TÜRK-İSLAM İDEOLOJİSİNİN GELİŞİMİ ÜZERİNE TAYFUN ATAY'LA SÖYLEŞİ I. Bölüm: Geç Osmanlı Dönemi ve Erken Cumhuriyet Dönemi Söyleşiyi Yapan: Alişan Akpınar, Nuri Ersoy / Şubat 2017 Namık Kemal’in Mehmet Akif Ersoy’un savunduğu İslamcı ideolojinin bir tür Osmanlı Devleti’ni kurtarma paradigması etrafında örgütlendiğini görüyoruz. Tıpkı TürkçülükOsmanlıcılık gibi... O dönemde İslamcı ideolojisinin "Osmanlı’nın kurtuluşu İslam’ın kurtuluşudur" düşüncesini savunduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle Osmanlı modernizasyonuna, Osmanlı’nın merkezi, modern bir devlet olmasına karşı çıkmıyorlar. Hatta tam tersi bunu, medeniyetin ithali şeklinde algılıyorlar. Bu dönemde tarikatların ne durumda olduğu üzerine konuşarak başlayabiliriz. Tekke ve tarikatlar bu dönemde Osmanlı devletinin Tanzimat’la beraber başlayan modernleşme sürecine nasıl tepki veriyorlar? Özellikle Islahat Fermanı’yla Müslümanların ve gayrimüslimlerin eşitliğinin ilan edilmesi toplum tabanında bir rahatsızlığa neden oluyor. Cumhuriyet öncesinde tarikatların Osmanlı modernizasyonuyla ilişkisi neydi? manlı döneminin bittiğini, hatta çağdaş Türkiye’nin ilk temellerinin atıldığını dahi söyleyebiliriz. Tabii ilk seçenek Osmanlıcılıktı. Yeni Osmanlılar’ın, İslam’ı çok önemsedikleri ortada ama öncelik Osmanlı milleti olmaktı. “İttihad-ı Anasır” yani Osmanlı bünyesindeki tüm etnik, kavmi, dini, mezhebi, meşrebi unsurların modern bir ulus-devlet idealini hayata geçirme arzusu eşliğinde birliği… Kimliğin, Osmanlı olma çabası üzerinden türdeşçe tesis edilmesi amaçlanır. Tanzimat’la birlikte ortaya çıkan bir tablo bu; ama parçalanmanın özellikle de gayrimüslim unsurların Osmanlı’dan kopuşunun hızlanması üzerine artık bu Osmanlıcılık seçeneğinin çok da geçerli olmadığı düşünülmüştür. İkinci seçenek olarak İslamcılık bu süreçte ortaya çıkmıştır. Onun da “İtthad-ı İslâm” şeklinde ilk kullanımını, aslında Osmanlıcılık’la özdeştirilen Namık Kemal’de buluyoruz. Milli kimliğin İslam üzerinden inşası söz konusu; çünkü gayrimüslimlerin uzaklaşmasıyla birlikte artık imparatorluk halkının birleştirici unsurunun Müslümanlık olduğuna dair bir algı oluşmuştur. Ona bağlı olarak da İslamcı ideoloji modern anlamda kendisini gösterir. Abdülaziz döneminde ilk işaretleri belirirse de esas Sultan Abdülhamit döneminde “pan-İslamizm” ve hilafet vurgulu olarak karşımıza çıkar. Sultan, Cemaleddin Afgani’yle diyalog kurar ve modernist-reformist Öncelikle, İslamcılığın Osmanlı’da ortaya çıkışı Osmanlı modernleşmesinin bir parçasıdır. Peki, modernleşme Osmanlı’da neyi hedefliyor? Karasal bir çiftçi imparatorluğunu modern bir ulus-devlete dönüştürmeyi… Yani Tanzimat’la birlikte karşımıza çıkan tabloda artık bir “Osmanlı milleti”nden bahsedildiğini, bir vatan kavramının aydınlar ve bürokrasi tarafından dillendirilmeye başladığını görüyoruz. Buna bağlı olarak anayasal bir devlet olma yolunda artık klasik Os1 çerçevede bir İslamcılığı dünyada ortaya atan ilk isim olarak Afgani’yi İstanbul’a davet eder. Ancak ona çok büyük rağbet de göstermez, hatta rekabetinden kaygılanır ve kontrol altında tutar. Bu bakımdan Abdülhamid’in “İttihad-ı İslam” politikası dışa dönük tüm girişimlerine karşın esasen daha çok İmparatorluk topraklarında saltanattan yana içe dönük mobilizasyon sağlamaya yöneliktir diyebiliriz. rak görüyoruz. Dolayısıyla bu açıdan tarikatların, “modern” anlamda Osmanlı birliğini sağlama yolunda, bir “millet” (ulus-devlet) prensibi temelinde Osmanlı’yı yenilemeyi düşünen bürokratik anlayışın bir seçeneği olarak İslamcılık’la çok fazla irtibatlandırılabileceğini düşünmüyorum. Sultan Abdülhamid’in bazı tarikatlara yakınlığı, muhabbeti olduğu söylense bile güçlü bir şekilde bir tarikat bağlantısıyla hareket ettiği de söylenemez. Abdülhamit modern bir insandır aslında. AKP iktidarı özellikle Osmanlı modernleşmesini, 18. yüzyılın ortalarından itibaren gelen o modernleşmeyi, Cumhuriyet’le birlikte lanetleyip reddederken bunun içinde bir parantez açıp orada Abdülhamid’e sahip çıkıyor. Hâlbuki Abdülhamid de Batı’da (özellikle eğitim alanında) olup bitenlerin Osmanlı’da hayata geçmesi konusunda çok büyük katkılarda bulunmuştur. Tarikatlar için de bunu söyleyebilir miyiz o dönemde? Söylenebilecek olan, Abdülhamid’in tarikatları da aynı amaçla kullanmaya dönük bir çabasının olduğudur. Afgani örneğinde olduğu gibi, onlardan da yer yer ürker ayrıca. Onun gözdesi olan tarikatlar, şeyhler vardır; ama haz etmediği, kontrol altında tuttuğu tarikatlar, sürgün ettiği şeyhler de vardır. O dönemde, dünyada özellikle Batılı (İngiliz-Fransız-Rus) sömürgeciliğine İslâm dünyasında tepki olarak radikalleşmiş, “uyanışçı” denilen sufi hareketler de vardır. Ama bunların hareketlilikleri, İslâmcılık ya da pan-İslâmizm şeklinde “modernist” bir ideolojik başlık altında değerlendirilemez. Bu noktada Aldülhamid de bir parantez değil. Evet değil. Dedesi II. Mahmut’un da modernist bir padişah olduğunu unutmayalım. AKP mahallesi, Abdülhamid'i Osmanlı’dan Cumhuriyet’e aşırı Batıcı modernleşme sürecinde kendilerince bir parantez olarak görüyorlar. “Ulu Hakan, bu gidişin tam karşısında bir tutum alarak toparlamaya çalıştı ama o alçak İttihat Terakki yok mu, onu yok etti." deniyor. Ama olan, böyle değil. Abdülhamid bir sürekliliktir. Osmanlıcılık fikrinin iflas ettiği noktada, gayet açık bir şekilde İslamcı kimlik üzerinden ve İslamcılığı modern bir ideoloji olarak almaya, geliştirmeye, modern dünyada karşımıza çıkan ideolojilerin hayatın içindeki işlevi neyse öyle bir işlev yüklemeye çalışarak Osmanlı coğrafyasındaki Müslüman unsurları, halkları bir arada Kısacası Abdülhamid tarikatlar karşısında pragmatiktir. Bazı sufi oluşumları kendi hesabınca değerlendirmek istemiş, önlerini açmış, ama bazılarının kendisine yönelebilecek karşı eylemliliğinden de işkillenmiştir. Çünkü bunların adeta “serseri mayın” misali nerede, ne zaman, nasıl etkinlik arz edeceği de kestirilemez. Ayrıca tarikatlar daha çok halk İslam’ının bir parçası olarak ve taşrada sarayla halk arasındaki köprü işleviyle ortaya çıkıyorlar. Onları halk İslamı'nın mektepli olmayan, kitabî olmayan, sözlü geleneğin içinden çıkan bir İslam anlayışının temsilcisi, taşıyıcısı, pratisyenleri ola2 tutmaya çalışmıştır. Bu politikanın sonuç alamadığını görüyoruz. Çünkü Müslüman unsurlar da ayrışıp kopuyorlar. Onlarda da milliyetçilik, kavmiyetçilik ateşi yanıyor, ona bağlı olarak Arnavut’u da, Arap’ı da, Kürt'ü de hepsi kendi arayışlarını, kendi bağımsız birliklerini, bir milli oluşuma, milli siyasete, bir milli devlete dönüşme arzularını dışa vuruyorlar. Oradan da zaten çaresizlikten Türkçülük üçüncü seçenek olarak ortaya çıkıyor. Yusuf Akçura’nın “Üç Tarzı Siyaset”inde de çok güzel karşımıza çıkar bunlar: Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük. Bu çalışmasında Akçura, Türkçülükten yana da çok açık bir tavır koyamaz çünkü; henüz daha istibdadın sürdüğü bir dönemde bu kitabı yazmıştır. İslamcılıkla Türkçülük arasında kendince bir titreşim, gidiş geliş, geçişlilik olarak makale noktalanır. Ama biz biliriz ki Akçura’nın esas hedefi Türkçülüktür. Dolayısıyla bu üçü, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük; Osmanlı’yı modern bir devlet yapmak, bir meşruti siyasetin parçası kılmak, tımar gelirleriyle ayakta duran, başlangıcı fütuhat gelirleri olan, yağma ekonomisinden çıkmış bir imparatorluk devletinden, bir karasal imparatorluk devletinden, Batı’da olduğu gibi modern, endüstriyel, merkezileşmiş bir meşruti devlet çıkarma yolunda ideolojik seçeneklerdir. Anayasal monarşilerin Avrupa’da karşımıza çıktığı tarzda, 18. yüzyılın sonundan itibaren bu eğilim artık bir norm olarak kendisini gösterir. tığında Osmanlı topraklarında özellikle misyonerlik faaliyetlerinin kendini göstermesi, ayrışmaların ve bağımsızlık girişimlerinin Hıristiyan tebaada yükselmesiyle birlikte İslami bayrak altında toplanma çağrısını yapıyor. Ama bu, ağırlıklı olarak Kürt coğrafyasında radikal unsurlar olarak ortaya çıkar ve Saray buna mesafelidir. Anlattıklarınızdan şöyle bir tablo çıkıyor: Genelde tarikatlar dünyevi işlerden uzaklaşmış kendi evrenlerinde yaşayan topluluklar. Dünyada ne olup bitiyor, sömürgecilik nedir, siyasi akımlar nedir, bunlardan bihaber topluluklar mı aynı zamanda? Hayır, böyle anlaşılmasın. Tarikat dünyası çok geniş bir yelpaze. Ve yelpazenin bir dilimi gerçekten dünya işlerinden tümüyle uzak, “zahidane” dediğimiz, Allah’la bir olmayı ruhsal olarak, içsel olarak, batınî olarak benimsemiş ve politikaya uzak tarikat ekollerinden oluşurken yelpazenin öbür ucunda dünya üzerinde pek çok İslami ayaklanmaların, isyanların, Müslüman yöneticilere karşı bile isyanların ateşleyicisi olan tarikatların olduğunu görürüz. Mesela benim de çalışma konumu oluşturan Nakşilik, politik enerjisi çok yüksek bir tarikattır. Bu, başından itibaren, Bahaeddin Nakşibend’in Maveraünnehir’de ortaya çıktığı dönemde de böyledir. Sonra İmam-ı Rabbani olarak bilinen Şeyh Ahmed Sırhindi, Hindistan’da ortaya çıktığında da böyledir. O, Hindistan’da döneminin Timurî Babür hükümdarlarına karşı gelir. Onların Müslüman olsalar bile İslam’ı çok fazla uygulamaya sokmadıklarını, İslâmi çizgiden uzaklaştıklarını dile getirir. Çünkü kurucu Ekber Şah, kendince Hinduizm ve Sih diniyle İslam’ı bir araya getiren, Din-i İlahi denilen sentez bir inanç sistemi ortaya atmıştı. İmam-ı Rabbani, Bu süreçte tarikatların henüz çok fazla böylesi ideolojik, bürokratik bir arayışın çok içinde olmadıklarını, onların o geleneksel-tasavvufi İslami tebliğ ve tedrisi tekkelerde sürdürdüklerini söyleyebiliriz. Evet, Mevlana Halid-i Bağdadi, Nakşilik bünyesinde ortaya çık3 yöneticilerin İslam’dan uzaklaşması nedeniyle onları kınayan eleştiren mektuplar yazmıştır. Daha sonraki dönemde yine Hindistan’da Britanya sömürgeciliği döneminde karşımıza çıkan Nakşi şeyhler de ciddi politik mücadelelerin içinde olmuşlardır. Yani Cerrahilik, Mevlevilik gibi politik enerjisi düşük tarikatlar vardır; ama Nakşilik, Kadirilik gibi politik enerjisi yüksek tarikatlar da vardır. Ve bunlar İslam tarihi içinde pek çok farklı işlevle kendilerini gösterirler. Bir kere İslam’ın yayılma sürecinde tarikatlar çok önemli rol oynar. İslam’ın Arap Yarımadası dışındaki topraklarda yaşayan halkların kültürleriyle sarmaş dolaş olmasında farklı inançların, farklı kültürel örüntülerin İslami renge boyanmasında tarikatlar çok önemli işlevler yerine getirmişlerdir. Arap olmayan toprakların islamizasyonunda tarikatların rolü çok büyüktür. Bu, onları farklı bir sorunla karşı karşıya bırakır. Bugün de karşımızda olan, ama ilk İbn-i Teymiyye’yle 14. yüzyılda kendisini gösteren, 18. yüzyılda Vahhabilik’le büyük sıçrama yapan Selefi İslam, tarikatları İslam’ın özünden uzaklaşmakla suçlar. Onların Kur’an ve hadisler dışında “bidat” denilen (dine aykırı uydurma yenilikler) birçok pratiğin İslam’a girmesine, dolayısıyla İslam’ın bozulmasına sebep olduklarını ileri sürer. Ama sosyolojik olarak baktığımızda da İslam’ın Arap dünyasının dışına yayılması tasavvuf ve tarikat İslam'ıyla olmuştur. Tasavvufun ortaya çıkmasından (Hicri 2. yüzyıldan) itibaren esasen “dışarı”da alıcı bulduğu söylenebilir. İslam Orta Asya’ya, İran’a, Anadolu’ya, Afrika’ya, Balkanlar’a, Hindistan’a yayıldığında hep tasavvuf İslam’ını ve tarikatları görürüz. Çünkü insanları, toplumları, halkları mevcut kültürel ve inançsal temellerinden çok fazla incitip ürkütmeden İslam’a geçiş yaptıran, bu yumuşak geçişi sağlayan tarikatlardır. Bu da pek çok farklı inancın, Hindistan’da Hinduizm ve Budizm’le, Anadolu’da Hıristiyanlıkla, Afrika’da animistik inançlarla İslam’ın iç içe geçmesine yol açmıştır. Bu, Selefiler’i rahatsız etmektedir ama başka türlü de İslam’ın bir dünya dini olması mümkün olmazdı. Ayrıca Selefi İslam’ın, Vahhabilik’le eşliğinde 18. yüzyıldan itibaren karşımıza çıkan yeni dalgasının tarikatlarla birlikte bütün bu bozulmanın, İslam-içi bozulmanın, “özden uzaklaşma”nın baş sorumlusu saydığı diğer bir etken de Osmanlı’dır. Osmanlı çünkü tarikat İslamı’yla birlikte güçlenmiş, bir yerlere gelmiştir. İlk Türkmen kabilelerine de en fazla hitap eden, Sufi heterodoks inançların İslam’a aktarımını sağlayan, tarikat, tekke İslam’ıdır. Ama bir noktadan sonra tabii Osmanlı da kitabî İslam’ı benimsemiştir ve uzun yıllar, bu ikisi arasındaki gerilim medrese ve tekke gerilimi olarak sürmüştür. Zaman zaman tekkeyi öne çıkaran sultanlar da olmuştur. Ama zaman zaman tekkeden tamamen kopuk, tarikat düşmanı ulemanın etkisi altında kalan sultanlar dönemi de olmuştur. Bu ikisi (tekke-medrese) arasındaki gerilimli ilişki Osmanlı’da modern dönemde de sürer. İslamcılık ideolojisinin yükselişine paralel olarak tarikatların hurafeyle giderek daha çok iç içe olduklarına dair görüşler Osmanlı’da da kendisini gösterir. O yüzden Meclis-i Meşâyih kurulur. Sebep, "bunları biz kontrol edelim" düşüncesidir. Aynen şimdiki Diyanet’in de şu aralar yapmaya çalıştığı gibi. O zaman da, aynen şimdi olduğu gibi, "bunları kendi başına bırakınca nereye gidecekleri belli olmuyor, bir sürü uydurma şeyi din diye, İslam diye millete yutturuyorlar ve bozuyor4 lar" düşüncesi var. "Şunları bir kontrol altına alalım" sonucuna varılıyor. Ve o anlamda Osmanlı’da İslamcılık, merkezi modern devlet ideolojisinin bir çıktısı olarak, bir seçeneği olarak, aslında tekkeleri de merkeze bağlamaya çalışıyor. taraftan bürokrasiyi, askeriyeyi, eğitimi modernleştireyim, ama tarikatların da etkisi halk nezdinde çok güçlü, bunlarla da bir şekilde irtibatı koparmayayım." diyor. Yani, hem kontrol altına alayım, hem de onların benden yana yararlı olabilecek unsurlarıyla hareket edeyim gibi bir arayışı var. Ama tabii bu, olmuyor. Çünkü bu bir iktidar meselesidir ve o şeyhler, müritleri nezdinde kutsaldır. O şeyhler, müritleri nezdinde Allah’tan bir parçadır. O şeyhler, müritleri nezdinde Allah dostudur. Dolayısıyla oradaki iktidarı ne Abdülhamid’in ne Namık Kemal’in, ne Enver Paşa’nın birtakım merkezileştirme politikalarıyla din adına kendilerine bağlaması mümkündür; çünkü bu, eşyanın doğasına aykırıdır. Bağımsızlıklarını kaybettiklerini hissettikleri noktada tepki gösterirler. Kendilerinin inisiyatifi altında pek çok hareketi desteklerler tabii. Mesela, Şeyh Sait olayı böyle bir olaydır. İsyanın temelinde esas olarak Kürt otonomisine önce söz verip, sonra bundan vazgeçmenin yarattığı tepki yatar. Sonuçta Kürt ayrılıkçılığı temelinde, Kürt otonomisi temelinde kendilerince haksızlık olarak düşündükleri bir duruma karşı isyandır. Ama orada Kürt kimliği, Kürt entelektüellerinin, Kürt eşrafının, Kürt okumuş-yazmışlarının kafasında olan bir kimlik. Halkta bir Kürt kimliği bilinci oluşmuş değil. Halk kendisini o dönemde “birincil bağlılıklar” denilen dinle, aşiretle, soy-sopla özdeşleştiriyor. Kimliğin esas belirleyeni bu. O yüzden isyanı harekete geçirenler Kürt seçkinleri ve onların Kürtçü ideolojisi olmakla birlikte Kürt halkını işin içine çekmek Şeyh Sait gibi din üzerinden, İslam üzerinden gidip hilafetin kaldırılmasını işaret ederek kitleleri “Hepimizi gâvurlaştırıyorlar, İslam’ı ayaklar Anladığımız kadarıyla Abdülhamit bu şeyhlere maaşlar bağlıyor, onlara tekkeler açtırıyor, hatta Bektaşi tekkelerinin bir kısmı Tanzimat döneminde Nakşilere geçiyor. Dolayısıyla şunu görüyoruz: Devlet bu tekke ve tarikatların toplum tabanındaki örgütlenmesini de kullanıp bu merkezileşmeye Abdülhamid döneminde ciddi bir güç katmaya da çalışıyor. Sonrasında Abdülhamid’i devirmesine rağmen İttihat ve Terakki de bunu sürdürüyor. Meclis-i Meşâyih devam ediyor ve tarikatları 1. Dünya Savaşı’nda kullandıklarını görüyoruz. Hatta Mustafa Kemal de kullanıyor. Anadolu’ya gidip direkt tarikat şeyhlerine başvuruyor. Mustafa Kemal’in Nakşibendi şeyhlerine hürmetkâr, son derece saygılı, sitayişkâr bir dille hitap ettiği mektupları vardır. Hem Kürt emirlerine, Kürt beylerine, ağalarına, hem de Nakşi tarikat şeyhlerine… O mektuplarda, “Makam-ı hilafetimizin kurtuluşu için hizmetten hiçbir şekilde geri durmayacağınızdan asla kuşkum yoktur” tarzı ifadeler geçer. Dolayısıyla evet, o da kullanmıştır. İlginç olan bir nokta aslında bu; Abdülhamid’de de, İttihat ve Terakki’de de var, II. Mahmud’da da var. Osmanlı’dan gelen modernleşmeci anlayış, bir taraftan geleneksel tarikat İslâm’ının kitleler nezdindeki önemini görüyor. Ama öbür taraftan bunlarla yola devam etmenin ve geleneksel Osmanlı toplumuyla modern dünyada ayakta kalmanın imkansız olduğunu da görüyor. Dolayısıyla Osmanlı "bir 5 altına aldılar” diye hareket etmesiyle oluyor. üzerinden buna dair neler söyleyebilirsiniz? Sizin de söylediğiniz gibi modernleşme sürecinde Osmanlı II. Mahmud’dan itibaren bu tarikatları hem kontrol etmeye, merkezi devlete bağlamaya hem de onların toplum tabanındaki örgütlenmelerini kullanmaya çalışmış. Bu durum, İttihat Terakki döneminde de, Kurtuluş Savaşı döneminde de devam etmiş. Anladığımız kadarıyla 1924’te halifeliğin kaldırılması ve hemen ardından tekkelerin, zaviyelerin ve bu tarikatların yasaklanması onlar için büyük bir sürpriz olmuş ve travma yaratmış olmalı. Bu kadar sert bir müdahale bekliyorlar mıydı? Aslında bilinmeyen şeyler değil… Sonuçta “yasaklanmış bir gerçeklik” olarak varlığını sürdürdü bu gruplar. Cumhuriyet çok güçlü bir hamleyle çevreyi, yani taşrayı yeni modernist ideolojinin bir parçası yapmak istese yüzyıllar içinde, hatta belki binlerce yılda oluşmuş kültürel kalıplar ve zihniyet dünyasının bir kaç on yılda değişmesi mümkün değil. Türkiye sonuç olarak Avrupa’da 11. yüzyıldan başlayarak 19. yüzyılda da kristalleşen modern endüstriyel kapitalist yenidünya projesini, yüzlerce yılda karşımıza çıkan projeyi birkaç on yılda hayata geçirmeye çalıştı. Bunun altyapısında 150 yıllık bir Osmanlı modernleşmesinin olması bir avantajdı. Ama sonuçta o Osmanlı modernleşmesinin de toplum katında çok etkisi yoktu. Daha çok devlet katında, merkezde etkiliydi, biraz da Balkanlar’da etkiliydi. Yani ticaret burjuvazisinin ortaya çıktığı bölgelerde… Ama Anadolu’da böylesine bir dönüşümü yapmak o kadar kolay değildi. Cumhuriyet’e geçilince 1925’te tarikatlar kapatıldı. Halkevleri, tarikatların halk katındaki etkisini karşılama yolunda devletin kurumları olarak işlerliğe sokuldu ama tutmadı. Çünkü o kültürel dil, kültürel lehçe, bir şekilde o kadar kolay dönüştürülecek durumda değildi. Tarikatlar da bir şekilde kıyıya-köşeye, kuytulara çekildiler. Bir şekilde açık seçik kendilerini göstermek noktasından uzaklaştılar. Fakat zaten tarikat İslamı, Osmanlı’nın son zamanlarındaki Meclis-i Meşâyih (1868) ile kayıt altına alınmak istendiği (ki çok başarılı olmadı) döneme kadar zaten hep kayıt dışıydı. Beklemiyorlardı. Bunun örneklerini kendi doktora alan çalışmamda da gördüm. Mesela benim çalışma yaptığım Nakşibendi şeyhi Kıbrıslı Şeyh Nazım, bu konuda Mustafa Kemal simgesi üzerinden şu ayrımı yapar: Kalpak giyip milleti İslam adına kurtuluşa, istiklalini kurtarmaya çağıran Mustafa Kemal’i kabul ediyoruz, sayıyoruz, ama hilafeti kaldıran, kalpağı atıp şapka giyen diğerini tanımıyoruz… Mustafa Kemal Paşa, milli mücadeleyi İslam’a referansla, insanları mobilize ederek sürdürdü. Ama saltanatın kaldırılmasından sonra hilafeti kaldırarak, tarikatları da yasaklayarak devletle millet arasındaki bütün kültürel bağı koparttı demek istiyor aslında mecazen… 1925-1950 arası dönem tam bir sessizlik dönemi. Bu tarikatlar 1925’te kapatıldıktan sonra ayakta kalmayı nasıl başardılar? Belli ki illegal bir örgütlenme ağı kurmayı tekrar başardılar ki hayatta kaldılar. Demokrat Parti dönemine kadar tarikatlar bu travmayı nasıl atlattılar? Alan çalışmalarınız Şeyhülislamlık lağvedildi, Diyanet İşleri Reisliği kuruldu. Bana göre Cumhuriyet, bu kurumu kendince ulus6 devletin ihtiyacı olan bir “ulusal İslam” yaratmak için ihdas etti. Aynen Protestanlıkta olduğu gibi Hıristiyan dünyasında, Hıristiyanlığı uluslaştırmaya benzer bir şekilde, hilafeti kaldırdıktan sonra bize özgü bir “Türk İslamı” kotarabilmek için Diyanet’i var etti. Ama zaten resmi İslam devletin kontrolü altında olduğu için, ulema Osmanlı’da devletin memuru olduğu için onu kontrol etmek zor değildi. Tarikatlar her zaman merkezkaç unsurlardır, kayıt dışı ve bağımsızlardır. Bunlar bir coğrafyanın kendi ihtiyaçlarından çıkan ve ister hurafe deyin, ister batıl inanç, ister halk dini; o coğrafyada halkın kendi hayatıyla bağlantılı şekilde, bildiği gibi dini yaşamak istemesiyle varlık bulan pratiklerle yoğrulmuş bir dini anlayışı çerçeveliyor tarikatlar… Yüzyıllarca bu coğrafyada İslam’ı insanların dünyasında hayata geçirdiler. reform orada yapılıyor. Sonra bakıyorsun medrese çökmüş çürümüş, tekkeler de çökmüş çürümüş. Her şey yolunda gittiğinde ekonomik altyapı güçlü olduğunda bu, dünya görüşü, entelektüel dinamizm, mektep-medrese, tasavvufi faaliyet, bütün bunlara da yansıyor. Bu olmadığı zaman da çöküş kendisini gösteriyor. Abdülhakim Arvasi’nin sözü de o: “Tekkeleri kapattınız ama boş iş bu, zaten onlar kendilerini çoktan kapamışlardı, bir şey yoktu ki ortada tekke, tarikat diye” demek istiyor. Ama devlet, Cumhuriyet devleti tabii ki bunların toplum üzerindeki etkisine kati şekilde son vermek istedi. Çünkü Cumhuriyet’in Osmanlı modernleşmesinden ayırt edebileceğimiz en önemli özelliği, toplum katında da kültürel yörüngeyi ciddi şekilde değiştirmeye girişmesi. Osmanlı devleti yenilerken, modernleştirirken halkı da ona intibak ettirmek derdinde. Ama halkın üzerine, toplumun üzerine çok fazla gitmiyor. Henüz buna zamanı yok zaten. Ama Cumhuriyet kararlı bir şekilde, Atatürk ile birlikte ciddi bir şekilde buna girişiyor. Zaten artık coğrafya da buna uygun hale gelmiş ve Türklükle İslamcılığı buluşturmuşsun. Mesela gayrimüslim olduğu halde Türk unsurları atıyorsun, Müslüman olan unsurları Balkanlardan, her taraftan getiriyorsun. Onlar aslında Türk değil. Giritliler Rum, Boşnaklar Slav. Ama Müslüman olmaları yeterli... İttihatTerakki ile başlayan, Cumhuriyet’in de devraldığı ilginç bir nokta var. Artık Türklük kimliğine oynuyoruz, kabul edilen tek seçenek bu, ama Türklüğü de ancak Müslüman unsur üzerinden üretebiliriz diye düşünülüyor. Çünkü biliniyor ki Türk olsa bile Hıristiyan olan Karamanlıları ikna etmek Anadolu’nun ortasında, o kadar kolay değil. Dolayısıyla 1925’ten sonra olanlar, onlar için bir travma da olsa atlatmaları zor olmadı. Zaten enformel, kayıt dışı yapılar. Nakşi meşâyihin bu coğrafyada çok önemli tarihsel isimlerinden Abdülhakim Arvasi’nin meşhur sözü var: hükümet tekkeleri kapatmakla boşa uğraştı, tekkeler kendilerini zaten kapatmışlardı. Bunun sebebi, Osmanlı’nın bütün kurumları çöktüğü için tekkeler, tarikatlar da zaten çökmüş olmasıydı. Abdülhakim Arvasi, bunu demeye getiriyor. Sonuçta Osmanlı bir fütuhat devletiydi, fethediyor, fethettiği yerleri kontrol edip çiftçilik hayvancılık varsa onun geliriyle varlığını devam ettiriyor. Belli bir sınıra dayandı, o sınırdan öteye bu prensiple -“gaza”- yol almak mümkün değildi. Bir çöküş başladı ve çöküş başladığında bütün kurumlar çöker. İlk göze batan savaşta başarısız olan askerlik kurumu olduğu için ilk 7 Bir de tabii çok ciddi travmalar atlatmış devlet. Bulgarlar kopmuş, Yunanlar kopmuş, Slavlar kopmuş, Romenler kopmuş. "Hıristiyan unsurdan bana yarar gelmez, hep zarar geldi." gibi bir düşünce de var. O yüzden onları etnik olarak Türk olsalar da atıyor, ama Müslüman unsurları da mübadeleyle alıyor ve Türkleştiriyor. Gelenlerin Türklüğü benimsemesi çok zor olmuyor. Kafkasya’dan da Gürcü’yü Abaza’yı Çerkez’i getiriyor, onların da Türklüğü benimsemesi çok zor olmuyor. me (türdeşleştirme) girişimi her bakımdan… Din olarak, dil olarak, etnisite olarak bir homojenleştirme yolu seçeceksin. Ayrıca birey olmak, meslek sahibi insan olmak, bunlar da beraberinde geliyor. Ama tarikatlar bu homojenleştirme çabasının tam tersi bir işlerlik içindeler. Bağımsız, her tarafta kafasına göre takılan ve insanlara nasıl insan olunacağına dair kendince formül üreten, reçete sunan oluşumlar bunlar. Kürtleri bu resmin neresine yerleştirebiliriz? Evet, dinî çerçevede, dinî ahlak, mesela nefs ve ruh ikiliği üzerinden bir iyi insan-kötü insan kavramlaştırması kazandırılmaya çalışıyor. Yüzyıllarca da insanlar "Nasıl iyi olurum, nasıl doğru olurum, nasıl güzel olurum?" sorularının yanıtlarını bu çevrelerden öğreniyorlar. Medresenin ulaşamadığı yerlerde, ücra köşelerde, uzak bir köyde tekke var. Orada bir şeyh var ya da şeyhin bir halifesi var. Ona tâbi olarak sürüyor işler. Cumhuriyet bir taraftan imamları taşraya yönlendirmeye çalışıyor. Diyanet aracılığıyla ama çoğu durumda tarikat şeyhinin imam olarak bir ikinci işlev kazanması söz konusu oluyor. Bir şekilde Cumhuriyet topyekûn, toplumun en derinlerine, kılcal damarlarına kadar girmek isteyip de giremediği durumlarda maalesef iki arada-bir derede kalmışlık sonucu ortaya çıkıyor. Tarikatlar tamamen yok olmuyorlar, ama çok etkili bir şekilde kendilerini dışa da vuramıyorlar. 19251950 arası böyle bir dönem diyebiliriz. Üstelik de dünyevi değil daha dinî bir çerçevede... Kürtler otokton yani o coğrafyanın kendi halkı. Bir arada yaşıyorlar. Yüzyıllara dayanan bir aşiret siyasal örgütlenmesinin içindeler. Coğrafyaları tarikatların etkili olduğu bir coğrafya; dilleri çok net olarak farklı ve buna bağlı olarak onlar da modern zamanlarda kendi ulusal bilinçlerini var etme yolunda Avrupa’dan etkilenerek aydınları, elitleri eliyle birtakım girişimlerde bulunmuşlar. Dolayısıyla Cumhuriyet’in orada bir sorunu var. Tarikatlara dönecek olursak, modernleşme yolunda, Türk kimliğini hayata geçirme yolunda, İslam’ı da Türkleştirme yolunda hilafetin kaldırılmasından sonra artık devlet; bürokrasinin dinle bağını bu anlamda koparmış ve İslam’ı da kendi ulus-devlet anlayışı çerçevesinde kontrolüne almış durumda. Ama halkta hâlâ İslam’ın pek çok renkle karşımıza çıkan tezahürleri var. Bunları da standartlaştırmak istiyor. Unutmayalım ulus-devlet sonuçta bir homojenleştir- 8