islamiyet`in doğuşu

advertisement
1
İSLAMİYET’İN DOĞUŞU
I- İSLAM:
Tarih öncesi devirlerde insanlar, kendilerinden üstün saydıkları bazı hayvan veya
putlara tapıyorlardı. Bu varlıklara kendi canlarını bile adak olarak verebiliyorlardı.
Allah, insanları bu kötü durumdan kurtarıp, doğru yolda olmalarını sağlamak için
peygamberler aracılığıyla dinleri gönderdi.
Tek tanrılı dinlerin sonuncusu olan İslam, Tanrı’nın elçisi (resul) olarak anılan Hz.
Muhammed tarafından insanlara bildirilmiştir. İslam dininin ilkeleri Tanrı’nın meleklerinden
Cebrail aracılığıyla indirilen kutsal kitap Kuran’da belirlenmiştir.
İslam inancının temelini amentü (inandım) olarak da bilinen altı ilke oluşturur. Bunlar
bir tek Tanrı olduğuna, meleklerine, gönderdiği kitaplara (Tevrat, İncil, Zebur ve Kuran),
peygamberlerine, ahirete (ölümden sonraki, bütün canlıların yeniden dirileceği sonsuz alem),
kadere (bütün iyiliklerin ve kötülüklerin Allah tarafından verildiğine) inanmaktır. Bu inancını
dile getiren kişi kulluk yükümlülükleri altına girmiş olur. İbadet olarak da bilinen bu görevler,
Allah’tan başka Tanrı olmadığına, Hz. Muhammed’in onun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık
(kelime-i şahadet), namaz kılmak, zekat vermek, oruç tutmak ve mali gücü yeterli ise hacca
(Kabe’yi ziyarete) gitmektir. Ancak bu görevleri yerine getiren bir kişi, tam bir Müslüman
sayılır. İslam dini, ibadet görevlerinin ahlaka uyarak yerine getirilmesini de öngörmüştür.
Yani bütün bunlar kişisel çıkar ya da gösteriş için değil, yalnızca Tanrı’nın hoşnutluğunu
kazanmak için yapılırsa anlam kazanır.
İslam, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen birçok ilke de getirmiştir. Temelini
Kuran’dan ve sünnetten (Hz. Muhammed’in sözleri ve davranışları) alan bu ilkeler daha sonra
çeşitli bölümlere ayrılarak yorumlanıp zenginleştirilmiştir.
II- KURAN:
İslam’ın kutsal kitabıdır. Arapça bir sözcük olan “kuran”, okumak, ezbere okumak, bir
araya getirmek anlamına gelir. Arapça olan ve 114 surede toplanmış 6200’ün üstünde ayetten
oluşan Kuran, Hz. Muhammed’e peygamberliğin verildiği 610’dan 632’deki ölümüne kadar
parça parça indirilmiştir. Vahiy denen bu olayda Kuran ayetleri Cebrail adlı melek tarafından
Hz. Muhammed’e iletilmiş, bazı ayetler de doğrudan Tanrı tarafından bildirilmiştir. Hz.
Muhammed de gelen vahyi ezberlemiş, sonra da hangi sureye ait olduğunu belirterek vahiy
katiplerine yazdırmıştır. Ayrıca bu ayetler birçok sahabi (Hz. Muhammed’in yakın çevresinde
bulunanlar) tarafından da ezberlenmişti. Kuran’ın inmesi Hz. Muhammed’in yaşamı boyunca
sürdüğünden kitap haline getirilmesi düşünülmemiştir. Ama Hz. Muhammed’in ölümünden
sonra elindeki ayetlerin dağılıp kaybolmasını önlemek amacıyla ilk halife Hz. Ebu Bekir,
vahiy katiplerinden Zeyd bin Sabit başkanlığında bir kurul oluşturdu. Bu kurulun
kitaplaştırdığı ve Müslümanlar’ca da onaylanan Kuran nüshasına Mushaf (bir araya getirilmiş
sayfalar) adı verildi.
2
III- HZ. MUHAMMED VE İSLAMİYET’İN DOĞUŞU:
Hz. Muhammed, Mekke’nin soylu Haşimoğulları ailesinden gelir. 571 yılında
Mekke’de doğmuştur. Annesinin adı Amine, babasının adı Abdullah’ tır. Hz. Muhammed
daha doğmadan babası öldü. Yetiştirilmesini dedesi Abdülmuttalip üzerine aldı ve torununa o
zamana kadar kimseye verilmemiş olan Muhammed adını verdi. Mekke önde gelenlerinin
çocukları, saf çöl arapçası ve törelerini öğrenmeleri için genellikle dışarıdan tutulan
sütannelerle yetiştirildiklerinden, Muhammed de aynı amaçla o sıralarda Mekke’ de bulunan
Beni Sa’d kabilesinden Halime adlı bir kadına teslim edildi. Muhammed’i ondan önce Ebu
Leheb’in cariyesi Süveybe emzirmişti. Muhammed, beş yaşına kadar Halime’nin yanında
kaldıktan sonra annesine döndü. Yakınlarının ve kocasının mezarlarını ziyaret etmek üzere
Medine’ye giden annesi, Muhammed’i de yanında götürdü; ancak dönüşte yolda öldü.
Cariyeleri Ümmü Eymen Muhammed’i Mekke’ye getirip dedesi Abdülmuttalip’e teslim etti.
Dedesi, yetiştirmesi için onu, oğlu Ebu Talip’e bıraktı. Ebu Talip ona çok iyi baktı. Hz.
Muhammed’in anlattığına göre yengesi de kendisine çok iyi davrandı; çocukları aç olsalar
bile önce onu doyurdu. Hz. Muhammed “O, benim annem gibiydi.” der.
Muhammed, dokuz yaşındayken amcası, ticaret yapmak için gittiği Suriye’ye onu da
götürdü. İslam kaynaklarında, konakladıkları Busra kasabasında bir rahibin, O’nun
peygamber olacağını haber verdiği rivayetleri yer alır. Muhammed on yedi yaşındayken de
amcası Zübeyr ile Yemen’e gitti. Bu geziler, bilgi ve görgüsünü artırmasının yanı sıra ruhsal
yapısının gelişmesinde de etkin rol oynadı. Bu arada da amcaları ile birlikte Kureyş ve Kays
kabileleri arasındaki Ficar Savaşı’na katıldı. Ticaretle olan ilgisi Hatice ile tanışmasına neden
oldu ve onun sermayesi ile ticarete başladı. Suriye’ye yaptığı ilk seferde çok kazanç elde etti.
Dürüstlüğü ile Hatice üzerinde iyi bir izlenim bıraktı ve sonunda onunla evlendi.
Evlendiklerinde Muhammed 25, Hatice ise 40 yaşındaydı. Muhammed çevresinden gelen
dinsel görüş ve uygulamalarla ilgilenmedi. Kendisi, aynı dönemde herhangi bir puta
tapmamakla birlikte, başkalarının tapınmalarına da karşı çıkmadı. Onun bu dönemdeki tutumu
Kuran’da “...oysa, vahiyden önce, kitap nedir, iman nedir sen bilmezdin” (XLII, 52) ve “Tanrı
seni yorulmuş halde buldu ve doğru yola yönlendirdi.” (XCIII, 7) ifadeleriyle açıkça
gösterilir. Bununla birlikte, gerek kendi ülkesinde, gerekse gezip gördüğü ülkelerdeki
toplumlarda dinsel inanç ve ahlak bakımından gözüne çarpan büyük çöküntü, sapkınlık ve
bozulmalar, yaradılışı dolayısıyla kendisini topluma yabancı kabul etmeyen ve onun her türlü
derdini dert, sorununu sorun edinen Muhammed üzerinde çok derin izler bıraktı ve onu bu
konularda uzun uzun düşünmeye sürükledi. Nitekim, peygamber olmadan önce bu sorunlara
çare bulmak amacıyla toplumdan uzaklaşıp Mekke’nin yaklaşık 6 km kuzeyinde bulunan Hira
dağındaki bir mağaraya çekilmeyi ve ramazan ayını burada geçirmeyi adet edindi. Bu
mağaraya kaç yıl gidip geldiği bilinmemektedir. 40 yaşındayken 610 yılında, büyük bir
olasılıkla ramazan ayının 26’sını 27’sine bağlayan gece (Kadir gecesi), kendi toplumunun
puta taparlığı ile hristiyanlık ve musevilik gibi, tek tanrıcı dinlerin de sapkınlıklara uğradığını
saptayıp bunlara ne gibi bir çare bulunabileceğini düşünürken, olağanüstü bir ruhsal duruma
ulaştığı sırada Cebrail adlı melek geldi ve Hz. Muhammed’e “oku!” dedi. O da, “okumasını
bilmem, ne okuyayım?” dedi. Bunun üzerine Cebrail, Hz. Muhammed’i sıkarak, yine “oku!”
dedi. Hz. Muhammed tekrar okuması olmadığını söyleyince, Cebrail onu sararak aynı şekilde
sıktı ve geri salarak “oku!” dedi. Hz. Muhammed’den aynı cevabı alınca: “Ey Muhammed!
İnsanı bir kan damlasından yaratan Rabbinin adıyla oku! Oku! İnsana bilmediğini bildiren
Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” Cebrail bunları söyledikten sonra gitti. Hz. Muhammed,
dehşet içinde uyandı. Sanki kalbine bir kitap işlenmişti.
Bu şekilde Hz. Muhammed’e ilk vahiy gelmiş, peygamberlikle görevlendirilmişti.
Cebrail’in getirdiği bu ilk ayetlerin ilahi tesirinde, dehşet ve hayrete düşmüş olan Hz.
Muhammed, hemen evine dönmek üzere yerinden kalktı. Vücudunu korku ve heyecan
3
kaplamıştı. Öyle bir havaya bürünmüştü ki, bir an için: “Acaba cinler mi çarptı, acaba şair mi
oluyorum?” diye aklından geçirdi. O anda Cebrail: “Ey Muhammed, sen Allah’ın Resulüsün!”
dedi. Hz. Muhammed mağaradan çıkmış, hafif adımlar atıyordu. Her adım atışında, binlerce
ses: “Ey Muhammed selam olsun! Ya Resulullah, sana selam olsun!” diyordu. Her defasında
geriye dönüyor, taş ve ağaçlardan başka bir şey göremiyordu. Dağın ortasında yine Cebrail
göründü. Ufuk ile sema arasını kaplamıştı. Hz. Muhammed, olduğu yerde durdu; ne bir adım
ileriye ne de geriye atabiliyordu. Cebrail’in heybetine dalmıştı. Cebrail konuştu: “Sana selam
olsun ey Muhammed! Sen Allah’ın Resulüsün! O’nun peygamberisin!” Cebrail bu sözleri
söyledikten sonra kayboldu. Hz. Muhammed, hala olduğu yerde duruyordu. Ona
peygamberlik verilmişti. Allah onu kendi Peygamberi, Resulü yani insanlara elçi olarak
seçmişti. Yoğun bir ruhsal gerilimin ardından, kesin olarak inandığı bu gerçeği yakınlarına
duyurmaya başladı. Gelen bu ilk vahiy üzerine, peygamberliğini ilk olarak Hatice’ye bildirdi.
Hatice de durumu akrabası Varaka’ya açtı. Bir süre vahiy kesildi. Çok geçmeden, onu
doğrudan doğruya göreve çağıran “...Kalk, insanlara tuttukları yolun kötü olduğunu bildir,
Rabbini ulu tanı ve yüce tut. Üstünü dünya kir ve pasından temizle, putları terk et!” ayeti
(LXXIV, 1-5) indi.
Hz. Muhammed’in islam dinine çağrısına ilk uyan, eşi Hatice oldu. Onu amcası
Talip’in oğlu Ali, azatlı kölelerden Zeyd bin Harise ve Ebu Bekir izledi. Bir süre yine vahiy
kesildikten sonra on bir ayetten oluşan Duha suresi (XCIII) indi. Bu surede, Tanrı’nın Hz.
Peygamber’i yalnız bırakmadığı, yetimken barındırdığı, bu nedenle yoksullara yardım
edilmesi ve iyi davranılması gerektiği üzerinde duruldu. Bu dönemde islam dinini kabul
edenlerin büyük bir çoğunluğu üst düzeyden, mal ve canlarını vermekten çekinmeyen kişiler
oldukları halde, dinlerini gizlemek zorunda kaldılar. Belli bir süre sonra Hz. Peygamber önce
akrabalarını, ardından Safa tepesine çıkarak tüm Mekke halkını açıktan açığa müslüman
olmaya çağırdı. İlk müslümanlar çok ağır hakaret ve işkencelere katlanmak zorunda kaldılar.
Hz. Muhammed’in halkı müslüman olmaya çağrısı, bulundukları mevki ve ellerindeki
güçleri yitirebilecekleri kaygısıyla müşrikleri tedirgin etti. Kabe’den putların kaldırılmasının,
ticareti engelleyeceği ve birtakım alışkanlıklara son verileceği için büyük tepki ile karşılandı.
Bir bölük müslüman, kendilerine yapılan işkenceler artınca Habeşistan’a (Etyopya) göç etmek
zorunda kaldı. İki dalga halinde göç edenler, bir süre sonra Hz. Peygamber’in Mekkeli
müşriklerle anlaştığı yolunda aldıkları bir haber üzerine geri döndülerse de Mekke’ye
geldiklerinde bunun doğru olmadığını öğrenince yeniden gittiler. Bu arada Ömer ve
Hamza’nın müslümanlığı kabul etmeleri müslümanların moral ve cesaretlerini artırdı;
Kabe’de açıkça namaz kıldılar. Hz. Muhammed’in, amcası Ebu Leheb dışındaki
akrabalarından yardım görmesi ve Mekke önde gelenlerinden bazılarının müslüman olmaları,
müşriklerin tepkilerini daha da artırdı. Hz. Peygamber, eşi Hatice ve amcası Ebu Talip’in
ölmeleri üzerine Mekkeliler’in müslüman olmaları konusunda ümitsizliğe kapılarak Taif’e
yerleşmek istedi. Ancak burada tepki daha da büyük oldu ve Hz. Muhammed geri dönmek
zorunda kaldı. Tüm bu olaylara karşın, peygamberliğine olan inancı, düşüncelerini sürekli
yaymasını sağladı. Bu inancından cesaret alarak din alanındaki çalışmalarını Mekke dışına
taşımaya yöneldi. Hac mevsiminde Mekke’ye gelen Medineliler ile anlaştı. Medineliler,
dinsel bir vaizden çok, kabile savaşlarında kendilerine önderlik edecek birini arıyorlardı. Hz.
Peygamber’de bu iki niteliğin de bulunduğu, Hicret’ten (622) sonra anlaşılacaktı.
Hz. Muhammed, Medine’ye gitmeden bir süre önce, Miraç olayı meydana geldi:
Kuran’da ve hadislerde verilen bilgilere göre bu gecede, Hz. Peygamber, Cebrail’in eşliğinde,
önce Mescid-i Aksa’ya gitti. Orada, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer
peygamberlerden bazılarıyla karşılaşarak, onlarla görüştü. Sidretu’l-Münteha’da, kendisine
gösterilmek istenen Allah’ın ayetlerini gördükten sonra, aynı gecede Mekke’ye döndü. Bu
semavi gece yolculuğunda, Hz. Peygamber’e Cennet ve Cehennem ve bu ikisine girenlerin
4
hali gösterildi. Bu yolculuk esnasında, diğer bazı hükümler yanında beş vakit namaz da farz
kılındı.
Hz. Peygamber Mekke’ye dönünce, bu yolculuğunu anlattı. Bunun üzerine Kureyş,
daha da alay etmeye başladı. Hatta Hz. Ebu Bekir’e giderek dediler ki: “Senin adamın dün
gece Kudüs’e, oradan da semaya çıkıp tekrar Mekke’ye döndüğünü söylüyor, ne dersin?” Hz.
Ebu Bekir de: “O dediyse doğrudur!” dedi. Fakat inanmayanlar, yine alay ediyor, inkarlarına
devam ediyorlardı.
Hz. Muhammed, bir hac mevsiminde Akabe’de Yesribliler (Medineliler) ile görüştü.
Medinelilerden, önce altı, sonra on iki kişi müslüman oldu. Medineliler İslam’ı kabul edip
memleketlerine döndüler ve İslam’ı anlatmaya başladılar. Ertesi yıl aynı yerde yetmiş üç
erkek, iki kadın Medineli müslüman, Hz. Peygamber Medine’ye gelip bu kente yerleşirse
kendisini koruyacaklarına söz verdiler. Bu anlaşma Mekke’de öğrenilince müslümanlara
baskı ve zulüm daha da arttı ve müslümanlar büyüklü küçüklü topluluklar halinde Medine’ye
göç etmeye başladılar. Medine’nin, Mekke ticaret yolu üzerinde bulunması ve burada
müslümanların giderek çoğalması, Mekkeliler’in çıkarlarına aykırı düştü; bu nedenle
müslümanların Medine’ye göç etmelerine engel olmaya çalıştılar.
Müslümanlığa karşı olan Mekkeli müşrikler, her türlü baskıyla, Hz. Peygamber’i
davasından vaz geçiremeyince ve Mekke dışında, yani Medine’de müslümanların giderek
kuvvetlendiğini görünce; durumun kendileri için tehlike yaratacağı düşüncesiyle, o zaman
Kabe’ye yakın bir yerde bulunan Daru’n-Nedve dedikleri meclislerinde toplanarak meseleyi
görüşmeye başladılar.
Görüşler, İslam denen hareketin hızla büyüdüğü ve Muhammed’in bu çalışmalarını
durdurmak gerektiği merkezinde birleşiyordu; puta taparlık tehlikeye girmişti ve İslam,
Mekke’nin düzenini bozabilecek güçteydi. Mekke’nin ileri gelenleri bu kararı alınca, nasıl
hareket edecekleri ve hangi yöntemleri uygulayacakları konusunda görüşmeye başladılar. İlk
önce şu görüş ortaya atıldı: “Muhammed’i prangaya vurup hapsedelim!” Bu kabul
edilmeyince: “Onu memleketimizden sürgün edelim; ne hali varsa görsün!” denildi. Bu görüş
de kabul edimeyince, azılı İslam düşmanı Ebu Cehil atılarak: “Benim görüşüme göre, onu
öldürmekten başka çaremiz yoktur. Bunun için de, her kabileden birer genç seçelim. Her
birine de birer keskin kılıç verelim. Bunların hepsi birden, kararlaştırdığımız yer ve zamanda
Muhammed’i pusuya düşürerek öldürsünler; biz de ondan kurtulalım! Böyle olursa, onun kan
davası bütün kabilelere düşeceğinden ve ailesi olan Benu Abdi Menaf, herkese savaş
açamayacağından, diyete razı olurlar, biz de diyetlerini veririz!” dedi. Bu görüş kabul edildi.
O gece suikastçiler, Hz. Muhammed’in evini sararak, onu öldürmek için uyumasını
beklediler. Cebrail, onların oyununu Hz. Peygamber’e bildirdi. Bunun üzerine Hz.
Muhammed, evden kaçarak Hz. Ebu Bekir’in evine gitti. Hz. Muhammed hicret için geldiğini
söyleyince, Ebu Bekir sevinçten ağlamaya başladı.
Hz. Muhammed, Ebu Bekir’in evinde bir süre oturduktan sonra beraberce, Mekke’nin
güneybatısında bulunan Sevr dağındaki mağaraya hareket ettiler.
Mekkeliler, Hz. Peygamber hicret edecek olursa, bir kısmı İslam’ı kabul etmiş olan
Medine’ye gideceğini biliyorlardı. Hz.Muhammed, bunu düşünerek, kuzeydeki Medine
yoluna değil, Mekke’nin güneybatısına düşen Sevr dağına hareket etti.
Hz. Muhammed, Hz. Ebu Bekir ile Sevr mağarasında üç gün geçirdi. Mağaraya önce
Hz. Ebu Bekir girmiş ve içinde akrep, yılan gibi zehirli hayvanların olup olmadığını
yoklamıştı. Bu kontrolden sonra Hz. Peygamber içeri girdi.
5
Hz. Muhammed’in hicret ettiğini öğrenen Mekke Hükümeti, her tarafa asker seferber
etmiş, onları bulup getirene yüz deve ödül vadetmişti.
Hükümet askerleri ve Ebu Cehil her tarafta Peygamber ve sadık arkadaşı Hz. Ebu
Bekir’i arıyordu. Nihayet askerler Hz. Ebu Bekir’in evine gelince Ebu Bekir’in kızı Esma,
onlara Ebu Bekir ve Hz. Muhammed’in nerede oldukları konusunda birşey söylemedi. Bunun
üzerine Ebu Cehil Esma’ya şiddetli bir tokat attı.
Bu sırada Mekkeliler, her tarafta Hz. Muhammed’i arıyordu. Hatta becerikli bir iz
sürücüsü, Mekke askerlerini Sevr mağarasına kadar getirmişti. Ancak bu sırada bir mucize
olmuş ve bir örümcek, mağaranın ağzına ağ örmüştü. Askerler mağaranın yanına gelince, Hz.
Ebu Bekir endişenmeye başladı. Hz. Muhammed, onu teselli ediyordu: “Tasalanma, Allah
bizimle beraberdir.” Bu sırada askerler, mağara girişindeki örümcek ağını görünce içeride
kimse olamayacağını düşünerek çekip gittiler.
Hz. Muhammed ve Hz. Ebu Bekir 20 Eylül 622’de, Medine yakınlarındaki Kuba’ya
ulaştılar. Hz. Peygamber, tekbir ve ilahilerle karşılandı; Kuba’ya varır varmaz Kuba
Mescidi’ni inşa ettirdi. Burada Külsüm bin Hedm’e konuk oldu. Hz. Muhammed, on gün
dinlendikten sonra, yanında bulunan ashabı ile beraber Medine’ye hareket etti. Bu sırada Hz.
Ali de Kuba’ya vardı.
Hz. Muhammed Medine’de, Beni Salim mahallesinde Cuma namazını kıldı ve ilk
hutbesini verdi. Medine’de Ebu Eyyub el-Ensari’nin konuğu oldu. Buraya gelmeden önce
devesinin ilk çöktüğü yerde bir mescid ve kendi ailesinin kalması için mescide bitişik odalar
yaptırdı. Sonraları, Hz. Peygamber’in ailesi genişlediçe bu odaların sayıları arttı. Mescidin bir
yanına da barınaksız kişilerin kalabilmeleri için “suffe”adı verilen bir yer yapuldı. Aynı
zamanda islam dünyasının ilk yatılı okulu sayılan bu yurtta kalanlara “Eshab us-suffe”
denildi.
Medine halkı, dinleri uğruna Mekke’den göçenlerden (muharicun) ve bunlara yardımcı
olduklarından dolayı ensar adını alan yerli halk (Evs ve Hezrec kabileleri) ile Yahudiler’den
oluşuyordu. Bunlar arasında birlik sağlamak oldukça güçtü. Medine sınırları yakınlarında
Heyber vb. yerlerde yaşayan Yahudiler, varlıklı kişiler olduklarından, çevre üzerinde
etkiliydiler. Evs ve Hezrec kabileleri arasındaki geleneksel düşmanlığın yeniden alevlenme
olasılığı da vardı. Ayrıca ensar ile muharicunu kaynaştırmak, çözülmesi gereken bir sorundu.
Hz. Muhammed, bütün bu kesimleri birleştirip bağdaştırmak amacındaydı. Ancak her şeyden
önce çok yoksul olan göçmenlerin durumlarının düzeltilmesi gerekiyordu. Hz. Peygamber
muhacirleri ensar ile kardeş ilan ederek, ensarın onlara yardım etmesini sağladı. Yahudiler ile
açılan aralarını düzeltmek için bu kavmi, hıristiyan ve müşrikleri de müslümanlarla birlikte
içine alan Medine kent devletini kurdu. Bu kesimlerin hak ve yükümlülüklerini saptayan 47
maddelik bir tür anayasa benimsendi. 10 muharrem oruç ve barış günü, Kudüs de kıble olarak
kabul edildi. Daha önce farz kılınan, ancak Hz. Peygamber’in açıkça uygulayamadığı Cuma
namazının bundan böyle toplu olarak kılınması emredildi.
Kendi dinleri ile birçok benzerlikler göstermesine karşın, Yahudiler müslümanlığa
karşı çıktılar. Hz. Peygamber onlara, İslam dininin kendinden önceki peygamberlerin
söylediklerine uygun ve onların da bildirdiği, dolayısıyla onların dininin devamı olan bir din
olduğunu ifade etti. Yahudiler yine de İslam dinine ve müslümanlara karşı olumsuz
tutumlardan vazgeçmediler. Medine’de Hz. Peygamber’e karşı olanlar yalnızca bunlar
değildi; bir de münafıklar, yani müslümanlık perdesi altında Hz. Muhammed ve
çevresindekilere karşı olan iki yüzlüler vardı.
Hz. Peygamber, musevilik ve hıristiyanlığı din olarak tanımakla birlikte, dönemindeki
musevi ve hıristiyanların bu dinleri bozduklarını belirterek, onları yeniden tevhit dinine
6
çağırdı. Hicret’in ikinci yılında (624) Kudüs yerine, Mekke kıble olarak kabul edildi.
Müslümanlar hac farizasını yerine getiremediklerinden, kurban, musalla denilen açık alanda
kesildi; ertesi yıl ise ramazan ayı, oruç ayı olarak kabul edildi ve hac farz kılındı.
A- SAVAŞLAR:
Hz. Peygamber’in bu dönemdeki bütün amacı, İbrahim Peygamber’in saf dinini
diriltmek ve Mekke’de müşrikler tarafından kirletilen kutsal Kabe’yi putlardan temizleyip
eski durumuna getirmekti. Hz. Peygamber ve Medine halkı, bu kutsal yerleri ziyaret etmek
istiyorlardı. Ancak, müşrik Kureyşliler’in elinde olan bu yerleri ele geçirmek kolay değildi.
Nitekim, Suriye ticaret yoluna engel olacağını bildiklerinden, Mekkeliler zaman zaman
Medine yöresindeki otlaklara saldırarak buradaki hayvanları alıp götürüyorlardı. Hz.
Peygamber bir önlem olarak, bir yandan yöredeki kabilelerle anlaşmaya çalışırken, bir yandan
da gerektiğinde düşman güçleri üzerine baskın yapabilecek birlikler (Seriye) oluşturdu. Bu
arada da savaşmaya izin veren ayetler inmeye başladı.
A-1 BEDİR SAVAŞI:
Yer : Bedir
Tarih: 624
Olay : Hicri 2. senenin Ramazan ayında, Hz. Peygamber, Ebu Süfyan başkanlığında
bir Mekke ticaret kervanının Şam bölgesine geçip, yakında dönmek üzere olduğunu haber
alınca yanına 300 kadar askerini alarak Mekke-Şam yoluna doğru hareket etti.
Büyük bir kazançla Mekke’ye dönmekte olan Ebu Süfyan, Hz. Peygamber’in Mekke
kervanını vurmak üzere Medine’den çıktığını haber alınca, kervanı kurtarması için, acilen
Mekke’den yardım istedi. Bu haber üzerine Mekke hemen harekete geçerek, kervanı
kurtarmak üzere 1000 kişilik bir ordu gönderdi. Mekke ordusu, müslümanlarla karşılaşmak
için yol aldı. Ebu Süfyan’ın ikinci habercisi gelerek kervanın kurtulduğunu, dolayısıyla
savaşa gerek kalmadığını bildirdi. Çünkü, Ebu Süfyan Mekke’den ordu gelmesi için bir
taraftan haberci gönderirken, öbür taraftan da, Bedir’de verdiği molayı iptal etmiş ve yolunu
değiştirerek kervanıyla beraber kaçmaya başlamış; bunda başarılı da olmuştu. Mekke
ordusunun ileri gelenleri olan Utbe ve Ebu Cehil arasında kervanların kurtulduğu ve
müslümanlarla savaşıp savaşmama konusunda sert tartışmalar olmuştu; Mekke ordusu,
kervanlarının kurtulmasına rağmen savaşmaya karar vermiş ve Mekke-Şam yolu üzerinde
Bedir’e kadar gelmişti.
Bu sırada, Mekke ordusuna su götürmekle görevli iki asker, müslümanlar tarafından
yakalanmış, Hz. Muhammed’e götürülmüştü. Müslüman askerleri, yakaladıkları bu kişilere
kim olduklarını sorduklarında, onlar da Mekke ordusunun sucuları olduklarını söylediler.
Ticaret kervanı bekleyen müslümanlar, sucuların yalan söylediklerini sanarak onları dövmeye
başladılar. Bunun üzerine Hz. Muhammed: “Adamlar doğru söyleyince onları dövüyor, yalan
söyleyince de vazgeçiyorsunuz. Bırakın rahat konuşsunlar!” dedi. Hz. Muhammed onlara kim
olduklarını sorunca, aynı cevabı aldı. Mekke askerlerinin sayısını sorunca onlar kesin bir
rakam bilmediklerini, ancak sayılarının çok olduğunu söylediler. Daha sonra Hz. Muhammed
Mekke ordusunda günde kaç deve kesildiğini sorunca, onlar da bazı günler dokuz, bazı günler
de on deve kesildiğini söylediler. Bunun üzerine Hz. Muhammed, sayılarının 900-1000
arasında olduğuna karar verdi.
7
Ebu Süfyan’ın kervanı kaçmış, yerine Mekke ordusu gelmişti. Oysa ki Hz. Peygamber
bir orduyla savaşmaya değil, bir ticaret kervanı vurmaya hazırlanmıştı. Böyle olduğu için de
yanına yaklaşık 300 asker almıştı. Hz. Muhammed iki durumla karşı karşıyaydı; ya
Mekkelilerle savaşmamak için askerlerini toplayıp Medine’ye dönecek (bu durumda
Mekkeliler Bedir’deki şarap festivaline katılıp Mekke’ye geri dönecekler) ya da Mekkelilerle
savaşacaktı. Savaşın olup olmaması Hz. Muhammed’e bağlıydı. Karar verildi ve Bedir Savaşı
yapıldı. Müslümanlar büyük bir zafer kazandı.
Sonuç:

Manevi etkisi büyüktür; ilk büyük başarı olan bu zafer Medine’de Hz.
Peygamber’in nüfuzunu son derece güçlendirdi.

Putperest kalmış olan Medineliler de İslamiyeti kabul etmeye başladılar.

Hz. Peygamber, Bedir Savaşı sonunda esirler, ele geçirilen ganimetin bölünmesi
ve yaralı düşman askerleriyle ilgili kararlar verdi. Onun bu konulardaki kararları
İslam savaş hukukunun temelini oluşturdu.

Mekkeliler yönünden ise Bedir yenilgisi ağır bir felaketti ve Arabistan’da
Mekke’nin itibarı sarsılmıştı.
Bu savaştan sonra Kureyşliler öç alma yollarını aramaya başladılar. Medine’deki
museviler de kendilerine yardım ettiler. Böylece museviler ve müslümanlar arasındaki
anlaşma bozulmuş olduğundan yahudi kabilelerinden Beni Kaynuka kuşatıldı ve teslim olan
bu kabile doğu Ürdün’e göç etti.
A-2 UHUD SAVAŞI:
Yer : Uhud dağı etekleri
Tarih: 625
Olay : Hicret’in üçüncü yılında Kureyşliler, Bedir’in öcünü almak ve Arabistan’da
kaybolan itibarlarını yeniden kazanmak için hazırlıklara başladılar. Oğlu öldürülen Ebu
Süfyan, babası (Ebu Cehil) öldürülen İkrime ve kardeşi, babası, amcası ve oğlu öldürülen Ebu
Süfyan’ın karısı Hind, bu yeni savaş hazırlığında baş rolü oynuyordu.
Mekke’nin ileri gelenlerinden Cubeyr bin Mutim’in habeşi bir kölesi vardı, adı
Vahşi’ydi. Cubeyr bin Mutim, kölesi Vahşi’ye dedi ki: “Sen de savaşa katıl! Şayet
Muhammed’in amcası Hamza’yı öldürürsen, seni kölelikten azad edeceğim.” Vahşi, özgürlük
uğruna savaşa katılmaya karar verdi.
Ebu Süfyan komutasındaki 3000 kişilik ordu, Mekke üzerinden harekete geçti.
Hz. Muhammed savaş öncesi müslümanları toplayarak istişare yaptı. Bu görüşme
sonunda iki seçenek ortaya çıktı:
1. Düşman ordusuna Uhud dağının eteğinden saldırılması.
2. Şehir içinde müdafa savaşı.
Bedir Savaşı’na katılmayan genç müslümanların ısrarı ile savaşın Uhud dağı’nın
eteğinde yapılmasına karar verildi. Hz. Peygamber askerlerini mevzilere yerleştirdikten sonra,
arkadan gelebilecek bir tehlikeye karşı, (daha sonra Okçular tepesi olarak adlandırılacak olan)
8
tepeye 50 okçu yerleştirerek onlara şu emri verdi: “Müslüman askerlerinin cesetleri üzerinde
leş kargaları dahi görseniz, bulunduğunuz mevziyi terk etmeyin!”
Savaş müslümanların üstünlüğü ile devam ederken, Mekke askerlerinin bir kısmının
kaçtığını gören okçular, Hz. Muhammed’in emrini unutarak “savaş kazanıldı” deyip, yerlerini
terk ettiler. Mekke ordusunun süvari komutanı olan Halid bin Velid, boş bırakılan o tepenin
önünden geçerek, yanındakilerle birlikte müslüman ordusunu arkadan çevirdi. Müslümanlar
iki ateş arasında kalmıştı. Bu karışıklıkta 70 kişi şehit oldu. Hz. Hamza da şehitler
arasındaydı. Yenik düşen İslam ordusu, Uhud dağının eteklerine doğru çekildi. Uhud Savaşı
Hz. Muhammed’in Medine’de kalmak düşüncesindeki haklılığını ve okçulara yaptığı
tembihin ne derecede isabetli olduğunu gösterdi. Bu savaştan sonra onun fikirlerine karşı
çıkılmadı.
Sonuç:

Mekkeliler Hz. Muhammed’in nüfuzunu yok etmek istemişler, ama bu hedefe
ulaşamamışlardır.

Mekkeliler müslümanları yok etmeye güçlerinin yetmeyeceğini anladılar.
Müslümanların yenilgisi musevilerde sevinç uyandırırken, bazı arap kabileleri de
başkaldırdılar. Hz. Peygamber, musevi Beni Nadir kabilesine karşı harekete geçince
musevilerden büyük bir bölümü mallarını ve silahlarını bırakarak Hayber kalesi ile Suriye’ye
çekildiler. Başkaldıran arap kabileleri üzerine akıncılar (Seriye) gönderildi. Bu arada bazı
kabileler, kendilerine İslamiyet’in öğretilmesi için yalandan başvurdular; ancak kendilerine bu
dini öğretmek üzere gönderilenleri öldürmeleri Hz. Muhammed’i çok üzdü.
A-3 HENDEK SAVAŞI:
Yer : Medine’nin kuzeyi
Tarih: 627
Olay : Hicret’in beşinci yılında kervanlarının müslümanlar tarafından rahatsız
edilmesi ve Hayber’deki musevilerin kışkırtmasıyla Mekkeliler 10000 kişilik bir kuvvetle
Medine’nin kuzeyine doğru harekete geçtiler. Hz. Peygamber, Medine’de savunma
hazırlıkları ve önlemleriyle meşgul olmaya başladı. Selman-ı Farisi adlı müslüman bir
İranlı’nın tavsiyesi ile Medine’nin kuzeyine kazılan derin hendek, Mekkeliler’in çaresiz kalıp
gitmesini sağladı. Bundan dolayı bu savaşa “Hendek Savaşı” denildi.
Ayrıca, kuşatma sırasında düşmanla işbirliği yapan yahudi kabilesi Beni Kurayza
üzerine yüründü ve ağır biçimde cezalandırıldı, tutsakların çoğu öldürüldü; ancak
müslümanlığı kabul edenler bağışlandı.
Hz. Muhammed, daha sonra Mekkeliler’in kervanlarına karşı ceza seferlerine başladı
ve bu seferlerde başarılar kazanıldı. Artık büyük bir güç oluşturan Hz. Peygamber’in,
Hicret’in altıncı yılında (628) Mekke’deki durumu da güçlendi ve Mekkeliler arasında Hz.
Muhammed lehine bir hava esmeye başladı. Kısa sürede müslümanlar Mekke’yi ve Yemen’i
ele geçirdiler. Hz. Peygamber, 8 Haziran 632’de, Medine’de vefat etti; isteği üzerine imamlık
görevine Hz. Ebu Bekir geçti. Böylece İslamiyet’i Arap Yarımadası ve birçok ülke tanımış
oldu.
Download