T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE ANABİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ TRACTATUS’UN FELSEFESİNİN MERKEZİ PROBLEMİ: SÖYLEMEK VE GÖSTERMEK AYRIMINDAN HAREKETLE ‘İFADE EDİLEMEYEN’ KAVRAMI ÜZERİNE BİR İNCELEME DENİZ TELEK 2501110032 TEZ DANIŞMANI PROF. DR. CENGİZ ÇAKMAK İSTANBUL-2016 T.C. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE ANABİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ TRACTATUS’UN FELSEFESİNİN MERKEZİ PROBLEMİ: SÖYLEMEK VE GÖSTERMEK AYRIMINDAN HAREKETLE ‘İFADE EDİLEMEYEN’ KAVRAMI ÜZERİNE BİR İNCELEME DENİZ TELEK 2501110032 TEZ DANIŞMANI PROF. DR. CENGİZ ÇAKMAK İSTANBUL-2016 ÖZ TRACTATUS’UN FELSEFESİNİN MERKEZİ PROBLEMİ: SÖYLEMEK VE GÖSTERMEK AYRIMINDAN HAREKETLE ‘İFADE EDİLEMEYEN’ KAVRAMI ÜZERİNE BİR İNCELEME DENİZ TELEK Bu tez çalışması, Wittgenstein’ın erken dönem eseri olan Tractatus’a “ifade edilemeyen” sorunsalı üzerinden odaklanmaktadır. Wittgenstein’ın erken dönem felsefi çalışması genel olarak “söylenebilen-söylenemeyen” ayrımı açısından düşünülse de filozof, Tractatus’un felsefesinin merkezi sorunsalının “söylemek” ve “göstermek” arasındaki ayrım olduğunu söyler. Bu bağlamda biz de bu tez çalışmamızda Wittgenstein’ın “söylemek” ve “göstermek” arasındaki ayrımını merkeze alarak “ifade edilemeyen” sorunsalını açıklığa kavuşturmaya çalıştık. “Söylemek” ve “göstermek” arasındaki ayrımı doğru şekilde ortaya koyabilmek için Wittgenstein’ın yapı iskelesi metaforunu belirleyici bir izlek olarak seçtik. Çalışmamız bu bağlamda Wittgenstein’ın Tractatus’ta ele aldığı “söylenebilensöylenemeyen” ve “söylemek-göstermek” arasındaki ayrımı doğru şekilde ortaya koyarak “ifade edilemeyen” sorunsalını aydınlatmayı amaçlamaktadır. Anahtar Kelimeler; Wittgenstein, İfade Edilemeyen, Söylenebilen-Söylenemeyen, Söylemek-Göstermek, Etik-Estetik, Özel Dil, Özne, Sub Specie Aeternitatis, Mistik Duygu, Resim Teorisi i ABSTRACT THE CARDINAL PROBLEM OF TRACTATUS’S PHILOSOPHY: A RESEARCH ON THE CONCEPT OF ‘INEXPRESSIBLE’ WITH REFERENCE TO SAYING AND SHOWING DISTINCTION DENİZ TELEK This thesis focuses on Wittgenstein’s earlywork Tractatus from the point of the problem of “inexpressible”. Even though, the distinction of “sayable-unsayable” has been put emphasis on Wittgenstein’s early philosophical work, Philosopher says that the cardinal problem of Tractatus’s philosophy is the distinction of “saying” and “showing”. In this context, we tried to elucidate the problem of “inexpressible” by putting the “saying-showing” distinction at the core. We chose the determinative theme of Wittgenstein’s scaffolding metaphor to state “saying-showing” distinction clearly. In this context, our work is aimed at enlighten the problem of “inexpressible” with present the distinction between “sayable-unsayable” and “saying-showing” in the correct way which Wittgenstein tackled in Tractatus. Key Words; Wittgenstein, Inexpressible, Sayable-Unsayable, Saying-Showing, Ethics-Aesthetics, Private Language, Subject, Sub Specie Aeternitatis, Mystic Feeling, Picture Theory ii ÖNSÖZ Wittgenstein, erken dönem eseri Tractatus logico-philosophicus’ta, geleneksel felsefi problemleri sonuna kadar çözdüğü iddiasında bulunur. Bu bağlamda, filozofun felsefi çabası, yaşam ve felsefe dinamikleri göz önünde tutulduğunda, etik bir değere de sahiptir diye düşünüyorum. Çünkü yaşam ve felsefe, ancak geleneksel anlamda insani çabanın bütün dertleri ve borçları sahiplenildiği zaman bir değeri ifade eder. Wittgenstein da, yaşamı ve felsefesi açısından bu dertleri ve borçları sahiplenerek, yaşamı boyunca bunu ödemeye çalışan örnek bir filozof olmuştur. İnancım o ki, yaşam ve felsefe bir noktada kesişirler. Çünkü insan, düşünceleri doğrultusunda yaşamadığında, gitgide yaşadığı şekilde düşünmeye başlıyor. Bu bağlamda, yaşamı ve felsefesi arasında bir ilişki olduğunu düşündüğüm, Wittgenstein üzerine bir çalışma yapmak her zaman beni heyecanlandırdı ve hâlâ bu heyecanı taşımaya devam ediyorum. Bunun yanında, Wittgenstein üzerine bir çalışma yapmanın beraberinde getirdiği zorluklardan da bahsetmek gerekir. Çünkü Wittgenstein’ın iddiası ölçüsünde, düşünceleri de demir leblebi olarak nitelendirebileceğimiz bir içeriğe sahiptir. Tezi kendi açımdan, bir konuyu doğru şekilde anlama çabası ve bu çabadan hareketle yapılmış bir inceleme olarak gördüğümü söylemem gerekir. Bu çalışmanın ortaya çıkmasında en çok katkısı bulunan tez danışmanım, henüz bir çocuk olarak geldiğim İstanbul Üniversitesi felsefe bölümünde verdiği dersler, düşünceleri ve yaşamıyla her zaman beni etkileyen, her dersinden ve konuşmasından sonra tekrar büyük bir heyecanla kendimi bir şeyler araştırırken bulmamı sağlayan değerli hocam, Sayın Prof. Dr. Cengiz Çakmak’a teşekkürü bir borç bilirim. Yol göstericiliği ve yüreklendirmesi olmasa, ne yapardım hiç bilmiyorum. iii Ayrıca, aynı şekilde, felsefi ve insani yardımını benden hiç esirgemeyen Sayın Yrd. Doç. Dr. Özgüç Güven’e ve Doç. Dr. Nedim Yıldız’a, tez çalışmam boyunca kaynakçamı oluşturmam da katkısı bulunan Sayın Arş. Gör. Ömer Osman Sarı’ya, Erasmus öğrencisi olarak yer aldığım Varşova Üniversitesinde tez danışmanım olarak benden desteklerini ve yardımlarını esirgemeyen Sayın Tomasz Tiuyrn’e ve İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünde verdikleri dersler ile yolumu aydınlatan bütün hocalarıma teşekkürlerimi sunuyorum. Yine tez çalışmam süresince, yazdıklarımı sürekli olarak sabırla okuyan ve görüşlerini belirten, maddi ve manevi desteklerini benden esirgemeyen Sayın Leyla Yazıcı, Yakup Kalın, Erman Bostan, Franca Bohnenstengel, Yavuz Akyıldız, Selen Gökçem, Öztekin Düzgün, İrem Aydın, Sercan Özinan, Artun Güney Polat’a ve bu uzun süreçte bana destek olup, her zaman yanımda olan ailem ve arkadaşlarıma tüm kalbimle teşekkür ederim. Son olarak, tez çalışmamda ortaya çıkan bu çabayı, genç yaşta dolu düşen amcam Sayın Hasan Telek’in güzel anısına ithaf ediyorum. iv İÇİNDEKİLER ÖZ ................................................................................................................................. i ABSTRACT ................................................................................................................ ii İÇİNDEKİLER .......................................................................................................... v GİRİŞ .......................................................................................................................... 1 1. BÖLÜM: TLP’NİN ANA TEMALARI 1.1.Felsefe Sorunları Nelerdir? ...................................................................... 6 1.2. Sınır Çekme İşlemi Olarak Felsefe ......................................................... 9 1.3. Dilin Denetleyicisi Olarak Felsefe ........................................................ 14 1.4. TLP’nin Mantıksal Yapı İskelesi .......................................................... 15 1.4.1. Dünyanın Yapısına Dair Ontolojik Belirlemeler ............................. 19 1.4.2. İkinci Basamak: Gerçekliğin Bir Modeli Olarak Düşünce .............. 26 1.4.3. Üçüncü Basamak: “Söylenebilen ve Söylenemeyen” Ayrımından Hareketle Olgusal Dilin Yapısı ...................................................................... 36 1.4.3.1. Resim Teorisi Ekseninde Olgusal Dil'in “Anlam-lı” İfadeleri.... 38 1.4.3.2. Mantık Teorisi Ekseninde Olgusal Dil'in “Anlam-lı” İfadeleri .. 44 2. BÖLÜM: SÖYLEMEK VE GÖSTERMEK AYRIMINDAN HAREKETLE OLGUSAL DİLİN DIŞI 2.1. Mantık ve Matematiğin Anlam-sız İfadeleri ......................................... 60 2.2. Dilin Anlam-dışı Kullanım Alanları ..................................................... 67 3. BÖLÜM: TLP’NİN DIŞINDAKİLER 3.1. İfade Edilemeyen .................................................................................. 75 3.2. Özne ve Dünya ...................................................................................... 83 3.3. “Sub Specie Aeternitatis” Dünya Kavrayışı ......................................... 89 3.3. Yaşam Sorunları ve Mistik Duygu ........................................................ 94 3.4. Sessizliğin Doğası ve Tractatus .......................................................... 100 SONUÇ .................................................................................................................... 106 KAYNAKÇA............................................................................................................111 v GİRİŞ “Sözcüklerin kurtuluş: yol Etkin açtığı olarak karmaşadan yok edilecek olanın, ilk önce sıkıca kavranmış olması gerekir; ufalanıp dökülen dökülür, ama yok edilemez.” ufalanıp 1 Wittgenstein, yaşamı boyunca tek bir felsefi eser yayınlamıştır. LogischPhilosophische Abhandlung adıyla yayınlanan eser, George Edward Moore’un önerisiyle birlikte İngilizce çevirisinde Tractatus logico-philosophicus (MantıksalFelsefi-İnceleme) olarak yayınlanır ve akademik çevrelerde bu isimle anılır.2 Wittgenstein iki ayrı dönemde, iki büyük felsefe üretmiş ender filozoflardan biridir. Bu iki ayrı felsefe genel olarak, erken dönem ve geç dönem başlıklarıyla ele alınır. Wittgenstein, erken dönem felsefi düşüncelerini Tractatus logico-philosophicus adlı eserde dile getirir. Wittgenstein’ın gençlik döneminde kaleme aldığı Tractatus logico-philosophicus, felsefe tarihi açısından önemli bir yer arz eder. O, felsefeyi zamanın geleneksel anlayışının dışında dil eleştirisi temelinde ele almıştır. Bu çalışmanın ana motivasyonunu da geleneksel felsefenin yönünü değiştiren bu bakış açısı oluşturuyor. Wittgenstein, Tractatus’ta söylediklerinin yanında söylemedikleriyle de akademiyi ya da bağımsız felsefe araştırmacılarını derinden etkilemiştir. Bu bağlamda, çalışmamıza nasıl bir motivasyonla yön vermek istediğimizi, Wittgenstein’ın Tractatus logico-philosophicus’un editörü olan Ludwig von Ficker’a göndermiş olduğu bir mektuptan bahsederek açıklamaya çalışmak yerinde olacaktır. Wittgenstein’ın felsefi düşünceleri üzerinde çalışma yapmış felsefecilerin iyi bildiği bu mektupta filozof, eserinin tezinin etik’ide içeren bir anlama sahip olduğu iddiasında bulunur. 1 Franz Kafka, Aforizmalar, Ed. Kaan Çaydamlı, Çetin Şam, Çev. Osman Çakmakçı, 2.bs. İstanbul, Altıkırkbeş Yayın,1998, s.33 Aforizma 91 2 Bkz.: Hans-Johann Glock, A Wittgenstein Dictionary, Oxford, Blackwell Publishing, 1996-1997, s.362 1 “Aslında yabancı değil, çünkü ana fikri etik üzerine. Bir ara önsözünde şimdi içinde olmayan birkaç söze yer vermek istemiştim, ama şimdi onları sana yazıyorum, çünkü senin için bir anahtar olabilirler: Kitabımın iki bölümden oluştuğunu yazmak istemiştim: biri burada olan ve diğeri de yazmadığım her şey. Ve kesinlikle bu ikincisi önemli. Çünkü etik bölümü adeta içeriden kitabım tarafından sınırlandırıldı; ve doğrusunu söylemek gerekirse SADECE bu yolla sınırlandırılabileceğine inandım. Kısacası şöyle düşünüyorum: Pek çok kişinin bugünlerde boşboğazlık yaptığı şeyleri kitabımda sessiz kalarak tanımladım. Bu nedenle de kitapta, hepten yanılmıyorsam, senin de söylemek istediğin çok şey olacak, ama belki de içinde bunların söylendiğini fark etmeyeceksin. Şimdilik sana, amacın en doğrudan ifade edildiği önsözü ve sonucu okumanı öneriyorum.”3 Wittgenstein, bu bağlamda Tractatus’un editörüne gönderdiği mektupta, iki taraflı bir okuma önerir. Bizim tezde kendimize izlek olarak seçtiğimiz yönü de bu iki taraflı okuma belirliyor. Birinci tarafta, Tractatus’ta Wittgenstein’ın ortaya koymaya çalıştığı dil eleştirisi ve kitaba almayarak sessizlikle anlatmaya çalıştığı ikinci bölüm. Wittgenstein, Tractatus’un önsözünde bu ikinci bölümü içeriden sınırlandırdığı iddiasında bulunur. Burada sanırım Wittgenstein’ın mektubunu dikkate alarak “Tractatus’u etik üzerine bir kitap olarak düşünmek ne zaman anlamlıdır?” sorusunu sormak, filozofun çalışmasına karşı doğru bir bakış açısı geliştirmek için önemli bir başlangıç olurdu. Böylesi bir soruyu ele alırken, Wittgenstein’ın, kitabın önsözünde bize anlatmak istediklerine kulak vermek yerinde olacaktır. Wittgenstein, Tractatus’un önsözünde “Bu kitap belki de yalnızca, içinde ifade edilen düşünceleri –ya da benzer düşünceleri –kendileri zaten düşünmüş kişiler tarafından anlaşılacak.”4 diye belirtir. Bu bağlamda Tractatus, içinde dile gelen düşünceler üzerine belirli bir tartışma atmosferine yazılmış bir kitap olarak okunmayı talep eder. TLP etik üzerine bir kitap olarak düşünülmeden evvel, içinde dile gelen düşüncelerin ve problemlerin 3 Ray Monk, Wittgenstein: Dâhinin Görevi, Ed. Mustafa Küpüşoğlu, Seçkin Erdi, Çev. Berna Kılınçer, Tülin Er, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2003, s.265 4 Bkz.: Wittgenstein, Tractatus logico-philosophicus, Ed. Paul Kegan, Çev. D.F.Pears, B.F.McGuinness, London, New York, Routledge Classics, ©1961,1974, önsöz, s.1 (Buradan sonra TLP kısaltılmış şekli ile kullanılacaktır.) 2 çözülmesi gereken bir kitaptır. Çünkü Wittgenstein’ın TLP’de sessiz kalarak anlatmaya çalıştığı bölüm, öncelikli olarak bu problemlerin çözülmesini gerektirir. Bu bağlamda, TLP’de genel olarak hangi problemlerin ele alındığını bir giriş mahiyetinde burada sunmak yerinde olacaktır. P.M.S. Hacker’a göre TLP genel anlamda üç problem etrafında şekillenir. Bu problemlerin ilki, mantığın doğası ve mantıksal zorunluluk problemidir. İkinci olarak, önermenin özünün ve böylece genel önerme biçiminin karakterize edilmesi problemi ele alınır. Son olarak ise TLP, önerme (düşünce) ve onun resimlediği şey arasındaki ilişkinin ortaya koyulması problemi üzerine bir dizi aydınlatıcı açıklamadan oluşur. Hacker bu üç problemin TLP’de birbiri içine girmiş şekilde ele alındığını düşünür. Çünkü mantığın önermelerinin doğasını ve zorunluluğunu kavramak için, önermenin özünü ve önermesel temsilin özünü, önermelerin birleşimlerinin doğruluk fonksiyonlarının özünü kavramak gerekir. Önermenin özünü kavrayabilmek için de değilleme gizemini çözmek gerekir. Bu büyük problemlerin çözümü boyunca, mantığın ve genel temsilin metafizik ön koşulları aydınlatılmalıdır. Temsilin doğası ortaya serildiğinde, dilin sınırları ve neyin söylenebilir, neyin gösterilebilir olduğu teorisi bir hakikat olarak karşımıza çıkar. Metafizik, matematik, etik, estetik ve dinsel söylemlerin, bütünü ile her mümkün betimlemenin sınırlarının ötesindedir. Böylece finalinde Tractatus’un çoğu cümlesi gösterilebilen fakat söylenemeyen şeyleri söyleme girişimleri olarak bir paradoksa düşer. Bu bağlamda Tractatus, içinde dile gelen düşüncelerle bir şey öğretme çabasından ziyade aydınlatıcı bir nitelik göz önüne alınarak okunması gereken bir kitaptır.5 Wittgenstein bu isteğini zaten çalışmanın önsözünde okuyucuya açık şekilde belirtmiştir. Tractatus içerisinde ele alınan problemler göz önünde tutulduğunda, bütün problemleri ve bölümleri ile iç içe geçmiş bir kitaptır. Böylece Wittgenstein’ın merdiven metaforu ile bir yapı iskelesi olarak tanımladığı sistemini ancak kitabın son cümlelerine geldiğimizde doğru şekilde anlayabiliriz. O zaman da filozofun deyimi ile bu iskeleye artık ihtiyacımız kalmayacağı için onu devirip yıkmamız gerekecektir. 5 Bkz.: P.M.S. Hacker, “Metaphysics: From Ineffablity toNormativity”, for H.J. Glock and J.Hyman ed.,Oxford, Blackwell Companion to Wittgenstein, Wiley-Blackwell, Forthcoming 2014-2015, s.1-2 3 Wittgenstein’ın Tractatus’unu bir etik kitap olarak değerlendirmek de ancak bu aşamadan sonra bir anlam ifade edecektir. Buradan hareketle tezin birinci bölümüne; “Tractatus’un ana temaları” başlığı altında, Wittgenstein’ın dil ve felsefe arasındaki ilişkiye yaklaşımı meselesini tartışmaya çalışarak başladık. Çünkü, Wittgenstein’ın geleneksel felsefenin yönünü değiştiren yaklaşımı, onun felsefede sorun olarak ortaya çıkan problemlere yaklaşımı ile ilişkilidir. Wittgenstein, geleneksel felsefi problemlerin kaynağını dilin mantığının yanlış anlaşılmasına dayandırır. Wittgenstein’ın Tractatus’taki çabası, burada özel anlamında (olgusal dil) kullandığı dilin yapısını aydınlatmak ve bu özel dilin sınırlarını belirlemektir. Biz de çalışmamızın başında, Wittgenstein’ın erken döneminde dil ve felsefe ilişkisi başlığı altında, filozofun felsefi sorunların kaynağı olarak nitelendirdiği sorunsaldan hareketle, onun felsefe anlayışını ve felsefe yapma tarzını aydınlatmaya çalıştık. Wittgenstein’a göre, felsefe sorunlarının kaynağı dilin yanlış anlaşılmasına dayanır. Bu bağlamda, Wittgenstein’da bütün felsefe, dil eleştirisi olarak karşımıza çıkar. Filozof dil eleştirisi olarak düşündüğü felsefeye yöntemsel olarak iki görev atfeder. Felsefenin birincil görevi, bir sınır çekme işlemi olarak, doğa bilimlerinin tartışmalı dilini sınırlandırmaktır. Tractatus’ta Wittgenstein, sınırlarını çizmeye çalıştığı bir olgusal dil denemesine girişir. Felsefe yapmanın ikincil görevi ise ancak birincil görevi yerine getirildikten sonra ortaya çıkar. Felsefe, bundan sonra Wittgenstein’a göre dilin denetleyicisi olma görevini üstlenir. Tezimizin birinci bölümünde, bu bağlamda okuyucuya bir izlek vermek amacıyla Wittgenstein’ın felsefeye yaklaşımını ve felsefe yapma tarzını ele almaya çalıştık. Bir giriş niteliği taşıyan bu başlıkların ardından Wittgenstein’ın Tractatus’unun izleğine sadık şekilde dünya-düşünce-dil arasındaki ilişkiyi inceleme çabasına girdik. Wittgenstein’ın söylenebilen-söylenemeyen arasındaki ayrımını,“anlam-lı”, “anlam-sız” ve “anlam-dışı” kavramlarından hareketle tezin birinci bölümünde açıklanmaya çalışıldı. Bu bölümü, özellikle mantıksal ontoloji ve resim teorisi ekseninde aydınlatma çabası güdüldü. 4 Tezin bu bölümden sonraki hareket noktası ise Wittgenstein’ın söylemek ve göstermek arasında yaptığı ayrımdan oluşuyor. Söylemek ve göstermek ayrımını, mantık ve matematiğin “anlam-sız” önermelerini ve dilin “anlam-dışı” kullanımlarını merkez alarak, tezin ikinci bölümünde açıklığa kavuşturmaya çalıştık. Bu noktada tezimizde bir eşik konum olarak değerlendirebileceğimiz bir konuma vardığımızı düşünüyorum. Bu bağlamda, tezimizin üçüncü bölümü ise “Tractatus’un dışı” başlığı ile ele aldığımız Wittgenstein’ın erken dönem felsefi çalışmasında metafiziğin yerinin ne olduğu ve kitabın filozof açısından etik bölümü olarak nitelendirilen bölümün, biçimsel ve içeriksel bir değerlendirmesini yapma çabasından oluşuyor. Bu bölümü, özellikle “özne”, “anlam-dışı”, “mistik”, “göstermek”, “sub specie aeternitatis” ve “susma” kavramlarını gündemimize alarak, “ifade edilemeyen” kavramını merkezi bir konumda düşünerek açıklamaya çalıştık. Son olarak burada Wittgenstein açısından Türkçe çeviriler ve İngilizce yazmış yorumcuların eserlerinde bir kavram kargaşasıyla karşılaştığımızı belirtmemiz gerekir. Biz de tezimiz açısından, böylesi bir kargaşayı en aza indirme gayesi ile bazı önemli gördüğümüz kavramların İngilizce ve Almanca karşılıklarını parantez içinde verdik. Bu yaklaşımı özellikle böylesi bir anlam karmaşasının ortaya çıkabileceği bölümlerde tekrarladık. Bu kavramların Türkçe karşılıklarını bulurken özellikle tek bir çeviriden değil de, tezde atıf yaptığımız bütün Türkçe çevirileri göz önüne alarak, en doğru şekilde çevirmeye çalıştık. Bu çevirileri yaparken de Tractatus’un Almanca ve İngilizce orijinal metinleriyle karşılaştırmalı olarak ilerledik. 5 1. BÖLÜM: TLP’NİN ANA TEMALARI Wittgenstein'ın erken dönem felsefe çalışmasının temel sonuçları; felsefi sorunların sonuna dek çözüldüğü ve geleneksel anlamda artık felsefenin yapılamayacağı görüşüdür.6 Bu bağlamda, Wittgenstein’ın erken dönem felsefi çalışması, yalnızca yirminci yüzyılın bilimsel çevresi açısından değil, aynı zamanda bütün felsefe tarihi göz önüne alındığında bir karşı çıkış olarak yorumlanabilir. Wittgenstein’ın erken dönem felsefe çalışmasını geleneksel felsefe tarihi açısından yorumladığımızda, onun yalnızca felsefe anlayışı açısından değil, aynı zamanda felsefenin nasıl yapılması gerektiğine yönelik yeni bir yöntemde ileri sürdüğünü söylemek yerinde olur.7 Bu bağlamda, Wittgenstein'ın TLP'de geleneksel felsefeden ne anladığını ve bu anlayış ekseninde ortaya çıkan sorunları nasıl bertaraf ettiğini, tezin bu bölümünde üç ayrı başlıkta ortaya koymaya çalışacağız. İlk başlık olarak Wittgenstein’a göre felsefi sorunların neler olduğunu ve bu sorunları gidermek için nasıl bir çözüm önerdiğini anlamaya çalışmak yerinde olacaktır. İkinci bir başlıkta, Wittgenstein’ın erken dönem felsefesinin içeriğini göz önünde bulundurularak, bir sınır çekme işlemi olarak felsefeyi gündemimize alacağız. Son bir başlıkta ise bir felsefe yapma yöntemi olarak, dilin denetleyicisi olmak açısından, felsefi çalışmanın yöntemini tartışma çabasını güdeceğiz. 1.1.Felsefe Sorunları Nelerdir? Wittgenstein, TLP’nin önsözünde okuyucuya bir yol açmak için felsefenin içeriğine dair bazı aktarımlarda bulunur. Bu aktarımların en başında Wittgenstein'ın felsefi sorunları ele alış şekli gelir. Wittgenstein felsefi sorunların kaynağını dilimizin mantığının yanlış anlaşılmasına dayandırır.8 Dil, Wittgenstein'a göre birçok farklı kullanım alanlarından oluşur. Bu alanları genel ve özel olarak iki farklı 6 Bkz.: Wittgenstein, TLP., Önsöz Bkz.: Glock, a.g.e., s.293 8 Bkz.: Wittgenstein, TLP., Önsöz 7 6 anlamda ele alabiliriz. Genel anlamda dil içerisinde etik, estetik, dinsel söylemler, geleneksel felsefenin kullandığı dil, gündelik dil, TLP'nin metafizik dili, doğa bilimlerinin olgusal dili, mantık ve matematiksel dil olmak üzere birçok farklı kullanım alanlarını barındırır. Özel anlamda ise Wittgenstein, dili, emprik gerçekliği temsil eden dil olarak kullanır. Bu da yukarıda felsefi sorunların kaynağı olarak gösterilen dilin mantığının yanlış anlaşıldığı alan olan, önermelerden (satz / proposition) meydana gelen, olgu (die Tatsache / fact) söyleminin dilidir. Olgu söyleminin dili, doğa bilimlerinin dilsel kullanım alanlarıyla sınırlı olmakla birlikte matematik ve mantığın dilsel kullanım alanlarıyla ilişkilidir. Wittgenstein'a göre, emprik gerçekliğin önermelerle dilde temsil edildiği bu alan (doğa bilimlerinin dilsel kullanım alanı) “anlam-lı” önermelerden (des der Sinnvollen Satze / Significiant Proposition) oluşur. Anlam-lı önermeler aracılığı ile dünyaya dair olgusal içeriğe sahip bir şeyler söyleyen doğa bilimlerinin bu alanı, “söylenebilen” (das Sagbare / the sayable) bir alandır. Wittgenstein'ın TLP’deki temel ilgisi böylece bir anlamda dünyanın temsil edildiği bu olgu dilinin genel kuramı ve bu kuramdan çıkarsayabileceğini umduğu genel gerçeklik kuramıdır.9 Wittgenstein'ın ulaşmaya çalıştığı olgusal dil kuramı, temellerini bir varsayımdan alır. Bu varsayımda, dilin bu alanın yapısı ve dünyanın yapısı (die Logik der Welt / the structure of world) arasında, mantıksal bir özdeşliğin var olduğu iddiasıdır. Olgusal dil ile dünya arasında yapısal bir özdeşlik bulunduğuna yönelik böyle bir iddia ile birlikte toplam doğa bilimlerine denk gelen doğru önermelerin toplamı, tanım gereği upuygun ve eksiksiz olan "olguların mantıksal resimlerini” (das logische Bild der Tatsache / the logical pitcure of fact) verebilir. Böylece de deneysel bilimler aracılığıyla dünya tasvir edilebilir.10 9 Bkz.: David Pears, Wittgenstein, AFA Çağdaş Ustalar Dizisi -3, Çev. Arda Denkel, İstanbul, AFA Yayıncılık A.Ş., 1985, s.88 10 Bkz.: Christian Delacampagne, 20. Yüzyıl Felsefe Tarihi, E.d. Ali Berktay, Çev. Devrim Çetinkasap, 11.b.s., İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010, s.54 7 Bu varsayım, dilin temsil tarzına (die Darstellungwise / manner of representation) ilişkin büyük sorunun içeriğini oluşturur. Bu varsayımdan yola çıkarak Wittgenstein, dildeki bir gösterge (die zeichen / sign) ve onun yönletimi (die bedeutung / meaning) olan şey arasındaki mantıksal özdeşliğin gerçekten neye dayandığını sorar. Ve bu soru, ona göre tüm felsefi problemlerin temel bir görünümüdür.11 "Gösterge (die Zeichen / sign) ve onun yönletim (die Bedeutung / meaning) yaptığı şey arasındaki mantıksal özdeşlik, göstergenin yönletim yaptığı şeyden daha az ya da daha çok tanınmasına izin vermemesine dayanır. "12 Dil ve dünya arasında kurulan böylesi bir mantıksal yapı özdeşliği ile birlikte Wittgenstein, dili felsefe çalışması açısından özel bir konumda ele alır. Wittgenstein erken döneminde özel anlamında dili her şeyin tek merkezde toplanacağı büyük bir sistem olarak görür.13 Bu sistemi, dilin mantıksal yapısındaki öğelerin bir ağ içerisinde bir araya geldiği ve birbirine bağlandığı büyük ayna olarak nitelendirir.14 Dilin mantıksal yapısındaki öğeler ile dünyanın mantıksal yapısındaki öğeler birbirine iz-düşüm (die Projektion / projection) ilişkisi içinde bağlanırlar. Doğa bilimlerinin olgusal dili bu bağlamda ele alındığında, gerçekliğin (der wirklichkeit / reality) bir modeli olarak karşımıza çıkar. Olgusal dil gerçekliğin bir modeli olarak, gerçekliğe ilişkin betimlemeleri (die Abbildung / depiction) ifade eder. Dil ve dünya arasındaki mantıksal özdeşliğe dayanan bu kavrayışla birlikte dünyaya dair “anlam-lı önermeler”den oluşan, söylenebilen bir dil alanının sınırlarını çekmek mümkün olur. Söylenebilen bu dilsel alan, doğa bilimlerinin olgusal içerikli önermelerinden meydana gelir. Wittgenstein, bu anlamda doğa bilimlerinin kullanım alanına “söylenebilen” ve “söylenemeyen” (das Unsagbare / the unsayable) arasında bir ayrımla birlikte bir sınır çekerek, geleneksel felsefi dilden 11 Bkz.: Ludwig Wittgenstein, Notebooks (1914-1916), Ed. G.H. Von Wright and G.E.M. Anscombe, Çev. G.E.M. Anscombe, Oxford, Blacwell, 1961, 3.9.14 ( sayfa numarası yerine günlüklerde sözü edilen bölümlerın geçtiği tarihler kullanılmıştır.) 12 a.e., 5.9.14 13 Bkz.: Ali Utku, Ludwig Wittgenstein: İki Kere Felsefe, Kant Sonrası Metafizik Üzerine Konuşmalar, E.d. Erdal Yılmaz, İstanbul, Küre Yayınları, 2012, s.210 14 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 5.511 8 bu alana kayabilecek her türlü metafiziksel konuşmaları bu alandan temizler. Wittgenstein bu alana dair tartışmaları dil eleştirisi ile ortadan kaldırmaya çalışır. Bu bağlamda filozofa göre birincil olarak "felsefe, doğa bilimlerinin tartışmalı alanını sınırlar."15 1.2. Sınır Çekme İşlemi Olarak Felsefe Wittgenstein’ın erken dönem felsefesinin temel işlevlerinden ikincisi, doğa bilimlerinin olgusal diline denk düşecek olan sınırları belirleme girişimidir. Bu anlamda bir sınır çekme işlemi olarak onun felsefe çalışmasını gündemimize alabiliriz. Wittgenstein’a göre, özel anlamında doğa bilimlerinin olgusal diline denk düşen, dilimizin sınırları, “anlam-lı” (der Sinnvoll / sensible) dilin içinden çizilebilecektir. Bu noktada sınırın ötesinde kalan her şey, filozof açısından “anlamdışı”(der Under Sinn / nonsense) olarak nitelendirilir.16 Böylece kitabın işlevsel anlamda önemli bir içeriği bu sınır çekme işlemine dayanır. “Kitap böylece, düşünmeye bir sınır çekecek ya da daha ziyade -düşünmeye değil, fakat düşüncelerin ifade edilmesine; Çünkü düşünmeye bir sınır çekmek için, bizim bu sınırın her iki yanını da düşünebiliyor olmamız gerekirdi (yani düşünülemeyeni de düşünebiliyor olmamız gerekirdi)."17 Felsefe çalışması ifade edilebilir olanı sınırlandırmakla, ifade edilemez olana da içeriden bir sınır çekmiş olur. İfade edilemez olan, içeriden ifade edilebilir olanla sınırlandırılır. Çünkü tanım gereği, ifade edilebilir olan düşüncelerin sınırlarının ötesi düşünülemez ve ifade edilemez. Başka bir deyişle ifade edilebilir olanın sınırlarının ötesi hakkında anlamlı bir şekilde konuşulamaz. İfade edilebilir olanın sınırları bu 15 a.e., 4.113 Bkz.: a.e., Önsöz 17 a.e., Önsöz 16 9 bağlamda yalnızca içeriden konuşan önermeler bağlamında çizilebilir.18 Sınırın içinde “anlam-lı” ifade birimlerinin bir şekilde dile geldiği söylenebilir olanların sınırı, böylece söylenemez olanları da bir şekilde sınırın içinden işaret eder. Wittgenstein’a göre dil eleştirisi, "Söylenebilir olanı açıkça ortaya koymakla, söylenemez olanı işaret edecektir."19 Wittgenstein'ın erken dönem felsefe çalışmasını bu bağlamda değerlendirecek olursak, onun felsefeyi ve felsefe sorunlarını geleneksel felsefe anlayışının aksine başka bir bağlamda ele aldığını söyleyebiliriz. Bütün felsefe Wittgenstein’a göre dil eleştirisidir.20 Geleneksel felsefenin kullandığı dil, bu bağlamda değerlendirildiğinde, yanlış bir kullanımdır ve sonuç olarak da sözde sorunlar doğurur. Wittgenstein, bu açıdan TLP’de, geleneksel felsefi dilin neden bu radikal yanlışlığa takılıp kaldığını göstermek ve böylece de insan düşüncesini bu kökleşmiş yanlışlıktan kurtarmak ister.21 Bu açıdan Wittgenstein, TLP'de neyin bilinebilir olduğunun yerine, neyin düşünülebilir ve böylece de söylenebilir olanın, yani anlamın sınırlarını bulmaya çalışır.22 Filozof buradan hareketle, “söylenebilen ve söylenemeyen” arasında bir ayrım yaparak, doğa bilimlerinin “anlam-lı” önermelerden oluşan dilini sınırlandırır. Wittgenstein’a göre felsefenin en önemli görevlerinden birisi neyin söylenebilir, neyin söylenemez olduğunu ayrıntılı bir dil eleştirisi ile ortaya koymaktır.23 Söylenebilen-söylenemeyen arasındaki ayrımla birlikte doğa bilimlerinin anlam-lı diline bir sınır çektikten sonra ise geleneksel anlamda felsefe sorunlarını gündemimize aldığımızda açıkça ortaya çıkar ki geleneksel felsefede sorun olarak ortaya çıkan sorular aslında sorun bile değillerdir. 18 Bkz.: Ali Utku, Ludwig Wittgenstein: Erken Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe, E.d. Taşkın Takış, Sunay Aksoy, Doğu-Batı Yayınları, 2009, s.19 19 Wittgenstein, TLP., 4.115 20 Bkz.: a.e., 4.0031 21 Bkz.: Pierre Hadot, Wittgenstein ve Dilin Sınırları, E.d. Taşkın Takış, Sunay Aksoy, Çev. Murat Erşen, 2.b.s., Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2011, s.27 22 Bkz.: Utku, Ludwig Wittgenstein: Erken Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe, s.15 23 Bkz.: Martin Pulıdo, “The Place of Saying and Showing In Wittgenstein’s Tractatus and Some Later Works”, Aporia Vol. 19 No. 2-2009, s.13 10 “Felsefe konularında yazılmış önermeler ve soruların çoğusu yanlış değil, fakat anlam-dışıdır. Bu yüzden, bu tarz soruları hiçbir şekilde yanıtlayamayız, ama anlam-dışılıklarını saptayabiliriz. Filozofların çoğu soruları ve önermeleri, bizim dilin mantığını anlamamamıza kaynaklanır. (Onlar iyinin güzelden daha özdeş olup olmadığı tarzında sorulardır) Ve bu yüzden, şuna şaşmamalı ki, en derin problemler aslında hiç de problem değildir."24 Buradan hareketle, Wittgenstein'a göre, doğa bilimlerinin dilinin dünya ile bağlantılı önermelerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Önermelerin kurucu öğeleri olan adlara, dünyanın nesneleri karşılık gelir. Geleneksel anlamda, felsefenin sorularını gündemimize aldığımızda ise görürüz ki yukarıda verildiği şekliyle (iyi güzelden daha özdeş midir?) kullandığı adlar hiçbir şeye yönletim yapmazlar. Felsefedeki karışıklıklar temelde bir göstergenin ne şekilde bir şeye yönletim yaptığının, simgesinin belirgin olmamasından kaynaklanır. Wittgenstein’a göre, anlamın olanağını veren simgelerin açık ve seçik olarak ifade edildiği, böylece de aynı göstergenin farklı simgelerde ve iki ayrı yolla yönletim yapan göstergenin de aynı simgede kullanılmadığı bir gösterge dili (die zeichensprache / sign-language) tüm felsefi karışıklıkları ortadan kaldırabilir.25 Böylece bu felsefi karışıklıkların kaynağı olan sorular, doğru ya da yanlış olarak cevaplanamazlar fakat “anlam-dışı” olarak çözümlenerek gündemden düşerler. “Felsefenin amacı düşüncelerin mantıksal açıklığıdır. Felsefe bir öğreti değil, fakat etkinliktir. Felsefi bir çalışma, esasen açıklamalardan meydana gelir. Felsefenin sonucu, bir takım "felsefi önermeler" değil, fakat önermeleri açıklamaktır. Felsefe, başka türlü sanki anlaşılmaz ve bulanıkmış gibi olan düşünceleri, açıklamalı ve keskin olarak sınırlandırmalıdır."26 24 Wittgenstein, TLP., 4.0031 Bkz.: Cengiz Çakmak, “Wittgenstein’da Dil ve Felsefe İlişkisi”, Felsefe Arkivi, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1997, Sayı:30, s.143 26 Wittgenstein, TLP., 4.112 25 11 Bu bağlamda ele alındığında, Wittgenstein'ın felsefe çalışmasının tüm içeriği olarak gördüğü dil eleştirisi işlevsel anlamda birincil ve ikincil olarak iki farklı göreve sahiptir. Dil eleştirisinin birincil görevi özel anlamında olgusal dilin mantığının aydınlatılmasıdır. Dil eleştirisinin ikincil görevi ise olgusal dilin mantığının aydınlatılması işlemi gerçekleştirildikten sonra ortaya çıkar. Bu bölümde ise dil eleştirisi genel anlamda dilin tüm kullanımlarını olgusal dilden ayırarak bir anlamda dilin denetlemesini yapma işlemini yerine getirir. Geleneksel felsefi sorunların kaynağını oluşturan, olgusal dilin mantığını aydınlatmanın yolu ancak dilin işleyişine dair doğru anlayışı geliştirmekle anlaşılabilir. Dilin mantığının aydınlatılmasının ardından ise bu sorunlar ortadan kalkacaktır.27 Bu aydınlatma işlemi, Wittgenstein’a göre, felsefenin iki bölümünden biri olan metafiziğe denk düşer. Çünkü dilin ve dünyanın mantıksal yapısına dair tüm konuşmalar olgusal dilin sınırlarının dışında yer alır. Fakat bu tarz bir metafizik yapma işlemi, geleneksel anlamda felsefi sorunların karakterini görebilmek açısından üzerine çıkılması gereken bir merdiven olma özelliği taşıyarak meşru bir nitelik kazanır. Felsefenin diğer ve esas bölümü ise mantıktır. Wittgenstein'ın ilk dönem felsefe anlayışı açısından mantık, ontoloji yapmanın temel koşulu ve dil eleştirisini gerçekleştirmenin esas aracı olarak işlev gösterir.28 Bu bağlamda, Wittgenstein’a göre felsefe “…mantık ve metafizikten ibarettir; mantık onun temelidir."29 Wittgenstein açısından olgusal dil ve dünya, aralarındaki mantıksal özdeşlikten dolayı aynı mantıksal uzama (der logische Raum / logical Space) sahiptir. Bu bağlamda mantık, uzamsal anlamda dünyayı doldurur. Bütün olanaklar mantık uzayı içinde bir anlamda belirlenmiştir. Bu belirlenmişlik, dildeki göstergelerin yapısından kaynaklanır. Mantık uzayı içindeki bir gösterge aynı zamanda bir yönletime sahiptir. Mantıksal dilbilgisi kuralları (die logische Grammatik / logical lrammar) gereği bir önermede kullanılan her ad, bir yönletime 27 Bkz.: A.C.Grayling, Wittgenstein: Düşüncenin Ustaları, E.d. Kadir Çüçen, Çev. Muhsin Yılmaz, 1.b.s., İstanbul, Altın Kitaplar Yayınevi, 2008, s.30 28 Bkz.: Cengiz Çakmak, “Logico-Philosophicus'un Temel Özellikleri”, Felsefe Logos, Sayı:7, İstanbul 1999/2, s.179 29 Wittgenstein, Notebooks (1914-1916), Notes On Logic, September 1913, Başlangıç. 12 sahiptir. Bu anlamda, olanaklı her önerme uygun biçimde kurulmuştur ve bir anlamı (der Sinn / sense) ifade eder. Wittgenstein, önerme ve önermenin kurucu öğelerinden olan adlar arasında da bir ayrım yapar. Bir adın önerme içinde bir yönletimi (die bedeutung / meaning) vardır. Önerme ise bir anlama (der Sinn / sense) işaret eder. “Eğer ki bir anlama sahip değilse,” der Wittgenstein, “bu bizim onun bazı parçalarına anlam vermemizden kaynaklanır. Bunu yaptığımızı sansak bile.”30 Olgusal dildeki bir önermenin betimlediği şey, mantık uzamında yer alan herhangi bir olanaklı durumdur (die Sachlage / case). Bu olanaklar dahilinde yer alan bütün durumlar aynı zamanda geçerlidirler de. Göstergenin kendisinden yola çıkarak onun geçerli olup olmadığını anlayamayız. Mantıksal dil bilgisi kuralları gereğince olanaklı her önerme kuralına uygun olarak kurulduğu için, dildeki bir gösterge, yönletimi ile olan ilişkisinden dolayı geçerli olma özelliğine sahiptir. "Bizim için belirli bir anlamda, mantıkta hata yapmak imkansız olmalıdır. Bu zaten şunu söylemekle yaklaşık olarak ifade edilir: mantık kendi başının çaresine bakmalıdır. Bu son derece derin ve önemli bir anlayıştır."31 Wittgenstein'a göre, TLP'deki, dil ve dünya arasında ortak bir mantıksal yapının olduğu iddiasının, ayrıntılı bir mantık çalışmasıyla ortaya konması gerekir. Çünkü bu yapı, önermenin dilbilgisel görünümü altında gizlenir.32 Wittgenstein, dil ve dünya arasında mantıksal bir yapı özdeşliği olduğu iddiasına yönelik araştırmasına, mantıksal önermeler üzerine bir araştırmadan yola çıkarak hareket kazandırır. Ancak mantıksal önermelerin doğru bir açıklaması ile birlikte olgu dilinin önermelerine belirli bir içerik verilebilir. Mantıksal önermelerin doğru bir açıklaması, diğer tüm önermelere karşı biricik bir konum sahibi olduğunun gösterilmesidir.33 30 a.e., 2.9.14 a.y. 32 Bkz.: Hans Sluga, “Ludwig Wittgenstein, Yaşamı ve Yapıtları”, Cogito Dergisi, E.d. E.Efe Çakmak, Çev. Sevinç Altınçekiç, 5.b.s., Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Sayı: 33,2010, s. 19 33 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks (1914-1916), Notes On Logic, September 1913, Premilinary 31 13 1.3. Dilin Uyarıcısı Olarak Felsefe Wittgenstein'ın TLP'de geliştirdiği olgusal dil kuramı, büyük bir genellik ve dizgesellik taşır. Ancak bu kuram, bilimsel değil de felsefi olarak değerlendirilebilecek bir içeriğe sahiptir. Dil eleştirisinin amacı, olgusal dilin olanaklı tüm gelişimlerinin saltık sınırlarını vermektir.34 Felsefe, böylece doğa bilimlerinden de ayrılır. Fakat yine de ondan tamamıyla bağıntısız değildir. Felsefenin birincil görevi olan dilin aydınlatılması işlemi yerine getirilerek, doğa bilimlerinin tartışmalı alanına bir sınır çekilir. Felsefenin ikincil görevi, dilin genel anlamında kullanıldığı kısma dair çözümleyici felsefe işlemi, dilin genel anlamında denetlemesi yapılarak yerine getirilir. Felsefe böylece doğa bilimlerinden ayrı bir konuma sahip olur. "Felsefe, doğa bilimlerinden biri değildir. ("Felsefe" sözcüğü, doğa bilimlerinin üstünde ya da altında duran, fakat yanlarında durmayan bir şey anlamına gelmelidir.")35 Felsefe bir öğreti değildir; çünkü felsefe doğa bilimlerinin olgusal dili gibi anlam-lı önermelerden oluşmaz. Felsefi cümleler söylenebilir olan hiçbir şeyi ifade etmez. Aynı zamanda gerçekliği temsil eden resimleri (das bild / picture) bize sunmaz ve bu anlamda bilimsel araştırmaları ne onaylayabilir ne de çürütebilir.36 Felsefe, her bir bilim karşısında açıklama etkinliği olarak yalnızca tek bir konuma sahiptir.37 Felsefenin etkinlik olan bölümü ise felsefenin ikincil görevine içerik sağlar. Bu aynı zamanda felsefe yapmanın yöntemidir de. Buradan hareketle, 34 Bkz.: Pears, a.g.e., s.37 Wittgenstein, TLP., 4.111 36 Bkz.: Wittgenstein, Notes On Logic, Notebooks (1914-1916), , September 1913, Başlangıç 37 Bkz.: Ömer Naci Soykan, “Wittgenstein Felsefesi: Temel Kavramlar ve Sorunlar”, Cogito Dergisi, E.d. E.Efe Çakmak, Çev. Sevinç Altınçekiç, 5.b.s., Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Sayı: 33, 2010 , s.50 35 14 Wittgenstein, felsefenin bir öğreti değil bir etkinlik olduğunu söyler.38 Felsefe ikincil olarak, etkinlik olarak nitelendirilen bölümünde, her türden bilim dışı dilsel kullanımların anlam-dışılıklarını saptayarak, onların bilimsel olma gayelerini boşa çıkartır. "Felsefede doğru yöntem şu olurdu: Söylenebilir olandan, yani doğa bilimi önermelerinden - yani, felsefeyle hiçbir ilgisi olmayan bir şeyden - başka bir şey söylememek, sonra her seferinde, başka birisi doğa ötesi bir şey söylemeye kalkıştığında, ona, önermelerindeki belirli göstergelere hiçbir yönletimin bağlanmamış olduğunu göstermek. Bu yöntem ona tatmin edici gelmeyecektir - ona felsefe öğretmiş olduğumuzu hissetmeyecektir - ama tam olarak doğru yöntem bu olurdu."39 Burada eleştirinin en sert okları ise geleneksel felsefenin üzerine çevirilidir. Çünkü Wittgenstein’a göre geleneksel felsefe genel anlamda doğa ötesi konuşarak bilimsel olma iddiasını sahiplenen en büyük odaktır. Geleneksel felsefe sorunları anlam-lı dilin sınırladığı dünyanın dışında konumlanır. Bu alanda, söylenemez olanı söyleme girişimleri ve düşünülemez olanı düşünme çabalarının sonuçlarıyla karşılaşırız.40 Bu bağlamda, Wittgenstein, Tractatus'un son önermesinde “Hakkında konuşulmayan konusunda susmalı.”41 derken buradaki susma çağrısını ilk etapta geleneksel felsefeye yöneltir. 1.4. TLP’nin Mantıksal Yapı İskelesi Wittgenstein'ın TLP'de izlediği düşünce çizgisi, onun kitabın sonuna doğru kullandığı merdiven metaforuna uygun biçimde ilerler.42 Bir merdivenin basamaklarının birbirlerine bağlanarak birer dayanak oluşturması gibi TLP'nin 38 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 4.112 a.e., 6.53 40 Bkz.: Grayling, a.g.e., s.32 41 Wittgenstein, TLP., 7 42 Bkz.: a.e., 6.54 39 15 önerme çizgisi de her bir önermenin birbirine bağlanması ve diğerlerine dayanak oluşturması şeklinde ilerler. TLP'nin bütün önermeleri onun talep ettiği mantıksal sistem uyarınca birbiriyle bağlantılı olarak okunmalıdır. Fakat tüm önermelerin merkezi, Wittgenstein'ın erken dönem dil anlayışının temelini oluşturan ve TLP’de resim teorisi (die Bildtheorie / picture theory) olarak adlandırılan teoridir.43 Tractatus'ta ortaya çıkan mantıksal yapı iskelesini, resim teorisini merkeze alarak inceleyecek olursak, bu yapının temel olarak üç basamak üzerinde yükseldiğini söyleyebiliriz. Her biri bir diğerine dayanak oluşturacak şekilde bu basamakları, en temelde yer alan basamaktan yukarıya doğru sıraladığımızda; Tractatus'un kurmayı amaçladığı mantıksal yapı iskelesi dünya, düşünce ve dil şeklinde üç temel basamakta yükselir. Bu basamaklar eş-biçimci (der Isomorphismus / Isomorphism) bir şekilde yükselirken, aynı mantıksal yapıyı paylaşırlar ve resim teorisi ekseninde birbirlerine bağlanırlar. Wittgenstein'ın Tractatus’taki merkezi ilgisi resim teorisi olmasına rağmen Tractatus, resim teorisine dair açıklamalarla başlamaz. Wittgenstein'ın TLP'de ele aldığı soruşturmayı, TLP'nin önerme çizgisi uyarınca yapısal olarak, ele alınan konu dağılımları bağlamında, sekiz ayrı başlık altında ayrıntılı bir şekilde sınıflayabiliriz.44 Tractatus’ta ele alınan ilk başlık ontolojidir. Tractatus'un başlangıç değinileri ontoloji ile başlar.45 Temelini resim teorisinin oluşturduğu temsilin doğası yerine bu bölümde temsil edilenin (gerçeklik) ne olduğu açıklanmaya çalışılır. Bu açıklama, eş-biçimci bir şekilde temsili olanlara (düşünce - dil) ve temsilin doğasına doğru ilerler. İkinci başlıkta ise ontoloji bölümünde temelleri atılan dünyanın resim teorisi ile birlikte “resimsel ilişkilerin” (die abbildende Beziehung / pictural relationship) yer aldığı “betimleme” (die abbildung / depiction) kavramı ele alınır.46 Bu bölümde ise genel anlamda ilk bölümde olguların toplamı olarak ontolojik bir belirlemeye tabii tutulan dünyanın, hangi şekillerde temsil edilebildiği soruşturulur. Dünyanın bir 43 Bkz.: Utku, Ludwig Wittgenstein: İki Kere Felsefe, s.214 Bkz.: Glock, a.g.e., s.364 45 Bkz.: Wittgenstein, TLP., ( 1 - 2.063 ) 46 Bkz.: a.e., ( 2.1 - 3.5 ) 44 16 anlamda zihinsel resimlerinin yer aldığı düşünce bölümünün ardından, bu düşüncelerin sesli ya da duyusal algılanabilir göstergelerinin yer aldığı dilsel resimlemelere geçilir. Buradaki dilsel araştırmayla birlikte aynı zamanda Wittgenstein'ın TLP'nin özü olarak gördüğü söylenebilen ve söylenemeyen arasında bir ayrım yapılarak olgusal dil kuramı ortaya çıkartılır. Wittgenstein, Tractatus’ta yaptığı ontolojik belirlemeler ve ortaya koyduğu resim teorisinin ardından, üçüncü başlıkta felsefenin ne olduğuna ilişkin bir soruşturmaya geçer.47 Bu bölümde ele alınan felsefe, ikinci başlıkta ortaya serilen doğa bilimlerinin olgusal dilinin aksine önermelerden meydana gelmez. Wittgenstein'a göre felsefenin temeli mantıktır. TLP'nin başlangıç değinilerinde ontoloji yapmanın temel koşulunu yerine getiren mantık, ikinci olarak da dil eleştirisini gerçekleştirmenin esas aracı olarak işlev gösterir. Dil ve gerçekliğin paylaştığı mantıksal biçim (die logische Form / logical form) olgusal dilin anlam-lı önermeleri ile ifade edilemez, ancak kendini önermelerde gösterir. Bu anlamda Wittgenstein'ın bu bölümde ele aldığı düşüncelerin en önemli içeriği “söylemek ve göstermek” (gezeigt / shown) arasındaki ayrımdır. Sınıflandırmamızın bir diğer başlığında ise dördüncü olarak mantıksal teori (die logische Theory / logical theory) gelir.48 Wittgenstein, mantık teorisi ekseninde bu bölümde genel önerme biçiminin (die allegemeine Satzform / general propositional form) yapısını aydınlatmaya çalışır. Genel önerme biçimini aydınlatmak için doğruluk işlevleri (die Wahrheitsfunktion / truth function) işlemlerini kullanır. Bu işlem ise birleşik önermelerin (der Molekularsatz / molecular proposition) yapısının ayrıntılı bir mantık çalışması ile temel önermelere (der Elementersatz / elemantary proposition) ayrıştırılmasıyla gerçekleştirilir. Bu işlemin gerçekleştirilmesinin ardından da mantıksal önermelerin birer totoloji olduğu ortaya çıkar. Bu anlamda değerlendirildiğinde mantığın önermeleri dünya olguları hakkında bir şey söylemeyen “sözde önermeler”dir (der Scheinsatze / pseudo-proposition). Fakat söylemek ve göstermek arasındaki ayrım bağlamında değerlendirildiğinde 47 48 Bkz.: a.e., ( 4 - 4.2 ) Bkz.:Wittgenstein, TLP., ( 4.21 - 5.641, 6.1 - 6.13 ) 17 mantığın önermeleri hiçbir şey söylememelerine karşın, dilin yapısını göstermeye yararlar. Bu bağlamda olgusal dilin aydınlatılması açısından büyük önem taşırlar. Beşinci bir başlıkta da matematik ele alınır.49 Matematik, mantıksal işlemler boyutunda soruşturmaya dahil edilir. Wittgenstein'a göre matematik, mantığın bir yöntemidir. Bu bağlamda matematik, TLP'de Wittgenstein'ın ulaşmaya çalıştığı olgusal dildeki ifadelerin uygun biçimde düzenlenmesini sağlamak için, işlevsel anlamda kullanır. Ancak bu şekilde düzenlenerek olgusal dildeki ifadeler matematiksel biçimlerde bir anlamı ifade edebilir.50 Matematiğin önermeleri ise tıpkı mantığın önermeleri gibi “sözde önermeler”dir. Matematiğin önermeleri eşitliklerden oluşurlar ve dünya olguları hakkında hiçbir şey söylemezler. Tractatus'un ilerleyen bölümlerinde altıncı bir başlık olarak bilimin konu edildiğini görürüz.51 Wittgenstein'ın, TLP'nin başlangıç değinilerinden hareketle tanımlamış olduğu dünya ekseninde, belirli bir alanda sınırlandırılan doğa bilimlerinin olgusal dili ile birlikte bilimsel ifadeler ve bilimin genel anlamda işlev gördüğü alanlar ortaya konulur. Wittgenstein'ın belki de TLP'de en değerli olarak gördüğü alan ise yedinci bir başlık olarak değerlendirebileceğimiz “mistik olan” (das Mystische / the mystical) hakkındaki bölümdür.52 Bu alandaki konuşmalar genel anlamda bir değeri ifade eden etik ve estetik söylemlerden oluşur. Etik ve estetik, söylenebilen ve söylenemeyen arasındaki ayrımla birlikte, Wittgenstein açısından, söylenemeyenlerin yer aldığı anlam-dışı dil kullanım alanında konumlandırılır. Kitapta son ve sınıflandırmamızda sekizinci sırada yer alan başlık ise merdiveni devirmek olarak ele alabileceğimiz bölümdür.53 Tractatus’un bu bölümü bir paradoks olarak işlev gösterir. Wittgenstein, söylenebilen ve söylenemeyen 49 Bkz.: a.e., ( 6 - 6.031, 6.2 - 6.241 ) Bkz.: Çakmak, Wittgenstein’da Dil ve Felsefe İlişkisi, s.144 51 Bkz.: Wittgenstein, TLP., ( 6.3 - 6.372 ) 52 Bkz.: a.e., ( 6.373 - 6. 522 ) 53 Bkz.: a.e., 6.54 50 18 arasında bir ayrım yaparak doğa bilimlerinin olgusal dilini diğer tarzdaki söylemlerden temizlemeye çalışır. Bu ayrım dilin mantıksal yapısı aydınlatılarak gerçekleştirilir. Bu aydınlatma işlemi ise metafizik olarak nitelendirebileceğimiz bir alanda konumlanır. Tractatus, söylenemeyenlerin yer aldığı metafizik bir dille konuşarak kendi dizgesi bağlamında bir paradoksa düşer. Bu paradoksu Wittgenstein, dilin aydınlatılması işleminin bir kereye mahsus meşru sayılıp, merdivenin üzerine dayandığı çatıya çıkılmasının ardından, artık merdivene ihtiyaç duyulmayacağını ve devrilip atılması gerektiğini söyleyerek kaldırmaya çalışır. Tractatus'u yapısal olarak ele aldığı konular ekseninde sekiz ayrı başlıkta topladıktan sonra bu başlıkları Tractatus’ta üzerine çıkılmaya çalışılan mantıksal yapı iskelesinin temel basamaklarından hareketle açıklamaya çalışacağız. 1.4.1. Dünyanın Yapısına Dair Ontolojik Belirlemeler Wittgenstein’ın kurmaya çalıştığı mantıksal yapı iskelesinin ilk basamağını dünyaya ilişkin değiniler oluşturur. Dünyanın yapısına ilişkin bu açıklayıcı girişimin temel nedeni ilerleyen bölümlerde ele alacağımız genel dil teorisine ilişkin ontolojik deliller sağlama çabasıdır.54 Bu anlamda Wittgenstein, mantıksal yapı iskelesinin ayaklarını dünyaya dayandırır. Felsefenin temeli olarak görülen mantık, bu bölümde ontoloji yapmanın temel koşulunu yerine getirme işlemini gerçekleştirir. Mantığın birincil görevi olarak TLP'nin başlangıç değinilerinde dünyanın yapısal olarak çözümlenmesine dayanan ontolojik bir temellendirme yapılır.55 Dünyaya ilişkin değinilerin temel tezi, dünyanın sabit bir yapısının olduğu şeklindedir.56 Dünyanın yapısının sabit karakteri sayesinde dünya belirli bir nitelik kazanır. Bu yapıyı, olanaklı kılan şey ise onun bir mantığının olması gerekliliğidir. Wittgenstein'ın TLP'deki temel kabulü mantığın yapısı ile dünyanın yapısı arasında bir ortaklık olduğu şeklindedir. Dünyanın yapısının ortaya konulması işlemi, 54 Bkz.: Utku, Ludwig Wittgenstein Erken Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe, s.43 Bkz.: Çakmak, Logico-Philosophicus'un Temel Özellikleri, s.179 56 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks, 17.6.15 55 19 mantığın yapısının araştırılması ve ortaya konulması ile mümkün olur. Bu anlamda Wittgenstein "Çalışmam mantığın temellerinden dünyanın temellerine uzanır."der.57 Wittgenstein felsefenin temeli olarak gördüğü böylesi bir mantıksal ontoloji anlayışı ile dünyanın kurucu öğeleri olan yalın (einfach / simple) nesneler (der Gegenstand / the object) ve bu nesnelerin birbirinden bağımsız düzenlenmelerinden (die Konfiguration / the configuration ) oluşan şey durumlarının toplam gerçeklik olarak dünyayı ortaya koyabileceği yönündeki görüşe ulaşır.58 Bu bölümde ontoloji yapmanın temel koşulu olarak işlev gösteren mantığı ise anlamak için deneyime gereksinim duymayız. Neyin nasıl olduğundan önce onun olması mantık için önceliklidir. Bir yapının belirli olması demek, onun oluşturucu öğelerinin birbirleriyle nasıl bir ilişkide olduklarının bize gösterilebileceği anlamına gelir. "Mantığı anlamak için gereksediğimiz "deneyim", bazı şeylerin ya da diğerlerinin böyle böyle bir durum olmasının değil, olduğunun deneyimidir: ama bu, deneyim değildir. Mantık, bütün deneyimden öncedir -bir şeyin öyle olmasından. Nasıl sorusundan öncedir, ne sorusundan önce değil."59 Mantık dünya olgularının tasvirini sunamadığı gibi, fizik dünyanın ne olduğuna dair soruya da cevap veremeyeceği için mantıkta “dünyada şunlar var şunlar yok” şeklinde bir ifade kullanılamaz.60 Mantık dünyanın nasıl bir yapıda olduğunun gösterilmesini sağlar. Ve bu yapının ortaya çıkarılmasının ardından, dünyayla aynı yapıyı paylaşan bir olgu dilinin sınırlarını çekmek mümkün olur. Böylece bu olgu dili aracılığı ile ancak dünyanın nasıl olduğunun bir tasvirine 57 Bkz.: a.e., 2.8.16 Bkz.: Çakmak, Logico-Philosophicus'un Temel Özellikleri, s.180 59 Wittgenstein, TLP., 5.552 60 Bkz.: a.e., 5.61 58 20 ulaşabiliriz. Fakat Wittgenstein’a göre, hiçbir mantıksal olgu yoktur. Bu bağlamda mantık hiçbir olguyu betimlemez.61 TLP'nin ne ilk basamağında ne de bundan sonra bu basamağa bağlanacak diğer bölümlerinde, bu yapının oluşturucu öğelerinin ne olduklarına dair hiçbir öne sürüme rastlanmaz. Gereksinim duyulan şey bir yapının ortaya konulması olduğuna göre, yapılabilecek işlem bu yapının nasıl oluştuğunun sergilenmesidir. Wittgenstein’a göre dünya için özsel (wesentlich / essential) olan onun yapısıdır. Bu yapı, mantıkta sergilenerek yapının bütün olanaklarını bize sunacaktır. Buradan kalkarak söylenebilir ki TLP tamamı ile saf mantıksal bir çalışma niteliği taşır. Wittgenstein’a göre, "Mantıksal araştırma bütün kurallara uygunluğun soruşturulması anlamına gelir. Ve mantığın dışında her şey rastlantısaldır."62 Dünyanın mantıksal yapısı hakkında gerçekleştirilen ilk işlem, onun en yalın kurucu öğesini belirgin olarak ortaya koymaktır. Wittgenstein dünyanın tözü olarak nesnelere işaret eder.63 Nesneler daha öte çözümlenmeye olanak tanımazlar ve bu yüzden doğası gereği töz olarak bileşik olamazlar. Nesneler dünyanın yapı taşlarıdır ve bileşik olmadıkları için yalındırlar.64 Onlar dünyanın kendilerinden oluştuğu ilksel öğelerdir ve kendilerinden küçük parçalara bölünemez ve çözümlenemezler.65 Nesneler tözsel oluşturucu öğeler olarak belirli düzenlenmeler ile bir araya gelerek şey durumlarını (der Sachverhalt / state of affairs) biçimlendirir. Böylece bir olgu (die Tatsache / fact) sonuna dek çözümlendiğinde, son öğe olarak nesneye ulaşılır. Şey durumları, çözümlemenin son öğelerinin bileşiminin yalın şeklidir.66 Wittgenstein yalın nesnelere daha en başından ulaşmak ister, çünkü yalın nesneleri talep etmek, anlamın olanaklılığını talep etmek demektir.67 Yalın nesnelerin 61 Bkz.: G.E.M. Anscombe, An Introduction to Wittgenstein’s Tractatus, E.d. H.J.Paton, New York, Harper Torchbook, 1965, s.165 62 Wittgenstein, TLP., 6.3 63 Bkz.: Wittgenstein, TLP.., 2.021 64 Bkz.: a.e.., 2.02 65 Bkz.: Grayling, a.g.e., s.59 66 Bkz.: Utku, Ludwig Wittgenstein Erken Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe, s.52 67 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks (1914-1916), 18.6.15 Krş: TLP., 3.23 21 bileşimi temel önermelerin yapılarında yansılanarak gerçekliğin yapısını oluşturur. Bunların yalın olduklarının anlaşılacağını düşünerek bunları yalnızca nesneler diye adlandırır.68 Bu bağlamda nesneler dünyanın oluşturucu öğelerinin en yalın şekli olarak değerlendirilir. Dünyanın bir tözünün olması yönündeki varsayım ile de böylece önerme açısından anlam koşulu sağlanmış olur. Wittgenstein bu konuyu, "Dünyanın hiçbir tözü olmasaydı, bir önermenin anlamlı olup olmadığı, başka bir önermenin doğru olup olmadığına bağımlı olurdu." diyerek açıklar.69 Nesneler öğretisi mantık iskelesinin ayaklarını dünyaya dayandırarak kendine ontolojik bir temel sağlar. Nesnelerin ontolojik kategorisi bir nesnenin, diğer nesnelerle bir şey durumunun içinde belirli tarzda bağlanması aracılığı ile mantıksal yapı tarafından ortaya konur.70 Böylece nesneler bir anlamda emprik gerçekliğin sınırını oluştururlar. Wittgenstein açısından emprik gerçeklik nesnelerin sayısıyla sınırlandırılır.71 Wittgenstein yalın nesneler fikrine ancak karmaşıkların (der Komplex / complex) varoluşu fikrinden yola çıkarak ulaşır. Nesneleri diğer nesnelerle bağlantısız olarak düşünemeyiz. Nesneler ancak diğer nesnelerle olan belirli tarzda bağlantıları yoluyla düşünülebilir. Bu anlamda bir karmaşık içinde nesneler belirli bir şekilde düzenlenerek, kendi varoluşlarını a priori mantıksal bir zorunluluk olarak ortaya koyarlar.72 Nesnelerin diğer nesnelerle olan belirli tarzda bağlantıları şey durumlarını oluşturur. Bir şey durumu nesnelerin belirli bir tarzda düzenlenmelerinden oluşur. Ve bu düzenlenme tarzı şey durumunun yapısını oluşturur. Şey durumlarının yapısı aynı zamanda olgunun yapısını oluşturur.73 Dünyanın asıl oluşturucu öğeleri, bir bakıma bütünüyle olgulardır. Wittgenstein "olgu" (die Tatsache / fact) ve "şey durumu" (der Sachverhalt / state of affairs) kavramlarını yaklaşık olarak eş anlamda kullanır. Biz dünyanın bütününden hareket ederek, tek tek olguları toplayarak değil, olguların bütününden dünyayı elde edebiliriz. Bütünüyle olgular sahip oldukları emprik 68 Bkz.: Pears, a.g.e., s.51 Wittgenstein, TLP., 2.0211 70 Bkz.: Glock, a.g.e., s.333 71 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks (1914-1916), 26.4.16 72 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks, 14.6.15, Krş. TLP., 2.0121 73 Bkz.: Wittgenstein, TLP.,2.01, 2.0272, 2.031, 2.032, 2.034 69 22 içerikleri nedeniyle toplam gerçekliği, yani dünyayı oluşturur. 74 Buradan hareketle Wittgenstein "Toplam gerçeklik, dünyadır." der.75 Dünya olgulara yani içerisinde şeylerin belirli bir tarzda yer aldığı karmaşıklara işaret eder. Toplam gerçeklik olarak nitelendirilen dünya olgulara ayrılır.76 Dünya olgularının toplam gerçekliği oluşturan içerikleri a priori bir söylemden çıkarılmaz, olguların gerçek ve özgül karakterlerine emprik olarak ulaşılır.77 Dünyaya dair değinilerin temel tezinin, dünyanın sabit bir yapısının olduğu şeklindeki ileri sürüm olduğunu yukarıda söylemiştik. Burada sabit olan şeyin yapı olduğunun tekrar altının çizilmesi önemlidir. Çünkü dünya içindeki şeylerin düzenlenişleri ve bizim deneyimimiz emprik bir içeriğe sahiptir. Sabit olan yapı değişmezken, içerisindeki şeylerin düzenlenişleri yapının olanakları dahilinde değişkenlik gösterebilir. Wittgenstein için dünyanın yapısı özsel iken, dünyadaki bütün olup bitme rastlantısaldır (zufällig / accidental). Bu anlamda filozofa göre, deneyimlediğimiz dünya olduğundan çok farklı da olabilirdi. "Bu, deneyimimizin hiçbir bölümünün de a priori olmadığı ile ilişkilidir. Gördüğümüz her şey başka türlü de olabilirdi. Betimleyebildiğimiz her şey başka türlü de olabilirdi. Şeylerin a priori bir düzeni yoktur."78 Dünyanın oluşturucu öğeleri olan şeylerin belirli tarzlarda düzenlendikleri şey durumları, birbirlerinden bağımsızdır. Bir şey durumunun var olmasından yola çıkarak başka bir şey durumunun var olduğunu söyleyemeyiz.79 Ancak bir şey durumunun var olması, hangi durumların öyle olmadığını belirleyebilir. Örneğin 74 Bkz.: Ömer Naci Soykan, Felsefe ve Dil, E.d. M.Vecihi Terzi, Felsefe Dizisi-1, 2.b.s., İstanbul, Mvt Yayıncılık, 2006, s.45 75 Wittgenstein, TLP., 2.063 76 Bkz.: a.e., 1.2 77 Bkz.: Utku, Ludwig Wittgenstein Erken Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe, s.40 78 Wittgenstein, TLP., 5.634 79 Bkz.: a.e.. 2.061, 2.062 23 benim bir kalem tutuyor oluşum, elimin boş olması durumunu dışarıda bırakır.80 Wittgenstein, bir şey durumunun var olmasına olumlu bir olgu (die positive Tatsache / positive fact), var olmamasına ise olumsuz olgu (die negative Tatsache / negative fact) der. Olumlu ve olumsuz olgular, hep birlikte gerçekliğe (die Wirklichkeit / Reality) denk düşer.81 Bu anlamda gerçeklik kavramı, dünya (die Welt / World) kavramına göre, hem olumlu hem de olumsuz olguları içine alan, daha geniş bir kavramdır. Dünyanın ise doğru bir betimlemesi ancak olumlu olgular yoluyla olanaklı olabilir. Dünyanın sabit yapısı, mantıksal uzamın sınırlarını belirler. Mantıksal uzam içinde şeyler belirli olanaklar uzayı içinde düzenlenebilirler. Mantık bu bakımdan bir anlamda dünyayı kuşatır. Mantık, dünyanın tözü olan nesnelerin, mantıksal düzenleniş biçimlerini belirler. Nesnelerin bu şekildeki düzenlenişlerine olanak tanıyan, şey durumunun yapısıdır. Nesnelerin olanaklı düzenlenmeleri, dünyanın biçimidir.82 Bu da dünyanın mantıksal uzam içindeki olgulardan meydana geldiği demektir.83 Şey durumlarının olanağı, onun mantıksal yapısı gereği, şeyde zaten ayırt edilebilir.84 Bir olgu karmaşık bir yapıda olabilir. Karmaşık bir olguyu çözümlersek, daha öte bir olguya çözümlenemeyecek olan, yalın bir olguya ulaşabiliriz. Dünya tikel olguların bir toplamıdır. Onlar daha başka olgulara ayrıştırılamayan atomik olgulardır, nesneler ya da basit birimler arasındaki ilişkilere tekabül ederler. 85 Bu basit ilişkiler tikel nesnelerin bize verilmesiyle kurulur. Wittgenstein, tikel nesnenin mantığından ileride göreceğimiz bölümde temel önermelerin mantığını çıkarsayacaktır. 80 Bkz.: Grayling, a.g.e., s.60 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 2.06 82 Bkz.: Utku, Ludwig Wittgenstein Erken Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe, s.51 83 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 1.13 84 Bkz.: a.e.. 2.012 85 Bkz.: Hadot, a.g.e., s.35 81 24 "Tikel nesne çok dikkat çekici bir fenomen. "Bütün nesneler” yerine şöyle diyebiliriz: Bütün tikel nesneler. Eğer bütün tikel nesneler veriliyse, “bütün nesneler" verilidir. Kısacası tikel nesnelerle bütün nesneler verilir…"86 Tikel nesneler arasında kurulan en basit ilişkilere tekabül eden atomik olgularla birlikte, dünyanın karmaşık yapısı doğru bir şekilde çözümlenebilir. Dünyanın varlığının bağımlı olduğu olmazsa olmaz, oluşturucu öğeler nesneler ve bu nesnelerin en basit şekilde yer aldığı durumlardır. Nesnelerin ve onların en basit durumlarına tekabül eden şey durumları, dünya olgularının sonsuz karmaşıklarının temelinde yer alır.87 Şeyler ancak içerisinde belirli ilişkilerde yer aldıkları durumlar ekseninde düşünülebilir. Böylece, Wittgenstein’ın TLP’deki ilk değinisi olan, dünyanın durum olan her şeyden oluştuğu yönündeki tezine ulaşırız. Dünyanın tözü olarak nesneler durum olan her şeyin olanağını içerirler. Bu nesnenin biçiminden kaynaklanır, nesnenin biçimi onun kendisine ilişkin bir gerçek değildir. O bu biçime şey durumlarının bütün olanaklarını içeriyor olmasıyla sahip olur.88 Dünya olguları da bize neyin durum olduğunu ve neyin durum olmadığını söyler. Bu anlamda dünya olguların toplamı olarak karşımıza çıkar, şeylerin değil.89 Peki, Wittgenstein'ın işaret ettiği dünya yalnızca nesnelerden mi meydana gelir? Dünyanın içinde bir de “ben” vardır. “Ben” dünyanın içerisinde olduğum gibi bir de benim gibi diğer insanlarda bu dünyanın içerisinde değil mi? Dünyayı yukarıdaki şekilde betimlersek diğer insanlar, hayvanlar ve diğer bütün şeyler birer nesne olarak karşımıza çıkar. Bir tek benim dışımda, çünkü dünyaya yukarı da anlatıldığı şekliyle henüz özne olarak bir “ben” girmez. Şuan açısından bu “ben” fikrini tezin eşik konum olarak ele alınacak olan bölümüne bırakıyoruz. Fakat hemen burada belirtmeliyiz ki, yukarıdaki değiniler, bize dünyanın mantıksal yapısını 86 Wittgenstein, Notebooks (1914-1916), 11.7.6 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 4.2211 88 Bkz.: Utku, Ludwig Wittgenstein Erken Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe, s.64 89 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 1, 1.1, 1.12 87 25 anlatma işlemini yerine getiriyor ve bir “ben” olmadan şuan yukarıda betimlendiği şekliyle dünyaya bakarsak, bir taş yığınından başka bir şey göremeyiz. Bu betimlemenin şeklide bize ancak onların nasıl olduğunu söyleyebilir.90 Bu yüzden “ben”in, dünyayla ilişkiye girdiği eşik konuma geçmeden henüz dünyayı tamamlanmış şekilde düşünmeyelim ve çalışmanın ilerleyen bölümleriyle bağlantılı olarak bu bölümün içeriğinin oluşturulduğu gerçeğini göz ardı etmeyelim. 1.4.2. İkinci Basamak: Gerçekliğin Bir Modeli Olarak Düşünce Tractatus merdiveninde ilk basamakta dünyanın ontolojik temelleri atıldıktan sonra, ikinci bir basamak olarak ayaklarını toplam gerçeklik olarak dünyaya dayandıran ve onu olduğu şekliyle temsil edebilmenin olanaklarını sağlayan genel resim teorisini (die Bildtheorie / picture theory) temellendirme işlemine geçilir. Genel resim teorisi ile dilin işlevi nedir sorusu cevaplanarak, dil ve dünya arasında bir mantıksal yapı ortaklığının olduğu varsayımı temellendirilmeye çalışılır. Dilin işlevi betimsel bir işlevdir. Dil dünyayı doğru ya da yanlış olarak betimleyebilir. Bir şey söylemek, TLP’nin içeriği bağlamında dünya gerçekliğine dayanan bir durumu betimlemektir (die Abbildung / depiction). Bu bağlamda söylenebilir olan her şey, dünyaya dair betimleyici bir içeriğe sahip olduğu için genel anlamda “nasıl?” sorusunun cevapları olarak karşımıza çıkarlar.91 Wittgenstein, genel resim teorisi kuramını temellendirirken, Paris’te bir mahkeme salonunda bir otomobil kazasının kuklalar aracılığıyla temsil edilebilmesi, her sözcüğün yerine geçtiği şeyin bir temsili olduğu hiyeroglif yazı ve eskrim yapan iki insanın temsil edildiği bir resim örneklerini verir.92 Bu örnekler var olan bir durumun bir model uyarınca temsil edilebildiğinin göstergesidir. Bu modelleyici ilişki aynı zamanda doğruluk işlevi (die Wahrheitsfunktion / truth function) denen şeyin doğasını oluşturur. Doğruluk ve yanlışlık sorununa dair çözüm resmin mantığında temellenir. Buraya kadar olan bölümde genel resim teorisi ancak bize 90 Bkz.: Soykan, Felsefe ve Dil, s.43 Bkz.: Taylan Altuğ, Modern Felsefede Metafiziğin Elenmesi Yirminci Yüzyılda Felsefe, E.d. Ahmet Şükrü Kılıç, 2.b.s., Ankara,Ebabil Yayıncılık, 2006, s.48 92 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks, 29.9.14 91 26 doğruluk-işlevleri hakkında bir parça bilgi verir.93 Doğruluk-işlevleri konusunu daha ayrıntılı şekilde üçüncü basamakta mantık teorisi ekseninde açmaya çalışacağız. Mantıksal yapı iskelesi resmin mantığı uyarınca kurulur. Burada unutulmaması gereken önemli bir nokta Almanca metinde kullanılan “bild” kavramının yalnızca resim (Picture) değil, aynı zamanda model anlamına da sahip olduğudur.94 Almanca bir terim olan "bild" resimler ve soyut modeller arasında belirsiz bir kullanıma sahiptir. Wittgenstein, genel anlamda sembolik temsil kuramını, fiziksel sistemdeki değişik olanakların bir model uyarınca mümkün çeşitlemesini güvenilir biçimde yansıtabilecek, gerçekliğin bilimsel bir model formunun oluşturulabileceği iddiasında bulunan ünlü fizikçi Heinrich Hertz’den alır. Wittgenstein bu kısa açıklamayı TLP’de detaylı bir biçimde inceleyerek kendi genel sembolik temsil teorisini kurar.95 Bu anlamda temsil mekanizmasının temelleri modelleyici ilişkilerin mantığında anlam kazanır.96 Çünkü bir model, modeli olduğu şeyle birebir uygunluk içindedir, modellediği şeyden ne daha azını ne de daha çoğunu ortaya koyabilir. Bu anlamda daha önce de belirttiğimiz gibi resim kuramı gerçekliğin belirli bir modelini çıkarmamıza yardımcı olur. Bu bir model olduğu için ancak bize onun oluşturucu öğelerinin nasıl olduğunu gösterir. Bu anlamda çalışmada henüz hiçbir şeyin ne olduğuna dair bir soru ve sorunla karşılaşmayız. Genel resim teorisi ekseninde ortaya koyulan temsil mekanizmaları, her bir basamakta birbirine bağlanarak ilerler. Öncelikle genel resim teorisinde bir resmin resimlediği şey dünya olguları yani gerçekliktir. Wittgenstein, “Olguların kendi kendimize resimlerini yaparız.”97der. Bir düşünce gerçekliğin zihinsel bir resmi olarak, gerçeklikte var olan bir durumu temsil eder. Aynı şekilde zihinde temsil edilen bir durumun resmi, dilde ifade edilerek yazılı ya da sesli duyumsanabilir bir gösterge kazanır ve gerçeklikte var olan bir durumu aynı şekilde temsil eder. 93 Bkz.: a.e., 20.10.14 Bkz.: Pears, a.g.e., s.79 95 Bkz.: Glock, a.g.e., s.298 96 Bkz.: Stephen Toulmin-Allan Janik, Wittgenstein’ın Viyanası, E.d. Ekrem Ayyıldız, Çev. Hüsamettin Arslan, 1.b.s, Paradigma Felsefe Serisi: 41, İstanbul, Paradigma Yayınları, 2008, s.213,214,215 97 Wittgenstein, TLP., 2.1 94 27 Gerçeklikte var olan şeylerin belirli tarzda bağlantı içinde olmaları, resmin öğelerinin aynı ilişkilerde yer alarak, resimleme biçimi (die form der Abbildung / pictural form) ile temsil edilebilmesinin olanağını oluşturur. Bu olanak resmin yapısından kaynaklanır.98 “Resmin öğelerinin birbirleriyle belirli bir tarzda bağlantı içinde olmaları, şeylerin birbirleriyle öyle bir bağlantı içinde olduklarını temsil eder. Resmin öğelerinin bu bağlamına onun yapısı, bu bağlamın olanağına da resmin resimleme biçimi denir.”99 Wittgenstein’ın dil ve dünya arasında mantıksal bir yapı benzerliği bulunduğu yönündeki varsayımının temellerini attığı genel resim teorisi olarak bilinen kuramının temel tezi, dünya gerçekliğini temsil eden zihinsel resimlerin aynı şekilde önermeler aracılığı ile dilde ifade edilerek, bu önermelerin dilsel birer resim olma karakterine sahip olacakları yönündedir. Bu anlamda resim, gerçekliğin bir modeli olarak karşımıza çıkar.100 Wittgenstein açısından, “Bütün temsillerin, dilimizin tüm resimsel karakterinin olanaklılığı resmin mantığında temellenir.”101 Dünyanın yapısı üzerine olan bir önceki bölümde, Wittgenstein’ın dünyayı olguların toplamı olarak gördüğünü söylemiştik. Wittgenstein’ın ikinci basamağa dair ilk değinisi ise olguların resimlerini yaptığımız şeklindedir.102 Bir olgunun oluşturucu öğeleri olan nesneler belirli bir tarzda bir araya gelerek bir “şey durumu”nu oluşturur. Bir olgunun öğeleri olan nesnelere karşılık, bir resmin öğeleri denk gelir.103 Bir olgu içinde nesnelerin belirli bir tarzda bağlantı içinde olarak bir olguyu meydana getirmesi gibi, aynı şekilde resmin öğeleri de birbirleri ile belirli tarzda bağlantılara sahip olarak resmi meydana getirir.104 Resmin öğeleri arasındaki 98 Bkz.: Marie McGinn, “Saying and Showing and the Continuity of Wittgenstein’s Thought”, The Harward Review of Philosophy, Sayı:9, ‘y.y.’, 2001, s.29 99 Wittgenstein, TLP., 2.15 100 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 2.12 101 a.e., 4.015 102 Bkz.: a.e., 2.1 103 Bkz.: a.e., 2.13 104 Bkz.: a.e., 2.14 28 bir bağıntı, nesnelerin olanaklı bir düzenlenmesini temsil ettiği kadarınca, olgusal bir resim olma özelliğine sahiptir. Bu bağlamda Wittgenstein “Resim, bir olgudur.” der.105 Burada yine TLP’nin temel varsayımı ile karşılaşırız. Dil ile dünya arasında mantıksal bir yapı ortaklığı olduğu yönündeki bu temel varsayım, dünyanın bir model tasarımını bize verebilecek resmin mantığını da temellendirir. Dil böylece resimsel bir ilişki (die abbildende Beziehung / pictural relationship) ile dünyaya bağlanır.106 Şey durumlarının oluşturucu öğeleri ile resmin öğelerinin karşılıklı konumları birbirlerine denk şekilde biri diğerinin modeli olma özelliğine sahip olarak resimleyici ilişkiyi meydana getirir.107 Resim ile açığa çıkardığı şey arasındaki, resimsel ilişkiyi mümkün kılan yapı özdeşliği olasılığı resimsel biçimi oluşturur.108 Resim ile resimlenen arasındaki mantıksal yapı ortaklığı bir olgunun resim olabilmesinin temel koşuludur. Bu bağlamda Wittgenstein’a göre, “Bir olgunun bir resim olabilmesi için, resimlediği ile ortak bir şeye sahip olması gerekir.”109 Resim ve resimlenen şey arasındaki mantıksal yapı ortaklığı, dünya olgularının birer resim olarak ele alınmasına olanak tanır. Bu olanak resmin gerçeklik ile olan, resim kurma biçimi ilişkisinde temellenir. Böylece resim biçimine sahip olduğu her gerçekliği betimler ve resimleme biçimi ile mantıksal biçim uyuşarak mantıksal resimleri (die logische Bild / logical picture) meydana getirir.110 Her resmin işaret ettiği şeyle ortak bir yapıya sahip olabilmesinin temel koşulu resimsel biçimdedir. Bu koşul sağlandığı sürece ancak model olan bir resmi meydana getirebilir. Bir resmin resim olabilmesi için gerekli mantıksal koşulları yerine getirmesi gerekir.111 105 a.e., 2.141 Bkz.: Grayling, a.g.e., s.61 107 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 2.1514 108 Bkz.: Grayling, a.g.e., s.66 109 Wittgenstein, TLP., 2.16 110 Bkz.: a.e.,2.17,2.171,2.18,2.181 111 Bkz.: Grayling, a.g.e., s.67 106 29 Mantıksal bir resimde düşünülebilir olan bir şey temsil edilir. Bir mantıksal resmin olanaklı bir şey durumunu temsil edebilmesinin olanağı iz-düşüm kurallarıyla birlikte belirlenir. İz-düşüm kuralları mantıksal uzamdaki bir resmin yerini belirleyerek bu resmin doğruluk ve yanlışlığını belirleyebilmek için gerçeklikle karşılaştırmasına olanak tanır. Dünya ile iz-düşümsel bağıntıda var olan bir temsil sisteminin olanakları ile mantıksal uzamda bir yer onu temsil eden bir düşüncenin yerine denk düşer. Düşünce mantıksal uzamda bir yer belirleyerek, düşüncenin temsil ettiği şeyin gerçeklikle karşılaştırılarak doğruluk ve yanlışlık koşullarını sağlamasının olanaklarını belirler.112 “Her resmin hangi biçimde olursa olsun, -doğru ya da yanlış- resmini betimlemek için gerçeklikle ortaklaşa sahip olması gereken, mantıksal biçim; yani gerçekliğin biçimidir.”113 Dil ve dünya arasındaki iz-düşümsel bağ düşünceyle birlikte bir olanak kazanır. Genel resim teorisinde resim ve onun resimlediği şey arasındaki bağıntı, düşünce ve onun mantıksal resmi olduğu şey durumu arasında da benzer şekilde kurulur. Şey durumları zihinde onların bir modeli olarak bir resimle birlikte bir temsil içeriğine sahip olur. Düşünülmekte olan şey durumu, temsil mekanizmasıyla içsel bir bağıntıya sahiptir. Bu içsel bağıntı, zihnimde ortaya çıkan temsilin, hakkında düşünülen şey durumu olduğunun a priori bir güvencesidir. Bu anlamda resim, temsil mekanizmaları gereği gerçekliğe bağlanır.114 Wittgenstein buradan hareketle “Böylelikle resim gerçeklik ile öyle bağlıdır; ona dek uzanır.” diye belirtir.115 Bir resim gerçeklikle olan içsel bağıntısı sebebiyle, gerçekliğin bir modeli olarak, olanaklı bir şey durumunu temsil eder. Bir resmi görür görmez onun temsil ettiği durumunun neyi ifade ettiğini biliriz. Bu anlamda bir şey durumunu temsil eden yazılı, görsel ya da sesli duyumsanabilir göstergeyi algıladığımızda, onun 112 Bkz.: Utku, Ludwig Wittgenstein Erken Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe, s.117 Wittgenstein, TLP., 2.18 114 Bkz.: Utku, Ludwig Wittgenstein Erken Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe, s.121 115 Wittgenstein, TLP., 2.1511 113 30 temsil ettiği şey durumunu hemen anlarız. Bu aynı zamanda temsil edilen durumun doğru olduğunda nasıl olduğunun ve aynı zamanda yanlış olduğunda nasıl olduğunun da, bu göstergeler algılandığında, bilinebileceğinin göstergesidir. Anlam (der Sinn / sense), bu açıdan doğruluk ve yanlışlıktan öncedir. Bu ilişki değilleme (die Negation / Negation) gizemi denilen kuramda temellenir. Bir gösterge aynı zamanda o göstergenin değillemesi ile aynı anlama sahiptir. Bir resmin, mantıksal bir yer belirlediğini söylemiştik. Bu anlamda, bir resmin değillemesi ve kendisi aynı mantıksal yere işaret eder. Doğruluk ve yanlışlık ise henüz hiçbir içeriğe sahip değildir. Temsil edilen bir şey durumu, yönletim yaptığı gerçeklikle karşılaştırıldıktan sonra ancak doğruluk ve yanlışlık bir içerik kazanır. Temsil edilen şey durumu gerçeklikle uyuşuyorsa doğru, uyuşmuyorsa yanlıştır.116 “Bir resim aracılığı ile bile, bir temsili sunmanın farklı tarzları vardır ve temsil eden şey yalnızca gösterge ya da resim değil, ama ayrıca temsil metodudur. Tüm temsile ortak olan şey, onların uygun ya da uygunsuz, doğru ya da yanlış olabilmeleridir.”117 Bir resim biçimine sahip olduğu her türden gerçekliği betimleyebilmesine rağmen, kendi resimleme biçimini betimleyemez. Fakat resimlenme biçimi kendi yapısında yansır.118 Çünkü bir resim temsil ettiği şeyi dışarıda bırakarak onu betimleyebilir. Ancak resim kendisini kendi temsil etme biçiminin dışına koyamaz. Modelleyici ilişkide gereksinim duyduğumuz şey, gerçekliğe dair herhangi bir durum ve bu durumu temsil eden, onun bir modeli olan bir temsil mekanizmasının öğeleridir. Fakat modelleyici ilişkinin kendisini betimleyebilmek için onun dışında olan bir şeye daha ihtiyaç duyarız. Bir modelleme tarzı kendini dışarıda bırakamayacağı için modellenemez. Ancak, o herhangi bir model ilişkisinde kendini gösterebilir, daha doğrusu o bu ilişkide yansır.119 Wittgenstein, böylece söylemek ve göstermek arasında bir ayrıma gider. Bir tarafta dile getirebildiğimiz ve mantıksal 116 Bkz.: a.e., 2.21, 2.22, 2.221, 2.223 Wittgenstein, Notebooks, 30.10.14 118 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 2.172 119 Bkz.: a.e., 2.173, 2.174 117 31 modellerini çıkarabildiğimiz yani resimleyebildiğimiz dünyadaki nesnelerin belirli düzenlenmelerinden oluşan şey durumları varken, öbür tarafta da yalnızca bu resimlemenin kendisinde yansıyan ancak hakkında konuşamadığımız (worüber nicht gesprochen kann / that which can not be spoken about) resmin biçimi vardır.120 Genel resim teorisine dair belirli argümanları yerli yerine yerleştirdikten sonra düşünceler ve onların dile getirilişleri arasında nasıl bir ilişkinin olduğunu incelemeye çalışalım. Wittgenstein TLP’nin hemen önsözünde düşünce ve düşüncelerin dile getirilişleri arasında bir ayrımdan bahseder. Kitabın asıl işlevinin düşüncenin kendisinden çok bu düşüncelerin dile getirilişlerine bir sınır çekme işlemi olduğunu söyler.121 Buradaki ayrımla birlikte düşünce açısından felsefi çalışmanın sınırlarını da bir açıdan kavrayabiliriz. Düşüncenin olanağı düşünceyi sınırlandırabilmesine rağmen, düşünce, düşüncenin olanağını sınırlandıramaz. Düşüncenin kendisine bir sınır çekebilmenin yolu, bu sınırın her iki yanını da düşünebilmekten geçer. Felsefe çalışması böylece ancak ifade edilebilir olana bir sınır çekebilir. Düşüncenin kendisini, düşünülebilir olmayanı düşünemeyeceği için sınırlandıramaz. İfade edilebilir olanın sınırı böylece mantıksal yapı iskelesinin ilk basamağı olan dünyanın mantıksal biçimiyle aynı olanaklar uzayının yapısıyla ortaklaşır. İfade edilebilir düşünce ve düşüncenin olanağı arasındaki ayrım ifade edilebilir bir düşüncenin olgulara bağlı olmasından kaynaklanır. Düşüncelerin dile getiriliş olanaklarını, önermenin kendisi içerdiğinden dolayı önerme ve önerme olanağı arasında bir ayrım yapılamaz. Çünkü önerme ve önerme olanağı bir ve aynı şeydir ve önerme düşünceye bağlıdır.122 Düşünce kavramı mantıksal yapı iskelesinde bir geçiş basamağı olarak işlev gösterir. Düşüncenin doğası ve sınırlarına yönelik bir araştırma ise mantık ekseninde yapılır. Mantık düşüncenin doğasını ve sınırlarını araştırır. Çünkü biz gerçekliği 120 Bkz.: Delacampagne, a.g.e., s.54 Bkz.: Wittgenstein, TLP., Önsöz 122 Bkz.: Utku, Ludwig Wittgenstein Erken Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe, s.109 121 32 düşünce içinde temsil ederiz.123 Bu bağlamda düşünce kavramı dünya olgularından bu olguların yazılı, görsel ya da sesli duyumsanabilir göstergelerle temsil edilebildiği dil anlayışına geçişin basamağıdır. Bir düşünce gerçeklikte durum olan herhangi bir şeyin bir mantıksal resmidir. Wittgenstein’a göre, “Olguların mantıksal bir resmi, bir düşüncedir.”124 Wittgenstein’ın olgu (die Tatsache / fact) ve şey durumu (der Sachverhalt / state of affairs) sözcüklerini yaklaşık olarak aynı anlamda kullandığını söylemiştik. Fakat bu yine de ikna edici bir açıklama değildir. Bu bağlamda, tam da bu noktada Russell’ın Wittgenstein’a gönderdiği bir mektuptan bahsetmek konunun anlaşılması açısından yerinde olacaktır. Russell bu mektupta Wittgenstein’a Tractatus’ta anlaşılır olmadığını düşündüğü bazı kavramlar hakkında birkaç soru yöneltir. Bu soruların iki tanesini gündemimize almak buradaki konuyu doğru idrak etmemiz açısından önemli olacaktır. Russell’ın ilk sorusu bizim olgu ve şey durumu olarak çevirdiğimiz ve yaklaşık olarak aynı anlamda kullanıldığını iddia ettiğimiz kavramların farklarının neler olduğudur. İkinci soru ise düşüncenin oluşturucu öğelerinin ve bileşenlerinin açıklanmasına yönelik bir sorudur. “2. Olgu (die Tatsache / fact) ve şey durumu (der Sachverhalt / state of affairs) arasındaki fark nedir?*125 3. ‘Olguların mantıksal resmi bir düşüncedir.’(der Gedanke / thought) Evet, aynı fikirdeyim. Fakat Bir “Gedanke” (Düşünce) bir “Tatsache”dir: (Olgu) Düşüncenin oluşturucu öğeleri ve bileşenleri nelerdir? Ve onların “Tatsache”in (Olgu) resimleri ile ilişkileri nedir?”126 Wittgenstein ise Russell’ın sorularına karşılık şu cevapları verir: 123 Bkz.: Glock, a.g.e., s.199 Wittgenstein, TLP., 3 125 * “Schaverhalt” sözcüğü Tractatus-Logico-Philosophicus’un Ramsey-Ogden versiyonu İngilizce çevirisinde “atomic fact” olarak çevirilmiştir. Biz ise TLP’nin D.F.Pears ve F.McGuinnes çevirisini baz alarak, bu sözcüğü “şey durumu”(State of affairs) şeklinde Türkçe’ye çevirdik. 126 Brian McGuinness, Wittgenstein in Cambridge: Letters and Documents 1911-1951, E.d. Brian McGuinness, Oxford, Blackwell Publishing, 2008, From B.Russell 13.8.1919, s.96 124 33 “1. ‘Tatsache ve Sachverhalt arasındaki fark nedir?’ Sachverhalt temel önerme doğru olduğunda ona karşılık gelen şeydir. Tatsache ise, temel önermelerin mantıksal birleşimlerine, bu birleşimler doğru olduğunda karşılık gelen şeydir. Sachverhalt’i tanıtmadan önce ne için Tatsache’i tanıttığım sorusu uzun bir açıklama isterdi. 2. Fakat Bir “Gedanke” (Düşünce) bir “Tatsache”dir: (Olgu) Düşüncenin oluşturucu öğeleri ve bileşenleri nelerdir? Ve onların “Tatsache”in (Olgu) resimleri ile ilişkileri nedir? Düşüncenin oluşturucu öğelerinin neler olduklarını bilmiyorum fakat dilin kelimelerine karşılık gelen oluşturucu öğelerin olması gerektiğini biliyorum. Ayrıca düşüncenin oluşturucu öğelerinin ve olguların resimlerinin ilişki türü alakasızdır. Bunu ortaya koymak ise psikolojinin meselesi olurdu.”127 Bu bağlamda Wittgenstein’ın ilk soruya verdiği cevabı gündemimize alalım. Wittgenstein, TLP’nin ilk değinisinde dünyayı olguların toplamı olarak betimlemişti. Bu betimlemeyi, olgu ve şey durumu ifadelerini yaklaşık olarak aynı anlamda düşünecek olursak, dünyanın durum olan her şeyden oluştuğu şeklinde de ifade edebiliriz. Wittgenstein’a göre olgular negatif ya da pozitif olarak ayrılabilirler. Bu bağlamda bir olgu, şeylerin bir durumunun var olması ve var olmaması olarak, dünyada aynı yere işaret eder. Pozitif bir olgu bir şey durumunun var olmasını, negatif bir olgu ise bir şey durumunun var olmamasını ifade eder. Bu bağlamda şeylerin basit düzenlenişleri olarak tanımlayabileceğimiz “şey durumu” kavramını, “olgu durumu” olarak da karşılayabiliriz. Wittgenstein açısından “Tatsache” genel anlamda içinde karmaşık ilişkilerin de yer alabileceği bir olguyu ifade ederken “Sachverhalt” ise daha basit şekilde bir olgu olarak, bir temel önerme doğru olduğunda ona karşılık gelen, bir şey durumunu ifade eder. Şey durumu da bu bağlamda, zaten bir olgudur. Wittgenstein’ın Russell’ın sorduğu ikinci soruya verdiği cevap ise, düşüncenin oluşturucu öğelerinin neler oldukları sorusunun felsefi çalışmaya konu edilemeyeceğine yönelik bir cevaptır. Anscombe’ye göre Wittgenstein için düşüncelerin oluşturucu öğelerinin ne olduğuna yönelik soruyu ortaya koymak, 127 a.e., to B.Russell 19.8.1919, s.98-99 34 emprik bir araştırma konusudur. Hem düşüncenin oluşturucu öğelerinin ne oldukları hem de onların olgularda ortaya çıkan “nesneler” ile nasıl bir ilişkide oldukları Anscombe açısından şunu ifade eder: Nesneler dilde adlar tarafından belirlenmiştir.128 Bu bağlamda Wittgenstein açısından düşünceler, olgular ve onların sesli ya da sözlü ifadeleri açısından, bir geçiş basamağı olarak değerlendirilir. Bir düşüncenin doğru olup olmadığını ölçebilmek için ise gereksinim duyduğumuz şey onun gerçekliğe dair olanaklı bir durumu temsil ediyor olmasıdır. Düşünce böylece gerçeklikle karşılaştırıldığında doğru ya da yanlış olur. Bu anlamda doğru düşünceleri toplarsak dünyanın doğru bir resmini elde edebiliriz.129 Düşünce gerçeklikle karşılaştırıldığında ancak doğruluk ve yanlışlığa ulaşabildiğimiz için bir düşüncenin kendinden doğru ya da yanlışlığı hiçbir şekilde ortaya çıkmaz. “Bir düşüncenin doğru olduğunu a priori olarak bilebilmemiz için, ancak doğruluğunun düşüncenin kendisinden (karşılaştırma nesnesi olmaksızın) belli olması gerekirdi.”130 Mantıksal yapı iskelesinin birinci basamağında dünya olduğu şekliyle olguların toplamı olarak belirlendikten sonra, dünyanın olduğu şekliyle çözümlenmesi işlemi aynı şekilde düşünceye uygulanır. Düşüncenin sınırlarını çizme işlemi ancak bu düşüncelerin ifade ediliş şekilleriyle olanaklı bir yapıya sahip olur. Böylece dünyanın dışımızdaki bir şey, düşüncenin içimizdeki bir şey olduğu şeklindeki geleneksel görüş yıkılmış olur. Hem dünyanın yapısı hem de düşüncelerin yapısı dilimiz açısından kavranır ve dilimizin mantığı izlenerek dilde ifade edilebilir.131 Mantık böylece dünyanın yapısında kendini gösterdiği gibi düşüncenin olanak uzayında, onun sınırlarında da kendini gösterir. Düşünce, düşündüğü durum olan her şeyin olanağını içerdiğinden dolayı, tüm durumların içinde yüzdüğü 128 Bkz.: Anscombe, a.g.e., s.28 Bkz.:Wittgenstein, TLP., 3.01 130 a.e., 3.05 131 Bkz.: Utku, Ludwig Wittgenstein Erken Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe, s.113 129 35 mantıksal uzayın olanaklarından dışarı çıkamaz. Buradan hareketle Wittgenstein, “Mantıksız olan hiçbir şeyi düşünemeyiz, çünkü öyle olmasaydı mantıksız düşünebilmemiz gerekirdi.” diye söyler.132 1.4.3. Üçüncü Basamak: “Söylenebilen ve Söylenemeyen” Ayrımından Hareketle Olgusal Dilin Yapısı Çalışmamızın başında Wittgenstein’a göre dilsel kullanım alanlarını özel ve genel olarak iki ayrı sınıfta toplayabileceğimizi söylemiştik. Burada belirtmeliyiz ki Wittgenstein, Tractatus içerisinde, dili özel ve genel olarak iki ayrı sınıf içerisinde niteleyerek konuşmaz. Fakat Wittgenstein'ın Tractatus’ta dilin sınırlarından bahsederken gerçekte kast ettiği olgusal dildir.133 Bu bağlamda Wittgenstein'ın TLP’deki temel işi bu olgu dilinin sınırlarını çekebilmektir. Wittgenstein TLP’de olgusal dilin sınırlarını, söylenebilen ve söylenemeyen arasında bir ayrım yaparak belirlemeye çalışır. Söylenebilen, yukarıda özel olarak nitelediğimiz olgusal dilin anlam-lı önermelerinden oluşan bölümüdür. Bu olgusal dil yalnızca bilimler (doğa bilimleri) tarafından kullanılmakla birlikte betimsel bir işleve sahiptir. Dünya olguları anlam-lı önermeler tarafından tasvir edilir. Olgusal olan ifadeler dünya olguları ile karşılaştırılarak doğruluk değeri alabilirler. Söylenemeyenler ise genel anlamında dilin olgusal dilden farklı olan, diğer bütün farklı kullanım alanlarına denk düşer. Bu kullanım alanları ise etik, estetik, dinsel söylemler, geleneksel felsefenin kullandığı dil, gündelik dil, TLP’nin metafizik dili, mantık ve matematiksel dil kullanımlarından oluşur. Wittgenstein “söylenebilen-söylenemeyen” ayrımının yanı sıra “söylemek ve göstermek” arasında da bir ayrım yapar. Bu bağlamda mantık ve matematiksel ifadeler hiçbir şey söylememelerine rağmen dilin mantıksal yapısını gösterirler. Ve hiçbir şey söylememelerine rağmen bu ifadeler doğruluk değeri alabilirler. Wittgenstein mantık ve matematiksel ifadeleri “anlam-sız” olarak nitelendirir. Bu 132 133 Wittgenstein, TLP., 3.03 Pears, a.g.e., s.52 36 bağlamda, mantık ve matematiksel ifadeleri ayrı bir konumda ele alarak inceler. Wittgenstein mantık ve matematiği anlamsız kavramıyla diğer türden olan söylenemeyenlerden ayırır. Diğer türden olan söylenemeyenler ise filozofa göre anlam-dışıdır. Wittgenstein olgusal dilin sınırlarını çekerken, dilin diğer türden olan bütün kullanım alanlarıyla uğraşmaz. Onun, TLP’deki çabası bütün dili, dünya olgularının tasvirini veren doğa bilimlerinin diline indirgemek değildir. Örneğin gündelik dil Wittgenstein açısından kusursuzdur. Bu açıdan TLP’de gündelik dile müdahale etmekten kaçınır. Etik, estetik ve dinsel söylemler, Wittgenstein'a göre yine müdahale edilmemesi gereken dilsel kullanım alanlarıdır. Wittgenstein'ın Tractatus’ta olgusal dilin yanında, sıkıntılı gördüğü ve üzerine tartıştığı diğer dilsel kullanım alanları doğruluk değeri alabilen mantık ve matematiğin biçimsel ifadeleridir. Bu açıdan bakıldığında, Wittgenstein’ın TLP’de olgusal dile bir sınır çekme isteği, onun bilimsel olma iddiasında bulunan ama bilim dışı olan kullanımları bu alandan temizleme isteğidir. Yani Wittgenstein diğer dilsel kullanım alanlarından, bilim dilinin sınırlarına doğru taşmaların önüne geçmek ister. Bu tarz taşmalar ise kendini en belirgin şekilde geleneksel felsefe dilinde gösterir. Doğa bilimlerinin olgusal diline böylesi bir istekle sınır çekilerek, bu konu olduğu yerde bırakılır. Bunu TLP'nin sonuna doğru daha belirgin şekilde görebiliriz. Çünkü Wittgenstein burada daha önemli bir bölüm olarak nitelendirdiği bir bölümden bahseder; yani “mistik olan”dan. Wittgenstein'ın TLP'deki çabasını bu isteği de göz önünde bulundurarak değerlendirmeye devam edelim. Söylenebilen ve söylenemeyen arasında bir ayrımla birlikte Wittgenstein açısından tüm dilsel ifadeler anlam açısından üç farklı başlık altında toplanabilir; 1-) Anlam-lı ifadeler: Dünya olgularını tasvir eden içeriksel önermelerden oluşan doğa bilimlerinin ifadeleri. Bu tarz ifadeler doğruluk değeri alabilirler. (Söylenebilen) 37 2-)Anlam-sız ifadeler: Biçimsel önermelerden meydana gelen ve dünya olgularını tasvir etmeyen matematik ve mantıksal ifadeler. Bu tarz ifadeler doğruluk değeri alabilirler. (Söylenemeyen ama gösterilebilir olanlar.) 3-)Anlam-dışı ifadeler: Etik, estetik, dinsel söylemler, Tractatus' un metafizik ifadeleri. Bu tarz anlam-dışı ifadeler doğruluk değeri alamazlar. (Söylenemeyen) Bu açıdan Wittgenstein'ın erken dönem dil çalışmasını bu bölümde öncelikle anlam-lı ifadelerin yer aldığı olgusal dil açısından ele almanın yerinde olacağını düşünüyoruz. Olgusal dili ise iki farklı bağlamda resim teorisi ve mantık teorisi ekseninde değerlendireceğiz. Bu değerlendirmenin ardından anlam-sız ifadelerin yer aldığı mantık ve matematik dili “söylemek ve göstermek” arasındaki ayrımdan hareketle değerlendirmeye çalışacağız. Dilin diğer tarzda olan anlam-dışı ifadelerini ise tezde eşik konum olarak gördüğümüz bölümde açıklığa kavuşturmak gayesindeyiz. 1.4.3.1. Resim Teorisi Ekseninde Olgusal Dil'in “Anlam-lı” İfadeleri Wittgenstein'ın erken dönem dil araştırmasının temel sorularından biri sınırlarını çekmeyi umduğu olgusal dilin dünyayı nasıl temsil edebildiğine ilişkin sorundur. Bu anlamda Wittgenstein, olgusal dilin ontolojik taleplerini yerine getirebilmek amacıyla, TLP’nin başlangıç önermelerine dünyanın yapısına ilişkin değinilerle başlar. Sonradan üzerine tartışılan düşünce, resim ve dilin yapısıyla ilgili çözümlemelerde uğranılan tüm basamaklar, aslında başlangıç değinilerine, bu bölümde yapılan çözümlemelere gönderim yaparak ilerler. Wittgenstein’a göre olgusal dilin belirgin bir anlamı ifade edebilmesi için belirgin bir yapıya sahip olabilmesi gerekir. Aynı şekilde dünyanın da olgusal dilde temsil edilebilmesinin temel koşulu, onun bu dil ile aynı belirgin mantıksal yapıya sahip olabilmesidir. Olgusal dil dünyayı temsil ettiğine göre, ona bağımlıdır. Bu anlamda TLP'de dünyanın yapısının mantıksal çözümlemesi ilk sırada yer alır. Böylece öncelikle 38 olgusal dilin ontolojik talepleri yerine getirilerek, bu dil temsili bir yapı içerisinde ele alınır.134 Dünyanın yapısına dair yapılan mantıksal ontolojik belirlemelerin ardından, mantıksal yapı iskelesi bir anlamda dünyanın yansıladığı düşüncenin duyusal algılanabilir ifadelerini ortaya koymaya yarayan önermelere bağlanır. Bir önerme içinde, bir düşünce, duyumlar aracılığı ile algılanabilir bir ifade bulur.135 Bu izdüşümsel ilişkinin mantığıyla birlikte olanak kazanır. Dünyanın yapısal olarak ortaya konulmaya çalışıldığı ilk bölümde, dünyanın şeylerin değil, olguların toplamı olduğunu söylemiştik. Bu anlamda dünya olgulardan oluşur. Dünyayı betimleme olanağı ise bu olguları işaret eden önermeler aracılığı ile mümkün olur. Önermenin algılanabilir göstergeleri (sesli ya da yazılı) mümkün bir durumun iz-düşümü olarak kullanılır. Bu bağlamda bir önerme göstergesi gerçeklik ile iz-düşümsel bir ilişkiye sahiptir.136 “Düşünceyi ifade etmemize yarayan göstergeye, önerme göstergesi diyorum. Önerme de, dünya ile iz-düşümsel ilişkisindeki önerme göstergesidir.”137 Wittgenstein dünyanın tözü olarak nesnelere işaret etmişti. Olgusal dilin mantıksal çözümlemesinde ise nesnelerin yerini önerme içindeki adlar karşılar.138 Nesnelerin tek başlarına var olmalarını düşünmenin olanaksız olması gibi, bir adlar sınıfı da tek başlarına bir anlamı dile getirmezler. Anlam ancak nesnelerin belirli tarzda ilişkiler içinde yer aldıkları herhangi mümkün bir olguyu dile getiren (resimleyen) önermeler içinde mümkün olur. Dünyanın olgularının bir nesneler karışımı olmaması gibi, önerme de bir sözcük karışımı değildir. Nesnelerin belirli 134 Bkz.: Utku, Ludwig Wittgenstein: İki Kere Felsefe, s.216,217 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 3.1 136 Glock, a.g.e., s. 315 137 Wittgenstein, TLP., 3.12 138 Bkz.: Anscombe, a.g.e., s.26 135 39 tarzda ilişkilerine tekabül eden bir olgunun eklemli bir yapıda olması gibi, önerme de adların belirli bir bağlamından oluşur ve eklemli bir yapıya sahiptir. 139 Wittgenstein, adların belirli bir bağlamından oluşan ve önermeyi ifade eden önerme göstergesinin de bir olgu olduğunu söyler. Bu belirleme ile birlikte Wittgenstein, önerme göstergesinin bir sözcük olarak algılanmasına yönelik hatalı yaklaşımların önüne geçer. Çünkü önerme göstergesinin bir olgu olduğu, yazının alışılmış ifade etme biçimince örtülür ve özünde yazılı bir önermede, önerme göstergesi bir sözcükten farksızmış gibi görünür. Önerme göstergesi nesnelerin herhangi bir ilişki içinde yer aldığını değil, nesnelerin belirli tarzda yer aldığı bir olgu durumunu dile getirir. Bu bağlamda Wittgenstein, “ “karmaşık ‘aRb’ işareti, a’nın b’yle R ilişkisi içinde olduğunu söyler”, değil: “ a’nın b’yle belirli bir ilişkide, aRb olduğunu söyler.” ”diye belirtir.140 Bu açıdan bakıldığında, önerme açısından anlam ancak bir önermenin bir olguyu temsil ediyor olabilmesiyle sınırlandırılır. Wittgenstein bu bağlamdan hareketle bir önerme göstergesinin bir olgu olduğunu söyler.141 Wittgenstein'ın dünyanın ontolojik olarak yapısının ortaya konulması işlemindeki yalın nesne talebi, anlamın belirgin olması için yalın gösterge (das einfachen Zeichen / simple sign) talebine dönüşür.142 Bu talep ile birlikte gerçekliğin bir model ilişkisi içinde ifade edilebilmesi mümkün olur. Bir önerme içindeki yalın göstergeler adlardır. Ancak nesnelerin belirli bağlantılar içinde yer aldıkları durumlar, adların belirli bağlantılarından oluşan önermeler içinde betimlenebilir. Bu anlamda bir önerme ancak emprik içeriğe sahip bir olguya işaret ediyor ise bir anlama sahiptir. Bir sözcük tek başına hiçbir anlamı ifade etmez. Wittgenstein’a göre, ancak "Durumlar betimlenebilir, adlandırılamaz. (Adlar noktalara benzer, önermeler ise oklara, onların anlamı vardır.)"143 139 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 3.141 a.e., 3.1432 141 Bkz.: a.e., 3.14, 3.142 142 Bkz.: a.e., 3.23 143 a.e., 3.144 140 40 Wittgenstein önerme ve onun oluşturucu öğeleri olan adları, anlam (der Sinn / sense) ve yönletim (die Bedeutung / meaning) ilişkisi bağlamında birbirinden ayırır. Yalnızca olanaklı bir olguyu temsil eden bir önerme bir anlama sahiptir. Bir ad ise ancak kurucu öğesi olduğu o önerme bağlamında bir yönletime sahiptir.144 Wittgenstein bu ayrım ile birlikte önerme ve onun oluşturucu öğesi olan adların gerçeklik ile ilişkisini ortaya koyar. Önermeler birer ad değillerdir. Çünkü eğer bir ad olsalardı, gerçeklikte onlara denk düşecek mantıksal nesnelerin var olması gerekecekti. Adlar ise gerçeklikte var olan nesnelere yönletim yaparlar. Gerçeklikte bir önermeye tekabül eden şey, onun doğru mu yoksa yanlış mı olduğuna bağlıdır. Yani bir önermenin doğruluk koşulları ancak gerçeklikle karşılaştırıldığında belirlenebilir. Bu bağlamda önerme henüz gerçeklikle karşılaştırılmaksızın çift kutuplu olarak bir anlamı (der Sinn / sense) ifade eder. Yani bir önermeyi anladığımızda onun doğru olduğunda veya yanlış olduğunda neyin durum olduğunu karşılaştırma nesnesi olmaksızın bilebiliriz. Önermenin yönletimi (die Bedeutung / meaning) ise gerçekten ona tekabül eden olgudur.145 Wittgenstein bir önermenin ancak emprik içeriğe sahip bir olguya işaret ettiğinde bir anlamının olması öncülünden hareketle, olgusal dilin sınırlarına dair temel bir ilkenin tespiti işlemine yönelir. Temsil edilen şey (gerçeklik) ile onun temsili modeli, yani onu olduğu şekliyle betimleyen bir resmi (önermeler) arasında yapısal olarak bir özdeşliğin olması gerekir. Bu yüzden gerçekliğin temsil edilebilmesi için, kendileri yoluyla gerçekliği temsil etmek istediğimiz önermelerin gerçeklik ile aynı yapıda olması gerekir. Yani önermenin öğeleri ile gerçekliğin öğeleri yapısal olarak aynı ilişkiler içerisinde yer almalıdır. Bu ilişkiye olanak sağlayan temel ilke ise, bir önceki bölümde gerçekliğin mantıksal resimlerine olanak sağlayan temel ilke ile aynıdır. Bu da resim teorisini oluşturan olgusal dilin resimleme biçimidir.146 Bu bağlamda resim teorisi ekseninde “anlam-lı” bir önerme 144 Wittgenstein, TLP., 3.3 Bkz.: Wittgenstein, Notes on Logic, s. 93-94 146 Bkz.: Hadot, a.g.e., s.27 145 41 dünya olgularının mantıksal bir resmi olarak değerlendirilir. Wittgenstein açısından "... Önerme ancak bir resim olması kadarıyla bir şey söyler."147 Wittgenstein’ın TLP’deki önerme çizgisini takip edecek olursak, dünyanın daha öte çözümlemeye imkan vermeyen en küçük yapı taşlarını ortaya koyma çabası, aynı şekilde dünyanın temsil edildiği dilde de kendini gösterir. Dünyanın tözü olan nesnelere karşılık, dilde daha öte çözümlemeye imkan vermeyen adlar denk düşer.148 Adların bir bağlamı, zincirlemesi en yalın önerme şekli olan temel önermeleri meydana getirir. Dünya olgularının karmaşıktan en basite doğru giden çözümlemesinde, nesneler arasındaki basit birimsel belirli tarzda ilişkilerin yer aldığı atomik olgu durumlarına ulaşmıştık. Bu basit ilişkiler bize tikel nesnelerin verilmesi ile kuruluyordu. Dilde ise tikel nesneleri, dilin en küçük yapı taşları olan adlar karşılar. Dünyanın en basit olguları olan atomik olgulara, önermenin en basit şekli olan, temel önermeler denk düşer. Bu bağlamda olgusal dilin bir anlamı dile getiren en küçük birimleri temel önermelerdir. (der Elementersatz / elemantary proposition) Bir önermenin oluşturucu öğeleri olan adlar birbirleriyle belirli tarzda bağlantılı olarak temel bir önermeyi meydana getirirler. Bir önerme içinde sözcükler ancak belirli bağlantılarla düzenlenerek bir anlamı ifade edebilir. Wittgenstein’a göre, “Temel önermeler adlardan oluşur. Adların bir bağlamı, birleşimidir.”149 Wittgenstein’ın kurmaya çalıştığı mantıksal yapı iskelesinin üçüncü basamağı olan, olgusal dilin kurucu öğeleri, temel önermelerdir. Temel önermelerin varlığını, mantığın uygulamaları ortaya koyar. Uygulamaya bağlı olan, önceden mantık ile ortaya çıkarılamaz.150 Olgusal dilin temelleri a priori olarak temel önermeler aracılığı ile kurulur. Mantığın a priori uygulamaları olgusal dilin temel önermelerden meydana geldiği düşüncesini ortaya koyar. Dilin kendisinden yola çıkarak temel önermelerin varlığı ortaya koyulamaz.151 Wittgenstein’a göre, “Temel önermelerin 147 Wittgenstein, TLP., 4.03 Bkz.: Anscombe, a.g.e., s.26 149 Wittgenstein, TLP., 4.22 150 Bkz.: a.e., 5.557 151 Bkz.: Çakmak, Logico-Philosophicus’un Temel Özellikleri, s.182 148 42 var olmaları gerektiğini saf mantıksal gerekçelerle biliyorsak, bunu, önermeleri çözümlenmemiş biçimleriyle anlayan herkes bilmelidir.”152 Wittgenstein’ın mantık araştırmasının temelini oluşturan, dünyanın ve dilin aynı mantıksal yapıya sahip olduğu şeklindeki varsayımı, bir anlamda adların bir yönletimi ve temel önermelerin bir anlamının olduğu varsayımıdır. Mantıkta, hiçbir şekilde herhangi bir mantıksal olgu ya da mantıksal bir objenin deneyimi varsayılmaz. Wittgenstein, adların bir yönletimi, temel önermelerin de bir anlamı olduğu şeklindeki varsayımdan kalkarak, bir önermenin çift kutuplu resimler olduğu şeklindeki görüşe ulaşır. Bu görüş, temellerini mistik bir şeyden alır. Bu mistik bir deneyimdir. Dünyanın var olmasının deneyimidir. Yani dünya üzerinde basit nesneler vardır. Biz de onlara yönletim yapan adlar veririz.153 Böylece Wittgenstein’ın ortaya koymaya çalıştığı mantıksal dilin anlam kuramı ortaya çıkar. Temel önermeler belirli bir anlamı ifade eden en küçük ve birbirinden bağımsız birimlerdir. Bir temel önermenin varlığından yola çıkarak başka bir temel önermenin var olduğunu söyleyemeyiz. Bir temel önermenin karşılık geldiği olgu mevcutsa doğru, değilse yanlıştır. Böylece dünyanın tam bir betimlemesi bütün temel önermelerin verilmesi ve bunlardan hangilerinin doğru hangilerinin yanlış olduğunun ortaya konulması ile mümkün olabilir. 154 Böylece temel önermelerin doğruluk koşulları, onların her birinin birbirinden bağımsız olarak ortaya koydukları olguların var oluş ve var olmayış olanaklarına bağımlı hale gelir.155 Dünyanın yapısal çözümlemesinde nesneden atomik olgulara, oradan da karmaşık olgulara doğru ilerleyen yapısal kuram, Wittgenstein’ın ortaya koyduğu mantıksal dilde, adlardan temel önermelere, oradan da karmaşık önermelere doğru ilerler. Karmaşık önermelerin doğruluk koşulları çözümlendiklerinde ulaşılan en basit şekilde adların bir bağlamı olan temel önermeler aracılığı ile belirlenir. 152 Wittgenstein, TLP., 5.5562 Bkz.: Glock, a.g.e., s. 200 154 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 4.25, 4.26 155 Bkz.: a.e., 4.3 153 43 Karmaşığı konu edinen bir önerme onun içindeki en basit önerme şekli olan temel önerme ile içsel bir ilişkiye sahiptir. İçinde karmaşıktan söz edilen temel önerme var değilse anlamsız değil salt yanlıştır. Bu bağlamda karmaşık yapıdaki önermeler temel önermelerin doğruluk işlevleridir. Wittgenstein bu bağlamda, “Önerme (karmaşık), temel önermelerin doğruluk işlevidir. Yalın önerme kendi kendisinin doğruluk işlevidir.” diye belirtir.156 Şimdi, resim teorisi ekseninde Wittgenstein açısından olgusal dilin dünya ile nasıl bir ilişkisinin olduğunu değerlendirecek olursak şu şekilde bir denkliğe ulaşırız. Dünyanın nesnelerine karşılık olgusal dilin adları denk düşer. Dünyanın atomik olgularına ise olgusal dilin temel önermeleri karşılık gelir. Dünyada karmaşık yapıda yer alan olguları ise yine dilde karmaşık bir yapıda olan önermeler karşılar. Bu denkliği aynı şekilde genelleyecek olursak olgusal dil temel önermelerin bütünü olarak görünür. Dünya ise atomik olgu durumlarının toplamı olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda ele alındığında dünya nesnelerin toplamı olarak değil, bir olgular bütünü olarak kavranır. Wittgenstein’ın ulaşmaya çalıştığı olgusal dil ekseninde, TLP'nin ilk değinisinde dünyayı şeylerin değil olguların bütünü olarak görüşü, aynı şekilde dile baktığında dili de önermelerin toplamı olarak kavramasına yola açar.157 1.4.3.2. Mantık Teorisi Ekseninde Olgusal Dil'in “Anlam-lı” İfadeleri Wittgenstein yukarıda açıklamaya çalıştığımız şekilde “söylenebilen ve söylenemeyen” arasında bir ayrım yaparak erken dönem dil çalışmasının içeriğini belirler. Wittgenstein’ın erken dönemindeki ilgisi bu bağlamda cümleler değil, olgusal dili meydana getiren önermelerdir. Wittgenstein Tractatus'ta ondalık sayılara ayrılmış, bireysel önermelerle ilerleyen bir sistem kullanır. Bu sistem bir taraftan önermelerin mantıksal önemini vurgularken, diğer taraftan kitabın özünü de ortaya serer.158 Önermeler Wittgenstein’a göre dilin kurucu öğeleridir ve dil araştırmasının temelini de önermenin doğasını aydınlatma işlemi oluşturur. Bu işlem filozofa göre 156 Wittgenstein, a.e., 5 Bkz.: Hadot, a.g.e., s.48 158 Bkz.: Glock, a.g.e., s.363 157 44 mantığın temellerinden hareketle a priori olarak gerçekleştirilebilir. Dilin ve dünyanın yapısını ortaya koyma işlemi, önermenin doğasının aydınlatılması işlemi ile birlikte gerçekleşir.159 Bu anlamda mantıksal yapı iskelesi ancak mantıktan hareketle, temellerine önermenin yapısının aydınlatılması işlemi yerleştirilerek, onun üzerine çıkılacak olan dil ve onun bağlanacağı dünya basamakları üzerinde inşa edilebilir. Bu şekilde inşa edilen bir dil, mantığın temellerinden hareketle ortaya çıkan önermelerden oluşur. Wittgenstein’ın, mantığı felsefenin temeli olarak gördüğünü söylemiştik. Dil ve dünya üzerine her türlü yapısal araştırmanın temelini de mantığın araştırılması işlemi oluşturur. Çünkü dünyanın ya da dilin yapısı, bizi dilin ya da dünyanın mantığını araştırmaya sevk eder. Wittgenstein’a göre bütün bilimlerin temelinde mantık yer alır.160 Bu bağlamda dilin mantığını aydınlatma işlemi, dilin kendisinden yola çıkarak gerçekleştirilemez. Her türlü dilsel kullanım, mantığın imkanları dahilinde tezahür etmesine rağmen, dayandıkları mantıksal yapıyı saf olarak göstermezler. Wittgenstein, buna örnek olarak, gündelik dilin insan organizmasının bir parçası olduğunu ve ondan daha az karmaşık olmadığını, bu bağlamda dilin mantığını gündelik dilin kendisinden yola çıkarak ortaya koymanın insan için imkansız olduğunu söyler. Çünkü insan her sözcüğün nasıl ve neyi işaret ettiğini bilmeksizin, her türlü anlamın ifade edilebileceği diller kurma yetisine sahiptir.161 Wittgenstein bunun en iyi örneğini matematikte görebileceğimizi söyler. Çünkü matematik içinde insanlar geçmiş dönemlerde, neye yönletim yaptıklarını ya da hiçbir şeye yönletim yapmadıklarını bilmeksizin, sayılar için simgeler kullanmışlardır.162 Wittgenstein açısından bu bağlamda öncelikle önermenin yapısının tanınması gerekir. Wittgenstein gündelik dilin önermenin yapısını örttüğünü düşünür. Çünkü gündelik dil, bağıntıların yüklemler gibi görünmesi, yüklemlerin adlar şeklinde algılanması ve benzeri şekillerde birçok örtü içinde önermenin yapısını gizler. Bu 159 Bkz.: Çakmak, Logico-Philosophicus’un Temel Özellikleri, s.181 Bkz.: Utku, Ludwig Wittgenstein Erken Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe, s.37 161 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 4.003, Krş. Notes on Logic, s. 95 162 Bkz.: Wittgenstein, Notes on Logic, s.96 160 45 bağlamda, Wittgenstein, dil araştırmasına sıradan olgu söyleminden yola çıkarak hareket kazandırmasına rağmen, sıradan olgu söylemlerini günlük yaşamda ve bilimde kullanıldıkları gibi bırakmaz. Dil tarafından gizlenen düşüncenin gerçek biçimlerinin, içerisinde dile geldikleri dilin mantıksal olarak çözümlenmesi ve dilin bir anlamı ifade eden en küçük birimleri olan temel önermelere ayrıştırılması ile ortaya çıkarılabileceğini düşünür. Bu açıdan, ancak mantıksal araştırma ile dilin, dilden hareketle de dünyanın mantıksal temellerinin ortaya koyulabileceğini düşünür.163 Mantık ise Wittgenstein’a göre, a priori olarak mevcuttur ve “Mantığın a priori olması, bizim mantık-dışı düşünebiliyor olamamamıza dayanır.”164 Bu anlamda mantık kendine başka bir dayanak bularak ortaya çıkmaz. Fakat dilin ve dünyanın yapısal çözümlemesi mantığa dayanır. Böylece her türlü dilsel ifade biçiminin yapısı ile mantığın yapısı arasında bir ortaklık olduğu görüşü, mantıksal araştırma ile dilin düşünce tarafından örtülen yapısının ortaya konulabileceği şeklindeki görüşü ortaya çıkarır.165 Bu bağlamda ele alındığında Wittgenstein, Tractatus'ta mantıksal bir dile ulaşmaya çalışır. TLP’de kurmaya çalıştığı bu mantıksal dil, belirli bir bağlam açısından ele alınır. Doğa bilimlerinin biçimsel ve içeriksel taleplerinin yanı sıra, mantığın ve matematiğin biçimsel taleplerine de cevap verebilecek bir dile ulaşmaya çalışır. Dil eleştirisi bu talepler bağlamında ele alınır. Wittgenstein bu taleplerden yola çıkarak, mantık, matematik ve doğa bilimlerinde ortaya çıkan ifade sorunlarını ortaya koyup çözümleyerek, bunların etkisiyle ortaya çıkan felsefi karışıklıkları da gidermek ister.166 Wittgenstein erken döneminde felsefi karışıklıkların temel olarak bir anlamı ifade etme güçlüğünden kaynaklandığını düşünür. Tractatus’ta anlamı belirgin şekilde ifade edebilecek bir olgusal dile ulaşmaya çalışır. Böylesi bir olgusal dil 163 Bkz.: Pears, a.g.e., s.59 Wittgenstein, TLP., 5.4731 165 Bkz.: Çakmak, Logico-Phiolosophicus’un Temel Özellikleri, s.181 166 Bkz.: a.e., s.182 164 46 önermelerden meydana gelir. Wittgenstein, TLP'de önermelerin toplamının anlam-lı ifadelerin dile geldiği olgusal dili oluşturduğunu söyler.167 Önermelerin mantıksal yapısı Wittgenstein'a göre, anlamı ifade edebilecek şekilde kurulmuştur.168 Bu bağlamda anlam-lı ifadeler ile önermenin genel formuna ulaşılabilir. Önermenin genel formundan yola çıkarak da her türlü anlamı dile getirişin mantıksal olanakları belirlenebilir. Önermenin genel formu içinde anlamın dile getirilişleri ve ifadelerin düzenlenişleri değişebilmesine rağmen, genel formun kendisi sabit kalır, değişmez.169 Wittgenstein açısından, anlamın olanaklılığı için önermenin doğasının aydınlatılması gerekir. Önermenin doğasına yönelik aydınlatıcı bir işlem gerçekleştirme çabası, dil çalışmasının içeriğini oluşturur. Wittgenstein, önermenin yapısal olarak çözümlenmesinden hareketle, dünyanın da yapısal olarak ortaya koyulabileceğine inanır. Temsili bir yapı içerisinde ele alınan olgusal dil, önermelerden meydana gelir. Bu açıdan bakıldığında önermenin özünü ortaya koymakla bütün betimlemenin özü de aydınlatılabilir. Aynı şekilde bu betimlemede temsil edilen dünyanın özü de aydınlatılır.170 Wittgenstein bir önermeyi dünya olgularının mantıksal bir resmi olarak görür. Mantıksal bir resim, anlam-lı bir resim olarak bir olguyu betimler. Fakat önermenin anlamı, olgulardan bağımsız bir yapıya sahiptir. Bir önerme, olguların anlam-lı bir resmi olarak, mantıksal değişmezler ve ayraçlar ile kurulur. Fakat yukarıda resim teorisi ekseninde, bir olgunun oluşturucu öğelerine önermenin oluşturucu öğelerinin denk gelmesi gibi, bu mantıksal değişmezlere ve ayraçlara bir olgu içinde hiçbir şey denk gelmez.171 Önerme içinde anlamın belirgin olarak ifade edilebilmesinin temel koşulu, dilin göstergelerinin ne şekilde bir olguya işaret ettiklerinin ve neyi gösterdiklerinin belirgin olarak tanımlanmasıdır. Bu göstergeler isteğe bağlı olarak seçilirler. Bir olgunun resmi herhangi bir dil göstergesi ile kurulabilir. Önerme içindeki en yalın göstergeler adlardır. Adlar, dünya üzerinde hangi nesneye işaret 167 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 4.001 Bkz.: a.e., 3.31 169 Bkz.: Çakmak, Wittgenstein'da Dil ve Felsefe İlişkisi, s. 142 170 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 5.4711 171 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks, 25.12.14 168 47 ettikleri belirlenerek tanımlanabilir. Dilin bu en küçük göstergelerinin açımlanmış bir şekilde ortaya çıkarılması işlemi, anlamın olanaklılığını ortaya koyar. Bir önerme, ancak içerisinde bulunan göstergelerin belirgin şekilde neyi işaret ettiğinin yani göstergelerin açık ve seçik olarak ifade edilmesinin ardından, mantıksal söz dizim kuralları içinde bir anlamı ifade edebilir.172 Mantıksal söz dizim kuralları ise, dil simgelerinin birleşiminin anlam-lı olup olmadığını tanımlamaya yarar. Bu bağlamda, mantıksal söz dizim kuralları doğruluk ve yanlışlık sorusundan önce ortaya konulmalıdır. Mantıksal söz dizim kurallarıyla birlikte dilin göstergeleri ve mantıksal değişmezlerin ne anlama geldikleri, tanımlar aracılığı ile belirlenir. Mantıksal değişmezler hiçbir şekilde dünya olguları hakkında bir durumu ifade etmezler. Onlar dilin simgelerinin hangi kurallarla belirlendiğini yansıtırlar.173 Dil içinde kullanılan simgeler anlamı ifade edebilecek biçimde mantıksal söz dizim kuralları içinde düzenlenir. Mantıksal söz dizim kuralları, anlam-lı ifadeleri oluşturan dilsel simgelerin mantıksal işlem kuralları tarafından ifade edilmesidir. Mantıksal söz dizim içinde anlamın simgeleri, doğruluk işlevleri, ayraçlar, mantıksal eklemler ve değillemeler ile ifade edilir. Anlamın nasıl ifade edilebileceği mantıksal söz dizim kuralları aracılığıyla gösterilebilir.174 “Önemsiz görünmesine rağmen, aslında v ve ᴝ g b sözde mantıksal ilişkiler dikkate değerdir. Mantıksal ilişkiler ayraç gerektirirler –gerçek ilişkilerin aksine. Doğrusu, bu görünüşte temel işaretlerle birlikte ayraçların kullanılması, onların gerçek temel işaretler olmadıklarını gösterir. Ve kesinlikle hiç kimse de, ayraçların bağımsız bir anlama sahip olduğuna inanmayacaktır.” 175 Wittgenstein mantıksal söz dizim kurallarını ortaya sererek, buradan hareketle genel önerme formunu gösterilebileceğini düşünür. Çünkü mantıksal söz dizim kurallarını ortaya koyan bütün mantıksal işlemleri temel önermeler içerir. Temel 172 Bkz.: Çakmak, Wittgenstein'da Dil ve Felsefe İlişkisi, s.141 Bkz.: Glock, a.g.e., s.199 174 Bkz.: Çakmak, Wittgenstein'da Dil ve Felsefe İlişkisi, s.143 175 Wittgenstein, TLP., 5.461 173 48 önerme bağlamından hareketle bu mantıksal işlemlerin tanımlarına ulaşabiliriz. Ulaştığımız tanımlar ise bütün önermelere ortak olan mantıksal sabitlerdir. Wittgenstein herhangi bir önermenin genelde anlam-lı olabilmesinden önce, bu mantıksal sabitlerin hangi işlevde kullanıldıklarının ve neye işaret ettiklerinin belirgin olması ve bu özelliklere sahip olması gerektiğini düşünür.176 Wittgenstein’a göre "Tek bir mantıksal sabit, bütün önermelerin doğaları gereği, birbirleriyle ortaklaşa sahip oldukları şeydir."177 Mantıksal sabitlerin, kesin bir şekilde tanımlanmasının ardından, önermenin doğasının da aydınlatılmış olacağını düşünür. Çünkü tüm önermelerin ortaklaşa sahip oldukları şey önermenin genel biçimidir. Bu bağlamda "Genel önerme biçimi, önermenin özüdür."178 Wittgenstein Notebooks'ta tüm görevinin önermenin doğasını açıklamak olduğunu söyler. Bu da resmi önerme olan tüm olguların doğasını vermek anlamına gelir. Böylece de tüm varlığın özünü ortaya koyabileceğini düşünür.179 Fakat genel önerme biçimine uygun şekilde kurulmuş bir önermenin bir anlamı ifade edebilmesinin bir başka koşulu daha vardır. Bu da önermenin oluşturucu öğeleri olan adların, sahici birer ad olarak dünyada var olan nesnelere işaret eden bir yönletime sahip olmalarıdır. Adların yönletimlerinin uygun şekilde seçilmesi ile birlikte, herhangi bir gösterge dilinde, her olanaklı anlam, betimlemenin uyduğu bir simge yoluyla ifade edilebilir, betimlemenin uyduğu her simgede bir anlamı ifade edebilir. Wittgenstein’a göre bir genel önerme biçiminin var olduğunun kanıtı, biçimi öngörülemeyecek hiçbir önermenin olmamasıdır. Buradan hareketle de, genel önerme biçimini ortaya koyar. Wittgenstein’a göre, "Önermenin genel biçimi: Bu, böyle böyledir."dir.180 Wittgenstein mantıksal söz dizim kurallarıyla birlikte, dilde kullanılan göstergelerin işaret etme yollarını da önermenin özünü aydınlatmak amacıyla ortaya sererek geleneksel felsefede ortaya çıkan dil yanlışlarını gidermeyi amaçlar. Çünkü 176 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks, 18.10.14 Wittgenstein, TLP., 5.47 178 a.e., 5.471 179 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks, 22.1.15 180 Wittgenstein, TLP., 4.5 177 49 geleneksel felsefe de temeline inildiğinde, tıpkı gündelik dilde ortaya çıkan dilsel yanlışlarla doludur. Gündelik dilde bir göstergenin iki ayrı biçimde nesnelere işaret edebilmesi ya da iki ayrı işaret etme biçiminin tek bir simge altında toplanabilir oluşu dilsel yanlış anlamaları da beraberinde getirir. Dildeki göstergeler isteğe bağlı seçilebilir. Göstergelerin açık ve seçik ifade edilmesi için onların kullanım alanlarını belirlemek gerekir. Anlamın bulanıklığının temel nedeni dildeki göstergelerin yeterince tanımlanmış olmaması ve ne şekilde işaret ettiklerinin belirgin olmayışıdır.181 "Gündelik dilde, çoğunlukla aynı sözcüğün farklı tarzda işaret ettiği ( yani farklı simgelere bağlandığı ) ya da farklı şekilde işaret eden iki sözcüğün, önermelerde yüzeysel olarak aynı şekilde kullanıldığı görülür. Böylelikle, "dır" sözcüğü koşaç olarak, eşitlik göstergesi olarak ve varoluşun dile getirilişi olarak kullanılır;"var olmak", "yürümek" gibi geçişsiz fiil olarak; "özdeş" de sıfat olarak kullanılır; bir şeyden konuşuruz, ama bunun yanında bir şey olup bitiyordur. ‘yeşil yeşildir’ önermesinde, - ilk sözcük bir kişinin soyadı, ikincisi ise bir sıfattır.bu sözcükler yalnızca farklı yönletimlere sahip değildir, bunlar farklı simgeleme yollarıdır."182 Wittgenstein açısından, dilde bu şekilde ortaya çıkan yanlışları dışarıda bırakabilmenin yolu mantıksal söz dizim kurallarına boyun eğen bir gösterge dili (die Zeichensprache / sign-language) kullanmaktadır. Çünkü bu hatalar ancak aynı göstergenin farklı simgelerde kullanılmadığı ve iki ayrı şekilde işaret eden göstergenin de aynı simgede kullanılmadığı bir gösterge dili tarafından dışarıda bırakılabilir.183 Simgeler böylesi bir gösterge dili içerisinde tanımlarla belirlenerek, mantıksal söz dizim kuralları içinde anlam-lı kullanımlarda birbirinden ayırt edilebilir. Böylece en temel dilsel yanlış anlamalardan oluşan bütün geleneksel 181 Bkz.: Çakmak, Wittgenstein'da Dil ve Felsefe İlişkisi, s.142-143 Wittgenstein, TLP., 3.323 183 Bkz.: Marie McGinn, a.g.e., s.30-31 182 50 felsefi sorunlar, ancak anlamın olanağını veren simgelerin açık ve seçik olarak ifade edilmesinin ardından ortadan kaldırılabilir.184 Önermeyi meydana getiren göstergelerin belirgin şekilde ifade edilmesi, bir önermenin bir olgu durumunun resmi olabilmesinin temel koşuludur. Çünkü mantıksal olarak kuralına göre kurulmuş her önerme, bir olgu durumunun resmi olarak bir anlamı ifade etmeyebilir. Mantıksal söz dizim kurallarına uygun şekilde kurulmuş bir önermenin bir anlamı ifade edebilmesi için, oluşturucu öğelerinin her birinin bir gönderime sahip olması gerekir.185 Fakat kuralına uygun şekilde kurulmasına rağmen, her önerme böylesi bir koşulu yerine getirmeyebilir. Örnek olarak: "Sokrates özdeştir." önermesi kuralına uygun olmasına rağmen, anlam-lı bir önerme değildir.186 Bunun nedeni "özdeş" olmaya hiçbir sıfat gönderiminin verilmemiş olmasıdır. Bu bağlamda Wittgenstein açısından gönderimi olmayan bazı öğelerden oluşan "Sokrates özdeştir." gibi bir ifade “anlam-dışı”dır.187 Wittgenstein geleneksel felsefenin bu tarz yanlış anlamalarla dolu olduğunu düşünür.188 Geleneksel felsefe dili bu şekilde neye gönderim yaptığı belli olmayan kavramlar üzerine konuşur. Wittgenstein bu bağlamda geleneksel felsefi problemleri ortadan kaldırmak amacı ile Tractatus'ta anlamın kesin bir şekilde ifade edilebileceği bir dile ulaşmaya çalışır. Dünya olguları üzerine, betimleyici bir şekilde konuşan olgusal bir dilin sınırları çizilerek, diğer türden ifadelerin bu alana kaymasına yönelik hataların önüne geçilmeye çalışılır. Böylelikle anlam-lı ifadeler yalnızca doğa bilimleri tarafından ortaya konabilir. Doğa bilimleriyle aynı yapıda olan bir olgusal dilin doğruluk ve yanlışlığına dair, kesin çözümlemeler de yapılabilir. Olgusal dildeki bir önerme, bir dünya olgusunun anlam-lı bir resmidir. Önerme, ancak bir olgunun resmi olabilmekle gerçeklikle uyuşur ya da uyuşmaz.189 Anlam-lı bir resim olma özelliğine sahip olan bir önermenin doğruluk koşulları 184 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 3.324-3.325 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks, 2.9.14 186 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 5.473, 5.4733 187 Bkz.: Çakmak, Wittgenstein'da Dil ve Felsefe İlişkisi, s.144 188 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 4.003 189 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks, 2.10.14 185 51 mantıksal değişmezler uyarınca belirlenir. Bu bağlamda doğruluk ve yanlışlık sorunundan önce bu mantıksal değişmezlerin kesin olarak tanımlanması gerekir.190 Bu koşulları yerine getiren anlam-lı ifadeler, olgusal dildeki bir önerme olarak, gerçeklikle karşılaştırıldığında doğruluk ya da yanlışlıklarına dair kesin bir saptama yapılabilir. Wittgenstein, böylece felsefeyi doğa bilimlerinden kesin olarak ayrı bir konuma yerleştirir. Çünkü felsefede önermeler yoktur. Felsefe yapmanın sonucunda önermelere ulaşılmaz. Bu bağlamda felsefe ifadeleri doğruluk değeri de almazlar. Wittgenstein’a göre felsefe çalışması bilimlerin altında ya da üstünde ama yanlarında durmayan bir uğraştır.191 190 191 Bkz.: a.e.. 7.12.14 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 4.111 52 2. BÖLÜM: SÖYLEMEK VE GÖSTERMEK AYRIMINDAN HAREKETLE OLGUSAL DİLİN DIŞI Wittgenstein Russell’a gönderdiği ünlü bir mektupta Tractatus’un ana düşüncesinin yalnızca neyin söylenebilir olduğu bağlamında bir sınır çekme girişimi değil, aynı zamanda da söylemek ve göstermek arasındaki ayrımını ortaya koymak olduğunu belirtir. Bu ayrım, önermelerle neyin ifade edilebilir (söylenebilir) olduğu ve önermelerle neyin ifade edilemez (söylenemez) fakat yalnızca “gösterilebilir” (Zeigen / Showing) olduğu arasındaki temel ayrılığa işaret eder. Wittgenstein’ın erken dönem felsefesi açısından, söylemek ve göstermek arasındaki bu ayrımı doğru şekilde çizmek, filozofa göre felsefenin merkezi problemi olarak sunulur. İlk bakışta anlaşılmaz olarak görülen bu düşünce, filozof açısından önemli felsefi problemlere kesin bir çözüm getirecektir.192 Wittgenstein’ın, felsefenin merkezine yerleştirdiği söylemek ve göstermek arasındaki ayrımın en büyük önemi, sembolik temsilin özü hakkındaki önermelerle birlikte, değerler alanına ait mistik ifadelerinde filozof açısından “söylenemeyenler” fakat kendisini “gösterenler” olarak nitelendirilmesidir. Olgusal dil açısından bu iki ifade şekli de yasaklanır. Wittgenstein, mantıksal yapının betimlenemeyeceği, yani söylenemeyeceği kabulü ile birlikte yeni bir düşünceye varır. Bu da filozofun söylenebilir olanı ortaya koymakla birlikte, söylenemez olanı açıkça işaret edeceğine yönelik düşüncesidir.193 Bu anlamda, Wittgenstein açısından, söylemek ve göstermek arasındaki ayrım merkezi bir önem arz eder. Şimdi Wittgenstein’ın felsefi problemlerin merkezine yerleştirmiş olduğu söylemek ve göstermek arasındaki ayrımdan hareketle, felsefe problemleri ekseninde çözümleyici olarak nitelendirilen bu düşünceyi açıklamaya çalışacağız. Öncelikli olarak Tractatus’ta nelerin gösterilebilir olduğu üzerinde durmak yerinde olacaktır. Bu bağlamda P.M.S. Hacker’ın yapmış olduğu, nelerin 192 193 Bkz.: Brian McGuinness, a.g.e., s.98, to B.Russell 19.8.1919 Bkz.: Glock, a.g.e., s.330 53 gösterilebilir olduğuna dair bir listelemeye başvuracağız.194 Hacker’a göre, Wittgenstein’ın Tractatus’un 6.522 no’lu önermesinde ileri sürdüğü “Kelimelerle ifade edilemeyen aslında vardır. Onlar kendi kendilerini gösterirler…”195 düşüncesi kitabın bütün içeriğine dair tematik bir okuma sağlar. Herhangi bir şekilde dilin doğal yapısından hareketle ortaya konmaya çalışılan bir temsil sistemi, kelimelerle ifade edilemeyen, hakkında konuşulamayan fakat gösterilebilir olan, bir içerik taşımalıdır. Buradan hareketle Hacker, Wittgenstein açısından gösterilebilir olanları 10 ayrı başlık altında toplar. 1-)Dil, düşünce ve gerçeklik arasındaki uyum: Tezimizin daha önceki bölümlerinde Wittgenstein’ın, Tractatus’ta dil, düşünce ve dünya arasında mantıksal bir yapı uygunluğu olduğuna yönelik bir varsayımdan hareket ettiğini söylemiştik. Wittgenstein açısından, temsil mekanizmaları gereği betimlemenin kendisi betimlenemez. Bu bölümde Hacker’ın bahsettiği uyum, herhangi bir önerme ve gerçeklikte onun doğru ya da yanlış olarak betimlemesi arasındaki yapısal uyuşmadan meydana gelen uyumdur. Böylesi yapısal bir uyuşma, kendi kendinin betimlemesine izin vermez.196 2-) Semantik: Bir sembolün anlamının ne olduğu söylenemez. İki ayrı ifadenin özdeş olduğunu açıklamak imkansızdır. Çünkü Wittgenstein’a göre iki ayrı ifadenin özdeş olduğunu savlamak için, onların neye yönletim yaptıklarını bilmem gerekir. Ancak onların neye yönletim yaptıklarını bildikten sonra aynı şeye mi yoksa farklı şeylere mi yönletim yaptıklarını ortaya koyabilirim.197 Bir önerme Wittgenstein açısından kendi anlamını gösterir. Önerme doğru olduğunda şeylerin nasıl olduğunu gösterir ve durumun öyle olduğunu söyler.198 3-) Önermeler arasındaki mantıksal ilişkiler: Bir önermenin başka bir önermeyle çeliştiği ya da bir önermeyi başka bir önermenin takip ettiği söylenemez. 194 Bkz.: P.M.S. Hacker, “Was He Trying to Whistle İt”,The New Wittgenstein, E.d. Alice Crary, Rupert Read, London-New York, Published by Routledge, 200, s.353-354-355 195 Wittgenstein, TLP., 6.522 196 Bkz.: a.e., 2.171, 4.12-4.121 197 Bkz.: a.e.,6.2322 198 Bkz.: a.e., 4.022 54 Fakat mantıksal bir önerme, başka bir biçimdeki bir mantıksal önerme ile birleştirilebilir.199 Buna olanak sağlayan şey ise mantıksal önermelerin totolojik yapısıdır. Bir totoloji, onun kurucu önermeleri ile olan içsel ilişkilerini gösterir. 4-) Şeylerin ve durumların içsel nitelik ve ilişkileri: Wittgenstein “iç ilişki” ve “özellikler” ifadelerinin filozoflar arasında çok yaygın olan “iç ilişki” ile “sahici” (dış) ilişki arasındaki karıştırmanın nedenini göstermek için kullandığından bahseder. Bir nitelik eğer ki nesnenin ona sahip olmaması düşünülemez ise içseldir. Bir şeyin başka bir şeyle içsel bir niteliğe sahip olduğu ya da içsel bir ilişkiye katıldığı söylenemez. Örneğin “Buradaki mavi ışık, şu kırmızı ışıktan daha açıktır.” tarzında bir ifade söylenemez.200 İçsel nitelik ve ilişkilerin söylenemezliği, totolojiler arasındaki ilişkiyi gündemimize alırsak daha belirgin şekilde anlaşılabilir. Bir önermenin bir totoloji olduğu söylenemez. Çünkü bu önermenin içsel bir niteliğidir. Fakat her totoloji, kendi kendisine onun bir totoloji olduğunu gösterir.201 5-) Şeylerin kategorik özellikleri ve türsel sınıflandırmaları: Bir şeyin bilinen bir kategoriye ait olduğu, kırmızının bir renk olduğu ya da “A”nın bir nesne olduğu türünden bir şey söylenemez. Çünkü bir şeyin ontolojik kategorisi onun diğer nesnelerle olan birleşimsel imkanlarından oluşan mantıksal biçimi tarafından belirlenir. Bir nesnenin mantıksal biçimi, kendisi bir nesne olmadığı için adlandırılamaz. Bu bütün nesne sınıflandırılmaları için geçerlidir. Uzay, zaman, renk, önerme, ad, gerçeklik gibi biçimsel ya da sınıfsal kavramlar sahici birer ad değillerdir. Bu yüzden mantıksal olarak kuralına göre kurulmuş bir önerme içinde bile olsalar olgusal dil açısından bir anlamı ifade etmezler. 6-) Düşüncenin sınırları: Düşünceye bir sınır çekebilmek için, düşünülemez olanı da düşünebilir olmamız gerekirdi. Bu bağlamda dilin içinden düşünceye bir sınır çekilemez. 199 Bkz.: a.e.,6,1201 Bkz.: a.e.,4.122,4.1221, 4.123, 4.124 201 Bkz.: a.e., 6.127 200 55 7-) Dünyanın mantıksal yapısı ve gerçekliğin sınırı: Wittgenstein nesnelerin toplamının, gerçekliğin bütününe işaret ettiğini düşünür. Böylece toplam gerçekliğin sınırı kendini temel önermelerin bütünüyle ortaya koyar.202 Dünyanın sınırları mantığın sınırlarını da oluşturur. Bu bağlamda “dünyada bu var, şu yok” türünden bir ifade mantığın sınırları dahilinde söylenemez. Çünkü böylesi bir ifade bazı olanakları dışarıda bıraktığımız varsayımına dayanır. Bu mümkün olsaydı kendimizi mantığın sınırlarının dışına, yani dünyanın dışına çıkararak sınırların diğer yanından da bakabiliyor olmamızı sağlardı.203 Mantığın önermeleri totolojilerdir ve hiçbir şey söylemezler. Onlar dilin ve dünyanın biçimsel-mantıksal-niteliklerini gösterirler.204 8-) Doğa bilimlerinin metafizik ilkeleri: Doğa bilimlerinin nedensellik yasası gibi temel ilkeleri ancak biçimsel olarak tanımlanabilir. Bu yüzden “Burada doğa yasaları vardır.” tarzında bir ifade anlam-dışıdır. Ancak Wittgenstein bunun “söylenemez” fakat “gösterilebilir” olduğunu düşünür.205 Bu da ancak nedensellik ilkesinin yapısı aracılığı ile dünyanın toplam bir betimlemesinin olanaklılığı ile gösterilebilir. 9-) Yaşamın metafizik deneyimi: Tek-benciliğin kastettiği şey doğrudur, fakat bu söylenemez, kendini gösterir. Dünyanın benim dünyam olması da, yalnızca benim anladığım dilin sınırlarının, benim dünyamı imlemesi ile kendini gösterir.206 10-) Etik, estetik ve din: Wittgenstein etiğin aşkın olduğunu düşünür. Bu yüzden etikte önerme olmadığını ve etik ile estetiğin bir olduğunu söyler. Çünkü önermeler değer bildiren bir şeyi dile getiremezler.207 Wittgenstein’ın erken dönem felsefe çalışmasının daha önceki bölümlerde bir sınır çekme işlemi olarak olgusal dilin sınırlarını belirleme girişimi olduğunu söylemiştik. Burada da filozof olgusal dilin sınırlarını inşa ederken temsil (resim) 202 Bkz.: a.e., 5.5561 Bkz.: a.e., 5.61 204 Bkz.: a.e., 6.12 205 Bkz.: a.e., 6.36 206 Bkz.: a.e., 5.62 207 Bkz.: a.e.. 6.42, 6.421 203 56 kuramından faydalanır. Temsil kuramının içeriğini bir gösterge (was etwas entspricht / what is referring) ve onun yönletim ( das Bezugsobjekt / the object of reference) yaptığı şey arasındaki ilişki oluşturur. Bu ilişki de Wittgenstein’ın olgusal dilin temsili karakterini oluşturan bir şey söylemenin dünya olgularına dair bir resim oluşturmak olduğu düşüncesinin temelini oluşturur. Bu bağlamda dünya olgularına dair bir şey gösteren olgusal içerikli önermeler betimsel bir işleve sahiptir. Yani olgusal dildeki ifadeler bir şey söylemelerinin yanı sıra aynı zamanda gösterirler de. Fakat yansıtıcı özelliğe sahip ifadeler ise yalnızca gösterirler. Onlar bir anlamı ifade etmez, yani bir şey söylemezler.208 Buradan hareketle Wittgenstein’ın “göstermek” kavramı açısından bir ayrım yaptığını söyleyebiliriz. Bir önermenin, kendisinin dışında ( extern / external) bir şey gösteriyor olması betimleyici (descriptive) bir gösterme işlevidir.209 Yani bir önerme kendi anlamını, dışsal bir ilişki ile betimsel bir şekilde gösterir.210 Bir şey eğer ki kendisinin dışında bir şey göstermiyorsa, fakat kendi kendisini içsel ( innen / internal) bir şekilde ortaya koyuyorsa bu yansıtıcı ( reflexiv / reflexive) bir gösterme işlevidir. Yansıtıcı bir gösteren, belirli bir “X” öğesinin kendi doğasını yansıtması olanağından meydana gelir. TLP’de bir sembolün kendisi hakkında bir şey söylemeyip, fakat kendi sembolik özelliklerini yansıtabiliyor oluşu bu sebeple olanaklıdır. Bu, şu örneği verdiğimizde daha kolay anlaşılabilir. “Bu Türkçe cümle, kendi kendisini gösterir.” önermesi kendisinin dışında başka bir şeye gereksinim duymaz. O kendi içsel özelliklerini zaten cümlenin kendisinde gösterir. Tractatus’ta bir şey söylemeyen yani temsili bir içeriğe sahip olamayan her türlü gösterme, yansıtıcı olarak tanımlanabilir.211 Bir “X” öğesinin özünde kendini yansıtıyor oluşu, onun kendi doğasını göstermesidir. Dilde bu şekilde yansıtıcı bir içeriğe sahip önermeler ise ancak bu şekilde dilin kullanımlarında kendini ortaya 208 Bkz.: Pulıdo, a.g.e.,s.13-14 Bkz.: Guillaume Decauwert, “Saying and Showing: The Single Solution of All the ‘Problems of Philosophy’ Acoording to Wittgenstein’s Tractatus”, Philosophia: E-Journal of Philosophia and Culture, A Peer Reviewed Scientific Journal – ISSN: 1314-5606, s.8 210 Bkz.: Wittgenstein, TLP.,4.022 211 Bkz.: Decauwert, a.g.e., s.7-8-9 209 57 koyar. Wittgenstein, TLP’de “Gösterilebilir olan söylenemez.”212 derken, özünde yansıtıcı bir içeriğe sahip gösterenler sınıfından bahseder. Bu anlamda filozof, bir önermenin ya da bir resmin dünya hakkında bir şey söylemek için kullanılamayacağını değil, onların yapılarının bir doğruluk değerine sahip olamayacağını ifade etmek ister. Çünkü bir doğruluk değeri alabilmesi için yapının kendisinin dışında bir şeye ihtiyacı vardır. Bu görüş “Önerme söylediğini gösterir, yineleme ve çelişme ise hiçbir şey söylemediklerini…”213 düşüncesinden yola çıkarak daha kolay anlaşılabilir. Çünkü diğer türlü olsaydı, yani Wittgenstein göstermek kavramını yansıtıcı ve betimleyici olarak kullanmış olmasaydı, onun TLP ilerledikçe bu bağlamda bir çelişkiye düştüğünü düşünmemiz gerekirdi.214 Wittgenstein böylece, neyin “söylenebilir”, neyin “söylenemez” ve nelerin “gösterilebilir” fakat “söylenemez” olduğu sorularından hareketle, dilin hangi şekillerde bir anlamı ifade edebileceği ve dilin ne şekillerde kullanıldığı üzerine bir araştırma yaparak felsefenin birincil görevi olan dil eleştirisini gerçekleştirir.215 Bir şey söylemek dünya olgularına dair dışsal bir gerçekliğe yönletim yapmaktır. Yani bir gösterge ifade ettiğinin dışında ayrı bir şeye, bir olguya işaret eder. Göstermek ise yalnızca kendini yansıtıyor olma, başka bir deyişle kendi hüviyetini ortaya koyma ediminden meydana gelir. Bu anlamda göstermek düşüncesi temel olarak bir mantık çalışmasına işaret eder. Çünkü yansıtıcı bir içeriğe sahip olan gösterilebilenler sınıfı, temel mantıksal-felsefi meselelerden oluşur. Bu meseleler de, önermenin/resmin yapısal özellikleri, anlamın olanaksal koşulları olarak basit nesneler, mantıksal doğrular, içsel özellikler, düşünülebilir olanlar, kendi içinde felsefi tartışmalar, sınırlı bir bütün olarak dünyanın etik, estetik ve mistik anlamı gibi problemlerden meydana gelir.216 Mantıksal-felsefi meseleler ancak dilin nasıl kullanıldığına dair bir soruşturma ile ortaya koyulabilir. Wittgenstein söylemek ve göstermek arasındaki 212 Wittgenstein, TLP., 4.1212 a.e.. 4.461 214 Bkz.: Pulıdo, a.g.e.,s.15 215 Bkz.: McGinn, a.g.e., s.28 216 Bkz.: a.e.,s10 213 58 ayrımı bu noktada dilin nasıl kullanıldığını açıklamak için kullanır. Bu ayrımla birlikte onun amacı, dilde neyin betimlenebilir olduğunu ve neyin betimlenemez fakat tözsel ( wesentlich / essential) olduğunu ortaya koymaktır.217 Wittgenstein’a göre, düşünülebilir olan bir dünya gerçeğinden ne denli farklı olsa da onunla ortak bir şeye (mantıksal-resimsel bir yapıya) sahip olması gerekir. Bu yüzden yapısal olan tözsel, a priori bir içeriğe sahiptir. Bu bağlamda Wittgenstein, “Tözsel olan durum olandan bağımsızdır.”218 diye belirtir. Böylece gösterilebilir olanları yansıtmak ve betimlemek kavramlarını birbirinden ayırarak yeniden gündemimize alalım. Bu yeni ayrımla birlikte Guillaume Decauwert’in Fabian Goppelsröder’den aktarmış olduğu başka bir sınıflamaya başvurmak yerinde olacaktır.219 Goppelsröder’e göre, gösterilebilir olanlar içeriksel karakterleri sebebiyle üç ayrı sınıfa ayrılır. Birincil olarak, betimsel göstermek anlamıyla ifade edilebilecek olan gösteren sınıfı, bir önermenin anlamını gösteriyor olması temel tezinde içerik bulur. İkincil olarak mantığın aşkın karakterinin gösterilmesi ve son olarak da neyin aşkın olduğunun (mistik) gösterilmesi, yukarıda ayrıntılı olarak Hacker’den aktarmış olduğumuz ayrıntılı sınıflamayı daha genel bir şekilde yansıtmak ve betimlemek ayrımı açısından ortaya koyar. Birinci tarzdaki gösteren sınıfı, betimleyici içeriği sebebiyle aynı zamanda bir şey söyleyen, olgusal dilin içeriğine işaret eder. Sınıflamanın ikinci ve üçüncü bölümü ise bu bağlamda yansıtıcı bir içeriğe sahiptir. Daha önceki bölümlerde olgusal dilin sınırlarını çeken betimsel bir işleve sahip, aynı zamanda dünya olgularına dair bir şey söyleyen önermeleri anlaşılır şekilde ortaya koyduğumuza inanıyorum. Şimdi ise Wittgenstein bağlamında bir şey söylemeyen ifadeleri gündemimize alalım. Bu bölümde Goppelsröder’in ikincil ve üçüncül olarak tanımladığı gösterenler kategorilerini, bizde iki ayrı başlık altında ele alarak, dünya olgularına dair bir şey söylemeyen ifadeleri bu ayrımdan hareketle ortaya koymaya çalışacağız. Birinci başlıkta “anlam-sız” kavramından hareketle 217 Bkz.: Pulıdo, a.g.e., s.16 Wittgenstein, TLP., 2.024 219 Bkz.: Decauwert, a.g.e., s.7 218 59 mantık ve matematik ifadeleri inceleyeceğiz. İkinci başlıkta ise olgusal dilin dışında konumlanan “anlam-dışı” dil kullanımlarını ortaya koymaya çabalayacağız. 2.1. Mantık ve Matematiğin Anlam-sız İfadeleri Wittgenstein TLP’de neyin söylenebilir neyin gösterilebilir olduğuna yönelik soruşturmasında bir anlamda neyin deneyime ait (zufaellig / accidental) yani a posteriori, neyin ise tözsel (wesentlich / essential) yani a priori olduğuna dair bir açıklama getirmeye çalışır. Wittgenstein açısından TLP bağlamında daha evvel resim teorisi ekseninde açıklamış olduğumuz üzere bir önermenin ancak bir resim olduğu ölçüde bir şey söyleyebileceğini belirtmiştik.220 Bu bağlamda resimsel bir yapıya sahip olgusal bir önermenin doğruluk koşulları deneyime aittir. Yani bir önerme, bir karşılaştırma nesnesi olan bir olgu ile karşılaştırıldığında ancak doğru ya da yanlış olabilir. Mantıksal ifadelere baktığımızda ise onların hiçbir şey söylemeyen, dünya olgularının resimleri olarak değerlendirilemeyecek olan ifadelerden oluştuğunu görürüz. Fakat mantıksal ifadeler kendi yapılarını yansıtırlar.221 Wittgenstein’ın tözsel olan hakkındaki açıklamaları mantıksal söz dizim kurallarına ait olan, a priori biçimsel açıklamalardır. Bunlar “söylemek-göstermek” arasındaki ayrımdan hareketle neyin “gösterilebilir” olduğunu ortaya koymaya çalışan ifadelerdir. Wittgenstein mantıksal ifadeleri “anlam-sız” (Sinnlos / senseless) kavramı altında değerlendirir. Wittgenstein’a göre mantıksal ifadeler, “anlam-dışı” (Unsinn / nonsense) değil, “anlam-sız”dır (Sinnlos / senseless).222 Wittgenstein’ın, söylenemeyenler içerisinde konumlandırmış olduğu mantık ve matematiğin ifadeleri filozof açısından diğer tarzda söylenemeyenlere karşılık ayrıcalıklı bir konuma sahiptir. Wittgenstein mantık ve matematiği diğer tarzda söylenemeyenlerden ayırırken, “anlam-sız” ve “anlam-dışı” kavramlarını işin içine sokarak bu ayrıma ivme kazandırır. Filozofa göre mantık ve matematiğin ifadeleri “anlam-sız”dır. Diğer tarzda olan söylenemeyenler ise “anlam-dışı”dır. 220 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 4.02 Bkz.: Pulıdo, a.g.e., s.16 222 Bkz.: Hacker, “Was He Trying to Whistle İt”, s.4 221 60 Wittgenstein mantıksal ifadeleri sözde önermeler (der Scheinsatze / pseudoproposition) olarak nitelendirir. Sözde önermeler, dilin ve bu bağlamda dünyanın mantıksal niteliklerini gösterirler, fakat hiçbir şey söylemezler.223 Wittgenstein kendi anlamı hakkında bir şey söylüyor görünen her gösterge bağlamını bir sözde önerme olarak tanımlar.224 Wittgenstein mantık önermelerinin totolojiler olduğunu söyler.225 Wittgenstein’ın totolojiler ile göstermeye çalıştığı şey, mantıksal sabitlerin temsil edilemeyeceği düşüncesidir.226 Çünkü TLP’de sınırları çekilmeye çalışılan olgusal dildeki önermelerin olanaklılığı, nesnelerin sahip oldukları işaretlerin temsil edilme tarzına dayanır. Fakat olguların mantığı Wittgenstein’a göre temsil edilemez.227 Mantık önermelerinin totolojiler olduğunu dilin ve dünyanın biçimsel-mantıksal nitelikleri gösterir. Bir totolojinin oluşturucu öğelerini açığa vuran onun özel bağlantı yolu, onun oluşturucu öğelerinin mantığını karakterize eder. Eğer önermeler belirli şekillerde bağlandığında bir totolojiyi ortaya koyuyorsa, onlar belirli bir mantıksal yapıya sahip olmalıdırlar. Bu sayede onların bu şekilde bağlanarak bir totolojiyi ortaya koymaları, onların bu mantıksal yapıya sahip olduğunu gösterir.228 Wittgenstein’a göre sahici bir önerme gerçekliğe dek uzanır, yani spesifik bir şey durumunu olumladığını gösterir. Sahici bir önermede, “bir durum, bir yer olarak, deneyim için kurulur.”229 Onlar “mantıksal yapı iskelesinin yardımı ile bir dünya kurarlar.”230 Mantıksal önermeler ise böylesi bir işleve sahip değillerdir. Onlar sahici olmayan, sözde önermeler olarak dünya olgularının ne betimlemeleridir, ne de dünya olgularına dair bir şey söyleyebilirler.231 Wittgenstein, totolojik önermelerin doğasını açıklamak için TLP’de doğruluk fonksiyonu kavramından yararlanır. Buradaki önemli nokta Wittgenstein’ın mantıksal önermelere dair tanımlayıcı bir çabaya girişmemesidir. Bu noktada mantığın önermelerinin, salt yapısal özellikleri sayesinde 223 Wittgenstein, Notebooks: Notes Dictated to G.E.Moore in Norway, s.107 Bkz.: Glock, a.g.e., s.331 225 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 6.1 226 Bkz.: Pulıdo, a.g.e., s.12 227 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 4.0312 228 Bkz.: a.e., 6.12 229 a.e., 4.031 230 a.e., 4.023 231 Bkz.: Decauwert, a.g.e., s.12 224 61 ne gösterdiğine yönelik bir teşhis yapar. Bu da sahici önermeler arasındaki mantıksal ilişkilerin dilin aktüel kullanımında gösterilebildiğine dair bir teşhistir. Mantıksal bir önermenin önemi şey durumlarının değişkenliği nedeni ile doğrudan kavranamaz. Fakat önermeler arasındaki mantıksal ilişkilere baktığımızda, mantıksal önermelerin ne kadar önemli olduğunu kavrayabiliriz. Yani mantıksal önermelerin bize neyi gösterdiği bu ilişkilere bakarak anlaşılır.232 Martin Pulido’nun aktardığı üzere Joachim Schulte, Wittgenstein’ın yapmış olduğu bu teşhisi grafiksel olarak şu şekilde açıklar: Schulte’ye göre doğruluk tablosu, şema ve temsil mekanizmaları (hepsi kendi yöntemleri ile) mümkün olduğunca açık şekilde mantıksaldır. Onların mantıksal oluşları, onlar üzerine konuşma olmaksızın, yapılarında yansır. Wittgenstein “Bu odanın içinde kitaplar ya da gergedanlar var.” “(K v G)” biçimindeki bir önermeyi, doğruluk fonksiyonu tablosunda, önermenin doğruluk koşullarını, önermenin bileşenlerini temel alarak inceler. Bu önermenin bileşenleri olan “K” ve “G”nin doğruluk koşulları sembollere bakılarak bulunamaz. Onların doğru olup olmadığı ancak gerçeklik ile karşılaştırılarak anlaşılabilir. Bu bağlamda önerme bir anlama sahiptir ve gerçekliğe dair bir şey söylediği iddiasındadır.233 Fakat totolojiler olarak mantıksal önermeler böylesi bir yapıya sahip değillerdir. “Bu araba mavidir ya da değildir.” gibi bir önerme sonuç olarak bir gerçekliğe bağlanmaz. Böylesi bir önermede bir durumun doğru ya da yanlışlığından evvel, böylesi bir doğruluk koşulunun var olmadığını görürüz.234 Böylece totolojiler ve çelişmeler hiçbir olanaklı durumu temsil etmezler, yani dünya olgularına dair bir şey söylemezler.235 Totolojik bir önermenin tek söylediği, onların anlam-sız olduklarıdır. Bu, totolojiler ile hiçbir şey yapamayacağımız anlamına gelmez. Totolojik önermeler söylemek yerine gösterirler. Onların gösterdiği, önermenin genel formudur. Önermenin genel formu Wittgenstein’a göre bütün önermelerin doğaları 232 Bkz.: McGinn, a.g.e., s.31 Bkz.: Pulıdo, a.g.e., s.18 234 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 6.113 235 Bkz.: a.e., 4.462-4.463 233 62 gereği, birbiriyle ortaklaşa sahip oldukları tek mantıksal sabittir.236 Önermelerin genel formu, önermelerin nasıl kullanıldığını yansıtır. Böylece mantıksal bir önermenin doğruluğunun başka birini nasıl takip ettiği, önermenin yapısında ya da onların içsel ilişkilerinde yansır.237 TLP bağlamında Mantıksal önermeler “totolojiler”in yanında bir de “çelişmeler”i içerirler. Bir totoloji, Wittgenstein’a göre söylüyor göründüğü şeyi, yalnızca gösterir. Bir çelişme ise söylüyor göründüğü şeyin tam karşıtını gösterir. Wittgenstein bağlamında bir şey söylemenin, daha önceki bölümlerde açıkladığımız üzere, dünya olgularına işaret eden bir betimleme olduğunu söylemiştik. Buradan hareketle Mantığın sözde önermelerine bakarsak, onların çözümlendiklerinde, söylemeleri gereken şeyi yalnızca gösterdiklerini, dünya olgularına işaret eden betimleyici bir yapıya sahip olmadıklarını görürüz. “Totolojiler hiçbir şey söylemezler, onlar durumlarının resimleri değildirler: onlar kendi kendilerine mantıksal olarak tamamı ile yansızdırlar. (Bir totoloji ile bir önermenin mantıksal çarpımı önermenin kendisinden ne daha fazla, ne de daha az bir şey ifade eder.)”238 Wittgenstein anlam-dışı ve anlam-sız kavramlarından hareketle bir ayrım yaparken, doğruluk-fonksiyonu ilkelerinden hareket eder. Mantık ve matematiksel ifadeler olgusal bir içeriğe sahip olmamalarına rağmen doğruluk değeri alabilirler. Bu tarz ifadeler, dünya olgularının aksine, bir karşılaştırma nesnesi olmaksızın doğruluk değeri alabilirler. Onların doğruluk koşulları bu ifadelerin kendilerine bakarak belirlenir. Bir önermenin doğruluk fonksiyonu içerisinde olanaklı olduğunu daha evvelden söylemiştik. Yani bir önermenin doğru olabilmesi için, aynı zamanda yanlış olabilme olanağını da içeriyor olması gerekir. 236 Bkz.: a.e.. 5.47 Bkz.: a.e.. 5.13-5.131 238 Wittgenstein, Notebooks, 3.10.14 237 63 Bunun akabinde Wittgenstein bütün mümkün doğruluk koşulları içinde iki uç durumdan söz eder. Birinci durumda bütün doğruluk koşulları totolojiktir. Bu da önermenin, öğe önermelerinin bütün doğruluk koşulları için, doğru olduğu anlamına gelir. İkinci durumda ise birinci durumun tam aksini görürüz. Bu durumda önerme, bütün doğruluk koşulları için yanlıştır. Bu da bize doğruluk koşullarının bu durumda çelişik olduğunu söyler. Birinci durumdaki bir önermeyi totoloji, ikinci durumda ise çelişki olarak nitelendiririz.239 Yani bir totolojinin doğruluğu kesin, bir çelişmenin doğruluğu ise olanaksızdır. Wittgenstein bir önerme olma niteliğine sahip bir ifadenin, dünya olgularına dair bir şeye işaret etmesi gerektiği düşüncesinden hareketle, bir önermenin söylediğini gösterdiğini, bir totoloji ve çelişmenin ise hiçbir şey söylemediklerini gösterdiğini söyler. Totolojiler ve çelişmeler bize gerçekliğin resimlerini sunmazlar. Çünkü biri her bir olanaklı duruma izin verirken, öteki hiçbirine izin vermez. Böylece hiçbir olanaklı durumu temsil edemezler.240 Bu bağlamda bir önermenin doğru olabilmesi için aynı zamanda, yanlış olabilme olanağını içeriyor olması gerektiğini göz önüne alırsak, bir totoloji ve çelişmenin neden bir şey söylemediği kolayca anlaşılabilir. Çünkü bir totoloji içinde doğruluk değeri açısından bütün olanaklılık önceden kabul edilir. Bir çelişmede ise tam tersine hiçbir olanaklılık içerilmez. Mantıksal önermelerin, olgusal önermeleri dikkate aldığımızda, bir önemli içeriği daha vardır. Olgusal bir içeriğe sahip bir önermenin doğruluk ya da yanlışlığına bakarak başka bir önerme ile çeliştiğini ya da bir yenileme verdiğini söyleyemeyiz. Fakat mantıksal önermelerin yapısal olarak aynı niteliklere sahip önermelerle birleşerek yenilemeler veya çelişmeler verebilirler. Onların yenilemeler veriyor olması, oluşturucu öğelerinin yapılarını niteler.241 239 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 4.46 Bkz.: a.e., 4.461, 4.62 241 Bkz.: a.e., 6.12 240 64 “Örneğin “p” ve “~p” önermelerinin “~(p .~p)” bağlantısıyla bir totoloji vermeleri, onların birbirilerini çeldiklerini gösterir. “p ⊃ q”, ve “q” önermelerinin “( p ⊃ q) . (p) : ⊃ : (q)” formunda bir araya geldiklerinde bir totoloji vermeleri, q’nun p ve p ⊃ q’dan sonuç olarak çıktığını gösterir. “(x) . fx : ⊃ : fa” nın bir totoloji olması, fa’nın (x) . fx’ den sonuç olarak çıktığını, vb., vb.” 242 TLP bağlamında mantık ve matematiğin ifadelerini teknik olarak inceleyecek olursak, bu tarz ifadeler deneysel bir içeriğe sahip olmayan ve dünya olgularına dair hiçbir şey ifade etmeyen biçimsel ifadelerdir.243 Wittgenstein herhangi bir olgusal içeriğe sahip olmayan bu tarz ifadelerin yapısını ortaya koymak için “anlam-sız” terimini kullanır. Bu tarz “anlam-sız” ifadeler olgusal bir içeriğe sahip olmayan, fakat belirli biçimsel, mantıksal yapıya sahip önermelerdir. Mantık ve matematiksel ifadeler yapıları sayesinde doğru ya da yanlış olabilirler. Onların doğru ya da yanlışlığını ise dünya olgularından çıkaramayız. Mantık ve matematiksel ifadelerin doğru ya da yanlışlıkları kendi yapıları arasındaki ilişkilere bakarak anlaşılabilir.244 Buradan hareketle Wittgenstein mantıksal önermelerin doğru açıklamasının, onlara bütün önermeler arasında eşsiz bir konum verdiğini söyler.245 “Mantıksal önermelerin ayrıcalıklı işareti, onların doğru olduğunun yalnızca sembole bakılarak görülebilmesidir. Ve bu unsur bütün mantık felsefesini içinde barındırır. Ve şu da en önemli unsurlardan biridir ki, mantıksal olmayan önermelerin doğruluk ve yanlışlıkları yalnızca önermeye bakılarak görülemez.” 246 Wittgenstein, matematiğin de tıpkı mantıksal olan ifadeler gibi sözde önermelerden oluştuğunu düşünür. Tıpkı mantıksal nesnelerden bahsetmenin saçma olması gibi matematik nesnelerden de bahsedemeyiz. Mantık ve matematiğin sözde önermelerine onların oluşturucu öğelerini göz önüne alarak bakarsak eğer, bunların oluşturucu öğelerinin sahici olmayan kavramlardan oluştuğunu görürüz. Onlar bir 242 Wittgenstein, TLP., 6.1201 Bkz.: Çakmak, Logico-Philosophicus’un Temel Özellikleri, s.179 244 Bkz.: a.e., s.188 245 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 6.112 246 a.e., 6.113 243 65 önerme içindeki sahici adlara denk düşen “masa”, “ağaç” gibi kavramlardan oluşmazlar. Mantık ve matematiksel ifadeler “değişken”, “obje”, “olgu”, “işlev”, “küme” gibi varlığından söz edilemeyecek olan biçimsel kavramlardan oluşurlar. Wittgenstein felsefe ve mantıkta ortaya çıkan karışıklıkların temelde biçimsel kavramlar ile sahici adların birbiri ile karıştırılmasından dolayı ortaya çıktıklarını ileri sürer.247 Matematiksel ifadeler herhangi bağlamsal bir değişkene bağımlı olmaksızın kendilerinin totolojik olduklarını gösterirler. Matematiksel ifadeler, mantığın totolojiler ile yaptığı, dünyanın mantığını gösterme işini eşitlikler ile yaparlar.248 Bu bağlamda Wittgenstein’a göre matematik ifadeler de tıpkı mantıksal ifadeler gibi dünya gerçekliğinden bağımsız olarak doğruluk fonksiyonu içinde değerlendirilir. Böylece mantıksal ifadeler gibi matematiğin ifadeleri de filozof açısından “anlamsız” olarak konumlandırılır.249 Wittgenstein matematiğe özel olanın onun eşitliklerden oluşması olduğunu söyler. Matematikte eşitliklere varma yöntemi, ifadelerin birbirleri yerine koyulabilmesine dayanır. Çünkü Wittgenstein’a göre iki ifadenin birbiri yerine koyulabiliyor olması, eşitliği ifade eder. Böylece birkaç eşitlikten hareketle, eşitliklere uygun şekilde bu yerlere farklı ifadeleri koyarak yeni eşitliklere ulaşma şansını ediniriz. Matematiğin bütün önermelerinin kendiliğinden anlaşılır olması, onun eşitliklerden oluşan bu yöntemine dayanır. Buradan hareketle Wittgenstein matematiği mantığın bir yöntemi olarak tanımlar.250 Böylece özetleyecek olursak, mantık ve matematiksel ifadeler, yapıları dolayısıyla dünya olgularına dair hiçbir şey söylemeyerek, olgusal dilden ayrılır. Wittgenstein’ın aynı zamanda, söylemek ve göstermek arasında bir ayrım yaparak mantık ve matematiksel ifadelere önemli bir yer atfettiğini daha evvelden söylemiştik. Mantık ve matematiksel ifadeler olgusal dilin dışında konumlandırılmış 247 Bkz.: Soykan, Felsefe ve Dil, s.77 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 6.22 249 Bkz.: Pulıdo, a.g.e., s.22 250 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 6.234, 6.2341, 6.24 248 66 olmasına karşın, diğer tarzda söylenemeyenlerden de doğruluk değeri alabiliyor oluşları dolayısıyla da ayrıcalıklı bir konuma sahip olurlar. Wittgenstein mantıksal ve matematiksel ifadelerin, diğer tarzda söylenemeyenlerden farkını ortaya koyabilmek için, onları anlam-dışı değil, anlam-sız kavramı altında ifade eder. 2.2. Dilin Anlam-dışı Kullanım Alanları Wittgenstein buraya kadar anlatmaya çalıştığımız bölümde genel anlamında dilin tüm kullanımlarını, “anlam-lı”, “anlam-sız” ve “anlam-dışı” kavramlarından hareketle yapısal ve içeriksel bir belirlemeye tabi tutar. Dilin anlam-dışı kullanımlarına geçmeden evvel, daha önceki bölümlerde açıklamaya çalıştığımız, dilin bütün kullanım alanlarını anlam açısından yeniden hatırlamak yerinde olacaktır. Glock’a göre, Tractatus’ta yalnızca bilimin çift kutuplu bir yapıya sahip olan önermeleri “anlam-lı”dır. Çünkü onlar dünya olgularına dair bir durumu betimlerler. Bu bağlamda Wittgenstein açısından söylenebilenler içinde konumlanırlar. Totolojiler ve çelişmelerden oluşan mantıksal önermeler ise “anlam-sız”dır. Fakat mantıksal önermeler sayesinde dünyanın ve dilin yapısı ortaya koyulabilir. Filozofa göre mantıksal önermeler gösterilebilir olan bir şeyi söyleme girişimleri olarak, söylenemeyen fakat gösterilebilir olanlar arasında konumlandırılır. Wittgenstein’a göre geleneksel metafizik ifadeler mantıksal söz dizim kuralları yanlışlıklarından oluşur. Bu tarz ifadelerin mantıksal söz dizim kurallarını ihlal ettikleri, mantıksal analizler sayesinde anlaşılabilir. Bu anlamda geleneksel metafizik ifadeler “anlam-dışı”dır.251 Geleneksel metafizik önermeler iki farklı şekilde dilin mantığına aykırı hareket ederler. Bu tarz önermeler ya mantıksal söz dizim kurallarını gizlice ihlal ederler ya da TLP'nin sonunda Wittgenstein’ın mantıksal yapı iskelesinin son basamağında yaptığı belirleme gibi, yalnızca gösterilebilir olan bir şeyi söylemeye çalışırlar. Gerçekliğin ne şekilde betimlenebileceği ancak dilsel kurallarla birlikte yansıtılabilir. Ama bu dilsel kurallar 251 Bkz.: Glock, a.g.e., s.259 67 kendi kendilerini yansıtamaz. Bu anlamda dilin yapısına ilişkin bir betimleme gerçekleştirilemez.252 Wittgenstein açısından TLP’nin önemi, söylenebilir olanları iletmek değildir. Böylesi bir bağlamda TLP’yi okursak onun hiçbir şey iletmediğini görürüz. Fakat kitabın asıl değeri, söylenemeyen fakat gösterilebilir olanları açığa vurma girişimidir. Bu bağlamda TLP büyük bir önem arz eder.253 Tractatus’un ortaya koyduğu ifadeler ise mantıksal söz dizim kurallarının bir yanlış anlaşılmasından oluşmaz. TLP’de daha ziyade, çalışmanın iç yüzünü anlamaya dayalı bir dil kullanılır. Fakat Wittgenstein, TLP’de böylesi bir dil kullanarak, gösterilebilir olan bir şeyi söylemeye çalışır. Wittgenstein’a göre önceki bölümlerde, gösterilebilir olan bir şeyi söylemeye çalışan her önerme bağlamının bir “sözde önerme” olarak değerlendirildiğini söylemiştik. TLP bu bağlamda değerlendirildiğinde “sözde önermeler”den oluşan bir kitaptır. Böylece Wittgenstein açısından TLP’de kullanılan dil, “anlam-dışı” bir dil olarak nitelendirilir.254 “Anlam-dışı” kavramı Wittgenstein açısından Tractatus’ta iki farklı şekilde ortaya çıkar. Birincil olarak geleneksel metafizik ifadelerde ortaya çıkan, mantıksal söz dizim kurallarının yanlış anlaşılmasına dayanan “anlam-dışı” ve ikincil olarak da TLP’nin ifadelerinden oluşan mantıksal söz dizimin iç yüzünü anlamaya dayanan önemli olarak nitelendirebileceğimiz “anlam-dışı”. Bu ikinci türdeki anlam-dışı ifadeler, yalnızca gösterilebilir olan bir şeyi söylemeye çalışırlar.”255 Bu bağlamda Diamond’un aktardığı üzere Anscombe’nin bahsettiği bir ayrımı gündemimize almak yerinde olacaktır. Anscombe iki farklı türde anlamdışından bahseder. Birinci türdeki anlam-dışı “aydınlatıcı” (illuminating) ya da “faydalı” (useful) bir anlam-dışıdır. F.P.Ramsey bunu “önemli anlam-dışı” (important nonsense) olarak nitelendirir. Bu anlamda “önemli anlam-dışı” olarak nitelendirilen böylesi bir anlam-dışı dil kullanımının ardında bizim 252 Bkz.: Glock, a.e., s.199 Bkz.: McGinn, a.g.e., s.4 254 Bkz.: Glock, a.g.e., s.259 255 Bkz.: a.e. , s.335 253 68 kavrayabileceğimiz bir hakikatin yatıyor olabileceği düşüncesi vardır. Fakat daha evvelden açıkladığımız Wittgenstein’ın söylenebilen-söylenemeyen ayrımı açısından, böylesi bir hakikat ifade edilemez. Bu hakikat gösterilebilir olan bir içeriğe sahiptir. Anscombe’ye göre ikinci bir anlam-dışı ise ardında böylesi bir hakikati barındırmaz. Bu tarzda ifadeler tutarsız ve karmaşıktır. Onların anlamdışılıkları olgusal dil aracılığı ile kolayca saptanabilir.256 Wittgenstein’ın Tractatus’unda kullanılan dili ardında kavranabilecek bir hakikatin yattığı düşüncesi ile bir önem arz ederek felsefi anlam-dışı bir dil olarak kavramalıyız. İçinde belirli tarzda taleplerin dile geldiği, bir çeşit düşünsel aktivite olarak ele almalıyız.257 Bu bağlamda bizim anlam-dışı alanında olduğumuzu fark ederek, Tractatus’a bu anlam-dışı dil boyunca bir tırmanış gerçekleştirmeliyiz. Bu sayede, bizim “anlam-lı” düşüncelerimiz olduğu yanılsamasından arındırılmış olarak, TLP’yi içinde dile gelen düşünceleri onun talep ettiklerini göz önünde alarak doğru bir şekilde kavrayabiliriz. Kitabın etik olan noktası bu bağlamda böylesi bir aktiviteyi içerir. Böylesi bir okuma ile yanlış bir tutumun kabulü olduğu yerde bu kabulden sıyrılarak, TLP düşünsel bir aktivite olarak kavranabilir.258 Geza Kallay’ın aktardığı üzere Cora Diamond da dilin anlam-dışı kullanımları açısından bir ayrım yapar. Bu da “görünen anlam-dışı” (seeming nonsense) ve “aşikâr anlam-dışı” (obvious nonsense) arasındaki ayrımdır. Ona göre Tractatus’un ardından, kitabın cümleleri yön değiştirerek yeniden kurulur. Fakat elenmezler. Bu anlamda Tractatus’un cümleleri geleneksel metafizik cümleler gibi “aşikâr” bir anlam-dışı olarak görünmez. Onların anlam-dışı görünümleri şöylesi bir kavrayışla ortaya çıkar: Tractatus’un cümleleri daha ziyade anlam-lı görünür fakat gerçekte anlam-dışı olarak dile gelir.259 256 Bkz.: Aktaran. Gezá Kállay, “Nonsense and The İneffable: Re-reading the Ethical Standpoint in Wittgenstein’s Tractatus”, E.d. Martin Gustafsson, Stockholm, Nordic Wittgenstein Review I, 2012, s.107 257 Bkz.: a.e.,s.108 258 Bkz.: a.e., s.109 259 Bkz.: a.e., s.112-113 69 P.M.S. Hacker ise aynı şekilde Tractatus’ta “anlam-dışı” kavramını iki farklı bakımdan değerlendirebileceğimizi düşünür. Bu bağlamda Hacker, Tractatus’ta “açık anlam-dışı”(overt nonsense) ve “örtük anlam-dışı”(covert nonsense) olmak üzere bir ayrım yapar. Bu ayrımı başka bir düzeyde Hacker “yanıltıcı anlamdışı”(misleading nonsense) ve “aydınlatıcı anlam-dışı”(illuminating nonsense) olarak da ele alabileceğimizi düşünür. Yanıltıcı anlam-dışı alanına ait ifadeler dilin mantıksal sentaksını yanlış anlamaktan kaynaklanır. Bunlar Hacker’a göre, yalnızca gösterilebilen bir şeyi söyleyebileceğimiz yanılsamasından meydana gelir. Buna karşın aydınlatıcı bir içeriğe sahip anlam-dışı ifadeler ise aynı şekilde dilin mantıksal sentaksını ihlal etmelerine rağmen, onlar kendinde bilinçli bir isteğe dayanırlar. Hacker bu tarz anlam-dışı ifadelerin, birinin bilinçli şekilde “ifade edilemeyen” hakikatlerin var olduğunu görmesi için kullanılmıştır.260 Bu bağlamda değerlendirecek olursak, Wittgenstein’da “anlam-dışı” kavramının Tractatus’ta yazarın talebi de göz önünde bulundurularak birbirinden ayrı şekillerden incelenmesi gerektiğini görürüz. Buradan hareketle dilde “anlam-dışı” olarak nitelendirilen kullanımları yeni bir başlık altından detaylıca inceleyerek, bu kullanımların birbirinden hangi bağlamlarda ayrıldığını ortaya koymaya çalışacağız. Bu bölümü “TLP’nin Dışındakiler” başlığı altında değerlendirmeyi uygun gördük. Çünkü bir anlamda tezimizin başında aktardığımız üzere, Wittgenstein’ın “Kitabım iki bölümden oluşur.” diye nitelendirdiği ve susarak anlatmaya çalıştığı bölüm, dilin “anlam-dışı” kullanımlarından meydana gelir. Buradan hareketle dilin “anlam-dışı” kullanımlarını, TLP bağlamında yeni bir kavramı işin içine sokarak ayrıntılı bir şekilde aydınlatmaya çalışacağız. Bu da Wittgenstein açısından önemli şekilde vurgulanmış olan “ifade edilemeyen” kavramıdır. 260 Bkz.: Ben Ware, “Ethics and the Literary in Wittgenstein’s Tractatus-Logico-Philosophicus”, Journal of the History of Ideas, Sayı: 72, Chicago, Universty of Pennsylvania Press, Ekim 2011, s.600 70 3. BÖLÜM: TLP’NİN DIŞINDAKİLER Wittgenstein’ın erken dönem eseri Tractatus’un içerisinde ele alınan konular bağlamında değerlendirirsek aslında kitabın iki bölümden meydana geldiğini görürüz. Bu iki bölümü içerikleri ve yapıları bağlamında “mistik olan” bölüm ve “mantıksal olan” bölüm olarak adlandırabiliriz. TLP’nin mantıksal olan bölümü, ontoloji, resim teorisi, totolojiler olarak mantıksal önermeler, matematik ve bilim konularından meydana gelir. Kitabın mistik olan bölümünde ise solipsizm, etik ve estetik konuları ele alınır.261 Bu bağlamda tezimizin ilk bölümünde iki temel başlık altında TLP’nin ana temaları bağlamında, mantıksal olan bölüm üzerine bir inceleme gerçekleştirdik. Bu inceleme üzerinde anlam-dışı ifadelerin de kısa bir tanımlaması ile kitabın mistik olan bölümüne de bir giriş yaptık. Kitabın mistik olan bölümünü, içeriksel ve yapısal olarak, TLP’nin dışındakiler başlığı altında ele almak yerinde olacaktır. Çünkü Wittgenstein’ın mistik olana yönelik değerlendirmeleri ve anlamdışının aydınlatılması işlemi, yine filozofun verdiği örnekle Tractatus’un bize sunduğu merdiveni aştıktan sonra gerçekleştirilebilir. Merdiveni aştıktan sonra ise artık TLP’ye yeni bir şekilde yaklaşmamız gerekir. Bu da Tractatus’taki cümleleri anlam-dışı birer kullanım olarak kavramamız gerektiğine yönelik bir yaklaşımdır.262 Wittgenstein’a göre Tractatus açısından, dil, düşünce ve dünya arasındaki ilişkinin, mantıksal doğru bir anlayış ile ortaya serilmesiyle birlikte ancak bir dil açıklık kazanabilir. Wittgenstein’ın Tractatus’ta ortaya koymaya çalıştığı düşünceleri kısaca tekrar hatırlayacak olursak; ona göre öncelikli olarak yalnızca bir önerme bir anlamı ifade edebilir. Bir adlar ya da kavramlar sınıfı bunu yapamaz. Anlam-lı önermeler olgusaldırlar. Onlar söz dizimsel olarak mantık açısından analiz edilebilirler ve betimlenebilir bir mantıksal yapıya sahiptirler. Yalnızca “anlam-lı” önermeler betimlenebilir oldukları için, dünyaya dair söyledikleri şeyi doğrulayabilir ya da yanlışlıya bilirler. Bu bağlamda, doğruluk değeri alabilirler. Buradan hareketle Wittgenstein açısından yalnızca olgular ifade edilebilir. Bunun ispatı Wittgenstein’a göre “olgular, temel olgular, nesneler” arasındaki ilişkinin dünyanın yapısını kuruyor 261 262 Bkz.: Glock, a.g.e., s.330 Bkz.: Kállay, a.g.e., s.106 71 olduğu düşüncesidir. Wittgenstein, Tractatus’u ontolojik ve söz dizimsel iki sınır çekme işlemi açısından kullanır. Birincisi ifade edilebilir olanlardan oluşur, ikincisi ise ifade edilemez olanlardan. Birincisi anlam-lı önermelerden oluşur ve sınırın içinden kavranabilir. İkincisi ise anlam-sız önermelerden meydana gelir ve bu bağlamda sınırın dışından kavranabilir.263 Wittgenstein kitabın içeriğini göz önüne alarak, kitabın ana fikrinin söylemek ve göstermek arasındaki ayrımı ortaya koymak olduğunu söylerken, buradan hareketle yeni bir ayrımı daha keşfeder. Bu da olgular ve değerler arasındaki ayrımdır. Wittgenstein olgu ve değer arasındaki ayrıma genel anlamda etik ve estetik üzerine olan düşünceleriyle ulaşır. Kitabın mantıkla ilgili olan bölümü, TLP’de sınırları çekilmeye çalışılan olgusal bir şeye işaret ederken, filozofun susarak anlatmaya çalıştığı kitabın dışı ise değersel olana ilişkin bir şeye işaret eder.264 Fakat Wittgenstein’a göre, değere ilişkin olan bu bölüme işaret etmenin yolu, neyin söylenebileceğine dair doğru bir anlayış geliştirerek yapılabilir. Söylenebilir olanın sınırını çekme işlemi ile neyin söylenebilir olmadığı da içeriden işaret edilerek açıklığa kavuşturulabilir. Bu anlamda, Wittgenstein açısından, mistik olanı anlayabilmek için dilin ve dünyanın sınırlarının belirgin olması gerekir. Çünkü mistik olan, dünya olmaksızın ya da dil olmaksızın kendisini gösteremez.265 Böylece değerlendirecek olursak bir sınır çekme işlemi açısından felsefi çalışmayla birlikte Wittgenstein iki alan arasında aşılması imkansız bir set çeker. Bu alanlar birbirinden farklı ve yapıları göz önüne alındığında ilişkili değildir. Bu iki farklı yapıya sahip alanlar, olgular ve değerler alanıdırlar. Mantıksal olarak olgular ve onların betimlemeleri olarak ya da başka bir deyişle sesli ya da sözlü ifadeleri olarak önermeler, değerler alanına ait olandan ayrılır. Yalnızca dünya olgularını betimleyen bir dil anlam-lıdır. Böylece olgusal olmayan, temsili olmayan, değerlerle 263 Bkz: Lı Hung Han Donghui, “What Is the “İneffable” Exactly: An Extensive Reading of Wittgenstein’s Tractatus-Logico-Philosophicus”, İngilizceye Çev. Zhexue Yanjui, Higher, Frontiers of Philosophy in China, Education Press and Springer-Verlag, 2007, s.403-404 264 Bkz.: Pulıdo, a.g.e., s.12 265 Bkz.: a.e., 15 72 ilgili tartışmalar etiğin anlam-dışı alanı içinde konumlanır.266 Değerler alanına ait olan etik bir şey, ifade edilemez bir yapıdadır. Fakat etik olan, Wittgenstein’a göre, yine de mistik olarak vardır. O dünyada kendini gösterir.267 Wittgenstein’ın felsefi çalışmasını bir sınır çekme işlemi olarak değerlendirdiğimizde, sınır koyucu bir terim olarak “söylenemeyen” ile karşılaşırız. Cengiz Çakmak’a göre “söylenemeyen” terimi, Tractatus’ta iki farklı sınırı belirlemek için kullanılır. Birinci sınır, anlam-lı dil, yani söylenebilenler ve bilim dışı ifadeler yani, söylenemeyenler arasındaki sınırdır. İkinci sınır ise, genel anlamda dilimizin, yani mümkün düşünce dünyamızın çevresini belirler. Bu bağlamda, söylenemeyen terimi mümkün düşünce dünyamızın dış sınırını ifade eder. Çünkü insan mümkün düşünce-dil dünyasının dışına çıkamaz. Bu bağlamda, Wittgenstein açısından, söylenemeyen terimi dil dışında yer alan bir alanı ifade etmekten çok, mümkün dilin sınırlarını belirleyen bir terim olarak kullanılır.268 Wittgenstein’ın dili özel ve genel anlamda, iki farklı şekilde kullandığını daha evvelden belirtmiştik. Bu bağlamda, söylenemeyen terimi bir sınır koyucu terim olarak özel ve genel anlamında kullanılan dilin birincil ve ikincil olarak sınırını belirler. Birincil olarak söylenemeyen terimi, özel anlamında, yani bilimsel dil ile bilim dilinin dışındaki dil kullanımlarının sınırını belirlemek için kullanılır. Bu sınır çizgisi, anlam-lı önerme ile söylenebileni, anlam-lı önerme ile söylenemeyenden ayırır. Söylenemeyen terimi, bilim dilinin dışında konumlanan, felsefe, etik, estetik, mantık, metafizik ve dinsel söylemlerin dil kullanımlarına karşılık gelir. Bu bağlamda kullanılan söylenemeyen ifadesi, anlam-lı dilin dışında konumlanan dil kullanımlarını ifade eder. İkincil olarak ise söylenemeyen terimi, genel anlamında kullanılan mümkün dil dünyamızın sınırını ifade eder. Genel anlamda dil, mümkün bütün dil dünyamızı ifade eder. Bu anlamda kullanılan mümkün dil, daha evvelden açıklamaya çalıştığımız dilin anlam-lı, anlam-dışı ve anlam-sız bütün kullanımlarını içinde barındırır. Bu bağlamda, mümkün düşünce ve dil dünyamızın dışında aşkın 266 Han Donghui, a.g.e., 409 Bkz.: Wittgenstein, TLP. , 6.522 268 Bkz.: Çakmak, “Susma ve İfade Edilemeyen”, s.4 267 73 olarak nitelendirebileceğimiz hiçbir şey, mümkün dilin olanakları dahilinde ne söylenebilir ne de gösterilebilir.269 Wittgenstein, TLP’deki ana düşüncesinin etik olduğunu söylerken, aslında onun söze dökmeyip din, etik ve estetik gibi söylenemeyenler içinde konumlandırdığı alanların, felsefe gibi söze dökmeyi denediği alanlardan daha önemli olduğunu ifade etmek ister. Böylesi bir bakış açısıyla, olgusal dilin sınırlarının döşenmesi ile sahte bilimsel bir tavırla olgusal dilden din, etik ve estetiğe kayacak taşmalar engellenir. Bu bağlamda, bu tarzda söylenemeyenler olarak ifade edilen bu alanların sahte bilimsel yolla ele alınması engellenerek, bir anlamda saygınlıkları korunur.270 TLP’yi içerisinde iki farklı talebi göz önünde bulundurarak okumalıyız. Kitap birincil olarak, içerisinde anlam-lı bir dilin sunulduğu olgusal bir dil talep eder. Fakat ikincil olarak ise kitabın bütün içeriği, dil ve dünya arasındaki ilişkinin açık şekilde ortaya koyulması isteğine dayanır. Dünya olguların toplamı olarak, dilde ise önermelerin toplamı olarak kavrandığı için, dil ve dünya arasındaki ilişkiler hakkındaki konuşmalar olgusal bir içeriğe sahip olamaz. Wittgenstein Tractatus’ta olgusal bir dille konuşmaz. Bu bağlamda kitabın kendisi olanaklı bütün olgular üzerine olup, kendisi olgusal konuşmadığı için aslında söylenemeyen, ancak olgular dünyasından geçerek kavranabilen söylenemez bir şeyi söyleme girişimidir.271 Çünkü olgusal dil, mantıksal yapısı aracılığı ile dünyaya bağlanmıştır. Bu ilişkiyi ortaya koymak için başka tarzda bir dile ihtiyaç duyarız. Bu dil de TLP’nin dilini içeren, felsefi bir dil olmalıdır. Böylesi bir dil, bize olguların izlenimlerini veren olgusal dil kılığına bürünmüş bir aldatmadır. Yani anlam-dışı olduğunu kabul eden, fakat ardında yatan bir hakikatin kavranabilmesini sağlayan tedavi edici bir dil.272 Wittgenstein Notebooks’ta “Benim güçlüğüm, yalnızca –koskoca- bir ifade güçlüğüdür.”273 diye not ederken, bir anlamda Tractatus’un dili açısından da bir 269 Bkz.: a.e., s.4-5 Bkz.: Pears, a.g.e., s.90 271 Bkz.: a.e., s.91 272 Bkz: Kállay, a.g.e., s.114-115 273 Wittgenstein, Notebooks, 8.3.15 270 74 güçlük yaşadığını belirtir. Onun söylemek istediği şeyler ifade biçimi olarak da edebi bir tercihi gerektirir. Böylece değerlendirecek olursak Wittgenstein’ın düşüncelerinin doğru ifade biçimini bulma çabası da, filozof için büyük bir problem olarak karşımıza çıkar. Wittgenstein’ın çalışmasında ifade biçimi metaforik anlamda, felsefe etkinliği için içsel olarak kitabın sonunda nükseden bir hastalık şeklinde görülür.274 3.1. İfade Edilemeyen Wittgenstein açısından felsefenin bir öğreti olmayıp, bir etkinlik olarak ele alındığını daha evvelden söylemiştik. Bu bağlamda felsefe çalışmasının sonucu, felsefe önermeleri değildir. Buradan hareketle Wittgenstein’ın Tractatus’unu etik üstüne bir kitap olarak değerlendirdiğimizde de onun aynı şekilde, dil üzerine gerçekleştirilmiş böylesi bir felsefi incelemenin sonucu olarak da etik alanına dair sonuçlar beklemediğini görürüz. Etik üstüne olan bölümü açısından da Tractatus, hiçbir etik önermeye de ulaşma çabasına girmez.275 Wittgenstein etik üzerine konuşmasına başlarken, etik kavramını Moore’un Principia Ethica’da kullandığının aksine daha geniş bir çerçevede ele aldığını söyler. Moore etik kavramını Principia Ethica’da “Etik, iyinin ne olduğu hakkında soruşturmadır.”276 şeklinde tanımlar. Wittgenstein ise etik kavramını, estetiğin en önemli parçası ve estetiği de içeren bir anlamda daha geniş şekilde düşünür. Wittgenstein için etik, değerli olan hakkında ya da gerçekten önemli olan hakkında ve yahut yaşamın anlamı hakkında, ya da yaşamı değerli yapan şey hakkında bir soruşturma olarak düşünülebilir. Wittgenstein bu tarzdaki bütün belirlemelerin, etiğin genel karakteristiği ile ilgili bize fikirler verebileceğini düşünür. Etiğin ne ile ilişkili olabileceğini anlamamız açısından bu cümlelere bakmak yeterlidir. Buradan hareketle Wittgenstein bu tarz ifadelerin hepsinin iki ayrı anlamda kullanıldığını söyler. Bir taraftan bu tarz ifadeler saçma ya da göreceli olarak, öteki taraftan ise etik 274 Bkz.: Ware, a.g.e., s.601 Bkz.: Pears, a.g.e., s.93 276 Bkz.: George Edward Moore, Principia Ethica, Cambridge, University Press, 1922, s.2 275 75 ya da mutlak olarak değerlendirilebilir. Fakat bu tarz bir belirlemeyi yapmamızı sağlayan şey bu cümlelerin kullanıldıkları anlam bağlamlarıdır.277 Wittgenstein etik üzerine olan konuşmada etiğin dilsel kullanımlarını bazı örneklemlerle değerlendirir. “Örneğin ‘Bu iyi bir sandalyedir.’deyişimin anlamı, önceden belirlenmiş bir amaca hizmet eder ve iyi kelimesi burada yalnızca daha önceden kararlaştırılmış bu amaç kadarıyla anlamlıdır.”278 Bu bağlamda kullanılmış iyi sözcüğü Wittgenstein’a göre göreceli olarak basit şekilde önceden belirlenmiş kesin bir standarda bağlıdır. Wittgenstein bu örnekleri farklı tarzda ifadeler ile çoğaltır. Bu tarz kullanım bağlamları basit şekilde hiçbir derin problemlere neden olmazlar. Fakat bu tarz ifadeler, etiğin onları nasıl kullandığını göstermez. Etiğin nasıl kullanıldığını görmemizi sağlayan örneği ise Wittgenstein şu şekilde verir. “Diyelim ki, birinize inanılmaz bir yalan söyledim. O bana gelip şöyle dedi: ‘Sen bir hayvan gibi davranıyorsun.’ Ve sonra bende ona şöyle deseydim: ‘Kötü davrandığımı biliyorum, fakat zaten daha iyi davranmak istemiyorum.’ O’da bundan sonra şöyle diyebilirdi: ‘Ah, tamamdır.’279 Wittgenstein’a göre, bu örnekte mutlak bir değer yargısından söz edebiliriz, fakat ilk örnekte ise göreceli bir yargı vardır. Wittgenstein’a göre her göreceli değer yargısı olguların bir beyanıdır. Fakat bu nedenledir ki, bu tarz ifadeler böylesi bir yapıya büründüklerinde bütünüyle bir değer yargısı görünüşlerini kaybederler. Wittgenstein açısından bu iki tarzda kullanımları değerlendirdiğimiz zaman görürüz ki; “Bütün göreceli değer yargıları olguların ifadeleri olarak gösterilebilmesine rağmen, hiçbir olgusal ifade mutlak bir değer yargısı belirtmez.”280 277 Bkz.: Wittgenstein, “A lecture onEthics”, The Philosophical Review, Sayı: 74, no:1, New York, Cornell University Press, s. 3-4-5 278 a.e., s.5 279 a.e., s.6 280 Wittgenstein, A lecture on Ethics. s.6 76 Bir durumun olduğu bir yerde etik olan bir şeyden bahsedemeyiz. Çünkü bütün durumlar aynı düzlemde gerçekleşir. Bu anlamda orada yalnızca olgular vardır. Olgunun olduğu yerde ise önermelerden söz edebiliriz. Bir önermenin olduğu yerde de etik olarak değerlendirebileceğimiz hiçbir ifadeden söz edemeyiz. Wittgenstein’a göre gündelik hayatın her alanında bu tarz olgusal ifadeler ile karşılaşırız. Bu tarzda olan ifadeler filozof açısından ‘mutlak ahlaki kullanım’ olarak görülmez. Bu tarz kullanımlar için karakteristik olan, onların hepsinde insanlar tarafından belirlenmiş belli göreli ölçülere göre yapılan değerlendirmelerin söz konusu olmasıdır. Her göreceli değer yargısının ilgili olduğu konu ise bize yalnızca olgu durumunun ne olduğunu söyler.281 Yani etik olarak değerlendirebileceğimiz, hiçbir şeyi ifade etmezler. “Şunu açıklamama izin verin: diyelim ki içinizde biri her şeyi biliyor olsun, böylece canlı ya da ölü, dünyadaki bütün bedenlerin hareketlerini bilmiş olsun ve ayrıca yaşamış bütün insan varlığının tüm akıl durumlarını da. Diyelim ki bu adam bildiği her şeyi bir kitapta yazmış olsun, bu kitap bütünüyle dünyanın tüm betimlemelerini içerirdi. Söylemek istediğim şey, bu kitap etiksel diyebileceğimiz hiçbir yargıyı ya da mantıksal olarak böylesi bir yargıya işaret eden hiçbir şeyi içeremezdi. Tabii ki bu kitap bütün görecesel değer yargılarını ve bütün bilimsel önermeleri (aslında bütün mümkün doğru önermeleri) içerirdi. Fakat bütün olgular olduğu şekliyle aynı düzlemde ve bütün önermelerde aynı şekilde aynı düzlemde betimlenebilir. Burada mutlak anlamda, önemli, yüksek ya da saçma hiçbir önerme yoktur.”282 Wittgenstein açısından etiği bir bilim olarak ele almak onların hangi düzlemlerde ele alınması gerektiğine yönelik bir yanlış anlamadır. Bu yanlış anlama ise dilin sınırlarına ve mantığına yönelik yanlış bir kavrayıştan kaynaklanır. Wittgenstein’a göre doğası itibariyle yüksek olan ya da ana fikri diğer bütün şeylerden yüksek bir şeyi ortaya koymaya çalışan bilimsel bir kitap yazılamaz. Çünkü biz duygularımızı ancak metaforlar aracılığı ile ifade edebiliriz. Böylesi şiirsel 281 Bkz.: Nedim Yıldız, “Şişenin Duvarına Çarpmak: Wittgenstein ve ‘Mutlak Ahlak’ Anlayışları”, İnsancıl, Sayı: 269, İstanbul, 23 Aralık 2012, S.31 282 Wittgenstein, A lecture on Ethics, s.6 77 olan ifadeler ise olgusal dilde bir anlamı ifade etmezler. Çünkü olgusal dildeki önermelerin hepsi aynı düzlemdedir ve onlar etiğin iddia ettiği şekilde yüksek olan hiçbir şeyi dile getiremezler. Bu bağlamda filozofa göre eğer birisi çıkıp, gerçek bir etik kitabı yazabilseydi bu kitap dünyadaki diğer bütün kitapları darmadağın edecek bir patlama etkisi yaratırdı.283 Dilde etik olan bir şeyi dile getirmeye yönelik her türlü ifade yapısal olarak anlam-dışı bir ifadedir. Bir başka deyişle, bu tarz ifadeler, dilin mantığını yanlış anlayarak, yanlış kullanımlar ortaya çıkartır. Etik ya da dinsel söylemler karakteristik olarak yanlış birer kullanım olarak karşımıza çıkar. Bu tarz ifadelerin dilin mantığının yanlış anlaşılmasına dayandığını göstermenin yolu, filozofa göre onların dilde nasıl kullanıldığına bakmaktır. Wittgenstein, bu tarz ifadelerin kullanımlarını örnekleyerek, etik ve dinsel söylemlerin etrafında dönüp dolaşan bu tarz yanlış kullanımları karakteristik olarak aydınlatmaya çalışır. Wittgenstein “bu anlamda bir kişi gördüğü ve uzun bir süredir ziyaret etmediği bir evin varlığından şüphe edebilir ve aynı zamanda onun yıkılmış olduğunu tasavvur edebilir. Fakat dünyanın varlığından şüphe ediyorum demek “anlam-dışı”dır. Çünkü onun var olmadığını tasavvur edemem. Tabii ki de dünyadan etrafında olduğu şekliyle şüphe edebilirim.”284 örneğini vererek “var olmak” ve “şüphe etmek” kelimelerinin, dünyanın varlığı ve dünyadan şüphe etmek olarak kullanıldığında, yanlış birer kullanım olarak karşımıza çıktığını anlatmak ister. Wittgenstein’ın TLP’nin dışında susarak anlatmaya çalıştığı, kitabın etik üzerine bir kitap olarak değerlendirilmesine dair doğru bir anlayış, onun TLP’nin 6.522 nolu “İfade edilemeyen vardır yine de. Bu kendisini gösterir. Mistik olandır.” önermesinden hareketle geliştirilebilir. Bu da söylemek ve göstermek arasındaki ayrımı dikkate alarak, önermesel gösterme kuramı ile mistik şeylerin kendisini gösteriyor oluşu arasında nasıl bir bağlantı kurulabileceğine yönelik bir soruyla araştırılabilir. Bu anlamda TLP’de olgusal dilin dışında konumlanan kitabın etik olan 283 284 a.e., s.7 a.e., s.9 78 bölümüne dair doğru bir anlayış, Wittgenstein’ın ileri sürdüğü ifade edilemeyen kavramı üzerine yapılmış bir inceleme ile geliştirilebilir.285 Lı Hung ifade edilemeyen kavramını iki farklı tarzda değerlendirir. Birinci tarzdaki ifade edilemeyenler, dilin ve dünyanın mantığının metafizik bir anlatıdan kaynaklı olarak yanlış anlaşılmasından dolayı ortaya çıkar. Böylesi yanlış anlaşılmalar mantıksal analiz sayesinde giderilebilir. Lı Hung bu tarzdaki ifade edilemeyen kavramını “negatif ifade edilemeyen” (negative ineffable) ya da “sahte ifade edilemeyen” olarak nitelendirir. İkinci tarzdaki ifade edilemeyenler ise hakiki fakat “gizem”li (mysterious) bir yapıdadır. Bu tarzda ortaya çıkan yanlış anlaşılmalar ise felsefi eleştiri ile giderilebilir. Wittgenstein bağlamında “ifade edilemeyen” kavramının önemi, filozofun Tractatus’ta bu kavramdan pozitif bir anlamda bahsetmesidir. Fakat negatif-pozitif ya da sahte-hakiki olsun, burada hala iki türde anlam-dışı vardır. Bu bağlamda bu kavramlar ancak anlam-dışı kavramının ışığı altında kavranabilir.286 Negatif ifade edilemeyenler, Li Hung’a göre, genel anlamda geleneksel metafizikte tartışılan “kendinde şeyler” (things-inthemselves) düşüncesi olarak tanımlanabilir. Bu bağlamdaki metafizik ifadeler Tractatus üzerinden kolayca anlaşılabilecek “anlam-dışı” bir yapıya sahiptirler. Wittgenstein TLP’nin ilk değinilerinde dünyayı olguların toplamı olarak sunar. Yani dünya olgulardan oluşan bir mantıksal uzaydan meydana gelir. Şeyler tek başına bir anlamı ifade etmeyeceği gibi onları tek başına düşünmek de imkansızdır. Şeyler ancak bir olgu içinde kavranabilir ve ancak bu şekilde bir olgu olarak bir anlamı ifade edebilirler. Geleneksel felsefe ise genel anlamda dünyayı şeylerin toplamıymış gibi düşünür. Bu bağlamda “Var oluşun indirgenebileceği töz nedir?” tarzında sorularla hareket etmeye çabalar. Metafizik yaklaşımlar genelde varoluşu töz ya da öğe olarak şeyleri başka bir şeye indirgeme çabasından meydana gelir. Fakat Wittgenstein açısından dünya, olguların mantıksal uzayından meydana gelir.287 285 Bkz.: Pulıdo, a.g.e.,s.11 Bkz.: Han Donghui, a.g.e., 404 287 Bkz.: a.e., s.405 286 79 Bu bağlamda değerlendirildiğinde geleneksel felsefe negatif yani sahte ifade edilemeyenlerle doludur. Çünkü geleneksel felsefi tartışmalara baktığımızda, onların koşulsuzluk ya da sonsuzluk arzusundan hareketle kendinde şeyler tartışması, zihinsel nesneler, Tanrı düşüncesi gibi sahte tartışmalardan meydana geldiğini görürüz. Bu yaklaşımın bir getirisi olarak, geleneksel felsefi bakışa göre felsefe kavramsal bir disiplin olarak ele alınır.288 Bu bağlamda Wittgenstein’a göre geleneksel felsefe spekülasyonlarla doludur. Fakat asıl felsefi çalışma, Wittgenstein için spekülasyonu ortadan kaldırma çabası ile bir açıklama etkinliğidir.289 Li Hung pozitif ifade edilemeyen kavramını ise klasik anlamda etik olarak değerlendirir. Etik değerler alanına aittir, fakat o dünyanın sınırlarının ötesine doğru genişler. Wittgenstein açısından etik olanın taşıyıcısı ifade edilemeyendir. Etik kendisini zorunlu etik kurallarda gösterir. Fakat bu şekildeki zorunluluklar önermenin yapısı ile ifade edilemez. Wittgenstein bağlamında etik bir soru, nihayetinde yaşamın bilmecesidir. “Yaşam ve dünya bir”290 olmasına rağmen zaman ile uzam içindeki yaşamın bilmecesi, zaman ve uzamın dışında yatar. Etik olan, dünyanın sınırlarını değiştirebilir, ama yapısını ve olgularını değiştiremez. Etik sahici ifade edilemeyen kavramı altında konumlanır. Onlar hakkında önermeler ile olgusal bir tartışma yapabilecek bir bilgiye sahip değiliz. Bu bağlamdaki bir ifade edilemeyen “aşkın” karakteri kapsamında ortaya çıkabilir. Fakat diğer taraftan o anlam-dışı tarafından gizlenir.291 Böylelikle etik üzerine düşündüğümüz zaman etik olanın, dilsel kullanım alanları bağlamında anlam-dışı bir kullanım olduğunu görürüz.292 Negatif ve pozitif ifade edilemeyen kavramlarını bu noktadan sonra değerlendirecek olursak, negatif bir ifade edilemeyen sahte yani gerçek dışıdır. Çünkü bu tarzdaki ifadeler dilin mantığını yanlış anlamaktan kaynaklanır. Bu tarzda 288 Bkz.: a.e., s.407 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 4.112-4.116-4.115 290 a.e., 5.621 291 Bkz.: Han Donghui, a.g.e., s.408,410 292 Bkz.: Kállay, a.g.e., s.107 289 80 bir yanılsama, dilin mantığının aydınlatıcı bir analizinin ardından görülebilir. Pozitif ifade edilemeyen kullanımlar ise negatif ifade edilemeyenler gibi aynı şekilde anlamdışında ürerler. Bu bağlamda onlar da dilin ve dünyanın mantığının yanlış anlaşılmasından kaynaklanırlar. Fakat bu tarzdaki ifade edilemeyen kullanımlar yalnızca dünyayı doğru gördükten sonra anlaşılabilir. Bu bağlamda dünyaya karşı doğru bir görüş felsefi eleştiri ile mümkündür. Pozitif ifade edilemeyen kullanımlar bu bağlamda felsefi eleştiri ile ortaya konulabilir.293 Burada ek olarak özel bir türde ifade edilemeyenden daha bahsetmek gerekir. Bu bağlamda özel olarak ele alınan ifade edilemeyen kavramı mantık olarak konumlanır. Wittgenstein Tractatus’ta mantığa üstün derecede bir statü atfeder. Wittgenstein’a göre “mantık aşkındır.”294 Fakat bu, mantığın önermelerinin aşkın hakikatler belirttiği anlamına gelmez. Mantığın aşkın olması diğer bütün önermeler gibi bir şey gösteriyor olması anlamına gelir. Mantık, söylenebilen her şeyi kaplayan bir şeyi gösterir. O dilin ve dünyanın sınırlarını bize gösterir, fakat kendisi söylenemez.295 Mantık dünyanın bir ayna tasarımıdır. O bir öğreti değildir. Mantık dünyanın yapı iskelesidir ve mantıksal bir uzam ile dünyayı kaplar. Mantık hem kendi kendisinin sınırıdır, hem de sınırları işaret eder. Mantığın önermeleri totolojilerdir. Totolojiler dünya hakkında hiçbir şey söylememelerine rağmen, dünyanın ve dilin mantığını yansıtırlar. Wittgenstein Tractatus’ta başlıca iki önemli soruşturmaya girişir. Bunlardan ilki mantığın sınırlarının incelemesidir. İkincil olarak ise Wittgenstein dilin sınırlarının saptanmasına yönelik bir girişimde bulunur. Bu iki soruşturma arasında yakın bir ilişki vardır. Bu iki soruşturma açısından da deney öncesinde söylenebilecek her şeyin, yani a priori olanın, mantık kapsamı içinde ele alınması gerektiğine yönelik bir kabul söz konusudur. Wittgenstein açısından deneyle olguların dünyasına ulaşabiliriz. Olgusal olan deneye gereksinim duyar. Çünkü Wittgenstein olgular bağlamında bütün olup bitme durumunun rastlantısal 293 Bkz.: Wittgenstein, TLP., s.409 a.e., 6.13 295 Bkz.: Anscombe, a.g.e., s.166 294 81 (accidental) olduğunu söyler.296 Olguların dünyası ise “a priori” olarak verilmiş bir olanaklar uzayı içinde yüzer. Mantık olgusal dilin yapısını yansıtırken, onun uzandığı gerçekliğin yapısını da aynı şekilde yansıtır. Çünkü dil ve dünya Wittgenstein’a göre aynı mantıksal yapıyı paylaşır. Dil ve dünyanın paylaştığı bu mantıksal yapı, olgular dünyasının içinde yüzdüğü olanaklar uzayının bütünü içine yayılan bir koordinatlar örgüsü olarak kavranabilir. Bu bağlamda olgusal dilin sınırlarında kendini gösteren olanaklar uzayının sınırları da mantıkça kavranır. Çünkü mantık, sınırın hesaplanmasında temel olan çıkış noktasını saptar ve hesabın yapılmasında kullanılan formülde bir mantık formülüdür.297 Bu bağlamda mantık, olguların ve önermelerin olanağının yapısal kurulumu için temel yapıtaşı olarak hizmet eder. Wittgenstein’a göre mantık hiçbir şeye dayanmaz. Bu yüzden de mantık kendi başının çaresine bakar. Fakat mantık dünya ve dilden ayrılmaz, çünkü önermeler ve olgular aracılığı ile saf bir şekilde yansır. Mantığın önermeleri adların yönletiminin, temel önermelerin ise bir anlamının olduğunun ön koşuludur. Bu da onların dünya ile bağlantısıdır. Önermeler gerçekliğin mantıksal yapısını gösterirler.298 Bu bağlamda dilde kendini yansıtan, yani gösteren bir şeyi biz dil vasıtası ile ifade edemeyeceğimiz için bu tarzda bir gösterme işlemi ifade edilemeyen kavramı altında ele alınmalıdır. İster dünyanın ve dilin mantıksal yapısı, ister değerler alanı ile ilişkili olsun, bu tarz kullanımların hepsi ifade edilemeyen kavramı altında toplanırlar. Negatif ya da sahte bir ifade edilemeyen mantıksal inceleme ile ortaya çıkarken pozitif ya da sahici bir ifade edilemeyen ise felsefi bir eleştiri ile ortaya konabilir.299 Wittgenstein’ın Tractatus’unu olgu ve değer ayrımı açısından değerlendirirken, şimdi bu konuyu özne ve dünya arasındaki ilişki bağlamında irdelemeye çalışmak yerinde olacaktır. Çünkü daha önce “Tractatus’un Ana Temaları” başlığı altında değindiğimiz özne konusu, olgu ve değer ayrımı açısından büyük önem arz eder. Bu bağlamda, Tractatus’ta konu edilen özne konusunu ayrıntılı 296 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 6.41 Bkz.: a.g.e., s.86 298 Bkz.: Han Donghui, a.g.e., s.410-411 299 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 4.121 297 82 şekilde incelemek, olgu ve değer arasındaki ayrımı doğru şekilde algılamamıza yardımcı olacaktır diye düşünüyorum. 3.2. Özne ve Dünya Wittgenstein’ın Tractatus’unda özne kavramı tek-bencilik üzerine bir dizi değini ile başlar. Bu bağlamda Wittgenstein’ın tek-bencilik üzerine olan ifadeleri, iyi bir metafizik örneği olarak ele alınabilir. Tek-benci, Wittgenstein’a göre olgu söylemini gerçekliğin üzerinde kurulduğu temel olarak alır. Olgu söylemi tekbencilik açısından gerçekliğin sınırıdır. Tek-bencinin yanılgısı, onun bu önemli görüşü yanlış şekilde sunmuş oluşundadır. Wittgenstein açısından tek-bencinin yapması gereken, bu görüşü “Dilin aynasında yansılanan, dilin aynasında yansılanır.” ya da daha yalın bir ifade ile “Var olan, vardır.” gibi kendini açıkça ortaya koyan bir totoloji ile gösterilmesine olanak vermektir. Tek-bencinin bu bağlamdaki hatası, var olana ilişkin içerik taşıyan bir doğruluk yorumu ile istemiş olduğu anlatım biçimini kullanmasıdır.300 Wittgenstein’ın tek-bencilik üzerine söylediklerini, onun felsefenin merkezi problemi olarak gördüğü ayrımın, yani söylemek ve göstermek arasındaki ayrımın başka bir şekilde ifade edilmesi olarak anlamalıyız. Wittgenstein tek-benciliğin felsefi bir hakikat olduğunu söylemez. Wittgenstein, tek-bencilik üzerine konuşurken söyledikleriyle şu tarz bir formülü ortaya koyar: “Dilimin dışında hiçbir şey söyleyemem, o halde benim için dilimin dışında bir dünya ve benim için bir dünya yoktur.” Onun hedeflediği şey, tek-bencilik de “ben”in tek başınalığı değil, dilin aşılamazlığıdır. Wittgenstein açısından, “ben”in dilden bahsediyor oluşu, onun kendisinin dilin bir sınırı olduğunu ve dünyanın bir sınırı olduğunu gösterir.301 Yine kendisinin verdiği örnekle tıpkı gözün bir görüş alanına sahip olması, ama kendisinin 300 301 Bkz.: Pears, a.g.e., s.88 Bkz.: Hadot, a.g.e., s.36-37 83 bu görüş alanının sınırı olması gibi, “Özne” de dünyanın bir parçası değil fakat o dünyanın bir sınırıdır.302 Anscombe’ye göre, Wittgenstein TLP5.6’da “benim dünyam”dan bahsederken, bu yalnızca benim anladığım dil bağlamında bir anlamı ifade eder. Bu dilin sınırları, “Benim dünyamın sınırlarını temsil eder.” Fakat ben dilin ilişkileri hakkında konuşmak için bir dil varsayamam. Ben yalnızca benim dünyama karşılık gelen dünyadaki şeylerin nasıl olduğunu söyleyebilirim. Bu da mantığın aynasında karşılanan bütün dünyayı ortaya koyar. Bu bağlamda Anscombe’ye göre Wittgenstein “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”303 der. Wittgenstein bu öne sürümünü açıklarken, ilk etapta mantık üzerine bir dizi notla bizi aydınlatmaya çalışır. “Mantık dünyayı doldurur: Dünyanın sınırları onun da sınırlarıdır.”304 Bu argümanı Anscombe, “dilimin sınırlarının anlamı dünyanın sınırlarıdır; fakat bütün diller bir ve aynı mantığa sahiptir ve bu onların dünyasının sınırıdır.” 305 şeklinde yorumlar. Bu nedenle de benim dünyamın sınırı ve dünyanın sınırı bir ve aynıdır. Wittgenstein’a göre “Ben”, dünyaya benim dünyam olmasıyla girer. Dünyanın benim dünyam olması ise yalnızca benim anladığım dilin sınırlarının benim dünyamın sınırlarını işaret etmesi ile ortaya çıkar. Bu bağlamda Wittgenstein tek-benciliğin kastettiği şeyin doğru olduğunu söyler. Fakat bu filozofa göre söylenemez, kendini gösterir.306 Buradan hareketle felsefede, “ben”den psikolojik olmayan bir tarzda bahsetmenin bir anlamı vardır. Felsefi “ben”, Wittgenstein’a göre dünyanın bir parçası olmayan ama sınırı olan metafizik “ben”dir.307 Buradan hareketle Wittgenstein, dilbilimsel tekbenciliğe radikal bir olumsalcılık bağlar; “Bu deneyimimizin hiçbir bölümünün aynı şekilde a priori olmadığı gerçeği ile bağlantılıdır. 302 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 5.632-5.633-5.6331 a.e., 5.6 304 a.e., 5.61 305 Anscombe, a.g.e., s.167 306 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 5.62 307 Bkz.: a.e., 5.641 303 84 Gördüğümüz her şey başka türlü de olabilirdi. Betimleyebildiğimiz her şey, başka türlü de olabilirdi. Şeylerin a priori bir düzeni yoktur.”308 “Burada görürüz ki, tek-bencilik tam olarak sonuna dek götürüldüğünde, saf gerçeklik ile kesişir. Tek benciliğin Ben’i uzamsız bir noktaya doğru büzülür ve geriye onun koordinatları ile eşleşmiş gerçeklik kalır.”309 Hadot’ya göre mistik olarak sona eren Tractatus’un üç bileşeni vardır. Bu bileşenleri Hadot; “varoluş duygusu”, “sınırlı bütün duygusu” ve “ifade edilemeyen duygusu” olarak nitelendirir. Bu üç bileşen genel anlamda aynı hedefin üç farklı ifadesidir. Hadot bu hedefi Wittgenstein açısından, dünyanın ve dilin içinden dünyaya, varoluşuna ve bütünlüğüne bir anlam vermenin imkansızlığı olarak tanımlar.310 Tractatus’un ifadeleri, hatalı oluşları ile ifade edilemeyeni göstermeye çalışırlar. Ama bu bağlamda ele alındığında, tam da bu noktada ifade edilemeyeni denedikleri ölçüde anlam-dışı olarak görünürler. Başka bir ifade ile söylenecek olursa, TLP’nin önermeleri bir tür anlama ve doğruluğa sahip oldukları ölçüde, anlam-dışı olarak görülürler. Wittgenstein bu bağlamda, TLP’nin önermelerini aşarak ancak mistik olana yani dünyanın doğru görüşüne ulaşabileceğimizi düşünür. Mistik duygu, dilimizin ve dünyamızın sınırlarına çarptığımızda ve iradi bir belirsizlikle bir “ifade edilemeyen” olduğunu hissettiğimiz anda kendini gösterir. Bu bağlamda Hadot, dilin bütün gösterme kiplerinin mistik bir anlama sahip olduğunu ve “mistik”in dilin gösterme kipindeki kullanımının bizde sınırlama ve bütünlük duygusu uyandırdığı anda başladığını düşünür. Hadot’ya göre Wittgenstein, “Sınırlanmış bütün olarak dünya duygusu mistik duygudur.”311 önermesi ile 308 a.e.,5.634 a.e., 5.64 310 Hadot, a.g.e., s.41 311 Wittgenstein, TLP., 6.45 309 85 dünyanın var olması olgusu karşısında duyumsadığımız yabancılık izlenimini betimlemek ister.312 Hadot’ya göre Wittgenstein açısından “düşünmek” kavramı, “söylemek” kavramına indirgenemez. Çünkü Wittgenstein bağlamında mantıki biçim söylenemez fakat Tractatus’ta ortaya serildiği üzere kendini gösterir. Bu bağlamda Hadot, dili dil olarak ifade etmeye çalıştığımda, dilin bir anlama sahip olmayı kestiğini fakat söylemek ve göstermek ayrımından hareketle, onu söyleyemememize rağmen hedefleyebileceğimizi düşünür. Burada ise önemli nokta, ifade edilemeyen mefhumunun bu bağlamda dile yasaklanması bir yana, dilin ifade edilemeyeni bize açmasıdır. İfade edilemeyen bu bağlamda, hiçbir şey temsil etmeyen, fakat çağrıştıran bir dil ile açılır. Burada da Hadot, dilin büyüsüyle karşılaşarak dilin en temel biçiminin, önümüzde dünyayı doğuracak şiir olabileceğini sezinlediğimizi söyler. Bu şiirsel dille birlikte Wittgenstein’ın Tractatus’taki “Gerçekten ifade edilemeyen vardır, kendini gösterir: Mistik olandır o.”313 öne sürümü haklılık bulur.314 Wittgenstein’ın Tractatus’u açısından ifade edilemeyen kendini dilde gösterir. Bu gösterme işleminde dilin özü, ifade edilemeyeni ifade eder. Dilin nihai anlamı olan öz, dilde kendini gösterir, fakat ifade edilemez. Böylesi bir çalışma sonuçta, dilde ifade edilemeyeni hedeflemektir. Fakat dil içindeyizdir ve bu durum aşılamaz. Tam da bu aşılamaz durum ekseninde, dilin özünü ortaya koyma çabası, aşkın olanı anlama çabası olarak kendini gösterir.315 Hadot’ya göre, negatif teolojinin ilgi alanı daima “mutlak olan”ın ifade edilemez olduğunu ve dilin yittiği bir alandan asla bahsedemez olduğumuz konuları üzerinde duyarlı olmuştur. Bu bağlamda, dilin aşılamazlığı noktasında, negatif teoloji yeni bir anlam kazanır. Bu yeni anlamda, Wittgenstein’ın TLP’de “Dil içinde ifade 312 Bkz.: Hadot, a.g.e., s.40 Wittgenstein, TLP.,6.522 314 Bkz.: Hadot, a.g.e., s.43 315 Bkz.: a.e., s.60 313 86 edilebileni, dil vasıtasıyla ifade edemeyiz”316 cümleleri ile anlatmaya çalıştığı şeydir.317 Buradan hareketle Wittgenstein’ın öznesine tekrar bakacak olursak, onun Tractatus’ta iki ayrı “ben”den bahsettiğini görürüz. Bunların ilki “emprik ben” ikincisi ise “metafizik ben”dir.318 Emrik ben dünyanın içindeki öteki nesnelerle aynı düzeydedir. Bu anlamda bir vücut bütününden başka bir şey değildir. Wittgenstein, dünya içindeki her şeyin bir taştan ya da “ben”in bedeninden kaynaklanıp kaynaklanmamasının, değerler alanıyla ilişkili olmadığını düşünür. 319 Emprik ben dünyadaki herhangi bir nesne gibi, bilen bir özne karşısında, psikolojik bir nesne olarak yer alır. Wittgenstein “metafizik” ya da “felsefi” anlamda “ben”den bahsederken ise bu “Ben”i büyük harflerle yazar.320 Bunun anlamı, Wittgenstein’ın, ikinci bağlamda kullandığı “Ben”in ilkine göre daha karmaşık bir yapıda bulunduğudur. Bu bağlamda, Wittgenstein, “Felsefede gerçekten Ben’den psikolojikolmayan anlamda söz edebilecek ve edilmesi gereken bir yol olduğunu” 321 düşünür. Wittgenstein’a göre, metafizik “Ben” ne insan, ne insan vücudu, ne de psikolojinin bahsettiği insan ruhudur. Bu bağlamda ele alınan “Ben” dünyanın içindeki nesnelerden biri olmadığı için, dilde ifade edilemez fakat yine de kendini dünyada gösterir. “Metafizik” ya da “felsefi”, “Ben” felsefeye dünyanın benim dünyam oluşu ile girer. O dünyanın bir parçası değil, dünyanın bir sınırı olarak kendini gösterir. Buradan hareketle “metafizik Ben” Wittgenstein’a göre ifade edilemeyen, mistik bir şeydir. Peki, Wittgenstein’ın bahsettiği iki ayrı benin birbirleri ile ilişkisi nedir? Ömer Naci Soykan’a göre “emprik ben” ve Wittgenstein’ın büyük harflerle yazdığı “metafizik Ben” arasında bir bağ bulunur. Bu bağ Soykan’a göre dünyanın nesnelerine sınırlı bir bütün olarak “sub specie aeternitatis” bakışı altında sanat 316 Wittgenstein, TLP., 4.121 Bkz.: Hadot, a.g.e., s.62 318 Bkz.: Soykan, Felsefe ve Dil, s.23 319 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks, 12.10.16 320 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 5.64-5.641, Krş. Notebooks, 11.8.16-12.8.16 321 a.e., 5.641 317 87 yapıtında kurulur. Wittgenstein’ın “etik ve estetik birdir.”322 önermesi düşünülürse bu bağ, aynı zamanda sanat ile etik arasındaki bağıntıdır. İnsan böylesi bir bakışla “Ben”i ve onunla aynı şey demek olan kendi dünyasını yoğun ve derin bir aydınlanma içinde kavrar. Dünyayı “sub specie aeternitatis” ezeli ve ebedi bakış ile görmek, onu yalnızca ve hep şimdide görmektir.323 Wittgenstein buradan hareketle bazı etik kavramları değerlendirir. Dünyayı ezeli ve ebedi bakış altında gören insan, Wittgenstein’a göre, mutludur. Böylesi bir bakış altında dünyayı gören insan, şimdide yaşar ve şimdide yaşayan için ölüm yoktur. Çünkü filozofa göre, ölüm bir yaşam olayı değildir ölüm yaşanmaz. Wittgenstein, bu ezeli ve ebedi bakış altında dünyayı görme eylemini dünyada sınır bir konumda bulunan “metafizik ben”e yükler. Şimdide yaşayan için ölüm yoktur deyişi, dünyada yaşayan bir fiziksel nesne olarak “ben”in sonsuzluğa uzanan zamansal süresi değildir. “Ben”in metafizik anlamdaki varlığı için zamansallığın olmayışıdır. Bu bağlamda Wittgenstein, şimdide yaşayan bengi yaşar diye düşünür.324 Şimdi Wittgenstein’ın öznesinin dünyaya karşı tutumuna bakacak olursak onun öznenin dünya karşısındaki tutumunu iki farklı düzlemde ele aldığını görebiliriz. Özne, ne dünyanın bir parçası olarak dünyadadır ne de dünyadan kopuk olarak dünyanın dışına itilmiştir. Wittgenstein, özneyi tam da dünyanın sınırında olarak ele alır. Bu bağlamda da özne dünyaya karşı iki farklı görüşü sahiptir. Birinci görüş açısından dünyayı olguların toplamı, içerisindeki şeyleri ise bir taş yığını olarak algılar. Bu daha evvelden yukarıda bahsettiğimiz “emprik ben”in dünyaya bakış açısıdır. Diğer taraftan dünyanın dışarıdan görünümü ise bundan epeyce farklıdır. Bu bakış tarzı Wittgenstein’ın kitabın daha önemli olarak nitelendirdiği estetik olan bölümüne dair önemli bir anlam ifade eder. Bu bakış tarzı “metafizik ben”in dünyayı ebedi ve ezeli bir bakış açısı altında “sub specie aeternitatis” bakışla kavrayışıdır. Buradan hareketle Wittgenstein için, değerler alanına ilişkin her bağlam 322 Wittgenstein, a.e., 6.421 Bkz.: Soykan, Felsefe ve Dil, s.24 324 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks, 8.7.16, Krş. TLP., 6.4311 323 88 dünyaya karşı böylesi bir bakış açısı altında ifade edilir. Onun için var olma, sanat ve etik bağıntısı, hep aynı şekilde “sub specie aeternitatis” bakışla ifade edilir.325 “Sanat eseri sub specie aeternitatis” görülen nesnedir ve iyi yaşam sub specie aeternitatis görülen dünyadır. Bu sanat ve etik arasındaki bağlantıdır. Nesnelere olağan bakış tarzı nesneleri sanki ortaları ortalarındaymış gibi görür, sub specie aeternitatis görüş dışarıdan. Böylesi bir bakış ile arka plan olarak tüm dünyaya sahip olmaları. Bu, muhtemelen bu görüşte nesnelerin uzam ve zaman içinde görünmek yerine, uzam ve zaman ile birlikte görünmeleri midir? Her bir şey tüm mantıksal dünyayı değiştirir, tabiri caizse, bütün mantıksal uzamı. (Kendini zorla kabul ettiren düşünce): sub specie aeternitatis görülen şey, bütün mantıksal uzamla birlikte görülen şeydir.”326 3.3. “Sub Specie Aeternitatis” Dünya Kavrayışı Wittgenstein Tractatus’un ilk değinilerine dünya üzerine cümlelerle başlar. Bu ilk değinilerin önemi, dünyanın ontolojik temellerine ilişkin belirli dayanaklar sağlama çabasıdır. Tezin ilk bölümünde bu konuyu ayrıntılı şekilde ele aldığımızı düşünüyorum. Wittgenstein dünya üzerine kitabın sonuna doğru farklı bir bağlamda bazı değiniler ortaya koyar. Bu değiniler, dünyanın bütün olarak kavranması ve varlığına ilişkin varoluşçu tonla yapılmış açıklamalardır. Wittgenstein kitabın sonunda bir bütün olarak ele alınan dünyadan, olgusal dilin anlam-lı önermeleri ile bahsedemeyeceğimiz üzerine vurgu yapar. Bütün olarak alınan dünyaya uygulanan varoluşa ilişkin ifadeler anlam-dışıdır. Buradaki önemli nokta, Wittgenstein bağlamında 325 326 anlamdan yoksun ifadeler olgularla, dünyadaki bir şeyle, Bkz.: Soykan, Felsefe ve Dil, s.38 Wittgenstein, Notebooks, 7.10.16 89 ilişkilendirilmemelidir.327 Çünkü Wittgenstein’a göre “ Dünyanın nasıl olduğu değildir mistik olan, olduğudur.”328 Wittgenstein’ın kitabın sonunda bize açtığı sessizlik, kitapta ele alınan düşünceler bağlamında anlamla yüklü bir suskunluktur. Sessizliğin anlamla yüklü oluşundan dolayı, filozofun tutumunun pozitivist olduğunu söyleyemeyiz. Ayrıca suskunluğun suskunluk olarak kalmasından dolayıdır ki onun bir varoluşçu olduğu da söylenemez. Wittgenstein’ı pozitif bir nitelik kullanmak için, varoluşsal tarzda felsefe yapan biri olarak nitelendirmek daha uygun olacaktır.329 Wittgenstein’ın, Tractatus bağlamında hedeflediği şey, olguların toplamı olarak anlaşıldığı ölçüde, dünyanın bilgisi değildir. Dünyanın bu bağlamdaki bilgisi genel olarak doğa bilimleri tarafından ele alınır. Ayrıca o aynı şekilde felsefe yaparak bilginin koşullarının analizini yapmayı da hedeflemez. Çünkü bu tarzda yapılmış bir çalışma da, genel anlamda mantığın ya da epistemolojinin vazifesidir. Tractatus’ta felsefeyle ilişkilendirebileceğimiz epistemolojik hiçbir şey yoktur. Wittgenstein kitabın ana fikrince epistemolojiye dayanan bir şeyin, felsefede olmadığını düşünür. Epistemolojiden, Wittgenstein’a göre, ancak psikoloji felsefesi içinde bahsetmemizin bir anlamı vardır.330 Bu bağlamda, “Psikoloji, felsefeye başka herhangi bir doğa biliminden daha yakın değildir. Bilgi teorisi, psikoloji felsefesidir.” diye belirtir.331 Wittgenstein’ın, felsefe yapmasının maksadı daha ziyade dünyayı bütün olarak, yani doğru bir şekilde görme hedefinden kaynaklanır. Dünyanın bu şekildeki doğru bir görünümü, ancak kitapta dile gelen önermeleri aşarak mümkün olur. Böylesi bir aşma işleminin ardından, dünyanın ve yaşamın bir olduğu görülerek dünya doğru bir şekilde görülebilir. Böylece Tractatus’un anlaşılmasının temelinde, kitabın sonunda ancak edinilebilecek böylesi bir tefekkür anlayışı yatar. Wittgenstein açısından, felsefe yapan kişinin amacı bu bağlamda daha önemli şekilde etiğin 327 Bkz.: Gottfried Gabriel, “Wittgenstein’da Edebi Biçimin Anlamı Üstüne Açıklamalar”, Pierre Hadot, Wittgenstein ve Dilin Sınırları, s.102 328 Wittgenstein, TLP., 6.44 329 Bkz.: Gottfried, a.g.e., s.103 330 Bkz.: Anscombe, a.g.e., s.27 331 Wittgenstein, TLP., 4.1121 90 istediği, ama öğretemediği şeye ulaşmaktır. Böylece Wittgenstein’ın Tractatus’ta, etik olarak nitelendirdiği bölümü neden daha önemli olarak değerlendirdiği daha doğru şekilde anlaşılabilir.332 Wittgenstein’ın Tractatus’unu kitabın son değinilerinin ardından bütün olarak inceleyecek olursak onun ifade ettiği ve varmak istediği şey arasında paradoksal bir oransızlık vardır. Bu paradoks açık ifadesini, öz-değilleme olarak Wittgenstein’ın merdiven metaforunu kullanması ile bulur. Bu paradoks ise Tractatus bağlamında, çözülemez fakat belirli bir anlama sahip olarak içerik bulur. Bir anlamda kitabın en önemli bölümü olarak içerik kazanan bu paradoks, kitabın anlamının bir parçasını oluşturur. Bu bağlamda en önemli olan şey, bir anlama sahip önermeler aracılığı ile söylenemez ve bilimin ölçütleri ile ele alınamaz.333 “Estetik açıdan, mucize dünyanın var olmasıdır. Var olan şeyin var olması. Şeylere sanatsal bakış tarzının özü, dünyaya mutlu bir gözle bakması mıdır? Yaşam ciddi, sanat neşelidir.”334 “Çünkü sanatın amacının güzel olan olduğu kavrayışında kesinlikle bir şey vardır. Ve güzel, mutlu eden şeydir.”335 Wittgenstein açısından “sub specie aeternitatis” kavramı, genel anlamda etik olarak nitelendirilen şeylerin, yapısal ya da içerik olarak açıklanma çabası açısından merkezi olarak anlaşılabilir.336 Etik, estetik ve dinsel söylemler karakteristiği gereği “anlam-dışı” olan, yanlış dil kullanımlarından oluşurlar. Bu bağlamda, bu tarz alanlar olağan bakış açısıyla kavranamaz. Çünkü olağan bakış açısı dünyayı içeriden bir taş yığını olarak görür. Dünyanın içinde ne bir değerden bahsedebiliriz ne de yüksek bir şeyi ifade eden bir anlamdan. Fakat dünya, bir bütün olarak kavrandığında dilin anlam-dışı alanı ile birlikte, yüksek bir değere doğru açılabilir. Bu yüksek değer 332 Bkz.:Gottfried, a.g.e., s.103 Bkz.: a.e., s.104-105 334 Wittgenstein, Notebooks, 20.10.16 335 a.e., 21.10.16 336 Bkz.: Somogy Varga, “Sub Specie Aeternitatis: An Actualization ofWittgenstein On Ethics and Aesthetic”, The Nordic Journal of Aesthetics, E.d. Jacob Lund, Aarhus, No: 35, 2008, s.35 333 91 için önemli nokta onların ne olağan bakışla görülebileceği ne de olgusal dil ile ifade edilemeyeceğini anlamaktır. Böylesi bir kavrayışın sonunda ifade edilemeyenin mistik karakteri ile karşılaşırız. Mucizevi olanı kavrayış tarzı, olağan bakış açısından farklı bir şekilde bir anlamı ifade edebilir.337 İfade edilemeyen, olağan bakış ve olgusal bir dil ile kavranamaz. O karakteri gereği “sub specie aeternitatis” bakış açısı altında, etik, estetik ve dinsel söylemlerin ifade edilemez olduğu, anlam-dışı bir dil ile kavranabilir. Wittgenstein için, insanlar ilgiyle ve kasıtlı olarak bir şekilde yaşamın anlamı ve etik üzerinden dilin sınırlarını ihlal etmeye girişmişlerdir. Bu kesinlikle ümitsiz bir girişimdir. Böylesi bir girişim sonunda, dil tarafından örülmüş hapishanemizin duvarlarına çarpmaya mecburdur. Fakat bu girişim özünde insan aklındaki bir eğilimin belgesidir.338 Bu eğilimin açıklamasını ise Wittgenstein, etik üzerine bir ders adıyla yayınlanan konuşmasında yapar: “Benim bütün eğilimim ve inanıyorum ki etik ve din üzerine yazmayı ya da konuşmayı denemiş bütün insanlığın eğilimi dilin sınırlarına çarpmıştır. Hapishanemizin duvarlarına bu çarpış, kusursuz ve mutlak şekilde ümitsiz bir girişimdir. Etik yaşamın anlamı, mutlak iyi, mutlak değerli olan hakkında bir şey söyleme arzusundan kaynaklandığı kadarıyla bilimsel olamaz. O ne söylerse söylesin bilgimize hiçbir anlamda bir şey eklemez. Fakat bu insan aklındaki bir eğilimin belgesidir. Kişisel olarak ona derin şekilde saygı göstermeye ve bütün yaşamım boyunca onunla alay etmeye engel olamam.”339 Etik ve estetiğin, her ikisi de bize sub specie aeternitatis bakış açısını sağlar. Ya da sonsuzluğa dair görüşler, bizim dünyayı sınırlı bir bütün olarak görmemize imkan verir. Sub specie aeternitatis bakış açısı ile bir varlık görmek, onu parçası olduğu bütünüyle birlikte hep beraber, bütün bir mantıksal uzay ile birlikte görmektir. İnsan, emprik bakış ile şeyleri öznel bir şekilde dünyanın içinden ve 337 Bkz.: Wittgenstein, A lecture onEthics, s.11 Bkz.:Varga, a.g.e., s.38 339 Wittgenstein, Lectures on ethics, s.12 338 92 ortasından görür. Sub specie aeternitatis bakış ise etik ve estetik bir uyum içinde dünyaya dışarıdan bir bakış gerçekleştirir. Dünyayı bir bütün olarak dışarıdan görmek bu bakış açısının özüdür. Etik ve estetik, kendini ancak bu bakış açısından gösterir. Böylesi bir bakışla birlikte, dünyada aynı düzeyde yer alan her şey aşılarak, dünya bütünü ile görülebilir. Bu bakış açısı ile dünyadaki şeylerin ortasında hareket ederken, onların doğasında olmayan bir değeri deneyimleriz. Başka bir deyişle dünyadaki şeylerin doğasında bir değerin olmadığını deneyimleriz. Çünkü olgusal olan dünya ve onun temsili olan önermelerin hepsi aynı düzeydedir.340 Fakat dünyayı dışarıdan, “sub specie aeternitatis” bakış açısı altından görmek, bizim onu “mutlu bir gözle” görmemize izin verir. Böylece dünyanın olgusal düzleminin dışında şeyler başka bir düzlemde, böylesi bir gözle kavranabilir.341 Değerler alanının deneyimi, şeyler ve dünya arasındaki uyumu görmekle oluşur. Böylesi bir deneyim ile Wittgenstein’ın mistik dediği şey, doğrudan bize bütün olarak sunulur. Böylesi bir deneyim, gerçeklik ile sınırlandırılmış şekilde kavranamaz, fakat kendini gösterir. Bu tarz bir bakış ile dünya ve yaşam birleşerek sonsuz şekilde kavranabilir. Sonsuz bakış açısıyla görmek, nesneleri nedensellik ilkesi ya da kesin bir sona karşı uyum içinde algılamaz. Wittgenstein, yaşamın anlamı sorusunu, bilimsel sorudan ayırır. Etik değerin deneyimi, bilimsel gözlem ile ortaya çıkmaz. Fakat o kendini sub specie aeternitatis bakış açısıyla, temaşa ile gösterir. Sub specie aeternitatis bakışla etik ve estetik algısı, değerler alanına ait olana bir olanak verir.342 İfade edilemeyen, mutlak ve sınırsızdır. O sınırsız, daha ziyade aşkındır. Çünkü bir şeyle ilişkili değildir. O kendini Spinoza’ya göre dünyayı “sub specie aeterni” (sınırlı bir bütün) olarak görmekle ortaya çıkarır. İfade edilemeyenin sonsuz olmasının nedeni, onun bir bütün olması ya da olguların aşkınlık düşüncesini izlemesi değildir. O koşulsuzdur, çünkü tüm olguların ötesindedir. Yani mutlak ve sınırsız olarak, ifade edilemeyen, mantığın sınırlarının ve deneyime tabi olanın da 340 Bkz.: Varga, a.g.e., s.40 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks, 20.10.16-21.10.16 342 Bkz.: Varga, a.g.e., s.40 341 93 ötesindedir. Mutlak olan hakkındaki soru yanlış bir kullanımdır ve cevaplanamaz. İfade edilemeyenin doğası ancak felsefi eleştiri ile ortaya konabilir. Bu tarz sorular bilimin sorularından farklıdır. Bir soru, Wittgenstein’a göre, sorulabiliyorsa, aynı zamanda cevaplanada bilir. Bu bağlamda, mutlak olan hakkındaki soru sorma tarzı bir yanlış kullanımdır. Bir başka deyişle, bu tarz sorular yanlış birer kullanım olup, bir anlamda soru olmayan sorulardır.343 3.3. Yaşam Sorunları ve Mistik Duygu Wittgenstein’ın Tractatus’unda, yaşama problemleri olarak nitelendirilen konular onun felsefi yöntemi açısından paradigmatik bir önem arz eder. Bu bağlamda, Wittgenstein’ın felsefi problemlere yaklaşımı ile onun yaşama problemlerine yaklaşımı arasında bir ilişkiden söz edebiliriz.344 Felsefi problemleri ortadan kaldırmanın yolu, bu problemlerin kaynağını saptayarak onları aydınlatmaktır. Bu bağlamda ele alınan felsefe eleştirisi, tedavi edici bir içeriğe sahiptir. Wittgenstein, bu tedaviyi felsefi sorunların kaynağı olarak gösterdiği dilin mantığını aydınlatma işlemi ile çözümleyerek yapar. Wittgenstein’ın felsefi sorunları çözümündeki en önemli yaklaşımı, onun “söylenebilen-söylenemeyen” ve “gösterilebilen” arasında yaptığı ayrımdır. O bu bağlamda, dili “anlam-lı”, “anlamsız” ve “anlam-dışı” olarak birbirinden ayırır. Bu eksende ele alındığında geleneksel felsefedeki sorunlar, anlam-dışında konumlanır ve çözümlenemez olarak gündemden düşerler. Buradaki işlem bu soruları bir çözüme kavuşturmak değildir, fakat onların anlam-dışılıklarını saptayarak onların çözümsüzlüğünü ortaya koymaktır. İşte bu bağlamda çözüm tam da budur. Bu bir anlamda, paradoksal şekilde felsefedeki doğru yöntemdir. Yaşama problemleri de felsefi problemler gibi ele alınmalıdır. Çünkü Wittgenstein, yaşama problemlerine de tıpkı felsefi problemlere yaklaştığı gibi yaklaşır. 343 Bkz.: Han Donghui, a.g.e., s.410 Bkz.: Michael Maurer, “Wittgenstein on the Meaning of Life: From Theory to Therapy”, Philosopy of the İnformation Society, 5-11 Ağustos 2007, Sayı: 15, s.144 344 94 “Yaşam sorununun çözümü, bu sorunun yok olmasında görülür. (Bu yüzden değil midir ki, uzun şüphelenmelerden sonra yaşamın anlamının açıklık kazandığı insanlar, sonra bu anlamın nerede olduğunu söyleyememişlerdir)”345 Yaşamın anlamı hakkındaki soru, olgusal dilin dışından kavranması gereken bir sorudur. Bu bağlamda, yaşamın anlamı problemleri genel anlamda bu problemlerin yanlış bir alanda düşünülmesinden kaynaklanır. Wittgenstein açısından, yaşamın anlamı hakkındaki problemler dilin anlam-dışı alanlarında ele alınmalıdır. Örneğin yaşamın anlamı problemleri ile doğrudan ilişkili olan Tanrı düşüncesi, olguların dili ile kavranamaz. Bu problemler felsefi problemler gibi çözümlenemezler, fakat onların olgusal dil açısından kavranamayacağı görülerek bu çözümsüzlüğün aranacağı bir başka alana doğru açılırlar. Wittgenstein’da Tanrı düşüncesini ele almak onun yaşama problemlerine karşı yaklaşımının aydınlatılması açısından önem arz eder. Wittgenstein’da Tanrı düşüncesini ele aldığımızda, öncelikle onun söylenebilen-söylenemeyen ayrımından hareketle Tanrı söylemini de anlam-dışı olarak söylenemeyenler içinde konumlandırdığını görürüz. Daha önceki bölümlerde ancak emprik bir içeriğe sahip bir önermenin doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir olduğunu görmüştük. Doğruluk değeri alabilen, emprik bir yapıda olan bir önerme ancak anlamın koşulu olarak ele alınır. Bu bağlamda, Tanrı hakkındaki açıklamalar ve Tanrı adının kendisi sahte adlarla konuştuğu, bu nedenle de emprik bir yapıda olmadıkları için anlamdan yoksundurlar. Wittgenstein, Tanrı söylemine karşı genel anlamda pozitivist bir tutum sergiliyor görünür. Çünkü pozitivizme göre Tanrı ne doğrulanabilir ne de yanlışlanabilir. O, anlamdan yoksundur.346 Kenny’e göre, dua etmenin tabiatına baktığımızda, aslında dua etmenin kendisinin, Tanrı hakkında bir açıklama olmadığını görürüz. O daha çok Tanrı’ya hitap olarak anlaşılmalıdır. Bu bağlamda, Tanrı’ya bir hitap olarak dua etmenin 345 Wittgenstein, TLP., 6.521 Bkz.: Anthony Kenny, “Bilinmeyen Bir Tanrıya İman”, Dilbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, E.d. Yavuz Ünal, Cilt 13, Sayı 2, Samsun, 2013, s.231 346 95 kendisi, dilin şiirsel olan alanına aittir. O, Tanrı hakkında konuşmak değil, Tanrıya hitap etmektir.347 Wittgenstein, tam da bu anlamda şiirsel dilin kendisini anlamın dışına iterek aslında onların yapılarına dair aydınlatıcı bir işlem gerçekleştirir. Onların anlam-dışı olduklarını kabul ederek, anlam-dışı bir dilde konuşmak dünya gerçekliğine dair bir şey söyleme çabası değildir. O, aynı zamanda söylenemez bir şeyi de ifade etmeye çalışmaz. Bu anlamda, anlam-dışı bir dil ile bir açıklama çabası içinde değil, ama bir hitap olarak konuşmaya bir yer bulabiliriz. Dua etmenin ya da bir Tanrı’ya inanmanın kendisi bu bağlamda yaşamın anlamı hakkında ifade edilemez bir sorunun, ifade edilemez bir cevabıdır. Cevap olan şey, dünya olgularının içinde değerli olan hiçbir şeyin olmadığını görmektir. “Bir Tanrı’ya inanmak, yaşamın anlamı hakkındaki soruyu anlamak anlamına gelir. Bir Tanrı’ya inanmak, dünyanın olgularının meselenin sonu olmadığını görmek anlamına gelir. Tanrı’ya inanmak, yaşamın bir anlama sahip olduğunu görmek anlamına gelir.”348 Wittgenstein’ın Tanrı üzerine düşünceleri, pozitivist tutumun yanı sıra, bir anlamda Tanrının tanımlanamazlığı ve ruhaniliğine ait geleneksel temayla da ilişkilendirilebilir. Wittgenstein’a göre, aşkın olan her şey gibi, Tanrı’ da ifade edilemez. Bu bağlamda, Tanrı hakkında konuşamam. Wittgenstein, TLP’nin son önermesinde “ne hakkında konuşulamıyorsa o konuda susmalı.”349 diye salık verir. Buradan hareketle, Wittgenstein’ın, hakkında konuşulamayan Tanrı konusunda, susma çağrısıyla pozitivist bir tutum sergilediğini söyleyebiliriz. Fakat Wittgenstein’ın defterlerinden alıntıladığımız yukarıdaki pasajda onun pozitivist tutumuyla birlikte hakkında konuşulamayan Tanrıya, “anlam-dışı” olan dilde bir yer verdiğini görebiliriz. Bu da hakkında konuşulamayan bir şeyi söyleme çabası olarak kendini göstermez. Böylesi bir anlam-dışı dil, Tanrı konusunu ele aldığımızda onun 347 Bkz.: a.e., s.239 Wittgenstein, Notebooks, 8.7.16 349 Wittgenstein, TLP., 7 348 96 hakkında konuşma çabası değil de, şiirsel dil ile Tanrı’ya hitaben konuşmak ya da başka bir deyişle dua etme eyleminin bir ifadesidir. Sanat alanında bu meselenin örneğini ise, en güzel şekilde, Samuel Beckett’in Godot’yu Beklerken oyununda görürüz.350 Oyunun ana karakterleri Vladİmir ve Estragon, Godot hakkında hiçbir zaman konuşmazlar. Fakat bütün oyun boyunca Godot diye nitelendirdikleri kişiyi ya da şeyi beklerler. Godot’yu Beklerken oyunu, hikayenin ana karakterini sahne dışında konumlandırmış bir oyundur. Sahnenin birincil karakteri yani öznesi üzerine değil, beklemenin kendisi üzerine odaklanmış bir hikayedir. Wittgenstein’ın Tractatus’u bağlamında Godot’yu Beklerken oyununu değerlendirecek olursak, filozofun Godot hakkında anlam-lı konuşamayacağımız için susmamızın doğru olacağını düşündüğünü söyleyebiliriz. Fakat Godot’yu Beklerken tarzında bir oyun da yazılabilir. Godot denen şey her neyse, o beklene de bilir. Godot hakkında anlam-lı dil ile konuşmak saçmadır. Fakat Godot’yu Beklerken diye bir oyun yazmak ve Godot’yu beklemek, ifade edilemez şekilde anlam-dışı olduğu için, bunun olguların dışında bir anlamı vardır. Wittgenstein açısından olgu ve değer ayrımı temelinde ortaya çıkan problemlerin cevapları ve cevap verme şekilleri de birbirinden farklıdır. Dünya olgularına dair bir şey söyleyen “Bütün önermeler eş değerlidir.”351 Bu bağlamda olgusal dilin önermeleri ile aşkın olan ya da değersel olan bir şeyi ifade edemem. Olgusal dildeki sorular da bir değere ilişkin olamazlar. Daha doğru şekilde söyleyecek olursak, ancak ifade edilebilir olana yönelik bir soru sorulabilir. Çünkü ifade edilemeyen bir cevabın sorusu da aynı şekilde ifade edilemez. Örneğin “Yaşamın anlamı nedir?” tarzında bir soru içerisindeki adların ve soru kiplerinin bir gönderimi olmadığı için sahte bir sorudur ve anlam-dışıdır. Bu bağlamda bir cevaba da sahip değildir. Dünya olgularına dair sahici bir soru, aynı zamanda cevaplanabilir 350 Bkz.: Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken, Ed. Mustafa Küpüşoğlu, Çev. Uğur Ün, Tarık Günersel, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, Ekim 2000 351 a.e., 6.4 97 de. Dünya şey durumlarının toplamı olduğuna göre dünya hakkında olgusal bir içeriğe sahip bütün sorular, bir cevaba da sahiptirler. Bir soru bir yanıtın bulunduğu yerde bulunur; bu da ancak bir şeyin söylenebildiği bir yerdir. Bu bağlamda Wittgenstein, olgusal dünyayı muhatap alarak “muamma yoktur.”352 der. Sahici bir soru bu bağlamda olgusal bir içerikte ve yapıdadır. Olgusal yapıdaki bu tarz sorular doğa bilimlerinin soru sorma tarzındadır. Dünyanın yapısını göz önünde bulundurursak, doğa bilimlerinde ortaya çıkan bütün sorular bir cevaba sahiptirler. Bu bağlamda, doğa bilimlerinin bütün olanaklı soruları yanıtlanabilir niteliktedir. Fakat Wittgenstein’a göre, insan öyle bir duyguya sahiptir ki; “bütün olanaklı sorular yanıtlandığında bile, yaşam problemimize daha hiç dokunulmamıştır. Tabii o zaman da hiçbir soru kalmamıştır; yanıt da tam budur.”353 Wittgenstein, bu duyguyu “mistik duygu” olarak adlandırır. Mistik duygu, dünyanın sınırlanmış bütün olarak (sub specie aeternitatis) görünümüdür. Bu bağlamda, Wittgenstein açısından, şöylesine bir ayrım yapmak yerinde olur. Sahici bir soru doğa bilimlerinde bulunur. Dünyanın yapısı göz önüne alındığında bu sorular dünyanın nasıl olduğuna ilişkin sorulardır. Fakat bunun yanında insan dünyada mistik bir duyguyla bazı problemlerle karşılaşır. Mistik olan, dünyanın nasıl olduğu değil, olduğudur. Bu bağlamda, aşkın olan dünyanın nasıl olduğu ile ilgisizdir. İnsanın mistik bir duyguyla karşı karşıya kaldığı problemler ifade edilemez oldukları için onların cevapları da ifade edilemez. Bu tarz problemler ancak “anlamdışı” bir alanda bir çözüme kavuşturulabilir. Buradan hareketle bir Tanrıya inanmak, yaşamın anlamı hakkındaki soruyu doğru anlamaktır. Tanrı hakkında bir şey söyleyemediğim için onun hakkında susmam gerekir. Fakat dua ederek Tanrıya hitap edebilirim. Tanrıyı hedefleyebilirim fakat onun hakkında anlam-lı bir şekilde konuşamam.354 352 a.e., 6.5 a.e., 6.52 354 Bkz.: a.e., 6.4312-6.522 353 98 Buradan hareketle Wittgenstein’ın susma çağrısını geleneksel felsefeye yönelik anlamakla birlikte, bunun yanında ek olarak bu çağrıyı bir başka şekilde de değerlendirebiliriz. Susmak bu bağlamda değerlendirildiğinde ifade edilemez olanın bir göstergesi olarak ele alınabilir. İfade edilemeyenin var olduğunun, bütün bilimsel sorular cevaplansa da benim hala en değerli olan soruya bir cevabımın dünyada olmadığının ifadesi olarak susmak. Dünya hakkında söylenebilecek her şeyi söyledikten sonra susmanın bir değerinden bahsedebilirim. Hakkında konuşamadığım şey üzerinde susarak onu hedefleyebilirim. Hedeflediğim şey hakkında konuşamam ve ona ulaşma biçimim de bundan farklı olmalıdır. “Yaşamın anlamı nedir?” tarzında bir soru olgusal dil bağlamında sorulamayacağı için olgusal dilde bir cevaba da sahip değildir. Yaşamın anlamı hakkında bir soru ancak olgusal dilin dışında bir şeyi ifade eder. Dua etmek, “yaşamın anlamı nedir?” sorusunu olgusal dilin dışında kavramaktır. Bir Tanrı’ya inanmak, en değerli soruyu anlamdışı olarak hedeflemektir. Susmak, burada olgusal dilin bu soruyu anlamadığını, yaşamın bir anlama sahip olduğunu anlamak olarak bir anlamı ifade eder. Bu bağlamda değerlendirildiğinde, susma kavramı Wittgenstein açısından, bilim dışı alanlar hakkında hiç konuşmamak olarak algılanmamalıdır. Bilim dışı alanlar, yani olgular ile bir ilgilisi bulunmayan alanlar, olguların dili ile ifade edilemez. Olguların dışı hakkında, anlam-lı dil ile konuşursam basitçe saçmalarım. Bu tarz anlam-dışı ifadelerin saçma oldukları basit mantıksal çözümlemelerle gösterilebilir. Bu tarz ifadeleri anlam-lı dil ile ifade etmek ve onları mantıkça düzgün hale getirmek olanaksızdır.355 Olgularla ilişkisi bulunmayan bir şeyi dile getirmenin yolu, anlam-dışı dil kullanımlarında ancak bir anlamı ifade edebilir. Wittgenstein, buradan hareketle olguların dışı hakkında bilimsel dil ile konuşma arzusundaki bütün girişimlere susma çağrısında bulunur. Bu, bu alanlar hakkında hiç konuşulmaması anlamına gelmez. Burada başka bir tarzda bir dil kullanılması gerektiğinin, olgular ve olguların dışı arasında bir ayrım olduğunun, anlaşılmasını ifade eder.356 Şimdi, yeni bir başlıkta Wittgenstein’ın Tractatus’taki susma çağrısını daha ayrıntılı şekilde incelemeye çalışalım. 355 356 Bkz.: Çakmak, “Susma ve İfade Edilemeyen”, Bkz.: a.e., s.6-7 99 3.4. Sessizliğin Doğası ve Tractatus Wittgenstein Tractatus’un son önermesinde “Hakkında konuşulmayan konusunda susmalı.”357 diyerek bizleri sessizliğin doğası hakkında düşünmeye iter. Fakat doğası gereği sessizlik bize felsefi bir soruşturma imkanı vermez. Bu bağlamda sessizliği Tractatus’ta dile getirilen düşünceler bağlamında yeni bir kavram üzerinden ele almalıyız. Bu kavramda hiç kuşkusuz “ifade edilemeyen” (ineffable, inexpressible) kavramıdır.358 Wittgenstein Tractatus’un önsözünde okuyucuya kitapta dile gelen düşünceleri doğru şekilde anlaması için fonksiyonel bir farkındalık yaratmaya çalışır. Bu farkındalık kitabın sonunda daha net şekilde anlaşılacak olan, anlam-lı, anlamsız, anlam-dışı ayrımından yola çıkarak kitabı okumanın farkındalığıdır. Okuyucunun Tractatus’un cümlelerine yaklaşırken onların kendi anlam-dışılıklarını fark ederek yaklaşması istenir. Tractatus’a karşı böylesi bir yaklaşım bize gösterir ki, “aşkın” olan her girişim dilimizin sınırlarında, insan düşüncesinin ve doğasının bilinçsizliği olarak kalır. Böylesi bir girişimin sonunda kesin şekilde bir boşluğa ulaşırız, bu boşluk ise ifade edilemez bir yerde olduğumuza işaret eder.359 Wittgenstein, Notebooks’ta önermenin genel kavramı sorunu üzerine düşünürken, bütün sorunların çözümünün yalın olması gerektiğini söyler.360 Böylesine bir çözümünün temel bir düşünceden, anahtar bir düşünce ya da açık bir görüngüden meydana geliyor olması gerekir. Böylesine eşsiz bir çözümün kesin bir tanımlaması, Wittgenstein’ın Notebooks’u boyunca bir problematik olarak yer alır. Fakat 1916 Haziranında aldığı notlarda böylesine temel bir çözümün mantıkmatematiksel sorunların yanı sıra, filozofun yaşama sorunları olarak adlandırdığı zorlukların çözümüyle de ilişkili olduğu düşüncesini edinir.361 Wittgenstein için, 357 Wittgenstein, TLP., 7 Bkz.: Han Donghui, a.g.e.,s.403 359 Bkz.: Michael Maurer, a.g.e., s.145 360 Bkz.: Wittgenstein, Notebooks, 29.9.14 361 Bkz.: Decauwert, a.g.e., s.2 358 100 mantık ve etik sorunlar arasında bulunması gerekli olduğunu düşündüğü ilişki üzerine bir araştırma yapmak bu bağlamda önemli bir görevdir. Böylesi bir açıklama oldukça zor görünse de, Wittgenstein’ın Tractatus’ta ki mantıksal incelemesi, bazı önemli şeylerin söylenemediği düşüncesine bağlanır. İnsan varoluşunun etik boyutları pozitif anlamda felsefede kesin bir sistem içinde belirlenemez. Tractatus, bize dilimizin mantığının, metafiziğin doğası gereği anlam-lı olmasına izin vermediğini gösterir. Metafiziğin her girişimi dilin mantığının çevrelediği sınırları zorlama girişimidir. Sınırları aşmaya çalışan her girişim ise kaçınılmaz olarak kendinde bir ihanete ve entelektüel bir dürüstsüzlüğe yol açar. Bu bağlamda, Tractatus’un etik bir sınıra sahip olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Wittgenstein, tedavi edici bir niteliğe sahip çalışmasının sonunda sessizliğe bürünür. Bu sessizliğin hemen öncesinde ise merdiven metaforu ile metafiziğin üstesinden gelebilmek için kitabın hastalıklı ruhunu ifade etmeye çalışır.362 Metnin dili tek-benci şekilde mantık tarafından kaplanarak kapalı şekilde kalır. Tractatus’un sonunda onun bir aydınlatıcı işlem olarak tasarladığı yöntemini, yine kendi hükmü ile kurban ettiğini görürüz.363 Wittgenstein, böylesi bir entelektüel intihar ile geleneksel felsefede problem olarak nitelendirilen sorunları ortadan kaldırırken, bizim bu problemlerin soru sorma tarzının anlam-dışı olduğu temelini anlamamızı ister. Bu alanlarda ortaya çıkan problemler dilimizin mantığını yanlış anlamaktan kaynaklanır. Aynı şekilde yaşamın anlamı problemleri ile ilişkilendirebileceğimiz etik sorular da aynı temel hatadan kaynaklanır. Etik sorular da aynı şekilde çözümlenemez bir temele dayanırlar. Böylesi bir bakış Tractatus’un cümlelerinin doğduğu aydınlatıcı yöntemin paradigması olarak anlaşılmalıdır.364 Geleneksel felsefedeki metafizik yaklaşımın tarih boyunca ele aldığı konulara baktığımızda, onun en yüksek anlamda Tanrı’nın varlığı, ruhun doğası ve olanaklı bir 362 Bkz.: Wittgenstein, TLP., 6.54 Bkz.: Michael Maurer, a.g.e., s.245 364 Bkz.: a.e., s.145 363 101 öte-dünya gibi konularla ilgilendiğini görürüz. Geleneksel metafizik bütün şeylerin özü ve varoluşun (ontoloji) nihai kategorisi olarak düşünülür. Doğa bilimlerinin birbirinden ayrılmasının ardından, metafiziğin de kendinde bir alan olarak düşünülmesi şaşırtıcı değildir. Şeylerin doğasına ilişkin araştırmalar, bu zamandan sonra doğa bilimlerinde başarılı bir şekilde araştırılmıştır. Bu noktadan sonra metafizik ise gerçekliğin doğası hakkında en genel araştırma olarak ele alınmaya başlanmıştır. Metafizik, doğa bilimleri ile birlikte şeylerin doğasının emprik olarak araştırılması ile ilgili değildir. Metafiziğin işi artık daha ziyade dünyanın doğasını ve onun olduğu şekliyle yapı iskelesini araştırma işini üstlenmiş olarak düşünülür. Doğa bilimlerinin araştırma alanı, deneyime bağlı olan rastlantısal (accidental) emprik sorulardır. Fakat metafizik ise gerçekliğin evrensel özsel (essential) özelliklerini araştırır.365 Özsel olan geleneksel anlamda felsefede a priori olan olarak düşünülür. A priori olan deneyimden bağımsız olarak bilinendir. Onlar emprik gözlem ya da deneysel onay tarafından değil, rasyonel argümanlarla kurulur. Kant’la birlikte, metafizik geleneksel felsefe dışında bir yönde hareket etmeye başlar. Kant, aşkın metafiziği reddederek, metafiziğe sıradan anlayışın dışında bir soru yöneltir. Bu da “ Metafizik mümkün bir bilim olarak nasıldır?” sorusudur. Kant’a göre, metafizik bilgiden sentetik a priori olarak söz edebiliriz. Sentetik a priori olan, mümkün kavramsallaştırılmış deneyim bilgisi için önceden var olandır. Bu bağlamda metafizik, emprik bilginin doğası için mümkün deneyimin bilgi alanı ile sınırlandırılmıştır. Wittgenstein ise metafiziğe karşı Kant’ın ardından, geleneğin dışında farklı bir tavır sergileyen başka bir filozoftur. Wittgenstein, emprik bilginin mümkün koşullarından onların aşkın idealist kökenine doğru hareket etmez. Daha ziyade mantığın zorunlu doğruluğu ve mantıktan yola çıkarak onların metafizik ön koşullarına doğru hareket eder. Wittgenstein’ın metafizik düşüncesi, genel temsilin mümkün ön koşulları ve özellikle de mantığın ön koşullarıdır. Bu bağlamda Wittgenstein, felsefi çalışmanın mantık ve metafizik olarak değerlendirilmesi 365 Bkz.: Hacker, “Metaphysics: From Ineffablity toNormativity”, s.1 102 gerektiğini düşünmüştür.366 Buradan hareketle “Yazdığım her şeyin çevresinde dönüp durduğu büyük sorun şudur: Dünya’da a priori bir düzen var mıdır? Ve eğer öyleyse bu düzen neyden meydana gelir?”367 diye sorar. Wittgenstein’ın Tractatus’taki merkezi çabası olarak nitelendirdiği söylemek ve göstermek ayrımı düşünüldüğünde, metafizik hakikatler dünyanın özsel yapısı ile ilişkili olduğu için hiçbir önerme ile betimlenemezler ya da tanımlanamazlar. Onlar yalnızca her önerme tarafından gösterilebilirler. Tractatus’un metafizik olan bölümü önceki metafizik sistemlerden iki önemli özelliği ile ayrılır. İlk olarak Wittgenstein, kendi metafizik sistemini epistemolojik düşünümden ziyade mantığın gerekliliklerinden ve dil aracılığı ile temsilden türetir. İkinci olarak ise anlamın sınırlarını zorlayan metafizik cümlelerin çoğu, kitabın içinde temel alınan doktrine referans yapar. Hacker’a göre bu özellikleri üç bağımsız neden altında değerlendirebiliriz. Birincil olarak, Tractatus’ta tartışılan kavramların hepsi biçimsel kavramlardır (renk, sayılar, olgu, nesne, önerme gibi). Bu yüzden Tractatus’un cümleleri (“Dünya olguların toplamıdır.”, “Çift kutuplu bir önerme anlam-lıdır.”) bir anlamı ifade edecek şekilde doğru biçimlenmiş bir yapıya sahip değildir. Onlar teknik olarak değerlendirildiğinde anlam-dışı cümleler olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda, Tractatus’un cümleleri de tıpkı dilin diğer anlam-dışı söylemleri gibi aynı derecede ve aynı anlamda anlam-dışıdır. Fakat yine de onlar dilin diğer tarzda olan anlam-dışı söylemlerinden ayrılır.368 Çünkü Tractatus’un cümleleri geleneksel metafiziğin aksine dilin mantıksal gramer yanlışlıklarından oluşmazlar. Onlar amaç olarak güçlü bir farkındalık yaratma çabasını güderler. Onlar çok özel bir felsefi amaç için yapılmış cümlelerdir. Tractatus’un farkındalık yaratmaya çalıştığı konular genel olarak şu şekilde sıralanabilir. 1-) Mantığın önermelerinin doğası. Onların totolojiler olduğu ve 366 Bkz.:Hacker, “Metaphysics: From Ineffablity toNormativity”, s.1-2 Wittgenstein, Notebooks., 1.6.15 368 Bkz.: Hacker, “Metaphysics: From Ineffablity toNormativity”, s.6 367 103 totolojilerin hiçbir şey söylemediği. 2-) Mantıksal bağlaçların doğası. Mantıksal bağlaçlar mantıksal ilişkilerin ya da özelliklerin adları değildir. Onlar işlem işaretleridirler. 3-) Doğruluk tablosu yalnızca önermesel hesaplar için kesin bir usul sağlamaz. Doğruluk tablosunda yeni bir notasyon ile önermeler kendi kendine sembolize edilebilir. Önermelerin birleşimi totoloji ya da çelişme olsun tam olarak görülebilir. Bu yüzden geleneksel metafiziğin aksine onlar aydınlatıcı bir yapıdadır. 4-) Onlar kasten gösterilebilir bir şeyi söyleme çabasındadır. Onlar ileri düzeyde bir niyetle birlikte okuyucunun gösterilebilir bir şeyi uygun önermeler aracılığı ile söylemeyi denediklerini fark etmelerini sağlarlar.369 TLP’nin metafizik ya da ontolojik hiçbir cümlesi çift kutuplu bir yapıya sahip değildir. Onlar aynı zamanda mantığın ve matematiğin önermeleri gibi iyi düzenlenmiş bir yapıya da sahip değillerdir. Onlar bu bağlamda anlam-sız değil, anlam-dışıdır. Bu anlam-dışı cümleler, okuyucunun dünyanın özünün ifade edilemezliğini fark etmesi amacı ile yazılmış anlam-dışı cümlelerdir. Wittgenstein, bu anlam-dışı cümleler ile temsilin doğasını, mantıksal hakikatin özünü ve onların neden anlam-dışı olduğunu anlatma niyetindedir. Ayrıca TLP’nin cümleleri gerçekliğin resimleri değildir. Onlar doğru biçimlenmiş cümleler olmadıkları için ne gerçekliğin resimlerini verirler, ne de mantığın ve matematiğin önermeleri gibi bir şey gösterirler. Bu bağlamda değerlendirildiğinde, TLP’yi belirli bir amaçla okumak zorundayız. Bu amacın bir ön kabulü olarak onların anlam-dışı olduklarını görmemiz gerekir. Çünkü onlar mantıksal sentaksa uygun şekilde doğru biçimlenmiş cümleler değildir. Onların amacı ilk olarak söylenemez fakat gösterilebilir bir şeyi söylemeyi amaçlar. Metafiziğin yeri, Wittgenstein’da böylece değerlendirilir ise aydınlatıcı bir içeriğe sahiptir.370 Etik, estetik ve dinsel söylemlerin anlam-dışı ile geleneksel felsefenin anlamdışı birbirinden farklı yapıdaki ifadelerden oluşur. Geleneksel felsefedeki anlam-dışı ifadeler, dilin mantığını yanlış anlamaktan kaynaklanır. Bu tarz ifadelere örnek verecek olursak, onlar “Sokrates özdeştir.” tarzında ifadelerdir. Geleneksel felsefenin 369 370 Bkz.: a.e., s.7 Bkz.: Hacker, “Metaphysics: From Ineffablity toNormativity”, s.7 104 kullandığı bu tarz ifadeler söz dizimsel karıştırmalardan meydana gelir. Örneğin yukarıdaki örnekte özdeş olmaya hiçbir sıfat gönderimi verilmemiştir. Geleneksel felsefenin anlam-dışı ifadelerini basit bir mantıksal analiz sonucunda saçma olarak çözümleyebiliriz. Fakat etik, estetik ve dinsel söylemlerin anlam-dışı ifadeleri ise daha farklı bir yapıdadır. Örneğin “Bir Tanrıya inanmak, yaşamın anlamı hakkındaki soruyu anlamaktır.”tarzında bir ifade, “ifade edilemeyen”i dile getirmeye çalışan anlam-dışı bir dilin cümlesidir. Böylesi bir anlam-dışı dilin ifadeleri, mantıksal çözümleme ile gösterilemez. Bu tarz ifadeler ne mantıksal çalışmayla düzgün bir hale getirilebilir, ne de anlam-lı bir dil ile ifade edilebilir. Onlar karakteristik olarak anlam-dışı söylemlerdir.371 Bu bağlamda etik ve estetiğin, mantıksal olarak dünya olguları ile ilişkili olmadıkları için, açık şekilde sessizlik alanına ait oldukları anlaşılabilir.372 İfade edilemeyeni dile getiren anlam-dışı kullanımlar etik, estetik ve dinsel söylemin karakterini belirler. Bu tarz ifadeler, mistik olanı ifade etmeye yarayan yanlış bir dil kullanımıdır. Fakat mistik olan ancak böylesi bir dil ile olanaklı olabilir. Bir başka deyişle anlam-dışı olmak bu söylemler için özsel olandır. Onlar dili mantıksal gramere uygun şekilde kullanmazlar. Çünkü bu tarz ifadeler için özsel olan zaten mantıksal gramere aykırı olmaktır. Wittgenstein için susmak, “ifade edilemeyen”in karakteristik olarak bilimsel bir dille ve teoriler üreterek ifade edilemeyeceğini görmek anlamına gelir. Böyle değerlendirildiğinde onun susma çağrısı etik, estetik ve dinsel söylemlerin anlam-dışı dil kullanımlarına yönelik değildir. Tam aksine susma çağrısı bu tarz söylemlerin karakterinin dışına çıkıldığında başvurulması gereken bir şeydir. Çünkü etik, estetik ve dinsel olan hakkında teoriler üreterek, bilimsel konuşma çabası, anlam-dışı bir şeyi anlam-lı dil ile söyleme çabası olarak bir saçmalığa düşer. Bu bağlamda Wittgenstein, “Çoğu kişinin şimdilerde gevezelik ederek anlatmaya çalıştığı şeyleri ben kitabımda susarak 371 Bkz.: Cengiz Çakmak, “Susma ve İfade Edilemeyen”, Felsefe Arkhivi, cilt:31, Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul, 2007s. 24-25 372 Bkz.: Varga, a.g.e., s.38 105 anlattım.” diyerek, susma eylemi ile bu tarz ifadelerin bir anlamda yerlerinin nerede olduğunu göstermiş olur.373 SONUÇ Wittgenstein, hem erken döneminde hem de geç döneminde felsefeyi dil eleştirisi temelinde ele alır. Bu bağlamda, Wittgenstein açısından dilde sözcüklerin yol açtığı bir karmaşa ile karşı karşıya kalırız. Filozof erken dönem eseri Tractatus’ta bu karmaşayı etkin şekilde yok edebilme çabasını güder. Bu karmaşayı etkin şekilde yok etmenin yolu, dilin mantığını doğru şekilde ortaya koymaktan geçer. Filozofa göre, dilin mantığı aydınlatıldığında karmaşaya neden olan dilsel kullanımlar açık şekilde ufalanıp dökülür. Bu bağlamda da Tractatus’ta, filozof, felsefi sorunları sonuna dek çözdüğünü düşünür. Wittgenstein’ın Tractatus’u, temel olarak iki problem üzerinde odaklanır. Birincil olarak önermeler ile neyin ifade edilebilir olduğu sorunu, olgusal dilin sınırları belirlenerek ortaya konulmaya çalışılır. Olgusal dilin ifadeleri, filozof açısından “anlam-lı” ifadeler olarak nitelendirilir. İkincil olarak ise olgusal dil bağlamında, neyin ifade edilemez fakat gösterilebilir olduğu sorunu üzerine bir aydınlatma çabası güdülür. Wittgenstein, neyin ifade edilebilir olduğuna yönelik sorusunu, aslında dilin olgusal olan alanını ve bu bağlamda da doğa bilimlerinin dilsel kullanım alanını doğru şekilde ortaya koyabilmek için gündeme alır. Olgusal dilin yapısının aydınlatılması işlemi gerçekleştirildikten sonra, bilim dışı alanların 373 Bkz.: Çakmak, “Susma ve İfade Edilemeyen”, s. 26-27 106 kullanımları açık şekilde içerik ve biçim bakımından kendilerini gösterirler. Bu bağlamda Wittgenstein, Tractatus’ta birincil olarak neyin söylenebileceğini ortaya koyarak, neyin söylenemez olduğunu da bu sınırın içinden bize göstermeye çalışır. Wittgenstein’ın olgusal dile bir sınır çekme isteği, bu bağlamda olgu dilinin dışındaki dilsel kullanımların doğa bilimleri ifadelerinden ne şekilde ayrıldığını gösterme isteği olarak yorumlanabilir. Olgusal dilin sınırları belirlenince, neyin olgusal neyin değerler alanına ait olduğu da doğru şekilde görülebilir. Olgu dilinin sınırları ortaya konulduğunda, sözcüklerin yol açtığı karmaşada ilk olarak gündemden düşen dilsel kullanımlar, geleneksel metafiziğin kullanımlarıdır. Geleneksel felsefede ortaya çıkan problemler, dilin mantığının yanlış anlaşılmasından kaynaklanan problemlerdir. Geleneksel felsefenin kullandığı dildeki ifadeler ise filozof açısından “anlam-dışı” olarak nitelendirilir. Tezimizde de bu tarz kullanımların dilin mantığını ne şekilde yanlış anladıklarını ve bu bağlamda hangi tarz yanlış kullanımlardan meydana geldiklerini ortaya koymaya çalıştık. Söylenebilir olanların sınırı ortaya konulduktan sonra, Tractatus’ta merkezi olarak ikincil bir problemle karşılaşırız. Bu da söylenemez fakat kendini gösteren ifadelerin yapısal olarak aydınlatılmasıdır. Filozof açısından söylemek ve göstermek ayrımı olarak nitelendirilen bu ayrımın en büyük önemi, sembolik temsilin özü hakkındaki önermeler ile birlikte değerler alanına ait ifadelerinde gösterilebilir olanlar içinde konumlandırılmasıdır. Wittgenstein açısından, yapısal olarak iki türde gösterenler sınıfından bahsedebiliriz. İlk tarzdaki gösterenler sınıfı, olgusal dilin önermelerinin kendisinin dışında bir şeyi gösteriyor olması ile betimleyici gösterenler sınıfı olarak karşımıza çıkarlar. Bu tarz ifadeleri bir şey söylemelerinin yanında aynı zamanda da gösterirler. İkinci türde gösterenler sınıfı ise kendisinin dışında bir şey göstermeyip, kendisini içsel bir şekilde ortaya koyarak, yansıtıcı gösterenler sınıfı olarak adlandırılır. 107 Mantık ve matematik ifadeler, hiçbir şey söylemeyen fakat dünyanın ve dilin mantıksal niteliklerini gösteren, yansıtıcı gösterenler sınıfında kendine yer bulur. Mantık ve matematik ifadeler, olgusal dilin sınırları belirlenirken özel bir konuma sahiptir ve filozof açısından “anlam-sız” kavramı ile “anlam-dışı” ifadelerden ayrılır. Buradan hareketle, ikincil olarak mantık ve matematiğin doğa bilimlerinden farkı ortaya konularak, olgusal dil bağlamında ufalanıp dökülen ikinci odak mantık ve matematik ifadelerdir. Fakat bu tarz ifadeler bir şey söylemeyip, gösteriyor olmaları sebebiyle yok edilemez. Wittgenstein’ın Tractatus’ta, sessiz kalarak ifade etmeye çalıştığı ve kitabın etik olan bölümü olarak nitelendirdiği bölüm ise Tractatus’ta eşik bir konuma bizi götürür. Burada felsefenin ironik karakteri ile karşılaşırız. Çünkü Tractatus’ta etkin olarak yok edilmeye çalışılan anlam-dışı ifadeler, kitabın kendi dili içinde kendilerini gösterirler. Bu bağlamda filozofun merdiven metaforu ile açıkladığı üzere, Tractatus’un ifadeleri anlam-dışı ifadeler olarak ufalanıp dökülürler. Tractatus’un yapı iskelesinin yıkılması ile birlikte, kitabın etik olan bölümü ile karşılaşırız. Bu bölümde ortaya çıkan ifadeleri filozof “anlam-dışı” kavramı altında toplar. Anlamdışı ifadeleri gündemimize aldığımızda, hakkında konuşulamayan ve ifade edilemeyen kavramlarından hareketle bir ayrımdan bahsetmemiz gerekir. Bu ayrım da Wittgenstein’ın TLP’nin sonunda bizleri sevk ettiği sessizliği doğru şekilde anlamımızı sağlar. Hakkında konuşulabilen olarak nitelendirebileceğimiz yer dünyadır. Dünyanın sınırlarına denk gelen olgusal dil ile dünya hakkında konuşabilme olanağımız vardır. Olgusal dilin sınırları çekilerek neyin ifade edilebilir olduğu ortaya konulduğunda, dünya dışında bir şey hakkındaki tüm konuşmalar, olgusal dil açısından, “saçma” olarak kendilerini gösterirler. Bu bağlamda, geleneksel felsefede problem olarak ortaya çıkan sorunlar, dünyanın dışı hakkında konuşma çabaları olarak konumlanırlar. Wittgenstein’ın susma çağrısı bu bağlamda ilk olarak, dünyanın dışı hakkında konuşma çabası güden geleneksel felsefeye yönelir. 108 Etik, estetik ve dinsel söylemlere baktığımızda, bu tarz dil kullanımlarının da hakkında konuşulamayan şeyleri ifade etme çabasını güttüklerini görürüz. Etik, estetik ve din hakkında teoriler ve kuramlar üretme çabasını güden ve bunu anlam-lı dil ile yapmaya çalışan girişimler de, dünyanın dışı hakkında konuşmaya çalışan “saçma” ifadeler olarak karşımıza çıkarlar. Bu alanlarda, teoriler ve kuramlar üretmeye çalışan, bilim kılığına bürünmüş bütün girişimlere karşı susma çağrısı yinelenir. Wittgenstein açısından ifade edilemeyen kavramına baktığımızda ise ifade edilemeyenin anlam-dışı bir dil içinde konumlandırıldığını görürüz. İfade edilemeyenin dilsel kullanım alanı, dünya dışı hakkında konuşmak yerine, anlam-dışı bir dil kullanarak ifade edilemez olanı ifade eder. Daha açık şekilde söyleyecek olursak, dinsel söylemler bağlamında örneğin, Wittgenstein Tanrı hakkında anlam-lı dil içinde konuşarak saçmaladığımızı düşünür. Bu bağlamda hakkında konuşulamayan bir şey hakkında anlam-lı dilin içinde susmak yerinde olur. Fakat bir Tanrıya inanmak ve dua etmek, Tanrı hakkında anlam-lı dil ile konuşmak değil de, anlam-dışı bir dil kullanarak Tanrıya hitap etmektir. Bu da Wittgenstein açısından, dünyanın ve dilin doğru bir kavrayışı ile ortaya çıkar. Doğru olan Tanrı hakkında anlam-lı dilin içinde susmak, fakat Tanrıya inanarak ve dua ederek yani anlam-dışı bir dil ile konuşarak, meseleyi doğru şekilde anlamaktır. İfade edilemeyenin dili, anlam-dışı bir dildir. Bu bağlamda, estetiği konu edinecek olursak, güzel hakkında konuştuğumuzda yine aynı şekilde saçmalarız. Fakat şiir yazmak, güzel hakkında anlam-lı dil ile konuşmak değildir. Şiir yazarak güzel olanı hedefleyebilir, anlam-dışı bir dil ile konuşabiliriz. Wittgenstein’ın ilk dönemi açısından, ifade edilemeyen, susma alanı yerine anlam-dışı bir dil kullanımında konumlanır. Tractatus’ta etik, estetik, din ve dünyanın dışı hakkında anlam-lı bir dil ile konuşma çabası güden bütün girişimler, saçma olarak gündemden düşerler. Bu bağlamda, Wittgenstein’ın Tractatus’u, olgusal dilin dışındaki dilsel kullanımların ifade edilemeyen kavramı altında, bu alanın dışında bir yerde konumlandırılması açısından asıl değerini taşır. 109 Son olarak, Wittgenstein açısından Tractatus’ta ve geç dönem çalışmalarında dil eleştirisinin asıl önemli ve sorun teşkil eden yönünün olgusal dilin dışında konumlanan dilsel kullanımlar olduğunu söylemek gerekir. Bu bağlamda filozof’un kendi sözleriyle tezimizi bitirmek yerinde olacaktır. “İnsanın büyülenmiş gibi tekrar tekrar geri döndüğü önermeler –bunları felsefenin dilinden silmek isterdim.”374 374 Ludwig Wittgenstein, Kesinlik Üstüne + Kültür ve Değer, Ed. Haluk Barışcan, Semih Sökmen, Çev. Doğan Şahiner, İstanbul, Metis Yayınları, Kasım 2009, s.15, 31. Önerme 110 KAYNAKÇA Altuğ, T: (2006). Modern Felsefede Metafiziğin Elenmesi: Yirminci Yüzyılda Felsefe. (A. Ş. Kılıç, Dü.) Ankara: Ebabil Yayıncılık. Anscombe, G: (1965). An Introduction to Wittgenstein's Tractatus. (H. Paton, Dü.) New York: Harper Torchbook. Beckett, S: (2000). Godot'yu Beklerken. (M. Küpüşoğlu, Dü., U. Ün, & T. Günersel, Çev.) İstanbul: Kabalcı Yayınları. Çakmak, C: (2007). "Susma ve İfade Edilemeyen". Felsefe Arkivi , 31, s. 13-27. Çakmak, C: (1999/2). Logico Philosophicus'un Temel Özellikleri. Felsefe Logos , s. 177-193. Çakmak, C: (1997). Wittgenstein'da Dil ve Felsefe İlişkisi. Felsefe Arkivi (30), s. 141-151. Decauwert, G: (tarih yok). Saying and Showing: The Single Solution of All 'The Problems of Philosophy' According to Wittgenstein's Tractatus. Philosophia: EJournal of Philosophia and Culture . 'y.y.'. Delacampagne, C: (2010). 20. Yüzyıl Felsefe Tarihi. (A. Berktay, Dü., & D. Çetinkasap, Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Glock, H.-J: (2005). A Wittgenstein Dictionary. Oxford: Blackwell Publishing. Grayling, A: (2008). Wittgenstein: Düşüncenin Ustaları. (K. Çüçen, Dü., & M. Yılmaz, Çev.) İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi. Hacker, P: (2014). Metaphysics: From Ineffabilty to Normativity. H. Glock, & J. Hyman içinde, Blackwell Companion to Wittgenstein. Oxford. 111 Hacker, P: (2014-2015). Metaphysics: From Ineffablity to Normativity, H.J.Glock and J.Hyman eds. Blackwell Companion to Wittgenstein. Willey- Blackwell,Oxford. Hacker, P: (2000). Was He Trying to Whistle It. A. Crary, R. Read, A. Crary, & R. Read (Dü) içinde, The New Wittgenstein. London, New York: Routledge. Hadot, P: (2011). Wittgenstein ve Dilin Sınırları. (T. Takış, S. Aksoy, Dü, & M. Erşen, Çev.) Ankara: Doğu Batı Yayınları. Han Donghui, L. H: (2007). What is the "Ineffable" exactly: An Extensive Reading of Wittgenstein's Tractatus Logico-Philosophicus. (Z. Yanjui, Dü.) Front. Philos. China , s. 402-411. Kallay, G: (2012). Nonsense and The Ineffable: Re-reading the Ethical Standpoint in Wittgenstein's Tractatus. (M. Gustafsson, Dü.) Nordic Wittgenstein Review , s. 103-130. Kenny, A: (2013). Bilinmeyen Bir Tanrıya İman. (Y. Ünal, Dü.) Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi , 13 (2), s. 229-241. Maurer, M: (2007, Ağustos 5-11). Wittgenstein on the Meaning of Life: From Theory to Therapy. The Philosophy of the Information Society (15), s. 142-144. McGinn, M: (2001, Mayıs 1). Saying and Showing and the Contunity of Wittgenstein's Thought. The Harward Review of Philosophy (9), s. 24-36. McGuinness, B: (2008). Wittgenstein in Cambridge: Letters and Documents 19111951. (B. McGuinness, Dü.) Oxford: Blackwell Publishing. Monk, R: (2003). Wittgenstein: Dâhinin Görevi. (M. Küpüşoğlu, Dü., B. Kılınçer, & T. Er, Çev.) İstanbul: Kabalcı Yayınevi. Moore, G. E: (1922). Principia Ethica. Cambridge: University Press. 112 Pears, D: (1985). Wittgenstein. (A. Denkel, Çev.) İstanbul: AFA Yayıncılık. Pulido, M: (2-2009). The Place of Saying and Showing In Wittgenstein's Tractatus and Some Later Works. Aporia (19), s. 11-33. Sluga, H: (2002). Ludwig Wittgenstein, Yaşamı ve Yapıtları. (E. Çakmak, Dü.) Cogito (33), s. 10-39. Soykan, Ö. N: (2006). Felsefe ve Dil: Wittgenstein Üstüne Bir Araştırma. (M. Terzi, Dü.) İstanbul: Mvt Yayıncılık. Soykan, Ö. N: (2002). Wittgenstein Felsefesi: Temel Kavramlar ve Sorunlar. (E. Çakmak, Dü.) Cogito (33), s. 40-79. Toulmin, S., & Janik, A: (2008). Wittgenstein'ın Viyanası. (E. Ayyıldız, Dü., & H. Arslan, Çev.) İstanbul: Paradigma Yayınları. Utku, A: (2009). Ludwig Wittgenstein: Erken Döneminde Dilin Sınırları ve Felsefe. (T. Takış, & S. Aksoy, Dü) 'y.y': Doğu Batı Yayınları. Utku, A: (2012). Ludwig Wittgenstein: İki Kere Felsefe. E. Yılmaz içinde, Kant Sonrası Metafizik Üzerine Konuşmalar. İstanbul: Küre Yayınları . Varga, S: (2008). Sub Specie Aeternitatis: An Actualization of Wittgenstein on Ethics and Aesthetic. (J. Lund, Dü.): The Nordic Journal of Aesthetics (35). Ware, B: (2011, Ekim). Ethics and Literary in Wittgenstein's Tractatus-LogicoPhilosophicus. Journal of the History of Ideas . Wittgenstein, L: (1965, Ocak). A Lecture on Ethic. The Philosophical Review (74), s. 3-12. Wittgenstein, L: (2009). Kesinlik Üstüne + Kültür ve Değer. (H. Barışcan, S. Sökmen, Dü, & D. Şahiner, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları. 113 Wittgenstein, L: (1961). Notebooks (1914-1916). (G. Von Wright, G. Anscombe, Dü, & G. Anscombe, Çev.) Oxford: Blackwell. Wittgenstein, L: (1961,1974). Tractatus Logico-Philosophicus. (P. Kegan, Dü., D. Pears, & B. McGuinness, Çev.) London, New York: Routledge Classics. Yıldız, N: (2012, Aralık 23). Şişenin Duvarına Çarpmak: Wittgenstein ve 'Mutlak Ahlak' Anlayışları. İnsancul (269), s. 29-46. 114 115