04 Aralık 2015 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler Taksitli satılan malın zekatı, alacaklarla birlikte mi verilmelidir? ............................................3 Kalbi en çok nurlandıran şey, kızdığınız kişiye dua etmektir, anlamında bir hadis var mıdır?3 Niçin Allah son peygamber Hz. Muhammed'i teknoloji asrında göndermedi?.........................4 Hristiyanların üçlü birlik konusunda Kuran’dan kanıt getirdikleri doğru mudur? .................5 Peygamberimizin nurunun Allah’ın nurundan yaratılması ne demektir? ................................8 Bu dünyamızdan başka yedi dünyanın/kürenin olduğu rivayeti sahih midir? ..........................9 Cahilden bir kimse cennete gitse, siz onunla arkadaş olmayın, anlamında bir hadis var mı? .....................................................................................................................................................11 Kpss veya üniversite sınavına gireceğim diye oruç tutmayıp kazaya bırakmak caiz midir? ...11 Çift yarık deneyindeki atomun hareketlerinin şuurlu gibi olmasını İslami açıdan değerlendirir misiniz?.................................................................................................................12 Cevşen duası çok tesirliyse, Peygamberimiz Uhud'da neden yaralanmıştır? ..........................15 2 Taksitli satılan malın zekatı, alacaklarla birlikte mi verilmelidir? Borcu ve temel ihtiyaçları dışında nisap miktarı olan 80.18 gr. altına veya bu miktar altın değerinde para veya ticaret malına sahip olan bir kimsenin, buna malik olduğu günden itibaren üzerinden bir kameri yıl geçtiğinde (354 gün), bu miktar mal aynen mevcut veya daha fazla ise, % 2,5 /kırkta birini zekat olarak vermesi gerekir. Borçlu tarafından ikrar edilirse veya borcu ispata yarayan kesin delil varsa, alacaklı tarafından alacağın her yıl zekatının ödenmesi gerekir. İnkar edilen veya geri alınma ihtimali olmayan alacaklar için, alacaklının her yıl zekat vermesi gerekmez. Buna göre borçlu inkar etmediği takdirde sahibi olduğunuz 29000 liranın zekatını her yıl vermeniz gerekir. Kalbi en çok nurlandıran şey, kızdığınız kişiye dua etmektir, anlamında bir hadis var mıdır? "Kalbi en çok nurlandıran şey, kızdığınız kişiye dua etmektir'' anlamında bir hadis rivayetine rastlayamadık. Ancak manası doğru gibi görünmektedir. Çünkü kızdığı kimseye dua etmek, kişinin kalbindeki kin ve nefreti azaltır veya tamamen giderir. Diğer taraftan mümin bir kardeşine karşı küskünlüğünü sona erdirir. Ayrıca nefs-i emmaresini dizginlemiş olur. Nefsine rağmen imanının sesine, imanlı kalbinin sesine, iman şuurunu taşıyan vicdanının sesine kulak vermiş olur. Bunların hepsi kalbin nurlanmasına veya nurunun kuvvetlenmesine yardımcı olan hususlardır. 3 Niçin Allah son peygamber Hz. Muhammed'i teknoloji asrında göndermedi? Sizin bu temenniniz gerçekleşmiş olsaydı; a) Allah tarafından takdir edilen Hz. Peygamberin geliş zamanı değişmiş olacaktı. b) Keza, Hz. Peygamberin ümmetinin mukadder ömrü daha kısa olacaktı. c) Yaklaşık 1500 yıllık bir ömür 100-200 yıla inmek zorunda kalacaktı. d) Şayet buna rağmen İslam ümmetinin ömrü uzatmalara oynasaydı, kıyametin mukadder olan ömrü tehir edilmiş olacaktı. Hülasa: Allah’ın sonsuz ve değişmez ilminin bir nevi olan kader listesi tamamen altüst olacaktı. - Bu açıklamalarımızın manası şudur: Herhangi bir olayın yerini değiştirmek, sadece o olayla sınırlı kalmaz, bütün bir mukadderatı ilgilendirir. - Eğer bu peygamberlik tarihi bu güne ertelenseydi, Ebu Bekirler, Ömerler, Osmanlar, Aliler ve sair sahabe-i güzinin durumu ne olurdu? Şayet onları buraya aktarsaydı, o zaman onların bir çoğu zaten mucizeye ihtiyaç duymaksızın “Bu simada yalan olmaz” diyerek iman edeceklerdi. Yine teknolojiye ihtiyaç duymazlardı. Şayet onları ve onlar gibi milyonlarca insanlığın yıldızı sayılan İslam alimlerini ve evliyasını var etmeyip yokluğa mahkum etseydi, bu takdirde onların yerini kim dolduracaktı? Eğer var etseydi, yüz binlerce sahabenin ezeli ilimle şekillenmiş mukadderat- ı hayatiyeleri tamamen değişikliğe uğramak zorunda kalacaktı.. Kaldı ki, tabir caiz ise “kıyamete çeyrek kala” milyonlarca İslam alimini, evliyasını ve müceddidleri küçük bir zaman dilimine sığdırmak elbette hikmet ve hakikate ters düşer.. “bir cep feneri uğruna ne güneşler batıyor…!” Bu sebeple küçük cep feneri hükmünde olan aklımızla güneş gibi her tarafı aydınlatan Allah’ın sonsuz ilim ve hikmetinin hükümlerini şekillendirmeye kalkışmak çok yanlış olur. - Bununla beraber, Hz. Peygamberin en büyük mucizesi Kur’an’dır. Kevni ayetleriyle, gaybi haberleriyle, belagattaki zirve ifadeleriyle, 15 asır önce bugünkü modern siyasi doktrinlerin çok ilerisinde ferdi ve sosyal hayatın prensiplerini vazetmesiyle, âdil hükümleriyle ortada olduğu halde, buna iman etmeyenlerin sayısı da ortadadır. - Hz. Peygamberin varisleri olan başta müceddidler olmak üzere büyük din alimleri bu günkü teknolojiden azami istifade ederek Kur’an’a hizmet etmeyi sürdürmektedir. 4 Hristiyanların üçlü birlik konusunda Kuran’dan kanıt getirdikleri doğru mudur? İlgili ayetin meali şöyledir: “Ey Ehl-i kitap! Dininizde haddi aşmayın, taşkınlık yapmayın ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri iddia etmeyin. Meryem’in oğlu Mesih Îsâ sadece Allah’ın resulü, Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir. Allah tarafından gelen bir ruhtur. Gelin Allah’a ve elçilerine iman getirin, “Tanrı üçtür!” demeyin. Kendi iyiliğiniz için bundan vazgeçin. Allah ancak tek bir İlahtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ne var, yerde ne varsa O’nundur. Koruyan ve yöneten olarak Allah yeter.” (Nisa, 4/171) Görüldüğü gibi, ayette üçlü birliğin /teslis inancının yanlışlığına dikkat çekilmiştir. Örneğin: a) “Meryem’in oğlu Mesih Îsâ sadece Allah’ın resulüdür” mealindeki ifadede bir hasır/bir sınırlandırma/bir tahsis vardır ki “İnnema” edatı ile (meallerde “sadece” sözcüğüyle) ifade edilmiştir. Arapçadaki dil kuralına göre bunun anlamı şudur: “Hz. İsa sadece peygamberdir.. Onun ötesinde bir ilah veya Allah’ın oğlu değildir, olamaz da..” b) “Meryem’e ulaştırdığı kelimesidir” mealindeki cümle de iki yanlışa işaret eder: Birincisi: Yahudilerin Hz. İsa için “gayr-ı meşru çocuk” iddialarının bir iftira olduğuna, gerçekte onun -babasız olarak- Meryem’den doğurtanın Allah’ın kudreti olduğuna, onun diğer insanlar gibi babadan kaynaklanan bir spermin yavrusu olmamakla beraber, Allah’ın kudretinin bir simge ifadesi olan “Kün=Ol” kelimesinin/emrinin mahsulü olduğuna işaret edilmiştir. “Allah yanında Îsâ’nın durumu, aynen Âdem’in durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yaratıp “ol” dedi, o da derhal oluverdi” (Al-i İmran, 3/59) mealindeki ayette bu husus açıkça ifade edilmiştir. İkincisi: Hz. İsa’nın da diğer insanlar gibi Allah tarafından yaratıldığına, onun bir ilah değil yaratılmış bir mahluk olduğuna dikkat çekilmiştir. c) Daha ayetin başında bu gerekçelerin ortaya koyduğu gerçeklere dikkat çekilerek Hristiyanlar şöyle uyarılmıştır: “Ey Ehl-i kitap! Dininizde haddi aşmayın, taşkınlık yapmayın ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri iddia etmeyin”. Buradaki cümleleri şöyle anlayabiliriz: - “Dininizde haddi aşmayın/“taşkınlık yapmayın” mealindeki ifadede bütün semavi dinlerin ortak inancı olan tevhit akidesine dikkat çekilmiştir. Bütün dinlerin esas maksadı Allah’ın birliğini ortaya koymak iken kalkıp dinde aşırılık yaparak dinin esaslarına hıyanet ederek Allah’a çocuk isnat etmenin, ona “teslis” saçmalığıyla şirk koşmanın, Hz. İsa’ya aşırı sevgiden dolayı insanlık sınırlarını taşarak ona uluhiyet isnat etmenin çok açık bir yanlış ve bir iftira olduğuna işaret edilmiştir. - “Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri iddia etmeyin” mealindeki ifadeyle, bütün semavi dinlerin bildirdiği hakikatlere ve Hz. Adem’den beri gelen 124 bin peygamberin öğretilerinde yer alan Allah inancına ters düşen böyle bir teslis saçmalığından vazgeçin.. Bu saçmalığın bir iddiadan öte hiç bir inandırıcı delilinin olmadığına vurgu yapılmıştır. d) Ayette meal olarak yer alan “Allah tarafından gelen bir ruhtur” ifadesini bir kaç yönden açıklanabilir: Birincisi: İnsanların örfünde nezafet, temizlikte mümtaz olan bir şey için “ruh” tabiri kullanılır. Hz. İsa normal tenasül kanununa göre dünyaya gelmemiş, bilakis Hz. Cebrail’in üflemesi sonucu olarak var edildiğinden onun bu nazif ve temiz durumuna bir işaret olarak Ruh sözcüğü kullanılmıştır. 5 - “Allah tarafından gelen bir ruh” mealindeki ifadenin kullanılmış olması, babasız yaratılmış şanlı bir peygamber olan Hz. İsa’ya şeref kazandırmaya yöneliktir. İkincisi: Hz. İsa insanları vahiy mesajıyla manevi olarak hayatlandırdığı gibi, mucize eseri olarak da ölülere hayat vermeye vesile olmakla da şöhret bulmuştur. Maddi veya manevi olarak insanların dirilmesine vesile olan şeylere RUH sözcüğü kullanılır. Nitekim, Kur’an’da Hz. Peygambere indirilen Kur’an içinde RUH sözcüğü kullanılmıştır: “İşte böylece sana da emrimizden bir rûh vahyettik.” (Şura, 42/52) İşte Hz. İsa için de bu manada Ruh tabiri kullanılmıştır. Üçüncüsü: Ruh kelimesi rahmet manasına da gelir. “İşte Allah onların kalplerine imanı nakşetmiş ve Kendi tarafından bir ruhla onları desteklemiştir.” (Mücadele, 58/22) mealindeki ayette ruh sözcüğü rahmet manasında kullanılmıştır. Hz. İsa da pek çok mucizeleri ve ahlaki öğretileriyle insanlara bir rahmet olduğunda şüphe yoktur. Bu sebeple ayette meal olarak yer alan “Allah tarafından gelen bir ruh” ifadesi “bir rahmet” olarak anlamak mümkündür. Dördüncüsü: Ruh kelimesinin Arapça’da RÎH (koku, rüzgar ve üflemek) ile yakın ilişkisi vardır. Bu sebeple bu makamda Hz. İsa’nın Ruh olarak ifade edilmesi, Hz. Cebrail tarafından babasız olarak annesinin rahmine üflenen bir insan olduğuna işarettir. Beşincisi: Ruh kelimesi nekre olarak “RUHUN” şeklinde kullanılmıştır. Bu ise tazimi, büyüklüğü ifade eder. Buna göre bu kelimeyi “İsa kutsal, şerefli ruhlardan büyük bir ruhtur” şeklinde anlamak gerekir. (bk. Razî, ilgili, ayetin tefsiri) - Şöyle bir manayı da kabul edebiliriz ki; Hz. İsa diğer insanlardan farklı olarak cismani bir varlık olan nutfeden/spermadan değil de, ruhani bir varlık olan Hz. Cebrail tarafından kendisine ruh üflenen ruhani tarafı ağır basan bir insan olduğu için onun ruhani yanına vurgu yapılmıştır. Demek ki, onun babasız dünyaya geldiğine vurgu yapmak için Kur’an’da hep “Meryem oğlu İsa” ifadesine yer verildiği gibi, onun babasız ruhani bir varlık olan Cebrail tarafından anne rahmin üflenen bir insan olduğuna işaret olsun diye de ona ‘Ruh” vasfı izafe edilmiştir. e) Her şeyden önce kendisinin getirdiği Hristiyanlık dininde Hz İsa’nın Mesih olarak anılması elbette çok doğaldır. Fakat bunun Hristiyanlık dininde kullanılması İslam’da kullanılmamasını gerektirmez. Bilakis semavi vahiylerin kaynağının bir olduğuna kuvvetli bir işarettir. Nitekim Kur’an’da da “Mesih” unvanı tam on bir defa tekrarlanmıştır. f) Söz konusu ayette, Hz. İsa’yı yanlış anlayan Hristiyanların bu hataları delillere dayandırılmış olmasına karşılık, ardından gelen ayetin “Ne Mesih, ne de Allah’a en yakın büyük melekler, Allah’a kul olmaktan kaçınmazlar.” (Nisa, 4/172) mealindeki ifadesinde ise, Hz. İsa’nın hayatı boyunca Allah’a kul olmaktan çekinmediği gerçeğine işaret edilerek onların teslis akidelerinin tamamen çürük olduğuna vurgu yapılmıştır. Hayatı boyunca annesiyle birlikte Allah’a kulluk eden kimselerin ilahlıkla yanından uzaktan bir ilgilerinin olmadığı açıktır. “Keza ben(İsa), benden önceki Tevrat’ı tasdik etmek ve size (Mûsâ şerîatinde) haram kılınan bazı şeyleri mübah kılmak için geldim. Doğrusu ben size Rabbiniz tarafından bir mûcize getirdim. Öyleyse Allah’a karşı gelmekten sakının da bana itaat edin. Şüphe yok ki Allah hem sizin, hem de benim Rabbimdir. Öyleyse, yalnız O’na ibadet edin. İşte doğru yol budur.” (Al-i İmran, 3/50-51) mealindeki ayette Hz. İsa’nın insanlara Allah’a kulluk ve ibadet etmelerini emrettiği görülmektedir. 6 - Yine Hz. İsa daha bebekken kulluğunu ilan etmiştir: “Derken bebek: “Ben Allah’ın kuluyum, dedi, O bana kitap verdi, beni peygamber olarak görevlendirdi.” (Meryem, 19/30) Hz. İsâ (a.s.)’ın bu sözü İncîl’de de yer alır. “İsa bunu (Ferisilerin kendisini öldürmek istediğini) bildiği için oradan ayrıldı. Birçok kişi ardından gitti. İsa hepsini iyileştirdi. Kim olduğunu açıklamamaları için onları uyardı. Bu, Peygamber Yeşaya aracılığıyla bildirilen şu söz yerine gelsin diye oldu: "İşte Kulum, O'nu ben seçtim. Gönlümün hoşnut olduğu sevgili Kulum O'dur. Ruhum'u O'nun üzerine koyacağım, O da adaleti uluslara bildirecek.” (Kitab-ı Mukaddes, Matta, 12/15-18) - Keza, Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’in de kulluk yapmasına dair Allah’ın emirlerini görüyoruz: “Meryem! Saygı dolu bir gönülle huzurunda durup Rabbine ibadet et, secdeye kapan ve rükû edenlerle beraber rükû et.” (Al-i İmran, 3/43) Eğer Hz. İsa tanrı olsaydı, tanrının annesi hiç kulluk eder miydi…! Diyeceğimiz şu ki: “Kibriya-u azamet Hakka yarar/Kul olanda bu sıfatlar ne arar..” 7 Peygamberimizin nurunun Allah’ın nurundan yaratılması ne demektir? Bu konuyu bir kaç madde halinde açıklamakta fayda vardır: a) Allah’ın bir ism-i celili de Nurdur. Ancak Nur isminin maddi ışık gibi, nurlarla hiç bir ilişkisinin olmadığını biliyoruz. Çünkü: “Allah’ın hiç bir varlığa benzemesi söz konusu olmadığına" göre elbette Onun “Nur” isminin mahiyetini de bilmek mümkün değildir. Zira, bilinmeyenler bilinenlere kıyasla bilinebilir. Bilinmeyen bir varlığın mahiyetini benzerlik yoluyla kıyaslama imkanı olmadığına göre elbette bunu bilemeyiz. “Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O, her şeyi hakkıyla işitendir, her şeyi hakkıyla görendir” (Şura, 42/11) mealindeki ayette açıkça bize “Allah’ın isim ve sıfatlarını -isim benzerliğinden hareketle- bir benzerlik kurmanın yanlış olduğu gerçeği” ders verilmiştir. Evet, Allah da işitir, insanlar da işitir, fakat bu işitme şekli asla birbirine benzemez. Allah da Nurdur, güneş te nurdur fakat bu iki nurun mahiyeti çok farklıdır, birbirine asla benzemez. Evet, “Allah’ın esma-i hüsnasından Nur isminin bir kesif âyinesi hükmünde olan güneş” (Sözler, 166) ile Nur isminin mahiyeti elbette çok farklıdır. “Elbette güneşin nur ve harareti, ilim ve kudretine nisbeten toprak gibi kesif hükmünde, "Nurun Nur, Münevvir-un Nur, Mukaddir-un Nur" olan Zât-ı Zülcelal, herşeye, ilim ve kudretiyle nihayetsiz yakın ve hazır ve nâzırdır.” (Sözler, 166) b) Denilebilir ki, bu hadis rivayetinde meal olarak yer alan “Allah Teâlâ, eşyayı yaratmadan evvel kendi nûrundan senin nebînin nûrunu yarattı” ifadesi bir mecazdır, bir teşrif izafesidir. Yani Allah Hz. Peygamberi “kendi zat-ı akdesinin nurundan” değil, özel olarak yarattığı bir nurdan yaratmıştır. Burada “kendi nurundan” ifadesi, o ilk yaratılan nura ve Hz. Peygambere şeref kazandırmaya yöneliktir. Nitekim, muhakkik alimlere göre, “(Allah) Sonra ona (insana) en uygun şeklini verdi, ona ruhundan üfledi.” (Secde, 30/9) mealindeki ayette meal olarak yer alan “ruhundan üfledi” mealindeki ifadenin manası “yarattığı ruhundan” demektir. “Min Ruhihi” (Ruhundan) ifadesinin kullanılması insan için yaratılan ruhun Allah katındaki önemine vurgu yapmaya ve ona şeref kazandırmaya yöneliktir. (bk. Razî, Beydavî, İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri) c) Hz. Peygamberin nurdan yaratılmış olması, onun mahiyetinin isim ve sıfatların azami derecedeki nurani tecellilerine mazhar olması anlamına da gelebilir. Aslında Allah’ın bütün isim ve sıfatları mahiyeti meçhul birer nurdur. Bu açıdan bakıldığı zaman yarattığı her şey nuranidir, bu nurlu isimlerin cilveleridir. Ancak, Hz. Muhammed (asm)’in nuraniyetine özel vurgu yapılması onun nezd-i uluhiyetteki kadr-u kıymetine işarettir. Çünkü, yaratıklar arasında hiç bir varlık Hz. Muhammed kadar bu ilahi nura mazhar olmuş değildir. “İşte şu sırdandır ki; mahiyeti nur ve hüviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyada bütün ümmetinin salavatlarını birden işitir. Ve kıyamette bütün asfiya ile bir anda görüşür. Birbirisine mani olmaz. Hattâ evliyadan, ziyade nuraniyet kesbeden ve ebdal denilen bir kısmı, bir anda birçok yerlerde müşahede ediliyormuş.” (Sözler, 194 - 195) 8 Bu dünyamızdan başka yedi dünyanın/kürenin olduğu rivayeti sahih midir? - Kaynakların bildirdiğine göre, Abdullah b. Abbas “Allah O yüce Yaratıcıdır ki yedi kat göğü ve yerden de onların benzerini yaratmıştır.” (Talak, 65/12) mealindeki ayeti açıklarken şöyle demiştir: “Bu (yedi) yerden her birisinde bu yerdeki İbrahim peygamberi gibi bir insan ve diğer mahlukların benzerleri bulunmaktadır.” (Taberi, ilgili ayetin tefsiri) Bazı rivayetlere göre, İbn Abbas bu ayetin açıklamasını isteyenlere: “Eğer bu ayeti tamamen açıklarsam bunu tekzip etmek suretiyle küfre düşersiniz” demiştir. (Taberi, İbn Kesir, ilgili yer; Münavi, Feydu’l-Kadir, 6/386) Bu, bizim için de bir uyarı olmalıdır.. Zira Şairin dediği gibi: “İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez / Zira bu terazi bu kadar sıkleti çekmez”. - Beyhaki’nin rivayet ettiğine göre İbn Abbas şöyle demiştir: “Yedi adet arz/dünya vardır. O yerlerin/alemlerin her birisinde Sizin peygamberiniz gibi bir peygamber, Adem gibi bir Adem, Nuh gibi bir Nuh, İbrahim gibi bir İbrahim ve İsa gibi bir İsa bulunmaktadır." (bk. Beyhaki, el-Esma ve’s-Sıfat, 2/267; İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri) - Münavi’nin bildirdiğine göre, Beyhaki “bu hadisin senedi sahihtir fakat rivayeti şazdır(sahih hadislerin öğretilerine aykırıdır)” demek suretiyle bu rivayetin zayıf olduğuna işaret etmiştir. (bk. Feydu’l-Kadir, 3/365) - Ancak, Hakim bu hadisin sahih olduğu belirtmiş, Zehebi de ona muvafakat etmiştir. (bk. Müstedrek/Telhis, 2/535) -Yukarıdaki ayetin tefsirini yapan Bediüzzaman hazretlerinin aşağıda özetle verdiğimiz açıklamalarına da bakıp bu konuda geniş bir perspektif kazanabiliriz: - Öncelikle şunun bilinmesi gerekir ki, ayetlerin mânâsı ayrıdır, o mânâların efrâdı ve mâsadakları ayrıdır. Küllî mânânın müteaddit fertlerinden bir ferdinin bulunmamasından dolayı o mânâ inkâr edilmez. Göklerin yedi tabakasına ve yerin yedi katına dâir küllî mânânın çok fertlerinden yedi mâsadak açıkça görünüyor. Bununla beraber, âyetin sarih ifadesinde "yedi kat arz" tabiri geçmiyor. Âyetin zâhiri: "Allah, arzı da yedi gök gibi yaratmış ve yaratıklarına mesken yapmıştır." diyor. "Yeri de yedi tabaka olarak yarattım " demiyor. Buradaki benzetme,"yedi sayısı" ile ilgili olmayıp, aksine yer ve göğün her ikisinin de Allah tarafından yaratılmış birer varlık ve pek çok yaratığa da mesken olduklarını ifade etmek içindir. -Yer küresi göklere nisbeten çok küçüktür. Fakat Allah'ın sanatlarının teşhir edildiği bir merkez, bir sergi yeri olduğundan, kalbin bedene karşı durumu gibi, o da koca göklere karşı muvazeneye gelmiştir. Kâinatın kalbi hükmündeki yer küresinin, yedi yönden "yedi" sayısında da göklere benzemesi sözkonusudur: 1- Eskiden beri bilinen yer küresinin yedi iklimi vardır. 2- Avrupa, Afrika, Okyanusya, İki Asya, İki Amerika isimleriyle meşhur yedi kıtası vardır. 3- Denizle beraber doğu, batı, kuzey, güney, bu yüzdeki ve yeni dünya yüzündeki malûm yedi kıtası vardır. 4- Hikmet ve fence kabul edilmiştir ki, yer küresinin merkezinden en üst toprak katmanına kadar iç içe değişik yedi tabaka vardır. 9 5- Canlılar için hayat kaynağı, basit ve cüz‘î yetmiş elementi ihtiva eden ve "yedi kat" tabir edilen yerin yedi küllî unsuru vardır. 6- Bir diğer yönden dört unsur denilen " Su, hava, ateş, toprak" ile beraber, üç üretken kaynak (mevâlid-i selâse) diye ifade edilen "madenler, bitkiler ve hayvanlar" ın oluşturduğu yedi tabaka ve yedi ayrı âlem vardır. 7- Sayısız keşif ve kerâmet ehlinin müşahede ettiği, cin, ifrit ve daha başka şuurlu canlıların meskeni olan yedi kat arz vardır. 8- Yer küremiz gibi, canlılara mesken olan ve hayat şartlarını ihtiva eden yedi ayrı yer küresinin varlığı Kur'an'ın ifadelerinden anlaşılmaktadır. İşte yedi yönden arzın yedi tabakası ile yedi çeşit yer küresinin varlığı söz konusu olabilmektedir. Sekizinci mânâ, başka nokta-i nazardan ehemmiyetlidir. O yediye dâhil değildir. (bk. Lemalar/12. Lema, s. 64-69) - Cafer-i Sadık ve İbn Arabî’den “Bildiğimiz Adem’den önce kırk bin Adem gelmiş.” dediğini naklederler. Öyle zannediyoruz ki, bununla, “her varlığın bir ilk aslı olduğuna, her canlı türün- ilk ataları hükmünde- bir Adem’i bulunduğuna” işaret etmek istemiştir. İnsanların diğer varlık ve canlılardan daha sonra yaratıldığını düşündüğümüzde, onun “Adem’den önce…” şeklindeki ifadesi daha da bir anlam kazanır. Ayrıca, bu zatlar bu sözlerle, gerçek anlamda değişik Âdem’lerin varlığına değil, aynı Âdem’in misal alemindeki temessüllerine işaret etmiş de olabilirler. Yoksa, şimdiki insanlıktan önce, başka bir insanlık camiasının varlığına dair hiçbir sahih bilgiye sahip değiliz. Kur’an ve hadislerde böyle bir bilgi yoktur. - Nitekim alimlerin bu konudaki görüşleri de şu merkezdedir: Söz konusu alemlerde (insan olmayan) akıl ve şuur sahibi mahluklar vardır. Ancak onlar İslam dininin emirleriyle mükellef değildir. Meğer ki buradan onlara bir ulaşım, bir iletişim hattı kurulsun. (Bu da şimdiye kadar mümkün olmadığına göre bu teklif de vaki olmamıştır). Kaldı ki, eğer böyle İslam dininin hükümleriyle mükellef mahluklar olsaydı, Hz. Peygamberin bu önemli konuyu bildirmesi gerekirdi. Halbuki ne ayetlerde ne de hadislerde böyle bir bilgiye yer verilmemiştir. (bk. Maverdi, Kurtubî, ilgili ayetin tefsiri) 10 Cahilden bir kimse cennete gitse, siz onunla arkadaş olmayın, anlamında bir hadis var mı? - İlgili bilgiye herhangi bir hadis kaynağında rastlayamadık. Bir açıdan en büyük cahil kâfir olan kimselerdir. Buradaki ifadede bir mübalağa sanatı içinde bu husus vurgulanmış olabilir: “Cennete de gitse cahille arkadaş olma!” diye. - Nitekim, Ebu Davud ve Tirmizi’de şöyle bir hadis vardır: “Yalnız mümin olan kimse ile arkadaşlık yap. Yemeğini de sadece takva sahibi kimseler yesin.” (bk. Aclunî, 2/468; Kenzu’l-Ummal, h. no: 24785) - Hz. Ali’nin şiir olarak söylediği şu sözü meşhurdur: “Sakın sakın, cehaletin kardeşine/cahil olan kimseye arkadaşlık etme!” (Kenzu’l-Ummal, h. no:25592) Kpss veya üniversite sınavına gireceğim diye oruç tutmayıp kazaya bırakmak caiz midir? Bunun hayati bir konu olduğuna inanıyor ve vicdanen de zararı olacağına kesin kanaatiniz varsa, oruca niyet etmeyip sonra kaza edersiniz. 11 Çift yarık deneyindeki atomun hareketlerinin şuurlu gibi olmasını İslami açıdan değerlendirir misiniz? Çift yarık deneyi (1) Kuantum dünyasında parçacıkların acaip davranışını karekterize eden ve bir anda birden fazla yerde olmayı gösteren en meşhur deney, çift-yarık deneyidir. Birbirine paralel iki duvardan öndekine ince bir yarık açılsa ve tenis topu makinesi gibi bir makineden öndeki duvara arda arda kurşun yağmuru gibi toplar atılsa, yarığa denk gelen toplar arka duvara geçecek ve yarıktan geçen topların izleri arka duvarda bir bant oluşturacaktır. Eğer öndeki duvara yan yana iki yarık açılsa, topların bir kısmı birinci yarıktan bir kısmı da ikinci yarıktan geçecek ve çarpan topların izleri arka duvarda birbirine paralel iki bant oluşturacaktır. Eğer duvarlar çizgi hizasına kadar su içinde olsaydı ve su yüzeyinde ard arda dalgalar oluşturulsaydı, ön duvardaki deliklere ulaşan dalgalar yollarına devam edecek ve arka duvara çarpacaklardı. Tek yarık durumunda beklenmedik bir şey olmayacaktı, ancak iki yarık durumunda her iki delikten geçen dalgalar girişime uğrayacak ve iki dalga tepesinin çakıştığı yerlerde dalga yüksekliği ikiye katlanırken dalga çukuru ile dalga tepesinin çakıştığı yerlerde iki dalga birbirini yok edecekti. Neticede kuvvetlenmiş dalga tepelerinin çarptığı yerlerde arka duvarda, koyuluğu duvar ortasından kenarlara gittikçe azalan bir dizi girişim bandı oluşacaktı. Yani dalga geçişi durumunda arka duvarda iki bant yerine bir dizi bant oluşacaktı. Deney bir elektron tabancasıyla tekrarlandığında, tek yarık durumunda arka duvara çarpan elektron izleri aynen top durumundaki gibi arka duvarda yarığın tam arkasına gelen kısımda tek bir bant oluşturur. Yani elektronlar minik toplar gibi davranır. Ancak ön duvardaki iki yarık da açıldığında, arka duvarda iki bant değil, aynen su dalgalarıyla yapılan deneydeki gibi, şiddeti merkezden kenara gittikçe azalan bir dizi girişim bandı teşekkül eder. Yani elektronlar, aynen dalga gibi, aynı anda her iki delikten de geçmektedirler. Deneyi tek bir elektron ile tekrarlayınca dahi arka duvarda bir dizi girişim bandı oluşmakta ve bu da elektronun bir dalga olarak her iki yarıktan aynı anda geçtiğini şüpheye yer bırakmayacak kesinlikte göstermektedir. Yani elektronlar hareketlerine bir parçacık olarak başlamakta ve adeta duvarda iki yarığı görünce dalgaya dönüşmektedirler. İşin daha da ilginç yanı, belli bir yarıktan elektronların hangilerinin geçtiğini gözlemlemek için yarıkların birinin arkasına bir ölçme aleti konunca, elektronlar sanki gözlemlendiklerini biliyorlarmış gibi yarıkların birinden veya diğerinden parçacık olarak geçmekte ve arka duvarda iki çarpma izi bandı oluşturmaktadır. Gözlemleme, elektronun istatistikî dalga fonksiyonunu adeta çökertmekte ve onu bir parçacığa indirgemektedir. Elektronlar sanki kendilerini belli bir konumda tutma yani kesifleştirme niyet ve iradesini hissetmekte ve nazar değmiş ve büyülenmiş gibi bu iradeye tabi olmaktadırlar. Gerek çift yarık deneyi ve gerekse İsviçre’de yapılan Cern deneyleri, atom altı parçacıklara inildikçe nuraniyat âlemlerine girildiğini göstermektedir. Atomaltı parçacıkların bir anda çok yerde olmalarını izah etmek için ortaya atılan ve ciddi rağbet gören teorilerden biri ‘paralel evrenler’ teorisidir. Bu teoriye göre parçacıklar sadece bildiğimiz evrende değil, aynı zamanda evrenimizle iç içe olan sonsuz sayıda hayaletvari evrenlerde de vardırlar ve bu evrenler arasında gidip gelmektedirler. Yani birinde yok olurken diğerlerinde var olmaktadırlar. Öyle görülüyor ki, nuraniyet fikri kabul edilmezse, adını vermeden nuraniyet özelliğini izah etmek hiç de kolay olmayacaktır. Hâlbuki kolay yolu zor olana tercih etmek aklın gereğidir. 12 Kuantum gözlemleriyle de sabittir ki, varlıklarda atom altı seviyede nuraniyet, atom üstü seviyede ise kesafet hâkim karakter olarak görünmektedir. Atomdan proton ve kuark’a doğru bir yolculuk yapalım. Önce elektronları inceleyelim. Orada bulmayı ümit ettiğimiz katı birimler ve tanecikler yerine, kuantumla ifade edilen parçacıkların var-yok dalgalanmalarını, enerji türü ışımaları ve titreşimleri buluruz. Orada adeta fizik ötesi bir dünya ile karşılaşırız. Mesela, atom üstü kesif bir varlık olan tabancadan çıkan bir kurşunun hem yeri ve hem de hızı ölçümlerle kesin şekilde belirlenebilir. Ancak atom-altı latif bir varlık olan elektronun hem hızı ve hem de yeri tespit edilemez. Hızı belli ise, yeri belli değildir. Yani hiç bir yerde değildir veya her yerde olabilir. Hatta aynı anda iki veya daha farklı yerde bulunabilir. Ancak elektronun bazı yerlerde olma ihtimali daha yüksektir. Ve bu ihtimal dağılımı bir dalga fonksiyonu olarak ifade edilir. Bu olay Heisenberg’in belirsizlik prensibi ile ifade edilir. Zaten bu yüzden atom altı dünyada kuantum teorisi, atom üstü dünyada ise, Einstein’in izafiyet teorisi hâkimdir. Atom altı parçacık dediğimiz şeyler, hem var ve hem de yok bir görüntü oluşturabiliyorsa, ve hatta bir tanecik hem bir yerde, hem de bir bölge içinde ve her yerde olabiliyorsa, bu bildiğimiz klasik fizik kanunlarının, determinizm (gerekircilik) ilkelerinin atom altı dünyada kaybetmesi demektir (2). Atom altı dünyada mekân kavramı ile beraber zaman kavramı da anlamını yitirmekte, zaman ve mekân üstülük, yani nuraniyet özelliği ön plana çıkmaktadır. Öyle görülüyor ki, kesif fizikî varlıklar atom boyutuna indikçe nuranileşmekte, en temel atom altı parçacıklarına inildikçe kesafet kayıtları ortadan kalkıp nuraniyet-madde ötesi yapı asıl ve hâkim karakter halini almaktadır. Bir tanecik hem bir yerde hem başka yerlerde nasıl olabilir? Atomun dünyası Kuantum teorisi ile açıklanmaktadır. Kuantum aslında başka bir uzay ve dünyanın keşfedilmiş olmasıdır. Atom taneciklerinin bir anda birçok yerde bulunması ile meleklerin bir anda birçok yerde bulunması arasında bir fark yok aslında. Sonuç olarak, varlığından hiç kimsenin şüphesi olmadıkları yerçekimi, manyetizma ve ışık gibi fizik kanunları bile “nur” özelliğindedir. Hiçbir yerde olmadıkları halde, her yerde olabilmektedir. Fizik kanunlarına tâbi olmamayı ve dolayısıyla zaman ve zeminin üstünde bir boyutu temsil eden “nuraniyetin” bir varlık boyutu olarak kabulü, daha doğrusu kabulünün cesaretle ve dürüstçe itirafı, fizik biliminin önünü açacaktır. Çift yarık deneyinde, atomun gözlenmesi ile gözlenmemesi arasında farklı davranışı, atomun şuurlu olduğuna değil, atomu şuurlu kabul edenin şuursuzluğuna delildir. Orada gözlenen atom değil, atom altı parçacıklardan foton veya elektrondur. Bu atom altı parçacıkların davranışını tespit için onların karşısında ölçme aleti veya benzer bir cismin bulunması, ya da onların bizzat gözlenmesi, gözün veya o cisimlerin neşredeceği enerji veya elektron akımı ortamından o atom altı parçacıkların etkilenerek yön değişikliği yapması beklenen bir olaydır. Bunu atomun veya atom altı parçacığının akıllı olduğuna delil göstermek, bilimsel bir davranış değil, Allah’ı kabul etmeme adına uydurulmuş bir safsatadır. Netice olarak, bilimdeki yeni gelişmelerin daha geniş ve aydınlık daha inançlı bir geleceğe bırakacağı konusunda ümitleri artırmaktadır. Örneğin Kuantum fizikçisi Hans Peter Dürr birçok bilim adamının düşüncelerine tercüman olmaktadır. Prof. Dürr, Kuantumla madde ve evrene bakışımızın değişeceğine vurgu yapıyor ve beklenen dünyanın sınırlarını çiziyor. Materyalist ve kaba anlayışların kaybolup yerine manevî temelli, bütüncül, esnek- geniş bir anlayışın hâkim olacağına vurgu yapıyor. Şöyle devam ediyor Dürr: 13 “Kuantum fiziği bize gerçekliğin büyük bir şuura dayandığını ve aynı zamanda mantıksal bütünlük ve birliğini söylüyor. Kuantum fiziğinin söylediği diğer şey ise, dünyanın ve geleceğin parlak olacağıdır. Kuantum, ihtimallerle dolu bir dünyayı bize sunuyor. Bu ihtimaller bizi fevkalade cesaretlendiriyor ve iyimser kılıyor. Neden mi? Kuantumla öğrendik ki, dünya tanıdığımız ve sandığımızdan çok daha fazla büyük ve engin… Tabiat kanunlarına değişmez tek boyutlu baktığımızdan -ipek böceği gibi- kendi ördüğümüz mecburiyetler kozası içinde hapsolup kalıyoruz. Maddeci anlayışın doğurduğu inançsızlık ve bencillik, bereket ve bolluğu fark etmemizi önlüyor. Tevekkülle istemeyi bilmediğimizden hırsla hayata saldırdığımızdan- sadece istediklerimizden mahrum kalmıyoruz; özlediğimiz mutluluk ve huzuru da elde edemiyoruz.” Çağımızın insanın madde bağımlısı haline gelmiş olması gerçeğe gözünü kapamış ve her şeyin kaynağı madde ve enerjidir fikrini doğurmuştur. Sonuçta bilimin din ile çatıştığı şeklinde suni zorlamalar ortaya çıkmış ve ne yazık ki bilim, materyalizme ve dinsizliğe alet edilmeye çalışılmıştı. 1980 Nobel Tıp Mükâfatı sahibi nörofizyolog Roger Sperry (1913–1994) dinin bilimle çatıştığı tezinin yanlışlığına dikkat çeker ve verdiği bir mülâkatda şunları der: “Bilimin kendisi materyalizmle çatışır. Bilim ile din neden çatışsın ki? Esasen bu ‘din bilimle çatışır şartlanması’ materyalist felsefenin bilim olarak kabul edildiği zamanlardan kalmadır.” Fen bilimleri ve felsefenin alması gereken istikameti Bediüzaman, Kuran’dan verdiği misallerle açıklar ve özetle şöyle der: “Meselâ: Kur'an, Güneşten bahsedince 'Güneş bir lâmbadır.' der, onun nizam ve intizamın zembereği olduğunu nazara verir. Çünkü güneşten, güneş için bahsetmez. Misâl olarak 'Güneş döner' (3) tabiriyle kış - yaz ve gece - gündüzün meydana gelmelerindeki hârika düzeni nazara vererek, Allah'ın sonsuz kudretini tâlim eder. Yine '(Allah) Güneşi bir lâmba yaptı' (4) tâbiriyle dünyanın bir saray şeklinde olduğunu, içindeki eşyanın insan için tefriş edildiğini ve güneşin onun hizmetine verilmiş bir mumdar -adeta bir mum gibi ışık veren- bir hizmetçi olduğunu nazara verir. Bununla, Allah'ın sonsuz rahmetini ve nihayetsiz nimetlerini hatırlatır" (5). Netice olarak, metafizik temelli yeni buluşlar sayesinde, bilimin, fizik ötesi gerçeklikleri görmek istemeyen materyalizm ideolojisinin kıskacından kurtulmaya çalıştığını görüyoruz. Bu “bağımsızlık mücadelesi” başarılabilirse, tüm tecrübelerle varlığı sabit olan İlahi “irade” ve kast kendini gösterecektir. O zaman din ile tabiat bilimleri ayrımı son bulacak; kâinat ve Kur’an’ın aynı gerçeklikleri anlattığı anlaşılacaktır. 1- Bu yazı, Prof. Dr. Adem Tatlı’nın “Bilimlerin Işığında Yaratılış” kitabında yer alan, Prof. Dr. Yunus Çengel’in “Nuraniyet ve Kuantum Anlamı” adlı makalesinden alınmıştır. 2- Kuantum fikirleri, klasik prensipleri tam kalbinden vurur. Kuantum dünyasının kelimenin tam anlamı ile bir metafizik dünya olduğunun bir göstergesi ünlü "çift yarık" deneyidir. Bir boncuk gibi düşündüğümüz parçacıkların (örneğin fotonun ve elektronun) aynı anda iki delikten geçer. Nasıl olur bu ya şu delikten ya bu delikten geçmiş olmalı diyeceksiniz. Acaba, atladığımız farkında olmadığımız bir durum mu var? Bir kere daha deniyorsunuz. Sonuç aynı. Her seferinde parçacık aynı anda iki delikten geçecek. Burada atomun fizik ötesi tabiatı bir kere daha bizi sarsar. Elektronların, tenis toplarına ışığın da su dalgalarına hiç benzemediğini görürüz. Maddenin temeline indikçe latif/nurani özelliğe geçiş olduğunu görerek şaşıracağız. Çift yarık deneyi ile ilgili hazırlanmış çeşitli video ve animasyonlara internetten kolayca ulaşabilirsiniz. Bunlardan birisine http://vimeo.com/2236536 adresinden ulaşabilirsiniz. 3- Yâsin Suresi, 38. 4- Nuh Suresi, 16. 5- Nursi, B. S. Sözler. Envar Neşriyat, İstanbul, 1996, s. 293–309. 14 Cevşen duası çok tesirliyse, Peygamberimiz Uhud'da neden yaralanmıştır? - Cevşenle ilgili zırhın çıkarılması, Uhud yolunda olduğu bildirilmiştir. Bunu, Gümüşhanevi hazretlerinin “Mecmuatu’l-Ahzab”ından(3/231-232/M. İbn Aarabi cildi) öğreniyoruz. Ancak bu Uhud’a çıkma zamanını bilemiyoruz. - Şayet bu olay Uhud savaşından başka bir günde vuku bulmuşsa, -mevcut sorular açısındanzaten bir problem yoktur. - Eğer bu zaman dilimi, savaşa çıkarken olmuşsa, bu takdirde, Hz. Cebrail’in “Zırhı çıkar bunu (cevşeni) oku” şeklindeki tavsiyesi, gerçekten zırhın çıkarılmasından ziyade, Cevşen duasının tesirinin büyüklüğüne işaret olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü, Uhud savaşı esnasında Hz. Peygamberin (asm) zırhlı olduğu bilinmektedir. Buna göre adeta şöyle denmek istenmiştir: “Bundan böyle arzu edersen zırhı bile çıkarabilirsin; sadece bu Cevşen duasın okuyarak Allah’a sığına bilirisin.” Bu ifadeden gerçekten zırhı giymese bile bu Cevşen duası kendisini tam bir zırh gibi koruyacağını anlamak doğru değildir. Bundan anlaşılması gereken, bu duanın tesirinin çok büyük olduğuna yapılan vurgudur. Aksi takdirde Allah’ın sebepler dairesinde yarattığı kanunların sıfıra müncer olması/indirgenmesi demek olur. Oysa, Hz. Peygamber sebepler dairesinde kalarak herkes gibi davranması da onun bütün insanlara rehber olmasının bir gereğidir. Bediüzzaman hazretlerinin -özetle-ifade ettiği gibi, “Peygamberimiz, mu'cizeler ve bazı özel hallerinden başka, fiillerinde, tutum ve davranışlarında beşeriyette kalıp, beşer gibi (diğer insanlar gibi) Allah’ın adetlerine/sünnetullah’a, ve kâinatta cari olan kanunlara riayet etmiştir. O da soğuk çeker, elem çeker ve hâkeza... Herbir halinde, herbir davranışında hârikulâde bir vaziyet verilmemiş. Tâ ki ümmetine ef'aliyle imam olsun, etvarıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer bütün davranışlarında hârikulâde olsa idi, bizzat her cihetçe imam olamazdı. Herkese mürşid-i mutlak olamazdı. Bütün ahvaliyle Rahmeten lil-âlemîn olamazdı.” (Sözler,185) - Demek ki, Cevşen konusunda Hz. Cebrail tarafından söylendiği bildirilen hususlara bu çerçevede bakmak gerekir. Yani, Çevşen’nin söz konusu tesiri ve bir zırh gibi koruma görevini yapması, bu duanın kuvvetli tesirine, Allah katındaki kıymetine bir katma değer atfetmeye yönelik değerlendirmek gerekir. Yoksa, bu duaya okuyan kimseye hiç bir zararın dokunmayacağını düşünmek isabetli değildir. Zira, zırh dahil maddi sebepler de her zaman koruyamazlar. Bu manevi zırh olan duaların tesiri maddi zırhlardan fazla da olsa bunun da belli bir sınır olsa gerektir. Zira, her konuda ilahî kader hâkimdir, hükmünü verse bütün sebepler susmak zorunda kalır. - Tekrar edelim ki, hangi zaman diliminde olursa olsun, “Zırhı çıkar Cevşen’i oku!” manasına gelen ifadeyi, yerine getirilmesi zorunlu bir emirden ziyade, Cevşen duasının tesirinin gücünü göstermeye yönelik, mecaz bir ifade olarak görmenin daha isabetli olduğunu düşünüyoruz. 15