1 Türk Dış Politikasında Değişim Var mı, Gerekli mi?: Osmanlı Devleti – Türkiye Cumhuriyeti Örneği Mehmet Metin HÜLAGÜ* 1. Osmanlı Devleti’nin Tarihsel Gelişimi Osmanlı Devleti, ya da Avrupalı bakış açısıyla Osmanlı İmparatorluğu, 1299 yılında şu anki Bilecik ilinin Söğüt ilçesinde kuruldu. Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Osman Bey, Koyunhisar Savaşı ile İzmit’i aldı, Bursa’yı kuşattı, para bastırarak Osmanlı aşiretini Osmanlı Beyliği haline getirdi. En geniş zamanında devlet, üç kıtaya yayıldı, bin yıllık Bizans İmparatorluğu yıkılarak yeni bir çağ başlatıldı. 1326’da Bursa’nın alınması ile daha kuruluş döneminden (1299-1453) itibaren genişlemeye başlayan Osmanlı Beyliği, Orhan Bey zamanında, komşusu Türkmen beyliklerinin topraklarına doğru, daha da artan bir şekilde genişleme politikasını sürdürmeye devam etti. 1354’te Rumeli’ye ayak basan Osmanlı orduları, Balkanlar’da ele geçirdikleri Gelibolu Yarımadası’ndaki Çimpe Kalesi’ni üs olarak kullandı. Orhan Bey zamanında Osmanlı Beyliği, “Osmanlı Devleti” haline geldi, Bursa başkent yapıldı ve kendisi de ilk Osmanlı padişahı oldu. I. Murat (1326-1389) zamanında Balkan coğrafyasında Osmanlı fetihleri hızla devam etti. 1363’te Edirne, Osmanlı Devleti’nin eline geçti. Macar-Sırp-Bulgar-Eflak-Bosna birleşik ordusu Edirne yakınlarında 1364’te Sırp Sındığı Savaşı’nda Osmanlı orduları tarafından ağır bir yenilgiye uğratıldı. Kısa bir süre içinde Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan coğrafyası Osmanlı hakimiyetine geçti. Asrın sonlarında Osmanlı sınırı Tuna ve Belgrat’a kadar uzandı. Anılan devletlerin Osmanlı ilerlemesini durdurma çabaları ise; Birinci Kosova (1389), Niğbolu (1396), Varna (1444), İkinci Kosova (1448) zaferleri ile sonuçsuz kaldı. 29 Mayıs 1453’te II. Mehmet’in İstanbul’u fethetmesi ile Osmanlı Devleti bir imparatorluk haline geldi. Bundan sonra II. Mehmet, tarihte “Fatih Sultan Mehmet” olarak anılmaya başlandı. 1460’ta Mora Despotluğu, 1461’de Trabzon Rum İmparatorluğu, 1459’da Sırbistan ve Bosna-Hersek toprakları Osmanlı coğrafyasına dahil edildi. Osmanlı Devleti Balkanlar’da Tuna üzerinde Macaristan’la; Arnavutluk, Yunanistan kıyıları ve Ege Denizi’nde ise Venedik’le karşı karşıya geldi. Otlukbeli’nde Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’a karşı kazandığı zafer üzerine Fırat’ın batısında yer alan Anadolu topraklarına yerleşti. Gedik Ahmet Paşa’nın Toroslar’ı ve Akdeniz kıyılarını alması üzerine ise Mısır Memlukları ile sınırdaş oldu. Gedik Ahmet Paşa’nın 1475’te kuzey Karadeniz’e yaptığı sefer, Ceneviz kolonileri Kefe ve Sudak’ın fethi ve Kırım Hanlığı’nın Osmanlı himayesine girmesiyle sonuçlandı. Böylece Osmanlı Devleti, bir iç deniz durumuna gelen Karadeniz üzerinde tam bir siyasi ve iktisadi egemenlik sahibi oldu. Gedik Ahmet Paşa Otranto’yu aldıktan sonra İtalya içlerinde harekata başladı. 1484’teki Boğdan seferi ile kuzey ticaretinin zengin limanları Kili ve Akkerman Osmanlı * Prof. Dr., Erciyes Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü. 2 Devleti’ne katıldı. Venedik ile 1499’dan 1503’e kadar süren savaş ise Osmanlı İmparatorluğu’na Modon, Koron, Nevarin ve İnebahtı limanlarını kazandırdı. Yavuz Sultan Selim’in 1514’te Şah İsmail’e karşı Çaldıran’da kazandığı zafer Osmanlı hakimiyetini Tebriz’e kadar genişletti. 1516 Mercidabık ve 1517 Ridaniye savaşları; Osmanlı topraklarının Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz’a kadar uzanmasını sağladı, Hint Okyanusu’na açılma olanağına kavuşturdu ve Osmanlı Devleti’ni İslam dünyasının tartışmasız lideri yaptı. Kanuni Sultan Süleyman’ın bir taraftan 1521’de Belgrat’ı fethi Orta Avrupa’da, diğer taraftan da 1522’de Rodos’u fethi Akdeniz’de Osmanlı Devleti için yeni ve elverişli bir dönemin başlangıcı oldu. Kanuni 1526’da Macar ordusunu Mohaç’ta büyük bir bozguna uğrattı ve Osmanlı ordusu Hasburglar’la karşı karşıya geldi. 1529’da Viyana’yı kuşatmasının ardından 1532’de Alman Seferi’ni gerçekleştirdi. 1541’de Macaristan’ı Budin adıyla bir Osmanlı eyaleti haline getirdi. 1543’te ise Estergon Kalesi’ni aldı. Barbaros Hayrettin Paşa ise, Preveze Deniz Savaşı’nda Andrea Dorya komutasındaki birleşik Hıristiyan donanmasını 28 Eylül 1538’de mağlup etti. 1538’de Hint Okyanusu’nda Portekizlilere karşı başlatılan mücadele 1669’a kadar sürdü. Yemen, Habeşistan ve bazı Afrika ülkeleri Osmanlı Devleti hakimiyetine alındı. Kanuni döneminin önemli mücadele alanlarından biri de İran oldu. 1533’te Sadrazam İbrahim Paşa, onu takiben 1534’te de padişahın bizzat kendisi İran seferine çıktı. "Irakeyn Seferi" denilen bu seferin en önemli ve kalıcı etkisi 1535’te Bağdat dahil olmak üzere Irak topraklarının Osmanlı Devleti’nin eline geçmesi oldu. İran savaşları 1576 yılına kadar geçerli olacak olan 1555’teki Amasya Antlaşması ile sona erdi. Bu antlaşma neticesi; Azerbaycan ile merkezi Tebriz, bir kısım Doğu Anadolu toprakları ve Irak, Osmanlı hakimiyetine girdi. Ancak I. İbrahim dönemi (1640-1648), Osmanlı Devleti için hemen her açıdan olumsuzlukların yaşandığı bir dönem oldu. Olumsuz gelişmeler, çocuk yaştaki IV. Mehmet’in (1648-1687) saltanatı döneminde de devam etti. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu idari bozukluk 1656’da sadrazamlık vazifesine getirilen Köprülü Mehmed Paşa’nın ve ailesinden olan diğer sadrazamların, XVIII. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı Devleti’nin idaresinde “Köprülüler Devri”nin yaşanmasına neden oldu. Köprülüler Devri, aynı zamanda Osmanlı fetihlerinin gerçekleştiği son devrin de başlangıcını teşkil etti. Bozcaada, Limni, Erdel, Uyvar, Neograt, Girit, Kandiye ve Podolya kale ve beldeleri Osmanlı topraklarına katıldı. 1678’de Kara Mustafa Paşa Çehrin’i ele geçirdi. Ruslar 1681’de Dinyeper nehrinin sağında kalan toprakları Osmanlılara terk etmek zorunda kaldı. Osmanlı Devleti’ni yeniden Avrupa’daki en geniş sınırlara ulaştırmak isteyen Kara Mustafa Paşa büyük bir orduyla 1683’te Viyana’yı kuşattı. Ancak 12 Eylül 1683’te Osmanlı ordusu büyük bir bozguna uğradı. Viyana mağlubiyetinden sonra tahta geçen II. Süleyman (1687-1691) ve II. Ahmet (1691-1695) devirlerinde iç huzursuzluklar devam etti. Osmanlı Devleti 1696’da oluşturulan Avusturya-Lehistan-Malta-Venedik-Rus birleşik ittifakına karşı dört cephede birden mücadele etmek zorunda kaldı. II. Mustafa (1695-1703) döneminde Avusturya’ya karşı üç ayrı sefer düzenlendiyse de, ilk iki seferde kısmen başarı sağlanırken son seferde Osmanlı ordusu Zenta denilen yerde bozguna uğradı. Nihayet 26 Ocak 1699’da, 25 yıl süreyle geçerli olacak ve Osmanlı Devleti’nin önemli oranda toprak kaybetmesine sebebiyet verecek olan Karlofça Antlaşması imzalandı. 3 III. Ahmet (1703-1730) dönemi Rusya ile Osmanlı Devleti arasında yeni bir savaşın yaşanmasına, Osmanlı Devleti’nin Karlofça Antlaşması ile kaybettiği yerleri 1711 Prut Antlaşması ile tekrar kazanma fırsatını yakalamasına neden oldu. Ancak aynı başarı, Avusturya karşısında sergilenemedi. Temeşvar ve Belgrat’ın kaybı üzerine Osmanlı Devleti 1718’de Pasarofça Antlaşması’nı imzalamak zorunda kaldı. 1722’de Damat İbrahim Paşa sadaretinde İran’a karşı başlatılan savaştan ise kesin bir netice alınamadı. Patrona Halil ayaklanması bu döneme son veren ciddi ve sarsıcı bir iç gelişme oldu. I. Mustafa döneminde (1730-1754) Fransa’nın da teşvikiyle Osmanlı Devleti, Rusya’ya savaş ilan etti. Avusturya, Rusya’nın yanında yer aldı. Her iki cephede de başarılar kazanan Osmanlı Devleti, Pasarofça Antlaşması ile Avusturya’ya devrettiği yerleri 18 Eylül 1739 Belgrat Antlaşması’yla geri alma fırsatını yakaladı. Damat İbrahim Paşa zamanında başlayan İran savaşları, Lale Devri’nden sonra da devam etti. Safavi idaresinin çöküş dönemine girmesini ve 1724’te İran’da taht kavgalarının başlamasını fırsat bilen Ruslar, Azerbaycan ve Dağıstan’ı işgal etti. İran’ın Rusya’nın eline geçmesini istemeyen Osmanlı Devleti, İran’a sefer düzenledi. Rusya’nın kuzeydeki işgaline karşın Güney Azerbaycan’ı topraklarına katma yoluna gitti. Şah Tahmasp ile Osmanlı Devleti arasında 1732’de barış yapıldı. Nadir Şah’ın (1688-1747) İran’da 1736 yılında iktidara geçmesinden sonra Osmanlı Devleti ile İran arasında oldukça uzun, ancak sonuçsuz savaşlar yaşandı. Nihayet iki devlet arasındaki sınır, Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla belirlenen esaslar üzerine 1746’da yeniden kabul gördü. Osmanlı Devleti’nde I. Mahmut (1730-1754), III. Mustafa (1757-1773) ve I. Abdülhamid (1773-1789) devirlerinde ordu merkezli bir dizi ıslahat hareketlerine başlandı. Dışarıdan askeri uzaman ve subaylar getirildi, Tophane ıslah edilerek yeni ve daha geniş çaplı toplar döküldü, donanma yenilendi. Tüm bu ıslahatlara rağmen, 21 Temmuz 1774’te Küçük Kaynarca Antlaşması’nı imzalamak Osmanlı Devleti için kaçınılmaz oldu. 1579-1699 tarihleri arasında yaşanan “Duraklama Dönemi”ni 1699’da başlayıp 1792’de son bulan “Gerileme Dönemi” izledi. 1792-1920 tarihleri arasında yer alan “Yıkılış Devri”nde ise 93 Harbi, Ayastefanos Antlaşması (1878), Berlin Antlaşması (1878), Tanzimat Fermanı (1839), Trablusgarp Savaşı (1911-1912), Balkan Savaşları (1912-1913), Birinci Dünya Savaşı (1914-1918), Çanakkale Savaşları (1915-1916) ve Saltanatın Kaldırılması (1922) gibi önemli ve belirleyici olaylar takip etti. 2. Osmanlı Devleti ve Dış Politikada “Genişleme” Felsefesi 1299’da kuruluşundan 1699’da başlayan Gerileme Dönemi’ne kadar Osmanlı Devleti, yukarıda özetlenmeye çalışıldığı üzere, dış politikada sürekli genişleme felsefesiyle hareket etmiştir. Sahip olduğu topraklar Asya, Avrupa ve Afrika olmak üzere üç kıtaya yayılmış, muhtelif unsurlardan oluşan kitleler üzerinde asırlar süren bir hakimiyet kurmuştur. Şer’i bir devlet esası, diğer bir ifadeyle İslam Hukuku prensipleri üzerine kurulmuş olan Osmanlı Devleti için, dış politikada genişleme felsefesini benimsemek ve bu felsefeyi her fırsatta uygulamaya çalışmak kaçınılmaz bir durum olmuştur. Zira İslam Hukuku dünyayı, hakimiyet açısından iki kategoriye ayırmıştır: Müslümanların yaşadığı ve hakim olduğu “İslam Diyarı” (Daru’l-İslam) ve gayr-i Müslimlerin yaşadığı ve hakim olduğu “Küfür Diyarı” (Daru’l-Harb). İslam Hukuku’na göre dünya biri hak, diğeri batıl olan iki gücün mücadele alanıdır ve dünyada hakimiyetin mutlak sahibi mutlak surette Allah’a (onun koyduğu yasa ve ön gördüğü 4 felsefeye) ait olmalıdır. Bu yaklaşım, gerçekleştirilmesi halinde Müslümanlara sağlayacağı dünyevi yararları bir tarafa, her Müslüman tarafından mutlak surette icra edilmesi gereken dini bir vazife olarak kabul görmüştür. İslam Hukuku’nun bu kategorik hakimiyet tanımı ve buna bağlı olarak ortaya koymuş olduğu dünya ayırımı, Osmanlı Devleti’nin bir taraftan batıya doğru, diğer taraftan ise doğuya doğru sürekli genişleme çabası içerisinde olmasını gerekli kılmıştır. Ancak bu genişleme, yukarıda belirtilmeye çalışılan esaslar ve genişleme siyasetinin dayandığı temel prensipler dolayısıyla; sömürgecilik, işgal ve benzeri kavramlar veya bu anlamda çağrışım yaptıracak bir kelime veya terimle hiçbir şekilde ilgili olmamıştır. Bu anlamda doğru olan ve kullanılması gereken kelime yahut terim, “Fetih” kelimesi olmalıdır. Müslümanların omzuna İslam Hukuku’nun yüklemiş olduğu dünyaya İslam’ı ve hakkı hakim kılma emrinin, teorik olarak iki şekilde gerçekleştirilmesi söz konusu olabilirdi: Bütünü ile insanları Müslüman yapmak veya tüm dünyayı fethedip İslam hakimiyeti altına almak. Ancak bu iki alternatiften ilkinin dini terminolojideki “Münafık” kavramından ve “Allah dilemedikçe kimseye hidayetin sağlanamayacağı” şeklindeki Kur’ani beyandan dolayı gerçekleştirilmesi mümkün değildi. Dolayısıyla söz konusu “ilahi emrin” icrası tümüyle dünyayı fethetme mecburiyetini gerekli kılmaktaydı. Osmanlı idarecileri, İslam Hukuku’nun omuzlarına temel ve ihmal edilemez bir vazife olarak yüklemiş olduğu bu sorumluluğu Müslüman halkın anlayacağı dil ve kelimelerle ifade etmeye çalışmışlardır. Akademik bir kullanım olan “Daru’l-İslam” ve “Daru’l-Harb” ifadeleri yerine, kendi içinde birinin diğerine göre dönem dönem öncelik ve ağırlık kazandığı, Nizam-ı Alem, İla-yı Kelimetullah, Kızıl Elma, Gaza, Cihat gibi terimleri kullanmayı tercih etmişlerdir. Yine Müslüman halkı motive etmek ve bu ilahi kaynaklı vazifeyi icrada gevşeklik ve tembellik göstermelerine fırsat vermemek için Osmanlı idarecileri; gayr-i Müslim unsurların yaşadıkları diyarları da dikkate almayan, küçümseyen ve ehemmiyet atfetmeyen bir üslup ile “Diyar-ı Küfür” ve “Kafiristan,” bu yerlerde yaşayanları da “Kâfir” ve “Kefere” gibi kelimelerle anmışlardır. Osmanlı Devleti’nin “Nizam-ı Alem” adı altında dünyayı fethetme politikası, 18. yüzyıla kadar Batı ve Doğu olmak üzere iki doğrultuda devam etmiştir. Batı’da Viyana önlerine kadar ilerlenirken Doğu’da ise Arap Yarımadası hakimiyet altına alınmış, fetih siyasetinin önünde tek ciddi problem olarak İran coğrafyası kalmıştır. İkinci Viyana kuşatması ve bu kuşatmanın mağlubiyetle neticelenmesi, Osmanlı dış politikasında ve dolayısıyla fetih siyasetinde önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. O güne kadar Avrupa karşısındaki askeri üstünlüğe ilaveten siyasi ve idari belirleyicilik de bir anda çok yönlü bir değişime uğramış;Viyana önlerinde yaşanan bu umulmadık yenilgi, Osmanlı devlet adamları üzerinde çok ciddi boyutlu psikolojik etkiler meydana getirmiştir. 3. Fetih Politikasından Fiili Olarak Vazgeçilmesi Osmanlı Devleti 1699’da başlayıp 1792’de son bulan “Gerileme Devri”nde batıya doğru sürdürmekte olduğu söz konusu fetih politikasından geçici bir süre için vazgeçmek, “İla-yı Kelimetullah” felsefesini gerçekleştirme vazifesini fikren değilse bile fiilen, ancak muvakkaten, bırakmak zorunda kalmıştır. Özellikle 1683-1739 tarihleri arasında yaşanan “Gerileme Devri”; bir yönüyle Batı’ya karşı izlenecek olan yeni dış politika ilkelerinin belirlenmesi açısından bir geçiş dönemi oluştururken, diğer yönüyle de o güne kadar uygulana gelen dış politika prensiplerinin artık uygulanamaz olduğunu gösteren bir dizi belirleyici askeri harekatın gerçekleşmesine tanıklık etmiştir. Örneğin Osmanlı Devleti, 1696’da 5 oluşturulan Avusturya-Lehistan-Malta-Venedik-Rus birleşik ittifakına karşı dört cephede birden mücadele etmek zorunda kalmıştır. Avusturya’ya karşı düzenlenen üç seferden ilk ikisinde kısmen başarı sağlamış, sonuncusunda ise büyük bir mağlubiyet yaşamıştır. 26 Ocak 1699’da, 25 yıl süreyle geçerli olacak olan ve ciddi toprak kaybına sebebiyet veren Karlofça Antlaşması’nı imzalamaktan kurtulamamış; geçici bir durum arz eden 1711 Prut zaferinin hemen ardından gerçekleşen ve yeni toprak kayıpları ile neticelenecek olan 1718 Pasarofça Antlaşması’na imza koymak zorunda kalmıştır. Yaşanan bu olumsuz gelişmeleri, 1730’da patlak veren Patrona Halil isyanı izlemiştir. 1739 Belgrat Antlaşması, Pasarofça Antlaşmasıyla kaybedilen bir kısım yerlerin geri alınması fırsatını sağlamışsa da, fetih politikasından vazgeçme kararının kalıcı bir hale dönüşmeye başlamasını nihai olarak engelleyememiştir. Nihayet batı yönündeki fetih siyaseti 17. yüzyılın sonlarından itibaren duraksamaya başlamıştır. Aksi yöndeki bütün gayret ve çabalara rağmen, Osmanlı Devleti bu politikayı Gerileme Dönemi’nden itibaren bütünüyle terk etmek zorunda kalmıştır. Batı cephesindeki bu değişime karşın, doğu cihetinde hakimiyet kurma arayışları mevcudiyetini daha geç bir zamana kadar muhafaza edebilmiştir. Bu siyaset; özellikle İran’a karşı belirli bir süre daha tabii seyri içerisinde devam etmiş, sonraki yıllarda ise Osmanlı Devleti’nin gücüne paralel bir şekilde, kademe kademe sona ermiştir. Bu anlamda, hem Damat İbrahim Paşa zamanında İran ile yapılan savaşları, hem de Azerbaycan ve Dağıstan’ın Ruslar tarafından işgali üzerine Osmanlı Devleti’nin İran’a karşı düzenlediği seferleri anmak mümkündür. 1732’de yapılan Türk-İran barış antlaşmasının, Nadir Şah’ın İran’da iktidara geldiği 1736 yılı sonrasında, oldukça uzun süren hâkimiyet elde etme siyaseti adına hiç bir sonuç sağlamadığı da muhakkaktır. Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla daha evvelce iki devlet arasında tespit edilmiş olan sınırlar 1746’da bir kez daha kabul görmüş ve iki devlet arasındaki mevcut savaş durumuna son verilmiştir. Kasr-ı Şirin Antlaşması’nın bir kez daha uygulama alanı bulmuş olması ise, Osmanlı Devleti’nin doğu cephesindeki fetih siyasetinin de artık fiilen işlemez ve uygulanamaz bir hale geldiğini net bir şekilde ortaya koymuştur. 4. Osmanlı Devleti’nin İttifak Arayışları Dış politikasının temel unsuru olan fetih ilkesinden hem batı hem doğu cephesinde sırasıyla vazgeçmek zorunda kalan Osmanlı Devleti; sınırlarını korumak ve Avrupa devletlerinin tecavüzlerinden masun kalabilmek için, Prusya, Fransa ve İsveç gibi yine Avrupalı olan muayyen devletlerle yakın ilişkiler kurmaya çalışmış, bu dönemde ittifak arayışlarında bulunmak kendisi için kaçınılmaz bir hal almıştır. İleriki dönemlerde daha da artarak devam edecek olan bu yakınlaşma ve ittifak arayışlarına “denge siyaseti” de eşlik etmiş, Osmanlı Devleti geçmişte sürdürdüğü uluslararası ilişkilerdeki yalnızlık (ferdiyetçilik) politikasını tamamıyla terk etmek zorunda kalmıştır. Ancak Kırım Savaşı (1853-1856) sonrasında Avrupa Devletler Ailesi’ne 1856 yılındaki katılımı, kendisini toparlamaya yeterli gelmemiştir. Avrupa devletlerine yakınlaşma, ittifak arayışları ve denge politikası uygulamaları imparatorluğun yıkılışına kadar devam etmişse de, “Avrupa’nın Hasta Adamı” tanımlaması ve bu tanımlamaya uygun düşen askeri, siyasi, idari ve iktisadi seyri dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı sonucu dağılmaktan kurtulamamıştır. 5. Cumhuriyet Döneminin İlk Yıllarında Türk Dış Politikası Türk Kurtuluş Savaşı’nın başarıyla sonuçlanması üzerine 1923’te yeni bir devlet kurulmuş; kurulan bu devlet, Cumhuriyet’in ilanı ile taçlandırılmıştır. Cumhuriyet 6 Türkiyesi’nin kuruluşu, Türk tarihi açısından hiç şüphesiz ki laik demokratik esaslı yeni bir idari esasa dayanan bir devrin başlangıcı olmuştur. Ancak kurulan bu yeni Cumhuriyet Türkiyesi, Osmanlı Devleti’nin 1683’ten itibaren izlemek zorunda kaldığı savunma ve müdafaa karakterli dış politika ilkesini dış siyasetinin esası haline getirmekten ve icra etmekten kendini kurtaramamıştır. Yeni devletin tesisinin ve Cumhuriyet’in ilanının hemen ardından barışçı bir dış politika felsefe ve çizgisini esas alan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi bütün dünyaya ilan edilivermiştir. Şüphesiz ki, henüz yeni kurulmuş, taze, korunmaya ve kollanmaya her haliyle muhtaç bir durumda bulunan Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk yıllarında bu türden ilkelerin dış politikada kabulü ve ilanı çok tabii ve hatta zaruri siyaset gereklerinden olmuştur. Bu türden ilkeleri, yeni kurulan hemen her ülkenin siyasi tarihinde görmek mümkündür ve makul karşılamak da gerekir. Amerika Birleşik Devletleri bile; 1776 tarihinde bağımsızlığına kavuşmasının hemen ardından 2 Aralık 1823’te Monroe Doktrini’ni dünyaya ilan etmiş, dış politikasında saygılı ve ölçülü bir seyir takip edeceği taahhüdünde bulunmuştur. Bu bildiride; Avrupalı devletlerin Latin Amerika kıtasını sömürge konusu yapmalarına göz yummayacağı, ABD’nin Avrupa devletlerinin işlerine karışmamasına karşılık onların da Amerika kıtasına karışmamaları istenmiştir. Ancak aynı ABD bugün, dünyanın jandarmalığını yaptığını söylemekte, “Yeni Dünya Düzeni” kurma çabası içine girmekte ve sınır komşumuz Irak’ta yeni bir sistemi oluşturmaya ve oturtmaya çalışmaktadır. ABD’nin istiklalini kazanmasından kısa bir süre sonra böyle bir doktrini dünyaya ilan etmesi gayet tabii karşılanabilir. Ancak bugün sömürgecilik hareketini yeni bir metot ve yeni bir dönemle sürdürmekte olan ABD’nin belirli bir güç ve kuvvet kazanmasının hemen ardından Monroe Doktrini’ni değişik süreçlerde türlü anlamlarda kullanmaya başladığı da bilinmektedir. Hatta ABD’nin Monroe Doktrini’ne; kuzeyden güneye Amerika kıtasındaki tüm topraklara, şu veya bu şekilde sahip olmaya hakkı bulunduğu şeklinde yeni bir anlam yüklediği de unutulmamalıdır. Cumhuriyet Türkiyesi’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra, “hazır ol cenge, ister isen sulh-u salah” sözü yerine “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi geçerli kılınarak bölge ülkeleri ile dostluk antlaşmaları ve savunma paktları vücuda getirilmeye çalışılmıştır. 1683 sonrası dış politikadaki müdafaa karakterli Osmanlı geleneği, 1923 sonrasında yeni Türkiye Cumhuriyeti dış siyasetinin de temel unsuru haline gelmiştir. Bu anlamda 17 Eylül 1930’da TürkiyeLitvanya arasında bir Dostluk Antlaşması imzalanmış, 9 Şubat 1934’te ise Türkiye, Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya’yı kapsayan bölgesel bir Balkan Paktı oluşturulmuştur. 7 Nisan 1937’de Türkiye ile Mısır arasında bir dostluk antlaşması yapılmış; yine aynı yıl 8 Temmuz 1937’de, Sovyet yayılmacılığına karşı Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında Sadabat Paktı kurulmuş ve oluşturulan bu ittifak 14 Ocak 1938’de TBMM’den onay almıştır. Sadabat Paktı’nı 1955’te Türkiye ile Irak arasında oluşturulan Bağdat Paktı izlemiştir. Bağdat Paktı’na kuruluşundan kısa bir süre sonra İngiltere, Pakistan ve İran’ın da üye olmaları ve Amerika Birleşik Devletleri’nin müşahit olarak katılımı, ancak Irak’ın zamanla örgütten ayrılmasıyla Bağdat Paktı’nın adı CENTO (Merkezi Antlaşma Örgütü, Central Treaty Organization) olarak değiştirilmiştir. Batıda Balkan Paktı’nın, doğuda ise Sadabat Paktı’nın kurulmuş olması ayakları üzerinde durma çabasında olan yeni Türkiye Cumhuriyeti için şüphesiz ki son derece gerekli ve bir o kadar da yararlı siyasi ve askeri birer girişim olmuştur. Bu ittifaklarla Türkiye Cumhuriyeti, kendisine yönelebilecek dış tehditlere karşı peşinen önlemler almış, bölgesindeki ülkelerle emperyalizme karşı sağlam dostluklar oluşturmaya çalışmıştır. Sadabat Paktı’nın imzalanması dolayısıyla özellikle bölgede İran’la güçlü bir dayanışma sağlanmış, 7 Hitler idaresindeki Alman ordularının tecavüz ve tasallutundan bu ittifakın da sağladığı siyasi ve askeri caydırıcılık dolayısıyla emin olunabilmiştir. Balkan Paktı’nın imzalanması ile İtalya’nın Akdeniz’deki emperyalist özlemlerine ket vurulmuş, Yunanistan ile Türkiye arasındaki gergin ilişkilerde belirli bir yumuşama görülmüş ve sınırların karşılıklı olarak garanti edilmesi taahhüdü sağlanmıştır. Dış politikada ittifak ve pakt arayışları, Türkiye Cumhuriyeti’nin NATO’ya katılımı ile devam etmiştir. Aynı yöndeki arayışların bugün de devam ettiği söylenebilir. Bütün bu arayışlar ve işbirlikleri; yeni kurulan ve zayıf bir askeri, siyasi ve iktisadi yapı içindeki bir devletin mevcudiyetini korumak anlamında belirli bir dönem için geçerli sayılabilir. Siyasi çıkarlar, bölgesel ve uluslararası dengelere bağlı olarak bugün de bu türden ittifaklar içinde yer almayı gerektirebilir ve alınmalıdır da. Ancak askeri, siyasi ve iktisadi açıdan küçümsenmeyecek bir güce erişmiş Türkiye Cumhuriyeti’nin; 20. yüzyılın başlarındaki şartlar içinde politik olarak söylenmiş ve söylenmesi gerekmiş olan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesini yeniden herhangi bir yoruma tabi tutmadan dış politikasının temel unsurlarından biri olarak bugün de benimsemesi ve benimsetmesi pek de makul görünmemektedir. Bu nedenle, ilkenin anlamı üzerinde yeniden durulmalı ve günümüz şartlarına uygun olarak yorumlanmalıdır. 6. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” İlkesinin Anlamı ve Yeniden Yorumlanması Atatürk’ün bu özdeyişi son dönemlerde anlamı ve söyleniş maksadı üzerinde pek durulmadan basmakalıp bir slogan halinde kullanılır bir hale gelmiştir. Oysaki bu özdeyişin, Atatürk’ün genel felsefesi ve dış politikası ilkeleri içerisinde ciddi bir şekilde değerlendirilmesi gerekir. Her ne kadar “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi ilk bakış ve duyuşta Atatürk’ün “barış” yanlısı olduğunu vurgulamaktaysa da, bu ilkeyle kayıtsız şartsız barış istenildiği zehabına kapılınmamalıdır. “Her ne pahasına olursa olsun barış”, inandıkları ve yaptıkları ile karşılaştırıldığı zaman, Atatürk’ün düşüncesi olamayacağı gibi, sürekli savaşın bir barış taktiği olarak kullanılamayacağı da açıktır. Burada teorik olarak üç yaklaşımı birbirinden ayırt etmek gerekmektedir. Birincisi, “barışa sürekli savaşla ulaşılabileceği” düşüncesidir. Genelde Makyavelizm ya da real politik adı verilen bu yaklaşımda barış, ancak “iki savaş arasındaki dinlenme ve hazırlık dönemi”dir. Böyle bir felsefenin geçerli kılınması halinde birbirinin kurdu olarak da tanımlanabilecek olan devletlerin bir arada ve barış içerisinde yaşamalarına imkan yoktur. İkinci yaklaşım tarzı ise, “ne pahasına olursa olsun” barışın elde edilmesini savunmaktadır. Diğer bir ifade ile, savaşın nihai olarak hiçbir fayda getirmeyeceği gerçeği dolayısıyla silaha müracaat edilmesi gereksizdir. Bu yaklaşıma “pasifizm” denilmektedir. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi genel olarak bu yaklaşımla karıştırılmakta veya karıştırılmak istenmektedir. Dolayısıyla Türk dış politikasının zora girdiği ve silaha müracaatın kaçınılmaz olduğu yer ve zamanlarda bazı çevrelerin Atatürk’ün bu özdeyişini, adeta bir kalkan gibi kullanarak, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hareket serbestisini sınırlamaları ve hatta hareketsiz kılmaları görülebilmektedir. Oysaki Atatürk hiçbir vakit pasifist olmamış, pasif bir tavır sergilememiştir. Onun bu yönünü anlamak için sadece söylediklerine değil, yaptıklarına da bütünüyle bakmak gerekecektir. Yaptıkları dikkatlice incelendiği takdirde onun pasifist değil, bilakis eylemci olduğunu kabul etmek icap edecektir. En basit örneğiyle, onun önderlik ettiği Türk Kurtuluş Savaşı ile İngiliz yönetimine Gandi liderliğinde karşı çıkan Hindistan halkının pasif direnişi birbiriyle mukayese edilirse, Atatürk’ün pasifist bir asker veya bir siyasi lider olmadığı açıkça görülür. 8 Üçüncü yaklaşım ise, hem Makyavelizm’e hem de pasifizme karşı olan yaklaşım biçimidir. Buna göre barış, devletler ve kişiler arasında genel olarak arzu edilen ve gerçekleşmesi mümkün olan bir durum olmakla beraber, öyle anlar gelebilir ki silahlı bir güce başvurmak veya doğrudan doğruya savaşa girmek zorunlu olabilir. Diğer bir ifade ile savaş, gerekli fakat barışa ulaşmak için en son başvurulabilecek bir araçtır. “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” özdeyişinin doğru değerlendiriliş biçimi onun bu üçüncü yaklaşım tarzı içerisinde görülmesine bağlıdır. Burada vurgulanması gereken diğer bir nokta ise, yurtta sulh ile cihanda sulhun birbiriyle olan yakın ilişkisidir. Atatürk’ün bu özdeyişle yurttaki ve dünyadaki gelişmelerin birbiriyle sıkı ilişki içerisinde olduğuna değinmek istediği açıktır. Yurtta barışın olmaması halinde dünya barışından söz edilmesi mümkün olmayacağı gibi, dünya barışının olmadığı yerde bir yurt barışından da söz edilemeyecektir. Bu nedenle Atatürk’ün “Yurtta Sulh” kavramını “Cihanda Sulh” kavramından önce kullanmış olması üzerinde durulmaya değer bir husustur. Acaba ülke içindeki barış, dünya barışının bir ön koşulu mudur; her ülkede barış sağlanınca dünya barışı da kendiliğinden sağlanmış mı olacaktır? Yoksa, sadece sözün gelişi olarak mı “Yurtta Sulh” kavramı “Cihanda Sulh” kavramından önce kullanılmıştır? Aslında Atatürk’ün bu kavramların sırasını bilinçli bir şekilde kullanarak ülke barışının dünya üzerindeki etkisine dikkat çekmek istediği açıktır. Bir ülkede huzur ve sükun sona ermiş ve insanlar hayatlarından endişe eder bir duruma gelmişlerse dünya barışının olamayacağı aşikardır. Örneğin Türkiye’de terörizm dış odaklarca desteklendikçe, ülke içinde barış ortamının yaratılmasına olanak tanınmadıkça, doğal olarak Türkiye’nin meşru haklarının saklı kalacağı ve bir bölgesel barıştan, belki de dünya barışından söz edilemeyeceği gayet tabii olacaktır. Kısaca, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” özdeyişindeki yurt ve cihan sıralamasının rastlantı olmadığı muhakkaktır. Söz dizimi bakımından, “Cihanda Sulh Yurtta Sulh” ifadesi gayet doğrudur. Tüm dünyada barış olduğu takdirde muayyen bir ülkede de barışın olması gayet tabiidir. Aynı mantıkla, tek bir ülkede dahi barışın bozulması durumunda dünyada da gerçek anlamda barıştan söz edilemeyecektir. Diğer önemli bir konu ise bu ilkedeki “barış”ın anlamıdır. Atatürk bu özdeyişteki barış kelimesinden neyi kastetmiştir? Kurtuluş Savaşı döneminde yapılan ve söylenilenleri geniş bir açıdan değerlendirdiğimizde, ülkenin kurtarılmasının birinci aşamayı ve belki de en kolay aşamayı oluşturduğu söylenebilir. Öncelikle ekonomik alan başta olmak üzere belirli alanlarda iyileşme ve ilerleme kaydedemeyen bir ülke veya milletin, özgür, kararlı ve şahsiyetli politikalar izlemesi pek tabiidir ki mümkün olamayacaktır. Bu gerçek nedeniyledir ki doğal olarak barış, dar anlamda kullanıldığı biçimiyle “silahlı çatışmanın olmaması” değil, daha geniş anlamda, belirli ihtiyaçların karşılanması, ilişkilerin barışçıl yollardan sürdürülmesi ve sorunların barışçıl yollarla çözülmesini de içine alan bir barıştır. Silahların susması yani dar anlamdaki bir barış, bu geniş anlamdaki barışın ancak ilk ve gerekli aşaması olarak kabul edilebilir. Gerçek anlamda bir barışın gerçekleşmesi ise, bu ilk aşamanın ötesine geçilmesini gerekli ve kaçınılmaz kılar. Bu nedenledir ki, bugünkü mevcut sistemlerin çoğunda sosyal adaletin gereğince yer almaması, Ortadoğu başta olmak üzere, dünyanın birçok bölgesinde birçok yeni sorunun ve aynı zamanda muhtemel savaşların temel nedenini oluşturması gayet tabii olarak görülmelidir. 7. Sonuç Yerine: Türk Dış Politikasının Geleceği Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin daha aktif bir dış politika benimsemesi gereklidir. Bunun yapılabilmesi için de, yukarıda açıklandığı anlama göre, “Yurtta Sulh 9 Cihanda Sulh” ilkesinin yeniden yorumlanmasına ihtiyaç vardır. Kuzey Irak’ta bugün karşılaştığımız sorunlar ve Kıbrıs dahil olmak üzere bölgemizde yaşadığımız diğer problemlerde bu “pasifist” yanlış yorumun ciddi etkileri görülmektedir. Ancak, ne teorik olarak ne de uygulama açısından, bu ilkenin “hareketsizlik” veya “her ne pahasına olursa olsun barış” anlayışını getirmediği de açıktır. Askeri ve siyasi kabiliyet ve kudretlerine bakmaksızın bölgesindeki devletlerin “büyük” olmak için “büyük ülkülerle” hareket ettiği, kendi coğrafyasının yeni bir devlet kurma arayışları ile parçalanma noktasına geldiği bir dönemde Türkiye’nin, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesinin yanlış ve pasifist bir yorumlanmasıyla uzunca bir süredir izlenen savunmacı, müdafaacı dış politika anlayışından kurtulup bölgesinde daha aktif, daha yapıcı ve daha belirleyici bir politika izlemesi gerekmektedir.