KUTLU DOĞUM HAFTASI “HZ. PEYGAMBER VE İNSAN ONURU” SEMPOZYUMU (19-21 NİSAN 2013) KONYA DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI YAYINLARI / 1044 İLMİ ESERLER: 165 Tashih: Sedat MEMİŞ Hacı Duran NAMLI Grafik & Tasarım: Abdullah PAÇACI Baskı: Kalkan Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. (0312) 341 92 34 1. Baskı Ankara 2014 ISBN 2014-06-Y-0003-1044 978-975-19-6234-8 Sertifika No: 12930 Eser İnceleme Komisyonu Kararı 15.07.2014/34 © Diyanet İşleri Başkanlığı İletişim: Dini Yayınlar Genel Müdürlüğü Basılı Yayınlar Daire Başkanlığı Tel: (0 312) 295 72 93 - 94 Faks: (0 312) 284 72 88 e-posta: diniyayinlar@diyanet.gov.tr 3- MODERN DÜNYADA BIR DEĞER OLARAK İNSAN ONURU Prof. Dr. M. Ali KİRMAN1 GIRIŞ Bilindiği gibi Diyanet İşleri Başkanlığı bu sene Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle “Hz. Peygamber ve İnsan Onuru” temasını seçmek suretiyle çok önemli bir konuyu hem Türk insanının hem de bütün insanlığın gündemine taşımıştır. Sözlerime başlamadan önce bu girişimi önemsiyor, emeği geçenlere teşekkürlerimi arz ediyorum. Niye önemsiyorum? Çünkü bu girişim sadece Müslüman çoğunluklu ülkeler açısından değil bütün dünya toplumları açısından son derece önem arz etmektedir. Zira bugün küresel anlamda tüm dünya insan onuru açısından önemli bir sınavdan geçiyor. Hiç kuşkusuz insanlık tarihi, insan onurunun çiğnendiği, haysiyetli bir hayat sürmenin imkânsızlaştığı dönemleri yaşamıştır. Şiddet ve terör olaylarının arttığı, suç ve sapkın davranışların hızla yaygınlık kazandığı günümüz dünyasında da insanlık onuruyla bağdaşmayacak olaylar, temel hak ve hürriyetleri zedeleyen uygulamalara sıkça rastlamak mümkündür. Söz gelimi savaş, terör, şiddet, işkence, zulüm, sömürgecilik, ırkçılık, adaletsizlik, eşitsizlik, ayrımcılık, ötekileştirme, emeğe saygısızlık, istismar, açlık ve kıtlık gibi onur kırıcı küresel sorunlar, günümüzde insanlık onurunun had safhada zedelendiğini gösteren örneklerdir. Modernleşme sürecinde artan rasyonelleşmeyle birlikte maddi alanda önemli başarılar elde edilmiştir. Özellikle teknik alanda kaydedilen gelişmeler insan hayatını önemli ölçüde kolaylaştırmıştır. Ancak modernleşmenin, maddi alanda çok büyük kolaylıklar ve imkânlar sunmakla birlikte insan ve doğa sömürüsü, savaş tehdidi, çevre kirliliği, ruhsuzluk ve manevi değerlerden yoksunluk gibi birçok problemi de beraberinde getirmiş olduğu bilinmektedir. (bk. Kirman, 2011, 223) Anlaşılan insanoğlu, başta bilim ve teknoloji alanı olmak üzere pek çok alanda gösterdiği olağanüstü iler1 Sütçü İmam Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi. 63 Birinci Oturum lemeyi insan onurunun korunması ve yüceltilmesi konusunda gösterememiştir. Bir diğer ifadeyle, günümüzde küresel anlamda tüm dünyada, ama özellikle Müslüman çoğunluklu ülkelerde bir insan sorunu olduğu, insana hak ettiği değerin verilmediği bilinmektedir. Söz gelimi Türkiye’nin yakın tarihinde de ideolojik vesayeti tahkim etmek üzere “insan onuru” ile oynanmış olduğu hepimizin malumudur. Hatta bu sahada düşünen, araştırma yapan, kamu hizmeti veren ve yazı yazan kimseler dahi bulunduğu ortamlarda örneğin; evde, iş yerinde, büroda, konferansta, açık oturumlarda, sempozyumda, miting meydanlarında, camide, kilisede ve havrada sahip olduğu herhangi bir üstünlük fırsatıyla insanı kırmakta, incitmekte, aşağılamakta hor görmektedirler. Teoride geliştirdikleri güzel sözcükleri dilden kalbe indirememektedirler. Kutlu doğumda seçilen bu konunun özellikle bu problemin çözümüne katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Zira İslam’ın iki temel kaynağı Kur’an ve Sünnet’te de insanın onurlu ve şerefli bir varlık olduğu çeşitli vesilelerle ifade edilmiştir. Bu itibarla insan diğer canlılar ve varlıklar arasında mümtaz bir varlıktır. İslam dininin nurlu ve onurlu peygamberi Hz. Muhammed’in izinden giden gönül erlerimizden Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre ve Mevlana her şeye rağmen sevmeyi, hoş görmeyi ve onur kırıcı, incitici davranışlardan sakınmayı öğütlerler. KAVRAM OLARAK İNSAN ONURU Bu başlık altında insan, insan onuru, insan hakları ve toplumun değer anlayışı ile ilgili bazı kavramsal açıklamalar yapılacaktır. Zira insan onurunun tanımını yapmak ve belli başlı özelliklerini belirginleştirmek onun daha iyi anlaşılmasına ve kavranmasına katkı sağlayacaktır. Onur kelimesi, lügatlerde, söz gelimi Türk Dil Kurumu’nun Türkçe Sözlüğünde “insanın kendine karşı duyduğu saygı, öz saygı, haysiyet, izzetinefis” ve “başkalarının gösterdiği saygının dayandığı kişisel değer, gurur, şeref, itibar” olarak tanımlanmıştır. (1988, 1111) Birbiriyle ilintili bu iki tanımdan ilkinde, insanın kendisine duyduğu saygı, ikinci tanımda ise insana, başkaları tarafından duyulan saygı ifade edilmiştir. Bu durumda onuru, insana gerek kendisi ve gerekse başkaları tarafından duyulan saygı olarak tanımlamak mümkündür. Bu tanımlarda insanın değerli kılındığı, ona değer kazandıran özelliğin de onur olduğu ifade edilmektedir. Bu bağlamda onur kelimesinin Fransızcadan dilimize geçtiği, yani yabancı kökenli olduğu ve dolayısıyla Hz. Muhammed’i anmak için yapılan Kutlu Doğum programında kullanılmasının doğru olmadığı ifade edilmekte ise de, dilin canlı olduğu ve sözcüklerin anlam kaymalarına uğraması kadar yeni anlam kazanmasının da söz konusu olduğu gerçeği göz önüne alındığında bu tür değerlendirmelerin önemi kendiliğinden kaybolmaktadır. 64 Onur: Kavramsal Çerçeve İnsan onurunu “insanın değeri”nden yola çıkarak açıklayan İoanna Kuçuradi’ye göre insanın değeri, insanın diğer canlılar arasındaki özel yeridir. İnsana bu özellikleri sağlayan unsur ise, onun özelliklerinin bütünü, onu diğer canlılardan ayıran olanaklarıdır. Bu olanaklar, insana özgü etkinlikler ve ürünler olarak görünür. Bu özellikler ise insanın diğer canlılarla ortaklaşa taşıdığı özelliklere ek özelliklerdir. İşte bu özellikler “insanın değerini” ya da “onurunu” oluşturmaktadır. (Kuçuradi, 1982, 49) Anlaşılan onur, insana verilen değerin, insana duyulan saygının kaynağıdır. İnsan onuru, insanın sırf insan olması sebebiyle değerli ve saygıya layık bir varlık olmasını ifade eden bir kavramdır. Bir başka ifadeyle insan onuru, insanın kendini gerçekleştirme, kendisi ve çevresini şekillendirme, kendi geleceği üzerinde söz sahibi olma iradesi ve gücü olarak da anlaşılabilir. İnsan, bu irade ve güç kendisine verili olarak doğar. Bu yüzden insan, onurunu doğuştan ve doğal olarak kazanmaktadır. Bu yüzden onur, vazgeçilmez ve devredilemez bir niteliğe sahiptir. Şu halde insan onuru doğuştan kazanılan bir özelliğe sahiptir. Herkes kişisel, bedensel ve ruhsal özelliklerine bakılmaksızın yüce bir değere ve onura sahiptir. Kuşkusuz onur kavramına yüklenen anlam, insanı tanımlama ve kavrama biçimiyle doğrudan ilişkilidir. Oldukça genel ve soyut bir kavram olarak insan onuru, sadece bir kimsenin saygınlığına da değil, aynı zamanda toplumun insanın değeri konusundaki genel algısına işaret eder. Dolayısıyla insan onuru kavramı sosyolojik bir gerçekliğe de işaret etmektedir. Yaratılanlar içinde mümtaz bir varlık olan her insan eşit olarak şeref ve haysiyet sahibidir. Bir kişinin erkek ya da kadın olması, küçük ya da büyük olması, iradesini kullanıp kullanamaması, zengin ya da fakir olması, patron ya da işçi olması arasında herhangi bir fark söz konusu değildir. Bu durumda insan sırf insan olduğu için değerli olduğundan, bu değere herkes saygı göstermek ve onu korumak durumundadır. Toplumsal bir varlık olan insan kendisine bahşedilen üstünlük değerini, maddi ve manevi yönleriyle besleyerek, büyüterek, geliştirerek daha büyük bir değere ancak toplum içerisinde ulaşabilir. Dolayısıyla onur kavramı kendini geliştirme imkân ve fırsatlarına sahip olma durumunu da kapsar. Sosyolojik bakış insanı, ilişkiler içinde insan olarak değerlendirir ve bu yüzden “insan toplumu”ndan söz eder. İnsan toplumsal ilişkiler ağının içine doğar ve bu ağ insanın bütün hayatını ve ilişkilerini belirleme noktasında oldukça etkindir. Sosyolojik bakış açısına göre insan ne kadar çok ilişki içine girerse, yani ilişkiler ağını ne kadar çok genişletirse o kadar ileri düzeyde birey olur. Sosyolojide buna “çoklu kimlikler” denilir. Bir diğer ifadeyle insan dernek, kulüp, vakıf, cemaat vb. ne kadar çok örgüte mensup olursa o kadar güçlü bir kişilik edinmiş olur. İnsan onuru kavramı çeşitli toplum tiplerinde kültüre, hukuk düzenine göre, dolayısıyla din, ahlak ve değer anlayışına göre şekillenmektedir. Fakat her halükarda insan onuru düşünce, inanç ve ifade özgürlükleriyle somutlaşma eğilimindedir. Şu halde 65 Birinci Oturum insan onuru ancak ve ancak özgür ortamlarda bulunur. Bir diğer ifadeyle insan onurunu temellendiren koşullardan biri düşünceyi ifade özgürlüğüdür. Özgürlük kişinin nesne değil, özne olmasını ifade eder. Bu noktada toplum hayatımıza bir göz attığımızda maalesef toplum olarak istenilen seviyenin çok altında olduğumuz açıktır. Söz gelimi ailede bireyler ve özellikle çocuklar yeteri kadar özgür bir ortamda bulunmamaktadır. Okullarımızda gençlerimiz yeteri kadar özgür bir biçimde yetişmemektedir. Siyasi partilerimiz ve hatta dinî cemaatlerimiz karizmatik liderlerin tekelinde otoriter bir zihniyetle yönetilmektedir. Özellikle özgürlüğün beşiği olması gereken üniversitelerimiz baskıcı ve otoriter yöneticilerin gölgesi altında bulunmaktadır. İnsan onuru, insanın yaratılıştan getirdiği doğasına verilen bir değerin bir yansımasının sonucu olarak ortaya çıkmış bir kavramdır. Bu itibarla, insan onuru dokunulmazdır ve devlet güçleri tarafından korunmalıdır. Devlet, sadece kendi gücünü kullanarak insan onurunu gözetmekle değil, insan onurunun diğer kişilerce ihlal edilmesini önlemekle de görevlidir. Nitekim Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın Mahkeme’nin 46. kuruluş yıldönümü töreninin açış konuşmasında da ifade ettiği gibi “Demokratik hukuk devletinin varlık nedeni, bireyin doğuştan ve sadece insan olmasından dolayı sahip olduğu temel hak ve özgürlüklerini etkili bir şekilde korumaktır.” Dolayısıyla insan onuruna yönelik olarak aşağılama ve/veya damgalama gibi bir saldırı durumunda veya özellikle son yıllarda sıkça rastlanan bireyin özel alanının deşifre edilmesi veya tehlikeye girmesi durumunda mevcut devletin/toplumun hukuk sistemi devreye girer ve söz konusu eylemin insan haklarından birini ihlal ettiği gerekçesiyle bir ceza verir veya takdir eder. Burada da açıkça görüldüğü üzere insan onuru bir değer ölçütü olarak hukuk sistemlerinde her zaman devrededir. Anlaşılan insan haklarının yorumunda insan onuru önemli bir kriterdir. Bu yüzden modern anayasalarda yer alan hak ve özgürlüklerle ilgili hükümler ve eşitlikle ilgili hükümler insan onurunun korunması ilkesinin doğal bir sonucudur. Anlaşılan “insan onuru, terimi, hukuk devleti ilkesinin temel gereklerinden biridir ve devletin anayasal devlet olup olmadığının da bir göstergesidir.” (Seymen, Çakar, 2012) İnsan onuruna saygı, temel insan haklarına yön veren ortak bir hedef konumundadır. İnsan onuru kavramı, tarihsel süreç içerisinde insan haklarıyla birlikte zikredilmiştir. Hak özgürlüğün gerçekleşme aracıdır. Bu itibarla hak, özgürlüğün özünü ortaya koyamasa da kendisini ifade edeceği ve dışa vuracağı “biçim”i sağlar. (Kaboğlu, 2002, 15-6) Bu itibarla insan hakları kavramı günümüzde tüm dünya halkları tarafından benimsenen bir kavramdır. Bu itibarla ulusal ve uluslar arası hukukta son derece önemli bir yer tutar. Bir diğer ifadeyle insan onuru kavramı günümüz dünyasında hukuki bir kavram statüsündedir. Zira insan onuru birçok anayasada güvence altına alınmıştır. Söz gelimi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Başlangıç bölümünde “her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince 66 Onur: Kavramsal Çerçeve yararlanarak millî kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu” belirtilmiştir. İnsan onuru kavramı, anayasal bir kavramdır. Bu ifade sadece Türkiye Cumhuriyeti ile sınırlı değildir. Türk hukukunda ve pek çok ülkenin hukuki mevzuatında bu kavram bizzat anayasa ile tanınmış ve koruma altına alınmıştır. Hatta son yıllarda ve özellikle AB’ye uyum çerçevesinde gerçekleştirilen kapsamlı anayasa değişiklikleri, çıkarılan yeni kanun ve yasal düzenlemeler bu amaca matuftur. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin Başlangıç bölümünde “İnsanlık ailesinin bütün üyelerinde bulunan onurun ve bunların eşit ve devredilmez haklarının tanınmasının, dünyada özgürlüğün, adaletin ve barışın temeli olduğuna” işaret edilir. Bu, “insan onuruna” atfedilen değeri gösterir. Öte yandan insan onurunun dokunulmazlığı Avrupa Birliği’nin Temel Haklar Şartı’nın temel ilkesi olarak belirlenmiştir. (bk. Gören, 2007) Anlaşılan insan onurunun bir diğer karakteristiği de ’evrensel’ olmasıdır. Bu nitelik insan onurunun zaman ve mekan yönünden değişmeyen bir özü, değeri olduğunu gösterir. Bu yönüyle tüm dünyada genel olarak kabul görüp benimsendiği, gerçekleştiği ya da gerçekleşmesi gerektiği için kültürel göreceliği değil, kültürel çoğulculuğu esas alır. Evrensel bir mesajı olan İslamiyet de insanlar arasındaki gerçek olan tek yarışın hayır yarışı, insanlık yarışı olduğu ifade etmiştir. İnsanlar arasında ırk, din, renk, yaş, cinsiyet ayırımı yapılmaksızın sevgi, saygı, dostluk duygularının geliştirilmesi istenmiştir. Nitekim İslamiyet’in yayıldığı coğrafyalarda pek çok farklı din, mezhep ve etnik kökenden topluluğun yüzyıllarca barış içinde yaşayabilmesini sağlayan bir hoşgörü iklimi oluşmuştur. Bu açıdan bakıldığında, insan onuru ve insan hakları ’ithal’ bir kavram veya anlayış değildir. Ancak İslam’ın siyasal ve marjinal bir yorumunu benimseyerek insan onuru ve haklarının Batıda ortaya çıktığını, dolayısıyla evrensellik özelliği taşımadığını savunanlara rastlamak da mümkündür. Kültürel görecelik tezi olarak da nitelendirilebilecek bu düşünceyi savunanlara (Huntington, Marksistler, Postmodernistler ve İslamcılar) göre, laiklik, demokrasi, anayasal yönetim, insan hakları gibi Batılı kavram ve kurumlar İslam’a uymamaktadır; zira İslam’da bu tür şeyler yoktur. Oysa bazı düşüncelerin veya fikirlerin Doğuda veya Batıda doğmuş olması onun kültürel olarak göreceli olmasını gerektirmez. Zira insanı ilgilendiren temel değerler, kültürel farklılıkları aşan bir değeri, yani insan onurunu korumaya yönelik taleplerin ortak adıdır. Kültürel kimlikleri farklı olsa da her insana değer vermek büyük bir erdemdir. Hatta kimlik farklılıkları ayrımcılığın değil çeşitliliğin bir göstergesidir ve toplum için bir avantaj konumundadır. Nitekim bu yüzden insan onurunun evrensel bir yönü olduğu için insan hakları şeklinde uluslararası hukuka girmiştir. Zira çağdaş dünyada, özellikle insan yaşamının onurlu bir şekilde sürdürülme67 Birinci Oturum sine yönelik temel konularda, dünyanın tümü açısından geçerli olan uluslarüstü yasal düzenleme ve organizasyonlara gerek duyulduğu ortadadır. Kültürel göreceli tezlerin, özellikle insan hakları konusunda pek çok olumsuz sonuçlara yol açması kaçınılmazdır. İnsan onuru insan hakları şeklinde somutlaşmış ve insan hakları kavramı, bütün devletler için bir meşruiyet ölçütü haline gelmiştir. Zira insan haklarını kapsayan evrensel bildirgelerin ve sözleşmelerin, devletlerin hemen hepsi tarafından yazılı veya sözlü onay görmesi de bunun bir sonucudur. Nitekim küreselleşme sürecinde insan haklarına saygı, devletlerin iç sorunu olmaktan çıkmış ve “küresel toplum”un ilgi alanına girmiştir. Bir diğer ifadeyle insan haklarına saygı ve demokrasi küresel ahlakın baş standartları haline gelmiştir. İnsan onuru ve insan hakları ile ilgili olarak şu belirlemeler yapılabilir: Günümüzde insan onuru, modernleşmenin içinde taşıdığı tehlikelere karşı ahlaki ve hukuki bir sigorta görevi görerek toplumsal düzenleri korumakta olan insan hakları için bir üst değer konumundadır. Zira insan hakları, insan onurunu güvenceye alan haklardır. Hak olgusuna, insan hakkı değer ve niteliği kazandıran da insan onuru iken, bunu güvenceye alan haklar da insan haklarıdır. Bütün bu gerçeklere rağmen insan onurunun vicdan, ahlak, samimiyet, merhamet ve insanlık gibi değerler ekseninde ele alınmadığı görülmektedir. Nitekim günümüz modern dünyasında çok küçük bir azınlık dünyanın tüm kaynaklarını sömürmeye devam ederken, büyük çoğunluk ise teknolojik robotlar konumuna getirilmiş ücretli köleler olmaya devam etmektedir. (Harees, 2012, xxiii) İster zengin olalım ister yoksul, ister dindar olalım ister seküler bu gerçek değişmemektedir. İnsan onurunu ayakta tutacak yeni bir anlayış inşa etmemiz gerekmektedir. Onur, şeref, haysiyet gibi değerler bütün insanlık coğrafyasında hep var olagelmiştir. Fakat burada asıl sorulması gereken soru şudur: İnsanlık tarihinde çok büyük fedakârlıklarla, zorluklarla inşa edilen değerler nasıl oluyor da kolayca ayaklar altına alınabiliyor? Çok enteresandır, yeryüzünde başka hiçbir canlıda olmayan kölelik canlıların en yücesi olan insanlar arasında yerini alabilmiş ve halen de değişik biçimler altında yer almaya devam etmektedir. İslam’ın insan onuru açısından en önemli icraatı, köleliğin kaldırılması yönündeki tavizsiz tutumudur. Ancak İslam tarihine bakıldığında teori ve pratik uyumu sağlanamamıştır. Zira özgürlüğü bir değer olarak üretemeyen İslam toplumları uygulamada kölelik olgusunda yetersiz kalmıştır. Arap toplumu tarihinden gelen kölelik mantığını Hz Muhammed’in ölümünden sonra İslami bir kılıf uydurarak eski köleci geleneklerini devam ettirmişlerdir. Hatta Emeviler bu konuda öyle ileriye gitmişlerdir ki Arap 68 Onur: Kavramsal Çerçeve olmayan Müslümanlara bile ’azatlı köle’ gözüyle bakıp onlara ’mevali’ demişlerdir. Oysa İslam’ın temel öğretisinde Müslümanın Müslümanı köle etmesi yasaklanmıştır. Bu noktada Avrupa ya da genel anlamda Batı demokrasisi ve yasaları da bir başka tartışma konusudur. Modernizmin insana vaat ettiği en temel şeylerden bir tanesinin özgürlük olmasına rağmen kadına yaklaşımı ne kadar özgürlükçü ve ne kadar köleleştirici bir yapı olduğu ortadadır. Aslında bu çelişki, kadına kurtuluş olarak vaat edilse de çokça bahsedilen erkek egemen sistemini işler kılmak için üretilmiştir denebilir. Bir diğer ifadeyle Batılı ülkelerin toplumsal yapılarında da bazı sorunlar yaşanmaktadır. Söz gelimi Hristiyanların, özellikle Katoliklerin doğum kontrolü, papazların evliliği, kadınların ruhbanlığı ve homoseksüellik gibi konularda son derece hararetli tartışmalara girdikleri bilinmektedir. (Wilson, 1999, 79) Öte yandan ateistler de insan onuru kavramına ilgi duymuşlardır. Söz gelimi Richard Robinson, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 1. maddesinde yer alan “Bütün insanlar hür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar.” ifadesini yorumlarken, insan olmanın, başkaları tarafından saygı duyulması gereken bir onura sahip olmak anlamına gelmekten ziyade insanların onur açısından da eşit olduklarını, birinin diğerine karşı üstün olmadığını, yani eşitliğin bir başka alanda da geçerli olduğuna işaret ettiğini ifade eder. (bk. St John and Blackler, 2007, 127) BIR DEĞER OLARAK İNSAN ONURU İnsan hayatında etkili olan, insanları yönlendiren pek çok değer türü vardır: güzelçirkin gibi estetik değerler, iyi-kötü gibi ahlaki değerler, sevap-günah gibi dinî değerler, doğru-yanlış gibi mantıksal değerler. İnsanlar hayatlarının her anında, çoğunlukla bilinçli olmasalar da, zihinlerindeki çeşitli değerleri davranışa dönüştürürler. Bu nedenle değerler, tutumlar ve davranışlarla yakından ilişkilidir, onlara yön verir. Hayatın anlamlandırılmasında ve gündelik yaşamın biçimlendirilmesinde yol gösterici soyut veya somut ilke, inanç veya varlıklardan her birine değer denir. Toplumsal açıdan güçlü ve birleştirici değerler toplumsal hayatı düzenler, bireyler arası bağlılığı artırır. Değerler zaman zaman anlaşmazlık ve çatışmalara da yol açabilirler. Her toplumda bir değerler sistemi vardır. Örneğin; Türk toplumunun değerler sisteminde bayrak ve ezanın özel bir yeri vardır. Değerler sistemi güçlü olan toplum ayakta kalır. Değerler her çağda üretim biçimiyle, yaşama ve düşünme biçimiyle karşılıklı ilişki içinde olmuştur. Her çağ, kendi değerlerini üretir ve aynı anda bu değerler de, o çağa şekil verir. Son yıllarda ortaya çıkan değerler arasında çevrecilik, verimlilik, toplam kalite, bilgisayar etiği vb. sayılabilir. Bunlardan biri de insan onuru ve insan haklarıdır. 69 Birinci Oturum İnsanı onurlu veya onursuz kılan temel ölçütün davranışlar olduğu söylenebilir. Zira davranışa dönüşmeyen değerin çok fazla bir değeri yoktur. Davranışa dönüştürülmüş onurlu bir kişiliğe/şahsiyete sahip olabilmek için ilk sosyalleşme önemlidir. Bu sosyolojik bir kanundur. İlk sosyalleşme deyince akla hemen aile gelir. Ancak günümüzde değerler sisteminin geliştirilmesinde ve aktarılmasında ailelerin etkileri azalmış görünmektedir. Sanayileşme “büyük aile”yi parçaladı; anne baba ve çocuktan oluşan çekirdek aile ortaya çıktı. Dede torun bağı koptu. Kültür aktarımında süreklilik kesintiye uğradı. Artık insanların sosyal çevresi aile ile sınırlı kalmamış; televizyon, sinema, dergi, internet, reklamlar aracılıyla bütün dünya, genç insanın sosyal çevresi olmuştur. Kuşkusuz modernizm değerleri aşındırdı, evet doğrudur. Şikayet edip sızlanmak yerine yeni değerler üretmeliyiz. Zira değerler aynı zamanda öğretilebilir ve öğrenilebilen olgulardır. Değerlerin öğrenilmesi, rol öğrenmesi şeklinde bir sosyal öğrenmedir. İNSAN ONURUNUN DEĞER HALINE GELMESI Batı tarihinde ele alındığı şekliyle insan onuru kavramı evrensel olarak anlaşılmış ve seküler bir temelde inşa edilmiştir. Bununla birlikte son derece farklı görünümler altında ortaya çıkan son derece karmaşık bir yapısı vardır. Bu yüzden çok yönlü ele alınması gereken önemli bir araştırma ve inceleme alanıdır. Günümüzde insan haklarının üzerine inşa edildiği bir kavram olarak kabul edilen insan onuru, hukuk alanında yeni de olsa, (Lewis, 2007, 93) bir ideal olarak kökenini eski uygarlıklarda bulmaktadır. Bununla birlikte tarihin en eski dönemlerinden itibaren insanın onurlu bir varlık olması ile köle olarak kullanılması arasında her zaman gelgitler yaşanmıştır. Kuşkusuz her dönemin kendine özgü bazı nitelikleri olsa da kendi içerisinde de bazı farklılıklar sergilediği açıktır. Bu bağlamda ilk, orta ve yeni çağlar ile ilgili genel bir değerlendirme yapmak gerekmektedir. İnsan onuru kavramı Eski Yunan’da uygulamada değil ama teori boyutunda ele alınmış ve tartışılmıştır. Söz gelimi düşüncelerinin merkezine insanı (bireyi) koyan ve Protogaros’ın ifadesiyle “İnsan her şeyin ölçüsüdür.” öğretisini şiar edinen Sofistlerde; onu en yüce değer olarak değerlendiren Epikürcülerde; insanın doğuştan eşit ve özgür olduğunu savunan Stoacılarda; itidal, iyilik, doğrululuk, adalet ve ahlak gibi değerleri düşüncesine temel yapan Sokrates’te; hatta sitenin yüceliğinden yana olmasına rağmen her insanın adalet prensibi etrafında kendi yolunu çizebileceğini söyleyen Platon’da bile kavramın izlerine rastlamak mümkündür. Orta Çağ boyunca Batı uzun süren bir karanlık dönem yaşamıştır. 1215 tarihli Magna Carta hariç, 14. yüzyıla kadar süren bu dönemde Batı’da insan hakları anlamında ciddi adımların atılmadığı görülmektedir. Bu dönem bireysel özgürlüğün ve aklın baskılandığı, sınırlandığı bir dönem olarak tarihe geçmiştir. Roma İmparatoru 70 Onur: Kavramsal Çerçeve Konstantin zamanında 313 yılında Milano Fermanı’nın yayınlanması ve Hristiyanlığın resmen tanınmasıyla dinî düşünce egemen olmuştur. Hristiyanlığın egemen din haline gelmesinden sonra baskı politikasının izlenmeye başlandığı, imparatorların da daha ziyade siyasi nedenlerle bu baskıyı destekledikleri bilinmektedir. Papalığın kurduğu din esaslı sistem, dogmaların egemenliği, engizisyon cehennemi, kurumsallaşan korku gibi etmenler Orta Çağ Hristiyan toplumlarını ve insanını büyük bir cendere altına sokmuştur. (bk. Tanör, 1994, 259) Zamanla Hristiyanlık ve onun temsilcisi olan kilise, insan yaşamındaki her şeye egemen olmuştur. Oysa İsa mesajında istisna ve ayrım gözetilmeksizin insan denen varlığın ön plana çıkarıldığı kabul edilir. Orta Çağ’da teolojinin ilgi alanına giren insan onuru kavramı, Tanrı’nın bir görünümü olarak yaratılan insanların eşit bir biçimde onura sahip oldukları düşüncesine dayanmıştır. Orta Çağda insana saygı aynı zamanda Tanrı’ya saygı anlamına gelmektedir. (Bulut, 2008, 6) Bu anlayış sadece Hristiyanlık açısından geçerli olmayıp, aynı zamanda İslam açısından da geçerlidir. Özellikle Katolikler insan onuruna dinî bir bakış açısıyla bakmakta ve dolayısıyla dinî bir anlam yüklemektedir. (St John and Blackler, 2007, 127) Hristiyan Batı toplumlarında Aziz Augustine (354-430) insan onuruna teolojik bakış açısında önemli bir isim olarak kabul edilir. Thomas Aquinas (1225-1274) ise insan onurunun insanın doğasından kaynaklandığını, teolojik olmadığını savunur. Aquinas’a göre insan, doğası gereği özgürdür; günah işlediği zaman onurunu kaybeder ve rasyonel bir varlık olmaktan çıkar. Dolayısıyla onur teolojik değil, etik bir kavramdır. (Lewis, 2007, 94) Aquino’lu Thomas bir yandan zorba ve keyfi bir iktidarın nasıl sınırlanması gerektiğine cevap ararken öte yandan eşitsizliği ve köleliği sonuna kadar savunmaktadır. Padovalı Marsilius (1275-1342) da 1324 yılında yazdığı Barışın Koruyucusu adlı eserinde kilise ve devlet otoritesine karşı insana önem veren bir anlayış ortaya koymuştur. Bu düşünürler genellikle kilise babası adıyla anılıyordu. Zaten kilisenin izin vermediği düşünceleri ileri sürenler, engizisyon mahkemelerinde yargılanıp ölümle cezalandırılıyorlardı. Böyle bir düşünce sisteminde insanın özgürlüğü, insan onuru ve insan hakları gibi kavramlar sadece kilise buyrukları çerçevesinde beliriyordu. Bilindiği gibi Hristiyan inanışında ilk günahtan dolayı insan, kurtulması gereken bir varlıktır. İnsanların zihninde ve vicdanında yaşayan “adalet” duygusundan doğarak; “olan” değil, “olması gereken” üzerinde duran “Doğal Hukuk” anlayışına göre, doğal hukuk düşüncesinin ürünü olarak kabul edilen insan hakları; pozitif hukuk tanımamış olsa dahi, insanın doğuştan sahip olduğu, insan olmaktan kaynaklanan haklarıdır. Bütün insanların, sadece insan oldukları için sahip oldukları evrensel nitelikteki insan hakları 71 Birinci Oturum herkese eşit olarak tanınmıştır. İnsan olmaktan vazgeçilemeyeceği için insan hakları da dokunulamaz ve devredilemez niteliktedir. Orta Çağ’da kilisenin ve siyasal iktidarların uyguladığı zulüm ve baskı politikası, insanları akıl ve özgürlük konusunda arayışa sevk etmiş, bu noktada İlk Çağ eserlerinde yer alan özgür ruh etkin rol oynamıştır. Ancak insan hakları felsefesinin gelişimi Yeni Çağ döneminde gerçekleşmiştir. Bu noktada İslam’ın önemli bir faktör olarak ortaya çıktığı görülmektedir. 7. yüzyılda Arap Yarımada’sında doğduktan sonra bir asır gibi kısa bir süre içinde bir yandan İspanya içlerine bir yandan da Orta Asya sınırlarına kadar yayılan İslamiyet yepyeni siyasal ve kültürel bir güç olarak ortaya çıkmıştır. (Mumcu, 1992, 37) Anlaşılan İslamiyet’in, bünyesinde barındırdığı Müslümanlara ve Müslüman olmayanlara karşı tanıdığı eşitlik anlayışı Batı’yı da etkilemiştir. Batı’da Hristiyanlık güçlenirken, Doğu’da doğan İslamiyet, insanlık tarihinin en önemli dönüm noktasını açtı. O zamana kadar görülmemiş bir eşitlik ilkesini getiren İslamiyet’in temeli, bütün Müslümanların eşitliğine hatta Müslüman olmayanların bile İslam devlet düzeni içinde rahatça yaşayabilmesine ve adalet olgusuna dayanıyordu. Bu anlamda ileri bir toplum ve dünya düzeni getiren (Mumcu, 1992, 40-2) İslamiyet’te özgürlük kavramı ise tam anlamıyla işlenmiş değildir. Söz gelimi İslam âleminde yetişen en büyük toplum bilimci İbn Haldun (1334-1406) tarih felsefesinin temellerini atmış, devlet düzeni ile ilgili örnek sayılabilecek düşünceler öne sürmüş ama özgürlükten bahsetmemiştir. İslam düşüncesinde hürriyet, yalnız insanlar için değil, diğer varlıklar içinde kullanılan son derece geniş bir niteliktedir. İslam düşünürleri, din ve düşünce hürriyeti, hayat hakkı, mal kazanma ve sahip olma hürriyeti ve namus ve insanlık onurunu koruma hürriyetleri olmak üzere beş temel hürriyet üzerinde durmaktadırlar. İslam coğrafyasında Orta Çağ Avrupa’sındaki din adamlarının yaptığı ayrım bulunmazken, kesin bir eşitlik ilkesi getirilmeye çalışılmıştır. Bu eşitlik, Hristiyanlığın ilk dönemindeki gibi değil, somut ve uygulanmadığı takdirde yaptırımı olan bir eşitliktir. “Giderek İslam âleminde büyük bir donma başlamış, hukuk nazariyesi gelişmemiş, böylece kalmış, fakat Batıda aydınlanma çağının başlamasıyla birlikte” insan hakları doktrini de bu etkileşimler sonucu gelişmeye başlamıştır. Rönesans’la birlikte Batı’da büyük bir değişim yaşanmıştır. Bu süreçte din, devlet ve insan ilişkisiyle ilgili olarak çeşitli düşünceler ileri sürülmüş, modern insan hakları ve özgürlük kavramına geçiş noktasında yeni bir düzen inşasına girişilmiş, bu bağlamda akla etkin ve düzenleyici bir rol yüklenmiştir. Rönesans aynı zamanda bireyin keşfinin ya da yeniden keşfinin de adıdır. Böylece Rönesans’la birlikte hümanizm ve bireyin yüceltilmesi dönemi başlamıştır. (Tanör, 1994, 260) 72 Onur: Kavramsal Çerçeve Rönesans ve Aydınlanma hareketi ile birlikte insan, artık başlı başına bir değer olarak görülmüş ve bir özne haline gelmiştir. Giannozzo Manetti (1396-1459), Orta Çağ’ın teolojik yaklaşımına natüralistik argümanları da ekleyerek, Orta Çağ ile Yeni Çağ arasında bir köprü olmuştur. Manetti’ye göre insan, Tanrı’nın yarattıkları arasındaki en öncelikli varlıktır. İnsanın doğası kutsal olanla bağlantılıdır. Manetti, “insanlar onurla doğarlar ve eşit ölçüde onur sahibidirler” diyerek, onurun insanın erdeminden kaynaklandığını vurgulamıştır. İtalyan Rönesans düşünürü Giovanni Picco della Mirandola (1463-1494) ise, “İnsan Onuru Üzerine Söylev”inde insan onurunu, bir yandan insanın kendi kendini geliştirme iktidarı olarak görürken, öte yandan onu bireysel özgürlük olarak tanımlamış ve böylece insan onuru ile özgürlük arasında ilişki kuran ilk düşünür sayılmıştır. Ancak Mirandola, insanın kendi kendisini gerçekleştirme kudretinden ve bireysel özgürlükten söz ederken Tanrı’yı dışlamamıştır. İnsanın bu güce, Tanrı vasıtasıyla, yaratılıştan sahip olduğunu söylemiştir. Fakat insanı yaratan Tanrı’nın ona özgür irade vererek kendi doğasını gerçekleştirmesini sağladığını da vurgulayarak, insan onurunu teolojik bir kavram olmaktan çıkarmıştır. Bu çerçevede onur, insanın istediği şeyi yapabilme kabiliyetinden kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz Rönesans hümanistleri insan onuru hakkında teolojik olmayan argümanlar geliştirmeye başlamışlardır. Fakat bu durum, onların Hristiyanlığın aşkın yaklaşımından tümüyle uzak kaldıkları anlamına gelmez. Ancak yine de Rönesans düşünürlerinin, daha ziyade Çiçero ekseninde, Grek-Roma yaklaşımlarının etkisinde kaldıkları belirtilmelidir. Aydınlanma çağı ile birlikte politik ve ahlaki hiyerarşiler, normatif idealler olarak reddedilmeye başlanmıştır. Batı toplumlarında, özellikle Amerika, İngiltere ve Fransa’da siyahîlerin, kadınların, Hristiyan olmayanların, mülksüzlerin ve soylu olmayanların tam bir politik ve moral statüye sahip oldukları kabul edilmiştir. Bunda, doğal hukukun, bu kez laik bir karakterde yükselmesi büyük bir rol oynamıştır. Antik Çağ’dan beri var olan, ama Orta Çağ’da kilisenin etkisinde kalan doğal hukuk, 16 ve özellikle 17. yüzyıllarda birbirini tetikleyen ekonomik, sosyal, siyasal, bilimsel ve düşünsel gelişmelere bağlı olarak laikleşmiştir. Özellikle Alman Puffendorf ve Hollandalı Grotius’la başlayan süreç, Locke ve Rousseau gibi sözleşmeci düşünürlerle devam etmiş ve böylece doğal hukuk ilahî hukuktan ayrılmıştır. Bu öğretiyle, insanların doğuştan eşit ve özgür oldukları vurgulanmış, dolayısıyla insan haklarının devlet tarafından yaratılmadığı anlayışı benimsenmiştir. Artık insan, toplum ve devlet dışında bir değere sahiptir. Bu değer, aydınlanma düşüncesi içinde özellikle Immanuel Kant’la birlikte insan onuru biçiminde somutlaştırılmıştır. Kant insan onurunu iki temel üzerine, akıl ve özgürlük üzerine temellendirmiştir. (Harees, 2012, 55) Buna göre insan, kendi aklı 73 Birinci Oturum tarafından yapılandırılan, özgür bir öznedir. Kuşkusuz buradaki özgürlük keyfilik ve kuralsızlık anlamına gelmemektedir. Özgür bir özne olan insan aynı zamanda ahlaklı bir varlıktır ve bu çerçevede nasıl kendi aklının buyruklarına uygun eylemde bulunma özgürlüğüne sahipse, aynı şekilde evrensel ahlak ilkelerine de riayet etmek zorundadır. (Bulut, 2008, 9-10) 17. ve 18. yüzyılın akılcı düşünürleri arasında yer alan Bodin, Grotius ve Kant gibi düşünürler tabi hukukun ebediyen geçerli olduğu ancak Tanrı iradesi olmadığı fikrindedirler. Yeni Çağ’ın kişi hakları öğretisi, kaynağını dinî bir esastan değil de seküler karakterli doğal hukuktan alır. Doğal haklar, yazılı hukuktan önce gelen ve ondan üstün olan, insanın doğuştan sahip olduğu haklardır. Bu haklar insanlara devlet tarafından bağışlanmamıştır. Temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alınması amacıyla devlet gücünün sınırlandırılması yoluna gidilmiştir. Orta ve Yeni çağlarda asıl mücadele bu olmuştur. Bu bağlamda gerçekleşen başka bir yaklaşım ise tabi hukuk anlayışına dayalı “Toplum Sözleşmesi Doktrini”dir. Toplum ile devletin kaynağına dair açıklamalar içeren bu doktrin, insan haklarının kaynağı olarak düşünülmektedir. Toplum Sözleşmesi Doktrinin önemli temsilcileri Hobbes (1588-1679), Locke (1632-1704) ve Rousseau’nun (1712-1778), aralarında bireyler tarafından devlete terk edilen hak ve hürriyetlerin nitelik ve kapsamı açısından görüşlerinde farklılıkları olmakla birlikte, birleştikleri nokta doktrini tabi hukuk anlayışına dayandırmalarıdır. John Locke’a göre, insanlar önceleri tabiat halinde yaşıyorlardı. Doğal yaşam adı verilen bu süreçte sınırsız bir özgürlük ve tam bir eşitlik içerisinde bulunuyorlardı. Daha sonra hak ve hürriyetlerinin daha iyi korunması için aralarında bir sözleşme yaparak devlet adı verilen örgütlü siyasal topluluğu meydana getirdiler ve onu üstün bir kudret olarak gördüler. Toplumsal sözleşme öğretisine çeşitli çevrelerden eleştiriler yapılmıştır. Tabi hukuk anlayışına gelen eleştiriler demokrasinin gelişimini tetiklemiştir. Toplum sözleşmelerinin de sürekli üzerinde durduğu devlet kavramının, insanların doğuştan sahip olduğu haklarını sınırsız kullanma isteğini engelleme, buna bir sınır çizme ve bu hakların uygulama alanlarını oluşturma ve gerçekleştirme anlamında vazgeçilmez olduğudur. 20. yüzyıl ise insan hakları açısından büyük bir genişlemenin olduğu bir dönemdir. Zira insan hakları, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük bir aşama kaydetmiş ve evrensel bir nitelik kazanmıştır. 10 Aralık 1948 tarihinde BM Genel Kurulu’nda İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi kabul edilmiştir. Aradan geçen yarım asır zarfında insan hakları alanında çok büyük gelişmeler yaşanmıştır. Hiç kuşkusuz en önemli gelişme, 74 Onur: Kavramsal Çerçeve insan haklarını korumanın ve geliştirmenin ülkelerin iç hukuk sorunu olmaktan çıkıp, uluslararası bir sorun haline gelmiş olmasıdır. Batı dünyasında ve tüm dünyada meydana gelen gelişmeler Türk toplumunu da etkilemiştir. Nitekim Osmanlı Devleti’nde hukuk devletine geçme yönünde hak ve özgürlüklere yer veren gelişmeler yaşanmıştır. Bu noktada ilk girişim olarak Senedi İttifak gösterilse de hükümleri hiçbir zaman uygulanamadığı için en büyük adım 1839 yılında yayınlanan Tanzimat Fermanı kabul edilir. Bu Fermanın önemi diğerlerinden geniş kapsamlı olması ve bunu padişaha empoze eden grubun artık reform mahiyetinde ciddi değişiklikler talep etmesidir. (bk. Ortaylı, 2006, 648) Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ilk anayasa 1924 tarihlidir. Doğal hak öğretisini izleyen bu Anayasa, yasa önünde eşitlik, ayrımcılık yasağı, kişi dokunulmazlığı, vicdan, düşünme, söz, yazım, yolculuk, çalışma, mülk edinme, malını ve hakkını kullanma, toplanma, dernek kurma, can, mal, ırz, konut dokunulmazlığı, kişi güvenliği, eziyet ve işkence yasağı gibi uzun bir hak ve özgürlükler listesine yer verirken, ekonomik ve sosyal hak ve özgürlüklere yer vermemiştir. İLAHÎ DINLERDE İNSAN VE İNSAN ONURU Günümüzde teknoloji insanı devre dışı bırakmakta ve neredeyse insanın yerine kaim olmaktadır. İnsanın bir meta haline dönüştüğü, insan onurunun zedelendiği, insani değerlerin kaybolmaya yüz tuttuğu günümüzde dinlerin insana bakışını ve insan onurunu diriltmeye dönük mesajlarını yeniden keşfetmek önem taşımaktadır. Meseleye biraz sosyal antropoloji, biraz felsefi antropoloji perspektifinden bakıldığında farklı bir tablo ortaya çıkmaktadır. Yani belli bir durum içerisinde insanın özünden hareketle bir insan tasavvuru oluşturma çabasıyla sergilenen bilinçli bir entelektüel eylem gerekmektedir. Daha sosyolojik bir ifadeyle, refleksif bir çabayla insanın kendisi üzerine düşünmesiyle insan gerçeğini, insan fıtratını göz önünde bulundurarak modern dünyada yeni bir insan, yeni bir Müslüman imajı/tasavvuru ortaya koyma zorunluluğu söz konusudur. Bu noktada böyle bir projenin ortaya konmasında Doğudan ve Batıdan öne çıkan önemli şahsiyetlerin fikirlerinden de yararlanılmalıdır. Ama peygamberlerin rol modelliği mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. Yahudi ve Hristiyan geleneklerinde insanın Tanrı suretinde yaratılmış olduğuna inanılır. Zira Kitab-ı Mukaddes’te “Tanrı insanı kendi suretinde yarattı. Onları kadın ve erkek olarak yarattı.” ifadesi yer almaktadır. Bununla birlikte Yahudilikte seçilmişlik söz konusudur. Hristiyan gelenekte ise insan ve onuru ile ilgili teolojik argüman şu şekilde özetlenebilir: Tanrı bütün hayatın kaynağıdır. Yeryüzündeki her varlık, her 75 Birinci Oturum hayat Tanrı’nın lütfudur; bu yüzden kutsaldır. İnsanoğlu Tanrı suretinde yaratılmıştır; bu yüzden onura ve şerefe sahiptir. İnsan şerefi ve onuru ilahîdir; bu yüzden inkârı küfürdür. Bununla birlikte Hristiyanlıkta ’asli günah’ öğretisi önemli bir yer tutar. İslam’da ise fıtrat anlayışı söz konusudur. Buna göre her insan aynı tabiatta yaratılmıştır: “O halde yüzünü, Allah’ı bir tanıyarak dine, Allah’ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah’ın yaratışında değişiklik bulunmaz.” (Rûm, 30/30) Yaratılıştaki safiyeti ve üstünlüğü anlatan bu kavram, modern dünyada insan haklarının esasını oluşturan doğal haklar ve doğal hukuk kavramıyla ilişkilendirilebilir. Fıtrat insandan insana değişmediği için her insan eşit değere sahiptir. Kur’an’da insanların bir kaynaktan geldiği ve dolayısıyla aslen eşit olduğunu ifade eden birçok ayet vardır. (Hucurat, 49/13; Nisa, 4/1; Araf, 7/189) İslam nazarında insanın siyahı da değerlidir beyazı da, fakiri de onurludur, hizmetçisi de. Allah insanları fıtraten eşit yaratmakla kalmamış ve kendisine halife kılmıştır. Bu bile insana verilen değerin ve onurun en açık göstergesidir. Bu bağlamda İslam dininin temel kaynakları Kur’an ve Sünnet’e bakıldığında Yahudilik ve Hristiyanlık’taki anlayışa paralel bir durumun söz konusu olduğu sonucuna varılır. İslam dininin varlık anlayışında insan, “eşref-i mahlukat”tır, yani yaratılmışların en saygını ve varlığın özüdür. Nitekim Kur’an’da “Muhakkak ki biz insanı en güzel biçimde yarattık” (Tin, 95/4) buyrulmuştur. Bu ayette geçen “En güzel biçimde yarattık” ifadesi, insanın Allah tarafından beden ve ruh kabiliyetleri bakımından canlıların en mükemmeli en güzeli kılındığını belirtmektedir. Şu halde İslam’a göre evrende bulunan her nimet insan için yaratılmıştır. Anlaşılan insanlığa gönderilen bütün ilahî dinlerde insana ve insan şahsiyetinin en önemli ögesi olarak onurun korunmasına özel bir önem ve ağırlık verilmiştir. Bu çizginin son halkası olan İslam da insanı insan yapan değerler üzerinde hassasiyetle durmuş, Hz. Peygamber bu değerleri bizzat hayatında uygulayarak insanlığa ışık tutmuştur. İnsanın fıtrat ve yaratılış itibarıyla onurlu bir varlık olmasının, İslam’ın varlık, bilgi ve değer anlayışını şekillendiren en temel unsurlardan biri olduğu bilinmektedir. SONUÇ Günümüzde kendi ürettiğinin esiri olan insanoğlu, içinde bulunduğu karanlıktan çıkış yolları aramaktadır. Bu yüzden de özlediği aydınlığı, peşinde koştuğu idealleri “nerede” ve “nasıl” araması gerektiği konusunda kafası karışıktır. Günümüz din sosyolojisi literatüründe sıkça işlenen yeni dindarlık formları, yeni dinî hareketler, kısaca arayış dindarlığı bunun en somut örneğidir. Benzer bir durumun özellikle Müslüman çoğunluklu ülkeler için de geçerli olduğu söylenebilir. Fakat meselenin özünde bir insan sorunu olduğu kuşkusuzdur. Zira modernitede varlık ile insan arasındaki ilişki 76 Onur: Kavramsal Çerçeve kopmuştur. Heidegger’in “yeni bir bilinç hali oluşturulması gerekmektedir” ifadesiyle varlığa, insanın sonluluğuna, teknolojiye, sanata, dile ve düşünceye yönelik bakışı ve insanoğlunu kavrayışı çok ciddi düzeyde değişmediği sürece mevcut krizden çıkış gözükmemektedir. (bk. Johnson, 2013) Yeni bir değer üretirken, insan onurunu canlandıralım derken nasıl bir insan modeli düşünüldüğü önem kazanmaktadır. Bu noktada “her şeyin ölçüsü insan” diyerek Sofistlerin çizgisinde mi yer almak gerekir? Bunun tartışılması gereken bir husus olduğu açıktır. İnsan onuru tartışılırken, insan merkezlilikten söz edilmekte, insanın eşref-i mahlukat olduğu söylenmekte, hatta Allah’ın halifesi olduğu vurgulanmaktadır. Acaba insan gerçekten bu tür nitelemeleri hak ediyor mu? İnsan gerçekten bu kadar güçlü mü? Bu kadar üstün mü? Ya da insanın zaafları, zayıf yanları yok mu? Biraz eleştirel bakalım. Evet. İnsan bir damla sudan yaratılmış zayıf, aciz, muhteris, çıkarcı, Kur’an’ın tabiriyle ’acul’ vb. özellikleri de bünyesinde barındıran bir varlıktır. Anlaşılan bu noktada insanın yapısından kaynaklanan diyalektik bir durum söz konusudur. İnsan ilk bakışta büyük bir güç sahibi gibi görünür ama aslında bir çocuk, bir bebek gibidir. Kendi işlerini ve ihtiyaçlarını bile bazen karşılamakta zorlanır. İnsanın Batılı tabirle ’süpermen’ olduğu söylenebilirse de aslında ’süperaciz’ bir varlık olduğu çoğu zaman gözden kaçırılmaktadır. (Aydıner, 2012, 163) Batı dünyasında yaşanan Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde insan hayatının iyilik, doğruluk ve erdem değerleri üzerine bina edilmesi gerektiğini belirten Eflatun değil de Sofistler model alınmıştır. “Her şeyin ölçüsü insandır” diyen Sofistlerin ve dolayısıyla modern döneme damga vuran Aydınlanmacı yaklaşımın göz ardı ettiği bir husus, insanı bir bütün olarak kavrayabilmektir. İnsan onurunun beşerî ve ilahî yönünün olduğunu, bunların birbirinden ayrı tutulamayacağını vurgulayan DİB Başkanı Görmez, bir konuşmasında “Bütünüyle insanı merkeze alarak aşkın hiçbir gerçekliğini tanımayan bir bakış açısı, insanı bir bütün olarak kuşatmaktan uzak olacaktır” ifadelerini kullandı. Aşkın değerlerden soyutlanmış, metafizik ilkelere bağlı olmayan bir “insan onuru”nun, insana hak ettiği değeri veremediği gibi insanı daha da onursuz hale getirdiğini belirtmiştir. Ancak insanı tamamen aşkın değerlere göre tanımlamak da onun dünyevi yönünü, dünyada gerçekleştirmek zorunda olduğu misyonunu göz ardı etmek anlamına gelmektedir. Şu halde insanı bir bütün olarak ele almak gerekmektedir. İnsan aklıyla ve ruhuyla insandır. İnsanın, ruh ve beden, madde ve mana yönünden bir bütün olduğu, parçalanamayacağı gerçeği göz önünde tutulmalıdır. İslam’ın insana bakış konusunda ayrıcalıklı bir konumu olduğu görülmektedir. İslam insanı bir bütün olarak kavrar. Ancak pratikte İslam toplumlarındaki din anlayışının ruha yönelik vurguları ağır basmaktadır. Modernitede ise beden öne çıkmıştır. Bir diğer ifadeyle, modernitede varlık ile insan arasındaki ilişki kopmuştur. Modern dönemde ruh ve 77 Birinci Oturum beden dengesi/birlikteliği parçalanmış, insanoğlu evsiz yurtsuz bir hayat sürmektedir. Duygu ile rasyonalite bağı kopmuştur. (Selim, 2013,17) Şu halde insan onuru kavramının içini boşaltmamak ve işlevsiz hale getirmemek için ne fazla anlam yüklenmeli ne de az değer atfedilmelidir. İnsan onuru kavramının hak ettiği değer, kendi diyalektik yapısı içerisinde bir bütün olarak ele alınmalı ve hayata geçirilmelidir. Her şeye rağmen insanlığın kurtuluşu için özgür bir ortamın oluşturulması ve sorumluluk bilincinin aşılanması gerekmektedir. Bu, insanlık onuru adına yapılabilecek en yüce görevdir. Yıllar önce yine bir Kutlu Doğum sempozyumunda şu tespiti yapmıştım: Toplumsal sistemlerin giderek daha çok rasyonelleşmesi ve sekülerleşen karakteri, toplumdaki geleneksel dinlerin gücünü dolaylı veya dolaysız olarak zayıflatsa da yok edememiştir. Bir anlam sistemi olarak din olgusu, modern zamanlarda yeniden konumlanmış ve yeniden tanımlanmış biçimde de olsa ayrıcalıklı yerini korumaktadır. Bu bağlamda modern dünya ve insan ilişkisi ekseninde ele alınması gereken en temel sorun şu şekilde ifade edilebilir: “Modern toplumda rasyonellik ve anlamın ikisini birden kucaklama ya da toplumu akıl ve anlam zeminine oturtan sağlıklı bir denge nasıl gerçekleştirilecektir?” Rasyonel bir anlam sistemi ile anlamlı bir rasyonellik arasında herhangi bir karışıklığa meydan vermeden yapılacak böyle bir kaynaştırma ve sentez neticesinde dinî ile dünyevi, geleneksel ile modern değerler arasında yaşanan çatışmaların önemini yitireceği (bk. Kirman, 2004) ve böylece Batı medeniyetinden çok farklı, çok daha adil ve çok daha insancıl bir medeniyetin inşa edileceği açıktır. KAYNAKÇA Aydıner, Furkan, 2012, Seküler Bilimin Tanrıları, İstanbul, Etkileşim Yay. Bulut, Nihat, (2008), “Eski Yunan’dan Aydınlanma Çağına İnsan Onuru Kavramının Gelişimine Genel Bir Bakış”, Erzincan Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, XII (3-4), 1-12. Gören, Zafer, (2007), “Avrupa Birliği Temel Haklar Şartının Ana İlkesi: Dokunulmaz İnsan Onuru”, İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 6 (12), 21-37. Harees, L., (2012), The Mirage of Dignity on the Highways of Human Progress, Bloomington, Author House. Yay. Johnson, Patricia A., (2013), Heidegger Üzerine, çev. A. Esenyel, İstanbul, Sentez 78 Onur: Kavramsal Çerçeve Kaboğlu, İ., (2002), Özgürlükler Hukuku, 6. baskı, Ankara. Kirman, M. Ali, (2006), “Modernizmin Sonuçları ve Din”, Kutlu Doğum Bildirileri, Kahramanmaraş, KSÜ Yay. s. 66-79. Kirman, M. Ali, (2011), Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Rağbet Yay. Kuçuradi, İoanna, (1982), “Felsefe ve İnsan Hakları”, İnsan Haklarının Felsefi Temelleri, Ankara, Türkiye Felsefe Kurumu Yay. Lewis, Milton, (2007), “A Brief History of Human Dignity: Idea and Application”, in Perspectives on Human Dignity: A Conversation, eds. Jeff Malpas/Norelle Lickiss, Springer. Mercier, Andre, (1982), “İnsan Haklarının Temelleri”, çev. A. Özberki, İnsan Haklarının Felsefi Temelleri, Yayına hazırlayan, İ. Kuçuradi, Ankara. Selim, Ahmet, (2013), “İnsan Kimliği Tehlikede”, Zaman, 24 Şubat 2013, s.17. Seymen Çakar, Ayşe, (2012), “Hukuki Bir Kavram Olarak İnsan Onuru”, 11 Ekim 2012 tarihinde Akdeniz Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından düzenlenen III. Hukukun Gençleri Sempozyumu’na sunulan bildiri. St John, E. C. and S. Blackler, (2007), “Religion and Dignity: Assent and Dissent”. TDK Türkçe Sözlük, (1988), Ankara, Türk Dil Kurumu Yay. Wilson, B., (1999), Christianity, London, Routledge. 79