Zonguldak Madencileri’nin Yürüyüşünden Tekel İşçilerinin Direnişine Ocağın ayazında Ankara’yı mesken eyleyen Tekel işçilerinin direnişi, işçi sınıfı ve elbette sosyalist hareket için bir umut olurken, sınıf hareketinin geleceğine dair birçok soru ve tartışmayı da gündeme taşıdı. En önemli soru şu; Tekel işçileri cüret ve direngenlikleri ile Türkiye işçi sınıfının üzerindeki ölü toprağını atıp, yükselen bir mücadelenin artçıları olabilecekler mi? Tekel işçilerinin kararlı eylemini değerlendiren çok sayıda siyasi çevre, işçi sınıfının mücadelesinde yeni bir evre tanımı yapmaktalar. Umarız haklı çıkarlar. Biz de böyle olması için elimizden geleni yapacağız. Ancak Tekel işçilerinin direngen mücadelesine rağmen, sınıf hareketinde bir yükseliş tanımlaması yapmak için henüz çok erken. Doğal olarak sınıf mücadelesinin acil görevlerini tarif ederken nesnel durumu doğru analiz etmemiz hayati önemdedir. Geçtiğimiz bir yıla baktığımızda, önceki yıllara oranla daha fazla mücadele yaşandığı ortada. Özellikle krizin başında çok sayıda grev, direniş ve hatta işgal yaşandı. 15 Şubat 2009 İstanbul mitingiyle kitlesel bir ifade bulan bu mücadeleler, daha sonra durma noktasına geldiler. 1 Mayıs’taki alan tartışmaları da sınıf hareketini zayıflatan, yönünü şaşırtan bir rol üstlendi. Bu dağınıklıktan yararlanan AKP hükümeti, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda neoliberal yıkım yasalarını bir bir hayata geçirdi. Kamu emekçileri, 25 Kasım’da bir günlük iş bırakma eylemi ile saldırılara cevap verdiler. Grev uzun bir sessizliğin ardından sınıfa moral verdi. Grevin ardından çok sayıda kamu emekçisi soruşturmaya tabi tutuldu, 16 demiryolu işçisi işten atıldı. Demiryolu işçileri, işten çıkarılan arkadaşlarını savunmak için bir kez daha iş bırakarak cüretkâr bir eyleme daha giriştiler. Onlara İstanbul Belediyesi İtfaiyecileri ve Esenyurt Belediye işçileri katıldı. Birlikte Boğaziçi Köprüsü’nü işgal ettiler. İtfaiyeciler belediye güvenliklerinin, polisin fiziki saldırısına ve psikolojik baskılara rağmen direnişe devam ettiler. Tüm bunlara Sinter işçilerinin bir yılı aşkındır süren direnişlerini, yine Sabiha Gökçen işçilerinin direnişlerini de eklemek gerekir. 15 Aralık’ta direnişlere, Tekel işçileri de katıldı ve eylemleri kitlesel olarak devam ediyor. Direniş, 17 Ocak mitingi ile son yılların en büyük işçi eylemi haline geldi. Tekel işçisi ne için mücadele ediyor? Bildiğiniz üzere burjuva hükümetler (ANAP, CHP, DSP, MHP, RP, DYP ve diğerleri) yoğun bir özelleştirme saldırısı ile tüm Tekel işletmelerini özelleştirdiler. Yaklaşık iki yıl önce AKP hükümeti, bugünkü sendikal yönetimlerle de anlaşarak, 12 bin Tekel işçisinin 31 Ocak 2010’a kadar eski ücretlerinden çalışmasını, bu tarihten sonra da 4/C statüsüne geçmelerini onayladı. Özelleştirmelere ses çıkarmayan Türk-İş yönetimi ve doğal olarak Tek Gıda-İş yönetimi de bu uygulamayı o dönemlerde kabul etti. O günkü kargaşada devletin lütfu gibi geldi emekçilere ama burjuvazi unutmadı. İki yıl sonra hesabı kapatmak için işçilerin karşısına tekrar geldiler. Ama bu kez Tekel işçisi sendikasını da dinlemedi, “Biz varız!” dedi. Pek, nedir bu 4/C? Neden bu karda kıyamette işçileri Ankara’nın meydanlarına dikti? Hükümetin ‘yan gelenlere’ bir lütfu mu? Yoksa yıllardır üreten, kâr yaratan emekçilerin dizginsiz sömürülenler kervanına katılması mı? Öncelikle 4/C statüsüne geçecek işçilerin, yaklaşık bin 350 TL olan ücretleri ilköğretim mezunları için 772, lise mezunları için 856 ve üniversite mezunları için 938 TL’ye düşecek. 4/C statüsünde çalışan işçiler 11 ay çalıştırılacak. (Başlangıçta bu süre 10 aydı, hükümetin geri adım atmasıyla 11 aya çıktı.) Bunun dışında bir yan ödeme ya da fazla mesai yok. Her yıl sözleşmeleri yenilenecek, yani iş güvencesi de yok. Üstelik emekli maaşları da yaklaşık yarı yarıya düşecek. İhbar, kıdem tazminatı da alamayacaklar. Sendika hakları da yok. Tam bir kölelik düzeni! İşte bu yüzden Ankara’nın soğuğunda polisin dayağına, soğuk suyuna ve her türlü yoksunluğa rağmen 15 Aralık 2009’dan bu yana direniyorlar. Abdi İpekçi Parkı’ndan polis dayağı ile atıldıktan sonra Türk-İş’in önünde beklemeye devam ediyorlar. İşte bu direngen işçiler 19 Ocak’ta, 1980 sonrasının en kitlesel işçi eylemlerinden birine öncülük ettiler. Kararlılıkları ile tüm işçi sınıfına örnek oldular, umut oldular. Tekel işçilerin bu kararlı mücadelesi bizlere ’91 yılı başındaki Zonguldak madencilerinin uzun yürüyüşünü hatırlattı. Zonguldak madencilerinin uzun yürüyüşü Ocak 1991’de Zonguldak madencileri hükümeti düşürmeye kadar gidecek kitlesel bir yürüyüş örgütlediler. Zonguldak işçisinin mücadele geleneği karşısında ocakları bir türlü özelleştirmeyen dönemin ANAP hükümeti, çalışma koşullarını ağırlaştırıyordu. İşçilerin artan tepkileri Genel Maden-İş üzerinde de etkili oluyordu. Toplu görüşmelerde hükümetle anlaşamayan Genel Maden-İş, hem düşük ücretlere hem de özelleştirme saldırısına karşı grev kararı aldı. Genel Madenİş’e 30 Kasım 1990’da grev pankartını astıran işçiler, halkın da desteğiyle kitlesel yürüyüşler organize ettiler. Hükümetin geri adım atmaması üzerine, Türk-iş Başkanlar Kurulu (tabanın baskısı sonucunda) 20 Aralık’ta yaptığı toplantıyla, 3 Ocak’ta genel greve gitme kararı aldı. 4 Ocak’ta da maden işçileri Ankara’ya yürüyecekti. 3 Ocak’ta grevi desteklemek için ülke çapında iş bırakıldı. Grev komitesinin öncülüğünde işçiler 4 Ocak sabahı Zonguldak’tan yola çıktılar. Barikatlara, soğuğa, olanaksızlıklara rağmen dört gün yürüdüler. Birçok barikatı aştılar, Mengen barikatında hükümet işçileri durdurmakta kararlıydı. Üstelik Şemsi Denizer de; elbette Türk-iş yönetimi de hükümetle bir an önce anlaşmak istemekteydi. Sendika yönetimi 4. gün yani 7 Ocak akşamı grevi bitirme kararı aldı. 8 Ocak günü hükümetle anlaşıldığı söylenerek, işçiler apar topar geri gönderildi. 6 Şubat’ta hükümetle toplu sözleşme imzalandı. Elbette maden işçilerinin taleplerinin altında bir sözleşmeydi. İşte Mengen’deki o barikat, aslında işçi sınıfının o dönemki yükselişine de bir barikattı. Tekel ve Zonguldak mücadelelerindeki benzerlikler birçok siyasi çevreye bu analojiyi kurdurmaktadır. Örneğin her iki direnişte de sendikal bürokrasiye ve devletin baskılarına rağmen işçilerin direnme iradesi vardır. Otobüs tutmayan Genel Maden-İş’e rağmen Zonguldak madencileri Ankara’ya yürümüştür. Tekel işçileri de sendikaya rağmen Ankara’da direnmektedirler. Her iki direniş de hükümeti ve doğal olarak Ankara’yı hedef almıştır. Her iki direniş de geniş bir toplumsal desteğe sahiptir. Her ikisi de işçi sınıfı için önemli bir moral olmuştur. Her iki direniş de Türk-İş bürokrasisini genel greve doğru sürüklemiştir. Ancak Zonguldak madencilerinin mücadelesinin, ’86 Netaş grevi ile başlayan, kamu emekçilerinin mücadelesi ile güçlenen ve ’89 baharındaki kitlesel eylemliliklerle düzeni sarsan bir sürecin devamcısı olduğunu söylemeliyiz. Doğal olarak ANAP hükümetinin de yıprandığı bir süreçtir. Yani ’80 darbesinden sonra yeniden sahneye çıkmaya çalışan işçi sınıfı, devletsendika işbirliğiyle, Mengen barikatlarında durdurulmuştur. Bugün durum böyle değildir. Mücadele uzun süredir geri çekilmiştir. İşçi sınıfı savunma hattındadır. Tekel direnişi de böylesi bir savunma eylemidir. Kısmi mücadeleler de olsa, ’89 benzeri bir yükselişten değil, ancak böylesi bir yükselişin ilk adımlarından bahsediyor olabiliriz. Zonguldak madencileri fiili olarak çalışan, sendikalı ve aynı şehirde yaşayan işçilerdi. Doğal olarak şehrin ve tüm bölgenin desteği üzerlerindeydi. Tekel işçileri başka şehirlerden gelmektedirler. 31 Ocak itibari ile Tekel işçisi olmaktan çıkacaklar ve 4/C kapsamında çalışmaya başlayacaklardır. Doğal olarak henüz bir direniş komiteleri yoktur. Daha çok geldikleri şehirlerin temsilcileri üzerinden hareket etmektedirler. Bu onları zorlamaktadır. Zonguldak madencilerinin içerisinde ve genel olarak o dönem toplumda mücadeleci bir işçi kuşağı olduğunu ifade etmeliyiz. Zonguldak madencileri o döneme kadar birçok mücadele deneyimi görmüşlerdi. Ve hatta aralarında siyasi işçiler de vardı. Buna Zonguldak’ın sol ve emek eksenli bir şehir olmasını da eklemek gerekiyor. Yine o dönemde, ’89 bahar eylemlerine de öncülük eden çok sayıda işçinin, başta kamu emekçileri olmak üzere, mücadele içerisinde olduğunu ifade etmeliyiz. Sosyalist solun da daha örgütlü olduğu bir dönemdi. Bugün mücadelelere öncülük edebilecek deneyimli işçi sayısı çok azdır ve maalesef uzun süredir kontrol burjuvazinin elindedir. Sendika bürokrasisi ise mücadelelerin önündeki en önemli engeldir. Bugün ayaklarının altındaki toprak kayan sendikacıların, sol maskelerini takması bir tiyatrodan başka bir şey değildir. Sınıf hareketinin ve sosyalist hareketin geriliğine rağmen Tekel işçileri çok önemli bir mücadeleye önderlik etmektedirler. Onlar direngenlikleriyle tüm ezilenlere bir umut olmaktadırlar. Sorun bu mücadelenin nasıl geliştirileceğidir. Sonlarının dün Mengen barikatında ya da SEKA’da kandırılan işçi kardeşlerimiz gibi olmaması için neler yapılması gerekiyor? Tekel işçilerinin mücadelesini diğer işçilerin mücadelesi ile nasıl birleştirmeliyiz? Dahası Tekel mücadelesini de içeren ama tüm emekçileri de kapsayan bir talepler programıyla burjuvazinin karşısında nasıl dikileceğiz? Genel Grev talebi üzerine 19 Ocak mitinginin ardından genel grev talebi daha güçlü atılmaya başlanmıştır. İşçilerin bu talebi karşısında altı sendika konfederasyonu bir araya gelmiş 26 Ocak Salı günü saat 17’ye kadar hükümete süre vermiş ve sürecin sonucunda bir günlük dayanışma grevine gideceklerini açıklamışlardır. Ancak 26 Ocak günü gerçekleşen toplantıya Hak-İş ve Memur-Sen katılmamıştır. Toplantının sonucunda grev günü 3 Şubat olarak kararlaştırılmıştır. Aynı gün hükümet de Türk-İş’le 28 Ocak’ta görüşmek istediğini ifade etmiştir. Doğal olarak hükümetle anlaşmanın zemini aranmaktadır. Öncelikle böylesi bir genel grevin 12 Eylül yasalarında yasak olduğunu ifade etmeliyiz. Doğal olarak zorlu bir mücadeleyi önümüze koymuş durumdayız. Genel grevler ekonomik taleplerle olabileceği gibi, politik taleplerle de olabilir. Ekonomik genel grevlerle daha sık karşılaşılmakla beraber, politik genel grevler nadiren gerçekleşmektedir. Politik genel grev, burjuva düzeni felç etmeyi amaçlar, bu nedenle burjuva iktidara karşı işçi sınıfının bir meydan okuması ve aynı zamanda kendi düzenini kurma girişimidir. Yani bir isyan provasıdır. Ekonomik genel grevler de kimi zaman hükümete karşı politik grevlere dönüşebilirler. Bu nedenle sınıf güçlerinin daima böylesi bir olasılığa karşı hazırlanması gerekir. Doğal olarak bizlerin bu slogana hayır demesi mümkün değildir. Ancak böylesi bir sloganın atılmasından öte, genel greve dönük bir hazırlığın yapılması gerekmektedir. Ancak böylesi bir hazırlık yoktur. Böylesi bir hazırlığı yapacak örgütlülük maalesef yoktur. Türk-İş yönetimi grev kararında samimiyse ivedilikle bunun çalışmalarına başlamalıdır. Öncelikle bir ulusal grev komitesi oluşturulmalı ve tüm konfederasyonları, sendikaları, işçi örgütlerini kapsayacak şekilde geliştirilmelidir. Aksi halde moral bozukluğu daha da artacak, Tekel işçisinin de direnci düşecektir. Sendika bürokrasileri kendi koltuklarını korumak için bir yandan hükümetle pazarlık yaparken, bir yandan da genel grevi hazırlamaktan kaçınacaklardır. Bu bağlamda bir saatlik iş bırakmalara hiç önem vermeyen sendika yönetimleri benzer bir yol izleyecek, grev kararı almak zorunda bile kalsalar bunun güçlü olması için yeterince çaba sarf etmeyeceklerdir. Ayrıca işçi sınıfının büyük bir kısmının sendikasız olduğunu hatırlatmalıyız. Sendika konfederasyonlarının da ciddi kan kaybında olduğunu defalarca yazdık. Sosyalist solun böylesi bir direnişi örgütleyebilecek gücü ve böylesi bir deneyimi de yoktur. Grev kararının alınmaması kadar, bu kararın layığınca yerine getirilmemesi de işçi sınıfının moralini bozacaktır. Doğal olarak mücadelenin genel greve kadar gidecek bir planının ve hazırlığının yapılması gerekir. Üstelik tüm emekçileri kapsayacak bir talepler programı ile birleşmelidir. Bu bağlamda şu dönemde faydalı olmadığını düşündüğümüz bir eylem biçimi de açlık grevi ve ölüm orucudur. Sendika bürokrasisi işçileri açlık grevi ile oyalamaktadır. Bu dönemde aktif bir ajitasyon ve propaganda faaliyetine girilmelidir. Örneğin komiteler oluşturulmalı, bu komiteler Ankara’nın her yerini eylem yerine çevirmeli ve daha fazla sayıda emekçiyi mücadelelerine desteğe çağırmalıdır. Mesela Sincan Organize Sanayi’de eylemler yapılabilir. Örneğin Tuzluçayır’ın emekçi halkı mücadeleye çağırılabilir. Ya da birçok sendikada ve okullarda da toplantılar düzenlenebilir. Direnişi desteklemek için komiteler etrafında bağış kampanyaları düzenlenebilir. Böylece hem direniş moral kazanır, hem daha fazla maddi desteğe ve insan desteğine ulaşır. Tekel işçisi mücadelesini diğer emekçilerle buluşturabildiği ölçüde daha da güçlenecek, mücadelesi daha da uzun soluklu olacaktır. Olasılıklar ve görevler Tekel direnişi ile sınıf hareketi önemli bir moral kazanmıştır. Ancak bu morale eşlik edecek bir örgütlülük ne Ankara’da ne de ülke çapında söz konusu değildir. Adına layık bir devrimci parti de yoktur. Sosyalist solun sınıf refleksi zayıftır, halkçıdır, hareketçidir. Tüm bu olumsuzluğun içerisinde bizleri umutlandıran tek şey işçi sınıfının devrimciliğidir. Her şeye rağmen ‘sınıf var’ diyen, hakkını arayan Tekel işçileri, İtfaiye işçileri, Sinter işçileri, Esenyurt Belediye işçileri umutturlar, sınıfın devrimci dinamizminin örnekleridirler. Tüm bu direnişleri ülkedeki diğer mücadelelerle birleştirecek bir talepler programı hazırlanmalıdır. Tekel ve diğer kamu emekçileri için özelleştirmelerin durdurulması, işten atılan ve 4/C’ye geçirilen işçilerin tüm hakları korunarak yeniden işbaşı yapması, asgari ücretin -öncelikle- açlık sınırının üstüne (812 TL’ye) çekilmesi, kamu emekçilerinin ücretlerinin iyileştirilmesi, işten atılmaların yasaklanması, işsizlik maaşlarının işsizler iş bulana kadar ödenmeye devam etmesi, işsizlik maaşının alt sınırının açlık sınırı olan 812 TL’ye çıkarılması vb… Bu talepler bir program haline getirilmeli, işçilerden oluşan ülke çapında bir komite bu taleplerin etrafında tüm emekçileri örgütlemeye çalışmalıdır. Bunun zor olduğunu biliyoruz ama ancak böylesi bir yöntemle bir genel grevin etkili olabileceğini de biliyoruz. Hazırlıksız bir genel grev mücadeleyi daha da zora sokacaktır. Sınıf güçlerini emekçilerin etrafında seferber etmek bugün dünden daha fazla önemlidir. Yazan: Fuat Karahan, 26 Ocak 2010