Bu söz Hz. Ali`ye (ra) mi yoksa Peygamberimiz`e

advertisement
1
İçindekiler
Zengin sahabeler olduğu halde, neden Peygamberimiz (s.a.v) vefat ettiğinde zırhı bir
yahudide rehin olarak bulunmaktaydı? ......................................................................................3
Kırık bardakla su içmenin yasaklandığına dair hadis var mıdır? ..............................................4
Uhud savaşında Ebu Ubeyde bin Cerrah'ın, Peygamberimiz'in (s.a.) yüzüne batan miğfer
parçalarını el ile değil de dişi ile çıkarmasının sebebi nedir? ....................................................5
Süfyani'nin elindeki üç sopa veya üç kılıçtan maksat nedir? ....................................................6
Bütün peygamberler, peygamberimizden haberdar mıydılar? ...................................................7
Gök taşlarının, gezegenlerin ve bu kadar büyük bir kainatın yaratılmasının hikmeti nedir, ne
gibi yararları var? .........................................................................................................................8
Zulme susan dilsiz şeytan ise, neden Allah zulümlere sessiz kalıyor? .....................................10
Münafıkların öldürülmesi neden yasaklanmıştır? ...................................................................12
Cemaat halinde zikir çekmenin sünnet olduğunu gösteren hadis sahih midir? .....................13
Peygamberimizin (asm) bazı kötü amelleri işleyenlere lanet etmesi ne anlama geliyor? .......15
Allah'ın varlığına kanıt göremiyorum? .....................................................................................17
"Ağızlarınız Kur'ân yoludur, ağızlarınızı misvak ile temizleyin." Bu söz Hz. Ali'ye (r.a.) mi
yoksa Peygamberimiz'e (s.a.) mi aittir? .....................................................................................20
"Her kim “Lâ ilâhe İllallâh” derse, günahları silinir" anlamındaki hadis sahih midir? ......21
2
Zengin sahabeler olduğu halde, neden Peygamberimiz
(s.a.v) vefat ettiğinde zırhı bir yahudide rehin olarak
bulunmaktaydı?
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir yahudîden,
veresiye yiyecek satın aldı. Rehin olarak zırhını verdi." [Buhârî, Rehn 2, 5, Büyû 14, 33, 88,
Silm 5, 6, İstikraz 1, Cihâd 89, Megâzi 85; Müslim, Musâkât 124, (1603); Nesâî, Büyû 58, 87,
(7, 288, 303).]
1- Muhtelif rivâyetlerde, Resûlullah'ın bir yahudîden arpa satın alarak, borcuna mukabil Zâtu'lFudûl nâmındaki demirden mâmul zırhını rehin bıraktığı belirtilmiştir. Hadisin, Buhârî'nin
Kitabu'l Büyû'daki bir vechinde ailesi için arpa satın aldığı bir yahudîye borcuna mukabil
zırhını Medine'de rehin bıraktığı tasrîh edilir. Başka rivâyetlerde bu yahudînin Evs Kabîlesinin
halîfi (müttefik) bulunan Benî Zafer'den Ebü'ş-Şahm adında biri olduğu belirtilir. Bu arpa, bir
rivayete göre otuz sâ', bir rivâyete göre de yirmi sâ' miktârındadır. İbnu Hacer "yirmi-otuz sa'
arasında bir miktarda olmalı" der. Bazı rivâyetler bu arpanın, yekün bir dinar değerinde
olduğunu belirtmiştir.
Bazı rivâyetler, bu borcu ödeyemeden Resûlullah'ın vefat ettiğini, bilâhare Hz. Ebû
Bekr'in parayı ödeyerek zırhı rehinden kurtardığını ve Hz. Ali'ye teslim ettiğini belirtir.
Ancak, ölmezden önce borcu ödeyip zırhı geri aldığı rivâyet edilmiştir. Bu rivâyet zayıftır.
2-Bazı âlimler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın evinde fazla yiyecek maddesinin
bulunmadığına dair rivâyetleri gözönüne alarak, bunu ailesi için değil, misâfirler için almış
olabileceğini söylemiştir.
3-Zengin Müslümanlar varken, yahudîden arpa alması da bazı yorumlara sebep
olmuştur:
"Ashâb para kabûl etmekten çekinebilirdi, Resûlullah minnet altında kalmak
istememiştir", "Ehl-i Kitap'la alışveriş yapılabileceğini göstermek istemiştir"; "Ashab
arasında arpa satacak zengin olmayabilir de " vs.
4-HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI HÜKÜMLER
- Kâfirle alışveriş muâmelesi, temizliğinde emin olunan mallarda câizdir. Bu meselede onların
küfürlerine, kendi aralarındaki gayr-ı meşrû muâmelelerine îtibar olunmaz.
- Malının çoğunluğu haram olan kimse ile de ticârî muâmele câizdir.
- Kâfire silah satılabilir, kiralanabilir, rehin olarak verilebilir, yeter ki harbî olmasın. Bazı
âlimler, "Harb mahalli bile olsa, yiyecek sıkıntısı varsa silah satılamaz ise de rehin verilebilir,
çünkü âile nafakası farzdır, fakat düşmana harp silah ve âletleri satılmaz" demiştir.
- Ehl-i zimmenin emlâki ellerinde kalabilir.
- Veresiye alışveriş câizdir.
- Harp silahı olan zırh ve diğer mühimmat şahsî eşya olarak bulundurulabilir, bu tevekküle
mâni değildir.
- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinin gıdası çoğunluk itibariyle arpadır.
3
- Merhûnun kıymeti hususunda (ihtilâf olursa) yeminle birlikte mürtehinin sözü esastır.
- Resûlullah'ın zühdü ve dünya karşısındaki tevâzusu gözükmektedir. Zırhını rehin verecek
kadar para biriktirmeme husûsunda titiz davranmıştır. Halbuki dileseydi malmülk sâhibi
olabilirdi.
- Resûlullah'ın hayat sıkıntısı, sabrı ve aza kanaati, keza zevcelerinin de aynı sıkıntılara
katlanma fazîletleri, rivâyetten anlaşılmaktadır.
(bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi, REHİN bölümü, Hadis no: 3,
2001)
Kırık bardakla su içmenin yasaklandığına dair hadis var
mıdır?
Abû Said el-Hudri (ra)'dan: Rasûlullah (s.a.v), kasenin kırık tarafından içilmesini ve içeceğe
üflenmesini nehyetti.(Ebu Davud, Eşribe, Hadis No: 3722)
Buradaki nehiy haram anlamından ziyade bir ikaz olarak değerlendirmek gerekir. Kırık yerden
düzgün bir şekilde içilememesi, bakterilerin burada toplanması ve kırık yerden değil de sağlam
tarafından su içmenin tercih edilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Ayrıca sıcak yemeğe veya
içeceğe üflemek ağızdan çıkan karbonmonoksitlerin yemeğe ve içeceğe geçmesine neden
olmaktadır.
Zemzem suyunun ayakta içilmesinin hikmeti nedir acaba?.. Bilgi almak için tıklayınız.
4
Uhud savaşında Ebu Ubeyde bin Cerrah'ın,
Peygamberimiz'in (s.a.) yüzüne batan miğfer parçalarını el
ile değil de dişi ile çıkarmasının sebebi nedir?
İbnu Hişâm'ın Ebu Saîdi'l-Hudrî (radıyallahu anh)'tan kaydına göre, Uhud'da Utbe İbnu Ebî
Vakkas Resulullah'ın sağ alt rebaiyye dişini kırmış, alt dudağını da yaralamıştır. Abdullah
İbnu Şihâb ez-Zührî de alnından yaralamıştır. Abdullah İbnu Kami'e elmacık kemiğinden
yaralamış, buraya miğferinden iki halkanın saplanmasına sebep olmuştur.
Rivayetlerden anlaşıldığına göre miğferin iki halkası Peygamberimizin elmacık kemiğine
saplanmıştı. El ile bunu çıkarmak mümkün olmadığı için Ebu Ubeyde bin Cerrah bu halkaları
dişleriyle çıkarmıştır. Bu işi yaparken iki dişi kırılmıştır.
Abdullah İbni Kamia adındaki kâfirin kılıç darbesiyle elmacık kemiği yara almıştı. Darbenin
şiddeti ile miğfer parçalandı ve iki halkası mübârek yüzüne battı. (Sîre, 3/84; Tabakât, 3/410)
Sevgili Peygamberimizin mübârek yüzüne miğferin iki halkasının battığını gören Ebû Ubeyde
bin Cerrah bir anda kendisini onun önüne atıverdi ve yanından bir an dahi olsun ayrılmayan Hz.
Ebû Bekir`e, "Yâ Ebâ Bekir! Allah aşkına olsun, Resûlullah la aramızdan çekil. Bırak da
mübârek yüzünden halkaları çıkarayım!" diyerek halkaların her birini dişleriyle çekip çıkardı.
Bu arada kendisi de iki dişinden oldu. (Sîre, 3/84; Tabakât, 3/410)
Peygamberimiz'i yaralayanlardan Utbe İbnu Ebî Vakkas'ın sonradan İslam'a girdiğini İbnu
Merde söylemiş ise de, diğer müellifler onu reddederler ve kâfir olarak öldüğünü belirtirler.
Abdullah İbnu Kami'e'nin Resulullah'ın: "Allah seni zelil kılsın" bedduasını aldığı ve bilahare
bir dağ keçisinin, param parça oluncaya kadar boynuzlarıyla vurduğunu kaydederler.
Abdullah İbnu Şihâb ez-Zührî'nin, sahabeler arasında ismi geçer. Sonradan İslam'la müşerref
olup Mekke'de öldüğü, meşhur muhaddis Muhammed İbnu Şihâbî'z-Zührî'nin ceddi olduğu
belirtilir, (radıyallahu anh).
(Bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi, Gazveler Bölümü; Salih Suruç,
Peygamberimiz'in Hayatı)
5
Süfyani'nin elindeki üç sopa veya üç kılıçtan maksat nedir?
Soruda geçen rivayet şöyledir:
“Süfyani, elinde üç sopa/değnek/baston olduğu halde çıkacaktır. O sopa/bastonlarla kime
dokunursa, o kişi ölür.” (bk. Naim b. Hammad, el-Fiten, 1/282)
Burada “YAKRAU” fiili kullanılmıştır ki, dürtmeyi, dokunmayı ifade eder.
Bu rivayet bir hadis değil, Halid b. Madan‟ın sözleridir, onun yorumudur.
Bu kaynakta sahih rivayetleri yanında zayıf olanlar da oldukça fazladır. Bu açıdan bakıldığında,
Halid b. Madan‟ın bu bilgisine ne kadar güvenilir, bilemeyiz.
Bununla beraber, bu bilgi sahih olduğu takdirde, Süfyani‟nin elindeki bastondan maksat, baston
şeklinde olup mermi atan tüfeklerden veya farklı silah türlerinden söz edilmiş olabilir.
6
Bütün peygamberler, peygamberimizden haberdar mıydılar?
Bütün peygamberler peygamberimizden haberdar olduklarına dair bir ayet veya sahih bir
hadisin olduğunu bilemiyoruz. Ancak Hz. Adem‟in Peygamberimizden haberdar olduğunu
gösteren hadis rivayetleri vardır.
Hz. Peygamberden haberdar olan peygamberler, Hz. Musa, Hz. Davud, Hz.İsa gibi kitaplarında
peygamberimizle ilgili müjdeler yer alan peygamberlerdir.
Aşağıdaki ayetlerde bu hususa işaretler vardır:
“Sizin yanınızda bulunan Tevrat‟ı tasdik etmek üzere indirdiğim Kur‟ân‟a iman edin,
onu inkâr edenlerin başını siz çekmeyin. Ayetlerimi az bir fiyatla, yani dünya menfaati
karşılığında satmayın. Asıl Bana karşı gelmekten sakının.” (Bakara, 2/41) mealindeki
ayette özellikle Yahudilerin hakkı inkâr etmeleri, Hz. Muhammed‟e dair kitaplarındaki
haberleri yok saymalarına karşılık uyarıcı bir beyan söz konusudur. (bk. Razi, Kurtubi, ilgili
ayetin tefsiri)
“Onlara, Allah katından, ellerindeki Tevrat‟ı tasdik eden bir Peygamber gelince, O Ehl-i
kitaptan bir kısmı, güya gerçeği hiç bilmiyorlarmış gibi, Allah‟ın kitabını arkalarına
atarak ondan yüz çevirdiler.” (Bakara, 2/101)
Tefsircilerin verdiği bilgiye göre, bu ayette Hz. Muhammed‟in geleceğine dair Yahudilere bilgi
verilmiş ve onu gördükleri zaman iman etmeleri konusunda onlardan söz alınmıştı. Ancak
onların torunları olan asr-ı saadetteki Yahudiler bu gerçeği inkâr etmişlerdi. Yukarıdaki ayette
onların bu inkârcı tavırlarına vurgu yapılmıştır. (bk. Taberi; Razi, ilgili ayetin tefsiri)
"Vaktiyle Allah, Ehl-i kitaptan “Kitabı mutlaka insanlara açıklayıp anlatacaksınız, Onu
asla gizlemeyeceksiniz!” diye teminat almıştı. Fakat onlar bu ahdi önemsemeyerek kulak
ardı ettiler, onu az bir bahaya sattılar. Bakın ne kötü bir alış veriş!” (Ali İMran, 3/187)
mealindeki ayette de açıklanması istenen gerçeklerin başında Hz. Muhammed‟in
peygamberliğidir. (Taberi, ilgili ayetin tefsiri)
Bazı alimlere göre, ayette yer alan “Ehl-i kitaptan” maksat, tarih içerisinde kendilerine vahiy
gelen bütün peygamberler ve ümmetleridir. “Kitabı mutlaka insanlara açıklayıp
anlatacaksınız” ifadesinde açıklanması istenen de Hz. Muhammed‟in peygamberliğidir.
(Semarkandi, ilgili ayetlerin tefsiri)
Nitekim İmam Maverdi de bu ayetin yorumu hakkında üç görüşün olduğunu belirtmiştir:
a. Ayetteki “ehl-i kitap”tan maksat sadece Yahudilerdir.
b. Bundan maksat, Yahudiler ve Hristiyanlardır.
c. Kendilerine (küçük-büyük) kitap/Suhuf vahiy edilen peygamberlerden bu dersi alan bütün
bilgi sahibi olan kimselerdir. (krş. Maverdi, ilgili ayetin tefsiri)
Son açıklamaya göre, bütün peygamberlerin, Peygamberimiz Hz. Muhammed‟den haberdar
oldukları söylenebilir.
7
Gök taşlarının, gezegenlerin ve bu kadar büyük bir kainatın
yaratılmasının hikmeti nedir, ne gibi yararları var?
Cevap 1:
Kainatta yalnızca insan ve cinler değil melekler ve ruhaniler de yaşamaktadır. Kainatta boşluk yoktur. Her yerde kendine has
ibadet eden mahluklar bulunmaktadır.
Her bir gezegenin yıldızın da kendine has bir ibadeti vardır, onlar da Allah'ı tesbih
etmektedirler.
Allah'ın esmasının sonsuz tecellilerine bu derece büyük kainatın olması israf değildir.
Kainatta insanın idrak ve ihata edemeyeceği kadar sınırsız hikmet ve gayeler vardır. Bu gaye ve
hikmetlerin hepsi de sanatkar ve ustasını gösterip ona işaret ediyor. Bir sanat ve eser, kendi
nefsine bir bakıyor ise, sanatkar ve ustasına binler yönle bakıyor.
Mesela; bir resim tablosunda, resim tablosunu oluşturan tahta ve tuval, tablonun nefsi ve
kendisi hükmündedir. Bu resim tablosunun boş tuvali ve önemsiz tahtasına bakıp da kimse
sergiye gelmez. İnsanları resim sergisine çeken şey; tablonun tuval ve tahtası değildir,
üzerindeki resim sanatıdır. Resim sanatındaki bütün incelik ve çizimler de ressama işaret eden
levhalar hükmündedir. Demek bir resim tablosu nefsini, yani tuval ve tahtasını bir gösterirken,
üzerindeki resim sanatı ile ressamını binler vasfı ile tanıtır.
Aynı şekilde bir çiçeğin maddesi ve dünyaya bakan faydası birkaç iken, sanatkarı olan Allah‟a
bakan yüz binlerce yönü ve işareti vardır. Yani; çiçek üstündeki her bir nakış ve işleme ile
sanatkarını bize tanıtıyor. Mesela; çiçeğin o güzel ve tatlı tebessümünde Allah‟ın Muhsin,
Mücemmil, Müzeyyin gibi çok isimleri tecelli ile kendini ilan ediyor. Çiçeğin maddesi değil,
üstündeki nakış ve sanatları daha çoktur. Bu da nakış ve sanatlar adedince isimleri akla
gösteriyor, zira her nakış ve sanat arkasında bir isim tecelli ediyor.
Bundan daha da ötesi; çiçeğin üzerindeki nakışlar ve sanatlar faraza bin ise, insanın bu nakış ve
sanatlardan istifadesi bir ikiye tesadüf ediyor. Öyle ise geri kalan kısmı Allah‟ın külli nazarına
bakıp ona hitap ediyor. Burada çiçeklerin üstündeki sayısız tecelli ve nakışlar Allah‟ın
atiyyeleridir. Bunları bütünü ile ihata edip istifade etmek ise ancak Allah‟ın külli nazarıdır ki,
Allah‟ın bu sonsuz nazarı bu atiyyelere matiyye oluyor. Zira sonsuz tecelli yükünü yine sonsuz
bir nazar kaldırabilir.
İşte kainatın ve içindekilerin yaratılma gerekçelerinin ilki ve en önemlisi Allah‟ın kendi cemal
ve kemalini mahlukat aynasında görmek ve göstermek istemesidir. Bu yüzden mahlukatı çokça
yaratıp icat ediyor.
Nitekim bir kudsi hadiste, "Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi istedim ve mahlûkatı
yarattım." (bk. Keşfu‟l-Hafâ, II / 132, hadis: 2016) buyurulur.
Yani şu kainat sarayının yaratılma gerekçesi, Allah‟ın isim ve sıfatlarını bu kainat sahnesinde
tecelli ettirip, hem kendi İlahi nazarı ile hem de gayrın nazarı olan mahlukatın nazarı ile bu
tecellileri seyredip müşahede etmektir. Kainatta sergilenen isimlerin en büyük müşahidi
Allah‟ın bizzat kendisidir. Sonra da sırası ile insanlar, cinler, melekler ve ruhanilerdir.
Öyle ise sayısız gezegenlerin icadı abes ve israf değil, tam bir hikmet ve iktisattır. Kainat
sofrasının tek misafiri insan ve cinler değildir, sayısız melek ve ruhaniler de bu sofraların
misafirleri olup onlar da istifade ediyorlar.
8
Cevap 2:
Bütün evrenin organlarının hikmetlerini bütün yönleriyle bilecek durumda değiliz. Bütün
hikmetleri, şu ana kadar bilimsel çalışmalar yapan kimseler de bulamamışlar, bilememişler.
Sınırlı bir aklın bir ilmin verilerine dayanarak -adeta- sınırsız olan kâinatın bütün parçalarının
hikmetini bilmek kıyamete kadar da mümkün olmayacaktır.
Kur‟an‟da, varlıkların bu hikmetleri özellikle insana yönelik olan kısımlarına dikkat çekilmiş,
onların nimet yönlerine vurgu yapılmıştır ki, bu işlerin arka planındaki Allah‟ın sonsuz ilim,
kudret, hikmet ve rahmeti idrak edilmiş olsun. Mesela:
a. Dünyaya bakan, insanlara yakın görünen gök yüzünün yıldızlarla süslendirildiğine vurgu
yapılmıştır. Yani insanların bir damı hükmünde olan göklerin bu yakın yüzünü süslendirmek
suretiyle insanların göz zevkine dahi dikkat edildiğine işaret çekilmiştir.
“Biz yere en yakın semayı lambalarla donattık. Onları şeytanlara atılan mermiler yaptık.
Hem onlara alevli ateş hazırladık." (Mülk, 67/5)
b. Bu ve benzeri ayetlerde gök taşlarının düşmelerinin -metafizik hikmetine de işaret edilmiştir.
“Onları şeytanlara atılan mermiler yaptık.” ifadesi buna işaret etmektedir.
c. Meteor yağmurunun varlığı ayrıca Allah‟ın sonsuz ilim, hikmet ve kudretinin açık
belgelerindedir. Zira, bu gök taşlarının düşmesi, kozmik bir ölüm,bir tahrip, -dolu yağmurununbaşka bir şekli olarak düşünülebilir. Unvanı ne olursa olsun, -kar-yağmur, dolu yağmurunun
insanların başını kırmayacak şekilde ayarlanmış olması gibi, bu meteor yağmurlarının da
insanların başlarını kırmayacak şekilde ayarlanmış olmasının arakasında da o sonsuz ilim ve
hikmet ve rahmet vardır.
Yalnız bazı zamanlarda insanları gaflet uykusundan uyandırmek için bazı büyük parçalarını da
yeryüzüne düşürüyor. Nitekim, son zamanlarda Rusya'da Ural Dağları'nın güneyinde yer alan
Chelyabinsk bölgesine göktaşları düştü. Olayda, 400 kişiyi yaralandı.
Bu gün bilim şunu ispat etmiş ki, atmosfer tabakasının bir bölümünde yukarıdan düşen gök
taşlarını küçük parçalara ayıran, yutan, kimyasal reaksiyona uğratarak tozlar haline getiren bir
manyetik alan vardır.
İşte Allah bu gök taşları düşürerek atmosferde de parçalara ayırmak suretiyle akl-ı selim
sahiplerine şu dersi veriyor ki: bu tedbiri alan ancak, hem gök cisimlerini, hem onların nasıl
parçalanabileceklerini, hem bu taşların düşmesi halinde yeryüzünde canlıların ve özellikle de
insanların bulunduğunu bilen bir yaratıcı kudret olabilir.
Açlığımızla Allah‟ın Rezzak ismini, hastalıklarımızla onun Şafi ismini, hayataımızla onun
Hay/Muhyi ismini, ölümümüzle de onun Mümit ismini hatırladığımız gibi, gök cisimlerinin
düşmekle birlikte atmosferde parçalara ayrılarak kafalarımız kırmaması, onun bize karşı olan
sonsuz şefkat ve merhametini, nihayet siz yardım ve inayetini; onun Muîn, Rahim ve Hafiz,
Hakim gibi isimlerini hatırlıyoruz ve bu isim ve sıfatlara sahip rabbimize olan saygı ve
sevgimizi bir kat daha artırıyoruz.
İlave bilgi için tıklayınız:
Allah kainatı neden yarattı?
Allah‟ın kudretine göre, bir atom yaratmakla bütün bir kâinatı yaratmak arasında fark olmadığı
konusunda aklı tatmin edecek bir açıklama yapar mısınız?
Kainatta, insanlardan başka yaşayan mahluklar var mı?
9
Zulme susan dilsiz şeytan ise, neden Allah zulümlere sessiz
kalıyor?
Allah insana hür iradesi ile hareket etme özgürlüğü vermiştir; insan ister, Allah yaratır. Örneğin ateş, inanan birini yakmasa,
ama inanmayanı yaksa, namaz kılanın başına güller, kılmayanın başına taşlar yağsa, o zaman herkes Müslüman olur ve Ebu
Bekir (ra) ile Ebu Cehil arasında fark kalmazdı.
Demek ki, insanların isyanlarına bu dünyada ceza verilmemesi, imtihan edilmelerinin bir gereğidir. Ölümle imtihan süresi
dolacak ve kabirde ilk sorgu, mahşerde ve mizanda büyük muhasebe görülecek ve herkes layık olduğu akıbete uğrayacaktır.
Bazı asi ve zalim kavimler, peygamberlere zulmettikleri veya sefahatte çok aşırı gittikleri için,
bu dünyada kahır tokatlarına maruz kalmışlarsa da, temel kural “cezaların kabre ve
ahirete tecil” edilmesidir.
Dünyadaki bu cezalar, diğer insanların ibret almaları için İlâhî birer ikaz mahiyetindedirler.
Kur‟an-ı Kerim'de âsi kavimlere gelen belalar dikkatlere sunulmakta, o kahır tecellisine sebep
olan hallerden müminlerin çekinmeleri emredilmiş oluyor. Bu İlâhî tokatların birine
ahlâksızlık, bir diğerine peygamberlerine zulmetme, bir başkasına ölçü ve tartıda hile
yapma,…, sebep olmuşlardır. Bu tarz, çok müessir bir sakındırma yoludur.
Eski kavimlerin başına gelen belaların İlâhî bir ceza olduğunu kabul etmeye nefisler
yanaşmayabilir. Çünkü o takdirde, hem kendi suçlarını kabul etmiş olacaklar, hem de
akıbetlerinin cehennem azabı olduğunu anlayacaklardır.
Böyle bir halde, tövbe etmek ise nefse çok zor gelir. En kolay yol, o musibetin bir tabiat olayı,
yahut bir başka sebeple olduğuna inanıp konu üzerinde düşünmemeyi tercih etmektir.
Eğer senin arzu ettiğin gibi, bu dünyada bir imtihan olmasaydı, herkes -kendi düşüncesine
göre- iyi ve mutlu olsaydı, hem dünyada cennet hem ahirette cennet herkes için söz konusu
olsaydı, bu takdirde senin gibi Allah‟a karşı en saygısız ifadeleri kullanmaktan çekinmeyen
cehaletin bir timsali ile, adaletin timsali Hz. Ömer ve ilim-irfan ve takvanın timsali olan Hz.
Ali‟yi aynı kefeye koymak gerekirdi ki, bundan daha büyük bir zulüm olamazdı.
Kur‟an‟da imtihanın, iyi ve kötü insanların birbirinden ayrılması, fark edilmesi, gün yüzüne
çıkması için yapıldığına dair birçok ifade vardır. Örnek olarak bazı ayetlerin meallerini
vermekte yarar vardır:
“Bir görseydin o suçluları: Rab‟lerinin huzurunda, mahcupluktan başları önlerine
eğilmiş şöyle derken: “Gördük, işittik ey Rabbimiz! Ne olur bizi dünyaya bir gönder!
Öyle güzel, makbul işler yaparız ki! Çünkü gerçeği kesin olarak biliyoruz artık!
Eğer dileseydik bütün insanlara hidayet verir, doğru yola koyardık. Lakin “Cehennemi
cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla dolduracağım” hükmü kesinleşmiştir.” (Secde,
32/12-13)
Bu ayetin manası şudur: İnsanların bir kısmı cenneti değil, cehennemi hakketmektedir. Cenneti
hakketmeyen, yaptıkları haksızlıklarıyla cehennemi hakkeden canileri mükâfatlandırmak gibi
bir haksızlığı Allah‟tan nasıl isteyebiliriz.
“Öyle ya, mümin olan, hiç fâsık gibi olur mu? Bunlar asla bir olamazlar” (Secde, 32/18)
mealindeki ayette bu hususun altı çizilmiştir.
10
Aklı ve vicdanı olan hangi insan var ki, insanlara hep yardım eden, iyilik eden kimseler ile katil
ve canileri aynı şekilde mükâfatlandırılmasını istesin. Veya üniversite imtihanına giren binlerce
insanlar arasında çalışkanlığıyla, aklıyla, zekasıyla, herkesin beğenini kazanmış bir öğrenci ile,
tembel, geri zekalı, aklını kullanmayan, ayyaşlıktan başka bir şey bilmeyen bir öğrenciye aynı
puanların verilmesini isteyen tek bir Allah‟ın kulu var mı?
“Cehennemliklerle cennetlikler elbette bir olmaz. Felah ve başarıya erenler,
cennetliklerdir.” mealindeki ayette başarıya göre muamelenin yapıldığına işaret de vardır.
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akl-ı selim sahipleri, sağduyulu olanlar
düşünüp ibret alır.” (Zümer, 39/9) mealindeki ayette bilenlerle bilmeyenleri aynı kefeye
koymanın yanlış olacağına işaret edilmiştir.
“Allah, sizin içinizden cihad edenlerle (her türlü maddi- manevi iyilik konusunda gayret
gösterenlerle) sabır gösterenleri ortaya çıkarmadan, kolayca cennete girivereceğinizi mi
zannettiniz?” (Ali İmran, 3/142) mealindeki ayette çalışkan-sabırlı olanlarla tembel-zavallı
olanların aynı kefeye konmasının haksızlık olduğuna işaret edilmiştir.
“Görmeyenle gören bir olmaz. İman edip makbul ve güzel işler yapanlarla hep kötülük
yapanlar da bir olmaz. Ne de az düşünüyorsunuz!” (Mümin, 40/57) mealindeki ayette, iman
edip güzel işler yapanlar gözleri gören kimseler olarak nitelendirildiği gibi, işleri güçleri
kötülük yapmak olanlar da kör olarak tasvir edilmiştir.
Şimdi, Allah aşkına, gerçekleri gören ile, bu gerçekleri görmeyen kör bir kimse sizce bir
midir?
Sizi insafa, vicdana, kendinize acımaya davet ediyoruz.
11
Münafıkların öldürülmesi neden yasaklanmıştır?
İlgili hadis rivayeti şöyledir:
Ubeydullah b. Adiy‟den naklediliyor ki, Resulullah Efendimiz (asm) bir grup cemaatin
arasında oturuyordu. Bir adam gelerek kendisine gizlice bir şeyler söyledi, fakat Resulullah
(asm) bu söylenenleri bize söyleyinceye kadar adamın ne dediğini işitmemiştik. Bir de
öğrendik ki adam münafıklardan birinin öldürülmesine müsaade istiyormuş. Bunun üzerine
Resulullah (asm), açıktan açığa adama:
“O, öldürmek istediğin adam Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in onun
kulu ve Resulü olduğuna şehadet ediyor mu?” diye sordu. Adam:
“Evet ediyor, fakat o bunu samimiyetle söylemiyor.” dedi. Resulullah (asm) tekrar:
“Namaz kılıyor mu?” diye sordu. Adam: “Evet, fakat samimi değil..” cevabını verdi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber:
“Böyle kimselerin öldürülmesini Allah Tealâ yasakladı.” buyurdu. (Muvatta, Kasru‟s-Salât
84, 1, 171)
Böylelerin öldürülmesinin yasaklanma nedeni, görünürde de olsa Müslüman olmalarıdır ve
müslüman olduklarını söylemeleridir. İmanın alameti olan kelime-i şahadeti getiriyorlar;
Müslümanlığın alameti olan namazı da kılıyorlar. Bunlar bir kimsenin mümin olduğunun kabul
edilmesi için yeterlidir.
Bu gibi kimseleri öldürmenin yanlışlığını bir kaç madde halinde açıklamaya çalışacağız.
a. Şayet Hz. Muhammed (asm) gerçek olarak münafık olduğunu bildiği kimseleri öldürseydi,
İslam toplumunda bir çok kimse tedirgin olacaktı.
b. Şayet Hz. Muhammed (asm) kesin olarak bildiği münafıkları öldürseydi, daha sonra gelenler
de onun bu icraatını esas alarak bazı kimseleri öldürebilirlerdi. Halbuki başkaları Peygamberler
gibi kimin münafık olduğunu kimin olmadığını kesin olarak bilemedikleri için bir yığın
masumun kanına girmek gibi bir yanlış tedbir söz konusu olurdu.
c. Münafık olanların kesin bilgisi, ancak vahiy ile tespit edilebilir. Hz. Peygamberden sonra
vahiy olmadığına göre, böyle bir mekanizmanın bizler için kesin olarak söz konusu olamaz.
d. Bazı kimselerin, kin beslediği bazı kimseleri bu garazla münafıkla yaftalamaları her zaman
mümkündür. Bu sebeple, rastgele kimselere böyle bir damganın vurulmasının kapısını
tamamen kaldırmak hikmetinin gereğidir.
Bu sebeple şu düstur İslam‟da çok önemli bir kural olmuştur: “Biz insanlarla zahirlerine göre
muamele ederiz, onların gizli taraflarını Allah‟a havale ederiz.”
12
Cemaat halinde zikir çekmenin sünnet olduğunu gösteren
hadis sahih midir?
Ashabtan Şeddad b. Evs ile Ubâde b. Sâmit der ki:
“Peygamber aleyhissalatü vesselamın yanında bulunuyorduk. Peygamber aleyhissalatü
vesselam: „İçinizde garîb (Ehl-i Kitab) var mı‟ diye sordu. „Hayır, yâ Rasûlallâh‟ dedik.
Bunun üzerine kapıların kapatılmasını emretti. „Ellerinizi kaldırınız ve Lâ ilâhe illallâh
deyiniz.‟ buyurdu.
Ellerimizi kaldırdık ve bir saat boyunca birlikte „Lâ ilâhe illallâh‟ dedik. Rasûlullâh
aleyhissalatü vesselam, elini indirdi. Sonra da:
„Allah‟a hamdolsun. Allah‟ım! Sen, beni bu kelime ile gönderdin ve beni bununla memur
kıldın. Cenneti de, bana bu söz üzerine vaat ettin. Şüphe yok ki sen, asla vaadinden
dönmezsin‟ diyerek dua etti. Sonra da: „Sevininiz! Hiç şüphesiz Aziz ve Celil olan Allah,
sizi bağışladı.‟ buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 124; Heysemî, Mecmau‟z-Zevâid, I,
19; Hâkim, Müstedrek, I, 501)
Bu hadis rivayeti ve verilen kaynaklar doğrudur: (bk.Ahmed b. Hanbel, Musned, IV, 124;
Heysemî, Mecmau‟z-Zevâid, I, 19; Hâkim, Mustedrak, I, 501)
Hakim bu hadis rivayetinde yer alan İsmail b. Ayyaş‟ın hıfz /hafıza yönünden iyi olmadığını,
fakat yine de kendi şartlarına uygun olduğunu belirtmiştir. (Hakim, a.g.y)
Zesehbi ise, bu hadis rivayetinde yer alan Raşid b. Davud‟un Darekutni tarafından zayıf
görüldüğünü, fakat, Dahim tarafından ise sika kabul edildiğini belirtmiştir. (bk. Zhebi TalhisHakim/Müstedrek ile birlikte- a.g.y)
Öyle anlaşılıyor ki, bu hadis rivayeti senet bakımından sahih kabul edilebilir bir konuma
sahiptir.
Nitekim Hafız Heysemi de, bu hadis rivayetinin Ahmed b. Hanbel, Taberani ve Bezzar
tarafından nakledildiğini ve rivayetin senedinde bulunan ravilerin sika olduğunu bildirerek
hadisin sahih olduğuna hükmetmiştir. (bk. Heysemi, Mecmau‟z-Zervaid, 1/19-h. no: 23)
- Bu hadiste bir kaç nokta dikkat çekmektedir:
Birinci nokta: Hz. Peygamberin “„İçinizde garip (Ehl-i Kitab olan) kimse var mı?” diye
sorması.
Burada sanki Hz. Peygamber kendi öz kardeşleri gibi gördüğü ashabına hususi bir şey
söylemeye çalışmış ve namahremlerin/Müslüman olmayanların bunu duymalarını istememiştir.
Medine‟de bu kutsi meclise gelen yabancılar genellikle ehl-i kitap olduğundan, hadisçiler
efendimizin “garib”ten maksadının ehl-i kitap olduğunu belirtmişlerdir.
Buna göre, Hz. Peygamber halis tevhid inancının simgesi olan “Lâ ilâhe illallâh”ın faziletini
anlatırken, ehl-i kitabın orada olup olmadığına dikkat etmesi, onları “„Ellerinizi kaldırınız ve
Lâ ilâhe illallâh deyiniz” şeklindeki İslami tevhid akidesine zorlamak üzere bir şey söylemek
istememesinden kaynaklanabilir. Çünkü orada olanlar yabancı da olsa kendilerini efendimizin
bu emrine uymak zorunda hissedebilirlerdi. Bu ise, Kur‟an‟ın “Dinde zorlama yoktur”
(Bakara, 2/256) şeklindeki prensibine aykırı düşecekti.
13
İkinci nokta: “kapıların kapatılmasını emretmiş olması”.
Bu tedbir de yabancıların olup olmadığını soruşturmanın bir teyidi mahiyetindedir. Bu tedbir,
içeride bir yabancının olmaması yanında, dışarıdan da bir yabancının gelme ihtimalini tamamen
ortadan kaldırmaya yöneliktir. Peki neden?
Kuvvetli bir ihtimalle, Hz. Peygamber orada bulunan sahabelerine Allah tarafından
bağışlandıkları müjdesini vermek istiyordu. Bunun bir hazırlık safhası olarak da onlara “Lâ
ilâhe illallâh” zikrini yaptırmıştı. Böyle önemli bir müjdenin hususi olması, -belki de müslüman
da olsa- dışarıdan yeni gelenleri kapsamayacağını bildiği için bu tedbiri ön görmüştür.
Üçüncü nokta: “Ellerimizi kaldırdık ve bir saat boyunca birlikte „Lâ ilâhe illallâh‟ dedik.”
manasındaki ifadeden anlaşılıyor ki, ehl-i tarikın evradı arasında yer alan “Lâ ilâhe illallâh”
zikri sünnet ile de sabittir. Ancak hadis metninde olduğu gibi tercümede aynen yer alan “bir
saat” ifadesi, bildiğimiz bir saatten ziyade “bir süre” manasında kullanıldığını kabul etmek
daha isabetli görülmektedir.
14
Peygamberimizin (asm) bazı kötü amelleri işleyenlere lanet
etmesi ne anlama geliyor?
"Dilin afetleri ve lanet" diye tercüme edilen unvan, İmam Gazali‟nin İhyau‟l-Ulum adlı
eserinde yer alan “Dilin Afetleri” kitabının “Dilin sekizinci afeti” unvanını taşıyan bir alt
bölümün adıdır. (bk. İhyau‟l-Uluma, 3/119)
İmam Gazali‟nin de orada açıkça belirttiği üzere, bu konuyu şöyle özetlemek mümkündür:
Laneti gerektiren sıfatlar üçtür:
1.Küfür/inkar. 2. Bid'at. 3. Fısk.
Bu sıfatların her birinde lanetin üç mertebesi vardır:
Birinci mertebe: Genel bir özellikten dolayı lanet etmektir. “Allah'ın laneti, kâfirlerin,
bidatçıların ve fasıkların üzerine olsun” denmesi gibi...
İkinci mertebe: Daha özel vasıflarla lânet etmektir. “Allah'ın laneti, Yahudiler, Hristiyanlar,
Mecusiler, Kaderîler, Hâriciler, Râfıziler veya zina edenler, zâlimler ve faizciler üzerine olsun”
denmesi gibi... Bütün bunlar caizdir. Fakat bidatçıların vasıflarına lanet etmekte tehlike vardır.
Çünkü bidatın -kesin olarak- bilinmesi zordur. Onun hakkında peygamberden nakledilen bir
beyan/açıklama söz konusu olmamıştır. Bu bakımdan bu kısım lanetten avamın çekinmesi
uygun olur. Çünkü böyle bir lanet okuma, benzerleri ile muaraza etmeyi teşvik eder. Bu ise,
halk arasında tartışmaların olmasına ve fitne-fesadın doğmasına sebep olur.
Üçüncü mertebe: Belli bir şahsa lanet okumaktır. Bu tür lanet okumada tehlike vardır. Mesela
'Allah'ın laneti Zeyd'in üzerine olsun! O kâfirdir veya fâsık veya bid'atçıdır' demek gibi...
Bu konuyu şöyle özetlemek mümkündür: Şer'an/İslam‟da lanet edildiği sabit olan kimselere
lanet okumak caizdir. “Allah, Firavun'a, Ebû Cehil'e lanet etsin” demek gibi... Çünkü bu
kimseler küfür üzerinde ölmüşler ve bu durum şer'an da bilinmektedir.
Ancak, bizim zamanımızda (Hz. Peygamberin vefatından sonra) belli bir şahsa -örneğin
yahudilik vasfından ötürü- lanet okumak tehlikelidir. Çünkü bu şahsın yahudilikten dönüp
müslüman olma ve Allah nezdinde müslüman olarak ölme ihtimali vardır. O halde onun mel'un
olduğuna nasıl hükmedilebilir?
Soruda “lanetle anıldığı” ifade edilenlerin hepsinde, lanet okumanın ikinci mertebesinde
belirtilen hususi vasıflar söz konusudur. Bu vasıfların melun olması demek, Allah‟ın bunları
hoş görmediği rahmetinden uzaklaştırdığı, rahmetin kapsamı alnına almadığı vasıflardır.
Bunların böyle olduğu açıktır. Zira, Allah‟ın yasakladığı her şey onun hoşnut olmadığı
şeylerdir. Rahmeti ve rızası ise, hoşlandığı şeyleri kapsar. O halde, söz konusu hadis
rivayetlerinde yer alan vasıfların hepsi, yasaklar listesinde yer alan hususlardır.
İslam‟da bir vasfın melun olması, Allah‟ın rahmetinden uzak bir konuma sahip olması, o
vasıfların cennetlikleri değil, cehennemliklerin vasfı olduğu anlamına gelir. Yani, herhangi bir
kimse bu kötü vasıflara sahip olduğu için cennete girmez. Ama bu vasıflara biçilen değer, o
vasıfları taşıyan şahıslar için her zaman geçerli olduğu anlamına gelmez. Çünkü;
15
a. İslam‟da tövbe kapısı her zaman açıktır. Tövbe ederek bu vasıflarından vazgeçen kimsenin
artık cennet yoluna girdiği kabul edilir.
b. Her kâfirin bütün sıfatlarının her zaman kâfir olması gerekmediği gibi, her müminin de
bütün sıfatlarının her zaman mümin olması vaki değildir. Nitekim bir kâfir, imanın bir özelliği
olan doğruluğu-dürüstlüğü takip edebilir. Keza, Bir mümin de, küfrün bir özelliği olan
yalancılığı-aldatmacılığı yapabilir. İslam‟da asıl servet olan iman veya küfür vasfına bakılır.
Geriye kalan olumlu-olumsuz- değerler ise, bu asıl serveti pekiştirebilir, fakat onları tamamen
devre dışı bırakamaz.
Buna göre, asıl serveti olan imana sahip bir kimsenin iyi tarafı, kötü vasıflarına galip gelirse o
kişi cennetliktir. Bu husus Karia suresinde açıkça bildirilmiştir.
c. İmanla kabre giren bir kimsenin affedilmesi her zaman ihtimal dahilindedir. Çünkü
Kur‟an‟da “şirkin dışında her günahın affedilebileceğine” dair Allah‟ın açık beyanı vardır.
Buna göre, hadislerde lanetlenmiş olan vasıfların kimliği bakımından melun bir hüviyete sahip
olması, onların hiç bir surette affa dahil olmayacağı anlamına gelmez.
Güncel bir ifadeyle; bu melun vasıfları taşıyan kimseler, her zaman pişmanlık yasasından
yararlanabilir veya -şartlarına uygun olarak- genel af kapsamına girebilirler.
Ancak böyle de olsa bu vasıfları, bu suçların iyi şeyler olduğunu elbette söyleyemeyiz. Bunlar
özelliği itibariyle cehenneme sürükleyen kaydırıcı taşlardır. İşte hadislerde onların bu
vasıflarına dikkat çekilmiştir.
Teftazani, Peygamberimizin (asm) faiz yiyenleri, hırsızlık yapanları, malının zekatını
vermeyenleri, içki imal edenleri, içenleri, rüşvet verip alanları, Müslümanları aldatanları, kadın
elbisesi giyen erkeği, erkek elbisesi giyen kadınları... lanetlemesini, "hakiki manada lanet
olmayıp asıl maksat, bu fiillerin kötülüğünü bildirip insanları onlardan sakındırmaktır” şeklinde
açıklar. (İbni Hacer el-Heytemi, ez-Zevacir, 2:6:-61)
16
Allah'ın varlığına kanıt göremiyorum?
- Diyorsunuz ki, “Herkesin inanması kötü bir şey mi?“ Evet kötü bir şeydir. İnanmak kötü bir
şey değil, fakat “herkesin mecburen inanacak kadar basitleştirilmiş bir imtihanın değeri
düştüğü için, imtihan kalitesini düşürdüğü için kötü bir şeydir.
Acaba, çok ciddi olması gereken bir imtihanı herkes kazansın diye en basit soruları sormak;
örneğin; Üniversite imtihanına girmiş olan herkesin kazanması için ilkokul öğrencilerine
sorulan soruları sormak sizce komik olmaz mı? Böyle bir imtihanın olmaması, olmasından
daha makul olmaz mı? Peki imtihan olmasın mı? Herkesi vali yapalım mı? Herkesi Doktor
yapalım mı? Herkesi mühendis yapalım mı? Size tuhaf gelmiyor mu?
Bu takdirde en çalışkan en zeki en kaliteli bir öğrenci ile en tembel bir öğrenci aynı kefeye
konmuş olmuyor mu?
Farz edelim ki, eleman alan bir kuruma bir profesör ile bir ilkokul mezunu birlikte müracaat
etmiş. Belli bir bilgi seviyesine göre elemanın alındığı bu kurumun açtığı imtihanda ilkokul
seviyesinde sorular sorulsa ve ilkokul mezunu arkadaş bu imtihanı kazansa sizce âdil olur
mu? İnsaflı bir yargıya göre, böyle bir imtihan ne bizce ne de dünyanın herhangi bir ülke
insanınca âdil olmaz.
Şimdi “Hiç bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?” diyen yüce Allah‟ın, cennete en kaliteli, en
değerli insanları almak üzere açtığı bir imtihanda, bu imtihanın altını üstüne çeviren bir
kopyayı vermesi düşünülebilir mi?
- Allah‟ın kendini göstermesi meselesine gelince; bu mesele sadece imtihanla ilgili değildir.
Bunun en açık delili, imtihana tabi olmayan meleklere de Allah‟ın kendini göstermemesidir.
Büyüklerin herkese görünmemesi, insanlar için de kabul gören bir prensiptir. Herkesin, istediği
zaman Cumhurbaşkanlarının, başbakanlarının evlerine gidememesi, aralarda özel kalem
müdürler türünden perdedarların bulunması bunun açık göstergesidir. Hele, ülkede yegane
hâkim ve sultan olan padişahların, kralların halk ile kendi aralarına çok perdeler koymaları,
onların azamet ve yücelikleriyle atbaşı gidiyor.
Bundan anlaşılıyor ki, azamet ve kibrya/büyüklük ve yücelik, celal ve cemal/mehabet ve
güzellik gibi harikulade sıfatlar, öyle basit bir şekilde herkese kendini göstermezler.
Bu pencereden bakıldığında şunu söyleyebiliriz ki, Allah bütün evrenin yegâne hâkimi ve
sultanıdır. Bir padişah-ı ezeli olarak kendi celal ve cemal sıfatlarının kaynağı olan Zat-ı
Akdesini gizli tutması, -imtihan için de önemli olmakla beraber- onun nihayetsiz azametinin,
eşsiz ululuğunun, benzersiz büyüklüğünün bir gereğidir.
Bununla beraber, her türlü kusurdan ve noksanlıklardan münezzeh; bütün mükemmellikler ve
güzelliklerin kaynağı olan Allah‟ın -imtihanın bitmesine rağmen, ahiret aleminde- sadece
cennete gidecek olan kullarına kendini göstereceğine dair ayet ve hadislerin verdiği bilgiye
bakılınca, aslında aklı başında herkesin görmeye çok müştak olduğu Allah‟ın, sevmediği
dinsizlere, inkârcılara kendini ne dünyada ne de ahiret aleminde göstermek istemediği
anlaşılmaktadır.
Allah‟ın kendini gizlemesinin tam hikmetini bilemeyebiliriz. Belki de bilsek akıl ve vicdanımız
çok rahat edecektir.
17
Ancak, Allah‟ın varlığını, birliğini bilmek sadece onu görmeye bağlı değildir.
Milyonlarca ilim ve din adamının değişik delillerle Kur‟an‟ın Allah‟ın sözü olduğuna iman
etmişlerdir.
Mesela:
1. Kur‟an 15 asırdan beridir, insanlara meydan okuyor ve kendisinin Allah‟ın kelamı
olduğunun göstergesi olarak hiç kimsenin bir tek suresine benzer bir sureyi ortaya
koyamayacağını ilan ediyor. Ve bu meydan okuyuş şimdi de devam etmektedir.
2. Kur‟an‟da, İranlıların Bizanslılarla -bir kaç yıl içerisinde- savaşa başlayacakları ve
Bizanslılar İranlılara galip geleceklerini haber vermiş ve bu haberler olduğu gibi ortaya
çıkmıştır. (Rum Suresi)
3. Mekke fethinden iki yıl önce Mekke‟nin fethedileceğine dair kesin olarak haber vermiş ve bu
haber de aynen çıkmıştır. (Fetih suresi)
Mesela:
1. Hz. Muhammed‟in peygamberliğini tasdik eden yüzlerce mucizesi vardır. Bunları en sağlam
hadis, siyer ve tarih kaynaklarında yer almaktadır.
2. Hayatı boyunca herkesten daha fazla Kur‟an‟a tabi olması, herkesten daha çok Allah‟tan
korkması, ona saygı ve sevgiyle bağlanması onun gerçekten peygamber olduğunun göstergesi
değil de nedir?
3. Başka insanlardan farklı olarak, kendisine gece namazı kılmanın Allah tarafından farz
kıldığını söylemiş ve hayatı boyunca her gece kalkıp rabbine ibadet etmiştir. Bu kadar zahmet
ve meşakkate katlanmasının dünya menfaati açısından ne ile izah edilebilir?
Mesela:
1. Siz diyorsunuz ki, “Masamdaki kalem şuan kendiliğinden bir kaç santim kımıldasa o benim
için bir mucize olacaktı..” Allah‟ını seversen bir iyi düşün, sen mi önemlisin, yoksa kaleminin
kımıldanması mı? Sen kımıldıyorsun, güneş kımıldıyor, ay kımıldıyor, yerküresi kımıldıyor,
evren baştan başa kımıldıyor.. Ve sen hala kalkıp “kalemim kımıldasa...” diyorsun. Bu mantık
size biraz tuhaf gelmiyor mu?
2. Diyorsun ki, “Tamam bu evren güzel bir sistem dahilinde işliyor ama dışarıdan bir müdahale
görmüyorum ben. Fizik kuralları dahilinde her şey..”
Bu nasıl bir fizik bilgisidir?
Fizik, mevcut olan varlıklardan söz eder; mevcut olmayan varlıklardan söz etmez, edemez..
Evrenin bir kaç milyar yıl önce var olduğu bu gün kesine yakın bir bilgidir. Peki evren yokken
fiziksel nesneler var olabilir mi? Fiziksel nesneler yokken, fizik kanunları buluna bilir mi?
Fiziksel kanunlar yokken, herhangi bir yokluğa varlık verip, onları harika bir düzene sokabilir
mi? Bu gibi sorularının hepsinin cevabı bilimsel olarak havada kalır.
18
3. Bütün kâinatta, mevcut olan fizik, kimya, astro-fizik, quantun fiziği şeklinde adlandırılan hiç
bir kanun kainattan önce var değildir. Ve bunların hiç biri bir şey var etme gücünde değildir.
Ve bunların hiç birinin diğer kanunlardan daha güçlü, daha akıllı, daha bilgili olduğunu
söylemek mümkün değildir. O halde, bu sağır, kör, cansız, sonradan var olan kanunların bir
kanun koyucuya ihtiyaçları vardır. Sonradan var olduklarına göre bir yaratıcıya ihtiyaç
duyarlar.
- Bediüzzaman hazretlerinin ifade ettiği gibi, “(kanunların bir tarlası olan) tabiat dedikleri şey,
olsa olsa ve hakikat-ı hariciye sahibi ise; ancak bir san'at olabilir, Sani olamaz. Bir nakıştır,
Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şeriat-ı fıtriyedir, Şâri' olamaz. Mahluk bir
perde-i izzettir, Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret
değildir; kâdir olamaz. Mistardır, masdar olamaz” (Asa-yı Musa, 167)
- Bu hususta size can-ü gönülden destek olmak istiyoruz. Önce bu konuda size Bediüzzaman
hazretlerinin Risale-i Nur adlı eserlerini okumanızı tavsiye ederiz.
Bizim imanınızın kurtulmasından başka hiç bir gaye ve maksadımız yoktur. Böyle bir hizmeti
bir menfaat vesilesi yapmaktan Allah‟a sığınırız. Tek menfaatimiz bu hizmetimizle, Allah‟ın
rızasını kazanmak, günahlarımızın bağışlanmasını temin etmek ve kendimizin affını
sağlamaktır.
Bu yolu denemeniz önce biraz zor gelebilir..Fakat denemeye değer. Zira Hz. Ali‟nin
inanmayan bazı kimselere söylediği gibi, biz de deriz ki: “Eğer sizin dedikleriniz doğru ise,
bizim bir zararımız olmaz. Hepimiz yok olup gideriz. Ya bir de bizim dediklerimiz doğru ise, o
zaman bütün zarar ve ziyan omuzlarınıza biner...”
Evet, Zararsız yolu/veya zararsız olma ihtimali kuvvetli olan bir yolu, zararlı/veya zararlı olma
ihtimali kuvvetli olan bir yola tercih etmek, aklın gereğidir.
Rahman ve Rahim olan Rabbimiz, hepimiz için akl-ı selimin yolu olan hidayet yolunu bizlere
açsın.. Nefsin vesveselerinden, şeytanın telkinlerinden, kuvve-i vahimenin evhamından bizleri
kurtarsın inşallah.
İlave bilgi için tıklayınız:
Allah var mı; bunun mantıki delilleri nelerdir?
İnsanı aldanmaya götüren sebepler nelerdir?
Allah'ın varlığının delilleri nelerdir?..
Allah'a imanın maddi ve manevi faydaları nelerdir?
Eğer Allah görünseydi, herkes iman etmek zorunda kalırdı ve ...
Evrimi sadece dine inananlar kabul etmemektedir. Evrimi kabul edenler, nasıl
yanılabilir?
19
"Ağızlarınız Kur'ân yoludur, ağızlarınızı misvak ile
temizleyin." Bu söz Hz. Ali'ye (r.a.) mi yoksa
Peygamberimiz'e (s.a.) mi aittir?
Ali bin Ebî Tâlib (Radıyallahu anh)'den rivayet edildiğine göre şöyle söylemiştir:
"(Ey müslümanlar!) Şüphesiz ağızlarınız Kur'an'ın yollarıdır. Onun için ağızlarınızı
misvak ile temizleyiniz."
Sahabe sözleri de hadis olarak ifade edilmektedir. Bu ifadeler Hz. Ali'ye aittir.
Sindî diyor ki Hz. Ali' nin hitabı müslümanlaradır. Müslümanlardan beklenen durum, Kur'an
okumaları ve ağızlarının Kur'an'ı Kerim için açık ve işlek yol halinde tutulmasıdır.
Miftâhü'l-Hâce yazarı da: Misvak ağzı temizlediği ve Rabbim rızâsına vesile olduğu için
Kur'an-ı Kerim'in okunmasına başlanılırken, kullanılmasının müstahaplığı hadîsten anlaşılıyor.
Misvak, Sünnet-i Müekkededendir. Hiç bir durumda vacip değildir, der.
Zevâid'de bu hadîsin isnadının zayıf olduğu bildirilmiştir. El Bani ise bu hadisin sahih
olduğunu bildirmiştir.
(Bk. Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi, Kahraman Yayınları: 1/473-474)
20
"Her kim “Lâ ilâhe İllallâh” derse, günahları silinir"
anlamındaki hadis sahih midir?
İlgili hadisin tercümesi: “Kim düzgün çekerek ve harflerinin hakkını vererek “Lâ ilâhe
İllallâh” derse, büyük günahlarından 4000 günahı silinir”
Hadisle ilgili tartışmalar:
Daru‟l-Hadis hocalarından Mahmud er-Renkus adında bir alim bu tartışmayı şöyle
özetlemiştir:
Bazı alimlerin içinde yer alan sevabın fazlalığını gerekçe göstererek bu hadisin sıhhatini
eleştirdiklerini belirten Mahmud er-Renkus, bunlara şöyle cevap vermiştir: “Veren Allah
olduktan sonra bu gibi sevapları abartılı bulmak doğru değildir. Nitekim bir kâfir “La ilahe
İllallah” derse mümin olur ve bu kelime, günahlarıyla birlikte küfrüne de kefaret olur. Küfrü
silip süpüren bu sözün müslüman kimse için büyük günahlarına kefaret olmasını içine
sindirmemek isabetli bir yaklaşım değildir.”
Bununla beraber, hadisin sahih olup olmadığını belirlemek onun metni ve senedinin sağlam
olup olmamasına bağlıdır.
Hadisin senedi -içinde yalancı bir ravinin yer almasından ötürü- zayıftır.
Hadisin metni ise, hem aklen hem naklen sahihtir, sağlamdır. İçinde vaad edilen fazla sevabı
bahane ederek bunun uydurma olduğunu söyleyenlerin bu iddiaları yanlıştır, isabetli değildir.
- Aklen sahihtir; Çünkü:
Yukarıda da karşılaştırması yapıldığı gibi, kâfirin küfrü Muslümanın günahından çok büyüktür.
Kafirin küfrüne kefaret olan bu kelime-i tevhidin müslümanın -ne kadar büyük olursa olsungünahlarına kefaret olması daha makuldur. Hemen aşağıda arz edeceğimiz üzere, “kâfirin
mükellef olmadığını öne sürerek bu iki konu arasında fark olduğunu söylemek” isabetli
değildir.
Naklen de sahihtir, Çünkü:
Evvela, “Şüphesiz Allah kendisine şirk koşmayı affetmez. Onun dışında dilediği kimseler için
dilediği günahlarını bağışlar” mealindeki ayette ifade edildiği üzere, şirkin dışında hiç bir
günah -büyüklüğü sebebiyle- Allah‟ın geniş rahmetinin dışında bırakılmamıştır.
İkinci olarak; İmam Ahmed b. Hanbel ve Tirmizi‟nin “hasen-garip” diyerek rivayet ettiği, yine
Hakim el-Müstedrek; Beyhaki, Şuabu‟l-iman adlı eserinde İbn Ömer‟den rivayet ettiklerine
göre, peygamberimiz şöyle buyurdu:
“Allah kıyamet günü, ümmetimden bir adamı -insanların gözü önünde- hesaba çeker; her biri
dosyası günün uzandığı yer kadar uzun olan 99 dosyayı ortaya koyar ve o kimseye “Söyle
bakalım, sen bunları inkâr ediyor musun? Yoksa amelleri kaydeden melekler sana zulüm mü
ettiler?” diye sorar. Adam: “Hayır ya Rab! “diye cevap verir. Bu defa Allah: “Peki, senin bu
konuda söyleyeceğin bir özrün/bir mazeretin var mı?” diye sorduğunda, adam “Hayır ya Rab!”
der. Bunun üzerine Allah şöyle buyurur: “Fakat senin bizim nezdimizde mevcut olan bir
iyiliğin vardır. Bu gün sana asla zulmedilmez.
21
Derken içinde “Eşhedü en Lâ ilâhe İllallâh ve Eşhedu Enne Muhammeden abduhû ve
Resûluhu” yazılı bir bitaka (küçük bir evrak) çıkartılır ve kendisine: “(karşılaştırılacak olan bu
iki dosyanın) tartıldığı yerde hazır ol” denilir. Adam: “Bu küçük bir evrakın bu devasa 99
dosyanın yanında ne değeri var ki..!” der. Kendisine: “sana asla zulmedilmez” denilir ve o
devasa 99 dosya bir tartının bir kefesine, o küçük dosya da öbür kefesine konur. Ve o 99
dosyanın bulunduğu kefe havaya kalkarken, (içinde kelime-i şahadet bulunan) diğer dosya ağır
gelir. Zaten yüce Allah‟ın ismine hiç bir şey daha ağır gelmez.”.
İşte bu hadis, konumuzla alakalı hadis rivayetinin doğruluğuna en açık bir delildir. Hz.
Peygamberin -küçük dosyanın büyük dosyalara ağır gelmesinin gerekçesi olarak- söylediği:
“yüce Allah‟ın ismine hiç bir şey daha ağır gelmez.” sözlerine bir daha dikkatle bak...
Üçüncü olarak denilebilir ki: Buhari ve Müslim‟in rivayet ettiği: “Kim Allah‟ın rızasını
kazanmak maksadıyla “La ilahe İllallah” derse, Allah ateşi ona haram kılar” (Keşfu‟l-Hafa)
hadis-i şerifi de (vaade edilen sevabın fazlalığından ötürü) yukarıdaki hadisin uydurma
olduğunu söyleyenlerin yanlışlıklarına önemli bir delil teşkil etmektedir. (İbn Neccar, Enes‟ten
rivayet etmiştir).
İlave bilgi için tıklayınız:
Okunan dualara, yapılan ibadetlere verilen sevaplarla ilgili rivayetler ...
22
Download