GENİŞ AÇI “fMRI - Ütünün tarihçesi Havayı soğutmak Op Dr. Hilmi OR Yazılarımızda sık sık beyin ve onun işlevleri üzerine yazıyoruz. Naçizane bir beynimiz var. Beynin kapasitesi yaşamda yaptıklarımızı, yapabileceklerimizi (bireysel kapasitemizi) ve yapıp yapmamamızı belirliyor. Peki, bu kadar işlevi üstlenen beyin ne kadarlık bir bellek ile çalışıyor. Psikolojik ve sosyal anlamda ölçülen bir çok sistem var. Ama artık dijital çağdayız. Bilgisayar ile karşılaştırınca acaba beynin “sabit disk” depolama kapasitesi ne kadar? Bir araştırmaya göre insan beyninin depolama kapasitesi yaklaşık olarak 256 exabyte imiş. (1 exabayte=1 milyar GB (gigabyte)). (Bu arada “yaklaşık” deyip 256 rakamını vermek, matematiksel olarak veya anlamsal “doğru değil” denebilir! Ama… 56 Bilgisayar teknolojisinde bellek tanımlamalarında 256-512-1024 byte şeklinde bir sıralama olduğu için “yaklaşık 256” anlamlı!) Bu kapasite 1,2 milyar adet ortalama bilgisayar sabit diski kadar… Ya da 15 şehir kütüphanesi dolusu kitabın depolama kapasitesi kadar… Güzel… Peki, beynimin bu kadar iyi bir depolama kapasitesi varken, dün öğlen ne yediğimi anımsamakta neden zorlanıyorum? ☺ Bu konuda beyni anlamak için kullanılabilecek en iyi alet fMRI olmalı… fMRI (İşlevsel MR) ve yeni bulgular… İşlevsel MR olan fMRI klinisyenlerden çok, araştırmacıların kullandığı bir alet… fMRI beynin bir işlem sırasında neresinde ne kadar kan akımı olduğunu ölçüyor. Diğer bir deyişle, beynin hangi kısmının o işlev sırasında çalıştığını ve beynin hangi kısmının o işlevden sorumlu olduğunu belirliyor. Ölçüm sistemleri ve algoritmaları gittikçe hassaslaşıyor; her yeni gün daha sofistike, daha hassas ölçümler yapılabiliyor. Nörobilimciler bu bulguları değerlendiriyor ve çeşitli sonuçlara varıyorlar. Ben son 7 senedir görsel algılama ile özellikle ilgilendiğimden, Actual Medicine fMRI ile ölçülebilen ve saptanabilen görsel algı ve beyindeki fMRI bulguları beni çok etkilemişti. Ancak fMRI’nın fizyolojik ve klinik kullanımı çok farklı boyutlara ulaşmak üzere… İsterseniz gelin bir inceleyelim… En yeni fMRI destekli çalışmalardan biri Japonya’da yapılmış. Science dergisinin Mayıs 2013 sayısında yayınlanmış olan Horikawa ve arkadaşlarının çalışması… Uykuda görülen imajların ne olduğunu ve beynin hangi kısmında olduğunu anlamak için, 3 denek üzerinde uykuda (öğleden sonra yatılan kısa uykuda) fMRI çekiliyor. Denekler RAM fazında iken uyandırılıyor ve en son hangi görüntüyü anımsadığı soruluyor. Sonuçlar; araştırmacıların yarıHaziran 2013 GENİŞ AÇI fMRI beynin bir işlem sırasında neresinde ne kadar kan akı mı olduğunu ölçüyor. Diğer bir deyişle, beynin hangi kıs mının o işlev sırasında çalıştığını ve beynin hangi kısmının o işlevden sorumlu olduğunu belirliyor. Ölçüm sistemleri ve algoritmaları gittikçe hassaslaşıyor; her yeni gün daha sofistike, daha hassas ölçümler yapılabiliyor. Nörobilim ciler bu bulguları değerlendiriyor ve çeşitli sonuçlara varıyorlar. dan fazla olguda deneğin ne gördüğünü anlayacak seviyeye geldiğini gösteriyor. Artık rüyalarımız bile gizli kalamayacak galiba… Eskiden komplo teorisi veya kurgubilim gibi görünen olaylar, yakında gerçek olacak… Hepimize kolay gelsin. PubMed’de sadaece “fMRI” ve “brain” (beyin) kelimelerini beraber taradığınızda 132.552 makaleye ulaşabiliyorsunuz. Diğer alt başlıkları da incelediğiniz zaman belki de 1.000.000’un üzerinde fMRI ile yapılmış araştırmaya ulaşmak olası bugün… Peki, bu konuda ufuklar nerede? Bir bakalım: PubMed’de en güncel çalışmalar incelendiğinde, eskiden daha çok psikolog ve biyologların çalışma yaptığı bir alet olan fMRI’nın artık klinisyenler tarafından da kullanıldığını, özellikle de psikiyatrik (şizofreni v.b.) veya psikosomatik olduğu düşünülen hastalıklarda fMRI ile araştırmalar yapıldığını görüyoruz. Yakın bir gelecekte psikolojik ve psikiyatrik olguların olası somatik nedenlere bağlı olduğunun saptanması bizleri şaşırtmamalı… Haziran 2013 Ancak fMRI ile sadece klinik değil, temel tıp konularına da eğiliniyor: fMRI konusunda yapılan bazı temel fizyolojik çalışmaların gelecekte çok önemli sonuçları olabilir. Radiologe dergisi 2013 Temmuz sayısında yayınlanmış bir çalışma kompleks bir işlev olan konuşmayı fMRI ile incelemiş. Fizyolojiden patolojiye gidersek: Konuşma bozukluklarını anlamak, tanısını koymak ve gerektiğinde nörolojik olarak tedavi etmek, yapılacak fMRI çalışmaları ile yakında mümkün olabilir. Bugün tıbbın hangi branşın içinde ve nasıl sınıflaması gerektiğini pek de bilmediği ağrı, fMRI çalışmaları için güncel ve özel konulardan biri olmuş: British Journal of Anaesthesiology 2013 Temmuz sayısında ise “Ağrı görüntülenmesi ile, hastalardaki ağrı mekanizmasının anlaşılması” araştırılmış. Hemen her tıp branşında görülebildiği için, interdisipliner bir algı olan ağrı, belki de daha kolay anlaşılabilecek. Pediatric Radiology 2013 Haziran sayısında ise -yaşları gereği büyükler kadar iyi ifade edilemeyen- çocuklardaki ağrı algısı fMRI ile incelenmiş. Başlıkta “Yes, we (s)can.” denmiş. Yani “Evet, yapabiliriz/(ağrıyı) tarayabiliriz.” Gelecekte günümüzden çok farklı bir tıp gözüküyor… Çok daha hedefe yönelik, bazı açılardan daha başarılı… Ama hastaların (bireylerin) tüm bireysel kalması uygun olan özelliklerinin ortaya çıktığı bir dönem… Hepimize kolay gelsin. Bunun yanında fMRI bazı metabolik hastalıkların psikolojik algılamalarda değişikliğe neden olup olmadığı da inceleniyor: Actual Medicine Frontiers of Human Neuroscience dergisinin 2013 Mayıs sayısında ise, kan şekeri yüksek olguların, duygusal tepki vermekte zorlandıkları gösterilmiştir. Birçok hastalığın veya semptomun nedenlerini bulmaya fMRI ile bir adım yaklaşıyoruz gibi gözüküyor. fMRI ile çok değişik konular da araştırılıyor. Haker ve arkadaşları Brain Imaging Behaviour dergisinin 2013 Mart sayısında yayınlanan makalelerinde, bulaşıcı (!) esnemenin beyindeki ayna nöronlar ile ilişkisini araştırmışlar. Empati ile birlikte, beyinde ayna nöron aktivitesinde değişiklik bulmuşlar… İşimiz hiç kolay değil… Artık hemen her davranışımızın beyindeki kökenleri bulunmak üzere… Hazır “bulaşıcı” esneme ile ilgilenmişken, sosyal “bulaşıcı” davranışlara bir bakalım: “Bulaşıcı” insan yaklaşımları Esnemenin bulaşıcı olduğu konusunda sanırım hiç kimsenin itirazı olmaz. İçten gülen bir insanın gülmesinin de-gülmenin nedeni bilinmese debulaşıcı olduğu bilinmekte… Bilim dünyası, fizyolojik yaklaşımlar dışındaki “bulaşıcı” insan yaklaşımlarını da inceliyor. Michigan Üniversitesi’nde yapılan yeni bir bilimsel araştırma, cep telefonunu kontrol etme yaklaşımının (çağrı/mesaj gelip gelmediğini veya sosyal paylaşım sitelerine bakma isteğinin) bulaşıcı ol57 GENİŞ AÇI Eski Mısır’da zenginler evlerini soğutmak için pencere boş luklarını kamışla kapatıyor ve daha sonra bu kamışları ısla tıyorlardı. Hava ıslak kamışların arasından geçerken kendi ısısını kaybederek suyu buharlaştırıyordu. Böylece içeriye giren hava hem daha serin oluyordu, hem de çölün orta sında kuru bir havaya sahip olan Mısır’da evin içinde göre ce rutubetli bir ortam sağlıyordu. Eski Mısır’da Nil dışında bir su kaynağı yoktu. Yağış ise çok nadirdi duğunu, hatta en az esneme kadar bulaşıcı olduğunu göstermiş. Düşünüyorum da… Bu yaklaşım benim için de doğru. Bulunduğum herhangi bir ortamda bireyler (akıllı) cep telefonuna bakmaya başlarsa, benim içimde de benzer bir istek uyanıyor. Bu yazıyı okuyanlar içinde kaç kişinin bu duyguya kapılmadığını merak etmiyorum desem yalan olur. ☺ (Hemen cep telefonuma bakıp, bu konuda bir araştırma olup olmadığını kontrol edeyim. ☺) Cep telefonu v.b. modern iletişim araçları, bilinen klasik “ev ihtiyacı olan” beyaz eşyayı en üstte olan tahtından indirdi. Artık beyaz eşyalar çok daha uygun fiyatlı iken, yazılım içeren üst teknolojili cihazlara çok yüksek fiyatlar ödüyoruz. Peki bu durum beyaz eşyaları gereksiz mi kıldı? Ya da beyaz eşyalarda bir değişim oluyor mu? Bu durumu önce ütü örneği ve tarihçesinde inceleyelim… Ütülemek sadece son yüzyılın gereksinimi mi? Normanlar zamanında (gü58 nümüzden yaklaşık 100 sene kadar önce) ilk ütü benzeri bir ihtiyaç doğmuş. Bu savaşçı toplum elbiselerinin hem kırışıklıklarını yok etmek, hem de suya karşı daha dayanıklı olmasını istiyorlardı. Bunun için düz yüzeyli taşları balmumu ile kaplayıp, elbiselerinin üzerinde ince bir katman oluşana kadar gezdirmişlerdir. Daha sonra bu yöntem farklı kumaşlardan oluşturulan elbiselerde yakın geçmişe kadar su itici bir yöntem olarak kullanılmıştır. Ancak bu yöntem ile sıvı geçirgenliği engellenirken, porlar kapatıldığı için, hava veya gaz geçirgenliği de engellenmişi oluyordu. Bugün su itici (ama hava geçirici) sistemler için nanoteknoloji ile üretilen yeni kumaşlar kullanılmaktadır. Böylece kumaşın altına sıvı geçmezken, tende oluşan ve buharlaşan ter dışarıya çıkabilmektedir. Ütü teknolojisine geri dönelim. Normanlar’ın kullanmış olduğu yöntemler Ortaçağ’da daha rafine hale getirilmiştir. Kullanılan gereçler bugün kullanılanlara şekil olarak oldukça yaklaşmıştır. Ütüler özellikle 18. yüzyıldan itibaren demirden yapılmaya başlandı. İçi boş (ısınmış kömür koymak için) demirden yapılma ve tutan el yanmasın diye de ahşap sapı olan ütüler doğdu. Kırışıklıkları açmak için de o dönemden itibaren çeşitli yöntemler ile kumaşa iletilen sıcak su buharı kullanıldı. İngilizce’de ütüye, kullanılan demirden yapılma aygıta atfen “iron” (“demir”) denmiştir. Eski evlerde halen bunlara anı veya antika olarak rastlayabilirsiniz. 1882’de ilk defa elektrikli ütü bulunmuş olsa da, tüm dünyaya yayılması 20. yüzyılın ortalarını bulmuştur. Bugün elektrikle ısıtılan ütüler genellikle çelikten yapılıyor olsa Actual Medicine da, artık kumaşa değen kısmı porselen v.s. olan ütüler de var. Belki de en sıkıcı ev işlerinden biri olan ütü yapmak; hem modern ütülerin bulunması hem de kablosuz ütülerin bulunması ve sıcak su buharının ütü dışında üretilip kumaşa aktarılması ile kolaylaşıyor gibi… Dilerim öyle olur. Bu sıcak havalarda ortamı ısıtacak aletler yerine, serinletecek aletlerden bahsetmek daha uygun olacak… Havayı soğutmak üzerine… Havayı soğutmak ve insanın bunalmayacağı bir seviyeye getirmek insanın binyıllardır denediği bir işlem… İnsan için en rahat ortam 22 derece ve %50 nem oranı… Dünyada birçok yer bu özelliğe sahip değil… Sıcak ülkelerdeki uygarlık yüzyıllar boyunca yavaş bir ilerleme göstermişken, son on yıllarda hızlı bir şekilde gelişmesi, klimanın yoğun kullanımı ve klimalı ortamların oluşturulması ile sağlanmış. Eski Mısır’da zenginler evlerini soğutmak için pencere boşluklarını kamışla kapatıyor ve daha sonra bu kamışları ıslatıyorlardı. Hava ıslak kamışların arasından geçerken kendi ısısını kaybederek suyu buharlaştırıyordu. Böylece içeriye giren hava hem daha serin oluyordu hem de çölün ortasında kuru bir havaya sahip olan Mısır’da evin içinde görece rutubetli bir ortam sağlıHaziran 2013 GENİŞ AÇI yordu. Eski Mısır’da Nil dışında bir su kaynağı yoktu. Yağış ise çok nadirdi. Bu nedenle çok tanrılı olan Eski Mısır dininde su veya yağış tanrısı yoktu ama Nephtis adında Rutubet Tanrısı vardı. Suyun ve kamış ıslatarak serinletmenin Eski Mısır’da neden sadece zenginlere has olduğu böylece daha iyi anlaşılıyor. Eski Roma’da ise su yolları ile (akuidukt) şehre ulaştırılan su, evin duvarının içindeki kanallarda dolaştırılıyordu. Böylece duvarların ve evin soğuması sağlanıyordu. (Eski Romalılar bu tip mimari konularda bayağı usta idi. Ilıca olan bölgelerde de sıcak suyu hamamların tabanının altındaki kanallarda dolaştırarak hamamın ısınmasını sağlıyorlardı.) Daha sonra mekanik yöntemler devreye girmiş. Çin’de Han Hanedanlığı sırasında M.S. 2. yüzyıldan itibaren mekanik olarak çevrilen 3 metre çapında fanlar sarayda kullanılmış. Çin’de 8. yüzyılda bu sistem su ile çalıştırılır hale gelmiş. Daha sonrasında ise, havuzlardan yükselen suyun fan ile püskürtülmesi teknikleri uygulanmış. Bugünkü klimalar da aslında benzer bir yöntemle, daha lokalize ve sofistike edilmiş şekli ile çalışıyor. Klima 1902 yılında bir mühendis olan Willis Carrier tarafından bulunmuş. Carrier’in asıl problemi kağıda yapılan baskı sırasında ortamdaki nem nedeHaziran 2013 ni ile kağıdın kıvrılması, bunun sonucunda da istenilen baskı kalitesine ulaşılamaması imiş. Aslında kağıdın kıvrılması kitap basıldıktan sonra da başımıza gelebiliyor. Carrier soğuk havadaki nem oranının düştüğü gerçeğinden hareketle, soğuk ortamda ve düşük rutubette yapılan baskılar ile kağıdın şeklinin bozulmaması ve mürekkebin istenilen yerde kalıcı olması hedefine, yani istenilen başarılı baskılara ulaşmış. Carrier’in kullandığı yöntem; o tarihte zaten bilinen buharlı ısıtma sistemini tersten uygulamak olmuş. Klimalarda kullanılan yöntem aslında basit bir bilginin art arda defalarca uygulanmasından oluşuyor: Bir sıvı gaz haline gelirken çevreden ısı çeker. Bu nedenle de dışarısı 40 oC iken bile, üzerimiz ıslak ise ve rüzgarda kalmışsak, üzerimizdeki su buhar haline gelirken üşüyebiliriz! 1758 yılında Benjamin Franklin ve Prof. John Hadley bu durumu hızlı buharlaşan alkol ve eter kullanarak göstermişler. Ortam 18 oC iken, buharlaşma ile lokal sıcaklığı -14 oC’ye düşürmüşler. Klimada ise ortamdaki metal bobinlerin içindeki kimyasal maddeler, dönüşümlü olarak buharlaşır ve yoğuşur. Buharlaşma sırasında oluşan düşük sıcaklık, fanlar ile klimanın dışına itilir. Neyse donmadan klima işini de atlattık… Ama... Soğuktan ve soğutucudan kurtulamadık. Sıcak havalarda insanın daha çok dikkatini çekiyor: Çöpe atılmış bir soğutucu ambalajının üzerinde gördüm: “Termoelektrik soğutma”. Hiç duymamıştım ve ne olduğunu bilmiyordum. Enteresan… Aslında buzdolabı yöntemine benzer çalışıyor. Önemli olan çevre sıcaklığı ne olursa olsun, kendi sıcaklıklarını sabit tutmaları… Elektrik içinden geçince, yarı iletkenin bir tarafı ısınıyor, diğer tarafı da soğuyor. Isınan taraftaki ısıyı uzaklaştırıyorsunuz. Peltier sistemi denilen bir sistem ile çalışıyorlar. -40 oC’de sistem duruyor. Verimli aralığı -5 oC ile -15 oC arasında… Buzdolabında kullanılan dondurucu sıvı & yoActual Medicine ğuşturucu & kompresör ile çalışan soğutma sistemi, termoelektiksel soğutucuda yarı iletken & ısı transfer elemanı & doğru akım kaynağı ile yer değiştiriyor. Prizlerde olan ve bizim daha alışık olduğumuz alternatif akım yerine; pillerden alışık olduğumuz “doğru akım”, yarı iletkenin üzerinde elektrik akımına bağlı sıcaklık farkının oluşmasını sağlıyor. Bu nedenle de termoelektrik soğutucu ismini alıyor. Yeni teknolojiler klasik beyaz eşyayı da değiştiriyor. Aletlerin dış şekli aynı kalsa bile, uygulaması daha kolay bir hale geliyor. Yine de onlar olmadan olmuyor. Toparlayacak olursak: Beynimizin çalışmasını bir girişim yapmadan inceleyen fMRI, bilime ve insanlığa yeni ufuklar açıyor (bu ufuklar bizi sadece olumlu yerlere mi götürür, bunu başka bir yazıda tartışalım). Bugün artık çok basit gibi gözüken iki beyaz eşya kategorisinde bulunan eşyanın (ütü ve hava soğutucular) tarihte nereden nereye geldiklerini gördük. Bazen başka bir şeye ulaşmak amaçlanmışken, bir yan ürün olarak bu aletlerin teknolojisinin ortaya çıktığını gördük. Bu kadar teknoloji ve yaşam kolaylıkları içinde, insan diğer insanlara olan ihtiyacını unutabilir. Bizi insan yapan değerlerin, teknoloji ve maddi değerlerden önde gelmesinin tüm dünyada sağlanması dileklerimle… 59