden· yapıldı ve neticede fıkıh tabli, insani, beşeri özelliğini yitirerek daha akidevi bir ilim olarak anlaşılmaya, okutulmaya başlandı. Böyle olunca da . fıkıh :ı,rtık bir özlemler diyan oldu. Ancak, ilk bakışta geleneği ve geleneksel dini bilgileri kategorik olarak savunanlar için rahatlatıcı ve ümit verici görünen bu durum, dış dünya ile etkileşim arttıkça ve hayatın tabii akışı yeni ihtiyaçlan önümüze koydukça geleneksel dini bilginin aleyhine olmaya başladı. Artık bu dezavantajlı durum son dönemde iyice belirgin hale gelmiştir. Yeni dönemde fıkhın dini niteliği- Ali Bardakoğlu/Fıkıh Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • ısı ne sıkça vurgu yapılması ve bunun öne çıkanlması bir mahiyet tartışması açmaktan ziyade günümüzde sosyal karşılığı kalmachğı için zihni kabul temelleri de hayli zayıflamış bir öğretiye daha kestirme bir yolla. meşruiyet sağ­ lama ve onu rasyonel bir tartışmanın alanı dışına çıkarma gayretinin ürünüdür. Ancak bu usul, fıkhın beşeri/insani yönünü gölgelediğinden onun rasyonelliğini ve tabii meşruiyetini yok edip onu akidevi bir alana çekmekl.e toplumun din algısını tahrip etme ve insanlan din konusunda yol ayırınuna getirme riski taşımaktadır. Fıkhın inanç alanınaitilmesi fıkha haksızlıktır. Fıkha itibar kazandırmaz, aksine fıkhın ayaklarını yerden keser ve onu buzdolabına kaldırır; onu dogmatik hale getirir. Nitekim öyle de oldu. Bu.İıun sonucu, siyasetçisiyle ve ulemasıyla Müslümanlar iki dünyalı oldular. Bu iki dünyalılıkta fıkıh geçmişi, özlemleri hatta dine bağlılığı temsil et;ti. Müslümanlar hayatlarını rasyonalite üzerinde yaşadılar, ama fıkha da bir ayn alemde idealler, özlemler manzumesi olarak inandılar. Bu arada fıkha iman, çoğu zaman da Müslümanların dindarlık derecesini, hata dindarlığını test aracı olarak kullanıldı. Yani özlemler düi:ıyasından ödünç alınan fıkıh tasavvuru Müslümanlar arasında birbirinin dindarlığını ölçme aracı olarak işe yaradı. Neticede, klasik fıkıh öğretisinde yer alan bir kuralın bu dünyada ne kadar uygulanab~ olduğunu iç dünyamızcia tartışsak bile,· bunun olması gereken bir şey olduğunu birbirimize zahirde hep telkin ettik ve bu inançla birbirimizi test ettik. Buna birçok çok örnek verilebilir ve verilen her örnek ateşli bir dini tartışmayı başlatmaya namzettir. Recm, dinden dönmeye verilecek ölüm. cezası, gıda maddesi takasında fazlalık faizi yasağı, velinin çocuklan küçük yaşta veya icbaren evlendirme hakkı,. boşama hakkının kocaya ait oluşu örnek olarak tartışmaya açı­ labilir. Bunlar "olması gereken" diye telaffuz edilse de hiçbir zaman o yönde _sjddi adımların atılmamasını hep dış baskı ve kaygı ile açıklamak ne kadar iniındıncı? Öyle anlaşılıyor ki reel dünyamızcia bunun bir karşılığının bulunduğuna henüz kendiinizi ikna etmiş de@iz. Peki bunu sadece bir iman zatiyetiyle mi açıklamalıyız? Arap dünyası da dahil, son dönemde ulemıinın İs­ lam ·hukuku, fıkıh veya el-fıkhu'l-İslanu adıyla yazdıklan genelde bu özlemi, bu tasavvur ve beklentiyi ifade etmekten öte, 21. yüzyıl fıkhının ne olması gerektiğine fazla ipıkan vermiş de değil. Günümüzde fıkıh ulemasının yetişcikleri ortamın ruh hali, öfkeler ve tepkiler fıkıh diline de iyice sirayet etmiş durumdadır. Bunun için de modem dönemde fıkıh öğretimi ve telifatı, fıkhı yeniye karşı kararlılıkla müdafaa etme ve alternatif oluşturma çabasından, hatta fıkıh üzerinden kavgadan kendini kurtaramadı. Bu halet-i ruhiye, yani fıkıhçıların fıkha incisap yanşında olması ve fıkhı her türlü saldınya/ eleştiriye karşı cansiperane koruma refleksleri esasında fıkhın hayatiyet damarını kesip onu oksijen çadınnda harici destekle yaşamaya mahkUm etme anlamına gelmektedir. fıkhın günümüzde köşeye sıkışmasıncia ve devre dışı kalmasında, harici sebeplerio varlığı ve daha etken olduğu da bir vakıaclıı:. ·Ancak bu durum, yukarıdaki iç sebepleri görmeye engel olmamalıdır. 152 • Eskiyeni 29/Güz 2014 Ancak her nedense ulema harici sebepler üzerinde yoğunlaşarak duğu alanın sorumluluğunu savuşturmayı tercih etmektedir. asıl ilgili ol- zihni planda "tavizsiz" sahip çıkıp gündelik hayatta "devrin ayak uydurma, ilk bakışta iki alanda da ödeviıniz.i yerine getirdiği­ miz zannıyla belli bir rahatlamaya yol açsa da, bu durum fı.kha ''Müslüman toplumların hukuk tarihinin bir parçası" olmaktan öte bir anlam verrİıemek­ te ve Müslümanlar giderek dünyevileşmektedir, yani sekülerleşmektedir. Müslümanlar hem de fıkha övgüler ve sekülerleşmeye lanetler okuyarak bu sürecin nesnesi olmaya devam ediyor. Bu hengfunede elinin bazf şekil şartla­ rında yoğunlaşma, dünyevileşme sürecinin sancısız hazınedilmesirte hizmet etmekten öte bir anlam taşımamaktadır.' Klasik fıkha id.batına" b. Günümüzde Fıkıh Öğretimi ve Sorunlan Fıkhın bir metot, felsefe ve kuranuru içeren usul yönü, bir de hayatın akış seyrine paralel olarak ve daha münferit meseleler üzerirıe yoğunlaşarak gelişen furı1 yönü vardır. Furıl-ı fıkhı Müslümaniann arneli hayatını üst bir bakışla önceden belirleyen katı kurallar yığıru olarak değil hayatla ve sorunlaoyla tam bir diyalog içinde gelişen, bunun içirı de içirıde geliştiği bölge ve dönemin kültürünü de içeren bir tecrübe birikimi olarak görmemiz doğru olur. Son dönemde Batı hukukundaki gelişmelerirı de etkisiyle fıklun çeşitli alt konularında klasik fıkıh birikimirıi tanıtan nazariye kitaplan telif edildi. Batı­ da gelişmiş hukuk nazariyelerinin !çarşısında bizim de teorilerimizirt olduğu­ nu ispat edercesine kaleme alınmış' furı1-ı fıkıh nazariyyatı kitaplanmız son yüzyıldaki· fıkıh külliyatının önemli bir kısmını teşkil etmektedir. Bu telifatın elbette önemi ve birçok yararı var. Ancak bunlar aynı zamanda fıklun tarihten statik bir kesit şeklinde algılanmasına da yol açtı. Şunu demek istiyorum, evrilerek, değişerek ve çeşitlenerek akan tarihi sürecirt uzaktan bir anlık bir resmi, onun taşıdığı seyyaliyet ve dirıamizmi görmeyi engelleyebilir. Fıkhın resmini çekmek bunun için zor~ur. Kaldı ki, fıkıh resim değil bir akıştır; sürekli akar; aldde gi~i değildir. Onun içirı de her nazariye kitabı, her resim fikha vurulmuş dondurucu bir qarbe olabilmektedir. , · Bugün ''İslamı ilimler" diye bir adiandırma var. Bu adlanciırma zihnimizirı İsiarnı ilimler, İsıarnı olmayan ilimler, clilli ve sekiller ilimler gibi bir ayırım yaptığını açıkça ele veriyor. İslarru ilimlerin ayn bir mahallesi oluştı.:i: Bununla yetirımedik, İsıarnı ilimierin alt dallanndan her birirıirı de kendille özgü bir mahallesi var ve onlar da birer birer istiklalirıi ilan etti.·İlaruyat Fakültelerinde sayılan yirmiye yaklaşan ana bil.irri dalı var. Bunl~dan özellikle fıkıh, kelam, hadis, tefsir, tasavvuf beş dal ayn ayn is tildallerini ilan ettiler ve kendi duvarlarını ördül:er, kendi mahallelerini oluşturdular; arada geçişlilik kalmadı. Böyle olunca Islamı ilimierin kendi mahalleleri bir bakıma kendileri hayatiyet damarlarını kurutan bir süreci de başlattı. Bu bizim içtihat teorisirte benziyor; bizim müçtehitler içeri kiı;nse girmesirt diye, ehil olmayanlar aramıza girme- Ali Bardakoğlu/Fıkıh Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • 153 sin diye, etrafıanna aşılması neredeyse imkansız du'\arlar ördüler. lFakat o kadar sağlam ördüler ki bu sefer kendileri de dışanyı göremez, dışan çıkamaz oldu ve dıŞ dünya kendilerinden bağtmsız olarak gelişti. Yani öı;dükleri duvar başkalannın içeri girmesine engel olmaktan çok onların dış dünya ile iletişi­ mine engel oldu. Onun gibi İsıarnı ilimler de, İslarnı ilimlerin alt dallan da birbirinden bağtmsız olarak geliştiğinden, bugün İsıarnı ilimlerin her biri ayn bir sektör olmuştur. Diğer bir anlatımla, İsıarnı ilimlerin her biri ayn bir egemenlik alanı, ayn bir itibar kaynağı ve ayn bir sektör olmuş durumda. Fı­ kıh ilmi de bu gelişmenin dışında değildir. Öte yandan, fikıh öğretiminde Kur'an ve sünnet fıkhını, a.hlcim içeren ayet ve hadislerin medlülleri ele alınırken, Kur'an'ın nazil olduğu ve Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemin şartlan, sosyal yapı, tarihi arka plan da genelde göz ardı edilmektedir. İliliiyat fakültelerincle genelde dini ilimlerin öğretiminde, özelde de fikıh öğretiminde sosyal bilimlerin genel metodolojisi, insanlığın genel tarihi ve bu akış içinde toplumsal kural ve kurumların gelişim seyri, insan· unsurunu merkeze alan antropoloji, sosyoloji gibi alanlar dikkate alın­ madığından, öğrencinin zihin dünyası İslam toplumlarında fıkhın temsil ettiği sahanın insanlık tarihi boyunca devamlılık ve süreklilik içinde değişerek bir devr-i daim. yaşadığı fikrine bütün kapılannı kapatmış olmaktadır. Bu da onu, kaçınılmaz olarak, fıkhın kaynağında yer alan lafızlan yerle, yani yerel/nesnel gerçeklikle ittibatı olmayan kutsal bildirimler olarak algılamaya götürecektir. Oysa fıkhın en temel özelliği hayatın içinden ve hayatla beraber, insan unsuruna dayanıyor olmasıdır. İnsan tabiatı ve insanların hayat tecrübesi ile beraber yürümesi ve bu yürüyüş içerisinde dine aykın olmamayı sağlıyor olması­ dır. GünümüZ fikıh öğretiminde en temel sorunlardan birisi fıkhın insani, beşeô ve tabii yönü, yani tarihin akışıyla olan ittibatı göz ardı edilerek öğreti­ liyar oluşudur. Yani ne demek istiyorum? Ta Hz. Ademin çocuklarından itibaren insanların dünya hayatı, bir arada yaşamanın gerektirdiği kurallar ve soriınlarına çözüm bulma tecrübesi değişerek gelişti. İnsan fıtratına dayanana marı1f ve münker ayırımı her toplumda var oldu. Bu sahici bir durum ve ilahi iradenin dahilinde bir husustur. Sosyal yapı, aile hayatı, ekonomik ihtiyaçlar süreklilik içinde değişiyor. Toplum düzenini bozan aykın davranışlara insanlar dün farklı bugün farklı tepki vermekte ve yaptının uygulamakta. Bir arada yaşamanın yeni gerekleri ortaya çıktı. Ancak bu değişim içinde sabit kalan bir öz ve çekirdek de varlığını hep korumakta. Yani süreklilik ve istikrar içinde bir değişim söz konusu. Hem belli bir ortak payda hem de değişim bir arada, bir birini nefyetmeden yaşatılıyor.. Dünyanın neresine bakarsanız bakın insan tabiatının ortak paydasını bulursunuz. Bu da Allah'ın insanı belli bir kıvamda, belli bir fıtratta yaratmış olmasının tabii sonucudur. Fıkıll düşüncesine geri dönersek, hiisün ve kubuh meselesi, asli iyi ve kötü, iyilik ve kötülüğün fikri, fıtô kaynaklan veya vahiyle ilişkisi konusu karşımıza çıkar. Allah insanı öyle bir fıtratta yaratmış ki, insanın belli değerlere bağlılığı, iyi ve kotü karşısında belli duyarlılığa ve davranışa sahip olması kendiliğin- 154 • Eskiyeni 29/Güz 2014 den gerçekleşir. Kur'an'ın da sıkça atıf yaptığı maruf ve münker telakkisi çok ve insanlığın tarihinde hiç eksik olmayan bir kıstas. Mesela aile hayatı, insaniann evlenmesi, utanma ve iffet duygusu, eşini kıskanması, çocuklarına sahip çıkması dini olduğu kadar insani ve fı.tri bir hadisedir de. Yani bunlar Müslüman toplurnlara has bir özellik değildir. Dünyayı dolaşıp Arjantin'e, Şi­ li'ye gidin, Norveç'e Tibet'e gidin, o dağları aşın, aile hayatını, o aile hayatına ilişkin mahremiyetleri, ona sahip çıkmayı, sadakati, iffeti, aile büyüklerine bağlılığı, çocuklan korumayı oralarda da görürsünüz. Orada da aile içi karşı­ lıklı ödevler vardır. Böyle olduğu içinde aile hayatının düzenlenmesini ve toplumsal kurallara konu olmasını sadece bizim fı.khın bu konuya ilişkin bir meselesi, dini bir hadise olarak görmek.yerine insani ve hayatın tabii bir parçası olarak görmek lazım. · esaslı Cezalar da öyle, insanlar toplumda ortak değerlere uymayarak suç işleyeniere değişik ceza verirler. Bu gayet tabii bir şeydir, dünyanın her yerinde aşağı yukan böyledir. Ama bu cezanın şekli; toplumların kültürüne göre değişir. Adam ölünce malı çocuklara kalır, nasıl paylaşılacağı konusu toplumların kültürüyle alakalıdır. Göçebe bir toplumdaysanız, bilek gücü ile kazanan bir toplurndaysanız, elbette erkekler mirası paylaşacak, kız çocuklan bunda,n pay almayacak veya az alacaklardır. Bunun toplumların şartlarıyla, geleneğiyle ve bir arada yaşama kurallarıyla sıkı alakası olan bir durumdur. Sözü uzatmayayım, fıkıh, Müslümanların inen dinleriyle yaşanan hayatı nasıl uzlaştırdığına dair paha biçilmez bir tecrübe birikimini ve İslam toplumları­ nın hukuk k-ültürünü temsil eder. ,f3unun -için de fıkıh, ins~/beşeri _y önü basan sivil ve mütevazi bir il.i.riıdir. Ama biz "el-fı.khu'l-Islami" "Islam Hukuku" diyerek ve onu tarihten bir kesicle de eşitleyerek fı.khın bu büyüsünü bozduk ve onu gereksiz yere iddialı hale getirdik. İddialı hale getirmemizin en büyük kötülüğü fı.İilia oldu, ona ikram olmadı. Keşke ecdadımızın çok tabii, çok mütevazi "fıkıh" adlandırmasını yeterli bulsaydık. · ağır İslam dünyasında fıkıh alanında yapılan teliflerde ve fıkıh öğretiminde fı.khın Hz. Peygamber sonrası dönemlerdeki gelişim seyri anlatılırken veya .-araştır­ malara konu edilirken, bu öğretiyi besleyen farklı kaynaklardan, mesela farklı bölgelerdeki sosyal yapı, siyasal ilişkiler, şehir ve şahıs tarihleri ile vakıat, nevazilliteratürü, seyahatnameler gibi paralel verilerden de pek istifade edilmez. Bunun için de klasik fı.khın hem tarihi süreç içinde (dikey) hem de aynı zaman diliminde farklı bölgelerde (yatay) sahip olduğu değişkenlik ve dina:. mizm çoğu zaman fark edilmez. Dahası, klasik fıkıh kurallarının ve literatürün tek bir coğrafyada ve tek bir zaman diliminde oluşmuş metinler şeklinde algılanmasının önü iyice açılmış olur. Mezhep içinde geliştirilen muhtasar/muteber metin geleneği esasen o mezhebin iç tutarlılığını ve uygulamada birliği sağlamaya matuftur. Şerh/haşiye geleneği de çoğu zaman fıkıh eğitim ve öğretim aracı olarak misyon üstlenir; gelenekle iletişim içinde kendi toplumunun sorunlarını çözecek fıkıhçıların Ali Bardakoğlu/Fıkıh Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • 155 yetişme;si ve bu yönde bir fıkıh zihniyetinin oluşması için zemin oluşturur. Bu kitaplar tarihteki misyonundan uzaklaştınlarak İslk toplumlannın arneli hayatının aynası ve birebir köpyası, hatta protatip İslılın toplı.:n:ıu modeli gibi görüldüğünde ve sunulduğunda ise asıl sorun başl.ar. Çünkü Islam tcıplumla­ nnın hayat tecrübesi satırlar ve katı kurallar arasıİla sılçıştınlamayacak kadar çeşitlilik ve değiş~enlik göstermiş ve ihtiyaçlara göre yeni çözümlei: üretmeyi de başarmıştır. Diğer bir anlatımla, yaşanan hayat ve uygulama, hep klasik literatürün çizdiği çerçevede, yani kicibi fıkıh içinde kalmarriıştır. Böyle olunca fıkhın teori ile pratiği arasında bir ayniyerten söz edemeyiz ve pratiği her zaman "asıldan bir sapma" olarak göremeyiz. Ancak konunun bu yönü, fikhın zaaf noktası olarak görüldüğü için olmalı ki fıkıh araştırmalarında hiçbir zaman hak ettiği ilgiyi görmemiştir. Bu konu üzerinde biraz durmak istiyqrum. Ben fıkıh öğretiminde iki şeyin önemli olduğunu gördüm: Birincisi tarihi derinliğe doğru kanalları açmak, yani insan davraruşlannın, toplum refleksleiinin tarih boyunca nasıl seyrettiği, hangi kanallardan beslendiğille dair dikey araştırma; ikincisi de yatay araş­ tırma; yani ayru hadise ayru zaman cliliminde, farklı bölgelerde nasıl anlaşıl­ mış ve nasıl kurala bağlanmış, bunun araştırması. İlk dönemlerden itibaren Müslümanların arneli hayatıru, örf ve adetlerini ve bunların kurallaşmasıru, yani fıkıh birikiminin nasıl oluştuğunu anlarken, tarihten bu tarafa eski Mezopotamya'dan, Ortadoğu kültüründen, Bizans'tan, Yemen'den gelen, Hicaz'ın kadim geleneğinden gelen bir damar vardır ki onu görmek gerekir. İs­ lam'ın ilk muhatapları olan Hicaz-Arap toplumunun yerleşii örf ve adetini, m!ll"Uf ve münkerini, diğer değer yargılarını, ortak yaşama tecrübe ve kurallarını bilmek gerekir. Bu birincisi. İkincisi de, İslam benimserup yayıldıktan sonra Müslümanlar arasında, bir ideal, bir düşünce, bir kural, bir hassasiyecin aynı zaman diliminde farklı coğrafyalarda nasıl anlaşıldığını, nasıl farklılaştı­ ve bunun sebeplerini incelemek gerekir. İşte fıkıhta böyle bir bakış açısı kaybolup da fıkıh, klasik literatürdeki şekliyle belli bir çerçeve içerisinde oturtulunca ve bu da öğretim aracı olarak medreselerde akutulunca fıkıh a1gımız tamamen buna göre şekillendi ve fıkıh tarihe kilitlendi. Halbuki klasik fıkıh literatürü yeni fikhl meseleleri eski kalıplar içinde çözmek için değil, yeni meseleleri çözecek fakililer yetiştirmek, yeni dönemin fıkıh zihniyetini gelenekten . kopmadan istikrar içinde oluşturmak için okutulduğunda bir anlam taşır. guu iıaı:ı.iyat fakültelerinde okuyan öğrenciler bilirler, fıkıhta vakıat ve nevazil literatürü vardır; fıkıh öğretiminde bunlar pek göz önüne alınmaz. Fıkıhta seyahatnameler, tarih ve coğrafya kitapları, tabakat kitapları, siciller ve örfi uygulamalar son derece önemlidir. Ama biz onları hak ettikleri ölçüde önemsemeyiz. Klasik fıkıh öğretisir:ı.i çok muhkem şekilde, korumalı şekilde ve ayık­ layarak bize sunan funl-ı fıkıh literatürünü ise fıkhın yegane temsilcisi sayıp çok önemseriz ve çerçeve içine alınz. Halbuki bu klasik funl kitaplarında ·fıkhın yatay ve dikey zenginliğini yeterin~e bulamazsınız. İslam toplumlannın 156 • Eskiyeni 29/Güz 2014 . fıkhl olaylara farklı zamanlarda gösterdiği dinamik refleksi ve zengin çözüm üretme kabiliyetini de bu satırlar arasında pek göremezsiniz. Değerli katılımcılar, gerçek şu ki, İslam toplumlannın fikhi hayatı bir Bedai'nin, bir Hidaye'nin, bir Mebsut'un satıı:Iart arasına sıkışt:ırılamayacak kadar zengin ve çeşitlidir. Kaldı ki bunlann arasında Mebsut benim hayranı olduğum bir kitaptır. Mebsut'ta fıkıh mantığı ve örgüsü çok güçlüdür. Mezhebe bağlılığın doğurduğu bazı münferit meseldere takılmazsanız, Şemsu'l-eimme Serahsi'nin meseldere ihatalı bakışına ve fı..khl tahlil gücüne niçin hayran olduğumuza siz de hak verirsiniz. Ama buna rağmen bir fıkıh kitabını Isıarn tqplumunun fikhl birikiminin tamamını yansıtan bir çerçeve olarak da göremeyiz. Hil böyle olunca, fikhın tarihsel süreçte yaşadığı o dinamizmi, çeşitliliği, pratikte içerdiği alternatif çözümleri, fikhın insani/beşen boyutunu öne çıbnnak fıkha haksızlık mıdır? Fıkhı güçlü mü kılar yoksa zayıflatır mı? Maalesef bugün fi.kıh müdafileri nezdinde bu bir zaaf noktası, bazen de orta yoldan sapma olarak görüldüğü; fikhı artık korumasız bırakma ve her türlü dış müdahaleye açık hale getirme olarak düşünüldüğü içindir ki fazla revaç bulmaz. · Bir şey daha arz edeyim, bizim bugün İlihiyat fakültelerinde beğenerek ve severek okuttuğumuz fikhın klasik örgüsü anahatlaoyla hicıi beşinci-altınCı yüzyılda olgunluğa ulaşmış olup netice itibariyle belli bir tarihsel dönemin ürünüdür. Bu klasik örgü, Müslümanların dini kimlikleriyle hakim unsur olarak yönetici olduğu, dir (üİke) kavramının dini mensubiyetlere dayandığı, d.in1 kim. liklere göre hak ve özgürlüklerin belirlendiği Abbasiler döneminde şekillenmiş, o dönemden sonra da klasik metinl.çr daha çok fıkıh öğretimi aracı olarak geliştirilmiştir. Bunu bir eleştiri olarak değil, tespit olarak aktanyorum. O dönemde .öyle olması gerekiyordu. Ve fakililer de, elbette akıllı insanlar, hangi dönemde neye ihtiyaç duyuluyorsa ona çözüm üretmişlerdir. Bu itibarla, bir fakihin görüşünü kendi dönemi ve şartlan içinde anlamak gerekir, bugün oturduğumuz yerden ve bugünün yargısına göre onlan eleştirrnek haksızlık olur. Fakihin içinde yaşadığı şartlan, toplumun önceliklerini ve o gün için neyin daha doğru olduğunu anlamak için de o dönemi anlamak, kitaplann satır aralanna girmek gerekir. Böyle olunca, dini kimlik ve ~akirniyete göre :toplumun şekillendiği, aynmlann yapıldığı bir dünyada oluşan klasik•fıkıhtan olduğu gibi alıntılar yaparak bugün insan haklan, kadın haklan, uluslar ~ası ilişkiler, demokrasi, sivil siyaset gibi konularda "Diırun bakalım, bizim de Isıarn adına, fi.kıh adına diyeceklerimiz var" diyerek ortaya çıkmak ne kadar anlamlı? İs­ lim'a ne kadar hizmet eder? Bunu ciddi biçimde düşünmeli ve tartışmalıyıZ. Günümüzde bu şekilde fıkıh öğretimi alan ve kendi çağıİıın kavram ve zihin dünyasına hayli uzak düşen uleminın klasik fıkha sadık kalarak bu yüzyıl insanına 4in1 gelenek adına çözüm sunması · zor değil imkansızdır. Dikkat edilirse, İslam'ın irikat ve ibadet alanında hayli rahat konuşabilirken insan baklan, hak ve özgürlükler, demokrasi, ötekinin/azınlığın hakkı, ekonomi, kamu hukuku, ceza hukuku, ticaret, aile/ evlilik/çok evlilik gibi birçok konuqa ulemanın hem iç dünyasında hem söyleminde gelgitler yaşıyor olması ve ar- Ali Bardakoğlu/Fıkıh Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • 157 kaik bir söyleme sahip bulunması, esasında şahsi bir ~sur olmaktan öte bu yapının/ sürecin ürettiği . zorunlu bir sonuçtur. Karşınuza şöyle bir manzara çıkıyor: BiZiffi İslam ulemasi, İslam'ın irikat aianında, ibadet .ve geleneksel ahlak konularında topluma çok önemli mesajlar verirken, toplumsal kül~ ve değişimin doğrudan etkilediği alanlarda sürekli medcezir yaşıyor, sürekli gelgit yaşıyor. Mesela taadüd-ü zevcat, boşama hakkının kocaya aituği, kadı­ nın şahittiği veya kölelik ve cariyelik konusunda kitaba baktığında farklı şey demesi, topluma baktığında, kendisini çevreleyen şartlan düşündüğünde farklı şey demesi gerekir. Ötekinirı özgürlüğü, özgürlüklere müdahalenirı sı­ nın, bizim kendi doğrularınuza göre toplumu şekillendirme hakkımız, demokrasi, demokrasinin getirdiği o eşitlikçi ortam içinde başkasına ne kadar tahammül edebileceğimiz konusunda birçok örnek verilebilir. Hem bizim. ulema, hem de İslam'a ilişkin konuşan siyasetçilerimiz bu konularda sürekli gelgitler yaşarlar. Bir türlü birinde karar . kılamaz, niye? Kaynaklara baktığında elbette klasik kaynaklara göre doğru olan şey farklıdır. Ama topluma baktı­ ğırn)zda toplumun artık zemini değişmiştir, yeni bir dünya oluşmuştur. O da bizi farklı bir söze zorlar. Hal böyle olunca, tam bir mensubiyet/aicliyet düşüncesiyle klasik fıkhı sahiplenen, ıslahat talebi karşısında ayak sürümelerle ve önemsiz bazı adımlarla yetinen katı gelenekçilik ile ilkesel olarak hayatı ve hukuku dinden soyutlamayı hedefleyen pozitivizm sonuçta aynı amaca hizmet etmiş olmaktadır. Bu konuyu biraz açmak için burada şu soruyu sormak lazım, can alıcı bir soru: A<::aba Yüce Mevla toplumların bu şekilde değişmesini cevaz alanında tutarak mı bize şeriat gönderdi, yoksa bu değişim tamamen Allah'ın rızası dı­ şında mı gerçekleşiyor? Bugün içinde bulunduğumuz sosyo-ekonomik yapı­ yı, aile yapısını, idare ve siyaset tarzını bir sapma olarak görmek kolaycı bir yol4ur, ama tatminkar cevap olmaz. Şayet, "Bugün geldiğimiz nokta batılı­ laşrrianın, Batı ile sıkı ilişkilerimizin, modernitenirı bize getirdiği belalardır. Biz degişmeseydik, eski hayat tarzımızı aynen sürdürebilseydik, mesela asabe bağı­ na dayalı geniş aile yapımızı koruyabilseydik, mega şehirler yerine metavazi ve kapalı ekonomik ilişkilerle yetinen yerleşim ve nüfus dağılımıru koruyabilseydik klasik fıkhın dediği hiçbir şey sorun olmazdı, hiçbir medcezir yaşamazdık." şeklinde düşünebiliyorsaruz, dünyanın en mutlu insanlan sizlersiniz. Bu bir rahatlamadır ve geçici bir mutluluktur. Yine de bu düşünceyi anlıyorum. Çünkü böyle düşünüldüğünde taşların yerine oturduğu farzedilir. Ama bütün bu deği­ şim ve gelişimleri ilahi iradenirı hayatı süreklilik ve değişim içinde yaratmış olmasının tabii bir sonucu olarak da görebilirsiniz. O zaman taşların yerine oturmadığını fark edersiniz. Mesela "kadınların sosyal hayata ve iş dünyasına katılması, üretken olması, okuması, kadın-erkek eşitliği, kadın hakları, seçmeseçilme hakkı, vat4ındaşlık hukuku ve temel haklar vs. hep Batı toplumlarının bize İslam'a rağmen ve İslfurıi değerleri bozmak için zerk ettiği ve sırf bizim akidemizi bozmak için bize telkin ettiği bir düşünce değil, biraz da insanoğlu­ nun entelektüel birikimiyle, ekonomik ve toplumsal yapıyla, kültür ve değişim- 158 • Eslci)'eni 29/Güz 2014 le alakalı tabii bir durum" diye düşünmeye başlarsaruz deminki mutluluğumuz devam etmez; bir sorumluluk başlar. O zamarı da ''Biz bu gelgitten biz ne zamarı kurtuluruz?" diye sormaya başlarsın. Fakat, değerli qavetliler, bu gelgitten kurtulma o kadar da kolay değildir. Çünkü eski kaynaklanmızın verdiği bilgilerin tamamen dini nitelikte, elinin ahlcimını keşif ve ız_har olduğunu düşünürüz, ondarı vazgeçemeyiz. Hayatın akışı ve değişimler sonrası geldiğimiz mevct hal ve şartlar da bir realite olarak karşımızdadır. Mevcut duruma karşılık teşkil etmeyen şeyler söylemeyi hem rasyonel bulmayız, hem de toplumun İslam'a olan o sıcak alakasını baltalamak olarak görürüz. Çünkü insarıların din ile çıl.an alakası biraz da bizim o dini nasıl anlattığımıza bağlıdır. Böyle bir açmaz var. Bu da günümüz fıkıh algısının ve fıkıh öğretiminin bize bir arınağartı gibi görünüyor. Yani bizim klasik şekli ile fıkhı muhafaza edip bütün toplumsal değişimleri gayr-i tabii gelişme ya da iillı1 iradeden sapma olarak gören anlayışımız, dini hayatın her yerinden dışlayan pozitivizm ile sonuçta aynı amaca hizmet etmektedir. Doğru bildiğini esirgemeden söyle derseniz, ben bunu söylerim. Yani katı gelenekçiliğin hayattaki her gelişmeyi gayr-i tabii, gayr-i İsl.imi gören arılayışı ile "din artık hayatımızın her alarıındarı 1çekilmelidir" diyen pozitivizm sonuçta insanlan aynı noktaya getirmiş olmaktadır. Biri tersten, biri düzden de olsa sonuç aynıdır. Dolayısıyla fıkıh algısı ve fıkıh öğretimi toplumun dindarlığı ve dinle ilişkisi açısındarı çok önemlidir. Çünkü topllımun din algısını, toplumun din ile oları bağını ve gü- · venini doğrudarı etkileyen bir sonuca sahip. \. c. Fıkıh Şimdi Usulü: Lafız, Mana ve Maksat temas etmeyi gerekli gördüğüm bir diğer konu var o da fıkıh usulü ve lafız-marıa ilişkisi. Aramızda bulunan değerli Diyarıet İşleri Başkanımız, Meh- met Görmez Hocamız fıkıh usulü alarıında da mütebahhir. O da sizler de hep şahit olmaktasınız ki, günümüzde fıkıh usulüyle ilgili şöyle bir algı hayli yatgın: "Fıkıh usulü yeterli şekilde bilinse biz çözüm üretmekte zorlanmayız ve aslın­ da bütün mesele fıkıh usulünü iyi bilmediğimizden kaynaklanıyor''. Bu:ne kadar doğru bir anlayış, beraber tartışalım. Fıkıh usulü genelde>fikhl düşünceyi besleyen kaynak veya fıkhın çözüm üretme kabiliyetinin imicin ve yöntemi olarak görülse de, bu bakışı tartışılmaz bir doğru görüp bu yüzyılın fıkıhtan beklentilerini bu esas üzerine inşa etmek umulmadık bir hayal kınklığına da yol açabilir. Daha açık bir ifadeyle çağımızda toplumun bütün arneli hayat, davranış, toplum ve birey olarak yapacağımız şeylerin hepsinin çözümünü fıkıh usulünden beklersek tam bir hayal kınklığı yaşarız. ' Fıkhın ve fıkıh usulünün tarihi gelişim seyri dikkate alınırsa, fıkhın Müslüarneli hayatı olarak ilk günden itibaren belli bir seyir içinde gelişe­ rek olgunlaştığı, fıkıh usulünün de Müslümarıların fıkhl birikimini ve pratiği­ ni asıllarla irtibatlandırıp metodolejik bir zemine oturttuğu ve sağlamlaştırdı­ ğı görülür. Çünkü fıkıh usulü netice itibariyle üretilmiş fıkhın sınırlarını, immarıların Ali Bardakoğlu/Fıkıh Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • 159 l.cinl.annı koruyan ve adeta onu zabt-u rapt altına ala!\. bir işieve de sahiptir. Yani bu sağlamlaştırma aynı zamanda mevcut fıkhi birikimi koruma altına alma anla.rriı da içermektedir. · Elbette fıkhın oluşumunda Müsliimanlann dinin asıllannı anlama ve yaşama tarzı da, ilk dönem İslam ilimlerinin bu hayata zihni kapasiteleri ile rehberlik etmesi de neredeyse eşzamanlı olarak müessirdir. Diğer bir anlatımla fikhın doğuşunu ve şekillenmesini fıkıh usulüne bağlamak süreci ters işletmek anlamına gelecektir. İslam'ın doğuşunu ve ilk Müslümanları hatırlayalım. Önce Allah'ın vahyini eden ve açıklayan öğreten N ebi ve insanlann. da bu N ebi'ye ile din başladı. Peygamber'e İnananlar, getirdiği vahyin de Allah'tan olduğuna ve O 'nun kelfunı olduğuna inandılar. Konumuz bu olmasa da, aynca üzerinde durulması gereken önemli bir nokta bu. Neticede yirmi üç yıllık bir eğitim ve nübüvvet safhası yaşandı. Bu safha içinde yaşa­ nan fıkhi hayatta sünnet daha önde ve belirleyici oldu ve vahiy de onu destekledi. Ancak fıkıh dinle başlamadı. İslam'ın geldiği dönem Hicaz-Arap toplumunun geçmişten gelen ve belli bir istikrar içinde yürüyen hayat tecrübesi, marılf ve münkeri, örf ve adetleri, sosyal yapısıyla uyumlu kuralları ve telakkileri vardı. İslam;ın açıklama ve düzenlemeleri bu zemin üzerine geldi, bu zeminde yeni bir dünya görüşü inşa edildi. Bunu asıl belirleyen de Sünnet oldu. Fıkıh açısından ifade etmek gerekirse, çoğu zaman Sürınet, toplumun maruf ve münker hafizasını da devreye sokarak uygulamayı ve aynntıyı belirledi; Kitap da onu ana hatlarıyla teyit etti. Yani Kitap, bir bakıma Hz. Peygamb~rin yaptıklarının bilgi dışı, onay dışı olmadığını ifade etti. Mesela namaz ile ilgili ayetler genelde böyledir, Cuma namazı ile ilgili ayetler de böyledir. Biz bu ayetleri "Hz. Peygamberin size öğrettiği namaz, benim emrettiğim namazdır" şeklinde aruarız. Yani, "size öğretilen namaza dikkat edin" taı:zında bir onay, bir destektir. Müslümaniann arneli hayatı Kur'an'ın beyanı, Hz. ;P eygamberin uygulama ve talimatıışığında şekillendi. Raşit Halifeler döneminde ve daha sonraki dönemde de sahabe, tabii ve devamı nesiller yine karşılaştıkları olayları aynı mantık içerisinde anlamaya çalıştılar, çÖzdüler. Çözilin üretirken de bazıları katı lafizcı oldu, bazıları lafzın amaç ve anlam yönüne önem verdi. Sonuçta Müslümaniann fıkhi hayatı kendiliğinden ve tabii seyir içinde oluştu. insanlara tebliğ inanıp güvenınderi ilmi nedir? Fıkıh ilmini, Müslümaniann arneli hayatının ve bunun arkatemel öncelikierin Müslüman alirnlerin diliyle kurallaştınlması ve sistematik bir yapıda ifade edilmesiyle ortaya çıkan ilim dalı şeklinde açıklamak yanlış olmaz. lik bir-iki asır içerisinde Müslümaniann yaşadığı hayat ve davranış tercihleri kendiliğinden ortak . veya yoğunluklu alanlar ortaya çıkardı. Ortak paydave kabuller icma, tartışmalılar ise rey, kavil ve içtihat adıyla saygı gördü ve gücüne göre toplumu şekillendirdi. Burada dinin metinleriyle toplum arasında diyalektik bir ilişki söz konusu. Önce dinin asılları, sonra İslam toplumunun arneli hayatı, sonra da Mü;;lüman ilimlerin zihin dünyasında bunlann yoğrulup dini bilgi olarak topluma geri yansıtılması. . . fikhın oluşuFıkıh sındaki 160 • Eskiyeni 29/Güz 2014 munda bunlann hepsi de kendiliğinden pay sahibi oldular. UsUl-i fıkıh ise daha sonradır. "Önce usul vardı, sonra on dan füru-ı fıkıh doğdu" demek yerine "Önce "fikhu'l-fi.kh" veya "fikhın arkaplaru" da diyebileceğimiz, bir hayat tarzı ve zihniyeti olarak fıkıh vardı. O da Müslümaniann dinin asıları olan Kur'an ve Sünnet'i en doğru biçimde anlama ve buna göre hayatlarını düzenleme duyarlılığının sonucudur." demek daha açıklayıcı olur. Yari.i, Müslümanların "Allah bizden ne istiyor, neyi yasaklıyor, neyi emrediyor" şeklin­ de bir ortak hassasiyeti vardı. Bu da kendiliğinden dinin asılları üzerinde te·fekkürü, onunla hayat arasında dinamik biır bağ kurmayı sonuçlandırdı. UsUli fikıh ise, Müslümaniann geniş bir coğrafyaya yayılan ve giderek çeşitlenen hayat "tarzlanru ve davranış tercihlerini; kurallarını, arneli hayata dair yasak veya serbestilerini dinin asılarıyla, yani Kur'an'la ve Sünnet'le test etme, irtibatlandırma veya olan irt:ibatını keşfetme ve bunu belli metodolajik esaslara bağlama ameliyesinin adı oldu. Bunu yaparken de -o şartlar içinde haklı­ lığı tartışılmaz- birçok amil devrede oldu. Bu söylediklerim bir usUl-i fıkıh eleştirisi değil, tarilll sürecin tasviri olarak görülmelidir. İlk Ahldmu'l-Kur'an'lar da benzeri bir işieve sahiptir. Cassas'ın Ahldmu'lKur'an'ı bunun iyi bir örneğidir. Onlar da ulaşılmış fikhl sonuçların Kur'an'la irt:ibatıru kurma arneliyesine ayn bir önem verirler. Yani ayetten hangi hükürnlerin çıktığı kadar Müslümanlar nezdinde kabul gören fıkhl anlayışlann veya mezhebi tercihierin hangi ayetle ne kadar ilişkilendirilebilece­ ğine de yoğunlaşırlar. Çoğu zaman da bu ayetlerden çıkan fı.khi ahlci.mmış gibi anlaşılabilir. Yani siz arka planaye satır aralanna dikkat etmez de metnin lafzına kendinizi kaptınrsaruz, yapılin tercihleri doğrudan ayetten çıkan fikhl anlam gibi anlayabilirsiniz. Bunun için usUl-ı fıkıh, sözün özü, Müslümanların temel davranış tercihlerini sağlamlaştıran ve onların asıllarla irt:ibatını kuran silih bir gayrettir. Ancak onun haklı olarak sahip olduğu bu koruyucu özelliği esas alınır da bununla yetinilirse, aynı asıllardan yeni fikhl çözümler üretilmesinin imkanlan da kendiliğinden daralmış olur. Yani dikkat edilmezse, usıil-i fikıh yeni dururnlann gerektirdiği yeni bir fıkıh üretmenin önünde set olabilir; "asıllardan çıkarilabilecek hükümler hep çıkanldı, başka denilecek olsaydı 6 da elbet denirdi" şeklinde bütün jmkanlan tükçten bir anlayış zihinleri istila edebilir. Nitekiıİı tarihi seyir bunun' örnekleriyle doludur. : Geniş kitlelerin müdahil olduğu sosyal hareketlerin tek sebebe irca edilerek zaman risklidir ve çoğu zaman da yanıltıcı olur. Bu kaydı düşerek şöyle bir yorum yapmak mümkün müdür?: "Ebu Hanife'ye ehl-i hadisin gösterdiği sert muhalefet, İmam Şafii'nin Sünnet'i ihya, Ahmed b. Hanbel dahil ehl-i hadisin "halhi'l-Kur'an"ı red amacıyla sergilediği korumacı ve aykın düşünceyi mahkum edici tavır cesaret·kıncı olmuş, fı.k.hın yeni durumlara yeni çözümler üretme faaliyetini en müteredditli ve en necimeli alan haline getirmiş, bunun ilk sonucu olarak da ne Irak çevresi ist:ihsanı devam ett:irebilmiş, ne de Maliki ilim havzasııstıslahı ve maslahat düşüncesini." açıklanması her Ali Bardakoglu/Fıkıh Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • 161 Aslında beşeri ve rasyonel özelliği ağır basan fıkıh gibi bir ilirnde "Allah'ın, Hz. Peygamber'in yolundan aynlınama, dini tahriften'-koruma" gibi geniş açılı ve içeriği farklı şekillerde doldurulabilir kaygılar ve bu minvalde ithamlar devreye girince, fukaha da bu netarneli alandan geri durmuş, o eleştiriler karşısında geri adım atmışlardır. Halbuki Ebu Hanife'nin, ~am Malik'in ilminde ve cesaretinde insaniann olmasına her devirde ihtiyaç vardı ve her toplum kendi müçtehit ve fakihini üretmek zorundaydı. Bu sadece bir beklenti ve temenni değil, aynı zamanda İslam'ın dinamik ve ev!=ensel din oluşunun gereği ve dinin hayatiyet kaynağı ol~ak görülmelidir. Ebu Hanife irnamımız hakkında muhaliflerinin neler söylediğini en iyi buradaki dostlarun bilirler. Ebu Hanife hakkında söylenenleri önünüze getirsem, çoğu kimse o sözlerin Ebu Hanife hakkında söylenmiş olacağına ihtimal verinez. "Herhalde o dönemde İran'dan, uzak doğudan gelmiş büyük bir zındık vardı da onun için bunlar denildi" zannedilir. Burada belki de "Her insandan Ebu Hanife cesaretinde olmasını bekleyemeyiz" diyerek itiraz edebilirsiniz? Ama MüslümanIann her çağ ve dönemde kendi sorunlarıyla baş edecek, dinin asıllanyla yaşadıldarı hayat arası irtibatı diri tutacak müçtehitlerini yetiştirme yükümlülükleri yok mu? Elbette var. Bü~ yükü geçmiş müçtehitlerin üzerine yığmakla, onlann ürettikleriyle yetinmekle ve güncel konularda bile onları öne sürmekle hem kendi.mize, hem de fı.kha ve eslafa haksızlık etmiş olmuyor muyuz? Sözün özü, dinin asılları, lafız, beyan, ittiba, Sünnet'i ihya, halku'l-Kur'an gibi kavramlar üzerinden yapılan tartışmalar fıkhı da çok yakından etkilemiş ve bir bakıma usUl-i fıkıh değişen şartlara göre çözüm üretmenin imkanı olmak yet:4le, 'onun nasıl olamayacağını gösteren bir düşünce tarzına dönüşmüştür. Biraz kategorik.bir ifade ve keskin bii yargı olarak görülse de, sözünü ettiğim açıdan usUl-furıl ilişkisinin tarihine bakınca "Hanefi mezhebinde usUl-i fık­ hın daha geç tedvin edilmiş olması Hanefi fıkhının lehine, Şafi1/ mütekellim ekclünde ilk usul eseri olan İmam Şafi1'nin er-Risalesi'nin furıl-ı fıkıhla eş zamanlı olarak tedvini ise fıkhın kendini yenileme kabiliyetine hayli dar bir alan bıraktığı için bu ekol .6.khı.nın aleyhine olmuştur" şeklinde bir düşünceyi ·engellemek mümkün olmuyor. Kur'an'ın sübılt değeri üzerinde, yani aslına uygun olarak bize ulaşmış olduhususunda görüş aynlığı bulunmadığı için bütün metodolajik tartışmalar Kur'an'ın ve ona clbi olarak Sünnetin lafzının yorumlanmasına ve hükme delaletine ilişkin kurallar üzerinde yoğunlaşır. Hatta fıkıh usulünün, pratikte olmasa bile teoride, Kur'an ve Sünnet'in doğru ve tutarlı biçimde anlaşılına­ sını ve ondan şer'i hüküm elde edilmesini sağlayacak metot ve kurallan belirlemeyi konu ala_n bir iJ.m1 disiplin olduğunu söylemek m~dil;r. Ancak Kur'an ayetleri Islam'ın asli kaynağı, Kur'an hükümleri de yine Islam'ın asli alıkarnı olmakla birlikte, tafsili ve cüz'i ayetlerin bile fıkhi hükme ne ölçüde ve ne yönde delalet ettiği hususu ciddi bir anlama çabasu:i.ı ve metodolojiyi gerektirir. Bu itibarla ayetler, literal okuma yapan muhatabına iman, ahlak, adab-ı qıuaşeret, geçmiş toplumlardan kıssa ve öğütler, genel insani değerler, ğu 162 • Eskiyeni 29/Güz 2014 beşeri ilişkiler gibi konularda belli bir ana fikir vermekte ve onu büyük ölçüde yönlendirmekte ise de, ayetlerden aynı usulle karmaşık ve değişken arneli hayatı kuşatacak fikhl ahicim elde etmek o kadar kolay olmaz, hatta ciddi sorunlar içerir. Özellikle bu alanda belli bir yortım metodolojisi geliştirmek kaçuulmazdır. Bir dilin varlığı, o dili konuşanlar arasında belli lafızlarıo belli anlamlari taşı­ ması konusunda asgari bir mutabakatın bulunmasını zorunlu kıldığından, fasih Arapça ile indirilen Kur'an lafızlarının zorunlu, mümkün ve muhtemel anlamını belirlemede Arapçayı bilmek, özellikle de Kur'an'ın indiği dön~m ve coğrafyada yaşayan Arapçanın dil ve· mantık yapısını göz önüne almak vazgeçilmez bir öncelik taşır. Bu ayni zamanda ümmetin din anlayışının merkezinde Kitabın yer almasını, onun nesnelliği sağlamada ve dinl hayatı inşa etmede aktif rol üstlenmesini, Kitabın anlaşılmasında Müslümanlar arasında her dönemde belli bir ortak paycianın varlığını korumuş olmasını da açıklayan bir husustur. Bunun için usulciller Kitaptan ve ona tabi olarak Sünnetten hüküm çıkarma metodlarının çatısını dil kurallan üzerirıe kurmuş­ lar ve eserierirlde lafızla ilgili usul kurallarına hayli yer vermişlerdir. Lafzın vaz', kullanım, manaya delalet ve bu delaletin şekli yönünden çeşitli ayınmla­ ra tabi tutulması ve bunların ayet ve hadislerden örneklendirilmesi, bu yapı­ lırken de dil, dil felsefesi ve mantık alanına giren bir dizi tartışmaların açıl­ ması bu sebepledir. La:fzın anlam yelpazesini belirlemede dilin kural ve imkanlanndan yola çık­ mak ön şart niteliğinde ilk aşamayı 't_eşkil etse de ikinci aşamada, anlamı bilinen lafzın nasıl bir şer'i hüküm içerdiğine karar vermek, yani metnin hukuki yorumunu yapmak gerekir. Kitap açısından ifade edilecek olursa lafzın anlamı Şari'in ne dediği, hükme delaleti ise, usuleillerin deyimiyle, mükellefin fiili açısından bu hitabın aİ:ı.Iarnı veya mükellefin fiilirıe bağlanan şer'i vasfıdır. Artık ikinci aşamada Şan'in ne demek istediğini de kuşatan bir fikhl anlama ve yorumlama söz konusudur. Bunun için dili bilmenin ötesinde fıkıh formasyonu ve içtihat melekesi, engin bir çaba ve ·birikim gerekmektedir. Kı­ yamete kadar bütün insanlığa davet içeren ve muhtemel her gelişme ' karşı­ sında bir diyeceği olan Kitab'ın doğru anlaşılması ve hayata aktarılma,sı için buna ihtiyaç vardır. Nitekim Müslümanların tarihsel tecrübesinde de nasların fıkhl açılırnlarının müctehit fakililer tarafından yapıldığı, onların yorum metodolojisi kurduklan ve onların çabalanyla hukuki tefekkürün geliştiği, daha sorıra usul eserleri telif edenlerin ise bu zengin fıkhl mirası sistemleştirip dil ve mantık kurallanyla formille ettikleri görü1ür. Şimdi bu dediklerimden lafzın önemli olmadığı .gibi bir anlam asla çıkmaz. Bir kere, anlatım ve anlaşma lafızda olur. Biz sonraki nesillere intikal eden de nüzUlün ortarnı ve Si.jnnet'in hali değil, Kur'an ve Sünnet'in metinleri, yani lafızlandır. Biz dinin asılan olarak bu lafızlarla karşı karşıyayız. Lafız bizim için daha bir önemli. Sahabenin durumu elbette farklıydı. Ama bizim için Kur'an-ı Kerim ve Sünnet belli lafızlardan ibarettir. Bu sebeple dini anlama- Ali Bardakoğlu/Fıkıh Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • 163 da lafız pergelin birinci ayağıdır. Onun için de elikkat ederseniz usul kitaplannuz beyan/lafız bahsi ile başlar. Beyanı önemser, lafzı önemser, lafzın anlam çerÇevesi elde var birdir. ve en sağlam birinci ayaktır. Bunı;ın üzerinde ne kadar dursak yeridir. Lafzı önemsemeksizin, lafza önem vermeden bir fıkıh inşası düşünülemez. Bunu diyen bir fıkıhçı da yoktur. Ancak burada " lafzi anlatırnın mana ve mefhum sının nedir ve alternatif mana arayışianna lafız ve dil ne kadar izin vermektedir?" sorusunu sorabiliriz. İstihsan, ıstıslah, içtihat, örf içtihadı, malcisıd içtihadi gibi yolları açan fukahaya lafza önem vermemeden başlayarak dini tahrife kadar uzanan ağır eleştiriler yöneltilmesi gerççekten haksızlık olur. Hepsi lafzı önemsiyor. Ama lafzı anlarken literal anlama ile yetinecek miyiz, yoksa bu.literal anlamanın dışına çıkabilecek miyiz ve bunun sının ne olacak? Bu soruya vereceğimiz cevaplar değişecektir. Yani Kur'an-ı Kerim, Hz. Peygamber'in Sünnet'i dini anlamanın temelindedir ve onlann lafızları son derece önemlidir. Kur'an-ı Kerimin Arapça apaçık bir dille gelmiş olması son derece önemlidir. Gizemli bir kitap değildir, esrarengiz bir kitap değildir. Ama Kur'an-ı Kerim, elikkat ederseniz, fıkıh metni gibi bir metin değildir. Biz İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi bünyesinde kurulan Kur'an Araştırmaları Merkezi'nde (KURAMER) bu konular üzerinde projeler başlattık. Kur'an-ı Kerim'de "suretü's-salat, savm, kitabu'l-ibadat, kitabu'l-buyt1"lar olo zaman bu dediklerimin anlamı olmazdı. Müslüman olarak bir alışve­ rişi nasıl yapmamız gerektiğini biz doğrudan metinden çıkarırdık. Ama Kur'an-ı Kerim bir metin değil; ümmet ile ilahikelam arasında diyalektik bir ilişki·. söz konusu. Onun için Kur'an'ı anlamada tarih önemli, Hicaz-Arap kültürü önemli, siret/Hz. Peygamber'in hayatı önemli, yaşanmış olaylar önemli, bu yaşanmış olaylara Kur'an'ın verdiği cevap önemli, sorduğu soruI~ önemli. Böyle olunca sadece lafzı anlamak yeterli olsaydı bizim meleklerdeiı farkımız olmazdı. Allahderdi ki, "Arapçayı öğrenin ve dediğimi yapın." Anlamaya, anlama faaliyetine gerek duyulmazdı. Ve Kur'an'ı en iyi anlayanlar Arapçayı en iyi bilenler olurdu. Halbuki realite böyle değildir, tWhte de böyle olmamış. Mesele, O lafızla temsil edilen murad-ı ilahiyi, ilahi hitabın anlam çerç~vesini nasıl belirleyeceğiz? Yani söylenmiş söz var, söyleornek istenen ve anlaşılabilecek olan var. Lafzın anlamı var, literal anlamı var, malcisıdi anlamı var. Bütün bu sorular sorulmuş ve bu konuda çok zengin bir literatür ortaya çıkmış. . saydı Fıkıh tarihinde lafız-anlam ilişkisini, bildiğiniz bir şeye atıf yaparak biraz daha açayım. Bir kelebeği düşünün, bir gövdesi iki kanadı var.. Fıkhın gelişimi bir kelebek gibi, Hicaz-Şam ekseni var, o ana gövde. Bir de Haneillerin ağır­ lıkta olduğu Irak, Maveraünnehr, Orta Asya var. Orada, Hanefiler var ve bu birinci kanat. İkinci kanat var, Malikilerin ağırlıkta olduğu Kuzey Mrika ve Endülüs. Bu ana gövdeye, literal anlamaya ve anlayışa bu iki kanat ciddi katkı sağladı. Birini Hanefi-Maturidi müktesebatı sağladı. Irak fıkhı Orta Asya'ya kadar. gitti ve oradan önemli katkılar alarak, önemli yorumlar alarak geri 164 • Eskiyeni 29/Güz 2014 döndü ve ana gövdeyi besledi. Birini de aynı şekilde kuzey Afrika ve E ndülüs sağladı. Bu ne ifade ediyor? Yani orta eksenden dışarı doğru açıldığınız vakit, örfler, kültürler ve şartlar değişiyor ve literal anlama yetmemeye başlı­ yor; ona yeni anlamlar eklenmeye başlıyor. "Yetmiyor" dedim, bunu "akıle" örneğiyle açayım. Akııe nedir? Kabile hayatına dayanan Hicaz toplumunda kabileden bir kişi bir suç işlediğinde hemen . kabile üyeleri toplanır, o kişinin baba tarafında erkek akrabası (asabe) devreye girerd.i. Kabile ve geniş aile söz konusu olduğundan asabede yüzlerce insan yer alırdı. Hicaz'da kabileden bir kişi suç işlediğinde onun diyetini, cezai-. mali sorumluluğunu kabile erkek üyeleri paylaşıp ödeyerek o kişiye arka çı­ kar, böylece kabilenin de bir bakıma haysiy'etini korumuş olurdu. Buna "akıle sistemi" diyoruz. Üç bin kadar sahabi fetih sürecinde Irak taraflarına gitti ve çoğu orada kaldı. Ebu Hanife döneminde Irak'ta bu anlamda bir kabile hayatı ve geniş çaplı kabile dayanışması yoktu. Oraya gelmiş olanlar parçalanmış küçük aileler idi. Bir kişi hataen bir cinayet işlediğinde ödeyecek akıleyi bulmak mümkün değil. Adamın geldiği bölgedeki kabilesine haber gönderseniz "sizin akrabanız burada bir cinayet işledi, yüz deve gönderin" diye, umurlarında bile olmazdı. Bu hal ve şartlar altında Ebu Hanife diyor ki, özetle ifade edeyim, "Akııe bir dayanışma tarzıdır. Bugün biz Irak toplumunda akıleyi kabile asabiye bağı içerisinde değil, meslek gruplan bağı içerisinde düşünme­ liyiz. Mesela ordu mensuplan birbirinin akılesid.ir. Meslek erbabı, ziraatçiler birbirinin akılesid.ir. Bir şey ödeyecekleri vakit el birliği ile öderler:" Şimdi bu artık, literal anlamın dışında bir anlayış.pr. Hz. Ömer'den, Hz. Aişe'den değil sortraki kuşaklardan örnek verelim. Hz. Peygamber aldanma ihtimalini hertaraf etmek için alıcıya üç gün muhayyerlik hakkı tanıdı. Sonraki dönemde Süfyan-ı Sevri, İbn Şübrime gibi bazı fakihler şart muhayyerliğini akd.in yapisına uygun görmeyip kabul etmezken Hanefilerden Ebu Yusuf ve İmam Muhammed eş-Şeybaru akd.in amacına göre yo~ rum yapıp tarafların bu süreyi istedikleri gibi kararlaştırabileceğini söylediler. Daha birçok görüş vardır. Peki bu farklı görüş sahiplerini hadisi anlamamış veya Sünnet'e aykın d~vranmış sayacak mıyız? Peygamber Efendirniz "Kim bir sahipsiz (ölü) toprağı işlerse, artık o arazi onundur", ~'KimJ savaş~ qüş­ maru öldürürse üzerinden çıkan ganimet onundur" dedikten sonra Imam Malik, bu konular devlet başkanının takd.irirre bağlı hususlardır; ancak o izin verirse o kimseler arazinin veya ganimetin sahibi olur, değilse olmaz~' yorumunu yaparsa tavrunız ne olacak? Diyetin yüz deve olmasına da Hz. Ömer'den başlayan yeni yorwnlar var. "Diyet yüz deve, kabul ama hepimiz Hicazda yaşamıyoruz. Burada deve yok, daha çok büyük ve küçükbaş hayvanlar var, burada ticari mallar, kumaşlar var. Diyeti bu mallardan.da ödeyebilmeliyiz." denilerek farklı ödeme alternatifleri geliştirildi ve bu fıkha yansıdı. Osmanlılarda daha ödenebilir olduğu için gümüşe geçildi. Arabistan ve Kuzey Afrika'da bazı kabileler 40 sığır, 60 koyun gibi farklı örfi uygulamalar geliştirdiler. Günümüzde çok daha farklı Ali Bardakoğlu/Fıkıh Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • 165 ödeme/tazminat usulleri var. Fıkhın cliyet konusunu i(ı.celecliğimiz vakit kitabi miktar farklıdır, uygulama farklı seyretmiştir. Konunun toplumun ekonomik düzeyiyle de yakın alakası var. Böyle olunca, kitabi fikhın ''yüz deveden bir deve bile aşağıya olmaz" ısrarı tam bir literal okuma olur ve anlam göz ardı edilmiş olur. Hatta bizim ~ kitapl~daki cliyet teorisi, tıpkı kelam/ fıkıh kitaplarının her devirde "Imamlar Kureyş'tendir" kuraillu tekrar etmesine benzer. Yeni hanedanlar gelir, yeni devletler kurulur ve hayat devam eder; ama biz de "Devlet başkanları Kureyş'ten olmalı" demeye devam ederiz. O ayn bir mecrada devam eder. Fıkıh kitaplarındaki eliyeri İslam toplumlarında öteden beri cari olan cliyet uygulaması gibi düşünürseniz yanılır­ sınız. Belirli dönemden sonra mahalli çözümler devreye girmeye başladı. Niçin böyle oldu? Çünkü çoğunlukla fukaha toplumsal şartlardaki bu değişimi görüp ona uygun çözümler üretmecli. Çünkü 90 deve dediği vakit vebalde olacağını düşünüp ona yetkisinin olmayacağını düşündü. Ehli hadis de, Hz. P eygamber 100 deve demiş se bu 90 olmaz diye düşündü, Hz. Peygamberi gelecekteki Müslüman toplumların uygulayacağı cez:ll yaptının tür ve miktarlarını da belirleyen bir kanun koyucu gibi düşündü. Yani Hz. Peygamber'in "kıyamete kadar kim yanlışlıkla birisini öldürürse 100 deve ödeyecek" şek­ linde bir evrensel ilke koyduğunu varsaydı. Ya da biz kadim fukahaya çok yük yüklecliğimiz, kendi işirnizi de onlara devrettiğimiz için onları öyle anladık. Halbuki İmam Şafii'nin içinde yaşadığı kültür havzası ve şartlar belki de farklı bir çözüm ihtiyacı hissettirmemişti. Bu da mümkün. Bugün ise birisi "90 deve de olabilir'' dediği vakit biz "Sen Allah'ın R.asulü'nden daha mı iyi biliyorsun?" şeklinde bir irirazı dile getirdik. Rasyonel bir alanı hemen duygusai bir tepki ile çökerttik ve eskiyi aynen koruduk. Yani şunu demek istiyorum, lafız önemli ama lafzi, literal anlamariın sınırları konusunda ilk dönemlerde başlayan cehdin daha sonra yeterince devam ettirilmecliğini de görmemiZ gerekiyor. Bugün selefi düşüncenin en ciddi sorunlarından birisi metinleri.okurken literal anlama kericlini mahkum etmesi ve bütün bu her şeyi lafızlara yükleyerek kendini sorumsuz saymasıdır. · Akadei:ninin değerli davetlileri, Kur'an-ı Kerim'i ve Efenelimiz Muhammed Mustafa'nın .(sav) sünnetini anlamada Mevla bize geniş bir takdir alanı bı­ rakmıştır; geniş bir cehd, içtihat ve anlama sorumluluğu yüklemiştir. Bunu inkar edemeyiz. Biz melek değiliz, formatlanarak, kurularak dünyaya gönderilmiş robotlar değiliz. Elbette nasıl ilk sahabilerin aynı lafzı farklı şekillerde anladıkları olmuş ve Allah R.asill.ü de her birisini takdir etmiş ise, sonradan gelen Müslümanlar da bu anlama faaliyetine devam etmek ve bunda ısrar etmek ve anlamaya çalışmak zorundadır. "Eskiler en iyi şekilde anladılar ve aktardılar, biz onları aniasak herhalde bu bize yeter" şeklindeki düşünce eskileri d~ zor durumda bırakır. Mesela biz bugün kadının hamilelik süresi gibi te~ bir konuyu, o günkü bilgi ve imkanlar içinde bu konuda fikir beyan eden Ibn Hazm'dan, Ibn Kudame'den aktarara:k açıklarsak, onlanda ateşin ortasına atmış ve insanların bu alimler hillındaki olumlu telakkilerini yerle bir et:mlş oluruz. İmam Gazzili'yi öyle olmadık bir yerde öne sürüyoruz ki, 166 • Eskiyeni 29/Giiz 2014 modern dünyanın modern bilimin ilgilendiği bir alanda "İmam Gazzili demiş ki" diyoruz, onlar da haklı olarak " Sizin imam dediğiniz Gazzili öyle düşünüyorsa, vann siz gerisini hesap edin" diyorlar. Kendimizin birşeyler söylemesi gereken. konuda eskileri öne süremeyiz, "eskiler bunu bilmişti.r, söylemiştir'' diyerek sorumluluğumuzu savuşturamayız. Netice itibariyle fık­ hın örf ve adetle, hayalln tabii akışıyla iç içe olan alanlarında bizim anlama kabiliyetimizi zorlamarnız ve inisiyatif kullarımamız lazun. Mevla niyetimiz iyi olduğu sürece nasıl olsa ecrini verecektir. Verdiğim bu örneklerden de anlaşıldığı gibi, Kur'an'ın anlaşılmasında, Kur'an'ın lafızlarının şer'i hükme delaleti.rıin mümkün ve muhtemel sırurları­ nı çizmede ayetlerin lafzı kadar Kur'an'ın hütüncül anlatımı, şer'i hükümlerin "makasıd" adı verilen temel ilke ve hedefleri, Kur'an'ın nüzul ortamı içiİıde ilk muhataplanyla diyalektik ilişkisi, lafiziarın ilk planda tekabül ettiği anlam ve olgunun kültürel ve tarihi arka planı önemlidir. Kur'an'ın nazil olduğu 23 yıllık tarih ve toplum kesitine kadar hem Hz. Adernden itibaren devam edegelen ilahi din ve şeriat geleneğinin, hem de insarılığın tabii-fıtri tecrübesinin geçirdiği safalıatı bilmek ve karşılaştırmalar yapmak gerekir. Aynı şekil­ de ayetlerin nüzul sebebi ve ortamı, Kur'an'ın nazil olduğu dönemin sosyal yapısı ve nas-sosyal olgu ilişkisi, yani nasların tarihsel bağlaını ile ilk dönemlerden nakledilen sözlü ve arneli geleneği içinde barındıran Sünnet ve icma da bu noktada önem taşır. Kur'an'ın lafzından doğrudan ve açıkça anlaşılan anlam ile onun dolaylı anlatımı arasında bir ayırım yapmak da. gerekebilir. Kur'an bu zenginlik ve ayırunlar içi4de okunınazsa şahısların kendi yorum ve tercjhlerini tek hakikat olarak Kur''an'la irtibatland111p onları Kur'an'ın alternatifsiz hükmü olarak sunması tehlikesi ortaya çıkar. Tekrar ifade edeyim, bireyle~e Kur'an ve sünnetin anlaşılmasıİlda geniş bir takdir alanı bırakılmış olduğunu, hatta ilahi hitapla hedeflenen sonucu ter~­ yüz eden bir ameliyeye dönüşme tehlikesini içinde barındırsa bile, bireyin bu anlama cehd ve gayreti.rıin önemsendiğini ve korurıduğurıu görürüz. Bu takdir yetkisini, insanın formatlanarak değil, özgür iradeyle dünyaya gönderilmesiyle, dünya hayatının birey için bir sınav yeri, dini en iyi biçimde anlamanın da bu sınavın bir parçası olmasıyla ilişkilendirmek gerekir. ' Nasları anlama ve yorumlamada farklılaşmanın aynı zaman ve çevreye mensup ilk kuşak muhataplar arasında başladığını göz önüne al.ırsak, anılan çeşitliliği sadece insanların kültür, gelenek, bilgi ve tecrübe birikimlerinin dönem ve bölgelere göre değişmekte olmasıyla açıklama yerine gayet tabii ve insani bir duruln olarak görme fıkri ağır basar. Biraz da bunun için olmalı, fıkıh usulünde dil kurallanna bağlılığı dengeleyecek biçimde lafzi anlam çerçevesini aşmaya imkan veren çeşitli metodolojilerin neler olabileceği ve buriların ne ölçüde geçerli olacağı hususu ayrıntılı biçimde tartışılmıştır. Zaten Kur'an'ın indiği ortamın şartlarından uzaklaş.ıldıkça literal anlama .ve yorumlama ile yetinilmediği, lafzi anlamanın ötesine uzanan tartışmaların hız kazandığı görülür. · İstihsan, istislah, }stishab, örf, sedd-i zeria, masalih, Ali Bardakoğlu/Fıkıh Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • 167 malcisıd gibi yöntem ve kavramlar etrafında yoğunlaş~ ve farklı ekollere göre belli noktalarda öne çıkan usul tartışmalannın ve vurgulannın belki de eo önemli anlamı budur ve bwılai: neticede Kicib'ın şer'i deljJ. olaraır hükme delaletioi anlama çabalandır. Müçtehid, Kur'an'da yer alan bir oassın fıkhl yorumunu yaparken dil kurallarını göz önüne aldığı gibi Kur'an ve diningenel ilkelerine ve amaçlanna, olayın öz~l konum ve şartıanna ve diğer etkin unsurlara defalarca gidiş geliş yaparak bir sonuca ulaşır. Böyle olunca, Kerhl gibi klasik dönem fakihleri.nin, bir olayla karşılaşıldığında fıkhi yorum alanında geliştirilen bunca zengin birikimi göz ardı ederek bu tikel olayın hükmünü doğrudan bir ayet veya hadisten çıkarmaya kalkmanın yanıltıcı olabileceği şeklindeki uyarılanna hak vermek ve bunu salt mezhep taassubuyla takınılmış bir refleks olarak görmemek gerekir. Netice olarak, Kur'an'ın metninden Müslümanların asgari müştereğini teşkil eden değişmez bir İsl:lıni öz ve ana unsur yanıoda bir de anlama, yorumlama ve bakış açısına göre değişebilen ve çeşitli toplurnlara renk ve ton farkıyla değişerek yansıyan bir çeşit4Jiği çıkarmak da mümkün olmaktadır. Kur'an lafzının anlamı üzerinde kendiliğinden oluşan ve asırlarca devam eden fikir ve anlayış birlikteliği de, aynı metin üzerinde yoğunlaşan derin görüş ayrılık­ lan da cereyan edegelmiş olması bunun için garipsenmemiştir. Böyle olunca, İslam'ın anlaşılması, değişmezliği ve uygulamaya da yansıyan farklı tezahürleri yönüyle iç içe birkaç halkadan söz etmek mümkündür. Bu a}'l9lll 'aynı zamanda İslam'ın doğrudan ve delaylı olarak ilgi alanını ve kapsamını tanıtıcı da olacaktır. En içte Kur'an ve Sürınet metninden doğrudan ve açık bir şekilde anlaşılan öz, İslam'ın ana ve değişmez unsuru yer alır. İ~ci halkayı naslann delaylı şekilde ve yorumlama sonucu kapsadığı alan, naslann izdüşüm alanı teşkil eder. Bu alanda, izlenen akli istidıale, muhakemelere ve bakış açılanna göre oaslara farklı yorumlar getirmek ve orılardan farklı sonuçlar çıkarmak mümkün olduğundan kısmi bir değişkenlik ve fark. lılık gözlenir. En dışta ise, Müslüman fert ve toplumların dioin rehberliği ve yönlendirmesi sooucu belli bir kıvama gelmiş kendi öz inisiyatifleriyle bilgi ve tecrübe birikimlerindeo, kültür ve geleneklerinden kaynaklanan tercihleriyle dolduracaklan fakat ilk iki alanla da çelişmemeye özen gösterecekleri üçüncü halka yer alır. İslam'ın ilgi alanını ve kapsamını değişmezlik değiş­ kenlik, yoıuma açık veya kapalı oluş, doğrudan veya delaylı oluş itibariyle böyle bir üçlü ayınma tabi tutmak mümkün ve doğru ise de, hangi hUkmün hangi halkada yer aldığı konusunda belli ölçüde izafiliğin bulunması ve birtakım farklı görüşlerin olıİıası kaçınılmazdır. Bu arada İmam Gazz:lli'oio, hocası Bakıllaru'yi izleyerek -ki ikisi de Eşaôdir­ Bağdat m~tezilesinin geliştirdiği "he.r müçtehidin içtihadında isabet edeceği. (tasvib), fikrine sahip olduğunu burada hat:ıı:lamakta yarar var. Buna göre, anlama ~yerinden herkes zaten Allaha sorıimludur. Allah'ın kitabını, Peygarn- 168 • Eskiyeni 29/Güz 2014 her'in sünnetini anlama yönünde insa.nlann her say ü gayreti sevaptır, doğru­ dur, sevaba ulaşmış sayılır. Allah insana anlama kabiliyeti, yorumlama kabiliyeri vermiş, insan o gayret içinde olduğu sürece ulaştığı her fikir Allah katında doğ­ ruya isabet etmiş sayılır Allah katında tek bir hakikat yoktur. İnsanlann içtihat edebileceği alanda tek hakikatten söz edemeyiz. Gazz:ili de, el-Mustasfa'da içtihat konusunu incelerken "içtihatta isabet ve hata (Babü't-tasvib ve't-tahtı'e)" başlığı altında bu konudaki görüşleri özedeyip önemli bir açıklama yapıyor :"Allalun hükmü, açıkça ve kat'i şekilde hüküm bildirmediği alanlarda (zanniyyat) müçtehidin zannına tabidir." Niçin diyor bunu? Müslümanlan anlama ve yorumlama kabiliyederini kullanmaya teşvik için. Gazz:ili, hocası Bakil.l.arı1'yi de dahil ederek ''Biz muhakkik ulemarun tercihi budur'' diyor. Bunu açarsak, Yüce Mevla müçtehitlere hitaben "Sizi niyetinizle, samimi çabanız­ la hesaba çekerim; ulaştığtnız sonuçla hesaba çekmem. Çünkü zaten ulaştığtnız sonucun tek tip olmasını isteseydim ben onu beyan ederdim" demiş olmaktadır. Böyle olunca, fıkıhta bir metin/lafiz var, lafzın anlamı var, o anlamın kenannda ikinci üçüncü dördüncü anlamlar var ve makasıd ilmi, istihsan, ıstıslah, sedd-i zeriyi gibi bakış açılan var. Bütün bunların hepsi bizim öz mirasımız ve fakihlerimizin devasa eserler bıraktığı alanlar. Burada Şatıbi, İzz b. Abdisselam, K.arafi, TUfi, İbn Teymiyye, Tahir b. Aşfu: ve daha nicelerini talımetle ve hayır­ la yad etmemiz gerekiyor. Bu alanda yazıp çizenleri ve yazacak olanlan koyu ve önyargılı bir dind~ refleksiyle ''İsllin'ın temellerini köklerinden sarsan reformist" şeklinde y~ftalara maruz bırakmamak İslam ahlakındandır. Çünh..-ü bir fıkıh kuralına yeni bir yorum getirildiğinde, neticede bu bir" anlama faaliyetidir, İslam akidesinin temellerinddn kopriiğunu, İslam'ın bir. tuğlasının daha gittiğini düşünmemeliyiz. Dinin sahibi yüce Mevla'dır. O dinini kıyametekadar koruyacaktır. Hem fikhın en zayıf kısmı kurallan, en kuvvetli kısmı da o kurallann arkasındaki de.rılni diı}darlık ve ahlakdır. Şekil ve k-ural toplum kültürüyle yakından alakalıdır. Fıkhın en güçlü alanı ise akide ile olan irtibatıdır, Allah'a ve Hz.Peygambere duyulan sevgi ve saygıyla irtibatıdır. Ahlak ile olan ittibatıdır ve de.rılni dindarlıkla olan irtibatıdır. d. Fıkıh ve Ahlak Burada fıkıh-ahlak ilişkisi üzerine birkaç söz söylemem gerekir. Fıkıh-ahlak ilişkisi esasen fıkhı anlamanın ana kapılanndan biridir. Mesela ö_~ümüzdek.i dönemde fıkıh-ahlak ilişkisi üzerine bir sohbet yapabiliriz. Günüm~ fıkıh çalışmalannda ve öğretiminde fıkıh-ahlak ilişkisini biz yeterince öne çıkarmı­ yoruz. Fıkıh kitaplannın içerisinden tek tek cımbızla ahlakı, derfu::ıl dindarlığı, irfaru, hikmeti çektiğimizde fıkhın en güçlü yönü olduğunu zannettiğimiz şekli ve kurallan cılızlaşır ve fıkhı temsilde yetersiz kalır. Böyle bir fıkıhla dini anlatmak da mümkün olmaz. Çünkü şekil ve kurallar fıkhın en zayıf kısmıdır ve onu besleyen damarlan kuruttuğumuzda, onlar da savunmasız kalır, pek bir anlam ifade etmemeye başlar. Ve bugün fıkhın bahsettiğimiz ahlaki ve derfuıi muhtevası ihmal edilerek, buna karşılık kültürle, toplumsal yapıyla, Ali Bardakoğlu/Fıkıh Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • 169 hayatın akışı ile yakından irtibatlı olan kurallan da ö~e çıkarılarak fıkıh adına, İslam adına savunma yapılması fıkha iyilik olmasa gerek. Fıkhın en güçlü yönü, dio.i-ameli hayatı bir bütün olarak a:linası, insanlan üzerinde hiç düşünmeksizin verilen kurallan uygulamaya memur bir nesne olarak görmeyip yapacağı tercihierin elini ve ahlaki gerekçelerini de önemsemiş olmasıdır. Nitekim klasik fıkıh lite.ratürü sadece davranışiarımızla ilgili katı kurallann listelenmesinden ve zahiri fıkhın resm-i geçitinden ibaret değildir. Fukaha fer'i meseleleri mümkün olduğunca dinin asıllinyla ilişkileo­ dirme, hükümlerin sadece kazii yönüyle yetinmeyip diyaru cihetini de dikkate alma uyansını sıklıkla yapmıştır. Fıkhl yaklaşım esasında sadece lafizla mana, nas ile toplum arasında değil, akide, ahlak ve hukuk arasında da sıkı bir bağ kurarak söze başlama metodu demektir. Hatta Müslüman'ın genel akidesi ve kurallann zihin-tefekkür boyutu .fıkhın genel zeminini oluşturduğundan ona "fıkh-ı ekber" denmiştir. · Değerli davetliler, konuşmamın başında da belirttiğim gibi, modern dönemde yaşanan serüvenierin ve içinde bulunulan hal ve şardann ağır baskısı Müslümanların kendi öz miraslarını anlama ve ifade etme tarzlarını da olumsuz etkiledi. Bunun da bir sonucu olarak, fi.khı bütün güç ve orijinalliğini şelde ve kurallara irca edilerek açıklama ve bu yönüyle onu yanşa sokma yanlışlığı son yüzyılda daha da arttı; bunlar üzerinden fıkhı, şeriatı ve dini tanıtır olduk. Halbuki şekli yapı ve kurallar, fıkhın dayanması gereken kültürel zeminden koptuğu ve şekli fıkıh "deı:Uni dindarlık", "ahlak" ve "akidevi çerçeve" ·olarak.adlandırabileceğimiz diğer boyudarla desteklenmediği zaman, geleneksel fıkhın kalıplarına uygun düşen, fakat dinin genel çerçevesine, hikmetine, kamu vicdanına, fıkhın amaçlanna, deı:Uni dlndarlığa uygunluğu hayli tartışmalı olan nev-zuhur. bir fetva edebiyatı öne çıkmaya başlar. e: Fılah, Birey ve Toplum Klasik literatüründe yer aldığı şekliyle fıkıh zihoiyet ve öğretisinin tarihikültürel arka planı, fıkıh bilgisini üreten/ derleyen fakihin içinde yaşadığı kültür havfası, hatta kişisel dünyası günümüz fıkıh çalışmalarında yeterince üzerinde durul~ bir konu değildir. Aksine, bu alandaki araştırmaların şer'i alı­ kamın ve fıkhın büyüsünü bozacağı gibi bir gizli kaygı ve çekimserlik sergilenir. Din, birey ve toplum üçlüsü arasındaki ilişkinin gücü, yönü ve mahiyeti fıkhı doğrudan etkiler. Öyleyse, topluı::pla irtibatı kurulmamış bir fıkıh, günümüz İslam toplumlarına alternatif bir model önerme potansiyeline sahip olabilir mi?_ Şayet cevap "evet" ise, bugüne göre hayli farklı bir yapının ve arka plaürünü olan klasik öğretiyi bugün uygulanabilir kılmak için toplumda ona uygun· bir yapı, arka plan ve zihniyet inşasına ihtiyaç olduğu açıktır. Bu yol . aa. nın 170 • Eskireni 29/Güz 2014 seçilirse, şu iki soruyu sormak kaçınılmaz olux: 1. Toplurnhın.n elbise değişti­ rir gibi sosyal yapı, kalıp ve zihniyet değiştirmesi ne derece mümkündür ve bu nasıl olacaktır? 2. Günümüz toplumlaruıın bugüne kadar yaşadığı maddi ve zihnl değişimin tamamını gayr-i tabii, dış zorlamaların ve Batılılaşmanın ürünü görmek de ne kadar sağlıklıdır? İçinde yaşanılan toplumun canlı ihti.yaçlarıyla ve sorunlarıyla ittibat kurmaouş bir fıkıh çözüm üretebilir mi? Buna evet diyeceksek, o zaman toplumu klasik fıkhın üreti.ldiği dönemle ·aynileşti.rmemiz gerekiyor. Bunu başarabilirseniz fifevkalade güzel işler ve söe toplumda tam bir karşılığı vardır. Zihniye~, kadın telakkimiz, özgürlük telakkimiz, m~yet anlayışımız, ekonomik ilişkile­ rimiz, hayat tarzımız ve değer yargılanm1zı, yani zamanla değişen her şeyimizi fikhın bu kurallannın üreti.ldiği dönemin standartlarına çekebilir, onunla özdeş bir hayat inşa edebilirsek -bunu İngiltere'de falan deneyenler oldu- o zaman bu haliyle fıkıh çözüm üretebilir. Ürettiği bu çözümler reaksiyonla karşılaşmaz ve halcikaten içtenlikle kabul görür. Çünkü birey-toplum-fıkıh ilişkisi tam bir uyum içindedir. Ama akan ırmakta ayru suyla iki defa el yıkamanın mümkün olmaması gibi hayatın akışını da geriye çeviremeyiz. kıh bb. Cevap "hayır" ise, hayatın Sünnetullah çerçevesinde sürekli bir akış ve içinde olduğunu ve geriye akışın olmayacağını söylüyorsak, o zaman ulemarun elini taşın al!IDa koyması, modern dönemde Müslümanların fıklu­ nın nasıl hayati.yet kazılnacağına kafa yorması, dinin hayatın her alaruna uzanan bir rahmet olmasının önündeki engelleri kaldırması gerekmez mi? İslam ulemasının "Bu dini, bu dinin akid6._vi ahlcimını, arneli ahlcimın.ı nasıl anlamalı, insanlara din olarak ne anlatmalıyım, nasıl bir hayat tarzının inşasını önermeliyim?" sorusunu sorması, yani so.rumluluk üstlen.mesi, geçmiş ilimlerin ve eserlerin arkasına şığınmaktan vaz geçmesi gerekiyor. Bu ayru zamanda Müslümanın birey olarak var olması, dinin mesajıru anlayan ve aktaran bir bireyin inşası demektir. "Dinimiz her konuyu çözmüştür, her konunun cevabı clinimizde vardır" deyip aradan çekilmek İslam ulemasının bir kaçarnağı olarak son derece risklidir. Bizim yapmamız gerekenleri, so~u­ luk taşımamız gerekenler geçmişe atfederek eslıifin çö,zdüğümüzü zannetmek aslında fıkhi düşünceyi geçmişe hapsetmek, bugüne karşı da so.run.ılulu. ğumuzu inkar etmek olux. değişim Mesela, dinin anlaşılması ve yaşanınasında tek hakikatçi anlayış yeq.ne farklı görüşlerin de eşit derecede doğru olabileceğine kapı aralamamız gerekiyor. Günümüz İslam toplumlarının bir sıkıntısı da bu tek hakikatçi cemaadeşme­ ler ve oluşumlardır. Tek hakikatçioluşwnlann hepsi bir risktir. Her biri bir ithamdır, her biri bir kavga sebebi olma potansiyelirıe sahiptir. Çünkü tek hakikatçi iseniz ötekinin aolayışıru yok etmeniz sonuçta sizin clin1 göreviniz olu, yani öyle görürsünüz. Siz tek hakikatçi iseniz ve tek hakikati temsil ettiğinize inanıyor, bir de kutsalla irtibadanruzın olduğunu ve ondan onay aldı­ ğıruzı vehmediyorsaruz, o zaman başka türlü düşünenleri önlerneyi clin1 bir veeibe olarak görmeye başlarsıruz. O zaman bunun geçmişte yaşanan Ali Bar<bkoğlu/Fıkıh Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • 171 "halku'l-Kur'an" tartışmasından ne farkı ka.l.tr? Halb~ ne demiştik, h~'l­ Kur'an tartışması fik.ô bir zenginlik sınınnda kalmamış, ümmet içinde fitneye, ümmet. ilimleri arasında parçalanmaya yol açmıştır. Kelaıni bir tartışma­ dır ama fıklun gelişiminde bile çok ciddi bir kınlma noktasını ifade eder halku'l-Kur'an. Ne yazık ki, günümüz İslam dünyasında «tek hakikatçi" yaklaşım ve söylem egemendir. İslam dünyasına baktığımızda, tek hak.ikatçı söylemle İslam adına konuşma tarzı birleşince vahim bir tablonun ortaya çıktığını görmekteyiz. Bu üslup, aynı safta birlikte namaz kılan insanlan birbirine düşürdü, din adına aynştı.ncı oldu. İslam'ın tek bir hakiki/ doğru yorumunun olduğu düşüncesi haliyle, o yorumu hayata geçitmeyi dini bir ödev olarak görmeyi de gerektirdi; din dili sivil, hoşgörülü ve mütevazi karakterini kaybetti. İslam dünyasına dikkatle bakıldığında bu menfi dönüşüm ve süreç net olarak görülmektedir. Dini bilgi ve öğretimde tek hak.ikatçi ve ideolojik ortam aynca tersten dünyevileşmeyi besleyen bir rol de üstlerunektedir. İslam dünyasında teoride kısmen, pratikte daha belirgin şekilde ortaya çıkan ve hayat tarzı haline gelen ve her biri de eetek hak.ikatçi" söyleme sahip olan katı gelenekçilik, Şia, siyasal İslam, Selefilik, modernizm, laiklik gibi birbirinden hayli farklı söylemiere sahip akımlar gittikçe güçleniyor. İslam toplumlannda her biri hem İslam akaidi, hem de toplumsal huzur ve uyum açısından bir dizi problem içerebilen tarikat ve dini cemaatleşmeler dini hayatın neredeyse gereği ve dindarlığın ayrılmaz parçası gibi görülmeye başlandı. Sadece Afrika, Afganistan ve Pakistancia değil her bir İslam ülkesinde şahit olduğu­ muz bu farklılaşma, zenginlik olmak şöyle dursun, tam bir çekişme, kavga ve birbirini yok eime gerekçesi olarak işliyor veya kullanılıyor. Bütün bunların elbette birçok'izahı yapılabilir. Ancak konuya dini bilgi açısından bakıldığın­ da-; ~asik usulde yola devam eden ulemanın dini ilimler alanında topluma sunduğu bilgilerin toplumda yeterince karşılığının bulunmamasının da bu gelişrrieleri kolaylaştırdığı görülecektir. · Bangladeş-Pakistan-İran hattı, Körfez ve Orta Doğu, Kuzey ve Orta Afrika bölgeleri başta olmak üzere İslam dünyasının halihazır resmi, bugün Müslümanların dini düşüncede, dini bilgide ve öğretimde, tarihindeki hoşgörülü, sivil ve özgür ortamı yakalaması gerektiğini bir kez daha ortaya koymaktadır. Sivil karakterde dini bilgi esasen bizim geçmişimizle de çelişmez. Geleneği­ mizde farklı düşünceler hep sivil platformda tartışıldı. Allah'ın hükmü ile kişisel görüş ayn tutuldu, "kavl", "rey", "mezhep" tabirleri bu sivil ve mütevazi dili ifade etti. Sünni dünyada olup bitene gözümüzü kapatıp sadece Şia muhitine "siyasetle iç içe ,olan dini hiyerarşinin/ulemanın dini bilgide tek hakikatçı anlayışı topluma empoze ederek din içi uzlaşı kültürünü zayıflattığı" şeklinde bir eleştiri yöneltmek hakkaniyete sığmaz. Bugün S~ kesiminde de, -içinde bulunduklan şartlara göre sÇ)ylem ve tepkilerinin haklı olup olmadığı tartışması bir 172 • Eskiyeni 29/Güz 2014 tarafa- di.ni bilgide tek hakikatçı anlayışı benimseyen, sonuçta geniş kitlelerde veya derecelendirmesi tartışmalarını körükleyen elinisiyasi hareketlerin sayısının ve etki alanının az olmadığını görmek gerekir. Siyasal hayatta çoğulculuk ve yarış, hoşgörü ve demokrasi kültürünün olmazsa olmazıdır; di.ni düşüncede de çok seslilik rahmet sayılır. Oysa din.in tek doğ­ ruya indirgenmiş yorumu aksine bir sonuç vermektedir. Bu yüzden, gerek Şii gerekse Sünni kesimdeki belirtilen gelişmeler sivil ve çoğulcu di.ni söylem yerine tek doğrucu, kibirli ve ideolojik bir elini söyleme ağırlık vermesi oranın­ ca dinin kuşatıcı ve uzlaştıncı gücünü zayıfl.atmış olmaktadır.· dindarlık aynşması Geçenlerde bir sempozyumda Afrika Arııştırmaları Merkezi baş~ dinleelim, Afrika'daki selefiler ile tarikatların mücadelesini anlattı. Yani oturup kara kara düşünmek ve ne olacak bizim halimiz diye endişelenmek istiyorsanız o konuşmayı dinlemeniz yeter. İşin o kadar vahim bir mücadele boyutuna ulaşacağını tahmin etmeniz mümkün değil. Teldir kullanılan silahların belki de en basiti. Kur'an ve Sünnet'in hitabında birey ve insan unsuru adeta merkezdedir ve dinin toplumsal içerikli mesajlarının sonuçlanması da yine bu yolla olacaktır. inanan ve ililii hitabın yüklediği sorumluluğu üstlenen bireylerin bir araya gelmesiyle ümmet oluşmuş, ama bireyin doğrudan ilahl bitaba muhatap oluşu her safhada ko~uştur. Din ilimleri, dini inşa eden değil, dinin ana kaynaklarının bilgisini toplurnlara aktaran kimselerdir. Ktir'an'ın en temel özelliği bireyi muhatap alması, toplumsal mesajlarında da bireyin sorumluluğunu devrede tutmasıdır. Toplumsal,yapı ve kurallar birey için koruyucu sı­ nırlar, zorlayıcı yaptınınlar içerse de neticede her birey kendi dindarlığını kendisi inşa edecektir. Nihai karar bireyindir ve onun dindarlığını kabul veya reddedecek, derecelendirec~k olan da yalnızca Yüce Mevla'dır. İslam'da bu anlamıyla aracı bir kurum ve sınıf yoktur. Şia bunları göz ardı ederek elini hiy~rarşi kurdu. İkinci aykırı gelişme ise belli ölçüde tasavvuf alanında yaşandı. Tasavvufi düşünce İslam'da di.ni düşüneeye ve duyguya muazzam bir derinlik kazandırdı. Doğun~ kacllin tİıirasından ve insan muhayyilesinin irr.ik:inlarından hareketle dini düşüneeye gizemli kanallar açtı. Bunlar doğrudur. Ancak tarihi silreçte tarikat öğretisi tasavvufi düşüncenin derinliİdi ve biraz da . gizemli birikimini avam üzerinde manevi otorite tesis etmenin imkaru olarak gördü ve kullandı. Heybetli siyasi iktidarlarla yarışırcasına tarikat }ıiyerarşisi ve manevi otorite tasavvuru geliştirildi, bu yönde algı beslendi. Bu algı, qünyada haksızlığı uğradığına veya nasipsizliğine inanan geniş kesimler için de, sahip olduğu nimetleri ve konumu ahirette de korumak isteyen müreffeh kesim için de pratik bir çözüm getiriyordu. Diğer bir anlatımla, gelinen bu noktada iyi niyetli ve arayış içindeki geniş tabarun beklentileri ile onların İrl:tisap ettiği manevi oteritelerin ve yakın çevresinin kısa vadeli yararları kesişti ve karşılıklı olarak birbirini beslerneye başladı. Böyle olunca tasavvufi düşünce ile tarikat örgütlenmesini ve onu meşrulaştıran doktrini birbirinden ayırmak gerekir. Tarikat örgütlenmesini meşrulaştıran doktrin metafizik, zühd ve Ali Bardakojllu/Fılah Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • 173 adab yönü ağır basan tasavvufi düşüncenin hazırladığı ~eminde yeni ve farklı bir inş:inın adıdır. Bu ayınmlar yapılmazsa dinin metafizik boyutu ile mistisizm, tasavvufi düşüncenin aiıa fikri ile tarikat ve dini cemaa~ yapılanması aynı şey zannedilir ve aralannda belli bir farklılığın, yer yer de zıtlıklann bulunmasını izah mümkün olamaz. Günümüzde bu söylediklerimin açık seçik karşılıklannın bulunduğunu, aynca tarikat hareketi sosyo-politik projelere dönüştüğünde daha başka sorunlara da yol açtığını birlikte görmekteyiz. Bu arada şunu da belirtınem gerekir ki, günümüzde iyi niyetli de olsa avaının tarikat örgütlenmesi ve dini cemaatleşme sürecinde sevkedildiği dini otorite ve kutsallık anlayışı ve mevcut uygulamalar İslam'ın üzerinde titrediği tevhid ilkesi açısından, Kur'an ve sünnet açısından ele alındığında da bir diZi sorun karşımıza çıkmaktadır. Günümüzdeki tarikat örgütlenmesi ve dini cemaatleşmelerin sosyal psikoloji, şehirleşme, elmnomik dayanışma; nüfuz ve itibar kazanma, hatta siyaset gibi farklı açılardan incelenmesi birçok alanda yol gösterici ipuçlan verecektir ve son derece önemlidir. Ama daha önemlisi, günümüzde kutsallaştınlmış dini oteritelere bağlılığın, uygulamalann ve geleceğe dair beklentilerin İslam'ın akidevi ve sahih bilgi kaynaklan açısından 'soğukkanlı biçimde tartışılması; tartışılabilınesidir. Bu imkanın bugün hayli daralmış olduğunu hep birlikte müşahede · etmekteyiz. Bütün bu gelişmeler modem dönemde sivil ve özgür fıkhl düşünceyi örıledi, fıkhın dogmatik ve akidevi bir alana itilmesini kolaylaştırclı. Dahası, adeta sosyal grupların ve dini cemaatleri.n duruşlanna uygun fıkıh söylemleri doğdu. Netice..olarak, klasik fikhl mirasın oluşumunda kültürün, örfi/beşeô çabanın payı hayli yüksek olduğu halde, günümüzde bu durumu kabullenme veya.dillendirme fı.khıri aleyhine bir durum olarak görüldüğünden, her vesileyle fık­ hın dini karakterine abartılı bir vurgu yapılarak, şer'i hükümle fikhl hüküm adeta özdeşleştirilmektedir. Mezhep doktrinlerini geliştirme ve öğretimini vererek hukuk ekolü disiplini içinde yeni gelişmelere çözüm üretecek fakih yetiŞtirme amacıyla kaleme alınan klasik fıkıh literatürünün telif usulü de bu . konudiiki yanlış tutumun mesnedi kılınmaktadır: Bu kaynaklar telif edilirken, fıkhın ana konu ve temel kurallan mümkün olduğu ölçüde Kur'an ve sünnetle irtibatı kurularak işlenmiş, mezhep .fıklui:ıı öyle veya böyle bir ayet veya hadisle ilişkilendirme çabası hayli etkili olmuştur. Bu doğrudur. Ancak bu telif tarzında, fıkha dair bir mahiyet tartışmasından ziyade, asılla irtibatı ve kontrolü sürekli canlı tutma, mezhep içtihatlarının benimsenmesi imkanını ve zeminini tahkim etme gibi stratejik amaçların ön planda olduğu da doğ­ rudur ve aynı ölçüde dikkat çekicidir. Fakat bu durum iyi arılaşılamaclığından, sadece yan üm.mi zevat değil günümüz fakililerinin önemli bir kesiıtı.i de fık- . hın beşeri-insani ve tabii yönünün esasen fıkhın asıl omurgasını oluşturduğu fikrinden hayli uzaklaşmış görünmektedir. Fark ederıler de bu ciheti öne çı­ karmanın fı.kha zarar vereceğini ve fıkhın günümüzde uygulanabilir/ rasyonel bulunmayan yönlerini artık savunulamaz hale getireceğini düşünmektedir. Hatta bu·refleks, fıkhın dini nitelikteki ahicimının kaynağı olan naslann tabii- 174 • Eskiyeni 29/Güz 2014 fi.tô ve insani olguyla ve tarihl akışla ne kadar iç içe olduğu hususunu tamş­ önleyici bir tedbir olarak da tercihe şayan bulunmaktadır. ınayı Sonuçlar Bütün bu söylediklerimden sonra birkaç sooucu sizinle paylaşayım isterim. 1. Yeniden ve bir diridarlık sotgulaması/ niyet okuması yapılmadan ele alın­ ması ve üzerinde kafa yerolması gereken ilk ilim dalı belki de fıkıhtı.r, ''Müslümanlano 21. yüzyılfikhı" çalışmasıdır. 2. Fıkıh içinde kültürün, örfi/beşed fıklun payının yüksek olması, fı.k.hın aleyhine değillehine bir durumdur. Böyle olunca fıkıh öğretim ve araştı.rma­ larının, 6.khıo tabii, beşeıi, fitô niteliği ve tarihin genel akışı içindeki yeri gözden uzak tutulmaksızın yapılmasıoda zaruret vardır. 3. Fıkhın" İslam'ın fikhı" değil "Müslüman topluml~ fıkhı" olarak billomesine ve konularının böyle bir soğukkaolılıkla ele alıomasına ihtiyaç vardır. Bunun için de fı.k.hın tarihini 19. yüzyılın sonunda tamamlamak, soo iki yüzyılda olup bitene neseb-i gayri sahih çocuk muamelesi yapmak, sahadan çekilmek, bütün bunlann hepsi bugüne ve geleceğe dair hiçbir iddia sahibi olmamakla eşanlamlıdır. İçinizden önemsiz bir ayrıntı olarak görenler olursa, onu da saygıyla karşıJa­ nrri, ama burada bir hususa ayn bir vurgu yapmak istiyorum. Hangi kelime- lerle ifade edersek edelim, fıklu "İslam'ıo fıkhı" değil, "Müslümanlano fı.klu" olarak algılamalıyız. Kelime oyunu "yapıyor değilim. Çünkü bugün üzerine konuştuğumuz 6.khı İslam'ın değil Müslümanlana fı.klu olarak tarutmarnız fı.k.hın tarihl gelişim sürecine daha uygun düşer. Bu arada fıkhın "İslam'a uygunluk" değil "İslam'ıo esaslarına aykı.n olmama" şartıyla kendi zemininde geliştiğini de gözden uzak tutmamalıyız. Burada da yine kelime oyunu yok. Mesela, İslam'a uygun bir kira akdi yapmak istiyorum diye bana geldiğinizde ben şekle değil karşılıklı nzaoıo . bulunması, aldatma v e bilinmezliğin olmaması gibi genel esasl.ano bulunmasını yeterli görürüm. Akdin İslim'iri ilkelerine aykın olmaması yeter, bu zaten uygunluk demeKtir. Niçin bu örneği verdim? Konu, müb:ih.ın/ cevazıo şer'i hüküm olup olmadığı ile yakıo~ao ilgili de onun için. Mutezile ilimleri mübahı şer'i hüküm kategorisine dalili etmezken Sünni düşüncede mübah şer'i hükümdür. Ancak müb:ih.ın şer'i hüküm sayılınaması daha isabetli görünmektedir. Şer'i hüküm ya vaciptir ya menduptur ya rnekruhtur ya da haramdır; geri kalan geniş alan ise asli ibaha kuralı kapsar. Caiz ve mübah şer'! hüküm kategorisinde yer aldığında buna getirilecek sınırlama ve yorum doğrudan şer'i bk bükümde tasarrufun kurallarına cibi olacaktı.r. Osmanlıoıo son döneminde ilimler bu konuyu tamş­ maya açrnışlar, şer'.i hüküm olmadığını savunan önemli bir grup çıkmıştı.r. 4. Fıkıh öğretimi ilahiyat fakültelerinin bünyesinde olduğu sürece ikilem ve çıkmaz sokak kaçınılmazdır. Asiında ilahiyat fakültelerinin hali hazır durumu Ali Bardakoğlu/Fıkıh Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • 175 dünyevileşme tuzağının temel bir ayağı olarak da gö~ebilir. Fıkhın İlahiyat fakültelerinde dış dünyadan ve vakıadan tecrit edilerek okutulan bir bilim dave fıkha daha entegre bir yol açılmas} düşünülme­ lidir. lı olmasının sorgulanması Değerli dekanları.rruz burada, fıkıh öğretimi bütün alt könularıyla İlahiyat fa- kültelerinin bünyesinde olduğu sürece bu sorun hiç eksik olmayacaktır. Ben soğukkanlı şekilde düşünüyorum ve bu sonuçlara varıyorum. İlahiyat fakül- teleri esasen toplumda sekülerleşmenin bir ayağını oluşturmakta . Ama .fılah öğretimi alan ayınını yapmakslZUl ve hukukun da konularını ele alarak llahiyat fakültelerinde yapıldığı ve kağıt üzerinde kaldığı sürece fıkıh bu alternatif hukuk üretme aşk ve heyecanını hiç eksik etmeyecek, bu da sekülerleşmeyi tersten besleyecektir. Halbuki fıkhın misyonu alternatif olma değil, hayatla iç içe olarak, dinle hayat arasında köprü olarak insanlara rehberlik etmedir. Fı­ kıh hayattan kopuk, tatbikattan kopuk, masa başında ve teoride alternatif olmaya çabaladıkça kendini yiyip bitirir. Sadece kendini eritir. Onun için de fıkıh öğretiminin İlahiyat fakültelerinde olması bir tuzaktır ve fıkha hiç hayır getirmez. Çünkü fıkıh soğukkanlı duruş ve bakış ister, tepki,· kavga ve öfke içerisinde fıkhın alternatif üretme kabiliyeri hayli dumura uğramış demektir. Öfke dili ile fıkıh üretilmez, inatlaşma ortamında fıkı4 düşüncesi gelişmez: Birey ve toplumun huzur ve sükununu sağlayacak arneli hükümleri üretmeye memur fıkıh, ideoloji konusu hiç değildir. Bu konuyu sükunet içinde tartışa­ bilirsek, fıkhın nerede ve nasıl okutulması gerektiği konusu da kendiliğinden belirginleşir. •. 5. Klasik fıkıh öğretisinin asıl kaynağı sünnettir ve onu temsil eden hadis literatürüdür. İlk müçtehit imamlar dönemindeki gerilimli ortamın ve ehl-i hadis'in güçlü mukavemetinin eseri olarak hadisler lafizlarıyla fıkhın belirleyiei unsuru ve kaynağı olmuştur. Bugün hadis külliyatı, fıkıh ahiili ve ilkesi olm~tan öte en ince ayrıntısına kadar Müslümanların fikhının normatif kaynağı sayılelığında sorun çözülmüş olmayıp Müslüman toplumlar asırlar önceş! bir hayatı ayrıntı ve bütün sosyal kurumlarıyla yeniden yaşamaya sevk edilmiş olmakta ve sorun katlanarak büyümektedir. Aslında bu konuyu açınam gerekir ama tahammül sınırlarını zorlayacağım de taşımıyor değilim. Yani hadis külliyatının tamamını Müslübugünün şartlarında yaşaması gerektiğini, hayatın bütün ayrıntıları­ nı belirleyen normatif bildiri, normarif metinler olarak görürsek Sünnet'e daha iyi mi ittiba etmiş olacağız? Bundan emin değilim. gibi endişe manların 6. Fıkıh usulünün klasik verilerinin fıkhın mevcut öğretisini pekiştirme ve asli kaynaklara bağlayarak sağlamasını yapma işlevi bulunsa da bununla yetinilmeyip onun alternatif bilgi/çözüm üretme potansiyelini deşifre eden metodoloji tartışmalarına başlanılması gerekmektedir. usulünün elbette fıkhi hükümlerin d.inin asıllarıyla irtibatın sağlama ve bunun nasıl bir metodoloji içinde yapılığını gösterme gibi temel bir işlevi var. Fıkıh 176 • Eskiyeni 29/Güz2014 Ama fıkıh usulünün işlevi bundan ibaret değil. Bir diğer işlevi de hayatın tevili eden yeni olgti ve ihtiyaçlanna yeni cevap ve çözümler üretecek metodolejik zihniyeti oluşturmak. Fıkıh usı.ilüi:ıün bu ikinci işlevini öne çıkaracak bir anlayışa ihtiyaç var. Yani beyan eksenli, lafız eksenli us til-i fiklun yanına onu yok etmeden, onu göz ardı etmeden neo-klasik bir fıkıh usulünün gelişti­ rilmesi gerekiyor. Fıkıh usulünün çözüm üretme kapasitesini do~durao ve geçmişte olup biteole sırurlandıran değil geliştiren bir fikıi çaba gerekiyor. Ancak İl.ahiyat fakültelerindeki mevcut usı.il-i fıkıh tedrisatı buna elverir durumda değil. Yeni dönemde yazılmış fıkıh usulü eserleri usul birikimini çok iyi resmediyor ve güzel özetliyor. Ama sadece geçmişte üretilmiş bilgilerio resmedilme" siyle yetinemeyiz. Fıkıh usulünü mevcut haliyle değil, 21. yüzyıl fi.khının metodolajik ve felsefi arka plaru olarak düşünmek gerekiyor. Bu konuda iddialı değilim ve ulaştığun bir sonuç yok, sadece bu ihtiyacı gören bir kardeşiniz olarak düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim Din-şeriat, vahiy-inzru, şeriat-fıkıh, şeriat-kanun ayırımlannın anlamı ve terminoloji, tarihi süreçte teorik/kitabi fıkıh-yaşanan dini hayat/ fıkhın pratiği arasındaki mesafe, Kur'an ahkıiını, Sünnet fıkhı gibi konulardaulema arasıoda ucu açık geniş açılı müzakerelere ihtiyaç vardır. Bunlar müzakere edilirken bazılannın ayak izine basmamak ve aynı karede yer almamak için ters istikamette gitmenin veya tili yola sapmanın bugüne kadarki" maliyeti de hep göz önünde tutulmalıd.ı.r. Kavrarnlara yüklediğimiz anlam bizim dünyamız aslında. Yani din ve şeriattan ne anlıyoruz? Vahiyden, iozruden ne aolıyoniz? İlahi kelam, Allahın lafzı, Allahın keij.rm aynı şeyler mi? Şeriat - .fıkıh ilişkisi­ ni nasıl kurmalıyız? Mesela fıkhın tar~i'amına şeriat mı diyeceğiz? Fıkıh ile İs­ lam şeriatını aynı görüp "şeriatın hayatın bütün alaolarını değişmez bir şekil­ de tanzim ettiği" tezi öteden beri dillendirilir. Ömer Lütfi Barkan'ın sıkça dile getirdiği bir iddiadır bu. Medeoi kanunun esbab-ı mı1cibe layiliasında da benzeri cümleleri görürsünüz. Bu tür ifadeler çoğu kez, statik ve aynntılı bir şeriatın hayatın değişkenliğine ayak uyduramayacağını belirtip sekülerleşmeye kapı aralamak için dile getirilir. Bazen benzeri cümlelerin islama, şeriata övgü olacağı düşünülerek diğer cephede de söylendiği olur. Kavramlar arasında önemli farklar bulunduğııoa da dikkat etmeksizin, özensiz bir biçimde ileri sürülen "İslam, şeriat veya fıkhın hayatın her alanını en ince aynntısına kadar değişmez biçimde tanzim ettiği" iddiası, övgü olması şöyle dursun, içinde birçok problemler taşımaktadır. Mesela fıkıh şayet böyleyse, ona yapılan eleştiriler de sekülerlerşme de kolayca haklılık kazanır. Ama bu tanım doğru mu? Şeriat ile fıkıh aynı mı? Din, şeriat ve fikıh üçü de birbirinden farklı elbette. Fakat fıkıh alanıoda son dönemde yazılan eserlerde, özellikle de Arap ülkelerinde ciddi bir kavram kargaşası yaşanmakta ve bu üç kelime birbiri yerine sıkça ve hiçbir kurala bağlı olmaksızın kullaoılagelmekte. Bu kavramlar üzerine eğilmemiz ve bu kavramlan tartışmaya açan çalıştaylar yapmamız gerekiyor. 7. Ali Bardakoğlu/Fıkıh Sorun mu Üretir, Çözüm mü? • 177 8. Tarih, dinlerin ve insanlığın tarihi, anttopoloj~ sosyoloj~ tarih gibi ilgili ilim dallan ile kesişme noktalannda ortak çalıştaylarm yapılma\ında yarar vardır. Ya-. ~ fılah araŞtı.rmalan ve öğretiminin tarih, anttopol~ji, sosyoloji gi~i .yakın disiplinlerle sürekli temas halinde olması lazım. 'Aslında llihiyat fakültelerinde sosyal tarih, sosyoloj~ antropoloji gibi derslerin olmayışı bana göre ciddi bir eksiklik. Bunlar Kur'an'ı, dinleri, fikhı anlamada son derece önemlidir. Batıda. İsJ.am. hukuku araştırmalanna anttopologlar da. kendi metotlanyla katılıyor. 9. Günümüzde Müslümaniann birbirlerine bakarak girdiği dindar görünme toplumdaki prototip ilihiyatçı/ dindar görüntü ve söylemi beklentisi elbette ulemayı da etkilemektedir. Böyle bir ağır baskı altında kalan ulemanın özgür düşünmesi ve bilgi üretimi ne kadar zor olsa da, İslam1 ilimler alanında özgün ve özgür çalışma ortamının desteklenmesine ihtiyaç vardır. Yoksa bu boşluğu, -belli bir sosyal karşılığı da l;ıulunduğundan- ekranlara yansıyan uçuk-kaçık dini söylemler dolduracak, ulem da bu sefer karşı duruşunu pekiştirerek kendini tarihin dışına itmiş olacaktır. yanşı, zorluğa rağmen dini ilimler alanında ulemanın elini taşın altına gerekiyor. Yani, bugün şikayet ettiğimiz gidişatın bir sorumlusu da elini taşın altına koymayan ve toplumu giderek sekülerleşmeye sevk eden İs­ lam ulemasıdır. Son onlu yıllann bende bıraktığı izleriim bu. · Ama bu koyması Bugün burada dile getirdiğim hususlar bu kardeşinizin fıkıh ve fıkhın sorunlan üzerine düşündüklennden ibarettir. Şahsi, sübjektif ve iddialı olmayan görüşlerdir. Aksini düşünürseniz; "Hiçbir dediğinize katılınıyorum, aksi doğ­ rudur.'1 derseniz bundan da rahatsız olmam. Elbette aksini düşünenler olacaktır. Burada konuştuklarımız netice itibariyle günümüzdeki fıkıh öğretimi­ nin, fıkıh hakkında yazılıp çizilenlerin bende bıraktığı izlerdir. Biraz da toplumun gidişatını, toplumun asıllanndan kopuşunu ve fıkhın . çok uzaklarda, ktilekrde sakal-ı şerif gibi on kat, yirmi kat, elli kat bobçalar içinde muhafaza e~p toplumun ayn bir vadide yürüyor olmasını görmenin ızdırabıdır. Yani bir fıkıh eleştirisidir. Bu bir fıkılı mensubu tarafindan yapılınca mesleğine · ihanet ediyor gibi düşünmeyin. Yani biz fıklu erişilmez bir kulede yeşil bolı­ çalar içerisinde korur, arada bir çıkarır öper başımıza kor ama hayat kendi seyrinde yürürse bizden en çok şildyeti fıkıh yapacaktır. Fıkıh öpüp başa konmak için değil, hayatımıza bir katkısı olsun, güplük hayatımız İslam'ın ışığında, İslam'ın rahmetiyle şekillensin, daha huzurlu, Allah'ın rızasına uygun bir hayat tarzı inşa edelim diye var. Ben de burada fıkhın "Siz beni hayatiyet kaynağımdan kopardınız, akidevi bir alana çektiniz, toplum da giderek kendi bildiği yolda gitti. Gerçi siz beni de hep baş tacı ettiniz, ama ben hayattan koparak baş tacı olmak değil, aranızda yaşamak istiyorum, sizinle olmak, sorunlarınızla ilgilenİnek, onlara çözüm üretmek istiyorum" şeklin­ deki feryadına biraz tercüman olmak istediriı. Hepinize saygılar sunanm. Her şeyin doğrusunu ve eşyanın hakikatini bilen Yüce Mevladır. . 178 • Eskiyeni 29/Güz 2014 Sorular ve Cevaplar Zaman epey ilerledi, Sadece şu soruya cevap vereyim müsaade ederseniz: "Av:lının mezhebi müftünün fetvasıdır" anlayışının kaynağı nedir?" İlk dönem Hanefi ilimlerinden ve Irak Hanefiliğinin önde gelen. siması Kerhl'nin bir sözü var. Önceleri bu sözü tam anlamamış, hatta biraz da garipsemiştim. Bir şahıs ''Bir konuda Allah'ın kitabı, Peygamber'in sünneti var, öbür yanda da fukahanın fetvası var. Kur'an'ın, Sünnet'in hükmü ile fakihin fetvası çelişiyor, ben hangisini alayım?" diye sorduğunda Kerhl'nin cevabı "Fakihin fetvasını al" şeklindedir. Burada haliyle Allah'ın kitabı varken, Hz. Peygamberin Sünneti varken fukahanın fetvası nasıl alınır? diye bir soruyu sormak gerekir. Ancak dikkat edilirse, burada mesele Allah'ın hükmü ile fukahanın fetvasının çattşması değil. Şer'i bir hükmün bir ayetten nasıl elde edileceğine dair metot, bilgi ve birikimi olmayan kimsenin Allah'ın hükmünü almak isterken kendince yorumlan, heva ve hevesini de işin içi.İıe katması ve bunlan Kur'an'la meşrulaşttnp savrulup gitmesi de mümkün. Hariciler de kendile~ rince Allah'ın hükmünü aldılar, ama nice acılar yaşattılar ümmete. Çünkü Kur'an'ın lafızlan çoğu zaman 180 derecelik bir açıya geniş bir hitap. Geneli var, özeli var, mutlak veya mukayyedi var. NüztU sebepleri var. Bu geniş hitap içerisinden sen neyi seçeceksin? İlmi ve metodik bir birikimini geleneğin yoksa Allah'ın hükmü diyerek öyle şeyler alırsın ki uygulamada dinin temel esas ve gayesinin tam ~sine bir sonuç çıkar. Kerhl de zaten böyle bir kaygıy­ la o cevabı vermiş olmalıdır. Aynı durum mezhep müntesipleri için de geçerli. On asn geçen zaman zarfinda geqiş bir coğrafyada gelişen mezhep doktrinleri devasa bir külliyat üretti. Mezftep içinde de zaman, mekan ve müçtehit farkıyla zengin bir görüşler yelpazesi oluştu. Halbuki Müslümarılar ibadeder, haramlar ve helaller, zekat ve vergi, yargı gibi bireysel ve toplumsal haya11nın çeşitli veçheleri bir istikrar ve öngörülebilirlik içinde yürümek zorundadır. Herkesin kendi fetvasını bunca çeşitlilik içeren tarihi mirastan seçip alması ve onu uygulaması halinde bu istikrar aJ.tüst olur. Kamu hayattna ilişkin konularda mezhep doktrinleri esasen bireye değil kanun koyucuya hitap eder ve ona alternatif çözünller sunar. Devlet bunlar içinden o giliıün şartlauna en uygun olanlan yürürlüğe sokarak toplumu sevk vy idarede~ yargıda birlik ve düzeni sağlar. Hukukun üstünlüğü ve kanun önünde eşitlik olabilmesi için mahkemenin hangi konuda nasıl hüküm vereceği ana liatianyla önceden bilinmelidir ki adalet gerçekleşsin. Böyle olunca da gelenekte "Av:imın mezhebi yoktur. Avaının mezhebi müftünün fetvası, kadı'.nın kazasıdır, yani mahkemenin hükmüdür" denilmiştir. Tekrar teşekkür eder, hepinize Yüce Mevla'dan sağlık ve esenlikler dilerim.