Ahmediyye Örneği Menderes COŞKUN Sahte bi

advertisement
"Sahte" Rabia Hatun'u Tarihe Bağlayan "Sahih" Kaynaklar: Ahmediyye Örneği Menderes COŞKUN
Sahte bir eserin "inandırıcı" olabilmesi için başka sahte eserlerle desteklenmesi icap
eder. Meşhur tarih felsefecisi Marc Bloch'un söylediği gibi bir yalan kendi türünden
başka bir yalana tanıklık eder.1 Ancak unutulmamalıdır ki sahte eserler, birbirlerini bir
yandan desteklerlerken diğer yandan da birbirlerini ifşa eder. Zira aynı zihniyet, aynı
misyon ve aynı bilgi birikimine sahip bir yazarın veya yazarlar grubunun ürettiği eserler,
üç bakımdan birbirine benzer: "Bilgi havuzu", "bakış açısı ve zihniyet", "üslup
özellikleri". Eleştirel bakış açısına sahip bir araştırmacı, aynı kişi veya grubun
kaleminden çıkmış eserleri içerik, zihniyet ve üslubundan hareketle kolaylıkla fark
edebilir. Nitekim McCarthy, Wellington House'un Osmanlı'yı zalim ve ahlaksız
göstermek üzere yazdırdığı eserlerin, "zihniyet"ten yani eserlerdeki mesaj ve
telkinlerden, kolaylıkla fark edilebileceğini söyler.2 Hakikaten de kültürel bir
sahtekârlığın tespitinde ilk bakılacak şey "zihniyet"tir, en son aranacak şey ise
"itirafname"dir.
Bundan önceki yazımızda ayrıntılı olarak ele alındığı gibi, 1930'lu yıllarda Osmanlı ve
İslâm tarihini tahrif etmek isteyen yerli oryantalistler, ülke çapında organize bir çalışma
ile Rabia Hatun adlı bir tekke şairi ihdâs ederler.3 Bu ihdâs projesinin başarılı
olabilmesi için "sahte" Rabia Hatun'un "sahih"(!) tarihî metinlerle desteklenmesi icap
eder.Nitekim 20. asırda ortaya çıkan bazı "tarihî" eserlerde, 14. asırda yaşamış,
meşhur bir Rabia Hatun bulmak mümkündür. Bu eserler arasında Yazıcızade Ahmed-i
Bîcân'a atfedilen Ahmediyye; Oruç Beğ Tarihi, Menâkıbu'l-Ârifîn ve İsmail Hami'nin
bulduğu (veya uydurduğu) bir "vakıf kaydı" dikkati çekmektedir. Eğer küçük bir
plansızlık sebebiyle, Nihad Sami Banarlı engeline takılmasaydı, bugün Rabia Hatun
için kurgulanan kimliği bu kaynaklardan hareketle öğrenmiş olacaktık. Bu yazıda
"sahte" Rabia Hatun projesini desteklemek üzere Hasan Basri Erk tarafından kullanılan
Ahmediyye adlı eser üzerinde durulacaktır. Bu eserin Tanzimat sonrasında matbuata
hakim olan güçler tarafından defalarca yayımlanması ve yaygınlaştırılması ayrıca
dikkat çekicidir. Rabia Hatun projesine katkı sağlayan her eser ve kişi, ayrıntılı bir
şekilde incelendiği zaman, tarih mühendisliği projesinin "boyutları" ve "zihniyet alt
yapısı" daha açık bir şekilde ortaya çıkacaktır.
Rabia Hatun'u uyduran entelektüel grubun bir üyesi olan Hasan Basri Erk, Rabia
Hatun'u tarihe bağlamak, onun tarihî bir şahsiyet olduğunu ispat etmek için Ahmediyye
adlı manzum bir eseri şahit gösterirken şöyle der: "Yazıcızade Ahmet Bican Efendi'nin
Ahmediyye adlı kitabında Rabia Sultan ile Hasan Basri isminde iki şahıstan
bahsedilmekte, bunların musahabetleri münakaşaları hikâye olunmaktadır."4
Ahmediyye'nin, Yazıcızade tarafından yazıldığını kesin bir dille söyleyen Erk, kitabına
şu bilgi notunu eklemiştir: "Ahmediyye'nin Diyarbakırlı Ahmet Mürşit Efendi isminde
birisi tarafından yazıldığını iddia edenler vardır."5 Ahmediyye, hem Türkçenin "kötü"
kullanımı, hem zihniyet, hem de İslam'ı tahrif etme tarzı bakımından, Yazıcızadelere
atfedilen Envâru'l-Âşıkîn'e ve Muhammediyye'ye benzemektedir. Ahmediyye'nin
Yazıcızade Ahmed-i Bîcân'a mı, Ahmet Mürşidî'ye mi, yoksa İslam'ı tahrif etmek
isteyen başka bir müellife mi ait olduğu hususu, ikinci derecede önemli bir konudur.
Birinci derecede önemli olan şey, Ahmediyye'nin okuyucuya nasıl bir İslam inancı telkin
ettiğidir; eserin hangi zihniyete ve hangi bakış açısına malzeme sunduğudur.
Ahmediyye'nin müellifi eserinde, dünyanın faniliği, Hz. Muhammed'in (s.a.s.)
büyüklüğü, anne-baba, komşu hakkına riayet gibi birçok konuda doğru ve güzel sözler
söylemiştir. Bazı araştırmacılar sadece bu klişe nasihatlere dayanarak eseri, hak
etmediği ölçüde methetmişlerdir. Hâlbuki esere bütüncül bir bakış açısıyla
bakıldığında, onda İslamiyet'i ilkel bir din olarak gösteren, Hz. Peygamber de (s.a.s.)
dâhil İslam büyüklerine hakaret eden, İslam toplumunu hikâyelerle değersizleştiren ve
daha önemlisi bütün bu İslam dışı ve gayriahlaki tasvir ve telkinlerini tasavvufi bir kılıf
içinde sunmaya çalışan bir zihniyetin izleri görülür. Dolayısıyla eserdeki klişe
nasihatleri dikkate alıp yanlışları, hurafeleri ve tahrifatı göz ardı etmek doğru değildir.
Elbette zehir, bal içinde sunulacaktır. Bal hatırına zehir hoş görülemez.
Ahmediyye'de Geçen "Rabia Sultan - Şeyh Hasan Basri" Hikâyesi
Rabia Hatun'u uyduran ve ona tasavvufi bir kimlik yükleyen grup, onun şeyh Hasan
Basri ile dost olduğunu, bu iki velinin birbiriyle tartıştığını ve şiirleştiğini iddia ederler.
Ahmediyye adlı eser incelendiği zaman, onda Rabia Sultan'la Şeyh Hasan Basri'nin
konu edildiği tuhaf bir hikâyeye rastlanır. Yaklaşık 9 bin beyitlik Ahmediyye'de yer alan
Rabia Sultan'la ilgili küçük bir hikâyenin, Rabia Hatun uydurmacılığında görev alan
sahtekâr bir yargıca [Hasan Basri Erk], tam da kendisine ihtiyaç duyulduğu bir anda
malum olması, düşündürücüdür. Üstelik Erk'in eski edebiyat bilgisinin oldukça sığ
olduğu Banarlı tarafından ortaya konulmuştur.
Ahmediyye'deki tuhaf Rabia hikâyesine göre, Rabia Sultan bir gün Kâbe'ye gider.
Hâlisâne duygularla Kâbe'yi tavaf ederken arkasında şehvetle onu takip eden birisi
vardır: İmamı, şeyhi, efendisi Hasan Basri. Kâbe'de Rabia'ya başka bir gözle bakan
Hasan Basri, ona evlenmek isteyip istemediğini sorar. Rabia, şeyhin niyetini anlar ve
ona nasihat maksatlı beş soru sorar: "Eğer ben ölürsem, öte dünyaya iman ile gidebilir
miyim?", "Şeytanın beni ne hâle getireceğini biliyor musun?", "Kabir bana yâr olur
mu?", "Nekir ile Münkir bana azap ederler mi?", "Onlara sorularının cevaplarını verebilir
miyim?", "Mahşer günü ben Cennetlik mi Cehennemlik mi olacağım?" Hasan Basri bu
soruların cevabını bilmediğini, bunları ancak Allah'ın bilebileceğini söyler. Rabia Hatun,
maksadının soru değil istifham olduğunu şu sözlerle açıklar: "Bu kadar derdi olan, yani
Cennet'e mi Cehennem'e mi gideceğini bilmeyen birisinin evlenmesi gariptir. Böyle
birisi erkeğe lezzet vermez. Evlilik erkeklere rahat, kadınlara zahmet getirir. Kocaya
hizmet, kadını sevap kazanmaktan alıkoyar." der. Bu hikâyede açıkça evlilik şehvete
indirgenmekte ve Rabia Hatun kendisinin bir kadın olarak nefsine hâkim olduğuna,
"şeyhi" Hasan Basri'nin ise şehvet peşinde koştuğuna dikkat çekmektedir.6 Hikâyeye
göre Rabia Hatun, şeyhi Hasan Basri ile evlenmek, onunla beşerî bir münasebet içine
girmek istemez. Cumhuriyet döneminde Rabia Hatun adına uydurulan biyografi ve
şiirlerde de, Rabia Hatun, şeyhi Hasan Basri ile tartışır, konuşur, şiirleşir; fakat onunla
maddî kavuşmayı (evlenmeyi) arzu etmez. Yani Ahmediyye'deki Rabia Hatun ile
uydurulan Rabia Hatun tiplemesi arasında bir uyum vardır.
Ahmediyye'de Rabia Hatun, ısrarla evliliğin kadını Allah'tan alıkoyacağı mesajını verir.
Rabia Sultan'ın ağzından söylenen bu yanlış fikir, Ahmediyye'nin diğer kısımlarında da
desteklenir. Ahmedî, İslam'ın kadını şehvet objesi veya şehvet kölesi hâline
dönüştürdüğü mesajını vermek için ciddi bir gayret sarf eder. 19. asırda bazı dinsiz
Osmanlı şair ve ediplerine musallat olan ruh hâliyle evliliğe karşı çıkar, kadınları
ahlaksızlıkla suçlar, evliliğin bir erkeğin onur ve namusuna zarar vereceğini iddia eder.
Burada konuyla ilgili âyet ve hadislerin bağlamını değiştirme, onları tahrif etme
gayretini görmemek mümkün değildir. Şair, evliliği dindarlığa ve Allah korkusuna engel
bir şeymiş gibi sunar.7 Yazarın bu gayriislami, gayriahlaki ve gayriinsani düşüncelerini
tasavvufla ilişkilendirmesi (ambalajlaması) manidardır. Bu tavır, gabavetten ziyade "art
niyetlik"le açıklanabilir.
Ahmedî, Hz. Âdem'in başına ne geldiyse eş Hz. Havva ve evlat sevgisi yüzünden
geldiğini söyler. Hz. Âdem'den sonra Hz. Süleyman'ı değersizleştirir, töhmet altında
bırakır. Putperest bir kadının -hâşâ- şehvet peşinde koşan bir peygamberi ne hâle
getirdiği mesajını vermek için bütün yeteneğini kullanır. Ahmedî, peygamberleri bile
aldatan kadınlar bize neler yapmaz mesajını vermeye çalışmaktadır. Müellif, nefsine ve
şehevi duygularına hâkim olamayan kişilerin evlenebileceğini, bunun da Hz.
Peygamber'in (s.a.s.) bir sünneti olduğunu söyler.8 Müellifin, Hz. Muhammed'in (s.a.s.)
sünneti olan evliliği şehvet düşkünlerine hasretmesi, velilere yakıştıramaması, dolaylı
olarak sünneti ve Hz. Peygamber'i (s.a.s.) değersizleştirmesi, esere bütüncül ve
analitik bir bakış açısıyla bakabilenler için şaşırtıcı değildir.
Ahmedî, yukarıdaki hezeyanlarını dolaylı olarak desteklemek için başı ve sonu
tasavvuf fakat "ana gövdesi haram ve fuhuş" olan hikâyeler anlatır. Tasavvufi bir kılıfla
günahı tasvir eden hikâyeler arasında; hacca giderken kervanı kaçıran, sonra
kendisine yardım eden bir adamın hanımına musallat olan bir hacının hikâyesi;
kardeşinin hanımına göz diken, sonra ona iftira atan bir adamın hikâyesi; hacda tavaf
sırasında önünde yürüyen yabancı bir kadına âşık olan ve bu yabancı kadının arkasına
dokunarak dua eden, böyle yaptığı için eli kesilen, köle olan, sonra köle olarak girdiği
evdeki kadının Kâbe'de arkasına dokunduğu kadın olduğunu anlayan, sonra bu
kadının kocasının ölmesi üzerine onunla evlenen bir kişinin hikâyesi sayılabilir. Bu
hikâyeler, müellifin ahlakı, kimliği, maksadı konusunda yeterince bilgi vermektedir.
Ahmediyye'de Hasan Basri ile ilgili birkaç hikâye daha vardır. Bu hikâyelerden
birisinde, vefat eden kızının âhiretteki hâlini görmek için Hasan Basri'ye müracaat eden
bir kadın anlatılmaktadır. Kadın, rüyasında kızını görür. Kızı ateşte yanmakta, azap
görmektedir. Sebebi de namahreme bakmasıdır.9 Kadın, Hasan Basri'ye durumu
anlatır. Hasan Basri de rüyasında kızı (kızın âhiretteki hâlini) görür, bu sefer, kız
cennettedir. Kıza durumu sorar. Kız da bir mezarda beş yüz kişi beraberce azap
görürken, mezarlıktan geçen birisi salâvat getirdi. O salâvatın hürmetine affedildik,
der.10
Hz. Muhammed'in (s.a.s.) ve İslam Tarihinin Tasavvuf Kılıfıyla Değersizleştirilmesi
Ahmediyye'de klişe nasihatlerin arasına tasavvuf namına serpiştirilen tuhaf
hikâyelerden birisi Efendimizle (s.a.s.) ilgilidir. Eserde Hz. Peygamber'in (s.a.s.) Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyn'i sevmesi bir kusur olarak gösterilmektedir. Müellif, Hz.
Muhammed'in (s.a.s.) torun sevgisini Allah'ın hoşlanmadığı bir tavırmış gibi
sunmaktadır. Esere göre, Hz. Muhammed (s.a.s.) torunlarını öpünce, güya, Allah, onu
şöyle ikaz eder: "Kalbinde, benden başkasının sevgisine yer verme. Torun dahi olsa
benden başkasını sevmen, doğru değil". Allah'ın bu hitabı ve itabı sonrasında güya
Efendimiz (s.a.s.) yaptığından utanır. Ahmedî'ye göre Hz. Hasan'ın zehirlenmesinin ve
Hüseyin'in de boğulmasının sebebi, Hz. Muhammed'in (s.a.s.) -hâşâ gaflete düşerek–
onları öpmesidir.11
Bu ahlak, mantık ve İslam dışı hikâye ve yorum, Osmanlı'nın "güzîde"(!) eserleri
Envâru'l-âşıkîn'e ve Muhammediyye'ye de alınmıştır. Ahmed-i Bîcân şöyle der : "…
Revâ mıdır beni nice seversin ki, karşumda oğlanlarını öpersin? Benim aşkım onu ister
ki benden gayri nesne sevmeye. Bu kara donu sen giy, zira yas donudur. Bu sarı donu
Hasan giysin ki ağu [zehir] içeçektir. Ve kızıl donu Hüseyin giysin ki şehîd olup kanı
bulaşır."12 Söz konusu tuhaf hikâye, sorunlu bir Türkçeyle Muhammediyye'de şöyle
anlatılır: "Dedi Allah selâm eder buyurur kim revâ mıdır – Beni niçe sever çünkim bana
karşı öper evlâd – Benim aşkım onu ister ki benden gayrı sığmaya – Benem mahbûb
gönül mülkü benim ile olur âbâd – Bu kara donu pes giysin ki bu yas donudur dedi –
Sarı donu Hasan giysin ki ağu içiser bî-dâd - Benim izzim celâlimçün onu kim öptün
ağzında – Ona ağu verem içe dudağından ede infâd – Hem onu kim boğazından
öpüptün yâ Habîbim der – Kafâsından boğazladam budur ikisine mî'âd"13
Görüldüğü gibi Tanzimat'tan sonra basılan ve yaygınlaştırılan bu eserlerde Hz.
Muhammed'in (s.a.s.) torun sevgisi, saygısız bir bağlam içinde sunulmaktadır. Güya
Hz. Muhammed, (s.a.s.) Hz. Hüseyn'in boynundan öptüğü için Cenab-ı Allah, Hüseyn'i
kanla ve idamla cezalandırmış. Bu hikâye ve yorum, elbette İslam'ın ruhuna terstir. Zira
Allah sevgisi; anne, baba, eş, dost, torun sevgisi; hâsılı bütün sevgiler aynı kalbe
girebilir. Mahiyet itibariyle farklı olan bu sevgilerin hiçbirisi diğerine mâni değildir. Ancak
dinsizleşmiş ve ruhi dengesini kaybetmiş toplumlarda bu sevgiler birbirine
karıştırılabilir, tek bir sebebe indirgenebilir. Müslim ve Tirmizî gibi sahih kaynaklarda
Hz. Muhammed'in (s.a.s.) torun sevgisiyle ilgili anlatılan birçok hikâye vardır ve bu
hikâyeler muhatabın Hz. Muhammed'e (s.a.s.) ve İslam'a karşı saygısını artıracak
niteliktedir. Hz. Peygamber (s.a.s.), ibadet ederken bile torunlarının ve diğer küçük
çocukların duygularına önem verir, bir çocuğun ızdırap çekmesi durumunda ibadetini
kısaltır, torunlarını sevmeyen kişiyi insanlık bakımından eksik kabul eder.14
Günümüzde okunmadan methedilen eserler silsilesine dâhil olan Envâru'l-Âşıkîn,
Ahmediyye, Muhammediyye, Tezkiretü'l-Evliyâ gibi eserlerin İsrailiyata ve
uydurmacılığa meraklı, ilkel bir zihinden çıktığı âşikârdır. Aynı kirli malzemeden farklı
kişilere atfen birçok "tarihî" eser ortaya çıkarılmıştır. Muhammediyye'de "Muhammedî
İslâm"a ters düşen vahdet-i vücut akidesi de okuyucuya benimsetilmeye
çalışılmaktadır.15 İddiaya göre Muhammediyye Hz. Muhammed'in (s.a.s.) emriyle
yazılmaya başlanmıştır.16 Hurafeye ve tahrifata meşruiyet kazandırma maksatlı olarak
söylenen bu tür sözlere başka sorunlu ve meşhur eserlerde de rastlanmaktadır. Bu tür
eserlerde, İslam'ı tuhaflaştıran hurafeler, bir yığın klişe doğrunun, âyet ve hadislerin
arasında sunulur. Bu eserlerdeki tahrifatı görmezden gelmek, bir Müslüman için
eblehçe, bir oryantalist için haince bir fazilettir.
Rabia Hatun uydurmacılığına "şahit" olarak sunulan Ahmediyye adlı eser, İslam
tarihiyle ilgili başka bir hususa daha "şahitlik" etmektedir. Yazar, "Fî-beyân-ı nefs-i
âşıkıyye" bahsinde, güzellerin yüzüne bakarak "Tanrıya" ulaştığını söyleyen sahtekâr
sofîlerden bahseder. Kendilerini İslami nehiy ve emirlerden âzâde gören bu âşıklar,
güya mecazi aşktan hakiki aşka ulaşırlarmış.17 Ahmedî, haklı olarak, bu kişileri
eleştirir. Allah'ı arayanlar [namahremlerin yüzüne değil de], güneşe, yere ve göğe
baksın, der.18 Böylece Ahmediyye adlı eser, İslam ve Osmanlı tarihinde "amelsiz,
ibadetsiz, güya Hak âşığı sofîler"in yaşadığı iddiasına şahitlik etmiş olur. Hurafelere
meyilli olan Ahmedî, her güzelde Allah'ı müşahede ettiğini söyleyen ârifleri(!)
eleştirmektedir. Bize göre, Ahmedî'nin bu eleştirilerinin maksadı, okuyucuya
"Muhammedî İslâm"ı telkin etmek değildir; tarihteki birçok İslam âlimine atılan bir
iftiraya "şahitlik" etmektir.
Ahmed Mürşidî'nin 1940'lardan Sonra Meşhur Olması
Ahmediyye'nin Müellifi Olarak Gösterilen Ahmed Mürşidî'nin ve eserinin 20. asırda
şöhret kazanmasında Nihat Sami Banarlı'nın ciddi katkısı olmuştur. Banarlı,
Cumhuriyet dönemi Türk okuyucusunun edebiyat tarihi algısını şekillendiren Resimli
Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinde Ahmed Mürşidî'yi İbrahim Hakkı'yla birlikte 18. asrın
en önemli tekke şairleri arasında saymış ve Ahmediyye'nin halk tarafından çok iyi
bilinen bir eser olduğunu iddia etmiştir.19 Bu hüküm (iddia), hiç sorgulanmadan
ezberlenmiş ve yaygınlaştırılmıştır. Hâlbuki 18. asırda yazıldığı ve halk tarafından
yaygın bir şekilde bilindiği ve okunduğu iddia edilen Ahmediyye, 19. asırda "1260
senesinde taşbasması ile basılan bir nüshanın hatimesindeki" kayıtta Ahmed-i Bican'a
atfedilmiştir.20 Meşhur bir şeyhin meşhur bir eserinin kısa bir sürede böyle bir cehalet
boşluğuna düşmesi çok zordur. Üstelik eserin 1303'deki baskısının başında müellif
kendisini tanıtır, Diyarbekir'den [Amed'den] olduğunu açıkça söyler.21 Ahmediyye'nin
ikinci ve üçüncü baskısından sonra Osmanlı Müellifleri'ni kaleme alan Bursalı Mehmet
Tahir de kendisine sunulan bilgilere dayanarak Ahmediyye'yi Ahmed Mürşidî Efendi'ye
atfeder.22
Diğer yandan, bu kadar meşhur olduğu iddia edilen bir eser ve şairi, Tuhfe-i Nailî'ye
göre, tezkireciler tarafından bilinmemektedir. Aruzla ve mesnevi nazım şekliyle
yazılmış böylesine hacimli ve meşhur bir eserden ve onun müellifinden tezkirecilerin
hiç bahsetmemeleri, üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gereken bir durumdur. Bize göre
hem tezkirelerin ve hem de Ahmediyye'nin "yazmaları" dış tenkide tabi tutulduğu
zaman, Ahmediyye'nin, 16. ve 18. asır tezkirelerinin yazımından sonra, yani oldukça
geç bir dönemde, belki de Ahmed Mürşidî'nin ölümüden sonra, kaleme alındığı ortaya
çıkabilir.
Hurafelerle İslam'ı ve İslam tarihini değersizleştiren Ahmediyye, 1874'ten itibaren
bilinmeye başlamıştır. Jön Türk zihniyetinin matbuata ve edebiyata hâkim olduğu 18801890'lı yıllarda Ahmediyye, en az üç kere basılmış ve Diyarbakırlı bir âlim olan Ahmed
Mürşidî'ye atfedilmiştir (1290/1874, 1303/1887, 1309/1892). Eser Cumhuriyet
döneminde de bilerek veya bilmeyerek gündemde tutulmuş; Melih Yuluğ, M. Faruk
Gürtunca, Hüseyin Rahmi Yananlı, Sait Mermutlu tarafından yayımlanmıştır.23 Ahmed
Mürşidî'nin biyografisi 1950'li yıllarda oluşmaya başlamıştır. Onun mezarı 1940'lı veya
1950'li yıllarda bir kişinin beyanıyla ortaya çıkmıştır. Diyarbakır Alipınarı'nda "üzerine
taşlar atılmış" sahipsiz bir mezar ona atfedilmiştir. Daha sonra da mezar üzerine bir
türbe inşa edilmiştir. Diğer bir bakış açısıyla, üzerine taşlar atılmış bir mezardan kısa
sürede ziyaretgâh vücuda getirilmiştir. Bu türbenin sahibine atfedilen eseri bütüncül bir
bakış açısıyla okuyan kişinin İslam inanç ve tarihine saygısı kalmaz.
Ahmed Mürşidî'nin 1940'lı yıllarda kabrinin bulunmasından sonra hayatının ayrıntıları
da ortaya çıkmaya başlar. Rabia Hatun'un da önce eseri, sonra türbesi ve hayatı
ortaya çıkarılmıştı (uydurulmuştu). Ahmed Efendi için oluşturulan biyografide en çok
dikkati çeken bilgilerden birisi kedi hikâyesidir. Güya Ahmed Mürşidî Bağdat'a
yerleşmişken bir kedi(!) onu rahatsız eder. Ahmed Efendi de kediden kaçmak için
Diyarbakır'a göçer. Kedi, Diyarbakır'da Ahmet Efendi'yi bulur. Diyarbakır valisi resmî
olarak devreye girer ve kedinin Şeyh Ahmed'le beraber yaşamasına hükmeder.24 Bu
tuhaf kedi hikâyesi, önceleri Ahmed-i Bican'a atfedilmiş olmalıdır. Zira Banarlı şöyle
der: "Ahmed Mürşidî'ye eziyet veren kediye Ahmed Mürşid kedisi yerine Ahmed Bican
kedisi denilmesi doğru değildir."25 Umarız bu kedi hikâyesi Ebu Hureyre'nin kedilere
merhametini tehzil için uydurulmamıştır. Zira gerek Yazıcızade Ahmed-i Bican'ın
Envâru'l-âşıkîn'inde, gerekse Ahmed Mürşidî'nin Ahmediyye'sinde âyet ve hadisleri
tahrif etme, bazı peygamberleri ve İslam büyüklerini açıkça "değersizleştirme" gayreti
dikkati çekmektedir. Bu durum, Ahmet Topaloğlu'nun da dikkatini çekmiştir. Topaloğlu
şöyle der: "Osmanlı âlimlerinden Yazıcıoğlu Mehmed, Ahmed Bîcân ve Eşrefoğlu
Rûmî, halkı iyiliklere özendirmek amacıyla kaleme aldıkları eserlerde, hurilere ait
asılsız haberlere ve kendi muhayyilelerinin ürünü tasvirlere, birbirlerine benzer
şekillerde yer verebilmişlerdir."26
Sonuç
"Sahte" Rabia Hatun'u desteklemek üzere "şahit" olarak ortaya çıkarılan Ahmediyye
adlı eser, İslam tarihini, toplumunu, peygamberler de dâhil İslam büyüklerini
değersizleştiren, İslam inancını tahrif eden bir eserdir. Tanzimat ve Cumhuriyet
dönemlerinde "Mürşidin Kitabı" olarak sunulan, birkaç kere basılan, basmaları ve
yazmaları kütüphanelere dağıtılan Ahmediyye'de anlatılan hurafeler, günahın ve
haramın özenle tasvir edildiği tasavvufi hikâyeler, mistik hezeyanlar, bazı safderun
vaizleri ve din adamlarını cezbetmiş olabilir. Onlar da bu öğrendiklerini cami
kürsülerine, medrese köşelerine taşımış olabilirler. Ahmediyye, Envâru'l-âşıkîn,
Muhammediye, Tezkiretü'l-Evliyâ, Menâkıbu'l-ârifîn gibi eserler, büyük İslam âlimlerine
ait olsalar da, olmasalar da İslam inanç ve ahlakına ters bilgi ve tasvirler
içermektedirler. Eğer bu tür eserleri sahih kabul edersek, o zaman Osmanlı'nın en
büyük âlimlerinin ulûhiyet, peygamberlik, Kur'ân, kader vs. gibi konulardaki bilgilerinin
yanlışlarla dolu olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Bu eserlerin asırlardır Anadolu
halkını bilgilendirdiği iddiası inandırıcı değildir. Zira Anadolu halkını asırlarca
bilgilendirdiği iddia edilen bu eserler, Anadolu Müslümanlığının kabul etmeyeceği
türden, mantık ve İslam dışı bilgilerle ve hurafelerle doludur. Büyük Osmanlı âlimlerinin
İslam algısının, günümüzde doğru dürüst bir din eğitimi almamış cahil bir Müslüman'ın
İslam algısından daha kötü ve yanlışlarla dolu olması, izah edilebilir bir şey değildir.
Güya bu büyük İslam âlimleri, tasavvvufi bir mesaj vermek isterken Hz. Muhammed'i
(s.a.s.) ve İslam büyüklerini değersizleştirdiklerini idrak edemeyecek kadar gabâvet ve
cehalet içindedir. Bize göre bu kadar gabâvet ve cehalet, kolay değildir. Bu kadar
tahrifat, ancak eğitimle mümkündür. Zira bu eserlerde âyet ve hadisler, Goldzier,
Massignon, Nicholson, Dozy, Abdullah Cevdet gibi isimlerin donanım, misyon ve
zihniyetlerine uygun olarak "ustaca" tahrif edilmektedir. Bu eserlerde âlimâne bir
belâhet vardır Bize göre bu süreç 1790'lı yıllarda yüzlerce "donanımlı" ve "çalışkan"
oryantalistin, her nedense öncelikle kendilerine malûm olan eski eserler vasıtasıyla
Müslümanlara İslam tarih ve edebiyatlarını öğretmeye kalkışmasıyla başlamıştır.
Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde, kökü dışarıda olan şerli bir gücün
İslam dinini ve tarihini tahrif etmek istediğini kimse inkâr edemez.
Dipnotlar:
1- Marc Bloch, Tarihin Savunusu ya da Tarihçilik Mesleği, [çev. Mehmet Ali Kılıçbay],
Gece Yay., Ankara 1994, s. 72.
2- Justin McCarthy, "İngiliz Propogan-dası, Wellington Evi ve Türkler", Türkler, Yıl
2003, Sayı: 13, s. 469-481.
3- Menderes Coşkun, "Yerli Oryantalizmin 13. Asra Ait Bir Şair Üretme Faaliyeti: Rabia
Hatun Vakası", Yağmur Dergisi, Yıl 2014, sayı 73, s. 14-19.
4- Hasan Basri Erk, Erzurumlu Bilginler (Birinci Fasikül), Işıl Matbaası, İstanbul 1947,
s. 33-34.
5- Hasan Basri Erk, a.g.e, s. 34.
6- Ahmedî [Ahmed Mürşidî], Ahmediyye, Matbaa-i Osmaniye, İstanbul 1303, s. 69-70.
7- Ahmedî,a.g.e, s. 68-74.
8- Ahmedî,a.g.e, s. 68-74.
9- Hasan Basri adına uydurulan ve Tezkiretü'l-Evliyâ'ya alınan tuhaf hikâyelerden
birisinde Hasan Basri, camide cemaat arasında Rabia'yı görmeyince vaaza başlamaz
(Orhan Yavuz, Tezkiretü'l-Evliyâ, KTB, Ankara 1988, s. 65.)
10- Ahmedî, a.g.e,397.
11- Ahmedî, a.g.e,364.
12- Ahmet Emin Seyhan, Hadislerde Kıyâmet Alâmetleri, Tuğra Yay. Isparta 2006, s.
98.
13- Amil Çelebioğlu, Muhammediye, II, MEB Yay., İstanbul 1996, s. 305.
14- Habil Şentürk, İbadet Psikolojisi, İz Yay. İstanbul 2009, s. 93-94; Habil Şentük, Din
Psikolojisine Giriş, İz Yay., İstanbul 2010, s.72-73.
15- Amil Çelebioğlu,a.g.e, s. 535-737.
16- Mustafa İsen, Latifî Tezkiresi, Akçağ Yay., Ankara 1999, s. 62.
17- Ahmedî, a.g.e, s. 322.
18- Ahmedî, a.g.e, s. 322.
19- Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB Yay., İstanbul 1987, s. 796.
20- İslâm Ansiklopedisi 1, MEB Yay., İstanbul, s. 181-182.
21- Ahmedî, a.g.e, s. 3.
22- Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri 1, Matbaa-i Amire, İstanbul 1333, s. 33.
23- İslâm Ansiklopedisi 1, MEB Yay., İstanbul, s. 181-182.
24- Ali Çelik, "18. yy. müelliflerinden Ahmed Mürşidî'nin Ahmediyye Adlı Eseri ve
Osmanlı Toplumunun Kültürel Hayatına Etkileri", Osmanlı Sempozyumu
(http://profdralicelik.com/wp-content/uploads/Ahmed-M%C3%BCr%C5%9Fid%C3%AE
-1.pdf - 08.07.2014).
25- Nihat Sami Banarlı, a.g.e, s. 796.
26- Seyhan, a.g.e, s. 101.
Download