11 No: 22 (943) Haziran No:637 (755)2013 17 Eylül 2009 YAZARLAR İHSAN DAĞI i.dagi@zaman.com.tr Erdoğan’ı seviyorsanız ona gerçekleri söyleyin Tabii ki mesele sadece Gezi Parkı meselesi değil. Park meselesinin tetiklediği, fakat özünde gittikçe otoriterleşen ve toplumsal mühendislik projeleriyle herkesi kendine benzetmeye girişen bir iktidara yönelik tepki var. Tepkiyi büyüten, demokratikleşme beklerken iktidarın ‘kimlik inşası’na yönelmesi. Aslında Türkiye, son dönemde önemli bir normalleşme süreci yaşıyordu. On yıl öncesinin kısır tartışmaları büyük ölçüde tükenmiş, laiklik-dindarlık gibi yıkıcı bir tartışma bile geride kalmıştı. Başörtüsü sorunu pratik düzeyde bitmiş, toplumsal gerginliğin ve çatışmanın sembol konusu olmaktan çıkmıştı. Sonuçta, dindar ile laik yaşam biçimlerinin bir arada çatışmadan yaşayabildiği bir döneme ulaşmıştık. Başörtüsü de dindarlık da, hatta Alevilik ve laiklik de normalleşmeye, öteki tarafça doğal görülmeye başlanmıştı. Dahası, ‘Kürt sorunu’ndan Kürt barışına doğru yol almaya başlamıştık. Böyle bir zeminde yeni anayasa yerine otoriter tınılar taşıyan başkanlık önerisi, çoğulculuk yerine çoğunluğun kimliğini, yaşam biçimini ve ahlak anlayışını devlet gücüyle azınlığa dayatan bir yeni ‘toplum mühendisliği’ çıktı karşımıza. Böyle bir ortamda Gezi Parkı tepkisini marjinal grupların ideolojik dogmatizmi veya kökü dışarıda komplolar olarak nitelemek çok yetersiz kalır. Başbakan, muhalif görüş belirten veya hükümeti protesto eden herkesi ‘marjinal’ olmakla itham ederken, asıl kendisinin ar- Türk baharı?! Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların kaldırılarak yerine tarihi Topçu Kışlası görünümlü bina yapılmasına karşı barışçıl bir eylemin, Türkiye’yi Tahrir benzeri görüntülerle dünya gündeminin ilk sırasına taşıyacak sosyal bir patlamanın kıvılcımı olacağını kim tahmin edebilirdi. İstanbul’un her köşesinde bir kısmı tartışmalı pek çok devasa inşaat projesi yapılırken, küçük bir parkın bunca kıyamete yol açması, sebep ile netice arasındaki uyumsuzluk oranında herkes bu sosyal patlamanın nedenini anlamaya çalışıyor. Adet olduğu üzere ilk akla gelen, komplolar. Sondan geriye doğru bakıp, bir sürü komplo teorisi üretmek kolay. Sağlam deliller varsa yüreğimizi ağzımıza getiren olayların ardındaki komployu bulmak da mümkün. Ancak istihbarat servislerinin böyle bilgisi veya öngörüsü olsaydı, her halde yetkilileri uyarıp olayların bu kadar tırmanmasını engellemiş olurlardı. Aksini, yani böyle bir bilgi olmasına rağmen ilgililerle paylaşılmama ihtimalini düşünmek bile korkunç. Fas’a hareketinden önce Başbakan Erdoğan, olayın ardındaki bağlantıların araştırıldığını söyledi ama bir şey çıkıp çıkmayacağı şimdilik meçhul. Hadisenin arkasında böyle bir faktör varsa devlet mutlaka deşifre etmeli. İşin istihbari ve polisiye kısmı kenara bırakılırsa, parlak ekonomik görünümümüz tık ne kadar ‘merkez’i temsil ettiğini sorgulamalıdır. Söylem ve siyasetiyle Erdoğan ‘merkez’den uzaklaşmaya başlamıştır. Muhaliflere karşı ‘onun yüz bin topladığı yerde ben 1 milyon insan toplarım’ veya ‘biz yüzde elliyi evlerinde zorla tutuyoruz’ sözleri bir ‘merkez partisi’ liderinin söyleyeceği sözler değildir. Ne parti ne de lideri 2002 ve özellikle de 2007 sonrası inşa ettiği ‘merkez’ kimliği muhafaza ediyor. 27 Nisan günlerinde Menderes, Özal ve Erdoğan’ı aynı paranteze alıp ‘demokrasinin yıldızları’ ilan eden görüntünün bugün maalesef bir karşılığı yok. Ne Menderes’in ne de Özal’ın ‘toplum mühendisliği’ projeleri vardı. Onların dertleri biraz kalkınma, biraz demokrasiydi. Kafalarında devlet eliyle ‘ideal toplum’ kurma diye bir davaları yoktu. AK Parti bu yönüyle Menderes ve Özal çizgisinden hızla uzaklaşıp devlet kaynakları ve otoritesiyle siyaseten üzerine yaslanacağı kendi ‘ideal toplum’unu inşa etme gayretinde olan ideolojik bir parti kimliğine büründü. Ancak AK Parti tabanının en az üçte biri merkez sağın hizmet ve serbestiyet çizgisinden ‘kimlik ve toplum mühendisliği’ pozisyonuna savrulan AK Parti’de durmakta zorlanacaktır. Zorlanacaktır, çünkü Erdoğan bugün ne Menderes’e ne de Özal’a benziyor. Toplum partiye benzemez, partide oluşan havayı siz tüm topluma yaymaya, partililerden gördüğünüz itaati tüm toplumdan beklemeye başlarsanız yanılırsınız. Olmaz... Toplum öyle yukarıdan aşağıya ‘disiplinize’ edilecek bir şey değildir. Dün de değildi; zaten AK Parti’nin varlık nedeni de toplumu disiplin altında, tek bir görüşün egemenliği, birkaç kurumun vesayeti altında tutma girişimine gösterilen tepkiydi. Şimdi tüm toplumu, medyayı, iş çevrelerini parti disiplini altına almaya çalışmak doğru mu? Bırakın doğru olmayı, bu mümkün mü? Ancak kapalı toplumlarda olacak durumlar söz konusu. Ankara’da hükümetle bir şekilde işi olan insanların neredeyse tamamının bir ‘resmî’ bir de ‘özel görüşü’ var. Hasbıhal ederken otoriterleşme eğiliminden, tek adam siyasetinden, dış politikanın yönetiminden şikâyet edenler televizyona çıktığında, gazeteye yazdığında, konferanslarda konuştuğunda ‘resmî görüşleri’ni anlatıyorlar. İnsanları ikiyüzlü olmaya zorlayan bir hava, hegemonik bir iktidar var. Düşüncelerini inandıkları gibi ifade edemeyenlerden oluşan bir ‘çevre’nin kimseye hayrı olmaz, başta da iktidara... Erdoğan’ı seviyorsanız gerçekleri söyleyin ona. ve çözüm sürecinin iyimser atmosferinin aksine sosyolojik ve siyasi açıdan bir şeylerin ters gittiği; bu çapta bir patlama olmasa bile bir enerji birikmesinin olduğu açıktı. Kutuplaşmanın ziyadesiyle arttığı, tek yanlı düzenlemelerin insanları hırçınlaştırdığı, muhalefetin etkisizliği, ana akım medyanın muhalefete gittikçe daha kapalı hale gelmesi, Çamlıca camiinden Suriye/kürtaj/içki/ayrana her alanda çatışmacı yaklaşımın adeta milli gelenek haline geldiğini aşikardı. Dışarıdan biri gelip siyasi liderlerin Meclis grup konuşmalarını dinlese gidişatın hayra alamet olmadığını görürdü. Nitekim geçen cuma günü, “AK Parti’nin 10 yılı”nı irdeleyen bir konferansta, partinin siyasi teorisyeni Yalçın Akdoğan’ın bardağın dolu tarafını çok güzel ortaya koyan konuşmasından hareketle kaleme aldığım son yazının sonuna koyduğum soru işaretleri, bugün Türkiye ve dünyada bir numaralı tartışılma konusu oldu. AK Parti’nin İslamcı veya kimlik partisi olmadığını söyleyen Akdoğan, partisinin “Türkiye’de demokrasi isteyen tüm kesimleri içeren toplumsal koalisyonun lokomotifi” olduğunu vurgulamıştı. Ben de bunun birkaç yıl öncesi için geçerli olduğunu ancak dün bu partiye destek veren birçokları dahil şimdi birçok insanın şu 2 soruya cevap aradığını yazmıştım: “Eski vesayet geriledi ama AK Parti’nin yerine önerdiği sistem ne kadar demokratik? Anayasa referandumunda partiye %58’lik başarı getiren, farklı ke- Öfke yönetimi Pazar akşamı, Taksim’de Habertürk’ün önündeki kalabalığın yanından geçerken yıllar öncesini, ta 70’li yılları hatırladım. Gençliğimiz bu türden eylemler içinde geçtiği için, kitlelerin psikolojisini biliyorum. Biraz cesur, biraz da kendinden emin biri o kalabalığı istediği yere sürükleyebilirdi. “Hükümet istifa” ve “katil iktidar” sloganlarının yanında, Habertürk’ün camlarına atılan taşlarla sınırlı bir şiddet bile ürkütücüydü. Girişte, elinde motosiklet kaskı uzunca boylu biri, özel güvenliğin şefiyle pazarlık yapıyordu. Kapının içinde mücrim gibi bekleyen üç-beş silahsız özel güvenlik görevlisini gösterip “Bunları hemen çekmenizi istiyoruz.” diyordu. Çok acemice ve çok çocuksu bir yönetimdi. Kitle eylemlerinde öfke, asıl sevk ve idare eden güçtür. Birdenbire sizinle aynı öfkeyi paylaşan insanlardan meydana gelen koskoca bir bütünün parçası haline gelirsiniz. Birey olarak kişiliğinizi o kitlenin içinde eritip, o kitle kadar güçlü ve yıkıcı olursunuz. Yalnız, kimsesiz, çaresiz insanlar için mükemmele ulaşma halidir bu. Sizi yok sayan, ezen, kızdıran, istediklerinizden mahrum bırakan her ne ise onu yıkıp, yok etme fırsatı elinize geçmiştir. Sonrası, müthiş bir terapi, rahatlama ve kendini gerçekleştirme duygusu. Ödediğiniz tek bedel frenleri koyverip o kitleyi saran öfkenin kucağına kendinizi bırakmak ve sizi yönetmesine izin vermektir. Öfke kitleleri yönetir ama sonucu pek kolay kestirilemez. Başbakan’ın öfkesi ise hesap edilmiş bir sonuca odaklı. Başbakan, öfkeyi sadece bir “hitabet sanatı” için değil, aynı zamanda “siyaset sanatı” olarak da kullanıyor. Öfkeli kitleleri, öfke ile durdurmaya kalkıyor. Yalnız bu öfke, kitlelerinki gibi doğal, anlık ve provokasyonlara açık değil; kontrollü, dengeli ve hesaplı. Kitlelerin öfkesinin sebepleri, Başbakan’ınkinin ise sonucu önemli. Masum insanî talepler orantısız şiddetle karşılandı ve öfkesi yüksek tepkiler doğurdu. Bardak doldu, taştı ve devrildi. 11 yıllık AK Parti iktidarına karşı, biriken ve partilerde temsil edilemeyen muhalefet keskin bir şekilde kendini ifade etti. Sonra, profesyoneller yani marjinaller devreye girerek bu öfkeden hisselerine düşeni kapmaya giriştiler. Sonuç belli: Şiddet büyüdükçe toplumsal destek azalacak, ortada sadece marjinaller kalacak ve isyan ateşi söne- simleri kapsayan demokratik anlayış sürüyor mu?” Tam da bu yazının çıktığı gün, İstanbul adeta savaş alanına döndü. BBC, El Cezire gibi dünya kanallarında Türkiye, “halkın otoriter yönetime isyanı” ya da ‘Türk baharı’ gibi başlıklarla birinci haber oldu. Ankara, İzmir ve başka şehirlere yayılan olaylar öyle büyüdü ki ABD ve AB’den açıklamalar geldi. Savaş içindeki Suriye bile Türkiye’ye gidilmemesi çağrısı yaptı. Gezi Parkı Gezi Parkı hassasiyetine sadece sol ve marjinal gruplar değil; Sibel Eraslan, Cihan Aktaş, Etyen Mahçupyan, Cemal Uşşak, Ahmet T. Alkan gibi, bir kısmı Erdoğan’ın akiller heyetine seçtiği demokrat dindar isimler de destek vermesine rağmen Topçu Kışlası’nda ısrar eden Başbakan’a bunu anlatmak mümkün olamadı. Çoğunluğunu her kesimden vatandaşların oluşturduğu çevreci eylem, eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın dediği gibi bir kuru pastayla tatlıya bağlanabilecek iken çığa dönüştü. Mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına rağmen eylemcileri Taksim ve Gezi Parkı’na sokmama konusundaki gereksiz ısrar cumayı cumartesiye bağlayan geceyi kabusa çevirdi. Kaygılara biraz kulak verilerek kolaylıkla çözülecek bir sorun, siyasi inatlaşma, yasadışı grupların eyleme şiddet bulaştırması ve polisin aşırı gazlı tepkisi yüzünden ayaklanmaya dönüşümce Cumhurbaşkanı Gül, sağduyulu mesajlarıyla hem göstericileri hem Hükümeti uyarmak zorunda kaldı. Bazı yabancı med- MÜMTAZ’ER TÜRKÖNE m.turkone@zaman.com.tr cek. Peki kontrollü güç yönetimi? Yani Başbakan’ın krizi tırmandırarak çözme stratejisi nereye varacak? Türkiye’yi saran Gezi Parkı İsyanı’nın varacağı yeri kestirebilmek için bu hesaba eğilmek lazım. Başbakan geri adım attı mı? Evet attı. Söylenen sözlere değil, yapılanlara bakın. Taksim Gezi Parkı’ndan polisin çekilmesi bir geri adımdı. Sözleri ise bir öfke yönetiminden ibaret. “Başbakan anlamadı” diyenlerin, daha öteye geçip bu siyaset tarzını anlaması lazım. Başbakan anlık duygusal tepkiler vermiyor, ince ayar bir mesajlar kümesini önümüze koyuyor. “Boyun eğmem, geri adım atmam” diyor, protestoların gerekçesinde ısrar ediyor. Topçu Kışlası’nı Gezi Parkı’na inşa etmek, AK Parti için çok mu önemli? Elbette değil; ama dediğini yapmak ve üzerine gitmek Başbakan için bir güç gösterisi. Krizi tırmandırıyor. “Çapulcular” ve “alkolikler” hitabıyla, protestocularla kendisini kutuplaştırıyor. Niçin? Kendi kitlesel desteğini harekete geçirmek için. Mesajların arasına, Taksim’deki kilisenin önünü kapatan dükkânları kaldırmak gibi zarif bir ayar ekleyerek, dünyaya ince bir mesaj veriyor. Bu hesap doğru okunmalı. Başbakan toplumu kutuplaştırıyor. Suadiye örneği ile “Yıllar boyu bu ülkede ezilenler bizim gibiler oldu” diyerek “biz ve siz” dikotomisi oluşturuyor. Sessiz çoğunluğu devreye sokuyor ve protestocuların karşısına yerleştiriyor ve dengeyi kuruyor. “Başbakan, sadece kendisine oy verenlerin değil bu ülkenin tamamının başbakanı değil mi?” diye itiraz etme hakkınız elbette var. Başbakan öfkeyi, inatlaşmayı ve kutuplaştırmayı bir siyaset tekniği olarak kullanıyor. Doğru mu? Yanlış. Başarılı mı? Evet. ABDULHAMİT BİLİCİ a.bilici@zaman.com.tr yanın iddiasının aksine bu olay ‘Türk baharı’ değil. Çünkü Türkiye’nin Ortadoğu halkları tarafından ‘örnek’ olarak görülmesini sağlayan ‘bahar’ı 30 yıl önce Rahmetli Özal’ın reformlarıyla başladı. Aslında Ak Parti de bu sürecin bir sonucu. Tahrir öncesi Mısır ile Türkiye’yi; Erdoğan ile Mübarek, Bin Ali veya Esed’i karşılaştırmak akla ziyan. Taksim’de yaşanan, son dönemde Londra, New York, Londra’da görülen isyanlara daha çok benziyor. Amaç rejimi yıkmak değil, son dönemde artan tek yanlı uygulamalar ve otoriter/kavgacı eğilimlerle arızalanan demokrasinin kalitesini artırmak.