Türkiye`nin Merkez Ülke Olması Hayal Değil!

advertisement
sunuş
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
Türkiye’nin Merkez Ülke Olması Hayal Değil!
İnsanların kader çizgisinde yıldızlarının yükseldiği başarı dönemleri olduğu gibi, milletlerin de uzun tarihi yürüyüşlerinde yıldızlarının parladığı anlar vardır. Türkiye
son yıllarda tam anlamıyla böyle bir yükselme ve hatta
sıçrama dönemi yaşıyor. Doksan yıllık cumhuriyetin
adeta seksen yılı hazırlık dönemi ise, son on yılı da bir
sıçrama dönemi olarak görülebilir. 2001 kriziyle dibe
vuran ekonomi ve siyaset derlenip toparlandı, belli
ölçüde istikrara kavuştu. Dünyadaki 2008 krizine rağmen, Türkiye ekonomisi hızla büyüyor. Gezi olayları,
17 Aralık ve 6-7 Ekim olayları gibi toplumsal ve siyasal
krizlere rağmen hükümet içe kapanma ve güvenlikçi
politikalara geri dönmedi. Tersine iç politikada irade
zaafiyeti göstermeden kararlılıkla siyasi reformlara ve
açılım politikalarına devam ediyor. Kürt açılımının ardından şimdi de Alevi açılımı başlıyor. Dış politikada da
bölgesel ve küresel düzlemde ahlaki ve ilkesel duruşunu (Mısır ve Suriye örneği) ısrarla sürdürüyor.
Türkiye’nin sıfır sorun politikasının çöktüğüne, komşularıyla ilişkilerinin zayıfladığına, ABD ile ilişkilerin
koptuğuna ve dış politikanın iflas ettiğine ilişkin eleştirilerin ne kadar temelsiz olduğu ve anlamsızlığı son
aylardaki somut gelişmelerle iyice ortaya çıktı. Türkiye, Batılı ülkelerle Rusya’nın diplomatik çatışmasına
sahne olan Avusturalya’daki G-20 zirvesinde, 2015
yılı için dönem başkanlığını üstelendi. Bunun anlamı,
gelecek yıl dünya gündemini Türkiye’nin belirleyecek
olmasıdır. Aynı tarihlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan
Afrika turuna çıkıyor ve ikinci Afrika-Türkiye zirvesini
gerçekleştiriyordu. Ayrıca Başbakan Davutoğlu bir
süredir sorun yaşadığımız Irak’a resmi bir ziyaret düzenliyor ve komşu ülkenin yaşadığı iç siyasi ve güvenlik sorunlarını aşmada Türkiye’nin güçlü desteğini
açıklıyordu.
İstanbul’da gerçekleşen Atlantik Konseyi’nin enerji
zirvesi Türkiye’nin dünya enerji jeopolitiğindeki yerini sembolik olarak anlatan en önemli gelişmelerden
biriydi. Bu zirveye de katılan ABD Başkan yardımcısı
Joe Biden’in, Başbakan Davutoğlu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile uzun uzadıya görüşmesi ve verdiği
“birbirimize muhtacız” mesajı, diplomatik olarak iki
ülke arasındaki ilişkilerde son yıllarda yaşanan siyasi
sıkıntıların aşıldığına ve yeni bir başlangıç yapıldığına
ilişkin en güçlü işaretti. Ardından Ankara, Rusya cumhurbaşkanı Putin’i ve Katolik dünyasın ruhani lideri
Papayı ağırlamaya hazırlanıyordu.
Ankara’nın siyasi olarak yeni bir diplomatik merkez olmasını ifade eden bu ziyaretler, Türkiye’nin gücüne,
tarihine, siyasi birikimine ve stratejik aklına güvenenler
için sürpriz değildir. Evet, bazıları rahatsız olsa da Yeni
Türkiye, merkez ülke olma yolunda emin adımlarla
ilerliyor. İçerideki ve dışarıdaki aktörler, son bir yılda
işbirliği halinde ülkeye ciddi bir siyasi patinaj yaptırdılar;
ancak yüz yıldır biriken toplumsal enerji ve giderek olgunlaşan devlet aklı doğru yönetimle bu krizleri aşmayı
başardı. Yerel seçimlerde ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya çıkan seçmen iradesi, derin Anadolu
irfanının ve basiretinin bir sonucu olarak bu oyunların
bozulmasında siyasetin elini güçlendirdi.
Merkez ülke olan Türkiye’nin güvenli geleceği için çözüm sürecinin başarıya ulaştırılması ve Alevi kardeşlerimizin meşru taleplerinin de karşılanması gerekir.
Türkiye kendi içindeki siyasi ve toplumsal sorunlarını
çözerek zayıflamaz, güçlenir. Güçlü ve demokratik bir
Türkiye ise, bölgede de dünyada da barışın, adaletin
ve huzurun teminatı olacaktır. Davamız budur.
Gelecek sayıda buluşmak üzere…
icindekiler
STRATEJIK DUSUNCE • Sayı: 61 • Aralık 2014
Stratejik Düşünce ve Araştırma Vakfı
İktisadi İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Birol Akgün
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Dr. Murat Yılmaz
Dr. Cemil Ertem
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
Orhan Miroğlu
Aydın Bolat
Alper Tan
Prof. Dr. Muhsin Kar
Prof. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. Bekir Berat Özipek
Bülent Orakoğlu
Dr. M. Levent Yılmaz
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Sacit Adalı
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. Şaban H. Çalış
Prof. Dr. Hasan Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Haluk Alkan
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Osman Can
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Sinan Tavukcu
Yazı İşleri Müdürü
Mehmed Cahid Karakaya
Yayın Asistanları
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
Hasan Gökmeşe
Reklam Sorumlusu
Gamze Kılıç
Yönetim Yeri
Stratejik Düşünce Enstitüsü
Çetin Emeç Bulvarı A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12
Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Anadolu Bulvarı Meka Plaza No: 5/15
Gimat Yenimahalle - Ankara
Tel: 0 312 397 16 17
Faks: 0 312 397 03 07
www.basakmatbaa.com
Fotoğraflar
AA, İHA, ShutterStock
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik Düşünce
Enstitüsü’ne ait olup 5846 Sayılı Fikir ve Sanat
Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek
kısmen yapılacak alıntılar dışında önceden
izin alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz ve
yeniden yayımlanamaz. Bu dergide yer alan
SDE’nin kurumsal bilgileri ile SDE Akademik
Personeli’nin çalışmaları dışındaki diğer görüş ve
değerlendirmeler, yalnızca yazarının düşüncelerini
yansıtmaktadır; SDE’nin kurumsal görüşünü
temsil etmemektedir.
6
Yeni Soğuk Savaş’ın Eşiğinde
Türkiye-ABD İlişkileri
30
Prof. Dr. Birol Akgün
10
Orta Doğu Denkleminde
Kim Kaybetti?
Aydın Bolat
14
Batı İçin
“Son Asrın En Derin Krizi”
Doç. Dr. Mehmet Şahin
33
Irak’tan Arap Devrimlerine Bakmak
36
Osmanlı’dan Bugüne Kaybedilen
Toprakları Geri Alma Stratejisi-2
“İstirdat”
Alper Tan
16
20
24
Amerika’da Seçimler:
Cumhuriyetçi Parti’nin Dönüşü
Değişen Sınırlar
Yrd. Doç. Dr. Müşerref Yardım
İslâm Dünyasının
Siyonizmle İmtihanı
Seçimlerde İslamcılar
Kaybetmedi Tunus Kazandı
Doç. Dr. Cevher Şulul
Yeni Alevi Açılımı Üstüne…
61
Dersim Mağaraları,
Dağları Bir Gün Dile Gelseydi…
43
46
Hong Kong’da Demokratik Hareket-2
50
Türkiye’nin Yumuşak Gücü:
Kapasiteni Keşfet
66
53
Brezilya Başkanlık Seçimlerinin Ardından
Segah Tekin
91
Dünya’nın Yeni Hedefi: Akdeniz Doğalgazı
Dr. Cemil Ertem
Dr. M. Levent Yılmaz
Özgürlükleri Emniyet Altına Almak:
İç Güvenlik Paketi ve Etkileri
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
70
28 Şubat Tekerrür Mü Ediyor?
78
Beklentiler ve Gerçeklikler Bağlamında
Yeni Partiler
Bülent Orakoğlu
Prof. Dr. Haluk Alkan
Doç. Dr. Erkin Ekrem
B. Senem Çevik
Dr. Murat Yılmaz
APEC’ten G-20’ye Yeni Küresel Dinamikler ve Türkiye
Orhan Miroğlu
Sinan Tavukcu
Doç. Dr. Şaban Tanıyıcı
Zeynep Songülen İnanç
58
Öner Buçukcu
Avrupa’da Yaygınlaşan Yeni İslam
Düşmanlığı Trendi: Kutsala Saldırı ve
Cami Kundaklamaları
Prof. Dr. Yasin Aktay
27
Türkiye-Irak İlişkilerinde Yeni Dönem:
Başbakan Davutoğlu’nun Irak Ziyareti
88
82
PKK–Hizbullah Çatışması
Yeniden Mi Başlıyor?
Dr. Mehmet Kurt
96
102
İsrail’in Mescid-i Aksa’ya Saldırısı
Prof. Dr. Talip Özdeş
105
Küresel Rekabet Sürecinde Ankara Yazılım Sektörünün
Stratejik Önemi, Potansiyeli ve Politika Arayışları Raporu
SDE Haber
107
1514’ün Beş Yüzüncü Yıldönümünde Türk-Kürt
Siyasi İlişkileri ve Yeni Yüzyıl Çalıştayı Düzenlendi
SDE Haber
109
109
100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu
SDE Haber
110
Türkiye Konut Sektörü Gelişmeler – Beklentiler Paneli
SDE Haber
Çözüm Satrancında Yeni Bir Taş: Tarikatlar
Dr. Can Ceylan
Bursa’da SDE Paneli
SDE Haber
DIŞ POLİTİKA
Bden’n zyaret le ortaya çıkan Ankara-Washngton arasındak lşklerdek ısınmayı
yalnızca IŞİD tehdd le açıklamak yeterl değldr. Yen stratejk yakınlaşmanın daha dern
bazı nedenler de olmalıdır. Kanaatmzce burada altı çzlmes gereken en öneml neden,
brkaç yıldır Batı ve Putn lderlğndek Rusya arasında artan syas ve asker gergnlktr.
Irak’ta Saddam’ın saldırılarına karşı sivil halkı korumak için oluşturulan “çekiç güç” ve PKK ile mücadele sürecinde zaman zaman ciddi karşılaşmalar
yaşandı. AK Parti döneminde ise, 11 Eylül olaylarının adından ilan edilen küresel terörle mücadele
ve önleyici savaş konsepti çerçevesinde, ABD’nin
Irak’ı işgal etme kararı sonrasında, Türkiye’nin 1
Mart tezkeresiyle asker geçişine izin vermemesi, ikili
ilişkilerde, 1974 Kıbrıs müdahalesi sebebiyle ABD
Kongresi’nin silah ambargosu koymasından sonra
yaşanan en önemli krizi oluşturmuştu.
YENİ SOĞUK SAVAŞ’IN EŞİĞİNDE
TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
T
ürkiye ve ABD ilişkileri son yıllarda büyük bir
dayanıklılık testinden geçiyor. Soğuk Savaş’ın
başlarında Sovyet tehdidi altında temelleri atılan ikili ilişkiler zamanla önemli mesafeler kaydetmiş,
Türkiye’nin Kore’de barışı koruma adına gösterdiği
askeri kararlılık ile karşılıklı güven artmış ve nihayet
NATO ittifakı ile de stratejik işbirliğine dönüşmüştür.
Soğuk Savaş döneminde Türkiye, bir cephe ülkesi
6
ARALIK 2014
olarak, Batı ittifakının en kritik ortaklarından biri olmuştu. Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde bir
yandan ortadan kalkan ortak tehdit, diğer yandan
farklılaşan çıkarlar iki ülkeyi zaman zaman karşı
karşıya getirdi. Örneğin Birinci Körfez Savaşı’nda
Türkiye, ABD öncülüğündeki koalisyonu desteklemekle beraber, askeri kanadın karşı çıkması nedeniyle muharip güç olarak katılmadı. Ardından Kuzey
2008’de yaşanan ABD Başkanlık seçimleri ile iş başına gelen Demokrat Partili yeni Başkan Obama’nın
tüm dünya ile ilişkileri yeniden düzenleme (reset)
politikası ile Ankara-Washington ilişkileri yeni bir evreye girdi. Özellikle İslam dünyası ile bozulan ilişkileri
tamir etmek isteyen Obama’nın 2009’daki Ankara
ziyareti bu anlamda yeni bir başlangıç oluşturdu.
Ancak Mavi Marmara olayından sonra bozulan
İsrail ve Türkiye ilişkileri, ABD’deki Musevi lobisinin etkisi ile ikili ilişkileri olumsuz etkiledi. 2011’de
başlayan Arap Baharı süreci başlarda iki ülke ilişkilerini geliştirmek için yeni bir fırsat yaratmışsa da,
ABD’nin Suriye’de Esed yönetimine karşı gösterdiği
kararsızlık, ilişkileri zaman zaman germiştir. Özellikle Mısır’daki askeri darbe ile seçilmiş lider Muhammed Mursi’nin Sisi öncülüğündeki askeri darbe ile
iş başından uzaklaştırılması ve bu anti-demokratik
harekete karşı Batının zımni destek vermesi Türkiye
tarafından ciddi biçimde eleştirilmiştir. Buna karşın
Türkiye’nin uzun menzilli hava savunma sistemleri
ihalesinde Çinli bir firma ile ön anlaşma yapması da
ABD’nin ciddi eleştirisine hedef olmuştur. Nihayet
Gezi olayları sürecinde Türkiye’de yaşanan gelişmelerde hükümetin bazı Batılı ülke kuruluşlarını ve
ABD medyasını suçlamaları da ilişkilerin gerilmesine
yol açmıştır. Gerçekten de son yıllarda Amerika’nın
çok bilinen ve etkili olduğunda hiç şüphe olmayan
önemli gazetelerinde bırakın muhabirlerin hazırladığı
haberleri, gazetelerin kurumsal görüşünü yansıtan
editoryal sayfalarında Türkiye ve hükümet aleyhine
açıktan suçlayıcı tezvirat yapılmıştır. Bu yayınlar ile
bazen Cumhurbaşkanı Erdoğan diktatörlükle suçlanırken, bazen Türkiye’nin giderek otoriterleştiği
dile getirilmiş, bazen de Türk hükümeti IŞİD gibi
terör örgütlerine destek vermekle itham edilmiştir.
Birbirimize Muhtacız
Son zamanlarda Ankara ile Washington arasındaki ilişkilerin giderek kötüleştiğine ilişkin iddialar hem
Amerikan siyasi çevrelerinde hem de Türkiye’deki
muhalif ve hatta muvafık çevrelerde geniş kabul
görmeye başlamıştı. Özellikle son bir yılda yaşanan gezi olayları, 17-25 Aralık operasyonları ve 6-7
Ekim hadiselerinin ardında ABD’li bazı mahfillerin
parmağını işaret edenler az değildir. Ancak Joe
Biden’in son ziyareti sırasında Başbakan Davutoğlu
ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ile gerçekleşen uzun
görüşmeler, medyaya verilen samimi pozlar ve
yapılan resmi açıklamalar ilişkilerde bambaşka bir
hava estirmiştir. Şu soru kaçınılmaz olarak zihinlerde dolaşmaktadır: Türkiye ve ABD ilişkileri yeniden
mi düzeliyor, yoksa zaten ilişkiler hiç zora girmedi
de basın mı bu kadar abarttı? Eğer gerçekten bir
düzelmeden söz edeceksek, o zaman bunun nedenlerini gözden geçirmek gerekmez mi?
ABD Başkan yardımcısı Joe Biden’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı dört saatlik uzun görüşmenin ardından yaptığı açıklamalarının son kısmında
kullandığı cümle, aslında her şeyin özeti gibiydi. “Biz
Türkiye’ye muhtacız ve muhataplarımızın da böyle
düşündüğünü zannediyorum.” Bu kritik cümlenin
ardında yatan nedenleri ise şu şekilde açıklamak
mümkündür:
Öncelikle belirtmek gerekir ki Türkiye ve ABD ilişkileri zaman zaman kritik olaylardan veya işbaşındaki
siyasilerin tutumlarından etkilense de, ikili ilişkilerin
siyasi, hukuki ve kurumsal anlamda sağlam bir zemine oturduğundan şüphe yok. En zor dönemlerde
dahi yüz yüze temaslar veya telefon diplomasisi kesintisiz biçimde sürmektedir. Örneğin NATO çerçe-
ARALIK 2014
7
Önümüzdek yıllarda ABD, sthbaratıyla, syas planlamacılarıyla ve asker gücüyle uzun erml br
mücadeleye hazırlanmaktadır. Belk de bzler tarhn sonuna değl de, tarhn başına ger dönüyor ve
1945’ andırırcasına tam br dejavu yaşıyoruz. Eğer bu öngörü doğruysa, ABD, gelecek brkaç yıl çnde
hem kend kamuoyunu bu yen güç mücadelesne hazırlamak, hem de transatlantk dünyasının syas
lderlern bu oyuna dâhl olmaları çn kna etmek durumundadır. Böyle br yen küresel saflaşmada
Türkye gb br ülkenn desteğ son derece krtktr ve Bden’n zyaret tam da bu amaca yönelktr.
edilen büyük jeopolitik oyuna geri dönme sinyalleri
vermektedir. Batının ve özellikle ABD’nin, Putin’in bu
reelpolitik güç gösterisi karşısında sessiz kalması ve
yalnızca ekonomik yaptırımlarla yetinmesi mümkün
değildir. Önümüzdeki yıllarda ABD, istihbaratıyla, siyasi planlamacılarıyla ve askeri gücüyle uzun erimli
bir mücadeleye hazırlanmaktadır. Belki de bizler tarihin sonuna değil de, tarihin başına geri dönüyor ve
1945’i andırırcasına tam bir dejavu yaşıyoruz. Eğer
bu öngörü doğruysa, ABD, gelecek birkaç yıl içinde
hem kendi kamuoyunu bu yeni güç mücadelesine
hazırlamak, hem de transatlantik dünyasının siyasi liderlerini bu oyuna dâhil olmaları için ikna etmek
durumundadır. Böyle bir yeni küresel saflaşmada
Türkiye gibi bir ülkenin desteği son derece kritiktir
ve Biden’in ziyareti tam da bu amaca yöneliktir.
vesinde benimsenen füze savunma sistemine Türkiye taraf olmuş ve gereğini yapmıştır. Yine 2003’te
de, 2012’de de Türkiye füze tehdidine karşı talep
ettiği patriot füze-savar sistemlerini ortaklarından
kolaylıkla temin edebilmiştir. Mavi Marmara olayı
gibi son derece çetrefilli bir siyasi krizin çatışmaya dönüşmeden nispeten suhuletle çözülebilmesi
ABD gibi güvenilir bir müttefik sayesinde mümkün
olmuştur. Bugün de Orta Doğu’da herkes için ortak
bir güvenlik tehdidine dönüşen IŞİD gibi kanlı bir terör örgütü karşısında saflar yeniden sıklaştırılmakta
ve işbirliği zorunlu hale gelmektedir.
İrredentist Rusya Tehdidi
Biden’in ziyareti ile ortaya çıkan Ankara-Washington arasındaki ilişkilerdeki ısınmayı yalnızca IŞİD
tehdidi ile açıklamak yeterli değildir. Yeni stratejik
yakınlaşmanın daha derin bazı nedenleri de olmalıdır. Kanaatimizce burada altı çizilmesi gereken en
8
ARALIK 2014
önemli neden, birkaç yıldır Batı ve Putin liderliğindeki Rusya arasında artan siyasi ve askeri gerginliktir.
Kısaca belirtmek gerekir ki, Soğuk Savaş sonrası
dönemde Batı ile Rusya arasında başlayan yakınlaşma süreci 2008 yılında Rusya’nın Gürcistan’ı
işgaliyle kötüleşmeye başlamıştır. Nihayet 2014 yılında Kırım’ın askeri güç kullanılarak Rusya’ya ilhak
edilmesi ve ardından Ukrayna’nın doğusunda başlayan ayrılıkçı ayaklanmaların açıkça Ruslarca siyasi
ve askeri olarak desteklenmesi ABD ve Rusya ilişkilerinde ciddi bir gerginlik yaratmıştır. Berlin Duvarının yıkılışının 25. yıl dönümünde Brandenburg kapısında konuşan komünist blokun son Sovyet lideri
Gorbaçov, iki ülke arasındaki gerginlik yönetilemediği takdirde yakında bir Soğuk Savaş’ın başlama
tehlikesine karşı herkesi uyarmıştır.
Gerçekten de Ukrayna’nın siyasi egemenliği bugün
artık parçalanmıştır ve buna neden olan Rusya da
izlediği dış politikayla adeta 19. yüzyılda kaldığı iddia
Burada açıklanması gereken şey şudur: ABD medyası Gezi olaylarının ve 17 Aralık operasyonunun
arkasında idiyse, o zaman bu yakınlaşma stratejisi tezat değil midir? Evet, gerçekten de ABD’deki
bazı kesimler için yeniden ABD-Türkiye ilişkilerini
canlandırmak için Erdoğan’sız bir AK Parti mükemmel bir seçenek olabilirdi. Ancak, yeni olan şey şu
ki, oynanan oyunları iyi sezen halk Erdoğan’dan
vazgeçmemiştir. Gezi olayları ve 17 Aralık operasyonu hukuk ve meşruiyet içinde savuşturulmuştur.
Bir yıl içinde yapılan iki seçimde Türkiye’deki seçmenlerin çoğunluğu Erdoğan’ın partisine ve kendisine oy vermiştir. Genel seçimlere de yaklaşık altı
aylık bir süre kalmışken, ufukta alternatif bir iktidar
adayı parti de gözükmemektedir. Dolayısıyla, ABD
yeniden Erdoğan’ı muhatap olarak kabul etmek ve
Türkiye ile yürütülecek pazarlıkları mevcut güç konfigürasyonu içindeki aktörlerle yapmak zorundadır.
Diğer yandan ABD yönetimi Avrupalı dostlarını Rusya karşıtı bir blokta toparlayabilmek için Avrupa’nın
yumuşak karnı olan Rusya gazına bağımlılığın alternatif arz kaynakları bulunarak azaltılması gerekmek-
tedir. Bu konuda ise, ister Hazar kaynakları ister İran
ve Irak gibi Orta Doğu kaynakları olsun veya isterse
Doğu Akdeniz’deki yeni enerji kaynakları olsun bu
kaynakları uluslararası pazarlara en hızlı ve en ucuz
şekilde aktarılabilmenin yolu Türkiye’dir. Nitekim
Biden’in, İstanbul’da Atlanik Konseyi’nin enerji konulu toplantısına katılması ve Avrupa için ortak bir
enerji ağının kurulmasını önermesi ve TANAP projesine ilk kez açıktan siyasi destek açıklaması asla tesadüf değildir. Kafasının arkasındaki siyasi planların
dışa vurumudur. Türkiye olmadan Rusya karşıtı bir
blok oluşturarak karşı hamleye girişmek neredeyse
mümkün değildir.
Son olarak, Joe Biden muhtemelen 2016 seçimlerinde Demokrat Parti’den Obama sonrası için Başkan adayı olacaktır. Küresel güvenlik gündeminin
en kritik coğrafyasında bulunan Türkiye gibi bir ülkeyi kaybeden bir yönetimin siyasi mirasçısının ABD
iç politikasında da şansı zayıflayacaktır. Bu nedenle
Biden şahsen kendi siyasi kariyeri için de Türkiye ile
barışma mesajı vermektedir.
Özetle, Türkiye-ABD ilişkilerinde son birkaç yıllık
“sorunlu yıllar parantezi” kapanmaya yakındır. Seçimlerde büyük oy kaybına uğrayan Obama yönetimi hem ülke içinde hem de ülke dışında zedelenen ABD güven ve imajını tazelemek istemektedir.
Özellikle geleneksel ABD politikasının ana eksenini
oluşturan Avrupa ve Orta Doğu ülkeleri ile safları
sıklaştırmak Beyaz Saray için öncelikli konu olacaktır. Zira farklı bir şekilde de olsa yaklaşmakta olan
yeni soğuk savaş, güvenilir ortaklar ve dostlar bulmadan politik olarak sürdürülemez. Amerikan derin
aklı böyle bir uzun dönemli stratejinin siyasi fizibiletesi üzerinde çalışmaktadır. Amerikan siyasi elitleri
böyle bir senaryoda eski dönemde olduğu gibi yeni
soğuk savaşta da Türkiye’nin kritik rolünü takdir etmektedirler.
ARALIK 2014
9
DIŞ POLİTİKA
ORTA DOĞU
DENKLEMNDE
KM KAYBETT
Aydın BOLAT
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
T
ürkiye’nin son dönem dış politikasıyla ilgili ‘yenilgi analizleri’ ve ‘hayal kırıklıkları’ çok
popüler bir retorik haline geldi. Onlara göre
Türkiye’nin Orta Doğu, özellikle Suriye ve Irak politikası tam bir başarısızlık hikâyesidir, yerlerde sürünmektedir ve fiyaskodur. Türkiye konjonktürel
Orta Doğu denkleminin kaybeden tarafıdır… Neden
peki? Suriye ve Esed’le ilgili öngörülerinde yanılmıştır. Ne Esed devrilmiş ne de ÖSO’ya verilen destek
tabloyu değiştirmiştir. Suriye ve Irak savaş alanına
dönmüş, iki milyona yakın mülteci ülkeyi büyük bir
sıkıntıya sokmuştur. ABD ve Avrupa ile ilişkiler gevşemiş, en sorunlu dönemlerini yaşamaktadır. İsrail ile ilişkiler tamamen kopmuştur. Mısır ve Körfez
ülkeleriyle karşıt kutuplara savrulmuş, İran, Irak ve
Suriye’de savaşan gruplarla da karşı karşıya gelinmiştir. Ciddi görüş ayrılıklarımız olan Rusya ile zıt
uçlarda bulunuyoruz vs. Bütün bunlar üslubu kayan
ve ekseni sapan bir Türkiye resmi ortaya koydu.
Müttefikleriyle ters düşen, Şiilerle de Sünnilerle de
anlaşamayan, giderek yalnızlaşan, her geçen gün
Doğu’ya kayan ve adeta Orta Doğu’nun bataklığına
çekilen ve sürüklenen bir ülke gündemi yaşanıyor!
10
ARALIK 2014
Retorik devam ediyor. Aslında, dış politikada üslup
kayması İsrail ile ilişkilerde başladı. İsrail’in Gazze
saldırısı üzerine Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta
‘one-minute’ çıkışı, alçak koltuk krizi ve Mavi Marmara derken ilişkiler düşmanlaştırıldı. Türkiye Arap
Baharındaki ayaklanmaları haklı gördü ve sokağın
(halkın) yanında yer alarak yönetimlere karşı başta
Mısır olmak üzere alışılmadık keskin bir tavır ortaya
koydu. Türkiye’nin bu tavrıyla bölgenin statükocu
devletleri (Suudi Arabistan, BAE…) kaybedildi. Suriye, Irak, İran, Lübnan’la ilişkiler bozuldu. Hem Şii
hem de Sünni tüm statükocu ülkelerle ilişkiler yara
aldı. Ülkelerin içişlerine karışmayan ve onların egemenlik haklarına saygılı olan Türkiye imajı zedelendi…
Cumhuriyetin (Eski Türkiye) Dış Politikası
Oysa Cumhuriyet’in (Eski Türkiye) dış politikası böyle
değildi. Bu tavırlar Türkiye için çok yenidir, sürprizdir
ve Cumhuriyetin dış politika davranışlarının çok dışındadır. Arap Baharı ve sonrasında Türkiye’nin Mısır’a,
Suriye’ye ve bölge ülkelerine karşı izlediği politika
TDP’da keskin bir sapmadır. 1. Dünya Savaşı’nın
neden olduğu travmanın da etkisiyle Türk Hariciyesi
ülkeyi savaşa sokmamayı ve içeride kalkınma için za-
man kazanmayı bir numaralı hedef olarak görmüştür.
‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesiyle barışçı ve yapıcı davranıyor, işbirliğini esas alıyordu. Gücünün ve
güçsüzlüğünün farkındaydı. Doğu’dan çok Avrupa
siyasetinde yer almaya çabalıyordu. Orta Doğu çatışmalarının dışında kalmaya özen gösteriyordu. Dış ve
iç politika arasına sınırlar çekiyor, ihtiyatlı davranıyor
ve iç işlerine karışmaktan özenle kaçınıyordu. Ülke,
düşmanların bile ortak dostu olabiliyordu. TDP’da
revizyon şart, süratle Cumhuriyetin (Eski Türkiye)
politikalarına geri dönülmelidir!
Değer merkezli dış politika, etik (ahlaki) dış politika, idealist dış politika ve değerli yalnızlık diye diye
ülkeyi mahvettiniz! ”Dış politika tamamen değerler
üzerine kurulamaz, ilişkilerde esas olan çıkarlardır.
Kuralsız, ahlaksız ve çıkar temelli bir dünyada sadece etik temelli bir politik davranış sürdürülemez,
pragmatik olunmalı. Güçlü olanın dediği olur. Dış
politika al-ver ilişkisidir. Hayaller ve gerçekler arasında büyük bir uçurum var. Haklılık yetmez güçlüde olunmalı…”
TDP’na daha doğrusu Yeni Türkiye vizyonuna yönelik eleştiriden daha çok ideolojik hazımsızlığı, Yeni
Türkiye karşıtlığını ve AK Parti hazımsızlığını yansıtan bu “yenilgi analizleri” statükocu kafaların popüler ve irrasyonel hezeyanlarıdır. Tespitlerin hepsi
tamamen yanlış olmasa bile kendi yenilmişliklerini,
aşağılık komplekslerini, mağlubiyet psikolojilerini,
mandacı, sömürgeci, vesayetçi kimliklerini ele veriyor. Cumhuriyetin (Eski Türkiye) dış politikasının ülkeye 80 yılda ne kazandırdığı ve neleri kaybettirdiği
de ayrıca sorgulanmalıdır.
Türkiye Kaybetmedi
Son dönem Orta Doğu denkleminde Türkiye kaybetmedi. Türkiye kaybetti denilebilmesi için ortada
bir kazananın bir de kaybedilmiş bir şeylerin olması
lazımdır. Hiçbir ülkenin ve kimsenin doğru tahmin
ve öngörülerde bulunamadığı, isabetli analizler yapamadığı bir yer Orta Doğu... Bu coğrafyada ve
mevcut konjonktürde, hiçbir devlet kendi kazancına
somut ve anlamlı bir yol katedebilmiş değildir. Türkiye neyi kaybetti? Hangi ülke ne kazandı?
-
Türkiye, Orta Doğu jeopolitiğinin hala vazgeçilmez aktörüdür.
-
Türkiye, bu hengâmede insan ve toprak kaybetmedi.
-
Mültecilere harcanan para 3-4 milyar dolar ama
bu orta vadede karşılığı fazlasıyla alınabilecek bir
yatırım sayılabilir.
-
Türkiye, ekonomide % 3,3 büyüme oranıyla
Avrupa’nın en çok gelişme kaydeden ülkesi.
-
Bütçe disiplini devam ediyor, yatırıma ayrılan
kaynak yüksek seviyesini koruyor. Türkiye’nin
‘çılgın projeleri’ devam ediyor.
ARALIK 2014
11
Türkiye artık eski Türkiye
değildir. Türk Dış Politikası
da avantajları, dezavantajları,
fırsatları ve riskleriyle ‘Yeni
Türkiye Vizyonu’ rotasında
emin adımlarla ilerliyor.
-
Kürt sorununun bitirilmesi ve ülkenin demokratik
geleceği için hayati bir proje olan ‘çözüm süreci’
devam ediyor.
-
Siyasi istikrar sürüyor. AK Parti % 50 civarındaki
oy oranıyla Cumhuriyet döneminin en uzun siyasi istikrar ve iktidar olma süresini devam ettiriyor.
-
Ortada TDP adına telafi edilemeyecek bir yanlış
ve altından kalkılamayacak muhtemel bir risk de
yoktur.
-
Türkiye’nin, Orta Doğu’da ve Arap Baharı sürecinde statükocu iktidarlardan ziyade halkların
yanında yer alan tavrıyla dünya gündemini ve
trendini doğru okuyarak geleceğe ciddi yatırımlar
yaptığı da söylenebilir. Türkiye bu stratejisiyle kısa
vadede yanılmış gözükse bile orta ve uzun vadede haklı çıkma ve kazanma şansı yüksek olan
bir stratejik potansiyel taşımaktadır. Çünkü ‘cin
şişeden çıkmıştır’ halkların özgürlük, demokrasi
ve hak arayışları er geç başarıya ulaşacaktır.
-
‘Yenilgi analizleri’ yapanlar, Türkiye’nin Orta
Doğu Politikaları üzerinden feci başarısızlık
hikâyeleri yazanlar, kaybeden, yalnızlaşan ve iflas eden ülke retoriğini ısrarla sürdürenler sadece Türkiye’nin kasım ayı içerisindeki ülke programına dürüstçe ve ellerini vicdanlarına koyarak
bakabilseler Türkiye’nin nerede olduğunu ve
nereye gittiğini görebilirler sanıyorum.
• Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkmenistan’ı ziyaret
etti. Önemli anlaşmalar imzalandı.
• Başbakan Davutoğlu G-20 zirvesi için
Avustralya’ya gitti. Dünya’nın en büyük 20 ekonomisinin tepe örgütü olan G-20’nin dönem
başkanlığı artık Türkiye’de.
• Başbakan Davutoğlu Filipinler’de Moro Müslümanlarının barış garantörü oldu.
• Başbakan Davutoğlu Bağdat ve Erbil’de Irak’la
önemli işbirliklerine imza attı.
12
ARALIK 2014
• Başbakan Davutoğlu Tunceli (Dersim)’de Alevi
açılımına yeni bir ivme kazandırdı.
• Cumhurbaşkanı Erdoğan Cezayir ve Orta
Afrika’da yeni ufuklar açtı.
• 22 Kasım’da ABD Başkan Yardımcısı Biden,
Başbakan ve Cumhurbaşkanı ile bölgesel ve
küresel sorunlar için tarihi görüşmeler yaptı.
• Katolik Hristiyanlarının Ruhani lideri ve Vatikan
Şehir Devleti Başkanı Papa Francesco, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın davetlisi olarak 28-30
Kasım’da Türkiye’yi ziyaret etti. Bu ziyaret, Orta
Doğu’da sıcak gelişmeler yaşanırken Papa’nın
Türkiye’ye gösterdiği önemin bir ifadesi olarak
dikkat çekti.
• Kasım ayı sonunda Türkiye, Rusya Federasyonu Başkanı Viladimir Putin’i önemli bir konjonktürde ve tarihi bir gündemle ağırladı.
Bütün bunlar kaybeden, yalnızlaşan ve yerlerde sürünen TDP’nin popüler ve mizahi bir retorikle eleştirilen en güncel tablosu. Yerseniz!
-
En son Kobani üzerinde yürütülen sürecin kaybedeni PKK/PYD siyasetidir. Zira kendilerine
ait olduğunu düşündükleri bölge işgal edildi ve
başkalarınca (IŞİD, Peşmerge, ÖSO) paylaşıldı.
İnsanları bölgeyi terk etti, gelecekte kurulacak
düzende PYD’nin mutlak egemenliği söz konusu olamaz.
Tüm bunlara rağmen Türkiye kaybettiyse, yenildi ise sevinin ey statükocular, muhalefet, ellerinizi
ovuşturun, seçim yakın Orta Doğu’da ve dış politikada gerçek bir yenilgi sandığa mutlaka yansır.
Seçimi kazanır, iktidar olursunuz! Hükümetin yanlışlarını uyarıp akılsızlık etmeyin, düzeltmesine fırsat
vermeyin! Ya da zorunuz farklı, amacınız başka…
“Kaybeden Türkiye” Analizlerinin Esas Sebebi
“Yeni Türkiye”yi Engellemektir
Bu eleştirileri yapanların ortak özellikleri Yeni Türkiye
karşıtlığı ve AK Parti düşmanlığıdır. Hepsi de Yeni
Türkiye’nin yıkılmasını, değişimin durmasını ve AK
Parti’nin iktidardan gitmesini istiyorlar. Türkiye’nin
demokratik değişim sürecini durdurmaya, AK Parti
tabanını etkilemeye ve halkta bir kafa karışıklığı yaratmaya çabalıyorlar. Paralel yapı, derin yapı, CHP,
HDP, iç ve dış statükocu güçler; “Yeni Türkiye” vizyonu ve politikalarını destabilize ederek yerel ve bölgesel statülerini geri kazanmak istiyorlar.
Türkiye’nin oyun kurma gücünü kırmak istiyorlar.
Kendi kayıplarını örtmek ve gizlemek için Türkiye’nin
‘yenilgi hikâyesi’ni sahnelemeye çabalıyorlar. Yani
asıl amaçları Yeni Türkiye’nin önünü kesmektir.
Çünkü ABD, Avrupa ve İsrail, Türkiye’nin bölgede
etkin bir aktör olma iradesinden rahatsız… Mısır’da
İhvan’a, Filistin’de Hamas’a ve Gazze halkına sahip
çıkmasından rahatsız… İsrail’i uluorta teşhir etmesinden rahatsız… Suriye’de Esed’i hedef almasından muhalif unsurları desteklemesinden rahatsız…
Türkiye’nin Kuzey Irak Kürt Yönetimi ile yoğun stratejik ilişkiler kurmasından ve Irak petrolünün Türkiye
üzerinden pazarlanmasından rahatsız… Kürt meselesini kendilerini karıştırmadan kendi başına çözmeye kalkmasından rahatsız…
Bütün bu rahatsızlıklar yüzünden, “haddini aşan”
müttefikine ayar vermek için bütün kartlarını oynamaya çalışıyorlar. Alevi kartı, paralel kart, Kürt kartı
kullanılarak Türkiye’nin istikrarını çökertmek ve ülkeyi destabilize etmekle tehdit ediyorlar. Bu göz korkutma operasyonunda kullandığı kartların elverişli
aktörlerini devreye sokarak Türkiye için bir başarısızlık, yenilmişlik, kaybetmişlik ve yalnızlık hikâyesi
yazarak Türkiye’nin dengesini bozmaya çalışıyorlar.
Orta Doğu’da Kaybedenler
Aslında son dönemde Orta Doğu denkleminin kaybedeni ABD, Avrupa, İsrail, Suriye ve Irak’tır. Batı,
özellikle de ABD itibarını, bölgesel etkinliğini, parasını, küresel prestijini ve değerlerini kaybetti. Bölge
halkını, Müslümanları, İslam Coğrafyasını kaybetti.
Suriye, Irak savaş alanı; her şeylerini kaybettiler.
İnsanlarını, devletlerini, şehirlerini, toprak bütünlüklerini… İran neyi kazandı? Amerika’nın, İsrail’in
dostluğunu mu? Suudi Arabistan’ın kazancı var
mı? Statükolarını koruyabilecekler mi? Ya İsrail’in
kârı ne? Gazze mi? Mescid-i Aksa mı, Kudüs mü?
Ömrü olan görecek!
Sonuç: Öncü, Egemen, Bağımsız, Büyük ve
Yeni Türkiye Kazanacak
Bilmeyen öğrensin, duymayan işitsin ve anlasın: Yeni Türkiye’nin dış politikası, bağımsızdır ve
Türkiye’nin stratejik çıkarlarına odaklıdır. Medeniyet
havzasına duyarlı, yakın ve sıcak... Blok baskısını
(Batı, NATO) fazla önemsemeyen hatta sorgulayan... Çok boyutlu ve çok yönlü olayların önünden
giden, proaktif ve etkin... Ekonomik, ticari ve stratejik işbirliklerini önceleyen... Düzen kurucu, ara bulucu ve risk alan... Halklardan yana, ilkeli, şahsiyetli
ve demokrat… Değerler (adalet, barış, özgürlük,
onur, demokrasi, insan hakları, uluslararası hukuk)
eksenli... Batı kısıtlarını ve tabularını aşan, ezberleri bozan... Bölgesel ve küresel stratejik hedefleri
olan... İslam Dünyasını, Türk Dünyasını ve komşularını önceleyen…. Yumuşak gücünün, medeniyet
temelli stratejik derinliğinin, kültür ve tarihi coğrafyasının potansiyelini değerlendiren yepyeni bir vizyona
sahiptir.
Türkiye artık eski Türkiye değildir. Türk Dış Politikası da avantajları, dezavantajları, fırsatları ve riskleriyle ‘Yeni Türkiye Vizyonu’ rotasında emin adımlarla
ilerliyor.
ARALIK 2014
13
DIŞ POLİTİKA
manı gibi konuşan Batılı güçlü devletlerin çoğu, var
gücüyle Şam yönetiminin yanında pozisyon aldılar.
IŞİD’e karşı kurulduğu ileri sürülen koalisyon, aslında sadece Esad’ın işine yarıyor ve Esad’a hayat
veriyor.
19-21 Kasım tarihleri arasında ABD yönetiminin
üst düzey adamlarının basına yansıyan açıklamalarına dikkat ediniz. Medyaya yansıyan haberlere
göre ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey, “Görevimiz Esad’ı devirmek değil, IŞİD’i
yenmek” derken, ABD’nin eski Suriye büyükelçisi
Robert Ford, “Esad gitmeden IŞİD bitmez” diye
konuşuyor. ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ise
“Geleceğin Suriye’sinde Esad’a yer yok” diyor.
Ancak ABD ve onu destekleyen koalisyonun Esad’ı
devirmek için üzerinde çalıştığı bir plan da yok, böyle bir düşünce de yok... ABD ve Batı korkunç bir
çelişki ve kafa karışıklığı yaşıyor. Her gün bir sürü
çelişkili açıklamalar geliyor.
ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi olan Robert Pearson, yazdığı bir makalede Suriye ve IŞİD konularından bahsederken, “ABD ve Türkiye arasında
1974 Kıbrıs Savaşı’ndan bu yana, son 40 yılın
en derin krizi yaşanıyor” diye ifade ediyor.
BATI İÇİN
Alper TAN
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
”
İ
Z
İ
R
K
N
İ
R
E
D
N
E
N
I
R
S
A
“SON
S
on 3-4 yıldan bu yana sık sık dile getirdiğimiz
gibi 20. yüzyılın başında güçlü Batılı devletlerin kurdukları güdümlü-sömürü düzenleri art
arda yıkılıyor. Yıkılan rejimlerin yerine yenileri kuruluyor. Her ne kadar biraz sancılı olsa da kurulan yeni
sistemler ilerleyen süreçte daha da güçlenecek ve
rayına oturacak.
14
ARALIK 2014
İlk önce Türkiye’de başlayan bu değişim, ardından
Tunus’a, Mısır’a ve Libya’ya sıçramıştı. Ne yazık ki
Mısır’da şu sıralar bir kriz yaşanıyor. Ama bu sıkıntının fazla devam etmeden yeniden aslına döneceğine, halkın iradesinin yönetime yansıyacağına
inanıyoruz.
Suriye’de ise başlayan devrim süreci henüz tamamlanamadı. Görünürde BAAS ve Esad’ın düş-
ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel ise bugüne
kadar Batılıların açıktan hiç ifade etmedikleri bizim
ise 3-4 yıldır sürekli vurguladığımız çok önemli ve
net bir konuya dikkat çekiyor. ABD Savunma Bakanı aynen şunları söylüyor: “Dünya, şu an hiç
olmadığı kadar tehlikeli. Gözlerimizin önünde
yeni bir dünya düzeninin belirlendiğini görüyoruz. Bunun tam ortasında yer alıyoruz. Bunun
gibi bir şeyi daha önce hiç görmedik. Dünya
şu anda çok tehlikeli… IŞİD gibi herhangi bir
organizasyon görmedik; çok iyi organize olmuş, çok iyi eğitilmiş, çok iyi finanse edilen,
çok stratejik, çok vahşi, tamamen acımasız.
Daha önce buna benzer şeyleri bir arada, tek
bir organizasyonda görmemiştik. Önceliğimiz
ABD ve bölge ülkeleri için büyük tehlike arz
eden IŞİD” diyor.
Chuck Hagel, “Dünya, şu an hiç olmadığı kadar
tehlikeli. Gözlerimizin önünde yeni bir dünya düzeninin belirlendiğini görüyoruz” derken
aslında açık olan ama Batılıların bugüne dek ifade etmedikleri bir gerçeği vurguluyor. Evet, Orta
Doğu’da, İslam coğrafyasında düzenler hızla deği-
Batının kaybedeceğn şmdden lan edeblrz. Bu
savaşı Batı şmdden kaybetmştr. Bunu onlar da
görüyorlar. Gördükler çn de her geçen gün braz
daha agresfleşyorlar, hırçınlaşıyorlar ve çıldırıyorlar.
Türkye se son derece rahat ve kendnden emn.
şiyor. Mevcut rejimler yıkılıyor, yerine yenileri geliyor.
Yıkılan rejimler Batının 20. yüzyılın ilk çeyreğinde
belirlediği ve kurguladığı rejimler. Yeni kurulanlar ise
her coğrafyaya göre nitelikleri biraz farklılık arz eden
halk yönetimleri.
İşte Batının canını yakan ve onları çılgına çeviren de
bu durum. IŞİD’le mücadele sadece bir bahanedir.
Batı, daha önce kendisinin kurduğu ve iflasın eşiğine gelmiş kendi sömürge düzenlerini ayakta tutmak
için uğraşıyor.
Bunu artık açık açık konuşmaya başladılar. İslam
ülkelerindeki rejim değişiklikleri aslında ilk olarak
Türkiye’de başladı. İşte bunun için “Yeni Türkiye”
deniliyor. Ama bu yenilik Türkiye ile sınırlı kalmadı.
Diğer İslam ülkelerini de etkiledi. Bu hususta Türkiye, İslam ülkeleri için referans ve model teşkil ediyor. Ama bu durum Batı açısından “kötü örnek”
anlamına geliyor.
O nedenle Robert Pearson, aslında zahirde bir sıkıntı yokmuş gibi olmasına rağmen, halkların pek
fark etmediği, geri plandaki krizi deşifre ediyor.
“ABD ile Türkiye arasında son 40 yılın en derin
krizi yaşanıyor” diyor.
İslam Dünyası’ndaki bu hızlı değişim Batı açısından
sadece son 40 yılın değil, son asrın en büyük krizidir. Bu değişimde en büyük “suçlu” olarak Türkiye görülmektedir. Bu nedenle de ilerleyen süreçte
Türkiye’nin üzerine daha çok baskı uygulamaya
başlayacaklar.
Buna hazır olalım. Ama şunu da bilelim. Batının kaybedeceğini şimdiden ilan edebiliriz. Bu savaşı Batı
şimdiden kaybetmiştir. Bunu onlar da görüyorlar.
Gördükleri için de her geçen gün biraz daha agresifleşiyorlar, hırçınlaşıyorlar ve çıldırıyorlar. Türkiye
ise son derece rahat ve kendinden emin.
Ankara ziyareti öncesi Rusya lideri Vilademir Putin,
acaba neden “Türkiye’de yeni ufuklar peşindeyim” dedi?
ARALIK 2014
15
DIŞ POLİTİKA
leceğini ise, ülkede yasadışı göçmenlerin sınır dışı
edilmesini önleyecek bir kararnameyi yayınlayacağını 21 Kasım günü ilan ederek gösterdi.
Seçimlerden sonra başkanlık rejiminde bölünmüş
hükümet dönemlerindeki klasik belirsizlik ve liderlik
sorunu ortaya çıkmıştır. Başkan Obama halkın halen kendisini lider olarak görmek istediğini söylese
de Gallup kamuoyu araştırma şirketinin seçimlerden sonra yaptığı ankette halkın Kongre’de çoğunluğa getirdiği Cumhuriyetçilere bu konuda yetki vermek istediği anlaşılıyor. Ankete göre halkın yüzde
53’ü Cumhuriyetçilerin ülke politikalarının yönünü
tayin etmesi gerektiğini belirtirken, ancak yüzde
38’i başkanın liderlik etmesini istemektedir. Başkanlık ve yarı başkanlık rejimlerindeki sık görülen bu
meşruiyet çatışması durumunu aşmak için Fransa
gibi ülkeler başkanlık ve parlamento seçimlerini aynı
günde veya birbirine çok yakın tarihlerde yapma
yoluna gitmişlerdir. Ülkemizde de genel seçimler ile
cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birbirine yakın tarihlerde yapılması olası bir kilitlenmeyi önleyecektir.
AMERİKA’DA SEÇİMLER:
CUMHURİYETÇİ PARTİ’NİN DÖNÜŞÜ
Doç. Dr. Şaban TANIYICI*
Öğretim Üyesi
A
merika Birleşik Devletlerinde 4 Kasım Salı
günü yapılan Kongre seçimleri Cumhuriyetçi partinin zaferiyle sonuçlandı. Barack
Obama’nın partisi Demokrat Parti Senato’daki
üstünlüğünü kaybetti. Temsilciler Meclisi’nde ise
Cumhuriyetçiler üstünlüklerini daha da pekiştirdiler. Kongre’nin her iki kanadında Cumhuriyetçilerin
hâkimiyeti nedeniyle Başkan Obama geriye kalan iki
yılında Cumhuriyetçiler karşısında kazanımlarını ko-
16
ARALIK 2014
ruma mücadelesi vermek zorunda kalacak gibi görünüyor. Nitekim seçimlerden sonraki ilk basın toplantısında Obama, gerekirse elindeki veto silahını
kullanacağını söyledi. Basın mensuplarının zor soruları karşısında terleyen Obama, kendisinin halen
Amerikan başkanı olduğunu ve Cumhuriyetçilerle
ortak çalışabilecekleri konuların da bulunabileceğini
belirtti. Cumhuriyetçi hâkimiyetindeki bir Kongre’nin
onayı olmadan da politikalarını uygulamaya koyabi-
Bu seçimlerde Temsilciler Meclisinin tamamı (435
sandalye), Senato’nun üçte biri, 38 eyalet valiliği ile
46 eyalet meclisi için sandığa gidildi. Seçimlerde kimin galip çıktığı kadar seçimlerin genel bazı özellikleri de oldukça fazla tartışıldı. Bu seçimler Amerikan
tarihindeki en düşük katılım oranlarından birine sahne oldu. Gerçekleşen yüzde 36.4’lük katılım oranı
en son ikinci dünya savaşı sırasında yaşanmıştı. Ayrıca bu seçimler 3.7 milyar dolar harcama ile Amerikan tarihindeki en pahalı seçimler olarak da kayda
geçti. Giderek daha az katılımın olduğu seçimlere
daha çok para harcanması da önemli bir çelişki olarak karşımızda duruyor. Bazı gözlemcilere göre dar
ve orta gelirli seçmen artık şirketlerden gelen yüklü
miktarda paralarla kampanyalarını finanse eden siyasetçilerle kendileri arasında bir uçurum olduğunu
düşünüyor. Halk hangi partiden olursa olsun kendisine uzak ve zenginlere yakın gördüğü siyasetçiler
için sandığa dahi gitmekten kaçınıyor.
Amerikan siyasi partilerinin ve siyasetçilerinin birçoğu seçimlere katılım oranının oldukça düşük
olması konusuna ilgi duymazken, birkaç politikacı
düşük katılımın Amerikan demokrasisi için tehlikeli
olduğunu görerek bazı önlemler alınması gereğine
dikkat çekiyorlar. Son seçimlerden sonra Vermont
eyaleti bağımsız senatörü Bernie Sanders seçim
gününün federal tatil günü yapılmasına yönelik bir
yasa teklifinde bulunacağını açıkladı. Bu doğrultudaki daha önceki girişimler ise Kongre’de alt komisyon görüşmelerini dahi aşamamıştı. Sanders’e göre
Amerikalıların yüzde 60’ından fazlasının, gençlerin
ve yoksulların yüzde 80’inden fazlasının katılmadığı
seçimlerin sorunlu olduğu açıktır.
Seçim Sonuçlarının Değerlendirilmesi
Cumhuriyetçi Parti Senato, Temsilciler Meclisi ve
eyalet valiliği seçimlerinde önemli kazanımlar yaşadı. 2007’den bu yana Demokratların kontrolündeki
Senato, Cumhuriyetçilerin eline geçti. Cumhuriyetçiler ayrıca valilik seçimlerinde de dört eyalette
Demokrat Parti’den valiliği almayı başardı. Senato, Temsilciler Meclisi ve eyalet seçimleri genel
olarak değerlendirildiğinde Cumhuriyetçi Parti’nin
1928’den bu yana en başarılı seçim dönemini yaşadığını söyleyebiliriz. Cumhuriyetçiler Senatoda 53
senatörlük, Temsilcileri Meclisinde 246 üyelik ve 31
eyalette valiliği kazandılar.
Cumhuriyetçilerin bu yılki seçimlerde başarılı olacağını Virginia Üniversitesi siyaset bilimi profesörlerinden Larry Sabato gibi bazı gözlemciler yaklaşık bir
yıl önceden oldukça doğru olarak tahmin etmişlerdi. Bu öngörülerin dayandığı en önemli etken ise
başkanın kamuoyu desteğinin düşük olmasıydı.
Amerika’da başkanlık seçimlerinin olmadığı yıllarda
yapılan Kongre seçimlerinde başkanlığı elinde bulundurmayan parti başarılı olmaktadır. Bunu başkanın yıpranması ve halk desteğinin düşmesi ile açıklayabiliriz. Eğer başkan ikinci dönemindeyse başkana ve partisine olan kamuoyu tepkisi daha fazla
olmaktadır. Sabato’ya göre başkan Obama’nın
oldukça düşük kamuoyu desteği oranları bu seçimlerde Cumhuriyetçilerin zafer kazanmasına en fazla
etki eden faktördür.
Seçimlere katılım oranının düşüklüğü Demokratları
etkilemiştir. Geleneksel olarak Demokratlara oy ve-
ARALIK 2014
17
Amerka’da syasetn gderek
kutuplaşması, deolojk ayrışmalar,
kurumlar arası gergnlk ve
syasetn kltlenmesnn altında
yatan asıl neden se Amerkan
toplumunun büyük br dönüşüm
geçrmekte oluşudur. Amerka’da
2040 yılına gelndğnde
beyaz Amerkalılar nüfusun
yarısından azını teşkl edecekler.
Beyaz Amerkalılar arasında
bu durumun yarattığı korku ve
gerlmler sosyal ve syasal hayatta
da yen hareketlenmelere ve
ayrışmalara neden oluyor.
ren azınlıklar (özellikle Latin Amerika kökenliler) ve
gençlerin sandığa gitmemesi bir kaç puan da olsa
Demokratların oyunu düşürmüştür. Bazı gözlemciler ise seçimlere katılım oranı ne olursa olsun, başkanın kamuoyu desteği düşük seyretmeye devam
ederse 2016 başkanlık seçimlerinde Demokratların
adayının seçilme şansının azalacağını belirtiyorlar.
Cumhuriyetçilerin kazandığı bazı eyaletlerin başkanlık seçimlerinde kıyasıya rekabetin yaşanacağı
eyaletler olacağı ve bu nedenle Cumhuriyetçilerin
bu eyaletlerde kolayca başkanlık seçimlerini kazanamayacağı belirtiliyor.
Seçimlerin sonuçlarını etkileyen bir başka neden ise
Senato’da hangi senatörlükler için seçim yapıldığı
olmuştur. Bu yıl Cumhuriyetçilerin en güçlü olduğu ikinci grup eyaletlerde Senatörlükler için seçim
yapılmıştır. Amerika’da 100 üyeli Senato’da senatörlükler üç gruba ayrılmıştır ve her iki yılda bir
Senato’nun üçte bir oranında üyesi için seçim yapılmaktadır.
Seçim Sonuçları ve
Amerikan Siyasetinin Geleceği
2016 yılındaki başkanlık seçimlerine kadar Obama
ile Cumhuriyetçiler arasında ülkenin sorunların çözme konusunda işbirliği olasılığı çok parlak görünmüyor. Amerikan siyasetinde ikinci dünya savaşından bu yana bölünmüş hükümetin (yani başkanın
partisinin ve Kongre çoğunluğunun geldiği partinin
18
ARALIK 2014
farklı olması durumu) olağan bir durum halini aldığın
görmekteyiz.
2010 yılından bu yana ise ülkede siyasetin kilitlendiğine şahit oluyoruz. Amerikan siyasetinde giderek
partiler arasında ideolojik kutuplaşmanın arttığını
gözlemliyoruz. Başkanın kamuoyu desteğinin düşük olmasının kendilerine seçim zaferi getirdiğini
bu seçimlerde tecrübe eden Cumhuriyetçiler, 2016
Demokrat parti başkan adayına Obama desteğini
de azaltmak için, başkanın politikalarına destek vermeyerek halk nezdinde itibarını daha da düşürmek
isteyeceklerdir. Sistemin çıkmaza girmesi muhtemel görünüyor.
Amerika’da siyasetin giderek kutuplaşması, ideolojik ayrışmalar, kurumlar arası gerginlik ve siyasetin
kilitlenmesinin altında yatan asıl neden ise Amerikan
toplumunun büyük bir dönüşüm geçirmekte oluşudur. Amerika’da 2040 yılına gelindiğinde beyaz
Amerikalılar nüfusun yarısından azını teşkil edecekler. Beyaz Amerikalılar arasında bu durumun yarattığı korku ve gerilimler sosyal ve siyasal hayatta da
yeni hareketlenmelere ve ayrışmalara neden oluyor.
Örneğin Obama’nın Amerika’da başkan olmasının
hemen ardından ortaya çıkan Çay Partisi hareketi
beyaz Amerikalıların ülkelerini kaybettikleri korkusu ile destek verdikleri bir hareket olmuştur. Seçim
sisteminin çoğunluk sistemi oluşu yani ancak iki
partiye şans tanıması hareketin Cumhuriyetçi parti
içerisinde kendisine yer aramasına yol açmıştır. Çay
Partisi hareketinin desteklediği Kongre üyeleri özellikle göç ve Obama’nın sağlık reformu gibi konularda katı bir muhalefet yürütmüşlerdir. 2013 yılında
Temsilciler Meclisindeki Cumhuriyetçi çoğunluk bu
grubun etkisi altında kalarak Obama’nın ek bütçe
taleplerini onaylamayınca Amerikan devleti işlemez
hale gelmişti.
Her ne kadar Amerika’da bölünmüş hükümet artık sıradanlaşsa da toplumsal farklılaşma ve bunun
doğurduğu gerilimler ülke siyasetinin de giderek çatışmacı olmasına yol açmaktadır. Partiler arasındaki
rekabet daha da keskinleşmektedir. Bunun sonucu başkanın tek taraflı olarak kararnamelerle ülkeyi
yönetme girişimlerini bekleyebiliriz. Başkanın proaktif yaklaşımı ise gerginliği daha da tırmandırarak
siyaseti daha da kutuplaştıracaktır. Bundan sonra
Amerikan siyasetinin daha ilginç hale geleceği kesin
olmakla birlikte Amerikalılar açısından bunun olumlu
sonuçlar doğuracağını söylemek güçtür. Demokrasi tarihsel olarak istikrarsızlığa yatkın bir rejim olarak
değerlendirilmiştir. Amerikan demokrasisi toplumsal farklılaşma ile birlikte istikrarsızlığa doğru gitmektedir. Her seçimden sonra kutuplaşmanın ve
çatışmanın giderek artacağı bu ortamda bir tiran
olmasa da bir kurtarıcı veya kurtarıcılar beklenmesi
normal olacaktır.
Seçim Sonuçları ve
Amerikan Dış Politikası
Ülkedeki iç gerginliğin Amerikan dış politikasına
yansıması ise iki şekilde olabilir. İlk olarak ülke içinde birbirleri ile mücadelede daha fazla enerji kaybeden partilerin dış politikada aktif-yapıcı bir siyaset
izleme fırsatını bulmaları güçtür. Diğer taraftan iç
politikada istediğini elde edemeyen ve etkisizleşen
başkanların kamuoyu desteğini artırabilmek için eskiden olduğu gibi dış politikada daha az sayıda da
olsa maceralara girişebileceği de iddia edilebilir.
Obama başkanlığı dönemde birçok konuda dış
politikada bekle gör politikası veya uyum politikası
izlemeyi tercih etti. Amerikalıların üçte birinden daha
azının Obama’nın dış politikasını onayladığı görülmektedir. Cumhuriyetçi parti de başkanın dış politikada etkisiz kaldığını, İran, Rusya’nın Ukrayna’ya
müdahalesi, IŞİD gibi konularda Amerikan gücünü
gereği gibi kullanamadığını iddia etmişlerdir.
Senato’da Cumhuriyetçilerin üstünlüğü ele geçirmesi Obama’nın dış politikada bugüne kadar
takip ettiği genel politikayı ve bazı özel politikaları
da etkileyebilecektir. Amerikan sisteminde Kongre
uluslararası antlaşmaları onaylama ve yurt dışındaki
askeri operasyonlar için bütçe tahsis etme yetkisine sahiptir. Cumhuriyetçilerin değişiklik yapmak isteyeceği konulardan birisi Obama’nın İran’a yönelik
başlattığı açılım politikasıdır. Cumhuriyetçilerin İran
konusunda daha sert bir dış politika izleyeceğini
söyleyebiliriz. Rusya ve Suriye konusunda da daha
katı politikalar beklenebilir. IŞİD ile mücadelede Suriye ve Irak’a asker gönderme seçenekleri gündeme gelebilir. İsrail’in bu seçimlerde Cumhuriyetçilere daha yakın durduğunu da belirtmeliyiz.
Kongre’deki değişim Türkiye açısından bazı açılardan rahatlama getirebileceği gibi diğer bazı konularda ülke üzerindeki Amerikan baskısını da artıracaktır. Senato Dış İlişkiler Komisyonu başkanlığına
bugüne kadar Ermeni tasarılarına oy vermemiş Bob
Corker gelecektir. Bob Corker, Obama’nın Suriye
konusunda ilan ettiği ‘red line’ kimyasal silahlar kullanılarak ihlal edildiğinde gerekli tepkiyi veremediğini düşünenlerdendir. Suriye ve Ukrayna konusunda
daha müdahaleci bir tavır içinde olacağını bekleyebiliriz. Senato’da gelecek iki yıl süresince dış politika konusunda etkili olacak diğer Cumhuriyetçiler
olan John McCain, Mitch McConnell, Tom Cotton,
Joni Ernst gibi isimler daha müdahaleci bir eğilimi
temsil ediyorlar. Amerikan dış politikasının yeni bir
dönemece gireceğini söylemek yanlış olmaz.
Bazı Cumhuriyetçiler ülke içerisinde azınlıklara karşı takındıkları endişeli tutumlarını dış politikaya da
yansıtmakta, dış politikadaki gelişmeleri iç politikada seçim rantına dönüştürmeye çalışmaktadırlar.
Seçim kampanyası sırasında Cumhuriyetçi parti
adayları dış politikadaki gelişmeleri halkta korku
oluşturmak için kullanmışlardır. Bu politikacılar,
ebola virüslü IŞİD militanlarının uyuşturucu tacirleri
ile anlaşarak Meksika sınırından Amerika’ya sızmaya çalıştıkları gibi uçuk iddialarda bile bulunabilmişlerdir. Seçmenlerin endişe ve korkularını tetikleyecek Amerika’nın büyük bir felaketle sonunun
geleceğine dair seçim reklamları da televizyonlarda
yayınlamıştır. Bunlardan birinde Amerikan gazeteci
Foley’in IŞİD tarafından öldürülmesinin görüntüleri
de kullanılmıştır.
Son olarak 2014 seçim sonuçlarına bakarak 2016
başkanlık seçimlerinin oldukça çekişmeli geçeceğini söyleyebiliriz. Özellikle Cumhuriyetçi parti içerisinde yaşanan dönüşüm ve partinin göstereceği aday
bu seçimlerde ülkenin genel siyasetinin de alacağı
yönü tayin edecektir.
* Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler
Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanıdır.
ARALIK 2014
19
DIŞ POLİTİKA
DEĞİŞEN
SINIRLAR
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
SDE Uzmanı
U
luslararası sistem içerisindeki baş oyuncunun devlet olduğu kabul edilir. Devletler,
sistemdeki en kurumsal yapılar olarak belirli
insan topluluklarını temsilen uluslararası boyuttaki
iletişimi ve alışverişi sağlayan araçlara karşılık gelirler. Devletlerin varlığının en önemli göstergelerinden
biri tanımlanmış sınırlara işaret eder. Bir devletin var
olmasından söz edildiğinde öncelikle egemenliğin
kullanıldığı coğrafyaya bakılır. Sınırlar üzerinden şekillenen bu coğrafyadaki etki alanı, bir devletin temel unsurlarından birisine karşılık gelir.
20
ARALIK 2014
Uluslararası sistemi oluşturan devletlerin sınırları ise
dinamik bir süreç içerisinde birleşme ve ayrışma
üzerinden değişiklikler gösterirler. Tarihsel açıdan
bakıldığında insan topluluklarının yaşantılarını koordine etmek üzere var olan devletlerin davranış
biçimlerinde birleşme ve ayrışma olmak üzere iki
özellik dikkat çeker. Bu bütünleşme ve parçalanma hareketlerinin ise birbirini takip ettiği görülür.
Uluslararası sistemin temel aktörü olarak devletlerin yaşadıkları bu ritmik süreçte bütünsel yapılar
ile atomize yapılar arasında bir dönüşüm yaşanır.
Genel bir değerlendirme yapıldığında bu dönüşüm,
geçmişten günümüze kadar uluslararası sistemde yaşanan değişimleri açıklar. Buna göre Eski
Yunan site devletleri atomize yapılar olarak
belirirken bunu, bütünsel bir yapıya karşılık
gelen Roma İmparatorluğu’nun uluslararası sistemde hâkim olduğu dönem
takip etmiştir. Ardından ortaçağ feodal
düzenine geçirilerek çok aktörlü bir sisteme geçilmişse de devamında imparatorluklar dönemi yeniden başlamıştır. İmparatorlukların parçalanması,
uluslararası sistemin parçalı bir yapıya
kavuşmasına neden olmuş ve böylelikle ulus-devletler ortaya çıkmıştır. Ulusdevletler, günümüzdeki uluslararası
sistemin temel analiz birimi olarak kabul
edilir. Soğuk Savaş döneminde yaşanan
blok temelli bütünsel sistem yapısı, Soğuk
Savaş’ın sona ermesiyle birlikte yerini yeniden
atomize yapılara bırakmıştır. SSCB’nin 1991 yılında dağılması ve içerisinden 15 ülkenin çıkması,
Yugoslavya’nın parçalanması, Çekoslovakya’nın
“medeni boşanması” gibi olaylar,
Soğuk Savaş’ın sona ermesyle brlkte fzk anlamda değşen sınırlara ek olarak zhn sevyede
de sınırlar aşılmaya başladı. Uluslararası sstem “ulusal” devlet üzerne otururken ve devlet, ancak
ulusal referanslar üzernden tanımlanırken ulus-üstü ve ulus-aşırı yapılanmalar ortaya çıktı veya
var olanların etknlkler arttı. El-Kade, “ulusal” olanı aşan ve uluslararası boyutta etkl bçmde
örgütleneblen en öneml örneklerden br tanes olarak sayılablr. Ayrıca 1992 yılında Maastrcht
Antlaşması le Avrupa Topluluğu’nun Avrupa Brlğ’ne dönüşmes br başka örnek olarak alınablr.
yeni oluşan uluslararası sistemin temel aktörlerini
belirlemiştir. Bu grafiğe göre uluslararası sistem,
bütünsel yapılardan atomize yapılara ve atomize
yapılardan yeniden bütünsel yapılara doğru form
değiştirirken her evrenin farklı dinamikler ışığında
şekillendiğini, oyuncuların bu süreçlerden farklı biçimlerde etkilendiklerini ve süreçlerin farklı motivasyonlarla ilerlediğini hatırlatmak gerekir.
Ulusal sınırlar içerisinde örgütlenmiş ulusal devletleri
temel aktör olarak benimseyen uluslararası ilişkiler
disiplini, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte
yeni ve etkili aktörlerin ortaya çıkışına sahne oldu.
Hükümet dışı organizasyonlar başta olmak üzere şirketler, terörist organizasyonlar, ulus-aşırı sivil
örgütlenmeler gibi yapılar, uluslararası sistemdeki
etkinliklerini artırdılar. Şüphesiz bunda etkili olan en
önemli unsurlardan bir tanesi küreselleşme sürecine karşılık geldi. Uluslararası sistemin, mikro seviyedeki yapılar üzerinden şekillendiği bu dönem, ulusal
sınırların yeniden tartışılmasını beraberinde getirdi
ve bir anlamda ulusal sınırlara meydan okuyan yapıların görünür hale gelmelerine katkıda bulundu.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte fiziki anlamda değişen sınırlara ek olarak zihni seviyede de sınırlar aşılmaya başladı. Uluslararası sistem “ulusal”
devlet üzerine otururken ve devlet, ancak ulusal
referanslar üzerinden tanımlanırken ulus-üstü ve
ulus-aşırı yapılanmalar ortaya çıktı veya var olanların etkinlikleri arttı. El-Kaide, “ulusal” olanı aşan ve
uluslararası boyutta etkili biçimde örgütlenebilen en
önemli örneklerden bir tanesi olarak sayılabilir. Ayrıca 1992 yılında Maastricht Antlaşması ile Avrupa
Topluluğu’nun Avrupa Birliği’ne dönüşmesi bir başka örnek olarak alınabilir. Avrupa’daki demokratik
ve müreffeh alanın genişlemesinde “ulusal” engeline
takılmadan hareket edebilmek için Avrupalı ulusal
devletler, ulusalın üstündeki katmanı güçlendirme
ihtiyacı hissettiler. Avrupa Birliği, Avrupa içerisinde
ulusal seviyedeki ekonomilerden, siyasetten, pazarlıklardan, kimliklerden, yaklaşımlardan, aidiyetlerden bir adım ötesine geçerek ulusaldan kaynaklanan sorunları çözmenin bir yolu olarak düşünüldü.
Günümüzde sınır meselelerinden bahsedildiğinde
Afrika’dan Asya’ya, Antartika’dan Avrupa’ya kadar
çeşitli bölgelerde bu tür sorunlara rastlanır. Ukrayna, Katalonya, İskoçya gibi örnekler, sınır değişikliklerinin iki şekilde ortaya çıkabileceğini gösteriyor.
Bölünme temelinde sınırların yeniden sorgulanmasının altında güç ilişkilerine dayalı politikalar bulunabileceği gibi toplumsal talepler de yer alabilir.
Kırım, 21 Mart 2014 itibarıyla Ukrayna’dan ayrılarak Rusya ile birleşti. Kırım’da 16 Mart 2014’te düzenlenen referandum, uluslararası hukukta halen
tartışmalı olan kendi geleceğini tayin etme ilkesine
dayanıyor. Elbette Rusya’nın, yakın çevresinin ve
Kırım’ın kendi kaderlerini belirlemelerine ne ölçüde
izin verdiği tartışmalı. Rusya, Rus pasaportu dağıtmak, mali yardımda bulunmak, Sivastopol’deki
üssü işlevsel biçimde kullanmak, siyasi ve ekonomik nüfuzunu hissettirmek gibi araçları Kırım’da
harekete geçirdi ve uyguladığı kararlı politikalar
sayesinde Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasını sağladı.
Böylelikle Kırım, harita değişikliği ile Ukrayna sınırlarından çıkarak Rusya sınırlarına dâhil oldu. Dolayısıyla bir sınır sorunundan ziyade mevcut sınırların
kime ait olduğu sorusu ortaya çıktı.
Ukrayna’nın Donetsk ve Luhansk bölgelerinde yapılan parlamento ve başkanlık seçimlerinin ardından
Ukrayna’nın doğusunda -şimdilik öyle anılmasa daiki eyalete dayalı yeni bir devlet ortaya çıkmış gibi
görünüyor. Bu bölgelerde yaşayan halk, bu iki eyaletten oluşan devleti Novorossiya yani Yeni Rusya
olarak adlandırıyor. Rusya henüz bu ismi kullanmasa da bu bölgeler fiili olarak Rusya’nın toprağı haline
ARALIK 2014
21
geldi. Kırım gibi bir oldubitti referandum hayata geçirilir mi veya başka bir yol mu izlenir bilinmez ancak
Ukrayna’nın doğusu, Kiev’den kopmuş durumda.
Ancak Ukrayna’nın doğusu Kırım gibi doğrudan ve
hızlıca Rusya’ya bağlanmayacak gibi görünüyor.
Buna benzer şekilde Güney Osetya ve Abhazya da
Gürcistan’dan ayrıldıklarında doğrudan Rusya’ya
bağlanmadılar ve bağımsız devletler oldular. Bununla birlikte bu iki devletin bağımsızlığını Rusya’nın
dışında yalnızca Venezüela, Nikaragua, Nauru ve
Tuvalu tanıyor. Ayrıca de facto olarak Transdinyester ve Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin yanı sıra bu
iki devlet birbirlerini tanıyorlar.
Ukrayna ve Kırım gibi örnekler Rusya’nın hâkim olduğu coğrafyadaki sınır sorunlarının, güç politikaları
üzerinden ortaya çıktığını ve bu sorunların yine güç
politikalarıyla çözülmeye çalışıldığını gösteriyor. Sınırlar değişirken veya yeni sınırlar çizilirken Rusya,
yakın çevresinin ve arka bahçesinin geleceğini belirleme hedefiyle hareket ediyor. Bu çerçevede 1999
yılında NATO’nun Kosova’ya müdahalesi sonrasında Kosova’nın kendi kaderini tayin etme hakkını ileri
sürerek 17 Şubat 2008’de Sırbistan’dan tek taraflı
şekilde bağımsızlığını ilan etmesinin, Rusya için son
derece yol gösterici bir örneğe karşılık geldiği biliniyor. Kosova’nın bağımsızlığını kazanmasının, batı
ittifakıyla bütünleşmesi anlamına geldiğini anlayan
Rusya, kendi etki alanı içerisinde tanımladığı coğrafyaları bu tür bir tehlikeyle karşı karşıya bırakmamak
için elinden geleni yapmaya devam ediyor. Bunun
karşısında batı ittifakı da Rusya ile ilişkilerinin parametrelerini yeniden gözden geçiriyor. Kırım ve Doğu
Ukrayna örneklerinde batı, bir şekilde bu bölgelerin
Rusya’ya ait hale gelmesine ses çıkarmadı ve yeni
oluşan sınırları kabullendi. Bunun karşılığında ise
22
ARALIK 2014
Rusya ve Rusya’nın hâkim olmak
istediği alanlar dışında kalan coğrafyaların batı sistemiyle daha sıkı
biçimde bütünleşmesini istedi ve
bu yönde çaba harcamaya karar
verdi. Dolayısıyla yukarıdaki örnekler üzerinden sınır meselesine
bakıldığında sınırlar, uluslararası
sistemdeki güç politikalarının birer yansıması ve aracı olarak kullanılıyor. Dolayısıyla sınırlar ile ilgili
sorunlar, toplumsal dinamiklerden kaynaklanan toplumsal tepkilerin bir unsuru olarak tartışılmıyor. Bunun sonucunda Balkanlar’da ve Kafkasya’da uzun sürecek
belirsizlik ve istikrarsızlık dönemlerine girilebileceğini
öngörmek zor değil.
İster güç politikaları üzerinden ister toplumsal birikimler üzerinden olsun sınırların değişebilir olduğu
düşüncesi, pek çok coğrafya için ayrılmayı ve bağımsızlığı daha ulaşılabilir kılıyor. Avrupa’da ulusal
sınırların ayak bağı olduğunu düşünen pek çok
bölgede bağımsızlık hedefiyle siyaset yapılıyor. İspanya’daki Katalonya bölgesi, İtalya’daki Veneto
bölgesi, Büyük Britanya’da İskoçya ve Belçika’daki Flaman-Valon bölgeleri bu örneklerin başında
geliyor. Bu bölgelerde öncelikle ulusal referanslar
üzerinden birlikte yaşama isteğinin azaldığı dikkat
çekiyor. Bölgesel yapıları, kimlikleri, ekonomileri
son derece güçlü olan bu bölgelerde ulusal siyaset
ile kurulan ilişkilerin de zayıfladığı ve merkezi yönetimlere duyulan güvensizliğin arttığı görülüyor. Bu
anlamda ulusal perspektifi temel alan küreselleşme
sürecinin, birbirine zıt ve tamamlayıcı şekilde bölgeselleşme eğilimlerini de artırdığı hatırlatılmalı.
İspanya’nın kuzey doğusunda bulunan Katalonya
bölgesinde bölgesel parlamento, 25 Kasım 2012’de
dört yıl içinde bağımsızlık için referandum yapılmasını öngören bir karar aldı. Bu karar doğrultusunda
Katalan bölgesi yetkilileri, bağımsızlık referandumunun düzenlenmesi konusunu Ulusal Parlamento’ya
getirdiler. Zira 1978 yılında yapılan İspanyol anayasasına göre bu tür bir referandum düzenlenmesi için
parlamentodan izin alınması gerekiyor. Ulusal mecliste yapılan oylamada Katalonya’da referandum
yapılması reddedildi. İspanya Başbakanı Mariano
Rajoy, referandumun anayasaya aykırı olduğunu ve
düzenlenmesine izin vermeyeceklerini belirtti. Mad-
Ukrayna ve Kırım gb örnekler Rusya’nın hâkm olduğu coğrafyadak sınır sorunlarının,
güç poltkaları üzernden ortaya çıktığını ve bu sorunların yne güç poltkalarıyla
çözülmeye çalışıldığını gösteryor. Sınırlar değşrken veya yen sınırlar çzlrken Rusya,
yakın çevresnn ve arka bahçesnn geleceğn belrleme hedefyle hareket edyor.
rid hükümeti bu kararnamenin yasadışı olduğunu
ileri sürerek kararnameyi Anayasa Mahkemesi’ne
götürdü ve Mahkeme bu referandum kararını askıya aldı. Buna rağmen Katalanlar yerel yönetim binalarında sandığa gittiler ve katılımcıların % 80’inden
fazlası bağımsızlık yönünde oy kullandı.
İskoçya örneğinde ise İspanya’dakinin aksine İngiltere Başbakanı David Cameron, İskoçya bölgesi
yönetiminin başbakanı Alex Salmon ile bir anlaşma
imzaladı ve yapılacak olan referandumun hukuki çerçevesi konusunda anlaştı. 18 Eylül 2014’te
gerçekleştirilen referandumdan bağımsızlığa ‘hayır’
tercihi çıktı. İskoçlar, bağımsızlığın kazanımlarından
ikna olmamışlar ve geleceğe dair endişelerini tercihlerine yansıtmışlar. Bağımsızlık
tartışmaları, Katalanların çok Katalan olmaları ve İskoçların az İskoç olmalarıyla ilgili olmaktan ziyade dönüşüm sürecinden beklenenler etrafında şekilleniyor. Bu itibarla
ulusal sınırlarda boğulan, bu bariyeri aşmak
isteyen halkların bir sonraki aşamaya dair
deneyimleri önem taşıyor.
lardan 62’sinde bağımsızlık yanlısı sonuçlar çıktığı
görülüyor. Ancak bağımsızlığına kavuşan devletler
arasında Birleşmiş Milletler üyesi olanların sayısı 49
olarak ortaya çıkıyor. Bu sonuçlar da sınır değişimlerinin, güç ilişkileri veya toplumsal talepler doğrultusunda ortaya çıktığını gösteriyor. Güç ilişkileri
üzerinden değişen sınırlar, uluslararası alanda daha
fazla meşruiyet tartışmalarına konu olduğu için
uluslararası tanınma sorunlu oluyor. Toplumsal talepleri merkez alan bağımsızlık ve bölünme talepleri
ise uluslararası camia tarafından daha fazla tanınıyor ve daha az meşruiyet sorunlarıyla karşılaşılıyor.
Bunlara ek olarak 1866 yılından beri
İtalya’nın bir parçası olan Venedik merkezli
Veneto bölgesinde, 2014 Mart ayında internet üzerinden gerçekleştirilen gayri resmi
oylamaya % 63,2 oranında katılan Venetoluların % 89’u bağımsızlık lehine oy kullandı.
Belçika’da ise Flamanca konuşan Flamanlarla Fransızca konuşan Valonlar arasındaki
ayrım derinleşiyor ve bağımsızlık talepleri
yoğun biçimde dile getiriliyor. Bu örneklerin
yanı sıra Avrupa’da pek çok bölgede bölünme ve bağımsızlık talepleri ifade ediliyor.
Toplumsal çerçeveden kaynaklanan bu talepler, uluslararası sistem açısından da değişimlerin olacağı sinyalini veriyor.
Bağımsızlık referandumlarının tarihine bakıldığında günümüze kadar 84 bölgede bağımsızlık referandumu düzenlendiği ve bun-
ARALIK 2014
23
DIŞ POLİTİKA
ölçüyor. Ölçtüğü tepkiden nasıl bir ders çıkardığını
tahmin edebiliyoruz. Mısır’da, Yemen’de, Libya’da
mazlum Müslüman halklara karşı darbeler planlayıp
uygulayan İslam dünyasının liderlerinin Kudüs’le ilgilenecek endişeleri, dertleri yok. Kendileri her gün
Müslümanların namusunu beş paralık eden işler
yaparken, Müslümanların mahremine, namusuna
tecavüz eden İsrail’e ses çıkarmalarını beklemek
zaten beyhude. Zaten İsrail’in tepkisini ölçtüğü kesimler onlar da değil. İslam dünyası nasıl olsa kendileri açısından emin ellerde. Hani nerede kaldı İran’ın
siyonizme karşı gözü gibi koruduğunu söylediği ve
başına Esad’ı geçirdiği direniş hattı?
Muhtemelen tepkisini ölçtüğü asıl dünya yine Avrupa. Önce İngiltere’nin, akabinde İsveç’in tanıdığı, şimdilerde de Fransa’nın tanımaya hazırlandığı
Filistin devleti, muhtemelen İsrail için tam da tepki
sınırının nereye kurulmuş olduğunu merak etmesini
gerektirmiş.
İsrail Meselesinin Doğduğu Yer
İSLÂM DÜNYASININ SİYONİZMLE İMTİHANI
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Onursal Başkanı
2014
yılı, Birinci Dünya Savaşının yüzüncü yıldönümü. Bugün Orta Doğu’da
yaşamakta olduğumuz bütün sorunlar bu savaşın
neticeleri. Bu savaşın sonucunda hepsi de Osmanlı
toprağı olan ve belli bir uyum içinde bir arada bulunan kavimlerden birer ulus devlet oluşturularak
bölge paramparça edildi. Her bir parça bir Avrupalı büyük devletin nüfuz alanı olarak paylaşıldı. Yine
bu savaşın neticesinde İsrail’in bir hançer gibi bu
bölgenin bağrına yavaş yavaş saplanması planı ilan
edildi. Bu planın uygulaması esnasında Filistin halkının topraksız bırakılması ve koca bir halktan bir
sürgün halk yaratılması sonucu ortaya çıktı.
24
ARALIK 2014
Orta Doğu’da küllenmiş gibi görünen her ateş biraz
harlanınca İsrail bir şekilde Filistin topraklarındaki
işgalini derinleştirmeye, fiili kazanımlar elde etmeye
devam ediyor. BM bu konuda bir dizi kınayıcı ve
yasaklayıcı karar almış olduğu halde, bu kararları tanımayan İsrail, dünyanın kendisiyle meşgul olduğu
her durumda Yahudi yerleşim yerleri açmaya, böylece Kudüs etrafındaki kuşatmasını dört bir yandan
daraltıp Filistinlileri boğmaya devam ediyor.
Herkes IŞİD ve onun terörü dolayısıyla Kobani’deki cambaza aval aval bakmaya odaklanmışken
İsrail Müslümanların kutsalına, Mescid-i Aksa’ya
1967’den beri en büyük küstahlığını yaparak tepki
Geçtiğimiz ay katıldığım Filistin Eve Dönüş Merkezi
(Palestinian Return Centre) ile Al Jazeera Araştırma
Merkezi’nin Londra’da düzenlediği, Uluslararası I.
Dünya Savaşının Filistin üzerindeki Sonuçları başlıklı konferans, biraz da 100. yılında I. Dünya Savaşını anma toplantılarının sıkça yapıldığı günlerde
yapılıyor. Her kasım ayının ilk yarısında İngiltere’de
insanlar I. Dünya Savaşında ölen 900 bine yakın
İngiliz askerini anma toplantıları ve törenleri düzenliyor. Bu anma etkinlikleri çerçevesinde insanlar
yakalarına gelincik çiçeği takıyor. Bu yıl yüzüncü yıl
olması dolayısıyla ayrı bir önem atfedilerek anılıyor
İngiliz askerleri.
I. Dünya Savaşı aslında neticelerini büyük ölçüde
İngilizlerin belirlemiş olduğu bir savaş. Sonradan
kurulacak olan Orta Doğu’nun sınırlarının çizilmesinde en etkili rolü İngilizler oynamıştır. Hiç kuşkusuz savaşın en kesin mağlubu da Osmanlı olacaktır. I. Dünya Savaşı’nın en bariz sonucu savaş
öncesinde hasta da olsa, epeyce zayıflamış da olsa
dünyanın sayılı güçleri arasında yer alan Osmanlı
ülkesinin bitmiş olması, topraklarının paramparça
edilmiş olması ve Osmanlı’nın bakiyesi olarak kalan
Türkiye’nin zor şartları kabullenmek zorunda bırakılarak Misak-ı Milli sınırlarının dahi daraltıldığı bir alan
içine sıkışmak zorunda bırakılmış olmasıdır.
Flstn’de Osmanlı mrası hala
canlı ve gerçektr. Osmanlı
kayıtları hala Flstnllern bu
topraklardak geçerl kayıtları ve
mülkyet haklarını kanıtlayan
kayıtlardır. Türkye hükümet
2005 yılında, 1916 yılından
bu yana yan İsral’n daha
bahs konusu ble olmadığı
dönemlerdek Osmanlı
arşvnn br kopyasını Flstn
otortesne teslm ett. Aslında
bu kayıtlar Flstn topraklarının
gerçek sahplernn gerçek
kayıtlarını oluşturuyor.
Yine İngilizlerin belirleyici olduğu bir başka önemli
sonuç da İsrail devletinin hazırlıklarının bu savaşla
birlikte resmen başlatılmış olmasıdır. I. Dünya Savaşına kadar Osmanlı, Yahudilerin Filistin topraklarında Avrupalı bir kimlikle yerleşim almasına izin
vermedi. Bu konuda bütün çabalar sonuçsuz kaldı.
Osmanlı her zaman olduğu gibi Avrupa’daki baskılardan kaçan Yahudilerin topraklarına, kendi vatandaşı olarak gelmesine izin veriyordu zaten. Ancak
Abdülhamid yönetiminden bu sefer istenen izin kapitülasyonların da sağladığı imtiyazlardan yararlanmak üzere Avrupalı kimlikten vazgeçmeden gelip
yerleşme izniydi. Abdülhamid, bu iznin arkasından
neler gelebileceğini o günlerde görmüştü. Abdülhamid ve Theodorl Herzl görüşmesine dair meşhur anekdotun sıhhat derecesi tartışılıyor. Herzl’in
konumu dolayısıyla Abdülhamid’e böyle bir teklifte
bulunmuş olması imkânsız görünüyor ama yine de
Abdülhamid’e Filistin’de bir Yahudi milletinin tesisi
karşılığında Osmanlı’nın 23 milyon İngiliz altını tutarındaki bütün borçlarının silinmesi, 230 milyon
Frank tutarında bir koruma filosu kurulması ve hazinenin canlandırılması için 35 milyon altın lira borç
ARALIK 2014
25
DIŞ POLİTİKA
SEÇİMLERDE İSLAMCILAR KAYBETMEDİ
TUNUS KAZANDI
Doç. Dr. Cevher ŞULUL*
Akademisyen
verilmesi teklifinin bir şekilde ulaştırılmış olduğu ve
buna karşılık Abdülhamid’in şu sözleri söylemiş olduğu biliniyor:
lar İsrail kurulurken geçerli olan toprak ve mülkiyet
kayıtlarını kendi haklarını iddia edebilmek için talep
etmekteydi.
“Bırakın 150 milyon İngiliz altınını, bana bütün dünyanın altınlarını verseniz de bunu asla kabul edemem. Ben İslam milletine ve Ümmeti Muhammede
otuz yıl boyunca hizmet etmişim ve babamın ve
atalarımın -Osmanlı sultanları ve halifelerinin- tarihine hiç bir kara leke sürmemişim. Bu yüzden benden istediklerini hiç bir zaman kabul etmeyeceğim.”
Türkiye hükümeti 2005 yılında, 1916 yılından bu
yana yani İsrail’in daha bahis konusu bile olmadığı
dönemlerdeki Osmanlı arşivinin bir kopyasını Filistin otoritesine teslim etti. Aslında bu kayıtlar Filistin
topraklarının gerçek sahiplerinin gerçek kayıtlarını
oluşturuyor.
Bu teklif karşısında bu sözlerden daha şairane ve
daha güçlü sözler olamazdı herhalde. Abdülhamid
ayrıca Siyonist organizasyonların Filistin içinde arazi
yolları satın almalarını engellemeye, öyle ki, tutunma noktaları oluşturma çabalarını boşa çıkarmaya
çalıştı. Ancak Abdülhamid’in devrilmesinden sonra
Siyonistler Jön Türklerden bu izinleri koparmayı başardılar.
Filistin’de Osmanlı mirası hala canlı ve gerçektir.
Osmanlı kayıtları hala Filistinlilerin bu topraklardaki geçerli kayıtları ve mülkiyet haklarını kanıtlayan
kayıtlardır. Aslında bugün bu kayıtlar Filistinlilerin
mültecilik sorunlarını gidermeye dönük en geçerli
hukuki kayıtlardır. 1948’den beri Filistinli kuruluş-
26
ARALIK 2014
Londra’daki konferansa Dr. Jaafar Hadi Hasar, Dr.
Mahmoud O. Haddad, John Keay, Karl Sabbagh,
Anthony Gorman, Ghada Karmi, Peter A Shambrook, Malath al Agha, Maced Al- Zeer, Oliver Miles,
Jeff Handmaker ve Mark McDonald gibi bu sahada
özel duyarlılıkları olan çok sayıda araştırmacı katıldı.
Böyle bir toplantının, yüz yıl önce başlayan Dünya
savaşında öncülük ve mimarlık eden, Sycos Picot
anlaşması, McMohen ve Şerif Hüseyin görüşmeleri ve nihayet Balfour Deklarasyonuyla İsrail’i bu
dünyaya bela eden İngiltere’de savaşın yüzüncü
yılında yapılmış olmasına ve bilhassa bu süreçte
Osmanlı’nın büyük bir özlem ve hayırla yad edilmesine şahit olmak son derece duygulandırıcı, daha
ötesini söylemeyeyim.
T
unus’ta Yasemin devriminden sonra ilk defa
seçimler yapılmaktadır. Yaklaşık olarak 5 milyon Tunuslu Ekim 2014’te yapılan seçimlerde
217 sandalyeli meclis üyelerini belirlemek için sandık başına gitti. Liderliğini El Bac Kaid Es-Sebsi’nin
yaptığı Nida Tunus Hareketi oyların %38.71’ini
alarak birinci oldu. Liderliğini Raşid el-Gannuşi’nin
yaptığı Nahda Hareketi ise oyların %32’sini alarak
seçimlerde ikinci oldu. El Bac Kaid Es-Sebsi, sabık
iktidarlar döneminde bakanlık ve meclis başkanlığı
yapmış, devrimden sonra da geçici hükümetin başbakanlığını üstlenmiş 88 yaşında bir politikacıdır.
Nida Tunus Hareketi bu süreçte seçim stratejisini
korku ve “Siyasal İslam” karşıtlığı üzerine kurmuş,
BAE, Suudi Arabistan, Batı bloğu -özellikle de Fransa- tarafından ciddi anlamda desteklenmiştir. Nida
Tunus Hareketi, Nahda Hareketi’ne karşı başarı
elde edebilmek için ülkede bulunan laikleri, liberalleri, solcuları ve eski yönetimin önde gelen isimlerini
kendi çatısı altında toplamıştır. Buna rağmen seçimlerde az bir farkla birinci parti olabilmiştir. Nida
Tunus Hareketi daha ziyade sahil bandından oy alırken Nahda Hareketi ağırlıklı olarak kırsal kesimden
oy almıştır.
Bu seçim sonuçlarına bakarak hem ülkemizde hem
de Batı’da “Tunus’ta seçimleri laik Nida Tunus Hareketi kazandı. Tunus, siyasal İslam’a hayır dedi.”
türünden manşetler atıldı. Oysa resmin bütününe
bakıldığı zaman meselenin böyle olmadığı anlaşılacaktır. Şöyle ki:
Tarihsel süreç içerisinde yapılan devrimlere baktığımız zaman geçiş sürecinin hem zor hem de sancılı
olduğu görülecektir. Bu nedenle de Tunus’ta devrimden sonraki şartlar dikkate alındığı zaman ülkeyi
yöneten Nahda Hareketi’nin başarısız olduğu söylenemez. Zira Tunus devrimi sadece iç dinamiklerin
değil bölgesel ve uluslararası dinamiklerin sabote
etmeye çalıştığı, karşı durduğu bir devrimdir. Orta
Doğu’da demokrasinin kurallarıyla işlediği, halkın
özgür iradesinin yönetime yansıdığı bir yapı istenmemektedir. Böyle bir yapının varlığı bölgedeki her
türden otoriter yönetimler için tehdit olarak algılanmaktadır.
Bazıları için bu coğrafyada devrimlerin başarısı ve
totaliter bir yönetimin demokratik cumhuriyete dönüşmesi rahatsız edicidir. Onlar Orta Doğu’da her
zaman baskıcı yönetimden yanadırlar. Onlara göre
ARALIK 2014
27
Tunuslular bu bağlamda daha önce böylesne özgür br seçm ortamı yaşamadılar. Onlar çn böyle br şey
hayal etmek ble mkânsızdı. Oysa şmd rakp part lderler seçm sonuçları resmen lan edlmeden brbrlern
tebrk edyorlar. Bu nedenle de bu seçmlern kaybeden yoktur. Bu seçmlere ştrak eden herkes kazanmıştır,
demokras kazanmıştır. Seçmlern en büyük kazananı da bu süreçte brlğn ve beraberlğn muhafaza
edeblen Tunus’tur. İktdarın ancak seçm sandıkları yoluyla değşebleceğne nanan Tunus halkıdır.
İktidarın ancak seçim sandıkları yoluyla değişebileceğine inanan Tunus halkıdır.
Stratejisini devrimi korumak, istikrarı muhafaza etmek üzerine kuran Nahda Hareketi bu konuda büyük bir başarı elde etmiştir. Hürriyeti, özgürlükleri
esas alan demokratik bir anayasanın hazırlanmasına öncülük etmiştir. Birçok partinin siyasi arenada
bulunduğu Tunus’ta demokrasinin mimarı Nahda
Hareketi’dir.
Orta Doğu halkları demokrasi ile yönetilebilecek yeterliliğe sahip değildir. Özellikle de potansiyel iktidar
adayları arasında muhafazakâr ve İslami kimliği görünür partiler söz konusu ise her türlü faşist yönetimi, demokrasiye tercih ederler.
tejik akılla yönetti. Radikal unsurlarla arasına mesafe koydu. Geçiş sürecinde devrimin başarısı için
demokrasiyi, uzlaşmayı, diyaloğu ön planda tuttu.
Bu değerlere inandığını her düzeyde yüksek sesle
dillendirdi.
Bu nedenle de Nahda Hareketi’ne karşı, iktidarda kaldığı süre içerisinde, algı operasyonu yapıldı.
Yüzlerce türbe kundaklandı, dini kurumlar tartışılır hale geldi. Nerden geldiği belli olmayan radikal
örgütler türedi, siyasi suikastlar yapıldı. Ülke ekonomisini çökertmek için her türlü yola başvuruldu.
Bunun sonucunda reformlar yapılamadı, işsizlik ve
enflasyon oranlarında ciddi bir artış meydana geldi.
Nahda Hareketi 2011’de yapılan kurucu meclis seçimlerinde oyların % 40’ını almış olmasına rağmen
muhalif partilerle yönetimi/iktidarı paylaşmak zorunda bırakıldı. Neticede kendi hükümet programını
uygulama imkânı bulamadı.
Gelişmiş demokrasilerde olduğu gibi bugün
Tunus’ta iktidar sandık yoluyla, barış içerisinde el
değiştirmektedir. Tunus halkı özgür bir biçimde
yöneticilerini seçmektedir. Özgür seçimler Arap
âleminin pek de alışık olmadığı bir şeydir. 2011 yılında Arap Baharı’nın sekteye uğramasıyla bu coğrafyada ümit yerini ümitsizliğe bıraktı. Geçen dört yıl
boyunca Arap devrimlerinin başladığı yer olan Tunus dışında bahar, hayatiyetini en azından şimdilik
koruyamadı.
Bütün bu olumsuz şartlara rağmen, herkes tarafından şeffaf bir biçimde yapıldığı kabul edilen seçimlerde, Nahda Hareketi sokaktaki her üç kişinden birinin oyunu aldı, ülkeyi geçiş sürecinde yönetebildi,
iktidar alternatifleri içerisinde kilit parti konumuna
geldi. Nahda Hareketi, karşılaştığı problemleri stra-
28
ARALIK 2014
Tunuslular bu bağlamda daha önce böylesine özgür bir seçim ortamı yaşamadılar. Onlar için böyle
bir şeyi hayal etmek bile imkânsızdı. Oysa şimdi rakip parti liderleri seçim sonuçları resmen ilan edilmeden birbirlerini tebrik ediyorlar. Bu nedenle de
bu seçimlerin kaybedeni yoktur. Bu seçimlere iştirak eden herkes kazanmıştır, demokrasi kazanmıştır. Seçimlerin en büyük kazananı da bu süreçte birliğini ve beraberliğini muhafaza edebilen Tunus’tur.
Batı’nın üstünlüğü ve baskıcı otoriter yönetimler karşısında Arap insanını sabahtan akşama bu
cehennemî girdaptan çıkarmak kolay bir şey değildir. Bu konuda sabırlı ve ısrarcı olmak gerekir.
Nahda Hareketinin yaptığı şey de budur. İçeride
ve dışarıda herkes Nahda Hareketi’nin devrimi
koruma konusunda gösterdiği hassasiyeti, yaptığı
fedakârlığı takdir etmektedir. Belki de bu yaklaşımı
nedeniyle Nahda Hareketi tarihe geçecektir.
Seçim sonuçları ilan edildikten sonra Nahda Hareketi lideri Raşid el- Gannuşi’nin basına yaptığı açıklamalar da bu istikamette olmuştur. Raşid el- Gannuşi: “Bölgemizde yaşanan hadiselere, basının bütün iftira kampanyalarına rağmen bizlere oy veren
halkımıza teşekkür ederim. Bütün herkesin iştirak
edebildiği seçimlere ülkeyi güvenle taşıdık. Bugün
artık eskiye dönüş söz konusu değildir. Özgürlükler
ve adil bir geçiş süreci için çalışacağız. Bizler mutedil siyasi partilerin merkezindeyiz. Her türlü radikalizme, teröre karşıyız. Hürriyetin, özgürlüklerin, sosyal adaletin ve insan haklarının bekçisiyiz. Halkımız
ciddi anlamda eski, baskıcı yönetime dönüleceğinden korkmaktadır. Biz bütün baskıcı yönetimlerin
karşısındayız. Halk bu seçimde, tek parti diktatörlüğüne karşı olduğunu göstermiştir. Halkın laik- anti
laik, Müslüman- kâfir, yenilikçi- gelenekçi şeklinde
kutuplaştırılmasına karşıyız; zira bütün bu kutuplaşmalar iç savaşa davetiye çıkarmaktadır. Tunuslular
bugün kendileri için yeni bir tarih yazıyorlar. Demokrasi ile birlikte Araplar için bir tarih yazıyorlar.
Arap devrimlerinin ilk meşalesini yakan Tunuslular,
yeni demokratik bir düzende devrime sahip çıkarak
hedeflerini tahakkuk ettirebileceklerini ispatladılar.
Seçim sonuçları ne olursa olsun Tunus ikinci defa
kazandı. Sandık darbelere galip geldi.”
Sonuç itibariyle, Nahda Hareketi içeride ve dışarıda
iddia edilenlerin aksine seçimlerde kaybettiklerinden
daha fazlasını kazandı. En önemlisi milletin saygısını kazandı. Tarihsel olarak kazandıkları kaybettikleri
ile mukayese edilemez. Demokrasiyi kendisine ilke
edindi, muhalifleriyle iletişim halinde olmayı başardı.
Devrimi ve demokrasi geleneğini siyasi çıkarlarının
üstünde tuttu.
Nahda Hareketi seçimlerde ikinci olmakla bir anlamda taşıdığı ağır sorumluluğu muhalefetle paylaşmış olacak, bir de yeniden yapılanma ve öz eleştiri
yapma imkânı bulacaktır. İslami kimliğiyle bilinen bir
partinin seçimle iş başına gelip yine seçimle iktidarı
devredebileceğini fiilen göstermiştir. Diğer türlü siyasal İslam’a muhalefet eden birtakım bölgesel ve
uluslararası güçler devrimi başarısız kılmak için halkı
cezalandırma, iktisadi anlamda baskı yapma yönüne gideceklerdi.
Ancak Nida Tunus Hareketi içerisinde yer alan ve
eski otoriter yönetimin bakiyesi olan grupların bundan sonraki siyasi süreçte demokrasi geleneğinin
devamı konusundaki tutumlarıyla ilgili halkın ciddi
kuşkuları vardır. Zira bu grupların şu veya bu şekilde daha önceki dönemlerde yapılan yolsuzluklarda,
işkence vb. insan hakları ihlallerinde sorumlulukları
vardır. Bu yaptıklarının hesabını vermeden tekrar
iktidar adayı durumuna geldiler. Bu grupların eski
alışkanlıklarına dönmeyeceklerinden kimse emin
olamaz. Bu nedenle Tunus ile ilgili kritik süreç bundan sonra başlayacaktır.
* Harran Üni. Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi.
İslam Felsefesi ve Orta Doğu üzerine çalışmalar yapmaktadır.
ARALIK 2014
29
DIŞ POLİTİKA
TÜRKİYE-IRAK
İLİŞKİLERİNDE YENİ DÖNEM:
BAŞBAKAN DAVUTOĞLU’NUN
IRAK ZİYARETİ
Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN
SDE Dış Politika ve Uluslararası
İlişkiler Programı Koordinatörü
İlişkiler Neden Bozuldu?
Y
aklaşık dört yıldır gergin bir şekilde devam
eden Ankara-Bağdat ilişkilerinin Başbakan
Ahmet Davutoğlu’nun 20-21 Kasım 2014
tarihlerinde Irak’ı ziyaret etmesiyle yeni/olumlu bir
sürece evirileceği anlaşılmaktadır. 2010 Mart’ında
Irak’ta yapılan parlamento seçimleri sonrasında
Nuri el-Maliki’nin tekrar başbakan olması ve takip ettiği iç ve dış politika, Irak’ı adeta istikrarsızlığa doğru sürükledi. Bu dönemde, bir taraftan Irak
kendi içinde çözülmeye giderken, diğer taraftan
önemli komşuları Türkiye ve Suudi Arabistan’la ilişkileri gerilmeye devam etti. Aynı dönemde, Arap
Halk Hareketlerinin Suriye’ye sıçraması ve iç savaşa
dönüşmesi Irak’taki siyasi yapıyı da etkiledi. Maliki,
bölgesel gerginlikten faydalanmak suretiyle, Irak’ta
30
ARALIK 2014
neredeyse tüm gücü elinde toplayarak iktidarını
tahkim etmeye ve sürekli kılmaya çalıştı. Maliki tüm
gücü elimde toplayayım derken ülke elinden kaymaya başladı. Neredeyse, ülke parçalanmaya doğru sürüklendi. Kürtler Bağdat’tan giderek uzaklaştı.
Haziran ayının başında IŞİD, başta Musul olmak
üzere Sünni nüfusun yaşadığı kentleri bir bir kontrol
etmeye başladı. Hatta Erbil ve Bağdat bile IŞİD’in
tehdidi altına girdi. Bu arada, İran’ın Irak’taki varlığı,
özellikle Bağdat ve güneyinde orantısız bir şekilde
arttı. Irak adeta Iraklıların yönettiği bir ülke olmaktan
her geçen gün uzaklaştı.
Şartlar İşbirliğini Zorluyor
Her geçen gün IŞİD tehlikesinin bölgesel yayılım
göstermesi bölgede yeni girişimlerin ve ittifakların oluşumunu zorladı. Erbil ile Bağdat ortak yakın
tehdit IŞİD’e karşı birlikte hareket etmek durumunda kaldılar. Kendi aralarındaki tartışmalı bölgelerin
durumu başta olmak üzere önemli konularda anlaşmazlıkları sürse de ortak düşman IŞİD sayesinde bazı konularda anlaşma sağlayabildiler. Erbil ile
Bağdat arasındaki önemli anlaşmazlık konularının
başında gelen enerji/petrol konusunda bile anlaşmaya varabildiler. Bu durumun Türkiye’nin de Bağdat ile ilişkilerinin gelişmesinin önünü açıcı bir etki
meydana getirdiği görülmektedir. Bağdat ile Erbil
ilişkilerinin kötü/sorunlu olduğu dönmede Türkiye,
Erbil ile ilişki kurduğunda Bağdat rahatsızlık duyuyordu, Bağdat ile ilişki geliştirmeye çalıştığında Erbil rahatsız oluyordu. Şimdi, Erbil ile Bağdat’ın belli
noktalarda anlaşıp ilişkilerini geliştirmeye başlaması
Türkiye’nin Irak ile ilişkilerinin gelişmesinin önünü
açacaktır.
2014’ün Nisan ayında yapılan parlamento seçimlerinden sonra, seçimden başarıyla çıksa da Maliki’nin
başbakanlıktan çekilmek zorunda kalması ve Haydar el-Ibadi’nin Irak’ın yeni başbakanı olması hem
Irak’ın kendi içinde toparlanmasının önünü açarken
hem de Türkiye ile Maliki’nin mirası olan sorunlu
dönemi geride bırakmak için yeni bir dönemin başlamasının önünü açtı. Kısaca, IŞİD tehdidi, Erbil ile
Bağdat arasında işbirliğinin başlaması ve Ibadi’nin
başbakanlık koltuğuna oturması, Türkiye ile Irak
arasında yeni dönemin başlamasını kolaylaştırdı.
İki ülke arasında yaklaşık
dört yıllık gerginlik döneminin
de gösterdiği gibi, kötü ilişkiler
içerisinde olmak ne Irak’ın
ne Türkiye’nin ne de bölgenin
hayrınadır. İki ülke arasındaki
son ziyaretler, bu ziyaretlerde
söylenenler ve takınılan
tavırlar da göstermektedir ki,
iki ülkenin mevcut yöneticileri
bu durumun farkındadırlar.
ret etti. Davutoğlu’nun hem Bağdat’ı hem de Erbil’i
ziyaret etmesi ziyaretin önemini daha da artırmaktadır. Söz konusu ziyaret bu özelliğinden dolayı Irak
ziyareti olarak görülmüştür.
Başbakan’ın ziyareti sırasında, IŞİD gibi ortak tehditlere karşı birlikte hareket iradesi ortaya konmuştur. Türkiye, doğrudan başbakan Davutoğlu’nun
ağzından Irak’ın istikrarı ve bütünlüğüne önem verdiğini göstermiştir. Aynı zamanda Türkiye, Erbil ile
Bağdat arasındaki ilişkilerin iyi olmasından memnuniyet duyduğunu açıkça ortaya koymuş oldu.
Başbakan Davutoğlu’nun
Irak Ziyareti
Irak’ta başbakanlık koltuğuna
Ibadi’nin gelmesinde sonra Ankara ile Bağdat arasındaki gerginliğin
önünün açılması kolaylaşmış oldu.
Türkiye Ibadi’nin başbakanlığını
kutladı ve Irak’ın istikrarının sağlaması ve bütünlüğünün korunması
için desteğinin süreceğini beyan
etti. İki ülke arasındaki ilk üst düzey
ziyareti Irak’ın yeni dışişleri bakanı İbrahim el-Caferi gerçekleştirdi.
Bu ziyaret ilişkilerin gelişmesi için
diplomatik kanalların hızla açılmasını kolaylaştırdı. Nitekim Başbakan Davutoğlu 20-21 Kasım 2014
tarihinde birçok bakanın da dâhil
olduğu geniş bir heyetle Irak’ı ziya-
ARALIK 2014
31
DIŞ POLİTİKA
Neredeyse Irak’ın tek ihraç ürünü olan
enerjinin (petrol/doğalgaz) dünya piyasalarına arz edilmesinde Türkiye
ön plana çıkmaktadır. Aynı zamanda,
Türkiye söz konusu enerji için en uygun pazar konumundadır. Irak’ın hızlı
bir şekilde ayağa kalkması için, istikrarını sağlayarak sahip olduğu enerjiyi
bir an önce güvenli bir şekilde dünya
piyasalarına sunmak zorundadır. Bunun için Irak’ın Türkiye ile iyi ilişkiler
içinde olması son derece önemlidir.
Uzun zamandır Türkiye IŞİD’e destek veriyor suçlamasıyla karşılaşıyordu. Maalesef bu konuda
Türkiye’ye karşı bölgede ve uluslararası alanda yoğun bir algı operasyonu yürütülmekteydi/yürütülmekte. Başbakan Davutoğlu’nun IŞİD tehdidi altında olan
Bağdat ile Erbil’i ziyaret etmesi ve müşterek sorunlarla mücadelede ortak çalışma iradesini ortaya koyması, Türkiye’nin IŞİD’e karşı net bir tavrının olduğunu
gösterdi ve iyi niyetinin de görülmesini sağlamış oldu.
Türkiye, 2010 yılından beri zaman zaman bölgede
mezhepçi bir politika izlemekle suçlandı. Örnek olarak, Maliki döneminde Bağdat’la ilişkilerin gerginleşmesi ve Esad’a karşı Türkiye’nin yaklaşımı ileri
sürüldü. Davutoğlu’nun son Irak ziyaretiyle Türkiye,
mezhepçi bir politika takip eden ülke değil, bölgede
istikrar peşinde koşan bir bölgesel aktör olduğunu
göstermiş oldu.
Başbakan Davutoğlu’nun Irak’ı ziyaretinin Amerika
Birleşik Devletleri tarafından da olumlu karşılandığı
rahatlıkla söylenebilir. IŞİD’e karşı bölgede daha
etkin ve sonuç alıcı bir hareket için Türkiye’nin desteğinin hayati önemde olduğu tartışma götürmez
derecede açıktır.
Irak açısından bakıldığında Başbakan Davutoğlu’nun
Irak ziyareti daha farklı bir önem kazanmaktadır.
Irak’ın (Bağdat/Erbil) IŞİD’e karşı vermekte olduğu
mücadelede Türkiye’nin desteğinin alınması hayati önemdedir. Erbil örneğinde de görüldüğü üzere,
Irak’ın istikrarının ve kalkınmasının gerçekleştirilmesinde bugün itibariyle, Türkiye’nin yerine ikame
edilebilecek başka bir bölge ülkesi mevcut değildir.
32
ARALIK 2014
Irak Dışişleri Bakanı İbrahim elCaferi’nin Türkiye ziyaretiyle başlayan iki ülke arasındaki diplomatik
trafik Başbakan Davutoğlu’nun Irak
ziyaretiyle ciddi bir aşamaya gelmiştir. Bu çerçevede, 2009 yılında Türkiye ile Irak arasında başlatılan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi toplantısının
yeniden başlatılmasına ve Aralık 2014’te Türkiye’de
yapılmasına karar verilmiştir. İki ülke arasında ortak
bakanlar kurulu toplantısı anlamına gelen bu toplantının gelecek ay her iki ülkenin başbakanlarının
başkanlığında ilgili bakanlarının katılımlarıyla gerçekleşecek olması, iki ülke arasında yeni ve olumlu
bir sürecin başladığının göstergesidir.
İki ülke arasında yaklaşık dört yıllık gerginlik döneminin de gösterdiği gibi, kötü ilişkiler içerisinde
olmak ne Irak’ın ne Türkiye’nin ne de bölgenin hayrınadır. İki ülke arasındaki son ziyaretler, bu ziyaretlerde söylenenler ve takınılan tavırlar da göstermektedir ki, iki ülkenin mevcut yöneticileri bu durumun
farkındadırlar.
Başbakan Davutoğlu’nun
IŞİD tehdidi altında olan
Bağdat ile Erbil’i ziyaret
etmesi ve müşterek sorunlarla
mücadelede ortak çalışma
iradesini ortaya koyması,
Türkiye’nin IŞİD’e karşı
net bir tavrının olduğunu
gösterdi ve iyi niyetinin de
görülmesini sağlamış oldu.
IRAK’TAN
ARAP DEVRMLERNE BAKMAK
Öner BUÇUKCU
SDE Uzmanı
S
uriye’de sürecin iç savaşa dönüşmesinin yarattığı istikrarsızlık kuşağında en dikkat çeken
bölge hiç kuşkusuz Irak’tı. Merkezî yönetim
ile kuzeydeki Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki çıkar çatışması, Suriye’deki iç savaşın etkileriyle birleştikçe ülkede istikrarsızlık artmaya başladı.
Irak’taki Sünnî grupların karar verme mekanizmalarından neredeyse tamamen dışlanmaları, demografik hareketliliklerin hedefi durumuna gelmeleri ve
Nuri el-Malikî hükümetinin otoriter yönetimi, Sünnî
grupların marjinalize ve kriminalize olma süreçlerini de beraberinde getirdi. 2014 yılının Mayıs-Haziran aylarında Irak’ı tırpanla bir anda ikiye bölen ve
Irak-Şam İslâm Devleti (IŞİD) olarak bilinen örgütün
böyle bir arka plandan beslendiğini ıskalamamak
gerekiyor.
Bugünkü IŞİD’in öncülü olarak kabul edilen örgütün lideri olan Ebu Musab el-Zerkavî ve Ahmed
Fadıl el Halayillah Irak’a ABD’nin işgalinden önce,
2002 yılında gelmişlerdi. Aslında el-Kaide’nin lideri bin Ladin, Zerkavî’den oldukça şüpheleniyordu.
Zerkavî’nin aşırı mezhepçi görüşleri dolayısıyla
bin Ladin kendisini 2000 yılında Batı Afganistan’a
sürgün göndermişti ancak ABD’nin Irak’ı işgal sürecinde Zerkavî’nin bölgedeki etkisinin oldukça
yaygınlaştığı görüldü. ABD’nin o dönemki Başkanı
Bush’un Irak’a yönelik planlarının netleşmeye başlamasından sonra Zerkavî de Irak’ta ABD işgaline
karşı direnecek hücrelerin örgütlenmesini hızlandırdı. Zerkavî ve ekibinin Irak’a geçtiğini bilen Bush yö-
netimi bu gelişmeyi kendi lehine değerlendirebilmek
adına Saddam rejiminin el-Kaide ile bağı olduğu
iddialarını dile getirmeye ve bu çerçevede Irak’ın işgalini meşrulaştırmaya çalışmıştı. Ancak el-Kaide ile
hiçbir bağı bulunmayan Saddam yönetimine ilişkin
bu itham Bush yönetiminin en büyük skandallarından birisi olarak tarihe geçti.
Gelinen noktada IŞİD’i Arap uyanışı sürecinin dışında değerlendirmek sağlıklı bir analiz yapılmasını
engelleyecektir. Bu bağlamda Arap dünyasındaki
değişimlerin / ayaklanmaların dinamiğinin sağlıklı bir
biçimde okunmadığı da söylenebilir. Bu ayaklanmaların bir mantalitesi, bazen ideolojisi de olmakla birlikte aslında hepsinin ortak özelliği, ortaya çıktıkları
ülkelerdeki hükümetlerin güçsüzlüğü ve meşruiyet
sorunuydu. Yemen’de hükümetler ülkenin güneyindeki aşiret yapılarını ve Zeydîleri karar verme mekanizmalarına dâhil etmemenin yanı sıra üzerilerinde
ciddi bir baskı kurdukları için söz konusu gruplar
ayaklanma sürecinde silahlanarak hükümete karşı
mücadelenin katalizörü ve genellikle taşıyıcısı haline geldiler. Mısır’da Cemal Abdülnasır iktidarından
beri İslâmî hareketlere yönelik sistematik baskı ve
şiddet rejimi Mısır’da Hüsnü Mübarek rejiminin devrilmesi sürecinde önemli bir etken durumundaydı.
Suriye’de Beşar Esed’e karşı ayaklanan kesimlerin
zihinsel arka planında Hama ve Humus katliamlarının ve bunları yaşatan düşünsel yapıya karşı duyulan öfkenin olduğu unutulmamalı. Bahreyn’de ayaklanan kesimlerin büyük kısmı, ülkenin çoğunluğu
ARALIK 2014
33
mak için müdahele edin, müdahale etmiyorsanız
IŞİD’i destekliyorsunuz demektir.
olmalarına rağmen karar verme süreçlerinin dışında
bırakılan Şiilerdi. Irak’taki IŞİD fenomenini de bir
ölçüde bu kontekse göre değerlendirebiliriz: Karar
verme mekanizmalarının dışında bırakılan Sünnîler
ve geri dönüşleri… Diğer bir deyişle Arap Baharı
diye adlandırılan devrimler süreci, kişisel ölçütlere
göre eksik, hatalı, yanlış biçimler / kisveler altında
da olsa durmadan bölgenin dinamiklerini şekillendirmeye devam ediyor.
Türkiye IŞİD’i Destekliyor!
Ciddi bir krizle karşı karşıya kalan Nuri el-Malikî yönetimi IŞİD’in yarattığı durum derinleşince ABD’den
IŞİD’in kontrol ettiği noktalara hava saldırısı gerçekleştirme talebinde bulundu ancak ABD ilk önce bu
talebe olumlu yaklaşmadı. Obama Irak’ın merkezî
yönetiminin kendi kendini savunma kapasitesinin
geliştirilmesi önerisinde bulunmayı tercih etti. Ancak IŞİD’in ilerlemesinin hızlanması üzerine ABD
konuyu Galler’deki NATO toplantısında gündeme
getirdi. Fakat NATO’nun Galler toplantısının öncelikli gündemi Avrupa’daki güvenlik sorunlarıydı.
Daha net biçimde ifade etmek gerekirse NATO’nun
Avrupalı müttefikleri öncelikli güvenlik sorununun Rusya’nın “irredantist”1 dış politikası olduğu
kanaatindeydi. Dolayısıyla IŞİD ilerlemesine karşı
NATO’nun görev alması fikrine çekingen yaklaştı-
34
ARALIK 2014
lar. Neticede ABD öncülüğünde Türkiye’nin de içerisinde olduğu bir uluslararası koalisyon oluştuğu
duyuruldu. Oluşan koalisyon IŞİD’in kontrol ettiği
lokasyonlara hava saldırıları gerçekleştirmeye başladı. Ancak IŞİD’in sosyal ve siyasal gerçekliğinin
boyutu bu saldırılardan sonra daha net biçimde ortaya çıkmaya başladı.
Hava saldırıları sonrasında Rakka’daki stratejik güçlerini Suriye’nin kuzeyine yönlendiren IŞİD,
Kobane’yi kuşatma altına aldı. Kobane geçtiğimiz
iki yıl boyunca Suriye’yi takip edenler açısından oldukça tanıdık bir coğrafya. Zira 2012 yılında PYD
lideri Salih Müslüm Suriye’nin kuzeyinde bir özerk
yönetim ilân etmişti. Kobane, Afrin ve Cizire ile birlikte bu kanton yönetimin içindeydi, bununla birlikte
diğer iki yerleşim biriminin ortasında bulunması nedeniyle özerk yönetimin başkenti gibi görülüyordu.
Bu bağlamda IŞİD Kobane’ye hem askerî hem de
siyasî anlamda stratejik bir öneme sahip olduğu için
yüklendi. Kobane’nin IŞİD tarafından düşürülmesi
ihtimali ABD ve Batılı güçlerin IŞİD’le savaşında büyük bir prestij kaybı anlamına geleceği için Kobane
üzerinden büyük bir kampanya başlatıldı. Bu kampanyada Türkiye’ye biçilen rol, biri olmazsa diğeri
mutlaka olacaktır gibi ifade edilebilecek bir kurala
bağlanarak belirlendi: IŞİD’in ilerlemesini durdur-
Türkiye hükümetini IŞİD’le eş konumlandırma çabası Türkiye’nin dış politika çıktılarını biçimlendirme amacı taşıyan spekülatif bir yaklaşımdı. Uluslararası koalisyon her ne kadar IŞİD kuvvetlerine
hava operasyonları düzenlese de bu savaşı sona
erdirebilmek için bir kara operasyonu şart. Uluslararası koalisyon içerisindeki ülkelerden hiçbirisi bu
kara harekâtını düzenlemek istemiyor. Spekülatif
haberlerle Türkiye üzerinde oluşturulan baskının sebebi de tam olarak bu. Zira Batılıların Türkiye’den
beklentisi Türk ordusunun IŞİD’le gerçekleştirilecek kara savaşını üstlenmesi. Bir anlamda savaşın taşeronluğu Türk ordusuna verilmek isteniyor.
Türkiye’nin tezleri ise oldukça basit: Kobane olayları
ve IŞİD realitesi Suriye’de devam etmekte olan iç
savaştan bağımsız biçimde değerlendirilemez. Eğer
IŞİD gibi akut krizler önlenmek isteniyorsa bölgesel
istikrarsızlık yaratan Suriye krizinin sona ermesi için
de aktif tavır alınmalı. Ayrıca, eğer bir kara harekâtı
yapılması planlanıyorsa bu uluslararası koalisyona
katılan ülkelerin eş sorumluluğu ile mümkün olabilir.
Sonuç Yerine: Çözüm Süreci’nde HDP’nin
Kendini “Açık Etmesi”
2012’de Rajova bölgesinde PYD özerk yönetim
ilân ettiğinde, o dönem Başbakan olan Erdoğan’ın,
“sınırımızda terörist eylemlere ve yapılanmaya müsaade etmeyiz” açıklamasının ardından, BDP yetkililerinden Türkiye’nin Rajova’ya müdahalesinin
kabul edilemez olacağı ve çözüm sürecinin sona
erdirileceği tehditleri gelmişti. Aradan iki yıla yakın bir süre geçtikten sonra Kobane’de PYD’nin
IŞİD’e direnemeyecek kadar güçsüz olduğu ortaya
çıkınca bu kez BDP’nin yerini alan HDP Türkiye’yi
Kobane’ye müdahale etmeye çağırdı. Türkiye’nin
müdahale etmemesi üzerine yandaşlarına sokaklara çıkma çağrısında bulundu ve Türk siyasal hayatına 6-7 Ekim olayları olarak geçecek vandalizme
sebep oldu. Siyasî sorumluluktan uzak, şiddeti önceleyen bu çağrının neticesinde 38 insan hayatını
kaybederken yüzlerce insan yaralandı. Kütüphaneler, okullar ateşe verildi. Çözüm süreci devam ederken HDP’den gelen bu çağrı ve HDP (BDP) siyasî
elitlerinin düşünsel yönelimlerinde yaşanan dönüşümün tek bir sebebi olduğu söylenebilir: Çözüm sü-
Irak’taki Sünnî grupların karar
verme mekanizmalarından
neredeyse tamamen
dışlanmaları, demografik
hareketliliklerin hedefi
durumuna gelmeleri ve Nuri
el-Malikî hükümetinin otoriter
yönetimi, Sünnî grupların
marjinalize ve kriminalize olma
süreçlerini de beraberinde
getirdi. 2014 yılının MayısHaziran aylarında Irak’ı
tırpanla bir anda ikiye bölen ve
Irak-Şam İslâm Devleti (IŞİD)
olarak bilinen örgütün böyle
bir arka plandan beslendiğini
ıskalamamak gerekiyor.
recinin siyaseti normalleştirmesiyle birlikte PKK ve
HDP (BDP)’nin bölgede siyasal zemini kaybetmesi.
Ölümlerden, gerilimlerden, çatışmalardan, suikastlardan siyasî çıkar sağlamaya odaklanmış örgütsel
yapıların var oluş sebebini ortadan kaldıran çözüm
süreci Kobane çatışmaları bahane edilerek zayıflatılmak istendi. Siyasetin normalleşme sürecine girmesiyle birlikte bölgede daha etkili olmaya başlayan
HÜDA-PAR’ın da Kobane olayları dolayısıyla hedef
haline getirilmesi bu tespiti doğruluyor. Diğer taraftan Türkiye’deki sosyalist / sol hareketlerin de bu
yaklaşımı benimsemeleri ayrıca ele alınması gereken ilginç bir durum.
Dipnot
1
İtalyanca kökenli bir sözcük olup dil, din, soy ve kültür
birlikteliği olduğu halde herhangi bir devletin sınırları dışında yer alan halk ile söz konusu devletin birleşmesi
fikridir. Ancak köken itibariyle negatif bir anlam boyutu
vardır. Etimoloji sözlüğünde bu kavram, “yabancı ülke
topraklarındaki soydaşları gerekçe ederek yayılma siyaseti” olarak belirtilmektedir. Genelde de siyasal alanda
bu anlamda kullanılmaktadır. Bir devletin, kendi sınırına
yakın yaşayan soydaşlarının oturduğu bölgeleri ilhak
etme politikası olarak anlaşılması söz konusudur. Türk
Dil Kurumu, bu kavrama Türkçe alternatif olarak “kurtarımcılık” şeklinde bir sözcük önermektedir.
ARALIK 2014
35
DIŞ POLİTİKA
OSMANLI’DAN BUGÜNE
KAYBEDİLEN TOPRAKLARI GERİ ALMA STRATEJİSİ-2
“İSTİRDAT”
Sinan TAVUKCU
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
Evliye-i Selâse’nin İstirdadı Politikası
1828
-1829’daki Osmanlı-Rus Harbi’nin mağlubiyetle sonuçlanması üzerine Ruslara terk edilen Ahıska ve Ahılkelek ile, 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878
Osmanlı-Rus Harbi’nin savaş tazminatı olarak Ayastefanos Andlaşması ile verdiğimiz ve
Brest-Litovsk’da Rusya’dan zorla geri aldığımız, Mondoros Mütarekesi ile tekrar kaybettiğimiz Evliye-i Selâse (Kars, Ardahan ve Batum
vilayetleri)’nin anavatana tekrar katılması mücadeleleri, Türk istirdat politikalarının önemli safhalarından birisidir.
Osmanlı Devleti Ruslara bırakmak zorunda
kaldığı bu toprakları, bir şekilde geri alma düşüncesini hiçbir zaman terk etmedi. Terk edilen
vatan topraklarının istirdadı ve Rusların asimile politikalarına direnmek maksadıyla Evliye-i
Selâse’de bir takım gizli teşkilatlanmalar yapıldı.
Fahreddin Piroğlu (Erdoğan) “Türk Ellerinde Hatıralarım” adlı kitabında 1899 yılı sonrası Kars’ını
anlatırken, gizli “İttihad-ı İslam Cemiyeti”nin
mevcut olduğunu, daha sonra bu cemiyetin
“Türk İttihadı Cemiyeti” şeklinde değiştiğini ve
genişlediğini anlatmaktadır. Daha sonraki yıllarda, İttihad ve Terakki merkez-i umumisinin Dr.
Bahaddin Şakir Bey’in vasıtasıyla yönlendirmesi
36
ARALIK 2014
sonucu, Kafkaslar’da ve Azerbaycan’da 1906’dan
itibaren “Cemiyet-i İslâmiye”ler teşkil edildi. Bu
teşkilatların amacı, Müslüman halkın kimliğini muhafaza etmek ve ayrı düşen vatan topraklarını anavatana bağlamak idi.
Andlaşması ile Rusya, Evliye-i Selase’yi Osmanlı
Devleti’ne terk etmeyi kabul etti.
Anlaşma hükümlerine aykırı olarak, Mavera-i Kafkas Hükumeti’nin Kars, Erzurum ve Batum’u boşaltmaya direnmesi üzerine, Kafkas İslam Ordusu
1. Dünya Savaşına iştirak eden Rusların 1 Kasım bir harekât başlattı ve Sarıkamış, Batum ve Kars’ı
1914’te Kafkas Cephesi’ne saldırmalarıyla, Osman- geri alarak 30 Nisan 1918’de Evliye-i Selase’nin talı Devleti için 1878’de kaybettiği Evliye-i Selâse’yi mamını anavatana kattı. Türk ordusu 15 Mayıs’ta
kurtarma umudu doğmuştu. Türk askerleri ve milis- Gümrü’ye girdi. Ermeni ve Gürcüler ile, Batum
leri Kasım ayındaki çatışmalarda Artvin, Borçka, Ar- Konferansı’nda imzalanan 4 Haziran 1918’tarihli
danuç ve Ardahan’ı Rus işgalinden kurtardı. Ancak, anlaşmalar ile Osmanlı toprakları doğuda Ahıska
Ermeni ve Gürcülerden destek taburları oluşturan ve Ahılkelek’in katılmasıyla da 1828 sınırına ulaştı.
Ruslar, 1915 yılının ilk aylarında bu yerleri geri aldıNahçıvan’ın Osmanlı Devleti’nde kalması ile
lar. Trabzon ile birlikte, Erzurum, ErzinAzerbaycan’la hudut birliği sağlancan, Muş, Van ve Bitlis de dâhil oldı. Kafkas İslam Orduları Gümmak üzere Doğu Anadolu’nun
rü, Gence, Bakü, Derbent,
30 Ekim 1918’de
pek çok yerini işgal ettiler.
Petrausk-Demirhan’ı işgal
imzalanan Mondoros
Ancak, 1917 yılı başettiler.
Brest-Litovsk
Mütareke’sinden hemen sonra,
larında Rusya’da baş
hükümAnlaşması
memleketin İtilaf devletleri
gösteren ayaklanmalerine göre Haziran
tarafından işgali ihtimaline karşı,
lardan sonra, Rus or1918’de yapılan pleAnadolu’da gayr-ı resmi bir mücadele
dusu işgallerini durbisitte, halkın büyük
organize etmek ve işgal altında
durdu. 1917 Mart
çoğunluğu Osmanlı
hareket kaabiliyeti sınırlandırılmış
İhtilali’nden sonra
Devleti’ne katılma
olan İstanbul Hükumeti’ni
çıkarılan af dolayısıyyönünde oy kullandı.
rahatlatmak amacıyla Anadolu’da
la, Rusya’nın çeşitli
Doğuda her şey lehe
bölgelerine sürülen
milli bir idare kurmak üzere
giderken
OsmanTürkler geri döndüler,
faaliyete geçilmesi de
lı
Devleti’nin
30
Ekim
hızla Kars’ta kurulan
tipik bir istirdat
1918’de
imzalamak
zo“Gizli İslam Komitesi”nin
projesidir.
runda kaldığı Mondros Müşemsiyesi altında teşkilatlantarekesi, Osmanlı ordusunun
maya başladılar. Komite üyeleri
halkı teşkilatlandırmak ve silahlandırGüney Kafkasya’yı terk edip, 1914
mak üzere, Kağızman, Sarıkamış, Oltu, Göle,
hudutları gerisine çekilmesini, Batum’un ve
Akbaba, Zarşat, Şüregel, Ardahan, Azgur, Ahıke- Bakü’nun müttefiklerce işgal edilmesini öngörülek, Ahıska, Hırtıs ve Koblıyan ilçelerinde İslam Ko- yordu. Türk askerinin çekilmesi, Elviye-i Selase
miteleri kurdular.
havalisinin Ermeni ve Gürcülerin işgaline açık hale
Rusların işgal ettikleri Doğu Anadolu’yu terk eder- gelmesi anlamına geliyordu. Harbiye Nezareti’nin
ken silahlandırdığı Ermeniler, Müslümanlara kar- terhis emrini verdiği 5 Kasım 1918 günü, Kars’ta
şı korkunç katliamlara girişmişlerdi. Erzurum’dan yaşayan Müslüman halk, “Kars Milli İslam Şûrası”
Kafkasya’ya kadar olan bu bölgede milis kuvvetler adı altında bir teşkilat kurdular ve Nahçıvan, Ahıska
Ermenilere karşı direniyorlardı. Bu katliamlar kar- ve Batum’a kadar olan Türk bölgelerine telgraf ve
şısında Türk Ordusu 12 Şubat 1918’den itibaren mektuplar göndererek bu milli müdafaa teşkilatının
harekâta girişti. 3 Mart 1918’de, Brest-Litovsk şeh- şubelerini kurmalarını istediler. 9. Ordu Kumandarinde Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve Osmanlı nı Yakup Şevki (Subaşı) Paşa’nın komutasındaDevleti ile Rusya arasında imzalanan Brest-Litovsk ki Kafkas Türk Ordusu bu bölgeyi terk etmeden
ARALIK 2014
37
önce 14 Kasım’da yapılan kongrede “Milli İslam
Şûrası Merkez-i Umumisi” adıyla bir de hükümet
oluşturuldu. Harbiye Nezareti, 4 Aralık 1918 tarihli
telgrafla, ordudan silah ve malzeme verilmek suretiyle, (Mayıs 1918’de Enver Paşa tarafından Fahrî
Alay Komutanı sıfatıyla Kars’a gönderilmiş bulunan)
Cihangirzâde İbrahim komutasındaki Şura Milis
Kuvvetleri’nin Evliye-i Selâse’deki Türkleri
korumaları emrini verdi.
rafından son verildi. Hükûmet üyeleri ile memurlardan 12 kişi tutuklanarak Malta’ya sürgüne gönderildi. İngilizler 30 Nisan 1919 günü Kars’ı Ermenilere
teslim ettiler. Ermeniler kendilerine teslim edilen
havalide Müslümanlara karşı katliamlara giriştiler.
Ta ki, 30 Ekim 1920’de Kazım Karabekir Paşa tarafından kurtarılana kadar…
Ermeniler, Kars, Sarıkamış, Kağızman
ve Ardahan’a hâkim olmalarına
Türk ordusunun çekilmerağmen, diğer ilçelerde kuKurulan
sinden sonra, Milli İslam
rulan şuralar bilhassa Oltu
Türkiye Cumhuriyeti de
Şûrası 17/18 Ocak 1919
şurası, Kars’ın kurtuluistirdat politikalarını
günü bir kongre yaşuna kadar mücademiras olarak Osmanlı Devleti’nden
parak, “Cenubigarbi
leye devam ettiler.
devralmıştır. Ancak, bu dönemdeki
Kafkas
Hükumeti
Cenûbigarbi Kafkas
istirdat politikaları, Osmanlı
Muvakkate-i
MilHükümeti’nin İngiDevleti’nin Müslüman ahaliyle
liyesi” adı altında
lizler tarafından dameskûn yerlerin gayrimüslim
geçici bir hükuğıtılmasından sonra
işgalinden
kurtarılmasına
dayalı
met kurdu, ertesi
Kars’la
bağlantısı
politikanın daraltılmış şekli
gün, 18 maddeden
kesilen Oltu İslâm
olarak Türklerin yaşadığı bölgenin
oluşan anayasasını
Şûrası,
memleketi
anavatana
bağlanması
ya
da
onayladı. Bu anayasasonuna kadar savunhimayesi altına alınması
nın 11. maddesinde “İtima ve düşmana teslim
şeklinde uygulanmıştır.
laf devletleri, doğu Türkiye
etmeme kararı aldı ve 25
illerini alıp başka bir millete
Mayıs 1919 tarihinde bağımvermek isterse Cumhuriyetimiz
sız “Oltu İslâm Şûra Hükümeti”ni
Türkiye’den ayrılmamayı kesin olarak
kurdu. Hükümet başkanlığına da Yukabul etmiştir.” hükmü yer alıyordu. Hükümet
suf Ziya Bey getirildi. Oltu İslâm Şûra Hükümebaşkanlığına, Edirne’nin istirdadından tanıdığımız ti, Karınca Düzü’nden Kaleboğazı’na, Artvin’den
Cihangirzâde İbrahim Bey getirildi. İbrahim Bey, Bardız ve Narman yaylalarına kadar olan bölgede
Fahrî Alay Komutanı sıfatını da taşıyacaktı. Seçimle faaliyet gösteriyordu.
oluşturulan 60 üyeli meclis, 1 Mart 1919’da çalışHükûmet kurduktan sonra, Ermeni, Rum ve İngiliz
malarına başladı. Cenubi Garbi Kafkas Hükümeti
baskısı altında kalan Oltulular 12 Kasım 1919’da
Muvakkate-i Milliyesi, 25 Mart 1919’da “Cenubî
“Yüce Maksat Programı”nı ilan ettiler. 63 delege bu
Garbi Kafkas Hükümet-i Cumhuriyesi” adını aldı.
programa sadık kalacaklarına dair Kur’an-ı Kerim
Bu hükumetin yönetiminde Arpaçay, Sususuz,
üzerine yemin ederek metni imzaladılar. Bu progKars/merkez, Selim, Sarıkamış ilçelerini içine alan
ramda; millî saadetin temini için bütün MüslümanKars Sancağı ile, Çıldır, Ardahan/Merkez, Göle,
ların “Albayrak” altında birleşmeleri lazım geldiği,
Hanak ve Posof ilçelerini içine alan Ardahan sanesas gayenin İslâm hâkimiyetini yaşatmak olduğu,
cağı çekirdek olmak üzere, Batum Sancağına bağlı
Oltu’yu yüce halifelik makamına bağlamak için çaBatum/Merkez, Murgul (Göktaş), Borçka, Ardanuç,
lışılacağı, bölge halkını Rum, Ermeni ve Gürcü zulArtvin, Acara, Şavşat bulunuyordu. Bu devlet, 1
münden kurtarmanın bir görev olduğu açıklanıyormilyon 738 bin nüfusa sahipti.
du. Bu programda İslâm Şûrası, “Oltu İslâm Terakki
Cenubî Garbi Kafkas Hükümet-i Cumhuriyesi’ne, Fırkası” adını aldığını açıklıyor, bayrağı ve mührünü
13 Nisan 1919’da Meclis’e giren İngiliz askerleri ta- ilan ediyordu.
38
ARALIK 2014
Evliye-i Selâse’nin vatan sınırları içerisinde sayılması
hem Erzurum hem de Sivas Kongresi’nde karar altına alınmıştı. Ayrıca, son Osmanlı Meclis-i Mebûsan’ın
ilan ettiği Misâk-ı Milli hudutları içerisine de dâhil
edilmişti. 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet
Meclisi Ankara’da açılınca, 17 Mayıs 1920’de Yasin
Haşimoğlu TBMM’ne katıldı. TBMM kendisini Oltu
Sancağı Milletvekili olarak kabul etti. Aynı oturumda
Oltu’nun Anavatanla birleştiği alkışlarıyla ilan edildi.
Böylece 13 aylık bağımsız Oltu Şura Hükümeti sona
erdi. Ermenilerle yapılan 3 Aralık 1920 tarihli Gümrü
Andlaşması ile Kars, Sarıkamış, Kağızman, Kulp ve
Iğdır kati olarak Türk topraklarına katıldı.
Anadolu’nun İstirdadı Politikası
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondoros Mütareke’sinden hemen sonra, memleketin İtilaf devletleri
tarafından işgali ihtimaline karşı, Anadolu’da gayr-ı
resmi bir mücadele organize etmek ve işgal altında hareket kaabiliyeti sınırlandırılmış olan İstanbul
Hükumeti’ni rahatlatmak amacıyla Anadolu’da milli
bir idare kurmak üzere faaliyete geçilmesi de tipik
bir istirdat projesidir.
Mondoros Mütareke’sinden hemen sonra, Erkan-ı
Harbiye muhtemel düşman işgaline karşı direnişe
geçmek üzere sivil halkı teşkilatlandırmaya başladı. İlk önce 2 Kasım 1918’de, Trakya toprağını Yunanlılara kaptırmamak için I. Ordu Komutanı
Cafer Tayyar Paşa’nın önderliğinde “Trakya Paşaeli Müdafaai Osmaniye” derneği kuruldu. İşgalin
başlamasından sonra bunu 2 Aralık 1918’de “İzmir
Müdafaa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti”nin kurulması takip etti. Bu cemiyetin kurulduğu sıralarda
aynı maksatla “Müdafaa-i Vatan Heyeti” çalışmalara başladı (İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden bir gün önce bu kuruluş “Redd-i İlhak” adını
almıştır). Doğu illerimizin Ermeniler’e verilmesini önlemek maksadıyla, 4 Aralık 1918’de “Vilâyet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuku Milliye Cemiyeti”, Adana
yöresindeki işgale karşı 21 Aralık 1918’de “Kilikyalılar Derneği”, Pontus Rumları’nın talep ve saldırılarına karşı 12 Şubat 1919’da “Trabzon Muhafaza-i
Hukuku Milliye Cemiyeti” kuruldu.
Edirne’nin istirdadı ile bir proje ve model olarak hayata geçirilen İSTİRDAT anlayışına göre, gayri resmi
çeteler düşmanla savaşacak ancak onların faaliyetlerinden resmi devlet sorumlu olmayacak, hat-
ta politik olarak sıkıştığında devlet istirdat politikası
uygulayıcılarını hain ilan edecektir. Proje, kurtarılan
topraklarda bir meclis teşkili ve cumhuriyet şeklinde bir devlet kurulması ve bu devletin esas devlete
bağlanma kararı alarak kendini fesh etmesiyle sonuçlanacaktı.
Nitekim, 15 Mayıs 1919’da Erkan-ı Harbiye Reisi
Fevzi Paşa, Harbiye Nazırı Cevat Paşa ve Mustafa
Kemal arasında yapılan, Fevzi Paşa’nın “Üçlü Misak” adını verdiği 5 maddelik görevlendirme belgesinin 3 ve 4’üncü maddeleri bahsettiğimiz istirdat
projesine işaret etmektedir.
“3- İstanbul Hükûmeti tamamen İşgal Kuvvetlerinin
elinde esir olduğundan buradan verilecek emirlerin
icra edilmemesi.
4- Milli galeyandan istifade olunarak (Kuvayi Milliye) teşkili ve Milli İdare vücuda getirilmesi.”
Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gönderildikten
sonra, 14 Haziran 1919 tarihinde Havza’dan Padişaha çektiği telgraf, tam da bu projeye uygun hareket edildiğini göstermektedir.
“Son huzur-ı şahanelerinde şerefmüsûl duyurulduğumda (kabul edildiğimde) İzmir Vak’a-i
mü’limesinden (elim İzmir vakâsından) pek mahzun
olan kalb-i hümayunlarının bu nokta-i necâta ait
ilhâmâtı ve bu anda dahi hafıza ârâ-yı intibâhımdır
(kurtuluş noktasında verdiğiniz ilhamlar hafızamda
hala canlıdır). İlkâ-yı mülkdârilerinden mülhem
azm-i iman ile vazife-i âcizanemde müdavim bulunuyorum. (Şahsınızdan aldığım ilham ile azm-i
iman ederek vazifeme devam ediyorum).”
“…Bin-netice bariz bir surette tahakkuk ediyor ki
millet baştan aşağı uyanık olup istiklâl-i millet ve
devleti ve hukuk-ı âliye-i saltanat ve hilâfeti teyit
için kavî bir azim ve iman ile mücehhez bulunuyor.
İstanbul’da iken milletin bu kadar kuvvetli ve az
vakitte felaketlerden bu derece müteyakkız olduğunu tahayyül edemezdim.”
“…Eğer icbâr edilirsem (zorlanırsam) memuriyet-i
âcizânemden istifa ederek kemakân Anadolu’da
ve sîne-i millette kalacağım ve vezâif-i vataniyeme bu kere daha sarîh hatvelerle (açık adımlarla)
devam edeceğim. Ta ki mazhar-ı istiklâl ve saltanat ve hilâfet-i muazzama-i hümayun masun-ı
indirâs (saltanat ve hilafet makamı mahvolmaktan
ARALIK 2014
39
antlaşma yürürlüğe girdi. Fransa ilk iş olarak, Suriye hastalığı giderek ağırlaşmasına rağmen Atatürk
ve Lübnan’ı; Halep, Şam, Lübnan ve Alevi Lazkiye güneye ordu denetleme gezisine çıkarak Mersin
devletleri adı altında dörde böldü. Bunlara ek olarak ve Adana’ya gitti. Mayıs 1938’de Türkiye hududa
da Halep’e bağlı İskenderun Özerk Sancağını kurdu. 30.000 kişilik bir kuvvet yığdı.
Bir yandan tüm bu toprakları “Böl ve Yönet” ilkesine
Almanya’nın 1938 Martı’nda Avusturya’yı ilhakı
göre Suriye’den ayırırken, diğer yandan her devlet
karşısında Fransa, Mihvere karşı Doğu’da kuvvetiçinde kendi yönetimine bağlı bir merkezileştirme li bir Türkiye’ye ihtiyaç duyuyordu. Boğazların da
süreci işletiyordu. Bu durum genel bir memnuniyet- Avrupa’da artan kriz ve uyuşmazlıklar sebebiyle
sizliğe yol açtı ve 1925’de Arap milliyetçileri giderek önemi de artmıştı. Haziran 1938’de Antakya’da
tüm bölgelere yayılan bir ayaklanma başlattılar. Söz Türk ve Fransız Askerî heyetleri arasında yapılan
konusu ayaklanmayı bastıran Fransa, 1 Ocak
görüşmeler sonucu, 3 Temmuz 1938’de
1925’te Halep ve Şam devletlerini biranlaşma imza edilerek Hatay’ın topleştirdi. Bundan bir gün önce de,
rak bütünlüğü ile siyasî statüsünü
Sancak’a ilişkin bir kararname
Hatay’ın
korumak amacı ile her iki devyayınlayarak, bölgenin Suriye
let 2500’er kişilik askerî kuv1938’de istirdadı ile
devletine yani Şam’a bağlanvet göndermeyi kabul ettiler.
Kıbrıs Adası’nda yaşayan
dığını bildirdi.
Bu anlaşma daha yürürlüğe
uzak) olsun. Lâyezal-i sadâkat-i abidânemin daima mütezâyid olduğuna (zeval bulmaz kulluğumun daima artarak devam edeceğine) itimâd-ı
şahânelerini arz ve istirhâma mücâseret (cesaret)
eylediğim muhât-ı ilm-i âli buyruldukta ol bâbta.
Üçüncü Ordu Müfettişi Fahri Yaveri Hazret-i Şehriyarileri Mustafa Kemal.”
İşgal kuvvetleri tarafından tazyik altında bulundurulan Damat Ferit hükümeti tarafından 8/9 Temmuz
gecesi, daha önce öngörüldüğü gibi, Mustafa Kemal Paşa’nın görevinden azledildiği kendisine bildirdi. Üçlü mutabakatta tayin edildiği üzere Ankara’da
23 Nisan 1920’de Meclis açıldı ve “Milli bir İdare”
kuruldu.
Ancak, tipik istirdat projesine göre tesis edilen milli
idarenin şartlar olgunlaşınca esas devlete bağlanması ve kendisini fesh etmesi gerekirken bu defa
tersi oldu. Anadolu’daki yeni teşkil edilen idare Osmanlı Hükumetini ve Hilafeti yutarak yok etti.
Cumhuriyet Döneminde İstirdat Politikaları
Kurulan Türkiye Cumhuriyeti de istirdat politikalarını miras olarak Osmanlı Devleti’nden devralmıştır.
Ancak, bu dönemdeki istirdat politikaları, Osmanlı
Devleti’nin Müslüman ahaliyle meskûn yerlerin gayrimüslim işgalinden kurtarılmasına dayalı politikanın
40
ARALIK 2014
daraltılmış şekli olarak Türklerin yaşadığı bölgenin
anavatana bağlanması ya da himayesi altına alınması şeklinde uygulanmıştır. Hatay’ın 1938’de istirdadı ile Kıbrıs Adası’nda yaşayan Türklerle meskûn
bölgenin 1974 yılında istirdadına yönelik politikalar
bu devamlılığı açıkça göstermektedir.
Hatay’ın İstirdadı
9 Kasım 1918’de İngiliz birlikleri Mondros’un 7.
maddesine dayanarak Sancak’ı işgal ettikten sonra, Sykes-Picot anlaşması gereğince bölgeyi Urfa,
Antep, Adana ve Mersin’i de işgal etmiş olan Fransız birliklerine bırakmışlardı.
Uluslararası meşruiyet kazanmak isteyen Ankara Hükumeti, ilk uluslararası anlaşmayı 20 Ekim
1921’de Fransa ile imzaladı ve Ankara itilâfnamesi
adı verilen bu anlaşma ile Misak-ı Milli sınırları içinde
kabul edilen Sancak bölgesini Fransa’ya bıraktı. Bu
itilâfnamede, İskenderun Sancağı Suriye’den ayrılarak farklı bir statüye tabî tutuluyordu. Anlaşmanın 7. maddesine göre, bu bölgenin Türk ırkından
olan sakinlerinin kültürlerinin gelişmesi için her türlü
kolaylıktan faydalanacağı ve Türk parasının orada
resmî mahiyet taşıyacağı öngörülmekteydi.
29 Eylül 1923’te, Milletler Cemiyeti tarafından onaylanan, Suriye’nin, Fransa’nın mandası olmasına ilişkin
Türklerle meskûn bölgenin
girmeden, 29 Haziran’da
İngiltere’nin bölgede man1974
yılında
istirdadına
toplanan Hatay Meclisi oy
da yönetimlerinin sona erbirliğiyle Türkiye’ye katılma
dirilmesi hususundaki zoryönelik politikalar bu
kararı
aldı. Fransız askerleri
lamalarıyla, 8 Eylül 1936’da
devamlılığı açıkça
Hatay’dan
çekildiler. Bu muFransa, Suriye’deki manda
göstermektedir.
tabakat sonucunda Türk orduidaresine son verdi. Ancak
su 4 Temmuz 1938’de Hatay’a
mandayı sona erdiren anlaşmada
girdi. Yapılan seçimler sonucunda
Sancak’ın durumundan söz edilmiMeclis
2 Eylül 1938’de ilk toplantısını
yordu. Bu durum Türkiye’de, Sancak’ın
yaptı
ve
bağımsız
Hatay Cumhuriyetini ilân etti.
kaderi hakkında genel bir kaygı uyandırmıştı. Türk
Daha
sonra
uluslararası
süreç ikmal edildi ve TürHükümeti, 6 Ekim 1936’da Milletler Cemiyeti
kiye
Büyük
Millet
Meclisi
7 Temmuz 1939 tarihli bir
Asamblesi’nde ve daha sonra 9 Ekim 1936’da da
kanun
ile
Hatay
ilini
kurup
Türkiye’ye bağlanma işFransa’ya verilen bir nota ile Türk görüşünü şöyle
lemini hukuken gerçekleştirdi.
bildirmişti:
Kıbrıs’ın İstirdadı Politikası
“Fransa mandası çerçevesi içerisinde Suriye ve
Lübnan’ın elde ettiği tekamül doğru ve haklı bir
benzeyiş sebebiyle, İskenderun ve Antakya’ya
da teşmil edilmelidir ve tâbi oldukları vesayetten sonra Suriye ve Lübnan’a bahşedilen istiklâl
İskenderun’un muahedat ile müstefit olacağı geniş
otonomiden sonra bu mıntıka içinde tanınmalıdır.”
93 Harbinde (1877/1878) İngiltere Krallığı, Rus ordularının geri püskürtülmesinde yardımcı olmak vaadi karşılığında Kıbrıs Ada’sını Osmanlı Devleti’nden
kiralamıştı. Böylece İngiltere, Süveyş Kanalı’na yakın bir ada üzerinden Hindistan’a giden yolun güvenliğini garantiye almış oluyordu.
15 Nisan 1938’de yapılması öngörülen seçimleri düzenlemek ve denetlemek üzere Milletler
Cemiyeti tarafından Sancak’a gönderilen Seçim
Komitesi 1937 yılında çalışmalarını sürdürdü. Seçim Komitesi’nin Ankara’ya danışmaksızın bir Seçim Yönetmeliği hazırlayarak Milletler Cemiyeti
Konseyi’ne göndermesine sert tepki gösteren Türkiye, 23 Aralık 1937’de, 1930 tarihli Türk-Fransız
Dostluk Antlaşmasını feshetti. 29 Mayıs 1938’de
Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya savaşına Almanya yanında katılması üzerine, İngiltere Bakanlar
Kurulu 5 Kasım 1914 günü hem Osmanlı Devletine
resmen savaş ilân etti hem de Kıbrıs’ı ilhak kararı
aldı ve her yıl ödemesi gereken 92.799 Sterlin kira
ödemesini durdurdu. İngiltere savaşın sonlarına
doğru, 27 Kasım 1917’de yayınladığı bir “Krallık
Konseyi Emri” ile, ada halkına İngiliz vatandaşlığına
geçmeleri için iki yıllık bir süre tanıdı. İngilizlerin bu
ARALIK 2014
41
DIŞ POLİTİKA
haksız emrivakisi karşısında İngiliz vatandaşı olmak
istemeyen binlerce Türk Anadolu’ya göç etti. 20
Temmuz 1923’te kabul edilen Lozan anlaşmasının
20. maddesi ile ada Türkiye tarafından hukuken de
İngiltere’ye bırakılmış oldu.
TMT 1958-1963 yıllarında uykuya yattı ve hiçbir iz
bırakmadı. Uyku ve suskunluk hali, 21 Aralık 1963
gününe kadar devam etti. Bu tarihte yeraltından çıkan örgüt, 20 Temmuz 1974 tarihine kadar tarihi
direnişini yaptı.
Kıbrıs Adası, İngiliz Kraliyet Kolonisi olarak ilan edildi TMT’nin gizli olarak kurulması nedeniyle, faaliyetleve bu statü 1925-1960 yılları boyunca devam etti. rinin pek çoğu devlet resmi kayıtlarına geçmeden,
Ocak 1950 tarihinde Rum Ortodoks Kilisesi, Kıbrıs şifahen yürütülmüştü. Askeri depolardan çürük
Türk toplumunun boykot ettiği bir referandum dü- gösterilmek suretiyle alınan silahlar, Yassıada yarzenledi. Referandumun sonucunda, katılan halkın % gılamalarında Adnan Menderes’in taraftarlarını si90’ı Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesi düşüncesi lahlandırmak için kullandığı iddiasıyla suçlanmasına
olan Enosis lehinde oy verdi. Enosis’i gerçekleştir- neden oldu. Fakat uykuda olan teşkilatı deşifre etmek isteyen Rumlar silahlanmaya başladılar. Yunan memek için ne Adnan Menderes ne de Fatin Rüştü
Devleti, 1955 yılında kurduğu EOKA teşkilatı vaZorlu hakikati açıklamadılar. Genel Kurmay
sıtasıyla, Kıbrıs’ı ilhak etme ve Enosis’i
Başkanı Cevdet Sunay’dan başka,
gerçekleştirme peşine düşüp, adahiçbir Milli Birlik Komitesi üyesi
da yaşayan Türk halkına karşı
teşkilatı bilmiyor, TMT’yi Adnan
şiddet eylemelerine başladı.
Menderes’in gizli sivil örgütü
Bahsettiğimiz istirdat
sanıyorlardı. Neticede, bu
politikalarının,
Osmanlı’dan
Dönemin Dışişleri Bakanı
istirdat politikasının fikir
Fatin Rüştü Zorlu’nun GeCumhuriyet’e intikal eden ve
babası olan sivil siyanelkurmay 2. Başkan Ordevamlılık gösteren devlet
setçiler idam sehpasına
general Salih Coşkun’a
politikası olduğu görülmektedir.
yollanırken, T.M.T.’nin
teklifi üzerine, Türk halkurucu ve yönetici kadİstirdat politikasının muhatabı
kının can ve mal varlığıroları
da 1960 darbesini
ve
çerçevesi,
konjonktüre
nın korunması amacıyla
yapan
resmi otorite taragizli bir teşkilat kurulması
ve hâlihazırdaki devletin
fından
tasfiye
edildiler.
kararlaştırıldı. Bu işle vazi-
AVRUPA’DA YAYGINLAŞAN
YENİ İSLAM DÜŞMANLIĞI TRENDİ:
KUTSALA SALDIRI VE
CAMİ KUNDAKLAMALARI
hedeflerine göre farklılık
felendirilen Daniş Karabelen
Bu teşkilatın örgütlediği digöstermektedir.
Paşa, direniş örgütünü projereniş hareketi 1974 Kıbrıs
lendirmek üzere Binbaşı İsmail
Harekâtına kadar faaliyetine deTansu’yu görevlendirdi. İsmail Tansu
vam etti. 1974 harekâtı ile Kıbrıs’ın
hazırladığı projenin adını (KİP) koymuştu.
Yunanistan’a ilhakı önlendi ve Kuzey Kıbİsmail Tansu, projeyi Genelkurmay İkinci Başkanı rıs Türk Cumhuriyeti kurularak, Türklerle meskûn
Cevdet Sunay’a sunduğunda Cevdet Paşa proje- kısmı istirdat edildi.
nin kapağındaki “KİP” rumuzunun anlamını sormuş,
Sonuç
İsmail Tansu “Bir ad koymak lazımdı bu projeye. Bu
adı Kıbrıs’ı geri almak anlamında olan ‘Kıbrıs İstirdat Yazımızda bahsettiğimiz istirdat politikalarının,
Projesi’ olarak düşündük ve onun için de KİP dedik” Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal eden ve devamlıcevabını vermişti.
lık gösteren devlet politikası olduğu görülmektedir.
İstirdat politikasının muhatabı ve çerçevesi, kon1958 Nisan’ında, Başbakan Adnan Menderes’in
onayı ile direniş örgütü Türk Mukavemet Teşkila- jonktüre ve hâlihazırdaki devletin hedeflerine göre
tı (T.M.T.) kuruldu. O sırada, emekliliği gelen Da- farklılık göstermektedir.
niş Paşa istifa ettirildi ve sivil olarak Özel Harp
Dairesi’nin başında kalması ve (T.M.T.)’yi yönetmesi sağlandı. Teşkilata alınan gençler anavatanda eğitildi, silahlı kuvvetler envanterinden hurda
olarak çıkarılan silahlarla bu teşkilat techiz edildi.
42
ARALIK 2014
Türkiye’nin ilgi alanına giren coğrafyadaki muhtemel devlet yapılanmalarının, dost ya da hain tanımlamalarının bu politika çerçevesinde yeniden
düşünülmesi ve değerlendirilmesi gözden uzak
tutulmamalıdır.
Yrd. Doç. Dr. Müşerref YARDIM*
Öğretim Üyesi
11 Eylül ve IŞİD, Bir Madalyonun İki Yüzü
B
ugün çok kültürlü ve demokrasinin beşiği olduğunu iddia eden Avrupa’dan gün geçmiyor
ki Müslümanların her alanda dışlandıkları, ayrımcılığa uğradıkları, şiddete maruz kaldıkları ve cami
gibi kutsal mekânlarına saldırıldığı haberleri gelmesin. Bu saldırıların son günlerde ivme kazanmasının
nedenleri arasında Orta Doğu’da meydana gelen
olaylar ilk sırada zikredilebilir. Avrupa medyasının
geçmişte olduğu gibi ülke dışında yaşanan olayları
ülkede yaşanıyormuş gibi yansıtması, Avrupa toplumlarında İslam’a ve Müslümanlara karşı var olan
nefret ve düşmanlığın artmasına sebebiyet vermiştir.
1989 yılında Salman Rushdi olayı, 90’lı yıllarda Saddam Hüseyin ve Irak, Cezayir ve İran meseleleri ile
birlikte Avrupa yazılı ve görsel medyası, kin, nefret ve
düşmanlık konusunda okuyucusuna ve izleyicisine
yeni perspektifler sunmuştur. Bu tarihlerden itibaren kavram kargaşası ile birlikte “ılımlı” ile “radikal/
İslamcı” olarak Müslümanlar arasında ayrım çabaları
ARALIK 2014
43
yoğun bir saldırı altında oldukları resmi makamlarca
ifade edilmektedir. Hoşgörüsüzlük yansıması olan
cami kundaklama ve saldırıların sayısı yaşanan son
olayların da etkisiyle Avrupa ülkelerinde zirve yapmıştır. Avrupa ülkelerinin yetkili makamlarından ve
sivil toplum kuruluşlarından ardı ardına yapılan açıklamalar bu tespitleri teyit etmektedir.
Almanya’da IŞİD’le birlikte terör tehdidi bahanesiyle
Müslümanlara yönelik saldırılar katlanarak artmıştır.
Resmi kayıtlara göre, Almanya’da 2001-2011 yıllarında camilere yılda ortalama 22 saldırı düzenlenirken,
bu rakam 2012 yılında 35’e, 2013 yılında da 37’ye
çıkmıştır. Son iki yılda camilere yapılan saldırılar 80’nin
üzerinde olup, son gelişmelerle birlikte, bir kaç haftada
Berlin, Bielefeld, Oldenburg ve Köln camileri de dâhil
olmak üzere onlarca caminin hedef alındığı açıklanmıştır. Son saldırı haberi ise 11 Ekim 2014 tarihinde
Bad Salzuflen’deki Vahdet Camii’nden gelmiştir.
göze çarpmaktadır. 11 Eylül saldırılarının ardından,
Amerika’nın ideolojik gerekçelerle yaptığı ancak, “özgürlük”, “demokrasi” ve “terörü sonlandırma” gibi
kılıflarla sunulan Afganistan ve Irak işgalleri, gündelik
hayatın bir parçasıymış gibi algılarla İslamofobik saldırıların bayağılaştırıldığına şahit olmaktayız.
11 Eylül saldırıları ile alevlenen kavram kargaşası
ile birlikte “İslam terörizmi” teorisi meşru bir zemine oturtulmuştur. Bu noktadan itibaren medyasıyla, siyasetçisiyle ve sivil toplum kuruluşlarıyla
Avrupa’da sözde “teröristlere” yani Müslümanlara
ve dolaylı yoldan da İslam’a karşı açık savaş açılmıştır. 11 Eylül saldırılarından sonra 2004 Madrid
ve 2005 Londra saldırıları, 2006 karikatür krizi ve
Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması ile
durum daha da kötüleştirilerek bugün içinde bulunduğumuz hassas ortam oluşturulmuştur. Son olarak Suriye ve Irak’ta yaşanan olaylar ardından IŞİD
saldırıları Avrupa’da Müslümanları “istenmeyenler”
kategorisine koymuştur.
Medya, 11 Eylül saldırısıyla birlikte İslam’ı ve Müslümanları şiddetle, vahşetle ve terörizmle bağdaştıran haberlerini bugün de IŞİD saldırıları üzerinden
sürdürmekte ve Müslümanları hedef göstermeye
devam etmektedir. Ortaya atılan “İslami terörizm”
kavramıyla birlikte medya “bizler ve onlar” ayrımıyla ötekileştirme ve dışlama sürecini hızlandırmıştır.
Üstelik Avrupa ülkelerinde çıkarılan anti-terör ya-
44
ARALIK 2014
salarıyla birlikte Müslümanların can güvenliği, mal
edinme ve seyahat özgürlüğü ile özel hayat gibi en
temel hak ve özgürlüklerinin ihlali yapılmaktadır.
Bugün gelinen noktayı en iyi özetleyen açıklama
Almanya Kuzey Ren Vestfalya (KRV) eyaletinin
Yeşiller partisinden gelmiştir. Yapılan açıklamada,
Avrupa’da son dönemlerde Müslümanlara karşı artan saldırıların ve özellikle de cami saldırılarının Hitler
dönemini hatırlattığı ifade edilmiştir.
İbadethanelere Saldırı-Cami Kundaklaması
Katledilen binlerce Müslümana hiçbir vurgu yapılmazken, öldürülen 3 batılı gazeteciye odaklanan
Avrupa medyasının, IŞİD saldırılarını, biraz da abartarak yayınlaması Avrupa’daki var olan korku kıvılcımını yeniden alevlendirmiştir. Yayınladıkları intihar
saldırıları, infaz görüntüleri ve tehdit haberleriyle
adeta IŞİD terör örgütünün yayın organı gibi çalışan
Avrupa medyasının, “IŞİD, İslam’ın kendisidir” algısı
oluşturma çabası gözden kaçmamaktadır. Medyanın kullandığı nefret dili ve kavram kargaşasıyla
birlikte Müslümanlardan nefret etme, kutsal değerlere hakaret ve kutsal mekânlara saldırılar meşru bir
zemine oturtulmuştur.
Avrupa ülkelerinde artan Müslüman nüfusla birlikte
cami ve mescit sayısı da artış göstermektedir. Ancak
referandum ve kamuoyu yoklamalarıyla Avrupa’da
tartışma konusu yapılan camilerin son haftalarda
İngiltere’de Müslümanlara yönelik saldırıları takip
eden “Tell Mama” grubu, Müslümanlara karşı nefret
suçlarının artmasındaki en büyük nedenin Irak’ta ve
Suriye’de yaşanan son gelişmeler olduğunu belirtmiştir. Tell Mama’nın verilerine göre, Amerikalı gazeteci James Foley’nin terör örgütü IŞİD tarafından
infaz edilmesinin ardından aynı ay içinde İngiltere’de
yüzlerce Müslüman hedef alınmıştır. Ayrıca İngiliz
Ulusal Partisi’nin (BNP) eski üyeleri tarafından kurulan “Britain First” grubu üyeleri Londra Crayford
semtindeki bir camiye saldırı düzenlemiştir. Aşırı
sağcı gruba göre caminin kadın ve erkek girişlerini
gösteren işaretler eşitlik ilkesine aykırıdır.
Fransa’da da durum pek farklı değildir. Fransız rehine Herve Gourdel’in Cezayir’de infaz edilmesinden
sonra Fransa’da da 11 Eylül’den bu yana gündemden düşmeyen İslam ve Müslümanlar tekrar tartışmaların merkezine oturtulmuştur. Son gelişmelerle
birlikte Fransız yazılı medyasının ağır toplarından
Le Monde gazetesinin tutumu da tepkilere neden
olmuştur. Le Monde Gourdel’in infazının ülkede
dehşetle karşılandığı haberini yaparken ayrıca, her
Müslüman’a İslam adına yapılan bu vahşetlerin
kendileriyle ilişkilendirilemeyeceğini ve terör örgütüyle bağlantılarının olmadığını göstermek için yürüyüş ve etkinlikler düzenlemeleri çağrısında bulunmuştur. Böylelikle algı, önyargı ve stigmatizasyon
kurbanı olan Fransa Müslümanlarının etraflarındaki
çember ibadethanelerine yapılan saldırılarla iyice
Orta Doğu ve IŞİD saldırıları,
tüm dünyada olduğu gibi
İslam Dünyası ve Müslümanlar
üzerinde de 11 Eylül etkisi
oluşturmuş olsa da aslında
nefret ve düşmanlığa eklenmiş
son halka görünümündedir.
daralmaktadır. Onlarca kundaklamanın son örneği
Besançon kenti Pontarlier kasabasındaki bir cami
önüne bırakılan domuz yavrusu leşidir. Fakat aynı
caminin kapısı ocak ayında da gamalı haç ve Nazi
selamı “SS” simgeleri ile tahrip edilmiştir.
Avusturya’da IŞİD saldırıları ile birlikte İslamofobik
tutumlarda gözle görülür bir artış olduğu farklı kesimler tarafından ifade edilmektedir. Bu tutumlardan bazıları: dini sembollerin yasaklanması, Müslümanlara sözlü hakaret ve fiili saldırı, kamuda dini
görevlerini yerine getirenlerin İslamcı radikal gruplara üye olma ihtimali olanlarını ihbar etme... Son bir
ayda resmi kayıtlar başörtüsünden dolayı saldırıya
uğrayan bayan sayısının 3 olduğunu açıklasa da
aslında bu sayının çok üstünde bir rakam zikretmek
mümkün. Ayrıca geçtiğimiz günlerde inşaatına devam edilen cami ve imam hatip okulu da Nazi işaretli saldırılardan nasibini almıştır.
Diğer Avrupa ülkelerinde de aynı nefret ve düşmanlık rüzgârı esmektedir. Benzer tablo Avrupa’nın
göbeğinde, Belçika, Hollanda, İspanya ve Balkan
ülkelerinde de görülmektedir. Müslümanlara karşı
işlenen nefret suçları ve söylemleri, ibadethaneler
gibi kutsal mekânlara saldırılar, İnsan Hakları Beyannamesi ile güvence altına alınan ve anayasal
hak olan din ve vicdan özgürlüğünü ihlaldir. Orta
Doğu ve IŞİD saldırıları, tüm dünyada olduğu gibi
İslam Dünyası ve Müslümanlar üzerinde de 11 Eylül
etkisi oluşturmuş olsa da aslında nefret ve düşmanlığa eklenmiş son halka görünümündedir. Avrupa
medyası ve Avrupalı siyasetçiler tarafından saldırıların minimize edilerek olayların bayağılaştırılması kamuoyu hassasiyetini ortadan kaldırmasa da “kör”,
“sağır” ve “dilsiz” bir toplum oluşturma yolundadır.
* Necmettin Erbakan Üniversitesi Öğretim Üyesidir. Uzmanlık
alanı sosyolojidir.
ARALIK 2014
45
DIŞ POLİTİKA
leşebileceği veya Çin’in mevcut hâkimiyet sistemini
ve düzenini değiştirebileceği gibi bir kanaate sahipti. Hong Kong’daki eylemlerle demokratik seçim
sisteminin sağlamlaştırılması amaçlanmış ve sadece Çin Halk Kongresi’nin aldığı kararı geri çekmesi
istenmiştir. Ayrıca Hong Kong Özerk Bölgesi Başkan Leung Chun Ying’in Hong Kong’un demokratik sistemini koruyamadığı için istifa etmesini talep
etmiştir. Bu bağlamda Hong Kong’daki eylemlerin
Çin yönetimine fazla etkisi olmayacaktır.
HONG KONG’DA
DEMOKRATİK HAREKET-2
Doç. Dr. Erkin EKREM
SDE Uzmanı
S
öz konusu hareketin tanımı karışık olmasına
rağmen beklentisi yüksektir. Hong Kong’da
meydana gelen demokratik hareket, Batı
Kaynaklarınca “Şemsiye Devrimi” olarak tanımlanmıştır. Bu olay, bazı Arap basınında “Hong Kong
Baharı” olarak nitelendirilmiştir. Hong Kong basınının bit kısmı ise, işgal edilen Chater Road sokağının
adından esinlenerek “Chater Hareketi” olarak da
tanımlamaktadır. Chater’in okunuşu Hong Kong
dilinde saldırıyı engelleme sesine benzetildiği, aynı
zamanda şemsiye ile yağmuru engelleme, biber
gazı ve göz yaşartıcı gazı engelleme gibi anlamlandırıldığı için “Chater Hareketi” adı verilmiştir. Hong
Kong Özel Yönetim Başkanı Leung Chun Ying’in
12 Ekim’de Hong Kong TVB kanalına verdiği bir
röportajda bu hareketi “kontrolsüz kitlesel hareket”
diye tanımlamıştır. Özel Yönetim Başkanı Leung’in
46
ARALIK 2014
bu tanımı, Pekin Hükümeti’nin Dongluan (kargaşa,
ayaklanma) kelimesiyle tanımlaması ilgili olmalıdır.
Çin medyası da, Hong Kong’daki “Merkezi İşgal Et”
eylemlerinin demokrasi değil, anarşik bir hareket olduğunu savunmuştur. Ekim ayının başından itibaren
Çinli yetkililer ve Çin basını bu eylemi “renkli devrim”
olarak belirtmiştir. Bu tanımdan şu mantık ortaya
çıkmakta: “renkli devrim”, dış güçlerin desteğiyle
hâkimiyetin yıkılması amaçlanan bir çeşit faaliyettir.
Fakat yabancı basın Hong Kong’daki eylemi bir çeşit devrim olarak tanımlamakla yüksek bir beklenti
içine girmiş ve bu eylemlerin Çin hâkimiyetini olumsuz etkileyeceğini ve hatta Doğu Avrupa ve Orta
Doğu’da olduğu gibi Çin hâkimiyetini ölüm-kalım
durumunda bırakacağı kanısına varmışlardır. Batı
basını, 1 Temmuz 1997’de de Hong Kong’un Çin
yönetimine girmesi ile Çin yönetiminin demokratik-
Söz konusu hareket, işgal ettiği yerin hatalı olması
sebebiyle kapsamlı bir destek elde edememiştir.
Hong Kong’daki eylemciler önemli caddeleri işgal
etmekle Hong Kong Hükümetinin çalışmasını ve
Hong Kongluların toplumsal hayatını olumsuz etkilemiştir. Bu eylemler, en çok alt tabakadaki çalışan
Hong Kongluların ekonomi ve ticaret hayatını etkilemiştir. Hong Konglu eylemciler, Tayvanlı öğrencilerin Meclisi işgal ettiği gibi Hong Kong Hükümet
binasını işgal etme girişiminde bulunmuşlarsa da
başarılı olamamışlar, ardından sokaklara çıkmışlar,
bu da Hong Kongluların gündelik hayatını olumsuz
etkilemiştir. Bu durum, Hong Kong ve Pekin Hükümetlerinin eylem üzerindeki eleştirilerinin etkili olmasına neden olmuştur. Hong Kong ve Pekin Hükümetlerinin taviz vermemesi, basın yoluyla eylemleri
yasadışı olarak tanımlayarak haksızlığa düşürmeleri
eylemlerin direnişini ve geleceğini belirsiz hale getirmiştir. Geçmişte Hong Kong sol hareketlerinin
liderliğini yapmış ve şu anda Özel Yönetim Bölgesi
milletvekili olan Jasper Tsang Yok-sing, söz konusu demokrasi hareketinin kısır döngüye girerek
çıkmaza doğru yol aldığını belirtmişti. Bu eylemlerin nereye kadar gideceği hakkında kimse net bir
öngörüde bulunamamaktadır. Çin ve Hong Kong
Hükümetlerinin eyleme yönelik uyguladıkları suçlama ve yıldırma politikaları karşısında, eylem liderleri
mevcut kazanımı nasıl koruyacaklarını ve nasıl karşı
koymaları gerektiğini tam olarak bilememektedirler.
Bu durumda, “Merkezi İşgal Et” Eylem Komisyonu
da 18 Ekim’de söz konusu çıkmazlığın diyalog yolu
ile giderilmesini Hong Kong Hükümetine önermiştir. Fakat bu girişim ne Pekin Hükümetinden ne de
Hong Kong Hükümetinden yanıt alabildi. Hareketin
geleceğinin giderek belirsizliği göstermesine rağmen, bazı eylem liderleri cesur duruş sergilemeye
devam etmektedirler. Örneğin Chan Kin Man, 18
Ekim’de “o gün geldiğinde (cezalandırmaya karşı)
Hong Kong’dak eylemler demokratk seçm
sstemnn sağlamlaştırılmasını amaçlanmış
ve sadece Çn Halk Kongres’nn aldığı kararı
ger çekmesn stemştr. Ayrıca Hong Kong
Özerk Bölges Başkan Leung Chun Yng’n Hong
Kong’un demokras sstemn koruyamadığı çn
stfa etmesn talep etmştr. Bu bağlamda Hong
Kong’dak eylemlern Çn yönetmne fazla etks
olmayacaktır.
teslim olacağız” demişti. Neticede eylem liderlerinin
hepsi hapishaneye girmeye hazır olduklarını beyan
etmişlerdi.
Hong Kong’daki eylemler ile Çin Halk Kongresinin Hong Kong yönetimi üzerinde alınan kararları değiştirmesi kolay değildi. Hong Kong’un Yeni
Yüzyıl Forumu’nun 11 Eylül’de ilan ettiği bir kamuoyu yoklaması sonucuna göre, “Merkezi İşgal Et”
hareketi sonucunda Çin Halk Kongresinin kararnameyi değiştirebileceğini düşünenlerin oranı % 25,
değiştiremez diyenlerin oranı ise % 38 olmuştur.
Çin yönetim yanlısı Hong Konglular arasında kararın değişmeyeceğini düşünenlerin oranı % 91’in
üzerinde olup, tarafsız Hong Konglularda bu oran
% 67 civarındadır. Hong Kong Kamu Yönetim Enstitüsü tarafından 20 Eylül’de ilan edilen bir kamuoyu
yoklamasına göre, Hong Kongluların % 66’sı söz
konusu hareketin merkezi hükümetin kararını değiştirmeyeceği kanaatindedir. Ulusal Hong Kong ve
Macao Araştırma Enstitüsü’nün 21 Kasım’da ilan
ettiği araştırma sonuçlarına göre, Hong Kongluların % 92.2’si “Merkezi İşgal Et” hareketinin merkezi
hükümetin kararını değiştiremeyeceği, %8’inin ise
değiştirebileceği görüşündedir. Yükselen Çin Hükümetine karşı “Merkezi İşgal Et” hareketinin hedefi
yüksek tutmuş olması, muhalifler arasında kötümser bir durum yaratmıştı. Bu hareketin liderlerinden
Benny Tai Yiu-ting ve Chan Kin Man faaliyeti bırakıp
üniversiteye dönmüşlerdi. Bu hareketi başlatan üç
şahsiyet de bir süre sonra polis karakoluna teslim
olacaklarını beyan etmişlerdi.
Hong Konglu eylemcilerin tam anlamı ile bir demokratik sistem ve düzen oluşturması gerçekçi
ARALIK 2014
47
değildi. Hong Kong, uzun zamandır İngiltere’nin
sömürge bölgesi olarak kalmış ve gerçek anlamda demokrasiye kavuşamamıştır. 1984 yılından
sonra Hong Kong’un Çin’e katılması söz konusu
olduğunda bölgenin demokrasi süreci hızlanmıştı.
Pekin Hükümeti, İngiltere’nin elinden Hong Kong’u
geri alabilmek ve Asya’nın en büyük finans merkezi olan Hong Kong’u, kalkınma yolunda ilerlemeye
başlamış olan Çin’in hedefleri için kullanabileceğini
düşünerek, Hong Kong’un mevcut yapısını olduğu
gibi kabul etmeye razı olmuştu. Neticede yabancı
sermaye ve teknoloji Hong Kong vasıtasıyla Çin’e
girmiş ve Çin’in kalkınması için büyük katkılarda
bulunmuştu. Ancak kalkınmış Çin’in artık sermayeye doyması ve yeterli teknolojiye sahip olması,
en önemlisi de Pekin’in Şanghay’ı Asya’nın finansal merkezi konumuna sokma girişimleri, Hong
Kong’un daha önceki etkisini yitirmeye başlamasına
yol açmıştır. Açık toplum olan Hong Kong’un ekonomisi, ticareti ve turizmi dünyaya değil daha çok
Çin’e bağlanmış vaziyettedir. Hong Kong’un sahip
olduğu özellikler azaldıkça Çin’e bağlılığı daha fazla
olacaktır. Bu nedenle Hong Kong demokratlarının
önde gelen aktivisti Martin Lee, Hong Kong’un temel değerlerini korunması için bu günlerin son fırsatı
olduğunu ifade etmektedir. Nitekim Çin Hükümetinin Hong Kong’a verilen özgürlük süresi 50 yıl olup
ele geçen fırsatları kaybetmemesi gerekmektedir.
Ancak Özel Yönetim Başkanı Leung duruma bu
şekilde bakmamaktadır; ona göre Hong Kong’un
Çin’e katılmasından bu yana 17 yıldır, Hong Kong
yönetimi verdiği sözünde durmuş, mevcut hukuk
düzenini korumuş, yerel yönetimini temiz ve verimli
çalıştırmış ve bağımsız yargıyı sürdürmüştür.
Hong Kong Yönetimi eylemlere karşı sabır göstermiş ve Özel Yönetim Başkanı Leung, eylemcilere
karşı kan dökülmesinden kaçınarak krizi ustalıkla
yönetmişse de, Başkan Leung’un adı yolsuzluk
ile anılmaya başlamıştır. Bu durumun zamanlama
bakımında eylemlerin yaşandığı günlerde deşifre
edilmesi manidardır. Bu sebeple Leung’un Pekin’in
gözünde düşeceği de rahatlıkla söylenebilir.
Batı ülkelerin Hong Kong’daki eylemlere olan
desteği yetersizdi. Çin’in iç bölgelerinde Hong
Kong’daki demokrasi hareketlerine destek veren
Çinliler oldukça azdır, zaten az miktardaki demokrasi eylemi yanlıları da yaka paça gözaltına alınmıştır. Çin medyası da Hong Kong’daki gelişmelere
48
ARALIK 2014
sansür getirmekle beraber, eylemlerin Çin’in uluslararası imajına zarar verdiği, Hong Kong’un finans
merkezi konumun zedelendiği ve yatırımcıların güveninin sarsıldığını gibi haberlerle olumsuz bir tablo
çizmeye çalışmıştır. Diğer yandan Hong Kong’daki
“Merkezi İşgal Et” hareketini bir çeşit “renkli devrim” olarak niteleyen Çin uzmanları, bu devrimi
ABD’nin Çin’e yönelik stratejisinin bir parçası olarak
ileri sürmektedirler. Çin yönetimi, eylemleri ABD ve
İngiltere’nin kışkırtmalarına bağlamaktadır. Eylem,
başlangıcından itibaren yabancılar tarafından finanse edildiği suçlaması ile karşı karşıya kalmıştı. Hong
Konglu demokratlar da İngiltere’nin yaşanan olaylara karşı sesiz kalmasına yakınmaktadır. Çin Hükümetinin eylemler üzerindeki kararlı duruşu da Hong
Konglu demokratların Batı desteğiyle başarma fikrine engel teşkil etmektedir. Çin’in ABD Büyükelçisi
Cui Tainkai de Batı’nın pazarladığı demokrasinin
dünyanın hiçbir yerinde başarılı olamadığını, Irak,
Libya ve Suriye’de uyguladığı demokrasi reçetesinin soruna tedavi getiremediğini ve Hong Kong’da
da hüsrana uğrayacağını ifade etmiştir. Hâlbuki
ABD, Hong Kong olaylarından dolayı Çin ile gerilim
yaşamak istememektedir.
Hong Kong’daki “Merkezi İşgal Et” hareketi amacına ulaşamamış olmasına rağmen, Çin yönetim altındaki eyaletlerin, beş özerk bölge ile iki özerk yönetimin giderek artan refah düzeyinden dolayı daha
fazla demokratikleşme istemesi muhtemeldir. Yani
Çin’e özgü bir çeşit demokrasinin gerçekleşmesi
ve Çin Komünist Partisi tarafından yürütülmesi söz
konusu olabilecektir. Bu bakımda Hong Kong’daki
başarısız eylemler bu sürecin başlangıç kilometre
taşını oluşturabilir. Yine Hong Kong’daki hareketler, Çin’in uluslararası imajına zarar vermekle bazı
olumsuz etkileri de meydana getirmiş oldu.
Çin’in ‘Bir Devlette İki Sistem’ söylemi tartışmalı bir
konuya dönüşmüştür. Bu bakımdan Çin yönetimi
daima Batı ülkelerinin ve insan hakları örgütlerinin
eleştirilerinin hedefi halindeydi. Pekin de Çin’de
Batı tarzı demokrasinin meydana gelemeyeceğini her fırsatta vurgulamaktadır. Bu nedenle Hong
Kong’daki demokrasi eylemlerinin Çin’in uluslararası imajına zarar verdiği tespitleri şüphelidir. Bu
tür eleştirilere aldırmayan Çin Hükümeti, Hong
Kong’daki demokrasi eylemlerinin Çin’in iç bölgelerini etkileyeceğinden endişe duymasına rağmen,
ekonomi ve merkezi yönetim gücünü sağladığı sü-
rece toplumsal istikrarı koruyabileceğinden kesinlikle emin gözükmektedir. Pekin Hükümeti, Hong
Kong’daki eylemlerden dolayı Batı (ABD ve Avrupa
ülkeleri) ile gerilim yaşanmasından endişeliydi. Ancak Batı’nın Hong Kong’daki eylemler üzerindeki
müdahalesinin sadece sözde kalması Çin Hükümetini rahatlatmıştır. Çin’in diğer bir endişesi ise,
Hong Kong’da uyguladığı “bir devlette iki sistem”
modelini Tayvan üzerinde de uygulamaya çalıştığı
için, Tayvanlıların da harekete geçme ihtimalidir.
Nitekim Tayvan Devlet Başkanı Ma Yingjiu, açıkça Hong Kong’daki demokrasi eylemlerine destek vererek, Hong Kong’un demokratikleşmesinin
Tayvan ile Çin açısından çift kazanç olacağını ifade
etmiştir. Tayvan Başbakanı Jiang Yi-hua da Hong
Kongluların demokrasi isteklerine destek verdiğini
belirtmişti. Tayvan Kültür Bakanı ve meşhur Çinli yazar Long Yingtai de Hong Kong sorunu aynı
zamanda Tayvan sorunudur diye tanımlamıştır. 30
Eylül 2014’te Tayvan Meclisi bir bildiri yayımlayarak
“bir devlette iki sistem” yalanı bütün Tayvanlılar tarafından tükürülüp atılmıştır ibaresini kullanmıştır.
Çin’in beş Özerk Bölgesinin yönetim sistemi de bu
süreçte zedelenmiştir. Çin’de Hong Kong ve Ma-
kao özerk yönetim bölgesi dışında ayrıca azınlıklardan oluşan beş özerk bölge daha bulunmaktadır.
Bu beş özerk bölge zaman içerisinde özerkliklerini kaybederek Çin’in diğer eyaletleri gibi merkezî
yönetim ile entegre olmuş durumdadır. Böylelikle,
Merkezi Hükümet ile beş özerk bölge arasında yapılan bazı anlaşmalar da işlevsiz kalmıştır. Örneğin
Çin Halk Cumhuriyeti ordusunun Ekim 1950’de
Tibet’i işgal etmesi sonucu 23 Mayıs 1951’de mağlubiyete uğrayan Lassa Hükümeti ile Pekin Hükümeti arasında 17 maddeli barış anlaşması yapılmıştı. Bu anlaşmada; Tibet’in özerkliğine izin verileceği,
mevcut Tibet yönetim sisteminin değişmeyeceği,
Tibet’in dini inanç ve uygulamalarının korunacağı
ve Tibet’te reform yapılmayacağı açıkça ifade edilmiştir. Bu maddelerden mahiyeti değişmekle birlikte sadece özerk yönetim kavramı ayakta kalmış,
maddelerin çoğu zaman içerisinde değişmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere, Hong Kong’un mevcut
demokratik sistemi ilerleyen zamanlarda, yani 50 yıl
içerisinde özerkliğini kaybederek merkezi yönetim
ile entegre olacak dersek sanırım yanılmış olmayız.
Bütün bu ihtimallerden hangilerinin gerçek olacağını
zaman gösterecektir.
ARALIK 2014
49
DIŞ POLİTİKA
TÜRKİYE’NİN
YUMUŞAK GÜCÜ:
KAPASİTENİ
KEŞFET
B. Senem ÇEVİK*
Öğretim Üyesi
T
ürkiye’nin yumuşak gücü son yıllarda gerek yurt içinde gerekse yurt
dışında tartışılmaya başlanmıştır.
Kuşkusuz bunda Türkiye’nin uluslararası
alanda yükselen profilinin yanı sıra, kamu
diplomasisi gibi Türkiye’de yeni keşfedilen iletişim stratejilerinin de dış politika
doktrininin odağına almasının payı büyüktür. Türkiye’nin yumuşak gücü incelenirken çoğunlukla Ortadoğu’da özellikle
Arap halk hareketleri öncesi yakaladığı
ivmeye bakılarak değerlendirmeler yapılmıştır. Gerçekten de sözü edilen dönemde Türkiye’nin siyasi ve kültürel anlamda bölgedeki yumuşak gücü göz ardı
edilemeyecek kadar ve daha önce hiç
olmadığı kadar etkinlik kazanmıştır.
Bu verilere rağmen Türkiye’nin yumuşak güç kapasitesi ve yumuşak gücünü
oluşturan öğeleri yine de daha detaylı bir
değerlendirmeye muhtaçtır. Kavramı geliştiren siyaset bilimci Joseph Nye yumuşak gücü oluşturan öğeleri kültür, siyasi
değerler ve dış politika olarak tanımlar.
Buna göre bir ülkenin elit ve popüler
kültürünün yanı sıra insani değerleri, teknolojisi, markaları, üniversiteleri kültür
öğeleri arasındadır. Siyasi değerler ise
50
ARALIK 2014
Küresel İnsan Yardım İndeks (Global Humantaran Assstance Index) belk de Türkye’nn
ülke markalaması ve kamu dplomassnde en etkn sonucun somut anlamda ortaya konulduğu
br göstergedr. Buna göre Türkye 2013 yılında en fazla nsan yardım yapan dördüncü ülke
kategorsnden 2014 yılında üçüncü ülkeye yükselmştr. Bu durum başlı başına Türkye’nn
yardım yapılan bölgelerdek yumuşak güç kapastesnn varlığına şaret etmektedr.
bir ülkenin içeride ve dışarıdaki siyasi uygulamaları
olarak ifade bulmaktadır. Bu bağlamda bir ülkenin
evrensel değerlere olan bağlılığı, demokrasi, insan
hakları gibi konularda ülke içinde sergilediği tutum
yumuşak gücün önemli bir potansiyelidir. Yumuşak
güç kapsamında dış politika ise tutarlı, evrensel değerlere önem veren, dış dünyanın kamuoyuna da
saygı duyan bir anlayışı ifade etmektedir.
Bu noktalardan yola çıkarak Türkiye’nin yumuşak
gücünü gerçekçi bir düzleme oturtmak elzem görünmektedir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Türkiye Ak Parti iktidarı ve bu yönetimin bir açıdan AB
sürecine olan bağlılığı ile attığı reformist adımlar ile
içine kapanık, kaygının hakim olduğu bir zihniyet
dünyasını büyük oranda geride bırakarak daha dışa
açık, cesur ve aktif bir siyaset izlemeye başlamıştır. Burada belki de Ak Parti dönemi dış politikasına
şekil veren Davutoğlu doktrini olarak da ifade bulan
stratejik derinlik ve bu kavramın doğrudan etkileşim içinde olduğu yumuşak güç, kamu diplomasisi,
merkez ülke, donör ülke gibi kavramlar önemli bir
yere sahiptir. Bu nedenle yeni bir düşünce tarzının
şekillendiği bu dönemde gerek Türkiye’nin ülke
markalaması gerekse de yumuşak güç potansiyelini keşfetme konusundaki adımlar şaşırtıcı değildir.
‘Türkiye: Gücü Keşfet’ sloganı ile yola çıkılan ülke
markalaması da yine Türkiye’yi dünyada yeniden
konumlandırma çabasının somut bir adımı olarak
görülebilir. Bu markalama çalışması muhtemelen
süreç içinde Türkiye’nin kendi potansiyelini, eksikliklerini, fırsat ve tehditleri de değerlendirme imkânı
sunacaktır. Çıkış sloganının gerçek anlamda içinin
doldurulması bu anlamda fırsata çevrilebilecek,
Türkiye’nin önündeki meşakkatli ancak sonuç itibariyle de başarıya ulaştıracak bir süreçtir. Bu markanın içini doldurabilmek de özünde yumuşak güç
potansiyelini doğru tanımlama sonucunda ortaya
çıkacaktır.
Bir ülkenin yumuşak gücünü ölçmek için uluslararası indekslere göz atılabilir. Böylece evrensel ölçüde
ülkelerin gelişmişlik, özgürlükler, eğitim, ülkeye ait
markalar, insani yardım gibi alanlarda nerede durduğu görülebilir. Öte yandan, Nye’ın sınıflandırması doğrultusunda bir ülkenin kültür, siyasi değerler
ve dış politika değişkenleri incelenerek o ülkenin
yumuşak gücünün gerçek potansiyeli değerlendirilebilir. Aslında sıralamanın gösterdiği gerçeklik ile
potansiyel arasındaki fark bir ülkenin kapasitesini ne denli etkin kullanıp kullanmadığı ile yakından
ilişkilidir. Bu açıdan ülkelerin kendi potansiyellerinin
farkına varması en yüksek yumuşak güç potansiyeline ulaşmada bir yol haritası görevi ifa edecektir.
Türkiye’ye baktığımızda yumuşak gücü oluşturan
öğeleri ifade eden indekslerde henüz arzu edinilen, hedeflenen düzeyi temsil eden bir sıralamaya
ulaşılamamış olduğu görülebilir. Bu durumu tespit
etmek için Birleşmiş Milletler İnsani Gelişmişlik İndeksi, Basın Özgürlüğü İndeksi, İyi Ülke İndeksi gibi
çoklu metodolojiler kullanan sınıflandırmalara göz
atmak faydalı olabilir. Bu indeksler incelendiğinde
yumuşak gücü en etkin olan ülkelerin ilk sıralarda
yer aldıkları görülmektedir. Türkiye için ise özellikle
demokratikleşme, çoğulculuk ve özgürlükler ekseninde halen kat edilecek uzun bir mesafe olduğunu
söylemek gerçekçi olacaktır. Buradan hareketle detaylı bir incelemenin sonucunda Türkiye’nin izlemesi
gereken yol haritasını oluşturmak mümkündür.
Öte yandan, Küresel İnsani Yardım İndeksi (Global
Humanitarian Assistance Index) belki de Türkiye’nin
ülke markalaması ve kamu diplomasisinde en etkin
sonucun somut anlamda ortaya konulduğu bir göstergedir. Buna göre Türkiye 2013 yılında en fazla
insani yardım yapan dördüncü ülke kategorisinden
2014 yılında üçüncü ülkeye yükselmiştir. Bu durum
başlı başına Türkiye’nin yardım yapılan bölgelerdeki
yumuşak güç kapasitesinin varlığına işaret etmektedir. Türkiye’nin son yıllarda ortaya koyduğu insani
politikalar ve değerler üzerine geliştirmeye çalıştığı
dış politikası aslında bu veriler ile somut bir nüveye bürünmüştür. Elbette, değerler dış politikasını
Türkiye’nin her alanda reformlarla sağlam bir zemi-
ARALIK 2014
51
DIŞ POLİTİKA
ne oturtması, bu anlamda yumuşak gücüne ciddi
bir ivme kazandıracak ve güvenilir bir arabulucu aktör rolünü sağlamlaştıracaktır.
İndeksler halihazırdaki durumu değerlendirme imkanı sunarken bir yandan da Türkiye’nin yumuşak
güç kapasitesini kullanabilmesi için güçlü olduğu
noktalara bakmak faydalı olacaktır. Kültür kategorisi altında Türkiye’nin dünyaca ünlü müzisyenleri,
sinemacıları, sporcuları, tarihi, doğal güzellikleri ve
dizilerinin yanı sıra Mevlana ve Yunus Emre gibi tarihi değerleri de saymak gerekmektedir. Türkiye’nin
başta Afrika ve Ortadoğu olmak üzere birçok ülkeden öğrenci çekmeyi başaran üniversiteleri, Türk
Hava Yolları (THY) gibi geniş bir uçuş ağına ulaşan
öncül markası ülkenin kültürel değerleri arasında tartışılmaz bir yere sahiptir. Yine bu bağlamda
Türkiye’nin önde gelen tekstil, inşaat gibi sektörleri
de ülkeyi tanımlayan temel öğelerdir. Bu öğelerin
başarılarının sürekli kılınması ve dış dünyaya sunarken geniş bir yelpazeyi temsil etmesi ise elzemdir.
Siyasi değerler bağlamında bakıldığında Türkiye’nin
kendi siyasi gelişim serüveni, demokratikleşme
adımları -çoklu çözüm süreçleri- Türkiye dokusunu, onun hikayesini en iyi anlatacak noktalardır.
Aynı zamanda Türkiye’nin tarihinden süzülerek
günümüze taşınan değerleri Türkiye’nin yumuşak
gücünü oluşturan ana damarlardan sayılabilir. Ülkenin özünde modern, demokratik ve seküler olduğu
kadar İslam ile de dengeli yürüyebilen çok kültürlü
kimliği yanı sıra moral değerler odaklı retoriği, ülkenin siyasi değerleri arasındadır. Aslında hem siyasi
değerler hem de dış politika ile yakından ilişkili bir
52
ARALIK 2014
öğe de, Türkiye’nin insani diplomasi çerçevesindeki bahsedilen moral, değerler üzerine bina edilen
dış politika söylemidir. Bu noktada yapılan insani
ve kalkınma yardımlarının Türkiye’nin yumuşak gücünü oluşturmada ne denli önemli olduğu tartışılmazdır. Ancak, iç ve dış politika algılarının yumuşak
güç inşasında ne kadar birbiriyle ilintili olduğu düşünüldüğünde Türkiye’nin demokratikleşme kapsamındaki reformlara sıkıca sarılması gerektiği görülebilir. Dolayısıyla Türkiye’nin içerideki tutumu ve
dış politika yaklaşımları dışarıdaki algısını doğrudan
etkilemektedir. Bu noktada herkesle konuşubilen
bir Türkiye’nin arabuluculuk konusunda da itibarını
güçlendireceğini vurgulamak gerekmektedir.
Sözün özü, Türkiye’nin anlatacak hikayesi çoktur.
Türkiye’nin aslında kendine has hikayesi ve dünyadaki yumuşak gücü de bu hikayenin sözü edilen,
çok kültürlülüğü harmanlayan öğelerini bütüncül bir
biçimde ele almasından ortaya çıkmaktadır. Türkiye, tarih boyunca içinden geçtiği tüm süreçler ile
günümüzdeki görüntüsüne kavuşmuştur. Bu kapasiteyi teşkil eden tüm renklerin farkına varılarak
içerideki reform hareketinin hızla devam etmesi,
yenilenen Türkiye vizyonunun yumuşak güç kapasitesini keşfetmesinde ve uygulamaya koymasında
olumlu etkisi olacaktır. Böylece Türkiye özgün ülke
markalamasında da istikrarlı, güvenilir ve itibarlı bir
donör ülke olarak uluslararası sistemde yerini sağlamlaştıracaktır.
* California State University, San Bernardino’da lisans ve yüksek
lisans derecesini almıştır. Gazi Üniversitesi Halkla İlişkiler ve
Tanıtım Anabilim Dalı’ndan doktorasını tamamlamıştır. Ankara
Üniversitesi öğretim üyesidir.
BREZİLYA
BAŞKANLIK
SEÇİMLERİNİN
ARDINDAN
Segah TEKİN*
Araştırma Görevlisi
B
rezilya’da Ekim ayında düzenlenen devlet
başkanlığı seçimlerini ikinci turda halen başkanlık görevini yürüten Dilma Rousseff kazandı. Böylelikle ülkeyi 2003 yılından bu yana yöneten
İşçi Partisi (PT), dördüncü kez seçimleri kazanarak
ülke tarihinde görülmemiş bir başarıya imza atmış
oldu. Fakat PT’nin bu başarısına rağmen, seçimleri
ancak ikinci turda % 3 gibi düşük bir farkla (% 48’e
karşı % 51) kazanmış olduğu gerçeği, yeni döneme
yılbaşında başlayacak olan Rousseff liderliğindeki
PT’nin önümüzdeki dört yılda hem kendi geleceğini
hem de Brezilya’nın yükselişinin hızını belirleyecek
önemli bir sınavdan geçeceğini gösteriyor.
Bu seçimlerde de tıpkı bir öncekinde olduğu gibi
Rousseff’e en önemli siyasal destek kendinden
önce iki dönem başkanlık görevini yürüten ve yerine Rousseff’i halef gösteren Lula oldu. Brezilya’nın
dünyada siyasal ve ekonomik alanda büyük yükselişe geçtiği dönemin simgesi olan Lula, işçi sınıfından
gelen bir sendika lideri olarak siyasal mücadeleye
girmiş ve devletin başına geçmişti. Deyim yerindeyse halkın nezdinde büyük kredisi olan Lula’nın bu
seçimlerde de Rousseff’e verdiği destek, PT’nin
politikaya yaklaşımı açısından önemli bir tutarlılığın
varlığına işaret ediyor. Dikkatli bakıldığında ülke
ekonomisinin performansındaki yavaşlamaya; tüm
dünyanın takip ettiği, 2013’te başlayan ve kamu
hizmetlerindeki eksiklikleri ve yolsuzluğu protesto
etmek gibi oldukça haklı gerekçeleri olan gösterilere ve sanayicilerin beklediği ekonomik düzenlemelerin gerçekleştirilmesindeki eksikliklere rağmen,
Rousseff’i ve partisi PT’yi bir kez daha iktidara taşıyan, partinin başarılı olduğu konulardaki kararlılığı
oldu.
Lula’dan önceki Başkan Fernando Henrique Cardoso döneminde temelleri atılan ekonomik reformlar Lula döneminde başarılı bir ekonomi politikasına
ve geniş kapsamlı, çok amaçlı bir sosyal yardım
ARALIK 2014
53
düşüncelerin rekabetinden çok sınıfların ve bölgelerin rekabetine dayalı bir siyasal kültür olduğu görülüyor.
projesine dönüştü. Rousseff döneminde geliştirilerek devam eden devletin fakir ailelere doğrudan
maddi yardım yapması veya konut ve altyapı projelerine ağırlık vermesi gibi geniş kapsamlı, büyük
bütçeli ve kararlılıkla devam ettirilen yatırımlar ve
uygulamalar, bunlardan yararlanan kesimin PT’ye
büyük desteği ile sonuçlandı. Nitekim PT’nin en büyük gurur kaynaklarından biri, kendi iktidarları döneminde fakirlikten orta sınıfa geçiş yapan yaklaşık
40 milyon Brezilyalının varlığıdır. Brezilya’da “Sosyal
Kalkınma ve Açlıkla Mücadele” adında bir bakanlığın olduğu; yoksulluk ve eğitimsizliğin öncesinde
açlık ve yetersiz beslenme ile mücadelenin halen
sürdüğü düşünüldüğünde, bu başarının Brezilyalılar için ne kadar anlamlı olduğu anlaşılıyor. Sosyal
yardımların başarısı, yararlanan kesimlerin memnuniyeti nispetinde oylara da yansıdı. PT en çok oyu
ülkenin en fakir bölgeleri olan ve sosyal yardımlardan en fazla yararlanan Kuzey ve Kuzey Doğu’dan
aldı. Brezilya’nın ekonomik zenginliğini yöneten en
büyük şehir São Paulo başta olmak üzere, zengin
Güney kesiminde ise en çok oyu Rousseff’in ikinci tura yükselen rakibi, Sosyal Demokrat Parti’nin
(PSDB) adayı Aécio Neves aldı. Bu durum aslında,
Brezilya toplumunda ekonomi temelli derin bir sınıfsal bölünmeye de işaret ediyor. Başkanlık yarışına
giren üç adayın kişisel geçmişlerine bakıldığında,
bir taraftan Brezilya’nın demokratikleşme ve siyasal
yaşama katılım yolunda ne kadar ilerleme kaydettiği
anlaşılıyor. Diğer taraftan ise ülkede halen siyasal
54
ARALIK 2014
2014 başkanlık seçimlerinde yarışan üç adaydan ilki, Sosyalist Parti’nin başkan adayı Eduardo
Campos’un geçtiğimiz Ağustos ayında seçim çalışmaları sırasında trajik bir helikopter kazasında
ölmesi sonucu yerine getirilen yardımcısı Marina
Silva idi. Brezilya için pek çok ilki simgeleyen Silva, ülkenin Amazon bölgesinde yaşayan, kauçuk
toplayıcısı, siyah tenli bir ailenin, okuma yazmayı
ancak genç kızlığında öğrenebilen çocuğuydu. Bir
dönem, Brezilya’da pek çok kadının yaptığı gibi
evlerde temizlikçi olarak çalışan Silva, yıllar içinde
doktora yapmış bir çevreciye dönüştü ve Lula döneminde bir süre Çevre Bakanı olarak görev yaptı.
PT ile böyle bir bağı olan Silva’nın sürpriz bir şekilde Rousseff’in rakibi olması, gerek Campos’un ani
ölümünün gerekse Silva’nın dramatik geçmişinin
verdiği duygusallıkla Silva’ya büyük popülarite kazandırdı ve hatta ikinci tura kalarak Rousseff’i geçip
yeni ülkenin ikinci kadın başkanı olabileceği görüşleri ulusal ve uluslararası medyada geniş yer buldu.
Fakat beklenen olmadı. Gerek PT ile olan geçmişine rağmen rakip hale gelmesi gerekse nasıl bir
ekonomi politikası ve siyasal yaklaşım benimseyeceği ve ülkede neyi değiştirebileceği konusundaki
tutarsızlıklar, PT’nin Silva’ya karşı en büyük kozu
haline geldiler. İlk turda ancak % 22 oy alan Silva,
ikinci tura yükselemedi. Partisinin seçmene çağrısı
ise ikinci turda Rousseff’in rakibi Aécio Neves’e oy
vermeleri veya boş oy atmaları şeklinde oldu. Rousseff ile beraber ikinci tura yükselen diğer aday
Neves ise Brezilya’nın bambaşka bir yüzünü temsil ediyor. Lula’dan önce ülkeyi iki dönem yöneten
Cardoso’nun partisi olan ve sonraki her seçimde
PT ile beraber ikinci tura çıkan PSDB’nin adayı
Neves, varlıklı ve siyasetçi bir aileden geliyor. Askeri diktatörlükten demokrasiye geçişin ardından
1985 yılında halk tarafından seçilen ilk başkan olan
fakat göreve başlayamadan hastalanarak hayatını
kaybeden Tancredo Neves’in torunu olan Neves,
erken yaşta siyasete atıldı. Rousseff yönetiminin
müdahaleci ekonomi anlayışını ve dış politikadaki
ortaklıklarını eleştiren Neves, daha liberal bir ekonomi ve Arjantin ve Venezuela gibi ekonomik sorun-
larla mücadele eden komşular yerine Latin Amerika’nın
serbest ticareti destekleyen
dinamik ekonomilere sahip
ülkeleri ile işbirliği vadederek
zengin Güney’in oylarını aldı.
İkinci turda Rousseff’i oldukça zorlayan Neves’e karşı
PT’nin kozu ise fakir kesimlere sağlanan ekonomik desteklerle edinilen kazanımların
PSDB iktidarına geri dönüldüğü takdirde kaybedileceği
söylemi oldu. Büyükbabasının soyadının sağladığı bir
toplumsal sempatiye sahip
olmasına rağmen, Neves’in
zengin bir playboy olarak
kazandığı şöhretin uyandırdığı antipati ise PSDB’nin
başkanlık yarışı için doğru bir
aday göstermediği yorumlarının yapılmasına neden oldu.
sıması olarak seçimlerde
kendini gösterdi. Ülkedeki
pek çok kişi gibi Rousseff de
gerek bu durumun ciddiyetinin gerekse eğer değişim
beklentilerini
karşılamazsa
partisinin gelecek seçimlerde
başarısızlığa uğrayabileceğinin farkında. Bu nedenle
seçildikten kısa zaman sonra
Twitter hesabında ve verdiği röportajlarda toplumun
tüm kesimlerinin taleplerini
dikkate alacağını, (partisinin
müdahaleci ekonomi politikalarından pek de hoşnut olmayan) sanayicileri ve sermaye sahiplerini dinleyeceğini,
ülke yönetimi için öngördüğü
anahtar kelimenin de ‘diyalog’ olduğunu ilan etti. Diğer
bir vaadi ise, Brezilya’nın ihtiyaç duyduğu değişiklikleri
ve reformları gerçekleştirmek
için çaba göstereceği şeklinde. Helikopter kazasında
hayatını kaybeden Campos
için rakiplerinin yas tuttuğu,
Silva’nın ailesinin yiyecek yemeklerinin olmadığı günleri
anlattığı bir konuşmayı seçim kampanyası filmi yaptığı,
Neves’in toplumda olumlu
anıları olan büyükbabasının hatırlandığı bu seçim,
son iki yıldaki gösterilerin şiddet ortamıyla seçim
kampanyalarındaki suçlamaların ve eleştirilerin sertliği düşünüldüğünde insanları bir yandan da duygulandıran farklı bir atmosferi ortaya çıkardı. Brezilya
için gelecek günlerin neler getireceğini ise büyük
ölçüde, yılbaşını beklemeden yeni dönemdeymiş
gibi çalışmalara başlayacağını ilan eden Rousseff’in
ekonominin geleceğinin konuşulacağı diyalog çabalarının sonuçları belirleyecek.
Ülkedeki pek çok
kişi gibi Rousseff de
gerek bu durumun
ciddiyetinin gerekse eğer
değişim beklentilerini
karşılamazsa
partisinin gelecek
seçimlerde başarısızlığa
uğrayabileceğinin
farkında. Bu nedenle
seçildikten kısa
zaman sonra Twitter
hesabında ve verdiği
röportajlarda toplumun
tüm kesimlerinin
taleplerini dikkate
alacağını, (partisinin
müdahaleci ekonomi
politikalarından pek
de hoşnut olmayan)
sanayicileri ve sermaye
sahiplerini dinleyeceğini,
ülke yönetimi için
öngördüğü anahtar
kelimenin de ‘diyalog’
olduğunu ilan etti.
Üst orta sınıf bir aileden gelen
Rousseff, yetiştiği aile ortamının ve aldığı elit orta öğrenimin
ardından üniversite yıllarında
sol ideoloji ile tanıştı ve ailesinin dahi haberi olmadan
askeri yönetime karşı sol mücadelenin içine girdi. Yakalanarak hapis yatan ve işkence
gören Rousseff, ilerleyen yıllarda önce bürokrat oldu
sonra da Lula tarafından Enerji Bakanlığına getirildi.
İktidarda kazandığı başarılarını vurgulamasına ve seçim kozu olarak kullanmasına rağmen, üçüncü aday
Rousseff de değişim beklentilerine ve toplumdan gelen ekonomik ve sosyal taleplere kayıtsız kalmayarak
hem devamlılık hem de değişime yönelik sinyaller
veren bir kampanya yürüttü.
Her üç adayın da solun versiyonu partilerden gelmelerine rağmen çizdikleri profillerinin ve vaatlerinin
farklılığı, Brezilya’da siyasal ayrışmanın ideolojiden
çok sınıf ve ekonomi anlayışındaki farklılıklara dayandığını gösteriyor. Ülkedeki gelir adaletsizliğinin
coğrafi dağılımı ise, bu sınıfsal ayrışmanın bir yan-
* Selçuk Üni. Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu. Necmettin
Erbakan Üni. Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi.
Brezilya Dış Politikası konusunda doktora tezi hazırlamaktadır.
ARALIK 2014
55
Yeni Alevi Açılımı Üstüne…
Dr. Murat Yılmaz
Dersim Mağaraları,
Dağları Bir Gün Dile Gelseydi…
Orhan Miroğlu
Özgürlükleri Emniyet Altına Almak:
İç Güvenlik Paketi ve Etkileri
Doç. Dr. Ahmet Erkan Koca
28 Şubat Tekerrür Mü Ediyor?
Bülent Orakoğlu
Beklentiler ve Gerçeklikler Bağlamında
Yeni Partiler
Prof. Dr. Haluk Alkan
PKK–Hizbullah Çatışması
Yeniden Mi Başlıyor?
Dr. Mehmet Kurt
İÇ POLİTİKA
AK Parti aleyhinde yurt içinde ve dışında yürütülen
otoriterleşme kampanyasına, Suriye iç savaşından
Orta Doğu’da yayılma istidadı gösteren mezhep
savaşları ve istikrarsızlık dalgasına kadar varan bir
çeşitlilik göstermektedir. Bütün bu sebepler Alevi meselesinin gündeme gelmesini kolaylaştıran
ancak çözümünü aynı ölçüde kolaylaştırmayan
sebeplerdir. Üstelik bu sebepler Alevi meselesinin
derinleşmesine yol açan mesela 1514 Çaldıran Savaşı gibi kırılmaları hatırlatacak bir siyasi pozisyona
işaret etmektedir.
2013 Nevruzunda Abdullah Öcalan’ın Nevruz
konuşmasındaki İslam vurgusu, Türkiye’nin Irak
Kürdistanı’yla ilişkilerinin gelişmesi, İran’la bölgesel
rekabetin artışı ve Suriye iç savaşı Alevi meselesinin
üzerindeki tarihi baskıyı artırmaktadır. Özellikle Kürt
meselesinde İslam veya Sünnilik eksenindeki ortak
paydanın vurgulanması Alevi kesimlerde endişe yaratmıştır. Bu endişe Türkiye genelindeki Alevilerde,
Sünni bloğun güçlenmesi, HDP/PKK çizgisindeki
Alevilerin de hareket içindeki etkin konumlarını kaybetmesi şeklinde gelişmiştir.
YENİ ALEVİ AÇILIMI ÜSTÜNE…
Dr. Murat YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Programı Koordinatörü
A
levi meselesi, yeniden Türkiye siyasetinin
gündemine girdi... AK Parti’nin Alevi Çalıştaylarıyla başlattığı Alevi meselesiyle yüzleşme ve çözüm süreci çalışmaları, AK Parti’nin yaptığı
birkaç jestle sınırlı kalmıştı. AK Parti’nin meseleye
yeniden dönmesi sebepsiz değildir. Bu sebeplere
bakıldığında Alevi meselesine bugün gösterilen ilginin çözüme ne ölçüde imkân verecek bir zemin
teşkil ettiği de anlaşılabilecektir.
58
ARALIK 2014
Alevi meselesi, Alevi talepleri üzerinden kamuoyu
önüne çıkmasından ziyade, başka sebeplerle siyasetin gündemine girmektedir. Alevi meselesini AK
Parti’nin ve dolayısıyla siyasetin gündemine yeniden sokan sebepler; Türkiye’nin diğer meselelerinde Alevi toplumunun oynadığı ve oynayabileceği
rolden, Kürt meselesindeki çözüm sürecinin tıkanmasına, Türkiye’nin 2002 sonrası yakaladığı başarı
ve demokratikleşme hikâyesinin gördüğü zarardan,
Alevi kesim, hak ve hukuk taleplerine henüz hukuki bir çözüm bulunmadan, Sünni cephedeki siyasi
güçlenme ve aralarındaki anlaşmazlıkların çözülmesinden ciddi bir korku duymaktadır. Bu manada demokratikleşme hamleleri ve Kürt meselesinin
çözümü Alevi kesimde ciddi bir korku, içe kapanma, beka sendromu, reaksiyonerlik ve radikalleşme
yaratmaktadır. AK Parti başta olmak üzere Sünni
siyasi elitlerin anlamakta zorlandıkları husus, burada yatmaktadır. AK Parti öncesindeki döneme
nispetle meydana gelen genel demokratikleşme
ve Alevi meselesindeki kısmi ilerlemelere rağmen,
Alevi kesimlerde tam aksine yaşanan sertleşme AK
Parti’de ne yaparsak yapalım Alevilere ulaşamıyoruz şeklinde bir duygusal kopuşa yol açmaktadır.
Karşılıklı yaşanan duygusal kopuş diyaloğu zorlaştırmakta, siyasetin önünü kapatmaktadır. Siyasetin
önü kapandıkça da, teolojik ve tarihi önyargıların
önü açılmaktadır. Yukarıda sıraladığımız sebepler
ve çözüm sürecinde edinilen tecrübe, AK Parti’yi
bu duygusal iklimin dışında bir siyasi akla taşıma
potansiyeline sahiptir.
AK Parti’nin bu pozisyonunun Alevi kesimde güçlü
bir karşılığının olduğu söylenemez. Tam aksine yine
bahsettiğimiz sebeplerle AK Parti’nin Muharrem’de
Alev meselesn AK Part’nn ve
dolayısıyla syasetn gündemne
yenden sokan sebepler;
Türkye’nn dğer meselelernde
Alev toplumunun oynadığı
ve oynayableceğ rolden, Kürt
meselesndek çözüm sürecnn
tıkanmasına, Türkye’nn 2002
sonrası yakaladığı başarı ve
demokratkleşme hkâyesnn
gördüğü zarardan, AK Part
aleyhnde yurt çnde ve
dışında yürütülen otorterleşme
kampanyasına, Surye ç
savaşından Orta Doğu’da
yayılma stdadı gösteren
mezhep savaşları ve stkrarsızlık
dalgasına kadar varan br
çeştllk göstermektedr.
başlattığı jestler de Alevi kesimdeki endişeleri arttırmaktadır. Alevi kesimde olumlu sayılabilecek husus,
Alevilerin siyasi temsil eksikliğinin ilk defa aşılma ihtimalinin ortaya çıkmasıdır. Bu ihtimal CHP’nin Alevi
meselesinde ilk defa inisiyatif alarak 10 maddelik bir
bildiriyle ortaya çıkmasıdır. Alevi kesimdeki korkunun Sünni kesimdeki siyasi güç temerküzü ve Sünni çoğunluğun aynı siyasi partide bütünleşme eğilimi olduğunu söylemiştik. Alevi kesimdeki korkunun
ehemmiyetli bir sebebi de, Alevi kesimin siyasi temsilcilerinin olmamasıdır. Temsil eksikliğinden kastedilen Alevi kesimin ezici bir çoğunluğunun oyunu
alan CHP’nin, Alevi milletvekillerine, belediye başkanlarına ve hatta Alevi Genel Başkanına rağmen,
Alevi kesimi temsil etmekten imtina etmiş olmasıdır.
Dersimli bir Alevi olan Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP
genel başkanı olması Alevi temsil krizinin aşılması
bakımından başlangıçta ciddi bir ümit uyandırsa da,
Kılıçdaroğlu bu temsilden ısrarla uzak durdukça Alevi reaksiyonerliği arttı. Öyle ki bu reaksiyonerlik her
türlü sokak hareketinde kendini göstermeye başladı
ama asıl olarak 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri bu anlamda ciddi bir kırılmanın eşiğine
ARALIK 2014
59
İÇ POLİTİKA
durması gerekiyor. Aksi halde değişmekte zaten zorlanan ve parti içi tartışmalar yaşayan
CHP’nin Alevileri siyasi temsil eşiğinden dönmesi de mümkündür.
CHP’nin Alevilerle ilgili deklarasyonundan daha
önemli olan ilk defa CHP’nin açıkça Alevileri
sahiplenmiş olmasıdır. AK Parti bu imkânı iyi
kullanarak Alevilerin sadece şikâyet ve taleplerini değil, onları aşan korku ve endişelerini
gidererek siyasi bir program geliştirmelidir. AK
Parti’nin Alevilere yönelik siyasi programı kadar önemli olan siyasi hamlesi, bu programı
Alevileri siyaseten temsil eden bir başka siyasi
aktörle, yani CHP ile hayata geçirmeyi tercih
etmesidir. Bu şekilde Alevilerin sokaklara yansıyan reaksiyonerliği aşılabilir.
gelindiğini gösterdi. CHP’nin Sünni kimliği ile bilinen
Ekmeleddin İhsanoğlu’nu MHP ile birlikte ortak çatı
adayı olarak göstermesi Alevi kesimdeki temsil krizini arttırdı. HDP adayı Selahattin Demirtaş’ın bu
tepkiyi iyi kullanması da, CHP’de derin bir sarsıntıya
sebep oldu. CHP’nin bugün Alevi kesimin talep ve
haklarına yönelik bir deklarasyonda bulunması bu
sarsıntıyla yakından ilişkilidir.
CHP’nin Alevi kesimin, hele Kılıçdaroğlu genel başkan olduktan sonra ezici bir çoğunluğunun, oyunu
almasına rağmen, Alevileri siyasi temsilden ısrarla
kaçınmasının tarihi, ideolojik ve siyasi sebepleri vardır. Bugün bu sebeplere rağmen CHP’nin bu temsile imkân verecek bir pozisyona gelmesi, CHP’nin
değişimi, Alevi meselesinin çözümü ve Türkiye’nin
değişimi bakımından altın bir fırsat sunmaktadır.
CHP bu istikamette kararlı adımlar atmaya devam
ederse, sadece Alevi meselesinin çözümünde değil, CHP’nin ve Türkiye’nin değişiminde de hayati
bir rol oynayabilir.
CHP’nin Alevileri siyaseten temsil etme kabiliyeti
göstermesi Alevi meselesinin çözümünün yanında
Kürt meselesinin çözümünde de kolaylaştırıcı bir
etki uyandıracaktır. Bunun olabilmesi için AK Parti ve MHP’nin, Alevileri siyaseten temsil ettiği için
CHP’yi bir Alevi partisi olarak takdim etmeyecekleri
bir siyasi olgunluğa ihtiyaç vardır. Aynı şekilde Alevi kesimin de CHP’nin kendilerini siyaseten temsil
edebilmesi için CHP’yi zor durumda bırakmayacak
bir yapıcılığı üstlenmesi ve reaksiyonerlikten uzak
60
ARALIK 2014
Başbakan Davutoğlu’nun önce Hacıbektaş sonra da Dersim ziyaretleri, Necdet Subaşı tarafından
“daha hızlı yol alabilmek için yapılan yol temizliğine”
benzetiliyor. Davutoğlu bir seri jest ve söylemle yolu
temizlemeye ve pozisyonları yumuşatmaya çalışıyor. Bunun arkasından iyi planlanmış bir programın
ortaya konulması elzem.
CHP’nn Alevlerle lgl
deklarasyonundan daha öneml
olan lk defa CHP’nn açıkça
Alevler sahplenmş olmasıdır.
AK Part bu mkânı y kullanarak
Alevlern sadece şkâyet ve
taleplern değl, onları aşan
korku ve endşelern gdererek
syas br program gelştrmeldr.
AK Part’nn Alevlere yönelk
syas programı kadar öneml
olan syas hamles, bu programı
Alevler syaseten temsl
eden br başka syas aktörle,
yan CHP le hayata geçrmey
terch etmesdr. Bu şeklde
Alevlern sokaklara yansıyan
reaksyonelğ aşılablr.
DERSİM
MAĞARALARI,
DAĞLARI
BİR GÜN DİLE
GELSEYDİ…
Orhan MİROĞLU
SDE Tarih ve Toplumsal Hafıza
Araştırmaları Programı Koordinatörü
D
ersim hadisesinin tarihî değil
eğil siyasî bir tartışma
olarak başlamasını isteyenlerdenim.
nlerdenim.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakanlığı
aşbakanlığı
döneminde Dersim için özür dilediğinde
hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı
yacağı belli
olmuş ve bu tartışmanın geçmişle
çmişle yüzleşmeye bir kapı aralayacağı anlaşılmıştı.
aşılmıştı.
Bu yazıya son üç yıl içinde tanık
nık olduğumuz ve AK
Parti ile CHP/MHP arasında geçen tartışmalar ekseninde değil, Dersim hadisesi
si için kaleme alınmış
en derli toplu ve kıymetli çalışmalardan
malardan biriyle başlamak ve tarihsel bir perspektif sunmak niyetindeyim.
Sözünü ettiğim eser, Tarih Vakfı
akfı Yurt Yayınları’nın
yayınladığı kişisel bir arşivdir.
Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Necmettin
ecmettin Sahir Sılan
Arşivi’ni, Doğu Anadolu’da Toplumsal Mühendislik adıyla yayımladı. Necmettin
n Sahir Sılan, Meclis-i
Mebusan ve Âyan Meclisi’nde
e zabıt kâtipliği, Sait
Halim ve Talat Paşa kabineleriyle
eriyle ilgili Divan-ı Âli
Tahkikat heyeti üyeliği yapmış ve Mustafa Kemal’in
önerisiyle BMM’de, evrak ve tahrirat
ahrirat müdürü olarak
çalışmış biriydi.
Sılan, 1939’da Bingöl, 1943 ve 1946’da Tunceli
Mebusluğu görevlerinde bulunmuş,
nmuş, DP kurulunca
ARALIK 2014
61
bu partinin Erzincan, Bingöl ve Tunceli müfettişliğini
yapmış ve nihayet 1960’lı yılların sonunda aktif siyasi yaşamdan çekilmiştir.
ve onların dağlarda, mağaralarda, çoluk çocuk yok
edilmesini sağlayan programları ‘uygarlaştırma projesi’ adına gönül rahatlığıyla onaylamak...
Sılan’ın bir devlet bürokratı ve ‘resmî siyasetçi’ olarak ilginç bir yaşam öyküsü olduğu açık.
Sahir Sılan Arşivi işte bu, ‘sakalı yerlerde sürülen’,
‘talancı’, ‘mal ve ırz düşmanı karşı devrimcileri’,
‘gözü dönmüş canileri’, ağaları, seyitleri ortadan
kaldırmak ve halkı özgürleştirmek için ‘devrimcilerin’ neyi göze aldığını anlamak bakımından son derece önemli bir arşiv!
‘Resmî siyasetçi’ kimliği, hak edilmiş değil, ama tek
partinin ve tek liderin takdiri sonucu kişilere bağışlanmış bir lütuf aslında. Bu lütuf sonucu, bırakınız
orada doğup büyümüş olmayı, hayatınızda bir tek
defa dahi görmediğiniz bir şehri milletvekili olarak
Meclis’te temsil edebiliyordunuz. Bunun sayısız örnekleri var. Devletin bu lütfuna mazhar olan kişilerde, devlete sınırsız bağlılık ve devletin özellikle Kürt
coğrafyasında giriştiği Türkleştirme programlarının
başarısı için çalışmak gibi hususiyetler aranıyordu.
1924’te başlayan bu Türkleştirme programlarına şimdilerde, ‘toplumsal mühendislik’ veya ‘uygarlaştırıcı proje’ diyenler var. Bu kavramlar, Fuat
Dündar’ın ‘etnisite mühendisliği’ kavramından kuşkusuz çok farklı. ‘Etnisite mühendisliği’, bir halkı
kimliğinden koparmak, ona olmak istemediği başka bir kimliği benimsetmek için girişilmiş politikaları
anlamak bakımında ideal bir kavram aslında.
1915 yılı, bu bağlamda söz konusu mühendisliğin
zirve yaptığı zamanı ifade ediyor ve bu bakımdan
da, İttihat Terakki’nin giriştiği ‘etnisite mühendisliğinin’ tarihinde istisnai bir yere sahip. Tarih olarak bu
istisnai yerle bir tek ‘Dersim-1938’i karşılaştırmak
mümkün olabilir.
‘Toplumsal mühendislik’ ve ondan daha beter bir
kavram olan ‘uygarlaştırıcı proje’ kavramı ise; yapılanların uygarlaştırma adına mazur görülmesini talep ettiği ve artık mızrağın çuvala sığmadığı bu dönemde, mızrağı çuvala sığdırmayı yeniden deneme
çabası olduğu için bana kalırsa ihtiyatla ve kuşkuyla
yaklaşılması gereken kavramlar.
Bu kavramları bir tarihî dönemi anlayabilmek için,
anahtar kavramlar olarak kullanmayı benimsediğinizde, Dersim’de olup bitenleri, Dersimli CHP lideri
Kılıçdaroğlu gibi, ‘devrim koşullarında normal şeyler’ olarak görmeniz kaçınılmazdır.
Bu durumda, bir halkı, bir coğrafyayı ‘uygarlaştırmak’ için yola çıkmış ‘devrimcileri’ ve onların bugünkü mirasçılarını bağrınıza basar ve böylece
geriye, bilimsel manada yapılacak ve araştırılacak
olan tek şey kalır, ‘karşı devrimcileri’ teşhir etmek
62
ARALIK 2014
Bu arşivde yer alan metinlerin her biri başlı başına
bir ‘şaheser!’.
Kitabı elinize alıyorsunuz ve o andan itibaren, devletin Kürt toplumu hakkında sahip olduğu derin
bilgilere şaşırıp kalıyorsunuz. Hep duyarız, PKK ile
savaşta ordu başarısız kaldı, çünkü bilmediği bir
coğrafyada savaşıyordu diye... Bu tamamen gerçek dışı bir kanaat…
Çünkü en azından Sahir Sılan Arşivi bunun tersini
söylüyor. Arşivde yer alan belgelere bakıyorsunuz
ve ‘ordunun o coğrafya hakkında sahip olduğu bilgiler, meğer ne PKK’de ne de Kürtleri ayaklanmaya
kışkırtmak için o dağlarda dolaşıp durduğu söylenen İngiliz-Amerikan ajanlarında varmış’ diye bir kanaate varıyorsunuz.
Arşivde, Dersim’deki aşiretlerin, hudutlarını ve nüfus
miktarlarıyla silahlarını gösterir krokiler, vadiler, dağlar, ovalar, tedip harekâtlarının izlediği güzergâhlar,
bu güzergâhlarda yer alan mağaralar tek tek şemalar
halinde gözler önüne seriliyor. Hele mağaralar hakkında yazılı bir bölüm var ki, okuyunca insanı perişan
ediyor, bu nasıl ‘uygarlaştırıcı proje’ diye kanınız donuyor okurken. Amerika’da, yerlilerin, uygarlık adına
yok edilmelerine benziyor her şey... Sılan’ın arşivin de
yer alan Mağaralar adlı bölüm şu sözlerle başlıyor:
“Yasak bölgenin tanınması lazım gelen yasak taraflarından biri, belki en mühimi mağaralardır. Mağaralar
yasak bölge halkı için hayati kıymete haiz sığınaklardır. Halk bir tedip harekâtı hissedince, zamanın
elverişine göre çoluğunu çocuğunu, varını yoğunu
hatta koyun keçisini de mağaraya çeker ve etrafı
gözetleyerek harekâtın sonuna kadar bekler. Mağara harekâtın devamı müddetince, takip kuvvetleri
tarafından görülememiş ve keşfedilememiş ise kendi
hesaplarına göre vaziyet kurtarılmış sayılır...”
Harekâtçılar veya ‘uygarlaştırıcı devrimciler’ mağaraları kolayca ele geçirmek için, mağaralara bayağı
kafa yormuşlar. Mağaraları, köye yakın mağaralar
ve uzak mağaralar olarak ikiye ayırmışlar. Sonra ‘üç
beş kişiden başlayarak icabında yüz küsur kişiyi
istiap edebilecek mağaralara rastlanmıştır diyerek’
mağaraları kapasitelerine göre sınıflamışlar!
Sıra, mağaraların keşfine ve tatbik edilen usullere
gelmiş. Bu usullere göre mağaralar, taramalarla ve
ele geçen şakileri tazyik suretiyle bunlara kılavuzluk yaptırılarak ele geçiriliyor ve mağaralara taarruz
böylece tamamlanıyormuş.
‘Mağaralara taarruz’ kitapta ayrı bir bölüm olarak
yer alıyor. Burada yer alan bilgilerden öğreniyoruz ki
mağaralarda saklananlar derhal teslim olmamışlar
sonra ‘susuz kaldıkça’ teslim olmaya başlamışlardır.
“On gün aç ve susuz kaldıktan sonra, teslim olmayıp
mağara içinde ölenlere veyahut ölecek hale geldikten
sonra teslim olanlara rastlanmıştır. Susuzluğa çocuklar tahammül edemedikleri için bunlara idrar içirildiği
ve bir kısmının bu yüzden öldükleri duyulmuştur.”
“Bazı mağaralar yüksek ve kalın kayalıklar üzerinde bulunmasından bunlara tahrip kalıbı kullanılamaz. Bu durumda içerdekilerin açlık ve susuzluğa
mahkûm edilmesi zaruri olur.”
siniz. Dersim ve Sason’un karanlık mağaralarında
yaşananları aydınlatmadan, ‘uygarlaştırıcı proje’ demeye devam eder durursunuz…
‘Ceza infaz kanunu her asılanın ayrı bir yerde asılmasını, asılanların birbirini görmesini emrediyordu.
Bu şartı da yerine getirmeye çalıştık. Her meydana
dört sehpa kurduk. Vali, bir de Çingene cellat buldu. Gece 12’de hapishaneye gittik. Farlarla çevreyi
aydınlattık. Mahkemenin 72 sanığı var. Sanıkları aldık mahkemeye götürdük. Çingene de geldi. Adam
başına on lira istedi. ‘Peki’ dedik. Sanıklar Türkçe
bilmiyor. Mahkeme kararı açıklandı. Yedi kişi ölüm
cezasına çarptırılmış, sanıklardan bazıları beraat etmiş, bazıları da çeşitli hapis cezaları almıştı. Kararlar
okununca, hâkim illada idam lafını kullanmadığı ve
ölüm cezasına çarptırılmaktan bahsettiği için verilen
hükmü iyi anlamadılar. ‘İdam tunne’ diye bir vaveyla
koptu. (İdam yoktur.)
Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle Polis
Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep, jandarma
karakolundaki meydanda durdu. Seyit Rıza sehpaları
görünce durumu anladı. ‘Asacaksınız’ dedi ve bana
döndü: ‘Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?’
Mağaraların yakılması sırasında oluşan dumana
karşı mukavemette Sasonluların adı öne çıkıyor ve
şöyle deniyor: “Sasonluların dumana karşı gösterdikleri mukavemet kayda değer.” Ve mağaraların
ele geçirilmesinde önerilen pratik usuller: “Keçi,
inek ve çocuk gibi bağırmak, Kürtçe ve Arapça seslenmek, keçi gibi bağırmalarda mağaralardaki keçiler mukabelede bulunarak yerlerini belli etmişlerdir.”
Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze
geliyordum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk: ‘Kırk
liram ve saatim var, oğluma verirsiniz’ dedi.
Mağaralar ve mağaralarda saklanan çocukların
trajedisiyle yüzleşmeden, Kürt sorununu çözemez-
Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve
etrafta kimseler yoktu. Ama Seyit Rıza meydan in-
Bu sırada Fındık Hafız asılıyordu. Asarken iki kez ip
koptu. Ben Fındık Hafız asılırken Seyit Rıza görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın
idamı bitti.
ARALIK 2014
63
tuğu hamalın yüzüne bakmış ve şöyle demişti: ‘Ben
size kıyan Alpdoğan Paşayım. Hiç pişman değilim.
Bugün olsa yine kıyarım!’
Ne Alpdoğan paşalar pişman, ne o paşaları
Dersim’e yollayanların yolundan gidenler pişman!
Hacıbektaş şenliklerine katılan Başbakan Davutoğlu, Dersim’den özür dileyince, hem Alevi sorunu
hem Dersim yeniden tartışma gündemine oturdu.
san doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti:
‘Evlâdı Kerbelayıh. Bî hatayıh. Ayıptır. Zulümdür.
Cinayettir’ dedi.
Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam
rap rap yürüdü. Çingene’yi itti. İpi boynuna geçirdi.
Sandalyeye ayağıyla tekme vurdu, infazını gerçekleştirdi.’
Yukarıda okuduğunuz idam sahnesi, İhsan Sabri
Çağlayangil’in anılarında geçiyor ve Dersim yarasının
nasıl bir yara, hala kanamaya devam eden bir yara
olduğunu yeteri kadar anlatıyor. Dersim, bir özürden
başka çok şey ifade ediyor, bu yaranın kapanması
lazım artık. Nasıl kapanacağını da, en iyi Dersimliler
bilir, onlara sormak ve onlarla konuşmak lazım.
Dersim’e ismi iade edilecek mi? Dersimle yüzleşmek için yeni bir tarih yazılabilecek mi?
Seyit Rıza bizim resmi tarih belgelerinde hala bir eşkıya olarak okutulur ve öğretilir. Oysa bu ‘eşkıyanın’
heykeli dikildi. Dersim meydanına. Dersimli çocuklara ne söyleyecek bu devlet? Seyit Rıza bir ‘eşkıya’ mıydı yoksa devletin kıyımına uğramış binlerce
Dersimli’den biri miydi?
döneminde egemen olan resmi ideolojiyi AK Parti
iktidarıyla beraber terk ettiği bir gerçek. Ama bir ideolojinin gücü halka ne ölçüde mal olduğuyla belirleniyor. Bu manada resmi ideolojinin bugün özellikle
tek parti dönemine toz kondurmayan, CHP’ye oy
veren geniş kitleler arasında etkisini önemli oranda
koruduğunu ve bu korumanın Dersim tartışmaları
olduğunu ve her defasında da çeşitli ifade ve tutumlarla kendisini gösterdiğini görüyoruz.
Dersim hadisesine devlet adına artık sahip çıkılamıyor. Bugünün devletini yönetenler Dersim’le yüzleşmekten ve bu yaranın kapanmasından yanalar.
Ama Dersim’in gerçek failleri, ‘Dersim Fiilini’ mümkün kılan ideolojiyi bugün de savunanlar, uygun
şartlar oluştuğunda benzer bir kıyama girişebileceklerini açıkça itiraf etmektedirler. Dersim trajedisinin
yaşanmasında payı olanlar, bu yakın zamana kadar
suçu inkâr etmiyor, suçla iftihar ediyorlardı. Ama
Dersim artık kabul edilemeyecek toplumsal bir yaraya dönüştüğünde inkârı tercih ettiler. Dersim’de ne
olduysa devrim için oldu söyleminden, Dersim’de
bir şey olmadı söylemine kolayca geçiş yapıldı.
Kaydı benim arşivimde bulunuyor.
Bin kez de özür dilense, resmi tarih değişmediği sürece Dersimle yüzleşmek mümkün olmaz.
Dersim harekâtını yöneten Abdullah Alpdoğan
Paşa, harekâttan yıllar sonra, İstanbul’daki evine
sırtında taşıyarak bir teneke yağ getiren ve Dersim
katliamından sağ kurtulmuş bir hamalı evinin salonuna çağırmış ve sormuştu, ‘Evladım beni tanıdın
mı?’ ‘Hayır’ demişti bu Dersimli hamal, ‘Sizi tanıyamadım efendim!’
Başbakan Davutoğlu, Dersim’i ziyaretinde resmi
ideolojinin sona erdiğini ifade etti. Devletin tek parti
Kısa süren bir suskunluk anından sonra, söze yeniden başlayan Abdullah Alpdoğan Paşa, ayakta tut-
Hangisi gerçek? Dersim meydanına dikilen Seyit
Rıza heykeli mi, yoksa resmi tarihin ‘eşkıya’ dediği
Seyit Rıza mı?
Önce Remi Tarih Değişmeli.
64
ARALIK 2014
Dersim’i tartışmak, Cumhuriyet dönemi inkâr ve
tenkil politikalarıyla yüzleşmek ve bu yüzleşme
üzerinden Kürt yurttaşlarımızın sorunlarına eğilmek
bakımından önemlidir. Evet, Cumhuriyeti kuranlar
iyi bir iş yapmışlardı ama bu iyi işler, cumhuriyet
kurulurken işlenen suçları konuşmaya engel değil.
Dolayısıyla Dersim her şeyden önce bir devlet taammüdüdür ve bu taammüdün hayata geçmesinin en önemli karar vericisi ve sorumlusu Mustafa
Kemal’dir.
Dersim dâhil, Cumhuriyet dönemi politikalarıyla
yüzleşmek sadece CHP’nin değil ama bütün bir
toplumun görevi olmalıdır. Toplum iyi kötü bu görevin ve sorumluluğun taşıdığı önemin giderek farkına
varırken, CHP’nin Dersim ve Cumhuriyet dönemi
politikaları konusunda burnundan kıl aldırmayan bir
politikayı yıllardır sürdürüyor olması en çok bu partiye zarar vermektedir.
CHP ya tamamen inkârı benimsiyor ya da evet Dersim oldu ama bunun mimarı ve sorumlusu Celal
Bayar’dır. Bir ihtimal İnönü de sesini çıkarmamış
olabilir diyor. Yıllar yılı Dersim’de buna benzer bir
algıyı güçlendiren resmi devlet kaynaklı bir propaganda yürütüldü. Dersim’in yaşlıları zaman zaman
şunu söylediler torunlarına: Buralarda Alpdoğan
Paşa adında bir paşa vardı. Dersimliler’i kırdı bıraktı.
Mustafa Kemal Paşa bunu duyunca haber gönderdi, Alpdoğan Paşa Dersim halkına kıymasın dedi.
Genel Kurmay belgeleri dâhil, bu iddiaları doğrulayan bir tek belge yoktur. Dolayısıyla bu saatten
sonra inkarın CHP’ye de topluma da, Kemalizm’e
de bir faydası yok.
Dersimi Türkiye yıllardır tartışıyor. Ama devletin kulağı bu tartışmalara kapalıydı. Sonra R. Tayyip Erdoğan Dersim’den özür dileyince her şey yeniden
başladı. İşte bu aşamada ve bu tartışmalar sürüp
giderken, Uludere katliamı yaşandı. Uludere, inkâr
politikalarına sırtını yaslayanların sığındığı bir limana
dönüştü birden bire. ‘Yakın tarihle yüzleşme olacak-
sa Uludere’den başlayalım’ diye, Kemalist aydınlar
dikkatleri Uludere’ye çekiyor ve sanki AK Parti’ye,
‘Bizim Dersim gibi bir günahımız varsa, senin de
Uludere gibi bir günahın var. Gelin önce Uludere’yle
yüzleşelim’ diyorlar. Ama maalesef Uludere, oluş
biçimiyle, sonucuyla, içinde yer aldığı siyasi iklimiyle
söyleyecek olursak hiçbir şekilde Dersim’le özleştirilemez.
Uludere’nin içinde yer aldığı iklime bakalım: PKK
‘devrimci halk savaşı’ adıyla bir savaşa girişmiş,
ama halktan destek görmediği için büyük kayıplar yaşıyor. PKK içinde bu kayıplarla ilgili ciddi bir
tartışma başlamış. İşte tam bu sırada Türk hava
güçleri Uludere’de alınan yanlış veya dezenforme
bilgiler nedeniyle, sınırı geçen bir grubu bombalıyor. 34 kişi hayatını kaybediyor. Genel Kurmay’a
yanıltıcı bilgi verilmiş yoksa bir devlet taammüdü,
önceden ve halka göz dağı vermek, bir medeniyet
projesine engel olacağı düşünülen bir bölgede askeri harekât düzenlemek ve sonucu ne olursa olsun
bir bölgeye ‘medeniyet’ götürüldüğü inancıyla BM
sözleşmelerinde soykırım diye tarif edilen bir suçu
işlemeyi göze almak gibi bir şey söz konusu değildir Uludere’de. Ama bunların tümü Dersim’de var.
Uludere’de katledilen 34 kişiye karşı işlenen suç
elbette insanlığa karşı işlenen suç kapsamındadır.
Ama Dersim’in bunun dışında Uludere’ye benzeyen
bir yanı yoktur.
Dersim uygarlığa karşı direndiklerine inanılan bir
halkı çoluk çocuk demeden katletmeye dayanan bir
anlayışla meydana geldi. Uludere’de sorun silahlı bir
gruba karşı gündemde olan asayiş önlemlerinden
ciddi bir sapma ve bu sapma sonunda 34 sivil insanın katledilmesidir. Uludere’den de elbette özür
dilenmelidir. Bunu defalarca yazdım. Ama mesele
sadece özür mü? Değil elbette. Faillerin bulunması
ve yargılanmasıdır. Uludere için her şeyi yapabilirsiniz ama Uludere’yi, ‘Dersim kıyımından kaçmanın
güvenli bir alanı’ haline getiremezsiniz.
CHP’nin yaptığı budur ve yanlıştır.
Dersim’le sahici bir yüzleşme, CHP ne kadar farkında bilemiyorum ama en çok da CHP’ye yarayacaktır. CHP’nin değişmesine bir ömür verenler ve
hala bu değişimi bekleyenler, Dersim’le yüzleşmeye
katkı sunmalı ve tarihin bu ağır yükünden CHP’nin
kurtulmasına, deyim yerindeyse özgürleşmesine
yardımcı olmalıdır.
ARALIK 2014
65
İÇ POLİTİKA
Halk, kaybettğ syasallığını bulmanın, devretmek zorunda kaldığı haklarının farkına
varıyor. Her türlü aks görüş ve eleştrye rağmen kendn güvende ve korunaklı
hssedyor. Değşm syasetten beklyor ve özgürlüklernn temnatı olarak pols ya da
güvenlk kurumlarını değl özgürce faalyet gösteren syaset kurumunu görüyor.
ÖZGÜRLÜKLERİ
EMNİYET ALTINA ALMAK:
İÇ GÜVENLİK PAKETİ
VE ETKİLERİ
Doç. Dr. Ahmet Erkan KOCA
SDE Savunma ve Güvenlik
Programı Koordinatörü
H
ükümet, bir süredir üzerinde çalıştığı iç güvenlik paketini açıkladı ama paketin içerisinde yer alan son derece önemli bazı maddeler ve barındırdığı yenilikler ne yazık ki -çoğunlukla
olduğu gibi- gazeteciliğin spotlaştırmaya doymayan
hırsına kurban edildi; ne var ne yoksa bir iki kışkırtıcı başlığa indirgenerek, ‘yazıyorr’ nidaları arasında
manşete çekildi ve böylelikle yaşanması istenen tartışmaların ateşi daha baştan harlanmış oldu: ‘Polisin yetkisi artıyor! Türkiye, güvenlik devletine doğru
gidiyor!’. İçerisinde, ‘kaçınnn polisin yetkisi artıyor’
ya da ‘yetişin a dostlar polis kendi başına gözaltı
66
ARALIK 2014
süresini uzatıyor’ gibi hükümetin karşılaştığı siyasal
ve sosyolojik problemler karşısında çözümsüz kaldığı yerde ‘polisiye’ tedbirlere başvuran bir anlayışta
olduğunu ima eden alt anlamlar barındıran büyük
puntolu manşetler, çoğu kez olduğu gibi sıradan insanların gündelik hayatlarına etki edecek olanı, asıl
gerçeği ve önemsenmesi gerekeni önemsizleştirerek görünmez kıldı.
Evet, iç güvenlik paketiyle gözaltı süresi 24 saate
kadar polis amirlerinin yetkisine bırakılıyor, bu süre
Savcı kararıyla 48 saate kadar uzatılabiliyor. Mo-
lotofllu, silahlı ve maskeli göstericilerin rahatça ‘at
oynatması’na hiçbir şekilde müsamaha edilmeyeceği hükme bağlanıyor. Pakette, siyasal tartışmaların kamu düzenini bozacak derecede şiddete yol
açmasının önleneceği, düzensizlik yaratarak siyasal
otorite üzerinde baskı kurmanın sosyolojik olanı ideolojik olana tahvil etme arzusu olduğu bir biçimde
seziliyor ve düzene yapılacak aşırı vurgu doğası gereği polisi, toplumla devlet arasında tercih yapmaya
ve genellikle olduğu gibi devletten yana tavır almaya
zorluyor. Burada şunu belirtmek gerekir ki modern
devlet teorisinde kamu düzeniyle egemenlik hakkı
ayrılmaz bir ilişkisellik içinde düşünülür ve her ikisi birden iç içe geçmiş halde güvenlik kurumlarının
sembolizminde tecessüm eder. Ve bu durum kamu
kurumlarını kendilerini ‘devletle’ aşırı özdeşleştirdikleri takdirde neler yapabileceklerine dair unutmaya
çalıştığımız karanlık geçmişimizi hatırlatıyor. Böylesine meşru bir zemin oluşunca da pakete herkes
kendince bir şeyler katıyor. Ortada her geçen gün
büyüyormuş gibi bir havada dönüp duran bir paket
var ama gerçekte neyi amaçlıyor pek bilinmiyor.
Esasen paketin ruhu, Başbakanın bir süredir sorguladığı ve yeniden düşünmeye çağırdığı ‘özgürlükgüvenlik dengesi’ meselesinde yatıyor. Davutoğlu,
özgürlük-güvenlik dengesinin içinde yatan ‘devletçi’ ve ‘güvenlikçi’ bakışın tuzaklarına düşmeyeceğini hissettiren bir ayrımla, düşündüklerini şöyle
açıklıyor:
“İnsanın hayatı, özgürlüğü, onuru, nesli, aklı,
malı ve canı emniyet altındadır. Bizim kadim
kültürümüzde makasıd olarak bilinen bu temel
haklar, evrensel hukukta da tekrar edilmiştir.
İnsanın canı, aklı, inancı, nesli, malı emniyet altındadır ve emniyet altında olacaktır… Bunların
her birine yapılan saldırı insanlık onuruna yapılan
saldırıdır… Bu açıdan ‘özgürlük, güvenlik dengesi’ dedik. Hatta bir adım öteye giderek bugün
yeni bir kavramla bunu ifade etmek isterim: Özgürlük-güvenlik uyumu. Sadece dengesi değil.
İki taraflı denge değil. Aksine iç içe geçmiş bir
uyum mantığıyla yaklaşıyoruz [vurgu bana ait].”
Davutoğlu’nun ‘iç içe geçmiş bir güvenlik-özgürlük
uyumu’na vurgu yapması son derece önemli çünkü polisin görevi, sanılanın aksine sadece güvenlik,
sadece emniyet değil aynı anda ve iç içe geçmiş
bir biçimde ‘özgürlükçü bir güvenlik’tir. Sürekli olarak, özgürlüklerin ve hukuktan kaynaklanan hakların yaşanırlığını amaç edinen bir güvenlik ve emniyet
anlayışında çalışan polis, bizatihi sivilleştirici, bizatihi
özgürleştirici ve temel hakların hayata geçirilmesinin
en önemli güvencesidir. Bu yüzden, özgürlükle güvenliği ayrı ayrı değil sürekli olarak iç içe geçmiş halde düşünmek ve her ikisini aynı anda dikkate alarak
hareket etmek hem siyasal iktidarların hem de sokaktaki iktidarı temsil eden polisin demokratikliğinin
en önemli göstergelerinden biridir.
Polis söz konusu olduğunda esas tartışılması gereken polisin yetkilerinden çok bu yetkileri nasıl
kullandığı ve kullanacak olan kişilerin yetkinliği ve
demokratlığıdır. Dünyanın her yerinde polis, işin
doğası gereği, insanların hayatlarına doğrudan
müdahale hakkını içeren, onların mahremiyetine
ve gizli dünyalarına dâhil olabilen yetkilere sahiptir
ve yasalar ne olursa olsun polisin bu yetkileri ‘nasıl’ kullandığı sorusu her zaman için ana tartışma
alanlarından biri olagelmiştir. Demek istediğim şey,
hükümetin güvenlik konusunda attığı adımları, polise yönelik büyük bir güvensizlik üzerinden salt
polisiye tedbirlere indirgemek aynı anda hem polisin değersizleşmesine ve yetersizleşmesine hem
de siyasetin güvensizleştirilmesine yol açar, açmaktadır. Gerçeğin çarpıtılması var olan endişeleri
artırmaktan çok kafaların karışmasına ve bununla
ideolojik çıkarlar umanlara geri dönüp güvensizlik
yaymalarına sebep oluyor. Başka bir deyişle polisi
değersizleştirip bunun üzerinden kendi ideolojilerini tahkim etmek isteyenler çoğu kez siyasal alanı
tekinsiz kılarak kendi varlıkları üzerinden güvensiz bir şüphe kaynağı haline gelirler. Hele ki bunu
ARALIK 2014
67
Paketle lgl Davutoğlu’nun özgürlükler ‘emnyet altına almak’ vurgusu güvenlğ br amaç ya da kend
başına, anlamını kend çnde barındıran br araç olmaktan çıkararak onu ancak özgürlüklerle ve toplumun
kend kendn var etme rades olan syasallığının temnat altın alınmasıyla anlamlı olableceğ maları taşıyor.
çarpıtmalarla yaparlarsa şaşkınlık verici derecede
sorunlu sonuçlara ve bir anda sistemin dışında kalacak denli radikal bir yere savrulma tehlikesi barındırırlar. Dolayısıyla, bu çarpıtmaların başında ‘güvenlik devletine doğru mu gidiyoruz?’ endişesinin
yarattığı belirsizliğin ideolojik bir hedefe yöneltilmesi
geliyor. Türkiye bağlamında güvenlik devletinin tam
olarak ne olduğunu ve nasıl işlediğini anlamak için
darbe dönemlerine bakmak gerekir.
Güvenlik devletinin bir diğer adıdır ‘darbe hükümeti’. Burada güvenlik söz konusu olduğunda her türlü
özgürlük ikincil ve talidir. Güvenlik, sağlıklı bir siyasal
ve sosyal yaşamın inşası için bir gereklilik olmaktan
çıkarak diğer her şeyin ona yönelik olarak kurgulanması gerektiği, bizatihi bir amaca dönüşür. Kamu
düzeni halkın kendini var etmesi ve yeniden üreterek daha özgür, müreffeh ve daha güvenli kılması
değil, belirli bir ideolojik beklentiye göre ‘ayarlanması’ olarak algılanır. Siyaset değersizleştirilir. Sivil olan
ne varsa güvenlikçi olanın zıttı olarak tanımlanır ve
saf dışı bırakılacak bir yapı oluşturulur. Öngörülemeyen her türden değişim tedirgin edici bir şüphe
kaynağıdır. Buralarda neredeyse bütün kurumların
ilk vazifesi güvenlikçi bir anlayışla işlerini yapmak
ve devlete bağlılığı esas almak olarak tanımlanır ki
bu amaca ulaşıldığında güvenlik devletine ve güvensiz bir topluma da ulaşılmış olur. Bu hal uzun
süre devam ettiğinde halk sivilliğini ve kendini var
etme kapasitesini yani siyasallığını kaybetmeye ve
devretmeye başlar. Sıradan halk, her türlü güvenlik
vurgusuna ve hâkimiyetine rağmen kendisini sürekli
bir güvensizlik ve korunaksızlık içerisinde hisseder.
Şimdi ise bunun tam tersine bir süreç işliyor. Halk,
kaybettiği siyasallığını bulmanın, devretmek zorunda kaldığı haklarının farkına varıyor. Her türlü aksi
görüş ve eleştiriye rağmen kendini güvende ve korunaklı hissediyor. Değişimi siyasetten bekliyor ve
özgürlüklerinin teminatı olarak polisi ya da güvenlik
kurumlarını değil özgürce faaliyet gösteren siyaset kurumunu görüyor. Dolayısıyladır ki İç Güvenlik Paketi konusunda hükümetin temel kaygısının,
çözüm paketi ve demokratikleşmeyle birlikte elde
68
ARALIK 2014
edilen kazanımların, halk iradesiyle var olan ve şekillenen siyasal mekanizmanın güvenlik tehdidiyle
sekteye uğratılması ya da zarar görüp zayıflatılmasının ortadan kaldırılması olduğunu görmek gerekir. Paketle ilgili Davutoğlu’nun özgürlükleri ‘emniyet altına almak’ vurgusu güvenliği bir amaç ya da
kendi başına, anlamını kendi içinde barındıran bir
araç olmaktan çıkararak onu ancak özgürlüklerle ve
toplumun kendi kendini var etme iradesi olan siyasallığının teminat altın alınmasıyla anlamlı olabileceği
imaları taşıyor ki bu alanda bir paradigma değişikliğinden bile söz edilebilir; halkına güvensizlikten,
sürekli şüpheyle yaklaşma paranoyasından kurtulan, Davutoğlu’nun, “devletimiz vatandaşına güvenmelidir, güvenecektir” diye ifade ettiği bu durum bir
paradigma değişikliği derecesinde önemlidir.
Hükümetin kararlılığı ve zor ve hassas tarafları olan
konularda kolay adım atabilme gücü bana göre güvenliği özgürlüklere göre ele almasından, doğru işi
yapmanın verdiği özgüvenden kaynaklanıyor. Nitekim Davutoğlu, paketin, Kobani olaylarından sonra
ülkenin her bir yanından gelen seslere, taleplere,
çağrılara cevap verecek özgürlüklerin korunması
ve iç güvenlik reformu olduğunu ifade ederek şöyle
diyor:
“Dikkat ediniz öylesine bir ayrım yaşandı ki ‘sokağa çıkın’ çağrısı yapanlar dahi bu vandalizmi
savunamaz hale geldiler. O zaman kimse bugün
paylaşacağım konuları Türkiye’nin otoriterleşmesi ya da özgürlükleri daha çok kısıtlayan bir
alana geçmesi diye görmemelidir. Mademki bu
manzaraları, o manzaraları çıkarmak için provokatif tweet atanlar dahi bugünü savunamıyorlar.
O zaman getirdiğimiz ve getireceğimiz tedbirler
konusunda da objektif yaklaşsınlar ve bunların
Türkiye ve dünyadaki uygulamalarına bakarak
değerlendirsinler. Bir önyargıyla yaklaşmasınlar.
Bunları bir siyasi istismar malzemesi yapmasınlar. Aksine bugün açıklayacağımız tedbirler ve
reform projeleri, bunu altını çizerek söylüyorum,
reformlar, özel hayatın mahremiyetini korumaya,
kişisel verilerin korunmasına, insan hak ve öz-
gürlüklerinin tahkim edilmesine yönelik reformlardır. Diğer taraftan elektronik ticaret güvenliğinden iş güvenliğine kadar uzanan geniş çaplı
bütün vatandaşlarımızın günlük hayatlarını tam
bir güven içinde yaşamalarını sağlayacak reformlar olacaktır. Ayrıca uyuşturucuyla mücadeleden terörle mücadeleye kadar birçok alanda
da bu güvenlik ortamını zedeleyeceklere karşı
alınacak tedbirler var.”
Davutoğlu’nun mesajlarında, güvenliğin kolayca
ideolojikleştirilebilecek bir alan olduğunu bilen bir
içerik gizli. Gerçekten de güvenlik ideolojikleştirmeye en yatkın alanı kapsar. Güvenlik özgürlüklerin önüne konulduğunda bunun yegâne kazananı
hâkim ideolojik kesimdir çünkü ve bu olduğunda
güvenlik statükonun tersten söylenişi halini alır. Hükümet kanadı bunu yani güvenlik meselesini ‘siyasi
istismar’ konusu olarak görenlere karşı çıkıyor haklı
olarak. Bir zamanlar güvenliği statükonun tersten
söylenişi gibi kullananların, bugün de kavgalı oldukları siyasal işleyişlerin ‘paket’ halinde reddedilmesinde kullanıyorlar. Fakat bir kez esas tartışılması
gereken polise verilen yetkilerden çok dünyadaki
uygulamalara atıf yaparak bir anlamda odağı polisin
yetkilendirilmesine değil bu yetkilerle ne yaptığına
ve bunu nasıl yaptığına bakılması gerektiğine kaydırıyor ki bu doğru bir bakıştır. Nitekim ‘ne yaptığı’
ve bunu nasıl yaptığı konusunda paket son derece hayati ve gerekli bir başka madde olarak polisin
yetkilerini gözetleyip denetleyecek Kolluk Gözetim
Komisyonu kurulmasını içeriyor. Bu Komisyonda
siyasilerden sivil toplum üyelerine kadar farklı yelpazeden insanların yer alması öngörülüyor ki hakkıyla
tesis edilirse pek çok meselenin çözümü burada
yatıyor. Bu meselelerden biri de hiç şüphesiz ‘kolluğun adli ve önleyici istihbarat faaliyetleri’dir. ‘Güvenlik’ paketiyle, kolluğun -özellikle de polisin- keyfî ve
neredeyse rasgele denebilecek bir ciddiyetsizlikle
insanların yatak odalarına kadar dinleme yapması
da son bulabilme ihtimali taşıyor. Aslında siyasilerin
halka yeterince kulak verdikleri, özgürlük taleplerinin yeterince dinlenildiği yerlerde polisin ‘dinleme
yapması’ gerekliliği de asgari düzeye düşer. Paket
yeni dönemde bunu görebilmemize imkân tanıyacak gibi duruyor.
Hükümet aslında güvenlik kurumlarının önceliklerini ve bu öncelikleri nasıl hayata geçireceklerini
bir anlamda yeniden tanımlıyor. Belirtmek gerekir
ki amacı ve önceliği özgürlükler ve temel hakların
yaşanır kılınması olan güvenlik kurumlarının katı tavırları sanılanın aksine toplumu ‘ezici’ ve baskılayıcı
değil güven verici bir duruşun sembolik ifadesidir.
Davutoğlu’nun “her bir güvenlik birimimiz, mensubumuz da demokratik hukuk devleti kuralları içinde
hareket etmeye yönlendirilecekler. Bu kurallar içinde davranmaları bir güvenlik kültürü haline gelecek.
Güvenlik bir kültürdür. Salt fiziki güçle ilgili bir husus değil. O kültürü yerleştireceğiz” demesi hem
bu önceliği, hem işlerin yürütülürken ‘güvenlik gerekçesiyle’ hukukun ve özgürlüklerin kolayca askıya
alınamayacağını hem de güvenliğin salt fiziki, cebri
zora dayalı bir iş olmadığını ifade ediyor. Güvenlik
kültürü ile gözetim komisyonunu bir arada düşünmek gerekir. Her ikisi bizim güvenlik kurumlarının
alışık olmadıkları, devletçi bakışa mesafeli bir yerden halkın iradesini ve toplumun siyasal imkânlarını
emniyet altına almayı başa koymayı gerektiren bir
tarzı getiriyor.
Bu aslında ‘güvenlik’ değil bir ‘özgürlük’ paketi ve
güvenlik devletine doğru gidişi değil güvenlik devletinden çıkışı, demokratik iktidarın girilmesi en zor
alan olan güvenlik alanına girebilmesini simgeliyor.
Bunun önemli göstergelerinden bir başkası olarak
Jandarma’nın sivilleşmesine dönük adımlar sayılabilir. Toplumun siyasal imkânlarının, statükonun
en kırılmaz koruyucusu güvenlik bürokrasisini yeniden tanımlama gücüne eriştiğini sembolize ediyor.
Özetle paket, daha güvenlikli bir topluma ulaşılabilmesi için daha özgürlükçü bir devlet ve polisi
var etmeye, siyasal bir düzenin ancak siyasal bir
süreçle tanzim edilebileceğine dönük yenilikler getiriyor. Siyasal karşı koymayı kriminal hale getiren
göstericilerle siyasal hareketleri kriminalize etmeye
yatkın statükocu güvenlik bürokrasisinin her ikisini
aynı anda dönüştürmeyi ve bu ikisini birbirinin farklı
görünümleri gibi ele almayı hedefliyor. Paket, darbe
dönemlerinde en çok ‘darbeyi yiyen’ güvenlik alanını tartışmaya açıyor ve sivil siyasetle yeniden tanımlama adımı atıyor. Kâğıt üzerinde doğru ve önemli
ve oldukça heyecan verici gözüküyor ama elbette
her şeyde olduğu gibi ayinesi iştir kişinin tavrıyla
beklememiz ve iş güvenlik olduğu için temkini elden
bırakmamamız gerekiyor.
ARALIK 2014
69
İÇ POLİTİKA
en önemli bir darbe süreci olarak siyasi tarihimizde yerini almıştır. 60, 71, 80 darbelerine kıyasla 28
Şubat’ın iç ve dış ayaklarının belirgin olması, darbe
ile ilgili bilgi ve belgelerin ıslak imzalı asıllarının ilgili
kurumlarda bulunması, darbe mağdurlarının kamuoyuna yaptığı açıklamalar, darbe sürecinin, 28 Şubat 1997 tarihinden birkaç yıl sonra sorgulanmaya
başlanması, AK Parti’nin darbe ve darbecilere karşı
dik duruşu, 12 Eylül 2010 referandumu sonrasında
darbecilerin yargılanmasının önünün açılması, 28
Şubat darbecilerinin yargı önünde hesap vermesine
neden olan önemli gelişmelerdi.
17 yıl önce gerçekleştirilen 28 Şubat Post Modern
darbesinin günümüze yansımaları, toplumda siyasal, sosyal ve ekonomik alanlarda yaptığı tahribat
ve zararlar, devlet sisteminde ve ulusal güvenliğimizde yarattığı travmalar günümüze kadar çokça dile getirildi, eleştirildi. Darbeyi gerçekleştirdiği
iddiasıyla halen dönemin Genelkurmay Başkanı,
Kuvvet Komutanları, MGK Genel Sekreteri dâhil olmak üzere üst düzeyde 103 sanık TSK içinde illegal olarak kurulan, ordu içinde emir-komuta zinciri
ve hiyerarşisini bozan, hükümeti antidemokratik bir
şekilde iktidardan uzaklaştırmak için ülkede darbe
şartları yaratmak gayesi ile oluşturulan, Batı Çalışma Grubu’nu kurup faaliyete geçirmek suçlaması
ile Ankara 5. Ağır Ceza Mahkemesinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istemiyle yargılanıyorlar.
TEKERRÜR MÜ EDİYOR?
Bülent ORAKOĞLU
SDE Başkan Danışmanı
İ
stiklal Marşı’mızın söz yazarı Mehmet Akif Ersoy,
şiir kategorisinde kıssadan hisse babında kaleme
aldığı sözlerle yakın veya uzak tarihimizde meydana gelmiş önemli olayların günümüzde veya sonrasında yeniden gerçekleşebileceğini belirterek ibret
ve tedbir alınması konusunda uyarı ve ikazda bulunduğu mısralarında bakın ne diyor?
70
ARALIK 2014
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
28 Şubat darbesi, Türkiye ve dünyadaki konjonktürel gelişmelere paralel olarak gerçekleştirilmiş
28 Ekim 2014 tarihinde ilgili mahkemede, darbeyi
deşifre ederek, BÇG darbe belgesini devletin en üst
katlarına devlet hiyerarşisi içinde ulaştıran bir devlet görevlisi olarak müşteki-tanık sıfatıyla verdiğim 8
saatlik ifademde, 28 Şubat Davası’nda hayati önem
taşıyan, BÇG ve EMASYA Protokolü’nün yasadışı
olduğunu belgeleri ile kanıtladığımı düşünüyorum.
Ayrıca duruşmada kamuoyunda 17 yıldır tartışılmakta olan 28 Şubat darbesinin arkasında örtülü
olarak ABD’nin açık olarak da İsrail’in olduğuna yönelik açık ve gizli kaynaklardan elde edilmiş iddia ve
belgeleri de mahkemeye sundum.
Bu belgelere göre, 17 Ocak 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Demirel’e Genelkurmay’da verilen brifingde, Demirel’e araştırılması için darbeciler tarafından verilen, 54 maddelik REFAH-YOL iktidarının sakıncalı icraatlarını içerdiği iddia edilen dosya
içerisinde, en çok dikkatimi çeken 53’ncü madde
28 Ekm 2014 tarhnde lgl mahkemede, darbey
deşfre ederek, BÇG darbe belgesn devletn en üst
katlarına devlet hyerarşs çnde ulaştıran br devlet
görevls olarak müştek-tanık sıfatıyla verdğm 8
saatlk fademde, 28 Şubat Davasında hayat önem
taşıyan, BÇG ve EMASYA Protokolü’nün yasadışı
olduğunu belgeler le kanıtladığımı düşünüyorum.
olmuştu. Bu madde ile darbeciler, gelişmiş G-7 ülkelerine karşı “Müslüman sekizler” olarak isimlendirilen ekonomik birlik kurma projesini irticai bir tehdit
olarak değerlendirmişlerdi.
Erbakan’ın kurulmasına öncülük ettiği D-8 İslam
İşbirliği Örgütü’nün kurulma kararının alındığı tarih,
Kalkınmada İşbirliği Konferansı’nın yapıldığı tarihtir, yani 22 Ekim 1996’dır. 5 Haziran 1997 İstanbul
Deklarasyonu ile kuruluşunun resmen ilan edilmesinden sonra, deklarasyona imza atan Müslüman
ülkelerin liderlerinin büyük bir bölümünün, iktidarlarını ve hayatlarını şüpheli bir biçimde kaybetmeleri şüphesiz normal olaylar silsilesinden çok “İslam
İşbirliği Örgütünün” kurulmasından rahatsız olan iç
ve dış derin yapıların devreye girdiğine işaret ediyor.
Pakistan Başbakanı Namaz Şerif, Bangadeş
Başbakanı Şeyh Hasina, Endonezya Başkanı
Suarta, Türkiye Başbakanı Necmettin Erbakan
DARBELER’le iktidarlarını kaybettiler. İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’yi seçimle, Malezya Başbakanı
Mahattir Muhammet’i ekonomik kriz sonrası iktidardan uzaklaştırıldılar. Nijerya adına imza atan Enerji
Bakanı suikastla öldürüldü, D-8 kuruluşuna sıcak
bakmayan Mısır, Devlet Başkanı yerine Başbakan
Kemal Kanzuri’yi göndermişti, o da kısa süre içinde
koltuğunu kaybetti.
ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher’in Ankara
Büyükelçiliğine gönderdiği kriptolu ulusal güvenlik
belgesinin içeriği oldukça ilginç, bu belgeye göre,
ABD 15 Ekim’de REFAH-YOL iktidarının devrilmesi
için örtülü olarak düğmeye basmış görünüyor.
ABD Dışişleri Bakanı Warren Cristopher imzası ile
ABD Ankara Büyükelçiliğine gereği için Beyrut,
Moskova, Atina ve Sofya elçiliklerine de bilgi için
gönderilen ulusal güvenlik belgesini Başbakan Erbakan kamuoyuna açıklamıştı. Belgeden yapılan
ARALIK 2014
71
yönelik tespitlerinin” muhteviyat açısından birbiri ile
çakışması cuntanın dış bağlantısının açık bir göstergesi gibi gözüküyor.
Çevik Bir’in 2002 tarihinde İsrailli stratejist ve siyaset bilimci Martin Sherman’la birlikte yazdıkları makale sanki bir itiraf niteliğinde. “Anayasa’dan aldığı
yetkiyle Türkiye’de laik Cumhuriyeti korumakla yükümlü ordu Erbakan’a açıkça dedi ki; ülkenin yüzünü İslam’a dönmesini ve İsrail-Türkiye ilişkilerinin
tehlikeye atılmasını izlemeyeceğiz. Erbakan kontrol
altında tutuldu. MGK baskısıyla İslamcı Erbakan istifasını sundu.”
alıntılarda REFAH-YOL iktidarı ile ilgili değerlendirme
ve iktidardan düşürme yöntemine yer verilen belgede, ilk yorum koalisyonun büyük ortağı ile ilgili olarak yapılıyor: Türk hükümetinin milli eğilimlerinden
ve Başbakan Erbakan’ın ideolojisinden ilham alarak dış politikayı Batı’dan ayırıp, Arap ve Müslüman
dünyasına doğru yeniden yönlendirmesinden dolayı
derin endişe içerisindeyiz. Kanaatimizce Türkiye’nin
İran, Libya, Irak, Nijerya ve Sudan ile bağlarını kuvvetlendirmek konusundaki mevcut tutumu bizim
milli menfaatlerimize aykırıdır, düşmancadır.
İkinci yorum Koalisyonun küçük ortağı DYP ile ilgili.
DYP Erbakan’ın radikal İslami söylemlerini ılımlaştırmada başarılı olamadığına göre, kendisinin RP ile
koalisyonu verimsiz görünmektedir. Biz inanıyoruz
ki Tansu Çiller’in koalisyondan çekilmesi Erbakan’ı
düşürür ve ülkeyi genel seçimlere götürür. Sonuç
kesin olmamakla beraber RP büyük ihtimalle seçimlerden daha güçlü çıkacaktır. Türkiye, birleşik devletlerin anahtar stratejik ortağı olarak kalmak mecburiyetindedir ve onun bu pozisyonunu gerçekleştirip
sürdürmedeki başarımız, bizim milli menfaatlerimizi
doğrudan etkileyecektir. Türk askeriyesi bu sonucu
elde etmeye doğru daha büyük çaba sarf etmesi
için harekete geçmeye zorlanmalıdır. Bu konudaki
aksiyon ve planlarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum.
28 Şubat Cuntası’nın Demirel’e, Genelkurmay’da
verdiği brifingde araştırılması istenen 53. madde ile
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın, ABD’nin Ankara Büyükelçiliğine gönderdiği gizli kriptodaki İslam İş Birliği Örgütü’nün kuruluşunun “tehdit oluşturduğuna
72
ARALIK 2014
Geçmişte 8 İslam ülkesinin ekonomi ve kalkınma
bağlamında uluslararası barışa da katkı sağlamak
amacıyla kurdukları işbirliği örgütünü kolonyalist
emel ve çıkarları için tehdit olarak gören Batılı ve
küresel ülkeler, günümüzde Yeni Türkiye’yi, Orta
Doğu ve dünyada bağımsız bir dış politika izlemesi,
yumuşak gücünü arttıran bir Strateji ve taktiksel faaliyette bulunması, Hamas ve Müslüman kardeşler
başta olmak üzere ezilen mağdur ve mazlum ülke
insanlarına ve ülkelere sahip çıkması, Orta Doğu ve
dünyada sözü geçen bir ülke olması sebebiyle, tıpkı
28 Şubat sürecinde olduğu gibi hedef almış gözükmektedirler.
28 Şubat süreci ve sonrasında AK Parti hükümetini
antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştırmak
amacıyla yapılan birçok darbe ve e-muhtıra süreçleri, iktidarın dik durması ve Türk milletinin sağ duyusu nedeni ile atlatıldı. Askeri darbeler sonrasında
iktidardan antidemokratik bir şekilde uzaklaştırılan
siyasi partilerin daha da güçlenerek iktidara gelmeleri üzerine darbelere dış destek sağlayan küresel
güçler ve Batı strateji değişikliğine giderek, bilhassa
Orta Doğu’da demokratik seçimlerle iş başına gelen muhafazakar İslamcı partilerin içine “Truva Atı”
olarak nitelendirebileceğimiz “paralel yapı” benzeri
casusluk şebekelerini dahil ettiler.
28 Şubat darbe sürecinde askerler kadar sivillerin
de önemli roller üstlendiği bugün tüm gerçekliğiyle
ortada dururken, BÇG üzerinden darbenin askeri
ayağının yargılanması devam ederken, o dönemde
askerlerle birlikte hareket eden hatta kimi çevrelere
göre daha ön plana çıkan medya, yargı, üniversiteler, siyaset mekanizmaları Sivil Toplum Kuruluşları
ile ilgili olarak, 28 Şubat darbecilerinin sivil ayağına
bugüne kadar operasyon yapılamaması, açık dış
desteğe rağmen ABD ve İsrail gibi ülkelerin Türkiye’deki lobilerinin zararlı faaliyetlerinin önlenememesi 28 Şubat darbesinden gerekli ibret ve dersin
alınmadığının en önemli kanıtı olarak karşımızda
duruyor.
Bilhassa Davos’taki “van minut - one minute” meselesinden sonra 7 Şubat MİT Krizi, Gezi Kalkışması, 17-25 Aralık Paralel Yapı’nın darbe girişimleri, IŞİD üzerinden Orta Doğu’nun yeniden dizayn
edilerek çözüm sürecinin Oslo gibi gündemlerle
sekteye uğratılma gayretleri, 6-8 Ekim iç savaş ve
kalkışma provalarında iç ve dış provokatörlerin arkasında 28 Şubat sürecinin dış aktörleri ve yargı
önüne çıkarılamayan sivil ayağı ve paralel yapı olduğu açık bir şekilde görülüyor. İç ve dış şer güçler işbirliği içinde, yeni Türkiye’nin imajını bozacak
algı operasyonları ile Türkiye’yi teröre destek veren
ülkeler kategorisine aldırmak, iç huzuru, barışı ve
kamu düzenini bozmak amacıyla kaos stratejisi ve
taktiksel faaliyetlerini iş birliği içinde sürdürmeye devam ediyorlar.
28 Şubat Sürecinde Ülkenin Konjonktürel
Durumu
9 saat süren ve ülke gündemini uzun yıllar kilitleyen
28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısında oybirliği ile
kabul edilen ‘Rejim Aleyhtarı İrticai Faaliyetler’e karşı alınması gereken 18 maddelik tedbirler paketinin,
askerlerin baskısı sonucu hükümet tarafından zorla
kabul edilmesine rağmen uygulanmaması sebebiyle, özellikle de Başbakan Erbakan’ın gösterdiği
direnç nedeniyle darbeci askerlerin kontrolündeki
yazılı ve görsel medyada MGK toplantısı öncesi ve
sonrasında REFAH-YOL iktidarına mensup DYP ve
Refah Partili liderleri ve milletvekillerini hedef alan
yayınlar ve asparagas haberler, dezenformatik gazetecilik taktikleri ile yayımlanıyordu. Bu yayınlar
genelde iktidarın Refah kanadının rejim aleyhinde
şeriatı desteklediği ve göz yumduğuna ilişkin haber
veya görüntülerden oluşuyordu.
Diğer taraftan yolsuzluk, mafya-siyasetçi-bürokrat
ilişkileri, faili meçhul adi ve siyasi cinayetler, 3 Kasım
1996 tarihinde Susurluk’ta meydana gelen kaza ile
ortaya dökülen kirli ilişkiler ve bu ilişkilerde bazı DYP
Milletvekilleri ve Bakanların adının geçmesi DoğruYol Partisi’ni kamuoyu nezdinde yıpratmıştı.
Erbakan’ın kurulmasına öncülük ettğ D-8 İslam
İşbrlğ Örgütü’nün kurulma kararının alındığı
tarh, Kalkınmada İşbrlğ Konferansı’nın
yapıldığı tarhtr, yan 22 Ekm 1996’dır. 5 Hazran
1997 İstanbul Deklarasyonu le kuruluşunun
resmen lan edlmesnden sonra, deklarasyona
mza atan Müslüman ülkelern lderlernn büyük
br bölümünün, ktdarlarını ve hayatlarını şüphel
br bçmde kaybetmeler şüphesz normal olaylar
slslesnden çok “İslam İşbrlğ Örgütünün”
kurulmasından rahatsız olan ç ve dış dern
yapıların devreye grdğne şaret edyor.
28 Şubat darbesinin, Türkiye’de yarattığı olumsuz
gelişmeler, ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel sonuçları itibarıyla kamuoyunda ve devlet kurumlarında yarattığı travmaların izleri aradan uzun yıllar
geçmiş olmasına rağmen halen silinebilmiş değildir.
28 Şubat post modern darbe sürecinde yalnızca
dindarlar hedef alınmamış, bu kesim bir günah keçisi olarak kullanılmak suretiyle, Türkiye’de toplumunun tamamına, Batı Eylem Planı çerçevesinde
topyekûn bir psikolojik harekat uygulanarak, tabiri
caizse, savaş açılmıştı.
Türk milletinin milli ve manevi değerleri iç tehdit
olarak değerlendirilmiş, türban başta olmak üzere
Anayasa’da tanımı ve anlamını bulan “inanç özgürlüğü” suç kapsamında görülerek, BÇG ve EMASYA
komutanlıklarınca altı milyona yakın her görüş ve
ideolojiden insan, Türkiye genelinde fişlenmişti.
Bu fişlemeler Anayasa, kanun, tüzük, yönetmeliklere ve Avrupa İnsan Hakları sözleşmelerine aykırı bir
biçimde yetkisiz ve uzman olmayan kişi ve yasadışı
kurumlarca yapılmıştı. TSK içinde başlatılan ‘cadı
avı’ ile 2 bine yakın subay ve astsubay cunta
yapılanması olan BÇG tarafından fişlenerek
ordudan atılmış, 10 bine yakın çeşitli rütbedeki asker emekliliğe zorlanmıştı.
Bu süreçte darbeciler tarafından “irticai kalkışma”
olduğuna yönelik kamuoyu algısı yaratma ve güçlendirme amacıyla, MGK ve Genelkurmay içinde
kurulu Özel Kuvvetler ve psikolojik harekât birimleri
ARALIK 2014
73
28 Şubat darbesnn ülkemze malyet 381
mlyar dolar cvarındadır. Uzmanlarca yapılan
araştırmalarda hortumlanan banka zararı 46
mlyar dolar olarak tespt edlmş vazyettedr. Bu
süreçte Türkye ekonomk olarak dz çöktürülmüş,
hortumlanan bankaların yönetm kurullarında
bazı 28 Şubatçı generallern görev aldığı ortaya
çıkmıştır. Br taraftan ülke “cambaza bak” taktğ ve
rtca kalkışma senaryoları le oyalanıp dkkatler
bu yöne çeklrken, dğer taraftan, cumhuryet
tarhnn en büyük soygun ve hortumlamasının
bankalar marfet le yapılmasına göz yumulmuştu.
asıl görevlerinin dışına çıkarılarak, darbenin haklı ve
meşru olduğuna yönelik çeşitli psikolojik harp metodunu, usul ve taktiklerini, merkez medyayı da kullanmak suretiyle, kamuoyuna uygulamışlardı.
Cunta tarafından BÇG’ye hazırlatılan irticai faaliyetler konulu brifinglerde, “İrtica PKK’dan tehlikelidir,
aşırı dinci akımlar Türkiye’nin 1. sorunu haline gelmiştir” tezleri işlendiği biliniyor. Cunta tarafından,
Demirel’e verilen brifing sonrasında, yargı ve basın
mensuplarına, öğretim üyeleri, iş adamları, YÖK Üst
Kurulu ve 61 üniversite rektörüne “irticai faaliyetler”
konulu brifingler verilerek katılımcıların cunta yanlısı
olarak devşirilmelerine çalışılmıştı.
28 Şubat cuntasının sivil kuvvetlerinin en önemli
ayağı “apoletli” medya, aldığı talimatlar çerçevesinde, Anayasa’ya ve kanunlara uygun olarak millet
iradesinin tecelli etmesi sonucu seçimle iş başına
gelen REFAH-YOL iktidarını antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştırmak için psikolojik harp
metotlarının acımasızca uygulandığı bir süreçte kullanılmışlardı.
Medyanın büyük bir bölümü bu dönemde psikolojik harekât uygulayan bir merkez haline getirilmiş,
cuntaya ram olmayan kişi ve kurumları yıpratmak,
itibarsızlaştırmak, kamuoyu önünde küçük düşürmek amacıyla kara ve gri propaganda yöntemleri ile
ülkede irticai tehdidin var olduğu algısı yaratacak,
kurmaca olaylar ve belgeler ile toplum manipüle
edilmeye çalışılmıştı.
74
ARALIK 2014
Cunta bir taraftan kontrolündeki Medya Harekât
Merkezi vasıtasıyla, hedef alınan kişi ve kurumlar
ile ilgili masa başında üretilmiş “psikolojik harekât”
unsuru haberlerin manşete taşınmasını sağlamış,
diğer taraftan bu gazeteleri ve manşet haberleri suç
delili olarak çeşitli platformlarda kullanmak suretiyle
darbe karşıtları sindirilmeye çalışılmıştı.
yazıda bahse konu olayla ilgili bilgi almak üzere askerliğini DZ.K.K. İsth. Başkanlığında onbaşı olarak
yapmakta olan PM Kadir Sarmusak’ı olayı araştırmak, şahsım ile ilgili olarak bilgi toplamak üzere gizli
bir görev ile Emniyet İstihbarat başkanlığına göndermişti. PM Kadir Sarmusak birkaç kere yanıma
gelmişti.
28 Şubat darbesinin ülkemize maliyeti 381 milyar
dolar civarındadır. Uzmanlarca yapılan araştırmalarda hortumlanan banka zararı 46 milyar dolar olarak
tespit edilmiş vaziyettedir. Bu süreçte Türkiye ekonomik olarak diz çöktürülmüş, hortumlanan bankaların
yönetim kurullarında bazı 28 Şubatçı generallerin görev aldığı ortaya çıkmıştır. Bir taraftan ülke “cambaza
bak” taktiği ve irticai kalkışma senaryoları ile oyalanıp
dikkatler bu yöne çekilirken, diğer taraftan, cumhuriyet tarihinin en büyük soygun ve hortumlamasının
bankalar marifeti ile yapılmasına göz yumulmuştu.
Bir gelişinde; Batı Çalışma Grubu ile ilgili olarak, Nisan 1997 tarihli Batı Harekât Konsepti (Çevik Bir
imzalı) 5 Mayıs 1997 tarihli Batı Çalışma Grubu bilgi
ihtiyaçları (Aydan Erol imzalı), Batı Çalışma Grubu
rapor sistemi, Laiklik Aleyhtarı Faaliyetler (Çetin
Doğan imzalı), bilgi toplama formatları, Tüm Kara
Kuvvetleri personel eş ve çocuklarının bilgi toplama
aracı olarak kullanılmasına ilişkin eylem planı, Hava
Kuvvetleri Komutanlığı Tekirdağ 19 Şubat tarihli
Kurmay Albay Mahmut Sancak imzalı belgeleri tarafıma getirmişti.
Bu süreçte milletin milli ve manevi değerleri iç tehdit olarak değerlendirilmiş, birlik ve beraberliğimize
yönelik olarak bölücülük yapılmış, millet ile devletin
arası açılmıştır. 28 Şubat süreci, Türkiye’nin dış politikasını ve uluslararası imajını menfi yönden doğrudan etkilemişti.
Bu durum üzerine, belgelerin tarafımdan incelenip
değerlendirilmesi sonucunda, TSK içinde bir grubun ülkeyi darbe şartlarına götürme faaliyeti içinde olduğu, bu amaçla yetkisiz kişiler tarafından,
Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile
kanunlara aykırı olarak fişlemelerin yapıldığı, tarafıma ulaşan imzalı belgelerin yasal olmadığı, mevcut
hükümeti devirmek için faaliyet gösterildiği, bu faaliyetlerin de irtica ile mücadele olarak maskelendiği
kanaatine ulaşmıştım.
Batılı ülkelerin küreselleşme olgusu karşısında güvenlik ve savunma doktrinlerini yeni iç ve dış tehditlere göre yeniden dizayn ettiği, Doğu Akdeniz
üzerinden Orta Doğu’da yeni askeri ve ekonomik
güç dengeleri kurulduğu bir dönemde, ülkemizde
dış destekli 28 Şubat gerilimi yaşanıyor ve Türkiye her darbe sürecinde olduğu gibi içe kapatılarak,
Orta Doğu başta olmak üzere dış politika hedef ve
stratejilerinde ciddi anlamda güçsüzleştirilerek etkisizleştiriliyordu.
BÇG Nasıl Deşifre Edildi, Darbe Belgesi
Hükümete Nasıl Ulaştırıldı?
Göreve başladıktan kısa bir süre sonra Hürriyet
Gazetesi yazarı Enis Berberoğlu tarafından kaleme
alınan “Askere meydan okuyan polis şefi” başlıklı
köşe yazısı bu çerçevede şahsıma karşı yapılmış
açık bir psikolojik harekâta işaret ediyordu. Yazı
baştan aşağı Asparagas bilgi, iftira ve hakaretlerden oluşuyordu.
Bu yazı sonrasında DZ. K. K. İstihbarat D. Başkanı,
iş bu davanın sanıklarından olan Albay Eser Şahan,
Modern Darbesi’ni hayata geçirerek millet iradesinin tecelli etmesi neticesinde seçimle iş başına
gelmiş REFAH-YOL iktidarını antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştıran, bütün devlet kurumlarını, STK’ları, siyasi partileri, dernekleri, sendikaları
ve ülkemizde milyonlarca insanı ideolojik olarak,
Anayasa ve kanunlara aykırı olarak fişleyen, Batı
Eylem planı çerçevesinde Türkiye’yi ihtilal şartlarına
getirmeye çalışan darbecilerin bu amaçlarla hazırladıkları darbe belgesini ve ‘Batı Çalışma Grubu’nu
deşifre ederek darbeyi, devlet hiyerarşisi içinde
hükümete bildirmişti. Hükümet darbe belgesini dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e gereği
için iletmiştir. Demirel bu belge ile ilgili olarak darbecileri görevden almaya yönelik hiçbir soruşturma
ve araştırma yaptırmamış, Başbakan Erbakan tarafından kendisine verilen BÇG belgesini darbecilere
geri vererek cuntanın Emniyet İstihbaratına operasyon yapmasına neden olmuştu.
Batı Çalışma Grubu yasal değildir. Ülkede darbe
şartlarını oluşturarak REFAH-YOL iktidarının rejim
aleyhtarı irticai bir tehdit olarak değerlendirilmesine
yönelik kurgulanmış bir takım olaylarla antidemokratik bir şekilde uzaklaştırmak amacı ile cunta tarafından kurulmuş yasadışı bir oluşumdur.
DZ. K. K. Askeri mahkemesinde yargılanırken Mahkeme heyetinden BÇG’nin hukuki dayanağını sor-
İstihbarat çarkı içinde PVSK’nın Ek-7 maddesi
gereği elde ettiğimiz belgeler ülkenin fiili bir darbe
sürecine sokulduğunu gösteriyordu. Yaptığımız görev TSK içine sızmış yasal olmayan cunta grubunu
deşifre etmeye yönelikti. REFAH-YOL iktidarının antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştırılmasına yönelik olarak Batı Çalışma Grubu’nun faaliyete
geçirildiği bilgisini ve belgesini hükümete bildirmeye
yönelik olarak, imzalı BÇG bilgi ihtiyaçları isimli belgenin tarih, imza ve harekât bölümleri kapatılarak
çekilen fotokopi belgenin hiyerarşik düzen içinde
devletin üst katlarına ulaşması sağlanmıştı.
Emniyet İstihbaratı, PVSK’nın Ek-7. Maddesi’ne
göre TSK içinde yapılanmış bir cunta grubunu deşifre etmiş, BÇG darbe belgesi istihbarat çarkı içinde
elde edilerek, hiyerarşik düzen içinde dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan ve Cumhurbaşkanı’na
ulaştırılmıştı. 28 Şubat sürecinde ‘28 Şubat Post-
ARALIK 2014
75
muştum. İki celse sonra, Genelkurmay Başkanlığından gelen cevabi yazıyı mahkeme tarafıma okudu.
BÇG’nin hukuki dayanağının “7 Temmuz 1997 tarihli
GİZLİ, EMASYA protokolü” olduğu belirtildi.
sonra da DZ. K. K. Askeri Mahkemesine, Genelkurmay Adli Müşavirliği tarafından BÇG’nin kanuni dayanağının EMASYA PROTOKOLÜ olduğu yönünde
yazılı bilgi verilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Anayasa’daki ifadesiyle “Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir.
Hiçbir kişi veya kurum meşruiyetini anayasadan
almayan bir yetkiyi kullanamaz. Çıkarılan kanun ve
yönetmelikler de anayasaya aykırı olamaz.”
Oysa Emniyet İstihbarat Daire Başkanı olarak,
BÇG’yi deşifre edip BÇG’ye ait darbe belgesini hiyerarşik düzen içinde devletin üst katlarına ulaştırdığımız tarih Mayıs 1997’dir.
BÇG o dönemdeki yapısıyla uzman istihbaratçılardan oluşmuş bir araştırma grubu değildi. TSK
içinde bütün subay ve astsubaylar, emekliler eş ve
çocukları, BÇG’nin doğal üyesi idiler. BÇG askeri istihbarat yapmak için kurulmuş bir grup değildi.
Ordu bünyesinde oluşturulmuş savunma konularında görev yapan hukuki bir oluşum da değildi. İrticai
faaliyetleri maske olarak kullanmak suretiyle ülkede
darbe şartları oluşturarak REFAH-YOL iktidarını yıkmak için faaliyet gösteren yasadışı bir oluşumdu.
28 Şubat cuntasının iç güvenlik alanının tümünü
kontrol ederek, Anayasa’da ‘istisnai durum’ olarak düzenlenen ‘Olağanüstü Hal’ uygulamasını,
Türkiye’nin tamamına yayarak, şeklen demokrasi
görüntüsü altında, ülkeyi örtülü olarak askeri bir rejimle uzun yıllar yönetme ve Batı Çalışma Grubu’na
hukuki bir dayanak oluşturma amaçları doğrultusunda EMASYA Protokolü’nü devreye sokması, bu
protokolün olağanüstü bir dönemin konjonktürel
şartları içinde alelacele devreye sokulması nedeniyle hukuki durumunun araştırılması zaruretini ortaya
koyuyor.
BÇG’nin oluşumu, varlığı ve hukuki dayanağı söz
konusu olduğunda; ne Anayasa, ne 1324 Sayılı Genelkurmay Başkanı’nın görev ve yetkilerine dair kanun, ne 1325 sayılı Milli Savunma Bakanlığı Görev
Teşkilatı Hakkındaki Kanun, ne 2495 Sayılı MGK ve
MGK Genel Sekreterliği Kanunu, ne de 2937 sayılı
Devlet İstihbarat Teşkilatı Kanunu, böyle bir oluşum
ve grubun oluşturularak görev yapmasına cevaz
vermektedir. Yukarıda sayılan yasal düzenlemeler
ile Genel Kurmay Başkanlığı’nın askeri konularda
istihbarat yapma görev ve hakkı bulunmaktadır.
Askeri istihbarat yapmak haricindeki diğer tüm istihbari çalışmaları yapmak görevi Emniyet İstihbaratı ve MİT teşkilatına ait bulunmaktadır. Böyle bir
çalışma ve oluşumun hukuk devletlerinde siyasi
otorite tarafından ve yasalara uygun olarak kurulması gerekir. Nitekim BÇG’nin hukuki dayanağı ve
meşruiyetinin olmaması nedeniyle Anasol-M hükümeti döneminde Başbakanlık bünyesinde BÇG’nin
faaliyet ve amaçları doğrultusunda Başbakanlık Takip Kurulu oluşturulduğu görülmüştür.
BÇG’nin Emniyet İstihbaratı tarafından deşifre edilmesi üzerine, BÇG’yi yasal bir zemine oturtma gayretleri de başlamıştır. 7 Temmuz 1997 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında
koordinasyon ve işbirliğini öngören ‘GİZLİ EMASYA PROTOKÖLÜ’ imzalanmıştır. Bu tarihten 7 gün
76
ARALIK 2014
Gizli EMASYA Protokölü Yasal Değildir
Öncelikle adı üzerinde bu bir protokoldür, öyleyse
neden gizlilik kuralları içinde imzalanmıştır? Bir protokolün gizlilik dereceli olması ile ilgili hukuki şartlar
yerine getirilmediği için bazı hukukçulara göre bu
açıdan bile EMASYA Protokolü yasadışıdır.
5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nca, valilere verilen
yetkilerin, protokol gereği her ilde kurulan EMASYA
komutanlıklarına devredilmesi, cunta yönetimince
devleti ele geçirme stratejisinin önemli bir parametresiydi. Darbe sürecinin konjonktürel ortamı içinde
dayatma ve baskı ile İçişleri Bakanlığı Müsteşarı Teoman Ünüsan ve Genelkurmay’ı temsilen Çetin Doğan arasında gizli bir protokolle imzalanan EMASYA, 2002’de toplanan Mülki İdare Şurasında 5442
Sayılı İl İdaresi Kanunu’na 11 maddeden aykırı olduğu nedeniyle uygulamadan kaldırılması gerektiği
vurgulanmıştı. Protokolün açık olarak yasalara aykırı ve anti-demokratik olduğu askeri otoriteyi, mülki
amirin yönlendiricisi haline getirdiği raporda açıkça
belirtilmişti.
Mülki İdare Şura’sının 2002 tarihinde aldığı bu
önemli karar ancak 2010 yılında uygulanabilmişti.
Zira iktidarın EMASYA Protokolü’nü kaldırma girişimleri, askerler tarafından terörle mücadelede
zafiyet doğar iddiası ile geri çevrilmişti. Bu çerçe-
vede 1999 yılından itibaren askerler, İç Güvenlik
Doktrini’ni ve yapılanmasını EMASYA Protokolü
üzerine temellendirmiş, bu gizli protokol nedeniyle askeri otorite neredeyse sınırsız bir şekilde
Türkiye’nin her yerinde terörle mücadeleden toplumsal olaylara uzanan sınırsız bir insiyatif ve operasyonel müdahale yetkisi kazanarak sivil iktidarın
demokratik alanını daraltmıştı.
Yasalara aykırı bir darbe protokolü nasıl oluyor da
darbe belgesinin hukuki dayanağını teşkil ediyor.
Zira EMASYA Protokolü, 28 Şubat sürecinin 1000
yıl sürmesini hedefleyen ve darbelere meşruiyet kazandırma amacıyla darbeciler tarafından, Anayasa
ve kanunlara aykırı olarak hazırlanmış ve sivil iktidara baskı ile imzalatılmış gizli bir darbe protokolü
olarak tarihteki yerini almıştır.
Demokratik Rejimlerde Gizli Protokol Suçtur
Protokolün hukuka aykırılığı yolunda yukarıda dile
getirilen esasa dair hukuka aykırılıkların yanında,
önemli bir şeklî hukuka aykırılık da söz konusudur.
Zira bu protokolün Resmi Gazete’de yayınlanması
ve gizliliğinin kaldırılması gereklidir. Protokol hukuki
niteliği itibariyle adsız bir kural işlemdir. Yönetmeliklere uygulanan hukuki rejime tabidir. Bir yönetmeliğin taşıması gereken şekil şartlarını taşımak
zorundadır. Protokol; 3011 numaralı 24.5.1984 tarihli, 1.6.1984 tarih ve Resmi Gazete’de yayınlanan,
Resmi Gazete’de Yayımlanacak Olan Yönetmelikler
Hakkında Kanunun 1/a maddesine göre bakanlıklar ve kamu tüzel kişiliklerinin işbirliğine, yetki ve
görev alanlarına ait hükümleri düzenlediği ve 1/c
maddesine göre kamuyu ilgilendirdiği için Resmi
Gazete’de yayınlanmak zorundadır. Protokol Resmi Gazete’de yayınlanmadığı gibi ‘gizli’ derecesi
verilerek kamu tarafından bilinmesi engellenmiştir.
Bakanlar Kurulu’nun 14.02.2000 tarih 2000/284
numaralı kararıyla 26.10.1994 tarih ve 4045 sayılı
kanuna dayanılarak 12.04.2000 tarih 24018 numaralı Resmi Gazete’de yayınlanan Güvenlik Soruşturması ve Arşiv Araştırması Yönetmeliği hangi
belgelerin gizli olabileceğini anlatmaktadır. Yönetmeliğin Gizlilik Derecelerinin Sınıflandırılması başlıklı
5/b maddesi gizli belgeyi şöyle açıklamaktadır: ‘Bilmesi gerekenlerin dışında diğer kişilerin bilmelerinin
istenmediği ve izinsiz açıklandığı takdirde devletin
güvenliğine, ulusal varlık ve bütünlüğe, iç ve dış
menfaatlerimize ciddi şekilde zarar verecek, yabancı bir devlete faydalar sağlayacak nitelikte olan mesaj, rapor, doküman, araç, gereç, tesis ve yerler için
kullanılır.’ Toplumsal olaylarda askerlerden yardım
istenilmesini düzenleyen bir metnin gizli olmasının
hukuken mümkün olmadığını yukarıdaki gizlilik tanımı daha çok söze gerek bırakmadan anlatmaktadır. Ayrıca toplumsal olaylarda askerlerden yardım
istenilmesine dair Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri
Kanunu’na dayanılarak çıkarılmış açık bir yönetmelik zaten bulunmaktadır.
ARALIK 2014
77
İÇ POLİTİKA
Bu beklentler yalnızca ktdar partsn değl, muhalefetn de yenden dzayn
edlmes arayışlarını çermektedr. Benzer beklentler le Türkye’de daha önce de
benzer grşmler hayata geçrlmştr. Ancak bu part projelernden hç br, toplumdak
yerleşk syasal eğlmler aşarak, kendne br hareket alanı bulamamıştır.
lişiminde de çalışanların taleplerinin siyasal hayata
yansıtılması temelinde sendikaların yürüttükleri mücadelenin belirleyici bir yeri söz konusudur. Toplumsal değişme sürecinde ortaya çıkan yeni toplumsal
talepler, mevcut siyasal mekanizmalar tarafından
karşılanamadığında taleplerini siyasal örgütlenmeler yolu ile dile getirmeleri ve iktidara taşımak üzere
siyasal hayata dâhil olmaları siyasal partilerin belli
bir toplumsal karşılığının olmasında hiç şüphesiz
önemli dinamiklerin başında gelmektedir.
BEKLENTİLER VE GERÇEKLİKLER BAĞLAMINDA
YEN PARTLER
Prof. Dr. Haluk ALKAN
SDE Uzmanı
B
ir siyasal partinin, siyasal hayat içinde yer bulabilmesinin koşulları farklı açılardan ele alınıp
incelenebilir. Toplumsal taban siyasal parti
ilişkisinin oluşmasında öncelikle belirtilmesi gereken
unsur, sosyoekonomik açıdan belirleyici rol oynayan bir toplumsal grubun siyaset sürecine dâhil
edilmemesi ya da önemi ölçüsünde siyasal hayat
78
ARALIK 2014
içinde yer bulamamasıdır. Örneğin Avrupa’da liberal partilerin gelişmesinde, değişen ekonomik dinamiklerin doğurduğu burjuvazinin, aristokrasiyi temel
alan mevcut siyasal işleyiş içinde yeterince yer bulamaması ya da taleplerini mevcut mekanizmalarla
hayata geçirememelerinin büyük rolü bulunmaktadır. İşçi ve sosyal demokrat partilerin doğuşu ve ge-
La Palombara ve Weiner1 partilerin toplumsal bir
karşılık bulabilmelerini üç farklı bunalımın ortaya çıkması ile açıklarlar. Bir ülkede yerleşik otorite ilişkilerinin çözülmeye başlaması ya da işlevselliğini yitirdiğinin anlaşılması veya mevcut siyasal partilerin temsil
ettikleri toplumsal gruplar düzeyinde meşruiyetlerini
kaybetmeleri durumunda “meşruiyet bunalımı” ortaya çıkmaktadır. Böyle bir durumda büyük toplumsal gruplar kendilerini temsil edecek yeni oluşum ve
kadro arayışına yönelirler. Bu arayışa bağlı olarak
yeni siyasal örgütlenmelerin, yayınların çoğalması,
siyasal mücadelenin merkezî bir önem kazanması söz konusu olmaktadır. Siyasi tarihimizde İkinci
Meşrutiyet sonrasında siyasal partilerin hızla çoğalması böyle bir duruma örnek olarak gösterilebilir.
İkinci Meşrutiyet hanedan içindeki bir değişikliği değil, mevcut otorite algılamasında bir değişimi yansıtmaktaydı. Özellikle 31 Mart Vakası gerekçe gösterilerek Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesi,
açık biçimde ülkede güç merkezinin hanedandan
başka bir yere kayacağını göstermekteydi. Buna
karşılık ortaya çıkan otorite boşluğunun kimin tarafından doldurulacağı belirsizdi. Jön Türklerin merkeziyetçi kanadını temsil eden ve ordu içinde güçlü
desteğe sahip İttihat ve Terakki, liberal-ademi merkeziyetçi Jön Türklerin toplandığı Prens Sabahattin
Grubu (Ahrar Fırkası), İslamcılar, Sosyalistler değişik siyasal programları ile kendi çözümlerini yeni
sürece hakim kılmak için bir siyasal mücadelenin
içine girmiş bulunuyordu. Bu oluşumların her biri
kendini genellikle bir siyasal parti programı ile ifade
etmeye çaba harcadı. Türkiye’de 90’lı yılların sonlarından 2002 seçimlerine kadar yaşanan süreçte
de, mevcut siyasal parti ve yönetici kadrolarının
temsil meşruiyetini yitirmelerinin siyasal parti sisteminin değişimine olan etkisini görmek mümkündür.
1991-1999 yılları arasında yapılan genel seçimlerde
katılım oranı sürekli yükselirken, 1995 seçimlerinde
bir önceki seçimlere göre oy verdiği partiyi değiştiren seçmen oranı (büyük partiler bazında) % 30’u,
1999 seçimlerinde % 39’u geçmiştir. 2002 seçimlerinde ise yalnızca seçimlere ilk defa katılan siyasal
partilere yönelen seçmen oranı % 42’dir. Bir önceki
seçimlerde en fazla oyu alan DSP yalnızca % 1,2
oy alabilmiştir. Bu rakamlar, 90’lı yılların ortalarından
itibaren mevcut partilerin seçmeni temsil meşruiyetini önemli ölçüde yitirmeye başladığını ve seçmenin
sürekli bir arayış içinde olduğunu göstermektedir.
La Palombara ve Weiner ikinci olarak “katılma
bunalımı”ndan söz etmektedirler. Katılma bunalımı, farklı toplumsal grupları temsil eden veya onların bir koalisyonu olarak siyasal hayatta yer alan
partilerin zaman içinde bu niteliklerini kaybetmeleri
ve artık o parti içinde temsil imkânı bulamayan grubun ayrılarak yeni bir siyasal partinin çatısı altında
örgütlenmesini ifade etmektedir. Yine Türk siyasetinde CHP’nin taşra örgütlerinde belli bir ağırlığı
olan ve aynı zamanda toplumsal taleplere daha
duyarlı bir politika yanlısı olan grubun İkinci Dünya Savaşı koşullarında yaşanan sosyoekonomik
dönüşümün de bir sonucu olarak parti yönetimi
ile ayrılığa düşmeleri ve Demokrat Parti’yi kurarak
1946 sonrasında siyasal hayatta öne çıkmaları bu
duruma bir örnek verilebilir. Benzer şekilde Cumhuriyetçi Güven Partisi’nin 1967 yılında CHP’nin
ortanın solu siyasetine yönelmesine bir tepki olarak, 1970 yılında Demokratik Parti’nin, Bayar yanlısı
eğilimlerin Demirel’e tepkisi olarak, yine Milli Nizam
Partisi’nin AP içinde yer alan İslami duyarlılığı siyasette öne çıkarmak isteyen grubun girişimleri sonu-
ARALIK 2014
79
Poltk hırs ve dışarıdan yapılan telknler gb olasılıkları dışarıda bırakırsak, böyle br dönemde, bu
özellklere sahp smlern syasal part kurmalarını açıklayablecek tek br neden ortaya çıkmaktadır: Kaos
beklents. Bu beklentnn, AK Part çnde yaşanacak ayrışmayı dışarıdan yönetmek ve olası br bölünmede
konumunu güçlendrmek; yaşanacak büyük br ekonomk krzn doğuracağı gerlmden syasal açıdan
kazanım devşrmek; çözüm sürecnn çıkmaza grmes durumunda bölgede kanlı br çatışmanın başlamasının
üzernden syaset alanı oluşturmak; bütün bu kaos doğuracak gelşmelere koşut olarak Türkye üzernde
artacak dış baskıya cevap vermek gb unsurlara dayandığını da belrtmemz gerekmektedr.
cunda kurulması diğer örnekler olarak sıralanabilir.
AK Parti’nin kurulmasında, Fazilet Partisi’nin 2000
yılındaki Birinci Olağan Kongresi’nde görünür olan
yenilikçi-gelenekçi rekabetinin gelenekçiler lehine
sonuçlanmasının etkisi yadsınamaz. Ancak burada
mevcut siyasal parti içinde temsil imkânı bulamayan
kadrolar, hep siyasal deneyime sahip, aynı zamanda toplumda karşılığı olan talepleri ya da politikaları
temsil eden isimler olmuşlardır.
masının ve diğer iki lidere göre politika belirleme ve
uygulama yeteneğinin toplum tarafından bilinmesinin önemli katkısı olmuştur. 2002 seçimlerinde AK
Parti’nin başarı ile çıkmasında parti lideri Recep
Tayyip Erdoğan’ın, İstanbul Büyükşehir Belediye
Başkanlığı dönemindeki başarısının ve parti kurucularının farklı yönetsel ve siyasal pozisyonlarda
görev yapmış isimlerden oluşmasının büyük rolü
bulunmaktadır.
Bir siyasal partinin belli bir toplumsal tabana dayalı
olarak siyasal hayatta yer edinebilmesinin üçüncü
dinamiği “bütünleşme bunalımı”dır. Ulus devlet politikalarına karşı yerel-etnik kimlik taleplerinin yön verdiği siyasal partiler bütünleşme bunalımının bir yansımasıdırlar. İskoçya Ulusal Partisi (SNP), İtalya’da
faaliyet gösteren Kuzey Ligi bu tür partilere örnek
gösterilebilir. Özellikle küreselleşme sürecine koşut
olarak ulus devlet politikalarının sorgulanmaya başlaması bölgesel partilerin kurulması ve siyasal hayatta yer edinmelerini kolaylaştırmıştır.
Bir siyasal partinin toplumsal taban bulabilmesinin
koşulları daha birçok nedene bağlı olarak açıklanabilir. Ancak bu yazı kapsamında bu koşulların hepsinin üzerinde durulması mümkün olmadığından
burada mümkün olduğunca temel dinamiklerden
bahsedilmiştir. Yukarıda çerçevesi çizilen kapsamda bir siyasal partinin kalıcı olabilmesi;
Siyasal partilerin toplumsal taleplerin ve dinamiklerin bir sonucu olarak gelişme göstermelerinin diğer bir boyutu seçmen düzeyinde parti kadrolarına
yönelik pozitif bir algının bulunup bulunmaması ile
ilgilidir. Burada belki anahtar ifade liderin ya da lider kadrosunun tanınırlığa dayalı bir güven duygusunu seçmende oluşturulabilmesidir. Siyasal parti
deneyimi, politika belirleme ve uygulama deneyimi,
seçimle gelinen bir görevde başarılı bir performans
sergilemiş olma, arayış içindeki seçmenin yönelebileceği özelliklerdir. 1983 seçimlerinde Turgut Özal
liderliğindeki ANAP’ın başarı ile çıkmasında, Özal’ın
24 Ocak 1980 sonrasındaki ekonomi politikasının
mimarı olarak, darbeden önce tanınan bir isim ol-
• Mevcut siyasal sistemin veya siyasal partilerin
seçmenleri temsil noktasında meşruiyetlerini kaybetmeleri ve bu nedene bağlı olarak büyük toplumsal grupların arayışa yönelmeleri,
80
ARALIK 2014
• Siyasal partinin sosyoekonomik değişim sürecinde güçlenen ve yeni taleplerle siyasete katılmak
isteyen toplumsal grupların temsilcisi olarak örgütlenmiş olması,
• Bir siyasal parti içinde belli talepleri temsil eden ve
bu talepleri parti politikalarına yansıtmak yönünde
çalışan parti içi grupların, işlevlerini yerine getiremeyecek bir duruma gelmeleri,
• Ulus devlet politikalarına karşı yerel talepleri öne
çıkaran toplumsal grupların, taleplerini partileşerek
siyasal hayata yansıtmaları,
• Son olarak yeni bir parti oluşumuna yönelen lider ve kadroların, daha önceki deneyim ve siyaset
yapma tarzları ile seçmen tarafından tanınmaları ve
güvenilir bulunmaları,
koşullarına bağlı olarak mümkün olabileceği söylenebilir.
Yeni Partilerin Toplumsal Taban Sorunu
Türkiye’de son dönemde partilerinden ayrılan bazı
isimlerin yeni siyasal parti kurmaları ister istemez,
bu partilerin hangi toplumsal tabana hitap ettikleri, edebilecekleri ve temsil yeteneklerinin bulunup
bulunmadığının sorgulanmasına neden olmaktadır.
Emine Ülker Tarhan’ın liderliğinde kurulan Anadolu
Partisi, İdris Bal liderliğinde kurulan Demokratik Gelişim Partisi ve İdris Naim Şahin liderliğinde kurulan
Millet ve Adalet Partisi birçok açıdan benzerlikler taşıyan üç yeni partidir. Bu üç parti de siyasal açıdan
tanınır, siyasal deneyimi ile öne çıkan isimler tarafından kurulmadılar. Parti liderleri daha çok teknokrat
nitelikleri ile öne çıkan, daha önceki partilerine sonradan katılmış ya da siyasal kariyerleri o parti liderlerinin isteklerine bağlı olarak şekillenmiş isimlerdir.
Tarhan ve Bal, 2011 seçimlerine kadar kendi mesleklerini yapan isimlerdi. Milletvekili olmalarında toplumsal bir destekten çok parti liderlerinin oluru belirleyici oldu. Şahin, siyasetten çok bürokratik kimliği
ile öne çıkan bir isim, onun da kariyeri Recep Tayyip
Erdoğan’ın siyasi kariyerine bağlı olarak şekillendi.
Her üç isim de milletvekilliği dönemlerinde parti teşkilatı ve parti tabanı ile güçlü ilişkileri ile sivrilmediler,
parti liderlerinin belirleyici olduğu kararlarla geldikleri
pozisyonlarda da başarılı olamadılar. Tarhan, CHP
Grup Başkan Vekilliği görevine yeniden seçilemedi,
Şahin ise İçişleri Bakanlığı görevinden kabine revizyonu ile alındı.
Dolayısıyla yeni partileri kuran isimler, kendi partileri ile görüş ayrılığına düşmüş olsalar da, ayrıldıkları
partilerin teşkilatlarında ve tabanında karşılığı olan
veya genel bir toplumsal talebin temsilcisi olarak
öne çıkmış şahsiyetler değillerdir. Tarhan’ın CHP
yönetimine yönelik eleştirileri, parti içinde başka
isimler tarafından da dile getirilmektedir. Üstelik
bu isimlerden bazıları CHP teşkilatı içinde ağırlığı
olan isimler. Yine Tarhan’ın partisinin kuruluş dilekçesini verirken yapmış olduğu eleştiriler temelinde
daha önce kurulmuş siyasal partiler bulunmaktadır.
Tarhan’ın söyleminin sağ seçmene yönelik bir çaba-
yı da içermediği düşünüldüğünde kurulan Anadolu
Partisi’nin hangi seçmen tabanına hitap ettiği, hangi farklılığı ile siyasal hayatta yer bulacağı daha ilk
günden tartışmalı bir hale gelmiştir. Yine söylemleri
ile sol seçmene yönelik bir açılım ortaya koyamayacakları belli olan diğer iki partinin, hangi seçmen
analizine dayanarak, kendilerine gereksinim olduğu
sonucuna ulaştıkları sorusu ortada kalmaktadır.
Son on yılda yapılan seçimlerde sağ oylarda, bir
seçmen arayışı ya da dağılma eğilimi değil, aksine
AK Parti etrafında bir toparlanma eğilimi göze çarpmaktadır. Dolayısıyla kurulan partilerin seçmendeki
bir arayışa karşılık gelmedikleri de ortadadır.
Yeni kurulan partiler yukarıda çerçevesi çizilen koşulların hiçbirini yerine getirmemektedirler ve bu halde
Türk siyasetinde kalıcı bir siyasal harekete dönüşme
olasılıkları da son derece düşük kalmaktadır.
Peki Neden?
Politik hırs ve dışarıdan yapılan telkinler gibi olasılıkları dışarıda bırakırsak, böyle bir dönemde, bu
özelliklere sahip isimlerin siyasal parti kurmalarını
açıklayabilecek tek bir neden ortaya çıkmaktadır:
Kaos beklentisi.
Bu beklentinin, AK Parti içinde yaşanacak ayrışmayı
dışarıdan yönetmek ve olası bir bölünmede konumunu güçlendirmek; yaşanacak büyük bir ekonomik krizin doğuracağı gerilimden siyasal açıdan kazanım devşirmek; çözüm sürecinin çıkmaza girmesi
durumunda bölgede kanlı bir çatışmanın başlamasının üzerinden siyaset alanı oluşturmak; bütün bu
kaos doğuracak gelişmelere koşut olarak Türkiye
üzerinde artacak dış baskıya cevap vermek gibi unsurlara dayandığını da belirtmemiz gerekmektedir.
Bu beklentiler yalnızca iktidar partisini değil, muhalefetin de yeniden dizayn edilmesi arayışlarını içermektedir. Benzer beklentiler ile Türkiye’de daha
önce de benzer girişimler hayata geçirilmiştir. Ancak bu parti projelerinden hiçbiri, toplumdaki yerleşik siyasal eğilimleri aşarak, kendine bir hareket
alanı bulamamıştır.
Dipnot
1
Joseph La Palombara and Myron Weiner, Political Parties and Political Development, Princeton University
Press, Princeton, 1966.
ARALIK 2014
81
İÇ POLİTİKA
PKK–HİZBULLAH ÇATIŞMASI
YENİDEN Mİ BAŞLIYOR?
Dr. Mehmet KURT*
Öğretim Üyesi
1990
6-7 Ekm 2014 tarhnde başlayan
Koban eylemler sırasında KCK’nn
gençlk brm olduğu dda edlen
Yurtsever Devrmc Gençlk Hareket
(YDG-H) üyes olduğu dda edlen br
grup, Hzbullah’a yakınlığıyla blnen
Köy-Der’e baskın düzenlemş ve
Köy-Der üyes üç kş öldürülmüştür.
Köy-Der baskını sürecnde Hzbullah’a
yakınlığıyla blnen brçok dernek ve
Hüda-Par teşklatları baskına uğramış,
Hüda-Par Dyarbakır’ın Twtter
hesabından yapılan çağrı üzerne
Hzbullah mensupları slahlarıyla
sokaklara çıkmıştır. Dyarbakır başta
olmak üzere, Batman, Mardn Kızıltepe
ve Mazıdağı’nda k grup karşı karşıya
gelmş, her k taraftan yrmy aşkın
kş çatışmalar esnasında hayatını
kaybetmştr.
82
ARALIK 2014
’ların Güney Doğu’sunda şiddetin en ürkütücü yüzlerinden biri de Hizbullah-PKK
arasında yaşanan çatışmalardı. 1991 yılının 17 Mayıs’ında Hizbullah mensubu olduğu gerekçesiyle öldürülen
Sabri ve Hayriye Karaaslan’a karşılık, aynı yılın aralık
ayında Hizbullah, PKK bölge sorumlusu olduğu gerekçesiyle Süryani asıllı Mihail Bayro’yu öldürdü. Mihail
Bayro’yu öldüren Hizbullah mensubu Muhammet Ata
Zengin ise, eylem sonrasında polisle girdiği çatışmada
öldürüldü. Hizbullah-PKK arasındaki sorunlar ise bu öldürme vakalarından çok daha önce başlamıştı.
1979 yılında Hüseyin Velioğlu ve 4 kişinin öncülüğünde Batman’da kurulan Hizbullah, 1983’te Diyarbakır’ı
merkez edindikten sonraki birkaç yıl içinde bölgede faaliyet gösteren başka İslamcı grup ve bireylerle sorun
yaşamış, PKK ile sorunları da bu dönemde başlamıştır.
1980’lerin sonuna kadar İran’la ilişkilerine devam eden
Hizbullah, İran’ın şiileştirme politikalarına sıcak bakmadığı için İran desteğini kaybetmiş ama tabandaki ‘agresif’ örgütlenme politikası nedeniyle bölgedeki İslamcı
cemaatler arasında en hızlı büyüyen grup olmuştur. Bu
dönemde Menzil başta olmak üzere İslamcı birey ve
gruplarla cami ve okul örgütlenmeleri nedeniyle yaşanan tartışmalar, bir süre sonra bıçaklı, satırlı kavgalara
dönmüştür. Hizbullah-PKK karşılaşmasının da 1980’lerin sonuna doğru başladığı düşünülmektedir. Bununla
birlikte Hizbullah, PKK tarafından uzun bir süre hafife
alınmış ve ‘birkaç sofikten1’ ibaret görülmüştür. Bu hafife
almanın isabetli bir karar olmadığı, PKK-Hizbullah arasında çatışmaların başlamasından sonra anlaşılacaktır.
Karaaslan çifti ve Mihail Bayro’nun öldürülmesinden
sonraki birkaç ay içinde taraflar arasında ölümle sonuç-
lanan olay sayısı bir düzineyi geçmiştir. 1991 yılından 1996 yılına kadar PKK üyesi ve taraftarı olduğu
gerekçesiyle 500’den fazla kişi Hizbullah tarafından
öldürülmüştür. Diğer yandan Hizbullah üyesi olduğu
gerekçesiyle 200’den fazla kişi de PKK tarafından
öldürülmüştür. Bu ölümlerin verilen rakamlardan
çok daha yüksek olduğu, 1990’larda yaşanan 17
bin civarındaki faili meçhul cinayetin bir kısmının derin
devlet desteğiyle Hizbullah tarafından işlendiği de
sıkça dile getirilen iddialar arasındadır. Bu iddianın
gerçekliği bilinmemekle birlikte, yüzlerle ölçülen ölüm
bilançosu ve bu öldürmelerin şekli, taraflar arasında
etkileri son günlerde daha da belirgin hale gelen düşmanlığın anlaşılması için yeterli göstergelerdir.
1990’ların karanlık yıllarında çoğunluğu sabah saatlerinde, sokak ortasında enseden tek kurşunla işlenen cinayetler Hizbullah’ın sembolü haline dönüşmüş, OHAL koşullarında ‘rahatça işlenen cinayetler’ ise Hizbullah’ın JİTEM/derin devlet bağlantıları
için delil olarak kabul edilmiştir. Derin devlet bağlantılarına dair iddiaları şiddetle reddeden Hizbullah,
PKK-Hizbullah çatışmasının iki tarafın da yararına
olmadığını, bu süreçten devletin faydalandığını kabul etmektedir. Bu duruma dair şüpheleri Anadolu
Ajansı’ndan derlediği verilerle destekleyen Ruşen
Çakır’ın aktardığına göre, Hizbullah-PKK arasındaki
çatışmaların en yoğun olduğu 1992-1996 yılları arasında tutuklanan Hizbullah mensubu sayısı bin 550
iken, Hizbullah-PKK çatışmalarının sonlandığı ve
Hizbullah’ın yeniden toparlanma dönemine girdiği
1997-2000 yılları arasında ise tutuklanan Hizbullah
mensubu sayısı 6 binin üzerindedir. Bu sayı, kamuoyunda Beykoz Operasyonu olarak bilinen 17 Ocak
2000 tarihinde Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu’nun
öldürüldüğü ve Hizbullah arşivinin ele geçtiği tarihten sonra on binleri geçmiştir. Nitekim 1990’ların
ikinci yarısından itibaren Hizbullah’ın ajanlık suçlamasıyla yüzden fazla üyesini infaz ettiği bir iç hesaplaşma süreci yaşadığı bilinmektedir.
Beykoz Operasyonu sonrasında bitme noktasına
gelen/geldiği düşünülen Hizbullah, 2004 yılında
Mustazaflarla Dayanışma Derneği adı altında legal
alanda faaliyetlerine başlamış, takip eden birkaç yılda düzenlediği miting, toplantı ve gösterilerle kamuoyunun gündemine yeniden gelmiştir. 2010 yılında
kapatılan Mustazaflarla Dayanışma Derneği’nden
sonra 2012 yılında kurulan ve Hizbullahla bağlan-
Hzbullah le PKK arasındak
gergnlğ endşe verc sevyeye
çıkaran olaylar se 2014 yerel
seçm sürecnde yaşanmış,
Mardn/Dargeçt’te Hüda-Par
bağlantılı br kş öldürülmüş, yne
Hüda-Par Dyarbakır/Dcle lçe
başkanı kaçırılmıştır.
tılı olduğu iddia edilen Hüda-Par ise ilk defa 2014
yerel seçimlerine katılmış, aldığı 92 bin civarında
oyla Doğu ve Güney Doğu’da AK Parti ve BDP’den
sonra, mütevazı oranda da olsa tabanı olan üçüncü
parti olduğunu ortaya koymuştur. Nitekim Hizbullah
bağlantılı olduğu iddia edilen yüzlerce dernek, televizyon ve radyo kanalı, gazete ve yayınevi bugün
Hizbullah’ın legal alanda faaliyet göstermek istediğinin ısrarı olarak okunmalıdır.
Hizbullah ile PKK arasında 1996 yılında başlayan fiili
ateşkes durumu, her iki grup tarafından da hiçbir
zaman resmi olarak kabul edilmemiştir. Bununla
birlikte 1996 yılından 2011 yılına dek iki grup arasında ölümlü bir vakayla sonuçlanan herhangi bir şiddet eylemi de gerçekleşmemiştir. Elbette Hizbullah
bağlantılı olduğu iddia edilen dernek ve kuruluşlara
çeşitli dönemlerde yapılan saldırılar, gruplar arasında gerginlikler yaratmış ama bu saldırılar ‘sağduyuyla’ aşılabilmiştir. 2011 yılında Yüksekova’da
öldürülen Mustazaf-Der üyesi bir kişinin ölümü
taraflar arasında yeni bir çatışma ortamını başlatmamışsa da bu tarihten itibaren son on yılda artan
sayılarına paralel olarak kamusal alanda görünürlüğü yükselen Hizbullah bağlantılı derneklere çeşitli
saldırılar olmuştur.
Hizbullah ile PKK arasındaki gerginliği endişe verici seviyeye çıkaran olaylar ise 2014 yerel seçimi
sürecinde yaşanmış, Mardin/Dargeçit’te Hüda-Par
bağlantılı bir kişi öldürülmüş, yine Hüda-Par Diyarbakır/Dicle ilçe başkanı kaçırılmıştır. Bunun bir savaş
ilanı olduğunu ifade eden Hüda-Par genel başkanı
Zekeriya Yapıcıoğlu’nun açıklamaları ve aralarında
İnsan Hakları Derneği (İHD) ve Mazlum-Der’in de olduğu 8 sivil toplum kuruluşunun çağrısından sonra
ARALIK 2014
83
yaşanan ayrışma, özellikle kriz dönemlerinde belirginleşmekte ve sonucu her iki taraf için de olumlu
sonuçlanmayacak, provokasyona ve yönlendirmeye
açık bir zemin yaratmaktadır. Özellikle barış görüşmelerinin içerisinde bulunduğu hassas süreç, bu
konuda kalıcı adımlar atılmasını gerekli kılmaktadır.
Taraflardan PKK, yıllardır çatıştığı devlet güçleriyle
masaya oturma iradesi göstermişken, Hizbullah’la
çatışma zemini oluşturabilecek eylemlere girişmesi
barış sürecinin doğasına uygun değildir. Dahası legal
alandaki örgütlenmeleriyle 1990’lardakinden farklı bir
zeminde faaliyet gösteren Hizbullah’ın PKK tarafından meşru bir hareket olarak değerlendirilmemesinin
pratik bir faydası yoktur. Bu nedenle PKK içinde,
1990’larda yaşananlara dair kanaat ne olursa olsun,
Hizbullah’ın tabanı bulunan meşru bir hareket olduğu ve bölge gerçekliğinin bir parçası olduğu kabulü
sürecin normalleşmesi açısından gereklidir.
rehin alınan ilçe başkanı serbest bırakılmıştır. 2014
yerel seçim sürecinde yaşanan gerginlikler Hizbullah
taraftarları arasında ciddi tepkiye yol açsa da karşılıklı çatışma sağduyuyla aşılabilmiş, fakat bu olaylar
taraflar arasında çatışma ihtimalini yadsınamaz seviyeye çıkarmıştır. Nitekim 6-7 Ekim 2014 tarihinde
başlayan Kobani eylemleri sırasında KCK’nin gençlik
birimi olduğu iddia edilen Yurtsever Devrimci Gençlik
Hareketi (YDG-H) üyesi olduğu iddia edilen bir grup,
Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen Köy-Der’e baskın düzenlemiş ve Köy-Der üyesi üç kişi öldürülmüştür.
Köy-Der baskını sürecinde Hizbullah’a yakınlığıyla
bilinen birçok dernek ve Hüda-Par teşkilatları baskına
uğramış, Hüda-Par Diyarbakır’ın Twitter hesabından
yapılan çağrı üzerine Hizbullah mensupları silahlarıyla
sokaklara çıkmıştır. Diyarbakır başta olmak üzere,
Batman, Mardin Kızıltepe ve Mazıdağı’nda iki grup
karşı karşıya gelmiş, her iki taraftan yirmiyi aşkın kişi
çatışmalar esnasında hayatını kaybetmiştir. Yaşanan
çatışmalar bölgede ciddi bir endişe yaratmış ve pek
çok sivil toplum kuruluşunun arabuluculuğuyla sorun
aşılmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda Hatip Dicle’nin
çağrı ve çabaları neticesinde olaylar nispeten yatışmış ama Hizbullah’ın resmi internet sitesi olarak
kabul edilen Huseyni Sevda’dan yapılan açıklamalara göre yeni bir saldırıya misliyle karşılık verileceği
belirtilmiştir. Aynı şekilde saldırılarda hayatını kaybe-
84
ARALIK 2014
den Hüda-Par üyeleri için taziye çadırı kurulmamıştır.
Kürtler arasında taziyelerin kabul edilmemesi, kan
davaları esnasında uygulanan bir gelenek olarak,
öldürülen kişilerin hesabının sorulacağı mesajı vermeye yöneliktir.
21 Ekim 2014 tarihinde Bingöl’ün Karlıova ilçesinde
Hüda-Par üyesi Fethi Yalçın’ın kimliği belirsiz kişilerce öldürülmesi ise 6-7 Ekim olayları sürecinde
yaşanan çatışma sonucu ölümlerle yapı ve şekil
açısından herhangi bir benzerlik taşımamakta, iki
grubun karşı karşıya gelmesine yönelik provokatif
bir eylem olduğu şüphesini güçlendirmektedir. Nitekim Hatip Dicle’nin aynı günün akşamında yaptığı yazılı açıklamada Abdullah Öcalan’ın durumdan
rahatsızlığına değinilmiş, PKK/KCK’nın Hüda-Par’ı
IŞİD’le aynı görmediği vurgulanmış ve öldürülen kişinin ailesine başsağlığı dilekleri iletilmiştir.
PKK tabanının Hizbullah’ı IŞİD’le eşit gören yaklaşımı,
PKK-Hizbullah çatışmasının tarihsel dinamiklerinden
bağımsız değerlendirilemez. 1990’larda Hizbullah
kaynaklı öldürme vakalarının sıklığı, biçimi ve Hizbullah eylemlerine göz yumulması, PKK tabanında ciddi
bir öfke ve tepkiye yol açmıştır. Bu süreçte Hizbullah,
JİTEM/derin devlet odaklarının güdümünde bir örgüt olarak kabul edilmiş ve bugün de bu algı büyük
oranda korunmaktadır. Bu algı ve gruplar arasında
Diğer yandan Hizbullah için de son on yılda legalleşmenin yarattığı ortam, kolaylıkla göz ardı edilebilecek bir fırsat değildir. Legal alandaki faaliyetler
yoluyla Hizbullah, geçmişte elde edemediği meşru
bir zemin bulmuştur. Bugün Hizbullah tabanının
geçmişten çok daha geniş olduğu bilinmektedir.
Bu meşruiyet, şiddete başvurmayan, legal faaliyetleri önceleyen bir toplumsal ve tarihsel ortamda
mümkün olmuştur. Bu nedenle Hizbullah’ın kendini
savunma gerekçesi üzerinden şiddeti başvurulabilir bir enstrüman olarak tartışan söylemi, akabinde
Hizbullah için isteyeceği sonuçlar yaratmayacaktır.
Çatışmalar taraflar arasında ayrışmayı ve düşmanlığı daha da arttırabileceği gibi Hizbullah tabanında
şiddeti bir metot olarak benimsemeyen ve büyük
oranda legalleşme sürecinde Hizbullah’la ilişkilenen bireylerin kopuşuna neden olacaktır. Çatışmaların başlaması, şiddeti gerekli gören Hizbullah
tabanının ise daha radikal gruplara katılımı ve/veya
Hizbullah’ın yer altına çekilmesi neticesinde eksen
ve yöntem kaymasına sürüklenme sonucunu doğuracaktır. 1990’lardakinin aksine legal faaliyet ve
kuruluşlarla görünür hale gelen Hizbullah tabanı ise
şiddet eylemlerine karşı daha korumasız hale dönüşmüştür. Olası bir çatışma durumunda ilk zarar
görebilecek kitle de bu tabandır. Şiddet ortamının
Hizbullah’ın 2004 sonrasında yaşadığı ‘dönüşümü’
boşa çıkarabilecek potansiyeli nedeniyle Hizbullah
için pratik faydası olmayacaktır.
Beykoz Operasyonu sonrasında
btme noktasına gelen/geldğ
düşünülen Hzbullah, 2004
yılında Mustazaflarla Dayanışma
Derneğ adı altında legal alanda
faalyetlerne başlamış, takp
eden brkaç yılda düzenledğ
mtng, toplantı ve gösterlerle
kamuoyunun gündemne
yenden gelmştr. 2010 yılında
kapatılan Mustazaflarla
Dayanışma Derneğ’nden
sonra 2012 yılında kurulan ve
Hzbullahla bağlantılı olduğu
dda edlen Hüda-Par se lk defa
2014 yerel seçmlerne katılmış,
aldığı 92 bn cvarında oyla Doğu
ve Güney Doğu’da AK Part ve
BDP’den sonra, mütevazı oranda
da olsa tabanı olan üçüncü part
olduğunu ortaya koymuştur.
Bu durumun, devlet yetkilileri için radikalleşmenin
artması açısından dikkate alınması ve tedbir alınması gereken yönleri bulunmaktadır. Devlet yetkilileri, Türkiye’de kalıcı bir barışın, farklı Kürt gruplar arasında da sağlanması gereken bir kalıcı barışla mümkün olduğunu değerlendirmeli ve bunun
sağlanması için inisiyatif almalıdır. Bunun etkili bir
yolu ise tarafları barış sürecinin bir parçası olarak,
tercihen yüzleşme ve hakikat komisyonlarının bir
parçası olarak, aynı masada buluşturmak olabilir.
Böylece Hizbullah’ın barış sürecine dair eleştirileri
giderilebileceği gibi, geçmişle yüzleşmenin imkânı
ve kalıcı bir barışın tesisi sağlanabilir.
Dipnot
1
Kürtçede sofu kelimesinin küçümseme anlamında kullanılış şekli.
* Doktorasını Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde tamamlamıştır. Bingöl Üniversitesi Sosyal Hizmetler bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır.
ARALIK 2014
85
APEC’ten G-20’ye
Yeni Küresel Dinamikler ve
Türkiye
Dr. Cemil Ertem
Dünya’nın Yeni Hedefi:
Akdeniz Doğalgazı
Dr. M. Levent Yılmaz
EKONOMİ
APEC’TEN G-20’YE
YENİ KÜRESEL DİNAMİKLER ve
TÜRKİYE
Dr. Cemil ERTEM
SDE Ekonomi Programı Koordinatörü
K
asım ayı içinde, Asya Pasifik İşbirliği Zirvesi
(APEC), G-20 Zirvesi gibi çok önemli küresel zirveler gerçekleşti. Bu zirveler bize göre
önümüzdeki günlerin ekonomi-politiğini belirleyecek
önemde mesajlarla doluydu. Ama bu zirvelerden
önce çok önemli ekonomik ve siyasi gelişmelere de
tanık olduk.
Rusya’nın, Batı’nın bütün yaptırımlarına rağmen yeni
stratejisinde ısrar etmesi ve Putin’e verilen halk desteği neredeyse Batı için bir korku filmine dönüşmüş
durumda. Zirvenin başladığı gün Rusya Merkez Bankası, sürekli değer yitiren Ruble’nin ipini bıraktı. Yani
Ruble’yi serbest dalgalanmaya bırakarak müdahale
etmeyeceğini açıkladı. Bu, ekonomik açıdan, olması
gereken -rasyonel- bir karar olduğu kadar, Batı kaynaklı finansal saldırıya bir meydan okumaydı da.
Rusya bugün 1998 krizinden çok daha farklı bir mali
sisteme sahip. Rusya ekonomisi doksanlı yıllarda küresel finans sermayesi ve bu sermayeyle işbirliği yapan
oligarkların işgali altındaydı. Küçük ve orta boy işletmeler nefes bile alamıyordu; zaten devletçi ekonomi ile
tekelci yapıların arasına sıkışmış durumdaydılar.
Ülke, Sovyetlerden kalan müthiş sanayi ve bilgi teknolojileri altyapısını da kullanamaz haldeydi. Petrol ve
diğer enerji gelirleri, oligarkların denetiminde küresel
finans oligarşisi ile paylaşılıyordu. Ama Putin dönemleri bu süreci tersine çevirdi. Putin’e olan müthiş halk
desteği, (Gallup’un son araştırmasında yüzde seksenleri aşmıştı) Batı’ya karşı hamaset yüklü politikalarından kaynaklanmıyor aslında, birçok gelişmekte
olan ülkede olduğu gibi, yeni bir orta sınıf oluşturmadaki başarısı ve atıl servet birikimini, tabana yayarak sermayeye çevirme başarısından kaynaklanıyor.
Geçtiğimiz on yıllık süreçte, Putin Rusya’sında, tıpkı
Türkiye’de olduğu gibi, ‘eski’ oligarklardan ve devlet
bürokrasisinden ayrı yeni bir orta sınıf kendini göstermeye başladı. Küçük ve orta boy işletmelerin piyasaya girişi, oligark mafyası temizlendikçe açıldı ve bu
dinamik, genel refahı artırdığı oranda, Putin’e desteği
ve güveni de artırdı.
Ruble’nin hızla değer yitirmesi, bütün bu süreçte,
Rus ekonomisini çok sarsmadı. Çünkü Rusya’da
KOBİ’ler, Rusya enerji ve diğer temel emtialarda ithalatçı olmadığı için rublenin değer kaybından ötürü
baskı duymuyor. Yani Ruble’nin hızlı değer kaybı, şu
an Rusya’da sıkışmış spekülatif küresel sermayeden
başka hiç kimseyi endişelendirmiyor. Zaten bütün
kıyameti de bunlar kopartıyor ve Putin de bunun farkında.
Tabii bir de Rusya’nın kamu borcu, GSYİH’sının yüzde
15’ine ancak varıyor, şimdi bu oranı yüzde yüzün altına
indirmeye çalışan ABD ve Avrupa ülkeleri medyasının
bir Rusya krizinden (!) bahsetmesi de ayrıca bu süreçte
altı çizilmesi gereken ironik bir durumdur.
Bunun dışında, herkesin gözden kaçırdığı ama çok
önemli tarihsel bir gerçeklik var; Rusya’nın Sovyetlerden kalma müthiş bir sanayi ve uzay-savaş teknolojilerine dayalı bilgi ekonomisi potansiyelini barındırması
ve bu potansiyelin arz esnekliğinin (her an ortaya çıkma ve dünyalaşma) çok yüksek olması. Böyle olunca
Suudi Arabistan kaynaklı bir arz artışı ile petrolü 80
doların altına getirelim ve Rusya’ya diz çöktürelim tezi
de pek geçerli değil.
Şimdi bu Rusya özetimize, APEC toplantısında Çin
Devlet Başkanı Xi Jinping’in önümüzdeki 10 yılda
1,25 trilyon Dolarlık dış yatırım yapacaklarını söylemesini ekleyin. Bunun anlamı, önümüzdeki 10 yılda
Çin kaynaklı sermaye ihracının en az üç katına çıkması ve küresel finansın kalbinin yer değiştirmesidir.
Bu gerçeğe Yeni İpek Yolu’nun, önümüzdeki on yılda
enerji, hızlı tren ağlarıyla Türkiye ve Akdeniz üzerinden Avrupa’nın Rotterdam Limanı gibi kuzey limanlarına geleceğini de ekleyin. Bu, aynı zamanda, müthiş
bir beşeri sermaye mobilizasyonudur. Yalnız 500 milyon Çinli yollara düşecektir. Batı ve Doğu arasında
çok yoğun bir nitelikli emek mobilizasyonu dönemi
başlayacaktır.
Grafiğimizde 2001’den beri Çin büyümesini ve bunun dünyaya katkısını görüyorsunuz. Çin büyümesi
düşerken Çin’in dünya GSYİH’sına katkısı artıyor. Bu
Çin’in sermaye ihraç ettiği anlamına da gelir. Buradaki makas ve kopuş dikkat ederseniz 2012 yılıdır. Yani
burada Çin-ABD arasındaki “dehşet dengesi” çözülmeye başlıyor. Çin, ucuz emeğe dayalı büyüme ve
fazla vererek ABD’yi (Batı’yı) finanse etmeyi bırakıyor
ve sermaye ihraç etmeye başlıyor.
Bunun tarihsel anlamı şudur, Asya kalkınması küreselleşiyor ve 21. yüzyılı belirleyecek yeni dinamik artık
somut olarak önümüze geliyor.
Bu süreçte Türkiye’nin rolüne tam da buradan yeniden bakmakta yarar var.
Putin ve Papa Francis’in aynı zaman aralığında
Türkiye’yi ziyareti tabii anlamlıdır ama bunlar kadar
ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in Türkiye turun-
88
ARALIK 2014
dan sonra, Obama’nın Cumhuriyetçi Savunma Bakanı Chuck Hagel’in, Obama’nın isteği üzerine görevi
bırakması da anlamlıdır.
ABD’nin Dış ve Savunma Politikaları
ABD, yeni dış politikasını ve buna bağlı olarak “savunma” politikasını yeniden kurgulayacaktır. Bilindiği
gibi ABD’nin dış politikası ile savunma (silahlanma)
politikası birbirinin içine geçmiştir. ABD’nin temel
olarak burada iki yolu vardır; birinci yol George W.
Bush’la somut olarak gördüğümüz stratejik soğuk
çatışma alanlarını -özellikle Orta Doğu- işgal etmek
ve bu şekilde kontrol etmek. İkinci yol ise, Türkiye gibi
eksen devlet olan ülkelerle ilişkileri daha da geliştirip
bu bölgelerin “güvenliği” konusunu eksen devlet olan
Türkiye gibi ülkelere bırakmak.
Chuck Hagel döneminde ABD ikisini de yapmadı.
Yani Orta Doğu’daki sıcak ve soğuk çatışma alanlarını doğrudan işgal ile kontrol altına almadı. Ancak öte
yandan Türkiye gibi axis powers olan ülkelere de tam
anlamıyla güvenip bölgede inisiyatif vermek istemedi.
Dolayısıyla ortaya çıkan ABD’nin ve Batı’nın güvenliğini doğrudan tehdit eden kaos oldu. Şunu hemen
söyleyelim ki, IŞİD tehdidi ABD ve Batı için hatta tüm
sistem için 9/11’i gerçekleştiren El-Kaide’den daha
büyük bir tehdittir.
İşte bu tehdidi tüm dünyaya bela eden bizzat ABD’nin
“ne yapacağını” bilmeyen savunma ve dış politikası
olmuştur. Bunun dışında ABD hem Kafkasya’da hem
de Orta Doğu’da kontrolü kaybettiği gibi, ekonomik inisiyatifi Rusya’ya kaptırmak üzeredir. Afrika’da
Çin’in giderek artan sermaye ihracı, yalnız ABD’nin
bu kıtadaki etkinliğini ve kontrolünü kaybetmesine
neden olmuyor, Afrika’da yeni bir burjuva sınıfı ortaya
çıkıyor ve bu sınıf Batı’nın bu kıtaya şimdiye kadar
ne yaptığının farkında olarak, Batı ile değil, yükselen
Asya sermayesi hatta Türkiye ile iş yapmak istiyor.
Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son Afrika ziyareti bu gerçeği olduğu gibi önümüze koydu. SanıyoARALIK 2014
89
EKONOMİ
rum yalnız ABD’nin değil İngiltere hatta tüm Batı dünyası şöyle bir tercihle karşı karşıya: Ya güçlü bir siyasi
irade ve yükselen ekonomi ile Batı’ya yaklaşan Türkiye gibi eksen devlet ülkelerin bölgesel ve giderek
küresel inisiyatiflerini kabul edecekler ve bu ülkelerde
daha fazla demokrasi ve refah isteklerine olumlu cevap verip bunun yolunu -eskisi gibi- kesmeyecekler;
ya da 20. yüzyılın kanlı dünyasına -yani baba ve oğul
Bushların dünyasına- dönecekler. Bu kanlı yola dönmek, insanlık suçudur artık.
ABD’de Obama’dan sonra 2016’da bir Cumhuriyetçi
Başkan olsa bile, ABD bu yola bizce artık dönemez.
O zaman yapılacak şey bellidir; bakın bu yolu aslında İngiltere çoktan keşfetti. Örneğin ABD ve İngiltere,
Türkiye’nin AB üyeliğini, tam şimdi her zamankinden
daha fazla desteklemeli. AB, Almanya’nın merkez olduğu ve Kıt’a Avrupası ulus-devletlerinin zoraki birliği
gibi devam edemez.
AB, gerçek anlamda bir birlik olmak istiyorsa, kendi
doğusuna doğru genişleyecek ve Türkiye gibi ülkelere
onların da çıkarlarını gözeten çerçevede üyelik sunacak. Bu, AB’nin krizden çıkması için tek yol olduğu
gibi, Orta Doğu ve Kafkasya’daki bütün sıcak çatışma
alanlarının kontrol altına alınması ve soğuk çatışma
alanlarının da barış süreçlerine dönüşmesi demektir.
Ayrıca Doğu Avrupa’nın ekonomik ve siyasi olarak
ayağa kalkması ve Türkiye ile ekonomik entegrasyonu, Rusya’nın Avrasya Birliği’ne bugün tek alternatiftir.
Putin’in Türkiye Ziyareti
Putin’in Türkiye ziyareti işte bu nedenle çok önemli
olmuştur. Putin, 10 bakanı ile yaklaşık 100 milyar doları aşan bir yatırım-ticaret paketi ile Türkiye’ye geldi.
Şundan hiç kimsenin şüphesi olmasın, Türkiye, bundan sonra Rusya’nın hem kendisi hem de bölge için
rasyonel tekliflerine eskiden olduğu gibi Batı’ya bakarak yanıt vermeyecektir. Tamamen kendi çıkarlarını
masaya yatıracaktır ve Rusya ile bu şekilde pazarlık
yapacaktır. Tıpkı AB ile pazarlık yaptığı gibi. Bundan
dolayı içinde bulunduğumuz durum 1945-1989 arasındaki soğuk savaş döneminden çok farklıdır ama
bu dönemin yeni bir soğuk savaşa dönüşmemesi için
90
ARALIK 2014
de ABD’nin 20. yüzyıldan kalma politikalarla devam
etmemesi gerekir.
Bu İran’ın Batı ile entegre olma süreci için de geçerlidir.
İran’ın artık geriye dönmek gibi bir lüksü yoktur. Yalnız
Batı, İran’ı geriye döndürebilir. İran’ın içe kapalı bir diktatörlük olarak kalması Orta Doğu’da bir gerilim unsuru
olmasını ABD’deki militer-sanayi kompleksi ve buraya
bağlı kirli finans oligarşisi tercih ediyor. Türkiye, özellikle
2010’dan beri, İran’ın Batı ile entegrasyonunu içeren
yoğun çaba harcıyor. Geçen ay yapılan nükleer müzakerelerden sonra İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani,
“Nükleer müzakerelerin nihai bir anlaşma sağlanana
kadar ciddiyetle sürdürüleceğini” söyledi.
Ruhani, Viyana’da sona eren onuncu tur müzakereler hakkında, “Bugün nihai bir anlaşma sağlanmamış
olabilir. Ancak nihai anlaşmaya ulaşmak için önemli
aşamalar kat edildi.” dedi.
Şunu unutmayalım; İran’ın sisteme tam anlamıyla
dâhil olması, Türkiye’nin AB üyeliği ve Türkiye’nin özgürce Southern Energy Corridor’u geliştirmesi, New
Silk Road ve Irak Kürdistan Yönetimi ile Türkiye’nin
yaptığı enerji anlaşmaları çok önemlidir. Batı, kendi
selameti için Doğu’nun yolunu açmalıdır. Bu hiç şüphesiz yeni bir dönemdir.
Ve Türkiye İçin Bir Soru...
Yukarıda özetlediğimiz tablo; yani APEC zirvesinin bize gösterdikleri, arkasından G-20 zirvesi ve
Türkiye’nin dönem başkanlığı, Putin’in Türkiye ziyareti ortaya çıkarken Türkiye yoluna nasıl devam
edecektir? Yeni bir Doğu Kalkınması (Re-Orient-A.G.
Frank’ın dediği gibi) gümbür gümbür gelirken, Türkiye bu büyük tsunamiyi karşılamaya hazır mı? Şüphesiz tam burada hem Başbakan Davutoğlu’nun hem
de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söyledikleri önemli ve
yeterlidir ama bu söylemlere Türkiye’nin kurumlarının da ayak uydurması gerekiyor. Öyle gözüküyor ki,
2015-2019 arası Türkiye’de hem sivil toplumun, hem
de devletin bu yönde yeniden yapılanması ya da bunun başarılması, ülkemizin ve bölgenin 21. yüzyıldaki
yolculuğunda belirleyici olacak.
DÜNYA’NIN YENİ HEDEFİ:
AKDENİZ DOĞALGAZI
Dr. M. Levent YILMAZ
SDE Uzmanı
T
ürkiye’nin içerisinde bulunduğu coğrafyanın
zengin yer altı ve yer üstü kaynakları uzun
yıllardan bu yana sürekli olarak gündeme
getirilen konuların başında geliyor. TANAP projesi
ile Şahdeniz Doğalgazının AB’ye taşınması sürecini
başlatan Türkiye, öte yandan Kuzey Irak bölgesel
yönetimi ile imzaladığı 50 yıllık petrol anlaşması ile
küresel enerji oyunlarında bir aktör olduğunu net bir
şekilde ilan etmiş oldu. Şüphesiz bu iki alanda atılan
adımlar oldukça önemli ancak Türkiye’yi bekleyen
en önemli sınavlardan birisi hala karşımızda duruyor; Akdeniz doğalgazı…
Akdeniz’de tespit edilen doğalgaz rezervi ve arama
için belirlenen bölgeler konusu uzunca bir süredir
gündemde. Ancak son günlerde yaşanan bazı gelişmeler bu noktadaki tartışmaların boyutunu artıracağa benziyor. Kasım ayı başında Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi, Yunanistan Başbakanı
Samaras ve Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Anastasiadis
Kahire’de bir araya geldi. Gündem maddelerinin en
önemlisini Akdeniz’e kıyısı olan ülkelerin “münhasır
ekonomik alanları”nın1 tespit edilmesi konusuydu.
Tabi söz konusu ülkeleri bu noktaya getiren şeyin
Akdeniz’deki doğalgaz rezervleri olduğunu kısaca
hatırlamakta fayda var. Bu üç ülkenin üzerinde anlaştığı konuların başında Türkiye’nin Akdeniz’deki
doğalgaz arama çalışmalarını durdurması geliyor.
Tabi söz konusu doğalgaz olunca iş bazen trajikomik bir hal de alabiliyor. Zira darbecilerin iktidarda
olduğu Mısır, adada yıllarca katliamlar yapan Kıbrıs
Rum Yönetimi ve Asala’ya ve PKK’ya verdiği desteği bilinen Yunanistan, “Kahire Deklarasyonu” adı
altında terörle mücadele edeceklerini açıkladılar.
İşin ilginç tarafı bu anlaşmalara önümüzdeki günlerde bir başka terör devleti İsrail’in de dâhil olacağı yönünde haberler de gelmeye başladı. Dahası
2004 yılında Annan Planı2 çerçevesinde iki tarafın
birleşmesine dair yapılan oylamada yüzde 75,38’le
ret oyu kullanan Rumlar bu kez, Kahire’de Kıbrıs
adasının birleşmesi gerektiğine vurgu yapıyor.
ARALIK 2014
91
İşte Türkiye ve KKTC’nin Akdeniz’deki doğal ve
yasal çıkarları, meşruiyetleri bile tartışma konusu
olabilecek söz konusu dört ülke ile karşı karşıya geliyor. Bu noktada Türkiye’nin Akdeniz politikası her
anlamda daha da önem kazanıyor ve süreç giderek
daha da dikkat edilmesi gereken bir hal alıyor. Aşağıdaki haritalar bölgedeki bilinen rezerv alanlarını ve
arama bölgelerini gösteriyor.
Harita-1: Bilinen Rezervler3
Harita-2: Arama Bölgeleri4
92
ARALIK 2014
2009 ve 2010 yıllarında İsrail karasularındaki Tamar
ve Leviathan bölgelerinde tespit edilen yaklaşık 27
trilyon metreküplük doğalgaz rezervi ülkeyi enerji
ithal eden ülke konumundan enerji ihraç eden bir
konuma getirmiştir. Ancak Akdeniz’deki gelişmeler
bununla sınırlı değil. Esas konu Akdeniz ortasında
yer alan Afrodit bölgesinin paylaşımı ile Kıbrıs adasının etrafındaki arama bölgeleri üzerinde yoğunlaşıyor. Harita-1’de bilinen rezervler görülüyor. Ancak
hemen belirtmekte fayda var ki, haritadaki karasuları üzerinde henüz bir anlaşma söz konusu değil.
Harita-2’de ise arama bölgeleri gösteriliyor. Harita’daki 01, 02, 03, 08, 09, 13 ve 12 numaralı bölgelerde Türkiye’nin verdiği arama ruhsatları ile Kıbrıs Rum Kesimi’nin verdiği ruhsatlar çakışıyor. Rum
tarafı ile Türkiye arasındaki tartışmalar bu bölgeler
üzerinden devam ederken, Akdeniz’de doğalgaz
üzerinden olası işbirliği ve tartışmaların nedenini ise
münhasır ekonomik alan tartışmaları oluşturuyor.
Tam da bu noktada yeniden 2010 yılına dönüp Mavi
Marmara’nın İsrail tarafından durdurulduğu noktayı
ele almakta fayda var. Hatırlanırsa İsrail Gazze’ye
insani yardım götüren Mavi Marmara gemisine müdahale ettiğinde en çok tartışılan konuların başında
geminin durdurulduğu alan geliyordu. İsrail geminin
kendi karasularında durdurulduğu iddiası üzerinde durdu. Ancak konuya taraf ülkelerin açıklamaları aksi yöndeydi ve geminin uluslararası sularda
müdahaleye uğradığı ve bu müdahalenin haksız
olduğu yönündeydi. Ancak o günlerde konunun
doğalgaz boyutunu kimse aklına bile getirmemişti.
Bugün anlıyoruz ki, haritalar incelendiğinde İsrail’in
esas hedefinin uluslararası sular olarak kabul edilen
bölgedeki zengin doğalgaz rezervlerini kendi adına
meşrulaştırmak olduğudur.
zervi olan Harita-2’deki 12 numaralı alanın kendi
münhasır ekonomik alanlarında olduğunu iddia etseler de, uluslararası hukukun bu sınırları belirlemede yetersiz kalması ve Birleşmiş Milletler’in henüz
bu konuda net bir girişimde bulunmaması sürecin
giderek daha da çıkmaza gireceğini gösteriyor. Artık Akdeniz’de sıkça duymaya başladığımız tatbikatlar ve bu bağlamda ülkelerin deniz kuvvetlerinin
bölgedeki manevraları oldukça önemli bir hal alıyor.
Bugün gelinen noktada Akdeniz’deki toplam doğalgaz rezervinin büyüklüğünün 100 trilyon Dolar’ın
üzerinde olduğu tahmin ediliyor. ABD’nin borsası
olan Wall Street’teki dünyaya hitap eden ABD şirketlerinin toplam değerinin 19 trilyon Dolar civarında bir büyüklüğe sahip olduğu düşünüldüğünde,
Akdeniz’de suların önümüzdeki dönemde giderek
daha fazla ısınacağını tahmin etmek hiç de zor olmayacaktır.
Türkiye’nin Akdeniz’e ilişkin adımları da uluslararası arenada giderek dikkat çekmeye başladı.
Türkiye’nin ev sahipliğinde Doğu Akdeniz’de yapılan Mavi Balina-2014 Tatbikatı’na katılan Deniz
Kuvvetleri Komutanı Bülent Bostanoğlu’nun açıklamaları oldukça fazla yankı uyandırdı ve Akdeniz’e
kıyısı olan ülkelere önemli bir uyarı oluşturdu. Bostanoğlu tatbikat sırasında verdiği bir mülakatta şu
ifadelere yer vermişti; “Angajman kuralları Başbakanlık tarafından Genelkurmay Başkanlığına,
Genelkurmay’dan da Deniz Kuvvetleri Komutanlığına devredilmiş durumda. Biz bu konuda herhangi
bir durumla karşılaştığımız takdirde verilen angajman kuralları çerçevesinde hareket edeceğiz.”
Hali hazırdaki en büyük sorunu ise Akdeniz’deki
tartışmalı sınırlar oluşturuyor. Akdeniz’e kıyısı olan
ülkelerin hemen hemen hepsi zengin doğalgaz re-
Görüldüğü üzere Türkiye Akdeniz’deki kendi çıkarları ve KKTC’nin çıkarlarını korumak ve gözetmek
adına hem teknik, hem siyasi, hem diplomatik ve
hem de askeri anlamda oldukça kararlı adımlar
atıyor. Önümüzdeki dönemde her ne kadar Akdeniz’deki doğalgaz kaynakları konuşulacak olsa da
esas meselenin tespit edilen kaynakların ne şekilde AB’ye aktarılacağı konusu olacağı kesin. Bu
bakımdan Türkiye’nin elindeki jeo-politik koz giderek önem kazanıyor. Zira Akdeniz’de bulunacak
olası bir rezervin AB’ye ulaştırılmasının en güvenli,
en ucuz ve en az maliyetli projesinin Anadolu Yarımadası üzerinden olacağı konusu belki üzerinde
anlaşmaya varılan tek konu. Ancak bu durumun
getirebileceği rehavete kapılmadan Akdeniz’deki
pozisyonumuzu güçlendirecek ve haklarımızı koruyacak yeni stratejileri de hayata geçirmeye devam
etmeliyiz.
Dipnotlar
1
Deniz Hukuku ile ilgili Birleşmiş Milletler Sözleşmesi uyarınca bir devletin deniz kaynaklarının araştırılması ve kullanılmasında su ve rüzgar enerjisi de dahil olmak üzere
özel haklara sahip olduğu deniz bölgeleridir.
2
Türk ve Rum kesimleri halinde bölünmüş Kıbrıs Adası’nın
bağımsız bir devlet olarak birleştirilmesini öneren Birleşmiş Milletler planıdır. Adını, planı ortaya atan BM eski genel sekreteri Kofi Annan’dan alır.
3
http://www.milliyet.com.tr/dogu-akdeniz-de-enerjidugumu/dunya/dunyadetay/01.04.2013/1687685/default.htm
4
http://www.usakanalist.com/detail.php?id=215
ARALIK 2014
93
İsrail’in Mescid-i Aksa’ya Saldırısı
Prof. Dr. Talip Özdeş
Çözüm Satrancında Yeni Bir Taş: Tarikatlar
Dr. Can Ceylan
Küresel Rekabet Sürecinde
Ankara Yazılım Sektörünün Stratejik Önemi,
Potansiyeli ve Politika Arayışları Raporu
SDE Haber
1514’ün Beş Yüzüncü Yıldönümünde
Türk-Kürt Siyasi İlişkileri ve
Yeni Yüzyıl Çalıştayı Düzenlendi
SDE Haber
100. Yılında I. Dünya Savaşı
Uluslararası Sempozyumu
SDE Haber
Bursa’da SDE Paneli
SDE Haber
Türkiye Konut Sektörü
Gelişmeler – Beklentiler Paneli
SDE Haber
GENEL
İSRAİL’İN
SALDIRISI
Müslümanları tahrk eden bütün bu eylemlern, Müslümanları tahrke ve terörze etmeye yönelk
provokasyonlar olduğunda şüphe yoktur. Amaç, Müslümanların tahkr edlmes yanında İslam’ın
ve Müslümanların terörle özdeşleştrlerek İslam’ın majının krletlmes, üzernden baskı ve şgal
poltkalarının yürütüldüğü İslamafobanın devam ettrlmes! Dünyamızın Syonstlerden ve onların
syasetne alet olan İslam ve Müslüman düşmanı ırkçı ve Hırstyan fanatklerden çekeceğ var!
sadece İsrail askerleri tarafından değil, Haçlı-Siyonist ittifakı içerisinde yer alanlar tarafından İslam’ın
kutsallarına karşı yapılan çirkinlikler Müslümanlara
karşı uygulanan devamlı bir yöntem haline geldi.
Görünüşte Mescid-i Aksa’ya ve Kur’an’a yapılan
çirkinlikler karşısında kim veya kimler tarafından yapıldığı kesin olarak bilinmemekle beraber İsrail’de
bir Sinagoga yapılan saldırı elbette ki onaylanamaz.
Ancak, rüzgâr ekenin fırtına biçeceği de akıllardan
çıkarılmamalıdır.
Din ve Kutsallık Olgusu
Kutsal Olan ve Kutsallık Algısı Üzerne Br Değerlendrme
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
K
udüs’te İsrail askerlerinin Müslümanların ilk
kıblesi Mescid-i Aksa’ya (ana mihrabın ve
minberin yer aldığı bölgeye kadar) postallarıyla girip, Kur’an’a saygısızlık yaparak ağır tahrikte
bulunmalarını takiben İsrail’de gerçekleştirilen sinagog saldırısı, kutsal ve kutsala saygı konusunu
dünyanın gündemine getirmiştir. Dört kişinin ölümüyle sonuçlanan Sinagog saldırısı, Diyanet İşleri
Başkanlığı tarafından yapılan yazılı açıklamayla kı-
96
ARALIK 2014
nanmıştır. İsrail’in, 1967’den beri işgal altında tuttuğu Mescid-i Aksa’nın altında uzun zamandan beri
gizemli bir şekilde yürütmekte olduğu kazı çalışması
da dikkat çekiyor. Bu faaliyetin amacı ile ilgili söylenti ve şüpheler, Mescid-i Aksa’nın zemininde kutsal
Mabed’in kalıntılarının aranması üzerinde yoğunlaşıyor. Bir dinin kutsallarına yapılan çirkinlikler, saldırı
ve hakaretler en ağır insan hakları ihlalleri içerisinde
yer almasına rağmen, ne yazık ki 11 Eylül’den beri
İnsanların din olgusuna yaklaşım ve yorumları, din
karşısında takındıkları tutum ne olursa olsun, din ve
kutsallık olgusu başlangıçta mevcut olmadığı halde
insanlığın hayatına sonradan suni olarak eklenen bir
olgu değil, insan ve toplumların hayatında var olan
asli bir olgudur. Sosyolojik olarak insanlık tarihinin
hangi dönemine gidilirse gidilsin, din karşıtı tutumlara da rastlanmakla beraber en erken dönemlerde
bile bir din ve kutsallık olgusunun varlığı ispatlanmıştır. Kutsal ve kutsallık olgusu evrensel olmakla
beraber, söz konusu olgunun aşkın/müteal alanla
bağlantılı olması, metafizik bir mahiyet taşıması, referans farklılığı, ona tekabül eden soyut kavramların
içeriklerinin ve yüklendikleri anlamların toplumların
kültür, din ve toplumsal zihniyetlerinden bağımsız
olmaması, herkesin üzerinde ittifak ettiği bir tanım
getirilmesini zorlaştırmaktadır. Kutsal ve kutsallık
olgusuna tekabül eden kavramlar, semboller ve
durumlar toplumdan topluma, zaman ve mekâna
göre değişse bile İslamiyet, Yahudilik, Hıristiyanlık,
Zerdüştlük, Budizm, Taoizm ve diğer bütün dinlerde ve toplumlarda kutsallık ve kutsal sayılan şeylerle ilgili inançlar, kavramlar, semboller, anlayış ve
kabullenişler mevcuttur. Bu tamamen insanoğlunun
psikolojik ve manevi dünyasıyla, Tanrı’ya (Allah’a)
yönelmesi ve bağlanmasıyla; yani dini duygunun
tezahürleriyle ilgili fıtri bir durumdur.
Rudolf Otto’ya göre insan, doğuştan “kutsal”ı içinde taşıyarak gelen bir varlıktır. Ona göre kutsal
(holy) tamamen kombine ve kompleks, akli ve akılüstü unsurlardan oluşan doğrudan dinle ve Tanrı
ile bağlantılı bir kategoridir.1 Nitekim sözlüklerde
de kutsal (holy), doğrudan Tanrı ve dinle bağlantılı bir kavram olarak açıklanmaktadır. Profan ise,
kutsalın zıddı olup mabetle, din ve dini gayelerle
bağlantısı olmayan, seküler (kutsal olmayan) anlamına gelmektedir. Kutsalın dini hayatla, profanın da
dünyevi hayatla sıkı bir ilişkisi vardır.2 Batı dillerinde (İngilizce’de) “sacred”, “holy”, “sactity”, “deity”
gibi “kutsal” kelimesine tekabül eden birçok kelime
vardır.3 Türkçe’de “kutsal” olarak telaffuz edilen ve
“mukaddes” kelimesine tekabül eden kelimenin
aslı, Arapça’da temiz ve pak olmak, noksanlıklardan münezzeh olmak anlamına gelen “ka-de-se”
kökünden gelmektedir. “Mukaddes” kavramı Allah
için kullanıldığında, “noksan sıfatlardan münezzeh
olmak” anlamına gelmektedir. Evrenin, insanın ve
her şeyin yaratıcısı olan Allah, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir. Allah’ın isimlerinden olan
“Kuddûs” kavramı da bunu ifade etmektedir. Yine
Kur’an’da kutsal ruh anlamına gelen Rûhu’l-Kudüs
de Cebrail meleğine işaret için kullanılmaktadır.
Çünkü Cebrail kendisine hiçbir kirliliğin bulaşamayacağı şekilde mutahhar (temiz) kılınmıştır.4
Kutsal olanın profan olanın zıttı olması, mahiyet olarak onun dünyevi olmamasını, aşkın, yüce ve müteal olmasını gerektirir. Çünkü dünyevi olan hiçbir şey
mutlak manada pak ve temiz, noksan sıfatlardan
münezzeh olamaz. Bu durumda kutsallık sadece
Tanrı’ya/Allah’a hasredilmesi gereken bir özelliktir. Çünkü sadece her şeyin ve evrenin yaratıcısı,
sonsuz ilim, kudret ve merhametin sahibi, mutlak
manada bütün güzel isimlerin sahibi olan Allah ve
O’na atfedilen şeyler kutsal olma özelliğine sahiptir.
Bu noktada kutsallığı tayin etme hakkı da sadece
Allah’a ait olup, nelerin kutsal olduğu O’nun bildir-
ARALIK 2014
97
Br dnn kutsallarına yapılan çrknlkler, saldırı ve hakaretler en ağır nsan hakları hlaller çersnde
yer almasına rağmen, ne yazık k 11 Eylül’den ber sadece İsral askerler tarafından değl, Haçlı-Syonst
ttfakı çersnde yer alanlar tarafından İslam’ın kutsallarına karşı yapılan çrknlkler Müslümanlara karşı
uygulanan devamlı br yöntem halne geld. Görünüşte Mescd- Aksa’ya ve Kur’an’a yapılan çrknlkler
karşısında km veya kmler tarafından yapıldığı kesn olarak blnmemekle beraber İsral’de br Snagoga
yapılan saldırı elbette k onaylanamaz. Ancak, rüzgâr ekenn fırtına bçeceğ de akıllardan çıkarılmamalıdır.
mesiyle bilinir. Örneğin Allah, Tûvâ vadisinde bulunduğu sırada Musa peygambere seslenirken, onun
içerisinde bulunduğu yerin mukaddes Tuvâ vadisi
olduğunu bildirerek ayakkabılarını çıkarmasını, yalnızca O’na ibadet ederek O’nu anmak için namaz
kılmasını istemiştir.5 Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi dinler açısından bir kısım mekânlar
Allah’ın tezahür ettiği, O’nunla, yani ilk, mutlak
ve sonsuz olanla doğrudan bağlantı kurulan
bölgeler olarak seçilip ayrılmıştır; dolayısıyla
kutsaldır.
Kur’an’ın kutsallığı, onun Allah kelamı olmasından
dolayıdır. Kutsallık atfedilen şey, kelamın kendisidir.
Kur’an’ın metin olarak yazılı olduğu mushafa gelince, ona kutsallık izafe edilmesi kâğıt ve mürekkepten dolayı değil, Allah’ın kelamı ile bağlantısından
dolayıdır. Benzer durum örneğin Kâbe (Beytullah/
Allah’ın Evi) için de söz konusudur. Oradaki kutsallık, Allah’ın o mekânı veya zamanı insanların kendisine ibadet etmeleri, toplanmaları ve manevi bir
yoğunlaşma süreci içerisine girmeleri için sembol
kılmasından dolayıdır. Çünkü insanların kutsalla ilişki kurmaları somut şeyler üzerinden gerçekleşmektedir. Kâbe gibi yeryüzünde somut bir sembol ve
mekân tayin etmeden, milyonlarca mümini belirli bir
zamanda ve mekânda bir araya getirerek ibadete
yoğunlaştırmak mümkün olamazdı. Benzer şekilde
Allah, ilahi kelamını insanlığa vahye muhatap kılınan
toplumun dili ile göndermektedir. Vahyin gönderildiği dil, dünya ile nesnel ve somut olanla doğrudan
bağlantılıdır. Ancak vahyi gönderen (Allah), müteâl,
aşkın ve gaybi olan isim ve sıfatlarını beşere bildirirken bunu yine beşeri olan bir dille (müteşâbih ayetlerlerle) yapmaktadır.6 Kutsala konu olan ilahi vahiy,
beşer lisanı ile insanı muhatap almasıyla gaybi ve
müteâl boyuttan dünyevi boyuta inerken kutsallığı
kendi bünyesinde taşımaktadır. Yegâne kutsal var-
98
ARALIK 2014
lık Allah’tır. Yine O’nunla ilişkisi bulunan yer, zaman,
mekân ve nesnelere kutsallık atfedilebilir.
Kaynağı İlahi Olan Kutsalla Beşer Tarafından
Kutsallık Atfedilen Şeyler Aynı Değil!
Kutsal ve kutsallık kavramları aynı şeye/şeylere delalet ediyor görünseler de ikisi arasında özsel bir
farklılık söz konusudur. Bir şeyin bizatihi kendisinin
kutsal olmasıyla, insanlar (yaratılmışlar) tarafından
bazı şeylere kutsallık atfedilmesi birbirinden tamamen farklı bir durum arz etmektedir. Bunun tayini
tamamen kutsalın mahiyetinin ne olması gerektiği
ve kutsallığın kim tarafından belirleneceği sorularıyla ilgilidir. Bir şeyin kutsal olmasıyla, bazı şeylere kutsallık atfetmek birbirinden tamamen farklıdır.
Aslında dünyevi olanın kutsallık kategorisi içerisine
dâhil edilmemesi gerekir. Ancak şu var ki, kutsallığın algılanması veya bir şeyin kutsal kabul edilmesi, sonuçta insanın ruh ve düşünce dünyasına
hitap eden bir durum olduğu için, gerçekte profan
olduğu halde; yani kutsal olmaya layık olmadığı halde insan ve toplum tarafından kendisine kutsallık
atfedilen birçok durumların varlığı söz konusudur.
Kutsallığı tayin hakkı insana/beşere verildiğinde,
kutsallığa konu edilerek sembol haline getirilen şey
aşkın/müteâl olan Yaratıcı’ya değil, yine dünyevi
ve yaratılmış olana dönmektedir. Bu ise, kutsallığın
ona layık olmayan bir mekâna indirilmesi anlamına
gelmekte olup şirk olgusuyla doğrudan bağlantılı bir
durumdur. İlahi vahyin insan eliyle tahrif edilip safiyetinden uzaklaştırıldığı dini inanç, ideoloji ve anlayışlara gelince, özünde kutsal olmadıkları halde birtakım nesnelere kutsallık atfedilerek üretilen sahte
kutsallıklar üzerinden insan ve toplumlar üzerinde
egemenlik kurulmaya çalışılmaktadır. Orta Çağ’da
kilisenin kutsal kabul edilerek Allah adına mutlak
hüküm yetkisini kendi uhdesine alıp her şeye tahakküm etmeye çalışması buna bir örnektir.
Yahudilik ve Kutsallık
Yahudilik, kutsallık olgusunun merkezi öneme haiz
olduğu, kutsal-profan karşıtlığı üzerine oturan bir
dindir. Yahudilik inancına göre, Tanrı ile özel münasebetlerinden dolayı İsrailoğulları ve Yahudiler
Tanrı tarafından seçilmiş kutsal bir kavmi oluşturur.
Rabbani telakkiye göre İsrail kutsaldır; Tevrat onların yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. Diğer milletler
(kavimler) Tevrat’ı kabul etmeye layık yaratılmamışlardır. Bu yüzdendir ki İsrailoğulları seçkin bir millettir.7 İsrail topraklarının (Kenan İli) kutsallığı da bu
bölgenin Tanrı tarafından İsrailoğulları için seçilmiş,
onlara özel kılınan bir bölge olmasından dolayıdır.
Kudüs’ün önemi, Hz. Süleyman’dan sonra Yehuda bölgesindeki krallığın merkezi ve Mabed’in8
inşa edildiği yer olmasından dolayıdır. Kaynağını
Yahudiliğin kutsal metinlerinden alan inanca göre,
Tanrı’nın yeryüzünde kendilerini seçmesiyle kutsallık kazanan İsrail kavmi ile diğer milletler arasında
ön görülen ayrım, Yahudiler için tahsis edilen İsrail
toprakları (kutsal topraklar) ile yeryüzünün geri kalan kısmı arasında da kurulmuştur. Tanrı’nın İsrailoğulları ve dolayısı ile Yahudiler için seçtiği İsrail
toprakları, Tanrı’nın kutsallığının doğrudan tecelli
ettiği bir bölge olarak kabul edilirken, İsrail toprakları dışında kalan alanlar kirliliğin ve putperestliğin
hâkim olduğu alanlar olarak görülmüştür. Kudüs,
Siyon dağı ve mabet bu kutsal bölgenin merkezinde yer almaktadır.
Yahudiliğin kutsallık anlayışı üzerine yapılacak analitik bir değerlendirme, kutsallık olgusunun Yahudi
kavmine ve tahayyül edilen Yahudi coğrafyasına
indirgendiğini göstermektedir. Hâlbuki kutsallık olgusu, her ne kadar kavim ve toprak gibi nesnelerde somutlaşıyor görünse de, aslında Allah’la aşkın
boyutla doğrudan bağlantılı metafizik bir mahiyet
arz etmekte olup Allah’ın tarih boyu bütün insanlık için ilahi vahiyle teyit ettiği evrensel mahiyetteki
imani, ahlaki ve hukuki değerler üzerinden anlam
kazanmaktadır. Yahudiliğin kutsallık anlayışında ise
evrensel değerler buharlaşıp anlamını yitirmekte,
somut olaylar ve mekânlar üzerinde sembolleşen
kutsallık olgusu, sembol olmaktan çıkarak üzerinde sembolleştiği nesnelerin zatına indirgenmektedir. Daha açık bir ifadeyle, kutsal olan şey, bizatihi
Yahudi kavminin kavmiyeti, nesnesi ve biyolojisi
olmaktadır. Etnik olarak Yahudi kavmine men-
sup olmak, Yahudi kanını taşımak, Tanrı katında
seçilmiş olmayı, masum ve değerli olmayı garanti
etmektedir (!) Hâlbuki Yahudi kavmine mensup olmayan bir başkalarının, ne kadar temiz, masum ve
pak olurlarsa olsunlar, biyolojik ve etnik olarak sırf
Yahudi kavmine mensup olmadıkları için bu kutsallıktan nasipleri yok demektir. Tabi ki Yahudi kavmi
içerisinde herkes aynı derecede kutsallık özelliğine
sahip değildir. Örneğin sıradan Yahudilerle, Yahudi
din adamlarının, kohenlerin ve baş kohenin kutsallıkları aynı derecede değildir. Benzer şekilde toprağın kutsallığı ile ilgili anlayış da bu zeminde teşekkül
etmektedir. Toprak (bölge), üzerinde etnik olarak
takdis edilmiş bir kavim yaşadığı için bizatihi kutsal olmaktadır. Böylelikle kutsallık, Yahudi kavmine
(Yahudilik nesnesine) ve toprağına indirgenerek
dünyevileştirilmekte, diğer bir deyişle profan hale
getirilmektedir. Böyle bir kutsallık anlayışı, tam da
İslam’a göre şirk olarak nitelendirilebilecek bir duruma işaret etmektedir. Kutsallık olgusunu sadece biyolojik manada kavmin kendisine ve kendi toprağına tahsis eden, kendi dışındakileri kutsal dışı ve kirli
kabul eden bir anlayıştan, başkalarının kutsallarına
ne kadar saygı bekleyebiliriz? Yahudilerin, peygamberlik konusunu sadece kendi kavimlerine tahsis
ARALIK 2014
99
edilen bir konu olarak algılamalarının temelinde de
bu zihniyet yatmaktadır.
Allah’ın insanlığa peygamber göndermesi hiçbir
kavmin tekelinde değildir. Evrenin ve içindekilerin
yaratıcısı, âlemlerin Rabbi olan Allah, insanlar ve
kavimler içerisinden dilediğini peygamber seçmeye
kadirdir. Allah dilediğini seçer. Allah’ın kavimler arasından bir kavmi seçmesine gelince, bunun amacı
Allah’ın o kavim (topluluk) aracılığı ile tevhid dinini,
o dinin inanç, ibadet, ahlak, muamelat ve hukuk
alanlarında öne çıkardığı insani değerleri insanlar ve
toplumlar arasında yayıp hâkim kılacak bir model
oluşturmaya matuftur. O kavme böyle bir misyon
yüklenmesi, onları seçilmiş kılmakla beraber kutsal
kılar mı? Söz konusu kavmin Allah tarafından seçilmiş olmakla kutsal kılındığını kabul edersek, bu
kutsallık kavmin etnik yapısı ve biyolojisi ile mi yoksa Allah’ın ve tarihin önünde yüklendiği misyonla
mı doğrudan alakalıdır? Allah tarihe müdahalesiyle
yeryüzünde nice toplumları seçmiş, sahip oldukları
iman ve teslimiyetle, gerçekleştirdikleri yüce misyonla, sergiledikleri ahlaki önderlikle diğer milletlere
üstün ve mübarek kılınmışlardır. Yoksa biyolojik anlamda belirli bir ırka, kavmiyete, etnik yapıya, kabile
ve asabeye mensup olmak üstün olmayı gerektirmez. Sonra hiçbir mensubiyet -ne kadar kutsallık
100
ARALIK 2014
atfedilirse atfedilsin- insan eliyle işlenen çirkinlikleri,
zulüm ve haksızlıkları meşrulaştıramaz. Kur’an’da
da ifade buyrulduğu gibi üstünlüğün ölçüsü belirli
bir cinsiyete, kavim, kabile ve aşirete mensubiyette değil, takvada üstün olmakta aranmalıdır.9 Veda
hutbesinde de vurgulandığı gibi ne Arabın Aceme,
ne de Acemin Araba bir üstünlüğü yoktur. Toprağın veya belirli bir coğrafi bölgenin kutsal kılınması
da böyle... Toprağa kutsallık yüklenmesi doğrudan
toprağın fizyolojisi ve belirli bir coğrafyanın sınırları
ile bağlantılı bir durum olmayıp, o yere ve mekâna
ilahi vahyin inişi, onun peygamberler eliyle insanlığa tebliğinde meydana gelen olaylar, tezahürler ve
yaşanan durumlarla ilgilidir. Siyonist bir bakış açısıyla Arz-ı Mev’ud (vaat edilen topraklar) algısı ve
yorumundan hareketle Filistin toprakları üzerinde
hak iddia ederek haksız işgallerine mazeret oluşturanlar, Filistin halkını ölüme ve tehcire mahkûm
edenler, Müslümanların kutsallarına saldıranlar büyük bir zulüm ve bozgunculuğun içerisinde değiller
mi? Tanrı’yı tapu-kadastro müdürü gibi düşünenler
fena bir aldanışın içerisindeler!
Müslümanların Kutsalına Yapılan Saldırıların
Amacı
Bugün Filistin’de, Irak’ta, Suriye’de, ABD’de, Avrupa veya dünyanın başka bir yerinde Müslümanların
maruz kaldığı olaylar ve gelişmeler, İslam dünyasının büyük bir psikolojik savaşla karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Olay sadece İsrail askerlerinin postallarıyla Mescid-i Aksa’ya girip mescide
ve Kur’an’a saygısızlık yapmalarından ibaret değil! Batı’da Hz. Peygamber’i alaya alan, onu tahkir eden çirkin karikatürlerin, Floridalı papaz Terry
Jones’un 11 Eylül 2010’u “Uluslararası Bir Kur’an
Yakma Günü” ilan ederek kendisine taraf olanlarla
beraber Kur’an nüshalarını yakmaya kalkışmasının üzerinden çok zaman geçmedi. 11 Eylül’den
beri İslam’ın Peygamberi’ne, Kur’an’a ve kutsal
mekânlarına karşı çirkinlikler ve planlı saldırılar gerçekleştirilmektedir. Dahası bu eylemlerin ifade özgürlüğü, basın hürriyeti gibi söylemler üzerinden
mazur görülüp meşrulaştırılmaya çalışılması! Hz.
Peygamber’e hakaret içeren “Müslümanların Masumiyeti” isimli filmin arkasında Evangelik Hıristiyanların, Siyonist Yahudilerin, Neo-conların olması
düşündürücüdür. Müslümanları tahrik eden bütün
bu eylemlerin, Müslümanları tahrike ve terörize etmeye yönelik provokasyonlar olduğunda şüphe
yoktur. Amaç, Müslümanların tahkir edilmesi yanında İslam’ın ve Müslümanların terörle özdeşleştirilerek İslam’ın imajının kirletilmesi, üzerinden baskı ve
işgal politikalarının yürütüldüğü İslamafobianın de-
vam ettirilmesi! Dünyamızın Siyonistlerden ve onların siyasetine alet olan İslam ve Müslüman düşmanı
ırkçı ve Hıristiyan fanatiklerden çekeceği var!
Dipnotlar
1
2
3
4
5
6
7
8
9
Bk. Rudolf Otto, The Idea of the Holy, translation: John
W. Harvey, Oxford University Pres, London 1936, s.
5-7.
Bk. A. Merriam Webster, Websters’s Ninth New Collegiate Dictionary, Merriam-Webster Inc., Publishers
Springfield, Massacuets, U.S.A. 1987, s. 576-577, 939;
Longman Dictionary of Contemporary English, Pearson Education Limited, England, Eight Impression 2006,
s. 778, 1308.
Bk. A. Merriam Webster, a.g.e., s. 335, 576-577, 1035;
Mustafa Çevik, Kutsal’ın Anlam Alanı, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 2007,
Sayı: 13, Bahar, PDF.
Bk. Cemalu’ddin Muhammed b. Mükerrem b. Manzur,
Lisanu’l-Arab, I-XV, Dâru’l-Fikr, Beyrut, tarihsiz, c. VI, s.
166-167. İlgili ayetler için bk. Haşr, 59/23; Cuma, 62/1;
Taha, 20/12; Naziat, 79/16; Maide, 5/21.
Bk. Tâhâ, 20/12-14.
Al-i İmran, 3/7 ayeti müteşabih anlatımla ilgilidir.
Bk. Baki Adam, Yahudi Kaynaklarına Göre Tevrat,
Seba Yayınları, Ankara 1997, s. 52-53.
Mabed hakkında bilgi için bk. Baki Adam, a.g.e., s. 8187.
Hucurat, 49/13.
ARALIK 2014
101
GENEL
Çözüm Satrancında Yeni Bir Taş
TARKATLAR
Dr. Can CEYLAN*
Öğretim Görevlisi
O
rta Doğu’daki terör sorunu değişik örgütlerin isimleri altında örgütlenmektedir. Bu
örgüt isimlerinin çokluğu, terör sorununun
nicelik tarafını arttırırken, tehdidin boyutları üzerinde olumsuz bir illüzyon oluşturmaktadır.
Türkiye başta olmak üzere, teröre karşı tavır alan
ülkeler, aslında arkasında bir-iki rejisör olmasına
rağmen bölge halklarına kısa vâdede huzur sağlamak için etkisiz hâle getirilmesi gereken ve çokmuş gibi gösterilen aktörlerle uğraşmaktadır. Bu
da orta ve uzun vadedeki çözüm için ihtiyaç duyulan enerjinin ziyân olmasına sebep olmaktadır.
dir. Zaten bunca gürültünün amacı da masadakilerin dikkatini dağıtmak ve sorunun çözümüne
odaklanmalarını engellemekdir. Bir benzetme yaparsak, bazı arabalar okulun yanından geçerken
sürekli klakson çalmaktadır. Buradan elde edilecek en ufak bir “başarı”, IŞİD’ın hanesine artı puan
olarak yazılmaktadır.
Terör Minaresine “Sünnî” Kılıf
Büyük resme bakmayı tercih edenler ve bunu yapanlar, terörün müsebbibini, orta ve uzun vadedeki rejisörleri açıkça görebilirler. Dağınık görüntüleri
ve gürültücü yapıları dolayısıyla gözde büyütülmesi
normaldir. Ama bu, hafife alınabilecekleri anlamına gelmez, çünkü her şeyden öte, insan hayatına
kastetmektedirler.
Sözde “Sünnî İslâm” formülünü kullanan, Batı’nın
son iki yüz yıldır yaptıklarının hesabını sorma kisvesine büründürülen ve bir problem gibi göstermeye
çalıştığı şeyin sona ulaşamayacağını bilen IŞİD,
“gidiş yolundan” puan toplamaya çalışmaktadır.
Bunun sebebi, meydanı boş bulması, daha doğrusu meydanın uzun zaman önce yapılan operasyonlarla boş bıraktırılmasıdır. Figüranları, Batı ülkelerinin pasaportunu taşıyor olsa da yapılan terör,
İslâm’ın boynuna yaftalanmaktadır.
Çözümün Tarafları
Bir STK Modeli Olarak Tarikat
Hükûmetin kararlılığı ve stratejik hassasiyetiyle
devam etmekte olan çözüm sürecinde tarafların
masada kalmaları koşulundan vazgeçilmesi düşünülemez. Bunun yanında, El-Kaide, El-Şebap,
Boko Haram gibi isimler olsa da “IŞİD” ismiyle
müşahhaslaşmış terör unsuru, masada devam
eden müzâkerelerin hüviyetini menfi etkilemekte-
Meydanın boş olması, dolduracak unsurların bulunmadığı anlamına gelmez. Onca tahribata rağmen, sâdece biraz kenara çekilmiş ve kendi içinde
işlemekte olan bir yapılanmadır söz konusu olan.
Bu yapılanmayı, İslâm medeniyet târihinin en köklü sivil toplum yapılanması olan tarikatlar oluşturmaktadır.
102
ARALIK 2014
İslâm coğrafyasının hemen her noktasında teşkilatlanma tecrübesi yaşamış olan tarikat yapılanması, Orta Doğu ağırlıklı olmak üzere, Balkanlar
ve Kuzey Afrika’da sosyal hayatın mütemmim bir
cüzü olurken, dinin coğrafî, ekonomik, kültürel vb.
farklılıklara göre yorumlanıp yaşanmasına imkân
vermiştir. Bunun yanında, dinde başka bir tehlike
olan sivil tekelleşmenin de önüne geçme gibi bir
görevi yerine getirmiştir.
Osmanlı, her ne kadar İslâmî hükümler esas alınarak yönetilen bir devlet olsa da, hâkimiyeti altındaki
geniş coğrafyadaki değişik dinlerin inanç sistemlerindeki ve uygulamalarındaki farklılıklara istisnâî
durumlar hâricinde müdahale etmemiştir. İslâm’ın
farklı yorumları genel akide olarak kabul eden farklı
etnik ve kültürel gruplara da, devlet baskısından
uzak ve serbestlik tanıyan bir siyâset uygulamıştır.
Bu uygulamada, Osmanlı coğrafyasının hemen her
noktasında teşkilatlanmış olan tarikatların rolünün
etkili olduğu söylenebilir.”
1925 Engeli
Tarikatlar, yapay sınırlarla oluşturulan yönetim
şekillerinin içinde kalmasına rağmen birçok ortak
paydaya sâhip olan halkların yaşam sürdüğü Orta
Doğu’nun akut hâle getirilmiş sorunlarının çözümünde toplumu oluşturan halkları sivil bir inisiyatif
olarak iletişim içinde tutma görevinden mahrum
bırakılmıştır. Zira birçok hastalığın tedâvisinde kullanılabilen bir ilaç gibi verimli bir çözüm unsuru olabilecek tarikatlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin devreye
sokması gereken hayâtî bir unsurdur. Ancak 1925
târihli ve 677 sayılı tekke ve zâviyelerin kapatılma-
Tarkatlar, yapay sınırlarla
oluşturulan yönetm şekllernn
çnde kalmasına rağmen brçok
ortak paydaya sâhp olan halkların
yaşam sürdüğü Orta Doğu’nun
akut hâle getrlmş sorunlarının
çözümünde toplumu oluşturan
halkları svl br nsyatf olarak
letşm çnde tutma görevnden
mahrum bırakılmıştır. Zra
brçok hastalığın tedâvsnde
kullanılablen br laç gb verml
br çözüm unsuru olablecek
tarkatlar, Türkye Cumhuryet’nn
devreye sokması gereken hayâtî
br unsurdur. Ancak 1925 târhl
ve 677 sayılı tekke ve zâvyelern
kapatılmasıyla lgl kanunu le
Türkye Cumhuryet kend eln
kolunu bağlamış durumdadır ve
resmî yollarla bu unsuru devreye
sokamamaktadır.
sıyla ilgili kanunu ile Türkiye Cumhuriyeti kendi elini
kolunu bağlamış durumdadır ve resmî yollarla bu
unsuru devreye sokamamaktadır.
1925’te yapılan bu müdahale ile insanların kendi
dinî inanç pratiklerini belirleme ve uygulama hakkı
ellerinden alınmıştır. Böylece radikal hatta şiddet
içerikli tepkilerin ortaya çıkmasının önü açılmıştır. Bunun sonucu olarak, beklenen hatta istenen
Şeyh Said İsyanı başta olmak üzere, Menemen
Olayı gibi “İslamafobi mühendisliği”nin sonucu
olan olayların ortaya çıkması kaçınılmaz hâle gelmiştir. Bu olaylar, kendi inanç pratiklerini uygulama
inisiyatifi elinden alınan kitlelerin İslâm’dan yanlış
beslenmesine sebep olduğu gibi, radikalizm getiren baskı-baskıyı “haklı” hâle getiren radikalizm
kısır döngüsünü doğurmuştur.
Cemevi Tecrübesi
Kültür merkezi adı altında açılan ve Alevî çalıştaylarıyla desteklenen ve kısmen de olsa meşrûiyet
ARALIK 2014
103
haber
devreye sokulabilecek bir unsur olarak Türkiye
Cumhuriyeti’nin elinin altında durmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin bu unsuru kullanması, Suriye’deki iç savaşta 200 bin kişinin ölmesine ses
çıkarmayan ama birden vahşete dur demeyi akıl
edip “biz hallederiz” tavrı takınan NATO, ABD, Çin
ve Rusya’nın yanında İran’ın da rahatını bozacaktır.
IŞİD, teopolitik bir sorun olmayabilir ama IŞİD’in de
IŞİD’ın örgütsel markalığını yaptığı jeopolitik terörün de halledilmesinde, politik menfaat ağlarından
uzak durma irfânını içselleştirmiş inanç temelli sosyal yapılanmaların kullanılabilirliği göz ardı edilmemelidir.
kazandırılmasıyla büyük oranda başarı ile test
edilen Cemevi konusunda elde edilen tecrübe,
tarikat yapılanmasının fiziksel mekânları olan tekke ve dergâhların yeniden işlev kazanmasında da
kullanılabilir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti sınırları
içindeki tekke ve dergâhlar, çağın şartlarına uygun
şekilde ihya edilip devreye sokulabilir ve siyasî sınırları aşan, kendi iç disiplin ve kontrol mekanizmasına sâhip tarikat yapılanması aktif hâle getirilebilir.
Siyâsî Sınırların Koparamadığı Bağ
Mezkûr coğrafya dâhilinde siyâsî sınırların engelleyemediği bir birliktelik kurma beceri ve tecrübesine sâhip olan tarikat yapılanması, geç de olsa
1925 önces şartlar, tarkatların
lağvedlp tekke ve dergâhların
kapatılmasına kısmen olsa da
“haklı” vesle olarak kullanılmış
olablr. Ancak 2014’dek şartlar
bu unsurun -breysel dnî hayata
katacağı entelektüel çeştllk
ve dğer fayda başlıklarını
düşünmesek ble, sadece dış
şartların zorlamasıyla dahhya edlmesn kelmenn
tam anlamıyla haklı ve gerekl
kılmaktadır.
104
ARALIK 2014
Kafa keserek ötekileştiren terör piyonlarının karşısına konabilecek, “kapısı herkese açık” ve “birleştiren”
bir nitelik taşıyan ve tarihsel süreçte karşılaştığı her
türlü engele rağmen var olmayı başarmış güçlü bir
potansiyel olarak tarikatların önemi bu yazının öznesidir.
Tarikatların her birinin kendi içinde ve birbirleri arasındaki ilişkiler ağından doğan bu potansiyelin çözüm sürecine ve teröre karşı mücadelede taraflara
sağlayacağı en büyük fayda, yukarıda bahsettiğim
kısa vâdede enerji ziyânına sebep olan unsurlara
karşı ortaya koyacağı sivil duruştur.
CIA ve MOSSAD’ın hiçbir tarihî bağı bulunmamasına rağmen, Kesnizani gibi klasik ve tarihî derinliği
ve secere geçmişi olmayan bir tarikati kullanabildiği coğrafyada, çok daha yaygın bir yapılanma içinde tasavvuf anlayışına sahip olan ama 1925’te çıkarılan kanun ile pasif hâle getirilen klasik tarikatlar,
çözüm sürecinin başarıya ulaşmasından öte, barışın sürekliliğinin istinad noktalarından biri olabilir.
1925 öncesi şartlar, tarikatların lağvedilip tekke ve
dergâhların kapatılmasına kısmen olsa da “haklı”
vesile olarak kullanılmış olabilir. Ancak 2014’deki
şartlar bu unsurun -bireysel dinî hayata katacağı
entelektüel çeşitlilik ve diğer fayda başlıklarını düşünmesek bile, sadece dış şartların zorlamasıyla
dahi- ihya edilmesini kelimenin tam anlamıyla haklı
ve gerekli kılmaktadır.
* İstanbul Ticaret Üniversitesi Öğretim Görevlisidir. Uzmanlık
alanları din ve siyaset antropolojisi, kültürel sosyoloji ve
dilbilimdir.
Küresel Rekabet Sürecinde
Ankara Yazılım Sektörünün Stratejik Önemi,
Potansiyeli ve Politika Arayışları Raporu
Stratejik Düşünce Enstitüsü araştırma ekibi tarafından Ankara Kalkınma Ajansı işbirliğinde hazırlanan “Küresel Rekabet Sürecinde Ankara Yazılım
Sektörünün Stratejik Önemi, Potansiyeli ve Politika
Arayışları” başlıklı sektörel araştırma raporu yayımlandı. Dr. Murad Tiryakioğlu, Dr. Sıdıka Başçı, Dr.
Derya Fındık, Ali Türker ve Burak Yitgin’in kaleme
aldığı raporda; Ankara’nın yazılım sektöründeki potansiyeli ile bu potansiyelin azami derecede değerlendirilmesine yönelik politika önerileri ele alındı.
Raporda, Ankara’nın bilişime yönelik aktiviteleri,
sektör girdileri olan güçlü eğitim kurumları, nitelikli
insan gücü ile ileri teknoloji odaklı sanayi oranı ve
güçlü bir altyapıya sahip olması gibi faktörler dolayısıyla sektörde öncü bir pozisyonda olduğu ifade
edilirken, bu kapsamda küresel yazılım trendleri de
göz önünde bulundurularak bölgenin kalkınması
için gereken stratejiler sıralanmaktadır.
Raporda yazılım sektörünün stratejik önemi şöyle
dile getirilmiştir;
Yazılım sektörü hem iktisadi hem de toplumsal
özellik arz eden bir sektördür. Birçok sektörde temel girdi olarak kullanılan yazılım, bu özelliğinden
dolayı yüksek katma değer yaratmaktadır.
Yazılım sektörünün, diğer sektörlere girdi özelliği
taşımasının ulusal güvenlik açısından kritik önem
arz ediyor olması, yüksek dış ticaret etkisine sahip
olması, etkinlik ve verimlilik artışını sağlayacak özellikte olması sektörün stratejik önemini ortaya koyan
temel unsurlardır.
Yazılımın bilgi odaklı “yeni ekonomi”de oynamakta
olduğu kilit rolün verilerle ortaya konulduğu, Türkiye ve Ankara’nın yazılım pazarından büyük bir pay
almasına yönelik strateji ve faaliyet önerilerinin bulunduğu rapor, dört ana bölümden oluşmaktadır;
“Yazılım Sektörü Toplumsal Yaşam
Alanlarında Pozitif Dışsallıklar Üretir”
Raporda sektörün en temel girdisi olarak “nitelikli
işgücü”nün önemine değinilirken, yazılım sektörünün büyümesinin önündeki en önemli eşiklerden
birinin de yine nitelikli işgücü olduğu ifade edilmiştir. Yazılım sektörünün toplumsal yaşamın farklı
alanları ile bağlantılı olduğunun ve bu bağlantıların
pozitif dışsallıklar ürettiğinin de vurgulandığı birinci
bölümde, yazılım sektörünün diğer sektörlere girdi
olma niteliğinin yanı sıra çalışma hayatını etkileme,
istihdam yapısını biçimlendirme, günlük yaşamı ve
alışkanlıkları değiştirme noktasında önemli rol oynadığının altı çizilmiştir. Bu kapsamda okuyucuya
yazılım sektörünün karakteristiği hakkında kapsamlı bir çerçeve çizen birinci bölüm, yazılım sektörünün kritik rolüne değinmektedir.
“Türkiye’de Yazılım Sektörüne Yönelik
Özel Bir Analiz Yapılmalıdır”
“Yazılım Sektöründe Başarılı Ülke Örnekleri ve Türkiye İçin Çıkarımlar” başlıklı ikinci bölümde; yazılım
sektörünü stratejik bakımdan öncelikli sektörlerden biri olarak kabul eden ve bu yönde geliştirilen
strateji ve politikalarla söz konusu sektörü iktisadi
kalkınmanın önemli bir aracı haline getiren başarılı
ülke örnekleri incelenmektedir. Bu bağlamda ABD,
ARALIK 2014
105
haber
Brezilya, Çin, Hindistan, İsrail ve Güney Kore ülkelerinin yenilikçi yazılım üretme konusunda yeteneklerine değinilmiştir.
özelindeki uygulamaları değerlendirilmekte ve bu
alanda Ankara’nın potansiyelinin açığa çıkartılabilmesi için çeşitli politikalar önerilmektedir.
Rapordaki verilere göre en yüksek yazılım harcamalarını gerçekleştiren 10 yazılım firmasının 8
tanesi Kuzey Amerika’da, 2 tanesi ise Avrupa’da
bulunmaktadır. Buna karşın raporda, yazılım sektörünü stratejik bir sektör olarak kabul ederek bu
konudaki yeteneklerini ve kapasitesini geliştiren
Hindistan, İsrail, Çin ve Güney Kore gibi ülkelerin
de göz ardı edilemeyecek bir potansiyel sergilediği
ifade edilmektedir.
Özellikle savunma sanayi yazılımlarının üretilmesi konusunda öne çıkan Ankara ilinin, medikal
elektronik sektöründe de önemli ölçüde bir büyüme potansiyelinin olduğunun belirtildiği raporda;
Türkiye’de kullanımı ve faaliyetleri hızla gelişen bir
teknoloji alanı olarak vurgulanan Bulut Bilişim, kritik teknoloji alanlarından ilki olarak ele alınmakta,
diğer kritik teknoloji alanları ise; ‘Büyük Veri’, ‘Bilgi
Güvenliği’, ‘Açık Kaynak Kodlu Yazılımlar’, ‘Savunma Sanayi’, ‘Eğitim Sektörü’ ve ‘Sağlık Sektörü’
olarak sıralanmaktadır.
Söz konusu ülkelerin yazılım sektörü ile ilgili olarak
uyguladıkları politikaların Türkiye gibi bu alanda
geriden gelen ülke ekonomileri için sunduğu derslerin de tartışıldığı ikinci bölüm, okuyucuya yazılım
sektörünün önemini kavramış ve uyguladıkları politikalarla yüksek rekabet gücü kazanmış ülkelerin
tecrübelerini aktarmaktadır.
Bununla beraber bu bölümde, Türkiye’nin sahip olduğu potansiyel fırsatlara dikkat çekilirken, ülkenin
en büyük eksikliklerinden biri olarak, sektöre ilişkin
kamu kurumlarının, sivil toplum kuruluşlarının ve ilgili mesleki birlik ve organizasyonların eksikliği, yetersizliği vurgulanmaktadır. Rapora göre bu durum,
Türkiye için yazılım sektörüne yönelik özel bir analizin yapılmasını aynı zamanda sektörel önceliklerin
ve problemlerin belirlenmesini zorlaştıran unsurlardan biridir ve yazılım sektörünün bilişim sektörü ile
birlikte ele alınıyor olmasının da etkisiyle gölgede
kalmaktadır.
“Ankara’da Yazılım Sektörü ve Kritik Teknoloji Alanları” başlıklı üçüncü bölümde ise ilk olarak
yazılım sektörünün Ankara ekonomisi için önemi
tartışılmakta, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin Ankara ekonomisine sağlayacağı katma
değer vurgulanmaktadır. Kritik teknoloji alanlarının
Türkiye’deki durumuna ilişkin genel bir çerçeve çizen üçüncü bölümde, söz konusu alanların Ankara
106
ARALIK 2014
1514’ün Beş Yüzüncü Yıldönümünde
Türk-Kürt Siyasi İlişkileri ve
Yeni Yüzyıl Çalıştayı Düzenlendi
“Ankara Yazılım Temelli Bir Yerli Üretim
Merkezine Dönüştürülmelidir”
Raporun “Ankara’da Yazılım Sektörünün Gelişimine Yönelik Politika Çıkarımları” başlıklı dördüncü
ve son bölümünde, yazılım sektörünün hem Türkiye hem de Ankara için sağladığı fırsatlar sunulan
politika önerileri kapsamında ele alınmaktadır. Raporda politika önerileri “Ankara Yazılım Sektörünün
Potansiyelini Geliştirmeye Yönelik Politika Önerileri”
ve “Kritik Teknoloji Alanlarının Ankara Bölgesi için
Potansiyelini Geliştirmeye Yönelik Politika Önerileri”
olmak üzere ikili bir sınıflandırma kapsamında değerlendirilmektedir.
Ankara Yazılım Sektörünün Potansiyelini Geliştirmeye Yönelik Politika Önerileri, sektöre ilişkin
ölçüm ile ilgili problemlerin çözülmesi, Ankara’nın
yazılım sektöründe ön plana çıkartılması, sektöre
yönelik işgücü ihtiyacını karşılamak amacıyla bir
eğitim merkezi kurulması, Ankara’nın yazılım temelli olarak bir yerli üretim merkezine dönüştürülmesi
olarak sıralanmakta ve tartışılmaktadır. Kritik teknoloji alanlarının Ankara bölgesi için potansiyelini
arttırmaya yönelik politika önerileri ise Bulut Bilişim,
Büyük Veri, Açık Kaynak Kodlu Yazılımlar, Bilgi Güvenliği, Eğitim, Savunma ve Sağlık başlıkları altında
ayrı ayrı incelenmekte ve tartışılmaktadır.
1514 yılında olup bitenleri farklı fikir zaviyeleri üzerinden anlamaya çalışmak ve günümüzde Türk-Kürt
siyasi ilişkilerinin geleceğini tartışmak için 30 Ekim
2014 tarihinde Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde
‘1514’ün Beş yüzüncü Yıldönümünde Türk-Kürt
Siyasi İlişkileri ve Yeni Yüzyıl’ konulu çalıştay SDE
Tarihsel Hafıza Araştırmaları Koordinatörü Orhan
Miroğlu’nun moderatörlüğünde gerçekleştirilmiştir.
Çalıştaya SDE Başkanı Birol Akgün, Prof. Dr. Yasin Aktay, Abdurrahman Dilipak, Altan Tan, Prof.
Dr. Mikail Bayram, Bayram Bozbel, Ufuk Uras gibi
otuzun üzerinde gazeteci, yazar, akademisyen ve
milletvekili katıldı.
Çalıştay, “Osmanlı Dönemi Türk-Kürt Siyasi İlişkileri
ve Sonuçları, Cumhuriyet Dönemi Türk-Kürt Siyasi
İlişkileri ve 2. büyük Karşılaşma (Türk-Kürt) ve Yeni
ARALIK 2014
107
haber
100. Yılında
I. Dünya Savaşı
Uluslararası
Sempozyumu
Yüzyıl ve Çözüm Süreci: İmkânlar, Fırsatlar, Zorluklar” başlıklı 3 ana konu etrafında gerçekleştirildi.
Yoğun bir katılımın olduğu çalıştay SDE Başkanı
Prof. Dr. Birol Akgün’ün açılış konuşmasıyla başladı. Açılış konuşmasında Prof. Dr. Birol Akgün
son derece kritik bir dönemden geçtiğimizi ve bu
kritik süreçte böyle bir çalıştay düzenlemekten
SDE olarak gurur duyduklarını söyledi. Sayın Akgün SDE’nin Türkiye’nin değişim ve dönüşümünün
hızlandığı bu süreçte toplumun ve siyasetin önünü
açmak için elinden gelen bütün çabayı göstereceğini ve bu süreçte her türlü görevi üstlenebileceğini
belirtti. Ayrıca Sayın Akgün “SDE olarak 2013 Mart
ayında başlayan resmi müzakere sürecinin tıkandığı noktalarda SDE’nin bu tıkanıklığı aşmak için elinden gelen çabayı gösterdi ve bu noktada birçok
toplantı gerçekleştirdi ama bugün gerçekleşen çalıştayın çok daha kritik bir noktada bulunmaktadır.
Bunun nedeni ise 6-7 Ekim olaylarıyla birlikte yaşa-
108
ARALIK 2014
maya dair bir güven kaybı yaşanmasıdır. Bir diğer
nokta ise 6-7 olaylarını sadece bir iç sorun olarak
görmeyip bu olay hakkında küresel düzlemde üç
boyutlu yapıcı ve derin tartışmalar yapmak zorundayız “ sözlerini dile getirdi.
SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün ardından ise
SDE Tarihsel Hafıza Araştırmaları Koordinatörü Orhan Miroğlu konuşmalarını gerçekleştirdi. Sayın Orhan Miroğlu, Kürt halkının çözüm süreci ile birçok
şeye ikna olduğunu ve sonuç bekleyen bu çözüm
sürecinin ne Mahabat’ın ne Erbil’in ne Kobani’nin
geleceğine bağlanamayacağını bu sürecin hepsinin üstünde olduğunu dile getirdi.
Sayın Orhan Miroğlu’nun konuşmasının ardından
ise diğer konuşmacılar sırayla söz alarak konu
hakkındaki düşüncelerini dile getirdiler. Gerçekleşen bu çalıştayın ardından konu hakkında bir rapor
hazırlanacak ve bu rapor kamuoyuna sunulacaktır.
3-5 Kasım 2014 tarihlerinde Macaristan’ın başkenti Budapeşte’de “100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası Sempozyumu” gerçekleştirildi. Söz konusu
sempozyuma SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün,
Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü Doç. Dr.
Mehmet Şahin, SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Programı Koordinatörü Dr. Murat Yılmaz ve SDE uzmanı Doç. Dr. Ahmet Uysal katıldı.
3-5 Kasım 2014 tarihlerinde Macaristan’ın başkenti
Budapeşte’de “100. Yılında I. Dünya Savaşı Uluslararası
Sempozyumu” gerçekleştirildi. Söz konusu sempozyuma SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün “100 Yıl Önce,
100 Yıl Sonra: Küresel Güç Dengelerinde Türkiye ve
Balkanlar”, Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörü Doç. Dr. Mehmet Şahin “100. Yılında Sykes-Picot
Düzeni”, SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü Dr. Murat Yılmaz “I. Dünya Savaşının
Türkiye İç Politikasındaki Dönüştürücü Rolü” ve SDE
uzmanı Doç. Dr. Ahmet Uysal ise “Türk Dış Politikası:
1914-2014” başlıklı bildirileriyle katıldılar. Başta Türkiye
ve Macaristan’dan olmak üzere farklı ülkelerden gelen
akademisyenler 100. Yılında I. Dünya Savaşı’nı birçok
yönüyle ele aldılar. Aynı zamanda katılımcı akademisyenler söz konusu sempozyumda güncel konuları da
tartışma imkânı buldular.
Bursa’da
SDE Paneli
Uludağ Üniversitesi tarafından düzenlenen Uludağ
Uluslararası İlişkiler Konferanslarının altıncısı “Jeopolitiğin Dönüşü Mü? Genişletilmiş Bölgelerde Aktif
Diplomasi Zamanı” ana temasıyla 25-27 Kasım 2014
tarihleri arasında Bursa’da, Uludağ Üniversitesi Mete
Cengiz Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi.
Uludağ Uluslararası İlişkiler Konferansları çerçevesinde, alanının önde gelen akademisyen, araştırmacı ve
karar vericileri bir araya getirilmekte ve onların bilgi,
deneyim ve araştırmaları çerçevesinde uluslararası
ilişkilerin tüm alt başlıkları analiz edilmeye çalışılmaktadır. Bu kapsamda Stratejik Düşünce Enstitüsü’nden
de konferansa üst düzey katılım gerçekleştirmiştir.
Konferansın SDE Paneli kısmında SDE Başkanı Prof.
Dr. Birol Akgün’ün başkanlığında “Oynak Coğrafya
Orta Doğu’da Siyaset” başlıklı panel gerçekleştirildi.
Yoğun bir katılımın gerçekleştiği panelde, SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün “Uluslararası Sistemin Dönüşüm Krizleri ve Orta Doğu”, SDE Başkan yardımcısı
ve Dış Politika Koordinatörü Doç. Dr. Mehmet Şahin
“Orta Doğu Krizi ve Devlet Dışı Aktörler”, SDE İç Politika ve Demokratikleşme Programı Koordinatörü Dr.
Murat Yılmaz “Ulus İnşa Süreci ve Türkiye’nin Orta
oğu’dan Kopuşu” başlıklı sunumları gerçekleştirdiler.
ARALIK 2014
109
haber
Türkiye Konut Sektörü
Gelişmeler – Beklentiler Paneli
tarafından hazırlanan ve kendi alanında ilklerden
biri olan “Türkiye Konut Sektörü” raporunun tanıtımı münasebetiyle Stratejik Düşünce Enstitüsü’nde
28.11.2014 tarihinde yapılan panele İstanbul Üniversitesinden Doç. Dr. Dündar Murat Demiröz, SDE
Ekonomi koordinatörlüğünden Dr. Cemil Ertem ve
Dr. Levent Yılmaz konuşmacı olarak katıldılar.
şehirler büyüdü ve şehre yakın yerler konuta açıldı
buda fiyatları etkiledi, arttırdı. Bina inşa maliyetlerinin artması da fiyatların artışını etkiledi.
SDE Başkanı Prof. Dr. Birol Akgün’ün açılış konuşmasını gerçekleştirdiği panelde, Akgün’ün ardından
Dr. Cemil Ertem konuşmasını gerçekleştirdi. Konut
sektörü raporunun nasıl hazırlandığına, hangi aşamalardan geçtiğine değinen Ertem şunları söyledi:
Sektörde balon var diyemeyiz. Çünkü banka verilerine göre arzda müthiş bir artış yok. Buna karşılık
ekonomiye zarar verecek, kriz yaratacak bir fiyat
artışı da görülmemektedir.
“Hazırlanan Konut Raporu spesifik fakat çok yönlü bir rapordur. Bu rapor çok ciddi formülasyonları
içermektedir. Bu rapor, TCMB, TÜİK, KONUTDER’i
temsilen katılan uzmanlar tarafından yapılan çalıştay sonucu hazırlanmış niteliği yoğun bir rapordur.”
Konuşmasında sektöre ilişkin önemli değerlendirmelerde bulunan Dr Cemil Ertem;
“Evet sektörde bir şişme yoktur fakat ciddi bir regülasyona ihtiyaç vardır. Bir düzenleme gerekmektedir. Faiz oranları ile konut sektörü arasında çok
güçlü bir korelasyon vardır. Faizler ne kadar makul
düzeyde olursa bu sektörün gelişmesi de o ölçüde
mümkün olacaktır. Faizlerin daha makul ve sektöre
daha uygun olması gerekiyor.” dedi.
Cemil Ertem’in konuşmasının ardından konuşmayı
devralan Dr Levent Yılmaz hazırlamış olduğu sunumla raporun önemine değindi.
Dünya ekonomisi 2008 Finansal kriziyle karşı karşıyayken bunu en az zararla atlatabilen ülkelerden
biri olan ve kısa sürede de krizin etkilerinden kurtulan Türkiye’nin büyümesinde rol oynayan sektörlerden birisi de inşaat sektörüdür. Yarattığı çarpan
etkisi ve özellikle sağladığı istihdam ile sektör, ekonomi gündeminde önemli bir konu olarak karşımıza
çıkmaktadır. Türkiye ekonomisinin büyüme rakam-
110
ARALIK 2014
larının temel dinamiklerinden biri olacak olan İnşaat
sektörünün % 80’ne yakınını konut inşaatları oluşturmaktadır.
Yılmaz sunumunda, konut sektörünün Türkiye ekonomisinde istihdamda, GSYİH içinde sürekli artan
bir paya sahip olduğunu, inşaat sektörünün artmasın GSYİH’yı arttırdığını dile getirdi.
Bu açıdan sektördeki gelişmeler objektif bir şekilde
izlenerek, sorunlar-öneriler tartışılarak, önemli katılımcıların ve uzmanların da yer aldığı Mayıs 2014’te
bir çalıştay gerçekleştirilmiştir. Tüm bunların sonucunda Stratejik Düşünce Enstitüsü ekonomi birimi
Dr. Levent YILMAZ konuşmasına şöyle devam etti:
“Her ne kadar konut sektörü son dönemde yavaşlasa da Türkiye genç nüfusa hâkimdir ve bu şu demek ki herkesin konut talebi olacaktır ve bu talep
bundan sonrada devam edecektir. Nüfus arttıkça
Konut sektöründe, ekonomide krediye talep edenler üst grup gelirliler değil, genellikle alt ve orta gelirli insanlar kredi talebine devam ediyor.
Faiz artışlarından insanlar kredi alamıyor ve bu da
senetli satışları beraberinde getiriyor. Burada da
düzenleme yapılması gerekir. Türkiye’deki konut
sektörü Amerika’daki Mortgage Sisteminden farklıdır. Amerika’daki gibi konut sektöründe büyük bir
risk görülmemektedir.” diye değerlendirmede bulundu.
Son olarak söz alan, Doç. Dr. Dündar Murat Demiröz ise şunları söyledi:
“Kentsel dönüşüm çok ciddi primler yapmıştır. Konut piyasasında balon yoktur; emlak kredisi piyasasında ciddi bir sorun vardır. Emlak alana da satana da kredi verilmekte... Türkiye’de emlak balonu
yoktur, bankacılık sisteminde balon vardır. Bütün
çarpıklıklar bankacılık sisteminden kaynaklanıyor.”
Türkiye’nin son 10 yıllık ekonomi seyrine baktığımızda konut satışları rekor kırmış bununla birlikte
de konut fiyatları artış göstermiştir. 250’ye yakın alt
sektörü canlı tutan konut sektörü son dönemde de
yavaşlama göstermiştir.
Oluşan izlenimler neticesinde Türkiye konut sektörüne ilişkin olarak Swot analizi yapıldı. Bu analizde
Konut sektörünün üstün olduğu ve de zayıf olduğu yönler değerlendirildi. Panelde sektörün fırsat
ve tehdit analizleri masaya yatırıldı. Soru ve cevap
bölümüyle panele son verildi.
ARALIK 2014
111
Download