BİLDİRİŞİMİN (communication) TEMEL ELEMENTLERİ

advertisement
YÜZYILIMIZI AYDINLATAN BİR BİLİM DALIMIZ : BELÂGAT
Prof. Dr. Rıza FİLİZOK
Yirminci yüzyıl başlarında F. Saussure’ün çağdaş dil bilimi ve
gösterge bilimi dallarını kurmasıyla dil ve edebiyat araştırmaları yeni bir
yön kazandı. Filoloji ağırlıklı çalışmalar yavaş yavaş yerini yapısal dil
bilimi, gösterge bilimi, pragmatik, naratoloji vb. sahalarına bıraktı. Dil
araştırmaları, bir işaret “signe” teorisine bağlandı ve dil dışındaki işaret
sistemleri incelenerek gösterge biliminin temelleri atıldı. Bu yeni
bilgilerin ışığında pragmatik, naratoloji, anlam bilimi gibi yeni araştırma
sahaları doğdu. Gelişen bu bilim dalları, dil ve edebiyat araştırmaları için
ilgi çekici yeni teoriler ve teknikler geliştirdi.
Türk bilim hayatı, Batıda olup biten bu gelişmeleri kurumsal
olarak takip edememekte, ancak kişisel çabalarla sınırlanmış bir biçimde
yüzeysel olarak izleyebilmekte ve Türk okuyucusuna bu konularda ancak
genel fikirler verebilmektedir. Türk bilim hayatı, günümüz itibariyle bu
bilimsel gelişmelerin dışında olmakla birlikte tarihî açıdan bu gelişmelerin
merkezinde yer almaktadır: Dil bilimi, gösterge bilimi, anlam bilimi,
pragmatik sahalarında Batı dünyasında halen geliştirilmekte olan birçok
teori ve teknik ile Türk-İslâm medeniyeti içinde gelişen mantık, fıkıh,
belâgat gibi bilim dallarının teori ve teknikleri arasında çok sıkı ilişkiler
vardır. Bu ilişkiler yüzeysel benzerlikler değildir, tarihî belâgat ve fıkıh
bilimlerimiz, günümüz dil ve bildirişim teorilerinin büyük bir kısmına
temel hareket noktası oluşturmakta, onların öncülüğünü yapmakta,
onlara model olmaktadır.
Buna rağmen bildiğimiz kadarıyla yurdumuzda Batıda geliştirilen
bu teorilerle Türk-İslâm medeniyeti içinde gelişmiş olan Belâgat ve Fıkıh
bilimleri arasındaki bu ilişki üzerinde hiç durulmamıştır. Her konuda
inceden inceye araştırmalar yaptıklarını bildiğimiz Amerikalı ve Avrupalı
bilim adamları da her nedense bu derin ilişkileri görmemişlerdir ya da
görmezlikten gelmektedirler. Biz bu makalemizde Belâgat bilimimiz ile
yeni teoriler arasındaki sıkı ilişkiyi birkaç örneğe dayanarak sergilemek
istiyoruz. Söz konusu ilişkiler bir makaleye sığmayacak boyutlardadır.
Bundan dolayı bu yazımızda sadece günümüzde geniş bir kabul gören
“bildirişim teorisi” ve “söz aktları teorisi” ile belâgat geleneğimizin
ilişkisi üzerinde duracak ve bu yaklaşımların aynı esaslara dayandığını
göstereceğiz.
Bu ilişkileri ortaya koyarak varmak istediğimiz sonuç şudur:
Büyük bir bilim hazinesi olan Belâgat ve Fıkıh bilimlerimiz, çağdaş
teorileri içermektedir ve çağdaş teorilerin bir çoğunun hareket
noktasıdır. Bunu bilir ve sadece ve sadece müspet, çağdaş bir
bilim zihniyetiyle bu bilimlerimize sahip çıkarsak evrensel bilim
hayatına en kestirme yoldan ulaşabilir ve ona katkılar yapabiliriz:
A. BİLDİRİŞİM TEORİSİ VE BELÂGAT
Günümüzde dil ve edebiyat incelemeleri, eskisinden daha geniş
bir kavrama modeli olan “bildirişim teorisi”ne dayanmaktadır. Bilindiği
gibi, R. Jakobson, bildirişimi “konuşan, dinleyen, mesaj, kanal, kod ve
konu” başlıklarıyla altı temel elemente ayırarak analiz etmiş ve bu
yaklaşım, dil ve edebiyat incelemeleri için iyi bir model oluşturmuştur.
Bu model, dil ürününün ortaya çıkışında, bir mesajın verilmesinde yapıcı,
kurucu temel unsurların neler olduğunu ortaya koymuştur. Bu model
yardımıyla bir mesajın oluşmasında, anlaşılmasında görev alan temel
öğeler belirlenmiştir. Mesaj, klasik dil biliminde olduğu gibi, onu
kullananlardan
ayrı
olarak
düşünülmemiş,
aksine
nesnesiyle,
anlaşılmasını sağlayan şartlarıyla birlikte ele alınmıştır. Altı temel
elementin başlıca görevleri de tespit edilmiş yani fonksiyonları da
araştırılmıştır. Böylece mesaj, doğuş şartları ve anlaşılma şartları içine
yerleştirilerek kavranmıştır. Modelin orijinal olan yönü budur.
Bildirişim olgusunda
mesajın verdiği bilgiyi tamamlayan bir
bağlam, bir kontekst vardır. Bazı sözler, daha önce ifade edilenler
vasıtasıyla anlaşılabilir: "Romanı göndermişsin. Onu okudum."
cümlesinde "onu" sözü dil bağlamı yardımıyla anlaşılabilir. Ayrıca
bildirişim şartları ( situation de communication) mesajın anlamını tayin
eder. Bildirişim şartları olarak "şahıslar", "konu" ve "hâl" göz önünde
bulundurulur. "Kim söylüyor; neyi söylüyor; hangi şartlar altında ve
nerede söylüyor" sorularının cevapları,
bildirişimin şartlarını ortaya
koyar. Şahısların toplumsal-kültürel özellikleri, konuşma anında orada
bulunup bulunmamaları, aralarındaki konuşmanın emir, rica, şaka vb.
oluşu mesajın anlamını etkiler. Mesajın anlamı "konu"ya göre de değişir.
"Yağı ver" sözü yemek hazırlarken başka anlama gelir, araba tamir
ederken başka anlama gelir. Hâl, içinde bulunulan yer ve zaman gibi
daha genel olan şartları ifade eder.
Aynı şekilde Sözceleme (énonciation) teorisi, bildirişim teorisi
gibi sözü bağlamı içinde, doğuş şartları içinde ele alır. Sözün söylenme
sürecine “sözceleme” denir ve bir sürecin adıdır: Bu süreç içinde, belli bir
özne, belli bir anda, belli bir yerde, belli bir dinleyici (alıcı) için belli bir
sözce, bir cümle yahut metin üretir. Bu beş unsur, “sözceleme” teorisinin
temel unsurlarıdır. Sözcelemeyi üretenin yani konuşanın (énonciateur)
bulunduğu yerde bir dinleyenin (énonciataire) ve bir de kendisinden söz
edilenin (sujet de énonce) bulunması gerekir. Konuşan birinci şahıs
“ben”, dinleyen ikinci şahıs “sen”, kendisinden söz edilen “o”dur.
Sözceleme teorisi de bildirişim teorisi gibi sözü bağlamı içinde
değerlendirir.
Eski belâgat ve fıkıh geleneğimiz içinde de yüz yıllardan beri
mesaj, Jakobson’un teorisinde ve sözceleme teorisinde olduğu gibi
doğuş şartları içinde inceleniyordu: Bildirişim teorisinin temel kavramları
belâgat biliminin de temel kavramlarıdır:
Belâgatimizde verici
(émetteur) için “mütekellim” alıcı “récepteur” için “muhatab”, nesne
için “ haber ” kavramları kullanılmaktaydı. Belâgat teorisinde “kod” ve
“kanal” ayırımı bulunmamakla birlikte fıkıh ve belâgat geleneğinde
bunların yarattığı problemler daima göz önünde bulundurulmuştur.1
Bir söz söyleme sanatı olan belâgat bilimi, iyi söz söylemenin
kurallarını sadece sözün niteliklerinde aramıyordu, güzel ve uygun söz
söyleme sanatının sınırlarını mesajın doğuş şartları ve anlaşılma şartları
içinde arıyordu. Belâgatçiler bir sözün doğru ve güzel olması için
kullanıldığı yere, ortama ve zamana uygun olması gerektiğini
söylüyorlardı. “Sözün (kelâmın) belâgati” bir sözün mevcut şartlara,
bulunulan yere ve zamana uygun bir tarzda söylenmesiydi. Buna “m u k
t e z â– y ı h â l e m u t a b a k a t” adını veriyorlardı. Belâgat
bilimini çağdaş birçok bildirişim ve dil teorisiyle birleştiren husus, işte bu
kuraldır.
Bu kural açıkça Belâgat biliminin bir bildirişim teorisine
dayandığını ve bu teorinin esaslarının R. Jakobson’un teorisiyle ve
sözceleme teorisiyle tamamen örtüştüğünü göstermektedir. “İlm-i
me'âni” hal ve şartlara uygun söz söylemeyi öğreten temel bilimdi. Fıkıh
1 Prof. Dr. Zekiyyüddin Şa’bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları (Usûlü’l Fıkh), Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları, Ankara, 2006; Prof. Muhammed Ebû Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, Fecr
Yayınevi, Ankara, 2000.
metodolojisi de bilindiği gibi sözü daima bağlamı içinde çözümlüyordu.
Saussure ile başlayan yapısal akımlarda dil, soyut bir sistem
olarak düşünülür, “söz"ün karşıtıdır, mukabilidir ve araştırmalarda
muhavere, “karşılıklı konuşma hali” (les situations discursives)
gözönünde bulundurulmaz. Bununla birlikte, üretici dilbilgisinde (
grammaire générative) dil, sadece soyut bir sistem olarak değil aynı
zamanda uygulaması içinde algılanır ve “ideal konuşucu”nun birikimi
(compétence)
ve
uygulaması
(performance)
göz
önünde
bulundurulur. Bununla birlikte bu akımın temsilcileri “söyleme
ortaklığı”nın iki yönlülüğünü (co-énonciation) dikkate almazlar. Buna
karşılık Söylemeciler (Les énonciativistes),
söyleyici kavramının
(énonciateur) “söyleme ortakları”nı (co-énonciateur, allocutaire)
içerdiğini düşünürler. “Söyleme” kavramıyla sadece incelenen önerme
(énoncé) değil, bir önermenin üretilmesi akdı da ifade edilir. Dil, ölü bir
dil gibi bağımsız bir bütün olarak değil, kullanım hali içinde incelenir.
Söylemeciler, sözün anlamının anlaşılabilmesi için dil dışı bağlamın
(kontekst) ve hâlin saptanması gerektiğine inanırlar.2
Belâgat ve fıkıh geleneğimiz
bu akımlardan en çok
Söylemeciler’e (Les énonciativistes) yakındır. Onlar gibi gerek
teoride gerek pratikte konuşanı ve dinleyeni, alıcıyı ve vericiyi göz
önünde bulundururlar.
R. Jakobson'un bildirişim teorisiyle Belâgat biliminin yaklaşım
benzerliğini ayrıntılarıyla görmek için bu teorinin temel elementlerini
gözden geçirmemiz yararlı olacaktır. Bunlar, "verici" (émetteur), "alıcı"
(récepteur), "nesne" (réferent), "mesaj", "kanal" ve "kod"dur.3
A) VERİCİ:
Konuşan yahut yazan kişidir, mesajı, haberi veren kişidir; alıcı,
mesajı alan, dinleyen yahut okuyandır. Verici, anlaşılmış olmak istiyorsa
alıcının yaşına, bilgi düzeyine, dil düzeyine vb. uygun bir anlatım bulmak
zorundadır. Bir gazeteci, ilmî bir eser yazarı seslendiği kitlenin
özelliklerini göz önünde bulundurmak zorundadır. Buna karşılık ilmî
yahut edebî bir eseri anlayabilmek için alıcının da oldukça büyük bir
gayret göstermesi gerekmektedir.
Belâgat geleneğimizde verici “mütekellim” adını alır. Bu gelenekte
“sözlü ifade” esastır. Dilin ve ifade etmenin esası olarak söz alınmış ve
söz, bildirişim ve sözceleme teorilerinde olduğu gibi doğuş şartları içinde,
bağlamı içinde kavranmış ve anlatılmıştır. Sadece bu olgu bile Belâgat
geleneğinin bildirişim ve sözceleme teorilerini içerdiğini göstermeye
yeter bir delildir.
Belâgat geleneğimizde sözler (lafz), kullanım yönünden yani
vericinin, konuşanın, yazanın ona yüklediği anlamlar yönünden beşe
ayrılarak inceliyordu. Bunlar, hakikî anlam, mecaz, kinâye, galat ve
mürteceldir. Bu ayırım, vericinin dili niyetine göre kullanmasıdır.
Belâgatta “edâ” denilen şey bu kullanımlardan doğar.
Günümüz
pragmatik biliminin de
temel konularından birisi vericinin niyeti
meselesidir.
Bilim hayatımızda yerleşmiş yanlış bir inanç vardır: Edebî sanatların
söze bağlı olduğuna inanılır, onun esasında çok zaman kullanım
şartlarına bağlı olduğu unutulur ve yanlış değerlendirmelere varılır.
Belâgatçiler ve fıkıhçılar, edebî sanatların bağlam ile ilişkisini pragmatik
2 Henriette Gezundhayt, “Les Grands Courants en Linguistique”,
http://www.linguistes.com/courants/courants html.
3 Belâgatçiler, yukarıda belirttiğimiz gibi bu kategorilerden sadece “kanal” fikri üzerinde
durmamışlardır: Kanal, ses ve ışık gibi mesajı taşıyan fiziksel nesnedir.
bilimi kurulmadan çok önce ortaya koymuşlardı: Bu yüzden Türkİslâm belâgatçilerini pragmatiğin kurucuları olarak kabul etmek
gerekir. Meselâ şuna dikkat etmişlerdi: Bir sözün mecaz yahut
hakikat olması, kullanılan söze değil, kullanıcıya bağlıdır. Bu çok
şaşırtıcı ama aynı zamanda çok doğru bir dikkattir: Yemek tarifi veren
bir hanım “Hafif ateşte pişiriniz.” dediğinde ateş sözü hakikî anlamlıdır,
buna karşılık hastasına bakan bir doktor “Hafif ateşi var” dediğinde bu
sözü dinleyen için ateş sözü mecazî anlamdadır. Bu kelime, bir tıp terimi
olarak “doktorlar arasında” kullanıldığında ise “hararet” manasına gelir
ve kelime hakikî manasında kullanılmış olur.
Batı dünyasında geliştirilen pek çok bildirişim ve pragmatik teorisi
bulunmaktadır. Buna rağmen belâgat geleneğimizde henüz
Batılıların bilmediği ilgi çekici teoriler vardır. Bunlardan birisi verici
stratejisidir. Belâgatçilerimize göre konuşanın amaçlarından birisi,
dinleyene bir haberin ya "hükm"ünü yahut "lâzım"ını ifade etmektir. Bu
konuyu biraz açıklayalım:
Haber, sözün (kelâm) iki türünden birisidir. Birisine bilmediği bir
şeyi bildirmek amacıyla söylenen söz haberdir. "Mehmet Bey, bakan
olmuş." dediğimizde amacımız, Mehmet Bey'in bakan olduğunu bunu
bilmeyen karşımızdaki kişiye bildirmektir. Bu temel amaca "haberin
amacı" (fâide-i haber) adı verilir. Bazen ise konuşmada dinleyicinin
(muhatab) bildiği bir haberi bildiririz. Burada amacımız, aynı şeyi bizim
de bildiğimizi göstermektir. Bu ise dilin yeni bir fonksiyonda
kullanılmasıdır. Bir haberi karşımızdaki kişi bildiği halde ona aynı şeyi
söyler ve "Mehmet Bey, bakan olmuş." deriz. Böylece karşımızdakine bu
haberi bildiğimizi bildirmiş oluruz. Buna "geçişsiz haber amacı" (
lâzım-ı fâide-i haber) denir. Muhatap, bir haberi bilmiyorsa haber
doğrudan kuvvetlendirmeye başvurmadan (te'kidsiz) verilmelidir.
Muhatabın kararsız olduğu düşünülüyorsa haber biraz kuvvetlendirilerek,
(te'kitli / intensitif) bildirilmelidir. "Sahiden Mehmet Bey bakan olmuş"
denilmelidir. Eğer muhatap söz konusu haberi biliyor ve bununla birlikte
yine de onu inkâr ediyorsa oldukça kuvvetlendirerek söylemelidir:
"Vallahi, billahi Mehmet Bey bakan olmuş" denilmelidir. Bu üç dereceli
anlatma kelamı "zahir hal muktezasınca" "ihrâcü'l kelâm alâ
mukteziü'z zâhir" anlatmak demektir. Birinci hal "ibtidâî", ikinci hal
"talebî", üçüncü hal "inkârî" adını alır. İşte bu üç şekle göre söz
söylemek "muktezâ-yı zâhir üzerine söz söylemek"tir. Güzel, beliğ
konuşmanın aslı, iç ve dış bağlama uygun olan konuşma tarzıdır. Bir
“muhatap” bir şeyi bildiği halde onun gereğini yapmıyorsa o, bilmeyen
bir kişiymiş gibi kabul edilir ve haber ona tekrar verilir: "İnsanlar
ölümlüdür." Bu durumda amaç, bilgi vermek değil, ikazdır. Muhatap bir
haberi bildiği halde onu inkâr ediyorsa haber ona bilmeyene yahut şüphe
edene verildiği gibi verilir. Bu şekilde dokuz ihtimal vardır. Bu
ihtimallere göre sözün ayarlanmasına "kelamı zâhir muktezasının
hilâfı üzerine söylemek" (ihrâcü'l kelâm lâ alâ mukteziü'z zâhir)
denir. Hitap ettiğimiz bir kişi, vereceğimiz haber yahut bilgi karşısında
dört halden birinde bulunur: O, bu haberi ya bilir, ya bimez, ya o
haber konusunda tereddütlüdür ya da o haberi inkâr halindedir. Biz
bazen ona bir haberi verirken içinde olduğu hale göre değil de -bir
sebebe bağlı olarak- diğer üç halden birindeymiş gibi bir dil kullanarak
veririz. Muhatabın bu varsayılan haline uygun olarak verilen habere
"delâlet-i bi'l-kinâye" denir. Haber, ayrıca bazen inşa şeklinde de
verilebilir.
Verici, hal ve şartların gereği olarak temel dil bilimi şekillerini ve
anlatım şekillerini farklı amaçlar için kullanabilir ve bunlardan farklı
anlatımlar doğar. Meselâ, bilen bir alıcı, bilmeyen birisiymiş gibi,
bilmeyen bir alıcı, bilen birisiymiş gibi kabul edilir. Bunlardan da çeşitli
söz sanatları doğar.
B) MESAJ:
Verici tarafından söylenen önermedir, metindir. Mesajda bir yahut
birçok kod kullanılabilir. Dilde standart söyleyiş anlamına gelen normu
(belâgat geleneğinde bu örf adını alır), mesajların teşkil ettiği yığın
belirler; yani dil normları mesajlardaki sık kullanımların eseridir. Mesaj,
ayrıca türünün kurallarına uyar. Makale ise makalenin, romansa romanın
normlarını taşır. Üslûbun aranacağı yerlerden birisi mesajın niteliğidir.
Bedi ve Beyan bilimleri doğrudan mesajın niteliği ile ilgili bilimlerdir.
Mesajda anlam belirsizliği bulunabilir. Anlam belirsizliği alıcı için birden
çok anlama sahip olan ve kesin bir tarzda yorumlanamayan mesajın
niteliğidir. Vericinin niyeti haberleşmekse anlam belirsizliği söz konusu
değildir; tersine, vericinin niyeti çok anlamlılık elde etmekse, sanatlı
söyleyiş söz konusudur. Edebî eserlerde bu ikinci hal ortaya çıkar.
Her mesajın alıcı ve verici tarafından bilinen bir bağlama -yani
kendisini çevreleyen hallere- ve ifade edildiği şartlara bağlı olduğu farz
edilir. Mesajın yazılı yahut sözlü oluşuna göre mesaj ile mesajı
çevreleyen hal ve şartların ilişkisi değişir. Sözlü iletişimde mesaj çok az
bir bilgi verir: Bir karşılıklı konuşmada "sandalye" dediğimizde sandalye
oradadır ve bu kelime sadece sandalyeyi işaret eder; sandalye hakkında
bütün ayrıntılı bilgiyi doğrudan görerek nesneden elde ederiz. Buna
karşılık hale ait hiçbir bilginin bulunmadığı yazılı anlatımda mesaj, en
yüksek bilgi değerine ulaşır; elde ettiğimiz bütün bilgi sadece ifade
edilenden yani sözden doğar.4
“İltifat” adıyla bildiğimiz edebî sanat, bir belâgat teorisine
dayanır: Belâgatimize göre üç söz üslubu vardır: Birinci şahıs, ikinci
şahıs, üçüncü şahıs. Ör.: "Ben geliyorum, sen geliyorsun, o geliyor."
Bazen çeşitli amaçlarla, bu üslûplardan birisi kullanılırken, arada, yine
aynı uslûp için diğer bir üslûb kullanılır. Buna iltifat adı verilir. "Ben size
çok nasihat ettim dinlemediniz; siz bu fakirin kıymetini sonra anlarsınız."
sözünde verici ikinci cümlede kendi üslûbunu bırakarak kendi dışında
ikinci bir verici ağzından yani üçüncü şahıs ağzından diyaloğa katılan
üçüncü bir kişi gibi konuşmuştur. Bu, görünen hale uymayan söz
söyleme “muktezâ-yı zahirin hilâfına irâd-ı kelâm eylemek” adını
alır. Günümüzde pragmatik biliminin ve naratolojinin temel
meselelerinden
birisi
“kim
konuşuyor?”
sorusunun
cevabının
aranmasıdır. Belâgat bilimi, bu haliyle, pragmatik biliminin hareket
noktasıdır.
C) ALICI:
Verilen mesajı alandır, dinleyendir. Mesajın yöneldiği kişidir. Verici,
alıcıya ya bir haber verir ya da onu etkiler. Vericinin temel görevlerinden
birisi, alıcıyı ikna etmektir. Bundan dolayı, günümüzde pragmatik
ispatlama ve ikna üzerinde geniş olarak durmaktadır.
Belâgat biliminde vericinin alıcıya uygun deliller ve akıl
yürütmelerde bulunmasına Beş Sanat adı verilir: Bunlar hatibin aklî
delillere dayanarak “muhatab”ı ikna etmesi sanatlarıdır. Aklî deliller farklı
derecelerde güvenilirliğe sahiptir. Bir hatip, beliğ olabilmek için, belâgata
uygun konuşabilmek için dinleyicilerin düzeyine göre farklı seviyelerde
delillere dayanan önermeler
kullanmak zorundadır. Delil değerleri
açısından önermeler Gelenbevî'ye göre yedi sınıfa ayrılır. Bunlar : 1)
yakîniyyât, 2) meşhûrât, 3) müsellemât, 4) makbûlât, 5)
4Bernard Pottier, Le Langage.
maznûnât, 6) muhayyelât, 7) mevhûmât veya vehmiyyât'tır. Bu
sıralama en kuvvetli delil önermesinden en zayıf delil önermesine doğru
bir sınıflandırmadır. Diğer taraftan bu sınıflandırma, aynı zamanda
metinlerin verici ve alıcıya göre bir değerlendirilmesidir.
a) Kesin önermeler (Yakîniyyât) : Bir haber cümlesi ortaya
koyan verici (söyleyen, yazan), bu haberin dış dünyada karşılığının
bulunup bulunmadığı konusunda bir karar verir ve bunu cümlesine
yansıtır: Verdiği mesaj ona göre ya olmuş bir olgudur, ya da olmamış bir
olgudur. Verici, bu seçeneklerden birisini akıl yoluyla tercih ederse bir
"zan önermesi" (kaziye-i zanniyye) ortaya koyar. Böyle bir durumda
verici, bazı ipuçlarına dayanarak bir seçeneği tercih etmiş ama diğer
seçeneği bütünüyle reddetmemiştir. Bundan dolayı, zan önermeleri,
nazarî önermelerdir, ancak delilleri kesin olmadığından kesin
önermelerden sayılmazlar. Buna karşılık seçeneklerden birisini kabul
etmeyerek diğer seçeneği kesin olarak ifade ederse " Kesin önerme"
(kaziye-i yakîniyye) ortaya koyar. Kesin önermeler, ya nazarîdir, ya da
delile ihtiyaç göstermeden, sağ duyuyla kavranan apaçık önermelerdir.
Bundan dolayı a) Nazarî önermeler (kaziye-i nazariyye) b) Apaçık
önermeler (kaziye-i Bedihiyye) olmak üzere ikiye ayrılır.
b) Meşhur önermeler (meşhûrât) : İkinci derecede delil sayılır.
Meşhur önermeler, herkes yahut bir topluluk tarafından kabul gören ve
bundan dolayı ispata çalışılmayan önermelerdir. "Adalet iyidir.", "Zulüm
kötüdür." gibi önermeler herkes tarafından kabul edilen önermelerdir.
c) Kabul gören önermeler (müsellemât): Üçüncü derecede
delil sayılır. Alıcının (muhatab) itirazsız kabul ettiği önermelerdir.
Vericinin (konuşanın) bu önermeyi benimseyip benimsememesi göz
önünde bulundurulmaz.
Ç) Vecize önermeler (makbûlât): Dördüncü derecede delil
sayılır. Büyük kişiler ve hürmet edilen peygamberlere isnat edilen
önermelerdir.
d) Maznûnât: Beşinci derecede delil sayılır. Zan önermeleridirler.
e) Hayalî önermeler (muhayyelât): Altıncı derecede delil sayılır.
Doğru olmadıkları kesin iken sırf dinleyene neşe vermek veya dinleyende
nefret uyandırmak için hayâle dayanarak verilen hükümlerdir. "Şarap
akıcı bir yakuttur.", "Bal iğrenç bir kusmuktur." gibi. Hayalî önermeler,
teşbîh, mecaz ve kinâye şekillerinde ortaya çıktığı için beyan ilmi içinde
incelenir.
f) Kuruntu önermeleri (vehmiyyât yahut mevhûmât): Yedinci
derecede delil sayılır. Kuruntu gücünü kullanarak akılla araştırılan şeyleri
(akliyyat) gözle görünür şeylere (mahsusât) kıyasla açıklamadır. Meselâ,
"Her cismin mekânı vardır, öyleyse her mevcûdun mekânı vardır."
hükmü gibi. Gelenbevî'ye göre vehmiyyât, bilinmeyeni bilinene kıyastan
ibaret olan bir vehme ait hüküm olarak "cehliyât"tan sayılır.5
Bu önermelerin kullanılmasından beş sanat doğar. Beş sanat
şunlardır: a) Burhan, b) Cedel, c) Hitâbet ç) Şiir, d) Vehmiyyat,
Safsata ve Mugalata.
Burhan: konuşmacının bir delil ileri sürmekte amacı kesin bilgi
"yakîn" ise kullandığı öncüllerin kesin önermeler olması gerekir. Bunlara
burhan denilir. Verici en üst düzeydeki münakaşalarda burhan
önermelerini kullanmalıdır. Burhan'dan amaç, bilgilerin en mükemmeli
olan "yakîn"e ulaşmaktır.
Cedel: konuşmacının kullandığı delillerin hepsi kesin önermeler
olmaz da bazıları "meşhûrât"tan veya “müsellemât"tan olursa bu
5Bingöl,
s.134.
savunma "cedel" adını alır. Meselâ "bu iş çirkindir; çünkü o, zulümdür;
her zulüm çirkindir." delili gibi. Cedel'de amaç, itiraz etmek yerine hasmı
susturmak iddiaları reddetmek için karşı bir delil ileri sürmektir. Diğer bir
amaç, delili anlamaktan âciz olanı daha kolay anlaşılır delillerle ikna
etmektir. Gelenbevî'ye göre bu ikinci amaç için ileri sürülen cedele
"delîl-i iknaî" denir.6 Cedelde ileri sürülen delillerin konuşmacı
tarafından kabul edilmiş yahut edilmemiş olması önemli değildir, önemli
olan dinleyicinin (alıcının) kabulüdür. Eğer alıcı, kesin delilleri kabul
ediyorsa tartışmada bunlar da kullanılabilir. İnsanlara eziyet eden
birisine "Zulüm çirkindir." demek cedele bir örnektir. Aynı şekilde
Hazret-i İsa'nın babasız olamıyacağını iddia eden Yahudi'yi "Hazret-i
Adem, hem babasız, hem anasızdı." diyerek susturmak cedeldir.
Hitâbet: Konuşmacının amacı insanlara va'z vermek, nasihat
vermek ise bu amaçla yapılan konuşmalara "hitâbet" denir. Hitâbet,
vecize önermeleri ve zan önermelerinden oluşur. Vaiz ve hatipler bu yolu
kullanır. Hitâbetin amacı, insanlara yararlı olmaktır. Hitabetin insanlar
üzerinde iyi bir tesir bırakabilmesi için bütün unsurlarının
hal ve
şartlara uygun olması gerekir. Hitabet, "tersil" yoluyla anlatılmalıdır,
seci kullanılmamalıdır. İsmail Gelenbevî'ye göre naklî deliller, hitabetin
kısımlarındadır.
Şiir: Şiir tarzını seçen bir konuşmacının amacı, söz kuvvetiyle
alıcıyı isteklendirmek yahut nefret ettirmektir. Bu amaca ulaşmak için
hatip hayâlî önermeler (muhayyelât) kullanır. "Şarap, akıcı bir yakut, bal
iğrenç bir kusmuktur." sözü gibi. Bu tarz önermelere mantıkçılar
manzum da olsa mensur da olsa "şiir" adını verir. Dilciler ise sadece
vezinli ve kafiyeli söze "şiir" der; hayâlî önermelere dayanan ama vezinli
ve kafiyeli olmayan sözlere de nesir adını verirler. Böyle hayâlî
önermelerden oluşan nesirlerde genellikle seci ve cinas gibi edebî
sanatlar kullanılır.
Vehmiyyât: Kuruntu önermelerini delil olarak kullanmaktır.
Öncüllerinin tümü veya bazısı "mevhumat" olan delillere vehmiyyat
denir. Konuşmacı kuruntu önermelerini bunlara inandığı için kullanıyorsa
bu tip delillere "safsata" denir. Eğer konuşmacı kuruntu önermelerini
sadece muhatabını yanıltmak için
kullanıyorsa bu tip delillere
"mugalâta" denir. Gelenbevî'ye göre ise mugalata, "safsatanın delil
olarak kullanılmasıyla elde edilen bilgi"dir. Meselâ bir at resmi için şöyle
denildiğini düşünelim: "Bu bir attır. Her at kişner. Öyleyse bu da kişner."
Bu tip bir delillendirme "vehmiyyât"tır.
Bu sınıflandırma, aynı zamanda belâgatçilerimizin kullandığı temel
metin tipolojisidir ve günümüz için de oldukça orijinaldir. Batı retoriği,
bu sınıflandırmayı günümüzde dahi henüz bilmemektedir.
Ç) NESNE (HABER) :
Mesajın ilettiği haberdir, üzerinde durulan konudur. Verilen mesaj,
dış dünyada bir nesneyi, yahut bir düşünceyi dile getirir.
Belâgat ve Fıkıh geleneğimizde lâfızlar gösterdikleri nesneye göre,
anlamına göre hâs, âmm, müşterek, mutlak, mukayyed,
emir/nehy gibi kategoriler altında inceleniyor, alıcı ve vericinin dil ile
nesne arasındaki uygunluğu kavraması sağlanıyordu. Bir kelimenin
belirttiği nesnenin her zaman aynı olmadığı gösteriliyordu.
Meâni ve nahiv bilimlerine göre bir cümle, iki öğe arasında
kurulmuş bir ilişkidir . Bu ilişkiyi kuran ise fiildir. "Mehmet kâtiptir."
6Bingöl,
s.135.
cümlesinde özne olan "Mehmet"le "kâtip" sıfatı7 arasında bir ilişki
kurulmuştur. Bu ilişkiye "nisbet" adı verilir. cümlede kurulan bu ilişki,
nesneler dünyasındaki bir olguya uygun olabiliyor, yahut uygun
olamıyorsa söylenen söz bir haberdir. Böyle bir cümleye de "haber
cümlesi" denir. Meselâ "Öğretmen okuldadır" cümlesi bir haberdir. Bu
cümlenin kurduğu ilişkinin dış dünyada, hariçte uygulanabileceği bir olgu
vardır. Bu cümle belirli şartlarda kullanıldığında öğretmen gerçekten
okulda ise bu söz nesneler dünyasındaki bir olguya uygundur, öğretmen
okulda değil ise uygun değildir. Bu belirleme anlamsız görülebilir. Aslında
cümle tiplerinin iki temel sınıfı bu tespitle biri birinden ayrılır: Haber
cümlesi, nesneye uygun düşen veya düşmeyen cümledir. Eğer
cümlenin ortaya koyduğu ilişkinin dış dünyada bir karşılığı, nisbeti yoksa
böyle cümlelere dilek cümlesi yahut inşa cümlesi (cümle-i inşaiyye)
denir. İnşa cümleleri,
dilek kipindeki fiillerle kurulan cümlelerdir.
"Gelseydi" ve "Gelsin" yüklemleri dış dünyadaki bir olguyu değil,
söyleyenin istek ve dileklerini dile getirir. Günümüzde halâ kullanılmakta
olan "haber kipleri" ve "dilek kipleri" ayırımı bu "nisbet" ilkesine
(prensip) göre yapılmıştır. Bu sınıflandırma, bilindiği gibi dilbilgisinde
halen kullanılmaktadır. Aynı tasnif, Batı dünyasında da kullanılmaktadır.
Belâgat geleneğinin bu konudaki farkı, bu tasnifi genişletmesi,
sınıflandırması ve yukarıda belirttiğimiz gibi (Alıcı bölümü) orijinal bir
“haber” teorisi ortaya koymasıdır.
D) KOD:
Verici ile alıcının her ikisi tarafından bilinen ortak dildir. Diller, birer
kodlama, şifreleme sistemidir. Anlaşma, bu şifreleri bilenler arasında
gerçekleşir. Verici ve alıcının bir dili bilme düzeyleri arasında daima fark
vardır. Bildirişimi mümkün kılan her ikisinin dilsel birikimlerinin kesişim
kümesidir, bu alan ne kadar geniş olursa bildirişim o kadar başarılı olur.
Dil bir koddur, ancak zamanla dil içinde alt kodlar ortaya çıkar. Mesajlar,
kültürel, estetik kodlar da taşıyabilir. Klâsik, romantik, natüralist
edebiyatlar, Divan Edebiyatı, Halk Edebiyatı, Servet-i Fünûn edebiyatı,
dil içinde birer alt kodlama sistemi yaratır.
Belâgat geleneğimizde “örf” yani halkın dili kullanışı, dil normu
olarak kabul edilir.
Diğer taraftan yaratılan yeni mesajlar
kodu
geliştirir. Buna kod-mesaj diyalektiği adı verilir. Belâgat geleneğinde dili
iyi kullanan ediblerin ifadeleri de norm olarak kabul edilmiştir. Mesaj ve
kod birbirinden ayrılamayan unsurlardır. Kod, Saussure'ün dil / söz
(langue/parole) ayırımının dil unsurunun karşılığıdır; sözün karşılığı ise
mesajdır. Saussure, söz / yazı ayırımında sözü esas kabul eder. Belâgat
geleneğimizde de söz daima esas alınır.
Dil biliminde kod, bir taraftan işaretlerin yahut dil birimlerinin
kümesi manasında ve diğer taraftan bu işaretlerin kullanım kipleri (
mesajı inşa etmek için bu elemanları birleştirmeye yarayan kurallar
bütünü ) manasında kullanılmaktadır. Bir verici tarafından yayınlanan
mesajın iletilebilmesi (bu şifreleme işidir) için belirli bir şekil "forme"
alması gerekir, diğer taraftan dinleyici yahut alıcı bu şekli yorumlamak
zorundadır (bu şifreyi çözme işidir). O halde konuşucu ve dinleyicinin
müşterek bir koda sahip olması zorunludur; yahut, en azından A kodu
(konuşucunun kodu) ile B kodunun (dinleyicinin kodu) bir kesişim
kümesinin bulunması gerekir. Bu kesişim kümesi ne kadar geniş olursa
anlaşma o kadar kolaylaşacak ve iyi olacaktır. Bu bakış açısına göre bir
7"kâtip" kelimesi bugünkü dilbilgimize göre isimdir. Kelâmcılar ise böyle bir kullanımda "kãtip"
kelimesini sıfat olarak kabul ederler. Bilindiği gibi isimler sıfat olarak kullanılabilir. Burada da
sıfattır.
dil, bir kod "dil birimleri kümesi" olarak kabul edilmektedir, Saussure'cü
anlamıyla dil bir bakıma kod ile eşanlamlıdır; mesaj kelimesi ise "söz"ün
yerini tutmaktadır.
Diğer dil bilimciler "code/message" çifti yerine
"langue/discours" çiftini kullanmaktadır, "discours" bu durumda
"message"la eş değerli olmaktadır. Bir dil mesajı iki şekilde karşımıza
çıkabilir: ses (işitme) ve çizgi (görme) olarak. Sözlü kod (phonèmes) ile
yazılı kodu (graphèmes) birbirinden ayırmak gerekir. Bu iki kod arasında
mükemmel bir uyum olduğu da söylenemez. Kodlama (encodage), bir
kod vasıtasıyla bir mesajın ve ona bağlı anlamın üretilmesidir. Meselâ:
"sözlü ifade üretimi" (enonciation), "yazılı ifade üretimi" (ecriture).
Üretim, kod çözmenin "décodage"ın mukabilidir, karşıtıdır. Kodlama,
üretimle, pragmatikle
ilgilidir ve üreticiye bağlıdır. Üretimin bütün
unsurları tam bir sözceleme (énonciation) eylemidir ve kod çözme
işinden "décodage" farklı bir "kod-mesaj" ilişkisi ortaya koyar; mesajın
üreticisi "encodeur" alıcının aklından bile geçmeyebilen niyet ve bilgiye
sahip olabilir. Bu ise anlam belirsizliği yaratır. Üretim hataları
üreticinin niyet ve bilgisini değiştirmez, sadece muhaberenin
başarısızlığına yol açar.8 Kod çözme (décodage), bir kod vasıtasıyla bir
mesajın ve anlamının alıcı tarafından algılanması, dil şifresinin
çözülmesidir. Alıcı, pasif durumda olduğundan farklı bir kod-mesaj ilişkisi
doğar; yani mesajı az çok farklı bir biçimde yorumlar. Ayrıca alıcı ve
vericinin dile hakimiyet derecelerinin farklılığı, algılanan anlamın farklı
olması sonucunu doğurur.
Belegat ve Fıkıh geleneğimizin başlıca konularından birisi kullanılan
kod ile vericinin hali, niyetleri arasındaki ilişkiyi çözümlemektir. Diğer bir
ilgi alanı ise bir kod yardımıyla yaratılmış bir metnin anlaşılabilirlik
derecelerinin tespitidir. Meselâ Fıkıh geleneğinde sözler (lâfız) açıklık ve
kapalılık yönünden yani alıcının karşılaştığı belirlilik ve belirsizlik
yönünden sınıflandırılmıştır: Zâhir, nâss, müfesser, muhkem açık
delâletlerdir, hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih kapalı delâletlerdir.
Kodun yarattığı belirsizlikler,
sözceleme hali ve şartları yardımıyla
yorumlanmıştır. Dil kiplerinin kullanımdaki dinamik ve değişken yapısı,
teori ve pratikte daima göz önünde bulundurulmuştur.
Buradan vardığımız sonuç şudur: Bildirişim teorisi ve sözceleme
teorisi
bildirişimin
temel
elementlerinin
tespitini
ve
tahlilini,
fonksiyonlarının araştırılmasını amaç edinir. Bu yaklaşım, Belâgat
geleneğimizde bütün ayrıntılarıyla mevcuttur. Ayrıca henüz Batı dünyası
tarafından üzerinde durulmamış teorileri de içerir.
B. SÖZ AKDLARI TEORİSİ VE BELÂGAT
XIX. yüzyılda Amerika’da doğup II. Dünya savaşından sonra
Avrupa’da geliştiği söylenen Pragmatik bilimi, konuşan özne ile dil
işaretleri arasındaki ilişkileri inceleyen bir bilim dalıdır. Pragmatik bilimi,
bildirişim teorisi gibidir, dili hayattan koparılmış bir parça olarak değil,
hayatla birlikte, doğuş şartları içinde inceler. Bu bilim, dil biliminin bir
alt dalı olarak John Austin ve John Searle’ın çalışmalarıyla gelişti.
Pragmatik, cümlenin yorumuyla uğraşır, ama bu işi anlam bilimi ve söz
dizimi ile uğraşmadan yapar; dilin bağlamıyla, kontekstiyle ve bildirişim
haliyle meşgul olur. Dilin verdiği bilginin arka planıyla ve dil bilimi dışı
cephesiyle
(extra-linguistique)
uğraşır.
Nesnenin
(referent)
belirlenmesi, ifadedeki belirsizliklerin araştırılması, dilin yaptırım
gücünün incelenmesi konularını ele alır.
Bu bilim dalının yeni olduğu söylenmekte ise de aslında yeni bir
bilim dalı değildir. Türk-İslâm bilim geleneği içindeki Belâgat, özellikle
8Josette Rey-Debove, Lexique Sémiotique. Paris, 1979.
“ilm-i meâni” gelişmiş bir pragmatik teorisidir ve yüz yıllardan beri
kullanılmıştır. Bunu, yeni olduğu ileri sürülen pragmatik biliminin “söz
akdı” teorisiyle belâgat geleneğimizde bulunan “siga-yı akd” teorisini
karşılaştırarak göstermek istiyoruz:
Pragmatikte John Langshaw Austin’in kurup öğrencisi John
Searle’ın geliştirdiği “söz akdları” teorisinin esasları şudur: Söz söylemek
sadece ve her zaman bir söz söyleme işi değildir, söz aynı zamanda bir
iş görür, bir akd yapar, ayrıca dinleyiciyi etkiler. Bu, sözün üç ayrı iş
yapması demektir. J. Searle, sadece söylenmiş olan söze düz-söz akdı
(locutionary acts), bir akd kuran söze edim-söz akdı (illocutionary
acts), dinleyeni etkileyen söze etki-söz akdı (perlocutionary acts)
adını verdi. Bu teori, pragmatiğin en önemli konularından birisini teşkil
eder. Sözünü ettiğimiz bu teoriyi bütünüyle belâgat bilimimizde
bulmaktayız:
Cevdet Paşa, Belâgât-ı Osmaniye’sinde bunu bize şöyle anlatır:
“Siga-yı akdden olan “aldım” ve “sattım” fiilleri dahi inşâ
olub egerçi bunların medlûlü olan nisbetlerden başka hâricde
dahi nisbetler var ise de bu nisbe-i hâriciyeler ol sigalar ile îcâd
olunur yoksa onların medlûlleri olan nisbetlerin mutâbık olup
olmayacağı nisbet-i hariciye değillerdir. Ama dün filan malı
sattım denildikte dün vâki olan akd-ı bey’i hikâye demek olarak
haber olur ve dün öyle bir akd-ı bey’ vâki olmuş ise bu haberin
medlûlü olan nisbet ona mutâbık ve eğer vâki olmamış ise gayr-ı
mutâbık olur. Kezâlik satarım ya satıyorum veyahud satacağım
sigaları ihbâr olmağla bunların mazmûnu olan nisbet-i
zihniyyeden başka zaman-ı hâlde ya müstakbelde bir akd-ı bey’
bulunmak lâzım gelir.”9
Haber kipleri bazen dilek kipi olarak kullanılır. Evini satan bir adam
sattıktan sonra bu satışı hikâye ederken "Sattım" dediğinde fiil, haber
kipinde kullanılmıştır. J. Searle’ın “düz söz akdı” dediği budur. Fakat
evi satma anında satma isteğini ortaya koyup "Sattım!" dediğinde ise bir
akd, bir istek söz konusudur, dolayısıyla bu kullanımda fiil, dilek
kipindedir. "Sattım!" sözünün dış dünyada bir karşılığı vardır ancak bu
karşılık, bu sözden sonra ortaya çıkmıştır, ondan önce yoktur. J.
Searle’ın “edim söz akdı” dediği de budur. Diğer taraftan sözün
yarattığı etki ise Fıkıh biliminde üzerinde sıkça durulan konulardan
birisidir.
Belâgat ile pragmatik bilimleri arasındaki diğer bir ilişki H. Grice’in
“İşbirliği İlkeleri Kuramı”da kendisini göstermektedir: Bilindiği gibi
Grice, karşılıklı konuşmanın bir iş birliğine dayandığını ve tarafların bu
işbirliğine uyması sayesinde iletişimin mümkün olabileceğini ortaya
koymuştur. Grice’e göre bir bildirişimin başarısını sağlayan işbirliği
ilkeleri şunlardı: a) Nicelik ilkesi (quantity): Verici, bir bilgiyi tam
vermelidir. Ne eksik, ne fazla. b) Nitelik İlkesi (quality): Verici, doğru
bilgi vermelidir. Bu bilginin güvenirliği meselesidir. c) Bağıntı ilkesi
(relation): Vericinin mesajı birbiriyle ilişkili olmalı, bağıntılı olmalıdır. ç)
Kiplik ilkesi (manner): Verici, net, açık konuşmalıdır.
Bu ilkelerin tamamı, belâgat geleneğimizde vardır:
a) Nicelik ilkesi: Belâgatteki “umûr-ı nisbiyye” ilkesidir.
Belâgat, bir mesajın uzunluğunu dil normuna göre tanımlar: Örf ve
gelenek, dil normunu temsil eder. Bir mesajın dil geleneğindeki ifadesi
az çok belirlidir: Yolda bir tanıdığımıza rastladığımızda karşılıklı olarak
söyleyeceğimiz sözler hemen hemen önceden bellidir: “Nasılsınız, iyi
misiniz?” gibi. Bir fikrin bir duygunun nasıl ifade edileceği dil normlarında
aşağı yukarı bellidir. Verici, genellikle konuşurken bu normu kullanır.
9 Ahmet Cevdet Paşa, Belâgat-ı Osmâniyye, Mimar Sinan Üniversitesi Yay. 1987, s.28.
Fakat cümlenin boyu bazen alışılmıştan kısa yahut uzun olabilir. Bu
durumda üç üslup doğar: Bunlar dil normuna uygun olursa “müsâvat”,
dil normundan kısa olursa “icâz”, dil normundan uzun olursa “İtnâb”
adını alır. Bu ilke Grice’in ilkesiyle tamamen aynıdır. Konuşanın duruma
ve şartlara göre bunlardan birisini seçmesi gerekir.
b) Nitelik ilkesi: Verici vereceği bilginin doğruluk derecesini de
bilmek zorundadır. Doğruluk dereceleri ise daha önce belirttiğimiz gibi
1) yakîniyyât, 2) meşhûrât, 3) müsellemât, 4) makbûlât, 5)
maznûnât, 6) muhayyelât, 7) mevhûmât veya vehmiyyât'tır.
c) Bağıntı ilkesi: Sözlerin anlaşılabilmesi için bağıntılı olması
gerekir:
Bu,
belâgatteki
meşhur
“cihet-i
camia”
teorisidir:
Belâgatçilerimiz modern anlam biliminin yeni keşfettiği “anlam
birimcikleri” (séme) teorisini biliyorlardı. Birbiriyle ilişkili kelimelerin
ortak yönlerinin oluşturduğu kümeye “İttisal” kümesi diyorlardı. Bu
ortak yön bir anlam birimciği yani (séme) “cihet-i câmia” idi. Modern
anlam bilimi teorisinde bir kelime grubunda yer alan kelimeler arasında
ortak olan anlam birimciğine “üst anlam birimciği demeti”
(archisémème)10 denilir. “Cihet-i câmia” aynı zamanda bir
“archisémème”dir.
Belâgat geleneğimizde “cihet-i camia” teorisi kısaca şöyledir:
İki kelime yahut iki cümlenin birbirine bağlanabilirliğini ve
anlaşılabilirliğini sağlayan ortak bir yön, anlamsal bir kesişim kümesi
vardır.
Meselâ "ve" bağlacıyla yapılan bağlamaların kabul edilebilir
olmasının bazı şartları vardır: Kendisine bağlanan (ma'tufun aleyh) ile
bağlanan (ma'tuf) arasında ortak yön (cihet-i camia) bulunmalıdır.
Ortak yön (cihet-i camia), kendisine bağlanan ile bağlananı zihinde
birleştirecek bir alâka ve münasebettir. Bu münasebet a) tezâyüf, b)
temâsül, c) şibh-i temâsül ç) tezad ve şibh-i tezad, d) tekarün-i
fi'l-hayâl olarak beş kısma ayrılır. İki kelimenin birbiriyle "ve"
aracılığıyla bağlanabilmesi için aralarında bu beş ortak yönden birisinin
bulunması gereklidir. Meselâ "Güneş ve Ay, Dünya'yı aydınlatır."
diyebiliriz ama "Deniz ve börek gördüm." denilemez, böyle bir anlatım,
anlaşılmayı engeller. "Mehmet Bey bestekâr ve şâirdir." denir çünkü bu
iki iş arasında bir ilişki vardır. "Ahmet Bey, şairdir ve kısa boyludur."
demek uygun düşmez, zira şairlik ile kısa boyluluk "semem"lerinin
kesişim kümesini oluşturacak ortak bir "sem"leri yoktur, yani
aralarında sözü dinleyen için anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir
münâsebet bulunmamaktadır. Kendisine bağlanan ile bağlanan arasında
hem fark, hem benzerlik bulunur yani bu ikisi anlam yönünden kesişim
kümeleri kurarlar. "Güç ve kuvvet" gibi eş anlamlılığı çok yüksek olan
kelimeler, "tefsir" kolaylığı sağlamak için birlikte kullanılırlar. Cümlelerin
birbirine bağlanmasına "vasl", bağlanmadan ard arda getirilmelerine
"fasl" denir. birbirine bağlanan cümleler arasında da "cihet-i camia"
bulunması gerekir. Meselâ "Ahmet şairdir ve Mehmet katiptir." şeklinde
iki cümleyi birbirine bağlayabilmek için bu iki cümlenin özneleri arasında
arkadaşlık, kardeşlik, düşmanlık gibi belirli bir münasebet ve alâka
bulunması gerekir.
H. Grice’in “bağıntı ilkesi”, Belâgat geleneğimizde modern anlam
bilimin “anlam birimleri” teorisinin esaslarıyla açıklanmış olarak yer
almaktadır. Bu noktada şu soruyu sorabiliriz: Grice’in teorisinde yahut
anlam biliminin “séme”, “archisémème” teorilerinde yeni olan nedir?
d) Kiplik ilkesi: Belâgat ve Fıkıh geleneğinde de sözler belirlilik
ilkelerine göre tasnif edilmiştir. Açık delâletler ( zâhir, nâss, müfesser,
muhkem) ve kapalı delâletler ( hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih) tasnifi
10 Rıza Filizok, Anlam Analizine Giriş, Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Yayınları, 2001,
İzmir, s. 84.
bunu gösterir.
Sonuç olarak, belâgat geleneğimizin bugünkü bildirişim teorisiyle,
sözceleme teorisiyle ve pragmatiğin birçok teorisiyle örtüştüğünü hiç
zorlanmadan söyleyebiliriz. Elbette günümüzde bildirişim teorisi
durmadan gelişmekte ve yeni unsurlarla zenginleşmektedir. Bu
gelişmelerin tamamı belâgat geleneğimizde yoktur. Ama aynı şekilde
günümüz bildirişim teorilerinin belâgat geleneğimizin bütün teorilerini
kapsamadığını da görüyoruz. Bundan dolayı Türk araştırmacıları, bu iki
kaynaktan da beslenmek zorundadır. İnancımızı tekrarlıyoruz: Bunu
başardığımız zaman, söz konusu bilim dallarının gelişmesine evrensel
katkılar yapabiliriz.
Download