1 İçindekiler Ayette ''İkisinin elleri'' derken iki kişiden en az üç el mi kast ediliyor? ....................................3 Rumların galip geleceği ile ilgili hadislerde bulunan ayrıntılı haberler tarihi kaynaklarda bulunuyor mu? .............................................................................................................................4 Muhammed Suresi 31. ayette geçen "Biz bilene kadar" ifadesi, Allah'ın geleceği bilmediği anlamına mı gelir? .......................................................................................................................5 Müslüman bir erkek, evlenmek istediği kadını, banyo yaparken izleyebilir mi? .......................8 Namazda Tahiyyat okurken, es-selâmü aleyke eyyühennebiyyü, demek şirk midir? ................9 Allah, emir ve yasaklarında "en hikmetli" olanı mı yapmaktadır? .........................................11 Allah yarattığı maymundan, tesadüfen değil, kendi ilmi dahilinde insanın evrilmesini sağlamış olabilir mi? ..................................................................................................................12 Kızgınlık anında yapılan yemin geçerli mi? ..............................................................................15 Cürcani, Razi, Gazzali tarikat ehli midir? .................................................................................16 İçki yapılan yere üzüm satmak caiz midir? ...............................................................................17 2 Ayette ''İkisinin elleri'' derken iki kişiden en az üç el mi kast ediliyor? - “Eyd” kelimesi çoğuldur. Bir çoğulun en az sayısı üçtür. Yani üçten itibaren herhangi bir sayı için çoğul kelimesi kullanılır. Burada hırsızlar “kadın-erkek” olarak iki örnek verilmiştir. Her ikisinin ikişer eli olduğuna göre, bunların toplamı dört eder. Dolayısıyla bir çoğul kelime olan “Eyd" kelimesinin kullanılması anlaşılabilir bir şeydir. Bu sebeple Maide 38. ayetinde “Eyd” kelimesinin yadırganacak bir tarafı yoktur. - İkinin üzerinde olan (söz gelişi üçten milyara kadar) her sayı bir çoğuldur ve onun için kullanılan kelimenin de prensip olarak çoğul olması gerekir. Yusuf suresinin 31. ayetinde yer alan kadınların sayısını bilemiyoruz. İster bunlar iki tane olsun, ister bin tane olsun, her iki durumda da ellerin sayısı üçten fazladır ve çoğuldur. Demek ki kurala aykırı herhangi bir şey yoktur. - Ta ha, suresinin 71. ayetinde de durum aynıdır. Orada muhatap olan insanlar ikiden fazladır. “Küm-sizler” zamiri buna delalet eder. Demek ki buradaki eller de üçün üzerinde olduğu için çoğul kalıbıyla “Eyd” şeklinde zikredilmesi Arapça gramerin bir gereğidir. 3 Rumların galip geleceği ile ilgili hadislerde bulunan ayrıntılı haberler tarihi kaynaklarda bulunuyor mu? 1) Evvela Rum suresinde Rumların bir kaç yıl içinde, karşısında büyük bir hezimete uğradıkları İranlılarla yeniden savaşacakları ve onları yenecekleri açıkça ifade edilmiştir. Kur’an’da/Rum suresinde açıkça; a) Yakında Romalılarla İranlılar arasında savaşın olacağını haber vermesi tereddüde mahal bırakmayacak bir mucizedir. b) Savaşın olacağı zaman dilimini, 3 ile 9 yılla sınırlandırılması (BİD’A) ayrı bir mucizedir. c) Daha kısa bir zaman önce büyük bir yenilgiye uğrayan Romalıların yeniden savaşa girecek kadar kuvvetlenecekleri ve girecekleri bu savaşta büyük bir zafer kazanacaklarının ilan edilmesi açık-seçik bir gaybi haberdir ve mucizedir. d) Aynı günde müslümanların da (Bedirde zafer kazanmakla) büyük bir sevinç yaşayacaklarının vurgulanması ayrı bir ihbar-ı gaybidir ve bir mucizedir. 2) Ahad olan hadislerin verdiği haber değeri, tarih kaynaklarında geçen haberlerden daha büyüktür ve daha üstündür. - Üç kişinin rivayeti de ahad sayılır. Oysa dünya hayatında insanlar genel olarak bir tek kişinin sözüne bile itimat etmektedir. Hangimiz bir kişinin verdiği bir habere “ahadır” deyip ret etmişiz. Ahad hadisler en az bir “zann-ı galip” ifade eder. İnsanların sosyal hayatındaki kıstasların büyük çoğunluğu bir zann-ı galip olduğu gibi, Fakihlerin içtihatlarının hemen hepsi bir zann-ı galbi ifade eder. Hanefi mezhebindeki bütün vacipler bu gerekçeye dayanmaktadır. Dinin temel meseleleri olan ibadetlerde itibar ettiğimiz bu ölçüyü, neden -Kur’an’ın desteklediği- tarihi olaylarda kullanmıyoruz. Halbuki öyle ahad haberler var ki, manevi tevatür hükmündedir. Örneğin, farklı zamanlarda farklı insanların, gerçekleştiği haber verdiği bir olayda şüphe etmek bir zihni hastalıktır. Yalan söyleme ihtimali yüksek olan 8-10 yaşındaki iki-üç çocuğun -farklı kaynaklar göstererekverdiği bir haberde bile kimse tereddüt etmez. 3) Bununla beraber Rum suresinde geçen bu olay pek çok tarih kaynağında da yer almıştır. (Misal olarak bk. Taberi, Tarihu’t- Taberi, 1/467-468; İbnu’l-Mutahhar, el-Bed’u ve’t-Tarih, 1/253; Zehebî, Tarihu’l-İslam, 1/60; İbnu’l-Esir, el-Kamil, Fi’t-Tarih, 1/165, İbn Haldun, etTarih, 2/179-180; İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, 3/134-135; en-Nihaye fi’l-Melahim, 1/77) İlave bilgi için tıklayınız: Rum suresinde belirtilen Rumların İranlılara (Perslere) galibiyeti kaç yıl sonra gerçekleşmiştir? 4 Muhammed Suresi 31. ayette geçen "Biz bilene kadar" ifadesi, Allah'ın geleceği bilmediği anlamına mı gelir? - “Andolsun, içinizden cihad edenleri, sabır ve sebat gösterenleri bilinceye (belirleyinceye/ortaya çıkarıncaya) kadar sizi deneyeceğiz/intihan edeceğiz” (Muhammed, 47/31) mealindeki ayet ve benzerlerinde kullanılan “...belirleyinceye kadar..” ifadesi, Allah’ın önceden ne olacağını bilmediği anlamına gelmez. Bütün tefsir kaynaklarında bu tür ifadelerin “bizzat fiili olarak -ilgili şeyin- ortaya çıkması” anlamına gelir. Örneğin; Muhammed suresindeki ayetin açıklaması şu merkezde olabilir: “Andolsun ki, -biz sizin neler yapıp neler yapmayacağınızı çok iyi biliriz. Bununla beraber- imtihandaki adaletin tahakkuk etmesi için, her şeyi kuşatan sonsuz ve ezeli ilmimizi değil, fiilen ve bir eylem olarak sizin ortaya koyacağınız performansınızı esas alacağız. Bu sebeple, içinizden cihad edenlerin, sabır ve sebat gösterenlerin eylem olarak ortaya koyacağı çabaların sonucunu görünceye kadar sizi denemeye devam edeceğiz”. - Bazı alimler, bu konuyu “ilm-i gayb” ve “ilm-i şahadet” kavramlarıyla açıklamışlardır. (bk. Razi, ilgili ayetin tefsiri) Bunun anlamı şudur: Allah her şeyi önceden bir “Allamu’l-guyub” (bütün gaybleri bilen biri) olarak, olmuş, olmakta olan ve olacak olan her şeyi biliyor. Ancak, Allah, -adaletin bir gereği olarak- insanların cennet ve cehennemi netice verecek olan imtihanlarında bu her şeyi kuşatan ilmiyle değil, “ilm-i şahadet” denilen ve bizzat (ortaya çıkacak bir durumu değil) ortaya çıkmış bir durumun bilinmesiyle ilgili olan ilmiyle değerlendirme yapar ve objektif bir çizgiyi takip eder. Bu, sonsuz adaletinin bir tezahürüdür. - “Sözünüzü ister içinizde gizleyin, ister açığa vurun, hepsi birdir. Zira Allah gönüllerin künhünü dahi bilir. O yarattığı mahlûkunu hiç bilmez olur mu?” (Mülk,67/13-14) mealindeki ayetlerde Allah’ın insanların gizli veya açık bütün sözlerini bildiği ifade edilmiş ve her şeyi yaratanın her şeyi bildiğine vurgu yapılmıştır. - Kur’an’da defalarca: “Allah her şeyi hakkıyla bilir”, “Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır” manasına gelen ifadeler Allah’ın ilminin dışında kalan hiç bir şeyin olmadığını göstermektedir. Allah’ın uçsuz-bucaksız boyuttaki bu kâinatın yaratıcısı olarak düşündüğümüz zaman da böyle her şeyi kuşatan bir ilmin varlığını kabul etmek zorunda olduğumuzu idrak edebiliyoruz. Bunun yanında, Kur’an’da yine defalarca ifade edilen “hiç kimseye haksızlık yapılmayacağına” dair Allah’ın beyanı ortada iken, onun sadece önceden bildiğine göre hareket edeceğini, kimsenin gerçek performansını göz önünde bulundurmayacağını söylemek sağlam bir imanla bağdaşmaz. Çünkü, Allah ezeli ilmiyle her şeyi önceden bilir. İnsanların imtihanını ise, onların başarılı olup olmamalarına göre değerlendirir. Bu durumu ise imtihanın sonucuna göre belirler. Muhammed suresi ve benzeri ayetlerdeki ifadeler bu sonuç noktasını nazara vermektedir. Bu kısa açıklamadan sonra konuyla ilgili bazı ayetlerin meallerini vermeyi ve birkaç konuya dikkat çekmeyi uygun görüyoruz: “…Bu, muhakkak ki Allah’ın, göklerde ne var, yerde ne varsa bildiğini ve şüphesiz Allah’ın, her şeyi hakkıyla bilici olduğunu (sizin de) bilmeniz içindir.” (Maide 97) “Allah, her dişinin neye gebe kalacağını ve rahimlerin neyi eksiltip, neyi ziyâde edeceğini bilir. Çünkü O’nun katında her şey (kader olarak yazılı) bir ölçü iledir.” (Rad 8) 5 “Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: “Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?” dediler. Allah da onlara: “Sizin bilemeyeceğinizi herhalükarda ben bilirim” dedi.” (Bakara 30) “…Allah'tan korkun. Bilesiniz ki Allah, her şeyi bilir.” (Bakara 231) “Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Lokman 34) Bunlar ve benzeri ayetler açıkça göstermektedir ki, “Allah her şeyi bilir!” Ayrıca Allah’ı zaman, mekan gibi “mahluk” boyutların içine hapsetmek, çok açık bir akıl tutulmasını gösterir. Allah’ın geleceği bilemeyeceği iddiası, “Allah, mahlukları için yarattığı sınırlarla sınırlıdır” demek kadar hakikat dışı bir sözdür. Bediüzzaman bu gerçeği şöyle ortaya koyar: “Hem, ezel, mâzi (geçmiş) silsilesinin bir ucu değil ki, eşyanın vücudunda esas tutulup ona göre bir mecburiyet tasavvur edilsin. Belki, ezel, mâzi ve hal ve istikbâli birden tutar, yüksekten bakar bir ayna-misâldir. Öyle ise, daire-i mümkinât (mümkünler dairesi) içinde uzanıp giden zamanın mâzi tarafında bir uç tahayyül edip, ona "ezel" deyip, o ezel ilmine, eşyanın tertiple girmesini ve kendisini onun haricinde tevehhüm etmesi, ona göre muhâkeme etmek hakikat değildir. “ (26. Söz) Yani Allah’ın ezeliyeti geçmiş ve gelecek sınırlarına bağlı değildir. Kur’an-ı Kerim ayetlerinin tamamı açıkça göstermektedir ki, Allah geçmiş, gelecek ve hali aynı anda bilmekte ve bildirmektedir. Bir ayette geçmişin en bilinmez noktalarına gidilirken, başka bir ayette o günkü kimi insanların düşünce ve davranışları en detaylı şekilde tasvir edilmekte, diğer bir ayette geleceğin en uzak boyutu olan ahiret alemlerine yolculuk edilmektedir. Eserden müessire gittiğimizde böyle bir Allah’ın geçmiş, şimdi ve geleceği aynı anda müşahede ettiğini kesinlikle söyleriz. Aslında Kur’an’daki müşrik tasvirlerinde de açıkça görmekteyiz ki, müşrikler de Allah’ın geleceği bileceğinden ve gelecekle ilgili sözlerinin doğruluğundan şüphe içindedirler: “Hayır; onların ahiret hakkındaki bilgileri yetersiz kalmıştır. Dahası, bu hususta şüphe içindedirler. Bunun da ötesinde, onlar ahiretten yana kördürler.” (Neml, 66) Allah Kur’an’ı Kerim’de ileride gerçekleşecek ahiret hakikatiyle ilgili pek çok ayet buyurmuştur. Hatta Rabbimiz ahirette nelerin yaşanacağını en ince ayrıntılara kadar bildiğini ayetleriyle açıkça göstermiştir. Allah’ın gelecekteki bazı fiili durumları yani “şeyleri” bilemeyeceğini iddia etmek, gerçekte Allah’ın geleceğin en ileri dönemi olan ahiretle ilgili bütün bu tasvirlerinin gerçekliği olmayan kurgular olduğunu söylemek anlamına gelir. Bu ise yüzlerce ayeti inkar etmek gibi çok tehlikeli bir durumdur. 6 Allah “Her şeyi” bildiği için, bütün kullarının ileride düşünüp yapacaklarını da ezelden bilir. O kulu sorumlu kılan Allah’ın o kulun işleyeceği günahı bilmesi değil, kulun kendi cüz-i iradesiyle o günahı işlemeyi seçmesi ve bu günaha meyletmesidir. Konuyu anlamak için bilmemiz gereken sadece şudur: “Bir şeyin olacağını bilmek, o şeyin olmasını zorlayan bir sebep değildir. O şey zaten olacağı için ilim onu bilmiştir.” Bildiğimiz ya da olacağını tahmin ettiğimiz pek çok şey vardır ki, o mesele hakkındaki bilgimiz o varlık ve olayların oluşmasının sebebi asla değildir. Allah’ın Sonsuz İlminin kuşatıcılığını inkar edip imanı tehlikeye atmanın hiçbir gereği yoktur. Kıyametin ve ahiretin en ince detaylarını bilen bir Allah’ın, dünyadaki bazı “şeyleri” bilemeyeceğini iddia etmek, Allah’ın ilmi konusunda sadece iman zayıflığının göstergesidir. Son olarak, Kur’an ayetlerinde bildirilen bazı örnekleri kısaca özetlemeye çalışalım: - Yusuf suresinden anladığımıza göre Hz. Yusuf bir beşer olduğu halde Allah’ın öğrettiği “rüya tabiri” ilmi sayesinde rüyaları tabir ederek gelecekte olacak bazı olaylardan haber verir. Bir beşer Allah’ın bildirmesiyle geleceğin ayrıntılarından haber verebiliyorsa, bu bilgiyi ona veren Allah’ın geleceğin ayrıntılarını bilmediğini iddia etmek saçmalık olacaktır. - Kehf suresinde “Allah tarafından rahmet verilmiş kul” olarak tanıtılan bir beşer, Hz. Musa ile yaptığı yolculukta gelecekle ilgili haberler verir ve geleceğin gidişatını değiştirecek fiillerde bulunur. Kur’an o kulun bu bilgileri Allah tarafından verilmiş ledünni bir ilimle bildiğini açıkça ortaya koyar. O kul Hz. Musa’nın sabredemeyeceğini, geminin akıbetini, çocuğun geleceğini, duvarın altındaki hazineden kimlerin istifade edeceğini Allah’ın bildirmesiyle bilmiştir: - Kur’ân-ı Kerim her yaratılan şeyin önceden takdir edilip yaratıldığını Hicr Suresi 21. ayette ortaya koyar: "Hiçbir şey yoktur ki, hazîneleri Bizim yanımızda olmasın. Her şeyi Biz belirli bir miktar ile indiririz." (Hicr, 21) Yine vücuda gelecek her şeyin önceden Allah’ın ilminde olduğunu Yasin Suresi 12. ayet açıkça bildirir: "Biz her şeyi Levh-i Mahfuzda tek tek yazdık." (Yâsin, 12) - Kur’an-ı Kerim’deki çok ayrıntılı kıyamet, cennet, cehennem tasvirleri açıkça gösteriyor ki Allah için zaman mekan sınırlaması yoktur. O geçmişi de, geleceği de “Evvel-Ahir” isimlerinin gereği aynı anda bilir. Yani Allah tahminlerini ya da kurgularını değil, gelecekte gerçekten var olacak olayları düşüncelerden sohbetlere kadar kesinlikle bilmekte olduğu için bize bildirmektedir. Çok ileri bir gelecek olan o dönemdeki olaylardan bu kadar ayrıntılı bahseden Allah elbette şu kısacık dünya hayatında bize göre gelecekte olacak gizli saklı bütün olayları da çok iyi bilir. Çünkü o Evvel ve Ahirdir, ezelidir, ebedidir, yani geçmiş ve gelecek sınırlamalarından tamamen bağımsızdır. - Rum ve Fetih suresi gibi pek çok surede açık bir şekilde gelecekten haber verilmektedir. Allah’ın gelecekte olacak bir savaşı ya da fethi bilmesiyle, bir tek kulun yaşam hikayesini bilmesi arasında hiçbir fark yoktur. Rabbimiz geleceği bildiğini pek çok ayetiyle açık bir şekilde bildirmiştir. 7 Allah’ın gelecekte kendi yaratacağı bazı şeyleri bilemeyeceğini iddia etmek, ancak bu gibi ayetleri inkar etmekle mümkün olabilir. İlave bilgi için tıklayınız: Allah eğer her şeyi biliyorsa ve her şeyi yapabilecek.. Kadere imanın Kur'an'da olmadığı iddiası ... Kader, Allah'ın bilmesidir, deniliyor; ancak bununla ilgili ayet ... Kuran'da kaderin ve ruhani varlıkların ispatı var mı? Bizim ne yapacağımız, kaderimizde yazılmış ise, ne suçumuz var? Müslüman bir erkek, evlenmek istediği kadını, banyo yaparken izleyebilir mi? Sorunuzda ifade ettiğiniz şekliyle yani "Müslüman bir erkek, evlenmek istediği kadını, banyo yaparken izleyebileceğine" dair fetva kesinlikle dinen doğru olmadığı gibi tam tersine yanlış ve İslam ahlakı ile uyuşmayan, İslam'da yeri olmayan bir düşüncenin ürünüdür. Eğer bu şekilde bir fetva var ise bu tür fikirlerin İslam ile yakından uzaktan bir alakası yoktur. İslam'da mahremiyet sınırları vardır. Bu konuda da birbirine haram olan kişilerin evlenme öncesinde hele dikizleme ya da röntgencilik gibi anlaşılacak şekilde evleneceği kişiyi banyo yaparken seyredebileceği şeklinde İslami sınırları aşabileceğine dair tek bir delil yoktur. Böyle bir şey yanlıştır. Ancak evlenmek isteyen kişilerin baş başa kalmadan üçüncü kişilerin yanlarında birbirlerini görmelerinde bu arada da islami tesettüre uymaları halinde bir sakınca bulunmamaktadır. Bu konuda hadisi şerifler mevcuttur. Bunlardan iki tanesi şöyledir: Muğire bin Şu’be, Peygamberimize gelerek bir kadınla evlenmek istediğini söyler. Peygamberimiz, "O kadını gördün mü?" diye sorunca, Muğıre cevaben "Hayır" der. Bunun üzerine Peygamberimiz, "Git, o kadını gör, zira evlenmek istediğin kadını görmen, evlendiğinizde aranızda muhabbet ve sevginin oluşması için bu daha uygundur" diye emreder. (Nesai, Nikah, 17) Ebu Hüreyre (ra)’nin rivayet ettiği konu ile ilgili bir başka hadis’te de şöyle buyurulmuştur. Bir gün peygamberin yanında oturuyor iken bir adam geldi ve Ensar'dan bir kadınla evlenmek istediğini ifade etti. Bunun üzerine peygamberimiz de "O kadını gördün mü?" diye sorar. O sahabe de görmediğini ifade edince Peygamberimiz ona: "Öyleyse git, o kadını gör. Çünkü Ensar'ın gözlerinde bir şey vardır" buyurur. (Müslim, Nikah, 12) 8 Namazda Tahiyyat okurken, es-selâmü aleyke eyyühennebiyyü, demek şirk midir? - İbadetleri insanların kendi fikirlerine göre düzenleyemeyiz. Biz namazın nasıl kılınacağını doğrudan Allah’tan/Kur’an’dan öğrenmedik. Namazı Hz. Peygamberden öğrendik. Nitekim, Hanefi olarak okumakta olduğumuz Tehiyyatı, İbn Mesud; Şafii olarak okumakta olduğumuz Tehiyyatı ise İbn Abbas vasıtasıyla Hz. Peygamberden öğrenmişiz. Öyleyse, namazda “Allah’tan başka kimseye hitap edilmez” sözü indi, keyfi bir düşüncedir. Zira Tahiyyatla ilgili hiç bir hadiste peygamberimizin böyle bir şey dediğini bilemiyoruz. - Kaldı ki, İbn Mesud’un “Biz resulullah hayatta iken “esselamu aleyke eyyühe’n-nebi” diyorduk, “vefatından sonra “esselamu ale’n-nebi” derdik” ifadelerinin her ikisinde de Hz: peygambere hitap vardır. İki ifade arasındaki hitap biri muhataba (ikinci şahsa) hitap, biri gaibe (üçüncü şahsa) hitap vardır. Üçüncü şahıs da olsa -bu hadislere göre- Allah’tan başkasının da namaz içinde yer aldığı kaçınılmazdır. - Bununla beraber, Tehiyyatta: “Selam bizim ve Allah’ın salih kullarının üzerine olsun” manasındaki ifadesinde de hem namaz kılan olarak biz hem de başka kullar da yer almaktadır. Buna göre, “namazda Allah’tan başkasına yer yoktur” şeklindeki yargının yanlış olduğu ortadadır. Kaldı ki Tahiyyatın sonunda dua etmek sünnettir. “Rabbena atina” ve ana-babamızın da içinde olduğu “Rabbena’ğfirli” ve benzeri dualar, İslam aleminin ittifakla kabul ettiği ve hadislere dayanarak- fiilen devam ettirdiği hususu bilinen bir gerçektir. - Burada asıl mesele, Vehhabilerin düşünce tarzını savunma adına naslardan bir şeyler cımbızlamaktır. O da şu yanlış düşüncedir: “Hz. Peygamber vefat ettikten sonra artık kimseyi işitmez, duymaz.. Hem de ölü olan kimselere böyle hitap etmek şirktir…” Ehl-i sünnet alimlerine göre, peygamberler şehitlerin üstünde bir mertebeye sahiptir. Bütün vefat edenler, berzah aleminde ruhanî hayatlarını devam ettirdikleri gibi, peygamberler ve şehitler de diğerlerinden daha fazla bir hayat mertebesine sahiptir. O halde, bizler bu şekilde, berzah hayatında olanlara selam ve dua göndermiş oluyoruz. - Eğer namazda bir şey şirk ise namazın dışında da şirktir. Eğer namazda Hz. Peygambere “Allah’ın selamı senin üzerine olsun” ifadesi şirk ise, bir kimsenin herhangi bir zamanda ölmüş babasına hitaben “Allah’ın selamı, mağfireti, rahmeti senin üzerine olsun” demesinin de şirk olması gerekir. Çünkü bu da ölüdür. Görüldüğü gibi bu iddia ciddiye alınamayacak kadar ciddi bir saçmalıktır. - Şunu unutmayalım ki, ölüm faktörü bir şirk unsuru değildir. Bir kimsenin ölüsüne tapmak şirk olduğu gibi, dirisine tapmak da şirktir. - Hz. Peygamberin öldükten sonra da -diğer insanlardan farklı- bir hayat mertebesinde olduğunu gösteren rivayetler vardır: - Hz. Ebu Hüreyre’den gelen rivayete göre, Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu: “Herhangi bir kimse bana selam verdiğinde Allah ruhumu bana iade edecek, ben de onun selamını alırım/selamına selam ile mukabele ederim.” (bk. Ebu Davud, Menasik, 100) 9 -Yine Ebu Hureyre’den gelen bir diğer hadis rivayetinde Peygamberimiz (asm) şöyle buyurdu: “… Bana salavat getirin, çünkü siz nerede olursanız olun, salavatınız bana ulaşır.” (Ebu davud, a.y) - Ebu Davud ve daha başka hadis kaynaklarında yer alan “..Cuma günü bana salâvatınızı çoğaltınız! Çünkü, salâvatınız bana arz olunur…” hadisin açıklamasını yapan alimlerin bildirdiğine göre, Hz. Peygamber ümmetinin yaptığı iyi amellerinden ötürü sevinir, kötü amellerinden ötürü üzülür. İbn Hacer el-Mekkî’nin belirttiğine göre, bütün peygamberler kabirlerinde hayattadır, namaz kılarlar, yalnız yemek yemez ve içmezler, bir nevi melek hayatını yaşıyorlar. Beyhakî bu konuda hususî bir kitap yazmıştır. (Geniş bilgi için bk. Avnu’lMabud, ilgili hadislerin şerhi) - Bu konuya ışık tutacak bazı ip uçları, Bediüzzaman hazretlerinin soru-cevap sitili içinde yaptığı açıklamalarda görebiliriz: “Eğer desen: Madem o Habibullahtır. Bu kadar salavat ve duaya ne ihtiyacı var? Elcevab: O Zât (asm) umum ümmetinin saadetiyle alâkadar ve bütün efrad-ı ümmetinin her nevi saadetleriyle hissedardır ve her nevi musibetleriyle endişedardır. İşte kendi hakkında meratib-i saadet ve kemalât hadsiz olmakla beraber; hadsiz efrad-ı ümmetinin, hadsiz bir zamanda, hadsiz enva'-ı saadetlerini hararetle arzu eden ve hadsiz enva'-ı şekavetlerinden müteessir olan bir zât, elbette hadsiz salavat ve dua ve rahmete lâyıktır ve muhtaçtır.” (Mektubat/24. mektup/birinci zeyl) - Bununla beraber, bazı alimlere göre, burada doğrudan Hz. Peygambere hitap etmek, namaz kılanın içinde bulunduğu ruh haletini yansıtan bir durumdur. Adeta kişi namazda Allah’ın huzurunda olduğunu ve böyle bir şerefe nail olmasının vesilesi Hz. Peygamber olduğunu idrak edince doğrudan (Kur’an’da çokça kullanılan gaibten hitaba geçen bir iltifat sanatı içinde) Hz. Peygambere olan kuvvetli saygı, sevgi ve bağlılığından dolayı onu yanında hazır gibi hissettiği bir an olduğu için “Ey Nebî! Allah’ın selamı senin üzerine olsun” derler. (bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bari, 2/314) Bu gibi hikmetleri nazara alan alimler, “Namazda başka insanlara hitap etmek caiz olmaz, ama Hz. Peygambere hitap etmek ona mahsus bir durumdur” demişlerdir. (bk. İbn Hacer, a.g.y) - Şunu da belirtelim ki, Tahiyyatta “es-selamu aleyke eyyuhe’n-nebi” yerine “es-selamu ale’nnebi” demekte bir sakınca yoktur. (bk. İbn Hacer, a.g.y) Not: 15 asırdan beri bütün müçtehit imamların, milyonlarca alimlerin, evliyaların Tehiyatta sahih hadislerde belirtilen- “es-selamu aleyke eyyuhe’n-nebi” ifadesini okumalarını yanlış telakki etmek, onları cahillikle suçlamak, hatta -bilmeden de olsa- onları şirkle damgalamak cehaletin ve aymazlığın en antika versiyonudur. 10 Allah, emir ve yasaklarında "en hikmetli" olanı mı yapmaktadır? - Allah’ın bir ismi HAKÎM’dir. Bu isim ve hikmet sıfatı Kur’an’da defalarca zikredilmiştir. Bu sebeple ehl-i sünnetin itikattaki iki mezhebi arasında her şeyin en güzel ve en mükemmel bir hikmetle dizayn edildiğine dair bir ihtilaf yoktur. Bir Eşari alimi olan İmam Gazali’nin “mevcut olan kâinattan daha mükemmeli imkân dahilinde değildir” şeklinde bir görüşe yer vermesi Eşarilerin de Maturidiler gibi her şeydeki hikmetin en mükemmel olduğuna inandıklarını göstermektedir. - Maturidiler genellikle pratikte olan her şeyin hikmetli olduğuna inanırlar. Teorik hikmet konusunda fazlaca bir açıklamalarına rastlayamadık. - Fiilen bu bir hakikat olmakla beraber, Eşarilere göre, teorik olarak Allah’ın her şeyde bir hikmeti veya en mükemmel hikmeti göz önünde bulundurma zorunluluğu yoktur. Eşariler bu görüşü, seslendirirken, “Allah hikmetli iş yapmak zorundadır” diyen mutezile alimlerine cevap vermeye çalışmışlardır. Dediğimiz gibi, bu pratik değil nazari/teorik bir yaklaşımdır. Özetlersek Eşariler -Maturidiler gibi- diyorlar ki “Allah’ın yarattığı her şeyde en mükemmel bir/bir kaç hikmet vardır. Ancak -mutezilenin dediği gibi haşa- Allah her şeyi hikmetle yapmak/yaratmak zorunda değildir. Çünkü böyle bir zorunluluk onun mutlak iradesine ters düşer." Kanaatimizce bu görüş oldukça isabetlidir. 11 Allah yarattığı maymundan, tesadüfen değil, kendi ilmi dahilinde insanın evrilmesini sağlamış olabilir mi? - Evrim konusunda yüzlerce makale yazılmıştır. Önemli bir kısmı internette de dolaşmaktadır. Bu makalelerin bir kısmı bizim sitemizde de vardır. Bu sebeple bu konuda bilimsel bir araştırma yaparak konuyu detaylı bir şekilde yazmayı düşünmüyoruz. Yalnız sorunuza cevap teşkil edecek şekilde bazı hususları bir özet halinde takdim etmeyi uygun görmekteyiz. - Evrim teorisini savunanların büyük çoğunluğu tamamen Allah’ı dışlayan, her şeyi tesadüflere havale eden ve “kendi kendine oldu” felsefesinden hareket eden pozitivist, materyalist bir düşünceye dayanmaktadır. - Şunu unutmayalım ki, İslam dininin akidesine aykırı olmayan her şeyin mutlaka var olduğunu veya olacağını kabul etmek büyük bir yanlıştır. Örneğin, “Allah dilerse, insanı fareden yaratabilir. İsterse deveden karınca yaratabilir.” ihtimalinden bunların gerçek vaki olduğunu iddia etmek yanlıştır. Keza, Allah’ın bütün insanları -Hz. İsa gibi- babasız yaratması noktasından hareketle, bunun realitede vaki olduğunu iddia edemeyiz. Bu sebeple, akideye aykırı düşmeyen her tasavvurun vakide hayat bulduğunu söylemek bir hayal-perestliktir. Evrim de böyle bir konudur. Şayet Allah dileseydi, insanları maymundan yaratırdı. İnsan ile böcekleri aynı atadan yaratırdı. Fakat, bunun mümkün olması, vaki olduğunu göstermez. Kaldı ki, evrimcilerin büyük çoğunluğu ateisttir. Bu düşüncelerine uygun buldukları için dört elle evrim teorisine dayanırlar. - Bu konuyu bir kaç madde halinde özetlemeye çalışacağız: a) Kur’an ve hadislerde türlerin birbirinden devşirildiğine işaret eden bir bilgiye rastlayamadık. “Aslında bu putlar sizin ve atalarınızın uydurduğu, kuru isimlerden, boş lafızlardan başka bir şey değildir. Allah onların tanrılıklarına delil olabilecek hiçbir şey indirmemiştir. Onlar sadece zanlarına ve nefislerinin heva ve heveslerine uyarlar. Halbuki onlara Rab’leri tarafından uyacakları mükemmel Rehber çoktan gelmiş bulunuyor!” (Necm, 53/23) mealindeki ayette putçular hakkında söylenen sözlerin aynısı, evrim teorisyenleri için de pekala söylenebilir. b) Kur’an’da Hz. Adem’in ilk insan olarak bağımsız bir varlık olarak ve doğrudan topraktan yaratıldığına açıkça vurgu yapılmıştır. (bk. Enam, 6/2; Araf, 7/12; Müminûn, 23/12; Secde, 32/7; Sad, 38/71-72, 76; Rahman, 55/14) - Keza cinlerin ve onların bir kabilesi olan şeytanların da doğrudan ateşten yaratıldığı vurgulanmıştır. (bk. Araf, 7/12; Rahman, 55/15) - “Yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yapıp insanı ilkin çamurdan yarattı. Sonra onun neslini, önemsiz bir suyun özünden, meniden üretti.” (Secde, 32/7-8) mealindeki ayetin açık-seçik ifadesi karşısında -bu ifadeye tamamen ters olan- evrimin devrimine inanmak mümkün mü? c) Bizim görebildiğimiz kadarıyla, insanın, kurbağa, maymun veya benzeri başka bir türden geldiğini gösteren hiç bir bilimsel açık veri yoktur. Teorisyenlerin ortaya koydukları bazı bilimsel sayılabilecek veriler belli bir yere kadar gider, orada söner beş para etmez. İnsanın gerçekten bir maymundan geldiğini gösteren kesin bir biyolojik delil yoktur. Bazı verilerin varlığından esinlenerek hayal gücünü harekete geçirenler, bu hayal ile hakikate ulama yapıyorlar, bir hatt-ı muvasala, bir köprü kurmak istiyorlar. 12 d) İki şey arasındaki benzerlikler, mutlaka onların bir ortak ataya sahip olduğunun göstergesi değildir. Eğer öyle olsaydı, güneş ve aydaki elementlerin önemli bir kısmı insanda da görüldüğüne göre, güneşin bir insan olduğu veya insanın aslında bir güneş olduğunu söylemek de mümkün olurdu. Oysa bu ilmen bir saçmalıktır. - İnsanın maymun ile olan ilişkisi kadar kurbağa veya fare ile de ilişkisi vardır. İnsanın aslının fare olduğunu söylemek hangi bilimsel veriye dayanır? - O eski çağlarda her şeyin daha köhne, daha noksan, daha tekemmüle ihtiyaç duyduğu bir zaman diliminde tekamül kuralı çerçevesinde insana dönüşen o maymunlar, fareler niçin bu modern çağda öyle bir şey beceremiyorlar? e) Bediüzzaman hazretlerinin ifade ettiği gibi, Kur’an’da Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren deliller genel olarak iki çeşittir. Biri; her şeyin bir gaye, hikmet ve amaca hizmet edecek şekilde yaratılmasıdır. Diğeri ise; her şeyin bizzat yoktan var edilmesi ve yaratılmasıdır. Buna göre, her türün bağımsız olarak yaratılması, Allah’ın varlığı ve birliğinin göstergesi olması açısından daha güzel ve hatta zorunludur. Demek ki, her türün bağımsız bir yaratık şeklinde yaratılması Allah’ın varlığını, birliğini gösteren bir ihtira (ontolojik) delildir. Bu harika delili, evrim ile sekteye uğratması düşünülmemelidir. Kaldı ki, mahiyet ve hakikatleri farklı türlerin birbirine geçmesi muhaldir. Bediüzzaman hazretlerinin ilgili ifadeleri şöyledir: “Mahlukatın her nev'ine, her ferdine ve o nev'e ve o ferde müretteb olan âsâr-ı mahsusasını müntic ve istidad-ı kemaline münasib bir vücudun verilmesidir. Hiç bir nevi' müteselsil-i ezelî değildir. İmkân bırakmaz. İnkılab-ı hakikat olmaz. Mutavassıt nev'in silsilesi devam etmez. Tahavvül-ü esnaf inkılab-ı hakaikın gayrısıdır.” (Mesnevi-i Nuriye, 253) Yani, Allah her bir türe ve o türlerin her bir ferdine bağımsız bir vücut, bir bünye vermiştir. Bu türlerin ve bu fertlerin her birisine onun istidat ve kabiliyetinin gelişmesi ve olgunlaşmasını sağlayacak ve ondan alınmak istenen neticelerin hasıl olmasına yardımcı olacak münasip bir vücut/bir yapı vermiştir. Hiç bir tür ezeli değildir. Çünkü “imkân” prensibine göre, bütün eşyanın yokluğu ile varlığı aynı özgül ağırlığına sahip bir dengededir. Buna rağmen madem bazı eşyanın varlık kefesi ağır basmış var olmuşlar, öyleyse onları var eden ezeli bir iradeye sahip ve“vacibu’l-vücud” olan yani “varlığı aklen zorunlu olan” bir yaratıcı vardır. Çünkü, bir terazinin eşit ağırlıkta ve dengede olan kefelerinden birinin kendiliğinden ağır basması aklen muhaldir, imkânsızdır.” “İnkılab-ı hakikat olmaz”dan maksat, mahiyet ve hakikatleri ayrı olan türlerin ve fertlerin kendi kimliklerini bırakıp başka bir türe dönüşmesi -ilmen- kabul edilen bir şey değildir. Öyleyse bir maymunun bir insana dönüşmesi diye bir şey söz konusu olamaz. Kaldı ki “Mutavassıt nev'in silsilesi devam etmez”, çünkü, pratikte bunun örneği yoktur. Mesela, at ile eşeğin ilişkisinden doğan ve melez bir hayvan olan katırın nesli yoktur. “Tahavvül-ü esnaf inkılab-ı hakaikın gayrısıdır” cümlesinin anlamı şudur: Türlerin birbirine dönüşmesi -yukarıda da ifade edildiği üzere- hakikatlerin değişmesi anlamına gelir ki bu mümkün değildir. Ancak aynı türün kendi içinde bazı değişiklikler göstermesi hakikatin değişmesi manasına gelmez. Aynı hakikatin kendi içinde başka bir renkte boy göstermesi anlamına gelir ki bu mümkündür ve vakidir. Kuşların, kelebeklerin, sığırların, arıların, karıncaların kendi aralarında farklı sınıflara ayrılması bunun gözle görülen delilidir. 13 Demek ki bir gergedan türü kendi içinde siyah ve beyaz renklerde, farklı boy ve ağırlıkta olabilir. Fakat bir gergedanın karıncaya dönüştüğünü söylemek mümkün değildir. f) Allah her şeyi yaratırken kendi varlığı yanında ilim, irade, hikmet, kudret, rahmet, ihsan gibi isimlerini ve sıfatlarını da göstermek istemiştir. Bu gayenin tahakkuk etmesi için her şeyde doğrudan Allah’ın isim ve sıfatları, rahmet ve iradesinin görülmesi gerekir. Bu nedenle, Allah sebepleri çok zayıf bir şekilde yaratmıştır ki, onların penceresinden “müsebbebat” denilen varlıklar görülsün. Diğer bir ifadeyle, Allah tırnak kadar küçük sebeplere dağ gibi yaratıkları takıyor ki, sebeplerin yaratmada hiç bir müdahalelerinin olmadığı görülsün. Bununla sebepleri hakiki tesirden azlediyor. İşte bu noktadan bakıldığı zaman, evrim teorisi Allah’ın iradesini, hikmetini, ilim ve kudretini, ihsan ve rahmetini tamamen inkâr eden bir yargıya sahiptir. Adeta, her şey kendi içinde biyolojik bir determinizm içerisinde bir yol takip ediyor, şekilden şekle giriyor. Bu gibi abesle iştigal edenlere Bediüzzama’ın şu ifadeleri önem arz etmektedir: “...Sen (ey insan!) kendine bak: Zahirî ve bâtınî hasselerin ve onların levazımatı gibi elin yetişmediği ne kadar eşyaya muhtaçsın. Bütün zîhayatları kendine kıyas et. İşte bütün onlar, birer birer, vücud-u Vâcib'e şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi, o hal ve bu keyfiyet, perde-i gayb arkasında bir Vâcib-ül Vücud'u, bir Vâhid-i Ehad'i, hem gayet Kerim, Rahîm, Mürebbi, Müdebbir ünvanları içinde akla gösterir. Şimdi ey münkir-i cahil ve ey fâsık-ı gafil! Bu faaliyet-i hakîmaneyi, basîraneyi, rahîmaneyi ne ile izah edebilirsin? Sağır tabiatla mı, kör kuvvetle mi, sersem tesadüfle mi, âciz camid esbabla mı izah edebilirsin?...” (Sözler, 655) 14 Kızgınlık anında yapılan yemin geçerli mi? Rivayete göre, Eşariler Hz. Peygamberden bir binit istediler. Resulullah “Vallahi sizi bir binite bindirmem, yanımda sizi bindireceğim bir binit yoktur.” dedi. Ancak daha sonra Hz. Peygambere ganimet malı bazı develer getirildi. Bunun üzerine “Nerede Eşariler?” diye sordu. Biz yanına vardığımızda humustan (bize develerin) verilmesini emretti. Biz "ey Allah’ın resulü! Biz daha önce bize binit vermenizi istemiş, siz yemin ederek bize vermeyeceğinizi söylemiştiniz; yoksa bunu unuttunuz mu?" dedik. O "Şimdi sizi (deveye) ben bindirmedim; Allah sizi bindirdi. Şüphesiz ben -Allah’ın izniyle- bir şeye yemin etsem ve ondan daha hayırlısını görsem, mutlaka o daha hayırlı olan işi yapar ve yeminin kefaretini veririm” dedi. (Buhari, el-Humus, 15; Müslim, h.no: 4354) - Hadisin (Buhari ve Müslim’in) bu rivayetinde Resulullah’ın “kızgın olduğuna” dair bir kayıt yoktur. Ancak yine Buhari ve Müslim’in bir rivayetinde Eşarilerin resulullaha onun “kızgın olduğu bir zamanda” gittikleri şeklindedir. - Bizim görebildiğimiz kadarıyla bu hadis rivayetinde -kızgınlık durumu ister olsun ister olmasın- “yemin-i lağv” ile ilgili bir şey söz konusu değildir. Çünkü yemin-i lağv: Yanlışlıkla veya doğru zannıyla yalan yere yapılan yemindir. Örneğin: bir kimsenin borcunu ödemediği halde ödediğini zannederek “Vallahi ödedim” diye yemin etmesi bir “yemin-i lağv”dır ve bundan dolayı kefaret gerekmez. Keza, ağızdan yemin kastedilmeksizin yanlışlıkla irade dışı çıkan yemin de bu türden bir yemin olup kefareti yoktur. - Hadisin şerhlerinde de kızgınlık sebebiyle bu yeminin yemin-i lğv kısmından olduğuna dair bir bilgiye rastlayamadık. (bk.Nevevi, el-Minhac, İbn Hacer, Fethu’l-Bari, ilgili hadisin şerhi) - Müslim’de Efendimizin kızgınlıktan dolayı ettiği yemine kefaret vermediğine dair bir bilgiye rastlayamadık. Buna mukabil, “kim bir iş konusunda yemin eder de sonra ondan daha hayırlısını görürse yeminini bozsun, o hayırlı işi yapsın ve yemin kefaretini ödesin” manasına gelen -başta Buhari ve Müslim olmak üzere birçok sahih hadis rivayeti vardır. - İslam fıkıh kaynaklarında “kızgınlık” unsurunun yer aldığı bir yeminin yemin-i lağv olduğu ve bunun da kefaretinin olmadığına dair bir bilgiye rastlayamadık. 15 Cürcani, Razi, Gazzali tarikat ehli midir? - Seyyid Şerif Cürcani, Semerkant’ta tanıştığı Hâce Alâeddin Attâr vasıtasıyla tasavvufa karşı ilgi duyarak Nakşibendiyye tarikatına girmiştir. Farsça olarak yazılan Risâle-i Şevkıyye eseri sûfîlerin uyması gereken esasları ihtiva eder.(DİA, CÜRCÂNÎ, Seyyid Şerîf, VIII, 134136) - Râzî’nin tasavvufa ilgi duyduğu, bunda çoğunlukla Eş’arî âlimlerinin tasavvufa meyletmiş olmalarının yanı sıra babasının da aynı yolu seçmesinin ve büyük çapta faydalandığı Gazzâlî’nin önemli tesiri olduğu belirtilmektedir. Tefsirinde yer yer işârî te’viller yapması, Kur’an’da söz ve yazıyla ifade edilmesi mümkün olmayan sırların, tevhidin en yüksek mertebesinde bulunduklarını söylediği ehl-i keşf tarafından bilinebileceğini belirtmesi (Mefâtîĥul-ġayb, I, 6, 220; Acâ'ibü’l-Ķur'ân, s. 99) onun tasavvufî temayülünün işaretleri olarak görülmüştür. Ünlü sûfî İbnü’l-Arabî’nin Râzî’yi tasavvuf yoluna girmeye davet eden mektuplar yazdığı da bilinmektedir. Taşköprizâde, kaynağı meçhul bir rivayet naklederek onun Necmeddîn-i Kübrâ’ya intisap edip müşâhede ehli arasına giren bir sûfî olduğunu söylemiştir (Miftâĥu’s-sa'âde, II, 117, 122-127). Çağdaş yazarlardan Muhsin Abdülhamîd de Râzî’nin evrâdü ezkâra devam eden bir sûfî olduğunu savunmasına karşılık Süleyman Uludağ onun bir sûfî olarak kabul edilemeyeceğini ileri sürer (Fahrettin Râzî, s. 105-106). Râzî’nin bir tarikata intisap ettiğine dair yeterli bilgiler yoksa da eserlerinde insanda kutsiyet gücünün bulunduğunu ve sadece keşf ehlinin bilebileceği ilâhî sırların mevcudiyetine ilişkin görüşleri savunduğunu dikkate alarak onun sofiliği benimseyen, en azından tasavvufî düşünce ve hayata değer veren bir düşünür olduğu söylenebilir.(DİA, Fahreddin er-RÂZİ, XII, 89-95) - Gazzâlî’nin tasavvufî kişiliğinin oluşma döneminin başlangıcını tesbit bakımından önemli bir nokta da onun Nîşâbur’daki öğrenimi sırasında, Kuşeyrî’nin öğrencilerinden olup Tûs ve Nîşâbur sûfîlerinin meşhurlarından biri haline gelen Ebû Ali el-Fârmedî’den öğrenim görmesidir. Bu sebeple Gazzâlî’yi tasavvufî pratiklere yönelten kişinin Fârmedî olduğu söylenir (a.g.e., IV, 109). Kendisinin de, “Şeyh Ebû Ali el-Fârmedî’den duydum” demesi (elMaķśadü’l-esnâ, s. 120) bu zatla görüşüp ondan faydalandığını göstermektedir. Bununla birlikte onun bu dönemde tasavvufa duyduğu ilgi Fârmedî ile görüşmeleriyle sınırlı kalmış, Fârmedî’nin 477’de (1084) vefatı üzerine Gazzâlî kelâm ve felsefe gibi alanlarla meşgul olmayı sürdürmüştür. Gazzâlî’nin yaşadığı çağ yoğun tasavvufî faaliyetlerin görüldüğü bir dönemdir. Onun tasavvufa yöneliş sebebi kadar zamanı da önemlidir. Elli yaşlarında iken yazdığı elMünķıź mine’đ-đalâl’de önce kelâm, ardından felsefe ve Ta’lîmiyye yoluyla gerçeğe ulaşmayı denediğini, ancak gayesine erişemediğini, daha sonra tasavvufa yöneldiğini ve aradığı gerçeği burada bulduğunu açıkça ifade eder. Bu eserde, tasavvufa yöneldikten ve fiilen sûfîyâne bir hayat yaşamaya başladıktan sonra inzivaya çekilerek on yılı aşkın bir süre kalp tasfiyesiyle meşgul olduğunu söyler. Bu husus dikkate alınarak Gazzâlî’nin kırk yaşlarında tasavvufa yöneldiği ve hayatının sonuna kadar, aradığı gerçeği burada bulduğuna inanarak yaşadığı söylenebilir. Bununla beraber onun tasavvufu tanıması ve ona ilgi duyması küçük yaşlarda başlamıştır. bdülkerîm el-Kuşeyrî’nin öğrencisi ve Ebü’l-Kâsım el-Cürcânî’nin müridi Ebû Ali el-Fârmedî (ö. 477/1084) bazı kaynaklarda Gazzâlî’nin şeyhi olarak kabul edildiğine göre (Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 404) Gazzâlî’nin daha yirmi yedi yaşına gelmeden tasavvufî hayata yakın bir ilgi duyduğu anlaşılmaktadır. Fârmedî’nin sohbetlerinde bulunduğunu bizzat Gazzâlî de belirtmektedir. bdülkerîm el-Kuşeyrî’nin öğrencisi ve Ebü’l-Kâsım el-Cürcânî’nin müridi Ebû Ali el-Fârmedî (ö. 477/1084) bazı kaynaklarda Gazzâlî’nin şeyhi olarak kabul edildiğine göre (Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 404) Gazzâlî’nin daha yirmi yedi yaşına gelmeden tasavvufî hayata yakın bir ilgi duyduğu anlaşılmaktadır. Fârmedî’nin sohbetlerinde bulunduğunu bizzat Gazzâlî de belirtmektedir. 16 İĥyâ'; özellikle Kuzey Afrika’daki Şâzeliyye, Yemen’deki Ayderûsiyye tarikatları mensupları üzerinde son derece etkili olmuştur. Gazzâlî Abdülkâdir-i Geylânî’ye de tesir etmiştir. Bâyezîdi Bistâmî’nin hal, Gazzâlî’nin ilim, Abdülkâdir-i Geylânî’nin makam konusunda kutub olduğu kabul edilir. Sonraki dönemlerde Gazzâlî’ye nisbet edilen, Cüneydiyye veya Sehliyye’nin bir kolu sayılan Gazzâliyye tarikatı kurulmuşsa da (Harîrîzâde, Tibyân, III, 3a-12a) etkili olmamıştır.(DİA, Gazzali, XIII, 515-518) İçki yapılan yere üzüm satmak caiz midir? İslam'da prensip olarak yenilmesi, içilmesi veya kullanılması caiz olan bir şeyi üretmek ve satmak da caizdir. Üzüm üretimi ve satışı dini bakımdan meşrudur. Ancak aslen helal olan bir şeyi (üzüm); harama dönüştüreceği, ya da kötüye kullanacağı bilinen kimseye (örn. içki fabrikası) hammadde satışı konusunda İslam alimleri iki görüş ortaya koymuşlardır. Konu, ilgili kaynaklarda genel olarak üzüm ve şıra örneğinde ele alınmıştır. Ebu Hanife’ye göre üzüm veya şıranın, bunları şarap yapacağı bilinen bir kimeyse satılmasında bir sakınca yoktur. Çünkü üzüm ve üzüm suyu temiz ve helal olup bunların satılması ve parasının kullanılması caizdir. Burada satıcı kötü bir kasıt taşımamaktadır. O, sadece malını satıp ücretini elde etmek istemektedir. Alıcının maksadı ise kötüdür; aldığı üzüm ve şıradan şarap yapmak istemektedir (Zeylai, Tebyinü’l-hakaık, VI, 28; Fetava-yı Hindiye, III, 110). Kur’an’da da ifadesini bulduğu gibi “Hiçbir günahkar da diğerinin günahını çekecek değildir” (Zümer, 39/7). Nitekim, üzüm asmasını, elde edeceği üzümden şarap yapacak olan kimseye; yine bir araziyi, şaraplık üzüm asması dikecek olan kimseye satmak caizdir. Ebu Hanife’nin kıyasa/genel hukuk mantığına dayalı görüşü böyle olmakla birlikte, onun iki talebesi İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed “istihsan” yolu ile yani şekle uygun gibi görünen kıyası terk etmeyi gerektiren daha önemli bir içerik ve sebep dolayısıyla bu tür satışları mekruh görmüşlerdir. Çünkü üzümü ya da şırayı, onu şaraba çevirecek birine satmak bir günaha destek ve imkan sağlamak anlamına gelir. Şu halde üzümün şarap imalatçısına satılması şarap üretim ve tüketiminin artmasına sebep olacak, satılmaması ise bunu önleyecektir (Serahsi, el-Mebsut, XXIV, 49). Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerine göre üzüm veya şıranın, bunlardan şarap üreteceği bilinen bir kimeyse satılması haramdır. Çünkü bu tür bir satış; şarap gibi Allah’ın imal ve kullanımını yasakladığı bir şeyin yapılmasına yardım ve destek anlamı taşımaktadır. Oysa Cenab-ı Hak “İyilik ve takva üzere yardımlaşın. Günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayın” (Maide, 5/2) buyurmuştur (Şirbini, Muğni’l-muhtac, II, 37, 38; İbn Rüşd elCed, el-Beyan ve’t-tahsil, IX, 394-395; İbn Kudame, el-Muğni mea’ş-şerhi’l-kebir, IV, 306). Ayrıca Peygamber (s.a.v) de içkiyle alakalı on kişiyi lanetlemiştir: "Sıkan, kendisi için sıkılan, içen, taşıyan, kendisi için taşınan, içiren, satan, parasını yiyen, satın alan ve kendisi için satın alınan..." (Tirmizi, Büyu', 59; İbn Mace, Eşribe, 6). Görüldüğü gibi İslam alimleri farklı bakış açılarından hareketle konu hakkında, birbirine zıt iki farklı görüş ortaya koymuşlardır. Bu durum, söz konu satışın helal olup olmadığı konusunda en azından bir şüphenin var olduğunu ortaya koymaktadır. Şüpheli şeylerden kaçınmak ihtiyata uygun olur. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene bak! “ (Tirmizi, Kıyamet, 60). “Helal olan şeyler belli, haram olan şeyler de bellidir. Bu ikisinin arasında, halkın birçoğunun helal mi, haram mı olduğunu bilmediği şüpheli şeyler vardır. Bunlardan sakınanlar, dinini ve ırzını korumuş olur. Sakınmayanlar ise zamanla harama düşerler...” (Buhari, İman, 39; Müslim, Müsakat, 107) buyurmuştur. Bununla birlikte üreticinin üzümü sattığı kimsenin, bunu içki üreticisine satması halinde sorumluluk üreticiye değil, bu konuda aracılık yapana ait olur (Zeylai, Tebyinü’l-hakaik, VI, 28). Yukarıdaki bilgiler ışığında denilebilir ki, üzüm üreticilerinin alternatif pazarlar aramaları ve ürünlerini bu pazarlarda değerlendirmeleri ihtiyat açısından daha uygun olur. Ancak böyle bir pazar imkanı bulunamayıp üzümlerin elde kalıp çürümesi söz konusu ise Ebu Hanife’nin fetvasıyla amel edilmesi mümkündür. 17