Peygambere yaşanan hayatta yer açılmıyor

advertisement
On5yirmi5.com
'Peygambere yaşanan hayatta yer açılmıyor'
Hz. Muhammed’in bir peygamber olarak örnekliğinin ve mesajının nasıl doğru
anlaşılacağını “Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti” isimli 2. ciltlik bir kitabı
bulunan Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş’la konuştuk.
Yayın Tarihi : 10 Mayıs 2013 Cuma (oluşturma : 10/20/2017)
Engin Dinç'in röportajı
“Alemlere rahmet” olarak gönderilen bir peygamber Hz. Muhammed. Çağlar öncesinden bugüne ve
geleceğe mesajı dipdiri kalan, tüm insanlara örnek olan bir şahsiyet. Geçtiğimiz Nisan ayı içerisinde
Kutlu Doğum haftası kutlandı. Ancak Hz. Muhammed’in mesajının ne derece doğru anlaşıldığı ya da
onun nasıl doğru anlaşılacağı konusunda hala kafalar karışık. Hz. Muhammed’in bir peygamber
olarak örnekliğinin ve mesajının nasıl doğru anlaşılacağını “Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam
Daveti” isimli 2. ciltlik bir kitabı bulunan Prof. Dr. Celaleddin Vatandaş’la konuştuk.
ELİ KALEM TUTAN HER MÜSLÜMAN, PEYGAMBERİN HAYATINI YAZMAK İSTER
Sizin “Hz. Muhammed’in Hayatı ve İslam Daveti” isimli 2. ciltlik bir siyer kitabınız var. Öncelikle bu
kadar çok siyer kitabı varken, böyle bir kitap yazmaya neden ihtiyaç duyduğunuzu öğrenebilir
miyiz?
Özelde Peygamber Efendimizin hayatını, genelde ise risalet sürecini konu edinen ve gerçekten de
ciddi bir emekle ve yüksek bir hassasiyetle kaleme alınmış birçok kitap var. Ancak şurası açık ve
kesin ki, benzer kitaplar yazılmaya devam da edecektir. Çünkü tüm âlemlere rahmet ve bizler için en
güzel örnek olan Peygamber Efendimizin hayatını konu edinen çabalar başlı başına değerlidir.
Dolayısıyla eli kalem tutan her Müslüman, sevgili peygamberinin hayatını yazmak ister ve
isteyecektir. Benim çalışmam sadece bu açıdan değerlendirilse bile sorunuzun cevabı verilmiş
olacaktır. Ancak bir şey yapmışken iyi bir şey yapmış olma çaba ve hassasiyeti de göz ardı
edilmemelidir. Yazılmış ve değerli birçok siyerin tekrarı niteliğinde bir çalışma ortaya koymaktansa,
mevcut siyerlerin yeterli düzeyde dikkate almadığı bir durumu öncelemeye çalıştım. O da
Peygamber Efendimizin hayatını okurken, elçiliğini yaptığı dini öğrenme ve O’nun şahsında bireysel
ve toplumsal hayatımız için olması gereken en güzel örnekliği ön plana çıkarma çabasıdır. Yoksa
sadece tarihi bir şahsiyetin hayatını araştırmış olacaktım ki bu da bana çok önemli gelmemektedir.
HZ. MUHAMMED HER ŞEYİ YENİDEN İNŞA ETTİ
Hz. Peygamberin, dini tam anlamıyla hakim kılmak için verdiği mücadele, bugünkü anlamda çok
büyük bir devrim. Bu “devrimci” mücadelenin temel dinamikleri nelerdir? Hz. Muhammed İslam’ın
mesajını insanlara ulaştırırken yaşadığı toplumda en başta neleri değiştirmiştir?
Peygamber Efendimizin bir hakikat elçisi, rahmet rehberi olarak görevlendirilip gönderildiği Mekke
toplumu çok dinli ve çok tanrılı bir toplumdu. Kabilelerin, ailelerin inanıp kabul ettikleri tanrıları
birbirinden farklıydı. Bir kabile veya aile için tanrı kabul edilen bir anlayış ve o anlayışı resmeden
sembol, bir başka kabile veya aile için herhangi bir nesneden başka bir şey değildi. Ancak toplumda
egemen olan hoşgörü birbirlerinin inanç ve anlayışlarına saygıyı egemen kılmış, dolayısıyla tanrıları
farklı bile olsa barış içerisinde yaşıyorlardı. Çoğu zaman ve hatta hemen her zaman göz ardı edilen
bu durum dikkate alınmadan İslam’ın ve Peygamber efendimizin doğru anlaşılamayacağını
düşünüyorum. Çünkü farklı topluluklar tarafından tanrı kabul edilen 360 tane sembolün
koleksiyonunu barındıran bir şehirde 361’inci sembole itiraz olmaması beklenirdi. Yani onlar
açısından Allah, Abdulmuttalib’in torununun inandığı 361. sembol olarak değerlendirilebilirdi.
Mevcut durum açısından değerlendirildiğinde, bir şahsın veya grubun, mevcutların dışında soyut,
herhangi bir nesne ile sembolize edilmeyen bir tanrı tasavvuru toplumdaki egemen hoşgörü
atmosferinde kabul görür ve böylelikle Peygamber Efendimiz herhangi bir tepkiyle karşılaşmadan
hayatını sürdürürdü. Ama biliyoruz ki öyle olmadı. Daha ilk andan itibaren “başımıza büyük bir bela
geldi” diyerek İslam tebliğine karşı çıkmaya, Peygamber Efendimizi engellemeye çalıştılar. Çünkü
daha ilk andan itibaren şunu fark ettiler, Abdulmuttalib’in torununun elçiliğini yaptığını söylediği
“tanrı”, kendi inandıkları tanrılar gibi sadece bir sembol veya her türlü kişisel veya toplumsal,
ekonomik veya siyasal, yasal veya kültürel girişimlerini, tutum ve davranışları meşrulaştıran bir
anlayışı temsil etmiyor.
Abdullamuttalib’in torununun elçiliğini yaptığı “tanrı”, insanın bizzat bireysel ve toplumsal hayatına,
bu hayatın tüm maddi ve manevi boyutlarına bir ölçü koyuyor ve böylelikle insanların hiçbir şekilde
değiştiremeyecekleri sınırlar belirliyor. Bu en azından artık istedikleri gibi yaşayamayacakları; yani
zulüm, haksızlık, kötülük, edepsizlik gibi tutum ve davranışlarını meşrulaştıramayacakları demekti.
Halbuki onlar kendilerini her alanda ve her işte “özgür” kabul ediyorlar ve özgürlüklerini ancak kendi
istekleriyle ve istedikleri biçimiyle sınırlıyor veya şekillendiriyorlardı. Bunun ise tanrı kabul etikleri
semboller ve o tanrılar adına konuşan kahinler üzerinden gerçekleştiriyorlardı. Ancak
Abdulmuttalib’in torununun elçiliğini yaptığı din ise “sizi yaratanın ve hayatta tutanın irade ettiği
sınırlar içerisinde özgür olabilirsiniz” diyordu. Bu ebetteki o şartlarda son derece önemli bir
söylemdi ve normalde birbirlerinin tanrılarına inanmayan, ama “özgür hayat tarzında” benzer
durumda olanlar İslam’a ve elçisine karşı birleşip, hakikatin, hakkın, adaletin, iyiliğin, güzelliğin vb.
sesini kesmeye çalıştılar. Bu itibarla zihniyetten hayat tarzına, bireysel durumlardan toplumsal
durumlara kadar her şeyi tepeden tırnağa yeniden dizayn etti, yeniden inşa etti.
SÜNNET, KUR’AN’IN DIŞINDA, ONDAN AYRI BİR KAYNAK DEĞİL
İslam dininin hayatın her alanına dair söylediği bir söz var. Bu anlamda İslam dini içerisinde Hz.
Muhammed’in söz ve davranışlarının yeri nedir?
Bilginin doğru olması önemlidir. Eğer konu insanın varlık amacı ve varlığını sürdürme şartları ile
ilgiliyse bu alanda olması gereken bilginin, doğru ve yanlışı gösteren bilginin doğru olması çok daha
büyük önem ifade eder. Çünkü yanlış bilgiye dayanan bir hayat tarzı bireyin veya toplumun tüm
hayatını mahveder; varoluş amacını tersine çevirir. Bu ise kelimenin gerçek anlamıyla bir felakettir.
Çünkü hayat bir kez yaşanıyor ve heba edilemeyecek kadar değerlidir. Dolayısıyla hayatı doğru
bilgiye, yaratılış amacını doğru ifade eden bilgiye dayanarak yaşamak gerekmektedir. Zaten vahyin,
ilahi bilgini önemi de burada anlam kazanıyor. Çünkü beşeri imkan ve potansiyeliyle varolmanın
amacını bilemeyen insanlığın çaresizliği Allah’ın yardımıyla sona ermiştir. Allah, insanın yaratılış
amacını ve hayatı gerçek anlamda adalet, güzellik, doğruluk, iyilik temelinde inşa etmenin ölçülerini
içeren bilgiyi vahiy yoluyla insanlığa bildirmiştir. Bu açıdan vahiy değerine kıymet biçilemeyecek
kadar değerli ve önemlidir. Fakat bilginin doğru olması, doğru uygulanmasının teminatı olmuyor. Doğru bilgi insanlığın elinde ve
zihninde kolaylıkla amacının dışında işler için bir araca dönüştürülebilir. Üstelik tüm bunlar hiçbir
artniyet olmadan da gerçekleşir. Çünkü insanların akılları, düşünce yetenekleri, anlayış güçleri
birbirinden çok farklı ve herkes bilgiden anladığını ve bu anlayışa dayanan uygulamasını doğru,
diğerlerininkini ise yanlış kabul edebilir. Bu açıdan doğru bilginin doğru anlaşılmasını sağlayacak bir
şeye daha ihtiyaç vardır. Vahyin bilgisi açısından düşünüldüğünde bu peygamberdir. Yani
peygamberler elçiliğini yaptıkları ilahi bilginin doğru anlaşılmasının ve uygulanmasının teminatı ve
modeli olmuşlardır. Biz buna İslam terminolojisinde Sünnet diyoruz. Sünnet, Kur’an’ın dışında, ondan
ayrı bir kaynak değil; Kur’an’ın doğru anlaşılmış ve uygulanmış biçiminin ismi olarak anlam
kazanmaktadır. Dolayısıyla Sünnet’in önemi son derece yüksektir. Hatta tırnak içinde, “Kur’an’dan
bile önemlidir” desem sanırım meramım doğru anlaşılır. Zira Sünnet’in devre dışı bırakılması Kur’an’ı
işlevsiz kılacak anlayışlara imkan hazırlar. Ancak tüm bunları derken Sünnet eşittir Hadis demek
istemiyorum. Sünnet bir Müslümanın hiçbir şekilde itiraz edemeyeceği ölçüyü temsil eder ancak
Sünnet’i aktaran hadistir. Hadis ise yanlışların da Sünnet adı altında aktarılabildiği bir araç olmuştur.
Bu itibarla Sünnet’in önemi için söylenenler Hadis için de aynen geçerlidir biçiminde anlaşılamamalı,
en azından ve en temelde Kur’an’ın referanslığında ve rehberliğinde Hadis’teki doğru Sünnet’i
bulma çabası ihmal edilmemelidir.
PEYGAMBERİ DOĞRU ANLARSAK TÜM HAYATIMIZ RAHMETLE KUŞANIR
Günümüzün en önemli problemlerinin başında aile hayatının çatırdaması hatta çökmesi sorunu söz
konusu. Hz. Muhammed’in ve İslam dininin aileye bakışı, aileye yaklaşımı nasıldı? İşte bugün eşler
arasındaki ilişki, baba-çocuk arasındaki ilişki, anne-çocuk arasındaki ilişki sanırım İslam’ın
değerlerinden giderek uzaklaşıyor. Bugünün ortalama aile hayatıyla Hz. Muhammed’in örnekliğini
karşılaştırdığımızda, Hz. Muhammed’in yeterince örnek alındığını söyleyebilir miyiz?
Aile çökmüyor, mümkün de değil. Çünkü insanlık ailesiz edemez. Aile insanın en doğal ortamı ve
dolayısıyla en temel ihtiyacıdır. Bu nedenle insanlık bireyle değil aileyle başlamıştır. Aile kurumu
çökmüyor ama büyük sarsıntılar geçiriyor; radikal değişimlerin nesnesi konumunda. Dolayısıyla bu
radikal değişikliklere adapte olmada ve üstesinden gelmede zorlanıyor. Ancak “su akar ve mecrasını
bulur” ölçüsünden hareketle söylemek istiyorum; bir şekilde aile kurumu kendisini toplayacak; başka
türlü olması mümkün değil. Başka türlüsünün olması insanlığın sonu demektir.
Gelelim sorunların niteliğine; kadının çalışma hayatına girmesiyle evin büyük oranda otelleşmesi,
evin küçülmesiyle büyük anne ve babaların evden uzaklaşması, kırdan kente göç nedeniyle
akrabalık ilişkilerinin zayıflaması, teknolojinin gelişmesiyle ve özellikle de TV ve internet nedeniyle
aile içi iletişimin çok zayıflaması, kitle iletişim araçlarının ilkesiz tutumlarıyla aile değerlerinin
yıpranması vb. gibi faktörler nedeniyle aile büyük sorunlar yaşıyor ve tüm bunların üstesinden
gelmeye çalışıyor. Bu sorunların üstesinden gelmesinde esasen önemli bir imkâna sahibiz ama
maalesef bunun pek farkında değiliz; o da Peygamber Efendimizin örnekliğidir. Allah, Peygamberini
“alemlere rahmet” olarak tanımlamış ve O, bu rahmetliğini insanlık tarihinde yaşanmış bir örneklik
haline getirmiştir. O, insan olarak bütün alemlerimize rahmet olacak bir örnekliktir. Alemler derken,
yaygın anlayışın gereği olarak gökler alemine, bitkiler alemine, hayvanlar alemine, galaksiler
alemine örnektir anlayışını kastetmiyorum. Bunların Peygamberle bir ilgisi yok. O bize, biz insanlara
gönderilmiş bir hidayet rehberidir ve onun rahmetliği bizimle, biz insanlarla ilgilidir. Ancak ne
gariptir ki genel anlayış O’nun rahmetliğini insana değil, insan dışı varlıklara tahsis ediyor. Halbuki
biz insanların bireysel alemi var, aile alemi var, ticaret alemi var, siyaset alemi var, insanlarla
ilişkilerini şekillendirdiği sosyal alemi var… Ve O, tüm bunları rahmete dönüştürecek bir örnektir;
modeldir. Ama yine ne yazık ki O’nun biz insanlar için olması gereken örnekliğini sarığa, sakala,
misvaka, tirit yemeğine, koku sürünmeye indirgedik. Daha doğrusu buralarla daralttık. Bunları O’nun
örnekliği kabul eden etsin, bir itirazım yok. Ama O’nun asıl örnekliği diğer saydıklarımla ilgilidir.
Şöyle uç bir örnek vereyim; daha doğrusu “uç örnek” diyeyim ama uç örnek olmadığı, yaşanan
durumlardan sadece birisi olduğu kolaylıkla bilinen bir durum. Adama bakıyorsunuz, sünnet diye,
Peygamberi örnek alıyorum diye misvak kullanıyor ve bu yaptığıyla büyük sevaplar kazandığını
düşünüyor; çünkü kendince Peygamberi örnek alıyor. Ama aynı adamın eşiyle ilişkisine
bakıyorsunuz, bırakın Peygamberi örnek almayı, ortalama bir insani kriterlere bile uygun değil;
şiddet, hakaret, aşağılama, iletişimsizlik vb. eşiyle ilişkide temel özellikler. Şimdi sormak gerekir; bu
aile huzur bulur mu, bu aile İslam’ın öngördüğü bir aile tipi mi, Peygamber bu aileye rahmet olmuş
mu? Kısacası Peygamber Efendimizin örnekliğini doğru anlamalı ve doğru uygulamalıyız; bakın o
zaman tüm hayatımız nasıl rahmetle kuşanıyor.
MÜSLÜMANLARIN TEMEL ÖLÇÜSÜ PARA, MAL, MAKAM OLDU
Bugün en çok tartışılan konulardan biri de Müslümanların zenginleşmesi, “kapitalistleşmesi” sorunu.
Hz. Muhammed ekonomik ilişkileri nasıl düzenlemişti? Bu anlamda dönemin İslam toplumunun
ekonomik yapısı nasıldı? Bugün Müslümanlara karşı sıkça dile getirilen “dünyevileşme”nin temelinde
de bu kapitalistleşme mi yatıyor?
Çoğu zaman dünyevileşme olarak tanımlanan şey, esasen sosyal bilimlerde sekülerleşme denen
şeydir. Sekülerleşmenin ne olduğuyla ilgili çok tanımlar ve açıklamalar yapılmıştır. Bunların ortak
noktası dikkate alınırsa şöyle bir tanım yapılabilir; sekülerleşme Allah’sız bir hayatı yaşamaktır. Yani
Allah’ın hesaba katılmadığı, dinin yaşantıda ölçü olmadığı bir hayatı yaşamaktır. Seküler hayatı
şekillendiren, yönlendiren temel faktör ise bireyin tutkuları, istekleri, arzuları, hazları vs’dir. Bir diğer
ifadeyle nefsin tutkularını egemen olduğu bir hayattır seküler hayat. Burada sıklıkla karıştırılan şey,
sekülerleşmenin Allah’ın varlığını reddetmek biçiminde anlaşılıyor olmasıdır. Bu yanlıştır; seküler
zihniyetin Allah’ın varlığıyla ve hatta sıfatlarıyla ilgili bir sorunu ve sıkıntısı yoktur; ilke olarak
hepsini kabul eder. Hatta bu inancında son derece de samimidir. Ancak ne var ki o inancının
gereğine göre yaşamaz; yaşarken inancının gereklerini dikkate almaz. Kalp temizliği, iyi insan olmak,
ruh temizliği gibi ne olduğu belli olmayan yaklaşımlarla kendisini aklar ve paklar.
Bu aşamada ünlü sosyolog Giddens’ın sekülerleşme tanımını hatırlatmak istiyorum; çünkü konuyu
çok güzel izah ediyor. Giddens diyor’ki “sekülerleşme ait olmadan inanmaktır”. Yani bir şeye
inanıyorsunuz ama o inancınızın gerektirdiği aidiyeti, uygulamaları yapmıyorsunuz. Ben bunu biraz
daha somut bir örnek üzerinden, kendimle ilgili bir örnek üzerinden açıklamak istiyorum. Futbolla hiç
ilgim olmadı, bir türlü sevemedim. Bu nedenle de hayatım boyu izlediğim futbol maçı sayısı birkaçı
geçmez. Tabi ki bunu derken televizyonda izlemeyi kastediyorum. Stadyuma maç izlemeye hiç
gitmedim. TV’den izlediğim maçlar ise birilerinin maç izlediği ortamda olduğum için izlemek zorunda
kaldıklarımdan oluşmaktadır. Dolayısıyla bu sene hangi takımın durumu, puanı nedir, kim
şampiyonluğa daha yakındır, geçen sene kim şampiyondu, hangi takımda hangi oyuncular var,
bunların hiç birisini bilmem. Fakat tüm bunlara rağmen, ilkokula giderken arkadaşlarım Fenerbahçeli
olduğu için, eğer birileri “hangi takımı tutuyorsun” diye sorarsa “Fenerbahçeliyim” derim. Hâlbuki
renkleri dışında Fenerbahçe ile ilgili bildiğim hiçbir şey yoktur; Fenerbahçe’nin maçlarını izlemem,
oyuncularını bilmem, tarihinden habersizimdir, yöneticisi kimdir haberim yoktur. Yani hayatımda ve
duygularımda Fenerbahçeli olmanın kırıntısı bile yok, ama sorulursa “Fenerbahçeliyim”. İşte seküler
olmak böyle bir şey; “Allah’a inanıyor musunuz” diye sorarsanız “Evet” der. “Kur’an nedir” diye
sorarsanız “ Allah’ın gönderdiği hidayet kitabıdır” der. “Peygamber kimdir” diye sorarsanız “hidayet
rehberi der” ama Allah’ı, dolayısıyla Kitabı ve Peygamberi ölçü almadığı bir düşünce, duygu
dünyasına sahiptir; bu duydu ve düşüncenin şekillendirdiği bir hayatı yaşar. Giddens’ın tanımıyla; Müslüman olmaya inanmıştır ama Müslümanlığa aidiyeti yoktur. Maalesef Batı toplumlarının ve
Batı’nın toplumsal şartlarının ürünü olan sekülerleşme tüm dünyayı hızla kuşatıyor. Türkiye’de bunu
dışında değil. Temel ölçünün para, mal, makam, kadın, erkek vs olduğu; daha doğrusu temel ölçünün
fizyolojik tutkular olduğu, bu tutkuların ise denetimsiz olduğu bir dünya seküler bir dünyadır ve bu
dünya her geçen gün daha yaygın hale gelmektedir.
İSLAM’IN ERKEK VEYA KADIN, ÇOCUK VEYA YAŞLI DİYE BİR SORUNU YOK
Bugünkü kadın algısının da giderek, erkeklerle daha rekabet içinde, kadının kendi doğasından farklı
bir yere oturduğu söylenebilir mi? Bu anlamda Hz. Muhammed’in dolayısıyla İslam’ın kadına bakışı
nasıl?
Bugün tüm dünyada yaygın kabul görmüş olan modern kültürün önemli paradigmalarından birisi
eşitlikçi anlayıştır. Eşitlikçi anlayış kulağa hoş gelen ama nesnel gerçeklikle örtüşmeyen bir durumu
ifade etmektedir. Elbette ki eşitlikçi anlayışın hedefini insan oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu
merkezde anlam ve işlevini dikkate alacak olursak insanlar arasındaki her türlü farklılığı yapay bir
zeminde eşitlemektedir. Her bireyin ayrı bir dünya olduğu gerçeğinden hareket edecek olursak
eşitlikçi anlayış bireysel düzlemden başlayarak herkesin başına bela olmaktadır. Çünkü eşitlikçi
anlayışta muhakkak birileri mağdur olur, zira ancak böylelikle eşitlik sağlanır. Konu hakkında pek
bilgisi olmayan ve eşitlikçi anlayış masalıyla zihniyetini inşa etmiş olanlar için bu söylediklerimin
garip karşılanacağının farkındayım. Hemen çok kolaylıkla tepki verilecek ve örneğin şu
söylenebilecektir: “Ne yani yoksulla-zengini, güçlüyle-zayıfı ayrı ayrı değerlendirip yoksulu ve zayıfı
ezmek mi gerekiyor. Yoksulla zayıfın ezilmemesi için onların insanlık onurunda ve insan haklarında
zengin ve güçlülerle eşit muamele görmesi gerekir”. Son derece mantıklı ve haklı görünen bir
argümandır bu. Ve ne garip ki eşitlikçi anlayış bunu derken yoksulu ve zayıfı mağdur etmektedir.
Çünkü imkan ve potansiyel olarak yoksul ile zayıfın, zengin ve güçlüye eşit olması mümkün değildir.
Eğer onları eşitliyoruz diye çabalar ve ölçütleri zengin ve güçlü düzleminde inşa edersek
koruduğumuzu ifade ettiğimizi mağdur etmiş oluruz. Ölçüyü yoksul ve zayıf düzeyinde inşa edersek
bu sefer de zengin ve güçlüyü ekstradan kayırmış oluruz. Önemli olan adalet ilkesidir. Adalet ilkesi,
imkanları, potansiyelleri, şartları dikkate alarak mağduriyetlere yol açmayacak bir yaklaşım sergiler.
Tüm geleneksel kültürler ve en önemlisi de İslam eşitliği değil adaleti ilke edinmiştir.
Konuyu eşitlik ilkesinden hareketle açıklamaya çalışmamın sebebi şudur: modern kültür, kadının her
zaman ikincil konumda olduğunu, ezildiğini, mağdur edildiğini dile getirmekte ve tüm bunlara son
vermek için eşitlik paradigmasına göre kadınları erkeklere eşitleme çabası içerisinde; daha doğrusu
erkeklere eşitlediği iddiasında. Kadının farklı kültürlerde ve toplumlarda, tarihin birçok kesitinde
mağdur edilmişliği, ikincilliği gerçek olabilir, ancak şu var ki kadın hiçbir zaman modern dönemdeki
kadar mağdur olmadı, aşağılanmadı. Bir kere kadın ve erkek eşit olamaz, bunun altını çizmek
gerekiyor. Ama bu hiçbir zaman erkek karşısında kadın mağdur olmaya mahkûm olmalıdır anlamında
söylenmiş bir söz değil. Şu anlamda söylenmiş bir söz; başka örneklerle açıklamaya çalışalım;
çocuklar olgun yaştaki insanlara, yoksullar zenginlere, bir konuda yeteneği olanlar o konuda
yeteneği olmayanlara, köylüler kentlilere eşit olamazlar; çünkü imkânları, potansiyelleri, şartları
birbirinden çok farklı. Hatta hiçbir birey bir diğerine eşit olamaz. Çünkü her birey ayrı bir varlık ve
ayrı bir dünya. Bu nedenle her bireyi, her kesimi, her grubu sahip olduğu imkânlar, potansiyeller ve
şartlar açısından değerlendirmek gerekmektedir. Ancak mağduriyetlerin önüne böyle geçilir. Gelelim
kadın-erkek eşitliğine veya farklılığına; iki kadının birbirine eşit olmadığı veya iki erkeğin birbirine
eşit olmadığı gerçeğinden hareket edecek olursak, kadın ve erkeği sorumluluklar açısından nasıl
eşitleyebiliriz. Özellikle –hadi modern paradigmanın kadın geleneksel kültürlerde hep mağdur
olduğu iddiasını tamamen gerçek kabul edelim- kadının imkan ve şartlar açısından erkek karşısında
olumsuz konumda olduğu, oldurulduğu gerçeğini dikkate alır ve erkekle aynı kulvarda hayat
yarışına, sorumluluk yarışına sokarsak kadından başkasını mı mağdur etmiş olacağız. Modern
dünyada da olan bu değil mi, kadını erkeğe eşitledim diyenler kadını cinsel bir metaya, bir reklam
malzemesine dönüştürdüler. Kadın sadece bedeniyle değer ifade eden ve değeri 17-35 yaş
arasında yer alan bir varlık haline getirildi. Kadının değerini bedeninin biçimine, ölçüsüne ve
diriliğine indirgeyen modern zihniyet, kadını kapitalist üretimin sonu gelmez bir kölesi kıldı. Eğer
biraz düşünülecek olunursa konu bağlamında söylenecek söz gerçekten çok fazladır.
Şimdi doğrudan sorunuza gelecek olursak, evet maalesef kadın günümüz dünyasında ontolojik
olarak da olması gerekenin çok dışında bir yere oturtuldu ve bununla özgürleştiğini zannediyor.
Tüketim kölesi, cinsel meta kılındı ama çoğu farkında değil. İslam’a gelince, İslam’ın erkek veya
kadın, çocuk veya yaşlı, zengin veya yoksul diye bir sorunu yok. Hepsini insan gerçeği üzerinden
değerlendirip içinde bulunulan şartlarda, sahip olunan imkanlarda eksik, yetersiz, olumsuz konumda
olanlara daha az sorumluluk yükleyerek; imkan ve şartlarda daha avantajlı, daha imkanlı olanlara
daha fazla sorumluluk yükleyerek; yani adalet ilkesini hayata hakim kılarak mağduru olmayan bir
dünya inşa etmeye çalışıyor; böylesi bir dünyayı öngörüyor.
PEYGAMBER TASAVVURU BÜYÜK ORANDA YANLIŞ
Biz bir gençlik sitesiyiz. Hz. Muhammed’in gençlere yaklaşımını ve onlarla ilişkisini de kısaca sizden
almak isteriz.
Esasen bu sorunuzun cevabının bir önceki sorunuzun cevabında bulunabileceğini düşünüyorum.
Gençler, fiziksel şartlar açısından çocuklardan ve yaşlılardan dolayısıyla fiziksel dinamizm açısından
diğer yaşlarda olanlardan daha avantajlı ama tecrübe olarak üst yaşlarda olanlardan daha
dezavantajlı konumdalar. Bir dünyayı sadece gençlerin gözleriyle görür ve o görülenlerle inşa
etmeye kalkacak olursanız her an her şeyin değiştiği, sabit bir şeyin pek kalmadığı ve her şeyin
sürekli riskler temelinde şekillendiği bir dünya inşa edersiniz. Çünkü fiziksel ve zihinsel dinamizm
tecrübe frenine sahip olmayınca olacaklar bunlardır. Eğer dünyayı sadece yaşlıların gözleriyle görür
ve o görülenlere göre bir dünya inşa etmeye kalkarsanız durağan, değişmeyen, dinamizmi olmayan
bir dünya inşa edersiniz; çünkü yaşanmışlıklar, bu yaşanmışlıkların oluşturduğu tecrübeler ihtiyatlı
olmayı değişmez ve tek ilke haline getirir. Dolayısıyla gencin insanlık adına, toplum adına, din ve
kültür adına, medeniyet adına yararlanılacak birçok imkân ve potansiyeli olduğu gibi, yaşlılarında
yine aynı şekilde yararlanılacak birçok imkân ve potansiyeli vardır. Bu itibarla genç de değerlidir,
yaşlı da, erkek de değerlidir kadın da, çocuk da değerlidir çocuk olmayan da… İslam’ın ve pek tabi ki
İslam’ın elçisi olan Peygamber Efendimizin insanlarla ilişkisi bu temelde şekillenmiştir.
Ben son olarak Kutlu doğum haftasını nasıl değerlendirdiğinizi sormak istiyorum. Malumunuz bu
etkinlikler sonradan ortaya çıkan etkinlikler. Bu anlamda Kutlu doğum haftasına yönelik olumsuz
eleştiriler var. Yine Kutlu doğum haftası nedeniyle lazerli veya havaii fişek gibi kutlamaları yapılıyor.
Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yaşı son on beş-yirmi yılı hatırlamaya ve değerlendirmeye müsait olanların fark ettikleri gibi, her
yılın Nisan ayı öncekilere oranla daha büyük bir coşkuyla kutlanan bir ‘kutlu doğum’ haftasına
tanıklık ediyor. Özellikle de son beş-on yılın “kutlu doğum” haftalarındaki coşku öncekileriyle
kıyaslanmayacak kadar yoğun. Bir hafta süreyle konferans ve panellerdeki konuşmalardan gül
dağıtmalara, kan bağışlarından Resulüllah’a mektup yazmalara, O’nun için en güzel pasta yapma
yarışmalarından O’na yemek masasında bir sandalye ayırma ve masaya çatal-kaşık koyma
seremonilerine kadar uzanan çok farklı etkinliklerle Peygamber Efendimiz anılıyor, dünyaya
teşrifleri kutlanıyor. İlgili programlardaki coşkunun her yıl biraz daha artması ise O’na sevgisi ve
saygısı olan kitleleri sevindiriyor; kendisini İslam’a dâhil veya yakın hissedenleri memnun ediyor. Ve
tüm bunlar normal ve beklendik şeyler; çünkü en bilgisizinden en eğitimlisine kadar tüm
Müslümanlar O’nu, o hakikat önderi peygamberlerini çok sevmişlerdir. Bu açıdan toplumumuzun
sevgisi ise daha bir başkadır. Dolayısıyla O’nun doğumuna sevinmek kadar normal bir şey olamaz.
“Kutlu doğum” programlarını da en genel anlamıyla bu kapsamda değerlendirmek gerekir.
Ancak ne var ki bilgisiz ve bilinçsiz sevgi, kör ve sağır bir sevgidir. Bunun da yine “kutlu doğum”
etkinlikleri çerçevesinde olanca açıklığıyla görmek mümkün olmaktadır. “Kutlu doğum” etkinlikleri
kapsamında yaygın ve yoğun bir şekilde adeta pompalanan peygamber tasavvurunun büyük oranda
yanlış olduğunu belirmek gerekiyor. En önemli yanlışlığı da, Peygamberin, çok sevilen tarihi bir
şahsiyet profilinde gündemde tutulması oluşturmaktadır. Yani günümüze getirilmiyor; yaşanan
hayatta kendisine bir yer açılmıyor; en güzel hayatın en güzel modeli olarak görülmüyor. Elbette ki
o tarihte yaşamış ve çok sevilen birisidir, ancak O’nu önemli ve değerli yapan her çağdaki herkes
için “en güzel örnek” olmasıyla ilgilidir. Zira o insanlığın zirvesi, mükemmel insanın ebedi modelidir.
Hâlbuki “kutlu doğum” programlarında O sadece güzel sözlerle övülmekte, gözyaşları dökülmekte
ama O’ndan örnek alınacaklar üzerinde pek durulmamaktadır. Olması gereken, bireyselleşirken
bencilleşmiş; eşyanın kulu ve kölesi olmuş; mutfak-yatak odası-tuvalet üçlüsü arasına sıkışmış bir
hayatın aktörleri haline gelmiş; insani değerlerinden soyutlanmış; modern paganizmin cenderesinde
kıvranan günümüz insanlığı için O’nun bir kurtuluş ve esenlik modeli olduğunun hatırlatılması ve
gösterilmesidir. O’nun asıl önemi ve büyüklüğü bu yönüyle ilgilidir. on5yirmi5.com
Bu dökümanı orjinal adreste göster
'Peygambere yaşanan hayatta yer açılmıyor'
Download