MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ Veysi ÜNVERDİ* Öz Kelamda peygamberin özel sıfatlarından birisi olan ismet, Mu’tezile tarafından da benimsenmiştir. Mu’tezile’de ismet vahyin selameti ve peygamberin risâlet görevinde muvaffakiyeti için gereklidir. Bu sıfat, Allah Resulünün nübüvvet vazifesi öncesinden başlamak üzere nefret uyandıracak ve kendisinden uzaklaşılmasına neden olacak günah, davranış, yüz kızartıcı fiil, ahlaki yapı ve mizaçtan korunması demektir. Peygamber, kendi iradesiyle günahtan uzak kalmaktadır ve dolayısıyla da tekliften muaf değildir. O nefret uyandırmayan ama sevap azlığına neden olan küçük günahı işleyebilir. Nitekim peygamber de bir beşerdir ve tebliğ vazifesinin dışında diğer insanlar gibidir. Bu yüzden de insanî ve ictihadî söz ve kararlarında hatayla mualleldir. Neticede Mu’tezile’de ismet sıfatı peygamberlik müessesesini koruma odaklıdır. Bu bağlamda Mu’tezile’nin ısrarla altını çizdiği nitelik “nefret uyandırmama”dır. Onların peygamberden ancak nefret uyandırmayan fiillerin sadır olacağını savunmalarının temel nedeni de peygamberlik müessesine olan güveni sarsmamak içindir Mu’tezile’de ismetin dayanakları mucize, salah-aslah ve adalet prensibi, lütuf ilkesi ve peygamberin hüccet olmasıdır. Buna göre Allah, peygamberi, insanlara maslahatlarını bildirmesi için göndererek lütufta bulunmuştur. Bu maslahatın, lütfun en güçlü şekilde gerçekleşmesi için onun masum olması elzemdir. Onun mucize ile desteklenmesi ve hüccet olması da korunmuşluğu gerektirmektedir. Zira masum olmayan peygamber, risâlet görevinde hedefine ulaşamayabilir. Bu ise Allah’ın âdil olması ile bağdaşmaz.. Ismah of the Prophets in Mu’tazila Abstract Ismah, one of the special attributes of Prophets in Kalam, is also adopted by Mu’tazila. Ismah is necessary in Mu’tazila for the safety of revelation and for the Prophet to be successful in risala duties. This quality, which the Messenger of Allah has before his prophethood, means he is immune from sins, indecent behavior, disgraceful act, bad moral structure and temperament that would arouse hatred and cause people to stay away from him. Prophet stays away from sin * Yrd. Doç. Dr., Mardin Artuklu Üniversitesi İlahiyat Bilimleri Fakültesi, Kelam Anabilim Dalı, veysinet@hotmail.com. Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi Cilt 15, Sayı 1, 2015 ss. 71 -111 Anahtar Kelimeler: Mu’tezile, Peygamber, İsmet, Korunmuşluk, Günah. db 15/1 VEYSİ ÜNVERDİ through his own will, and therefore he is not exempt from the proposal. He may commit small sins that won’t arouse hatred, but which will lead to lack of merit. Indeed, the prophet is a mortal he is like other people except for his notification duty. Therefore he is also faulted in his humanly speech and decisions. As a result, ismah in Mu’tazila is regarded as a quality that protects the prophethood status. In this context, the quality that Mu’tazila persistently underlines is "not to arouse hatred". The main reason of the fact that they claim only acts that wouldn’t arouse hatred could come out of the prophet is because they don’t want to harm the confidence in prophetic institution In Mu’tazila, the bases of ismah are miracles, salah-aslah (God does for men what is to their greatest advantage, benefit) and justice principle, the principle of grace and prophet of hujjat. Accordingly, God has bestowed his favor on people by sending the prophet to let them know their interests. For this favor to be the greatest, it is necessary that he is innocent. The fact that he is supported by his miracles, and he is hujjat also requires protection. Otherwise, a non-innocent prophet may not reach his goal in Risala task. And this is incompatible with the fact that God is fair. Keywords: Mu’tazila, Prophet, Ismah, Preservation, Sin. Giriş İslam dininin inanç esaslarından biri olan nübüvvet, kelam il- 72| db minin temel alanlarından birisidir. Nübüvvet, Allah’ın, tarihin bazı kesitlerinde insanlığın gidişatına elçileri aracılığıyla müdahale etmesidir. İnsanın yaratıcısı ile kurduğu bağ da temelde nübüvvet kurumu üzerinden gerçekleşmektedir. Aşkın varlık hakkındaki bilgilerimiz, O’nun peygamberlerine bildirdiği ölçüdedir. Hayatın anlamlandırılması, insanın varlık âlemindeki yerinin bilinmesi, ölüm sonrasının aydınlatılması da peygamberlerin verdikleri bilgilerledir. Allah, varlık, hayat, ölüm gibi temel konu ve kavramlara ait bilgi dünyamızı inşa eden elçiler, bir anlamda hakikat habercileri (nebi) olarak Allah’ın birer lütfudur. Varlık kategorisinde bu derece önemli bir yere sahip olan peygamberler ve onların vasıflarının en doğru şekilde bilinmesi gerektiği müsellemdir. Bu bağlamda İslam dininin temel kaynaklarında Hz. Peygamber’in ve peygamberlik kurumunun ortaya konuluş biçiminin doğru anlaşılması da dini algılayış ve yaşayış biçimimizi belirleyecektir. Nübüvvet, inanç esaslarını savunma görevini üstlenmiş ve bu doğrultuda sistemler geliştirmiş kelam âlimlerinin ilgi alanı içerisine girmiştir. Kelamcılar, kendi düşünce sistemleri içerisinde nübüvvet meselesine hususî bir yer ayırmış olsalar da -kelam ilminin savunmacı yapısı gereği- daha çok nübüvvetin imkânı, ispatı ve gerekliliği üzerinde durmuşlardır. Bunun yanında peygamberde bulun- DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ ması gereken ismet dâhil diğer sıfatları da ele almış ve bunların mahiyeti konusunda değerlendirmelerde bulunmuşlardır. İslam düşünce tarihinde peygamberlerin ismet sıfatına sahip olmaları konusunda görüş birliği bulunmakla beraber, onlar için zaruri görülen ismetin mahiyeti ve hangi sahadaki fiil ve icraatları kapsayacağı konusunda ihtilafların olduğu da müsellemdir. Peygamberlere mahsus özelliklerden olan ismet, sözlükte engel olmak, men etmek, korumak, sakındırmak gibi anlamlara gelen “asm” kökünden türemiş bir isimdir. Istılahta Allah’ın, peygamberi temiz bir yaratılışa sahip kılması, ona bedeni üstünlük vermesi, zafer ve kararlılık lütfetmesi, iç huzuru yaratması, hayra muvaffak kılarak onu koruması ve cezayı gerektirecek fiillerden koruyup ona engel olması şeklinde tarif edilmiştir.1 Kelam literatüründe ise ismet, peygamberlerin Allah tarafından günah işlemekten korunması şeklinde terimleşmiştir.2 İsmet sıfatı temelde vahiy ve peygamber odaklı olarak iki kısımda kabul edilmiştir. İlahî ismet vahyin selâmeti/sıhhati demektir. Bu da vahyin peygambere indirilmesinden müminlere ulaştırılmasına kadar herhangi bir etkiden korunmasıdır.3 Böylelikle ilâhî db | 73 kelam, Allah’ın teminatında olmaktadır. Peygamberin ismeti ise, onun nübüvvet görevi gereği en yüksek ahlak doğrultusunda hata ve sapkınlıklardan uzak olması ve dini tebliğde korunmasıdır. İslam düşünce tarihi dikkate alındığında, ismet sıfatının başlangıçta sadece peygamberlere has olduğu kabul edilmişken, daha sonraları -Şiî- imamların ve tasavvuf kültürünün etkisi ile -en azından pratikte- velîlerin değişmez bir niteliği haline dönüştüğü görülmektedir. Bu yüzden mesele, sadece nübüvvet bahisleri altında ele alınan spekülatif bir tartışma değildir. Aslında ismet inancının dayanakları erken dönemden itibaren mevcuttur. Çünkü Kur’an’da bu inanca işaret eden ayetler yorumlanmaya başlandığı andan itibaren ismetin çerçevesi dillendirilmiş ve kaynaklarda yerini almıştır. Sonraki dönemlerde de konu detaylandırılarak değişik bağlam1 2 3 Râğıb el-Isfahânî, Hüseyin b. Muhammed, el-Müfredat fi Garîbu’l-Kur’an, neş.: M. Seyyid Kilânî, Kahire 1961, “asm” mad.; İbn Manzur, Lisânü’l-Arab, Beyrut tsz., “asm” mad.; Muhammed Fuad Abdülbâkî, Mu’cemü’l-Müfehres li Elfâzi’l-Kur’an’i’l-Kerim, İstanbul 1986, “asm” mad.; Muhammed Murtaza ez-Zebîdî, Tâcü’l-Arûs min Cevâhiri’lKamus, Beyrut tsz., “asm” mad.; Seyyid Şerif el-Cürcânî, et-Ta’rifât, Beyrut 2013, “asm” mad. Cürcânî, et-Ta’rifat, “asm” mad.; Zebîdî, Tacü’l-Arus, “asm” mad. Bünyamin Okumuş, “Garanik Hadisesi Bağlamında İbn Teymiyye’ye Göre İsmet Kavramı: Nebevî Metinlerin Neshi ve Tebdili Meselesi (I)”, Kelam Araştırmaları Dergisi, 8:1, 2010, s. 238, ss. 239-260. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ larda tartışılmıştır. Hatta ismet, peygamberlerin tebliğ ettiği dini doğrudan etkilediğinden konu ciddiye alınmış ve bu alanda müstakil risaleler dahi yazılmıştır.4 Nitekim ismetü’l-enbiya ile ilgili bir telif türünün gelişmiş olması, peygamberlerin korunmuşluğu meselesinin farklı ve tartışmalı boyutları olan bir konu olduğunu göstermektedir. Günümüzde daha çok Ehl-i Sünnet’in görüşleri çerçevesinde ismet konusunu ele alan önemli bazı çalışmalar kaleme alınmıştır.5 Bu çalışmada ise Mu’tezile penceresinden olabildiğince detaylıca peygamberlerin ismetinin mahiyeti, dayanakları ve sınırları belirlenecektir. Konu işlenirken zaman zaman Ehl-i Sünnet’in görüşlerine de yer verilecektir. Mu’tezile açısından masumiyetin kaynağının anlaşılabilmesi için de öncelikle peygamberliğin gerekliliği konusu kısaca ele alınacaktır. 1. Peygamberin Gerekliliği Mu’tezile diğer ekoller gibi insanın nebevî bilgiye muhtaç olduğunu kabul etmiştir. Mu’tezile’de nübüvvete dair Allah açısından yapılan değerlendirmenin sonucunda, nübüvvetin vâcip olduğu 74| db kabul edilmiştir. Onlar daha çok adalet, hüsün-kubuh ve salahaslah prensibi çerçevesinde,6 peygamber göndermenin Allah açısından vâcip olduğunu savunmuştur. Nübüvvetin gerekliliği konusunda öne sürdükleri görüşler mezhebî paradigma paralelindedir. Mu’tezile’nin peygamberin gerekliliği konusunda dört temel dayanağı bulunmaktadır. Bunlar; 1. Nübüvvet meselesi Mu’tezile’nin öncelikle adalet prensibi ile ilişkilendirdiği bir konudur. Adalet prensibi ise Allah’ın iyi fiilleri 4 5 6 Örneğin bkz. Fahruddîn er-Râzî, İsmetü’l-Enbiyâ, Kahire 1986; Şerif el-Murtazâ, Tenzihü’l-Enbiyâ, Beyrut 1988; Celaleddîn es-Suyutî, Tenzihü’l-Enbiyâ, neş.: S. Muhammed Lehham, Beyrut 1417; Sâbûnî, el-Munteka min İsmeti’l-Enbiyâ, neş.: Mehmet Bulut, (öğretim üyeliği tezi), İzmir 1981; M. Ebü’n-Nur Hadîdî, İsmetü’l-Enbiyâ ve’rRed ale’ş-Şübehi’l-Müveccehi İleyhim, Kahire 1979. Bu konuda telif edilmiş eserler için bkz. Yusuf Şevki Yavuz, “İsmetü’l-Enbiya” mad.,TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara 2001, c. XXIII, s. 142. Bkz. Mehmet Bulut, Ehl-i Sünnet ve Şia’da İsmet İnancı, İstanbul 1991; Galip Türcan, “Peygamberlerin İsmeti Meselesi”, S.D.Ü.İ.F.D., 2003/2, sayı 11; Mustafa Sinanoğlu, “Kelamcıların İsmet Anlayışının Kur’an Açısından Değerlendirilmesi”, Dini Araştırmalar, Eylül-Aralık 2000, c. 3; Mustafa Akçay, “Kelam Literatüründe Peygamber Zelleleri”, S.Ü.İ.F.D., c. XIII, sayı: 24, 2011/2; Adil Bebek, “Peygamberlerin Korunmuşluklarına Dair”, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, 2006, sayı 17; Fatma Günaydın, Mâtürîdî’nin Kelam Sisteminde Peygamberlerin İsmeti, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2013. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî fî Ebvabi’t-Tevhîd ve’l-Adl, tah.: Mustafa es-Sîkâ, Kahire 1965, c. XIV, s. 65, ss. 81-83. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ işlemesi ve kötü fiillerden uzak durmasıdır.7 Yani Allah âdil ve hakîm olmasının gereği, her türlü kabîh işten, sevap, fayda gibi şeyleri terk etmekten, maslahata aykırı ve çirkin yolla kulluğa çağırmaktan uzaktır.8 Şeriatın bildiriminden önce varlık ve olaylarda bir güzellik ve çirkinlik vardır. İnsan aklı kendi gücü ile bunları bilebilir. Fakat fiillerin bütün yönlerinin bilinebilmesi için vahye de ihtiyaç vardır.9 Maslahatların bildirilmesi için peygamber gönderilmesi hasen niteliği taşımaktadır.10 Nitekim Allah’ın, kulunu bir fiille yükümlü kıldığı zaman ona imkân sağlaması ve onun önündeki engelleri kaldırması elzemdir.11 Allah’ın âdil olması da insanların maslahatına ait olan hükümleri onlara bildirmesi, fiillerinin başkalarına fayda sağlaması veya zararı defetmeye yönelik olmasını gerektirmektedir. Bu O’nun üzerine vâciptir; bunun aksinin Allah’a isnat edilmesi, O’na zulüm isnat etmektir ki, bu adalet prensibiyle çelişir.12 Şu halde Mu’tezile’nin, nübüvveti aklen vâcip kabul etmesi, adalet prensibi ile ilişkilidir ve adalet prensibinin gerekleri en mükemmel tarzda Allah’tan beklenmektedir. 2. Mu’tezile’nin nübüvvet görüşünün karakterini belirleyen didb | 75 ğer unsur, hüsün-kubuh konusundaki görüşleridir. Onlara göre her akıl sahibi kişinin aklına, nefisten zararı giderme bilgisi yerleştirilmiştir. Keza vâcibe çağıranın, kabîhten de uzaklaştıranın kesin olarak vâcip olduğu; vâcipten uzaklaştıran ve kabîha çağıranın da kesin olarak kabîh olduğu sabittir. Fiiller içerisinde vâcipleri edaya ve kötülüklerden kaçınmaya daha yakın olmayı sağlayanlar ve bunun aksine neden olanlar mevcuttur. Fakat aklın, kendi gücüyle fayda ve zarar bulunan fiillerin tümünü birbirinden ayırma gücü yoktur. 7 8 9 10 11 12 Bkz. Kâdî Abdülcebbâr, Şerhu’l-Usuli’l-Hamse, tah.: Abdulkerim Osman, Kahire 1996, s. 132, 563; Muğnî, tah.: A. Fuâd el-Ehvânî, Kahire 1962 c. VI/I, ss. 49-50. Bkz. Kâdî Abdülcebbâr, Şerh, 132; Muğnî, c. XIV, s. 65; Mu’tezilîlere göre bir fiili kabîh yapan yönler zulüm, abes, yalan, küfrân-ı nimet, cehalet, kabîh olanı irade, kabîh olanı emir ve kişiyi gücü dâhilinde olmayan şeyle yükümlü tutmadır. Bir fiili hasen yapan yönler ise adalet, fayda, doğruluk ve hasen olanı iradedir. Abdülcebbâr, Muğnî, c. VI/I, s. 58, 61. Mu’tezile her ne kadar hüsün ve kubhun tanımında değişik kriterlere dayanmakta ve kavram üzerinde ihtilaf etmekte ise de onların çoğunluğu fiilleri hasen ve kabih kılan yönlerinin bulunduğunda birleşmektedir. Bkz. Abdülcebbâr, Muğnî, c. VI/I, ss. 57-58, 61; Şerh, s. 564; ayrıca bkz. İlyas Çelebi, İslam İnanç Sisteminde Akılcılık ve Kâdî Abdulcebbâr, İstanbul 2002, ss. 273-274. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, tah.: İ. Medkûr-Tâhâ Hüseyin, Kâhire 1962, c. XV, s. 63. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, ss. 36-37, 39. Kâdî Abdülcebbâr, Şerh, s. 202, 301, 563; ayrıca bkz. Fazlur Rahman, İslam, ter.: Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, İstanbul 1981, s. 111; ayrıca bkz. Salih Sabri Yavuz, İslam Düşüncesinde Nübüvvet, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 1995, s. 98 vd. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ İnsanın yanlışa düşmemesi için Allah tarafından ona hasen ve kabîh işlerin bildirilmesi elzemdir. Bu bildirim ise mucize ile doğruluğu ispatlanmış bir peygamberle mümkündür. Bu durumda böyle bir elçinin gönderilmesi Allah’a vâciptir.13 Mu’tezilî kelamcılar genel olarak hüsün ve kubhun akliliğini savunmakla beraber bir fiille ilgili bütün yönleri bilebilmek için vahye de ihtiyaç olduğunu kabul ederler. Esasen peygamberin getirdikleri, aklın öz ve genel olarak bildiklerinin açıklamasıdır. Akıl genel manada faydalı olanın iyi, zararlı olanın kötü olduğunu bilir, ancak her bir fiilin faydalı mı, zararlı mı olduğunu bilemez. İşte Allah, peygamberleri bu tür fiillerin hükmünü bildirmek için gönderir. Elçiler de Allah’ın aklımızda terkip etmiş olduğu hakikatleri takrir eder ve bunları açıklayan bilgileri getirirler. Bu aynen doktorların durumuna benzemektedir. Bir doktor “Şu bakla yararlıdır, şu bakla da zararlıdır.” dediğinde biz daha önceden nefse zararlı olan şeyleri gidermenin vâcip ve nefse fayda sağlayan şeyleri yapmanın da hasen olduğunu bildiğimiz için onların verdikleri bilgileri kendimiz için Peygamberlerin getirdiği bilgilerin akılla olan 76| db yararlı görerek alırız. 14 ilişkisi de böyledir. Hâsılı Mu’tezile’ye göre insanların peygamberlere olan ihtiyacı, hüsün ya da kubuh yönü tespit edilemeyen fiillerin durumlarının açıklanması amacıyladır. 3. Mu’tezile’de peygamberin gerekliliğinin temellendirildiği diğer bir husus, lütuf prensibidir. Lütuf genel olarak insanın, kendi 13 14 Kâdî Abdulcebbâr, Şerh, s. 564. Bkz. Kâdî Abdulcebbâr, Şerh, ss. 564-566; Muhtasar fî Usûli’d-Dîn, tah.: Muhammed Ammara, Kahire 1408, ss. 263-265; Muğnî, c. VI/I, s. 58; c. XV, s. 19; Şehristânî, Nihâyetü’l-İkdâm, London 1934, s. 417; Mu’tezile ilâhîyat konusunda akla önemli bir rol biçerken sem’iyyat konusunda akla itibar etmemiştir. Akıl her ne kadar bazı temel gerçekleri bilse ve birtakım istidlaller sonucu bunları kavrasa da sem’iyyata ait maslahatları, yani ibadet, ahiret vb. konuları bilemez. Çünkü bu hususlar akli istidlalin sahasının dışında cereyan eder. Sözgelimi akıl, Allah’a ibadet etmeyi ve O’na şükretmeyi gerekli görebilir. Ancak, Allah’a karşı yapılacak kulluk görevleriyle ilgili birtakım fiillerin özelliklerini, şartlarını, vakitlerini ve mekânlarını tespit edemez. Abdest olmadan namazın olmayacağını veya temizlik olduğu anda namazın kılınabileceği ancak nakille bilinebilir. Oruç, zekât gibi ibadetlerin durumu da böyledir. Kurban bayramında oruç tutmak bir ibadet değildir ama bayram sonrasında tutulan oruç ibadettir. Akıl bütün bunları tespitte yetkili ve yeterli değildir. Yine insan aklı ilkesel anlamda adaletin iyi, zulmün kötü olduğu gibi birtakım küllî kaideleri bilir; ancak her zaman her fiilin belli bir küllî kaide kapsamı içindeki konumunun sarâhaten tespit edilebilmesi mümkün olmayabilir. Böyle durumlarda Allah’ın akla yerleştirdiği küllî hükümlerin onaylanması ve zihinlerde var olan şeyin detaylandırılması için peygamberler gönderilmesi hüsün kabilinden bir fiil olur. Bkz. Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, ss. 26-28, 50; Şerh, ss. 564-565; ayrıca bkz. Zühdî Cârullah, el-Mu’tezile, Beyrut 1974, s. 96. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ iradesiyle Allah’a iman edip günahlardan kaçınmasını kolaylaştıran ilâhî bir fiil anlamındadır.15 Dolayısıyla bu işlevi yerine getiren peygamberin gönderilmesi de lütuftur. İnsanı yükümlü kılan Allah’ın, mükellefiyetin her yönüyle mükemmel kılınmasını sağlaması gerekir. Yani Allah’ın kişiyi mükellef kılarken herhangi bir noksanlığın oluşmaması için bu fiillerin durumunu insana bildirmesi elzemdir. Söz konusu bu durumları insana bildirmesi, ancak bir peygamberin gönderilmesine bağlı kılınmışsa, Allah’ın bunu yapması vâcip olur. Bunu Mu’tezilî kelamcılar şöyle ifade eder: “Bi’set ne zaman ki hüsündür; o halde vâciptir.”16 Böylelikle nübüvvet, lütuf ve maslahat olan şeylerin tamamlanması ve teklife ilişkin aklın yetersiz kaldığı durumların açıklanması bağlamında lütuf olmuştur.17 Peygamber göndermenin Allah’a vâcip oluşu; hüsün, lütuf türündeki fiillerden olmasına ve teklifteki unsurları tamamlıyor olmasına bağlı kılınmıştır. Dolayısıyla akıl yürütme melekesi vermek, peygamber göndermek ve ilâhî kitaplar aracılığıyla insanların tâbi olacakları hükümleri bildirmek vâcip olan ilâhî lütufların kapsamına girmektedir. Diğer taraftan lütuf, yükümlü kılınan insanın ileri db | 77 sürebileceği mazereti ortadan kaldırmak gibi bir amaç içerdiği zaman da vâcip olur.18 Şu halde Mu’tezile zaviyesinden lütuf, bir nevi hayrı kolaylaştırma olarak ele alındığı için peygamber gönderme de lütuf olmaktadır. Aksi halde Allah’ın mükellefe imkân sağlamaması, sorumlu tuttuğu hususlara ulaşmasını kolaylaştırmaması ve bu yoldaki mânileri ortadan kaldırmaması kendisine nispeti imkânsız olan hususların izafesine neden olur.19 4. Mu’tezile salah-aslah prensibinden hareketle de peygamberin gerekliliğini savunmuştur. Bu prensibe göre kullar için en hayırlı/aslah olanı yapmak Allah’a vâciptir.20 Allah’ın iman edeceklerini bildiği kullar için peygamber göndermesi, insanlar açısından yarar 15 16 17 18 19 20 Bkz. Abdülcebbâr, Muğnî, tah.: Ebulleylâ Afîfî, c. XIII, ss. 9-21, 76; Şerh, s. 519. Kâdî Abdülcebbâr, Şerh, s. 564. Bkz. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 39. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XIII, ss. 9-21, 76; c. XV, s. 81; Şerh, s. 519, 564. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, ss. 50-52, 63. Salah-aslah meselesi temelde adalet esasına dâhil bir konudur. Abdülcebbâr, a.g.e., c. XIV, ss. 81-83, 65; Şerh, s. 133; Ebu’l-Hüseyin el-Hayyât, İntisâr ve’r-Reddü alâ İbni’rRâvendî el-Mulhid, tah.: A. Nasri Nader, Beyrut 1957, ss. 25-26; Zühdî Cârullah, elMu’tezile, s. 102; Muhammed el-Abdeh-Tarık Abdulhalîm, el-Mu’tezile beyne’l-Kadîm ve’l-Hadîs, Birmingham 1987, ss. 68-69; ayrıca bkz. Hulusi Arslan, Mutezile’ye göre İyilik ve Kötülük Problemi, (Basılmamış Doktora Tezi), Erciyes 2000, ss. 118-121; Muzaffer Barlak, Bir Kelam Problemi Olarak Nübüvvet, (Basılmamış Doktora Tezi), Samsun 2013, s. 84. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ sağlayacak bir iş olup, Allah açısından da bu konuda yapılabilecek işlerin en iyisi, yani aslah olanıdır. Allah’ın iman etmeyeceklerini bildiği kullara peygamber göndermesi de adaletin gereği olarak, bu kulların ileride öne sürebilecekleri mazeretleri bertaraf etmesi açısından yine yarar doğuran bir fiildir. Her iki yönüyle yarar sağlayan bir fiil de ilgili konudaki en ideal fiildir. Âdil ve hakîm olan Allah, en iyi olan fiili yapmak durumunda olduğundan, aslah niteliğine sahip “peygamber gönderme işi” de O’na vâcip olmaktadır. Bunun aksi bir davranış, adalete ve aslah olanı yapmaya aykırı bir tutum olacaktır ki bu da Allah’a zulüm atfetmek anlamına gelecektir. Zulmün O’na atfedilmesi ise muhaldir. Kısacası Allah’ın en iyi olanı yapmasının kendisine vâcip olması, peygamber göndermenin de O’na vâcip olmasını gerektirmektedir.21 Kâdî Abdulcebbâr (ö. 415/1024) bu konudaki düşüncesini şöyle ifade eder: “Akıl ile sadece, emaneti geri verme, insaf, nimete şükrün gerekliliği ile zulmün, yalanın ve bunları emretmenin kötülüğü, ihsan ve ikram etmenin iyiliği gibi şeyler bilinebilir. Namazın 78| db aşırılık ve kötülükten alıkoymasının, içkinin düşmanlık ve azgınlığa sebep olduğunun ise, akıl ile bilinmesi muhaldir. Dolayısıyla Allah’ın bunları öğretecek birini göndermesi gerekir. Bu bağlamda peygamber gönderilmesi iyidir. Neticede Allah, mükelleflerdeki bu durumları bize tanıtanları ve mükelleflerin maslahatlarının peygamberin yaptıklarında olduğunu bilmektedir, öyleyse peygamber göndermesi vâciptir.”22 İnsanlar akıl, zeka, duygu, düşünce, algı vb. yönlerden birbirlerinden farklı düzeyde olup, tek başlarına doğru inanca ulaşma yeteneğine sahip değillerdir. Nebevi öğretiler, insanlar arasındaki belirtilen farklılıkları düzenleyip uyumlu bir bütün oluşturarak onları doğru inanca, iyi ve faydalı fiillere, güzel ahlaka, güçlü bir karaktere kanalize eder. Böylelikle insanlar tarafından tam olarak bilinemeyen iyi ve kötünün içeriği doğru bir şekilde doldurulmuş olur. Şu halde insanoğlunun tabiatı gereği peygambere muhtaç olduğu da söylenebilir. 21 22 Kâdî Abdülcebbâr, Şerh, s. 133; Muhtasar, ss. 263-265. Kâdî Abdülcebbâr, Muhtasar, ss. 263-265; ayrıca bkz. Şerh, ss. 575-576. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ 2. İsmetin Dayanakları Mu’tezile’de ismeti gerektiren nedenler, onların nübüvvet anlayışlarıyla ilişkilidir. Söz konusu bu nedenler aşağıda maddeler halinde ele alınacaktır. 1. Mucize: Mu’tezile, ismet konusunu mucize meselesi ile irtibatlandırmıştır. Buna göre mucize, peygamberin nübüvvet iddiasında doğru olduğunun kanıtı olduğu gibi, görevini yerine getirirken de korunmuş olduğunun kanıtıdır. Allah mucize ile elçisini doğrulamıştır. Bundan sonra peygamberin büyük günah işlemesi mümkündür denirse, yerine getirdiği işlerde de yalan söylemesi ve bunları değiştirmesi mümkün olur. Bu durum ise dini tebliğde mucizenin delâlet ettiği şeyi geçersiz kılar.23 Şu halde mucize, peygamberin büyük günah ve insanların nefretini celbedecek küçük günahtan, vahye ilişkin sözlerinde yanılmaktan ve hataya düşmekten münezzeh olduğunun göstergesidir. Cüveynî (ö. 478/1085) de peygamberin büyük günahtan uzak oluşunu mucize ile desteklenmesine bağlamıştır.24 Cürcânî (ö. 816/1413) ise mucize ile gerçekleşen tasdikin geçerliliğini koruması için peygamberin yalan söyle- db | 79 yemeyeceğini ve tebliğdeki ismetin aklen ispat edilebildiğini belirtmiştir. Dolayısıyla tebliğdeki doğruluk mucizenin delâleti ile ilgilidir.25 Ebû Hâşim el-Cubbâî’ye (ö. 321/933) göre mucize peygamberin doğruluğunun teminatıdır. Mucize peygamberin sadece din ile alakalı değil, diğer bütün konularda da doğru olmasını gerektirir. Nitekim Allah peygambere itaat edilmesini emretmiştir. Onun yalancı olması, insanların yalancı birisine tâbi olması manasına gelir. Allah ise yalancıya tâbi olunmasını emretmez. Aksi halde Allah’tan kötü bir fiil sadır olmuş demektir.26 Ayrıca akıl şuna delâlet etmek- 23 24 25 26 Bkz. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 286; ayrıca bkz. Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, çev.: Sabri Hizmetli, Ankara 1986, 133-134. Cüveynî, el-İrşad, neş.: M. Yusuf Musa-Abdülmünim Abdülhamid, Kahire 1950, s. 356 vd; ayrıca bkz. İbn Teymiyye, Mecmûatu’l-Fetâvâ, Riyad 1997, c. XV, s. 87. Cürcânî, Şerhu’l Mevâkıf, Beyrut 1997, c. III, ss. 425-426. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 286. Hz. Peygamber’e itaatin, ismeti zorunlu kıldığı, aksi takdirde insanların da günah konusunda peygambere uymak zorunda kalacakları yaklaşımı, Ebû Hanife’den itibaren savunulmuştur. İsmeti, peygambere itaatle temellendiren Râzî’ye göre, Hz. Peygamber’in günah işlemesi ve peygambere itaat eden insanların da o günahı takip etmesi Hz. Peygamber için batıldır. Onun için batıl olan, diğer peygamberler için de batıldır. Çünkü peygamberler arasında fark yoktur. Dolayısıyla bütün peygamberler, günahlardan masumdur. Ebû Hanife, el-Alim ve’l- DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ 80| db tedir: Allah peygamberi maslahatları bildirmek için göndermiş ve onun kabul edilmesini zorunlu kılmak için de elinde mucize izhar ettirmiştir. Bu durumda peygamberin mutlaka yüksek mevkide ve kalplerde yüceltilen bir konumda olması elzemdir. Zira Allah’ın peygambere yönelmeyi ve ona müracaat edilmesini emretmesi de onun saygın konumda olmasını gerektirmektedir. Hâsılı peygamberin mucizeyle desteklenmesi, onun saygın birisi olmasını, küçük görülme ve hakaretten uzak bulunmasını gerektirir. Aksi bir durum peygamberin gönderiliş hikmetine de aykırıdır.27 Bu konuda Kâdî Abdulcebbâr da aynı görüşleri savunmuş ve mucizenin peygamberin kebire işlemeyeceğinin teminatı olduğunu belirtmiştir.28 Ayrıca ona göre mucize, peygamberin durumunun değişmeyeceğinin ve her zaman hüccet olduğunun delilidir.29 Zira Allah, elçisini mucize ile destekleyerek tasdik etmiş ve ona kefil olmuştur. Bundan sonra peygamberin ilâhî vahyi tebliğ ederken yalan söylemesi, tahrifte bulunması veya vahyin bir kısmını gizlemesi mucizenin delâletini ortadan kaldıracak ve risâlet vazifesinde peygamberi başarısız kılacaktır. Bu ise mümkün değildir. 2. Salah-aslah ilkesi: Mu’tezile’ye göre ismet sıfatının diğer kaynağı salah-aslah prensibidir. Allah’ın iman edeceğini bildiği kullar için peygamber göndermesi, insanlar açısından yarar sağlayacak bir iş olup, Allah açısından da yapılabilecek işlerin aslah olanıdır.30 Bu bağlamda Ebû Hâşim el-Cubbâî’nin beyanına göre Allah, peygamberleri ancak kendileri vasıtasıyla bilinebilecek maslahatları bildirmek için göndermiştir. Ümmetin maslahatları peygamberlerle gerçekleştiği için, onların gönderilmesi de maslahat olmaktadır. Maslahat olan bir şeyi ise Allah’ın en güçlü şekilde yapması elzemdir. Öyleyse gönderilen peygamber, mükellefin kabul edebileceği şekilde/vasıfta olmalıdır. Nitekim eğer peygamberin, insanların kendisine yönelmesine engel bazı davranış ve vasıfları varsa peygamber gönderme ile sağlanacak maslahat gerçekleşmemiş olur. Bu ise aslah olanın terki anlamına gelir. Bu yüzden peygamber insanların teveccühüne engel olacak her türlü vasıf ve davranıştan korunmuş olmalıdır. Sözgelimi büyük günah işleyen kimseyi insanlar 27 28 29 30 Müteallim, İmam-ı Âzam’ın Beş Eseri içinde, İstanbul 1981, s. 22; Râzî, el-Mesâilu’lHamsûn, Mecmua içinde, Mısır 1328, s. 380. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 300. Bkz. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 301. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, ss. 283-284. Bkz. Kâdî Abdülcebbâr, Muhtasar fî Usûli’d-Dîn, s. 263-265; Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, c. III, s. 426. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ kolay kolay kabul etmezler. Dolayısıyla peygamberin büyük günah işlememesi gerekir. Bu bağlamda peygamber cezayı gerektiren, küçük düşüren ve kendisini Allah’ın dostluğundan çıkarıp O’nun düşmanlığına sokan fiillerden münezzehtir.31 Kısacası Allah, insanların maslahatını gerçekleştirmek için peygamber göndermektedir. Peygamberin, maslahatı gerçekleştirebilmesi için de masum olması elzemdir. 3. Hüccet: Mu’tezile’ye göre peygamberin hüccet olması masum olmasını gerektirmektedir. Peygamber, Allah’tan alıp tebliğ ettiği konularda hüccet olması sebebiyle hata ve yanılmadan korunmuştur. Peygamberin hüccetliğini iptal edecek eylemler, ondan sadır olmaz. Fakat o, hüccet olduğu hususlar dışında da kesin olarak masumdur denilemez.32 Kâdî Abdulcebbâr da peygamberin risâlet görevinden önce küfre girmemesini onun hüccet olmasına bağlamaktadır.33 4. Adalet: Mu’tezile’ye göre Allah’ın âdil olması, insanların maslahatına olan hükümleri onlara bildirmesini, O’nun fiillerinin başkalarına fayda sağlamasını veya zararı gidermeye yönelik olma- db | 81 sını gerektirir.34 Peygamberin gönderilmesi, Allah açısından bir gerekliliktir. Yani O’nun âdil olmasının gereğidir. Zira Allah, kulları için en iyi olan işleri ezelî ilmi ile bilmektedir. Peygamberin gönderilmesi de insanların faydasınadır. Onun risâlet görevini başarılı şekilde yürütmesi, insanlara faydalı olması, kendisinin ve mesajlarının kabulü için masum olması elzemdir. Nitekim Mu’tezile’nin “Nefret uyandıran (müneffir) hiçbir davranış peygamberden sadır olmaz.” düşüncesinin altında yatan neden de budur. Masum olmayan peygamber nübüvvet vazifesinde başarısız olabilir. Bu ise Allah’ın âdil olması ile bağdaşmaz.35 5. Lütuf: Mu’tezile’ye göre peygamberin gönderilmesi mükellefler açısından bir lütuftur. Bu nedenle peygamberin en açık yolla 31 32 33 34 35 Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 302. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XX/I, ss. 91-92; Hayyât, İntisâr, s. 72; ayrıca bkz. Sâbûnî, el-Bidâye fî Usuli’d-Din, ter.: Bekir Topaloğlu, Ankara 2000, s. 115. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 312. Şia da imamın hüccet olduğunu ileri sürerek günah ve zellelerden masum olduğunu iddia etmiştir. Bkz. Eş’arî, Makâlâtu’lİslâmiyyîn, tah.: M. Muhyiddin Abdulhamid, Beyrut 1995, c. I, s. 121. Kâdî Abdülcebbâr, Şerh, s. 132, 301, 563; Muğnî, c. XIV, s. 65; c. VI/I, ss. 49-50. Bkz. Kâdî Abdülcebbâr, Şerh, ss. 573-575. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ gönderilmesi elzemdir.36 Bu lütfun en güçlü şekilde gerçekleşmesi için de peygamberin insanlar tarafından rağbet gören ve itimat edilen kimse olması gerekmektedir. Bu ise ancak onun masum olması ile mümkündür. Aslında Mu’tezile, peygamberin insanlar tarafından kabul edilmesini sağlamak için ismet sıfatını gerekli görmüştür. Peygamber göndermedeki amaç da kullara lütuf ve fayda sağlamak olduğu için, onun, tüm nefret uyandıracak davranışlardan uzak olması zorunludur. Diğer bir ifadeyle nübüvvetin kullar açısından lütuf olması, peygamberin, kendisine tâbi olunmasını güçleştirecek fiillerden korunmuş olmasını gerektirmektedir. Aksi takdirde onun kabulü zorlaşır ki bu da lütufla bağdaşmaz. Bu meyanda peygamberin gönderilmesi, bütün mükellefler açısından bir lütuf olduğu için Allah’ın, mükelleflerin bir kısmına fayda sağlayıp diğerlerine meşakkat yüklemesi de mümkün değildir.37 Kısacası Mu’tezilî kelamcılar lütfun gerçekleşebilmesi için peygamberlerin masum olması gerektiğini vurgulamışlardır. Kanaatimizce peygamberin ismeti salah-aslah prensibinin, lütfun, adalet ilkesinin veya mucizenin dolaylı bir delâleti olarak izah edilebileceği gibi onun sahip olduğu 82| db üstün niteliklere de hamledilebilir. 3. İsmetin Sınırları 3.1. Peygamberin Tebliğ Görevinde Masum Olması Mu’tezile ismeti peygamberin kabulünü sağlayan bir sıfat olarak ele almıştır. Bu bağlamda peygamberin fiillerini nefret ettiren ve ettirmeyen olarak taksim etmiştir. İsmet sıfatını ele alırken çerçeveyi bu şekilde belirleyen Mu’tezile, peygamber zaviyesinden nefret uyandırabilecek diğer hususları da irdelemiştir. Makalede bu hususlara da yer verilecektir. İsmetin peygamberin, sadece tebliğ etmekle yükümlü olduğu dini konuları ya da hayatının her alanını içine alıp almadığı konusu tartışmalıdır. İslam âlimleri -Kerramiyye mezhebine mensup bazı kimseler hariç- mucize göstermek suretiyle doğruluğu kesinleşen peygamberin ilâhî vahyi tebliğde hatadan, tebdil ve tahriften korunmuş olduğuna dair ittifak etmişlerdir. Peygamberin dini hükümleri tebliğde bulunmaması da câiz değildir. Aksi halde böyle bir durum şeriata olan güveni ortadan kaldırır, nübüvvet misyonu ve 36 37 Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., s. 573; ayrıca bkz. Kasım b. Muhammed, Kitabu’l-Esas li Akaidi’l-Ekyas, thk.: A. Nasri Nader, Beyrut 1980, ss. 135-137. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., s. 575; Muğnî, c. XV, s. 285, 297, 306-307. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ mucize onayı ile bağdaşmaz.38 Aslında peygamber diğer insanlardan farklı olarak, risâlet görevini yerine getirebilecek bir takım özelliklere haiz olmakla birlikte, bir insan olarak hemcinslerinin genel özelliklerine de sahiptir. Bu yüzden o, her insanın fıtratında bulunan ve bir bakıma insan olmanın gereği gibi görülen zayıf olarak yaratılmışlık,39 acelecilik,40 vb. zaaflardan nasibini almış, nihayetinde bazen yanıldığı ve hataya düştüğü durumlar olmuştur.41 Mu’tezile’ye göre peygamberden nübüvvet öncesi ve sonrasında Allah’ın hoşnut olmayacağı ve O’nun düşmanı olunmasına neden olacak eylemler sadır olmaz. Peygamberin, ilâhî vahyi tebliğ ederken yanılması, yalan söylemesi, onu gizlemesi veya tahrif etmesi imkânsızdır. O, kendisinin doğruluğunu kanıtlayan mucizenin talebine engel olan bir fiil işlemez, yalan ve tevriyeli-kinayeli söz kullanmaz, itibar kaybettiren küçük günahı işlemez ve Allah’tan alıp eda ettiği hususlarda maksadını gizlemez. Çünkü Allah, onu, kendisi ile ümmet arasında elçi olarak seçmiş ve koruma altına almıştır. Bu doğrultuda risâlet görevini yerine getirirken görevine zarar verecek fiillerden, kendisinden uzaklaşılmasına neden olacak, nefret db | 83 uyandıracak, güvensizlik doğuracak ve kendisinin kabul edilmesine mani olacak bütün davranışlardan korunmuştur.42 Fakat peygamber tebliğ vazifesinin dışında diğer insanlar gibidir; yanılabilir ve nefret uyandırmayan küçük günahı işleyebilir.43 38 39 40 41 42 43 Bkz. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 281, 286; Râzî, el-Mahsul fi ilmi Usuli’l-Fıkh, neş.: C. Feyyaz el-Alevânî, Beyrut 1992, c. III, s. 226; İsmetü’l-Enbiyâ, ss. 15-16, 39; en-Nübüvvât vemâ Yetaallaku bihâ, neş.: A. Hicazi es-Sekka, Beyrut 1986, s. 125; Âmidî, Ebkâru’l-Efkâr fi Usuli’d-Dîn, neş.: Muhammed el-Mehdî, Kahire 1423, c. IV, ss. 145-146; Taftazânî, Şerhu’l-Makâsıd, neş.: Abdurrahman Umeyre, Beyrut 1989, c. V, ss. 49-50; Şerhu’l-Akâid, çev.: Süleyman Uludağ, İstanbul 1999, s. 302; İbn Teymiyye, Kitabü’n-Nübüvvat, Beyrut 1982, s. 148, 286; Mecmûatu’l-Fetâvâ, Riyad 1997, c. XV, s. 87; Kâdî Iyaz, eş-Şifa bi-Tâ’rifi Hukuki’l-Mustafa, Mısır 1369, c. II, s. 119, 136; İbn Hazm, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal, Beyrut 1975, c. IV, s. 2; el-Hillî, Keşfü’lMurad fî Şerhi’l-Tecridi’l-İ’tikad, neş.: Hasanzâde el-Amülî, Kum 1986, s. 349; Musa elMûsevî, eş-Şia ve’t-Tashih, es-Sıra’ beyne’ş-Şia ve’t-Teşeyyu, Beyrut 1988, s. 82; Tabatabaî, İslam’da Şia, çev.: Kâdîr Akaras-Abbas Kazımî, İstanbul 1993, s. 132; M. Şükrü Alusî, Muhtasar Tuhfeti’l-İsnâaşeriyye, İstanbul 1976, s. 105. Nîsâ 4/28. İsrâ 17/11. Bkz. Bakara 2/36-37; Â’raf 7/22; Tâhâ 20/120, 121; Tevbe 9/84, 114; Hûd 11/4546; Enfal 8/67. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 279, 281; Hayyât, İntisâr, s. 71; İbnü’l-Murtazâ, Kitabu’l-Kalâid, neş.: A. Nasri Nâdir, Beyrut 1985, s. 114; ayrıca bkz. İbn Ebü’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâğa, neş.: Ebü’l-Fazl İbrâhim, Kahire 1960, c. VII, s. 8. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 280. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ Ebû’l-Hüseyin el-Hayyât (ö. 300/912), İbn Râvendî’nin (ö. 298/910) “Hz. Peygamber bir farzı eda etmeye yöneldiği sırada hata ve yanlışlık yapabilir.” iddiasını şu ifadelerle reddeder: Hz. Peygamber’in Allah’tan bir şeyi eda etmeye yöneldiğinde ya da insanlara Allah’ın yapılmasını istediği bir şeyi haber verdiğinde hata etmesi ve yanılması câiz değildir. Allah, hata etmesi mümkün olanın tasdikini emretmez. Hatasından emin olunmayana itaat de olmaz. Allah Hz. Peygamber’i Bedir esirleri konusunda ve ayrıca Abese Sûresi’nde uyarmıştır. Ancak Hz. Peygamber’den vâki olan her günah, küçüktür ve bağışlanmıştır. Bunlar vaîd gerektirmeyen ve dostluğu bitirip düşman olmayı doğurmayan şeylerdir. Özetle Hayyât’a göre peygamber vahyin tebliğinde hataya düşmez. Peygambere nispet edilen hatalar da onun dinî tebliğ ile sorumlu olduğu alanlar değildir.44 Mu’tezile’ye göre peygamber nübüvvetten önce fazilet yönüyle diğer insanlarla aynı seviyede olabilir. Ancak peygamberlik görevini üstlendikten sonra onun mükellefiyetinin artmış olması, karşılaştığı 84| db zorlukların fazlalaşması ve nefsini sabra alıştırıp45daha fazla sabırlı olmasının gerekmesi efdal olmasını sağlamıştır. Yani peygamber risâlet görevini yüklenerek efdal olmuştur. Zira ümmet de peygamber olarak gönderilenin, gönderilmeyenden daha faziletli olduğu konusunda ittifak etmiştir.46 Mu’tezilî kelamcılara göre peygamberin yalan söylemesi veya tebliğinde değişiklik yapması maslahatın gerçekleşmesine mani olur. Hâlbuki Allah, peygamberi, insanların maslahatının gerçekleşmesi için göndermiştir.47 Öyle ki peygamberin, tebliğinde hataya düşmesi veya yanılması; tebliğinde yalan söylemesi, tahrifte bulunması veya tebliğinin bir kısmını gizlemesi ile eşdeğerdir. Peygamberin söz konusu bu durumu, tebliğ vazifesini yapmaması anlamına da gelir.48 Keza peygamberin tebliğinde bilerek günah işlemesi veya -bazı istisnalar olmakla birlikte- hatalı tevilde bulunarak 44 45 46 47 48 Bkz. Hayyât, İntisâr, ss. 71-73. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 280. Kâdî Abdülcebbâr, Şerh, s. 576. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 281. Esasen peygamberlerin tebliğ ettikleri hususlarda yalan söylemesi Allah’ın kendilerini göndermedeki hikmetine de ters düşer. Nitekim “Eğer o bazı sözler düzenleyip bize isnat etseydi hemen sağ elinden yakalar ve can damarını keserdik, hiçbiriniz ona yardım edemezdiniz.” (Hakka 69/44-47) ayeti bunu desteklemektedir. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 281; Hayyât, İntisâr, s. 71. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ günaha girmesi de mümkün değildir.49 Sonuçta onun teşrîi nitelikli fiillerinde ve Allah’tan alıp insanlara tebliğ ettiği haberlerde günaha veya hataya düşmesi mümkün olmadığı için ona uyulması elzemdir. Fakat peygamberin teşrîi nitelikli olmayan fiillerinde yanılması veya hatalı tevilde bulunması mümkündür.50 Mu’tezile açısından peygamber, tebliğ vazifesini yerine getirmesine engel olacak işlerle meşgul olmaz. Ayrıca peygamberin yürüttüğü risâlet görevi, dini hükümleri tebliğ ederken hatadan, tebdil ve tahriften korunmuş olmasını gerektirir. Bu meyanda o, ilahi vahyi tebliğ ederken yalan da söylemez. Onun yalan söylemesi, Allah’ın bi’setle kastettiği hikmete ters düşer.51 Zira peygamberin yalan söylemesi mümkün olsaydı, yalanları, kavimlerinin doğru yoldan sapmalarına ve insanların kendisinden uzaklaşarak davetinden yüz çevirmelerine neden olur, güvenirliliğini ortadan kaldırır ve nefreti celbederdi. Esasen Allah, peygamberini mucize ile tasdik ettikten sonra onun yalan konuşması ve ilâhî vahiyde tahrifte bulunması da olanaksızdır.52 Ebû Hâşim el-Cubbâî bunu şöyle ifade eder: Peygamberin dine ilişkin meseleler dâhil bütün konularda doğruluğudb | 85 nun teminatı mucizedir. Peygamberin yalan söylemesi, insanların yalancıya tâbi olması manasındadır. Allah ise yalancıya tâbi olunmasını emretmez. Aksi halde Allah’tan kötü bir fiil sadır olmuş demektir.53 Diğer taraftan peygamberin neshe müracaat etmesi de maslahat ile alakalıdır. Eğer insanların maslahatı devam ediyorsa nesh gerçekleşmez. Fakat insanların maslahatı değişmiş ise bu durumda peygamber önceki uygulamasını değiştirebilir. Neticede peygamberin maslahattan ötürü söz ve uygulamasını değiştirmesi veya kaldırması yalan söylediği anlamına gelmez.54 Kâdî Abdulcebbâr “Peygamber yalan söyleyebilir veya tebliğ ettiği hususların bazısını gizleyebilir. Fakat bunu daha sonra beyan ederek tebliğini tamamlamış olur.” itirazını şöyle yanıtlar: Eğer peygamber bir defa yalan söylerse ardından bunu beyan ederek eksikliği giderir denemez. Çünkü bir defa yalan söyleyen kimsenin ikinci defada da yalan söylemesi muhtemeldir, yani ikinci defa söylediğinin doğru olduğuna güvenilmez. Bu durum ise nefret uyandı49 50 51 52 53 54 Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 286; ayrıca bkz. Hayyât, İntisâr, ss. 71-72. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 288. Bkz. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., XV, s. 281, 285; İbnü’l-Murtazâ, Kalâid, s. 114 vd. Şehristânî, Nihayetü’l-İkdam, ss. 440-441; bkz. Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 285. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 286. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 294. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ ran bir davranış olup ondan uzaklaşılmasına neden olur. Aslında peygamberin yalan konuşması üstü kapalı konuşmasından daha kötüdür, çünkü üstü kapalı konuşmasını açıklar ve maksadı anlaşılır ama yalan konuştuğu takdirde ikinci açıklamasına da güven duyulmayabilir.55 Mu’tezilî âlimlere göre peygamberin ilâhî vahyin dışında, bazı şeyleri gizlemesi ve üstü kapalı konuşması mümkündür. Hatta bazen onun birtakım şeyleri gizlemesi daha iyi de olabilir.56 Bununla birlikte peygamber ihtiyaç olmadan önce mücmel veya amm bir ifade kullanabilir. Fakat peygamber tebliğ vazifesi esnasında ve ihtiyaç durumunda mücmel veya amm ifade kullanamaz. Bu durum peygamberin hitap ettiği insanlara yabancı dilde konuşması gibidir. Sonuçta ihtiyaç durumunda peygamberin mücmel ve amm ifadeler kullanması, onun tebyin görevi ile bağdaşmaz.57 Peygamberin kendisine ihtiyaç duyulan bir konuyu açığa kavuşturmaması veya o konuda maksadını gizlemesi de imkânsızdır. Onun verdiği mesajların açık ve anlaşılır olması elzemdir. Aksi halde insanlar, ondan uzaklaşır.58 86| db Mu’tezile’ye göre peygamber sehvi açıklarken uygulamalı olarak göstermesi onun tebliğde yanılması anlamına gelmez. Bilakis onun bu uygulaması, tebliğin tamamlayıcısı olarak kabul edilir. Çünkü peygamberin uygulamalı olarak sehvi anlatması temelde daha açıklayıcı olur. Hz. Peygamber de bazen şeriatı kavlen aktarmış ardından bunu fiilen göstererek anlaşılmasını sağlamıştır.59 Kâdî Abdulcebbâr “Peygamber tebliğ vazifesini yaptıktan sonra hata yapması câizdir denirse görevini yaptıktan sonra peygamberliği de sonlanmıştır denilebilir.” itirazını şöyle reddeder: Peygamber tebliğ ettiği hususları daha sonradan tekid edebilir. Mucize de peygamberin sözünün her zaman hüccet olduğunun delilidir. Yani mucize peygamberin durumunun değişmeyeceğinin kanıtıdır. Bu bağlamda peygamber, hiçbir zaman akli muhakemesini kaybetmez. Fakat beşeri düzlemde insanların başına gelen şeylerle karşılaşabilir. Kısacası peygamber tebliğ görevini ifa ettikten sonra onun vazifesi tamamlanmıştır denilemez.60 55 56 57 58 59 60 Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 282-283. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 285. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 288-289. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 283. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 282. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, ss. 283-284. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ Mu’tezile’ye göre peygamber, zorluklarla karşılaşınca, tebliğ vazifesinden vazgeçip takiyyeye başvuramaz. O, tebliğ esnasında takiyye yapmış olsaydı, onun derecesi/fazileti yüksek olmazdı. Nitekim onun derecesinin yüksek olması, risâlet görevini yerine getirmesi ve karşılaştığı zorluklara karşı göğüs germesi ile mümkündür. Aslında o, Allah’ın koruması altında61 olduğu için zorluklar karşısında tebliğden vazgeçmesine veya takiyyeye başvurmasına gerek yoktur.62 Kâdî Abdulcebbâr “Peygambere şeriatı tebliğ edip uyguladığı takdirde öldürüleceği söylenirse ne yapmalıdır?” sorusunu şöyle cevaplar: Peygamberin risâlet görevini yerine getirmesi insanların yararınadır. Dolayısıyla o, ölüm tehdidi karşısında dahi takiyyeye başvuramaz ve görevini askıya alamaz. Peygamberin başka tehditlerden ötürü de görevini yapmaktan kaçınması imkânsızdır. Çünkü onun tehditlerden ötürü görevini yerine getirmemesi, hikmete ve nübüvvetin insanlar için lütuf olmasına aykırıdır.63 Esasen peygamberler risâlet görevlerini yürütürken tepki ve direnişle karşılaşmış, Allah da elçilerini, bu baskı ve tehditlerden korumuştur. Böylelikle db | 87 risâlet görevlerini hiç bir zaman askıya almamışlardır. Neticede ismet, peygamberin kendisinin korunması olduğu gibi tebliğ ettiği dinin de korunması demektir. Kâdî Abdulcebbâr’a göre peygamberin Allah’tan alıp eda ettiği konulardan farklı mükellefiyetinin olması mümkündür. Bu durum insanların ondan uzaklaşmasına neden olmaz.64 Diğer taraftan peygamberin bütün sanatları bilmesi zorunlu olmadığı gibi gaybı ve bütün ahkâmı bilmesi de zorunlu değildir. Nitekim kendisine iki düşman geldiğinde hangisinin haklı olduğunu ancak onları dinlediğinde bilmiştir. Ayrıca peygamberin içtihatta bulunması da nefret uyandıran bir husus değildir. Onun içtihatta bulunması veya içtihattan kaçınması kendisi için ibadet olabilir.65 Kanaatimizce peygamberin hatalı içtihatta da bulunması imkân dâhilindedir. Çünkü onun hayata dair bilgileri tecrübe, araştırma ve gayrete bağlıdır. Bu konularda hata yaptığı takdirde -ahlakî faziletlerinden ödün vermediği müddetçe- tenkit edilemez. 61 62 63 64 65 Maide 5/67. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 284. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, ss. 284-285. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 289. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 290. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ Kâdî Abdulcebbâr “Peygamber kelam ve fıkıh âlimlerinin sahip olduğu ilme vâkıf olmalıdır. Şayet o, böyle bir ilme sahip değilse insanlar ondan uzaklaşır. Keza bu ilimlere sahip ve ihtiyaç durumunda bunu açıklamıyorsa da insanlar ondan uzaklaşır.” iddiasını reddeder. Peygamber tevhid ve adalete ilişkin konuları bildiği gibi Allah hakkında câiz olan ve olmayan şeyleri de bilir. Fıkıhtaki bütün fürû meseleleri tafsilatıyla bilmekle mükellef değildir, ama bu meselelerin aslını ve -gideceği- yönü bilmelidir. Yoksa bütün bunları bilmelidir denirse ilk vahiy geldiğinde peygamber ahkâmı bilmiyordu ve bu nedenle de insanlar ondan uzaklaşması gerekirdi denilebilir.66 Ayrıca onun dini bir meselenin tafsilatını bilmemesi, bu konuyu insanlara haber vereceği anlamına gelmez. Bilgi sahibi olmadığı konuda açıklama yapmak isterse Allah onu korur ve hataya düşmesine mani olur. Peygamberin gerek dini hükümleri tebliğ konusunda gerekse diğer konularda iyiyi yasaklayıp kötüyü emretmesi de mümkün değildir. Çünkü böyle bir fiil yalan söylemek ile eşdeğerdir.67 88| db Kâdî Abdulcebbâr “Peygamberin dini bir konuda bilgi sahibi olmaması, kendisine karşı nefret uyandırır.” iddiasını şöyle reddeder: Peygamberin ahkâmın tafsilatını bilmemesi mümkündür. Onun her şeyi bildiği iddia edilemez. Aksi halde onun gaybı ve Allah’ı her yönüyle bilmesi gerekirdi. Fakat onun, bir şeyi olduğu halden/hakikatinden farklı bir şekilde bilmesi câiz değildir. Ayrıca peygamberin bazı taabbudî konularda hataya düşmesi mümkündür. Sözgelimi Mu’tezilî düşünürlerin belirttiği gibi Hz. Âdem ayette anlatılan ağacın kendisinin haram olduğunu zannetmiştir. Hâlbuki ayette belirtilen ağaç, “ayn” olarak değil “cins” olarak haram kılınmıştır.68 Mu’tezilî kelamcılar, “Peygamberin Allah’tan izinsiz bir talepte bulunması nefret uyandıran bir eylem midir?” sorusunu şöyle cevaplar: Peygamber kavmini veya ümmetini ilgilendiren bir konuda Allah’tan izinsiz talepte bulunamaz. Şayet peygamber izinsiz talepte bulunur ve Allah da onun talebini reddederse bu durumda insanlar peygamberden uzaklaşabilir. Fakat o, kendisi ile alakalı bir konuda 66 67 68 Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 290. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 293. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 292; ayrıca bkz. Râzî, İsmetü’l-Enbiyâ, s. 49-57. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ izinsiz talepte bulunabilir. Eğer talebi reddedilirse, bu, sorun teşkil etmez.69 Kâdî Abdulcebbâr “Peygamberin, gönderildiği kavmin dilini bilmemesi nefret uyandıran bir davranış mıdır?” sorusunu şu şekilde yanıtlar: Peygamberin bütün dilleri bilmesi mümkün değildir. Gönderildiği kavmin dilini biliyorsa onlara tebliğini yapar, yoksa başka vasıtalarla tebliğini gerçekleştirir. Ayrıca peygamber bütün insanlığa gelmiş ise öncelikle kavmine tebliğ yapar, ardından onlar diğer kavimlere mesajı ulaştırır.70 Öte yandan Mâtürîdîlere göre ise ismet, Allah’ın bir lütfu olarak peygamberi iyiliğe sevk edip, onu kötülükten uzaklaştırmasıdır. Fakat ismet külfeti kaldırmaz. Yani peygamberin masum olması onu tâate zorlamadığı gibi günah işlemekten de aciz bırakmaz. İlâhî imtihanın gerçekleşmesi için onda irade mevcuttur.71 Nureddîn esSabûnî (ö. 580/1184), peygamberlerin nübüvvetten önce günah işlemiş olabileceklerini ancak (varsa) bunların peygamberlikle birlikte iyiliğe ve hayra tebdil olacağını ve onların tebliğ ehliyetlerine gölge düşürecek günahtan masum olduklarını zikretmiştir.72 İbn db | 89 Hümam (ö. 861/1457) ise Mâtürîdîlerin yaklaşımını şöyle açıklamıştır: Tebliğe ilişkin konularda peygamberler yanılma ve hatadan masum; tebliğ dışındaki hususlarda yanılma ve hataya düşmede ise diğer insanlar gibidir.73 Diğer taraftan Eş’arî kelamcılara göre ismet, Allah’ın peygamberde itaati yaratıp mâsiyeti yaratmamasıdır; yani peygamberi kötülüklere yönelmekten koruyan bir özelliktir.74 Fakat bu tanımlama 69 70 71 72 73 74 Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 296. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 297. Sâbûnî, el-Bidâye, s. 114-115; el-Kifâye fi’l-Hidâye, tah.: Fethullah Huleyf, İskenderiye 1969, 95; Mâtürîdî, Te’vilâtu Ehli’s-Sünne, tah.: F. Yusuf el-Hayme, Beyrut 2004, III, s. 527; el-Harpûtî, Tenkîhu’l-Kelâm fi Akâidi Ehli’l-İslam, İstanbul 1330, s. 284; ayrıca bkz. Mahmut Çınar, “Peygamber Diğer İnsanlardan Ayıran Üç Özellik: Vahiy, Mucize ve İsmet”, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, sayı:21, 2011, s. 118. Sâbûnî, el-Bidâye, s. 114-115. İbnü’l-Hümâm, el-Müsâyere, İstanbul 1979, ss. 200-201; ayrıca bkz. Mâtürîdî, Te’vilât, c. IV, s. 507; Kitabu’t-Tevhîd, tah.: Fethullah Huleyf, İstanbul 1979, ss. 8-9; İbn Hazm, el-Fasl, c. IV, s. 3; Ebu’l-Leys es-Semerkandî’nin (ö. 373/983) vurguladığı üzere genel olarak Mâtürîdîler peygamberler hakkında sağair kelimesini kullanmaktan kaçınarak ‘zelle’ kelimesini tercih etmiş; peygamberlerin zelle işlemelerini mümkün; kasten sağair işlemelerini ise mümkün görmemişlerdir. Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Şerhu’lFıkhi’l-Ekber, Haydarâbât 1321, s. 26. Bağdâdî, Usulu’d-Dîn, İstanbul 1928, s. 169; Taftazânî, Şerhu’l-Makâsıd, V, 50; bkz. Cüveynî, el-Burhan fi Usuli’l-Fıkh, neş.: Abdülazim ed-Dib, y.y. 1978, c. I, ss. 483-485; DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ peygamberi bir bakıma melek statüsüne çıkarıp onun günah işleme iradesini ortadan kaldırmaktadır. Bu ise onların hata ve günah işlediklerini bildiren ayetlerle çelişir. Bu noktada Fahruddîn er-Râzî (ö. 606/1210) peygamberin günah işlemeyeceğini; bunun, onun örnek kişiliğinin gereği olduğunu, Allah’ın da bu konuda ona inayette bulunduğunu belirtir.75 Taftazânî’ye (ö. 792/1390) göre ise peygamberlerin yalan söyledikleri ya da günah işlediklerine dair bir haber gelmesi durumunda, haber, âhâd yolla gelmişse bu reddedilir. Tevatür ile gelmişse, tevil edilir. Bu da mümkün olmazsa, “terk-i evlâ” ile mesele çözülür. Yahut bu günahın vahiy gelmeden önceki döneme ait olduğu ileri sürülür. Dolayısıyla nebilerin yaptıkları günah değildir, Allah onları daha iyi olanı terk ettikleri için ya da başkalarına örnek teşkil etsin diye kınamıştır.76 Kanaatimizce peygamberin iradesini nefyeden cebrî korunma, onu, Allah nezdinde yüceltmez. Aksine onu yücelten ve faziletli kılan husus, günah işleme potansiyeline rağmen ondan hür iradesiyle uzak kalabilmesidir. Hatta bu durum onun meleklerden üstün kılınmasının sebebidir. Eş’arîlerin ifade ettikleri gibi peygamber, Allah’ın kendisinde mâsi90| db yeti yaratmamasıyla masum olsaydı, onun mükellefiyeti ortadan kalkacak ve her türlü hata veya günahı işleyebilen diğer insanlara örnekliği problem olacaktı.77 Şu halde Eş’ariyye’nin ismet tarifiyle peygamberi melek statüsüne çıkarıp onun günah işleme iradesini ortadan kaldırması, Allah’ın emir ve nehiylerini anlamsız hale getirmektedir. Bu noktada Eş’ariyye doğru bir yaklaşım sergileyememiştir. İsmet konusunda peygamberin iradesini nefyetmeyen Mu’tezile ve Mâtürîdîyye’nin görüşlerinin daha isabetli olduğu görülmektedir. Diğer taraftan Kur’an’da peygamberlerin kendilerine vahyedilmeyen şeyleri Allah’a nispet etmeyecekleri, böyle bir ihtimalde yalanlarının ortaya çıkarılacağı ya da bu sözleri söyleyecek gücün kendilerinden alınmak suretiyle engellenecekleri ifade edilmiştir.78 Peygamberler ilâhî buyrukları olduğu gibi aktarmadığı takdirde 75 76 77 78 Gazzâlî, el-Mustasfa min İlmi’l-Usul, neş.: Hamza b. Züheyr Hafız, Medine tsz., c. III, s. 452; Âmidî, Ebkâru’l-Efkâr, c. IV, s. 145; Mehmet Bulut, “İsmet” mad., TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara 2001, c. XXIII, s. 135. Râzî, İsmetü’l-Enbiyâ, ss. 40-41. Taftazânî, Şerhu’l-Akâid, s. 304. Bkz. Mü’minun 23/51; Ahzab 33/1; Kehf 18/110; Fussilet 41/6; İsrâ 17/74. Bkz. Hakka 69/44-47. Zemahşerî, Keşşâf, tah.: A. Muhammed Muavvid-Ahmed Abdu’l-Mevcud, Riyad 1998, c. VI, s. 204; İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, tah.: Sâmî b. Muhammed Seleme, Riyad 1999, c. VIII, s. 218. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ tebliğ vazifesini tam olarak yerine getirmiş de sayılmazlar. Kur’an bunu şöyle anlatır: “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risâlet vazifesini tam olarak yapmamış olursun.”79 Öte yandan “Onlara ayetlerimiz açık açık okunduğu zaman bize kavuşmayı beklemeyenler: Ya bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir! dediler. De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben, bana vahyolunandan başkasına uymam. Çünkü Rabbime isyan edersem elbette büyük günün azabından korkarım.”80 ayetinde de peygamberin ilâhî vahye orijinaliyle uyması gerektiği ve onu değiştirmeden insanlara ulaştırmakla yükümlü olduğu anlatılmıştır.81 Kur’an’dan hareketle de peygamberin vahiy üzerinde tahrifte bulunmaktan korunduğu ve onu olduğu gibi insanlara aktardığı anlaşılmaktadır. Kanaatimizce peygamberler, Allah’a imanda üst noktada olduklarından herhangi bir yanlışa karşı diğer insanlara göre daha fazla korku hissetmiş, hiçbir zaman hatalarının affedildiği ya da günahlardan korunmuş oldukları fikrine kapılmamışlardır. Onların mutlak bir ismetle korunduğu görüşü, imanlarının da zorunlu olduğu sonu- db | 91 cuna götürür. Hâlbuki zarûrî iman, kâmil değildir. Bilakis onların imanı ihtiyarîdir ve kemal noktasının zirvesindedir. Öyleyse onların ismet sıfatı -şahsî kararlarını da kapsayacak derecede- mutlak değildir. Nitekim Hz. Peygamber’e Hıristiyan ve Yahudilere tâbi olmadıkça onların sevgisini kazanamayacağını, dolayısıyla onların taleplerine uymaması gerektiğini hatırlatan ayet,82 onu uyarma niteliğinde olup, zımnen Hz. Peygamber’in hatalı tercihte bulunma ihtimalini gösterir. Şu halde ismet, Allah’ın bir lütfu olup, peygamberi devamlı olarak hayır yapmaya sevk eder, kötülükten de alıkoyar. İsmet, emir ve nehyi düşürmez; -ilâhî imtihanın gerçekleşmesi içinonun iradesini nefyetmez. Aksi halde günah işlemeye gücü yetmeyen bir peygamberin, masum olması, dolayısıyla övgüye mazhar olması düşünülemez.83 Neticede peygamberin yüklendiği ağır so79 80 81 82 83 Maide 5/67. Yunus 10/15. Bulut, “İsmet” mad., TDV İslam Ansiklopedisi, c. XXIII, s. 135; ayrıca bkz. Müslim, elCâmiü’s-Sahîh, tah.: M. Fuad Abdulbaki, Mısır 1955, İman, 287. “(Ey Peygamber!) Dinlerini benimsemediğin sürece Yahudiler de Hıristiyanlar da senden asla hoşnut olmayacaklar. Onlara de ki: “Allah’ın gösterdiği yol var ya, işte doğru yol odur.” (Ey Peygamber! Bilesin ki) sana gelen bu vahiylere rağmen onların heva ve heveslerine uyacak olursan Allah’a karşı sana sahip çıkıp yardım edecek kimse bulamazsın.” Bakara, 2/120. Sâbûnî, el-Bidâye, s. 114-115; Râzî, Muhassal, ter.: Hüseyin Atay, Ankara 1978, s. 221; Beyazîzâde Ahmed Efendi, İşârâtü’l-Meram min İbârâti’l-İmam, neş.: Yusuf Ab- DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ rumluluk onun masum olmasını sağlayan ve iradesini güçlendiren bir unsurdur. Bu çerçevede peygamber, sahip olduğu yüksek konum gereği kendi iradesi ile günahtan uzak kalmaktadır denilebilir. İsmet, beşer olması hasebiyle hataya düşmesi mümkün olan peygamberin, hata yapması durumunda Allah tarafından uyarılması ve bu hatasından men edilmesidir şeklinde de tarif edilebilir. Allah insanlara kendilerinden birisini, elçi olarak göndermiştir.84 Elçiler, birer insan olmalarına karşın,85 bulundukları toplum içerisinde üstün ahlaklı ve erdemli kişiler olarak temayüz etmişlerdir. Hatta bütünüyle mahlûkatın en üstünü ve şereflisi olmuşlardır. Buna rağmen onlar, melek tabiatına sahip değildirler.86 Getirdikleri mesajın insanlar üzerinde etkili olmasının başka bir yolu yoktur. Esasen yürüttükleri risâlet görevi gereği masum olmalıdırlar.87 Aksi halde işledikleri günahların, zaman zaman din olarak algılanma riski ortaya çıkabilir. Yine de onlar beşerî hatalardan müstağni değildirler. Nitekim insanın melekten farkı da günaha ve isyâna elverişli bir tabiata sahip olmasıdır. İnsan statüsündeki varlıkların hiç hataya 92| db düşmemesi söz konusu değildir. Çünkü hatasızlık yalnızca Allah’a mahsustur. Peygamber de beşer olduğu için hataya düşmesi muhtemeldir. Bu durum nübüvvet müessesesine halel getirmez. Ama o, Allah’ın koruması altında88 olduğu için diğer insanlardan farklı olarak hataya düştüğü vakit uyarılır ve aynı hataya tekrar düşmez. Onların uyarılması da efdal olanı terk etmesi neticesindedir denilebilir. Sözgelimi Hz. Peygamber de nass olmayan konuda içtihat yapmış, neticede yanıldığı veya evla olanı terk ettiği olmuştur. İşte onun ihtiyaçlarla kayıtlı ve diğer insanlar gibi içtihadî kararları olan birisi olması, beşerî yönünü vurgulayan en önemli husustur.89 Onun beşer olmasından hareketle de basit bir postacı gibi telakki edilmesi ise doğru değildir. Peygamberin risâlet görevini ifa etmesine engel bir sıfatının olmaması elzemdir. Eğer nübüvvetten önce böyle bir özelliği varsa 84 85 86 87 88 89 dürrezzak, Kahire 1949, s. 329; Aliyyü’l-Kârî, Şerhu’1-Fıkhi’l-Ekber, Beyrut 1984, s. 94; Abdülhalık Abdü’l-Gânî, Hücciyyetü’s-Sünne, Stuttgart, 1983, ss. 87-88; Mustafa Ünverdi, “Hz. Peygamber’in Ayrıcalıklı Yönlerinin Tevarüs Etmesinin İmkanı, (İsmet Sıfatı Örneği)”, Kelam Araştırmaları, 13:1; 2015, s. 387. En’am 6/9; Hud 11/31. Bkz. İbrahim 14/41; İsrâ 17/93; Kehf 18/110; Fussilet 41/6. Buhârî, el-Câmiu’s-Sahih, İstanbul 1981, Enbiyâ 48. Bkz. Bakara 2/37; Tâhâ 20/122. Mâide 5/67. Bkz. Tevbe 9/84; Enfal 8/67-69. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ Allah bunu peygamberlik görevi ile beraber izale eder. Nitekim Hz. Musa’nın dilindeki tutukluluğu onun dua ve niyazı ile gidermiştir. Ayrıca peygamberler söz ve fiillerinde kendilerini lekeleyecek ve değerlerini düşürecek hatalardan da korunmuştur.90 Diğer taraftan Allah peygambere itaat edilmesini ve onun örnek alınmasını emretmiştir.91 Onun korunmuşluğu, hayatını insanüstü bir hale getirecek ve beşeriyet tarafından örnek alınıp yaşanamaz duruma çıkaracak şekilde olmamıştır. Çünkü peygamberin insanlığa model ve rehber olması ancak beşeri yönünün ön plana çıkarılmasıyla mümkündür. Bunun yanında peygamber günahkâr olsaydı, Allah’ın onun örnek alınmasını istemesi de abes olurdu. Günah işleyen bir peygamberin günah işlememeyi emretmesi de bir çelişki doğururdu. Öyleyse insanların peygambere güvenip ona tâbi olabilmesi için onun masum olması gerekir. Bu noktada onun masum olması, itaat edilme ve model olma merciinde olmasının gereğidir de denilebilir. Şu halde peygamberin masumluğu, yerine getirdiği görev açısından elzemdir. Çünkü vahyin tebliğini yüklenmiş peygamberin masum olması vahyin de korunmuş olduğunun kanıtıdır. db | 93 Nitekim Allah’ın, kendisi ile ümmeti arasında mucize vesilesiyle doğruluğunu tasdik ettiği bir elçi gönderdikten sonra onu korumasız ve yalnız bırakması, ilâhî buyrukları tebliğ etmesi gerekirken, bunları tahrif edip kendi buyruklarını anlatması ve dolayısıyla insanlara model olması gerekirken, onun insanları saptırması ve kötü örnek olması; bütün bunlara da seyirci kalması mümkün değildir. Özetle her konuda özellikle de ilâhî buyruklara uyma konusunda insanlara örnek olan peygamberlerin günah işlemeleri, gönderiliş amaçlarına uygun olarak Allah tarafından engellenmiştir. Peygamberlik görevi ile beraber koruma altına alınan peygamberlerin iyilik yapıp kötülüklerden kaçınmaları, ister ibadet, ister muamelat, ister ahlak alanına ait olsun her hususta ilâhî buyruklara uyarak insanlara önderlik yapmaları ancak günah işlemekten korunmalarıyla mümkün olur. Peygamberler birer insan oldukları için hata yapabileceklerine göre, bu tür davranışları Allah tarafından uyarılmak suretiyle engellenir. Bu sayede onlar hata ve günahtan korunma imkânına kavuşarak üstün bir insan konumuna yükselirler.92 90 91 92 Sâbûnî, Bidâye, s. 115. Ahzab 33/21; Mümtehine 60/4, 6. Bkz. Yusuf Şevki Yavuz, İslam’da İnanç Esasları, İstanbul 2014, s. 169. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ 3.2. Peygamberin Günahtan Korunmuşluğu İslam itikad mezheplerinin neredeyse tamamı, peygamberlerin -yanılarak da olsa- büyük günah işlemeyeceği konusunda görüş birliği içerisindedir.93 Fahruddîn er-Râzî’nin aktardığına göre Haricîlerden Fudayliyye, peygamberlerin günah işlemelerini câiz gördüğü için, onların küfürlerini de câiz görmektedir. Çünkü Fudayliyye’ye göre günah küfürdür. Râfizîler de peygamberlerin takiyye yoluyla küfrü izhar edebileceğini ileri sürmektedirler.94 Ebû Hâşim el-Cubbâî’ye göre nübüvvetten sonra peygamberin büyük günah işlemesi mümkün değildir. Peygamberin nübüvvetle beraber günah işlemeyeceği ise iki şekilde anlaşılabilir: 1. Mucize peygamberin büyük günah işlememesini gerektirir. 2. Büyük günah nefret uyandıran bir davranıştır. Nefret uyandıran davranış ise insanların peygamberden uzaklaşmasına neden olacağı için ondan sadır olmaz.95 94| db Ebû Hâşim’e göre akıl şuna delâlet etmektedir: Allah, peygamberi, maslahatları bildirmek için göndermiş ve onun kabul edilmesini zorunlu kılmak için de elinde mucize izhar ettirmiştir. Bu durumda onun yüksek mevkide ve kalplerde yüceltilen bir kimse olması elzemdir. Aksi halde peygamberin gönderilmesi de hasen olmazdı. Diğer bir ifadeyle peygamberin mucize göstermesi onun saygı ve hürmeti hak etmiş olmasını, küçük görülme ve hakaretten berî olmasını gerektirir. Hâlbuki onun büyük günah işlemesi küçük görülmesine neden olacak bir fiildir. Allah’ın peygambere itaati ve ona müracaat edilmesini emretmesi de peygamberin yüceltilmesini gerekli kılar. Bu çerçevede onun bütün küçük düşürücü davranışlardan münezzeh olması gerekir. Diğer taraftan mucize, peygamberin nübüvvet iddiasında doğru olduğuna delâlet ettiği gibi, yerine getirdiği risâlet görevinde de doğru olduğuna delâlet eder. Sonuçta peygamberin büyük günah işlemesi mucizenin delâlet ettiği şeyi geçersiz kılar. Keza peygamberin büyük günah işlemesi mümkün 93 94 95 Bağdâdî, Usulu’d-Dîn, ss. 167-168; Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 304; Şerh, s. 573; Taftazânî, Şerhu’l-Makâsıd, c. V, s. 51; Şerhu’l-Akâid, s. 302; Pezdevî, Usuli’d-Din, ter.: Şerafeddin Gölcük, İstanbul 2013, s. 255; Şerif Murtazâ, Tenzîhü’l-Enbiyâ, ss. 15-17. Râzî, İsmetu’l-Enbiyâ, s. 39; Sâbûnî, el-Kifâye, s. 96; el-Bidâye, s. 115. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 300. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ görülürse, bu durumda ilâhî vahiy konusunda yalan söylemesi ve onu değiştirmesi de mümkün olur.96 Ebû Ali el-Cubbâî (ö. 235/849), peygamberin büyük ve küçük günahı bilerek işlemesinin mümkün olmadığını ancak tevil yoluyla hata yapabileceğini düşünmektedir. Nazzam (ö. 221/841) ise peygamberin bilerek büyük ve küçük günah işlemekten uzak olduğunu, tevil yoluyla da hata yapmayacağını, onun yalnızca yanılabileceğini ve unutabileceğini savunmuştur. Çünkü o, marifeti en kâmil, delilleri en fazla ve başkalarının muktedir olamadığı ölçüde sakınmaya kabiliyetli olduğu için onun son derece teyakkuz içinde olması gereklidir. Bu yüzden peygamber, unutarak ve yanılarak işlediği kusurlu fiillerinden mesuldür ve bu konuda uyarılır.97 Cafer b. Mübeşşir’e (ö. 234/848) göre de peygamber sehven günah işleyebilir. Her ne kadar diğer insanlardan bu konuda sorumluluk kaldırılmış olsa bile o, kendi konumundan ötürü bu tür günahlardan sorumludur.98 Yani peygamber tebliğ ettiği hususlar haricindeki işlediği hatalardan da mesuldür. Çünkü o, saygın ve Allah katında yüksek bir konuma sahiptir. Bu yüzden yanıldığında Allah tarafından uyarılmış; db | 95 o da istiğfarda bulunmuştur. Fakat onun kusurları diğer insanların tâatleri kabilinden kabul edilmiştir. Mu’tezilî kelamcılara göre Allah, peygamberleri ancak kendileri sayesinde öğrenilebilecek maslahatları bildirmeleri için göndermiştir. Esasen ümmetin maslahatları da ancak onlarla gerçekleşir. Bu durumda peygamberlerin gönderilmesi insanların yararınadır. Allah’ın maslahat olan bir şeyi ise en güçlü şekilde, yani insanların kolayca kabul edeceği bir tarzda yapması gerekir. Onun büyük günah işleyen kimse olması, kabulünü zorlaştırır ve kendisi hakkında içsel bir huzurun hissedilmemesine neden olur. Öyleyse peygamber büyük günahtan berîdir; cezayı gerektirici, küçük düşürücü ve kendisini Allah’ın dostluğundan çıkarıp O’nun düşmanlığına sevk eden fiilleri işlemekten korunmuştur. Zira peygamberler büyük günahları engellemek, yasaklamak ve onlarla ikaz etmek için gönderilmiştir; onların kendilerinin de bunları yapmaması gerekir. Nitekim kişinin kendisinin yaptığı bir şeyi, başkasından men etmesi karşılık bulmayacak bir davranıştır. Yani yasağı çiğneyen kimsenin, yasağa uyulmasını istemesinin bir geçerliliği yoktur. Sözgelimi vaiz anlattıkları96 97 98 Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 300. Râzî, İsmetu’l-Enbiyâ, s. 40; Bağdâdî, Usûlu’d-Dîn, s. 168. Bağdâdî, a.g.e., s. 168. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ nı kendisi yerine getirmiyorsa vaazının bir tesiri olmayacak ve insanları ikna edemeyecektir.99 Kısacası Mu’tezile’ye göre peygamber, insanların maslahatını gerçekleştirebilmesi için büyük günahtan korunmuş olmalıdır. Kâdî Abdulcebbâr’a göre de peygamberin gösterdiği mucize, nübüvvet iddiasında ve Allah’tan alıp eda ettiği konuda doğruluğunun delilidir. Mucizenin gereği olarak peygamber vahiyde değişiklik yapmaz ve büyük günaha girmez. Peygamber büyük günah işlediği takdirde Allah’ın dostu olmaktan çıkıp düşmanı olur; küfre girmeyeceğinin ve O’nun nimetini inkâr etmeyeceğinin garantisi olmaz; risâlet görevini yerine getirip getirmeyeceği ve dinde tahrifte bulunup bulunmayacağı konusunda ona itimat edilemez. Hâsılı peygamberin büyük günah işlemesi ona olan güveni ortadan kaldırır. Hâlbuki onun güvenilir vasıfta, saygı duyulan ve değer verilen bir konumda olması elzemdir. Bu ise onun, ancak büyük günahtan korunmuş olması ile mümkündür.100 Öte yandan genel Mu’tezilî kanaate göre peygamberlerin nefret 96| db uyandırmayan küçük günahı işlemesi mümkündür. Çünkü peygam- berlerin bu konuda masum olduğuna dair bir kanıt bulunmamaktadır. Örneğin peygamber nafile ibadeti fazlaca yapmamış olabilir. Bu ise peygamberin kazanacağı sevabın azalmasına neden olur. Böylece peygamberler arasında fazilet yönüyle farklılıklar oluşur.101 Diğer taraftan Mu’tezile peygamberlerin anne-babaları ile ilgili ahlâkî durumunu da göz önünde bulundurarak onların zina, hırsızlık vb. hallerden, ahlâkî düşüklüklerden uzak olmaları gerektiğini savunmuştur. Çünkü bunlar nefreti celbeder ve peygamberlere uymayı engeller.102 Mu’tezile’ye göre Haşviyye’nin “Hz. Davud’un Üriya’nın karısına ilgi duyup âşık olduğu; Mısır kralının karısının Hz. Yusuf’u sevdiği gibi, Hz. Yusuf’un da ona ilgi duyduğunu” ifade ederek peygamberlerin büyük günah işleyebileceğini iddia etmesi temelsizdir. Çünkü bu iddialar asılsızdır. Peygamberler kendisinin kabulünü zorlaştıracak bütün fiillerden uzak olmalıdır. Büyük günahlar da onun kabulünü zorlaştıracak türdendir. Bu nedenle Allah, elçisini bu tür fiil99 100 101 102 Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 302; bkz. Sâbûnî, el-Kifâye, s. 96. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 301. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 280; Şerh, s. 575; Ehl-i Sünnet de peygamberin yadırganan küçük günahtan masum olduğunu iddia etmiştir. Bkz. Râzî, Mefâtihu’lGayb, İstanbul 1307, c. I, s. 458; İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-Belâğa, c. VII, s. 11. el-Îcî, Kitabu’l-Mevâkıf, tah.: Abdurrahman Umeyra, Beyrut 1997, c. III, s. 416. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ lerden korumuştur. Nitekim Kâdî Abdulcebbâr’ın ifadesiyle insan nefsi, günahlara bulaşmamış veya onu işlememiş kişinin peygamberliğini kabul edecek şekilde yaratılmıştır. Büyük günah işleyenlerin nübüvvetini kabul etmeme ise insanın fıtratına yerleştirilmiştir. Örneğin insanlar elinden gelen her türlü kötülüğü işleyen Haccac’ın sözünden ziyade hiçbir günaha bulaşmamış Hz. Hasan’ın sözünü kabule daha yatkındırlar.103 Öte yandan Ehl-i Sünnet âlimlerine göre peygamberin kasten büyük ve küçük günah işlemesi mümkün değildir. Bazısı ise peygamberin yanılarak dahi nübüvvetten sonra büyük günah işlemesini mümkün görmemiştir. Ayrıca Ehl-i Sünnet peygamberden nefret uyandıran -yüz kızartıcı- günahın sadır olmayacağı konusunda ittifak etmiştir. Ama peygamberden -yüz kızartıcı olmayan- zelle104 ve küçük günah sadır olabilir. Çoğunluğa göre bu günahlar unutarak ve yanılarak gerçekleşir. Ancak peygamber, bu günahlarda ısrar etmez. Allah tarafından uyarılınca hatasını düzeltir.105 3.3. Nübüvvet Öncesi İsmet Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Mu’tezile nübüvvet öncesinde peygamberin ismetini ele alırken peygamber zaviyesinden nefret uyandırabilecek diğer hususları da irdelemiştir. Bu başlık altında bunlara da temas edilecektir. Mu’tezile’ye göre peygamberden nübüvvet öncesi ve sonrasında nefret uyandıran hiçbir günah sadır olmaz.106 Böylelikle Mu’tezile nefret uyandırması bakımından küçük ve büyük günahı eşitlemiştir. Ehl-i Sünnet de peygamberin, nübüvvetten önce ve sonra küfür ve şirkten korunduğuna dair itti- 103 104 105 106 Kâdî Abdülcebbâr, Şerh, ss. 573-574. Zelle kelimesi sözlükte, sürçme ve yanılma demektir. Kelam ilminde ise zelle, peygamberlerin kastî olmayan kusurlarına verilen addır. Ayrıca mükellefin meşru bir işi yaparken gayri meşru bir işe düşmesi veya kasıt olmaksızın yapılan küçük günah olarak da tanımlanmıştır. Fakat Mu’tezile mensupları zelle kavramı yerine daha ziyade sağair kelimesini kullanmıştır. Bkz. Tehânevî, Keşşâf, Beyrut 1418, c. II, s. 303; Nesefî, Medârikü’t-Tenzîl, Beyrut 1319, c. I, s. 108; geniş bilgi için bkz. Mustafa Akçay, “Zelle”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 44, ss. 223-225; Eş’arî, Makâlât, c. I, s. 297. Ebu Hanife, Fıkhu’l-Ekber, İstanbul 1303, s. 5; Mâtürîdî, Te’vilât, c. IV, s. 507; Râzî, İsmetü’l-Enbiyâ, s. 40; Bağdâdî, Usulu’d-Dîn, ss. 167-168; İbnü’l-Hümâm, el-Müsayere, s. 194; Pezdevî, Usulu’d-Dîn, ss. 259-264; Taftazânî, Şerhu’l-Akâid, s. 302; İbn Ebü’lHadîd, Şerhu Nehci’l-Belağa, c. VII, s. 11; Ali Kuşçu, Şerhu’t-Tecrîd, İstanbul 1311, c. III, s. 321; Galip Türcan, “Peygamberlerin İsmeti Meselesi”, s. 100. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, ss. 304-305; İbnü’l-Murtazâ, Kalâid, s. 114; Ali Kuşçu, Şerhu’t-Tecrîd, c. III, s. 321. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 db | 97 VEYSİ ÜNVERDİ fak etmiştir.107 Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğu ismetin nübüvvetten önce değil nübüvvet esnasında vâcip olduğunu savunmuştur. Fakat peygamber, nübüvvet sonrasında kasten büyük ve küçük günah işlemez. Nübüvvetten önce günah işlediği takdirde ilâhî irade ile davranışlarını değiştirip doğru yola yönelir.108 Haşviyye’ye göre ise peygamberin nübüvvetten önce veya sonra günah işlemesi mümkündür.109 Kâdî Abdulcebbâr’a göre peygamberin risâlet görevinden önce büyük günah işlemesi olanaksızdır. Bu süreçte nefret ettiren veya itibar kaybettiren küçük günahtan da uzaktır. Büyük günahın nefret uyandırdığı ise akli delillerle değil, câri olan örften ve insanların davranışlarından hareketle bilinebilir. Genel Mu’tezilî kanaate göre küçük düşüren davranışların peygamberden sadır olması nefret uyandıracağı gibi onun büyük günahı işlemesi de nefret uyandırır. Nübüvvetten önce de olsa büyük günah nefret uyandıran bir fiildir. Bu nedenle peygamber büyük günahtan korunmuştur.110 Buna istisna olarak Ebû Ali el-Cubbâî ve Ebû Hâşim el-Cubbâî peygamberin 98| db risâlet görevi öncesinde tevilde hata etmek suretiyle büyük veya küçük günaha düşebileceğini iddia etmiştir. Fakat onlara göre, peygamberin kasten günah işlemesi mümkün değildir. Çünkü kasten günah işlemek nefret ettirici bir davranıştır. Sözgelimi haram olan bir fiili peygamberin bilerek işlemesi nefret uyandırır. Bu nedenle peygamber kasten günaha girmez. Bu noktada Ebû Ali ve Ebû Hâşim’in görüşleri arasında şöyle bir fark vardır: Ebu Ali peygamberden hatalı tevil yoluyla büyük ve küçük günah sadır olabileceğini; bunun nefret uyandırmayacağını ifade etmektedir. Ebû Hâşim ise peygamberden tevilde hata etmek suretiyle ancak nefret uyandırmayan büyük ve küçük günah sadır olabileceğini iddia etmektedir.111 Kısacası her ikisine göre de peygamber, nübüvvet öncesinde 107 108 109 110 111 Pezdevî, Usulu’d-Dîn, ss. 255-263; Râzî, İsmetü’l-Enbiyâ, s. 39; Beyâzîzâde, İşarâtü’lMeram, s. 320. Ebu Hanîfe, el-Fıkhu’l-Ekber, s. 5; Beyâzîzâde, İmam-ı Azam Ebû Hanîfe’nin İtikadî Görüşleri, ter.: İlyas Çelebi, İstanbul 2010, s. 117; Bedreddîn el-Aynî, Umdetü’l-Kârî, Beyrut tsz., c. XXII, s. 279, Kâdî İyaz, eş-Şifa, c. II, s. 137. Kâdî Abdülcebbâr, Şerh, ss. 573-575. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 304; ayrıca bkz. Kemal Ebi Şerif, el-Müsamere fî Şerhi’l-Müsayere, Mısır 1348, c. II, s. 86-87. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, ss. 310-311; İbnü’l-Murtazâ, Kalâid, s. 115; Râzî, İsmetü’l-Enbiyâ, s. 40. Fakat İslam âlimlerinin çoğunluğu peygamberin yanılarak dahi olsa büyük günah işlemesini mümkün görmez. Bkz. Kâdî Beydâvî, Tavâli’u’l-Envâr, İstanbul 1305, s. 428; el-Aynî, Umdetü’l-Kârî, c. XXII, s. 279; Ali Kuşçu, Şerhu’t-Tecrîd, c. III, s. 321; Beyâzîzâde, İşarâtu’l-Meram, s. 319, 327. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ bilinçli olarak herhangi bir günah işlemez. Ama ondan yanılma ve hata gibi -bilinçsiz- tevilde hata etmek suretiyle günah sadır olabilir. Çünkü böyle bir fiil nefret ettirici değildir. Ebû Ali el-Cubbâî’ye göre Hz. Âdem’in yasak olan ağaçtan yemesinin nedeni tevilde hata yapmasından ötürüdür. Aynı meyvenin yetiştiği tüm ağaçlar haram kılınmışken, o, işaret edilen ağaçtan yenmesinin haram kılındığını zannetmiştir. Böylece tevilde hata yapmış ve kasten günaha düşmemiştir.112 Ebû Hâşim el-Cubbâî’ye göre Allah ilgili ağacı, cins olarak haram kılmıştır. O ise bu delili görmemiştir. Ebû Abdillah el-Basrî’ye (ö. 369/979) göre ilgili ağacın cinsinin haram olduğu zaruri ilimle bilinemez. Hz. Âdem de bu durumu bilmediği için yasaklı meyveden yemiştir. Kâdî Abdulcebbâr’a göre ise Hz. Âdem’in ağacın cins olarak yasak kılındığını bilmemesi mümkündür.113 Kâdî Abdulcebbâr “Peygamberlerin gizli günah işlemeleri câizdir. Çünkü gizli işlenen günah bilinemez, bu nedenle de nefret uyandırmaz.” itirazına karşı çıkar. Çünkü bu durumda Allah’ın, peygambere -onu uyarması için- başka bir elçi göndermesi gerekir. db | 99 Onun risâletinin kabulü de zorlaşır. Öte yandan peygamberin hırsızlık, yalan, hilkati değiştirme gibi nefret uyandıran diğer fiilleri de işlemesi mümkün değildir. Fakat o, nefret uyandırmayan ama sevap azlığına neden olan fiilleri işleyebilir. Çünkü onun az sevap kazanması, doğruluğuna tesir eden veya peygamberliğini kabule mani olan bir unsur değildir.114 Kâdî Abdulcebbâr “Mucize peygamberin günahtan döneceğine, tevbe edeceğine, işlediği günahtan ötürü pişman olacağına delâlet eder. Bu durumda o büyük günah işlese de nefret uyandırmaz.” itirazını reddeder. Aslında peygamberin günahtan döneceği ve tevbe edeceği bilinse de onun işleyeceği büyük günah, nefret uyandıran bir davranış olmaktan çıkmaz. İnsanlar büyük günah işleyip ardından tevbe eden peygamberden öte hiç günaha girmemiş olan peygambere daha kolay yakınlaşır, bağlanır ve itimat eder. Zira önceden büyük günaha dalmış ama tevbe etmiş bir vaizin vaazının tesiri, geçmişi temiz olan vaize göre çok zayıftır. Diğer taraftan “Büyük günah işleyip ardından tevbe eden kimsenin tesiri daha fazla olabilir. Çünkü bu kimse haramı tatmış, ardından tevbe ede112 113 114 Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 310. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 311. Kâdî Abdülcebbâr, Şerh, s. 575. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ rek onunla mücadele etmiş ve kendisini tutmuştur.” iddiası da geçersizdir. Çünkü insanlar büyük günaha girmeden kendisini koruyan, sabreden, bu konuda Allah’tan korkan, O’nun sevabını uman kimseye daha kolay yönelir ve tâbi olur. Hiçbir akıl sahibi de günah işleyen, işlemeyene göre daha kolay kabul görür diyemez. Şüphesiz peygamberden sadır olan günah, onun kabulünü etkiler. Hâsılı hiç günah işlemeyen kimseye insanlar daha fazla güvenir ve rağbet ederler. Bunun aksinin savunulması nâkısın kâmilin üstüne alınması, anne-baba hakkı çiğneyenin hiç çiğnemeyenden üstün tutulması anlamına gelir.115 Kâdî Abdulcebbâr “İnsanlar kebire işledikten sonra tevbe etse de günaha dönme ihtimali vardır. Hâlbuki peygamberler tevbe ettikten sonra günaha tekrar düşmez. Bu durumda peygamberin işlediği büyük günah nefret uyandırmaz.” iddiasını şöyle yanıtlar: Büyük günah işlemek nefret uyandıran bir fiildir. Belirtilen iddiaya göre hiç büyük günah işlemeyen kimse, gelecekte büyük günah işleyebilir. Bu durumda kebire işleyen ve işlemeyen aynı konumda 100| db tutulmuş olur ki bu fâsiddir. Hiç kebire işlemeyen insana insanlar daha kolay tâbi olur. Peygamber insanların maslahatını gerçekleştirmek maksadıyla görevlendirildiği için, onun, insanlar tarafından kabul görecek vasıflara sahip olması elzemdir. Ayrıca Allah insanlara peygamber göndererek lütufta bulunmuştur. Bu lütfun gereği olarak Allah, elçisini nefret uyandıran davranışlardan korumuş olmalıdır. Büyük günah da nefret uyandıran bir fiil olduğu için ondan uzak olması gerekir. Nitekim “Eğer sen kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.”116 ayetiyle Allah peygamberini kaba ve katı yürekli olmaktan koruduğunu belirtmiştir. Aksi halde insanlar peygamberi tasdik etmeyip ondan uzaklaşırdı. Şu halde nübüvvetten önce büyük günah ve küçük düşüren fiiller peygamberden sadır olmaz.117 Genel Mu’tezilî kanaate göre de Allah peygamberinin kabul görmesi için onu büyük günahtan, kabalıktan, katı yüreklilikten; yani kendisinden uzaklaşılmasına neden olacak bütün fiil ve vasıflardan korumuştur. Bunun yanında o, günahtan zorunlu olarak değil kendi iradesiyle sakınır ve uzak durur. Çünkü o, günaha girmekten korkar ve çekinir.118 115 116 117 118 Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 305. Âl-i İmrân 3/159. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 297, 306-307; Şerh, s. 573. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, ss. 314-315. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ Kâdî Abdulcebbâr “Peygamber risâlet görevinden önce kebire işleyebilir ama elçilik görevi ile beraber insanlar ona tâbi olurlar.” itirazını ise şu şekilde reddeder: Bu durumda peygamber nübüvvetten sonra büyük günah işlese de insanlar ona yönelir ve tâbi olurlar denilebilir ki bu doğru değildir. Büyük günahın nefret uyandıran bir fiil olmasının anlamı, bu günahı işleyen kimseden insanların uzaklaşması ve verdiği haberlerden yüz çevirmesidir. Dolayısıyla peygamber, risâlet görevinde amacına ulaşamaz. Bazı etkenlerden ötürü peygamberin sözü kabul edilebilir. Örneğin asık yüzlü, sözü ve davranışları iyi olmayan birisi, insanları yemeğe davet ettiği zaman davet edilenler onun teklifinden hoşnut olmaz ama aç oldukları için veya başka bir nedenle onun davetine icabet edebilirler. Keza risâlet görevinden önce büyük günah işleyen peygamberin sözü nübüvvetten sonra dinlenebilir ama insanlar ondan hoşnut olmaz ve ona yakınlaşmak istemezler.119 Kâdî Abdulcebbâr’a göre eski şeriatta haram olup daha sonra mübah kılınan şeyleri peygamberin işlemesi nefret uyandırmaz. Çünkü -önceden- haram olan şey, artık mübah kılınmıştır.120 Aslındb | 101 da peygamber, nefreti celbeden günahtan ve yalan sözden korunmuştur. Ama o, nefret uyandırmayan küçük günahı işleyebilir. Bu noktada Câhız (ö. 255/869) da benzer görüşleri savunmuştur.121 Zira bunu imkânsız görecek bir delil yoktur. Sözgelimi çokça nafile namaz kılmama bu duruma örnek gösterilebilir. Bu davranışlar, peygamberden uzaklaşılmasına ve onu Allah’ın dostluğundan çıkarıp düşmanı olmasına neden olmaz.122 Neticede risâlet görevi öncesi peygambere câiz olan bir şey, nübüvvet sonrası da câizdir.123 Öte yandan Mu’tezile’ye göre peygamberin içinde, izhar ettiği vakit nefret uyandıran bir husus olamaz. Çünkü böyle bir durum insanların peygamberden uzaklaşmasına neden olur.124 Kâdî Abdulcebbâr nefret uyandıran eylemleri tartışırken âmâ olmanın peygamberliğe engel teşkil etmediğini savunur. Çünkü âmâ olmak bir hastalıktır ve nefret uyandırmaz. Abdulcebbâr, “Peygamber âmâ olursa ilmi yetersiz olur.” itirazını da reddeder. Çünkü peygamber nübüvvetten sonra âmâ olabilir. Bu ise onun görevini 119 120 121 122 123 124 Bkz. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, ss. 307-308. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 308. Bkz. Devvânî, Şerhu’l-Akâidi’l-Adudiyye, y.y. tsz., s. 82. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 309. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 310. Kâdî Abdülcebbâr, Muğnî, c. XV, s. 314. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ yapmasına mani değildir. Fakat peygamberin boyunun çok kısa veya yaratılışında bozukluğunun olması mümkün değildir. Bunun yanında peygamber nefret uyandırmayan bir noksanlığa ve hastalığa sahip olabilir. Hastalıktan ötürü sabretmesi de onun derecesini ve faziletini artırır. Ayrıca peygamberin şehvet sahibi olması -bir şeyi ısrarlı bir şekilde istemesi- kendisinde noksanlığa neden oluyorsa bu durum onun için câiz değildir.125 Kâdî Abdulcebbâr’a göre “Peygamberin büyük günah işlemesi câizdir, ama ondan sadır olmaz.” denilemez. Çünkü peygamberin büyük günah işlemesi imkânsızdır. Onun risâlet görevinden önce küfre girmesi de olanaksızdır. Çünkü nübüvvetten önce işlenen küfür insanların peygamberden uzaklaşmasına neden olur. İmam ise imametten önce küfre girmiş olabilir, çünkü o hüccet değildir.126 Özetle genel Mu’tezilî kanaate göre gerek nübüvvet öncesi gerek nübüvvet sonrasında işlenen büyük günah nefret uyandırır ve insanların peygamberden uzaklaşmasına neden olur. Bu yüzden nübüvvet öncesinde dahi peygamberden büyük günah sadır ol102| db maz.127 Öyle ki peygamber nefret uyandıran günahtan uzak olduğu gibi nefret uyandıran ahlak ve mizaçtan/yaratılıştan da korunmuştur.128 Hatta peygamber nefret uyandıran hiçbir fiili işlemediği gibi içinde de gizlemez. Ondan ancak nefret uyandırmayan küçük günah sadır olabilir.129 Bütün bu açıklamalardan hareketle Mu’tezile’nin ismet konusundaki yaklaşımının peygamberlik müessesesinin kabulünü sağlamaya yönelik olduğu rahatlıkla söylenebilir. Mu’tezile’de ismet, peygamberin nefret uyandıran günah, davranış, ahlaki yapı ve mizaçtan korunması olarak anlaşılmıştır. Yani peygamber yüz kızartıcı eylemlerden, insanları kendisine tâbi olmaktan uzaklaştıracak veya davranışlarını örnek almaktan çıkaracak fiillerden masumdur. Zira Allah, peygamberi, kendi zatıyla ümmeti arasında elçi olarak seçmiş ve insanların maslahatını gerçekleştirmeye yönelik lütufta bulunmuştur. Bu lütfun gerçekleşmesi, ancak onun masum olması ile mümkündür. İsmet konusunda Mu’tezile’nin en çok altını çizdiği nitelik “nefret uyandırmama”dır. Onların peygamberden yalnızca 125 126 127 128 129 Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 312. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 312. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 308. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, s. 312. Kâdî Abdülcebbâr, a.g.e., c. XV, ss. 314-315. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ nefret hissi uyandırmayan fiillerin sadır olabileceğini savunmalarının temel nedeni de peygambere olan güveni sarsmamak içindir. Esasen tarihî süreç göz önünde bulundurulduğunda peygamberin davranışları öncelikle Mu’tezile’de nefret uyandıran ve uyandırmayan olarak taksim edilmiş ve nefret uyandıran davranışlar peygamberden nefyedilmiştir. Daha sonradan bu yaklaşım diğer kelam okulları tarafından da benimsenmiştir. Öte yandan Mâtürîdî düşüncede peygamberlerin vahiyden önce günah işlemesi nadir olmak şartıyla mümkündür, ama nübüvvet anında onun durumu hemen iyiliğe ve istikamete dönüşür.130 Peygamberlerden sadır olan zelleler ise kasıtsızdır. Mâtürîdî, peygamberlerin bilinemeyen günahlarının olabileceğini, fakat bunların kabîh olanın işlenmesi değil, efdal olanın terki şeklinde olduğunu belirtmiştir.131 İbn Furek’in (ö. 406/1015) naklettiğine göre Eş‘arî, nübüvvetten önce peygamberlerin mâsiyet ve zelle işlemelerini mümkün görmektedir. O, “Âdem Rabbine isyan etti ve haddi aştı.”132 ayetini de delil olarak getirmektedir. Ona göre risâlet döneminde bu gibi hususları işlemelerinin mümkün olduğuna dair herhangi bir db | 103 nass mevcut değildir.133 Diğer taraftan Pezdevî (ö. 493/1100), nübüvvet öncesi ve sonrası ayrımı yapmaksızın- Eş’arî’nin peygamberlerin tüm günahlar ve zellelerden masum olduğu kanaatinde bulunduğunu nakletmektedir.134 Abdülkâhir el-Bağdâdî’nin (ö. 429/1037), Eş’arî’nin görüşü olarak naklettiği anlayış da Pezdevî’nin nakliyle örtüşmektedir.135 Kısacası Eş’arî’ye “Peygamberler tüm günahlar ve zellelerden masumdur.” şeklinde bir görüş nispet edilmiş136 olsa da Eş’arîlerin genel kanaati yanılma ve hataların 130 131 132 133 134 135 136 Sâbûnî, el-Bidâye, s. 115. Mâtürîdî, Te’vilât, c. IV, s. 507; bkz. Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, s. 26; Mustafa Akçay, a.g.m., s. 27; Pezdevî’ye göre peygamberlerin günahları, efdal olanı terki şeklinde ele alınamaz. Hz. Âdem ve Hz. Musa örneğinden bu anlaşılabilir. Allah ikisinin günahlarından haber vermektedir. Ayrıca Hz. Peygamber her zaman efdal olanı terk eder durumda olmuştur. Çünkü daha faziletli durum insanın bulunduğu halden daha üstteki iyi hale ulaşmadığı durumdur. Eğer böyle anlaşılırsa peygamber devamlı olarak günah halinde bulunur. Bkz. Pezdevî, Usulu’d-Dîn, s. 262. Tâhâ 20/121. İbn Fûrek, Mücerredü Makalâti’l-Eş’arî, neş.: Daniel Gimaret, Beyrut 1987, s. 176; ayrıca bkz. Râzî, İsmetü’l-Enbiyâ, s. 40. Pezdevî, Usulu’d-Dîn, s. 255. Bağdadî, el-Fark beyne’l-Firak, neş.: M. Muhyiddin Abdülhamid, Beyrut 1990, s. 222; Râzî, İsmetü’l-Enbiyâ, s. 39. Pezdevî, a.g.e., s. 255; Bağdadî, Usulu’d-Dîn, s. 222. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ günah kapsamında olmadığıdır. Bu yüzden peygamberlerin zelle yapması mümkündür.137 Ehl-i Sünnet’in çoğunluğu ismeti nübüvvetten sonra başlatır. Dolayısıyla risâlet görevinden önce peygamberin günaha düşmesi muhtemeldir.138 Hatta bunun büyük günah olması dahi aklen câizdir, bu konuda nakli bir delil de yoktur. Her ne kadar mucize peygamberin doğruluğuna delâlet ediyorsa da bu delâletin nübüvvetten öncesine teşmil edilmesi mümkün görülmemiştir.139 Bu dönemde nadiren günah işledikleri takdirde hemen iyiye ve doğruya yönelirler. Zaten nübüvvetten önceki sözleri delil teşkil etmemekte ve insanların da o dönemdeki sözlerine tâbi olmaları gerekmemektedir. Bu dönemde henüz vahiy almadıkları için herhangi bir şekilde uyarılmaları söz konusu olamayacağından, peygamberlik dönemlerindeki gibi korunmuşluklarından söz etmek zor görünmektedir. Ehl-i Sünnet’e göre peygamberin nübüvvetten önce yanılarak zelle ve küçük günah işlemesi, -Mu’tezile’de görüldüğü gibi nefret ettirici olmama şartıyla- ismet kapsamına alınmadığı için mümkün kabul 140 Ayrıca onun katı kalplilikten, nefret edilen her türlü 104| db edilmiştir. meslekten, hafif meşreplikten ve yüz kızartıcı fiiller işlemekten uzak olması gerekmektedir.141 Bu tür günahlar küçük sayılsa bile, onun toplum içindeki güvenilirliğini ve saygınlığını zedeleyerek faaliyetlerini güçleştirecektir.142 137 138 139 140 141 142 Mustafa Akçay, a.g.m., ss. 12-13; bkz. Bağdâdî, Usulu’d-Dîn, ss.167-168. İbn Furek, Mücerredü Makalati’l-Eş’arî, s. 176; Râzî, a.g.e., s. 40; Sâbûnî, el-Bidâye, s. 115. Cürcânî, Şerhu’l-Mevâkıf, VIII, s. 205, 264-265; ayrıca bkz. Bulut, “İsmet” mad., TDV İslam Ansiklopedisi, c. XXIII, s. 136. Akçay, a.g.m., ss. 29-30; ayrıca bkz. Taftazânî, Şerhu’l-Makâsıd, c. V, s. 51; Devvânî, Şerhu’l-Akâidi’l-Adudiyye, s. 82; Kâdî İyâz, eş-Şifa, c. II, s. 787; Ehl-i Sünnet’e göre Allah bazı peygamberlerden günah hâsıl olduğunu beyan etmiştir. Onların günahları kasıtlı değildir. Aksi halde onlara güven duyulmaz. Peygamberden kasten günah sadır olursa insanlar ondan nefret duyarlar. Dolayısıyla peygamber göndermedeki fayda ortadan kalkar. Allah peygamberleri seçilmiş ve hayırlı kimseler kıldığı için onlardan kötü bir davranış da beklenmez. Fakat peygamberlerden yanılma, sürçme yoluyla küçük hatalar sadır olabilir. Esasen Pezdevî’nin Ehl-i Sünnet’e atfederek beyan ettiği bu görüşler Mu’tezile’nin görüşleriyle tamamen aynıdır. Fakat tarihi süreç göz önüne alındığında bilhassa “nefret uyandıran” tabirini kullanarak bu günahların peygamberden sadır olmayacağını beyan eden öncelikle Mu’tezile’dir. Bkz. Pezdevî, Usulu’d-Dîn, s. 259. Taftazânî, Şerhu’l-Makâsıd, c. V, ss. 50-51. Bağdâdî, a.g.e., ss. 167-168; Kâdî İyâz, eş-Şifa, c. II, ss. 787-789; Mustafa Sinanoğlu, a.g.m., ss. 177-178; Râzî ismet sıfatının dört boyutundan bahsetmektedir. İlki, inançla ilgili olan kısmıdır ki, Fudayliyye ve Râfizîler hariç diğer bütün Müslümanlar peygamberlerin küfür ve bidatten masum olduğunu kabul eder. İkinci olarak ismet, şer’î DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ Şia’ya göre ise peygamberin kasten yanılma veya unutma yoluyla büyük ve küçük günah işlemesi mümkün değildir. Şerif elMurteza’nın (ö. 436/1044) aktardığına göre Şia, peygamberlerin nübüvvet öncesi ve sonrasında bütün günahlardan korunmuş olduğunu kabul etmektedir. Hatta onlar peygamberin yanılma ve hatadan da münezzeh olduğunu iddia etmiştir ki bu görüş nasslarla çelişmektedir. Ayrıca Şia, peygamberler gibi imamların da doğdukları andan itibaren küfür ve şirkten, yalan söylemekten, büyük ve küçük günahtan masum olduklarını iddia etmektedir.143 Eş’arî, Mâtürîdî ve Mu’tezile’ye göre ise ismet, sadece peygambere mahsustur. Esasen ismet çalışmakla elde edilecek bir sıfat değildir. Bu manada peygamberin yerine geçecek veya onun makamını dolduracak hiçbir kimse yoktur.144 Hz. Peygamber’den sonra ismet sıfatının bir şahsa münhasır olarak tevarüsü imkânsızdır. Mutlak doğruluğa sahip olma iddiası her müminin temel gayesi ise de, bu konuda dini meşruiyet sadece peygamberlere aittir. Onun dışındaki insanlar, ancak ahlakî davranışlarıyla halk arasında temayüz edebilirler.145 db | 105 143 144 145 hükümlere ilişkin konuları kapsar. Hz. Peygamber, bu konuları kasıtlı ya da kasıt dışı her türlü yanlış bilgilendirmeden arınmış bir biçimde, hükümleri aslına sadık kalarak ve tahrif, tebdil ve ihmal etmeden ümmetine aktarmıştır. Üçüncüsü fetva konularıdır ki, bu konularda peygamber kasten hata yapmaz. Ancak istemeyerek yanlış fetva vermesi hususu ihtilaflıdır. Dördüncüsü ise peygamberlerin özel halleri ve davranışlarıyla ilgili konulardadır. Haşviyye’ye göre peygamberler küçük ve büyük günah işleyebilirler. Şia’ya göre peygamberler mutlak olarak masumdur. Mu’tezilî kelamların çoğunluğuna göre ise peygamberler kasıtlı olarak büyük günah işlemez ama nefret uyandırmayan küçük hatalar işlemeleri mümkündür. Bkz. Râzî, İsmetü’l-Enbiyâ, ss. 39-40. Şerîf el-Murtaza, Tenzihü'l-Enbiyâ, ss. 3-5; ez-Zâhire fi İlmi’l-Kelam, Kum 1411, s. 338; Kuleynî, el-Usûl mine’l-Kâfi, neş.: Ali Ekber el-Gaffâr, Beyrut 1980, c. I, s. 203; Şeyh Sadûk İbn Babeveyh, Kitâbü’l-Hisâl, Kum tsz., s. 428; Risâletü’l-İtikâdi’l-İmâmiyye, ter.: E. Ruhi Fığlalı, Ankara 1978, ss. 107-108; Şeyh Müfîd, el-İrşâd fî Ma’rifeti Hucecillâhi alâ’l-İbâd, Beyrut 1993, c. II, s. 182; Evâilu’l-Makâlât, tlk.: Fadlullah ezZencânî, Tebriz 1363, s. 40; Nâsıruddîn et-Tûsî, Keşfu’l-Murad, Beyrut 1988, s. 340, 343; Malatî, et-Tenbîh ve’r-Red, İstanbul 1936, s. 20; Hillî, el-Elfeyn fi İmamet-i Emiri’lMüminin Ali b. Abi Talib, Beyrut 1982, s. 228; Hâlisî, İhya’ş-Şeria fi Mezhebi’ş-Şia, Bağdad 1370, s. 50. İsmet inancına ilişkin literatürün artması Şia’nın masum imam teorisiyle ilişkilidir denilebilir. Şia’nın peygamberler ve imamları günahlardan mutlak olarak tenzih etmeleri, ismet inancının detaylandırılmasında, savunulmasında ve kapsamının belirlenmesinde etkili olmuştur. Öyle ki dinin korunmasını masum imama bağlayan Şia’ya karşı Mu’tezile, ümmetin hata üzere birleşmeyeceğini gündeme getirerek adeta ümmetin ismetini savunmuştur. Kâdî Abdulcebbâr, Tesbîtu Delâili’n-Nübüvve, nşr.: Abdülkerim Osman, Beyrut 1966, c. II, s. 528. Bkz. Ünverdi, a.g.m., s. 400. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ Diğer taraftan nübüvvetten sonra Kur’an’ın öncelikle üzerinde durduğu hususlar, peygamberlerin tebliğiyle yükümlü oldukları konularda gerçeğe aykırı beyanlarda bulunmaktan, vahyi gizlemekten146 ve tevhid anlayışından sapıp şirke düşmekten147 korunmuş olduklarıdır. Hatta onların güvenilirliklerini zedeleyecek özelliklerden ve tebliğ ettikleri ile çelişkiye düşerek muhataplarının teveccühlerini kaybetmelerine sebep olacak fiillerden de uzak oldukları anlatılmıştır.148 Kur’an’dan hareketle kendisine risâlet görevi verilen peygamberin kendi kişiliğinden kaynaklanacak olumsuz durumlarla karşılaşmayacağı anlaşılır. O, bazen hata yapmış, bazen de gelenekte günah sayılacak fiiller işlemiştir. Yaptığı bazı işlerin iyi olmadığını anladığında hemen pişman olup tevbe etmiş ve Allah da tevbesini kabul etmiştir. Fakat bu tür fiiller sınırlıdır.149 Ayrıca Kur’an’da peygamberlerin nübüvvetten önce korunmuş olduklarını ifade eden kısımlara rastlanmadığı ve onların bazı hatalara düştüklerinin belirtildiği görülmektedir. Ancak peygamberlerin, içinde yaşadıkları topluma güven telkin eden, iffetli, dürüst insanlar oldukları da vurgulanmıştır. Onların hidayete erdirilmelerini belirten ayetler, nü106| db büvvet öncesindeki hayatlarına nispetle daha aydınlık bir döneme girdiklerini beyan etmek içindir. Önceki dönemle ilgili olarak kullanılan dalâletten müştak kelimeler ise yollarını şaşırmış oldukları için değil, nübüvvet nurundan mahrum olduklarını tasvir için kullanılmıştır. Dolayısıyla Kur’an’dan peygamberlerin, risâlet vazifesinden önce de yaşadıkları toplumda yüksek ahlak sahibi, saygın ve güvenilir insanlar oldukları, ileride tebliğ faaliyetlerini zora sokacak tarzda nefret oluşturacak ve güvenilirliklerini zedeleyecek kötü huylarının bulunmadığı anlaşılmaktadır.150 Kanaatimizce peygamber, nübüvvet öncesinde de korunmuş olmalıdır. Bu noktada onun risâlet görevini yürütebilmesi için mucize ile desteklenmiş olması yeterlidir denemez. Çünkü peygamberin nübüvvet öncesindeki yaşantısı ve ahlakı onun davetini/görevini etkileyeceği için, bu dönemde de güvenilir ve iyi ahlak sahibi olarak temayüz etmiş olması elzemdir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyrulmuştur: “Doğrusu peygamberler katımızda seçkin ve iyi kimselerdendir.”151, “Ey Musa! Gözümün önünde yetişesin diye seni sevimli kıl146 147 148 149 150 151 Mâide 5/67; Yunus 10/15; Ahzab 33/39; Hakka 69/44-47. Enbiyâ 21/25; Zümer 39/65. Hûd 11/88. Bakara 2/37. Yunus 10/16; Hûd 11/62; Kasas 28/26; Bkz. Sinanoğlu, a.g.m., s. 171. Sâd 38/47. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ dım.”152 Dolayısıyla peygamberler, nübüvvet öncesinde de Allah’ın gözetimi altında ve korunmuşlardır. Sonuç Kelamda peygamberin özel sıfatlarından birisi olan ismet, Mu’tezile tarafından da benimsenmiştir. Mu’tezile vahyin selameti ve dolayısıyla peygamberin risâlet görevinde muvaffakiyeti için nübüvvet vazifesi öncesinden başlamak üzere onun nefret uyandıran küçük ve büyük günahtan, risâlet görevine zarar verecek yüz kızartıcı fiillerden, güvensizliği doğuran, kendisinden uzaklaşılmasına neden olan bütün davranış, ahlaki yapı ve mizaçtan korunduğunu savunmuştur. Buna istisna olarak Ebû Ali el-Cubbâî ve Ebû Hâşim el-Cubbâî peygamberin nübüvvet öncesinde tevilde hata etmek suretiyle büyük veya küçük günaha düşebileceğini savunmuşlarsa da bu durum onlara göre yanılarak ve unutarak hataya düşmek gibidir. Fakat diğer Mu’tezilî kelamcılar gibi onlara göre de peygamberin kasten günah işlemesi imkânsızdır. Çünkü kasten günah işlemek nefret uyandıran bir fiildir. Fakat Mu’tezile’ye göre peygamber nefret uyandırmayan ama sevap azlığına neden olan db | 107 küçük günahı işleyebilir. Ayrıca peygamber -beşer olarak- hemcinslerinin genel özelliklerine sahip olduğu için tebliğ vazifesinin dışında diğer insanlar gibidir. Bu yüzden de yanılabilir. Netice olarak Mu’tezile’nin, ismeti, nübüvvet öncesini de teşmil edecek şekilde alması peygamberin risâlet görevinde başarıya ulaşması bakımından önemlidir. Çünkü nübüvvet öncesindeki yaşantının nübüvvet sonrasındaki faaliyetleri etkileyeceği çok açıktır. Kanaatimizce peygamber yüklendiği ağır görevin, sahip olduğu yüksek konumun, itaat edilme ve model olma merciinde olmasının gereği olarak günah ve hatadan uzak kalmaktadır. Nitekim onun insanlara model ve rehber olması, ancak masum olması ile mümkündür. Öte yandan insanın melekten farkı günaha ve isyâna elverişli tabiatta olmasıdır. Bu yüzden irâde sahibi insanın tercihleri doğrultusunda meleklerden üstün olması veya tam aksi seviyeye inmesi mümkündür. O halde yanılmaz olmak, ‘insan’ statüsündeki bir varlık için geçerli değildir. Peygamber de beşer sınıfına dâhil olduğu için hataya düşme ihtimali mevcuttur. Onun düştüğü hata ahlakından değil beşer olmasından kaynaklıdır. İsmet sıfatı da onu mutlak anlamda beşerî hatalardan korumaz. Fakat korunmuşluğu152 Tâhâ 20/39. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 VEYSİ ÜNVERDİ nun bir gereği olarak da -beşerî düzlemdeki- işlediği hatalar Allah tarafından düzeltilir ve dolayısıyla onun ismetine halel getirmez. Öte yandan Eş’ariyye’nin ismet yaklaşımında peygamberin günah işleme iradesi ortadan kaldırılmış ve o, âdeta melek statüsüne çıkarılmıştır. Aslında peygamber, bir beşer olmasına karşın, bulunduğu toplum içerisinde üstün ahlaklı ve erdemli kişi olarak temayüz etmiştir. Ama peygamberin ismetini Allah tarafından yaratılmış günahsızlık özelliği şeklinde algılamak ve kabul etmek onları insanlardan neredeyse koparmak ve ulaşılması imkânsız hale getirmektir. Esasen peygamberler tekliften muaf değildir. Onlar da türlü imtihanlara maruz kalmışlardır. Müminlerin, onları, karşılaştıkları zorluklara nasıl direndikleri, kendilerini Allah’ın emirlerine nasıl teslim edip yasaklarından nasıl sakındıkları noktasında örnek alma görevleri vardır. Bu, Allah elçilerinin mutlak olarak her türlü günahtan korunduğu anlamına gelen -bir nevi sinirleri alınmış bir insan gibiismet sıfatıyla imkânsız hale gelir. Diğer taraftan günah işlemeye gücü yetmeyen bir peygamberin, masum olması, dolayısıyla övgüye 108| db mazhar olması da düşünülemez. O halde burada Mu’tezile’nin -ve dahi Mâtürîdî’nin- savunduğu zaviyeden meseleye bakmalı ve peygamberler nübüvvet öncesi ve sırasında yalan söylememiş ve yüz kızartıcı suçlar işlememişlerdir, demeliyiz. Bu, her mümin için ulaşılması mümkün bir idealdir. Peygamberlerin birer melek olmayışı bu hakikatin başka bir delilidir. Neticede ismetin tarifinde Eş’ariyye’nin görüşünün geçerli olmadığını düşünüyoruz. Bu konuda peygamberin kendi iradesiyle günahlardan korunduğunu savunan Mu’tezile ve Mâtürîdîyye’nin görüşleri daha isabetli görünmektedir. Mu’tezile açısından ismet, peygamberin şahsî vasfı olup, mutlak ve cebrî değildir. Peygamberin bu vasfı onun vahyin ilk muhatabı olmasındandır. Dolayısıyla ismet peygamberi değil vahyi korur ve vahyin insanlar tarafından kabulünü sağlar. Diğer taraftan Mu’tezile’de ismetin dayanakları mucize, salah-aslah ve adalet prensibi, lütuf ilkesi ve peygamberin hüccet olmasıdır. Buna göre Allah, peygamberi, insanlara maslahatlarını bildirmesi için göndererek lütufta bulunmuştur. Bu maslahatın, lütfun en güçlü şekilde gerçekleşmesi için onun masum olması elzemdir. Nitekim onun hüccet olması da korunmuşluğu zorunlu kılmaktadır. Öte yandan Allah, peygamberinin kabul edilmesini sağlamak için onu mucize ile desteklemiştir. Mucize de onun korunmuş olduğunun kanıtıdır. Zira DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ masum olmayan peygamber, risâlet görevinde hedefine ulaşamayabilir. Bu ise Allah’ın âdil olması ile bağdaşmaz. Mu’tezilî kelamcıların ismet konusundaki yaklaşımı peygamberlik müessesesinin kabul edilebilirliğini sağlamaya yöneliktir. Bu bağlamda ismet meselesinde Mu’tezile’nin ısrarla altını çizdiği nitelik “nefret uyandırmama”dır. Onların peygamberden ancak nefret uyandırmayan fiillerin sadır olacağını savunmalarının temel nedeni de peygamberlik müessesine olan itimadı sarsmamak ve onları davalarında güçlendirmek içindir. Tarihî süreç göz önünde bulundurulduğunda peygamberin davranışları öncelikle Mu’tezile’de nefret uyandıran ve uyandırmayan olarak taksim edilmiş ve nefret uyandıran davranışlar peygamberden nefyedilmiştir. Sonraki dönemlerde Mu’tezile’nin bu yaklaşımı, Ehl-i Sünnet âlimlerince de benimsenmiş ve kullanılmıştır. Kaynakça Abduh, Muhammed, Tevhid Risalesi, çev.: Sabri Hizmetli, Ankara 1986. Abdülcebbâr, Kâdî, Muğnî fî Ebvabi’t-Tevhîd ve’l-Adl, tah.: İ. Medkûr-Tâhâ Hüseyin, Kâhire 1962, c. XV. ________,el-Muğnî, tah.: Mustafa es-Sîkâ, Kahire 1965, XIV. ________,el-Muğnî, tah.: A. Fuâd el-Ehvânî, Kahire 1962 c. VI/I. ________,Şerhu’l-Usuli’l-Hamse, tah.: Abdulkerim Osman, Kahire 1996. ________,Tesbîtu Delâili’n-Nübüvve, nşr.: Abdülkerim Osman, Beyrut 1966. ________,Muhtasar fî Usûli’d-Dîn, tah.: Muhammed Ammara, Kahire 1408. Abdü’l-Gani, Abdülhalık, Hücciyyetü’s-Sünne, Stuttgart 1983. Akçay, Mustafa, “Kelam Literatüründe Peygamber Zelleleri”, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XIII, sayı: 24, 2011/2. ________, “Zelle”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2013, c. 44. Aliyyü’l-Kârî, Şerhu’1-Fıkhi’l-Ekber, Beyrut, 1984. Alusî, M. Şükrü, Muhtasar Tuhfeti’l-İsnâaşeriyye, İstanbul 1976. Âmidî, Ebkâru’l-Efkâr fi Usuli’d-Dîn, nşr.: A. Muhammed el-Mehdi, Kahire 1423, Arslan, Hulusi, Mu’tezile’ye Göre İyilik ve Kötülük Problemi, (Basılmamış Doktora Tezi), Erciyes 2000. Aynî, Bedreddîn, Umdetü’l-Kârî, Beyrut tsz. Bağdadî, Abdülkahir, el-Fark beyne’l-Firak, neş.: M. Muhyiddin Abdülhamid, Beyrut 1990. ________,Usûlu’d-Dîn, Beyrut 1981 Barlak, Muzaffer, Bir Kelam Problemi Olarak Nübüvvet, (Basılmamış Doktora Tezi), Samsun 2013. Bebek, Adil, “Peygamberlerin Korunmuşluklarına Dair”, Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi, 2006, sayı 17. Beyâzîzâde Ahmed Efendi, İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe’nin Îtikâdî Görüşleri, İstanbul 2010. ________,İşârâtü’l-Meram min İbârâti’l-İmam, neş.: Yusuf Abdürrezzak, Kahire 1949. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 db | 109 VEYSİ ÜNVERDİ 110| db Beydâvî, Kâdî, Tavâli’u’l-Envâr, İstanbul 1305. Buhârî, İmam Muhammed b. İsmail, Câmiu’s-Sahih, İstanbul 1981. Bulut, Mehmet, Ehl-i Sünnet ve Şia’da İsmet İnancı, İstanbul 1991. ________, “İsmet” mad., TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara 2001, c. XXIII. Cârullah, Zühdî, el-Mu’tezile, Beyrut 1974. Cürcânî, Seyyid Şerif, Şerhu’l-Mevâkıf, Beyrut 1997. ________,et-Ta’rifât, Beyrut 2013. Cüveynî, İmâmu’l-Harameyn Ebi’l-Meâlî Abdilmelik, el-Burhan fi Usuli’l-Fıkh, neş.: Abdülazim ed-Dib, y.y. 1978. ________,el-İrşad, neş.: M. Yusuf Musa-Abdülmünim Abdülhamid, Kahire 1950. Çelebi, İlyas, İslam İnanç Sisteminde Akılcılık ve Kâdî Abdulcebbâr, İstanbul 2002. Çınar, Mahmut, “Peygamber Diğer İnsanlardan Ayıran Üç Özellik: Vahiy, Mucize ve İsmet”, D.E.A.D., sayı:21, 2011. Devvânî, Celâleddin Muhammed b. Es’ad es-Sıddıkî, Şerhu’l-Akâidi’l-Adûdiyye, y.y. tsz. Ebû Hanife, el-Âlim ve’l-Müteallim, İmam-ı Azam’ın Beş Eseri içinde, İstanbul 1981. ________,Fıkhu’l-Ekber, İstanbul 1303. Harpûtî, Abdullatif, Tenkîhu’l-Kelâm fi Akâidi Ehli’l-İslam, İstanbul 1330. Eş’arî, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn, tah.: M. Muhyiddin Abdulhamid, Beyrut 1995. Fazlur Rahman, İslam, ter.: Mehmet Dağ-Mehmet Aydın, İstanbul 1981. Gazzâlî, el-Mustasfa min İlmi’l-Usul, neş.: Hamza b. Züheyr Hafız, Medine tsz. Günaydın, Fatma, Mâtürîdî’nin Kelam Sisteminde Peygamberlerin İsmeti, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 2013. Hâlisî, Muhammed el-Mehdi el-Kazımî, İhya’ş-Şeria fi Mezhebi’ş-Şia, Bağdat 1370. Hayyât, Ebu’l-Hüseyin, İntisâr ve’r-Reddü alâ İbni’r-Râvendî el-Mulhid, tah.: A. Nasri Nader, Beyrut 1957. Hillî, İbnu’l-Mutahhar, el-Elfeyn fi İmamet-i Emiri’l-Müminin Ali b. Abi Talib, Beyrut 1982. ________,Keşfü’l-Murad, neş.: H. Hasanzâde el-Amülî, Kum 1986. Isfahânî, Râğıb, Hüseyin b. Muhammed, el-Müfredat fi Garîbu’l-Kur’an, neş.: M. Seyyid Kilânî, Kahire 1961. İbn Ebi’l-Hadîd, İzzeddin Abdulhamid, Şerhu Nehci’l-Belâğa, neş.: Ebü’l-Fazl İbrahim, Kahire 1960. İbn Fûrek, Mücerredü Makalâti’l-Eş’arî, neş.: Daniel Gimaret, Beyrut 1987. İbn Hazm, el-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâi ve’n-Nihal, Beyrut 1975. İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, tah.: Sâmî b. Muhammed Seleme, Riyad 1999. İbn Manzur, Ebu’l-Fadl, Lisânü’l-Arab, Beyrut tsz. İbn Teymiyye, Kitabü 'n-Nübüvvat, Beyrut 1982. ________,Mecmûatu’l-Fetâvâ, Riyad 1997. İbnü’l-Hümâm, el-Müsayere, İstanbul 1979. İbnü’l-Murtazâ, Kitabu’l-Kalâid, neş.: A. Nasri Nâdir, Beyrut 1985. Îcî, Adudiddîn, Kitabu’l-Mevâkıf, tah.: Abdurrahman Umeyra, Beyrut 1997. Kâdî İyaz, eş-Şifa bi-Ta’rifi Hukuki’l-Mustafa, Mısır 1369. Kasım b. Muhammed, Kitabu’l-Esas li Akaidi’l-Ekyas, thk.: A. Nasri Nader, Beyrut 1980. Kemal Ebî Şerif, el-Müsamere fî Şerhi’l-Müsayere, Mısır 1348. Kuleynî, Ebu Cafer Muhammed b. Yakub, el-Usûl mine’l-Kâfi, neş.: Ali Ekber el-Gaffârî, Beyrut 1980. Kuşçu, Ali, Şerhu’t-Tecrîd, İstanbul 1311. M. Ebü’n-Nur Hadîdî, İsmetü’l-Enbiyâ ve’r-Red ale’ş-Şübehi’l-Müveccehi İleyhim, Kahire 1979. Malatî, Ebû Hasan Muhammed b. Ahmed b. Abdurrahman, et-Tenbîh ve’r-Red, İstanbul 1936. Mâtürîdî, Kitabu’t-Tevhîd, tah.: Fethullah Huleyf, İstanbul 1979. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 MU’TEZİLE’DE PEYGAMBERLERİN İSMETİ ________,Te’vilâtu Ehli’s-Sünne, tah.: F. Yusuf el-Hayme, Beyrut 2004. Muhammed el-Abdeh-Tarık Abdulhalîm, el-Mu’tezile beyne’l-Kadîm ve’l-Hadîs, Birmingham 1987. Muhammed Fuad Abdülbâkî, Mu’cemü’l-Müfehres li Elfâzi’l-Kur’an’i’l-Kerim, İstanbul 1986. Murtazâ, Seyyid Şerîf, ez-Zâhire fî İlmi'l-Kelâm, Kum 1411. ________,Tenzihü’l-Enbiyâ, Beyrut 1988. Mûsevî, Musa, eş-Şia ve’t-Tashîh, es-Sıra’ beyne’ş-Şia ve’t- Teşeyyu, Beyrut 1988. Müfîd, Muhammed b. Nu’man, el-İrşâd fî Ma’rifeti Hucecillâhi alâ’l-İbâd, Beyrut 1993. ________,Evâilu’l-Makâlât, tlk.: Fadlullah ez-Zencânî, Tebriz 1363. Müslim, el-Câmiü’s-Sahîh, tah.: M. Fuad Abdulbâki, Mısır 1955. Nesefî, Ebü’l-Berekât, Medârikü’t-Tenzîl, Beyrut 1319. Okumuş, Bünyamin, “Garanik Hadisesi Bağlamında İbn Teymiyye’ye Göre İsmet Kavramı: Nebevi Metinlerin Neshi ve Tebdili Meselesi (I)”, Kelam Araştırmaları Dergisi, 8:1, 2010. Pezdevî, Usuli’d-Din, ter.: Şerafeddin Gölcük, İstanbul 2013. Râzî, Fahruddîn, İsmetü’l-Enbiyâ, Kahire 1986. ________,el-Mesâilu’l-Hamsûn, Mısır 1328. ________,el-Mahsul fi ilmi Usuli’l-Fıkh, neş.: T. Cabir Feyyaz el-Alevani, Beyrut 1992. ________,Mefâtihu’l-Gayb, İstanbul 1307. ________,Muhassal, ter.: Hüseyin Atay, Ankara 1978. ________,en-Nübüvvât vemâ Yetaallaku bihâ, neş.: A. Hicâzî es-Sekka, Beyrut, 1986. Sâbûnî, Nureddîn, el-Bidâye fî Usuli’d-Din, ter.: Bekir Topaloğlu, Ankara 2000. ________,el-Kifâye fi’l-Hidâye, tah.: Fethullah Huleyf, İskenderiye 1969. ________,el-Munteka min İsmeti’l-Enbiya, neş.: Mehmet Bulut, (öğretim üyeliği tezi), İzmir 1981. Sadûk, Ebî Cafer İbn Bâbeveyh el-Kummî, Kitâbü’l-Hisâl, Kum tsz. ________,Risâletü’l-İtikâdi’l-İmâmiyye, ter.: E. Ruhi Fığlalı, Ankara 1978. Semerkandî, Ebu’l-Leys, Şerhu’l-Fıkhi’l-Ekber, Haydarâbât 1321. Sinanoğlu, Mustafa, “Kelamcıların İsmet Anlayışının Kur’an Açısından Değerlendirilmesi”, Dini Araştırmalar, Eylül-Aralık 2000, c. 3. Suyutî, Celaleddîn, Tenzihü’l-Enbiya, neş.: S. Muhammed Lehham, Beyrut 1417. Şehristânî, Nihâyetü’l-İkdâm, London 1934. Tabatabaî, İslam’da Şia, çev.: Kâdîr Akaras-Abbas Kazımî, İstanbul 1993. Tehânevî, Muhammed b. A’lâ b. Ali, Keşşâfi Istılâhâti’l-Funûn, Beyrut 1418. Taftazânî, Şerhu’l-Akâid, çev.: Süleyman Uludağ, İstanbul 1999. ________,Şerhu’l-Makasıd, neş.: Abdurrahman Umeyre, Beyrut 1989. Tûsî, Nâsıruddîn, Keşfu’l-Murad, Beyrut 1988. Türcan, Galip, “Peygamberlerin İsmeti Meselesi”, Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2003/2, sayı 11. Ünverdi, Mustafa, “Hz. Peygamber’in Ayrıcalıklı Yönlerinin Tevarüs Etmesinin İmkanı, (İsmet Sıfatı Örneği)”, Kelam Araştırmaları Dergisi, 13:1; 2015, 400. Yavuz, Salih Sabri, İslam Düşüncesinde Nübüvvet, (Basılmamış Doktora Tezi), İstanbul 1995. Yavuz, Yusuf Şevki, İslam’da İnanç Esasları, İstanbul 2014. ________, “İsmetü’l-Enbiya” mad., TDV İslam Ansiklopedisi, Ankara 2001, c. XXIII. Zebîdî, Muhammed Murtazâ, Tâcü’l-Arûs min Cevâhiri’l-Kâmus, Beyrut tsz. Zemahşerî, Keşşâf, tah.: A. Muhammed Muavvid-Ahmed Abdu’l-Mevcud, Riyad 1998. DİNBİLİMLERİ AKADEMİK ARAŞTIRMA DERGİSİ CİLT 15 SAYI 1 db | 111