Amerika`nın Darwinci milliyetçiliği

advertisement
Amerika'nın Darwinci milliyetçiliği
''Ancak biz bir başka krizle yüz yüzeyiz: Tam olarak biz ne uğruna savaşacağız? Bu
absürt bir soru gibi gelebilir. Ne de olsa bizler Amerikalıyız.''
25.09.2017 / 12:19
ABD, Rusya ve Çin ideolojik veya manevi hedeflerini kaybediyor, hatta kaybettiler bile.
Bilhassa artık komünist değer ve inanç sistemine sahip olmayan ve meşruiyeti,
etnosentrizme [Z.T.K. yani kendi etnik grubunu üstün saymaya] ve kendi insanlarıyla
kaygılı bir iktisadi sözleşmeye dayalı olan Rus ve Çin rejimleri örneğinde bu aşikâr bir
hal aldı. Ancak ABD’nin de ahlaki hedefinden geriye çok az şey kaldı. Amerikalıların
–70 küsur yıldır yaptıkları gibi– Avrupa ve Asya’da liberal bir düzeni muhafaza etmeyi
sürdürmeye istekli olup olmadığı artık bir soru işareti. Matbaa ve daktilo çağında
Amerikan demokrasisi başarılı olmuşken ve dünyada parıldayan bir örnekken bunun
dijital ve video çağında aynen devam edip gideceği şüpheli. Aslında son dönemde
Amerikan demokrasisi bir ilham kaynağı olma özelliğini giderek yitirerek
sıradanlaşıyor. Amerikan Kongresi, 19. yüzyılın bıçak sırtı günlerinden bu yana hiç
görülmemiş bir parti tarafgirliği işlevsizliğine şahit oluyor. Amerikan Başkanı, tüm eski
modern başkanların sahip olduğu nezaketten basbayağı yoksun. Parası bol varlıklı
sınıflar Washington’ı idare ediyorlar ki bu, onlarca yıldır olgunlaşmakta olan ve bolca
üzerine yorumlar yapılan bir süreç. Sıkça kendisine dil uzatılan, politikaya odaklanmış
bürokratik elitin sessiz fedakârlığına rağmen ABD giderek [Z.T.K. bütün dünyaya bir
örneklik teşkil eden] “tepedeki şehir” olma vasfını kaybediyor. [Z.T.K. “Tepedeki
şehir”, İncil’de Hz İsa’nın Havarilere “Siz dünyanın ışığısınız, tepenin üzerine kurulu bir
şehir gizlenemez” (Matta, 5/14-15) hitabından ilhamla, Amerika kıtasına ayak basan
Püritenlerin gerçekleştirmek istedikleri ütopyadır.] Bu arada şunu unutmayın,
Amerikalıların kendilerini nasıl gördükleri, başkalarının onları nasıl gördüğünden daha
az önemlidir. Mukayese, bütün ciddi akademik çalışmaların başıdır ve bu bağlamda bugün ABD,
Rusya ve Çin arasındaki farklılıkların, Soğuk Savaş dönemindekine kıyasla, ideolojik ve
felsefi bakımdan çok daha az keskin olduğu gayet açık. Tabii ki birbirimizin
benzerlerine dönüşmüyoruz. ABD’de başkanın gücü üzerindeki hukuki sınırlamalar ile
Rus rejiminin dizginlenemeyen haydutluğu (veya Çin rejiminin muhaliflerine
muamelesi) arasında hala daha muazzam bir farklılık olduğunu zikretmeye dahi gerek
yok. Ancak üç büyük güçten hiçbiri, bir zamanlar olduğu gibi, büyük ve çatışan
ideallerle motive olmuş halde değil. Bu da demek oluyor ki aralarındaki uçurum artık
varoluşsal değil. ABD, Birleşik Krallık ve Avrupa’daki siyasi sınıflardan bazılarının Rus
rejimine olağandışı sempatisinden de bu görülebilir.
Her üç devlet de adım adım kendi medeniyet temellerine iniyor. Milliyetçilikleri,
sadece ve sadece kültürel güçlerinin ve zayıflıklarının bir ifadesi, o kadar. Çin’in
aydınlanmacı otoriterliği, Konfüçyen değer ve inanç sisteminin dinginliğine içkin olan
düzen ve hiyerarşiye duyulan saygıya kısmen dayalı. Batılıların günün birinde Çinlilerin
demokrasi talebinde bulanacağı beklentisi aslında nafile olabilir. Tarih boyunca
Rusya’nın soğuk iklimi, coğrafyasının kıyas götürmez enginliği ve korunabilir
sınırlardan mahrum oluşu, gerek istibdadı gerekse filizlenen kaosu liberal
demokrasilere kıyasla çok daha doğal kıldı; bu yüzden Joseph Conrad’ın yazdığı üzere,
Rusların gözünde özgürlüğün kendisi “bir çeşit doğru yoldan sapıp kötü yola düşme”
olarak görülebilir. 1990’larda Boris Yeltsin’in yönetimi demokrasiden ziyade anarşivari
bir tecrübeydi. ABD’ye gelince, onlarca yıldır şehirli elitlerin Wilsoncu dürtüleri altında
gömülü duran [Z.T.K. Amerikan tarihçisi Frederick Jackson Turner’a ait] “Jacksoncu
sınır temel tezi”ni yeniden keşfetti. Amerikalılar eğer ki kendilerini doğrudan tehdit
altında veya hakarete uğramış hissederlerse savaşıp öldüreceklerdir; ancak
okyanusların öte tarafında demokratik düzenleri muhafaza etmek sonunda onlar için
son derece soyut ve maliyetli bir girişime dönüşebilir.
Başkanlar gelip giderler. Eğer ki oyların azıcık bir kısmı üç eyalet arasında farklı bir
şekilde dağılsaydı Donald Trump başkan olamayacaktı. Ancak Afganistan ve Irak’ta
yaklaşık 15 sene süren savaşlarının ardından ABD’nin âlî hedefler üzerine inşa edilmiş
emperyalvari projesinin artık sona erdiği aşikâr. Bu, daha Kasım 2016 seçimlerinden
yıllar evvel, bazı bakımlardan bir kozmopolitan idealist olan Başkan Barack Obama her
şeye rağmen Suriye’ye müdahaleyi reddettiğinde ve Libya’ya da sadece havadan
müdahale ettiğinde apaçık hale gelmişti bile. 2011’de Suriye, 1989’da Panama’yla
başlayıp Ortadoğu ve Balkanlarla devam eden Soğuk Savaş sonrasının müdahaleci
damarının sonunu getirmiş oldu. Dolayısıyla Trump, nev-i şahsına münhasır olmakla
birlikte, aynı zamanda sürekliliğin bir parçası.
Artık alışmış oldukları gibi bir “tepedeki şehir” de hatta belki özgür dünyanın polis
imdat gücü de olmayan Amerikalılar, gittikçe daha fazla Ruslar ve Çinlilerle aynı
paralele geldiler. Kabul edilmeli ki Amerikan idealizmi aslen coğrafi mekânın bir
hediyesiydi; ancak şimdilerde coğrafya, teknoloji yüzünden giderek anlamını
kaybeden bir güç unsuru. İngiliz askerî tarihçilerinden merhum John Keegan, Büyük
Britanya ve ABD’nin özgürlüğün baş savunucusu olabilmesi, sadece ve sadece etkili
birer ada devleti olmaları, denizlerin kendilerini “karaya bağımlı özgürlük
düşmanları”ndan koruması sayesindedir diye yazmıştı. Ancak dünya küçüldükçe daha
tehlikeli bir hale dönüştü ve böylece Amerikan kamuoyu da daha acımasızca
pragmatik bir hale büründü. Tabii ki 21. yüzyıl video ve sosyal medya dünyası da çok
daha engin bir âlem; bu nedenle yurtdışındaki bir insanlık ayıbı, daha evvel olmadığı
şekilde bir fevri askerî tepkinin fitilini ateşleyebilir. Öte yandan bundan böyle büyük
müdahaleler, ancak ve ancak,[ideallerin değil] salt milli menfaatin televizyonda
yayınlanan çarpıcı bir görüntü veya kısa açıklama eşliğinde[kamuoyuna mâl
edilmesiyle] gerçekleşebilir durumda. Bu yüzden insan hakları camiası ve onun
medyadaki dostları, eski Yugoslavya’ya (…) ABD öncülüğündeki müdahaleleri hep bir
muhabbetle/saf bir ümitle hatırlayacaklar; zira böyle bir şeyin bir daha asla
gerçeklemeyebileceğinin farkındalar.
İronik şekilde insan hakları camiası, Amerikan tarihi ve manevi şartları hakkında başka
çok az insanın anladığı bir temel gerçekliğin farkında: Diğer devletler, bir nevi
acımasız realpolitikle hayatta kalmış ve hatta gelişip zenginleşmişken ABD, coğrafi bir
ihsan ve ayrıca bir ideal olarak doğduğundan bunlarsız hiçbir şeydir. Diğer devletler
sadece ve sadece kendilerini temsil ederler; ancak ABD, makul bir ölçüde, insanlığı
temsil etmek veyahut en azından buna talip olmak zorundadır. Elbette ABD’nin bunu
yapmadığı dönemler de vardır, yapmak için fazlaca şartları zorladığı dönemler de.
Ancak önemli olan, bu iki uç arasında gerilimin korunmasıdır. Eğer ki ABD kendi
iyiliğinin artık dünyanın iyiliğine bağlı olmadığına gerçekten karar verirse, bu durumda
ABD’nin hegemon olarak namı ve itibarı, başka bir devlette olmayacak kadar
dağılmaya başlayacaktır. Bu yüzden İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD’nin Avrupa
ve Asya’da inşa ettiği liberal dünya düzeni Amerikan tecrübesinin zirvesine işaret
ediyor. Her ne kadar bu dünya düzenini daha da ötelere yaymak ABD’nin kapasitesini
aşsa da, bundan öylece geri adım atmak da kaçınılmaz şekilde Amerikan düşüşüne yol
açacaktır. Devletin menfaatleri, doğru düzgün tanımlandığı takdirde, diğer devletlerin
menfaatlerine saygı duymak suretiyle barışa yol açsa da, ilan edilmiş değerler
olmaksızın ittifakları sürdürmek çok daha zordur ve dolayısıyla bizim kendi
değerlerimiz stratejik avantajımızın aslında bir parçasıdır.
Bütün bunların savunma politikaları üzerinde derin sonuçları olacaktır. Şu an meydana
gelen gelişmeler, dünya tarihinin standartlarıyla, ne yazık ki gayet normal. Tarihin
çoğu ilkesizce/ahlaksızca güç mücadelelerine sahne oldu ve son 75 yıl bu bağlamda
standarttan bir sapma. Şimdilerde biz, savaşın ve toprak üzerinde ahlakdışı
çatışmanın insan DNA’sına içkin olduğu doğal hale geri dönüyoruz. Gerçekten de
ABD’nin kendisi, (aslında evrensel olan) kendi değerlerinden vazgeçmeye başlıyor. Ve
bu durum onu, tarihî ve coğrafî şartlarının son derece farklı olması nedeniyle bu tür
değerleri hiçbir zaman geliştirmemiş diğer büyük devletlere kıyasla belirgin bir
dezavantaja sokuyor.
Hobbes’a göre doğal halde şiddet bir norm olup hayat “çirkin, vahşi ve kısa”dır.
Merhum İngiliz tarihçi A. J. P. Taylor, her ne kadar insanlar bu tür bir doğal halde hiçbir
zaman fiilen yaşamamış olsa da “Avrupa’nın Büyük Güçleri hep bu şekildeydi” diyor.
Taylor, o derece ki Avrupa önemli barış dönemlerini tamamen “Güçler Dengesi”ne
“borçlu” olduğunu biliyor, diyerek devam ediyor. Kısaca tek seçenek ya güçler dengesi
ya da doğal hal; ilkelerinden mahrum kalmış bir dünyada elle tutulur bir başka
seçenek yok. Ve ilkesiz bu dünya bize çok daha fazlasını anlatır: ütopik veya idealist
hareketlerin (Leninizm ve Wilsonculuk) ya başarısızlığı ispatlanmıştır ya da kabul
görmeme sürecindedir. ABD’de Wilsonculuk elit kültürünün bir parçasına dönüştü, o
denli rafine ve inceltilmiş bir haldeydi ki, tabiri caizse barbarlar en sonunda harekete
geçip bu ince porseleni kırıp geçirdiler; hem de ileri ve yerleşik medeniyetlerin
(hadarîlerin) yerine her defasında bedevî kabilelerin geçip onların da zaman içinde
kendi çabalarıyla hadarîye dönüşme döngüsünü ele alan 14. yüzyıl İbn Haldun teorisini
ürkütücü bir şekilde tekrar ederek... Elitlerimiz bizi başarısızlığa uğratsa dahi
–demokratik olsun olmasın fark etmez– hiçbir devlet elitsiz ayakta kalamaz. Bütün
hatalarına rağmen Amerikan elitinin, tam da Wilsoncu değerlerinden dolayı, diğer
muadillerinden çok daha fazla dünyaya sunacakları şeyleri var.
Amerikan eliti 2016 seçim felaketinden ister belini doğrultabilsin isterse doğrultamasın
gerçek şu: Askerî veya iletişim teknolojisinin etkisiyle mesafenin çöküşü yüzünden
ABD, Rusya ve Çin arasındaki rekabet, erken modern ve modern tarih boyunca
–barışın yalnızca güçler dengesinin sınırlı ve karayla mahdut bir mekânda
sürdürülmesinden kaynaklandığı– Avrupa içindeki hâkimiyet yarışına gittikçe
benzemekte. Coğrafya bu bağlamda çift taraflıdır. Coğrafya, her büyük gücün tarihî
şahsiyetini tanımlamada hala daha yeteri kadar anlamlıdır, her ne kadar onları
birbirinden ayıran mesafeler artık giderek daralıyor olsa da. Bu yüzden günümüz
küresel güç mücadelesi, en doğru şekilde –komünizm, liberalizm ve diğer “izm”lerin
ortaya çıkışından evvelki– geçmiş yüzyılların Avrupa’sıyla kıyaslanabilir.
***
Erken modern dönem Avrupa’sının en büyük siyasi depremi 1618-1648 Otuz Yıl
Savaşlarıydı. Bu savaşın maliyeti, o dönemki Avrupa nüfusuyla kıyaslarsak, İkinci
Dünya Savaşı’nın 50 milyonluk can kayıplarını oransal olarak aşıyordu. Yale
Üniversitesi öğretim üyesi Charles Hill’in yazdığı gibi, [Z.T.K. Katolikler ve Protestanlar
arasında Avrupa’yı kan gölüne dönüştüren bir mezhep savaşı niteliğindeki] Otuz Yıl
Savaşlarının bir daha asla tekrarlanmaması kararlılığı, –seküler bireysel menfaatin
Ortaçağ’ın dinî tekâmül mücadelesinin yerine geçeceği– bir güçler dengesine ihtiyaç
olduğu konusunda genel bir uzlaşmayı beraberinde getirdi. Diğer bir deyişle, bu kadar
sınırlı ve karaya bağımlı bir mekanda barış, yeni bürokratik devletlerin menfaatleri ve
onların artan askerî gücüyle bağlantılı olan acımasız pragmatizm karşısında bireyin
ideallerini yitirmesi meselesine dönüştü. Bu, ideolojisiz bir dünyaydı. Muhtemelen hiç
kimse bu olguyu –Katolik Fransa’yı, ahlakilik yerine tamamen hikmet-i hükümet
uğruna, güneydeki dindaşları Katolik Habsburglara karşı Avrupa’nın Protestan
kuzeyiyle ittifaka sokan– Kardinal Richelieu’dan daha iyi ortaya koyamazdı. Yine de bu
ahlakdışı güç dengesi, en hafif tabirle, kusurlu ve bozuk şekilde işledi. Diğer
yüzyıllarda farklı güç birliktelikleri oluştu ve savaşlar öylece sürüp gitti. 18. yüzyıl
ortasında Bourbon Fransa’sı ile Habsburg Avusturya’sı, Prusya ve Büyük Britanya’ya
karşı birleşti ve bu, Yedi Yıl Savaşlarıyla sonuçlandı. Bu dönemde Rusya, kıtadaki
askerî mücadelede gerçek bir güce dönüştü. 19. yüzyıl ortasında Fransa ve bir Alman
federasyonu, Rusya’yı engellemek için Avusturya’yı kullandı. 20. yüzyıl başlarında bu
defa Fransa, Britanya ve Rusya Almanya ile Avusturya’ya karşı aynı safta buluştu. Ve
bu, Hitler’in kendi Wagnervari kıyametini yazdığı 1945’e kadar devam etti. Bundan
sonra sadece büyük bir imparatorluk barışı koruyabilirdi.
İmparatorluk, Amerikan ve Sovyet hegemonyası formunda hızla geri döndü; ancak (en
azından kendi nazarlarında) yüce idealler üzerine kurulu [bu Amerikan ve Sovyet] misyoner dünya sistemleri, Oxford Üniversitesi öğretim üyesi John Darwin’in
deyimiyle, “özde değil sözde emperyal”di. Farklı bir tür imparatorlukla, yani Avrupa
Birliği’yle sonuçlanacak Avrupa ekonomik entegrasyonu da Batı hegemonyasına
payanda oldu. Kusurlarına rağmen AB, şu an için Orta ve Doğu Avrupa’yı entegre edip
istikrara kavuşturma yeteneğine sahip tek sistem; özellikle de hala daha sıkıntılarla
boğuşan Balkanlarda [Z.T.K. Robert Kaplan’ın bu konudaki makalesi için TIKLAYINIZ].
Diğer bir deyişle, imparatorluğun tek istisnası (ki Wilsonculuk bunun yumuşak bir
çeşididir), savaşa ve genel istikrarsızlığa tek alternatif olarak geriye sadece güçler
dengesi kalıyor. Ve güçler dengesi, ahlaki ilkeler değil, ahlakdışı devlet menfaatleri
üzerine inşa edilmiş durumda.
Hatırlayın, erken modernite, Napolyon’un yenilgisinin ardından üzerinde uzlaşılan
ahlakdışı bir güç düzenlemeleri sistemi olan ve Avrupa kıtasında barışı öyle veya böyle
tam 100 yıl koruyan Viyana Kongresi’yle sonuçlandı ki bu şaşırtıcı bir başarıydı.
Dolayısıyla güçler dengesi, özünde sinik değil, oldukça ilkelidir, ama ilkeliliği de
yüceltmez. Akılda tutulması gereken şey, Avrupa tarihinin –teknoloji sayesinde– şu an [bir kez daha ama bu defa] küresel ölçekte tekerrür etmekte olduğudur.
***
Yedi Yıl Savaşları dönemindeki Londra ve Paris’e kıyasla, bugün Washington ile
Pekin’in –veya Washington ile Moskova’nın– birbirine yaklaştığı bir çağda, savaş ve
çatışmayı nasıl tasavvur etmeliyiz? Daha da önemlisi, böyle bir çağda savaşı ve
çatışmayı dizginlemeyi nasıl düşünmeliyiz? Teknoloji mesafeyi önemsizleştirdikçe
fiiliyatta toprak daha da fazla bir meseleye dönüşmekte ve toprak dürtüsü düşünceye
daha da hâkim olmakta.
Mesela İsraillilerin Batı Şeria ve Golan Tepeleri’ni ellerinde tutmayı ne denli bir
saplantı haline getirdiklerini düşünün. İsrailliler bir kriz odasıyla yüzleşiyorlar. Bu trend
sinsice ilerlese de, şu an olduğu gibi videolarla ve sosyal medyayla galeyana gelen
küresel bir izleyici kitlesi önünde kıtalararası füzeler, siber savaşlar ve uzun menzilli
hassas saldırılar dünyasında yaşamaya devam edeceğiz. Etkisi tıpkı boğulmadaki gibi
adeta fizyolojik olacak. Bir sonraki Yedi Yıl Savaşları, tıpkı 18. yüzyıl ortasındaki gibi,
küresel olacak. Ancak her biri diğerinden çok uzaklarda farklı coğrafi harekât alanları
hissi çok daha azalacak.
21. yüzyılda anavatana [Z.T.K. ABD’yi kastediyor] yönelik siber ve istihbari saldırıları,
Güney Çin Denizi’ndeki savaş ağlarına saldırılarla veya Baltık ülkelerinde Rus
azınlıkların yaşadığı bölgelere özel harekât birliklerinin baskınlarıyla kesişebilir. Savaş
planlamacılarının teorik olarak tasarladığı bir derece hız ve eşzamanlılık olacaktır;
ancak her şeye rağmen psikolojik olarak bunu yönlendirmek zor olabilir. Böyle bir
savaş esnasında Pentagon’da hissedilecek gerilim ve hatta paranoya, İsraillilerin
açıkça birçok Arap ordusu tarafından bir çırpıda yok edilmekten korktuğu 1967 Altı
Gün Savaşı öncesi dönemde tecrübe ettiklerine benzeyecektir.
Dolayısıyla her ne kadar mesafenin çöküşü nedeniyle çatışmalar tamamen bir hayatta
kalma mücadelesi olarak algılansa da aynı zamanda tıpkı geçmiş yüzyılların
Avrupa’sındaki hanedan mücadeleleri gibi yakınlık, savaş kareografisi ve süreklilik de
damgasını vuracaktır. Bu mücadeleler ideolojik değildi ve 21. yüzyılda büyük güçlerin
hiçbiri de ideolojik olmayacak. Bunun yerine milliyetçiliğin arkasına gizlenmiş bir
kültürel mücadele yürüyecek. Zafer, devlet düzeyinde hızlı ve topyekûn bir savaş
vermekte en mahir kültürün olacaktır. Bu süreç aynı zamanda Darvinci olacaktır. Ve
bu çatışmalar tam anlamıyla korkunç olabileceğinden kilit konu bunların nasıl
önleneceğidir. Biz bunları en iyi şekilde –özgürlüğümüzün büyük ölçüde üzerine inşa
edildiği– ideallerimizi yeniden kazanarak önleyebiliriz.
Yüksek ilkeleri olmayan bir dış politika; herhangi bir istikameti, yol göstericiliği veya
hedefi olmayan ve bu nedenle hiçbir büyük stratejisi (grand strategy) bulunmayan bir
dış politikadır. O halde bizim ilkelerimiz neler olmalı? Mütevazı Wilsoncu ülküleriyle
liberal bir devletten başkası olamaz. Mütevazılıkla kastımız, yurtdışında –uygulanabilir
olduğu yerlerde– sivil toplumun ilerlemesini teşvik etmek istemektir. Sivil toplum, her
zaman olmamakla birlikte genellikle demokrasi anlamına gelir. Bu, aydınlanmacı bir
otokratla iş tutmak anlamına de gelebilir; zira alternatifi daha beter olabilir. Hatırlayın,
son on yıllardaki ideolojik Wilsoncuların aksine, Başkan Woodrow Wilson’ın bizzat
kendisi çoğunlukla temkinliydi – ve kendi değerlerimizi dışarıya dayatmanın
zorluklarının gayet farkında, tedricilikten yana birisiydi. Wilson, ABD’nin modern
dünyada naif bir şekilde rüştüne kavuşmasını temsil ediyordu. Bununla birlikte o,
kendi yol yordamıyla bir büyük stratejiyi sezebildi ki zaman içinde bu strateji, Tufts
Üniversitesi tarihçilerinden Tony Smith’in deyimiyle, NATO’nun kurulması ve İkinci
Dünya Savaşı sonrasının Japonya ve Almanya’sının ABD tarafından dönüştürülmesiyle
zirve noktasına çıkacaktı. Ben bunu, muhafazakârlığın özünün liberal bir düzeni
muhafaza etmek olarak gören (ve aynı zamanda güvenliğin verili olmadığı çatışma
içindeki bir dünyayı da kabul eden) ılımlı bir muhafazakâr realist olarak söylüyorum.
Bu bağlamda muhafazakârlık, daha iyi bir dünyayı tesis etmek için hem bir ilke hem
de bir tekniktir. Bu bir tezat değil, muhafazakârlığın tam da özüdür, tıpkı Samuel
Huntington’un (The Soldier and the State: The Theory and Politics of Civil-Military
Relations) ve Henry Kissenger’ın (A World Restored: Metternich, Castlereagh and the
Problems of Peace, 1812-22) eski çalışmalarında ima edildiği gibi.
Ancak yalnızca eylemsel ve işlemsel (transactional) olan bir dış politika, hedefleri ve
dolayısıyla riayet etmesi gereken hiçbir sınırı olmadığından katiyen muhafazakâr
değildir. Böylesi, müttefiklerini satıp ihanet etmek de dâhil her şey yapabilir ve sadece
müzakerelere girmekle kalmayıp kısasa kısas tarzı tehlikeli askerî mukabelelere de
girişebilir. Diğer bir deyişle, eylemselcilik (transactionalism) fiiliyatta ılımlı bir Wilsoncu
dış politikadan çok daha maceracı olabilir. Unutmayın ki muhafazakârlık menfaatlere
vurgu yapar. Ama menfaatler, bir devletin hedefleri ve değerleriyle büyük ölçüde
yapılandırılan bir gidişat olursa ancak bu şekilde tanımlanabilir. Menfaatler, hedefler,
değerler… Bütün bunlar, bir yol haritası gerektirerek bir ölçüde uzun vadeli düşünceyi
dışa vurur. Tam anlamıyla eylemselci bir dış politika, var olan her şeyi şu an
gözlerimizin önündekilerden ibaret saydığından, uzun vadeli bir düşünüşten yoksundur
ve bu haliyle, tamamen anlık arzularına göre yaşayan bir çocuk gibidir. Bu durum,
böyle bir yaklaşımın uygulayıcılarının iki-üç adım ötesini düşünüp hesaplamalarını
zorlaştırır. Büyük orduların, donanmaların ve hava kuvvetlerinin gittikçe sınırlı bir
alanda hareket edeceği, giderek bir kriz odasıyla nitelenir hale gelen bir dünyada
eylemselcilik, fiiliyatta ılımlı bir Wilsonculuktan çok daha büyük riskler taşır.
Tam da ABD’nin Panama’yla başlayan büyük çaplı askerî müdahaleleri dizisi Suriye’de
sona erdiğinden Wilsonculuk, ABD’nin 28. başkanıyla ilişkilendirilen başlangıçtaki
hassasiyetlerini –yani kontrolü zor bir dünyada mütevazı ölçekte uygulanan yüksek
ideallerini sürdürmeyi– artık çok daha kolaylıkla yeniden kazanabilir. Gerçekten de
–sınırlı da olsa– belirli bir düzeyde Wilsonculuk olmaksızın ortada başka ne kalır ki? En
azından bazı idealist unsurlar olmaksızın realizm, sinizme dönüşür ve böylelikle gerçek
dışı bir hale bürünür.
Wilsonculuğu tamamen kaybetmek uluslararası kimliğimizi yitirmek demektir. Biz,
uluslararası kimliklerini koruyup sağlama almış Çinliler ve Ruslar gibi değiliz – ki
aslında onların kimlikleri, karadan istilalara karşı kendilerini korumaya çalışmış
emperyal hanedanlıklara dayanıyor. Tarihsel olarak Çin ve Rusya, emperyalvari nüfuz
alanları (yani Çin Orta Asya ve Rusya da Orta ve Doğu Avrupa) üzerinden güç
projeksiyonu yapmadıkları takdirde kendi varoluşlarını riske atan kıta ölçekli birer kara
gücüdür. Ancak ABD, bu tür coğrafi zaafiyetleri olmayan fiilen bir ada devletidir.
Dolayısıyla diğer büyük güçlerin aksine, ABD’nin dünyada herhangi bir şekilde rol
alması idealler peşinde koşmasını gerektirir. Eylemselci bir dış politika özü itibarıyla
tecrit edici/izolasyonisttir. Diğer bir deyişle, eylemselcilik en sonunda yenilgiye yol
açar.
***
Savaş hali insanoğlunun doğasında mevcuttur. Konvansiyonel, siber, bilgi/istihbarat ve
hatta belki de düşük serpintili gelişmiş nükleer silahları harmanlayan postmodern
savaş, bizim istediğimiz şekilde ve mekânla sınırlı kalmayacak. Birbiriyle bağlantılılık,
bölgesel çatışmaların hızla başka yerlere taşınmasına imkân verecek. Heklemelerden
tutun fidye yazılıma [Z.T.K. kullanıcının bilgisayarındaki dosyaları kilitleyerek açtırmak
için para vermeye zorlayan yazılım] ve büyük çaplı belge hırsızlığına kadar siber savaş
alanı, insan doğasının tekâmül etmek yerine her zamanki gibi yine kötü huylu,
saldırgan ve hain/şirret olduğunu gösteriyor. Yüz yüze etkileşimin yokluğu zalimliği
daha da artırıyor. Kişinin artık cesur olması veya hatta başkalarına acı çektirmenin
sonuçlarına katlanması gerekmiyor bile. Gelecek savaş, bizi fiziken öldürmeden
ahlaksızlaştırma becerisine sahip olacak. Bu, kıta ölçekli ülkelerin dahi yakında bir kriz
odasıyla karşı karşıya kalacağı, sınırlı alandaki bir tür savaş.
Ancak biz bir başka krizle yüz yüzeyiz: Tam olarak biz ne uğruna savaşacağız? Bu
absürt bir soru gibi gelebilir. Ne de olsa bizler Amerikalıyız. Bir anavatanımız ve tarihî
önemi haiz bir coğrafyamız var. Ancak teknoloji mesafeleri önemsizleştirirken ve
havaalanlarımız otobüs duraklarına dönüşürken gittikçe daha az Amerikalı bu
coğrafyanın bilincinde. Üstelik Wilsonculuk bütünüyle bir elit projesi olup bugün
elitlerin siyasi itibarları çok büyük bir baskı altında. Bu arada ordunun
profesyonelleşmesi devam ediyor, vatandaşlardan giderek uzaklaşan bir birlik ruhuna
sahip bir asker sınıfı yaratarak… Pentagon ve politika elitlerinin günlük olarak
zihinlerine saplanan dünya genelindeki krizler, belirli posta kodlarının [yani belirli
yerlerde yaşayanların] ötesinde çok az yankı buluyor, ta ki bir tür şiddet gelip bizim de
kapılarımızı çalana kadar.
Bütün bunların anlamı şu: Trump’ın Önce Amerika stratejisi, eğer ki Wilsonculuk
istikametinde bir evrim geçirmezse, Amerikan milliyetçiliği ve dış politikasının
yenilenmesinden ziyade [ölmeden evvelki] son performansını sergileyecektir. Bunun
ardından birlik değil, daha fazla bölünme gelecektir.
Tercüme: Zahide Tuba Kor (ZTK) / Ortadoğu Günlüğü
© 2015 Mepa News Tüm Hakları Saklıdır!
Kaynak Gösterilmeden Alıntı Yapılamaz!
Tasarım ve Yazılım: Mepanews
Download