23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ 3 DÜZENLEME KURULU 4 KONGRE BİLİMSEL PROGRAMI 5 KONUŞMA ÖZETLERİ SÖZEL BİLDİRİLER POSTER BİLDİRİLERİ YAZAR DİZİNİ 1 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 2 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 ÖNSÖZ Değerli Meslektaşlarımız, 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi, 15-18 Mayıs 2013 tarihleri arasında Edirne’de Trakya Üniversitesi Balkan Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecektir. Meriç, Arda ve Tunca ırmakları arasında yer alan ve başta Selimiye olmak üzere camileri, çarşıları, köprüleri ve evleriyle bir tarih kenti niteliğinde olan Edirne, aynı zamanda ülkemize batıdan gelenleri ilk karşılayan bir sınır kenti olma özelliğini de taşımaktadır. Edirne aynı zamanda psikiyatrik tedavilerin tarihi yönünden de önemli olan bir kentimizdir. Önemli yapıtlarından biri olan II. Bayezid Külliyesi, içinde barındırdığı Darüşşifa ve Tıp Medresesi ile Osmanlı döneminde tıp eğitiminin yanı sıra, başta akıl hastalarına uygulanan su ve müzik tedavisi olmak üzere çeşitli tedavi yöntemlerine öncülük etmiştir. Bu yapıt, Trakya Üniversitesi tarafından Sağlık Müzesi’ne dönüştürülmüş ve bu müze, 2004 Avrupa Birliği Müze Ödülünü almıştır. Edirne ile ilgili bu özellikleri dikkate alarak, kongremizin temasını ‘Köprüler ve Sınırlar’ olarak belirledik. Kongremizin konusunu, çocuğun gelişim sürecindeki sınırlar ve sınırlılıklardan, çocuk ya da ergende psikiyatrik semptomlar ya da bozuklukların oluşmasına zemin hazırlayabilecek sınırlar ve sınırlılıklara kadar giden geniş bir yelpazede ele almayı amaçladık. Baharı yeşillikleri ile güzelleşen Edirne’mizde güzel bir kongre geçirmeniz dileği ile, KONGRE DÜZENLEME KURULU 3 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Onursal Başkan Prof. Dr. Yener Yörük Trakya Üniversitesi Rektörü Kongre Eş Başkanlar Doç. Dr. Işık GÖRKER - Prof. Dr. Füsun ÇUHADAROĞLU Genel Sekreter Doç. Dr. Işık GÖRKER Sayman Prof. Dr. Fatih ÜNAL Üyeler Prof. Dr. Ayla AYSEV Prof. Dr. Müge TAMAR Doç. Dr. Koray KARABEKİROĞLU Doç. Dr. İbrahim DURUKAN Yerel Organizasyon Kurulu Dr. Hakan CENGİZ Dr. Leyla BOZATLI Dr. Volkan ŞAN Dr. Güçlü AYAZ Dr. Cansın CEYLAN Dr. Mengühan ARAZ Dr. Zeki ÇELİK Dr. Ali EROL Dr.Kıvanç Kudret BERBEROĞLU Dr. Nazike AK Psk. Meltem YÜCEL KARADAĞ Psk. Tuğba SALT Bilimsel Kurul Prof. Dr. Ayşen Coşkun - Kocaeli ÜTF Prof. Dr. Belma Ağaoğlu - Kocaeli ÜTF Prof. Dr. Ayşe Avcı - Çukurova ÜTF Prof. Dr. Sema Kandil - Karadeniz Teknik ÜTF Prof. Dr. Elvan İşeri - Gazi ÜTF Prof. Dr. Fevziye Toros - Mersin ÜTF Prof. Dr. Tümer Türkbay – GATA Prof. Dr. Salih Zoroğlu -İstanbul Üniversitesi İstanbul TF Prof. Dr. Türkay Demir -İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa TF Prof. Dr. Süha Miral - Dokuz Eylül ÜTF Prof. Dr. Cahide Aydın - Ege ÜTF Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan - Ege ÜTF Prof. Dr. Aynur Akay Pekcanlar - Dokuz Eylül ÜTF Prof. Dr. Berna Özsungur - Hacettepe ÜTF Prof. Dr. Fatih Ünal - Hacettepe ÜTF Prof. Dr. Ayla Aysev - Ankara ÜTF Prof. Dr. Müge Tamar - emekli Ege ÜTF Prof. Dr. Füsun Çuhadaroğlu - Hacettepe ÜTF Doç. Dr. Işık Görker - Trakya ÜTF Doç. Dr. Koray Karabekiroğlu – On dokuz Mayıs ÜTF Doç. Dr. İbrahim Durukan - GATA 4 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 BİLİMSEL PROGRAM 15 MAYIS 2013 Çarşamba (1. Gün) 09:00-12.00 Kurslar 13:00-14:00 Açılış Töreni 14:00-15:00 Konferans: Bozkurt Güvenç 15:00-15:30 Kahve Arası ve Poster Sunumları Panel: A Salonu 15:30-17:00 Toplumsal Değişim ve Sınırlar Füsun Çuhadaroğlu: Çocuk Boyutu Müge Tamar: Aile Boyutu Levent Kayaalp: Hekim Boyutu Panel: B Salonu Anne- Babalık Öğretilir mi? Kanıta Dayalı Uygulamalar - Otutrum Başkanı: Aylin ÖZBEK Serkan Kahyaoğlu: AÇEV'in Anne-Baba Eğitimleri Burcu Arkan: Triple P: Olumlu Anne- Babalık Eğitimi Nazlı Baydar: İnanılmaz Yıllar Fatma Varol Taş: Toplum Temelli Uygulamalar 17:00-18:30 Panel: Uzmanlık Eğitiminden Eğiticiliğe: Mesleki Eğitim Süreci Oturum Başkanı: Süha Miral Gözde Akkın Gürbüz: Uzmanlık Eğitimi Mehmet Çolak: Mesleki Koşullar ve Eğitim Şahbal Aras: Eğiticilerin Eğitimi 19:00 (Bu panel, Yeterlilik Kurulu ve Asistan Komisyonunun işbirliği ile hazırlanmıştır) Açılış Kokteyli 16 MAYIS 2013 Perşembe (2. Gün) 08:00-08:55 Kurslar 09:00-10:00 Konferans: Bedirhan Üstün: ICD-11 ve DSM-V'e Geçerken Tanısal Değerlendirmeler 10:00-10:15 Kahve Arası 10:15-11:45 Panel: Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uygulamalarında Etik Boyut Burcu Serim Demirgören: Sağlıkta Dönüşüm Şahbal Aras: Okulda Dönüşüm Bahar Gökler: Toplumda Dönüşüm (Bu panel Etik Komisyon Tarafından düzenlennmiştir) 11:45-12:00 12:00-13:30 Yemek Arası A Salonu B Salonu Kurs- Otizm Spektrum Bozuklukları Prof. Dr. Nahit Motavallı Prof. Dr. Yankı Yazgan Komisyon Başkanları ve Yönetim Kurulu Toplantısı 5 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 16 MAYIS 2013 Perşembe (2. Gün) Panel: A Salonu Panel: B Salonu 13:30-15:00 Erken Çocukluk Psikopatolojisinde Sınırlar, Çocuk ve Erişkinliğe Köprüler Oturum Başkanı: Işık Görker Yaşamsal Görevimiz: Çocuk Haklarının İzlenmesi Oturum Başkanı: Runa İdil Uslu Koray Karabekiroğlu: Daha Doğmadan Doğan Bebek: Ruh Sağlığı İle İlişkili Prenatal Faktörler Tuna Çak: Erken Yaşam Stresleri ve Bebek Ruh Sağlığı Işık Görker: Erken Yaşamda Duygu Düzenleme İle Etkileşim Kurma Arasındaki Köprüler Bengi Semerci: Çocuk ve Genç Psikiyatrisi Çocuk Haklarının Neresinde? Şahin Antakyalıoğlu: Çocuk Haklarına Dair Güncel Uygulamalar Adnan Arkadaş: Uluslar arası Çocuk Merkezi Çocuk ve Haklarını İzleme ve Raporlama Çalışmaları 15:00-15:30 Kahve Arası ve Poster Sunumları Panel: A Salonu Panel: B Salonu 15:30-17:00 Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu'nun Sınırları Oturum başkanı: Eyüp Sabri Ercan Eyüp Sabri Ercan: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ve Karşıt Olma karşı Gelme Bozukluğu Aynur Akay: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ve Bipolar Bozukluk Nahit Motavallı Mukaddes: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ve Yaygın Gelişimsel Bozukluk Yankı Yazgan: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ve Tik Bozuklukları 17:00-18:00 Vaka Toplantısı: A Salonu Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda Tanı ve Tedaviyi Yönlendirebilecek Yollar ve Bağlantıları Değerlendirme Yankı Yazgan Beril Taşkın 18:00-19:30 Erişkinliğe Köprüde Çocuk ve Ergenlerde Sınır Durumlar Oturum başkanı: Taner Güvenir Taner Güvenir: Sınırdaki Ergene Sınır Koyabilmek Türkay Demir: Sınırdaki Çocuğun İletişim Yolları: Savunma, Fantezi ve Duygularla Sahneye Konanlar Doğan Şahin: Sınır Durumların Fenomenolojisi Vaka Toplantısı: B Salonu İstismar Olarak Değerlendirilen Bir Olguda Yanlış Tanının Tartışılması Ayşen Coşkun Şahika Gülen Şişmanlar Ümit Biçer Komisyon Toplantıları 6 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 17 MAYIS 2013 Cuma (3. Gün) 08:00-08:55 09:00-10:00 10:00-10:15 10:15-11:15 11:30-12:00 12:00-13:30 Kurslar Konferans: Grigoria Abetzoğlu: Çocuk Psikiyatrisinde Bağlar; Zarflar, Sınırlar Kahve Arası İkili Konferans Işık Görker: Azınlıklar Aspasia Serdari: Göç Yemek Arası ve Poster Sunumları Kurs- Otizm Spektrum Bozuklukları Prof. Dr. Nahit Motavallı- Prof. Dr. Yankı Yazgan 13:30-15:00 Panel: A Salonu OSB'de Tanı ve Değerlendirme Yöntemleri İle Tedavi Süreçlerinde Çocuk ve Ergen Psikiyatrisinin Rolü Oturum Başkanı: Nahit Motavallı Mukaddes 15:00-15:15 15:15-16:45 Panel: A Salonu Gonca Gül Çelik: PANDAS ve Genetik Ebru Çengel Kültür: PANDAS Olgularında Nörogörüntüleme Çalışmaları ve Nörolojik Bulgular Ayşegül Yolga Tahiroğlu: PANDAS Olgularında Klinik Görüntüleme ve Klinik Yönetim Vaka Toplantısı: A Salonu Duygudurum Bozuklukları ve Eşlik Eden Durumlarda İnteraktif Olgu Tartışmaları: Bir Uçtan Diğerine Kurulan Köprüler 19:00 Bağlanma- Ayrılma Oturum Başkanı: Elvan İşeri Elvan İşeri: Bağlanma- Bağlanamama Birim Günay Kılıç: Ayrılma- Bireyselleşme Hande Karakılıç: Travma- Ayrılma Pınar Öner: Otizm Belirtilerlerinin Yaşam Boyu Değişimi Özgür Öner: Otizm Spektrum Bozukluğunda Değerlendirme Nahit Motavallı Mukaddes: Otizm Spektrum Bozukluklarda Tanı ve Değerlendirme Yöntemleri ve Tedavi Süreci Kahve Arası PANDAS Oturum Başkanı: Ayşe AVCI 16:45-17:45 Panel: B Salonu Panel: B Salonu Ağrı ve Sınırları Oturum Başkanı: Sabri Hergüner Sabri Hergüner: Gögüs Ağrıları Semih Ayla: Baş Ağrıları, Ağrının Nörobiyolojisi Evrim Aktepe: Onkolojik Ağrılar Vaka Toplantısı: B Salonu Paranoid Belirtilerle Giden... Füsun Çuhadaroğlu Bilge Merve Bekler Tartışmacı: Nahit Motavallı Mukaddes Yönetici: Neslihan İnal Emiroğlu Sunumlar: Seher Akbaş ( Bu toplantı Duygudurum Komisyonu eğitim etkinliğidir) Gala Yemeği 7 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 18 MAYIS 2013 Cumartesi (4. Gün) 08:00-08:55 Kurslar 09:00-10:00 Sözel Bildiriler A Salonu: Oturum Başkanı: İbrahim Durukan B Salonu: Oturum Başkanı: Sabri Hergüner 10:00-10:30 10:30-12:00 Kahve Arası ve Poster Sunumları Panel: A Salonu Panel: B Salonu Özürlülerde Sınırlarımız, Sınırlılıklarımız Oturum Başkanı: Yankı Yazgan Bağımlılıkta Sınırlar ve Köprüler Oturum Başkanı: Cahide Aydın Betül Bakkaloğlu: Zeka Geriliğinin Tanılanması ve Takibindeki Güçlükler Senem Başgül: Özürlü Çocukta Bağlanma Süreci Dlek Sabancı: Özürlü Eğitiminin Planlanmasında Sınırlılıklarımız Av. Işıl Bağatur: Özürlü Çocukların Eğitimi ve Sosyal Haklarındaki Hukuki Sınırlar Cahide Aydın: Çocuk ve Ergenlerin Madde Bağımlılığı Kültekin Öğel: İnternet Bağımlılığı Defne Tamar: Ergen Madde Kullanımında Psikanalitik Yaklaşım Erdal Vardar: Bağımlılık ve Agresyon 12:00-13:00 Konferans: Akılcı İlaç Kullanımı 13:00-13-30 Kapanış KURSLAR 1. Bebek Ruh Sağlığı: Doç. Dr. Koray Karabekiroğlu 2. Aile Görüşme Teknikleri: Prof. Dr. Emine Zinnur Kılıç, Prof. Dr. Behiye Alyanak 3. Yaşamın Sınırlarına Yaklaşıldığında: Çocuk ve Ergenlerde Ölüm ve Yas (Kuramsal ve Psikodramatik Yöntem Yoluyla Uygulamalı Bir Çalışma Grubu): Prof. Dr. Bahar Gökler 4. Alanda Adli Çocuk Psikiyatrisi Uygulamaları Kursu: Prof. Dr. Ayşen Coşkun, Prof. Dr. Ümit Biçer, Yard. Doç. Dr. Şahika Gülen Şişmanlar. 5. Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi (K-SADS): Prof. Dr. Fatih Ünal 8 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 KONUŞMA ÖZETLERİ 9 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 1.GÜN 15 – 18 Mayıs 2013 15 Mayıs PANEL: Anne-Babalık Öğretilir mi? Kanıta Dayalı Uygulamalar Oturum Başkanı: Doç. Dr. Aylin Özbek AÇEV’in Anne-Baba Eğitimleri Serkan Kahyaoğlu AÇEV ANNE ÇOCUK EĞİTİM VAKFI ANNE BABALIK EĞİTİM PROGRAMLARI Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV) kurulduğu 1993 yılından bu yana çocukların potansiyellerini üst düzeyde gerçekleştirmeleri için anne babalara yönelik eğitim programları geliştirmekte ve uygulamaktadır. İnsanoğlu daha çocukken anne babası ile etkileşimi sonucu birçok bilgi ve becerinin yanı sıra ebeveynliği de modellemektedir. Ebeveyn olmak kişinin hayatında önemli bir dönüm noktasıdır. Bu rolün getirdiği büyük heyecan ve sorumluluk, çocuk yetiştirmek, çocukla yaşamak konusunda ister istemez birçok bilgi ve beceriyi edinmeyi gerektirmektedir. Dolayısıyla ebeveynlik zaten öğrenilmekte ve öğrenilmek zorunda kalınmaktadır. AÇEV programlarının içeriklerini en temelde bu iki gerçeği dikkate alarak oluşturmuştur. Çocuk yetiştirme konusunda yetkin ebeveynlik becerilerini kazandırmayı amaçlayan AÇEV programlarında temel bileşenler, anne babalık rolünde kişinin kendisini nasıl algıladığı, çocuğun gelişimi için ebeveynlerin destekleyen bir çevre oluşturmaları için yapabilecekleri ve çocukla karşılıklı, yakın ilişki kurma ve çocuk yetiştirmek için demokratik (olumlu) yöntemler olarak özetlenebilir. Ayrıca Anne Çocuk Eğitim Programı’nda (AÇEP) annenin çocuğuyla evde uygulayabildiği zihinsel gelişim amacıyla hazırlanan malzemeler de yer almaktadır. Programlarda ebeveynlik rolü bağlamında ebeveynin kaliteli ilişki ile ulaşılabilir, öğreterek ve örnek olarak rehber, koruyan/destekleyen bir tutuma sahip olması önemli ilkeler olarak yer almaktadır. Bahsedilen içeriklerin yanı sıra 2011 yılında değişen ihtiyaçlar doğrultusunda tüm programlar, 3 Tema Revizyon başlığı altında “toplumsal cinsiyet rollerinde eşitlik, aile içi şiddeti önleme”, “barış; farklılıklara saygı ve ayrımcılık yapmama ve “çocuk koruma” temalarına duyarlılık temaları bağlamında incelenerek yenilenmiştir. Etki araştırmaları sonucunda AÇEV programlarına katılan anne babaların aşağıdaki noktalarda ebeveynlikle ilgili becerileri kazandıkları görülmüştür. Demokratik tutumu kullanmada açık iletişim becerilerini kullanmada artış, tavizkar ve baskıcı tutumu kullanmada, geleneksel (çocuğa sevgisini göstermeyen, otoriter) babalık rol ve tutumlarında azalma (Atmaca, 2004), olumlu disiplin yöntemlerini kullanmada artış, çocuğa yönelik sözel ya da fiziksel ceza kullanımında azalma, çocukla kaliteli zaman geçirmede artış (Diri, Tüz, Özdemir 2008). Kaynakça: Atmaca, A. (2004). Baba Destek Programı Değerlendirme Raporu. www.acev.org Diri, A., Tüz, C., Özdemir, A. (2008). Güneydoğu Anadolu Anne Destek Programı Değerlendirme Araştırma Raporu. www.acev.org Triple P: Olumlu Anne Babalık Eğitimi Öğr. Gör. Dr. Burcu ARKAN Uludağ Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu, Psikiyatri Hemşireliği arkanburcu@yahoo.com Triple P (Positive Parenting Program – Olumlu Annebabalık Eğitimi) Triple P (Positive Parenting Program – Olumlu Annebabalık Eğitimi), davranış problemleri olan ya da olma riski taşıyan çocukların annebabaları için geliştirilen çok düzeyli bir aile müdahale programıdır. Bu program, annebabalar ve çocuklar arasında olumlu, sevgi ve şefkate dayalı ilişkileri teşvik etmeyi ve annebabalara birçok farklı çocuk davranışı ve yaygın gelişim problemleri ile baş etmede etkili tutum önerileri geliştirmek için yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Olumlu annebabalık yöntemleri her annebabayı ilgilendiriyorsa da özellikle talepkar, asi, meydan okuyan, saldırgan ve genel olarak rahatsız edici davranışlara sahip çocukların annebabaları için daha yararlıdır. Triple P programı bir klinik araştırma programından geliştirilmiştir (Sanders, 1996; 1999; Sanders, Markie-Dadds, Tully, Bor, 2000; Sanders, Markie-Dadds, Turner, Ralph, 2004). Triple P’de kullanılan annebaba eğitim yöntemlerinin, uyumsuz evliliğe sahip (Dadds, Schwartz & Sanders, 1987), ve depresif (Sanders & McFarland, 2000) ve üvey (Nicholson & Sanders, 1999) annebabaların çocukları kırsal veya yoksul bölgelerde yaşayan, sürekli yeme problemi (Turner, Sanders & Wall, 1994),ve davranış problemi olan çocukları (Connell, Sanders & Markie-Dadds, 1997) içeren farklı toplumlarda, çocukların yıkıcı davranış problemlerini azaltmada etkili olduğu kanıtlanmıştır. Bu annebaba eğitim yöntemleri hafif ve orta düzeyde zihinsel engeli olan (Harrold, Lutzker, Campbell, & Touchette, 1992; Sanders & Plant, 1989) ve otizmli çocukların (Whittingham, Sofronoff, Sheffield & Sanders, 2009) annebabaları için de geliştirilmiştir. Son zamanlarda yapılan bir metaanaliz çalışması 10 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 (Nowak & Heinrichs, 2000) annebabalık becerileri, çocukların problemli davranışları ve annebabaların sağlığı üzerinde olumlu değişikler yaratan Triple P’nin etkinliğini ve etkililiğini özetlemiştir. Triple P’nin etkilerini inceleyen birçok değerlendirme çalışması yapılmıştır. Sağlık hizmetinin bir parçası olarak verilen annebabalık eğitiminin rapor edilen en büyük değerlendirme çalışmasında Zubrick ve ark. (1995) Triple P’yi okul öncesi dönemde olan çocukların annebabalarına (718) uygulamışlardır. Sonuçlar programa katılmayan 806 annebabanınkiyle karşılaştırıldığında farklılık göstermiştir ve ailelerin 2 yıl süresince izlemleri yapılmıştır. Triple P’ye katılan annebabaların yıkıcı davranışlarında önemli bir azalma saptanmıştır. Annebabaların depresyon, anksiyete ve stresinde önemli gelişmeler, gelişen bir evlilik uyumu ve çocuk yetiştirme üzerine daha az çatışma olmuştur. Annebabalar genellikle memnun olmuş katılımcılardı ve programı ya mükemmel ya da çok iyi şeklinde oylayarak %89’luk bir memnuniyet belirtmişlerdir. Yıkıcı davranış ölçeğinin etki büyüklüklerine dayanılarak tahmin edilmiştir ki eğer Triple P tüm örnekleme uygulansaydı ve tüm seçilebilir aileler katılsaydı müdahale sonrası 2 yıllık dönemde ciddi davranış problemlerinde %37’lik azalma olurdu. İkinci bir araştırma Triple P’nin evlilik işleyişi üzerindeki etkilerini incelemiştir. Ireland, Sanders ve Markie-Dadds (2003) davranış problemi ve annebabalıkla ilgili çatışma yaşayan çiftleri ya Standart Triple P müdahalesine ya da eş desteği ve iletişim becerilerini konu alan fazladan 2 grup oturumunun yapıldığı genişletilmiş Triple P müdahalesine rasgele olarak yerleştirmişlerdir. Hem Standart hem de genişletilmiş program için problemli çocuk davranışı, tutarsız disiplin, annebaba çatışması, ilişki memnuniyeti ve annebabalar arasında olumlu iletişim değişkenleri açısından gelişmeler olmuştur. Üçüncü bir çalışma (Sanders, Pidgeon, Gravestock, Connors, Brown, & Young, 2004) öfke kontrol problemi sebebiyle çocuklarına kötü davranma riskleri olan 98 annebabayı Triple P veya annebabalar için öfke kontrol eğitimi sunan genişletilmiş bir versiyonunu uygulamıştır. Her iki koşul da birçok gözlemsel, kendi kendine rapor etme ve görüşme değerlendirmelerinde karşılaştırılabilir gelişimler kaydedilmiştir. Fakat genişletilmiş program annebaba öfkesi ve çocuk istismarı risk değerlendirmelerinde de yarar göstermiştir. Triple P çocuklarda ciddi davranışsal, duygusal ve gelişimsel problemlerini annebabaların bilgi, beceri ve güvenlerini arttırma yoluyla önlemeyi amaçlamaktadır. Doğumdan 12 yaşına kadar ergenlik öncesi çocukların annebabaları için aşamalı olarak artan beş farklı düzeyde müdahaleden oluşmaktadır. 1. düzey, ilgili annebabalar için yazılı ve elektronik medyayı, annebabalık ile ilgili bilgilerin yer aldığı broşürleri ve özel annebabalık tutum önerilerini gösteren videokasetleri kullanarak medya yoluyla annebabalık ile ilgili yararlı bilgilere ulaşımı sağlar. Bu düzeyde bir müdahale, annebabalık kaynaklarına ilişkin toplumsal bilinci artırmayı, annebabaları eğitim programlarına katılmaya teşvik etmeyi ve çocuklarla ilgili yaygın davranışsal ve gelişimsel endişelere dair çözüm yollarını göstererek daha iyimser bir bakış geliştirmeyi amaçlamaktadır. 2. düzey, hafif düzeyde davranış problemleri olan çocukların annebabaları için erken tanılamaya yönelik bir davranış rehberi sunmayı amaçlayan, kısa, bir ya da iki oturumluk birinci basamak koruma müdahaleleridir. 3. düzey 4 oturumdan oluşur. Hafif ve orta düzeyde davranış problemleri olan çocukların annebabalarını hedef alır ve annebabalar için aktif beceri eğitimini içerir. 4. düzey, daha ciddi davranış problemleri olan çocukların annebabaları için 10 oturumluk bireysel ya da 8 oturumluk grup eğitim programıdır. 5. düzey, annebabalığın diğer sıkıntılar (ilişki problemleri, annebabaların depresyonu ya da yüksek düzeylerde stres) ile daha da karmaşık bir hale geldiği durumlarda ileri düzey bir davranışsal aile müdahale programıdır. Bu aşamalı, çok düzeyli müdahalenin mantığı, çocuklarda farklı düzeylerde işlevsel ve davranış problemlerin var olması ve annebabaların, ihtiyaç duyacakları desteğin türüne, yoğunluğuna ve şekline dair farklı beklentilere ve isteklere sahip olmasıdır. Çok düzeyli tutum önerisi, etkinliği en üst düzeye çıkarmak, maliyetleri sınırlandırmak, fazla ve gereksiz hizmetlerden kaçınmak ve programın toplumun büyük bir bölümüne ulaştığından emin olmak için tasarlanmıştır. Ayrıca programın çok disiplinli doğası, çocuklar için yetkin annebabalığı teşvik etmede mevcut profesyonel işgücünün en iyi şekilde kullanılmasını sağlar. KAYNAKLAR Connell, S., Sanders, M. R., & Markie-Dadds, C. (1997). Self-directed behavioural family intervention for parents of oppositional children in rural and remote areas. Behavior Modification, 21, 379–408. Dadds, M. R., Schwartz, S., & Sanders, M. R. (1987). Marital discord and treatment outcome in the treatment of childhood conduct disorders. Journal of Consulting & Clinical Psychology, 55, 396–403. Harrold, M., Lutzker, J. R., Campbell, R. V., & Touchette, P. E. (1992). Improving parent–child interactions for families with developmental disabilities. Journal of Behavior Therapy and Experimental Psychiatry, 23, 89–100. Ireland, J. L., Sanders, M. R., & Markie-Dadds, C. (2003). The impact of parent training on marital functioning: A comparison of two group versions of the Triple P- Positive Parenting Program for parents of children with early-onset conduct problems. Behavioural and Cognitive Psychotherapy, 31, 127-142. Nicholson, J. M., & Sanders, M. R. (1999). Randomized controlled trial of behavioral family intervention for the treatment of child behavior problems in step families. Journal of Divorce and Remarriage, 30, 1–23. 11 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Nowak, C., & Heinrichs, N. (2008). A comprehensive meta-analysis of Triple P-Positive Parenting Program using hierarchical linear modelling: Effectiveness and moderating variables. Clinical Child and Family Psychology Review, 11, 114-144. Sanders, M. R. (1996). New directions in behavioral family intervention. In T.H. Ollendick and R.J. Prinz (Eds.), Advances in clinical child psychology (Vol. 18, pp. 283–330). New York: Plenum Press. Sanders, M. R. (1999). The Triple P — Positive Parenting Program: Towards an empirically validated multilevel parenting and family support strategy for the prevention of behaviour and emotional problems in children. Clinical Child and Family Psychology Review, 2, 71–90. Sanders, M. R., Markie-Dadds, C., Tully, L. A., & Bor, W. (2000). The Triple P — Positive Parenting Program: A comparison of enhanced, standard and self-directed behavioral family intervention for parents of children with early onset conduct problems. Consulting and Clinical Psychology, 68, 624– 640. Sanders, M. R., Markie-Dadds, C., Turner, K. M. T., & Ralph, A. (2004). Using the Triple P system of intervention to prevent behavioural problems in children and adolescents. In P. Barrett & T. Ollendick (Eds.), Handbook of interventions that work with children and adolescents: Prevention and treatment (pp. 489-516). Chichester, UK: John Wiley & Sons. Sanders, M. R., & McFarland, M. (2000). The treatment of depressed mothers with disruptive children: A comparison of parent training and cognitive behavioral family intervention. Behavior Therapy, 31, 89–112. Sanders, M. R., Pidgeon, A., Gravestock, F., Connors, M. D., Brown, S., & Young, R. W. (2004). Does parental attributional retraining and anger management enhance the effects of the Triple P - Positive Parenting Program with parents at risk of child maltreatment? Behavior Therapy, 35(3), 513-535. Sanders, M. R., & Plant, K. (1989). Programming for generalization to high and low risk parenting situations in families with oppositional developmentally disabled preschoolers. Behaviour Modification, 13, 283–305. Turner, K., Sanders, M. R., & Wall, C. (1994). A comparison of behavioural parent training and standard education in the treatment of persistent feeding difficulties in children. Behavior Change, 11, 105–111. Whittingham, K., Sofronoff, K., Sheffield, J., & Sanders, M. R. (2009). Stepping Stones Triple P: An RCT of a parenting program with parents of a child diagnosed with an Autism Spectrum Disorder. Journal of Abnormal Child Psychology, 37, 469-480. Zubrick, S. R., Silburn, S. R., Garton, A., Burton, P., Dalby, R., Carlton, J., Shephard, C., & Lawrence, D. (1995). Western Australia Child Health Survey: Developing health and well-being in the nineties. Perth, WA: Australian Bureau of Statistics and the Institute for Child Health Research. İnanılmaz Yıllar Doç. Dr. Nazlı Baydar Koç Üniversitesi, Psikoloji Bölümü Eşsiz Yıllar (Incredible Years) Ana-Babalık Eğitim Programı’nın Etkinliği ve Türkiye’deki Aileler için Uygulanabilirliği Eşsiz Yıllar eğitim programı okul öncesi ve erken okul çağındaki çocukların sosyal ve davranışsal gelişimini desteklemek, dışavurum problemlerini azaltmak ve sosyalizasyon sürecinde ailelere destek olmak amacı ile geliştirilmiş bir programdır. Eşsiz Yıllar, hem tedavi amaçlı olarak klinik popülasyonlarda, hem de önleyici müdahale olarak genel popülasyonlarda etkinliği Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, İngiltere, İspanya, Hollanda, Norveç, ve İsrail gibi ülkelerde deneysel çalışmalarla desteklenmiş bir programdır. Eşsiz Yıllar programı çocukların davranış bozukluklarını azaltmak için tasarlanan müdahalelere aşağıdaki altı nedenden dolayı önemli bir katkı yapmaktadır: (1) Davranış problemlerinin başladığı erken çocukluk dönemini hedeflemektedir. 12 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 (2) Ana-babaların çocukların davranışlarını kontrol etmek ve çocuklarının davranışlarını kendi hedefleri doğrultusunda yönlendirmek istedikleri bir dönemi hedeflemektedir. (3) Özellikle Türkiye’de çocukların çok büyük bir oranının okullaşmadığı ve bundan dolayı annebaba etkisinin yüksek olabileceği bir dönemi hedeflemektedir. (4) Kanıta dayalı, yani rastsal olarak seçilmiş kontrol grubu içeren deneysel ve boylamsal bir değerlendirme tasarımı ile etkinliği gösterilmiş bir program olarak uluslararası saygınlığı vardır. (5) Kültürel çeşitlilik ve kültürel duyarlılık göz önüne alınarak geliştirilmiş, farklı etnik guruplar için etkinliği araştırılmış bir programdır. (6) Tam kapsamlı kılavuzları, müfredatı ve eğitici eğitimleri olan, çok yakın tarihte güncellenmiş bir müdahale programıdır. Bu sunumda Eşsiz Yıllar programının içeriği ve bugüne kadar yapılmış olan değerlendirmeleri özetlenmekte ve Türkçe uyarlamasının ön değerlendirmesinin sonuçları sunulmaktadır. Bu bilgiler, müdahale programlarının kültürel uyarlamaların genel prensipleri ve Türkiye’de erken çocukluğun özgün özellikleri göz önüne alınarak Türkiye’deki erken çocukluk ebeveyn eğitimi programları için çıkarsamalar yapılmakta ve etkin programların geliştirilebilmesi için atılabilecek adımlar öngörülmektedir. Toplum Temelli Uygulamalar Doç. Dr. Fatma Varol Taş Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD Balçova’nın Çocukları Daha Mutlu Büyüyecek” Anne babalık çoğu zaman deneme yanılma yöntemi ile uygulanan, kişilerin kendi ebeveynlerinden gördükleri annelik ya da babalık stillerinin belirleyici olduğu bir durumdur. Kanıta dayalı araştırma bulguları, eğitim programlarının anne babalığı destekleyici ve geliştirici sonuçları olduğunu bildirmektedir. Bu eğitim programlarından dünyada en yaygın kullanılan ve araştırma sonuçlarıyla desteklenenlerinden biri de Triple P: Olumlu Anne Babalık Programı’dır. Bu programın Türkiye’de henüz yeni bir uygulama alanı oluşmaktadır. İzmir Balçova Belediyesi, Dokuz Eylül Üniversitesi ve Triple P International kurumlarının ortak projesi olarak Balçova ilçesinde yaşayan anne babalara yönelik seminer dizileri ve grup uygulamaları ile sürdürülen bir çalışma yürütülmektedir. Bu sunumda toplum temelli, kanıta dayalı çalışma projesi ve projenin başlangıç bulguları paylaşılacaktır. PANEL: Uzmanlık Eğitiminden Eğiticiliğe: Mesleki Eğitim Süreci Oturum Başkanı: Prof. Dr. Süha Miral Uzmanlık Eğitimi Dr.Gözde Akın Gürbüz İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı Çocuk ve Ergen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı, çocuk, ergen ve aileye etki eden düşünce davranış ve duyguların önlenmesi, tanınması ve tedavi edilmesi üzerine odaklanan uzmanlık alanıdır. Çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanlık eğitiminin amacı, psikiyatrik hastalığı olan çocuk ve ergenlerin kapsamlı bakımını yapabilecek donanımda uzmanlar yetiştirmektir. Çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanı, bebeklikten yetişkinliğe kadar, psikopatolojilerin gelişimi, tanınması, tedavisi ve önlenmesi konusunda eksiksiz bilgiye sahip olmalıdır. Ayrıca çocuk diğer tıbbi birimlere, psikiyatrist olmayan ruh sağlığı çalışanlarına, okullara, iletişim birimlerine ve çocuklara hizmet eden diğer programlara efektif konsültasyon sağlamalıdır. Dünyada çocuk ve ergen ruh sağlığı tıbbi birimler içinde en çok eğitim farklılığı gösteren bölümlerden biri olarak göze çarpmaktadır. Bu eğitimin standardizasyonunu gündeme getirmektedir. Bu konuda bazı ülkeler, ulusal kılavuzlarla eğitim gereksinimlerini belirlemişlerdir. 2000’li yılların başından itibaren Avrupa’da ve Amerika’da sağlık sistemleri ile akademik eğitim entegre edilmeye başlamış ve bu durum beraberinde birçok sorunu getirmiştir. Sistemin değişimi, klasik psikiyatrinin sunduğu uzun süreli, hastaya dayanan, yoğun bir tedavinin yerini, kısa, sonuca odaklanan ve kanıta dayalı tedavi 13 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 yöntemlerine bırakma eğilimine girmiştir. Öte yandan artan iş yükü, uzmanlık öğrencilerinde hayat kalitesinde düşme, eğitimde düşük tatmin gibi sonuçlar doğurmuştur. Bu sunumda dünyada çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları eğitiminden bahsedilecek, çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları uzmanlık eğitiminde yaşanan zorluklar anlatılacak ve çözüme yönelik literatür bilgisine değinilecektir. Eğiticilerin Eğitimi Prof. Dr. Şahbal ARAS Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı Ülkemizde yaklaşık 230 uzmanlık öğrencisi bulunmaktadır. Eğitim süreçlerinde halen görev alan veya emekli 110 civarında eğitici bulunmaktadır. Yakın döneme kadar daha çok üç büyük şehirde yer alan çocuk ve ergen psikiyatrisi uzmanlık eğitimi birimlerinin sayısı bugün 37’ye ulaşmıştır. Üç büyük şehir dışında yer alan 24 eğitim biriminden 14’ünde tek eğitici vardır. Tek eğiticinin olduğu yeni kurulan bazı eğitim birimlerinde uzmanlık öğrencisi yokken, bazılarında 3-4 uzmanlık öğrencisi vardır. Ülkemizde büyük bir çocuk ve ergen psikiyatristi açığı olduğundan, uzmanlık öğrencisi ve eğitim birimi sayılarının artması yararlıdır. Ancak bu eğitim birimlerinin, alanında yetkin çocuk ve ergen psikiyatristleri yetiştirebilecek eğitim ortamı, eğitim programı ve eğitici olanaklarına sahip olması, alanımızın sağlıklı gelişimi açısından önemlidir. Uzmanlık öğrencileri, aynı anda hem öğrenci, hem çırak, hem de çalışan oldukları bir yetişkin öğrenme süreci içindedirler. Uzmanlık öğrencilerinin klinik hizmetlerle birlikte, eğitimin gereklerini yerine getirdikleri bu süreçte eğiticiler, kuramsal ve uygulamalı eğitim etkinlikleri, süpervizyon ve performans değerlendirmelerinde rol alırlar. Bu rollerin bazıları daha çok alan uzmanlığı, bazıları ise daha çok eğitim uzmanlığı gerektirir. Eğiticiler, çoğu kez aynı etkileşim sırasında hızlı geçişlerle eşzamanlı birçok rolü üstlenirler. Çocuk ve ergen psikiyatrisi mesleki uygulamaları için rol modeli olmalarının yanı sıra eğitim ortamının duygusal iklimine katkıları dolayısıyla, eğiticilerin özellikleri eğitim süreçlerini belirgin olarak etkileyebilmektedir. Bu nedenle eğiticilerin eğitici özelliklerini geliştirmeye yönelik uygulamalar büyük önem taşımaktadır. 2.GÜN 16 Mayıs PANEL: Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Uygulamalarında Etik Boyut Oturum Başkanı: Prof. Dr. Bahar Gökler Sağlıkta Dönüşüm Uzm. Dr. Burcu Serim Demirgören Serbest Hekim, İzmir İnsan davranışlarına ilişkin değer yargılarını ve kuralları tanımlayan ahlak, ilkel toplumlardan beri var olan bir kavramdır. İyi-kötü ve doğru-yanlış kavramlarını sorgulayan etik ise ilk olarak Antik Yunan uygarlıklarında kullanılmıştır. Etik ilkelerden yola çıkarak hazırlanan etik kodlar, meslek elemanlarının davranışlarını düzenleme, toplumu koruma ve güveni arttırmayı hedeflemektedir. Çocuk psikiyatrisindeki tedavi ve araştırma uygulamalarında zarar vermeme, yarar sağlama, özerklik ve adalet evrensel etik ilkeleri yol göstericidir . Son yıllarda, sağlık alanında önemli bir dönüşüm ve tartışma süreci yaşanmaktadır. Sağlık alanında çözüm bekleyen önemli sorunlara işaret eden birçok rapor ve çalışma, bu alanda bir dönüşüm veya reformun gerekliliğini ortaya koymaktadır. Türkiye'de 2003 yılından itibaren yürütülmeye başlanan Sağlıkta Dönüşüm Programı ve bu programın bileşenlerinden biri olan " performans" sistemi çocuk ve ergen ruh sağlığı uygulamalarında etik ihlallere yol açabilmekte; sağlık çalışanı ile hasta ve hasta yakınları arasında çatışma yaşanmasına neden olarak günümüzde giderek artan sağlıkta şiddet olaylarının da yaşanmasına neden olabilmektedir. Panel: Erken Çocukluk Psikopatolojisinde Sınırlar, Çocuk ve Erişkinliğe Köprüler 14 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Oturum Başkanı: Doç. Dr. Işık Görker Daha Doğmadan Doğan Bebek: Ruh Sağlığı ile İlişkili Perinatal Faktörler Doç. Dr. Koray Karabekiroğlu Ondokuzmayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Gebelik ve doğum süreci anne ve baba adayı açısından fizyolojik, psikolojik ve sosyal açıdan oldukça yoğun stres etmenlerinin bir arada olduğu bir dönemdir. Doğum sonrası dönemde annelerde annelik hüznü (postpartum blues) ve postpartum depresyon (PPD) oldukça sık görülür. Öte yandan, doğum sonrası dönemde annelere benzer olarak babalarda da anksiyete bozukluğu ve depresyon görülme riskinde artış olur. Özellikle annelerdeki depresyon hem anneyi, hem bebeği hem de tüm aileyi psikososyal açıdan oldukça olumsuz etkileyebilir. PPD gelişimi ile ilişkili risk faktörleri pek çok çalışmada araştırılmıştır ve özellikle annenin daha önce depresyon geçirmiş olması, antenatal dönemde yüksek anksiyete düzeyleri ve düşük sosyal destekle PPD arasında güçlü bir ilişki olduğu saptanmıştır. Öte yandan, hemen her yaş aralığında güvensiz bağlanma biçiminin depresyon gelişimini artırdığı bilinmektedir. Ayrıca, özellikle gebelik ve doğum süreci sosyal beklentilerden de belirgin ölçüde etkilenebilir. PPD görülme sıklığı ile kültürel faktörler arasında güçlü bir ilişki olduğu da belirtilmektedir. Öte yandan, annenin depresyonu ve güvensiz bağlanma biçimi ile bebekte erken yaşlardan itibaren görülebilen sosyal, duygusal ve gelişimsel sorunlar arasında da çok belirgin bir ilişki olduğu bildirilmektedir. Gebelik sonrası dönemde depresyon yaşayan annelerin bebeklerinde erken dönemde infantil kolik, uyku ve yeme sorunlarına daha sık rastlandığına dair bulgular vardır. İnfantil kolik ise ileriki yaşlarda gelişebilecek dikkat, kaygı ve/veya davranım sorunlarının yordayıcısı olabilmektedir. 2012 yılında tamamladığımız çok merkezli bir çalışmada, doğuma yaklaşık 3 ay kala anne ve baba adaylarındaki bebekle ilgili zihinsel tasarımlar, kaygı düzeyi ve bağlanma örüntüsü ile doğum sonrası depresyon arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık. Altı farklı ilde (Samsun, Kocaeli, İzmir, Mardin, Edirne ve Batman) Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniklerinde takip edilen gebeler (n=219) ve eşleri (n=126) çalışmaya katılmıştır. Bu çalışma sonuçlarına göre, baba adaylarının anne adaylarına göre (p<0.001), çalışan anne adaylarının çalışmayan anne adaylarına göre (p:0.008) daha olumlu bir beklentiye sahip oldukları saptandı. Plansız (p:0.001) ve/veya istenmeyen (p.0.001) gebeliklerde, daha önce bir gebelik varsa (p:0.001) ve/veya çocuk sahibi iseler (p.0.001) annelerin daha olumsuz bir beklenti içinde oldukları görüldü. Takip verileri incelendiğinde ise, postpartum dönemde depresyon tanısı alan annelerin prenatal dönemde olumsuz beklentilerinin anlamlı olarak daha yüksek olduğu görüldü (p:0.002). Bu sunumda literatür eşliğinde verilerimizin sonuçları sunulacak, gebelik sürecinde annelik ve bebek ruh sağlığı alanında yapılacak psikiyatrik değerlendirmenin önemi vurgulanacaktır. Erken Yaşam Stresleri ve Bebek Ruh Sağlığı Uzm. Dr. Tuna Çak Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Stres, organizmanın gerçek ya da gerçek dışı duygusal ya da fiziksel bir tehdit/tehlike karşısında uygun şekilde yanıt verememesi sonucu oluşan durumu tanımlamak için kullanılan biyolojik bir terimdir. Çevreden gelen bir uyarana karşı otomatik bir yanıt olarak ortaya çıkar. Kişiyi belirgin bir sıkıntıya ve zorlanmaya sokan çevresel etkenlerin en yoğun olduğu durumlar “stres” durumları olarak tanımlanır. Gelişim sadece genetik yapı ile önceden planlanmış bir süreç değildir, gen ve çevrenin birbirine dinamik olarak etkilediği, yer ve zamana özel bir süreçtir. Konsepsiyonda sınırlı bir kalıtsal materyalle meydana gelen her bir gelişmekte olan canlı, aslında kendi yapılanmasında aktif bir role sahiptir. Gelişimsel düzlemde stres üç temel düzeyde ele alınır; olumlu stres, dayanılabilir stres ve zarar verici stres. Elimizdeki veriler anne karnında ya da erken çocukluk döneminde deneyimlenen olumsuz yaşam olaylarının, zarar verici stres ve yüksek steroid düzeylerinin beyin gelişimi üzerinde önemli ve süreklilik gösteren etkilerinin olduğunu ve yaşamın ileri yıllarında duygusal, bilişsel ve fiziksel gelişim açısından bir risk faktörü oluşturabileceğini destekler niteliktedir. Erken yaşam stresleri, var olan genetik yatkınlığı biçimlendirmekte ve kalıcı bir fenotip oluşturmaktadır. Oluşan fenotipin niteliği yaşamın ilerleyen dönemlerinde stresörlere maruz kalındığında stres yanıtlarını ve psikopatoloji gelişimini belirlemektedir. Prenatal stresin etkisi sonuca özeldir ve bu da stresin doğası, zamanlaması ve süresi tarafından düzenlenir. Günümüzde prenatal stresin nörobiyolojisi ile ilişkili olarak kabul gören bir model oluşturulmuştur. Bu modele göre maternal psikososyal stres, fetal gelişimi diğer faktörlerden bağımsız ve belirgin bir şekilde olumsuz etkilemektedir. Bu etkinin plasental kortikotropin serbestleştirici hormonun (CRH) merkezi rol oynadığı maternal plasental-fetal-nöroendokrin mekanizma aracılığı ile meydana geldiği düşünülmektedir. Gerek biyolojik gerek ise psikososyal nedenlerle CRH artışına bağlı fetüsün deneyimlediği stres durumu; fetal merkezi sinir sistemi gelişimini, fetal davranışları, gebelik süresini, yenidoğan döneminde merkezi sinir sistemi 15 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 işlevselliğini ve yenidoğan davranışlarını, bebeklik ve çocukluk döneminde ise duygusal, bilişsel ve motor gelişimi olumsuz yönde etkilemektedir. Erken Yaşamda Duygu Düzenleme ile Etkileşim Kurma Arasındaki Köprüler Doç. Dr. Işık Görker Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Duygu ile ilişkili düzenleme kavramı, gelişimsel psikopatoloji alanında normal gelişimsel süreçlerin rolünü anlamada, ve hem uyum sağlayıcı hem de uyum sağlamayan gelişimsel durumlar için bir çerçeve çizilmesini sağlamada merkez bir rol üslenmektedir. Hem normal gelişimsel süreçte, hem de gelişimsel psikopatoloji çerçevesinde, duygu düzenleme ve bu düzenlemeye bağlı yetiler, ya tipik yani olumlu gelişimsel özelliklerin ya da atipik gelişimsel özelliklerin ortaya çıkmasının temelini oluşturmaktadırlar. Gelişimsel olarak bebeğin gerçekleştirdiği en önemli işlev, duygularını düzenlemeyi öğrenmesidir. Duygusal düzenleme, kişinin amacını gerçekleştirebilmesi için, kontrol edebilme, değerlendirme ve yoğun ya da geçici duygusal tepkilerini değiştirebilme yetisi olarak belirtilmektedir. Duygusal düzenleme; duygusal deneyimler ve ifadeleri ayarlayabilmeyi, inhibe etmeyi ve arttırma yetilerini kapsamaktadır. Bu düzenleme yetisi, çok sayıda olumlu gelişimsel sonuçlara eşlik eder ve sosyo-duygusal gelişimin bir ön hazırlayıcısı olarak görülmektedir. Bu konu ile ilgili çalışmalar, yaşamın ilk yılında bebeklerin, bakıcıları ile ilişki kurma dönemindeyken duygularını düzenleme yetilerinin başladığını göstermiştir. Özellikle 4 – 9 aylar arasında bebekler, yüz yüze etkileşimlerde duygusal yanıt verme yetilerini hızla geliştirmeye başlarlar. Bu yetiler, üçlü ilişkiler için sosyal ve duygusal yetilerin gelişimini sağlamaktadır. Bu dönemde anne-bebek ilişkisinin niteliği ve annenin etkileşim tarzı çok önemlidir. Çocuğun duygusal işaretlerine karşı annenin gösterdiği yüksek düzeydeki yanıtlılıkla karekterize anne etkileşim modelleri, duygusal düzenleme becerilerinin gelişiminde özellikle büyük önem taşımaktadır. Erken yaşamdaki duygusal düzenleme zorluklarının, daha ileri dönemlerde davranışsal sorunlara eşlik ettiği ve çocukluk çağı psikopatolojisinin gelişimsel prekürsörleri olabileceğine ilişkin bulgular daha fazla görülmeye başlanmıştır. Sunumumuzda erken yaşlarda geliştirilen duygusal düzenlemelerin, daha sonraki yaşlarda kurulan sosyal etkileşim tiplerine nasıl temel oluşturduğu ele alınacak ve tartışılacaktır. Panel: Yaşamsal Görevimiz Çocuk Haklarının izlenmesi Oturum Başkanı. Runa İdil Uslu Çocuk ve Genç Psikiyatrisi Çocuk Haklarının Neresinde? Prof.Dr.Bengi Semerci Bengi Semerci Enstitüsü,Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi,Istanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Çocuk ve genç psikiyatrisi çocuk haklarının neresinde sorusuna yanıt vermek için önce çocuk ve genç psikiyatrisinin bir bilim dalı olarak gelişimine bakmak gerekir. 17 ve 18. Yüz yıllarda çocukların 2/3 ü 5 yaşından önce ölüyordu.Tıbbi yardım alamıyorlardı. Öte yandan, 1654 yılında Massachusetts’de baş kaldıran,inatçı çocukların aileleri tarafından öldürülmelerine izin verilmişti.Bu süreç içinde çocukların ruh sağlığından bahsetmek mümkün değildi. 1800 lü yılların sonunda Avrupa’da başlayan çocuk psikiyatrisine ilişkin teorik çalışmalar, Amerika’ya çok daha geç ulaştı. Amerikan çocuk ve genç psikiyatrisi kuruluş tarihi olarak 1899 yılını vermektedir. Sonraki gelişmelere bakıldığında ironik olan, bu tarihin artan aile içi şiddet ve suçluluk nedeni ile Şikago çocuk mahkemesi tarafından çocuk suçluluğu için oluşturulan çocuk psikopatoloji enstitüsünün kuruluş tarihi olmasıdır.İlk çocuk psikiyatrisi klinik bölümlerinin kurulması ise avrupanın çeşitli ülkelerinde 1920-1930 tarihleri arasında olmuştur. Amerika’da çocuk psikiyatrisi 1953 yılında bir tıp uzmanlık alanı olarak tanımlanmış ve ve ancak 1959 yılında uzmanlık sertifikası verilmesi ugun bulunmuştur. Tüm dünyada, klinik bir alan olarak kendini kabul ettirmekte bu kadar geciken alan,uzman yetiştirmeye geç başlamış ve uzman yetiştirme konusunda da yavaş bir ilerleme göstermişir. Hemen her ülkede kısıtlı sayıda yetişen uzmanlar; çocuk psikiyatrisinin klinik bir tıp dalı olduğunu,çocukluk dönemi psikiyatrik hastalıklarının varlığını,biyolojik etkenlerini ve ilaç tedavilerinin geliştirlmesi konularında girdikleri mücadele içinde, çocuklara olan ilgilerini kliniklere gelen çocuklarla sürdürmüştür. 1978 yılında DSM sınıflama sisteminde çocukluk dönemi hastalıkların yer alması adeta bir devrim olmuş ve çouk psikiyatrisinin ilgisinin “Hasta çocuk ve aile” ile sınırlamasını pekiştirmiştir. 16 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Ülkemizde 1960 lı yıllarda kurulan çocuk psikiyatrisi klinikleri benzer gelişim göstermiştir. Anabilim Dalı olduğu 199o yılına kadar çok az sayıda kişi yetiştiren ve ilginin az olduğu bölüm, sonrasında ilginin ve öneminin artması ile birlikte göreceli olarak daha çok uzman yetiştirmekle birlikte, dünyadaki diğer kliniklere benzer şekilde ilgisini kliniklere ve hastalara yöneltmiştir. Sayı azlığına karşın Türkiye nüfusunun yaklaşık yarısını çocuk ve genç nüfusunun oluşturması gibi nedenlerle ,klinik dışı çocuklarla ilişkisi yuva çocuklarında gelişebilecek patolojilerle ve faik-mümeyiz raporları ile sınırlı kalmıştır.Çocuk hakları ise daha çok klinik içi çocukların tedavi hakları ve tedavi etiği ile gündeme gelmiştir. Böylece,adli psikiyatri ve çocuk hakları gündemleri dışında kalmıştır. Genel çocuk haklarına ilişkin konular sosyal konular olarak değerlendirilerek, psikologların,sosyal çalışmacıların,hukukçuların ilgi alanı sayılmış,bu alanla ilgilenen çocuk psikiyatristleri az sayıda olan uzmanlıklarını gerçek işlerinde kullanmadıkları gibi gerekçelerle eleştirilmiştir. Ancak son zamanlarda tüm dünyada bu durum dikkat çekmeye başlamış, bir çok ülkede çocuk psikiyatristleri kliniklerinden çıkarak “Diğer çocuklar” için de bir şeyler yapmaları gerektiğini fark eder olmuştur. Tüm dünyada çocuğa karşı ve çocuktan kaynaklanan şiddete görülen artış,sık görülmeye başlanan çocuk istismarının ve ihmalinin oluşturduğu psikiyatrik ve sosyal sorunlar, çocuk ruh sağlığının korunabilmesi için çocukların tüm haklarının korunması gerekliliğinin görülmesi, uzmanlara Çocuk Psikiyatrisinin açılımının sadece hastalık olmadığını ,çocuk ruh sağlığı ve hastalıkları olduğunu, koruyucu hekimliğin önemini yeniden hatırlatmıştır.Ülkemizde özellikle değişen ceza kanunu ile çocuk cinsel istismarında ruh sağlığının sorugulanmaya başlaması,şikayet konusu olsa da çocuk psikiyatrisinin adli psikiyatri ve çocuk hakları ile yeniden bağlantı kurmasını sağlamıştır. Bunun yanı sıra kliniktedeki psikopatolojilerin yol açtığı şiddet,madde kullanımı,suç gibi toplumsal olayların daha sık gündeme gelmesi, bu bağlantıları araştıran çalışmaların önemsenmesi çocuk psikiyatrisi ve çocuk hakları ilişkisini kuvvetlendirmiştir. Çocuk psikiyatrisi çocuk haklarının neresinde sorusuna yeniden dönmek gerekirse; yanıt vermeye çocuğun ruhsal açıdan sağlıklı doğma hakkını sağlayacak toplumsal ruh sağlığının düzenlenmesi ile başlayabiliriz. Bir çocuğun gelişimini ve ruh sağlığını etkileyen,etkileme riski olan her türlü konu çocuk psikiyatrisinin ilgi alanında olmalı ve çocuk psikiyatrisleri çocuk hakları konusunda en aktif gruplardan birini oluşturmalıdır. Panel: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunun Sınırları Oturum Başkanı: Prof. Dr. Eyüp Sabri Ercan Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ile Bipolar Bozukluk Prof. Dr. Aynur Pekcanlar Akay Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Bu sunumda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ile Bipolar Bozukluk (BB) arasındaki ayırıcı tanı ve eş zamanlı bulunma durumlarındaki güçlükler tartışılacaktır. Bu iki bozukluk belki iki ayrı ve bağımsız iki bozukluk olabilir. Belki de bu iki bozukluk aynı bozukluğun farklı görünümleri olabilir .Belki de bu iki bozukluk arasında çok farklı kompleks bir ilişki olabilir. DEHB ile BB arasındaki ilişki son zamanlardaki yayınlarda çok fazla ele alınmaktadır. Günümüzde oldukça popüler bir konu haline gelmiştir.BB de DEHB komorbiditesi %98 gibi büyük bir oranda bulunmaktadır. Çocukluk çağı BB de irritabilite çok yaygın görülen bir belirtidir. Özellikle irritabilite ve disinhibisyon DEHB ile BB nin en sık tanısında karışıklığa neden olan belirtilerdir. DSM-IV’e göre DEHB ile mani belirtilerinin ayırıcı tanısı önemlidir. Beş belirti (duygudurumda yükselme, grandiosite, fikir uçuşmaları, uyku ihtiyacında azalma ve hiperseksüelite ) özellikle BB nin DEHB ile ayırıcı tanısında en öneli belirtilerdir. Irritabilite, hiperaktivite, konuşma artışı ve distraktibilite her iki bozuklukta da görülen belirtilerdir. Ayırıcı tanı açısından pek yararlı değildir.Yüksek düzey irritabilite ve agresyon ,yüksek düzeyde mani ve mood değişiklikleri özellikle DEHB komorbiditesi olan BB olgularında sık görülen bulgulardır. Belkide bu bulgular DEHB +BB nin erken çocukluk döneminde başlayan BB nin erişkinlikte başlayan BB den farklı bir alt grubu olabileceğini desteklemektedir. Hiperaktif , dikkat eksikliği olan ve duygulanım olarak labil çocukların gerçekten DEHB olup olmadıkları konusunda ciddi bir tartışma başlamıştır. Sonuç olarak :şimdiye kadar yapılan çalışmaların sonuçları DEHB ile BB nin eşzamanlı olarak birlikte bulunabileceğini desteklemektedir.BB + DEHB belki DEHB nin belki de BB nin bir alt tipi olabilir. Belki de DEHB + BB ICD 10.da yer alan hiperkinetik davranım bozukluğunun bir benzeri olabilir. Panel: Erişkinliğe Köprüde Çocuk ve Ergenlerde Sınır Durumlar 17 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Oturum Başkanı: Doç. Dr. Taner Güvenir Sınırdaki Çocuğun İletişim Yolları: Savunma, Fantezi ve Duygularla Sahneye Konanlar Prof. Dr. Türkay Demir İÜ Cerrahpaşa Tıp Fak. Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı Melanie Klein, yansıtmalı özdeşim kavramını ilk kez Bazı Şizoid Mekanizmalar Üzerine Notlar adlı çalışmasına eklediği bir dipnotta kullanmıştı. Daha sonra bu kavram pek çok kuramcı tarafından işlendi ve içeriği değişip genişledi. Bion’un, Klein’ın kavramını yorumlayışı ve analitik çalışmada kullanılışı kavramın açıklama gücünü ve kullanışlılığını arttıran bir etki yarattı. Giderek yansıtmalı özdeşim yalnızca psikopatolojik bir olgu olarak değil, olağan durumların, gündelik hayatın daimi bir görüngüsü olarak düşünülmeye başlandı. Böylelikle yansıtmalı özdeşim taşınamayan içsel duyguları dışa atma yolu olmanın yanı sıra, bir iletişim biçimi ve hatta empatinin ortaya çıkışını sağlayan bir mekanizma olarak düşünüldü. Sınırdaki çocuk ve ergenlerin önemli bir iletişim yolu olarak sıklıkla kullandıkları yansıtmalı özdeşimin tanınması terapistin süreç boyunca önemli bir yardımcısı olabilir. Sınırdaki çocuk ve ergenler taşıyamadıkları içsel duyguları kapsayabilmesi için terapiste emanet ederek ve terapistin içsel durumlarının nasıl olduğunu hissetmesini sağlayarak iletişim kurarlar. Açlıkları ve dolayısıyla talepleri çok büyük olan sınırdaki çocuklarla çalışırken terapistin seanslardaki temel tutumu olan yansızlık (nötralite) hangi anlamlara bürünür? Freud’un aktarım aşkı karşısındaki tutumuna, yani tedavicinin hem aktarım aşkının ifade edilebileceği bir ortam oluşturmak hem de bu aşkın doyumunu sağlayacak girişimlerden uzak durmak tutumuna benzer biçimde sınırdaki çocuğun ihtiyacını ifade etmesi için uygun bir ortam oluşturmak ve aynı zamanda çocuğun kapsanma ihtiyacını karşılamak, onun nefretiyle yıkılmamak önemlidir. Depresif konumdaki nefretin üstesinden gelecek olan ondan üstün bir sevgi duygusuysa, erken dönem korkularının ve çaresizliğin üstesinden gelecek olan nedir? Sınırdaki çocuğun yaşadığı ve ilettiği bu korku ve çaresizliği aşabilmek için annenin kapsayıcı işlevine gerek vardır. Bu işlevin yerine getirilmesinin yollarından birisi de dışa atılan kötü nesnenin dışarıda tutulmasına yardımcı olunması ve işlemden geçirdikten sonra geri alınmasına imkan tanınmasıdır. Sınırdaki çocuk ve ergenlerin duyguları görece zayıf benliğinden dolayı karmaşık ve iyi ayrışmamış olabilir. Bu güçlü duygular yıkıcı olma potansiyeline sahiptir. Bu çocukların iletişim yollarından birisi kendi içsel durumlarını sahneleyen duyguları ve duygulanımlarıdır. Bunlarla gerek içsel durumlarını gerekse nesne ilişkilerini anlatırlar. Kendi hissettiklerini seanslarda sahneye koyar ve terapiste de yaşatırlar. Bu nedenle sınırdaki çocuklarla çalışmak zordur. Ama bu zorluğun kendi içsel mecburiyetlerinden kaynaklandığını bilmek; içsel durumlarını anlatmak ve iletmek için kullandıkları yolları tanımak tedavileri için olmazsa olmaz koşuldur. Vaka Toplantısı: Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğunda Tanı ve Tedaviyi Yönlendirebilecek Yollar ve Bağlantıları Değerlendirme Prof. Dr. Yankı Yazgan*,Uzm. Dr. Beril Taşkın** *Serbest Hekim, İstanbul, Marmara Üniversitesi Tıp Fakülteai Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Emekli Öğretim Görevlisi, Yale Child Study Center–Öğretim Görevlisi ** Serbest Hekim, İstanbul Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukuğu (DEHB) dikkatsizlikve/veya dürtüsellik, aşırı hareketlilik belirtilerinin benzer yaş ve gelişimsel düzeydeki bireylere kıyasla daha ağır, süreğen, şiddetli ya da sık yaşanması durumu olarak tanımlanmaktadır. Okul, iş, ev, sosyal yaşam gibi birçok alanda işlevselliği bozan DEHB %5-10’luk görülme sıklığı ile tüm dünyada çocukluk çağının sık rastlanan psikiyatrik durumlarından biridir. Çocuk, aile, okul ve toplum üzerine etkileri ile DEHB bir halk sağlığı sorunu olarak görülmekte ve mutidisipliner bir yaklaşımla ele alınması önerilmektedir. Bu toplantıda tanı, tedavi planlama ve uygulama aşamalarında aile ve okul başta olmak üzere yararlanılabilecek kaynaklar olgu örnekleri eşliğinde ele alınacaktır. Kaynaklar: Amerikan Psikiyatri Birliği: DSM-IV-TR Tanı Ölçütleri Başvuru Elkitabı. Yeniden Gözden Geçirilmiş Baskı. Amerikan Psikiyatri Birliği, Washington DC, 2000’den çeviren Köroğlu E, Ankara, Hekimler Yayın Birliği, 2001. Biederman J. Attention-deficit/hyperactivity disorder:a selective overview. Biol Psychiatry. 2005; 57:1215-20 18 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Polanczyk G, de Lima MS, Horta BL, Biederman J, Rohde LA. The worldwide prevalence of ADHD: a systematic review and metaregression analysis. Am J Psychiatry 2007; 164:942-948. Rowland AS, Lesesne C, Abramowitz J. The epidemiology of ADHD: A public health view. Mental Retardation and developmental Disabilities Research Reviews 2002; 8: 162–170. 3.GÜN 17 Mayıs Konferans: Çocuk Psikiyatrisinde Bağlar, Zarflar, Sınırlar Bonds, psychic envelopes and limits in community based child psychiatry Prof. Dr. Grigoris Abatzoglou Aristotle University of Thessaloniki, Child and Adolescent Unit, 3 rd Psychiatric Clinic, AHEPA General Hospital We usually try to understand child development in terms of bonding between the child and its parents, of creation of a self or of psychic envelopes according to the quality of these bonds, and of setting the limits between self, the others and the world. Infantile psychopathology may be viewed as the failure of the above procedures. We may try to develop child psychiatry preventive actions in the community using the above concepts. We will describe the initiative of our child psychiatric service to create a stable network of services aiming at the appropriate forms of care concerning families and children at severe or extreme situations of psychosocial distress. This initiative constitutes nowadays a rich clinical experience of collaboration between mental health services and social care, child welfare and child protection services, that has already achieved to exist without interruption for the last twenty years. It has developed as a flexible, “informal” but solid structure of thought and of therapeutic coherence, trying to contain the institutional acting-outs (splitting, denial, exclusion) that reflect chaotic or disorganized situations of familial functioning. The institutional acting outs may often even reinforce, by their blind activism or their paralyzing inertia, states of psychic fragmentation, familial scission or intergenerationnal decomposition. Regular monthly meetings weave this network and keep it alive and creative by a continuous redefinition of its ethical bases, its clinical principles and its simple rules, that preserve its equilibrium, protect an intermediary place that helps the interaction of different teams and develop the transitional space that allows the inventiveness of various practices. İkili Konferans: Azınlıklar ve Göç Aspasia Serdari, MD, PhD, Democritus University Child and Adolescent Psychiatric Clinic Doç. Dr. Işık Görker Panel: Bağlanma – Ayrılma Oturum Başkanı:Prof. Dr. Elvan İşeri Bağlanma-Bağlanamama Prof. Dr. Elvan İşeri, Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Bağlanma doğum sonrası anne ile ilk temasla başlayan, insanın tüm yaşamı boyunca, yaşamının her alanını (romantik, iş yaşamı ya da eğitimsel yaşam vb.) etkileyen bir süreçtir. Annenin rolü, bebeğin kendisi ile dış dünya arasında kurduğu ilişkide bir köprü olmaktır. Bu süreçte anne; bebeğin kendisine ve dış dünyaya ilişkin algılarının, tutumlarının, değer yargılarının olumlu ya da olumsuz oluşuna yön vermektedir. Güvenli bağlanma ilişkisinin olduğu durumda, çocuklar stres yaratan koşullarda da güvenlik duygusunu koruyabilir ve araştırıcı davranışlarda bulunabilir. Bağlanma kuramının temelini de bu güven duygusu oluşturur. Erken bağlanma ilişkisinin gelecekteki sevgi ilişkilerinin prototipi olduğu ileri sürülmektedir. Bu anlamda erken dönem annebebek ve çevre-bebek ilişkisinin değerlendirilmesi, danışmanlık ve destek verilmesi, ilişkisel sorunların erken belirlenmesi ve ele alınması koruyucu ruh sağlığı açısından önemlidir. 19 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Bu sunumda erken dönem anne bebek ilişkisi bağlanma kuramı çerçevesinde ele alınacak, bu ilişkiyi etkileyen etmenler, bağlanmanın değerlendirilmesi, bağlanma biçimleri ve çocukluk dönemi bağlanma bozuklukları üzerinde durulacaktır. Ergenlerde bağlanma ve psikopatoloji Doç. Dr. Birim Günay Kılıç Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Bağlanma kuramı gelişimsel bakış açısına sahiptir. Bu kurama göre bağlanma sistemi, her gelişim evresinde bireyin gereksinimlerini karşılayacak davranışsal ifadelerle yeniden organize olur. Erişilebilirlik, yakınlık arama ve güvenli üs gibi bir ilişkiyi bağlanma ilişkisi olarak tanımlayan üç ölçüt yaşam boyu geçerlidir. Ergenler, gelişimsel amaçlara yönelik aktif ve dinamik olan bu değişim süreci boyunca da ana babalarıyla bağlanma ilişkilerini sürdürürler. Ancak gelişimlerine paralel olarak daha uzun ayrılıklara dayanabilirler. Daha önce bağlanma figürü tarafından sağlanan öz-düzenlemeyi (self-regulation) içselleştirir ve yakınlık arama davranışının sembolik yollarını kullanırlar. Aynı zamanda birincil bağlanma ilişkisinin sıralamasında ana babaların yerini arkadaşlar ve romantik ilişkiler alır. Gelişimsel geçiş dönemlerinde bağlanma ve uyum arasındaki ilişki daha güçlü olarak ortaya çıkar. Çocukluktan erişkinliğe geçişin yaşandığı ergenlik döneminde bağlanma emosyonel uyum ve özerkliğin gelişimi açısından önemlidir. Bu sunumda ergenlerde bağlanma stratejileri ve psikopatoloji arasındaki ilişki ele alınacaktır. Travma ve Ayrılma Uzm. Dr. Hande Karakılıç Serbest Hekim, İstanbul “bir insanın ölümü, kendisinden çok, hayatta kalanların sorunudur." – THOMAS MANN. Hayatta ilk bağlanma bir yas’la, ana rahminden ayrılmayla başlar. Yas denince ilk akla gelen ölüm veya ayrılık gibi kayıplara verilen yanıt oluyor. Halbuki yas herhangi bir yitim ya da değişime verilen bir ruhsal yanıt, iç dünyamız ile dış gerçeklik arasında uyum sağlayabilme çabasıdır. Yas normal seyrinde ilerleyebileceği gibi, komplike de olabilir. Kayıplar toplumsal büyümenin ve yaratıcılığın da tetikleyicilerinden olabilmektedir. Farklı toplumlar çeşitli baş etme ritüelleri geliştirmişlerdir. Her kayıp, eğer yası tam tutulabilirse, bir büyüme ve yenilenme aracı olabilir; ancak kayıplar çözümlenmediğinde yakın ilişkiler üzerinde yıkıcı etki yapar. Yas tutamayanlar, uzun süreli sevgi bağları kuramayabilirler. Ya fazla sıkı tutunurlar, ya yeterince sıkı tutunamazlar. Bu yüzden yas süreci bağlanma ve bağlanmamayla yakından ilişkilidir. Panel: PANDAS Oturum Başkanı: Prof. Dr. Ayşe Avcı Pandas ve Genetik Yrd. Doç. Dr. Gonca Gül Çelik Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Çocukluk çağı Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) etiyolojisinde immun sistemin önemi, Streptokok ilişkili Nöropsikiyatrik Bozukluklar -PANDAS (Pediatric Autoimmune Neuropsychiatric Disorders Associated with Streptococcal Infections) - tanımlaması ile gündeme gelmiştir. Ancak yakın dönemde streptokok dışında diğer enfeksiyoz etkenlerle de immun sistemin nöropsikiyatrik alevlenmeleri tetikleyebileceği belirtilmektedir. Bununla birlikte, immun sistemin ilişkili olduğu ruhsal bozuklukların, Tourette ve OKB’ nin yanında otizmden anoreksiyaya kadar daha geniş bir klinik görünümü kapsayabileceği öne sürülmektedir. Ayrıca OKB olan bireylerde, nörotransmitter gen varyantlarının, enfeksiyon sonrasında, nöral dokulardaki immunopatolojik değişimler ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Özetle, nöropsikiyatrik bozuklukların ortaya çıkışında glutamat başta olmak üzere nörotransmitter ve immun sistem etkileşimi ve bu etkileşimde çevresel etkenlerin yanında kalıtsal yatkınlığın da rol oynayabileceği belirtilmektedir. Bu bilgiler göz önüne alındığında intrauterin dönemden başlayan programlı hücre ölümü ve immun sistem etkileşiminin, gelişimsel olarak da nöropsikiyatrik bozuklukları tetikleyebileceği düşünülmektedir. Bu sunumda PANDAS ve daha genel olarak enfeksiyon ilişkili çocukluk çağı OKB’nin kalıtsal yönü tartışılacaktır. PANDAS Olgularında Nörogörüntüleme Çalışmaları ve Nörolojik Bulgular Doç.Dr. S. Ebru ÇENGEL KÜLTÜR Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk veErgen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 20 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 PANDAS (PediatricAutoimmuneNeuropsychiatricDiseasesAssociatedwithStreptococalInfections) kavramı halen üzerinde tartışmaların devam ettiği bir kavramdır. Bazı yayınlarda “streptokok enfeksiyonu sonrası gelişen merkezi sinir sistemi sendromları”ndan bir olarak sınıflanmıştır. Bununla birlikte başka bir çokmikroorganizmanında akut nöropsikiyatrik belirtilere neden olduğu düşünüldüğü için“pediyatrik enfeksiyonların tetiklediği otoimmünnöropsikiyatrik bozukluklar” başlığı altında da değerlendirilmiştir. Bazı yayınlarda da “çocukluk dönemi akut nöropsikiyatrik belirtileri” başlığı altında ele alındığı da görülmektedir. Bu sınıflama ile etiyolojik olarak belli bir sınırlama yapılmamıştır. Bununla birlikte nöropisikiyatrik belirtilerin akut başlangıçlı olması vurgulanmıştır. Nöropsikiyatrik belirtiler olarak çok çeşitlidir. Bu belirtiler başlıca OKB, Tikler, hiperaktivie, irritabilite, sakarlıklar,anksiyete, agresyon, anoreksi, odaklanma sorunu, davranış sorunları, depresyon, disgrafi,disartri, hipotoni,emosyonellabilite, uyku bozuklukları olup hepsi PANDAS olgularında da tanımlanmıştır. Tikler dışında bu sınıflama da başka hareket bozuklukları da yer almıştır. Bunlar koreiform hareketler, miyoklonus, distoni, paroksismaldiskineziler, parkinsonizm, tremor,streotipiler olarak sayılabilir. Bunlar içinden motor tikler ve koreiform hareketler dışında distoni,miyoklonus, paroksismaldistonikkoreatetozis gibi diğer ekstrapiramidal harekeler steptokokenfeksiyonu sonrasında tanımlanmıştır. PANDAS tanı ölçütlerinin belirlenmesinde değerlendirilen orijinal kohortta hiçbir olguda görünür bir kore görülmemekle birlikte koreiform hareketler saptanmıştır. Bu koreiform hareketler hafif şiddette (tüm grupta) ya da belirgin şiddette (grubun %50’sinde) piyano çalma hareketleri olarak tanımlanmıştır. GABHS enfeksiyonu ile ilişkisi bilinen ve tanımlanan ilk ekstrapiramidal hareket bozukluklarından biri olan Sydenham Kore psikiyatrik bozukluklar ve hareket bozuklukları için otoimmün model olarak değerlendirilmiştir. PANDAS hastalık modeli de Sydenham Kore modeli ile açıklanmıştır. Nörogörüntüleme çalışmaları çoğunluklaolgu bildirimleri olup sınırlı sayıda çalışma vardır. Nörogörüntüleme çalışmaları lokalizasyon hakkında bilgi vermekle birlikte patogeneze ilişkin sınırlı kalmaktadır. Streptokok sonrası merkezi sinir sistemi hastalıklarının değerlendirilmesinde konvansiyonel CT ve MRI sıklıkla normal bulunmaktadır. Bununla birlikte gözlenen enfilamatuar değişikler bazal gangliyonlara odaklanmaktadır. Volumetrik çalışmalarda PANDAS akut fazında kaudatnükleus(%8), putamen (%5) ve globuspallidusta (%7) genişleme saptanmıştır.Bazal gangliyon büyüklüğü ile belirti şiddeti arasında bir ilişki saptanmamıştır. Bir olguda basal gangliyon genişlemesinin PANDAS akut fazında olup plazmaferez sonrası remisyon ile normalize olduğu gösterilmiştir. SPECT, proton spektroskopi bulguları Sydenhamkoreolgularında gösterilmiş olup, PANDAS olgularında çalışılmamıştır. Sonuç olarak Sydenhamkore ve PANDAS olgularındaki nörogörüntüleme sonuçları bazal gangliyonlara odaklanmıştır ve iki durum arasındaki patojenik benzerliği (immün patolojiyi) desteklediği söylenebilir. PANDAS olgularında nörogörüntüleme sonuçları bazal gangliyon yapılarına işaret etmekle birlikte tanı amaçlı kullanımı nadiren yararlı görünmektedir, daha çok ayırıcı tanıya yardımcı konumdadır. PANDAS Olgularında Klinik Görünümler ve Klinik Yönetim Doç. Dr. Ayşegül Yolga Tahiroğlu Çukurova Üniv. Tıp Fak. Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı OKB olgularında özel bir alt grubu oluşturan PANDAS (pediatric autoimmune neuropsychiatric disorders associated with streptococcal infections), B-hemolitik streptokok enfeksiyonlarını (BHSE) ile tetiklenen otoimmün reaksiyon sonucu sinir sisteminde nöron kaybı ve buna bağlı tetiklenen ruhsal belirtiler ile karakterizedir. Öte yandan tüm PANDAS ataklarının BHSE ile ilişkili olmadığı, diğer enfeksiyon ajanlarının, hatta psikososyal stresin tetikleyici olabileceği de bilinmektedir. Günümüzde tanı ölçütleri hakkında tartışmalar sürerken, etken/ruhsal belirti arasında zamansal ilişkiyi gösterme gibi güçlüklerden dolayı ayırıcı tanısı uzun zaman gerektirmektedir. Tüm bu nedenlerle, klinik uygulamalar sırasında tanı, izlem ve tedavi gibi önemli konularda belirsizlik sıkça yaşanmaktadır. PANDAS ve diğer OKB olgularının klinik özellikleri hakkında yapılan açıklamaların çoğu karşılaştırmalı analizler içermez. İki grup arasında önemli fark olmadığı, ancak PANDAS’da eştanıların daha sık görüldüğü ileri sürülmüştür. Bazal ganglion işlev bozukluğuyla uyumlu olarak ayrılık anksiyetesi, okul başarısı, el yazısı, idrar, hareketlilik ve impulsivitenin PANDAS için klinik belirteçler olduğu düşünülmekte ve rutin uygulamada sorgulanmaları önerilmektedir. Klinik verilerin yanında laboratuar incelemeler de PANDAS tanısı için birincil araçlardır. Belirlenmiş bir biyolojik gösterge bulunmamaktadır ancak, BHSE ortaya koymak veya bununla belirtiler arasındaki eşzamanlılığı göstermek amacıyla yapılan incelemeler çoğu olguda tanının tek dayanağıdır. BHSE ya da otoimmünitenin varlığını destekleyen her pozitif laboratuar sonucu, PANDAS tanısını öncelikli düşünmek ve incelemek gerekliliğini vurgular. BHSE için özgül göstergeler; boğaz kültürü ve streptokoklara karşı üretilen antikorlardır (ASO, antiDNaseB). BHSE ile ilgili diğer klinik durumlarda altın standart kabul edilen boğaz kültürünün PANDAS açısından yararı sınırlıdır. Enfeksiyonu izleyen 1-2 haftadan sonra yalancı negatiflik oranlarının sık olmasına karşın, PANDAS olgularında ruhsal belirtiler sıklıkla enfeksiyondan haftalar sonra başlamaktadır. Hatta pek çok olgunun atlanmasına yol açmasından dolayı PANDAS 21 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 ayırımında boğaz kültürü incelemesinden özellikle kaçınmak gerektiğini vurgulayanlar da vardır. ASO düzeyleri BHSE izleyen 3-6 hafta, AntiDNaseB ise 6-8 hafta içinde pik yapar. Olguların çoğunda belirtilerin başlangıcı veya alevlenmesi de enfeksiyonu izleyen 1-2 ay içerisinde olduğundan, bu tetkikler zamansal ilişkinin gösterilmesi açısından avantaj sağlar. PANDAS tanısı ve takibi açısından boğaz kültürüne göre daha güvenilir olduğu düşünülmektedir ve günümüzde en sık kullanılan tarama araçlarıdır. Ancak kimi zaman enfeksiyonun ilk günlerinde atağın başlayabileceği de unutulmamalıdır. Bu durumda laboratuar sonuçları BHSE kanıtlamasa da 34 hafta izlemin ardından tetkiklerin tekrarı doğru tanı oranlarını artıracaktır. PANDAS ayırıcı tanısında araştırılması gereken önemli etmenler şunlardır; İlk belirti başlangıcı (PANDAS diğer OKB’den daha erken başlar; ortalama 7 yaş). Ani belirti başlangıcı (PANDAS’da belirtiler adeta bir gecede patlar) Belirtilerde artıp azalma/ataklı gidiş. Ani başlangıç olmasa bile alevlenmeler ile enfeksiyonların eş zamanlılığı. Adenoidektomi ve/veya tonsillektomi öyküsü (hem çocuk hem de ailede). Alerjik hastalık öyküsü (hem çocuk hem de ailede). Sık üst solunum yolu enfeksiyonu öyküsü (hem çocuk hem de ailede). Ailede romatizmal/otoimmün hastalık öyküsü (hatta Kanser öyküsü). Komorbid DEHB (özellikle bileşik tip) ve/veya Tik Bozukluları. Komorbid Duygudurum Bozukluğunun olmaması. Tedavi: PANDAS olgularının SSRI ve bilişsel davranışçı tedavilerden yararlanma oranları Diğer OKB olgularına benzerdir. Ancak immün sistemi hedef alan girişimler belirti kontrolü ve atakların önlenmesi açısından büyük önem taşımaktadır. PANDAS’da penisilin profilaksisi hakkında çelişkili verilere karşın yeterince araştırılmamıştır. Yararını destekleyen bulgular olsa da halen tedavi basamaklarında endikasyon olarak bahsedilmez. Ancak klinik pratikte oldukça sık ve neredeyse rutin bir tedavi/koruma aracı olarak kullandığı bilinmektedir. Pek çok olgunun tonsillektomiden fayda gördüğü, tonsillektominin ardından atak sıklığının belirgin azaldığı, kimi zaman atakların uzun süre görülmediğini bildiren olgu serileri vardır. Rutin uygulamada özellikle penisilin profilaksisinin yeterli olmadığı, ağır ve yıkıcı atakların sık görüldüğü olgularda önerilmektedir. Ayrıca, plazmaferez ve intravenöz immünglobülin gibi girişimlerin yararlı olduğu gösterilmiştir. Ancak uygulama zorlukları ve ciddi yan etki/komplikasyon olasılığı nedeni ile rutinde kullanımı yok denecek kadar azdır. Ağır yıkımla giden atakların hızla bitirilmesi gerektiğinde kortikosteroid uygulamaları da göz önünde bulundurulmalıdır. Panel: Ağrı ve Sınırları Oturum Başkanı: Doç. Dr. Sabri Hergüner Göğüs Ağrıları Doç.Dr. Sabri Hergüner Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Göğüs ağrısı okul çağı çocuklarında sık görülen (%10) ve pediatrik kardiyoloji kliniklerine en sık ikinci başvuru nedenini oluşturan bir belirtidir. Tıbbi incelemeler sonucunda nadiren kardiyovaskuler bir neden ortaya çıkar ve çoğunlukla durumu açıklayıcı tıbbi bir sebep bulunamaz. Çoğu olguda okul devamsızlığı, uyku sorunları ve günlük yaşantıda kısıtlanma gibi sorunlara neden olabilmektedir. Bunun yanında iyi seyirli bir tıbbi durum olmasına karşın bir çok olguda göğüs ağrısı belirtisi süreğenlik göstermektedir. Geniş örneklemli bir ergen grubunda yapılan izlem çalışmasında olguların yarısından fazlasında belirtilerin 36 aya kadar devam ettiği bildirilmiştir. Her ne kadar erişkin yaş grubunda görülen nedeni açıklanamayan göğüs ağrısı ile özellikle panik bozukluk olmak üzere yüksek oranda psikiyatrik bozukluk ek tanısı birlikteliği bildirilmiş olsa da ergen yaş grubu ile ilgili çalışmalar kısıtlıdır. Lipsitz ve arkadaşlarının yaptıkları çalışmada göğüs ağrısı olan grupta anksiyete bozukluğu ve depresyon sıklığının kontrol grubuna göre daha yüksek olduğunu göstermişlerdir. Bu sunumda göğüs ağrısı olan çocuk ve ergenlerle görülen psikiyatrik durumlar ve klinik uygulamada kullanılan müdahaleler üzerinde durulacaktır. Kaynaklar 22 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 1. 15 – 18 Mayıs 2013 Lipsitz JD, Gur M, Sonnet FM, Dayan PS, Miller SZ, Brown C. Psychopathology and disability in children with unexplained chest pain presenting to the pediatric emergency department. Pediatr Emerg Care 2010;26:830-6. Lipsitz JD, Masia C, Apfel H, Marans Z, Gur M, Dent H. Noncardiac chest pain and psychopathology in children and adolescents. J Psychosom Res 2005;59:185-8. Baş Ağrıları, Ağrının Nörofizyolojisi Yrd. Doç. Dr. Semih Ayta Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nörolojisi Birimi Nöroloji pratiğinde polikliniğe en sık başvuru nedeni baş ağrısı, çocuk nörolojisi pratiğinde ise nöbetten sonraki en sık yakınma yine baş ağrısıdır. Ülkemizde 8-12 yaş arasındaki çocuklarda tekrarlayan baş ağrısı prevalansı %49.2 düzeyinde bulunmuştur. Baş ağrıları iki temel grupta, primer ve sekonder olarak sınıflandırılır. Primer baş ağrıları içinde aurasız ve auralı migren, ailesel hemiplejik migren, migrenin yaygın öncülleri olabilecek çocukluk çağının periyodik sendromları (tekrarlayıcı kusma, abdominal migren, çocukluk çağının ataklarla giden baş dönmesi), gerilim tipi baş ağrıları büyük grubu oluştururlar. Baş ağrısı tanı ve ayırıcı tanısında en temel iki unsur dikkatli anamnez ve arteriyel tansiyon ölçümünü de içeren ayrıntılı nörolojik muayenedir. Rutin kan tetkikleri, hastanın kliniğine göre yapılacak EEG ve kraniyal görüntüleme (MR/BT) incelemeleri çoğu zaman ikincil baş ağrısı açısından yardımcı olmaktadır. Çocukluk çağı migreninde klinik bazı yönleriyle erişkinden farklıdır; ağrının süresi 1 saat bazen daha kısa olabilir, 48 saati aşmaz, çoğu zaman frontal bölgede iki taraflıdır. Zonklayıcı olma, bulantı ve/veya kusma, fotofobi ve/veya fonofobi erişkinle ortak özelliklerdir. Tekrarlayan ağrı deneyimleri çocukların uyku, iştah, okul performansı, dikkat başta olmak üzere tüm yetilerini olumsuz yönde etkiler. Migrenli çocuklarda total uyku süresinin arttığı, uykuya dalma süresinin uzadığı ve gündüz uykulu olma halinin arttığı saptanmıştır. Çocukluk çağı migreninin tedavisinde ilk basamak eğitimdir. Çocuklar ve aileleri migrene yatkın sinir sistemi hakkında bilgilendirilmeli, ataklarla baş etme yöntemleri öğretilmeli, ağrı günlüğü oluşturulmalı, ataklarla ilişkili aktiviteler sorgulanmalı, çocuklar düzensiz yemek ve düzensiz uykudan, alışılmadık kokulardan, bilgisayar oyunları gibi yoğun görsel uyaranlardan olası olduğunca uzak tutulmalıdırlar. Atak tedavisinde asetamiofen veya ibuprofen yeterli olacaktır. Profilaksi ağrılar nedeniyle çocuğun yaşam kalitesi veya okul başarısı belirgin şekilde etkileniyorsa, ayda 2 veya daha sık atak geçiriyorsa, atak tedavisi başarısız oluyorsa uygulanmalıdır. Profilakside en sık kalsiyum kanal blokerleri ve antiepileptik ilaçlar, bazn antidepresanlar kullanılır. Son sözler: çocukluk çağı başağrıları büyük oranda ergenlik döneminde de devam eder. Prevalansı kızlarda daha belirgin olmak üzere yaşla birlikte artış göstermektedir. Bu artışta sınav stresi başta olmak üzere pek çok faktörün (çalışan anne, anne-baba kaybı veya ayrılığı, ailede baş ağrısı öyküsü gibi) önemli rolü vardır. Başağrısı (özellikle migren) ergenlerde günlük yaşam işlevlerini olumsuz yönde etkiler. Sonuçta ‘erken yaşlarda başlayan baş ağrılarının multidisipliner olarak doğru tanınması ve doğru tedavi edilmesi, klinik tabloda yaşla birlikte ortaya çıkabilen değişimlere paralel tedavi stratejilerinin geliştirilmesi baş ağrısı ile etkin savaşımın vazgeçilmez ögelerdir’ diyebiliriz. Onkolojik Ağrılar Yrd. Doç. Dr. Evrim Aktepe Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Ağrının pek çok tanımı olup Uluslararası Ağrı Araştırmaları Derneği tarafından yapılan tanımlamaya göre; vücudun herhangi bir yerinden kaynaklanan, organik bir nedene bağlı olan ya da olmayan, kişinin geçmişteki deneyimleri ile ilgili, sensoriyal, emosyonel, hoş olmayan bir duygu olarak tanımlanmıştır. Kanserli hastaların %50-80’i hastalıklarının herhangi bir aşamasında ağrı yaşarlar. Küçük çocuklardaki ağrıların %67-80’i girişimlere ve tedaviye bağlı, %20-33’ü kansere bağlı nedenlerden kaynaklanmaktadır. Kanser hastalarında ağrı yaşam kalitesini negatif etkileyen semptomların başında gelmektedir. Bazı çocuklarda ağrı travmatik etki yaratmakta, kısa ve uzun süreli psikolojik sorunlara neden olabilmektedir. Çocukta hastane ve tıbbi personel korkusu, travma sonrası stres bozukluğu, uykusuzluk, depresyon, anoreksiya gelişebilmektedir. Çocuklarda ağrı algısını etkileyen faktörler; çocuğa özgü ağrı duyarlılığı, baş etme yöntemleri, bilişsel faktörler, geçmişteki ağrı tecrübeleri, çocuğun mizacı, ailenin ve sağlık personelinin yaklaşımı, cinsiyet, yaş ve kültürdür. Girişimlerle ilişkili ağrının yönetiminde; ağrının en aza indirilmesi, hastanın işbirliğinin arttırılması, erken dönemde tıbbi personel tarafından ağrının davranışsal ve farmakolojik tedavisi ile ilgili hasta ve ailesine bilgi verilmesi, riskli durumların en aza indirilmesi, sonraki girişimlerdeki beklenti anksiyetesini azaltmak için ilk girişimdeki ağrı ve 23 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 anksiyetenin tedavi edilmesi, işlem sırasında çocuğun güvendiği kişilerin yanında bulunması gerekmektedir. Kanserli çocuklarda ağrıya yaklaşım, farmakolojik ve farmakolojik olmayan (tamamlayıcı ve alternatif tıp stratejileri, bilişsel ve davranışsal yaklaşımlar ve fiziksel stratejiler) yöntemleri içermektedir. Farmakolojik tedavilerle bilişsel-davranışsal yaklaşımların etkinliğini karşılaştıran çalışmalarda bir tedavinin diğerine göre daha etkin olduğu gösterilememiştir. Her bir tedavinin birbirinden farklı avantaj ve dezavantajları olup en iyi tedavi yönteminin bilişsel davranışsal teknikler ile farmakolojik tedavilerin kombine kullanımı olduğu bildirilmektedir. Vaka Toplantısı: Duygudurum Bozuklukları ve Eşlik Eden Durumlarda Olgu Tartışmaları ve Eşlik Eden Durumlarda Olgu Tratışmaları: Bir Uçtan Diğerine kurulan Köprüler Oturum Başkanı: Prof. Dr. Nahit Motavallı Mukaddes Prof. Dr. Nahit Motavallı Mukaddes*, Doç. Dr. F Neslihan İnal-Emiroğlu**, Doç. Dr. Seher Akbaş*** *İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı **Dokuzeylül Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı ***Ondokuzmayıs Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş: Bu yıl ulusal kongrede komisyonumuz ilk kez etkinlikte bulunacaktır. 2012 Ulusal kongrede yaptığımız ilk komisyon toplantımızda mezuniyet sonrası ve meslek içi eğitimi destekleyen etkinliklerde bulunma kararımız doğrultusunda bu yıl zor ve karışık olguların sunulduğu, izleyicilerinde katılım göstererek aktif olarak öğrenebileceği bir yöntem kullanarak bir panel düzenleme kararı almış bulunmaktayız. Amaç: Ulusal kongre sırasında özellikle karışık ve yönetilmesi güç duygudurum bozukluklu olguların sunulup tanı ve tedavi süreçlerinin tartışıldığı bir panel düzenlemektir. Yöntem: Sunumcular tarafından özellikle tanı, eş tanı ve tedavi güçlükleri olan gerçek olgular hazırlanacaktır. Olgular yakınma , öykü ve değerlendirme süreçlerini sıra ile içeren bir şekilde sunulur iken tanı ve tedavi için karar verme aşamalarına geçildiğinde key padlerle seyircilere çoktan seçmeli sorular yöneltilecektir. Soruların cevapları alındığında keypadlere bağlı bir programla ekranda izleyicilerin seçeneklere göre verdiği cevaplar grafiklerle oranlanarak yansıtıldıktan sonra olgunun izlemi ve görece bilimsel yazında kabul edilen doğru bilgiler verilecektir. Böylece hem izleyicilerin kendi kendilerini değerlendirmesi, hem doğru ve son bilgileri ardından öğrenmesi sağlanacak, hem de dikkatlerini daha aktif olarak sunuma vermeleri mümkün olacaktır. Olgular bu şekilde sunulduktan sonra alanda deneyimli bir otör olarak Dr Nahit Motavallı Mukaddes panel sonunda toparlayıcı bilgilendirici bir tartışma yapacaktır. 4.GÜN 18 Mayıs Panel: Özürlülerde Sınırlarımız, Sınırlılıklarımız Oturum Başkanı: Prof. Dr. Yankı Yazgan Zeka Geriliğinin Tanılanması ve Takibindeki Güçlükler Uzm. Dr. Betül Mazlum Bakkaloğlu* *İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı *Emsey Hospital, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği Çocukluk çağı nörogelişimsel bozuklukları, çocuk psikiyatrisi hastalıkları içerisinde hem görülme sıklığı hem de erken tanı ve tedavinin ciddiyeti bakımından oldukça önemli bir yere sahiptir. Eş hastalanma oranının yüksek olduğu bu hastalık grubunda öncelikli olarak ayırıcı tanının dikkatli bir şekilde yapılması değerlendirme sürecinin en temel yapıtaşını oluşturmaktadır. Özellikle zeka geriliği ve otizm spektrum bozuklukları söz konusu olduğunda beyin gelişim süreçlerinde normalden sapmaya neden olabilecek genetik ve metabolik etiyolojik etmenlerin araştırılması tanı, tedavi ve takip süreçlerini etkileyebileceğinden son derece kritiktir. Ancak yüzlerce organik ve genetik inceleme tetkiki içerisinde hangi tetkikin hangi hastada isteneceği konusu oldukça karmaşıktır ve klinik bazı ipuçlarının dikkatli bir şekilde değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır. Zeka geriliği ve otizm spektrum bozukluklarında ayırıcı tanı sadece hastanın takibinde değil aileye verilecek genetik danışma açısından da oldukça önemlidir. Sunumda bu hastalıklarda ayırıcı tanı ve tıbbi inceleme aşamalarında hekimlere yol gösterebilecek klinik belirtiler ve değerlendirme süreçleri tartışılacaktır. 24 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Özürlü Çocukta Bağlanma Süreci Yrd. Doç. Dr. Şaziye Senem Başgül Hasan Kalyoncu Üniversitesi Özürlü çocukların gelişimi normal çocuklardan farklıdır, ancak gelişim ihtiyaçları onlarınkinden farklı değildir. Bu çocukların da beslenmeye, sevilmeye, eğitime, başarmaya, kabul edilmeye ve toplumun bir üyesi gibi yaşamaya hakları vardır. Bağlanma belirli bir kişiye olumlu tepkilerin verilmesi, zamanın büyük bir kısmının o kişiyle birlikte geçirilmek istenmesi, herhangi bir korku yaratan durum veya obje karşısında hemen o kişinin aranması, bağlanılan kişinin varlığının duyumsanmasına eş zamanlı olarak rahatlama duygusunun eşlik etmesi gibi duygu ve davranış örüntülerinin tümünü kapsamaktadır. Bir çocuk ancak güvenli bir üs varlığında çevresini keşfe çıkar. Bağlanma sürecini etkileyen bir çok faktör vardır. Farklı özelliklere sahip bir çocuğun anne babası olma rolü, anne babaların kendi seçtikleri bir rol değildir ve bu role kendilerini hazırlamazlar. Engelli bir çocuk dünyaya geldiğinde, normal çocuk hayali yıkılmış, imge bebek kaybedilmiştir. Doğan çocuk farklı görünüyordur, daha fazla ilgi ve bakım istemektedir, rutin bakımı daha güçtür ve belki de en önemlisi gelecek belirsizdir. Yaşanan ilk şokun ardından inkar edilir, öfkelenilir, suçlu aranır, iki uçlu duygular yaşanır, kendilerine bir ceza olarak algılanır, utanılır ve olumsuz duygular sebebiyle hissedilen suçluluk çok ağır olur. Çok büyük bir acı, çaresizlik, çözümsüzlük ve yetersizlik hissedilir. Sonrasında depresyon dönemine girilir. Çevredekilerin meraklı, acıyan ve sorgulayan bakışlarıyla baş edilemez ve sosyal olaylardan ve çevreden uzak kalınır. Akrabaların ve yakın çevredekilerin tepkileri ile baş edilmeye çalışılır. Eşler birbirlerine karşı suçluluk ve yetersizlik hissedebilir. Yapılan araştırmalar, engelli çocukların da normal gelişim gösteren çocuklara benzer bağlanma davranışları gösterdiklerini, anneyi yabancılara tercih ettiklerini ve yakınlık arayışı içinde olduklarını göstermiştir. Bağlanılan sadece ebeveyn değil, çevresinde onunla yakından ilgilenen kişilerdir. Bu çocukların değişimlerden diğer çocuklara göre daha çok etkilendikleri, kendi güvenli çevresini kurmakta daha çok zorlandıkları, tutarlı ve sürekli ilişkilere daha çok ihtiyaçları olduğu unutulmamalıdır. Özürlü Eğitiminin (Özel Eğitim) Planlanmasındaki Sınırlılıklarımız Cem Akköse TSÇV Metin Sabancı Özel Eğitim Okulu Müdürü Özel gereksinimli bireylerin yaşamlarında en fazla zorluk yaşadıkları konulardan birisi toplumsal yaşama uyumlarıdır. Eğitim, en genel anlamı ile bireyi toplumsal yaşama hazırlayan süreçtir. Özel gereksinimli bireylerin eğitimi bu anlamda toplumsal yaşama uyum becerilerinin kazandırılmasında kritik öneme sahiptir. Özel eğitimin planlanması ve uygulanmasında ise hem özel gereksinimli bireylerin ailelerinin eğitim ile ilgili arayışlara geç başlaması hem de eğitim ortamlarının bu bireyler için uygun olmaması nedeni ile ciddi sınırlılıklar bulunmaktadır. “Özürlü Eğitiminin Planlanmasındaki Sınırlılıklarımız” konulu konuşmada, özel gereksinimli bireyler için eğitim olanakları ve bireylerin bu olanaklardan yararlanmada yaşadıkları sorunlar ve çözüm önerileri üzerinde durulacaktır. Panel: Bağımlılıkta Sınırlar ve Köprüler Oturum Başkanı:Prof. Dr. Cahide Aydın Bağımlılık ve Agresyon Prof. Dr. Erdal Vardar Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Alkol kullanma ile saldırgan yıkıcı eylemlerin görülmesi iyi bilinen ve sık karşılaşılan bir durumdur(Shepherd, Sutherland, & Newcombe, 2006). Alkol alımı ile algılama ve düşünce yapısında bozulmalar oluşur. Depressif ve anksiyete belirtilerinde azalma ve sosyal davranışların değişimi gözlenir. Algılama ve düşüncenin değişimi üzerinden alkol miyopi modeli ile saldırgan davranışları açıklamaya yönelik ALKOL MİYOPİ MODELİ (AMM) önerilmiştir. Bu modele göre alkol alınması ile bilişsel yetilerde bozulma sonucunda “myopik” bir etki ortaya çıkmaktadır. Myopik etkiden kast edilen dikkatin bozulması ile içsel ve dışsal uyaranların algılanıp işlenmesinin etkilenmesidir. Kalan sınırlı bilişsel işleme süreci ile kolay işlemler ile süreç devam eder. Saldırganlık eylemlerinin olduğu bir ortamda, alkol yıkıcı eylemleri daha provakatif hale gelmesini bu sınırlı kaynakları kullandığı için daha kolay hale getirir, tehtid edici olmayan 25 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 eylemlerin yanlış anlaşılması bilgi işleme sürecinin etkilenmesi, baskılama mekanizmalarınını çalışmaması ile yıkıcı eylemleri kolaylaştırır. Yani kışkırtıcı olmayan eylemler doğru değerlendirilemez ve baskılama durudurucu sistemler alkol ile işlemez hale gelir. (Giancola, Duke, & Ritz, 2011). Riskli cinsel eylemler, taciz ve tecavüz, aile içi şiddet, diğer maddeleri kullanmaya açık olma, intihar, trafikte riskli davranışlar AMM ile bağlantılı davranışlar olarak tanımlanabilir. Alkol miyopi modline göre alkol kullanılması ile dikkat bozuluyorsa saldırganlığa odaklanma durumunda da şiddeti azaltacağı da varsayılabilir. Yani doğrudan şiddetin fedeflendiği durumda alkol alınması tersi bir durumu ortaya çıkartabilir. Alkol ve saldırgan yıkıcın eylemlerin bir arada olduğunu biliyoruz ancak bu durumun, alkolün yıkıcı davranışlara yol açıp açmadığını söylemek zordur. Saldırganlık suçlarının yarısından fazlasında alkolün eşlik etmediğini de biliyoruz. Kanıta dayalı verilerin yetersiz olması başka bir sorundur. Bu sunumda alkol kullanmanın saldırgan ve yıkıcı eylemlere yol açmasının nedenselliği ve etyolojik teorileri gözden geçirilecektir. Kaynaklar Galenter M. 2002. Recent Developments in Alcoholism Vol 13. Alcohol and Violence. Kluwer Academic Publishers. Giancola, P. R., Duke, A. a, & Ritz, K. Z. (2011). Alcohol, violence, and the Alcohol Myopia Model: preliminary findings and implications for prevention. Addictive behaviors, 36(10), 1019–22. Shepherd, J. P., Sutherland, I., & Newcombe, R. G. (2006). Relations between alcohol, violence and victimization in adolescence. Journal of adolescence, 29(4), 539–53. 26 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 SÖZEL BİLDİRİLER 27 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 SB – 01 ÇOCUKLUK ÇAĞI KANSERLERİNDE HASTALARIN VE ANNELERİNİN BAŞA ÇIKMA BECERİLERİ İLE ÇOCUKLARDAKİ OLASI PSİKİYATRİK BOZUKLUKLAR ARASINDAKİ İLİŞKİ Dr. Abdurrahman Cahid Örengül*, Dr. Alperen Bıkmazer*, Dr. Ayşe Büyükdeniz*, Doç. Dr. Fatma Visal Okur**, Doç. Dr. Neşe Perdahlı Fiş* *Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı **Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Hematoloji-Onkoloji Bilim Dalı nfis@marmara.edu.tr Amaç: Yakın dönemde kanser tanısı almış çocuk ve ergenlerin tamamına yakın bir kısmı özellikle hastane yatışları, girişimsel işlemler ve tedavinin fiziksel etkileri gibi nedenlerle yoğun sıkıntı yaşamaktayken, remisyonda olan çocuk ve ergenlerin genel uyum düzeylerinin daha iyi olduğu ve yaklaşık %25-33’ünün belirgin psikososyal sorunlar geliştirdikleri saptanmıştır. Bu durumun belirleyicileri arasında çocuğa aileye ve hastalığa özgü çeşitli risk faktörleri ve koruyucu faktörlerden söz edilmektedir. Hastalık ve tedavi sürecine ikincil gelişen psikiyatrik bozukluklar açısından incelendiğinde çocukluk çağı kanserlerinde en sık karşılaşılan sorunlar depresif yakınmalar ve kaygı belirtileri olmaktadır. Bu çalışmada hematolojik kanser olguları ile solid tümör olgularının ve annelerinin başa çıkma becerilerinin değerlendirilerek psikiyatrik bozukluklar ile olası ilişkilerinin incelenmesi ve iki grubun bu faktörler açısından karşılaştırılması amaçlanmıştır Yöntem: Çalışmanın örneklemini Marmara Üniversitesi Hastanesi Çocuk Hematoloji ve Onkoloji Kliniği’nde hematolojik kanser veya solid tümör tanısı ile izlenen 6-18 yaş arasındaki araştırmaya katılmaya gönüllü, 42 hasta ve ailesi oluşturmuştur. Hazırlanan sosyodemografik form ile sosyodemografik veriler ile hastalık ve tedavi süreci ile ilgili bilgiler derlenmiş, Çocuklar için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme ÇizelgesiŞimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu- Türkçe Versiyonu (K-SADS-PL, Kiddie-Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia-Present and Lifetime Version) ile psikiyatrik tanılar saptanmıştır. Ek olarak, çocuk ve ergenler Çocuklar için Başa Çıkma Ölçeği’ni (KCOPE), anneleri ise Başa Çıkma Tutumlarını Değerlendirme Ölçeği’ni (COPE) doldurmuşlardır. İstatistiksel analizler SPSS (17.0) paket programı ile yapılmıştır. Bulgular: Çocuk ve ergenlerin %57’si (n=24/42) erkekti, yaş ortalamaları 12.66 (± 3,42) yıldı. Hematolojik kanser ve solid tümörü olan çocukların sayıları sırasıyla 23 (%55) ve 19 (%45)’du. Hastaların 15(%36)’ inde hastalık aktif dönemdeydi. Hastaların 8 (%19)’inde hastalık nüks etmişti. Hastaların %54.7’ sinde psikopatoloji mevcuttu. En sık görülen psikiyatrik bozukluklar uyum bozukluğu (% 19; n=8/42), dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (% 17; n=7/42), özgül fobi (%14, n=6/42), yaygın anksiyete bozukluğu (%12, n=5/42) ve major depresif bozukluktu (%7; n=3/42). Annelerin en sık kullandığı başa çıkma yöntemleri pozitif yeniden yorumlama ve gelişme ile dini olarak başa çıkmayken en az kullandıkları başa çıkma yöntemleri madde kullanımı ve davranışsal olarak boş vermeydi. Cinsiyetle, hastalığın nüks edip etmemesiyle, tümörün solid ya da hematolojik oluşuyla, hastanede yatış süresiyle psikopatoloji varlığı arasında ilişki saptanmazken, hastalığın getirdiği kısıtlılıkla içselleştirici bozukluk varlığı arasında anlamlı ilişki (p=0.003) saptanmıştır. Psikopatolojisi olan çocukların annelerinin sorunlarla başa çıkmada yararlı sosyal destek kullanımı yöntemini anlamlı olarak daha az kullandıkları (p=0.02) saptanmıştır. Hastalık nedeniyle arkadaşlarıyla hastalık öncesine göre daha az zaman geçirebilen çocuklarda anlamlı olarak (p=0,001) daha fazla psikopatoloji görülmekteydi. Çocukların başa çıkma yöntemleri ile psikopatoloji varlığı arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Sonuç: Çalışmamızda, kanser tanısı almış çocukların yaklaşık yarısında psikopatoloji saptanmıştır. Bulgularımız, hastalık nedeniyle yaşamı daha fazla kısıtlanan ve arkadaşlarıyla hastalık öncesine göre daha az zaman geçirebilen çocukların psikopatoloji geliştirme açısından daha fazla risk altında olabileceklerini, bunun yanı sıra annelerin uygun başa çıkma yöntemleri kullanıyor olmalarının çocuklarda psikopatoloji gelişimine karşı koruyucu etkisinin olabileceğini düşündürtmektedir. SB – 02 PRENATAL, NATAL VE POSTNATAL FAKTÖRLERİN MATERNAL BAĞLANMA ÜZERİNE ETKİSİ Caner Mutlu*, Özgür Yorbık**, İlhan Asya Tanju***, Fatih Çelikel***, Rabia Gönül Sezer**** *Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, Bakırköy Prof Dr Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Bakırköy, İstanbul **Çocuk ve Ergen Psikiyatri Birimi, Çocuk Gelişimi Bölümü, Sağlık Bilimleri Fakültesi, Üsküdar Üniversitesi, Üsküdar, İstanbul ***Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, GATA Haydarpaşa Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Üsküdar, İstanbul 28 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 ****Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, Zeynep Kamil Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi, Üsküdar, İstanbul Özet Amaç: Literatürde bebeğin anneye bağlanmasıyla ilgili çok sayıda çalışma mevcut iken annenin bebeğine bağlanması üzerinde çalışmalar sınırlıdır. Bu çalışmanın amacı, 1-4 ay arasında bebeği olan annelerde prenatal, natal ve postnatal faktörlerin maternal bağlanma düzeyine etkisini belirlemekti. Yöntem: GATA Haydarpaşa ve Zeynep Kamil Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi Çocuk Hastalıkları Polikliniği’ne başvuran 1-4 ay arasında bebeği olan ve bilgilendirilmiş olur formunu imzalayan 107 anne tarafından, araştırma ekibince oluşturulan bilgi formu, Maternal Bağlanma Ölçeği (MBÖ) ve Belirti Tarama Listesi-90 (The Symptom Checklist-90;SCL-90) 109 bebek için dolduruldu. Bilgi formunda yer alan annenin yaşı, eğitim düzeyi, düşük yada ölü doğum öyküsü, gebeliğin planlı ya da plansız olması, gebelik süresince komplikasyon gelişimi, bebeğin ailenin kaçıncı çocuğu olduğu, bebeğin cinsiyeti, gebelik öncesi hayal edilen bebeğin ve doğan bebeğin cinsiyetinin benzer olması, doğum şekli, bebeğin doğum zamanı, doğum esnasındaki anestezi şekli, bebekte doğum sırasında komplikasyon gelişimi, doğum sonrası bebeğin ilk kucağa alınma zamanı, annenin bebeği ilk emzirme zamanı, annenin ilk sütünün gelme zamanı, SCL-90 ölçeğinin Genel Belirti Düzeyi (GSI), Pozitif Belirti Toplamı (PST) ve Pozitif Belirti Düzeyi (PSDI) değişkenler olarak alındı. Bu değişkenlerin MBÖ skorlarına etkisi SPSS 15.0 istatistik programında değerlendirildi. Sonuç: İki anne okur-yazar olmaması nedeniyle çalışma dışında bırakıldı. Araştırmaya alınan annelerin (n=105) 30.31±4.42 yıl yaş ortalamasına sahip olduğu, % 43.3’ünün yüksek öğretim mezunu olduğu belirlenmiştir. Annenin yaşı ve evlilik süresi ile MBÖ skoru arasında anlamlı korelasyon saptanmadı (p>0.05; r:-0.17). İlk kez çocuk sahibi olan annelerin MBÖ toplam puanı, diğer annelerin puanına göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek bulundu (p<0.05). Gebelik öncesi hayal edilen bebeğin ve doğan bebeğin cinsiyetinin farklı olduğu annelerde, aynı olan annelere göre GSI, PST ve PSDI skorları anlamlı olarak daha yüksek bulunmuştur (p<0.05). Yorum: Maternal bağlanma, zaman içinde gelişen ve birçok faktörden etkilenebilen özel bir ilişkidir. Bu faktörlerin içinde ilk kez çocuk sahibi olmak, doğumdan sonraki birinci ile dördüncü ay arasında annenin bebeğe bağlanmasında en önemli faktörlerden biri olarak görülebilir. Faktörlerin ortaya konması ve maternal bağlanma üzerindeki etkilerinin belirlenmesinde daha fazla sayıda, daha geniş örneklemli çalışmalara ihtiyaç vardır. SB – 03 OKULA BAŞLAMA YAŞI İLE ÇOCUK RUH SAĞLIĞI SORUNLARININ İLİŞKİSİNİN ARAŞTIRILMASI Çağatay Uğur, Nagihan Saday Duman, Hesna Gül, Mehmet Sertçelik, Sümeyra Kına, Birim Günay Kılıç, C. Kağan Gürkan Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Bu çalışmada bu yıl başlatılan uygulama nedeniyle okula erken başlamak zorunda kalan çocukların, rapor alarak okula başlamayı erteleyen çocuklarla karşılaştırılması ve okula erken başlamanın ruhsal sorunlar ve yaşam kalitesi üzerine olan etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Hipotezimiz okula erken başlayan çocuklarda erteleyenlere göre psikiyatrik belirtilerin daha fazla ve yaşam kalitesinin daha düşük olacağı yönündedir. Yöntem: Çalışmaya Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı’na okula erken başlamanın durdurulması için rapor isteği ile başvuran (n=27), okula erken başlatılan ancak sonrasında sorun yaşadığı için kliniğimize getirilen (n=29) ve okula erken başlatılan ancak klinik başvurusu olmayan (n=29) çocuklar ve ebeveynleri alınmıştır. Tüm olgular 60-72 ay yaş aralığında yer almaktadır. Annebabalar sosyodemografik bilgi formu, Güçler ve Güçlükler Anketi (GGA), Okul Reddi Değerlendirme ÖlçeğiAnne baba Formu (ORDÜ-AB) ve Küçük Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Anketi-Anne baba Formu’nu (KÇYKAAB) doldurmuşlardır. Çocuklarla klinik görüşme yapılmış ve bu görüşme sırasında Küçük Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Anketi-Çocuk Formu (KÇYKA-Ç) klinisyen tarafından uygulanmıştır. Sonuçlar: Üç grubun ay olarak yaş ortalamaları arasında anlamlı bir fark saptanmamıştır (One way ANOVA, p>0.05). Gruplar arasında anne ve baba yaşı, eğitim süreleri ve aylık gelirleri açısından da fark bulunmamıştır. Gruplar arasında kreş eğitimi almış olma açısından anlamlı bir fark vardır, bu anlamlı fark okula rapor alarak başlamayan grubun kreş eğitimi alma oranının okula başlamış ancak psikiyatrik başvuru yapmamış grubunkinden anlamlı olarak yüksek olmasından kaynaklanmaktadır (Ki Kare, p=0.017, Bonferroni Düzeltmesi ile). GGA ile ölçülen ruhsal sorun şiddet puanları açısından gruplar arası anlamlı bir fark saptanmamakla birlikte, ORDÜ-AB-okul ve KÇYKA-Ç puanları açısından üç grup arasında anlamlı bir fark vardır. İkili karşılaştırmalar sonucunda çocuk yaşam kalitesi puanlarının rapor alarak okula başlamayan çocuklarda diğer iki gruba göre anlamlı olarak yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır (One way ANOVA, p<0.017, Bonferroni Düzeltmesi ile). 29 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Tartışma: Bu ön çalışmada okula erken başlatılan çocuklarda yaşam kalitesinin olumsuz etkilenebileceği sonucuna varılmıştır. Çalışmaya vaka sayısı arttırılarak devam edilecektir. SB – 04 ANKSİYETE BOZUKLUĞU TANISI ALAN ERGENLERDEKİ SOMATİK BELİRTİLERİN AİLESEL VE ÇEVRESEL FAKTÖRLER İLE İLİŞKİSİ Dr. Esengül Kayan Bozkulak*, Doç. Dr. Neşe Perdahlı Fiş*, Prof. Dr. Meral Berkem** *Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilimdalı **Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilimdalı, Emekli Öğretim Üyesi ÖZET Amaç: Bu çalışmada Anksiyete Bozukluğu olan ergenlerdeki somatik belirtilerin bireysel ve çevresel faktörlerlerle ilişkisinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Marmara Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniğine kaygı yakınmaları ile başvuran ergenler Çocuklar için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi- Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu (K-SADS) ile değerlendirildi. Anksiyete Bozukluğu tanısı alan ergenlere Durumluluk-Süreklilik Kaygı Envanteri (STAI), Çocukluk Çağı Depresyon Ölçeği (CDI), 11-18 yaş grubu gençler için kendini değerlendirme Ölçeği (YRS) uygulandı. Ebeveynlerden sosyodemografik bilgi formunu, Olumsuz Yaşam Olayları Listesini, 4-18 Yaş Çocuk ve Ergenler için Davranış Değerlendirme Ölçeğini ve ayrıca kendileri için Belirti Tarama Listesini (SCL-90-R) doldurmaları istendi. CBCL ve YRS somatik şikayetler alt ölçek skorları ile diğer verilerin ilişkisi incelendi Sonuçlar: Araştırmaya dahil edilen 11-17 yaş arası 31 ergenin (ortalama yaş: 14.25 ± 1.91) çoğunluğunu kızlar (%71.9, n=23/31) oluşturmaktaydı. Tanıların dağılımı Sosyal Anksiyete Bozukluğu (n=5), Yaygın Anksiyete Bozukluğu (n=5), Özgül Fobi (n=4), Obsesif Kompulsif Bozukluk (n=2), Panik Bozukluk (n=3), birden fazla Anksiyete Bozukluğunun birlikteliği (n=12) şeklindeydi. Yaş artışı ile somatik skorlar arasında anlamlı korelasyon vardı (r=0.507, p=0.004). Somatik belirti skorları ile en anlamlı ilişki kardeşte psikiyatrik hastalık (p=0.035) ve kardeşte tıbbi hastalık (p=0.016) varlığı arasında saptandı. Çocuğun kaygı ve somatik skorları, baba psikiyatrik semptomları ile anne psikiyatrik semptomlarına kıyasla daha kuvvetli ilişki içindeydi. Annelerde kaygı ve somatizasyon belirti skorları arttıkça çocuklarında daha fazla somatik yakınma belirttikleri görülürken, çocuk özbildirim ölçeğindeki somatik skorlar ile anne kaygı ve somatizasyon belirtileri arasındaki ilişki istatistiksel anlam göstermedi. Yorum: Çocuk ve ergenlerde altta yatan psikiyatrik bozukluklar farklı olsa da somatik yakınmaların oluşmasında çevresel ve ailesel faktörlerin etkisi olabilmektedir. Ailenin bir bütün olarak görüldüğü ve çocuğun ailenin bir parçası olarak değerlendirildiği çocuk psikiyatrisi pratiğinde özellikle somatik belirtiler ele alınırken ailesel faktörlere dikkat edilmesi daha fazla önem taşımaktadır. SB – 05 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞUNDA AMAÇLI(PROAKTİF) VE TEPKİSEL(REAKTİF) SALDIRGANLIĞIN ANKSİYETE DÜZEYLERİ VE ANKSİYETE DUYARLILIĞI İLE İLİŞKİSİ Ali Evren Tufan*, Ayhan Bilgiç**, Savaş Yılmaz**, Özlem Özel Özcan***, Serhat Türkoğlu****, Tuğba Yüksel*** *Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD **Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD ***İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD ****Ordu Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Bölümü Amaç: Anksiyete duyarlılığı (AD) anksiyete belirtilerinden endişe duymayı tanımlamaktadır (Morris ve March 2004). İnsanlardaki saldırganlık reaktif (tepkisel) ve proaktif (amaçlı, manipülatif) olarak ayrılabilir (Buckholtz ve Meyer-Lindenberg 2008). Bu çalışmada, AD’ nın ve anksiyete düzeylerinin DEHB zemininde gelişen saldırganlık üzerine etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Örneklem Çalışma Ordu Devlet Hastanesi (n= 108), Malatya Devlet Hastanesi (n= 75), İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi (n= 45) ve Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi (n= 46) ÇRS polikliniklerine başvuran, DSM-IV-TR ölçütlerine göre DEHB tanısı alan, geçmişte tedavi almamış çocuk ve ergenleri içermiştir. Hastalar, ÇGDŞ- ŞY- T DEHB modülü, Turgay-DSM-IV’ e Dayalı Çocuk ve Ergenlerde Davranım Bozuklukları İçin Tarama ve Derecelendirme Ölçeği (T- DSM- IV-Ö), Çocuklarda Anksiyete Bozukluklarını 30 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Tarama Ölçeği, Çocuk Anksiyete Duyarlık Ölçeği ve Wechsler Çocuklar İçin Zeka Ölçeği ile değerlendirilmiştir. Saldırganlık Hedefleri ve Alt Tiplerinin Ayrımı İnsanlara karşı saldırganlık için T- DSM- IV-Ö içerisindeki 27, 28, 29, 30, 32 ve 33 numaralı sorular, hayvanlara karşı saldırganlık için 31 numaralı soru, cansız nesnelere karşı sergilenen saldırganlık için de 34 ve 35 numaralı sorular değerlendirilmiş ve ortalama+ 2 S.D. ve üzeri puan alanlar seçilmiştir (İnsanlara yönelik saldırganlık puanı > 9.7, hayvanlara yönelik saldırganlık > 1.2, Nesnelere yönelik saldırganlık > 0.7). Amaçlı ve Tepkisel saldırganlığı ayırt edebilmek için ilk olarak Drabick ve Gadow’ un (2012) bulgularına uygun olarak T-DSM-IV-Ö içerisinde listelenen Karşıt Olma Karşı Gelme Bozukluğu semptomlarından 19, 24 ve 25. soruların Emosyonel/ Öfke/ İrritabilite belirtilerini sorguladığı kabul edilmiştir. Belirtilen maddelerden ortalama+ 2 S.D. ve üzeri puan alanların klinik olarak anlamlı belirti sergilediği düşünülmüştür (> 10 puan). Emosyonel/ Öfke/ İrritabilite belirtileri anlamlı olmayan ancak insan, hayvan veya nesnelere saldırganlığı klinik olarak anlamlı düzeyde olanların Amaçlı Saldırganlık, hem Emosyonel/ Öfke/ İrritabilite belirtileri hem de saldırganlığı klinik olarak anlamlı düzeyde olanların ise Tepkisel Saldırganlık gösterebileceği kabul edilmiştir. İstatistiksel değerlendirme Bu çalışmada anksiyete, AD ve YDB ilişkisinin değerlendirilmesi için SPSS 20.0- AMOS programı ile uygulanan Yapısal Eşitlik Modeli (YEM) kullanılmıştır. Anlamlılık değeri 0.05 olarak belirlenmiştir (Çiftyönlü). Sonuç: Çalışma örneklemine ortalama yaşı 11.1 ± 2.6 ( Yaş aralığı 8– 17) olan 224 (% 82.0) erkek, 50 (% 18.0) kız toplam 274 olgu dahil edilmiştir. Kız ve erkeklerin ortalama yaşları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmamaktadır. Çocukların büyük çoğunluğu ilköğretim (n = 232, % 85.0) küçük bir bölümü ise lise (n = 42, %15.0) öğrencisidir. YEM uygulandığında, cinsiyet ve anksiyete duyarlılığı arası olumlu ve çift yönlü ilişki olduğu, buna karşılık anksiyete duyarlılığının anksiyete düzeyi ile olumlu ve tek yönlü ilişki gösterdiği görülmüştür (Şekil 1). Anksiyete duyarlılığının bilişsel bileşenleri insanlara yönelik amaçlı saldırganlıkla olumsuz ilişki göstermektedir. Dikkat eksikliği belirti puanları nesnelere yönelik amaçlı saldırganlıkla ve insan, hayvan ve nesnelere yönelik olabilen tepkisel saldırganlıkla olumlu ilişkilidir. Hiperaktivite belirti puanları ise sadece tepkisel saldırganlıkla (insan, hayvan veya nesnelere) olumlu olarak ilişkili bulunmuştur. YEM sonuçlarına göre amaçlı ve tepkisel saldırganlık birbirlerinden büyük ölçüde ayrışmaktadır (p = .013). Yorum: Bu çalışmada anksiyete duyarlılığının bilişsel belirtilerinin amaçlı saldırganlık açısından koruyucu olabileceği ancak tepkisel saldırganlıkla ilişkisiz olduğu saptanmıştır. DEHB daha çok tepkisel saldırganlığı artırarak etki gösteriyor gibi görünmektedir. Bu çalışma anksiyete, AD ve saldırganlık ilişkisini YEM kullanarak inceleyen yazındaki ilk çalışma olmakla birlikte sınırlılıkları da bulunmaktadır. Bulgularımızın daha geniş örneklemlerle desteklenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. SB – 06 ÇOCUK GELİŞİMİ PROGRAMI ÖĞRENCİLERİNİN BENLİK SAYGISI İLE ANNE BABAYA BAĞLANMA ÖZELLİKLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİNİN İNCELENMESİ F. Elif Kılınç* ,Tülay Şener** *AİBÜ Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü, Bolu, elifkilinc@gmail.com **Çağdaş Eğitim Kooperatifi Özel Beşevler Anaokulu,, Bursa, tulayster@gmail.com Özet Amaç: Benlik saygısı, bireyin kendisini yetenekli, önemli, başarılı ve değerli biri olarak algılama derecesidir. Benlik, kişinin başkalarının kendisine nasıl tepkide bulunduğu ile ilgilenmesinin bir sonucu olarak sosyal iletişim içinde ortaya çıkmaktadır. Kişiliğin temellerinin atıldığı aile ortamında kazanılan deneyimler kişinin benlik kavramının gelişiminde son derece etkilidir. Ancak benlik saygısı ergenlik döneminde önem kazanan bir boyuttur. Bu dönemde geliştirilen benlik saygısı bireyin erken yıllardan itibaren ona sunulan yaşantının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle araştırmada bireyin algısı açısından anne babasıyla kurduğu ilişki örüntüsü ile benlik saygısı arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Araştırmanın amacını gerçekleştirmek için betimsel yöntem kullanılmıştır. Çalışma grubunu Uludağ Üniversitesi Yenişehir İbrahim Orhan Meslek Yüksekokulu’na devam eden Çocuk Gelişimi Programı 1. ve 2. Sınıf öğrencilerinden 117 öğrenci oluşturmaktadır. Araştırmada, veri toplama aracı olarak “Kisisel Bilgi Formu”, “Coopersmith Benlik Saygısı Envanteri” ve “Ana-Babaya Bağlanma Ölçeği” kullanılmıştır. Sonuçlar: Araştırma sonuçları üniversite öğrencilerinin benlik saygısının anne babaya ilişkin görüşlerine göre farklılaşıp farklılaşmadığı t-testi ile analiz edilerek, sonuçlar literatür ışığında tartışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Çocuk Gelişimi, Benlik Saygısı, Anne Babaya Bağlanma SB – 07 YENİDOĞANLARDA KAN OKSİJEN SATURASYON DEĞİŞİMİ VE 31 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 ANNELERİN BAĞLANMA BİÇİMİ Yrd. Doç. Dr. Gonca ÇELİK*, Yrd. Doç. Dr. Ferda ÖZLÜ**, Doç. Dr. Ayşegül TAHİROĞLU*, Prof. Dr. Ayşe AVCI*, Prof. Dr. Mehmet SATAR**, Ar.Gör.Dr. İpek SÜZER **,Hem. Salime Kılınç**, Hem. Mehtap UZEL* *Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı Hastalıkları ** Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Yenidoğan Kliniği Amaç: Intrauterin dönemden dış dünyaya geçişte bakımverenin gözetiminde bebek yeni çevreyle denge kurmak durumundadır. Bu dengenin sağlanmasında bebeğin fizyolojik ihtiyaçlarının fark edilmesi bağlanmanın temel aşamasını oluşturur. Özellikle düşük doğum ağırlıklı bebeklerin ana kucağı ile bakım alması klasik yeni doğan bakım şartlarına göre morbidite ve mortalite üzerine olumlu bulunmuştur. Bağlanma bozukluklarının kalıcı olabilecek bedensel-ruhsal sonuçlarının öngörülmesine karşılık yaşamın ilk anlarında bağlanmanın herhangi bir fizyolojik göstergesi ile ilgili henüz yeterli çalışma bulunmamaktadır. Bu çalışma yeni doğan yoğun bakımda görevli hemşirelerin anne ile temas sonrasında bebek kan oksijen saturasyonunda bireysel farklılıkların olduğu gözlemine dayanarak planlanmıştır. Çalışmanın amacı, annelerin bağlanma biçimi, anksiyete, depresyon düzeyleri ile temas sonrası bebeklerin kan oksijen saturasyonu değişiminin olası ilişkisinin araştırılmasıdır. Yöntem: Çalışmaya toplamda 37 anne ve bebeği dahil edilmiştir. RSQ (İlişki Ölçekleri Anketi), YİYE (Yakın İlişkilerde Yaşantılar Envanteri), Süreklilik Durumluluk Kaygı Envanterleri, Hamilton Anksiyete ve Hamilton Depresyon ölçekleri doldurulmuştur. Bu gözlemin olası karıştırıcı etkenlerini indirgemek amaçlı anemik olan, ventilasyon desteği alan, ileri derecede konjenital anomalisi olan bebekler dışlanmıştır. Yeni doğan hemşireleri küvözdeki bebeklerin anne ziyareti öncesi ve sonrasında ortalama oksijen saturasyonu, ağlamaları ile temas süresi, temas sırasında babanın varlığı, annenin sözel iletişiminin olup olmadığı ve diğer sosyodemografik değişkenleri kaydetmiştir. İstatistiksel analizler SPSS for Windows (16.0 versiyonu) ile yapılmıştır. Sonuçlar: Temas sonrası oksijen düzeyinde artma olan grupta RSQ ölçeği güvenli bağlanma tipi n=13 iken korkulu ve kaygılı bağlanma yoktu. (p=0,027) Benzer biçimde güvenli bağlanma alt grup ortalaması korkulu ve saplantılı bağlanma alt grup puanlarına oranla yüksekti (49.1±16.8;41.6±6.1;35.8±7.5 p=0,003). STAI 1 ortalaması oksijen artışı olan grupta oksijen düzeyinde azalma olan ve değişiklik olmayan diğer iki gruba göre daha düşüktü. (39.8±4.5; 46.8±8.2; 43.0±6.4 p=0,025 ) oksijen saturasyonu artan grupta anne bebek temas süresi diğer iki gruba oranla daha fazlaydı. (21.3±19.3; 10.0±5.0; 10.0±4.6 p=0,098). Temas sonrası ağlamanın olduğu grupta annelerin HAM A şiddetli grupta n=4 hasta var iken orta ve hafif anksiyete gruplarında hasta olmadığı gözlendi.( p=0,042) Yorum: Bu çalışmanın sonucu ile bebekte görülen oksijen saturasyonu, ağlama gibi değişkenler ile annenin bağlanma biçiminin anne bebek etkileşiminin kalitesini fizyolojik olarak öngörebildiği düşünülmüştür. Doğum sonrası bebek ile fiziksel temasın bir an önce ve konforlu biçimde sağlanmasının bağlanma biçimine kalıcı olabilecek etkilerine yönelik yenidoğan yoğun bakım servisleri ile geniş örneklemli izlem programlarının geliştirilmesi önerilmektedir. SB – 08 RİSKLİ GEBELİKLERDE PRENATAL BAĞLANMA VE İLİŞKİLİ ETMENLER: BİR ÖN ÇALIŞMA Ömer Faruk Akça*, Harun Toy**, Rukiye Çolak Sivri*, Sabri Hergüner * *Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD **Kadın Hastalıkları ve Doğum AD Amaç: Anne-bebek ardındaki güvenli bağlanma bebeğin sosyal ve bilişsel gelişiminin yanı sıra bebeğin erişkinlik döneminde diğer insanlara olan bağlanmasını da etkilemektedir. Prenatal dönemde annenin bebeğine olan bağlanması, doğum sonrası bağlanmayı ve bebekle ilgili algı ve düşüncelerini öngörmektedir. Prenatal dönemde anne-bebek ilişkisini araştıran çalışma sayısı oldukça sınırlıdır. Bu çalışmada bebeğini kaybetme riski bulunan anne adaylarının bebeklerine olan bağlanmaları ve bağlanmayı etkileyen faktörlerin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Meram Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda takip edilen, 3. trimesterdeki (28 – 34 hafta arasında) gebelerden, araştırmaya katılmayı kabul eden, riskli gebeliği bulunan 40 anne adayı ve gebeliğinde herhangi bir risk bulunmayan 40 anne adayı olmak üzere toplam 80 kişi araştırmaya alınmıştır. Araştırmanın dışlama kriterleri olarak her iki grup için de; riskli gebelik nedeni olarak belirtilenler dışında kronik bir hastalığının olması, son 6 ay içinde psikiyatrik tedavi almış olmak ve ilkokulu bitirmemiş olmak olarak belirlenmiştir. Araştırma kapsamında katılımcılara Sosyodemografik Veri Formu, Prenatal Bağlanma Ölçeği, Edinburgh Depresyon Ölçeği ve Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri uygulanmıştır. İki gruptaki anne adayları bu ölçeklerden aldıkları puan bakımından karşılaştırılmıştır. Ayrıca Edinburgh Depresyon Ölçeği’nden 12’den 32 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 yüksek puan alan anne adaylarının depresyon tanısı aldığı varsayılarak depresyon tanısı alma bakımından iki grup karşılaştırılmıştır. Bulgular: Riskli gebeliği olan (RG) ve gebeliğinde herhangi bir risk bulunmayan normal gebelik sürecindeki (NG) anne adayları yaş, gebelik haftası ve eğitim düzeyleri bakımından karşılaştırılmış ve gruplar arasında farklılık saptanmamıştır (p>0.05). Anne adaylarının bebeklerine olan bağlanmaları karşılaştırıldığında, RG anne adaylarının bağlanma puanlarının NG anne adaylarından daha yüksek olduğu (t=3.5, p=0.001), ayrıca RG anne adaylarının NG anne adaylarına göre daha yüksek düzeyde depresif belirti gösterdikleri belirlenmiştir (t=3.0, p=0.003). RG bağlanma puanları ortalaması 2.45 (±0.44), NG bağlanma puanları ortalaması 2.09 (± 0.48) olarak belirlenmiştir. Edinburgh Depresyon Ölçeği puanları ortalaması RG için 11,8 (±5.8), NG için 8 (±5.3) olarak belirlenmiştir. RG Durumluk ve sürekli kaygı düzeyleri bakımından karşılaştırıldığında sürekli kaygı düzeyleri bakımından iki grup arasında anlamlı farklılık saptanmazken (t=0.8, p=0.41), durumluk kaygı düzeyleri RG anne adaylarında daha yüksek olarak bulunmuştur (t=2.3, p=0.02). Sürekli kaygı envanteri ortalaması RG için 44 (±7.3), NG için 42.6 (±8.1), Durumluk kaygı envanteri ortalaması RG için 42.1 (±11.1), NG için 36.5 (±9.5) olarak belirlenmiştir. Edinburgh Depresyon Ölçeği’ne göre RG’daki anne adaylarının 23’ü, NG’daki anne adaylarının ise 4’ü depresyon tanısı almıştır ve aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı olarak bulunmuştur (x2=13.8, p<0.001). Yorum: Bu çalışmanın sonuçlarına göre RG anne adaylarının depresif belirtilerinin daha şiddetli olmasına rağmen bebeklerine olan bağlanmaları daha güçlüdür. Bebeğini kaybetme ihtimali nedeniyle annelerin bebeklerine daha güçlü bağlanmaları bu bulguyu açıklayabilir. Ayrıca RG anne adaylarının sürekli kaygı düzeyleri NG anne adayları ile benzer düzeylerde iken durumluk kaygı düzeylerinin daha yüksek olması bebeğini kaybetme riskinin kaygıda artışa neden olduğu sonucunu ortaya çıkarmaktadır. Çalışmamızın sonuçları riskli gebeliği olan anne adaylarının depresyon ve kaygı belirtileri açısından değerlendirilmesi ve gerektiği durumlarda psikiyatri kliniklerine yönlendirilmesini önermektedir. SB – 09 Bir Üniversite Hastanesinin Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Okul Öncesi Çocuk Polikliniğine Getirilen Kız ve Erkek Çocukların Anne ve Babalarında Depresif Belirtiler, Savunma Biçimleri ve İlişkili olduğu Özellikler: Bir Ön Çalışma Zehra Topal*, Nuran Demir*, Taha Can Tuman**, Didem Yağcı Yetkiner***, Özlem Şeyda Uluğ***, Ali Evren Tufan* *Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD **Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD ***Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD Amaç: Okul öncesi çocuklarda duygulanım ve davranım sorunları yaygınlıkları, süreğen olma olasılıkları, gelişime etkileri ve erken tanı, destek ve koruyucu ruh sağlığı bakımından önemleri nedeniyle gün geçtikçe daha çok araştırılmaktadır . Bu yaş grubundaki araştırmalar daha çok dışa yönelim sorunlarına odaklanmıştır. Türkçe yazında Ayrılık Kaygısı Bozukluğu tanısı alan çocuklar ve annelerinde mizaç özellikleri üzerine yürütülmüş araştırmaların dışında ebeveynlerin depresif belirti şiddeti, kullandıkları savunma biçimleri ve çocuklarındaki mizaç özellikleri arasındaki ilişkilere odaklanan herhangi bir araştırmaya rastlanamamıştır. Yöntem: Kesitsel düzendeki, geriye dönük bu araştırmanın evrenini AİBÜ Tıp Fak. Hastanesi ÇERSAH AD Okul Öncesi Çocuk polikliniğine 2012 yılı Temmuz ve Aralık ayları arasında başvuran 150 hasta oluşturmuştur. Bu hastalar arasında Sağlık Kurulu Raporu almak üzere başvurmamış, süreğen nörolojik/ tıbbi hastalığı olmayan, en az üç görüşme yürütülmüş, 3- 6 yaş arası 24 çocuğun (16.0 %) verileri değerlendirilmiştir. Değerlendirme görüşmesinin ardından Anne ve Babalar kendileri için Beck Depresyon Envanteri, Savunma Biçimleri Testi ve Aile Değerlendirme Ölçeği’ ni, çocukları için de DEHB ve Yıkıcı Davranım Bozuklukları Belirtilerinin Okul Öncesi Dönem Tarama ve Değerlendirme Ölçeği ve Çocuk Davranış Listesi Kısa Formu’nu doldurmuşlardır. Çocukların gelişimsel olarak değerlendirmesi için Ankara Gelişimsel Tarama Envanteri (AGTE) uygulanmıştır. İstatistiksel analizlerde Ki Kare, Mann- Whitney U ve Spearman non-parametrik korelasyon testi uygulanmıştır. Tüm analizler araştırıcı olarak planlanmış ve P 0.05 olarak alınmıştır. Sonuç: Araştırmaya yaşları ortancası 44.0 ay (Çeyrekler arası Aralık, IQR = 15.0 ay) 24 çocuk dahil edilmiştir (% 54.2 Erkek). Anne ve babaların yaşlarının ortancaları ise sırasıyla 32.0 (IQR= 9.0) ve 35.0 (IQR= 11.0) yıl olarak saptanmıştır. Çocukların çoğunlukla çekirdek aile içerisinde büyütüldükleri ve ilk çocuk oldukları görülmüştür (her iki değişken için % 70.8). Erkek ve kız çocukların ve ebeveynlerinin sosyodemografik özellikleri bakımından anlamlı fark saptanamamıştır. Beş olgunun annesinin hamilelik döneminde tıbbi/ ruhsal sorunlar yaşadığı (% 20.8), iki olgunun miadından önce doğduğu ve doğum sonrası sorunlar yaşadığı (% 8.3), annelerin çoğunlukla sezaryenle doğum yaptığı (% 62.5) saptanmıştır. Poliklinik başvurusu olan annelerin sadece birinde (% 4.2) doğum sonrası dönemde Major Depresif Bozukluk öyküsü saptanabilmiştir. 33 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Erkek ve kız çocukların doğum ağırlıkları, gelişim basamakları ve AGTE ile değerlendirilen gelişim düzeyleri arasında anlamlı fark saptanamamıştır. ADÖ ile değerlendirildiğinde, polikliniğe getirilen çocukların ailelerinin gereken ilgi, duygusal tepkiler, ve sorun çözme alanlarında sorun yaşayabildikleri görülmüştür. Erkek ve kız çocukların ADÖ ile değerlendirilen aile işlevleri, anne ve babaların BDE ve SBT-40 ölçeklerinden aldıkları puan ortancaları arasında anlamlı fark saptanamamıştır. Kız çocukların ÇDL-KF ile değerlendirilen mizaç alt boyutlarından rahatsızlık ve mutsuzluk alanlarında erkek çocuklara göre anlamlı ölçüde daha yüksek puan aldıkları görülmüştür. Yorum: Bulgularımız, okul öncesi polikliniğe getirilen çocukların ailelerinde gereken ilgiyi gösterebilme, duygusal tepkiler verme ve sorun çözme alanlarında sorun yaşanabileceğini düşündürmektedir. Kız çocuklar mizaç alt boyutlarından rahatsızlık ve mutsuzluk alanlarında erkek çocuklara göre anlamlı ölçüde daha yüksek puan almaktadır. Okul öncesi çocukların ebeveynlerinin, özgün tanılar için belirtileri eşik altında kalsa dahi psikopatoloji, savunma düzenekleri ve aile işlevleri açısından değerlendirilmeleri önemli olabilir. Bulgularımızın daha geniş örneklemlerle, uzunlamasına ve çok merkezli olarak yürütülecek araştırmalarla desteklenmesine ihtiyaç duyulduğu söylenebilir. SB – 10 ÇOCUKLUK ÇAĞI TRAVMASI VE KOMPLEKS PTSD Dr.Veysi ÇERİ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Amaç: Post Travmatik Stress Bozukluğundan farklı bir tanı olup travma alanında çalışan uzmanlarca PTSD’den daha sık görüldüğü ve daha kronik bir gidişat sergilediği belirtilen ‘Kompleks PTSD’’ ile ilgili güncel literatürün gözden geçirilmesi amaçlanmıştır. Yöntem: Çocuklarda Kompleks PTSD ile ilgili literatur araştırması yapılarak, konu ile ilgili güncel makale ve çalışmalar gözden geçirildi, travma alanında çalışan uzmanların kompleks PTSD ile ilgili değerlendirmelerine başvuruldu. Elde edilen veriler powerpoint sunumu eşliğinde sözel olarak sunulmak üzere hazırlandı . Sonuç: Çocukluk çağında uzun sureli fiziksel ya da seksüel istismar/travma’ya maruz kalmış olup, ruhsal sekel edinmiş kişilerin bir çoğu PTSD kriterlerini tam olarak karşılamamaktadır. Erken yaşlarda, uzun süreli maruz kalınan, özellikle kişilerarası etkileşim/ilişki kaynaklı travma(lar)ın, psikolojik işlevsellik ve bütünlük üzerine etkisi PTSD semptomatolojisinin oldukça üzerindedir. Duygusal labilite, öfke kontrolü, dissosiyatif semptomlar, somatizasyon, karakter patolojisi ve psikiyatrik tedaviye direnç gibi bir çok durumun bu doğadaki travma(lar) ile ilşkili olduğu görülmektedir. 34 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 POSTER BİLDİRİLERİ 35 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 PB-001 ÇOCUK VE ERGEN RUH SAĞLIĞI HASTALIKLARI POLİKLİNİĞİNE BAŞVURAN HASTALARIN WISC-R PUANLARI İLE İLİŞKİLİ ÖZELLİKLER Abdurahman Cahid Örengül, Ender Atabay, Alperen Bıkmazer, Zeynep Yazıcı, Neşe Perdahlı Fiş Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı acahidr@yahoo.com AMAÇ: Zeka, genetik ve çevresel faktörlerden etkilenebilen önemli bir yetidir. Çevresel değişkenler, aile genişliği, sosyoekonomik durum, ebeveyn eğitim düzeyi gibi faktörleri içermektedir. Wechsler Çocuklar İçin Zekâ Ölçeği (WISC-R) Çocuk Psikiyatrisi polikliniklerinde ve araştırmalarda çocuğun bilişsel becerilerini belirlemek için yaygın olarak kullanılmaktadır. Farklı tanı gruplarında özellikle alt test profilleri değişebilmektedir. WISC-R uygulanma sürelerini kısaltabilmek için çeşitli kısa formlar oluşturulmuştur. Bu formlar tüm testleri uygulamanın mümkün olmadığı zamanlarda tarama amaçlı kullanılmak üzere geliştirilmiştir. Bunlar arasında Kaufman formülü dört alt test, Kennedy-Elder formülü ise beş alt test üzerinden toplam zeka skoru vermektedir. Bu çalışmada öncelikle Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniğine Başvuran hastaların WISC-R puanları ve ilişkili özelliklerinin araştırılması amaçlanmıştır. İkinci amaç ise ve Kaufman ile Kennedy-Elder metodlarına göre hesaplanan toplam skorların orijinal WISC-R toplam skorlarını yordama gücünün değerlendirilmesidir. YÖNTEM: Marmara Üniversitesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniği’ne 2012 yılında başvurmuş WISC-R uygulanmış 94 olgunun WISC-R profilleri ve sosyodemografik özellikleri değerlendirilmiştir. Hastaların Kaufman ve Kennedy-Elder’ in kısa formlarına göre WISC-R toplam skorları hesaplanıp orijinal WISC-R toplam skoru ile karşılaştırılmıştır. İstatistiksel analizler SPSS (17.0) paket programı ile yapılmıştır. SONUÇ: Çalışmaya alınan çocukların ortalama yaşları 10 (± 2,5) yıldı. Çocukların %64’ ü erkekti. Çocukların % 6,4’ünde orta düzeyde zeka geriliği, %18,1’inde hafif düzeyde zeka geriliği, %41,5’inde sınırda/donuk zihinsel kapasite, %22,3’ ünde normal zeka, %11,7’sinde parlak zeka düzeyi saptanmıştır. Babası lise ve üzerinde eğitimli olanların sözel puanları anlamlı olarak (p= 0,03) daha yüksekti. Ancak anne eğitimi, doğum kilosu, doğum komplikasyon olup olmaması ve yürüme zamanı ve tuvalet eğitimi zamanıyla WISC-R puanları arasında ilişki bulunmamıştır. Çocuğun cümle kurmaya başladığı zamanla benzerlikler (r=0,416, p= 0,001), sözcük dağarcığı (r=-0,327, p= 0,001), yargılama (r=-0,266, p=0,038) alt testleri ve sözel IQ arasında anlamlı negatif korelasyon (r=-0,364, p= 0,004) bulundu. Toplam zeka puanları ile WISC-R Kaufman formülü (r=96,6, p<0,001) ve Kennedy-Elder formülü arasında (r=96,5, p<0,001) istatistiksel olarak anlamlı pozitif korelasyon saptandı. YORUM: Baba eğitimi ve çocuğun erken cümle zamanı sözel zeka ile ilişkili bulunmuştur. Ek olarak, yazın bilgisinde adları sıkça geçen Kaufman ve Kennedy-Elder kısaltılmış WISC-R formüllerinin ülkemiz klinik örneklemlerinde de tarama amaçlı kullanım için uygun olabileceğini düşünüldü. Ancak daha geniş klinik gruplarda da bulguların tekrarlanması gerekmektedir. PB-002 DEHB’Lİ ÇOCUKLARDA TV VE BİLGİSAYAR MARUZİYET SÜRELERİ VE İLİŞKİLİ FAKTÖRLERİN ARAŞTIRILMASI Abdurahman Cahid Örengül*, Alperen Bıkmazer*,Leyla Ezgi Tüğen*, Pınar Ay**, Ayşe Rodopman Arman* * Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı ** Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı acahidr@yahoo.com AMAÇ: Medya araçlarının yaygın olarak kullanılmasıyla birlikte çocuklar üzerindeki etkilerinin bilinmesi önem kazanmaktadır. Okulöncesi dönem çocuklarında dikkat problemleri ve aktivite seviyesiyle televizyon (TV) izleme süreleri arasında ilişki olduğu gösterilmiştir. Ayrıca günde 1 saatten fazla bilgisayar ya da video oyunları oynayan çocuklarda daha fazla dikkat problemleri görüldüğü bildirilmiştir. İlkokul çocuklarında Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu(DEHB) ile internet kullanımı ilişkisi olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada DEHB'li çocuklarda günlük TV ve bilgisayar kullanım süreleri ve ilişkili faktörlerin belirlenmesi ve yaş ve cinsiyet olarak eşleştirilmiş DEHB’si olmayan çocuklarla karşılaştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmanın örneklemini Marmara Üniversitesi Hastanesi Çocuk ve Ergen ruh sağlığı ve hastalıkları Kliniği’nde DEHB tanısı ile izlenen 8-15 yaş arasındaki araştırmaya katılmaya gönüllü olan 48 çocuk oluşturmuştur. Çalışmanın kontrol grubunu ilköğretim öğrencileri arasından ebeveynlerine DSM-IV tabanlı DEHB değerlendirme listesi ve sosyodemografik form doldurtularak seçilen sağlıklı çocuk grubu 36 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 oluşturmuştur. Hazırlanan sosyodemografik form ile sosyodemografik veriler ile TV ve bilgisayar kullanımı ile ilgili bilgiler derlenmiş, Çocuklar İçin Duygulanım Bozuklukları Ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi- Şimdi Ve Yaşam Boyu Versiyonu- Türkçe Versiyonu (K-SADS-PL, Kiddie-Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia-Present and Lifetime Version) ile psikiyatrik tanılar saptanmıştır. İstatistiksel analizler SPSS (17.0) paket programı ile yapılmıştır. SONUÇ: DEHB’li çocukların (n=48) yaş ortalaması 10,5 (± 1,8) yıl, kontrol grubunun(n=53) yaş ortalaması 9,7 (± 0,5) yıldı. DEHB’li çocukların %85’i erkek, kontrol grubunun %87’ si erkekti. DEHB’li çocukların %58’i günde 3 saat ve üzerinde TV izlerken bu oran kontrol grubunda %30’du ve aradaki fark istatistiksel olarak(p=0,03) anlamlıydı. DEHB’li çocukların %25’i günde 3 saat ve üzerinde bilgisayar oynarken kontrol grubunda bu oran %19’du ve aradaki fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. DEHB’li çocukların %50’si günde toplam 4-6 saatini TV ve bilgisayar başında geçirmekteyken, bu oran kontrol grubunda %25’ti. DEHB’li çocuklarda bilgisayar oynama süreleri TV izleme süreleriyle ilişkili değilken, normal örneklemde ilişkili (p=0,002) bulundu. Her iki grubun da TV izleme ve bilgisayar oynama süreleri ders başarısıyla ilişkili değildi. Çocukların TV izleme ve bilgisayar oynama süreleri ile ebeveynlerin yaş, eğitim durumu, gelir düzeyi ve çocukların odasında TV ya da bilgisayar olup olmaması arasında anlamlı bir ilişki saptanmamıştır. YORUM: Çalışmamızda, DEHB’si olan çocukların DEHB’si olmayan çocuklara göre daha fazla TV izlediği bulunmuştur. Ancak bu durum ders başarısı ve sosyodemografik değişkenler ile ilişkili bulunmamıştır. Özellikle DEHB’li çocukların önemli bir kısmının günde 4 saatten fazla TV ve bilgisayar kullanımı olduğu göz önünde bulundurulursa DEHB’li çocuklarda medya kullanımının etkileri konusunda daha fazla araştırma yapılması gerekmektedir. PB – 003 DSM-V’İN BELİRLEDİĞİ DEHB RESTRİKTİF ALT TİPİ GEÇERLİ BİR TANI MI? DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞUNUN YÜRÜTÜCÜ İŞLEVLER, GENETİK VE ÇOKLU BEYİN GÖRÜNTÜLEME YÖNTEMLERİYLE BÜTÜNSEL DEĞERLENDİRİLMESİ Ali Bacanlı1, Serkan Süren1, Kemal Utku Yazıcı1, Buket Kosova2, Duygu Aygüneş2, Cem Çallı3, Cahide Aydın1, Eyüp Sabri Ercan1 1 E.Ü.T.F. Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2E.Ü.T.F Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı, 3E.Ü.T.F Radyoloji Anabilim Dalı AMAÇ: Bu araştırmanın amacı alt tipleri çok iyi belirlenmiş, geniş bir DEHB örnekleminde yürütücü işlevlerinin bilgisayarlı bir test baterisiyle değerlendirilmesi sonrasında genetik skorlama yapılması ve en son olarak genetik skorlamaya göre sınıflandırılan olguların çoklu beyin görüntüleme yöntemleriyle incelenmesidir. Bu bağlamda genetik risk faktörüne göre sınıflandırılmış DEHB’li olguların fMRI yöntemiyle bilişsel görev esnasında DEHB patofizyolojisiyle ilişkilendirilmiş beyin bölgelerinin aktivasyonu, DTI yöntemiyle bu bölgeler arasındaki beyaz cevherin mikrostrüktürel yapısının ve ASL yöntemiyle perfüzyonun değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmamızın örneklem grubu, 8-15 yaş arası, 300 olgudan oluşmuştur (100 DEHB Bileşik Tip, 50 Dikkat Eksikliği, 50 Restriktif, 100 sağlıklı kontrol). Çalışmaya katılan tüm olgulara bilgisayarlı nöropsikolojik test bataryası uygulanmış ve DRD4 ve DAT 1 genotiplerine göre genetik skorlama için tükrük örneği alınmıştır. Genetik skora göre sınıflanan 96 olgu (her tanı grubundan 24 olgu) fMRI, DTI ve ASL’den oluşan multimodal görüntülemeye alınmıştır. BULGULAR: Çalışmada yer alan olguların nöropsikolojik test bataryası sonuçlarına göre kontrol grubu ve DEHB olan olguların tüm alt testlerde anlamlı olarak farklılaştığı belirlenmiştir. DEHB alt tipleri ayrı ayrı ele alındığında, DEHB restriktif tipin psikomotor hız ve reaksiyon süresi alt testlerinde diğer DEHB olgulardan anlamlı olarak daha yavaş oldukları, çoklu dikkat testinde ise bileşik tipin en fazla bozulma yaşadığı belirlenmiştir. Continous Performance Testte restriktif tip olguların omisyon, bileşik tip olguların ise daha fazla komisyon hatası yaptığı belirlenmiştir. DRD4 geni 7. tekrarlayan aleli ve DAT 1 geni 10. tekrarlayan alelinin homozigot olmasına göre kontrol ve tanı grupları arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. Kontrol ve DEHB olan olgular alt tiplere ayrılarak karşılaştırıldığında DRD4 geni 7. tekrarlayan alelinin restriktif tipte diğer alt gruplardan anlamlı olarak daha sık olarak bulunduğu belirlenmiştir. Multimodal görüntüleme sonrasında DEHB olan olguların başta fronto-striatal ve occipital bölgeler olmak üzere kontrol grubundan farklılaştığı belirlenmiştir. fMRI’da Restriktif tip olguları, DE baskın tip olgularına kıyasla NoGo (inhibisyon) görevi esnasında özellikle occipital ve parietal bölgelerde, Go (dikkati sürdürme) görevi esnasında ise yine occipital ve parietal bölgelerle birlikte daha yaygın alanlarda (frontal, temporal ve subkortikal 37 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 bölgelerde) aktivasyon artışı anlamlı derecede farklılaşmıştır. Restriktif tip olgularında NoGo görevi esnasında sadece occipital ve parietal bölgelerde aktivasyon artışlarında farklılaşma var iken asıl sorun yaşadıkları dikkati sürdürme ile ilgili Go görevi esnasında daha yaygın aktivasyon görülmüştür. Restriktif tip olgularının DTI’da da kontrol grubuna kıyasla AD (aksial difüzite) değerlerinde bahsedilen alanlar arasındaki beyaz cevher projeksiyonlarında yapısal farklılıklar gösterdiği, ASL’de ise bahsedilen alanlarının perfüzyonunun Kombine tip olgularına göre daha fazla artış olduğu saptanmıştır. TARTIŞMA: Bu çalışmada, DEHB’nin etiyolojisine bütünsel bir yaklaşımla DTI ile yapısal, fMRI ile fonksyonel ve ASL yöntemi ile perfüzyonel olarak saptanabilecek olası farklılıkların; DEHB’de en önemli aday genler olan DRD4 ve DAT1 ile ilişkisinin yordandığı ve temel patoloji olan yürütücü işlevlerin de değerlendirildiği literatürdeki ilk çalışmadır. Çalışmamız aynı zamanda DSM-V için önerilen DEHB-Restriktif tipinin kapsamlı olarak araştırıldığı ve diğer alt tiplerden farklılaştığı nöropsikolojik, genetik, yapısal ve fonksiyonel özelliklerinin gösterildiği yazındaki ilk çalışmadır. PB – 004 8-12 YAŞ GRUBU ÇOCUKLARDA ENÜREZİS NOKTURNA’NIN YAŞAM KALİTESİ ÜZERİNE ETKİSİ Ali Güven Kılıçoğlu, Caner Mutlu, Mustafa Kayhan Bahalı, Hilal Adaletli, Hatice Güneş, Handan Metin, Hamiyet İpek Toz, Özden Şükran Üneri Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri Kliniği AMAÇ: Enürezis nokturna çocuk psikiyatrisi klinik pratiğinde sık karşılaşılan, çocuk ve ailenin yaşantısını önemli ölçüde etkilediği düşünülen bir bozukluktur. Bu çalışmada 8-12 yaş grubu çocuklarda enürezis nokturnanın anne ve kendileri açısından yaşam kalitesi algısı üzerine etkileri ve enürezis nokturnalı çocukların yaşam kaliteleri ile ilgili algılarının sağlıklı kontrol grubu ile karşılaştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmaya 02.01.2012-31.12.2012 tarihleri arasında polikliniğimize gece alt ıslatma şikayetiyle başvuran ve DSM-IV- TR’ye göre enürezis nokturna tanı kriterlerine uyan 8-12 yaş arasındaki 74 çocuk ve annesi araştırma grubuna alınmıştır. Kontrol grubuna ise 101 sağlıklı çocuk ve annesi dahil edilmiştir. Her iki gruptaki çocuklardan Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği (ÇİYKÖ) çocuk formunu, annelerden ise ÇİYKÖanne baba formunu doldurmaları istenmiştir. SONUÇ: ÇİYKÖ puanları açısından annelerin ve çocukların yapmış olduğu değerlendirmelerin her ikisinde de enürezis nokturnalı çocukların fiziksel sağlık, psikososyal sağlık ve ölçek toplam puanları açısından kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı düzeyde düşük olduğu saptanmıştır (p<0.05). YORUM: Yazında enürezisin benlik saygısı üzerine olumsuz etkisi olduğu ve bir stres faktörü olarak değerlendirilmesi gerektiği belirtilmektedir. Bununla birlikte çocuklarda enürezis nokturnanın yaşam kalitesi algısı üzerine etkisi ile ilgili çalışmalar oldukça kısıtlıdır. Ulaşabildiğimiz kadarıyla çalışmamız Türkiye’de bu konuyla ilgili yapılan ilk çalışmadır. Çalışma sonuçlarımız ışığında 8-12 yaş grubu çocuklarda, enürezis nokturnanın yaşam kalitesini ciddi bir şekilde olumsuz etkilediği söylenebilir. PB – 005 DİKKAT EKSİKLİĞİ/ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU TANISI KONULAN ÇOCUK VE ERGENLERDE ANKSİYETE, ANKSİYETE DUYARLILIĞI VE YIKICI DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI İLİŞKİSİ: YAPISAL EŞİTİLİK MODELLEMESİ Ayhan Bilgiç*, Serhat Türkoğlu**, Özlem Özcan***, Ali Evren Tufan****, Savaş Yılmaz*, Tuğba Yüksel*** *Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı **Ordu Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Birimi ***İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı ****İzzet Baysal Üniversitesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı AMAÇ: Dikkat Eksikliği/ Hiperaktivite Bozukluğu’ nda (DEHB) anksiyete bozukluğu eş tanısı görülme sıklığı yüksektir. Anksiyetenin DEHB ve DEHB’ye eşlik eden yıkıcı davranım bozukluklarının (YDB) klinik gidişini etkilediği bildirilmiştir. Anksiyete duyarlılığı (AD) ise anksiyeteden farklı bir kavram olup, AD’nin bireyin anksiyete belirtilerine duyarlılığını yansıtan yapısal bir özellik olduğu kabul edilmektedir. Bu çalışmada, DEHB tanısı alan çocuk ve ergenlerden oluşan bir klinik örneklemde anksiyete, AD ve YDB ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. 38 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 YÖNTEM: Örneklem 8-17 yaş aralığında, yeni tanı konulmuş toplam 274 olgudan oluşturulmuştur. DEHB belirti şiddeti Turgay- DSM-IV’ e dayalı Çocuk ve Ergenlerde Davranım Bozuklukları için Tarama ve Derecelendirme Ölçeği (T-DSM-IV-Ö), Conners Ana-Baba Derecelendirme Ölçeği (CADÖ) ve Conners Öğretmen Derecelendirme Ölçeği (CÖDÖ) kullanılarak değerlendirilmiştir. Çocuk ve ergenlerin AD ve anksiyete belirti düzeyleri öz bildirim ölçekleri ile belirlenmiştir. Anksiyete, AD ve YDB arasındaki ilişki yapısal eşitlik modeli (YEM) kullanılarak analiz edilmiştir. SONUÇLAR: YEM uygulaması sonucunda, AD sosyal alt ölçek puanlarının T-DSM-IV-Ö ile belirlenen davranım bozukluğu (DB) belirtileri üzerine negatif yordayıcılığının bulunduğu saptanmıştır. Öte yandan, DB belirti düzeyinin ise anksiyete şiddeti üzerine pozitif yordayıcılığının olduğu gözlenmiştir. YORUM: Bu sonuçlar, DEHB tanısı alan çocuk ve ergenlerde anksiyetenin sosyal alandaki belirtilerine yönelik kişisel duyarlılığın davranım bozukluğu gelişimi açısından önleyici özelliklere sahip olabileceğini, davranım bozukluğu belirtileri varlığının ise anksiyete bozukluğu gelişimi açısından bir yatkınlık faktörü olabileceğini düşündürmektedir PB-006 AİLELERİN KONSULTASYON VE LİYEZON PSİKİYATRİ POLİKLİNİĞİNE BAKIŞ AÇILARI VE BEKLENTİLERİ: ÖN ÇALIŞMA Burcu Atar, M. Burak Baytunca, H.Serpil Erermiş, Tuğba Donuk, Nagihan Demiral, Burcu Özbaran, Sezen Köse, Tezan Köse, Cahide Aydın Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD AMAÇ: Konsültasyon-liyezon psikiyatrisi (KLP) tıbbi durumlar ile psikososyal durumlar arasındaki bağlantıyı ve etkileşimi araştıran; fiziksel hastalıklara eşlik eden psikiyatrik ve psikososyal tanı, tedavi ve araştırmasında genel tıp ile işbirliği içinde çalışan bölümdür. Bu ön çalışmada ailelerin pediatrik KLP polikliniklerine geliş şekli, amacı ve ailelerin bu konudaki bilgi ve beklenti düzeylerinin araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: Bu çalışmada Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı KLP polikliniğine 1 ay içinde başvuran hastalar değerlendirilmiştir. Oluşturulan özel bir form ile sosyodemografik veriler, ailelerin KLP polikliniğine bakış açıları, beklentileri incelenmiştir. BULGULAR: Şubat 2013’te KLP polikliniğine başvurup, formu uygun şekilde tamamlayan 62 hastaya ilişkin veriler değerlendirilmiştir. Başvuran hastaların en küçüğü 6 en büyüğü 17 yaşında olup, yaş ortalaması 11,3 tür. Hastaların çoğu kızdır.(%53,2) Hastaların çoğu polikliniğe ayaktan başvurmuş olup (%88,7) büyük çoğunluğu (%90,3) konsültasyona geliş nedenlerini biliyorlardı. Hastaların en önemli yakınması dikkat ve akademik başarı ile ilgili (%35,5) sorunlar olup, psikiyatri konsültasyonu istenmesine bağlı kaygıları yoktu (%75,8). Başvuruların çoğunda kronik bedensel hastalık bulunmamakla birlikte (%33,9) en sık rastlanan bozukluk epilepsiydi. Çocuk psikiyatrisi konsültasyonu istenen ailelerin yaklaşık olarak %25 i çocuklarının psikolojik bir sorunu olmadığını düşünüyordu. En sık belirtilen ruhsal sorunlar ise sırasıyla umutsuzluk(%21), hareketlilik (%17.7) ve içekapanıklık (%14,5) olarak sıralanmıştır. Ailelerin çocuk psikiyatrisinden beklentileri sorgulandığında ise en başta ilaç tedavisi (%25,8),daha sonra hastalık hakkında nasıl davranacağını öğrenmek isteme (%22) gelmekteydi. Ailelerin çoğu tedavide hekim görüşmesi istemekte (%66,1), daha sonra psikolog ile görüşme (%25,8) ve diğer tedavi yöntemleri (grup terapisi ve uğraş tedavileri) %3,2 gelmekteydi. TARTIŞMA VE SONUÇ: KLP temelde bedensel hastalığı olan çocuklara hizmet vermekle birlikte, bu çalışma sonuçlarında olduğu gibi kronik hastalığı olmayan birçok çocuk da görülebilmektedir. Çocukta psikiyatrik belirti dağılımı ve aile beklenti düzeyi literatür eşliğinde tartışılmıştır. PB-007 ATOMOKSETİNİN TİROİD FONKSİYONLARI ÜZERİNE ETKİSİ Canan Tanıdır1, İ. Cansaran Tanıdır2, Erkut Öztürk2, M. Kayhan Bahalı1, Hatice Güneş1, Hilal Doktur Adaletli1, Özden Ş. Üneri1 Prof. Dr. Mazhar Osman Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları E.A.H, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, İstanbul İstanbul Mehmet Akif Ersoy Göğüs Kalp- Damar Cerrahisi ve Kardiyoloji E.A.H, Çocuk Kardiyoloji Kliniği, İstanbul AMAÇ: Atomoksetin dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) tedavisinde kullanılan stimulan dışı bir moleküldür. Görece yeni olan kullanımı nedeniyle tiroid fonksiyonları üzerine yan etki profili kesin olarak bilinmemektedir. Bu çalışmanın amacı DEHB tanılı ve atomoksetin kullanan çocuk ve ergenlerde, tiroid fonksiyonlarına atomoksetin etkisinin araştırılmasıdır. 39 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 YÖNTEM: Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri polikliniğinde ilk kez dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu tanısı konan ve atomoksetin tedavisi başlanan 38 hastanın dosyaları geriye dönük olarak incelenmiştir. Dosyalardan bulunarak not edilen, atomoksetin kullanımı öncesi ve etkin doz sonrası tiroid fonksiyon değerleri istatistiksel olarak karşılaştırılmıştır. BULGULAR: Tedavi öncesinde ve sonrasında ölçülen TSH, serbest T4 ve serbest T3 değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık saptanmamıştır. Bir olguda tedaviye başlandıktan 4 hafta sonra TSH değerinde istatistiksel olarak anlamlı olmayan bir artış olduğu ancak ilaç kesimi sonrası takipte normal sınırlara gerilediği gözlenmiştir. SONUÇ: Atomoksetin tedavisi kısa dönemde ve terapotik dozlarda çocuk ve ergenlerde tiroid fonkisyonlarında bir değişime yol açmıyor gibi görünmektedir. Ancak olgu sayısının az olması, randomize olmayan bir örneklem olması ve geriye dönük dosya taraması ile yapılan bir çalışma olması nedeniyle bu sonuçların dikkatle değerlendirilmesi gerekmektedir. PB-008 ‘YETER Kİ YESİN!’ Canem Kavurma*, Erhan Bayram**, Aylin Özbek*, Semra Hız*** * Araştırma Görevlisi, Dokuz Eylül Üniversitesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D., İzmir. ** Uzm. Dr., Şanlıurfa Çocuk Hastalıkları Hhastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Şanlıurfa. *** Prof.Dr. Dokuz Eylül Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları A.D, İzmir. AMAÇ: Çocuklardaki "iştahsızlık" şikayeti ebeveynleri ve bununla birlikte profesyonelleri endişelendiren polikliniklerde sık karşılaşılan başvuru nedenlerinden birisidir. Çocukluk döneminde görülen bir çok organik patolojiye eşlik edebilen bir durum olabileceği gibi, altta yatan herhangi bir organik etiyoloji olmadan bazı çevresel faktörlerin etkisi sonucunda iştahsızlık ortaya çıkabilmektedir. Bu çevresel faktörler içerisinde; yemeğin yenildiği yer, yemeğin miktarı, sıklığı ve zamanlaması ile birlikte anne çocuk etkileşimi, ebeveynlerin yeme stilleri ile çocuklarını besleme stratejileri yer almaktadır. Bu çalışmada iştahsızlık yakınması ile başvuran ve bu yakınma ile ilişkili bedensel bir bozukluğu olmayan çocuklarda (a) çocukların yemek zamanı özelliklerini araştırmak ve beslenmelerine etkilerini anlamak, (b) ebeveynlerin çocuklarını beslenmede kullandıkları stratejilerini tanımlamak, bu stratejileri kullanma sıklıklarını, çocukların bu stratejiler sonucunda yeme miktarlarındaki değişiklikleri belirlemek (c) ailelerin işlevselliklerini (d) ve genel ebeveynlik tutumlarını belirlemek amaçlanmıştır. YÖNTEM: 1 Şubat 2009 ve 1 Mayıs 2009 tarihleri arasında Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Pediatri Polikliniği'ne çocuklarının "iştahsızlık" şikayeti nedeniyle endişelenen ve başvuran çocuklar ve ebeveynler çalışmaya dahil edilmiştir. İçleme Kriterleri: 1- Ebeveyninin çocuğunun en az bir aydır her çeşit besine veya belli besinlere karşı olan "iştahsızlık" şikayeti nedeniyle endişeleniyor olması. 2-Çocukların 1-13 yaş arasında olması. 3-Çocuğun büyümesini etkileyecek, ağrıya sebep olacak veya yeme sırasında rahatsız olmasına neden olacak herhangi bir fiziksel hastalığının olmaması. 4-Çocuğun yaygın gelişimsel bozukluk, mental retardasyon ve nörolojik hastalık tanısının olmaması. 5-Ebeveynde doğru yanıtlar vermesini veya görüşmeyi sürdürmesini engelleyici bir psikiyatrik rahatsızlığın olmaması. 6- Çalışmaya katılmak için çocuğun ebeveyninin onam vermesi. Çalışmaya dahil edilen çocuklarda fiziksel muayene, rutin biyokimya ve idrar testleri yapıldı. "İştahsızlık" şikayetine sebep olabilecek organik etiyoloji dışlandıktan sonra çocuklar ve ebeveynleri ile ayrı olarak bir çocuk psikiyatrisi tarafından klinik görüşme yapıldı. Bu klinik görüşmede; sosyodemografik özellikler, yemek zamanı yapısı, ebeveynlerin yemek yedirme stratejileri ve çocukların bu stratejilere cevabı ile ilgili bilgiler öğrenildi. Son olarak; bu ailelerin aile işlevsellikleri Aile Değerlendirme Ölçeği (ADÖ) ve ebeveynlerin genel ebeveyn tutumları Aile Hayatı ve Çocuk Yetiştirme Tutumu Ölçeği (PARİ) ile değerlendirildi. Veriler tanımlayıcı ve gruplar arasındaki farkların araştırıldığı istatistiksel analizler ile değerlendirildi. SONUÇ: Çalışmaya katılan 52 çocuğun ortalama yaşı 68.4 aydı (12 - 156 ay). Çocukların 28'i (53.8%) kız iken 24'ü (46.2%) erkekti. Bu çocukların sosyodemografik özelliklerinde en dikkati çeken noktalar; %25'inin doğumdan sonra medikal bir problem yaşaması ve %63.5'inin anne sütü alma zamanının 12 aydan uzun olmasıydı. Bu çocuklarının % 46.2'sinin annesi ve % 57.7'sinin babası ilkokul mezunuydu. Bu çocukların yeme zamanı yapısında; %76.9'unun yemeğini mutfak veya oturma odasında; %71.2'sinin yemeğini televizyon seyrederken; % 88.5'inin aile bir arada iken ve % 46.2'sinin etrafta dolaşıp oynarken ve yürürken yediği öğrenilmiştir. 40 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Ailelerin % 30.8'inin en az üç yemek yedirme stratejisi kullandığı; bu stratejilerden "oyunlar ile ilgili ödüller verme", "yiyecek veya yemek dışı aktivitelerle tehdit" ve "övmek" en sık tercih edilenler olduğu anlaşılmıştır. Çocukların %44.2'sinin bu ebeveyn stratejileri ile yeme miktarlarının "biraz-orta miktarda" artmıştır. Aile hayatı ve çocuk yetiştirme tutumu ölçeği (PARI)'nin aşırı kontrolcü ve aşırı ebeveynlik alt ölçeği olan PARI-I, iştahsızlık şikayeti olan çocukların ailelerindeki en sık bulunan ebeveyn tutumu olarak bulunmuştur. Çocuklarının iştahsız olması nedeniyle endişelenen bu aileler Aile değerlendirme ölçeği (ADÖ) ile değerlendirildiklerinde aile işlevsellik alt ölçeklerinden "gereken ilgiyi gösterme" ve "davranış kontrolü" puanları yüksek olarak saptanmıştır. YORUM: Çocuklarının iştahsız olduğunu düşünen, bu sebeple endişelenen ve polikliniğe başvurma gereksinimi duyan ailelerinin çoğunun çocuklarını televizyon seyrederken, dolaşırken ve oynarken yedirdikleri göz önünde bulundurulduğunda; bu ailelerinin çoğunun uygun yemek ortamı yaratamadıkları söylenebilir. Bununla birlikte ebeveynlerin yarısına yakınının en az üç yemek yedirme stratejisi uyguladıkları ve bu stratejilerin çoğu ailenin çocuklarındaki yeme miktarını arttırmada etkin olmadığı dikkati çekmektedir. İştahsız olan çocukların genel ebeveyn tutumlarının "aşırı kontrolcü" olması çocuklarının aldıkları besin miktarı üzerinde de bu tutumu sergilediklerini ve bu durumun da çocuklarında yemeğe karşı ilginin azalmasına yol açtığını gösteriyor olabilir. Ayrıca bu ailelerdeki gereken ilgiyi gösterme ve davranış kontrolü alanlarındaki güçlükler de yeme alanındaki sorunlara katkıda bulunuyor olabilir. Bu çocuklar bir pediatri hekimine başvurduğunda çocuğun beslenme durumu ve fiziksel gelişimine yönelik önlemler alınabilse de sorunun psikososyal boyutu ile ilgili girişimler yetersiz kalabilmektedir. "İştahsızlık" şikayeti olan çocukların değerlendirilmesinde ailesel etkenlerin önemi göz önüne alındığında, bunun büyük bir eksiklik olduğu ortaya çıkmaktadır. Konuyla ilgili sağlık çalışanları arasındaki işbirliğinin ve ülkemizde bu alanda yapılacak çalışmaların artmasının, çocukluk çağında görülen beslenme sorunlarının anlaşılmasında ve tedavisinde önemli olduğu düşünülmektedir. PB-009 OTİZM YELPAZESİ BOZUKLUĞU SOSYODEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİ OLGULARININ KLİNİK VE Çağatay UĞUR, Mehmet SERTÇELİK, Hesna GÜL, Sümeyra KINA, Nagihan SADAY DUMAN, Cihat Kağan GÜRKAN, Birim Günay KILIÇ, Melda AKÇAKIN Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD AMAÇ: Bir üniversite hastanesinin çocuk ve ergen psikiyatrisi bölümüne başvuran ve otizm polikliğinde Otizm Yelpazesi Bozukluğu (OYB) tanısı konulan ve OYB tanısıyla izlenen hastaların klinik ve sosyodemografik özelliklerinin, tedavi ve izlem sürecinin araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: Araştırma 2012-2013 yılları arasında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Otizm Polikliniğinde takip edilen çocuk ve ergenlerin dosya bilgileri ve sağlık kurulu raporları değerlendirilerek geriye dönük bir desende yapılmıştır. Bu poliklinikte OYB tanısı konan çocuk ve ergenler takip edilmekte ve değerlendirmeler tüm olgular için standart bir şekilde yapılmaktadır. Çalışmada hasta dosyalarında yer alan sosyodemografik özellikler ve çocukların tedavi sürecine dair bilgiler araştırıcılar tarafından hazırlanan bir forma kaydedilmiş ve istatistik analizi yapılmıştır. SONUÇ: Araştırmada OYB tanısı konmuş 142 çocuk ve ergenin verileri incelenmiştir. Olguların 116’sı (%81,7) erkekler, 26’sı (%18,3) kızlardan oluşmaktadır. Hastaların ilk tanılarının konulduğu yaş ortalaması 40,13±16,42 ay olarak saptanmıştır. Kliniğimize başvuran olguların yaş ortalaması ise 56±30,45 ay olarak saptanmıştır. Kliniğimize erken başvuruların büyük çoğunluğu Bebek Polikliniğine yapıldığından dolayı çalışmaya konu olan grupta başvuru yaşı oldukça yüksektir. DSM-IV-TR ölçütlerine göre hastaların 74’üne (%52,1) Otistik Bozukluk, 68’ine (%47,9) Başka Türlü Adlandırılamayan Yaygın Gelişimsel Bozukluk tanısı konulmuştur. Hastaların 115’inin zekâ testi sonuçlarına ulaşılmıştır. Bu hastaların 98’inde (%85,2) mental retardasyon ek tanısı bulunmaktadır. Hastaların 108’inin anaokulu/kreşe gitme bilgilerine ulaşılmış, 79’unun (%73,1) okul öncesi eğitim aldığı anlaşılmıştır. Olguların 122’sinin özel eğitime gitme bilgilerine ulaşılmış, 117 (%95,9) olgunun özel eğitime devam ettiği saptanmıştır. Olguların 116’sının ilaç kullanım bilgilerine ulaşılabilmiş, 72 olgunun (%62,1) takipleri boyunca en az bir kere ilaç tedavisi aldığı belirlenmiştir. Takipler sırasında en az bir kere ilaç tedavisi alan hastaların Sorun Davranış Kontrol Listesi (SDKL) total puanlarının hiç almayanlara göre anlamlı olarak daha yüksek olduğu görülmüştür (t testi, p=0,019). TARTIŞMA: Çalışmadaki olguların ilk tanı konma yaşlarının yüksek olmasının yanı sıra, kliniğimize başvurunun ilk tanı yaşından yaklaşık 1 yıl sonra olduğu görülmüştür. Bu durumun çevre illerden tanıyı kesinleştirme ya da tedavi amacıyla başvuran hastalarımızın sayıca çok olmasından kaynaklandığı düşünülmüştür. Olguların büyük çoğunluğunun özel eğitime devam etmesine karşın, sorun davranışların ve buna 41 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 bağlı olarak ilaç kullanım oranlarının ve mental retardasyon oranının yüksek olması nedeniyle polikliniğimize başvuruların göreceli olarak ağır hastalar ve aileleri tarafından yapıldığı sonucuna ulaşılmıştır . PB-010 BİR ÜNİVERSİTE HASTANESİNDE SON BİR YILDA İSTENEN ÇOCUK VE ERGEN PSİKİYATRİSİ KONSÜLTASYONLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ Çilem Bilginer, Canan İnce, Serkan Karadeniz, Büşra Duran, Mutlu Karakuş, Sema Kandil Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD AMAÇ: Bu çalışma ile bir üniversite hastanesinde, son bir yılda istenen çocuk ve ergen psikiyatrisi konsültasyonlarının sebepleri, olguların klinik ve sosyodemografik özellikleri ile tedavi yaklaşımları sunularak konuya dikkat çekilmek istenmiştir. YÖNTEM: Çalışmanın örneklemini, 01.01.2012-31.12.2012 tarihleri arasında Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yatarak tedavi görmüş ve yatış sürecinde çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları birimine konsülte edilmiş olgulardan oluşmuştur. SONUÇ: Son bir yılda 240 yatan hastadan çocuk psikiyatrisi konsültasyonu istenmiştir. Olguların %51.3’ü (n=123) erkek, %48.8’si ise (n=117) kızlardan oluşmuştur. Yaş aralığı 1-16 yaş arasında değişirken yaş ortalamasının 11.3 yaş olduğu saptanmıştır. Cinsiyetler arasında yaş ortalaması açısından fark bulunmamıştır (p=0.119; z=-1.558). Yaş aralıklarına göre incelendiğinde olguların %4.6’sı 0-3 yaş, %10.8’i 4-6 yaş, %34.2’si 712 yaş ve %50.4’ü 13-16 yaş aralığında yer almıştır. Konsültasyonların %89.2’si (n=127) çocuk sağlığı ve hastalıkları birimine bağlı yataklı servislerden istenmiştir. En sık konsültasyon isteyen birim 104 olgu ile adölesan servisi iken en sık konsültasyon sebebi %15.4 (n=37) ile Tip 1 Diyabetes Mellitus tedavisine uyum açısından değerlendirilme istemi olmuştur. Konsülte edilen toplam 240 olgunun %40.4’üne (n=97) tanı konulmamıştır. Hastaların tedavisinde sıklıkla anksiyolitik özellikli ilaçlar tercih edilmiştir. En çok önerilen ilaç ise %10,4 ile (n=25) hidroksizin olmuştur. Bunun yanında yalnızca 7 olguda (%2.9) birden fazla psikotropik ilaç seçildiği gözlenmiştir. YORUM: Bu çalışmada bir yıllık sürede, çoğunluğu çocuk sağlığı ve hastalıkları birimlerinden olmak üzere toplam 240 hastadan çocuk psikiyatrisi konsültasyonu istenildiği saptanmıştır. Bu sayı, 2003 yılında kliniğimizde yapılmış benzer bir çalışmada toplanan hasta sayısının yaklaşık 6 katıdır. Konsülte edilen olgu sayısındaki bu dramatik artış, KLP uygulamalarına verilen önemin ve birimler arası işbirliğinin giderek arttığına işaret etmektedir. Bu çalışma ile çocuk psikiyatrisinden istenen konsültasyon sayılarının ve buna bağlı olarak pediatrik KLP birimlerine olan ihtiyacın artış gösterdiğine dikkat çekilmek istenmiştir. PB-011 ÇOCUK RUH SAĞLIĞI POLİKLİNİĞİNE GETİRİLEN 3-6 YAŞ GRUBU HASTALARIN GELİŞİMSEL, KLİNİK VE AİLESEL ÖZELLİKLERİ Derya ERKUŞ*, Selma TURAL HESAPÇIOĞLU* *Uzm. Dr.Muş Devlet Hastanesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ÖZET AMAÇ: Çocukluk döneminde başlayan çoğu ruhsal bozukluk yaşam boyu önem taşımaktadır. Ruhsal bozukluklar, büyüdükçe çocukta daha fazla fonksiyon kaybına neden olmakta ve erişkin dönemde devam eden yıkımlara neden olabilmektedir. Bu çalışmanın amaçları; okul öncesi 3-6 yaş grubu çocuklarda Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniğine başvuru nedenlerinin belirlenmesi, çocuğa ve aileye ilişkin sosyo demografik özelliklerin saptanması, aile işlevlerinin değerlendirilmesi, annedeki psikopatolojilerin ve çocuklardaki sorun davranışların belirlenmesi olarak sıralanabilir. YÖNTEM: Bu çalışmaya Aralık 2012- Nisan 2013 tarihleri arasında Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniğine başvuran 3-6 yaş aralığında bulunan hastalar dahil edilmiştir. Hastalara ve aileye ilişkin sosyo demografik veri formu görüşme esnasında hekim tarafından doldurulmuştur. Sorunlu davranış alanlarının belirlenmesi için “Sorun Davranış Kontrol Çizelgesi” ve “4-18 Yaş Çocuk ve Gençler İçin Davranış Değerlendirme Ölçeği”, annelerin ruhsal belirtileri için “SCL-90”, aile işlevleri için “Aile Değerlendirme Ölçeği” ailelere doldurulmak üzere verilmiştir. SONUÇLAR: Çalışmada 13 kız (%31,7), 28 erkek (%68,3) toplam 41 olgudan elde edilen veriler değerlendirilmiştir. Çocukların yaş ortalaması 51,9±13,8 yıldır. En sık başvuru nedenleri özürlülük raporu çıkarma isteği (n=14; %34,1), konuşamama (n=8; %19,5), kekemelik (n=3; %7,3) olmuştur. Diğer başvuru nedenleri okul uygunluğunun değerlendirilmesi, aşırı hareketlilik, gözlerde dalma, kafasını sert yerlere vurma, kıl çekme, dudak soyma, inatçılık, sinirlilik, göz kırpma, gece idrar kaçırma, içe kapanıklık, yabancı maddeleri 42 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 yeme, kelimeleri yanlış söyleme olmuştur. Hastaların okul öncesi eğitimi alma oranları %36,6 olarak saptanmıştır. Hastaların %20 sinde gebelik esnasında annede medikal problemlere rastlanmıştır. Olguların 12’sinde (%29,3) asfiksi, 1’inde (%2,4) ise mekonyum aspirasyonu ve kordon dolanması olduğu öğrenilmiştir. Olguların %12,2’si hiç anne sütü almamış olup, 16’sında (%39,0) en az bir kez geçirilmiş havale öyküsü mevcuttur. Tüm olgulara AGTE uygulanmış olup, genel gelişim düzeyinde 20 olgunun (%48,8), dil bilişsel gelişim alanında 20 olgunun (%48,8), ince motor gelişim alanında 25 olgunun (%61,0), kaba motor gelişim alanında 19 olgunun (%46,3), sosyal beceri-öz bakım alanında 19 olgunun (%46,3) %30 değerinin altında kaldığı anlaşılmıştır. TARTIŞMA: Çocuk psikiyatrisi klinik uygulamalarında zihinsel beceriler, öğrenme düzeyi, dil becerileri, uyum becerileri, görsel-motor koordinasyon ve kişilik özelliklerinin değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır. 0-6 yaş dönemindeki çocukların gelişimini sağlıklı bir şekilde değerlendirmek, gelişimsel geriliği erken fark etmek; gerekli önlemleri almayı, dolayısıyla uygun eğitim ve hizmetlere ulaşmayı sağlayacak, aile ve uzmanların çocuğun gelişiminde olumlu etki yaratacak kararlar almalarında yol gösterici olacaktır. PB-012 LİSE 4. SINIF PSİKOLOJİK DANIŞMA ÖĞRENCİLERİNDE SINAV KAYGISI: GRUPTA Duygu Kaçamak, Ebru Erol, Rezzan Aydın, İpek Perçinel, Meryem Dalkılıç, Fatma Apak, Tezan Bildik Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı AMAÇ: Sınav kaygısı; sınav öncesinde öğrenilen bilginin, sınav sırasında etkili bir biçimde kullanılmasına engel olan ve başarının düşmesine neden olan yoğun kaygı halidir. Fizyolojik ve psikolojik belirtilerle ortaya çıkan sınav kaygısı, kişinin sınav sonucunda elde edeceği akademik başarısızlığı genelleyerek, kişiliğinin başarısızlığı olarak algılamasına da neden olabilmektedir. YÖNTEM: Çalışmaya 29 kız, 14 erkek olmak üzere 43 lise son sınıf öğrencisi gönüllülük esasına göre katılmıştır. Bir hafta ara ile iki oturum şeklinde gerçekleştirilen atölye çalışmasında ‘‘Kaygı Nedir?’’, ’‘Sınav Kaygısı Bir Performans Anksiyetesi Türüdür’’, ‘‘Sınav Kaygısı ile Başa Çıkma Yolları’’, ‘’Ne Zaman Profesyonel Yardım Almak Gerekir?‘’, ‘‘Etkili Ders Çalışma Teknikleri’’ ve‘‘Gevşeme Egzersizleri’’ konularında eğitim verilmiştir. YORUM : Katılımcılara ön ve son test olarak Sınav Kaygısı Tutum Envanteri ve Bilgi Düzeyi Değerlendirme Formu uygulanmıştır. Sınav kaygısına ilişkin verilen eğitime bağlı bilgi düzeylerindeki değişim incelenmiştir. PB-013 DÜRTÜSELLİK, YEME VE BAĞLANMA; İSTİSMAR VAKALARINA FARKLI BİR BAKIŞ Dr. Esra ÖZDEMİR DEMİRCİ, Uzm. Dr. Sevgi ÖZMEN, Doç. Dr. Didem Behice ÖZTOP Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı GİRİŞ; Çocuk istismarı yinelenebilirliği, çocuğa genellikle en yakını olan kişiler tarafından yapılıyor olması ve çocuk üzerinde yaşamının ilerleyen yıllarını dahi etkileyecek uzun süreli etkilerinin olması, tanımlanması ve tedavi edilmesi en zor travma türüdür (Yılmaz ve ark., 2003, Johnson, 2000). Literatürde cinsel istismarda çocukların doğal babalarından ayrı yaşamaları; annenin çocuğa cinsel eğitimi cezacı bir tutumla vermesi; çocuğun anne ya da babadan yeterince sevgi almamış olması; anne ya da babanın geçmişinde yaşanmış istismar öyküsünün bulunması risk faktörü olarak kabul edilmektedir.Bu noktada istismar için risk faktörlerinin sosyodemografik özelliklerin yanı sıra klinik özellikler açısından da belirlenmesi istismarın önlenmesinde ve gerekli tedbirlerin alınmasında öngörü sahibi olmamızı kolaylaştırabilir. Bu çalışmada 2012-2013 yılları arasında tarafımızca adli olarak değerlendirilen 33 istismar vakası alınmış olup; vakalar bağlanma, dürtüsellik , yeme bozuklukları ve benlik algıları konusunda değerlendirilmiş olup klinik olarak risk faktörleri belirlenmeye çalışılmıştır YÖNTEM Çalışmaya 2012 tarihinde Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniklerinde adli vaka olarak değerlendirilen, 6 aylık takip sürecini tamamlamış, zeka geriliği olmayan, 1218 yaş arasında 21 kız ve 12 erkek çalışmaya dahil edildi. Katılımcıların BMI leri hesaplandı.Değerlendirme araçları olarak ; Atilla Turgay DEHB Ölçeği, Ana-Babaya Bağlanma Ölçeği, UPPS dürtüsel davranış ölçeği, Yeme Tutum Testi (YTT), Rosenberg benlik algısı ölçeği kullanıldı. BULGULAR Çalışmaya katılan hastaların % 48.5’i ilköğretim, %27.3’ü lise mezunu olup; %18.2’si ilköğretim, %6.1’i lise terktir. Sosyodemografik verileri dikkate alındığında; % 90.9 unun anne baba ile birlikte yaşadıkları, boşanmış anne baba yüzdesinin düşük olduğu gözlenmiştir. 43 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 İstismar vakalarının annelerinin çocukluk dönemi sorgulandığında fiziksel istismar %33,3, duygusal istsmar % 18,2 iken; babalarda fiziksel istismar % 66,7 olarak bunmuştur, erkek ve kız vakalar arasında anne babanın çocukluk çağı travmaları arasında anlamlı fark bulunamamıştır. Yeme tutumları puanları ile benlik algıları kıyaslandığında düşük benlik algısı ile yeme tutum puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunmuştur. Ayrıca yeme tutum puanları yükseldikçe BMI in azaldığı, aralarında ters ilişki bulunduğu gözlenmiştir. Erkek vakaların anne bağlanma puanları aralarında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunamazken baba bağlanma puanları arasında anlamlı fark tespit edilmiştir. Genel olarak bakıldığında anne bağlanma puanları arttıkça baba bağlanma puanlarının da arttığı tespit edilmiştir. Dürtüsellik puanları açısından bakıldığında vakalarda UPPS dürtüsel davranış ölçeği sebatsızlık puanları her iki cinsiyet için istatistiksel olarak anlamlı yüksek bulunurken, tasarlama puanları kız vakalarda anlamlı yüksektir. Yeme bozukluğu tanısı alan vakaların dürtüsellik ölçeklerinde heyecan arayışı puanlarının yüksek olduğu gözlenmiştir. TARTIŞMA Toplumsal olarak çocuğun değerinin azalması(azınlık, engellilik, cinsiyet), sosyal eşitsizlikler, organize şiddet (savaşlar,kavgalar, yüksek suç oranları) toplumda şiddete hoşgörüyle bakılması, medya şiddeti, anne babaya ilişkin genç yaş ,yalnız anne baba, istenmeyen gebelik, deneyimsiz anne baba, erken yaşta şiddete maruziyet, madde kullanımı, yetersiz doğum öncesi bakım, fiziksel ya da ruhsal hastalık, akrabalarla sorunlar, Çocuğa ilişkin cinsiyet, prematürite, istenmeyen çocuk, engellilik gibi özelliklerin yanı sıra geniş aile, düşük sosyoekonomik durum sosyal izolasyon yüksek stres düzeyleri aile içi şiddet WHO tarafından istismar için risk faktörleri olarak bildirilmiştir. Çalışmamızda istismar vakalarının büyük bir çoğunluğunun anne baba öğretim düzeylerinin ilkokul olması, kardeş sayısının ortalama 3 olması, anne ve babaların çocukluklarında sık fiziksel istismara maruz kalmaları, ailelerin aylık gelirlerinin 1500 TL ve altında olması dikkat çekici özelliklerdir. Literatürden farklı olarak anne baba boşanma oranının düşük olması örneklem sayısının azlığı ile ilişkilendirilebilir. Bağlanma puanları açısından anlamlı bir fark tespit edilmemiş olup anne bağlanma puanları arttıkça baba puanlarının artması dikkat çekmiştir. Yeme bozukluları, genellikle ergenlik döneminde başlamaktadır. Yaşam olayları, istismar, düşük benlik algısı, başa çıkma becerilerindeki yetersizlik, anne-babalarını “uzak ve reddedici” tutumu ile ilişkilendirilmektedir. Ayrıca tıkınırcasına yeme nöbetleri stresle başa çıkma yolu olarak benimsenmiş olabileceği ve travmanın disosiyatif sonuçları ile ilişkili olabileceği ileri sürülmektedir. Kusma ise istismar sonucunda meydana gelen travmanın dışa atılması olarak yorumlanmıştır. Ayrıca yeme bozukluklarında yeme davranışı üzerinde bir kontrol bozukluğu olabileceği ve diğer dürtü denetiminin sağlanmadığı durumlarla birlikte olabileceği ileri sürülmektedir Çalışmamızda 7 vaka yeme tutumu testinden 30 ve üzeri puan almış olup yeme tutumlarındaki bozuklukların istismar öncülü mü olarak değerlendirilmesi gerektiği yoksa istismarın bir sonucu mu olarak geliştiği net olarak yordanamamıştır. Yeme tutumları puanları ile benlik algıları kıyaslandığında düşük benlik algısı ile yeme tutum puanları arasında olarak anlamlı ilişki bulunmuş olmasına rağmen dürtüsellik puanları ile yeme tutumu puanları arasında anlamlı bir ilişki tespit edilememiştir ancak yeme bozukluğu puanı yüksek vakaların dürtüsellik ölçeklerinde heyecan arayışı puanlarının yüksek olduğu gözlenmiştir Çalışmamızda tespit edilen yeme tutum bozuklukları travmanın bir sonucu mudur yoksa istismar vakalarında dürtüsellik ve yeme tutum bozukluğu sık mı gözlenmektedir?, Özellikle kız vakalarda erkeklere göre düşük baba bağlanma puanları dikkate alındığında babaya bağlanma istismar için risk faktörü olarak ele alınabilir mi ?’’ gibi sorularını akla getirmektedir. PB-014 3-6 YAŞ ARASI STRABİSMUS VE AMBLİYOPİ TESPİT EDİLEN ÇOCUKLARDA SOSYAL, DUYGUSAL, DAVANIŞSAL VE PSİKİYATRİK SORUNLARININ ARAŞTIRILMASI Yrd. Doç. Dr. Hatice Arda1, Doç. Dr. Didem Behice Öztop2, Dr. Özlem Kahraman2, Dr. Aziz Kara2, Dr. Esra Özdemir Demirci2 ,Hemşire Selma Bozkurt2, Psikolog Emel Karakaya2 Erciyes Üniversitesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri 1 Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Kayseri2 GİRİŞ: Strabismus (şaşılık) ve ambliyopi çocukluk döneminde sık görülen göz hastalıklarındandır. Genel çocuk popülasyonunda şaşılık sıklığı çeşitli çalışmalarda %3-4 arasında bulunmuştur. İstatistiki çalışmalara göre toplumda ambliyopi sıklığının ise %1.3-3.5 arasında olduğu bilinmektedir. Şaşılığın neden olduğu füzyon ve derinlik kaybı gibi fonksiyonel problemlerin yanı sıra kişide yarattığı psikolojik etki de bilinmektedir. Strabismusun çocuklarda subjektif görme fonksiyonunu ve psikolojik iyilik halini etkilediği çeşitli çalışmalarda gösterilmiştir. Ayrıca çocukluk döneminde arkadaşlarla olan ilişki şaşılığın varlığından olumsuz yönde etkilenmektedir. Günümüzde artık şaşılığın normal göz temasının kaybolmasına bağlı olarak sosyalleşmeyi 44 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 güçleştiren bir özür olduğu fikri kabul görmektedir. Bununla birlikte strabismus ve ambliyopiye eşlik eden psikiyatrik durumları değerlendiren çalışmaların yetersiz olduğu görülmüştür. Ambliyopinin yalnızca gelişmekte olan vizüel sistemi etkilemesi ve çocukların amliyopiye en hassas olduğu dönemin 2-3. yaşlar olması, bu hassasiyetin vizüel sistemin maturasyonunun tamamlandığı 6 veya 7 yaşlara kadar devam ettiği bilinmektedir. Şaşılığı ve ambliyopisi olan hastaların dikkatle değerlendirilmesi, eşlik eden psikopatolojilerin tespit edilmesi çocukların hayat kaliteleri açısından oldukça önemlidir. Strabismus ve Ambliyopi, çocuğun işlevselliğini psikiyatrik alanda da etkilediğinden tedavisi bu alanda atlanmamalıdır. Bu çalışma ile 1-6 yaş arası Strabismus hastalığı olan çocukların sosyal, duygusal, davranışsal ve psikiyatrik sorunlarının araştırılması amaçlanmıştır. GEREÇ VE YÖNTEM:Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Polikliniğine muayene için başvuran ve strabismus tanısı alan 3-6 yaş arası 26 çocuk dahil edilmiştir. Kontrol grubu hasta yaş grubu ive cinsiyeti ile uyumlu, bilinen herhangi bir nörolojik, endokrinolojik, psikiyatrik, metabolik rahatsızlığı bulunmayan ve medikal tedavi almayan 27 çocuktan oluşturulmuştur.. Sosyodemografik bulgular her iki grup için standart olarak hazırlanmış sosyodemografik veri toplama formu ile anne-babalara sorularak elde edilmiştir. Bu yaş aralığındaki çocukların ruhsal durumunu değerlendirmek amacıyla Erken Çocukluk Envanteri-4:Ebeveyn Formu(3-6 yaş) çalışmamızda kullanılmıştır. Strabismus ve ambliyopinin bilişsel gelişim ve alıcı dile olası etkilerini saptayabilmek için çocuklara uygulanmıştır BULGULAR: Çalışmada sosyodemografik veriler açısından hasta ve kontrol grubu kıyaslandığında anne ve babanın eğitimi, annenin mesleği, annede fiziksel hastalık varlığı ve ailenin gelir düzeyi , hasta grubundaki çocukların yürüme ve ilk cümle kurma yaşı açısından istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. (P<0.05) Sosyodemografik veri formuna göre aşırı korku, dikkat eksikliği, anlama güçlüğü, konuşma problemleri, aşırı ağlama hasta grubunda kontrol grubuna kıyasla sık rastlanan semptomlar olarak istatistiksel açıdan anlamlıdır. Erken Çocukluk Envanteri-4:Ebeveyn Formu(3-6 yaş) değerlendirildiğinde dil gelişimi ve ince motor becerileri alanlarında istatistiksel fark anlamlı olup, hasta grubunda ayrılık anksiyetesi bozukluğu, yaygın anksiyete bozukluğu, sosyal anksiyete bozukluğu, depresyon, distimi, tik bozuklukları daha sık bulunmuş olup istatistiksel açıdan anlamlıdır TARTIŞMA: Şaşılık kronik, sosyal olarak fark edilen bir bozukluk olduğu için psikososyal açıdan çocukları olumsuz etkileyebilmektedir. Literatürle uyumlu olarak çalışmamızda şaşılığı olan çocuklarda depresyon ve kaygı düzeyi davranış sorunları( aşırı ağlama, aşırı korkular) daha yüksek bulunmuştur. Yapılan çalışmalarda motor becerileri yaşıtlarından geri olan bu çocuklarda strabismusun denge becerileri, motor keskinliği, beden postürünü olumsuz etkilediği tespit edilmiş olup çalışmamızda bu sonuçlarla uyumlu olarak bu çocuklarda dil ve ince motor gelişim alanlarında gerilik saptanmış olup eş zamanlı olarak yürüme ve ilk cümle yaşlarında istatistiksel farklar tespit edilmiştir. Tıbbi bir hastalığı olan çocukların % 20-30’unda, dış görünüşü etkileyen veya nörolojik bir durum söz konusu olduğunda % 50’sinde psikiyatrik rahatsızlıklar görülmektedir. Bu bağlamda değerlendirildiğinde genel popülasyondaki sıklığı % 3-4 arasında olan strabismus sosyal olarak fark edilen, psikososyal açıdan çocukları olumsuz etkileyen kronik bir rahatsızlık olup; liyezon psikiyatri açısından daha dikkatli değerlendirilmesi gereken bir bozukluktur. Bu hastaların dikkatle değerlendirilmesi, eşlik eden psikopatolojilerin tespit edilmesi çocukların hayat kaliteleri açısından oldukça önemlidir. Ayrıca bu alanda yapılan çalışmalar dikkate alındığında literatürde Strabismus bozukluğu olan çocukların sosyal sorunları ve ek psikiyatrik hastalıkları olduğu yönünde veriler mevcuttur olup 6 yaş üzeri çalışmalara rastlanmış tır. Bu alanda 6 yaş altındaki çocukların değerlendirileceği yeni çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. PB-015 SÖZEL/PERFORMANS ZEKA BÖLÜMÜ ARASINDAKİ CİDDİ FARKLARIN KLİNİK ANLAMI Gresa Çarkaxhiu1, Duygu Çalışır Murat1, Herdem Aslan1, Zeynep Yazıcı1, Oylum Tokol1, Ayşe Rodopman Arman1, Sennur Zaimoğlu2 1 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 2Marmara Üniversitesi Nörolojik Bilimler Enstitüsü AMAÇ: Ülkemizde zeka değerlendirmesinde Wechsler Çocuklar için Zeka Ölçeği Geliştirilmiş Formu (WÇZÖR) sıklıkla kullanılmaktadır. WÇZÖ-R, sözel ve performans yetilerini içeren 12 (oniki) alt testten oluşur ve farklı bilişsel alanları ve/veya kalıpları ölçer. 1970 lerde, Sözel ve Performans puanları arasındaki ciddi farklar, gelişimsel nörolojik sorunlarla, akademik başarı ile ilişkilendirilmeye çalışılmıştır 1. Günümüzde halen yeti alanları arasında ciddi farklılıklarla karşılaşan klinisyenler tıbbi anlamda yapılması gereken değerlendirmeler ve klinik yorumların nasıl olması gerektiği konusunda hem fikir değillerdir. YÖNTEM: Marmara Üniversitesi Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniğine başvuran ve değerlendirme sürecinde, WÇZÖ-R testi uygulanarak Sözel ve Performans Zeka Bölümleri (ZB) arasında ciddi farkların izlendiği seçimsiz bir örneklemde; sesletim konuşma/dil gelişim 45 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 problemleri, nonspesifik EEG degisiklikleri, akademik başarısızlık, dikkat problemleri ve sosyal iletişimle ilgili kısıtlılıklar gözledik. SONUÇ-YORUM: Çalışmada, bu örneklemin (yaşları 6-13 arasında; Performans ZB≥80; ve Sözel/Performans ZB arasındaki farkın 15 puan ve üzeri olan olgular) gelişimsel (sesletim, konuşma/dil, motor) klinik, nöropsikolojik ve nörolojik değerlendirme verilerinin sunumuna yer verilerek, Sözel ve Performans ZB ler arasındaki ciddi farkların olası nedenleri ve klinikte anlamlı değerlendirme süreçleri tanımlanmaya çalışılacaktır. PB-016 ÇOCUK PSİKİYATRİ POLİKLİNİĞİNDE DEĞERLENDİRİLEN ADLİ OLGULARIN RETROSPEKTİF OLARAK DEĞERLENDİRİLMESİ Hamza Ayaydın1, Osman Abalı2 1 Edirne ili Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği, Edirne Devlet Hastanesi, 2 İstanbul Üniversitesi, Çocuk Psikiyatri ABD AMAÇ: Bu çalışmada İstanbul Tıp Fakültesi çocuk psikiyatri polikliniğinde ne tür adli vakalarla sıklıkla karşılaştığımızı ve yaş cinsiyet oranlarını belirlemeyi amaçladık. YÖNTEM: Çalışmanın örneklemi 15.11.2011 ile 18.04.2012 tarihleri arasında adli değerlendirme için İstanbul Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalına yönlendirilen (n=69) ve çocuk psikiyatrisi polikliniğinde istismara uğradığı belirlenen (n=3) toplam 73 adli vakadan oluşmuştur. Hastalar; cinsiyet, yaş, adli başvuru nedeni yönlerinden değerlendirilmiştir. SONUÇ: Toplam adli vakaların (n=73) %89.04’ünde (n=65) cinsel istismar saptanmıştır. Adli vakaların %28.76’sı (n=21) 13 yaş altı, %71.24’ü (n=52) 13 yaş ve üzeri olarak saptanmıştır. Cinsel istismar nedeniyle değerlendirilen tüm vakaların (n=65) % 29.3’ü (n=19) 13 yaş altında, % 70.77’si (n=46) 13 yaş ve üzeri olarak saptanmıştır. Cinsel istismar nedeniyle değerlendirilen tüm vakaların (n=65) % 86.15’inin (n=56) kız, % 13.84’ünün (n=9) erkek olduğu saptanmıştır. 13yaş altı adli vakaların (n=21) 18’i kız, 3’ü erkekti. 18 kızın 1’i velayet davası, 1’i fiziksel istismar, 16’sı cinsel istismar mağduru idi. 13 yaş altı erkeklerin (n=3) tümü cinsel istismar mağduru idi. 13 yaş altı cinsel istismar mağdurlarının (n=19) % 84.21’i (n=16) kız, % 15.79’u (n=3) erkekti.Cinsel istismar nedeniyle başvuran 13 yaş üstü ergenlerin (n=46) % 86.96’sı (n=40) kız iken, % 13.04’ünün (n=6) erkek olduğu saptanmıştır. YORUM: Toplam adli değerlendirmelerin çoğunluğunu 13 yaş ve üzerindekiler oluşturmuştur. Toplam adli değerlendirmelerin çoğunluğunu cinsel istismar vakaları oluşturmuştur ve vakaların çoğunluğu 13 yaş ve üzeri bulunmuştur ki bu durum literatürle uyumludur. Çalışmamızla uyumlu olarak bir çok yurt dışı ve yurt içi çalışmada kızların erkeklerden daha fazla cinsel istismara maruz kaldığı belirtilmiştir. Bunlara ek olarak erkek çocukların cinsel istismarının açığa vurulması kızlara oranla daha az olabilir. Bu bulgular ışığında erken adolesan dönemde cinsel istismar riskinin arttığı söylenebilir. PB-017 TRAVMA SONRASI STRES BOZUKLUĞU TANILI CİNSEL İSTİSMAR MAĞDURLARINDA PSİKİYATRİK EK TANI VE KONTROL GRUBU İLE KARŞILAŞTIRILMASI Hamza Ayaydın1, Osman Abalı2 1 Edirne ili Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği, Edirne Devlet Hastanesi, 2 İstanbul Üniversitesi, Çocuk Psikiyatri ABD AMAÇ: Cinsel istismar kavramı, ‘henüz cinsel gelişimini tamamlamamış bir çocuğun ya da ergenin, bir erişkin tarafından cinsel arzu ve gereksinimlerini karşılamak için güç kullanarak, tehdit ya da kandırma yolu ile kullanılması’ olarak tanımlanmaktadır. Akut Stres Bozukluğu ve Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) travma sonrasında gelişen ve anksiyete bozuklukları içerisinde yer alan hastalıklardır. Biz bu çalışmada TSSB geliştiren cinsel istismar mağduru ergenlerde diğer psikiyatrik bozuklukları değerlendirerek kontrol grubu ile karşılaştırmayı ve tedavi sürecinde başka hangi bozukluğukların ön planda değerlendirilmesi gerektiğini anlamayı amaçladık. YÖNTEM: İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk Psikiyatri Ayaktan Tedavi Ünitesi’nden cinsel istismar nedeniyle tetkik ve tedavi edilen 13-18 yaş arası olgulardan Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi - Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli Türkçe Uyarlaması, TSSB alt ölçeği (ÇDŞG-ŞY-T, TSSB alt ölçeği) ile kendisi ve ailesi ile ayrı ayrı görüşülerek travma sonrası stres bozukluğu tanışı alanlara ((n=33( kız:27, erkek:6)) ÇDŞG-ŞY-T’nin tümü uygulanmıştır. Benzer sosyodemografik özellikleri olan istismara uğramamış kontrol grubuda ((n=10(Kız:6 Erkek:4)) ÇDŞG-ŞY-T ile değerlendirilmiştir. Olgu grubu ile kontrol grubu psikiyatrik bozukluklar yönünden karşılaştırılmıştır. 46 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 SONUÇ: Olguların %100’ü (n=33) en az iki psikiyatrik tanı alırken, kontrol grubunun %60’ı hiç tanı almamıştır. Olgu grubunun ortalama psikiyatrik tanı sayısı 4.76±1.64 iken kontrol grubunda 0.8± 1.13 idi . Olgu grubundaki erkekler ile kontrol grubundaki erkekler Yıkıcı Davranım Bozukluğu açısından karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmıştır (p<0.05).Olgu grubunda, TSSB ve ASB dışındaki diğer anksiyete bozuklukları % 69.7 (n=23) sıklıkta görülürken kontrol grubunda % 30 (n=3) idi ve iki grup arasında anlamlı farklılık saptanmıştır (p<0.05). Olgu grubunda Duygudurum Bozukluklarının (DDB) tümünü Major Depresif Bozukluk (MDB) oluşturmaktaydı ve kontrol grubunda DDB veya MDB saptanmadı. Olgu grubunda MDB (kız: % 88.9; n=24 ve erkek: % 66.7; n=4) % 84.8 (n=28) sıklıktaydı. Olgu ve kontrol grubunda MDB yönünden istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmıştır (p<0.0001). YORUM: Bu çalışmanın bulguları cinsel istismar mağdurlarında psikiyatrik hastalık sıklığının belirgin olarak daha yüksek orandan olduğunu desteklemektedir. Bu grupta yer alan çocuk ve ergenlerde TSSB’nin dışındaki diğer psikiyatrik bozuklukların da sorgulanıp tedavi edilmesi gerekmektedir. PB-018 TRAVMA SONRASI STRES BOZUKLUĞU TANILI CİNSEL İSTİSMAR MAĞDURLARININ SOSYODEMOGRAFİK ÖZELLİKLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ VE KONTROL GRUBU İLE TAŞINMA, SELF MUTİLASYON VE İNTİHAR GİRİŞİMİ GİBİ ÖZELLİKLER YÖNÜNDEN KARŞILAŞTIRILMASI Hamza Ayaydın1, Osman Abalı2 1 Edirne ili Kamu Hastaneleri Birliği Genel Sekreterliği, Edirne Devlet Hastanesi, 2İstanbul Üniversitesi, Çocuk Psikiyatri ABD AMAÇ: Cinsel istismara maruz kalan çocukların Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) geliştirme riski yüksektir. Bu çalışmada TSSB geliştiren cinsel istismar mağdurlarının kendi içinde cinsiyet yönünden karşılaştırılması ve benzer sosyodemografik özellikleri(SDÖ) olan kontrol grubu ile karşılaştırılarak eğitim süreci, taşınma, self mutilasyon ve intihar girişimi yönünden karşılaştırmayı amaçladık. YÖNTEM: 13-18 yaş arası ergenlerden oluşan çalışma grubu DSM-IV’ e göre cinsel istismara bağlı TSSB geliştiren olgu grubu (n=33) ve benzer SDÖ olan istismara uğramamış kontrol grubundan (n=10) oluşmaktadır. Olgu grubu için oluşturulan form cinsel istismar mağduru ergenlerde SDÖ ve olayın olduğu yer, olay sonrası taşınma, sanığın yakınlığı,olayı ilk kime söylediği,kendisini suçlama, suçlanma, penetrasyon, olay anında fiziksel istismar,olayın tekrarlaması,olay öncesi ve sonrasında madde kullanımı, olay sonrası intihar girişimi, olay öncesi ve sonrası kendine zarar verme davranışı içermektedir. Kontrol grubu için oluşturulan form ile SDÖ, taşınma, self mutilasyon ve intihar girişim durumu değerlendirilmiştir. SONUÇ: Olgu grubu 27 kız, 6 erkek toplam 33 ergenden oluşurken kontrol grubu 6 kız, 4 erkek toplam 10 ergenden oluşmuştur. Olgu ve kontrol grupları arasında SDÖ ve sosyoekonomik düzeyleri (p>0.05) yönünden anlamlı bir fark bulunmamıştır. Şehir içi taşınma olgu grubunda anlamlı olarak yüksek bulunmuştur (p<0,01). Toplam sanık sayısı 35’ti. Sanıkların 34’ü erkek (%97.2), 1’i (%2.8) kadındı. 35 sanığın 23’ü(%65.7) tanıdık, 12’si (%34.3) yabancıdır. Olgu grubunda ensest sıklığı %15.1 (n=5) olarak belirlenmiştir. Olgu grubunda istismarı, kızlar en sık olarak annelerine (%48.1), erkekler ise polise(%50) söylemişlerdir. Olgu grubunu oluşturan ergenlerin %72,7’ sinde penetrasyon, %39.4’ünde olaya eşlik eden fiziksel istismar, %72.7’sinde cinsel istismarın tekrarladığı,%39.4’ünde intihar girişimi, %30.3’ünde self mutilasyon saptanmıştır. Olay sonrası dönemde kız olguların % 44.4’ü okulu bırakmıştır. TARTIŞMA: Olgu grubumuzda faillerin sıklıkla tanıdık olduğu ve %2.8’inin kadın olduğu belirlenmiştir. Olayın yaşandığı yer sıklıkla kapalı bir mekandır. Çalışmamızda ÇCİ vakalarının sosyoekonomik durumlarının düşük olduğu saptanmıştır. Okula devamsızlığın yüksek oranı ÇCİ mağdurlarının akademik olarak kötü şekilde etkilediği düşünülmüştür. Kendini suçlayanların çoğunun ailesi tarafından da suçlandığı görülmüştür.Bu nedenle, ailenin suçlama durumu iyi değerlendirilip yönlendirilmesi ergende oluşabilecek psikopatolojilerin engellenmesinde katkı sağlayacaktır. Olgu grubunda intihar girişim sıklığının yüksek olduğu görülmüştür.Olgu grubumuzda fiziksel istismar sıklığının daha yüksek olması nedeniyle, fiziksel şiddete maruz kaldığı anlaşılan ergenlerin cinsel istismar yönünden de değerlendirilmesi önem arz etmektedir. PB-019. PEDİATRİ UZMANLARININ DEHB HAKKINDAKİ GÖRÜŞ VE TUTUMLARI Hasan Kandemir (1), Salih Selek (2) 47 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 1) Harran Universitesi Cocuk Ruh Sagligi ve Hastaliklari Anabilimdali, Urfa 2) Harran Universitesi Ruh Sagligi ve Hastaliklari Anabilimdali, Urfa AMAC: Dikkat Eksikligi Hiperaktivite Bozuklugu Cocukluk caginda sik gorulmektedir. Gunluk pratik icerisinde bu cocuklarin Pediatri uzmanlariyla karsilasma ihtimalleri daha yuksektir.Pediatri uzmanlik egitimi icerisine Cocuk Ruh Sagligi rotasyonu son yillarda eklenmistir. Calismamizda Dikkat Eksikligi Hiperaktivite Bozuklugu hakkinda pediatri uzmanlarinin gorus ve tutumlarini arastirmak hedeflenmistir. YONTEM: Gorev sureleri 1-16 yil arasinda degisen gunluk 20-120 hasta goren devlet veya ozel hastanelerde calisan 38 pediatri uzmanindan( 30 pediatri , 8 pediatri+yandal) DEHB ile ilgili 46 sorudan olusan dogru, yanlis seklinde cevaplari olan bir anket doldurmalari istendi. SONUC: Yapilan anket sonuclarinda %44.7 DEHB tanisi koyabilecegini %39.5 tani olcutlerini bilmedigini,% 26.3 bilgisayar basinda uzun sure oturabilen bir cocugun DEHB olamiyacagini %34.2 DEHB tanisi konan bir cocugun oncelikle cocuk norolojisine gitmesi gerektigi , % 26.3 ilaclarin ciddi yanetkileri oldugu %10.5 ise ilaclarin bagimlilik yapabilecegini belirtmislerdir. YORUM: Bu bulgular pediatri uzmanlarinin sIk gorulen DEHB ile ilgili genel tutumlarini ortaya koymaktadir. Pediatri uzmanlik egitimi icerisine konulan Cocuk Ruh Sagligi ve Hastaliklari rotasyonunun bu alandaki bilgilenmeyi arttiracagi ve yararli olacagi dusunulmektedir PB-020 COCUK VE ERGENLERDE BASAGRISI TIPLERININ YASAM KALITESINE ETKISININ INCELENMESI Hasan Kandemir(1), Taner Sezer(2), Salih Selek(3),Mustafa Calik(4),Ali Emhan(3) 1) Harran Universitesi Cocuk Ruh Sagligi ve Hastaliklari, Urfa 2)Baskent Universitesi Cocuk Noroloji Klinigi , Ankara 3) Harran Universitesi Ruh Sagligi ve hastaliklari, Urfa 4) Harran Universitesi Cocuk Noroloji Klinigi, Urfa AMAC : Klinik pratik icerisinde sIk karsilasilan basagrisi sikayetinden yola cikarak, Cocuk ve Ergenlerde Basagrisi tipleri ile yasam kalitesi arasindaki iliskinin incelenmesi. YONTEM: Calisma 7-17 yas arasi 127 kisi ile gerceklestirildi. Gerilim Tipi(n=30), Aurali Migren(n=31), Aurasiz Migren(n=31) tanisi alan cocuklar ile Kontrol Grubu(n=35) nun yasam kaliteleri karsilastirildi. Katilimcilara Cocuklar Icin Yasam Kalitesi Olceklerinin ebeveyn ve cocuk formlari doldurtuldu. SONUC: Basagrisi gruplarinda CIYKO COCUK puanlarinin degerlendirilmesi sonucunda , yasam kalitesinin hem fiziksel saglik hem psikososyal saglik hemde toplam yasam kalitesi alanlarinda kontrol grubuna gore daha bozuk oldugu goruldu.(p<0.05). CIYKO-EBEVEYN puanlarina bakildiginda psikososyal saglik ve genel saglik alanlarinda yasam kalitesi basagrisi gruplarinda daha kotu bulunmus(p<0.05) , fiziksel saglik puanlarinda kontrol grubuyla aurali migren ve aurasiz migren gruplari arasinda anlmali farklilik gorulmesede(p>0.05) , gerilim tipi basagrisi olanlarda kontrol grubuna gore daha kotu bulunmustur(p<0.05). Basagrisi tipleri kendi aralarinda karsilastirildiginda gerilim tipi basagrisi olanlarin, aurali migren ve aurasiz migren tiplerine gore butun alanlarda yasam kaliteleri daha kotu bulundu.(p<0.05). YORUM: Bu bulgular basagrisi sikayetinin cocuklarin yasam kalitelerini etkileyebilecegini farkli basagrisi tiplerinin de degisik duzeylerde olumsuz etkileri olabilecegini gostermektedir. PB-021 CRAFFT ; ERGENLERDE MADDE KOTUYE KULLANIMI TARAMA OLCEGININ TURKCE GECERLIK ve GUVENILIRLIK CALISMASI Hasan Kandemir (1), Omer Aydemir(2) Suat Ekinci (3), , Salih Selek (4) 1) Harran Universitesi Cocuk Ruh Sagligi ve Hastaliklari Anabilimdali, Urfa 2) Celal Bayar Universitesi Ruh Sagligi ve Hasataliklari Anabilimdali, Manisa 3) Balikli Rum Hastanesi, Istanbul 4) Harran Universitesi Ruh Sagligi ve Hasataliklari Anabilimdali, Urfa 48 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 AMAC : CRAFFT ; ergenlerde madde kotuye kullanimini degerlendiren 9 sorudan olusan kisa pratik bir olcektir.Bu calismada amac CRAFFT olceginin Turkce surumunun gecerlilik ve guvenilirligini ortaya koymaktir. YONTEM: DSM-IV gore madde bagimliligi tanisi alan 34 , tani almayan 90 ergen olmak uzere 85 i erkek 39 u kiz 15-18 yas arasi toplam 124 kisiyle yurutulmustur. SONUC : Katilimcilarin yas ortalamasi 16.653 ( min 15, max 18) olup 34 u DSM-IV e gore madde bagimliligi tanisi almaktaydi. Madde bagimliligi tanisi alanlarin 27( %79.4) si erkek , 7(%20.6) si kiz di. 90 kisi herhangi bir tani almiyordu. Istatistiksel analizde Olcegin guvenilirliginde ic tutarlilik katsayisi 0.9014 madde-toplan puan korelasyon katsayilari 0-5490 ile 0.7656 arasindadir ve tum maddeler anlamli duzeyde korelasyon gostermektedir (p<0.0001).Yapilan faktor analizinde tek boyutlu bir yapi gorulmustur ve ozdegeri (eigenvalue) 5.062 olan varyansin %56.2 sini aciklayan tek faktor elde edilmistir. Tum maddeler bu faktorde temsil edilmistir ve faktor yukleri 0.632 ile 0.831 arasinda degismektedir. Olcegin madde bagimlisi olan ve olmayanlari ayirt etmek acisindan kesme puani 4 olarak elde edilmistir ve bu kesme puaninin duyarliligi (sensitivity) %82.3 ve ozgullugu (specificity) %87.7 dir. YORUM: Ergenlerde madde kullanimiyla ilgili problemlerin artis gosterdigi gunumuzde, CRAFFT madde kullanimi degerlendirme olceginin Turkce formunun gecerli ve guvenilir oldugu gosterilmistir. PB-022 BİR ÇOCUK VE ERGEN BAĞIMLILIK TEDAVİ MERKEZİNE BAŞVURAN OLGULARIN YILLARA GÖRE MADDE TERCİHLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ Dr.Hozan Saatçıoğlu, Dr.Ömer Kardaş, Doç.Dr.Zeki Yüncü, Prof.Dr.Cahide Aydın, Doç.Dr.N.Burcu Özbaran, Yard. Doç.Dr.Sezen Köse E.Ü.T.F. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD AMAÇ:AMKB çok sayıda kişiyi etkileyen ve pahalı sonuçları olan, tekrarlayan bir hastalık olarak tanımlanmaktadır. Ergenlik ve genç erişkinlikte pek çok etken, madde kullanım kararını ve bağımlılık gelişimini etkilemektedir. Madde kullanım ve bağımlılık gelişiminde ilk adım olasılıkla sosyal ve psikolojik etkenlerle olmaktadır. Alkol ve madde kullanım bozukluğunun seyri yıllar içerisinde farklılık göstermektedir. Bu çalışmada 2003 yılında hizmete girmiş olan ergen bağımlılık merkezine 10 yıl boyunca başvuran olguların yıllar içinde klinik özelliklerine göre(cinsiyet, ilk maddeye başlama yaşı, kullanılan maddenin türü) değerlendirmeyi amaçladık. YÖNTEM: 2003-2013 yılları arasında çocuk ve ergen bağımlılık polikliniğimize başvuran olguların dosyaları tarandı, olgular başvuru tarihine göre eylül 2003-eylül 2005 (d1), eylül 2005-eylül 2007 (d2), eylül 2007-2009 (d3), 2010-2011 (d4), 2012-Şubat 2013 (d5) olmak üzere 5 döneme ayrıldı. Dosya taraması sırasında eksik olan bilgiler kayıp değer olarak kabul edilerek, istatistiksel değer olarak ihmal edildi. Elde edilen veriler SPSS 16.0 programına aktarılarak sayısal değişkenlerin karşılaştırılmasında tek yönlü varyans analizi, sınıfsal değerlerin varyans analizinde ki-kare testi uygulanmıştır. İstatistiksel anlamlılık p<0.05 olarak kabul edilmiştir. SONUÇ: Bu süre içerisinde toplam 2406 olgu merkezimize başvurmuştur. Başvuran olguların d1’de %10.9 kız, %89.1 erkek; d2’de %18.6 kız, %81.4’ü erkek; d3’te %10.5’i kız, %89.5 erkek; d4’te %14.9’u kız, %85.1’i erkek; d5’te %22.9 kız, %77.1 erkek olarak bulunmuştur(p:0.0001). Olguların yaş ortalaması yıllara göre farklılık göstermemektedir (d1:16.3, d2:16.5, d3:16.4, d4:16.1, d5:15.9, p:0.67). Maddeye başlama yaşı açısından dönemler arasında fark saptanmamıştır (d1:13.5, d2:13.7, d3:13.7, d4:13.8, d5:14.4) (p:0.332) ancak maddeyi kullanım süreleri(maddeye başlama ile tedaviye başvuruncaya kadar geçen süre) her 5 grup arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur(d1:30.8, d2:29.7,d3:29.3, d4:17.4, d5:12,9, p:0.001) Sigara her 5 dönemde en sık kullanılan maddedir ve sigaraya başlama yaşı açısından dönemler arasında fark olmadığı saptanmıştır. Sigara kullanım sıklığı d1:%94.7, d2:92.9, d3:95.4, d4:83.1, d5:72.6 sigaranın ardından ise d1’de başvuran olguların %41.5’i esrar, %32.9 ‘u inhalan, %4.0 ekstazi, %19.3’ü alkol, %1’i benzodiazepin, %0.3’ü kokain, %0 eroin; d2’de başvuran olguların %56.2’si esrar, %17.6‘sı inhalan, %7.6’sı ekstazi, %16.6’sı alkol, %1.4’ü benzodiazepin, %0.3’ü kokain, %0 eroin; d3’de başvuran olguların %71.4’ü esrar, %19‘u inhalan, %1.4’ü ekstazi, %6.9’u alkol, %0.2’si benzodiazepin, %0.2’si kokain, %0.4’ü eroin; d4’de başvuran olguların %71.4’ü esrar, %22.6‘sı inhalan, %0.7’si ekstazi, %4.5’i alkol, %0’ı benzodiazepin, %0.2’si kokain, %0.2’si eroin; d5’de başvuran olguların %78.6’si esrar, %15.5‘i inhalan, %3.2’si ekstazi, %1.9’si alkol, %0’ı benzodiazepin, %0.3’ü kokain, %0.2 eroin kullandıkları saptanmıştır. YORUM: Bu çalışmada 10 yıllık süre içerisinde başvuran 2406 olgunun yaş ortalamasının yıllara göre fark göstermediği belirlenmiştir. Bu araştırmanın belki de en ilgi çekici noktası maddeyi ilk deneme yaşının daha küçük yaşlara kaymaması ve tedaviye gelene kadar geçen sürenin yıllar içerisinde anlamlı olarak azalmasıdır. 49 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Dönemler arasında madde tercihleri ve cinsiyetler arasında anlamlı farklılık saptanmıştır. PB-023 ANNE VE BABA ADAYLARININ GEBELİKTEKİ “EBEVEYNLİK VE BEBEK İMGELERİ” İLE POSTPARTUM DEPRESYON ARASINDAKİ İLİŞKİ: ÇOK MERKEZLİ BİR TAKİP ÇALIŞMASI Yazarlar: Koray Karabekiroglu1 (e-posta: drkorayk@yahoo.com), Mahmut Cem Tarakcioglu2, Rahime Kaya3, Gökçe Nur Taşdemir-Say1, Tuna Çak4, Isik Görker5, Dicle Sapmaz1, Aytül Karabekiroglu6, Nursu Çakin-Memik2, Murat Yüce1, Sezen Köse3, Burcu Özbaran3, Burcu Akın-Sarı7, Serpil Özkoc-Erol8, Hakan Cengiz5, Füsun Varol9, 1 Ondokuz Mayıs Ü. Tıp F. Çocuk Psikiyatrisi AD. Samsun 2 Kocaeli Ü. Tıp F. Çocuk Psikiyatrisi AD. İzmit 3 Ege Ü. Tıp F. Çocuk Psikiyatrisi AD. İzmir 4 Hacettepe Ü. Tıp F. Çocuk Psikiyatrisi AD. Ankara 5 Trakya Ü. Tıp F. Çocuk Psikiyatrisi AD. Edirne 6 Psikiyatri Dep. Eğitim ve Araştırma Hast. Samsun 7 Başkent Ü. Tıp F. Psikiyatri D. Ankara 8 Çocuk Gelişimi Uzmanı, Kadın Doğum Hast. Mardin 9 Trakya Ü. Tıp F. Kadın Hast. ve Doğum AD. Edirne AMAÇ: Gebelik ilerledikçe, özellikle ikinci trimesterde, anne ve baba adaylarının zihinlerinde bebek ve doğum süreci ile ilgili imgeler ortaya çıkar. Bu imgelenme farklı yazarlar tarafından farklı terimlerle (ör, “hayali/fantasmatik bebek”, “annelik tasarımları”, “içselleştirilmiş rol ilişkileri”, “bebek bakımı ortamındaki hayaletler”) ifade edilmiştir (Taşkın-Ilıcalı ve Okman-Fişek, 2004). Bu imgelerin niteliğini değerlendiren yapılandırılmış araçların sayısı yok denecek kadar azdır. Öte yandan, bu imgeler ile perinatal anne-bebek ruh sağlığı arasındaki ilişki yeterince araştırılmamıştır. Bu çalışmada, doğuma yaklaşık 3 ay kala anne ve baba adaylarındaki bebekle ilgili zihinsel tasarımlar, kaygı düzeyi ve bağlanma örüntüsü ile doğum sonrası depresyon arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık. YÖNTEM: Altı farklı ilde (Samsun, Kocaeli, İzmir, Mardin, Edirne ve Batman) Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniklerinde takip edilen gebeler (n=219) ve eşleri (n=126) çalışmaya katılmıştır. İlk görüşme 22-35. gebelik haftasında, doğum sonrası yapılan ikinci görüşme ise ilk görüşmeden 12-48 hafta sonra yapılmıştır. Gebelik döneminde anne ve baba adayları yazarlar tarafından bu araştırma için geliştirilen İmge Bebek-Beklenti Formu (İBBF) ile Erişkin Bağlanma Stili Ölçeği (EBSÖ), Durumluk-Sürekli Kaygı Envanteri (DSKE) ile Kısa Semptom Envanteri (KSE) doldurmuştur. Ayrıca Edinburgh Doğum Sonrası Depresyon Ölçeği (EDSDÖ) ve DSM-IV’e dayalı yapılandırılmış tanı görüşmesi (The Structured Clinical Interview for DSM-IV-TR) (SCIDI/Depression)- Depresyon gebelikte ve doğum sonrası dönemde uygulanmıştır. SONUÇ: İBBF sonuçlarına göre, baba adaylarının anne adaylarına göre (p<0.001), çalışan anne adaylarının çalışmayan anne adaylarına göre (p:0.008) daha olumlu bir beklentiye sahip oldukları saptandı. Plansız (p:0.001) ve/veya istenmeyen (p.0.001) gebeliklerde, daha önce bir gebelik varsa (p:0.001) ve/veya çocuk sahibi iseler (p.0.001) annelerin daha olumsuz bir beklenti içinde oldukları görüldü. Öte yandan, annenin yaşı arttıkça olumlu beklentinin arttığı (r: .14; p:0.037); prenatal DSKE durumluk kaygı, EDSDÖ, KSE tüm puanlar ve güvensiz bağlanma puanları yükseldikçe olumlu beklentinin azaldığı (hepsi p<0.001) saptanmıştır. Takip verileri incelendiğinde ise, postpartum dönemde depresyon tanısı alan annelerin prenatal dönemde olumsuz beklentilerinin anlamlı olarak daha yüksek olduğu görüldü (p:0.002). SONUÇ: Bulgular doğumdan yaklaşık 3 ay once, anne ve baba adaylarının zihinlerindeki bebek ve doğum süreci ile ilgili olumsuz beklentilerin pek çok ruhsal faktörle ilişkili olduğunu ve doğum sonrası depresyonu öngörmede güçlü bir parametre olabileceğini göstermiştir. Öte yandan, bu çalışma için yazarlar tarafından geliştirilen İBBF’nin geçerliği ile ilgili önemli bulgular ortaya koymuştur. Daha önceki çalışmalarda da, olumsuz beklentilerin anne-bebek ilişkisini oldukça olumsuz etkileyebildiğine dair kanıtlar vardır (Sokolowski ve ark., 2007). Bu çalışma bulguları, gebelik sürecinde annelik ve bebek ruh sağlığı alanında yapılacak psikiyatrik değerlendirmenin önemini vurgulamaktadır. PB-024 BİR YILLIK DÖNEMDE OMÜ ÇOCUK PSİKİYATRİSİ KLİNİĞİNDEN İSTENEN KONSÜLTASYONLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ Mahmut Müjdeci*, Mahmut Çakır*, Miraç Barış Usta*, Murat YÜCE*, Koray Karabekiroğlu* *Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 50 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 AMAÇ: Genel tıbbi durumla ilişkili bozukluklarda eşlik eden psikiyatrik belirtiler hastanın tanısı ve tedavisinde önemli bir yer tutabilmektedir. Bu çalışmada OMÜ Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı’ndan bir yıllık dönemde tüm servislerden istenen konsültasyonların ayrıntılı olarak değerlendirilmesi hedeflenmiştir. YÖNTEM: 01.01.2012- 01.01.2013 tarihleri arasında OMÜ Tıp Fakültesi Hastanesi’nde takip edilen, çocuk psikiyatri konsültasyonu istenen 368 hasta çalışmaya alınmıştır. Bu çalışmada istenen konsültasyonlar ve karşılama notları geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. Konsültasyonların hangi birimlerden istendiğine, konsültasyon istek nedenlerine, hastaların demografik özelliklerine, konan psikiyatrik tanılarına, hastaların yatarak mı yoksa ayaktan mı tedavi edildiğine ilişkin veriler incelenmiştir. BULGULAR: En küçük hasta 1 ay 9 günlük, en büyük hasta 18 yaşındaydı. Kız hastaların erkek hasta sayısına oranının yüksek olması dikkat çekiciydi. Konsültasyon isteme sebeplerinin başlıcaları “suicid girişimi” ve “depresif duygudurum” olarak öne çıkmaktaydı. Konsültasyon istenen bölümlerin başında Çocuk Hastalıkları Servisi ve Çocuk Acil Servisi yer alıyordu. Psikiyatrik değerlendirmenin sonunda hastaların %80‘ine psikiyatrik hastalık tanısı konulmuştur. Psikiyatrik değerlendirmenin sonucunda en sık olarak Depresif Bozukluk tanısı konmuştur. SONUÇ: Diğer servislerde takip edilen çocukların mevcut hastalıklarına psikiyatrik belirtiler sık eşlik etmektedir. Özellikle çocuklardaki psikiyatrik aciller başta olmak üzere birçok psikiyatrik bozukluk çocuk ve ergen psikiyatrisi uzmanları tarafından değerlendirilmeye ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle 0-18 yaş arasındaki hastaları değerlendiren uzmanlarla çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıklarıyla uğraşan uzmanlarının işbirliği içerisinde çalışmaları psikiyatrik hastalıkların atlanmaması açısından önemlidir. PB-025 ÇOCUK PSİKİYATRİ KLİNİĞİNDE DEĞERLENDİRİLEN VE ERİŞKİN PSİKİYATRİ SERVİSİNDE YATIRILARAK TAKİP EDİLEN HASTALARIN TANI VE TEDAVİ PROFİLLERİ Mahmut Çakır*, Miraç Barış Usta*, Mahmut Müjdeci*, Meral Oran Demir**, Murat Yüce*, Seher Akbaş*, Koray Karabekiroğlu* *Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Anabilim Dalı **Gaziosman Paşa Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı GİRİŞ: Ülkemizde çocuk ve ergen psikiyatrisi alanında yataklı servis sayısı oldukça yetersizdir. Yataklı tedavi özellikle bazı durumlarda psikiyatrik tedavi seçenekleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Örneğin, ayaktan tedavi kliniğinde tedaviye yeterince yanıt vermeyen, psikiyatrik tanısı ve komorbid durumlar yeterince netleştirilemeyen, tedavi uyumu iyi olmayan ya da ailelerin bakımda zorlandığı psikiyatrik hastalar yatırılarak tedaviye gereksinim duymaktadırlar. Bu çalışmada erişkin psikiyatrisi yataklı servisinde yatırılarak tedavisi gerçekleştirilen çocuk ve ergen hastaların retrospektif olarak incelenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Kliniğinde Ocak 2009-Şubat 2013 tarihleri arasında takip edilen ve erişikin psikiyatri servisinde yatarak tedavi edilen hastaların dosyaları retrospektif olarak incelenmiş ve demografik özellikler, tanı dağılımı, verilen ilaçlar, vb. parametreler değerlendirilmiştir. BULGULAR: İncelenen 134 hastanın %76.9’u kız ve yaşlarının 7-18 arasında olduğu bulunmuştur (ort= 15.1, SD= 1.8). Sıklık sırasına göre olgulara en sık her hangi bir duygudurum bozukluğu (%88,8), yıkıcı davranım bozukluğu (%30,5), anksiyete bozukluğu (%12,6) ve psikotik bozukluk (%10,4) tanısı konduğu saptanmıştır. Hastaların en sık olarak, %90’ının en az bir antipsikotik ve %62’sinin en az bir antidepresif ilaç tedavisi aldığı belirlenmiştir. Ayrıca olguların hepsinin bir ya da daha fazla psikotrop ilaç tedavisi aldığı tespit edilmiştir. TARTIŞMA: Özellikle tedaviye rağmen ruhsal işlevselliği düzelmeyen ya da suisidal ve agresif davranışlar göstererek kendisi ve başkaları için yüksek risk taşıyan olguların yatarak takip edilmeleri daha çok gerekli olabilmektedir. Literatürde yatan hastaların hepsinin psikotrop ilaç almadığı ya da almak zorunda olmadıkları yönünde bildiriler vardır. Çalışmamız kapsamındaki hastaların hepsine ilaç başlanması bu açıdan ilgi çekici bulunmuştur ve bu yönde farkındalığımızı artıran bir sonuç olmuştur. Yatan hastaların yaş aralığı ve yaş ortalaması ile ilgili elde edilen veriler genel literatür bulguları ile uyumlu bulunmuştur. Özellikle %90 oranında antipsikotik ilaç kullanımı bazı merkezlerdeki kullanım oranlarıyla benzer bulunmuştur. Öte yandan, literatür bilgileri ile uyumsuz olarak yatan hastaların çok büyük çoğunluğunun duygudurum bozukluğu olması dikkat çekicidir. Bu çalışma ile psikiyatri servsinde yatırılarak takip edilen çocuk ve ergen hastaların tanı ve tedavi profilleri incelenmiş ve bu yönde yapılacak sonraki çalışmalara ışık tutacak veriler elde edilmiştir. 51 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 PB-026 ESOGÜ TIP FAKÜLTESİ ÇOCUK İSTİSMAR BİRİMİNE BAŞVURAN CİNSEL SUÇ MAĞDURU ÇOCUK VE ERGENLERİN ANALİZİ Mehmet Ali Kökçüoğlu1, Beyza Urazel1, Bengisu Özçivit Asfuroğlu2, Saniye Tülin Fidan2, Tarık Gündüz1 1; ESOGÜ Tıp Fakültesi Adli Tıp ABD., Eskişehir 2;ESOGÜ Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD.,Eskişehir AMAÇ; Son yıllarda cinsel suçlar artmakta ve çocuklara yönelik cinsel istismar olguları da ilk sıralardaki yerini almaktadır. Çocukluk dönemi, cinsel gelişim ve bilgilenmenin henüz tamamlanmadığı bir süreçtir. Bu dönemde yaşanacak herhangi bir cinsel istismar eylemi, çocukta meydana gelebilecek zararı ağırlaştırmaktadır. Özellikle istismarın aile içerisinden kaynaklanması çocukta meydana gelecek zararların daha uzun ve ağır seyretmesine neden olmaktadır.Bu çalışma ESOGÜ Hastanesine yansıyan cinsel istismara uğrayan çocuk ve ergenlerin sosyodemografiközelliklerinin yanısıra beden ve ruh sağlıklarının bozulup bozulmadığının değerlendirilmesi amacıyla planlanmıştır. YÖNTEM; 2012Ocak-2013 Mart tarihleri arasında ESOGÜ Tıp Fakültesi Çocuk İstismar Birimi’ne başvuran cinsel istismara uğramış 88 çocuk ve ergenin demografik verileri ve muayene bulguları retrospektif olarak incelenmiştir. İstatistiksel veriler SPSS 18.0 programı ile değerlendirilmiştir. SONUÇ; Olguların76’sı(%86,4) kız, 12’si(%13,6) erkektir. Yaş ortalaması 14±3’tür. 5 (%5,7) olgunun 7 yaşından küçük, 2’sinin(%2,3) evli olduğu, 13(%14,8) çocuk ve ergenin ise aile içi cinsel istismar mağduru olduğu, 2’sinde(%2,3) donuk normal zeka, 2’sinde(%2,3) hafif derecede zeka geriliği, 5’inde(%5,7) orta derecede zeka geriliği olduğu tespit edilmiştir. Psikiyatrik açıdan değerlendirildiklerinde olguların 59’unda (%67) aktif psikopatoloji tespit edilmiş, 29’unda(%33,0) aktif psikopatoloji saptanmamıştır. YORUM; Çalışmamızda cinsel istismar sonucu olguların % 67’sinde aktif psikopatoloji saptanmıştır. Cinsel istismar olgularında psikiyatrik muayenenin oldukça önemli olduğu görülmektedir. Cinsel istismar mağduru çocuk ve ergenlerin yargılama sürecine ayrıca özen gösterilmeli ve sürecin kısalması için gerekli önlemler alınmalıdır. ANAHTAR KELİMELER; Cinsel İstismar, Ruh Sağlığı, Cinsel Suç PB-027 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU OLAN ÇOCUK VE ERGENLERDE FARMAKOLOJİK TEDAVİNİN İŞLEVSELLİK SONUÇLARI: 12 AYLIK PROSPEKTİF GÖZLEMSEL BİR ÇALIŞMA Murat Altin1, Ahmed A. El-Shafei2, Maria Yu3, Durisala Desaiah4, Nikolay N. Zavadenko5, Hong Yun Gao6 1 Eli Lilly Türkiye, İstanbul Türkiye; 2 Eli Lilly Kahire, Kahire, Mısır; 3 Eli Lilly Kanada, Toronto, Ontario, Kanada; 4 Lilly Araştırma Laboratuarları, Lilly Kurumsal Merkezi, Indianapolis, IN, ABD; 5 Nöroloji Bölümü, PediyatrikNöroşirürji ve Tıbbi Genetik Fakültesi, Rusya Devlet Tıp Üniversitesi, Moskova, Rusya Federasyonu; 6 Psikolojik Tıp Bölümü, Fudan Üniversitesi Çocuk Hastanesi, Şangay, Çin AMAÇ: Farmakolojik monoterapiyebaşlanmış Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olan çocuk ve ergenlerde işlevsellik sonuçlarındaki değişikliklerin 1 yıllık sürede doğal ortamda değerlendirilmesi. YÖNTEMLER: Bu faz 4, prospektif, gözlemsel, girişimsiz çalışma 6 ülke/bölgedeki (Rusya Federasyonu, Çin, Tayvan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Lübnan)28 merkezde gerçekleştirilmiştir. Hastalar çalışmanın yapıldığı ülkelerde DEHB tedavisinde kullanılanfarmakolojik tedavilere göre şu monoterapilere alınmıştır:stimulanlar (n= 221), nootropikler (n= 91) veya atomoksetin (n= 234). Hastalar, hekimin reçete ettiği tedavi rejimlerine dayanılarak Çocuk Sağlık ve Hastalık Profili-Çocuk Edisyonu (CHIP-CE) Başarı alanına göre değerlendirilmiş ve 12 aylık süre boyunca takip edilmiştir. SONUÇ: Sonlanım noktasında, CHIP-CE Başarı alanı skorundaki ortalama ilerleme bütün ülkelerde ve Tayvan’da atomoksetin (ortalama değişiklik -4,2) alan hastalar haricindeki terapilerde (ortalama değişiklik 2,019,0 arası) gözlenmiştir. YORUM: Bir yıllık tedaviden sonra, DEHB tedavisi için uygulanan farmakolojik monoterapiile Batı ülkeleri dışındaki ülkelerdeki çocuk ve ergenlerde de işlevsel iyileşmeler gözlemlenmiştir. 52 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 PB-028 BİR ÜNİVERSİTE HASTANESİ ÇOCUK VE ERGEN PSİKİYATRİSİ POLİKLİNİĞİNE BAŞVURAN HASTALARDA SOSYODEMOGRAFİK ÖZELLİKLER, BAŞVURU YAKINMALARI VE TANI DAĞILIMLARI İLE İLGİLİ BİR ÇALIŞMA Mutlu Karakuş, Büşra Duran, Sema Tanrıöver Kandil KTÜ Tıp Fakültesi, Çocuk- Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı AMAÇ: Çalışmamızda Çocuk - Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine ilk kez başvuran olguların sosyodemografik özellikleri, başvuru yakınmaları ve tanı dağılımlarının incelenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk- Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine 1 Eylül 2011 – 31 Mayıs 2012 tarihleri arasında ilk kez başvuran, anne ve/veya babası çalışmaya katılmayı kabul eden 1123 olgu alınmıştır. BULGULAR: Çalışmaya katılan olguların %61,2’sinin (n= 687) erkek, %38.8'inin (n=436) kız olduğu tespit edilmiştir. Olguların çoğunluğunun 7-12 yaş grubundaki erkekler (n=345/%50.2 ) olduğu belirlenmiştir. Olgularda ilk başvuru esnasında en çok belirtilen yakınmalar; dalgınlık- dikkatsizlik- unutkanlık (%15,3), sinirlilik (%12,6), hareketlilik (% 9,6), ödev-ders sorunu (%7.8) ve fiziksel belirtiler (% 6), tanılar ise; dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB)(%20.5), anksiyete bozukluğu (%20.4), depresyon (%8.3) , hafif mental retardasyon (Hafif MR)(% 6.7), sınır entelektüel işlev (%4.0) ve enürezis (% 3.9) olarak saptanmıştır. Okul öncesi olgularında en sık belirtilen ilk başvuru yakınmaları; konuşma geriliği- adına bakmama (%18.8), hareketlilik (%13.2) , sinirlilik (%11.2 ), tanılar ise; anksiyete bozukluğu (% 14.1) , DEHB (%11.9) , hafif MR (% 7.8) , konuşma geriliği (%7.5) , başka türlü adlandırılamayan yaygın gelişimsel bozukluk (BTA-YGB) (%4.4) olarak saptanmıştır. Ergenlik öncesinde en sık belirtilen yakınmalar; dalgınlık- dikkatsizlik unutkanlık (%22,8), hareketlilik (%11.7) , ödev ve ders sorunları (%10.2) , tanılar ise; DEHB ( % 30.1) , anksiyete bozukluğu (% 20.4 ), hafif MR ( % 7.8 ), depresyon ( % 5.9 ), enürezis (% 5.6) olarak saptanmıştır. Ergenlik döneminde en sık belirtilen yakınmalar; sinirlilik ( %18.9 ) , dalgınlık-dikkatsizlik-unutkanlık (% 14) ve ödevders ile ilgili sorunlar (% 12.1), tanılar ise; anksiyete bozukluğu ( % 27.9 ), depresyon ( % 21.9 ), DEHB ( % 11.3 ), davranım bozukluğu ( % 7.5), obsesif-kompulsif bozukluk (OKB) (% 7.5) ve konversiyon bozukluğu ( % 2.3 ) olarak saptanmıştır. YORUM: Çalışmamızda olguların başvuru yakınmaları ve olgulara konan tanıların sıralamaları farklı olsa dahi diğer ruh sağlığı kliniklerinde yapılan çalışmalarla uygunluk gösterdiği görülmüştür. Okul öncesi dönemde iletişim sorunlarının, ergenlik öncesinde eğitim-öğretim sorunlarının, ergenlik döneminde anksiyete ve duygudurumla ilgili yakınmaların diğerlerine oranla daha fazla olduğu tespit edilmiştir. PB-029 CİNSEL İSTİSMARA UĞRAYAN ÇOCUKLARDAKİ PSİKOPATOLOJİ ŞİDDETİ İLE İLİŞKİLİ FAKTÖRLER Nagehan ÜÇOK DEMİR, Mustafa Yasin IRMAK, Duygu MURAT, Nese PERDAHLI FİŞ Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı AMAÇ: Çalışmamızda; kliniğimize adli rapor istemi ile yönlendirilen cinsel istismara uğramış çocuk ve ergenlerdeki psikopatoloji şiddeti ile ilişkili etmenlerin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Eylül 2010 - Aralık 2012 tarihleri arasında Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Polikliniğine adli makamlarca yönlendirilmiş olan 4-17 yaş arasındaki 175 olgunun dosya bilgileri geriye dönük olarak incelenmiştir. İstatistiksel analizler SPSS (17.0) paket programı ile yapılmıştır. BULGULAR: Araştırmanın örneklemini oluşturan 175 çocuk ve ergenin %74.3’sı kızdı (n= 130). Yaş ortalaması 12.9±3.7 yıl olup; olguların % 68’i 12-17 yaş aralığındaydı. Olguların %35.4’ü hastanenin bulunduğu ilçe olan Pendik’te yaşıyordu. En sık görülen ruhsal bozukluk travma sonrası stres bozukluğu olup (TSSB)(%58.9), TSSB olanların %40’ına Major Depresyon eşlik ediyordu. Psikopatoloji şiddeti; kız cinsiyette (p:0.006), ergenlik dönemindeki olgularda (p:0.009), istismarcının tanıdık biri olması (p:0.026) ve cinsel istismarın penetrasyon içermesi durumunda (p:0.024) istatistiksel olarak anlamlı biçimde artmaktaydı. SONUÇ: İstismar sonrasında gelişen psikopatolojinin şiddetini arttıran bu faktörlerin biliniyor olması tedaviye dirençli olabilecek, daha yakın takip edilmesi gereken olguları klinisyenin daha çabuk tanımasına ve uygun müdahale yöntemlerini seçmesine yardımcı olacaktır. 53 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 PB-030 BİR ÜNİVERSİTE HASTANESİNİN ÇOCUK VE ERGEN RUH SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI POLİKLİNİĞİNE BAŞVURAN VE DSM-IV-TR TANI SİSTEMİNE GÖRE YAYGIN GELİŞİMSEL BOZUKLUK TANISI ALAN ÇOCUK VE ERGENLERİN DSM-5 TANI SİSTEMİNE GÖRE ALDIKLARI TANILAR VE TOPLUMSAL İLETİŞİM BOZUKLUĞU TANISININ YORDAYICILARI: BİR ÖN ÇALIŞMA Nuran DEMİR1, Zehra TOPAL1, Taha Can TUMAN2, Didem YAĞCI YETKİNER3, Özlem Şeyda ULUĞ3, Ali Evren TUFAN4 1 Arş. Gör. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD 2 Arş. Gör., Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD 3 Uzm. Psikolog, Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD 4 Yrd. Doç. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD AMAÇ: DSM-IV içerisinde yer alan Yaygın Gelişimsel Bozukluklar (YGB) için DSM-5 içerisinde yapılması önerilen değişiklikler birden fazla kategoriyi içeren, kapsayıcı bir üst gruptan Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) olarak adlandırılan tek bir kategoriye geçilmesini, tanı için gerekli semptom gruplarının üçten ikiye indirilmesini, başlangıç yaşı için önerilen katı sınırların ortadan kaldırılmasını, ve duyusal ilgiler ve kaçınmalar gibi DSM-IV içerisinde vurgulanmayan semptomların eklenmesini içermektedir. Bu öneriler deneysel verilere dayansa da, yeni ölçütlerin özgünlük ve duyarlılığı ile ilgili veriler kısıtlıdır. Gözden geçirilen ölçütlerin YGB tanımını daraltıp daraltmayacağı özellikle ilgi çeken bir konudur.Bu araştırmada bir üçüncü basamak tedavi merkezine başvuran, DSM-IV-TR ölçütlerine göre YGB içerisinde yer alan tanıları olan çocuk ve ergenlerin DSM-5 ölçütlerine göre aldıkları tanıların değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Araştırmada kullanılan DSM-5 ölçütleri 03/ 09/ 2012 tarihinde Amerikan Psikiyatri Birliği’nin DSM-5 içerisinde önerilen değişiklik listesidir. Hastaların dosyaları DSM-IV-TR ve DSM-5 ölçütlerine göre kaydedilmiştir. Analizlerde tanımlayıcı ve non-parametrik testler kullanılmış ve p 0.05 olarak alınmıştır. SONUÇ: Analize ortalama yaşı 74.0 (S.D.= 43.5) ay olan 46 hasta alınmıştır (% 71.7 erkek). DSM-IV-TR ölçütlerine göre alınan tanılar incelendiğinde çoğu olgunun (% 69.6) BTA- Yaygın Gelişimsel Bozukluk tanısını karşıladığı görülmüştür. Hastaların geriye kalanları Otistik Bozukluk tanısını karşılamaktadır. DSM-5 içerisindeki A ölçütü hastaların % 62.2’si, B ölçütü ise % 40.0’ı tarafından karşılanmaktadır. DSM-5 OSB A ve B ölçütleri içerisinde olgularda bildirilen yakınmalara en çok uyan ölçüt “Toplumsal/ Emosyonel Karşılıklılık” (% 93.3) iken, en az uyan ölçüt “Kısıtlı/ Sabit ilgiler” dir (% 11.1). DSM-IV-TR içerisinde yer alan BTA-YGB tanısı ile DSM-5’te yer alması önerilen TİB tanısı olumlu yönde, kuvvetli ve anlamlı ilişki göstermektedir (Ki Kare= 36.6, dF=1, p=0.000, Phi= 0.91). YORUM: Bulgularımız DSM-IV-TR içerisinde BTA-YGB tanısı alan hastaların hemen hemen tamamının DSM-5 ölçütlerine göre TİB tanısını karşıladığını, buna karşın, DSM-IV-TR içerisinde Otistik Bozukluk olarak tanı alan olguların % 14.3’ünün DSM-5’e göre OSB tanısını karşılamayıp TİB tanısını aldığını göstermektedir. Sonuçlarımız, araştırmanın yürütülmüş olduğu merkezde BTA-YGB olgularının çoğunun eşik altı semptomları nedeniyle bu tanıyı aldığını düşündürmektedir. DSM-5 A ölçütü, B ölçütüne göre daha çok karşılanmaktadır. Örneklemimizde DSM-5 OSB için en sık karşılanan ölçütün “toplumsal/ emosyonel karşılıklılık”, en az karşılanan ölçütün ise “kısıtlı/ sabit ilgiler” olduğu görülmüştür. Kısıtlılıklar olmasına rağmen elde ettiğimiz veriler, en azından 2012 yılı Eylül ayında önerildiği şekliyle TİB tanısının DSM-IV-TR’ye göre BTA-YGB tanısı ile anlamlı olarak örtüştüğünü gösterebilir. Bulgularımızın yeni araştırmalarla desteklenmesine ihtiyaç duyulduğu söylenebilir. PB-031 BUZ PATENİ ETKİNLİĞİNİN GÖRME VE İŞİTME ENGELLİ ÇOCUK VE GENÇLERDE RUHSAL DEĞİŞKENLER ÜZERİNE ETKİLERİ Onur Burak Dursun*, Süleyman Erim Erhan**, Esra Özhan İbiş*, Ahmet Şirinkan**, Sadullah Keleş***, İbrahim Selçuk Esin*, Nazım Ercüment Beyhun**** *Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD 54 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 ** Atatürk Üniversitesi Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu *** Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları AD ****Karadeniz Teknik Üniversitesi Halk Sağlığı AD AMAÇ: Bedensel engelliliğin, ruhsal bozukluklar için ek risk oluşturduğu, kendilik algısı ile ilgili sorunlara yol açabildiği ve yaşam kalitesini bozabildiği bilinmektedir. Akranlarla kendisini kıyaslamanın normal gelişim içinde yer aldığı çocukluk ve ergenlik döneminde yapılacak sosyal ve fiziksel etkinliklerin, psikiyatrik hastalıkların gelişiminin önlenmesi açısından koruyucu etkisi olduğu bilinmektedir. Bu çalışmada görme ve işitme engelli çocuk ve gençlere uygulanan düzenli buz pateni aktivitesinin ruhsal değişkenlere etkisinin araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmaya Erzurum Görme Engelliler İlköğretim Okulu ve Erzurum Dede Korkut İşitme Engelliler İlköğretim Okulu’na devam eden 40 öğrenci dahil edilmiştir. Olgular 3 ay boyunca haftada 2 gün birer saat buz pateni eğitim ve uygulama etkinliğine tabi tutulmuştur. Olguların program öncesi ve sonrasında ruhsal belirti düzeyleri, kendilik algıları, yaşam kaliteleri ve uyku kaliteleri karşılaştırılmıştır. SONUÇ: Spor etkinliğinin olguların uyku kalitesi ve kendilik algısı üzerine olumlu etki sağladığı saptanmıştır. YORUM: Sosyal etkinlikler ve spor etkinlikleri, duyusal engeli bulunan olgularda koruyucu ruh sağlığı açısından kritik önemi sahiptir. Bu tür etkinlikleri düzenleyebilecek kurumların belirlenerek, bu kurumlarla tedavi kurumları ve okulların işbirliğinin sağlanması bu çocuk ve gençlere olumlu katkı sağlayabilir. PB-032 WEB DESTEKLİ BİR EĞİTİM UYGULAMASI VE UZAKTAN EĞİTİM MODALİTELERİNİN ASİSTAN EĞİTİMİNDE KULLANIMI Onur Burak Dursun1, Esra Özhan İbiş1, Selçuk Karaman2,Taner Güvenir3 1 Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 2Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi, 3Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD GİRİŞ: İnternet kullanımının dünya genelinde yaygınlaşmasıyla pek çok alanda değişiklikler olduğu gibi, tıp eğitiminde de gelişmeler yaşanmaktadır. Video konferans sistemleri ve internet temelli eğitim etkinlikleri; etkin zaman kullanımı, coğrafi bariyerlerin ortadan kaldırılması ve eğitim giderlerinin düşürülmesi gibi avantajlara sahiptir. YÖNTEM: Bu çalışmada Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi ile Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı Anabilim Dalları’nca ortaklaşa yürütülen, araştırma görevlilerinin psikoterapotik bakış açılarının gelişmesini amaçlayan bir uzaktan eğitim programı üzerine eğitici ve araştırma görevlilerinin memnuniyet düzeyleri sunulacaktır. Sonuçlar ışığında uzaktan eğitim alternatifleri ve bunların avantaj, dezavantaj ve çocuk ergen ruh sağlığı uzmanlık eğitiminde muhtemel kullanım alanları tartışılacaktır. SONUÇ: Yapılan eğitim aktivitesinin hem eğitici hem de araştırma görevlileri açısından memnun edici sonuçlar verdiği ancak zaman planlanması konusunda sorunlar yaşandığı gözlenmiştir. YORUM: Dünyada tıp eğitimindeki gelişmelere paralel olarak uzaktan eğitim uygulamaları ve internet temelli eğitimlerin, sunduğu pek çok avantaj ile gerek uzmanlık eğitimi gerekse yeterliliğin değerlendirilmesi uygulamalarında fayda sağlayabileceği düşünülmüştür. PB-033 DEHB TEDAVİSİNDE ÇOK YÖNLÜ YAKLAŞIMDA AİLE PSİKOSOSYAL EĞİTİMİNİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ Dr. Uğur Tekin, Dr. Burcu Özbaran, Dr. Sezen Köse, Dr. Ömer Kardaş, Dr. Cahide Aydın Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı A.D. İzmir ÖZET GİRİŞ: DEHB (Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu) gelişim dönemlerine uygun olmayan dikkat eksikliği, hiperaktivite ve implusivite semptomları ile karakterize, nöropsikiyatrik, davranışsal bir bozukluktur. DEHB tedavisinde psikofarmakolojik tedavi yanısıra, davranışçı yöntemler, aile ve öğretmen eğitimi gibi psikoeğitsel yaklaşımlar da çalışılmaktadır. AMAÇ: Bu çalışmada, DEHB tanısı alan hastalarımızın ailelerinin DEHB hakkındaki görüşlerini, bilgilerini, inanışlarını değerlendirmek; DEHB kliniği ve tedavisi ile ilgili bilgilendirme şeklindeki eğitim toplantısına katılan ailelerin, bu toplantı sonrası görüş, bilgi ve inanışlarında meydana gelen değişimleri ölçmek amaçlanmıştır. 55 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 YÖNTEM: Çalışmaya DEHB polikliniğinde izlenen, toplantıya katılmaya gönüllü 24 aile alınmıştır. DEHB ile ilgili; 7 adet genel bilgi; 7 adet tedavi; 4 adet klinik gidiş; 3 adet yaşam kalitesi ve 2 adet de genel görüşü sorgulayan toplam 23 sorudan oluşan bir anket, ailelere eğitimden önce ve sonra olmak üzere uygulanmıştır. BULGULAR: Eğitim öncesi ve sonrası doğru yanıtlama oranları karşılaştırıldığında; toplam doğru yanıt oranı; eğitim öncesi %62 iken bu oran eğitin sonrası %72,2’ye çıkmıştır (p:0,001). Ailelerin verilen eğitim sonrası bilgi düzeylerinin arttığı belirlenmiştir. TARTIŞMA: Psikoeğitim hem tedavi uyumunu arttırma hem de ailenin tutumlarına yönelik çalışmak için bir ön basamaktır. Bu çalışma aile eğitiminin bilgi düzeyine katkısını ölçmeyi değerlendiren bir örnek açısından sunulmuştur. PB-034 YATARAK TEDAVİ EDİLEN ERKEN BAŞLANGIÇLI OLGULARININ DEĞERLENDİRİLMESİ: BİR ÖN ÇALIŞMA ŞİZOFRENİ Tuğba Eseroğlu, Özden Şükran Üneri, Melike Özdemir, Hilal Adaletli, Canan Tanıdır 1 Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, İstanbul AMAÇ: Şizofreni, kişinin alışılmış algılama ve yorumlama biçimlerine yabancılaştığı, içine kapanarak dış dünyanın gerçeklerinden, kişiler arası ilişkilerden uzaklaştığı, duyuş, düşünüş ve davranışlarda önemli bozukluklarla giden ağır bir ruhsal hastalıktır, geç ergenlik veya erken erişkin döneminin hastalığı olarak bilinmesine karşın çocukluk çağında da görülebilmektedir 1. On sekiz yaş öncesi başlayan şizofreni için erken başlangıçlı şizofreni (EBŞ), 13 yaş öncesi başlayanlar için ise çok erken başlangıçlı şizofreni (ÇEBŞ) terimleri kullanılmaktadır1. Bu çalışmada 2012 yılı ilk 3 ayı içerisinde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi (BRSHH) Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi servisinde, EBŞ tanısıyla takip ve tedaviye alınan 18 olgunun sosyodemografik ve klinik özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Ocak-Nisan 2012 tarihleri arasında BRSHH Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi kliniği yataklı servisinde, erken başlangıçlı şizofreni tanısıyla takip ve tedaviye alınan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelenmiş, çalışmacılar tarafından hazırlanan sosyodemografik bilgi ve hastalık takip formu doldurulmuştur. BULGULAR: Olguların yaş ortalaması 16,11±1,08 (min.14-max.17) olarak bulunmuştur. Olguların %44,4’ü (n=8) kız, %55,6’sı (n=10) erkek olarak saptanmıştır. Olgular ailedeki çocuk sayısına göre değerlendirildiğinde %16,7’sinin (n=3) 2, %33,3’ünün (n=6) 3, %11,1’inin (n=2) 4, %38,9’unun (n=7) 5 ve üstü (min.2-max.11) çocuğu olan ailelerden geldiği görülmüştür. Olguların akrabalarında psikiyatrik hastalık görülme sıklığı birinci dereceden akrabalarda %33,3 (n=6), ikinci dereceden akrabalarda %27,8 (n=5), uzak akrabalarda %5,6 (n=1) olarak bulunmuştur. Hastalığın başlangıcından hastaneye yatış zamanına kadar geçen süre ortalama 10,56±12,17 (min.1-max.48) ay olarak saptanmıştır. TARTIŞMA: Yapılan epidemiyolojik çalışmalarda şizofreninin yaşam boyu görülme sıklığı %1 dolaylarındadır. Bunların %0,1-%1’lik kısmı çok erken başlangıçlı, %4’ü ise erken başlangıçlı olgulardır2. Erişkin başlangıçlı şizofrenide görülme sıklığı açısından cinsiyetler arasında farklılık olmadığı bilinmektedir. Ancak EBŞ’nin erkeklerde 2 kat daha fazla görüldüğü bildirilmiştir1. Çalışmamızda erkek/kız oranı 1,25 olarak hesaplanmıştır. Bu duruma çalışmanın 3 aylık bir zaman dilimi içinde, yalnızca yatırılarak tedavisi yapılan olgulardan oluşması yol açmış olabilir. EBŞ’nin etyolojisinde kalıtımsal bir duyarlılığın olduğu söylenmektedir 2. Olguların %61’inin birinci ve ikinci dereceden akrabalarında psikiyatrik hastalık öyküsünün olması bu bulguyu desteklemektedir. Erken ve yetişkin tipte klinik belirtilerin niteliksel olarak birbirine benzemesine karşın, niceliksel olarak aralarında önemli farklılıklar olduğu, hastalığın erken başlangıçlı tipte daha sinsi başlangıç gösterdiği bildirilmiştir3. Çalışmamızda yakınmaların başlaması ile hastaneye başvuruya kadar geçen sürenin görece olarak kısa olması (ort.10,56 ay) örneklemin küçük ve yalnızca yatarak tedavi gören olgulardan oluşmasından kaynaklanmış olabilir. SONUÇ: Çalışma bulgularımız örneklemin küçüklüğüne rağmen EBŞ ile ilgili yapılan çalışmaların az sayıda olması nedeniyle değerlidir. Bu konuda çok merkezli ve geniş örneklemli, retrospektif çalışmalara gereksinim bulunmaktadır. PB-035 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU (DEHB) OLAN ERGENLERDE İNTERNET BAĞIMLILIĞI: KESİTSEL BİR ÖN ÇALIŞMA Özden Ş. Üneri, Hatice Güneş, A. Güven Kılıçoğlu, Canan Tanıdır, Caner Mutlu, Hilal Adaletli, M. Kayhan Bahalı* *Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, 56 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 AMAÇ: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olan bireylerde bağımlılık riskinde artış olduğu, internet bağımlılığında da başka psikiyatrik bozuklukların yüksek oranda eşlik ettiği belirtilmektedir. Bu çalışmada DEHB tanısı ile takip ve tedaviye alınan ergenlerin tedavi öncesi ölçek değerlendirmesine dayalı internet bağımlılığı düzeylerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmamızın verileri Ekim 2012-Mart 2013 tarihleri arasında Bakırköy Prof. Dr. Mazhar Osman Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi polikliniğinde toplanmıştır. Örneklem DSM IV’e dayalı klinik değerlendirme görüşmesi sonrasında DEHB tanısı ile takip ve tedaviye alınan 13-18 yaş grubu ergenlerden oluşmaktadır. İlaç tedavisi görmeyen ergenlerden tedavi öncesi internet bağımlılığı ölçeğini doldurmaları istenmiştir. Çalışma için araştırmacılarca hazırlanan sosyodemografik bilgi formu görüşme sırasında araştırmacılar tarafından doldurulmuştur. Veriler SPSS 16.0 bilgisayar programı aracılığıyla değerlendirilmiş ve tüm istatistiksel değerlendirmelerde anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak kabul edilmiştir. BULGULAR: Örneklem 33 ergenden oluşmaktadır. Olguların %15,2’si (n=5) kız, %84,8’i ise (n=28) erkektir. Çalışma kapsamında değerlendirilen ergenlerin yaş ortalaması ise 15,15’tir (min13-max17). Çalışmamızın verilerine göre örneklemde yer alan ergenlerin %90,9 (n=30) ’unun evinde bilgisayar olup, odasında bilgisayar bulunanların oranı %66,7 (n=22) ’dir. Ergen olguların %75,8 (n=25)’inin evinde internet bağlantısı mevcuttur. Olguların İnternet Bağımlılığı Ölçeği’nden aldıkları puanların ortalaması 93,67 (min39-max145)’ tir. DSM-IV Kökenli Yıkıcı Davranış Bozuklukları Belirti Tarama Ölçeği toplam puan ortalaması ise 51,18 (min26max73)’dir. SONUÇ: Devam etmekte olan çalışmamızın ön bulguları özellikle ergen yaş grubunda DEHB tanısı alan ergenlerde internet bağımlılığı değerlendirmesinin yapılması gerekliliğini vurgulamaktadır. PB-036 İLKÖĞRETİM ÖĞRENCİLERİNDE ANKSİYETE VE DUYGUDURUM BOZUKLUKLARI PREVALANSI VE SOSYODEMOGRAFİK ÖZELLİKLER Öznur Bilaç1, Eyüp Sabri Ercan2, Taciser Uysal3, Cahide Aydın2 1 Manisa Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi, Çocuk ve Ergen Birimi, 2Ege Üniversitesi Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 3Şırnak Devlet Hastanesi AMAÇ: Çocukluk döneminde başlayan psikiyatrik bozukluklar, büyüdükçe çocukta daha fazla fonksiyon kaybına ve erişkin dönemde devam eden yıkımlara neden olabilmektedir. Çocukluk ve ergenlik çağındaki psikiyatrik hastalıkların etiyolojisi ve doğal seyrini anlamak için prevalans ve insidans ile ilgili sağlam bilimsel verilerin olması gerekmektedir. Çocuk ve ergenlerde psikiyatrik hastalıkların sıklığının ve hastalıklarla ilişkili risk faktörlerinin araştırıldığı az sayıda çalışma bulunmaktadır. Bu araştırmada Türkiye’de iyi belirlenmiş ve yeterli sayıdaki bir ilkokul örneklemiyle Duygudurum Bozuklukları ve Anksiyete Bozukluklarının prevalansının saptanması amaçlanmıştır. YÖNTEM: İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından resmi sınıflamaya göre alt/orta/üst sosyoekonomik gruba göre belirlenen 12 okuldan, %5 hata payıyla, alfa (t) %1 olarak belirlenen 419 olgu rastgele örneklem alınması yöntemiyle seçildi. Araştırmada yer alan olgular 6-14 yaş aralığındaydı. 417 olguya ulaşıldı, yanıt oranı %99.5 olarak saptandı. Böylece 417 olgu yarı yapılandırılmış tanı görüşmesi (K-SADS-PL) ve impairment (bozulma) kriterleri kullanılarak değerlendirildi. BULGULAR: Impairment (bozulma) kriteri göz önüne alınmadan yani sadece klinik görüşme ile Duygudurum Bozuklukları prevalansını %2.9, Anksiyete Bozuklukları prevalansını %13.9 olarak saptanmıştır. Impairment (bozulma) kriteri dikkate alındığında ise Duygudurum Bozuklukları prevalansı %1.4, Anksiyete Bozuklukları prevalansı %2.6 olarak bulunmuştur. Olguların yaşı, cinsiyeti, sosyoekonomik düzeyi, ebeveyn medeni durumu ve ebeveyn eğitimi ile Duygudurum Bozuklukları ve Anksiyete Bozuklukları arasında anlamlı bir ilişki saptanamamıştır. SONUÇ: Çalışmamızda bulunan İzmir örneklemindeki Duygudurum ve Anksiyete Bozukluklarının prevalans oranları Batılı ülkelerde yapılmış olan çalışmalara oldukça benzer bulunmuştur. Literatürle uyumlu olarak impairment (bozulma) kriteri dahil edildiğinde hastalık sıklıklarının belirgin olarak azaldığı gözlenmiştir. Impairment (bozulma) kriteri ile değerlendirme yapıldığında Duygudurum Bozuklukları sıklığı yaklaşık yarıya, Anksiyete Bozuklukları sıklığı ise dörtte birine düşmektedir. PB-037 ÖZKIYIM GİRİŞİMİ OLAN ERGENLERDE SERUM VİTAMİN B12 DÜZEYLERİ 57 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Perihan Çam Ray, Gonca Gül Çelik, Ayşegül Yolga Tahiroğlu, Ayşe Avcı Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı. ADANA GİRİŞ: Özkıyım davranışı pek çok ülkede başlıca halk sağlığı sorunu olarak görülmekte ve ergen ölüm nedenleri arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Depresif bozukuklar, ihmal, istismar gibi zorlu yaşam olayları ergen özkıyımının başlıca nedenleri arasındadır. B12 vitamini eksikliği, ajitasyon, irritabilite, yönelim bozukluğu, konsantrasyon bozukluğu, apati, uykusuzluk gibi nörovejetatif belirtiler ve duygudurum bozuklukları ile ilişkili bulunmaktadır. Çalışmamızda özkıyım girişimi ile başvuran ergenlerde serum B12 vitamin düzeyleri ve kan biyokimyasal değerlerinin araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmaya, özkıyım girişimi ile Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalına başvuran veya konsulte edilen 48 ergen olgu alındı. Ruhsal belirtilerin taranması amacı ile Okul Çağı Çocukları İçin Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam boyu şekli-Türkçe uyarlaması ÇDŞG-ŞY (Schedule for Affective Disorders and Schizophrenia for School Aged Children, Present and Lifetime Version, K-SADS-PL) uygulandı. Olgulara, Çocuk Depresyon Ölçeği, STAI 1 ve 2 ölçekleri, Conner’s aile ve öğretmen değerlendirme ölçekleri verildi. Olguların biyokimyasal incelemelerinden hemogram, ASO, B12, Folat, TSH düzeylerine bakıldı. SONUÇLAR: Çalışmaya alınan toplam 48 hastanın n=43’ü (%.89,6) kız, n=5’i (%10,4) ise erkek hastaydı. Hastaların yaş ortalaması 15,0±1,5 idi. Bordeline Kişilik örüntüsü,TSSB ve Duygudurum Bozukluğu olan grupta birden fazla özkıyım girişimi ilk özkıyım girişimlerine oranla daha fazlaydı. (n=6 (%25), n=2 (%8,3); n=6 (%25), n=1 (%4,2); n=5 (%20,8), n= 3 (%12,5); p=0,014) . Birden fazla özkıyım girişimi olanlarda ortalama serum B12 değerleri ilk özkıyımı olanlara göre daha düşüktü (266.7±25; 162.9±68; p= 0,045) . Birden çok girişimi olan olgularda, TSH düzeyleri, tek girişimi olan olgulara göre daha yüksekti. (1.9±0.6; 1.3±0.7 p= 0,010) YORUM: Geçmiş özkıyım girişimi öykülerinin ileriki özkıyım girişimlerini ön görebilen en önemli risk etkeni olduğu belirtilmektedir. Bununla birlikte serum B12 düzeyinin, tek girişimi olan olgulara göre tekrarlayıcı girişimi olanlarda daha düşük saptanması, altta yatan psikiyatrik bozukluğun klinik görünümünü dürtüsellik ve risk alma davranışları yönünde tetikleyebilir. Borderline kişilik örüntüsü, TSSB, duygudurum bozukluğu olanlarda yineleyen özkıyım girişimlerinin ile serum B12 düzeylerinin ilişkisi etyolojideki nöroendokrin süreçleri yansıtabilmektedir. Dahası B12 eksikliği tedavisinin sonraki özkıyım girişimleri ve psikotrop ilaç yanıtlılığı açısından etkisinin kontrollü izlem çalışmaları ile desteklenmesi gereklidir. PB-038 İNTERNET BAĞIMLILIĞI VE DEHB İLİŞKİSİ Savaş Yılmaz, Ayhan Bilgiç, Sabri Hergüner, Konya Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı GİRİŞ: Son yıllarda internet kullanımındaki artış problemli internet kullanımındaki artışı da beraberinde getirmiştir. DEHB internet bağımlılığı ile en sık görülen eştanıdır. bu çalışmada DEHB nin internet bağımlılığına etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Konya İl Milli Müdürlüğünden gerekli izinlerin alınmasından sonra 3 sosyoekonomik düzeye sahip okullar belirlenmiş ve 658 lise öğrencisi ergen çalışmaya dahil edilmiştir. DEHB puanlaması için Conners-Well ergen özbildirim ölçeği kısa form, internet bağımlılığı değerlendirilmesi için internet Bağımlılığı ölçeği, ve internet kullanım alışkanlıklarını sorgulayan veri formu kullanılmıştır. bağımlılık puanına olan etkilerin değerlendirilmesi için lineer regresyon analizi, bağımlı ve bağımı olmayan grup arasındaki dehb puanlarının karşılaştırılması için t testi kullanılmıştır. SONUÇ: Bağımlı olan ve olmayan grubun conners puanları karşılaştırıldığında, dikkat eksikliği hareketlilik ve davranış problemleri açısından bağımlı olan grubun anlamlı oranda daha yüksek puanlar aldığı saptandı. bağımlılık puanını yordama konusunda davranım bozukluğu ve dikkat sorunlarının anlamlı etkisinin olduğu, hiperaktivitenin diğer nedenler kontrol edildiğinde anlamlı etkisi olmadığı saptanmıştır. YORUM: çalışmamızda dikkat sorunlarının ve davranım bozukluğunun karşı gelme ve hiperaktiviteye oranla internet bağımlılığı üzerinde daha fazla etkisi olduğu bulunmuştur. erkek cinsiyette kızlara oranla daha fazla gözlenmiştir. kendi bilgisayarının olması bağımlılık ihtimalini arttırmaktadır. PB-039 BİR ÜNİVERSİTE HASTANESİNE YAPILAN ADLİ BAŞVURULARIN DEMOGRAFİK DEĞERLENDİRMESİ 58 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 *Savaş Yılmaz, *Ömer Faruk Akça, *Burak Açıkel *N.E. Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı GİRİŞ: Çocuk ve ergen psikiyatrisi kliniklerinde adli değerlendirmeler önemli bir yer kaplamaktadır. Suça sürüklenen çocuklarda ve suça maruz kalan çocuklarda ruhsal değerlendirmeler, devlet hastanelerinde Çocuk İzlem Merkezleri’nde ve üniversite hastanelerinde yapılmaktadır. Bu çalışmada üniversite hastanelerine adli değerlendirme istemi ile yönlendirilen çocukların değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: 2011-2013 yılları arasında N.E.Ü. Meram Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Anabilim Dalı’na adli makamlarca bilirkişilik yapılması istemi ile gönderilen 399 çocuk ve ergenin dosyaları değerlendirilmiştir. Çocuk ve ergenler Adli Poliklinikten sorumlu öğretim üyeleri tarafından haftanın iki günü değerlendirilmiş ve dosyaları arşivlenmiştir. Arşivlenen dosyalar bir diğer araştırmacı tarafından değerlendirilmiş, konuyla ilgili suç, rapor sonucu, kaç muayene sonra karar verildiği ve verilen kararlar not edilmiştir. BULGULAR: Başvuran 399 olgu toplam polikliniğin % 3,3’ünü oluşturmaktadır. Başvuran hastaların %65,4'ü mağdur, %22,1'i suça sürüklenen çocuk olarak başvurdu. Karar verilebilmesi için, başvuruların %82,7 sinin bir kez, %15,8 inin 2 kez % 1,5'un 3 kez ve daha fazla gelmiş olduğu belirlendi. İstenilen raporlamalarda ruh sağlığının bozulup bozulmadığının tespitinin en sık istenen raporlama olduğu gözlendi. TARTIŞMA: Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi alanında çalışan hekim ve diğer personeller için adli değerlendirme istemi oldukça sık karşılaşılan bir durumdur ve günlük pratiğin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Çoğunluğu istismara uğramış olma nedeniyle yönlendirilen bu çocuk ve ergenlerin önemli bir kısmının aynı zamanda tedavi amacı ile aynı kliniklerde takip ediliyor olması çeşitli güçlükleri de beraberinde getirmektedir. SONUÇ: Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi uzmanlık eğitiminde adli bilirkişilik eğitimi önemli bir yer tutmaktadır. Ayrıca tedavi hizmetlerinin yürütüldüğü kliniklerden farklı yerlerde ve farklı personelle hizmet veren adli değerlendirme merkezlerinin yaygınlaştırılmasının hastaların tedavisine katkıda bulunacağı düşünülmektedir. PB-040 ÇOCUKLUK ÇAĞI MASTURBASYONU BULUNAN OLGULARIN ANNELERİNİN MİZAÇ VE KARAKTER ÖZELLİKLERİ Selma Tural Hesapçıoğlu*, Evrim Aktepe**, Funda Özyay**, Umut Kaytanlı***, Sevim Özmen****, Mustafa Kemal Tural***** * Karadeniz Teknik Üniversitesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D. ** Süleyman Demirel Üniversitesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D. ***Tokat Devlet Hastanesi. Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ****Mardin İl Sağlık Müdürlüğü ***** Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Endüstri Müh. ÖZET AMAÇ: Cinsel organların bireyin kendisi tarafından uyarılması, yaygın bir insan davranışıdır. Çocukların genital bölgelerine ilgi göstermeleri gelişimlerinin olağan bir basamağı olarak kabul edilmektedir. Ancak çocuklardaki masturbasyon ile cinsel organına dokunma ya da oynama gibi gelişimsel normal merak davranışları birbirinden farklıdır. Bu çalışmada çocukluk çağı masturbasyonu bulunan olguların sosyo demografik özelliklerinin, beslenme, mastürbasyon ve tuvalet eğitimi alma süreçlerinin ve annelerinin mizaç ve karakter özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmaya üç ayrı merkezden 6 aylık süre içerisinde başvuran, çocukluk çağı masturbasyonu bulunan olgular ve anneleri dâhil edilmiş, sosyodemografik veri formu ve Mizaç ve karakter envanteri anneleri tarafından doldurulmuştur. Veriler SPSS 16.0’da değerlendirilmiştir. SONUÇLAR: Toplam 52 olgu, yaş, cinsiyet ve anne yaşı açısından eşleştirilmiş 52 kontrol ile karşılaştırılmıştır. Olguların 36’sı kız, 16’sı erkektir, yaş ortalaması 4.4 ±1,7’dir. Olguların 42,3’ünde tuvalet eğitimi sırasında güçlükle karşılaşılmıştır, %28,8’i idrar yolu enfeksiyonu, genital bölgede mantar ya da paraziter enfeksiyonlar veya dermatit geçirmiştir. Tuvalet eğitimi sırasında karşılaşılan güçlükler, inatçılık, tuvalet korkusu, gece kaçırmaya devam etme, kabızlık ve annesinin dışında birini yanında istememe şeklinde olmuştur. Tuvalet eğitimi sırasında güçlükle karşılaşmak açısından olgu ve kontrol grubu arasında anlamlı farklılık izlenmemiştir. İki grubun annelerinin mizaç ve karakter özellikleri arasında NS2’de (Dürtüsellik- iyice düşünme), NS toplamda (Toplam yenilik arayışı puanı), S1’de (Sorumluluk alma- kınama), S toplamda (Toplam kendi kendini idare etme puanı) ve ST2’de (Kişiler arası özdeşim- Kendi kendine ayrışma) anlamlı farklılık izlenmiştir. YORUM: Bu çalışmada yenilik arayışı ve bir alt başlığı olan dürtüsellik, kendi kendini yönetme ve alt başlığı olan sorumluluk alma, kendi kendini aşmanın bir alt testi olan kişiler arası özdeşim alanlarında çalışma grubunun anneleri kontrolden farklı bulunmuştur. Dürtüsellik alanında hasta grubunun anneleri daha yüksek puanlar almıştır. Bu da onların anlık dürtülerine kapılan kolay uyarılan bireyler olduklarını göstermektedir. Toplam NS 59 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 puanı da bu annelerde daha yüksektir, bu anneler yeni keşiflerden zevk alan, kolay sıkılan, dürtüsel ve düzensiz annelerdir. S1 alt testinden daha düşük puan almaları sorumluluk almayan, başlarına gelenden başkalarını sorumlu tutma eğiliminde olan bireyler olduklarını gösteren bir bulgudur. Çocukluk çağı masturbasyonunda annelerin kişilik özellikleri, soruna etki eden bir faktör olabilir. PB-041 WESCHLER ÇOCUKLAR İÇİN ZEK ÖLÇEĞİ YENİDEN GÖZDEN GEÇİRİLMİŞ FORMUNUN DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU BULUNAN ÇOCUKLARDA KAUFMAN VE BANNATYNE YORUMLARI AÇISINDAN İNCELENMESİ Selma TURAL HESAPÇIOĞLU*, Sevim ÖZMEN**, Cihat ÇELİK***, İbrahim YİĞİT**** *Karadeniz Teknik Üniversitesi Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıklar A. D. **Mardin İl Sağlık Müdürlüğü ***Muş Alparslan Üniversitesi Psikoloji Bölümü, Uygulamalı Psikoloji ****Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Psikoloji Bölümü, Uygulamalı Psikoloji ÖZET AMAÇ: Okul çağı çocuklarında Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi polikliniğine en sık başvuru nedenlerinden biri olan Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu’nun (DEHB) değerlendirilmesinde kullanılan testlerle ilgili yapılmış çok sayıda araştırma mevcuttur. DEHB’nin değerlendirilmesinde sıklıkla kullanılan testlerden biri olan Wechsler Çocuklar İçin Zekâ Ölçeği-Geliştirilmiş Formu’nun (WÇZÖ-R) alt test profilleri de yine bu amaçlarla araştırılmıştır. Bu çalışmada WÇZÖ-R alt testlerine farklı bakış açıları getiren Kaufman ve Bannatyne’nin yorumları üzerinden DEHB’de WÇZÖ-R’ın tanısal değerinin incelenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: İki yıllık süreçte Muş Devlet Hastanesi Çocuk - Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine başvuran ve DEHB tanısı konulan olgulara WÇZÖ-R, Yıkıcı Davranım Bozuklukları için DSM-IV’e Dayalı Tarama ve Değerlendirme Ölçeği ve Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu - ÇDŞG-ŞY (K-SADS-PL) uygulanmıştır. DEHB olguları komorbidite olan ve olmayan olarak ikiye ayrılmış ve WÇZÖ-R alt test sonuçları sağlıklı örneklemden elde edilen sonuçlar ile karşılaştırılmıştır. Normal dağılıma uyan verilerde ANOVA, uymayanlarda ise Kruskal Wallis Varyans Analizleri kullanılmıştır. SONUÇLAR: Çalışmada; 106 DEHB, 91 DEHB’nin beraberinde komorbid başka bir psikiyatrik bozukluk tanısı konan ve 71 sağlıklı kontrolden elde edilen veriler analize dâhil edilmiştir. Üç grup arasında WÇZÖ-R’ın benzerlikler (p= 0,002), aritmetik (p= 0,003), sayı dizisi (p<0,0001), resim tamamlama (p<0,0001), küplerle desen (p<0,0001) ve parça birleştirme (p=0,034) alt testlerinde anlamlı farklılıklar saptanmıştır. Yine Bannatyne’in yorumladığı mekânsal yetenekler (p<0,0001), sıraya koyma becerisi (p<0,0001) faktörleri ile Kaufman’ın algısal organizasyon (p<0,0001) ve dikkatin dağılabilirliği (p<0,0001) faktörlerinde gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar bulunmuştur. WÇZÖ-R’ın Performans Zekâ Bölümü puanlarının da yine üç grup arasında anlamlı düzeyde farklı olduğu saptanmıştır (p=0,034). YORUM: DEHB’li çocuklar WÇZÖ-R’ın görsel ve uzamsal alanları ölçen performans alt testlerinde anlamlı düzeyde düşük puanlar almışlardır. Aynı şekilde Kaufman’ın ve Bannatyne’nin sözel kavrama ve yetenekler dışındaki faktörlerinde gruplar arasında farklılıkların çıkması bu bulguları desteklemekte ve DEHB’nin tanısal olarak değerlendirilmesinde bu alt test profillerinin dikkatli değerlendirilmesinin önemini ortaya koymaktadır. PB-042 MUŞ DEVLET HASTANESİ ÇOCUK GELİŞİMİ POLİKLİNİĞİNE ÇOCUK PSİKİYATRİSTİ TARAFINDAN GÖNDERİLEN ÇOCUK VE AİLELERİNİN HİZMET ALMA NEDENLERİ VE SAĞLANAN HİZMETLERİN İNCELENMESİ Filiz Altıparmak*, Selma Tural Hesapçıoğlu** *Muş Alparslan Üniversitesi **Karadeniz Teknik Üniversitesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D. ÖZET AMAÇ: Sürekli gelişen ve değişen çocukta tıpkı erişkinler gibi tam bir iyilik halinden bahsedebilmek için bedensel, ruhsal ve toplumsal iyilik halinin sağlanabilmesi gereklidir. Çocuk ruh sağlığına verilen önem 60 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 toplumumuzda giderek artmaktadır. Bu artışla beraber çocuğun gelişimini nesnel olarak değerlendirme ihtiyacı da artmıştır. Çocuğun büyümesini, gelişmesini nesnel olarak değerlendiren testleri genellikle çocuk gelişimi uzmanları uygulamaktadır. Bu araştırmada Çocuk Ergen psikiyatrisi polikliniğine getirilen çocuklardan çocuk gelişimi polikliniğine yönlendirilenlerin, yakınmaları, yönlendirilme nedenleri ve uygulanan işlemlerin incelenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Bu çalışmada 6 aylık süre içerisinde çocuk ergen psikiyatrisine getirilen çocukların dosyaları geriye dönük olarak taranmış, içlerinden çocuk gelişimi ve eğitimi uzmanına yönlendirilenler ayrılmıştır. Veriler SPSS 15.0 for windows’a girilerek analizleri yapılmıştır. SONUÇ: Çalışmada değerlendirilen 425 çocuktan 166 kız (%39.1), 259’u (%60,9) erkektir. Olgular 0-16 yaş arasındadır (ortalama 4,7±3,8). Bu olgulardan 273’ü (%64,2) okul öncesi, 152’si (%35,7) okul çağı çocuklarından oluşmaktadır. Çocuk Gelişimi polikliniğine en sık yönlendirilme nedeni %51,5 ile büyüme değerlendirilmesi, %39,2 ile Ankara Gelişim Tarama Envanteri (AGTE) uygulanması isteğidir. Çocuk gelişimi ve eğitimi uzmanı tarafından olguların %84,2’sine gelişim destek önerileri verilmiş, %52,7’sinin büyüme değerlendirmeleri yapılmış, beslenme önerilerinde bulunulmuştur. %25,2’sine AGTE, %16,2’sine Denver gelişimsel tarama testi yapılmıştır. YORUM: Bu araştırmada çocuk-ergen psikiyatrisi polikliniğine getirilen çocukların yaklaşık 1/3’ünün çocuk gelişimi polikliniğine yönlendirildiği görülmektedir. Özellikle gelişim ve büyüme değerlendirmesi noktasında bu uygulamaların yapılamaması çocuklarda semptom vermeyen gelişimsel durumların atlanması ile sonuçlanabilir. Çocuk Ergen psikiyatristinin ve pediatristlerin çalıştığı sağlık kurumlarında Çocuk gelişimi ve eğitimi uzmanlarının bulunması hastanın nesnel düzeylerde değerlendirilmesini ve ailelere danışmanlık yapma noktasında hekimin yükünün hafiflemesini sağlayacaktır. PB-043 LİSE ÖĞRENCİLERİNİN ZORBALIĞA VE ZORBALARA İLİŞKİN DUYGULARI, DÜŞÜNCELERİ VE BAKIŞ AÇILARI Selma TURAL HESAPÇIOĞLU*, Habibe YEŞİLOVA**, Mustafa Kemal TURAL*** * Karadeniz Teknik Üniversitesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D. ** Muş Alparslan Üniversitesi *** Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Endüstri Müh. ÖZET AMAÇ: Okul ortamında öğrenciler arasında zorbalık, azımsanamayacak oranlardadır. Bireysel, okulla ilgili ve toplumsal özelliklerin zorbalığa maruz kalma ya da zorbalık yapma üzerine etkili olduğu gösterilmiştir. Bu çalışmada öğrencilerin okullardaki zorbalık ve zorbalarla ilgili düşünceleri, zorbalığın yaşamları ve okul ilgileri üzerine etkileri, maruz kalınan ya da uygulanan zorbalık şekilleri gibi etmenlerin öğrencilerin bakış açısından değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Toplam 1432 öğrenciye akran zorbalığı anketi verilerek doldurmaları istenmiş, anketi tam olarak dolduran 1373 öğrenciden alınan veriler analiz edilmiştir. Bu anket, zorbalığa uğrama, zorbalığa uğrama çeşitleri ve sıklığı, zorbalığa nerede ve ne zaman uğrandığı, zorbalık yapanın kim olduğu, zorbalığa ilişkin duygular ve uğrayanın sonrasında ne yaptığı, neler hissettiği gibi zorbalığa uğrayana yönelik soruları içermektedir. Bunun ardından zorbalara ilişkin ne tür zorbalık yaptıkları, ne sıklıkta yaptıkları, zorbalık yaptıktan sonra neler hissettikleri, zorbalık yapma nedenlerine ilişkin sorular gelmektedir. Üçüncü aşamada okulda zorbalık ve okul iklimine yönelik sorular yer almaktadır. SONUÇ: Olguların %27,7’si okullarında zorbalığın ‘çok’ ciddi bir sorun olduğunu, %54,7’si okulda yaşanan zorbalıklardan çok rahatsız olduğunu, %69,0’ı zorbalar yüzünden okula gelmekten korkmadığını buna karşılık %21,3’ü ise korktuklarını belirtmişlerdir. Öğrencilerin % 70,4’ü şiddet uygulayanlardan nefret ettiklerini ifade etmişlerdir. ‘ Sence bazı öğrenciler neden diğerlerine zorbalık yapar?’ sorusuna %59,5’i ‘gösteriş yapmak, ilgi ve dikkat çekmek için’ cevabını vermişlerdir. Zorbalığa uğrayanların %27,3’ü kıskanıldığı için zorbalığa maruz kaldığını, zorbalık yapanların %42,8’i hak ettikleri için zorbalık yaptıklarını belirtmişlerdir. Zorbalığa uğrayanların %92,1’i sözel zorbalığa uğradıklarını, zorbalık yapanların %88,3’ü sözel zorbalık yaptıklarını ifade etmişlerdir. İkinci en sık maruz kalınan ve yapılan zorbalık şekli fiziksel zorbalıktır. En sık zorbalığa maruz kalınan yer ise %47,0 ile sınıfların içi olmuştur. Zorbalığa maruz kalan öğrenciler daha çok sınıf arkadaşları olan (%45,5) bir erkek öğrenci tarafından (%39,4), daha çok teneffüslerde (%47,0) bu durumu yaşadıklarını belirtmişlerdir. %53,0’ı karşılık verdiğini, %44,8’i bu durumu kimseyle paylaşmadığını, %49, 4’ü arkadaşlarının sonrasında kendisiyle ilgilendiğini, %33,3’ü ise hiç kimsenin olay sonrası kendisiyle ilgilenmediğini belirtmişlerdir. Öğrenciler öğretmenlere ve okul yöneticilerine yaşadıkları bu durumu nadiren aktardıklarını ifade etmişlerdir. 61 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 YORUM: Günümüz eğitim sisteminde önemli sorunlardan biri olan zorbalık bazı öğrencilerin yaşamını daha fazla etkilemektedir. Bu noktada okulun iklimi, okul yönetiminin okuldaki akran zorbalığı ile ilgili müdahaleleri önem kazanmaktadır. Lise öğrencilerinde bu sorunu okul idaresi ile paylaşım oranları oldukça düşüktür. Okul yönetiminin ve rehberlik servislerinin gençleri daha fazla bilgilendirmesi ve işbirliğine girme konusunda gençleri cesaretlendirmesi ihtiyacı doğmaktadır PB-044 LİSE ÖĞRENCİLERİNDE DEPRESİF BELİRTİLER: EPİDEMİYOLOJİK BİR ARAŞTIRMA Selma TURAL HESAPÇIOĞLU*, Mustafa Kemal TURAL **, Habibe YEŞİLOVA *** * Karadeniz Teknik Üniversitesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D. ** Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Endüstri Müh. *** Muş Alparslan Üniversitesi ÖZET AMAÇ: Erikson tarafından kimlik oluşturma süreci olarak adlandırılan ergenlik dönemi, yetişkinliğe geçerken gencin kimlik karmaşası yaşayabileceği bir dönemdir. Bu süreçte yaşanabilecek psikososyal stresler depresyon gelişimini kolaylaştırabilir. Bu çalışmada lise öğrencilerinde depresif belirtilerin prevalansının araştırılması amaçlanmıştır. Uygulama yapılan ilde ilk kez böyle bir araştırma yapılmıştır. YÖNTEM: Liseler öğrenci aldıkları liseye giriş sınavı taban puanlarına göre üç tabakaya ayrılmıştır. Muş ilinde 2011- 2012 eğitim öğretim yılında liseye devam etmekte olan öğrencilere Beck depresyon envanteri uygulanmış, okul tipleri, sınıfları, yaş ve cinsiyetleri ile depresif belirtilerin ilişkisi incelenmiştir. Veriler SPSS 20.0 kullanılarak değerlendirilmiştir. SONUÇLAR: Çalışmada 1236 kişiden elde edilen veriler analiz edilmiştir. BDI puanının 21 veya üstü olan öğrencilerde orta ve ciddi düzeyde depresif belirtilerin varlığı kabul edilerek %28,56’sında orta ve ciddi düzeyde depresif belirtiler saptanmıştır (n=353). Ortalama BDI puanı 15,68±9,9 olarak saptanmıştır. Depresif belirtilerin yoğunluğu açısından öğrencilerin sınıf düzeyleri arasında bir faklılık saptanmamıştır (p=0,545). Okul tiplerine göre öğrencilerin depresif belirti puanları arasında anlamlı farklılık izlenmiş (p=0,01), orta ve şiddetli depresif belirtilerin en sık, düşük akademik başarı puanı gerektiren okullarda izlendiği görülmüştür (%33,4). Öz kıyım düşüncesi ise olguların %30,7’sinde saptanmıştır. YORUM: Daha önce yapılan çalışmalar incelendiğinde farklı metodoloji ya da farklı cut off noktaları nedeniyle farklı prevalans değerleri elde edilmiştir. Bu çalışmada cut off noktası BDI için 21 kabul edildiğinden depresif belirti sıklığı daha düşük görünüyor olabilir. Ancak yine de %28,56 azımsanamayacak bir rakamdır. Okul tiplerine göre depresif belirti yoğunluğunda farklılık olması, gençlerin öğrenim gördükleri okullara göre farklı yaşam tarzları ve farklı psikososyal stresörlerle karşılaşıyor olduklarını yansıtıyor olabilir. PB-045 ERKEN PUBERTE OLGULARININ DEPRESYON VE KAYGI DÜZEYLERİ, BENLİK SAYGILARI VE YAŞAM KALİTELERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ Şaziye Senem Başgül1, Ayla Güven2, Fatma Dursun2 1 Hasan Kalyoncu Üniversitesi, Psikoloji Bölümü, 2Göztepe Eğitim Araştırma Hastanesi, Çocuk Endokrin Polikliniği AMAÇ: Puberte geç çocukluk çağında başlayan, üreme kapasitesinin kazanıldığı gelişimsel bir süreçtir. Kızlarda ortalama 10, erkeklerde 11 yaşında başlar. Puberte çağından evvel genital organlarda ve seks karakterlerinde erken bir gelişme meydana gelmesi ‘erken puberte’ olarak tanımlanır. Puberte, sadece fiziksel özelliklerin değil aynı zamanda psikolojik ve sosyal değişimlerinde yaşandığı bir dönemdir. Çalışmamızda puberteyeerken giren çocukların depresyon ve kaygı düzeyleri, benlik saygıları ve bu durumun çocukların yaşam kalitelerini nasıl etkilediğini araştırmak amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmamız Aralık 2011- Mayıs 2012 tarihleri arasında bir eğitim araştırma hastanesinin çocuk endokrin polikliniğinde erken puberte tanısı alan 30 hasta (Grup1) ve 47 sağlıklı kontrol (Grup2) üzerinde yapılmıştır. Hasta grubundaki çocuklar, endokrin değerlendirmenin sonrasında, tedavi başlanmadan hemen önce, bir çocuk psikiyatrisi uzmanı tarafından değerlendirilmiş ve çocuklara ve annelerine ölçekler uygulanmıştır. Çocuklar, Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği (ÇYKÖ), Çocuklar İçin Depresyon Ölçeği (ÇDÖ), Çocukta Anksiyete Bozukluklarını Tarama Ölçeği (ÇATÖ) ve Piers-Harris Çocuklarda Öz Kavramı Ölçeği (PH-ÇÖKÖ) ölçeklerini; Anneleri, Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği Ebeveyn formunu (ÇYKÖ-EF) doldurmuşlardır. Kontrol grubundaki çocuklar sadece ÇYKÖ ölçeğini doldurmuşlardır. 62 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 SONUÇ: Grup1’de hastaların 27’si kız, 3’ü erkekti (ort. yaş 8.42±1.07), Grup2’de 40’ı kız, 7’si erkekti (ort. yaş 8.38±1,51). Grup1 ve 2 arasında cinsiyet ve yaş dağılımı arasında fark yoktu. Her iki grupta anne yaşları, eğitimleri ve çalışma durumları açısından fark yoktu. Grup1’de ÇDÖ 5.5 (4.75), ÇATÖ 29.6±11.84, PH-ÇÖKÖ 65.96±9.71 idi. Gruplar arasında ÇYKÖ-Fizik (p=0.025), ÇYKÖ-Okul (p=0.004), ÇYKÖ-Toplam (p=0.024), ÇYKÖ-EF-Fizik (p=0.025), ÇYKÖ-EF-Duygusal (p=0.012), ÇYKÖ-EF-Sosyal (p=0.029), ÇYKÖ-EF-Okul (p<0.001), ÇYKÖ-EF-Toplam (p<0.001) puanları açısından istatiksel olarak anlamlı fark saptandı. ÇYKÖ-Okul ile ÇDÖ (p=0.001; rho -0.590), ÇATÖ (p=0.002; rho -0.546) ve PH-ÇÖKÖ (p<0.001; rho 0.755) arasında anlamlı korelasyon saptandı. YORUM: Çalışmamızda, erken puberteye giren çocuklarda, özbildirim ölçeklerine göre, depresif duygudurum düşünülmedi ve genel olarak benlik saygıları normal bulundu. ÇATÖ’ye göre, bu çocukların kaygı düzeylerinin biraz yüksek olduğu görüldü. Yaşam kaliteleri değerlendirildiğinde çocukların kendi bildirdikleri ölçeklere göre, fiziksel, duygusal, okul ve sosyal alanlarında kontrol grubuna göre, yaşam kalitesi olumsuz yönde etkilenmiş olarak değerlendirildi. Annelerin doldurduğu yaşam kalitesi ölçeklerinin sonuçları da bu verileri destekliyordu. Sonuç olarak, puberteye erken girmek çocukların yaşam kalitesini olumsuz yönde etkilemektedir. PB-046 SEREBRAL PALSİLİ ÇOCUKLARDA YAŞAM KALİTESİNİ BELİRLEYEN FAKTÖRLER Serhat Türkoğlu*, Gözde Türkoğlu**, Ayhan Bilgiç***. Savaş Yılmaz*** * Ordu Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, Ordu ** Ordu Devlet Hastanesi, Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Kliniği, Ordu ****Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Konya AMAÇ: Serebral palsi (SP) çocukluk döneminde yaşam kalitesi üzerine en fazla etki eden hastalıklar arasındadır. Bununla birlikte, hastaların yaşam kalitesi üzerine hangi değişkenlerin etki ettiği ile ilgili bilgilerimiz sınırlıdır. Bu çalışmada bir grup SP’li çocukta yaşam kalitesini belirleyen klinik ve sosyodemografik değişkenler incelenmiştir. YÖNTEM: Yaş aralığı 8-18 olan toplam 78 çocuk (40 kız, 38 erkek) çalışmaya dahil edildi. Hastaların SP tipleri, ince ve kaba motor etkilenme düzeyleri, ince ve kaba motor fonksiyonları, zeka düzeyleri gibi klinik değişkenleri, sosyodemografik özellikleri ve annelerinin depresyon ve anksiyete düzeyleri kaydedildi. Hastaların yaşam kalitesi Çocuklar İçin Yaşam Kalitesi Ölçeği Ebeveyn Formu (ÇİYKO-E) kullanılarak belirlendi. SONUÇLAR: Çok değişkenli regresyon analizi sonucunda ÇİYKO-E fiziksel sağlık puanı üzerine kaba motor fonksiyon kaybı, düşük zeka düzeyi ve anne anksiyetesinin, ÇİYKO-E psikososyal ve toplam puanları üzerine ise kaba motor fonksiyon kaybı, düşük zeka düzeyi ve anne depresyonunun yordayıcı etkisi olduğu saptandı. YORUM: Bu çalışma SP’li çocuklarda yaşam kalitesini belirlemede hastalığın kendisi ile ilgili değişkenler kadar eşlik eden zeka geriliği gibi eş tanıların varlığının ve bakımverenin ruhsal durumunun da belirleyici etkisinin olduğunu göstermiştir. PB-047 DİKKAT EKSİKLİĞİ HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU İLE OBEZİTE VE ANNE SÜTÜ EMME SÜRESİ İLİŞKİSİ Serhat Türkoğlu*, Ayhan Bilgiç**. Ömer Faruk Akça** *Ordu Devlet Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, Ordu * *Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Konya AMAÇ: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) olan bireylerde obezitenin daha sık görüldüğü ve anne sütü emme süresinin daha kısa olduğu bildirilmektedir. Buna karşın, DEHB’in dikkat eksikliği, hiperaktivite ve impulsivite gibi farklı belirti kümelerinin bir arada görüldüğü kompleks bir bozukluk olması ve birçok psikiyatrik durum ile bir arada görülebilmesi, DEHB ile beslenme ilişkisi hakkında net sonuçlara ulaşılmasını engellemektedir. Bu çalışmada DEHB ile obezite ve anne sütü emme süresi ilişkisi araştırılmıştır. YÖNTEM: DSM-IV kriterlerine göre DEHB tanısı konulan 6-18 yaş aralığında toplam 319 olgu (244 erkek, 75 kız) ve 100 (51 erkek, 49 kız) sağlıklı kontrol çalışmaya dahil edildi. Ebeveynlere Yenilenmiş Conners Anababa Derecelendirme Ölçeği (CADÖ) uygulandı. Çocukların sosyodemografik özellikleri ve anne sütü alma süreleri kaydedildi. BULGULAR: DEHB’li çocuklarda her iki cinsiyette de vücut kitle indeksi (VKİ) kontrol grubuna göre anlamlı düzeyde daha yüksek, anne sütü emme süresi ise daha düşüktü. Tüm grubun bir arada incelendiği çoklu 63 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 regresyon analizi sonucunda anne sütü emme süresi ve CADÖ kaygı-utangaçlık puanlarının VKİ ile negatif ilişkili, CADÖ bilişsel problemler/dikkatsizlik, psikosomatik ve sosyal problemler alt ölçeklerinin ise pozitif ilişki gösterdiği saptandı. TARTIŞMA: Sunulan çalışma DEHB’nin daha az anne sütü alımı ve artmış VKİ ile ilişkili olduğu yönündeki bilgileri desteklemektedir. Ayrıca, bu çalışma DEHB’nin ana belirtilerinden olan dikkat eksikliğinin ve DEHB’ye eşlik eden psikosomatik belirtiler ve sosyal sorunların artmış VKİ için belirleyici olduğunu, DEHB’li hastalarda var olan sosyal kaygı düzeyinin ise obezite açısından koruyucu olabileceğini göstermiştir. PB-048 NOKTURNAL BRUKSİZMİ OLAN ÇOCUK VE ERGENLERDE PSİKİYATRİK BOZUKLUK VE BELİRTİLER Serhat Türkoğlu1, Ömer Faruk Akça2, Gözde Türkoğlu3, Müzeyyen Akça4 1 Ordu Devlet Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 3 Ordu Devlet Hastanesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Kliniği 4 Ceylanpınar Devlet Hastanesi 2 GİRİŞ: Temporomandibular Eklem Bozukluğu (TMB) çene eklemi ve çiğneme kaslarını içine alan kas ve iskelet rahatsızlığı olarak tanımlanmaktadır. Bu bozukluğun etyolojisinde birçok faktörün yeri vardır. Bruksizm her ne kadar ciddi bir semptom olarak algılanmasa da TMB’na neden olması ve uzun vadede çeşitli diş rahatsızlıklarına neden olması açısından önemlidir. Çocuklarda Bruksizm TMB’nun etyolojisinde önemli bir risk faktörüdür ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle son zamanlarda bu konuya olan ilgi artmaktadır. Bruksizm, temporomandibuler eklem kaslarının uzun süreli istemsiz kasılması ve hiperaktivitesi sonucunda diş sıkma, kenetleme ve diş gıcırdatma gibi eklem hareketlerinin ortaya çıkması olarak tanımlanmaktadır. Bruksizm ve TMB genellikle birlikte anılan durumlardır ve her ikisi için de psikiyatrik rahatsızlıklarla birliktelikleri üzerinde durulmaktadır. Erişkin çalışmalarında TMB'a eşlik eden psikiyatrik tanı oranı %66-76 olarak bildirilmiştir. Çocuk ve ergenlerde TMB ve bruksizmin psikiyatrik belirtilerle ilişkisini araştıran çalışmalar oldukça sınırlıdır. Bu araştırmada bruksizm tanısıyla takip edilen çocuk ve ergenlerin DSM 4’e göre psikiyatrik tanılarının belirlenmesi, anksiyete ve depresyon belirti düzeylerinin ve anksiyete duyarlılığı düzeylerinin belirlenerek sağlıklı kontrollerle karşılaştırılması ve bu değişkenlerle bruksizm arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: Bruksizm tanısı ile takip edilen, 7-18 yaş aralığındaki 35 olgu ile yaş ve cinsiyet bakımından eşleştirilmiş 35 kişilik sağlıklı kontrol grubu çalışmaya alınmıştır. Katılımcıların tümü DSM-4 tanı ölçütlerine göre eksen-1 bozuklukları İçin yapılandırılmış klinik görüşme olan Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi-Şimdi ve Yaşam Boyu Versiyonu- Türkçe Versiyonu (K-SADSPL) ile ruhsal bozukluklar açısından değerlendirilmiştir. Çocuklar için Anksiyete Duyarlılığı Ölçeği (ÇADİ), Çocuklar için Depresyon Ölçeği (ÇDÖ) ve Çocuklar için Durumluk-Süreklik Kaygı Envanteri (ÇSDKE) ölçekleri her bir katılımcıya uygulanmıştır. BULGULAR: Bruksizm tanısı olan grupta 15 olguda (%42.9), kontrol grubunda ise 6 olguda (%17.1) en az bir psikiyatrik bozukluk bulunduğu saptandı. Bruksizm grubuyla kontrol grubu arasında en az bir psikiyatrik hastalık bulunması bakımından anlamlı fark bulundu (p<0.05). Bruksizm grubunda 5 olguda bir, 7 olguda iki ve 3 olguda üç eş tanı belirlendi. Kontrol grubunda ise tanı alan tüm katılımcıların bir tanı aldıkları belirlendi. Psikiyatrik tanılar ayrı ayrı değerlendirildiğinde hiçbir bozukluk açısından bruksizm grubuyla kontrol grubu arasında anlamlı farklılık saptanmadı. Ancak tüm anksiyete bozukluğu grubu hastalıkları tek başlık altında toplandığında bruksizm grubunda anksiyete bozukluklarının kontrol grubuna göre daha sık olduğu belirlendi (%11.4-%2.8, p<0.05). ÇADİ, ÇSDKE, ÇDÖ puanları açısından karşılaştırıldığında bruksizm grubunun her üç ölçekten de kontrol grubuna göre daha yüksek puan aldığı belirlendi (p<0.05). Uygulanan regresyon analizi sonucunda ise iki grup arasında sadece ÇADİ puanları bakımından istatistiksel olarak anlamlı farklılık olduğu belirlendi. SONUÇ VE TARTIŞMA: Bu çalışmada bruksizmi olan çocuk ve ergenlerde sağlıklı kontrollere göre daha yüksek oranda psikopatoloji saptanmıştır. Özellikle anksiyete bozukluğu grubu bozukluklar bruksizm grubunda daha yüksektir. Ayrıca anksiyete duyarlılığı, durumluk ve sürekli anksiyete düzeyleri ve depresyon belirtilerinin bruksizm grubunda yüksek olması bruksizmi olan çocuk ve ergenlerin psikiyatrik açıdan değerlendirilmesinin önemli olduğunu göstermektedir. ANAHTAR KELİMELER: Bruksizm, çocuk ve ergen, psikopatoloji 64 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 PB-049 SEREBRAL PALSİLİ ÇOCUKLARDA YAŞAM KALİTESİ VE ANNELERİNDE DEPRESYON DÜZEYLERİ Sevgi Özmen1,Didem Behice Öztop1,Hatice Doğan1, Hüseyin Per2 Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi, 1Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD, 2Çocuk Nörolojisi AD AMAÇ: Serebral palsi (SP) çocukluk çağında ciddi motor fonksiyon kaybına sık yol açan hastalıklardan biri olup, yaşam kalitesi ve bu çocukların anneleri üzerindeki etkisi sınırlı çalışılmış bir alandır. Bu çalışmanın amacı SP’li çocukların yaşam kalitelerini araştırmak ve annelerindeki depresyon durumlarını belirlemektir. YÖNTEM: Çalışma örneklemi Eylül 2012-Şubat 2013 tarihleri arasında Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nöroloji polikliniğine başvuran ve SP tanısı konulan 69 olgudan oluşmaktadır. Kontrol grubu herhangi bir fiziksel ya da ruhsal hastalığı olmayan 38 olgudan oluşmaktadır. Sosyodemografik bulgular her iki grup için standart olarak hazırlanmış sosyodemografik veri toplama formu ile anne-babalara sorularak elde edildi. Tüm çocukların annelerine Beck Depresyon Envanteri (BDE) uygulandı. Yaşam Kalitesi (YK) ölçümünde çocuklar ve ebeveynleri için Yaşam Kalitesi Ölçeği (ÇİYKO) Türkçe versiyonu kullanılmıştır. SONUÇ: Çalışmaya katılan hasta çocukların yaş ortalaması 6.44±3.75, kontrol grubunun yaş ortalaması 10.45±4.61 idi. Hasta ve kontrol grubunda anne ve babaların yaş ortalamaları benzer tespit edildi. Araştırma sonucunda hasta ve kontrol grubundaki annelerin Beck Depresyon Envanteri puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı fark ortaya çıkmış olup (p<0.001), bu puanların hasta grubunda kontrol grubundaki annelerin puanlarına göre daha yüksek olduğu bulunmuştur. ÇİYKO puanlarına göre her iki grup kıyaslandığında, hasta grubunda Fiziksel Sağlık Toplam Puanı (FSTP), Psikososyal Sağlık Toplam Puanı (PSTP) ve Ölçek Toplam Puanları (ÖTP) arasında istatistiksel olarak anlamlı fark ortaya çıkmış olup (p<0.001), SP grubunda bu puanların düşük olduğu tespit edilmiştir YORUM: SP’li çocuğa sahip anneler, engelli çocuğa sahip olmayanlara göre ruhsal olarak daha çok etkilenmekte ve SP’li çocuklarda yaşam kalitesi kontrollere kıyasla daha düşük bulunmaktadır. Bu nedenle kronik hastalığı olan çocuklara ve annelerine gerekli ve yeterli ruhsal destek sağlanması önerilmektedir. PB-050 ULUDAĞ TIP FAKÜLTESİ HASTANESİ ÇOCUK ACİL SERVİSİNE BAŞVURULARI SIRASINDA ÇOCUK VE ERGEN RUH SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI DEĞERLENDİRİLMESİ İSTENEN HASTALARIN TANI VE TEDAVİ PLANLARINA DAİR İNCELEME Şafak Eray, Merve Çolpan, Pınar Vural Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD. AMAÇ: Psikiyatrik aciller, derhal terapötik müdahaleyi gerektiren herhangi bir düşünce duygu ve ya hareket bozukluğu olarak tanımlanmıştır. Bu hastaların, çoğunluğunun ayaktan ve ya gündüz hastanesi koşullarında tedavi edilemeyeceği düşünülmektedir. Çocuk ve ergen psikiyatrisi pratiğinde yataklı servis hizmeti nispeten yeni ve sayı olarak kısıtlıdır. Buradan yola çıkarak yapılan bu çalışmada Uludağ üniversitesi tıp fakültesi acil servise başvuruları sırasında çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları tarafından değerlendirilen hastaların sosyodemografik özellikleri, tanı ve tedavi planları incelenerek yatış endikasyonlarının gözden geçirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Ocak 2012- ocak 2013 tarihleri içerisinde 1 yıl boyunca Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi hastanesi çocuk acil servisine başvuruları sırasında çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları değerlendirilmesi istenen hastaların bilgileri geriye dönük olarak değerlendirilmiştir. BULGULAR: Çalışmaya alınan 77 hastanın 43’ü (%55,84) kız, 34’ü (%44,16) erkekti. Hastaların 8’i (% 10,38) çocuk yaş grubunda iken (<13) , 69 ‘u (% 86) ergen yaş grubundaydı. ( > 13 ) Yapılan değerlendirmede hastaların 21’ i (% 27,27) psikiyatrik aciller içerisinde değerlendirildi. Acilde yapılan değerlendirmeler sonucunda hastaların % 25,97 sinde hafif / orta depresif nöbet / dissosiyatif bozukluk, %24, 67sinde depresif davranım bozukluğu, %23 ünde öz kıyım düşünceleri ve girişiminin eşlik ettiği ağır depresif nöbet, % 7,79 ‘unda akut psikotik atak, %6,49’unda mental retardasyon ve/veya yaygın gelişimsel bozukluğa bağlı davranım bozukluğu, %3 inde anksiyete bozukluğu %1.29’un da travma sonrası stres bozukluğu, %1.29’un da tik bozukluğu, %3’ün de normal ergenlik tanıları konulmuştur. Acil psikopatoloji tespit edilen hastaların %62’si acil yatış endikasyonu almıştır. SONUÇ: Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi çocuk acil servisine başvuruları sırasında çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları tarafından değerlendirildiğinde, yaklaşık üçte birinin acil psikopatolojisin olduğu ve bu 65 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 hastaların yarısından çoğunun acil yatış endikasyonu olduğu bulunmuştur. Bu bulgular göz önüne alındığında çocuk ve ergen ruh sağlığı klinik pratiğinde yataklı servisin önemi bir kez daha ortaya çıkmıştır. PB-051 POLİKLİNİĞE BAŞVURAN OKB, PSİKOTİK BOZUKLUK VE BİPOLAR BOZUKLUK TANILI HASTALARIN SOSYODEMOGRAFİK VE KLİNİK ÖZELLİKLERİ *Şeref Şimşek *Dicle Üniversitesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri AD Amaç: Kronik seyreden ve yakın poliklinik takibi gereken OKB, Psikotik Bozukluk ve Bipolar bozukluk tanılı hastaların sosyodemografik ve klinik özelliklerini incelemektir. Yöntem: DÜ ÇERSH polikliniğine Nisan 2011-Şubat 2013 tarihleri arasında başvuran, 2102 yeni hasta içinden, DSM IV’e göre OKB, Psikotik Bozukluk ve Bipolar bozukluk tanıları alan hastalar seçildi. Tüm hasta verileri MS Excel formatında kayıtlı idi. Sonuçlar: OKB tanılı grupta hasta sayısı 40, yaş ortalaması 12 ve kardeş sayısı ortalaması 3,9, psikotik bozukluk tanılı grupta hasta sayısı 41, yaş ortalaması 15,4 ve kardeş sayısı ortalaması 5,5 ve bipolar bozukluk grubunda ise hasta sayısı 22, yaş ortalaması 15,3 ve kardeş sayısı ortalaması 6 bulundu. Aile ve yakın akrabalarda psikiyatrik hastalık oranları OKB’li grupta 15 (%37,5), psikotik grupta 18 (%44) ve bipolar grupta 7 (%32) bulundu. Tedaviye uyum OKB’li grupta 10 (%25), psikotik grupta 10 (%24,4) ve bipolar grupta 9 (%41) olarak saptandı. Yorum: Adı geçen hastalıklarda genetik geçiş önemlidir. Anamnezde mutlaka sorgulanmalıdır. Hastaların tedaviye uyumsuzluğunda hasta ve çevresel faktörlerin yanı sıra hasta yakınlarının hastalık ve tedavi hakkında yeterince bilgilendirilmemesinin önemli olduğunu düşünmekteyiz. PB-052 YATARAK TEDAVİ EDİLEN ERKEN BAŞLANGIÇLI OLGULARININ DEĞERLENDİRİLMESİ: BİR ÖN ÇALIŞMA ŞİZOFRENİ Tuğba Eseroğlu, Özden Şükran Üneri, Melike Özdemir, Hilal Adaletli, Canan Tanıdır Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, İstanbul AMAÇ: Şizofreni, kişinin alışılmış algılama ve yorumlama biçimlerine yabancılaştığı, içine kapanarak dış dünyanın gerçeklerinden, kişiler arası ilişkilerden uzaklaştığı, duyuş, düşünüş ve davranışlarda önemli bozukluklarla giden ağır bir ruhsal hastalıktır. Geç ergenlik veya erken erişkin döneminin hastalığı olarak bilinmesine karşın çocukluk çağında da görülebilmektedir. On sekiz yaş öncesi başlayan şizofreni için erken başlangıçlı şizofreni (EBŞ), 13 yaş öncesi başlayanlar için ise çok erken başlangıçlı şizofreni (ÇEBŞ) terimleri kullanılmaktadır. Bu çalışmada 2012 yılı ilk 3 ayı içerisinde Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi (BRSHH) Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi servisinde, EBŞ tanısıyla takip ve tedaviye alınan 18 olgunun sosyodemografik ve klinik özelliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Ocak-Nisan 2012 tarihleri arasında BRSHH Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi kliniği yataklı servisinde, erken başlangıçlı şizofreni tanısıyla takip ve tedaviye alınan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelenmiş, çalışmacılar tarafından hazırlanan sosyodemografik bilgi ve hastalık takip formu doldurulmuştur. SONUÇ: Olguların yaş ortalaması 16,11±1,08 olarak bulunmuştur. Olguların %44.4’ü (n=8) kız, %55.6’sı (n=10) erkek olarak saptanmıştır. Olgular ailedeki çocuk sayısına göre değerlendirildiğinde %16.7’sinin (n=3) 2, %33.3’ünün (n=6) 3, %11.1’inin (n=2) 4, %38.9’unun (n=7) 5 ve üstü çocuğu olan ailelerden geldiği görülmüştür. Olguların akrabalarında psikiyatrik hastalık görülme sıklığı birinci dereceden akrabalarda %33.3 (n=6), ikinci dereceden akrabalarda %27.8 (n=5), uzak akrabalarda %5.6 (n=1) olarak bulunmuştur. Hastalığın başlangıcından hastaneye yatış zamanına kadar geçen süre ortalama 10.56±12.17 ay olarak saptanmıştır. YORUM: Erişkin başlangıçlı şizofrenide görülme sıklığı açısından cinsiyetler arasında farklılık olmadığı bilinmektedir. Ancak EBŞ’nin erkeklerde 2 kat daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. Çalışmamızda erkek/kız oranı 1,25 olarak hesaplanmıştır. Bu duruma çalışmanın 3 aylık bir zaman dilimi içinde, yalnızca yatarak tedavi yapılan olgulardan oluşması yol açmış olabilir. EBŞ’nin etyolojisinde kalıtımsal bir duyarlılığın olduğu söylenmektedir. Olguların %61’inin birinci ve ikinci dereceden akrabalarında psikiyatrik hastalık öyküsünün olması bu bulguyu desteklemektedir. Erken ve yetişkin tipte klinik belirtilerin niteliksel olarak birbirine benzemesine karşın, niceliksel olarak aralarında önemli farklılıklar olduğu, hastalığın erken başlangıçlı tipte daha sinsi başlangıç gösterdiği bildirilmiştir. Çalışmamızda yakınmaların başlaması ile hastaneye başvuruya kadar geçen sürenin görece olarak kısa olması örneklemin küçük ve yalnızca yatarak tedavi gören olgulardan 66 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 oluşmasından kaynaklanmış olabilir. Çalışma bulgularımız örneklemin küçüklüğüne rağmen EBŞ ile ilgili yapılan çalışmaların az sayıda olması nedeniyle değerlidir. Bu konuda çok merkezli ve geniş örneklemli, retrospektif çalışmalara gereksinim bulunmaktadır. PB-053 SUÇA SÜRÜKLENEN ÇOCUKLARINRUHSAL SORUNLAR AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ Tülin Fidan*, Kenan Karbeyaz**, Tarık Gündüz** *ESOGÜ Çocuk Psikiyatrisi ABD **Eskişehir Adli Tıp Şube Müdürlüğü ***ESOGÜTF Adli Tıp ABD AMAÇ :İnsanlıkla beraber ortaya çıktığı kabul edilen suç; sosyolojik, psikolojik, biyolojik, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel kaynakları ile çok boyutlu ve genel bir kavramdır. Çocuk ve ergenler bir çok nedenden dolayısuça sürüklenebilmektedir. Çocuk değişen, çevresi ile etkileşen ve gelişen bir bireydir. Onun iyi ya da kötü olmasını belirleyen eğitim ve yaşantılarıdır. Bu da çocuk suçluluğunun kökeninin hukuksal olmaktan öte psikolojik ve sosyolojik olduğunu gösterir. Bu çalışmanın amacı suça sürüklenen çocukların sosyodemografik özellikleri ve psikiyatrik belirtiler açısından Ergenler için Ruhsal Sorunlar Tarama Ölçeği(ERST)iledeğerlendirilmesidir. YÖNTEM: Mayıs - Kasım 2012 tarihleri arasında TC. Eskişehir Adliyesi Adli Tıp Birimine TCK 31. Madde gereğince değerlendirmesi için gelen 341 ergenlebireysel ayrıntılı adli görüşme yapılmış ve ERST uygulanmıştır. SPSS 18.0 paket programı kullanılarak veriler değerlendirilmiş. Sonuçlar %95’lik güven aralığında, anlamlılık ise p<0.05 düzeyinde sunulmuştur. SONUÇLAR: Bu çalışmada 12-14 yaş aralığında 341 ergenin bulguları değerlendirilmiş olup ortalama yaş 13.4± 0.76’tür. Vakaların 247’si (%72.4 ) erkek, 94’ü(%27.6) kızdır. Vakaların %25.8’inin annesinin, %22 ‘sinin babasının olmadığı, babaların %3.5’unun işsiz olduğu, annelerin %32.8’inin çalışmadığı öğrenilmiştir. Vakaların işledikleri iddia edilen suçların niteliği sorgulandığında %51.9 hirsızlık, %30.5 müessir fiil,kamu malına zarar , %1.2 cinsel suç, %6.7 bilişim suçu nedeniyle başvurmuştur. %43.1 vakanın daha öncede suç öyküsü olup %36.1 vakanın da aynı zamanda ailesinde suç öyküsü mevcuttu. Vakaların, ERSTÖ sonuçlarına göre %59.8 depresyon , %58.4 anksiyete bozukluğu, %40.5 kendine zarar verme,%8.2 psikoz , %26.1Travma Sonrası Stres Bozukluğu, %36.3 alkol bağımlılığı, %32.6uyuşturucu madde bağımlığı, %59.2 Dikkat eksikliği hiperaktivite Bozukluğu tanıları açısından riskli grupta oldukları tespit edilmiştir. Suç niteliğine göre ruhsal sorunlar değerlendirildiğinde,hırsızlık iddiasıyla başvuran ergenlerin depresyon, anksiyete bozukluğu, kendine zarar verme, psikoz, TSSB, alkol bağımlılığı, madde bağımlılığı, Dikkat eksikliği hiperaktivite belirtileri açısından en yüksek riskitaşıdıkları, müessir fiil işleyen ergenlerin ise 2. sırada riskli oldukları tespit edilmiştir. Kamu malına zarar veren ergenlerin depresyon, anksiyete bozukluğu, kendine zarar verme, alkol bağımlılığı ve dikkat eksikliği hiperaktivite açısından risk taşıdıkları; bilişim suçu işleyen ergenlerin, DEHB, kendine zarar verme, anksiyete bozukluğu ve depresyon açısından risk grubunda oldukları bulunmuştur(p ˂0.05). YORUM: Bu çalışmada değerlendirilen SSE’ler depresyon, anksiyete bozukluğu, kendine zarar verme, alkolmadde bağımlılığı, DEHB, TSSB, psikotik bozukluklar açısından risk taşıdıkları bulunmuştur.. Yapılan 30 yıllık izlem çalışmasında SSE’de psikiyatrik bozuklukların yaygınlığı yüksek oranda bulunmuştur. Aynı zamanda toplum temelli çalışmalarda çocukluk dönemi psikiyatrik hastalığı olanların ileride suç işleme açısından riskli bir grup olduğu bulunmuştur. Sonuç olarak yasayla ihtilafa düşen bu gençlerderuhsal hastalıkların yüksek oranda görülmesi özellikle ruhsal açıdan değerlendirilmelerinin ve desteklenmelerinin gerekliliğini göz önüne sermektedir. PB-054 DEHB TEDAVİSİNDE ÇOK YÖNLÜ YAKLAŞIMDA AİLE PSİKOSOSYAL EĞİTİMİNİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı A.D. İzmir Uğur Tekin, Burcu Özbaran, Sezen Köse, Ömer Kardaş, Cahide Aydın Özet 67 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 GİRİŞ: DEHB (Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu) gelişim dönemlerine uygun olmayan dikkat eksikliği, hiperaktivite ve implusivite semptomları ile karakterize, nöropsikiyatrik, davranışsal bir bozukluktur. DEHB tedavisinde psikofarmakolojik tedavi yanısıra, davranışçı yöntemler, aile ve öğretmen eğitimi gibi psikoeğitsel yaklaşımlar da çalışılmaktadır. AMAÇ: Bu çalışmada, DEHB tanısı alan hastalarımızın ailelerinin DEHB hakkındaki görüşlerini, bilgilerini, inanışlarını değerlendirmek; DEHB kliniği ve tedavisi ile ilgili bilgilendirme şeklindeki eğitim toplantısına katılan ailelerin, bu toplantı sonrası görüş, bilgi ve inanışlarında meydana gelen değişimleri ölçmek amaçlanmıştır. YÖNTEM: Çalışmaya DEHB polikliniğinde izlenen, toplantıya katılmaya gönüllü 24 aile alınmıştır. DEHB ile ilgili; 7 adet genel bilgi; 7 adet tedavi; 4 adet klinik gidiş; 3 adet yaşam kalitesi ve 2 adet de genel görüşü sorgulayan toplam 23 sorudan oluşan bir anket, ailelere eğitimden önce ve sonra olmak üzere uygulanmıştır. BULGULAR: Eğitim öncesi ve sonrası doğru yanıtlama oranları karşılaştırıldığında; toplam doğru yanıt oranı; eğitim öncesi %62 iken bu oran eğitin sonrası %72,2’ye çıkmıştır (p:0,001). Ailelerin verilen eğitim sonrası bilgi düzeylerinin arttığı belirlenmiştir. TARTIŞMA: Psikoeğitim hem tedavi uyumunu arttırma hem de ailenin tutumlarına yönelik çalışmak için bir ön basamaktır. Bu çalışma aile eğitiminin bilgi düzeyine katkısını ölçmeyi değerlendiren bir örnek açısından sunulmuştur. PB-055 SON 25 YILDA TRİPLE P- OLUMLU ANNEBABALIK EĞİTİMİ PROGRAMI İLE YAPILAN ÇALIŞMALARIN DEĞERLENDİRİLMESİ Burcu ARKAN Uludağ Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu Psikiyatri Hemşireliği Anabilim Dalı AMAÇ: Triple P- Olumlu Annebabalık Eğitimi Programı aile ve toplumla işbirliği yapan, risk faktörlerini azaltan, koruyucu faktörleri destekleyen, multidisipliner yaklaşıma sahip, kanıt standartları yüksek, randomize kontrollü çalışmaların kullanıldığı ve uzun süreli sonuçların elde edildiği en iyi ebeveyn eğitimi programdır. Bu nedenle uygulanan programının etkililiğini değerlendirmek, farklılıklarını ortaya koymak, konu ile ilgili bilinenleri ve ülkemiz için oluşturacak yeni modelin özelliklerini belirlemek amacıyla bu literatür incelenmesi planlanmıştır. YÖNTEM: Triple P- Olumlu Annebabalık Eğitimi Programı ile yapılan çalışmalara ulaşmak için “Medline, Pubmed, Cochrane” veri tabanları ile Türkiye’de on-line ve basılı ulaşılabilen dergi ve tezler taranmıştır. Yapılan taramalar sonucunda çalışmaya alınma kriterlerini karşılayan 35 araştırma incelenmiştir. Çalışmaya dâhil edilen araştırmalar örneklem, yöntem, elde edilen sonuçlar açısından değerlendirilmiştir. SONUÇ: Çalışmaya alınan Triple P- Olumlu Annebabalık Eğitimi Programı ile yapılan araştırmaların tümünde uygulanan programlar sonrası çocukların problemli davranışları azalmıştır. İncelemeye alınan çalışmalar, uygulanan Triple P- Olumlu Annebabalık Eğitimi Programının farklılıklarını da ortaya çıkarmıştır. YORUM: İncelenen araştırmalar sonrasında ülkemiz için Triple P- Olumlu Annebabalık Eğitimi Programı ile farklı klinik ve illerde çalışmaların yapılarak test edilmesi önerilmektedir. PB-056 ULUSAL ÇOCUK VE ERGEN RUH SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI KONGRELERİNDE KABUL EDİLEN POSTER SUNUMLARIN YAYINLANMA ORANI Caner Mutlu1, Ebru Kaya Mutlu2, Ali Güven Kiliçoğlu1, Özgür Yorbik3 1 Uzm Dr, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, Bakırköy Prof Dr Mazhar Osman Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İstanbul 2 Uzm Fzt, Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölümü, Sağlık Bilimleri Fakültesi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul 3 Prof Dr, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Birimi, Çocuk Gelişimi Bölümü, Sağlık Bilimleri Fakültesi, Üsküdar Üniversitesi, İstanbul AMAÇ: Yayın bilimsel araştırmalarda istenilen son noktadır. Kongrede sunum sonrası yayın oranı, bilimsel faaliyetin kapsamının ve kalitesinin bir göstergesidir. Bu çalışmanın amacı; ulusal çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları kongrelerinde kabul edilen poster bildirilerin yayınlanma verilerini incelemekti. YÖNTEM: 2005–2008 yıllarında düzenlenen 4 kongrenin poster bildirileri kongre kitapçıklarında tek tek incelendi. Sunum başlığı, ilk ve ikinci yazar dikkate alınarak İngilizce ve Türkçe dillerinde Pubmed ve Google Akademik veri tabanlarında araştırıldı. Çalışmaların, poster bildiri ile yayınlanma tarihi arasındaki süre ve 68 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 yayınlanan çalışmaların dergi indeksleri kaydedildi. SONUÇ: Ulusal çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları kongrelerinde kabul edilen toplam 214 poster bildiri değerlendirildi. Poster bildirilerin %34.11 (n=73) ‘i olgu olup tüm bildirilerin % 25.23’ü (n=54) uluslararası ve ulusal hakemli dergilerde yayınlandı. Yayınlanan makalelerin 18 tanesi Science Citation Index (SCI) ve 14 tanesi SCI-Expanded indekslerinde yer almakta idi. Klinik araştırmalar ve olgu bildirimleri arasında yayınlanma oranları açısından istatistiksel farklılık saptanmadı (p>0.05). Poster bildiri ile yayınlanma tarihi arasındaki süre ortalama 30.72±18.89 ay bulundu. YORUM: Literatür gözden geçirildiğinde ulusal ya da uluslar arası kongrelerdeki bildiri verileri ile karşılaştırıldığında kongremizdeki poster bildirilerin dergilerde yayınlanma oranı benzer olup yayınlanma süresinin daha uzun olduğu görülmüştür. Bu sonuçlar doğrultusunda, ulusal çocuk ve ergen ruh sağlığı ve hastalıkları kongrelerinde sunulan bildirilerin yayın haline getirilmesi için araştırmacıların teşvik edilmesinin katkı sağlayacağını düşünmekteyiz. PB – 056 OLGUSU TEDAVİYE DİRENÇLİ ERKEN BAŞLANGIÇLI BİR ŞİZOFRENİ Arif Önder, Hilal Adaletli, Özden Ş. Üneri Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, İstanbul AMAÇ: Erken başlangıçlı şizofreni psikotik belirtilerin 18 yaş öncesinde başladığı, çoğunlukla sinsi başlangıçlı, kronik seyir gösteren, tedavi konusunda güçlük yaşanan ağır bir psikiyatrik bozukluktur. Erken başlangıçlı şizofreni erişkin tip şizofreniye göre 5 kat daha nadir görülmektedir. Tedaviye dirençli şizofreni ise klozapin dışında en az 2 farklı antipsikotik tedaviye yanıtsızlığı olan, tedavi konusunda kararsızlıkların ve güçlüklerin yaşandığı bir durumdur. Bu olgu sunumunda tedaviye dirençli ve erken başlangıçlı şizofreni tanısı ile yatırılarak tedavi edilen bir hastanın, tedavi aşamaları ve süreci klozapin ile tedavisi sunulacaktır. OLGU: Lise 2.sınıf öğrencisi, 15 yaşında erkek ergen olgu. Hastanemize ilk kez annesine saldırıp annenin kolunu kırdığı için acil olarak getirilen hastanın, acil serviste yapılan değerlendirmesinde, ailesi son 4 aydır içe kapanmaya başladığını, derslerine olan ilgisini kaybettiğini, okuldan kaçmaya başladığını, son 2 aydır ise kendi kendine konuşup güldüğünü ve ara ara nedensiz saldırganlığı olduğunu ifade etmiştir. Servisimize yatışı yapılan olgu yatışından 22 gün sonra aripiprazol 20mg/gün tedavisi ile taburcu edilmiştir. Yaklaşık 1 yıl içinde 2 kez daha psikotik belirtilerinde alevlenmeler nedeni ile servisimize yatırılan olguya tedaviye yanıtsızlık nedeniyle Ziprasidon 160mg, Risperidon 6mg tedavileri uygun sürelerde denenmiştir. Bu farmakoloik ajanlarla hastalığı tam remisyona girmeyen olguya klozapin tedavisi başlanmıştır. Klozapin tedavisi yanıt veren olgu yaklaşık 2 aylık yatışının sonunda kısmi remisyon ile taburcu edilmiştir. Klozapin kullanımına bağlı gelişen hipersalivasyon yan etkisi antikolinerjik ajan (Tropikamid) kullanılarak çözülmüştür. YORUM: Erken başlangıçlı şizofreni yıkımla seyreden bir bozukluktur. Olgumuzda psikotik belirtileri gerilemesine rağmen okuluna devam etmesine engel olacak düzeyde bilişsel gerileme gözlenmiştir. Erken başlangıçlı şizofreni çoğu kez tedaviye dirençlidir. Olgumuzda da etkin dozda ve sürede çeşitli antipsikotik ilaçlar denenmiş, tedaviye direnç nedeniyle klozapin tedavisi kullanılmış ve yarar görülmüştür. Erken başlangıçlı şizofreni olgularında korkulan yan etki profili nedeniyle klozapin az tercih edilen bir ajandır. Olgumuz erken başlangıçlı ve tedaviye dirençli şizofreni olgularında tedavi seçenekleri arasında yer alan klozapinin yan etki profiline rağmen denenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. PB – 057 BİR OLGU NEDENİYLE OTİSTİK BOZUKLUKTA EŞ HASTALANIM Bengisu Özçivit Asfuroğlu 1 ,Saniye Tülin Fidan1 ,Çiğdem Toklu1 1 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi,Çocuk ve Ergen Anabilim Dalı,Eskişehir AMAÇ :Otistik bozukluk sosyal etkileşim,iletişim becerilerinde zayıflık ve yineleyici basmakalıp davranışlar ile karakterize nörogelişimsel bir bozukluktur(1).Yaygın gelişimsel bozukluklar(YGB) bazı psikiyatrik eştanılarla seyredebilir .Yaygın gelişimsel bozukluklar ile en sık görülen psikiyatrik bozukluklar: depresif bozukluk, bipolar bozukluk, anksiyete bozuklukları, fobik bozukluklar, obsesif kompulsif bozukluk, karşıt olma karşıt gelme bozukluğu.dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu’dur.(2) Biz yaygın gelişimsel bozukluk tanısı olan ve üst solunum yolu enfeksiyonları ile birlikte kullanılan ilaçlarla tetiklenen duygudurum bozukluğu gelişen bir olguyu ele almak istedik. OLGU: 17 yaşında erkek hasta 2 gün önce hareketlilik huzursuzluk duvarlara bakıp konuşma yakınmaları ile eş zamanlı üst solunum yolu enfeksiyonu bulguları(ateş yüksekliği vb.) nedeniyle tedavi (sefdinir 69 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 66mg/gün,desloratidin 5mg/gün ) başlanmış olup yapılan psikiyatrik muayenede aşırı hareketlilik,oturamama,basmakalıp yineleyici hareketler(ellerini dizlerine sürtme,ellerini ovuşturma),kendine zarar verme (kulaklarını çekme,kulaklarına vurma),uygunsuz gülme ve bağırmalarının olduğu,uyku ve iştahında belirgin azalmanın olduğu tespit edilmiştir.Hastanın tedavisinde risperidon 1-2mg/gün,aripiprazol 5-10mg/gün ,klonazepam 1mg/gün uygulandı. Hastanın yapılan manyetik rezonans görüntüleme (MR) ve elektroensefalografi (EEG) incelemeleri normal sınırlar içinde bulundu. Hastanın bulgularında 15 gün içerisinde belirgin düzelme oldu.(KGİÖ:8) Hastanın semptomlarının gerilemesi sebebiyle ailesi tarafından ilaçlarının kesildiği öğrenildi.Hasta aylık takiplere alındı. 5 ay sonra gelişen üst solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle kullanılan 200mg ibuprufen/gün ve 30mg psödoefedrinhidroklorür tedavisi ile başlayan uyku ihtiyacında azalma,sürekli zıplama,çevredeki mobilyaları kemirme, hareketlilikte artma şikayetleri nedeniyle klonazepam 0.5mg-1.5mg/gün başlandı.Tedavinin 3.gününde şikayetlerinin %70 oranında düzeldiği gözlendi. Hastada genel tıbbi duruma ve ilaçlarla indüklenen duygudurum bozukluğu olduğu düşünülerek valproik asit 500mg/gün başlandı.Hastanın 7 ay sonraki başvurusunda duvarlarda yılan gördüğünü söylemesi, kabloları sökmeye çalışması, huzursuzluk, hareketlilikte artış şikayeti olduğu öğrenildi. Hastaya valproik asit tedavisine ek olarak ketiapin 600mg/gün başlandı.Son üç aydır otistik bulguları dışında herhangi bir psikiyatrik bulgusu olmayan olgu, okula devam edebilmektedir. YORUM: Yaygın gelişimsel bozukluk tanısı olan bu hastada üst solunum yolu enfeksiyonu nedeniyle genel tıbbi durumun bozulması ile kullanılan ilaçlara bağlı davranışsal ve duygusal bulgular, duygudurum bozukluğu(hipomanik ataklar) ve psikotik bulgular saptanmıştır.Hastanın ayırıcı tanısında temporal lob epilepsileri,hipertiroidizm,kapalı veya açık kafa travmaları, multiple skleroz,sistemik lupus eritamatozis,alkolle ilişkili nörogelişimsel bozukluklar, Wilson hastalığı, trisiklik antidepresanlar,selektif serotonin geri alım inhibitörleri,aminofilin,kortikosteroidler,sempatomimetik aminler,antibiyotik kullanımı (ör:eritromisin,klaritromisin,amoksisilin vb.) göz önünde bulundurulmalıdır. (3)Yaygın gelişimsel bozukluğu olan bu olguda genel tıbbi durumların ve kullanılan ilaçların duyguduruma olumsuz etkisinin vurgulanması açısından önemlidir,bu alanda yapılacak daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır. PB – 058 DEHB’ NA EŞLİK EDEN KONUŞMA BOZUKLUĞU OLGULARINDA EPİLEPTİFORM DEŞARJLAR: İKİ OLGU SUNUMU Betül Mazlum1,2, Sennur Zaimoğlu3 1- Uzm Dr, Emsey Hospital, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, İSTANBUL. 2- İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İSTANBUL. 3- Doç. Dr, Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, İSTANBUL. GİRİŞ: DEHB (Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu) epilepsiye sıklıkla eşlik etmektedir ve ilk nöbet öncesinde dikkat eksikliği belirtilerinin anlamlı bir şekilde daha yüksek olduğu belirlenmiştir. DEHB’de ise epileptiform anormallikler oldukça sık (%30) gözlenmektedir. Klinik nöbetlerin varlığında DEHB hastalarında yaklaşımı belirlemek daha kolaydır. Ancak nöbet yokluğunda epileptiform deşarjların varlığından şüphelenmek ve EEG incelemesi yapmaya karar vermek konusundaki yaklaşım tartışmalıdır. YÖNTEM: Burada aileleri tarafından okul başarısızlığı, konuşma problemleri ve dikkat dağınıklığı şikayetleri ile çocuk psikiyatrisi polikliniğine getirilen, yapılan psikiyatrik ve nöropsikolojik değerlendirmeleri neticesinde dikkat eksikliği, ifade edici dil sorunları ve belirgin sözel-performans IQ farkı mevcut olması sebebiyle yapılan EEG incelemesinde epileptiform deşarjlar saptanan iki olgudan bahsedilecektir. SONUÇ VE YORUM: Hangi klinik parametrelerin varlığında DEHB hastalarında EEG endikasyonunun olduğu konusu net değildir. Uygulamada sözel-performans IQ farkı, ailede epilepsi varlığı, çocukta ve ailede febril konvulziyon öyküsü, bilişsel ve akademik dalgalanmalar, anlık bellek kayıpları ve dalma öyküsü gibi bazı klinik işaretler hekim için yönlendirici olabilmektedir. Burada sunulan iki vakada hastaların zeka puanları ile uyumsuz derecede ciddi akademik zorluklar yaşıyor olmaları, ifade edici dil sorularının epileptiform anormalliği telkin edecek düzeyde olması ve hiperaktivite olmaksızın dikkat sorunlarının ön planda olması sebebi ile EEG incelemesi istenmiş ve her iki hastada da sol hemisferde epileptiform deşarjlar saptanmıştır. Epileptiform anomalilerin her iki hastada da solda olması ve ifade edici dil sorunlarına eşlik ediyor olması da klinik açıdan oldukça anlamlıdır. Hastaların beyin magnetik rezonans incelemeleri normal olarak izlenmiştir. DEHB’de EEG incelemesinin hangi koşullarda anlamlı olabileceğini araştıran geniş örneklemli klinik çalışmalar, DEHB ve eşlik eden konuşma/dil bozukluklarının epileptiform anormallikler ile ilişkilerini aydınlatmada yardımcı olabilir. PB – 059 SEMANTİK PRAGMATİK DİL SORUNLARI VE OTİSTİK BELİRTİLER EŞLİK EDEN HİDROSEFALİ OLGUSUNUN NÖROPSİKOLOJİK PROFİLİ Betül Mazlum1,2, Sennur Zaimoğlu3, Gazanfer Ekinci4 70 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 1- Uzm Dr, Emsey Hospital, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, İSTANBUL. 2- İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İSTANBUL. 3- Doç. Dr, Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, İSTANBUL. 4-Prof. Dr, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji Anabilim Dalı, İSTANBUL GİRİŞ: Hidrosefali olgularına serebral görme bozukluklarından dil gelişim sorunlarına ve otistik belirtilere kadar geniş bir yelpazede pek çok nöropsikiyatrik görünüm eşlik etmektedir. YÖNTEM: Burada semantik, pragmatik dil gelişim sorunları ve otistik belirtileri izlenen 7 yaşındaki erkek hastanın nörogelişimsel, klinik ve radyolojik özellikleri tartışılacaktır. SONUÇ VE YORUM: Hidrosefalide etyopatogenezin yanısıra basıya da bağlı olarak beyin yapısında kronik bazı değişiklikler meydana gelmekte ve klinik görünüme ve nöropsikolojik testlere yansıyabilecek sorunlar izlenmektedir. Burada sunulan vakada sosyal iletişim sorunları ve stereotipik el hareketleri otizm tanısını akla getirse de dil becerileri ve nöropsikolojik test performansları değerlendirildiğinde hastanın ciddi görsel algısal zorluklar yaşadığı ve dile ilişkin sentaks ve gramer becerilerinde sorun yokken semantik ve pragmatik sorunların ağırlıklı olarak tabloya hakim olduğu görüldü. Okuma yazmayı öğrenmiş olan ve klinik olarak mental retarde izlenimi vermeyen hastanın görsel algısal ve dil sorunlarına bağlı olarak WISC-R zeka testi hafif zeka geriliği düzeyinde izlendi. 7 yaş 6 aylık olan hastanın TİFALDİ testi ile alıcı kelime bilgisi 5 yaş 3 ay ile uyumlu bulunurken ifade edici kelime bilgisi 5 yaş 6 ay düzeyindeydi. Bender Gestalt testinde şekil bozukluğu, birleştirme ve rotasyon hataları mevcut olan hastanın sırasıyla ventral ve dorsal görme yollarını değerlendiren Benton Yüz Tanıma Testi ileri düzeyde bozukluk ile uyumlu iken, Çizgi Yönünü Belirleme Testini alamadığı görüldü. Hastanın ayrıca sosyal iletişime açık olduğu ancak dilin semantik ve pragmatik kullanımında yaşadığı sorunlara ilişkin olarak karşılıklı iletişimde zorluklar yaşadığı görüldü. Hidrosefali hastalarında gelişen semantik ve pragmatik dil problemleri, otizm ile ayırıcı tanı zorluklarına neden olabilmektedir. Ayırıcı tanıda klinik ve nöropsikolojik veriler yardımcı olmaktadır. Bu süreç aynı zamanda hastaların eğitim süreçlerinin uygun yapılandırılması için de gereklidir. PB – 060 DİGEORGE SENDROMU, DEHB VE KONUŞMA BOZUKLUĞU TABLOSUNUN HAKİM OLDUĞU BİR VAKANIN NÖROPSİKOLOJİK PROFİLİ Betül Mazlum1,2, Sennur Zaimoğlu3, Gazanfer Ekinci4 1- Uzm Dr, Emsey Hospital, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, İSTANBUL. 2- İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İSTANBUL. 3- Doç. Dr, Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, İSTANBUL. 4-Prof. Dr, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji Anabilim Dalı, İSTANBUL. GİRİŞ: DiGeorge sendromu diye de anılan velokardiyofasiyal sendrom, yaygın görülen ve 22q11 mikrodelesyonu sonucunda ortaya çıkan gelişimsel nöropsikiyatrik bir sendromdur. Bu sendroma ilişkin fenotipik çeşitlilik oldukça fazla olmakla beraber en sık eşlik eden psikiyatrik bozukluk DEHB’dir. YÖNTEM: Burada DiGeorge sendromu tanısı almış, normal zekada olmasına rağmen işlevselliği DEHB ve konuşma bozukluğu sebebi ile olumsuz etkilenen bir erkek çocuk hastanın nöropsikolojik profilinden ve metilfenidat ile sağlanan faydadan bahsedilecetir. SONUÇ VE YORUM: DEHB, DiGeorge sendromlu vakaların yaklaşık yarısına eşlik etmektedir. Bu hastaların zihin düzeyleri normal ve orta dereceli mental retardasyon arasında değişmekte olup sıklıkla öğrenme güçlükleri, konuşma problemleri ve kardiyak anomaliler tabloya hakimdir. Bu hastalarda sağ hemisfer sorunlarına işaret edecek şekilde görsel mekansal algısal ve yapılandırma sorunları yaygındır. Dikkat eksikliğinde kullanılan metilfenidatın bu hasta grubunda da faydalı ve güvenli bir tedavi olduğunu gösteren çalışmalar vardır. Buradaki vakada da metilfenidat tedavisi nöropsikolojik test başarısında ve dikkat sorunlarında oldukça etkili olmuştur. Literatür bulguları eşliğinde hastanın psikostimülan öncesi ve sonrası nörospsikolojik test performansları tartışılacaktır. PB – 061 METİLFENİDAT KULLANIMI İLE TETİKLENEN VE CİNSEL İSTEKTE ARTMANIN EŞLİK ETTİĞİ HİPOMANİ TABLOSU Uzm Dr Betül Mazlum1,2 1- Emsey Hospital, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, İSTANBUL. 2- İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İSTANBUL. GİRİŞ: DEHB, farklı klinik görünümlere ve eşhastalanım spektrumuna sahip heterojen bir bozukluktur. Çoğu 71 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 zaman tedavide ilk tercih edilen ilaçlardan olan metilfenidatın beklenen yan etkileri dışında nadir görülen etkileri de mevcuttur ve ilacın kullanımını kısıtladığı gibi ilacın başlanması aşamasında da yavaş titrasyonun ve yakın takibin önemini gerekli kılmaktadır. YÖNTEM: Burada DEHB sebebi ile başlanan kısa salınımlı metilfenidatın ilk dozu sonrasında cinsel istekte artmanın ön planda olduğu hipomani tablosu gelişen erkek ergen hastadan bahsedilecektr. SONUÇ VE YORUM: Psikostimülan ilaç kullanımı ile psikotik belirtilerin veya mani benzeri tabloların gelişebildiği bilinmektedir. Bu belirtiler ilk doz sonrası gelişebileceği gibi aylar süren stabil bir tedavi sonrasında da görülebilmektedir ve tedavide psikostimülan ilacın kesilmesinin yeterli olacağı vurgulanmaktadır. Stimülan tedavisinin sonlandırılmasını takiben 24-48 saat içinde genellikle tablonun yatışması beklenir ve yaklaşık 7 gün içinde tamamen geçer. Burada sunulan DEHB-Dikkat Eksikliği baskın tipe sahip vakada kısa etkili metilfenidatın ilk dozundan sonra hareketlilik, uykusuzluk, konuşma miktarında artma, grandiosite ve cinsel istekte artmanın tabloya hakim olması ile birlikte ilaç kesildi. Ancak psikostimülan tedavinin sonlandırılmasının ardından 2. günde hastanın şikayetlerinin azalmadan devam ediyor olması sebebi ile hastaya risperidon tedavisi başlandı. Birkaç gün içinde uykusuzluk, hareketlilik, grandiosite belirtilerinde düzelme olmasına rağmen cinsel istek ve cinsel imgeler azalarak da olsa devam etti. Risperidon tedavisinin 1 ay sonrasında tabloya sadece cinsel imgeler ve bunların verdiği kaygı ve suçluluk belirtileri hakimdi. PB – 062 ÖZEL ÖĞRENME GÜÇLÜĞÜ MÜ MENTAL RETARDASYON MU ? Betül Mazlum1,2, Sennur Zaimoğlu3 1- Uzm Dr, Emsey Hospital, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, İSTANBUL. 2- İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İSTANBUL. 3- Doç. Dr, Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, İSTANBUL. GİRİŞ: Özel Öğrenme Güçlüğünün (ÖÖG) tanımında, yeterli zihinsel kapasitenin ve uygun eğitsel ortamın varlığı ön koşul olarak getirilmektedir. Gelişimsel konuşma/dil gelişim bozukluklarının önemli bir kısmı okul yıllarında ÖÖG ile devam eder. Zeka Bölümünü (ZB) değerlendiren testler konuşma ve dil bozukluklarından etkilenirler. Sonuç olarak Genel ZB’nün aşağıya çekilmiş olduğu durumlarda ÖÖG tanısının atlanması söz konusu olabilir. YÖNTEM: Burada okul başarısızlığı ve sosyal işlevsel sorunları sebebi ile zekası ile ilgili sorunlar olduğu düşünülen ancak yapılan zeka testi ve nöropsikolojik inceleme neticesinde öğrenme güçlüğü ve ifade edici dil bozukluğu tanılarının tabloya hakim olduğu ergen hastadan bahsedilecektir. SONUÇ VE YORUM: İfade edici dil bozukluklarının öğrenme güçlükleri ile sıklıkla birliktelik gösterdiği bilinmektedir. Gelişimsel öyküsünde motor bir gecikme tariflenmeyen ancak konuşması 5 yaşında kadar gecikmiş ve halen tam olarak akıcı ve uzun cümleler ile konuşamadığı belirtilen, okul başarısızlığı ve öğrenme sorunları sebebi ile okulda zorlanan 15 yaşında ergen hastanın yapılan zeka testinde sözel IQ puanı orta dereceli mental retardasyon ile uyumlu bulunurken performans IQ skoru sınırda zihinsel işlevsellik ile uyumlu bulunmuştur. Hastanın klinik nöropsikolojik testler ile değerlendirilen yürütücü işlevlerinin ise sözel IQ puanından beklenenin aksine normal zihinsel işlevsellikle uyumlu olduğu ancak bellek testinde belleğe kayıtta sorunlar yaşadığı görülmüştür. Özellikle ifade edici dil bozukluğu ve özel öğrenme güçlüğü varlığında kişinin zihinsel performansı hakkında hatalı sonuçlara vararak hastanın mental retarde olarak tanılanması ve ifade edici dil bozukluğunun da buna ikincil olduğu gibi yanlış bir kanıya varmak söz konusu olabilir. Bu durumda hastanın sözel olmayan becerileri diğer nöropsikolojik test bataryaları ile daha ayrıntılı olarak değerlendirilmeli ve hastanın sağlıklı işlevleri ortaya konarak desteklenmelidir. Buradaki vaka 15 yaşına kadar konuşma ve öğrenme bozukluğuna yönelik alabileceği eğitimden mahrum kalmış ve işlevselliğini önemli oranda arttırabilecek rehabilitasyon sürecinden faydalanamamıştır. Bu vakalarda erken tanı ve müdahale ileriki dönemde hastanın işlevselliğini önemli oranda değiştirebileceği gibi bu hastaların topluma adaptasyonunu da kolaylaştırarak ikincil psikiyatrik sorunları önleyecektir. PB – 063 KEKEMELİK ŞİKAYETİ İLE GETİRİLEN HASTADA EEG BOZUKLUĞUNUN EŞLİK ETTİĞİ DİSFAZİ TABLOSU VE ANTİEPİLEPTİK TEDAVİ İLE SAĞALTIMI Betül Mazlum1,2, Canan Kocaman3 1- Uzm Dr, Emsey Hospital, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Polikliniği, İSTANBUL. 72 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 2- İstanbul Üniversitesi, Deneysel Tıp Araştırma Enstitüsü, Sinirbilim Anabilim Dalı, İSTANBUL. 3- Uzm Dr, Özel Erdem Hastanesi, Çocuk Nöroloji Polikliniği, İSTANBUL. GİRİŞ: Çocukluk çağı konuşma sorunları gelişimsel olabileceği gibi normal bir gelişim sürecini takiben kazanılmış patolojik tablolar da görülebilmektedir. YÖNTEM: Burada ailesi tarafından kekemelik, konuşma miktarında azalma, durgunluk yakınmaları ile getirilen, psikiyatrik muayenesinde motor ve kognitif yavaşlığın organisiteyi telkin edecek şekilde ağır olması ve kazanılmış konuşma sorunları mevcut olması sebebiyle yapılan elektroensefalografik incelemesinde yaygın yavaş dalga aktivitesi saptanan olgudan bahsedilecektir. SONUÇ VE YORUM: Olgu, ailesi tarafından 5 yaşından beri mevcut olan kekemelik, kaygı ve bunlara bağlı olduğu düşünülen konuşma miktarında azalma şikayetleri ile getirildi. Yapılan ruhsal durum muayenesinde normal zeka izlenimi veren ve görsel algısal becerileri yaşı ile uyumlu olan hastanın oldukça kaygılı olduğu, ifade edici dil alanında zorluk yaşadığı, kelimeleri çıkarmada zorlandığı, reaksiyon zamanında uzamanın motor hareketlerine de yansıdığı görüldü. Hastada ifade edici dil sorunlarının olası bir epileptiform anormalliğe bağlı disfazi tablosunu düşündürecek düzeyde ağır olması sebebi öncelikli olarak EEG incelemesi yapıldı. Hastanın EEG’sinde hemisfer ön yarılarında jeneralize yavaş dalga aktivitesi izlenirken beyin magnetik rezonans incelemesinin normal olduğu görüldü. Çocuk Nöroloji tarafından valproik asit tedavisi başlandı ve hasta monoterapi ile takip edildi. Üç ay sonra yapılan EEG tetkikinde patolojinin hafiflediği görülürken hastanın şikayetlerinin belirgin olarak düzeldiği, motor hızının, ifade edici dil becerilerinin ve reaksiyon zamanının normale döndüğü görüldü. Çocukluk çağı kazanılmış konuşma bozukluklarının ayırıcı tanısında olası EEG bozuklukları mutlaka gözönüne alınmalıdır. Böyle vakalarda sıklıkla akla gelebilecek kaygı bozuklukları veya psikomotor retardasyonun eşlik ettiği duygurum bozuklukları ile ayırıcı tanının dikkatli bir şekilde yapılması da önem arzetmektedir. PB – 064 RİSPERİDON KULLANIMINDA NADİR BİR YAN ETKİ: PRİAPİSM MUHARREM BURAK BAYTUNCA, SEZEN KÖSE, H.SERPİL EREMİŞ, BURCU ÖZBARAN Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD Giriş: Priapism çoğunlukla seksüel stimulasyonla oluşmayan; cinsel ilişki ya da masturbasyonla sonlanmayan uzun süreli ve ağrılı ereksiyon kliniği gösteren ürolojik bir acildir. Birçok sebeple oluşan bu patolojik durum iskemik ve non-iskemik subtiplerine ayrılmaktadır. İskemik subtip orak hücreli anemi, lösemi, myeloma, talasemi ve ilaç yan etkileri (antihipertansifler, antidepresanlar, antipsikotikler, antikoagülanlar..) gibi nedenlerle oluşabilmektedir. İlaç yan etkisiyle oluşan priapism vakalarının %50 kadarından antipsikotik ajanlar sorumludur. Bu sunumda çocuk psikiyatrisi pratiğinde sık kullanılan Risperidon’a bağlı priapism gelişen bir olgu sunulmuştur. Olgu: 13 yaşında erkek olgu 2007 yılından itibaren polikliniğimizden DEHB ve Davranım Bozukluğu tanıları ile uzun etkili metilfenidat 54 mg/gün ve Risperidon 2 mg/ gün kullanan ve klinik olarak remisyonda izlenmekte idi. Üroloji servisinde tarafımızdan priapism etiyolojisi ve tedavisinin düzenlenmesi amacıyla yapılan konsültasyon değerlendirmesinde olgunun 2013 yılının ilk 3 aylık periyodunda toplamda 4 kez olan ağrılı priapism atağı geçirdiği öğrenildi. Atakların ilk üçünde priapism birkaç saat içinde kendiliğinden sonlandığı, son atağın uzun sürmesi üzerine olgunun acil servise başvurduğu; üroloji uzmanı tarafından intrakavernosal drenaj ve irrigasyona rağmen priapismi gerilemeyince EÜTF Çocuk Acil Servisi’ ne sevk edildiği öğrenildi. Tarafımıza konsulte edilen hastanın risperidon tedavisi sonlandırıldı, metilfenidat tedavisine devam edildi. Tartışma: Antipsikotik ajanların priapisme neden olması muhtemel olarak alfa reseptör blokajına bağlanmaktadır. Bu etki doz bağımsızdır. Risperidon antipsikotik ajanlar içerisinde en fazla alfa blokaj etkisine sahip ajandır. Literartürde birçok antipsikotik ile erişkinlerde priapism yan etkisi bildirilmiştir (Risperidon, Ketiyapin, Olanzapin gibi..). Klinik pratiğimizde sık kullanılan bir ajan olan Risperidon ile çocuk ve ergen populasyonunda nadir rastlağımız priapism yan etkisinin de akılda bulundurulmasının önemini vurgulamak amacıyla bu olgu sunulmuştur. PB – 065 Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu Tanılı Hastada Atomoksetin Kullanımı Sonrası Gelişen Obsesif Kompulsif Bozukluk: Olgu Sunumu 73 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Canan İnce, Mutlu Karakuş, Serkan Karadeniz, Sema Kandil KTÜ Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı AMAÇ: Merkezi sinir sisteminde presinaptik norepinefrin taşıyıcılarının seçici bir inhibitörü olan atomoksetin DEHB'de psikostimülanlara alternatif olarak kullanılmaya başlanan non-stimulan bir ilaçtır. Atomoksetin, eştanılı durumlarda DEHB belirtilerinin yanı sıra depresyon, anksiyete ve tik belirti şiddetini de azalttığı, günde tek doz kullanım ile etki süresinin akşam saatlerine dek sürdüğü, en sık yan etkilerinin baş ağrısı, iştah azalması, kusma, uyku hali, sinirlilik, halsizlik, baş dönmesi ve dispepsi olduğu bildirilmiştir. Bu olgu sunumunda atomoksetinle belirtilerinde ve işlevselliğinde önemli ölçüde düzelme olan DEHB’li bir hastada ortaya çıkan obsesif kompulsif belirtilerin tartışılması amaçlanmıştır. OLGU: Ç.Y 11 yaşında erkek hasta küçüklüğünden bu yana devam eden dikkatsizlik, çabuk sıkılma, görev ve etkinliklerini tamamlayamama, unutkanlık şikayetleri ile polikliniğimize başvurdu. Alınan öyküde annesinde obsesif kompulsif bozukluk (OKB) olduğu öğrenilen hastaya yapılan psikiyatrik muayene ve psikometrik incelemeler sonucunda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu, Dikkatsizliğin önde olduğu tip’tanısı konularak metilfenidat 36 mg/gün tedavisi başlandı. Metilfenidatla ortaya çıkan gastrointestinal yan etkiler ve buna bağlı ilaç uyumsuzluğu nedeniyle metilfenidat tedavisi kesilerek atomoksetin tedavisi 1.hafta 25 mg/gün, 2.hafta 40 mg/gün ve idame olarak 60 mg/gün olacak şekilde başlandı. Hastanın klinik takiplerinin 3. haftasında 60 mg/gün dozunda atomoksetin kullanımı ile başlayan ve yaklaşık 1 aydır devam eden düzen, simetri takıntısı ve emin olamama, bir şey yaparken sürekli onaylanma ihtiyacı gibi yakınmaları olmasından dolayı yapılan klinik değerlendirmede hastaya Obsesif-Kompulsif Bozukluk tanısı konulmuştur. Hastanın atomoksetin tedavisiyle DEHB belirtilerinde ve işlevselliğinde önemli ölçüde düzelme olması nedeniyle atomoksetin 40 mg/gün’e düşülerek tedaviye devam edildi. Obsesif kompulsif bozukluğa yönelik davranışçı önerilerde bulunuldu. Hastanın semptomlarının devam etmesi halinde ilaç değişimi veya mevcut tedaviye selektif serotonin gerialım inhibitörü (SSRI) eklenmesi planlanmıştır. TARTIŞMA: Aile öyküsünde psikiyatrik hastalık olan olguların psikofarmakolojik tedavilerinde ilaca bağlı psikiyatrik yan etkilerin görülebilme riskinin arttığı söylenmektedir. Birinci derecede akrabalarda obsesifkompulsif bozukluk olması OKB gelişimi için riski 5- 10 kat arttırdığı göz önünde bulundurulursa; ailesinde OKB tanısı olan DEHB tedavisi verilen olgularda tedavi esnasında görülecek obsesif ve kompulsif yakınmalar açısından dikkatli olunması gerekmektedir. Atomoksetin’in DEHB’ye eşlik eden depresyon, anksiyete, tik bozukluğu, nokturnal enürezis, Yaygın Gelişimsel Bozukluk (YGB), Karşıt Olma-Karşıt Gelme Bozukluğu (KOKGB) gibi psikopatalojilerin varlığında kullanılmasının olası avantajları olduğunu bildiren çalışma ve olgu bildirimleri bulunmaktadır. Bu olguda atomoksetin kullanımıyla obsesif-kompulsif belirtilerin ortaya çıkabileceği görülmüş olup literatür taramasında böyle bir yan etkiye rastlanmamıştır. PB – 066 İlk Olarak Katatoni ile Başvuran Bir Bipolar Bozukluk Olgusu Canan Tanıdır, Hilal Adaletli, Fatih Özbek, Hatice Güneş, Özden Şükran Üneri Prof.Dr.Mazhar Osman Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları E.A.H GİRİŞ: Katatoni ilk olarak 1874’te Karl Kahlbaum tarafından tıbbi ve psikiyatrik hastalığı olanlarda tasvir edilen bir motor disregülasyon sendromudur. Temel belirti ve bulguları mutizm, postür alma, stupor, motor rijidite, eskite durumlar, yeme-içme reddi ve hipokinezidir. OLGU: Burada ilk olarak 6 ay önce katatoni tablosu ile servisimizde yatırılarak izlenen ancak tanısı netleşmeden katatoni tablosunun düzelmesi sonrası taburculuğu yapılan, Şubat 2013’te çok konuşma, hareketlilik, grandiyozite, uykusuzluk gibi manik belirtiler nedeniyle bipolar bozukluk tanısıyla servisimize yeniden yatışı yapılan 17 yaşında erkek bir olgunun klinik özellikleri ve katatoni tablosunun ayırıcı tanısı tartışılacaktır. TARTIŞMA: Katatoni erişkinlerde giderek artan oranda tanınmakta ancak çocuk hastalıkları ve çocuk psikiyatrisinde güçlükle fark edilebilmektedir. Katatoni şizofreninin bir tipi olarak nitelendirilse de sıklıkla duygudurum bozuklukları ve tıbbi veya nörolojik hastalıklarla birlikte görülür. Yaygın gelişimsel bozukluğu olan kişilerde veya ensefalit gibi çeşitli hastalıkların seyri sırasında ortaya çıkabilir. Antipsikotik kullanan çocuklarda nöroleptik malign sendrom ile ayırıcı tanısının yapılması gerekir. Katatoni tablosu ile başvuran çocuk ve gençlerde altta yatan tıbbi hastalıkların dışlanması için ayrıntılı tıbbi bir değerlendirme yapılması ve duygudurum bozukluğu açısından ayrıntılı bir öykü alınması çok önemlidir. PB – 067 OLANZAPİN TEDAVİSİNE BAĞLI MASİF SERUM KREATİNİN KİNAZ YÜKSEKLİĞİ: OLGU SUNUMU 74 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Tuğba Eseroğlu1, Canan Tanıdır2, Sema Kurban1, Hilal Doktur Adaletli2, Özden Şükran Üneri3 1 Prof.Dr.Mazhar Osman Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları E.A.H, İstanbul, asistan doktor 2 Prof.Dr.Mazhar Osman Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları E.A.H, İstanbul, uzman doktor 3 Prof.Dr.Mazhar Osman Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları E.A.H, İstanbul, doçent doktor GİRİŞ: Kreatin kinaz (CK), özellikle kas ve beyin olmak üzere birçok hücrenin enerji metabolizmasında önemli olan bir hücre içi enzimdir. İskelet kası tipi (CK-MM), kalp kası tipi (CK-MB) ve beyin tipi (CK-BB) olmak üzere üç izoenzimi bulunmaktadır. Kas travması, intramuskuler enjeksiyon, zorlu egzersiz, fiziksel ajitasyon, hiperaktivite, alkol alımı ve bazı ilaçlar sonrası serum CK değerleri yükselebilir. Yazında atipik antipsikotiklere bağlı serum CK değerlerinin yükseldiğini gösteren olgu sunumları mevcuttur. OLGU: Bu yazıda kısa süreli olanzapin tedavisi sonrası serum CK değerinin 32440 U/L düzeyine (normal değerler: 30-200 U/L) çıktığı bipolar bozukluk tanılı on altı yaşında erkek bir hastanın klinik seyri, ayırıcı tanısı ve CK yükselmesinin mekanizması tartışılacaktır. TARTIŞMA: Nöroleptiklere bağlı CK yükselmesinin patofizyolojisi net değildir. Yazında atipik antipsikotiklerin aralıklı olarak hücre zarı geçirgenliğini arttırarak serum CK yükselmesine neden olabileceği belirtilmektedir. Hemen hemen bütün olgularda CK yüksekliğinin benign olduğu ve ilişkili renal hasarın minimal olduğu söylenebilir. Bizim olgumuzda da CK değerinin oldukça yükseldiği ancak hastada herhangi bir sıkıntı veya belirtiye yol açmadığı ve ilaç kesimi ile beraber azalarak normal değerlere indiği gözlenmiştir. PB – 068 LANDAU-KLEFFNER SENDROMUNDA ANTİEPİLEPTİK TEDAVİ: BİR OLGU SUNUMU Çağatay Uğur1, Nagihan Saday Duman1, Ömer Bektaş2*, C. Kağan Gürkan1, Gülhis Deda2* 1 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2 Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi Pediatrik Nöroloji Bilim Dalı, Ankara, Türkiye ÖZET GİRİŞ: Landau-Kleffner Sendromu davranış değişiklikleri, afazi, epileptik nöbetlerle karakterize nadir bir epileptik sendromdur. Nöbetler tanı için gerekli değildir. Dil gelişiminde gecikme ve duraklama gibi klinik bulgularının varlığı nedeniyle Yaygın Gelişimsel Bozukluk ile benzerlikler gösterir. Antiepileptik ilaçlar nöbeti durdurmak için kullanılabilir. Anti epileptikler görünür nöbetleri durdurmak için etkilidir. Ama subklinik nöbet aktivitesi ve konuşma bozukluklarında sıklıkla etkili değildir. OLGU SUNUMU: Üç yaş on aylık erkek sosyal ilişki kurmama, göz temasında azalma, amaçsız el hareketleri ve konuşmada gerileme yakınmaları ile çocuk psikiatrisi kliniğine başvurdu. Hastanın MRI’ ı normaldi. Hastaya Landau-Kleffner Sendromu tanısı konuldu. Valproik asit başlandı. Tedaviden üç ay sonraki değerlendirmesinde, konuşması kısmen düzeldi, basit kelimleri konuşabiliyordu, sosyal ve davranışsal problemleri düzeldi. TARTIŞMA: Bu makalede Yaygın Gelişimsel Bozukluğu semptomları ile gelen hastaların ayrıcı tanısında Landau-Kleffner Sendromunun göz önünde bulundurulması gerektiği tartışıldı. biz bir antiepileptik kullanımı sonrasında olumlu sonuç gösteren temsili bir olgu ışığında bu tedaviyi gözden geçirdik. Anahtar kelimeler: Yaygın Gelişimsel Bozukluk, Landau-Kleffner Sendromu, Tedavi PB – 069 ASPERGER BOZUKLUĞU VE EŞLİK EDEN PSİKİYATRİK BOZUKLUKLAR: İKİ OLGU SUNUMU Dr. Didem AYYILDIZ, Dr. Ayşe BÜYÜKDENİZ, Yrd. Doç. Dr. A. Tuğba BAHADIR, Prof. Dr. Ayşe RODOPMAN ARMAN Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul AMAÇ: Asperger Bozukluğu (AB) sosyal etkileşimde bozukluk, sınırlı ilgi, etkinlik ve davranış örüntüsü ile karakterize bir yaygın gelişimsel bozukluktur. Otizmin tersine AB'de dil gelişimi, bilişsel gelişim ve yaşa uygun özbakım becerilerinin gelişiminde belirgin gecikme yoktur. AB tanısı koymak zordur. Bu durumun sebepleri; tanılama sistemleri arasında görüş birliğinin olmaması, AB tanısının sıklıkla yüksek işlevsellikli otizm tanısı ile karışması ve AB'ye sık eşlik eden psikiyatrik bozukluklardan dolayı bozukluğun semptomlarının maskelenmesidir. AB olan bireylerde komorbidite istisna değil bir kuraldır. Depresyon ergenlerde ve erişkinlerde 75 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 daha sık, Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) ise çocuklarda daha sık olmak üzere AB'ye en çok eşlik eden psikiyatrik bozukluklardır. Bu sunumda AB’nin klinik özellikleri ve eşlik eden psikiyatrik bozuklukların tartışılması amaçlanmaktadır. YÖNTEM: Marmara Üniversitesi Pendik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Ayaktan Tedavi Ünitesine son bir yılda başvuran 2 kız AB olgusu psikiyatrik değerlendirmeye alınmıştır SONUÇ: AB tanısı alan iki kız olgunun birine DEHB, birine depresyon tanısının eşlik ettiği saptanmıştır. Eşlik eden tanılar tedavi sürecini yönlendirmiştir. YORUM: AB olan bireylerde birçok komorbid psikiyatrik bozukluk bulunmasına rağmen, bu konuda yapılmış sistematik çalışma oldukça azdır. Polikliniğe başvuran AB tanılı olgularda diğer psikiyatrik bozuklukların araştırılması büyük önem taşımaktadır. PB – 070 TRİKOTİLLOMANİ, İSTİSMAR VE İHMAL, BİR OLGU SUNUMU Dr. Didem AYYILDIZ, Dr. Ayşe BÜYÜKDENİZ, Dr. A. Cahid ÖRENGÜL, Prof. Dr. Ayşe RODOPMAN ARMAN Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul AMAÇ: Trikotillomani (TTM), görünür bir biçimde saç veya kıl yitimi ile sonuçlanacak derecede, kişinin saçını veya kıllarını yineleyerek yolmasıdır. Vücutta kıl çıkan herhangi bir yer (koltuk altları, kasıklar ve rektum çevresi alan da içinde olmak üzere) yolunabilir. TTM ve OKB olan hastalarda Çocukluk Çağı Travmaları Ölçeğinde duygusal ihmal alt parametresi puanlarının yüksek olduğu saptanmıştır. Bu sonuçlar çocukluk çağı travmaları ile TTM ve anksiyete bozuklukları (OKB gibi) arasındaki ilişkiyi desteklemektedir. Bu sunumda çocukluk çağı duygusal istismar ve ihmali olan bir ergende TTM, OKB ve M. Depresif Bozukluk tanıları ve tedavi sürecinin tartışılması amaçlanmaktadır. YÖNTEM: Marmara Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi Ayaktan Tedavi Ünitesi’ne başvuran ondört yaşınd SONUÇ: On dört yaşında erkek hasta bacakları ve genital bölgesinden kıl koparma şikayeti ile annesi tarafından getirildi. Anne ile yapılan görüşmelerde, mevcut şikayetleri ilkokula başlamadan önce olan hastanın yaklaşık 1 yıldır bu yakınmalarının artış gösterdiği, ek olarak son iki yıldır şikayetlerine içe kapanma, arkadaşlarından uzaklaşma, özbakımında azalma, keyifsizlik, mutsuzluk ve enerji azlığı eklendiği öğrenildi. Hasta uzun süredir bir yerini kesebilir düşüncesiyle kesici aletlere dokunamadığını, aklına istemeden küfürlü sözler geldiğini ekledi. Ayrıca son birkaç aydır kendisini eleştiren sesler duyduğu, figürler ve kafası olmayan şekiller gördüğü, düşüncelerinin karşısındaki kişiler tarafından okunabileceğinden endişelendiğini ifade etti. Annesi hastanın küçük yaşlardan itibaren eşinin kendisine uyguladığı fiziksel şiddete tanık olduğunu ve eşinin aşırı alkollü şekilde eve gelip hastayı ve ablasını uyandırıp evden dışarı attığını, evde çırılçıplak dolaştığını ve hastayı önemli bir sınav öncesinde eve kilitleyerek sınava girmesini engellediğini belirtti. Ruhsal durum muayenesinde, hastanın uzun süreli göz teması kurmaktan kaçındığı, görüşmeye istekli olduğu fakat sorulara kısa yanıtlar verdiği, duygudurumunun depresif ve duygulanımının hafif kısıtlı olduğu, düşünce sürecinin doğal, düşünce içeriğinde obsesyonların ve sanrılarının mevcut olduğu saptandı. Anneden alınan bilgiler ve klinik değerlendirme sonucunda olguda OKB, TTM ve Psikotik Özellikli Depresyon olduğu düşünüldü. YORUM: Çocukluk çağı travmasının sağlıklı kontrollerle karşılaştırıldığında TTM ve Obsesif Kompulsif Bozukluğu(OKB) olan hastalarda daha sık görüldüğü bilinmektedir. Bu sunumda TTM tanılı bir vaka örneği üzerinden bu hastalardan çocukluk çağı örselenmelerini de içeren detaylı bir öykü alınmasının önemi vurgulanmak istenmiştir. a erkek hasta psikiyatrik değerlendirmeye alınmıştır. PB – 071 KLEPTOMANİYE EŞLİK EDEN DİKKAT HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU: İKİ OLGU SUNUMU EKSİKLİĞİ VE Didem AYYILDIZ, Ümmügülsüm GÜNDOĞDU, Fatma BENK, Neşe Perdahlı FİŞ Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İstanbul GİRİŞ: Kleptomani, maddi değeri olmayan ve kişisel kullanım için gereksinim duyulmayan nesnelere yönelik çalma dürtüsüne direnç gösterememe ile tanımlanan bir dürtü kontrol bozukluğudur. Belirtilerin başlangıcı sıklıkla 17 yaş civarında olmakla birlikte olguların %35’inde ilk belirtiler 11 yaşından önce başlamaktadır. Seyrek görüldüğü ve sosyal damgalanmaya yol açtığı için tedavi arayışının sınırlı olması nedeniyle yaygınlığı ve 76 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 etiyolojisi tam olarak bilinmemektedir. Hastalar genellikle komorbid hastalıkları nedeniyle psikiyatriste başvurmaktadırlar. Kleptomani; duygudurum bozuklukları, anksiyete bozuklukları, yeme bozuklukları, obsesifkompulsif bozukluk, cinsel işlev bozuklukları, madde kötüye kullanımı ve kişilik bozuklukları ile bir arada görülebilmektedir. AMAÇ: Bu sunumda çalma davranışı nedeni ile polikliniğe başvuran, Kleptomani ve Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu tanıları ile takip ve tedavileri süren iki ergen olgu aktarılmaya çalışılacaktır. Çocuk ve ergen yaş grubunda Kleptomani ve diğer dürtü kontrol bozuklukları arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmaların sayısı çok azdır. Bir çalışmada araştırmacılar Kleptomani tanısı alan olguların %15’ inin DEHB kriterlerini karşıladığını belirtmişlerdir. DEHB ile kleptomani arasında bağlantı kanıtlanamasa da DEHB tedavisi ile patolojik çalma davranışının azaldığını gösteren vaka bildirimleri bulunmaktadır. PB – 072 YAPAY BOZUKLUK : BİR OLGU SUNUMU Duygu KAÇAMAK, Tuğba DONUK, Hozan SAATÇİOĞLU, Serpil ERERMİŞ, Tezan BİLDİK Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir GİRİŞ : Yapay Bozukluk (YB), fiziksel belirti ya da bulguların amaçlı olarak ortaya çıkarıldığı veya bu tür belirtiler varmış gibi davranılması ile ortaya çıkan bir ruhsal bozukluktur. Hastalığın oluşturulması istemli, ancak hastalar altta yatan motivasyonun bilincinde değillerdir. Toplumda Yapay Bozukluğun yaygınlığı bilinmemektedir, ancak beklenenden daha sık olduğu tahmin edilmektedir. Olguların önemli bir oranı kızdır ve ortalama tanı alma süresi 16 aydır. Bu posterde Konsültasyon Liyezon Biriminde izlenen 16 yaş 11 aylık kız olgu sunulmuştur. METOD : Olguya TAT ( Tematik Algı Testi ) , MMPI , BECK depresyon envanteri , cümle tamamlama testi , CBCL , çocukluk çağı kaygı bozuklukları özbildirim ölçeği gibi testler uygulanmıştır. BULGULAR : DSM-IV-TR ‘ ye göre yapılan ruhsal durum muayenesinde ‘Yapay Bozukluk ‘ , ‘ Major Depresif Bozukluk ‘ , ‘ Yaygın Anksiyete Bozukluğu ‘ saptanmıştır. BECK Dpresyon Envanterindeki puanı 40 olan olgunun TAT ( Tematik Algı Testi ) ‘sinde ; davranış sorunları , kendini ifade etmede güçlük, somatizasyona eğilimli özellikler, güdü ve dürtülerini reddetme ve ebeveynle ilişki sorunları ile ilgili temalara rastlanmıştır. MMPI ‘ da elde edilen profile göre günlük yaşamda sorunlarıyla etkin bir şekilde mücadele edemeyen kişilik özellikleri olduğu ve kendi güdü ve davranışlarına karşı yeterli içgörüsü olmadığı saptanmıştır. SONUÇ : Yapay bozukluk , genel hastane uygulamasında hekimler tarafından yeterince tanınmayan , ancak önemli mortalite ve morbiditeye neden olan klinik bir durumdur. Olgumuzda olduğu gibi genellikle depresif ve sosyal olarak içe kapanıktır. Bu tür ‘ Yapay Bozukluk ‘ olgularında, kabul edilme ve değer verilme gereksiniminin, yeterince karşılanamadığı düşüncesi egemendir. Bir anlamda taklit edilen hastalık yoluyla arzulanan olumlu ebeveyn çocuk ilişkisinin yeniden oluşturulması amaçlanır. PB – 073 KİMLİK BOCALAMASI VE KENDİNE ZARAR VERME DAVRANIŞI: BİR OLGU SUNUMU Ebru Erol, Rezzan Aydın, Duygu Kaçamak, Fatma Apak, Meryem Dalkılıç, Tezan Bildik Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir GİRİŞ: Kimlik bunalımı terimi, genel olarak ergenlik ve gençlik yıllarında değişik yoğunluklarda yaşanan kimlik oluşumu sancılarına göndermede bulunur. Sürecin sağlıklı yaşandığı durumlarda kimlik duygusu giderek daha oturur, sağlamlaşır, kişilikte yer eder; tersi durumda kimlik duygusunun eksikliği giderek daha sıkıntılı biçimde hissedilir ve kimlik bocalaması olarak adlandırılan yaşantılar kişiye egemen olmaya başlar. Kimlik duygusuna sağlıklı ruhsal yaşantılar eşlik ederken, kimlik bocalamasına çeşitli ruhsal yakınmalar ve kişilik patolojisi eşlik etmektedir.(1) Kasıtlı kendine zarar verme; kişinin açık bir intihar niyeti olmadan kendine fiziksel olarak zarar verme amacıyla gerçekleştirdiği bir davranış” olarak tanımlanmaktadır. Toplum örnekleminde yapılan araştırmalarda, ergenlerin 1/3 ile 1/2’sinde KZVD’nin görüldüğü bulunmuştur (2). KZVD, tipik olarak ergenlik döneminde başlar ve sıklıkla dürtüsel biçimde ortaya çıkar; ergenlik ve genç yetişkinlikte, erişkin yaş grubuna göre daha fazla görülmektedir. (3,4) OLGU: 16 yaşında kız olgu, 8. sınıfı bitirmiş, şu an örgün eğitimine devam etmiyor. Daha önce farklı kurumlara iki kez tedavi için başvurduğu saptandı. Annesinin isteği ile geldi, geliş şikayeti annesine göre hırçınlık, dik başlılık, verilen görevleri yerine getirmeme, uyku düzensizliği, kendine zarar verme; kendisine göre ise özellikle son bir aydır artan sinirlilik, içe kapanma, durup dururken ağlama, kimsenin kendisine değer vermediği 77 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 düşüncesiydi. Olguya kliniğimizde projektif testler(TAT, Tematik Algı Testi), Kendine Zarar verme Davranışını Değerlendirme Envanteri, Kısa Psikiyatrik Değerlendirme Ölçeği, Psikolojik Belirti tarama Listesi (SCL-90), Kimlik Duygusu Değerlendirme Aracı (KDDA), CTT (Cümle tamamlama testi) Form B, Beck Depresyon Envanteri, Kısa Semptom Envanteri uygulandı. Ergenlik Çağı Kimlik Bocalaması, Depresif Bozukluk, Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ön tanılarıyla Sitalopram 20 mg/gün, Risperidon 1 mg/gün medikal tedavisi başlandı, Metilfenidat başlanması için konsültasyon tetkikleri ve poliklinik izlemleri devam ediyor. TARTIŞMA VE SONUÇ: Kimlik, normal ergenlik dönemi krizinin başarılı şekilde çözümünün bir ürünüdür. Bu krizin atlatılması ile ilgili güçlükler öznel sıkıntılar veya uyum sorunları, ebeveyn ve öğretmenlerle sorunların artmasına yol açabilecek kimlik sorunları ile sonuçlanabilir. Kimlik sorunları olan ergenler, orta şiddette anksiyete ve depresyon, kaçırılmış gelişimsel fırsatlar ya da dürtüsel tecrübelerden (kendine zarar verme davranışı, madde kullanımı, rastgele cinsel ilişki vb) kaynaklanan uyumsuzluklar yaşayabilir. Kimlik gelişimi ile ilgili sorunların ele alınması, ergende görülebilecek psikopatolojilerin önlenmesi için önem taşımaktadır. ANAHTAR KELİMELER: Ergen, ergenlik çağı kimlik bocalaması, kendine zarar verme davranışı PB – 074 WEST SENDROMU VE OTİZM BİRLİKTELİĞİ: BİR OLGU SUNUMU Emel Sarı Gökten Şevket Yılmaz Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Birimi AMAÇ: West sendromu (WS), çocukluk yaş grubunda ortaya çıkan epilepsiler içinde %4-10 sıklıkta görülen ve ilk yaşta ortaya çıkan epilepsilerin ise %25’ini oluşturan bir epileptik ensefalopatidir. West sendromunun üç ana özelliği: 1. infantil spazmlar, 2. psikomotor gelişimde duraksama ve gerileme, 3. elektroensefalogram’da (EEG) hipsaritmi bulgusudur. OLGU: 7 yaş 6 aylık erkek çocuk, okula gitmiyor, 6 senedir özel eğitim ve fizik tedavi alıyor, ailenin 2. çocuğu, ilk çocuk 10 yaşında sağlıklı bir kız. Annenin gebeliği ve doğumu sırasında sorun yaşanmamış, 5 aya kadar sağlıklı gelişim gösteren olgunun 5 aylıkken spazm ve nöbetleri başlamış. Gelişimi duraksamış. Olguya West Sendromu tanısı konmuş, valproik asit ve topiramat başlanmış, halen valproik asit kullanmaya devam ediyor. Yaklaşık 5-6 ay devam eden nöbetlerin olduğu bir dönemden sonra yeni nöbet gözlenmemiş, ancak EEG’de epileptiform anomali görülmeye devam ettiği için kullandığı ilaç kesilmemiş. Olgu 2-3 yaşlarına geldiğinde göz teması kurmadığı, ismine dönüp bakmadığı, insanlarla ilgilenmediği, oturduğu yerde sallandığı ve kendi dünyasında olduğu saptanmış. West sendromu+Otizm tanısı almış ve özel eğitime başlamış. Olguya uygulanan Çocukluk Otizmi Derecelendirme Ölçeği (CARS) puanı 52 (aşırı derecede otistik) olarak saptandı. Otizm Davranış Kontrol Listesi puanı 91 olarak saptandı. YORUM: West sendromu etyolojik nedene göre semptomatik, kriptojenik ve idiyopatik olarak üçe ayrılır. Hastaların yaklaşık %75’i, nöbetlerin kortikal malformasyonlar, perinatal olaylar, nörokutanöz sendromlar (Tuberoskleroz, Sturge Weber), kromozomal bozukluklar ve metabolik hastalıklara bağlı geliştiği bulgu veren gruptandır. Kriptojenik grupta altta yatan neden ortaya konulamazken, idiyopatik WS’da hastaların nöbetler öncesinde psikomotor gelişimleri normaldir. Otistik olan ve olmayan WS’lu hastaların video-EEG’lerini ve yaşlarını karşılaştıran bir çalışmada 28 hastada hipsaritminin ileri yaşlarda devam etmesi ve frontal bölgelerde baskın olan diken- dalga bulgularının otizm gelişmesi ile ilişkili olduğu düşünülmüş, hipsaritminin bilişsel işlev ve davranış yetilerine kalıcı hasar verdiği sonucuna ulaşılmıştır (7). Olgumuzun epileptik nöbetlerinin devam etmediği halde EEG’lerinde epileptik deşarjların devam ediyor olması, psikomotor gelişiminin yaşının belirgin gerisinde olması ve otizm belirtilerinin bunlara paralel olarak şiddetli olması literatür verileriyle uyuşmaktadır. West sendromunda otizm göz ardı edilemeyecek kadar yüksek bir oranda görülür. Otizm yaşam boyu süren kronik seyirli bir bozukluktur ve en önemli tedavi şekli eğitimdir. Eğitime erken yaşta başlanması kritik öneme sahip olduğundan bu olguları atlamamak ve tedaviye yönlendirmek açısından dikkatli olunmalıdır. PB – 075 TEDAVİ ALMAYAN DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU OLGULARINDA YARALANMA VE FONKSİYON KAYIPLARI: OLGU SUNUMU Fevzi Tuna Ocakoğlu1 ,Nazlı Burcu Özbaran1,Sezen Köse1, Melis Palamar2 1 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı 2 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları Anabilim Dalı ÖZET: Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu hastalarında kaza ve yaralanma oranları yüksektir. Etkili bir ilaç tedavisi ile yaralanma sıklığında azalma sağlanabilir. Bu olgu sunumunda etkin tedavi uygulanmayan iki 78 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 DEHB olgusunda görülen uzuv kayıpları ve DEHB olgularındaki yaralanma sıklığı ve ciddiyeti literatür ışığında tartışılacaktır. GİRİŞ: Dikkat eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) okul çağındaki çocuklarda en sık görülen psikiyatrik hastalıklardan biridir. Hiperaktivite , dürtüsellik ve dikkati sürdürmede güçlüklerle seyreden ve genellikle 7 yaş öncesinde belirtilerin görülmeye başladığı klinik bir tablodur. DEHB’li çocukların tedavisi DSM IV kriterlerine ve bir hekim tarafından klinik gözlem sonucu konmuş doğru bir tanıyla başlar. Travmatik yaralanmalar çocukluk çağındaki ölüm ve sakatlıkların önde gelen nedenidir. DEHB pek çok çeşit yaralanmanın artmış riskiyle yakından ilişkilidir. OLGU 1: 4 yaş 2 aylık erkek olgu sol el 2,3,4 ve 5. parmakları babasının işyerindeki kağıt kesme makinasına kaptırma sonucu, proximal falanks seviyesinden ampute edilmişti. Çocuğun sık sık yaralanmalar geçirdiği fakat en ciddi yaralanmasının bu olay olduğu öğrenildi. Daha önce başka bir merkezde Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu ( DEHB) tanısı almış fakat okul öncesi dönemde olduğu için herhangi bir stimulan veya antipsikotik ilaç tedavisi almamıştı. OLGU 2: 10 yas 5 ay erkek olgu daha önce dış merkezlere dikkat sorunları nedeniyle başvurmuş ancak aile ilaçlarla ilgili önyargıları nedeniyle tedaviyi kabul etmemiş. evde top oynarken gözlüğünün kırılması ve sol gözde penetran yaralanma gelişmesi nedeniyle konsültasyon ile değerlendirildi ve DEHB tedavisini aile kabul etti. TARTIŞMA: Bu sunumda DEHB tanısı alan hastaların yaralanma oranları ve ciddiyeti mevcut literatür ışığında tartışıldı. Etkin tedavi almayan iki çarpıcı olgudan yola çıkılarak DEHB’de etkin bir tanı ve tedavinin önemi vurgulandı. PB – 076 UZUN SÜRE MULTİPL TANILARLA FARKLI GRUP PSİKOTROP AJAN KULLANIMI OLAN BİR DİSOSİYATİF BOZUKLUK OLGUSU: ÇARPICI BİR AYIRICI TANI VE TEDAVİ SORUNSALI Filiz BAYRIL*, Serkan ŞAHİN*, Zehra BABADAĞI*, Koray M. Z. KARABEKİROĞLU* *Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D. GİRİŞ: Dissosiyatif bozukluklarda (DsB), tıbben gösterilebilir bir neden bulunmadığı halde, bellek, kimlik ya da bilinç işlevlerinin bütünlüğünde bozulma (bölünme) ya da değişme görülür. DsB hastaları psikiyatride en yüksek oranda çocukluk çağı travmatik yaşantısı bildiren tanı grubudur. DsB’ye yol açan çocukluk çağı travmaları içersinde istismar ve ihmal önemli yer tutar. Çocuk ve ergenlerde DsB sanıldığının aksine sık görülen bir bozukluk olmasına rağmen, hem birçok ruhsal hastalıkla karışabilen belirtilere sahip oluşu, hem de bir çok ruhsal hastalıkla birliktelik göstermesi nedeniyle çoğunlukla tanı koyma aşamasında atlanır. Erken tanı, tedavinin başarıya ulaşması ve çocuğun psikolojik travmadan korunması için gereklidir. Bu sunumda, uzun süreli antidepresan, antipsikotik, antiepileptik kullanımı olan DsB’li bir vakaya dikkat çekerek, bu hastaların ayırıcı tanısında akla gelmesi gereken durumların tartışılması amaçlanmıştır. OLGU: 17 yaşında, imam hatip lisesi üçüncü sınıf öğrencisi olan kız hasta, bir yıldır hemen her gün olan krizleri nedeniyle polikliniğimize başvurmuştur. Krizler esnasında farklı bir kişiliğe sahip olmakta, bakışları değişmekte, bağırıp çağırmakta, çevresindekileri tanımamakta ve evden kaçıp gitmektedir. Bir gün evde siyah kara çarşaflı bacakları olmayan iki kişinin kendisine aşağıya atlamasını söyledikleri için, üçüncü katta bulunan evlerinin penceresinden atlamıştır. Bu olay nedeniyle hastaneye yatırıldığı dönemde de aynı görüntüler yine karşısına gelmiş ve kendisine “Başaramadın” dedikten sonra alev alıp siyah çarşaflarıyla birlikte yandıklarını belirtmiştir. Hastaya dış merkezde Sertralin 100 mg/gün ve Olanzapin 15 mg/gün tedavisi önerilmiş, ayrıca “Epilepsi” teşhisi konularak Valproat 1000 mg/gün başlanmıştır. Taburculuk sonrasında engel olamadığı ataklar olmakta, ataklar sırasında elleriyle boğazını sıkarak kendisini boğmaya çalışmakta, bu sırada “Anne beni kurtar” diye bağırmakta, birkaç kişi hastayı güçlükle engelleyebilmektedir. Evde yalnız kaldığı bir gün, bir sesin “Kendini bıçakla” dediğini duymuştur. Sonra da karşısına küçükten büyüğe üç erkek dizilmiş, kullandığı ilaçların tamamını alıp önüne koymuşlar ve ilaçları içmesini söylemişlerdir. Onların dediklerine uyarak ilaçların hepsini içmiştir. Bu olaydan iki ay sonra, eve geldiğinde beyninin bir tarafının “Evi yakacaksın”, diğer tarafının ise “Evi yakmayacaksın” dediğini, yakmasını söyleyen tarafın daha ağır basması nedeniyle mutfak tüpünün borusunu keserek kibritle alev almasını sağladığı için evin bir kısmının yandığı ve 5 dakika sonra kendine gelerek komşularına haber verdiği öğrenilmiştir. Hastanın bu krizlerinin son iki aydır günde 3-4 defa olması, krizler nedeniyle ailenin sürekli olarak tetikte olmaları ve bir hafta önce ilaç kutusunun kapağını açmak için aldığında ilaçların tamamını ağzına boşaltması nedeniyle polikliniğimize başvurmuştur. Hastanın tanısının ayrıntılı değerlendirilebilmesi ve tedavisinin düzenlenmesi amacıyla servisimize yatışı yapılmıştır. TARTIŞMA: Disosiyatif Bozukluğu (DsB) bulunan çocuklar, bu yaş grubuna özgü diğer önemli psikiyatrik bozukluklar ve bazı nörolojik hastalıklar için karakteristik olan bulgu, belirti ve davranışlar gösterirler. Birçok 79 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 vakanın tıbbi öykülerinde değişik belirtiler nedeniyle farklı tanılarla stimulan, antidepresan, antipsikotik ve antiepileptik ilaçların kullanımı söz konusudur. DsB’li çocukların ayırıcı tanısında hayali arkadaşlık, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, şizofreni ve psikotik durumlar, duygudurum bozuklukları, epilepsi, borderline durumlar ve davranım bozukluğu ile karışabilmektedir. Bu sebeple bir çocukta çok sayıda farklı bozukluğa ait belirti bulunuyor ve daha önce çeşitli tanılarla ve farklı yöntemlerle tedavi öyküsü bulunuyorsa DsB akla getirilecek tanılardan birisi olmalıdır. PB – 077 OLGUSU BEYNİMDE TÜMÖR VAR!!! BİR ‘PSEUDOLOGİA FANTASTİCA’ Gözde AKKIN GÜRBÜZ*, Veysi ÇERİ*, HACI Murat EMÜL** *Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.B.D. **Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.B.D. AMAÇ: Bu posterimizde, kliniğimize, okulda yalan söyleyerek bütün arkadaşlarını kandırdığı gerekçesi ile annesi tarafından getirilen, 16 yaşındaki bir ergen hastayı ve bu durumu ortaya çıkaran içsel motivasyonları, literatür bilgisi eşliğinde sunmayı amaçladık. YÖNTEM: Kliniğimizde takip edilen bir olgu eşliğinde literatür bilgilerinin gözden geçirilip olgumuzla karşılaştırılması yöntem olarak benimsenmiştir. SONUÇ: Pseudologia Fantastica(PF); mitomani, patolojik yalan söyleme gibi isimlerle de anılan bir hastalık olup, oldukça nadir görülmektedir. Açık dışsal motivasyonun eşlik etmemesi, yalanların kronik, abartılı ve dürtüsel olması bu bozukluğun özellikleridir. Temaruzdan farklı olarak, Pseudologia Fantastica olgularında kişi durumdan sekonder bir kazanç beklememektedir. Literatürde bu olgulara sıklıkla adli tıp örnekleminde rastlanmaktadır, bunun sebebi de bu olguların söylediği yalanların yarar sağlamaktan çok kişiye zarar vermekle sonuçlanmasıdır. Pseudologia fantastica DSM’nin hiçbir baskısında yer bulamamış olup, çeşitli kişilik bozuklarının bir semptomu olarak görülebileceği belirtilmiştir. YORUM: Pseudologia Fantastica nadir görülmekle beraber kişinin sosyal ve mesleki işlevselliğinde ciddi yıkıma neden olabilen bir bozukluktur. PF’nin bir yardım çağrısı olarak yorumlanıp eşlik eden komorbid psikiyatrik bozuklukların uygun tedavisi ve kişinin ruhsal çatışmalarının anlaşılmasına/çözülmesine yönelik destekleyici psikoterapi uygulamaları bu yıkımın minimalize edilmesi açısından önem arzetmektedir. PB – 078 ATİPİK OTİZMİN EŞLİK ETTİĞİ RİNG KROMOZOM 22 OLGUSU Hatice AKSU1 , Gökay BOZKURT2, Ayşe Fahriye Tosun3 , Börte GÜRBÜZ4, Zafer GÜLEŞ1 1 Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2Prof.Dr. Adnan Menderes Üniversitesi Tıbbi Genetik Anabilim Dalı , 3 Doç.Dr. Adnan Menderes Üniversitesi Çocuk Nörolojisi Bilim Dalı, AYDIN ÖZET GİRİŞ: Ring kromozom 22 ilk olarak 19681 de tanımlanmış olan nadir rastlanılan bir kromozomal anomalidir. 22.kromozomda ringe sahip hastalarda sık rastlanılan bulgular: mental retardasyon, motor gelişim geriliği, hipotoni, geniş kulaklar, epikantal kıvrımlar, duygudurum bozuklukları ve konuşma geriliğidir. Bunun yanı sıra bu hastalarda otizm1-2, kardiyak anomaliler, genitoüriner sistem anomalilerine ve dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğuna da nadiren rastlanır. Bu makalede kliniğimizde atipik otizm nedeniyle takip edilen ve yapılan genetik analizler sonucu 22. kromozomunda ring tespit edilen bir erkek çocuk olgu sunulmuştur. OLGU: CD 5 yaş 2 aylık erkek olgu polikliniğimize ailesi tarafından konuşmada gecikme nedeniyle getirildi. Yüksek öğrenimli 39 yaş anne ve 70 yaş babanın tek çocuğu olarak bir çiftlikte yaşamakta olup halen tuvalet eğitimini alamadığı belirtildi. Olgunun yapılan psikiyatrik muayenesinde ; atipik yüz görünümü olduğu, göz temasını kaçamak kurduğu, kelime çıkışının olmadığı, basit emirleri nadiren yerine getirdiği, kısıtlı ilgi alanının olduğu tespit edildi. Olguya klinik olarak DSM IV tanı ölçütlerine göre atipik otizm tanısı konuldu ve özel eğitime yönlendirildi ve kreş önerildi. Aynı zamanda genetik, metabolik inceleme, EEG ve CMRG incelemeleri için ilgili bölümlere yönlendirildi. EEG ve metabolik incelemeler normal olarak değerlendirilirken, CMRG ‘da mega sisterna magna tespit edildi. Yapılan genetik analizinde 22. kromozomunda ring olduğu saptand TARTIŞMA: Genetik faktörlerin otizmin etiyolojisinde önemli bir rol oynadığı gösterilmiştir . Ancak bugüne kadar kalıtımın net etkisi belirlenememiştir . Otizm saptanan hastalarda genetik inceleme yapılmasının otizmin kalıtsal oluş mekanizmalarını aydınlatmada yardımı olabileceği gibi aile danışmanlığı verilmesi açısından da önemlidir. 80 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 PB – 079 ERKEN BAŞLANGIÇLI ŞİZOFRENİ: OLGU SUNUMU *Hatice DOĞAN, *Merve ÇIKILI UYTUN, *Özlem OLGUNER EKER**, *Sevgi ÖZMEN, *Didem Behice ÖZTOP Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim dalı, Kayseri ** Erciyes Üniversitesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim dalı, Kayseri GİRİŞ: Şizofreni özellikle düşünce, algı ve duygulanım alanlarında bozulmayla seyreden ciddi bir ruhsal hastalıktır. İlk tanı genellikle geç ergenlik ya da erken erişkinlik dönemleri olan 15-35 yaşlar arasında konulmaktadır. Çocukluk döneminde şizofrenik bozukluklara ilişkin belirti ve bulgular az görülmekte, şizofreninin geçerli tanı ölçütlerine tümüyle uyan klinik tablolara ise çok ender rastlanmaktadır. Şizofreni 5 yaş öncesinde çok az görülen bir bozukluktur. Önceleri 13 yaş altındaki şizofreni için "prepubertal şizofreni" tanımı kullanılmıştır. Ancak pubertenin yaştan öte fiziksel gelişime dayalı olması ve geniş bir yaş aralığı göstermesi nedeniyle bu tanımlama tercih edilmemektedir. Şizofreni, 18 yaşından önce başlarsa “erken başlangıçlı şizofreni”, 13 yaşından önce başlarsa da “çok erken başlangıçlı şizofreni” olarak adlandırılmaktadır. Bizim olgumuzda Hafif Mental Retardasyon ve erken Başlangıçlı Şizofreni tanıları alan hasta, nadir görülen bir tanı olması nedeniyle sunulmuştur. OLGU SUNUMU:13 yaş erkek hasta ilk olarak 2 yıl önce sinirlilik, evdeki eşyalara zarar verme şikâyetleri ile polikliniğimize getirildi. Hastanın başvurudan 2 yıl önce dış merkezde Hafif Mental Retardasyon (MR) tanısı aldığı öğrenildi. Alınan anamnezde, izinsiz eşya alma, para çalma, yalan söyleme, kendi kendine gülme şikâyetleri de mevcut olan hastada Hafif MR ve Davranım Bozukluğu tanıları düşünülerek Risperidon 0,5 mg/g başlandı. Takiplerde hastanın içe kapanıklık, yüzünü insanlardan saklama, aile bireylerini dövme, sinirlilik şikâyetlerinin geliştiği öğrenildi. Ayrıca kendi kendine kimsenin anlamadığı bir dilde konuşma, annenin yanında 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu görme ve anneye bu konuda uyarılarda bulunma, dışarıdaki çocuklara taşla zarar verme, annenin yaptığı yemekleri yememe ve kendi yemek yapma şeklinde belirtilerin geliştiği görüldü. Hastada mevcut haliyle Erken Başlangıçlı Şizofreni tanısı düşünülerek takibine devam edildi. Risperidon dozunun artırılmasına rağmen fayda görmemesi üzerine Zuclopentiksol ampul ve biperiden ampul tedavisine geçildi. Hastanın bu tedavi sonrası semptomlarında gerileme görüldü. Bu dönemde akut dönem eksitasyonu yatışan hastanın tedavisine Zuclopentiksol depo ve biperiden ampul ile devam edildi. Takipleri polikliniğimizde sürmektedir. TARTIŞMA-SONUÇ: Çok erken başlangıçlı şizofreni nadir görülmesine rağmen prognozu oldukça ağır, çocuğun ve ailenin işlevselliğini ciddi ölçüde etkileyen bir bozukluk olduğu gibi, medikal tedavilere de çoğu zaman kısmi yanıt vermektedir. Çocuk ve ergenlerde Şizofreni; bipolar affektif bozukluk başta olmak üzere dissosiyatif bozukluk, davranım bozukluğu, kişilik bozuklukları ile karışabilmektedir. Zekâ geriliği DSM-IV’te 70’in altında bir zeka bölümü (ZB, Intelligence Ouotient, IQ) ile karakterize olan normal altı bilişsel işlevler ve toplumsal ve kişisel bağımsızlığı engelleyecek işlev bozukluğu olmak üzere iki özellik ile tanımlanmaktadır. Genel hasta toplumu ile karşılaştırıldığında, zekâ kısıtlılığı olanlarda otizm ve ilişkili bozukluklar, psikoz ve davranım bozuklukları tanısı daha sıkken, madde kötüye kullanımı ve duygu durumu bozukluklarının oranı daha azdır. Bizim olgumuzda ise ek olarak Mental Retardasyon bulunması tanının konulmasını zorlaştırmıştır. Zeka geriliği olan hastalarda psikozun oluşumu ve gidişi hakkında günümüze kadar yapılan yayınlar sınırlıdır. Dolayısıyla klinisyenlerin zekâ geriliğinin varlığında şizofreni ve psikoz tanısı koymada özellikle tedbirli davranmaları önerilmektedir. Bu açıdan bu durumu vurgulamak amacıyla bu poster sunulmaya değer bulunmuştur. İletişim adresi: haticebozdogan2007@gmail.com PB – 080 CİDDİ SUİCİD GİRİŞİMİ İLE SONUÇLANAN OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK Hatice DOĞAN*, Sevgi ÖZMEN*, Didem ÖZTOP*, Özlem OLGUNER EKER** * Erciyes Üniversitesi Tıp Fak. Çocuk Psikiyatri AD ** Erciyes Üniversitesi Tıp Fak. Psikiyatri AD GİRİŞ: Obsesyonlar (saplantı); kişinin kendi zihninin ürünü olarak tanımladığı (düşünce sokulmasından farklı olarak), yok varsaymaya veya bastırmaya ya da başka düşünce veya hareketlerle nötralize etmeye çalıştığı, benliği rahatsız eden (ego-distonik) yineleyeci ve ısrarlı her türlü düşünce, fikir, dürtü ve imgelemlerdir. Kompulsiyon (zorlantı); çoğu kez obsedan düşünceleri kovmak için yapılan irade dışı yineleyen hareketlerdir. 81 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Son yıllara kadar obsesif kompulsif bozukluğun (OKB) çocuk ve ergenlerde nadir görüldüğüne inanılırdı. Ancak yeni çalışmalar bu bozukluğun sanıldığı kadar seyrek olmadığını göstermektedir (Swedo ve ark. 1992). Yapılan epidemiyolojik bir çalışmada OKB prevalansı yaklaşık % 0.05 bulunmuştur (Elkins ve ark. 1980). Flament ve arkadaşları(1989) yaptıkları epidemiyolojik bir çalışmada beş bin lise öğrencisinde yaşam boyu yaygınlığı % 2 olarak saptamışlardır. Yani her 200 genç kişiden biri OKB'ye sahiptir (Flament 1990). Retrospektif çalışmalarda yetişkinlikte OKB tanısı alanların 1/3-1/2'sinde hastalığın başlangıcının çocukluk veya ergenlik döneminde olduğu saptanmıştır (Karno ve ark.1988). Bu yazıda obsesyonları 3 yıl önce başlayan, 2 ay önce suicid girişiminde bulunan 10 yaşında kız hastadan bahsedilecektir. OLGU: Z.A, 10 yaşında 5. sınıf öğrencisidir. 3 yıl önce babasından tiksinmeyle başlayan yakınmaları aynı odada duramama, yüzüne baktırmama şikayetleri ile devam etmiştir. Anne baba arasında geçimsizlik olduğu fakat bu şikayetlerin bu durum ya da başka durumlarla bağlantılı olmadığı öğrenilmiştir. O dönemde Diyarbakır`da oturan aile hem ailedeki geçimsizlik hem de psikiyatristin önerisi ile baba olmadan Hatay’a taşınmıştır. O dönemde 6 yaşında olan erkek kardeşine tahammül edememe, aynı odada duramama, yüzüne baktığında banyo yapma şikayetleri başlamıştır. 1 yıl içerisinde şikayetleri artarak devam eden hasta anne ve kardeşleriyle Kayseri’ye taşınmıştır. Şikayetlerine içe kapanma, hayattan zevk alamama, huzursuzluk, ders başarısızlığı, kardeşinin kullandığı eşyaları kullanamama da eklenen hasta psikiyatriste başvurması üzerine önerilen Sitalopram 20 mg/g ve Risperidon 0.5 mg/g tedavisinin 3. haftası 4. kattan atlayarak suicid girişiminde bulunmuştur. Ortopedi servisinde konsultasyon ile değerlendirilen hastada OKB ve Psikotik Bozukluk? ön tanıları ile Essitalopram10 mg/g ve Risperidon 1 mg/g önerilmiş, takiplerinde karşıt olmasının yanı sıra aşırı sinirlilik ve çevreye zarar verme şikayetleri üzerine Risperidon 1.5 mg/g’e çıkarılmıştır. Kontrollerinde iç sıkıntıları azalan, hayattan zevk almaya başlayan ancak takıntıları devam eden hastaya medikal tedaviy TARTIŞMA: Bu olguda çocuk, ergen ve erişkinlerde en sık görülen bulaş, kirlenme obsesyonu değil, tek kişi ile alakalı tiksinme şeklinde obsesyon mevcuttur. Obsesyonun yanı sıra içe çekilme, sosyallik ve ders başarısında ciddi oranda azalma psikotik şikayetlerle olarak başlayıp şizofreniye ilerleyen psikiyatrik tabloyu düşündürmektedir. Tedaviye rağmen tiksinme takıntısının ve içe çekilmesinin devam etmesi bu düşünceyi desteklemektedir. İrtibat: haticebozdogan2007@gmail.com e ek olarak davranışçı terapi uygulanmış olup, hasta halen takiptedir. PB – 081 PREPUBERTAL DÖNEMDE İNATÇI VAJİNAL AKINTININ ÇOCUK PSİKİYATRİSİ BAKIŞIYLA DEĞERLENDİRİLMESİ Herdem ASLAN, Gresa ÇARKAXHİU, Neşe PERDAHLI FİŞ Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı AMAÇ: Altta yatan farklı nedenler olsa da çocuklarda vajinal akıntının en sık sebebi vulvovajinittir(%82). Çocuklarda vulvovajinit nonspesifik enfeksiyoz durumlar dışında,cinsel istismar, sık masturbasyon, yabancı cisim, labial adhezyon ve bazı sendromik durumlara ikincil olarak ortaya çıkabilir. Çocuklarda vajinal akıntı görülme sıklığı ile ilgili yeterli veri olmamakla birlikte, kız çocuklarda en sık görülen jinekolojik semptomolarak kabul edilmekte ve kızarıklık ile birlikte akla cinsel istismar süphesini de getirmektedir. Her ne kadar bazı olgularda tanıyı destekleyici ve olayı açığa çıkaran bir bulgu olarak karşımıza çıksa da, bu yakınmalar cinsel istismara özgü değildir. YÖNTEM: Tekrarlayıcı vajinal akıntı yakınması ile Marmara Üniversitesi Kadın Doğum ve Hastalıkları Polikliniği’ ne başvuran 8 yaş kız hasta cinsel istismar süphesi ile Çocuk Psikiyatrisi Polikliniği’ ne yönlendirilmiştir. SONUÇ VE YORUM: Alınan öyküden mikroskopik hematüri nedeniyle yapılan Voiding sistoüretrografi sonrasında çocukta masturbasyon davranışının geliştiği ve ardından vajinal akıntının ortaya çıktığı öğrenilmiştir. Hasta ve ailesi ile yapılan psikiyatrik görüşmeler, psikometrik ve projektif değerlendirmeler, alınan öykü birleştirildiğinde olası cinsel istismar durumundan uzaklaşılmıştır. PB – 082 MUNCHAUSEN SENDROMU OLGUSU İlknur Ucuz* Onur Burak Dursun* Handan Alp** Esra Dişçi** *Atatürk Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD ** Atatürk Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD 82 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 AMAÇ VE YÖNTEM: Yapay Bozukluk hasta rolünü benimsiyor olma ile bedensel veya psikolojik belirti ve bulguların amaçlı olarak ortaya çıkarılması ile belirli bir ruhsal bozukluktur. Bedensel belirti ve bulguların baskın olduğu yapay bozuklukların en klasik örneği Munchausen Sendromu’dur. Bu posterde nedeni bulunamayan burun kanaması ve hemoptizi nedeniyle takip edilen Munchausen Sendromu tanısı konulan 17 yaşındaki bir ergenin tanı ve tedavi sürecinin tartışılması amaçlanmıştır. SONUÇ VE YORUM: Munchausen Sendromu hastanın işlevselliğini bozar, tedaviye bağlı istenmedik yan etkiler ortaya çıkmasına neden olur. Tekrarlayıcı ve uzun süre hastaneye yatış zaman içerisinde hastanın işlevselliğinin bozulmasına, aile ve arkadaş ilişkilerinde bozulmaya neden olur. Başarılı bir tedavide en önemli basamak hastalığın erken fark edilmesi ve böylece tehlikeli girişimlerin önüne geçilmesidir. Bu nedenle bu olgularda multidispliner bir yaklaşımla ve kurulacak uygun bir terapötik ilişki içerisinde tedavi sürdürümü önemlidir. PB – 083 ERGENLİKTE TANILANAN BİR KONJENİTAL ADRENAL HİPERPLAZİ OLGUSU VE EŞLİK EDEN PSİKİYATRİK SORUNLAR İlknur Ucuz*, Onur Burak Dursun*, Zerrin Orbak**, Hakan Döneray**, Halil Özcan*** *Atatürk Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD ** Atatürk Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Çocuk Endokrinoloji ABD *** Atatürk Üniversitesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ABD AMAÇ VE YÖNTEM: Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) kortizol ve aldosteronun adrenal steroid biyosentezini etkileyen ve 17-hidroksiprogesteron(17OHP) ve androjenlerin sekresyonlarının artışıyla karakterize çeşitli enzim defisitlerinin neden olduğu otozomal resesif endokrin bozukluktur. Bu posterde KAH tanısı konulan 16 yaşındaki bir kız ergende süreçte yaşanan sosyal ve psikiyatrik sorunlar aktarılmıştır SONUÇ VE YORUM: Konjenital Adrenal Hiperplazi, özellikle geç fark edildiğinde hem hasta hem de ailesinde yoğun kaygı uyandırmakta ve hastanın cinsel kimliği, sosyal ortamı, toplumsal rolü göz önüne alındığında ciddi psikiyatrik sorunlar tabloya eklenebilmektedir. Bu nedenle multidisipliner bir yaklaşımla takip sürecinin planlanması ve ruhsal desteğin ‘konsey kararı’ aşamasından çok önce başlatılması gereklidir. PB – 084 NÖRELEPTİK MALİGN SENDROM: OLGU SUNUMU İpek Süzer, Ayşegül Tahiroğlu, Perihan Çam Ray, Ayşe Avcı, Gonca Gül Çelik Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı AMAÇ: Nöroleptik Malign Sendrom (NMS), antipsikotiklerin nadir, ancak en ölümcül yan etkilerindendir. NMS, %10’a yakın ölüm oranı ile acil tedavi gerektiren bir durumdur. Yüksek potensli antipsikotiklerin parenteral kullanımı NMS açısından en riskli uygulamadır. Sıklıkla ilaç alımı veya doz artışını izleyen ilk 10 gün içinde görülmektedir. Klinik tablo kaslarda rijidite, tremor, bilinç değişiklikleri ve otonomik belirtileri içerir. Laboratuar bulguları arasında, artmış plazma CPK düzeyleri, lökositoz, EEG değişiklikleri yer alır. Ayırıcı tanıda enfeksiyonlar, metabolik nedenler, ilaç intoksikasyonları, malign hipertermi yer alır. Bu sunumda, risperidon kullanımı sonucu NMS gelişen bir olgunun bulgularına yer verilmiş, ayırıcı tanı ve takibi tartışılmıştır. OLGU: 14 yaşında erkek hasta, yoğun bakımdan katatonik psikoz ve ilaç intoksikasyonu ön tanılarıyla konsülte edilmişti. Aileden alınan öyküden, 1 ay önce uyku süresinin azaldığı ve sürekli ders çalıştığı 1-2 günlük dönenin ardından anlamsız konuşma ve özellikle kol kaslarında katılık, yürümekte zorlanma, salyasını tutamama ve takip edildiğini düşünme şikayetlerinin başladığı aktarılmıştır. Dış merkezde 10 günlük yoğun bakım süreci sonrası ayaktan Risperidon 3 mg önerilen hasta, bu tedavinin 4. gününde bilinç değişiklikleri, ateş, hipertansiyon, yutma güçlüğü yakınmaları ile acile başvurmuş ve yoğun bakıma alınmıştır. EEG, BT, LP tetkikleri normal bulunmuştur; diğer hastalıklar dışlanarak NMS tanısı konmuştur. Aile 1 ay önce ilk yakınmalarının başladığı sırada ilaç kullanımı olmadığını bildirmiş, ancak toksikoloji analizinde benzodiazepin >1000 ng/ml ve amfetamin=1430 ng/ml bulunmuştur. Diazepam 10 mg, Biperiden 4 mg, Bromokriptin 5 mg, Baklofen 20 mg ve Siproheptadin 10 ml başlanmış, vital bulgular ve CPK düzeyi günlük takip edilmiştir. İlerleyen günlerde CPK düzeyi 95 IU/L ‘ye kadar yükselmiş, ve izleyen 4. günden sonra azalmıştır. Kooperasyonu artan, tremor, rijiditesi, sialoresi azalan, ateşi düşen hasta taburcu edilmiş, ayaktan tedavisi sürmektedir. TARTIŞMA: SSS’de dopaminerjik reseptör blokajı (özellikle D2) veya dopamin miktarının azalması sonucu oluşan NMS, temel olarak antipsikotik kullanılmasına bağlı gelişmekle birlikte, dopaminerjik sistem üzerinden etki eden tüm ilaçlarla olabilmektedir. Dozla ilişkili olmayan bu yan etki tek doz uygulamasından sonra da gelişebilir. Her cinsiyette ve her yaşta bildirilmiş olmakla birlikte, genç yaşlarda ki erkek olgular NMS açıcısından en riskli grubu oluşturmaktadır. Tedavideki ilk adım sebep olarak görülen ilacın kesilmesidir. Hasta 83 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 yoğun bakım şartlarında izlenmelidir. NMS için en sık kullanılan 2 ajan; bromokriptindir; bu ajan bizim olgumuzda da yararlı olmuştur. Bu olguda ki gibi, CPK seviyesinin üst sınırda olduğu, her bulgunun görülmediği NMS’nin daha hafif formlarının da klinisyenler tarafından tanınması ve erken müdahale edilmesi yaşamsal olabileceğinden önemlidir. PB – 085 ACİL SERVİSE İLAÇ İÇEREK SUİSİD GİRİŞİMİ İLE GELEN 100 ERGEN OLGUDA PSİKİYATRİK MORBİDİTE Murat Yüce1, Serkan Şahin1, Koray Karabekiroğlu1, Ahmet Güzel2 1.Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Samsun. 2. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Acil Bilim Dalı, Samsun. GİRİŞ: İntihar gençlerdeki ölüm nedenleri arasında en sık ilk 2-3 nedenden biri olarak kabul edilir. Amerika Birleşik Devletleri’nde her yıl yaklaşık 2 milyon ergenin intiharla ilişkili davranış gösterdiği bildirilmektedir (Newton ve ark., 2010). Ülkemizde acil servislere intihar girişimi ile gelen ya da getirilen ergenlerin önemli bir bölümü “ilaç içerek” bu girişimleri gerçekleştirdiği dikkat çekmektedir. Bu çalışmada acil servise ilaç içerek intihar girişimi ile getirilen ergenlerin psikiyatrik morbiditelerinin incelenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Ondokuz Mayıs Üniversitesi Hastanesi Çocuk Acil Servisi’ne “ilaç içerek intihar girişiminde bulunma” ile getirilen ardışık 100 ergen olgunun çalışmaya dahil edilmesi planlanmıştır. Tıbbi değerlendirmesi yapıldıktan ve vital bulguları stabil duruma geldikten sonra kendisi ve ailesinin sözlü onamı ile psikiyatrik değerlendirme yapılmıştır. Değerlendirmede sosyodemografik bulgular ayrıntılı olarak incelenmiş, ergen tarafından Çocukluk Depresyon Envanteri (ÇDE) ve Aile Değerlendirme Ölçeği (ADÖ) doldurulmuştur. Psikiyatrik tanıların varlığı klinik görüşme ve Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi - Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli - Türkçe Uyarlaması (ÇDŞG-ŞY-T) ile incelenmiştir. BULGULAR: Çalışmaya alınan ergenlerin (n:100) yaşlarının ortalama 15,6±1,4 (13-18) olduğu ve %78’nin (n:78) kızlardan oluştuğu görülmüştür. Aldıkları tablet sayısının ortalama 25±19,3 (4-100) olduğu ve %60’ının çoklu ilaç alımı olduğu saptanmıştır. Olguların %68’inde Major Depresif Bozukluk (MDB), %20’sinde Depresif Özellikli Uyum Bozukluğu, %17’sinde Davranım Bozukluğu, %8’inde Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu ve %4’ünde herhangi bir kaygı bozukluğu olduğu belirlenmiştir. Altı (%6) olgu ise hiçbir psikiyatrik tanı almamıştır. İntihar girişimini 20 ya da daha fazla sayıda tablet içerek yapanlar (n:47), daha az sayıda tablet içenlerle (n:45) karşılaştırıldığında, tüm ölçekler arasında sadece ADÖ “gereken ilgiyi gösterme” puanlarının anlamlı olarak daha düşük olduğu (p<0.001) bulunmuştur. SONUÇ: Bu sonuçlar acil servise ilaç içerek intihar girişimi ile getirilen ergenlerin çok büyük bir bölümünde (%94) psikiyatrik bir tanı olduğunu (özellikle depresif bozukluk) ortaya koymaktadır. İçilen tablet sayısının depresyon varlığı ve şiddeti ile doğrudan ilişkili olmadığı, ancak aile içinde “gereken ilgiyi gösterme” parametresindeki yetersizlikle doğrudan ilişkili olduğu sonucu dikkat çekici bulunmuştur. Genel anlamda bu bulgular çok az sayıda ilaçla (ör, 4 tablet) bile intihar girişimi olanlarda psikiyatrik bozuklukların olabileceğini ve uygun psikiyatrik değerlendirme ve tedavi süreçlerini başlatmanın ihmal edilmemesi gerektiğini düşündürmektedir. PB – 086 ÇOCUK HASTADA ATOMOKSETİN KULLANIMIYLA İLİŞKİLİ BRUKSİZM Murat Yüce1, Koray Karabekiroğlu1, Gökçe Nur Say1, Mahmut Müjdeci1, Meral Oran2 1.Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Samsun. 2. Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı, Tokat GİRİŞ: DEHB tedavisinde farmakoterapi tedavinin en önemli bileşenidir. Atomoksetin, Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tedavisinde Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) tarafından onaylanmış uyarıcı olmayan tek ilaçtır. Atomoksetinin klinik kullanımı sırasında en çok karşılaşılan yan etkiler; baş ağrısı, karın ağrısı, iştah azalması, halsizlik, bulantı, kusma ve baş dönmesidir (Wolraich et al., 2007). Bu yan etkiler genellikle geçicidir ve tedavinin kesilmesini gerektirmez. Bruksizm, diş gıcırdatma ve/veya diş sıkma ile belirli güçlü çene hareketlerinin neden olduğu olağan dışı artmış aktivite olarak tanımlanan ve sık görülen bir bozukluktur. Bruksizm diş minesinde ciddi hasara yol açabilir ve şiddetli olgularda temporomandibular eklemde ağrıya neden olabilir. Bu olgu sunumunda sekiz yaşında erkek DEHB hastasında ,atomoksetin ile ortaya çıkan, ilacın kesilmesi ile ortadan kalkan, atomoksetin yeniden başlanması üzerine bruksizm durumu tekrar ortaya çıkan, tedaviye buspiron eklenmesi üzerine fayda gören bir noktürnal bruksizm olgusunu sunmayı amaçladık. Seçici serotonin geri alım inhibitörleri veya venlafaksin ile indüklenen bruksizm olguları daha önce bildirilmiştir. 84 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Olgumuz atomoksetin ile bruksizm ilişkisini gösteren ikinci vakadır. OLGU: Sekiz yaşında erkek hasta “dikkatsizlik, konsantrasyon güçlüğü, etkinliklerden çabuk sıkılma, ders başarısızlığı, yaramazlık” şikayetleriyle polikliniğimize aile tarafından getirildi. Bu yakınmaların “3-4 yaşlarından beri var olduğu” belirtildi. Fizik muayenesi normaldi ve önemli bir tıbbi hastalık öyküsü yoktu. WISC-R değerlendirmesinde hastanın normal mental kapasitede olduğu tesbit edildi. Klinik değerlendirme ve Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi - Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli - Türkçe Uyarlaması'nın (ÇDŞG-ŞY-T) sonucunda hastaya DSM IV kriterlerine göre Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu bileşik tip tanısı kondu. Otuzüç kilogram ağırlığındaki hastaya DEHB tedavisi için 10 mg/ gün atomoksetin başlandı. On gün sonra atomoksetin dozu 18mg/gün’e çıkıldı. Üçüncü haftada ebeveynler ve öğretmenler tarafından dikkat eksikliği belirtilerinde ve okul problemlerinde anlamlı düzelme olduğu bildirildi. Bu görüşmede aile iştahsızlık dışında yan etki bildirmedi. Dördüncü haftada atomoksetin dozu 40 mg/gün’ e çıkıldı. Atomoksetin başlandıktan yaklaşık bir ay sonra ebeveynler çocukta geceleri diş gıcırdatma olduğunu bildirdiler. Diş gıcırdatma her gece oluyordu ve yaklaşık 40-50 dk sürüyordu. Diş gıcırdatma çok yüksek sesli oluyordu ve diğer odalardan da duyuluyordu. Daha sonraki günlerde çocuk çenesinin ağrıdığından şikayet etmeye başladı. Diş hekimi bu ağrının diş gıcırdatmaya bağlı temporomandibular ağrı olduğunu söyleyip ağrı için hastaya parasetomol tedavisi başladı. Diş gıcırdatma ve çene ağrısından ciddi bir şekilde rahatsızlık yaşayan hastanın mevcut diş gıcırdatmasının atomoksetine bağlı olabileceği düşünülüp tedavisi sonlandırıldı. Atomoksetin kesildikten bir gün sonra bruksizm ortadan kalktı. Hastaya dört hafta sonra atomoksetin tekrar başlandı. Çocukta önceki gibi yine bruksizm ortaya çıktı. Daha sonra tedaviye gece buspiron 5 mg eklendi ve on gün sonra bruksizmde belirgin bir iyileşme gözlendi. TARTIŞMA: Bruksizmin etiyolojisi tartışmalı bir konudur. Bruksizm, parkinsonizm gibi bir nörolojik hastalık, depresyon, şizofreni gibi bir psikiyatrik bozukluk sırasında veya bir ilaç kullanımı ile ortaya çıkıyorsa "ikincil bruksizm" olarak adlandırılır (Winocur ve ark. 2003). Bruksizm, spontan olarak veya anksiyete, benzodiazepin, alkol, ya da seçici serotonin geri alım inhibitörleri (SSRI) kullanımına bağlı olarak da ortaya çıkabilir. Dopamin antagonisti ilaçların bruksizm ortaya çıkarıcı veya mevcut olan bruksizmi kötüleştirici etkileri olduğu düşünülmektedir (Kasantikul ve Kanchanatawan 2007). Biz bu vakada atomoksetin ile nokturnal bruksizm arasında olası bir ilişki olduğuna karar verdik. Atomoksetinin yeniden verilmesi ile bruksizmin tekrar ortaya çıkması aradaki bu ilşkiyi doğrular nitelikteydi. Atomoksetine bağlı bruksizmin patofizyolojisi literatürdeki bruksizm patofizyolojisiyle uyumsuzluk göstermektedir. Dopaminerjik, serotonerjik ve adrenerjik sistem ile ilgili maddeler bruksizm aktivitesini arttırabilir veya baskılayabilir (Winocur et al. 2003). Atomoksetinin DEHB belirtilerini düzelten ve bu etkiyi idame ettiren etki mekanizmasının çok spesifik presinaptik norepinefrin reuptake inhibisyonu yoluyla olduğu düşünülmektedir (Manos et al. 2005). Sonuç olarak atomoksetin reçete edilirken bruksizm ortaya çıkabileceği akılda tutulmalıdır ve kontrollerde varlığı sorgulanmalıdır. Buspiron bruksizm tedavisinde de etkili görünmektedir. Atomoksetin ile bruksizm arasındaki ilişkinin anlaşılması için daha sistematik çalışmalar gerekmektedir. Bildiğimiz kadarıyla, bu olgu sunumu atomoksetin ile ilişkili bruksizm bildiren ikinci bildirimdir. PB – 87 KEKEMELİK VE DEHB EŞTANILI BİR ÇOCUK OLGUDA METİLFENİDAT KULLANIMIYLA İYİLEŞME GÖSTEREN KEKEMELİK Leyla BOZATLI, Kıvanç Kudret BERBEROĞLU, Işık GÖRKER TRAKYA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ ÇOCUK VE ERGEN RUH SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI A.D. GİRİŞ: Kekemelik, konuşma akışında tutukluk, bir sözcük ya da sesi tekrarlayarak duraklama, sesi uzatma, anlamlı bir konuşmada psikolojik, nörolojik ve fizyolojik bir ritm bozukluğu olarak tanımlanmaktadır. Genellikle 2-7 yaşlar arasında ve erkeklerde 4-5 kat daha fazla görülür.Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu(DEHB),dikkatsizlik, aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtilerinin görüldüğü, ömür boyu sürebilen bir bozukluktur. Çocuklarda en sık tanı konulan ruhsal hastalıktır. OLGU: Kliniğimize 7 yıldır süren kekemelik yakınmaları ile başvuran 11 yaşında erkek olguya, değerlendirmelerimiz sürecinde aynı zamanda DEHB eştanısı konulmuştur. Tedavisinde metilfenidat başlanan olguda, kekemelik yakınmalarının ortadan kalktığı belirlenmiştir. TARTIŞMA: Literatür bilgisi olarak kekemeliğin özgün bir ilaç tedavisinin olmadığı bilinmektedir. Kekelemeye eşlik eden hareket belirtilerinin olması ve kekelemenin tik bozukluklarına benzerlik göstermesi ve gerginlik durumlarının da artması nedeniyle dopamin tip2(D2) reseptör antagonistleri denenmiştir. Bu çerçevede haloperidol ve risperidon’un eşlik eden hareketlerin tedavisinde etkili olduğu belirtilmektedir. Kaçınma davranışları ve kaygının yoğun olduğu durumlarda serotonin geri alım inhibitörlerinden yararlananların olabildiği bildirilmektedir. Olgumuzda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu nedeniyle başlanan uzun etkili metilfenidat sonrasında kekemeliğinin düzeldiği gözlenmiştir. Bunun üzerine literatür araştırması yapılmış olup, geçmişte D-amfetamin, non-selektif beta blokör olan oksprenolol, kısa ve uzun etkili metilfenidat, atomoksetin 85 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 gibi ilaçların kekemelik tedavisinde denendiği, plasebo veya kendi aralarında karşılaştırma yapıldığına dair yayınlar bulunmuştur. Olgu, metilfenidat tedavisinin kekemeliği ortadan kaldırdığına ilişkin kaynaklarla birlikte yazımızda tartışılmıştır. PB – 088 MENİNGOENSEFALİT SONRASI GELİŞEN OTİSTİK BULGULAR: OLGU SUNUMU Leyla BOZATLI, Işık GÖRKER TRAKYA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ ÇOCUK VE ERGEN RUH SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI A.D. GİRİŞ: Yaygın gelişimsel bozukluklar, sosyal ilişki, iletişim ve bilişsel gelişimde gecikme ya da sapma ile kendini gösteren, yaşamın ilk yıllarında başlayan nöropsikiyatrik bozukluklardır. Bu bozuklukta sosyal ilişki ve iletişim alanlarında belirgin güçlükler, yineleyici-sınırlı-olağan dışı davranış ve ilgiler vardır ve belirtilerin üç yaşından önce başlaması tanı ölçütüdür. OLGU: Daha önce tıbbi ve ruhsal bir yakınmasının olmadığı öğrenilen sekiz yaşında bir olguda, geçirdiği meningoensefalit sonrasında otistik bulguların geliştiği belirlenmiştir. TARTIŞMA: Her ne kadar genetiğin otizm etiyolojisinde önemli bir rol oynadığı bilinse de, çevresel faktörlerin de etkili olduğu bilinmektedir. Sekiz yaşında geçirdiği meningoensefalit sonrası otistik semptomların geliştiği belirlenen olgumuz, bu konu ile ilgili literatür araştırması yapılarak, benzer yayınların bulunması üzerine kaynaklarla birlikte yazımızda tartışılmıştır. PB – 089 TİK BOZUKLUĞU VE ENÜREZİS TANILI ÇOCUK OLGUDA NADİR BİR BİRLİKTELİK; SİRİNGOMİYELİ Mengühan Araz, Işık Görker Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı ÖZET GİRİŞ:Siringomiyeli spinal kordun merkezinde yer alan beyin omurilik sıvısı ile dolu kanalın ya da sirinksin genişlemesidir. Neonatal siringomiyeliye ek konjenital anomaliler eşlik etmiyorsa adolesan ve genç erişkinlik dönemine kadar sessiz kalabilir. Adolesan dönemde motor ve duyusal güçsüzlük ve parapleji ile kendini gösterir. YÖNTEM:Kliniğimize sekiz yaşında primer enürezis ve tik bozukluğu tanıları ile başvuran bir hasta, değerlendirmelerimiz sürecinde dorsal MR ile siringomiyeli tanısı almıştır.Hasta kliniğimizde görüldükten sonra nöroloji klinğinde değerlendirilmiştir. Siringomiyeli tanısı alan hasta ile ilgili kaynak taraması yapılmış ve vakamız hazırlanmıştır. TARTIŞMA:Kaynaklar gözden geçirildiğinde, olgumuzun çocukluk çağında tik bozukluğu ve enuresis psikiyatrik eş tanıları ile siringomyeli tanısı alan ilk olgu olduğu düşünülmektedir. Bu çalışmada olgu, tanısal ve tedavi süreci yönü ile tartışılmıştır. ANAHTAR KELİMELER; siringomiyeli, tik bozukluğu, enürezis PB – 090 ASPERGER SENDROMU VE WÇZÖ-R (WISC-R) PROFİLİ: 7 OLGUNUN ANALİZİ Mengühan ARAZ , Güçlü AYAZ , Leyla M. BOZATLI , Volkan ŞAN , Zeki ÇELİK, Işık GÖRKER Trakya Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Ana Bilim Dalı GİRİŞ:Asperger Bozukluğu, Otistik Spektrum Bozuklukları içinde yer alan bir bozukluktur.Asperger Sendromu DSM-IV-TR ve ICD-10 ile tanı sınıflama sistemine girmiş olup ,diğer otistik spektrum bozuklukları ile benzerlikleri ve farklılıkları araştırılmaktadır. YÖNTEM:Polikliniğimize çeşitli yakınmalarla başvuran 6-15 yaş arası Asperger sendromu tanısı almış 7 olguda WÇZÖ-R (WISC-R) profili değerlendirildi. Asperger sendromu ve WÇZÖ-R profili ile ilgili kaynak taraması yapıldı. Önceki çalışmalar ile farklılık ve benzerlikleri araştırıldı. TARTIŞMA:Çoğu çalışmalar özellikle bu çocuklarda prototipik bir WÇZÖ-R profili olduğunu savunmaktadır. Ancak son dönemlerde yapılan çalışmalar bu görüşü desteklememektedir. WÇZÖ-R profili değerlendirilen 7 olgu ile Asperger Sendromunun tanımlanması ve ayırıcı tanı açısından değeri tartışılacaktır. 86 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 PB – 091 DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU VE OSGOODSCHLATTER SENDROMU BİRLİKTELİĞİ OLAN ÜÇ ERGEN OLGU Mahmut Çakır*, Miraç Barış Usta*, Mahmut Müjdeci*, Koray Karabekiroğlu* *Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Anabilim Dalı GİRİŞ: Dikkat eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) olguları davranışları kontrol etmede sorun yaşadıkları için yaralanmalar, kazalar ve daha ciddi travmalara neden olabilecek davranış örüntüleri göstermektedirler. Osgood-Schlatter Sendromu (OSS) tuberositas tibianın apofiziti olup kronik lokal inflamasyon ile karakterizedir. Ani ve kontrolsüz hareketler OSS oluşumu için risk faktörü olduğundan özellikle DEHB olgularında OSS oluşumunun daha kolay olacağı hipotezini ileri sürmek uygun olacaktır. Bu çalışmada, öncelikle DEHB ve OSS ilişkisini araştırmak hedeflenmiş ve hedef doğrultusunda, hem DEHB hem de OSS tanısı olan 3 olgunun incelenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: OMÜ Ortopedi polikliniğinde OSS tanısı alan olgular ön bir değerlendirmeye alınmış ve DEHB tanısı olduğu öngörülen üç olgu çalışmaya dahil edilmiştir. Bu olgularda psikiyatrik morbiditenin ayrıntılı incelenmesi amacıyla Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli - Türkçe Uyarlaması (ÇDŞG-ŞY-T) yarı-yapılandırılmış görüşme yöntemi uygulanmıştır. OLGULAR: Olgu 1, Olgu 2 ve Olgu 3’ün her biri erkektir ve yaşları sırasıyla 13, 14 ve 17’dir. Olgu 1 ve 2’de her iki dizde, Olgu 3’de sağ dizde OSS belirtisi olan ağrı ve şişlik saptanmıştır. Alınan tıbbi öykülerinde üç olgunun da futbol ve benzeri spor aktivitesini haftada 3-4 defa yaptıkları öğrenilmiştir. Uygulanan ÇDŞG-ŞYT‘ye göre her üç olguda da kombine alt tip DEHB olduğu saptanmış ve hiçbirinde ek bir komorbid psikiyatrik tanı saptanmamıştır. Olgu 2’nin yaklaşık üç aydır DEHB tanısı ile metilfenidat 36 mg/gün aldığı ve iki ay önce OSS belirtileri başladığı belirlenmiştir. Diğer iki olgunun ise daha önce DEHB tansı ve herhangi bir ilaç tedavisi almadığı belirtilmiştir. TARTIŞMA: Özellikle hızlı büyüme döneminde olan ergenlik döneminde, DEHB belirtilerine sekonder olarak OSS bulgularının da ortaya çıkabileceği düşünülmelidir. Bu olgu sunumları DEHB ile OSS arasındaki ilişkiyi incelemek için yapılan bir ön çalışma niteliğindedir. Günümüz yazınında, DEHB olgularında OSS oluşumunu ortaya koyan çalışmalar yok denecek kadar azdır ya da hiç mevcut değildir. Sunulan olgulardan hareketle bu konuya dikkat çekilmiştir. DEHB ve OSS ilişkisi ileri çalışmalarda incelenmeye devam edilmelidir. PB – 092 WILLIAMS SENDROMUNA EŞLİK EDEN PSİKİYATRİK BOZUKLUKLAR: 4 OLGU SUNUMU Miraç Barış Usta*, Mahmut Çakır*, Mahmut Müjdeci*, Koray Karabekiroğlu* *Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı AMAÇ: Williams Sendromu (WS) (7q11.23 Mikrodelesyon Sendromu) nadir görülen konjenital, multisistemik bir hastalıktır. Belirgin olarak gülümseyen, sürekli mutlu bir tavır içerisinde olan, azalmış davranışsal uyum becerileri olarak da tarif edilen ''kukla-benzeri davranışlar'' Williams sendromunda tanımlanmıştır. WS olan hastaların nörobilişsel işlevlerinin incelendiği oldukça büyük örneklemli bir çalışmada, bu olgularda “içgözlem yeteneğinin daha düşük olduğu” ve “duyguların bilişsel detaylandırılmasında daha az yetenekli oldukları” bildirilmiştir. Ancak, “aleksitimi” ve “otizm spektrumu belirtilerinin” daha sık olduğu ifade edilmemiştir.Bu olguların “kendi aleyhine kararlar verme eğiliminde oldukları”, “ödül bağımlılığı düzeylerinin yüksek olduğu” ve sıkça “uyum bozukluğu” gösterdikleri belirtilmiştir. Bu çalışmada 7q11.23 Mikrodelesyon sendromu tanısı alan çocuklarda psikiyatrik morbiditenin ayrıntılı olarak incelenmesi amaçlanmıştır. YÖNTEM: Bu çalışmada OMÜ Çocuk Psikiyatri bölümüne başvuran ve OMÜ Çocuk Genetik bölümünde 7q11.23 Mikrodelesyon Sendromu tanısı alan 4 olgu incelenmiştir. Okul Çağı Çocukları için Duygulanım Bozuklukları ve Şizofreni Görüşme Çizelgesi - Şimdi ve Yaşam Boyu Şekli - Türkçe Uyarlaması (ÇDŞG-ŞY-T) yarı-yapılandırılmış görüşme ile sık görülen psikopatolojilerin varlığını araştırılmıştır. OLGU 1: 4 yaş, erkek, Kombine alttip DEHB ve Özgül fobi. OLGU 2: 14 yaş, erkek, Kombine alttip DEHB ve Sosyal fobi. OLGU 3: 7 yaş, erkek, Dikkatsiz alttip DEHB. OLGU 4: 12 yaş, erkek, psikopatoloji saptanmadı. TARTIŞMA: Bu dört olguda eşlik eden psikopatolojik durumların ayrıntılı incelenmesinin genel bilgi birikimine katkıda bulunacağını düşünmekteyiz. Önceki çalışmalarda, tipik gelişim gösteren kontrol olgularına 87 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 göre, WS’li çocuklarda anksiyete bozukluğu ve DEHB görülme olasılığının daha fazla olduğu bildirilmiştir. Bazı çalışmalarda, 7q11.23 hemidelesyonunun insula yapısı ve fonksiyonunu değiştirdiği, hipersosyal fakat anksiyöz kişilik ve DEHB gelişmesine katkıda bulunacağı hipotezi ortaya konmuştur. Yaklaşık 10.000’de bir görülen bir genetik sendrom olan WS’de eşlik eden psikiyatrik bulgular çok farklı bir görünüm ortaya koyabilmektedir. Özellikle hipersosyal davranışlar dikkat çekicidir. Bizim olgularımızdan elde ettiğimiz veriler, WS’de DEHB birlikteliğini ön plana çıkarmakta ve sosyal fobi ve özgül fobi gibi fobik özelliklerin sıkça eşlik ettiğini düşündürmektedir. PB – 093 KABUKİ SENDROMU OLAN BİR ÇOCUKTA OTİZM YELPAZESİ BOZUKLUĞU Dr. Mehmet SERTÇELİK, Dr. Çağatay UĞUR, Uzm Psk Aynur ŞAHİN AKÖZEL, Doç. Dr. Cihat Kağan GÜRKAN Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD ÖZET GİRİŞ: Kabuki Sendromu (KS) iskelet anomalileri, boy kısalığı, bazı karakteristik yüz bulguları, doğum sonrası gelişme geriliği ve mental retardasyon ile belirli bir sendromdur. Yazında Kabuki sendromu ile Otizm Yelpazesi Bozukluğu çok az sayıda olgu bildirilmiştir. Burada KS olan ve psikiyatrik değerlendirmeleri sonucunda tanısı konan OYB bir erkek çocuk bildirilmiş ve etyolojik açıdan muhtemel ortak noktalar tartışılmıştır. OLGU: Bir erkek çocuğu 4 yaşındayken kliniğimize konuşamama, aşırı hareketlilik, enürezis kompleks, kendine zarar verme, öfke nöbetleri, inatçılık ve başkalarına ve eşyalara zarar verme şikayetleriyle ailesi tarafından getirildi. Yapılan psikiyatrik değerlendirmelerde konuşmada gerilik, göz temasında kısıtlılık, el çırpma ve benzeri stereotipik hareketlerin yanı sıra sosyal iletişiminin ve etkileşiminin kısıtlı olduğu, yaşıtlarıyla ilişki kuramadığı saptanmıştır. Takma çıkarma gibi tek düze oyunlar oynadığı, akranlarını ısırdığı, ağlama ve öfke nöbetlerinin sık olduğu bilgisi alınmıştır. Çamaşır makinesi, oyuncak araba tekerleği gibi dönen nesnelere ilgisinin fazla olduğu öğrenilmiştir. İsmine tutarlı olarak bakmadığı, ancak basit komutları anladığı ve yerine getirebildiği, kendiliğinden konuşmayı başlatmadığı saptanmıştır. Ayrıca yerinde duramama, dikkat süresinin kısa olması, yapılandırılmış oyun faaliyetlerini sürdürememe gibi belirtilere de rastlanılmıştır. Cümle kuramayan ve kelime dağarcığı kısıtlı olan olguya Ankara gelişim tarama envanteri (AGTE) ile gelişim değerlendirmesi yapıldı ve ağır gelişimsel geriliği olduğu belirlendi. Bu bulgular ışığında hastaya Otizm ve Ağır Derecede Mental Retardasyon” tanısı konuldu. Olgulun 2 aylıktan itibaren pediatri bölümünde VSD ve epileptik nöbetleri nedeniyle takip edildiği öğrenildi. Dış merkezdeki takipleri sırasında yapılan fizik incelemesinde hastanın uzun kirpikli, antevert kulaklı, geniş palpebral aralıklı, göz kapaklarının lateral 1/3’ünün everte, burun kökünün basık, boyunun kısa olduğu anlaşıldı. Brakidaktilisi, fetal finger padleri, opere VSD’si ve nöbetleri olan hastaya 5 yaşındayken KS tanısı konuldu. Hastamıza özel eğitim raporu düzenlendi, okul öncesi eğitime başlatılması önerildi ve takibe alındı. Kliniğimizde takip edildiği 2 yıl boyunca selamlaşma ve vedalaşma eylem ve ifadelerini, söylenen sözcükleri tekrar etmeyi ve yardımla özbakımını gerçekleştirmeyi öğrendi. Arkadaşlarına ve çevreye zarar verme, kendiliğinden konuşmaya başlayamama ve cümle kuramama ve hiperaktivite belirtileri devam etmekteydi. TARTIŞMA: Olgumuz yazında çok az sayıda bildirilen KS ve OYB birlikteliğini ortaya koyan yeni bir örnektir. KS gibi spesifik sendromların varlığında yapılacak genetik analizler, OYB’lerin genetik etyolojisinin anlaşılması açısından yeni açılımlar sağlayabilir. ANAHTAR KELİMELER: Otizm Yelpazesi Bozuklukları, Kabuki Sendromu, Genetik etyoloji PB – 094 SUNUMU ASPERGER SENDROMU VE DERMATİTİS ARTEFEKTA: OLGU Merve ÇIKILI UYTUN, Esra DEMİRCİ, Hatice DOĞAN, Didem Behice ÖZTOP Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim dalı, Kayseri GİRİŞ Asperger Bozukluğunun temel özelliği, toplumsal etkileşimlerde şiddetli derecede ve kalıcı bozulmaların olması, kişinin gerek ilgi ve etkinliklerinin gerekse davranışlarının sınırlı bir gelişim göstermesi ve tekrarlayıcı örüntüye sahip olmasıdır. Asperger sendromu yaşları 7-16 arasında olan çocuklarda 3.6-7/1000 arasında görülmektedir. Asperger sendromunda kız/erkek oranı 1/10-15 kadardır. Dermatitis artefekta hastanın kendisi tarafından yapılan fakat kendisinin yaptığını inkar ettiği cilt lezyonu olarak tanımlanır. Ağırlıklı olarak büyük çocuklarda ve ergenlerde görülür. Psikiaytrik bozukluklara eşlik edebilen bir 88 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 dermatolojik hastalıktır. Bu açıdan Asperger sendromu ile dermatitis artefekta bir arada bulunan olgumuz sunulmuştur. OLGU SUNUMU:On üç yaş, erkek hasta sinirlilik şikâyeti ile 7 yaşında polikliniğimize başvurmuş. Hasta değerlendirildikten sonra anksiyete bozukluğu ve dikkat eksikliği hiperaktivite Bozukluğu tanıları ile tedavi başlanmış. Daha sonra tedaviye ve kontrollere gelmeyen hasta bir süre sonra tekrar polikliniğimize başvurmuş. Hastanın bu başvurusunda aklına gelen her şeyi tekrarlama, sevindiği zaman anlamsız hareketler yapma, toplum içerisinde rahatsız olma şikâyetleri mevcuttu. Aşırı sesten rahatsız oluyormuş. Harita ve bayraklara aşırı ilgisi varmış ve hepsini ezbere biliyormuş. Hastada anamnez ayrıntılı olarak alındıktan sonra Asperger sendromu tanısı düşünülerek WISC-R istendi. WISC-R testi toplam puanı 117 olarak saptandı. Hastaya Asperger Sendromu tanısı konarak takibe alındı. Hastanın aile öyküsünde halasında Bipolar Affektif bozukluk tanısı mevcuttu. Hastanın takiplerde sosyal iletişimi arttı, arkadaşlarıyla problemleri azaldı fakat hasta eliyle derisini soyarak vücudunda yaralar oluşturmaktaydı. Diğer problemleri azalan hastanın ve ailesinin başlıca sorunu bu deri soyma davranışı olmuştu. Hastanın bu alışkanlığını bırakma yönünde psikoterapiye başlandı. Hastanın takibi polikliniğimizde sürmektedir. SONUÇ:Olgumuz, öykü ve klinik gözlemler ışığında DSM-IV tanı ölçütleri esas alınarak değerlendirilmiş ve Yaygın Gelişimsel Bozukluklar başlığı içinde Asperger Bozukluğu tanısı almıştır. Dermatitis artefekta ise pediatri ve pediatrik dermatoloji kliniklerinde nadir olarak görülen bir tanıdır. Değişik serilerde sıklığı 1/23.000 olarak bulunmuştur. Altta yatan psikopatolojiler; psikoz, mental retardasyon, otizm, borderline ve narsisistik kişilik bozuklukları olarak belirtilmiştir. Etyolojide tek bir neden yoktur. Predispozan etkenler; çocukluk ve gençlik döneminde yoğun tıbbi tedavi görme ya da uzun süre hastanede kalma, daha önce uygulanan yanlış tedaviler nedeniyle sağlık personeline öfke duyma, kişisel veya mesleki olarak sağlık personeline özel ilgi duyulması, ayrılıklar, yoksulluk, sosyal izolasyonun artması (özellikle yaşlılık), evlilik sorunları, aile içi şiddet ve cinsel kötüye kullanım olarak belirtilmiştir. Seyir ve prognoz, değişkenlik gösterir. Altta yatan psikiyatrik bozuklukla yakından ilişkilidir. Kimi olgularda psikiyatrik tedavinin başlangıcında iyilik gözlenirken, kimi olgularda hastalık yıllarca sürüp gider.Bizim olgumuzda da psikiyatrik hastalığın gidişi iyi olmakla birlikte dermatitis artefekta sorunu çözülememiştir. Hastanın asperger sendromu nedeniyle sosyal kaygı yaşamasının da bunu devam ettirecek bir etken olduğu düşünülmüştür.Nadir görülen bir dermatolojik tanı olması ve çeşitli psikopatolojilere eşlik etmesi açısından olgumuz sunulmaya değer bulunmuştur. İletişim Adresi: mervecikili@yahoo.com PB – 095 NESİLDEN NESİLE AKTARILAN ENSEST: BİR OLGU SUNUMU Mustafa Yasin Irmak, Duygu Çalışır Murat, Nagehan Üçok Demir, Neşe Perdahlı Fiş Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı GİRİŞ: Cinsel istismar, çocuğun ya da ergenin cinsel gelişimini tamamlanmadan, erişkin birisi tarafından cinsel istek ve gereksinimleri için güç kullanarak veya kandırılarak kullanılması olarak tanımlanmaktadır. Ensest ise, çocuk veya ergenin kan bağı olan veya kan bağı olmaksızın ona bakmakla sorumlu birisi tarafından cinsel istismar eylemine maruz kalması olarak adlandırılmaktadır. Ensest ilişki türlerinde en sık baba-kız arasında görülmekle birlikte, kız kardeş-erkek kardeş arası ensest ilişki, baba-kız arasındaki ilişki kadar sık görülmektedir. Ensest olgularındaki babaların bir çoğunun kendilerinin de ensest kurbanı olduğu, enseste maruz kalan çoğu kadının da çocuklarını ensestten koruyamayan anneler oldukları bilinmektedir. AMAÇ: Bu sunumda Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatri Adli Polikliniğine ruhsal değerlendirilmesi için adli makamlarca yönlendirilen ebeveynleri ensest ilişki sonrası evlenen ve abisi tarafından cinsel istismara uğrayan 14 yaş 9 aylık kız olgunun tartışılması amaçlanmıştır. Olgu: Rehberlik öğretmeninin kolluk kuvvetlerine ihbar etmesi sonucunda ailede erkek çocuğun kız kardeşi ile rızası dışında cinsel ilişkiye girdiği bildirilmiş ve adli süreç başlamıştır. Hastanemize ruhsal durumunun değerlendirilmesi için olay sonrası yerleştirildiği Bakım ve Sosyal Rehabilitasyon Merkezi (BSRM) görevli hemşiresi ve kolluk kuvveti ile getirilen kız çocuğu ile yapılan görüşmede annesinin babasının üvey kızı olduğu ve 33 yıldır beraber yaşadıkları öğrenilmiştir. Cinsel istismara uğrayan hasta olay sonrasında uykuya dalmakta güçlük, iştah azlığı, hayattan zevk alamama, keyifsizlik ve gelecekten beklentisinin olmaması gibi depresif belirtiler göstermekte idi. Hastanın kendine zarar verme davranışları nedeniyle daha önce 5 kez Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine yatışının olduğu öğrenildi. PB – 096 NOONAN SENDROMU OLAN BİR ÇOCUKTA DİKKAT EKSİKLİĞİ VE HİPERAKTİVİTE BOZUKLUĞU Mustafa Yasin Irmak, Fatma Benk, Osman Sabuncuoğlu 89 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı GİRİŞ: Noonan sendromu boy kısalığı, yele boyun, tipik yüz görünümü ve doğumsal kalp hastalıkları ile karakterize otozomal dominant kalıtılan genetik bir hastalıktır. Noonan Sendromunda tipik yüz özellikleri (düşük palpebral fissürler ile birlikte hipertelörizm, mikrognati, pitozis, düşük kulak çizgileri ve ince heliks) , kriptorşidizm, konjenital kalp defektleri ve büyüme hormonu eksikliği görülebilmektedir. Noonan sendromunda, displastik pulmoner kapağa bağlı olarak gelişen pulmoner stenoz en sık rastlanan doğumsal kalp hastalığı olmakla birlikte, nadir olarak atriyal septal defekt de görülebilir. Noonan Sendromuna öğrenme bozukluklarının ve dikkat problemlerinin eşlik ettiği bilinmektedir. Noonan sendromu, PTPN11 geninde sinyal iletişimi sağlayan SHP2 proteini üreten bölge ile ilgili anormallikler ile yakından ilişkilidir. OLGU: Olgumuz başvuru sırasında 12 yaş 7 aylık olan, sol elini kullanan erkek çocuğudur. 1.5 aylıkken kalbinde üfürüm nedeniyle yapılan muayenesinde valvüler pulmoner stenoz ve secundum ASD saptandığı bildirildi. Dismorfik bulgular (mikrosefali, mikrognati, hipertelorizm, epikantus, geriden çıkmış kulak, aşağı çentikli palpebral fissür ve yüksek damak) ve bilateral kriptorşidizm nedeniyle 1 yaşında değerlendirilen hastada Noonan Sendromu düşünülmüş. Hastanın 14/10/2005 tarihinde yapılan genetik analizinde PTPN 11 geninde c.A922G (p.Asn308Asp) heterozigot mutasyonu saptandı ve Noonan Sendromu tanısı doğrulandı. Olgumuzun öyküsünde dil ve motor gelişim alanlarında gecikmesi mevcuttu. 6 yaşına kadar geçen zamanda diğer çocuklarla iletişime geçmekte problem yaşadığı, diğer çocuklara zarar verdiği ve annesinin verdiği yönergeleri yapmadığı öğrenildi. İlkokula başladığı zaman yazmakta ve okumayı öğrenmekte zorlandığı, dikkatini derse veremediği, yönergeleri uygulayamadığı, çok konuştuğu ve aşırı hareketli olduğu öğrenildi. Yapılan zeka değerlendirilmesinde sınır zeka düzeyinde tesbit edildi. Olgumuzda dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu düşünülerek kardiyolojik konsültasyon sonrası metilphenidate başlandı ve öğrenme zorlukları için özel eğitim önerildi. Yapılan güncel değerlendirilmesinde metilphenidate 10 mg/gün olarak düzenlendi ve hastanın okuma ve yazı yazma hızının yaşıtlarından olduğu, yazı yazarken büyük-küçük harfleri karıştırdığı gözlendi. AMAÇ: Klinikte görülen sendromik hastalıklara eşlik eden psikiyatrik hastalıkların tanısını erken dönemde koymak hastalığın sebep olduğu olumsuzlukları önleyebilme imkanı vermektedir. Polikliniğimizde Noonan Sendromu tanısı erken yaşta konulan dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı alan olguyu paylaşmayı amaçladık. PB – 097 RİSPERİDON'UN İNDÜKLEDİĞİ HİPERPROLAKTİNEMİYE BAĞLI GALAKTORE GELİŞEN TOURETTE SENDROMU: BİR OLGU SUNUMU Fatma Benk, Mustafa Yasin Irmak, Ümmügülsüm Gündoğdu Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Tourette Sendromu (TS) çocukluk ya da ergenlik çağında başlayan, süreğen, aralıklarla yineleyen çoğul motor ve vokal tiklerle karakterize bir bozukluktur (1). Yapılan çalışmalarda risperidon'un TS tedavisinde olumlu sonuçlar alındığı bildirilmiştir (2-4). Prolaktin salgılaması, anterior pituiterdeki laktotrop hücrelere dopamin inhibitör etkisi ile düzenlenir. Antipsikotikler D2 antogonizması yoluyla hiperprolaktinemi yapar. Risperidon tipik antipsikotiklerden sonra en sık hiperprolaktinemiye neden olan antipsikotik olarak bildirilmiştir (5). Marmara Üniversitesi Çocuk Psikiyatrisi Polikliniğine 13 yaş 2 aylık kız hasta, yüzündeki yaralarla aşırı uğraşma, tırnaklarını kesip kanatma, boğaz temizleme ve sesinin tonunu ayarlayamama şikayetleri ile annesi tarafından getirildi. Motor ve vokal tikleri olan hastaya Tourrette Sendromu tanısı kondu ve fluoksetin 20 mg/gün ve risperidone 1 mg/gün tedavisi başlandı. Kontrollerinde tiklerinin devam etmesi üzerine risperidon 1,5 mg/gün ve fluoksetin 20 mg/gün olarak düzenlendi, bu tedavi ile tiklerinde önemli oranda azalma görülürken hastada göğüsü sıkarak süt çıkarma tarzında tiki başladı. Hastada risperidona kullanımına bağlı galaktore düşünüldü. Hastada ölçülen prolaktin düzeyi 75.20 ng/ml (Normal değeri;kadın-4.79-23.3 ng/ml) olarak geldi. Bu değer risperidon kullanımına bağlı hiperprolaktinemik galaktore ile uyumluydu. Risperidone tedavisi kesilerek fluoksetin 30 mg/gün ve aripiprazol 5 mg/gün olarak tedavi düzenlendi. Takiplerinde prolaktin seviyesinin düştüğü gözlendi, galaktore şikayeti geriledi ve tikleri azaldı.Bu vakada klinisyenlerin antipsikotik kullanımına bağlı hiperprolaktinemi gelişebileceğine dikkatlerini çekmeyi amaçladık. KAYNAKLAR 1- Toros F, Tot Ş, Avcı A. Çocuk ve ergenlerde Tourette bozukluğu: sosyodemografik, klinik özellikler ve eş tanılar. Türk Psikiyatri Dergisi 2004; 13:187–196. 2- Scahill L, Leckman JF, Schultz RT, Katsovich L, Peterson BS. A placebo controlled trial of risperidone in Tourette syndrome.Neurology 2003; 60:1130-1135. 3-Van den Eynde F, Naudts KH, De Saedeleer S, van Heeringen C, Audenaert K. Olanzapine in Gilles de la 90 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Tourette syndrome: beyond tics. Acta Neurol Belg 2005; 105:206-211. 4- Párraga HC, Párraga MI. Quetiapine treatment in patients with Tourette syndrome. Can J Psychiatry 2001; 46:184-185. 5- Hata! Köprü başvurusu geçerli değil. Risperidona bağlı hiperprolaktinemi gelişen obsesif kompulsif bozukluklu bir olgunun aripiprazolle tedavisi. Anadolu Psikiyatri Dergisi 2012; 13(2):165-165 PB – 098 KONJENİTAL SİTOMEGALOVİRUS (CMV) ENFEKSİYONU VE ÖZGÜL ÖĞRENME BOZUKLUĞU BİRLİKTELİĞİ Nagihan Saday Duman, Merve Günay Ay, Cihat Kağan Gürkan, Birim Günay Kılıç Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı GİRİŞ: Konjenital Sitomegalovirüs (KCMV) enfeksiyonu, en yaygın konjenital viral enfeksiyondur. Tüm canlı doğanların %1'inde görülmekte olup, bunların %90’ı asemptomatik iken %10'unda yaşamı tehdit eden ağır tablolara neden olmaktadır. KCMV enfeksiyonlu olguların %70’inde mikrosefali gelişebileceği, yine bu olguların yaklaşık yarısında kranial BT’de periventriküler kalsifikasyonların bulunabileceği bilinmektedir. KCMV’nin yol açtığı nöral gelişim bozukluğuna bağlı olarak bu olgularda mental retardasyon, serebral palsi, işitme kaybı ve korioretinit gibi durumların geliştiği bildirilmiştir. Bu olgu sunumunda KCMV enfeksiyonu geçirmiş olan ve Özgül Öğrenme Bozukluğu (ÖÖB) tanısı konulan bir çocuk anlatılacak ve KCMV’nin yol açtığı nörogelişimsel kusurlar ile muhtemel ilişkisi tartışılacaktır. OLGU:6 yaş 5 aylık kız çocuk kliniğimize ilk kez anlama ve kavrama güçlüğü, geç öğrenme yakınmalarıyla getirildi. Olgu 27 yaşındaki annenin ilk gebeliğinden sezaryen ile 32 haftalık ve 1400 g olarak dünyaya gelmiş. Anne gebeliğin ilk trimestr döneminde CMV enfeksiyonu geçirmiş. Yapılan Kranial MRG’sinde, periventriküler alanda hiperdens sinyal değişiklikleri saptanmış. Yapılan psikiyatrik değerlendirmede yaşına göre küçük gösteren, görüşmeci ile sıcak ilişki kuran bir çocuktu. Yönelim, bellek, dikkat muayenesi normaldi. Düşünce içeriği normal olan olguda herhangi bir algı bozukluğu saptanmadı. Görüşme sırasında okula gitmek istemediği, okumayı öğrenmekte güçlük çektiği, yazısında harf atlamalarının, harf karıştırmalarının olduğu saptandı. Sınıfında okumayı en geç öğrenen kişi olduğu öğrenildi. Sağ sol karıştırmasının olduğu saptandı. Olgunun Wechsler Çocuklar İçin Zeka Değerlendirme Ölçeğine (WISC-R) göre toplam zeka puanının normal düzeyde olduğu saptandı. Uygulanan testler, derecelendirme ölçekleri, Öğrenme Güçlüğü Bataryası ve klinik değerlendirmeler sonucunda çocuğa ÖÖB tanısı konuldu. Komorbid psikopatoloji saptanmadı. Olgu ÖÖB açısından desteklenmesi için özel eğitime yönlendirildi. 2 ay sonraki takip görüşmesinde özel eğitime başladığı, alfabeyi tam olarak bildiği, heceleri birleştirmekte hala zorlandığı, ÖÖB belirtilerinin devam ettiği saptandı. SONUÇ :Bu yazı KCMV geçirmiş bir çocukta ÖÖB tanısı birlikteliğini bildiren ilk olgu sunumudur. Olgumuzda kranial BT’de periventriküler kalsifikasyon bulunmasına rağmen mental retardasyon ve işitme kaybı yoktur. KCMV’nin büyük oranda asemptomatik seyrettiği bildirilmekle birlikte bu olguların psikiyatrik değerlendirilmelerinin yapılması, semptomatik olan olgulardaki kadar ağır olmayan, daha farklı gelişimsel bozuklukların ortaya çıkmasını sağlayabilir. PB – 099 ERGEN BİR PALATAL MİYOKLONİ OLGUSUNDA BOTULİNUM TOKSİN ENJEKSİYONU SONRASINDA ORTAYA ÇIKAN UYUM BOZUKLUĞU: ÇOCUK VE ERGENLERDE NÖROPSİKİYATRİK BOZUKLUKLARIN TEDAVİSİNDE AYDINLANMIŞ ONAMIN ÖNEMİ Nuran DEMİR1, Zehra TOPAL1, Taha Can TUMAN2, Ali Evren TUFAN3 1 Arş. Gör. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD 2 Arş. Gör. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD 3 Yrd. Doç. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD GİRİŞ:Tedavi öncesi çocuk ve ergenlerin etki ve yan etkiler hakkında aydınlatılması hekimlerin önemini kabul ettiği ancak araştırma ve olgu sunumlarında görece az önem verilen bir konudur. Gerçekte, “onam” yasal bir süreçten çok, hasta- hekim ilişkisindeki güven ve uyumun sağlanması için etik bir görev ve iyi klinik uygulamanın ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilebilir (1). Bu araştırmada Palatal miyokloni tanısını alan ergen bir hastada botulinum toksini enjeksiyonu sonrası gelişen disfoni ve Uyum Bozukluğu (Depresif Duygudurum İle Giden) dolayısıyla tedavide aydınlanmış onamın ve multi-disipliner yaklaşımın öneminin tartışılması amaçlanmıştır (2, 3). 91 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 OLGU: 14 yaşındaki, Lise 1. sınıf öğrencisi kız ergen, polikliniğimize kulağına gelen “tıkırtı” yakınmasıyla başvurdu. Öyküden bu seslerin 1 yıl önce başladığı, başlangıçta yalnızca kendisinin fark edebildiği kulak çınlamasını içerdiği, giderek şiddetlendiği ve 4- 5 ay önce başkaları tarafından da duyulabilir hale geldiği, ergenin uykuya dalmasını engellediği öğrenildi. Palatal miyokloni ön tanısıyla Kulak Burun Boğaz ve Nöroloji polikliniklerine yönlendirilen ergene Esansiyel Palatal Miyokloni tanısı konduğu, bu tanı hakkında bilgilendirildiği ancak tedavi seçenekleri, etki ve yan etkileri hakkında bilgilendirilmediği, kısa süre olarak kullandığı karbamazepin 200 mg/ gün tedavisinden fayda görmemesi üzerine yumuşak damağa botulinum toksini enjekte edildiği öğrenildi. Tedavi sonrası ergen, polikliniğimize “sürekli ağlama, okula gitmeme, keyifsizlik, içe kapanma” yakınmaları ile tekrar başvurdu. Öyküden ergenin botulinum toksini uygulanmadan önce oluşabilecek yan etkiler hakkında yeterince bilgilendirilmediği, tedavi sonrası ilk kez okulda, arkadaşlarının yanındayken “disfoni” yan etkisini deneyimlediği, arkadaşları ve öğretmenlerinin kendisindeki ses bozukluğunu fark edebileceği düşüncesiyle okula gitmek istemediği, disfoninin sürekli devam edebileceğini düşündüğü, tedaviyi kabul ettiği için kendisini suçladığı öğrenildi. Öykü, muayene ve test sonuçları ile DSM-IV-TR ölçütlerine göre Uyum Bozukluğu (Depresif Duygu durum ile giden) tanısını karşıladığı düşünülen ergene Nöroloji ve KBB poliklinikleri ile de görüşülerek Palatal Miyokloni hakkında detaylı bilgi verildi, botulinum toksini sonrası görülen disfoninin bir- iki ay içerisinde geçeceği belirtildi ve sertralin 50 mg/ gün başlandı. TARTIŞMA: Palatal myokloni tedavide karbamazepin, valproik asit gibi antikonvülzan ilaçların ve botulinum enjeksiyonunun kullanıldığı bir hareket bozukluğudur. Botulinum enjeksiyonu sonrası geçici palatal güçsüzlük ortaya çıkabilir ve fonasyon bozuklukları oluşabilir. Olgumuz tedavi öncesi etki ve yan etkiler hakkında yeterince bilgilendirilmemiş, ilk kez okulda ve arkadaşlarının yanında deneyimlediği “disfoni” yan etkisini “beklenmedik” ve “travmatik” olarak algılamış ve depresif belirtilerle giden Uyum Bozukluğu tanısını karşılayacak belirti ve yakınmalar geliştirmiştir. Çocuk ve ergende rastlanan nöropsikiyatrik bozuklukların tedavisinde aile ve çocuğun tedavi seçenekleri, etki ve yan etkileri hakkında bilgilendirilerek sürece katılımlarının sağlanması hasta- hekim ilişkisini iyileştirebilir ve tedavi uyumunu artırabilir. Tıbbi sorunları nedeniyle izlenen çocuk ve ergenlerde Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları hekimlerinin sürece dahil edilmesi yaşanabilecek sorunları azaltabilir. PB – 100 MOTOR İŞLEV KAYBI OLMAKSIZIN BİLİŞSEL KAYIPLA İZLENEN HİPOKSİK İSKEMİ: OLGU SUNUMU Onur Tuğçe POYRAZ FINDIK¹, Seheryeli YILMAZ¹, Ayşe ARMAN¹ Gazanfer EKİNCݲ, Sennur ZAİMOĞLU³ ¹Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD. ²Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji AD ³ Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Nörolojik Bilimler Enstitüsü AMAÇ: Perinatal asfiksiye bağlı gelişen neonatal ensefalopati (NE), miadında doğan bebeklerde, ilerde oluşabilecek nörogelişimsel bozukluk için önemli bir risk faktörü olarak kabul edilir. Hafif, orta ve ağır olarak derecelendirilebilen NE olgularında motor bozukluk, ağır asfiksi olgularında daha sık gözlenmektedir. Kendi yaşıtları ile karşılaştırılabilir bilişsel yetilere sahip olan, hafif ve orta derecedeki olgular ise motor bozukluk eşlik etmediği için gözden kaçmaktadır. YÖNTEM: 7 yaşında erkek çocuk, ikinci sınıf öğrencisi, genel öğrenme güçlüğü ve dikkat eksikliği yakınmaları ile anne ve babası tarafından Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Psikiyatrisi Ayaktan Tedavi Ünitesine getirildi. Muayene sırasında sorulan sorulara yanıt vermekte zorlandığı, çizdiği resimdeki ev ve insan figürlerinin yaşına uygun olmadığı gözlendi. Miadında ve 4000 gr olarak doğan hastanın, doğum sırasında morarması olduğu, doğum sonrası 10 gün kuvözde kaldığı, bu dönemde afebril konvülzyon geçirdiği aileden öğrenildi. SONUÇ: Kranial MR incelemesinde bilateral lateral ventrikül frontal boynuz komşuluğunda sekel gliotik lezyonlar izlendi. Wechsler Çocuklar Zeka Ölçeği (WÇZÖ-R) ile yapılan değerlendirmesinde Sözel ZB: 52, Performans ZB: 76, Tüm Puan: 61 olarak saptandı. Gelişimsel konuşma/dil gelişim sorunlarının yanısıra sesletim ve adlandırma sorunları da izlendi. İşitsel ve Görsel Anlık Bellek performansı düşük olan hastada, her iki modalitede de çalışma belleği performansı gerçekleştirilemedi. YORUM: Alanyazında motor işlevlerin etkilenmediği, HE olgularının uzun dönemli sonuçlarına yönelik grup çalışmalarına olan gereksinim vurgulanmaktadır. Bu olgu klinik pratiğimizde pre-, peri- ve post-natal komplikasyonlar ile uzun dönemde karşılaşacağımız bilişsel işlev sorunları arasındaki ilişkiyi anlamada önemli bulunmuştur. PB – 101 BİR ALOPESİA AREATA OLGUSUNA PSİKİYATRİK AÇIDAN YAKLAŞIM: OLGU SUNUMU 92 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Onur Tuğçe Poyraz Fındık*, Seheryeli Yılmaz*, Dilek Seçkin**, Neşe Perdahlı Fiş*, Ayşe Arman* Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi *Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı,İstanbul **Dermatoloji Anabilim Dalı, İstanbul e-posta: onurtuuce@hotmail.com AMAÇ: Embriyonun aynı germ yaprağından -ektodermden- köken alan deri ve beyin, yaşamın ileri evrelerinde de birbirlerini çeşitli şekillerde etkilemeye devam etmektedir. Beyin ve deri nöroendokrin ve immun sistemler aracılığıyla etkileşim içerisindedir. Bu etkileşimin dengesi çeşitli dermatolojik ve psikiyatrik hastalıklarda değişmekte ya da bozulmaktadır. Hastanın zihinsel yapısı/kişililik özellikleri ve deri hastalıkları arasında çift yönlü bir ilişki mevcuttur; çok çeşitli etkenler dermatolojik hastalıklara neden olabileceği gibi, dermatolojik lezyonlar da kişiyi pek çok açıdan etkiler. Alopesi Areata (AA), yara dokusu oluşmaksızın gelişen, özellikle saçları, sakalları, kaşları ve/veya kirpikleri, bazen de vücut kıllarını etkileyen, sınırları oldukça belirgin, yuvarlak ya da oval saç kaybıdır. Etiyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte enfeksyonlar, otoimmünite, genetik yatkınlık ve psikiyatrik faktörler suçlanmaktadır. Tüm yaş gruplarında ortaya çıkabilmekte ve her iki cinsiyette eşit oranlarda görülmektedir. Alopesi areatanın ortaya çıkışında psikososyal nedenlerin etkisi çocuklarda %22-29 olarak bulunmuştur. AA’nın ortaya çıkışında psikososyal nedenler rol oynayabileceği gibi, AA tanısı alan çocuklarda hastalığın yarattığı psikososyal etkiler de oldukça sık görülmektedir. YÖNTEM: Bu sunumda, erken başlangıçlı (20 yaş öncesi), yaygın saç kaybı olan (>%50), kötü prognozlu 11 yaşındaki kız AA olgusu, eşlik eden bağlanma, anksiyete ve duygudurum bozuklukları açısından tartışılacaktır. SONUÇ-YORUM: Deri, duygu ifadesi ve duygusal uyaranlara cevap verme, kendilik imajı ve yaşam boyu süren sosyalleşme sürecinde önemli rol oynar. S.Freud’un geliştirdiği psikanalitik söylemden yola çıkılarak, deri hastalıkları psikolojik çatışmaların konversiyon mekanizmaları aracılığı ile bedensel belirtilere dönüşmesi olarak açıklanmış ya da özgün nörofizyolojik bozukluklara bağlanmışlardır. Son yıllarda yapılan çalışmalar deri hastalıklarının kişinin yaşam kalitesi, benlik saygısı, beden imgesi, aile yaşamı ve sosyal çevresi üzerine çeşitli etkilerinin olduğunu; bu kişilerde depresyon, anksiyete bozukluğu gibi sekonder psikiyatrik tabloların sık görülebildiğini ortaya koymuştur. Tüm bu konular dikkate alındığında psikodermatoloji hastalarının ele alınmasında psikiyatri ve dermatoloji uzmanlarının birlikte çalışması gereği açıkça ortaya çıkmaktadır. PB – 102 METİLFENİDATIN DEHB’DE UYKU BOZUKLUĞU EŞ TANISINA OLUMLU ETKİLERİ: BİR OLGU SUNUMU Özalp Ekinci, Fevziye Toros Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı GİRİŞ: Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB) çocukluk çağında en sık görülen psikiyatrik bozukluklar arasında yer almaktadır. Metilfenidat (MPH) DEHB’nin tedavisinde genel olarak yüksek bir güvenilirlik ve tolerabilite ile kullanılmaktadır. Bu olgu sunumunda MPH’ın DEHB tanılı bir ergende uyku bozukluğu eş tanısına olan olumlu etkisi tartışılacaktır. OLGU: 13 yaşındaki erkek olgu B kliniğimize aşırı hareketlilik, çok konuşma, sabırsızlık ve unutkanlık şikayetleri ile başvurdu. Olgunun ilkokul yıllarından beri derslerden çabuk sıkıldığı ve sınavlarda dikkatini sürdürmekte zorlandığı bildirildi. Olgunun ayrıca son 1 yıldır uyku problemleri yaşadığı bildirildi. Annesi B’nin haftada 2-3 kez gece yattıktan birkaç saat sonra pijama ve iç çamaşırlarını çıkardığını ve yastığının altına yerleştirdiğini ifade etti. Ailesi bu davranışların 10-15 dakika sürdüğünü, bu sırada gözünün açık olduğunu ancak kendisine sorulan sorulara yanıt vermediğini ve engellenmeye çalışılınca öfkelendiği bildirdi. Olgunun bu davranışını ertesi gün hatırlamadığı da ifade edildi. B’nin herhangi bir tıbbi şikayeti veya hastalığı olmadığı öğrenildi. Olgunun vücut ağırlığı 44 kg ve boyu 1.54 mt olarak ölçüldü. Ruhsal durum muayenesinde B görüşme odasında konuşkandı ve sık sık görüşmeyi bölüyordu. Olguya ailenin ve öğretmenin dolduracağı DEHB DSMIV belirti ölçekleri ve Conners anne-baba ve öğretmen formları verildi. B psikiyatrik değerlendirmenin ardından uyku bozukluğu belirtilerinin ayırıcı tanısı açısından çocuk nöroloji bölümüne konsülte edildi. Çocuk nöroloji bölümünün önerisi üzerine yapılan 1 saatlik uyku EEG’sinde herhangi bir epileptiform ve non-epileptiform anomaliye rastlanmadı. Olgunun hematolojik incelemeleri de normal sınırlarda sonuçlandı. Yapılan görüşme ve değerlendirmeler sonucunda B’ye DEHB-kombine tip ve başka türlü adlandırılamayan non-rem parasomniyası tanıları konuldu. Olguya DEHB tedavisi için uzun etkili MPH tedavisi başlandı. MPH dozu 15 gün içinde kademeli olarak 36 mg/güne çıkarıldı. Olguya ayrıca, uyku öncesinde uzun süre TV ve bilgisayar karşısında kalmama, yatak odasının düzenlenmesi ve düzenli uyku ve uyanma saatlerini içeren, uyku ile ilgili önerilerde bulunuldu. Bir ay sonra yapılan kontrol görüşmesinde DEHB belirtilerinin büyük oranda düzeldiği belirtildi. Ayrıca, olgunun MPH kullanmaya başladığı günden beri uyku bozukluğu belirtilerinin düzeldiği kaydedildi. Aile son 1 ay içinde birkaç kez MPH kullanmayı unuttuklarını ve o gecelerde olguda uyku bozukluğunun yinelediğini 93 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 bildirdi. Olgunun son 15 gündür düzenli olarak MPH kullandığı ve uyku bozukluğu yaşamadığı öğrenildi. TARTIŞMA:Sunulan olguda 13 yaşındaki bir ergende DEHB tedavisinde kullanılan MPH’ın eş zamanlı olarak non-rem parasomniyasında da düzelme sağlaması anlatılmıştır. Olgunun yalnızca 1 saatlik rutin EEG ile incelenmiş ve polisomnografi uygulanmamış olması tanısal anlamda önemli bir eksikliktir. Literatürde psikostimülan kullanan olgularda rem ve non-rem uyku yapılarında kompleks değişiklikler olduğu ortaya koyulmuştur. Aralarında somnambulizm ve gece terörünün bulunduğu non-rem parasomniyalarının etiyopatogenezinde serotonerjik sistemde gelişen düzensizliklerin rol oynadığı düşünülmektedir. Genel olarak dopaminerjik etki gösteren MPH’ın serotonerjik sistemdeki etkileri tam olarak bilinmemektedir. Psikofarmakolojik ilaçların etkileri üzerine yapılmış çok sayıda araştırmada santral sinir sisteminde bazı bölgelerde serotonerjik ve dopaminerjik sistemlerin birbirlerine zıt işlevler gösterdiği ortaya konmuştur. Bu genel teoriden yola çıkılarak, genel olarak dopaminerjik özellik gösteren MPH’ın belli beyin alanlarında serotonerjik sisteme indirek olarak inhibitör etkilerinin olmuş olabileceği ve bu şekilde olgudaki parasomnia belirtilerini düzeltmiş olabileceği düşünülebilir. PB – 103 ATİPİK OTİZM TANILI 5 YAŞINDA BİR OLGUDA RİSPERİDON KULLANIMI İLE YÜKSEK ATEŞ Gülen Güler*, Özalp Ekinci**, Veli Yıldırım**, Fevziye Toros* *Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı **Mersin Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi GİRİŞ: Son yıllarda çocuk ve ergenlerde psikotrop ilaç kullanımının yaygınlaşması ile birlikte ilaçlara bağlı beklenmedik yan etki bildirilerinde bir artış görülmüştür. Bu olgu sunumunda 5 yaşında atipik otizm tanısı ile takip edilen bir olguda gelişen yüksek ateşten bahsedilecektir. OLGU: 5 yaşında atipik otizm tanısı ile takip edilen erkek hasta polikliniğe hırçınlık şikayeti ile getirildi. Olgunun 1 yıldır özel eğitim ve kreşe gittiği, hırçın ve saldırgan olduğu, arkadaşlarına zarar verdiği, istediği olmadığında kafasının vurduğu, aşırı hareketli olduğu, aktivitelere katılmakta zorlandığı ve uyku uyumak istemediği öğrenildi. Olguya risperidon solüsyon (2x0.25 mg/gün) başlandı. Risperidon kullanımı başladıktan 1 hafta sonra yapılan kontrolde olgudaki şikayetlerde kısmi bir azalma olduğu belirlenirken olgunun ilaç başlandığından beri gün boyu süren üşüme ve halsizlik belirtileri olduğu ve ailenin ölçümü ile olguda 39- 40 C’a varan ateş şikayetleri olduğu öğrenildi. Kliniğimizde yapılan muayenede olgunun vücut ısısı 39 C olarak ölçüldü. Pediatri polikliniği tarafından değerlendirilen hastada herhangi bir enfeksiyon odağı ve yüksek ateşi açıklayacak organik bir tanı saptanamadı. İlaç ateşi olabileceği düşünülerek kontrolde risperidon tedavisi kesildi. Hastanın tedavisine davranışçı yöntemlerle devam edildi. SONUÇ VE TARTIŞMA: Risperidon tedavisi ile nöroleptik malign sendrom kapsamında yüksek ateş çocuklarda çok nadir olarak bildirilen bir yan etkidir. Ancak bildiğimiz kadarı ile çocuk bir olguda izole olarak yüksek ateş daha önceden bildirilmemiştir. Literatürde ketiyapin kullanımı ile yetişkin bir olguda izole ve tedaviye dirençli yüksek ateş bildirilmiştir. Otistik spektrum bozukluğu olan olguların verbal becerilerindeki yetersizlikler göz önüne alındığında bu olgularda açıklanamayan üşüme ve halsizlik gibi şikayetlerde ilaçlara bağlı gelişebilecek yüksek ateş de göz önünde bulundurulmalıdır. Risperidon kullanımı ile gelişen yüksek ateşin etiyopatogenezi gelecekte yapılacak araştırmalarla aydınlanacaktır. PB – 104 14 YAŞINDA OTİZM TANISI: ÇOCUK PSİKİYATRİSİNE ULAŞIM ZORLUĞUNA İLİŞKİN BİR OLGU ÖRNEĞİ Serkan Güneş*, Özalp Ekinci*, Veli Yıldırım**, Fevziye Toros* *Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı **Mersin Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi GİRİŞ: Batı ülkelerindeki artan farkındalığa ve erken tanı bildirilerine rağmen ülkemizde ve gelişmekte olan bazı ülkelerde otizm tanısı hala gecikmiş olarak konulabilmektedir. Sunulan olguda 14 yaşında otizm tanısı almış ve öncesinde hiç çocuk psikiyatri kliniğine getirilmemiş bir olgudan bahsedilecektir. OLGU: Daha öncesinde hiç çocuk psikiyatri kliniğine başvurmamış 14 yaşındaki erkek olgu kliniğimize aşırı hareketlilik, iletişim azlığı, tikler, davranış bozuklukları ve sinirlilik şikayetleri ile getirildi. Olgunun ellerini ısırma gibi kendine zarar verici davranışlarının olduğu, anne ve babasına ve çevresindekilere ani, beklenmedik, durumla ve konuşulanlarla uygunsuz cinsel içerikli küfürlü konuşmalarının olduğu, kollarında ve elinde ani tekrarlayıcı basmakalıp hareketlerin olduğu, göz teması kurmadığı, kalabalık ortamlardan rahatsız olduğu, içine kapanık olduğu, kişisel bakımını yapamadığı, kendi ihtiyaçlarını gideremediği, okuma ve yazma öğrenemediği ve yaklaşık 2-3 ayda bir havale geçirdiği öğrenildi. 2 yaşında fenilketonüri ve 8 yaşında epilepsi tanısı konulan 94 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 olgunun 4 yaşında konuşmaya (2 kelimelik cümleler), 4,5 yaşında desteksiz yürümeye başladığı belirlendi. Olgunun 2 yaşından beri diyet ve 8 yaşından beri antiepileptik tedavisi (levatirasetam 500mg 2x1) aldığı öğrenildi. Olgunun aile öyküsünde herhangi bir psikiyatrik ya da nörolojik hastalık öyküsü yoktu. Hastaya Otizm tanısı ile aripiprazol solüsyon titre edilerek 5 mg/gün dozu hedeflenerek başlandı. 1 ay sonraki kontrol muayenesinde hastanın şikayetlerinde belirgin azalma gözlendi. Hastanın hareketliliğinin azaldığı, motor tiklerinde ve koprolalisinde azalma olduğu, daha sakin olduğu, kendine ve çevreye zarar verici davranışlarının azaldığı, elini ısırmasının azaldığı, çevreyle iletişiminin arttığı öğrenildi. Olgunun psikotrop ilaç tedavisine epileptik nöbetler açısından yakın takiple devam edildi. TARTIŞMA: Otistik spektrum bozukluklarda (OSB) erken tanı hem etkin tedavi hem de yüksek işlevsellik için büyük önem taşımaktadır. Yapılan çalışmalara ve genel olarak artmış farkındalığa rağmen ülkemizde ve gelişmekte olan bazı ülkelerde hala OSB geç tanınabilmektedir. OSB belirtileri olan olguların erken dönemde çocuk psikiyatri kliniklerine ulaşımda yaşadıkları zorluklar aralarında sosyal, kültürel, ekonomik etkenlerinde bulunduğu farklı sebeplerden kaynaklanmaktadır. PB – 105 RİSPERİDON KULLANIMIYLA ORTAYA ÇIKAN SOMNAMBULİZM: BİR OLGU ÖRNEĞİ Serkan Güneş*, Özalp Ekinci*, Veli Yıldırım**, Fevziye Toros* *Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı **Mersin Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi GİRİŞ: Risperidon ergenlerde psikiyatrik bozukluklarında genel olarak yüksek bir tolerabilite ve etkinlikle kullanılmaktadır. Ancak nadir de olsa ilacın kullanımını sınırlayan yan etkilere rastlanmaktadır. Bu nadir yan etkiler arasında uyku bozuklukları da yer almaktadır. Bu olgu sunumunda bir ergende risperidon kullanımı ile ortaya çıkan somnambulizm tablosu mevcut literatür eşliğinde tartışılacaktır. OLGU: 15 yaşındaki kız hasta aşırı sinirlilik, kavgacı olma, derslerinde başarısızlık şikayetleri ile annesi eşliğinde polikliniğimize başvurdu. Hasta ve annesi ile yapılan görüşmede; hastanın ani sinirlenmelerinin olduğu, hırçın davranışlar sergilediği, okulda arkadaşları ile geçinemediği, onlarla kavga ettiği, ders başarısının düşük olduğu, dersleri kavramakta güçlük çektiği, okuma ve yazmayı ikinci sınıfta öğrendiği, aceleci ve sabırsız olduğu öğrenildi. Yapılan ruhsal muayene sonucunda; hastanın yaşından beklenen dilbilgisi düzeyinin yetersiz olmasına, olaylarda mantık zinciri kuramamasına ve basit matematik hesaplarını yapamamasına bağlı olarak Hafif Düzeyde Mental Retardasyon ön tanısı düşünüldü. Hastaya öncelikle davranış ve tutum önerilerinde bulunuldu. Yapılan WISC-R değerlendirmesinde Total Zeka Puanı’nın 57 olduğu öğrenildi. Hasta Rehberlik Araştırma Merkezi’ne yönlendirildi ve davranış sorunları için risperidon başlanarak 15 gün içinde kademeli olarak 1mg/gün dozuna çıkıldı. İlacın yatmadan bir saat önce kullanılması aileye özellikle ifade edildi. Hastanın bir ay sonraki kontrol muayenesinde; tedavinin dördüncü gününden itibaren ortaya çıkan gece uykudayken yürümesinin olduğu, son bir ayda 9-10 defa meydana geldiği ve son günlerde sıklığının arttığı, olayı sabah uyandığında hatırlamadığı, bu esnada konuşmadığı ve sorulan sorulara cevap vermediği, iki kez tuvalet yerine mutfağa giderek idrarını yaptığı öğrenildi. Hastaya ve ailesine somnambulizmle ilgili tutum önerilerinde bulunuldu ve risperidon tedavisinin beş gün içinde azaltılarak kesilmesi planlandı. Hastanın üç hafta sonraki kontrol muayenesinde risperidonun kesilmesi ile somnambulizmin düzeldiği bilgisi edinildi. TARTIŞMA VE SONUÇ: Sunulan olgu risperidon kullanımında ilacın uyku fizyolojisi üzerine muhtemelen etkilerinin göz önünde bulundurulması gerektiğini işaret etmektedir. Özellikle geçmişte uyku bozukluğu ya da ailesinde uyku bozukluğu öyküsü olan ve risperidon kullanılacak olgularda ilacın uyku üzerindeki muhtemel etkilerinin bilinmesi uzmanlar açısından önem taşımaktadır. Risperidon ve diğer psikotrop ilaçlara bağlı gelişen somnambulizmin etiyolojisi gelecekte yapılacak polisomnografik incelemeyi de içeren çalışmalarla aydınlanacaktır PB – 106 ANEMİ TEDAVİSİ İLE DÜZELEN OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK VE TRİKOTİLLOMANİ: ERGEN BİR OLGU ÖRNEĞİ Yunus Kıllı*, Özalp Ekinci*, Veli Yıldırım**, Fevziye Toros* *Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı **Mersin Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi GİRİŞ: Trikotillomani başka türlü adlandırılamayan dürtü kontrol bozuklukları sınıfında yer alan bir bozukluktur. Çocuk ve ergenlerde trikotillomani farklı psikiyatrik ve klinik tabloların içinde görülebilmekte ve tedavi klinisyenler için zorluklar taşıyabilmektedir. Bu olgu sunumunda anemi tedavisi ile düzelen Obsesif 95 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Kompulsif bozukluk (OKB) ve Trikotillomani tanıları olan bir ergenden bahsedilecektir. OLGU: 15 yaşındaki kız hasta polikliniğimize temizlik takıntıları, saç yolma ve dikkatsizlik şikayetleri ile başvurdu. Hastanın öyküsünde; yaklaşık 2 yıldır devam eden ve günde ortalama 30-40 defa ellerini yıkama ile belirli temizlik takıntıları olduğu, bunun yanında defter ve kitapları toplayıp biriktirdiği, onlara kimsenin dokunmasına izin vermediği öğrenildi. Hastanın aynı zamanda saç yolmalarının da olduğu, başının sağ tarafında açıklık meydana geldiği, bu saç yolmalarının sınav dönemlerinde arttığı belirlendi. Hasta ve ailesi ile yapılan görüşmede yolduğu saçları yuttuğuna ilişkin bir bilgi alınmadı. Hastadan WISC-R testi istendi, öğretmen bilgi formu verildi ve takıntıları için sertralin 50mg/gün tedricen arttırılarak başlandı. 1 ay sonraki kontrol muayenesinde hastanın WISC-R sonucunun (total zeka puanına göre) 68 olduğu, öğretmen bilgi formunda öğrenme güçlüğü, unutkanlık ve dikkat dağınıklığı olduğu saptandı. Yapılan görüşmeler sonucunda hastada Obsesif Kompulsif Bozukluk, Trikotillomani ve Hafif Düzeyde Mental Retardasyon ön tanıları düşünüldü. Bu dönemde hastanın genel tıbbi muayenesi ve kan değerleri normal aralıkta idi ve hastada herhangi bir tıbbi yakınma yoktu. Sertralin 50mg/gün tedavisi ile hastanın semptomlarında azalma olmaması üzerine ilaç dozu 1 ay sonra 150mg/gün olacak şekilde artırıldı. 2 ay sonraki kontrol muayenesinde temizlik takıntılarında minör bir azalma olduğu fakat saç yolmalarının devam ettiği öğrenildi. Bunun üzerine sertralin tedavisine son verildi ve klomipramin kademeli olarak 75mg/gün dozuna arttırılacak şekilde başlandı. Hastanın 1 ay sonraki kontrol muayenesinde takıntılarında ve saç yolmalarında belirgin bir azalma gözlemlenmedi. Bu dönemde tekrarlanan biyokimya tetkikleri normaldi, fakat hemoglobin 9mg/dl, Fe 10ug/ml ve Ferritin 2 olarak saptandı. Bunun üzerine hasta çocuk hemotoloji bölümüne konsülte edildi ve anemi demir eksikliği anemisi tanısı ile yatırılarak tedavi görmesi uygun görüldü. Hasta 1 hafta boyunca çocuk hematoloji servisinde kan transfüzyonu ve demir tedavisi aldı. Hastanın taburculuğundan sonraki muayenesinde hemoglobin 14g/dl, Fe 60ug/ml ve Ferritin 40 olarak saptandı ve hasta 75mg/gün klomipramin tedavisine devam etmekteydi. Hastanın takıntılarında ve saç yolmalarında ise yaklaşık %50 azalma olduğu öğrenildi. Klomipramin dozu tedricen arttırılarak 150mg/gün olacak şekilde düzenlendi. Hastaya davranış ve tutum önerilerinde bulunuldu, sosyal aktivite ve dersleri için birebir destek önerildi. 2 ay sonraki muayenesinde ise semptomlarında belirgin azalma olduğu ve başının sağ tarafındaki açıklığın kapandığı öğrenildi. TARTIŞMA: Sunulan olguda genel tıbbi bir tanının saptanması ve tedavisinin olgudaki trikotillomani tedavisine olumlu etkisinden bahsedilmiştir. Bazı trikotillomani olgularında yutulan saç trikobezar şeklinde gastrointestinal bölgede yerleşebilmekte ve anemi ile prezente olabilmektedir. Sunulan olguda ise böyle bir belirtinin yokluğunda demir eksikliği anemisi olgudaki genel bir tıbbi stressör olarak değerlendirilebilir. Demir eksikliği anemisi tanılı çocuk ve ergenlerde aralarında dikkatsizlik, hiperaktivite ve dürtü kontrol zorlukları gibi pek çok psikiyatrik belirti görülebildiği bildirilmiştir. Trikotilomani tedavisinde hastanın genel değerlendirmeside önemli rol oynamaktadır. PB – 107 BİR ÜNİVERSİTE HASTANESİNDE AKNELİ ERGENLERİN BENLİK SAYGILARININ, ÖFKE DÜZEYLERİNİN, ARKADAŞ BAĞLILIKLARININ DEĞERLENDİRİLMESİ: OLGU KONTROL ÇALIŞMASI *Özden Kum, **, İjlal Erturan, , *Evrim Aktepe *Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Isparta **Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi, Dermatoloji Anabilim Dalı, Isparta AMAÇ: Bu çalışmada amacımız; dermatoloji polikliğine başvuran akneli ergenlerde yaşam kalitesinin, arkadaş bağlılığının, benlik saygısının ve öfke düzeylerinin yaş ve cinsiyet açısından benzer sağlıklı ergen bireyler ile karşılaştırılması ve akneli ergenlerin sosyal hayatta ne gibi sıkıntılarla karşı karşıya olduğunun belirlenmesidir. YÖNTEM: Bu çalışmaya Ocak 2012 - Ocak 2013 tarihleri arasında Süleyman Demirel Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji polikliniğinde yapılan değerlendirmede akne vulgaris tanısı alan 14-20 yaş arası 81 hasta hasta dahil edildi. Yine hastalar ile yaş ve cinsiyet olarak benzer özellikler taşıyan 70 sağlıklı kontrol alındı. Çalışmada hastaların akne şiddeti ve akne yaşam kalitesi değerlendirildi. Hasta ve sağlıklı kontrollere PiersHarris özkavram ölçeği, sürekli öfke ve öfke tarz ölçeği, arkadaş bağlılık ölçeği uygulandı. SONUÇ: Hasta ve kontrol grubu arasında sürekli öfke ve öfke ifade ölçeği, arkadaş bağlılığı ölçeği ve benlik saygısı toplam puanı ve fiziksel görünüm dışındaki alt puanları açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Buna karşın hasta ve kontrol grubu arasında benlik saygısı alt ölçeklerinden fiziksel görünüm açısından anlamlı fark mevcuttu. Sürekli öfke, içe vurulan öfke ve arkadaş bağımlılığı ile akne yaşam kalitesi arasındaki ilişki istatistiksel olarak anlamlı idi. Bu sonuca göre akne yaşam kalitesindeki azalma ile arkadaş bağlılığının azaldığı ve sürekli öfke, içe vurulan öfkenin arttığı belirlendi. YORUM: Deri hastalıklarının psikososyal etkilerine günümüze kadar gereken önem verilmemiştir. Deri hastalıklarına eşlik eden psikiyatrik komorbiditelerin belirlenip tedavi edilmesi hastaların yaşamına olumlu katkı sağlayacaktır. Tüm bu bilgiler ışığında akneyi sadece kozmetik bir sorun değil ruh sağlığını tehdit eden bir deri 96 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 hastalığı olarak görerek tedavisine multidisipliner yaklaşılması gerekmektedir. PB – 108 ADLİ BİLDİRİM KONUSUNDA HEKİMLERİN SORUMLULUKLARI VE SINIRLARI NEREDE BAŞLAR? BİR OLGU SUNUMU Özden Şükran Üneri, Hilal Adaletli Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği AMAÇ: Son yıllarda ülkemizde cinsel istismar ve adli bildirim süreçleri, medyada ve akademik ortamlarda sık tartışılan konular arasında yer almaktadır. Özellikle istismara uğrayan olguların adli yollar dışında da psikolog ve psikiyatristlere başvurması, başvuran olguların gizliliğine karşın bildirim yükümlülüğü etik tartışmasını başlatmakta, henüz yetişkin olmayan olgularda bu tartışmalara ailenin de katılımı ile süreç daha da zorlaşmaktadır. Bu olgu sunumunda tekrarlayan intihar girişimleri nedeniyle hastanemize başvuran, yatışı yapılarak tedavisi planlanan, 13 yaş 8 aylık bir ergen olgunun adli bildirim süreçlerinin tartışılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: Takipleri sonlanan olgunun bilgilerine hastane yatış ve poliklinik dosyaları incelenerek ulaşılmıştır. SONUÇ: Hastane yatışı sonrası yapılan görüşmede 9 yaşında iken kendisinden yaklaşık 10 yaş büyük uzak akrabası tarafından cinsel istismara uğradığını hekimi ile paylaşan olgunun, önce ailesi, daha sonra adli makamlar ile bu bilgi paylaşılmıştır. Aileden daha önce devam ettikleri bir özel merkezde kendilerine bu bilginin verildiği, ancak olgumuzun tacizciyi hatırlamaması nedeniyle bildirimin gerekli olmadığının doktorları tarafından söylendiğini aktarmışlardır. Aileye adli bildirim zorunluluğu ve gencin bu bildirimin yapılmasını istediği anlatılmıştır. Adli bildirim ve farmakolojik tedavi ile birlikte psikodramatik yöntemlerin de kullanıldığı bireysel tedavisi sonrasında, olgunun tedavisi sonlanıncaya kadar geçen 8 aylık sürede intihar girişimi olmamış, süreçte depresyon belirtilerinde hızlı bir iyileşme yaşanmıştır. YORUM: Olgumuzda adli bildirimde bulunulmasını takiben tekrarlayan kendisine zarar verme girişimlerinin sonlanması, adli süreçlerde bildirimle ilgili değerlendirme yapılırken akılda bulundurulması gereken bir durum olarak dikkat çekicidir. PB – 109 YEME BOZUKLUĞUNU BELİRTİLERİ İLE GİDEN MORFEA (LOKALİZE SKLERODERMA) OLGU SUNUMU Perihan Çam Ray, Ayşe Avcı, Ayşegül Tahiroğlu, Gonca Gül Çelik Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı. ADANA GİRİŞ: Morfea, deri ve subkutan dokuda sklerozla seyreden, etyolojisi ve patogenezi tam olarak bilinmeyen, nadir görülen bir otoimmün hastalık olup öncelikle deriyi etkilemekte nadiren subtip ve lokalizasyonuna bağlı olarak komşu dokuları (yağ dokusu, fasya, kas ve kemik dokusu gibi) da etkileyebilmektedir. Lokalizasyonu ve tutulumun derecesine göre morfea; plak tip morfea, lineer skleroderma, yaygın morfea, pansklerotik morfea ve mikst morfea olmak üzere beş grupta incelenir. Morfea’da artiküler, norolojik, vaskuler, oküler, gastrointestinal, respiratuvar, kardiyak ve renal tutulum gibi deri dışı tutulum görülebilir ve bu olgular diğer hastalıklarla karışabilmektedir. Yazımızda yeme bozukluğu belirtileri gösteren bir morfea olgusu, ayırıcı tanıdaki zorluklar literatür eşliğinde tartışılmıştır. OLGU: 11yaş7aylık kız çocuğu. Astım nedeniyle alerji bölümü tarafından takipte, 3 ay önce bulantı, kusma ve ishal şikayetleri üzerine başvurduğu sağlık kuruluşunda amipli kolit geçirdiği söylenip, amip tedavisi önerilmiş. Ancak küçüğün bulantı ve kusması devam edince çocuk gastroenteroloji bölümü tarafından değerlendirilip, kolonoskopi ve endoskopi normal olarak raporlanmış, antiasit tedavisi önerilmiş, 10-15 gün sonra bulantı ve kusma kesilmiş, ancak bu defa yemek yememe ve kabızlık yakınmaları başlamış. Hem katı hem sıvı gıda alımı azalan küçük, 3 ay sonunda 10-12 kg kaybetmiş, kilo kaybı ve karın ağrısı nedeniyle kambur yürümeye başlamış, ortopedi tarafından postür gelişimi olumsuz etkileneceği nedeniyle korse takılmış. gastroenteroloji bölümünde değerlendirilip bu kez çocuk psikiyatrisine yönlendirilmiş, Anoreksia Nervoza ön tanısıyla önce fluoksetin, daha sonra olanzapin önerilmiş, ancak ilaçlardan fayda görmemiş. Çocuk ruh sağlığı muayenesi yenilendiğinde, 1 yıl önce sol ayak bileği üzerinde beyaz renkte bir lezyon oluştuğu öğrenilmiş, benzer bir lezyonun da anal bölgede oluşmaya başladığı belirtilmiştir. Bunun üzerine olgu dermatoloji bölümüne yönlendirildi ve alınan cilt biyopsisinde morfea ile uyumlu lezyon saptanmış. Konstipasyon morfeanın barsak tutulumuna bağlı olabileceği düşünülmüş, ilaçları kesilmiş ve olgu, Çocuk Romatoloji bölümüne yönlendirilmiştir. Şu anda barsak, anal ve deri morfea lezyonları ile izlenmektedir. SONUÇ: Morfea’nın gastrointestinal tutulum olanlarda en sık gastroozefagial reflü gelişebileceği, ancak diğer organları da etkileyebileceği bildirilmiştir. Olgumuz da önce anoreksiya tanısı almış, yapılan takip ve 97 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 değerlendirmelerde gastrointestinal belirtilerin morfea tutulumuna bağlı olabileceği düşünülmüştür. Psikiyatriye başvuran olgularda fizik muayene bulgularının önemsenmesi gerekmektedir. Hastanın bir bütün olarak değerlendirilip ayırıcı tanının iyi yapılmasının gereksiz ilaç kullanımını ve organik tanının tedavisinin gecikmemesi açısından önemlidir. PB – 110 EBEVEYN YABANCILAŞTIRMA SENDROMU (PARENTAL ALİENATİON SYNDROME); OLGU SUNUMU Ayşe Avcı*, Perihan Çam Ray*, Ayşegül Tahiroğlu*, Gonca Gül Çelik*, Necmi Çekin**, Nurdan Evliyaoğlu*** * Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı. ADANA ** Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı. ADANA *** Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı. ADANA GİRİŞ: Ebeveyn Yabancılaştırma Sendromu (EYS), boşanma sonrasında bir ebeveynin çocuklarına karşı yürüttüğü diğer ebeveyne karşı sistemli bir beyin yıkama süreci olarak tanımlanmaktadır. Sıklıkla boşanma davalarından ardından başlayan EYS sürecinde, yabancılaştırıcı rolündeki ebeveyn, çocuğu diğer ebeveyne karşı kışkırtmaya, yabancılaştırmaya ve kullanmaya başlar. Bu durum çocuk açısından ciddi bir duygusal istismar anlamına gelmektedir ve diğer ebeveynin imajının yok olmasının yanında; depresyon, travma sonrası stres bozukluğu gibi ruhsal bozukluklara neden olabilmekte; hatta ebeveyne karşı cinsel istismar suçlamalarına varabilmektedir. Bu yazıda, bir EYS olgu sunumu ile psikiyatri ve adli psikiyatri çalışanları arasında EYS’ye dikkat çekmek hedeflenmiştir. OLGU: 7 yaş, 9 aylık kız çocuğu. Anne ile babası yurt dışında evlenmiş ve 3 yıl süren evliliğin ardından anne gebe iken boşanmış, küçüğün velayeti anneye verilmiş. Doğduğundan beri anne ve anneannesi tarafından bakılan olgu, 3 yaşına kadar babası ile görüştürülmemiş, anne sürekli eyalet değiştirmiş, boşanmanın ardından ise babaya ayda bir görme hakkı verilmiş. 3.5 yaşında babasında kaldığı bir hafta sonunun ardından poposunun acıdığını söylemiş, kakasını yapamadığı için ağlamasının üzerine anne ve anneannesinin poposunda yırtık fark ederek acile başvurmuşlar. Buradaki muayene sırasında küçük “babasının parmağını soktuğunu” söylemiş ve olaydan sonra tuvalete gitmeyi reddetmesi nedeni ile altını ıslatmaya başlamış, tekrar bezlenmesi gerekmiş, anneyle yatmak isteme, karanlıkta uyuyamama, emniyet kemerini takmak istememe ve utangaçlık gibi belirtileri başlamış. Kliniğimize başvurduğunda 1 yıldır babasıyla görüşmeyen küçüğün, babasıyla arasının iyi olmadığı, babası tarafından birkaç kez cinsel olarak istismar edildiğini anlatıyordu. Adli tahkikat dosyası incelendiğinde; yurt dışında farklı eyaletlerde annesiyle yaşadığı ve bu sürede defalarca babasının cinsel istismar iddiası ile yurt dışında farklı uzmanlar tarafından defalarca ruhsal ve fizik muayenesi yapıldığı, 4-6 yaş arası arasında yurt dışında bir psikolog tarafından terapi aldığı ve 60 seanslık uzun bir takip sürecinin ardından “Ebeveyn Yabancılaştırma Sendromu” tanısının konduğu, babasının cinsel istismar iddiası ile defalarca yapılan muayenelere karşın cinsel istismarı destekleyecek hiç bir bulgu tanımlanmadığı anlaşılmıştır. TARTIŞMA: Bu olguda aktarıldığı gibi, gerçek olsun/olmasın çocukların cinsel istismar iddiasına konu olmaları travmatik bir süreçtir. Bu süreçlerde tekrarlayan öykü ve fizik muayene gibi deneyimler, çocukların zihinsel gelişimini, değer yargılarını, ahlaki ve cinsel gelişimini aksatabilir. Bu nedenle EYS’nin bilinmesi ve klinisyenlerin bu konuda daha dikkatli olmaları özellikle mağdur olan çocuklar açısından büyük önem taşımaktadır. PB – 111 İNTERNET BAĞIMLILIĞI VE DİSSOSİASYON; OLGU SUNUMU Perihan Çam Ray*, Gonca Gül Çelik*, Zeynep Yeşildağ*, Ayşegül Tahiroğlu*, Ayşe AVCI* Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı. ADANA AMAÇ; Günümüzde özellikle çocuk ve ergenlerde önemli bir sorun haline gelen internet kullanımına bağlı davranış problemleri: patolojik internet kullanımı, problemli internet kullanımı ve internet bağımlılığı olarak adlandırılmaktadır. Duygudurum bozuklukları, yıkıcı davranım bozuklukları, anksiyete bozuklukları, uyku bozuklukları, beslenme bozuklukları, obezite ve epileptik nöbetlerin aşırı medya kullanımı ile ilişkisi gösterilmiş durumlardır. Bunların yanında internet kullanımı ile dissosiatif belirtiler arasındaki ilişki araştırılmış ve dissosiatif durumların, bağımlılık psikopatolojisindeki önemi yapılan son çalışmalarda gösterilmiştir. Bu yazıda internet ve özellikle bilgisayar oyunlarının çocuklar üzerindeki olumsuz etkisi, patolojik internet kullanımına bağlı dissosiyatif belirtiler geliştiren bir ergen olgu sunumu ile literatür eşliğinde tartışılacaktır. OLGU; M.G, 16yaş 5aylık erkek çocuğu. Polikliniğimizde iki yıldan bu yana PANDAS+DEHB+Obsesif Kompulsif Bozukluk(OKB)+Tourette Bozukluğu tanılarıyla izlenen ve metilfenidat (OROS) 54 mg/g ve 98 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 aripipirazol 10 mg/g kullanan olgunun, 2 aydan bu yana internette RAPPELZ adlı oyunu günde yaklaşık 10 saat oynadığını ve sonrasında kendini ve çevredekileri yabancı gibi hissetme şikayetlerinin başladığını belirtti. Bilgisayardan kendini alıkoyamadığını, kendini hissiz ve duygusuz olarak, etrafta olup bitenleri gerçek değilmiş gibi ve kendini yabancı gibi hissetmeye başladığını, ilaçlarını da düzensiz kullandığını belirtmekteydi. Dissosiyatif Yaşantılar Ölçeği (DES); 35,78 puan; İnternette bilişsel durum ölçeği; yalnızlık/depresyon puanı; 34/12, azalmış dürtü kontrolü; 46/17, sosyal destek;83/17, dikkat dağıtma; 40/6 olarak hesaplanmıştır. Olgunun aripipirazol dozu 15 mg/g ve metilfenidat dozu 72 mg/g’e arttırılıp sanal oyunu oynamaması ve haftalık kontrolü önerildi. Düzenli ilaç kullanarak sanal oyunu oynamadığı ilk hafta şikayetlerinde azalma olmuş, ancak 2. hafta ilaçları bıraktıktan sonra kendini hissiz hissetme, yaşadığı olayların sanki gerçek olmadığı ve çevreyi yabancı gibi düşünme şikayetleri tekrar artmıştır. YORUM: Dissosiyatif belirtilerin internette geçirilen süre arttıkça arttığı ileri sürülmüş ve sanal gerçeklikten nesnel gerçekliğe geçildiğinde belirtilerin azaldığı, internet bağımlılığı şiddeti arttıkça dissosiyatif belirtilerin arttığı rapor edilmiştir. Olgumuzun DEHB, Tourette ve OKB tanılarının da bağımlılığa yatkınlık oluşturabileceği düşünülmüştür. Ayrıca metilfenidat dozunun arttırılması sonrasında internet kullanım ihtiyacının azalması ile birlikte dissosiyatif belirtilerin de düzelmesi ilgi çekici bulunmuştur. PB – 112 KAROTİD SİNUSE BASI YOLUYLA KENDİNE ZARAR VERME DAVRANIŞI: BİR OLGU SUNUMU Rezzan Aydın, Tuğba Donuk, Duygu Kaçamak, Ebru Erol, Fatma Apak, Meryem Dalkılıç, Tezan Bildik Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, İzmir AMAÇ: Kendine zarar verme davranışları sıklıkla bedeninin bir yerini sıkma, morartma, ısırma, kesici bir aletle kesme, yakma, eşyalara yumruk atma, kafasını duvara vurma gibi davranış örüntülerini içermektedir. Kendine zarar verme davranışının genellikle 13-19 yaşlarında başladığı gözlemlenmiştir. Kendini yaralayan ergenler sıklıkla dürtüseldirler, planlama sonrası bir saatten kısa bir süre içinde kendilerine zarar verirler. Sıklıkla çok az ya da hiç acı duymadıklarından bahsederler. Bir kere başlatıldığında, kendini yaralama bağımlılık özellikleri kazanmaktadır ve bunu durdurmak kişi için oldukça zor olabilir. Karotid sinus çok sayıda baroreseptör içerir. Bu reseptörleri innerve eden sinirler beyin sapındaki sempatik ve parasempatik nöronların aktivitesini hipotalamus yoluyla indirekt olarak yönetirler, böylece kalp ve kan damarlarının otonomik kontrolü sağlanır ve kan basıncı düzenlenir. Karotid sinusun elle uyarılması sonucu kan basıncı düşer, kalp atışları yavaşlar, senkop ve kardiak arrest meydana gelebilir. Bu olgu sunumunda 15 yaşındaki bir kız ergende karotid sinuse bası yoluyla kendine zarar verme davranışına yer verilecektir. YÖNTEM: 15 yaş, kız, 8. sınıf öğrencisi, ilk psikiyatri başvurusu. Poliklinik koşullarında ilk psikiyatrik görüşmesi yapılan olgu daha sonra gençlik ruh sağlığı birimi ekibi tarafından değerlendirilmiştir. Başvuru nedeni kendine göre dikkatsizlik ve sınav stresi, annesine göre dikkat dağınıklığı ve bazı farklı davranışlarıydı. Dikkat dağınıklığının küçükten beri olduğunu, sınav stresinin ise son bir aydır liseye giriş sınavlarının yaklaşmasıyla başladığını ifade etti. Son zamanlarda kendini pek mutlu hissetmiyordu, hayattan keyif alamıyordu, anne ve babası ile özellikle dersleri konusunda pek anlaşamıyorlardı. Bu yakınmaları ise yaklaşık bir buçuk ay önce olumsuz arkadaş çevresi nedeniyle ailesinin okulunu değiştirmesi ile başlamıştı. Okul değişikliği olduğundan beri boynunu sıkma davranışı mevcuttu, bu davranışı 11 yaşında iken abisinden öğrenmişti, geçmişte taşınma sonrası bir dönem bu davranışı göstermiş sonra kendiliğinden bırakmıştı. Boynunu sıkarken sanki ‘Bu dünyada yok gibi’ olduğunu, rahatladığını, kollarının ve yüzünün uyuştuğunu, zaman zaman da yere düştüğünü ifade ediyordu. Yaklaşık üç ay kadar önce de bir kez koluna çizik attığı, ayrıca sinirlendiğinde bazen kollarını ısırdığı öğrenildi. Olguya projektif testler (TAT-Tematik Algı Testi), organisite testleri (GISD-Görsel İşitsel Sayı Dizisi Testi, Stroop testi) ve Kendine Zarar Verme Davranışını Değerlendirme Envanteri uygulandı. TAT’de aile bireylerine karşı öfke, agresyon ve hostil duygular ve düşünceler, ayrılma bireyleşme zorlukları, aileden kopuş sonucu boşluk ve yalnızlık duygularının olması dikkati çekmiş; boş kartta kendini cennette, yalnız ve huzurlu olarak hayal etmesi, olguda özkıyım riskini düşündürmüştür. Olgu Depresif Duygudurumla Giden Uyum Bozukluğu, Kendine Zarar Verme Davranışı ve Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu ön tanısıyla medikal tedavisi Fluoksetin 10 mg/gün, Risperidon 0,5 mg/gün şeklinde düzenlenerek poliklinik izlemine alındı. YORUM: Ergenlerde kendine zarar verme davranışı sadece hastanın kendini yaralamasıyla belirgin bir tehlike olduğu için değil, aynı zamanda gencin yaşamına son vermek isteyip istemediğinin saptanması açısından da klinisyenler için önemli bir sorundur. Kendine zarar verme davranışı; özkıyım düşüncelerine direnmek, kişinin kendine duyduğu öfkenin ifade edilmesi, çözülmeyi önleme, diğerlerini etkilemek veya başkalarından yardım istemek gibi amaçlarla yapılır. Bu olgu bildirimi ile kendine zarar verme davranışının farklı bir biçiminin ele alınması düşünülmüştür. 99 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 PB – 113 KATATONİ TABLOSU İLE GELEN BİR ERGENDE AYIRICI TANIDA EPİLEPTİK PSİKOZUN TARTIŞILMASI Rukiye ÇOLAK SİVRİ*, Burak AÇIKEL* *Dr. NEÜ Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatri ABD GİRİŞ:Katotoni mutizm, stupor, immobilite, manyerizm, aldığı postürü koruma, negativizm, ekolali, ekopraksi, rijidite, otonomik anormalliklerin görüldüğü semptomlar kümesinin oluşturduğu bir sendromdur. Çocuk ve ergenlerde katotoni tablosu duygudurum bozuklukları, psikotik bozukluklar, ilaç reaksiyonlarında, otistik bozukluk, mental retardasyon, enfeksiyon, metabolik, endokrin ve nörolojik durumlara bağlı olarak da görülebilmektedir. Epilepsi ise 16 yaş altı çocukların %0,5-1’ini etkileyen bir tablodur ve psikiyatrik bozukluklara eşlik edebilir. Bu vakanın sunulmasının amacı katotoni tablosu ile başvuran katotoni tablosu geçtikten sonra ortaya çıkan atipik psikotik belirtileri olan epileptik bir ergenin tanı ve tedavi sürecinin tartışılmasıdır. VAKA:16 yaşında erkek hasta Meram Tıp Fakültesi Çocuk Acil Servisi’ne iki gündür konuşmama, göz teması kurmama, ellerini ısırma, yeme reddi, uyumama, aldığı postürü koruma şikayetleriyle ailesi tarafından getirildi. Ailesinden alınan öyküde, 1 yıl önce başlayan bazı somatik uğraşlar ve referans fikirleri olduğu, Bu dönemde artan sosyal içe çekilme şikayetleri ile psikiyatriste götürülen hastaya sertralin 50 mg/g ve risperidon 1 mg/g başlandığı sonrasında sertralin 100mg/gün’e risperidon 2 mg/g’e çıkıldığı öğrenildi. Özgeçmişinde 4 yaşından beri gülme şeklinde olan kompleks parsiyel nöbet sebebi ile takip edilen hasta yaklaşık 1 ay önce kullandığı karbamazepin dozunun 400 mg’dan 50 mg/g’e azaltıldığı öğrenildi. Hastanın EEG’si normaldi. Hastaya lorazepam 3.75mg/gün ve olanzapin 10 mg başlandı. Hastanın katatoni tablosu geçtikten ve iletişime açık hale geldikten sonra doldurulan SAPS: 20, SANS:83 olarak tespit edildi. Hastanın mevcut olanzapin 10 mg/gün tedavisi hastanın hızlı kilo alımı sebebiyle aripirazol 10 mg /gün ile değiştirildi. Aripirazol dozu 15 mg/gün ile takip edilirken işitsel, görsel, koku halisünasyonları tarif etmeye başladı.. Hastanın aripipirazol dozu kademeli olarak 25mg/gün’e çıkıldı. Hastanın görsel halüsinasyonlarını saniyelik tarif etmesi, içeriğinde hep belli temalardan bahsediyor olması, kısmi iç görüsü bulunması ve öyküde epilepsi olması sebebiyle epileptik psikoz ön tanısı ile valproik asit 500mg/gün başlandı kademeli olarak 1000mg /gün’e çıkıldı. Hastanın şikayetleri büyük oranda iyileşti. SAPS: 11, SANS:42’ye geriledi. Hastanın mevcut durumu ve epilepsinin ayırıcı tanısı açısından hastaya video EEG çekilmesi planlanmaktadır. TARTIŞMA:Hastamızda görsel ve işitsel halüsinasyonların olması öyküde somatik sanrılarının bulunması bir yıldır olan içe çekilme ve hastanın yaşı göz önüne alındığında şizofreni tanısı düşünülmüştür. Hastanın katotoni tablosu geçtikten sonra bir yıldır olan somatik sanrılarının kalmaması, başka herhangi bir hezeyanının bulunmaması, psikotik belirtilerine sekonder değersizlik düşüncelerinin olması, işitsel ve görsel halüsinasyonlarının kısa süreli(saniyelik) olması ve bunlara karşı kısmi iç görüsünün bulunması, halüsinasyonlarının hep aynı tipte (stereotipik) olması tipik bir psikoz vakasında beklenmeyen belirtilerdir. Hastanın atipik bir semptomatoloji göstermesi ve valproik asit tedavisinden belirgin fayda görmesi hastanın mevcut durumunun ayırıcı tanısında epilepsi ile ilişkili psikozun olması gerektiğini düşünmemize yol açmıştır. Bu tür atipik psikotik belirtileri olan ve özgeçmişinde epilepsi olan çocuk ve ergenlerde ayırıcı tanıda epileptik psikozun göz önünde bulundurulmasının faydalı olacağı düşünülmektedir. PB – 114 BİR ERGEN ŞİZOFRENİ OLGUSUNDA RİSPERİDON TEDAVİSİ SIRASINDA ORTAYA ÇIKAN AŞIRI PROLAKTİN ARTIŞINDA ARİPİPRAZOL EKLENMESİ Savaş Yılmaz, Saliha Kılınç, Sabri Hergüner Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD GİRİŞ: Prolaktin artışı antipsikotik tedavinin önemli bir yan etkisidir. Tipik antipsikotikler ve atipik antipsikotiklerden risperidonun serum prolaktin seviyesini yükselttiği bilinmektedir. Bu etkinin doza bağımlı olduğu ve tedavi edici dozlarda prolaktinin 30 - 60 ng/ml düzeylerinde olduğu bildirilmiştir. Hiperprolaktinemi oligomenore, amenore, galaktore ve infertiliteye neden olabilmekte, kemik mineral yoğunluğunu azaltarak osteoporoza yol açabilmektedir. Bu nedenle prolaktin değerlerinin 100 ng/ml ve üzerinde olduğu olgulara müdahale edilmesinin gerektiği vurgulanmaktadır. Seçenekler arasında ilaç dozunu düşürmek ya da kesmek, prolaktin düzeyini etkilemeyen başka bir antipsikotik ilaca geçmek, bromokriptin gibi dopaminerjik ilaç eklemek önerilmektedir. Son yıllarda ise bir parsiyel dopamin agonisti olan aripiprazolün tedaviye eklenmesinin etkinliği çeşitli yayınlarda gösterilmiştir. OLGU SUNUMU: Bu yazıda risperidona bağlı ortaya çıkan hiperprolaktinemi nedeniyle amenore gelişen 16 100 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 yaşındaki şizofreni ve hafif zekâ gerliği tanıları alan bir ergen kız olgu sunulmuştur. Risperidon tedavisinden fayda görmesi nedeniyle ilacın kesilmesi tercih edilmemiş ve tedaviye aripiprazol eklenmesinin ardından prolaktin kan düzeyi normal seviyeye gerilemiş (Tablo 1) adet döngüleri düzenli olarak devam etmiştir. SONUÇ: Aripiprazol dopaminerjik parsiyel agonist grubundan bir antipsikotik ilaçtır. Artmış dopaminerjik durumda antagonist, azalmış dopaminerjik durumda ise agonist etkileri nedeniyle dopamin düzenleyicisi olarak anılmaktadır. Tubuloinfindubuler yolakta risperidon nedeniyle ortaya çıkan aşırı dopaminerjik blokaj, aripiprazolün dopaminerjik etkisi ile azalmış ve prolaktin seviyesi normal düzeyine gerilemiştir. Psikotik belirtilerde belirgin düzelme olup hiperprolaktinemi gelişen olgularda tedaviye aripiprazol eklenmesi bir seçenek olarak düşünülebilir. Tarih Kullandığı İlaç Prolaktin (ng/mL) Vücut Ağırlığı (kg) 11.08.2011 Risperidon 1.25 mg / gün 80.51 58.3 13.09.2011 Risperidon 1,5 mg / gün 95.15 61.7 28.09.2011 Risperidon 1.25 mg / gün Aripiprazol 2,5 mg / gün 34.79 67.2 27.10.2011 Risperidon 0.75 mg / gün Aripiprazol 5 mg / gün 29.79 68.7 25.01.2012 Aripirazol 7,5 mg / gün 10.24 68.7 Tablo 1: Olgunun zaman içinde prolaktin düzeyleri ve kullandığı tedaviyle seyri PB – 115 ARİPİPRAZOL KULLANIMI SONRASI ORTAYA ÇIKAN HIÇKIRIK: BİR ERGEN OLGU Ayhan Bilgiç*, Savaş Yılmaz*, Emre Yılmaz** *Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Anabilim Dalı **Meram Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı AMAÇ: Aripiprazol dopamin D2 ve serotonin (5-HT) 1A reseptörlerine parsiyel agonist, 5-HT 2A reseptörlerine antogonist etkileri bulunan yeni kuşak bir antipsikotiktir. Aripiprazolün dopamin ve serotonin reseptörleri üzerine olan parsiyel agonistik özellikleri ekstrapiramidial ve metabolik yan etkilerin sınırlı düzeyde kalmasına ve ilacın yaygın kullanım alanı bulmasına neden olmaktadır. Bununla birlikte aripiprazolun parsiyel agonist özelliği diğer antipsikotik ilaçlar ile ortaya çıkması beklenmeyen bazı yan etkilerin görülmesine neden olabilmektedir. Bu sunumda bipolar bozukluk ve epilepsi tanıları ile izlenen 17 yaşındaki bir olguda aripiprazol tedavisi sonrası ortaya çıkan hıçkırık yakınması bildirilmektedir. YÖNTEM: Sunulan olgu konu ile ilgili olarak literatür bilgileri ışığında tartışılmıştır. TARTIŞMA: Literatürde aripiprazol ile hıçkırık ilişkisi açısından serebral palsi ve kafa travması öyküleri olan iki ayrı yetişkin olgu bildirimi olduğu görülmektedir. Aripiprazolün hıçkırığa hangi mekanizma ile neden olduğu tam olarak bilinmemekle birlikte hiperdopaminerjik durumların hıçkırık ile ilişkili olabildiği göz önüne alındığında ilacın parsiyel D2 agonistik özelliğinin hıçkırık ile ilişkili olabileceği bildirilmektedir. Aripiprazolün güçlü serotonin (5-HT)1A agonistik etkilerinin de frenik sinir üzerinden hıçkırığa neden olabileceği öne sürülmüştür. Ayrıca, sunulan olguda literatürde bildirilen olgulara paralel olarak altta yatan bir santral sinir sistemi (SSS) rahatsızlığı varlığı olması aripiprazolun özellikle ek SSS hastalıkları bulunan bireylerde hıçkırık yakınması ile daha yakın ilişkili olabileceğini de düşündürmüştür. SONUÇ: Aripiprazol özellikle eşlik eden nörolojik hastalık varlığı halinde hıçkırık gelişimi ile ilişkili gibi görünmektedir. PB – 116 ZEKA GERİLİĞİ VE KATATONİK ŞİZOFRENİ TANISI ALAN BİR ERGEN OLGUDA SAĞALTIM SÜRECİ Savaş Yılmaz, Ümit Işık, Sabri Hergüner 101 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Konya AMAÇ: Erken başlangıçlı şizofreninin en sık belirtileri okul başarısında düşme, sosyal çekilme, yeme davranışı değişiklikleri, günlük faaliyetlere ilginin azalması, sanrı, varsanı, dezorganize konuşma, dezorganize davranış ve nadiren de katatonik davranışlardır. Katatonik şizofreni tanısı koymak için DSM-ІV’te yer alan katalepsi ya da stupor ile giden motor hareketsizlik, artmış motor aktivite, aşırı negativizm ya da mutizm, postür alma, basmakalıp hareketler, belirgin manyerizm ya da grimasın olması ile belirlendiği üzere istemli davranışlarda garipliğin olması, ekolali ekopraksi belirtilerinden en az ikisinin olması gerekmektedir. Bu olguda hafif zeka geriliği olan 16 yaşındaki bir ergende gelişen katatonik şizofreninin klinik belirtileri ve sağaltım süreci sunulmuştur. OLGU: 16 yaşında erkek hasta ayaktan tedavi kliniğine konuşmama, uykusuzluk ve iştahsızlık şikayetleri ile getirildi. Hastanın yutkunamadığı, verilen yiyecekleri tükürdüğü, sudan korktuğu bu nedenle elini yıkamadığı ve banyoya giremediği, öz bakımının azaldığı, okula gitmek istemediği, korkularının olduğu, kalabalığa giremediği, evde yalnız kalamadığı, dışarı çıkınca korkularında artma olduğu, biri geliyormuş gibi hissettiği, televizyon izleyemediği, yürümekte zorluk çektiği, küçük adımlarla yürüdüğü, yürürken aniden durup sabit bir noktaya baktığı öğrenildi. Aileden alınan bilgi, klinik değerlendirme ve psikometrik inceleme sonucunda hafif zeka geriliği ve katatonik şizofreni tanısı konuldu. Lorazepam provakasyon testine yanıt veren hastaya lorazepam 4mg ve risperidon 1mg tedavisi başlandı. Haftalık ayaktan izlemi olan hastanın 10. günden itibaren klinik belirtilerinde düzelme görülmeye başlandı, birinci ayın sonunda şikayetleri belirgin olarak azaldı. Altı ay boyunca aynı tedaviye devam eden hastanın şikayetlerinin tam düzelmesinden sonra lorazepam ve risperidon dozu kademeli olarak azaltılmaya başlandı ve kesildi. Olgu halen kliniğimizde takip edilmektedir. YORUM: Yazında çocuk ve ergen yaş grubunda katatoni ile ilgili çalışmalar kısıtlıdır. Çocuk ve ergen psikiyatri polikliniğine başvuran 198 hastayla yapılmış bir çalışmada %5 olguda katatoni gözlendiği, katatoni olgularının %17’sinin de psikotik bozukluk alt tipine sahip olduğu tespit edilmiştir. Otizm veya zeka geriliğine sahip 506 hasta ile yapılan çalışmada ise vakaların %6’sında katatonik özelliklerin varlığı rapor edilmiş, zeka geriliğinin de katatoni açısından risk faktörü olduğu bildirilmiştir. Katatonik sendrom tedavisinde lorazepam ve elektrokonvülsif terapi (EKT) önerilmektedir. Olgumuzda aile EKT tedavisini reddettiği, ayaktan tedaviyi tercih ettiği için hastanın tedavisi oral lorazepam olarak düzenlenmiştir. Erişkin yaş grubunda katatonik şizofreni tedavisinde lorazepam etkinliği çeşitli olgu sunumlarında gösterilmiştir. Bu olgu ergen yaş grubunda lorazepamın etkin ve güvenilir bir seçenek olduğunu göstermektedir. PB – 117 14 YAŞINDA BİR GENÇ KIZIN UZUN SÜRELİ ALIKONULMA VE İSTİSMARININ PSİKİYATRİK SONUÇLARI: BİR OLGU SUNUMU Seheryeli Yılmaz, Onur Tuğçe Poyraz Fındık, Osman Sabuncuoğlu Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD., İstanbul AMAÇ: Uzun süreli alıkonma sırasında istismar, nadir görülmekle birlikte tüm çocuk istismar olayları arasında en ağır durumlardan biridir. YÖNTEM: Marmara Üniversitesi Hastanesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ayaktan Tedavi Ünitesi’ne getirilen; bir akrabası tarafından kaçırılarak uzun süre cinsel, fiziksel ve ruhsal istismara maruz kalmış hastanın kayıtları geriye dönük olarak incelenmiştir. SONUÇ: Sosyoekonomik düzeyi düşük bir ailenin 8. ve son çocuğu olarak dünyaya gelen 14 yaşındaki YT’ nin; İstanbul’un Avrupa Yakası’nda annesi, babası, ablası, 3 ağabeyi ve yengesiyle birlikte yaşadığı öğrenildi. YT, 2009 yılında akrabası ve komşusu olan kişi tarafından cinsel ve fiziksel istismara uğradığını; ancak tehditler nedeniyle bu durumdan hiç kimseye bahsetmediğini ifade etti. Tehditler ve istismarın, istismarcı taşınana kadar, yaklaşık bir yıl devam ettiği; şahıs taşındıktan iki hafta kadar sonra da aynı kişi tarafından kaçırılarak 10 ay süreyle alıkonulduğu öğrenildi. YT, 10 ay boyunca İstanbul’un Anadolu Yakası’nda, ailesiyle yaşadığı yere çok uzak olan bir semtte; kendisini kaçıran ve alıkoyan şahıs, şahsın eşi ve 6 çocuğuyla yaşadığını; cinsel, fiziksel ve duygusal istismara uğradığını; evden dışarı çıkmasının, telefonu kullanmasının, ev dışından bir kişiyle her türlü temasının engellendiğini ifade etti. Yapılan değerlendirmede; YT, uzun süredir devam eden uyku, iştah problemleri ile yaşamış olduğu olaylara ilişkin geri dönüşlerinin kendisine yoğun sıkıntı yarattığını ifade etti. Hastanın depresif ve irritabl duygudurumuna eşlik eden ağlamaklı duygulanımının olduğu gözlendi. YORUM: Bu vakada; tacizcinin akraba olması ve ailenin bu konu hakkındaki kayıtsız tutumu, alıkonulma süresinin bu denli uzun olmasında ve bu durumun psikiyatrik sonuçlarının ağırlaşmasında etkili olmuş gibi görünmektedir. Sosyo-ekonomik-kültürel durum, ailenin eğitim düzeyi, polis ve güvenlik güçlerinin yetkileri ile hukuki uygulamalar; kaçırılma, uzun süreli alıkonulma ve istismar vakalarında psikiyatrik semptomların ortaya çıkması, sürdürülmesi ve şiddetinin belirlenmesinde kilit önemi olan noktalardır. 102 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 PB – 118 METİLFENİDAT TARAFINDAN İNDÜKLENEN OBSESİF KOMPULSİF BOZUKLUK: BİR OLGU SUNUMU Selma TURAL HESAPÇIOĞLU*, Derya ERKUŞ** * Karadeniz Teknik Üniversitesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D. **Muş Devlet Hastanesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ÖZET AMAÇ: Metilfenidat kullanımı sonrasında ortaya çıkan obsesif kompulsif bozukluk belirtilerine dair literatürde birkaç olgu sunumu bulunmaktadır. Bu yazıda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu bulunan ve metilfenidat kullanımı sonrasında yoğun obsesif kompulsif belirtiler ortaya çıkan 8 yaşında bir kız olgu tartışılmıştır. OLGU: Sekiz yaş 3 aylık kız hasta. Polikliniğe ilk kez 6 yaş 2 aylık iken son iki aydır hastada hiç bir şeyden korkmama, çekinmeme, anne babaya karşı hırçınlık ve saygısızlık, erkek ikizine şiddet uygulama, inatçılığı, aşırı hareketliliği yakınmaları ile getirilmişti. Hasta birinci sınıfa başladığı dönemde yavaşlık, yazıları geç tamamlama, sorumluluklarını yerine getirmeme şikâyetleri eklenmiştir. Yapılan klinik görüşme sonrasında WISC-R testi planlanmış, Turgay ölçekleri ve öğretmen bilgi formu verilmiştir. Yapılan WISC-R testine göre Sözel IQ: 93, Performans IQ: 99, Total IQ: 95 olarak belirlenmiştir. Test esnasında genel bir dağınıklık, konuya odaklanmakta güçlük, sözel alt testlerde sık soru tekrarı, amaçlı davranışı sürdürmekte güçlük, sık sık bulunduğu yerden kalkıp gezinme gözlenmiştir. Olguya uygulanan Bender Gestalt Görsel Motor Algı testinde çocuğun copy ve recall de vasat olduğu düşünülmüştür. Nöroloji konsultasyonu istenen olguda çekilen EEG: normal olarak değerlendirilmiştir. Hırçınlığı, saldırganlığı ve inatçılığının yalnızca ev ortamında gözlenmesi, diğer ortamlarda herhangi bir sorun yaşanmaması üzerine hastaya Fluoksetin likid 1*1/2, DEHB tanısı düşünülmesi sebebiyle de Oros metilfenidat 18 mg 1*1 başlanmıştır. İlaç tedavisi başlandıktan 2 (iki) gün sonra dudaklarda uçuklama, her şeyden çok korkma, gece annesini yanında isteme, 6 (altı) gün sonra çok fazla el-yüz yıkama, sürekli çantasını ve kıyafetlerini temizleme yakınmaları olması üzerine aile ilaç tedavisini kesmiş ve ilaç tedavisi sonlandıktan sonra bu belirtiler de kaybolmuştur. YORUM: Literatürde benzer olguların daha önce bildirildiği izlenmiştir. Çok nadir de olsa metilfenidat kullanımı sırasında çocuklarda da obsesif kompulsif belirtiler ortaya çıkabilir. Bu olguda ilaç kesimi sonrası obsesif kompulsif belirtiler ortadan kalkmıştır. PB – 119 SAĞLIK ÇALIŞANINA YÖNELİK ŞİDETTİN ÇOCUK RUH SAĞLIĞI ÜZERİNE YANSIMASI: RESİMLERİYLE BİR OLGU Selma Tural Hesapçıoğlu*, Derya Erkuş* *Muş Devlet Hastanesi. Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları ÖZET AMAÇ: Sağlık çalışanına yönelik şiddet, günümüz hekimlerinin en önemli sorunlarından biri arasındadır. Her gün çok sayıda hekime ve sağlık personeline yönelik şiddet haberleri gündeme damga vurmaktadır. Bu sunumda hasta yakınlarının şiddetine maruz kalan bir hekimin kızının olay sonrasında ortaya çıkan yakınmaları ve bunu ifade şekli tartışılacaktır. OLGU SUNUMU: 8 yaşında, ilkokul 2. Sınıf öğrencisi olan A.B.’nin öğretmeni 3 haftadan beri A.B.’de ortaya çıkan ders dinlememe, sorumluluklarını ihmal etme, uyum sorunları yaşama yakınmaları nedeniyle annesini okula davet etmiştir. Anne o zamana kadar semptomların bilincinde değildir. Öğretmenin uyarısından sonra defterini inceleyen anne çok dramatik bir resim ile karşılaşmıştır. A.B. çizdiği resimde elinde silah tutan ‘kötü adamın’ annesini öldürmesi sahnesini defterine resmetmiş ve annesine bir şiir yazmıştır. Annenin üç hafta önce yaşadığı şiddet olayı çocuk zihninde olduğundan daha korkunç boyutlarda algılanmıştır. Belki de her gün medyada duyduğu ve ölümle de sonuçlanabilen olaylar çocukta mevcut semptomlara yol açmıştır. Olgunun muayenesi sonrası Travma Sonrası Stres Bozukluğu tanısı konmuştur. YORUM: Çocuk resimleri, çocuk ruh sağlığı ile ilgili çalışan profesyoneller için vazgeçilmez muayene araçlarıdır. Ebeveyninin farkında olamadığı semptomları çocuk, resimleri ile dışa vurmuştur. Her tür şiddet çocuk ruh sağlığı üzerine olumsuz etkiler yaparken, son zamanlarda uygun olmayan politikalar nedeniyle tırmandırılmış sağlık çalışanına yönelik şiddet de yine çocukları mağdur etmektedir. Sağlık çalışanına yönelik şiddetin çocuk üzerine etkisi zaman zaman ebeveyn kaybı noktasına bile gelebilmektedir. Toplumda her tür şiddetin önlenmesine yönelik çalışmalara ihtiyaç vardır. Maalesef sağlık çalışanlarına yönelik şiddetin bu kadar yaygınlaşmış olması acilen önleyici stratejiler oluşturmayı, yeni yasal düzenlemeleri gerektirmektedir. 103 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi PB – 120 ANOREKSİYA NERVOZA: DÖRT DEĞERLENDİRMESİ 15 – 18 Mayıs 2013 OLGU ÜZERİNDEN EŞ TANI Sema Kurban, Canan Tanıdır, Ali Güven Kılıçoğlu, Hilal Adaletli, Özden Ş. Üneri Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Kliniği, İstanbul AMAÇ: Anoreksiya nervoza, zayıf bir bedene sahip olma arzusunun ve şişman olmaya karşı duyulan aşırı korkunun, hastayı kilo vermek amacıyla çeşitli özgün davranışlara ittiği bir yeme bozukluğu tablosudur. AN sıklıkla ergenlik döneminde başlayan, belirgin ölçüde kadınlarda daha çok görülen bir hastalıktır. Yeme bozuklukları için bildirilen eş tanı oranı oldukça yüksektir. Bu poster bildiride dört olgu üzerinden AN ve eştanılarının tartışılması amaçlanmıştır. YÖNTEM: Anoreksiya Nervoza tanısı ile izlenen yaşları 13-16 arasında değişen dört kız hastada, DSM-IV’e dayalı yapılan psikiyatrik değerlendirilme görüşmesi ile değerlendirilmiş. Eşlik eden tanılar bu görüşme sırasında klinisyen tarafından belirlenmiştir. SONUÇ: Klinik değerlendirmeler sonucu başvuru sırasında ilk olgumuzda “Obsesif Kompulsif Bozukluk”, ikinci olgumuzda “Major Depresif Bozukluk”, dördüncü olgumuzda da “Başka Türlü Adlandırılamayan Anksiyete Bozukluğu” tanıları saptanmıştır. Ek olarak ikinci ve dördüncü olgumuzda “Obsesif Kompulsif Kişilik” ve “Bağımlı Kişilik” özelliklerinin olduğu düşünülmüştür. Olgularımız geçmişe yönelik sorgulandığında üçüncü olgumuzda ilkokul döneminde “Obsesif Kompulsif Bozukluk” tanı ölçütlerini karşılayan yakınmalarının olduğu saptanmıştır. YORUM: AN olgularında en sık rastalanılan eş tanılar duygudurum bozuklukları ve kaygı bozuklukları olarak bildirilmekte, AN olgularının %55-90 gibi yüksek oranlarda, yaşamlarının bir döneminde kaygı bozukluğu belirtileri gösterdiği bildirilmektedir.. Kaye ve arkadaşlarının yaptığı bir çalışmada yeme bozukluğu ile takip edilen olguların %41’inde en sık rastlanılan kaygı bozukluğu obsesif kompulsif bozukluk (OKB) olarak bulunmuş, sosyal fobi %20 ile ikinci sırada yer almıştır. Kişilik bozuklukları da Yeme Bozuklukları’na sıklıkla eşlik eden diğer bir tanı kategorisidir. Özellikle sınır kişilik bozukluğu ve kaçıngan kişilik bozukluğu eş tanı olarak sık görüldügü. obsesif kişilik özelliklerinin, AN hastalarında ve ailelerinde yeme bozukluğuna eşlik ettiği bildirilmiştir. Bizim olgularımızda da saptanan eştanılar bu bulguları destekler niteliktedir. AN’li hastalarda tedaviye yanıttaki farklılıklar, gidiş, sonlanım farklı alt grupların varlığını düşündürmektedir. Bu nedenle AN ile eştanı birlikteliğinin gösterilmesi önemlidir. PB – 121 ASPERGER BOZUKLUĞU MU? PSİKOTİK BOZUKLUK MU? BİR OLGU SUNUMU Semiha Arslan1, Onur Burak Dursun1, Elif Oral2, Esra Özhan İbiş1 Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D.1, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D.2 AMAÇ VE YÖNTEM: Asperger bozukluğu (AB) otizmden farklı olarak psikotik bozuklarla sık birliktelik göstermektedir. Olguların yarısının tanı almadan erişkin döneme ulaştıkları da göz önüne alındığında özellikle ergenlik ve erişkinlik dönemindeki AB olguları için sıklıkla tanı karmaşası yaşanmaktadır. Bu sunumda AB olan 15 yaşında bir ergenin süreçte eklenen psikotik belirtilerinin yaygın gelişimsel bozukluk bulgularıyla ayrım zorluğu, yaşanan tanı güçlüğü ve izlem süreci ışığında AB psikotik bozukluk birlikteliğinin tartışılması amaçlanmıştır. SONUÇ VE YORUM: AB’de şizofreni ve diğer psikotik bozuklukların oranının yüksek olduğu bildirilmektedir. AB olgularında erken tanı ve eğitim kadar takipte eklenecek yeni belirtiler için dikkatli olunması, tüm belirtilerin YGB ile ilişkilendirilmeden tek tek ele alınması, aile içi patolojilerin tespit edilerek düzeltilmesi tedavinin başarısı için önemlidir. PB – 122 OTİSTİK BOZUKLUK VE PERİVENTRİKÜLER LÖKOMALAZİ: İKİ OLGU Sennur ZAİMOĞLU*, Betül MAZLUM**, Gazanfer Ekinci*** *Marmara Üniversitesi, Nörolojik Bilimler Enstitüsü, İSTANBUL ** Emsey Hospital, İSTANBUL. *** Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji AD, İSTANBUL 104 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 ÖZET Amaç: Perinatal risk faktörleri, ötizm ve diğer birçök nöröğelişimsel bözukluk ile birliktelik ğöstermektedir. Otizmde öncelikli ölarak ğenetik yatkınlığın ön planda ölmasına karşın yapılan mönöziğöt ikiz çalışmaları ğenetik etkenlere perinatal kömplikasyönlar dahil ölmak uzere çevresel etkenlerin eşlik ettiğini destekler niteliktedir. Yöntem: Sunumda ötizm tanısı alan ve beyin mağnetik rezönans (MR) incelemesinde periventrikuler lökömalazi (PVL) saptanan 6 ve 9 yaşlarında iki erkek ölğuya ilişkin perinatal, nö röğelişimsel, klinik ve radyölöjik özellikler tanımlanacaktır. Sonuç ve Yorum: Döğum hipöksisinin de içinde yer aldığı bir ğrup döğum kömplikasyönunun, ötizm spektrum bözuklukları için artmış risk öluşturduğuna dair veriler artmaktadır. Alanyazında PVL ile ötistik bözukluk birlikteliğine ait yeterli veri yöktur. Ancak PVL ile birlikte ğörsel-mekansal yetilerin bözulduğu serebral ğörme bözuklukları sıklıkla izlenmektedir. Yine PVL ölğularında töplumsal bilişin önemli bir bileşeni ölan biyölöjik hareket alğısının bözulduğu bildirilmektedir. Bu iki ölğunun ğöruntuleme ve traktöğrafi bulğularından yaralanılarak ötizm tablölarının fizyöpatölöjisine yönelik ölası çıkarsamalar uzerinde durulacaktır. PB – 123 ÇOCUK PSİKİYATRİ POLİKLİNİĞİNE BAŞVURAN BİR OLGU ÜZERİNDEN HALLERVORDEN SPATZ HASTALIĞI 1 Serkan Karadeniz, 1Mutlu Karakuş, 1Sema Kandil, 2Sibel Kul KTÜ Tıp Fakültesi, 1Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, 2Radyoloji Anabilim Dalı GİRİŞ: Hallervorden Spatz hastalığı nadir görülen, otozomal resesif kalıtım yoluyla geçiş gösteren bir hastalıktır. ‘Beyinde Demir Birikimi ile Giden Nörodejenerasyon ve Pantotenat Kinaz Bağımlı Nörodejenerasyon’ isimleriyle de bilinen hastalık geç çocukluk veya erken erişkinlik döneminde ilk bulgularını verir. Bulgular arasında gövde ve ekstremite kaslarında distoni, rijidite, koreatetoid hareketler, görme keskinliğinde azalma ve davranış değişiklikleri, sinirlilik, irritabilite, depresyon, ankiyete bozuklukları gibi birçok psikiyatrik durum görülmektedir. OLGU: 15 yaşında erkek hasta ‘‘ellerde titreme, ders başarısında düşme ve arkadaşları arasında uyumsuzluk’’ yakınmaları ile hastanemiz Çocuk Nöroloji Polikliniği’ne başvurmuştur. Yapılan fizik muayenesinde Romberg bulgusu (+), ataksik yürüyüş (+), dismetri (+), tremor (+), disdiadoknezi (+) bulunmuş olup Çocuk Nöroloji Servisi’ne yatışı yapılmıştır. Yapılan tetkikler ve görüntüleme çalışmaları sonucunda hastaya Hallervorden Spatz hastalığı tanısı konulmuş ve vitamin B12 tedavisi verilerek ayaktan takibi planlanmıştır. Hastada tanıyı takiben yaklaşık 4-5 ay sonra ‘uyku problemleri, huzursuzluk, hırçınlık-agresiflik’ yakınmaları olması nedeniyle Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü’ne başvurmuştur. Yapılan çocuk psikiyatri muayenesi ve psikometrik incelemesi sonucunda hastaya ‘Davranış Bozukluğu, Genel Tıbbi Duruma Bağlı İnsomnia ve Hafif Düzeyde Mental Retardasyon’ tanıları konularak mirtazapin 15 mg/gün, aripiprazol 2,5 mg/gün tedavileri başlanmış ve 1. hafta sonunda aripiprazol dozu 5mg/gün’e çıkılmıştır. Takiplerinde hastanın uyku probleminin tama yakın düzeldiği görülmüştür. Ancak aripiprazol kullanımı sonrası hastanın mevcut olan ekstrapiramidal sistem semptomlarında artma olması üzerine aripiprazol tedavisi kesilerek tedaviye mirtazapin 15 mg/gün olarak devam edilmiştir. TARTIŞMA: Polikliniğe uykusuzluk, algılama sorunları, ekstrapiramidal bulgular ve davranış sorunları ile başvuran hastalarda Hallorverden Spatz hastalığı ayırıcı tanıda akılda bulundurulmalıdır. Literatürde Hallervorden Spatz hastalığı ve psikiyatrik yakınması olan hastalarda antipsikotik kullanımı ile ilgili kontrendikasyon bildirilmemekle birlikte olası ekstrapiramidal sistem yan etkileri nedeniyle dikkatli kullanımları vurgulanmaktadır. Olgumuzda da antipsikotik kullanımı ile birlikte mevcut olan ekstrapiramidal sistem semptomlarında artış görülmüştür. Bunun yanında mirtazapin kullanımı sonrası hastanın uyku problemleri tama yakın düzelmiş ve aileden alınan bilgiye göre davranış problemlerinde de kısmi düzelme olmuştur. PB – 124 EPİLEPSİ VE HAFİF DÜZEYDE MENTAL RETARDASYONU OLAN BİR ERGENDE POSTİKTAL PSİKOZ VE ARİPİPRAZOL TEDAVİSİ: OLGU SUNUMU Serkan Karadeniz, Mutlu Karakuş, Büşra Duran, Canan İnce, Sema Kandil KTÜ Tıp Fakültesi Çocuk-Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı AMAÇ: Epilepsi hastalarında görülen psikotik belirtiler ortaya çıkış zamanına göre iktal, interiktal ve postiktal olmak üzere 3 grupta sınıflandırılır. Postiktal psikoz daha çok 10 yıldan uzun süredir epilepsi nöbeti geçiren hastalarda görülmektedir. Postiktal psikozu olan hastaların büyük bölümünde psikotik belirtilerin tekrarlama 105 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 eğilimi gösterdiği saptanmıştır. Postiktal psikoz kullanılan antiepileptiğin dozunun ayarlanması ve düşük doz antipsikotik ilaçlar ile tedavi edilebilir. OLGU: 1,5 aylıkken geçirdiği intrakranial kanama sonrası, epilepsi tanısı ile çocuk nöroloji bölümü tarafından takip ve tedavisi devam eden 16 yaşında erkek hastada son 2 haftadır epileptik nöbetlerden bir süre sonra ortaya çıkan görme-işitme varsanıları, perseküsyon sanrıları ve dezorganize davranışlar saptanmıştır. Çocuk Nöroloji Kliniği tarafından epilepsi tedavisi yeniden düzenlenen hastanın nöbetleri ve psikotik belirtilerinin devam etmesi üzerine tarafımıza yönlendirilmiştir. Hastanın yapılan çocuk psikiyatri muayenesi ve psikometrik incelemesi sonucunda ‘’Hafif Düzeyde Mental Retardasyon ve Başka Türlü Adlandırılamayan Psikotik Bozukluk (postiktal psikoz)’’ tanıları düşünülerek aripiprazol 2,5 mg/gün tedavisi başlanmış olup 3 gün sonra 5mg/gün’e ve 1 hafta sonunda 7,5 mg/gün’e çıkılmıştır. İlk poliklinik kontrolü 10 gün sonra yapılan hastanın, psikotik belirtilerinin olmadığı ve dezorganize davranışlarının kaybolduğu görülmüştür. 6 aydır aralıklı poliklinik takipleri yapılan hastanın nöbetleri devam etmesine rağmen psikotik belirtiler görülmemiştir. TARTIŞMA: Postiktal psikotik belirtilerin tedavisinde aripiprazol antipsikotik bir ajan olarak tercih edilebilir. Postiktal psikoz tedavisinde gerek aripiprazol gerek diğer antipsikotik ajanlar ile yapılacak çalışmalara ihtiyaç vardır. PB – 125 UZUN SÜRE MULTİPL TANILARLA FARKLI GRUP PSİKOTROP AJAN KULLANIMI OLAN BİR DİSOSİYATİF BOZUKLUK OLGUSU: ÇARPICI BİR AYIRICI TANI VE TEDAVİ SORUNSALI Filiz BAYRIL*, Serkan ŞAHİN*, Zehra BABADAĞI*, Koray M. Z. KARABEKİROĞLU *Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D. GİRİŞ: Dissosiyatif bozukluklarda (DsB), tıbben gösterilebilir bir neden bulunmadığı halde, bellek, kimlik ya da bilinç işlevlerinin bütünlüğünde bozulma (bölünme) ya da değişme görülür. DsB hastaları psikiyatride en yüksek oranda çocukluk çağı travmatik yaşantısı bildiren tanı grubudur. DsB’ye yol açan çocukluk çağı travmaları içersinde istismar ve ihmal önemli yer tutar. Çocuk ve ergenlerde DsB sanıldığının aksine sık görülen bir bozukluk olmasına rağmen, hem birçok ruhsal hastalıkla karışabilen belirtilere sahip oluşu, hem de bir çok ruhsal hastalıkla birliktelik göstermesi nedeniyle çoğunlukla tanı koyma aşamasında atlanır. Erken tanı, tedavinin başarıya ulaşması ve çocuğun psikolojik travmadan korunması için gereklidir. Bu sunumda, uzun süreli antidepresan, antipsikotik, antiepileptik kullanımı olan DsB’li bir vakaya dikkat çekerek, bu hastaların ayırıcı tanısında akla gelmesi gereken durumların tartışılması amaçlanmıştır. OLGU: 17 yaşında, imam hatip lisesi üçüncü sınıf öğrencisi olan kız hasta, bir yıldır hemen her gün olan krizleri nedeniyle polikliniğimize başvurmuştur. Krizler esnasında farklı bir kişiliğe sahip olmakta, bakışları değişmekte, bağırıp çağırmakta, çevresindekileri tanımamakta ve evden kaçıp gitmektedir. Bir gün evde siyah kara çarşaflı bacakları olmayan iki kişinin kendisine aşağıya atlamasını söyledikleri için, üçüncü katta bulunan evlerinin penceresinden atlamıştır. Bu olay nedeniyle hastaneye yatırıldığı dönemde de aynı görüntüler yine karşısına gelmiş ve kendisine “Başaramadın” dedikten sonra alev alıp siyah çarşaflarıyla birlikte yandıklarını belirtmiştir. Hastaya dış merkezde Sertralin 100 mg/gün ve Olanzapin 15 mg/gün tedavisi önerilmiş, ayrıca “Epilepsi” teşhisi konularak Valproat 1000 mg/gün başlanmıştır. Taburculuk sonrasında engel olamadığı ataklar olmakta, ataklar sırasında elleriyle boğazını sıkarak kendisini boğmaya çalışmakta, bu sırada “Anne beni kurtar” diye bağırmakta, birkaç kişi hastayı güçlükle engelleyebilmektedir. Evde yalnız kaldığı bir gün, bir sesin “Kendini bıçakla” dediğini duymuştur. Sonra da karşısına küçükten büyüğe üç erkek dizilmiş, kullandığı ilaçların tamamını alıp önüne koymuşlar ve ilaçları içmesini söylemişlerdir. Onların dediklerine uyarak ilaçların hepsini içmiştir. Bu olaydan iki ay sonra, eve geldiğinde beyninin bir tarafının “Evi yakacaksın”, diğer tarafının ise “Evi yakmayacaksın” dediğini, yakmasını söyleyen tarafın daha ağır basması nedeniyle mutfak tüpünün borusunu keserek kibritle alev almasını sağladığı için evin bir kısmının yandığı ve 5 dakika sonra kendine gelerek komşularına haber verdiği öğrenilmiştir. Hastanın bu krizlerinin son iki aydır günde 3-4 defa olması, krizler nedeniyle ailenin sürekli olarak tetikte olmaları ve bir hafta önce ilaç kutusunun kapağını açmak için aldığında ilaçların tamamını ağzına boşaltması nedeniyle polikliniğimize başvurmuştur. Hastanın tanısının ayrıntılı değerlendirilebilmesi ve tedavisinin düzenlenmesi amacıyla servisimize yatışı yapılmıştır. TARTIŞMA: Disosiyatif Bozukluğu (DsB) bulunan çocuklar, bu yaş grubuna özgü diğer önemli psikiyatrik bozukluklar ve bazı nörolojik hastalıklar için karakteristik olan bulgu, belirti ve davranışlar gösterirler. Birçok vakanın tıbbi öykülerinde değişik belirtiler nedeniyle farklı tanılarla stimulan, antidepresan, antipsikotik ve antiepileptik ilaçların kullanımı söz konusudur. DsB’li çocukların ayırıcı tanısında hayali arkadaşlık, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, şizofreni ve psikotik durumlar, duygudurum bozuklukları, epilepsi, borderline durumlar ve davranım bozukluğu ile karışabilmektedir. Bu sebeple bir çocukta çok sayıda farklı bozukluğa ait belirti bulunuyor ve daha önce çeşitli tanılarla ve farklı yöntemlerle tedavi öyküsü bulunuyorsa DsB akla getirilecek tanılardan birisi olmalıdır. 106 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 PB – 126 KONVERSİYON BOZUKLUĞU ZEMİNİNDE GELİŞEN SEROTONİN GERİ ALIM İNHİBİTÖRÜ KULLANIMINA BAĞLI NÖROLEPTİK MALİGN SENDROM: BİR OLGU SUNUMU Serkan Şahin, Zeynep Gülçin Yıldırım, Zehra Babadağı, Koray M. Z. Karabekiroğlu, Gökçe Nur Say Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları A.D. AMAÇ: Konversiyon bozukluğu (KB) hareket, duyu ve nörovejetatif sistem organlarında açıklanabilir bir temele dayanmayan işlev yitimi, işlev azalması ya da çoğalması şeklinde tanımlanmaktadır. Nöroleptik Malign Sendrom (NMS) ateş, kas rijiditesi, tremor, otonomik disregülasyon bulguları, mental durum değişikliği ve laboratuar bulgularıyla (yükselmiş CPK, karaciğer enzimleri ve myoglobinüri) karakterize organik bir tablo olarak tanımlanmıştır. Bu sunumda psödonöbet tablosu ile başlayan klinik durumun, sertralin kullanımına bağlı geliştiği düşünülen NMS tablosu ile komplike olduğu bir olgunun tartışılması amaçlanmıştır. OLGU: 17 yaşında erkek hasta, nöbetler şeklinde gelen kollarında ve bacaklarında titreme ve kasılma şikayetleri ile acil servise başvurdu. Alınan öyküde; yaklaşık sekiz yıldır Epilepsi teşhisinin olduğu ve antiepileptik tedavi (Karbamazepin) almakta olduğu, son iki haftadır kol ve bacaklarında kasılmaların gün içerisinde birçok kez olmaya başladığı ve işlevselliğinin belirgin olarak bozulduğu öğrenildi. Bu yakınmaları nedeniyle dış merkezde uygulanan Video EEE monitorizasyonunda nöbetlerinin nonkonvulzif nitelikte olduğu değerlendirilerek psikiyatrik konsültasyon önerildi. Dış merkezde erişkin psikiyatristi tarafından yapılan klinik değerlendirme neticesinde “Konversiyon Bozukluğu” ön tanısıyla Sertralin 25 mg/gün tedavisi başlanmıştır. Sertralin tedavisinin 2. gününden sonra titreme ve kasılmaları tüm vücudu içerecek şekilde progresyon gösterdiği için acil servise başvurmuştur. Çocuk nörolojisi tarafından tekrar değerlendirilen hastanın klinik ve laboratuar bulguları dikkate alınarak “Nöroleptik Malign Sendrom” tanısı konuldu. Klinik tablonun hızla kötüleşmesi, titreme ve kasılmalarının sürekli devam etmesine bağlı olarak CPK, ALT, AST değerlerinin progresif bir şekilde artması nedeniyle hastanın genel anestezi eşliğinde entübe edilmesi ve yoğun bakımda tedavisinin düzenlenmesi uygun görüldü. 20 gün boyunca yoğun bakımda destekleyici tedavinin yanı sıra Dantrolen+Bromokriptin tedavileri uygulanan hasta genel tıbbi durumu stabil hale geldikten sonra taburcu edilerek ayaktan poliklinik takibine alındı. TARTIŞMA: NMS’nin patogenezinde; nigrostriatal yolak, mezokortikal yolak ve hipotalamik nukleustaki dopamin (D2) reseptörlerinin blokajının rol oynadığı düşünülmektedir. Dopamin blokajının yanısıra serotonin, norepinefrin, GABA ve asetilkolin dengesindeki bozuklukların da patogenezde yer aldığı ileri sürülmektedir. NMS daha çok antipsikotik tedavinin bir komplikasyonu olarak ortaya çıkmasına rağmen son yıllarda fluoksetin, paroksetin, fluvoksamin gibi SSRI antidepresanların kullanımına bağlı gelişen NMS olguları bildirilmektedir. Literatürde tek başına sertralin (50 mg/gün) kullanımına bağlı NMS bildirilen bir olgu mevcut olmakla birlikte, NMS ve serotonin sendromu arasında kesin ayırıcı tanının yapılamadığı bildirilmiştir. Bu vaka, KB tanısı olan hastalarda nörolojik bir durumun eşlik edebileceğinin göz önüne alınması gerektiği, tıbbi bir tabloyu düşündüren klinik bulguların varlığında destekleyici tedavinin mümkün olduğu servis koşullarında yakın gözlem ve tedavinin düzenlenmesi gerektiğini vurgulaması açısından önemlidir. PB – 127 ASPERGER BOZUKLUĞU İZLEM SÜRECİ: ERGENLİK DÖNEMİNDE YAŞANAN SORUNLAR BAĞLAMINDA BEŞ OLGU ÜZERİNDEN TARTIŞMA Dr. Serpil ERERMİŞ, Dr.Tezan BİLDİK, Dr.Burcu ÖZBARAN, Dr.Sezen GÖKÇEN GİRİŞ:Asperger bozukluğu, dil ve bilişsel gelişimde klinik olarak önemli bir gecikme olmaksızın, karşılıklı sosyal etkileşimde niteliksel bozulma, davranış, ilgi ve etkinliklerde kısıtlılık ve yineleyici örüntülerle karakterize bir yaygın gelişimsel bozukluktur. Ergenlik döneminde, ek ruhsal bozukluklar sıktır. Yaklaşık yarısının kişisel sağlık ve özbakımla ilgili sorunları vardır. Okul uyumu ile ilgili sorunlar(akademik sorunlar ve akran ilişkisi), sosyal geri çekilme 13-19 yaş arası belirginleşir. Bu hastalar, yaşıtları tarafından kötüye kullanılabilirler ve alkol madde kullanım riski olabilir. AMAÇ VE YÖNTEM:Ergenlik döneminde, dönem özellikleri ve sık görülen ek ruhsal hastalıklara (anksiyete bozuklukları, duygudurum bozuklukları, yıkıcı davranış bozuklukları gibi) bağlı olarak sosyal uyum bozulmakta ve farklı tedavi seçeneklerini denemek zorunda kalınmaktadır. Bu süreci daha iyi tanıyıp, yönetebilmek amacıyla, uzun süredir izlenip, ergenlik dönemine girmiş, farklı ek ruhsal sorunları ve sosyal uyum düzeyleri olan 5 hastanın tedavi süreci ve bunu etkikleyen değişkenler incelenmiştir. Hastalar son 6 ay içindeki durumlarının belirlenmesi amacıyla tekrar çağrılarak psikososyal değerlendirmeleri yapılmışır. OLGULAR:Asperger bozukluğu tanısı ile 5-7 yıldır izlenen 13-17 yaş arası 4 erkek, 1 kız hastanın ergenlik 107 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 döneminde yaşamış oldukları sorunlar, akademik işlevsellikleri, ek psikiyatrik tanıları, tedavi özellikleri ve uyum düzeyleri dosyaları taranarak değerlendirilmiş, son 6 ay içindeki ruhsal durumları ve psikososyal uyum düzeyleri belirlenmiştir. TARTIŞMA VE SONUÇ:Asperger bozukluğunda psikososyal uyumu etkileyen değişkenler olarak tanımlanan, hastalığa ait özellikler, hastanın bilişsel kapasitesi, ek ruhsal hastalıklar, aile ve çevresel faktörler sunulan 5 olgu bazında tartışılarak, hastalığın ergenlik döneminde tedavi ve yönetimine ilişkin veriler mevcut literatür eşliğinde tartışılmıştır. PB – 128 MAJOR DEPRESİF BOZUKLUK TANISIYLA TAKİP EDİLEN ÖN-ERGEN BİR HASTADA OLASILIKLA FLUOKSETİNLE İLİŞKİLİ ANJİYOÖDEM: OLGU SUNUMU Taha Can TUMAN1, Nuran DEMİR2, Zehra TOPAL2, Bengü Altunay TUMAN3, Ali Evren TUFAN2 1 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD 2 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları AD 3 Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Dermatoloji AD AMAÇ: Anjioödem vasküler sızma nedeniyle dermisin derin tabakaları, deri ve mukoza altı dokularda şişmeyle karakterize bir tablodur. Lezyonlar eritem ve belirgin ödem ile karakterizedir. Üst solunum yollarında gelişen anjioödem hayatı tehdit edebilir. Anjioödem kalıtımsal veya edinsel olabilir. Ig E ile ilişkili mast hücre salınımı anjioödem ve ürtikere neden olur. Ig E ile ilişkili olmayan mast hücre aktivasyonu ise sıklıkla otoimmün mekanizmalar ile ilişkilendirilmekle birlikte idiopatik olabilmektedir. Yaşlılar, genetik yatkınlığı olanlar, HIV pozitif bireyler ve kronik böbrek hastaları anjioödem açısından risk altındadır. Anjioödemin polen, yiyecek, böcek sokması, soğuk, ilaç, ışık gibi diğer etkenlere bağlı da gelişebildiği bilinmektedir. Anjiyoödem, ilaçlar arasında en sık NSAİİ, ACE inhibitörleri, penisilinler ve nöromüsküler blokerlere bağlı görülmektedir. Bunun dışında östrojenler, diğer antihipertansifler ve psikotrop ilaçlara bağlı da anjioödem gelişebileceği bildirilmiştir (1-3). Fluoksetin kullanımı sonrası, özellikle çocukluk döneminde gelişen anjiyoödem nadirdir (1). Bu sunumda olasılıkla fluoksetin kullanımına bağlı anjioödem geliştirdiği düşünülen bir ön-ergen olgu sunulacaktır. OLGU:On bir yaşındaki, ilköğretim 6. sınıf öğrencisi erkek hasta, polikliniğimize “keyifsizlik, sinirlilik, uykuya dalma güçlüğü, okula gitmek istememe, okulda derslerini dinleyememe ve ders çalışmak istememe” şikayetleriyle getirildi. Öyküden, yakınmaların son 2 aydır geliştiği ve geçmiş toplumsal, ailevi ve akademik işlevselliğinin tam olduğu öğrenildi. Özgeçmiş ve soy geçmişinde özellik olmayan hastanın fiziksel ve nörolojik muayenesinde özellik saptanmadı. Hastanın istenen rutin biokimya, hemogram , TFT normal olarak değerlendirildi. DSM-IV-TR ölçütlerine göre ‘’Major Depresif Bozukluk, Tek Epizod, Hafif’’ olarak değerlendirilen hastaya Fluoksetin 10 mg / gün başlanarak bir hafta sonra 20 mg/ güne çıkılması planlandı. Fluoksetin ile tedaviye başlandıktan dört gün sonra el, yüz, dil, göz ve skrotumda ödem ve solunum zorluğu şikayetleriyle acil servise başvuran hastadan istenen dermatoloji konsültasyonu sonucunda anjioödem tanısı kondu. Polen, değişik yiyecekler, böcek sokması, soğuk, ışık gibi diğer etkenler dışlandı. Hasta fluoksetin dışında herhangi bir ilaç kullanmamaktaydı. Dermatolojinin önerisiyle hastaya prednizolon ve feniramin başlandı ve anjioödem gelişiminin doz bağımlı olmadığı belirtilerek fluoksetinin kesilmesi önerildi. Fluoksetin kesilerek sertralin 25 mg/ gün başlandı. Hastanın dermatolojik şikayetleri 48 saat içinde gerileyerek kayboldu. Takiplerde anjioödem gözlenmedi. SONUÇ VE YORUM: Hastamızın fluoksetin ile tedaviye başladıktan 4 gün sonra gelişen el, yüz, dil ve skrotum ödemi ve bu bölgelerde oluşan ağrı yakınması anjioödem tanısı ile uyumluydu. Daha önce alerjik reaksiyon öyküsü mevcut değildi. İlaç kullanımı dışında öyküde anjioödeme yol açacak herhangi bir faktör mevcut değildi. Naranjo algoritması ile değerlendirildiğinde 7 puan alınıyordu (İlaca bağlı olması olası İstenmeyen İlaç Tepkisi, 4). Yazında 1989 yılında Kim ve arkadaşları tarafından fluoksetin yüksek doz kullanımından iki gün sonra ortaya çıkan ürtiker, anjioödem ve grip benzeri tablo bildirilmiştir. Bu açıdan olgumuz tedavi edici dozda fluoksetin kullanımına bağlı alerjik bir tablo geliştirdiği için farklılık göstermekte ve yazındaki ilk bildirim olma özelliğini taşımaktadır. Fluoksetine bağlı olduğu düşünülen bu tepki C1 esteraz inhibitör eksikliğine bağlı olabilir (1-3). Olgumuzda ve fluoksetine bağlı anjiyoödem geliştiren diğer olgularda bakılan Ig E düzeyinin normal olması da tip 1 alerjik reaksiyonu düşündürmemektedir. Olgumuzda Ig E düzeyinin normal olması psödo alerjik anjioödem lehinedir. Bu durumda direkt mast hücreleri uyarılmaktadır. Olgu bildirimleri arttıkça bu alandaki bilgilerimizin artabileceği düşünülebilir. PB – 129 FRONTAL KİSTİK LEZYONA BAĞLI ATİPİK PSİKİYATRİK BULGULAR:OLGU SUNUMU 108 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Tülin Fidan*, Belgin Demet Özbabalık** *ESOGÜTF Çocuk Psikiyatrisi ABD **ESOGÜTF Nöroloji ABD AMAÇ:Araknoid kistler erken fetal yaşamda araknoid membranın iki tabakasının füzyonunun olmaması sonucu oluşur ve bunu beyin omurilik sıvısı akümülasyonu, kist oluşumu izler. Ruhsal belirtilerin, akut başlangıçlı, öncesinde ruhsal hastalık öyküsünün ve aile anamnezinin olmadığı, belirgin EEG patolojisinin olmadığı, ruhsal belirtilerin klinik açıdan atipik özelliklergösterdiği durumlarda, mevcut ruhsal bozukluğun yapısal beyin lezyonlarıyla ilişkili olma olasılığının yüksek olduğu bilinmektedir. Bu olgu akut başlangıçlı olmasına rağmen araknoid kiste bağlı ruhsal belirtileri nedeniyle 5 yıl boyunca bir çok ilde Psikiyatri ve Nöroloji başvurusu olması nedeniyle sunulmuştur. OLGU:15 yaşında erkek hasta, 2 kardeş/ 1.çocuk, 9. Sınıf öğrencisi, anne öğretmen, baba inşaat mühendisi. Okulda uyumsuz davranışlar, uygunsuz gülme, öfkesini kontrol edememeşikayetleriyle Ekim 2011 ESOGÜTF Çocuk Psikiyatrisi Polikliniğine başvuran hastanın alınan psikiyatrik öyküsünde 10 yaşına kadar herhangi bir ruhsal sorunu olmadığı, 10 yaşındasonraDEHB, Davranım Bozukluğu tanılarıyla Tofranil, Ritalin, Risperdal, Concerta kullandığı, ilaçlardan yeterinceyarar görmediği,1.5 yıl önce insanlarla iletişim kurmadığı, korkularının olduğu, evden dışarı çıkmayıp gündüz perdeleri kapattığı, insanların-arabaların ona zarar vereceğini düşündüğü, arkadaşlarına durup dururken vurması nedeniyle antipsikotik kullanımı ile belirtilerinde belirgin düzelme olduğu psikotik özelliklerin olduğu bir atak döneminin olduğu öğrenildi. Hasta başvurusundan itibaren 8 ay ESOGUTF Çocuk Psikiyatrisinde takip edildi. Abizol 20 mgr/gün, Depakin chrono 500 2X1, kullanılmasına rağmen davranış problemleri, okulla ilgili sorunları kontrol altına alınamadı, okula devam edemedi. İlk başvurunda yapılanpsikiyatrik muayenesinde,yaşında gösteren, kişi,yer,zaman oryantasyonu tam , iletişimi kısıtlı, görüşme sırasında uygunsuz gülme ve istekleri (yemek yeme) olan, konuşması soru cevap tarzında, duygudurumhafif öförik, duygulanım değişken(rahat-neşeli), zaman zaman bulaşıcı neşesi var, algısında patolojik bulgu yok, düşünce içeriği sığ, yandan cevapları var, o anki ihtiyaçları ile ilgili , zekası sınır düzeyde olarak tespit edilmiştir. Aile nörolojik muayenesi konusunda bir sorunu olmadığını, defalarca Nörolojiye gittiklerinden bahsetti. Düzelmeyen atipik ruhsal belirtiler nedeniyle istenen Beyin MRI’ında frontal yerleşimli 6.5 cm’lik arachnoid kistik lezyon tespit edildi (ŞEKİL 1). Nörolojik muayenesinde patolojik bulgu yoktu. Hastanın takiplerinde ameliyat sonrasında davranışlarında ve akademik işlevselliğinde belirgin düzelme olduğu gözlendi. ŞEKİL 1.Frontal Arachnoid kistik görünüm YORUM:Hastanın ESOGUTF Çocuk Psikiyatrisinde takipleri sırasında Abizol 20 mgr/gün, Depakin chrono 500 2X1 kullanılmasına rağmen, davranış problemleri ilaçla kontrol edilememiştir. Ruhsal belirtileri nedeniyle DEHB, yaygın gelişimsel bozukluk, Duygudurum Bozukluğu, psikotik bozukluk ön tanıları düşünülmüş olup DSM IVTR kriterlerinin hiç birini tam karşılamamaktadır. Var olan frontal araknoid kistin davranışlarına olumsuz etki ettiği, işlevselliğinde düşmeye (ailesiyle uyum sağlayamıyor, okula devam etmiyor) neden olduğu kanaatine varılmış ve hastanın ruhsal bulgularında post operatif düzelme gözlenmiştir. Araknoid kistler çoğunlukla asemptomatik olarak kabul edilmelerine rağmen, literatürde araknoid kist ile ilişkilendirilen mental bozuklukların postoperatif olarak düzeldiğini, impulsif homisid davranışı, emosyonel küntlük, periyodik ortaya çıkan afektif düzleşme, perseküsyon hezeyanlan, katatonik blokajlar, işitsel ve kinestetik halüsinasyonlar, baş döndürücü hisler, davranış bozukluklar, geç ve akut başlangıçlı işitsel halüsinasyonlar ve perseküsyon hezeyanlan gibi atipik mental tabloların orta kranyal fossa yerleşimli araknoid kistlerle ilişkisini vurgulayan olgular bildirilmiştir. Tanının gecikmesinde en önemli neden sosyo ekonomik ve sosyo kültürel açıdan yüksek düzeyde olan ailenin tedaviden yeterince yararlanamadığı için sürekli farklı hekimlere başvurması ve nörolojik açıdan değerlendirildiğini bir bulgu olmadığını vurgulaması sonucunda nörolojik değerlendirmenin gecikmesi nedeniyle olduğu düşünülmektedir. Ruhsal belirtileri akut başlayan, atipik özellikleri olan hastaların değerlendirilmesindeeskiden yapılmış olsa da tüm tetkiklerinin tekrarlanması ile tanıda gecikme engellenebilir. PB – 130 MERKEZİ SİNİR SİSTEMİ ENFEKSİYONU SONRASI GELİŞEN PSİKİYATRİK BOZUKLUKLARIN BİR OLGU ÜZERİNDEN DEĞERLENDİRİLMESİ 109 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 Uğur Tekin, Serpil Erermiş, Ayşegül İloğlu, Melek Bulut, Burcu Özbaran, Sezen Köse, Cahide Aydın Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı A.D. İzmir ÖZET GİRİŞ:Merkezi sinir sistemi enfeksiyonlarından biri olan ensefalit, günler ya da haftalar içinde gelişen, dirençli jeneralize ya da kompleks parsiyel tipte epileptik nöbetler gibi nörolojik bulgularla veya bellek bozukluğu, çeşitli tipte affektif bozukluklar ve davranış bozuklukları gibi psikiyatrik bulgularla birlikte olabilir. Bellek bozukluğu: yakın dönem anterograd ve retrograd amnezi; affektif bozukluklar: sıklıkla depresyon, anksiyete, emosyonel labilite ve kişilik değişikliklerinin yanı sıra halüsinasyonlar ve paranoid hezeyanlar sık görülen psikiyatrik semptomlardır. AMAÇ VE YÖNTEM:Bu yazıda daha önce nöropsikiyatirik şikayetleri olmayan, yaklaşık 21 aydır E.Ü.T.F. pediyatrik nöroloji bölümünde viral meningoensefalit sonrası gelişen epilepsisi nedeniyle takip edilen, psikiyatrik açıdan davranış, uyum sorunları ve akademik güçlükleri olan 11yaş 9aylık bir erkek hasta değerlendirilmiş ve sunulmuştur. OLGU SUNUMU:B.A. sosyoekonomik olarak orta düzeyli bir ailenin üç çocuğundan en küçüğü olup, gebelik, doğum ve doğum sonrası dönemde önemli bir özelliği olmayan, bebeklik ve çocukluk gelişim öyküsü normal 12 yaşında erkek hastadır.Haziran 2011 de 10 yaşındayken nöbet geçirmesi üzerine hastaneye kaldırılmış ve epilepsinin viral meningoensefalit sekeli olduğu tespit edilmiş.Psikiyatrik ve psikometrik değerlendirilmeleri yapılan hastada, haziran 2011 öncesi ve sonrası, hastanın kendisinden, ailesinden ve okuldan alınan bilgiler dikkate alınarak karşılaştırıldığında, hastalık sonrası belirgin düzeyde işlevselliği etkileyen değişikliklerin ortaya çıktığı görülmüştür. Yıkıcı davranış bozukluğu, mental retardasyon ve duygudurum bozukluğu tanıları alan hastanın psikiyatrik ve nörolojik tedavisi sürmektedir. TARTIŞMA:Merkezi sinir sistemi sonrası gelişen nörolojik hastalık ve tedavisi ve sonrasında görülen psikiyatrik bozukluklar literatür eşliğinde tartışılmış ve tedavi seçenekleri gözden geçirilmiştir. PB – 131 ANOREKSİYA NERVOZA TANISI ALAN BİR ERKEK OLGUDA SAĞALTIM SÜRECİ Savaş Yılmaz, Ümit Işık Meram Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Konya AMAÇ: Anoreksiya nervoza (AN); beden imgesinde bozulma, zayıflamak için amansız bir gayret gösterme ve amenore ile karekterize olan bir bozukluktur. AN Ortalama yaygınlığı % 0.3 olup başlangıç yaşı 15-19 yaş arasındadır, nadir olarak ergenlik öncesi çocuklar ve bazen de orta ya da ileri yaşlarda başlayabilir. Tüm yeme bozuklukları içinde erkek hastaların oranı %5-15 civarındadır. Gerçekte bu oran daha yüksek olabilir fakat yeme bozukluklarının kadınlara ve eşcinsel erkeklere özgü bir hastalık olduğu spekülasyonlarından doğan kaygılar, sekonder amenore gibi dikkat çekici bir semptomlarının da olmaması ve doktorların yeme bozukluklarının kadınlara özgü bir hastalık olduğu şeklindeki yanlış bilgileri erkeklerde daha düşük prevelansta bildirilmesine ve erkeklerin başvuruda isteksiz davranmasına neden oluyor olabilir. Oluş nedenleriyle ilgili çeşitli varsayımların geliştirildiği bu bozukluğun sağaltımında ilaç sağaltımının yanısıra, bilişsel davranışçı yaklaşımlar da kullanılabilmektedir. Bu yazımda 12 yaşında bir erkek olguda gelişen anoreksiya nervoza klinik belirtileri ve sağaltım süreci sunulmuştur. OLGU: 12 yaşında erkek hasta ayaktan tedavi kliniğine iştahsızlık, yemek yemek istememe ve kilo almaktan korkma şikayetleri ile getirildi. Yakınmaları ilk olarak 7 ay önce arkadaşlarının, kilosu hakkında şakalar yapması sonrasında başlayan hasta, o dönemde kendi isteğiyle diyete başladığı, yediği miktarın dışında öğün sayısını da azalttığı, sabah ve öğlenleri kahvaltı yapıp, akşam yemeği yemediği, genellikle bir kase puding ve bir dilim kaşar yiyerek gününü tamamladığı, ailesinin zoruyla yemeğe oturtulduğunda ise iki kaşık yemek yediği, doydum diyerek bıraktığı, yemek yedikten sonra da ‘ben kilo alırsam ne yaparım!’ şeklinde söylemleri olduğu, çok yediğinde üzüldüğünü, pişman olduğunu, az yediğinde ise mutlu olduğunu söylediği, aldığı kaloriyi harcamak için evin içinde sürekli hareket ettiği, ip atladığı, yedi ay içerisinde 15 kilogram (kg) tartı kaybı yaşadığı (vücut ağırlığının 56 kg’ dan 41 kg’ a, vücut kitle indeksinin de 24.24’den 17.52 ye düştüğü) öğrenildi. Hasta kilo almanın kendisi için çok kötü olduğunu, kilo alırsa yüzünün, göbeğinin şişeceğini ve pantolonların olmayacağını düşünüyor, zayıf olmadığını, kendisini sağlıklı hissettiğini ve tedaviye ihtiyacı olmadığını ifade ediyordu. Aileden alınan bilgiler ve klinik değerlendirmeler sonucunda anoreksiya nervoza kısıtlayıcı tip tanısı konuldu. Yapılan konsültasyonlar sonucunda tıbbi komplikasyon ve eş hastalığın olmaması nedeniyle haftalık ayaktan izleme alınan hastaya bireysel davranışçı terapi ve olanzapin 2,5mg/gün tedavisi başlandı. Birinci haftadan itibaren kilo aldığı, birinci ayın sonunda da yiyecek ve kilo ile ilgili aşırı değer verilmiş düşüncelerin etkisinin azalmaya başladığı gözlendi. Hastanın şikayetlerinin üçüncü aydan itibaren belirgin olarak azalması sonrasında nüksü önlemek amacıyla fluoksetin 40mg/gün tedavisi başlandı. 5 ay boyunca aynı tedaviye devam eden 110 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 hastanın şikayetlerinin tam düzelmesinden sonra olanzapin dozu kademeli olarak azaltılıp kesildi. Olgu halen kliniğimizde takip edilmektedir. YORUM: Yazında erkek cinsiyette anoreksiya nervoza ile ilgili çalışmalar kısıtlıdır. Erkeklerde hastalık öncesinde obezite oranı kadınlardan daha yüksektir. Hastalığın başlangıcında arkadaşlar, aile üyeleri gibi bazı kişilerden bir eleştiri veya kilo konusunda bir şaka duyma gibi tetikleyici faktörlere sık rastlanır. Bu hasta da hastalık öncesinde normal kilolunun üst sınırında olup, arkadaşlarının kilosu hakkında şaka yapması sonrasında yeme bozukluğu gelişmiştir ve bu da literatürdeki bilgiyi destekler niteliktedir. Yeme bozukluklarının tedavisinde antidepresanlar ve antipsikotikler sıklıkla kullanılmaktadır. İlaç tedavileri, bu bozuklukların birincil tedavi şekli olarak değil, eşlik eden bozuklukların tedavisi, tekrarın önlenmesi, benlik algısının ve düşünce içeriğindeki bozulmaların düzeltilmesi amacıyla önerilmektedir. Çeşitli çalışmalarda olanzapinin hastanın depresyonunda, anksiyetesinde, çekirdek yeme belirtilerinde önemli bir azalma ve kiloda önemli bir artış sağladığı ile ilgili, seçici serotonin geri alım inhibitörlerinin de kilosu düzelmiş hastalarda nüksü önlemede işe yarayabildiğini gösteren veriler bulunmaktadır. Olgumuzda da hastanın tedavisi başlangıçta olanzapin ve bilişsel davranışçı terapi olarak düzenlenmiş, hastanın kilosu düzeldikten sonra fluoksetin eklenmiştir. Erkek çocuk ve ergenlerde yeme bozuklukları oldukça seyrektir. Bu konudaki bilgiler daha çok vaka sunumlarına dayanmaktadır. Daha geniş örneklemlerle yapılacak izlem çalışmalarına ihtiyaç vardır. PB – 132 ÇOCUKLARDA FLUOKSETİN KULLANIMINA BAĞLI DAVRANIŞSAL AKTİVASYON: İKİ OLGU SUNUMU Ümmügülsüm Gündoğdu, Fatma Benk, Ayşe Rodopman Arman Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı AMAÇ: Davranışsal aktivasyon (DA) duygudurumunda değişiklik, disfori, sinirlilik, ajitasyon, iritabilite ve ciddi durumlarda akatizinin de eklendiği bir klinik tablodur. Selektif serotonin gerialım inhibitörleri (SSGİ) kullanan bazı hastalarda davranışsal aktivasyon gözlemlenmektedir. DA ilaç tedavisinin başlandığı ilk haftalarda ve doz artışı sırasında daha çok görülmektedir. Bu iki olgu sunumunda fluoksetin kullanılan olgulardaki davranışsal aktivasyonun değerlendirilmesi ve tedavisini amaçladık. OLGU 1: 8 yaş 4 aylık erkek hasta polikliniğe anne ve babası ile başvurdu. Hastanın başvuru sebebi hırçınlık ve ders başarısızlığıydı. Hastaya major depresyon tanısı konularak Fluoksetin 10 mg/gün olarak başlandı. Tedavinin 4. haftasında hastanın değerlendirmesinde konuşmada artış, küfürlü konuşma, saldırganlık gözlendi. Hasta sesini yükselterek konuşuyor, kolay sinirleniyor oda içerisinde sürekli hareket ediyordu. DA tanısı konularak fluoksetin tedavisi kesildi ve depresif şikayetlerinin yoğunluğu nedeniyle tedaviye sertralin 25 mg /gün olarak devam edildi. Dört hafta sonra olan görüşmede hasta sakindi, depresif yakınmaları azalmıştı. OLGU 2: 6 yaş 1 aylık kız hasta polikliniğe annesi ile başvurdu. Hastanın başvuru sebebi annesinden ayrılamayışı ve bu sebeple okul reddiydi. Öncelikle davranışçı tedavi yaklaşımı denendi, yeterli sonuç alınamayınca seperasyon anksiyetesi tanısı varlığında Fluoksetin 10 mg/gün olarak başlandı. Tedavinin 4. haftasında hastanın değerlendirmesinde hastanın okula artık rahat gidebildiği ancak evde sürekli hareket ettiği, cama doğru giderek 'kendimi atacağım' dediği ve yüksek sesle konuştuğu öğrenildi. DA tanısı konularak fluoksetin tedavisi kademeli olarak kesildi. Tedavi kesilmesinin 1. haftasında şikayetlerinin hızla düzeldiği görüldü. YORUM: DA’da orbitofrontal döngüdeki serotonerjik yolaklardan kaynaklanan beklenmedik reseptör yanıtının yanı sıra ventral tegmental alanda dolaylı olarak dopaminerjik hücrelerin inhibisyonu ya da akatizi benzeri bir mekanizmanın varlığından söz edilmektedir. Serebral lezyonlara ya da cerrahi müdahalelere bağlı olabileceği gibi SSGİ kullanımı sırasında da karşımıza çıkabilir. DA ilacın kesilmesinden sonra düzelebilir ama bazı vakalarda ilacın aniden kesilmesi reaksiyonu daha da şiddetlendirebilir. Etkili olan minimum doz kullanmak, ihtiyaç duyulursa kademeli olarak doz artışı yapmak ve ilaç tedavisi yanıtını dikkatle takip etmek DA için koruyucu olacaktır. PB – 133 AKRAN ZORBALIĞINA MARUZ KALAN BİR ROBİNOW SENDROMU OLGUSU Fatma Benk, Ümmügülsüm Gündoğdu, Ayşe Rodopman Arman Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı AMAÇ: Akran zorbalığı, bilinçli olarak yapılan ve kurbana fiziksel, zihinsel, sosyal ya da psikolojik zarar verme amacı güden söz ve eylemleri içerir. Zorbalığın süreç içinde tekrarlama özelliği vardır. Genellikle kurban kendini 111 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 koruyamayacak ve savunamayacak durumdadır. Zorbalar eylemlerini bireysel ya da grupla yapabildikleri gibi, kurbanlar da bu eylemlerden bireysel ya da grup olarak zarar görebilirler. Zorbalığa maruz kalan bir kişide uyum problemleri ve birden çok psikiyatrik problem gözlenmektedir. Robinow sendromu otozomal dominant veya otozomal resesif geçiş gösteren, görülme sıklığı 1:500000 olan nadir bir genetik hastalıktır.Bu sendrom kısa boy, kısa kol ve bacaklar, 5. parmakta klinodaktili görülen eller, omurga anomalileri, hipoplazik genital organ ve makrokranium ile karakterizedir. Bu sendroma maruz kalan hastalarda kalp defektleri ve böbrek anomalileri görülebilir. Bu poster sunumunda, Robinow sendromlu bir vakanın akran zorbalığına maruz kalmasını paylaşmayı amaçladık. OLGU: 11 yaş 5 aylık erkek hasta polikliniğe annesi ile başvurdu. Hasta yaşıyla uyumlu, Robinow sendromu görünümüne sahipti. Burun kökü basıklığı, yarık dudak, üçgen ağız gingival hipertrofi, hipertelorizm, 3. ve 4. metakarp kısalığı, ön kol ve bacaklarda kısalık, kifoskolyoz mevcuttu.Hastanın zeka düzeyi klinik olarak normal sınırlar içerisindeydi. Anne baba arasında akrabalık mevcuttu.Tanısı doğduktan sonra morfolojik özelliklerinden yola çıkılarak genetik inceleme inceleme sonrasında konulmuş. Okulda arkadaşları sendromik görünümü nedeniyle sözel ve fiziksel şiddet uyguluyorlardı.Özellikle hastanın boyuna yönelik sözel ifadeler (takma isim) belirgindi.Hastanın depresif yakınmaları vardı. Okul idaresi bu konuda disiplini sağlayamıyordu. Hastaya major depresyon tanısı konuldu. Fluoksetin 20 mg/gün olarak başlandı. Tedavinin 4.haftasında hastadaki depresif belirtiler gerilemeye başladı. Bu süreçte okulda fiziksel şiddetin artarak devam ettiği öğrenildi. Daha sonraki kontrollerinde okulda zorbalığın devam etmesi nedeniyle tedavi olumlu sonuç vermedi. Aileye okul yönetimi ile işbirliği önerildi. Ailenin bu konuda resmi makamlara başvuru yapacağı öğrenildi. YORUM: Akranları ya da arkadaşları tarafından fiziksel, sözel, cinsel ya da duygusal zorbalığa maruz kalan çocukların hem kısa, hem de uzun dönemde bu tür yaşantılardan olumsuz biçimde etkilendiğine ilişkin araştırmaların sayısı gün geçtikçe artmaktadır. Vakamız sendromik görünümü nedeniyle zorbalığa maruz kalmıştı. Yaptığımız araştırmalarda literatürde sendromik görünümde olan çocuklara karşı yapılan zorbalık ile ilgili bir çalışmaya rastlamadık. Bu vakada sendromik görünümdeki çocukların zorbalığa daha fazla maruz kalabilecekleri ve bununla ilgili olarak alınacak çevresel ve idari önlemlerin, sağaltımda farmakoterapiden daha etkin olabileceğini vurgulamayı amaçladık. PB – 134 TRAFİK KAZASI SONRASI, YOĞUN INTİHAR DÜŞÜNCELERİ, UYGUNSUZ CİNSEL DAVRANİŞLARİ OLAN BİR OLGU Veli Yıldırım1, A. Orhan Çelik2, Olcay Ünver3, Özalp Ekinci4, Fevziye Toros4 1 Mersin Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi, 2Tokat Devlet Hastanesi Radyoloji, 3 Mersin Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesi Çocuk Nörolojisi, 4Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi AD GİRİŞ: Postkonküzyonel sendrom(PKS) kafa travması sonrası, fiziksel, bilişsel, emosyonel ve davranışsal bazı belirtilerin üç aydan fazla sürdüğü bozukluktur. Kolay yorulma, uyku bozuklukları, baş ağrısı, baş dönmesi, dikkat, bellek, planlı ve organize olamama, irritabilite, anksiyete, depresyon, affektif labilite, uygunsuz cinsel davranışlar, veya diğer uygunsuz sosyal davranışlar, apati, spontanlıkta azalma, dürtüsellik gibi belirtiler görülür. PKS, suisidal girişimler görüldüğü bildirilmiştir. ÖYKÜ: M.D. 14 yaşında erkek olgu okula gidememesi, ölüm düşünceleri, annesinin ve ablasının önünde mastürbasyonları olması, öfke nöbetleri nedeniyle başvurdu. Mimiklerinin daha donuk olduğu, kazadan önce daha neşeli olduğu öğrenildi. Altı ay önce trafik kazası geçirip sonrasında bilinç kaybı ile hastanede 65 gün yoğun bakım ünitesinde yattığı anlatıldı. Gün boyu bilgisayardan kaldıramadıklarını, kaldırmayı denediklerinde çok sinirli olduğu, evdeki eşyalara zarar verdiği öğrenildi. Herhangi bir engelleme olmasa bile günde 4-5 kez öfke nöbetleri olduğu bildirildi. İlk başlarda bunları kazaya bağlı kayıplarına bağladıklarını, ama daha sonra aile için katlanılamaz bir hale geldiği anlatıldı. Uykuya dalma ve sık uyanma şikayetlerinin olduğu öğrenildi. Aripirazol tedricen 10mg/g, alprazolam 1mg/gün başlandı. Ancak alprazolam sonrası unutkanlığında artış öğrenildi. Bir ay sonraki kontrolde sinirlenmelerin yanında ara ara aniden gülme krizlerinin olduğu, affekt regulasyon bozuklukları, öfke kontrol bozukluğu nedeniyle valproik asit 1000 mg /g dozunda tedricen başlandı. Üç ay sonra kontrolde, mastürbasyonlarının azaldığı öğrenildi. Hastanın çok yoğun unutkanlık, organize olamama, unutkanlık, dikkatini uzun süre derslerine verememesi ve okula devam edememesi nedeniyle metilfenidat oros 27mg başlanarak 36mg daha sonra 54mg yükseltidi. Hastanın kan tetkikleri ve iki kere çekilen EEG çekimleri normaldi. Sağ temporal lob anteriorunda sol ile karşılaştırıldığında sinyal artımı dikkati çekmiştir. Ayrıca bu düzeydeki atrofiye sekonder sağ lateral ventrikül temporal hornu genişlemiştir. Bulgular kontüzyonel beyin hasarı ile uyumludur. Etkilenen yapılar arasında hipokampüs, parahipokampüs, unkus, amigdala bulunmaktadır. TARTIŞMA: Kafa Travması ile parankimal zedelenme sıklıkla iki şekilde olur. Birincisi Kontüzyon, ikincisi ise Diffüz Aksonal Zedelenme şeklindedir. Kontüzyon, beyin parankiminin dura ile kemik yapılara yakın 112 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 komşulukta olduğu yerlerde izlenir. Coup ve counter coup olmak üzere iki çeşidi vardır. Coup kontüzyon travmanın uygulandığı alan komşuluğundaki parankimde, fraktür olsun yada olmasın izlenirken, counter coup kontüzyon ise travmanın uygulandığı alanın tam tersi istikametinde izlenir. Coup kontüzyon en sık temporal lob anterior (%50) ve frontal lob anterior-inferior (%30) kesimlerinde izlenir. Diffüz aksonal zedelenme ise ani hızlanma ve yavaşlamaya bağlı olarak gelişir. Travma uygulanan alan ile arası uzaktır. En sık frontotemporal loblarda parasagittal alanlarda ve korpus kallosumda izlenir. PB – 135 TİK YAKINMASI İLE BAŞVURAN ASPERGER TANILI KIZ ERGEN OLGUDA TANI KARMAŞASI ÖYKÜSÜ Zeki ÇELİK, Işık GÖRKER TRAKYA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ ÇOCUK VE ERGEN RUH SAĞLIĞI VE HASTALIKLARI A.D. GİRİŞ: Asperger Bozukluğu karşılıklı sosyal iletişimde yetersizlik, sınırlı yineleyici kalıp davranışlar ve aktiviteler, ilk 3 yaşta dil gelişimi ve bilişsel gelişimde önemli bir geriliğin gözlenmediği bir bozukluktur. Tikler ani, tekrarlayıcı, ritmik olmayan basmakalıp, çoğu zaman normalde de rastlanılabilecek bir hareket ya da davranışı andırabilen motor hareket, mimik, jest ya da ses çıkarma davranışlarıdır. OLGU: Ailesi tarafından el burkma yakınmalarının olması üzerine tik bozukluğu düşünülerek polikliniğimize getirilen 14 yaşındaki kız olguya değerlendirmelerimiz sonucunda Asperger bozukluğu tanısı konmuş olup, el burkma hareketleri de stereotipik hareket olarak değerlendirilmiştir. Öncesinde aynı yakınmayla çocuk nörolojisi polikliniğine de başvuran hasta, yapılan tetkikler sonucunda MECP1 geni tespit edilerek Rettsendromu? öntanısıyla polikliniğimize yönlendirilmiştir. TARTIŞMA: 4 yaş itibariyle farklı yakınmalarla çocuk psikiyatristine başvuran ve bu yakınmalar doğrultusunda farklı zamanlarda Tik Bozukluğu, Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu, Asperger Sendromu, Rett Sendromu tanılarını aldığı öğrenilen olgumuzun bu tanı karmaşası öyküsü literatür eşliğinde yazımızda tartışılmıştır. PB – 136 OKULOKUTANÖZ ALBİNİZM VE ASPERGER BİRLİKTELİĞİ:BİR OLGU SUNUMU Zeki Çelik, Mengühan Araz, Işık Görker Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Anabilim Dalı GİRİŞ:Asperger Bozukluğu, Otistik Spektrum Bozuklukları içinde yer alan bir bozukluktur. Asperger Bozukluğu’nun kesin etyolojisi henüz bilinmemektedir, ancak çevresel, nöroanatomik ve biyokimyasal etkenlerin etyolojideki rolü ile ilgili yeterli kanıt bulunamaması, genetik çalışmaların sayısında artışa neden olmuştur. Asperger Bozukluğu’nda otizmde olduğu gibi genetik olarak kalıtılabilir bir bozukluk olduğuna dair sağlam kanıtlar vardır. YÖNTEM:Bu bildiride daha önce birlikteliği kaynaklarda yer almayan, okulokutanöz albinizm ve eşlik eden Asperger Bozukluğu tanısı almış 6 yaş 1 aylık erkek olgu sunulmuştur. Hasta kliniğimizde görüldükten sonra Asperger sendromu tanısı almıştr. Asperger ve okülokutanöz albinizm birlikteliği ile ilgili kaynak taraması yapılmış ve olgu sunumu hazırlanmıştır. TARTIŞMA: Okulukutanöz Albinizm ve otizm birlikteliği, kaynaklarda az sayıda bildirildiği saptanmış, ancak Asperger Bozukluğu ile herhangi bir birliktelik durumuna rastlanmamıştır. Bu durum çocukluk çağı otistik spektrum bozukluklarının okulokutanöz albinizm ile genetik bir ilişkisinin olup olmadığı sorusunu akla getirmektedir. ANAHTAR KELİMELER: otizm, okulokutanöz albinizm, asperger bozukluğu PB – 137 RİSPERİDON KULLANIMINA BAĞLI DİŞ ETİ KANAMASI Hatice Yardım Özayhan1, Sabri Hergüner2 1 Konya Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Beyhekim Psikiyatri Kliniği, 2Meram Tıp Fakültesi, Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi AD Amaç: Mental retardasyonu olan çocuk ve ergenlerde yapılan çalışmalarda risperidonun saldırganlık ve kendine zarar verici davranışları azaltmada etkili olduğu gösterilmiştir. En sık yan etki olarak sedasyon, iştah artışı ve 113 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 kilo alımı belirtilmektedir. Bu yazıda mental retardasyonu olan bir hastada risperidon kullanımı sırasında ortaya çıkan diş eti kanaması olgusu sunulacaktır. Olgu: 10 yaşında, kız hasta çok konuşma, hareketlilik, geç saatte uyuma ve elini ısırma şikayetleriyle ailesi tarafından polikliniğe getirildi. Yapılan muayene ve psikometrik inceleme sonucu hafif mental retardasyon (Zeka Puanı 50) tanısı konuldu. Aşırı hareketlilik, çok konuşma, geç yatma ve kendine zarar verici davranış için risperidon 0.25 mg/gün başlandı. On beş gün sonra şikayetlerinde kısmi iyileşme olması üzerine doz 0.5 mg/gün’e artırıldı. On gün sonra aileden tarafından alınan bilgiye göre; her gün hasta ilacı aldıktan yaklaşık bir saat sonra dişetinde kanama gelişmiş. .Bunun üzerine risperidon dozu 0.25 mg/gün’e azaltıldı. Risperidon dozu 0.25 mg/gün kullanırken herhangi bir kanama belirtisi olmadı. Ancak belirtilerdeki şiddetlenme üzerine ailesi tarafından risperidon 0.33 mg/gün’e arttırılmış ve diş eti kanaması çok hafif miktarda bazı günler olduğu öğrenildi. Tartışma: Risperidonun hipotermi, priapizm, uyku apne sendromu, idrar retansiyonu, diabet, hipoglisemi gibi birçok yan etkisi bildirilmiştir. Risperidon ile ilgili yapılan çalışmalarda kan hücrelerini de etkilendiği gösterilmiştir. Kanama risperidonun nadir görülen bir yan etkisidir. Risperidonun trombositopeni veya başka mekanizmalarla kanamaya neden olduğu az sayıda olgu bildirilmiştir. Risperidon, sarpogrelate gibi güçlü 5HT2A reseptör antagonistidir. Sarpoglerate, trombosit agregasyonu ve trombositlerdeki vazokonstrüktör cevabı azaltarak, mikrosirkülasyondaki kan akımını artırır. Risperidon da benzer şekilde mikrosirkülasyonun diğer bölümlerinde aynı etkiye neden olabilir. Risperidon kullanımına bağlı hemorajik sistit, burun kanaması olguları da bildirilmiştir. Ancak risperidon ile ilişkili diş eti kanamasına rastlanmamıştır. Bu olgu risperidon kullanımıyla ilişkili doza bağlı ilk olarak bildirilen yan etki olabilir. PB – 138 ÇOCUK PSİKİYATRİ POLİKLİNİĞİNDE YENİ BİR UYGULAMA: HASTALIKLARA VE TUTUMLARA YÖNELİK BROŞÜRLER Merve ÇIKILI UYTUN, Rabia DURMUŞ, Bedia İNCE TAŞDELEN, Emel KARAKAYA, Sevgi ÖZMEN, Hatice DOĞAN, Didem Behice ÖZTOP Erciyes Üniversitesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim dalı, Kayseri GİRİŞ:Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları uzmanlığı tıp bilgisinin ruhsal, bedensel ve sosyal konuları kapsayan bilgilerle bütünleştirilmesini gerektiren disiplinler arası bir nitelik taşır. Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları uzmanlık alanının bilimsel içeriğine bakıldığında; genetik, fizyolojik, biyokimyasal, nöroendokrin yapıyı doğum öncesi ve sonrası gelişimsel özellikleri incelemesi açısından ‘biyolojik bir bilim’dir. Çok erken dönemlerden başlayarak, insanlar arası ilişkileri ve etkileşim biçimlerini inceleyen bir ‘insan bilimi’; çocuk yetiştirmeye ilişkin tutumları, ailesel ve çevresel etmenleri araştırmasıyla bir ‘toplum bilimi’dir. Ayrıca, çocuklar, ergenler ve ailelerin davranışlarının değerlendirilmesi, biçimlendirilmesi açısından bir ‘eğitim, gelişim ve davranış bilimi’ ortaya çıkan ruhsal nitelikli sorunların, çocuklukta yerleşmeden, yaygınlaşmadan ele alınıp düzeltilmesi, sağlıklı bireylerin yetişmesi için gerekli önlemlerin planlanması yönünden bir ‘koruyucu hekimlik bilimi’dir. Buna yönelik çocuk psikiyatri polikliniklerinde hastanın biyopsikososyal değerlendirilmesi, mevcut psikopatolojilerin ve psikososyal etkenlerin belirlenmesi, saptanan psikopatolojilerin sağaltımı konusunda müdaheleler uygulanmaktadır. Ayrıca polikliniğimizde bunlara ek olarak hastalara ve ailelerine verilmek üzere çeşitli broşürler hazırlanmıştır. BROŞÜRLER.Otizm, Öfke kontrolü, Tuvalet Eğitimi, Stres ve Çocuklara etkileri, Çocukların Gelişimi, Öocuklarda Uyku Problemleri, Disiplin, Parmak emme, Tırnak yeme ve Emzik Kullanımı, Obezite, Aile zamanı ile ilgili Broşürler Amerikan Pediatri Birliğinin hazırladığı broşürler temel alınarak hazırlanmıştır. Aşağıda broşürlere ait örnekler verilmiştir. TARTIŞMA- SONUÇ:Poliklinik ekibimiz tarafından ortak olarak hazırlanan bu broşürler hastalarımıza verilmiştir. Verilen hastaların poliklinikten daha tatmin olmuş bir şekilde ayrıldıkları görülmüştür. Ayrıca poliklinğimizde staja gelen öğrenciler tarafından da broşürler incelenmiş ve onların eğitimine de katkı sağlamıştır. Hastaların ve ailelerinin broşürlerden oldukça memnun oldukları, doğru bilgilere ulaşıp çevrelerindeki insanlara da bu bilgileri ulaştırdıkları, ayrıca tutum önerilerine dair unuttukları bilgileri broşürlerden tekrar hatırladıkları geri bildirimleri alınmıştır. Polikliniğimizde fayda gördüğümüz bu uygulamanın diğer Çocuk Psikiyatri polikliniklerine örnek olabilmesi amacıyla posterimiz sunulmuştur. İletişim Adresi: mervecikili@yahoo.com 114 23. Ulusal Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Kongresi 15 – 18 Mayıs 2013 115