Haftalık Bülten 27 Ağustos 2010 www.sorularlaislamiyet.com 1 İçindekiler İçinde alkol bulunan ilaçları satmak caiz midir? İlaçların içeriği hakkında, hastalara bilgi vermek gerekir mi?.......................................................................................................................... 4 Peygamber Efendimiz (asv) Darülerkam da ne gibi eğitimler veriyordu? ..................................5 Kuvvet atmaktır, hadis-i şerif mealindeki kuvvet ve atmak tabirlerinin bu asra bakan hikmet ve ibret dersleri nelerdir? ............................................................................................................... 7 Ezan okunmadan camiye giren kimseye 325.000, ezan zamanı gidene 25.000 kabul olunmuş namaz sevabı verilir, anlamına gelen hadis var mıdır?................................................................. 8 Yıkılan bir caminin yeri camiden başka bir amaçla kullanılabilir mi? Satılabilir mi? Yerine ev veya işyeri yapılabilir mi? Yoksa kıyamete kadar ibadethane olarak kalması mı gerekir? . .9 Kur’an indiğinde dünyada kaç millet vardı ve Kur’an neden sadece birkaç milletten bahsediyor?..................................................................................................................................... 10 Nebe Suresi 33’de "Göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızları" bazıları kabul etmiyorlar ve kevaib kelimesinin üzüm tanesi olduğunu söylüyorlar, bu doğru mudur?................................ 11 Hz. Peygamber (sav) kimlere şefaat edecektir? Şefaat şartları nelerdir? ..................................13 Meleklerin cennette Allah’ı göreceklerine dair bir ayet var mı veya şimdi görüyorlar mı? ....14 Kullukta derinleşmek, çağımızın müsait olmayan durumu hakkında yapılabilecekler ve bu konuda İslam alimlerinin tavsiyeleri nelerdir? Hakiki kulluğumuzu yerine getirmek için adım adım neler yapmalıyız?.................................................................................................................. 15 Lilith isimli bir kadın Hz. Adem (as) ile aynı anda mı yaratıldı; Hz. Adem’in ilk eşi o muydu? ......................................................................................................................................................... 16 Hz. Ebu Bekir’in, “Eğer ibadet ettiğiniz ilah semadaki Allah idiyse, O ölmemiştir.” sözü ile İmam Malik’in “Allah semadadır, ilmi ise her yerdedir.” sözü haşa Allah'ın gökte olduğu anlamına mı gelir?.......................................................................................................................... 17 Meleklerin ruhu var mıdır; ecsam-ı nurani oldukları ifade edilmektedir, buna göre meleklerin cisimleri mi vardır?..................................................................................................... 19 Fâtiha, En´am, Kehf, Sebe', Fâtır sûrelerinin 1. âyetinde geçen el-Hamdü Lillah’ın, "Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah´a mahsustur" anlamına gelmesi ne demektir?..................................................................................................... 21 Tasavvufta ilerlemiş İslam alimleri insanlar ile Allah'ın ayrı varlık sayılmasını istememişler midir? Allah - insan ilişkisi hakkında bilgi verir misiniz? .......................................................... 22 Ayetler olduğu halde, kudsi hadislerin varid olmasında ne gibi bir hikmet vardır?................23 Peygamberimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde, vefasızın yaptığı her vefasızlık teşhir edilecektir, buyurmaktadır. Dinimizde teşhir var mıdır? ........................................................... 24 A'raf Suresi 80. ayette Lut kavmi için "Sizden önce âlemlerden hiçbir kimsenin yapmadığı çirkin işi mi yapıyorsunuz?" denilmektedir. Bazı hayvanlarda da eşcinsellik vardır. Bu ayet bilimselliğe aykırı değil midir?...................................................................................................... 25 Geceleri kapıyı kapatınız. Zira şeytan kapanan bir kapıyı açamaz, hadisini açıklar mısınız? Sıcak havalarda geceleri pencereyi açmakta bir mahzur var mıdır?......................................... 26 Cenaze namazında arka safta olmak daha faziletli midir?......................................................... 28 İftiraya maruz kalmış şahıs iftiracıya lanet edebilir mi? İftiracıyı mubaheleye çağırma yetkisi var mı?............................................................................................................................................ 29 Peygamber Efendimiz (s.a.m) neden sarı elbise giyene, keşke söyleseydinizde o elbiseyi giymeseydi, demiştir? Sarı elbise giymenin hükmü nedir?......................................................... 30 2 Hz. Ebu Zerr (r.a)'in zenginlerden zekat ve sadakayı fazlasıyla vermelerini istemesini nasıl değerlendirmeliyiz?........................................................................................................................ 31 3 İçinde alkol bulunan ilaçları satmak caiz midir? İlaçların içeriği hakkında, hastalara bilgi vermek gerekir mi? Hastaların kullanacağı ilacı belirlemek eczacıların değil, doktorların görevidir. Bu itibarla, her hangi bir hekimin yazdığı reçetede bulunan ilacın muhtevasında alkol olsa bile bunun satılması caiz olduğu gibi, bu yolla elde edilen kazanç da helaldir. Ayrıca, eczacının sattığı ilaçların muhtevası hakkında hastalara bilgi vermesi de gerekmez. 4 Peygamber Efendimiz (asv) Darülerkam da ne gibi eğitimler veriyordu? Darü'l-Erkam, Hz. Peygamber (asv)'in bi'setin ilk yıllarında Mekke'de İslâmiyet'i tebliğ ettiği evdir. İslâm tarihinde dârülislâm diye de bilinen bu ev, ilk Mmüslümanlardan Erkam b. Ebü'lErkam el-Mahzûmi'ye aitti. Mekkeli müşriklerin giderek artan zulüm ve baskıları yüzünden Hz. Peygamber (asv) Mescid-i Haram içinde Safa tepesinin eteklerinde bulunan bu evi kendine ikametgâh olarak seçti. Burada bir yandan ashâb-ı kirama dinî bilgiler öğretirken bir yandan da ilâhî gerçeği arayan insanları İslâm'a davet ediyor, onlara Kur'ân-ı Kerîm okuyor ve onlarla birlikte namaz kılıyordu. Hz. Peygamber (asv)'in bu evdeki faaliyetlerinin sonucunda birçok kimse Müslüman olmuş, Ömer de İslâmiyet'i burada kabul etmişti. İslâm'a davet için bu evin seçilmesinde, Kabe'nin haremine dahil oluşu, hac ve umre için Mekkelilerle ve dışarıdan gelen pek çok kimse ile dikkati çekmeden temas kolaylığı sağlaması gibi hususlar göz önüne alınmıştır. Hz. Peygamber (asv)'in önderliğindeki Müslümanlar, işkence ve baskı ortamında bu evi kendilerine merkez yaptılar ve geceleri orada buluşmaya başladılar. Orada yeni din öğreniliyor; yeni gelen ayetler ezberleniyor; namaz kılınıyor; evinden kovulan, aç kalan, işkenceye uğrayan Müslümanlara kanat geriliyordu. Hz. Peygamber (asv)'in Dârü'l-Erkam'da oturmaya başlaması ilk müslümanların İslâmiyet'i kabul tarihlerine bir esas teşkil etmiş, sahâbîlerin müslüman oluşları, Resûlullah'in Dârülerkam'a girmesinden önce veya sonra şeklinde tarihlendirilmiştir. Hz. Peygamber (asv)'in Dârülerkam'a geliş tarihi nübüvvetin 4. yılı olarak kabul edilirse de bu doğru değildir. Erkam b. Ebü'l-Erkam'ın İlk Müslümanlar arasında yer almasından dolayı bu tarihi bi'setin 1. yılı, hatta bu yılın ilk ayları olarak kabul etmek gerekir. Hz. Peygamber (asv), nübüvvetin 6. yılı Zilhicce ayında Ömer'in müslüman olmasından sonra Dârülerkam'dan ayrılmıştır. (bk. TDV. İslam Ansiklopedisi, Darülerkam md.) Tarih boyunca birçok defa tamir gören Dârülerkam III. Murad tarafından mescid olarak yenilendi (999/1590). Suudi Arabistan Krallığı'nca Harem-i Şerif için yapılan çevre düzenlemesi sırasında Dârülerkam yıkılarak arsası Harem arsasına katılmıştır. İslam`ın ilk tebliğ döneminde Mekke şehrindeki İslami eğitim ve öğretim bu evle sınırlı kalmamış, pek çok evde sahabeler tarafından yürütülmüştür. Nitekim Said İbn Zeyd`in Hz. Ömer`in kız kardeşi Fatıma bint el-Hattab`a ve kocası İbn` Amr`a Kur`an öğretmek üzere evde bulunduğu sırada Hz. Ömer oraya gelmişti. Hadise Hz. Ömer`in evde kardeşini dövmesi ve eniştesini tartaklaması, sonra da Said İbn Zeyd`in gizlendiği yerden çıkarak Kur`an`ın önemini zikretmesi hadisesi, Mekke döneminde eğitim ve öğretimin evlerde sürdürüldüğüne dair belirgin bir örnektir. Evlerin mektep vazifesi için kullanıldığına Medine döneminde de rastlamaktayız. Hz. Peygamber (asv), hicretten önce istek üzerine, Medineli Müslümanlara dini anlatmak, Kur`an`ı öğretmek için Mus`ab İbn Umeyr`i Medine`ye göndermiş, Mus`ab da Medineli Müslümanların evlerinde onlara dersler vermiş ve onları eğitmiştir. Bunların dışında bazı evlerin ise “Darülkurra” olarak tanındığını ve bu evlerin sadece Kur`an eğitimine hasredildiğini görmekteyiz. 5 Peygamber Efendimiz (asv), hicretten sonra Medine`ye varışını müteakip bir arsa satın alarak bugünkü Mescid-i Nebevi`yi inşa etmiş, bitişiğine de “Suffa” adıyla İslam tarihinde eğitim ve öğretim müessesesi olarak tanınmış olan ve bir mektep, bir üniversite işlevi gören güzide binayı yaptırmıştır. Bu bina gündüzleri bir okul şeklinde kullanılıp, geceleri ise barınacak yeri olmayanlar için bir yatakhane vazifesi görmüştür. Bir de buna ek olarak Resulullah (asv)`ın, zevcelerine tahsis olunmuş bir-kaç odadan ibaret ayrı bir kısım inşa edilmiştir. 6 Kuvvet atmaktır, hadis-i şerif mealindeki kuvvet ve atmak tabirlerinin bu asra bakan hikmet ve ibret dersleri nelerdir? Evete, “Kuvvet atmaktır.” mealindeki ifadenin üç defa tekrarlandığı hadis rivayeti sahihtir. (bk. Müslim, İmare,167; Ebu Davud, Cihad,23; Tirmizî, Tefsiru sureti 8; İbn Mace, Cihad, 19). Bu hadis-i şerif, Enfal suresinde geçen “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın…”(Enfal, 8/60) mealindeki ayetin bir nevi tefsiridir. Bundan maksat, düşmanlara karşı Allah yolunda yapılması gereken cihad için her türlü hazırlık yapmaktır. Kişinin (sporla) fizikî gücünü pekiştirmesi, at koşturması, ok atması ve –cihad için gerekli olan- benzeri her türlü kuvvet hazırlaması buna dahildir. (bk. Nevevî, ilgili hadisin şerhi). Şüphesiz hadislerde yer alan atları besleyip koşturmak, yüzmek, ok, atmak, mızrak kullanmak ayette mutlak olarak ifade edilen “kuvvet” kavramının o günkü ihtiyaçlara işaret eden bir tefsiridir. Çünkü, o günkü cihad maddî şekliyle bu gibi malzemelere, aletlere ve maharetlere ihtiyaç duymaktaydı. Bu gün ise maddi cihad için gereken başka silahlar var ve bunlara sahip olmak da bu ayetin ve ilgili hadislerin emir ve tavsiyeleri arasındadır. Bununla beraber, “kuvvet”in genel kapsamında cihadın manevî şekliyle ilgili malzemelerin de yer aldığında şüphe yoktur. Çünkü, bugün, cihad daha çok manevîdir ve İslam’ın güzelliklerinin gösterilmesi, ancak hakikatlerinin doğru olarak anlatılmasıyla, asrın en büyük silahı olan müspet ilimlerin Kur’an’ın hakikatlerinin anlaşılmasına hizmetkâr yapılmasıyla mümkündür. O halde, bu asırda gereken en büyük silah, ilim, fikir, kalem kuvveti olduğuna göre, bunları önce güzelce öğrenmek, sonra güzelce kullanmak suretiyle Allah yolundaki manevî cihad farizası güzelce yerine getirilebilir. Manevî cihattaki gazanız mübarek olsun... İlave bilgiler için tıklayınız: Savaşa hazırlık konusunda Kur’anda nelere dikkat çekilir? Günümüzde cihad nasıl yapılmalıdır? 7 Ezan okunmadan camiye giren kimseye 325.000, ezan zamanı gidene 25.000 kabul olunmuş namaz sevabı verilir, anlamına gelen hadis var mıdır? Hadis kaynaklarında böyle bir bilgiye rastlayamadık. “Ezandan önce camiye giren kimseye 325.000 kabul olunmuş namaz sevabı verilir.” ifadesi, şeriatın muvazenesini bozacak niteliktedir. İslam’da imandan sonra en büyük ibadet namaz olduğu hususu alimlerin ittifak ettiği bir gerçektir. Buna rağmen, “Ezandan önce camiye girmek” gibi bir hareketin 325.000 namaza mukabil geldiğini düşünmek olacak iş değildir. İbn Mace dışındaki Kütübü Sitte'de yer alan aşağıdaki hadis-i şerifin ifadesinden de bu konuda doğru bir anlayışa varmak mümkündür. Ebu Hureyre’nin bildirdiğine göre, Peygamberimiz (asv) şöyle buyurmuştur: “Kim cuma günü boy abdesti gibi yıkanır ve camiye giderse, bir deveyi sadaka vermiş gibi sevap kazanır. İkinci saatte giden bir inek sadaka etmiş gibi sevap kazanır. Üçüncü saatte giden kimse boynuzlu bir koç sadaka vermiş gibi sevap kazanır. Dördüncü saatte giden ise bir tavuk sadaka vermiş gibi sevap kazanır. Beşinci saatte giden ise bir yumurta sadaka vermiş gibi sevap kazanır...”(Neylu’l-Evtar, 3/229-230). Buradaki saatten maksat, bilinen saatten çok camiye gitme sırasını belirleyen herhangi bir zaman dilimidir.(bk. a.g.e). Görüldüğü gibi, bu sahih hadiste, camiye gitme öncelik sırası herhangi bir namaz sevabıyla karşılaştırılmamıştır. 8 Yıkılan bir caminin yeri camiden başka bir amaçla kullanılabilir mi? Satılabilir mi? Yerine ev veya işyeri yapılabilir mi? Yoksa kıyamete kadar ibadethane olarak kalması mı gerekir? Yıkılan bir caminin bulunduğu arsa, alimlerin bazısına göre el değiştiremez. Orada yeniden cami yapmak veya arsayı öyle boş bırakmak gerekir. Yahut da varsa camiyi yapana veya varislerine terk edilir. Diğer bir kısım alimlere göre ise, orayı camiye bağışlayan veya camiyi bina eden kimsenin amacına uygun olarak daha faydalı bir şekle çevrilebilir; örneğin arsası satılıp parasıyla başka bir yerde cami veya Kur’an kursu yapılabilir. Önemli olan vakfiyenin manevî akarını sağlayan ve devam ettiren bir şeklin bulunmasıdır. Şayet caminin yeniden ihtiyaca cevap verecek bir şekilde yapılmaya müsait bir arsası yoksa, bu arsayı (caminin şerefini zedelemeyen) bir şekilde kullanmak veya bu şekilde kullanan bir kimseye satmakta bir sakınca yoktur. Yani, satılabilir, ev veya iş yeri yapılabilir. Yeter ki bu yeni yapılarda İslam dinine aykırı bir faaliyet olmasın ve satılan arsanın parası amacı dışında kullanılmasın. (bk. V. Zuhaylî, el-Fıkhu’l-İslamî, 8/219-221). Buna göre, bir köy veya mahallede yeni bir cami yapılmış olması sebebiyle, eski caminin ibadet mahalli olarak kullanılmasına ihtiyaç kalmamışsa ve ileride de hiçbir şekilde bu amaçla kullanılmasının ihtimali yoksa, metruk haldeki ilgili yerin yol olarak veya cami yararına başka amaç için kullanılmasında dini bir sakınca yoktur. Buradan elde edilecek gelirin hayır hizmetlerinde kullanılması kaydıyla söz konusu cami arsasına sosyal veya ticari tesisler inşa etmekte de bir sakınca yoktur. 9 Kur’an indiğinde dünyada kaç millet vardı ve Kur’an neden sadece birkaç milletten bahsediyor? İslam’ın doğduğu devirde kaç milletin var olduğunu bilemiyoruz. Herhalde bu gün var olan milletler İslam’dan önce de vardı. Çünkü, dillerin oluşumunu Babil kalesinin harap olmasından sonraya bağlayan teori hala önemini korumaktadır. Ancak, Kur’an’ın önem verdiği husus, milletler, diller değil, o günkü ilk muhatap olan Arap yarımadasında bulunan Araplardır. Aynı zamanda o coğrafyada yaşayan Yahudiler ve Hristiyanlardır. Çünkü, Kur’an bir tarih kitabı değildir. Kur’an’ın tarihî olaylardan, kavimlerden bahsetmesi, onların tarihî bir olay olduğu için değil, peygamberler ile kavimleri arasında geçen hadislere işaret etmek içindir. Bununla, bir yandan -Allah’ın önceki peygamberleri nasıl koruduğuna işaret ederek- Hz. Muhammed (asv)’e teselli ve ümit vermek, diğer yandan isyan eden kavimlerin başına gelen felaketleri nazar-ı dikkate sunarak ilk muhatap Araplara uyarıda bulunmaktır. Kur’an’ın doğrudan hitaplarında herhangi bir millet değil, din ve insanlık kavramları ön planda tutulmuştur. Mesela; “Ey iman edenler!” ifadesiyle müminler, “Ey insanlar!” hitabıyla da tüm insanlar muhatap kabul edilmiştir. Bir de dünya çapında en bilinen ve o asırda canlı olarak hayatlarını sürdüren Yahudilik ve Hristiyanlık din mensuplarına “Ey Ehl-i kitap”, “Ey İsrailoğulları!” gibi ifadelerle özel hitaplarda bulunulmuştur. Bu açıdan baktığımızda, dinin yayılmasında milletlerin söz konusu olup olmadığı hususunun çok fazla bir etkiye sahip olmadığını düşünüyoruz. Eğer Kur’an’da “Ey Türkler, Ey Kürtler!, Ey Çinliler! Ey Çerkezler!" gibi bazı özel milletlere hitap edilip de diğerlerine hitap edilmeseydi, işte o zaman bu ayırımın olumsuz etkisi söz konusu olabilirdi. 10 Nebe Suresi 33’de "Göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızları" bazıları kabul etmiyorlar ve kevaib kelimesinin üzüm tanesi olduğunu söylüyorlar, bu doğru mudur? Tefsir kaynaklarının hemen hepsi, “yaşıt” manasına gelen “etrab” kelimesini kızlar için kullanmışlardır. Bu kelime şu ayetlerde geçmektedir: “Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için büyük başarı ve mutluluk vardır. Onlara bahçeler, üzüm bağları, turunç göğüslü genç yaşıt dilberler, dolu dolu kadehler var.”(Nebe,78/31-34) “Onların beraberinde, gözleri kocalarından başkasını görmeyen yumuşak bakışlı, aynı yaşta güzeller vardır.”(Sad, 38/52). “Ve onlar yükseltilmiş döşekler/mobilyalar üzerindedirler. Biz oradaki kadınları, yepyeni bir yaratılışla yaratıp, sûret ve sîretlerini son derece güzelleştirdik. Böylece onları, ashab-ı yemin için bakire kızlar, kocalarına âşık yaşıtlar kıldık.”(Vakıa, 56/34-38). Bu kelimenin kadınlar / kızlar için kullanılmasında anlaşılmayan bir taraf yoktur. Bu yorumlar, değişik hadislerde yer alan “Cennet halkının hepsi 33 yaşlarında olur.” mealindeki ifadeye de uygundur. Ancak bazı tefsirlerde erkeklerin yaşı otuz üç, kadınların yaşı on altı olacağı bilgisine yer verilmiştir.(bk. Alusî, Nebe suresi, ilgili ayetin tefsiri). Kadınların / kızların yaşının cennette on altı-yirmi civarında olması, Nebe suresinde yer alan “Kevaib” kavramına daha uygundur. Çünkü, “Kevaib” Kaib veya Kaibet’in çoğuludur. Bu kelime hem kalıbı hem de manası itibariyle “Nahid/Nahidet/Nevahid” kelimesiyle aynıdır. Erkek için “NAHİD” denildiği zaman, onun ergenlik çağına giren bir delikanlı olduğuna işaret edilmiş olur. Kadın için “NAHİDET” denildiğinde ise, onun göğüslerinin tomurcuklandığı anlamına gelir(bk. Taberî, Razî, İbn Kesir, Şevkanî, Alusî). Kaynaklardan bazıları Kevaib kelimesinin Kaib’in çoğulu olduğunu söylemişlerdir. Bu kelimenin erkekler için kullanılmadığını düşündüğümüzde, bunun yalnız kadınlara mahsus bir kalıp olacağından dişilik ekin olan ta harfini almasına gerek olmayabilir. Nitekim, hayız halindeki bir kadın için de “Haiz” kelimesi kullanılmaktadır. Çünkü erkek hayız görmez, bir karışıklık söz konusu değildir. Dahhak da “Kevaib” kelimesinin bakire kızlar manasına geldiğini belirtmiştir(Lubab, İlgili ayetin tefsiri). İmam Maverdi’ye göre, “Kevaib” iki manaya gelir. Birincisi İbn Abbas’a ait olup “Nevahid = Erginlik çağına girmiş kızlar” manasına; diğeri Dahhak’a ait olup “Azârâ = bakire kızlar” manasına gelir(bk. Maverdi, ilgili ayetin tefsiri). Bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Nebe suresindeki ayette “göğüsleri tomurcuklu” şeklinde tercüme edilen “kevaib”in asıl manası erginlik çağına ermiş, bakire genç kızlar demektir. Erginlik çağına girmiş kızların bu erginlik çağının ilk belirtisi göğüslerinin tomurcuklanması olduğu için, kaynaklarda daha çok bu mana verilmiştir. Halbuki asıl mana “ergenlik yaşına ermek” tir; “göğüslerin tomurcuklanması” ise asıl mana değil, lazım-ı manadır. Nitekim İbn 11 Aşur’a göre de “Kevaib”, Kaib’in çoğuludur, on beş ve civarındaki yaşa girmiş (erginlik çağına girmiş) kızlar içi kullanılır. Çünkü, o çağa ayak basmış kızların göğüsleri tomurcuklanır(bk. İbn Aşur, ilgili ayetin tefsiri). Bu sebeple ve de özellikle hissiyatı mülevves olan bu asırda kelimenin asıl manasını ön plana almak ve ilgili ayeti “ergenlik çağına girmiş genç yaşıt kızlar” şeklinde meallendirmek daha uygundur. Bizim kanaatimize göre de, ayette “göğüslerin tomurcuklu” vasfına değil, “kızların erginlik çağına” işaret edilmiştir. Bu mana Kur’an’ın belagatına, edebiyatına ve edeb-i nezihanesine daha uygun görünmektedir. Eski zamandaki hissiyatın safiyeti / duyguların safveti yanında, erkeklerin reculiyet hissiyatının bâlâ-pervâzâneleri de bu lazım-ı mananın ön plana çıkarılmasında büyük rol oynamıştır. Yani temiz ve safiyane duygularının duygusallığı sebebiyle, “Kevaib”in asıl manası olan “ergenlik çağı” ifadesi yerine, ikinci derecede bir mana olan ve asıl mananın bir gereği olan “tomurcuklu göğüsler...” ifadesi tercih edilmiştir. İlave bilgi için tıklayınız: Nebe Suresi 33 ve 34. ayette geçen yaşıt kızlar ve dolu kadehler ifadesini açıklar mısınız? 12 Hz. Peygamber (sav) kimlere şefaat edecektir? Şefaat şartları nelerdir? Kıyamet günü, hususî bazı şahıslara, bazı kesimlere, akrabaya şefaat edenler pek çoktur. Peygamberler dahil, evliyalar, salihler, şehitler, alimlerin o günkü şefaatlerinin hepsi, belli bir zümreye mahsus, hususî bir özellik arz edecektir. Başta kendi ümmeti olmak üzere, insanların tamamı için umumî bir şekilde şefaat hakkına sahip yalnız Hz. Muhammed (asv)’dir. Makam-ı Mahmud’un önemi de buradan kaynaklanmaktadır. Mahşerdeki insanların Hz. Adem, Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa (Aleyhimüsselam ecmain) sırasıyla gidip şefaat diledikleri halde, hepsi de bu işi bir başkasına havale edeceklerini, nihayet insanlar Hz. Muhammed (asv)’e geldiklerinde bu ricalarını kabul edip onları temsilen secdeye varıp Allah’a yalvaracağını ve Allah tarafından “Kaldır başını şefaatin kabul edilir.” diye kendisine umumî şefaat payesi verileceğini sahih hadislerden öğreniyoruz.(bk. Müslim, İman, 326, 327). Peygamberimiz (asv)'in “Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyen kimseler içindir.”( Ebu Davud, sünnet,23; Tirmizî, Kıyamet, 11; İbn Mace,Zuhd, 27) buyurması, hem ümmetine yapacağı şefaatin boyutunu aydınlatıcı hem de sevindirici bir müjdedir. Çünkü, bunun manası; “Küçük günahların sahibi zaten affedilir, asıl sorunlu olan büyük günah sahiplerine de ben şefaat ederim.” demektir. İlave bilgi için tıklayınız: Benim şefaatim ümmetimin günah-ı kebair (büyük günah) işleyen kısmınadır, hadis-i şerifi nasıl anlaşılmalıdır? “Kıyamet gününde herkes kendi zatının yani Allah dostlarının arkasında olacak, onlar da bize şefaat edecek” şeklinde bir rivayet var mıdır? Peygamberimiz (asv)'in mahşerde, ümmetinden kalbinde hardal tanesi kadar iman olup da üzerinde hesabı olmayanlara şefaat edeceği bildiriliyor. Üzerinde hesap olmayanlardan kastedilen nedir? Hesap gününde mizanında kötülükleri ağır gelen mümin kişi, şefaate nail olabilir mi? 13 Meleklerin cennette Allah’ı göreceklerine dair bir ayet var mı veya şimdi görüyorlar mı? Meleklerin cennette Allah’ı göreceklerine dair bir ayetin açık ifadesi söz konusu değildir. Bilindiği üzere mümin olan insanların cennette olduğu gibi, kıyamet gününde de Allah’ı göreceklerine dair ayet ve sahih hadisler vardır. Fahreddin Razî’nin bildirdiğine göre, Ehl-i sünnet alimlerinin büyük çoğunluğu “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır.”(Kıyame,75/22-23) mealindeki ayete dayanarak müminlerin kıyamet günü Allah’ı görecekleri hususunda ittifak etmişlerdir.(Razî, ilgili ayetin tefsiri). Ayette -meal olarak- yer alan “o gün”den maksat kıyamet günüdür. Buharî ve Müslim’in birlikte söz konusu ettikleri bir hadisin manası şöyledir: Hz. Ebu Hureyre anlatıyor: Bazı kimseler “Ey Allah’ın Resulü! Kıyamet günü Rabbimizi görür müyüz?” diye sorunca, Resulullah(a.s.m) “Ayın ön dördüncü gecesinde aya bakmakta / görmekte hiç zorlanıyor musunuz?” diyerek onlara karşı bir soru yöneltti. “Hayır!” dediler. Bunun üzerine; “Peki, göğün bulutsuz / berrak olduğu bir günde güneşe bakmakta / görmekte bir sıkıntı çekiyor musunuz?” diyerek ikinci bir soru daha sordu. Onlar yine “Hayır!” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resulullah (a.s.m) “Aynen kıyamet günü Rabbinizi öyle göreceksiniz.” diye buyurdu.(Buharî, Tevhid, 24, rikak, 53; Müslim, iman, 299). İnsanlar vahyin ilk muhatabı oldukları ve bu konuda soru soran taraf olduğu için, Kur’an ve hadislerde insanların O’nu göreceklerine dair ifadelere yer verilmiştir ki, bu husus belagatın; mukteza-yı hale mutabakatın bir sonucudur. Dolayısıyla, insanlarla birlikte cennetlik olan cinlerin de Allah’ı görmeleri gerekir. Çünkü, mümin cinler de mümin insanlarla aynı statüyü paylaşmışlardır, onlar için vad edilen bir mükâfatın, bunlar için de geçerli olması adalet ve rahmetin bir gereğidir. Meleklere gelince, onların hepsi cennetliktir. Çünkü onlarda isyan diye bir şey söz konusu değildir. Cehennem zebanileri bile -azap değil- bir nevi cennet hayatı yaşarlar. Bu sebeple, Kibriya ve azametin perde olmasıyla dünyada onlar da Allah’ı görmüyorlarsa da, ahirette onların da Cenab-ı Hakk’ı görme şerefine nail olmaları Rahman ve Rahîm olan Allah’ın o geniş rahmet ve sonsuz lütuf ve ihsanlarının bir yansıması olacaktır. “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır. Rablerine bakacaklardır.”(Kıyame,75/22-23) mealindeki ayette ilk muhataplar insanlar olmakla beraber, ayette kimlerin Allah’a bakacaklarına dair bir ifadenin bulunmaması, insanlardan başka -cin ve melek gibi- varlıkların da O’nu göreceklerine dair bir işaret sayılabilir. Ayetin mutlak ve geniş kapsamı buna müsaittir. 14 Kullukta derinleşmek, çağımızın müsait olmayan durumu hakkında yapılabilecekler ve bu konuda İslam alimlerinin tavsiyeleri nelerdir? Hakiki kulluğumuzu yerine getirmek için adım adım neler yapmalıyız? Kur’an ve sünnetten anlıyoruz ki, İslam’da iki temel esas vardır. Biri, iman, biri de İslam esaslarıdır. İman esaslarının başında Allah’a iman gelir, İslam esaslarının başında ise namaz kılmak vardır. O halde önce bu iki temel esasları iyice öğrenip onları uygulamaya koymaları gerekir. (Hac ve zekâta muhatap olmayanların bunları bilmesi gerekmez). İlk planda yapılması gereken amellere önem vermek, sonra da detaylı bir şekilde Allah’ın büyüklüğünü gönüllere nakşeden marifetullah ve takva ilimlerine dikkat etmek gerekir. İster kalbî ameller olsun, ister kalıbî / zahirî ameller olsun öncelikli yapılması gereken sıralama fraz, vacip, sünnet, müstahapları; sonra yapılmaması gereken haram, tahrimen mekruh, tenzihen mekruh gibi kategorilere ayırıp öyle değerlendirmek gerekir. “Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki yanlarında Allah zikredilince kalpleri ürperir, kendilerine O’nun âyetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve yalnız Rab’lerine güvenip dayanırlar. Namazı hakkıyla ifa edip kendilerine nasip ettiğimiz mallardan hayırlı işlerde harcarlar. İşte gerçek müminler onlardır. Onlara Rab’lerinin nezdinde, cennette yüksek dereceler, mağfiret ve kıymetli bir nasip vardır.”(Enfal, 8/2-4). Görüldüğü gibi bu ayetlerde hakîkî müminlerin vasıfları iki ana temelde ele alınmıştır. Bunlardan “korkmak / ürpermek, imanlarında samimî ve ihlaslı olmak ve Allah’a tevekkül etmek / güvenip dayanmak” kalbî amelleri teşkil etmekte; “namaz kılmak, zekât ve sadaka gibi malî harcamalarda bulunmak” zahirî amelleri temsile etmektedir. (bk. Nesefî, ilgili ayetin tefsiri). Hakikî mümin bu iki cenahıyla iki kanatlı bir kuş gibi cennet saraylarına konmak üzere uçmaya hazır kimse demektir. Alimlerin hangi konuda hangi sözlerini yazmak için soru-cevap sitilimizin buna müsait olmadığını düşünüyor ve bu sebeple; İman, namazın önemi, ihlasın önemi gibi konularda "Risale-i Nur"u; haset, gıybet, riyâ gibi konular ve âlimlerin -genel olarak- ameller konusundaki teşvikleri için de "İhyau’l-Ulum"u tavsiye edebiliriz. Ayrıca bu konular için İmam Nevevî’nin “Riyazu’s-Salihîn” adlı hadis kitabını okumakta da büyük faydalar olduğunu düşünüyoruz. 15 Lilith isimli bir kadın Hz. Adem (as) ile aynı anda mı yaratıldı; Hz. Adem’in ilk eşi o muydu? Ne Kur’an’da, ne hadislerde, ne kitab-ı mukaddeste Hz. Adem (as)’in Lilith adında bir hanımının olduğundan söz edilmemiştir. Bu tamamen daha sonra bazı Yahudi bilginleri tarafından uydurulmuş bir efsanedir. Hatta bunun kökeni ta Babil ve Sümerlere kadar uzandığını söyleyenler de vardır. Belki bu efsanenin mucitleri, yeni doğan çocukları ve annelerini fazlaca korumaya almak niyetiyle “KÂBUS” gibi böyle bir İFRİT’İ icat etmeyi uygun görmüşlerdir. Nitekim bu efsaneye göre, kötü bir ifrit haline gelen Lilith gece hava karardıktan sonra yeni doğum yapmış evlere girerek lohusa kadınların bebeklerini boğmaktadır. Bu sebeple günümüzde bile bazı Museviler arasında bir adet olarak, Lohusa kadın akşamları evde yalnız bırakılmaz ve akşamları çamaşır ipinde çocuk bezi bırakılmaz, çünkü bunları gören Lilith'in o evde çocuk olduğunu anlamasından endişe edilirmiş. 16 Hz. Ebu Bekir’in, “Eğer ibadet ettiğiniz ilah semadaki Allah idiyse, O ölmemiştir.” sözü ile İmam Malik’in “Allah semadadır, ilmi ise her yerdedir.” sözü haşa Allah'ın gökte olduğu anlamına mı gelir? Selef-i salihinden bazıları -prensip olarak- ayet ve hadislerde veya sahabelerin kavillerinde yer alan bazı ifadeleri tevil etmekten çekinmiş ve onları olduğu gibi ifade etmişlerdir. Örneğin, Ebu Hureyre’nin anlattığına göre; adamın biri geldi, Peygamberimize (a.s.m) “Mümin bir cariyeyi azat etme borcum vardır.” diyerek (yanındaki cariyesinin bu şarta haiz olup olmadığını) sordu. Peygamberimiz (a.s.m) kadına dönerek “Allah nerdedir?” diye sordu. Kadın başı ve işaret parmağıyla semaya işaret etti. Bu defa Peygamberimiz (a.s.m) “Ben kimim?” diye sordu. Kadın parmağıyla semaya ve Resulullah (asv)’a işaret etti. Yani “Sen Resulullahsın” demek istedi. Bunun üzerine “(Bu mümindir), bunu azat et.” diye buyurdu.(bk. Mecmau’z-Zevaid, 1/23). Ancak biz şunu çok iyi biliyoruz ki, bütün Selef-i salihin ve halef-i salihinin bu konudaki akidelerinin özeti şudur: “Allah’ın benzeri hiçbir şey yoktur.”(Şura, 42/11), Allah’ın en önemli bir sıfatı “muhalfetun lil-havadis”tir ki, zikredilen ayetin bir açıklamasıdır. “Allah vardı, onunla birlikte hiçbir şey yoktu.” (Kenzu’l-ummal, h. No: 29850) mealindeki hadisten anlaşılacağı üzere, yer ve göklerin de içinde bulunduğu yaratılmış varlıktan hiç bir eser yokken, Allah vardı ve tabiatıyla gökte değildi. Zaten Ezelî olmanın anlamı da budur. "Allah zaman ve mekandan münezzehtir." inancı Ehl-i sünnetin temel akidesidir. Mezhep imamlarının ve o mezheplere tabi milyonlarca alimin görüşlerini bir tarafa atarak, kendi düşüncelerini “selef/selefiye” adı altında ümmete dayatmaya çalışan bir zümrenin aktif gayretleri bilinmektedir. Halbuki en basit bir mantıkla bakılsa bile bunun ne kadar yanlı olduğu anlaşılır. Şöyle ki; Allah ezelîdir, diğer her şey sonradan var edilmiştir. O halde, yer gibi gökler de sonradan var edilmiştir. Demek ki Allah var iken, başka varlıklar gibi gökler de yoktu. Öyleyse Allah göklerde değildi, çünkü gökler yoktu. Ezelî olan Allah ezeldeki durumu, konumu nasıl ise şimdi de öyledir, çünkü, ezelî varlık olan Allah için değişkenlik söz konu değildir. Zira değişkenlik sonradan var edilen yaratıkların en bariz özelliğidir. Ezelî olan bir varlığa sonradan olan varlıkların, özelliklerin ârız olması muhaldir. Bu mantık zincirinin sonucu şudur ki; Allah ezelde olduğu gibi, şimdi de göklerde değildir. Beyhakî’nin de işaret ettiği gibi, Selef-i salihin tarafından kullanılan bu gibi ifadelerin dayanağı, Kur’an’da Allah hakkında kullanılan “gökte olan...”(Mülk, 16,17) mealindeki ifadelerdir. (Beyhaki, el-Esma ve's-Sıfat, 2/238). Bu ayetin manası ise, gerçekte Allah’a bir mekan izafe etmek değil, onun yüceler yücesi bir varlık olduğu gerçeğidir. İnsanlara göre gök kavramı, hâkimiyeti, üstünlüğü ve yüceliği ifade eder. Kaldı ki, “Göklerde de ilah olan O’dur, yerde de ilah olan O’dur. O, yegâne Hakîm’dir / hüküm ve hikmet sahibidir, yegâne Alîm’dir / her şeyi hakkıyla bilendir.”(Zuhruf, 43/84) mealindeki ayette, Allah’ın hem göklerde hem de yerde yegâne ilah olduğuna, her iki yerdeki mahlukların yalnız ona ibadet ettiğine vurgu yapılmıştır. Evet yeryüzü, O’nun cemal sıfatlarının tecilligâhı, gök ise O’nun celal sıfatlarının 17 tecilligâhıdır. O halde “Allah’ın gökte” olduğunu söylerken, onun göklerdeki hükümranlığına işaret edilmiştir. ilave bilgiler için tıklayınız: İmam Azam Ebu Hanife'nin, Allah nerdedir, diye soran birisine, göktedir, diye cevap verdiği iddia ediliyor; bu doğru mudur? Mülk Suresi 16 ve 17. ayetlerde Allah için gökteki ifadesi kullanılmasını açıklar mısınız? Allah mekândan münezzehtir; hâlbuki bazı ayetlerden hareketle Allah'n göklerde olduğu iddia ediliyor. Bunu nasıl açıklarsınız? Bir hadiste, “Yeryüzündekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.” denilmektedir. Bu ifade, Allah için bir mekân belirleme söz konusu olmaz mı? 18 Meleklerin ruhu var mıdır; ecsam-ı nurani oldukları ifade edilmektedir, buna göre meleklerin cisimleri mi vardır? Hadis-i şerifte; "Melekler nurdan yaratıldı. Cinler de alevli bir ateşten yaratıldı. Âdem ise size vasf olunan şeyden yaratıldı."( Müslim, Zühd, 10/60) diye ifade edilmiştir. Melekler, nurdan yaratılmıştır. Nur ise ayn-ı şuurdur. Bir anda nurlu varlıklarıyla pek çok yerlerde bulunabilirler, pek çok şekle girebilirler, aynı anda pek çok dillerle konuşmaları da söz konusudur. Nitekim, Hz. Cebrail (as) bir anda hem arşın altında Allah’a secde ederken, aynı anda Dihye suretinde Hz. Peygamber (a.s.m)’in meclisinde bulunuyordu. Keza, Hz. Cebrail (as) Hz. Musa (as)’a Tevrat’ı İbranice, Hz. İsa (as)’a İncil’i Süryanice, Hz. Muhammed (asv)’e Kur’an’ı Arapça indirmiştir. Demek ki bütün bu dilleri biliyordu ve farklı dil konuşan farklı peygamberlerle konuşuyordu. Meleklerin nurdan yaratılmış olmaları onların ayrıca bir ruhlarının olmadığını göstermez. Ancak kaynaklarda buna dair bir bilgiye rastlayamadık. Yalnız, güneşin bir nuranî cismi ve yedi renkli ışığı olduğu gibi, meleklerin de nurdan bir bünyelerinin ve bu bünyede yer alan bir ruhlarının olması mümkündür. Melekler büyüklük, küçüklük bakımından çok farklı türlere sahip bir millettir. Güneşe müekkel bir melek ile yağmur tanelerini yere indirmekle görevli bir melek elbette çok farklıdır. Bazı meleklerin şarktan garba / dünyanın doğusundan batısına kadar her yeri kaplayacak kanatlara sahip olması, onların sadece uçmalarını sağlamaya yönelik değil, aynı zamanda Allah’ın yarattığı pek harika bir sanat eseri olarak melekut aleminde arz-ı endam etmeleri içindir. "Bazı rivayetlerin işaretiyle ve intizam-ı alemin hikmetiyle denilebilir ki, gezegenlerden tut ta su damlacıklarına kadar hareket halindeki bazı cisimler bir kısım meleklerin binitleridir. Onlar bunlara izn-i ilahî ile binerler, alem-i şahadeti seyredip gezerler."(Nursi, Sözler, On beşinci Söz). Gök güneş ve yıldızlar kelimeleriyle şahadet aleminde -lisan-ı hâl ile- Allah’ı tespih ettikleri gibi, melekler de melekut aleminde -lisan-ı kal ile- bunları temsilen şuurdarane Allah’ı tepsih ederler.(Sözler/, Yirmi Dördüncü Söz, Dördüncü Esas). İşte melekler nurdan oldukları için bütün zerreleriyle bu tesbihatı yaparlar. Kanatların olması onların tesbihatını arttıran bir husustur. Kainatta iki türlü şeriat vardır. Birisi; Allah’ın Kelam sıfatından gelen ve vahiy ve peygamberler vasıtası ile insanlığa gönderilen dinlerdir. Bu şeriatın asıl muhatabı insanlıktır. Bu şeriata uyarak yaşamak ve hayatları ile aksettirmek insanların görevidir. Diğer şeriat ise; Allah’ın İrade ve Kudret sıfatından gelen tekvini şeriattır. Yani kainata konulmuş bütün kanun ve adetullahlardır. Çekirdeğin bir sistem ile çatlayıp büyümesi, yıldızların hassas bir şekilde yörünge içinde hareket etmeleri, bütün canlıların hayat şartlarının ve rızıklarının mükemmelen tanzim ve tedbir edilmesi hepsi irade sıfatından gelen 19 şeriatın meseleleri ve hükümleridir. İşte nasıl kelam sıfatından gelen dinin mükellef ümmeti insanlar ve cinler ise, şu irade sıfatından gelen fıtri ve tekvini şeriatın mükellef ümmeti de; her şeye nezaret ve vekalet eden meleklerdir. Herbir yağmur damlasına nezaret ve vekalet eden meleğin olduğu hadislerle sabittir. Melekler bu kainat olaylarının ve meselelerinin seyircisi ve mütefekkiridir. Konuşmak nasıl Allah’ın Kelam sıfatının bir tecellisi ise; yaratmak da İrade ve Kudret sıfatlarının bir tecellisidir. Şeriatlar da bu sıfatlara göre şekil alıyor. İrade ve kudret sıfatının icraatları olan tekvini hadiseler; tekvini şeriat olarak tavsif ediliyor. 20 Fâtiha, En´am, Kehf, Sebe', Fâtır sûrelerinin 1. âyetinde geçen elHamdü Lillah’ın, "Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, âlemlerin Rabbi olan Allah´a mahsustur" anlamına gelmesi ne demektir? "Hamd alemlerin Rabbi Allah’adır / Allah’a mahsustur / Allah’a aittir" şeklinde tercüme edilen "el-hamdü lillah" cümlesinin kısaca manası şudur: "Kâinat çapında görülen, hamd ve şükrü gerektiren ne kadar güzellikler, iyilikler, nimetler varsa, bütün bunların sahibi Allah’tır. O halde, kimden gelirse gelsin, kime yapılırsa yapılsın, hangi nimetler yüzünden edilirse edilsin, ezelden ebede kadar söz konusu yapılan bütün hamd-u senalar, şükürler, övgülerin hapsi -gerçek anlamda- Allah’a mahsustur, ona aittir.” Çünkü, her şey O’nundur, her güzellik, her iyilik ondan gelir, her nimet ona aittir. Hamd kavramı bir mastar olarak -ismi fail ve ismi meful- manasına gelir ve övme ve övülmeyi ifade eder. Ancak, genel prensip olarak, Fatiha ve ilgili diğer surelerin başındaki “hamd” kavramı, alimler tarafından (övülme değil) övme anlamında algılanmıştır.(bk. Taberî, İbn Kesir, Razî, Nesefî, ilgili ayetin tefsiri). Buna göre, öven yaratıklardır, övülen ise yüce Yaratandır. Türkçe’de bunu “övgü” olarak ifade etmek daha uygundur. Meallerde genellikle -Arapçasıyla- “hamd” olarak ifade edilir. Bu geniş yelpazedeki övgüyü ifade ettiği içindir ki, “el-hamdu lillah” ifadesi, “Ne kadar hamd ve övgü varsa, kimden gelirse gelsin, kime karşı yapılırsa yapılsın, (hangi nimete, iyiliğe yönelik olursa olsun), ezelden ebede kadar, Allah diye adlandırılan Vâcibu'l-Vücûd'a mahsustur” şeklinde açıklanmıştır. (bk. B. Said Nursi, Mektûbat, s.367). Bediüzzaman'a göre, "ne kadar hamd varsa " hükmü, istiğrak mânâsına gelen ve bir tarif edatı olan "el" takısından çıkıyor. "Kimden gelirse gelsin" kaydı ise, "Hamd" kelimesinin içinde vardır. "Hamd" bir mastardır. Fiili terk edildiğinden böyle makamda geneli ifade eder. Yine mef'ulün terk edildiği böyle hitabî makamlarda genel anlamlar söz konusu olduğu için "kime karşı yapılırsa yapılsın" hükmüne işaret vardır. "Ezelden ebede kadar" kaydı ise, fiil cümlesinden isim cümlesine intikal kaidesi, sebat ve devama delâlet ettiği için o mânâyı ifade ediyor. "Allah'a mahsustur" mânâsını "Lillah" daki "lam-i cerr" ifade ediyor. Çünkü o "lam" ihtisas ve istihkak içindir. "Vâcibu'l -Vücud" ismi ise, Ulûhiyetin bir gereği ve Zât-ı Zülcelâl'e karşı bir mülahaza unvanıdır. "Lafzullah" bir ism-i a'zam olduğu itibariyle, diğer isim ve sıfatlara delâlet-i iltizamiye ile işaret ettiği gibi; Vâcibu'l-Vücud unvanına da delalet ediyor.(a.g.e.). İlave bilgi için tıklayınız: Hamd ve şükür arasındaki fark nedir? 21 Tasavvufta ilerlemiş İslam alimleri insanlar ile Allah'ın ayrı varlık sayılmasını istememişler midir? Allah - insan ilişkisi hakkında bilgi verir misiniz? -Dinî hakikatler konusunda kesin bilgiye sahip olmanın yolu sadece vahiydir. Bu da Kur’an ve sünnettir. Kim olursa olsun, bu iki kaynağın dışına çıkmış olanların sözleri ölçü değildir. Konumuzla ilgili husus ise, İbn Arabî’nin sistematiğini oluşturduğu “VAHDET-İ VUCUD” mesleği ilmî ve nazarî bir teori değil, hissî, zevkî ve hazzî bir meşreptir. Yani ilmin ölçülerine göre bu konuyu ispat etmeye çalışmak mümkün olmadığı gibi, dinin dışına çıkma riskini de beraberinde getirir. Harika bir kutup olmasına rağmen, Şeyh-i ekber Muhyiddin ibn Arabî’nin meşrebini devam ettiren Sadreddin Konevî gibi bir iki kişiden başka kimsenin olmaması da, İslam aleminin bu konuya sıcak bakmadığının açık göstergesidir. Bununla beraber, İbn Arabî’nin gerçek manada ittihat ve hulul fikrini savunmadığını gösteren yüzlerce sözleri vardır. Konuya ilmî, nazarî teoriler bazında yaklaşanlar ise, PANTEİZM gibi sapık bir “HULUL” modeline saplandılar, hem saptılar hem de saptırdılar. Bu konuda hissî vahdet-i vücudu savunan Tassavuf ehlinin maksadı Allah namına kâinatı inkâr etmektir. Panteistlerin maksadı ise, kâinat adına Allah’ı inkâr etmektir. Konuyla ilgili olan ehl-i tasavvufa göre, evrenin hepsi Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisi ve tezahürdür. Onun için gerçek manada bağımsız bir varlık sadece Allah’tır. Diğer varlıkların hepsinin varlığı Allah’ın varlığına, onun icadına bağlıdır. Bu sebeple, onlara göre “varlık” denildiği zaman, sadece Allah akla gelir. Diğerleri Allah’ın fiilleri, sıfatlarının tecellileri ve isimlerinin tezahürüdür. Öyleyse “O’ndan başka mevcut yoktur, O’ndan başka meşhut yoktur.” Bu dereceye varmayan, bu mertebeye yükselmeyen, böyle bir imana sahip olmayan bizler gibi -alelade- insanların böyle bir iddiada bulunmaları, hem hilaf-ı hakikat bir beyanat, hem de yanlış bir yola sürükleyen bir şathıyat olur. Hz. Peygamber (asv)’in “Ezelde Allah vardı, O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu.” manasına gelen ifadesi, Allah’ın mahluklarla ilişkisi "bütün-parça" ilişkisi değil, sadece “yaratan-yaratılanlar” ilişkisi olduğunun açık belgesidir. Evet, ezelde yalnız Allah vardı, başka hiçbir şey yoktu, ne madde vardı, ne enerji vardı, ne esir vardı, ne hidrojen vardı, ne elektrik vardı, ne atom vardı, ne molekül vardı. Yalnız Allah vardı, başka her şey yoktu; hiçbir şey var değildi. Onların hepsini var eden yegâne yaratıcı olan Allah'tır. Bir harf yazarsız olmaz, bir yazar da harf olmaz. Bir bina mimarsız olmaz, bir mimar da bina cinsinden olmaz. Bir ülke yöneticisiz olmaz, bir yöneticisi de ülkenin kendisi olmaz. Bir mahalle muhtarsız olmaz, ama muhtar mahalle değildir. Bir sanat sanatkârsız olmaz, ama sanatkâr sanat değildir. Bunun gibi, evren yaratıcısız olmaz, ama Yaratıcı evrenin kendisi değildir, evrenin parçası olamaz, evrenin cinsinden olmaz, olamaz. 22 Ayetler olduğu halde, kudsi hadislerin varid olmasında ne gibi bir hikmet vardır? Bilindiği gibi, Kutsî hadisler, manası vehiy olup lafzı Hz. Peygamber (asv) tarafından irad edilen hadislerdir. Ezelî hikmet, vahy-i metlû olan Kur’an’ın 114 sure olmasını uygun görmüştür. Kur’an ise, konuları çok veciz bir şekilde anlatan bir kaynak kitaptır. Halbuki insanların çoğu, veciz ifadelerden layıkıyla anlamayabilir. Binlerce tefsir ve –Kur’an’ın asıl tefsiri olan- hadislerin varlığı bunun kanıtıdır. Kur’an’ın açıklaması hükmünde olan hadislerin bir kısmı hem mana ham de lafız olarak Hz. Peygambere (asv) bırakılmıştır. Aslında “O kendi kafasından konuşmaz, onun konuştukları ancak ona vahiy edilen bir vahiydir.”(Necm, 53/3-4) mealindeki ayette işaret edildiği üzere, dinî konulardaki bu hadislerin özeti de vahiydir, fakat tafsilatı ve anlaşılması için getirilen temsiller ve ek açıklamalar ise Efendimize (asv) havale edilmiştir. İnsanların büyük çoğunluğunu teşkil eden avam / halk kesimini burhan / delilden ziyade sözün kaynağındaki kutsiyet tesir eder. Hz. Peygamber (asv)'in sözleri de kutsî bir kaynak olmakla beraber, Allah’ın sözlerindeki kutsiyetin daha fazla olduğunda şüphe yoktur. Çünkü, Resulullah’ın sözlerinin kutsiyeti de ancak Allah ile olan ilişkiden ötürüdür. Bu sebeple, ilahî hikmet halk üzerindeki tesirini güçlü kılmak hikmetiyle kutsî hadise de yer vermiş olabilir. 23 Peygamberimiz (s.a.v) bir hadis-i şeriflerinde, vefasızın yaptığı her vefasızlık teşhir edilecektir, buyurmaktadır. Dinimizde teşhir var mıdır? İlgili ifadeye rastlayamadık; gördüğünüz kaynağını verirseniz daha iyi olur. Kuvvetli bir ihtimalle burada söz konusu edilen "vefasızlık" daha çok Allah’a ve Resulüne (asv) karşı yapılan vefasızlıktır. “Elestu meclisinde” Allah’ı rab kabul ettiği halde hayatında onun rablığını kabul etmeyerek vefasızlık gösterenler, “İman esaslarını” kabul ettiği halde, bu imanın gereğini yerine getirmemek suretiyle vefasızlık yapanlar… Kur’an’a iman ettiği halde, onunla amel yapmayarak vefasızlık örneğini gösterenler.. Müminleri kardeş kabul ettiği halde bu kardeşliğin gerektirdiği vefakârlığı yerine getirmemek suretiyle vefasızlık gösterenler… Bununla beraber, “dinde teşhirin olmadığı” ifadesi, normal şartlarda başkasının gizli kalan kusurlarını ortaya dökmemek manasına gelir. Yoksa, cezaların verildiği yerlerde teşhirin yapılması Allah’ın emridir. Çünkü, bu teşhirin bir çok hikmeti yanında Allah’ın adaletinin gösterilmesi açısından da önem arz etmektedir. Nitekim, “İmdi, zina eden kadın ve erkeğin her birine yüz değnek vurun. Eğer Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, Allah’ın hükmünü uygulama işinde sakın acıma hissi sizi etkisi altına alıp da uygulamayı engellemesin. Hem onların bu cezalandırılmalarında müminlerden bir cemaat da bulunup şahid olsun!”(Nur, 24/2) mealindeki ayette bu teşhirin emredildiğini görmekteyiz. Bundan da anlıyoruz ki, dinde teşhir yok" fakat, "Yevmuddinde / din gününde / cezanın verildiği kıyamet gününde” teşhir vardır. Bu gün mahkemelerde şeffaflık adına dışarıdan gelip mahkemenin safahatını seyretmek söz konusudur ve âdil yargılama adına çok da olumlu karşılanmaktadır. O halde kıyamet günü -ilahî adaletin açıkça görülmesi, mahkeme-i kübranın vereceği kararların şeffaflığı adına- cezaya çarptırılacak şahısların kusurlarının teşhir edilmesi son derece önem arz etmektedir. Bu sebepledir ki, kıyamet günü affedilecek olanların kusurları teşhir edilmez, fakat cezalandırılacak olanların ise kusurları teşhir edilir.(Müslim, Tevbe,52). Demek ki, cennet ehlinin kusurlarının teşhir edilmemesi, Allah’ın sonsuz kerem, lütuf ve bir merhametini gösterdiği gibi, ehl-i cehennemin kusurlarının teşhiri de ilahî sonsuz izzet, ciddiyet ve adaletinin bir yansımasıdır. 24 A'raf Suresi 80. ayette Lut kavmi için "Sizden önce âlemlerden hiçbir kimsenin yapmadığı çirkin işi mi yapıyorsunuz?" denilmektedir. Bazı hayvanlarda da eşcinsellik vardır. Bu ayet bilimselliğe aykırı değil midir? "Lût'u da Peygamber olarak gönderdik. Hani o kavmine şöyle demişti: "Sizden önce âlemlerden hiçbir kimsenin yapmadığı çirkin işi mi yapıyorsunuz?.."(A'raf, 7/80) Evvela, soruda tespit edildiği söylenen eşcinsellik insanlara değil, hayvanlara aittir. Hz. Lut (as) kavmi hayvan değil, insandır. Ayette yer alan “Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasız-çirkinliği mi yapıyorsunuz?” mealindeki ifadeyi, daha önce böyle bir hayasızlığın asla olmadığı şeklinde anlamak mümkün olduğu gibi, “Sizin kadar hayasız, sizin kadar bu işi yaygın halde yapan kimse olmadı..” şeklinde de anlamak mümkündür. Bu sebeple ortada herhangi bir çelişki söz konusu değildir. 25 Geceleri kapıyı kapatınız. Zira şeytan kapanan bir kapıyı açamaz, hadisini açıklar mısınız? Sıcak havalarda geceleri pencereyi açmakta bir mahzur var mıdır? Câbir (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, Peygamber (s.a.m) şöyle buyurmuştur: "(Evine girdiğin zaman) Besmele çekerek kapını kapa. Çünkü şeytan (Besmeleyle) kapanan bir kapıyı açamaz. Besmele çekerek lambanı da söndür. (Yine) Besmele çekerek, enine koyacağın bir ağaç parçası ile de olsa kab(lar)ını(n ağzını) ört. Bir Besmele daha çekerek su kabını(n ağzını da) ört." (Buhari, Eşribe 18; Müslim, Eşribe 124, 125; Tirmizî, Eşribe 19) Rivayet muhtelif vecihlerde bir kısım ziyadelerle gelmiştir. İbnu Dakîku'l Îd der ki: "Kapıların kapatılma emrinde hem dînî, hem dünyevî maslahatlar var. Nefisler ve mallar böylece aylakların, fesadcıların, bilhassa şeytanların şerrinden korunmuş olur." "Şeytan, kapalı kapıyı açamaz" sözü, bu emrin şeytanların insanlara karışmasını önlemek maslahatına râci olduğuna işaret eder. İbnu Hacer icabı halinde yemek kaplarını örtme yerine çöp germekle iktifa etmedeki sırrı şöyle açıklar: "Zannımca bu sır, çöpü gererken çekilen besmeleyle ilgilidir. Böylece çöpün gerilmiş olması, o esnada besmele çekildiğine bir alamet olur. Gerilmiş çöp sebebiyle bunu anlayan şeytanlar kaba yalaşmaktan imtina ederler. Peygamber (asv)'in "Yiyecek, içecek kaplarınızın üzerlerini iyice örtüp kapatınız." dîye emretmesi, yiyecek ve İçecek maddelerini toz, toprak ve zararlı mikroplardan koruma hedefini gütmektedir. Büyük Peygamber bu emirleriyle en kıymetli bir sağlık ve temizlik dersi vermiş bulunmaktadır. "Câbir b. Abdullah (r.a)'tan rivayet edilmiştir: “Kapları örtün!Deriden yapılma su tulumlarının ağızlarını bağlayın! Kapıyı kapayın Kandilleri söndürün! Çünkü şeytan; “Hiçbir su tulumunun ağzını çözemez, hiçbir kapıyı açamaz ve hiçbir kabın ağzını açamaz. Eğer sizden birisi kabının üzerine enlemesine bir tahta parçası koymaktan başka bir çare bulamazsa o zaman Allah'ın adını Bismillahirrahmanirrahim diyerek anıp sonrada bu belirtilenleri yapsın. Çünkü küçük fâsık/fare, ev halkı içerde iken üzerlerine evlerini yakabilir.”(Buhârî, Edebü'l-Müfred, 1221) hadisi de açık kapılardan zararlı hayvanların girebileceği tehlikesine dikkat çekerek tedbir alınması istenmiştir. Bu hadislerde, dünya hayatını yaşarken, ona bir ukba buudu kazandırma dersi verilmektedir. Kapıları kapatma, testilerin ağızlarını bağlama, yemek kaplarının üzerlerini örtme gibi dünyaya ait işler yapılırken, Allah’ın adı anılmakta, böylece şeytanın vereceği rahatsızlıktan kurtuluşun yegane vesilesinin Allah’a sığınmak olduğu gösterilmektedir. Bu görüşü destekleyen bir hadiste Allah Rasûlü (asv) şöyle buyurur: “Kişi evine geldiğinde, içeri girerken ve yemek yerken besmele çekerse şeytan yardımcılarına “Size yatacak yer ve akşam yemeği yok” der. O kimse evine geldiğinde Allah’ı anmazsa, şeytan avanesine “Yatacak yere yetiştiniz” der. O zat yemek yerken besmele de çekmezse “Hem akşam yatacak yere hem de akşam yemeğine kavuştunuz” der.” 26 Şeytanlar ışığı ve aydınlığı sevmez, aksine bunları uğursuz sayar ve karanlıktan medet umarlar. Zira onlar, hava karardıktan sonra daha rahat hareket etme imkanı bulabilirler. Anlaşılan o ki, şeytanlar bu vakitte dört bir yanda cirit atmakta ve insanları yoldan çıkarma işlerine hız vermektedirler. Sıcak havalarda pencerelerin açılıp uyunması, dinen yasak değildir. Bu halde Allah'ın adını anmak zararlardan korunmaya vesiledir. Sadece bu konuda değil dinimiz her hususta şeytandan Allah'a sığınmayı bizlere tavsiye etmektedir. 27 Cenaze namazında arka safta olmak daha faziletli midir? Cemaatle kılınan namazlarda, en faziletli saf en ön saftır. Cenaze namazında ise tevazu göstermek için en hayırlı saf sonuncusu olduğu söylenmiştir. Çünkü ölenler şefaatçidirler. En arkada duran kimse onların şefaatlerinin kabulüne daha layıktır. Bir de cenaze namazında arzu edilen, safların çokluğudur. İlk safı tercih ederse cemaat az olduğu zaman geriye durmazlar. (Reddül Muhtar, İbni Abidin, Cenaze Bahsi) İmam, ölünün göğsü hizasında durur. Cemaat da hiç olmazsa üç saf bağlar. Cenaze namazında safların en faziletlisi en arkada olanıdır. Namaz kılacak olanlar yedi kişi olursa, biri öne geçer, üç kişi onun arkasında, iki kişi de onların arkasnıda, bir kişi de o iki kişinin arkasında durmak suretiyle üç saf meydana getirirler. Böyle yapmak müstehabdır, vâcib değildir.(Tatarhaniyye - İbn Âbidin - Mecmau'lEnhür). "Her hangi bir Müslüman ölür de Müslümanlardan üç saf bunun cenaze namazını kılarlarsa, ona mutlaka cennet vacip olur."(Bu hadisi Hallal kendi isnadı ile rivayet etmiş, Tirmizî, hasen bir hadistir, demiştir). "Her hangi bir cenazenin namazını üç saf Müslüman kılarsa, onun Cennete girmesi vacip olur."((Hadis hasen olup Ebu Dâvud ve Tiimizî rivayet etmişlerdir) 28 İftiraya maruz kalmış şahıs iftiracıya lanet edebilir mi? İftiracıyı mubaheleye çağırma yetkisi var mı? Lanet okumak, doğru değildir. Hatta İslam alimlerinin büyük çoğunluğu, açıkça küfür üzere öldüğü belli olmayan en zalim kimseler için de lanet okumanın caiz olmadığı görüşündedir. Bir de şunu düşünmek gerekir ki, haksızlığa uğramış bir kimse, zalim hasmına karşı -sözlü veya fiilî olarak- takınacağı olumsuz tavırlar kendisinin aleyhine, hasmının ise lehine işlenecektir. Haklı iken haksız duruma düşmemek için İslam’ın uygun görmediği -sövme, lanetleme- gibi tavırlardan uzak durmakta yarar vardır. İftiraya maruz kalmış kişinin, iftiracıyı mübaheleye (karşılıklı lanet okuma) çağırma yetkisinin olduğunu düşünmüyoruz. Mübahele hususî bir şeydir ve netice itibariyle gerçekleşmemiş bir şeydir. Bunun yapılmasının istenmesi de Hz. Peygamber (a.s.m)’in şahsı ile alakalı olmayıp, Allah’a hakikî imanla alakalı bir konuda bir meydan okuma ve gerçeği ortaya çıkarmaya yönelik bir çağrı anlamındadır. İslam’da yapılan iftiranın yanlışlığını tespit etmek için -şahit, itiraf, yemin gibi- bilinen yollar vardır. Muddai-muddaialeyh (şikâyetçi-sanık) bazında düşündüğümüzde, iftiracının söylediklerini ispat etmek için şahit getirmekle, -aksi takdirde- iftiraya uğrayan kimsenin isnat edilen şeyden uzak olduğunu ispat etmek için yemin etmekle sorumludur. 29 Peygamber Efendimiz (s.a.m) neden sarı elbise giyene, keşke söyleseydinizde o elbiseyi giymeseydi, demiştir? Sarı elbise giymenin hükmü nedir? İlgili hadisi, Ebu Davud, Tirmizî (Şemail) ve Nesaî rivayet etmiştir.(bk. İbn Hacer, Fethu’lBârî,10/304). Taberanî’nin yaptığı rivayete göre, Hz. Fatıma (ra) doğum sancısını çektiği bir sırada Hz. Peygamber (a.s.m) gelip durumunu sordu. Orada bulunan kadınlardan bir olan Sevde binti Misrah “Şu anda doğum sancını çekmektedir.” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (a.s.m) "Çocuk doğduğunda benden habersiz hiç bir şey yapmayın." diye buyurdu. Sevde “Tamam” diyor, fakat çocuk doğunca kadınlar onun göbeğini kesiyor ve sarı bir beze sarıyorlar. Sonra Resulullah (a.s.m) tekrar gelip durumu soruyor. “Bir oğlan çocuğu olduğunu, göbeğini kesip bir beze sardıklarını” duyunca, “Bana isyan mı ettin?” diyerek Sevde’ye sitem ediyor. Sevde “Allah’a isyan etmekten ve onun elçisini kızdırmaktan Allah’a sığınırım!” diyerek özür diliyor. Hz. Peygamber (a.s.m) “Onu bana getirin” diyor. Sevde onu yanına götürünce üzerine sarılmış olan sarı bezi alıp atıyor ve kendisini beyaz bir beze sarıyor. Sonra Hz. Ali (ra)’e dönerek adını ne koyduğunu sordu. “Cafer” deyince, “Hayır, onun adı Hasan’dır, ardından gelenin adı da Hüseyin olur ve sen Ebul’-Hasan’sın.” diye buyurdu.(bk. Mecmau’z-zevaid, 9/174-175). Buharî’nin İbn Ömer’den yaptığı bir rivayette Resulullah (a.s.m)’ın sarı rengi kullandığını göstermektedir.(Buharî, Libas, 37; İbn Hacer, 10/305, 308). Sadece sarı değil, kırmızı vs. renkler konusunda da değişik rivayetler vardır. Bu farklı rivayetlere bakarak alimler farklı görüşler belirtmişlerdir. Mutlak olarak haram diyenlerin yanında mutlak olarak caiz görenler de vardır. Bazıları meneden rivayetleri sadece ihramla ilgili olarak görürken, bazıları genel olarak görmüşlerdir. Bu konudaki çekincelerin sebebi şöyle özetlenebilir: a. Sarı ve kırmızı renkler, daha çok kafirlerin işidir, onlara benzememek gerekir. b. Bu gibi renkler süslü ve gösteriş vesilesi olduğu cihetle daha çok kadınlara yakışır, erkeklerin kadınlara benzememsi gerekir. Nitekim, Hz. Ömer (ra) kırmızı renkli elbiseler giyenleri gördüğü zaman, yanına çekip “Bunu kadınlara bırakın” derdi. (İbn Hacer, 10/3056). c. Sarı renk de bu gerekçeyle mekruh görülmüş olabilir. Nitekim, bazı alimler tarafından sarı renk renklerin en parlağı olduğu ifade edilmiştir. Bakara Suresinde yer alan “O, bakanların içini açan parlak sarı bir inek olacaktır.» dedi” (Bakara, 2/69) mealindeki ayetin ifadesi buna delil olarak getirilmiştir(bk. İbn Hacer, Fethu’l-Bârî,10/305 ). Taberî bu rivayetlerin çoğunu zikrettikten sonra, kendi görüşünü şöyle açıklamıştır: “Bana göre, bütün renkler caizdir. Anca ben kırmız veya kırmızıyla karışık olan renkleri -görünür şekilde üst elbise olarak-giymek istemem. Çünkü, bunlar zamanımızda insanların mürüvvetine yakışmaz. Halbuki, günah olmadığı sürece zamanın giysilerinin şekline riayet etmek gerekir.” Demek ki mürüvvet kırıcı olmadığı zaman ve mekânlarda bu renkleri giymekte bir sakınca yoktur. (bk. İbn Hacer, a.g.e). İmam Nevevi’ye göre –bir kısım alimlerin mekruh görmelerine mukabil-sahabe, tabiîn ve onlardan sonra gelen alimlerin büyük çoğunluğuna göre, kırmızı-sarı (muasfer) boyayla boyanmış elbiselerin giyilmesi caizidir. Ebu Hanîfe, Malik ve Şafii de aynı görüştedir.(bk. Nevevî-şamile-7/156). 30 Hz. Ebu Zerr (r.a)'in zenginlerden zekat ve sadakayı fazlasıyla vermelerini istemesini nasıl değerlendirmeliyiz? Hz. Ebu Zer (ra) zekât fazlasını istemesi zora dayanan bir şey değildi. Kur’an’da zekât kelimesi yanında “infak, sadaka” kelimeleri de kullanılmıştır. Bu son iki sözcük zekâtla beraber “teberru, farz olmayan fazladan sadaka”yı da içine almaktadır. “Allah yolunda infak edin” emrini yerine getirmeye çalışan sahabe, sadece zekatı değil tetavvu / sünnet cinsinden sadakaları da veriyorlardı. Hz. Ebu Zer (ra) de hali vakti yerinde olan zenginlerden yalnız farz olan zekatı vermekle yetinmemelerini, bunun yanında nafile sadakalarla da muhtaç olanların yardımına koşmalarını istiyordu. Bu tavrında bir cebir değil, nasihat, öğüt vardı. Züht ve takvayı prensip edinen Hz. Ebu Zer (ra) özellikle Hz. Osman (ra) devrindeki fütuhatın sonucunda insanların genel olarak -eskiye göre- daha zengin bir hayata sahip olması, özellikle de Şam’da kaldığı süreçte oradaki şaşalı, debdebeli hayata karşı tavrı çok sert olmuştu. Hatta Hz. Muaviye (ra) ile arasında tartışmalar da oluyordu. Hz. Ebu Zer (ra) aşağıda mealini verdiğimiz ayete dayanarak insanların aile geçimini sağlayan miktardan fazla kalan mallarını da fakirlere infak etmelerini söylüyordu. “Ey iman edenler! Doğrusu hahamların ve rahiplerin çoğu halkın mallarını haksız yollardan yerler ve insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırırlar. Altını, gümüşü yığıp Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onları acı bir azabın beklediğini müjdele! Yığılan bu altın ve gümüş cehennem ateşinde kızdırılarak, bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün onlara: 'İşte! denilecek, sizin nefisleriniz için yığıp hazineye tıktıklarınız! Haydi tadın bakalım o tıktığınız şeyleri!' ”(Tevbe, 9/34-35). Hz. Muaviye (ra) ise, bu ayetin sadece ehl-i kitap için söz konusu olduğunu söylüyordu. Hz. Ebu Zer (ra) bunun Müslümanlara da bir ders olduğunu sölüyordu. Bunun üzerine Hz. Muaviye (ra) kendisini Hz. Osman (ra)’a şikayet etti. Halife kendisini Medine’ye çağırdı. O da gitti, bir süre sonra da sosyal hayattan bıkıp Rezebe denilen bir çölde yaşamaya başladı ve orada vefat etti.(Taberî, İbn Kesir, ilgili ayetin tefsiri). Hz. Ebu Zer (ra)’in “ayete dayanarak insanların aile geçimini sağlayan miktardan fazla kalan mallarını da fakirlere infak etmelerini zorunlu görmesi”ne dair içtihadı İslam alimleri tarafından uygun görülmemiştir. Fakat bu onun ayete dayanarak yaptığı bir içtihattır. Şiaların onu fazla sevmeleri, onun Hz. Osman (ra) ve Hz. Muaviye (ra)’i eleştirmesi ve onların siyasetlerin benimsemesinden ötürüdür. 31