ÜNİTE 1. HUKUK HAKKINDA GENEL BİLGİLER AMAÇLAR Bu üniteyi başarı ile tamamlayan her öğrenci; 1.Toplum düzeninin sağlanmasında ve sürdürülmesinde hukukun rolü ve önemini kavrar. 2.Meslek hayatında ve toplum ilişkilerinde karşılaştığı güçlükleri kanuni yollardan çözebilme alışkanlığı kazanır. 3.Adil, mantıklı, hakka ve hukuka saygılı davranışlarda bulunma alışkanlığı kazanır. 4.Konularla ilgili kanun hükümlerinden faydalanma becerisi kazanır. 5. Anayasa ve özellikleri konusunda gerekli bilgileri kazanır. A. HUKUKUN TANIMI Hukuk, bir kavram olarak, hukuk kurallarını ve bu kurallarla ilgilenen bir bilim dalı olan hukuk bilimini ifade eder. İlgili kişilerin hukuk kurallarını uygulayabilmesi için, bunları gerektiği ölçüde öğrenmesi gerekir. Öğrenebilmesi için ise hukuk bilgisine bilimsel bir biçimde yaklaşması gereklidir. İnsanların, grup halinde, toplum içinde yaşadıkları sürece toplumdaki kurallara uygun bir biçimde hareket etmeleri gereklidir. Toplum hayatını düzenleyen çeşitli kurallar vardır. Hukuk kuralları da bunlardan biri ve en önemlisidir. Hukuk kuralları toplumsal hayatı düzenleyen, uyulması zorunlu olan ve uymayanlar için devletçe uygulanacak maddî müeyyideleri bulunan kurallardır. Sosyal hayat nedeniyle herkes kendisi için gerektiği ölçüde hukuk kurallarını bilmek zorundadır. Özellikle sosyal faaliyetleri ve mesleki ve kişisel hayatları dolayısıyla başkaları ile ilişkiye geçen herkes bu sırada uyması gereken kurallardan haberdar olmalıdır. Böylece insanlar hem haklarını yerinde ve doğru kullanmayı ve korumayı hem de başkalarının haklarına saygı göstermeyi öğrenmek suretiyle topluma ve kendilerine faydalı bireyler hâline gelecektir. B. HUKUKUN BÖLÜMLERİ Hukuk kurallarının öğrenilebilmesi ve yerli yerinde uygulanabilmesi için hukuk biliminin alt dallara ayrılması gerekli görülmüştür. Bunun için kullanılan en isabetli ölçü, hukuk kuralının kimler arasındaki ilişkileri düzenlediğine bakılmasıdır. Kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerine uygulanacak kurallar özel hukuk kurallarıdır. Devletin iç işleyişini, kişilerle ve başka devletlerle olan ilişkilerini düzenleyen hukuk kuralları ise kamu hukuku kurallarıdır (bk. Şema 1.2). Kamu hukuku kurallarında, taraftar arasında eşitlik ilişkisi yoktur. Devlet, üstün gücü kullanan taraf durumundadır. Kamu yararı düşüncesi hâkimdir. Örneğin; toplumun yol ihtiyacının karşılanması amacıyla bir arazi, sahibi razı olmasa dahi bedeli verilerek zorla istimlâk edilip yol hâline getirilebilir. Bu işlemlerle ilgili kurallar kamu hukuku kuralıdır. Buna karşılık özel hukuk kuralları kişilerin kanun önünde eşit olduğunu kabul eder. Bireysel adaleti gerçekleştirmeye çalışır. Örneğin; kanun alacaklıya ve borçluya aynı temel hakları tanır. Kim olduğuyla ilgilenmez. Hatta vatandaş olmaması da önemli değildir. Bu nedenle özel hukuk kurallarının kendilerine uygulanması muhtemel kişilerin, önceden anlaşmak suretiyle bunları bertaraf etmesi ve kanundakilerden farklı kurallar kararlaştırması genellikle mümkündür. Diğer bir deyişle özel hukuk kuralları çoğunlukla emredici değillerdir ve aksi kararlaştırılabilir. Kendi aralarındaki ilişkide geçerli olmak üzere tarafların kendi koyduğu kurallar, kanundaki kurallara göre daha önce uygulanır. Örneğin; borçlar hukuku kurallarına göre satıcı ve alıcı aralarında aksini kararlaştırmış değillerse satılan mal, alıcıya malın bulunduğu yerde teslim edilecektir. Fakat satıcı ile alıcı, malın teslim edileceği farklı bir yer kararlaştırabilirler. Yine aynı şekilde kolektif şirket kurulurken ortaklar başka bir kâr dağıtımı oranı ya da ölçüsü belirlemiş değillerse, Türk Ticaret Kanunu’ndaki boşluk doldurucu hüküm uygulanacak ve her ortak sermayesinin oranına bakılmaksızın kâra ve zarara eşit ölçüde katılacaktır. Bununla birlikte, kiracı - kiralayan, işçi - işveren ilişkileri gibi bazı özel hukuk ilişkilerinde, kanunlar sözleşme yapmak isteyen taraflara bazı sınırlar koyar. Sözleşmelerde tarafların bu sınırların dışına çıkması halinde sözleşme tamamen ya da kısmen geçersiz olur. Şimdi hukuk kurallarını, özel hukuk ve kamu hukuku şeklinde ikiye ayırarak ana hatlarıyla inceleyelim. Ancak hatırlatalım ki, ilerleyen ünitelerde ayrıntıya gireceğimizden, bu ünitede özel hukuk kurallarının sadece çok kısa bir özetini vereceğiz. Kamu hukuku kurallarını ise olabildiğince ayrıntılı olarak bu ünitede anlatacağız. 1. Özel Hukuk a. Medenî hukuk Özel hukukun temeli durumunda olan medenî hukuk, kişilerin birbirleri ile olan ilişkilerini inceler. Medenî hukukun temel kaynağı olan yeni Medenî Kanun 2002 yılında yürürlüğe girmiştir. Medenî Kanun başlıca şu dört konuyu düzenlemektedir: Kişiler hukuku, hak ve borçların tarafı ve konusu yani hukuk kurallarının en önemli muhatabı olarak kişi kavramını tanımlar. Gerçek ve tüzel kişileri inceler. Hak ve fiil ehliyetinin sınırlarını belirler. Aile hukuku gerçek kişiler denilen insanların aile ilişkilerini, ailenin kuruluşunu (nişanlanma, evlenme), aile fertlerinin birbirlerine karşı hak ve yükümlülüklerini ve çocukların durumunu düzenler. Miras hukuku, gerçek kişilerin (insanların) ölümü ile birlikte geride kalan mal varlıklarının kimlere ait olacağını ve nasıl paylaştırılacağını düzenler. Eşya hukuku, iktisadî kıymet ifade eden ve mülkiyet ve benzeri haklara konu olabilen şeyler ile bunlar üzerindeki hakların kazanılması, kullanılması ve kaybedilmesiyle ilgili kuralları düzenler. Bunların dışında bir de medeni hukukun kapsamında yer almakla birlikte ayrı kanunla düzenlenmiş olan borçlar hukuku vardır. Bu hukuk dalı, kişilerin birbirleri ile olan ekonomik ilişkilerini düzenler. Borçlar hukukunun temel kaynağı 1926 tarihli Borçlar Kanunu’dur. Günlük hayatta karşılaşılan ya da gerçekleştirilen satın almak, kiralamak, ödünç almak, çalışmak ve benzeri ekonomik değer taşıyan bütün faaliyetlerin bir ihtilâfa sebep olması mümkündür. Borçlar hukuku bu türden ihtilâfları çözmekle görevli hâkimin uygulayacağı kuralları göstermektedir. b. Ticaret hukuku Kişiler arasında kurulan ve ekonomik değer taşıyan borç ilişkileri, ayrıca ticarî bir özellik gösteriyor olabilir. Örneğin; taraflardan biri tacirse ya da yapılan iş bir ticarî işletmeyle ilgili ise bu durumda uygulanacak borçlar hukuku kuralları da özel nitelik taşımalıdır. İşte ticaret hukuku, ticarî nitelik taşıyan bu özel kuralları koyar ve kimlere ne şekilde uygulanacağını gösterir. Bu hukuk dalının temel kanunu durumunda olan 1956 tarihli Türk Ticaret Kanunu’nda sırasıyla şu konular düzenlenmiştir: * Birinci bölümde ticaret hayatı ile ilgili temel kavramlar ve kurallar düzenlenmiştir. Örneğin; ticarethanenin unsurları, tacir olmanın sonuçları, ticarî defterlerin delil olmasının şartları, tacirin yardımcıları gibi. * İkinci bölümde şirketler hukuku başlığı altında ticaret hayatında önemli yer tutan ticaret şirketlerinin kuruluşu, işleyişi, ilişkileri ve sona ermesi düzenlenmiştir. * Üçüncü bölümde kıymetli evrak denilen ve ticaret hayatında çok kullanılan bono, poliçe, çek ve diğer senet türleri incelenmiştir. * Dördüncü bölümde deniz ticaretine ilişkin kurallar düzenlenmiştir. * Beşinci bölümde ise ticarî bir faaliyet olarak kabul edilen sigortanın hukukî esasları belirlenmiştir. c. İş hukuku İşçi ve işveren arasındaki hizmet sözleşmesi, kişiler arasında kurulan ekonomik bir ilişkiyi ifade eder. Bu nedenle borçlar hukukunun konusunu oluşturur. Ancak işçilerin genellikle işverenlere göre daha zayıf ve korunmaya muhtaç olması, bu dengesizliği önlemeye ve zayıf taraf olan işçiyi korumaya yönelik kurallar koymayı gerektirmiştir. İş güvenliği, sendika, grev hakkı gibi. Bu kuralların kapsamı artınca, iş hukukunun ayrı bir hukuk dalı hâline geldiği kabul edilmiştir. İş hukuku, bu korumacı ve müdahaleci özelliği nedeniyle çok sayıda emredici kuralı içerdiği için bazen kamu hukukuna da dahil edilmektedir. d. Devletler özel hukuku Birbirleri ile hukukî ilişkiye giren kişiler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ise aralarında çıkan ve Türk mahkemelerinde çözülmesini istedikleri uyuşmazlıklara Türkiye Cumhuriyeti'nin koyduğu kurallar uygulanacaktır. Ancak hukukî ilişkide tarafların vatandaşlık bağının farklılığı ya da ilişkinin kurulduğu yerin özelliği nedeniyle farklı devletlerin hukuk kurallarının uygulanması gerekebilir. Bu hâlde bunlar arasından hangisinin tercih edilmesi gerektiği sorusunu bu hukuk dalı cevaplandırır. Örneğin; bir İngiliz ile bir İranlının Türkiye'de evli olması halinde aralarındaki şiddetli geçimsizliğe Türk Mahkemelerinin müdahale edip edemeyeceği karmaşık bir konudur. Aynı şekilde mirasçıları arasında Türk vatandaşı da bırakarak ölen bir Amerikalının, Türkiye'deki mallarının kimlere ve nasıl dağıtılacağı da birden çok devletin hukukunun uygulanma ihtimalini gündeme getirir. Bu gibi durumlarda, hangi hukukun öncelikle uygulanacağını bulmak yönünden, konu öncelikle bu hukuk dalını ilgilendirir. 2. Kamu Hukuku a. Anayasa Hukuku Anayasa Hukuku üç konuyu ele alır. Birincisi, devletin temel ilkelerinin belirlenmesi. İkincisi, yasama, yürütme ve yargı olarak ayrılan devlet kuvvetlerinin çalışma prensiplerinin ortaya konulması. Üçüncüsü de temel haklar ve ödevler kapsamında, devlet ve vatandaş arasındaki ilişkilerin düzenlenmesidir. Anayasa Hukukunun temel kaynağı durumunda olan Anayasa da bir kanundur. Ancak diğer kanunların üzerinde bir gücü vardır. Anayasa, devletin ve hukuk sisteminin temellerini oluşturur. Bu temellere uygun bir sistemin ayrıntılarını ise kanunlar ile tüzük, yönetmelik vb. diğer hukukî metinler belirler. Bu metinlerde yer alan kurallar anayasaya aykırı olamazlar. Buna anayasanın üstünlüğü ilkesi denir. Anayasanın üstünlüğünün sağlanabilmesi amacıyla, değiştirilmeleri daha ağır kurallara bağlanmıştır. Alelade bir kanunun meclis tarafından kabul edilmesi için toplantıya katılanların yarıdan bir fazlasının, (salt çoğunluk) kabul oyu vermesi gerekli ve yeterlidir. Oysa anayasanın değiştirilebilmesi için bu çoğunluk yeterli değildir. Vasıflı (nitelikli) çoğunluk sağlanmış olmalı yani Meclis üye tam sayısının en az beşte üçü tarafından değişiklik kabul edilmelidir. Ayrıca kabul oyu verenler üçte ikiye ulaşamamışsa değişiklik bir de halkoyuna sunulur. Bu halde oylamaya katılan halkın yarıdan fazlası değişikliği uygun bulursa değişiklik geçerli olur. Anayasanın üstünlüğü ilkesi nedeniyle, diğer kanunların anayasaya aykırı olup olmadığının denetlenmesi gerekir. Bu denetim ülkemizde, yetkililerin açabileceği davalar üzerine Anayasa Mahkemesi tarafından gerçekleştirilmektedir. Yetkililer; Cumhurbaşkanı, iktidar partisi meclis grubu, ana muhalefet partisi meclis grubu ve Meclis üye tam sayısının en az beşte birine ulaşan milletvekilleridir. Ayrıca bireylerin talebiyle Anayasa Mahkemesine iptal davası açılması da mümkündür. Bunun için, öncelikle, bir kanun hükmü kendisine uygulanacak olan kişinin, kanunu uygulayacak olan hakimi, kanunun anayasaya aykırılığı konusunda ikna etmesi gerekir. Ancak davanın taraflarının bir talebi olmamasına rağmen, hâkim de davada uygulayacağı kanunun anayasaya aykırı olduğuna karar vermiş olabilir. Anayasa Mahkemesi de bu görüşü benimserse kanundaki ilgili hükmü iptal eder. Anayasa Mahkemesinin Meclisin çıkardığı kanunları iptal edebilmesi, Meclisin üzerinde yetkiye sahip olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle, hakimiyetin kayıtsız şartsız millette olması kuralı ile çelişmez. Çünkü Anayasa Mahkemesi iptal kararı ile, sadece, Meclisi yürürlükte tuttuğu iki kanundan birinin (yeni kanunun) diğerine (anayasaya) uymadığı konusunda ikaz etmiş ve tedbir almış olur. Meclis için iki yol vardır. Meclis ya kanunu mevcut anayasaya uygun olarak yapacaktır ya da gerekli çoğunluğu elde etmek suretiyle önce Anayasayı istediği gibi değiştirecek ve ardından kanunu ilk istediği gibi yeniden çıkaracaktır. O hâlde Anayasa Mahkemesi, Meclisin kanun yapmaya yetkili küçük (vasıfsız) çoğunluğunun üzerinde; ancak anayasa yapmaya ve değiştirmeye yetkili büyük (vasıflı) çoğunluğunun altındadır. Nitekim Meclisin, anayasayı değiştirmek suretiyle Anayasa Mahkemesinin yetkilerini daraltmaya ya da tamamen kaldırmaya dahi yetkisi vardır. Anayasanın içeriği ile ilgili bilgiler aşağıda (E. Anayasa) başlığı altında verilecektir. b. Yönetim (İdare) hukuku Yönetim hukuku, ana hatlarını Anayasa hukukunun belirlediği, devlet yönetimini (yürütme organını) ve çalışma şekillerini ayrıntıları ile inceleyen hukuk dalıdır. Buna göre idare hukuku; idarî teşkilât, idarî personel, idarî işlemler (kamu hizmetinin görülmesi) ve idarenin mahkemeler eliyle denetimi konularındaki hükümleri içerir. Türkiye'nin idarî teşkilâtı genel idare ve mahallî idare olarak iki gruba ayrılır (bk. Şema 1.3). Genel idare, ülkenin her tarafı ile ilgili olan idare birimlerini ifade eder. Örneğin; Jandarma teşkilâtı ya da Millî Eğitim Bakanlığı, ülkenin tamamına yayılmış bir hâlde hizmet görür. Genel idarenin merkezî teşkilâtı başkent Ankara'dadır. Cumhurbaşkanı başta olmak üzere Başbakan ve Bakanlar Kurulu ile Bakanlıklar ve bunlara bağlı birimler üst seviyede karar ve icra organı olarak başkentte faaliyet gösterirler. Ancak hizmetin başkentten yürütülmesine imkân olmadığından, merkez teşkilâtı, taşrada temsilcileri vasıtasıyla faaliyet yapar. Buna, taşra teşkilâtı denir. Aralarında bir ast üst ilişkisi vardır. Örneğin; Millî Eğitim Bakanlığı (Merkez Teşkilâtı) bir ilde yeni bir okul açılmasına karar verir. Durumu taşra teşkilâtına iletir. Devletin ve dolayısıyla Millî Eğitim Bakanlığının ildeki temsilcisi olan vali, hazırlıkları ve hizmeti yürütür. Vali bu konuda, Millî Eğitim Bakanlığının ildeki özel temsilciliği olan ve kendisine bağlı bulunan Millî Eğitim Müdürlüğünü kendi emrinde çalıştırır. Merkez teşkilâtının taşra temsilcileri arasında birliği sağlamak amacıyla illerde valiler ve ilçelerde de kaymakamlar (coğrafî olarak içinde bulunduğu ilin valisine bağlı olarak) hizmet görürler. Bulundukları yerdeki idarî personelin doğrudan ya da dolaylı olarak amiri durumundadırlar. Örneğin; Ankara Valisi, Ankara ilindeki, Elazığ valisi de Elazığ ilindeki taşra teşkilâtının başı durumundadır. (Ankara'nın aynı zamanda başkent olması bu durumu ya da yetkilerini değiştirmemektedir). Mahallî idare bir coğrafî bölge ya da yerleşim yeri için yetkili olan idarî teşkilâtı ifade eder. Yerinden yönetim ilkesine göre faaliyet gösterirler. İl özel idaresi, belediye idaresi ve köy idaresi olarak üç türlüdür. Bu idarelerin organları genellikle o mahalde yapılan seçimde belirlenir. Örneğin; bütün il ve ilçeler ile bazı büyük köylerde bulunan belediye idaresinde, başkan ve belediye meclisi üyeleri seçimle belirlenir. Yine bütün köylerde bulunan köy muhtarı ve ihtiyar meclisinin bir kısım üyeleri de seçimle göreve gelirler. Böylece yerinden yönetim ilkesini hakkıyla uygulayabilecek idareciler; demokratik usulle, halk (yönetilenler) tarafından belirlenmiş olur. Mahallî idarelerin yetkileri de yine kanunlarla belirlenmiştir. Buna göre mahallî idareler, genel idarenin yetki alanı dışında kalan ve yöreden yöreye değişiklikler gösteren hizmetleri görmekle görevlidir. Örneğin; eğitim ya da sağlık ihtiyacı nitelik olarak standarttır ve öyle de olmalıdır. Yöreden yöreye değişmez. Dolayısıyla genel idarenin yetki ve görev alanına dahildir. Oysa yeşil saha ve otopark ihtiyacı mahallî şartlar ve imkânlara bağlı olarak değişebilir. Bunu en iyi takdir edecek olan da mahallî idaredir. Dolayısıyla şehir imar plânlarını hazırlamak, şehrin neresinde hangi tür inşaata izin verileceğini belirlemek, belediyenin görevidir. İdarî hizmetlerin görülmesinde görev alan idarî personel değişik gruplara ayrılır. Kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli görevlere atanan personele memur denir. Başbakanlık müsteşarından köydeki öğretmene kadar, birbirine ve Bakanlar Kuruluna ast üst ilişkisi ile bağlı herkes memurdur. Memur için asıl amaç bu yolla geçinmek ya da para kazanmak olmayıp milletine ve devletine hizmet etmektir. Bu nedenle memur olmak isteyenlerin öncelikle tam bir vatan ve millet sevgisi ile manevî fedakârlık duygusuna sahip olması beklenir. Aksi takdirde kendi şahsî menfaatleri uğruna vatan ve millet menfaatlerini hiçe saymaları ve dolayısıyla ellerindeki kamusal gücü ve yetkiyi kötüye kullanmaları mümkün olur. Memurların geçinmek amacıyla ticaret, ziraat vb. başka bir iş yapmaları yasaktır. Asıl amacı memurun geçimini sağlamak olan maaşın belirlenmesinde ölçü olarak sadece verimli ve çok çalışmaya bakılmaz. İhtisas, kıdem, temsil yeteneği, sorumluluk, risk, fedakarlık gibi hususlara da bakılır. Maaş için çalışmadıklarından, memurların işçiler gibi bir pazarlık hakkı yoktur. Bu nedenle memur sendikalarına grev hakkı verilemez. Buna karşılık memurların daimî iş (kadro) garantisi vardır ve haksız şikâyetlere ve hareketlere karşı korunurlar. Devletin kamu hizmeti olarak yürüttüğü, ancak çalışanların mutlaka özel olarak korunması ve memur statüsüne sahip olması gerekmeyen bazı faaliyetler, işçilere gördürülmektedir. Örneğin; bir kısım inşaat, ulaşım ve belediye hizmetleri böyledir. Bu işçiler, devlete çalışmakla birlikte, özel sektördekiler gibi geçinmek için çalışır ve çalıştıklarının karşılığını alırlar. Alamadıklarını düşünüyorlarsa pazarlık imkânına ve bu amaçla sendika ve grev hakkına sahiptirler. Buna karşılık memurların aksine işçilerin devamlı iş ve kadro garantisi yoktur. İşe yaramayan ya da hizmetine ihtiyaç duyulmayan işçinin işine son verilir. Milletvekili, belediye başkanı gibi bazı kamu görevlileri, seçimle iş başına gelirler. Demokraside devletin iradesini bunlar oluştururlar. Kendilerini seçen ve dolayısıyla vekâlet veren halktan yetki ve emir alır ve yine ona karşı sorumlu olurlar. Bu nedenle, klâsik anlamıyla memur değildirler. Hizmetleri beğenilmediği takdirde yeniden seçilemezler. Milletin vekili olarak millet adına faaliyet yaparlar. Faaliyetleri sırasında yaptıkları ya da yapacakları var sayılan masraflara karşılık ödenek (tahsisat) ve bazı hâllerde maaş alırlar. İdarenin denetimi de idare hukukunun konularındandır. Devlet idaresi her gün binlerce işlem ve faaliyetle bireylerin karşısına çıkmakta ve kendisini göstermektedir. Örneğin; memur almak, ihale yapmak, toplu taşımacılık yapmak, vergi işlemleri yapmak, öğrenci yetiştirmek, diploma vermek ya da bir yönetmelik yayımlamak ve uygulamak hep idarî işlemlerdir. Bu faaliyetlerin hepsinin kamusal ve bireysel yararlara ve kanunlara uygun olması arzu edilir. Ancak gerek yöneticilerden kaynaklanan kasıtlı veya kusurlu hareketler ve gerekse tabiat olayları gibi dış sebepler dolayısıyla yanlış uygulamalar yapılabilir ve hatta bireylere ya da devlete zarar verilebilir. İşte bu nedenle idarenin denetlenmesi ve kişilere verilen zararların tazmin edilmesi gereklidir. Bu denetim iki yolla olur. Yargı dışı denetim, idarenin kendi kendisini içerden ya da dışardan denetlemesidir. Örneğin; Sağlık Bakanlığı müfettişi hastaneleri ve sağlık hizmetlerini, Millî Eğitim Bakanlığı müfettişi ise okulları ve eğitim hizmetlerini denetler. Böylece yanlışlıkları tespit edip düzetmeye ve tekrarını önlemeye çalışır. Amirlerin, astlarının işlem ve faaliyetlerini denetlemesi de hiyerarşik denetim yoludur. Örneğin; müdürün öğretmenleri ve hizmetlileri denetlemesi gibi. Sayıştay, Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu gibi denetimle görevli özel kurullar ve kurumlar da idareyi çeşitli yönlerden denetlerler. Seçimle iş başına geçen meclisler de yetki verdikleri kamu görevlilerini denetlerler. Örneğin; Millet Meclisi, bakanların faaliyetlerini (meclis araştırması, gensoru vb. ile); köy ihtiyar meclisi, muhtarın faaliyetlerini; belediye meclisi, belediye başkanını denetleme hakkına sahiptir. Demokratik sistemlerde, seçimle iş başına gelen idarecilerin denetlenmesinde etkili yollardan biri de kamuoyu denetimidir. Bir daha seçilememe ihtimali, bu yöneticiler için önemli bir denetim ve oto kontrol unsuru olabilir. Yargısal denetim ise idarenin işlem ve eylemlerinin yargı makamları tarafından denetlenmesidir. Diğer ifadeyle bu denetimde, davacılar kişiler, davalı ise devlettir. İdarî yargılama makamları, vergi yargısı ve idarî yargı olarak ikiye ayrılır. Vergi mahkemeleri, vergi idaresinin işlemlerini denetler. İdare mahkemeleri ise genel olarak vergi idaresi dışında kalan idareyi denetler. Bunların verdiği kararlar için de yukarıdaki şekillerde Bölge İdare Mahkemesine ya da Danıştaya başvurulabilir. İdari yargıda dava yolu ile devletin yaptığı işlemlerin geçersiz sayılması (iptali) istenebileceği gibi, bu işlem zarara sebep olmuşsa tazminat da istenebilir. c. Ceza hukuku Suçun kovuşturulması ve suçlunun cezalandırılması; sadece suçtan zarar gören kişinin bireysel adalet duygusunu değil, aynı zamanda toplumun toplumsal adalet anlayışını ve tatmin hislerini ilgilendirir. Ayrıca cezanın diğer amaçları olan ıslah ve caydırıcı etki yapması da toplumsal etkileri olan sonuçlardır. Bu nedenlerle ceza hukuku bir kamu hukuku dalıdır. Ceza hukukunun konusu hangi davranışların hangi şartlarla suç olduğunu belirlemek, hangi suçları işleyene hangi hâllerde, ne tür ve miktarda ceza verileceğini göstermektir. Suç, ceza kanunları ile belirlenen hukuk düzeninin kanunun ceza müeyyidesi (tehdidi) göstererek yasaklamış olduğu fiillerin işlenmesi suretiyle ihlâl edilmesidir. Bir fiilin suç olarak kabul edilmesi için iki unsur mutlaka bulunmalıdır. Bu unsurlar şema 1.4’teki gibidir. Maddî unsur, fiilî bir davranışın ortaya konulmasıdır. Sadece düşünmek ya da niyet etmek suç değildir. Hatta suç işlemeyi tasarlamak da suç değildir. Ancak bir suç tasarlanarak işlenirse, bu durum bazı suçlarda cezanın artırılmasına sebep olabilir. Manevî unsur, fiilin kusurlu olarak işlenmesidir. Burada kusur günlük hayattakinden farklı bir anlamda kullanılmaktadır. Kusur iki şekilde olabilir: Kast ve taksir (ihmal-tedbirsizlik). Kast, fiili işleyenin, hareketinin kanun tarafından suç sayılan sonucunu bilmesi ve bu sonucu gerçekleştirmeyi istemesidir. Örneğin; kimlik sormaya yetkili bir devlet memuruna, kendi kimliği yerine başkasının kimliğini gösteren kişi, bunu bilerek yapmışsa kasden suç işlemiş olur. Bilmeden, kendi kimliği zannederek yapmışsa kasdı yoktur ve suç oluşmaz. Bir olayda kasdın var olup olmadığını, delillere de bakarak hakim belirler. Ancak hemen belirtelim ki bu kişinin, yalan kimlik bildirmenin kanunen suç olduğunu bilmemesi, durumu değiştirmez. Ceza Hukukunda "Kanunu bilmemek mazeret sayılmaz." Zira böyle bir savunma yapma imkânını kişilere tanıdığımız takdirde, cezadan kurtulmak isteyen herkes "ben bu hareketin suç olduğunu bilmiyordum" diyecektir. Bu savunmayı önlemek için de devletin bütün insanlara bütün suçları tek tek tebliğ etmesi gerekecekti. Bu çözümün imkânsızlığı nedeniyle, kanunların Resmî Gazete ile ilânı ve böylece herkes tarafından okunmuş ve bilinmiş sayılması yoluna gidilmiştir. Bazı hâllerde ise kast aranmaz. Onun yerine, cezalandırma için kusurun ikinci türü olan taksir yeterli olur. İhmal de denilen taksir, yeterli tedbirin alınmamış olması ya da gerekli özenin gösterilmemesi nedeniyle suç sayılan bir fiilin ortaya çıkmasıdır. Bu hâlde fiili yapan yine bilerek ve isteyerek yapmıştır. Ancak bunun suç niteliğinde olan sonuçlarını istememiş, hesaba katmamıştır. Eğer işlediği suç için kanunda taksir yeterli görülmüşse, sonucu hesaba katmış veya istemiş olmamasına rağmen cezalandırılır. Örnek verecek olursak; bir şoför kullandığı otomobili kasten düşmanının üzerine sürse ve onu öldürse kast türünden kusuru vardır. Kasten adam öldürmek suçundan dolayı ağır ceza ile cezalandırılır. Bir şoför otomobilini dikkatsiz kullansa ve yoldan geçen kişinin ölmesine ya da yaralanmasına sebep olsa yine suçludur. Ancak bu kez tedbirsizlikle ölüme ya da yaralanmaya sebep olmaktan dolayı dikkatsizliği ve kusuru oranında ağır bir ceza ile cezalandırılır. Yine de bu ceza, kasten adam öldürme suçunun cezasına nispeten çok hafif bir cezadır. Eğer hiç taksiri (kusuru) yoksa suçun manevî unsuru yok demektir. Dolayısıyla cezalandırılmaz. Bu örneklerde insan sağlığına yönelik fiiller söz konusudur. Bu nedenle kanun iki kusur türünden herhangi birini (kast, taksir) suçun manevî unsurunun var sayılması ve cezalandırılması için yeterli görmektedir. Şimdi örnekleri kısmen değiştirerek sadece kast türünden kusurun suç sayıldığı bir hâli inceleyelim: Bir kişi otomobiliyle kasten çarparak düşmanının hayvanına zarar verirse bu durumda kasten zarar verme suçu vardır, cezalandırılır. Bir kişi kastı olmaksızın, fakat ihmali (tedbirsizliği) nedeniyle otomobiliyle çarparak başkasının hayvanına zarar verirse durum değişir. Türk Ceza Kanunu’na göre mala zarar verme fiili ancak kast türünden kusur ile işlenmiş ise cezalandırılabilir. Taksir türünden kusurunun var olmasına rağmen, suçun manevî unsuru oluşmadığından, zarar veren cezalandırılamaz. O hâlde kanun, manevî unsur olarak bazı suçlarda taksiri yeterli görmüştür. Ancak çoğunlukla taksir yeterli görülmemiş, kast türünden kusurun varlığı hâlinde suç var sayılmıştır. Cezalandırma yetkisi devletin yargı organına aittir. Bu nedenle başkalarının suçlu belirleme ve ceza infaz etme yetkileri yoktur. Aksi takdirde hukuk devleti ilkesi zedelenmiş olur. Suçun kovuşturulmasını cumhuriyet savcısı başlatır. Kendisine yazılı ya da sözlü ulaşan her bilgiyi ihbar kabul eder ve değerlendirir. İhbarda bulunanın kimliğini bilmesi gerekmez. Kendisine bağlı çalışan kolluk kuvvetlerinin de yardımıyla delilleri toplar. Yeterli delil elde ederse iddianame düzenleyerek ceza davasını açar. Bu davada bir taraf olarak sanığa karşı devleti ve kamuyu savcı temsil eder. Delillerin bütünü serbestçe takdir edilerek hâkim tarafından beraat ya da mahkumiyet (cezalandırma) kararı verilir. Bu karara karşı savcı, sanık ve diğer ilgililer kural olarak itiraz (temyiz) hakkına sahiptirler. Bazı suçlar takibi şikâyete bağlı suç türündendir. Bu tür suçlarda savcı, suçu haber almış olsa dahi kendiliğinden soruşturma başlatamaz. Şikayet hakkı genellikle altı ay gibi bir süreye bağlıdır. Süre geçmişse şikâyet hakkı da düşer. Suçun ve cezanın kanunîliği ilkesine göre, mahkeme, ancak kanunda açıkça suç olarak belirtilmiş bir fiili işleyenlere, yine ancak kanunda açıkça yazılmış olan türden ve miktarda ceza verebilir. Buna bağlı olarak, kıyas yasağı denilen ilkeye göre, ceza hukukunda kıyas yoluyla suç oluşturulamaz. Örneğin; hâkim, başkasının ortada sahipsiz kalmış malını muhafaza altına almak üzere bulunduğu yerden alan ve sonra bıraktığı yeri unuttuğu için iade edemeyen kişiye, “bu da hırsızlığa benziyor” diyerek hırsızlık suçunun cezasını veremez. Suçun ve cezanın şahsiliği ilkesine göre, suçla ilgisi olmayan kişilere, akraba, arkadaş oldukları gerekçesiyle ve sair sebeplerle ceza verilemez. Suçu kim ya da kimler işlemişse sadece onun ya da onların cezalandırılması gerekir. Aynı köyden, aileden ya da aynı semtten başka kişilerin suç işlemiş olması bunların da suç işlediği ya da işleyeceği anlamına gelmez. Toplumda yerleşmiş yanlış kanaatler, hâkimin cezalandırmasında esas alınamaz. Ancak cezanın şahsiliği ilkesi ile bir suça şu ya da bu şekilde katılanların cezalandırılması birbirine karıştırılmamalıdır. Suçu fiilen işleyen bir ya da daha çok kişi suçludur. Ayrıca onları teşvik eden (suça tahrik eden), azmettiren bu kişiler ile yardım ve yataklık eden kişiler de suçludur. Ancak bu kişilerin cezaları, suç sayılan fiile katkıları ve asıl suçlu üzerindeki etkileri oranında az ya da çok olacaktır. Ceza yargılamasında en önemli ilkelerden biri de masumiyet karinesi yani suçluluğu kesinleşinceye kadar kişilerin masum sayılmalarıdır. Bu nedenle cezalar kesinleşmeden infaz edilemez. Tutuklama ise sanığın kaçma ya da aleyhinde mevcut delilleri yok etme ihtimalinin söz konusu olduğu hâllerde uygulanacak geçici bir tedbir niteliğindedir. Verilmesi muhtemel cezadan daha uzun süremez. Örneğin; yargılama sonunda en çok altı ay fiilen hapis cezasına çarptırılabilecek bir kişi, dava daha uzun sürse bile altı aydan fazla tutuklu kalamaz. Ceza yargılamasında suçlunun ceza ehliyetine sahip olup olmadığı cezalandırılabilmesi için önemlidir. Ceza, suç işleyeni ıslah edici ve yeniden işlemesini önleyici (caydırıcı) nitelik taşır. O hâlde bu amacın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine bakılmalıdır. Küçük çocukların ve temyiz kudretine sahip olmayanların cezalandırılmaları hâlinde bu amacın gerçekleşmeyeceği açıktır. Zira ıslah olmak, her şeyden önce yeterli akıl olgunluğuna sahip olmayı gerektirir. Böyle olmayanların cezalandırılmalarına gerek yoktur. Ayrıca yargılandığı sırada akıllı olsa dahi suçu işlediği sırada şuurunun ve davranışlarının serbestliğini kaldıracak derecede akıl yetersizliğine tutulmuş olan kişinin de ceza ehliyeti yoktur. Bir kişinin kendi arzusuyla sarhoş olup sonra suç işlemesi hâlinde durum farklıdır. Bu kişi ayık hâlde suç işlemiş gibi cezalandırılır. Yaş küçüklüğü bazı hâllerde cezalandırılmaya engel olur. Bazı hâllerde ise cezada indirim sebebi olabilir. Suçun işlendiği tarihte 11 yaşını doldurmamış olan küçüklerin ceza ehliyeti yoktur. Henüz 15 yaşını doldurmamış olan çocukların suç işlemiş olması hâlinde hapis cezası yanında ya da ceza yerine ıslah kurumlarında, çocuğun ıslahı için tedbir alınması mümkündür. 18 yaşını doldurmamış olan çocuklar suç işlemişlerse cezalarında indirim yapılır ve bazı infaz kolaylıkları sağlanır. Delil serbestliği ilkesine göre, ceza yargılamasını yapan mahkeme, işin kamusal niteliği nedeniyle, tarafların getirdikleri deliller ile bağlı kalmaksızın kendiliğinden delil toplama ve serbestçe değerlendirme yetkisine sahiptir. Mahkemelerin, önüne getirilen delillerle baskı altında karar vermek zorunda kaldığı ve yanıltıldığı bir sisteme, hukuk devleti değil polis devleti adı verilir. Örneğin; hukuk davalarında hâkim, gerçekte borçlu olmadığını bilse dahi, borçlu olduğunu mahkemede kabul eden kişinin borçlu olduğuna karar vermelidir. Buna karşılık ceza davasında bir kişi suçu kabul etse dahi, hâkim bu ikrarın samimî olduğuna yani o kişinin gerçekten suçlu olduğuna inanmamışsa o kişiyi cezalandıramaz. Çünkü önemli olan mutlaka bir suçlu bulmak değil, gerçek suçlu kim ise onu bulup cezalandırmaktır. Ceza yargılamasında takdirî delil kuralı geçerlidir. Hâkim her türlü delili, kararına esas olarak kullanabilir. Şahitlerin sayısından çok güvenilirlik vasıfları önemlidir. Ayrıca modern teknolojinin; parmak izi, yazı, imza incelemesi, kandoku araştırmaları, ses ve görüntü teknikleri gibi imkânlarından da yararlanabilir. Bu delil toplama faaliyetinde bütün kişiler ile resmî ve özel kurumlar, hâkime yardımcı olmak ve hâkimin isteklerini yerine getirmek zorundadırlar. Bir diğer ilke de savunmanın kutsallığıdır. Buna göre hiç kimseye en az bir kere savunma hakkı (imkânı) verilmeden ceza verilemez. Savunmasında gösterdiği deliller (ciddî olmak kaydıyla), masrafının çokluğu, bulunmasının zorluğu gibi sebeplere bakılmaksızın mutlaka elde edilmeye ve dikkate alınmaya çalışılır. d. Yargılama (Usul) hukuku Yargı makamlarının nasıl çalışacağını düzenleyen hukuk dalına yargılama hukuku denir. Yargılama hukuku iki alt gruba ayrılır. Bunlar ceza mahkemelerinin yargılama usulünü gösteren kurallar ve hukuk mahkemelerinin yargılama usulünü gösteren kurallardır. Cezalandırma ve usulü yukarıda ceza hukuku başlığı altında anlatıldığından, burada sadece hukuk mahkemelerinin yargılama usulü anlatılacaktır. Delil denkliği (taraf denkliği) ilkesine göre hâkim, tarafların gösterdikleri delilleri toplamakla ve ileri sürdükleri savunmaları dinlemekle yetinmek zorundadır. Taraflardan birinin ya da her ikisinin işine yarayacağına inanmış olsa dahi, kural olarak, onlar tarafından ileri sürülmemiş bir hususu, kendiliğinden göz önüne alamaz. Taraflara da hatırlatamaz. Ayrıca delillerden yararlanmak konusunda taraflar eşit haklara sahiptirler. Örneğin; bir tarafın kendi ticarî defterlerindeki kayıtlara dayanarak iddiasını ispat etmiş sayılabilmesi için diğer tarafın da bu imkâna sahip olması, yani ticarî defter tutuyor olması gerekir. İddia eden ispat etmelidir kuralına göre mahkeme önünde ispatı gereken bir hususu kim ileri sürmüşse o ispat etmelidir. Örneğin; alacaklı olduğunu ve borçlunun borcunu ödemediğini iddia eden davacı, alacağın varlığını belgeleyen yazılı belgeyi göstermeli veya kanunun izin verdiği bazı hâllerde buna şahitlik eden tanıkları dinletmelidir. Borçlu, borcunun varlığını kabul ediyorsa bu da bir delildir. Dolayısıyla alacaklı delil göstermesine gerek kalmaksızın iddiasını ispat etmiş olur. Ama borçlu, borcunu kısmen ödediğini ileri sürmüşse o da bu iddiasını alacaklıdan aldığı ve borcun kısmen ödendiğini gösteren imzalı makbuzla ya da diğer kanunî delillerle ispat etmelidir. Mantık kurallarının gerektirdiği bazı hâllerde bizzat kanunda ispat kolaylığı ya da ispat muafiyeti tanımaktadır. Karine denilen bu hâller, yararlananlar için bir ispat avantajı sağlar. Örneğin; mülkiyetinin kime ait olduğu tartışmalı bir saatle ilgili davada, dava açıldığı sırada saati elinde bulunduran ve saatin kendisine ait olduğunu ileri süren kişinin ispat yükü yoktur. Zira kanuna göre zilyetlik (elde bulundurma) menkul mallarda mülkiyet hakkının varlığına karine (delil) oluşturmaktadır. Saati elinde bulunduran bu kanunî kuraldan yararlanır. Bu durumda saatin kendisine ait olduğunu iddia eden ve saat elinde olmadığı için muhtemelen davayı kendisi açmış olan taraf, bu iddiasını ispat etmek zorunda kalacaktır. Böylece kanun, saate sahip olduğunu iddia eden taraflardan biri olan saatin zilyedini korumakta ancak diğerine de bu karineyi çürütme imkânı tanımaktadır. Yine örnek olarak evli bir kadından doğan çocuğun babası, kanunen doğuran kadının kocasıdır. Böylece mantıkî bir durumu kanun da karine olarak benimsemiştir. Böyle bir çocuğun ya da doğuran kadının, babanın kim olduğunu ispat etmesi gerekmez. Ancak, baba olduğu kabul edilen kişi de makbul deliller yardımıyla çocuğun kendisinden olmadığını ispat etmek hakkına sahiptir. Devlet tarafından düzenlenen resmî belgelerin ve tutulan sicillerde yazılı kayıtların ayrıca ispatı gerekmez. Noter tarafından düzenlenen veya tasdik edilen belgeler de bu kuvvete sahiptir. Nüfus sicili, tapu sicili, trafik sicili, ticaret sicili, gemi sicili gibi sicillerde yazılı bilgiler doğru kabul edilir. Ancak, aksini iddia eden taraf bunu ispat etmek suretiyle bu kaydı değiştirebilir ya da kaydı yok sayarak sonuca ulaşabilir. Sicillerden yola çıkılarak hazırlanan resmî belgeler de aynı etkiye sahiptir. Ceza ve hukuk mahkemeleri diğer mahkemelerle birlikte aşağıda (F. Yargı organları) başlığı altında anlatılacaktır. e) Devletler Genel hukuku Devletler genel hukuku, devletlerin birbirleriyle ve uluslar arası kuruluşlarla olan ilişkilerini inceleyen hukuk dalıdır. Bağımsız bir devlet kendi hâkimiyeti altındaki topraklarda yaşayan kişiler için kurallara ihtiyaç duyar ve bu kuralları dilediği gibi belirleyebilir. Aynı şekilde insanlar arası ilişkilerde, kişiler anlaşmazlığa düştükleri muhataplarını şikâyet edip hak arayacakları bir sisteme (devlete-yargıya) sahiptir. Devlet, çeşitli ihtiyaçlar nedeniyle başka devletlerle ilişkiye girerken de aynen insan gruplarının ihtiyaç duyduğu kurallar gibi kurallara ve müeyyidelere ihtiyaç duyar. İkili ve çok taraflı anlaşmalarla bu kuralları koymak mümkündür. Devletler arasındaki anlaşmaya yani verilen söze uyulmazsa ne olacaktır? Devletler birbirlerini kime şikâyet edeceklerdir? Devletler arasında çıkan ihtilaflarda hakemlik yapacak uluslar arası kuruluşlar gereklidir. İşte bu amaçla çeşitli devletlerin bir araya gelerek oluşturdukları milletler arası örgütler kurulmuştur. Birleşmiş Milletler Teşkilâtı bunların en geniş kapsamlısıdır. Hemen hemen bütün devletler bu teşkilâta üyedir. Üye devletlerin temsilcilerinden oluşan genel kurul, somut yetkilerden çok bir danışma ve tavsiye organı niteliğindedir. Asıl yetkili organ olan güvenlik konseyi; beşi devamlı (İngiltere, Fransa, ABD, Rusya ve Çin) onu değişen, toplam on beş üye devlet temsilcisinden oluşur. Beş devamlı üyenin alınan kararları veto etmek (kabul etmemek ve uygulanmasını engellemek) yetkisi vardır. Bu sınırsız yetki sebebiyle Birleşmiş Milletleri bu beş devletin yönettiği söylenebilir. Dolayısıyla üye devletlere karşı müeyyide uygulama gücü de zayıftır. Özellikle son on yıldan bu yana ABD'nin etkisi daha fazla hissedilmektedir. Dayanışma, hakemlik ve benzer amaçlarla kurulmuş başka kuruluşlar da vardır. Bunlara örnek olarak Avrupa Konseyi, NATO, Avrupa Birliği, OECD, İSEDAK gösterilebilir. Uluslar arası Adalet Divanı, bu konudaki antlaşmaya imza koyarak divanın yargı yetkisini kabul etmiş olan devletlerin, birbirleri arasında çıkmış olan ihtilâfları çözmeye yetkilidir. Bütün bu örgütler, üyeleri arasındaki ihtilâfların çözülmesinde etkili rol oynayabilmektedir. Ayrıca bu tür dayanışmalar yardımı ile birbirlerine sahip çıkan devletler, diğer devletlerle olan ilişkilerinde, daha güçlü konuma gelmektedirler. Böylece uluslar arası hukukun en önemli özelliği ortaya çıkmaktadır. Devletler arasında çıkan ihtilâfların çözümünde hak, adalet gibi duygulardan çok kuvvet rol oynamaktadır. Bir devlet herhangi bir konuda hak iddia etmek istiyorsa, askerî, malî, diplomatik, kültürel yönlerden güçlü olmalı ve diğer gelişmiş güçlü ülkelerin de desteğini almalıdır. Ancak unutulmamalıdır ki bu destek sadece ırk, din gibi sebeplerle ya da devlet idarecilerinin şahsî dostlukları ile değil aynı zamanda ekonomik, kültürel ve askerî alanlarda karşılıklı iş birliği ve menfaatlerle devam etmektedir. Böyle bir ortamda uluslar arası (iki ya da çok taraflı) antlaşmalar karşılıklı ilişkilerin kurulmasında ve bu sırada verilen sözlerin içeriğinin belirlenmesinde önemli yer tutmaktadır. Verdiği söze uymayan ya da haksızlık yapan bir devlete uygulanabilecek müeyyideler; savaş, aynen karşılık verme (misilleme), siyasî ve ekonomik ilişkilerin kesilmesi (ambargo) ve bütün bunlarla ilgili olarak uluslar arası örgütlerin ve bunlara üye olan devletlerin desteğinin sağlanmasıdır. Devletler arasında ikili ilişkilerin yürütülmesi ile ilgili kuralları da devletler umumî hukuku belirler. Her devlet ilişkide bulunduğu diğer devletlerde temsil edilmek, haklarını korumak ve takip etmek, kolay haberleşebilmek ve anlaşabilmek amacıyla çeşitli seviyelerde elçiler (büyük elçi, konsolos, ataşe) görevlendirir. Bu faaliyet aynı zamanda elçi gönderen devletin, elçi gönderdiği devleti tanıması, devlet olarak kabul etmesi anlamına gelmektedir. Bir devletin var olduğunu tescil edecek ve diğerlerine zorla kabul ettirecek bir üst organ olmadığına göre, tanıma; devletlerin birbirleriyle ilişkiye girmesi şeklindedir. Tanıma, bir devleti muhatap olarak kabul etmeyi ifade eder. f) Vergi hukuku Vergi hukuku devletin halk için yapacağı hizmetleri karşılamak üzere halktan toplayacağı verginin toplanma şekillerini, oranlarını ve bu işlemlerle ilgili ihtilâfların çözüm yollarını gösteren hukuk dalıdır. Yirminci yüzyıla kadar devletlerin asıl fonksiyonu vatandaşlarını düşman saldırılarından korumak, iç ve dış emniyeti sağlamak idi. Ancak günümüzde devlet, vatandaşlarının güvenlik dışındaki ihtiyaçlarını da gidermek zorundadır. Bu nedenle ihtiyaç duyduğu malî kaynakların miktarı da artmaktadır. Hangi görevleri üstlenirse üstlensin devletin bunları yerine getirebilmek için malî güce ihtiyacı vardır. Devlet kendi öz kaynaklarını kullanacak, yetmediği hâllerde varlık sebebi olduğu milletin kaynaklarına başvuracaktır. Bu başvurma bir vatandaşlık ödevi olarak karşımıza çıkar. Vergi yükümlülüğü malî destek zorunluluğunun sonucudur. Vergi hukukunun ayrıntılarını aşağıda 7. ve 8. ünitelerde inceleyeceğiz. B. TOPLUM HAYATINI DÜZENLEYEN KURALLAR VE BUNLARIN MÜEYYİDELERİ 1. Toplum İçinde Davranışların Düzenlenme Mecburiyeti Bir bilim dalı ve bilgiler demeti olarak hukuk, insanlar içindir. Yalnız yaşadığı sürece insanın hukuk kurallarına ve diğer kurallara ihtiyacı yoktur. Çünkü ihtiyaçlarını ve isteklerini çevresindeki tabiat varlıklarından karşılarken kendisini sınırlayan tek şey kendi aklı, iradesi ve kudreti olacaktır. Hayatı boyunca yalnız yaşamış hiçbir insan yoktur. İnsan, toplumsal bir varlıktır. Bir anneden doğmakla en azından anneye, aileye ve başka insanlara ihtiyacı vardır. İçinde yetiştiği topluma ve çevreye göre az ya da çok sayıda kişiye ihtiyaç duyar. İnsan belirli bir akıl olgunluğuna erdiğinde ihtiyaçlarını ve dolayısıyla ilişki kurmak zorunda olacağı çevreyi kendisi belirler ve dilediği gibi sınırlandırır. Ancak az da olsa ikili ilişkiler kurar. İnsan, istek ve ihtiyaçlarından kaynaklanan bu ilişkilerde, doğru-yanlış gibi ölçülere göre belirlenen ayıplanma, kınanma, azarlanma ve benzeri davranışlarla karşılaşır. Bu davranış biçimleri insan aklının ve tecrübesinin ürünleridir. Örneğin; verdiği sözde durmadığı zaman, kınanır ya da kendisine duyulan güveni kaybeder. İşte, toplum içinde bulunmanın sonucu olarak insan, kendi tercihinin ya da davranışının başka insanlarla ilgili sonuçlarına katlanmak zorundadır. Bu aşamada akla gelecek en önemli soru, hangi tür davranışın hangi sonuçlarla karşılaşacağıdır. Davranış ile sonucu arasındaki ilişki, genel kabul gören ve az çok devamlılık taşıyan bir niteliğe bürünüyorsa gündelik bir sonuç olmaktan çıkar, kural hâline gelmiş olur. Örneğin; başkalarına kaba davranan bir insanın, çevresinde sevilmemesi ve saygı görmemesi, davranış ile sonuç arasındaki ilişkinin kural hâline geldiği bir durumdur. Yine aynı şekilde başkasının malına zarar veren kişinin, bu zararı gidermek zorunda kalması da bir kuraldır. Toplum hayatı bu tür kurallarla devam eder. Kuralın olmadığı bir toplum, düzensiz bir toplumdur. Bu tür toplumlar; ya bir süre sonra dağılır ya da güçlünün zayıfı ezdiği, insanlığın temel değerlerine aykırı davranışların sergilendiği bir toplum hâline gelir. Dürüstlük, güvenilirlik, hak, adalet gibi yüce duygulardan mahrum, ama yine de güçlüler tarafından konulmuş kendine göre kuralları olan bir topluluk olur. O hâlde toplum hâlinde ve huzur içinde yaşamanın en önemli şartı, insan davranışlarının ve dolayısıyla bunların sonuçlarının kurallara bağlanması ve bu kurallara uyulmasının istenmesidir. Bu, insan yaradılışının tabiî bir neticesi olarak kendini gösterir. Nitekim tabiatta diğer varlıklar da kendileri için konulmuş kurallara uygun hareket eder. Örneğin; yer çekimi kuralına göre taş yere düşer; arı, süt değil bal yapar vb. Kurallara uymayı sağlayacak olan ve uymayanlara müeyyideler uygulayacak olan bizzat toplumdur. Ancak toplum bunu ya devlet şeklinde organize olarak bir aracı eliyle yapar ya da bireyler bizzat yapar. 2. Düzenleyici Kuralların Müeyyidelerine Göre Sınıflandırılması Toplumsal kurallar dört grupta toplanabilir (bk. Şema 1.1): a. Din kuralları Din, insan aklının bir inanç prensipleri sistemini benimsemesi sonucunda o insan üzerinde etkili olur. Az ya da çok düşünülerek kabul edilen bu prensipler bir toplumda yeterli çoğunluğun kabul ettiği inanç hâline gelmişse diğerlerinin de saygı duyduğu bir fikir olur. Kişilerin hür iradeleri ile herhangi bir dini seçmesi, değiştirmesi mümkün olduğu gibi hiçbir dini benimsememiş olması da mümkündür. Ancak bireylerin çoğunluğunu dinsizlerin oluşturduğu bir toplum yoktur. Bu nedenle din kuralları da toplumsal hayatı düzenleyen kurallar içinde önemli bir yer tutar. Aynı zamanda, bu yönüyle hukuk kuralları üzerinde de etki yapar. Örneğin yakın akraba ile evlenme yasağı, dinî temeli olan bir yasaktır. Ayrıca dinin koyduğu kurallar en azından o dine inananlar arasında uygulanması zorunlu toplumsal kurallar olarak kendisini gösterir. Örneğin zekat verme zorunluluğu İslam dinine mensup olanların kendi aralarında dayanışmalarına yardımcı olur. Zengin olmasına rağmen zekat vermeyenler, dindar çevrelerden dışlanırlar. Bazı hâllerde din, hukuk kurallarını koyan devletin yapısal özelliği nedeniyle hukukun en temel belirleyici kaynağı hâline gelir. Bu durumda dinî hukuk (şeriat) ortaya çıkmış demektir. Bu konuyu aşağıda (E. Anayasa) başlığı altında laiklik ilkesini ele alırken inceleyeceğiz. b. Görgü kuralları İnsanların birbirleriyle daha yakın ve samimî ilişkiler kurmalarında, yaşama tarzlarının birbirlerine benzemesi önemli bir etkendir. İşte görgü kuralları, toplumsal nitelik taşıyan yaşama alışkanlıklarıdır. Görgü kurallarına uymamanın sonucu çevre tarafından nezaketsiz, saygısız, kaba insan olarak nitelendirilmek ve kınanmaktır. Yas tutan insanların yanında kahkahayla gülen kişi; kendisi acı bir olayla karşılaştığında, etrafında acısını paylaşan gerçek dostlar bulamayacaktır. Ağız şapırdatarak yemek yemenin hoş karşılanmadığı bir toplumda yaşayan kimsenin, bu tarz davranıştan kaçınması gerekir. (bk. Resim 1.1). Görgü kuralları bazen başka tür kurallara da kaynak oluşturur. Örneğin; başkalarını rahatsız edecek şekilde kaba konuşmak, el kol hareketleri yapmak, görgü kurallarına göre sadece kınamayı gerektirir. Ancak bu hareketler mahkemede yapılacak olursa mahkemeye saygısızlık anlamına gelir ve bunun müeyyidesi, hukuk kurallarına aykırılık nedeniyle hapis cezası olabilir. Yine, kişinin kendisinden büyüklere selâm vermemesi bir terbiyesizlik olarak nitelendirilir. Aynı hareket asker kişiler arasında olursa disiplin cezası gerektirir. Kınama, görgüsüzce bir hareketle karşılaşan kişinin, bu davranışın yanlış olduğunu söz ve hareketleriyle belli etmesidir. Açıkça, “sizi kınıyorum” vb. şeklinde ifade edilebileceği gibi, soğuk karşılama, dargın durma gibi davranışlarla da ortaya konulabilir. Unutulmamalıdır ki bu müeyyideyi devlet değil bizzat toplum (bireyler) uygular. Kınama ile başkalarının kişisel haklarını ve özgürlüklerini ihlal etme arasında önemli bir sınır olduğu unutulmamalıdır. Öncelikle, Anayasada yer alan temel hak ve hürriyetlerden biri olarak, kimse düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz. O halde kınama sadece tavırlara, davranışlara ve hareketlere karşı söz konusu olabilir. İkinci olarak kınama yerine başka müeyyideler uygulanamaz. Örneğin bir devlet görevlisi, yaşlılara gerekli saygıyı göstermediği gerekçesiyle herhangi bir vatandaşın işini görmekten kaçınamaz. Yine, bir kişinin iyi komşuluk ilkelerine uygun hareket etmeyen komşusunu kınayacağım derken, ona hakaret etmesi bu hakareti suç olmaktan çıkarmaz. Günümüzde özellikle kalabalık şehirlerde yaşayan insanlar; sevimsiz, tenkitçi ve başkalarının işine karışan bir kişi olarak görülmek istemediklerinden ya da yeterli cesarete sahip olmadıklarından, görgüsüzlüğe müdahale etmekten kaçınmaktadırlar. Böylece özellikle kent toplumlarında, görgü kurallarına aykırılıklar gittikçe daha fazla oranda müeyyidesiz kalmaktadır. Diğer ifadeyle, kınayanın kınanması riski, bu kuralların toplumsal etkisini azaltmaktadır. Oysa görgü ve ahlak kuralları ile bunların müeyyideleri, bir toplumun ayakta kalmasının ve sağlam gelişmesinin en önemli şartıdır. Gerçekten bir toplumun sadece hukuk kurallarıyla ayakta kalabileceğini zannetmek, hukuka ruh veren ve içerik katan gelenekleri ve ahlak anlayışlarını görmezden gelmektir. c. Ahlâk kuralları İnsanların başkaları hakkındaki değer yargılarından biri de onların ahlâklı olup olmadıklarıdır. Bu nedenle insanların çoğu tarafından ahlâksız olarak kabul edilmek, önemli bir toplumsal müeyyide ile karşı karşıya kalmak demektir. Toplum hayatında ahlâksızlık sayılan hareketler de kınama ve ayıplama ile karşılanır. Bu hareketler aynı zamanda hukuka aykırılık oluşturuyor olabilir. Bu takdirde hukukun müeyyideleri de devreye girer. Ancak, görgü kurallarının toplumdan topluma değişmesine ve geleneklerle ilgili yönlerinin de bulunmasına karşılık, ahlâk kuralları nispeten daha evrenseldir. Ahlâk kurallarının çoğu, aynı zamanda hukuk kuralı olarak da kabul görür ve devletçe uygulanacak türden maddî müeyyideleri vardır. Diğer deyişle hukuk kurallarının çoğu ahlâk kurallarından kaynaklanır. Örneğin; hırsızlık, kumar, hakaret gibi davranışlar hem ahlâksızlık sayılarak toplumsal tepki ile karşılanır hem de bu tepkinin ahlâksızlığı önlemede yetersiz kalması nedeniyle suç sayılarak hukuk kurallarına göre cezalandırılır. Ancak bu paralellik her zaman aynı ölçüde görülmez. Hatta aksi durumlara da rastlanır. Örneğin; namus uğruna işlenen cinayet, hukuk kurallarına göre suçtur. Oysa toplum nazarında ahlâksız bir davranış olarak kabul edilmeyebilir. Yine, uzun bir süre istenmemiş olan alacağın artık devlet eliyle istenemeyeceğini düzenleyen zaman aşımına ilişkin hukuk kuralının ahlâkî bir temeli bulunmayabilir. Öte yandan hukuk kuralları; bir davranışın ahlâk kurallarına uygun olması hâlini hukuka uygunluk için bir temel değer yargısı olarak kabul eder. Örneğin; ahlâka aykırı bir sözleşme, geçerli bir borç doğurmaz. Ahlâka aykırı amaçlarla şirket kurulamaz, ticarethane açılamaz. Ahlâka aykırılık hukuka da aykırılık sonucunu doğurur. Yukarıda görgü kuralları için anlattığımız, kınayanın kınanması riski, salt ahlak kurallarına aykırılık hallerinde de kendisini göstermektedir. Ancak bu konudaki korkaklığın ve nemelazımcılığın toplum düzeni üzerindeki olumsuz sonucu, görgü kurallarının müeyyidesiz kalmasına nazaran daha ağır ve kötüdür. Çünkü, sürdürülebilen ahlaka aykırılık, bir süre sonra kamu düzenini ciddi biçimde ihlal eder ve başkalarının da olumsuz etkilenmesine neden olur. d. Hukuk kuralları Hukuk kuralları kişilerin toplumsal ilişkilerini düzenleyen, devletçe uygulanacak maddî müeyyideleri bulunan ve bu nedenle uyulması zorunlu olan kurallar bütünüdür. Hukuk kuralları; toplumsal alışkanlıklar ve ihtiyaçlar, temel insanî değerler, ahlâk anlayışları, gelenekler ile dinî inançlardan etkilenerek oluşur. Diğer ifadeyle hukuk kuralları ile diğer toplumsal düzen kuralları arasında, kopmayan bir ilişki vardır. Hukuk kuralları, toplum düzeninin kurulması ve devamında, diğer kurallardan daha fazla etkili olur. Çünkü kişiler, hukuk kuralları karşısında kendilerini serbest hissetmezler. Bunlara uymadıkları takdirde, devlet eliyle uygulanan maddî bir müeyyide ile karşılaşacaklarını bildikleri için çekinirler. Bu maddî müeyyideler şunlardır: Ceza; suç sayılan fiilleri işleyenlere devlet tarafından uygulanan müeyyidedir. Para cezası, hapis cezası, meslekten ve sanattan yasaklanma cezası, ölüm cezası gibi türleri olabilir. Zarar görenlerin zararlarının telâfi edilmesi niteliğindeki tazminat müeyyidesi, ceza ile karıştırılmamalıdır. Ceza, kamu düzeninin suça yüklediği bir sonuç niteliğindedir. Oysa zarar miktarınca tazminat, suç niteliğinde olsun ya da olmasın her haksız fiilin sonucunda istenebilir. Tazminat, zarar görenin kişisel bir hakkıdır ve zarar gören tarafından talep edildiği takdirde ödenir. Zarar veren suçlu olmasa veya suçlu olmasına rağmen akıl hastalığı gibi herhangi bir ceza engeli nedeniyle cezalandırılamasa dahi yine de tazminat ödemelidir. Cebrî icra; bir borcu ya da yükümlülüğü yerine getirmeyen borçluya karşı devletin yardıma çağrılması ve devlet aracılığıyla borcun yerine getirilmesinin sağlanmasıdır. Örneğin; para borcunu ödemeyen kişinin borcu karşılamaya yetecek kadar malı, devletçe (icra memuru eliyle) haczedilip satılarak elde edilen para alacaklıya verilir. Boşanma sonucu mahkemece annede kalmasına karar verilmiş olan çocuk, baba tarafından kendi rızasıyla anneye verilmiyorsa, devlet (gerekirse kolluk kuvvetleri yardımıyla), babasından çocuğu zorla alarak anneye teslim eder. Kiraladığı evi ya da iş yerini boşaltması gerekirken bunu yapmayan kiracının malları cebren boşaltılarak borç zorla ifa ettirilmiş, arzu edilen sonuç gerçekleştirilmiş olur. Tazminat; zarar veren kişinin verdiği zararı telâfi etmesidir. Örneğin; kiracı olduğu evi kötü kullanan ve ev sahibine zarar veren kişi, sözleşmeye aykırı hareketi nedeniyle ortaya çıkmış olan zarar için tazminat ödemelidir. Trafik kazası yaparak başkalarının canına veya malına zarar veren kişi, kendi haksız fiilinden doğan bu zararları telâfi etmelidir. Geçersizlik; hukuki işlemlerin kanun tarafından geçersiz sayılmasıdır. Kanunlarda yer alan kuralların bazıları, kişilerin kendi aralarında aksini kararlaştıramayacağı türden emredici kurallardır. Emredici hükümler sözleşmelerin türüne, şekline, içeriğine, taraflarına ilişkin çeşitli sınırlar getirmiş olabilir. Bu kurallara aykırı olarak yapılan sözleşmeler, kanuna aykırılık nedeniyle geçersiz sayılır. Örneğin; tapuya kayıtlı bir taşınmaz, ancak tapu dairesinde memurun huzurunda yapılan resmî bir sözleşmeyle satın alınabilir. Alıcı ve satıcı başka bir yerde, başka şahitler huzurunda böyle bir satım sözleşmesi yaparlarsa geçerli olmaz. Alıcı bu taşınmazın mülkiyetini kazanamaz. Tapu memurundan kendisine tapu verilmesini isteyemez. Sadece bedel olarak verdiği parayı (paranın şimdiki değerini) satıcıdan geriye isteyebilir. İptal; özellikle devletin taraf olduğu bazı hukukî işlemlerin, mahkeme tarafından iptal edilmesi, geçersiz bırakılmasıdır. Örneğin; devlet, yanlış vergi tahakkuk ettirmiş ya da bir memuru hak etmediği halde istemediği bir göreve ya da yere tayin etmiş olabilir. Bu durumda idare mahkemesi işlemi iptal eder. Aynı şekilde, bir anonim şirketin genel kurulu bazı ortakların haklarını zedeleyen bir karar almışsa; mahkeme bu kararı iptal ederek, hukuka aykırılığı gidermiş olur. Hukuka aykırı bir işlem ya da fiil hakkında, yukarıda sayılan müeyyidelerden en az biri uygulanır. Bazı hâllerde birden fazlasının uygulanması da söz konusu olabilir. Örneğin; borcuna karşılık verdiği çek karşılıksız çıkan borçlu, suç işlemiştir ve şikâyet üzerine ceza alır. Ayrıca borcunu kendi rızası ile ödememekte direnirse, alacağın tahsil edilmesi için haciz ya da iflâs gibi bir cebrî icra müeyyidesine muhatap olur. Borcun geç ödenmesi nedeniyle alacaklı, (sermayeden mahrum kalmak gibi) bir zarar görmüş ise bundan doğan zararının tazmin edilmesini de talep edebilir. Hukuk kuralları ile diğer toplumsal kurallar arasındaki farklardan biri de hukuk kurallarının yazılı metinler hâlinde olmasıdır. Devlet, koyduğu hukuk kurallarını Resmi Gazete adındaki resmi yayın organı vasıtasıyla halka duyurarak ilgili kişilerin böylece bilgilenmesini sağlamış olur. Hukuk kurallarının yazılı olması durumunun önemli bir istisnası vardır. Bir hukukî ihtilâfın çözümlenmesi sırasında mevcut yazılı hukuk kurallarının yeterli gelmemesi hâlinde bu boşluğu doldurmak üzere ya da bazen kanunun açıkça emretmesi nedeniyle uygulanacak olan örf ve âdet kurallarıdır. Bunlar da hukuk kuralıdır. Ancak yazılı değildir. Bu konuyu aşağıda hukukun kaynaklarını anlatırken ayrıntılı olarak ele alacağız. D. HUKUKUN KAYNAKLARI Hukuk kurallarının, uygulayacak ve kendilerine uygulanacak olanlar tarafından bilinmesi (öğrenilebilecek olması) hukuk güvenliğinin ve hukuk devleti ilkesinin sonucudur. Bu kuralların nasıl bulunabileceği veya nerelerden öğrenilebileceği sorusu, aynı zamanda bu kuralların kaynaklarının neresi olduğu ile de ilgilidir. Bu nedenle aşağıda çeşitli gruplara ayırarak hukuk kurallarının bulunduğu kaynakları inceleyeceğiz (bk. Şema 1.6). 1. Kanun, Tüzük, Yönetmelik, Kanun Hükmünde Kararnameler Bu kaynakların tipik özelliği üstün otorite (Devlet) tarafından hazırlanıp, yazılı olarak yayınlanmak suretiyle yürürlüğe konulması ve yürürlükte olduğu sürece ilgili herkesi bağlıyor olmasıdır. Ayrıca bu hukuk kaynakları kendi aralarında hiyerarşik bir yapıdadır. Yani bir alt sıradaki hukuk metinleri daha üst sıradaki metinlerde yer alan kurallara aykırı olamaz. Aksi halde Anayasa Mahkemesi ya da Danıştay’ca iptal edilir. Kanunlar, millet adına ve milletten aldığı temsil yetkisi ile hareket eden Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilip yürürlüğe konulan genel ve soyut nitelikteki hukuk kurallarıdır. Ya genel veya özel bir konuyu etraflıca düzenlerler ya da mevcut bir kanunu değiştirir veya yürürlükten kaldırırlar. Temel kanun, yaklaşık 200 maddelik Anayasadır. Anayasa da bir kanundur ancak temel kuralları ve prensipleri içerir. Ayrıntıları düzenlemek amacıyla kanun çıkarmak yetkisi de Türkiye Büyük Millet Meclisine aittir. Kanunlar anayasaya aykırı olamaz. Kanunlar genel ve soyut nitelikte kurallardır. Yani belli kişiler arasındaki belirli bir olayı veya ilişkiyi değil, olayların ve ilişkilerin ortak özelliklerini göz önüne alarak kurallar koyar. Böylece bu kuralın kapsamına giren bütün ilişkilere uygulanacak kural hâline gelmiş olur. Kanunlar, sürekli uygulanması düşünülen hukuk kurallarıdır. Ancak bu durum, kanunların değiştirilmesine ya da kaldırılmasına engel değildir. TBMM kanun yapma faaliyetine bir öneri üzerine başlar. Bu öneri Bakanlar Kurulu (Hükümet) tarafından sunulmuşsa "kanun tasarısı", milletvekilleri tarafından getirilmişse "kanun teklifi" adını alır. Hükümet mecliste çoğunluğu oluşturan parti ya da partiler (koalisyon) tarafından kurulmuşsa Bakanlar Kurulunun hazırladığı tasarıların mecliste kabul edilme şansı daha yüksektir. Tasarı ve Teklifler öncelikle bu amaçla kurulmuş bulunan ihtisas komisyonlarında görüşülür. Bu komisyonların da öneriye ilâveler yapma hakkı vardır. Ardından genel Kurul gündemine alınan tasarı ve teklifler, sırasıyla mecliste görüşülür. Kısmen ya da tamamen ret ya da aynen kabul veya değiştirilerek kabul edilebilir. Kabul edilen kanun tasarısı veya teklifi böylece kanunlaşmış olur. 15 gün içinde Cumhurbaşkanı tarafından incelenir. Uygun bulunmamışsa bir kere daha görüşülmek üzere gerekçeli olarak Meclise iade edilir. Meclis yeniden aynı şekilde kabul ederse Cumhurbaşkanı kanunu reddedemez. Yayımlamak zorundadır. Sadece süresi içinde Anayasa Mahkemesinde iptal davası açabilir. Meclis değişiklik yaparak kabul etmişse Cumhurbaşkanı yeniden Meclise iade edebilir. Kanunların yürürlüğe girmeleri için Resmî Gazete'de yayımlanmış olmaları gereklidir. Yürürlüğe giren her kanunun bir resmî adı ve sıra numarası (2383,2384 gibi) vardır. Yürürlüğe gireceği tarih ayrıca belirtilmemişse yayımlandıktan kırk beş gün sonra yürürlüğe girer. Kanunlar yürütme ve yargı organlarını ve bütün vatandaşları bağlar. Beğenmemek gerekçesiyle veya başka sebeplerle uygulamamaya ya da çiğnemeye kimsenin hakkı yoktur. Böyle yapanlar yine kanunda gösterilen müeyyidelerle karşılaşırlar. Osmanlı Devleti’nin kültürel ve hukukî mirası üzerine kurulmuş bulunan yeni Türk devleti (Türkiye Cumhuriyeti), her konuyu kanunla düzenleyinceye kadar geçici bir çözüm olarak bazı eski kanunların da yürürlükte olduğunu kabul etmiştir. Bu yazılı kaynakların bir kısmı hâlen de yürürlüktedir. Uluslar arası antlaşmalar da bazı hâllerde kanun gücüne çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti adına yürütme organı (hükûmet) diğer devletlerle antlaşmalar yapar. Türk kanun düzenine dolaylı da olsa etki edecek nitelikte bulunan anlaşmalar, TBMM tarafından bir kanunla onaylanır ve böylece kanunlar gibi iç hukukta da bağlayıcı bir kaynak hâline gelmiş olur. Örneğin; kanunlarımızda yabancıların doktorluk yapmalarını yasaklayan bir kural varken, bir dost ülke ile yapılan anlaşma sonucu bu ülke vatandaşlarına doktorluk yapma izni verildiğini düşünelim. Bu anlaşmanın meclis tarafından onaylanması ile kanunun yasaklayıcı kuralına bir istisna getirilmiş ve dolaylı olarak kanun değiştirilmiş olur ve artık o kişiler de Türkiye'de eczacılık yapabilirler. Kanun hükmünde kararnameler kanunla düzenlenebilecek bir konuyu TBMM’nin kanunla verdiği yetki üzerine Bakanlar Kurulunun düzenlemesi ile ortaya çıkan yazılı hukuk kaynaklarıdır. Meclisin yapısı ve sistemi gereği yavaş işleyen bir organ olması nedeniyle bu tür bir çözüm yolu kabul edilmiştir. Ancak temel hak ve hürriyetlerle ilgili konular, kanun hükmünde kararname ile düzenlenemez. Bakanlar Kurulu aldığı yetkiye dayanarak kanun hükmünde kararname çıkarır. Resmî Gazete’de yayımlanmakla yürürlüğe girmiş olur. Ancak Meclisin bu kararnameyi denetlemek ve uygun bulmuyorsa kaldırmak ya da uygun gördüğü şekilde değiştirerek kanun hâline getirmek yetkisi vardır. KHK ile hükümet, Meclise ait bir yetkiyi kanunla devralarak kullandığından, bu metinler de kanun gibi bağlayıcıdır. Ancak yetki kanununa ve Anayasaya aykırı olmamalıdır. Bu husus Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenir. Tüzükler, kanunlar tarafından belirtilen hususlarda ve kanunların uygulanmasına ilişkin ayrıntıları göstermek üzere Bakanlar Kurulu tarafından hazırlanır. Cumhurbaşkanınca onaylanarak Resmî Gazete’de yayımlanmak suretiyle yürürlüğe girer. Tüzükler, yürütme organının kendi yetkisini kullanması niteliğindedir. Bu nedenle de kanun hükmünde kararnameden farklıdır. Hazırlanması sırasında Danıştay’ın görüşü alınır. Tüzükler, Anayasaya ve kanunlara aykırı olamaz. Bu husus Danıştay tarafından ayrıca dava yoluyla da denetlenir ve gerekirse iptal edilebilir. Örneğin; Tapu Kanunu gayrimenkullerin tapuya kaydı ile ilgili genel kuralları koymuş, ayrıntıları düzenlemek konusunda Bakanlar Kuruluna yetki vermiştir. Bakanlar Kurulu da çıkardığı Tapu Sicili Nizamnamesi ile kanunun uygulanmasına yönelik ayrıntılı hükümler koymuştur. Yönetmelikler, kanunla veya tüzükle verilen yetki gereğince, bir bakanlığın ya da bu seviyede bir devlet kuruluşunun kendi görev alanına giren hususlarla ilgili olarak koyduğu, genel nitelikte ve uygulamaya yönelik kurallardır. Üniversite rektörlüklerince çıkarılan eğitim öğretim yönetmelikleri, İçişleri Bakanlığınca çıkarılan Evlendirme Yönetmeliği örnek olarak verilebilir. Yönetmelikler kanunlara ve tüzüklere aykırı olamaz. Danıştay tarafından denetlenir. Halk dilinde bazen yanlış olarak "yönetmenlik" şeklinde de telâffuz edilmektedir. 2. Örf ve Adetler Yazılı bir hukuk kuralı varmış gibi halk tarafından öteden beri uygulanagelen ve devlet gücü ile desteklenen yazısız hukuk kurallarıdır. Yazılı hukuk kuralları; din, ahlâk, gelenek, örf gibi kültür unsurlarından etkilenir. Bir anlaşmazlıkla ilgili olarak yazılı kaynaklarda hüküm bulunmayabilir. Bu durumda yazılı kural yokluğundan doğan boşluk bir şekilde doldurulacak ve ihtilâf çözülecektir. İhtilâfı çözecek olan hâkim bu aşamada, "yazılı kural konulmuş olsaydı örf ve âdetlere uygun olacaktı ya da en azından aykırı olmayacaktı" diyerek, bu konuda bir örf ve âdet kuralı bulunup bulunmadığını araştıracak, bulursa olayı buna göre çözecektir. O hâlde örf ve âdet kuralları yazılı kural boşluğunu dolduran hukuk kaynaklarıdır. Bu hukuk kaynağı bir resmî otoritenin iradesinden değil, doğrudan doğruya o otoriteyi etkileyecek olan halkın vicdanından çıkar. Diğer deyişle halk, kanuna muhtaç olmadan, benzer olayları çözmüş, bir çığır açmıştır. Sonradan gelenler de bu çözüm yolunun doğruluğuna inanmışlar ve tâbi olmuşlardır. O hâlde hâkim de bu inanışa uygun davranmalıdır. Örf ve âdet bir meslek grubuna has olabileceği gibi belli bir bölgeye mahsus da olabilir. Bu durumda özel nitelikte olan, genel olana göre daha üstün tutulur. Bir hususta örf ve âdetin var olup olmadığını hâkim belirler. Ancak bu amaçla uzman kişilerden (bilirkişi) ve yetkili kurumlardan (Ticaret odası vb.) yararlanabilir. 3. İçtihatlar İçtihat iki türlüdür: Yargısal içtihat ve bilimsel içtihat. Yargısal içtihatlar, genellikle üst seviye mahkemeleri tarafından verilen ve emsal davaların çözümlenmesinde örnek oluşturabilecek ölçüde soyut bilgi ve kural içeren kararlardır. Bir olayın çözümü için örf ve âdet kuralı da bulunamadığı takdirde, hâkim problemi çözerken, benzer davalarda diğer hakimlerin verdiği kararları emsal olarak kabul edebilir. Böylece hukukta yorumlama ve uygulama birliği sağlanmış olmaktadır. Bu durumda hakim, mevcut içtihattan yararlanmış olur. Ancak içtihatlar bağlayıcı değildir. Bu nedenle hâkim, daha önceki çözüm yolunu doğru bulmuyorsa uygulamaktan kaçınabilir. Dava ile ilgili konuda bir içtihat (emsal karar) yoksa ya da olsa dahi önceki içtihatları hakim uygun görmüyorsa, kendisini kanun koyucunun yerine koyarak bu konuda bir kural varsayacak ve buna göre (öyle bir kanun varmışçasına) ihtilâfı çözecektir. Böylece bu karar, bu konuda bir ilk içtihat ya da yeni içtihat oluşturacaktır. Bir davaya ilk derece mahkemesi olarak bakan adlî ya da idarî mahkemelerin vereceği karar, üst derece mahkemesi olarak Yargıtay ya da Danıştay tarafından denetlenmekte ve yanlış kararlar bozularak düzeltilmektedir. İlk derece (dava) mahkemelerinde görevli hâkimler, yanlış karar vermiş olmamak için bu üst mahkeme tarafından yapılan önceki yorumlara ya da kabul görmüş olan önceki çözümlere uygun karar vermek durumundadır. Eğer bu içtihatlara uymayacaksa gerekçelerini açıklamalı ve böylece üst mahkemeyi ikna ederek onun eski görüşünü değiştirmesini sağlamaya çalışmalıdır. Zira ilk ve üst derece mahkemeleri arasındaki bu hukukî yorum mücadelesinde son sözü söyleyecek olan taraf üst mahkemedir. Ayrıca üst mahkeme ilk derece mahkemesinin kararını bozmuşsa, bu durum, karar veren hâkimin siciline ve ilerlemesine olumsuz etki yapacaktır. Kararı Yargıtay tarafından kabul görüp onaylanmışsa iyi not almış olacak ve daha hızlı ve başarılı biçimde terfi edecektir. Bu durum da hâkimi içtihatlara uymaya yöneltir. Yargısal içtihatlar genellikle resmî ya da özel yayın kuruluşları tarafından yayımlanarak duyurulur. İçtihadın ikinci türü, bilimsel görüşlerden oluşan bilimsel içtihattır. Hukukçular, sadece hukuk kurallarının uygulayıcılarından ibaret değildir. Bunları bilimsel metotlara göre inceleyenler ve öğretenler de hukuk biliminin gelişmesine ve doğru uygulanmasına katkıda bulunurlar. Bu kişilerin uzmanlık alanları ile ilgili olarak açıkladıkları bilimsel görüşler uygulayıcılara ışık tutar. Yazılı olarak açıklanmış olan bu görüşler; ders kitapları, dergilerde yer alan makaleler, kanunların sistematik yorumunu içeren kitaplar (şerhler), belirli bir konuyu derinlemesine inceleyen eserler şeklinde olabilir. Ayrıca somut olayın taraflarından birinin talebi üzerine çözüm yolu göstermek amacıyla açıklanmış hukukî görüş (mütalâa) şeklinde de olabilir. E. ANAYASA 1. Genel Esaslar Yukarıda Anayasa Hukuku anlatılırken de kısmen bahsedildiği üzere, Anayasa başlıca üç konuyu düzenlemektedir: Anayasal ilkeler, devletin teşkilat yapısı ve temel haklar ve ödevler. Burada önce anayasal ilkeler ele alınacaktır. Hâlen yürürlükte bulunan 1982 Anayasasına göre, Türkiye devleti Cumhuriyettir. Cumhuriyet, monarşinin (padişahlık-krallık) zıddıdır. Devletin başında bulunan ve devleti başka devletlere karşı temsil etmekle yetkili olan kişinin seçimle iş başına gelmesini ve halkın temsilcileri tarafından denetlenmesini ve yine gerekirse görevden alınabilmesini ifade eder. O halde cumhuriyet, devleti kimin temsil ettiği ile ilgili bir konudur. Ülkemizde Cumhuriyet idaresine geçilebilmesi amacıyla 29 Ekim 1923’te saltanat (padişahlık) kaldırılmıştır. Bu tarihten sonra özellikle ilk yıllarda cumhuriyet rejimine karşı çıkan çeşitli toplumsal fikir akımları görülmüştür. Bu gün artık cumhuriyet ilkesine karşı çıkan ve padişahlığın yeniden geri gelmesini isteyen fikirlere yok denecek kadar az rastlanmakta ve bu fikirler toplumun hiçbir kesiminde kabul görmemektedir. İkinci ilkeye göre, Türkiye Cumhuriyeti, demokratik bir devlettir. Demokrasi, baskıcı rejimlerin (totalitarizm-istibdat) alternatifidir. Bu nedenle demokrasi devleti kimin temsil ettiği ile değil, devleti kimin ya da kimlerin nasıl yönettiği ile ilgili bir ilkedir. Demokratik bir devletin aynı zamanda cumhuriyet ile yönetilmesi beklenir. Nitekim Türkiye gibi bir çok ülke baskıcı rejimlerden kurtulabilmek için cumhuriyeti tercih etmiştir. Ancak bu değişim tek yol yani şart değildir. Örneğin İngiltere gibi bazı ülkelerde, köklü bir demokratik devlet yapısı vardır ve fakat aynı zamanda krallık da devam etmektedir. Burada bir çelişki var gibi görünse de aslında yoktur. Çünkü demokraside, devletin en önemli yetkisi olan anayasa yapma (kanun koyma-değiştirme) yetkisi, halkın seçilmiş temsilcilerine aittir. Devleti başka devletlere karşı temsil etme yetkisi cumhurbaşkanında değil de kralda olsa dahi yönetim konusunda son söz ve asıl güç meclisin elindedir. Bu durumda kralın yetkileri de cumhurbaşkanının yetkileri gibi sembolik ve sınırlı olacaktır. Diğer ifadeyle, demokrasi uygulanıyorsa krallık sadece bir görüntüden ibaret hale gelmektedir. Ancak, özellikle halkın ve silahlı kuvvetlerin demokrasiyi tam hazmedemediği ülkelerde, geleneklerin de yardımıyla, kralın, yetkilerini ve çevresini kötüye kullanarak, meclisi kapatma ve demokrasiyi ortadan kaldırma ihtimali vardır. Oysa cumhuriyet idaresini benimsemiş ülkelerde padişahın (kralın) soyu ve gücü devam etmeyecektir. Kralın yerine, meclis ya da doğrudan halk tarafından seçilmiş olan cumhurbaşkanı geçmiştir. Cumhurbaşkanının ise bir güç kullanarak meclisi ve demokrasiyi ortadan kaldırabilme ihtimali yoktur. Demokraside hâkimiyet kayıtsız şartsız milletin olmakla birlikte, fiilen her konuda millete danışmak mümkün olmayacağından belli bir süre için seçilen temsilciler, millet adına karar verir ve buna temsilî demokrasi denir. Temsili demokraside, devleti yöneten, hükûmeti belirleyen ve yönetim ile ilgili temel kuralları koyan kuvvet, Türkiye Büyük Millet Meclisidir (bk. Resim 1.2). Meclis üyeleri (milletvekilleri) genel oya dayanan serbest seçimlerle halk tarafından belirlenir. Yönetim işini yürütecek olan hükümeti de kendi içinden, çoğunluk esasına göre Meclis belirler ve sürekli denetler. Böylece halk, temsilcileri eliyle kendi kendisini yönetmiş olur. Üstün güç millettir ve son söz milletindir. Seçim sistemi bir devletin demokrasi ile yönetilmesinin en önemli göstergesidir. Halkın kendi iradesini en rahat ve isabetli bir şekilde yansıtabileceği bir seçim sistemi uygulanmalıdır. Esas olarak, seçimler bağımsız yargı organlarının üyeleri (hâkimler) denetiminde yapılmalıdır. Propaganda yapmak, parti kurmak ve milletvekili adaylığı serbest olmalıdır. Çok partili siyasal hayat şarttır. Oy verme işlemi gizli, oy sayımı ve tasnifi işlemi halka açık yapılmalıdır. Böylece seçim hileleri ve usulsüzlük ihtimalleri önlenmiş olur. Devlete ve sisteme yönelik eleştiri ve propaganda hakkı, partiler, sendikalar, dernekler gibi sivil toplum örgütleri ve özgür basın ve yayın aracılığıyla gerçekleştirileceğinden, demokraside bunlar da vazgeçilmezdir. Aynı şekilde, halkın (seçmenin) bilinçli bir seçim yapabilmesi için, bilgilenmesine yönelik özgür haber kaynakları da önem taşımaktadır. Demokrasinin bir vasfı da hürriyetçi olmasıdır. Demokratik devlet, çoğunluğun azınlığı ya da devletin halkı; fikirleri, inançları ve yaşayışı nedeniyle ezmediği, insan haklarına ve özgürlüklere saygılı bir devlettir. Demokratik devlet, fikir özgürlüğünün de fikirleri yayma özgürlüğü anlamına geldiğini kabul eder ve bu amaçla propaganda özgürlüğünü benimser. Devletin her tür fikir karşısında tarafsız kalması ve insanları serbest bırakması demek; kişilerin bireysel olarak ya da örgütlenmek suretiyle fikirlerini serbestçe yaymaları için gereken zemini ve hukukî düzenlemeleri yapması demektir. Anayasayı ve anayasal düzeni değiştirmeyi teklif eden fikirler dahi bu anayasal korumadan yararlanır. Devletin yönetimine talip olma ve devletin icraatlarına yön vererek yönetime katılma demokrasinin bir gereğidir. Kanunlara, sisteme, ilkelere ve devletin uygulamalarına muhalefet etme ve bunları eleştirme hakkı demokraside vazgeçilmez haklardandır. Diğer ifadeyle “devleti ele geçirmek”, demokraside her fikir akımının en tabii hakkı ve aynı zamanda her vatandaşın anayasal vatandaşlık ödevidir. Ancak propaganda ile terör arasında önemli farklar vardır. Anayasal düzeni silâh zoruyla değiştirmeye çalışmak ya da bu amaçla kurulan örgütlerin savunuculuğunu yapmak, propaganda hakkı kapsamına girmez. Silâhlı ya da baskı ve şiddete dayalı bütün hareketler terör suçudur ve dolayısıyla bu hareketleri ya da örgütleri desteklemek de bir suça teşvik etmek anlamındadır. Asla himaye edilemez. Demokrasi kendisine ve devlete yönelen silâhlı baskı ve tehditleri meşru muhalefetten ayırmalı ve önlemelidir. Bunu yapmak aynı zamanda silâha başvurmayan her tür propagandaya da gerekli özgürlüğü vermek demektir. Çünkü terör, fikir özgürlüğünün ve bunun sonucu olan propaganda hakkının baş düşmanıdır. Anayasadaki ilkelerden biri de laikliktir. Lâiklik esas olarak devletin din kurallarına bağlı kalınmadan şekillendirilmesi ve yönetilmesidir. Lâiklik kavramının çeşitli tanımları yapılmaktadır. Lâiklik; devlet işlerinin din kurallarına göre yürütülmemesi ve hukukun dinden etkilenmemesi olarak tanımlanabilir. Lâiklik özellikle Fransa'da ve diğer Hıristiyan Avrupa ülkelerinde bir ihtiyaçtan dolayı ortaya çıkmıştır. Orta Çağda, Allah adına din kuralı koyma yetkisine sahip olduklarını kabul ettirerek toplumu yönlendirmeye çalışan din adamları sınıfının, halk ve devlet üzerindeki baskısını kaldırmak amacıyla bulunan bir çözümdür. Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı merkezlerde düzenlenmesini ve böylece bilimsel, ekonomik ve sosyal alanda din adamlarının etkisinin azaltılmasını sağlamıştır. Bu yolla, devlet tarafından konulan hukuk kurallarının da dinden ve din adamlarından etkilenmesi önlenmiştir. Böylece ortaya çıkan hukuk sistemine lâik hukuk düzeni denilmektedir. Lâikliğin din ve vicdan hürriyeti kavramı ile de ilgisi vardır. Buna göre lâik devlet, başkalarına ve topluma zarar vermediği sürece insanların dinî inançlarına ve inancın gereği olan yaşayışlarına müdahale etmez. Laik devlet, kişileri herhangi bir dine ya da mezhebe mensup olmaya zorlayamaz. Ancak dinin sosyal hayatın bir parçası olduğunu da göz önüne alarak kamu hizmeti görmek anlayışı içinde dinî hizmeti düzenleyen kurallar koyar. Bunu yaparken de dinler ve mezhepler arasında bir ayrım ya da adaletsizlik olmamasına özen gösterir. Devletin bu şekilde dini düzenlemesi lâiklik ilkesine aykırı sayılmamaktadır. Lâik devlette, devletin resmî dini yoktur. Ancak bu durum vatandaşların herhangi bir dine mensup olmalarını engellemeyeceği gibi, bir dine mensup olanların bu anlamıyla lâikliğe karşı olmaları gerektiği sonucunu da doğurmaz. Çünkü sonuçta din de devlet de toplumun ve insanların mutluluğunu hedefler. Din, o dine inanan insanlar için kurallar koyar. Bir devlet herhangi bir dini, kendi dini olarak benimserse bütün vatandaşlarını o dine zorlamış olur. Buna karşılık devlet bir dini, vatandaşlarının dini olarak kabul eder ve her konuda olduğu gibi dinî konularda da vatandaşlarının yardımına koşarsa, dinin değil, vatandaşlarının hizmetine koşmuş olur. Yeter ki hangi din ve mezhepten olursa olsun, vatandaşlarının toplumsal hayatla ilgili dinî ihtiyaçlarını, gerektiği ve gücünün yettiği oranda, adaletli şekilde gidermeye çalışsın. Belirtelim ki lâiklik ilkesinin kabul edilmediği bir devletin kabul ettiği dinin kuralları da din ve vicdan hürriyetini teminat altına almış olabilir. Örneğin; Osmanlı Devleti gibi… Lâiklik ile demokrasi arasında önemli bir ilişki vardır. Lâik hukuk sisteminin benimsenmesi diğer lâik devletlerde olduğu gibi ülkemizde de din kurallarının dolaylı yoldan hukuk düzenine etki etmesini önleyememektedir. Çünkü anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri arasında, en az lâiklik kadar önem verilen bir ilke olarak demokratik devlet ilkesine yer verilmiştir. Bu ilke gereğince, hukuk düzenini kurma ve değiştirme konusunda üstün güce sahip olan millet, yetkisini temsilcileri (milletvekilleri) aracılığıyla kullanmaktadır. Milletin temsilcilerinden oluşan meclis, milletin inançlarının ve ahlâkî değerlerinin de temsilcisi durumunda olduğundan yapacağı kanun, halkın ve demokratik baskı gruplarının dine yakınlığı nispetinde dinden etkilenmektedir. Demokratik bir rejimde bu dolaylı etkinin önlenmesi mümkün olmadığı gibi lâiklik ilkesine de zarar vermediği kabul edilmektedir. Bu etki bir milletin çoğunluğunun mensup olduğu dinin kurallarının yapısına ve bireylerin dine bağlılığına (dindarlığına) göre değişmektedir. Öte yandan toplumun kültürü ve ahlâk anlayışı da dinî inançlarından aynı ölçüde etkilenmektedir. Bu da yukarıda belirtildiği gibi hukuk kurallarının, yine kaynaklarından biri olan ahlâk kuralları vasıtasıyla dine uygun hâle gelmesi sonucunu doğurmaktadır. Sun'î, zorlama yollarla bu dolaylı etkinin önüne geçmek mümkün değildir. Ancak toplumsal kültürün sistemli bir şekilde dinden uzaklaştırılabilmesi hâlinde bu mümkün olabilir. Bununla birlikte demokratik devlet, bir dini ideoloji olarak kabul edemeyeceği gibi toplumun dinsizleştirilmesini de rejim olarak benimseyemez. Bu nedenle lâiklik aynı zamanda insanların inanç ve ibadet özgürlüklerinin de teminatıdır. Zaten din, serbest iradeyle benimsenirse kişisel huzur ve dolayısıyla toplumsal fayda sağlar. Bir devletin hukuku, hukuk kurallarının dinden etkilenme şekillerine göre; lâik hukuk ve dinî hukuk olarak ikiye ayrılır. Devlet, hukuk kurallarını koyarken bir dinin emir ve yasaklarını doğrudan kaynak olarak kullanmış olabilir. Bu durumda ortaya çıkan hukuk sistemine dinî hukuk denir. Anayasalarında lâiklik ilkesini açıkça ya da örtülü olarak benimsememiş olan bazı devletler (İsrail, İran vb.) şeriat denilen din kurallarının doğrudan hukuk kuralı hâline gelmesini kabul etmişlerdir. Bu gibi ülkelerde devlet benimsediği dinin temel kurallarını değişmez ilkeler olarak kabul eder. Dolayısıyla hakimiyet kayıtsız ve şartsız olarak millette ve vekillerinde değildir. Meclisin üzerinde din adına denetim yapan, kanunların dine uygun olup olmadığını denetleyen ve gerektiğinde kanunları reddeden bir yüksek denetim otoritesi vardır. Bu üstün otorite devletin asıl gücünü kullandığından, demokrasi ve laiklik ortadan kalkmakta, din kuralları doğrudan hukuk kuralları niteliğine bürünmüş olmaktadır. İslâm hukuku, Musevî hukuku gibi. Anayasadaki diğer bir ilke de sosyal devlet ilkesidir. Sosyal devlet, toplumsal barışı ve sosyal adaleti sağlamak amacıyla, toplumsal hayata ve temel hak ve özgürlüklere ölçülü bir şekilde müdahale eden devlettir. Sosyal devlette demokrasinin gereği olarak çok partili siyasal hayata izin verilir. Bu yönden sosyal devlet sosyalist (komünist) devletten farklıdır. Sosyal devlet, vatandaşların sosyal durumlarıyla yakından ilgilenir. Eğitim, kültür, sağlık gibi temel hizmetleri üstlenir. Bizzat ya da özel sektör yardımıyla yürütür. Ayrıca ekonomik hayat ile yakından ilgilenerek güçlünün güçsüze haksızlık yapmasını önlemeye, sosyal sınıflar arasındaki farkları en aza indirmeye çalışır. Sosyal devlet, bireylere asgarî bir yaşama seviyesi sağlamak amacıyla malî destekte bulunur. Ekonomik liberalizmin ve piyasa ekonomisi kurallarının zayıfları ezmesini önlemek amacıyla tedbirler alır. Temel ihtiyaçların giderilmesi, çalışma, ücret, dinlenme, sağlık, sosyal güvenlik gibi sosyal nitelikli hak ve hürriyetlerin korunması için kurallar koyar ve kurumlar kurar. Örneğin ev sahiplerine karşı kiracıları, işverenlere karşı işçileri, üreticilere ve satıcılara karşı tüketicileri korur. Ayrıca sakatları, yaşlıları korumak amacıyla yatırımlar ve harcamalar yapar. Böylece sosyal devlet, eşitlik prensibini; eşit olanlar arasında denklik ve eşit olmayanlar arasında adaletli müdahale şeklinde uygular. Diğer bir anayasal ilke hukuk devleti ilkesidir. Devletin bütün eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına dayanması ve kişilerin hukuk güvenliği içinde bulunması, hukuk devletinin varlığını gösterir. Bu amaçla öncelikle, uygulanacak kurallar usulüne uygun şekilde yetkili makamlar tarafından konulur ve ilân edilir. Kişilere özel uygulama yapılmaz. Böylece kişiler, kuralları bilmek imkânına sahip olur ve ona göre hayatlarını düzenlerler. Diğer ifadeyle hukuk devletinde suçun ve cezanın kanunîliği ilkesi geçerlidir. Ayrıca suçlu olduğu kesinleşinceye kadar kişinin masum sayılması ve cezanın bağımsız yargı organı tarafından verilen şekliyle yine bizzat devlet tarafından infaz edilmesi gerekir. Bu yönüyle hukuk devleti, kuvvetin kanunda olduğu bir kanun devletidir. Devlet memurları keyfi kararlar alamaz, keyfi hareketler yapamaz. Hukuk devletinde suçlar ve cezalar kişiseldir. Akrabalar, arkadaşlar bu gerekçeyle cezalandırılamaz. Devletin koyduğu kanunlar, hukukun temel ilkelerine aykırı olmamalı ve gücünü halktan alan Millet Meclisi tarafından konulup geliştirilmelidir. Bu takdirde devlet, hukuk devleti olur. Devlet ideal hukuka ulaşmayı hedefler, adaleti en yüksek seviyede gerçekleştirmeye çalışır. Bu amaçla kanunları sürekli değiştirir, hukuk düzenini geliştirir. Böylece hukuk devleti aynı zamanda bir adalet devleti hâline gelmeye gayret eder. Hukuk devletinde devletin denetimi de önemlidir. Bu denetim, devlet idaresinin uygulamalarının, yetkili otorite tarafından önceden konulmuş kurallara göre ve bu kurallara uyulup uyulmadığı yönünden denetlenmesi demektir. Devletin (idarenin) denetimi, Türk milleti adına karar vermeye yetkili mahkemeler tarafından yapılır. İdarenin yargısal denetimi yolu ile kişilerin devlet organları ya da devletin temsilcileri tarafından ezilmeleri önlenmeye çalışılır. Bu denetimin etkili ve sağlıklı olması için mahkemelerin (yargı organlarının), devletin diğer organlarından (yasama ve yürütmeden) bağımsız çalışmaları gerekir. Yargı bağımsızlığı, hâkimlerin hiç kimsenin tesiri altında kalmadan mevcut ve meşru kanunlara ve vicdanlarına göre karar vermelerini sağlar. Yine bu amaçla, bir ihtilâfın çözümü için gerekli delillerin toplanması ve değerlendirilmesinde mahkemelerin hiçbir engelle karşılaşmamasına çalışılır. Yargı bağımsızlığını gerçekleştirmek amacıyla, hakimler ve savcılar için hakim dokunulmazlığı ve hakimlik teminatı kabul edilmiştir. Hakimlerin özlük işlerini devletin yürütme organı değil, yüksek hakimlerin kendi aralarından seçtikleri Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yürütür. Böylece hükümetin hakimlere baskı yapmasının önüne geçilmeye çalışılmaktadır. 2. Temel hak ve ödevler İnsanlık tarihi, nitelendirilebilir. bir yönüyle özgürlük mücadelesi tarihi olarak da Temel insan hakları ve özgürlüklerinin bugünkü evrensel seviyeye ulaşması kolay olmamıştır. Her toplumda din, kültür, devlet otoritesi gibi etkenler nedeniyle farklı gelişmeler yaşanmıştır. Orta Çağ sonrasında yaşanan reform hareketleri, 1789 Fransız, 1848 İngiliz ihtilâlleri gibi toplumsal olaylardan ve uzun yıllar süren savaşlardan insanlık önemli dersler almıştır. Bunun sonucunda 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi temel hukuk metinleri ortaya çıkmıştır. Bu temel hukuk ilkeleri, birçok devlette olduğu gibi Ülkemizde de temel hak ve hürriyetlerin anayasa ile düzenlenmesine öncülük etmiş, kaynak ve örnek oluşturmuştur. Hâlen yürürlükteki 1982 Anayasasına göre; "herkes kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez, temel hak ve hürriyetlere sahiptir." İçeriği nedeniyle çoğunlukla devletin uygulamaları ile ihlal edilen bu haklar anayasada üç grup hâlinde düzenlenmiştir: Kişisel Haklar; kişinin dokunulmazlığı, maddî ve manevî varlığının korunması, zorla çalıştırma yasağı, özel hayatın gizliliği, konut dokunulmazlığı, haberleşme hürriyeti, yerleşme ve seyahat hürriyeti, din ve vicdan hürriyeti, düşünce ve kanaat açıklama hürriyeti, bilim ve sanat hürriyeti, basın, dernek kurma hürriyetleri, toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ve mülkiyet hakkıdır. Sosyal ve Ekonomik Haklar; ailenin korunması hakkı, eğitim ve öğrenim hakkı, çalışma ve sözleşme hürriyeti, dinlenme hakkı, sendika kurma hakkı, grev hakkı, adil ücret hakkı, sağlık hakkı, temiz çevre ve konut hakkı ve sosyal güvenlik hakkıdır. Siyasal Haklar; vatandaşlık hakkı, seçme-seçilme hakkı, siyasî partilere ve siyasî faaliyetlere katılma hakkı, kamu hizmetleri ve vatanî hizmet hakkı ve dilekçe hakkıdır. Anayasada yer alan bu temel hak ve özgürlüklerin kullanılma şartlarını düzenlemek amacıyla özüne ve ruhuna dokunmamak kaydıyla kanunlar çıkarmak yetkisi Meclise verilmiştir. Bu yetki aynı zamanda sınırlandırma yetkisini de içermektedir. Ancak bu yetkinin de sınırı vardır: Kanunlar hak ve özgürlüklerin özüne dokunamaz. Örneğin; Anayasa seyahat hürriyetini tanımıştır. Ancak devlet, bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemek amacıyla bir köye giriş çıkışları geçici süre için yasaklayabilir. Ayrıca sıkıyönetim ve benzeri bazı hâllerde temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması da mümkündür. Örneğin; olağanüstü hâllerde sokağa çıkma yasağı ya da seyahatin izne bağlanması kuralı konulabilir. Temel hak ve hürriyetlerin gerek devlet tarafından gerekse kişilerce ihlâl edilmesi ihtimali vardır ve bu ihlâlin önlenmesi devletin görevlerindendir. Ülkemizde hâlen en çok tartışılan konulardan biri, anayasanın teminatı altında olan bu temel hakların ihlâl edilmesi, çiğnenmesidir. Çünkü anayasa temel kuralları koymakta, kısa tanımlarla yetinmektedir. Ayrıntıyı ise kanunlar düzenlenmektedir. Ancak TBMM kanunla düzenleme yaparken yetkisini aşabilmektedir. Doğrudan kanundan doğan bu tür ihlâlleri önlemek amacıyla, dava yoluyla Anayasa Mahkemesi devreye sokulabilir. Bu mahkeme gerekli görürse kanunu iptal eder. Ancak, Anayasa ve kanun çiğnenerek yapılan bazı uygulamalar ile de temel haklar ihlâl edilmiş olabilir. Devlet memurlarının ve özellikle silâh kullanma yetkisine sahip görevlilerin kanun dışı hareketlerinin önüne geçmenin yolu ise yürütmenin yargı eliyle denetlenmesi ve yargının yürütmeden bağımsızlığının sağlanmasıdır. Bu nedenle, hukuk devletinde devletin bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine açık olmalı, vatandaşlar devlete karşı hak arama imkanına kavuşturulmalıdır. İnsan haklarının ihlâl edilmesinin önüne geçebilmek için özellikle devleti koruma düşüncesi gereksiz yere öne çıkmamalı, vatandaş karşısında devletin korunması, özgürlüklerin ve hakların ihlâl edilmesinin gerekçesi yapılmamalıdır. Çünkü sonuçta devlet, vatandaş için vardır. Vatandaşların haklarını korumak için vardır. Bir taraftan bunu yaparken, diğer taraftan başka vatandaşların haklarını ihlâl etmesinin önüne geçilmelidir. Ancak, anayasa yargısı ve diğer denetim yolları yine de yetersiz kalabilir. Bu durumda uluslar arası yargı yoluna başvurmak, çağdaş ve modern devletlerin genellikle kabul ettiği bir uygulamadır. Bu nedenle Türk Devleti’nin de uluslar arası yargı organları (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) karşısında dava edilmesi mümkün hâle getirilmiştir. Bunun için öncelikle iç hukuk yolları tüketilmiş olmalı, yani hakkı ihlâl edilen kişi, Türk yargı makamlarına başvurmuş ve sonuç alamamış olmalıdır. Bir kişinin kendi devletini başka devletlere şikâyet etmesi ilk bakışta pek de hoş karşılanabilecek bir tutum gibi görünmemektedir. Ancak yine de yapılacak bir şey kalmamış ve haksızlık giderilememişse son çözüm olarak bu yola başvurulması mümkün olmalıdır. Öte yandan uluslar arası yargı yolunun ülkemizce de kabul edilmiş olması uluslar arası çevrelerde Türk Devleti’nin itibarının artmasına neden olmuştur. Çünkü bu durum, devletin insan haklarına saygılı olduğunu ve bu konuda denetime açık olduğunu gösterir. Anayasal ödevler temel hakların karşılığını oluşturmaktadır. Devlet vatandaşlarına hizmet edebilmek için vatandaşlarının desteğine muhtaçtır. İşte bu destek bazı hallerde zorunludur ve vatandaş için ödev niteliği taşır. Bireyler, başkalarının temel haklarına ve hürriyetlerine müdahale etmemek ve insan haklarına saygılı olmak zorundadırlar. En temel anayasal ödev budur. Kendilerine ait bir hakkı kullanmakta olmaları da durumu değiştirmez. Kural olarak herkes hürdür. Ancak herkesin hürriyetinin sınırı, başkalarının haklarının sınırıdır. Zira sınırsız hürriyette hakkın yerini kuvvet alacağından, zayıfın güçlüye kul, köle olması sonucu ortaya çıkacaktır. Devlet ve mahkemeler uygulama aşamasında hakların içeriklerini ve sınırlarını belirlerken bu hakların özüne ve ruhuna uygun yorum yapmalıdır. Örneğin; özel hayatın gizliliği ile toplumun haber alma hakkının arasındaki sınırın belirlenmesi gereklidir. Bu amaçla aşağıdaki soruların cevabı bulunmalıdır: Bir kişi hakkındaki hangi bilgi, o kişinin özel hayatı ile ilgilidir ve dolayısıyla kendisi açıklamadığı sürece başkalarından korunmalıdır? Hangi tür bilgiler ise kamuyu da ilgilendirmektedir ve dolayısıyla toplumun haber alma hakkının kapsamına dahildir? Bu konu öncelikle kanunî düzenleme yapma hakkına sahip olan Meclisin yetkisindedir. Sonra da kanunları uygulamakla görevli idarenin ve mahkemelerin, Meclisin yaptığı düzenleme ışığında karar vermesi gereken bir sorundur. Bu durumda yetkisini kullananlara yüklenen anayasal ödev, hakkın korunması, özünün zedelenmemesi, kapsamının doğru ve adil belirlenmesi ve uygulanmasıdır. Anayasal ödevlerin ikinci türü olan katılma ödevleri ise kişilere bizzat yapmaları gereken görevler yüklemektedir. Bunlar da vatan hizmeti (vatan savunmasına bizzat katkıda bulunma) ve vergi verme ödevidir (bk. Resim 1.3). Bu ödevlerin ayrıntılarını kanunla belirleme yetkisi Meclise aittir. Meclis yetkisini, eşitlik ve genellik ilkelerine uygun olarak kullanmalıdır. Eşitlik ilkesi, kişilerin sübjektif niteliklerinin göz önüne alınması ve eşit durumda olanlara eşit yükümlülükler yüklenmesidir. Örneğin; zenginden yüksek oranlı, fakirden düşük oranlı gelir vergisi alınması eşitlik ilkesine aykırı değildir. Önemli olanı zenginlerin kendi aralarındaki eşitliğidir. Genellik ilkesi ise bu konularda kişilere özel uygulama yapılmamasıdır. Örneğin; kişilerin evli olmak, yetim olmak gibi özel durumları (mazeretleri hariç), askerlik ödevinde dikkate alınmamalıdır. 3. Kuvvetler Ayrılığı İlkesi Devlet, halkın ihtiyaçları için organize olmuş kamusal kuvvet demektir. Devlet Anayasayı ve kanunları uygulayarak, hakimiyeti altındaki topraklarda ve bu topraklarda yaşayan kişiler üzerinde kendisini yani kamusal gücünü (kuvveti) gösterir. Burada belirtelim ki; demokratik örgütlenme hakkı çerçevesinde halkın kurduğu, dernek, vakıf gibi sivil toplum örgütlerinin, kamusal yetkiyi kullanma hakkı yoktur. Örneğin vergi toplama hakkı devlete aittir. Bu sivil örgütler zorla para toplayamazlar. Aksi halde kamusal yetki bu kişilerce gasp edilmiş olur. Ancak gönüllülük esasına göre (verenlerden almak üzere) bağış toplayabilirler. Devlet, çeşitli faaliyetlerle kendisini gösterir: Kanun koyar, kanunları uygulayarak vatandaşın ihtiyaç duyduğu kamu hizmetini yerine getirir, yine kanunları uygulayarak adaleti sağlar. Devlet birimleri de bu faaliyetlerin özelliklerine göre üç grupta toplanabilir: Yasama, yürütme ve yargı. Yasama organı, bir insanın beyni gibi, devletin üstün gücü kullanan asıl karar (irade) organıdır. Kanunları hazırlama, kabul etme, değiştirme ve yürürlükten kaldırma yetkisi, millet adına, vekillerinden oluşan yasama organı yani TBMM tarafından kullanılır. Meclis bu yetkisini devredemez. Bu yetki hiçbir kayda ve şarta bağlı olmadan kullanılır. Meclis kendisi tarafından konulmuş ya da değiştirilmesi mümkün iken değiştirilmemiş bulunan mevcut anayasa ve meclis iç tüzüğüne uygun olarak iradesini ortaya koyar. Milletin ve dolayısıyla sivil toplum örgütleri denilen meşru baskı gruplarının dışında kimseden etkilenmez. Yasama organı ayrıca yürürlüğe koyduğu kanunlarla, yürütme organına yani hükûmete yön ve görev verir, yetkilerinin sınırlarını belirler. Örneğin; devlet bütçesine ilişkin kanunu onaylayarak devletin gelirlerini ve bunların harcanma yerlerini gösterir. Tüketicinin korunması amacıyla kanun çıkarır, Sanayi ve Ticaret Bakanlığından, teşkilâtı aracılığıyla bu Kanunu uygulamasını ister. Yasama organı, çıkardığı kanunlarla yargı organlarını (mahkemeleri) yönlendirir. Örneğin; özel radyo yayını yapmayı suç olmaktan çıkarınca artık bu fiil nedeniyle kişiler hakkında dava açılamaz. Suçlanan ve hatta ceza almış olan kişiler artık mahkemelerde yargılanamaz ve ceza evinde tutulamaz. Görüldüğü gibi, milletten aldığı yetki nedeni ile yasama organı üstün güç durumundadır. Ancak kuvvetler ayrılığı ilkesinin sonucu olarak sadece kendi yetkilerini kullanır. Yürütme ve yargı organlarının yetkilerini devralamaz. Onlara başka yollarla müdahale edemez. Örneğin; cezanın miktarını belirler ama kendisi suçlu bulup yargılayamaz, ceza veremez. Yasama organı bir kurul olarak çalışır. Bu nedenle Meclis üyelerinin, tek başlarına Meclisi temsil etmek ve diğer organlara emir ve talimat vermek ya da etki etmek gibi hakları yoktur. Örneğin; "bizce bu fiil suç değildir." diyerek bir veya birkaç milletvekili bir mahkemeye baskı yapamaz, sanığın beraatine karar vermesini dolaylı dahi olsa isteyemez. Milletvekillerinin yargı organını (mahkemeyi) etkilemelerinin tek yolu, yeterli çoğunluğu sağlayarak hâkimin uygulayacağı mevcut kanunu değiştirmektir. Bu yöntem, yargı organlarının mevcut kanunlara uygun karar vermesi ve işlem yapması gerekliliğinin de tabiî sonucudur. Meclisin hükûmeti ve idarecileri etkilemelerinin yolu da yine ilgili kanunda değişiklik yapılmasını sağlamaktır. Bu amaçla, önce içinde bulundukları Meclisin yeterli çoğunluğunu değişikliğe ikna etmelidirler. Böylece mevcut kuralı değiştirerek uygulanmasını önleyebilirler. Meclis, içinden (bünyesinden) çıkardığı Başbakanı ve onun oluşturduğu Bakanlar Kurulunu (kabine-hükûmet), güven oyu ile yetkilendirir. Çeşitli yöntemlerle denetler, gerekirse görevden uzaklaştırır. Denetleme yöntemleri; soru, meclis araştırması, genel görüşme, gensoru ve meclis soruşturmasıdır. Yürütme organı, devleti temsil ve idare eden organdır. Yasama gücünün insanlardaki akıl ve vicdan gibi, bir değerlendirme, karar ve yönlendirme organı olmasına karşılık yürütme organı, devletin, alınan kararların icra edilmesiyle görevli olan gözünü, elini, ayağını ifade eder. Bu iki organ arasında yapı, fonksiyon ve yetki farklılığı vardır. Birbirlerinin işlerine müdahale etmeleri hâlinde kuvvetler ayrılığı ilkesi zedelenmiş olur. Kendilerinden beklenen etkiyi göstermeleri zorlaşır. Yürütme organı Cumhurbaşkanı’na bağlı olarak Başbakan, Bakanlar ve bunlara doğrudan ya da dolaylı olarak bağlı olan resmî makamların tamamından oluşur. Yürütme organının yetkileri kanunlarla sınırlanmıştır. Yasama organının aldığı kararlar (kanunlar vb.) doğrultusunda icraat yapar. Bu amaçla anayasaya ve kanunlara aykırı olmamak kaydıyla ve yetkisine uygun konularda, gerektikçe, genel ve soyut kurallar da koyar. Bunlara kanun hükmünde kararname, kararname (tüzük), yönetmelik, tebliğ, sirküler vb. isimler verilir. Ancak yürütme bunu yaparken yasama organının yetkilerine müdahale edemez. Yürütme organının çatısı durumunda olan hükûmetin meclise kanun tasarısı sunması, yürütmenin yasama organının yetkilerine müdahalesi niteliği taşımamaktadır. Bu teklif Meclisten aldığı yetkiyle icraata ve idareye talip olan iktidar partisi ya da partileri tarafından kurulmuş olan hükûmetin, icraat için kanuna duydukları ihtiyacı Meclise arz etmesi anlamındadır. Zaten teklif niteliğindedir. Kabul edilmeyebilir. Devletin yönetim politikasını iktidarda olan partiler belirler. Zira bu partiler tek başına ya da koalisyonlar kurarak hükûmet olacak çoğunluğa ulaştıklarına göre kanun çıkaracak ve hatta anayasayı değiştirecek çoğunluğa sahip olmuşlar demektir. Kayıtsız şartsız millette ve vekillerinde olan hâkimiyeti, çoğunluğu elde eden parti veya partiler bu şekilde kullanırlar. Siyasî partiler, seçim propagandalarında ve diğer çalışmalarda halka kendilerini tanıtır. İktidara geldiklerinde ne yolda icraat yapacaklarını parti programı denilen belgelerle halka duyurur. İktidar oldukları takdirde, meclisin de desteğini alarak, parti programı doğrultusunda icraat yaparlar. Bu nedenle demokratik devletlerde, İktidardaki parti değiştikçe devletin geleceğe dönük plân ve projeleri ile birlikte uygulamalarında da farklılıklar görülür. Bununla beraber bütün partilerin üzerinde ittifak ettikleri fikirler, hangi parti iktidara gelirse gelsin sahip çıkılacağı için topyekûn millete ve dolayısıyla devlete mal olur. Örneğin; işçinin emeğinin kutsallığı anlamındaki ücretin emeğe uygun ve insanlık onuruna yaraşır olması ilkesi bu tür ilkelerdendir. İktidara gelen parti, kendi programını anayasa ve kanunlar çerçevesinde uygulayabilmek için, önce bu çerçeveyi, yani bazı kanunları değiştirmek isteyecektir. Buna kısmen gücü yetecektir. Bu durum, yürütme ve yasama organının iç içe geçmesi gibi görünse de yasamanın insan beyni gibi bir karar organı; yürütmenin icraat organı olduğu gerçeğini değiştirmez. Hükûmetin güçlü ve etkili olmasını sağlamanın bir sonucudur. Yargı organı çeşitli seviyede ve yapıda mahkemelerden oluşur. Kişilerin birbirleriyle ya da devlet ile olan ihtilâflarını mevcut kanunlara uygun olarak çözer. Ayrıca hukuka aykırı davranış niteliği taşıyan somut olayların müeyyidelerini belirler. Bu faaliyet bir anlamda kişilerin ve devletin hukuk kurallarına uymaya zorlanmaları demektir. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin sonucu olarak hâkimler, sadece kendi görevlerini yerine getirmelidir. Bu nedenle beğenmedikleri bir kanunu uygulamamak ya da Türkiye Büyük Millet Meclisinin istemediği ve düşünmediği şekilde yorumlayarak uygulamak yetkisine sahip değildirler. Ancak bu konuda yapabilecekleri bir uygulama vardır. O da; bir davada uygulanacak olan bir kanun hükmünün anayasaya aykırı olduğuna (davanın taraflarının talebi üzerine ya da kendileri) karar verirlerse bu kanunun iptalini Anayasa Mahkemesinden isteyebilmesidir. Anayasa Mahkemesi, talebi kabul ederse kanun iptal edilir. Reddederse hâkim, anayasaya aykırılık bulunmadığı konusunda tatmin edilmiş olur ve beğenmese dahi o kanunu olaya uygular. Yargı organının en önemli özelliği hukuk devleti ilkesi anlatılırken de değinildiği gibi mahkemelerin bağımsızlığıdır. Bunun anlamı hâkimlerin hiçbir baskı, korku ve tehdit ve hatta telkin altında kalmadan karar vermelerini sağlamaktır. Buna yargı bağımsızlığı denir. Bu amaçla hâkimlik teminatı kabul edilmiştir. Hâkimler ve savcılar görevden azledilemezler, zorla emekliye ayrılamazlar. Maaş ve benzeri özlük haklarından mahrum edilemezler. Görevin gereği olan ve önceden belirlenerek objektif ölçülere bağlanmış olan hâller dışında istekleri olmadan görev yerleri değiştirilemez. Hâkim ve savcıların bu tür özlük işleri hakkında objektif karar verilmesini sağlamak gereklidir. Bu amaçla Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu adında yürütme organından bağımsız, yüksek dereceli mahkeme hâkimlerinden oluşan 7 (bazı hallerde 13) kişilik bir kurul kurulmuştur. Yargı bağımsızlığının bir diğer yönü de hâkim dokunulmazlığı denilebilecek durumdur. Bu kural ile kötü niyetli kişilerin ya da yürütme organının, zabıta kuvvetleri vasıtasıyla taciz ederek yargı üzerinde baskı yapması önlenmiştir. Bu amaçla hâkim ve savcıların özel izin alınmaksızın gözaltına alınmaları, tutuklanmaları, evlerinin, şahsî eşyalarının ve üstlerinin aranması yasaklanmış, verdikleri kararlar dolayısıyla sorumlulukları sınırlandırılmıştır. Bu kural ile kötü niyetli kişilerin ya da yürütme organının, zabıta kuvvetleri vasıtasıyla taciz ederek yargı üzerinde baskı yapmaları önlenmiştir. F. YARGI ORGANLARI Yargı makamları devletin yargılama ve hüküm verme faaliyetini icra ederler. Yasama ve yürütmeden bağımsız bir devlet gücü oluştururlar. Bunların tümüne kısaca yargı organı da denilir. Yargı makamları ilk derce mahkemeleri ve yüksek mahkemeler olarak iki gruba ayrılır. İlk derece mahkemeleri adlî, idarî, askerî yargı olmak üzere üç grupta incelenecektir (bk. Şema 1.5). Adlî mahkemeler, illerde ve ilçelerde kurulu bulunan ilk derece mahkemeleridir. Müstakil adliye binalarında veya kaymakamlık ya da valilik binalarının içinde faaliyet gösteren adlî mahkemeler iki gruba ayrılır: Özel hukuk alanındaki ihtilaflara bakan sulh ve asliye hukuk mahkemeleri ve suçluları cezalandıran sulh, asliye ve ağır ceza mahkemeleri. Ağır ceza mahkemeleri, sadece illerde ve büyük ilçelerde bulunur. Kurulduğu yer ve civar ilçelerde işlenen ağır suçlarla ilgili davalara bakar. Üç kişilik heyet hâlinde çalışır. Cumhuriyet savcısı da duruşmalara katılır (bk. Resim 1.4). Sadece büyük illerde bulunan Devlet Güvenlik Mahkemeleri kendi bölgesinde işlenen devlet aleyhindeki ağır suçlara bakan bir adliye mahkemesidir. Ceza mahkemelerinde yargılamaya cumhuriyet savcısı da katılır. Cumhuriyet savcıları ayrıca bulundukları ilde veya ilçede Adalet Bakanlığının temsilcisidirler. Bu idarî görevleri yönünden idarenin bir memuru gibidirler. Oysa adlî görevleri (davalar) yönünden hâkimler gibi bağımsızdırlar. Cumhuriyet savcıları mahkemeler tarafından verilen kararların icrası ile de görevlidirler. Örneğin; tutuklanmasına karar verilen bir kimsenin yakalanıp ceza evine konulması işi, emrindeki kolluk kuvvetleri yardımıyla yapılmak üzere cumhuriyet savcılarına aittir. Yine hükümlü ve tutukluların konulduğu ceza evlerinin (ceza ve tevkif evlerinin) idaresi de cumhuriyet savcılarının görevidir. Adliyelerde görev yapan icra müdürlüğü, hukuk mahkemelerinin verdiği kararların infazı ve alacakların tahsili işini yürütür. Örneğin; bir evin tahliye edilmesi (boşaltılması) sırasında gerekli görürse kolluk kuvvetlerinden yardım isteyebilir. Yaptığı işlemler ve verdiği kararlar bağlı bulunduğu hâkimin denetimine açıktır. Bu nedenle adliyenin bir parçası sayılır. Ayrıca her adliyede hâkim ve savcılara yardımcı olmak üzere yeteri kadar yazı işleri müdürü, zabıt katibi, mübaşir, hizmetli ve diğer yardımcı görevliler bulunur. Hâkimlerin seçilmesi ve görevlendirilmesi bağımsız ve anayasal bir kurul olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından yapılır. Her ilçede en az dört mahkemenin bulunmasına karşılık birçok ilçede işlerin fazla olmaması ya da hâkim yetersizliği nedeniyle dört hâkim bulunmayabilir. Diğer deyişle her mahkemeye bir hâkim düşmeyebilir. Bu durumda bir hâkim birden çok mahkemede hâkimlik yapar. Hangi mahkemelerin işini hangi hakimin göreceğine; kıdem, uzmanlık gibi hususlara bakarak bu kurul karar verir. Öte yandan büyük illerde mahkemelerin ve icra müdürlüklerinin iş yükünün fazla olması nedeniyle bir mahkemede birden çok şubeler açılabilir. Birinci, ikinci, üçüncü... Asliye Hukuk Hâkimliği gibi. Her birine bir hâkim görevlendirilir. Açılan davaları ve gelen işleri belli bir sıraya göre aralarında paylaştırırlar. Mahkemeler arasında yardımlaşma mümkün ve gereklidir. Bir mahkemenin kendi coğrafî bölgesi dışında şahit dinlemek, keşif yapmak gibi bir faaliyette bulunması gerekirse o yerin kendisine denk mahkemesine talimat vermek suretiyle yardım ister (Cumhuriyet savcıları da aynı şekilde birbirleriyle yardımlaşır.). Kişiler de kendilerinden uzak bir yerdeki mahkemeye herhangi bir nedenle sunmak istedikleri dilekçe ve sair yazıları bulundukları yerdeki denk mahkemeye vererek yerine ulaşmasını sağlayabilirler. Böyle yaptıkları takdirde ulaşmamasından sorumlu olmazlar. İdarî mahkemeler, idarî yargı içerisinde yer alan ve bölge esasına göre kurulmuş olan mahkemeler olup bunlardan idare mahkemesi ve vergi mahkemesi ilk derece (dava) mahkemeleridir. Büyük illerde bulunur. Bunların kararlarının doğruluğu Bölge idare mahkemesi ve Danıştay tarafından denetlenir. Askerî mahkemeler ise asker kişilerin suçlarına ve sivil kişilerin askerî konulardaki suçlarına bakar. Askerî birliklerin yoğun olduğu yerlerde kurulur. Askerî hâkimlerden oluşan heyetler hâlinde çalışır. Askerî Yüksek İdare Mahkemesi ise subay ve astsubayların özlük işleri ile ilgili ihtilafları çözer. Üst dereceli (yüksek) mahkemelere gelince; bunlar ilk dereceli dava mahkemelerinin verdiği kararları denetlerler. Yukarıda anlatılan yargı organları ihtilâfı çözmek ya da ceza vermek amacıyla ilk başvurulan makamlardır. Bunların verdikleri kararlar denetlenmelidir. Denetim, temyiz yolu ile kararın üst dereceli mahkemelerde incelenmesidir. Sonuçta karar tasdik edilirse kesinleşmiş olur. Karar bozulursa ilk derece mahkemesi tarafından dosya tekrar ele alınır ve önceki kararın bozulma sebepleri de nazara alınarak yeniden yargılama yapılır. Mahkeme yeni kararında ilk görüşünde ısrar edebilir. Bu ısrar kararı, üst derece (temyiz) mahkemesi tarafından bozulacak olursa hâkim bu karara uymak zorundadır. Üst dereceli mahkemelerden Yargıtay, Adliye mahkemelerinin verdiği kararları temyiz yoluyla önüne gelmesi hâlinde inceleyip denetler. Kararı onaylar veya bozar. Bazı kararlarında bu mahkemelere yol gösterici şekilde içtihatlarda bulunur. Bu tür kararlar örnek oluşturur ve yayımlanarak bütün mahkemelere ulaşması sağlanır. Yargıtay’da hakimler, kendi içlerinde uzmanlık amacıyla iş bölümü esasına göre hukuk ve ceza daireleri olarak iki gruba ayrılırlar. Adliyelerde bulunan ilk derece mahkemelerinden gelen kararlar, dosyaları ile birlikte ilgili daireye sevk edilir. Örneğin; birinci hukuk dairesi gayrimenkul davalarına, on birinci ve on dokuzuncu hukuk dairesi ticarî davalara bakar vb. Askerî Yargıtay, Askerî mahkemelerden verilen kararların temyiz yoluyla incelendiği üst mahkemedir. Danıştay, idare mahkemeleri ve vergi mahkemeleri tarafından verilen kararların incelendiği üst mahkemedir. Daire ve iş bölümü esasına göre çalışır. Ayrıca bazı hâllerde ilk derece mahkemesi olarak da görev yapar. Danıştay bir de yürütme organı olan hükûmete, genel nitelikli kararların hazırlanmasında danışmanlık yapar. Bir yönetmelik taslağı hakkında görüş bildirmek gibi. Yüksek mahkemelerin bazıları ise üst derece mahkemesi olarak değil ilk derece mahkemesi olarak faaliyet gösterir. Sayıştay, devletin malî hesaplarını, gelir ve giderlerini denetler. Bu yönüyle bir idarî denetim organı olmakla birlikte, devlet memurları ve diğer kişiler hakkında malî sorumluluk kararları vermesi ve bu kararların ayrı bir yargılama aşaması bulunmaması nedeniyle bir yargı organı sayılabilir. Uyuşmazlık Mahkemesi, Bir hukukî ihtilâfın hangi yargı grubunun görevine girdiği hususunda (askerî - idarî - adlî) mahkemeler arasında ihtilâf çıkması halinde bu uyuşmazlığı çözmekle görevli bir mahkemedir. Diğer yüksek mahkemelerin üyelerinin seçecekleri temsilcilerden oluşur. Anayasa Mahkemesi bir yüksek mahkeme olmasına, hatta bunlar arasında belki de en önemli yetkiye sahip bulunmasına rağmen bir üst derece mahkemesi değildir. Zira başka mahkemelerin verdiği kararları incelememekte sadece doğrudan kendisine açılan anayasa ve kanun değişikliklerinin iptali ile ilgili davaları karara bağlamaktadır (bk. Resim 1.5). Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu üyeleri veya yüksek mahkeme hâkimlerinin, görevleriyle ilgili suçlarından dolayı Anayasa Mahkemesi tarafından yüce divan sıfatıyla yargılanmaları da bu durumu değiştirmez. ÜNİTE II. KİŞİLER VE HUKUKİ EHLİYETLERİ Bu üniteyi başarı ile tamamlayan her öğrenci; 1.Toplum düzeninin sağlanmasında ve sürdürülmesinde hukukun rolü ve önemini kavrar. 2.Meslek hayatında ve toplum ilişkilerinde karşılaştığı güçlükleri kanuni yollardan çözebilme alışkanlığı kazanır. 3.Adil, mantıklı, hakka ve hukuka saygılı davranışlarda bulunma alışkanlığı kazanır. 4.Konularla ilgili kanun hükümlerinden faydalanma becerisi kazanır. 5.Kişiler ve hukuki ehliyetleri hakkında bilgi sahibi olur. A. KİŞİ, GERÇEK KİŞİ, TÜZEL KİŞİ KAVRAMLARI Hukuk düzeni, hak kavramını temel kavram olarak almıştır (Hukuk kelimesi hak kelimesinin çoğuludur.). Kişiler, hukuk düzeninin tanıdığı bu hakların sahibi ve tarafı olabilen gerçek ya da farazî varlıklardır. O hâlde bu haklara sahip olmak hukuk kurallarından yararlanmak demektir. Bu durumda, öncelikle bütün insanlar haklardan yararlanabileceklerdir. İnsanların hukuk kurallarından yararlanması ve hakların sahibi ve tarafı olması için, var olması yeterlidir. İnsanlar dışındaki fizikî varlıkların (eşyanın) hukukî anlamda hakları söz konusu olamaz. Çünkü hukuk düzeni onları muhatap olarak kabul etmez. Bu nedenle hayvan hakları denildiğinde kastedilen, hayvanların bizzat sahip oldukları haklar değildir. Bu haklar ile sadece, insanların hayvanlara sebepsiz olarak zarar verme ve eziyet etme haklarının bulunmadığı ve bunu yapanların toplumsal bir tepki (müeyyide) ile karşılaşacak olmaları anlatılmaktadır. Yani, bizzat hayvanlar tarafından dile getirilmesi ve savunulması asla mümkün olmayan bazı hakların korunmasının, devlete ve kamu düzenine yüklenmiş olması söz konusudur. Hak öncelikle insan için geçerli bir kavramdır. Ancak modern hukuk sistemleri, çeşitli ihtiyaçlardan dolayı, insanların oluşturduğu bazı örgütlenmiş yapılara da kişi olmanın bazı sonuçlarını yüklemektedir. Bu durumda kişiler, gerçek kişiler olan insanlar ve gerçekte var olmamasına rağmen hukuk düzenince var sayılan tüzel kişiler şeklinde iki gruba ayrılır (bk. Şema 2.1). Gerçek kişiler insanlardır. Yaşına, cinsiyetine, milliyetine, ırkına, sağlık ve akıl durumuna, malî gücüne ve kan bağına bakılmaksızın, bütün insanlar gerçek kişidir. Eski çağlarda bazı toplumlarda köleler ya da esirler mal sayılabiliyordu. Yakın zamanlarda dahi ırkları nedeniyle insanların kobay olarak kullanıldıklarını bilmekteyiz. Günümüzde, bir insanın, başka bir insanı herhangi bir canlı gibi öldürmesi, temel haklarından mahrum bırakması, kendi mülkiyetine geçirmesi, üzerinde hak iddia etmesi artık yadırganmakta ve hukuk tarafından engellenmektedir. Oysa insanlık tarihi bu seviyeye bir anda gelebilmiş değildir. Bu gelişme, insan hakları denilen kavramın geliştirilmesi ve haklar demetinin çoğaltılıp korunması ile mümkün olmuştur. Bugün, bütün toplumlarda her insanın kişilik hakları tanınmaktadır. Ancak hakların sınırı, kabul edilen hukuk düzenine göre her toplumda farklılık arz etmektedir. Gerçek kişilere özgü bazı konuları Medeni Kanun ayrıntılı olarak düzenlemektedir. Doğum ile birlikte kişi için bir aile ve akraba çevresi de oluşur. Soy bağı (nesep) ilişkisi de doğum ile kurulur. Çocuğun annesi onu doğuran kadındır. Annenin çocuğa karşı mükellefiyetleri ve onun üzerindeki hakları doğumla başlar. Anne evliyse kural olarak çocuğun babası annenin kocasıdır. Böyle bir çocuk, evlilik içinde doğmuş nesebi düzgün bir çocuk demektir. Baba ile kurulan bu bağın sonucu olarak da babanın çocuğa karşı mükellefiyetleri ve onun üzerindeki hakları başlar. Ana-babanın çocuğa karşı görevleri; onun yetiştirilmesi, ahlakî, dinî ve kültürel anlamda terbiyesi, geçiminin sağlanması, eğitiminin üstlenilmesi ve çocuğun bütün hukukî işlemlerde temsil edilmesidir. Doğum ile birlikte çocuk ile akrabaları arasında da bir bağ oluşur. Bu bağ bazı sonuçlar doğurur: Miras akrabalar arasında dağıtılır. Üçüncü dereceye kadar yakın akraba ile evlenmek yasaktır. Yakın akrabalardan iyi durumda olanlar kötü durumda olanlara maddî yardımda bulunmak (nafaka ödemek) zorundadır. Hâkimler yakın akrabalarının davalarında hâkimlik yapamazlar. Kişiler, yakın akrabaları aleyhinde şahitlik yapmaya zorlanamazlar. Evlenme bir aile hukuku sözleşmesidir. Bu yolla toplum hayatının çekirdeği olan aile kurulur. İnsan için ilk ve en önemli eğitim yeri aile ortamıdır. Bu sosyolojik olgudan yola çıkan kanun koyucu, evlenme kavramına çok önem vermiş ve aile ilişkilerini ayrıntılı olarak düzenlemiştir. Evlenecek kişiler birbirlerini tanımak ve hazırlık yapmak amacıyla uzun ya da kısa bir süre nişanlı kalırlar. Nişanlanmış olmak için, yakın çevrenin bu kişilerin birbirlerine evlenmek için söz verdiğini biliyor olması yeterlidir. Nişanın bozulması hâlinde, bundan zarar gören tarafın, kusurlu olan karşı taraftan tazminat istemeye hakkı vardır. Ayrıca böyle bir durumda alışılmışın dışındaki hediyeler de karşılıklı olarak iade edilmelidir. Evlenme merasimi şekle bağlı bir işlemdir. Bu merasimin yerine getirilmesi amacıyla, evlenecek kişiler, şahitler huzurunda nikâh memuruna yönelik olarak birbirleriyle evlenmeyi kabul ettiklerini açıklarlar (bk. Resim 2.2). Böylece evlenme gerçekleşir. Ardından durum, evlenme siciline ve nüfus siciline tescil edilir. Dini nikah ancak resmi nikah merasiminden sonra yapılabilir. Aksi halde suç işlenmiş olur. Ömür boyu bir beraberlik hedeflenerek kurulan evlilik ilişkisi, eşlere önemli sorumluluklar yükler. Her iki eş, evlilik birliğinin mutluluğunu sağlama ve bu uğurda karşılıklı fedakârlıklarda bulunma borcu altındadır. Yine bu amaçla karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma ve çocukların bakımı ve yetiştirilmesi de tarafların ortak borcudur. Bir diğer karşılıklı borç da eşlerin birbirlerine sadakat göstermeleridir. Sadakat borcu sadece kadının değil, iki tarafın borcudur ve sadece cinsel anlamda değil, aile sırlarını açıklamamak, zor zamanda desteğini esirgememek, hatalara karşı affedici olmak gibi çok çeşitli konularda kendisini gösterir. Eşler arasında zaman zaman çeşitli konularda anlaşmazlıklar çıkabilir. Bu durumda hakime başvurarak yardım istemek gereklidir. Ayrıca eşler arasında uyumsuzluklar ve geçimsizlikler de olabilir. Bu gibi durumlarda evliliği derhal sona erdirmek, özellikle varsa çocukların gelişimi açısından olumsuz sonuç doğurur. Bu nedenle kanun koyucu evlilik birliğinin korunması amacıyla çeşitli tedbirler öngörmüş hakimlere bazı yetkiler vermiştir. Ancak bütün bu tedbirlere rağmen evlilik verimli şekilde yürütülemiyorsa, taraflardan birinin ya da ikisinin talebi üzerine hâkim boşanma kararı verir. Böylece evlilik sona erer. Eşler, dul hâline gelir. Ortak çocukların kimin yanında kalacağına (velisinin kim olacağına) çocuğun isteklerini ve geleceğini de dikkate alarak hâkim karar verir. Uygun görürse çocuğun diğer taraf ile zaman zaman görüşmesine de karar verebilir. Boşanma hâlinde, kusurlu olan taraf diğer tarafa bir tazminat ve ayrıca onun geçimi için nafaka ödemek zorunda kalabilir. Ülkemizde aile kavramına verilen değer yüksektir. Bu nedenle boşanma oranı birçok gelişmiş ülkeye nazaran daha düşüktür. Ailenin sağlıklı devamı, toplumun da sağlıklı devamını sağlayan ve toplumun temel taşları olan erdemli insanların yetiştirilmesi için vazgeçilmez nitelikte önemli olan bir husustur. Bu nedenle eşlerin karşılıklı anlayış ve fedakarlık içinde aile hayatını devam ettirmesi çok önemlidir. Aile içinde küçük çocukların ihtiyaçlarını velisi olarak anne-baba karşılar. Çocuğu hukuki konularda temsil eder. Ruhen sağlıklı bir anne-baba, çocuğunun zararına hareket edemez. Çünkü, bir anlamda varlık sebebi çocuğudur. Bu nedenle kanun koyucu anne babayı çocuğun velisi olarak kabul ederken onlara çok geniş yetkiler vermiş ve denetime ihtiyaç duymamıştır. Bununla birlikte, anne-babadan biri ya da her ikisi çocuk üzerindeki yetkilerini kötüye kullanıyor ya da çocuğa karşı görevlerini hakkıyla yerine getirmiyor olabilir. Bu durumda hâkim, velâyet görevini anneden veya babadan ya da her ikisinden alabilir. Velâyet, hem anneden hem de babadan alınmışsa çocuğa, genellikle akrabaları arasından bir kanunî temsilci (vasi) atanır. Ancak vasi için veliden farklı bir durum vardır. Tabiî ve olağan bir ilişkinin sonucu olmayan bu vesayet bağı, hâkimin sıkı denetimi ve gözetimi altında yürütülür. Çocuğun mallarının satılması gibi bazı önemli işlemlerde vasi, hâkimin iznini almalıdır. Çünkü ne kadar yakın akraba olursa olsun vasi ile vesayet altındaki kişi arasındaki ilişki, anne baba ile çocuk arasındaki ilişkiden daha farklı ve problemlidir. Vasiye, veliye güvenildiği ölçüde güvenilemez. Kusuru veya kastî hareketleri varsa sonuçlarından sorumlu tutulur ve gerekiyorsa değiştirilebilir. Velâyet ve vesayet altında bulunma hâli, kişi tam ehliyet için aranan şartlara sahip oluncaya kadar devam eder. Miras gerçek kişiler için söz konusu olan önemli medeni hukuk kavramlarındandır. Miras hukuku denilen hukuk dalına ait kurallar, mirasın terekenin kime ya da kimlere ait olacağını belirler ve taksim için gerekli kuralları koyar. Mirasçılar ve mirastaki hisse oranları kanunla belirlenmiştir. Bir kişinin mirası, varsa eşi ve çocuklarına veya torunlarına kalır. Çocuğu yoksa, varsa eşine ve anne babasına veya kardeşlerine, onlar yoksa büyük anne ve babasına kalır. Bu mirasçıların mirası reddetme hakkı vardır. Kanunî mirasçılar, mirası reddetmedikleri takdirde kabul etmiş sayılırlar. Bu hâlde miras bırakanın borçlarından da sorumlu olurlar. Borçların, kalan mallardan fazla olması (mirasın borca batık olması) da durumu değiştirmez. Miras bırakanın hiçbir akrabası yoksa ya da akrabalar mirası reddetmişlerse ölenin mallarına ve alacaklarına devlet mirasçı olur. Devlet, mirasa dahil olan borçlardan, ancak mirastaki mallar kadar sorumlu olur. Miras bırakan kişi, vasiyetname yoluyla mirasını dilediği kişilere dağıtabilir. Bununla birlikte, kanuni mirasçıların bazılarının (eşin, çocukların ve torunların, anne-babanın, kardeşlerin) miras hisselerine vasiyetname ile ancak kısmen müdahale edebilir. Dokunulamayan miras payına saklı pay denir. Mirasçılar, mirası kendi aralarında anlaşarak bölebilirler. Buna taksim denir. Bölemezlerse herhangi bir mirasçının açacağı taksim davası üzerine mahkeme, mirası adil şekilde böler ve dağıtır. Tüzel kişiler, kendisini oluşturan insanlardan bağımsız bir varlık olarak kanunen varsayılan kişilerdir. Pratik yararlar nedeniyle kişi olmanın bazı sonuçlarına tâbi tutulmuşlardır. Gerçekten öyle gruplar vardır ki kendisini oluşturan fertlerden ayrı bir kişiliğe sahip olduğunu görmek çok kolaydır. Örneğin; bir kooperatif, üyelerinden apayrı bir malî güce sahiptir. Bir köy, içinde yaşayanlardan çok daha uzun süre yaşamaktadır. Bu fiilî durum, kanun koyucuları, tüzel kişilik kavramını kabul etmeye ve düzenlemeye yöneltmiştir. Zaten kanun koyucu dediğimiz devlet de bir tüzel kişidir. Tüzel kişilerin çok çeşitleri vardır. Örneğin; dernekler, vakıflar, şirketler gibi. Aşağıda kamu hukuku tüzel kişileri ve özel hukuk tüzel kişileri incelenecektir. Günlük hayatta bazen "özel ve tüzel kişiler" deyimi kullanılmaktadır. Buradaki "özel" kelimesi "gerçek kişileri" ifade etmekteyse de "özel hukuk tüzel kişileri" ile karışıklığa sebep olacağından doğru bir kullanım şekli sayılamaz. Onun yerine "gerçek ve tüzel kişiler" demek daha doğru olur. Kamu hukuku tüzel kişilerinin başında devlet gelir. Devlet, bir farazî kişidir. İçerde vatandaşlara karşı binaları, belgeleri, hizmeti ve müeyyideyi uygulayan memuru ile kendisini gösterir. Diğer devletlere karşı ise Cumhurbaşkanı ve diğer temsilcileri vasıtası ile muhatap olur. Devlet, bir otorite ve üstün güç kullanır. Bu otorite, ülkemiz gibi demokratik ülkelerde halktan kaynaklanır. Ancak otorite, halk yerine bir zümreden, soydan ya da bir gruptan da kaynaklansa durum aynıdır. Devlet, bireylerden üstün pozisyonda bulunur. Demokratik devletler, kendilerine üstün gücü sağlayan halkın emrindedir. Devlet bu gücü bizzat kullanabileceği gibi alt birimlerine tüzel kişilik tanıyabilir. Böylece tüzel kişiliğe sahip olan kamu kurumları, muhatap olma, karar alma ve icra etme yetkisi kullanabilir. Örneğin; her bir bakanlığın kendi icraatları ile ilgili olarak davacı ve davalı olma ehliyeti vardır. Bu da tüzel kişiliğin önemli bir görüntüsüdür. Örneğin; köy muhtarı köyü temsilen salma salıp uymayanlara ceza verme yetkisine sahiptir. Hatta köy için ihtiyaç duyuyorsa köylüye ait bir araziye bedelini ödeyerek zorla el koyma (istimlâk) yetkisi vardır. Başka bir örnek; mahkemeler yargı alanındaki üstün gücün uygulayıcısı olarak verdikleri kararlarla kişilerin hürriyetini sınırlayabilmektedirler. Bütün bu örneklerden anlaşılacağı üzere kamu hukuku tüzel kişileri, halktan kaynaklanan üstün gücü kullanan ve bu nedenle vatandaş ve birey karşısında üstün haklara sahip olan devlet birimleridir. Özel hukuk tüzel kişileri, hukuk önünde gerçek kişilerle aynı haklara sahip olan farazî varlıklardır. Kamusal nitelik taşımayan (özel-bireysel) bazı işlerin görülmesine ve bazı amaçlara ulaşılmasına tek tek insanların gücü ve ömrü yetmez. Bu tür amaçlar için bir araya gelen insanlar, kendilerinden bağımsız olarak devamlı işleyen bir sistem kurarlarsa, bu sistem, hukuk düzeni tarafından bir kişi olarak tanınabilir. Kamusal güce sahip olmayan bu birliklere, özel hukuk tüzel kişileri denilir. Medenî Kanuna ve Bankalar Kanunu gibi özel kanunlara tâbi olan bu tüzel kişiler, gerçek kişilerin sahip olduğu hakların aynısına sahiptirler. Ancak evlenme gibi bazı haklar, yapısı gereği sadece gerçek kişilere özgüdür. Özel hukuk tüzel kişisinin amacı kazanç elde etmek ise ticaret hukukunun konusuna giren ticaret şirketleri söz konusu olur. Diğer özel hukuk tüzel kişileri ise dernekler ve vakıflardır. Dernekler, ilmî, dinî, sosyal, iyilik (hayır), kültürel, sportif gayeli olabilirler. Üyelerinin ve diğer kişilerin bu ve benzeri ihtiyaçlarının karşılanması için çalışırlar. Kanuna ve ahlâka aykırı amaçlar güdemezler. Ayrıca, kazanç paylaşma amacı güderlerse şirketlere ilişkin hükümlere tâbi olurlar. Vakıflar ise bir ya da birkaç kişinin, mal varlığının bir parçasını derneklerdekine benzer amaçlar için tahsis etmesi ile kurulur. Bu mal varlığı, bir tüzel kişilik oluşturur ve vakfeden kişinin mallarından bağımsız olarak işletilir. Malların nasıl yönetileceğine yani elde edilen gelirin nerelere sarf edileceğine vakfeden karar verir. Dernekte kurucuların ve üyelerin kişilikleri ve idealleri ön plâna çıkmaktadır. Buna karşılık vakıfta, vakfeden kişi ya da kişiler değil, amaca tahsis edilen mallar önemlidir. Her iki tür tüzel kişilikte de devletin ilgili birimleri denetim yetkisine sahiptirler. Özel hukuk tüzel kişileri, üçüncü kişilere karşı idare ve temsil organları vasıtasıyla muhatap olurlar. Tüzel kişiler de gerçek kişiler gibi sona erebilir. Bu sona erme ya bir kararla (fesih) ya da bazı hâllerin meydana gelmesiyle kendiliğinden (infisah) gerçekleşir. B. HUKUKİ EHLİYET KAVRAMI 1. Gerçek kişilerin hukukî ehliyetleri Hak ehliyeti, haklara sahip olabilmeyi ve borçları üstlenebilmeyi ifade eder. Doğumundan itibaren ve ölünceye kadar herkes hak ehliyetine sahiptir. Bu ehliyet pasif bir anlam taşır. Var olmak yeterlidir. Örneğin; dört yaşındaki bir çocuk babasının ölümü ile birlikte o andan itibaren mirası üzerinde hak sahibi olur. Bunun için büyümesi gerekmez. Bu çocuk babasının tek mirasçısı ise babasına ait olan bir iş yeri miras olarak kendisine kalır. Bu işletmedeki mallar ve haklar yanında borçlar da o çocuğa ait olur. Alacaklılar, başkalarını sorumlu tutamazlar. Ancak bu çocuk, fiil ehliyetine sahip olmadığı için haklarını bizzat koruyup talep edemeyecektir. Borçlarını da bizzat ifa etmesi mümkün değildir. Mahkeme tarafından tayin edilecek ve denetlenecek olan bir vasi, çocuk yerine ve adına bütün bu faaliyetleri yürütmek hakkına sahip olacaktır. Fiil ehliyeti ise kişilerin haklarını bizzat kullanabilmek ve borçlarını bizzat yerine getirebilmek gücüne sahip olmalarını ifade eder. Fiil ehliyeti için; hak ehliyetindeki gibi var olmak yetmez. Bu hakları kullanabilme yeterliliği gerekir. Hakları talep ve borçları ifa etme kudretini içerir. Yani pasif değil, aktif bir durumdur. Bu nedenle ancak belli özelliklere sahip olan kişiler, fiil ehliyetine de sahip sayılırlar. Fiil ehliyetinin var sayılabilmesi için kişilerin ayırt etme gücüne sahip (mümeyyiz) olması, ergin (reşit) olması ve mahkemece kısıtlanmamış olması gerekir. Mümeyyiz olmak; doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü, faydalı ile zararlıyı birbirinden ayırabilme ve makul tarzda hareket edebilme gücüne sahip olabilme demektir. Her an, her olayda bu şekilde hareket etmek gerekmez. Genel olarak seçme - ayırma gücüne sahip bulunmak yeterlidir. Zaman zaman yanlış tercih yapmış olmak, temyiz kudretinden de tamamen mahrum olmak sonucunu doğurmaz. Aksi takdirde hiç yanlış yapmamış olan az sayıda kişi dışında herkes fiil ehliyetinden mahrum sayılacaktır. Örneğin; bir öğrenci sınıfta ders dinlemek yerine başka işlerle uğraşıyorsa ve bu davranışının yanlış olduğunu da biliyorsa temyiz kudreti yeterlidir. Davranışının disiplin cezası ve benzeri sonuçlarına katlanmalıdır. Bu yanlış hareketi yapıyor olması, temyiz kudretinin olmadığı anlamına gelmez. Yanlış olduğunu biliyor olması yeterlidir. Temyiz kudreti nispî ve subjektif bir kavramdır. Kişiye ve olaya göre değişik ölçüler kullanılarak her olay için ayrı ayrı değerlendirme yapıp sonuca ulaşmak gerekir. Çünkü insanların bilgileri ve görenekleri, içinde bulundukları veya yetiştikleri çevreye göre değişir. Örneğin; 12 yaşında bir çocuk çikolata ya da defter almak konusunda mümeyyiz olabilir. Ancak ev kiralamak konusunda aynı ayırma gücüne sahip olmayacaktır. 15 yaşındaki bir genç, arkadaşlarına bisiklet kiralamak suretiyle para kazanabilir. Hatta bu amaçla bisiklet satın alabilir. Ama aynı yaşlardaki bir başka genç, bulunduğu sosyal çevre ve yetişme tarzı nedeniyle bisiklet fiyatlarından dahi habersiz olabilir. Ayrıca yaş küçüklüğü dışındaki bazı hâllerde de kişinin kendisinden kaynaklanan sebeplerle temyiz kudretinin ortadan kalkması mümkündür. Örneğin; akıl hastalığı, hastalık derecesinde olmayan akıl zayıflıkları veya sarhoşluk ve benzeri hâllerde kişinin temyiz kudreti yoktur. Ancak son sayılan hâllerden hiçbiri kendisinde bulunmayan bir kişi şayet yaşı yönünden de yeterli olgunluğa erişmiş, yani reşit olmuş ise kural olarak mümeyyiz sayılır. Reşit olmak; insanların yaşı ile ilgili bir durumdur. Mümeyyiz olmanın aksine, bu şart kişilere göre değişik ölçülerle belirlenmez. Belli bir yaşa gelindiğinde yani fizikî olgunluk hâline erişildiğinde artık kural olarak fikrî olgunluk (mümeyyizlik) var sayılır. İşte bu yaş reşit olma yaşıdır. Reşit olma zamanı 18 yaşının doldurulmasıdır. Bu şartın gerçekleşmesi ile birlikte kişi normal yoldan reşit olur. Ancak iki istisnaî hâlin varlığında 18 yaşından daha erken yaşlarda da reşit sayılmak mümkündür. Bunlar, mahkeme kararı ile rüşt ve evlenmek yoluyla rüşt hâlleridir. Kısıtlanmamış olmak ise reşit olan kişinin fiil ehliyetinin, herhangi bir eksiklik nedeniyle mahkeme tarafından tamamen ya da kısmen kaldırılmamış olması demektir. Bu şartları tamamlamış olmanın sonucu, tam fiil ehliyetine sahip olmaktır. Fiil ehliyetine sahip olan kişiler, öncelikle hukukî işlemler yapabilir: Bizzat kendi iradeleriyle kendilerini hukuka uygun bir şekilde borç altına sokabilir ve alacak ve benzeri haklara sahip olabilir. Bu hukukî işlemlerin en önemlisi, sözleşmeler yapmaktır. Ayrıca fiil ehliyetine sahip olmak kişinin hukuka aykırı eylemlerinden de sorumlu olması demektir. Buna da haksız fiil sorumluluğu denir. Ergin (reşit) olmayan kişilerin (küçüklerin) fiil ehliyeti kural olarak yoktur. Ancak bazı hâllerde, bazı şartlar altında ayırt etme gücüne sahip olan küçüklerin de fiil ehliyetine sahip oldukları kabul edilmektedir. Böylece annebabalarının açık ya da örtülü izni ile kendileri adına hak ve borç sahibi olan küçüklerin bu işlemleri geçerli sayılmaktadır. Ayrıca temyiz kudretine sahip küçükler, kendi haksız fiilleriyle başkalarına verdikleri zararlardan şahsen (kendi malları ile) sorumlu olurlar. Haksız fiilden sorumlulukları tamdır. Çünkü mümeyyizdirler ve yaptıkları haksız fiilin sonuçlarını bilebilecek durumdadırlar. Medenî Kanun, ayırt etme gücüne (temyiz kudretine) sahip olmayan kişilerin tam ehliyetsiz olduğunu yani fiil ehliyetinin olmadığını kabul etmektedir. Kendi iradeleri ile geçici olarak temyiz kudretinden yoksun hâle gelen kişiler, haksız fiil yaparak başkalarına zarar vermişlerse bu zarardan kural olarak sorumludurlar. Buna karşılık geçici olarak ehliyetsiz iken yaptıkları hukukî işlemler yine de tümüyle geçersizdir. Örneğin; sarhoş bir kişi terziye bir elbise ısmarlarsa bu sözleşme batıldır. Terzi, sarhoşluk beni ilgilendirmez diyemez. Çünkü sarhoşun iradesi kendisini bağlamaz ve borç doğurmaz. Buna karşılık aynı sarhoş, terzinin vitrin camını kırmış olsa, zararını tam olarak tazmin etmelidir. Ancak, sarhoş bu duruma kendi isteğiyle gelmediğini, örneğin; kendisine silâh zoruyla içki içirilip sarhoş edildiğini ispat edebilir. O takdirde haksız fiil sorumluluğundan ve cezaî sorumluluktan kural olarak kurtulur. Hakkaniyet ve adalet gerektiriyorsa tazminat ödemesine karar verilebilir. 2. Tüzel kişilerin hukuki ehliyetleri Tüzel kişilerin hukuken kurulmuş sayılması ile birlikte hak ehliyetleri de başlar. Hakların ve borçların tarafı olabilirler. Ancak tüzel kişilerin, fiil ehliyetini kullanabilmeleri için öncelikle karar organının karar almaya yetecek şekilde oluşması, bir karar alması ve bir de bu kararı icra edecek yönetim ve temsil organının bulunması gerekir. Ayrıca tüzel kişilerin ehliyetleri maksat ve konuları ile sınırlıdır. Bu sınıra uyulmaksızın alınan kararlar geçersiz olduğu gibi bu sınır aşılarak yapılan işlemler ve üçüncü kişilerle girilen ilişkiler tümden geçersizdir. Tüzel kişiyi bağlamaz. Bu nedenle, bir tüzel kişi ile hukukî ilişkiye girmeden önce, kuruluş sözleşmesi dikkatle incelenmek suretiyle, bu ilişkinin o tüzel kişinin maksat ve konusuna girip girmediği belirlenmelidir. Örneğin; bir dernek yöneticisi, derneğin malından önemli kısmını bağışlamışsa bu sözleşme geçersizdir. Otomobil ticareti için kurulmuş bir anonim şirket, bir inşaat işini üstlenirse bu sözleşme de geçersiz olur. Son olarak tüzel kişilerin haksız fiil ehliyeti de vardır. Tüzel kişilerin temsilcileri, bu görevlerini yaparken üçüncü kişilere zarar vermişlerse, zarar görene karşı bu zarardan kendi mal varlığıyla bizzat tüzel kişi sorumludur. Ancak bu durum, tüzel kişinin ödediği tazminatı (şartları varsa) temsilciden geri istemesine engel oluşturmaz. ÜNİTE IV. BORÇ HAKKINDA GENEL BİLGİLER Bu üniteyi başarı ile tamamlayan her öğrenci; 1.Toplum düzeninin sağlanmasında ve sürdürülmesinde hukukun rolü ve önemini kavrar. 2.Meslek hayatında ve toplum ilişkilerinde karşılaştığı güçlükleri kanuni yollardan çözebilme alışkanlığı kazanır. 3.Adil, mantıklı, hakka ve hukuka saygılı davranışlarda bulunma alışkanlığı kazanır. 4.Konularla ilgili kanun hükümlerinden faydalanma becerisi kazanır. 5.Borç hakkında genel bilgi sahibi olur. A. BORÇ KELİMESİNİN ANLAMI, HUKUKİ NİTELİĞİ Borç, borçlunun alacaklıya karşı, gerekirse devlet zoruyla yerine getirmekle yükümlü olduğu ve iktisadî değer taşıyan davranış biçimidir. Günlük hayatımızda borç kelimesi çok geniş anlamları içerir. Örneğin; vicdan borcu denildiğinde insanların birbirlerine karşı insan olmalarından doğan bazı yükümlülükleri anlatılır. Sahipsiz kalmış bir çocuğa yardımcı olmak gibi. Bu borcun hukukî bir müeyyidesi yoktur. Dolayısıyla borçlar hukukunu ilgilendirmez. Borçlar hukukunun konusunu oluşturan borç ilişkisinin üç özelliği vardır. Bunlar; borçlu taraf, alacaklı taraf ve ekonomik değer taşıyan (parayla ölçülebilen) borçtur. Alacaklı veya borçlu tarafta birden fazla kişi de bulunabilir. Örneğin; üç öğrenci arkadaş bir karı kocanın birlikte sahip oldukları bir evi kiralarlarsa, aralarında bir borç ilişkisi kurulmuş olur. Toplam beş kişinin sözünün (iradesinin) etki ettiği bu ilişkide bir alacaklı taraf ve bir de borçlu taraf vardır. Bir tarafta yer alan kişiler diğer tarafa karşı birlikte hareket ederler. Borç ilişkisinden beklenen yarar (sonuç), borcun konusu (edim, eda edilecek şey, ifa edilecek şey) olarak anılır. Örnekte, borcun konusu tek değil birkaç tanedir. Kiracı öğrencilerin borçları; kira bedelini ödemek, evi kanuna ve anlaşmaya uygun kullanmak, kira süresi bittiğinde teslim aldıkları şekilde iade etmektir. Ev sahibi çiftin borçları ise evi (anahtarını) teslim etmek, gereken tamiratı yaptırmak vb. dir. Görüldüğü gibi bir borç ilişkisinde birden çok borç bulunabilmektedir. Hepsinin de temel özellikleri şunlardır: • Her borç, parayla ölçülebilen bir değere sahiptir. Örneğin; ev sahibinin yaptırması gereken tamiratı yaptırmaması durumunda kiracılar yaptırır ve yaptıkları masrafı hesaplayarak ödeyecekleri kira bedelinden indirirler. Kiracı evi zamanında boşaltmamış ve ev sahipleri iyi bir müşteriyi kaçırmışsa ya da sezon geçtiği için ev, bir süre boş kalmışsa bundan doğan zararlarını kiracılardan isteyebilirler. • Her borç, ihlâl edilmesi hâlinde müeyyidelerle karşılanmıştır. Yani borçlu, kanuna uygun olarak ifaya ya da ifa etmemekten doğan zararı telâfi etmeye zorlanabilir. • Borç kelimesi sadece para borcu anlamında değildir. Paradan başka bir şeyi vermek (evin anahtarlarını teslim etmek) ya da bir şeyi yapmak (evi dikkatli kullanmak) şeklinde de görünebilir. Hatta bazen borç bir şey yapmamak şeklinde de olabilir. Örneğin; ev sahipleri kira sözleşmesini yaparken eve kalabalık misafir çağrılmayacağını şart koşmuş ve kiracılar da kabul etmişse, kalabalık misafir davet etmemek bir yapmama borcudur. Bu dahi bir ekonomik değer ifade eder. Örnekteki kiracılar, eve kalabalık misafirler davet ettiği için komşular karşısında itibarları sarsılan ev sahipleri, bu itibar kaybı nedeniyle uğradıkları zararın tazminini isteyebilirler. • Borç ilişkisinde bir tarafın borcu, diğer tarafın alacağını oluşturur. Alacaklı olmak, alacağı istemek hakkına yani borçlunun borcu ifa etmesini (yerine getirmesini) istemek ve bunu gerekirse devlet kuvvetleri vasıtasıyla sağlamak (icra/dava) hakkına sahip olmayı ifade eder. Ancak bunun için borç hukuka uygun olmalıdır. Hukuka uygun olmak, kanuna ve aynı zamanda ahlâka uygun olmayı ifade eder. Örneğimizdeki ev, kumar oynatmak amacıyla kiralanmış olsaydı, bu sözleşme tamamen geçersiz olacaktı. Geçerli bir borç doğurmayacaktı, müeyyidelerle desteklenmeyecek yani devletin (kanunun) korumasından yararlanamayacaktı. B. BORCUN KAYNAKLARI VE MEYDANA GELİŞİ Borçlar çeşitli fiillerden ve ilişkilerden doğabilir. Borcu doğuran sebepler genel olarak; sözleşmeler, haksız fiiller ve sebepsiz zenginleşme şeklinde üç grupta toplanmaktadır. Sözleşme, iki kişinin bir hukukî sonucu gerçekleştirmek üzere anlaşması demektir. Burada hukukî sonuçtan kastedilen, hukuk düzeninin (hukuk kurallarının) bir olaya ve sonuca değer vermesidir. Örneğin; iki arkadaş kütüphanede buluşmak üzere anlaşsa bu bir sözleşme değildir. Çünkü hukuk düzenini ilgilendiren bir sonuç meydana gelmiş olmaz. Kütüphanede buluşmak ile başka bir yerde buluşmak arasında öğrencilerin çalışkan olması yönünden önemli farklar olmakla birlikte hukuk düzeni açısından bir fark yoktur. Buna karşılık karşı cinsten iki genç ileride evlenmek üzere birbirlerine söz verseler, bu bir sözleşmedir (Nişanlanma akdi). Çünkü hukuk düzenini ilgilendiren bir değişiklik olmuştur. Taraflar nişanlı hâle gelmiş, birbirlerine sadakat göstermek ve hazırlıklar bitince evlenmek gibi borçlar altına girmişlerdir. Bir taraf bu borcu yerine getirmekten kaçınırsa, nişanın bozulmasından zarar görmüş olan tarafa tazminat ödemek zorunda kalırlar. Ancak bu örnekteki sözleşmenin asıl borçları (sadakat, evlenme) ekonomik değeri olan bir nitelik taşımamaktadır. Bu nedenle bu sözleşme borçlar hukukunun değil, 2. ünitede sözü edilmiş olan aile hukukunun konusunu oluşturur. Borçlar hukukunun ilgilendiği ve bölümde incelenecek olan sözleşmeler, ekonomik değeri olan borçları doğuran borç sözleşmeleridir. Sözleşmeler taraflara yüklediği borçlara göre tek tarafa borç yükleyen sözleşmeler ve iki tarafa borç yükleyen sözleşmeler olarak ikiye ayrılır. Yukarıda örnek olarak verilen kira sözleşmesi ve benzeri birçok sözleşmede tarafların borçları birbirine az çok denktir. İki yüz milyon TL'ye kiraya verilebilecek bir daire, yüz ya da üç yüz milyona da kiraya verilmiş olabilir. Bu durum edimler arasındaki denkliği kaldırmaz, yani yine de iki tarafa borç yükleyen bir sözleşme vardır. Buna karşılık bazı sözleşmeler sadece bir tarafa borç yükler. Yukarıdaki örnekte bahsi geçen dairenin sahipleri olan yaşlı çift (çocuk özlemini gidermek, manen tatmin olmak gibi amaçlarla), öğrencilerle evi ücretsiz kullandırmak konusunda anlaşmış olsalar yine bir sözleşme söz konusudur. Ancak bu halde evin kullanımının bedelsiz (bedava) olması nedeniyle, tek tarafa borç yükleyen bir sözleşme vardır. Diğer tarafın denk bir borcu yoktur. Bu ihtimalde de ev sahiplerinin borcu hukukî bir borçtur. İfası istenebilir. Hatta tazminat istenebilir. Örneğin; öğrenciler yaşlı çiftle yaptıkları bu sözleşmeye güvenmiş ve başka ev aramamışlardır. Ancak okul sezonu geldiğinde ev sahipleri caymış ve bunun üzerine normal değerinin (iki yüz milyon) üzerinde kira ödeyerek (üç yüz milyona) başka bir ev kiralamak zorunda kalmışlarsa zararlarının ödenmesini isteyebilirler. Bu iki sözleşme türü arasındaki farka gelince; tek tarafa borç yükleyen sözleşmelerde borçlu taraf bir menfaat elde etmeksizin fedakârlıkta bulunmaktadır. Bu nedenle alacaklının isteyebileceği tazminatın kapsamı daha dar belirlenmeli yani karşılıksız iyilik yapan borçlu, bir ölçüde korunmalıdır. Örnekteki yaşlı çift, paraya ihtiyaç duyduğu için söz konusu daireyi satmış ve bu nedenle sözünde duramamış olabilir. Bu durumda öğrencilerin ödediği kiranın tamamını değil, kendilerinin sebep olduğu fazla kısmı (yüz milyonu) hatta bazen daha azını telâfi etmek zorundadırlar. Kurulması Sözleşmelerin kurulması, irade beyanlarının açıklanması ile gerçekleşir. Tarafların sözleşmek konusunda birbirlerine uygun iradelerini karşılıklı olarak açıklamaları yeterlidir. Bu amaçla taraflardan birinin teklifini (icap) diğer taraf kabul eder. Bu yüz yüze olabileceği gibi mektupla haberleşerek de olabilir. Ayrıca teklif ve cevap açıkça yapılabileceği gibi üstü örtülü, dolaylı (zımnî)da olabilir. Örneğin; pazarda ya da vitrinde, üzerine fiyatını yazarak bir malı sergilemek, o fiyatı kabul edene bu malı satmayı teklif etmektir. Lokantada yemek ısmarlayan kişiye garsonun yemeği getirmesi ya da simitçinin tablasından simidin alınması (bu sırada hiç konuşulmamış olsa dahi) zımnî olarak kabul etmek anlamına gelen davranışlardır. O hâlde günlük hayatta gerçekleştirilen birçok alış veriş ilişkisi bu şekilde kurulmuş sözleşmelerdir. Hukukçu olmamak ya da bunların hukukî sonuçlarının ne olduğunu bilmemek, durumu değiştirmez. Sözleşmelerin kurulması sırasında iradeyi sakatlayan hâller varsa, yani bir tarafın iradesi tam değilse sözleşme onu bağlamaz. Örneğin; hataya düşen, hileyle yanıltılan ya da zorla baskı yapılarak sözleşme kuran kişiler, süresi içinde bu sözleşme ile bağlı olmadıklarını ileri sürebilirler. Örneğin; deri ayakkabı denilerek kendisine suni deriden ayakkabı satılan kişi, sözleşmeden cayıp ayakkabıyı iade edebilir. Bazı hallerde sözleşen taraflar iradelerini dışarıya yansıtmak istemedikleri için çevreye karşı gerçek durumu gizleyip başka bir görüntü verirler. Bu gibi hallerde muvazaadan (danışıklılıktan) bahsedilir. Bu gibi hallerde kanun, muvazaalı sözleşmeyi geçersiz saymaktadır. İspat edilmek kaydıyla gerçek duruma göre karar verilecektir. Örneğin; borçlu bir kişinin alacaklılardan (hacizden) kaçırmak amacıyla mallarını başkalarına satmış gibi yapıp devretmesi hâlinde, alacaklılar bu durumu ispat ederek, mallara el koydurabilir, böylece icra yoluyla satışını sağlayabilirler. Başka bir örnek de şudur: Bir kişi mirasçılarından birini kayırmak amacıyla daha sağlığında bazı mallarını ona satmış gibi yapar, ancak bir bedel almaz. Böylece aslında bağışlamış olur. Bu durum ispat edildiği takdirde bağış kuralları geçerli olur. Hatta bu bağış diğer mirasçıların kanundan doğan miras haklarına (saklı paylarına) müdahale etmişse, yapılan bağış bu müdahale oranında geçersiz sayılır ve miras yeniden taksim edilir. Genellikle mirastan mal kaçırmak amacıyla tapulu gayrimenkuller de bu şekilde muvazaalı yolla satım gibi gösterilip bağışlanmaktadır. Ancak bu işlemde, menkullerdekinden farklı bir sonuca ulaşılmaktadır. Görünüşteki işlem (satım) muvazaalı olduğundan batıldır. Gerçek işlem olan bağış ise, resmî şekle uyularak yapılmadığından batıldır. Çünkü tapulu gayrimenkuller ancak tapu memuru huzurunda yapılan bir resmî sözleşme ile satılabilir veya bağışlanabilir. Sonuç olarak bu örnekteki muvazaalı sözleşme hiçbir sonuç doğurmamaktadır. Dolayısıyla kanunî mirasçıların saklı paylarını ihlâl etmese dahi geçersiz sayılacak ve sözleşmeye konu olan malın tamamı mirasa dahil edilip bölüştürülecektir. Muvazaaya benzeyen ancak sonuçları itibariyle farklı olan bir işlem türü de kanuna karşı hile hâlidir. Burada danışıklılıktan farklı olarak taraflar bir gizleme yapmamaktadırlar. Ancak kanunun yasak ettiği bir sonuca (yasaklanmış olan yoldan değil de serbest dolaylı yoldan) ulaşmaya çalışmaktadırlar. Örneğin; disiplinsizliği nedeniyle barodan kaydı silinmiş (meslekten uzaklaştırılmış) bir avukatın, vekâletname alarak iş takip etmesi yasaktır. Bu kişi müşterisine ait bir senedi devralıp sanki kendi senedi (alacağı) imiş gibi kendi adına, ancak müşterisi hesabına, tahsile (icraya) vermiştir. Böylece kendisine konulmuş olan, başkalarının işini takip için vekâletname alma yasağını ihlâl etmiş ve kanuna karşı hile yapmış olmaktadır. Bu halde hem borçlu, görünüşte alacaklının alacaklılığına itiraz edebilir hem de icra memuru alacağı takip yetkisi olmayan eski avukatın takip talebini reddedebilir. Sözleşmelerin kurulmasında uyulması gereken şekil konusunda kanunda bağlayıcı bir genel kural yoktur. Günlük hayatta sözleşme yapmak deyince akla, genellikle bir kâğıda bazı şartları yazmak ve imzalamak gelmektedir. Oysa yukarıda da belirtildiği gibi sözleşme yapmak için tarafların iradelerini açıklamış olmaları kural olarak yeterlidir. Ayrıca yazılı belge, şahit, tasdik vb. gerekli değildir. "Sözleşme" kelimesindeki "söz" de bu durumu göstermektedir. Bu durumda sözleşmeyi yazıya geçirip geçirmemek tarafların tercihine kalmış demektir. Ancak tarafların sözleşmeyi ve borcunu inkar etmesi ihtimali vardır. Bu ihtimalden çekinen diğer tarafın, sözleşmeyi ve alacağını ispat açısından kendisini sağlama almak için yazılı sözleşme yapılmasını istemesi yararlıdır. Sözleşmelerin yer aldığı yazılı belgelere bazen sözleşme, bazen de senet, protokol, anlaşma, tutanak, mukavele gibi başlıklar konulmaktadır. Bu isim farklılıkları durumu değiştirmez. Önemli olan, bir yazıdan bir borcun yeterince anlaşılması ve altı borçlu taraf ya da taraflarca imzalanmış olan bu senedin (belgenin) karşı tarafa verilmiş olmasıdır. İmzalı belgedeki imzanın borçlu tarafından inkar edilmesi ya da borçlunun ehliyetsizlik vb. herhangi bir sebeple imzanın kendisini bağlamadığını ileri sürmesi ihtimali de alacaklı için bir risktir. Bu riske ve ispat sıkıntısına girmek istemeyen alacaklı, borçlunun imzasını noter huzurunda atmasını isteyebilir. Böylece imzanın sarhoş iken atıldığı, zorla (baskı altında) atıldığı gibi itirazlar da önlenmiş olur. Kanun istisnai bazı hallerde, bazı sözleşmelerin yazılı şekilde yapılmasını emretmiş, aksi takdirde geçerli olmayacağını belirtmiştir. Örneğin; alacağın temliki sözleşmesi (bir alacaklının alacak hakkını başka birine devretmek amacıyla onunla sözleşme yapması) böyledir. Yine kefalet sözleşmesi de yazılı yapılmazsa geçerli olmaz. Bazen de kanun, sözleşmelerin resmî şekilde yapılmasını geçerlilik için şart koşar. Örneğin; tapulu bir gayrimenkul (taşınmaz) mal, ancak tapu memurunun huzurunda yapılan yazılı bir sözleşme ile satılabilir ya da bağışlanabilir. Yine bir ticaret şirketinin kurulması için ortakların imzalarını noter huzurunda atmış olmaları gerekir. Belirtelim ki sözleşmelerin geçerliliği için yazılı belge gerekmemesine karşılık, sözleşmeden doğan bir alacağın mahkemede ispatı için yazılı belge gereklidir. Diğer ifadeyle kanunlarımız kişilerin, birbirlerinin sözlerine (vaadlerine) güvenmekle yetinmemelerini, kendilerini sağlama almak için yazılı belge ile iş yapmalarını istemektedir. Bu nedenle taraflar arasında çıkan ihtilâflarda iddiaların ancak yazılı belge ile ispat edilebileceğini belirtmektedir. Örneğin; komşusuna bir aylık ödünç para veren bir tüccar, karşılığında senet almamışsa sadece borçlunun bu sözüne güvenmiş demektir. Borçlunun borcunu ödemediğini ileri sürerek dava açar ve davalı da borçlu olmadığını savunursa, hâkim davacıdan alacağını gösteren yazılı belge isteyecektir. Aksi takdirde davayı reddedecektir. Bunun anlamı şudur: "Mademki sen bir kişinin sözüne güvendin, devlet olarak ben de senin güvendiğine güvenirim. O borcum yok diyorsa doğrudur." Bu aşamada, şahit bulunabileceği akla gelebilir. Kanun, özellikle ticarî hayatta kurulan ilişkilerin şahitlerle değil, yazı ve belge ile desteklenmesinin daha sağlıklı ve pratik olacağı düşüncesiyle şahitle ispatı kabul etmemektedir. Dolayısıyla, özellikle davalı taraf şahit dinletilmesine muhalefet ettiği takdirde, ne kadar çok şahidi olursa olsun, alacağını ispat için davacı bunlardan yararlanamayacak, mahkemede dinletemeyecektir. O hâlde varsa tek delili, borçlunun imzasını taşıyan yazılı belge (senet) dir. Bu nedenledir ki özellikle ticarî hayatta önemli sözleşmeler, geçerliliği için gerekmemesine rağmen, gerektiğinde ispat edilebilmesi için yazılı şekilde yapılmaktadır. Yazılı belge ile ispat kuralının bazı istisnaları vardır. Yakın akrabalar arasındaki sözleşmelerde yazılı belge düzenlenmesi istenmeyeceğinden, çıkan ihtilâflarda şahit yeterli görülmüştür. Örf ve âdetler yazılı sözleşmeyi gerekli görmüyorsa bu hâllerde de şahit dinletilebilir. Örneğin; çoğu bölgelerde hayvan pazarındaki alış verişlerde senet düzenleme alışkanlığı yoktur. Bazı işler vardır ki mahiyeti gereği borcun yazılı belgeye bağlanması mümkün değildir. Örneğin; trafik kazası sonucunda otomobili zarar görmüş olan kişinin diğer taraftan bu nedenle alacaklı olduğunu, onun imzasını taşıyan yazılı belge ile ispatlamasını istemek mantıklı değildir. Benzer şekilde, bir kişinin bir senedi baskı altında zorla imzaladığını ispat etmesi için, baskı yapanın imzasını taşıyan yazılı delil bulması mümkün olmayacağından, şahit ve diğer tür deliller yeterli olabilecektir. Bütün bu hâllerde alacaklı olduğunu ya da borçlu olmadığını iddia eden, iddiasını sadece yazılı delille değil, her türlü delille (şahit, teknik tespitler vs.) ispat edebilir. Sözleşme özgürlüğü kanunlarımızda ve Anayasamızda temel ilke olarak belirlenmiş olmakla birlikte bu özgürlüğün bazı sınırları da vardır. Kişisel özgürlüklerin önemli bir sonucu olarak kişiler herhangi bir sözleşmeyi yapıp yapmamakta, karşı tarafı seçmekte, dilediği şartlarla kabul etmekte özgürdür. Ancak liberalizmin bir sonucu olan bu düşünce, bazen zayıf tarafın ezilmesine sebep olabilir. Örneğin; zor durumda kalan birinin bu durumundan yararlanılarak sömürülmesi gibi. Kanun böyle durumları önlemek amacıyla koruyucu bazı kurallar koymaktadır. Örneğin; kiracılar, genellikle ekonomik olarak ev sahiplerinden daha zayıf oldukları düşüncesiyle kanunla korunmuşlardır. Ayrıca eşit olmayan taraflarca yapılan bazı sözleşmelerin tamamen ya da bazı hükümlerinin (kısmen) geçersiz sayılmasına veya bazı borçların indirilmesine ya da tamamen iptaline hâkim tarafından karar verilebilir. Örneğin; bir kredi sözleşmesinde banka, çok ağır faiz şartlarını müşterisine kabul ettirmişse ya da şartlar sonradan ağırlaştırılmışsa mahkeme, faiz oranlarının aşağıya çekilmesine karar verebilir. O hâlde kişiler, kural olarak sözleşme özgürlüğüne sahiptir. Ancak bir kişi bu özgürlüğü kötüye kullanarak kendi çıkarları uğruna başkasını ağır zararlara uğratabilir ya da onun beklemediği sonuçlarla karşılaşmasına sebep olabilir. Bu durumda diğer taraf, hâkimin duruma müdahalesini sağlayabilir. Haksız fiiller borcun ikinci tür kaynağıdır. Haksız fiil, başkalarına maddî ya da manevî zarar veren ve hukuka uygun olmayan her tür davranıştır ve tazminat borcu doğurur. Kişilerin borç doğuran davranışları her zaman karşılıklı hukuka uygun iradelerden (istekten) ortaya çıkmayabilir. Hukuka aykırı bazı fiillerden de hukukî yönden önemli sonuçlar (borçlar) doğabilir. Örneğin; hırsızlık fiili hem cezayı hem de çalınan malı ya da bedelini iade etmeyi gerektirir. Hırsızın bu borcu, hırsızın iradesinin bir sonucudur. Ancak malı çalınanın iradesi dışında oluşmuştur. Başka bir örnek; bir hayvan başkasının tarlasına zarar verse, hayvan sahibi bu zararı gidermek borcu altındadır. Bu borcun doğmasında da hem alacaklı tarla sahibinin hem de borçlunun iradesi yoktur. O hâlde haksız fiillerden borç doğması için alacaklının ve borçlunun hukuka uygun ya da aykırı iradelerinin bulunması gerekmez. Yeter ki hukuka aykırı bir fiil ve bu fiilden dolayı maddi ya da manevi bir zarar ortaya çıkmış olsun. Olağan durumda hukuka aykırı olan bir fiil bazı hâllerde, hukuka aykırı olmaktan çıkar ve dolayısıyla borç doğurmaz. Yani bir zarar doğmuş olsa dahi zarar veren sorumlu tutulmaz. Bu konuda şu örnekler verilebilir: Bir kişiyi, görevi gereği polis ya da jandarma alıkoyarsa bu fiil hukuka uygundur. Bir kişi kendi canını ya da malını bir tecavüzden korurken, tecavüz eden kişiye zarar vermişse, bu zarardan sorumlu olmaz. Kendisine saldıran köpeği öldüren kişi meşru müdafaa hakkını kullanmış ise bu durumda haksız fiil ve borç yoktur. Bir boks maçında kurallara uygun olarak aldığı yumruk darbelerinden dolayı sakatlanan kişiye karşı bir borç doğmaz. Kendisi bu sonuca razı olmuştur. Ayrıca haksız fiili yapan ya da sebep olan kişinin bundan sorumlu olması için kusurlu olması gerekir. Kusur hafifi ya da ağır olabilir. Hatta bazen kast şeklinde kendisini gösterir. Hafifi kusuru ile bir zarara sebep olanın tazminat sorumluluğu daha hafif takdir edilebilir. Kural olarak, bir haksız fiil nedeniyle zarara uğrayan kişi hem kendi zararını hem de zarar verenin kusurlu olduğunu kendisi ispatlamalıdır. Ancak bazı haksız fiil türlerinde, zarar görenin, zarar verenin kusurunu ispat etmesine gerek duyulmamıştır. Bu hallere, kusursuz sorumluluk halleri denilir. Örneğin motorlu taşıtların başkalarına verdiği zararlarda, binaların ya da hayvanların verdiği zararlarda zarar gören karşı tarafın kusurlu olduğunu ispat etmeye çalışmaz. Ancak bu hallerde, zarar veren (ya da zarardan sorumlu tutulan) taraf, kendisinin gerekli bütün tedbirleri almış olduğunu, yani hiçbir kusurunun bulunmadığını ispatlayarak sorumluluktan kurtulma hakkına sahiptir. Sebepsiz zenginleşme, borcun doğumuna yol açan üçüncü kaynaktır. haklı bir sebep olmaksızın bir kimsenin mal varlığının azalması ve buna karşılık bu azalmanın bir başkasının mal varlığında bir artma meydana getirmesidir. Haklı sebebin baştan beri hiç bulunmaması mümkün olduğu gibi baştan var olan haklı sebebin, bir sözleşmenin geçersizliği, iptali gibi sebeplerle sonradan ortadan kalkmış olması da mümkündür. Örneğin; borçlu olduğunu zanneden ve ödeme amacıyla bir miktar para gönderen kişi, sonradan aslında borçlu olmadığını hatırlarsa, geri isteme hakkına sahiptir. Parayı alan, bunu geri iade etmek borcu altındadır. Çünkü bu paraya sahip çıkmasının haklı sebebi yoktur. Dikkat edilirse burada karşılıklı irade uyumu yoktur yani geri ödeme borcu bir sözleşmeden doğmamıştır. Borç bir haksız fiilden de doğmamıştır, çünkü parayı alanın bir yanıltma (kandırma, dolandırma) kasdı ya da ihmali yoktur. Yine de istek hâlinde parayı iade etmek zorundadır. Sebepsiz zenginleşmeden doğan bir borcun borçlusu iyi niyetli ise, elinde ne kalmış ise onu iade etmekle yükümlüdür. C. BORÇLARIN YERİNE GETİRİLMESİ VE GETİRİLMEMESİ İfa, borçlunun borcunu yerine getirmesidir. Borcun ifa edilmesi ile borçlu borcundan kurtulmuş, alacaklı alacağına (hakkına) kavuşmuş ve borç ilişkisi sona ermiş olur. Borç bir para borcu ise, günlük dilde ifa yerine ödeme de denilmektedir. İfa bizzat borçlu ya da yetkili temsilcisi tarafından, bizzat alacaklıya ya da temsilcisine yapılmalıdır. Ancak alacaklı için önem taşımıyorsa, borçlu borcu bir başkasına da ifa ettirebilir. Buna karşılık bazı borçlarda borçlunun kişiliği önemli olabilir. Özellikle yapma borçlarında, borçlunun kişiliği önemlidir. Örneğin; bir kuaför anlaşmaya aykırı olarak gelinin saçını çırağa yaptırmaya kalkışırsa, gelinin buna itiraz etmeye ve borçlunun borcunu bizzat ifa etmesini istemeye hakkı vardır. Eğer borç bir sözleşmeden doğuyorsa ve ifa zamanı (vade) açıkça belli ise ifa o zaman yapılmalıdır. Aksi takdirde borçlu, geç ifa etmenin ya da hiç ifa etmemenin sonuçları ile karşılaşabilir. Sözleşmede ifa zamanı açıkça konuşulup kararlaştırılmış değilse her iki tarafın ortak iradesine, yani beklentisine göre belirlenir. Örneğin; birçok bölgede uygulanan "hasat zamanı veresiye" ölçüsünde vade, ürünün türüne göre değişir. Alacaklı, borçlunun hangi tür ürünü işlediğini hesaba katmışsa alacağın vadesi o zaman gelmiş (muaccel olmuş) olur. Borç, sözleşmeden değil de bir haksız fiil ya da sebepsiz zenginleşmeden doğmuşsa, borçlu borcunun miktarını ve alacaklıyı öğrendiği zaman ödeme zamanı da gelmiş olur. Borcun ifa tarihinin net olarak baştan kararlaştırılmış olmadığı durumlarda alacaklı, borçluya, borcun zamanının geldiğini ve ödemesi gerektiğini (ihtarname göndererek) hatırlatmalıdır. Borçlu buna rağmen ifa etmezse, alacaklı ifaya zorlayıcı yollara ya da buna ilişkin sonuçlara başvurabilir. Borcu ifa etmiş olan borçlu, alacaklıdan bunu gösteren bir yazılı belge vermesini istemek hakkına sahiptir. İspat için yazılı delil zorunluluğu kuralı nedeniyle borçlu, borcu kısmen veya tamamen ödemiş olduğunu ancak makbuz adı verilen bu belge ile ispat edecektir. Bazen makbuz yerine "tutanak", “dekont” “ekstre” ya da "belge" gibi adlar da kullanılmaktadır. Önemli olan bu belgenin içeriği ve imzasıdır. Borcun ifa edilmemesinin sebepleri çeşitli olabilir. Bu nedenle sonuçları da farklıdır. • Kusursuz imkânsızlık: Borçlunun kusuru olmaksızın borcun ifa edilmesi imkânsız hâle gelmiş olabilir. Bu durumda borç ilişkisi sona erer. Borçlunun ifa borcu kalkar, taraflar aldıklarını sebepsiz zenginleşmenin iadesi prensiplerine göre iade eder. Örneğin; terzi hastalanmış ve artık çalışamaz hâle geldiği için sipariş edilen elbiseyi dikememiştir. Elbisenin dikimi için ücret almışsa bu ücreti ve varsa kumaş ve diğer malzemeleri iade eder. • Kusurlu imkânsızlık: Borçlunun kusurlu hareketi (kasıt ya da ihmali) nedeniyle ifa imkânsız hâle gelmiştir. Bu durumda borçlu, alacaklının borcun ifa edilmemesinden doğan zararını ona ödemelidir. Örneğin; emanet aldığı kemanı dikkatsiz davranarak kıran ya da başkasına satıp teslim eden kişi, sahibine iade edemeyecektir. İade borcu imkânsız hâle gelmiştir. Ancak hem kemanın bedelini hem de sahibinin kemandan mahrum kalmasından doğabilecek diğer zararları (söz gelimi alacaklı, kemanla vereceği müzik dersini verememiş ve ders ücreti kazancından mahrum kalmışsa bu zararları) ödemelidir. • Borçlunun temerrüdü: Bazı hâllerde alacaklı ifayı kabule hazırdır ve ifa mümkündür. Ancak borçlu ifa etmekten kaçınmaktadır. Buna borçlunun temerrüdü (inadı, direnmesi) denilir. Bu ihtimalde alacaklı aşağıdaki imkânlara sahiptir. Öncelikle, cebrî icra yoluyla, gecikmiş de olsa borçlunun borcu aynen ifa etmesini isteyebilir. Yukarıdaki örnekte, keman hâlen emanet alanda ise icra yoluyla zorla alınabilir. Ancak keman kırılmış ya da yanmış ise aynen ifa istenemeyecektir. Para borçlarında aynen ifa imkanı her zaman mevcuttur. Buna karşılık yapma borçlarında, borçlunun istememesi hâlinde ifayı zorla sağlamak genellikle mümkün olmaz. Örneğin; işçiyi zorla çalıştırmak ya da terziye zorla elbise diktirmek mümkün değildir (Zorlama yapılsa dahi verimli sonuç doğurmaz.). Bir yandan aynen ifayı talep eden alacaklı, diğer taraftan, varsa, gecikmeden doğan zararını da talep edebilir. Örneğin; kemanı geç almış olmaktan dolayı kazançtan mahrum kalmışsa bunu isteyebilir. • Para borçlarında tazminat: Para borçlarında gecikme hâlinde alacaklının zararı kesin gibidir. Bu zarar birkaç şekilde ortaya çıkabilir. Birincisi, enflâsyon nedeniyle para değer kaybetmişse bu ispatı kolay bir zarardır ve telâfi (tazmin) edilmelidir. İkinci olarak enflâsyon karşısında aşınmamış olsa dahi (örneğin; döviz borcu) parayı zamanında alamayan kişi, o parayı (bankaya yatırmak ya da ticarette kullanmak suretiyle) çalıştırarak elde edeceği kazançtan mahrum kalmış olabilir. Bu durumu ispat ederek zararını isteyebilir. Ülkemizde yüksek enflâsyonun yaşandığı 1980'li yıllardan bu yana bu tür zarar kesin gibidir. Kanun bu zararın hiç değilse bir kısmının karşılanması amacıyla belirli bir oranda zararın, ayrıca ispatına ihtiyaç olmaksızın, gecikme (temerrüt, direnme) faizi olarak istenmesine imkân vermiştir. Adı temerrüt faizi olmakla birlikte istenen bu para, ancak alacaklının zararını karşılamakta olduğu sürece gerçekte (reel) bir faiz yani fazlalık değildir. Sadece zararın telâfisi (tazminat) niteliğindedir. • Aynen ifa yerine tazminat: Alacaklı aynen ifadan vazgeçerek ifa edilmemeden doğan zararının tazmin edilmesini isteyebilir. Özellikle gecikme nedeniyle aynen ifanın artık beklenen faydayı sağlamayacağı hâllerde durum böyledir. Örneğin; ders yılı başında teslim edilmek üzere yayın evine kitap siparişi veren kitapçının istediği kitaplar zamanında gelmemiş ise, sezon kapandıktan sonra, aynen ifayı değil tazminatı istemesi mantıklıdır. Çünkü kitaplar geç bir vakitte gelse de artık satılmayacaktır. O hâlde burada kitapçı mahrum kaldığı kârı talep edebilecektir. Son olarak belirtelim ki borcun hiç ifa edilmemesi gibi kötü ifası da çoğu zaman alacaklıya aynı imkânları sağlar. Örneğin; keman artık tamir edilemeyecek bir şekilde kırık olarak iade edilmişse bu iade (ifa), borcu ifa etmemekle aynı sonucu doğurur. Ayrıca yanlış şeyin ifası da ifa etmeme gibidir. Örneğin; sipariş verilen kitaplar yerine başka kitaplar gönderilmiş olması hâlinde ifa yoktur. Ancak bu ihtimalde borçlunun yanlış ifadan sonraki dönemin zararından sorumlu olması için, bu yanlışlığın kendisine ihbar edilmiş ve böylece iyi niyetli bilgisizliğinin ortadan kaldırılmış olması lâzımdır. D. BORÇLARIN SONLANMASI Daha önce incelendiği gibi, bir borç ilişkisinde birden çok borç bulunabilir. Bunların hepsinin tek tek sona ermesi, borç ilişkisinin de sona ermiş olması sonucunu doğurur. Bu nedenle burada sadece dar anlamda borcu sona erdiren hâller incelenecektir. • İfa: İfa (yerine getirme), borcu sona erdirir. Yeter ki zamanında ve sözleşmeye uygun bir ifa olsun. • Kusursuz imkânsızlık: Borcun doğumundan sonra, borçlunun kusuru olmaksızın ifasının imkânsız hale gelmesi durumunda borç sona erer. Belirtelim ki önceden (baştan) imkânsız bir borç sözleşmeye konu olursa sözleşme zaten geçerli olmaz. Örneğin; Merih gezegenine seyahat amacıyla yapılan sözleşme, baştan imkânsızlık nedeniyle (en azından şimdilik) geçersizdir. • İbra: Borçlunun borçtan beraat etmesi (kurtulması), alacaklının alacağından bir karşılık alarak ya da almaksızın vazgeçmesidir. Örneğin; bir bakkal, kendisine borcu çoğalmış bir müşterisine yardım etmek amacıyla onun borçlarını silebilir. Karşılıksız olarak borcu sona erdirmiş olur. İbra, genellikle bir anlaşmazlığın taraflarının kendi aralarında anlaşmazlığı çözmesi ile yani sulh sözleşmesinin sonucunda gündeme gelir. • Yenileme (Tecdit): Alacaklı ve borçlunun anlaşarak borca yeni bir şekil vermesi hâlinde de eski şekliyle borç sona ermiş ve buna karşılık yeni bir borç doğmuş olur. Yukarıdaki örnekte müşterinin borcu ödeyemeyeceğini gören bakkal, onunla anlaşarak para borcunu kaldırıp yerine, bir ay bakkalın temizliğini yapma borcunu geçirebilir. Bu durumda eski borç (para borcu) bitmiş olur. • Alacaklı ve borçlu sıfatlarının aynı kişide birleşmesi: Borçtan bahsedebilmek için alacaklı ve borçlunun ayrı şahıslar olması gerekir. Baştan böyle iken sonradan alacaklı aynı zamanda borçlu (ya da borçlu aynı zamanda alacaklı) hâline gelirse borç sona erer. Örneğin; bir tüccar, bir başkasının ticarî işletmesini topyekûn (bir bütün olarak aktif ve pasifleriyle) devralırsa alacaklarını da devralmış olur. Kendisinin bu işletmeye önceden borcu varsa, devirle birlikte kendi borcunun alacaklısı hâline gelmiş olacağından böylece bu borç da sona erer. Bununla birlikte kıymetli evrak türünden senede bağlanmış borçlarda senedin aslı borçlusu bu senedi sonradan (ciro yoluyla) devralırsa senetteki borç sona ermez. Sadece alacaklısı ve borçlusu aynı kişi olduğundan istenemez hale gelir. Üzerindeki ciro imzaları senedin itibarını artırdığından, vade gelmeden önce bu kişi alacağını ve senedi başkasına devredebilir. Bu durumda alacak yeniden canlanmış ve istenebilir alacak haline gelmiş olur. • Takas: Borçlu ve alacaklı birbirleriyle birden çok hukukî ilişkiye girmiş ve karşılıklı borçlanmışlar ise özellikle para borçlarında ifa yerine takas yolu ile de borçlarını sona erdirebilirler. Örneğin; bir eczacı, iş yerinin kırtasiye ihtiyacını yandaki komşusundan komşu kırtasiyeci de ilâç ihtiyacını bu eczahaneden karşılasın ve her ikisi de veresiye yazmış olsunlar. Bu borcu ödemek için birbirlerine nakit para götürmek yerine, karşılıklı olarak mahsup yoluyla birbirini karşılayan miktarda borcu silebilirler. Böylece en azından alacağı fazla olan tarafın borcu tamamen sona ermiş olur. • Zaman aşımı: Borcu sona erdiren son hâl, alacağın vadesi gelmiş sonra da uzunca bir süre geçmiş olmasına rağmen istenmemiş ve takibinden vazgeçilmiş olmasıdır. Zaman her şey gibi borcu da aşındırır. Zaman aşımı denilen bu hâlde alacaklının alacağını uzunca bir süre takip etmemesi; istemekten ilelebet vazgeçtiği şeklinde yorumlanmaktadır. Ayrıca borçlu, borcu ile ilgili bilgi ve belgeleri ve borcun konusu olan şeyi makul bir süre saklamak zorunda olmalı, daha fazlası ona yüklenmemelidir. Zaman aşımı borcun istenebilir hâle geldiği günden (vadeden) itibaren işlemeye başlar. Borçluya karşı talepte bulunulmuşsa (dava açılmış ya da icraya başvurulmuşsa) zaman aşımı kesilir ve yeni bir zaman aşımı süresi işlemeye başlar. Örneğin; gidilen her duruşma, icra dosyasında yapılan her işlem, alacaklının alacağı tahsil etmeye çalıştığını gösterir ve yeni bir süre başlatır. Bu şekilde yirmi - otuz yıl dahi geçse, alacak zaman aşımına uğramış olmaz. Alacaklı icraya başvurmuş fakat borçlunun malî durumunun ödemeye uygun olmadığı anlaşılmışsa alacaklıya, borçlunun borcu ödemekten aciz olduğunu gösteren bir belge (aciz vesikası) verilir. Alacaklı borçlunun yeniden, haczedilebilecek türden bir malın sahibi olduğunu anlarsa, ne kadar süre geçmiş olursa olsun bu belge sayesinde yeniden haciz işlemi yaptırabilir. Çünkü bu belge ile birlikte zaman aşımı durmuş olur. Artık işlemez (Bu belge ile birlikte borç için faiz işlemesi de durur.). Borç ilişkisi nedeniyle açılan bir davada bu borcun zaman aşımına uğradığı ve artık dava-icra yoluyla istenemeyeceği hususu borçlu tarafından ileri sürülmemişse hâkim bu durumu kendiliğinden nazara alamaz. Böyle bir savunma hakkının bulunduğunu borçluya hatırlatamaz. Çünkü özel hukuka ait yargılama usulünün temel kurallarından olan yargılama eşitliği (taraf denkliği) prensibi; hâkimin taraflardan birine yardımcı olmamasını gerektirir. Hâkim, ancak tarafların ileri sürdüğü iddia ve savunmaları nazara alabilir. Borçlarda zaman aşımı süresi genel olarak vade tarihinden itibaren 10 yıldır. Ancak kanunlarda bazı tür borçlar için 5 yıl ya da 1 yıl gibi daha kısa süreler de kabul edilmiştir. E. BORÇLARIN ÇEŞİTLERİ 1. Müteselsil Borçlar Müteselsil borçluluk bir borçtan sorumlu olan birden çok kişi arasında, alacaklıya karşı sorumluluğun sınırlandırılmamış ve bölünmemiş olmasıdır. Borç ilişkisinin taraflarını anlatırken bir tarafta birden çok kişi, tek bir borcun borçlusu olabilir demiştik. Bu durumda aralarında birlikte borçluluk vardır. Borçlular arasında bu tür bir birlikte sorumluluk varsa, alacaklı alacağını kimden isteyecektir? Örneğin; üç arkadaş ev kiralamışlarsa, ev sahibi (kiralayan) kira bedelini hangisinden ya da hangilerinden isteyebilir? Borçlar Kanunu’na göre, baştan aksi açıkça kararlaştırılmış değilse, her bir borçlu borcun kendine düşen kısmından (örnekte kiranın üçte birinden) sorumludur. Bu durumda alacaklı için risk vardır. Her üçünün de güvenilir ve malî yönden güçlü olması gereklidir. Oysa daha baştan kiracıların müteselsil borçlu oldukları kararlaştırılmış ise alacaklı borcun üçte birini değil tamamını kiracıların herhangi birinden ya da hepsinden isteyebilecektir (Ancak alacağın bir kısmını bir borçludan tahsil etmişse diğerlerine sadece kalan kısım için başvurabilecektir. Bir alacağı üç defa almak gibi bir hakkı yoktur). Bu durumda borçlulardan birinin sözünde durması ya da malî durumunun iyi olması alacaklı için yeterli olacaktır. Müteselsil borçlulukta, her borçlu borcun tamamından alacaklıya karşı sorumludur. Ayrıca alacaklı, dilediği borçluya dilediği zaman başvurmak hakkına sahiptir. Başvurulan borçlu, "önce diğerine başvur" diyemez. Alacaklıya ödeme yapan borçlu, kendi aralarındaki hesaplaşmada, kendisine düşenden fazlasını diğerlerinden ister. Aralarında aksine sözleşme yoksa kendi içlerinde eşit borçluluk geçerlidir. Borçlar hukuku alanında aslolan münferit borçluluktur. Ancak baştan kararlaştırılmış ise müteselsil borçluluk söz konusu olabilecektir. Buna karşılık ticaret hukuku sahasında kural müteselsil sorumluluktur. Açıkça kararlaştırılarak münferit borçluluk esası benimsenebilir. Bütün bu açıklamalar bir borca kefil olanlar için de aynen geçerlidir. Adî kefalette kefil önce borçluya başvurulması gerektiğini ve ancak tahsil edilemeyen kısım için kendisine gelinebileceğini ileri sürebilir. Buna karşılık müteselsil kefalet varsa kefil bu savunmayı ileri süremez. Alacaklı ister kefile isterse borçluya başvurur. 2. Şarta Bağlı Borçlar Bir borcun doğumu veya varlığı, şüpheli bir olayın gerçekleşmesine ya da gerçekleşmemesine bağlanmış olabilir. Burada şart şüpheli bir olay demektir. Örneğin; bir iş yerinde evli bayan tezgâhtar çalıştırmak istemeyen bir işveren, işe aldığı bekar bayana "bekâr olarak kaldığınız takdirde çalışabilirsiniz" derse sözleşme bozucu şarta bağlı olarak kurulmuş olur. Şart gerçekleşirse borç sona erer, ancak bu zamana kadar geçerli borç doğurur. Buna karşılık evli tezgâhtar çalıştırmayı kendisi için uygun gören bir işveren, bekâr bir bayanı işe kabul ederken "evlendiğiniz takdirde işe başlayabilirsiniz" derse geciktirici şarta bağlanmış bir sözleşme vardır. Bayan evlendiği takdirde sözleşme hüküm ve sonuç doğurmaya başlar. Bir başka örnek olarak "kuşum bir ay içinde ölürse kafesini size satacağım" denilirse, yine geciktirici şarta bağlı sözleşme vardır. Satışın olması için kuşun bir ay içinde ölmüş olması gerekir. Bütün örneklerde şart olarak ileri sürülen olayın gerçekleşmesi kesin değil, az çok şüphelidir. Buna karşılık "kuşum ölürse kafesi sizindir" denildiğinde şarta bağlı değil, belirsiz vadeli sözleşme vardır. "Ölürse", "ölünce" şeklinde anlaşılmalıdır. Zira burada ölüm bir şartı değil bir gün mutlaka gerçekleşecek bir olayı ifade eder. 3. Cezaî şart Cezaî şart, borçlunun borcunu hiç ya da gereği gibi yerine getirmemesi hâlinde ya da gecikmesi durumunda alacaklının talep edeceği bir miktar paradır. Tarafların karşılıklı rızası ile sözleşmeye konulur. Böylece alacaklı borçluyu ifaya zorlamak üzere kanuni bir imkandan yararlanmış olmaktadır. Bu çözüm yolunun, özellikle bir sözleşmenin hiç ya da vaktinde ifa edilmemesinin alacaklının zararına sebep olabileceği hâllerde kullanması çok yararlı olacaktır. Örneğin; damatlık takım elbise dikme siparişi alan terzi, takımın düğün gününe yetişmemesi hâlinde bir milyar TL ödemeyi kabul etmiştir. Bu durumda maktu (miktarı belli) cezaî şart vardır. Bu parayı ödeme korkusu, borçluyu, işini zamanında ve itinalı yapmaya yöneltir. Başka bir örnek, bir konfeksiyon mağazasının vitrinini düzenlemek işini üzerine alan kişi, işini bir gecede bitirmeyi üstlenir. Aksi hâlde geciktiği her saat için beş yüz milyon ceza ödeme şartını kabul eder. Burada cezanın miktarı baştan belli değildir. Gecikme ne kadar devam ederse ceza da o kadar artmaktadır. Bu tür cezai şart, özellikle müteahhitlerin inşaat ya da tamirat işlerini zamanında bitirmelerini ya da taşıyıcıların malı yerine zamanında ulaştırmalarını sağlamakta faydalı olmaktadır. Çünkü borçlu, gecikerek de olsa ifaya gayret etmekte, işi görmekte, bu durum alacaklının da zararını azaltmakta ve işine gelmektedir. 4. Pey akçesi Pey akçesi bir sözleşmenin yapıldığına delil olmak ve borçluyu caymaktan vazgeçirmek amacıyla verilen paradır. Ülkemizde bazı sözleşmelerde taraflar sözleşmeyi kurmakla birlikte borçlarını hemen ifa etmeyip ileride ifa etmek konusunda anlaşmakta ve birbirlerine bağlanmak amacıyla da kapora denilen bir miktar para (ya da mal) vermektedirler. Bu para sözleşmenin kurulduğunun delilidir. Dolayısıyla tarafları borçlarını ifa etmeye zorlamaktadır. Özellikle karşı tarafın sözleşmeyi sonradan inkâr etmesinden zarar görmesi muhtemel taraf için bir teminat oluşturur. Örneğin; ülkemizde hayvan pazarlarında ya da ahırlarda yapılan alış verişlerde satıcı, hayvanı alıcıya hemen teslim etmiyorsa alıcı da parayı hemen vermemekte, ilerdeki bir tarihte ifayı kararlaştırmaktadırlar. Hayvan sahibi satıldığını düşündüğü malını pazardan (piyasadan) kaldırmaktadır. Yazılı senet alışkanlığı da bulunmayan bu tür sözleşmelerde alıcı, teslim günü sözleşme yapmış olduğunu herhangi bir sebeple inkâr ederse ne olacaktır? Satıcı dava açacak, sözleşmeyi ve zararını ispat edecek ve alıcıdan alacaktır. Bu uzun ve külfetli bir yoldur. Daha kolayı ise şudur; satıcı pazarda sözleşme kurulunca, cayma veya inkâr hâlinde geç satma, nakliye gibi sebeplerden dolayı görebileceği tahmini zarara karşılık olacak miktarda bir parayı (kapora) alıcıdan alır. Böylece satıcı zararını önlemiş, alıcıyı sözleşmeye bağlamış ve ifaya zorlamış olur. Şüphesiz kapora miktarını taraflar serbestçe kararlaştıracaklardır. 5. Cayma akçesi Cayma (pişmanlık) akçesi: Satıcı ve alıcı kaparo (pey akçesi) olarak verilen bir paranın aslında pişmanlık akçesi (tazminat) olduğunu açıkça kararlaştırmış olabilirler. Bu durumda her iki tarafın da kararlaştırılan parayı feda ederek cayma hakkı var sayılır. Parayı alan taraf cayarsa, aldığını ve bir o kadarını geri öder. Parayı veren cayarsa, para alan tarafta kalır. Bir tür peşin tazminat olur. Cayma akçesinin pey akçesinden farkı şuradadır: Pey akçesinde tarafların cayma hakkı yoktur. İfadan kaçınan tarafa karşı, diğeri, yukarıda borcun ifa edilmemesini anlatırken saydığımız imkânlara sahiptir. Parayı veren taraf ifadan kaçınmışsa diğer taraf tazminatın bir kısmını (kapora kadarını) peşinen almış sayılacak, fazlası için talepte bulunması gerekecektir. Buna karşılık cayma akçesinde cayan taraftan bu paranın üzerinde bir tazminat alma imkânı yoktur. Ancak bu dahi bir yönüyle borçluyu ifaya zorlayan bir uygulamadır. Çünkü caymak, tazminat ödemeyi gerektirmektedir. F. ALACAĞIN TEMLİKİ; NİTELİĞİ, OLUŞUMU, HÜKÜMLERİ Alacağı talep hakkı alacaklıya aittir. Ancak borçlu yönünden bakıldığında borcunu kime ifa ettiği çoğu zaman önemli değildir. İfayı kimin talep edeceği borçluyu ilgilendirmez. O, doğru kişiye yapacağı geçerli bir ifa ile borçtan kurtulmaktadır. O hâlde alacaklı alacağını bir başkasına devredebilir. Alacağın temliki denilen bu işlem alacaklıya ait bütün talep haklarının ve alacaklı sıfatının başka bir kişiye geçirilmesini sağlayan bir sözleşmedir. Kural olarak her tür alacak devredilebilir. Devir işlemi eski ve yeni alacaklı arasında yapılan bir sözleşmedir. Mutlaka yazılı yapılmalıdır. Aksi takdirde geçersiz olur. Yazılı devir sözleşmesinin noterden düzenlenmiş olması zorunlu değildir. Bununla birlikte borçlu, alacağı devralmış olan yeni alacaklı olduğunu beyan eden kişi tarafından kendisine ibraz edilen ve eski alacaklının imzasını taşıyan devir sözleşmesindeki imzanın gerçekten ilk alacaklıya ait olduğu hususunda tereddüt etmiş olabilir. Bu halde noterden tasdikli devir beyanı istemesi kendi yararına olacaktır. Zira sahte sözleşmeye dayanarak yanlış kişiye ödeme yapmış olan borçlu doğru alacaklıya yeniden ödeme yapmak zorunda kalacaktır. Borçlunun devir işlemine dahil edilmesi gerekmez. Borçlu bu sözleşmenin tarafı değildir. Ancak alacağın devredildiği hususu eski ya da yeni alacaklı tarafından borçluya bildirilmelidir. Bildirim yapılmaz ve borçlu iyi niyetli olarak eski alacaklıya borcu öderse borcundan kurtulur. Bu bildirim borçlunun iyi niyetini ortadan kaldırır ve bildirimden sonra, borçlu yönünden de devralanı asıl alacaklı haline getirir. Görüldüğü üzere bu işlemle alacaklı taraf değişmekte, eski alacaklının yerine aynı haklara sahip yeni alacaklı geçmektedir. Borçlu, eski alacaklıya karşı bir itiraz ileri sürmek hakkına sahip idiyse bu itirazı aynen yeni alacaklıya da ileri sürebilir. Mademki onun rızası (izni) alınmadan devir yapılmıştır, bu devir ile onun durumu eskisine göre ağırlaştırılamaz. Örneğin; bisiklet satın alan ve borçlanan kişi, teslim aldığı bisiklet arızalı çıkarsa borcunu ödemeyip bisikleti iade ya da bedelini indirmek hakkına sahiptir. Alacaklı satıcı da alacağının tümünü talep etmekte ısrar edemez. İsterse itirazla karşılaşır. Alacaklı alacağını bir başkasına devretmiş olsun. Devralan kişi borçluya başvurduğunda, alıcı (borçlu), aynı arıza itirazını, devralana karşı da ileri sürebilecektir. Ancak, alacak ileride incelenecek türden kıymetli evraka bağlanmış bir alacak ise, bu alacağın devri senedin devrine bağlı olacaktır. Bu senetlerde alacağın temliki kuralları uygulanmayacaktır. Bu tür senetlerin tedavül (dolaşım) kabiliyetini artırmak (devrini cazip hâle getirmek ve kolaylaştırmak amacıyla) kanunda yeni alacaklıya bazı haklar tanınmıştır: Sadece eski alacaklıyı ilgilendiren ve dolayısıyla sadece ona karşı ileri sürülebilecek türden itirazlar, yeni alacaklıya karşı ileri sürülemez. Alacak bazen kendiliğinden bir başkasına geçer. Örneğin; alacaklı ölünce alacak hakkı kendiliğinden mirasçılarına geçer. Mirasçılar hisseleri nispetinde alacaklı olurlar. Alacaklar bazen de mahkeme kararıyla temlik edilmiş olur. Mirasçıların mirası paylaşmakta anlaşamamaları hâlinde, miras hâkim tarafından paylaştırılır. Mirasa dahil olan alacak hakkı mirasçılardan birine verilirse, o yeni alacaklı olur. Son olarak alacağı devreden kişi, alacağı borçludan istemeye ve alacağı ispat etmeye yarayacak belge, senet, mektup vb. yeni alacaklıya (devralana) vermelidir. G. BORCUN NAKLİ; NİTELİĞİ, OLUŞUMU, HÜKÜMLERİ Borcun nakli sözleşmesinde, borç ilişkisinin borçlu tarafı (alacaklının alacağı talep edebileceği kişi) değişmektedir. Alacaklı ile borcu devralmak isteyen yeni borçlu arasında yapılır. Genellikle bütün borç ilişkilerinde alacaklı borçlunun kişiliğine ve ödeme (ifa) kabiliyetine önem verir. Sonradan borçlunun değişmesi ve özellikle bu yönden zayıf bir kişinin borcu üstlenmesi hâlinde alacaklı zarar görebilir. Zira borcun ifa edilmesi riski artabilir (Bazen tam tersi de olabilir, ancak bu durumu en iyi takdir edecek olan kişi, bizzat alacaklıdır.). O hâlde alacaklının izni olmadan borçlu borcunu bir başkasına devredememelidir. Alacaklı nakli uygun bulursa bu sözleşmeye taraf olur. Kendisini de bağlar. Vade geldiğinde eski borçluya değil, sadece yeni borçluya başvurabilir. Eski borçlu borçtan kurtulmuştur. Devreden borçlunun borcuna, bir üçüncü kişi kefil olmuş idiyse, şahsa bağlı olduğundan bu kefalet sona erer. Alacağının bu şekilde teminatsız kalmasını istemeyen alacaklı, kendi durumunu sağlama almak amacıyla, devri kabul ederken, aynı kişinin (ya da bir başkasının) yeni borçluya da kefil olmasını şart koşabilir. ÜNİTE V. SÖZLEŞME ÇEŞİTLERİ Bu üniteyi başarı ile tamamlayan her öğrenci; 1.Toplum düzeninin sağlanmasında ve sürdürülmesinde hukukun rolü ve önemini kavrar. 2.Meslek hayatında ve toplum ilişkilerinde karşılaştığı güçlükleri kanuni yollardan çözebilme alışkanlığı kazanır. 3.Adil, mantıklı, hakka ve hukuka saygılı davranışlarda bulunma alışkanlığı kazanır. 4.Konularla ilgili kanun hükümlerinden faydalanma becerisi kazanır. 5.Sözleşme çeşitlerini tanır. SÖZLEŞME ÇEŞİTLERİ Gerçek kişiler ve özel hukuk tüzel kişilerinin birbirleriyle kurduğu iradî ilişkiler, hukuka uygunsa ve ekonomik bir değer de ifade ediyorsa sözleşme var demektir. Borçlar hukukunun en önemli konusunu oluşturan sözleşmeler öncelikle kanunda düzenlenmiş olanlar ve kanunlarda düzenlenmemiş sözleşme türleri şeklinde iki gruba ayrılabilir. Aşağıda önce Borçlar Kanunu’nda düzenlenmiş sözleşme türleri, daha sonra da diğerleri incelenecektir. Borçlar Kanunu, sözleşmeleri yapılış amaçlarına göre sınıflandırarak ele almaktadır (bk. Şema 5.1). Mülkiyeti devir amacını güden sözleşmeler, bir menkul ya da gayrimenkul mal üzerindeki mülkiyet hakkının bütün sonuçlarıyla bir başkasına devri amacıyla yapılır. Bu sözleşmelerde tipik edim (konu) olarak, bir taraf, kendisine ait bir malı karşı tarafa vermeyi vaadeder. Diğer taraf aldığına karşılık denk bir bedel vermeyecekse, ortada bağışlama akdi var demektir. Şayet diğer taraf denk bir bedel verecekse ve bu bir miktar para ise satım sözleşmesi vardır. Denk bedel, başka bir mal ise trampa (takas) sözleşmesi söz konusu olur. Kullandırma amacını güden sözleşmelerde, bir taraf başkasının bir menkul ya da gayrimenkul malını bir süre kullanır ve sonra iade eder. Eğer alanın kullandığı mal kullanmakla tükenen ve dolayısıyla mislen iade edilen türden bir mal ise, ödünç (karz) sözleşmesi var demektir. Örneğin; iki paket margarin veya bir milyar lira ödünç veriliyorsa, bunlar önce tüketilecek ve sonra mislen iade edilecektir. Buna karşılık eşyayı alan aldığı şeyi aynen geri verecekse iki ihtimal söz konusudur. Şayet bir bedel karşılığında kullanıyorsa kira sözleşmesi, bedelsiz olarak kullanıyorsa ariyet sözleşmesi vardır. Saklama amacı güden sözleşmelerin kanunda düzenlenmiş olan en belirgin türü, vedia (emanet) sözleşmesidir. Kullandırma borcu doğuran sözleşmelerde alan tarafın malı kullanmasına karşılık ücret ya da parayı kullanmasına karşılık faiz ödeyeceğini yukarıda gördük. Vediada ise amaç değişik olduğundan, malı veren (saklatan) taraf ücret öder. Örneğin; terminallerde bulunan emanetçiler, sakladıkları bavul vb. için ücret alırlar. İş görme borcu doğuran sözleşmelerde taraflardan biri emeğini ortaya koymaktadır. Emeğini ortaya koyan taraf, diğer tarafın emir ve talimatı altında çalışıyor ve çalışmasının karşılığında bir bedel (ücret) alıyorsa hizmet sözleşmesi var demektir (Belirtelim ki ücret değil de kâr payı alıyorsa başka bir sözleşme türü olan adî ortaklık vardır. Adî ortaklık iş görme sözleşmesi olmayıp şirket sözleşmeleri grubunda yer alır.). Emeğini ortaya koyan taraf bağımsız çalışıyorsa yani kendi işinin patronu ise bu hâlde iki ihtimal vardır: Birincisi, çalışan eğer bir sonuç vaadediyorsa istisna sözleşmesi olur. Örneğin; musluğun tamiri, evin yapılması, elbisenin dikilmesi böyledir. Emek bir sonuç vermezse ücrete hak kazandırmaz. İkincisi, yapılan işten sonuç alınması şüpheli ise ve çalışan, sadece sonuca ulaşmak için gerektiği ölçüde gayret gösterme borcu altında ise vekâlet sözleşmesi vardır. Bu halde risk vekaleti verende olduğundan, sonuç elde edilememiş bile olsa, vekil kararlaştırılmış olan ücrete hak kazanır. Doktorun tedavi borcu, avukatın dava takibi borcu bu tür borçlardır. Kanunlarda düzenlenmemiş sözleşme türlerine gelince; Borçlar Kanununda ve iş Kanunu gibi diğer bazı kanunlarda temel sözleşme türleri bir tip olarak düzenlenmiştir. Ancak günlük hayatta irade özgürlüğü (sözleşme yapma serbestliği) ve girilen ilişkilerin niteliği gereği, kurulan sözleşmeler bu temel türlerden az çok farklar gösterir. Bu farklar, ya yeni tür oluşmasına neden olur ya da mevcut türlerin bir karması ya da birleşmesidir. Aşağıda günlük hayatta gittikçe daha çok karşılaşılan bazı sözleşme türleri incelenecektir. Bunların bir kısmı ya kanunda hiç düzenlenmemiştir ya da temel tip sözleşmelerin az çok değiştirilmesi ile oluşturulmuş yeni türlerdir. Kredi açma sözleşmesi özellikle bankacılık uygulamasında sık görülen bir sözleşme türüdür. Krediyi açan banka, krediyi alan müşterisinin belli bir limit dahilindeki nakit ödünç taleplerini karşılamayı ve başkalarına olan borçlarını ödemeyi vaadeder (bk. Resim 5.2). Bu vaat nedeniyle (para talep edilebileceği ihtimalini göz önünde tutarak) bir miktar parayı hazır bulundurur. Hazır bulundurma karşılığında da bir bedel (faiz) alır. Bankalar büyük malî güçleri nedeniyle bütün kredi sözleşmelerinde (faiz oranlarının belirlenmesi gibi konularda) genellikle pazarlıksız ve tartışmasız tek söz sahibi olan taraf konumundadırlar. Bu güçlerini kötüye kullanmaları kanunlarla önlenmeye çalışılmaktadır. Bu amaçla bankaların tek tip sözleşme olarak hazırlayıp müşterilerinin kabulüne sundukları matbu kâğıtlarda yazılı kayıtların geçerliliği konusuna ihtiyatla yaklaşılmaktadır. Çünkü bankalar uzman hukukçulara hazırlattıkları bu kayıtları kendi lehlerine olacak şekilde düzenlemekte ve değiştirmeye yanaşmamaktadırlar. Her banka müşterilerini benzeri kayıtlarla karşıladığından, çoğu hâlde müşteriler için pazarlık şansı ve alternatifi yoktur. Dolayısıyla sözleşme yapmamak veya teklif edilen şartlarla yapmak arasında sıkışıp kalmaktadırlar. Bu zorunluluk nedeniyle çoğu zaman sözleşmelerde yer alan kayıtları dikkatli okumadan ve değerlendirmeden imzalamaktadırlar. Şaşırtıcı kayıtlar da denen bu kayıtlar birçok hâlde sözleşme özgürlüğünün kötüye kullanılması niteliğindedir. Bir hakkın başkalarına zarar vermek amacıyla kötüye kullanılmasını kanun himaye etmez. Bu nedenle söz konusu kayıtlar geçersiz sayılmaktadır. Ayrıca kredi açma sözleşmelerinde yer alan ve tüketici kredilerinde bankaların faiz oranlarını tek yanlı olarak değiştirmelerine imkan tanıyan hükümler, Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunla geçersiz sayılmaktadır. Tek satıcılık sözleşmesi, acentelik ilişkisine benzeyen bir sözleşmedir. Bu sözleşmede de satıcı, bir üreticiye ait olan ürünü ya da ürünleri, belli bir coğrafî bölgede, rakipsiz (tekel) olarak pazarlamak konusunda yetki alır. Ancak acentelikten farklı olarak burada satıcı, üreten firma adına değil, bizzat kendi işletmesi adına sözleşme yapar. Yani üreticiden satın aldığı malları satıp satamama riski kendi üzerindedir. Üstelik çoğu hâllerde üreticiden yılda (ya da ayda) belli bir miktar (sayıda) ürün almak zorundadır. Alacakların satışı (factoring) sözleşmesi, alacağın temlikine benzer bir sözleşmedir. Bu amaçla kurulmuş finansal gücü yüksek kuruluşlar, özellikle veresiye (taksitle) mal satan ticarethanelerin; müşterilerinden olan alacak haklarını (vadeli alacaklarını) peşin olarak satın almaktadırlar. Alacak karşılığında verdikleri paraya senet kırdırma (iskonto) işleminde olduğu gibi eksi faiz uygulamaktadırlar. Örneğin; yüz milyon liralık bir ay vadeli alacağı, peşin seksen milyon lira ödeyerek devralmaktadırlar. Bu sözleşmede alacaklar, topluca devre konu olmaktadır. Devralan şirket, alacak takibi konusunda uzmanlaşmış ve buna göre teşkilâtlanmıştır. Hem risk hesaplamakta hem de icra takibi yapmakta uzmandır. Devraldığı alacağın varlığı konusunda devreden firma kefildir. Ancak alacağın tahsil edilebileceğine garanti vermemektedir. Bu nedenle tahsil edilemeyen alacaktan, devreden firmanın sorumluluğu yoktur. Böylece bu sözleşme ile bir taraf (factoring şirketi) nakit sermayesini vadeli alacak hâline getirip uzmanları yardımıyla tahsil ederek kâr elde etmektedir. Diğer taraf ise alacağını tahsil edememe riskinden ve vadeli alacakları takip etme külfetinden kurtulmakta, ayrıca nakit ihtiyacını da gidermektedir. Pazarlama imtiyazı (franchising) sözleşmelerinde bir taraf, firmasının ya da ürününün adını kullandırmakta ve ürününün sürümünü artırmakta, diğer taraf ise ürünü satmaktan dolayı gelir elde etmektedir. Bu sözleşmeye örnek olarak ülkemizde özellikle benzin istasyonları, oteller, fast-food lokantalar, oto kiralama şirketlerinin "zincirleri" gösterilebilir. Zincire dahil olan işletmeler aslında müstakildir. Sahibi kendi adına faaliyet yapmakta, ancak işletmenin dizaynı vesair hususlarda zincirin kurallarına bağlı olarak çalışmaktadır. Mal veya hizmet satışında, meşhur bir markanın ya da işletme adının sürüm avantajlarından yararlanmaktadır. Buna karşılık diğer taraf da bir yandan isim kullanma hakkını devrederek karşılığında sabit gelir elde etmekte, diğer yandan da zincire dahil işletmeler vasıtasıyla kendi ürünlerini pazarlayarak gelir elde etmektedir. A. SATIŞ SÖZLEŞMESİ Satım sözleşmesi günlük hayatta en çok karşılaşılan ya da taraf olunan (alış veriş dediğimiz) sözleşmedir. Her iki taraf da alacak ve borç sahibi olur. Çünkü iki taraf edimlerini (borçlarını) karşılıklı olarak değiştirmektedirler. Satım sözleşmesi ile satıcı, satılan malı bir bedel karşılığında alıcıya vermek ve mülkiyetini geçirmek borcunu üstlenir. Alıcı; paranın borçlusu, malın alacaklısı olur. Satıcı da malın borçlusu, paranın alacaklısı hâline gelir. Satım sözleşmesinin üç unsuru vardır: Birinci unsur mal yani sözleşmenin konusunu oluşturan satılan şey (eşyaayın)dir. Bu şeyin elde mevcut olması şart değildir. Teslim edileceği anda hazır edilebilecek olması yeterlidir. Örneğin; çiftçi, henüz ağaçta çiçek hâlindeyken bahçedeki elmalarını satabilir. Vade, elmaların olgunlaşması ile gelecektir. Ama sözleşme şimdiden kurulmuştur. Ya da bir avizeci elinde bir tane (numune) bulunan avizeden on adet satabilir. Teslim edeceği zamana kadar üreteceğini ya da başka bir imalâtçıdan tedarik edeceğini düşünmüş olabilir. Bu gibi durumlarda sözleşme geçerlidir. İkinci unsur bedeldir. Mala karşılık bir bedel (semen) olmalıdır. Bedel bir miktar paradır. Paranın türünü taraflar belirleyebilirler. Belirlememişlerse Türk parası ile ödenir. Paranın miktarını da taraflar serbestçe kararlaştırabilirler. Hatta bu sözleşmenin iki tarafa denk borç yükleyeceğini (yani satım sözleşmesi olduğunu) kararlaştırmışlarsa, para miktarını belirlememiş olsalar dahi sözleşme geçerlidir. Çünkü rayiç fiyat üzerinden bedel belirlenebilecektir. Üçüncü unsur tarafların bedel ve malın teslimi konusunda anlaşmasıdır. Anlaşmaya varılınca sözleşme kurulmuş, borç doğurmaya başlamış olur. Borçlar ileride (kararlaştırılan ya da kararlaştırılmış sayılan zamanda) yerine getirilecek olabilir. Taraflardan biri, diğerinden sonra ifa etmek hakkına sahip değilse, kural olarak kendi borcunu yerine getirmeyen, alacağını talep edemez. Yukarıdaki avize örneğinde alıcı, satıcıdan malı isteyebilmek için (eğer borcu vade ya da takside bağlı değilse) parayı, satıcıya vermeye hazır olmalıdır. Satımın konusunu oluşturan şeyin üzerindeki mülkiyet hakkı teslim ile alıcıya geçer. Ondan önce alıcının sadece, vade geldiğinde mülkiyet hakkının kendisine geçirilmesini talep etmeye hakkı vardır. Mülkiyet hakkından kaynaklanan yetkileri henüz doğmamış demektir. Satım sözleşmesinde tarafların hak ve borçları kanunda düzenlenmiştir. Satıcının borçları şunlardır: Teslim borcu: Satıma konu olan şeyleri teslim ve mülkiyetini geçirmektir. Aksi takdirde alıcı cayabilir. Ayrıca zararı varsa tazminini de ister. Saklama borcu: Teslime kadar geçen sürede malı özenle saklamaktır. Aksi takdirde mala gelen zarardan sorumlu olur. Ancak sözleşmenin kuruluşundan teslime kadar geçen sürede mala bir zarar ya da hasar gelirse (örneğin; hayvanın yaralanması) ve satıcının bunda bir kusuru yoksa, sorumluluğu da yoktur. Bu hasar alıcıya ait olur. Buna karşılık mal değer kazanırsa ya da gelir getirirse (örneğin; hayvanın yavrulaması) o da alıcının olur. Ayıplardan sorumluluk: Satıcı, malda ortaya çıkan eksiklikleri (ayıp) gidermekten de sorumludur. Örneğin; teslim ettiği bisiklet arızalı çıkmışsa, tamir ettirmek, yenilemek ya da alıcının zararını karşılamak zorundadır. Satıcı bu arızayı satarken bilmiyor olsa dahi sorumludur. Ancak defolu malların satışında olduğu gibi, alıcı arızayı biliyor ve bile bile almışsa (kendisi tamir ettirmeyi düşünmüş ve arızalı olduğu için ucuza almış olabilir) satıcı artık sorumlu değildir. Zapta karşı sorumluluk: Başkasının üstün bir hakka dayanarak (örneğin; bir kişinin bu malın kendisine ait olduğunu gösteren mahkeme kararı ile gelerek) malı zaptetmesi, yani alıcının elinden zorla alması hâlinde, satıcı alıcının zararını karşılamaktan sorumludur. Alıcının borçları ise şunlardır: Alıcı, vadede bedeli ödemek zorundadır. Bedel ödenmemiş ve satıcı derhal cayma hakkını kullanmamışsa, gecikmiş ifayı ve zararını isteyebilir. Alıcı, malı teslim almaktan kaçınmamalıdır. Teslim aldığı malda bir ayıp (noksanlık) varsa bunu süresi içinde satıcıya bildirmelidir. Satım sözleşmesinin bazı çeşitleri de kanunda düzenlenmiştir. Menkul mal satımı; taşınabilen, bir yerden bir yere nakledilebilen malların satılmasıdır. Bu satım sözleşmesinin geçerliliği için yazılı şekilde yapılması gerekmez (Bazı hâllerde ispat için yazılı belge gereklidir.). Gayrimenkul satımı, taşınmaz malların satılmasıdır. Tapuya kayıtlı olan taşınmaz mallar, ancak resmî şekle uyularak tapuda satılabilir. Kayıtlı olmayanlar, menkul satımı kurallarına tâbidir. Gayrimenkul satım vaadi sözleşmesi noterde de yapılabilir. Peşin satım, sözleşmenin yapılmasından sonra mal ve bedelin tesliminin aynı anda gerçekleştirildiği satım sözleşmesidir. Vadeli satım, sözleşmenin yapılmasından ve bazen de malın teslim edilmesinden belli bir süre sonra paranın ödeneceğinin kararlaştırılmış olmasıdır. Taksitli satım, bedelin parçalara ayrılıp birden çok defada ödenmesinin kararlaştırılmasıdır. Taksitli satımlarda bazen borçluyu zamanında ifaya zorlamak amacıyla "bir taksidin zamanında ödenmemesi hâlinde takip eden diğer taksitlerin de istenebilir (muaccel) hâle geleceği" kararlaştırılmaktadır. Bu gibi kayıtların geçerli sayılabilmesi için, borçlu art arda en az iki taksidi ödememiş bulunmalı ve bu iki taksit, toplam borcun % 10'undan fazla olmalıdır. Taksitlerden birinin ödenmemiş olması, satıcıya sözleşmeyi feshetme hakkı vermez. Sadece bu kısmın cebrî icra yolu ile tahsili imkânı vardır. Ancak baştan açıkça kararlaştırılarak fesih hakkının saklı tutulması mümkündür. Fesih hakkı kullanılmışsa taraflar aldıklarını tamamen iade eder. Alıcının ödediği paraların geri verilmeyeceği kararlaştırılmış olsa dahi bu şart geçersizdir. Sonuç doğurmaz. Mülkiyeti muhafaza kaydıyla satım, bedelin malın tesliminden sonra ödeneceği hâllerde satıcının kendisini korumak amacıyla kullanabileceği bir yoldur. Bu imkân, menkul malların satışında kullanılabilir. Mülkiyetin bir süre (borç tamamen ödeninceye kadar) satıcıda kalacağı (alıcının şimdilik sadece kullanma hakkına sahip olacağı) sözleşmede açıkça kararlaştırılmış ve bu durum borçlunun oturduğu yerdeki noterde bulunan sicile tescil ettirilmiş ise, teslime rağmen malın mülkiyeti satıcıda kalır. Alıcı, borcu tamamen ödeyince kayıt silinir ve malın maliki olur. Ödeyemezse satıcı mülkiyeti zaten kendisine ait olan malı geri alma hakkına sahiptir. Ayrıca alıcı bu kayıt devam ettiği sürece malın mülkiyetini başkalarına devredemez. Malı devretse dahi devralan, noterdeki sicilde kayıtlı olan bir hususu bilmediğini ileri süremeyeceğinden iyi niyetli sayılmaz ve mülkiyet hakkını kazanamaz. Kontrol ve deneme şartıyla satım, bir tür geciktirici şarta bağlı satıştır. Kanun tüketicilere pazarlamacılar tarafından evlerinde ya da işyerlerinde yapılan satışta (kapıdan satım) bir tür deneme şartıyla satım var saymaktadır. Kapıdan satımda alıcı yedi gün içinde hiçbir gerekçe göstermesine gerek kalmaksızın sözleşmeden cayma ve malı iade etme hakkına sahiptir. Yedi günlük sürenin başlaması (ve dolayısıyla dolmuş sayılması) için, cayma hakkına sahip olduğu hususu, satıcı tarafından satım sözleşmesinin yapıldığı sırada alıcıya yazılı olarak bildirilmiş (tebliğ edilmiş) olmalıdır. Numune üzerine satım, satış sırasında teslim edilen numunenin ileride teslim edilecek malın vasıflarını göstermeye ve bu konuda çıkabilecek ihtilâfları önlemeye yardımcı olması amacıyla, satılan malın numunesi gösterilerek veya teslim edilerek yapılan satım sözleşmeleridir. B. KİRA SÖZLEŞMESİ Kira sözleşmesi günlük hayatta çok kullanılan sözleşmelerden biridir. Kişiler ihtiyaç duydukları şeyleri satın almak imkânına her zaman sahip olamayabilirler. Ya da ihtiyaçları kısa süreli olduğundan buna gerek duymayabilirler. Bu durumda mülkiyeti başkasına ait olan bir malı, kirasını ödeyerek bir süre kullanmak ve sonra iade etmek üzere o kişiyle sözleşebilirler. Bu sözleşmeye kira sözleşmesi denir. Sözleşmenin yazılı yapılması geçerlilik yönünden şart değildir. Uygulamada ev ve işyeri kiraları, ispat amacıyla kontrat adı verilen form doldurularak yazılı sözleşme yapılmaktadır (bk. Şekil 5.1). Kira sözleşmesinin bazı türleri de kanunda düzenlenmiştir. Adî kira kendiliğinden ürün (hâsılat-gelir) vermeyen şeylerin kiraya verilmesidir. Boş bir iş yeri, bir daire, bir binek otomobil böyledir. Hâsılat kirası ise otel, sinema, büfe veya taksi gibi bizzat gelir getiren bir şeyin bu üründen yararlanmak amacıyla kiralanmasıdır (Boş bir iş yerinden kiracının gelir elde edecek olması, bu yerin kirasını hâsılat kirası hâline getirmeye yetmez.). Hâsılat kirasında bedel nakit olarak belirlenebileceği gibi, kiracının elde ettiği hâsılatın bir kısmını (belli bir oranını) kiralayana (kiraya verene) vermesi de kararlaştırılabilir. Buna ülkemizde sık rastlanır ve yarıcılık, ortakçılık, marabacılık gibi isimlerle anılır. Menkul kirası ve gayrimenkul kirası da kanunda ayrı ayrı düzenlenmiştir. Ülkemizdeki uygulamanın yönü nedeniyle kira denilince; ev, iş yeri ya da bağbahçe gibi gayrimenkullerin kiralanması akla gelmektedir. Oysa bisiklet, otomobil, video kaseti, gelinlik gibi menkul mallar da zaman zaman kira konusu olmaktadır. İki sözleşme türü arasında, tarafların hak ve borçları ile özellikle sözleşmenin sona ermesi açısından aşağıda inceleyeceğimiz bazı farklar vardır. Ayrıca gayri menkuldeki kiracılık hakkı tapuya şerh edilerek satın almayı düşünenlerin iyi niyetinin bertaraf edilmesi yani bu hakkın gayri menkulü sonradan satın alanlara karşı da ileri sürülmesi sağlanabilmektedir. Finansal kiralama (Leasing) işletmelerin yatırımlarını finanse etmekte kullandıkları modern bir yöntemdir. Daha ziyade yatırım mallarının tedarik edilmesinde kullanılır. Kiracı işletme, ihtiyaç duyduğu malı bulur, seçer, belirler. Fiyat vb. konularda ön anlaşma yapılır. Bir finansal kiralama şirketine (mutlaka anonim ortaklık) başvurur. Bu şirket malı satım ya da başka yolla temin eder. Kendi mülkiyetine alır ve kendisinden talepte bulunmuş olan işletmeye uzun süreli olarak kiralar. Burada iki ihtimal vardır: Ya şirket kira sonunda malını geri alır (ve şartlar uygun olursa anlaşarak aynı ya da başka bir işletmeye kiralar) ya da mal, kira süresi sonunda sembolik bir ücretle kiracı işletmenin malı olur. İkinci ihtimalde toplam kira bedeli, aslında malın yıllara yayılıp taksitlendirilmiş ve vade farkı eklenmiş satış bedeline eşittir. Yani taksit öder gibi kira ödeme (ya da kira öder gibi taksit ödeme) söz konusu olur. Böylece işletme nakit sıkıntısına girmeden, kiraladığı malı çalıştırıp kazanarak kirasını (aslında bedelini) öder ve mal sahibi olur. İşletmesini büyütür. Finansal kiralama şirketi de sermayesi ile peşin mal alıp vadeli satmış olur ve aradaki vade farkından kâr eder. Kira sözleşmesinde tarafların karşılıklı hak ve borçları şunlardır: Kiralayanın borçlarının en önemlisi, kiralanan şeyi sözleşmeye uygun bir biçimde kullanılmaya hazır bir hâlde kiracıya teslim etmek ve sonra da kullanılmasına müdahale etmemek, ettirmemektir. Buna karşılık kiracı, öncelikle kira bedelini zamanında ödemek, kiralananı özenle ve sözleşmeye uygun olarak kullanmak ve sözleşme sona erince teslim (iade) etmek zorundadır. Kira bedeli taraflarca açıkça kararlaştırılmış değilse ya da zamanla anlaşmazlık çıkarsa çevredeki rayice (emsal kiralara) göre belirlenir. Bu amaçla genellikle kira tespiti davası açılmaktadır. Kira sözleşmesinin sona ermesi de özel bazı kurallara tabidir. Kira sözleşmesinde taraflardan birinin (kiracı), diğer taraf karşısında zayıf durumda bulunduğu hâllerde, kanun özellikle sona erme ile ilgili olarak zayıf tarafı koruyucu özel kurallar koymaktadır. Buna göre, belediye teşkilâtı bulunan yerleşim birimlerinde bulunan üstü örtülü (ev ya da iş yeri niteliğindeki) taşınmaz malların kiraya verilmesinde şu özel sona erme kuralları uygulanacaktır. Kiracının fesih hakkı: Kiracı dilediği takdirde kira dönemi (genellikle bir yıl) sonunda sözleşmeyi sona erdirebilir. Buna karşılık kiraya verenin aşağıdaki sebepler dışında sözleşmeyi bitirme hakkı yoktur. Baştan bir süre kararlaştırılmış ve kararlaştırılan süre dolmuş olsa dahi, kiracı oturmaya devam etmek isterse (kiralayan istemese de) sözleşme her defasında bir yıl için kendiliğinden uzar. Sözleşmenin kuruluşundan sonra kiracının tahliye taahhüdünde bulunması: Kiracı yazılı olarak belli bir tarihte kiralananı boşaltacağını beyan etmişse (tahliye taahhüdü) sözleşme o tarihte sona erer. Bu taahhüt kira sözleşmesi yapılırken verilmişse kiracının zor durumundan yararlanılarak imzalatıldığı kabul edilir ve geçersiz olur. Sözleşme devam ederken kiracı kendi hür iradesiyle bu vaadde bulunmuşsa vaadiyle bağlıdır. Kiracı vaadine uymazsa, kiralayan doğrudan cebrî icra yoluna gidip tahliyeyi (boşaltma) sağlayabilir. Esaslı tamirat: Kiralayanın yaptırmak istediği esaslı tamir sırasında kiralananda oturmak mümkün değilse kira sözleşmesi dönem sonunda sona erer. Tamirat bitince kiraya verilecekse, yeni şekliyle belirlenecek yeni rayice göre kira ödemek şartıyla eski kiracının önceliği vardır. İhtiyaç nedeniyle tahliye: İçinde kiracı bulunan bir taşınmazı yeni satın alan kişinin kendi ihtiyacı varsa, ona öncelik tanınır ve altı ay sonra sözleşme sona erer. Diğer ifadeyle yeni malik, sırf sözleşmenin kendisiyle yapılmamış olduğunu gerekçe göstererek kiracıdan kiralananı boşaltmasını isteyemez. Kiralayanın kendisinin (eşinin, çocuklarının) kullanma ihtiyacı varsa ona öncelik tanınır ve sözleşme dönem sonunda sona erer. Bu hâlde kendisi kullanmayacak olursa üç yıl boyunca tekrar kiralamada öncelik eski kiracıdadır. İki haklı ihtar: Kiracı her hangi bir on iki aylık süre içinde iki defa kirayı vaktinde ödemez ve ödemesi için kendisine noter aracılığıyla ihtarname çekilmiş olursa, ihtardan sonra derhal borcu ödemiş dahi olsa sözleşme sona erer. Kanun koyucu bu kuralla, borcuna sadık olmayan, güvenilmez kiracının korumadan yararlanmasını önlemiştir. Belirtelim ki kira bedelini kendisine yapılacak ihtardan itibaren bir ay içinde ödemeyen kiracı da başka ihtara ya da şarta gerek kalmaksızın tahliye ettirilebilir. Kiracının kendi evinin (işyerinin) bulunması: Kiracının aynı şehirde kendisine ait evi ya da iş yeri varsa başkasının evinde ya da iş yerinde kiracı olması nedeniyle özel olarak korunmasına gerek yoktur. Bu hâllerde diğer sona erme sebepleri söz konusu olmasa dahi kiralayan isterse, kiracı kiralananı boşaltmak zorundadır. Kiralananın kötü kullanılması: Bu sona erme sebebi aslında bir genel sona erme sebebidir. Kiracı sözleşmeye aykırı davranır, kiralananı özensiz bir şekilde ya da sözleşmeye veya kanuna aykırı bir tarzda kullanırsa bu da bir sona erme sebebi olur. C. ÖDÜNÇ SÖZLEŞMESİ Ödünç sözleşmesi yapılış amacına göre iki alt türe ayrılır. Ariyet (iğreti - kullanma ödüncü) sözleşmesi, bir menkul ya da gayrimenkul malın belli bir süre kullanılmak ve sonra iade edilmek amacıyla bedelsiz olarak ödünç verilmesini amaçlayan sözleşmedir. Bu yönüyle ariyet kiraya çok benzemektedir. Ancak önemli bir fark vardır. Ariyette kullandırma karşılıksızdır. Alan tarafın bir bedel ödemesi söz konusu değildir. (Özellikle otomobil ya da binek-yük hayvanının bu şekilde kullandırılmasına çok rastlanır.) Bu sözleşmeye, kullanınca tükenmeyen (dayanıklı) ve aynen iade edilecek türden mallar konu olur (makine, elbise gibi). Ariyet, ivazsız (karşılıksız) olması yönünden bağışlamaya benzer. Bu nedenle ariyet verenin borçları da kiraya göre daha dar kapsamlıdır. Karz (Ödünç) Sözleşmesi ise kullanmakla tükenen şeylerin (para, yumurta vb.) ödünç olarak verilmesidir. Tüketildiklerinden benzerlerinin iade edilmesi gerekir. Bu nedenle de kiradan farklı bir sözleşme söz konusu olur. Bu sözleşmede karz veren, bir miktar para ya da misli (ölçülebilen, tartılabilen) eşyanın mülkiyetini ödünç alana devreder. Buna karşılık ödünç alan da kararlaştırılan sürenin sonunda aynı tür ve miktarda eşyayı ya da parayı geri verir. Kullandırmanın ücretli (faizli) olup olmaması ise duruma göre değişir. Kararlaştırılmışsa bedel ödenmelidir. Eğer ticarî gayeli ödünç varsa (bir tüccarın komşusuna ödünç para vermesi gibi) bedel kararlaştırılmamış dahi olsa, kural olarak (yani bedelsiz olduğu açıkça kararlaştırılmış değilse) ödünç alan uygun (rayiç) bedeli ödemelidir. Buna karşılık ortada ticarî gaye gütmeyen bir ödünç varsa (komşudan yağ, yumurta vb. almak gibi) kural olarak bedelsizdir. Bununla birlikte bu sözleşmelerde de kuralın aksi (bedel karşılığı olacağı) kararlaştırılmış olabilir. Karzda bedel genellikle bir miktar paradır. Eğer para ödüncü bedelli ise bu bedele faiz denilir. Faiz, paradan bir süre mahrum kalmanın karşılığıdır. Paranın kullanılması ile elde edilecek gelire ve duruma göre -varsa- zarara ortak olmak üzere ödünç para verilmesi halinde faizli ödünçten bahsedilemez. Bu halde ya ortaklık (şirket sözleşmesi) söz konusu olur ya da sonuca katılmalı ödünç denilen ödünç sözleşmesi türü ortaya çıkar. Bankaların kredi sözleşmesi dahilinde kredi müşterilerine kullandırdıkları paralar ile vadeli mevduat adıyla topladıkları paralar, ödünç sözleşmesi kapsamındadır. Buna karşılık vadesiz mevduat hesabındaki para, saklanmak üzere verilmiş olduğu için emanet (vedia) sözleşmesi kapsamındadır. D. HİZMET SÖZLEŞMESİ Günlük hayatta en çok karşılaşılan sözleşme türlerindendir. Bu sözleşmenin konusu, iş görme ve emek harcamadır. İşçi ile işveren arasında yapılır. İşçi, işveren tarafından verilen işi; bizzat, talimatlara uygun şekilde, özenle yapmak zorundadır. Buna karşılık işveren de işçiye ücretini zamanında ödemek, sağlığını ve iş güvenliğini korumak durumundadır (bk. Resim 5.1). Hizmet sözleşmesi ile ilgili temel kurallar Borçlar Kanunu’nda düzenlenmiş iken daha sonra çıkarılan İş Kanunu ile bu konuda özel hükümler getirilmiştir. Hâlen işçilerin büyük çoğunluğu bu özel kurallara tâbidir. İleride iş hukuku incelenirken bu konu ayrıntılarıyla anlatılacaktır. E. İSTİSNA (ESER) SÖZLEŞMESİ Bu sözleşmede de bir iş görülmekte ve emek harcanmaktadır. Ancak burada emek, bir sonuca yönelmiş olup o sonuç elde edildiği takdirde sözleşme ifa edilmiş olmaktadır. Hizmet sözleşmesi ile arasındaki en önemli fark budur. Örneğin; bir tamir atölyesinde patronun emrinde hizmet sözleşmesi ile çalışan işçiler, iş yeri kâr elde edememiş olsa dahi ücrete hak kazanırlar. Zira çalışmaları yeter. Bu çalışmanın beklenen sonucu doğurup doğurmadığı, işverenin kar elde edip etmediği onları ilgilendirmez. Buna karşılık tamir atölyesine otosunun tamiri için başvuran kişi, bütün çalışmalara rağmen tamir gerçekleşemezse, yani arıza giderilemezse, tamirciye ücret ödemek zorunda değildir. Zira tamircinin borcu sadece çalışmak, gayret etmek değil, aynı zamanda sonuç elde etmek, başarılı olmaktır. Bunu gerçekleştiremezse ücrete hak kazanamaz. İstisna akdinde işi görmeyi taahhüt eden (müteahhit), iş sahibinin kontrol ve talimatı altında değil, kendi kurallarına göre çalışır. Oysa hizmet sözleşmesinde işçi, işverenin disiplin ve kontrolü altında, onun emir ve talimatları doğrultusunda çalışır. İş sahibinin siparişine (sözleşmeye) uygun sonuç üretmek, müteahhidin ücrete hak kazanmasının temel şartıdır. Ücret, parça başına veya götürü gibi usullerle belirlenebilir. Müteahhit kural olarak işi bizzat görmelidir. Eğer yardımcı kullanıyorsa yardımcılarına nezaret etmelidir. Kişiliğinin önemli olmadığı durumlarda, işi kendisi için çalışan başka kişilere yaptırabilir. F. VEKÂLET SÖZLEŞMESİ Vekâlet terimi günlük hayatta genellikle mahkemelerde iş yürütmek, dava takip etmek amacıyla iş (dava) sahipleri tarafından avukatlara yetki verilmesini ifade eder. Oysa bu anlamı, terimin en dar anlamıdır. Vekâlet sözleşmesi hayatın başka alanlarında da kullanılır. Vekâlet sözleşmesinde vekil, müvekkilinin (vekil işini üstlenmiş olduğu kişinin - asilin) bir işini idare etmeyi ya da bir hizmeti görmeyi üstlenir. Bu sözleşme de bir iş görme sözleşmesidir. Ancak istisna ve hizmet sözleşmesinden farklı olarak vekâlet akdinde açıkça kararlaştırılmış ise ya da teamüle (örf ve âdet) göre ödenmesi alışılmış ise ücret söz konusu olur. Bununla birlikte avukatlık vekâlet sözleşmesi özel kanun gereğince kural olarak (kararlaştırılmamış olsa dahi) ücretlidir. Ancak ise ücretsiz olacağı açıkça kararlaştırılmış olabilir. Ayrıca istisna (eser üretme) sözleşmesinde bir sonucun (eserin) elde edilmesinin gerekmesine karşılık, vekâlette bu amaçla yeterli gayreti göstermek borcu söz konusudur. Örneğin; arzuhâlciye dilekçe yazdırmak, ondan eser üretmesini istemektir. Dilekçeyi yazınca, borcunu ifa etmiş olur. Ücrete hak kazanır. Avukata vekâlet vermek hâlinde ise avukat davayı kazanamasa dahi yeterli gayreti göstermiş ise sözleşmeden doğan borcunu ifa etmiş ve ücrete hak kazanmış olur. Başka bir örnek de diş teknisyeni ile protez diş üretmesi için yapılan eser sözleşmesidir. Diş siparişinde net bir sonuç istenir. Oysa diş doktoruna dişin tedavisi için gidildiğinde, ondan sadece bir sonuç umulur. Ancak bu sonucun gerçekleşmeme ihtimali vardır. Bu nedenle diş doktoru, protez teknisyeninin aksine, yeterli özenle emek sarf etmişse ücrete hak kazanır. Vekâlet sözleşmesi temsil yetkisi verilmesi şeklinde de görülebilir. Örneğin; otomobilin sahibi onu başkalarına satmak hususunda bir arkadaşına vekâlet verirse bu aynı zamanda özel bir temsil yetkisini de içerir. Bu yetkiye dayanarak arkadaşı, müşterilerle pazarlık yapar, karar verir ve satış işlemleri ile ilgili formaliteleri yerine getirir. Vekâlet sözleşmesinde, bu sözleşme türüne özgü, ilave bir sona erme sebebi vardır. Zira vekâlet sözleşmesi, tarafların birbirlerine özel olarak güvenmelerini gerektirir. Doktor, avukat, genel müdür, kalfa gibi kişilere vekalet verenler, bu kişilerin kendilerinin hak ve çıkarlarını en iyi şekilde koruyacaklarına güvenir. Bu güven herhangi bir şekilde zedelenirse, yani taraflardan biri diğerine artık güvenmiyorsa aradaki ilişki (sözleşme) derhal sona erdirilebilmelidir. Bu haktan vazgeçilemez. Hatta baştan bir sürenin kararlaştırılmış ve bu sürenin henüz dolmamış olması da durumu değiştirmez. Vekilin bu şekilde tek taraflı vazgeçmesine istifa, müvekkilin (vekâlet verenin) vazgeçmesine ise azil (azletme) denir. Öte yandan taraflardan birinin ölmesi, iflâs etmesi ve fiil ehliyetinden mahrum hâle gelmesi (temyiz gücünü kaybetmiş olması, kısıtlanması) yine sözleşmeyi sona erdirir. G. KEFALET SÖZLEŞMESİ Bir borcun altına giren kişi her şeyden önce vicdanının baskısı altındadır. Bu nedenle vicdan gibi insanî değerlerden mahrum olan kişilere kolaylıkla borç verilmez. Borçlu olmaları kabul edilse dahi ifa etmeleri sadece kendi iyi niyetlerine bırakılmaz, sağlam ve uygun teminat alınır. Buna karşılık sözüne güvenilen, başkalarının hakkını yemeyeceğine itimat edilen bir kişiyle iş yapmak herkesin arzusudur. Böyle insanları bulmak her zaman mümkün olmayabilir. Oysa iktisadî ilişkiler kurmak bir mecburiyettir. Öte yandan kişilerin mutlaka iyice tanıdıkları ile iş yapması beklenemez. Özellikle ticaretle uğraşan kişilerin, tanımadığı birine güvenmesi de mümkün olmayacağına göre zarar riskini azaltacak çözümler kullanmak en doğru yoldur. Alacağın teminatını oluşturan bu çözümler çok çeşitli olabilir. Bu teminatların en başında borcu ispata yetecek yazılı belgeyi almak vardır. Yazılı delille ispat gereken hâllerde karşı taraf buna izin vermezse şahit dinlenemez. Alacaklı ya borçlunun imzasını taşıyan belge gösterecektir ya da bu yoksa borçlunun boçlu olmadığına dair yemin etmesini isteyebilecektir. Bu durumda son söz borçlu olduğu söylenen kişidedir. Alacaklı, onun sözüne güvenmiş ve yazılı belge almamışsa, devlet (mahkeme) de sözüne (yeminine) güvenmektedir. Borçlu, “borcum yoktur” diyerek yemin ederse alacaklı davayı kaybeder. Yeminden kaçınırsa bu onun borçlu olduğunu gösterir. (Ancak bu durumda alacaklı olduğunu dava eden de alacaklı olduğuna dair destekleyici bir yemin etmelidir.) Görüldüğü üzere alacaklının elinde borçlunun imzasını taşıyan yazılı belge (senet) varsa, bu ispat için yeterli teminattır. Ancak, borçlu borcu inkâr etmemekle birlikte ödemekten kaçınıyor ya da malî gücü olmadığı için ödeyemiyor olabilir. Bu durumda alacağını ispat etmiş olmak, alacaklı için alacağına kavuşmak yönünden hiç bir anlam ifade etmez. Alacaklı, borçlunun gerekli malî güce yeniden sahip olmasını bekleyecek, alabilirse alacağını o zaman alacaktır. Bu riske girmek istemeyen alacaklı hukukî anlamda üç tür teminata sahip olabilir. Bunlar: Maddî (aynî) ve şahsî teminattır. Maddî (aynî) teminat rehin sözleşmesi ile kurulur. Alacaklı borç için, bizzat borçlanacak kişinin ya da üçüncü bir kişinin rehin vermesini isteyebilir. Borçlu, borcu karşılamaya yetecek menkul veya gayrimenkul malı rehin olarak gösterir ve şayet menkul malı rehin veriyor ise malı teslim eder. Bu mal alacaklının teminatını oluşturur. Borçlu, borcu zamanında ödemezse alacaklı bu malları sattırıp paraya çevirerek alacağına kavuşabilir. Şahsî teminat ise borca kefil almaktır. Borçlu borcu ödemeyecek olursa kendisinden talep edilebilecek bir üçüncü kişinin (kefilin) borcu teminat altına alması mümkündür. Kefil ile alacaklı arasında yapılan bir sözleşme ile kefil, borçlunun borcunu ifa etmemesi hâlinde alacaklıya karşı şahsen sorumlu olacağını, yani kendisinden borcun ifasının talep edilebileceğini kabul etmektedir. Bu sözleşmede bir taraf (kefil) borçlu olmaktadır. Kefil asıl borçlu lehine ve karşılıksız olarak sadece onun yararına hareket edebileceği gibi, kararlaştırılmış ise bu teminatı sağlamış olmasına karşılık asıl borçludan bir bedel (ücret) de alabilir. Kefalet sözleşmesinin geçerli olabilmesi için, bir asıl borçlu ve geçerli bir borç bulunmalıdır. Ayrıca kefalet sözleşmesi yazılı olmalı, kefilin imzasını taşımalı, kefilin sorumluluğunun miktarı ya da üst sınırı para olarak tespit edilmiş ve yazılmış olmalıdır. Aksi takdirde kefalet geçerli olmaz ve sonuç doğurmaz. O hâlde günlük hayatta yazılı sözleşme yapılmadan "kefili benim" gibi sözlerle verilen teminatın, (kazandırılan güvenin) hukukî bir sonucu yoktur. Bu gibi sözler hukukî yollarla o kişiye başvurmak için yeterli olmaz. Kefalet iki şekilde olur. Adî kefalette kefilin borcu asıl borçludan sonra gelir. Yani alacaklı alacağını borçludan istemeli, borçlu ödeyemezse (ödeyemeyeceği icra takibi sonucu anlaşılmış ise) kefile başvurmalıdır. Daha önce başvurursa kefilin "önce borçludan almaya çalış" şeklinde itirazıyla karşılaşabilir. Eğer birden çok kefil varsa bunlara yine asıl borçludan sonra başvurulur ve borç aralarında bölüştürülüp istenir. Örneğin; yüz milyon liralık borca iki kişi adî kefalet yolu ile kefil olmuşlarsa alacaklı asıl borçludan alamadığı kısmın yarısını birinden, diğer yarısını diğerinden isteyebilir. Müteselsil kefalet denilen türde, alacaklı (aynen müteselsil borçluluktaki gibi) ister kefile, ister asıl borçluya, isterse ikisine birden başvurabilir. Bu alacaklı için büyük bir avantajdır. Bu nedenle alacaklılar genellikle müteselsil kefaleti tercih ederler. Hatta kredi veren bankalar ve vadeli satış yapan tacirler hazırladıkları basılı kâğıtlarda kefilin müteselsil kefil olduğunu yazarlar. Çoğu zaman kefiller bu kaydın ne anlama geldiğini bilmeden ve düşünmeden imzalarlar. Bu durum özellikle taksitle alış veriş yapılan mağazalarda ya da pazarlamacılara karşı kefil olunmasında kendini göstermektedir. Sonuç olarak bu kefalet geçerlidir. İmzanın okumadan ya da anlamadan atılmış olduğu ve benzeri itirazlar -kural olarak- dinlenmez ve dikkate alınmaz. Birden çok kefil varsa ve kefiller müteselsil kefil iseler alacaklı, asıl borçlu ve kefillerden dilediğine ya da dilediklerine, herhangi bir sıra gözetmeksizin başvurabilir. Birinden tahsil ettiği nisbette borç sona erer, diğerine ancak kalan kısım için başvurabilir (Yani bir alacağın iki-üç defa tahsil edilmesi söz konusu olamaz.). Burada önemle belirtelim ki ticarî nitelikteki borçlarda kefalet, kararlaştırılmamış olsa dahi kural olarak müteselsil kefalettir. Ancak aksi yani adî kefalet olduğu açıkça kararlaştırılabilir. Buna karşılık adî borçlarda kural olarak kefalet de adî kefalettir. Ancak açıkça kararlaştırılarak müteselsil kefalet sözleşmesi kurulabilir. Yine belirtelim ki kıymetli evrak denilen türden, bono, poliçe gibi özel ticarî senetlerde verilen kefalet, müteselsil olduğu yazılmasa dahi müteselsil kefalettir. Çünkü bu tür senetler Türk Ticaret Kanunu’nda düzenlenmiş olup tarafları tacir olmasa dahi ticarî iş sayılır. Ticarî işlerde verilen kefalet ise yine kanun gereğince müteselsil kefalettir. Aksi açıkça yazılarak adî kefalet kurulabilir. Bu durumun bilinmemesi günlük hayatta önemli sıkıntılara sebep olabilmektedir. Bilinçsizce ticarî senet imzalayan borçlular, yanlarına aldıkları kefillerini de ummadıkları türden risklere atmaktadırlar. Alacaklı kanuni hakkını kullanarak, kefil ve asıl borçludan hangisini tercih ediyorsa ondan ödeme talep etmektedir. Bu durumda, önce borçluya başvurulması gerektiğini savunan ancak bu savunması reddedilen kefil, hayal kırıklığına uğramaktadır. Son olarak, kendisine başvurulan kefil asıl borçluya başvurulduğunda onun tarafından ileri sürülecek itirazları (örneğin; borcun geçersiz olduğu, borca karşılık oluşturan malın arızalı, ayıplı olduğu gibi) alacaklıya karşı ileri sürmeli ve böylece borçluyu korumalıdır. Zira kefil borcu ödememe imkânı varken öderse, borçluya karşı sorumlu olur, bazı hallerde ona rücu hakkını kaybeder. ÜNİTE VII. TÜRK VERGİ SİSTEMİ Bu üniteyi başarı ile tamamlayan her öğrenci; 1.Toplum düzeninin sağlanmasında ve sürdürülmesinde hukukun rolü ve önemini kavrar. 2.Meslek hayatında ve toplum ilişkilerinde karşılaştığı güçlükleri kanuni yollardan çözebilme alışkanlığı kazanır. 3.Adil, mantıklı, hakka ve hukuka saygılı davranışlarda bulunma alışkanlığı kazanır. 4.Konularla ilgili kanun hükümlerinden faydalanma becerisi kazanır. 5.Türk vergi sistemini tanır ve Türk vergi sisteminin özellikleri hakkında gerekli ve yeterli bilgileri kazanır. TÜRK VERGİ SİSTEMİ Bu ünitede Türk vergi sisteminde uygulanmakta olan vergi türleri dört grup halinde incelenecektir. A. GELİR ÜZERİNDEN ALINAN VERGİLER Gelir üzerinden alınan vergiler denilince; gerçek ve tüzel kişilerin elde ettikleri çeşitli gelirlerden alınan vergiler anlaşılır. Bu grup içinde başlıca, gelir vergisi ve kurumlar vergisi bulunmaktadır. Gelir vergisinde verginin konusu, gerçek kişilerin geliridir. Gelir ise bir gerçek kişinin bir takvim yılı içinde elde ettiği kazanç ve iratların net tutarıdır. Modern vergi sistemlerinde mükellefin ödeme gücü, vergide kişiye özgü durumların nazara alınabilmesi ve vergi uygulaması önünde eşitlik ilkeleri özellikle önem taşır. Gelir vergisi bu ilkelerin uygulanmasına imkan tanıyan bir vergi çeşididir. Gelirin vergiye tabi tutulmasında, vergi mükellefinin aile durumu, vergiye tabi gelirin hangi kaynaktan elde edildiği gibi hususlar dikkate alınarak farklı vergi dilimleri ve vergi oranları belirlenir. Gelir, yedi şekilde ortaya çıkar. Bunlar; ticari kazançlar, zirai kazançlar, ücretler, serbest meslek kazançları, gayrimenkul sermaye iratları (kira gelirleri), menkul sermaye iratları (faiz, kâr payı, kira gelirleri) ve sair kazanç ve iratlardır. Kurumlar vergisi ise tüzel kişilerin gelirlerinden (kazançlarından) alınmakta olan vergidir. İçeriği itibariyle gelir vergisine oldukça benzer. Sadece, vergi mükellefi gerçek kişi değil tüzel kişidir. Kurumlar vergisi mükellefi olan başlıca tüzel kişiler, sermaye şirketleri yani anonim ve limitet şirketlerdir. Ayrıca kooperatifler ile amaçlarına ulaşmak için iktisadi işletme işleten dernekler ve vakıflar da kurumlar vergisi mükellefidirler. Sermaye şirketlerinin ortağı durumunda olan gerçek kişilerin vergilendirilmesi yerine, doğrudan şirket tüzel kişisinin vergilendirilmesi verginin tahsilinde kolaylık sağlar. Öte yandan tüzel kişiler de bir çok kamu hizmetinden aynen gerçek kişiler gibi yararlanırlar. Bu da onların vergi mükellefi olmasını gerektirir. B. SERVET ÜZERİNDEN ALINAN VERGİLER Servet üzerinden alınan vergiler, servetin bir varlık olarak vergilendirilmesi niteliğindedir. Vergi adaletinin sağlanabilmesi için, zenginliğin (servetin) sabit kaldığı hallerde de vergilendirmesi gerekmektedir. Servet vergileri hem gerçek hem de tüzel kişilerden alınır. Verginin matrahı (vergiye esas değer) serveti oluşturan menkul ya da gayrimenkul malın rayiç değeridir. Bu tür verginin tahsil edilebilmesi için servetin bir gelir getirmiş olması gerekmez. Bazı türlerinde, servetin varlığı ve bu varlığın üzerinden belirli bir sürenin (genellikle bir yılın) geçmesi gerekli ve yeterlidir. Buna karşılık bazı servet vergisi türlerinde ise servetin transferi nedeniyle ve bu sırada vergi tahakkuk ettirilir. Servet üzerinden alınan vergiler başlıca; emlak vergisi, motorlu taşıtlar vergisi ve veraset ve intikal vergisinden oluşmaktadır. Emlak vergisi bina ve araziden; yüzölçümüne, yapısına, kalitesine yani kısaca değerine bakılarak alınan vergidir. Emlak kelimesi mülk kelimesinin çoğulu olup taşınmaz mallar anlamına gelir. Daha geniş anlamıyla mülk, devletin toprağını yani devleti ifade eder. Vergisi ödenmemiş olan bir emlakin tapuda devredilmesine verilmediğinden bu verginin tahsil edilmesi oldukça kolaydır. izin Motorlu taşıtlar vergisi de trafik sicili, gemi sicili, uçak sicili gibi resmi sicillere kayıtlı motorlu taşıtların büyüklüğüne, yaşına vb. göre belirlenen ve bunların sahiplerinden alınan vergidir. Aynı şekilde vergisi ödenmemiş olan bir motorlu taşıtın ilgili sicilde devredilmesine izin verilmediğinden bu verginin de tahsil edilmesi oldukça kolaydır. Veraset ve intikal vergisi, menkul ya da gayrimenkul malların karşılıksız (bedelsiz-ivazsız) olarak el değiştirmesi halinde, devralan tarafından ödenmesi gereken bir servet vergisidir. Veraset, mirasçılık durumu demektir. Bedelsiz intikal iki şekilde söz konusu olur. Birincisi, mal ya da nakit para sahibi bir kişinin ölümü ile birlikte malları, kanunen belirlenmiş olan mirasçılarına ve varsa kendisinin gösterdiği (vasiyet ettiği) mirasçılara kalır. İkincisi, bir kişi kendi malını karşılıksız (bedelsiz-ivazsız) olarak başka bir kişiye devreder yani bağışlar. Özellikle ikramiye ödemeleri bedelsizdir ve bu yönüyle bağışlama niteliği taşır. Her iki halde de verginin söz konusu olması için, devrin gerçekleşmiş olması gerekir. Diğer ifadeyle, mirasçının mirası ve bağış yapılanın da bu bağışı reddetmemiş olması gerekmektedir. C. HİZMET ÜZERİNDEN ALINAN VERGİLER Devlet tarafından yürütülen kamu hizmetlerinden yararlananlar, aldıkları hizmet karşılığında bir bedel ile birlikte ya da bedel söz konusu olmaksızın sadece vergi öderler. Özellikle harçlar devletin sunduğu hizmetler karşılığında aldığı vergilerdir. Örneğin mahkemeler kamu hizmeti yürütürler. Bu kamu hizmetinden yararlanan ya da hizmete ihtiyaç duyulmasına neden olan (haksız çıkan) taraf mahkeme harçlarını öder. Bunlar mahkeme (dava) harcı, karar harcı gibi çeşitli alt gruplara ayrılır. Aynı şekilde üniversite öğrencileri, devletin eğitim hizmetlerinden yararlanmalarına karşılık olarak, eğitim hizmetlerine katkı payı oluşturmak üzere harç öderler. Damga vergisi de harçlara benzemekle birlikte kısmen farklıdır. Öncelikle damga vergisi bazı hukuki işlemlerin yapılması nedeniyle ödenir. Örneğin bono veya poliçe düzenleyen ya da kira sözleşmesi yaparak bunu yazılı hale getiren (kontrat yapan) kişiler, bu hukuki işlem nedeniyle damga vergisi öderler. Aynı şekilde kefalet senedi düzenleyenler de damga vergisi öderler. Damga vergisi genellikle, damga pulu denilen resmi kağıdın, satın alınıp, ilgili belge üzerine yapıştırılarak iptal edilmesi yolu ile dolaylı biçimde ödenmiş olur. D. GİDER ÜZERİNDEN ALINAN VERGİLER Servetin harcama nedeniyle vergiye tabi tutulmasına gider vergisi denilir. Gider, bir gerçek ya da tüzel kişinin, malvarlığından (ve dolayısıyla gelirinden) tüketim için harcadığı kısımdır. Bu tür vergilerde verginin konusu, kanunda belirtilen mal, hizmet ya da hukuki işlemlerdir. Vergi bu malların üretilip satılması, hizmetlerin ya da hukuki işlemlerin görülmesi nedeniyle ve bunların fiyatı, bedeli, miktarı, ölçüsü üzerinden alınır. Bu grupta yer alan vergiler; katma değer vergisi, emlak alım vergisi, taşıt alım vergisi, akaryakıt tüketim vergisi ve banka ve sigorta muameleleri vergisidir. Katma değer vergisi, Türkiye’de ticari, sınai, zirai ve mesleki faaliyetler çerçevesinde yapılan mal teslimi, iş görülmesi gibi durumlar nedeniyle ödenmekte olan vergidir. Ayrıca Türkiye’ye ithalatta da katma değer vergisi ödenir. Katma değer vergisi, malların el değiştirmesi aşamasında ortaya çıkan ilave (katma) değerin her aşamada vergilendirilmesini amaçlar. Vergiyi ödeyen, ödediği kısmı sonraki aşamada alıcıdan tahsil eder ve böylece vergi nihai alıcıya aktarılmış olur. Örnek üzerinde anlatacak olursak; bir gömlek satıcısı, imalatçı-toptancıdan 100 liraya gömlek alır ve 10 lira KDV ilavesiyle 110 lira öder. Bu gömleği, kendi kârını da ekleyerek tüketiciye 150 liraya satacak olursa tüketiciden 15 lira da katma değer vergisi alır. Tahsil ettiği katma değer vergisi olan 15 liradan, daha önce toptancı vasıtasıyla devlete ödediği 10 lirayı indirir ve kalan 5 lirayı, bu kere kendi katma değerinin vergisi olarak devlete öder. Katma değer vergisi bu sürekliliği nedeniyle, işletmelerin faaliyetlerinin sürekli denetlenmesine yardımcı olur. Dolayısıyla vergi kaçırılmasının önüne geçer. Ayrıca katma değer vergisine konu olan her bir mal ve hizmetin vergi oranları farklı belirlenebilir. Böylece lüks sayılabilecek mal ve hizmetler ile zorunlu nitelikteki mal ve hizmetler arasında vergi yönünden farklılaştırma yapılarak zenginden daha yüksek, fakirden daha düşük vergi alınmış olur. Emlak alım vergisi, bir servet olan gayrimenkulün, bedel karşılığı el değiştirmesi sırasında, bu gayrimenkulün değeri üzerinden alıcı ve satıcının ayrı ayrı ödedikleri bir servet vergisidir. Ayrıca, bir arazinin üzerine bina yapılması veya mevcut binaya ilaveler yapılması da emlak alım vergisinin konusunu oluşturur. Bu vergi bazen servet vergisi olarak da kabul edilmekle birlikte gerçekte klasik bir servet vergisi değil servet transferinden kaynaklanan bir vergidir. Ayrıca, emlak alım işlemi vergilendirilmediği takdirde, emlak sahibi olan kişiler bu servetlerini, üzerinden bir yıl geçmeden danışıklı olarak başkalarına devredebilirler. Böylece emlak, kişiler arasında sürekli biçimde transfer edilmek suretiyle vergi kaçırılabilir. Bunu önlemek amacıyla devlet, servetin transferini de vergilendirmektedir. Taşıt alım vergisinde de vergilendirilen olay bir servetin varlığı değil, bedel karşılığı el değiştirmesidir. Motorlu taşıtların bedel karşılığı el değiştirmesi nedeniyle ödenir. Bu vergi türünde de amaç emlak alım vergisindeki vergi alacağını koruyucu amaçlara benzemektedir. Akaryakıt tüketim vergisi, akaryakıtı tüketenlerin akaryakıt bedeline ilave olarak ödedikleri bir vergidir. Banka ve sigorta muameleleri vergisi, banka ve sigorta şirketlerinin gördükleri hizmetler nedeniyle aldıkları paralar üzerinden ödedikleri vergilerdir. Bu vergi bir vasıtalı vergi türü olarak, banka ya da sigorta şirketi tarafından müşteriye yansıtıldığından, müşteriler yönünden giderin vergilendirilmesi niteliğindedir. ÜNİTE VIII. VERGİ HUKUKU Bu üniteyi başarı ile tamamlayan her öğrenci; 1.Toplum düzeninin sağlanmasında ve sürdürülmesinde hukukun rolü ve önemini kavrar. 2.Meslek hayatında ve toplum ilişkilerinde karşılaştığı güçlükleri kanuni yollardan çözebilme alışkanlığı kazanır. 3.Adil, mantıklı, hakka ve hukuka saygılı davranışlarda bulunma alışkanlığı kazanır. 4.Konularla ilgili kanun hükümlerinden faydalanma becerisi kazanır. 5.Türk vergi sistemini tanır ve Türk vergi sistemi hakkında gerekli ve yeterli bilgileri edinir. A. VERGİ HUKUKUNUN TANIMI Vergi hukuku, devletin kamu hizmetlerini yürütmek için ihtiyaç duyduğu mali kaynağı, hangi ilkelere uygun olarak, kimlerden, hangi sebeplerle ve hangi oranlarda toplayacağını belirleyen hukuk dalıdır. Bu özelliği ile vergi hukuku aslında kamu maliyesi denilen bir bilim dalının alt dalı durumundadır. Maliye biliminin konusu, insanların toplum halinde yaşamalarının zorunlu sonucu olarak ihtiyaç duydukları kamu hizmetinin, kimler tarafından nasıl görüleceğini belirlemek ve bu amaçla kullanılacak kaynakları düzenlemektir. Diğer ifadeyle maliyenin konusu devlet bütçesinin hazırlanması ve yürütülmesidir. Maliye biliminin birinci alt dalı, kamu hizmeti kaynaklarının en önemlisi olan verginin toplanması ile ilgili kuralları koyan vergi hukukudur. İkinci dalı, toplanan kaynakların nereye, nasıl harcanacağını düzenleyen kamu harcama hukukudur. Üçüncü alt dalı ise gelirlerin amaca ve bütçe kanununa uygun harcanıp harcanmadığının denetlenmesi (kamu denetimi) ile ilgili kurallardır. Vergi hukuku da başlıca üç konuyu ele alır. Birincisi, devletin vergi alacağını, hangi örgütü aracılığıyla, hangi usulü uygulayarak ve hangi prensiplere uyarak tahsil edeceğini, Anayasadaki ilkelerin de yardımıyla düzenleyen vergi usul hukukudur. İkincisi, kimlerden hangi türde ve hangi oranda vergi alınacağını yine Anayasadaki ilkelerin de yardımıyla düzenleyen maddi vergi hukukudur. Üçüncüsü de vergi tahsili işlemlerinin, diğer bütün devlet işlemleri gibi, yargı organı tarafından denetlenmesinin yollarını inceleyen vergi yargılaması hukukudur. Vergi hukuku bu özellikleriyle, devlet ve bireyler arasındaki ilişkileri düzenlediğinden bir kamu hukuku dalıdır. Dolayısıyla kamu hukukunun temel karakteristik özellikleri bu hukuk dalında da geçerlidir. Kamu hukukuna dahil hukuki ilişkilerde ve bu arada vergi hukuku alanında devlet ve vatandaş birbiri karşısında eşit taraflar değildir. Devlet kamusal yetkiyi kullanan üstün taraf durumundadır. İlişkinin tarafı olmakla birlikte bu ilişkideki kuralları kendisi belirler. Muhatabı durumundaki vatandaşlarla pazarlık yapmaya ihtiyacı yoktur. Kamusal yetkiyi ve bu yetkinin gereği olarak kamu gücünü (otoriteyi-cebrî gücü) kullanır. Bu güce karşı gelmek çoğu halde suç oluşturur. O halde devlet, vergi alacağını belirleyip tahsil ederken kamu gücünü kullanır ve bu nedenle vergi borcunun ödenmesi zorunludur. B. DEVLET GELİRLERİ VE GİDERLERİ 1. Kamu Hizmeti Devletin varlık amacı devletin hükümranlığı altındaki topraklarda yaşayan halkın kamusal ihtiyaçlarını gidermektir. Önceki asırlarda devletler genellikle sadece iç ve dış güvenliği sağlamak ve adalet hizmetlerini yürütmek üzere organizasyon kurarlardı. Bu amaçla asker beslerler, hakim, polis gibi memurlar çalıştırırlar ve bunların ihtiyacını da öncelikle savaşlardan elde edilen ganimetlerden ya da halktan topladıkları sınırlı miktarda vergiden karşılarlardı. Günümüzde devletler, sosyal devlet anlayışının da etkisiyle sadece güvenlik hizmeti ile yetinmemekte, çok farklı alanlarda kamu hizmeti yürütmektedirler. Örneğin, kültür, eğitim, sağlık, ulaştırma, haberleşme, temizlik, barınma, ısınma gibi konularda devlet vatandaşların ihtiyaçlarını gidermek üzere teşkilat kurmaktadır. Ayrıca toplumdaki sosyal sınıflar arasında dengeyi sağlayabilmek için fakirleri, güçsüzleri ve kimsesizleri desteklemektedir. 2. Kamu Hizmetinin Nitelikleri Kamu hizmeti, kişilerin tek başına altından kalkamayacakları ihtiyaçların, toplumun organize olmuş biçimi olan devlet eliyle giderilmesi anlamındadır. Örneğin eğitim ihtiyacı nedeniyle kişiler bir eğitim kurumuna muhtaçtırlar. Bu eğitim kurumunu ya yine kişiler (özel sektör) ya da devlet kuracaktır. Bazı hizmetler için özel sektör kısmen devreye sokulabilirse de bu her zaman ve her yerde mümkün olamayabilir. Örneğin, büyük şehirlerde özel sektörün hastane ve benzeri sağlık kurumları kurarak bu ihtiyacı karşılaması mümkündür. Çünkü gerek çevre ve gerekse ihtiyaç sahiplerinin durumu, bu özel sektör işletmelerinin kârlılık ve verimlilik içinde ayakta kalmasına yeterli olabilir. Buna karşılık küçük bir kasabada, ne nüfus ne de gelir seviyesi, özel sektörün orada hastane açması ve diğer sağlık yatırımları yapması için yeterli olmayacaktır. Bu durumda kasabada yaşayanların sağlık hizmetlerinden mahrum kalmaması için devletin devreye girmesi gerekir. Bu örnekten de anlaşılacağı üzere, devlet kişilerden farklı olarak, kâr elde etmek amacıyla faaliyet göstermez. 3. Devletin Gelir Kaynakları Devlet kamu hizmetini yürütmek amacıyla emeğe (insan gücüne) ve malzemeye ihtiyaç duyar. İhtiyaç duyduğu işgücünü (emeği), vatandaşlarının kamu hizmetine fiilen katkı yapmasını isteyerek sağlar. Örneğin dış düşman riskine karşı tedbir olarak, geçici ya da sürekli statüde, rütbeli ya da rütbesiz asker besler. İç işlerinin yürümesi için bürokrat, öğretmen, doktor ve diğer isimlerle, memur statüsü altında kamu görevlisi çalıştırır. Ayrıca şoför, teknisyen gibi bazı kişileri de işçi statüsü ile çalıştırarak kamu hizmetlerini böylece yürütür. Ancak kamu hizmetini yürütenler, bina, makine, üniforma, silah, kırtasiye, petrol, inşaat malzemesi gibi çok çeşitli türde malzemeye ihtiyaç duyarlar. Bu malzemeler de yine, malzemelerle ortaya konulacak olan kamu hizmetinden yararlanacak olanlar tarafından karşılanacaktır. Ayrıca kamu görevlilerinin, kişisel ihtiyaçlarını karşılamak için kendileri hesabına çalışmaya zamanları ve imkanları olmadığından, onların ve ailelerinin giyim, gıda, barınma gibi ihtiyaçlarını giderecek malzemelerin de yine devlet eliyle karşılanması gerekir. Bu zorunlu ihtiyaçlar da yine sonuçta kamu hizmetinden yararlanacak olan halk tarafından karşılanacaktır. Halkın, kamu hizmetlerinde ihtiyaç duyulan malzemelerin sağlanmasına katkı yapması iki şekilde olabilir. Birincisi; herkes, elindeki eşyalarından ve varlığından bir kısmını devlete verir ve devlet de bunları kamu hizmetinde kullanır. İkincisi herkes, mali gücüne oranlı olarak devlete nakit (para) verir ve devlet bu parayı kullanarak ihtiyaç duyulan alanlarda kamu hizmeti yapmak üzere malzeme alır ve işgücü çalıştırır. İşte bu ikinci yöntem birinciye göre hem daha kolay hem de vatandaşlar arasında adaletin sağlanması açısından daha mantıklıdır. Bu yönteme vergi toplama denilir. Devletin tek mali kaynağı vergiler değildir. Devlete ait olan arazi, kıymetli madenler, petrol, orman gibi tabii zenginliklerden elde edilen gelirler ile adli ve idari para cezaları da önemli bir kaynaktır. Ayrıca devlet, geçici bir gelir oluşturmak üzere zaman zaman yabancı devletlerden ve kendi halkından ödünç para da alır. C. VERGİNİN TANIMI VE ÖZELLİKLERİ Vergi, devletin, kamu giderlerini karşılamak üzere, tek taraflı olarak ve vergileme yetkisine dayanarak, kişilerin gelirlerinden ve mallarından aldığı ekonomik değerlerdir. Vergi toplama hakkı devlete aittir. Bu hak devletin kamu hizmetini görmek amacıyla örgütlenmiş olmasından ve bunun karşılığı olarak kamu gücünü kullanmasından kaynaklanır. Vergi vermek, vatandaş olsun olmasın herkesin, Anayasa ile belirlenmiş olan kamusal yükümlülüklerinden biridir. Bu yükümlülük kişilerin iradesinden kaynaklanmadığından devlet ve kişiler arasında pazarlık konusu olmaz. Devletin hangi kamu hizmetlerini yapması gerektiğine Hükümetin teklifi ile Meclis yani dolayısıyla halk karar verir. Bu hizmetler için ihtiyaç duyulan verginin miktarını ve kimlerden ne oranda alınacağını da yine Hükümetin teklifiyle Meclis yani dolayısıyla bizzat halk belirler. Kişiler kanunen vermekle yükümlü oldukları vergiyi ödemekten kaçınamazlar. Aksi halde devlet, kamusal gücü kullanarak ve gerekirse vergi borçlusunun malına haciz koyarak zorla vergiyi alır. Haciz halinde devletin vergi alacağı sıradan kişilerin alacaklarına nazaran daha öncelikli olarak tahsil edilir. Çünkü devlet vergiyi kişisel menfaat için değil kamu hizmeti için toplamaktadır. Devletin ve kamu kurumlarının vergi toplama yetkisi bulunmasına karşılık, vakıfların, derneklerin ve gerçek kişilerin, halktan zorla para toplama yetkileri yoktur. Bu paraların, bağış ve benzeri başka adlar altında zorla toplanması da kanunen mümkün değildir. Hatta bunlar kamu yararına faaliyetler gösterseler, yani bazı kamu hizmetlerini görerek devlete yardımcı da olsalar, doğrudan vergi ve benzeri isimlerle zorla para toplayamazlar. Vergi miktarı kişilerin mali gücüne oranlı olarak adaletli ve dengeli bir biçimde belirlenmelidir. Bu amaçla devlet vergileri çeşitli türlere ayırır ve statülere, kişilere ya da olaylara göre değişen vergi oranları uygulayarak vergi tahsil eder. Verginin kanuniliği ilkesine göre her tür vergi ve vergi benzerleri ancak kanunla konulur, değiştirilir ve kaldırılır. Diğer ifadeyle Meclis bu konudaki yetkisini Hükümete ve buna bağlı kuruluşlara (Bakanlıklar vb.) devredemez. Bununla birlikte Meclis, verginin asgari ve azami oranlarını kanunla belirlemek şartıyla, bu oranlar içinde kalmak üzere değişiklik yapmak yetkisini Bakanlar Kuruluna (Hükümete) bırakabilir. Vergilendirme işlemi devletin bu işle görevli kurumları tarafından yürütülür. Bir devlet işlemi olarak idari yargının denetimine tabidir. İlk derece (dava) mahkemesi olarak Vergi Mahkemeleri ve temyiz makamı olarak da Bölge İdare Mahkemeleri ile Danıştay, vergi salınması işleminde kanunlara aykırılık bulunup bulunmadığını denetler. C. VERGİ ÇEŞİTLERİ Bazı ülkelerde tek tip vergi uygulanmıştır. Ancak bu yaklaşım artık terk edilmiştir. Ülkemizde Osmanlı devletinden bu yana çok vergili sistem benimsenmiştir. Doğru biçimde incelenebilmesi ve uygulanabilmesi için bu vergiler çeşitli yönlerden ayrıma tabi tutulabilir. Bir yönden vergiler, doğrudan vergi ve dolaylı vergi olarak ayrılır. Bu ayrımda vergi mükellefinin bu vergiyi başka kişilere yansıtma imkanı olup olmadığı önemlidir. Yansıtılabilen vergiler dolaylı vergidir. Örneğin katma değer vergisini ödeyen kişi bu rakamı malın veya hizmetin fiyatına yansıtarak tüketicinin ödemesini sağlayabilir. Buna karşılık yansıtılamayan vergiler doğrudan vergilerdir. Örneğin emlak vergisi, gayri menkulün sahibi tarafından ödenir ve bu kişinin vergiyi başkasına aktarma (yansıtma) şansı yoktur. Bir başka ayrım verginin hangi devlet kurumu tarafından toplandığı ile ilgilidir. Buna göre vergi daireleri tarafından toplanan vergiler merkezi devlet vergileridir. Belediyeler tarafından toplanan vergiler ise yerel yönetimler vergileri grubunu oluşturur. Çoğunlukla kullanılan bir başka ayrım, vergiye konu olayın karakteristik özelliklerine göre gruplandırılması yoluyla yapılan sınıflandırmadır: Gelir üzerinden, servet üzerinden, gider üzerinden ve hizmet üzerinden alınan vergiler gibi. Yukarıda 6. ünitede bu ayrıma göre vergi çeşitlerini ele aldığımızdan burada ayrıntıya girmeyeceğiz. E. VERGİ ALACAKLISI VE BORÇLUSU Vergi alacakları devletin başlıca alacaklarındandır. Vergi, zamanında ödemeyen mükelleften, Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkında Kanuna (AATUHK) göre zorla tahsil edilir. Herhangi bir sıradan alacaklıdan farklı olarak devletin, vergi alacağından vazgeçme hakkı yoktur. Sadece,masrafını kurtarmayacak ölçüde küçük miktarlı vergiler için bir istisna kabul edilmiştir. Devlet ayrıca, vergi alacağını teminat altına almak amacıyla, tedbir niteliği taşıyan bazı uygulamalar da yapmaktadır. Örneğin borçlunun alacaklarına ihtiyati tedbir ya da mallarına ihtiyati haciz konulabilir. Vergi borçlusu ise anayasal ödevlerden biri olan vergi ödeme ödevini yerine getirmek zorunda olan kişiyi ifade eder. Ancak vergi borçlusunun ana borcu vergiyi devlete ödemek olmakla birlikte tek borcu bu değildir. Defter tutmak, beyanname vermek gibi başka yan borçları da vardır. Dolayısıyla vergi borçlusu aynı zamanda vergi ile ilgili bütün işlemlerin yükümlüsüdür (mükellefidir). Bununla birlikte vergi mükellefinin başlıca belirleyici nitelikleri, vergiyi doğuran olayın kendi kişilik alanında gerçekleşmiş olması ve bu nedenle de kendi malvarlığından vergi borcunu ödemek zorunda olmasıdır. Bu iki nitelik vergi mükellefi denilen kişiyi, vergi sorumlusu denilen kişiden ayırır. Vergi mükellefiyeti vergiyi doğuran olayla birlikte kendiliğinden gerçekleşen bir sonuçtur. Gerçek kişiler kadar, tüzel kişiler ve hatta kamu tüzel kişileri de vergi mükellefi olabilirler. Vergi mükellefi olmak için fiil ehliyetine sahip olmak gerekmez. Küçüklerin ve akıl hastalarının vergi mükellefi olması halinde, gerekli işlemleri ve ödemeyi bunlar adına kanuni temsilcileri yürütür. Vergi mükellefi (yükümlüsü) ile vergi sorumlusunu birbirinden ayırmak gerekir. Vergi sorumlusu, başkasının vergi borcu için, vergilendirme ile ilgili maddi ya da şekli ödevleri yerine getirmekten sorumlu tutulan kişidir. O halde vergi sorumlusu, vergi mükellefi ile vergi alacaklısı (devlet) arasındaki alacak borç ilişkisinde, üçüncü kişi durumundadır. Örneğin işveren işçiye ödediği ücretin gelir vergisini kaynakta kesinti yoluyla kesmek ve devlete ödemek zorundadır. Bu durumda verginin mükellefi işçi, sorumlusu ise işverendir. F. VERGİ ALACAĞI, VERGİYİ DOĞURAN OLAY Vergi alacağı mükellef yönünden bir borçtur ve mükellefin diğer borçlarına nazaran öncelikle ödenmesi gereken bir borçtur. Bu nedenle kanunda diğer alacaklar ile vergi alacağı arasında bir fark gözetilmektedir. Vergi alacağı vergiyi doğuran olayın gerçekleşmesi ya da vergiye yol açan durumun ortaya çıkması ile kendiliğinden doğar. Bu olgu verginin türüne göre değişir. Örneğin vergiye tabi türden bir gelir elde edilmesi, gelir vergisinde vergiyi doğuran olaydır. Akaryakıtın tüketilmek üzere satın alınması ise akaryakıt tüketim vergisinde vergiyi doğurmaktadır. Aynı şekilde ithal edilecek olan malın gümrük sahasına girmesi gümrük vergisini doğuran olaydır. O halde vergi işleminin bir hukuki diğeri maddi iki sebebi vardır. Hukuki sebep, kanunda yer alan ve belirli olaylardan ya da olgulardan dolayı vergi alınacağını düzenleyen hükümdür. İkincisi ise vergiyi doğuran olaydır. Maddi olay ya da olgu hukuki kritere uygun ise verginin sebebi gerçekleşmiş demektir. Böylece vergiyi doğuran olay kendi kişilik alanında gerçekleşmiş olan kişi kendiliğinden vergi mükellefi haline gelir. Bundan sonra artık vergilendirme işlemleri başlayacak ve mükellefiyetin miktarı belirlenecektir. Vergilendirme işlemleri devletin bu işe yetkili örgütü tarafından yapılır. Maliye Bakanlığına bağlı il ve ilçe vergi daireleri, önce vergiye tabi olayın ya da durumun vergiye esas değeri ya da miktarını belirler. Bu belirleme genellikle vergi mükellefinin beyanı esas alınarak yapılır. Ancak götürü usul ya da takdir usulü gibi bazı istisnai yöntemler de kullanılabilir. Mükellefin vergi ödemekten kaçması, eksik, yanlış ya da yanıltıcı beyanda bulunması vergi suçu oluşturur. Bu suçların takibi öncelikle vergi daireleri tarafından yapılır. Verilecek cezaların bazıları suçun niteliğine göre vergi idaresi tarafından takdir edilir. Buna karşılık daha önemli diğer bazı vergi suçlarında ceza, adliyeler (ceza mahkemeleri) tarafından verilir ve uygulanır. Kimden, hangi sebeple ve hangi oran üzerinden vergi alınacağı kanunlarla belirlenmiştir. Bu oranlar yardımıyla verginin tarhı yapılır. Ardından, belirlenmiş olan vergi, ilan, posta gibi çeşitli yöntemlerden biriyle mükellefe tebliğ edilir. Tebliğden itibaren belirli süreler içinde mükellefin vergiye itiraz etme ve vergilendirme işleminin yeniden yapılmasını ya da geri alınmasını isteme yetkisi vardır. Herhangi bir itiraz yapılmamışsa ya da itiraz reddedilmişse, vergi borcu idari yönden kesinleşmiş yani vergi tahakkuk etmiş olur. Tahakkuk eden vergi mükellefi tarafından belirli süreler içinde vergi dairesine ödenmelidir. Aksi halde vergi idaresi vergiyi, cebren tahsil (haciz) yöntemiyle tahsil etmek yoluna gider. ÜNİTE IX. İŞ HUKUKU Bu üniteyi başarı ile tamamlayan her öğrenci; 1.Toplum düzeninin sağlanmasında ve sürdürülmesinde hukukun rolü ve önemini kavrar. 2.Meslek hayatında ve toplum ilişkilerinde karşılaştığı güçlükleri kanuni yollardan çözebilme alışkanlığı kazanır. 3.Adil, mantıklı, hakka ve hukuka saygılı davranışlarda bulunma alışkanlığı kazanır. 4.Konularla ilgili kanun hükümlerinden faydalanma becerisi kazanır. 5.İş hukuku hakkında gerekli bilgileri alır ve işçi-işveren ilişkilerini, iş sözleşmesi, kıdem tazminatı konularını kavrar. A. İŞ HUKUKUNUN TANIMI VE ÖNEMİ İş hukuku, ele aldığı konular itibarıyla, aslında borçlar hukukunun ele aldığı bir sözleşme türü olan hizmet sözleşmesini, özel ve ayrıntılı olarak düzenlemektedir. Hizmet sözleşmesi öncelikle, 1926 yılında kabul edilen Borçlar Kanunu’nda düzenlenmiştir. Bu kanun, kabul edildiği dönemin anlayışına uygun olarak, sözleşen tarafların denk olduğunu var saymakta ve sözleşme özgürlüğü ilkesini benimsemektedir. Ancak sonraki yıllarda çalışma hayatı gelişmiş, hizmet sözleşmesinin bir tarafı olan bazı işverenler, diğer tarafta yer alan işçiyi ezmeye ve sömürmeye yönelmiştir. Bu durum işverenin özgürlüklerinin kısıtlanmasını ve özellikle işçinin korunması ve işveren karşısında güçlendirilmesi için yeni kurallar konulmasını gerektirmiştir. Kanun koyucu bu amaçla özel kanunları yürürlüğe koymuştur. Başta İş Kanunu olmak üzere, uygulanan özel kanunlar, işçilerin büyük çoğunluğu için geçerlidir. Ancak, Borçlar Kanunu’nun hizmet sözleşmesiyle ilgili hükümleri ve diğer genel hükümler, İş Kanunu’na tâbi olmayan işçilere uygulanmaya devam etmektedir. O hâlde denilebilir ki, iş hukuku işçilerin özel hukukudur. İş hukuku kendi içinde bireysel iş hukuku ve toplu iş hukuku olmak üzere ikiye ayrılır. Bireysel iş hukuku bireysel hizmet sözleşmesinin kuruluşunu, hükümlerini ve sona ermesini inceler. Toplu iş hukuku ise toplu iş sözleşmesinin taraflarını, kuruluşunu, hükümlerini ve sona ermesini düzenler. B. İŞ KANUNU 1. İşçi, işveren, işyeri kavramları İşçi, bir hizmet sözleşmesine dayanarak herhangi bir işte ücret karşılığı çalışan kişidir. Bu tariften çıkarılabilecek özellikler (unsurlar) şunlardır: Öncelikle işçi bir gerçek kişi (insan) dir. Tüzel kişiler işçi olamaz. Bu kişinin yaşı, fiil ehliyetinin bulunup bulunmadığı, işçi olup olmaması yönünden önemli değildir. Örneğin; küçük yaştakilerin çalıştırılmaları yasak olmakla birlikte, çalışmışlarsa işçi sayılırlar ve işçilerle ilgili birçok haklara sahip olurlar. Hak ettikleri ücreti isteyebilirler, iş kazasına uğramışlarsa tazminat isteyebilirler. Ancak sendikaya üye olamazlar. İşçi, bir iş görmelidir. Bu işin şekli, boyutları, harcanan emeğin niteliği (kol - beyin gücü) ne zaman ve nerede yapılmakta olduğu önemli değildir. Örneğin; fabrikada çalışmakla, tarlada ya da inşaatta çalışmak ya da bilgisayar başında oturmak arasında bir fark yoktur. İşçi, bir işverene bağlı olarak, onun emir ve talimatları doğrultusunda ve nezareti altında iş yapan kişidir. Örneğin; bir terzi kendisine ısmarlanan elbiseyi dikerken bir iş yapmaktadır. Ancak işçi değildir. Çünkü bir işverene bağlı çalışmamaktadır. İş yerini hangi saatte açıp kapatacağına, yanında kimleri çalıştıracağına kendisi karar vermektedir. Oysa terzinin yanında bir yardımcı çalıştırması ve ısmarlanan elbisenin bazı kısımlarını ona diktirmesi hâlinde bu yardımcı, terzinin işçisi olur. Çünkü onun emir ve talimatları altında, onun disiplini içinde iş görmektedir (bk. Resim 7.1). İşçinin emeğini ortaya koyması gereklidir. İşin bir fayda sağlaması beklenmekle birlikte bu faydanın sağlanması şart değildir. Örneğin; bilgisayarda çalışan işçinin bütün emeği, bir arıza nedeniyle boşa gitmiş olsa dahi o kendisinden istenen çalışmayı yapmış olduğundan ücrete hak kazanır. Oysa kendi bürosunda bilgisayarıyla bir kitap dizgisi siparişini yapan kişi, işçi değildir. Çalışması sonuç vermezse ücrete hak kazanamaz. İşin bir hizmet sözleşmesine dayanması gerekir. Hizmet sözleşmesi işçi ile işveren arasında bir işin görülmesinin kararlaştırılmış olmasıdır. Tarafların karşılıklı ve birbirlerine uygun iradelerini açıklamış olmalarını gerektirir. Bu nedenle hapishanelerde kurulu olan tezgâhlarda çalışan mahkûmlar işçi sayılmazlar. Çünkü bir sözleşme ile çalışmamaktadırlar. Öte yandan hizmet sözleşmesinin herhangi bir sebeple geçersiz sayılması, çalışan kişiyi işçi olmaktan çıkarmaz. Örneğin; işçinin temyiz kudretinden mahrum olması, yaptığı sözleşmelerin batıl (geçersiz) sayılması sonucunu doğurur. Ancak bu sözleşme geçerli olmasa dahi işveren, işçiye ücret ödemek zorundadır. Çünkü neticede bir iş ilişkisi kurulmuş ve emek ortaya konulmuştur. İşin ücret karşılığında görülmesi gerekir. Ücretin miktarı açıkça belirlenmiş olabileceği gibi sonradan tespit edileceği de kararlaştırılabilir. Ayrıca işin ücretli yapıldığı konusunu taraflar konuşabilecekleri gibi ücret ödenmesi gerektiği hususu, örf ve âdetler ile işin niteliğinden çıkarılabilir. Bu açıklamalar doğrultusunda işçiyi diğer çalışanlardan ayırdetmek gereklidir. Babasının yanında ücret almaksızın çalışan çocuklar işçi değildir. Çünkü ücret unsuru yoktur. Ortaklaşa kurdukları iş yerinde birlikte çalışan kişilerden hiçbiri işçi değildir. Çünkü bunlar iş yerinin ve dolayısıyla elde edilen kârın ya da oluşan zararın ortağı durumundadırlar. Oysa işçi, çalışmasının karşılığını, o iş yeri zarar etmiş olsa dahi almaya hak kazanmıştır. Riske ve kâra katılmamaktadır. Teşvik için işçiye kârdan da pay verilmesi onun ortak olduğu anlamına gelmez. İdareye katılmadığı sürece ortak sayılmaz. Kendi işlerinde ya da iş yerlerinde çalışan kişiler, işçi değildir. Bunlar da bir iş görmektedirler. Ancak emeklerinin karşılığını değil, bu emek sonucunda ortaya çıkan ürünün ya da hizmetin karşılığını almaktadırlar. Örneğin; ayakkabı tamircisi tamirat yapmışsa bedelini alır. Balıkçı balık tutunca değil, balıkları satınca çalışmasının karşılığını almış olur. Bu gruptaki çalışanlara, esnaf, sanatkâr, tüccar ve daha genel bir ifade ile bağımsız çalışanlar denir. Bunlar mal ve hizmetlerini satarken, muhatapları ile pazarlık şansına sahiptirler. İyi işleyen bir serbest rekabet ortamında, kanun tarafından ayrıca korunmalarına gerek yoktur. Sözleşme özgürlüğü bunlar için genellikle yeterlidir. Devlet memurları da işçi değildirler. Devletin varlık sebebi, milletin (vatandaşların) ihtiyacının görülebilmesidir. Aslî, zorunlu ve sürekli nitelik taşıyan bu ihtiyaçların görülmesi için devlet, memurlardan yararlanır. Memurlar, devletin var olmasının tabiî sonucudurlar. Ancak ülkemizde işsizliği önlemek veya seçmenin taleplerini karşılamak gerekçesiyle, özellikle son elli yıldan bu yana, gerekli olmayan yeni memur kadroları oluşturulmuş ve bu kadrolar doldurulmuştur. Bu uygulama bazı küçük faydaları yanında, devletin büyümesi ve hantallaşması gibi olumsuz sonuçlar da doğurmuştur. Hâlen işçi ile memur birbiriyle kıyaslanmakta ve bu yanlış kıyas sonucunda işçiler, memurların haklarına (özellikle işlerine son verilemeyeceği garantisine) sahip olmayı arzu etmektedirler. Memurlar ise işçilerin işverenle pazarlık haklarına ve bunu sağlayacak olan grev hakkına sahip olmayı istemektedirler. Devlet memurlarının büyük bir kısmı; devletin vazgeçebileceği, ihale edebileceği yani özel sektör tarafından işçiler eliyle yürütülebilecek türden işlerde çalışmaktadır. Bu durum bu memurların kendilerini özel sektör işçileri ile kıyaslamalarına neden olmaktadır. Örneğin; bir devlet hastanesinde çalışan ile bir özel hastanede çalışan, neticede aynı işi (sağlık hizmeti) yapmaktadır. Devlet hastanesinde çalışan bazı memurlar pazarlık hakkı istemekte ancak iş güvencesinden mahrum olmaya yanaşmamaktadırlar. Diğer yandan özel hastanede çalışan işçiler de memurlar gibi iş garantisine sahip olmayı arzu etmektedirler. Oysa bu istek, özel sektörün çalışma mantığına aykırıdır. Bu mantığa göre, çalışan hak ettiği ücreti almalı ancak, çalışmayan ya da iş olmadığı için çalıştırılamayan kişiye de işveren tarafından karşılıksız ücret ödenmemelidir. Herhangi bir sebeple işsiz kalanlara asgarî geçinme imkânlarının sağlanması (örneğin; işsizlik tazminatı ödenmesi ya da sosyal yardımlar temin edilmesi) ise modern sosyal devletin görevidir. Devlet, işsizliği önlemek için gerçek iş sahaları açmalı ve üretimi teşvik etmelidir. Ayrıca herhangi bir sebeple muhtaç durumda olan kişilere yardım etmek de devletin görevidir. Ancak bu yardım açık ve genel nitelikli olmalıdır. Mevcut durum itibarıyla devlet memurlarının büyük çoğunluğu özel sektörün de yapabildiği (ulaşım, eğitim, sağlık gibi) işlerde memur statüsüyle çalışmaktadırlar. Gerçekte "devletin işçisi" olan bu kişiler, memur kadrosunda bulundukları sürece gerek özel sektörde gerekse devletin işçi kadrolarında çalışan işçilerden farklı kurallara tâbi olmaktadırlar. Bu farklılığın başlıca sebebi sözleşmenin taraflarının ve türünün farklı olmasıdır. Memurların devletle yaptığı sözleşme kamusal bir sözleşmedir. Taraflar birbirine eşit değildir. Bir taraf (memur) diğer tarafın koyduğu genel nitelikli kurallara tâbi olarak çalışır. İş verilirse yapar, iş verilmese dahi hazır vaziyette bekler. Bekleme (mesai) süresince başka işlerle meşgul olamaz. Geçimini temin edecek bir iş yapmaktan mahrum kaldığından, devlet de onun geçimini temin etmesi için bir iaşe bedeli, (maaş) verir. Memurun aldığı maaş, çalışmasının karşılığı değil, geçinmesi için bir kaynaktır. Dolayısıyla memurların, geçinmek için değil, milletin ve dolayısıyla devletin kendilerinin hizmetine ihtiyacı olduğu için çalıştığı farz edilir. Oysa kamu kurumlarında (devlette) çalışanlar da dahil işçiler, geçinmek için kazanç elde etmek amacıyla çalışırlar. Emeklerinin tam karşılığını almak istemeleri de normaldir. Karşılık olarak da serbest piyasa şartları ve pazarlık güçlerinin yettiği ölçüde az ya da çok ücret alırlar. Ücretin miktarını belirleyen asıl unsur, işçinin emeğinin işverene ne ölçüde faydalı olduğudur. Ayrıca işçiler işverenlerle kanunlar önünde (hukukî açıdan) eşit statüde sayılırlar. Hatta eşitsizlik varsa giderilmeye çalışılır. Bu amaçla sendikal örgütlenme imkânı ve özellikle grev hakkı ile pazarlık güçleri arttırılır. Tarafların eşitliği bu şekilde sağlandıktan sonra serbest piyasa şartları içinde her işçi hak ettiği ücreti almak imkânına kavuşmuş olur. Milletvekilleri gibi seçimle göreve gelen kamu görevlileri de işçilerle kıyaslanamayacak başka bir çalışan grubu oluşturur. Bunlar milleti temsil ve idare etmek amacıyla ve seçimle iş başına gelen milletvekilleri, belediye başkanları gibi kişilerdir. Bunlar başkalarının (halkın) işini gören vekil durumundadırlar. Ancak milletle aralarındaki ilişki özel hukuk ilişkisi (işçi işveren ilişkisi) değil değil, kamusal nitelikte bir ilişkidir. Milletvekilleri maaş ya da ücret almazlar. Yaptıkları işin bir ücreti (maddi bedeli) yoktur. Sadece millete hizmet etmekten kaynaklanan manevi tatmin duygusu ile göreve talip olurlar. Milletin ihtiyaç duyduğu hizmetler için devletin harcayacağı mali kaynağı yani vergi ve diğer devlet gelirlerini belirlemek yetkisi milletvekillerine (TBMM.ne) aittir. Aynı şekilde bütçenin hükümet (yürütme organı) tarafından hangi önceliklere göre hangi kamu hizmetlerine harcanacağını belirlemek yetkisi de kendilerindedir. Bütçenin gelirlerini ve giderlerini belirleme yetkisini de halka vekaleten kullanan milletvekilleri, yine bu yetkiye dayanarak bütçeden kendi harcamaları için ödenek alırlar. Görüldüğü üzere milletvekillerinin aldığı bu ödenek, işçilerin ücreti ya da memurların maaşından farklı bir amaca hizmet eder. Çıraklar yaptıkları iş itibariyle işçiye benzemekle birlikte birçok yönden ayrılırlar. Çırak, çalışma karşılığında bir meslek veya sanatı öğrenen kişidir. Burada çalışma, çıraklık sözleşmesine dayanır. Bu sözleşmenin temel amacı, çırağın işi öğrenmesi ve bu arada bazı işlerinde işverene (ustaya) yardımcı olmasıdır (bk. Resim 7.2). Eskiden işçi - işveren ilişkisi genellikle usta-çırak ilişkisi şeklinde başlardı. Çırağın sırasıyla kalfalığa ve ustalığa yükselmesi ile birlikte ustasından ayrı çalışma hakkı doğardı. Bu ilişki insanların yüksek seciyeli olmalarının da sonucu olarak çırağa zarar veren bir ilişki değildi. Günümüzde ise çırakların da korunması gerekmiş ve bu nedenle özel kanunlar çıkarılmıştır. Ayrıca çıraklık eğitimi de bir disipline kavuşturulmaya çalışılmaktadır. Çıraklıkta ücret önemli unsur değildir. Bazı mesleklerde (kuyumculuk gibi) çırağa hiç ücret verilmiyor dahi olabilir. Çünkü üretime katılmadığı gibi işveren için acemilikten kaynaklanan bir zarar riski dahi oluşturabilir. Çıraklar öğrenci sayılır ve sendika hakları yoktur. İşçi sayısının tespitinde hesaba katılmazlar. Stajyerler de işçiye benzeyen bir başka grubu oluşturur. Bunlar okullarda öğrendikleri teorik bilgiyi geliştirmek ve tatbikata geçirmek amacıyla iş yerlerinde çalışırlar. Bunlar için de amaç ücret almak değildir. Bu nedenle çıraklar gibi sendika ve toplu iş sözleşmesi haklarından mahrumdurlar. İşveren, bir hizmet sözleşmesine dayanarak işçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişidir. Sadece gerçek kişilerin işçi olabilmesine karşılık tüzel kişiler de işveren olabilirler. Örneğin; bir anonim şirkete ait fabrikada çalışan işçilerin işvereni o şirkettir. Ayrıca dernek, vakıf, sendika, parti gibi tüzel kişiler de işçi çalıştırabilirler. Tüzel kişiliği bulunmayan kamu kuruluşları da özellikle sendika uygulaması yönünden birer işveren sayılırlar. Buna göre işverenin özellikleri (unsurları) şunlardır: İşveren işçi çalıştıran kişidir. Tek işçi çalıştıran kişiler dahi kural olarak işveren sayılırlar. Ancak bir iş yerinde işçi sayısı üçten çok değilse, o işyeri iş kanunlarının uygulama alanına girmez. Bu tür iş yerlerinde işçinin korunması için genel hükümler yeterli görülmüştür. İşveren, çalıştırdığı kişileri bizzat veya temsilcileri ya da yardımcıları vasıtasıyla yönetilmesini de yürüten kişidir. Bu nedenle çalışma ve disipline yönelik kurallar koyabilir. Bu kurallara uymayan işçilere disiplin cezası verebilir. Bu yetkilerin kalfa, ustabaşı, müdür, şef gibi kişilere devredilmiş olması, sonucu değiştirmez. İşveren, işin yürütülmesinde ve işçilerin idaresinde yardımcılardan yararlanabilir. Bu kişilere işveren vekili denilir. Yaptıkları işlemlerden ve eylemlerden dolayı temsil ettikleri işveren sorumludur. İş yeri, işçi tarafından işin görüldüğü yerdir. Bu tür yerlere asıl iş yeri denilir. Ancak işçi, çalışması nedeniyle iş yeri dışında bazı yerlerde de bulunmaktadır. Bu nedenle asıl iş yerine bağlı yerler ve eklentileri ile araçlar da iş yeri kapsamına dahildir. Yeter ki işverenin gerçekleştirmek istediği amaca uygun yerler olsun ve bu yerlerin yönetimi de işveren tarafından yürütülsün. Bu nedenle dinlenme, çocuk emzirme, yemek, bakım, muayene, spor ve meslekî eğitim yerleri, avlu, iş yeri garajı, depo gibi yerler iş yeri sayılır. Ayrıca vinç - buldozer gibi iş makineleri ve her türlü taşıma araçları iş yeri kapsamındadır. Araçların iş yerinin içinde bulunan türden araçlar olması gerekmediği gibi işverenin mülkiyetinde olması da gerekli değildir. İşveren tarafından işletiliyor olması yeterlidir. İş yeri dışındaki araçlar, iş yerinin amaçları doğrultusunda çalıştığı sürece nerede olursa olsun iş yerine dahildir. İş yerinin kapsamına nelerin ve nerelerin dahil olduğu özellikle sosyal güvenlik uygulaması yönünden önemlidir. Çünkü iş yerinde meydana gelen kazalar ve hastalıklar, iş kazası ve meslek hastalığı sayılır. Bu gibi hâllerde tedavi giderleri ve tazminat ile ilgili özel kurallar uygulanır. İş kanunları; iş yerinde çalışma kuralları, işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili kurallara uyulup uyulmadığının denetlenebilmesini öngörmektedir. Bu amaçla her iş yerinin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına (il müdürlüklerine) bildirilmesi zorunlu tutulmaktadır. Ancak bir yerin iş yeri sayılması için yukarıdaki iki unsurun bulunması yeterli olup ayrıca bildirilmiş olması gerekli değildir. Diğer deyişle bildirimden önce de ortada bir iş yeri bulunabilir. Bu iş yerinin bildirilmemiş olması sadece işverenin sorumlu olması sonucunu doğurur. 2. İş akdi ve ücret Sözleşme özgürlüğü genel olarak özel hukukun ve borçlar hukukunun önemli ilkelerinden biridir. Buna göre, kişiler, bir sözleşme yapıp yapmamak, sözleşme yapacaklarsa türünü belirlemek (örneğin; ev ihtiyacını gidermek için ev satın almak veya kiralamak), muhataplarını seçmek, sözleşmenin içeriğini ve taraflara yüklediği borçların kapsamını belirlemek gibi konularda özgürdürler. Bu ilke hizmet sözleşmesi ile ilgili hükümlerde de kendisini göstermektedir. İşçiler çalışacakları iş yerini seçmekte özgürdürler. İşverenle yapacakları anlaşma sonucu işin türünü, kapsamını, konusunu, çalışma ve dinlenme saatlerini, karşılığında alacakları ücretin miktarını ve ödenme zamanını belirlemekte serbesttirler. Aynı şekilde işverenler de çalıştıracakları işçiyi seçmekte, işçi sayısını sınırlandırmakta, azaltıp çoğaltmakta ve ücretin miktarını belirlemekte özgürdürler. Bütün özgürlükler gibi bu konudaki özgürlükler de bazen güçlü kişiler tarafından kötüye kullanılabilir. O hâlde özgürlüğü korumanın yolu, kötüye kullanma ihtimallerinin önüne geçilmesidir. Bu nedenle modern çağda bütün devletler, kanunlar yardımıyla sözleşme özgürlüğüne zayıf taraf lehine müdahale etmekte ve sözleşme özgürlüğünü (özüne dokunmamaya özen göstererek) sınırlandırmaktadırlar. Böylece sözleşme özgürlüğü ilkesini sınırlandıracak olan bir başka ilke ortaya çıkmaktadır: Zayıfın Korunması ilkesi. Sözleşmelere zayıf taraf lehine müdahale etmek, adaleti sağlamak isteyen her hukuk düzeninin kabul ettiği bir uygulamadır. Böylece zayıf taraf ile güçlü taraf arasındaki dengesizlik önlenmiş, eşitlik ve denge sağlanmış olacaktır. İş hukuku, işçi ile işveren arasındaki ilişkileri düzenler. Bu ilişkide tarafların baştan birbirine eşit olduklarını kabul etmek mümkün değildir. İşçi-işveren ilişkilerinin usta - çırak ilişkisi şeklinde görüldüğü eski çağlarda tarafların birbirine denk olduğu kabul edilebilirdi. Ancak sanayi devrimi ile birlikte gelişen seri imalâtçılık ve fabrikalaşma yanında; kömür, çelik (endüstri) ve tarım işleri gibi birçok yeni iş kolu doğmuş veya gelişmiştir. Bunların eski iş kollarından en önemli farkı, iş bölümü nedeniyle, usta - çırak ilişkisi gerektirmeden, yapılacak işin çok kısa sürede işçiye öğretilmesidir. Dolayısıyla herhangi bir meslekî konuda uzmanlığı olmayan vasıfsız işçiler de iş yerlerinde sürekli çalıştırılmaya başlamışlardır. Özellikle bankacılık sektörünün gelişmesiyle birlikte, sermaye belirli ellerde toplanmış, bunun sonucunda da sermaye sahipleri sınıfı ve işçi (emekçi) sınıfı ortaya çıkmıştır. Yeni ortaya çıkan büyük işletmelerle rekabet edemeyen küçük işletmeler piyasadan silinmişler, bunlarla birlikte işçiyi bir insanî değer olarak gören usta - çırak ilişkisi anlayışı önemli biçimde yara almıştır. Sanayi devriminin yaşandığı birçok Avrupa ülkesinde oluşan bu yeni toplumsal sınıflar arasındaki uçurum gittikçe büyümüş ve neticede sınıflar arası çatışmalara yol açmıştır. 1789 Fransız İhtilâli, 1848 İngiliz İhtilâli ve 1917 Rus Bolşevik İhtilâli temelde bu sınıf çatışmasının ürünüdür. Öte yandan tarım ve sanayi sektöründe, üçüncü dünya ülkelerinden getirilen köleler ve ucuz insan gücü Avrupa'da iş gücü rekabetini kötü etkilemiştir. Vasıflı insanların iş bulamamalarına sebep olmuştur. İş bulabilenler ve bütün çalışanlar, temel insan haklarından mahrum şekilde, her tür aşağılamaya ve baskıya maruz kalarak çok kötü çalışma koşulları altında boğaz tokluğuna çalıştırılmışlardır. Bu durum, devletleri ve kanun koyucularını hukukî tedbirler almaya yöneltmiştir. Liberal ekonomi ve hukuk sistemleri insanları, ihtiyaçlarını gidermek konusunda tam serbest piyasanın şartları ile baş başa bırakmışlardır. Daha sonra zayıf taraf olan işçi lehine bu özgürlükler sınırlanmaya başlanmıştır. Ülkemizde sanayi devrimi böyle vahşî bir tarzda yaşanmamıştır. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi Osmanlı esnaf teşkilâtının (ahilik - loncalar) sağlam ahlâkî yapısı ve gelenekleri nedeniyle usta - çırak ilişkisinin çok sayıda işçi çalıştırılan iş yerlerine olumlu etki etmesidir. İkincisi ise sanayi toplumuna geçiş sürecinin yaşandığı 1900 yıllarından sonra liberal anlayışın uygulanmaması ve bunun yerine sosyal devlet anlamında bir devletçilik ilkesinin benimsenmiş olmasıdır. Ancak Avrupa'daki kadar yoğun olmamakla birlikte, yine de işçi ve işveren sınıfı ayrımı ortaya çıkmıştır. Kuvvetli taraf olan işverenlerin sözleşme özgürlüğü ilkesinden doğan ve kötüye kullanılabilecek nitelikteki hakları, kanunlarla sınırlandırılmaya başlanmıştır. Sözleşme özgürlüğünün sınırlarından birincisi güçlenmeyi sağlayacak teşkilâtlanma (sendikalaşma) ve toplu pazarlıkta zorlayıcı kuvvet kullanma (grev) hakkıdır. İkincisi ise ücretle ilgili olarak bazı emredici kurallar konulmuş olmasıdır: Bunlardan asgarî ücret uygulamasına göre hizmet sözleşmesi ile kararlaştırılabilecek ücretin en alt sınırı devlet tarafından belirlenmekte ve bu miktarın altında ücretle işçi çalıştırılması yasaklanmaktadır (Elbette bu sınır aşılabilir. Daha fazla ücret verilebilir.). Böylece iş gücü piyasası şartlarının müsait olmasından yararlanılarak çok düşük ücretlerle işçi çalıştırılmasının önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Ayrıca ücretin devri, haczi, rehni ve takası ile ilgili olarak bazı yasaklar getirilmiştir. Buna göre işçilerin ücret alacağının en az dörtte üçü işverenlerce zamanında ve nakit olarak işçiye ödenmelidir. Çeşitli sebeplerle ödeme öncesi kesinti yapılması kanunla yasaklanmıştır. Yine ücreti koruma düşüncesiyle konulmuş sınır gereğince, gelecekte verebileceği muhtemel zararların tazminatını oluşturmak gerekçesiyle işçinin ücretinden tedbir olarak kesilebilecek peşin tazminat da aylık ücretin üçte birinden fazla olamaz. İşçiye verilebilecek disiplin cezası ücretten kesinti yapmak şeklinde de belirlenebilir. Ancak bu ceza işçinin ücretinin onda birinden fazla olamaz. Son olarak işçinin ücretinin, işçinin rızası alınmaksızın her hangi bir sebeple, baştan kararlaştırılmış olan tutardan aşağıya indirilmesi yasaktır. 3. İşin düzenlenmesi ve iş sözleşmesinin sona ermesi İşçi ve işveren arasındaki ilişkinin taraflara yüklediği haklar ve borçlar hizmet sözleşmesi ile düzenlenir. Bu sözleşme aynı zamanda işin düzenini de belirler. Hizmet sözleşmesi, işçinin belirli veya belirsiz bir süre için işverene bağımlı olarak iş görmeyi ve işverenin de ona bir ücret ödemeyi üstlendiği sözleşmedir. Bir özel hukuk ilişkisi kuran bu sözleşme, öncelikle tarafların serbest iradelerine dayanır. Taraflar birbirleri karşısında eşit haklara sahip kılınmışlardır. İşverenin kamu hukuku kurallarına göre kurulmuş bir kamu tüzel kişisi olması dahi durumu değiştirmez. Örneğin, belediyeler işçi çalıştırabilir. İş hukuku kuralları bu hâlde de uygulanır. Hizmet sözleşmesi için şekil serbestliği geçerlidir. Yani sözleşmenin yazılı şekilde yapılması şart değildir. Ancak bazı iş türlerinde sözleşme kanuni zorunluluk olarak mutlaka yazılı yapılmalıdır. Diğer tür hizmet sözleşmelerinin de yazılı yapılmasına bir engel yoktur. Ancak bu, tarafların isteğine bağlıdır. İş sözleşmesi taraflara aşağıdaki borçları yükler: İşçi emeğini ortaya koymalı ve işi bizzat görmelidir. İşin ne olduğu sözleşmenin kuruluşunda kararlaştırılabileceği gibi, işverenin takdirine de bırakılmış olabilir. Ayrıca işveren, işçinin işini değiştirme hakkına sahiptir. Yeter ki işçinin ücret hakkı ve sosyal hakları zedelenmesin. Bununla birlikte belirli işlerde bazı kişilerin çalıştırılması kanunla yasaklanmıştır. Örneğin; çocuklar ve gençler ağır işlerde (madenler vb.) çalıştırılamazlar. Çalışma süreleri ile ilgili de sınırlayıcı kurallar getirilmiştir. İşçi, işi kendisinden beklenen uzmanlık, dikkat ve özene uygun yapmalıdır. Kasten ya da ihmali ile işverene verdiği zararlardan sorumludur. Hatta verdiği zarar on günlük ücreti ile ödenemeyecek ölçüde ağırsa işverenin, işçiyi işten çıkarma hakkı doğar. İşçi, işverenin emir ve talimatlarına ve iş yeri ile ilgili olarak konulan kurallara uymalıdır. Ancak işveren, işçinin iş hayatı dışındaki sosyal hayatına ve kişisel hayatına müdahale edemez. Ayrıca hukuka, ahlâka ve şahsiyet haklarına aykırı talimatlara da işçinin uyması beklenemez. İşçiler özellikle işverenin içki yasağı, sigara yasağı ve kapı kontrolleri konusunda itirazlarda bulunurlar. Genellik ve eşitlik ilkelerine uyulduğu sürece yasaklar geçerlidir. İşçi, işverene bağlılık ve onun menfaatlerini koruyup gözetme borcu altındadır. İşçi için rekabet yasağı vardır. Örneğin gündüz işverenin işinde çalışıp akşam kendi işyerinde aynı türden işi yapan kişi işverenle rekabet etmiş olur. Bu rekabet çoğu zaman işverene haksız yere zarar verir. Sözleşme ile aksi kararlaştırılmadığı takdirde işçi, işyerinde çalıştığı sürece işverenle rekabet etmemek (yarışmama) borcu altındadır. İşçinin bu borçlarına karşılık işverenin de bazı borçları vardır: İşveren işçiye ücret ödemelidir. Devlet işçiyi korumak düşüncesiyle bu borcun içeriğine yukarıda belirttiğimiz şekilde önemli ölçüde müdahalelerde bulunmaktadır. İşveren aynı iş yerinde çalışan işçilere eşit davranmak zorundadır. Ancak bu borç bazı hâllerde (örneğin ustabaşı seçiminde) geçerli olabilecek bir borç değildir. Burada işverenin takdiri rol oynamaktadır. İşveren işçiyi gözetmelidir. Bu borç, işçinin bağlılık (sadakat) borcunun karşılığıdır. Bu amaçla işveren, özel mevzuatla emredilmemiş olsa dahi, gerekiyorsa, işin ve işçilerin niteliğini de göz önünde bulundurarak, işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili tedbirleri alacak, gerekli konularda işçileri uyaracaktır. İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda emredici kurallar konulmuştur. İşyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili kurallara uyulup uyulmadığını Devlet (Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı) denetleyecektir. Ayrıca elliden çok işçi çalıştıran sanayi işlerinde, işçi ve işveren temsilcilerinden oluşan işçi sağlığı ve iş güvenliği kurullarının da denetim yapması öngörülmüştür. Hizmet sözleşmesinin sona ermesi önemli ihtilâflara konu olmaktadır. Çünkü işçiler işlerini kaybetmek istememekte, işverenler ise kendileri için daha uygun gördükleri işçi ile çalışmayı tercih etmektedirler. Bu nedenle hizmet sözleşmesinin sona ermesi de ayrıntılı olarak düzenlenmiş ve belirli şartlara ve sınırlara tabi tutulmuştur. Çalışma güvencesi işçinin en önemli haklarındandır. Çünkü işçiler için işi bulmak kadar bulduğu işi kaybetmemek de önemlidir. Bu nedenle kanun koyucu, çalışma güvencesi ile ilgili bazı kurallar koymuştur. Bu kurallara göre, işveren haklı bir sebebi yoksa işçiyi işten uzaklaştırıp yerine başka işçi alamaz. Bir işçinin hizmetine ihtiyaç duymaması nedeniyle işçiyi uzaklaştırması mümkündür. Ancak daha sonra, altı ay içinde tekrar işçi almaya ihtiyaç duymuşsa önceden çıkardığı işçiye öncelik vermelidir. İşçinin haksız sebeplerle işten çıkarılması tazminat ödenmesini gerektiren bir durum olarak kabul edilmiştir. Belirlenmiş sürenin dolması, süreli hizmet sözleşmesini kendiliğinden sona erdirir. Ayrıca taraflar karşılıklı anlaşarak, önceden kararlaştırılmış bir sona erme süresinden önce dahi sözleşmeyi sona erdirebilirler. Fesih yoluyla sözleşmenin sona ermesi ise taraflardan birinin tek yanlı iradesiyle (diğer taraf istemese dahi) sözleşmeyi sona erdirmesidir. Böyle bir irade açıklaması ya derhal ya da belirli bir süre sonra sözleşmeyi sona erdirir. Fesih yoluyla sözleşmenin sona erdirilmesinin bir diğer şekli de haklı nedenle sözleşmenin feshedilmesidir. Bu sona erme hâli için sözleşmenin belirli ya da belirsiz süreli olması önemli değildir. Yeter ki sözleşmenin devam etmemesini gerektiren bir haklı neden bulunsun. Fesih için haklı nedenler şunlardır: İşin yapılması işçinin vücut ve ruh sağlığı için tehlikeli olabilir. İşveren ya da diğer bir işçi bulaşıcı hastalığa yakalanmış olabilir. İşçi kendi kusuruyla hastalanmış ya da kaza geçirmiş ve işe devam edemiyor ya da aksatıyor olabilir. İşçi bulaşıcı ya da tiksinti verici bir hastalığa yakalanmış olabilir. Kadın işçi doğum izni süresini aşmasına rağmen işe gelemiyor olabilir. İşveren, işçiyi çalışma şartları ile ilgili olarak yanıltmış olabilir. İşçi, işvereni kendi vasıfları konusunda yanıltmış olabilir. Taraflardan biri, diğerinin şeref ve namusuna dokunacak bir tutum içine girmiş olabilir. Tarafların yaşayışı, ahlâk ve adaba uygun olmayabilir ve bu durum diğer tarafın iş hayatını etkileyebilir. Örneğin; ev hizmetçisinde ya da işvereninde bu hâller bulunuyorsa bu karşı tarafı rahatsız eder. İşveren, işçiyi huzursuz ediyor olabilir (sataşma, tehdit gibi). İşveren, işçinin ücretini ödemiyor ya da parça başı ücret kararlaştırılan durumlarda işçiye yeterince iş vermiyor olabilir. İşçi bağlılık borcuna aykırı davranıyor, disiplin kurallarına uymuyor ya da iş yerinde suç işlemiş olabilir. İşçi, devamsızlık yapıyor, görevini yerine getirmiyor, iş güvenliğini tehlikeye sokuyor olabilir. İşçi ya da işveren yönünden sözleşmenin ifasına engel olan zorlayıcı nedenler bulunabilir. Bütün bu hâllerde haklı nedenle sözleşmeyi feshetmek isteyen taraf, bir süre daha çalışmaya ya da çalıştırılmaya devam etmek zorunda değildir. İlişkiyi derhal sona erdirir. İhbar sırasında haklı sebebin ne olduğunu bildirmesi gerekmez. İhtilâf hâlinde mahkemeye karşı ispat etmesi yeterlidir. Ahlâkî sebeplerle fesih hâlinde karşı taraftan tazminat istenebilir. Buna karşılık sağlık nedenleri ile diğer zorlayıcı nedenler yüzünden iş sözleşmesini fesheden için tazminat alma hakkı söz konusu değildir. İş sözleşmesi sona erince, işçi talep ederse işveren bir çalışma belgesi vermek zorundadır. Bu belgede işin niteliği, süresi vb. bilgiler yer alır. Aynı belgede işveren, işçinin başarılı olduğunu gösteren bir kayıt yazabileceği gibi bunu "bonservis" denen ayrı bir belgede de gösterebilir. Ancak bonservis yazmak işverenin takdirine bağlıdır. 4. Kıdem Tazminatı ve yıllık ücretli izin Bir işverene bağlı olarak bir yıl ya da daha fazla çalışmış olan işçi işten ayrılırken işverenden kıdem tazminatı adı altında bir miktar toplu para talep etme hakkına sahiptir. Ancak işçinin kıdem tazminatı talep edebilmesi için işten kendi isteğiyle ayrılmış olmaması gerekir. Bununla birlikte işverenden kaynaklanan bir haklı sebeple işten ayrılan işçi kıdem tazminatına hak kazanır. İkinci olarak işveren işçiyi, işçiden kaynaklanan bir haklı sebeple işten çıkarmışsa yine bu halde de işçi kıdem tazminatı isteyemez. Bunun dışındaki çıkarılma hallerinde kıdem tazminatı talep edilebilir. Kıdem tazminatı her yıl için bir aylık ücret miktarı olarak belirlenmiştir. Ancak, sendikalar tarafından işçiler adına işverenle yapılan toplu sözleşmelerle bu rakam artırılabilir. Bununla birlikte kıdem tazminatı, en yüksek dereceli devlet memurunun almakta olduğu emekli ikramiyesini geçemez. Bir yıllık kıdeme sahip olmuş olan işçiler, sonraki her bir yıllık çalışma için, kıdemlerine göre farklı sürelerde olmak üzere, yıllık ücretli izin kullanma hakkına sahiptir. İşçi izin kullandığı dönemde de sanki çalışıyormuş gibi ücretini almaya devam eder. Bu iznin ne zaman kullanılacağını, işçinin isteğini de nazara alarak işin durumuna göre işveren belirler. Bölünerek kullandırılması mümkündür. Ancak bu halde de işçinin haklarını ihlal edecek kadar küçük parçalara bölünmemelidir. İşçi yıllık izninde başka işte çalışamaz. Aksi halde işveren verdiği ücreti geri isteme hakkına sahip olur. Çünkü iznin amacı işçinin dinlenmesi ve dinlenmiş olarak işinin başına dönmesidir. Bu dinlenme işin verimini ve işverenin gelirini doğrudan etkileyecek bir niteliktedir. C. SOSYAL SİGORTALAR KURUMU 1. Sosyal Sigortalar Kanununun tanıtılması Devletin iş hayatına müdahalesinin birinci yolu doğrudan doğruya sözleşmelere müdahale etmektir. Ancak bu müdahale sosyal hayatın getirdiği risklerin sadece bir kısmını (iş sözleşmesinin olumsuz sonuçlarını) bertaraf edebilir. Oysa insanların riskleri, sadece çalışmanın karşılığını alamamak değildir. Öyle riskler vardır ki insanların çoğunluğu tek tek bu riskleri karşılayacak güce sahip değildir. Ancak sigortacılık mantığına benzer şekilde bir dayanışma sistemi içinde birleşerek riski savuşturabilirler. Bu birleşme, kişilerin iradelerine bırakılacak olursa, kurulan örgütler amacı gerçekleştirmeye yeterli olmayabilir. Bu nedenle sosyal riskler karşısında alınacak tedbirleri bizzat devlet üstlenmeli, organizasyonu kamusal güce dayanarak bizzat devlet yapmalıdır. İşte sosyal devlet, ihtiyaçlarını kendileri karşılayamayan insanların yardımına koşmak için bir sistem kurmaktadır. Bu sisteme sosyal güvenlik sistemi denilir. Devlet, ekonomik yönden güçlü durumda bulunanlardan sigorta primi, vergi gibi adlar altında para tahsil eder. Bu paraları ya nakden ya da (sosyal tesisler, sağlık kurumları, ilâç ve tedavi yardımları gibi) aynî yardımlar şeklinde, ekonomik yönden güçsüz olanlara aktarır. Böylece ekonomik eşitsizlikleri azaltmaya, toplumdaki sosyal sınıflar arasındaki uçurumları gidermeye ve sosyal çalkantıların önüne geçmeye çalışır. Gelir dağılımındaki dengesizliğin sonuçlarının giderilmesine de hizmet eden böyle bir sistemin kurulması, sosyal devletin en önemli görevlerindendir. Ülkemizde sosyal güvenliği sağlamaya yönelmiş iki tür kurum vardır: • Birinci grupta yer alan kurumlar sosyal yardım ve sosyal hizmet kurumlarıdır. Bu kurumlar hizmet verdikleri kişilerden herhangi bir katkı (prim vb.) almazlar. Örneğin; sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları başta olmak üzere yardım ve hayır amaçlı bütün vakıflar, dernekler, yardıma muhtaç insanların maddî ihtiyaçlarını gidermeyi üstlenirler. Bu amaçla burs, yaşlılık aylığı gibi nakdî yardımlar yanında; ilâç, elbise, gıda yardımı, barınma, bakım, beslenme gibi aynî yardımlarda da bulunurlar. Bu kurumların büyük çoğunluğu gönüllü yardımseverler tarafından yürütülür ve malî kaynağını da devlet değil, özel sektör tarafından yapılan bağışlar oluşturur. • İkinci tür kurumlar ise devlet tarafından kurulmuş olan ve kamusal nitelik taşıyan sosyal güvenlik kurumlarıdır. Bu kurumların sosyal yardım ve hizmetlerinden yararlanmak, prim ödeme sistemine dahil olmaya bağlıdır. Birinci tür kurumlardan daha güçlü olan bu kurumlar meslek gruplarına göre faaliyet gösterirler. İşte 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu, bu sosyal güvenlik kurumlarından Sosyal Sigortalar Kurumunu düzenlemektedir. Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK), işçilerin sosyal sigorta örgütüdür. Hizmet sözleşmesine dayanarak çalışan herkes bu kurumun kapsamındadır. Ancak bazı işçiler ve diğer çalışanlar kapsam dışı bırakılmıştır. Tarım ve ev hizmetlerinde çalışanlar ile ceza evlerindeki atölyelerde çalışanlar gibi. 2. Sigorta yardımları, işçi emekliliği ve sosyal güvenlik Sosyal Sigortalar Kurumu kapsamına dahil olan işçilerin karşılaşabilecekleri (aşağıda sayılan) riskler sigorta altına alınmıştır. • İş kazalarından doğan riskler: İş kazası; işçinin, işverenin otoritesi ve nezareti altında iken (iş yeri veya eklentilerinde iken) dıştan gelen bir etki sonucu bedenen ya da ruhen zarara uğramasıdır. Kazanın işin görülmesinden kaynaklanması gerekmez. Örneğin; iş yerinde hasmı tarafından yaralanan kişi dahi iş kazası geçirmiş sayılır. • Meslek hastalıkları: Yapılan işin devamlılığının sonucu olarak sigortalı işçinin devamlı veya geçici bedenî ya da ruhî bir hastalığa tutulmasıdır. Meslek hastalıkları, mesleğin yürütülmesinin bir sonucudur. Önlenemez nitelikte olabileceği gibi tedbirlerle önlenmesi veya azaltılması mümkün de olabilir. Örneğin; gürültü nedeniyle sağırlık, toz nedeniyle solunum yolu rahatsızlığı, korku ve stres nedeniyle psikolojik bozukluklar gibi. İş kazası veya meslek hastalıklarına maruz kalan kişilere SSK tarafından sağlık yardımı ve para yardımı yapılmaktadır. Sağlık yardımları, muayene, tedavi, ilâç, protez, işe yeniden alıştırma (rehabilitasyon) şekillerinde görülebilir. Para yardımları ise geçici iş göremezlik ödeneği, sürekli iş göremezlik geliri şeklinde olabilir. Sürekli gelir ömür boyu devam eder. Sağlık yardımı bir şarta bağlı değildir. Buna karşılık, para yardımlarından yararlanmak için işçinin iş kazası ya da meslek hastalığına kasten ya da suç sayılan bir davranışı yüzünden uğramamış olması gerekir. İş kazası veya meslek hastalığı ölüme sebep olmuşsa yakınlarına (eş, çocuklar ve bazı hâllerde ana babaya) nakdî yardım olarak aylık gelir bağlanır. Bunun için işçinin belli süre prim ödemiş olması gerekmez. • Hastalık sigortası: Hastalanan sigortalıya ya da onun aile fertlerine iyileşmelerini sağlamak için sağlık yardımları sağlamaktadır. Ayrıca işçiye çalışamadığı sürece geçinmesine yetebilecek bir para yardımı (geçici iş göremezlik ödeneği) yapılmaktadır. Bu yardımların yapılabilmesi için iş kazası ve meslek hastalığından farklı olarak işçinin önceki yıl içinde 120 günlük sigorta primi ödemiş olması gereklidir. • Analık sigortası: Doğum yapan kadının doğum öncesinde ve sonrasında çalışmaktan mahrum kalmasından ve doğum nedeniyle fazladan masraflarla karşılaşmasından doğan zararları telâfiye yönelik yardımdır. Bu yardım hem sigortalı (işçi) kadına hem de sigortalı erkeğin sigortasız karısına yapılır. Yardım; muayene, tedavi, doğum, ilâç veya bazı hâllerde bunların tamamını karşılamak üzere, önceden belirlenmiş bir miktar para yardımı şeklindedir. Ayrıca sigortalı kadına (yeterli prim yatırılmışsa) geçici iş göremezlik ödeneği ve emzirme yardımı adıyla para yardımı yapılır. • Malûllük sigortası: Beş yıldan bu yana sigortalı olan kişiler (iş kazası dışındaki kazalardan ve hastalıklardan kaynaklanan sürekli sakatlık nedeniyle) çalışamaz hâle düşmüşlerse, kendilerine malûllük aylığı ve sağlık yardımı yapılır. • Ölüm sigortası: Sigortalının herhangi bir nedenle ölümü ile bazı yakınları sürekli gelir kaybına uğrarlar. Bunlardan; sağ kalan eş, henüz çalışma yaşına gelmemiş çocuklar ve işçinin bakmakla yükümlü olduğu ana babaya, kesilen bu gelirin yerini alacak şekilde yardım yapılmaktadır. Bunun için beş yıldan bu yana sigortalı bulunmak ve yeteri kadar prim yatırmış olmak gereklidir. Bu sigortada yardımlar; aylık bağlanması, toptan ödeme yapılması ve cenaze giderlerinin ödenmesidir. • Yaşlılık sigortası (İşçi emekliliği): Yaşlanan sigortalının artık çalışamaması ve geçimini sağlayacak gelirden mahrum kalması nedeniyle oluşan riski gidermeye yönelik sigortadır. Bu aynı zamanda, işçinin uzun yıllar topluma yapmış bulunduğu katkının bir karşılığıdır. Yaşlılık sigortası öncelikle emekli olmak, yani yaşlılık aylığı almak demektir. Bunun için sigortalının belirli bir yıl çalışmış olması, belirli bir miktar (gün) prim ödemiş olması ve belli yaşı geçmiş olması gereklidir. Yaşlılık aylığı almak için gerekli şartları taşımayanlara bir defalık toptan ödeme yapılır. Ayrıca yaşlılık sigortası aynı zamanda sağlık yardımlarına da hak kazandırır. • İşsizlik sigortası: İşsizlik sigortası bu sigortanın kapsamına giren işçiler için zorunludur. İşçiler ve işverenler ile Devlet, çalışan her işçi için çalışma süresi boyunca Sosyal Sigortalar Kurumuna işsizlik sigortası primi öderler. Bu primler SSK ve İş ve İşçi Bulma Kurumunun ortaklaşa idaresinde ayrı bir fonda işletilir. Fona yeterli prim ödemiş iken kanunda öngörülmüş olan sebeplerden biriyle işinden ayrılan kişiler belirli süreyle işsizlik ödeneğinden yararlanır. Böylece işsizlere en azından geçici bir süre de olsa bir tür teminat sağlanmış olmaktadır. Bu süre boyunca iş arama ve bulma imkanına sahip olan işçiler kendilerini daha güvende hissetmektedirler. İşsizlik ödeneği alan sigortalılar, ayrıca işsizlik sigortasının bazı ek imkanlarından da yararlanırlar. Bunlar; hastalık ve analık sigortası primleri, yeni iş bulma yardımı ve meslek geliştirme, edindirme ve yetiştirme eğitiminden yararlanmaktır.