1 İçindekiler Ahzab suresi 50. ayetin bugüne bize hitap eden yönü var mıdır? ..............................................3 Yaradan istese, herkesi dinine düşkün ya da cennet ehlinden yaratabilirdi?............................4 Yahudi ve Hristiyan nüfusun çoğunluk olduğu ülkelerde kimin kestiğini araştırmadan et yiyebilir miyiz? ..............................................................................................................................6 İslam’da Ruhbanlık yasaksa, bazı evliyaların çilehanelere kapanması nasıl açıklanır? .........7 "Doksan dokuz kadından biri cennette, diğerleri ise cehennemdedir." Bu rivayetin kaynağı ve sıhhati hakkında bilgi verir misiniz?.......................................................................................8 Hadislere göre, namaz kılınan yerden kalkma yönü hangidir? .................................................9 Allah zaman ve mekan üstüyse, Peygamberimiz nasıl gördü? .................................................10 Kuranı Kerim'de esirlerin öldürülmemesi gerektiği belirtirken İslam alimleri neden öldürülmelerinin caiz olduğunu söylemişlerdir? ......................................................................11 Peygamberimizi, Ay'ın bir yıldız olduğunu mu söylemiştir? ....................................................14 Hz. Ebu Bekir'in bütün malını vermesi, İslamın orta yol anlayışına aykırı değil midir? .......15 2 Ahzab suresi 50. ayetin bugüne bize hitap eden yönü var mıdır? - Bu ayetten ilk anlamamız gereken şey Hz. Peygamberin Allah katındaki değeridir. Allah, peygamberinin en cüzi aile meselelerini de vahiy ile bildirmek suretiyle bu değeri ortaya koymuştur. - Hz. Peygamberin -ahlaki, sosyal, ekonomik, siyasi pek çok hikmete mebni olan- dörtten fazla evliliği bizzat vahiy ile tespit ve tescil edilerek inkârcıların bu konudaki itirazları ve hatta bazı zayıf müminlerin kalbine gelen vesveseleri defedilmiştir. Bununla Hz. Peygamberin kendi heva hevesine göre konuşmadığı gibi, kendi heva ve hevesine göre evlenmediği de açıkça ortaya konmuştur. - Bu gün bile bazı müminlerin anlamakta güçlük çektiği peygamberimizin bu sınırsız evlilik konusunun vahiy ile belirlendiği ve Allah’ın hikmetine uygun olarak dizayn edildiğini görebiliyoruz. Biz hikmetlerini bilmesek de bir mümin olarak Allah’ın kitabında kara bağladığı şeylerin hikmetsiz olamayacağına dair imanımızı konuşturabiliriz. - Hz. Peygambere sınırsız evlilik ruhsatının verilmesi müminler için bir imtihan vesilesi de olabilir. Başka ayetlerde de ifade edildiği üzere, “sadece iman ettik” demekle imtihan bitmez. Allah bu konuda samimi olanlarla samimi olmayanların imanını test etmek ister. İşte bu testlerden biri de Hz. Peygambere mahsus bu evlilik işidir. Bunun Kur’an’da zikredilmesiyle bu testin kuvvetli bir şekilde yapıldığını söyleyebiliriz. Zira Kur’an’a iman edenlerin onun her ifadesine tereddütsüz gönül rahatlığıyla teslim olmaları gerekir. Bu testin bu günde geçerli olduğunu düşünüyoruz. - Ayrıca bu ayette verilen ruhsatın bir diğer ayette hükmünün ortadan kaldırılması elçi olduğunu göstermektedir. Bu perspektiften bakıldığı zaman Hz. Peygamberin hayatında bizim aklımızın ermediği bazı olaylara vakıf olursak, bu ayete dayanarak onu da büyük bir teslimiyetle karşılamak, her türlü su-i zandan uzak durmak bu ayete olan imanımızın bir gereğidir. - Keza, ayette detaylı bir şekilde amca, hala,teyze kızları gibi akrabalarla da evlenmenin caiz olduğu bildirilmiştir. Bu gün artık bizim için de bu konuda hiçbir tereddüde mahal yoktur. İlave bilgi için tıklayınız: Ahzab suresi 50-52. ayetleri açıklar mısınız? Bu ayetler bahane ... Ahzab suresinde Peygamberimizin hanımlarından bahsedilmesi Kur'an'ın evrenselliğine ... Ahzab Suresi 50. ayete göre, Hicret eden akrabalarının Peygamber ... Ahzab Suresi 50. ayeti bahane ederek, Hz. Muhammed (asv)'e helal ... Ahzab suresi 50. ayette Peygamber (sav)'e helal kılınan kadınların ... 3 Yaradan istese, herkesi dinine düşkün ya da cennet ehlinden yaratabilirdi? - Allah açıkça cehennemi de insanlar ve cinlerle dolduracağını haber vermiştir. (Secde, 13) Allah’ın sonsuz rahmeti yanında sonsuz adaleti de vardır. Sonsuz rahmeti herkesi cennete götürme vesilesi olarak düşünüldüğü gibi, sonsuz adaleti de zalimleri cehennemle cezalandırmayı ön görür. - Eğer imtihan olmasaydı, iyi kimseler ile kötü kimseler, zalimlerle mazlumlar aynı kefeye konmuş olacaktı. Okuma-yazmayı sökmemiş bir öğrenci, siyasal bilgileri fakültesini bitirmiş bir öğrenciyle aynı tutulmuş olacaktı. Çalışanla çalışmayanlar, hırsızlarla mal sahipleri aynı kefeye konulacak hem başarılı olanlara hem de başarısız olanlara aynı şekilde mükafat verilecekti. Bu ise adalet anlayışıyla bağdaşmayan bir durumdur. Hangimiz evimizi soyan, kardeşimizi öldüren bir hırsız ve bir cani ile aynı şekilde mükâfatı paylaşmaya razı oluruz? Bizim razı olmadığımız bir hususa Allah’ın razı olmasını istemek kadar çirkin bir şey olabilir mi? Allah’ın bin bir isminin tecellilerini inkar eden, onun 124 bin peygamberini, 104 kutsal kitabını yalanlayan, hayatları boyunca onun bütün nimetlerine karşı nankörlük eden, kendisine isyan etmeyi marifet sayan, nice kullarına zulmeden zalimleri, canileri, katilleri, kâfirleri de ona itaat eden mümin kulları ile birlikte cennete koymasını istemek kadar bir vicdansızlık olabilir mi? - İşte bu gibi adaletsizlik örneklerinin olmaması için, aksine itaat edenlere mükâfat, isyan edenlere ceza vermek için cennet ve cehennem yaratılmıştır. Cennet sonsuz rahmetin bir yurdu olduğu gibi, cehennem de bir adalet yurdudur. “Mümin kimse, yoldan sapmış kimse gibi midir? Bunlar elbette bir olmazlar.” (Secde, 18), “Biz hiç müslümanları suç işlemiş (kafirler) gibi kılar mıyız? Size ne oluyor nasıl (böyle bir) hüküm veriyorsunuz?” (Kalem, 35-36) mealindeki ayet ve benzerlerinde cehennemin bir adalet yurdu olduğuna işaret edilmiştir. - Bu konuda Bediüzzaman hazretlerinin şu ifadelerine bakmakta fayda vardır: “Cehennem'in vücudu ve şiddetli azabı, hadsiz rahmete ve hakikî adalete ve israfsız, mizanlı hikmete zıddiyeti yoktur. Belki rahmet ve adalet ve hikmet, onun vücudunu isterler. Çünkü nasıl bin masumların hukukunu çiğneyen bir zalimi cezalandırmak ve yüz mazlum hayvanları parçalayan bir canavarı öldürmek, adalet içinde mazlumlara bin rahmettir. Ve o zalimi afvetmek ve canavarı serbest bırakmak, bir tek yolsuz merhamete mukabil yüzer bîçarelere yüzer merhametsizliktir. Aynen öyle de; Cehennem hapsine girenlerden olan kâfir-i mutlak, küfrüyle hem esma-i İlahiyenin hukukuna inkâr ile tecavüz, hem o esmaya şehadet eden mevcudatın şehadetlerini tekzib ile hukuklarına tecavüz ve mahlukatın o esmaya karşı tesbihkârane yüksek vazifelerini inkâr etmekle hukuklarına tecavüz ve kâinatın gaye-i hilkati ve bir sebeb-i vücudu ve bekası olan tezahür-ü rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyetlerle mukabelelerini ve âyinedarlıklarını tekzib ile hukukuna bir nevi tecavüz ettiği haysiyetiyle öyle azîm bir cinayet, bir zulümdür ki afva kabiliyeti kalmaz. اِنَّ اللّهَ الَ يَ ْغ ِف ُر اَ ْن يُش َْركَ بِ ِهâyetinin tehdidine müstehak olur. Onu Cehennem'e atmamak, bir yersiz merhamete mukabil, hukuklarına taarruz edilen hadsiz davacılara hadsiz merhametsizlikler olur. İşte o davacılar Cehennem'in vücudunu istedikleri gibi, izzet-i celal ve azamet-i kemal dahi kat'î isterler.” (Asa-yı Musa, 48 ) 4 - “Cehennemde ebedi kalmakla yok olmak” arasındaki bağlantıyı ve karşılaştırmayı Bediüzzaman hazretleri şöyle yapmıştır: “İnsan ( …) dünyada muvakkat bekasını arzuladığı gibi bir dâr-ı ebedîde bekasını, aşk derecesinde arzuluyor(...) Ve öyle arzuları ve matlabları var ki, ebedî saadetten başka hiçbir şey onları tatmin etmiyor. Hattâ Onuncu Söz'de işaret edildiği gibi, bir zaman -küçüklüğümdehayalimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâki fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?" dedim. Baktım, ikincisini arzulayıp birincisinden "ah" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim" dedi. (Şualar,22 2 - 223) Bu ifadeden anladığımız şudur: a) İnsanın fıtratında/yaratılışında bir “aşk-ı beka arzusu” vardır. İnsanoğlu, fıtratının/vicdanının sesini dinleyebildiği takdirde bu aşkın uğruna her türlü sıkıntılara girmeye razıdır. Hatta cehennem de olsa “beka”nın hatırı için orya girmeye razıdır. b) Bu, insanda var olan fıtri bir duygudur. Ancak insanda başka duygular da vardır. Örneğin azaptan, işkenceden, sıkıntıdan kaçmak da önemli bir duygudur. “O gün kişi önceden yaptıklarına bakacak ve kâfir olan kimse ‘Keşke ben bir toprak olsaydım’ diyecektir.” (Nebe’, 40) mealindeki ayette insanın bu duygusuna işaret edilmiştir. Bu iki duygunun çarpışması durumunda galip gelen duygunun hükmü geçerli olacaktır. Bediüzzaman hazretlerinin karşılaştırma yaptığı bir zaman diliminde onun hayali “beka arzusu”nu her şeyden üstün tutmuş ve cehennem de olsa var olmayı arzulanmıştır. Bizim bazen nazara verdiğimiz husus budur. c) Bazı aşıkların aşk uğruna çekmedikleri cefa, görmedikleri eza kalmamıştır. Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı, Mem ile Zin’in hikayelerini duymayanımız yoktur. Öyle anlaşılıyor ki, insanda yüksek bir potansiyele sahip olan aşk duygusu sağlam bir şekilde işlediği zaman diğer bütün duyguları yenebilir ve kendi düdüğünü çalabilir. Demek ki Bediüzzaman hazretlerinin söz konusu karşılaştırması bu fıtrî hakikatin seslendirilmesi anlamına gelir. d) Bu gün inkâr edilmesi mümkün olmayan bir gerçek şudur ki, genel olarak hiç kimse idam olmayı -çok sıkıntılı da olsa- müebbet hapse tercih etmez. İdamı müebbede çevrilen mahkûmların aileleri bundan dolayı adeta bayram yaparlar. Bu örnek de insandaki “aşk-ı beka”nın ne kadar güçlü olduğunun kanıtıdır. e) Bazı insanlar kendi iradeleriyle intihar ediyor, kendilerini yok ediyorlar. Çünkü onlara göre, hayatta kalıp çekilmez sıkıntılara katlanmaktansa yok olmak tercih edilir. İnsanda intihar duygusu -yukarıda arz ettiğimiz- sıkıntılardan kaçma duygusunun kendisidir. Ancak şunu da kimse inkâr edemez ki, normal insanların hiçbiri bu intiharı onaylamaz. Demek ki burada “aşk-ı beka” denilen her zaman var olma duygusu ile, “sıkıntıdan kaçma” duygusu arasında bir çarpışma vardır. İntihar eden kişideki “sıkıntıdan kaçma” duygusu ağır basmış olmasına mukabil, diğer insanlardaki “aşk-ı beka” arzusu daha ağırlıktadır. Onun için bunlar “şartlar ne olursa olsun intihar etmenin yanlış olduğunu” düşünürler. f) Bütün açıklamalardan anlaşılıyor ki, insanda cehennem de olsa ebedi olarak var olmayı yok olmaya tercih eden bir duygu vardır. Şu var ki insandaki duygular her zaman doğru olarak çalışmaz. Bu sebepledir ki bazen beş paraya değmeyen bir bakır çubuğunu orijinal bir elmas çubuğuna tercih eder. 5 “Onlar ki dünya hayatını ahiret hayatına tercih eder.” (İbrahim, 14/3) mealindeki ayet işaret ediyor ki: Bazı zamanlarda bir kısım ehl-i iman (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilim (âhireti tam bildikleri halde) ehl-i dalalete iltihak ederler, bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani elması tanıdığı, bildiği ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona tercih etmek gibi; sefahet-i hayatı, dinî hissiyata muannidane tercih edip dinsizlik ile iftihar ederler. (bk. Şualar, 724) İlave bilgi için tıklayınız: Şeytan yaratılmasaydı, hepimiz cennette mi olurduk? Sonsuz merhamet sahibi olan Allah, niçin kullarını cennet için sınav ediyor? Allah insanların nefislerine ve şeytana yenik düşeceğini biliyordu ... Yahudi ve Hristiyan nüfusun çoğunluk olduğu ülkelerde kimin kestiğini araştırmadan et yiyebilir miyiz? Ehl-i kitabın (Yahudi ve Hristiyan’ın) usulüne uygun olarak kestiği hayvanın eti ve pişirdiği yemek yenilir. Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Bugün size temiz ve hoş şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal, sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir.” (Maide, 5/5) Usulüne uygun olarak kesim, hayvanın yemek ve nefes boruları ile iki şah damarının veya iki şah damarından birinin kesilmesi şeklinde yapılır. Hayvanı kesecek kimsenin, akıl sahibi ve mümeyyiz yani yaptığını ve söylediğini bilen bir kimse olması da gerekir. Ancak, ehl-i kitaptan olan birisi hayvanı keserken Mesih’in, Yahudi’lerin de Üzeyir’in adını andıkları kesin olarak bilinirse, o takdirde kestikleri helal olmaz. Çünkü Allahtan başkası adına kesilen hayvanlar yenilmez. (Maide, 5/3) Eğer Müslüman'ın yaşadığı ülke bir İslam ülkesi ya da ehl-i kitabın çoğunlukta olduğu bir ülke olursa, bunların islamî usullere aykırı bir şekilde kestikleri bilinmedikçe, buralarda kesilen sığır, koyun, tavuk vb. eti yenen hayvanların etlerinden yemelerinde bir sakınca yoktur. Dolayısıyla Ehl-i Kitab diye isimlendirdiğimiz Yahudi ve Hristiyanların, usulüne uygun olarak kestikleri hayvanların etinden ve et ürünlerinden yenilebilir. 6 İslam’da Ruhbanlık yasaksa, bazı evliyaların çilehanelere kapanması nasıl açıklanır? İlgili ayetin meali şöyledir: “Sonra bunların izinden ard arda peygamberlerimizi gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, kendisine İncil’i verdik ve ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet koyduk. Uydurdukları ruhbanlığı ise biz kendilerine farz kılmadık, fakat Allah rızasını kazanmak için kendileri onu icat ettiler. Kaldı ki ona gereği gibi de riâyet etmediler. Biz de onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik. Onların çoğu ise büsbütün yoldan çıkmışlardır.” (Hadid, 57/27) - Bu ayette ruhbanlığın yasaklandığına dair bir ifade yoktur. İfade edilen şey, ruhbanlığın Allah tarafından farz kılınmadığı, bazı Hristiyanların Allah rızasını kazanmak için bunu icat ettikleri hususudur. - Ayette “insanların farz kılınmayan bir şeyi icat etmeleri” yerilmemiş, aksine övülmüştür. İnsanların “ona riayet etmemeleri” kötülenmiştir. (bk. Rzi, İbn Kesir, İbn Aşur, Alusi, ilgili yer) - Ayette bu kimselerin icat ettikleri ruhbanlığın “bidat” olarak adlandırılması, her bidatin kötü olduğu anlamına gelmez. Çünkü biraz önce de belirtildiği üzere burada bu bidat kötülenmemiş, ona riayet edilmemesi kötülenmiştir. - Değişik hadis kaynaklarında yer alan aşağıdaki hadis-i şerifin ifadesi de bunu teyit etmektedir: Abdullah b. Mesud’un anlattığına göre peygamberimiz şöyle buyurdu: “Bizden önceki (ümmet)ler 72 fırkaya ayrıldılar. Üç fırka hariç diğerleri helak oldular. Bu üç fırkalardan biri; Allah’ın dini ve Hz. İsa’nın dini uğrunda krallarla savaşan kimselerdir. Bir diğeri: Krallara karşı savaşma gücünde olmamakla beraber, kendi kavimlerini dine davet etmiş ve bu yüzden krallar tarafından testerelerle biçilmiş ve öldürülmüş kimselerdir. Üçüncü fırka ise, ne krallarla savaşmak ne de onlarla birlikte dinlerini yaşamak imkânı bulmadıklarından dağlara çıkıp ruhbanlık hayatını yaşadılar. İşte “Uydurdukları ruhbanlığı ise biz kendilerine farz kılmadık, fakat Allah rızasını kazanmak için kendileri onu icat ettiler” ayeti bunlar hakkında inmiştir. “Onlardan iman edenlere mükâfatlarını verdik” mealindeki ayetin ifadesi, beni tasdik edip iman edenler hakkındadır. “Onların çoğu yoldan çıkmış kimselerdir” mealindeki ifade ise beni inkâr eden, bana iman etmeyenler hakkındadır." (bk. Taberi, Razi, İbn Kesir, Alusi, ilgili ayetin tefsiri) Bu hadis rivayetinde de ruhbanlık kurtuluş yollarından biri olarak gösterilmiştir. - İmam Nevevi’nin “alimlerin görüşü” diyerek bildirdiğine göre “Bidat” beş çeşittir. a) Vacip olan bid’atlar: Dinsizlere karşı kelamcıların kullandığı aklî delilleri öğrenmek gibi. b) Mendup olan bid’atlar: Kitapları telif etmek, medreseler, hangâhlar inşa etmek gibi. c) Mubah olan bid’atlar: Geniş bir yelpazede lezzetli yemekler yemek, güzel elbiseler giymek gibi. d-e) Haram ve mekruh olan bid’atlar ise bellidir. (Tükçe ezan okumak gibi ibadetlerin şeklini değiştiren bid’alar bu türdendir Yerine göre haram yerine göre mekruh olabilir). 7 Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Hz. Peygamberin “Her bid’at dalalettir” sözü, özel bir genele aittir. (bk. Alusî, ilgili ayetin tefsiri) Bu konuda genel kural şudur: İnsanların uydurdukları bir bid’at, eğer Allah ve resulünün emirlerine aykırı ise, bu bid’at dinde yeri olmayan bir kötülük simgesidir. Eğer bu icat edilen bid’at, genel olarak İslam’da güzel karşılanan şeyler türünden ise bu mubah olan bir bi’attır. Hz. Ömer’in cemaatle teravih namazı kılmak için kullandığı “bu ne güzel bir bid’attır” ifadesi de bu çerçevede değerlendirilir. (bk. Alusi, a.g.y) - Bir rivayete göre peygamberimiz şöyle buyurdu: “İleride öyle bir devir gelecek ki Müslümanın en hayırlı malı davarları (keçi-koyun) olur ki onları alıp dağların geçitlerine ve yağmurun düştüğü yerlere götürür de bununla fitnelerden kaçıp dinini korumaya çalışır. (bk.Buhârî, İman 12, Bed'ü'l-Halk 14; İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri) Bu hadiste de -fitneden sakınmak ve dini korumak için- inzivaya çekilmenin caiz olduğunun ötesinde övgüye değer olduğu anlatılmıştır. İlave bilgi için tıklayınız: Kur´anda, ruhbanlık yoktur(Hadid 57/27) denildiği halde, dünyada zahitlik yapmak bir çelişki değil midir? İslam da ruhbanlık var mıdır? "Doksan dokuz kadından biri cennette, diğerleri ise cehennemdedir." Bu rivayetin kaynağı ve sıhhati hakkında bilgi verir misiniz? "Doksan dokuz kadından biri cennette, diğerleri ise cehennemdedir." (Müsned-i Ebu Yala, Hadis no: 2431; İbn Hacer Metalibul Aliye, Hadis no: 1827). Bu rivayet Buhari'de geçmemektedir. Hadisin senedinde bulunan Hüseyin ibn. Kays güvenlir bir ravi olamdığından dolayı bu rivayet zayıf kabul edilmiştir. (Zehebi, Mizanül İtidal, c. 1, s. 546) 8 Hadislere göre, namaz kılınan yerden kalkma yönü hangidir? Bu hadisin manası şöyledir: İbn Masud anlatıyor: “Biriniz -namaz kıldıktan sonra- "mutlaka sağ taraftan dönüp gitmesinin gerekli olduğunu" düşünüp de şeytana bir pay ayırmasın. (Nitekim) ben çoğu kez Hz. Peygamberin (namazdan sonra) sol tarafından dönüp gittiğini görürdüm.” (Buhari, Ezan, 159; Müslim, Müsafirin, 59) Burada İbn Mesud; namazdan sonra mutlaka sağ taraftan dönüp gitmeyi vacip görenleri eleştiriyor ve resulullah’ın her iki taraftan da dönüp gittiğini söylemek isitiyor. Hadis ifadesinde yere alan “Ekeseru ma raeytu”nun manasını “en çok ...görürdüm” yerine “çoğu kez... görürdüm” şeklinde tercüme edilmesi asıl maksada daha uygundur. Çünkü burada İbn Mesud’un maksadı, Hz. Peygamberin sol taraftan fazla döndüğünü değil, sağ taraftan fazla dönmesine rağmen, çoğu zaman sol taraftan da döndüğünü belirtmek ve yalnız sağ tarafa dönmeyi gerekli görenlerin görüşünün yanlış olduğuna dikkat çekmektir. Nitekim sahih rivayetlere göre, Hz. Enes “Hz. Peygamberin en çok sağ tarafından döndüğünü" ifade etmiştir. (bk. Nesai, Sehiv,100) - İmam Nevevi, bu farklı rivayetleri şöyle değerlendirmiştir: Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber her iki taraftan da dönüyordu. Bazen sağ bazen de sol taraftan.. Sahabelerden bazıları bunu -kendi görüşüne göre- en çok sağ taraf, bazıları da en çok sol tarafan döndüğüne hükmetmiştir. (bk. Nevevi, Şerhu Müslim,3/24) - Değişik rivayetlere bakıldığı zaman, sağ taraftan daha fazla dönüp ayrıldığını söylemek mümkündür. Bu husus aynı zamanda İslam’ın “sağ”la ilgili genel prensibine de uygundur. Nitekim, Fıkıh kitaplarında da “namazı kıldıktan sonra -soldan caiz olmakla beraber- sağ taraftan dönmenin daha faziletli olduğu" kabul edilmiştir. (bk. V. Zuhayli, el-Fıkhu’l-İslami; 1/808) 9 Allah zaman ve mekan üstüyse, Peygamberimiz nasıl gördü? - Hz. Peygamberin Miraç’ta cenab-ı hakkı nasıl gördüğünü bilemiyoruz. Alimlerin büyük çoğunluğuna göre Peygamberimiz, Rabbini bizzat gözleriyle görmüştür. Ancak bu görme olayı malumumuz ise de görme şekli mechulümüzdür. - Müminlerin cennetten Allah’ı göreceklerine dair hem ayet hem sahih hadisler vardır. Aşağıdaki ayet ve hadislerde bunu görebiliyoruz: “Yüzler vardır o gün ışıl ışıl parlayacaktır. Rablerine bakacaklardır.” (Kıyame, 75/22-23) “Siz Rabbinizin huzuruna varacaksınız ve şu ayı gördüğünüz gibi onu görecek ve görme konusunda bir zorluk ve sıkıntıyla karşılaşmayacaksınız. O halde gün doğmadan önceki namaza ve gün batmadan önceki namaza gücünüz yettiği sürece devam edin dedi ve şu ayeti okudu: “…Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbinin sınırsız kudret ve yüceliğini tüm eksiksiz övgüleriyle an.” (Tirmizi, Cennet, 16) “Dolunay gecesi ayı görmekte güçlük çeker misiniz? Veya her zaman güneşi görmekte bir güçlükle karşılaşır mısınız?" Ashab: “hayır” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resulullah: “Siz Rabbinizi dolunay gecesinde gördüğünüz gibi rahatlıkla görecek ve hiçbir zorlukla karşılaşmayacaksınız.” (Tirmizi, Cennet, 17) - Bu ayet ve sahih hadislerde belirtildiği üzere, Müminler cenneten rablerini görecekler, fakat onlar yine cennet denilen bir mekândadırlar. Öyleyse Hz. Muhammed (asm)’in miraç olayında rabbini görürken de bir mekânda olmasında mantık ve din açısından bir problem yoktur. Tekrar edelim ki, Miraçta ve cennetten görme işi bizim bildiğimiz anlamda bilinen bir görme değildir. - Bununla beraber, Hz. Peygamber rabbini gördüğü zaman mekân ile mekansızlık arasında aklımızla tasavvur edemediğimiz bir şekilde alem-i bekanın meçhul bir yerindeydi. Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle: “...Tâ daire-i a'zamiyesinin ünvanı olan Arş-ı A'zamına girecek, tâ Kab-ı Kavseyn'e, yani imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan makama girecek ve Zât-ı Celil-i Zülcemal ile görüşecektir ki; şu seyr ü sülûk ise, Mi'racın hakikatıdır.” (Sözler, 566) İlave bilgi için tıklayınız: Rü'yet hakkında İslâm alimlerinin görüşü nasıldır? 10 Kuranı Kerim'de esirlerin öldürülmemesi gerektiği belirtirken İslam alimleri neden öldürülmelerinin caiz olduğunu söylemişlerdir? Kur’ân-ı Kerîm’de esirler altı âyette zikredilmekle birlikte bunların yalnız ikisinde kendileriyle ilgili hukukî düzenlemelerden söz edilmektedir. Hüküm getiren ilk âyet Bedir Gazvesi sonrasında nazil olmuştur: “Yeryüzünde ağır basıncaya -düşmanı tamamen mağlûp edinceye- kadar hiçbir peygambere esirler alması yakışmaz. Siz geçici dünya malını arzuluyorsunuz, halbuki Allah -sizin için- âhireti istiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah tarafından önceden belirlenmiş bir hüküm olmasaydı aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka bir azap dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin ve Allah’tan korkun. Şüphesiz ki Allah bağışlayan ve merhamet edendir” (el-Enfal 8/67-69). Hz. Peygamber’in Bedir Gazvesi’nden sonra ashabıyla görüşüp esirlerin fidye karşılığında salıverilmesinin kararlaştırılması üzerine nâzil olan bu âyet, müslümanların düşmanla yaptıkları ilk savaşta onları iyice mağlûp edip kendilerine üstünlük sağlamak yerine maddî menfaati ön planda tutarak esir almalarını hoş karşılamamakla birlikte ganimetin bu ümmet için helâl kılındığını da hükme bağlamıştır. İbn Abbas’ın belirttiğine göre bu savaşta esir almanın hoş karşılanmaması müslümanların o sırada zayıf durumda bulunmaları sebebiyledir. Müslümanlar daha sonra güçlenince esir alınması ve esirlerin bedelsiz veya fidye karşılığında bırakılmasını düzenleyen şu âyet nâzil olmuştur: “İnkâr edenlerle -savaştakarşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice yıldırıp sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye alarak onları salıverin” (Muhammed 47/4). Gerek bu âyetleri gerekse Hz. Peygamber’in uygulamalarını esas alan mezhep imamları esirlerin tâbi tutulacağı statü konusunda çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Hanefî mezhebine göre devlet başkanı, İslâm toplumunun menfaatine uygun göreceği şu üç hükümden birini tercih etme hakkına sahiptir: Muharip erkekleri öldürmek, köleleştirip gaziler arasında paylaştırmak, gayri müslim vatandaş (zimmî) statüsüne geçirerek karşılıksız salıvermek. Sonuncu madde daha çok fethedilen bir ülkenin halkı için söz konusudur. Hukukçular, devlet başkanının tercihini kullanırken içinde bulunulan şartları ve esirlerin özel durumlarını göz önüne alarak ülke için en uygun hükmü vermekle mükellef olduğunu belirtirler. Meselâ İslâm toplumu için zararlı olacağı düşünülenlerin öldürülmesi, zararı dokunmayacağı bilinenlerle zayıf ve güçsüzlerin, malî imkânı bulunmayanların karşılıksız bırakılması, hizmetinden faydalanılacağı umulanların köleleştirilmesi, ekonomik imkân sağlayacakların da fidye karşılığında salıverilmesi uygun bir çözüm olarak önerilir (İbn Rüşd [el-Ced], I, 278; İbn Kudâme, VIII, 373). Bu seçeneklerle ilgili ayrıntılar şöyle özetlenebilir: 1. Öldürme. Dört mezhebe göre devlet başkanı gerekli gördüğü takdirde muharip erkek esirlerin öldürülmesi yönünde karar verebilir. Buna karşılık sahâbeden İbn Ömer, tâbiînden Atâ b. Ebû Rebâh, Hasan-ı Basrî, Saîd b. Cübeyr, Mücâhid ve Muhammed b. Sîrin gibi müctehid âlimlere ve Şiî Ca‘feriyye mezhebine göre esirin öldürülmesi câiz değildir (Ebû Yûsuf, s. 212; Ebû Ubeyd, s. 161, 176; İbn Kudâme, VIII, 373; M. Hasan en-Necefî, XXI, 122-128). Hatta Hasan b. Muhammed et-Temîmî bu konuda ashabın icmâı bulunduğunu kaydeder (İbn Rüşd, I, 325). Nitekim İbn Ömer’e öldürülmek üzere esir getirildiğinde bunu reddetmiş ve esirlerin karşılıksız veya fidye ile salıverilmesini ifade eden âyeti (Muhammed 47/4) okumuştur (Ebû Ubeyd, s. 176-177). Bu grup içinde yer alan âlimlerin delilleri söz konusu âyetle Hz. Peygamber’in genellikle esirleri bedelsiz veya fidye karşılığında serbest bırakması şeklindeki uygulamalarıdır. Esirlerin gerektiği takdirde öldürülebileceğini ileri süren İslâm hukukçularının bir kısmına göre ise yukarıda zikredilen âyet, savaş halinde kâfirlerin boyunlarının vurulmasını, caydırıcı ve yıldırıcı uygulamaların yapılmasını ve haram ayların çıkmasından sonra müşriklerin bulunabildiği her yerde öldürülmesini emreden diğer bazı âyetlerle (el-Enfâl 8/12, 57; et-Tevbe 9/5, 29) neshedilmiştir. Ayrıca Bedir Gazvesi’nden sonra nâzil olan âyet de (el11 Enfal 8/67) esirlerin öldürülmeyip fidye karşılığında serbest bırakılmasının isabetli olmadığını bildirmiştir. Bu gruba bağlı birçok âlime göre Muhammed sûresinin 4. âyeti neshedilmemekle birlikte ondan maksat esirlere uygulanacak muameleyi iki şıkla sınırlamak ve öldürmeyi haram kılmak değildir. Enfâl sûresinin 67. âyeti yanında bu âyette düşmanı iyice sindirmedikçe esir almanın yasak kılınışı, daha sonra esirlerin karşılıksız veya fidye ile salıverilmesi emrinin vücûb değil ibâha ifade ettiğini ve dolayısıyla hukukî bir muhayyerliğin sözkonusu olduğunu gösterir. Esirin öldürülmesi konusunda esas teşkil eden delil ise Hz. Peygamber’in uygulamalarıdır. Nitekim Bedir ve Uhud savaşları ile Mekke’nin fethinden sonra bazı esirler, Benî Kurayza olayında ise esirlerin hemen hemen tamamı öldürülmüştür. Esirin gerektiğinde öldürülebileceğini ileri süren âlimlerin Muhammed sûresindeki âyeti neshettiğini söyledikleri âyetlerin hepsi mevcut bir savaş sırasında takip edilmesi gereken davranış şekliyle ilgili olup hiçbiri doğrudan esirlerle alâkalı değildir. Ayrıca âlimlerin çoğunluğuna göre bu âyet neshedilmemiş (Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, IV, 1701-1702; İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿân, II, 173). Hanefî fakihlerinden Cessâs, İbn Abbas’ın daha önce kaydedilen görüşü doğrultusunda, düşman iyice sindirilmedikçe esir almanın yasaklanmasının müslümanların zayıf durumda oldukları şartlarla ilgili bulunduğunu, güçlü ve üstün oldukları takdirde düşmanın öldürülmeyip hayatta bırakılmasının câiz görüldüğünü ve dolayısıyla nesihten söz edilemeyeceğini düşünmenin de mümkün olduğunu belirtir (Aĥkâmü’l-Ķurǿân, III, 391). Esirlerin öldürülebileceği konusunda Hz. Peygamber döneminden gösterilen delil de isabetli değildir. Zira bu örneklerin hepsinde esirler sadece savaştıkları ve esir alındıkları için değil savaş öncesinde veya esaret halinde iken işledikleri suçlar ve özel durumları sebebiyle ölümle cezalandırılmışlardır. Ayrıca Bedir Gazvesi’nden sonra nâzil olan âyette yer alan kınamanın asıl hedefi, düşman iyice sindirilmeden esir alınıp fidye karşılığında salıverilmesidir. Sonuç olarak İslâm’da esirlerle ilgili temel hükmün karşılıksız veya fidye ile serbest bırakmaktan ibaret olduğunu, fukahanın buna öldürme tercihini de eklerken içinde bulundukları milletlerarası şartlardan etkilendiklerini, düşmanın müslümanlara karşı uyguladığı bu hükmü mukabele bilmisil esasına göre muhafaza etmek zorunda kaldıklarını söylemek mümkündür. Esirlerin öldürülmesinin yasaklanması yönünde Batı’da yapılan düzenlemelerin bir asırdan az bir mâziye sahip bulunduğu, daha önceleri ise keyfîliğin hâkim olduğu göz önüne alındığında müslüman hukukçuların esirlerin öldürülebileceğini meşrû görmeleri ve böylece mukabele bilmisil yolunu açık tutmaları yadırganamaz. Bugün devletler hukukunca da benimsenen esirlerin öldürülmeyeceği kuralı âyetin hükmüne uygun olduğu gibi, esirlerin öldürülebileceğini ileri süren çoğunluğun görüşüne göre de devlet başkanının milletlerarası taahhüt ve antlaşmalarla bu tercihinden vazgeçmesi ve esirlerin öldürülmesini yasaklaması mümkündür. 2. Serbest Bırakma. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre devlet başkanı uygun bulduğu takdirde esirleri hiçbir karşılık almadan veya fidye ile serbest bırakabilir. Üç mezhebin bu konudaki delilleri, “Savaş sona erince artık ya karşılıksız veya fidye karşılığında salıverin” (Muhammed 47/4) meâlindeki âyetle Hz. Peygamber’in uygulamalarıdır. Kur’an’ın genel anlamda af ve ihsanı teşvik etmesinin yanında bu âyette önce karşılıksız bırakmanın anılması da dikkat çekicidir. Hanefîler’e göre ise esirin dârülharbe dönmek üzere karşılıksız veya fidye ile serbest bırakılması câiz değildir. Zira bu durumda esir tekrar müslümanlara karşı savaşabilir. Ancak İslâm devletinin tebaası olarak zimmî statüsüne geçirilmek şartıyla karşılıksız serbest bırakılabilir. Muhammed sûresinin 4. âyeti müşriklerin bulundukları yerde öldürülmelerini emreden âyetle (et-Tevbe 9/5), Hz. Peygamber’in Bedir’de esirleri fidye ile salıverme hükmü ise hemen sonra inen âyetle (el-Enfâl 8/67) neshedilmiştir. Ancak İmam Muhammed müslümanların ihtiyacının bulunması, söz konusu esirin görüşünden faydalanılmayacak biri yahut nesil bırakamayacak kadar yaşlı olması halinde fidye ile salıverilebileceğini belirtir. 12 Esirlerin şartlı olarak salıverilmesi de mümkündür. Hz. Peygamber, Bedir Gazvesi’nde esir alınan şair Ebû Azze el-Cumahî’yi müslümanlara karşı savaşmamak şartıyla serbest bırakmış, Yemâmeliler’in reisi Sümâme b. Üsâl de Mekke müşriklerine yiyecek göndermemesi şartıyla salıverilmişti (Serahsî, X, 24-25). 3. Mübâdele. Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhepleriyle Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’e göre düşman esirleri müslüman esirlerle mübâdele yoluyla serbest bırakılabilir. Ebû Hanîfe ise bunu câiz görmez. Müşriklerin öldürülmesini emreden âyetleri delil olarak ileri süren Ebû Hanîfe’ye göre bundan vazgeçmek, ancak esirin İslâm’ı tanıyıp benimsemesine vesile olabilecek bir yolla mümkündür. Bu da zimmî statüsüne geçirmek veya köleleştirmekle gerçekleşebilir. Ayrıca mübâdele yoluyla düşmana yardım edilmiş olur. Diğer hukukçular ise esirin bir karşılıkla salıverilebileceğine dair âyetle Hz. Peygamber’in çeşitli uygulamalarını delil kabul etmektedirler. Bu yolla düşman elindeki müslüman kurtarılarak eziyet görmesi, inancı konusunda baskıya ve zulme mâruz kalması da önlenmiş olur. 4. Köleleştirme. Kur’ân-ı Kerîm’de insanların köleleştirilmesine dair tek bir âyet bulunmamasına karşılık kölelerin âzat edilmesi çeşitli vesilelerle teşvik edilmiş, devlet gelirlerinden bir kısmının köle âzadına ayrılması hükme bağlanmış, yemine riayetsizlik ve öldürme gibi bazı suçlardan dolayı da köle âzadı mecburi tutulmuştur. Müslüman hukukçuların köleleştirmeyi esirlerle ilgili bir düzenleme olarak kabul etmeleri bunun o devirlerde milletlerarası bir teamül olması sebebiyledir. Bununla birlikte İslâm, konuyla ilgilenen birçok Batılı araştırmacının itiraf ettiği gibi kölelere yapılan muameleyi son derece insanî bir hale getirmiş, müslümanlar kölelerini Batı dünyasındaki gibi ağır muamelelere tâbi tutmamış, onları kendi ailelerinin bir ferdi gibi görmüşlerdir (Gordon, s. 20-21, 24-25; Toledano, s. 3-6). İslâmiyet gerektiğinde mukabele bilmisil kuralından hareketle esirleri köle statüsüne geçirdiği halde onlara kötü muamele yapılmasını yasaklamıştır. Nitekim müslüman rehinelerin öldürülmesi halinde mukabele yoluyla gayri müslim rehineler öldürülemez (İbn Âbidîn, IV, 265). Esasen Hz. Peygamber o dönemin örfüne göre bu statüyü son derece sınırlı olarak yalnız kadın ve çocuklara uygularken hiçbir yetişkin erkeği köleleştirmemiştir. Daha sonra fetihlerin artması sonucunda erkeklerin de kökleştirilmesi yoluna gidilmiştir (Ebû Ubeyd, s. 177-178; İbn Rüşd, I, 326). İslâm hukukçuları da kendi zamanlarındaki milletlerarası örfe uygun olarak bu uygulamayı meşrû kabul etmişlerdir. Sonuç olarak esirlerle ilgili İslâmî hükmün karşılıksız olarak veya fidye ile serbest bırakmaktan ibaret olduğunu, esir mübadelesinin de bu şık içinde mütalaa edileceğini söylemek mümkündür. Esirlerin öldürülmesi veya köle statüsüne geçirilmeleri konusunda İslâm hukukçularının devlet başkanına tanıdığı tercih hakkı ise o günkü milletlerarası örf ve şartların etkisiyle varılmış bir hükümdür. Ayrıca Hanefî mezhebinde hâkim olan esirlerin serbest bırakılamayacağı şeklindeki görüş de bu çerçevede mütalaa edilmelidir. Kaçmaya veya silâh kullanmaya teşebbüs eden esirin öldürülmesi meşrû görülmekle birlikte yakalanmadan kendi ordusuna veya ülkesine ulaşması halinde esareti son bulur ve müslümanlara ikinci defa esir düşmesi durumunda bu kaçışından dolayı cezalandırılmaz. Hz. Peygamber döneminde vuku bulduğu tesbit edilen iki kaçış olayının hiçbirinde esire ceza uygulanmamıştır (Vâkıdî, I, 10, 117; Beyhakī, IX, 89). Esir kaçmadan önce veya kaçtığı sırada herhangi bir suç işlemişse bu suçundan dolayı cezalandırılır. Bugünkü devletler hukukundaki uygulamalar da aynı mahiyettedir. İslâm devletinde meşrû yönetime karşı siyasî maksatla silâhlı isyan hareketine katılanlarla yapılan savaşın hükümleri (bk. BAĞY) gayri müslimlerle yapılan savaştan farklı olduğu gibi esirlerine uygulanacak hükümlerde de farklılık vardır. Hanefî mezhebine göre âsilerden esir alınanlar, bırakıldıkları takdirde katılabilecekleri askerî bir güçleri mevcutsa devlet başkanının tercihine bağlı olarak öldürülmelerine veya hapsedilmelerine hükmedilebilir. 13 Mevcut askerî güçleri olmamakla birlikte öldürülmeyip affedildiklerinde tekrar güç oluşturmalarından endişe edilirse hapsedilirler. Bunların kadın ve çocukları hiçbir şekilde esir alınamaz. Şâfiîler’e ve Hanbelîler’e göre ise âsi esirler öldürülemez, öldürülmeleri halinde diyetleri ödenir. İtaat ettikleri takdirde serbest bırakılırlar. İtaat etmezlerse savaş sonuna kadar hapsedilir, sonra tekrar savaşmamak şartıyla salıverilirler. Kadın ve çocukları da savaş sona erince serbest bırakılır. Hanbelî mezhebindeki bir görüşe göre kadın ve çocuklar hapsedilmez. Bu mezheplerin âsi esirlerle ilgili hükümleri Hz. Peygamber’in kaçan âsilerin takip edilmeyeceği, yaralı ve esirlerinin öldürülmeyeceği, mallarının ganimet olarak alınmayacağına dair sözleriyle (Hâkim, II, 155; Beyhakī, VIII, 182) Hz. Ali’nin Cemel Vak‘ası’nda verdiği aynı hususları ihtiva eden talimatına dayanmaktadır. Mâliki mezhebinde âsi esirlere kendi görüşlerinin propagandasını yapmayan bid‘at ehlinin hükümleri uygulanır; kendilerine tövbe teklif edilir, kabul ederlerse serbest bırakılırlar, aksi halde öldürülürler. Bir görüşe göre ise âsi tövbe etmese bile öldürülmez, te’dib edilir. Kadınlar hiçbir şekilde öldürülemez. Bazı Mâliki âlimleri erkek esirin de öldürülemeyeceğini söylerken bazıları isyanın meşrû bir sebebe dayanmaması halinde öldürülebileceklerini belirtir. Bu görüşlerden anlaşıldığına göre âsi esirlerin statüsü esaretten çok savaşmalarını önlemek için bir tür göz altında bulundurmadan ibaret olup savaşın bitmesiyle esaret de sona erer. Müslüman devletlerin birbirleriyle yaptıkları savaşlarda ele geçirilen esirlere de bu hükümler uygulanır. Kaynak: DİA, Esir Maddesi, XI, 386-388 Peygamberimizi, Ay'ın bir yıldız olduğunu mu söylemiştir? Hadis-i şerifte yer alan ilgili ifadenin Türkçesi şöyledir: “Alimin abide (ibadet ehline) olan üstünlüğü Bedir (ayın 14-15.) gecesindeki dolunayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.” (bk. Ebu Davud,1; Tirmizi, İlim, 19; İbn Mace, Mukaddime, 17; İbn Hanbel, 5/196; Kenzu’l-Ummal, h. no:28746) Bu hadiste Ay'ın yıldız olması belirtilmemektedir.. Dolunayın olduğu bir gecede gökyüzüne bakıldığı zaman en parlak görülen cisim Ay'dır ve nasılki böyle bir gecede Ay diğer gök cisimlerinden daha parlak görünmektedir, ümmetimin alimleri de insanlar içerisinde böyle seçkin konumdadır. Yani dolunayın olduğu bir gecede parlaklığı ile göze çarpan bir gök cismi ile diğerleri arasında bir mukayese yapılarak bu benzetme ile alimlerin üstünlüğü anlatılmıştır. Kur’an’daYusuf suresinin 4. ayetinde yer alan “Bir vakit Yusuf babasına şöyle demişti: “Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldız, güneş ve ayı gördüm: Benim önümde saygıyla yere kapanmışlardı!” mealindeki ifadede yıldızlardan ayrı olarak Güneş ve Ay’a yer verildiği ortadadır. Bu sebeple, Hz. Peygamberin yıldız ile diğer gök cisimlerini/Ay’ı fark etmediğini söylemek büyük bir cehaletin ürünüdür. 14 Hz. Ebu Bekir'in bütün malını vermesi, İslamın orta yol anlayışına aykırı değil midir? İlgili ayetlerin meali: “Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma! Sonra ayıplanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun.” (İsra, 17/29) “Rahman’ın o has kulları, harcamalarında ne israf eder, ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar.” (Furkan, 25/67) 1) Önce şunu belirtelim ki, bu her iki ayette de cimrilik ile israf (malı saçıp savurma)dan söz edilmiştir. Cimrilik, muhtaç insanların ihtiyacını gidermeye engel olduğu gibi, saçıp savurmak da engeldir. Çünkü malını boş/lüzumsuz yere israf edenler de elinde bir şey bırakmadıkları için vermeleri gereken kimselere karşı bu yükümlülüklerini yerine getiremezler. (bk. Taberi, Zemahşeri, Razi, ilgili ayetin tefsiri) - Bundan anlaşılıyor ki, ayette ifade edilen husus, bir kimsenin malının tamamını Allah yolunda harcamaktan ziyade, lüzumsuz yere israf edip malını saçıp savurmak suretiyle servetini tüketen kimselere yöneliktir. - Bilindiği üzere her şeyde ifrat, tefrit ve vasat dereceler vardır. Malı harcama noktasındaki ifrat tarafı israftır. İsraf bir malı haddi aşacak şekilde harcamak ve bu sebeple de müstahak olan nice kimseleri mahrum bırakmak anlamına gelir. Tefrit ise, cimriliktir ki, gerekli harcamaları yapmamaktır. Bunun vasat derecesi (orta yolu) ise israf ile cimrilik ortasını bulup Allah için harcamalarda bulunmaktır. 2) Nitekim, Furkan suresinde bu husus daha açık bir ifadeyle ortaya konmuştur. Buna göre, bir insan cimrilik edip muhtaç kimselere yardım etmediği zaman kötülenenler arasına girdiği gibi, başka muhtaçları göz ardı edip sadece bir/birkaç kimseye israf derecesinde servetinin tamamını verdiği takdirde de kötülenmiş olur. Bu sebepledir ki, alimler İsra suresindeki ayette yer alan “kınanırsın” mealindeki ifadeyi “yükümlülüğünü yerine getirmediğin kimseler tarafından kınanırsın” şeklinde açıklamışlardır. (bk. Taberi, Zemahşeri, Razi, ilgili ayetin tefsiri, a.y.) 3) Bu ayetlerde söz konusu edilen “İsraf” kavramı Allah’ın rızasını gözetmeyen bir savurganlıktır. Allah rızasını gözeten bir harcama ne kadar fazla olursa olsun israf sayılmaz. İmam Azamın dediği gibi: "Hayırda ve ihsanda (fakat müstahak olanlara vermek) israf olmadığı gibi, israfta da hiçbir hayır yoktur." (Nursi, Lem'alar, 144) 4) Hz. Ebu Bekir gibi sadakatin zirvesinde bulunan bir zatın malının tamamını Allah yolunda harcamak üzere ortaya koyması ve ailesine Allah’ı ve resulünü bırakması (Ebû Dâvûd, Zekât, 39) gibi müstesna bir durum sergilemesi onun bu sıddikiyet mertebesindeki şânına layık bir davranıştır. Ayrıca, seferberlik, kıtlık ve acil-hayati ihtiyaçlar olduğunda; dinin, nefsin ve neslin korunması, malın muhafazasının önüne geçer. Böyle durumlarda, gerekirse bütün servet; maddi olan her şey feda edilebilir. 15