hâlet-i ruhiyemiz: a y l ı k f i k i r, k ü l t ü r, s a n a t v e e d e b i y a t d e r g i s i MART 2019 Fiyatı: 10 TL Yenik düşüyor her şey zamana Biz büyüdük ve kirlendi dünya. Murathan Mungan Sözledim saçımı bağır verince, en sert ılgarında koşağı benim. Sarp yokuşlarında yerli yerince, belinde pusatlı kuşağı benim; nimeti, rahmeti, başağı benim. Bölük bölük durup peylenen dağlar, kavgayla dövüşle eylenen dağlar, göğsüne sindikçe söylenen dağlar, dertlendim, uğraştan bıktım, demedim; yıkıldım, demedim, yıktım, demedim. Uğultu üğrünür gök otağında, çayır çimen tutmuş yer yatağında. Yar kıvrımlarında, su çatağında, orman kuytusunda soluyan benim; dizinde kurt gibi uluyan benim. Dağlar hey, ucalmış, aşınmış dağlar, soylu bir öfkeyi kuşanmış dağlar, ansızın yayından boşanmış dağlar, yayıldım döşüne, düştüm, demedim; hayâldim, demedim, düştüm, demedim. Saçağında boylu mızrağı yüklü, başında ağarmış tulgalar göklü. Kabaca gövdeli, derince köklü, kana doyurduğu toprağı benim; kalkanı, baçmanı, çaprağı benim. Yiğit narasında hislenen dağlar, en bâkir ünlerle beslenen dağlar, töreyle, nizâmla süslenen dağlar, dayandım kapına, kaçtım, demedim; açıktım, demedim, açtım, demedim. aylık dergi fikir, kültür, sanat ve edebiyat Yıl: 4- Sayı: 37 - Mart 2019 TÜN Eğit. Yay. Org. Rek. A.Ş. Adına Sahibi Güntekin GÜNTAY Yayın Yönetmeni M. Ragıp VURAL Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Mehmet PARLAR Grafik-Tasarım Davut MERZİFONLUOĞLU Bleda Yaman Kurumaya yüz tutmuş toprak, ha çatladı ha çatlayacak! Bahara küskün gökyüzü, yorgun ve solgun her bir yıldızı. Zamanın zamana pes ettiği bir zamanda ve bütün umutların intihara kalkıştığı anda meğer ki senmişsin tetikle korkuluk arasına giren parmak! Seninleymiş bir ömürden ömür koparmak. Katreye kavuşan toprak, ha çiçek açtı ha çiçek açacak! Baharla barışan gökyüzü, sonsuz bir güneşle güldü yüzü. Her bulutu sabırsız, her yıldızı parlak: Kifayetsiz bir deliliktir şimdi yaşamak. TALTİF GÜNLERİ BİR ATEŞ ÇİÇEĞİNİN DAĞ SÖYLENCESİDİR Hakan İlhan Kurt Ne varsa sende var sevgili en güzel nehir, en güzel deniz, en güzel çöl. Ne varsa sende var sevgili en güzel sihir, en güzel şiir, en güzel telaş. Çünkü sende en güzel zülüf, en güzel göz, en güzel kaş. Çünkü sende en güzel bakış, en güzel gülüş, en güzel yaş. Ey beni olan kadın, ey beni benden alan kadın! Çehren bir şiirin resmidir, ruhun bir resmin şiiri… Gelişin mevsim değil, gelişin iklim değişikliği. Ne güldürse seni yanındayım, yandaşıyım, tiryakinim. Ne ağlatsa seni karşısında hasmıyım, öfkeyim, kinim. Sanma ki vuslat yolunda bitkinim, özlerken hırçın, severken sakinim. Ne varsa sende var sevgili aradığım, bulduğum, bildiğim. Ne varsa sende var sevgili unuttuğum, sakladığım, sildiğim… Yayın Kurulu Kubilay KAVAK, Fırat KARGIOĞLU, Mustafa YİĞİT, Sidre METE, İkbal VURUCU, F. Kürşad DÜNDAR, Volkan EKİZ, Sergen ÇİRKİN, Bleda YAMAN, Oğuzhan Murat ÖZTÜRK, Ahmet Turan TİRYAKİ, Levent ALBAYRAK, Hasan Ali KARASAR, Hakan İlhan KURT, Hakan BOZ, Kadir BEKTAŞ, Kübra PEHLİVAN, Hakan KAVAK, Taner LÜLECİ, Ayşegül Büşra ÇALIK, Göktürk Ömer ÇAKIR, Süleyman BULUT, Ebubekir KORKMAZ, Yunus KIZIL, Metin TURHAN, Mehmet Yusuf SAVAŞ, Mustafa KELLEROĞLU, Feyzullah G. HİLÂL, Tamer SAĞCAN, Veysel Gökberk MANGA Hukuk Danışmanı Neslihan KOÇER İletişim 0.312 215 96 98 bilgi@ayarsiz.net www.ayarsiz.net facebook.com/ayarsizdergi twitter.com/ayarsizdergi instagram.com/ayarsizdergi İdari Merkez Uğur Mumcu Cad. No: 99/2 G.O.P. Çankaya/ANKARA Fiyatı: 10 TL Yıllık Abonelik Bedeli: 100 TL Hesap No: TÜN Eğitim Yayın Org. Rek. Dağ. San. ve Tic. A.Ş. Adına-Akbank İBAN: TR72 0004 6001 7288 8000 1017 94 Yayın Türü: Yaygın Süreli Yayın Basıldığı Tarih: 26.02.2019 CTP - Baskı - Cilt Sonsöz Gazetecilik Matbaacılık Ltd. Şti. İvedik O.S.B. Matbaacılar Sitesi 35. Cadde No: 56-58 Yenimahalle-ANKARA Tel: 0.312-394 57 71 ISSN:2458-8911 Dağıtım: Turkuvaz D.P. Cerahat gibi ılık... Hastalıklı besbelli... Eriyik madenlerin kaynayışı gibi sancılı... Yakıcı besbelli... Belki... Hava kapalı rüzgâr esmemeye kararlı sakin bu yüzden deniz... Dalgalar usulca yanaşıyor ve dokundu dokunacak derken geri süzülüyor ve şimdi bir yenisi eşikte... Islak kumların sınırından belli gece sert geçmiş. Dalgalar kendinden, deniz serden geçmiş... Bellidir... Denizanaları bir şeyin peşinde... Karar kılamamışlar yerlerinde sağa sola daimi meyilli... Denizanaları... Şeffaf oluverir her şey çarşaf gibi karınca duası koysan okunacak... Denizanaları... Beyaz... Açık pembeye çalan bir sarmaşık gibi... Martılara mı özenmiş ne bıraksan uçacak... Beklenen... Ama yok bırakmıyor vişneçürüğü kökleri! Belli olmaz ne zaman kan sızacak, açık denizler köpek balıklarını buyur edecek, ful besleyen yaşlılar mezarda ağlayacak. Vişneçürüğü kökleri, bir parça köpek ciğeri gibi, nereye uzanacak, nereden tutunacak, neye salacak kendini? Belki bellidir... Süt liman bir deniz... Sarmaşık. Beyaz pembe... Tohumu, ağaçlar altında çürümüş vişne... Uzanacak, tutacak, salacak kendini… “Kuşlardır göğün kökleri!” Kâh kollarını çırpıp bir ayağından diğerine sekerek kâh ellerini yukarı kaldırıp kendi etrafında dönerek deniz kıyısını arşınlıyordu. Denizin soğuk suyu, yalın ayaklarına dokunup geçiyor; suyun soğukluğuyla içi ürperiyor; denize doğru birkaç adım atıyor; su dizlerine gelmeden geri çekiliyordu. Hâlbuki daha ileri, daha derine yürüdüğünü hayalliyor; suyun göğsüne çarptığını, soluğunun kesildiğini, soğuktan dişlerinin birbirine vurduğunu, parmak ucunda yükselip can havliyle ve gırtlağından yükselen hayvanî hırıltılar eşliğinde son nefesi içine çektiğini… Yine de cesaret edemiyordu. Her gün doğumu bir hayatı yeni baştan yaşamanın düşünü görüyordu ve hep hayra yoruyordu. Yanındaki adamın yokluğunu görmekten çekinerek yüzünü denize döndü. Yer ayaklarının altından kayar gibi su, başını döndürüyor, onu kendine çekiyordu. Kapıldı. Bir kapı aralandı. Soğuk, kör bir bıçak gibi tenimizi yalarken olabildiğince hızlı adımlarla ve konuşmadan yürüyorduk. Donmuş karın, ayaklarımızın altında ezilişi duyuluyordu bir tek. Soğuk, öyle sinsice sızıyordu ki insanın içine, birazdan yolun sonuna varamadan katılaşıp kalacağız sanıyordum. Muhakkak bir efsâne söylenirdi arkamızdan. Belki ölümsüz iki âşık olurduk o efsânelerde, belki ahlâksızlıktan taş kesilmiş iki kötü yahut gizemine erişilemeyen isimsiz heykeller… Daha başka şeyler de söylenebilirdi elbet. İnsanoğlu bu! İnayetine de şerrine de akıl sır ermez. Bu adam da amma hızlı yürüyor! Neden hiç konuşmuyorsa? Gerçi konuşacak hâl mi kaldı yürümekten. Durdum. Birkaç adım daha atıp döndü bana baktı. Hâlâ da öyle bakıveriyor. Sorsana be adam; “Ne oldu? Neden durdun?” desene! Yok, öööööyle bakıyor. Ben de konuşmayacağım. Susacağım. Kaldırımın öbür tarafındaki kameriyeye ilişti gözüm. Gayrı bir adım dahi atacak takatim kalmadı. Gittim, oturdum. Hâlâ kıpırtısız bana bakıyor ama eminim bu kez kızgınlığından konuşmuyor. Benim gibi içinden söyleniyordur, içinden. “Şurada eve ne kaldı ki zaten! Gitti oturdu oraya,” diyordur. Yüzü de nasıl ifâdesiz. Yoksa soğuk tüm içini kapladı da katılaştı mı bir ceset gibi? Korku duydum. Hâlbuki ne sıcak adamdır bilirim. Bakışı sıcaktır, yüzü sıcacıktır, elleri, ayakları, yüreciği, nefesi sıcaktır. Yüreğine kadar sokulmuş mudur soğuk? Atmaz mı olur yüreği? Kanı mı çekilir? Soğur mu? Buz mu kesilir? Kalktım. Ürkek birkaç adım attım. Bir karaltı vardı ayaklarımın ucunda. Eğildim. Bir kuş. Bir kuş ölüsü. Kendi hayatında böyle eğreti durması insanın, bunu gördüğü her aynaya küsmesi Soğuk, yüreciğine kadar sokulmuş olmalı. Orada öylece durup bakmaktan vazgeçmiş, yanıma gelmişti. Kuşu avucunun içine aldı. Ne kadar küçüktü. Ne kadar az vardı. Sırtı kestane kızılı damgalı, göğsü kirli pembe ve gri, başının tepesi mavili grili, kuyruğa doğru yeşile dönen gri gövde… Küçücük varoluşta ne çok renk. Diğer elini de kuşun üstüne kapattı. Derin bir nefes alarak başparmaklarının birleştiği yerdeki aralıktan avuç içine doğru hohladı. Tekrar derin bir nefes alıp daha yavaş ve daha uzun verdi nefesini avuç içine. Ben… Ben zihnimdeki sorulardan kurtulmuş, şaşerve evde elvi kın, onu izliyordum. Ne yapıyordu? Bu kuşun minicik kalbine dolan soğuğu mu kovuyordu sıcak soluğuyla? Daha da yanaştım. Sıcaklık bedenimi kuşatıyordu; her bir hücreme yayılıyor, beni sarıyordu. Bir şey kımıldadı içimde. Kuş avucunda kımıldadı. Ölmemiş mi sahi? Hayret! O, kuş, ben. Yürüdük. Nihayet vardık ama herkes biraz yoktu. KUŞUN DİRİMİ M S S Mühür gözlüm seni elden, sakınırım kıskanırım P ek bir şey yaptığım yok. Yalnız yaşamın getirdiği fazla bir renk olmaz insan hayatına zaten, bilirsin. Zaman geçtikçe alışıyorum yalnızlığıma ve yoruluyorum ondan. Havalar soğudukça artar ya insanın kederi. Nedendir bir türlü anlamam. Havalar gittikçe soğuyor ve özlemim artıyor boyuna. Tabiî kederim de… Uzun siyah saçları vardı hatırlarsın, hatta istesen de unutamazsın. Saçlarının ipeğini özlüyorum en çok ve üşüdükçe sığınmak istiyorum hayal meyal sıcağına. Resim yapıyorum ara ara. Kallavi bir şövale aldım, bir dolu yağlı boya tüpü ve boy boy fırçalar. Kaç zamandır kıskançlığın resmini yapmaya çalışıyorum. Bin yıldır içimi kavuran duygu: Kıskançlık. Bencil olmamak gerek, sâdece ben değilim bu durumda olan. Herkesin içindeki aynı biliyorum, hatta “Ben, dağların en tepelerindeyim,” diyen senin bile. Belki de en çok senin. “Bana bir şey olmaz, sorgulamam ben, bir bildiği vardır derim, güçlüyüm çünkü. Kendime inanıyorum ben, ben, ben, beeennn…” (midemi bulandırıyor bu samimiyetsiz zırvalık, bu ikiyüzlülük). Evet, buna benzer şeylerdi söylediklerin. Nedir sendeki bu hırs, bu inat? Sana bir şey olmaz. Neden? Sen insan değil misin? Sen kadın değil misin? Herkesi kandırabilirsin Zeynep. Belki herkesi ama beni değil. Unutma! Aynı dağın tepesinden düştük ikimiz de. Aynı civan itti bizi bu uçuruma. Kalbinin içindeki her şeyi senin kadar iyi biliyorum. Dağları sen yaratmadın meselâ. Benim eserim onlar. Dediğin doğru olsaydı en azından mesaide karşılaşırdık. Kıskançlığın resmi nasıl olmalı? İçimin resmi. O ateşin, o alevin resmi. Cısır cısır bir ses geliyor yangın gibi. Sinsi, hayın bir yalım. Kütür kütür değil, cayır cayır değil. İnceden, sessiz, sinsi… Hayın işte. Bu hayın lafını Ahmed Arif kullanırdı çokça. Ne üzülmüştüm öldüğünde. Bir gün mutlaka tanışacağıma dair kuvvetli bir inanç taşırdım içimde. Nazım Hikmet’i, Cemal Süreya’yı, Turgut Uyar’ı, Atsız’ı da severdim ama Ahmed Arif’in yeri çok başkaydı işte. Her mısraı tek başına şiir olabilirdi ve o, nasıl da saçar savururdu cömertçe. “Nasıl harcar ki böyle acımadan sözcükleri!” derdim. Başkası olsa on kitap yapardı şiirlerinden. Cömert adamdı vesselam. Yiğitti. O da gitti. Neyse… Ateş kırmızısı, kiremit rengi, turuncu, sarı ve kızıla çalar kahve. Yukarı doğru coşan değil derinlere doğru sızan bir yönü var bu renklerin. Kızgın yağı etinin üzerinde gezdirerek döküyorlar diye hayal et, bildin mi? Bir de o renk olmalı. Bütün renkleri karıştırdım. O rengi bulamadım. Belki renk değil zehirli bir koku bu. Belki ben yanlış yapıyorum. Doğru yerde aramıyorum kıskançlığı. Sürekli yürüyorum. Soğuk sıcak demeden yürüyorum. Yürüyüş iyi geliyor. İşsiz güçsüz, tasasız bir insanın yürüyüş yapacak bolca zamanı oluyor. Keşke sen de olsaydın. Dağlar rengârenk şimdi. Sonbahar renkleri de biraz kıskançlığın renklerine benziyor sanki. Turuncu, sarı ve kahverengi ama insanı acıtmıyor. Kederini çoğaltıyor sâdece ve huzurlu bir keder bu, kıskançlığın eli hançerli, dili yılan hâline benzemiyor. Keşke olsaydın yürürdük seninle. Konuşacak bu kadar çok şeyi olan kaç kişi kaldı dünyada. Ömrümüze bedel bir sevdayı; bir tenis maçında bir o yana bir bu yana savrulan tenis topu gibi, hangimizin tarafına düşecek diye izledik nice zaman. Asırlar gibi geldi bana. Gözlerimiz fal taşı gibi açıktı. Aklımız sussun istiyorduk, sağduyumuzu öldürelim. Gönül ne diyorsa o. Gerekirse ölelim, öldürelim olmazsa… Ne tarafa düştü hâlâ bilmiyorum. Kibir yüklü sesiyle, ışıl ışıl gözleriyle, yüzüne yayılmış, insanı can evinden vuran, gülümsemesiyle bana dönüp, “Seni seviyorum onu değil,” dediğinde arkamı dönüp gittim ben. Yüklenip tüm sevdamı, kıskançlığımı ve tabiî hasretimi, geldim bu kuytuya yerleştim. Seçilmiş olmanın verdiği mutluktan ziyade bir seçime konu olmanın acısını taşıdım bunca yıl. Maçı kaybetmek kazanmak mı önemliydi, topa kavuşmak mı? Hangimiz kazandık hangimiz kaybettik Zeynep? Bizi kıran kırana mücadeleye zorlayan insafsız antrenör ne istiyordu aslında? Benim önüme seni sürüyordu, seninkine beni. Bizim ondan başka şansımız yoktu, öyle sanıyorduk. Emindik yahut. Bu gün bunu bilmek güç… Kim kazandı Zeynep? Ben mi? Benim kazandığımı sanıyordun. Yoksa öyle ağlar mıydın? İri ela gözlerini kırptıkça iri taneler nasıl da yuvarlanıyordu bembeyaz yanaklarından kuğu gibi zarif boynuna doğru. Yüzün kırışmıyordu; acı, o güzel yüzünden anlaşılmıyordu. Hoştun, zariftin ağlarken. Ağlarken bile hesap ediyordun estetik güzelliği. Nasıl da güzeldin, nasıl da dingin. Hesaplı kitaplı bile olsa ağlamayı hiç hak etmiyordun. Ama öyle yazılıp konulmuştu önümüze sanırım. Senaryoya bağlıydık ölümüne. O kadar çok uğraştım ki bu Yağ Yeşili ve Siyah Yeşim Monus Veysel Gökberk Manga Özgürlük Dansı resmi tamama erdirmek için. Resmi tamamlarsam, içimdeki tüm acıyı tuvale aktarıp beni boğan bu duygudan kurtulacağım sanıyorum. Bir türlü yapıp bitiremediğim, acıyı tamamlayamadığım için sinirleniyorum. En iyi becerdiğim iştir bu. Deli divane öfkelenirim. Bu öfke boğar beni, yerden yere vurur. Sellere kapılıp giderim. Düşüp rüzgârların önüne, tüm enerjimi yok edinceye dek paralarım kendimi. Öfkelerim yönetir beni. Şimdi burada bir başıma yaşamam, boyalar ve kitaplardan başka hiçbir şeyin olmadığı, rüzgârın ıslığından başka hiçbir melodinin duyulmadığı bu tenha hayat da tabiî ki öfkemin eseri. Hayatın dışına çıkacak kadar kızgındım. Bu da “doksan dokuzu affeden Allah, yüzüncüyü etmez mi?”ye döndü sonunda. Hayatın dışına çıkayım derken belki tam da içine düştüm. Belki hayat böyle bir şey… En sevdiğin şeyleri yaparak sıkılıp ölmek hayatın ta kendisi belki de. Bu özleme ve dinmeyen kıskançlığa da bir çâre olsa diyeceğim ki; yaşamak budur. Saraylarda yaşasan, emrinde olsa dünyanın bütün nimetleri yine de olmuyor Zeynep. Daha önce de söylemiştim sana. Onsuz olmuyor. İpek kadar yumuşak gece kadar karanlık saçlarına dokunmak gerekiyor. Olmazsa olmaz gözlerine bakmak. Gözleri ki bakmaya ne kıyabildim ne doyabildim onca yıllar içinde. Hâlâ onu terk etmiyorsam, hâlâ her sabah adını içime çekiyorsam, hâlâ uzansam yakalarım ellerini sanıyorsam bin kilometre öteden, hep gözlerinin sebebi hikmetinedir. Sâdece gözleri mâsum kalmıştır yıllar sonra da. O kırık, kesik eğri parmağı bir de. Çocukken kırmış onu biliyor musun? Hayali düşmanla savaşırken baltayı düşman askeri olan oduna değil parmağına vurmuş. Bin kez öptüm o parmağı ben, onun hiç haberi olmadı. Kaynadığı yerden yeniden kırmayı dilerdim oysa ve tabiî bundan haberi olsun da isterdim. *** Nihayet bitti resim. Saydım, tam 9 yıl olmuş. O rengi bulamadım. Bazen yaklaştığım oldu. Yağ yeşili ve dalga dalga karanlık bir siyah vardı birbirine karışan. Ama tam rengi buldun mu dersen, bulamadım. En çok o zehirli koku anlattı durumu, onu da tuvale koyamadım. Sığmadı, sığdıramadım. Yıllara sordum, “Değdi mi?” diye. Değmemiş. Bir halta benzememiş resim! “Sessizlik oldu ve uzun sürdü.” Hamdi KOÇ onra bir şey oldu ve durdu. Hiçbir şey olmamış gibi durdu. Yeni bir yorum getirdi sandım. Libertango’nun neredeyse bütün çeşitlemelerini dinlemiştim. Hani o insanın içine Buenos Aires’in mevsimlerini dolduran müziğin… Alkışla başlayanlarını, piyanonun tellerini zangır zangır titretenlerini, yalnız kontrbasla -zor da olsa- çalınanlarını bile… Bu, daha önce duymadığım bir çeşitlemeydi; ya da bana öyle geldi. Bana kalırsa, tam da onun durduğu yerde, kemanla akordeonun bir DNA sarmalı gibi sarıla sarıla yükseleceği bir çıkışa, patlamaya ihtiyâç vardı. Bestelenen tüm müziklerin gen-nota haritası oraya kodlanmalı ve aktarılmalıydı. Tanrı şimdi yaratmıştı dünyâyı. Ya da Piazzolla’yı önce… Sonra onun içine müzik üflemişti ve o da bestelemişti işte. İnsanın Tanrı’dan kurtuluşunun tangosu. Son günah. Duracak zamân değil. İçimde bir kemanın ince ince salınışını duyuyordum. Nasıl anlatayım? Bir şey vardı. Bir kuğu hayâl edin. O kadar. Kuğu hiç hareket etmemiş. Maddesizlikten olma. Veyâ maddesi, bir kemanın ince ince salınışından yapılma. Ama bu kemanın muhayyilenizde, herhangi bir müzik çağrışımı yaratmasına izin vermemeniz önemli. Bir çocuğun elini tutmuşsunuz ama o sizin çocuğunuz değilmiş ve siz de bunun farkında değilmişsiniz gibi. İhtimâller şâheseri. Yâhut da her şeyin birdenbire boşa çıkışı demeyeyim de boşlukta asılı kalışı ve boşluğun da zâten asılı kaldığı bir boşlukta oluşmanın imkânsızlığı. Her hâliyle saçmalık. Gözlerine baktım. Bu bir hikâye değildi. Koca salona hiç kimse, lâf söz duymak için gelmemişti. Birkaç saatliğine belki de, bensizliğimizden çıkıp dünyânın dönüşünü hissetmek istiyorduk. Dünyânın dönüşünün pespâyeliğini yalnızca bilmek değil, bu sefer bilmeden hissetmekten bahsediyorum. Kaybetmeye vaktimiz yoktu. Ama o, hiç başlamamışçasına durdu. Neyi bekliyordu bilmiyorum. Tango sessizliği kaldırmaz. Sevecen veyâ hüzünlü, durgun ya da coşkun, ama gürültülü olmak zorundadır. Doğduğunuz ânı hatırlayın derim size, bunu anlatabilmek için. Zor değil. Kapayın gözlerinizi. Kulaklarınızı da duyduğunuz yalanlara kapayın. Önkabûller yok. İnsanlara da gerek yok. Sürüngen bir karanlıktan süregidecek bir karanlığa süzülmüştünüz hani. Doktorun tekinin nefesi ensenizdeydi. Ciğerlerinize, çekeceğiniz acıların yangısı dolmuştu. Bağır bağır sızlanmıştınız. O melûn ışığı ilk kez görmüştünüz. Duyduğunuz ilk tango budur. O hâlde, tango çalan, hele de Libertango çalmaya cesâret edebilmiş bir piyanistin sahnenin orta yerinde öyle kalakalması, ancak deliliğin karşıtı bir akıllanışla açıklanabilir, dersem yanılmış olmam. Piyanist doğmuştu artık. Yaratım sona ermişti belki de. İçindeki, kendikendine-sanatçı bir ânda güdük kalmıştı. Körgöz bir heykeltıraş olmuştu örneğin, eserini göremeyecek olmakla lânetlenmişti. Yâhut buz gibi sağır bir papağana dönüşmüş ve sıkışmıştı. Sessizlik üç sâniye sürdü. S 1 SAVAŞ GÜNLERİ… 941… Meşhur “Barbarossa Harekâtıyla” Hitler’in orduları hızla Rusya’ya doğru ilerlemiş, Stalingrad (Volgograd), Alman kuşatmasıyla bir harabeye dönmüştü. II. Dünya Savaşı’nın cinneti, dünyanın birçok yerinde devam ederken; Hitler ve Stalin, bu tarihin görüp görebileceği ruh hastası iki lider, şimdi karşı karşıya gelmişti. Hitler, Stalin’in kendi adını verdiği şehri alarak zafer istiyordu. Stalin ise, “Kızıl Ordunun”, bir direniş hattı oluşturarak, Almanların bu büyük savaş makinasına karşı durabileceğini düşünüyordu. İki ordu, hiç de alışık olmadıkları bir savaş tarzıyla karşı karşıya geldiler; ağır bombardımanlarla şehir harabeydi ama artık ayakta kalan her binanın odası, her taşın arkası, iki ordunun karşı karşıya geldiği en küçük bir yer dahi cepheydi… Bu harabenin içinde, meşhur “Barmaley çeşmesi”, altı çocuğu el ele dans ederken tasvir eden heykel, savaşın en ironik ve trajedik görüntülerinden biri olarak şehrin ortasında duruyor, etrafında ise cesetler çürüyordu… Bir bomba daha düşüyor, farklı yerlerden dumanlar yükseliyor, sonra mermi vızıltıları… Alımkan ve Eldar, birbirlerini çok sevmişlerdi, dağların, yaylaların, coşkun akan suların, “bozüylerin” (çadırların) çocuklarıydı onlar; yokluğun ve yoksulluğun beraberinde getirdiği zorluklara rağmen, bir yuva kurmuşlardı. Kırgız çocuklarıydı onlar, atlarla, doğayla, destanlarla büyümüşlerdi. Sovyet ideolojisinin kurduğu ekonomik düzen içinde, ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Eldar 20, Alımkan 18 yaşındaydı… Dağların zirvesinden toprağa bir inci gibi kondurulmuş olan Isıkgöl’ün etrafında, Çolpan Ata’da yaşıyorlardı. Amantur, onların henüz birkaç aylık, çekik gözlü, al yanaklı oğluydu. Ancak zorluklar içindeyken, bir de savaşla ilgili haberler geliyordu… Ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı… Parti komiserleri her gün köylere kadar gidip, ateşli nutukların ardından, gençleri götürmeye başlamıştı. Aslında bütün Türkistan coğrafyası, insan gücüyle, imkânlarıyla, madenleriyle, tarlalarıyla, Moskova’nın istediği ihtiyaçları karşılamaya yönlendirilmişti… O uçsuz bucaksız coğrafya, Kızıl Orduyu ayakta tutan bir makineye dönüştürüldü… Genci yaşlısı, kadını erkeği, herkes bu büyük savaşın içinde, harıl harıl çalışıyordu. Gençler de savaşa götürülmeye başlamıştı artık dedik; işte Eldar, böyle bir sürecin ardından, trene binmiş, kucağında yavrusuyla ağlayan Alımkan’a ve ailesine el sallıyordu. Daha önce vedalaşmışlardı ama kelimeler yetmiyordu, birbirlerine bakıp, Amantur’u öpüp, öyle sessizce, fısıldaşarak konuşmuşlardı. Kızıl Ordu tarafından Stalingrad savunmasına gönderilen binlerce Türkistanlı gençten biriydi, bir meçhulün ortasında, soğuk rayların tıkırtısı eşliğinde düşüncelere dalarken, yanında çocukluk arkadaşları da olması içini ferahlatıyordu. Ama hep akılda aynı soru; orada, Stalingrad’da, Leningrad’da, Moskova’da “ne bekliyordu onları?” Akıbetleri ne olacaktı? Bu trende yaptıkları sohbetler, birbirlerine yaptıkları şakalar, gösterdikleri siyah beyaz fotoğraflar; onların son anıları mıydı? “Ah Alımkan… Ah Amantur…” Stalingrad’da bir bomba daha düşüyor, farklı yerlerden dumanlar yükseliyor, sonra mermi vızıltıları… Bir binanın içindeler, askerlerin her biri elinde silahla bekliyor, Eldar’ın elinde keskin nişancı tüfeği… Belinde kürek, yüzü gözü toz, toprak ve is olmuş. Ayakta kalan her binada durum bu; iki ordunun alışık olmadığı bir tarzda, artık bir nebze ayakta olan her oda bir cephe, her sokak arası bir savaş alanı, binalar sürekli el değiştiriyor. Sık sık yakın boğuşmalar da yaşanmış. Hatta bir keresinde, mermisi bitince Eldar, bu yakın boğuşmalarda küreğini bir Alman subayının kafasında, bütün hıncını alırcasına parçalamıştı. Kan etrafa saçılmış, yüzüne bulaşmıştı, sonra tam onu gören başka bir Alman askeri ateş edecekken yere atlamış, Alman subayın elindeki “parabellumu” son anda alıp askere ateş etmiş ve onu da öldürmüştü… Hayattaydı. Küçük bir sokakta, bir taarruza kalkıldığında, “geri çekilme” ihtimali yok… Önde Alman ordusunun makinelisi, arkanda “eğer geri çekilirsen” Rus makinelisi; mermi biterse, kürekle, kürek düşerse dövüşerek… Hayattaydı işte… Erkan Çakıcı Eldar, savaşa ilk geldiği günlerde gözleri dehşete düşmüştü. Aklı almıyordu, bu gördüklerinin içinde olduğuna inanamıyordu. Titriyordu. O günlerde, her an ölüm gelebilecekken, yanı başında parçalanarak ya da yanarak ölen askerleri görürken, her yanda çürüyen asker cesetlerini gördüğünde kapıldığı dehşet; hayatta kaldığı her yeni günün ardından, yerini rutin bir soğukluğa, alışkanlığa bırakıyordu. İşte şimdi, o yıkık dökük binanın odalarında, diğer askerlerle birlikte namlunun ucunu gözlerken, yüzü gözü toz, toprak ve is olmuş, elinde keskin nişancı tüfeğiyle dürbüne bakan Birsen Karaca ANA Eldar’ın gözlerinde artık dehşetten eser kalmamıştı, hayatta kalmak ile ölmek arasındaki o ince çizgiyi, yaşanacak olan tüm dehşeti kabullenmişti. Trende beraber geldikleri çocukluk arkadaşlarının bazıları bir binanın içinde, bir sokak çatışmasında, bir taarruz yahut savunma anında can vermiş yahut sakat kalmışlardı… Sovyet savaş makinesi, propaganda silahıyla hem orduyu hem de halkı ayakta tutmaya çalışıyordu; Eldar da bir keresinde haber yapılmıştı, “…Stalin’in şehrinde Kızıl Ordunun kahramanlarından ve Kırgız yoldaşlarımızdan olan Eldar adlı asker, büyük bir kahramanlıkla bugün beş Alman askerini keskin nişancı tüfeğiyle öldürdü. Selam olsun Eldar yoldaş..!” Eldar için bunların bir önemi yoktu, savaştaydı ve hayattaydı. Alımkan ve Amantur, artık çok uzaklardaydı, hayatta kalmak isteği ise onları bir daha görebilme umuduydu… … Bir bomba daha düşüyor, farklı yerlerden dumanlar yükseliyor, sonra mermi vızıltıları… Bir sokak, bir bina ele geçirilmesi, bu savaşta zafer anlamına geliyor… İşte Alman askerleri, Eldar’ın ve arkadaşlarının bulunduğu binaya doğru yaklaşmaya başladı, Eldar dürbünden bunu gördü ve bağırdı, “hazır olun, geliyorlar…” Hepsi bu kanlı çarpışmalarda hayatta kalmış, tecrübeli askerlerdi. Önde Alman panzeri, namlusundan binaya doğru mermiler savurmaya başladı, aynı anlarda Eldar tankın yanında ve arkasında duran Alman askerlerinden gördüklerini “indirmeye” başlamıştı. Tank mermisi, el bombaları, silah tarrakaları ve mermi vızıltıları, dumanlar içinde bir çarpışma yaşanıyordu. İki tarafta da kayıplar veriliyor, Alman askerleri binanın içindeki direnişi kırmak için, Binadaki askerler ise son ana kadar tutunabilmek için savaşıyordu. Hiç de öyle filmlerdeki gibi zaman ağırlaşmıyordu, hatta zaman bıçak gibiydi, kesiyordu, akıp gidiyordu… Eldar ateş ettikçe, bir yandan da yakın boğuşma olacağını kestirmişti… Odalar mermilerden yeniden delik deşik olmaya başlamıştı. Yerinden doğruldu, hızla başka bir yere geçti, o anda kalkmasa bomba tam üstünde patlayacaktı… Yüzü toz, toprak ve is… İşte binanın içindeler, elinde kürekle, tabancayla, tüfekle, süngüyle yeniden yakın boğuşmalar... Tank hala ateş ediyor, el bombaları patlıyor. Askerler bağırıp çağırıyor, kimisi inliyor… Eldar bir Alman askerini bu kez küreğiyle öldürdü, diğerine ateş etti ve onu da öldürdü, hızlı olması gerekiyordu, nereye gidebilirdi derken bulunduğu yerdeki duvar az daha üstüne yıkılacaktı. Hayattaydı. Bir Alman askeri yıkılan duvarın ardında Eldar’ı gördü ve ateş etti, onu sırtından vurdu. Sonra el bombaları, patlamalar ve mermiler… Eldar orada can verdi… 2018… Amantur 77 yaşında… Torunu Eldar’a, babası Eldar ve Annesi Alımkan ile henüz savaşa gitmeden önce çektikleri son fotoğrafları gösteriyor. Babasının ölüm haberini çok sonra alıyorlar, savaş sonrasında da madalyalar veriliyor… Amantur bunları hatırlamıyor, annesinin anlattıkları ve savaşa gitmeden önce çekilmiş fotoğraflarla, babasını tanıyor. Annesiyle birlikte zor yıllar yaşıyor, sonra büyüyor, çalışıyor, annesi de ölüyor. Aile kuruyor, çocukları oluyor ve şimdi babasının adını taşıyan torunu Eldar’la tüm bu hikâyeyi paylaşıyor… Eldar, dedesiyle vedalaşmaya gelmiş. Amantur, torunu Eldar’dan bu fotoğrafları ve madalyalardan birini hatıra olarak saklamasını istiyor. Bu vedalaşmadan aylar sonra, 2019’un Şubat ayının ilk günlerinde Amantur, ulu bir çınar olarak hayata veda ediyor. Eldar ise o esnada, bir yıl önce veda ettiği dedesinin ölüm haberini babasından alırken, İstanbul’da bir üniversite öğrencisi… L Bu öykü ana olmayı başarabilmiş kadınlara adanmıştır. ütfiye Ana ve oğlunu birbirlerine kaderleri bağladı. … Su doldurmak için çeşme başına gelmişti Lütfiye Ana; omzunda taşıdığı testiyi kurnanın içine özenle yerleştirdikten sonra bir süre oluktan akan suyun açısını gözeterek testinin ağzını eğik tuttu; dolduğundan emin olunca da testiyi oluğun altına bıraktı ve yan taraftaki oluktan kana kana su içti, yüreğindeki yangını söndürmek için; akan soğuk suyla yüzünü, ensesini yıkadı ama suyun soğukluğu biricik oğlunun acısıyla yanan yüreğini serinletmedi. Gözlerinden boncuk boncuk yaşlar süzülüyordu. Doğruldu… ve… oğlunu gördü, gelen oğluydu… karşıdan kendisine doğru geliyordu işte: Başı döndü, gözleri karardı, yere yığıldı. Kendisine geldiğinde başında duran delikanlıya, “Kepini, giyim kuşamını görünce oğlum geliyor zannettim, kusuruma bakma oğul. Niyazi’m de seninle yaşıttı. İvriz’e göndermedik, uzaktır, hasretine dayanamayız diye; şehirde okusun dedik, özleyince hemencecik gider görürüz dedik. Seni İvriz’e gönderdiler diye de ananı babanı kınadık, bilemedik oğul. Biricik oğlum öldü… üşütmüş… yattığı oda nem alırmış, zatürre olmuş, söylemediler bize; kirasını da ödüyorduk, akraba dedik, bakarlar çocukları gibi dedik ama… yattığı oda nem alırmış, söylemedi bize; okuldan alırız diye korkmuş, bilin mi oğul? Ardından babası da uzun yaşamadı, dayanamadı biricik oğlunun acısına.” “Bilirim, duydum ana. Başın sağ olsun.” “Senin de başın sağ olsun oğul, sen de ananı kaybettin. Yazık oldu, gencecikti daha.” “Sağ ol, Lütfiye Ana, sizler sağ olun. Anneme üzülemiyorum bile, iki küçük kız kardeşim var evde; benim okuluma dönmem gerek, bitmesine daha iki yıl var. Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor. Seni çeşme başında görünce, benim içim de yandı… Annem olsaydı dedim, çok değil iki yıl daha yaşayabilseydi dedim ama gücü yetmedi, mezun olmamı göremedi.” Oğulsuz kalmış bir anne ve annesiz kalmış bir oğul tarifsiz acılarla çaresiz bakıyorlardı birbirlerine. Sonunda oğul akıl etti, “Bak ne diyeceğim, Lütfiye Ana. Sen benim anam olsan, ben de senin oğlun olsam, olur musun anam? Sen olur de, hemen yarın babamla nikâhınızı kıydırayım.” Lütfiye Ana’nın yüreğinde düğüm düğüm olup çöreklenen sevgisi çözüldü, akış yolunu buldu: Oğluna sarıldı, ağladı, ağladı… MUAZZAM İSTASYONU Kübra Pehlivan A nd içtim! Bu gece kıyamet kopsa, bu çadırın başından ayrılmam! Yeter ki huzuru bozulmasın. Kimseyi yanaştırmam! Adım Necmi. Ahlatlı Necmi derler bana. Eşref Bey, yakın korumasına verdi Akif Bey’in… Daha doğrusu ben atak davranıp, kaptım vazifeyi. Kendi bile ezber etmemiştir şiirlerini, benim heves ettiğim kadar. Akif Bey’i kimselere bırakmadım, bırakmam! El Muazzam İstasyonu’nda, artık dönüş yolundayız. Bugün öyle bir haber aldık ki heyecandan uyku tutmuyor hiçbirimizi. Anlatacağım. Nasılsa gece uzun… *** Enver Paşa’nın emriyle birkaç ay önce geldik buralara. Bu ‘Şerif’ bozuntusunun, eli kulağında isyânına tedbir olsun diye… İbnürreşid ve İbn Suud’u ziyaret için… Fakat gittik gördük işte; tepelerine tilki dadanmış, bunların gözü hâlâ birbirinde. Madem tilkiyi vuramıyoruz, horozları kessek ya! Ne lüzum var ki, böyle dolaylı işlere? Ne diyordum? Trenle önce Şam’a indik. Cemal Paşa, tutturmuş; yok efendim, bu Şerif’in oğlu Faysal gözünün önünde Kur’an’a el basıp, devlete sadâkat yemini etmişmiş. Hatta İngilizlere karşı savaşmak için silâh istemişmiş. Enver Paşa da pek vehimliymiş! Söylenecek çok laf var da işte… Tövbe tövbe… Komedi mi yoksa dram mı demek lâzım gelir bilmem ama katarın önünde, kendisine iki vagon, bir salon tahsis edilen Şerif’in oğlu Faysal ile aynı trende yolculuk etmek de varmış kaderde. Sanki ardımızdan onca işi çeviren kendisi değil, bizim heyetteki büyüklere bir mübalağalı övgüler, bir samimiyet gösterileri, ancak o kadar olur! Bir de Akif Bey’in hayranıymış haşmetmeab. Belli ki okuduğunu anlamıyor, boşa nefes israfı! Vur gitsin! Neyse… Böyle muhabbet halesi içinde, Medine’ye vardık. Faysal Efendi, âlâyıvâlâ ile karşılanırken, bizim Akif Bey, tren basamağından, başka bir âleme indi sanki, Peygamberin ağuşuna kavuşmuş, gözü bir şey görmüyor. Bunca patırtı tutunmuş olmasa eteklerine, zamanından bile sıyrılıverecek mübarek. Fakat hâlâ bu dünyadayız, bir de savaşı var, işte onun tam ortasındayız. Nasipte ne varsa o! Bir geceyarısı, uykunun orta yerinden fırladık; Uhud Dağı’nın eteklerinden peşpeşe tüfek tarrakası, kıyamet kopuyor sanki. Kaldığımız ev ile Emir Faysal’ın karargâhı arasında iki yüz metre var yok! Onlardan dışarı çıkıp bakan olmadı bile… Allah, düşmanın da merdanesini nasip edecek insana! Biz, nasıl davranmak lâzım gelir diye aramızda konuşurken, bir baktık bizim kalender meşrep Akif Beyimiz, mavzeri elinde, fişekliği belinde görünüverdi kapıda, beni yol arkadaşlığının vazifelerinden uzak bırakmayınız diyor, başka şey demiyor… Biliyordum! Biliyordum işte, içinde bir komitacı yatıyor diye! Hay beyim! Civanmert beyim! Medine’ye yerleşmeyecektik tabiî de biraz apar topar oldu çıkışımız sanki… Şehirde huzursuzluk istemiyormuş Basri Paşa. Sanki devlet görevinde değiliz de hac ziyaretine geldik! Her biri ayrı âlem bunların! Tam on sekiz gün, deve üstünde çöl arşınlayıp, Haile Kasabası’na vardık. İbnürreşid’e, Sultan’ın hediyelerini takdim ettik. Devlet-i Âli’ye bağlılığında sıkıntı yok fakat isteklerini yerine getirmeye de imkân yok! Daha birkaç ay önce kapışmış İbn Suud’la… Kan gövdeyi götürmüş buralarda. Bu galip gelmiş fakat diyor ki, “Suud, İngilizlerden silâh ve destek alıyor, güç yetiremem artık!” Peki, ne istiyorsun mübarek? Ohoo… Sahra topları, mitralyözler, mavzerler, neler neler! Eh, biz bunları verelim vermesine de bu Suud da isteyecek aynılarından… Horoz dövüştürmeye mi geldik biz? Ben diyorum ne yapmak gerektiğini de, beni dinleyen yok işte! Fakat İbn Suud’u dinleyecekmişiz, yine düştük yollara… İngiliz kesesine çoktan alışmış da, Şerif tıynetsizlikte kimseyle kıyas kabul etmez olduğundan, bu da, pusuya yatmış bekliyor bence. Biz ise bu topraklarda vefa arıyor, muhabbet tesis etmeye çalışıyoruz. İşe bak ki, herif gitmiş. Riyad’da değil tâ Basra sahilindeymiş. Geleceğimizi de bal gibi biliyor ha! Riyad dediğin en az on beş gün, oradan da El Hassa yirmi çeker, etti mi gidiş dönüş en az iki ay! Sam fırtınasından bahsetmedim tabiî… Kasabanın ihtiyarlarının dediğine göre, yıllardır böylesi görülmemiş. Deliller diyor ki, en az kırk beş gün sürecek! Eşref Bey, “Pusulamız var, haritamız var!” diye eldeki müspeti çoğalttı, nefsi yok saydı, dalıverdi çölün içine… Emir El Breyd’i yerine vekil bırakmış bu İbn Suud… Emir, merhum babasıyla hukukumuzu çiğnemez, meselenin iç yüzünü anlatır, deyip gitti dokuz günlük yola. Biz Haile’de bekleyeceğiz. Enver Paşa’nın başyaveri Mümtaz Bey, kum fırtınasında bir gözünü kaybetti, durumu fena… Şeyh Tunusi dediğim bir yaşlı koca, üstüne kalp hastası, hali duman. Akif Bey ise sportmen adam, Boğaz’ı kaç defa yüzerek geçmişliği var ama bu kadar macera, ona da yetişir artık. Günlerini bir şiir üzerinde çalışarak geçiriyor. Keyifli olduğu vakitlerde, “Haydi Necmi!” diye işmar ediyor. Koskoca Akif Bey’e elense çekip, künde atacağımı, rüyamda görsem inanmazdım. Çöl hâtırası! Bir de Çanakkalemiz var. Gün içinde, hiç olmazsa beş on defa… Sürekli harpten konuşuyoruz. Bütün yollar, bütün mevzuular, Gelibolu’ya çıkıyor. Askerî terimlerden anlamam diyor ama tarih bilgisi muntazam. “Bir gün Bedir Savaşı’nın İslâmiyet için önemini vurguluyor, ardından ‘Çanakkale şu an, Âlem-i İslâm için aynen o vazifeyi üstlenmiştir,” diyor. Başka sefer, Papa’nın kollarına kırmızı haç takıp, Doğu’ya saldığı cühela takımını, mahpus artığı bir sürü hırsız, katil sürüsünü sayıyor, Kudüs’te günlerce akıtılan Müslüman kanından; Anadolu’da yaptıkları zulüm ve kıyımdan bahsediyor; Eyyubi diyor, Kılıçarslan diyor, sonra iş dönüp, fetihe ve Boğazlar’a geliyor. Fatih Sultan Mehmet tarafından, Çanakkale Boğazı’nın en dar yerine dikilen Kilitbahir Kalesi’ni anlatıyor. “Fetihten bu yana titizlikle muhkem tutulmuş o kilit kırılır da; Ehl-i Salib, İstanbul’a, bir fatih gibi girerse ne olur?” diye soruyor. Sonra uzun uzun kendi cevaplıyor. Ecdadın çağlar boyu at koşturduğu coğrafya atlası, şimdi sanki önümüzde bir tiyatro sahnesi; Akif Bey ise, birbiri üzre çekili incecik tüller gibi çağların, birini açıp diğerini kapayarak; devletleri orduları, sebepleri sonuçları birer tablo gibi gösteriyor, asırların tecrübesini bir anda önümüze seriyor. Şiiri de böyle değil mi zaten? Boşuna mı diyorlar “Aruzla resim yapan adam!” diye. Elhâk! Eşref Bey döndü, tahminler doğru! Suud, hâlâ fiilî bir mücadele niyetinde değilmiş ancak İngilizleri durduk yerde kuşkuya sevk etmek istemiyormuş. Lafın kısası; herif düpedüz kaçmış! Akif Bey, o gece bitirdiği şiirini okudu hepimize. Dumanı üstünde… “Necid Çöllerinden Medine’ye”. O dâvudî sesiyle, kelimelerin hakkını vererek tane tane okurken gözyaşlarımızı tutabilen kalmış mıydı hatırlamıyorum. Hele ki kendi sinesinden kopan âvâzeyi, bir Sudanlı biçarenin ağzından, “Ya Nebi şu hâlime bak!” diye ünletti ya, işte o an sandım ki bizim Yenikapı tekkesindeyim, öyle cezbeye gelmişim bre! Dönüş yoluna geçtik. En yakın istasyona gidecek, Hicaz Demiryolu ile birleşeceğiz. Evet bizim haritamız, pusulamız var. Çölün konaklarını da dalgalarını da avuçları gibi bilen delillerimiz var. Dalga diyorum, yalan değil, o kumdan dalgalar, birkaç saat içinde dev bir dağ yıkıyor, başkasını yığıyor! Dağlar sürekli yer değiştiriyor! Gözümle görmesem inanmazdım! Sularımız çoktan bitti. O ahvalde, gökyüzünün bize yakın bir noktasında mütemadiyen dönen çöl kuşlarını, aşağılarda bir yerlere beşer onar pike yapıp duran, o serçeden hallice zavallıcıkları görüp de Gablan kuyusunu buluvermeseydik, şimdi ya o dağların birinin altında idik yahut şu çölün leş kuşları, güneşte kebap olmuş etlerimizi didikliyordu zahir. Teyme Köyü’ne vardık. Eşref Bey’in hâlinde sürekli bir telaş… Hastalar, yaşlılar perişan… Akif Bey, hepsi adına konuşarak, “Siz gidiniz, görülecek işlerinizi ertelemeyiniz,” dedi, “biz biraz daha şu suyun başında soluklanalım, öyle gelelim. Eşref Bey.” Pek rahatladı bu izinle, yine kayboldu çölün derinliklerinde… O akşam oturuyoruz, ikimizin de aklı, gönlü, nerede olacak, yine Gelibolu’da… Neden öyle çıktı ağzımdan bilmem. “Berlin’de yazdığınız mısraların gerçekleşeceğine inanıyor musunuz?” deyiverdim. Hiçbir şaşkınlık emaresi göstermedi, sualimi ikiletmedi bile; “Bütün kalbimle” dedi. “Fakat ya şartlar? Bu savaş, eski zamanlardaki üç beş günde bitenlerden değil. Ya gerçekler!” dedim. Gönlüm öyle dolu ki, istiyorum ki ben en menfisinden gireyim de mevzuya, o en ümitvar sözleri söylesin, kalbim inşirah bulsun. Yoksa yerimde duramıyorum. Bir insan aynı anda iki üç yerde birden savaşmak ister mi? İmkân olsa da hepsine gitsem. Hepsinde ölsem! Öyle müteessirim… O anladı hâlimi, dedi ki; “Ne âlim kaldı asrımızda, ne müderris ne fakih. Yalnız cepheden cepheye, bir arslan gibi koşan evlatlar! İşte Asım’ın nesli onlar, bütün ümidim o evlatlar!” Dedim ki “Efendim, herkes kaçsın da bir köşeye, bütün yük zavallı garibanların sırtına mı binsin? Siz sır nedir bilirsiniz, ben diyorum ki varınca İstanbul’a, gideyim Bâbıâli’ye… İşte Allah ne imkân verdiyse… Akıllar başa gelecekse, bir can gitmiş, ne gam!” Önce bir şefkat haresi belirdi gözlerinde lâkin çok sürmedi, fena çattı kaşlarını. “Senin işin mi bu? Hukuk, nizam diye bir lakırdı işittin mi hiç? Anlaşıldı, sana bir garp eğitimi şart! İstanbul’a gidebilir isek, asıl, bunu rica edeceğim. Haydut seni! Berlin’e gideceksin ya ilim tahsil edeceksin yahut sanat. Sonra tüm bu zenginliği vurup heybene, buradan döndüğün kafayı terk edip, öyle döneceksin ülkene. Kalk şimdi, gözüm görmesin seni!” Çölün orta yerinde, son fırçamı da yediğim günün akşamı, bir buçuk günlük son hecin yolculuğuna çıktık. Nihayet, öğleye doğru, rayları İstanbul tersanelerinden, traversleri Toroslar’dan; emeği, muhafazası, bin türlü zahmeti Mehmetçiğin terinden, kanından mürekkep Hicaz Demiryolu’na kavuştuk. Bu yol var ya, şimdi bana öyle geliyor ki, Anadolu’nun bağrından, anamızın uzattığı bir kınalı el… Tutacak ve döneceğiz ana vatanımıza… Bu saatten sonra, değil kömürle çalışan bir trende, kompartıman konforu düşlemek; marşandiz üstünde gitsek, hiçbirimiz şikâyet etmeyiz artık. *** İstasyonun adı El Muazzam… Bir küçücük bekleme salonu, bir de memur barınağı, hepsi bu… “Kim koymuş bu ismi?” deyip durduk, karşıdan görünce ilk. Eşref Bey, tabiî çoktan varmış, İstanbul ile görüşmelerini tamam etmiş, kapıda bizi bekliyor. Yüzünde tebessüm, kollarını açmış; “Müjdemi isterim Akif Bey!” diyor. “Dualarınız kabul oldu. Çanakkale’de zafer bizimdir!” Telgrafla Umumi Karargâh’tan almış haberi… Hem bizzat Enver Bey’den almış. O muazzam donanmalarını toplamış, gidiyorlarmış! Feth-i Mübinimiz kurtulmuş, vatanın şeref ve haysiyeti selâmet bulmuş. İşte ‘muazzam’, her zaman cesamet değilmiş demek! Bu saatten sonra, bu istasyoncağızdan başka neye yakışır bu sıfat! Sevinç naraları kopuyor gönlümüzden. Gözyaşları, yağmur olmuş akıyor. Yetmiş dereceye varan sıcakta, aç susuz, yorgun, perişan kahkahalar atıyoruz, ağlıyoruz, secdelere kapanıyoruz. Öyle ne ettiğimizi bilmez hâller! Akif Bey ise taş kesilmiş adeta; o her fırsatı, her mevzuyu Çanakkale’ye bağlayan adam, heykel kesmiş, hiçbir şey sormuyor, söylemiyor… Eşref Bey, birşeyler söylemeye devam ediyor kulağına, sırtını sıvazlıyor bir yandan. O dâvudî ses duyuluyor yavaştan: “Demek mağlup ve perişan, toplanıp çekiliyorlar öyle mi? Bir daha söyleyiniz Eşref Bey! Gidiyorlar öyle mi?” Sonra hıçkırmaya başlıyor. Ama ne ağlama! Sarsılarak boşaltıyor içindeki sağanağı, sonrası sakinleşme faslı ve yine sükût… İşte yatsı için çadırına çekildiğinden beri de kendisinden haber alınamıyor böyle… Ne demiştim? Bu gece çadırın başından bir an olsun ayrılmayacağım, and içtim. *** Bu ikinci devlet vazifesi imiş Akif Bey’in… İlkinde Berlin’e gitmiş. Beni de Berlin’e gönderme aşkı, ondan! Almanlar, İtilaf ordularından esir aldıkları Müslüman askerlere ne kadar iyi davrandıklarını göstermek için davet etmişler bizimkileri... Akif Bey’den de, Fransız ordusundaki Arap askerlere uçaklarla atılacak, etkileyici metinler yazması rica edilmiş. Aslında o da, kendisini türlü vesilelerle cezalandıran, görevinden el çektiren, dergisini kapatan hükümete kırgın… Fakat kabul etmiş görevi çünkü hükümet başka şeymiş, devlet başka! İlk seyahati, Garb’ı öğretmiş Akif Bey’e. Bu ise Şark’ı. “Kırk iki yaşında bütün dayanaklarım yıkıldı,” diyor, “bütün mefhumları tek tek, yeniden ele almam lüzum edecek” diyor. Çünkü görmek mühim! Şimdi bu ufacık hurmalığın içinde, bu sıcaktan âdeta çekirge kavurması gibi serildiğimiz kumların üzerinde, hiç ayak basmadığı, görmediği bir vatan toprağını düşlüyor bu gece… Lakin Gelibolu Yarımadası’na hiç gitmemiş! Görmek mühim dedik, nasıl olacak bu iş? Böyle düşünüp dururken, ağırlaşmış gözlerim. Bir rüyanın içine düşüverdim. Nefer esvaplı bir delikanlı dikildi önüme: ‘Seyyah mı ki o, tasa edersin?” dedi. “Şiir, şuur işidir. Gözle görmek, akılla idrak yetmez, bazen hiç lüzum da etmez, gönülde parlayacak o nur evvela! Sonra işte şair, ondan düş yoğuracak! O yüzden şaire, ‘Gök ne renk?’ diye sorulmaz. Sorulsa bile şairin cevabı, ‘mavi’ olmaz. Şair dediğin göğü, gözünü kapatıp da anlatacak! Gündüz yıldızları görecek, gece güneşi… O yüzden bin defa gitsen o yere, dört açıp gözünü, baştanbaşa gezsen, göremeyeceksin onun gördüğünü… Şair olmak, art arda sözcük dizmek mi sanırsın? Sen bu çadırın kapısında beklerken, o çoktan çıktı yola; kapalı ufuklarından tanıdı, seçti önce. Vardı, dillere destan poyrazını, donduran ayazını hissetti iliklerinde… Atılan bombalar ve toplarla kıpkızıla kesen gökyüzünü gördü, havai fişeklerin geceyi gündüz kıldığını, denize düşen güllelerin birer çağlayan gibi suları fışkırttığını seyretti irkilerek… O göğün nasıl ölüm indirdiğini, o yerin nasıl ölü püskürttüğünü, kan revan içinde kalarak seyretti hem yukarıdan hem aşağıdan… Kolay mı yazılır sanırsın bir destan?” Akif Bey’in sesiyle, yerimden sıçradım. Bir yanım rüyaya dönmeye çabalıyor, bir yanım Akif Bey’i görmeye çabalıyor. O araf hâlimde de bana doğru yürüdüğünü görüyorum. Tamam dünyadayım… O da dönmüş, pek neşeli… Sanki şimdi almış muştulu haberi. Sımsıcak kavradı beni, pehlivan kollarıyla. “Necmi, evladım!” dedi. “Asımın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek! İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek!” Ben şaşkınlıkla bakınırken, Eşref Bey geldi gülümseyerek yanımıza: “Azizim,” dedi “öyle tadımlık değil! Meraktan ölüyoruz hepimiz. Baştan okuyun rica ederim!” Davulcu Haydar’ın Ağıdı Olmuş Ellere Oyun Havası… Tayfun Haykır H alk müziğimizin kendine özgü türlerinden olan bozlaklar, başta Kırşehir olmak üzere Orta Anadolu’nun genelinde bilinir ve kültür hazinemizin mahir temsilcileri Abdallar tarafından ustalıkla icra edilir. Genellikle sevda, ayrılık, yoksulluk, sıla özlemi ve savaş gibi elem dolu temalar üzerine havalandırılır bozlaklar. Bazı yönleriyle “uzun hava”ya benzeyen bozlakların yanında yine aynı yörede “kırık hava”lar ve onlardan biraz daha hareketli olan “oyun havaları” vardır. Bu yazıda hikâyesi acı bir olaya dayanan ama zaman içerisinde “oyun havası”na dönüşmüş bir türküden söz edeceğiz. Abdal aşiretinden Davulcu Haydar’ın daha iyi yaşam koşulları için giriştiği mücadele, kandırılması -deyim yerindeyse getirildiği ketenpere- ve sonunda yaktığı trajikomik ağıt: “35’lik Normak” *** II. Dünya Savaşı sonrasında dünyanın güçlü ülkeleri bozulan ekonomilerini düzeltmek için farklı arayışlara girişmiştir. Türkiye ise Amerika ve Almanya’nın bu hedefler doğrultusunda yöneldiği ülkelerin başında gelmektedir. Her iki devletin nazarında ülkemiz iştah kabartan bir pazar konumundadır. Özellikle tarım sektörü üzerinden Türkiye’ye kanca atmaya niyetlenirler. Ürettikleri başta traktör olmak üzere, çeşitli tarım araç ve gereçlerini Türkiye’ye satmak için hızlı bir şekilde çalışmalara başlarlar. Kamuoyunda “Marshall Yardımları” olarak bilinen ekonomik planın da bu hedefin “hoş gösterim”inden başka bir şey olmadığı geçen zaman içinde anlaşılmıştır. Savaş sonrası silah satışları yavaşlayan egemen ülkeler, üretim tezgâhlarını boş durdurmak istemezler ve ileriye dönük hesaplamalar yaparak vakit kaybetmeden tarım makineleri üretimine başlarlar. Ürettikleri bu makinelerden/ traktörlerden ilk parti 1950 başında ülkemize getirilir. Cazip ödeme koşullarıyla(!) Türk çiftçileri kredilendirilir ve birer traktör sahibi yapılır. Ancak üretimi aceleye getirilen bu traktörler kısa zaman sonra arızalanmaya başlar, yedek parça bulmak ise neredeyse imkânsızdır. Birkaç yıl içinde ülkemiz adeta traktör çöplüğüne döner. Çalışmayan traktörlerin kredi taksitleri ise ödenmeyi beklemektedir. Aksi takdirde ipotek edilen tarlalar, bağlar, bahçeler, haneler, hayvanlar elden gidecektir. Çeşitli desiselerle bu kervana dâhil edilenlerden biri de Kırşehir’in Çiçekdağı ilçesinin Kırtıllar Köyü’nden Davulcu Haydar’dır. (Kırtıllar, ünlü ozan Neşet Ertaş’ın da köyüdür.) *** Davulcu Haydar’ın tek sermayesi elindeki boz davulu ve hanımının kolundaki üç-beş bileziktir. Yaz aylarında düğün düğün gezip kazandığı parayla çoluk çocuğunun geçimini güç bela sağlayabilmektedir. Bir gün Davulcu Haydar, olacaklardan habersiz şekilde evinin önünde gölge bir yere oturmuş, elindeki çakısıyla davul çubuğu düzeltmektedir. O sırada yanına, yörenin ağası Nazmi Kâhya’nın adamı olan Mehmet Kavala gelir. Mehmet Kavala, Haydar’a beş-on adım mesafe kala sesine verdiği hiddetli tonla konuşmaya başlar; “Haydar, sen bir işe yaramazsın, sen adam olmazsın!” Haydar, başını kaldırıp; “Ben nördüm gadasını aldığım...” diye cevap verir. Ağanın adamı sözlerine devam eder: “Ne zamana kadar ömrün davul çubuğu sivriltmekle geçecek! Çoluğunun çocuğunun beti benzi fukaralıktan küle dönmüş! Gel şu ağanın motorunu (traktör) sana alalım. Bak ağa zenginliğine zenginlik kattı. Sen de sür, ek, dik para kazan!” der. Böylelikle Haydar’ın başına gelecek felâketler silsilesinin kıvılcımı çakılmış olur… *** Nazmi Ağa’nın “35’lik Normak” diye bilinen motoru, aslında Alman malı Hanomag marka bir traktördür. Ağa, traktörü aldıktan bir müddet sonra traktörün kalitesiz yapıldığını, dayanıksız olduğunu anlamıştır. Çünkü her gün yeni bir arıza peyda olmaktadır. Ağa, bu işin sonunun kötüye gideceğini, zarar edeceğini düşünüp traktörü bir an önce elden çıkarmak için plan yapar. En yakın adamı olan Mehmet Kavala’yı çağırır ve bu traktörü tez elden birine satması emrini verir. Ancak traktörün durumu birçok kişi tarafından bilinmektedir. Bu durumda saf birini kandırması gerektiğini anlayan Mehmet Kavala, gözüne Davulcu Haydar’ı kestirir. Duvar dibindeki davul çubuğu sivrilten Haydar’a yaklaşıp hiddetle nasihat etmesi boşuna değildir... *** alım satımı cazipleştirir. Ancak motorun gelin kızlığı kısa sürer. İki ileri gitse bir geri gider olur, yokuş çıkmaya ise hiç mecali yoktur hemen boynunu büker. Tamirciler derdine çâre bulamazlar. Her gün yenisini eklediği arızalarıyla kısa zaman içinde Davulcu Haydar’ın varını yoğunu tüketir. Haydar ve ailesi artık bulgur dahi bulamayıp yarma pilavına talim eder hâle gelmiştir. Nihayetinde canından bezen Haydar, parçalanıp yok olması için Normak’ı köydeki tepenin başına çıkarır ve oradan aşağı salar. Fakat Normak bu sefer de intikam alırcasına Haydar’ın evinin önündeki samanlığına dalar ve ahırı, samanlığı yıkar. Ortalığı bir toz bulutu kaplar. Karşıdan bu toz bulutunu çâresizce seyreden Davulcu Haydar’ın çilesi ise zaman içinde dizelere dökülüp bir destan olur… Bugün Kırşehir yöresinde “saz-keman-darbuka” eşliğinde çalınıp oyunlar oynanan, kahkahalarla dinlenen ve trajikomik bir hikâyesi olan “35’lik Normak Destanı”nın sözleri şöyledir: 35’lik Normak Volvo da pulluk, Nazmi Kâ’dan1 alınca da dediler ki bulduk! Kârı yok, kısmeti yok elinde kaldık, Bulgur pilavına muhtaç eyledin Normak! Havalı da deli gönül havalı, Buğday kaldırmadık Normak, koysak çuvala. Ocacığın batsın Mehmet Kavala, Normak’ı benim başıma bela eyledin. İnişi aşağı boynunu eğiyor, Dört parmak yokuş gelse geri çöküyor. Gaza bassam geri dönmüş bana sövüyor, Ben senin kahrını nasıl çekeyim Normak! Fergusonlar motorların başıdır, Massey Harry trenlerin eşidir. Normak da bizi ağustosta üşütür, Altına da odun, böğrüne de soba, Egzozuna aba giydirdim Normak! Şaşırdım da Normak vallahi şaşırdım, Eğlemesini2 bilmedim de seni kaçırdım. Akşamüstü samanlığa düşürdüm, Bu kadar mı acıktın vay soyka Normak! Geçtiğin tarlada ekin saz olur, Güttüğün davarda koyun yoz olur. Mazot filtrene bassam on iki telli saz olur, Biraz da bizim makamları çalalım Normak! Ferit/Garip3 söyler Normak’lara destanı, Haftada tazeledim Normak senin ustanı. Kendin giydin al basmadan fistanı, Bizim de yavruları çıplak bıraktın Normak! _________________________ Bir hayalin ardından sürüklenmeye başlayan Haydar; tüm sermayesini ortaya koyar, hanımının bileziklerini bozdurur, yetmez. Üstüne evdeki yatağı, döşeği satar ve Nazmi Ağa’nın 35’lik Normak’ını alır. Bakımdan yeni çıkan, boyanıp cilalanan Normak’ı güneşten, yağmurdan korumak için hanımının al fistanını kestirip bir kılıf bile diktirir. Nerden bilecektir ki al fistanlı Normak tüm ev ahalisini çıplak bırakacak... Nazmi Kâhya, Haydar’ı kandırmak için Normak’ın arkasına bir de Volvo marka pulluk taktırarak aralarındaki 1 “Kâhya” sözcüğünün yerel söylenişi. 2 “Eğlemek” fiili burada “yanaştırmak”, “park etmek” anlamındadır. 3 Davulcu Haydar’ın Normak’a yazdığı bu satırlar bestelenmiştir. Tapşırma bölümündeki “Ferit” veya “Garip” mahlasları ise onu havalandıran sanatçılardan Ferit Çelebi ve (Garip) Hüseyin Çakıcı adlı mahallî sanatçılara aittir. Bu yazıda aşağıdaki internet adreslerindeki kaynaklardan faydalanılmıştır: - 15.08.2018 tarihinde “http://deligaffar.com/2015/09/12/bizimyavrulari-ciblah-biraktin-normak/” adresinden erişilen “Bizim Yavruları Çıblah Bıraktın Normak” başlıklı yazı. - 15.08.2018 tarihinde “https://www.youtube.com/ watch?v=0rqzuxVZTro” adresinden erişilen Hüseyin Garip’e ait “Normak” adlı video. HANEY YAŞAMALI MI? “Hiç kuşkum yok, Haney’in istediği sırf bunun için evlere su taşımak gibi de buydu, kafaları yapışkan düşüncelerle ikinci bir işe bile başlamıştır. Şimdi o dolmuş mahalle çocuklarına gözlerinde çocuklar zamanında çirkinliği de çopur öylesine büyüttüklerinin hiç de öyle yüzlülüğü de hesaba katılmadan ilk umdukları gibi olmadığını göstermeyi amaç fırsatta ona gitmek için on beş kuruş bilmişti.” (Tahsin Yücel, Haney Yaşamalı, biriktirmenin hesabını yaptıkları günleri Can Yay., 1991, s.66.) unutmuşlardır. öy benim için bir orijindi. Kavramın Haney biraz da bu yüzden haneydir. hayatıma girişi, büyük şehre Köylerde herkesin eve ilk girdiğinde taşınmış taşralı her ailenin çocuğu karşılaştığı yerdir. Sofadır. Köyüne erkek için az çok geçerli bir imge olarak çocukları da gerçek hayat denen alana, ilk gerçekleşmişti. Büyük şehrin aslolmayan mahallelerinde haneye girerek adım atarlar. Bu alegori bağlamında Haney adı oturan, orada doğsa da kökü dışarda (ama emperyalist çok isabetli. Bazı diyalektlerde bu kısma ‘hayat’ denmesini de Batı’da falan değil, İbn Rüşd’ün Mukaddimesi’nden sosyolojiye ironik bir bağ olarak düşünebiliriz. Yıllar sonra haber dilinin taşan kalenin içi ve dışı imgesine göre dışarıda) insanlarının, bir meslek grubu için “hayat kadını” terkibini üretmesi de bu Mevlana’nın ney eğretilemesine göre sazlığıydı köy. ironiyi sürgüleyen unsur olur. Ve “haney” kelimesi, tamamıyla köye âit bir kavramdı. Bazı körler ölse de badem gözlü olamazlar İzmir’de kullanılmıyordu ama köydeki eve girerken Haney’e olan vefasızlık da bir sosyal gözlem olarak her zaman haneyden giriş yapıyorduk. Köyde salon ve sofa iyi analiz edilmiştir. Kör ölmüştür, buna rağmen yine de kavramları yoktu, haney vardı. Haneyde top oynuyordum badem gözlü olamamıştır. Anlatıcı badem gözü de geçmiştir, kuzenimle, babam eski bir kasnaktan basketbol potası hiç yoktan o çopur yüzü ile olsun hatırlanmalıdır Haney. çakmıştı bir direğe, o haneyde İbrahim Kutluay’a ve Hidayet “Haney’in büyüklüğü burada işte. (…) önemlinin önemsizliğini Türkoğlu’na dönüşüyordum. Nasıl ki sofa kavramı ilk ve en göstermeye çalışmıştı,” der anlatıcı. Hayattaki önem sırasına fazla onun romanlarında gördüğüm için aklımda Peyami Safa gelecek her eleştirinin bir ötekileşme vesilesine dönüşümüne ile özdeşleşmişse, haney de köye dair bir kavramdı. bir eleştiri sezdiren bu cümlelerin ‘önemle’ ele alınması Tüm bunları yeniden aklıma getiren Tahsin Yücel’in Haney gerekiyor sanki. Yaşamalı adlı hikâyesi. Tahsin Yücel’in 1956’da kaleme Refik Halid Karay’ın Yatık Emine’sini de akla getiren aldığı bu hikâye, günümüzde bile bir tarafı var, ama farklı. Aslında birçok hikâyeyi akla beyaz yakalı hayalperestliği ile getirebilir şimdi buraya liste düzmenin hava atmak dışında övgüler düzülen köy hayatı imgesinin bir anlamı yok. Mevzu hava atmaksa ‘liste düzebilirim,’ pek de öyle olmadığını o zamandan diyerek de hâsıl olur sanırım ama attığım bu hava bana yol haber veriyor. Bugün Flash TV su elektrik olarak bile dönmeyecek, anca hava alacağımdır yapımları ya da Müge Anlı’nın muhtemelen. Bu yüzden havadan sudan bu bahsi burada kesip programlarında ‘yahu bu neymiş’ köye dönüyorum. Murat Kekilli gibi müziği bırakıp patates dedirten taşra ikiyüzlülüklerinin net yetiştirmeye değil ama… Hikâyedeki köye. bir eleştirisi olarak okunmaya çok Haney Yaşamalı’da da köyün ergenliğe yeni girmiş uygun hikâyelerden biri. çocuklarına hayatı tanıma hizmeti sunan Haney’in anısının İçerisinde önemli tespit cümleleri ardından konuşan anlatıcıdan dinleriz olduğunda tadından yenilmez hikâyeyi. Zaten anlatı da “Haney öldü.” olan hikâyeler vardır hani, bu cümlesiyle başlar. Ama “İnsanların da onlardan. Meselâ gâyet zarif belleğinde, dilinde bir türkü gibi, kitap bir üslupla aynı odada uyumak Tahsin Yücel’in 1956’da gibi yaşamalıdır,” anlatıcıya göre. Anlatıcı zorunda kalan ailelerle ilgili kaleme aldığı bu hikâye, onu dilden dile dolaşmaya, övülmeye değer tespitini örnek verebiliriz: “Ayıptır bir kadın olarak görür. Ona karşı işledikleri söylemesi bizim kasabamızda ana günümüzde bile beyaz günahları ödemek zorunda hisseder baba, ebe dede, çoluk çocuk, hep yakalı hayalperestliği kendini. aynı odada (…) yatarlar, her şey bir Ölmeden birkaç yıl evvel, kahvenin odada olur ve bizim kasabamızda ile övgüler düzülen köy önünden yıllardır giymekten eskimiş tumanı beş yaşındaki çocuk bile her ve yamadan renk renk olmuş zıbını ile hayatı imgesinin pek şeyi bilir. Diyeceğim, hemen geçen yaşlı kadının hâliyle dalga geçenler hepimizin doğacak kardeşlerimiz de öyle olmadığını o içini acıtır. Kendisi gibi Ali Rıza da itiraz ana rahmine düşerken birden eder bu duruma. “İnsanlığınızdan utanın,” uyanıverdiği olmuştur.” zamandan haber veriyor. der Ali Rıza, “hepimiz elinde büyüdük, böyle Yücel, özellikle bu hikâye ve mi dolaşmalı şimdi?” Bir beşlik de çıkarıp bu adla topladığı öykü kitabında atar masaya ve “Hepimiz beşer lira versek toplum sosyolojisinin bambaşka bu yoksulluktan kurtulur,” diye ekler. Anlatıcı ile Ali Rıza hariç yaralarına artık -âdiyattan oluşlarını da gözden kaçırmadanherkes komik bir şey cereyan etmiş gibi gülerler. çok ince dokunuşlar getiriyor. Ölümüne bile gülenlerin çıktığını öğreniriz hikâyenin Hikâyenin sonunda bunun gerçekten ilginç bir hikâye devamında. Sâdece çocuklara hizmet veren, büyükleri mi, yoksa aslında çok normal ve sıradan olsa da toplumun kapısından içeri bile sokmayan Haney artık o çocuklar için üzerinde konuşmayı epey hasıraltı ettiği meselelerden biri “dağın ayısı” lakabını almıştır. Hâlbuki her şeyin fiyatının ağır olduğu için mi böyle göründüğünü tam ayırt edemedim. Hâlâ zamlarla el yaktığı dönemlerde bile yüksek zam yapmamış, da edemiyorum. K Ahmet Balcı “Sarı bir safran ya da sümbülüm olsa çok sevinirdim ama olmaması gerekiyormuş demek.” Samuel Beckett U karşıladım sonradan. Fakat diğerlerini de görmezden gelmen çok da kabul edilebilir değildi sevgili kozmoz. Üstünde duracak değildim, durmadım, dilekte tutmadım, üfledim, söndü. Yan komşudan gelen inceden bir ses, Olgun Şimşek’in sesi, böldü düşüncelerimi; ‘Üflediler söndüm...’ Yeteri kadar karbonhidrat tüketiminden sonra beklenen soru da geldi: “İyi misin?” Değildim. Olmam için hiçbir sebep yoktu. Olmamam içinse her şey altın oran tadında mükemmel... “İyiyim.” “Emin misin?” Değildim. Hatta emin olduğum şu hayatta tek nokta yoktu. Yaradılışım arızalı muhtemelen, hiç ‘Tereddüt iyidir; kolayca tarafsızlığa, zamanla da bilgeliğe dönüşür’e bağlamayacağım. Ne tereddüt ne de eminlik var ruhumda, sâdece derin bir hiçlik. Nietzsche ile iki duble içsem aydınlanacak bir hâldeyim fakat dirilse gelse zat-ı muhterem midemde yara var, alkol kullanmam yasak, bütün dileklerimi tersinden anlayan ey kozmoz, sana da küfürsüz tek kelimem yok, bilesin. “Eminim.” “Niye ağladın o zaman?” “Fillere...” FİL(İ)M KOPTU zak Doğu’da filleri, eğitimi için, daha yavruyken ayağından zincire vururlar. Büyüdüğü zaman o zinciri kıracak gücü olsa bile yeltenmez kırmaya. Çünkü inanmıştır, daha kötüsü kabullenmiştir hayatını. Eğer bir gün o zinciri kıran bir fil olursa da vurup öldürürler. Sabahtan bu yana aklım fillerde... Martı Jonathan Livingston gibi özgürlüğü için ilk zincirini kıran filde... ‘İnsanlar da filler gibi değil mi sevgili okur?’ deyip sıradan örnekler içeren evrensel gerçekler üzerinden onaylanmayı beklemeyeceğim, rahat olunuz. Onu yapan bolca insan vardır etrafınızda, bir eksik kalayım ben de. Kafam bunlarla doluyken sağ elimde bıçak, sol elimde soğan, ölümlülük sıkıntılarla meşguldüm öbür taraftan. O akşamın menüsü bamya, pilav. ‘İçine katacak pek sevgim olmadığı için bamyasını bol koyarım, elimin lezzeti olmadığı için de biraz kırmızıbiber atarım’ diye düşünüp ince hesaplara dalmışken bıçak elime saplandı. Havluyu dolayıp oturdum koltuğa. Bu ara bolca ‘ağlamam geliyor’ sevgili okur. Şartlar yeteri kadar olgunlaştığına göre kendimi tutacak değildim artık. Zaten bamyayı da sevmem, ona mı ağlayayım? Plüton’un gezegen sayılmamasına mı ağlayayım? Hakan Yeşilyurt’un ölmesine mi ağlayayım? Fillere mi ağlayayım? Yoksa o anda radyoda çalmaya başlayan Gürol Ağırbaş’ın Derun’una mı ağlayayım? Bilemedim… Ağlamalardan ağlama seçebileceğim, mis gibi gece, söylesene sevgili okur kaç kişiye nasip olur böyle bir gece... Bana oldu, bugünü tarihe not düşmek gerek. En son altıncı sınıfın ilk matematik yazılısına girdiğimde hissetmiştim bu dört başı mamur çâresizliği. Yüz otuz yılda bir gerçekleşen önemli doğa olayı gibi... Tek farkla, benimki yirmi iki yılda bir olmuştu. Keşke yüz otuz yılda bir olsaydı. Yeteri kadar brutal vokale bağlamışken zil çaldı. Hiçbir zaman ‘daha kötü ne olabilir?’ diye düşünme sevgili okur, Murphy Kanunları’na göre dönüyor bu dünya ve anında daha kötüsü oluyor. Kapıyı açıp açmama konusunda karar aşamasındayken bir daha çaldı, bir daha... Artık kaşınmıştı her kimse: Şişen burnumu ve gözlerimi görmekti cezası da. Açtım. “İyi ki doğduuuuuuuuuun M., iyi kiiiiiii...” Tam parlak ışığı gördüğüme inanacakken, yanan mummuş neyse ki. Gözlerimi gören arkadaşımın şaşkınlığı, pastayı gören benim şaşkınlığım, bir yanıp bir sönen apartman lambasının şaşkınlığı birbirine girmişti. Önemsemedim, ‘herkesin şaşkınlığı kendine’ deyip tam bütün karbondioksitimi muma yollayacakken uyarıldım: “Dur, bir dilek tut! Sonra üfle...” Her sene en az bir kere mâruz kaldığım doğum günü pastası mumu ve dilek ritüelinden şimdiye kadar herhangi bir merciden geri dönüş olduğunu görmedim. Kabul, hepsi akla yatkın dilekler değildi: Sekiz yaşımda uzaylıların kaçırmasını, dokuz yaşımda kanatlarımın çıkmasını, on yaşımda Satürn’ün yörüngesine oturmayı dilememin olmamasını ben de anlayışla Meltem Gökten “Gümâna veren beni küpeli iki kulak” Y ağmur, İstanbul’un altını üstüne getirdikten sonra az evvel durmuş, yeri göğü inleterek çakan şimşekler sanki her şeyi susturmayı başarmış, yağmur da dindikten sonra etrafa bir sessizlik hâkim olmuştu. Doğru düzgün makyaj yapmamıştı zaten ama acaba çok mu dağınık görünüyordu. Günlerdir aynalardan kaçar gibi yaşıyordu. Yalnızca işe giderken kınanmayacak kadar bakım yapıyor, saçını başını düzeltiyor, onun haricinde bir şey yapmak içinden gelmiyordu. Aynaya her baktığında bir kişi eksik görüyordu sanki. Hep o geceden sonra olmuştu ne olduysa. Dışarı çıkmak için hazırlandıkları esnada, Gülay aynanın önünde makyajını tamamlamak üzereyken Aykut arkasından yaklaşmış, Gülay’ın belinden sarılmış, o gülümseyince Aykut da başını Gülay’ın başına yaslayıp gülümsemişti. Sanki bir fotoğrafçıya gülümser gibi, ikisi öylece bir süre durmuş, aynada kendilerini izlemişlerdi. Aykut gittiğinden beri Gülay ne zaman aynaya baksa o ânı hatırlıyor, Aykut’u göremeyince mahzunlaşıyor, aynayı elinden bırakıyordu. Aynayı en son elinden bıraktığında dalıp gitmiş, sanki Gülay aynayı bırakmamış da ayna onun ellerinden kayıp düşüvermişti. Zaten dalgındı da o akşam. Akşamları çayını alıp oturduğu berjerine geçtiğinde, önce önünde iki bardak çay olduğunu fark etti. Fakat Aykut yoktu ki! Olmayan Aykut için çay doldurmuştu. Çaydanlık devrilmiş de kızgın su kalbine dökülmüş gibi birden yandı yüreği! Ne yapacağını bilmediğinden telaşa kapıldı. Birkaç dakika içinde aklına üşüşen hatıralar yavaş yavaş soğuttu yüreğini. Sonra bir yanık acısı gibi, Aykut’un yokluğu Gülay’ın her yerini sızlattı. Ellerinden kayan ayna yere düştüğü zaman mı kırıldı, gönlündeki acıdan mı çatladı anlamadı Gülay. Aykut’un çayını da içtikten sonra o akşam ışıkları kapatıp erkenden yattı. Suda aksini görüp duraksadığında bütün bunlar sanki az önce olmuş gibi hissetti. Bir kaç saniye duraksayıp kafasını kaldırdığında birden onlarca Gülay’la karşı karşıya kaldı. Ayna satan bir dükkânın önündeydi. Hepsi aynı anda kendine bakıyor, aynı şeyi onlarca defa düşünüyorlardı: Güzel miydi? Aykut görse bu hâlini beğenir miydi? Akşama kadar bu soru aklından çıkmadı. Aykut beğenmiş miydi onu? Gözlerini mi, saçlarını mı, dudaklarını mı beğenmişti? Mesaisini tamamlayıp eve döneceği zaman günün yorgunluğundan hiçbir şey düşünecek hâlde değildi. Ta ki ayna satan dükkânın önüne gelene kadar. Gayri ihtiyari, dükkândan içeri girdi. Biraz bakınır, belki kırılan aynanın yerine yenisini alırım diye düşünmüştü. Dükkândan içeri girdiğinde kimse Gülay’ı rahatsız etmedi. Gülay tek tek aynalara bakıyor, hangisinin karşısına geçse gözlerini kendinden kaçırıyordu. Kendinden değil de yanındaki boşluktan aslında... Bir süre bakındıktan sonra cam kenarındaki bir koltukta kitap okuyan adama gözleri ilişti. Adam, Gülay’ın geldiğinden bile habersizmiş gibi duruyordu. Gülay, varlığını belli etmek için “Bir ayna bakıyordum,” dedi. Adam gözlerini kitaptan kaldırıp yakın gözlüklerinin üzerinden Gülay’a baktı, “Zaten bir tane var mı sizde?” dedi. Gülay adamın ne demek istediğini anlamamıştı. “Yok” diyebildi. “Yani vardı da kırıldı işte,” diye ekledi. Adam kaldığı yeri bulmak için sayfayı işaretleyip (Can içinde dostu bulan ayrık ne yerde istesin / Onu daşra sananların ömrü geçti perakende) kitabı sehpaya bıraktı, kalkıp Gülay’a doğru birkaç adım attı. “Bir ayna yalnızca seni gösterir,” dedi. Gülay da onu istiyordu zaten. Birkaç model bakındı, makyaj yapabileceği bir el aynası aradı ama bir türlü beğenemedi. Adam arka tarafa doğru geçip kutular arasında bir şeyler arandı. Sonra getirip Gülay’ın eline bir paket tutuşturdu. “Al bunu,” dedi “kendine bakacaksan bu yeter sana.” Gülay içini bile açıp bakmadan paketi aldı, ücretini ödeyip eve gitti. Akşamın telaşını da bitirip berjerine sığındığı vakit dükkândan aldığı paket geldi aklına. Soğuyan çayını tazelemek için kalktığında paketi de alıp geri geldi koltuğuna. Bir ayna beklerken kapkara bir taş çıktı kutudan. Karaydı ama parlaktı da. Merakla kalkıp ışıkları açtı, taştaki yansımasını gördü. Çok net değildi ama görüyordu kendini. Elleri saçlarına gitti, saçıyla alnının birleştiği yere dokundu, “Aykut olsa koklardı,” diye düşündü. Gözlerini kapatıp Aykut’un “Kokun kalsın benimle” diye diye, alnıyla saçının birleştiği yeri kokladığını hayâl etti. Gözleri ağırlaştı, yavaş yavaş uykuya geçti. Rüyasında bir ırmak kıyısında eğilmiş suya bakıyordu. Onu dalgınlığından arkadaşı Sibel uyandırdı. İlk defa duyduğu bir dilde konuşuyordu ama Gülay anlıyordu Sibel’i. “Güzelsin,” dedi. Gülay emin değildi. Gözlerini yeniden suya doğru çevirdiğinde güneş başının üstünden suya yansıdı. Gülay’ın aksi kaybolmuş, güneşin parlak ışıkları suyu kaplamıştı. Gülay kafasını yeniden kaldırdığında bu sefer Aykut’u buldu karşısında. Aykut’un elinde siyah parlak bir taş vardı. Baş hizasında kaldırıp Gülay’ın yüzüne tuttu. Gülay nerede olduğunu anlayamamıştı ama Aykut’un kıyafetlerine bakılırsa birkaç bin yıl evvelde bir yerlerdeydi. Aykut’un yüzüne tuttuğu kara taşta kendini görünce çok şaşırdı. Birlikte nehrin kıyısında bir taşın üstüne oturdular. Aykut, Gülay’ın elini elleri arasına alıp “Suya bak, taşa bak, her nerede kendini görürsen gör, yeter ki benim gözümle bak,” dedi. Gülay çok şaşkındı. Aykut’un gözleriyle nasıl bakacaktı ki? Ya kendi gözleriyle bakarsa ne olurdu? Uyandığında neredeyse gün ışımak üzereydi. Kalkıp bir duş aldı, hazırlanıp işe gitti. Öğlen arasında yemek yerken aklına gördüğü rüya geldi. Yemekten sonra internete girip rüyasını yorabilmek için “suda kendine bakmak” diye arama yaptı. Echo ve Narcissus’un hikâyesini bir çırpıda okudu. Echo, yakışıklı oğlan Narcissus’a âşık olmuş, Narcissus YALAZ Ahmet Turan Tiryaki da suda yansıyan aksine, yâni kendine. Kendini izlerken yorgunluktan eriyip ölmüş. Echo’nun kemikleri kayalara, sesi de kayalardan yansıyan ekoya dönüşmüş. Narcissos ise nergis çiçeği olmuş. Gün boyu Echo’yla Narcissos’un hikâyesini düşünüp durdu. Aykut, rüyasında bunun için mi “Suya bak, taşa bak, her nerede kendini görürsen gör, yeter ki benim gözümle bak,” diyordu. Kendi gözleriyle kendine baktığı zaman sevilecek bir kadın göremiyordu. Güzel olup olmadığına karar veremiyordu. Buna karar veremeyince de kendine bir kıymet biçemiyordu. Kimdi ki o, neden değerli olsun, neden sevilsin? Şu ukala oğlan Narcissos da bunun başka çeşidi işte, o da kendine âşık. Peki Aykut nasıl görüyordu ki onu? Rüyayı hatırladı yeniden, Aykut’un başı hizasında kaldırıp yüzüne tuttuğu taş, aynacının kendine verdiği siyah taşa benziyordu. Adam aynayı verirken “Kendine bakacaksan bu yeter,” demişti. Kafası karıştı Gülay’ın. Akşam iş çıkışı aynı dükkâna yeniden uğramaya karar verdi. Trafiğin arasından gürültülerin içinden geçip ayna satan dükkâna geldiğinde girmeye tereddüt etti. Adam oradaydı, dünkü koltukta oturmuş kitap okuyordu. Kapıyı açıp girdiğinde yine oralı olmadı. Gülay ne yapacağını bilmiyordu, ayna mı alacaktı, taşı mı sormalıydı? Ne diyeceğini düşünürken birden dilinden “Ben kendime bakmayacağım.” sözleri döküldü. Adam kitapta kaldığı yeri işaretleyip (Sarrafların katında kaide şöyledürür / Kadrin bilmez kişiye göstermedi gevherin) sehpaya bıraktıktan sonra kalkıp Gülay’a “Hoş geldin,” dedi. Biraz da gülümseyerek, “Kendine bakmayacaksan, aynacıda ne arıyorsun?” diye sordu. Gülay’ın aklı bu haklı soru karşısında allak bullak olmuştu. O ne diyeceğini düşünürken adam arka tarafa gidip yine elinde bir kutuyla geldi. Gülay’a uzatırken “Bir de buna bak,” dedi. Evden içeri girer girmez adamın verdiği kutuyu alıp berjerine geçti. Kutuyu açarken elinin değdiği şeyden bir iğrenti hissetti ve içindekine dokunmadan kutuyu açmaya çalıştı. Her tarafı kir pas içinde bir demirdi bu. El aynası şeklinde kesilmişti ama hiçbir şey görünmüyordu. Kalkıp bir bez aldı, aynayı sildi. Yine de dokunmaktan imtina ediyordu. Sapından bir mendille tutup ayna kısmını ovalamaya başladı. Bir süre sonra aynayı ovaladığının farkında olmadan Aykut’un hayaline kaptırdı kendini. Gece yarısı olmuş, yorulmuş, ayna elinde uyuyakalmıştı. Rüyasında bir dağ başındaydı. Bulutlar kararmış, gök yarılmış gibi yağmur yağıyordu. Gülay aynayı ovmaya devam ediyor, ovdukça onun da gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Derken ayna biraz parlamaya başladı. Islak gözlerini seçebildi ilkin. Sonra bir adam sûreti göründü, kayboldu. İrkilip arkasına bakarken elindeki acıyı hissetti. Mendili yırtılmış, fark etmemiş, aynayı eliyle ovmaya devam etmişti. Derisi soyulmuş, eli kan içinde kalmıştı. O acıyla uyandı uykusundan. Elindeki aynaya baktı, yine kendini gördü. İnler gibi, belli belirsiz “Neredesin Aykut, neredesin?” dedi. Hafta sonu sabahıydı. Vaktin biraz ilerlemesini bekledi. Sanki aynacı kendini bekliyormuş gibi hissetti. Altı üstü bir ayna alacaktı. Bu taş, bu paslı demir parçası neyin nesiydi? Karmakarışık aklını daha da karıştıracak başka bilmece var mı diye merak ediyordu. Az sonra dükkânın önüne geldiğinde adamı yine koltuğunda kitap okurken buldu. Bu sefer, ne olacağını o biliyor, ben bilmiyorum nasılsa diye düşünerek girdi içeri. Bir süre bekledikten sonra “Ne verirsen almaya geldim,” dedi. Adam kitapta kaldığı yeri işaretleyip (Bencileyin gören kişi ben sevdiğimin yüzünü / Deli ola dağa düşe yavı kıla kend’özünü) sehpaya bıraktı. Kalkıp Gülay’ı selâmladı. Gülümsüyordu. Kahveyi nasıl içtiğini sordu. Gülay “hele şükür” dediğinde adam bir orta, bir sade kahve sipariş etmişti bile. Kahveler geldiğinde geçip karşılıklı oturdular. Adam Gülay’a hâl hatır sorduktan sonra, kahvesinden bir yudum aldı, sonra gözlerinin içi gülerek bir daha baktı Gülay’a. “Artık müşterim değilsin,” dedi. Gülay anlamamıştı. Bunca bulmacanın cevabı yok muydu? Gülay günlerdir ayna arıyordu hâlbuki. Aynanın biri olmazsa ötekinde Aykut’u bulacağını, beline sarılmış vaziyette gülümserken göreceğini ummuştu. Göremeyecek miydi? Üstünden ne kadar zaman geçti bilmedi Gülay. Geceler boyu ağladı, günlerce inledi. Bir gece rüyasında gördü Aykut’u. Gördü mü görmedi mi tam emin de olamadı. Yalnız sesini duyduğundan emindi, sımsıcak, sevgi ve şefkat dolu bir sesle “Aynalardan hayâl yansır, hakikatin aksettiği yegâne yer gönüldür. Ben, İbrahim’in Kâbe’yi yaptığı gibi yaptım seni kalbime. Sen de gönlünde hakikati bulursan, yüz yüze tutulmuş iki ayna gibi bir sonsuz olur aramızda. Gönlünü kederle temizle, aynanı aşkla sırla,” demişti. Gülay yine içten içe “Neredesin, neredesin Aykut?” diye inleyerek uyandı. Yüreğinde bir ateş vardı. Ne yaptığının farkında olmadan evden çıktı, ayna satan dükkâna doğru gitmeye başladı. Sokağa girdiğinde yüreği titriyordu. İlkin duvarlarda oynaşan yalazları gördü. Bütün aynalar kırılmış, yerlere saçılmıştı. Etrafta yanan bir şey yoktu ama kırık ayna parçalarından alevler aksediyordu. O koltukta kitap okuyan Aykut muydu? Okuduğu yer kaybolmasın diye işaretleyip (Bu Yunus’un çün sûreti ölüp toprak olur ise / Bâtınımdan aşk sevgisi bilin ki hiç gitmez benim) kitabı kapattı, Gülay’a baktı. Bir sonsuzluk gibi… “Buradayım, baktığın her yerde,” dedi. G Millî ve Milliyetçi Edebiyat Sorgulaması azeteci, yazar, milletvekili Ayarlama Enstitüsü ise Nusret Safa Coşkun (doğum Türk modernleşmesinin, 1915, ölüm 1971) Açık Türk toplum yapısının Söz gazetesinde 1936 yılında değişmelerine ilişkin bir 44 edebiyatçı ile “Millî mizahî anlatı olmasına Bir Edebiyat Yaratabilir rağmen şeksiz şüphesiz miyiz?” konulu dizi anket evrensel romandır. yapar. Bu dizi anket Aynı şekilde, Mustafa 1938 senesinde yine Necati Sepetçioğlu’nun Nusret Safa tarafından Cevahir İle Sadık Çavuşun kitaplaştırılır. Yıllar sonra Buğday Kamyonu bir bu kitap, 2018’de Çolpan Anadolu kasabasının İkinci Kitap tarafından Şaban Dünya Savaşı dönemindeki Özdemir’in hazırlamasıyla, durumunu işler. George gözden geçirilip biraz Orwell’ın Boğulmamak İçin daha genişletilerek tekrar adlı romanıysa bir İngiltere yayımlanır. Biz bu ayki kasabasının İkinci Dünya Savaşı yazımızda Nusret Safa’nın arifesindeki atmosferini yansıtır. anketine katılan edebiyatçılardan Esas itibarıyla her iki roman da her dile rastgele seçtiğimiz birkaç farklı cevabı öne çevrilip okunabilecek millî romanlardır. İlki Türk çıkartarak “Millî Edebiyat” konusunu kısaca edebiyatının, ikincisi İngiliz edebiyatının ürünleridir. Yine tartışacağız… Millî edebiyat var mıdır, mümkün Tanpınar’ın Huzur adlı romanı bütünüyle Boğaziçi romanı müdür, varsa mahiyeti nedir ve millî edebiyatın hudutları olmasına mukabil Çinceye bile tercüme edilmiştir. Şu halde nereye kadar uzanıp nerede daralır soruları üzerinden millî roman ile milliyetçi roman arasında fark vardır. O konuya kuşbakışı eğileceğiz. Eğilirken de kendi algılayışımız fark, millî romanın Hereke halısı gibi bütün dünyaya hitap ve çıkarımlarımızla müdahil olarak muhtelif fikirleri edebilmesidir. Hereke halısını yalnızca Türkler kullanır harmanlayacağız. diyemeyiz; bu halıyı yabancılar da beğenip kullanabilirler. Millî Nusret Safa’nın anketine katılan Peyami Safa bizim roman da böyledir. Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun romanlarını ülkemizde millî edebiyat tabirinin milliyetçi edebiyat belki bütün dünyaya okutamayız ama Hasan Ali Toptaş’ı anlamında kullanıldığını fakat bu kullanımın doğru olmadığını pekâlâ okutabiliriz. söylüyor. Peyami Safa’ya göre, milliyetçi edebiyat, milliyet Vâlâ Nureddin, millî edebiyat diye tamamıyla muayyen şuurundan hareket ettiği için her türlü ideal ve ideolojinin bir şey olduğuna kani değildir. Çünkü diyor Vâlâ Nureddin, üzerindedir. Hâlbuki millî edebiyat hiçbir tasnife giremez. Maksim Gorki’nin romanları ve tiyatroları, sosyalist Nitekim Peyami Safa, millî olmayan edebiyat yoktur diyor. temayüllü olmakla beraber mükemmel bir Rus edebiyatıdır. Pekiyi bununla ne demek istiyor? Ercüment Ekrem Talu’dan Bizde de böyle değil midir? Sabahattin Ali de Nihal Atsız da alıyoruz cevabı: Bizim memlekette yazılan ne ideolojik zıtlıklarına kadar yazı varsa hepsi millî edebiyata dâhildir. karşın Türkçe Hereke kumaşının millî kumaş olduğu gibi. yazmışlardır ve Türk Nusret Safa’nın anketine Millînin benim nazarımda bundan başka mânâsı edebiyatındandırlar. katılan Peyami Safa bizim yoktur. Ekrem Talu’ya göre, bir Türk muharrir Vâlâ Nurettin, Türkçe olarak yazıyorsa o millî edebiyattır. Nazım Hikmet’in ülkemizde millî edebiyat Buraya kadarki ifâdelerden anlıyoruz ki birçok eserlerini tabirinin milliyetçi edebiyat milliyetçi edebiyat millî edebiyatımızın anlamında kullanıldığını fakat ile millî edebiyat mükemmel arasında fark vardır. numuneleri arasında bu kullanımın doğru olmadığını Halid Ziya Uşaklıgil’in görüyor. Ve diyor söylüyor. Peyami Safa’ya göre, kozmopolitlikle ki, millî edebiyatta milliyetçi edebiyat, milliyet yargılanan Aşk-ı hamaset şartı şuurundan hareket ettiği için Memnu adlı romanı aranmaz. Gerçekten hiç kuşkusuz ki Türk de Peyami Safa’dan her türlü ideal ve ideolojinin edebiyatına âit bir Adalet Ağaoğlu’na, üzerindedir. romandır. Peyami Attilâ İlhan’dan Tarık Safa’nın Simeranya Buğra’ya (Osmancık kurgusu da milliyetçi hariç) sosyalist ülkülere hiç temas veya milliyetçi pek çok romancımızda neredeyse hamasetin etmez ve doğrudan zerresini bulamıyoruz. Türkçü bir roman olmasına karşın doğruya bütün Ruh Adam o psikolojik ve düşünsel derinliğiyle biz okurlara insanlığın mutlu hamasî edebiyat hissi vermiyor. Millî edebiyat hamaset şartına geleceğini gözetir. Böyle olduğu halde Simeranya tasarımının bağlı değil ise, şu hâlde milliyetçi edebiyatın dayanaklarından da içerisinde bulunduğu Yalnızız romanı Türk edebiyatından birinin hamaset olduğunu varsayabilir miyiz? Edebiyat teorisi veya Türklük evreninden kopuktur diyemiyoruz. Uşaklıgil’in bu varsayımı geçerli de kılsa geçersiz de kılsa mevcuda Aşk-ı Memnu’sunun da Türklük evreninden büsbütün (uygulamaya) bakıldığında, hidayet romanları örneğinde soyutlanmış olmadığı gibi. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri görüldüğü şekliyle, milliyetçi romanlarımızın estetik kaygıdan Metin Savaş ziyade hamaseti öne çıkardıklarını söyleyebiliyoruz. Kemal Tahir’in Devlet Anası seviyesindeki tarihî romanlar tabiî ki fevkalâde derecesinde istisnadırlar. Üç Silahşorlar romanı da Fransızlık hamasetinden daha fazla olarak, Fransa Krallığındaki entrikaları, ama tabiî vatanseverlik duygularıyla beraber, gerçekçi bir üslûpla okurlarına sergiliyor. Salih Zeki Aktay, millî edebiyatın, bizde anlaşıldığından bambaşka bir şey olduğunu söyler. Ona göre, millî edebiyat, beşerî sanat ve fikriyata çıkmış Türkçe eserdir ki içinde edasından ve sedasından Türk güzelliği zevki tadılır ama bu tadın, bu zevkin edebî eserin konusuyla alâkası hiç denecek kadar azdır. Aktay’ın bu tarifine nasıl bakacağız? Aklıma ilk gelen örnek, Sabahattin Ali’nin Kuyucaklı Yusuf’u. Bu roman ana hatlarıyla toplumsal yergi romanıdır. Yerleşik sistemin tenkidi de diyebiliriz. Milliyetçi roman değildir ve ideolojik boyutu vardır. Bu roman Türklüğü yüceltmek veya Türklüğü yermek amacıyla da yazılmamıştır. Dünya üzerinde Anadolu adında bir coğrafya vardır ve buradaki toplumsal yaşantı hiç de öyle iç açıcı değildir. Bu coğrafya bir başka yer de olabilirdi. Meselâ, Marquez’in neredeyse her romanında karşımıza çıkan kasabası da olabilirdi. Albaya Mektup Yok adlı romanı bilindiği üzere toplumsal ve politik yergi romanıdır. Gerek Sabahattin Ali’nin romanlarında gerekse Marquez’in romanlarında Türk ya da Kolombiya milliyetçiliği görülmediği hâlde her iki romancının da eserlerinde Türklük ve Kolombiyalılık edası belirgin mikyasta baskındır. Yine meselâ, Tarık Buğra’nın Siyah Kehribar romanının mekânı İtalya’dır ama bu roman İtalyan edebiyatının değil Türk edebiyatının içerisindedir. Amin Maalouf (Emin Maluf) Lübnan doğumludur, anadili Arapçadır, romanlarında Ortadoğu coğrafyasını işlemekle ünlenmiştir, ne var ki yapıtlarının dili Fransızcadır ve kendisi Lübnan doğumlu Fransız yazar kimliğiyle kabul görmüştür. Millî edebiyat vakıasına Suat Derviş’in yaklaşımı ise özgünlük üzerinden şekilleniyor. Derviş, Türkçe yazılmamış olduğu halde bazı eserleri okuduğu zaman, o bazı eserleri, Türkçe yazılmış bazı eserlerden çok daha fazla benimseyebildiğini söylüyor. Derviş’e göre millî edebiyat orijinal olabilmeli, kesinlikle taklit olmamalıdır. Nitelikli bir edebiyat yaratabilmemiz için etrafımızı görebilmemiz gerektiğini belirten Derviş bütün o gördüklerimizi temiz verebilmeliyiz diyor. Temizlikten kasıt muhakkak ki yazardaki aydın sorumluluğu, olabildiğince objektiflik ve mümkün mertebe yazarın yansız dikkatiyle insanlık durumlarını irdeleyip eserine yansıtabilmesidir. Millî edebiyatın yanı sıra milliyetperver edebiyatın varlığını inkâr etmeyen Derviş ülkemizdeki milliyetperver edebiyatın yetersiz, sahte ve alelâde olduğunu iddia ediyor. Hakiki mânâda milliyetperver edebiyat verimlerinin bizde çok az bulunduğunu da ekliyor. Bu verimsizliğin sebebini de taklide, yâni orijinal olamamamıza bağlıyor. Nusret Safa Coşkun’un anketinin üzerinde 83 yıl geçti. O günden bugüne millî edebiyat ile milliyetçi edebiyat verimlerinin nitelik ve nicelik seyrinde de birtakım değişiklikler vuku buldu. Anket cevaplarından anlıyoruz ki milliyetçi edebiyat vardır, millî edebiyat ise milliyetçi edebiyatın üstünde durarak sanatta evrensel olabilmek kaygısı gütmektedir. Millî edebiyat, beşerî sanat ve fikriyata yöneliktir. Milliyetçi edebiyatsa beşeriyetin alt dalı olarak muayyen bir toplumun sınırları içerisinde kalmaktadır. Bununla birlikte kimi millî edebiyat verimleri gerekli seviyeyi yakalayamazken kimi milliyetçi edebiyat verimleri bütün insanlığa hitap edebilmektedir. Nöropazarlama ve Bernays M. Bilgehan Aytaç C ommercial Alert kuruluşu, kendi web sitelerinde var oluş amaçlarını şöyle açıklıyor: “Tüketim kültürünü kendi münasip çerçevesinde tutmak ve onun çocukları kullanmasına ve ailevî, toplumsal, çevresel ve demokratik değerleri çökertmesine engel olmak.” Kuruluş, pazarlamacıların nöroloji biliminden faydalanarak beyinlerimize girebileceğine, bizleri manipüle edebileceğine ve daha etkili politik propagandaya zemin hazırlanabileceğine dair haklı endişeler taşıyor ve bu konuda bildiriler yayınlıyor. Evet, tüketici davranışlarına yönelik bilimsel tartışmaların geldiği son nokta budur; insan beyni okunmaya çalışılıyor. Nöropazarlama hususunda uzman kabul edilen Lindstrom “Buyology”sini savunurken her yeni teknoloji gibi nöropazarlamanın da bir takım etik kaygılar barındırdığını kabul ediyor ama bunun bir çeşit Orwellcilik olmadığını ayrıca biz tüketicilere, reklamcıların hile ve taktiklerinin tuzağına nasıl düştüğümüzü daha iyi anlamada, yardım edebileceğini söylüyor. Nöropazarlama beynimizin reaksiyonlarını anlamaya çalışarak pazarlama stratejilerine yön vermeye çalışan yeni bir alan olmasına karşın, insan zihninin görünmeyenini anlama çabaları ve bu görünmeyenlerden pazarlama politikaları veya propagandalar oluşturma gayretleri oldukça eski. Propaganda ve pazarlama birbirlerinden farklı kavramlar. Fakat Bernays’ın yıllar önce yaptıkları, kendisine göre bu ikisinden de farklıydı. Yaptıklarına halkla ilişkiler diyordu. Herkes, en azından ülkemizde lise eğitimini eşit ağırlıklı ve sosyal bölümlerde geçirmiş herkes, Freud’un ilkel benliğine aşina. Psikanalizin kurucusu Freud her insanın zihninin derinliklerinde saklı ilkel, cinsel ve saldırgan güçler keşfettiğini söylüyordu. Freud’un yeğeni Edward Bernays bu fikirler ortaya atıldığında Amerika’da bir basın ajansında çalışıyordu. Amerika Birleşik Devletleri, Avusturya ve Almanya’ya karşı savaşa gireceğini açıkladığında hükümet halkı bilgilendirmek için bir komite kurmuş ve Bernays’ı da bu komitede görevlendirmişti. Bernays kabaca Amerika’nın savaş hedeflerini halka duyurarak halkta lehte bir fikir oluşturacak ve hükümete de meşruiyet sağlayacaktı. Nitekim başardı. Bernays savaş esnasında gerçekleştirilen bu propagandanın, savaş dışında da kullanılabileceği ihtimali üzerine düşünmeye başladı. Bunu düşünürken amcasının, gizli kalmış ilkel güçler fikrinden oldukça etkilendi. Bu güçleri harekete geçirerek para kazanılabileceğini düşündü. O zamanlarda kadınların sigara içmesi olağandışıydı. Zamanın Amerikan Tütün Şirketi Genel Müdürü Bernays’a bu sorunla nasıl başa çıkılabileceğini sordu. Bernays psikanalist arkadaşı Abraham Brill’le bu konuyu görüştü ve yüksek bir ücret karşılığında oldukça ilginç bir yanıt aldı. Brill sigaranın cinsel organı temsil ettiğini ve erkeklik gücünü anımsattığını söyledi. Brill’e göre, eğer sigara içme fikri erkek iktidarına karşı duruşla harmanlanabilirse kadınlar sigara içecekti. Böylece onlar da kendilerinde eksik olan bir organı tamamlamış sayacaklardı kendilerini. Bernays zekice bir süreç organize etti. Paskalya töreninde oldukça kalabalık bir ortamda bütün basını da arkasına alarak birkaç zengin kadına imrendirici bir şekilde aynı anda sigara yaktırttı. Basına, kadınların seçme hakkını savunduğunu ve sigaraların birer özgürlük meşalesi olduğunu yazdırttı. Meşale Özgürlük Anıtı’nda da vardı ve özgürlük kavramıyla iç içeydi. Kampanya başarılı oldu. Kadınlar artık sigara içiyordu. Herkes şuna inanmaya başladı; sigara içen bir kadın daha özgür ve bağımsızlığa daha yakın bir kadındı. Bu fikir hâlâ tazedir. Adam Curtis hazırladığı belgesel dizisinde Bernays’ın fikirlerini ve faaliyetlerini açık ve sürükleyici bir şekilde anlatmaktadır. Yine kendi kaleminde yayınladığı makalelerde Bernays gerek Amerika Birleşik Devletleri’ne gerek çeşitli sermayedarlara verdiği birçok danışmanlık hizmetinden detaylı bir şekilde bahsetmektedir. Müteahhit ve mimarlara inşa ettikleri dairelere kitap rafları eklemelerini söyleyerek kitap satışlarını arttırmak bunlardan sâdece bir tanesiydi. Bundan aşağı yukarı 100 sene evvelki psikanalistlerin, teknolojik imkânlardan mahrum bir şekilde ulaştığı bulguların hangi amaçlarla kullanıldığı ortada. Bu da Commercial Alert ve diğer etik kaygıları taşıyan insanlara hak vermemizi sağlıyor. Yine yaklaşık 66 milyon kişinin öldüğü ifâde edilen 2. Dünya Savaşı’nda, Hitler’in propagandacısı Goebels’in felsefe doktorası yaptığı biliniyor. Bilim belki isteyerek belki istemeyerek uzun süredir zihinlerin nasıl manipüle edilebileceğine dair tarifler Kaynaklar 1. Bernays, Edward L. “Emergence of the public relations counsel: Principles and recollections.” Business History Review 45.03 (1971): 296-316. 2. Lindstrom, Martin. Buyology: How everything we believe about why we buy is wrong. Random House, 2012. 3. http://www.commercialalert.org/ 4. Işın, G. “Savaş–barış ve Alfred Nobel.” Pivolka 1.10 (2003): 9-12. 5. Curtis, A. (Yöneten). (2005). The Century of Self [Belgesel Filmi]. BBC. 6. Bayer, Albert (1982). Bilim Ahlakı. NEKROLOJİ yayınlıyor. Pazarlama henüz propaganda kadar kirli bir kavram olarak görülmese de nöropazarlama taktikleri kullanılarak yapılan pazarlama metotlarının, pazarlamayı propaganda gibi bir kitle imha silâhına dönüştürme ihtimali mevcut. Bunu tüketim çılgınlığını birkaç doz daha arttırarak veya siyasal pazarlamacılara kirli reçeteler sunarak yapabilir. Meselâ sigara reklamlarının yasaklanması karşısında, sigara üreticilerinin bizlere bilinçdışı reklamcılığı kullanarak mesajlar yolladığını biliyoruz ve beynimizin %98’inin kontrol dışı çalıştığı iddia ediliyor. Nöropazarlamanın etik dışı kullanımdan ne kadar uzak kalabileceğini kestirecek bilgiye ve öngörüye sahip değilim ama potansiyel tehlike olduğunu hissetmek zor değil. Çağımızda bilgi en kıymetli sermaye olarak kabul gördü, ancak burada hangi bilginin kıymetli olduğu veya bu bilginin nasıl kullanılması gerektiği tartışması yeniden anlam kazanıyor. Bilim ve etik kavramları bunca gelişmeye rağmen birbirine ne kadar yakın? Dinamitin mucidi Alfred Nobel ürününün savaşlara veya şiddet eylemlerine değil endüstri, tarım gibi alanlarda barışçıl amaçlara hizmet ettiğini söylemiştir! Belki de haklıdır. O zaman burada belki de suçlu olan bilim değil tekniktir (bkz. Albert Bayer, Bilim Ahlakı, 1982). Her ne kadar nükleer bilimi kadar tartışılmasa da sosyal bilimlerin de birer kitle imha silahına dönüşebileceği bir gerçek. Faithless bir şarkısında şöyle diyor: “Uzun menzilli bir silah veya bir canlı bomba/ Nefret dolu bir zihin bir kitle imha silahıdır. Soaraway Sun veya BBC 1/Yanlış bilgilendirme bir kitle imha silahıdır. Halliburton veya Enron ya da herhangi biri/Açgözlülük bir kitle imha silahıdır”. Göktürk Ömer Çakır “Çün nabzuma el urdılar, hayât ümîdinden el çekdiler” Âşık Çelebi İptida Ölebileceği hiç aklıma gelmemişti. Evde yoktum. 450 km mesafede, bir çöp arabasının operatör basamağında Ulus’a doğru yol alıyordum. Saat, gece 3.00… Temiz bir yaz akşamında, olunabilecek en pis noktada seyrediyordum. Kemal Paşa’nın o maruf heykelinin biraz yukarılarında, şimdi hâlâ yerinde mi bilmiyorum, bir öğretmen evine kapağı attım. Yanımda kimliğim de olmadığı için kapıda meramımı anlatmak amacıyla sarf ettiğim iki-üç dakika zarfında son nefesini vermiş olabileceğini düşündüm hep. Öğretmen evinin sıcak banyosunda duşumu alırken, o artık bu dünyada değildi. İlginçtir, böyle anlarda insanların meşbu olduğu o garip hisler de uğramamıştı yanıma yöreme. İyi bir uyku çektim. Ertesi gün, İstanbul’a giden ekspreste de keyfim yerindeydi. Yanımdaki arkadaşlarla kendimi Tarihî Yarımada’ya atmış, dinlenmek için ideal bir gölgelik sunan Firuz Ağa Camii’nin dibinde takılıyordum. Kafamda, gelip geçenlerin küpültüsüyle karışık, boylu boyunca Divan Yolu’nu imar eden II. Bayezid’in bu güzergâhta yaptırdığı camilerin isimleri dönüyordu. İşte o noktada, belki Mehmet Akif Ersoy Parkı’nın daha içlerinde, babamın öldüğüne dair soğuk bir mesaj aldım: O sırada şehirde olmadığım için beni istiskal eden bir mesaj… Artık, evde tek başımaydım. Bu işler sıralı oluyorsa, ki en güzeli ve doğrusu odur, herhalde yaşadığım hanede, bir Nuh ömrü sürmeyeceksem, kimsenin ölümünü görmeyecek, en azından uzaktaysam bile duymayacaktım. Ruhumu okşayan meserretli tek fikir buydu. Beni var eden herkes çekilip gitmişti. Bundan sonra, bir ailenin en yaşlısı anca ben olabilirdim. Fakat hayatınıza kimlerin girebileceğine dair ne kadar kehanet-füruş olabilirsiniz ki? Sıralamada bir takdim tehir oldu. “Onlar üç kişidirler, dördüncüleri köpekleridir.” (Kehf, 22) Yine 450 km mesafede; fakat bu defa teyakkuzdaydım. Ayrıca şehrin en pis noktasında seyretmiyordum. Gönençli, keyifli, mülâtafa halinde kalabalık bir topluluğun arasında, cemiyetin epeydir kendisini kaptırdığı bir mahfiller sosyolojisinin (Ziya Gökalp mehafil-i içtimaiye derdi) içindeydim ve keyfim yerindeydi; lakin teyakkuzdaydım. Kapılarda kalmamıştım; beni Ankara ayazında bırakmayacak kadar çok kapıdan birinde, eşiğin sıcak tarafındaydım. O zaman hasıl olan temizlenme ihtiyacını da duymadan; fakat bu defa “böyle anlarda insanların meşbu olduğu o garip hisler”le ve yarım yamalak uyudum. Saat, 14 yıl önce uykuya teslim olduğum saatle aynıydı. Uyandığımda, çok önceki bir yazımda Diogenes’ten naklen kaydettiğim, “kötülerin yüzüne hırlayan, iyilere kuyruk sallayan hakikatli insanın remzi”, boğucu bir yalnızlığın içinde bana sesini ilk duyuran varlığı kaybetmiştim. Babam öldüğünde sahiplenmiştim onu... 43 günlüktü. Ailemizin kurucusu, çocuğumuzun vesilesi sayılır; zira eşimle, işte bu aile içi sıralamayı bozan takdim tehirin sebebi olarak, onu gezdirirken tanışmıştım. Babam, ben Ankara’dayken ölmüştü. Babamın yokluğunda bir ses, nefes olsun diye sahiplendiğim dost da ben Ankara’dayken öldü. 13 yaş 8 ay 9 günlüktü. Apartmanın arka bahçesinde, terra nullius ilan ettiğimiz bir toprak parçasına bıraktılar onu. Babamı da annemi de görmediğim gibi onu da görmedim. Dua da etmiştim bunun için. Ebeveyniyle arasındaki yaş farkı geniş olan her çocuk gibi… Köpeğinin kendisinden önce ölmesinin galip ihtimal olduğunu bilen her çocuk gibi… Bütün bunlardan sonra, uzay boşluğunda cirmi büyük olan duaları kabul edilmiş bir çocuk gibi küçük bir tebessüm kaldı yüzümde. Sanırım, beni seviyor. Ç ocuk olmaktan şehirlerarası otobüslerde vazgeçmemişti. Ayrıca şu an kesif bir çorap kokusu dışında, herhangi yöresel bir süt ürünü kokusu da alamıyordu burnu. Esasında ne çocukluğuna dair bir anısını ne de ne zaman büyüdüğünü hatırlıyordu. Son sürat giden otobüs, bilinmez bir karanlığı ufak iki ışık huzmesi ile yarmaktayken, o, görevine odaklanmıştı. “Bir işin profesyoneli olmak ne anlam ifâde eder?” Görevini tamamlamak için ulaşması gereken noktaya gidene kadar bu sorunun olası cevaplarını düşünmekteydi. İzahı suç teşkil eder mi bilinmez ama adının açıklanmasını istemeyen kahramanımız, bazı sıkıntılardan kurtulmak konusunda tam bir profesyoneldir. Haklı olduğu işi üzerine alır ki, işi sebebiyle haklı olmanın suçsuz olmak anlamına gelip gelmediğini yıllarca düşünmüş, sonuçta bir suçtan bahsetmek için kurbanın mağdur olması gerektiği kanaatine varmıştı. Bu her yönden eksik olan tespiti, yaptıklarını haklı çıkarma çabası da olsa, onun işiyle ilgili iç hesaplaşmalarını bıçak gibi kesip atmıştı. Profesyonellik icabı işini ve işinin nesnelerini belirli kalıplarla adlandırmak âdeti olmuştu. Onun jargonuna uyulması mühimdi. Onunla çalışmak isteyenler de bu jargonu kullanmaya mecburlardı. Aksi hâlde “sıkıntıyla” ilgili işi üzerine almazdı. Ayrıca kendine has kuralları da vardı. Örneğin sokak ortasında veya umuma açık yerlerde kurtulması istenen bir “sıkıntı” varsa o işi almazdı. Zira uzmanlık gerektiren ve suç teşkil etmesi muhtemel işlerde, işin nasıl yapıldığından çok, nerede yapıldığı önem arz ederdi. Asla, işini bitirmeden önce veya bitirdikten sonra para konuşmazdı. Karşısındaki konuyu açsa dinlemezdi dahi. Ona göre, her işin mâkul bir karşılığı vardı. Para konuşmak isteyen olursa, hiç çekinmeden işi kabul etmeyeceğini söyler ve uzaklaşırdı. O bir profesyoneldi ve işini asla şansa bırakmazdı. İşte yolda giderken bu ilkeleri ve kurallarını gözden geçirmiş, hedefiyle ilgili planına odaklanmıştı. Hedefinden kurtulacağı yer sabit bir dinlenme tesisiydi. Kurbanı aynı saatlerde ortaya çıkıp dakika olsun şaşırmazdı. İçinde olduğu otobüsü seçmeden önce, aynı güzergâh üzerinde ilerleyen pek çok şirketin otobüsü ile bir deneme turu yapmış, en sonunda ilkeli davranışı nedeniyle Haz Turizm’i seçmişti. Çünkü bu şirketin otobüsleri, ismindeki talihsizliğe karşın kendisi gibi profesyoneldi. Talihsizlik dediysek olay tamamen otobüsün önüne baskı yapılmış Haz Turizm yazısındaki “u” harfinin, çubuklarından biri kavladığı için, Haz Tırizm okunmasıydı. Ancak bu durum dahi firmanın profesyonelliğinden taviz vermesine sebep olmamıştı. Otogardan bir dakika gecikmeksizin çıkış yapmak konusunda hassaslardı ve kahramanımızın belirlediği varış noktasına üç deneme yolculuğunda da tam iki saat kırk bir dakika içerisinde giriş yapmayı başarabiliyor- lardı. Üstelik düzenli çalışan hiçbir profesyonelin kader tarafından ödüllendirilmemiş olması mümkün olmadığından, bu iki saat kırk bir dakikalık yolculuk tam da kurbanının Borkent Dinlenme Tesisleri’nde kalabalık içerisinde ortaya çıktığı zamana denk geliyordu. Bittabi oyun planı da bu süreye göre kurgulanmıştı. Bunları düşünürken ona yönelmiş sesle irkildi: “Abi çay kahve ne verem?” Beatbox denilen şey keşfedilmeden önce, mikrofonu ağzına sokarak kakafoni yaratmayı öğrenen eski ustalarının izdüşümü olan muavinin sesiydi bu. Çay veya kahve içmesi, onun dikkatini dağıtabilir, olası bir idrar sıkışması işini kusursuz yapması için kurduğu planı tamamen mahvedebilirdi. Gözleri kapalı bir şekilde, sesini dahi çıkarmadan olumsuz anlamında başını salladı ancak servis yapmaya çok da hevesli olmayan muavin kendisiyle konuşulmadan iletişim kurulmasına içerlediğinden, birden hizmet edesi tutmuştu. Adam insanların tuhaflıklarından faydalanmayı iyi bilirdi. Meselâ bazı insanlara bir şey yaptırmak için onlarla muhatap olmamak, onları görmezden gelmek yeterlidir. İşte o zaman çalışma ahlâkına ilişkin kodlara sahip olmayan zihinleri, bir başka güdüyü “kendini ve yaptığı işi beğendirme” dürtüsünü uyandırır. O da bir profesyonel olarak bunun bilincindeydi. Deneme yolculuklarında işine yoğunlaşabilmek ve planını uygulamaya koymak için minik keklerden yemeyi adet edinmiş ancak çay veya kahve ve hatta su isteyen insanlara, ilave olarak istemedikleri müddetçe kek verilmediğini müşahede etmişti. Muavini sessizliğiyle tahrik edişinin sebebi de buydu. Rap müziğin asla keşfedilemeyecek beatbox dâhisi, hızlı ve özenli bir şekilde: “Abi o zaman kek al, kek istemezsen püsküvi de var. Keki meyveli mi, kokoalı mı olsun?” diye arka arkaya saymaya başladı. Adam bu defa gözlerini keskin bir şekilde açıp büyüterek ve hecelerin üzerine bastırdığından emin bir şekilde “Ka-ka-olu olsun!” dedi. Bütün bir otobüsün onun sesini duyabileceği tek an buydu. Ve fakat yolcuların yarısı ölümün kardeşi ile içinde bulundukları ilişki gereği kâh sesli kâh kokulu salınımlarının tam doruğunda olduklarından bir profesyonelin sesini duymak şerefinden mahrum kaldılar. Kekini bitirdikten sonra dinlenme tesislerine doğru ilerlerken kalan süreyi hesapladı. Tamı tamına yirmi dört dakika on sekiz saniyesi kalmıştı. Kurbanını, onun olası hareketlerini, “sıkıntıdan” kurtulmak için izlemesi gereken rotayı zihninden geçirmeye başladı. Kafasında, planını defalarca kusursuz bir şekilde işletmekteyken muavinin hareketin başlayacağı işaretini veren anonsu ile gözlerini açtı: “Otobüsümüz Borkent Dinlenme Tesisleri’nde yirmi dakika yemek ve ihtiyaç molası verecektir.” Büyük Ortaklı Küçük Hikâye Tamer Sağcan Mehmet Sürübaşı Sarı Çiçek Tarlaları Savunması Bugüne dek tereyağından kıl çeker gibi bitirdiği yüzlerce iş gözünün önüne geldi tekrar. Sıradan ya da sözde erdemli insanlar için gurur duyulmayacak bir iş olabilirdi. Gözünde Baba filminin sahneleri canlandı. En azından o filmdeki zeytinyağı ile saçlarını parlatmış dar kesim, geniş paça takımların içindeki dandik katillerden değildi. O bir profesyoneldi ve bu işi de tamamlayacaktı. Otobüs dinlenme tesislerine girişi yaptı ve hiç acelesi yokmuş gibi aceleci kalabalığın kendisinden önce otobüsten inmesine müsaade etti. Planlarına göre, işini bitirip tam otobüs kalkarken yerini almış olacaktı. Haz Tırizm’in yolcuyu dinlenme tesislerinde bırakmayı dahi göze alan ahlâkçı dakikliğini tekrar etmesine güvenmekten başka çâresi yoktu. İner inmez imitasyon deri montunun sağ cebinden sigarasını ve çakmağını çıkardı. Bir şekilde bunu bir ritüel hâline getirmiş, işini hızlandırdığına inanmıştı. Profesyonellerin olmazsa olmaz, değişmez ve onları keskinleştiren ritüelleri olmalıydı. Onunki de buydu. Matah, akrobatik bir yetenekmiş gibi ağzı ve burnu arasında yaptığı duman şelaleleri ile ilk beş dakikasını geçirirken, bir yandan da kurbanının hareketlerini tartıyordu. Sigarasının küllerini yere çırpmakta beis görmemesine karşın, katı çevreci bir tutumla sigarasını söndürmek için küllüğü olan bir çöp kutusu aradı. Bu iş için kaybettiği yirmi yedi saniyeyi adımlarını hızlandırarak kapattı. Kurbanı küçük dinlenme tesisi içerisinde takip ederek geçirdiği on dakikadan sonra, artık harekete geçme zamanının geldiğini anladı. İzleme dürtüleri onu kurbanının ezberlediği hareketleri doğrultusunda tesisin erkekler tuvaletine doğru yöneltti. Montunun fermuarını açtı ve elini beline doğru götürüp birden hızlandı. Tam da tahmin ettiği kapının ardındaydı. Etrafında el yüz yıkama, saç tarama için sıra bekleyenleri umursamadan kapıya vurduğu bir omuz darbesiyle tuvalete girdi ve kapıyı usta bir hareketle tek hamlede kilitledi. Dışarıdakiler içeriden yükselmekte olan arbede seslerinden önce korktular. “Kardeşim ne oluyor orada?”, “İyi misiniz?” “Hoop bilader” seslerine aldırış etmedi. Bir profesyonel olmasa, işini sessizce bitiremeyeceğini anladığında panikleyebilirdi ancak onun için önemli olan üstlendiği görevi tamamlamaktı. İşlemeli kemerini çıkarttı ve kurbanının hareketlerini kısıtlamak için eline doladığı -kemerin izi avucunun içinde çıkana kadar- kemeri sıktı. Otobüsün kalkmasına bir dakika kala “sıkıntıdan” tamamen kurtulmuştu. Her katil olay yerine geri dönebilirdi ama onun asla böyle bir tarzı yoktu. O yüzden kurbanına son bir kez ifâdesiz gözlerle baktı. Malına konabilmek için öz annesine hileyle vekâlet imzalatan, kendisini kardeş belleyen komşusunun çocuklarını taciz eden tecavüze yeltenen, kul hakkını günde beş vakit hallaç pamuğu gibi parça pinçik etmekten zerre usanç duymayan, profesyonellik icabı değil zevk için işkence ederek öldüren, kendini gerçekleştirmeyi başaramadığı için başkalarının hayatlarını, anılarını sahiplenen; can, mal, para, namus, haysiyet, iyi niyet, umut, zaman çalan hırsızların ve benzeri ve saire insanların, “sıkıntıların” hepsini kurbanında gördü birden. Hepsi de nihâî sonlarına varacaklarını anladıkları o anda, ellerini bir yardım çığlığıyla canlarının bağışlanması için uzatan, o aynı soydan gelmekteydi. Hiçbiri şimdi bakmakta olduğu kurbanından farklı değildi. Bir profesyonelin asla iz bırakmaması gerektiğini biliyordu. Saatine baktı. Otobüsün kalkmasına son 45 saniyeydi. Dışarıda, gürültüler yüzünden içeride ne olduğunu merak edenleri umursamadan kilidi açtı. Tam kapıdan çıkarken ardı sıra yükselen “floşşşş” sesi henüz kaybolmamışken, tuvaletin başına tezgâhını kurmuş adamın önüne “75 kuruş” bırakıp hızla otobüse yöneldi. Adamın “Hemşehrim ama tuvalet bir lira,” bağırışına aldırış etmedi. Çünkü o bir profesyoneldi ve işini bitirmeden önce veya bitirdikten sonra asla para konuşmazdı. Ve bir profesyonelin yaptığı her işin mâkul bir ücreti olurdu! Ben bu yolları daha çok aşındırırım lakin Yüzümün nasır tutmasından korkuyorum, Son kullanma tarihi geçmiş bir bahar gibi, Bozuk yağmurlar ve küflü güneşler kusuyorum. Meteoroloji ile kavga etmek yersiz değil mi sence de, Çünkü bu şiiri tam ayaklarının altından yazıyorum. En amade halimle, elimde çekiçle huzurundaysam Ve geçmişsem sarı çiçek tarlalarının yarasından Bu mahcubiyeti bilimle açıklayamazsın, Sevda, bilimin taburesini tekmelemekle mükelleftir. Ki bu elinde tuttuğun şiir, Kaç çiçek tarlasına bedeldir, sana soruyorum. Tarih, yolundaki tümsekleri yazmaz biliyorum, Falcı olmak sadece falcılara yakışır sana değil, İskambil numaralarıma inanman beni illüzyonist yapmaz. Şair boğazlayan gecelerden geliyorum, Arşın arşın kaç şiirde tökezledim bir bilsen Sahi sen hangi yüzyılın baharısın? Ütopik bir sofranın başındayız ve sen oruçsun, Ben sırtımdan parazitleri söküyorum, İnsanın modifiyesi mümkündür derdi dedem rahmetli, Çabalamak; ispatın tetiğini çeker, Bazen inancı öldürür. Dedem modifiye diyemezdi yalan söyledim. Legal bir ayrılık değil bizimkisi, Devlet, çektiğimiz bu acıyı derhal özelleştirmeli -Beni giyotine gönderirken bile çok güzelsinGereğimi düşünmen temyiz hakkımı doğurur, Çünkü yer gök seccade iken, Alnını koyacak yer bulamayanlardan olmadım, Ümit müthiş bir atom bombasına eş değerdir. Emel Bilge Çınar Bunları Yapmazsanız Çocuklarınızın Daha Kısa Bir Geleceği Olacak Gerçek Dünyanın Cyberpunk Geleceği: ► Çok büyük ihtimalle 50 yıl sonra, dünya iklimi “yaşama elverişli” hâlde olmayacak. “Çok büyük ihtimalle” dendiği için sanki bunun olmama ihtimali de varmış gibi anlaşılıyor ama bunun olmama ihtimali yok. Sâdece tam olarak hangi koşullarda ve zamanda gerçekleşeceği bilinmediği için, bunun gibi bilimsel detaylar birer “ihtimal” sınıfında değerlendiriliyor. ► Çocuklarınıza boşuna Pierre Cardin uyku seti alıp Instagram’a koymayın, çünkü gelecekte taze/yerel gıdaya, temiz su kaynaklarına ve tek merkezden tanzim edilmeyen kotasız besinlere erişemeyecekler. Bugün hayatınızda köy tavuğu yok, onların hayatında ise hiç tavuk olmayacak. ► Bence en akıllıca çözüm ya hiç ürememek; çocuğunuz varsa da onu şu geleceğe hazır yetiştirmek: Üretimin kas gücüne dayalı olmadığı, dikey/topraksız tarım yapılan, ülkeler arası sınırların coğrafî/siyasî değil, besin kaynaklarına göre tayin edildiği, totaliter bir gelecek. ► Şimdi, lab’larda üretilen ete, böcek proteinine, endüstriyel gıda üreticilerinin büyüklüğüne bakılıp “Ya n’olcak, aç kalmayız,” deniyor ama zaten siz değil, çocuklarınız aç kalacak. Dünyanın, “üretmezse tüketir” diye hayatta bırakılan tampon pazarlara ihtiyacı da sıfıra inecek. ► Mevcut “Universal Basic Income” öngörülerine bakarsanız, bunun hep bir “ara geçiş enstrümanı” olarak ele alındığını göreceksiniz. Devletler ve büyük devlet-şirket konsorsiyumları, sonsuza kadar insanlara “sâdece var oldukları için” para ödemeyecek. ► Tarımsal üretimi, Age of Empires’ta toprak eşeleyen köylü basmak zanneden insanlarda “Aç kalırsak patates ekeriz.” anlayışı hâkim. Ortaçağ’daki nüfusla bile gıda kıtlığıyla nasıl baş edilemediğini bilmedikleri için 50 sene sonra, 14 milyara insana patates yeter sanıyorlar. Yetmeyecek. Sorunu söyledik, peki çözüm için bu konuda “bir birey olarak” ne yapabiliriz? ► Karbon ayak izinizi sıfıra indirin. Topraksız tarım, dikey tarım, kuru tarım alanlarında kendinizi ve çocuklarınızı eğitin. Sâdece kendi haneniz için tarımsal üretime başlayın. Ekonomik kaynaklarınızı idareli kullanın. ► Kozmetik ve moda endüstrisindeki gereksiz, lüks vb. harcamalarınızı kısın. Sâdece kendi ekonominiz için değil, gezegenin kaynakları ve ekonomisi için de bu şart. ► Maddî yatırım ve yardımlarınızı, balık verene değil, balık tutana yönlendirin. Misal, sâdece yoksullara yardım eden bir vakıf yerine, yerli tohumu ve üretimi destekleyen kuruluşlara yardım yapmak çok daha uzun vadeli ve akıllıca bir yaklaşım olacaktır. ► İkinci el eşya ile, tamircilik ile, takas ile, ödünç eşya ile, kiralama ile barışın. Yalnızca tükettiğiniz/sahip olduğunuz sürece kaliteli yaşadığınızı, iyi yaşadığınızı, çağdaş olduğunuzu söyleyen odakların propagandalarına artık inanmayın. ► Sökük dikin, paça kısaltın, yama yapın. Mobilyalarınızı atmak yerine, tamir edin/eskiyen kısımlarını yeniletin. LED ampul alın. Su akarken boşa gitmediğini sanmak için elinizi altına sokup oynatmayın. Çöpleri ayrıştırın. ► Çalıştığınız şirketin ve yaşadığınız devletin %100 dijital bürokrasiye geçmesi için önayak olun. Kâğıt fatura kullanmayın. Apartman kapısından içeri atılan gereksiz katalogları toplayıp mahallenizdeki kâğıt toplayıcılarına verin. Yağmur suyunu biriktirin. ► Ofisten çıkarken ışıkları kapatan o enayi siz olun. İklimsel koşullara uygun giyinmek yerine, patlıcan kollarını saklamak için hırka giyip, klimayı -13 dereceye getiren iş arkadaşınızı dövün. Yazıcıları kapatın. Çalıştığını bildiğiniz hâlde o sınama sayfasını da bastırmayın. ► Uçak biletinizi kâğıda bastırıp, kontuardaki görevlinin ağzına sokmanıza gerek yok. Dijital barkod ile işlem yapılabiliyor meselâ. Diş macunlarının karton kutuda satılmaması için başlatılan kampanyayı destekleyin. Oteller korkunç gıda israfı yapıyor. Bu konuda da adım atmak şart. ► Dışarda yiyince, kalanı paket yaptırın. Kalan ekmekleri çöpe atmayın, kızarmış ekmeğin hem kalorisi yarı yarıya daha az hem de daha lezzetli. Olmadı köfte içliği yapın. Evinizi her yıl boyatmayın. Duvar silmek de gayet işe yarıyor. Rutubetlenme çaresi: Anti-bakteriyel boya. Daha milyonlarca örnek verebilirim ama gerek yok. Ana fikir yeterince açık sanırım. GELECEK KARANLIK. ÇOCUKLARINIZ AÇ KALACAK. NE YAPARSANIZ YAPIN, BUNU TAMAMEN DURDURMA ŞANSIMIZ KALMADI. ARTIK SADECE ADAPTE OLMA ŞANSIMIZ VAR. ADAPTE OLUN. O lanlar oldu işte. Kıyamet gibi koptu arından insanoğlu. Parçalandı nârından fikr-i hissiyatı tane tane. Gururun tanımını kibirli ses tonlarıyla vurguladık. Böye böyle kandırdık aşkı. Sevgiyi mavraların kucağına attık. Romantizmin ucuzuyla ekonomi kastık yıllarca. Hep daha iyilerine layıktık. Hep daha iyilerine sakladık hayatın en pahasını. Özgürlüğün tanımını ihanetle salyaladığımız o gün, teyet geçti ruhlarımız bedenlerimizi. Kendine karşı kazandığın zaferde kaybedenin kim olduğu hakkında en ufak bir fikrin yok, öyle değil mi? Hükmen mağlubuz artık birbirimize. Açılan sessizlikte kaybettik mâsumiyetimizi. Başkalarının arttırdığı duygularla devam ediyoruz yaşamaya. Başkaları için biraz sevinç ve biraz hüzün topluyoruz yaşmamızdan bir kenarıya. Kemiklerimize olan hâkimiyetimiz zayıflıyor yavaş yavaş. İskeletimizi koruyamıyoruz. Kırılıyoruz kıvrıldığımız yerde. Bu kısır döngünün evlâtlık çocuklarıyız. Aguşundan koparıldık en taze duyguların. Kime toplandıysak ürkek dallarından sevdanın, dağıldık ağızlarda en saklı tariflerle pişirlen gün kurabiyesi gibi. Büyük lokmalar hâlinde çiğnendik hırslarımızla. Yutuldu körpe fidanların köklerine verilen sözler. Unutuldu en yalnız zamanlarda edilen yeminler. Kurutulduk yeşermeye hevesli topraklarda. Zaman kayması yaşadı hayatlarımız. Çâre olamadı kazanılan yalnızlık. Kendimize karşı yitirdik güvenimizi. Koruyamadık dudaklarımızdaki ölüm cümlelerini. Sonsuz bir sessizlik seçtik efkârın en beterinden. Sustuk. Eceline susadı tohumlarımız. Bu hâle çözüm yok artık. Öpülen hiçbir kurbağa prens olmayacak. Saçalarını taramayacak umudun merdivenleri. En mutsuz insanlar için güven çalacağız zenginlik taslayan heybelerden. Yalancının mumu vakitni kaybedecek. İkindiler uzayacak. Güneş tüm yalanları ayyuka çıkaracak. Işımayacak mücrim. Mücbir sebepler aşağılanacak. Bahanesine sığınacağız ısıtmayan iklimlerin. Çıkmaz sokaklara hüküm giyeceğiz. Terk edilmeyi ayrılıktan sayacağız. Aldığımız kararlar hiçbir halta yaramayacak. Geçiliyor yaşamın kıvrak hudutları. Sığmıyor konulduğu kaba, taşıp kırlıyor güvenimiz. Dökülüyoruz. İçimizin içimize dar geldiği anlarda yerle yeksan oluyoruz. En mâsum dileklerle umduğumuz anları, en hırçın ordularla harap ediyoruz. Viran şehirler bırakıyor sınırlarımıza hücüm eden duygular. Ardına bakmıyor hiçbir düşüm. Öylece uzaklaşıp gidiyorlar. Etimizden çıkartıyoruz tüm insanlığı. Kendimize olan saplantılı aşkımızla nüfus ediyoruz başka derilerin altına. Tüm lisanlarda ötüyor hücum boruları. Her dilde hâkimiyet yaşıyor umutlarımız. Dünyayı karşımıza alsak o an, tüm dünya arkamızda duracak. Sınır ihlali hüküm giymeyecek. Yasaklar büyük bir aşkla tenefüs edecek gökyüzünü. Yırtılacak çizdiğimiz sınırlar. Kulak asmayacak uyarılara asi çocukluğumuz. Serseri bir proporsiyon takınacağız ceketlerimizin altında. Durulmayacak bu su. Serilmeyecek yerelere yumruklarla karşılanan duygular. Yaşanan her şey yaşandığı yerde son bulacak. Her yeni adım yeni bir kavganın habercisi olacak. Yıkılmadan, sorgulamadan, sonsuz bir inançla devam ediyoruz koşmaya. Nefes nefese kalan biz değiliz. Nefes Lütfen Delinatörlere Zarar Vermeyin Gökçe Güneyoğlu nefese kalan etimizden çıkarttıklarımız. Tüm pişmanlığı sırtlayacak omuzlarımız. Yorulmak kimi zaman korkular salacak. Fakat her zaman bu korkuların sarmaladığı insanların bahçelerinde solacağız. Öldürdüğümüz yerde doğacak geçmişimiz. Bu bağın üzümleriyle yıkanacak, akıp gidecek tüm pisimiz. Geleceğin geçmişi taşıdığını yük etmeyecek ümitlerimiz. Silinen hafızamız değil insanlığımız olacak. Ç Ne Müttefik Belli Ne Sığınakların Yeri… ırılçıplak kalıvermek gibi, kentin o en kalabalık meydanında, bir akşam vakti. Simitçi, tablasında kalan o son iki simidi satmaya; kestaneci, zabıtadan kaçmaya; dilenci, kirli mendiline iki metelik daha katmaya; birileri birilerinin ağzına sıçmaya çalışırken, çırılçıplak kalıvermek gibi işte, o akşam vakti. “Ne müttefik belli ne sığınakların yeri.” Bir yerde okudum ya da duydum bu lafı, uzunca bir zaman önce. Araştırdım. Kim demiş, kime demiş diye... Yeni jenerasyon müzisyenlerden birinin şarkısında geçmekteymiş. Hani şu genelde dudak büktüğümüz, hafiften aşağıladığımız, bir şeye benzetemediğimiz, tu kaka, pop kültürü ürünü bir şarkı yâni. Şarkıyı da buldum dinledim bu arada. Müzikalitesi, eh fena değil. Ama bu laf beni mahvetti be usta. “Ne müttefik belli ne sığınakların yeri” ha! Dedim ya işte. İnsanın, böyle çırılçıplak kalıverdiğini ortalık yerde, hissettiği zamanları, dönemleri olur bazen. Hayat, hemen şimdi, biraz önce kurduğum şu devrik cümle gibi devrilir gider önünden. Bakakalırsın, fara tutulmuş tavşan misali. Kimi melankoli der, kimi depresyon, kimi bunalım, bohem takılma, psikopata bağlama vesaire işte. İnsan böyle zamanlarda, tutunacak bir dal, tutuşacak bir el, birlikte çarpacak bir yürek arar da bulamayıverir. Ne müttefiki bellidir ne de sığınacak yeri işte. Bol akıl vereni olur da destek vereni olmaz hiç. Çırılçıplak kalıverir ortalık yerde be usta. Hani üstad demişti ya: “Ne insanlar gördüm üzerinde elbise yok; ne elbiseler gördüm içinde insan yok.” Ne çok elbise var bi’ bakıversene çevrene usta. Ne çok üniforma, önlük, apolet, kartvizit, etiket, şaşalı koltuklar, devasa yekpare maun masalar, makamlar, mevkiler... Oysaki, Süleyman bir sultan olmuş, saltanatı boşu boşuna be usta! Sözün kısası ne müttefik belli, ne sığınakların yeri be usta... Ne sığınakların yeri... Hele bir de her elinden gelene müttefik, her gönülden dileyene sığınak olmuşsan hayatın boyunca; daha da zor be usta, daha da zor... Bu bizim pop şarkıyı dinledim birkaç defa daha üst üste. Acayip laflar etti bana: Bu kez anladım, kuru dallardan yapma bi’ köprüden geçiyorum dedi meselâ. Ben ordaydım, erbabı yalnızları yutan kentler biliyorum dedi. Ve bu kez anladım, hüzünlerden bozma mutluluklar yaşıyorum diye itiraf etti derdini. Kendime kızdım, ben de itiraf ediyorum: Öyle böyle değil bu laflar vallahi, değil mi? Neyse… Ben ordaydım, acemi aşıkları boğan sular biliyorum dedi ama burada ufacık ve fakat kocaman bir itirazım oldu kendisine. Her âşık kendi aşkının acemisidir ve her âşık o suda boğulur dedim kendisine. Ben de bunu biliyorum. Aksi hâlde o, aşk olmaz ki zaten. Şu yeryüzünde her sanatın ve zanaatın çıraklığı, kalfalığı, ustalığı olur da aşkın ustalığı olmaz. Aşk zaten başlı başına bir acemilik, başlı başına bir savrulma, başlı başına bir kontrolsüzlük hâli değil midir? İtiraz etmeden devam etti: Bu kez anladım, kartonlardan yapma siperlere pusuyorum diye inledi. Ben ordaydım, huzurlu zamanları yıkan sorular biliyorum dedi. Ve sustu. Çünkü ne müttefik belliydi ne de sığınakların yeri usta. Belli olan tek şey belki de, huzurlu zamanları yıkan soruların cevaplarıydı ancak onlar da söylenemedi zaten. Çırılçıplak kalıvermek gibi, kentin o en kalabalık meydanında, bir akşam vakti. Simitçi, tablasında kalan o son iki simidi satmaya; kestaneci, zabıtadan kaçmaya; dilenci, kirli mendiline iki metelik daha katmaya; birileri birilerinin ağzına sıçmaya çalışırken, çırılçıplak kalıvermek gibi işte, o akşam vakti. “Ne müttefik belli ne sığınakların yeri.” Hele bir de her elinden gelene müttefik, her gönülden dileyene sığınak olmuşsan hayatın boyunca; daha da zor be usta, daha da zor... A. Serkan Selay “Üzerlerinde kanat çırpan dizi dizi kuşları görmezler mi? Onları havada rahman olan Allah’tan başkası tutmuyor; doğrusu, o, herşeyi görendir.” (Mülk Suresi/ 19. ayet) ün akşamdan beri dinmedi yağmur, gökyüzü hâlime ağlaya ağlaya bitiremedi. Ne mukaddes insanmışım meğer. Dökmüşüm demek tüm günahlarımı. Bekleyin beni huriler. Şimdi sen “Ölüm döşeğinde nasıl şakalar,” bunlar diyorsun ya. Morfinden. Kafa yapıyor meret ama beş dakika sonra yine başlıyor ağrım sızım, ölmeden daha bu dünyada yaşıyorum cehennemi. Ölemedim gitti, şu yalan dünyada bu kadar gerçek süründürülmez ki insan ama hissediyorum içimdeki nefes sayısı azalıyor çok şükür. Dile kolay iki yıldır böyle yatağa bağlı bir hayat, keşke şuurumu da alsaydın Yarabbim. Son birkaç aydır tahammül edilebilir bir acı değil çektiğim. Beni imanımdan etmeyeceğini bilsem çoktan kıyardım canıma, vallahi de billahi de! Tüm evlatlarım toplanmış etrafımda, gelinler, torunlar… Keşke onlara bırakabileceğim bir şeyim olsa. Ne ara yaptık biz altı çocuğu Müjde? Ne ara besledik, büyütük, koruduk, kolladık, okuttuk, evlendirdik ya hu? Nasıl da kenetlenmişler bu acı günlerde. Yek vücut olmuşlar nerdeyse. İyi ki de yok malım mülküm. Ne mal davası, ne para kavgası… Kafam kulağım rahat göçeceğim. Ah Müjdem, benim çilekeş karım! Aa bak Müjde dedim de aklıma bir efsâne geldi birden. “Garip,” diyorsun “ölüm döşeğindeki birinin tesbih çekip tövbe etmesi gerekirken…” Ne yaparsın hayat kısa, efsâneler uzun. Efsâne bir müjdeciden bahseder. Semazenin mitolojik bir yorumu gibiymiş o, yeryüzündeki tüm barış örgütlerinin ruhanî lideri, gökyüzündeki tüm güvercinlerin efendisi, yok ama var gibi, yoktan var gibi, bir varmış bir yokmuş sanki. Tüm efsâneler gibi. Barışı müjdelermiş en çok, sonra; kavuşmayı, şifayı, iyi haberi, güzel insanı, aydınlık olan her şeyi anlayacağınız. Kendinden önce güvercinerinin kanat sesleri yayılırmış etrafa. Barış dediysek, güvercin dediysek… Güvercinleri hemen “beyaz” hayal etmeyin. Rengarenk olurmuş onun güvercinleri, yeşil, pembe, kahverengi… Yürürmüş çıplak ayakları ile suların üstünden, sislerin içinden, gökkuşağının altından. Bastığı yerden su çıkarmış, toprağı işaret ettiği yerden fidan. Zeytin dalı değil ekmek ufağı imiş aslında barışı besleyen. Onun da sağ ayasının içinde sonsuz tane ekmek ufağı olurmuş hep, etrafında güvercinler pervane… D Güvercinler mi, müjdeci mi, bu dünya mı, öte dünya mı? Hiç belli değil ki dönen ne? Müjdeci güvercinlerin merkezinde, güvercinler dünyanın, dünya ise görünmez bir varlığın avuç içinde. Herkes sağ omzunda bir kuş yuvası ile doğarmış onun ayak bastığı topraklarda. Tüm gaye sağ tutmakmış yuvayı, bozmamakmış, satmamakmış, beslemekmiş, büyütmekmiş… Yüzü yok derler gören çocuklar. Evet çocuklar görebilirmiş onu ve temiz kalpli, ışık yüzlü, her daim gülebilen her insanoğlu. Ya hu ben burada efsânelerden bahsediyorum benim hatun tutturmuş; “Bey, şehadet getir, illa şehadet getir”. Nasıl yapayım hatun? Tam şehadet getireceğim bir gülme geliyor. Sayenizde! Yeter artık vermeyin o meretten, cennet kapısının önünde pusuya düşürmesin beni körolasıca şeytan. Ne diyordum? Hı, evet iyi insanlar… İyi insanlar yüzü suyu hürmetine dönmekte dünya, yağmakta yağmur, açmakta çiçek… Dönecek bu dünya son umutçu da solana dek. Yüzü yok dedik ya hani gözleri de yokmuş ama bakarmış Tanrı onun gözlerinden yarattığına, hak eden her kulu için de “ver bunun müjdesini” diye emir edermiş “Ol!” dermiş sonra. O sırada dumanlar tütermiş bacalardan, mektuplar gönderilir, vasiyetler bırakılırmış, küsler barışır, hastalar iyileşir, silahlar susar, havalanıp uçarmış kuşlar. Bazen telefonlar çalarmış, bazen kapıla kucaklaşırmış insanlar, kavuşurmuş aşıklar… Bazısına ise ölümü müjdelermiş. Gerçek dünyasına kavuşan, erenlere komşu olan Allah’ın kullarının adı yazarmış şapkasının altında sakladığı mezar taşında. Oh çok şükür yağmur dindi, güneş açtı, kasvetli ve çamurlu bir merasim olmayacak belli. Gökkuşağı da belirdi gökte, ne renkli bir kavuşma… Şölen gibi, huzur gibi, müjde gibi.. “Şehadet getir bey, şehadet getir” Ah Müjdem! Vah Müjdem! Dur hele! Dur ki, kuşların kanat seslerini dinleyebileyim. Dur ki şu ebedi rahatımı tadayım, sindireyim, uzun zaman sonra ilk kez acılarım dinmiş. Yüzünü gösterene hamd olsun! * “Mal sahibi, mülk sahibi, Hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan, mülk de yalan, Var biraz da sen oyalan!” YUNUS EMRE MÜJDECİ Lavinya Öz T A A S R İ B E GÜND SİZLİK… SES S ibirya’nın buzla kaplı steplerinde yaşayan insanlar, yılın neredeyse dokuz ayını -40 derece ortalama sıcaklıkta geçiriyorlarmış. Abartılı mı? İnanın ben de Rus Bilimler Akademisi’nin yalancısıyım; 1974-2014 meteorolojik kayıtları ve dahi NASA öyle diyor. Demek ki Sibirya’da kalorifer yakılmadan geçirilen yaklaşık doksan gün, içine ilkbaharı, yazı ve sonbaharı sığdıran bir tek mevsime dönüşüyor. İklim koşularıyla mücadelenin çok çetin, hayatta kalmanın zor olduğu yerlerde yaşayanların, doğanın insanı zorlamadığı yerlerde yaşayan insanlara göre çok daha derin filozofik sırlara vâkıf olabildiklerini düşünüyorum. Bu durumu ‘Büyük düşünceler, büyük mucitler, büyük kâşifler, büyük fâtihler ve de en büyük siyasal trajediler, genellikle ılıman veya soğuk yerlerde doğarlar. Belli bir olgunluğa ulaştıktan sonra da mutlaka sıcak yerlere inerler’ diye özetlemek mümkün. İbn-i Haldun 14’üncü yüzyılda, Montesquieu 18’inci yüzyılda farklı ifâdelerle çiziyordu bu gerçeğin altını. O günlerden bu günlere literatürde İklim Teorisi ve Coğrafya Hipotezi gibi adlar verilmiş bu yaklaşıma. Öte yandan bu hiç kuşkusuz 14’üncü yüzyılın çok çok öncesini de kapsayan bir çeşit ‘medeniyet rotası’... Nehir yatağı gibi, suyun akış yönü gibi bir şey… *** Kış henüz başlamışken coğrafî olarak Anadolu’nun belki de en uzağında, insanoğlunun yaşadığı en soğuk yerlerden birinde, Sibirya’da yaşayan soydaşlarımızın hayatlarını anlatan bir yazı okumuştum. Sonra o metinde geçenleri parça parça sosyal medya paylaşımlarda da gördüm. Bir Yakut Türkünün güncesi. Yüz yaşındaki o bilge diyordu ki: 1. Sevebilme yeteneği dünya üzerindeki en önemli yetenektir. Herkesi sevmeyi öğren. Özellikle de düşman bildiklerini... u z u v a l ı k lanma kıl AK İLM N A K Ş A V SA 2. Tüm gücünle diğer insanlara yardım etmeye çalış. Eğer mutluluk veremiyorsan en azından zarar da verme. 3. Zorluklar hayatın olağan durumlarıdır. Daha ciddî zorluklar, hiç aşılmayacak engeller gibi gözükseler de hayatın esas varlıkları onlar değildir; esas varlık, senin amaçladığın şeydir. Gökyüzü oradadır, kimi günlerde bulutlarla kapanmış olsa bile sen bazen biraz çaba göstererek, bazen de sadece sabredip ertesi günü bekleyerek gökyüzüne ulaşabilirsin. 4. Ahlâkî olarak önceliğin ‘başka birine zarar vermemek’ olmalı. Sâdece şöyle düşün: Hiçbir zaman, hiç kimseye zarar vermeyeceğim! Bunu tanıdığın herkese öğret. O zaman gerçekten güven içinde uyuyabilirsin. 5. Sana saygı gösterilmesini istiyorsan başkalarına saygı göster. İyilik bulmak için insanlara karşılıksız iyilik yap, kötülükten kurtulmak içinse sana yapılan kötülüğü yok say. Seni kötü birine dönüştürmeye çabalayan biri, onu yok saydığın için kendini gerçekte daha da kötü hissedecektir. 6. Yolda yürürken bir kuş tüyü görürsen eğil ve al, evine götür. Onu bir vazoya koyabilir, asabilir ya da rafta bulundurabilirsin. Bu cennetten sana gelmiş güçlü bir tılsımdır. Dünyanın sana verdiği bu işareti, ‘Ben varım ve seninle birlikte yaşıyorum’ mesajını fark et. 7. Genelde geçmişimizi ‘altın çağ’ yada ‘altın günler’ olarak adlandırırlar. Bu bir hatadır. Yaşadığın her an tam olarak senin altın çağındır. 8. Eğer dünyayı değiştirmeyi amaçlıyorsan önce kendini değiştir. Aşkın ve mutluluğun sana yükleyeceği enerjiyi iyi öğren. Bunlar bir insanın görünmez kanatlarıdır. Gülümsemek, kahkaha atmak ve yaşadığın andan keyif almak, seni uçurur. 9. Hayat çok kısadır. Bunu gözyaşlarıyla ıslatıp çürütme. Kendi çağının kralı olabilir, iyi şeyler yapabilir, daha fazla mutluluk nedeni keşfedebilirsin. İstersen tabiî… 10. Eğer sevdiklerin sana suçlu olmadığın bir şey için kızdılarsa onlara küsme, aksine sıkıca sarıl ve suçlamalar dininceye kadar kollarını hiç gevşetme. 11. Ruhunda bir sıkıntı, bir tükenmişlik hissediyorsan hemen şarkı söylemeye başla. Kalbin hangi şarkıyı söylemek istiyorsa onu söyle. İnsan kalbi bazen bu yolla konuşmak ister. Onu susturma. Levent Albayrak BEN SALDA 12. Her zaman hatırla, asla aklından çıkarma: Tanrı tektir. Biz kaç farklı sözcükle adlandırırsak adlandıralım, tektir. Farzet ki o tek Tanrı, dağın tepesindedir. Farklı din ve inançlar, bu tepeye ulaşmanın farklı yollarını sunarlar. Kime istersen dua et, ancak bil ki senin asıl amacın dağın bir yerine -cennetedeğil, en yükseğe -Tanrı’ya- ulaşmak olmalı. 13. Eğer bir şey yapmaya karar verdiysen o andan sonra kendinden şüphe etme. Korku seni kendinden ve doğru yoldan saptırmaya çalışacak. Eğer ilk defasında başaramadıysan ümidini sakın kaybetme. Her küçük zafer seni daha büyüğüne yaklaştıracak. Yenilgiler de öyle… 14. Hayat sana yüzünü ya da başka bir tarafını çevirmiş olabilir. Aldırma buna. Çok az kimse aslında hayatı çevirenin gerçekte kendisi olduğunu anlayabilir. 15. Asla pişmanlık duyma! Ne olursa olsun yaptığın bir şeyi ruhun arzuladığı için yaptın ve o, geçmişin koşullarında yapabileceklerinin en iyisiydi. Elbette daha iyisi de mümkündür. Ve sen şimdi daha iyisine kendi geleceğinde yer verebilirsin. 16. Kalbinde her hangi bir baskı olmadan rahatça nefes alabilmek için gerektiğinde ağlamayı öğrenmelisin. Gözyaşlarını içine akıtırsan çürürsün, korkmadan dışına akıttığında gerçekten insan olabilirsin. 17. Günde en az bir saat sessizliğe zaman ayır. Buna en az iletişimle geçen zamanların kadar ihtiyacın var. 18. Ve… Eğer her şeyi yaptığın hâlde durum senin üstesinden gelemeyeceğiniz bir hâl aldıysa, artık hiçbir çıkış yolu yoksa ellerini yukarı kaldır. Dua etmek, inancı zayıf insanlara bile bazen çok iyi gelir. Sibirya’da yaşayan bütün soyların bildiği güzel bir Yakut atasözü vardır: Biri seni yiyip yutmuş olsa bile pes etme; en azından iki çıkış yolun vardır. İyisi mi ben bu muazzam ifâdelerin -özellikle de şu pek mânidâr atasözünün- üzerine bir şey söylemeyeyim. Ama siz, eğer vaktiniz varsa, lütfen dönüp tekrar göz atın bu on sekiz öğüde. Sonra sizin şu anki halet-i ruhiyenizi en iyi anlatan ya da sizce herkesin en fazla dikkate alması gereken üç öğüdü belirleyin. Ben de aynısını yapıyorum şimdi… Ve en önce 17’nci sıradaki öğüde dikkat kesiliyorum: Kalabalığın, gürültü patırtının, milyonlarca akıl çeldiricinin, sayısız sorunun, havada uçuşan yüzlerce isteğin, upuzun iş listemin, başa çıkılması gerçekten çok zor bir koşturmacanın, korkunç bir akıntının içinde ‘günde en az bir saat sessizliğe (ve yani bütünüyle kendime) zaman ayırmayı’ listemin en başına alıyorum… Yapabilsem keşke… Bu, sonraki her şeyi doğru anlamak ve sonra da gerçekten doğru şeyler yapmak için harika bir ‘milat’ olur. Kızılderili Reis Saetle der ki; “Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, atlar ehilleştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını sürdürebilme uğraşının başlangıcı başlamış olacak.” IB en Salda! Göllerin prensesi derler bana. Dünyada ender rastlanabilecek beyazlıkta kumsalım, masallar diyarında bile konuşulur. Berrak, turkuaz rengi suyum beyaz kumsalımla buluşunca Maldivler kadar cezbeder ziyaretçilerimi. Tenim, Mars gezegeni ile aynı özellikleri taşır. Etrafımdaki killer ile hasta ciltlerine şifa bulur insanlar. 184 metre derinliğimle ülkemin en derin, en temiz gölüyüm ben. Oligotrofik özellikte, az tuzlu, yüksek alkalin değerine sahip suyumda sazan, ot balığı ve salda yosun balığı asırlardır hayat bulur. Tabiat parkım içinde 110 kuş türü özgürce yaşar. Bu türlerden 62’si ötücü, 38’i su kuşu, 9’u gündüz ve 1’i ise gece yırtıcısıdır. İçinde endemik türler de olan 61 familyaya âit 301 sucul ve karasal bitki türüne ev sahipliği yapıyorum. Aynı zamanda jeolojik gelişimini sürdüren ve iki milyon yıldır yaşayan bir canlıyım ben. Yaşadığımız yere eskiden “Göller Bölgesi” derlerdi. Artık “Çöller Bölgesi” diyorlar. 1960’larda 14 doğal göl vardı çevremizde. Şimdi beşe indi. Burdur Gölü bile can çekişiyor. Böyle giderse 20 yıl sonra o da bir bataklığa dönüşecek. Son 50 yılda Marmara Denizi’nden daha büyük bir göl varlığı insanların kötü muameleleri sonucu yok oldu. Ülkemin neresinde bâkir bir doğa alanı varsa şehirli züppeleri oraya ulaştırmak için geniş yollar, konaklamaları için beton binalar, vakit geçirmeleri için “millet bahçeleri”, araçları için betondan parklar yapıyorlar. Sonra bu züppeler hoyratça kullanıyorlar doğayı. Üstelik bu hoyratlığı sâdece doğaya değil, bütün topluma karşı gösteriyorlar. İşgal altındaki İstanbul’da İngiliz subayı olarak görev yapmış ve hoyratlığın ne olduğunu uygulayarak yada sesiz kalarak şahit olmuş John Bennet doğru tespit etmiş; “Doğaya hoyratça davranan toplumlarda insanlar arasındaki ilişkiler de hoyratça oluyor.” Benim ziyaretçilerim kumsalıma ayakkabıyla bile girmeyen, beni görmek için bütün zorluklara katlanarak sırt çantası ile yol kat eden doğaseverlerdi. Şimdi lüks araçlı şehir züppelerinin, çöl bedevilerinin metresi yapmak istiyorlar beni. Hayır, ben bu değilim. Bana ulaşmak, benimle yaşamak bedel ister. Patikada yol almak, çadırda sabah etmek gerekir. Bu bedeli ödeyenler kıymetimi bilebilir ancak. Ben Salda! Ben bir kent yosması değilim. Bâkir doğanın son prensesiyim ben. Beni bir kent yosması gibi pazarlamaya kalkmayın. Yok olur giderim, nefes alamam aksi hâlde. Ben yok olursam siz de yok olursunuz. Beni yok etmeyin! Nobel ödüllü ünlü tıp adamı Paul Ehrlich’in dediği gibi “Doğa insan olmadan da yaşar ama insan doğa yok olduktan sonra yaşayamaz.” D emincek demlememiş miydi çayı? Çaydanlıktan havaya yayılan buğuya bakıp bakıp anılara dalıyordu. Az önce silmemiş miydi gözyaşlarını? Fakülteden mezun olduğu gün, canciğer dediği arkadaşlarıyla ayrılırken ıslanan yanakları ne ara kurumuştu? Demlikte oluşan buğu, gözlerinde de oluştu. “Zaman” dedi, “zaman, biraz acı bizlere.” “Öğretmenim! Beslenme saatimiz geldi.” Ezile ezile birbiri ardına dizilmiş bu cümlelerle kendine geldi. Hafifçe başını sallayarak onayladı. Çocuklar, ellerinde bardaklar ile sobanın üzerinde demini almış çaydan almak için sıraya girdiler. Köyün her daim asude oluşu, çocukların da fıtratına işlemişti sanki. Onlara bakınca içine bir dinginlik gelir, Dünya’nın döndüğünü bile unuturdu âdeta. Beslenme saati bitince, öğrencilerini ilk defa görüyormuş gibi tek tek inceledi. İstemsiz bir şekilde ellerini kenetlemiş çenesinin altına destek yapmıştı. Birazdan, bu köyde, bu sınıfta, kendileriyle son günü olduğunu söylerken titreyecek olan çenesini gizlemekti belki de böyle duruşu. “Çocuklarım” diyebildi. Uysal bakışlı öğrenciler sessizce söyleyeceklerini beklemeye koyuldular. Bugün onlardan ayrılacağını, davranışlarından anlamışlardı. Sınıfın en cevval öğrencisi Ergen, -gerçekte adı, Müslüm idi. Fakat sülalede doğan ilk erkek çocuk olduğu için ona böyle sesleniyorlardı- izin alarak ayağa kalktı. “Keşke şartlarınız uygun olsaydı da burada kalabilseydiniz öğretmenim. Üzülmeyin,” dedi ve oturdu. Diğerlerinde de bu cümleler ile müşterek yüz ifâdeleri vardı. Kendisinin söylemek isteyip de bir türlü söyleyemediğini Ergen, söyleyivermişti işte. O anda yükünün hafiflediğinden ziyade kat kat arttığını hissetti. Ardından, gözleri ile selâmladığı öğrencilerini, gözlerinden öperek vedalaştı. Bir çantayı bile doldurmayan eşyalarını topladı. Kitaplarını kendinden sonra gelecek olan meslektaşına armağan olsun diye lojmanda bıraktı. Yüreği öylesine kalabalıktı ki; Ahmet’in hoyrat bakışları, Ayşe’nin ürkek gülümseyişi, Hasan’ın okula odun taşıyan çatlamış minicik elleri… Köye,-sâdece bir tane- öğle saati uğrayan minibüse binmek için şase yola çıktı. Dönüp son kez köye baktı. Okul bahçesinde dalgalanan asil kırmızıyı görebiliyordu sâdece. Bu manzara da ona yetti. Gururla, gelen minibüse bindi. *** Şehir merkezinde çalışacağı okulun bahçesine girdiğinde okul binası, ne kadar da devasa görünmüştü gözüne. Hele bir de sınıfa girip hepi topu yirmi mevcutlu köy okulunun küçücük sınıfı ile burayı kıyaslayınca şaşkınlığı ve tedirginliği iyice arttı. Elindeki evrak çantasını daha bir sıkı tuttu. Masaya oturup sınıfı süzmeye başladı. Bu kez odun sobası da soba üzerinde kaynayan çaydanlık da buğusunda tüten anıları da yoktu. Kırka yakın öğrenci, ona merakla bakıyorlardı. “Her başlangıç, daha önce tatmadığınız bir heyecan uyandırır. Sevin! Gittiğiniz yeri, yaptığınız işi ve en önemlisi talebelerinizi sevin.” Fakültedeki hocaları, onlara döne döne böyle söylerdi. Yeni öğrencilerinin, çıkarsız ve tertemiz bakışlarıyla tedirginliğini üzerinden attı. Oturduğu yerden kalkarak tebeşiri eline aldı ve kocaman harflerle adını soyadını tahtaya yazdı. Kısaca kendinden bahsedip çocuklarla tanışmak istedi. Köylü olsun şehirli olsun; çocuk çocuktu işte. Suskunu, konuşkanı, haşarısı, durgunu hep- si de yeri göğü anlamlandıran renkler gibiydi. “Yasin Altıntaş. Annem bir şirkette işçi, babam ise tamirci. Üç kardeşiz.” “Zehra Güvercin. Annem ev hanımı, babam elektrik ustası. Dört kardeşiz.” “Melisa Çoban. Annem mobilyacıda çalışıyor, babam ile ayrılar. İki kardeşiz.” “Canan Kaya. Annem ev hanımı, dört kardeşiz…” Kısa bir sessizlik. “Evet Canan, devam et lütfen.” “Babam…” “Evet kızım, dinliyorum.” “Benim babam…” Anlaşılan ilk karşılaşmalarda kendi gibi ürkek birileri de oluyordu. Oturmasına izin verip diğer öğrencinin kendini tanıtması için söz hakkı verdi. Zilin sesiyle sınıf, arı kovanı gibi uğuldamaya başladı. Çıkabileceklerini söyleyip kendisi de yerleşme işine koyuldu. Canan isimli öğrencinin bu tutukluğu üzerinde de -ilk günün telaşından olsa gerek- pek durmadı. *** Çabucak alışmıştı yeni yerine. O, öğrencilerini öğrenciler de onu hemencecik benimsemişti. Aldığı sınıf, üçüncü sınıftı. Dersler dersleri, günler de günleri kovalarken bir de baktı ki sene sonu gelivermişti. Elinde karneler ile sınıfa girince çığlıklar, alkışlar kopmuştu. Bu durumu da ilk defa yaşıyordu. Zira köyde çalışırken öğrencileri, hiç böyle davranmazdı. Onlar, henüz çocukken bir yetişkin gibi tüm sorumlulukları üzerine almış, birazdan yaşlanacak ve bir köşeye çekilip geçen ömürlerinin muhakemesini yapacak gibi yaşarlardı. Toprağın sükûtunun sûretiydi köy çocukları. Acaba, Canan da mı köyden gelen bir çocuktu? Neden babası hakkında konuşurken susuvermişti? Onun bu kadar sessiz ve içe dönük hâli ona, bunları düşündürmüştü. Çünkü bu öğrenciye birkaç kez yaklaşmaya çalışmışsa da başarılı olamamıştı. Canan, sınıfın cıvıl cıvıl havasına tezattı. Daha karnelerini almadan yaz tatilinde neler yapacaklarını anlatmaya koyulan öğrencileri dinliyordu. Kimi yaylaya, kimi başka şehirde yaşayan teyzesinin yanına kimi de babası ile birlikte işe gidecekti. Köydeki çocuklar, çoktan tarlada hasada başlamışlardı bile. Kimin kimden ne haberi vardı ki? Karneleri neşe içinde dağıtıp dördüncü sınıfta görüşmek üzere birbirlerine iyi dileklerini sunarak vedalaştılar. Arkadaşları ve öğretmeni ile tek bir kelime etmeyen, yine Canan oldu. Bu yavrucak, iyiden iyiye onda merak uyandırmıştı. Yaz tatilinde ara sıra aklına düşüyor ve bu sessizliğinin, tutukluğunun sebeplerini düşünüyordu. Diğer çocuklara sormayı aklından geçirmiş fakat onu üzmek endişesiyle vazgeçmişti. Görünürde de sıkıntı oluşturacak bir durum söz konusu değildi. “Koca yaz tatili” denilen şeyin, hızlıca geçen zamanın yanında lafı mı olurdu? Okul bahçesinde onu, gülüşerek karşılayan öğrencileri, çağıl çağıl kabaran sular gibiydiler. Allah’ım! Ne ulvî bir meslek icra ediyordu. Merhamet, arınmışlığın ta kendisiydi. Ve merhamet, masumiyete muhtaç değil miydi? İşte! Masumiyet, koşarak kendisine gelmişti. Sarmaş dolaş olup sınıfa gittiler. Gözleri ilkin, Canan’ı aradı. Canan, yine aynı durgunluğu ile arka sıralardan birine ilişmişti. Zor da olsa bakışlarını yakalayıp gülümseyerek ona göz kırptı. Yaşıtlarına göre uzunca boyu, boyuna göre cılız duran bedeni ve esmerce bir teni vardı. Küçücük yüzüne uygun, ufacık CANAN Serap Kılınçoğlu S Ramazan Arslan eni alnıma çattım. Alnımda dinlenmeye bıraktım seni. Bir toplu iğne ağzına yetecek kadar kanaman vardı, sardım. Sardunyalarla sardım, sardunyalarla kapattım. Artık hiçbir Ortaçağ kâhini seni öngöremeyecek. Sesin yıkıp geçecek bütün kehanetleri. Yıkıp geçecek bu evleri, pazar yerlerini köyleri… Yerin altındakileri yeniden diriltecek sesin. Bir mevsimi sardım sana. Dönsün dursun içinde. Bir an içinde dönsün dursun diye faldan, kelimeden, cümlemizden uzak bir mevsimi sardım sana, unutma. Unutma kış bizimçün bahar ve sonu zor şeyler konuşacaksak kapat. Hiç yeri değil Ortadoğu gül kokuları akan kan. İçinde bir çukur var senin, ona inanıyorum, bir de tüplü televizyonlardaki saatlerin hiç bitmeyen pillerine. Bitmeyen şarkılara, bitmeyen çarşılara, hiç bitmeyen meydanlara, yollara, dağlara, taşlara, kenar mahallede bir pazar gününe, falçatasız kunduracılara, annemin kurarken dilinin sürçtüğü tüm cümlelere... Doldukça boşalıyor gözlerin, ben indirgenmek istedikçe daha çok doluyorum. Bir kuş kapıyor seni benden. Yad ellere gidiyorsun. İçimden yalan yanlış şeyler geçiyor. Yalan ya da yanlış geçip git istiyorum. Çarpıp geç istiyorum. Dokun git. Yanlış yerdeysen eğer elimden bir şey gelmediği için değil ellerimin ellerini çizeceğinden korkmamdan belki de. Ve yanlışsa bütün yollar çabuk çık o şeritten. Mahcubiyet, burukluk; boşuna. Ne de olsa bir yara iki kişilik, takma kafana. Yatar çıkarız, tutar öderiz, çeker gideriz. Böyle gaileli şeyler kurup durma. Ne de olsa hiçbir harita hiçbir pusula hiçbir dürbün ayrılığı tamı tamına göstermez. Ve şu dağları kimsesiz sanma. Acabayla girilen, gece sürülen divan, varılan han. Bana hep seni unutturuyor. Ölümden gayrı derman bilmem. Beni anlamaya yelten, düşünmeyi düşün, sevmeyi sev. Başka hiçbir şey istemem. İlla dolacaksan bir serum gibi açtığın bu çukura dol. Saçlarınla beraber, hırkalarınla beraber. Bütün adlarınla. Seni aldım ve dünyanın bütün alınlarından esirgedim. Korkma. Muhtelif Cıvata Kalp bir çift kara göz ve gözlerinden de kara kara kirpikler. Güzellik göreceliydi fakat kız, tam bir cimcimeydi. O günkü ilk ders, aile ve yardımlaşma ile ilgiliydi. Konuyu anlatıp öğrencilere sorular yöneltmeye başlamıştı. Göz ucuyla Canan’a baktığında kızın, rahatsız kıpırdanışlarını görmüştü. Aylardır kafasında atıp tuttuğu bu meseleyi çözmenin tam da sırası gelmişti. Birkaç öğrenciye soru sorduktan sonra Canan’a yaklaşarak konuşmaya başladı. Konu, aile olunca iş dönüp dolaşıp yine babaya geldi. Canan’da yine aynı tutukluk… “Baba, evin lideri olsa da ailede herkesin fikri alındıktan sonra karar verilmelidir. Harcamalar da yine böyle olmalıdır, öyle değil mi Canan?” “Evet, öğretmenim.” “Peki, sizin ailede de böyle mi oluyor?” Bu soruyu, onu incitmekten korkarak sormuştu. “Evet, öğretmenim. Babam, kazandığı parayı anneme verir ve gerekli harcamayı birlikte yaparlar.” “Baban ne iş yapıyor peki? İlk tanışmamızda da yarım kalmıştı, sanırım süre yetmemişti.” Canan, küçük kara gözlerini yere indirdi ve yine sustu. Sınıfta da sessizlik hâkimdi. Devam etmeli ve bu muammayı artık bir sona kavuşturmalıydı. Soruyu nazikçe tekrarladı ve tebessüm ederek cevabını bekledi. “Benim babam…” “Benim babam çö…, çöpçü,’’ derken, sesi gitgide kayboldu. Zor bela kurduğu cümlesinin ardından sessizce yerine oturdu. Oturduğu yerde biraz daha küçüldü benim cimcime kızım. Esmer teninin rengi kırmızı renk ile bütünleşti. Önünde açılı duran kitaba bakıyordu sâdece. Sanki kitap sayfasında bir boşluk bulmuş, o boşlukta kaybolup gitmek istiyordu. Onu, bu konuda birisi mi incitmişti yoksa kendisi babasının yaptığı işten dolayı dışlanacağını düşünüp mü herkesten gizlemişti? Sınıftaki sessizlik, hâlâ devam ediyordu. Canan’ın yanına oturdu ve eliyle eğilmiş başını yavaşça doğrulttu. Başını okşadı. Gözlerini, gözleriyle buluşturup ona gülümsedi. “Benim güzel yürekli yavrum. Bu utanılacak bir şey olamaz asla. Helâlinden kazanılan para, hakkıyla yapılan bir iş neden utanılacak bir şey olsun ki? Bizi kirlerimizden arındıran insanlar, bizim başımızın tacıdır. Bu insanlar bizim utanç değil, gurur kaynağımızdır.” Bu cümleleri dinleyen yavrunun gözleri aydınlandı. Bir süre yüzüme öylece baktı, ben de ona… Ardından gül yüzünde gülücükleri görünce benim de içimde güller açtı. Birbirimize sımsıkı sarıldık. Sınıfta bir alkış koptu. Onlar da bir bir gelip Canan’a sarıldılar. O günden sonra Canan, arkadaşlarıyla gülüp şakalaşıyor, derslere daha istekli katılıyor ve en önemlisi hep gülümsüyordu. Böylece bu sınıfı da mezun edip ayrılma vakti gelmişti. Tek bir bakışın tek bir gülümseyişin, kendini garip sananların dünyasını nasıl da aydınlattığını bu sınıfta Canan ile bir kez daha fark etmişti. *** Geçenlerde yolda yürürken mezun ettiği bir öğrencisini gördü. Uzun yıllar geçmesine rağmen hemen tanıdı, Yasin’di bu. Yasin, sağlık teknisyeni olmuş. Ne kadar sevindiğini kelimelerle anlatamazdı. Yasin’e, diğer öğrencilerini sordu. Yasin, birkaçı ile görüşebildiğini ve istedikleri üniversiteyi kazandıklarından bahsetti. Son olarak da Canan’ın evlendiğini ve yenilerde bir bebeğinin olduğunu söyledi. Gözlerinin dolduğunu hissetti. Demek cimcimesi, canına can katmıştı. Canan gibi her daim gülümseyecek ve gülümsetecek yeni canlar… E rzurum öte ilk kez geçiyorum. Kar yağışıyla çıktım Kırıkkale’den, babam ve amcam uğurladı beni. Kalabalık uğurlama törenlerini sevmiyorum çünkü. İlki hariç Kazakistan’a her yolculuğum ve askere gidişim de sessiz sedasız olmuştu. Erzurum-Ağrı-Kars istikâmetine devam eden araçların kışın ortasında neden İmranlı Alışkan Dinlenme Tesisleri’nde durduğunu daha önce bir kez daha sorgulamıştım. İmranlı Türkiye’nin Sibirya’sı olabilir. Bunu söylerken elbette ki Kars ve Erzurumluların “Gars’ın soyuği üşütmir gardaş!” veya “Ezzürüm’ün soyuğu üşütmez baba!” beyanlarına dayanıyorum. İmranlı’dan sonra daha büyük bir kar yağışı beklerken Erzincan’a doğru havanın açıldığına şahit oldum. Şanssızlığıma bakın ki hayranı olduğum bu güzel Türk şehri Erzincan’dan gece geçmek zorundaydım ve üç yıllık doğu maceramın sonunda bir kez bile Erzincan’ı gezme şansı bulamadım. Umarım Erzincan hâlâ hatırladığım gibi -15 yıl öncesi- Türkiye’nin en güzel şehridir. Bu şehir, hayatımın bir dönemini geçirmek istediğim yer aslında nasip olur mu, Allah bilir… Erzurum-Köprüköy’ü geçtikten sonra düz yollar kıvrımlanıyor, uykusuz gözlerim arada kapanırken onbeş-yirmi dakikalık dalıp gidişlerim boynumun ve sırtımın ağrımasına sebep oluyordu. Gece yarısıyla sabahın ilk ışıkları arasında ortada bir yerlerde yol bizi, hasretine düşkün olduğumuz Hazar’a götüren Aras’a karıştı. Altayların, Sayanların, Tanrı Dağları’nın öz kardeşi olan Kafkas Dağları güneybatı sınırında Allahuekber Dağları’yla bizi selâmlamaya başlıyor. Kaçan uykumu, bize hayat veren suyu ve bize onurlu, başı dik yaşamayı hatırlatan dağları ve alçakgönüllülüğü öğreten toprağı cebimden çıkardığım bir kâğıda karalıyorum. “Suları, eğri büğrü yollarla sürüyorum, Kardan bir umacıyı toprağa bürüyorum. Issızlaşıyor bozkır, serhaddinde yurdumun Düşlerin sonunda gerçek dağlar görüyorum...” Karakurt’tan itibaren Kars yolundan ayrılıp Iğdır yoluna sapıyoruz. Buradan sonrasında sağlı sollu uzanan dağlar ve daha da coşkun akan Aras suyu, cennet memleketin yaratıcısına şükür sebebi oluyor. Dağların başındaki kar bana Orta Asya’daki tren yolculuklarını hatırlatıyor. Otobüsün aşağı-yukarı, sağa-sola esnemesine neden olan kıvrımlı yollar ise öğretmenim olan yolların bir diğer yüzünü gösteriyor bana. Ağlayan bir bebek bütün otobüs halkını uyandırırken alacakaranlık bir homurdanış ve söylenme de bütün otobüsü kaplıyor. Uykusundan uyanan muavin ikram arabasını hazırlarken şoför mahallinden de mide bulandıran bir sigara dumanı sızıyor otobüsün içine. Bazen dağların verdiği küçük aralıklardan göremediğimiz köylerin yollarını görerek oralarda bir yerlerde köylerin olduğuna iman ediyoruz. İkram ve sabah sıcak kahve içmek fikri benim ve benimle birlikte otobüs halkının uykusunu açıyor. Bazen dağların tepelerinin otobüsün üstüne doğru uzadığını ve bir kemer oluşturduğunu düşünüyorum. İki dağ sırasının arası bir korku tüneline benziyor, Aras’ın coşkun suyunun köpükleri ise bazı yerlerde doludizgin koşan akçıl ve konur bozkır atlarını hatırlatıyor. İzlediğiniz tarihle karışık bütün fantastik filmlerin, okuduğunuz kitapların ortasına düşmüş gibi oluyorsunuz burada. İnsanın kitaplar dolusu öğrendiklerinin bir gün karşısına çıkması mutluluk kaynağı oluyor nedense. Bir macera olarak iki insanın birbirini sevmesi gibi tehlikeli görünüyor dağlarda gezmek. Otobüs korku tünelinden çıkarken birden bire dağlar soluğumuzu genişletti ve Aras biraz daha sakinleşerek yanımızda yürümeye devam etti. Başı dumanlı karlı dağların eteklerinde kar kalmamıştı ve köyler daha net seçilebiliyordu artık. Etrafını yüce dağların çevirdiği geniş, engin bir ova karşıladı bizi günün ilk ışıklarıyla. Köylerin yerleşimi ve Erzincan’dan sonra değişen çatı malzemesi bana Kazakistan’daki köyleri hatırlattı. Sıra sıra köylerin tarihin derinliklerine gizlediği acılar birden ortaya çıkar gibi oldu. Sibirlerden bugüne dek Türklere ev sahipliği yapan Güneybatı Kafkasya, Ermenilerden bu tarafa terör faaliyetleriyle zihnimde oluşan imajını yavaş yavaş yitiriyordu. Sabahın ilk saatlerinde doğudan batıya, batıdan doğuya gidip gelen araçlar hayatın başladığının en bariz göstergesiydi aslında. Sol tarafımızda kalan barajda çalışanları, araba bekleyen yolcuları gördükçe de benim heyecanım artıyordu. Öyle bir heyecanım vardı ki Keçivan Kalesi’nin burçlarına bayrak dikecek güçte görüyordum kendimi. İnsan hayatının dönüm noktalarına doğ- HEYECAN Mustafa Ulusoy Kırkı Çıktı Deli Gömleklerimizin ru ilerlerken yavaşlar ya, hani zaman durur, otobüste öyle yavaşladı yolda seyrederken. Bir taraftan neler yapacağımı, yapmam gerektiğini, kimlerle tanışacağımı, diğer taraftan da ev tutmam, eşya almam gerektiğini düşünüyordum. Köylerin tabelalarına dikkat ederken “Kuloğlu” tabelasını görünce öğrendiğim bilgilere dayanarak iyice yaklaştığımızı anladım ama zaman daha da yavaşladı bu andan sonra benim için. Buradan sonra ise kafamı sürekli sağa sola çevirerek tam olarak geldiğimizi anlayabileceğim bir merkez aradım. On dakika sonra ise dörtyol gösteren bir tabela gördüm. Tabelada sağa doğru benim son durağım işaretlenmişken ileri doğru ise otobüsün son durağı yani Iğdır gösteriliyordu. Mevzubahis dörtyolda durup yolcu indiren otobüsün penceresinden otobüsün yolcularından birini karşılayan bir grup insanın mutluluğuna tanık olurken, kendimi birden ıssızlığın ortasında yapayalnız hissettim. Annem, babam, kardeşim, akrabalarım, dostlarım, arkadaşlarım geldi aklıma. Kazakistan’a giderken de benzer bir hisse kapılmıştım. Aptalca bir “unutulma” kuruntusuydu bu galiba. Çok uzaklardan bir yerlerden yola düşenlerin geldikleri evde kimseyi bulamaması korkusuydu bu. Kendimi böyle olmadığı konusunda iknaya bile kalkışmadım. Otobüsün yeniden hareketiyle kendime geldim. Otobüs sağa yukarı doğru kıvrılırken ilk evleri fark ettim. “Ne zaman varacağız?” sorusunun cevabı yolun menderesler çizerek küçük yaylaya doğru çıkmasıyla gecikti, gecikti ve fakat sonunda şehrin ilk evlerinin dengine geldiğimizde caddelerin, sokakların, evlerin mimarisine kaptırdım kendimi. Bu sırada içimden bir türkü geçmeye başladı. Bu seferki türküm memleketin en doğusundan geliyordu. Bu şehre girdiğimizde ilk fark ettiğim şey yol kenarlarındaki kanallar ve yüksek avlu duvarları oldu. Kendimi bir kez daha Türkistan’da hissettim. Bu yollar ve avlu duvarları o kadar çok benziyordu ki Rusların inşa ettiği şehirlere. Çatıların olukları ise buranın gerçekten Rus mantığıyla yapıldığına kanaat getirmeme sebep oldu. Aynı duyguyu ilk kez Kars merkeze gittiğimde de yaşayacaktım. Kars ise bana Çimkent’i hatırlatmıştı. Otobüs ilerledikçe eski Ermeni ve Rus tipi evler beni mutlu etti fakat şehrin düzensizliği de bir o kadar üzdü. Derken otobüs durdu, dar bir yerde manevra yaparak sola doğru girdi ve çok az daha ilerleyerek eski, bakımsız ve iki otobüsün bile aynı anda zor sığacağı otogarda durdu. Otobüsten nasıl indiğimi ve bavulumu nasıl aldığımı hatırlamıyorum ama ileride ahbabımız olacak taksicilerden birinin sesini duydum: “Hoş geldin gardaş! Nereye gidecaksan?” “Daha bilmiyrim abeci (ağabeycik).” “Anbu (aha bu), hangi okula gelmişsen, di been (de bana)?” Öğretmen olduğumu nereden anladın diye sormadım tabii ki: “Anbu, Gağızman Aras Anadolu Lisesi deyir. Nirdedi (nerededir)?” Taksici benden para kazanamayacağını anladı galiba. “An (aha) bele (böyle) üz (yüz) metre get, anbu sağındaki yeşilliği gördün? Or’dan içeri gir görecaksan.” “Sağ olasan abeci!” İşte böyleydi Kağızman’a geldiğim günün sabahı. Kağızman tıpkı Keskin gibi Türkiye’nin kendine özgü kültürü olan ilçelerden bir tanesi ve bu güzide ilçede geçirdiğim üç yıl, kendimi Allah’ın sevgili kulu saydığım üç yıl oldu. Eşsiz dostluklar kurduğum bu güzel şehrin kadim ilçe kültüründen doyasıya faydalanmaya çalıştım. Göremediğim, keşfedemediğim yerler içimde bir ukde olarak kalsa da Kağızman ahir ömrümde kayısısından uzun elmasına, gagalasından balına, Topakkala’sından Zuvar’ına, yerlisinden Türkmen’ine, Kürt’ünden Terekeme’sine kadar pek çok şey kattı bana. Ve meslekî hayatımın yeni dönemine Kağızman’da başlamış oldum böylece. Belki bir gün yeniden dönerim oralara, en azından gezmeye ama gidemesem de oraları çok özleyeceğim. Süreyya Altunkara Beton duvarlarda asılı kibirlerimiz, satılığa çıkardık. Şevkle satın aldık çürüyen çerçevelerimizi heybetli bir metanet vardı çivilenmiş özgürlüklerimizde yanıyor, bakamadığımız efendiler. Kırkı çıktı deli gömleklerimizin yıkanmıyor ve değişmiyor kirli kravatlarımız zincire vursak da sıkıyor geniş ufuklarımızı sıkıldıkça pis bir duman çıkıyor. Hesap soracak kinle yutkunduğumuz ne varsa kırılan bardaklarımızdan su içeceğiz kanarak maveranın hüznü dolacak yılmayan içerlerimize demir setleri aşarak dolacak. Yılmayan. İçerlerimiz. KURGAN Emrah Ece U lu bozkırdan kimlerin gelip kimlerin geçtiğini kim bilsin? Nice ölümlü bozkır tanrısı, düşmanının kanı ile suladığı toprağa sonunda kendi kanını da katarak, gelecek baharda yeşerecek otlara karışıp gitmiştir… Bir güz gününde Yayık boylarındaki bir köye nereden geldiği, kim olduğu bilinmeyen bir yabancı misafir uğradı. Kalacak yeri olmadığını söyleyen derviş kılıklı bu adama köyün yaşlılarından bir kişi kapısını açarak misafir etti. Akşam yemeğinden sonra çay içerken ev sahibi ile sohbet eden derviş, köyün yakınlarındaki küçük tepecik hakkında sorular sormaya başladı: “Acaba oranın bir sırrı mı var? Düzlük arazideki tek engebe burası, sanki insan eli ile yığılmış toprak gibi duruyor,” diyordu. Ev sahibi yabancı dervişin dilinin altındaki baklayı sezememişti. “Onun ne zamandan beri orada durduğunu kim bilir? Ben kendimi bildim bileli bu tepe orada durur, hiçbir sırrı yok,” diye cevap verdi. Gece geç vakitte misafir durduk yere ateşlenip hasta düştü, durumu oldukça kötüydü, artık ölmek üzere olduğunu anladı. Ev sahibini çağırıp buralara ne sebeple geldiğini açıkladı. Anlattığına göre derviş buraya çok uzaktan, ulu Kazak bozkırından geliyordu. Küçük yaşta verildiği medresede yıllarca ders görüp bir molla olmuş, hayatı ibadet etmekle ve yüzlerce el yazması kitabı okuyup yeniden yazarak çoğaltmakla geçmişti. İşte böyle yine eski kitapları istinsah ederken eline bir el yazması geçmiş. El yazmasında anlatıldığına göre, uzun zaman önce Yayık boylarına altın ticareti yapan insanlar göçüp yerleşmişler. Bu insanlar Ural Dağları’ndaki madenlerden çıkardıkları altınları at arabaları ile Yayık’a getirip satarlarmış. İşte bu altın taşıyan arabaları da sık sık bozkırda yağmacılık yapan bir hânın nökerleri basar, talan ettikleri altınları da saklarlarmış. Gitgide biriken altın dağ gibi yığılmış sonunda. Yağmacı han öldüğünde onun için bozkırın ortasında bir kurgan yapılıp hazinesi de onunla birlikte oraya gömülmüş. Usta büyücüler çağırılıp üzerine tılsımlar yapılmış. O gün orada bulunan nökerler kurganın sırrını kimseye vermemeye yemin etmişler. Sonraları Yayık boylarına Ruslar gelmeye başlamış, altın ticareti sınırlandırılmış, kalabalık olup yağmacıların çoğunu da öldürmüşler, sağ kalanlar ulu bozkıra kaçıp kurtulmuşlar. İşte bu el yazmasını yazan da bozkıra kaçan göçebe savaşçılardan biriymiş, tövbe edip medreseye kapanmış, ilim tahsil edip yazıyı sökünce de sırrını bu el yazmasına yazmış. “Sonunda bu el yazmasını bulup okuyunca yazgımın peşinden gitmeye karar verdim, sırrı kimse öğrenmesin diye de o kitabı yakıp medreseden kaçtım ve buralara geldim. İşte köyünüzün yakınındaki tepenin sırrı, o el yazmasında yazanlardır. Bu altının benim nasibim olmadığı belli oldu bari siz alın diye yerini söylüyorum,” diyordu misafir derviş. Hasta, gecenin ilerleyen saatlerde ruhunu teslim etti. Ertesi gün öğlen namazından sonra misafirin köyün mezarlığına defnedilmesinin ardından evine dönen adamın aklından kurgandaki altınlar bir türlü çıkmıyordu. Kazma küreği kaptığı gibi iki oğlunu da yanına alarak kurgan tepesinin yolunu tuttu. Girişin nerede olduğunu bilemediklerinden kurganın tepesinden uzun da olsa bir kazı ile sonunda hazine odasına ulaşacaklarını düşünerek kazma kürek toprağı eşelemeye başladılar fakat iş sandıklarından daha zor çıktı. Ellerindeki kazma küreklerin birer birer sapı kırılınca toprağın yüzyıllardır sertleşmiş olduğunu düşünüp yeni kazma ve kürekler getirdiler, bunların da hepsi kırılınca burada bir tılsım olduğunu anladılar ve sonunda çâreyi tılsımı bozabilecek bir molla çağırmakta buldular. Gelir gelmez altın hevesi ile işe koyulan molla, büyük bir ateş yaktırıp küllenmesini bekledi bu sırada dualar okuyordu. Ateş birkaç saat sonra sönüp küle dönüştüğünde bu külleri kurgan tepesinin etrafına çepeçevre saracak şekilde serperek bir süre bekledi. Sonunda küllerin üzerinde beliren koyun izlerinden hem kurban edilecek hayvan hem de kurganın girişi belli olmuştu. Hava kararmak üzereydi, vakit kaybetmeden bir koyun getirip kurban ettikten sonra işe koyuldular. Kurgan girişi olduğunu tahmin ettikleri yere yeniden kazma kürek giriştiler, bu kez toprak rahatça kazılıyordu fakat çok geçmeden şiddetli bir fırtına koptu ve gökten tavuk yumurtası büyüklüğünde dolular yağmaya başladı. Can havli ile kazmaları bir yana kürekleri bir yana atan defineciler çil yavrusu gibi dağılıp kaçıştılar. Doludan korunmak için yakınlardaki bir ağaçlığa koşana kadar yüzleri gözleri kan ve morluklar içinde kalmıştı, onların bu hâlini gören rahatlıkla bir temiz dayak yemiş olduklarını söyleyebilirdi. Kurgandan biraz uzaklaşıp ağaçlığa ulaştıklarında, dolu bıçakla kesilmiş gibi yine başladığı gibi bir anda durdu. Neyse ki ağır yaralanan yoktu, birbirlerinin hâline bakıp gülerek şanssızlıklarına lanet okudular. Bunun bir uyarı değil de basit bir hava olayı olduğunu düşünerek yeniden kurgan girişini kazmaya devam ettiler. Vakit gece yarısını geçtiğinde meşaleler ışığında hâlâ devam eden kazı işi neredeyse bitmek üzereydi ama bu kez de bir başka aksilik buldu definecileri, üzerlerinden geçen bir yarasa sürüsünün tamamı üzerlerine hücum edercesine atılınca yine kazı işini bırakıp kaçmak zorunda kaldılar. Kurgandan uzaklaştıklarında mollanın da iki oğlunun da kazıya devam etmeye hevesi kalmamıştı, korkuyorlardı. Molla dualar okuyup bitirince; “Buranın tılsımı bozulmadı, kurban bize yolu gösterdi ama belli ki hazineyi almamız istenmiyor,” diyerek hakkından feragat etti ve gece karanlığında köyün yolunu tuttu. İhtiyar adam ise bu işe pek de gönüllü olmayan iki oğlu ile birlikte yeniden kazı alanına dönerek kazma sallamaya devam etti. Çok geçmeden oğlanlardan biri kazmayı vurduğu yerden tok bir ses gelince, “Burada işte buldum,” diye bağırdı. Burası kurganın girişi olmalıydı. Kalan toprağı küreklerle canhıraş biçimde attıklarında gerçekten de buranın kurganın girişi olduğunu anladılar. Yüzyıllar önce yapılmış ahşap kapının çürümüş kalıntılarının ardında beliren giriş artık önlerinde duruyordu. Girişten geçerek dar bir koridorda yürümeye başladılar, taş duvarlarda eski tamgalar ve kökboyası ile yapılmış resimler titrek meşale ışığında dans ediyor gibiydiler. Koridorun sonundaki küçük mezar odasına ulaşınca gördükleri karşısında heyecan ve korkuları doruğa ulaşmıştı artık. Kurganın sâhibi hânın cesedi sanki yüzyıllar önce değil de dün ölmüş gibi taptaze karşılarında yatıyordu. Etrafı değerli kılıçlar, bıçaklar, zırhlar ve öte dünyada kullanması için altından yapılmış günlük eşyalarla doluydu. Az ilerisinde duran kemik yığını ise onun atına âit olmalıydı. Han cesedinin etrafındaki eşyalar gerçekten bir servet değerinde olsa da ortalıkta söz edildiği gibi büyük bir hazine görünmüyordu. İki genç ellerine ne geçerse çuvallara doldururken babaları meşale ışığı ile etrafa göz gezdirmeye başladı, mutlaka asıl hazinenin mezar yağmacılarından korunması için ayrı bir yerde saklanmış olduğunu düşünüyordu. İşte tam o sırada yerde saplı duran demir halka gözüne ilişti, bir kuyu kapağının kulpu gibiydi. Hemen küreğini kapıp kulpun etrafını temizledi, bu gerçekten de bir kuyu kapağıydı, yüzyıllardır biriken toz, toprağa dönüşüp kapağın etrafını gizlemişti yalnızca. Hemen küreğin sapını demir kulpa geçirerek onu bir manivela gibi kullandı ama gücü taştan oyulmuş ağır kapağı kaldırmaya yetmeyince iki oğlunu yanına çağırdı. Ağır kapak yerinden oynadığında kurgana dolan garip koku yüzünden genizleri ve gözleri yanmaya başlamıştı. Kapak tamamen kaldırılınca kurganın içi sarı bir ışıltıyla aydınlandı. Bu sırada içeride ne var diye bakmak için eğilen ihtiyar dehşetle irkilerek geriledi, elindeki küreği fırlatıp, “Kaçın” diye bağırarak kurganın girişine doğru koştu fakat nafile, ihtiyar yetişemeden kurganın girişi büyük bir gümbürtü ile çökmüştü. Kuyu zannettiği deliğin altında bir oda daha vardı, tam da dervişin anlattığı şekilde dağ gibi yığılmış altınlarla doluydu fakat ihtiyara küçük dilini yutturan ve onu dehşetle geri kaçmaya iten şey altınlar değildi tabiî ki. Hazine odasındaki altınların üzerine iri kanatları ve pençeleri olan, başı ise insan başı büyüklüğünde devasa bir yılan boylu boyunca uzanmış, jilet gibi keskin pençeleri ile altınları karnının altına toplayarak saklamaya çalışıyor, bir yandan da kırbaç gibi şaklayan çatallı dilini sallayarak bu davetsiz misafirlere tıslıyordu. Sabah namazının ardından kurganda olup biteni merak eden molla soluğu kurgan tepesinde aldı, girişin çökmüş olduğunu görünce köye dönerek yanına kazma kürek ve bire meşale aldı ve kimseye duyurmadan yeniden tepeye döndü. Birkaç saatlik kazının ardından girişi yeniden açıp kurgana girmeyi başarmıştı. İçeride iğrenç bir koku vardı, kurgan zemini yüzlerce yıllık toz ve kanla karışık bir çamurla kaplanmıştı, duvarlar insan yağı ile yağlanmıştı, kol, bacak ve ne olduğu anlaşılmayan vücut parçaları oraya buraya savrulmuştu. Molla yine bildiği bütün duaları okuyarak belki sağ kalan vardır diye meşale ışığında ilerledi. Sonunda o da ağzı açık kuyunun içinde ne olduğuna bakmak için başını eğdi ve talihsiz ihtiyarın yaptığı gibi irkilerek geri kaçtı. Kurgandan koşarak dışarı attı kendini ama akli melekelerini içeride bıraktı. Derler ki molla kendini dışarı atar atmaz bütün kurgan büyük bir gürültü ile çöküp bozkıra karışmış, molla ise birkaç hafta meczup hâlde bozkırlarda koşup durduktan sonra aç ve sefil hâlde ölmüş. Kargaların gözlerini oyduğu perişan hâldeki cesedini çobanlar bir dağ yolu üzerinde bulmuş. “Belki de (senin ve benim) kuşku(m) hem başkalarına, hem de başkalarının gelişmesiyle birlikte bana ve bize yer açar.”* Ulrich Beck – Siyasallığın İcadı S da arkasına alarak kök salar iyiden iyiye: İdeolojileri, aşırılığın başka-başka yüzleri, biçemleri olarak (da) okuyor, okudukça değersizleştirme gereği duyuyorum bu yüzden – postları da, yani postmodernizmi, postyapısalcılığı, postanarşizmi de, sözünü ettiğim gereklilikten ötürü önemsiyorum. Yineleyeyim – örneklerle: Siyasal İslâmcılık ve onunla bir tür ortakyaşarlık, ortak-tahakküm ilişkisi kuran milliyetçilikler, ulusalcılıklar bir aşırılık (üst)biçeminin (kötücül)öğeleridirler: Zamane Türkiye’sinde, ulusallığın – ulusal olma durumunun kendisi bile, bu ([öz]kuşku-tanımaz)ortaklık yüzünden benimseyemediğim bir hâl aldı: Ulusallık, “ulu bir salaklık” durumuna dönüştü, dönüşüyor, Enis Batur’un (öz)deyişiyle. Yalnızca bir parti-devleti yok (yenilenen)Türkiye’de, bir parti-ulusu da var artık, bana kalırsa. Gerçi birileri çıkıp, ‘artık’ sözcüğüne takılıp, “Hep böyleydi bu ülke,” de diyebilirler, desinler, ne değişir: Başkaldırımı nedensiz, dayanaksız bir hâle getirmez ki bu -uymacılık kokançıkış. Aklıma geldi, eklemeden geçmeyeyim başka bir konuya: Bir denemesinde aşırılıklar hakkında şöyle uyarmış okurunu, Nermi Uygur: “…tekyöncülüklerinden ötürü, düşünce işlerinde çekici olmasına çekiciyseler de çok kez gerçekliği tanınmayacak kadar yavanlaştırırlar.” Tekyöncü, siyasette, totaliterliği, siyasetsiz siyaseti amaçladığından, agoranın karmakarışıklığına saldırır, halk meydanını -ya da Nermi Uygur gibi söylersem, halk meydanındaki gerçekliğiçölleştirir: Tekyöncü, işte bu zorbaca tutumuyla, özkuşkutanımaz salağın ta kendisidir. Başka isimler de geliyor aklıma, kuşkucu, eleştiri-merkezli aklı savunan, ustaca kullanan: Nurullah Ataç örneğin – onun gibisi az çıkar, çıkmıyor aramızdan. Dahası, Tanpınar var, onun günlüklerindeki tutumu, biçemi, benzersiz: Özkuşkuyu da, özeleştiriyi de geçip/aşıp, neredeyse özyıkıma varan. Hepsini toplayabilirim bir araya, belki: Siyasal-salaklık üzerine (derli toplu) yazıp çizmeyi sürdürürsem, sürdürebilirsem eğer. Ha, bir de: Burada – (Devlete, İktidara)yandaş taşrada yani, salaklığın, yukarıda sözünü ettiğim türden siyasal-salaklığın en katışıksız, en bunaltıcı hâline maruz kalabiliyor kişi, çok da değil, biraz dikbaşlı, çıkıntıysa eğer. Yandaşın, çanak yalayıcının aklı, dili: İktidarınkinden de boğucu, tiksindirici. CİDDİYETSİZLİK. Yıl, 1966: Hüseyin Nihal Atsız, Kürtler ve Komünistler başlıklı sert makalesini şöyle sonlandırıyor: “Mutlakıyet ve cumhuriyetten umduğumuzu bulamadık. Bir de ‘ciddiyet’ ilân olunsa da onu denesek, nasıl olur?” Yıl, 2019: Biri bana, “Sence, Türkiye’nin acilen gereksinim duyduğu (siyasal)nitelik nedir?” diye sorsa, ciddiyetsizlik, derim, kaskatı (siyasal)dizgelere dönük bir ciddiyetsizlik Orhan Veli ciddiyetsizliği: Ne diyor şâir – 1945’te: “Fikir tarihi, bir fikir madrabazlığından başka bir şey değil.” _________________________ Kendi Kendine, Taşrada (X) ALAKLIK. İdeolojik bir alaşım tahakküm ediyorsa kendiliğime -ki, ettiği çok açık, her şeyden önce, o alaşımı oluşturan öğeler üzerinde tepinmeliyim yazdıklarımla: İslâmcılığın ve ona iştahlıca ülküdaşlık eden milliyetçiliklerin, ulusalcılıkların üzerlerinde yani, içerdikleri özkuşku yokluğuna, kendini bu hayatî-yoklukla belli eden siyasal-salaklığa odaklanarak. (Yeri gelmişken: Toplumsal-siyasal iletiler içeren bir düzyazı, günbegün azılı bir toplum-düşmanına dönüşen bir toplumdışının, artık içeriden, merkezden dışarlığa, çevreye doğru değil de tersine, yani dışarlıktan, çevreden içeriye, merkeze doğru olanca gücüyle, kızgınlığıyla yazmayı seçen birinin kaleminden çıkıyorsa eğer, tepinmekten başka hangi eyleme yataklık edebilir ki? Yazı: Tepinmenin, yani gürültü etmenin – bağırıp çağırmanın, direnmenin yeridir bu türden bireyler için, benim için.) Tahsin Yücel, Salaklık Üstüne Deneme adlı kitabının önsözünde neredeyse her ideolojinin belirli bir salaklık içerdiğini söylüyor; bu salaklığın açık belirtilerinden birincil olanı, ona göre de kuşku yokluğu. Kuşku yokluğu, bir bakıma, eleştiri yokluğu anlamına gelir, olağan bir sonuç olarak özkuşku yokluğu da, özeleştiri yokluğu anlamına. Özkuşku, özeleştiri, siyasal aklın ılımlılığını, demokratlığını sağladığı için, onların yokluğundan, Fırat Kargıoğlu Orhan Veli Kanık (1914-1950) düzmeceliğinden doğan boşluğa bir sistematik-görüşün, bir indirgemeci-aklın kesinliği, o kesinlikten salgılanan aşırılık ([karşı]devrimcilik, köktencilik [radikalizm], tepeden inmecilik [Jakobenizm]…] dolar – zamanla, toplumun ezici çoğunluğunu * Türkçesi: Nihat Ülner – İletişim Yayınları. K aç paradan alıcı bulur aşklar günümüzde? Aşkı ve sevdayı, peşin fiyatına -vade farksız- taksit seçenekleri ile alabilir miyiz, ilk iki ay ödemesiz? Üstelik puanlarımızı da kullanabilir miyiz bir önceki aşktan devreden? Yeni bir sevda satın almak için illaki beklemek mi gerekir bir önceki aşkın hesap kesim tarihini? Hijyen açısından deneyemez miyiz aşkı yaşamadan; üzerimizde nasıl duruyor diye? Uzaktan bakan bir göz gibi bakamaz mıyız ona, sahte aynaların önünde? Hem neden izin verilmez önceki aşkın ıslattığı gözlerle yeni bir aşk denememize? Yeni alıcısının üzerinde de canlı ve cansız mankenlerin üzerinde durduğu gibi albenili durur mu her aşk? Peki, hayatın ışıkları da aşkımızdaki defoyu saklayabilir mi mağaza ışıkları gibi, her zaman? Neden hayatın sakin müziğine uyduramayız aşkımızı, mağazada çalınanlara inat? Kaliteli bir sevda kaliteli yerlerde mi satılır? İşportacıdan alınma bir aşkın ilk kullanmada çekmeme ihtimali mümkün müdür? Her zaman bulabilir miyiz hoşumuza giden bir aşkın rengini ve bedenini? Altına pantolon ayakkabı uydurabilir miyiz, sevecenlik kombini yapamaz mıyız sahte gülücüklerin altında? Ya da “Aşk insanın kendine yakışanı sevmesidir.” diyerek sadeliğe mi kaçarız umarsızca? Memnun kalmadığımız şartlarda hasretlerimize ekleyebilecek cesaretimiz var mı aşkımızın iade fişini? Litresi kaç paradan alıcı bulur aşklar? Kim neye Tayfun Çelik Satılmış Aşklar Kitabı yumuşaklığında altın yaldız bir aşk diktirmek hâli hazırdan pahalıya mı gelir? Ya da kir göstermez keten bir sevda, ipeksi dokunuşun yanında daha mı hesapsız kalır? Aşk ekonomisi düşük olanlar yüne mi sarılmalıdır yaz kış; aşkın gerçek kumaşı yündür diye? Metrekaresi kaç paradan alıcı bulur aşklar? İki oda bir salon mutluluklar, eşyalar arası mesafeye göre mi şekillenmek zorunda? Yerdeki parkeler, merhametimizin üzerine mi döşenmiş yoksa? Halıların kapladığı alan kadar aşkımızda da yer kaplıyor mu kalbimizde desen desen? Hem neye göre konumlandırmalıyız aşkımızı oda içinde? Aklımızla kalbimizi ayıran stor perdeler gibi şeffaf mıdır aşkımız? Kötü bir resim asarım korkusu ile hiç resim asmaz mıyız aşkımızın duvarına? Sahiden, hayatı kaldığımız yerden eve gelince de oynamaya devam mı ederiz? Ya da hiç yaşamaz mıyız gerçek aşkı? Peki, kaç paradan basıma girer, “Satılmış Aşklar Kitabı”? göre belirler raftaki bir aşkın tavsiye edilen tüketim tarihini? Açtıktan birkaç gün içinde tüketmeli miyiz sevdaları şuursuzca? Aşkımızı, kimse görmeyen yerlerde ya da üç gün buzdolabında saklamak mıdır sahip çıkmak? Çift folyolu kutular iyi olan aşkı zaten korur mu? Günlük aşk ihtiyacımız için gerekli olan minerallerin yüzde kaçını karşılar bir tutam şefkat? Kalori cetveli tutar gibi tutmalı mıyız içimizde aşkı, kim daha çok seviyor diye? Bilinçli aşk tüketicisi olmak mıdır, aşkı satın alırken barkot numarasının ilk üç rakamına bakmak? En ufak bir sitemde, eline geçen her şeyi yollara dökmek midir aşkı boykot etmek? Neden aklımızı dinleyemeyiz, aşksızlığımızı dinlediğimiz kadar? Kaybetmeyi göze almak mıdır, depozitosuz cam şişelerden aşkı kana kana içmek? Keyfimizin kâhyasını ara sıra şikâyet edebileceğimiz ücretsiz tüketici hattı numarası olmalı mıdır aşkımızın üzerinde? Pastörize hayatımızın kiri, pası niçin aşkımızın üzerinde birikiyor artık? Metresi kaç paradan alıcı bulur aşklar? Raflardaki sarılı kumaşlar gibi renk renk; desen desen midir açılınca, ruhumuzun katları? Kadife İ lkokulda karşılaştım yürüyen, konuşan ilk Allah’la. Hâlbuki onun da öncesinde, yâni daha soyut işlemler dönemine geçmemişken zihnim, Allah benim için Antalya’daki Yivli Minare bazen de Sivas Ulu Camii’nin minaresiydi aslında. Bir Cuma saati, şadırvan sırasının kendime gelmesini beklerken Allah da yanımdaki sırada bekliyormuş, nereden bileyim? Sıra bana geldi, hazırlandım ve başladım abdeste. Üç ağıza, üç buruna sırasıyla ilerlerken, işini bitiren Allah benimle konuşmaya başladı. Hadi bunun ağzı yüzü vardı da sesi de mi vardı? Benimle neden konuşuyordu? O öyle olmaz! Burun yansın! Dirsek ıslansın! Ayağın kirli! Kulağın kuru! Üstün yaş! Hani başına mesh! Olmadı! Namaz kabul olmaz! Derken bir abdest miktarınca sessizliğini koruyan afacan mümin Oğuz, baş parmağını sol ayak serçe parmağının arası ile haşır neşir ederken dayanamadı, “Allah Amca, neden bu kadar dikkatlisin?” Bununla başlayan süreç, Allah olma yolunda emin(!) adımlarla ilerleyen iki kollu, iki ayaklı, iki gözlü, hiç beyinlilerle sürekli karşılaşmamla devam etti, ediyor, edecek. Allahlık kolay değildir bey amca, Allah olmak zordur hanım teyze, Allah olmanın yükü ağırdır kardeşim, sana ağırdır. Meleklerin cinsiyetini tartışan başka dinin insanını eleştirenlerin, Ramazan’da sakız orucu bozar mı, bozmaz mı, denizde ağızdan girmese bile dübürden su girer tartışmalarına girenlerin vakit ziyanlarına fıkıh denmez bebeğim, pamuğum, ıslak takunyam. Onlar Allah olma iddiasının rahmidir, doğum sancısıdır, yer yer de anasıdır, memesini verenidir, emzirenidir, kalsiyumunu sağlayıp, kemiklerini betonlaştıranıdır. Ramazan ayından devam edelim. Bir takım Allahlar oruç tutmayanı döver evet, sevmez, hor görür, üstten bakar orucun mânevî yükselme yerine, tutanların kast sisteminde en üst seviyede olduğunu düşünerek. Bazı Allahlık iddiasında bulunanlar ise namaza takmıştır. Kılan namusludur, abdestsiz yere basmayan bu çağın müceddididir (o neyse). Ama meselâ namaz kılan birisi çocuklara tasallut olabilir, pekâlâ haram da yiyebilir; kul hakkı yemez o, onunki hakkaniyet olur, taciz serbesttir, livata samimiyettir, hayvana şiddet makuldür. Namaz kılmayansa yandı, isterse bütün malını mülkünü dağıtsın ihtiyacı olana, dağda derviş olsun, şehirde hayırsever, kedi başı okşasın ya da burs versin bir yetime yok abi, sonuçta Allah kararını vermiştir; namaz kılmıyorsa ehemmiyet arz etmez. Başına getireceği adamdan ekmek alacağı bakkalın tayinine, kızının evlenmesini hayal ettiği adamdan oğlunun alacağı kıza kadar herkes namaz kılmalıdır; hunharca namaz, müthiş bir huşû içinde mükellefi olduğu verginin nasıl kaçırılacağını düşünerek namaz! “Namaz abi namaz, adamın pantolonu diz yapmış baksana.” “Adam işçisinin sigortasını yatırmıyor.” “Abi öyle değil bak, abdestli adam bu.” “Yahu her sene maaşlara zam yapmamak için işçiyi işten çıkarıp, geri alıyor.” “Ramazan paketleri var, bir gör abi. Makarnasından, zeytinine, şekerinden, sabununa her şey var, her şey.” “Namaz diyordun.” “Evet evet, cennetlik bu adam!” Hah işte yolladı cennete Allah Bey, oruç tutmayan da zebani mezesi zaten. Totişinden girecek kızgın, üç uçlu mızrak. Poseidon mu lan bu, altı üstü zebani. Cehenneme sokar, cennete ışınlar, toplumda yer tayin eder, kendine kriter oluşturur ona göre sever, insanları da ona göre yönlendirir. Kim mi? Bu Allahlar işte. Ona göre karar verir, onun yerine düşünür, onun yerine konuşur, hüküm verir, coşar, uçar, kaçar, uçurur, üfürür, sapıtır, batırır, çıkarır. “Çalarsa Müslüman çalsın” meselesine hiç girmeyeceğim, orası çok çetrefilli. Tekirdağ yancısı, İstanbul hasretli Silivri baharda güzel olur ama benim işim gücüm var. Bakın şunu es geçemem; bunlar portakal bıçaklamayı “Bu da milletim için” diyen Battal Gazi, Kızıl Elma’yı Cuma çıkışı dağıtılan katır kutur mütedeyyin bir meyve, Afedersiniz, Siz Allah mısınız? Mustafa Oğuz Bayat Mehdi Genceli HORASAN ERİ Trump’u protestoyu hardcore turp ısırma ayini, Kur’an’ı halvete girilen somya üzerindeki süs ya da cenaze evi musikisi, hacı yağını cennetten çıkma afrodizyak etki, muhafazakâr magazin programı tadındaki sahur ve sunucusunun mangır, seyircisinin iki hurma belki beleş iftariyelik derdinde olduğu iftar programlarını da orucun başlama ve bitiş düdüğü farz ederler. Özellikle sahur programları onların bünyesinde etkilidir. Sabit mimik, sürekli jest, gereksiz vurgu ile menkıbe anlatıcısının “… ağlıyordu, Musa da ağlıyordu, asa da ağlıyordu, asanın ham maddesi dut ağacı, onun üzerindeki ipek böceği... o da ağlıyordu” feyzi ile batarya dolar, Allah namzeti güne dört çubuk şarjla hazırdır. Şarj durumu vücudundaki şeker ile doğru orantılı, Allahlıkla ters orantılıdır. Şarj üç çubuk, iki çubuk, tek derken ezana ramak kala tahtı önüne envai çeşit yemek, meze ve içeceklerin olduğu iftar sofrası kurulur, ballı bıldırcın dolması bulamayan açın hâlinden anlamak için. Tabiî ekranda, sahura hazırlık bataryasını dolduran menkıbe meddahı yer almaktadır o sıra. Köyde beynamazı kınayıp, oğlunun düğününde içen Hac’emminin Allahlığı, şehirde fakirden izole zengin semtlerindeki sitelerde altın varaklı evlerde de bulunur (bkz. Başakşehir). Bu Allahlar fakir sevmez, aristokrattır, yok yok burjuva, o da olmadı… Hah! Brahmanlar. Brahmandır bunlar. Allahlıkları, iyi Müslüman zengin ve sistem yanlısı olmalıdır kaidesi üzere inşa edilmiştir. Geneli müteahhit, tüccar, fabrikatördür. İşlerine sâdık olan bu Allahlar, yazının girişindeki diyalogda işçisine sâdık olmayanla aynı kişidir. Bu tipin nesil devamı “bir gençlik bir gençlik bir gençlik, zaman bendedir ve mekân bana emanettir” şuurunda zamanı engin, mekânı seri közler mabedi olan bir gençlik şeklinde tezahür etmiştir. Nargile farz sanırım, Hamidimz de dinimiz galiba, yoksa İttihatçılar neden kâfir ilân edilsin? Hakikatte “holy şirk” modundaki bu Allahların en uzak olduğu mesele Öz Hakiki Allah’ın kendisidir. Kendilerine, keselerine ve fesli bazı eşkâli kıllılara yakınlıklarından mıdır bilinmez diktatördürler, vicdanları katı, merhametleri sıfırdır. Var mı sizin de cehennemlik gördükleriniz, sizin de vardır kesin günah içinde yüzüyor diye selâm vermedikleriniz, yok mu gerçekten? Vardır, vardır… Afedersiniz, ara ara da olsa siz de Allah mısınız? “niçin nur inmiyor artık semadan” (Yahya Kemal) Bizim mahallede bol müşterili bir mekân var. İstanbul’un orta halli, esnaf lokantası türünden bir kebapçı… Klasik kebaplar yanında lahmacun ve çorba çeşitleri de sunulmaktadır. Çorbaları iyi sayılır, Metin Hocamın çorbacısı kadar olmasa da… Ben epey zamandır anosmi olduğum için lezzetten pek bir şey anlamıyorum doğrusu. Acıktığımı hissettiğimde uğrayıp bir kâse çorba içiyorum sâdece. Sizin de dikkatinizi çekmiştir muhakkak. Bu aralar İstanbul lokantalarında hatırı sayılır miktarda “Horasan eri” garsonlar görülmekte. Horasan erleri gelmeye devam ediyor. Anlaşılan, bu kez mânevî bir misyon için değil, ekmek parası için gelmişler. Buldukları en ucuz işlere talip olup hem karınlarını doyurmak hem de geride bıraktıkları ailelerine üç beş kuruş para gönderme derdindeler. Güzelim İstanbul, bereketli İstanbul, taşı toprağı altın İstanbul! Herkesin elinden tutar, kimseyi aç bırakmaz! Bizim kebapçıda da en fazla bir buçuk metre boyunda bir garson çalışmakta. İşin erbabı, bu garson boy çocuğun “Horasanlı” olduğunu hemen anlar: Sırtına erken yaşta yüklenen sorumluluk nedeniyle gelişmemiş bir vücut, yaşadığı kara günlerin tesiriyle esmerleşmiş yağız bir çehre, yeni İstanbul havaalanını kadar geniş ve yüksek bir alın, hayata bütün İslâm âlemi gibi geriden bakan bir çift göz ve bu gözlerin derinliklerinde gizlenmeye çalışan kederli bir hüzün… Çorbayı önüme bu çocuk getirdiğinde selâm verip hal hatır sorarım. O da gözlerindeki kederi gizlemeye çalışarak tedirgin bir tavırla “İyiyim abi, sen nasılın?” diye cevap verir. Hüznü okuyabiliyor, tedirginliği anlayabiliyorum. Bir gün nerelisin diye sordum. Bu kez tedirginliği arttı ve daha emniyetli bir cevap olur düşüncesiyle “Özbek”im dedi. Kuzey Özbeklerine benzemediği için Mezar’lı mısın diye sordum? Mezar kelimesini duyunca yüzündeki tedirginlik yerini şaşkınlığa terk etti. “Orayı nerden biliyorsun abi? Adı sâdece Mezar değil ayrıca, Mezar-ı Şerif!” dedi. “Orası şerafetini kaybedeli çok oldu be dostum! Sen bilmiyorsun. Şimdiki adı sadece Mezar, hatta Mezar-ı zî-ruh!” Çocuk son söylediğimden bir şey anlamadı ama en azından zararsız biri olduğuma kanaat getirerek çay ikram etti. O günden sonra lokantaya her uğradığımda çorbamı bu garson boy çocuk getirir. Ortada görünmediği zaman nereye gittiğini, nasıl olduğunu sorarım. Akşamlar da lokantanın önünden geçerken çorba içmesem bile dışarıdan şöyle bir göz atıp “Garson iyi mi?” diye kendi kendime sorarım… Geçenlerde yine bir akşam lokantanın önünden geçerken içerisinin kalabalık olduğunu fark ettim. Anormal bir durum vardı. Merakımı gidermek için içeri girdim. Kalabalığın ortasında sandalyeye oturtulmuş ve kolunu tutarak acılar içinde kıvranan bizim garsonu gördüm. Çocuk içi kebap dolu koca tepsiyi müşteriye yetiştirmek isterken ıslak zeminde kayıp düşmüş, kolunu fena incitmişti. İncinen kolunu tutarak inliyor, derin ve kederli gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Ben de, yufka yürekli birisi olduğumdan, çocuğa görünmeyecek bir konuma saklanıp ağlama seremonisine eşlik ettim. Derin derin, içli içli ağladım. Onun kolu incinmişti, benim yüreğim... Allah’tan o sıra üç sağlık çalışanı lokantada çorba içiyormuş. Onlar olaya hemen müdahale ettiler ve bir iki egzersiz yaptırıp çocuğu ayağa kaldırdılar. Çocuk kalkıp yürüdü ve iyi olduğunu söyledi. Gerçekten iyi görünüyordu. Kalabalık yavaş yavaş dağıldı. Ben de hüzünlü adımlarla eve geçtim. Sabah çocuğu iş başında sapasağlam görünce mutlu oldum, sevinçten havalara uçtum. İçime hoş bir ferahlık oturdu. Bu kez gözümün önüne, dün akşam çocuğun kayıp düşerken etrafa saçtığı kebaplar geldi. O an bir şey hatırladım. Meğer ben akşam çocuğun acısına ağlarken, zayi olan kebapları görüp bir ara onlara da üzülmüşüm. Bunu düşünüp bu sefer de utandım. Utanç ve hüzün karışımı bir duyguyla durağa geçip otobüsü bekledim... delice zeytine… Sonradan düşününce anladım; Martı Huriye tanıdık bir nefesti. Bizim dağlardandı. Kekik kokan bir esintiyle sarmıştı çürümüş ruhumu. Gönlünü almak istercesine çırpınıyordum. Ama gerek yoktu. Hayata dolamıştı o yeşil yemenisini. “Noluvercek oluu gideeee,” demişti. “Oluu gidee,” demiştim. Bana börek yapmak istediğini söyledi ve numaramı aldı. Bende tatlı bir anı diye hâfızama kazıdım o akşamüstünü. Öyle de kalacak sanıyordum ama yemeninin ucunu bana da dolamış ucundan meğer. İki hafta sonra bir numara aradı ummadığım bir anda. Genç bir adam sesiyle tanıştım. Martı Huriye’nin oğluymuş, annesinin ısrarına dayanamamış aramış. Bin kez özür diledi. Ve ekledi “Annem size bu akşam börek yapacak kurtuluş yok. Uygunsanız ve dilerseniz sizi alıp götüreyim yanına, iki haftadır sizi sayıklıyor.” Bende hiç düşünmeden kabul ettim. Alsancak’ta buluştuk. Siyah deri ceketini taşıyan omuzları genç, uzun siyah saçları ve şarkı söyleyen kirpikleriyle filmlerden fırlamış bir adam karşımda beliriverdi. Ben o sırada saçlarımın ne biçimsiz olduğunu hayal edip hayıflanıyordum. Üstelik beni daha zayıf gösteren o siyah ceketi niçin giymediğimi düşünüyordum. Aslında heyecanlı, unutulmaz ve komik bir andı. Belki de sesi kötüydü! Olamaz mıydı? İllaki bir kusur olacaktı. Esas şoku sonradan Chopper motorunu görünce yaşayacaktım tabiî. “Korkar mısın?” dedi gülümseyerek. Hayal gücümü seveyim altta kalır mıyım “Yok yahu babamın da vardı bundan,” deyiverdim. Sonrada şimdilerde dudağımın kenarında salakça bir gülümsemeyle hatırlayacağım cevabı yapıştırdı: “Haydi atla!” İlk on dakika resmen uçtum. Ne kadar özgür, ne kadar cesaretliydim. İyi ki Martı Huriye vardı! Hava kararmaya başlamıştı ve birkaç iş için önce Kemeraltı’nın boş ve kararan sokaklarında turladık, sonraysa yokuşlardan çıkmaya başladık. “Buralar nereler?“ diyebildim yutkunarak. Artık çok emindim değildim, korkmaya başlamıştım. “Buralar karanlık Ayşe Nur Demir “Olsun,” demişti komşu Aysel Teyze, “aç mezarı yok ya.” Öyle ya! “Sahi öyle mi” diye sorabilir, yargılayan ve yukarıdan bakan tuzu kuru bakışlarını yenebilirdim aslında. Oracıkta bu meraklı kapı komşusuna aslında ne kadar mutsuz olduğunu ve emeğe dair bilmediklerini öğretebilirdim. Lâkin lodos vardı ve yine her günün bir perşembesiydi işte. Samimiyetsiz ama sözüm ona iyi niyetli, göstermelik, gerçekle buluşamayan bakışlarına veda edip terliklerimi sürte sürte kendimi dışarı atmıştım. Bir türlü baş edemediğim kıvırcık saçlarımla ve anlamsız öfkemle adımlıyordum sokağımın yolunu. Biraz daha sabredip belki bir otobüse atlar, sonra Kemeraltı’nın rüzgârına kaptırırdım. Fincanda pişen kahveyi her defasında unutup parmaklarımı yakmak, Şükrü Usta’nın kahkahasıyla kendime gelivermek sonra... Kısa amaçsız yürüyüşler; aramak sonra ve sonra yine ve yeniden aramak… Bütün İzmirli kuşlar bilirler. Pasaport iskelesinden Kıbrıs Şehitleri’ne kadar sahil, Roman ablalarla doludur. Renki yemenileri, rahat tavırları ve kalabalıkta görünmez olup umut dağıtmaları… Pasaport İskelesi’ne indiğimde lodos başımı iyice ağrıtmış, en sevdiğim eylül ayından âdeta intikamını alıyordu. Kafelerin bitiminde iskelenin hemen karşısında yere çöküp eteğimi savurdum, ayaklarımı denize doğru sarkıtıp vapurları saymaya başladım: Bir, iki, üç… Kalkmalıydım aslında, midem kazınıyordu üstelik; diyet de hiç işe yaramamış iyice kilo almıştım. “Hayat,” dedim “aslında belki de bu kadar basit.” Kendimi sevememem, günleri ayırt edememem; bunlarda en yakın arkadaşım tutunamayan Selim kadar… Son günlerde hep aynı cümle zihnimde… “En yakın arkadaşım henüz yirmi sekizinde… Yapma Selim dayanamam…” Yirmi sekizinci yaşımın gününü bulmalıydım. Takvime bakmayacaktım bu defa. Tatlı bir sesle uyandım. “Napıyon orda gııı? Kanadı kırık matılaa gibi oturmuşun oraa.” “Huuu sana diyom gııı, garnın ağricek kalk bakem gari.” Yeşil yemenisi ve renkli şalvarıyla öylece karşıma dikilmiş, anaç bir kararlılıkla o an benim iyi olmamı diliyordu. Önce o roman ablalardan biri sandım kurtuluşum olmayacağını düşünerek elimi uzattım. “Fal bakacaksan bak abla ama peşin söyleyeyim hakikaten param yok,” dedim başımdan savarcasına. Beni utandıran bir içtenlikle “Nerelisin sen gııı?” diye sordu tombul dudaklarıyla. MARTI HURİYE sokaklar,” dedi gülerek. Nabzım yükseliyor, öfke ve korkudan ter içinde kalıyordum. Fakir bir sokakta yavaşladı. Eski, ahşap, yarısı yanık bir evin önünde durdu. İnerken titriyordum. Zili çalarken terlediğimi ve muhtemelen ne aptal gördüğümü fark edip gülümsedi. Bense kendime öyle kızıyordum ki. Neyse ki Martı Huriye’nin sesi merdiven gıcırtısında yankılandı. Ona sarılabilir ve sabaha kadar ağlayabilirdim. Eski bir konakmış, aslında zamanında çıkan bir yangında yanmış fakat bizim Martı tutturmuş “ille de oturacağım burada” diye. Eski bir nağmeyi dinleten merdivenleri çıkarken yoğun lavanta kokusunun baş döndüren yolculuğu başladı. Ve annemin tarhana mevsimindeki elleri yakaladı beni. “Ellerin” dedim “annem kokuyor.” Öyle hızlı konuşuyordu ki Martı Huriye, tüm ömrünü bir kaç saate sığdırmak istercesine telâşlı ama bir o kadarda yaşam dolu. Dilinden damlayan neşe ak göğsünde bir pınar oluyordu. “Bizim oralar,” diyordu “kuzuluk… Kesik… Sıdan…” Mutfağa geçtiğinde oğluna sordum: “Neden Martı Huriye? Bir de merak ettim hep böyle midir?” “Annem aslında kanser,” dedi aldırmaz ve alışık bir sesle. Bazen sanki tüm erkeklere mahsus diye düşündüğüm o umursamaz tavrına müthiş öfke duydum önce. Sonradan hadsizliğime şaştım. “Babam Gördesli aynı dağlardanız işte. Bizimkiyse çingene. Dedem at satarmış. Huriye daha on beşinde ama nasıl bir güzellik. Babam vurgun yemiş tabiî, bunu görünce delirmiş aşkından. Bizimki delinin teki; ata biniyor, türküler söylüyor köy yerinde. E çingene gelin istemezler hele ki böylesini. Peder kaçırıyor Huriye’yi. Sülalesi varlıklı ama evlâtlıktan ret tabiî Huriye gelin olunca. Filim gibi yâni.” “Ee,” diyorum çocukça bir merakla “sonra peki?” sonradan pişman olarak. “Sonrası peder İstanbul’a geliyor iki sene sonra ben. Ne iş olsa yapıyor güçlü adam, çalışkan. Ben dört yaşlarındayken kaza geçiriyor işte.” diyor bir çırpıda. Ve aynı umursamaz tavırla. “Anneme çok demişler evlen kurtul diye. Hiç evlenmedi. Ama martıları çok sevdi. Bir gün sordum Ali’ni mi sevdin martıları mı diye, duymazlıktan geldi.” Sonra sanki hiç bir şey olmamış gibi samimiyetle “Bu saçların hali ne!” dedi. Meğer kuaförmüş. “Kes o zaman,” deyiverdim sonraki altı ayı düşünmeden. Martı Huriye’nin eski kokan mis taburesinde zaten laf dinlemez kıvırcık saçlarımı korkunç bir şekilde kesti. O kadar kötü kesti ki arkadaşlarım beni tanıyamadı. Olsun, olsundu… Martı Huriye’nin aslında hiç de lezzetli olmayan böreği de nefisti, o sıcak sohbetleri de. Dönüşte saat zaten saat geç olmuştu, sokağıma henüz girmeden durdurdum motordaki adamı. İçtenlikle teşekkür ettim. O da utangaç ama biraz da serseri gülümsemesiyle telefonunu gösterip “Arasam mı seni yine?” dedi. “Bugün günlerden ne?” dedim heyecanla. Yeni bir buluş öncesi çırpınan, o son bilgiyi bekleyen bilim insanı gibi. “Perşembeee,” dedi şaşkınlıkla. İçimdeki gününü bulan şımarık çocuğun sevincini gizleyerek “Belki başka bir perşembe!” diyebildim. Sokağın sonuna kadar arkasından baktım. Yüzümde lodosun kestiği tozlar ve artık hiç umursamadığım saçlarımla gülümsüyordum… Ve bile isteye deli bir bakışla balkonunda beni gizlice kesen Aysel ablaya bağırdım. “Bugün perşembeymiş…” “Her günün perşembesi değil ama hiç değil!” F ahir Abi’yi nasıl öldürdüğümü anlatmak istiyorum. Eski mahalleme gelmiştim, o gün güneş batalı birkaç dakika olmuştu ve üzerini muşamba bir karanlıkla örten Akşam Bey, geceyi bekleyip uyumaya hazırlanıyordu… Müezzin Bey ise Ezan-ı Muhammediye’yi Burhan Çaçan gâyretiyle, gırtlağı patlarcasına okuyup müminleri namaza davet etmekle meşguldü. Bu mübalağamdan anlaşılacağı üzere elektrik mahallemizden gitmişti. Belki de gitmekte haklıydı elektrik, burası Türkiye’nin en sıkıcı yeriydi. Eminim mahallemizde bir pavyon olsa, elektrik hep burada kalmak isterdi. Bu kadar gevezelik yeter sanırım. Annem öldüğü için yıllar sonra mahallemize dönmüştüm. Anacığım için bir cenaze merasimi tertip edilecekti ve benim de orada bulunmam usule uygun olacaktı. Ölü evine giderken mahallemizin bakkalı Fahir Abi’yi gördüm, altında bir iskembe çekmiş, üstünde zümrüt yeşili hareli ipekten yapılma robdöşambrı ile bakkalın önünde anıt bir heykel gibi etrafı seyrediyordu. Beni fark etmesin diye başka tarafa bakarak yürümeye başladım. Fakat ne çâre, o dakika fark etti ve ismimi bir baykuş gibi çağırıp, dükkâna davet etti. İçeri girdim elektrikler kesildiği için dükkân karanlıktı ve yağ lambasında titreyen ateş üşümemek için lambada dansı yapıyordu… Bu dansı neşeyle seyrettim. Bakkal Fahir, anamın vefatında dolayı taziye dileklerini sundu. Ardından karamelli bisküvi ve küçük bir kutu meyve suyu ikram etti. İkramları birkaç dakikada mideye indirdim. Ardından ona teşekkür edip bir paket sigara istedim, ücreti ödeyip sigaranın mülkiyetini üzerime aldım. Fakat bir aksilik çıkmıştı. Ateşim yoktu, ceplerimi yokladım, “Nerde bu çakmak,” diye söylenmeye başladım, bu müşkülümü gören fedakâr Bakkal Fahir Abi hemen tezgâhtaki çakmaklardan birini alıp Protmetheusça bir edayla sigaramın ateşini yaktı. Ona bu tanrısal davranışı için teşekkür ettim. Bir süre anlamsızca bakıştık, bakışma uzayınca, Fahir Abi yanlış düşüncelere kapılmasın diye aklıma gelen ilk şeyi sordum: “Fahir Abi, bakkaliye bakkalın dişisi mi?” “Bilmiyorum ama arada hanım dükkânda duruyor o durduğu zaman bakkaliye, ben durduğum zaman bakkal oluyordur herhalde,” diye bir açıklamada bulundu. Muhabbet saçma sapan bir yerde tıkandığı için Fahir Abi’den bahsedeceğim. Bakkal Fahir Abi’ye “muhterem” demek yerine “muhtemel” demek daha münasip düşer. Çünkü “Bakkal açık mı?” diye sorduğunuzda “Muhtemelen kapalıdır,” cevabını alırdınız. Bu durumdan şikâyet eden mahalleliler kendisine karşı menfi tavırlıdır biraz. Çünkü yağ lâzımdır, tuz lâzımdır, bebe bisküvisi lâzımdır fakat ne çâre, Bakkal Fahir ortalarda yoktur. Mahalle sakinleri sakin sakin bakkalı açık tutmasını va’z u nasihat ettiğinde onlara bakkalı kapalı tutmasının sebebini söylemez ve şöyle derdi: “Beğenmiyorsanız haydi arkadaşım s..tir başka bakkala, hade hadee yürrüüü.” O gün kimsenin yıllardır cevabını alamadığı soruyu bir de ben sordum; “Abi beni bilirsin artık bu mahalleden sayılmam, o yüzden lütfen cevap ver bu bakkal niye en ihtiyaç olunan vakitlerde kapalı?” “Sen yabancı değilsin koçum anlatayım bak, yıllarca Alaman gavurunun elinde makine gibi çalıştım. İçinde bulunduğum duruma çok bozuluyordum, bu durumu bizim fabrika müdürüne Jurgen Bey’e anlattım.” “Ne dedin abi?” “Çok bozuluyorum Jurgen Ağa dedim.” “O ne dedi?” “Bozuk makineleri çöpe atarız. Beğenmiyorsan haydi arkadaşım s..tir başka kapıya! Hadee hadee yürrrrüüüü. Anlayacağın yan gelip yatmamdan çok hoşlanmıyordu Almanlar. Kaytarmadan çalışma bence çok saçma, tembellik etmeyen insan makinaya dönüşüyor. Bu işe bir dur demeliydim. Muradım, vatanıma dönüp bir bakkal açmak, ahalinin ihtiyacı olduğu zaman kaytarıp kendi ehemmiyetimi mahalleliye kavratıp bir makine muamelesine mâruz kalmaktan kurtulmaktı. Çok şükür muradıma erdim elhamdülillah.” Elektrikler geldi ve Bakkal Fahir yağ lamasını kapattı. Lambanın lambada dansı da sona erdi. İçerinin aydınlanmasıyla gazete manşetleri dikkatimi çekti. Minör olmayan majör tiyatrocumuz Münir Özkul’un hak tarafından iradesi elinden alındığı gazete manşetlerini süslemiyordu, haber kendine küçük bir sütunda mütevazı bir yer edinmişti. Zaten ölüm mevzu bahis olduğu vakit bir şeyleri süslemek münasip olmaz. Bir Fatiha okudum Münir Usta’ya. “Büyük bir ustaydı değil mi abi” dedim. “Ustaydı ama yıllardır ölemiyordu. (Bu sıradan ve vasat sözü ses tonuna bir derinlik katarak söyledi) Eski şöhreti olsa belki bir trafik kazasında rahmana kavuşmuştu.” Biraz düşündü Bakkal Fahir Abi, sonra geniş ve traşlı çenesini sıvazladı; “İnsan ününü kaybettikçe ölümü güçleşiyor,” diye ekledi. “Şimdi sen ünsüz bir bakkalsın ölemeyecek misin yâni?” dedim. “Elbette,” diye cevapladı. “Ünsüze ölüm yok evlat” dedi ve devam etti: “Son yıllarda ülkemiz ne çok gelişiyor, baksana ünsüzler artık ünlüler kadar ölmüyor, şimdi Münir Özkul öldü ondan önce Naim Süleymanoğlu, Zeki Alasya, Maykıl Ceksın saymakla tükenmez,” dedi. “Abi Maykıl Ceksın Türkiyeli değil Amerikalı,” deyince, “İşte var gücümüzü sen düşün Amerika’ya bile meydan okuyoruz. Son zamanlarda ölen meşhurları söylesem saymakla bitmez.” Sonra düşündüm ve hak verdim gerçekten ünsüzler ünlüler kadar ölemiyor muydu artık? Ardındın da toparlanıp tezini çürütmek için “Annem yeni öldü,” dedim. “Hacer Teyze’yi çok severdik, Allah rahmet eylesin ama bilmediğin şeyler var evlat,” dedi. “Ne gibi bilmediğim şeyler Fahir Abi?” diye sorunca şöyle cevap Ölülerin Uğrak Mekânı Hüseyin Sefa Ak verdi: “Bunu anana sorsana delikanlı.” Öfkelendim, “Kendine gel, haddini bil hokkabaz herif!” diye çıkıştım. Biraz korktu sanırım. “Anan evlat ‘Hamiyet Nineden Avratlık Dersleri’ adında bir yutup kanalı açıp, yutubır olmuştu, abone sayısı yüz bine yaklaşmıştı...” Telefonu elime aldım ve yutup kanalını buldum, güzel anneciğim ev işlerinin inceliklerinden, yemek tariflerine kadar bir çok bilgiyi tatlı tatlı anlatıyordu. Fahir Abi elini omzuma attı; “Bu gerçeği öğrendiğine göre konuşmama devam ediyorum evlat,” dedi. Gözlerim ıslandı, elimle kuruttum, burnumu içime çektim; “Tabiî Fahir abi, buyur devam et…” “Doksanlı yılların o karanlık günlerine dönelim istersen,” diye devam etti, “hatırla ne kadar çok ünsüz ölüyordu. Görümcem, kayınım, hanımın eltisi, kirvem, bibim, Rıfat eniştem… Hepsi öldüler. Şimdi öyle mi? Herkes ölmemecesine yaşıyor. Fakirlik fukaralık vardı eski zamanda.” Fahir Abi haklıydı, koalisyon zamanı babaannem ölmüştü ve hepimiz acıya gark olmuştuk, henüz o yıllarda sağlık sisteminde reformlar yapılmadığından, antidepresan ilaçlar alacak paramız yoktu, acımızı azaltmak için kısıtlı imkânlarımızla zor şartlar beynimizin ön lobuna endorfin salgılatmaya uğraşırdık. Hiç unutmam omzumuzda ananemizin tabutunu taşırken ağlamamak için kuzenim Bahri ile birbirimize müstehcen fıkralar anlatıp sesli bir şekilde gülüyorduk. İkimizin bu hâline çok öfkelenen imam efendi, cemaati galeyana getirmiş ardından cenaze yerinde sille tokat dayak yemiştik. Dayaktan sonra imam efendi şöyle bize şöyle dedi: “Ağlamıyorsanız haydi arkadaşım s..tir başka kapıya! Hadee hadee yürrrrüüüü.” Fahir Abi’nin bu teorisini kulağıma küpe gibi taktım. Ertesi gün valide hanımın cenaze törenini yaptık başsağlığı dileklerini kabul ettim ve mahalleden ayrıldım. Aradan yıllar geçti… Bir miras davası için tekrar mahallemize dönmüştüm. Sâdece birkaç gün kalacaktım, geceyi geçirmek için baba evine geçtim. Büyük kentin hay huyu, işimin yoğunluğu, stres iyice sinirlerimi germişti. Uykumu mışıl bir kıvama getirmek için yatağıma girdim. Tam o sırada bir bağırtı koptu: “Yetişin a dostlar Fahir’im ölemiyor!!” Kadıncağızın bu feryadı tüm mahalle sakinlerini ölümsüzlükle lanetlenmiş gibi rahatsız etti. Yataktan fırladığım gibi Bakkal Fahir’in evine gittim. Karısı şişman ve iyi niyetli İsmet Yenge beni karşıladı. İsmet Yenge iyi niyetli olmasının yanı sıra sıkıcı, miskin, etli butlu yüzü Çin mantısına benzeyen bir kadındı. Bakkal Fahir kanser olmuştu ve ölemiyordu. Dert yanmaya başladı, Fahir Abi yedi yıldır acı içinde kıvranıyor ve uyuyamıyormuş. Kadın, “Her gün başında Kur’an okuttuk, hatim indirdik, acı içinde kıvranmasına rağmen Azrail’e bir türlü ruhunu teslim edemedi,” diye dert yandı. Kadıncağız ağlıyordu, o ağladıkça ben Fahir Abi’ye ölemediği için kızıyordum. Hassas bir kadındı İsmet Yenge… İsmet Yenge, “Aman kocamın acısına son ver,” diye ayaklarıma kapandı. Bir yastıkla öldürmeyi teklif ettim. Kadıncağız “Hayır bu cinayet olur,” deyip Müslüman hassasiyetlerinden dem vurdu. Başka bir çözüm yolu bulmam gerekiyordu, bu yüzden çenemdeki bir tutam sakalı kaşıdım. Hastanın yanına yaklaştım gözlerini kapat ve beş dakika açma dedim. Şişman ve iyi niyetli İsmet Yenge ile saatlerimizi ayarladık. Vakit doldu, “Öldün mü Fahir Abi?” dedim. Gözlerini timsah gibi açtı ve şöyle dedi: “Öldürecekseniz öldürün beni yoksa haydi arkadaşım s..tir başka kapıya! Hadee hadee yürrrrüüüü.” Odadan dışarı çıktım, İsmet Yengemi kahreden bu herif bir şekilde ölmeliydi. Hem Fahir Abi gibi bir mikrobun ölmesiyle vücudundaki diğer mikroplarda ölecek, bir taşta milyon mikrop vuracaktım. O an Aklıma Fahir Abi’nin Münir Özkul hakkında söyledikleri geldi. Vakti zamanında çok kil ü kal etmişti merhum hakkında ve kendisi de aynı akıbete uğramıştı, ölemiyordu işte. Tabiî ya Fahir Abi ünsüz olduğu için ölemiyordu. “Evraka” diye Fahir Abi’nin odasına girdim, telefonumu çıkarttım Fahir Abi’nin hasta ve yatalak görüntüsünü telefonuma kaydettim. Sonra sosyal medya hesabıma yükleyip altına not düştüm: ACİL ÖLÜMESİ GEREK RT PLASE. Fahir Abi’nin acılı hâlini gören tüm duyarlı erbab-ı soyal medya bunu yaydıkça yaydı. Fahir Abi’nin ünü arttıkça ölüme biraz daha yaklaştı. Ve en sonunda gözlerini açılmamacasına kapatıp ahiret hayatına intikal etti. Miras meselesi çözülmüştü, artık mahalleye yerleşmekte karar kıldım. Yalnızlık zor olacağı için evlenmem yerinde bir davranış olurdu. Kocası öldüğü için yenge sıfatı anlamsızlaşan İsmet’e evlenme teklif ettim. Bu teklifim İsmet tarafından memnuniyetle kabul gördü. Ertesi gün bakkalı devraldım ve işletmeye başladım. Her şey eskisi gibiydi dükkânı istediğim zaman açıyor istemediğimde açmıyordum. Fahir Abi’nin erkânını, usulünü yaşatmak gerekliydi sonuçta. O sırada içeriye yıllardır mahallemizden uzak kalan İsmail geldi annesinin cenazesine geldiğini söyledi. Aynı konuyu onda açtım. Yalnız Biz, Öteki Siz ve İrade Demet Yener V ar olmak, kendi var oluşunun bilincinde olmaktır. Varlığı hiçbir biçimde ve hiçbir koşulda benim keyfime bağlı olmadan var olanlar ile zihnimde imge olarak var olduğu hâlde fiilen var olmayanlardan da haberdar olmaktır aynı zamanda. “İmge” olarak var oluş ile “şey” olarak var oluşu kendiliğinden ayırabilmelidir zihin. Böylece gerçekle hayali ayırt edebilir insan. Aksi hâlde ruh, beden eyleme geçse dahi kendi içine kapanıp kalır. Çoğu zaman soruyu bilmektense cevabı bilmek hayatı daha da kolay hâle getirir. Cevap aramak, tüm diğer arayışlar gibi yorucu ve yıpratıcıdır. Arayış, acılı bir süreçtir ve sonunda bulmak da tehlikelidir çoğu zaman. Yine de hazırcı sürünün parçası olmak yerine arayıcı azınlığın içinde olmalı insan. Farklı olmalı, fark yaratmalı. Hazıra konanın hükümranlığı bir nefes kadar kalır arayıp bulanın ömre bedel hükümranlığı yanında. Yalnızlığına gömülmüş insanların o inatçı tekbencilikleri nedeniyle suskun, sanki ebediyete kadar sessizlik yemini etmiş maskelerin ardında kapana kısılan ruh, kendi içinde, onu kışkırtabilecek ya da uçsuz bucaksız bir uçurumun derinliğini keşfe özendirebilecek bir cesaretin varlığından habersiz biçimde sessiz sedasız ölür gider. Hem yorgun hem de umutsuz çabalarımızın ortaya çıkardığı her şeyin daima eksik kalması ve ruhumuzun kendisinin bilincine varamamasıdır aslında bu. Gerçek ile hayal, doğru ile yalan, imge ile şey birbirine girer zavallı insanın usunda. Ben ve ötekiler biçiminde inşa ettiğimiz hayatlarımızın lanetidir yalnızlık. Cicero’nun dediği gibi, “İnsan her geçen gün biraz daha yalnızlaşır, kalabalıklar fayda etmez.” Her şeyin bitmek için başladığını söyleyen Cicero’ya karşı çıkılamaz çünkü zaten ölmek için doğmuyor muyuz? Doymak için yiyor, mezun olmak için okula başlıyoruz. Yine belli bir amaca ulaşmak niyetiyle başladığımız şeyleri bitirmeye çalışıyoruz. Aşkı da dostluğu da sevgiyi de hep bir amaç için başlatıyoruz, yâni bitmesi için bir bakıma. Enig Bagnold’a göre ise, “Yalnızlığın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O her şeyi öğretir.” Öylesine katı ve duygusuz ki bu karabasanı anlatan kâbus, hayatın en acı öğretmeni olmaktan gurur duyduğundan emin olabilirsiniz. Yumuşak yanlarımızı sertleştirirken sivri uçlarımızı törpüler. Oldukça yaratıcı ve istikrarlıdır yalnızlık! Bir tek benim yalnızlığım yok ki yeryüzünde. Herkesin farklı birer yalnızlığı var. Yalnızlık kalabalığında her yalnız insan aslında tek başınadır. Kimse farkında değildir kendisininki dışındaki yalnızlıklardan. Benim yalnızlığım da öylece geçiyor diğerlerinin yalnızlıkları arasından. Her yalnız diğer yalnızdan habersiz, her yalnız sâdece kendini yalnız sanarken ve her kalabalık bir sürü yalnızlıktan oluşurken toplum olmak ne mümkün herkes bu denli kendine dönmüşken. Bireysel yaşamların mahkûm ettiği yalnızlığımız, şişkin egolarımız, bencil hayatlarımız, biten gelenekler, yok olan saygı ve sona eren insanlık! Her birey kendince yalnız. Yalnız olduğu için de fazlasıyla saldırgan. Bu yüzden “insan, insanın kurdu” olmuş. Vicdandan söz eden yok. Değerler çoktan silinmiş yeryüzünden. Her birimiz koca dünya kalabalığı içinde yalnız ölmeye mahkûm edilmişiz, bu insanlığın ortak kâbusu… Hayal kırıklıkları besler bu doyumsuz yalnızlık duygusunu. Katli vacip duygulardan biridir hayal kırıklığının hayata tesir eden o donuk ve hissiz boşluğu. Gözlerinin önüne inen o mat ve renksiz perde zihninde ne kadar çok taşınırsa o kadar koyulaşır karanlıklar. Zifiri karanlığın hâkimiyetindeki hiçbir yerde neyin nerede olduğunu bulamaz zihin. Her şey birbirine karışır, her yer toz duman olur. Uslanmaz usunda oluşan sakinlik insanı uyuşturur. İlk zamanlarda “Ya ne olmuş bu olmadıysa? Bir daha hayal kur ve bir daha düş peşine,” diyen iç ses bile bıkmıştır fukara avuntusundan. İnsanı ayağa kaldırıp silkelenmesini sağlamak, bir ölüden zeybek oynamasını istemek kadar anlamsızdır artık. Yoğun acı ve hissizlik yüzünden yüreğinin iklimi değişir insanın. İçindeki kelebeklerin renkleri solar, papatyalar çürümeye başlar gönlünün dağlarında. Kırlangıçlar göç eder sonra başka yüreklere. Kelebekler renksizleşir ve hiç çiçek açmaz olur gönlünün vadilerinde. Akbabalar istila eder her yeri. Leş kargalarıyla bir olup canlı canlı yemeğe başlarlar içten içe seni. Hayallerin, umutların, ideallerin ve planların da terk ettikten sonra içi doldurulmuş bir kuklaya dönersin. İnsanlar sanki yalnızlıktan doğmuş gibi, bütün yaratılanlar içinde en usanmaz şekilde yalnızlığına sarılanlardan olmuş, yetmemiş bir de kendisini yalnızlıkla var olmak zorunda olduğu yanlışına düşürmüştür. Aslında bütün bu yalnızlık merakı, topluluk olma hasretiyle alev almış bir yaratığın çektiği azaptan başka bir şey değildir. Sanki her ruh, anlaşılmaksızın sessizliğe bürünmeye mahkûm edilmiş gibi, kendini yazgıyla baş başa kalmış bulur insan. Ardından bir kabulleniş denizine atlayarak kendi kendini boğar insan. İradesinden bihaber terk eder sınırlı hayatını. Dış sesini, kalbinin sesinden üstün tutar. Doğruyu yaptığından emin şekilde ama baştan sona büyük bir yanlışı yaşayarak ölür. Arındırmadığı o pas tutan zihni, genelde doğruları görmezden gelerek tüketir kendini. Peki hayatımızın içi neresi, dışı neresi? İçinde kimler var? Kimler kalıyor dışında? Bu dahil olma durumu sürekli mi, değil mi? Yâni dün dışta olan bugün içte olabilir mi ve aslında dış yok mu? Dışa ait denilen her şeyi içe alabildiğimizi düşünürsek “öteki” diye bir şeyin olmadığı ortaya çıkar. Ötekileşmek ve ötekileştirmek hatadır. İnsanın ruhuna ve var oluşuna ihanet etmektir. “Ben”i, “sen”den ayıran karakter ve duygulardır. Başka hiçbir konu birimizi diğerimizden üstün ya da aşağı yapamaz. Yaşamı, görüntüsü ve sesi, kendisine çok benzeyen kişiyi “öteki” kabul etme ya da etmeme bilmecesini çözerken bilincini yitirmenin eşiğinde yaşanan bir travmadır, insanı yalnızlaştıran, kuşkucu ve güvensiz yapan. Bize karanlık bir atmosfer sunar “ben” ve “öteki” ayrımı. Mutlak mutsuzluk garantilidir. İnsanı, hayatındaki eksiklikler ya da aşırılıklar üzerine düşünmeye iter kararsızlık. En sonunda insan, öteki nevronuzuna yenik düştüğünde kendisine tıpatıp benzeyen fakat bütün iyi özellikleri içerisinde barındıran farklı bir kimlik yaratır farkında olmadan ve mecburen. Ve yazık ki iç dünyasında yaşadığı bütün buhranlar ve gelgitler kalır kendine sâdece. Mutlak bir yalnızlığa kendini mahkûm ya da esir eden her insanın dili liriktir ve monolojiktir. Tekçidir ha- Ahmet Afşın Efkarlıoğlu ALPTUĞ yatındaki her şey. Dağ gibi kabaran egoları birer volkan gibi patlar aniden. Bilinç kendisini, sâdece kendisinin dışında yakalar. Yeniden kendini arayışla sürer süreç. Kendisini defalarca kendisi dışında yakalayan bilincin kendisini yakaladığı yer, özneye, yani kendine yabancı olan bir başka yansıma olur. Özneye, yâni kişinin kendine yabancı olan bu imgesel yansıma ile kurulan özdeşim sonunda kimlik sorunu baş gösterir kibrin ikliminde. Ötekilerden hangilerinin yanında üstün hangilerinin yanında ezilmiş olduğunu saptama süreci başlar. Bilinç başlar çalışmaya. Varlığa gelir ego. Egosunun çizdiği sınırlar içerisinde yalnızlaşan insan için hayatı, geldiği gibi yaşamak dışında pek bir şans kalmaz. Rutine döner yalnız hayatı ötekilerin ortasında. Ruhun kıskacı daralır zaman geçtikçe. Boğulur ruh, kalabalık ötekiler terazisinde yalnızlığıyla baş başa… Sıradan hayatların ortasında, ortalama bir hayata sahip, ortalama insanlarız işin gerçeği. Önemli olan bu sıradan hayatı nasıl yaşadığımızsa eğer; hayatın ucu bucağı olmayan bakımsız ve kurak topraklarını harikulâde bir çiçek bahçesine çevirmek sâdece bizim elimizde. Belki umutsuz bir çaba belki de kahramanca bir başarısızlık ama en azından kişisel emekle donatılmış. Bilmediğini bilirmiş gibi yapanların hırpaladığı yüreklerimizde hâlâ küçük bir çocuk büyütebiliyorsak ne mutlu bize. Bugünkü yaşamlarımız, bize güç vermiş bir hayat karşısında hissettiğimiz bir düş kırgınlığı duygusundan ibaret sâdece. Önemli olmak yerine önemli kalmak çabasına girmeyen, anlık kazançlar peşinde anlık sevinçler tüketen ama asla mutlu olamayan insanlarız. Yaşam ormanından kestiği ağaçların kuru dallarından tutuşturduğu ateşin kendini ısıtacağını sanır ama donarak can verir ruh. Çıktığı kapıları, örtündüğü yorganları unutur. Kendini ihmal eder bilmeden. Kendi dinginliğinde dinlenmeyi akıl edemez. Kendine sunulmuş olan iradeyi keşfedip kullananları bir mucizeyi gerçekleştirmiş olarak kabul eder. Mucizenin neliğinden bihaber olan ruhun ihtiyacı olan, bedendeki gizil güç kaynağının yâni usun farkına varmak ve onu kullanmaktır aslında. Ama hazıra ve kolaya alışan insan için sürüye uymak daha basittir. Çoğunluğun hatasına tek başına karşı çıkamaz. “Kral çıplak” diyecek cesareti kendinde bulamaz ve kendi gerçek derinliğinde yatan hayatına yön verme gücüne ulaşamaz. Bilinmezlikler üzerine kurulan derme çatma köprüyü tercih eder, Deli Dumrul gibi cesaretle her şeye rağmen kendi köprüsünü inşa etmeye. İlk ve belki de aynı zamanda son defalığına cesur olabilen ruhların ötelenmişliklerini örnek alarak reddetme güdüsünü kurban eder düşünmeden. Oysa insan bilmeli ki her şey aslında sâdece karşıtıyla varlık bulur. Kötü yoksa iyi, çirkin olmadan güzel kıymetsizidir. Ateş, bütün ruhların ışığıdır aslında. Tehlikeyi göze almak ve kendi hayatının dizginlerini kabullenişe bırakmamak gerek. Yazgı/kader ve Tanrı varsa bile, unutulmamalıdır ki irade de var. İnsanlara her durumda ardında saklandıkları yazgının tümüyle kendilerini aldattıkları bir kurmaca olduğunu göstermek gerekir. Tanrı, bu denli kusursuz bir düzende böylesi büyük bir hataya düşmüş olamaz. İnsanları ruh ve beden olarak yaratmış ve önlerine cennet ve cehennem gibi iki seçenek sunmuşken onları hazır edilmiş kesin bir yazgıyla dünyaya gönderdiğine inanmak akla hakaret değil midir? Evet, yazgı vardır. Evet, dünyaya gözünü açtığında insan yazgısıyla doğar ama bu bir hazır metin değildir ki insana sâdece yaşaması kalsın. Hayat boyunca yaşayacakları belli olan insana her defasında birçok kapı açılır. Yaşanacak olanlar yazgıda vardır ama insanın hangi kapıyı açarak onun ardındakini seçeceğine kendisi, yâni iradesi karar verir. İşte bunu anlayabilen ruhlar, ezeli ve ebedî bir yalnızlığa mahkûm etmez kendini. Ruhu ve bedeni birlikte hareket edebilen insanların kalbini ve beynini kullanmaması hâlinde kukladan bir farkı kalır mıydı insanın? İnsan zor olanı yapmalı ve kendisi için bir karara varmalı. Çalan kapıyı açarsa kabullenmiştik hissi adeta bir hırsız gibi onu bayıltarak evini, benliğini soyacak. Eğer açmazsa vazgeçip bir başka kapıyı çalacaklar. O gelince sayısı arttı Türk erlerinin Mazluma dost, zalime yağı olacak diye. Keyfiyle dostlarına ılgın ılgın bir neşe Öfkesiyle düşmana ağu olacak diye. Her dalı bin çerağlı, oğlum, Türk ormanının Gönendim en fidanı, tığı olacak diye. Börteçine yol verdi Demirkapı’ya doğru, Ülküsüne sırt veren dağı olacak diye Daha işitmemişse Çin’i Hind’i İran’ı, Korksunlar gözlerinde doğu olacak diye. Hele bir dile gelsin, batının da payı var. Haykıracak “Bu çağ Türk çağı olacak!” diye. Yaşını Tanrı versin, adını Alptuğ koydum. Alptuğ'um bu kavganın tuğu olacak diye. IB iz onları pek tanımıyorduk, taa ki Deli Yürek dizisindeki “Sendee Hazreti Hüseyin mayası va Yusufuum, zalımla savaşmak senin kaderin,” diyerek bizlerin gönül telini titreten, çatıda demlediği çayla içimizi ısıtan Kuşçu karakteriyle karşılaşana kadar… Belki de o günden bu yana kuşçulara ayrı bir sempatiyle bakar olduk. İşte bugün ben de, o dizideki kuşçu gibi büyük laflar etmese de, kuşçuluğun pek çok bilinmeyen yönlerini anlatan tutkulu bir kuşçu amcayla tanıştırmak istiyorum sizleri. *** Elinde tuttuğu güvercine hayran hayran bakıyordu. Bu bakış öyle sıradan bir bakış değildi. Yanına yaklaştım, güvercinin başını okşamak istedim gayri ihtiyari kuşu kendine çekti. “Bir şey yapmayacağım, sâdece seveceğim,” dedim. Güvercini sevmeme izin verdi, “Başını okşa ama kanatlarına dokunma,” diyerek. “Nereye gidiyorsun?” diye sordum, “Kuş pazarına,” dedi. Böyle bir pazarın olduğunu ilk kez duydum. “Ben de sana eşlik edebilir miyim?” dedim, gönülsüz de olsa başını öne salladı ve yanında getirdiği kafesteki kuşlarla birlikte kuş pazarının yolunu tuttuk. Bu yolculuk bizi derin bir o kadar da farklı bir dünyaya götürdü. Kuşların ve kuşçuların dünyasına… Zaman zaman bir kuş gibi etrafına ürkek ürkek bakan amcanın adı Hasan’mış, saçı sakalı ağarmış bir kuş sevdalısı. Çocukluğunda tutulmuş kuş sevdasına… Okuldan kaçıp kuş yakalamak için dağlara bayırlara kendini vuruyormuş. “Nasıl doğdu bu kuş merakı sende Hasan Amca?” diye soruyorum, Hasan Amca anlatmaya başladı: “Bu merak değil hastalık.” “Nasıl yâni hastalık? Bağımlılık gibi bir şey mi?” “Tam da dediğin gibi, geceleri gözüne uyku girmez, onların guruldamalarını, seslerini, kanat çırpınışlarını duymak için bir an önce sabah olsun istersin. Kuşa meftun olursun, aşkından deli divaneye dönersin.” “Kuşa meftun olmak, deli divaneye dönmek?” “Evet, kuşa meftun olursun… İlkokul bir ya da ikinci sınıftaydı tam hatırlamıyorum bu kuşçuluk illetiyle tanışalı. İllet diyorum ama ne illet… Okula gidiyoruz diye çıkar kapanlarımızı alır evin eteğindeki dağda kuşa çıkardık. Sakalar, güvercinler, serçeler envaî çeşit kuşun sesleri birbirine karışırdı. Ancak kuşların seslerini birbirinden ayırmayı uzun yıllar peşlerinden koşarak öğrendim. Saka mı yakalayacaksın, onlar bak şöyle bir ses çıkarır ‘Çüpet pet, çüpet pet petpet, çüpet pet petpetpet.’ Kumru mu yakalayacaksın, sevgiliye kur yapar gibi ‘gruuk…gruukguk,’ seslerine doğru kulağını kabartacaksın. ‘Velisvelisvelis,’ diye öten kuşlar, ‘kıs kıs kıss’ diye ötenler vardır, yâni çeşit çeşit kuş ötüşü vardır. İşte kuşçu dediğin adam ilk önce kuşların bu sesine âşık olur, ben de öyle oldum. Kuşun önce dilini öğreneceksiniz… sSonra…” “Sonra,” diyor ve başını kaldırarak gökyüzüne bakıyor Hasan Amca. Gözbebeklerinde daha sonra anlayabildiğimiz bir ışıldama beliriyor. “Sonra?” “Kuşların kanat çırpışları, gökyüzünde süzülüşleri… Hepsinin ayrı bir sesi vardır. Hiçbir kuş türünün kanat çırpınışı birbirine benzemez.” “Sahi mi?” “Evet, güvercinlerin bile kendi aralarındaki kanat çırpışları farklıdır. Takla güvercinlerinin kanat çırpışındaki ritmle, ‘gövercin’ dediğimiz, sulu kayalıkların etrafında dolaşanların çırpınışı çok farklıdır. Takla güvercini kanatlarını ‘pat pat, pat pat’ diye çarpar, gövercinse ‘patı patı, patı patı’ diye çarpar.” “Kuş deyince aklımıza kanatları ve sesleri gelecek öyle mi?” “Evet, işte bu kanat çırpınışlarına ve sesine âşık olduk kuşların ve 60 yıldır peşinden koşuyorum onların.” “Senin gibi çok var mı böyle kuş sevdalısı?” “Olmaz olur mu? Kuşçuluk sevdası bu memleketin her yerinde vardır. Gideceğimiz pazarda göreceksin. Ben onların yanında kuşçu bile sayılmam.” “Peki, bu kuşlar çoğunlukla pazardan mı alınır?” “Yok canım… Çoğu zaman kuşlar çağrılarak elde edilir.” “Çağrılarak mı?” “Evet çağrılır. Bir kuşunuz olur o sizin evinizdeki kuşların da lideridir. Başka kuşçuların kuşlarının da liderleri vardır. Dışarıya salarsınız, hangi kuş sürüsünün lideri güçlüyse artık, onun ötüşüne, kanat çırpınışına dayanamayan karşı sürüdeki kuşlar bunun peşinden giderler. Birkaç saat içinde kuşlarınız üçken beş, beşken on olur.” “Peki, bu kuşları diğer kuşçu gelip istemiyor mu?” “Çoğu defa istemez. İstese de bir sonuç alamaz çünkü kuşlar bir daha o eve geri dönmez. Bi’ de biz kuşçular çok hassas adamlarızdır. Ben çok gördüm. Adam gelmiş bir gün bana, öyle ağlıyor. ‘Niye?’ diye soruyorum. ‘Benim bir güvercinim var beyaz başlı, sizin çatıya geldi, sizin kuşların arasında, onu bana ver,’ diye hüngür hüngür ağlıyor. Yaşlı başlı adam. ‘Tamam şimdi çatıya çıkıp vereceğim ağlama,’ dedim. Çatıda beyaz başlı bir güvercin vardı gerçekten. Yakaladım adama verdim. Ancak birkaç gün sonra baktım ki aynı güvercin yine gelmiş. Adam yine ağlıyor. Dedim, ‘Bak bu son, bir daha güvercinini dışarı salma.’ Adam bir daha gelmedi, öğrendim ki adam evinden taşınmış. Yâni kuşu için evini barkını satan, mahallesini değiştiren adamlarız biz.” “Evini değiştirecek kadar mı yâni?” “Ne evi, bu kuş sevdası yüzünden ailesini, yuvasını terk edenler çok olmuştur, benim pek çok arkadaşım şimdi sâdece kuşlarıyla yaşıyor.” “Niye kaçıp gitmiyor kuşlar?” “Güvercinleri yuvaya alıştırırız biz.” “Nasıl alıştırıyorsunuz, güvercinler öyle kolay alışan kuşlar mıdır?” “Güvercinlerin ilk önce kanatlarını keseriz, onlar yuvada kedi gibi dolaşırlar. Sonra kanatları çıkmaya başladığında bile yuvada yürümeye devam ederler. Uçsalar bile yuvaya alışmış olurlar.” “Canları acımaz mı?” “Biraz acır ancak biz o kuşların iyiliği için bunu yaparız, kuşlar bizim yavrularımızdır onlara hiç zarar verecek bir şey yapabilir miyiz?” “Valla ben bu işi pek tasvip etmedim, kanatları olmadan yuvada gezdirmek bana eziyet gibi geldi Hasan Amca.” “Kanatları sonradan çıkar onların bir şey olmaz. O kanat çırpışlarına biz kıyabilir miyiz? Kanatsız kuş, ayaksız insana benzer.” Pazara geldiğimizde Kuşçu Hasan Amca’nın daha anlatacak çok şeyi vardı. Fakat pazardaki kuşları görünce benimle irtibatını yine kesti. Kuşların arasına daldı, beni unuttu gitti. Aklımda kalan ise, ayakları ipe bağlanıp uçurulan, kanat çırpan kuşlar ve kuşçuların kendilerinden geçerek onlara hayran hayran bakışlarıydı. KUŞÇULAR Mustafa Yiğit ŞOV Ozan R. Kartal quid miraris? quid stupes? pompa est. gözlerim renkli olsa da bir katile benzerim ben gözlerim olmasa da insanlar zaten ölür. gözlerim yeşil değil ama elimde kırmızı bir bıçak. gözlerim ela, kemere sıkıştırmışım piştovu. silahlar ve sevgilim yasak tüm dünyada çünkü damarımda muhtaç olduğum hippi kanı mevcuddd gök renginden kararsız, kanla büyüyen filiz, anneme uzanan kök, bana bak ben katile benziyorum, beni öldür beni sök. gözlerim neler gördü ben kimler öldürdüm? bu sirkte kendimden çok kimleri güldürdüm? ve ben en çok da postaların ve telgrafların oğluyum bıyıklı dünyanın yüz yıllık geliniyim kartpostalların ve telgraf tellerinin kızıyım kafesteki kuşları salarsanız belki alnında silahım dayalı bu kenti serbest bırakırım kaçıncı çelenk bu renklerinden arınmış kaçıncı yas ki ellerinizle sıkıca tuttuğunuz saymadım değil bunlar ben gelmeden sayılmış dünya kaldırımlardan ibarettir zaman en çok, sokak köşelerini sever saçlarımı kesmek aklımdan binlerce uçak altımdan geçer organizatörler sersem küratörler ciddidir izlemeyi en sevdiğim film sevgilimin benekli yüzü ve babamın akciğer filmidir ben en çok da adaların üzerinde gülerim henüz yakalanmamış bir katil gibi en az karasal kentlerde ve karakol sokaklarında geldiğim yer sudur, gittiğim yer toprak o yüzdendir besmeleyle içtiğim her yudum o yüzden zordur amcamı tahtaların altına koymak gözlerim neden bir evin cumbası neden? neden balkondan sarkamıyorum anne neden? elma dersem çıkacaktı ruhum fiziğimden kendisine sorarsanız bahane aramakla meşgulll gözlerim bir katilin gözleri tarikatım dört kişilik fotoğraflarım bir görmezin fotoğrafları basketim bir kötürümün basketi karanlığım dostların dillerine pelesenk kasketim ölü bir akrabanın kasketi dostum manyak bir tanrıydı sevgilim bir müjgana tutkun dostuma "kun" fikrini ben verdim sevgilime dedim "yutkun" çünkü gözlerim ikindileri de adam öldürür nekropol denir kente sağım solum makberrr quid miraris? quid stupes? pompa est.* kan aktı mı oluk gibi elbet bozulur abdest şimdi gözlerim korkudan kapatır kendini gözlerim vicdandan münezzeh gözlerim allaha ilgisiz gözlerim cani gözlerim güneşsiz bir ingiliz gözlerim dağ gibi gözlerim ruh-i bikayd pencere açılır son bulur every single night adam öldürülecek bu gece adam! belki bir kadın ne bilirim? patlar piştov, gözlerim öldürür bir şeyler yapsanıza amirim! *niçin şaşırıyorsun? niçin sersemliyorsun? bu <sadece> bir gösteri. T Bak Postacı Geliyor…(X) arih 6 Aralık 1916, Ömer Seyfettin arkadaşı Aka Gündüz’e bir mektup yazarak; “Bir kızım oldu. Güttüğümüz ideale uygun bir isim arıyorum,” der. Arkadaşından cevap gelir: “Güner olsun.” “Fahire Güner” olur, büyük hikâyecimizin kızının adı. Ömer Seyfettin, bu isim için “Kadınlarda kullanılan ilk Türkçe isim budur,” der. Postacı gider. Yıllar geçer… O tarihlerde Türk’ü ve Türkçeyi diriltmenin yollarını arayanlar, karanlık dünyalarını Çanakkale Zaferi’nin parlak ışıklarıyla azıcık da olsa aydınlatırken 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması’yla yeniden karanlığa doğru sürüklenirler. Çünkü bu antlaşma bir çeşit ölüm fermanıydı ya da Galip Devletler için Anadolu’nun kilidini açan bir anahtardı. O pek muhteşem donanmalarıyla denizden, o pek güvendikleri ordularıyla karadan Çanakkale’yi geçemeyenler, Türk’ün yurduna ellerini kollarını sallaya sallaya girmeyi başarmışlardı. İşte o berbat zamanların birinde: “1919 yılının baharı İstanbul’a bütün güzelliği, haşmeti ve çılgın neşesiyle çıkıp gelmişti. Ona, ‘safa geldin, safalar getirdin!’ demeye imkân var mıydı? O harikulâde güzel renkler, gölgeler, kokular, ışıklar, deli bir neşveyle cıvıldaşan kuşlar, beni boğuyorlardı. Ben de elimde olsa baharı boğacaktım. Ama elimde değildi, onu sadece kovuyordum: … Git bahar, git bahar! Uzaklarda gül, Denize renginden bırak hediye, Ufuklarda gezin, semaya süzül... Kalbime sokulma ‘Peymâne!’ diye, Gördüklerin kandil... peymâne değil!”1 diyordu Halide Nusret Zorlutuna. Memleketimizin ızdıraplı günlerinde her mevsimi bir kara kış gibi yaşayan yurtseverler, ilkbaharı ancak bu aziz vatan topraklarının düşman çizmesinden kurtulduğu gün yaşamaya başlayacaklardı. Nihayet 29 Ekim 1923 sabahı Ankara’dan bütün dünyaya ilân edilen yeni Türk devleti, uzun zamandır gülmeyi unutan bir millet için mutluğun şarkısı, şiiri olmuştur âdeta. Öyle ki birkaç zaman önce baharı kovan şair de şimdi büyük bir coşkuyla ona “gel, geri dön!” diyordu. “Gel bahâr, gel bahâr, yakınlarda gül! Denize renginden armağan bırak; Ufuklarda gezin, semâya süzül, Sonra yavaş yavaş in, içime ak! Gönlüm hasretinle divânedir, gel!” Gelen bahar, yanmış yıkılmış bir memleketin tam ortasında büyük sancılarla doğan yeni Türk devletini selâmlarken Türk milleti Atatürk’ün önderliğinde “istiklâli tam” bir millet olma yolunda ilerliyordu. Bu yürüyüş tarihin derinliklerinden günümüze, günümüzden yarınlarımıza doğru kendinden emin ve sağlam adımlarla oluyordu. 1930’lara geldiğimizde “Bir Devrin Romanı”nı yazan kalem, kendisi için çok önemli bir gerçeği kitabında şöyle dile getiriyordu: “1930 büyük bir müjdeyle başladı… ‘Annelik takınca gönlüme kanat/ Gözlerime doldu göklerin kat kat.’ diyordum Tanrı’ya… Oğlumu seviyordum. Ama nasıl? Tarife hatta mantığa asla sığmaz, delice bir aşkla. Asıl aşkın evlat sevgisi olduğunu da bana oğlum öğretti. Çocuğum iki aylık olduğu halde bir türlü ona ad koyamamıştık. Vakıa (gerçi) iki dedesinin adı da göbek adı olarak konmuştu ama öz Türkçe bir ad istiyorduk. Sonunda, şahsen tanımadığım ünlü Türk şairi Mehmet Emin Bey’e bir mektup yazıp ondan bir ad istedik. Derhal cevap verdi: Pek muhterem efendim! Bu ‘Erdoğan’ yavrunun bahtının ‘gün’ gibi parlak, vücudunun ‘polat’ gibi sağlam olarak ‘Yurdakul’ gibi gönül bağ ile bağlanmasını, icap ederse bu uğurda ‘Can’ını ortaya koymasını dilerim. Biz de bu tatlı mektuba şöyle bir cevap yazdık: Aziz ve büyük şair, Pek nazik mektubunuzu sevinçle okuduk. Erdoğan’ın ‘er’ini ‘gün’ün başına alarak yavrumuzun, günün gün gibi eri olmasını Hak’tan diledik. Pek kıymetli isim babasına minnet ve şükranlarımızla…”2 Mektup burada biter. Mektubun bittiği yerde biz de hiç vakit kaybetmeden ünlü Türk şairi Mehmet Emin Yurdakul’un “Millî şair” unvanına nasıl ulaştığı hakkında küçük bir not düşelim: 1897’de Osmanlı-Yunan Harbi sırasında Selanik’te Asır gazetesinde M. Emin Yurdakul’un “Yurdumun Koçyiğitlerine” diye ithaf ettiği Cenge Giderken adlı şiiri yayınlanır. “Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur; Sinem, özüm ateş ile doludur. İnsan olan vatanının kuludur. Türk evladı evde durmaz giderim.” diye başlayan bu şiir, o günlerde âdeta millî direnişin timsali olur. İstanbul’daki edebiyat çevrelerinde birçok yazar ve şair M. Emin Yurdakul’u övücü sözler söylerken, Kırım’dan, İsmail Gaspıralı’dan gelen bir mektupla zirveye çıkar: “Şiirlerinizi Edirne, Bursa, Ankara, Erzurum Türkleri lezzetle okuyacakları gibi Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan, Türkistan, Kaşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve Kırım Türkleri de okuyacaklardır. Bu şerefe Nef’i, Nabi nail olamadılar. Kırk, elli milyonluk bu âleme, ilk önce bir kaşık oğul balını yediren siz oldunuz ki size şeref bir saadettir. Tekrar tebrik ediyorum.”3 İlk şiir kitabını Türkçe Şiirler adı altında 1899’da yayınlayan ve Türkçecilik hareketini başlatan Mehmet Emin Yurdakul için Yusuf Ziya Ortaç şöyle diyor: “Millî kelimesi, millî hudut, Millî Mücadele, millî mahsul, millî sanayi, hatta Millî Takım’dan evvel onun için kullanıldı: Millî Şair!”4 Evet, o yıllar Türk’ün kendine gelip kendini bulmaya, kendi dilini, kendi kimliğini ortaya çıkarmaya gayret ettiği yıllardır. Bu gayretler Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp gibi idealistlerin Genç Kalemler dergisinde ileri sürdükleri “yeni hayat ve yeni lisan” düşüncesiyle kısa bir zaman sonra bir küçük kıvılcımdan bir büyük ateşe dönüşecektir. Ömer Seyfettin 28 Ocak 1911’de arkadaşı Ali Canip Yöntem’e yazdığı mektupta diyor ki: “Sevgili Canip Bey, Cevabınızı almadan işte ben yazıyorum. Size bir teklifim var. Kanaatlerinize pek yakın olduğu için hemen kabul edeceksiniz M. Hayati Özkaya sanırım. Bakınız ne? Biraz izah edeyim: Edebiyattan mefret ettiğimi ve bu nefretimin iğrenç, tiksindirici bir nefret olduğunu yazmıştım. Bu nefretim edebiyata olmaktan ziyade lisanadır. Bizim lisanımız -her zaman düşündüğümüz gibi- berbat, perişan, fenne, mantığa muhalif bir lisandır… Bu lisanı zaman ve vâkıfane bir sa’y (çalışma, çabalama ) tasfiye eder (arındırır, sadeleştirir). Sa’yimin esasını teşkil edecek noktalar pek basit: Arapça, Farsça terkiplerin (tamlamaların) hiç lüzumu yoktur. Bunlar ancak süs içindir. Kimin gösterecek, teşhir edecek fikri yoksa onları çok kullanmıştır. Eğer terkipler terk olunursa tasfiyede büyük bir adım atılmış olmaz mı? Bunu yalnızca başaramam: Geliniz Canip Bey edebiyatta, lisanda bir ihtilâl vücuda getirelim. Ah büyük fikir; sa’y, sebat ister…”5 Ömer Seyfettin’in büyük bir aşkla gerçekleşmesini istediği bu büyük fikir, bir zaman sonra yeni Türk devletinin kurulmasıyla kendini daha güçlü hissettirecek ve Türkçe kendi özüne kavuşmanın sevincini yaşayacaktır. Bu sevincin kaynağında hiç kuşkusuz Türk’ün kaderini değiştiren bir liderin, Mustafa Kemal Atatürk’ün imzası vardır. O diyordu ki: “Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili Türk milleti için kutsal bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde ahlâkını, an’anelerini, hâtıralarını, menfaatlerini, kısacası bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza edildiğini görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.”6 Evet, şairin dediği gibi Türkçe bizim ses bayrağımızdır. Farklı coğrafyalarda da olsak bu bayrağın altında toplanmak ezelden ebede doğru yürümektir. Çünkü biliyoruz ki bu dille biz, kıtalararası seferler yapmış, uğradığımız her beldeye mührümüzü bu dille vurmuştuk. İsterseniz burada azıcık bir mola verip sözü sese, bırakalım: Bir Kerkük türküsü inceden inceye duyulmaya başlasın. “Kerkük’ten alma aldım Yârimi yola saldım Yâr gelene kadar Ayva kimin saraldım.” Kerkük’ten yola çıkıp Arda ve Tuna boylarında dolaşabilir, Mayadağ’dan kalkan kazları seyrederken Drama Köprüsü’nden bir başka mekâna uzanır ve bir başka türkünün yangınıyla bir vurgun yersiniz ki… “Selânik içinde selam okunur Selamın sedası cana dokunur, Gelin olanlara kına yakılır Aman ölüm, zalim ölüm, üç gün ara ver Al başımdan bu sevdayı götür yara ver.” der, yönünüzü Yemen’e belki de Halep’e, Tebriz’e çevirisiniz. İşte böyle dilimizin baş tacı olan ve bizi anlatan, bizi söyleyen türkülerimizle bir uçtan bir uca binlerce kilometreyi “uzun ince bir yoldayım” dercesine giderken belki de yüreğinizin bir yerlerinde bir şeyler kıpırdar, içiniz bir hoş olur… Neyse, gelin tam da bu noktada, bu akla ve hayale sığmayan yolculuğumuzu yüz yıl önce 5 Şubat 1919’da dile getiren Ömer Seyfettin’in Tercüman-ı Hakikat gazetesinde, yayınlanan “Lisan Bağı” adlı yazısından birkaç küçük paragraf okuyarak öğrenelim: “Yarınki hudutlarımız ne olursa olsun Türkiye haricinde eskisi gibi yine birçok Türk kardeşlerimiz kalacaktır. Azerbaycanlılar, Cenubî Kafkaslılar, Türkistanlılar, Kâşgarlılar, Kırımlılar gibi… Milliyetlerin hududunu insanların yaptığı siyasî hudutlar çizemez. Çünkü milliyet bir ‘ilâhi birlik’tir. Asırlar içinde, muhtelif tesirlerin altında biraz dağılmış gibi görünse de ‘lisan, din, mazi’ bağları yine gevşemez… …Büyük Türk milletini ayıran siyasî, coğrafî hudut mühim bir engel sayılmaz. Türk birliğinin en sağlam bağı ‘lisan’dır ki hiçbir kuvvet onu koparamamıştır hem koparamayacaktır.”7 Evet, Yüzbaşı Ömer Şevki Bey’in oğlu olarak 11 Mart 1884’te Gönen’de dünyaya gelen ve yine bir Mart ayında 6 Mart 1920’de İstanbul’da hayata veda eden Ömer Seyfettin, 36 yıllık çileli ömrünün her anında Türklüğe hizmet etmek için âdeta zamanla yarışan ülkücü bir yazar olarak Türk tarihine geçmiştir. Adının yıllar geçse de unutulmayacağına kendisi de henüz hayattayken inanmış; bunun böyle olacağını 30 Nisan 1914’te Türk Sözü dergisinde yazmış olduğu “Halk Nedir?” başlıklı yazısında büyük bir öngörüyle ortaya koymuştur. Bu yazısında, halkın anlamakta güçlük çektiği Arapça ve Acemce birtakım tamlamalarla dilimizi perişan edenleri, halktan uzak bir edebiyat meydana getirenleri eleştirdikten sonra yazısını söyle bitirir: “Ey gençler! Biz onlar gibi çorak kalmayalım. Kendi düşündüklerimizi halkın, yani milletin lisanıyla yazalım ve İstanbul Türkçesini bütün Türklerin edebî lisanı yapalım. O vakit biz onlar gibi sağken unutulmayacağız. Öldükten sonra iyi ruhumuz, kabrimizin üzerinde torunlarımızın ihtiramla gezindiğini görecek ve Türklük yaşadıkça namımızın hamiyet ve şefkatle anıldığını işitecek…”8 Bir başka “Bak Postacı Geliyor” da buluşmak üzere sağlıcakla kalın! _________________________ 1 Halide Nusret Zorlutuna; Bir Devrin Romanı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1978, s.105. 2 Halide Nusret Zorlutuna; a.g.e. s.286. 3 Ahmet Kabaklı; Türk Edebiyatı, Türkiye Basımevi, 1966,C.:3, s.34. 4 Yusuf Ziya Ortaç; Portreler, Akbaba Yayınevi, 1963, 2.bsk., s.113. 5 N. Hikmet Polat; Ö. Seyfettin Bütün Nesirleri, TDK Yayınları, Ankara, 2016, s.996. 6 Afet İnan; Türk Dili Dergisi, Sayı: 182, 1966, s.90. 7 N. Hikmet Polat; a.g.e., s.653. 8 N. Hikmet Polat; a.g.e., s.330. Abdurehim Heyit Özgürlük