Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! İKİ AYLIK SİYASİ / TEORİK GAZETE Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! OCAK/ŞUBAT 2017/01 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X185 EKİM DEVRİMİ’NİN 100. YILINDA: YA SOSYALİZM, YA EMPERYALİST BARBARLIK İÇİNDE ÇÖKÜŞ! MÜCADELE BİÇİMLERİ VE DEVRİMCİ ŞİDDET NÜKLEER SANTRALLERE HAYIR! EKİM DEVRİMİ VE ELEKTRİFİKASYONUN ÖNEMİ • editörden - içindekiler Berbat bir yılı geride bırakıyoruz. arkadaşlarıdır. Reformistlerin işçileri inandırmaya 2016 yılı emperyalizmin egemen olduğu Dünya’da çalıştığı krizsiz,”Sosyal Bir Pazar Ekonomisi” boş bir spekülasyon, şişen borç balonları ve kuru güven hayal, büyük bir yalandır. İşçiler, emekçiler hayatlaüzerine kurulu mali sistemin yeniden ve rını zorlaştıran ekonomik krizlere karşı daha büyük bir gürültüyle patlama mücadelelerini, o krizlerin andaki Buradaki temel sinyalleri verdiği bir yıl olarak görüntülerine, sonuçlarına karsorun, devrimci sol anılacak tarihte. Reel ekonoşı mücadeleyle sınırlamamalı, güçlerin toplumda marjinal mide ise 2008 Eylülünde patkrizlerin temeline, kapitalizkonumda olmasıdır. Özel olarak layan mali kriz ile birleşen me karşı mücadelenin bir devrimci sol, genel olarak sol, gelinen devresel krizde, dibe vuparçası olarak kavramalı, rulduktan sonra yaşanan öyle yürütmelidir. Bela yerde sistemden hoşnut olmayanlara canlanma ve kalkınma kriz değil, krizlerin temesistem dışı bir alternatif sunma son demlerini yaşıyor. li, onun nedeni kapitalist durumunda değildir. Sonuç devrimci 2016’da mali piyasalarda üretim tarzıdır. Ve bunun sol açısından yer yer sınıftan, kitleden yaşanan ve reel ekonomiye bir alternatifi vardır: Soskopuk öncü eylemlerle kendini daha de belli ölçülerde yansıyan yalizm! gelişmeler, 2017 sonlarında da tecrit etmek, ya da sağa kaymak, reformcu legalizm batağında girilmesi muhtemel olan ekoYeniden Paylaşımın Aracı: debelenmek oluyor. nomik krizin boyutlarını derinTemsilci Savaşları leştirecek gibi görünüyor. Ekonomik 2016 yılı dünya çapında emperyakrizin işçiler ve emekçiler için ne anlama listlerin Dünya’yı yeniden paylaşım dalageldiğini ise biliyoruz: Daha fazla işsizlik, işsiz kal- şında bir dizi yerel savaşın bütün barbarlığı ile yama korkusu ile daha yoğun çalışma ve sömürülme, şandığı bir yıl olarak geçecek tarihe. Bu savaşların en kazanılmış kimi hakların kimi zaman “reform” adı yoğun yaşandığı alanlar, ülkelerimizin de içinde yer altında, kimi zaman, “durum kötü, hepimiz aynı ge- aldığı Ortadoğu ve Afrika kıtası. Bu alanlarda Birinmideyiz, şimdi kemer sıkma ve fedakarlık dönemi” ci ve İkinci Dünya savaşları ertesinde kurulan siyasi demagojileri ile geri alınması, daha fazla yoksulluk. yapı çatırdıyor. Yeni bir siyasi haritanın nasıl çizileBurada kavramamız gereken şu: Reel ekonomide ceği, bu çizilecek haritada hangi emperyalist büyük belli aralıklarla ortaya çıkan devresel krizler ve ne güçlerin hangi nüfuz alanlarına sahip olacağının sazaman patlayacağı öncelikle siyasi gelişmelere bağlı vaşları yürüyor. Savaşların geri planında emperyalist olan mali krizler kapitalist ekonominin ayrılmaz yol Dünya’da değişen güç dengeleri sonucu ‘yeniden pay- gündem 1917-2017 RUSYA’DA ‘BÜYÜK SOSYALİST EKİM DEVRİMİ’NİN 100. YILINDA YA SOSYALİZM, YA EMPERYALİST BARBARLIK İÇİNDE ÇÖKÜŞ! 3 gündem 4 laşım’ yatıyor. Emperyalist büyük güçler bu yeniden paylaşım savaşlarını, sahada doğrudan savaşan güçler açısından ele alındığında, mümkün olduğunca kendi askerlerini bu savaş içinde öne sürmeden yürütmeye çalışıyorlar. Onların “kara gücü” daha çok lojistik destek ve eğitim veren “özel kuvvetler”den oluşuyor. Başta ABD olmak üzere batılı emperyalist güçler sahada doğrudan savaşan güç olmaktan çok, kendilerinin silahlandırdıkları ve lojistik ve parasal destek verdikleri ve eğittikleri yerel “demokratik dost” güçler üzerinden yürütüyor yeniden paylaşım savaşını. Savaşa doğrudan katılımları “düşman güçleri” gerek Silahlı İnsansız Hava Araçları, gerekse savaş uçakları ile bombalama biçiminde oluyor. Böylece Vietnam’daki savaşta olduğu gibi onbinlerce Amerikan askeri tabutlar içinde dönmüyor ülkelerine! Ve savaşa karşı bir hareket gelişmiyor. Tabii güya “cerrahi bir titizlikle” gerçekleştirilen bu hava bombardımanlarında binlerce sivil de ölüyor, yaralanıyor, evini, barkını, yurdunu terk edip yollara düşmek zorunda kalıyor. Bunlar “kollateral zarar” (istenmeyen ve fakat kabul edilen yan zarar) olarak geçiyor kayıtlara! Batılı emperyalistler anda kendi askerlerini ön cephede savaşa sürmekten kaçınırken,1990 başlarındaki çöküş sonrasında batılı emperyalistlere karşı büyük alan ve nüfuz kayıpları yaşayan Rusya bu kayıplarını gidermek için kendi askerini de doğrudan ön cephede de savaşa sokmaktan çekinmiyor. Suriye’deki ve Ukrayna’daki savaşta bunu yaşadık, yaşıyoruz. Emperyalistler arasında Dünya’yı yeniden paylaşım dalaşının damgasını vurduğu, genel karakterini belirlediği bu savaşlarda yer alan, sahada doğrudan savaşan yerel güçlerin her biri bu savaşlarda kendi amaçlarına sahip. Kimi Rojava’da PYD/YPG’nin savaşında olduğu gibi haklı bir dava için savaş yürütüyor. Kimi İran ve Türk hakim sınıflarının yaptığı gibi, alanda kendi egemenlik alanlarını korumak ve genişletmek, kurulacak kurtlar sofrasında pazarlıklarda elini güç- lendirmek için savaş yürütüyor. Kimi Esad rejimi gibi tehdit altında olan iktidarını korumak için savaş yürütüyor. Kimi DAİŞ gibi, selefi bir Dünya İslam devleti kurma adına savaş yürütüyor. Bölgede halklar ulusal -etnik, dinsel-mezhepsel fay hatları boyunca bölünmüş durumda. Hem bölge devletlerinde egemen sınıflar, hem de emperyalistler halklar arasındaki bölünmeyi ve çelişkileri tepe tepe kullanıyor. Yürüyen ve özü emperyalist yeniden paylaşım olan savaş halklara ölüm, yıkım, halklar arasında daha fazla düşmanlık ve emperyalist güçlere daha fazla müdahale fırsatı sunmayı getiriyor beraberinde. Rojava’da olduğu gibi bu savaşta haklı bir dava için savaşanlar, verili güç dengesinde, savaşın genel emperyalist gerici karakterini değiştirmiyor. Görev bu bağlamda hem dünya çapında, hem tek tek ülkelerde güçlü bir Barış Hareketi yaratmak, anda temsilci savaşları olarak yürüyen emperyalist, gerici, yeniden paylaşım savaşlarının derhal durdurulmasını, bütün işgalci güçlerin savaş yürüyen alanlardan tüm güçlerini derhal geri çekmesi talebini işçi sınıfı ve emekçilerin genel talebi haline getirmek için çalışmaktır. Bu yapılırken şu hiç unutulmamalı ve unutturulmamalıdır: Emperyalist ve gerici savaşlar, emperyalist sistemin olmazsa olmazıdır. Emperyalizm var olduğu sürece, savaşlar ve emperyalist güçler arası Dünya Savaşı tehlikesi var olacaktır. Emperyalizmin egemen olduğu bir dünyada, en güçlü barış hareketi bile, en iyi halde şu veya bu savaşı engelleyebilir, bir Dünya savaşını belli bir süre erteleyebilir. Fakat bir bütün olarak savaşları engellemenin bir tek yolu, bir tek alternatifi vardır: Emperyalist sistemi Proleter Dünya Devrimi yoluyla yerle bir etmek; işçi sınıfı ve emekçilerin kendi iktidarlarını, sosyalizmi kurmak. Yeni sömürüsüz bir dünyayı yaratmak! En Büyük Terörist Kim? 2016 yılı emperyalistlerin ellerindeki bütün iletişim araçlarını kullanarak yarattığı bir algının yılı olarak geçecek tarihe: İslamcı terörizm tarafından tehdit edilen “batının evrensel insani değerleri” ve “batının özgürlükçü yaşam tarzı.” Bu tehdit karşısında “Terörizme karşı topyekün mücadele” yılı! Olan nedir? Soğuk savaş yıllarında “Komünizme Karşı Mücadele” adına başta ABD emperyalistleri olmak üzere batılı emperyalistler tarafından “Komünizme karşı özgürlük savaşçıları” olarak desteklenen, güçlendirilen selefi Sünni cihatçı kimi grupların kontrolden çimde gerçekleştirilmesidir. Emperyalist terörizmin insanlık düşmanlığı, onun verdiği zararlar açısından karşılaştırıldığında, IŞİD emperyalistler yanında küçücük bir çırak kalır. Bugün kuşkusuz dünyanın en büyük teröristleri emperyalistler, en başta da emperyalist büyük güçlerdir. Biz hangi ideoloji temelinde olursa olsun, hangi amaç adına yapıldığı söylenirse söylensin kör, halka yönelik terör eylemlerine, bu anlamda terörizme karşıyız. Terörizme karşı mücadelemiz fakat öncelikle terörizmin yaratıcısı olan emekçi düşmanı, sömürücü, kapitalist–emperyalist sisteme karşı mücadeledir. Emperyalizm açısından terör ve terörizm kendi kontrolünde olmayan her türlü şiddet eylemidir. Bu emperyalistlerin en büyük teröristler olduğunu gizleyen bir yaklaşımdır. Dünyada Genel Eğilim 2016 yılı, tarihte Dünya’da genel eğilimin gericilik, milliyetçilik, ırkçılık, faşizm yönünde evrimlendiği bir yıl olarak anılacaktır. Demokrasinin beşiği olarak anılan Avrupa’da temel program maddeleri “Avrupa’nın İslamlaştırılmasına!” karşı,”Batının Hıristiyan kültür değerlerini savunma”, “Mülteci istilası tehlikesine karşı” çıkma olan partiler ve akımlar önemli bir siyasi güç haline geldiler. (Almanya’da AFD, Hollanda’da “Özgürlük Partisi”, Fransa’da Marine Le Pen’in “Ulusal Cephesi”, Avusturya’nın FPÖ’sü vb) Kimi AB üyesi ülkede (Macaristan, Polonya) açık faşist partiler iktidara geldi veya iktidardaki yerini güçlendirdi. Avrupa Birleşik Devletleri hayali şimdilik başka bahara ertelendi. İngiltere’de AB’den çıkış referandumunu milliyetçi temelde “çıkış” yanlıları kazandı. ABD’de çok açık ırkçı ve seksist söylemleri ile öne çıkan milyarder Trump Başkan seçildi. Türkiye gibi faşist ülkelerde, faşizmi koyulaştırma anlamına gelen gelişmeler yaşandı. Bütün bu gelişmelerde ortaya çıkan, toplumlarda verili yerleşik sistem ve onun siyasi elitlerine karşı bir hoşnutsuzluğun varlığı ve bu hoşnutsuzluğun egemenler tarafından ırkçılığın, milliyetçiliğin, faşizmin potasında eritilebilmesi olgusudur. Buradaki temel sorun, devrimci sol güçlerin toplumda marjinal konumda olmasıdır. Özel olarak devrimci sol, genel olarak sol, gelinen yerde sistemden hoşnut olmayanlara sistem dışı bir alternatif sunma durumunda değildir. Sonuç devrimci sol açısından yer yer sınıftan, kitleden kopuk öncü eylemlerle kendini daha da tecrit etmek, ya da sağa kaymak, reformcu legalizm batağında debelenmek oluyor. Solun gündem çıkması ve sonuçta bütün Dünya’da selefi Sünni bir şeriat düzeni kurma hedefi ile kendi savaşlarını yürütmeye başlaması. Yine başta ABD olmak üzere batılı emperyalistlerin 2000’li yılların başında Irak’ta faşist Saddam rejimini devirerek Irak’a demokrasi getirme iddiası ile yürüttükleri emperyalist işgalin sonrasında kendini iktidar dışında ve ezilen konumda bulan Baas Partisi’nin Sünni elitinin işgale karşı direnişinin cihatçılarla birleşmesi. Şimdi DAİŞ/IŞİD/İslam Devleti adları altında “batının özgürlükçü, insan haklarına dayalı, demokratik değerleri”nin baş düşmanı ilan edilen örgüt, gerçekte batılı emperyalistlerin siyasetlerinin sonucu olarak ortaya çıkmış, emperyalizmin kendi yarattığı bir canavardır. Bu canavar kontrolden çıkmıştır. Fakat onun Dünya çapında “Selefi İslam Devleti”iddiası gerçek hayatta karşılığı olmayan boş bir iddiadan öte bir şey değildir. Fakat bu iddia bile, modern iletişim araçları üzerinden yapılan yoğun propagandanın da sayesinde, sistem içinde geleceği olmayan ve bir arayış içinde olan Müslüman gençlerin bir bölümü için çekici olabilmektedir. Cihat sırasında “şehit” düşmek ve cennete gitmek inancı, birçok genç Müslümanı emperyalist metropollerde de Allah yolunda intihar eylemcisi yapabilmektedir. Kendi iktidar alanında kafa kesmeler, insanları diri diri gömüp, diri diri yakmalar vb. emperyalist metropollerde yapılan intihar eylemleriyle birleştiğinde, ortaya bir öcü çıkmaktadır. Bu IŞİD öcüsü objektif olarak bütün emperyalist ve gerici güçler için kullanışlı bir araç olarak işlev görmektedir. IŞİD bütün emperyalist ve gerici güçlerin özel olarak Suriye’deki, Irak’taki, Ortadoğu’daki, Kuzey Afrika’daki savaşlara “Terörizme karşı mücadele” adı altında doğrudan müdahalesinin hoş gelmiş gerekçesidir! Bütün emperyalist ülkelerde IŞİD’e, “İslamcı terörizme karşı mücadele”, içte güvenliği sağlama adına faşizmin geliştirilmesinin, yerli ırkçlığın azdırılmasının, İslamofobya temelinde ülke halklarının kendi burjuvazisi etrafında birleştirilmesinin, sınıf mücadelesinin “terörizme karşı ortak mücadele” adına ötelenmesinin gerekçesidir. Evet, IŞİD terörist bir örgüttür. O iktidar alanlarında kendine karşı olanları en ilkel terör yöntemleri ile katletmekte ve bunu en modern medya üzerinden yayarak kendini güçlü göstermeye çalışmaktadır. Fakat IŞİD’e karşı ”terörizme karşı mücadele” adı altında savaş yürüten emperyalist güçlerin kendileri de teröristtir. Onları IŞİD’den ayıran, onların terörizmin çok daha rafine yöntemlerle, çok daha güçlü bir bi- 5 gündem Biz tabii ki gerçek ve kalıcı bir barışın, sömürü sistemlerinde mümkün olmadığını biliyoruz. Bunu hep söyledik, söyleyeceğiz. Gerçek ve kalıcı barış için mücadelenin işçiemekçi iktidarı mücadelesi olduğunu hep yeniden anlatacağız. Bu fakat anda yürüyen ve halkların çıkarına olmayan somut bir savaşın durdurulması için, silahların susturulması için, geçici barış için mücadelenin engeli değil. zaten reformist kesimleri açısından ise sosyal demokrasinin en sağına kadar kaymak, yer yer halkın “haklı kaygılarını dikkate almak” adına faşist ırkçı söylemlerle güya halkı faşizme kaymaktan, onlara destek olmaktan kurtarmaya çalışmak oluyor! Bu tip bir antifaşist, anti ırkçı “mücadele”nin halkın faşizmin orjinaline yönelmesinden başka sonuç vermemesi anlaşılır bir şeydir. Bu bağlamda yapılması gereken solun kötülerin arasında daha az kötü olanın peşine takılma siyasetinden köklü olarak kopması; solun, halkın iki kötü arasında tercih yapmak zorunda olmadığını halka göstermesi, kendi öz siyaseti ile ortaya çıkmasıdır. Burada da en büyük görev tabii devrimci olan sol güçlere, en başta da komünistlere düşmektedir. Bugün doğru komünist pozisyonların henüz halka yeterince ulaşmadığı, halkın büyük çoğunluğunun antikomünist pozisyonlarda olduğu açıktır. Bu fakat doğrunun bugün savunulmaması anlamına gelmez, gelmemelidir. Bu görüşlerin halkın görüşleri haline gelmesi için her fırsat kullanılmak zorunda, farkımız her fırsatta gösterilmek zorundadır. 6 Yurtta Savaş, Dünyada Savaş! Ülkelerimizde de 2016 yılı halklarımız açısından en berbat yıllardan biri oldu. Kuzey Kürdistan’da savaş binlerce cana mal oldu; binlerce insanımız yaralandı, onbinlerce Kürt emekçisi yerinden, yurdundan oldu. Şırnak gibi kimi Kürt şehirleri “PKK terörizmine karşı mücadele” adına faşist devlet güçlerince yerle bir edildi. Savaş Türk devleti tarafından Suriye’ye de taşındı. Türk Ordusu, öncelikli olarak Suriye olan bütün sınır hattı boyunca PYD-YPG’nin denetiminde bir özerk bölgenin oluşmasını, Afrin ile Kobane arasındaki koridorun PYD-YPG güçleri tarafından kapatılmasını önlemek amacıyla Suriye’ye girdi. “Fırat Kalkanı” adı altında yürütülen ve hâlâ süren açık işgal harekatı için “DAİŞ’e karşı savaş” bahane oldu, oluyor. Türk Ordusu’nun Suriye’deki savaşa doğrudan katılması, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de de savaşın daha da yükseltilmesi anlamına geldi, geliyor. İçte ve dışta savaşın hem mali, hem siyasi yükleri halkın sırtına biniyor. İçte Türk milliyetçiliği ve ırkçılık körükleniyor. İşçi ve emekçi hareketi savaş içinde “milli çıkarlar birliği” adı altında burjuvazinin kuyruğuna takılabiliyor. Kimi büyük şehirlerde gerçekleşen, bir bölümü IŞİD, bir bölümü PKK veya TAK adına yapılan bombalı saldırılar da işçi hareketi açısından olumsuz bir rol oynuyor. Milliyetçilik temelinde burjuvazinin saflarında yer alma çağrıları Türk olan emekçiler arasında karşılığını buluyor. AKP/Erdoğan önderliğinde Türk devleti, 2016’da çok açık olarak “Kürt sorununu, İmralı/Kandil/HDP görüşmeleri üzerinden, PKK’nin Türkiye’de silah bırakmasını sağlama yoluyla çözme” siyasetinden, yeniden askeri çözüm, “PKK’yi yok etme”, “Son terörist temizlenene kadar savaşı sürdürme” siyasetine geçtiğini gösterdi. Savaş içte barıştan, demokrasiden yana tavır takınan tüm güçlere karşı da faşist terörün arttırılması anlamına geldi, geliyor. Bugün süren savaş, bu savaşı sürdürmeye yönelik eylemler ve söylemler, -bunlar devrimci niyetlerle yapılmış ve söylenmiş olsa bile- halklara, ezilenlere acı ve yıkımdan başka bir şey getirmiyor, halkların birbirine düşman edilmesinden başka bir işe yaramıyor. Bu yüzden bugün ülkelerimizde süren savaşın derhal durdurulması, savaşı sürdürmek için bahane edilen eylemlerin derhal durdurulması halkların çıkarınadır. Bugün savaşa karşı Barış Cephesi’nin inşası en acil görevdir. “Barış hemen şimdi!”, “Silahlar sussun, siyaset konuşsun!” asgari müştereği temelinde barış isteyen herkes sesini yükseltmelidir. Biz tabii ki gerçek ve kalıcı bir barışın, sömürü sistemlerinde mümkün olmadığını biliyoruz. Bunu hep söyledik, söyleyeceğiz. Gerçek ve kalıcı barış için mücadelenin işçi-emekçi iktidarı mücadelesi olduğunu hep yeniden anlatacağız. Bu fakat anda yürüyen ve halkların çıkarına olmayan somut bir savaşın durdu- 15 Temmuz Darbe Girişimi Ve Sonrası 2016 yılı bunun yanında, ülkelerimizdeki hastalıklı siyasi bölünmenin daha da keskinleştiği bir yıl oldu. Bir yanda R.T. Erdoğan’ı Türkiye’ye gelmiş, Allahın lütfu olarak gören, onun için ölümü bile göze almaya hazır kesin inançlı bir kesim, onun karşısında R.T. Erdoğan’ı bu memleketin başına gelmiş en büyük kötülük olarak gören ve ne ve nasıl olursa olsun onun devrilmesi gerektiğini savunan bir başka kesin inançlı kesim. Devrimci kesimi de dahil olmak üzere solun çok büyük bölümü bu bölünmede ikinci kesim içinde yer aldı, alıyor. Bu hastalıklı bölünme temelinde 15 Temmuz’da doğrudan bir askeri darbe girişimi yaşadık. Askeri darbe girişiminin yanlış çıkan temel hesabı, anti Tayyip cephesinin büyük bölümünün R.T. Erdoğan’a ve AKP hükümetine karşı girişilecek bir askeri darbe girişimine karşı çıkmayacağı, çoğunun hatta destek vereceği üzerine kurulu idi. Bunun açık belgesi, darbe gecesi kısa bir süre darbeciler tarafından işgal edilen TRT spikerine silah zoru ile okutulan “Yurtta Sulh Konseyi” imzalı darbe bildirisidir. Bu bildiri anti Tayyip cephesinin tüm unsurlarının RTE’ye yönelttiği bütün suçlamaları içeren bir bildiridir. Askeri bir yönetimin idareye el koyması açıklaması dışında tüm anti Tayyip cephesinin ortak manifestosudur darbe bildirisi. 15 Temmuz darbecilerinin ikinci yanlış hesabı, halkın RTE’ci kesiminin, öncelikle de tabii AKP örgütünün tavrı ile ilgilidir. AKP, yaşananın bir askeri darbe girişimi olduğunu anladığı andan itibaren halkı bu darbeyi önlemek için sokağa çağırdı. Bu, darbeler konusunda oldukça zengin bir deneyime sahip olan Kuzey Kürdistan/Türkiye açısından yeni olan bir şeydi. Bu ‘yeni’lik darbeyi başarısız kılan ve doğrudan darbeciler dışında, darbeyi desteklemesi hesabı yapılan anti Tayyip cephesi unsurlarını da darbeye karşı tavır almaya iten temel olgudur. Bunun yanında darbecilerin darbe planlarını planladıkları zamanda uygulayamamış olması, darbenin başlangıcını öne çekmek zorunda kalmaları, darbenin emir komuta zinciri içinde olmadığının çok erken olarak ortaya çıkması, ordunun Kemalist kesiminin esasının darbede yer almaması vb. gibi birçok etken, darbenin başarısızlığında rol oynadı. Olağan Halimiz: Olağanüstü Hal! Alışmayacağız! R.T. Erdoğan 15 Temmuz darbe girişimini, kendi/ AKP iktidarını bir dönem paylaştığı Fethullah örgütüne karşı, 2010 sonlarından itibaren başlayan iktidar savaşında kesin darbeyi vurmak, bu örgütün devletin çeşitli kurumları içindeki örgütlenmesini çökertmek için “Allahın bir lütfu”, “Şer içindeki iyilik” olarak değerlendirdi. 21 Temmuz’da, mecliste MHP ve CHP’nin de desteğiyle üç aylığına olağanüstü hal ilan edildi. Hükümete Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetme yetkisi verildi. Bu yetkiyi Erdoğan/AKP hükümeti tepe tepe, sınırları sonuna kadar zorlayarak kullanıyor. Anda Kuzey Kürdistan/Türkiye’de olağan olan, olağanüstü hal. Bunun uygulaması, aslında hükümetin keyfince istediği bütün kararları, Anayasa Mahkemesi’ne de taşınamayacak olan, kanun hükmünde karar olarak çıkarıp, kullanması biçiminde oluyor. Artık faşizm olağanüstü hal adı altında, minareyi kılıfa geçirme ihtiyacı duyulmadan, gayet etkin, hızlı ve yoğunlaştırılmış bir biçimde uygulanıyor. 15 Temmuz’dan bu yana devletteki görevlerinden uzaklaştırılmış olanların toplam sayısı 200 bine yaklaşıyor. Tutuklananların sayısı 50 bine yaklaşıyor. Tutuklanmış olanların bir bölümü bir süre sonra serbest bırakıldı, bırakılıyor. 15 Temmuz tutuklu sayısı resmi rakamlara göre hâlâ 40 bine yakın. Buna son dönemde artan bir biçimde HDP’den tutuklananlar ekleniyor. Devletteki görevinden alınanların bir bölümü görevlerine iade edildi, ediliyor. Fakat yine resmi rakamlara göre hâlâ 140 bine yakın devlet görevlisi görevinden alınmış durumda. Bunun yanında Fethullahçı olduğu gerekçesiyle, ya da PKK’ye destek verdikleri gerekçesiyle herkes her an –basit bir ihbar temelinde– gözaltına alınabilir. Ülkelerimizde anda tam bir korku imparatorluğu kurulmuş durumda. Devlet İçişleri Bakanı’nın ağzından, İstanbul’da gerçekleşen bir bombalı eylem ertesinde, resmen ve alenen “intikam” alınacağı açıklaması yapıyor. Cumhurbaşkanı üst üste yaptığı her toplantıda halka gammazlık yapması çağrısında bulunuyor. Olağanüstü hal olağanlaştırılmaya çalışılıyor. Alışmamız isteniyor. Alışmayacağız. gündem rulması için, silahların susturulması için, geçici barış için mücadelenin engeli değil. 7 gündem Bugün olağanüstü halin kalkması için mümkün olan en geniş mücadele birliğinin sağlanması en önemli güncel görevlerden biri. Bu mücadelede fakat sol kendi bağımsız siyaseti ile ortaya çıkmalı, egemenler arasındaki iktidar dalaşında bir tarafın kuyruğu haline gelmemeye dikkat etmelidir. 8 Şu Başkanlık Ve Anayasa Değişikliği Meselesi Böyle bir cadı kazanı ortamında bir de başkanlık tartışmaları sürüyor. 15 Temmuz ertesinde, Kürt sorununda kendi siyaseti uygulanan Bahçeli MHP’si inisiyatif alarak andaki fiili durumun Anayasa’ya kaydından yana olduğunu açıkladı. Andaki fiili durum, aslında cumhurbaşkanının olağanüstü yetkilerle Anayasal olarak donatılmış olduğu, sonuçta cumhurbaşkanının istediği zaman kabineyi kendi başkanlığında toplama yetkisi olduğu, parlamenter sistemden çok başkanlık sistemine yakın olan alaturka bir sistemdir. Büyük yetkilerine rağmen, siyaseti belirleyen konumuna rağmen, cumhurbaşkanı siyaseten sorumsuzdur. Yalnızca vatan hainliği suçlaması ile meclisin 5/4’nün oyuyla yüce divana gönderilebilir. Şimdi AKP/MHP cumhurbaşkanlığı sistemi adı altında alaturka bir başkanlık sistemini öngören bir Anayasa taslağı konusunda anlaştılar. AKP bu taslağı 316 milletvekilinin tamamının önceden boş kağıda atılmış imzalarıyla meclis başkanlığına sundu. Önümüzdeki dönemde mecliste önce komisyonda, sonra meclis genel kurulunda taktik savaşları, kavgalar yaşayacağız. AKP, bu değişiklik önerisini mümkün olan en kısa zamanda meclis oyuna sunmak için elinden gelen her şeyi yapacak. CHP ve HDP –daha doğrusu HDP’nin mecliste kalmasına şimdilik göz yumulan kesimi– bu Anayasa taslağının meclisten geçmesini engellemek için elinden gelen her şeyi yapacak. Sonuçta fakat bu taslak meclis oyuna sunulacak. Eğer 330–367 arası oyla meclisten geçerse, halk oyuna sunulması Anayasal zorunluluk. Görünen bu taslağın, belki kimi ufak tefek değişikliklerle, 330’u aşan bir oya ulaşacağı. Eğer bu olasılık gerçekleşirse, 2017’de bir referandum gündeme gelecek. Referandumun olağanüstü hal şartlarında halk oyuna sunulması, onun meşruiyetini daha da sorgulanır hale getirir. Bu nedenle referandum öncesinde olağanüstü halin kaldırılması muhtemeldir. Referandumda halka veba ile kolera arasında bir seçim yapması istenecektir. Evet, var olan faşist Anayasa’nın, faşist özüne hiç dokunmadan, içine cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş konusunda yapılan değişikliklerin eklenmesine evet demek anlamına gelecektir. Hayır, var olan faşist Anayasa’nın olduğu biçimiyle kalmasından yana oy kullanmak anlamına gelecektir. Andaki durumun olduğu gibi sürmesinden yanayım anlamına gelecektir. Bu ikisi de işçiler, emekçiler açısından tercih olamaz. Doğru tutum referandumu boykot etmektir. Bizim tercihimiz, 12 Eylül Anayasası’nın tümüyle çöpe atılması temelinde yapılacak yepyeni bir Anayasa’dır. T.C.’nin çok uluslu bir devlet olduğu gerçeğini temel alan, bireyin devlete karşı haklarını koruyan, devleti özgür eşit vatandaşlarının bir hizmet aracı olarak gören, bütün önemli konularda halk oylamalarını öngören, yerelden yönetim ilkesini temel alan demokratik bir Anayasa. Ancak böyle bir Anayasa tüm uluslardan ve milliyetlerden kadın ve erkek işçi emekçilerin çıkarına uygun “Evet”i hak eden bir Anayasa olabilir. Böyle bir Anayasa er geç gelecektir ülkelerimize. Böyle bir Anayasa bütün uluslar ve milliyetlerden işçilerin köylülerin devrimle kazanacağı kendi iktidarlarında, onların elleriyle gelecektir. Bunun için çalışmaktır görev. Bunun için aydınlanmak, aydınlatmak, örgütlenmek, örgütlemektir görev. Evet, bugün devrimci durum yok. Gün kötü. Karanlık. Fakat eğer yarınki günün, günlerin aydınlık olmasını istiyorsak, bugünden devrim için çalışmayı, örgütlenme, örgütlemeyi bütün çalışmanın merkezine koymamız gerek. Ekim Devrimi’nin 100. yılına girmiş olacağız bu yazıyı okuduğunuzda. O devrim ki, bundan yüzyıl önce emperyalist bir Dünya’ya mahkûm olmadığımızı, başka bir Dünya’nın mümkün olduğunu, o başka Dünya’nın işçi sınıfı önderliğinde devrimle kurulabileceğini gösterdi. Görev o devrimin derslerinden öğrenerek, o dersleri bugünün dünyasını değiştirme mücadelesinde silah haline getirmektir. Emperyalist barbarlık içinde çöküşün alternatifi var: Sosyalizm! 20.12.2016 güncel FAŞİZME KARŞI NASIL MÜCADELE EDİLMELİ? Emek ve Demokrasi Güçlerinin 5 Kasım Cumartesi günü İstanbul’da yaptıkları basın toplantısında okunan ortak metni, içinde bu yazıda eleştirdiğimiz, katılmadığımız noktalar olmasına rağmen imza atmamız yanlış olmuştur. F aşist devletin ve onu anda yöneten RT Erdoğan ve AKP iktidarının dizginsiz bir şekilde uyguladıkları faşizme karşı; sendikaların, sol siyasi partilerin, devrimci, demokrat kurumların çeşitli eylembirlikleri, cephe oluşturma çalışmaları sürmekte, saldırılara karşı çeşitli eylemler gerçekleştirilmektedir. Emek ve Demokrasi Güçleri, Demokrasi İçin Birlik, Emek ve Demokrasi İçin Güçbirliği vb. bu çalışmalardan bazılarıdır. Bu çalışmalarda, yapılan açıklamalarda, yapılan eylemlerde faşizme karşı nasıl mücadele edilemeyeceğinin örnekleri sergilenmektedir. Meslek örgütleri, sol siyasi partiler, devrimci kurumlar, dergiler, demokratik kurumlar, 5 Kasım Cumartesi günü İstanbul Taksim’de Makine Mühendisleri Odası Konferans Salonunda yaptıkları ortak basın toplantısında ortak hareket edeceklerini kamuoyuna duyurdular. Basın toplantısında okunan ortak metni içinde katılmadığımız noktalar olmasına rağmen biz de imzaladık. Bu ortak metinde yanlış bulduğumuz şu noktalar var: *“Tek adam rejiminin inşasına tanık olmaktayız. Ülkemiz, tam bir saray darbesi yaşamaktadır.” „AKP/ Saray rejimi” „Tek bir adamın etrafında kümelenmiş bir çıkar örgütünün geleceği adına ülkemizin felaketle sonuçlanacak bir iç savaşa sürüklenmesine izin vermeyeceğiz.” Kuzey Kürdistan Türkiye’de faşizme karşı mücadele „Saray diktatörlüğü“ne, „AKP/Saray rejimine“, „Tek bir adamın etrafında kümelenmiş bir çıkar örgütüne“ karşı mücadele olarak görülüp, gösterilmekte, daraltılmaktadır. Bu yaklaşımla „AKP/Saray rejimi“ içinde olmayan tüm güçler objektif olarak antifaşist cephenin unsurları olarak görülüp, gösterilmektedir. Biz bu tavrı yanlış buluyoruz. Ülkelerimizde bugün faşizme karşı mücadelenin sivri ucu tabii ki öncelikle AKP iktidarına yöneltilmelidir. Ancak faşizm AKP iktidarından ibaret değildir. Fethullahçılar da, ulusalcı Kemalistler de, siyasi örgüt olarak, kurum olarak CHP de, MHP de faşisttirler. T.C devleti genlerinde faşizm olan bir devlettir. Faşizme karşı mücadele bütün kurumları ile faşist devlete, bütün faşist güçlere karşı mücadele olarak kavranıp öyle yürütülmelidir. Böyle yürütülmeyen bir antifaşist mücadelenin yedeği olmayacağız. Antifaşist mücadelenin iktidar hedefi antifaşist cephe hükümetidir. Cephe hükümeti CHP’ni, Fetocuları vs. kapsayacak bir iktidar olarak düşünülemez. Biz bir ortak açıklama metninde, açıkça bizim çizgimizin egemen olmasını sağlayacak durumda, güç- 9 güncel 10 te değiliz. Belli tavizler verebiliriz. Fakat bu tavizler antifaşist mücadeleyi AKP iktidarına karşı mücadeleyle sınırlayan bir mücadele anlayışını içeren bir ortak açıklamaya imza atmaya kadar ilerletilemez. Bu işçilere emekçilere bizim dışımızdaki bütün sol güçlerin verdiği yanlış bilinç verme işine bizim de katılmamız anlamına gelir. Ortak açıklama metninde bir yeni rejimden söz edilmektedir. Sanki Türkiye’de faşizm yeni geliyormuş ve faşizm yalnızca “AKP/Saray rejimi” diye adlandırılan rejimin işi imiş gibi gösterilmektedir. Bu metinde verilen mesaj batı ülkelerinin medyasında egemen olan, Fethullahçıların, Türkiye’de dışımızdaki solun da yaratılmasında küçümsenmeyecek rol oynadığı algının tekrarıdır: Türkiye’de demokrasiden faşizme, çok partili parlamenter rejimden “tek adam diktatörlüğüne” geçiliyor. Bu algı yanlıştır. Kuzey Kürdistan Türkiye’de son saldırılar öncesinde de hüküm süren rejim faşizmdi; bugün de faşizmdir. Bugün olan bir darbe girişimi ertesinde darbe ile devrilmeye çalışılan siyasi iktidarın tehdit altında gördüğü ve tehdit altında olan iktidarını pekiştirmek amacıyla faşizmi koyulaştırmasıdır. Biz tabii ki buna karşı mücadele edeceğiz, ediyoruz. Fakat bu mücadele yanlış algı yaratacak biçimde yürütülmemelidir. Bugün olanların “Saray darbesi” olarak adlandırılması, aslında 15 Temmuz’da yaşananın “Saray” tarafından sahnelenen bir tiyatro olduğu, asıl bugün yaşananın gerçek darbe olduğu düşüncesi ve tezinin devamıdır. AKP iktidarı darbe yapmıyor. Yaptığı faşizmin, elindeki yasal yetki ve araçları sonuna kadar zorlayarak kullanılması yoluyla, koyulaştırmasıdır. Burada içte ve dışta savaş içinde bulunan faşist bir devletin siyasetidir söz konusu olan. Eğer biz buna darbe diyeceksek, aslında geriye doğru atılan her siyasi adımı ve edimi darbe olarak adlandırmamız gerekir. O zaman örneğin Fransa’da olağanüstü hal ilan edilmesi; ABD de olağanüstü hal ilan edilme- si vb.ni de darbe olarak adlandırmamız gerekir. Bu yanlış olur. Gerçek bir darbenin relative edilmesi anlamına gelir. Zaten genelde bizim dışımızdaki solun yaptığı da budur. Buna ortak olmak zorunda değiliz. Ajitasyon yaparken de biz verilen bilincin yanlış olmamasına dikkat etmek zorundayız. Öyle bir hava yaratılıyor ki, sanki darbe olmasa, faşizmin koyulaştırılmasına karşı mücadele meşru olmayacak! “15 Temmuz darbe girişimini fırsata çeviren AKP Saray Rejimi, OHAL ve KHK’lar aracılığıyla kendi darbesini örgütlüyor.” “Yapılan fiili bir darbedir. Ve darbeye karşı direnmek meşrudur, haktır .” Aslında denmesi gereken faşizme, faşizmin koyulaştırılmasına karşı mücadele görevdir, haktır, meşrudur .. vb. dir. Emek ve Demokrasi Güçlerinin 5 Kasım Cumartesi günü İstanbul’da yaptıkları basın toplantısında okunan ortak metni, içinde bu yazıda eleştirdiğimiz, katılmadığımız noktalar olmasına rağmen imza atmamız yanlış olmuştur. Biz şu tavrı takındık: “Ortak açıklamanın içeriğinde katılmadığımız noktalar olsa da, faşizme karşı ortak duruşu, mücadeleyi önemsediğimiz ve doğru bulduğumuz için girişime katıldık ve ortak metni imzaladık.” Ortak duruşu, mücadeleyi önemsemenin yolu, yanlış bir ortak açıklamaya imza atmak olmamalıdır. Yanlış bulduğumuz bir metne imza atmadan da, yürüyen mücadelelere kendi doğru çizgimiz temelinde katılıp, destek verebiliriz. Veriyoruz da. Emek ve Demokrasi Güçlerinin 5 Kasım’da kamuoyuna deklere ettiği ortak açıklama metninden, yazıda belirttiğimiz nedenlerden dolayı imzamızı geri çekiyoruz. Faşizme, faşist saldırılara karşı yapılacak eylemlere kendi gücümüz ölçüsünde, doğru bulduğumuz görüşler temelinde katılacağız. 15.11.2016 Devrim, Devrimci Şiddet Olmaksızın Mümkün Değildir! “Devrim yapmak ziyafet vermeye, yazı yazmaya, resim yapmaya, ya da nakış işlemeye benzemez; o kadar zarif, o kadar sakin ve yumuşak, o kadar ılımlı, uysal, kibar, ölçülü ve alicenap olamaz. Devrim bir ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet hareketedir.” diyor Mao Zedung ilk yazılarından biri olan “Hunan’daki Köylü Haraketi İle İlgili Araştırma Üzerine Rapor” başlıklı yazısında. (“Seçme Eserler, cilt I”, Mao Zedung, s. 29, Aydınlık Yayınları, Ekim 1976 İstanbul) Aslında bu yalnızca proletaryanın önderliğindeki devrimler için değil, istisnasız tüm devrimler için geçerli olan bir tespittir. Bütün devrimlerin ilk ve temel sorunu devlet iktidarı sorunu, var olan devlet iktidarının yıkılması sorunudur. Devletin kendisi sonuçta bir sınıfın iktidarının, bu iktidarı sürdürmek için örgütlenmiş şiddetidir. Devlet iktidarda olan sınıf adına “şiddet tekeli”ni elinde tutar. Ve egemen sınıf, iktidarını tehdit eden güçlere karşı devlet şiddetini acımasızca kullanır. Devlet iktidarını elinde tutan bir sınıfın, bu iktidarı bir başka sınıfa barış içinde terk ettiği görülmemiştir. Bunun tarihte bir tek örneği yoktur. Egemen sınıf sonuçta şiddete dayalı iktidarını elinde tutmak için her şeyi yapar. O iktidarı yıkmak için şiddet –onun kullanılış biçimlerinden bağımsız olarak– tek yoldur. Şiddetsiz devrim olmaz. Bütün insanlık tarihinin bize gösterdiği yalın bir gerçektir bu. Bütün devrimler için geçerli olan bu gerçeğin kavranması, ilkede kendinden önceki bütün devrimlerden farklı olan proletarya önderliğindeki devrimler için çok daha hayati önemdedir. Çünkü proletarya önderliğindeki demokratik ve sosyalist devrimler bir sömürücü sınıf iktidarının, bir başka sömürücü sınıf tarafından alaşağı edildiği, sonuçta sömürü sisteminin bir başka biçiminin eskisinin yerini aldığı devrimlere benzemez. Proletarya önderliğindeki devrimler bir bütün olarak sömürü sistemini ortadan kaldırmaya giden yolu açan devrimlerdir. Proletar- güncel MÜCADELE BİÇİMLERİ VE DEVRİMCİ ŞİDDET Devrimcilik adına gerçekleştirilen silahlı eylemlerin bir bölümü “intikam eylemi” olarak değerlendirilmekte, intikam bu eylemlerin gerekçesi olarak ileri sürülebilmektedir. İntikam aslında kendine sosyalist, komünist, devrimci diyenlerin eylem gerekçesi olamaz, olmamalıdır. İntikam insanlığın en ilkel, içgüdüsel tepkilerinden biridir. “Göze göz, dişe diş” anlayışı, intikam anlayışı bütün dinlerin temelinde yatan bir ilkelliktir. Devrimciler intikamcı değildir. İntikamı savunmazlar. İntikam amacıyla eylem yapmazlar. Devrimcilerin eyleminin çıkış noktası, işçi ve emekçi kitleleri devrime yakınlaştırmaktır. ya önderliğindeki devrimler, kendilerinden önceki devrimlerden ayrı olarak, var olan devlet iktidarını ele geçirip, onu kendi sınıf iktidarlarının aracına dönüştüremezler. Proletarya önderliğindeki devrimler öncüllerinden çok daha radikal devrimlerdir. Devrimci Şiddet Nedir? Devrimci şiddet birçok halde aslında mücadele biçimlerinden yalnızca biri olan silahlı mücadele, küçük burjuva çevrelerde de öncelikle “iyi silahlanmış, iyi eğitilmiş öncü güçler”in, devlete karşı silahlı mücadelesi ile eşitlenir. Bu devrimci şiddeti dar bir alan içine sıkıştıran yanlış bir eşitlemedir. Devrimci şiddetin ve şiddet kullanımının çeşitli biçimleri vardır. Devrimcilerin egemen sınıflara, onların devletine karşı yönelen silahlı bir eylemi nasıl devrimci şiddet kullanımının bir biçimi ise, örneğin bir fabrikada, devrimcilerin önderliğinde işçilerin belli taleplerini elde etmek için işi bırakması, grev yapması, grev kırıcılarının çalışmasını engellemesi, fabrika önündeki grev çadırını sökmeye gelen polise karşı silahsız direnişi de devrimci şiddet kullanımıdır. Yüz binlerce işçinin örneğin bir yasayı engelle- 11 güncel 12 mek için sokağa dökülmesi de, doğru bir önderlik altında, devrimci şiddet kullanımıdır. Öncü bir örgütün kendi örgütlü insanları ile siper kazıp, hendek yapıp, o hendekler arkasında o hendekleri kapamak için üzerine gelen egemen sınıfın silahlı güçlerine karşı silahlı mücadele yürütmesi nasıl şiddet kullanımı ise; yüz binlerce insanın egemen sınıfların bu şiddet eylemlerini ezmek için yürüttüğü savaşa karşı çıkmak için silahsız gösterilerde sokağa dökülmesi de şiddet kullanımıdır. Ve biz son olarak Kuzey Kürdistan’da birincisini başarmanın, ikincisini başarmaktan daha kolay olduğunu gördük. Bugünün Kuzey Kürdistan/Türkiye şartlarında yüz binlerin, diyelim ki her hafta sonu, ilk bakışta gayet pasifist görünen “Barış hemen şimdi” temel sloganıyla silahsız kitle eylemleriyle büyük şehirlerin sokaklarına dökülmesi, meydanlarını doldurması, şu ya da bu karakolun örgütlü öncü güçler tarafından bombalanmasından daha devrimci bir eylemdir. Çünkü yüzbinlerin günün sınıf mücadelesi açısından can alıcı sorununda seferber edildiği bir eylemde devrimin gerçek öznesi tarih sahnesindedir. Orada sınıf adına değil, sınıfın kendisinin eylemi söz konusudur. Öncelikli olan bunun başarılmasıdır. Devrimci şiddet ile eşitlenmesi baştan yanlış olan öncünün silahlı eylemleri, her dönemde devrimin gerçek öznesi olan işçi sınıfı ve emekçi yığınların bilinç ve örgütlenme seviyesini yükseltmeye hizmet ediyor mu sorusu temelinde sorgulanmak zorundadır. Eğer buna hizmet etmiyorsa, bu şiddet eylemleri devrimci enerjinin çarçur edilmesidir. Devrimin Öznesi Devrimci şiddet nedir sorusuna cevap verirken önce devrimin öznesi kimdir, nedir sorusuna doğru bir cevap verilmelidir. Kimdir proletarya önderliğindeki devrimin öznesi? Bu öznenin işçi sınıfı ve onun –devrim aşamasına göre değişkenlik gösteren– müttefikleri olduğu konusunda kendisine komünist diyen hemen herkes hemfikir olacaktır. Fakat iş pratik devrimci faaliyete geldiğinde bu hemfikirlik olgusu ortadan kalkar. Yerini birçok halde işçi sınıfı adına hareket eden, başlangıçta –ve birçok halde sonrasında da– işçi sınıfından kopuk “öncü” alır. Neden? Bunun nedeni her toplumda egemen düşüncenin egemen sınıfın düşüncesi olduğu gerçeğinde yatar. Burjuvazinin egemen olduğu bir toplumda işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içinde egemen olan düşünceler burjuvazinin düşünceleridir. İşçi sınıfı, sınıf olarak çıkarı sosyalizmde/komünizmde olmasına rağmen, kendiliğinden sosyalist değildir. Sosyalizm işçi sınıfına sınıf mücadelesi içinde dışarıdan bir öncü örgüt tarafından taşınılmak zorunda olan bir bilimdir. Bu öncü örgüt işçi sınıfının en mücadeleci, ileri, öncü kesimini kendi içinde örgütleyen komünist partisidir. Gerçek bir komünist partisi devrimin öznesinin sömürülen sınıf(lar) olduğunun bilincinde hareket eder. Bu yüzden de onun tüm faaliyeti, her eylemi sınıfın bilincini yükseltmeye, örgütlenmesini ilerletmeye, sınıfı harekete geçirmeye yönelik olmalıdır. Gerçek bir komünist partisi için devrimci şiddet, öncelikle ve esas olarak işçi ve emekçi kitlelerin, ezilen, sömürülen sınıfların kitlesel şiddetidir. Öncü örgütün, kendi örgütsel gücüne dayanarak geliştirdiği şiddet eylemleri –zorunlu olan kendini savunma eylemleri dışta tutulduğunda– ancak sınıfsal harekete ivme kazandıran, onu ilerleten eylemler olduğu ölçüde devrimci şiddet eylemidirler. Sınıf mücadelesinden kopuk, onu ilerletmeyen öncü eylemleri, bu eylemleri yapanlar ne kadar devrimci düşüncelerle ve güdülerle hareket eder olursa olsunlar, ne kadar yiğitçe eylemler olursa olsunlar, devrimci maceracılık sınıflandırmasına girerler. Devrimci enerjinin yanlış bir öncü savaşı anlayışı temelinde yanlış kullanımıdır bu gibi şiddet eylemleri. Nedir yanlış öncü savaşı anlayışı dediğimiz şey? Öncü kendini sınıfın sözcüsü olarak sınıf yerine geçirir. Yaptığı her işi zaten sınıfın çıkarları için yapmaktadır. O halde, sınıf mücadelesinin gerçeği ne olursa olsun, sınıfın bilinç, örgütlenme, mücadele düzeyi ne olursa olsun, öncü sınıf adına devlete karşı savaşa girer. Böyle bir savaşla, Mahir Çayan’ın sözleriyle “oligarşinin bağrı öncü tarafından gümbür gümbür dövülür.” Uyuyan işçi ve emekçiler de, bu savaşta oligarşinin zayıflığını görerek cesaretlenir ve öncüyü destekler. Böyle bir öncü savaşı anlayışı, bütün dünya devrim tarihini yanlış okuyan bir anlayıştır. Sonuçta en iyi halde “Hain tuzaklarda, kan uykularda,vurulduk ey halkım unutma bizi” ağıtlarında; en kötü halde halkın hainliğine edilen küfürlerde konaklar. Evet devrim için devrimci savaş gereklidir. Evet devrimci savaş için onun bir öncü örgütü, bir kurmay heyeti gereklidir. Doğru çizgiye sahip, sınıfın en iyi unsurlarını içinde barındıran bir öncü örgütsüz başarılı bir devrim mümkün değildir. Fakat devrimin öznesi öncü örgüt değil, sınıfın kendisidir. Öncü ör- Yanlış Eylem Çizgisi Temelinde Kimi Başka Yanlışlar Bugün ülkelerimizde yukarıda üzerinde durduğumuz yanlış öncü savaşı anlayışı temelinde yükselen eylem çizgisi yanlıştır. Bu yanlış eylem çizgisi temelinde kimi gurupların gerçekleştirdiği silahlı eylemlerde gerçek anlamda devrimcilikle ilgisi olmayan başka yanlışlar da vardır. Burada bunların bazılarına kısaca dikkat çekelim: Halk İçindeki Çelişmelerin Doğru Çözüm Yönteminden Uzaklaşmalar Kimi eylemlerde halk içindeki çelişmelerin doğru çözüm yönteminin ideolojik mücadele yöntemi olduğu, halk içindeki çelişmelerin çözümünde komünistlerin şiddet kullanımını red etmelerinin, burada gerçek öncüler olarak örnek olmaları gerektiğinin önemi kavranmıyor. Tabii ki halk içindeki çelişmelerde çelişme ideolojik mücadele yolu ile çözülemiyor, sorun aşılamıyorsa, orada idari tedbirler de gündeme gelir. Fakat hiçbir şart altında bu idari tedbir şiddet kullanımına (Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir!) kadar genişletilemez. Burada doğrunun hakim kılınabilmesi için bütün devrimci gurupların şöyle bir ortak açıklama yapması –tabii açıklama yapanların buna harfiyen uyması gerekir– doğru olur: Bizler halk içindeki çelişmelerin çözümünde şiddet kullanılmasını ilke olarak red ediyoruz, şiddet kullananı devrimci çevre içinde barındırmayacağımızı açıklıyoruz. Aslında halk içindeki çelişmelerde ideolojik mücadele yönteminin terk edilmesi kendini birçok örgütün kendi iç ilişkilerinde ve devrimci örgütler arası ilişkide çokça gösteriyor. Bugün KuzeyKürdistan/ Türkiye’deki örgütler somutunda kendi içindeki ideolojik mücadelelerde elini kana bulamayan, kendi içindeki muhalif insanları silahlı şiddet kullanarak tasfiye etmeyen örgüt yok gibidir. Bu ölümcül tasfiyelerde kılıf hazırdır: ‘Karşı devrimci. Partimize karşı tasfiye hareketi içinde yer aldı!’ vs. Sınıf mücadelesinde karşı devrimin devrimci örgütler içine ajanları ile sızmaya çalışması normaldir. Bundan korunmanın yolu, bu konuda kuşku duyulan kişilerin örgüte alınmaması, alındıysa dışlanması, eğer deliller sağlamsa söz konusu kişilerin bütün devrimci çevre içinde açıkça teşhir edilmesidir. “Sol” örgütler arasındaki ilişkilerde de –son dönemde belli düzelmeler olsa da– öldürmelere kadar varan karşılıklı şiddet eylemleri çokça yaşanmıştır, yaşanmaktadır. Şiddet burada haklılığın aracı yapılmaktadır. Bir alanda daha güçlü olan, o alanı başkalarının çalışmasına kapatma hakkını kendinde görmekte, devrimcilik adına, “devrimci şiddet” kullanmaktan çekinmemektedir. Bu bağlamda kullanılan şiddetin devrimci şiddet olmadığı, tersine sol içindeki çatışmaların, şiddet kullanımının yalnızca karşı devrimin işine yaradığı, “Sol”u halktan tecrit etmenin bir aracı olduğu açıktır. Burada yapılması gereken bir tek şey vardır. Kendine devrimci sıfatını yakıştıran bütün partiler, gruplar iki satırlık bir ortak açıklama yapmalıdır ve tabii buna uygun davranmalıdır: Biz devrimciler olarak, grupların kendi içlerindeki ilişkilerde ve gruplar arasındaki ilişkilerde şiddet kullanılmasını ilke olarak red ediyor, şiddet kullananın karşı devrimci bir edim içinde olacağını, onu devrimci çevreden dışlayacağımızı ilan ediyoruz. İstenmeyen “Sivil Kayıplar” Sorunu Günümüzde yanlış öncü savaşı anlayışı temelinde gerçekleştirilen bir dizi silahlı eylemin aslında kim tarafından yapıldığını en baştan anlamak neredeyse imkansız gibi. Birçok eylemin gerçekte kim tarafından yapıldığını ancak resmi bir üzerlenme olduğu zaman anlayabiliyoruz. Bazen resmi açıklamalar da, sonradan eksik veya yanlış açıklamalar olarak “düzeltiliyor.” Herhangi bir örgütün doğrudan üzerlenmediği silahlı eylemlerde ise fail meçhul kalıyor. Neden? güncel gütün, devrimci şiddet konusunda yapması gereken doğru çalışma, sınıf adına devrimci savaş yürütmek değil, sınıfı devrimci savaşa hazırlamak, devrimci savaşında ona önderlik etmektir. Ne yazık ki bu gerçek bugün kendine marksist-leninist, komünist, sosyalist diyen bir dizi grup ve kişi tarafından kavranılmamakta, sınıf mücadelesinden kopuk öncü eylemleri devrimciliğin zirvesi olarak, “en devrimmmciliğin” göstergesi olarak savunulmakta ve uygulanmaktadır. Devrimci şiddet, öncelikle işçi ve emekçilerin hakim sınıflara yönelen örgütlü şiddetidir. Devrim, işçi ve emekçi yığınların adına hareket eden örgütlü öncünün “halk adına” “devrim adına” hakim sınıflarla vuruşması ve hesaplaşması değil, örgütlü öncünün yönetip yönlendirdiği, içinde yer alıp en önünde yürüdüğü emekçi kitlelerin eseridir. 13 güncel 14 Çünkü birincisi kullanılan eylem biçimleri aynı: Silahlı baskın; taciz ateşi açılması; insan kaçırma; suikast; daha önceden bir yerlere yerleştirilmiş bombaların uzaktan kumanda ile patlatılması; intihar yeleği ile canlı bomba eylemi; içi bomba dolu bir araçla gerçekleştirilen intihar eylemleri, şehirlerde araba yakmalar, otobüs molotoflamalar vb. Bu gibi silahlı eylemlerin biçimlerinden yola çıkarak, bu devrimcilerin eylemidir, bu mesela DAİŞ’in, MHP’nin, derin devletin, bozkurtların, Osmanlı Ocakları’nın vs. eylemidir demek imkanı yok. Çünkü hepsi bu eylem biçimlerini kullanıyorlar. Bunun böyle olduğu yerde at izinin it izine karışması kaçınılmaz. Bu çokça da oluyor. Bunu devrimciler açısından engellemenin yolu aslında içinde bulunulan anda hangi eylem biçimlerinin devrimci faaliyeti ilerletme açısından uygun, kullanıldığında işçileri/emekçileri devrime bir adım yaklaştıracak eylem biçimleri olduğu sorusuna verilecek somut cevapta yatar. İçinde bulunduğumuz dönemde silahlı eylem biçimlerinin hiçbiri işçi sınıfı ve emekçi kesimlerini devrimci faaliyete yakınlaştırma açısından yararlı ve uygun olan eylem biçimleri değildir. Bugünkü somut durumda –Kuzey Kürdistan’da PKK’nin aslında egemen sınıfların dayattığı savaşta kendini zorunlu savunma eylemleri dışında– silahlı eylem biçimleri, sınıf mücadelesinin andaki durumunda onun içinden çıkıp gelen, onun gerektirdiği mücadele biçimleri değildir. Ve anda devrimciler açısından öncü savaşı olarak yürütülen silahlı eylemler işçi ve emekçi kitleleri devrime yakınlaştırmıyor, tersine ondan uzaklaştırıyor. Aslında bugün devrimciler açısından esas mücadele biçimleri –egemen sınıfların dayattığı zorunlu savunma eylemleri dışında– silahsız mücadele biçimleridir. Bu ileriki silahlı mücadelelere bugünden hazırlanmak gereğini ortadan kaldırmaz. Kuzey Kürdistan/Türkiye devrimci hareketinin çok büyük bölümü bu gerekli tespiti yapmaktan kaçınıyor. Bu tespiti yapana gelecek olan, onun devrimcilikten uzaklaştığı, pasifizme saptığı suçlamalarından korkuyor. Varsayalım, bizim yaptığımız bu tespit yanlış olsun. Bugün aslında Kuzey Kürdistan/Türkiye’deki sınıf mücadelesi devrimcilerin önüne silahlı mücadeleyi esas mücadele biçimi olarak koymuş olsun. O zaman yukarıda saydığımız silahlı eylem biçimlerinden bazılarını devrimcilerin kullanmayacağını söyleyebilir miyiz? Aslında söyleyebiliriz ve söyle- meliyiz. Doğrudan doğruya halkı karşısına alan hiçbir eylem biçimi devrimciler açısından doğru değildir. Örneğin bir halk, ya da belediye otobüsünün molotoflanması, ya da daha ötesi bombalanması devrimcilerin yapacağı bir eylem değildir. Yine doğrudan doğruya halkı karşısına alan şehirlerde –öncelikle de normal halkın oturduğu mahallelerde– arabaları yakmak devrimcilerin yapacağı bir eylem değildir. Halkın yoğun olarak bulunduğu alanlarda, ’sivil kayıplar’ın kaçınılmaz olduğu eylemlerden devrimcilerin kaçınması gerekir. “Aslında hedefimiz siviller değildi, fakat isteğimiz dışında sivil kayıplar da oldu” özürleri, gerçekte özür değildir. Bu gibi eylemler devrimi değil, karşı devrimi güçlendirir. Diğer yandan hangi biçimde olursa olsun, kimi örgütlerin “Feda eylemi” olarak yüceltip sahiplendikleri “intihar eylemleri”, devrimciler açısından ancak çok olağanüstü durumlarda, zorunlu kalındığı zaman kullanılabilir bir eylem biçimidir. Anda bu eylem biçimi esasta DAİŞ gibi ölümsever örgütlerin eylem biçimidir. Filistin’in özgün koşullarından türeyen ve şeriatçı örgütler tarafından gerçekleştirilen intihar eylemlerinin, aynı zamanda bu örgütlerin ideolojilerinin, dini inançlarının bir parçası olduğu asla unutulmamalıdır. Belli bir biçimde ölerek (şehitlik) kendilerinin başka bir dünyada (cennette) yaşayacaklarına inananların ‘geliştirdiği’ ‘ölme biçimi’nin devrimci ve ulusal mücadeleye monte edilmesi yanlış bir eylem çizgisidir. Devrimci mücadelenin ve marksistleninist ideolojinin tüm gerçekleri açıkken, intihar eylemlerini yüceltmek, kitle mücadelesinin bir biçimi olarak savunmak bireysel terörizmin yüceltilmesidir. Devrimcilik, bir “feda kültürü” değildir ve olamaz. Bir devrimcinin fedakar olması başka bir şeydir, “feda kültürü” bir başka şeydir. Bunlar arasındaki fark ortadan kaldırıldığında, ortaya çıkan sonuç, sadece ve sadece “ölme biçimi”dir. İntikam Eylemleri ve Şehitlik Devrimcilik adına gerçekleştirilen silahlı eylemlerin bir bölümü “intikam eylemi” olarak değerlendirilmekte, intikam bu eylemlerin gerekçesi olarak ileri sürülebilmektedir. İntikam aslında kendine sosyalist, komünist, devrimci diyenlerin eylem gerekçesi olamaz, olmamalıdır. İntikam insanlığın en ilkel, içgüdüsel tepkilerinden biridir. “Göze göz, dişe diş” anlayışı, intikam anlayışı bütün dinlerin temelinde yatan bir ilkelliktir. Devrimciler intikamcı değildir. İntikamı savunmazlar. İntikam amacıyla eylem yapmazlar. Devrimcilerin eyleminin çıkış noktası, işçi ve emekçi kitleleri devrime yakınlaştırmaktır. Eylemlerimizin gerekçesi budur. Eylemlerin intikamla gerekçelendirilmesi, emekçi kitleler arasında da yaygın olan intikam ve intikamcılık düşüncesini körüklemekten, bu ilkel, emekçileri bölen, gerici düşünceyi yaygınlaştırmaktan başka bir işe yaramaz. İntikam anlayışı, haklı olarak karşı çıktığımız “kan davası”nın da temelinde yatan düşüncedir Şehitliğe gelince: Şehitlik de, aynı intikam gibi dinden ödünç alınmış bir düşünce ve kavramdır. Aslında hayatı seven, büyük insanlık için sömürüsüz, sınıfsız bir hayat mücadelesi veren insanlar, kendilerine komünist, sosyalist, devrimci diyen insan ve gruplar/partiler için şehitliğin yabancı bir kavram olması gerekir. Şehitlik “kutsal bir ülkü veya inanç uğruna savaşırken ölmek” olarak tanımlanıyor Türk Dil Kurumu sözlüğünde. Böyle tanımlandığında şehitlik bir insan için varılabilecek en yüksek mertebedir. İslamda şehitlerin yerinin Tanrı katında Muhammed’in hemen arkasında olduğunun anlatıldığını biliyoruz! DAİŞ ve benzeri cihatçı örgütler in- Mücadele Biçimlerine Marksist–Leninist Yaklaşım Mücadele –ve ona bağlı olarak örgütlenme– biçimleri, Dünya Komünist Hareketi’nin tarihinde derinlemesine tartışılmış, bu tartışmalar içinde bugün de komünistlere rehber olan leninist tavır berraklaşmıştır. Lenin “Partizan Savaşı” başlıklı makalesinde güncel Her Marksist’in, mücadele biçimleri sorununu araştırırken koymak zorunda olduğu temel talepler nelerdir? Birinci olarak Marksizm, sosyalizmin bütün ilkel biçimlerinden, hareketi herhangi bir belirli mücadele biçimine bağlamamasıyla ayrılır. O, en çeşitli mücadele biçimlerini tanır ve bunları ‘kafadan uydurmaz’, bilakis devrimci sınıfların, hareketin seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkan mücadele biçimlerini sadece genelleştirir, örgütler ve onlara bilinç unsurunu taşır. tihar eylemcisi bulmada hiç mi hiç zorluk çekmiyor. Çünkü cihat yolunda ölenler için cennet garanti! Cihat yolunda dövüşürken ölmeyenler aslında talihsiz kişiler! Aslında bu dünyanın yalan dünya olduğunu, gerçek hayatın ölümden sonra “öbür dünya”da başladığına iman edenler için cihad ederken ölmek, onların başına gelebilecek en iyi şeydir. Onlar böyle bir ölüm için can atarlar. Sadece Müslümanlıkta değil, diğer dinlerde de bu böyledir. Katolik İspanya’da iç savaşta faşistlerin temel sloganlarından biri bu yüzden “Yaşasın Ölüm”dü. Ölümü yücelten bu tavırlar “devrim şehitleri” düşüncesi ve tavrıyla genel olarak ‘Sol’da ve devrimci saflarda da yansımasını buluyor. Bir zamanlar PKK önderliği Serok Apo ve şehitlerden oluşuyordu. Apo dışında ancak şehit olanlar önderlik kurumu içinde sayılıyordu.Yani o kadar önemli idi şehitlik. Apo dışında yaşayan kadroların hiçbirinin bu seviyeye yükselme durumu ve şansı yoktu! Devrimci saflarda genelde devrim için savaşırken ölenlerin hepsi de şehitlerimiz oluyor! Yani bir devrimcinin gerçek ve üstün bir devrimci olabilmesi için devrim için savaşırken ölmesi gerekiyor. Ölenlerin arkasından şehitlik mersiyeleri okuyoruz. Bu tavır insanları direnmeye,”düşmana inat mücadelede bir gün daha fazla yaşama”ya değil, devrim uğrunda ölmeye teşviktir. Devrimci bir tavır değildir bu. Bu dinci şehitlik düşüncesinden uzaklaşmamız gerekir. Biz hayatı, gerektiğinde onun uğrunda ölmeyi de göze alacak kadar sevdiğimiz için devrimciyiz, sosyalistiz, komünistiz. Hiçbir devrimcinin “şehit olma” amacı yoktur. Biz devrim için mücadeleden yanayız. Bu mücadelede ölümler de olabilir, olacaktır. Fakat bu mücadelede ölenlerin, bu mücadele içinde ölmeyenlere göre daha değerli vb. oldukları anlamına gelmez. Bize mümkün olduğunca çok “şehit” değil, mümkün olduğunca çok ve bütün yaşamları boyunca mücadele eden devrimciler gerekli. Mücadelede karşı devrime karşı savaşta ölen, karşı devrimin öldürdüğü her insanımız devrimci mücadele açısından bir kazanç değil kayıptır. 15 güncel 16 şu tespitleri yapar: “Her Marksist’in, mücadele biçimleri sorununu araştırırken koymak zorunda olduğu temel talepler nelerdir? Birinci olarak Marksizm, sosyalizmin bütün ilkel biçimlerinden, hareketi herhangi bir belirli mücadele biçimine bağlamamasıyla ayrılır. O, en çeşitli mücadele biçimlerini tanır ve bunları ‘kafadan uydurmaz’, bilakis devrimci sınıfların, hareketin seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkan mücadele biçimlerini sadece genelleştirir, örgütler ve onlara bilinç unsurunu taşır. Marksizm her türlü soyut formüle, her türlü dogmatik reçeteye kesinlikle düşmandır ve hareketin gelişmesiyle, kitlelerin bilincinin artmasıyla, iktisadi ve siyasi buhranların keskinleşmesiyle birlikte sürekli olarak yeni ve çeşitli savunma ve saldırı yöntemleri ortaya çıkaran kitle mücadelesinin dikkatle incelenmesini talep eder. Bu yüzden Marksizm hiçbir zaman hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm kendini asla yalnızca verili anda mümkün ve mevcut olan mücadele biçimleriyle sınırlamaz, aksine verili dönemde hiç kimsenin bilmediği yeni mücadele biçimlerinin verili toplumsal konjonktürün değişmesiyle ortaya çıkmasını kaçınılmaz addeder. Marksizm bu açıdan, eğer böyle ifade etmek gerekirse, kitle pratiğinden öğrenir ve kitlelere, meclis ‘sistemcilerinin’ keşfettiği mücadele biçimlerini öğretme iddiasından uzaktır. Örneğin Kautsky sosyal devrimin biçimlerini incelerken, ‘gelecek buhranın bizim şimdiden göremediğimiz yeni mücadele biçimleri getireceğini biliyoruz’ diyordu. İkinci olarak Marksizm, mücadele biçimleri sorununun mutlaka tarihi olarak araştırılmasını talep eder. Bu sorunu, somut tarihi durumun dışında ele almak, diyalektik materyalizmin alfabesini anlamamak demektir. Ekonomik evrimin çeşitli anlarında, çeşitli siyasi, millikültürel, sosyal ve diğer şartlara bağlı olarak çeşitli mücadele biçimleri ön plana çıkar, mücadelenin ana biçimleri haline gelir ve buna bağlı olarak ikinci dereceden mücadele biçimlerinde, tali mücadele biçimlerinde de öz değişikliklerine uğrar. Belli bir mücadele aracının uygulanmasını, gelişmesinin verili aşamasında verili hareketin somut durumunu iyice incelemeden, onaylamaya veya onaylamamaya çalışmak, Marksizm’in zeminini tamamen terk etmek demektir. Bize yol gösterecek olan işte bu iki temel teorik öğretidir. Marksizmin Batı Avrupa’daki tarihi bize, bu söylenenleri doğrulayan sayısız örnekler vermek- tedir.Şu günlerde Avrupa sosyal-demokrasisi parlamantarizmi ve sendika hareketini esas mücadele biçimleri olarak görmektedir; eskiden ayaklanmayı tanımıştı ve Rus Kadetleri ve Besaglavzi türünden liberal burjuvaların görüşünün aksine, durum değiştiği taktirde gelecekte de tanımaya hazırdır.1870’lerde sosyal-demokrasi, her derde deva sosyal bir ilaç olarak, burjuvaziyi siyasi olmayan yoldan derhal devirme aracı olarak genel grevi reddetmiştir- ama sosyal demokrasi (özelikle 1905 Rus deneyiminden sonra) siyasi kitle grevini belirli şartlar altında gerekli olan bir mücadele biçimi olarak tanımıştır.Sosyal-demokrasi 1840’larda barikat savaşını tanımıştır, ama 19. yüzyılın sonunda beli şartlar yüzünden onu reddetmiştir ve bu son görüşünü düzeltmeye ve K. Kautsky’e göre yeni bir barikat taktiği ortaya çıkaran Moskova deneyiminden sonra barikat savaşını amaca uygun bir şey olarak kabul etmeye tamamen hazır olduğunu açıklamıştır. (“Proleter Devrimin Strateji ve Taktiği, 7. Defter“ V. İ. Lenin, s. 28-30, İnter Yayınları, Temmuz 1992 İstanbul) Burada mücadele biçimlerine yaklaşımda tavır nettir. Hiçbir mücadele biçimi red edilmez, fakat aynı zamanda hiçbir mücadele biçimi mutlaklaştırılmaz. Hangi mücadele biçiminin yaşanılan anda öne çıktığı, esas olduğu vb. sorusuna sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu somut durumun somut değerlendirilmesi temelinde cevap verilir. Bu yapılırken en önemli olan şey şudur: Mücadele biçimi öncü tarafından belirlenip kitle hareketine dayatılmaya çalışılmaz; ya da daha sık olarak yapıldığı gibi, kitleler adına öncülerin mücadele biçimi “kafadan uydurulup” ona uygun mücadele yürütülmez. Mücadele biçimi “devrimci sınıfların hareketinin seyri içinde” kendiliğinden ortaya çıkar. Bu konuda marksist öncü kitlelerden öğrenir. Kitle hareketi içinde çıkan mücadele biçimlerini “sadece genelleştirir, örgütler ve onlara bilinç unsurunu taşır.” Devrimin Kabarma ve Alçalması İle Bağıntılı Olarak Taktik Mücadele ve onunla bağıntı içinde örgütlenme biçimleri tartışılırken sorunun taktik bir sorun olduğunun kavranması çok önemlidir. Mücadele ve örgüt biçimleri sınıf hareketinin somut durumuna göre belirlenir ve değişir. Bu bağlamda Stalin Rusya’daki devrimin tecrübelerinden yola çıkarak şu tespitleri yapar: “Taktik, hareketin kabarma ve alçalma, devrimin kez değişti.” (“Proleter Devrimin Strateji ve Taktiği, 7. Defter“, Stalin, s. 25-26, İnter Yayınları, Temmuz 1992 İstanbul) Bu öğreti doğru kavrandığında bir mücadele biçiminin mutlaklaştırılması yanlışı yapılmaz. Ne yazık ki Kuzey Kürdistan/Türkiye devrimci hareketi içinde bu öğretinin doğru kavranılması kural dışıdır. Silahlı mücadelenin –o da kitlelerin silahlı mücadelesi olarak değil, öncünün silahlı mücadelesi olarak– fetişleştirilmesi, mutlaklaştırılması Kuzey Kürdistan/ Türkiye devrimci hareketi içinde kural olandır. Devrimin geri çekildiği, karşı devrimin bütün gücüyle saldırdığı dönemlerde bile geri çekilme taktiği izlenmesinin, önerilmesinin bile kimi zaman “devrim kaçkınlığı”, “korkaklık”, “devrimcilikten uzaklaşma” olarak adlandırılabildiği ülkelerin devrimcileriyiz biz. Kuzey Kürdistan/Türkiye’de Mücadele Biçimlerine Yaklaşım Kuzey Kürdistan/Türkiye’de kendine marksist-leninist, sosyalist, komünist diyen onlarca örgüt Leninizmin mücadele biçimlerine yaklaşım konusundaki öğretisini kavramamıştır. İçinden geldiğimiz partinin kurucusu İbrahim Kaypakkaya “Silahlı mücadele esas, barışçıl mücadele talidir” şeklinde bir değerlendirmeyi ilke olarak savunuyordu. Bunun geri planında, diğer bir dizi yanlışın yanında, dünyada ve Türkiye’de yürüyen sınıf mücadelelerinin subjektif, yanlış değerlendirmesi yatıyordu. Bu değerlendirme yapıldığı sırada, silahlı mücadele sınıf hareketi içinde ortaya çıkmış bir mücadele biçimi değildi. O dönemde devrimci grupların halk adına yürüttüğü kimi silahlı eylemler vardı. Halk adına öncülerin yürüttüğü silahlı eylemlerdi söz konusu olan. Bu eylemleri yürüten grupların bir bölümü halkın bu eylemler içinde oligarşinin zaafını görüp öncüyü destekleyeceğini savunuyordu. İbrahim Kaypakkaya ise “Şimdi işçi sınıfımızın ve yoksul köylülerimizin büyük çoğunluğu kurtuluşlarının ancak silahlı mücadele ile olacağını kavramış durumdadır” (“Seçme yazılar”, İbrahim Kaypakkaya, s. XXXV, Ocak Yayınları, İstanbul 1979) yanlış değerlendirmesi temelinde Çin’dekine benzer bir halk savaşını başlatmayı önüne görev olarak koyuyordu. Kendisini revizyonizmin “parlamenter yolla iktidara gelme”, “sosyalizme barışçıl geçiş” çizgisinden ayırma doğru motivasyonu, devrimcileri bir başka yanlışa, silahlı mücadele biçimini devrim- güncel yükselme ve alçalmasının nispeten kısa dönemi için proletaryanın davranış çizgisini saptamak, eski mücadele ve örgütlenme biçimlerinin ve eski şiarların yerine yenilerini geçirerek, bu biçimleri birbiriyle birleştirerek vb. bu çizginin uygulanması için mücadele etmektir. Strateji, diyelim ki, çarlığa ya da burjuvaziye karşı savaşı kazanma, çarlığa ya da burjuvaziye karşı mücadeleyi sonuna kadar götürmeyi hedef edinmişse taktik daha az önemli hedefleri önüne koyar; çünkü onun hedefi, bir bütün olarak savaşı kazanmak değil, devrimin verili yükselme ya da alçalma dönemindeki somut duruma uygun şu ya da bu muharebeyi, şu ya da bu çarpışmayı, şu ya da bu kampanyayı, şu ya da bu eylemi başarıyla gerçekleştirmektir. Taktik, stratejinin bir parçasıdır, ona bağlıdır ve ona hizmet eder. Taktik, kabarma mı, yoksa alçalma mı olduğuna göre değişir. Devrimin birinci aşaması boyunca (1903-Şubat 1917) stratejik plân herhangi bir değişikliğe uğramadığı halde, taktik bu süre içinde birçok kez değişti. 1903-1905 döneminde partinin taktiği saldırı taktiği idi, çünkü devrim kabarıyor, hareket yükseliyordu ve taktik bu olgudan yola çıkmak zorundaydı. Buna uygun olarak, mücadele biçimleri de devrimciydi ve devrimin kabarmasının gereklerine uygundu. Yerel siyasi grevler, siyasi gösteriler, siyasi genel grev, Duma boykotu, ayaklanma, devrimci mücadele şiarları –bu dönemde birbirini izleyen mücadele biçimleri işte bunlardı. Mücadele biçimleriyle birlikte örgüt biçimleri de değişmekteydi. Fabrika komiteleri, devrimci köylü komiteleri, grev komiteleri, işçi temsilcileri sovyetleri, az çok açık bir şekilde faaliyet yürüten bir işçi partisi– bu dönemdeki örgüt biçimleri bunlardı. 1907-1912 döneminde parti, geri çekilme taktiğine geçmek zorunda kaldı, çünkü o sıralar devrimci hareket geri çekiliyordu, devrim alçalıyordu ve taktik bu olguyu hesaba katmak zorundaydı. Buna uygun olarak hem mücadele biçimleri hem de örgütlenme biçimleri değişti. Duma’yı boykot yerine – Duma’ya katılma; Duma dışında açık devrimci eylemler yerine – Duma içinde eylemler ve çalışma; siyasi genel grevler yerine – kısmi iktisadi grevler, ya da basbayağı durgunluk, partinin bu dönemde illegaliteye geçmek zorunda olduğu kendiliğinden anlaşılır; devrimci kitle örgütlerinin yerine ise kültür ve eğitim örgütleri, kooperatifler, sigorta kasaları ve diğer legal örgütler geçti. Devrimin ikinci ve üçüncü aşamaları için de aynı şey söylenmelidir; bu aşamalar boyunca stratejik plânlar değişmeden kaldığı halde, taktik düzinelerce 17 güncel 18 cilikle eşitleme yanlışına götürdü. Bunda kuşkusuz o dönemde birçok ülkede var olan ve yükselen antiemperyalist kitle eylemlerinin boyutları, kimi ülkelerdeki devrimci durum da önemli rol oynadı. Öncelikle yüksekokul gençliği içinde kısa sürede devrim beklentileri yaygındı. Böyle bir ortamda mücadele biçimleri konusuna yaklaşımdaki leninist öğreti bilince çıkartılmadı. Kitlesel hareketin kendi içinden çıkan mücadele biçimleri değil, devrim için olması gerektiği düşünülen mücadele biçimleri, silahlı mücadele temel alındı. Sonuç, silahlı mücadelenin kitle mücadelelerinden bağımsız ve kopuk olarak, örgütlü öncülerin silahlı eylemleri biçiminde uygulanması oldu. Aslında Kuzey Kürdistan/Türkiye devrimci hareketinde 1960’lı yılların sonundan başlayarak gelen şiddet ile onun kullanımının bir biçimi olan silahlı mücadeleyi devrimcilikle eşitleyen yaklaşım ve silahlı mücadeleyi yanlış öncü savaşı olarak pratiğe geçirme sonraki on yıllarda devrimci gruplar, partiler içinde varlığını sürdürdü. Bugün de sürdürüyor. Bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’de devrimin öznesi olan sınıfların, işçi sınıfının, yoksul köylülerin, emekçilerin sınıf mücadelelerinde “hareketin seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkan” bir mücadele biçimi mi silahlı mücadele? Buna Kuzey Kürdistan/ Türkiye’de sınıf mücadelesinin gerçek durumunu bilen hiç kimsenin ciddi bir biçimde “evet öyledir” cevabı veremeyeceği açıktır. Bugün işçi emekçi kitlelerin sınıf mücadeleleri çok geri seviyededir. Yürüyen sınıf mücadeleleri esas olarak ekonomik talepler, sınırlı olarak da düzen içi siyasi talepler temelinde yürüyen, esas olarak barışçıl mücadelelerdir. Şiddet genelde egemen sınıflar tarafından yürüyen barışçıl mücadeleleri bastırmak için gündeme getirilmektedir. Sınıf mücadelelerinde ezilenlerin kullandığı şiddet genelde savunmacı ve silahsızdır. Bütün bunlar aslında bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’de silahlı mücadele biçimlerinin esas mücadele biçimleri olmadığı anlamına gelir. Faşist Devlet/PKK Savaşında Tavır Kuzey Kürdistan’da faşist devletin PKK’ye dayattığı bir savaş var. Bu savaşta PKK’nin kendini silahla savunması haklı ve meşrudur. Faşist devlet aslında PKK’ye savaş dışında bir yol bırakmamaktadır. Fakat bu savaş ta, PKK açısından, Kürt halkının büyük çoğunluğu savaşa doğrudan katılmak istemediğinden, bu savaşın bitmesinden yana olduğundan, esasta PKK’nin örgütlü güçleri ile yürüttüğü bir savaş olarak kalmaktadır. PKK’nin ilan ettiği ‘Halk Savaşı’nda halka yaptığı ayaklanma çağrılarının onun en güçlü olduğu alanlarda bile cevapsız kalması bunu açıkça göstermiştir, göstermektedir. PKK gelinen yerde bir yandan kendisinin ateşkesten ve yeniden görüşme masasına dönmekten yana olduğunu açıklamakta; bir yandan da ama gerilla gücü üzerinden, öncelikle de bombalı eylemleri arttırarak kanlı bir savaşa hız vermektedir. Faşist devlet gelinen yerde hiçbir pazarlığa, görüşmeye yanaşmayacağını açıklamakta, PKK’ye karşı barbar saldırılarını yoğunlaştırmaktadır. Gelinen yerde kitlelerin var olan ve fakat anda sesini yükseltemeyen, güçlü kitlesel bir “barış hemen şimdi” hareketine dönüştürülemeyen barış talebine faşist devletin, hükümetin olumlu bir cevap vermeyeceği açıktır. O savaşın sertleşmesinden çıkar ummaktadır ve bulmaktadır. Anda barıştan öcü gibi uzakta durmakta, barış isteyen birçok kurum ve kişiyi “terörist” olmakla, ya da “yardım ve yataklık etmek”le suçlamaktadır. Böyle bir ortamda ama savaşın bir tarafı olan PKK’nin halkın barış talebine verebileceği bir cevap vardır: Tek taraflı ateşkes ilan etmek; saldırı eylemlerine son verdiğini açıklamak; silahı yalnızca kendilerine yönelen silahlı saldırılara karşı kendini korumak için kullanacağını açıklamak, devleti de ateşkes ilan edip, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de savaşı sonlandırmak için görüşmelere çağırmak. Ve söylediğine de uygun davranmak. Böyle bir çağrının ve tavrın bugünkü şartlarda faşist Türk devleti, hükümeti tarafından olumlu bir cevap bulması ihtimali yok gibidir. Fakat böyle bir tavır, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de kimin savaştan, kimin barıştan yana olduğunu açıkça gösterir. “Çözüm süreci masasını” devirenlerin kim olduğunu herkesin gözünün içine sokar. Barış hareketinin gelişmesinin, sesini yükseltmesinin, kitlesel bir hareket olarak devleti zorlamasının yolunu açar. Terör/Devrimci Terör/Bireysel Terör/Terörizm Konusunda Marksizm-Leninizm Bugün Kuzey Kürdistan/Türkiye’de, devrimci silahlı mücadele adına yapılan eylemler, yukarıda da açıkladığımız gibi geneli itibarı ile sınıf mücadelesinin andaki durumundan kopuk, devrimci örgütlerin kendi örgütlü insanları üzerinden gerçekleştirdikleri terör eylemleridir. Bunlar üzerinden “intikam alma”, “oligarşinin Narodnikler 19. yüzyılın sonlarında Rusya’da devrimci hareket içinde, Narodnikler (Halkçılar) egemendi. Halkçılar, Rusya’da işçi sınıfının esas devrimci sınıf olmadığını, devrimci sınıfın köylüler olduğunu savunuyorlardı. Halkçılar, Çarlığa karşı köylü devrimi üzerinden Rusya’nın sosyalizme varacağını düşünüyorlardı. Grup sınıfsal olarak esasta küçük-burjuva entelektüellerden oluşuyordu. Halkçılar, başlangıçta köylüleri Çarlık hükümetine karşı örgütleyip, ayaklandırmaya çalıştılar. Bu amaçla genç devrimci aydınlar köylü kılığına girerek köylere gittiler. Köylüler ise halkçıları korumadı, desteklemedi. Halkçıların büyük çoğunluğu Çarlık polisi tarafından tutuklandı. Halkçılar, Rusya’da 1879‘da “Toprak ve Özgürlük” partisini kurdular. Mücadele biçimi olarak, köylü yığınlarını sarsarak ayaklandıracağını umdukları bireysel terör eylemlerini benimsemişlerdi. Halkçıların, illegal örgütü “Halkın İradesi” idi. Bu örgütün üyeleri 1 Mart 1881’de başarılı bir suikastle Çar II. Aleksander’i öldürdüler. Karşı devrimin en önde gelen temsilcilerinden birinin öldürülmesi bile Narodnikler açısından beklenen sonucu, köylülerin Çarlığa karşı ayaklanmasını beraberinde getirmedi. Rusya’da şu ya da bu bakanın, hatta Çar’ın öldürülmesi, Çarlığa karşı eylem olarak sağda solda patlatılan bombalar devrimi ilerletmiyordu. Lenin’in o yıllarda idolü olan ağabeyi Aleksander, Narodniklerin etkin bir üyesi idi ve öncünün silahlı eylemlerini temel politik araç sayıyordu. 1887 yılında, Çar’a suikast gerekçesiyle asıldı. Aleksander’in asılması Lenin’i oldukça etkiledi. O devrimci enerjinin, gücün nasıl çarçur edildiğini Narodniklerin yanlış taktiği somutunda gördü. Halkçıların bir bölümü de daha sonra kendi mücadele çizgilerinin yanlışlığını görerek marksistlerin safına geçtiler. Bunlardan biri Vera Zasuliçtir. Vera Sazuliç Narodniklerin safında savaşırken Petersburg Valisi Trepov’u başarılı bir suikast eyleminde öldüren devrimcidir. VeraZasuliç, bu eylemlerle halkın devrime katılmasını beklemenin yanlış olduğunu görerek Rusya’da ilk marksist örgüt olan Emeğin Kurtuluşu’nun kuruluş çalışmalarına; daha sonra da RSDİP’e katıldı. “Narodniklerin çarlığa karşı seçtiği, tek tek suikastlerle, bireysel terörle mücadele yolu yanlıştı ve devrime zararlıydı. Bireysel terör politikası, Narodniklerin yanlış, aktif “kahramanlar” ve “kahramanlar”dan olağanüstü yiğitlikler bekleyen pasif “sürü” teorisine dayanıyordu. Bu yanlış teori, tarihi olağanüstü bireylerin yarattığını; kitlenin, halkın, sınıfın, –Narodnik yazarların horlayıcı deyişiyle– “sürü”nün ise bilinçli örgütlü eylem yeteneğinde olmadığını savunuyordu. “Sürü” olarak görülen halka biçilen rol “kahramanlar”ı korumak ve izlemekti. 1875’den itibaren Narodnikler, köylüler arasında ve işçi sınıfı içinde devrimci kitle çalışmasını bütünüyle bir yana bırakarak,tümüyle bireysel teröre yöneldiler.” (“Eserler cilt XV”, Stalin, s. 25, İnter Yayınları, Aralık 1990 İstanbul) Narodnikler, 1890’lara gelindiğinde, kapitalizmin ve işçi hareketinin gelişimiyle hızla dağılarak, küçük-burjuvazinin temsilcileri durumuna geldiler. 1890’da Halkçılar gerçek bir halk devrimine olan inançlarını yitirdiler; giderek küçük-burjuvazinin sözcüsü ve ideoloğu oldular. Halkçıların bir bölümü sosyalizme, bir bölümü burjuva liberalizminin saflarına geçti. Halkçıların bir bölümü de Sosyal Devrimciler partisine katıldı. Sosyal Devrimcilerin sağ kanadı Ekim Devrimi’nde karşı devrimin safına geçti. Sosyal Devrimcilerin sol kanadı yedi ay bolşeviklerle birlikte yürüdü. Onlar daha sonra, Sovyet iktidarı büyük köylülere ve kırsal burjuvaziye karşı harekete geçtiğinde, karşı devrim tarafına, beyaz generallerin ve emperyalist müdahalenin tarafına geçerek açık karşıdevrimci bir örgüt durumuna geldiler. Bolşeviklere karşı savaştılar. Lenin’e suikast yaptılar. Rusya’da Marksistlerin ve Lenin’in Narodnizme Karşı Mücadelesi Rusya’da Halkçıların bireysel terörü devrimci çalışmanın biricik biçimi haline getirmesine karşı marksistler kararlı bir ideolojik mücadele yürüttüler. Rusya’da ilk marksist grup Plehanov’un İsviçre’de kurduğu Emeğin Kurtuluşu grubudur. 1883’ten itibaren RSDİP kurulana kadar (1898) Halkçılara kar- güncel göğsünü gümbür gümbür dövme”, “egemenlere korku salma” vs. yanında emekçi kitlelerin devrimci ruhunu yükseltme, onları umutlandırma, harekete geçirme amaçlanmaktadır. Bu aslında yalnızca bizim ülkelerimizde yaşanan bir şey değildir. Ve yeni de değildir. Bu eylem biçimleri konusunda sosyalist/komünist hareketin tarihinde çok daha önceleri derinlemesine tartışılmış ve doğru görüşler ortaya konmuştur. Bu konuda Rusya’daki devrimin gelişmesi içinde yaşananlar ve yürüyen tartışmalar belirleyicidir. 19 güncel 20 şı ideolojik mücadeleyi öncelikle Plehanov yürüttü. Rusya’da Marksizminhakim hale gelmesinde Halkçılara karşı yürütülen mücadele belirleyici önemdedir. RSDİP kurulduktan sonra Lenin ve Stalin de birçok yazılarında terör ve terörizm üzerine tavır takınmıştır. Lenin terör ve terörizm konusunda başlangıçta Sosyal-Devrimcilerin bireysel terör eylemlerinden ve onların bireysel terör eylemlerini sistem haline getirip yüceltmesinden yola çıkarak tavır takındı. Lenin, Rusya’da devrimin içinde bulunduğu dönemde Sosyal Devrimcilerin ilke edindiği bireysel terör eylemlerini, esasta devrimin gerçek görevlerinden saptıran, devrimci enerjiyi çarçur eden bir savaş yöntemi olarak değerlendirdi. Devamla Lenin, bireysel terör eylemlerini, “Merkezi bir örgütün yokluğu ve yerel örgütlerin güçsüzlüğü şartlarında”, “zamansız ve elverişsiz bir savaş aracı” olarak, devletle devrimci bireylerin “düellosu”, “devrimci maceracılık” olarak değerlendirdi ve reddetti. Bu sapmaya karşı mücadeleyi önemli bir mücadele görevi olarak kavradı. Fakat o bu tipte terör ve terörizme karşı çıkarken, marksistlerin genel olarak terörü red etmediklerini vurgulamayı da unutmadı ve marksistlerin hangi terörden yana olduklarını da olumlu olarak ortaya koydu. “Ne Yapmalı?” Lenin görüşlerini en genel biçimiyle “Ne Yapmalı” eserinin önsözü olarak da yayınlanan “Nereden Başlamalı?” (Mayıs 1901) başlıklı makalesinde şöyle formüle eder: “İlkesel olarak terörü hiç bir zaman reddetmedik ve reddedemeyiz. Terör, çarpışmanın belli bir anında, askeri güçlerin içinde bulunduğu belli bir durumda ve belirli koşullar altında kesinlikle işe yarar ve hatta zorunlu savaş yöntemlerinden biridir. Fakat meselenin özü, bugün terörün, savaşın bir ordunun tüm savaş sistemiyle sımsıkı bağlı ve koordineli operasyonlarından biri olarak değil, kendi başına ve herhangi bir ordudan bağımsız bir münferit saldırı aracı olarak ön plâna çıkarılmasıdır. Evet, merkezi bir örgütün yokluğu ve yerel devrimci örgütlerin güçsüzlüğü koşullarında zaten terör de bundan başka bir şey olamaz. Tam da bu nedenle biz kararlılıkla, bugünkü koşullar altında böyle bir savaş aracının zamansız ve elverişsiz olduğunu, en aktif savaşçıları, hareketin bütününün çıkarları için en önemli, gerçek görevlerinden saptırdığını ve hükümet güçlerini değil, devrim güçlerini parçaladığını açıklıyoruz.(abç) Son olaylar anımsansın: kent işçilerinin ve kentlerin ‘aşağı halk’ının geniş kitlelerinin mücadele isteğiyle nasıl yanıp tutuştuğunu görüyoruz, fakat devrimcilerin bir yöneticiler ve örgütçüler kurmayına sahip olmadıkları görülüyor. Bu koşullar altında en enerjik devrimcilerin teröre yönelmeleri, ciddi umutlar besleyebileceğimiz biricik ordunun güçsüzleşmesi tehlikesini içinde barındırmıyor mu? Bu, devrimci örgütlerle, güçsüzlükleri tam da dağınıklıklarında yatan hoşnutsuzlar, muhalifler ve mücadele etmek isteyenler kitlesi arasındaki bağın kopması tehlikesini yaratmıyor mu? Oysa başarımızın tek güvencesi bu bağda yatıyor. Yapılan tek tek kahramanca eylemlerin bütün önemini reddetme düşüncesinden çok uzağız, fakat terör sarhoşluğuna kapılmaya, bugün pek çok devrimcinin meyilli olduğu, onu en önemli ve en temel mücadele aracı olarak kabul etmeye karşı uyarıda bulunmak bizim görevimizdir. Terör hiçbir zaman olağan bir savaş yöntemi olamaz: En iyi halde terör, sadece tayin edici taarruz yöntemlerinden biri olarak uygundur. (abç) İçinde bulunduğumuz durumda böyle bir taarruz çağrısı yapabilecek durumda mıyız? Belli ki ‘RaboçeyeDyelo’ bu soruya olumlu yanıt veriyor. En azından şu çağrıyı yapıyor: ‘Taarruz kolları oluşturun!’ Fakat burada da gayretkeşliği aklından ağır basıyor. Askeri güçlerimizin esas kütlesi gönüllülerle isyancılardır. Daimi ordu olarak sadece bazı küçük birliklere sahibiz ve bunlar da seferberlik halinde değiller, birbirleriyle bağlantı halinde değiller, bırakın taarruz kolları oluşturmayı, herhangi bir askeri kol oluşturmak için bile eğitilmiş değiller. Mücadelemizin genel koşullarını, bunları tarihsel olayların her ‘dönüm noktası’nda unutmadan görebilecek durumda olan herkes için, bugün şiarımızın ‘Haydi taarruza!’ değil, ‘Düşman kalesinin kurala uygun şekilde kuşatılması’ olabileceği açıktır. Başka kelimelerle: Partimizin dolaysız görevi, bütün mevcut güçleri şimdi bir taarruza çağırmak olamaz; daha çok, bütün güçleri birleştirebilecek ve hareketi sadece sözde değil gerçekte yönetecek, yani tayin edici savaş için işe yarar askeri güçleri çoğaltmak ve güçlendirmek amacıyla yararlanılması gereken bütün protestoları ve devrimci patlamaları desteklemeye daima hazır olacak bir devrimci örgütün yaratılması çağrısı olmalıdır.”(“Seçme Eserler, cilt 2”, Lenin, s. 29-30, İnter Yayınları, Kasım 1993 İstanbul) Terör konusunda Lenin’in takındığı tavır temel alınmalıdır. 10.12.2016 güncel KATLEDİLİŞİNİN 10. YILDÖNÜMÜNDE HRANT’I ANIYORUZ SENİ UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ AHPARİK! 1. 19 Ocak 2007’de Hrant Dink katledildi. Hrant Dink’in katledileceği önceden biliniyordu. Resmî devlet görevlileri, kışkırtıcılar, medya, ırkçı katiller elbirliğiyle Hrant’ın katledilmesinin ortamını hazırladılar. Hrant düşmanlaştırıldı, kıstırıldı ve sonunda vuruldu. Birileri, katilleri yetiştirdi, hazırladı, plânladı, birileri göz yumdu, birileri arka çıktı, birileri delilleri kararttı, birileri suçluları korudu. Ne duruşma önlerindeki saldırılar ne de gazete haberleri tesadüf değildi. Hrant öldürülmeden bir hafta önce Agos’ta şöyle yazmıştı: “Birileri karar verdi ve ‘Bu Hrant Dink artık çok olmaya başladı. Ona haddini bildirmek gerek’ diyerek harekete geçti. Kabul ediyorum, kendimi ve Ermeni kimliğimi çok merkeze alan bir iddia bu. (...) Ne var ki benim ruhsal algılamam bu...” Hrant’ın ruh hali de buydu. 2. Hrant’ın öldürülmesinden iki gün sonra, cinayetin tetikçisi Ogün Samast Samsun’da yakalandı. Hrant’ın katledilmesinin ardından İstanbul Valisi “basit bir olay”, Emniyet Müdürü “örgüt bağlantısı yok, milliyetçi duygularla işlenmiş bir cinayet” açıklamalarını yaptı. Hrant’ın katili ile kolluk güçleri Samsun’da “vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez” yazısı bulunan bayrak önünde hatıra fotoğrafı çekme yarışına girdiler. Hrant’ın katili el üstünde tutuluyor ve ‘kahraman’ muamelesi görüyordu! Daha sonraki süreçte, katilleri duruşmaya getiren resmi aracın plakasında “ya sev, ya terk et!” sloganını okuduk hep birlikte. Futbol maçlarında “ayağa kalkmayan Ermeni olsun!” sloganları haykırıldı! Maçlarda “beyaz bere” takıp, “hepimiz Ogün Samast’tız” sloganları atıldı. Yasin Hayal’in avukatının duruşmalarda, Hrant’ın yakınları ve müdahil avukatlara yönelik çirkin sözleri yansıdı basına. Hrant davasında deliller karartıldı. Tetikçilerin arkasında duranların açığa çıkmaması için her yol mübah sayıldı. 3. Temmuz 2007’de, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde, 12’si tutuklu 18 sanıkla Hrant Dink cinayeti ana davasının ilk duruşması yapıldı. Ekim 2008’de, Ogün Samast ile Samsun Emniyet Müdürlüğü Çay Ocağı’nda, “vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez” Türk bayrağıyla fotoğraf çekilmesine izin verdikleri gerekçesiyle yargılanan iki polis memuru beraat etti. Aralık 2008’de, soruşturma kapsamında dönemin Trabzon Jandarma Komutanı Albay Ali Öz ve istihbarat şubesinde görevli 5 asker hakkında, ’görevi ihmal’ suçundan Trabzon 2. Sulh Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. Ocak 2009’da davanın tutuklu yargılanan 8 sanığından Zeynel Abidin Yavuz, Tuncay Uzundal ve Mustafa Öztürk tahliye edildi. Böylece İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen ana davadaki tutuklu sanık sayısı 5’e düştü. Mart 2009’da bu davanın 9. duruşmasında, cinayetin işleneceği bilgisine önceden sahip olan ve gerekli tedbiri almayan Albay Ali Öz, Trabzon Emniyet İstihbarat Müdürü Reşat Altay, Trab- 21 güncel 22 zon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek, İstanbul eski Emniyet İstihbarat Müdürü Ahmet İlhan Güler ve İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın tanık olarak dinlenmeleri talebi “dosyaya yenilik getirmeyeceği” gerekçesiyle reddedildi. Mayıs 2010’da cinayet dosyasında tutuklu sayısı üçe indirildi. 4. Eylül 2010’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Hrant’ın öldürülmesiyle ilgili beş ayrı başvuruyu değerlendirdi. Türkiye’yi yaşam hakkını ihlal ettiği, mahkemelere etkin başvuru hakkını kısıtladığı ve ifade özgürlüğü hakkını çiğnediği gerekçesiyle mahkûm etti. AİHM ayrıca Türkiye’nin Dink ailesine toplam 133.595 avro para cezası ödemesine hükmetti. 5. Ekim 2010’da, cinayet davasının 15’inci duruşmasında mahkeme, cinayetin tetikçisi Ogün Samast’ın suç tarihinde 18 yaşından küçük olduğu gerekçesiyle dosyasının ayrılarak Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesine karar verdi. Temmuz 2011’de, İstanbul 2. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanan Ogün Samast hakkında mahkeme “tasarlayarak adam öldürmek” ve “ruhsatsız silah bulundurmak” suçlarından toplam 22 yıl 10 ay hapis cezasına hükmetti. Samast’ın tutuklu bulunduğu sürenin de düşmesiyle ceza, 10 yıl 8 aya indi. 6. Kasım 2011’de, Hrant Dink cinayetinde ihmali olduğu iddia edilen ve aralarında dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler ve İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın da bulunduğu 30 kamu görevlisine ilişkin, İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen soruşturma kapsamında takipsizlik kararı verildi. Soruşturmanın “cinayete yardım ve yataklık” suçlamalarıyla yürütülmesi kararlaştırıldı. 7. Ocak 2012’de mahkeme, Hrant Dink davasına ilişkin kararını açıkladı. Tüm sanıkların, “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçundan beraatine karar veren mahkeme, tutuklu sanıklardan Yasin Hayal’i, “Dink’i tasarlayarak öldürmek” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Hayal’in abisi Osman Hayal beraat etti. Cinayetin azmettiricisi olmak suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapisle yargılanan Erhan Tuncel, Dink davasından tahliye edildi. Tuncel, Mc Donalds’ın bombalanması eylemine karıştığı gerekçesiyle 10 yıl 6 ay hapis cezası aldı. Ancak tutuklulukta geçirdiği süre göz önüne alınarak Erhan Tuncel tahliye edildi. 8. Mart 2012’de, Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Hikmet Usta, Dink’in öldürülmesine ilişkin İs- tanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği karara itiraz etti. Davanın sanıklarının “Ergenekon davası sanıkları ile eylem ve amaç birliği içinde bulunduklarını” söyleyen savcı, 30 sayfalık temyiz dilekçesini Yargıtay’a gönderdi. Ocak 2013’te, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin beraat kararının, “sanıkların atılı suçları örgütün faaliyeti çerçevesinde işlediği” gerekçesiyle bozulmasını istedi. Mayıs 2013’te, Yargıtay 9. Dairesi, Dink cinayetinde ‘örgüt var, delil yok’ diyen mahkeme kararını bozdu. Sanıkların “silahlı terör örgütü” değil, “suç işlemek amacıyla oluşturulan örgüt” üyesi olduklarına karar verdi. Daire, Yasin Hayal’e verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını onadı. Hayal’in “silahlı terör örgütü yöneticiliği” suçundan verilen beraat kararını ise “suç işlemek amacıyla oluşturulan örgütü kurma ve yönetme” suçundan ceza verilmesi istemiyle bozdu. Yargıtay, Ogün Samast’a verilen cezayı da onadı. 9. 17 Eylül 2013’te, Hrant Dink cinayeti davası hakkında Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin verdiği bozma kararının ardından İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi yeniden dosyayı incelemeye aldı. Mahkemenin beraat kararı verdiği Erhan Tuncel hakkında yakalama kararı çıkartıldı. Mahkeme’nin Yargıtay kararına uyup uymama konusunda ki tavrı ise açıklanmadı. 29 Ekim 2013’te, Erhan Tuncel Kumburgaz’da yakalanıp tutuklandı. 30 Ekim 2014’te, İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi, Yargıtayın bozma kararından on yedi ay sonra, Yargıtayın bozma ilamına uyulmasına karar verdi. Duruşmada, Dink ailesi avukatları, dönemin Trabzon İl Jandarma komutanı Ali Öz hakkında Trabzon 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan davanın, ana davayla birleştirilmesini talep etti. Avukatlar, Trabzon 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin, davanın ana davayla birleşmesi için izin istediğini hatırlatarak, “cinayeti işleten örgütlü yapının açığa çıkartılması ve Dink cinayetine iştirak eden Ali Öz’ün fiiline uygun ceza alabilmesi için davaların birleştirilmesi gerekmektedir” dediler. Dink ailesi avukatları ayrıca, İstanbul 2. Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmekte olan Ogün Samast davasının da ana davayla birleştirilmesi talebinde bulundu. Mahkeme kararında, “Trabzon’da görülen davadaki sanıkların konumlarının farklılığı” gerekçesiyle Ali Öz’le ilgili birleştirme talebini reddetti. Mahkeme, Ogün Samast davasının ise ana dava ile birleştirilmesine karar verdi. 10. Haziran 2014’te, Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesi, Dink cinayetinde adı geçen kamu görevlile- mesini talep eden Hrant’ın avukatlarının istemleri hep reddedilmişti. 13. 6 Ekim 2015’de soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı Gökalp Kökçü, yeni delillere ulaşılması üzerine dokuz emniyet görevlisi hakkında gözaltı kararı çıkarttı. Nöbetçi İstanbul Sulh Ceza Hakimliği, dokuz şüphelinin serbest bırakılmasına karar verdi. Savcı, mahkemenin kararına itiraz etti ama sonuç değişmedi. 14. Hrant Dink cinayetine dair soruşturmayı yürüten İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Bürosu Savcısı Gökalp Kökçü tarafından, 26 kamu görevlisi hakkında 20.10.2015 tarihinde iddianame düzenlendi. Savcı bu iddianameyi Hrant Dink cinayeti davasının görüldüğü İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davayla birleştirmek üzere hazırlamıştı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, savcı Gökalp Kökçü tarafından hazırlanan iddianameyi iki defa iade etti. Gökalp Kökçü, iddianameyi 4 Aralık 2015‘de, yeniden başsavcılığa gönderdi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 9 Aralık 2015’de, Hrant cinayetinde kamu görevlileriyle ilgili olarak hazırlanan iddianameyi kabul ederek İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesine gönderdi. 14. Ağır Ceza Mahkemesi ile 5. Ağır Ceza Mahkemesi arasında iddianame gidip geldi. Hangi mahkemenin yetkili olacağı tartışması yürütüldü. 14. Ağır Ceza Mahkemesi, hangi mahkemenin yetkili olacağına karar verilmesi için dosyayı Yargıtay’a gönderdi. 15. Aralık 2015’de, Hrant Dink cinayetinde kamu görevlilerinin de yargılanmasına yönelik olarak hazırlanan iddianame 5. Ağır Ceza Mahkemesi‘ndeki ana dava ile birleştirildi. 26 sanıkla ilgili mahkemelerinde açılan kamu davası ile İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesinde görülen ana dava dosyası arasında fiili ve hukuki bağlantı bulunduğunu vurgulayan mahkeme, sanıkların tümünün içerisinde bulundukları iddia edilen silahlı suç örgütü yapılanmasının varlığı, eylem ve faaliyetlerinin tüm boyutu ve kapsamıyla tespit edilerek ortaya konulabilmesi açısından kanıtların birlikte takdiri ve değerlendirilmesi gerektiği, bu nedenle yeni açılan davanın dosyasının İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki ana dava dosyası ile birleştirilmesine karar verildiği belirtildi. 16. Ocak 2016’da Dink Ailesi avukatları, aralarında dönemin MİT Bölge Başkan Yardımcısı Özel Yılmaz, yine dönemin İstanbul Vali Yardımcısı Ergun Güngör, Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz’in de yer aldığı 24 şüpheli hakkında, İstanbul Cumhuriyet güncel riyle ilgili İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın ‘kovuşturmaya yer olmadığı’ yönündeki kararını iptal etti. Böylece Dink cinayetinde adı geçen dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın da aralarında bulunduğu sekiz kamu görevlisine yargılama yolu açılmış oldu. Bu karar Hrant’ın davasında önemli bir gelişmeydi. 11. 17 Temmuz 2014’te, Anayasa Mahkemesi, Hrant Dink‘in eşi Rakel Dink, kardeşi Orhan Dink, çocukları Delal, Arat ve Sera Dink‘in bireysel başvurusunu sonuçlandırarak, Dink cinayetinde „etkili soruşturma yapılmadığı“ gerekçesiyle Dink ailesinin haklarının ihlal edildiğine karar verdi. Anayasa Mahkemesi, 12 Kasım 2014’te, kararın gerekçesini de açıkladı. Kararda, kamu görevlilerinin ifadelerinin halen bağımsız adli birimlerce alınmadığı, olaydaki rollerinin saptanmadığı, soruşturmanın özenle ve hızla yapılmadığı için soruşturmanın bir bütün olarak etkisiz olduğunun kabul edilmesi gerektiğini vurguladı. 12. 26 Temmuz 2014’te, Hrant Dink’in öldürülmesinde sorumlulukları bilinen emniyet görevlilerinin soruşturulmasına izin verildi. O dönem Trabzon’da görev yapan ve Hrant Dink’in öldürülmesinde sorumlulukları olduğu iddia edilen, Emniyet Müdürü, Emniyet Amiri ve polis memurları hakkında Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından Trabzon Valiliği İl İdare Kurulu’ndan istenilen soruşturma iznine ret cevabı verilmişti. AİHM’e yaptıkları başvuru sonucunda “Hrant Dink’in ölümünde asli mercilerce etkin soruşturma yapılmadığı” gerekçesiyle tazminat elde eden Dink ailesinin avukatları, bu karar sonrasında tekrar Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurdu. İlgili kanunda yapılan değişiklik gereği tekrar açılan dosya da soruşturma izni bu kez HSYK’dan talep edildi. HSYK 3. Dairesi’nin yaptığı inceleme sonucunda Hrant Dink’in katledilmesinde görevlerini ihmal ettikleri iddia edilen, Ramazan Akyürek, Reşat Altay, Engin Dinç, Faruk Sarı, Ercan Demir, Özkan Mumcu, Muhittin Zenit ve Mehmet Ayhan hakkında soruşturma izni verilerek, dosya Trabzon Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildi. Kasım 2014’te, Hrant Dink cinayetinde adı geçen kamu görevlileriyle ilgili olarak devam eden soruşturma tek elde toplandı. İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, Trabzon İl Emniyet Müdürlüğü ve jandarma görevlileri hakkında devam eden soruşturmaları birleştirdi. Dosyaların birleştirilmesi yedi yıl geciken bir karardı. Çünkü daha önce sürekli dosyaların birleştiril- 23 güncel 24 Başsavcılığı‘nın, Hrant Dink cinayetiyle ilgili olarak 24 kişi hakkında verdiği 19 Aralık 2015 tarihli takipsizlik kararına itiraz etti. Dink ailesi avukatlarından Hakan Bakırcoğlu, 5. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunduğu dilekçede Özel Yılmaz, Ergun Güngör, Selim Kutkan, Bülent Köksal, İbrahim Pala, İbrahim Şevki Eldivan, Volkan Altunbulak, Bahadır Tekin, Özcan Özkan, Engin Akçiçek, İzzet Akdağ, Seyfi İnan, Davut Ateş, Murat Çakan, Ufuk Kaba, Yalçın Kara, Veli Küçük, Kemal Kerinçsiz ve Oktay Yıldırım hakkında verilen ‘kovuşturmaya yer olmadığı’ kararının kaldırılmasını talep etti. 17. Ocak 2016’da Hrant Dink cinayetinde, kamu görevlileriyle ilgili olarak açılan dava, ana davayla birleştirildi. Yargıtay 5. Ceza Dairesi, davanın İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinde görülmesine karar verdi. 18. Hrant katledildiğinde İstanbul valisi Muammer Güler’di. Muammer Güler’le ilgili işlem yapılabilinmesi için İçişleri Bakanlığı’na başvuru yapıldı. Bakanlık 25 Aralık 2015 tarihinde ‘işleme konulmaması’ kararı verdi. Dink ailesi avukatı Hakan Bakırcıoğlu da Muammer Güler hakkında verilen ‘işleme konulmama kararı’na itiraz etti. Danıştay’a başvuran Bakırcıoğlu, dilekçesinde AİHM kararına dikkat çekti. Güler’in Dink cinayetinin önlenememesinde ağır sorumluluğu olduğu ve hakkında iddianame düzenlenmesi gerektiğine dikkat çekilen dilekçede, iddianame düzenlenmemesinin AİHM, Anayasa Mahkemesi ve HSYK kararlarına aykırı olduğu kaydedildi. Dilekçede, işleme konulmama kararının kaldırılması ve Muammer Güler hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından doğrudan soruşturma yapılmasına karar verilmesi istendi. 19. Aralık 2014’te, Hrant Dink cinayetinde kamu görevlileriyle ilgili soruşturmanın yürütülmesine savcı Gökalp Kökçü atanmıştı. Kökçü, kamu görevlileri hakkında hazırladığı iddianame iki defa geri gönderilmişti. İddianamenin İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilmesinin ardından Gökalp Kökçü’nün görev yeri değiştirildi. Soruşturma dosyasının İstanbul Cumhuriyet Başsavcı Vekili İrfan Fidan’ın yürütülmesine karar verildi. 20. 19 Nisan 2016’da Dink cinayeti davasında adı geçen kamu görevlilerinin yargılanmasına İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesinde başlandı. Dink davasındaki birleştirmeler sonucunda sanık sayısı 35’e yükseldi. Duruşmada yapılan kimlik tespitinde, tutuksuz sanıkların nerdeyse tamamının halen çeşit- li illerde önemli görevlerde olduğu da ortaya çıktı. Duruşmaya tutuklu sanıklar Ramazan Akyürek, Ali Fuat Yılmazer, Muhittin Zenit, Ercan Demir, Özkan Mumcu, Yasin Hayal katıldı. Başka suçlardan çeşitli cezaevlerinde tutuklu bulunan Tamer Bülent Demirel, Osman Gülbel, Ali Poyraz ve Hamdi Egebatan bulundukları cezaevlerinden görüntülü olarak duruşmaya katıldı. Duruşmaya, tutuksuz sanıklardan Celalettin Cerrah, Ahmet İlhan Güler, Reşat Altay, Faruk Sarı, Hasan Durmuşoğlu, Sabri Uzun, Onur Karakaya, Şükrü Yıldız, Mehmet Ayhan, Erhan Tuncel ve Osman Hayal katıldı. Davanın tutuksuz sanıklarından Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Engin Dinç, mazeret bildirerek duruşmaya katılmadı. Sanıklar, Yılmaz Angın, Ali Fuat Yılmazer, Ömer Faruk Kartın, Hamdi Egbatan, Mehmet Akif Yılmaz ve Serkan Saşan da reddi hâkim talebinde bulundu. Sanıkların reddi hâkim talebi nedeniyle dosya üst mahkemeye gönderildi. Bu duruşmada tutuklu sanıklardan Muhittin Zenit ve Özkan Mumcu tahliye edildi. Duruşmanın tutuklu sanıklarından Muhittin Zenit mahkemede önemli tespitler yapıyordu. Zenit cinayet öncesinde Trabzon İstihbarat Şube Müdürlüğünde polis memuru olarak görev yapıyordu. Dink cinayeti soruşturmasındaki en önemli belgelerden birinde, F4 raporu olarak adlandırılan, istihbarat raporunda Zenit’in imzası vardı. Kamuoyu Zenit’i cinayetten hemen sonra, Erhan Tuncel’le yaptığı telefon konuşmasıyla hatırlıyor. Zenit, Tuncel’le yaptığı konuşmada, Hrant Dink’e küfür ediyor, “Tek farklılık, kaçmayacaktı ama bu kaçtı” diyordu. Zenit konuşmasında ayrıca davanın sanıklarından Zeynel Abidin Yavuz’dan da bahsediyordu. Ancak yazdığı raporlarda Zeynel Abidin Yavuz’un adı geçmiyordu. Telefon konuşmasının dava dosyasına girmesiyle birlikte gazetelerde haber olmuştu. Zenit, konuşmasında, Tuncel’le yaptığı telefon konuşmasının bilinçli servis edildiğini belirterek, “Tuncel‘i aradım ve bilgi almak istedim. Cinayetin işleniş şekliyle ilgili hiçbir bilgi vermedi bana. Daha fazla bilgi almak istedim, Tuncel ısrarla bilgi vermek istemedi. Kişisel olarak söylemiyorum, devlet olarak da bile bile öldürülmesini izlemişiz. Bu adamın ölümüne göz yummuşuz. Bu telefon görüşmesi, medyaya algı operasyonu yapmak için pazarlandı. Dink‘i korumak istediğim için 15 aydır tutukluyum, sizin vicdanınıza bırakıyorum.“ diyordu. 21. 22 Mayıs 2016’da ikinci, 20 Haziran 2016’da tekilerin mağduriyetine sebep olduğu” belirtilerek, Üçkuyu ve Canoğlu hakkında ceza soruşturulması yapılması gerektiği kanaatine varılarak soruşturma izni verildi. Ne Olmuştu? Rakel Dink, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a 25 Nisan 2007’de bir dilekçe vererek, ihmalleri bulunduğu iddiasıyla Trabzon, Ankara ve İstanbul polisiyle Jandarma ve MİT görevlileri hakkında inceleme yapılması talebinde bulunur. Erdoğan’ın 19 Temmuz 2007 tarihli oluruyla üç kişilik müfettiş heyeti görevlendirilir. Başmüfettiş Ayşegül Genç, Mehmet Akın ile müfettiş Yasemin Tuğçe, 2 Ekim 2008’de raporu tamamlar. Raporda, Hrant Dink cinayetiyle ilgili olarak ilk defa savcılığa İstihbarat Daire Başkanlığı için ön inceleme izni verilir. Raporda ayrıca, “İstanbul Emniyet Müdürlüğü ve Trabzon Jandarma Komutanlığı’yla ilgili incelemenin devam ettiği, Trabzon Emniyet’nin yeniden araştırılması gerektiği belirtilir. Erdoğan’ın 2 Aralık 2008 günü “olur” verdiği rapor, gereğinin yapılması için Adalet ve İçişleri Bakanlıklarına gönderilir. Adalet Bakanlığı dosyayı, Dink cinayeti davasının görüldüğü İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderirken, İçişleri Bakanlığı da adı geçen polislerle ilgili soruşturma açılmasını sağlayacak “ön inceleme” yerine, iddiaların tamamını masaya yatıran bir “araştırma raporu” hazırlar. Mülkiye başmüfettişleri Mehmet Canoğlu ve Mustafa Üçkuyu, 19 Kasım 2009 tarihli araştırma raporunda “Başbakanlık Teftiş Kurulu raporuyla Dink cinayetinde ihmali olduğu belirlenen tüm polisler hakkında herhangi bir işlem yapılmaması” sonucuna varır. Bu rapor, “bilgi edinilmesi” amacıyla Başbakanlık Teftiş Kurulu’na yollanır. Darbe girişimi sonrası başlayan devlet kademesindeki tasfiye sürecinde İçişleri Bakanlığı’nda görevden uzaklaştırılan personel arasında, Dink davası kapsamında haklarında soruşturma açma izni verilen dört müfettiş de yer aldı. Görevden uzaklaştırılan müffetişler, Dink cinayeti sonrası mülkiye başmüfettişleri olarak bir “Araştırma Raporu” hazırlamış, müfettişler bu raporla Başbakanlık Teftiş Kurulu müfettişlerinin hazırladığı ve kamu görevlilerinin sorumluluğunu ortaya koyan raporu yok saymıştı. 24. 27 Temmuz 2016’da Hrant Dink cinayeti soruşturmasıyla ilgili olarak 1 yarbay, 2 astsubay, 1 uzman çavuş, 1 yayınevi sahibi olmak üzere toplam 5 kişi güncel üçüncü duruşma yapıldı. Dink cinayetinde kamu görevlilerinin yargılandığı davanın 3. duruşmasında, sanıklar Ali Fuat Yılmazer, Ramazan Akyürek‘in tutukluluğunun devamına, Ercan Demir‘in tahliyesine karar verildi. 22. Kamu görevlileriyle ilgili yürütülen soruşturmada, aralarında dönemin İstanbul Vali Yardımcısı Ergun Güngör, emekli MİT görevlisi Özel Yılmaz, Kemal Kerinçsiz ve Ergenekon davası sanıklarından Veli Küçük’ün de bulunduğu bazı şüpheliler hakkında takipsizlik kararı verilmişti. Hrant’ın avukatlarının takipsizlik kararına yaptıkları itirazlar da reddedildi. Haziran 2016’da Hrant’ın avukatları Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Başvuruda, ihlal kararı verilmesi, şüpheliler hakkında iddianame düzenlenmesi ve etkin soruşturma yapılması talep edildi. Anayasa Mahkemesi’ne sunulan dilekçede şu ifadelere yer verildi: “Hrant Dink cinayeti ile ilgili başta kamu görevlileri olmak üzere tüm sorumluların tespiti konusunda etkin ve adil bir soruşturma yürütülmediği, devletin tüm kurum ve kuruluşları ile cinayetin çözümü için göstermeleri gereken çabayı gösterilmedikleri, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının 19.10.2015 tarihli kararı ile haklarında kovuşturmaya yer olmadığına dair kararında ismi zikredilen 24 şüpheli hakkında etkin soruşturma yapılmadığı, haklarında iddianame düzenlenmesini gerektiren deliller bulunmasına rağmen İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, Bakırköy 8. Ağır Ceza Mahkemesi, Anayasa Mahkemesi, Başbakanlık Teftiş Kurulu, Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurumu raporlarına, soruşturma ve dava dosyasında bulunan delil ve olgulara aykırı olarak iddianame düzenlenmediği ve bu karara yönelik yaptığımız itirazın hukuka aykırı olarak reddedilmesi nedenleri ve yukarıda anlattığımız neden ve gerekçelerle ihlal kararı oluşturulması ve bahse konu şüphelilerin bir kısmı hakkında iddianame düzenlemesi ve bir kısmı hakkında ise etkili soruşturma yapılması yönünde karar oluşturulmasını talep etmekteyiz.” 23. Temmuz 2016’da eski mülkiye başmüfettişleri Mehmet Ali Özkılınç, Şükrü Yıldız, Mehmet Canoğlu ve Mustafa Üçkuyu, İçişleri Bakanlığı’ndaki tasfiye operasyonuyla görevlerinden uzaklaştırıldı. Dönemin İçişleri Bakanlığı Efkan Ala imzasıyla 07.04.2016 tarihinde verilen kararda, “müfettişlerin yönetmelik ve yönergelerle belirlenmiş görev gereklerine aykırı hareket ettiği, hakkında araştırma yapılan emniyet görevlilerinin yargılanmasının önlenmesine ve müş- 25 güncel 26 gözaltına alındı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğüne bağlı ekipler, cinayete ilişkin jandarma görevlileri hakkındaki soruşturma kapsamında, İstanbul ve Trabzon‘da eş zamanlı operasyon düzenledi. Operasyon kapsamında jandarma yarbay, jandarma astsubay, jandarma uzman çavuş ve bir yayınevi sahibi İstanbul‘da, jandarma astsubay başçavuş da Trabzon‘da gözaltına alındı. Bir hafta önce de cinayet sırasında olay yerindeki jandarmalarla telefon trafiği belirlenen albay M.D. Ankara’da gözaltına alınmıştı. Dink cinayetinde yürütülen soruşturma çerçevesinde cinayet günü ve öncesinde olay yerinde jandarma istihbarat görevlilerinin olduğu ortaya çıkmış, bu kişiler görüntülerle tespit edilmişti. Kamu görevlileri hakkında iddianame hazırlandıktan sonra görevden alınan savcı Gökalp Kökçü yeniden davaya iade edildi. 25. Ağustos 2016’da Hrant Dink cinayetiyle ilgili olarak devam eden soruşturma kapsamında aralarında Jandarma görevlilerinin de bulunduğu 27 kişi gözaltına alındı. Dink cinayeti soruşturmasında, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından gözaltına alınanların sayısı 27’ye ulaştı. Gözaltına alınan iki jandarma görevlisi tutuklandı. 11 Ağustos 2016’da, mahkemeye sevk edilen 8 şüpheliden beşi tutuklandı. 3 şüpheli ise yurtdışına çıkış yasağı konularak serbest bırakıldı. Aynı soruşturma kapsamında tutuklanmış olan Trabzon ve İstanbul Jandarma İstihbarat’tan dört kişiyle birlikte tutuklu sayısı 9’a yükseldi. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Soruşturma Bürosu tarafından yürütülen soruşturma kapsamında Trabzon Jandarma İstihbarat görevlileri Volkan Şahin, Şeref Ateş, Okan Şimşek, Hüseyin Yılmaz ve Gazi Günay tutuklandı. 3 şüpheli de yurtdışına çıkış yasağı konularak serbest bırakıldı. 26. Ağustos 2016’da dönemin Trabzon İl Jandarma Alay Komutanı Ali Öz ile Jandarma İstihbarat görevlileri Adnan Acar ve Musa Yıldırım da savcılık talimatıyla gözaltına alındı. Ali Öz, Dink cinayeti yaşandığı dönemde Trabzon İl Jandarma Alay Komutanı olarak görev yapıyordu. Öz hakkında Trabzon’da iki farklı mahkemede „Görevi ihmal“ ve „kamu görevlisinin resmî belgede sahteciliği” suçundan dava açılmış ve 6 ay hapis cezası almıştı. Yargıtay, Ali Öz hakkında verilen mahkûmiyet kararını bozmuş ve yeniden yargılama başlamıştı. 27. 19 Ağustos 2016’da Hrant Dink cinayeti dava- sında “örgüt olmadığı”nı söyleyen ve iki kişi dışındaki sanıkları tahliye eden mahkemenin başkanlığını yapan hâkim Rüstem Eryılmaz, FETÖ operasyonu kapsamında Manisa’nın Salihli ilçesinde yakalandı. Rüstem Eryılmaz, Ocak 2012’de İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen Hrant Dink davasının heyet başkanı idi. Rüstem Eryılmaz, Hrant Dink davasınında sadece Ogün Samast ve Yasin Hayal’i suçlu bulmuş, diğer tüm sanıkları “örgüt bulunmadığı” gerekçesiyle Hrant Dink cinayetinden tahliye etmişti. Erhan Tuncel, Osman Hayal gibi isimler bu karardan sonra serbest kalmıştı. 28. 6 Eylül 2016’da Hrant’ın katledildiği gün Agos çevresinde olan Jandarma personelinin görüntüleri ortaya çıktı. Cinayet öncesinde ve cinayet günü, Agos gazetesi etrafında bazı jandarmaların olduğu daha önce ortaya çıkmıştı. Soruşturma kapsamında Dink cinayetinden önce Agos gazetesi etrafında keşif yaptıkları ve cinayet günü Ogün Samast’ı takip ettikleri iddiasıyla bazı jandarma görevlileri tutuklanmıştı. Savcılığın soruşturması devam ederken cinayet gününe ait bazı görüntüler ortaya çıktı. A Haber tarafından yayınlanan görüntülerde tutuklanan 6 jandarma istihbaratçısının olay yerinde olduğu görülüyordu. Aynı görüntülerde Dink cinayetinin tetikçisi Ogün Samast da görüntülerde yer alıyordu. Eylül 2016 itibarı ile Hrant davasında tutuklananların sayısı ondörte yükseldi. Tutuklananların isimleri şöyle: İstanbul İl Jandarma İstihbarat Şube Müdürlüğü görevlisi uzman çavuş Abdullah Dinç, İstanbul İl Jandarma İstihbarat Şube Müdürlüğü görevlisi uzman jandarma Yavuz Bozca, İstanbul İl Jandarma İstihbarat Şube Müdürlüğü görevlisi eski Astsubay Emre Cingöz, İstanbul İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü Tim komutanı Yüzbaşı Muharrem Demirkale, İstanbul İl Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şube Müdürlüğü görevlisi Astsubay Yavuz Karakaya, Trabzon Jandarma İstihbarat Şube Müdürlüğü görevlisi Ergün Yorulmaz, Trabzon Jandarma Komutanlığı Albay Ali Öz, Trabzon Jandarma Komutanlığı İstihbarat Şubede görevli astsubay Veysel Şahin, İstanbul Jandarma İstihbarat görevlisi astsubay Ecevit Emir, yayıncı Adem Sarıgöl, Volkan Şahin, Şeref Ateş, Trabzon Jandarma İstihbarat görevlisi astsubay Okan Şimşek, Trabzon Jandarma İstihbarat biriminde görevli astsubay Hüseyin Yılmaz, Trabzon Jandarma İstihbarat görevlisi astsubay Gazi Günay, İstanbul Jandarma Komutanlığı İstihbarat düşen sorumluluğu yaptığını söyleyen Dinç, duruşma sırasında diğer emniyet görevlileriyle sık sık tartıştı. Son 20 yıldır emniyet içinde önemli görevler üstlenen polis müdürleri, koruma tedbirlerinin nasıl alınacağı konusunda tartışma yaşadı. Yaşanan tartışmalarla ilgili Mahkeme Başkanı Canel Rüzgâr, “İstihbarat savaşları gibi oluyor” değerlendirmesini yaptı. Engin Dinç sorgu sırasında, cinayette kasıt olsaydı, istihbaratçı olarak iz bırakmayacağını söyledi. Avukat Hakan Bakırcıoğlu, Engin Dinç‘e “Kendisine dokunulmayacağını bilenler iz bırakır” dedi. Dinç, savunması boyunca sık sık görevini yerine getirdiğini, gerekli yazışmaları yaptığını söyledi. Engin Dinç, Hrant Dink’in İstanbul‘da yaşadığı ve eylem İstanbul‘da yapılacağı için gerekli koruma görevinin İstanbul emniyet görevlilerinde, koordinasyon görevinin ise İstihbarat Daire Başkanlığında olduğunu savundu. Dinç, görevden ayrılana kadar Hayal‘in Dink‘i öldürmek konusunda sadece düşünce aşamasında kaldığını, adli operasyon aşamasına gelinmediğini, Hayal’in cinayet hazırlığı olmadığını iddia etti, eğer olsaydı, kesinlikle operasyon yapacaklarını söyledi. Dinç, cinayeti televizyon haberlerinden öğrendiğini, İstanbul İstihbarat Daire Başkanı Ahmet İlhan Güler‘i ve ardından Daire Başkanlığından Ali Fuat Yılmazer‘i arayıp ulaşamadığını, en pratik bilgiye sahip olduğunu düşündüğü için Muhittin Zenit‘i aradığını söyledi. Trabzon‘da Rahip Andrea Santoro öldürüldüğünde, Mc Donalds, Yasin Hayal tarafından bombalandığında Engin Dinç görevdeydi. Hrant Dink cinayetinden önce görev yeri değişerek Afyon İstihbarat’a geçen Engin Dinç, cinayetten sonra terfi ederek Emniyet İstihbarat Daire Başkanı oldu. 32. Hrant Dink cinayetiyle ilgili kamu görevlilerin yargılandığı davanın yedinci duruşması, 7-11 Kasım 2016 tarihinde İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Dink cinayeti davasının duruşmasında, dönemin İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler savunma yaptı. Güler, koruma kararını alması gereken makamın kendisi olmadığını savundu, Trabzon emniyet görevlilerini suçladı. Güler „Ben devleti savunuyorum“ dedi. Dink davasında söz alan Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi eski başkanı Ramazan Akyürek, cinayetten sonra İstanbul emniyet eski Müdürü Celalettin Cerrah’ın kendisini arayarak belge imha etmesini istediğini söyledi. Cerrah iddiayı yalanladı. İstanbul Emniyeti İstihbarat Şubesi eski Müdürü güncel Şube Müdürlüğü Kısım Amiri Yüzbaşı Ali Barış Sevindik, Fox TV Haber Müdürü Ercan Gün, Trabzon Jandarma İstihbarat eski Şube Müdürü Metin Yıldız. 29. 27 Ağustos 2016’da Hrant Dink cinayetinin tetikçisi Ogün Samast‘la birlikte poz veren polisler Metin Balta ve İbrahim Fırat, ‘FETÖ soruşturması’ kapsamında meslekten ihraç edildi. İki polis memuru hakkında, skandal fotoğraf sonrası dava açılmış; bu davadan beraat ettikleri gibi terfi ettirilmişlerdi. Tetikçi Ogün Samast, cinayetin ardından 22 Ocak‘ta Samsun Otogarı‘nda yakalandıktan sonra, götürüldüğü Terörle Mücadele Şubesi‘nin çay ocağında elinde Türk bayrağı ile fotoğrafı çekilmişti. Fotoğrafta yer alan polisler dönemin Samsun Terörle Mücadele Müdürvekili Metin Balta ve aynı şubeden Komiser İbrahim Fırat’tı. Yargılanıp aklanan, ardından da terfi ettirilen Metin Balta 3.sınıf emniyet müdürü olurken, İbrahim Fırat ise emniyet amirliğine terfi ettirilmişti. Polisler, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından önce örgüt üyeliğinden açığa alındılar, ardından meslekten ihraç edildiler. 30. 9 Eylül 2016’da yeni görüntüler medyaya servis edildi. Hrant’ın katledilmesinden sonra, AKP hükümetinin havuz medyasında olay gününe ait görüntüler peş peşe yayınlanmaya başladı. A Haber‘de cinayet günü ve öncesinde jandarma istihbarat elemanlarının Agos çevresinde olduğuna dair görüntülerin yayınlanmasının ertesinde, Kanal 24 televizyonunda tetikçi Ogün Samast‘ın Samsun‘da yakalanmasının sonrasına dair görüntüler yayınlandı. Tetikçi Ogün Samast‘ın yakalandıktan sonra götürüldüğü Samsun Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi‘nde kahraman gibi ağırlanıyor. Yanındaki kişiler, Samast‘a „Abine şöyle güzel bir poz ver!“ diyor. Bu sırada Samast‘ın yanındaki jandarma görevlisi telefonla konuşuyor. Telefona cevap veren görevli „Ramazan Abi olabilir mi?“ diyor. Aynı kişiler, Samast‘a bir video izletiyor ve Samast görüntüyü izlerken sırtına dostça vuruluyor. Görüntülerde Samast‘ın montunun cebinden çıkardığı Türk bayrağı ile kameralara poz verdiği de görülüyor. 31. Ekim 2016’da İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan altıncı duruşmaya davanın sanıklarından olan ve dönemin Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı olan Engin Dinç ilk kez katıldı. Engin Dinç savunmasında, 15 Temmuz 2004 tarihinde Trabzon’da göreve başladığını ve Hrant Dink’in öldürülmesinden 7 ay önce İstihbarat Şubesinden ilişkisinin kesildiğini söyledi. Üzerine 27 güncel 28 Ahmet İlhan Güler’in çapraz sorgusu devam ederken, Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi eski Başkanı ve tutuklu sanık Ramazan Akyürek söz aldı. Akyürek, Celalettin Cerrah’la ilgili olarak şöyle dedi: “Cinayetten sonra Erhan Tuncel’in ifadesi alındıktan sonra, dönemin İçişleri Bakanı’nın zorlamasıyla İstanbul’a gittim. İstanbul’a gitmeden önce, İstanbul İstihbarat Şubesinin dahili telefonundan Celallettin Cerrah beni aradı. Benden, 17 Şubat 2006’da Trabzon’dan İstanbul’a gönderilen, Dink’e yönelik ses getirici eylem yapılacağı belirtilen belgeyi imha etmemi istedi. Ben ertesi gün İstanbul’a gittim. Cerrah’ın yanında Ahmet İlhan Güler, Aydın Türkeli ve Selim Kutkan vardı. Böyle bir şeyi yapmamın mümkün olamayacağını yüzüne de söyledim.” Akyürek’in sözleri üzerine söz alan Celalettin Cerrah, “45 yıllık meslek hayatımda ilk kez böyle bir suçlamayla karşı karşıyayım. Böyle bir şey istemedim. Bu belgenin imha edilmesi benim değil, Akyürek’in ve Trabzon’un işine gelir. Böyle bir şey söylemem mümkün değil. O kadar aptalım ki üç kişinin arasında böyle bir şey söyleyeyim. Kendisi bana bağlı değildir. Daire başkanı olması dolayısıyla sık sık İçişleri Bakanı’nın hatta yerine göre başbakanın dahi çağırıp bilgi aldığı bir kişidir. Akyürek uzun süredir cezaevinde. Psikolojisi bozulmuş olabilir. Kendisi hakkında suç duyurusunda bulunuyorum” diye konuştu. Celalettin Cerrah, Hrant katledildiğinde İstanbul’da İl Emniyet Müdürü olarak görev yapıyordu. Cinayetten sonra terfi ederek Osmaniye’ye vali olarak atandı. Hrant Dink’in öldürüleceğine dair istihbarat raporları İstanbul’a gönderildiğinde Cerrah Emniyet Müdürüydü. Hrant Dink’in hedef haline gelmesine neden olan Şişli Adliyesi yargılamaları, Agos gazetesi önünde Dink’e yönelik ölüm tehditleri içeren eylemler başladığında, Ermeni toplumunun kurumları ve kiliselerinin korunması için Patrik II. Merob Mutafyan Valiliğe dilekçe verdiğinde de Cerrah görev başındaydı. 7. duruşmada Dink ailesi avukatları, devam eden yargılamada soruşturmanın genişletilmesi için mahkemeye dilekçe verdi. Daha önceki duruşmalarda, Trabzon’da bir suç örgütü olan ‘Başkanlar’ grubuyla Yasin Hayal’in ilişkisi olduğu sık sık gündeme gelmişti. Avukatlar, Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nden Başkanlar Grubuyla ilgili ellerindeki bütün evrakların istenmesini talep etti. Eski Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Sabri Uzun da ifade verdi. Duruş- mada öne çıkan nokta, Hrant’ın katledilmesinde sorumlulukları bulunan sanıkların suçları birbirlerinin üzerine atması ve birbirleri ile polemiğe girmeleri idi. 33. 26 Ekim 2016’da Dink cinayeti davası sanıklarından Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanı Engin Dinç, Eskişehir’e emniyet müdürü olarak atandı. Engin Dinç, Hrant Dink cinayetinde kamu görevlilerinin yargılandığı davada sanık olarak yargılanıyor. Dink cinayetinden önce Trabzon Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi Müdürü olarak görev yapıyordu. Engin Dinç, Hrant’ın katledilmesinden kısa süre önce Afyon İstihbarat Şube Müdürlüğü‘ne atandı. Engin Dinç, cinayetten sonra terfi ederek Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanı oldu. Dink cinayetinden önce Yasin Hayal ve grubunun Dink’i öldüreceğine dair hazırlanan istihbarat raporlarının altında Engin Dinç’in imzası bulunuyor. Dink cinayeti davasında, Dinç hakkında ‚görevi kötüye kullanma‘ ve ‚kasten öldürmenin ihmali davranışla işlenmesi‘ suçlarından 15 yıldan 22 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılması isteniyor. Engin Dinç, dönemin İstanbul valisi Muammer Güler vb. AKP hükümeti tarafından korunuyor. 34. Sekizinci duruşma 28- 29 Kasım/01-02 Aralık 2016 tarihlerinde yapıldı. Sekizinci duruşmada, dönemin İstihbarat Daire Başkanlığı görevlileri olan ve FETÖ soruşturmasında tutuklu bulunan Tamer Bülent Demirel, Osman Gülbel ve Ali Poyraz savunma yaptı. Dönemin Emniyet İstihbarat Dairesi C Şubesi Müdür Yardımcılarından Tamer Bülent Demirel, hakkındaki suçlamaların herhangi bir delile dayanmadığını söyledi. Demirel, 2006 yılında Daire Başkanlığı C Şubesine vekaleten bakıp bakmadığını hatırlamadığını ancak Hrant Dink‘le ilgili evrakı kendisinin görmesi gereken bir evrak olduğunu söyledi. Demirel, “İstanbul’a bildirilmeyen husus varsa görüşelim” diye raporun üstüne not yazdığını, evrakın önemi gereği İstanbul‘a bildirilmesi gerektiğini söyledi. Demirel, evrakla ilgili gerekli işlemleri yaptığını savundu. İstihbarat Daire Başkanlığı görevlisi Ali Poyraz’ın da savunması alındı. Poyraz, Eylül 2006’da Daire Başkanlığı’nda azınlıklar ve radikal sağ konularına bakan C Şube’de müdür yardımcısı olarak çalışmaya başladığını, Hrant Dink cinayeti tasarısına ilişkin F4 raporlarının kendi döneminde gelmediğini söyledi. Ali Poyraz, “İlk defa görev aldığım bir şube müdür- güncel lüğünün işini anlamaya çalışırken bu menfur eylem meydana gelmiştir. Hrant Dink adını bu eylemle duydum. Agos’u da duymamıştım. Bu cinayetin C şube konusu olduğunu cinayetten sonra öğrendim” dedi. İstihbarat Daire Başkanlığı’na bağlı, azınlıklar ve aşırı sağ faaliyetler konularında çalışan C Şube Müdürlüğünde görevli Osman Gülbel, C Şubede C2 ve C3 şubelerinden sorumlu olan Şube Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyordu. Gülbel, Yasin Hayal‘in “Hrant Dink‘i ne pahasına olursa olsun öldüreceği” yönündeki Trabzon’dan gelen evrakı gördüğünü ve paraf atarak ilgili yere gönderdiğini söyledi. Gönderilen yazının İstanbul‘a da gönderildiğini ve İDP (İstihbarat Değerlendirme Projesi) sisteminde de Yasin Hayal‘in Dink‘i öldüreceği bilgisinin yer aldığını söyleyen Gülbel, hakkındaki suçlamaları reddetti. Gülbel, İstihbarat Daire Başkanlığında C5 adlı illegal bir büro bulunmadığını da söyledi. Sekizinci duruşmada, Hrant Dink cinayeti öncesinde Trabzon İl Emniyet Müdürü ve cinayet sırasında da Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanı olarak görev yapan Ramazan Akyürek savunmasını yaptı. Akyürek iddianamede, “silahlı terör örgütü kurma ve yönetme, tasarlayarak kasten öldürmeye teşebbüs, resmi belgede sahtecilik, resmi belgeleri bozma yok etme ve görevi kötüye kullanmayla” suçlanıyor. Ramazan Akyürek, Dink cinayetiyle ilgili kendisine gelen bilgileri ilgili yerlere gönderdiğini söyledi. İstanbul Emniyeti‘nin koruma tedbirleri almadığını söyleyen Akyürek, İstanbul emniyet görevlilerini suçladı. 35. Hrant Dink cinayeti davasında kamu görevlilerinin yargılandığı duruşmanın dokuzuncu celsesi, 19-20-22-23 Aralık 2016 tarihlerinde yapıldı. Dokuzuncu duruşma, dönemin Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek‘in sorgusuyla devam etti. Mahkeme Başkanı, Ramazan Akyürek’e, Yasin Hayal‘in Hrant’ı öldüreceğine yönelik istihbarat bilgisinin Jandarmayla paylaşılıp paylaşılmadığı- nı sordu. Akyürek, bu konunun şube müdürü (Engin Dinç) inisiyatifinde olduğunu, Jandarma Daire Başkanlığı’nın haber notuyla dağıtım yapılmasının uygun olmadığına karar verdiklerini söyledi. Akyürek, Engin Dinç‘in kendisine buna gerek olmadığını söylediğini, sadece Daire Başkanlığına yazılmasına karar verdiklerini söyledi. Akyürek, Dinç’in kendisine İstanbul İstihbarat Müdürüyle görüşme yaptığını söylediğini, İstanbul‘a da yazı yazılmasına karar verdiklerini aktardı. Akyürek, „Burada görüyorum ki herkes birbirini suçluyor. Keşke zamanında İstanbul‘a yazı yazmasaydık. O zaman Daire Başkanlığı Trabzon’dan aldığı bilgi notuyla ilgili ne yapılacağına kendi karar verirdi. Ama biz İstanbul‘a yazı yazılmasına karar verdik“ diye konuştu. Akyürek, Jandarmayla herhangi bir sorun yaşamadıklarını, bilgi verilip verilmemesi konusunun şube müdürü inisiyatifinde olduğunu belirtti. Ramazan Akyürek, evrakların imha edilmesini dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın talep ettiğini tekrar gündeme getirdi. Akyürek, evrak imha teklifine dair bilgiyi dönemin başbakanı RTE’ye de aktardığını söyledi. Dokuzuncu celsede, mülkiye müfettişlerinden Şükrü Yıldız savunmasını yaptı. Hrant Dink cinayetiyle ilgili hazırlanan ön inceleme ve araştırma raporlarını düzenlemekle görevli olan dönemin Mülkiye Başmüfettişi Şükrü Yıldız, 2015 yılında hazırlanan iddianameye dahil edildi. Yıldız, FETÖ davası kapsamında tutuklu olarak yargılanıyor. Şükrü Yıldız, Trabzon Jandarması içinde Dink davasıyla ilgili kavga çıktığını ve kavgadan sonra Jandarma görevlilerinin konuşmaya başladığını söyledi. Dokuzuncu celsede, diğer Mülkiye Başmüfettişi Mehmet Ali Özkılınç savunmasını yaptı. Mehmet Ali Özkılınç, Mülkiye Başmüfettişi Şükrü Yıldız‘la beraber cinayetin ardından Emniyet ve Trabzon Jandarmasında inceleme yapmış ve rapor hazırlamıştı. Özkılınç, ayrıca Devlet Denetleme Kurulu’nun yaptığı incelemede de çalışmıştı. 15 Temmuz askeri darbe girişiminin ardından Ordu’da Vali Yardımcısı olarak görev yaparken tutuklandı. Mehmet Ali Özkılınç, Şükrü Yıldız’la beraber hazırlanan ve ilk inceleme raporu olan raporda çalıştığını onun dışında başka incelemelerde çalışmadığını söyledi. İncelemede ve raporların hazırlanmasında sorumluluğun kıdemli olan Başmüfettiş Şükrü Yıldız’a ait olduğunu, kendisine sorumluluk yüklenemeyeceğini iddia etti. Özkılınç, Hrant’ın öldürüleceği bilgisini içeren 29 güncel 30 istihbarat raporlarının gizlendiği iddia edilen soruşturmada görev yapmadığını belirtti. Devamla, istihbarat raporlarını görmediğini, bilgi ve belge saklamadığını iddia eden Özkılınç, söz konusu istihbarat raporlarını DDK incelemesi sırasında gördüğünü ve ilk yaptıkları incelemenin yetersiz olduğunu belirten Özkılınç, “Bizim hazırladığımız rapor ilk rapordu. Sonrasında birçok belge ve bilgi ortaya çıktı ama ben hiçbir belge gizlemedim” dedi. Özkılınça göre; Hrant Dink cinayeti “meydan okurcasına işlenmiş bir cinayet”tir ve cinayeti işleyenler cezalandırılmalıdır. Kendisinin incelemede Jandarma ayağına baktığını söyleyen Özkılınç, “Jandarmada hep engellemeler oldu. Jandarma müfettişleri de dahil sürekli bir dirençle karşılaştık” dedi. 36. On yıldır avukatlar, Hrant Dink cinayetinin aydınlatılması için mücadele yürüttü, yürütüyor. Kamu görevlileri hakkında iddianame düzenlenip dava açılması, kimilerinin tutuklanması ve ilk defa Jandarma görevlilerine soruşturmanın uzanması ve kimi Jandarma görevlilerinin tutuklanması olumlu bir adımdır. Olumlu adım olmasına rağmen cinayetin arkasındaki örgüt henüz ortaya çıkarılabilinmiş değildir. Kamu görevlilerinin yargılandığı dokuz duruşma yapıldı. Bu duruşmalarda, sanıkların birbirlerini suçlamaları, aleni olan kimi gerçekleri “bilmiyorum, haberim yoktu, hatırlamıyorum” şeklinde geçiştirmeleri dikkat çekicidir. Kamu görevlilerinin yargılandığı duruşmalarda, Hrant’ın katledilmesine giden süreçte, belgelerin gizlendiği, katillerin korunduğu, teşvik edildiği ortaya çıktı. Ortaya çıkan tüm bilgi ve belgelere rağmen tetikçilerin arkasındaki örgüt henüz ortaya çıkarılmış değildir. 37. Hrant katledildiğinden beri, Hrant’ın arkadaşları mahkeme kapılarının önünde basın açıklamaları yaptı ve ‚müsamereyi bırakın, asıl sorumluları yargılayın!‘ diye haykırdılar. Dink ailesinin avukatları, tetikçinin arkasındaki örgütün açığa çıkarılması için mücadele yürüttü, yürütüyor. AKP hükümeti ve yargı gerçek suçlulara ulaşılmaması için birçok engel çıkardı, çıkarıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin “etkin soruşturma yapılmamıştır” kararına rağmen, devlet son ana kadar tetikçilerin arkasında bulunanları korumaya çalıştı! Devlet, kamu görevlilerinin yargı önüne çıkarmamak için her türlü yola baş vurdu, vuruyor. Hrant Dink’in öldürülmesine seyirci kalanların etrafına hukuki bir zırh örülmeye çalışılıyor! On yıllık mücadelenin ardından kimi gelişmeler yaşandı. AKP hükümetinin esas derdi Fettullahçı olarak bilinen kamu görevlilerinin açığa çıkarılmasıdır. Hrant’ın katledilmesinde sorumluluğu olan kimi kamu görevlilerinin tutuklanması ve yargı karşısına çıkarılması ile sorumluluk Fettulahçılara yüklenerek, AKP hükümeti kendini aklamaya çalışmaktadır! Hrant davası, Fettulahçılarla AKP arasındaki dalaşın da dışa vurumudur. Sonuç olarak; Devletin denetimi ve gözetimi altında 16 yaşındaki bir tetikçi eliyle susturdular Hrant’ı. Daha doğrusu susturduk sandılar, O’nun cenazesinde yüz binlerin “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeniyiz” şiarı altında yan yana gelecekleri hiç yoktu hesaplarında. Hrant’ın katledilişinin üzerinden on yıl geçti. O, 1915 24 Nisan’ında başlayan Ermenilere yönelik soykırımının son kurbanlarından biri olarak geçti tarihe. Bir buçuk Milyon+bir. Türk ırkçıları için bu cinayet “Türklüğe hakarete duyulan tepki”dir. Kuzey Kürdistan/Türkiye’nin emekçi insanlarının demokrasiden, insanlıktan biraz nasibini almış kesimi için ise Hrant’ın öldürülmesi, soykırımın sürdürülmesidir, bir yüz karasıdır. 102 yıl önce Ermeni soykırımına imza atanlar, inkâr politikalarını sürdürmeye ve Ermenilere karşı kinlerini kusmaya devam ediyor. Hrant Dink, Ermeni olduğu için öldürüldü. Hrant Dink, bir mücadele insanı olduğu için hedef alındı. Hrant Dink, halkların kardeşliğini savunduğu için ortadan kaldırıldı. Hrant, bir Enternasyonalistti. Demokrat olmadan sosyalist olunamayacağını söyleyen, bugün gelecekteki toplumu yaratabilmenin de koşulu olarak demokrasi ve insan hakları mücadelesinin en ön saflarında yer alan bir insandı. O, Türkiye’de demokrasi mücadelesi vermeyi öncelikli görevi olarak görüyordu. O, ülkelerimizin insanlarına güveniyordu. Öldürüldüğü gün Agos’ta yayınlanan son yazsısında şöyle diyordu: “Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet, biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.” Hrant’ın bu öngörüsü yanlış çıktı. Katledilmesinin onuncu yılında Hrant Dink’i unutmadık, unutturmayacağız. Ülkelerimizde güvercinlere dokunulmayacağı günler için mücadelemizi sürdürmeye devam edeceğiz. 23.12.2016 ✒ okur mektubu SINIF KAVRAMI VE TOPLUMSAL CİNSİYET Çünkü proletarya diktatörlüğünün tarihsel anlamı sadece proleterlerden oluşan saf bir sınıf iktidarı olmasından değil de, tüm ezilenlerin proletarya önderliğinde ve proletaryanın nihai amacı etrafında şekillenen politik bir geçiş reformu olması, kadın diktatörlüğünün tarihsel anlamı da benzer biçimde sadece kadınlardan oluşan bir cins iktidarı olması değil, tüm kadın ve erkek emekçilerinin, kadınların nihai amacı etrafında birleşmeleri ve dönüşümlerini koşullayan bir politik geçiş formu olmasıyla belirlenir. Tüm mekanizma cinsiyete bakmaksızın ekolojik temelde kurgulanmalıdır. Böylece sosyalizmi egemen kılan, devrimci özünü kemiren erkek egemen zinciri koparılır sosyalizm, ekolojik, sınıfsız sınırsız ve cinsiyetsiz özgür insanlar topluluğu olarak tarihin sayfasında yerini alır. T oplumsal cinsiyetin oluşma süreci ile özel mülkiyet ve sınıflaşma arasında, çok belirgin ve koparılmaz bir bağ ola gelse de, bu olguların bir birine indirgenmesi doğru değildir. Kadın merkezli olup da özel mülkiyet ve sınıflaşmanın belirginleşmesi, erkek egemenliğinin gözlemlenebildiği birçok ilkel topluluk gözlemlenmiştir. Toplumsal cinsiyet ile özel mülkiyet ve sınıflaşmanın bir birinden koparılmasını değil, ama indirgenemezliğini gösterir. Toplumsal cinsiyet ile özel mülkiyet bir ikiz kardeştir. Yani aynı anneden, yani aynı iş bölümünden çıkarlar. Birbirlerini beslerler, iş bölümü hayat kaynağıdır, onların varlık biçimidir. İş bölümünün tarihsel gelişimdeki merkez rolü olmasa da; iş bölümünün toplumsal cinsiyet ve kadını köleleştirilmesinde oynadığı rolü Alleksandra Kollontay gerçek duruma oldukça yaklaşan çözümlemeler yapmıştır. Kollontay, özel mülkiyetin kadının köleliği temel nedeni olduğuna dair genel kanının dışına çıkarak, sorunu işbölümü bağlantısıyla değerlendirmiştir. Burada kanlı pazarın sembolü olan Kollontay’ın yaşamına bakmak ta gerekir. 1872 yı- lında varlıklı bir ailenin çocuğu olarak doğar, çok mutlu her şeyi var olan bir çocuktur. Ama o özgür olmak ister, diğer çocukların her şeyden yoksun oluşunu görür, yüreğinde yaralar açar. Daha küçükken büyüklerinin adaletsizliğini hisseder, bütün bunları hissettikçe yüreğinde derin yaralar oluşur ve bu başkaldırı ruhunun oluşmasına neden olur. Geleneklere karşı ilk savaşını, evlilik kuşunda ailesinin isteğine karşı çıkarak verir. Parasız, pulsuz, işsiz, güçsüz bir mühendisle evlenir, mutlu olsa da evlilik hayatından sıkılır. Bir fabrikayı ziyaretinde kadın ve erkek işçilerin yaşam koşullarını gördüğünde, bu duruma karşı işçilerin kurtuluşu için onlarla omuz omuza mücadele etmeye karar verir, bu kararı ile oğlunu ve kocasını terk eder. Ekonomi politika eğitimi için Zürich’e gider, 1899 da Petersbug’a döner ve Rusya yasadışı Sosyal Demokrat Partisine katılır. Artık tümüyle kendisini bu davaya adar. 1905 Kanlı Pazar olayından sonra ismi duyulmaya ve tanınmaya başlar. Kollontay, özellikle Marksist kadın hareketinde öncüdür, 1917 Mart’ına kadar siyasal mültecilik yıllarıdır. 31 ✒ okur mektubu 32 1917’nin Temmuz ayaklanması sonucu çok sayıda Bolşevik le birlikte Petrograd’da tutuklanır. Ekim devriminde serbest bırakılır. İlk kurulan devrim hükümetinde bakan olur. 1919’daki iç savaş başlangıcıyla tekrar kadınlar arasında çalışmaya başlar. 1923’te Sovyetlerin Norveç elçiliğine atanır. İşte bu yaşamı, mücadelesi tüm anıları her kadına örnek olabilecek Kollontay derki; ‘’Kadın kabilenin geçiminin esas sorumlusu olarak önemini yitirmemiş olsaydı, özel mülkiyet kadının köleleştirilmesine yol açmak zorunda değildi. Ama özel mülkiyet ve toplumun sınıflara bölünmesi, iktisadi gelişmeyi biçimlendirdi ve yönlendirdi, öyle ki, kadının üretimdeki rolü sıfıra indi. Kadının baskı altına alınması, üretken çalışma, erkeğin görevi olarak görülürken kadının ikinci derecedeki görevleri üstlenmesini öngören cinsiyetler arası bir işbölümünün sonucuydu. Bu iş bölümü mükemmelleştiği ölçüde, kadının bağımlılığı da arttı. Sonunda köleliği bir olgu oldu.’’ *’’Hiç bir hükümet, hatta en ilerici cumhuriyet bile, en ilerici burjuva demokratik devlet bile kadınlara tam eşitlik vermedi. Öte yandan Rusya Sovyet Cumhuriyeti kadınların eşitsizliği konusundaki tüm hukuki kalıntıları istisnasız, derhal süpürüp attı ve bir çırpıda kadınlara kanun önünde tam eşitlik verdi’’. Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin. *1917 Ekim devrimi tarihte, kadının toplumsal eşitliğinde ve kurtuluşunda en gerçek temsildir. Çünkü tüm alanlarda eşit ve özgür olmuştur. Çünkü Rus imparatorluğu ve sömürgelerinde kadın, sadece ikinci sınıf değil, erkeğin kölesi olarak görülmekteydi. Kadının tek bir hakkı vardı. Erkeğe köle olup boyun eğmekti. Ekim devrimi öncesi Rus imparatorluğu ‘Kanunlar külliyatı’’nda ‘’karı’’ nın görevini şöyle tanımlardı; ‘’Karının görevi, ailenin reisi olan kocasına itaat etmek, onu sevip saymak, her şeyde ona boyun eğmek, onun ihtiyaçlarını karşılamak ve ona bağlılığının tüm işaretlerini göstermektir: çünkü o evin efendisidir.’’ O dönemlerde Rusya sömürgeleri gibi yarı feodal köylü toplumlarını; gelişmiş kapitalist ülkelerde bile, kadının toplumsal konumu en fazlasından ikinci sınıf vatandaş olmasından öteye gitmezdi. Eğitim, eşit ücret, eşit seçme seçilme, miras eşitliği, boşanma gibi durumlar ulaşılması imkansız bir hayalden öteye gitmiyordu. Ekim devrimi bu koşullarda gerçekleşti. Yol gösterici oldu. Kilise nikahı yerine, resmi nikah, seçme seçilme, yaşamın her alanında eşitlik sağlandı. Zina, gayrimeşru çocuk, eşcinsellik suç unsurundan çıkarıldı. Kürtaj yasaklanmadı. Boşanma eşit şekilde görüldü. Çocuk bakımı toplumsal bir sorumluluk ve iş olarak görüldü. Cinsiyetçi eğitim yasaklandı. Ücretsiz, bilimsel karma eğitim uygulandı. Sovyet iktidarı bunlardan sorumlu tutuldu. Bunların uygulanmasını ve tüm pratiğinin zenginleştirilmesini sağlayan siyasal örgütlenmeyi ve yönetimi sağlayan jenotyeldi. Jenotyel aktivistleri ülkenin dört bir yanında harekete geçti, öyle bir perspektif çizdiler ki dönüşümün önünü açtılar. Kadınları toplumsal yaşama katmak için toplumsal özgürlükleri kavradılar. Mesela, kadınların erkeklerle konuşmasının yasak olduğu Müslüman doğu cumhuriyetlerinde, bu aktivistler, kadınlarla iletişim kurmak için KADIN BAKKALLARI kurdular. Erkeklerin giremediği bu kadın bakkallarında çarşaflı jenötyel aktivisleri çalışırdı. Gelen kadınla sağlık eğitim vb her alanda aydınlatıyorlardı. Sadece komünlerin çalıştığı atölyeler kurulmuştu.Cinsel özgürlüğün erkek egemenliği eliyle yozlaştırılması o kadar yaygın bir hal almıştı ki Lenin ‘’Rusya bir açık hava genel evine dönüştü” demişti. 10- 15 kez kür- okur mektubu sisteminin kendisine reva gördüğü cinsel tatmin meta gereği olarak, zorla pazarlanması kadının bir fabrikada emeğinin sömürülmesi ile aynı durumu yansıtmamaktadır. Çalışan bir kadının toplumdaki yeri ve kadının kendine değer vermesi ile seks işçisi diye nitelendirilen ki ben öyle bakmıyorum, bir kadının bedeni üzerindeki kazancı ile toplumdan soyutlanması kendisini, diğer çalışan kadınlardan ayırmaktadır. Çünkü onursuzca bir zorunlu kazanç içerisinde, daha da hayvani bir boyutta olduğunu kendisi de çok iyi bilmektedir. Seks işçiliği kavramı yanlıştır. Bunu erkeklerin namus kavramının geri düşünce tarzı olarak yaklaşıp değerlendirmekte daha vahimdir. Namus kavramını kadının iki bacak arasındaki cinsel organına indirgemeyelim, tamam. Soru; kendi bedenini pazarlamak isteyen, bu yolla para kaza kazanmak isteyen kadın var mı? Kim bedeninin bu şekilde onursuzca ipotek altına alınmasını isteyebilir... Yani erkekler namusu böyle değerlendiriyor diye: o yüzden hatalıdır. Yoksa seks işçiliği vardır ve normaldir. Demek gibi bir sonuç çıkarılmaktadır. Yoksa ben yanılıyor muyum, biri söylesin bana. *Ruhsal yönden bakarsak, bir iş yerinde sömürülen bir kadın ile seks işçisi (ki ben bu kavrama katılmıyorum) bir kadın arasında, aynı psikolojik bir durumdan bahsedile bilir mi? Bahsedilemez. Çünkü hepimiz çalıştığımız iş kollarında sömürülüyoruz, fakat düşünün bu kavramda kadının her gün tecavüze uğraması para kazanması bu yolla mutlu olması vs gibi duyguları bırakın, kendinden insanlardan erkeklerden, sistemden nefret etmiş ve ruhsal bedensel sıkıntılar yaşamasına, daha da derin yaralar açmasına neden olmaz mı? Ya da olmuyor mu? Sorarım size toplumlar tarihinde kadın cinselliği hanlarda kervanlarda, günümüzde otellerde genel evlerde olmuştur hep. Ticaret mekanlarının olduğu yerlerde, tarihten bugüne dek olagelmiştir. Fakat buna işçilik olarak bakmak diyalektiğe aykırıdır. Evet para kazanıyor, evet sömürülüyor, ama işçi göremeyiz, peki ne derseniz? Köle. Evet, işçilerde, memurlarda, beyaz yakalılarda, mavi yakalılarda hepimiz köleyiz, ama en azından onur kavramı biraz geri dursa da insan kişiliğinin vazgeçilmez prensipleride vardır. İşçi modern köle olabilir, ama seks ile aynı statüde olamaz. Yani bu seks kavramı çok daha vahim, çalışan bir kadın az da kazansa çalışır, iki alternatif sunalım bir kadına. Genelev de mi, fabrikada mı çalışırsın? Diye soralım. Evet, birinde bilinçli ✒ taj olan kadınlar, önü kesilemeyen cinsel hastalıklar. Bakamadığı için terkedilen bebekler. Bunalıma girip intihar eden kadınlar, bu tablonun dışa vuran görüntüsünün bazılarıydı. Ekim devrimi ile kadının özgürleşmesi adına en önemli kazanımların biride aile evlilik ve annelikti. Sosyalizm perspektifinden bakıldığında bu üçayaklı mekanizma, kadının ezilmesi durumu temel, toplumsal dayanaklarından birini oluşturuyordu. İşte sosyalizm, burada da farkını koymalı ki kadının toplumsal yaşama eşit haklar ve oranlarla katılması yönündeki mücadelede, toplumsal dokuya, erkek egemen içeriğini kazandıran cinsel işbölümünün tüm içeriği ve biçimleriyle yok edilmesi mücadelesine bağlanmalıdır. Kadın akademileri kurulmalı, kadın sendikaları kurulmalı, kadın dayanışma evleri ve hattaa komünü. Kadın milisleri tüm sorunları çeşitli yönleriyle kucaklayabilen bir örgütsel yelpaze olmalı. Kadının kurtuluşu sosyalizmdedir. Çünkü proletarya diktatörlüğünün tarihsel anlamı sadece proleterlerden oluşan saf bir sınıf iktidarı olmasından değil de, tüm ezilenlerin proletarya önderliğinde ve proletaryanın nihai amacı etrafında şekillenen politik bir geçiş reformu olması, kadın diktatörlüğünün tarihsel anlamı da benzer biçimde sadece kadınlardan oluşan bir cins iktidarı olması değil, tüm kadın ve erkek emekçilerinin, kadınların nihai amacı etrafında birleşmeleri ve dönüşümlerini koşullayan bir politik geçiş formu olmasıyla belirlenir. Tüm mekanizma cinsiyete bakmaksızın ekolojik temelde kurgulanmalıdır. Böylece sosyalizmi egemen kılan, devrimci özünü kemiren erkek egemen zinciri koparılır sosyalizm, ekolojik, sınıfsız sınırsız ve cinsiyetsiz özgür insanlar topluluğu olarak tarihin sayfasında yerini alır. Üretim araçlarına sahip kapitalist sistemde, insan emeğinin sömürülmesi işçinin ezilen yaşamını idame ettirmesi ücret karşılığında bilinçli bir şekilde emeğinin sömürülmesini zorunlu kılmaktadır. Fakat burada insan onurunu zedeleyecek bir durum, artı değerin işçinin emeğine yansımaması olarak değerlendirmekteyiz. Ve proletarya, bunu hak ettiği emeğin karşılığı olarak görmemekte, ama en azından insanca bir durum olarak kabul etmektedir. Fakat seks işçiliği, (bu tabire kesinlikle katılmıyorum) kadının bilinç olarak kabul ettiği bir ezilmişlik durumu olmamakla birlikte, kadın bedeni üzerinde tahakküm kuran, erkek egemen ataerkil sistemin kadın bedeni üzerinde hak iddia etmesinin bir sonucu olarak, her türlü destekten arınmış, erkek egemen 33 ✒ okur mektubu 34 edildiğini bile bile herkes aynı maaşı alıyor, aynı saat çalışıyor, bende buna razıyım der, geçimi için çalışır, birde istemeyerek bu yola sürüklenirsin. Aradaki fark budur ve işçi değildir. Kadınlara sormak isterim, özellikle çok değerli kadın yoldaşlarıma bir tek sorum var, çalışmak isteseler fabrika vb yerlerde mi çalışmak isterler, ya da genel evde mi? Bir istatistik yapılsa tüm dünya kadınları hedefinde, ezici çoğunluk fabrika diyecektir. Çok nadir genel ev çıkarsa 0.001 gibi bir derecede lümpen yaşamı tercih eden asalaklardır gerisi. Neden çoğunluk genel evi seçmez? Çünkü kendi iradesi dışında kendisine zorla tercih ettirilen bir durum var. Lümpenler sınıf dışı bir topluluktur. Burjuvaziye karşı direncini yitirmiş, sınıf dışına itilmiş, kolay yollarla para kazanan bir asalak topluluğu vardır, dilencilerdir, hırsızlardır, dolandırıcılardır, birilerinin sırtından geçinenlerdir ve evet erkek egemenliğinde cinsel arzuları tatmin etmeyi bir üretime bağlaya biliriz, çünkü patron var, ordan kazanan, onu sömüren bir durum var. Mekanik değil ama bir sömürü inkar edilemez. *Proletaryanın öncüllük bilincini kuşanmak, devrim yolunda kişinin kendine hakim olabilme yetisinin artmasını, fedakarlığı ve yürek bölüşmesinde yiğitliği gerektirir... Mevcut koşullarda proleter olmayan emekçi yığınlarıyla bağ kurma yeteneğidir. Komünist savaşçı olmak... ML vb felsefi akımlardan önce bu kişiliğin oturması gereklidir. Yaşı yoktur, en önemlisi CİNSİYETİ yoktur. Yani biyolojik erkeğin tüm feodal bağları koparıp, ilk önce evde annesine ya da eşine bir ev kadını değil de, kolektif yaşamın gözüyle bakabilmektir. Bir kadının, doğurganlığı dışında aynı iradeyi ortaya koyabilme yetisini bilmesidir. Üçüncü olarak siyasi bir yapının doğrultusunu reformist bir düşünceye kapılmadan o günün ekonomik politik ve hatta coğrafik koşullarını güncelleyerek bir siyasi yapının öncülüğünde ilerlemektir. *Yolu aydınlatan ideoloji, disiplin ve bilinç faktörüyle gelişir. İdeolojiyi bilmek, gönüllü olmak tek başına yeterli değildir. Çünkü devrimci ahlakı anlamayan asla Marksizm’i kavrayamaz. Marksizm yaşamın tüm alanında bir eylem kılavuzudur. Yani ailede, sokakta, meydanda, işyerlerinde, bir mücadeledir. Bu durum çevreye kişiye yaşa cinsiyete göre asla ve asla değişmez. Çalışmak yaşam biçiminde anlam kazanır. Sempatizanları küçük görmek, alt kadroları ezmek sadece kısa bir macera olur. Cinsiyet ayrımı, ataerkil ya da anaerkil yapı tartışması onurlu bir yaşam kavgasında gün- dem yaratması mevcut koşulları değerlendiremediğimizden midir diye bir düşünce oluştu, çünkü son zamanlarda görünen o ki, devrimci kültür ve devrimci ahlak sorunu, doğudan batıya hatta tüm evrende örf adetlerle, kapitalizmin dejenerasyon yarattığı burjuva ahlaki ile karıştırılıyor. Ve hatta düne kadar, en başta, o örgütlü o mücadeleci halk tarafından, barlarda kadın çalıştırılıyor diye, Dersim’de barlar taşlanıp, Gazi’de fuhuş batağındaki kadınlar kovulurken, bugün seksin bir işçilik olarak görünmesi vahim. Seks işçilik olarak gören bir deklarasyonu kadın öncülüğünde bir kuruluşun deklare etmesi çok daha düşündürücü. Şimdi bizler, Dersim’de camları kırılan bar sahiplerinden özür mü dilemeliyiz? *ABD emperyalizmi Filipinlere girerken, 14 yaşındaki kızların askerler tarafından tecavüze uğrayıp hepsinin birer seks unsuru olarak pazarlara sunulması halen göz yaşartırken hikâyeleri, bunu hangi sınıfa koyabiliriz. Feminist bir kadın yazar, emperyalist ya da burjuva ataerkilin uzuvları kadının bedeninin içinde dolaşacak ve başta tüm dünya kadınları zamanla bunu olağan karşılayacak diye yazmıştı. Haklı payı mı var? *O nedenle bu seks kavramının tekrar incelenmesi gerekmektedir. Halkların devrimcilere güvenini sağlayan en önemli unsur devrimci ahlak ve devrimci yaşamdır. Nice kadın öncüler varken, cinsiyet ayrımı yaparak seksi sınıflandırmak, üretim midir hizmet midir diye düşünmek bile kitleler üzerinde, nice bedeller ödeyen bir çok öncü kadının sevgisini sempatizanlar üzerinde zedelemek, güveni sarsmaktadır. Çünkü Marksizm’in sınıflandırması proletaryadır. İşgücüdür, üretimdir hizmettir. Gerisi ahlak disiplin ve bir yaşam biçimidir. Hegel ; ‘’tarih bir şeyi hazmetmede önce bir kaç kez tekrarlar’’ der. Paris Komününden Sovyet halk iktidarına her komünist, sınıf tahlillerini dikkatli yapmalı, her döneme olumlu olumsuz yönleriyle bakmalıdır. Nihai toplumsal düzene biçim ve içerik kazandırırken, devrimci ahlakı ve onurlu duruşu bozmadan hareket etmelidir. Bunlar kadın ya da erkek olarak cinsiyet ayırımı gözetmeksizin, beden üzerinde bir tahakküm kurarak sınıflandırmadan, ezilen emekçi yığınların, devrimcilerin komünistlerin vazgeçilmez sorumluluğundadır. Kasım 2016 Cihan Karayol/ Adana B ir okurumuzun “Sınıf kavramı ve Toplumsal Cinsiyet” başlıklı bir yazısını yayınlıyoruz. “Seks işçisi”, “seks işçiliği, “seks işçileri” kavramlarının kullanılmasını yanlış bulan okurumuz; yazısında bu kavramların neden kullanılmaması gerektiğini açıklamaya/gerekçelendirmeye çalışıyor. Bunu yaparken bir dizi sorunu içiçe tartışıyor. Okurumuzun içiçe tartıştığı bir dizi soruna bir iki not düşmeyi ve esas olarak “seks işçisi” kavramı üzerine tartışmayı önemli buluyoruz. Zira özelde bu kavramlar üzerine yürüyen tartışma, bugüne kadar bizim de pozisyon belirlemediğimiz bir konudur. Önce dikkat çekmek istediğimiz birkaç nokta: Okurumuz, haklı olarak Ekim Devrimi’nin kadının kurtuluşu mücadelesindeki önemi ve yerini ve birçok kazanımını ortaya koymaya çalışıyor. Bu noktada yazdıklarının geneline katılmakla beraber, bir noktanın yanlış anlayışlara yolaçabileceğine dikkat çekmek istiyoruz: “1917 Ekim Devrimi tarihte, kadının toplumsal eşitliğinde ve kurtuluşunda en gerçek temsildir. Çünkü tüm alanlarda eşit ve özgür olmuştur.” diye yazıyor okurumuz. Ekim Devrimi’nin tarihte ilk kez kadının kurtuluşu mücadelesinin önünü radikal biçimde açan bir devrim olduğu bir gerçektir. Bu devrimle yasalar önünde eşitlik derhal sağlanmıştır. Ve sosyalizmin inşası sürecinde toplumsal eşitliğin koşullarının yaratılması için muazzam bir çaba gösterilmiştir. Sosyalizmin inşa süreci aynı zamanda bütün hat boyunca kadınların eşitlik ve özgürlüğü için mücadele sürecidir. Bunun vurgulanması doğrudur, fakat bu süreç modern revizyonizmin ihanetiyle tamamlanamamış, yarıda kalmıştır. Bu anlamda Sosyalist Sovyetler Birliği’nde kadınların konumunu anlatırken “tüm alanlarda eşit ve özgür olmuştur” şeklindeki mutlak tespitlerden kaçınmakta fayda vardır. “Kürtaj yasaklanmadı” tespiti tam doğru değildir. Sovyet Hükümeti 1920’de yayınlanan bir kararname ile çarlık döneminde varolan kürtaj yasağını kaldırmıştır. Ancak, “sosyalizmin inşasının tamamlandığı”, “şartların değiştiği” gerekçeleriyle 1936’da, tıbbi gerekçe dışında kürtaj yasaklanmıştır. (bkz. Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu, cilt I, s. 331 ve devamı, Gül Özgür, Dönüşüm Yayınları) Biz, 1936’da tıbbi gerekçe dışında, kürtajın yasaklanmış olmasını yanlış bir adım olarak değerlendiriyoruz. “Toplumsal cinsiyetin oluşma süreci ile özel mülkiyet ve sınıflaşma” ve toplumsal iş bölümü arasındaki ilişki bağlamında okurumuzun kullandığı bazı formülasyonlar tam açık değildir. Eğer söylenmek istenen tarihsel olarak patriyarkanın özel mülkiyet ve toplumun sınıflara dönüşümünden önce geliştiği ise, bu doğrudur. Bu doğru, bizzat Engels tarafından ortaya konmuştur. Kollontay da bu konuda farklı bir şey söylememektedir. (Okurumuz Kollontay’ın alıntısının kaynağını verseydi iyi olurdu. Aynı şekilde, diğer alıntıların kaynaklarını da...) Bu konuda bizim önereceğimiz temel kaynaklar: Engels’in “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı eseri ve kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Kadın ile erkek arasındaki eşitsizliğin bir göstergesi de seksi satın alan erkeğin, müşteri olan erkeğin değil de kadının aşağılanması ve cezalandırılmasıdır. Hiçbir erkek seks satın aldığı için “vesikalanmamaktadır”, ama bunun tersi sözkonusudur. Halbuki, toplumsal ilişkiler tam tersidir: Fuhuş, bunu yapan fahişe kadınlar varolduğu için değil, kadınları köleleştiren, onları bir mal gibi alıp–satan erkek egemen sistem varolduğu için, herşey gibi seksi de satın alabilecek toplumsal güce sahip erkek müşteriler varolduğu için vardır! ✒ “SINIF KAVRAMI VE TOPLUMSAL CİNSİYET” BAŞLIKLI YAZI HAKKINDA 35 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 36 “Politik Ekonomi Ders Kitabı, Cilt I”dir. En kaba biçimiyle özetleyecek olursak, bu eserlerde kadın cinsinin tarihsel yenilgisi şöyle değerlendirilmektedir: İnsanlığın ilkel topluluklarında esas olarak erkeklerin avcılık, kadınların ise ziraat ve hayvanların evcilleştirilmesiyle uğraştığı bir evrede doğal iş bölümü sözkonusuydu. Erkekler ava giderken, kadınların çocuklarıyla birlikte evde ocak başında kaldığı bu ilkel komünal yaşamda, kadınlar önder bir rol oynuyorlardı ve soy zinciri kadınlara göre hesaplanıyordu. İnsanların o dönemdeki maddi yaşam koşullarının sonucu olarak kadının egemen konumda olduğu bu ilkel komünal toplum biçimine matriyarka ya da anaerkil toplum denmektedir. Üretici güçlerin daha sonraki gelişme süreci içinde, göçebe hayvancılık (çobanlık) ve biraz daha gelişmiş ziraat (ekincilik) ilkel topluluğun yaşantısında tayin edici rol aldı. “Hayvancılığa ve ziraate geçişle birlikte toplumsal işbölümü” doğdu (“Politik Ekonomi Ders Kitabı, Cilt 1, s. 34, İnter Yayınları, Ocak 1992 İstanbul) Bu her ikisi de erkeklerin işiydi, topluluğun yaşamının devamının sağlanmasında daha önemli bir rol oynamasıyla birlikte anaerkilliğin yerini ataerkillik (patriyarki) aldı. Henüz özel mülkiyet, toplumun sınıflara bölünmesi sözkonusu olmasa da, patriyarka ile birlikte buraya geçişin son aşamasına da varılmış oluyordu. Üretim aletlerinin daha da gelişmesi ve emek üretkenliğinin artması ile birlikte zenginlikler arttı ve zenginliklerin nasıl paylaşılacağı, bunların kimin mülkiyeti olacağı kendisini tarihsel olarak dayattı. Özel mülkiyet ile birlikte kölelik de ortaya çıktı. Toplum artık sınıflara bölünmüştü: Köleler ve köle sahipleri. Böylelikle “insanın insan tarafından sömürülmesi, yani bir insan emeğinin ürünlerine diğer insanlar tarafından karşılıksız el konulması” ortaya çıkmış bulunuyordu. Kadın cinsinin ilkel topluluktaki yerini/konumunu yitirmesi, özel mülkiyet sisteminin ortaya çıkışı ve gelişmesi içerisinde daha vahim sonuçlar doğurdu ve kadının köleleştirilmesine, tamamen erkeğe tabi hale getirilmesine yolaçtı. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde bunu şöyle açıklıyor: “... Daha önceki toplumsal durumlardan bize miras kalmış bulunan ikisinin (erkeğin ve kadının-BN) hukuki eşitsizliği, kadının iktisadi baskı altında oluşunun nedeni değil, sonucudur. Birçok evli çifti ve çocuklarını kapsayan eski komünist ev idaresinde, kadınlara bırakılan ev idaresi, tıpkı erkekler tarafından yiyecek sağlanması gibi, kamusal, toplumsal olarak gerekli bir sanayi idi. Ataerkil aileyle ve ondan da çok monogam bireysel aileyle birlikte bu değişti. Ev idaresi, kamusal karakterini yitirdi. O artık toplumu ilgilendirmiyordu. Bir özel hizmet haline geldi; toplumsal üretime katılmaktan uzaklaştırılan kadın, baş hizmetçi oldu. Ancak zamanımızın büyük sanayii ona –ve yalnızca da proleter kadına– toplumsal üretim yolunu yeniden açtı. Fakat o şekilde ki, ailenin özel hizmetiyle ilgili görevlerini yerine getirirse, toplumsal üretimin dışında kalır ve bir şey kazanamaz ve toplumsal üretime katılmak ve bağımsız para kazanmak isterse, aile görevlerini yerine getiremez. Ve fabrikada nasıl ise, kadın için tıp ve hukuka kadar tüm iş kollarında da durum öyledir. Modern bireysel aile, kadının açık ya da gizli ev kölelği üzerine kurulmuştur ve modern toplum, molekülleri olarak salt bireysel ailelerden oluşan bir kütledir. Günümüzde erkek, durumların büyük çoğunluğunda, en azından varlıklı sınıflarda, ailenin para kazananı, ekmek kazananı olmak zorundadır ve bu durum ona hiçbir hukuki ekstra ayrıcalığa gereği olmayan egemen bir konum kazandırır. O, ailede burjuvadır; kadın, proletaryayı temsil eder. Sınai dünyada ise proletaryayı ezen iktisadi baskının özgül niteliği, kendini tüm sertliğiyle ancak kapitalist sınıfın tüm yasal özel ayrıcalıkları kaldırıldıktan ve iki sınıf arasında tam bir hukuki eşitlik kurulduk- Fuhuş Vazgeçilmez Bir Kurum-Sıradan “Bir Hizmet” mi? Bilindiği gibi, uluslararası alanda belirli bir süreden beri para karşılığı yapılan seksin de bir nevi „hizmet“ olduğu, bu hizmetin de diğer toplumsal hizmetlerle aynı kademede değerlendirilmesi gerektiği tartışması sürüyor. Burjuva kamp ve onunla birlikte burjuva kadın hareketinde de bu konuda bir ayrışma yaşanıyor. kavganın doğrusu / doğrunun kavgası tan sonra gösterir; demokratik cumhuriyet, iki sınıf arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı yok etmez, tersine, üzerinde sonuç alınıncaya kadar mücadele edileceği alanı hazırlar. Ve aynı şekilde, modern ailede erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin özgül karakteri ve ikisi arasında gerçek bir toplumsal eşitlik kurmanın zorunluluğu ve yolu da ancak, her ikisi tamamen eşit hukuki haklara sahip olduğu zaman günışığına çıkacaktır. O zaman, kadının kurtuluşunun ilk ön koşulunun, tüm kadın cinsinin yeniden kamusal sanayiye dönmesi olduğu ve bunun da yine toplumun iktisadi birimi olarak bireysel ailenin ortadan kaldırılmasını gerektirdiği görülecektir.” (“Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, F. Engels, s. 88-89, İnter Yayınları) Bir tarafta fahişeliğin “dünyanın en eski mesleği” olduğunu, bu nedenle insan ticareti ve fahişeliğe zorlama ile para karşılığında “gönüllü seks” arasında ayrım yapılması gerektiğini savunanlar var. Bunlar, günümüzde artık “seks işçiliği” kavramının kullanılması gerektiğini savunuyorlar. Son olarak, Mayıs 2016’da, Amnesty International (Uluslararası Af Örgütü) bu konuda tavır belirledi. Ve artık genel olarak fuhuşa karşı değil, sadece fahişeliğe zorlamaya ve insan ticaretine karşı mücadele edeceklerini açıkladı. Amnesty International, bu şekilde fuhuş yapan/yapmak zorunda kalan kadınların yasal olarak daha iyi korunabileceğini, kadınların sömürülmelerine karşı daha iyi mücadele edilebileceğini ileri sürüyor! İki yıllık bir araştırma ve doğrudan fuhuş sektöründe çalışan kadınlarla yapılan görüşmeler ertesinde kadınları korumak ve bunların üzerindeki baskı ve sömürüye karşı mücadele edebilmek için bunun daha iyi bir yol olacağı pozisyonuna vardıklarını açıklıyorlar! Amnesty International bu tavrıyla uluslararası alanda birçok örgütün, bu arada birçok kadın örgütünün de tepkisini üzerine çekmiş oldu. Ancak, salt Amnesty International değil, başka kesimler de bu pozisyonu savunuyorlar. Diğer tarafta, fuhuşun herhangi bir “hizmet” ile eş tutulamayacağını savunan genişçe bir kesim var. Bu kesimin önemli bölümü burjuva-patriarkal bakış açısına eşdüşen ahlakçılıkla soruna yaklaşıyor: Özünde, kadınları sahiplenilebilinecek, evlenebilinecek “iffetli kadınlar” ile bütün erkeklerin kullanabileceği “iffetsiz kadınlar” olarak ayıran anlayış bu! Ve tabii ki, para karşılığı sekse temelde karşı olmayan, bu hizmetten (açıktan ya da gizli kapaklı) faydalanmakta sorun görmeyen, fakat fahişe ile “iffetli kadın” arasındaki farkın kaldırılmasını da istemeyen bir anlayış. Bunların “ahlakçılığı” nihayetinde fuhuştan faydalanan erkeği değil, fuhuş yapan kadını aşağılayan ikiyüzlü bir ahlakçılıktır. Fakat, kadınların (genelde insanların) bedenlerini satmasının herhangi diğer bir “hizmet” ile aynılaştırılamayacağını savunan ve bu nedenle “seks işçiliği”, “seks hizmet sektörü” gibi kavramlara kökten karşı çıkan bir burjuva-küçük burjuva kesimin varlığı da sözkonusudur. Örneğin, Almanya’da burjuva kadın hareketinin ünlü isimlerinden Alice Schwarzer “seks işçiliği” adı altında “fuhuşun legalleştirilmesi” olarak tanımladığı bu pozisyonun şiddetli karşıtlarındandır. Amnesty International’in tavrını açıklama- ✒ Bebel, “Kadın ve Sosyalizm” adlı kitabında, burjuva toplumunda fuhuşun aynı polis, ordu, kilise gibi bir “sosyal kurum” hizmeti gördüğünü ortaya koyuyordu. Ama, burjuvazi bir taraftan fuhuşu teşvik eder ve bundan büyük karlar sağlarken, diğer taraftan da “ fuhuşa karşı mücadele” adı altında fuhuş yapan kadınları aşağılayıp horlamakta ve onların toplumsal olarak dışlanmasını uygulamaktadır. Ve sözkonusu olan salt fuhuş yapan kadınların horlanması ve aşağılanması değildir. Kadınların alınır-satılabilir olması olgusu bir bütün olarak kadın cinsinin aşağılanması ve horlanması anlamına gelmektedir. 37 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 38 sının ardından kamuoyu önünde karşı tavır takınan isimlerden biri de sinema oyuncusu Meryl Streep oldu. Meryl Streep’in kamuoyuna sunduğu ve birçok politikacı, sanatçı ve aydının imzalamış olduğu bir mektupta, fuhuş yapan kadınların aşağılanmalarına ve onların haklarının ayaklar altına alınmasına elbette karşı çıkılması gerektiği savunuluyor. Ancak, fahişelerin haklarını koruma adı altında ‘herhangi bir hizmet mesleğinden farklı değil’ derecesinde ele alınarak fuhuşun tam legalleştirilmesine karşı çıkılıyor ve bunun cinsler arasında varolan iktidar ilişkisini görmezden gelme, fuhuşun bunun bir sonucu olduğunu görmezden gelme olarak kınıyor. Ve haklı olarak, bunun son tahlilde büyük bir sömürü sektörü olan fuhuş sektörünün aklanması anlamına geleceği ve onlara yarayacağı belirtiliyor. Komünistlerin Tavrı Nedir? Fuhuş konusunda komünistlerin geçmişten bu güne kadar gelen tavrı şöyle olmuştur: Evet, fuhuş, patriarka ve özel mülkiyet toplumunun ortaya çıktığından bu yana varolagelmiştir. Ancak bu kabullenilebilinecek bir şey değil, özünde kadın cinsinin erkek cinsi tarafından köleleştirilmesinin bir ürünü, patriarkal (erkek egemen) bir kötülüktür. Buna karşı mücadele bir bütün olarak özel mülkiyet sistemine karşı mücadeleyle birlikte yürütülecek ve nihayetinde özel mülkiyet sistemi ile birlikte yokolup gidecektir. Bebel, “Kadın ve Sosyalizm” adlı kitabında, burjuva toplumunda fuhuşun aynı polis, ordu, kilise gibi bir “sosyal kurum” hizmeti gördüğünü ortaya koyuyordu. Ama, burjuvazi bir taraftan fuhuşu teşvik eder ve bundan büyük karlar sağlarken, diğer taraftan da “fuhuşa karşı mücadele” adı altında fuhuş yapan kadınları aşağılayıp horlamakta ve onların toplumsal olarak dışlanmasını uygulamaktadır. Ve sözkonusu olan salt fuhuş yapan kadınların horlanması ve aşağılanması değildir. Kadınların alınır-satılabilir olması olgusu bir bütün olarak kadın cinsinin aşağılanması ve horlanması anlamına gelmektedir. Esasen, burjuvazinin fuhuşun burjuva toplum için vazgeçilmez bir kurum olduğunu kabullenişi çoktan gerçekleşmiştir. Bugün açıkça artık fuhuş sektöründen bahsedilmektedir ve bu sektör burjuva devleti için büyük vergi kaynağıdır. Bu anlamda Amnesty International’in temsil ettiği pozisyon, son ikiyüzlülükten de vazgeçilmesi ve resmen ve alenen fuhuş sektörünün legalleştirilmesi anlamına gelmektedir. Burjuva-kapitalist toplumun ve bu toplumsal ilişkilerin ilelebet devam edeceği varsayımından yola çıktığınızda, bu ilişkileri kökten değiştirmek gibi bir davanız olmadığında varılabilinecek “en ileri pozisyon” bu olabilir. Bu bir nevi, madem ki, ‘böyle gelmiş böyle gidecek, o zaman mücadele ediyormuş gibi yapmayalım, zarar görenleri koruyalım’ pozisyonudur. Komünistlerin pozisyonunun bundan temelden farklı olacağı, olmak zorunda olduğu açıktır. Hangi gerekçeyle olursa olsun, fuhuşun ilelebet varolacak bir “hizmet” olarak kabullenilmesi sözkonusu olamaz. Çünkü bu, insanın insan üzerindeki sömürüsünün de ilelebet varolacağı anlamına gelir. Komünistler fuhuşa karşı mücadeleyi, esas olarak onu ortaya çıkaran koşullara, yani özel mülkiyet sistemi ve insanın insan üzerindeki sömürüsünün bertaraf edilmesi mücadelesi olarak kavrar ve yürütürler. Bu nedenle, geçmişte olduğu gibi bugün de bu konuda burjuvazinin ikiyüzlü ahlakçılığına karşı mücadele esastır. Örneğin, fuhuşa karşı mücadele adı altında genelevleri mahalle dışına çıkarma, “mahalleyi temizleme” mücadelesi tam da böyle ahlakçı-ikiyüzlü mücadeleye tekabül etmektedir. Devrimcilerin, komünistlerin halka yaranmak adına bu tür ahlakçı ve esasta fuhuş yapan kadınları hedef alan bir mücadele yürütmesi kesinlikle yanlıştır. Fuhuşa karşı mücadele adı altında fuhuş yapan kadınların toplumsal olarak horlanması, aşağılanması, takibata uğratılması, polis baskısına, devlet şiddetine maruz kalması kesinlikle kabul edilemez. Kadın ile erkek arasındaki eşitsizliğin bir göstergesi de seksi satın alan erkeğin, müşteri olan erkeğin değil de kadının aşağılanması ve cezalandırılmasıdır. Hiçbir erkek seks satın aldığı için “vesikalanmamaktadır”, ama bunun tersi sözkonusudur. Halbuki, toplumsal ilişkiler tam tersidir: Fuhuş, bunu yapan fahişe kadınlar varolduğu için değil, kadınları köleleştiren, onları bir mal gibi alıp–satan erkek egemen sistem varolduğu için, herşey gibi seksi de satın alabilecek toplumsal güce sahip erkek müşteriler varolduğu için vardır! Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde nihai hedefin bir bütün olarak fuhuşun ve cinselliğin satın-alınır bir şey olmaktan çıkması olduğunu şöyle ifade ediyor: “Yani, süpürülmesi yakın görünen kapitalist üretimden sonra, cinsel ilişkiler düzeni üzerine bugünden düşünebileceğimiz şey ağırlıklı olarak olumsuz kavganın doğrusu / doğrunun kavgası açıklanır: “... kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak durumunda kalan” ücretli çalışanlar...” (Bkz. MarxEngels, Komünist Manifesto, s. 104, Dönüşüm Yayınları) Bu dar anlamda alındığında, “seks işçisi” kavramı kesinlikle yanlıştır; çünkü para karşılığı seks yapan bir kadın işgücünü değil, bedenini satmak, daha doğrusu kiralamak zorunda kalmaktadır. Kaldı ki, onun bedenini satan çoğunlukla kendisi de değil, onun sahibi ve pazarlayıcısı olan pezevenktir, erkektir. Seksi satın alan da, –işgücünü satmak zorunda kalan işçi sınıfında olduğu gibi, üretim araçlarının sahibi olduğu– patron değil, müşteridir. Karşılaştırma “hizmet sektörü” bağlamında yapıldığında da pek uymamaktadır: “Kapitalist ekonominin üç alanı vardır. İki alan doğrudan üretim yapan sanayi ve tarımdır. Üçüncü alan ise, doğrudan üretim yapmayan ve fakat üretim için gerekli olan hizmetleri sunan alandır. Bu alana (1900’lü yılların başlarından bu yana) hizmetler alanı, bu alanda çalışanlara da hizmetli denir.” (“Sınıflar”, Yeni Dünya Yayınları, Eğitim Dizisi 1, s. 23) Kapitalizmde hizmet alanının bir bölümünü yeniden üretim alanına tekabül eden ve çoğu yerde devletin ve belediyelerin denetiminde olan eğitim ve sağlık hizmetlerini, temizlik, taşımacılık haberleşme işlerini; kültür faaliyetlerini, turizmi, vb. oluşturur. Bütün bu alanlarda işgüçlerini satarak geçimini temin eden emekçiler “hizmetli” kategorisine girerler. Burda da esas olan, bu alanda çalışan işçilerin/emekçilerin işgüçlerini satmalarıdır. Kapitalist sömürü sistemi içinde fuhuş yapmak zorunda kalan kadın kitlesinin büyük çoğunluğunun ekonomik ve sosyal konumunun işçilerin ve emekçilerinkinden çok da farklı olmadığını kabul etsek de, yine de marksist kavramlarla konuştuğumuzda “seks işçisi” kavramı yerli yerine oturmamaktadır. Şunu söyleyebiliriz: Bedenlerini satarak hayatta kalma mücadelesi veren kadınların ezici çoğunluğu emekçiler tabakasına dahildir. Ve esasen onların konumu bir „köle“nin konumuna tekabül eder. Kapitalizmde, buna benzer, geçmiş toplumlardan miras kalan başka „hizmetler“ de vardır. Bunlar, öncelikle toplumsal değil, „bireysel“ hizmetlerdir. Örneğin, „hizmetçi“ olarak ömür boyu zengin ailelere satılan kızlar/kadınlar (bu özellikle Asya ve Afrika‘da sanıldığından çok yaygındır.) „Evlilik“ adı altında zengin Avrupa‘nın (yoksul, orta halli ve zengin) her ✒ türdendir, kendini çoğunlukla ortadan kalkacak şeylerle sınırlar. Ama hangi yeni şeyler katılacak? Bu, yeni bir kuşak yetişince belli olacak: yaşamlarında, bir kadın asla parayla ya da başka bir toplumsal güç vasıtasıyla satın almamış olan yeni bir erkekler kuşağı ve kendini, gerçek aşktan başka hiçbir nedenle bir erkeğe vermeyecek, ya da bunun iktisadi sonuçlarından korkarak kendini sevdiği kimseye vermekten vazgeçmeyecek olan yeni bir kadınlar kuşağı.(1) İşte bu insanlar dünyaya geldiği zaman, bugün onların nasıl davranmaları gerektiği üzerine düşünülen şeylere hiç kulak asmayacaklar; kendi pratiklerini ve herkesin pratiğini ona göre yargılayacakları kamuoyunu kendileri yaratacaklardır – nokta” (“Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni”, F. Engels, s. 28-29, İnter Yayınları) “Fahişe”, “orospu”, “genel ev kadını” vb. gibi kavramların kadınları aşağılayıcı biçimde – salt cinsel sömürüye maruz olan kadınları değil, bir bütün olarak kadınları– kullanıldığı açıktır. Bu aşağılanmaya karşı mücadele etmek haklıdır. Önemli olan, bütün bu mücadelede esas yönelimi kaybetmemektir. Biz, aşağılanmaya karşı durmak için yeni kavramlar arayışını tümüyle reddetmiyoruz. “Seks işçisi” gibi kavramların bir yanıyla bu aşağılanmaya karşı durma arayışından kaynaklandığını da biliyoruz ve bu yönünü elbette ki olumluyoruz. Fuhuş yapan kadınların haklarının korunması, onlar üzerindeki baskıların teşhir edilmesi mücadelesi haklı bir mücadeledir. Buna rağmen, kavramların taşıdığı içeriğe de dikkat edilmek zorundadır. “Seks işçiliği”, “seks işçileri” gibi kavramlar bizce yanlıştır. Bunun yerine biz, “para karşılığı seks yapmak zorunda kalan –kadın/erkek– insan” kavramını öneriyoruz. Bu kavramlar da tek başına aşağılamayı/aşağılanmayı ortadan kaldırmaz, fakat bunu biraz daha sınırlar. Bizim tabii ki, kimin kendini nasıl tanımladığına karışacak halimiz yoktur. Bazı kadınlar kendilerini “seks işçisi” olarak tanımlamakta ısrarlıdır, bazıları da yine mücadeleci bir özgüvenle kendilerini “oruspu”, “fahişe” olarak adlandırabilmektedirler. Herkes kendini istediği gibi tanımlama hakkına sahiptir. Biz burada, komünistlerin bu konuda nasıl bir tavır takınması gerektiğini tartışıyoruz. Ve bu bağlamda Marksizm-Leninizmin bilimsel temellerine dayanıyoruz: Marks ve Engels’in klasik işçi sınıfı tanımı temel alındığında, “seks işçisi” kavramı bütünüyle yanlıştır. Komünist Manifesto’da işçi sınıfı kavramı şöyle 39 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 40 tabakadan erkeğine pazarlanan (örneğin Filipinli, Tayland‘lı, ve şimdi yenilerde Suriyeli, Iraklı ve diğerleri) köleler, vb. vb. de mevcuttur. Bütün bunlara karşı, bu tür köleliğin kökünü kurutma hedefi ve azmiyle mücadele edilmek zorundadır. Biz bu bağlamda fuhuş yaparak yaşamak „kadının kendi tercihi“ ya da „kendi tercihi değil“ tartışmasını yararsız buluyoruz. Bizim ne fuhuş yapan kadınları yargılama ne de onların „tercihi“ni sorgulama derdimiz olabilir. Her kadının şüphesiz kendisine göre sebepleri vardır. İster „kendi tercihi“ olsun, isterse olmasın farketmez, biz tek tek kadınların nedenleriyle değil, bir bütün olarak sistemle uğraşırız. Diyelim ki, „kendi tercihi“ olmuş olsun (ki, bunu iddia eden kadınlar da vardır), bu neyi değiştirir? Kölelik sistemine karşı da mücadele verilirken kölelik sistemini savunan köleler de vardı. Onlar köle kalmayı „kendi tercihleri“ olarak görüyorlardı. Sonuçta bu, köleliğe karşı mücadelenin zaferini, köleliğin yokolma tarihsel zorunluluğunu değiştirmemiştir. Fuhuş ve bir bütün olarak seks ticareti bağlamında benzer bir şey sözkonusudur. İşin şöyle bir yanı da vardır: Bugün kapitalizm büyük bir seks ve porno sektöründen bahsetmektedir, ki bu olgudur. Bunun içinde klasik anlamda fuhuşun rolü giderek küçülmektedir. Örneğin, „seks oyuncakları“nın üretimini ele alın. Bu gerçekten de fabrika üretim tarzına tekabül eder ve orda çalışan kadınlar ve erkekler bu „oyuncakların“ üretimi sürecinde çalışan, işgüçlerini satan işçilerdir. Örneğin, „porno sanayii“ni alın, dergilerin, filmlerin, video-cliplerin vb. üretiminin çeşitli alanlarında çalışan kadın ve erkek geniş bir hizmetliler gurubu vardır. Bunlar da çoğunlukla bedenlerini değil, işgüçlerini satma durumundadırlar. Bunların bir bölümü emekçiler kategorisine tekabül etmekte, bir bölümü de kendi hesabına çalışan küçük ve orta burjuvalara denk düşmektedir. Bugün salt fuhuşa karşı tavır almak yetmez, bir bütün olarak porno ve seks ticaretine karşı mücadele edilmek zorundadır. Bizim mücadelemiz, bir bütün olarak sömürü düzenini hedef almak zorundadır. Bu mücadele, yenilgili bir kabullenişle değil, cinsel sömürünün sınırlandırılmasıyla değil, bir bütün olarak ortadan kaldırma hedefiyle yürütülmek zorundadır. Kullandığımız kavramlar bu içeriği ortaya koymamıza ne kadar açık ve net hizmet ediyorsa, o kadar işe yarar olacaktır. Komünistlerin hedefi en açık ve net biçimde Marx ve Engels tarafından Komünist Manifesto‘da ifade edilmiştir: „Ama siz Komünistler kadınların ortaklaşa kullanılmasını getireceksiniz diye bir ağızdan yaygarayı basıyor tüm burjuvazi. Burjuva, karısını basit bir üretim aracı olarak görür. Üretim araçlarının ortaklaşa kullanılacağını duyunca da, pek doğal olarak, her şeyin ortak olmasının kadınların da ortak olmasına yol açacağından başka bir sonuca varamaz. Gerçek amacın, kadınların basit birer üretim aracı olmaktan çıkarılması olduğu, aklının ucundan bile geçmez burjuvanın. Doğrusu, burjuvalarımızın, komünistler tarafından açıkça ve resmen kurumlaştırılacağını ileri sürdükleri, kadınların ortaklaşa kullanılması karşısında duydukları erdemli öfkeden daha gülünç birşey olamaz. Komünistlerin kadınların ortaklaşa kullanılmasını getirmelerine gerek yoktur ki; çok eski zamanlardan beri varolan birşeydir bu. Burjuvalarımız, bırakalım genelev fahişelerini, yanlarında çalışan proleterlerin karılarına ve kızlarına keyiflerince el atmakla da yetinmez, birbirlerinin karılarını ayartmaktan sonsuz bir zevk alırlar. Burjuva evliliği, gerçekte, evli kadınlarda ortaklıktır. Bu yüzden de komünistler, olsa olsa, kadınların ortaklaşa kullanılmasını ikiyüzlülükle gizlenen birşey olmaktan çıkarıp açıkça meşrulaştırılmış birşey haline getirmek istemekle suçlanabilirler. Nerede kaldı ki, bugünü üretim ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla birlikte, kadınların bu sistemden kaynaklanan ortaklaşa kullanılmasının, yani açık ve gizli fuhşun da ortadan kalkacağı açıktır.“ (Marx-Engels, Aralık 1847Ocak 1848, Kadın Sorunu Üzerine, İnter Yayınları, s. 11-12) ------Dipnot: (1) Engels‘in düşüncelerinin devrimci ve bugüne kadar geçerliliğinden hiçbirşey kaybetmeyecek kadar modern olduğu apaçık ortadadır. Ancak, o neticede zamanının insanıdır ve bunu kimi zaman kullanılan dilde hissedebilmekteyiz. Bugün, biz kadın ile erkek arasındaki ilişkilerde „alma-verme“ gibi kavramları elbette kullanmıyoruz, kullanmamalıyız. Bunu burada tespit etmek, tam da Engels‘in özde söylediklerine uygun davranmak anlamına gelecektir. 20.12.2016 panorama OHAL YENİDEN UZATILDI! - FRANSA - Burjuva medyada verilen bilgilere göre Fransa’da 2000 yılından bu yana yoğunlaştırılan saldırılar sonucu, toplam kapasitesi 58.507 olan cezaevlerine/ hapishanelere 68.819 kişi doldurulmuştur. Tek kişilik hücrelere üç kişinin konduğu durumlar sözkonusudur. D ergimizin 183. sayısında “OHAL sürüyor! İşçilere saldırı yasası yürürlükte!” başlıklı ve 21.08.2016 tarihli yazımızda Fransa’daki OHAL ve yeni çalışma yasası hakkında tavır takınmış ve bu konulardaki gelişmeleri ortaya koymuştuk. 20 Temmuz’da OHAL, 2017 yılının Ocak ayı sonuna kadar uzatılmıştı. Yeni Çalışma Yasası’na karşı protestoların nasıl devam edeceği konusunda da -yaz tatilinin ardından- Ağustos ayı sonunda sendika temsilcilerinin biraraya gelip sözkonusu yasanın geri alınması için eylemler hakkında karar alacaklarını ve 15 Eylül’de “14. ulusal çapta eylem” planlandığını yazmıştık. Sözkonusu yazımızdan sonraki dönemde yaşanan gelişmelere değinmeden önce, bir okurumuzun dikkat çekmesiyle farkına vardığımız bir yanlışımızı bilince çıkarıp düzeltmemiz gerekiyor. Sözkonusu yanlışımız OHAL ile sıkıyönetimi eş anlamlı kullanmış olmamızdır. Yazımızın başlığında doğru olarak OHAL’in sürdüğünü ifade etmemize rağmen, yazı- mızda OHAL ile sıkıyönetimi eş anlamlı kullanmışız. Bu yanlışımızın farkına vardığımızda geriye dönerek önceki kimi yazılarımıza baktığımızda da, aynı yanlışı yaptığımızı tepit ettik. Bu açıdan şimdi yapacağımız düzeltme OHAL ile sıkıyönetimin eş anlamlı kullanıldığı sözkonusu yazılar için de geçerlidir. Fransa’da ilan edilen ve uygulanan olağanüstü haldir (OHAL). Bunu sıkıyönetim olarak göstermek olgu olarak yanlıştır. Ama OHAL ile sıkıyönetimi bir ve aynı şeymiş gibi göstermek de yanlıştır. OHAL esas olarak yönetim yetkisinin “mülki erkan”da, yani sivil yönetimde olmasıyla sıkıyönetimden farklıdır. Sıkıyönetimde ise yetki ordudadır, askeri yönetim sözkonusudur. OHAL’de her somut durumda çerçevesi somut olarak belirlenen ve alınan karara göre kimi varolan demokratik hakların devredışı bırakıldığı bir durum sözkonusu iken, sıkıyönetimde “temel hak ve hürriyetlerin kısmen veya tamamen durdurulmasına ve Anayasa’da öngörülen güvencelere aykırı tedbirler 41 panorama 42 alınması” sözkonusudur. Karar verici mercinin ordu/ asker olduğu, demokratik hakların tümden rafa kaldırıldığı bir durum sözkonusudur. İkisinin arasındaki farklar detaylandırılabilir ama sorunu bilince çıkarmak için bu kadarı yeterlidir. Bu yanlışımızı düzeltirken Kuzey Kürdistan – Türkiye’de, Fransa ve Türkiye’deki OHAL’ler konusunda yürütülen “sizin OHAL ile bizimkisi farklıdır” ya da Türkiye’de OHAL’e karşı çıkılırken Fransa’daki OHAL’in aklanmasına yönelik tartışma hakkında da kısaca tavrımızı belirtelim. Dergimizin 183. sayısında Fransa’daki OHAL hakkında tavır takınırken şu tespiti yapmıştık: “Bunun (yani OHAL’in -BN) ne kadar dar ya da ne kadar geniş ölçüde uygulandığı somut duruma, özellikle de egemenlere karşı var olan mücadelenin güçlülüğüne ya da zayıflığına da bağlıdır. Eğer egemenler var olan mücadeleyi daha az baskıyla bastırabileceklerini düşünürlerse, kimi demokratik hakların güdük de olsa kullanılmasına izin vermekten kaçınmazlar.” (sayfa 46) Somutlaştırırsak, OHAL’in ilan edilmesi ile rafa kaldırılan demokratik hakların hangileri olduğu, uygulamanın nasıl olacağı, her devletin içinde bulunduğu somut koşullara ve egemenlerin ihtiyaç duyduğu önlemlere bağlı olarak değişiklik göstermektedir, gösterir. Bu anlamda uygulamada farklılıklar vardır. Farklılıklar, sözkonusu devlette burjuva demokrasisinin mi faşizmin mi olduğuna bağlı olarak da gündeme gelir. Fakat OHAL’in hangi devlette ve hangi çerçevede olursa olsun en temel ortak yanı, kimi demokratik hakların rafa kaldırılmasıdır. Bu açıdan demokrasiye, evet gerici burjuva demokrasisine de saldırıdır. Demokratik hakların savunulması görevi her türden OHAL’e karşı da mücadele edilmesini gerektirir. Bu açıdan da buradaki OHAL kötü oradaki OHAL iyi vb. yönlü tavırlar, bırakın devrimcilerin, komünistlerin tavrı olmasını, samimi demokratların da tavrı olamaz, olmamalıdır. Örneğin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Fransa’da da askıya alınmıştır. Hakim kararı olmadan binlerce ev baskını yapılmış, yüzlerce insan gözaltına alınmış, yüzlercesi ev hapsine mahkum edilmiş, verilen ek yetkilerle polisin, askerin davranışı keyfi hale getirilmiştir. Protesto eylemlerinde işçilere, emekçilere, öğrencilere saldırılar, işçileri, emekçileri, öğrencileri kriminalize etme ve yargılama günlük yaşamın parçasıdır. Kolluk güçlerinin işyerlerinde yapılan grevleri şiddetle sonlandırması, işçileri tutuklaması da bu saldırıların parçasıdır. Kimi protesto eylemlerine izin verilmezken, izin verilen kimi eylemleri de, örneğin yürüyüş için izin verilen rota 500 metre, 1500 metre vb. ile sınırlandırılmaktadır ve eylem alanına girişler kolluk güçlerince kapatılmakta, eyleme katılmak isteyenler ya birçok noktada kontrolden geçmek -bu arada eylem saatine yetişmeme durumu da sözkonusudur-, ya da eyleme katılamama durumunda kalmaktadır. Bu tür örnekler daha da çoğaltılabilir, ama kimi demokratik hakların rafa kaldırıldığı, kimi demokratik hakların da, örneğin grev veya yürüyüşlerin pratikte kısıtlandığı bir durum sözkonusudur. Türkiye’de OHAL’e karşı çıkıp Fransa’daki OHAL’i temize çıkarmaya çalışanların bu tavırlarının arka- Yeni Çalışma Yasasına Karşı Mücadele... Çalışma Yasası 8 Ağustos’ta Başkan Hollande’nin imzalaması ve resmi gazetede yayınlanmasıyla 9 Ağustos’tan itibaren yürürlüğe girdi. Yasaya karşı çıkan sendikalar ve gençlik örgütleri “yaz tatili”nde esas olarak eylemlere son verdiler ve 15 Eylül’de yeniden -bu sefer yasanın geri alınması için- mücadeleye başlayacaklarını ilan ettiler. Sonuçta bunlar, yaz tatilinde mücadeleyi de tatil ettiler... Bu durumun kendisi bile sözkonusu yasanın geri alınması, iptal edilmesi için mücadelenin ne kadar ciddiye alındığını, daha doğrusu ciddiye alınmadığını gösteriyordu. Yaz tatilinde mücadele de tatil ediliyor! Ağustos ayı sonunda dört sendika konfederasyonu ve üç gençlik örgütünün yaptığı toplantıda yasanın geri alınması için yapılacak protesto eylemleri veya onların deyimiyle “eylem ajandası”ndan mücadeleyi yükseltme kararı çıkmadı. 15 Eylül’de yapılacak olan eyleme yoğunlaştılar. Sendikaların açıklamalarına göre 100 kadar şehirde toplam 170.000 kişi yasanın geri alınmasını talep eden eylemlere katılmıştı. İçişleri Bakanlığı ise 78.000 kişinin eylemlere katıldığını açıkladı. Eylemlere katılım sayısının her iki tarafça da -sendikalar yüksek gösterirken, devlet yetkilileri düşük göstermektedirdoğru verilmediği ise kimi “sol” medya mensupları tarafından belirtilmektedir. Örneğin Paris’teki eyleme katılım, sendikalar tarafından 40.000, polis tarafından 12.500 olarak verilirken, gerçekçi tahminler yürüten kimi gazeteciler 15.000 ile 20.000 arası sayı vermektedir. Kolluk güçleri bu protesto gününde de üzerlerine düşeni yaptılar! Savaşa gider gibi giyinip kuşanan özel birlikler eylemcilere ve gazetecilere karşı zorbaca davrandı. Gözyaşartıcı gaz sıkma, joplama vb. saldırılar sonucu birçok eylemci doktorlar tarafından acil tedavi görme durumunda kalırken, 62 kişi gözaltına alındı. Polis yürüyüşler sırasında saldırı için provokasyonlarını sürdürdü. Yürüyüşçüler Paris’te 2,5 kilometrelik bir yürüyüş rotası sonrasında miting yapılacak Cumhuriyet Meydanı’na varmadan polis saldırıya geçti ve meydanı boşalttı. Çalışma Yasası’na karşı mücadelenin “kaderi” sendika temsilcileri tarafından açıklandı. Buna göre, “Gerçeklik, bizim bu eylem gününe katılmış olmamız, sokaklarda yürüyüşlere devam edeceğimiz anlamına gelmiyor”du. Böylece 15 Eylül’deki protesto eylemi, bu biçimdeki eylemlerin sonuncusu ve bundan iti- panorama sında yatan yaklaşımlardan biri, burjuva demokrasisine umut bağlama, onu çözüm olarak görme, gösterme tavrıdır. Bu noktada OHAL’den bağımsız olarak da burjuva demokrasisinin, emperyalizmin gelişmesiyle birlikte ilerici rolünü kaybettiği ve Lenin’in deyimiyle, tüm çizgisi boyunca gericileştiği gerçeğinin de bilince çıkarılması gerekiyor. Burjuva demokrasisinin tüm çizgisi boyunca gericileşmesi gerçeği tarihsel ve toplumsal gelişme açısından gözönüne alınması gereken bir olgu olduğu gibi, en demokratik burjuva iktidarın da işçilere, emekçilere düşman bir iktidar olduğu, demokrasinin egemenler için varolduğu, işçi ve emekçiler için bu demokrasinin burjuvazinin diktatörlüğü olduğu da olgudur. Sömürü sistemine karşı sosyalist, komünist sistem için mücadele edenler, burjuva demokratik hakların genişletilmesi ve demokratik hakların korunması için mücadele ederken de, en demokratiği de olsa burjuvazinin her türlü yönetim biçimine, iktidarına karşıdır, karşı olması gerekir. Çıkarılan yasalara, uygulamalara bakıldığında, Fransa’daki burjuva demokrasisinin de -OHAL’den bağımsız olarak- gerici olduğu, işçilere, emekçilere düşman bir düzen olduğu açıkça ortadadır. OHAL uygulaması bu gerçekliğin sadece bir parçasıdır, “terörizmle mücadele” adına baskıların, saldırıların daha da yoğunlaştırılmasıdır. Burjuva medyada verilen bilgilere göre Fransa’da 2000 yılından bu yana yoğunlaştırılan saldırılar sonucu, toplam kapasitesi 58.507 olan cezaevlerine/ hapishanelere 68.819 kişi doldurulmuştur. Tek kişilik hücrelere üç kişinin konduğu durumlar sözkonusudur. “Basit” denen suçlar için de -birkaç ay da olsa- hapis cezası verilmektedir. 10.000 kadar hücrenin inşası için 2017 Bütçesi içinde 1 (bir) Milyar Avro’dan fazla paranın ayrılması planlanmakta ve 2025 yılına kadar da toplam 16.000 hücrenin inşası sözkonusu edilmektedir. Örnegin metroda birileri bileti olmayan birini, bilet kontrolcüsü geliyor vb. diye uyardığında iki ay hapis cezasına çarptırılıyor! Ya da bir işyerinde işçiler ya da işçi temsilcileri firmanın menejeriyle tartışmada menejerle kavga edip gömleğini yırttığında, “toplu şiddet” uyguladıkları gerekçesiyle mahkemede yargılanıp 4 ay hapisle cezalandırılmaktadır. Greve gittiği, ya da yürüyüşte polise direndiği için -esasta grevde ya da eylemde öne çıkanlar- yargılanmakta ve cezalandırılmaktadırlar. Bunlar, takip edebildiğimiz medyaya yansıyan kimi örneklerdir sadece. Buna rağmen sistemin işçilere, emekçilere düşman olduğunun belgeleridir. 43 panorama 44 baren yasaya karşı mücadelenin de adli temelde yürütüleceği ilan edildi. Buna göre sözkonusu yasanın Anayasa’ya aykırı olup olmadığı soruşturulacak ve yasanın kimi hükümlerine karşı mahkemeye şikayette bulunularak mücadele edilecek... Sonuç olarak Çalışma Yasası’na karşı mücadelede geri adım atılmış, ilan edilen yasanın tümden geri alınması/ iptali hedefinden vazgeçilmiştir. Bu gerçekliğin üzeri de “mücadele başka yol ve yöntemlerle sürecek” biçimindeki açıklamalarla örtülmektedir. Sözkonusu sendikaların -ki CGT’nin şefi kendisini antikapitalist olarak lanse ediyor- gerçekte işçi sınıfının çıkarlarını savunmadığı yeniden açığa çıkarken, aktif kesimlerin mücadelesinde, devletin kolluk güçlerinin, adli kurumlarının saldırılarına ve işyerlerinde sendikalara karşı saldırganlığa karşı mücadele öne çıkmaktadır. Bu mücadelenin nasıl yürüyeceğini, ya da yürümeyeceğini ise zaman gösterecektir. Başkanlık Seçimleri Ağustos ayı sonundan bu yana başkanlık seçimlerine kimin, ya da kimlerin aday olacağı konusundaki tartışmalar, gelişmeler gündemin önemli konuları arasındaydı. 23 Nisan ve 7 Mayıs 2017 tarihlerinde yapılması planlanan iki turlu başkanlık seçiminde şimdiye kadar aday olanların ve de aday olmak isteyenlerin siyasi ve ekonomik görüşlerine baktığımızda, daha şimdiden, yeni başkanın da işçilere ve emekçilere saldırıları yoğunlaştıracağını tespit edebiliriz. Başkan olma yarışı esas olarak “sağcılar” arasında -bunlar sağcı sosyal demokratlardan faşist Ulusal Cephe’nin adayı Le Pen’e kadar değişik kesimlerden oluşuyor- yürümektedir. İstisnasız hepsi de Fransız burjuvazisinin çıkarlarının savunucusu ve Fransız emperyalizminin dünyayı paylaşım dalaşında daha da güçlenmesi plan ve programına sahiptir. Aralarındaki farklar bu plan ve hedefe varmada hangi yolun gidileceğine dairdir. Hepsinin ortak siyasi yaklaşımlarından biri, değişik derecelerde olmasına rağmen, milliyetçilik ve ırkçılıktır. İkinci kez aday olması halinde Başkan Hollande’nin alabileceği oy oranı kimi anketlere göre %11-15 civarındaydı. Yine kimi anketlere göre Hollande’nin başkanlık döneminde yaptığı işlerden sadece %4 oranında insanın memnun olduğu medyaya yansıtılıyordu. Kendi partisi içinde de Hollande’nin ikinci kez aday olmaması gerektiği konusunda sesler yükseliyordu. Kendisi de aday olması halinde seçilemeyeceği kanaatine vardı ve 1 Aralık 2016 tarihinde resmen ikinci kez aday olmayacağını açıkladı. Hollande’nin eski Ekonomi Bakanı Emmanuel Macron Ağustos ayı sonunda başkanlık seçimlerinde aday olmak istediğini ve bunun için çalışmalara ağırlık vereceğini açıklayarak bakanlık görevinden istifa etti. Macron Nisan 2016’da na sağcı ne de solcu olduğunu açıkladığı “En marche!” hareketini kurmuştu. Türkçeye harekette ya da hareket içinde vb. olarak çevirilebilecek isim, kimi Türkçe haberlerde “Yürüyüş” olarak çevrildi. Yeni Çalışma Yasası Çalışma Bakanı El Khomri’nin adıyla anılsa da bunun esas mimarı Ekonomi Bakanı olarak Macron’du. Macron Kasım ayı ortalarında başkanlığa adaylığını resmen ilan etti. Hollande’nin ikinci kez aday olmayacağını açıklamasından kısa süre sonra, 5 Aralık tarihinde Başbakan Manuel Valls, Başkan Hollande’nin onayıyla başkanlığa aday olacağını, bunun için de 6 Aralık’tan itibaren Başbakanlık görevinden istifa edeceğini açıkladı ve öyle de yaptı. Başbakanın istifa etmesi sonucu kabinede değişiklik yapılmak zorunda kalındı. İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve Başbakanlığa, Sosyalist Parti’nin sözcüsü Bruno Le Roux ise İçişleri Bakanlığına atandı. Kabinedeki bu değişiklik, yeni kabinenin kararlaştırmaması halinde yasal olarak OHAL, otomatikmen 15 gün sonra son bulacaktı. Bunu engellemek için yeni kabine sorunu karara bağladı. Parlamento, Senato ve Başkan OHAL’in 15 Temmuz 2017 tarihine kadar uzatılmasını onayladı. Böylece Ocak ayında verilmesi gereken uzatma kararı, Aralık ayı ortasında halledildi. OHAL’i uzatmalarının açıklaması Nisan ve Mayıs aylarındaki başkanlık seçimleri ile 18 Haziran’da yapılacak olan parlamento seçimlerinin “güvenliğini” sağlamak, “kendi demokrasimizi korumak” biçimindedir. Sosyalist Parti’nin adayının kim olacağına, Ocak ayı sonlarına doğru yapılacak ön seçimlerle karar verilecek. Andaki tahminler Valls’ın şansının yüksek olduğu yönündedir. Valls’ın İçişleri Bakanı ve Başbakan olarak icraatı ve burjuva medyanın bile onu sağcı sosyaldemokrat olarak değerlendirdiği gözönüne alındığında seçilmesi halinde işçilere, emekçilere yönelik saldırılarını sürdüreceğine kesin gözle bakılabilir. Sosyalist Parti’nin adayının birinci turu bile geçemeyeceği yapılan anketlerin, tahminlerin ortak görüşüdür. Cumhuriyetçiler, ya da diğer tanımıyla muhafazakarlar ise adaylarını 20 ve 27 Kasım tarihlerinde yapılan ön seçimlerle belirlediler. Birinci turda yedi aday yarıştı. İkinci tura kalacağı tahmin edilenler Sarkozy da Le Pen’in açık ırkçı, faşist tavrına rağmen Fillon’un politikası da kimi durumlarda Le Pen’in politikasıyla örtüşmektedir. Bu yüzden de Fillon’un Le Pen’in yandaşlarından da oy alabilme ihtimalinden bahsedilmektedir. Açık ırkçı, faşist Ulusal Cephe’nin adayı ise örgütün şefi Marine Le Pen’dir. Le Pen kendisini “halkın adayı” olarak lanse etmektedir. Seçim sloganlarının da “halk adına” olduğunu açıkladı. “Özgürlüğümüzü geri almak istiyoruz. Kendisinin yasalarına, para birimine ve sınırlarına egemen olan özgür bir Fransa istiyoruz.” “Fransa hakkında kararların Brüksel, Berlin, Washington’da verilmesine son” vb. tavırlarla kitlelerin milliyetçiliğini kullanmaktadır. Le Pen başkan olduğu takdirde Brexit gibi Fransa’nın AB’deki yeri ve konumu konusunda referanduma gideceğini vaat etti. Le Pen’in en azından ikinci tura kalma şansının yüksek olduğu yorumcuların ortak değerlendirmesi durumundadır. Seçimlerin esas olarak Cumhuriyetçiler, Ulusal Cephe ve Sosyalist Parti’nin adayları arasından geçeceği tahmin ediliyor. Bu arada bunların adayları dışında da başkanlığa aday olanlar var. Bunlardan biri Sol Parti’nin adayıdır. Almanca günlük gazete Junge Welt (Genç Dünya) Jean-Luc Melenchon’un adaylığını “En iyi solcu” başlığıyla haber yaptı. Fransa Komünist Partisi yönetimi 218’e karşı 274 oyla Melenchon’a destek vermeyeceği kararını aldı. Ama tabandan da gelen baskıyla üyeler arasında oylamaya gidildi. Sonuç: Yönetimin çoğunluğunun kararına karşın %53,6 oy çoğunluğuyla Melenchon’a destek verme kararı çıktı. Bu “en iyi solcu” ise daha Ağustos ayında göçmenlerin Fransızların ekmeğini çaldığını savunan ve mültecilere sahte ilticacılar vb. tanımıyla hakaret eden biri. Seçilme şansı yoktur. Sonuçta OHAL’in yürürlükte olduğu, başkanlık adaylarının burjuvazinin çıkarlarını en iyi nasıl savunacakları konusunda yarıştığı, milliyetçiliğin, ırkçılığın seçim propagandasında önemli bir ağırlık kazandığı bir başkanlık seçimi yapılacaktır. Le Pen’in ikinci tura kalması halinde sosyaldemokratlar da, kendisine komünist diyen revizyonist kalıntılar da Le Pen’e karşı ikinci adayı destekleyecektir. Bu da büyük olasılıkla Cumhuriyetçilerin adayı Fillon olacak. Sosyalist parti adayının sürpriz yapıp seçilmesi durumunda da özde farklı bir seçim olmayacaktır. Hepsinin de köküne kibrit suyu! 20122016 panorama ile Juppe idi. Ama bu tahmin yanlış çıktı. Birinci turda diğer dört adayın yanısıra Sarkozy de, üçüncü sırada yer alması sonucu elendi ve politikadan çekildiğini açıkladı. Bu arada Sarkozy Fillon’u destekleyeceğini de vurguladı. Seçimin sürprizi François Fillon idi. Fillon ikinci turda Juppe ile yarıştı ve ikinci turu da oyların yaklaşık üçte ikisini alarak kazandı. Bu sonuçla Fransa’nın gelecek Başkanı’nın seçildiği görüşü ağır basmaktadır. Sözkonusu ön seçimlerin bu biçimiyle ilk kez yapıldığı bilgisi verilmektedir. Buna göre oylamaya katılanlar sadece Cumhuriyetçi partiye üye olanlar değildi. Katılmanın önkoşulu, sözkonusu seçmenin Cumhuriyetçilerin “değerlerini” kabul ettiğini belirten bir kağıdı imzalaması ve iki Avro ödemesiydi. Bu parayla da seçim propagandası finanse edilecek. Her iki turda da 4 Milyon civarında seçmen oy kullandı. Fillon medya tarafından yeni bir Thatcher olarak da adlandırılıyor. Juppe ile Fillon’un savundukları özde aynı olmasına rağmen, Fillon daha radikal bir saldırı programına sahip olmasıyla Juppe’den ayrılıyordu. Fillon başkanlık döneminde 500.000 kadar kamu işçisini işten çıkarmayı savunurken Juppe 300.000’i çıkarmayı savundu. Yani gerçekte aralarındaki fark nüanstaydı. Fillon memurların haftalık çalışma saatlerini 35’ten 39’a çıkarma, işçilerin de patronlar gerekli gördüğünde 48 saate kadar çalıştırılmasını yasal hale getirmek istemektektedir. Emeklilik yaşının da 62’den 65’e yükseltilmesi Fillon’un planındadır. Patronlar için ise ayrıca vergi ve ödentilerin oranını düşürme sözkonusudur. Devletin giderlerinin 100 Milyar Avro kadar azaltılması da bir başka plan... Bu esasta sosyal yardım veya devlet tarafından sübvanse edilen kimi kamu hizmetlerinden vb. kesmek anlamına geliyor. İç politikada ise sıkı bir katolik olan Fillon, kürtaja karşı, eşcinsellerin çocuk edinme haklarını kısıtlamaktan yana, gelecekte Fransa’da daha çok katolik okulun olmasına izin vermenin yanısıra, göçmenler hakında kota koyma ve şüpheli mültecileri sürgün etme gibi bir siyaset sahibidir. Dış politikada ise Putin şahsında Rusya ile iyi ilişkilerden yana. Suriye’de “İslam Devleti”ne karşı Putin ve Esad ile koalisyondan, AB’nin Kırım’ın ilhak edilmesi nedeniyle Rusya’ya karşı ambargosunun kaldırılmasından yana tavır takınan biri. Tüm programı ve planı gözönüne alındığında, Fillon seçimin ikinci turunda Le Pen’i mağlup edecek kişi olarak görülmekte, gösterilmektedir. İş politika- 45 panorama SEÇİMLER VE GELİŞMELER! - ABD - Seçim sonuçları belli olduktan sonra Trump, Başkan Obama’nın görevi devretme süreci hakkında görüşmek için davetiyle Beyaz Saray’a gitti ve Obama ile görüştü. Seçim ve bu görüşme sonrasında Trump, seçim propagandası dönemine göre retoriğini biraz yumuşattı ve bu arada kabinesini oluşturmaya ve sözkonusu bakanlıklar ve görevler için istediği kişileri belirlemeye başladı. 8 46 Kasım 2016 tarihinde ABD’de başkanlık, temsilciler meclisi (Kongre) ve senatonun üçte birini yenileme seçimleri yapıldı. Yönetimin değişmesi bağlamında belirleyici olan seçim başkanlık seçimi olduğundan, meclis ve senato seçimleri medyada fazla gündeme getirilmedi. Başkanlık seçimi ise kamuoyunu aylarca meşgul etti. Başkanlık seçimi için mücadele esas olarak “aynı partinin iki kanadı” olarak değerlendirilebilecek Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında geçmektedir. “Üçüncü partiler” olarak değerlendirilen diğer partilerin adaylarının seçimlere katılmaları, propagandalarını yapmalarından başka bir rol oynamamaktadır. Bu nedenle de seçim kampanyası süresince -bu sefer 511 gün sürdüğü açıklandı- kamuoyunun dikkatinin merkezinde, Cumhuriyetçiler ile Demokratların başkanlık için seçim kampanyası durmaktadır. Seçim kampanyasının en uzun bölümü ise bu partilerin başkan adaylarını belirlemek için yaptıkları ön seçimlerdir. Eyaletlerde yapılan seçimlerle başkan adayları belirleniyor. Cumhuriyetçilerden Donald Trump, Demokratlardan ise Hillary Clinton adaylık yarışını kazandılar. Adaylık yarışında Trump rakiplerini fazla zorlanmadan geçti. Kamuoyunun dikkatini çeken esas şey, Trump’ın seçim propagandasında açık ırkçı, faşist, kadın düşmanı, seksist görüşleriydi. Dış siyaset açısından da “Batılı” emperyalist güçlerin temsilcilerini kızdıran Putin’i methetme vb. tavrıydı. Clinton ise kendisine “demokrat sosyalist” diyen sosyal-demokrat görüşler savunan Bernard Sanders ile yarıştı. Sanders seçim propagandasında, gençlerin, siyahların ve hispaniklerin (Latin Amerikalı), genelde işçilerin ve ezilen tabakaların kimi sorunlarını dile getirdi. Genel akım göçmenlere ve mültecilere karşı iken, Sanders onların haklarını savundu ve başkan seçildiğinde kapsamlı bir göç reformu vaat etti. Sanders’in egemenlerin hoşuna gitmeyen tavırları arasında bağımsızlık mücadelecisi Oscar Lopez Rivera’nın hemen serbest bırakılmasını talep etmek “neden sağlık raporunuzu açıklamıyorsunuz?” sorusuna “gerçekten hiçbir sağlık sorunum yok. Buradayım. Paylaşmalı mıyım. Önemsemiyorum bunu” yönlü cevap veriyordu. Sağlık tartışması dışında Trump ABD Başkanı olarak Obama’nın Irak’ta ABD askerini geri çekmesi nedeniyle “İslam Devleti”nin kurucusu olduğunu, Clinton’ın Dışişleri Bakanı iken “İslam Devleti”nin henüz “bebek” ve şimdi 30’dan fazla ülkede varolduğunu ve Clinton’ın “İslam Devleti”ni durdurabileceğini sanmadığını, Clinton’ın seçilmesi durumunda Üçüncü Dünya Savaşı’nın yaşanacağı vb. düşünceleri savunurken; Clinton “ilerleme kaydediyoruz” demekten başka bir şey söyleyecek durumda değildi. Clinton Trump’a vergi beyannamelerini neden açıklamadığını sorarken, Trump Clinton’a kamuoyuna açıklanmayan 33.000 e-postasını açıklarsa kendisinin de avukatlarının karşı çıkmasına rağmen, vergi beyannamesini açıklayacağı cevabını veriyordu. Ve bu TV münazarasının galibi ise Clinton ilan ediliyordu. Benzeri münazara üç kere yaplıdı. Dördüncüsü ise başkan yardımcıları adayları arasında geçti ve Trump’ın yardımcısı münazaranın galibi oldu. Seçim propagandası bu menvalde yürürken Trump’ın 2005 yılında yaptığı kadın düşmanı seksist bir konuşması medyaya yansıdı. Tartışmanın bir yanı da “doğru” veya “yanlış” feminizm konusunda yürüdü. Clinton kadınların oylarını avlamak için Trump’ın seksist, kadın düşmanı tavrını kullanmaya çalışırken, kimi kadın örgütleri temsilcileri, haklı olarak kadınların baskı altında olmalarının erkek egemen sistemin bir parçası olduğunu ve Clinton’ın da bu sistemin savunucusu olduğunu; Clinton’ın kadınlardan oy alması için önkoşulun kadın olmak değil, kadınların haklarının savunulması olduğunu savundular. Bu konu üzerine tartışmalar yürürken tahmin yürütenlerin büyük bölümü Clinton’ın kazanacağına kesin gözle bakıyorlardı. Kimi medya mensupları Clinton’un kazanıp kazanmayacağının soru işareti olmadığını, esas sorunun ne kadar farkla kazanacağı olduğunu yazıyorlardı. Bu tartışmalara FBI’nin Clinton hakkında e.mail skandalı nedeniyle Temmuz ayında kapanan soruşturmayı, ortaya çıkan yeni kanıtlar nedeniyle yeniden başlatacağı yönlü açıklaması eklendi ve Clinton’ın anketlerdeki kazanma oranı giderek düştü ve seçim öncesinde başabaş gidilen bir durum sözkonuydu. FBI soruşturmaya gerek olmadığını panorama ve Puerto Rico’ya sömürge gibi davranılmaması, Puerto Rico’luların kendi kaderini kendilerinin tayin etmesi gerektiği ve onların bağımsızlıktan yana karar vermesi durumunda da onları destekleyeceğini vb. açıklamasıydı. Varolan sistemden ve yönetimi değişerek elinde tutan partilerden (Cumhuriyetçiler ve Demokratlar) bir şey beklemeyen Sanders’in iyi niyetli ama saf taraftarları Sanders’e bağımsız aday olması önerisinde bulundular, ama Sanders bu öneriyi kabul etmedi. Sonuçta Sanders’in görüşleri Demokratların da egemenlerinin çıkarlarına tersti ve Sanders yarışı kaybetti. New York Times gazetesinde yazan Paul Krugman “Kim ki, Sanders’i onun daha iyi seçilebilirliği nedeniyle desteklerse, tarih onu asla affetmeyecektir.” diyerek Demokratların Trump’a karşı seçimi kaybetmesi ihtimalini, Sanders’in seçilmesi ihtimalinden daha iyi bir seçenek olarak savunuyordu. Adaylık yarışında Demokratların Sanders’e karşı “oyunlar” yaptığı sonradan kamuoyuna yansıdı. Buna rağmen Sanders, kamuoyu üzerindeki etkisini Clinton’un seçilebilmesi için kullandı ve Clinton’ın seçim propagandasını destekledi. Adaylık yarışı bittikten sonra Sanders’in “sosyal-demokrat programı” da son bulmuştu... Sanders’in seçim propagandasında savunduğu kimi demokratik talepler, kimi “sol” medya mensupları tarafından, gidiş yönünü belirleyecek olan seçim kampanyasının, Demokratlarla Cumhuriyetçiler arasında değil, Sanders’in klasik sosyal-demokrat programı ile neoliberalizmin değişik versiyonları arasında olduğu biçiminde değerlendirildi. Kimi “sol” kesimler de Sanders’i sisteme alternatif olarak gösterdi. Başkanlık seçiminde yarışacak iki adayın, her iki partinin de yaptığı kongrelerinde (Temmuz ayı sonlarında) resmen de belirlenmesinden sonra iki aday arasındaki seçim propagandasına başlandı. Seçim propagandasının bu ikinci bölümü esasta Trump ile Clinton’ın birbirini suçlaması ve birinin diğerini ABD’yi yönetecek kapasitede olmadığı değerlendirmesi vb. temelde yürütüldü. Clinton Obama döneminin siyasetinin sürdürücüsü olarak kitlelere yalan temelinde bile olsa hiçbir yenilik vaad edemiyordu. Trump’ın Clinton’ın hasta olduğu ve başkanlık yapamayacağı iddiasına karşı yapabildiği şey, sağlıklı olduğunu açıklaması ve TV programında kavanoz kapağı açarak “güçlü” ve “sağlıklı” olduğunu göstermek vb. idi. Trump ise kendisine sorulan 47 panorama 48 sonradan açıklasa da, zaten Clinton’a olmayan güven giderek azaldı. Kimi verilere göre ABD halkının %55’i ikisine de güvenmiyordu. Ama Trump’ın kendinden emin ve ne istediğini açıkça savunması, onu, Clinton karşısında daha güvenilir kılıyordu... Ve medyaya yansıyan haberlere göre ABD halkının %46’sı Trump’ı Clinton’dan daha “dürüst” olduğunu düşünüyordu. Trump Clinton’u “madrabaz”, Clinton da Trump’ı “zorba” olarak adlandırıyordu... Trump’ı destekleyen güçler arasında açık faşist kesim de vardı. Bunlar örneğin, Ku-Klux-Klan, “Tea-Party” ve kendilerini “Alternatif Sağcılar” olarak adlandıran, aynı zamanda Trump’ın seçim kampanyası şefi Stephen Bannon’un “Breitbart News” adlı internet haber sitesiyle doğrudan ilişkileri olan açık faşistlerdi. Trump’ın tüm seçim propagandası döneminde savunduğu düşüncelerin bazıları şunlardır: Meksika sınırına 1600 km. uzunluğunda duvar yaptıracak. Böylece ABD’ye kaçak girişleri engelleyecek. Gerçekte ise durum zaten yaklaşık 1200 km. uzunluğunda duvar yapılmış durumdadır. 1600 km. daha yapılırsa 3144 km.lik ABD-Meksika sınırının 344 km.si dışındaki tüm sınıra duvar örülmüş olacak. Duvarın yüksekliği en az 12 metre, ama 15 metreye kadar yükselebilecek. Bu proje gerçekleşirse 40 Milyar Dolar’a kadar harcama yapılmış olacak. Başkan olur olmaz ülkede kaçak yaşayan 11 milyon civarındaki göçmenleri sürgün edecek. İki-üç milyonunu göreve başlar başlamaz sürgün edecek. İslam devletlerinden ABD’ye göçü sınırlayacak. Obama döneminde Başkanlık yetkisiyle yapılan sağlık sigortası kanununu iptal edecek. İran ile atom santrali vb. konusunda yapılan Viyana Anlaşması’nı ya iptal etmek ya da İran’a daha fazla yükümlülük getiren ve İran’ı daha sıkı denetleyen bir anlaşma sağlamaya çalışacak. Suriye’de Rusya ve Esad rejimiyle “İslam Devleti”ne karşı mücadelede anlaşacak, esas hedefi “İslam Devleti”ni yok etmek. Milyonlarca iş alanı sağlayacak. İşverenlerin vergilerini %15’e indirecek. Verilen bilgilere göre andaki durumda bu vergi oranı %30’dur. Trump’ın açık ırkçı, faşist, seksist tavırları ve düşüncelerinden rahatsız olan kesimler, Clinton’ı ehven-i şer seçenek olarak görmeye ve Trump’ın seçilmesini engellemek adına Clinton’a destek verme çağrıları yapmaya başladı. Revizyonizmin kalıntısı ABD Komünist Partisi de kötüler arasında daha az kötü olarak gördüğü Clinton’a destek kararı alarak Clinton’a oy verme çağrısı yaptı. Yapılan çağrıda “Seçime çağrımız Clinton’a siyasi bir destek olarak anlaşılmamalı. Siyasi destekten daha çok, tüm araçlarla Cumhuriyetçilerin adayı Trump’ın zaferini engellemek sözkonusudur.” ve “İnanıyoruz ki Trump’ın adaylığı demokrasinin doğrudan tehdit edilmesidir.” biçiminde tavır takınıldı. Bu tavıra benzer bir tavrı da insan hakları savunuculuğu konusunda dünyaca tanınan ve geçmişte “Komünist Başkan” adayı olan Angela Davis takındı. Davis “Black Lives Matter” (Siyah Hayatlar Değerlidir) konferansında yaptığı konuşmada: “Ben gelecek ay Donald Trump’a karşı oy vereceğim. Benim diğer adayla ciddi problemlerim var, ama ben onu seçmek için kendimi aşamayacak kadar narsist değilim.” tavrını takındı. Mumia Abu-Jamal ise haklı olarak Clinton’ın iktidara gelmek için “erkeklerden daha erkek” olma yaklaşımına sahip olduğunu, somut başkan adayları arasında seçim yapmanın yanlış olduğu, ikisinin de egemenlerin temsilcisi ve ezilenlerin, özellikle de siyahların, hispaniklerin düşmanı, ırkçılığın savunucuları olduğunu dile getirdi. Aynı zamanda siyah biri olarak Obama’nın Clinton’ın seçilmesi için gösterdiği çabanın sadece birazını, neden sekiz yıllık başkanlık döneminde siyahların polisler tarafından katledilmesine karşı göstermediğini, katil polislerin Obama tarafından mahkum edilmediğini de sorgulayarak adaylar arasından gerçek alternativ olmadığını -siyahlar için herhalükarda alternatif olmadığını- savundu. Trump’ın Clinton’ı “savaş kışkırtıcısı” olarak değerlendirdiğini “ve en kötüsü de bu konuda haklı” olduğunu savundu. Biz de Mumia’nın takındığı tavırda haklı olduğunu düşünüyoruz. Seçim sonuçları tahminlerinde büyük çoğunluğun Clinton’a şans tanıdığı, çok az kesimin yarışın başabaş gideceğini ve esasta Trump yanlısı kesimler dışında hemen hemen herkesin Clinton kazanır dediği bir ortamda seçimler yapıldı. Seçim Sonuçları Kayıtlı seçmen sayısının, değişik kaynaklarda farklı sayılar verilse de, yuvarlak hesapla 230 Milyon civarında olduğunu söyleyebiliriz. Seçimlere katılım ise %58 civarındaydı. Seçime katılmayanların sayısı 95 Milyon ve oranı ise %42 olarak verildi. Buna göre en büyük parti seçmeyenler partisiydi! Oy bazında sonuçlara bakıldığında Clinton 65.788.583; Trump ise 62.955.363 oy aldı. Bu oylar tüm kayıtlı seçmen rın siyasetine sahiptirler. Trump seçim kampanyası döneminde kampanyayı yönetmek için görevlendirdiği ve “Breitbart News” adlı internet haber sitesinin başkanı Stephen Bannon’u “şef stratejist”i olarak seçti. Bannon açık ırkçı, faşist propaganda yapan ve Cumhuriyetçiler tarafından bile “aşırı sağcı”, “ırkçı” değerlendirilen biri. Bu görevlendirme bakanlık görevine dahil olmadığından Senato’nun onayına gerek yoktur. Kısacası Trump’ın stratejisini, siyasetini belirleyecek kişi açık faşist biri. Bannon aynı zamanda Goldman Sachs’ta yatırım bankacılığı olan biri. Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’na ise “ultra şahin” olarak değerlendirilen Michael Flynn seçildi. Flynn emekli Korgeneral. İran yönetimine ve İran ile atom enerjisi sorununda yapılan Viyana Anlaşması’na kesinlikle karşı olan ve Müslüman düşmanlığı yapan propaganda merkezi “Act for Amerika”da yaptığı konuşmalarda “Kuzey Kore-Küba-Venezuela ekseni” üzerine savaş propagandası yapan biri. ABD’nin BM Güvenlik Kurulu’undaki temsilciliğine South Carolina Valisi Nimrata Haley seçildi. Haley faşist “Tea-Party”nin “yükselen yıldızı” olarak değerlendirilen biri. Kürtaja karşı olan ve sınırlı istisnalar dışında kürtajın yasaklanmasından yanadır. Eşcinsellerin, lezbiyenlerin evliliklerine karşıdır. Valilik görevi süresince İran’a yatırım yapan firmalara ceza verdiren, İsrail mallarının boykot edilmesi propagandasının yasadışı olduğu konusunda kanun çıkartan ve South Carolina’da sendikal örgütlülüğün diğer eyaletlerden çok daha düşük olmasıyla övünen biri. Örnek olarak verirsek, toplam 15 bakandan bazılarının konumu da şöyledir. Dışişleri bakanlığına petrol ve gaz dalında dünyanın en büyük tekellerinden bir olan Exxon Mobil’in şefi Rex Tillerson seçildi. Tillerson’ın ticarette Rusya ile iyi ilişkileri -yani milyarlarca dolarlık ticareti- ve onun Putin tarafından 2013 yılında “dostluk nişanı”yla ödüllendirilmesi sonucu “Putin’in arkadaşı” olarak görülen biri. Trump’ın siyasetine uygun bir seçim, ama Rusya karşıtlarının hiç de istemediği bir isim. Savunma bakanlığına (Pentagon’un başına) ise Putin’i, NATO’yu dağıtmaya çalışmakla suçlayan ve ABD’nin dünya çapındaki “askeri yükümlülüklerin”den “geri çekilme”sini eleştiren ve buna karşı ordunun hem personel hem de savaş malzemesinin güçlendirilmesini savunan ve emekli panorama sayısı temel alındığında yaklaşık %25,5 ve %25,6 oranına denk geliyordu. Bu sonuca rağmen, seçim sisteminden kaynaklanan ve sonuç oy sayısına göre değil de eyaletlerde kazanılan delegelere göre hesaplandığından, Clinton’dan 2.8 Milyon daha az oy almasına rağmen, Trump seçimin galibi oldu. Buna göre “Seçici Kurul”a seçilen 538 delegenin 306’sını Trump, 232’sini ise Clinton kazanmıştı. Başkan olabilmek için gerekli delege sayısı 270’ti. Temsilciler Meclisi seçimlerini ve 34 Senatörün yenilendiği Senato seçimini de Cumhuriyetçiler kazandı. Hem Meclis’te hem de Senato’da Cumhuriyetçiler çoğunluktalar. Meclis’te 435 Milletvekili var. Bunların 241’i Cumhuriyetçiler, 194’ü de Demokratlar. Senato’da ise Cumhuriyetçiler 52, Demokratlar 48 Senatöre sahip. Bu durum esasında Trump’ın elini güçlendiren bir durumdur. 19 Aralık’ta “Seçiciler Kurulu” toplanarak formel olarak Trump’ı Başkan olarak seçti. Oylamann sonucu resmen 6 Ocak 2017 tarihinde açıklanacağı için 538 delegeden kaçının oyunu aldığı belli değil, ama seçildiği kesin. Kimi Trump karşıtlarının son umudu -ki teorik olarak mümkün olsa da, boş bir umuttu- “Seçiciler Kurulu”nun Trump’ı seçmemesiydi. Son umutları da tükendi... ve açık ırkçı, faşist, seksist biri ABD’nin Başkanı oldu. Görevi devralması ise, 20 Ocak 2017 tarihinde yapılacak resmi seremoni ile gerçekleşecek. Seçim sonuçları belli olduktan sonra Trump, Başkan Obama’nın görevi devretme süreci hakkında görüşmek için davetiyle Beyaz Saray’a gitti ve Obama ile görüştü. Seçim ve bu görüşme sonrasında Trump, seçim propagandası dönemine göre retoriğini biraz yumuşattı ve bu arada kabinesini oluşturmaya ve sözkonusu bakanlıklar ve görevler için istediği kişileri belirlemeye başladı. Bakanlıklara belirlediği kişilerin Senato tarafından da onaylanması gerekiyor. Bu onaylama işi esasında bakanlık görevi için belirlenen kişinin Senato’da bir nevi “sorgulama imtihanı”ndan geçmesi sonucu gerçekleşiyor. Yani Senato bakanlık görevine önerilen birini uygun bulmazsa reddedebiliyor. Bundan bağımsız olarak bakıldığında, Trump’ın kurmaya çalıştığı kabine esasında milyarderler, milyonerler ve emekli generallerden, lobicilerden oluşuyor. Hepsi de, detaylarda farklı tavıra sahip olsalar da, genel çizgi olarak Trump’ın ırkçı, faşist, saldırgan, göçmenlere, eşcinsellere düşman, dış siyasette savaş yanlısı olmakla “şahinler” diye adlandırılanla- 49 panorama 50 general olan James Mattis seçildi. Mattis, Afganistan ve Irak savaşlarında deneyimi olan ve 2010 ile 2013 yılları arasında “Yakın ve Ortadoğu’daki savaşı yürüten Merkezi Komutanlığın” yöneticiliğini yapan biri. ABD yasasına göre eski bir generalin savunma bakanı olabilmesi için emekiliğinin üzerinden yedi sene geçmiş olması gerekiyor. Eğer Senato Mattis’in bakanlığına onay verirse -ki çoğunluk Cumhuriyetçilerin elinde- o zaman yasayı da değiştirmesi, ya da kılıfına uydurması gerekiyor. Maliye bakanlığına ise banka ve ticaret dalarında iş yapan ve milyarderlerden biri olan Steven Mnuchin seçildi. Mnuchin maliye bakanlığına seçilir seçilmez yaptığı ilk konuşmada, Trump’ın seçim propagandasında savunduğu gibi, patronların vergi oranını %30’dan %15’e indireceklerini açıkladı. Ticaret bakanlığına da milyarder biri, özellikle büyük spekülatörlerden biri olan Wilbur Ross seçildi. Ross Trump gibi dünya ticaretini liberallikten çıkarmak ve Çin’den yapılan ithalata yüksek gümrük vergisi koyarak Çin’i (daha doğrusu Çin ürünlerini) ABD pazarından dıştalamak vb. siyasetin savunucusu. Adalet bakanlığı ve başsavcılık görevlerinin bir kişide toplandığı bakanlığa ise Jefferson Session seçildi. Bu göreve gelenler çevre sorununda, kartel veya holding ve vatandaş hakları dallarındaki siyaseti belirlemektedirler. Session göçmenlerin vatandaşlığa kabul edilmesine karşı, kürtaja karşı, iklimi koruma önlemlerine karşı, savaş yanlısı biri. Hukukçu biri olan Session, Adalet Bakanı olduğu eyalette siyahların beyazlarla aynı haklara sahip olmasını engelleyen açık ırkçı biri. Session’un açık ırkçı siyasete sahip olması Trump’ın 11 Milyon “kaçak” insanın sürgün edilmesi siyasetine uygun birinin seçildiğini gösteriyor. Vatan Güvenliği bakanlığına getirilen John Kelly de ordudan emekli ve özellikle Irak savaşında yer alan biri. Sonradan Irak yönetimince işe alınmayan ve önce “Irak İslam Devleti”ne sonra da “Irak Şam İslam Devleti”ne destek veren “Sünni Milis”lerin örgütlenmesinde başrolü oynayanlardan biri. Görev alanı kapsamı içinde “kaçak göç”e karşı mücadele, “uyuşturucu satıcılarını sınırlamak” vb. görevler var. Buna bakıldığında Kelly ile Session’un göçmenlerin takibatı ve sürgünü konusunda yarışacaklarını tespit edebiliriz. Çalışma bakanlığına ise asgari ücrete -saati 9 Dolar-, kürtaja -hem de profesyonel kürtaj karşıtı olarak değerlendirilen- bir patron, Andrew Puzder seçildi. Eğitim bakanlığına ise Trump’dan da daha zengin ve kişisel mülk/ varlığının beş milyar dolar olarak tahmin edilen Elisabeth DeVos seçildi. DeVos yıllardır devlet tarafından belirlenen eğitimi, özelleştirmeye ve eğitimin özel ekonomik çıkarlara uygun olarak eğitim sunanların çıkarlarına göre değiştirmeye çalışmaktadır. Sözkonusu bakanlıklar ve görevler için seçilenlerin bazılarının durumuna baktığımızda Trump’ın nasıl bir kabine oluşturmaya çalıştığını açıkça görebiliriz. Obama dönemiyle karşılaştırıldığında daha açık ırkçı ve daha açık işçi ve emekçi düşmanı bir kabine oluşturulmuştur. “Keçi’nin bahçıvan” yapıldığı bir durum sözkonusudur. Özde bir değişiklik olmasa da, kapitalistlerin kendi çıkarlarını savunması için başkalarını görevlendirme yerine, kendilerinin doğrudan yönetime geldiği, bu kabine somutunda çok daha açık görülmektedir. Kısaca Seçim Sonucuna Tepkiler Trump’ın seçilmesine karşı tepkiler çok değişik ve geniş çapta tepkiler olduğundan ve hepsine değinmemizin makalemizi çok uzatacağından dolayı, kendimizi, öne çıkan bazı tepkileri aktarmakla sınırlıyoruz. ABD içinde Trump yanlıları ve özellikle Avrupa’da ise açık ırkçılar, faşistler sevindi. Trump’ın seçileceğini beklemeyenler ve seçilmesini istemeyenlerin tepkileri ise “şok olmuş”ların tepkisi gibi görünen, “demokrasinin savunuculuğu” perdesine büründürülen, gerçekte ise her kesimin kendi çıkarına göre gösterdiği tepkilerdi. Clinton yanlıları seçim sonucunun açığa çıkmasıyla, kimi haberlere göre 100 kadar şehirde değişik sayıda katılımlı protestolarda bulundular. “Benim başkanım değil!”, “Trump’ı sürgün edin!”, “KuKlux-Klan’a hayır!”, (sanki ABD’de kurumsal ırkçılık yokmuş gibi) “Irkçı ABD’ye hayır!” ya da hakaret eden sloganlarla Trump’ı istemediklerini gösterdiler. Putin Tramp’ı tebrik etti ve Tramp’ın seçilmesinden sonra yaptığı açıklamaları “İlk açıklamaları bize ABD ve Rusya arasındaki ilişkileri düzeltme yönünde adımlar atılmasının mümkün olduğu umudunu verdi.” biçiminde değerlendirdi. Esad rejiminin temsilcisi ise Trump döneminde ABD’nin “uluslararası terörizme karşı” daha aktif bir rol oynayacağını umduğunu belirtmenin yanısıra, “Trump tarafından izlenecek politika bizim gö- manda silahlanma ve militaristleşmeyle içiçe yürüdüğü olgusudur. Sonuç olarak ABD’de açık ırkçı, faşist, seksist biri, 20 Ocak 2017 tarihinden itibaren başkanlık koltuğuna oturacak. Temel sloganı “ABD’yi daha da güçlendireceğiz” olan Trump’ın başkanlık dönemi, gerek ekonomide, gerekse de siyasi ve askeri alanda diğer emperyalist güçlerle dalaşı kızıştıracağı, çıkarlarına uygun bulduklarında yeni savaş veya savaşları kışkırtacağı ve bunlarda yer alacağı; bunun doğal gereksinimi olarak da ABD ordusunu da hem asker sayısı, hem de silahlanma açısından daha da güçlendireceği bir dönem olmaya adaydır. Daha şimdiden Çin’i provoke etme anlamına gelen Tayvan Başkanı ile telefon görüşmesi, Transpasifik Serbest Ticaret Anlaşması’nı (TTP) görevi devraldığı ilk gün iptal edeceğini açıklaması ve Putin’in Rusya’nın nükleer silahlarını ve kapasitesini geliştirmesi gerektiği yönlü tavrından sonra, “Dünya, nükleer silahlar konusunda kendine gelene kadar ABD nükleer kapasitesini genişletmeli ve güçlendirmeli” biçimindeki açıklaması; Trump’ın seçildikten sonra yaptığı konuşmada “Dünya’ya şu mesajı veriyorum, elbette Amerika’nın çıkarları ön planda olacak ama, diğer herkesle çatışma değil ortaklık arayacağız.” biçimindeki açıklamasının ikinci bölümünün açık bir yalan olduğunu göstermektedir. ABD’nin çıkarlarının ön planda olması, diğer güçlerle ortaklığı dıştalar. Yazımızı Mumia Abu-Jamal’ın Trump’ın seçilmesine karşı “hayal kırıklığına” uğrayan ve “üzgün” vb. olanlara söyledikleriyle bitirelim: “Silin göz yaşlarınızı, kendinize güvenerek kaldırın kafalarınızı -ve bu çılgınlığa karşı Direniş hareketlerine katılın! ABD’de, siyahlar için direnişin gerekli olmadığı bir zaman asla olmadı. Afro-Amerikalı bir Başkanın sekiz senelik başkanlık döneminde de olmadı. Siyahların yüzyıllarca ve sayısız kuşağın, özgürlük için, saygı ve adalet için mücadele etmekten başka seçimi yoktu. Neden içinde bulunduğumuz dönemde bu birdenbire değişsin ki? (...) Haydi bunun için mücadele edelim. Haydi, kalbimizi ferahlatacak hareketler inşa edelim. Haydi, kendi tarihimiz yeniden ele geçirip ve sağlam harçla taş üstüne taş koyarak kendi geleceğimizi kuralım!” 24.12.2016 panorama rüşlerimizle uyuştuğu takdirde ABD ve müttefikleriyle her türlü işbirliğini yapmaya hazırız.” vb. görüşü savundu. Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Junker ise Trump’ın küresel ticaret, iklim ve NATO müttefikleri ile ilgili tavrını bir an önce netleştirmesini talep ederek kendilerinin hangi konuları öncelikli ve önemli gördüklerini ortaya koydu. Almanya’da değişik partilerin temsilcileri Trump’ın seçilmesini “ağır bir şok” olarak değerlendirirken, Başbakan Merkel “Almanya ve Amerika, değerlerle birbirine bağlıdır. Demokrasi, özgürlük, hukuka saygınlık ve köken, deri rengi, din, cinsiyet, cinsel tercih ya da siyasi görüşe bakılmaksızın insan onurunun korunması... Bu değerlerin temelinde Trump’a sıkı bir işbirliği teklifinde bulunuyorum.” diyerek hem siyasi sahtekarlığı sergiledi, hem de Trump’ın görüşlerine -seçim kampanyası döneminde de savunduğu görüşlere- ters bir “değerler” dile getirdi. Fransa Başkanı Hollande ise Trump’ın seçilmesiyle ABD ile belirsiz bir döneme girildiğini, ABD yönetimi ile bir an önce görüşmelere başlayacaklarını ve Trump’ın seçim kampanyası döneminde savunduğu kimi görüşlerin Fransa’nın “değerleriyle” çatıştığını açıkladı. Latin Amerika ülkeleri ise Trump’ı kutlarken onu yürüteceği siyasete ve yapacağı icraata göre değerlendireceklerini açıkladılar. Suudi Arabistan Kralı ise Trump’a Ortadoğu ve Dünya çapındaki güvenlik ve istikrar sağlama misyonunda başarılar diledi. İsrail Başbakanı Netanyahu ise Trump’ı kutlayarak onu “İsrail’in gerçek dostu” olarak tanımladı. Tüm bu tepkilerin dile getirildiği ortamda en önemli tartışmalardan biri AB içinde, öncelikle de Almanya ve Fransa’nın teşvik ettiği AB’nin askeri olarak NATO’dan ayrı bir örgütlenmeye gitmesi konusundaki tartışmaydı. Trump’ın seçim propagandası döneminde NATO bağlamında müttefiklerin daha çok mali katkıda bulunması ve sorumluluk almasına yönelik görüşleri gerekçe gösterilerek, Trump’a “güvenilmeyeceği” düşüncesi işlenerek seçim sonucunu fırsat olarak kullanmaya çalıştılar, çalışıyorlar. Bu tartışmada savunulan görüşleri aktarmak ve bu gelişmeyi değerlendirmek kendi başına ayrı bir makaleyi gerektirdiğinden, burada sadece dikkat çekmekle yetiniyoruz. Bilince çıkarılması gereken esas şey, ırkçılık ve faşizm yönündeki gelişmenin -sadece ABD’de değil, Avrupa’da da- aynı za- 51 panorama AVUSTURYA FEDERAL BAŞKANLIK SEÇİMLERİ EN NİHAYET 4 ARALIK 2016’DA YAPILARAK SONUÇLANDI Seçimler gerçekten emekçi halkın sorunlarını çözecek olsaydı, burjuvazi seçimleri kesinlikle yaptırmazdı ve yasaklardı. Emekçi halkın gerçek temsilcileri, seçim arenalarında, seçim meydanlarındayoksa, o seçimler, burjuvazinin hangi kanadının iktidar olacağından başka bir şey değildir. Hürriyetçi Parti’nin (FPÖ) açık faşistliği yüzünden, biz emekçiler Yeşiller’in adayını desteklemek zorunda değiliz. Yeşillerin adayını desteklemekle faşizmi savuşturmuşta olmuyoruz. A 52 vusturya’da federal devlet başkanlığı seçimleri2. tur seçiminAnayasa Mahkemesi tarafından iptal etmesinden dolayı 4.12.2016 da tekrarlandı. Bu zamana kadar Avusturya Cumhuriyeti tarihinde seçim sonuçlarına itiraz edilmesine rağmen hiçbir seçim iptal edilmemiş. 2014 Avrupa Parlamentosu için milletvekili seçimlerine katılım oranı%45 ile Avusturya seçim tarihininen düşük katılımlı seçimi olarak yaşanmıştır.En düşük katılımlı bu seçim bile bir dizi iptal başvuruları yapılmasına rağmen iptal edilmemiştir. Cumhurbaşkanlığı seçimine kimler aday olabilir ve hangi şartları yerine getirmesi gerekir, nasıl bir Cumhurbaşkanı yasaca talep ediliyor? Avusturya’da cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aday olunabilmesi için önce 35 yaşınızı doldurmanız gerekmektedir, Avusturya parlamentosunda parlamenter olmanız gerek, şayet milletvekili değilseniz Avusturya seçmeninden 6000 destek açıklaması taşıyan imza toplayarak ve 3600 Euro’yu Yüksek Seçim Kuruluna yatırarak aday olabilirsiniz. Bu şartları yerine getirdiğinizde ancak aday olma şansınızı yakalıyorsunuz. Avusturya Cumhurbaşkanlığı seçiminde adayların birinci turda yüzde 50’nin üzerinde oy alma şartı aranmaktadır. Adaylardan hiçbiri yüzde 50’nin üzerinde oy almamış ise, en çok oy almış iki aday ikinci tur seçimlerine katılmaya hak kazanır. 2. tur seçimde yüzde ellinin üzerinde oy almış olan aday seçimi kazanır, itiraz süresi dolduktan sonra Yüksek Seçim Kurulu kimin Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandığını açıklar ve Cumhurbaşkanlığı yeminini ederek Cumhurbaşkanı olur. Anayasal haklarına göre federal devlet başkanı halka moral aşılarve desteğini sunar. Farklı sosyal gruplar arasındaki dengeye dikkat eder, azınlıkların politik haklarını gözetir ve uygulanmasını sağlar, demokratik sisteme uyulmasını göz önünde bulun- Cumhurbaşkanının Görevleri Cumhurbaşkanı, federal Cumhurbaşkanı sıfatı taşır. Avusturya Federal Anayasası, altı yıllık bir devre için devletin başının halk tarafından seçilmesini şart koşmuştur, mevcut Cumhurbaşkanı aday olmak isterse ikinci altı yıl için de aday olabilir. Federal Cumhurbaşkanı dışa karşı devleti temsil eder. Dış devletlerle yapılan anlaşmaları onaylar. Anlaşma ve kanunları imzalar. Hükümeti kurması için başbakanı (şansölyeyi) atar. Başbakan yardımcılarını, bakan ve diğer yetkilileri onar. Hükümet üyelerini görevden azleder ve görevden alır. Halk oylamasına götürür. Avusturya dokuz eyaletten oluşur. Her eyaletin seçimlerle iş başına gelen eyalet başkanlarıvardır, başkan olabilmesi için cumhurbaşkanı tarafından onanır ve ardından eyalet başkanı olur. Cumhurbaşkanı aynı zamanda federal meclisi toplanmaya çağırır, ne zaman federal meclisin kapanacağını söyler. Eyalet meclislerini toplanmaya çağırır, kapanışı söyler, fesheder ve tatile sokabilir. Eyalet başkanlarını onar. Olağanüstü durumlarda meclisin Avusturya‘nın hangi şehrinde toplanacağına karar verir. Bakanlar kurulunu toplantıya çağırır ve toplar. Avusturya’da yaşanan/yaşanacak olağanüstü durumlarda hükümetin önerisi üzerine parlamentonun çıkardığı/çıkaracağı olağanüstü hal hakkını/kanun hükmündekararnameler çıkarma hakkını onaylar. Mahkemelere hâkimleri atar. Anayasa mahkemesineüye atar, başkanını ve başkan yardımcısını onar. Atanan sayıştay başkanını onar. Sayıştay memurlarını atar. İdare mahkemesineüye atar, idare mahkemesinin başkanını ve başkan yardımcısını onar. Federal Başsavcılığınaüye atar, başkanını ve başkan yardımcılarını onar. Cumhurbaşkanı aynı zamanda ordunun başıdır, Genelkurmay Başkanını atar ve yüksek rütbelilerin atanmasını onaylar. Cumhurbaşkanının hükümlüleri af etme yetkisi vardır. Avusturya Cumhurbaşkanının aylık maaşı 24322 avrodur. Devletin önemli kurumlarına üyeliklerCumhurbaşkanı tarafından atamaktadır. Cumhurbaşkanının görevleri Anayasa’da 40 madde altında toplanmış ve oldukça da yetkilerle donatılmıştır. Biz sadece 40 maddenin bazılarını buraya aldık. Bu tanınan haklardan ötürü cumhurbaşkanı olan biri isterse sistemi tıkama şansına sahiptir. Onaltı yaşını doldurmuş olan her Avusturya vatandaşı seçmendir. Seçimlere, seçim sandıklarında katılmak istemeyen seçmenler önceden müracaat etmek şartıyla posta yoluyla da katılabilir. Aynı hakka yurtdışında yaşayan Avusturyalılar da sahiptir. Bu seçimlerde toplam olarak 885.437 seçmen için mektupla oyunu kullanma imkânı yaratılmıştır. panorama durur. Uzun yıllar politik deneyimli olması, halk içinde sevilen, politik yaşamında yeterli birikimi olan ve her şeyden önemlisi partiler üstü, bağımsız olması şartları aranmaktadır. Kuvvetler ayrılığı konusunda dengeyi kollaması gerekmektedir. Dış devletlere karşı sorumlu kişidir. Yeteri kadar siyasi tecrübeniz yoksa cumhurbaşkanı olma imkânınız yoktur(siz bunu burjuvazi tarafından kabul görmüş, burjuva+ parlamenter siyasette kaşarlanmış olarak anlayın). Cumhurbaşkanının Görev Bitimi Hakkında Cumhurbaşkanının görev süresi dolduğunda, ölüm vakasında, Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanını görevden alma kararı olduğunda, Cumhurbaşkanını görevden düşürmek için halk oylaması sonucunda, hakkında mahkemece verilen belirli bir cezadan dolayı ve kendisinin istifası üzerine görevi sona erer. Cumhurbaşkanlığı Seçimine Kaç Aday Katıldı? Cumhurbaşkanlığı ilk tur seçimlerine 9 aday adayı çıkmış, ancak bunlardan üçü hukuki şartları yerine getirememiştir. Avusturya ‘Komünist’ Partisinden ve sol seçmenler için aday olduğunu söyleyen kişi 5500 destek açıklaması kadar imza topladı, adaylık süresinin bitimine on gün kala, geriye kalan 500 imzayı toplama şansı olmasına rağmen adaylıktan geri çekildiğini açıkladı. Avusturya’nın Avrupa Birliği’nden çıkmasını isteyen parti adayı Robert Marschall’ında toplamış olduğu destek açıklaması sayısı yeterli bulunmadığından ötürü adaylığı reddedildi. GustavJobstmann yeterli sayıda destek açıklaması toplayamamış ve onunda adaylığıreddedilmiştir. Avusturya’da yapılan son Cumhurbaşkanlığı seçiminde toplam seçmen sayısı 6.382.507 kişidir. Seçime katılma oranı yüzde 72,7, sayı olarak 4.643.154 kişi. Geçersiz oy sayısı 165.212 ve toplam geçerli oy sayısı ise 4.477.942 kişidir. Avusturya’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmak mecburi değildir. 53 panorama 24.04.2016 tarihindeki birinci tur seçim sonucu ve adayların oy oranları: Dr. IrmgardGriss 810.641 %18,94 (bağımsız aday, tek kadın aday, eski yüksek hâkime ve eski parlamento soruşturma komisyonu Başkanı) Müh.NorbertHofer(FPÖ-adayı, uçak teknisyeni, Meclisin 3. Başkanı) 1.499.971 %35,05 RudolfHundstorfer(SPÖ-adayı, çalışma bakanı, eski sendika birliği Başkanı) 482.790 % 11,28 Dr. Andreas Kohl (ÖVP-adayı, eski milletvekili, meclis başkanı, profesör ) 475.767 % 11,12 Müh. Richard Lugner(bağımsız aday, inşaat firması ve AVM-sahibi) 96.783 %2,26 Dr. Alexander Van der Bellen(Yeşillerin adayı, eski ekonomi profesörü, Yeşillerin eski federal sözcüsü, parlamento fraksiyonu sözcüsü) 913.218 %21,34 22 Mayıs 2016 Tarihindeki 2. Tur Seçim Sonuçları: Müh.NorbertHofer 2.220.654 % 49,65 Dr. Alexander Van der Bellen (bu kez bağımsız aday) 2.251.517 % 50,35 Bu sonuçlara göre 30.863 oy farkla Van der Bellen federal devlet başkanı olarak seçilmiş oldu. 54 Cumhurbaşkanlığı 2. Tur Seçiminin İptali İçin Anayasa Mahkemesine İtiraz Başvurusu 22.05.2016‘da yapılan 2. tur Cumhurbaşkanlığı seçimi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Anayasa Mahkemesine seçimlerde yapılan usülsüzlüklerden ötürü iptal edilmesi için çeşitli tarihlerde 8 dava açıldı. Cumhurbaşkanlığı seçiminin ve adaylık süresine dair Yüksek Seçim Kurulunun açıklaması Resmî Gazetede yayınlandıktan sonra, aday olmak isteyenler bu süre içinde başvurularını yaparlar. Bu usülsüzlüklerinesas gerekçeleri olarakadaylık başvuru süresinin kısa tutulduğuna, bu kısa zaman içinde destek imzası taşıyan şartları yerine getirmek mümkün olmadığı; seçim lokallerinin erken kapanmasından tutunda tutanakların düzenli tutulmadığına kadar sayılmaktadır. Mektupla oy kullanmak isteyen insanların bir bölümünün de çifte oy kullandıkları iddia edilmektedir. Yukarıda ki gerekçeleri Anayasa Mahkemesi yeterli gerekçe olarak görmedi ve seçimi iptal başvurularını geri çevirdi. Cumhurbaşkanı adayı NorbertHofer‘in hukuki temsilcisi ile aynı zamanda Avusturya Hürriyetçi Parti(FPÖ) genelbaşkanı HeinzChristianStrache tarafından Cumhurbaşkanlığı 2. tur seçiminin iptali için açmış olduğu dava sonucu seçimi iptal ettirmiştir. Anayasa Mahkemesinin kararı ise şöyle: “Mektupla oy kullanma konusunda çeşitli seçim bölgelerinde yasadışılık yaşanmıştır. Seçim sonuçlarını Yüksek Seçim Kurulu gerekli kişilere zamanında bildirmemiştir.Mektupla oy zarflarının bir dizisinin ağzının açık olduğu”… Anayasa Mahkemesi Başkanının 2016 Eylül ayının sonuna doğru medyada ki bir konuşmasında mektupla oy kullanma konusunda ‘onbin sefer yasadışılık yaşanmıştır, aslında bu bile seçimi iptal etmek için yeterli bir gerekçe‘ açıklamasında bulunmuştur. Seçimin yenilenmesi önce 2 Ekim olarak düşünülmüştür. Bu tarih çeşitli gerekçelerden ötürü kabul edilmemiştir. Kabul edilmeyen gerekçelerden en önemlisi mektuplazamklı oy kullanma zarflarının bu kadar kısa süre içerisinde yetiştirilemeyeceği idi. Avusturya ve Avrupa basınında bu gerekçe oldukça alay konusu oldu. Avusturya bir muz cumhurriyetinebenzetildi. Bizce de haklılık payı var bu benzetmenin. Seçimin iptal açıklamasından düşünülen tarihe kadar yaklaşık 85 gün var. Bu koskoca federal devlet aygıtı 85 gün içinde mektupla oy pusulaları vezamklı zarflarını halledemiyorsa, bu süre zarfında seçimin yapılmasını yerine getiremiyorsa, bu anlı şanlı federal cumhuriyetin cidden bir muz cumhuriyetine benzetilmesi yerindedir. 8 Temmuz 2016 tarihinde görevdeki Cumhurbaşkanı Dr. H. Fischer’in süresi doldu ve emekliye ayrıldı. 8 Temmuz’dan itibaren Cumhurbaşkanını vekaleten Meclis Başkanı temsil etmektedir. Parlamentoda tartışmalar sonucu 4 Aralık 2016 tarihinde seçimin 2. turunun yenilenmesi kararlaştırıldı. Daha uzun süre Cumhurbaşkanlığı makamı boş kalamazdı. Avusturya’nın bir muz cumhurriyeti görüntüsü dışa karşı iyice anlaşılacaktı. Partilerin Tavırları Üzerine Kısaca Seçimler gerçekten emekçi halkın sorunlarını çözecek olsaydı, burjuvazi seçimleri kesinlikle yaptırmazdı ve yasaklardı. Emekçi halkın gerçek temsilcileri, seçim arenalarında, seçim meydanlarındayoksa, o seçimler, burjuvazinin hangi kanadının iktidar olacağından başka bir şey değildir. Hürriyetçi Parti’nin (FPÖ) açık faşistliği yüzünden, biz emekçi- lere: ‘’Eğer sizlerde bizim ile aynı fikirde iseniz ve Avrupa’nın Müslümanlaşmasını istemiyorsanız, birlikte Hofer’i Cumhurbaşkanı yapalım’’ sözleri ile İslam karşıtlığı ve ırkçılığı tırmandıran, kutuplaşmayı en uç noktalara taşımak isteyen politik duruşunu net bir biçimde ortaya koymuştur. Dünyanın her yerinde aşırı sağ kazanıyor, aşırı sağ politika iktidara geliyor yorumları var. Siyasal olarak baktığımızda aşırı sağ dedikleri politikaya: İnsan ayrımına yönelik düşünceler aşırı sağın ideolojisi. Irkçılık, milliyetçilik, dinsel-mezhepçi, cinsiyetçi, ayrımcı ve baskıcı menşeili düşünceleri savunanlardır. Bupolitik düşünce türüne aşırı sağ değil, doğru tanımla faşist denmelidir. Yeşillerin adayıA. Van Der Bellen1939’da sosyalist Sovyetler Birliği’nden kaçarak Hitler faşizminin işgali altındaki Avusturya’nın Tirol eyaletine sığınmış Letonya kökenli bir ailenin çocuğudur. Sığınmacı bir ailenin çocuğu olduğunu vurgulayan ve bununla övünen Van der Bellen, savaş sebebi ile sığınmacı durumuna düşenlere kurulu düzene uyarak, siz entegre olarak anlayın, onu zorlamayacak bir şekilde insancıl olarak kucak açılmasını ve gelenlere karşı daha temkinli olunmasını savunuyor (Almanya’daki A. Merkel’in “Bunun üstesinden gelebiliriz” çizgisi gibi). Kendisi serbest piyasa ekonomosini savunmaktadır. Devlet müteşebbislere müdahelede bulunmamalıdır. Ekonomi profesörü olarak tam bir Keynes teorisi yanlısıdır. ‘Memleketin birliğe ihtiyacı var‘ baş sloganıyla kitlelerin milliyetçi duygularını okşamaya çalıştı, böylelikle bir bölüm milliyetçi ve muhafazakâr seçmenlerin oylarını da aldı. Neden Cumhurbaşkanı olmak istediği konusunda seçim beyannamesinde yok yok. ‘Ben dur durak bilmeden ve yorulmadan zengin ile fakirler arasındaki makası kapatacağım‘açıklamasında bulunmaktadır. Zengin ile fakirlerin arasındaki adil olmayan gelir dağılımını nasıl gidereceği konusunda tek bir laf yok. Herhalde bizim bilmediğimiz elinde sihirli bir değnek var, bu değneğini kullandığında sanki zenginler ile fakirler arasında aynı /eşit gelire sahip olunacak. Yeşillerin adayı atmada sınır tanımıyor. Nerdeyse bir sene boyunca Avusturya Cumhurbaşkanı seçimiyle uğraştı ve ancak 4 Aralık’ta Cumhurbaşkanını seçebildi. Uzun bir seçim maratonun yaşandığı bir seçim oldu. Vergilerimizle karşılanan büyük bir maliyete sebep oldu. Avusturya’da ertelenen Cumhurbaşkanlığı 2. tur seçimi nihayet ger- panorama ler Yeşiller’in adayını desteklemek zorunda değiliz. Yeşillerin adayını desteklemekle faşizmi savuşturmuşta olmuyoruz. Bu seçimlerde koalisyon hükümetini oluşturan Sosyaldemokrat Partisi (SPÖ) ve Halk Partisi (ÖVP) bir varlık gösteremedi. Geleneksel olarak işçi, hizmetli ve emeklilerinin oylarını ağırlıklı olarak alan Sosyaldemokrat Partisi’nin adayının bu seçimlerde aldığı oy ve yüzde oranı 482.790, %11,28. Koalisyon hükümetinin diğer ortağı Halk Partisi’nin aldığı oy ve yüzde oranı 810.641,%18,94. Koalisyon hükümeti cumhurbaşkanlığı seçimlerinde sınıfta kalmıştır. Bu seçimlerdeki toplam oyları yüzde 30’u bile geçemeyen bu partilerin koalisyon hükümetinin devam etmemesi konusunda Hürriyetçi Parti açık olarak düşüncelerini dile getirdi. Hürriyetçi Parti adayı N. Hofer açık faşist, ırkçı tavrını seçim afişlerinde daha da keskinleştirerek dile getirdi. ‘ Avusturya için ayağa kalk, memleketinin sana ihtiyacı var‘, ‘göreceksiniz neler olacak‘ derken Cumhurbaşkanı adayının neler yapmak istediğini anlamak için kâhin olmaya gerek yok. Irkçı, faşist politikalarını hayata geçirmek için fırsat kolluyorlar. Partisinin şuanki tavrı koalisyon hükümetinin oyları iyice düşmüş, artık halk çoğunluğunu temsil etmiyor. Çoğunluğu temsil etmediğinden ötürüde derhal erken seçime gidilmeli. Bu seçimlerde işçilerin çoğunluğu Hürriyetçi Parti’den yana tercihini kullanmıştır. Bu çoğunluk kesim içerisinde göçmen kökenli işçilerden oylar da vardır. Kendisine devrimciyim diyen örgütler, ilerici kitle örgütüyüm diyen dernekler açık faşist N. Hofer’e karşı Yeşillerin adayı A. Van der Bellen’i desteklemişlerdir. Faşizme karşı olmak herhalde ehven-i şerdir bunlarda. Kötüler içerisinde iyiyi seçelim, kırk katırmı yoksa kırk satır mı? Tercihleri böyle. NorbertHofer ırkçı politikalarını pervasız bir şekilde tırmandırıyor. Daha çok İslam / Türkiye karşıtlığı temelinde yürütüyor. “Bir Müslümanın bizim yaşlılarımızın altını temizlediğini hiç duydunuz mu, ben hiç duymadım» ‘’Avusturya’nın Müslüman bir ülke olmasını istemiyorum”, “İslam Avusturya’nın parçası değildir” ve “Türkiye’nin AB’de yeri yoktur.” “ Türkiye AB’ne alınırsa, bu halk oylamasına sunularak Avusturya’nın AB’den çıkması sebebidir.” Bu gibi açıklamalar yaparak Avusturya’daki ırkçılığı körüklemek istemektedir. Hürriyetçi Parti Başkanı (FPÖ) Strache, 70 bin Avusturya vatandaşı olmuş Sırp kökenli seçmen- 55 panorama 56 çekleşti. Görücünün karşısına bu seçimde adaylar kendilerini iyice süslediler püslediler, düşüncelerini iyice bileylediler ve ne mal olduklarını göstererek görücünün karşısına öyle çıktılar. Ertelenen bu seçim adaylar arasında oldukca sert geçti. Toplum bu seçimler bağlamında ikiye bölündü. Ünlü simalar piyasaya çıktı, kimden yana oy kullanacağını kamuoyuna deklare etti. Eski Cumhurbaşkanı Fischer yanına önceki bağımsız kadın adayı İrmgradGriss’i alarak Yeşillerin adayını desteklediklerini açıkladılar. Koalisyon hükümetinin adayları Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde hiçbir varlık gösteremediğinden dolayı Hürriyetçi Partiye karşı bu partilerin genel başkanları Yeşillerin adayını desteklemek doğru niteliğinde açıklamalar yaptılar. Yapmasına yaptılar da kendi içlerinde çatlak sesler de ortaya çıktı. Örneğin ÖVP’ninparlamento grup başkanvekili Lopatka ise tam tersi Hürriyetçi Parti adayının desteklenmesi gerektiğini ve parti içerisinde azımsanmayacak bir desteğin olduğunu açıkladı. Avusturya’da toplam 2100 belde ve belediyeler var, çoğunlukla ÖVP’li 136 belde ve belediyelerin başkanları ‘yanılamaz‘ adı altında bir araya gelerek ‘güvenilirlik, basiret ve siyasi istikrar‘ açıklamasında bulunarak Yeşillerin adayını destekleyeceğini açıkladılar. N. Hofer’in seçilmemesi için parti genelbaşkanların ve ünlü simaların, kırsal alandaki belediye başkanlarının tavırları oldukca işe yaramış gözükmektedir. 4.12.2016’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde A. van der Bellen oylarını artırak Cumhurbaşkanı seçildi. Toplam seçmen sayısı 6.399.572 Kullanılan oylar 4.131.798 Geçersiz oylar 140.34 %3,4 Geçerli oylar 3.991.450 %96,6 Seçime katılma oranı % 74 Mektupla oy kullanma bu sayıya dahil değildir. Bu oyların toplamı seçimin sonucunu değiştirmeyecektir. Seçimi kaybeden FPÖ bu seçim sonuçlarına itiraz etmeyeceğini açıklamıştır. Adayların aldıkları oylar Ing. NorbertHofer 1.928.530 %48,3 Dr. Alexander Van der Bellen 2.062.920 %51,7 Avusturya’daki seçmen sayısının cinsiyetlere göre dağılımı 3.309.645 kadınlar, 3.089.927 erkekler. Oy kullanan kadın seçmenlerin % 62’si Vd. Bellen’i seçmiştir. N. Hofer’e karşı oluşan bir koalisyon sonucunda A. van der Bellen seçimi kazanmış durumdadır. İptal edilen seçimlerde oy kullanmayan seçmenler bu seçimlerde tercihlerini Vd. Bellen’den yana kullanmıştır. Vd. Bellen’i seçenlerin yüzde 34’ü onu beğendiklerinden değil, N. Hofer’in seçilmemesi için seçmişlerdir. Bu tercihte Avusturya’nın yurtdışı itibarının bir faşistin cumhurbaşkanı seçilmesi halinde zedeleneceği, Avusturya’nın bir Naziler ülkesi olarak görülüp, gösterilmesi endişe ve kaygısı önemli rol oynamıştır. Hem 2. Tur, hem de son seçim sonuçlarına bakarak Yeşillerin adayı kazandı tamtamlarıyla, ‘Bizler‘ faşizmi engelledik sevinci yaşanıyordu, yaşanıyor. Kimmiş bu bizler? Faşizm burjuvazi için bir yönetme biçimidir. Burjuva demokrasisi de iktidarı döneminde faşist tedbirler alarak iktidarını sürdürür.Ayrıca bu yapılan genel seçimler değil, Cumhurbaşkanlığı seçimidir. Bunlar arasında tercih edilecek bir aday yoktur. Birisi açık ırkçı faşizmin siyasi temsilciliğini yaparak işçilerin emekçilerin pervasız bir şekilde sömürülmesini savunmaktadır. Diğeri liberal burjuvazinin, Avrupa Birliği’nin daha çok nasıl sömürürüm politikasını yapmaktadır. Özünde her iki aday da işçilerin, emekçilerin sömürülmesini savunmaktadır. Sömürü sistemininasıl daha iyi ayakta tutarım siyaseti hâkimdir. Bunları seçmek, seçilmesine ön ayak olmak değildir esas olan. Esas olan doğru siyasi çizgimizin andakigüçsüzlüğüne bakmaksızın sömürü çarkının yıkılması için mücadeledir. Doğru olan bu seçimi bu bilinçle BOYKOT ETMEKTİR. Emekçi halkın siyasi ve ekonomik çıkarlarını bunlar savunamaz, dolayısı ile bunları desteklemek değil, bunların savunduğu sömürü sistemini yerle bir etmek, devirmektir. Kapitalist-emperyalist sistemin bir barbarlık olduğu kendisini açıkça gösteriyor. Sömürü sistemini ortadan kaldırarak,insanlar arasındaki din, dil, milliyet farklarını gözetmeksizin bir sistem kurmaktır. Ya barbarlık içinde yok olup gideceğiz ya da SOSYALİZM’i kuracağız. 06. 12. 2016 YDİ Çağrı Avusturya Okurları ✒ çeviri ICC - Enternasyonal Koordinasyon Komitesi 22.10.2016 ICC’nin tüm üye örgütlere önerisi ICOR’un, Doğal Çevreyi Koruma Uluslararası Mücadele Günü Çağrısı - 12 Kasım 2016 EGEMENLERİN ÇEVRE KORUMASINDAKI İFLAS POLİTİKALARINA KARŞI DOĞAL ÇEVREYİ KORUMA İÇİN MÜCADELEYE! Paris 2015 Birleşmiş Milletler Çevre Konferansının „İklim Anlaşması“ tam bir soytarılıktır! Şu ana kadarki iklim ısınmasında varılmış değer 1,5 derecedir. Bu, devletlerin „gönüllü kendi kendini sınırlama açıklamaları“ ile aşılacakmış sözümona! Gerçekte olan ise, sera gaz emisyonunun 2030 yılına dek andaki 36‘dan 55 gigatona kadar artışının devamıdır! Egemenler doğal çevreyi sürekli korumak için ciddi tedbirler almaya ne niyetlidir ne de bunu yapabilecek durumdadırlar. Son üç yıldır artışı süren rekor sıcaklıkların sonucunda 2016 yılı +1,3 derece ile sanayi dönemi öncesi zamandan bu yana kayıtlı en sıcak yıl olmuştur. Ancak dramatik olarak keskinleşen salt iklim krizi değildir: Kuzey yarıküre üzerinde bir ozon deliği açılıyor. Tropik yağmur ormanlarının 2030‘a kadar tamamen yokolma tehlikesi sözkonusu. Kuraklık, bölgesel sel felaketleri ve insanlığın gıda kaynaklarının yokedilmesi giderek hızlanarak artıyor. ICOR, uluslararası finans kapitalin ve emperyalist hükümetlerin kasıtlı ve vicdansız politikalarına karşı yönelen kitlelerin giderek artan hoşnutsuzluğunun doğal çevreyi korumak için aktif bir enternasyonal direniş cephesinin inşa edilmesine kanalize etmeye çalışıyor. Bunun için işçi hareketi ve çevre hareketinin sağlam mücadele birliği daha da geliştirilmek zorundadır. Kitleler barbalık içinde yokolmak istemiyorlar ve atom santrallerinin hâlâ çalıştırılmasına ve yenilerinin inşasına karşı direniyorlar. Çevreyi katleden hammadde çıkartılması, arazi yağmalama, ormanların kesilmesi vb. karşı, emperyalist serbest ticaret anlaşmalarına karşı mücadele içinde binlerce işçi, köylü ve çevrecinin yeraldığı dünya çapında enternasyonal toplumsal hareket mevcut. ICOR, sera gaz emisyonunun radikal biçimde geri çekilmesini talep ediyor! Dünya çapında tüm atom santralleri derhal durdurulmalı ve bunun faturası işletenler tarafından ödenmelidir! Acil tedbirler için mücadelenin toplumsal bir perspektifi olmak zorundadır: „Çevreyi kâr iktisadından koruyun - Devrimci çözümler gerek!“ Gelecek 2017 yılı Rusya‘daki muzaffer Sosyalist Ekim Devriminin 100. yıldönümüdür. Çevre sorununun çözümü de, bugün her zamankinden daha fazla, özgür sosyalist toplumun kazanımlarının, başarılarının ve mücadele ve inşa mücadelesinin sorunlarının ve ona ihanetin sonuçlarının yaygınlaştırılmasını emreder. ICOR, 12 Kasım 2016‘da, bu yılki Enternasyonal Çevre Mücadele Gününü, dünya çapında işçilerin, köylülerin, kadınların, gençlerin, çevrecilerin vb. mücadeleci manifestoları ve geniş eylem birlikleriyle hazırlamaya ve uygulamaya çağırır. Birleşmiş Milletler 22. İklim Konferansı‘nın yapıldığı Marakeş/Fas‘taki protesto eylemlerine seferber eder. 57 yaşam temellerini koruma mücadelesi 58 NÜKLEER SANTRALLERE HAYIR! Atom reaktörleri ile enerjide dışa bağımlılık azalmaz! Çünkü atom tekniği büyük emperyalist haydutların tekelindedir! Bu ikinci yalanın bir başka sorunu da Rusya ile çıkabilecek herhangi bir siyasi çatışmada (Suriye savaşı bağıntısında 24.11.2015’te düşürülen Rus uçağı ile ilişkiler kopma noktasına geldi) kurulacak santralin atıl kalma tehlikesi de ihtimaller dâhilindedir! Bundan önceki sayımızda çevre ile ilgili sorunları alt alta sırlamış birinci olarak: “Atom enerjisi ve beraberinde getirdiği sorunlar: Dünyada radyoaktif kirlilik oluşur, temizlenmesi binlerce yıl alır,” demiş idik. Geçen sayımızda başa koyduğumuzu bu sayımızda Türkiye/Akkuyu Nükleer Santrali somutunda “Atom enerjisi ve beraberinde getirdiği sorunlar”ı irdeleyeceğiz. Türkiye’de atom enerjisi/nükleer enerji kurulumu konusunda önemli BÜYÜK YALANLAR söylenmektedir: Birinci yalan ülkenin enerji tüketimdeki artışı, İkinci yalan atomun dışa bağımlılığa son vereceği veya azaltacağı, Üçüncü yalan atom enerjisinin daha ucuz olduğu, Dördüncü yalan atom enerjisinin temiz olduğu, Beşinci yalan atomun tehlikesi üzerine söylenenler konusundadır. Tek gizlenen gerçek ise atom gücü olmadır! Yalanları konumuz ile iç içe almadan önce bir takım teknik bilgileri sunmak sorunun kavranması açısından önemlidir. Mersin Akkuyu da yapılmasına başlanmış olan atom santrali ile başlayalım. Mersin Akkuyu Nükleer Enerji Santrali, Akkuyu Akdeniz Bölgesinde Mersin’e bağlı Aydıncık-Silifke arasında Gülnar hudutları içinde yer alan bir mekânda kurulmaktadır. Santralin kurulduğu yer Mersin Antalya anayoluna 1 km, denize 2 km uzaklıktadır. 1970’lerde gündeme gelen, 1990’larda planları yapılan Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’nin yeniden gündeme oturduğu tarih 2006’dır. Her gecikmede hayır var misali AKP hükümeti 2010 yılında Rusya ile anlaşma yaptı. Rosatom ile yapılan anlaşmaya göre 20 milyar dolara mal olacak Akkuyu Nükleer Enerji Santrali inşasına 2014’te başlanıp 2019’da bitmesi planlandı. Evdeki hesaplar çarşıya uymayıp araya bir dizi sorunlar (Rus uçağının düşürülmesi, Suriye savaşı vs.) işin içine girip Rusya/Türkiye ilişkileri gerilince bu santralin faaliyeti 2022’ye ertelendi. Elbette maliyette şimdilik 25 milyara çıktı! Umarız daha da ertelenir… Hiç yapılmaz. Yapılan masrafın hesabı da karar alanlardan sorulur! 4 bloktan oluşacak Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’nin reaktör tipi WWER-1200 (AES2006)’dır. Bittiğinde üreteceği toplam enerji miktarı 4800 MW olacaktır. Bu bağlamda Türkiye’nin, 2023 yılındaki elektrik kurulu gücünün en az %10’unu, elektrik tüketiminin de %17’sini nükleer santrallerden karşılayacağı hesaplanmaktadır. Bu hesaba itirazlar var! “Mersin’deki santral Türkiye’nin enerji ihtiyacının yalnızca yüzde 5’ini karşılayacak. Ancak Türkiye’de üretilen enerjinin yüzde 15 ila 20 arasındaki kısmı dağıtım şebekesi içinde zayi oluyor ya da ulaştığı yerde çalınıyor. Sadece kayıp kaçağı ve sistem kayıplarını önlesek, iki tane Mersin santrali eder. 25 milyar dolarlık santral yapmaya gerek yok.” (Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erhun Kula) Bahsi geçen santralin üreteceği elektriğin 1 KW/h (bir kilovat) birim fiyatı ise andaki hesaplara göre 12,35 dolar/cent olacaktır. 2016 Ekim döviz kur ile hesaplandığında 37,05 TL/kuruş olacaktır. Ama Aralık 2016’da dolar rekor üstüne rekorlar kırdığına göre “doğmamış bebeğin” birim fiyatı da fırlamış durumdadır. Yani maliyet yükseldikçe (kurdaki dalgalanmalar maliyete otomatik etki yapmaktadır) elektrik enerji birim fiyatı da yükselecektir. İlk iki blokta üretilecek elektrik enerjisinin %70’i T.C. devleti tarafından alım garantisindedir. Diğer iki blok için alım garantisi %30 olacaktır. Her ikisinin de alım garanti süresi yıl bazında 15 yıldır. Yani piyasada enerji fiyatları düşse bile AKP hükümetinin yaptığı anlaşma gereği pahalı alım devam edecektir. Bir dizi yap işlet devret sisteminde verilen garantiler gibi burada da işleyen mantık aynıdır. Nükleerin maliyetleri için farklı kalemler vardır. Kurulum ile işletme maliyeti, elde edilecek elektrik tüketiciye kaça satılacak, sökülme ve atıkların depolanma maliyetleri hesaplandı mı? 2008 yılındaki demeçlere bakılırsa 5 megavatlık (MW) ünite 2 milyar dolara mal olacaktı. En son Enerji Bakanı’nın görüşüne göre 20 milyar dolara mal olacak. Rus Başkonsolos 25 milyar dolara çıkabileceğini söyledi. 2 milyar dolarlık hesapla başlayan maliyet anda 25 milyar dolara çıktı. Bittiğinde kaça mal olacağı ise meçhul! Yani evdeki hesap anda çarşıya uymamıştır! Bittiğinde de uyacağı soru işaretidir! T.C. Devletinin Rosatom’a verdiği garantiler “Devlet’in Elektrik Alım Garantisi Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Akkuyu Nükleer Santrali’nin 1. ve 2. ünitelerinde üretilecek elektriğin %70’ine, 3. ve 4. ünitelerinde üretilecek elektriğin %30’una satın alma garantisi vermiştir. Bu satın alma garantisi her bir ünite için ayrı ayrı ticari fa- Devlet Elektriği Hangi Fiyata Alacak? Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türkiye Elektrik Ticaret ve Taahhüt A.Ş. (TETAŞ) aracılığıyla satın alma garantisi verilen miktardaki elektriğin her bir kilovatsaatini 12,35 dolar/cent fiyatla alacaktır. Ayrıca TETAŞ ile Proje Şirketi arasında mutabakat edilen tarife kademelerinde, elektrik fiyatlarındaki artış, Akkuyu projesinin geri ödemesinin sağlanması amacıyla fiyat 15,33 dolar/cent kW/h tavan fiyatına kadar proje şirketi tarafından belirlenir.” (Resmî Gazete, 6 Ekim 2010) Elektrik Fiyatları Ucuzlar mı? Akkuyu Nükleer Santrali’nin kurulumunun asıl amacının artan enerji talebinin karşılanması, ülkenin elektrik ihtiyacının karşılanması ya da yakın bir ifade ile enter konnekte (bir bölgenin veya ülkenin elektrik enerji ihtiyacını karşılamak üzere o yerin bütün elektrik santralleri, trafo merkezleri ve aboneleri arasında kurulmuş olan sistemin ismidir.) sistem baz yükünün sağlanması olduğu birçok yetkili tarafından dile getirilmiştir. Bunun yanı sıra NGS’nin devreye girmesi ile elektrik fiyatlarının düşeceği gibi bir algı oluşmuş ya da oluşturulmuştur. Akkuyu NGS’de üretilen elektriğin yarısı 15 yıl boyunca 15,33 dolarcent/1 Kilovat/Saat fiyata kadar devlet tarafından satın alınacaktır. Bu fiyat Kasım 2016 döviz kuru ile yaklaşık 48 kuruşa denk gelmektedir. Oysaki 20142015 yıllarında serbest piyasada ortalama piyasa takas fiyatı 15,1 kuruş/1 Kilovat/Saat, 2016 yılının ilk 9 ayında ise 13,6 kuruş/1 Kilovat/Saat olarak gerçekleşmiştir. Bu rakamlarla devletin alım garantisi verdiği miktarın piyasa fiyatları üzerinde seyredeceği, dolayısıyla son kullanıcıya sunulan elektrik birim fiyatlarında bir indirim olamayacağı görülmektedir.” (http://www.enerjiatlasi.com/nukleer/akkuyu-nukleer-santrali.html / Ahmet Yılmaz) Sadece 2016 Aralık ayı dolar kur hesabı yapıldığında 1 KW/h elektrik 54 kuruşa gelmektedir. Dolar kurundaki artış hesabı katlayacak ve birçok ihalede olduğu gibi bu ihalede de devlet destek vermek zorunda yaşam temellerini koruma mücadelesi aliyete başlamasından itibaren 15 yıldır. Bu oranlar ve ortalama elektrik üretim kapasitesi dikkate alındığında Devlet’in TETAŞ aracılığıyla alım garantisi verdiği üretim miktarı 17 milyar 500 milyon Kilovat/Saat’tir (KW/h). Geriye kalan üretim miktarı Akkuyu NGS tarafından serbest piyasada satışa sunulacaktır.” (Resmî Gazete, 6 Ekim 2010) 59 yaşam temellerini koruma mücadelesi 60 kalacaktır. Çevre koruma sorunu masa başında hal edilmiş… Yapım için herhangi bir bürokratik engel de söz konusu değildir. Bölgenin deprem riski göz ardı edilmiştir! Sorunun kendisine yaklaşımda hükümet ile tüm çevre korumacıları arasında uçurumsal farklar söz konusudur. Şimdi yalanların tek tek içini açabiliriz! Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’nin yapımını isteyenlerin gerekçeleri ve yalanları Birinci yalan: ‘Mevcut artış ile gelecek 10 yıl içinde tüketim ikiye katlanacak, tedbir alınmaz ise önümüzdeki yıllarda enerji sıkıntımız olacaktır’ diyorlar! (enerji.gov.tr) Atom lobicilerine göre (AKP hükümeti işin başını çekmekte) elektrik talebi yılda %6,5 oranında artan bir ülkeyiz. Yine bunlara göre bu artış elektrik tüketim kapasitesinin 10 yılda ikiye katlanması demek olurmuş! Yalan! Veriler yanıltıcı değilse 2006-2015 arasında artış %5,1’dir. Hatta daha da azdır. Örneğin aşağıdaki yıllara göre enerji çizelgesine dikkat edersek 2014 yılı ile 2015 yılları arasındaki artış %2,7’dir. Artış oranı sürekli düşmektedir. Burada artışı %6,6 ile %8 arasında rakam olarak verenler istatistiklerle oynamakta, yalan yanlış bilgiler sunmaktadırlar. 2002 yılından 2016 yılına kadar ki artışı toplam hesaplamaktadırlar. Yıllara göre hesaplandığında ortaya çıkan rakam %3-4 oranında oynamaktadır. Enerji tüketiminde 2012’den günümüze sürekli düşüş halindedir, yani %5 altındadır. 2011-2012 arasında %5,2 olan artış 2012-2013 arasında %2,4 düşmüş, 2014’te %3,6 olmuş ve 2015 ise %2,7 ile yeniden düşüş söz konusudur. Kandırmacanın (yalanın) uç noktası ise 2010 yılındadır; yani Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’nin imzalandığı yıl nedense 2009’da %2,1 olan tüketim birden %8,2 artış göstermektedir. Artış her ne hikmetse 2010-2011 arasında %9,5 çıkmakta ve 2011-2012 arasında birden %5,2’lere düşmektedir. Bunun sırrı AKP hükümetinin verilerindedir. Aşağıdaki 2014 ve 2015 üretim ve tüketim çizelgelerine bakıldığında üretimden fazla tüketim dikkat çekmektedir! 2014’deki 6 milyar KW/h tüketim farkı 2015’te 4 milyar kilovat/saate düşmüştür. Bu miktar büyük ihtimalle dışardan alınan elektrik enerjisi olmalı! Verilerde herhangi bir açıklama söz konusu değildir. Verilere göre dışardan alınan elektrik yıllık 4 milyar KW/h bulmaktadır. Bu ithal elektriğin %50’ye yakını Bulgaristan; geri kalanı İran ve Yunanistan’dan alınmaktadır. (bloomberght.com/24.04.2014) İkinci yalan: Enerjide dışa bağımlılığımız azalacakmış “Büyüyen ekonomi, elektrik tüketimi ve nüfus yapısı karşısında enerji arz portföyümüze bakıldığında petrolün %92’si, doğalgazın %98’i, kömürün %20’si ithal kaynaklardan karşılanmakta olup enerji ithal bağımlılığımız %72 civarındadır.” (nukleerakademi.org) Evet, enerjide dışa bağımlı olduğumuz doğru. Fakat atom/nükleer enerjinin bu bağımlılığı azaltacağı ise Yalan! Bu yalanın çürütülmesi anlamak isteyenler açısından çok basittir. Kurulacak olan Akkuyu Nükleer Enerji Santrali’’nin yerli (bunlar milli diyor) olan aksamı beton ve demir aksamlarıdır. Bu konuda epey ilerde olduğumuz yapılan yollar ve AVM’lerde görülebilir! Bu aksamlar dışındaki tüm teknik donanım da %100 dışa bağımlılık söz konusudur. Rosatom bir Rus şirketidir. Rosatom’a ihale edilen Akkuyu nükleer enerji santralinin kurulumunun milli olmadığını ihaleyi verenler de çok iyi biliyor! Atomdaki olağanüstü enerji gücünü fisyon (nükleer parçalanma-bölünme) ve füzyon (nükleer kaynaşma-birleşme) diye adlandırılan teknik işlemler vasıtasıyla açığa çıkarmak için gerekli teknik Ruslardan alınacak, herhangi bir problemde Rus emperyalist tekeli Rosatom’a mahkûm kalma durumu göz ardı edilemeyecek kadar gerçektir. Ruslardan alınacakların küçük bir listesi: 1. Reaktör kalbi/merkezi (reactor core) 2. Kontrol çubukları (control rod) 3. Reaktör basınç kabı (pressure vessel) 4.Basınçlandırıcılar (pressurizer) 5. Buhar üreteciler (steam generator) 6.Birincil soğutma su pompaları (primary coolant pump) 7. Reaktör korunak binası (containment) 8. Türbinler (turbine) 9. Jeneratörler-Elektrik üreticiler (generator) 10. Yoğunlaştırıcılar (condenser) 11. Besleme suyu pompaları (feedşater pump) 12. Besleme suyu ısıtıcıları (feedşater heater) ve daha fazlası…….. Bu gerçeklere rağmen neden sorunun önemli yanı gizlenmektedir. Çünkü birilerini (ihaleye “milli” olarak girenleri) zengin etmenin (bundan baştakiler de nemalanacak) yanı sıra bu olayda açıklamadıkları gizli planları da var! Hesapları kurulacak nükleer yaşam temellerini koruma mücadelesi http://nukleerakademi.org santraller aracılığı ile atom gücü olmaktır! Atom reaktörleri ile enerjide dışa bağımlılık azalmaz! Çünkü atom tekniği büyük emperyalist haydutların tekelindedir! Bu ikinci yalanın bir başka sorunu da Rusya ile çıkabilecek herhangi bir siyasi çatışmada (Suriye savaşı bağıntısında 24.11.2015’te düşürülen Rus uçağı ile ilişkiler kopma noktasına geldi) kurulacak santralin atıl kalma tehlikesi de ihtimaller dâhilindedir! İşin bir başka problemli yanı da anlaşma gereği Akkuyu Nükleer Santrali bittiğinde 15 yıl Rosatom tarafından işletilecektir! Bu işletme süresince T.C. devleti üretilen elektriği yukarda belirttiğimiz fiyata alma garantisi vermiştir!15-20 yıl kullanım sonrası toptan gözden geçirilme gerektiği bilindiğinde yine Rosatom’a olan muhtaçlık devam edecektir! Al sana enerjide bağımlılığı azaltma! AKP hükümeti herkesi kandıracağını hesaplayarak bu konuda karar alırken, toplumun çeşitli kesimleriyle tartışmaya, farklı görüşlere başvurmaya gerek bile duymadan hareket etmiştir. Üçüncü yalan: Atom enerjisinin daha ucuz olduğu Bu yalanı yayanların ileri sürdükleri en önemli gerekçeye göre “8,2 milyar dolarlık doğalgazdan elde ettiğiniz elektriğin aynısını nükleer santralden elde etseniz 400 milyon dolar gidiyor.” “Enerji fiyatlarının düşmesi konusunda da ihtiyatlı yaklaşmak lazımdır. Doğalgaz fiyatları yarıya inse bile nükleerin yarısına yaklaşamaz” diyorlar! (www.elektrikport.com/ Nükleer Teknoloji Bilgi Platformu Koordinatörü Adil Buyan) Ve ekliyorlar “%85 elektriğini nükleer santralden üreten İngiliz’i, Fransız’ı kadar en az ben de akıllıyım” (Elektrik Üreticileri Derneği Başkanı Önder Karaduman.) Bu anlamda atom santrallerine sahip olmanın bir itibar meselesine dönüştüğü görülmektedir. Öyle bir prestij meselesi ki, nesiller boyunca etkide bulunacak onanmaz zararlar göze alınabiliniyor! Çevre ve insan sağlığını düşünen kim? Varsa yoksa her ne pahasına olursa olsun büyük güç olma hayalleri! Hangisi daha ucuz? Gelin birlikte hesap yapalım hangisi daha ucuz? Ama biz karşılaştırmayı fosil enerjiden elde edilen doğalgaz ile yapmıyoruz! Çünkü biz atomun alternatifi olarak doğalgaz-fosil yakıtlar değil, yenilenebilir enerji kaynaklardır, diyoruz ve yenilenebilir enerji kaynaklarını temel alıyoruz! 61 yaşam temellerini koruma mücadelesi 62 Atomdan enerjisinden elde edilen elektrik fiyatlar Karşılaştırmayı elektriğin birim fiyatı üzerinden yaparsak; Rosatom’un Akkuyu’da inşa etmekte olduğu nükleer enerji santralindeki sabitlenmiş ve T.C. devletinin 15 yıl alım garantisi verdiği 1 KW/h elektriğin birim fiyatı şimdilik 15,35 dolar/cent. Bu fiyatın içinde reaktörlerin üreteceği nükleer atıkların bertaraf edilmesi için gerekli olacak masraf hesaplanmamıştır. Yine herhangi bir radyasyon sızıntısına karşı alınacak tedbirlerin oluşturacağı masraflar da hesap içinde değildir. Almanya bu iş için şimdiye kadar 60 milyar avro masraf yapmıştır. Bu hesabın içinde olmayan en büyük kalemlerden biri olan 30 yıl sonra tüm reaktörleri kapandığında masraf devam edecektir! Bu anlamda gerçekçi olmak/ atom lobicilerinin yalanından uzaklaşmak istiyorsak Akkuyu Nükleer Santrali’nden elde edilecek 1 KW/h elektriğin birim fiyatı 1 dolar (100 cent) üzerindedir! İşin içine bir de sigorta primlerini ve nakil masraflarını eklediğiniz de birim fiyatı 2 dolarlara varacaktır. Daha santral üretime geçmeden zaten bugün ki dolar kuru hesabı ile herhangi bir ekleme yapmadan 1 KW/h elektrik 54 Tl/kuruşa ulaşmıştır bile! Bilindiği gibi üretilen elektrik enerjisi nakil sırasında %20-30’lara varan bir kayba maruz kalmaktadır. Nakil hatlarınız eski ise bu oran daha da fazlalaşmaktadır! Rüzgâr enerjisinden elde edilen elektrik fiyatları Gelelim herhangi bir riski olmayan 20 yıl garantili bir rüzgâr enerjisinden elde edilecek elektriğin birim fiyatına. Türkiye’deki nakil hatlarının 30-40 yıllık olduğu gerçeği sorunun önemini anlamaya yeterlidir. 2300 KW/h (2,3 MW) Enercon 8E.70 E4 rüzgâr türbininden 20 tanesinin %25 kapasite ile çalıştığında ayda ürettiği elektrik 43.416 megavat-saat elektriktir. Yılda ise yaklaşık 500 milyon KW/h. Çalışma kapasitesi yükseldiğinde üretim de artacaktır. Böyle bir türbinin bakım masrafları dâhil maliyeti yaklaşık 2,5 milyon dolardır. Akkuyu Nükleer Santrali kapasitesinde 2000 adet rüzgâr türbininin maliyeti 5 milyar dolardır. Yani Akkuyu’nun maliyetinin dörtte biri. 1 KW/h elektrik için ödeyeceğimiz birim fiyatı 5 cent bile değildir. Bu konuda araştırma yapan Balıkesir Üniversitesi’nden Sebahat Akın, Orhan Zeybek’in verileri çok ilginçtir. Bunlara göre rüzgâr türbinleri ile yıllık ihtiyacın %25 kadarı karşılanabilir. (http:// www.emo.org.tr/ekler/0e207ab6946b5d7_ek.pdf). Neden olmasın önemli olan yatırım yapılmasıdır. Güneşten enerjisinden elde edilen elektrik fiyatları Diğer yandan fiyat meselesini güneş enerjisinden elde edilecek elektrikle karşılaştırdığımızda karşımıza çıkan durum ise 1 MW/solar enerji tesisinin donanım-montaj ve bakım masrafları takriben 1,02–1,240 milyon avro olarak hesaplanmaktadır. 25 yıl boyu enerji sağlamak mümkündür. Birçok aksamın yerli üretimle sağlandığı koşullarda maliyet fiyatı düşeceği gibi istihdam alanı da yaratır. Herhangi bir riskin olmadığı bu doğal enerji için Türkiye bulunmaz doğal imkânlara sahiptir. Devlet 13,3 dolar/cent üzerinde üretilen bu elektriği satın almaktadır. Maliyet kesinlikle 10 dolar/centin altında seyir etmektedir. (Bilgilerin kaynağı http://humartas.com.tr/1-mwlisanssiz-ges-projeleri/) “Yenilenebilir enerji santralleri baz yüklü değil, sürekli elektrik elde edemiyorsunuz.” Doğru! Yerel kaynaklarımızın yeterli olduğunu savunamayız diyenler sorunu genelleştirerek sunmakta ve de yalana başvurmaktadırlar. Şimdiye kadar hiçbir atom santralinde %100 kapasite ile üretim yapılamamıştır. Yukarda hesapladığımız yenilenebilir enerji kaynaklarından da elde edilecek elektrik üretiminin %100 kapasiteli olmayacağı, dış doğa koşullarının (rüzgârın hızı, güneşli günlerin fazlalığı veya azlığı) yenilenebilir enerji sağlamada önemli rol oynadığı bizler açısından da açıktır. Bunun için hesaplamalar yaparken bunu da hesaba katıyoruz. Aynı zamanda atom lobicilerinin hesaba katmadığının da altını çiziyoruz. “Nükleer santrallerin kapasite faktörü %90 civarında” “Güneş ve rüzgâr santrallerinde bu oran en fazla %20 civarındadır. Yeni nesil nükleer santrallerin işletme ömrü 60 yıl iken bu, rüzgâr ve güneşte 15-25 yıl civarındadır.” (http://nukleerakademi.org/nukleerenerji) olduğunu söyleyenler yine yalana başvurmaktadır. Bir kere en modern reaktörün ömrü 30 yıldır! Dördüncü Yalan: Atom enerjisinin temiz olduğu yalanı Bu konuda o kadar büyük lafebeliği yapılmaktadır ki, sorunla ilgisi az olanlar çabuk kandırılmaktadır. Bu konuda söyledikleri: “Nükleer enerji üretim zinciri, tümüyle ele alındığında sera gazı salımı konusunda en temiz seçenektir. Fosil yakıtların yanmasıyla açığa çıkan karbon monoksit, karbondioksit, sülfür dioksit ve azot dioksit gibi sera gazı oluşumuna sebep olan zararlı gazlar, nükleer santraller çalışırken atmosfere salınmaz. Bu nedenle nükleer enerjinin iklim değişikliğine sebep olan atmosferdeki sera gazı konsantrasyonunun azaltılmasında büyük rolü vardır. Günümüzde nükleer santraller, elektrik sektöründen kaynaklanan sera gazı salımın da yıllık olarak yaklaşık %17 azalmaya sebep olmaktadır. 1 kilogram uranyumdan elde edilen enerji için, 3.000.000 kilogram (3000 ton, 25 adet ağır yük tren vagonu) kömür veya 2.700.000 litre (2700 metreküp, 135 adet büyük boy akaryakıt tankeri) petrol gerekmektedir. Bu kadar az miktarda uranyum kaynağından yüksek miktarda enerji üretildiğinden nükleer santrallerin atık miktarı da bu oranda fosil yakıtlardan çok daha azdır. Örneğin, elektrik üretiminin %75 gibi büyük bir oranda nükleerden sağlandığı Fransa’da, dört kişi- lik bir ailenin ömürleri boyunca kullandıkları nükleer enerjiden, en fazla bir golf topu kadar büyüklükte camlaştırılmış nükleer atık çıkmaktadır. Nükleer santrallerden çıkan atık miktarının çok az olmasıyla çok az yer kaplayacağından yer üstündeki depolarda güvenli bir şekilde depolanabilmektedirler. Örneğin, 1000 MWe gücündeki bir nükleer santralden yılda yaklaşık 30 ton (yük treni vagonunun yarısı) nükleer atık çıkmaktadır. Aynı büyüklükte ki bir fosil santralinden ise yaklaşık 2.000.000 ton petrol atığı veya kömür atığı çıkmaktadır. Bu da nükleere göre yaklaşık 67.000 kat fazla atık miktarını göstermektedir.” (http:// www.enerji.gov.tr/) Bu alıntılar T.C. devletinin resmi web sayfasındandır. En başta sanki nükleer enerjiye karşı olanlar alternatif olarak fosil enerjiden elde edilen elektriği savunuyorlar havası yaratılmaktadır. Evet, nükleer enerji ile elde edilecek olan elektrik ilk etapta fosil enerjiden elde edilen ve edilecek olandan sera efekti bağlamında temizdir. Ama bu onun temiz olduğu anlamına gelmez Hemen altını çizerek vurguluyoruz ki, bizim savunduğumuz ve yukarda örneklerini sunduğumuz yenilenebilir enerji kaynaklarından rüzgâr ve güneş enerjisi fosil enerji yakıtlarından kat kat temizdir! Bunlar ret edilemez gerçeklerdir. Beşinci Yalan: Nükleerdeki gerçek risk Beyaz ve günahsız gösterilmeye çalışılan nükleer enerjinin riziko faktörü Recep Tayyip Erdoğan’ın göstermeye çabalar sarf ettiği kadar masum değildir! RTE ne demişti: “Nükleer programda takvim işliyor. Evdeki mutfak tüpü de riskli!” Nükleer atıklar kg/hacim birimi temel alındığında önemli oranda hafif ve hacim olarak küçüktür. Gizlenen ve demagojisi yapılan da yükte hafif olanın taşıdığı riskin üstünün örtülmesidir. Atom atıklarının yol açacağı tehlike ve zararın giderilmesi, nötr hâle getirilmesi nesiller sürer. Üstü örtülen de budur! Uzayda saniyede 200.000 km hızla hareket eden, gama-alfa ışınları, nötronlar, elektronlar vb. tipte atom parçacıkları radyasyonu oluşturur. İşte reaktörlerde atık olarak geride kalan çöp bu parçacıklarla yüklüdür. Onun için uzay yolculuğu sırasında veya atom reaktörlerinde çalışanlarda özel elbise giyinme ihtiyacı duyulur. Çünkü atomun şakası yoktur. Mutfak tüpüne hiç benzemez! Olağanüstü bir enerji dışa vurumu yaşanır! Zenginleştirilmiş uranyum ve suni olarak reaktörlerde elde edilmiş olan plütonyumun bir kilosunun yaşam temellerini koruma mücadelesi Bazı kaynaklar, şimdiye kadar 22 yıllık reaktörlerin fişinin çekilmek zorunda kalındığını ileri sürüyor ve 25-26 yılı dahi çok fazla buluyor. (Örneğin, bağımsız Öko-Institut e.V.) Soğutma işlemi başladığında atom santrallerindeki üretim aylarca durduğu, reaktörlerin üretim yapmadığı gerçeği de göz ardı edilmektedir. Her reaktörün 20 yıl sonra bakıma muhtaç olduğu da ayrı bir gerçek! Nükleer santral bakım masrafları ile 20-25 yıl ömürlü yeni rüzgâr türbinleri ve güneş panellerine yatırmanın imkân dâhilinde olduğu nedense gizlenir! Bir de ülkemizin enerji kaynaklarının yetersiz olduğu yalanı var! Bu yalanın hiçbir maddi temeli yoktur ve bilimsel değil, özellikle politik bir iddiadır. Hâlâ kullanılmayı bekleyen yılda 100 milyar kilovat saat (KW/h) hidro, 120 milyar KW/h rüzgâr, 380 milyar KW/h güneş, 16 milyar KW/h jeotermal potansiyelimiz vardır. En basit bir örnek İsparta’da kurulan 1 MW kurulu güce sahip güneş enerji santralinden 1 yılda 1 milyon 463 bin 19 kilovatsaat elektrik enerjisi üretmesidir. (http://www.enerjiatlasi.com/haber) 63 yaşam temellerini koruma mücadelesi 64 çıkaracağı ısı enerjisinin 16 milyon litre benzinin vereceği enerjiye eşit olduğu düşünüldüğünde, bahsi geçen fiziksel-kimyasal olayın boyutunu anlamak belki daha kolay olur. Atom patlamaya görsün! Patladı mı önü alınmaz zararlara yol açar. Atomdan elde edilen enerji temiz değildir Dünya savaşında Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının etkilerini insanlık yaşadı. 1986 Çernobil ve 2011 Fukushima nükleer felaketleri ise savaş anında değil “barış” döneminde insanlığın karşılaştığı lanetli felaketlerdir! Bilançosu hâlâ ortaya çıkmamıştır! 5 yıl oldu Fukushima hâlâ soğutulamadı! Denize bırakılan radyasyonun hesabını kimse bilmiyor! 30 yıl oldu Çernobil’de felaketin yaşandığı alanda hâlâ ot türemedi! Türeyen noktalarda ise aşırı miktarda radyasyon hormonludur. Doğanın doğal radyasyonuna eklenen azami kâr hırsının kattığı insan ürünü radyasyonun etkilerinin binlerce yıl süreceği yine insan tarafından söylenebiliyor ise, nükleer enerjide ısrar edenler utansınlar! Tabii iktidar ve kâr hırsı bu yaratıklarda utanma ve arlanma hissi bırakmışsa! Fosil yakıtlardan doğan kirlenmeyi onu kullanmaktan vazgeçtiğinde engelleyebilirsin! 50-100 yıl içinde iklim değişikliğini önleyebilirsin! Ama nükleer bir felaketin etkisinin binlerce yıl ile sınırlı olmadığı bilindiğinde, uzun vadeli düşünüldüğünde tehlikenin boyutu anlaşılır! Ama benden sonrası “tufan” anlayışı ile hareket edersen, durum çok vahimdir! Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erhun Kula güzel söylemiş: “Nükleer santral söküldükten sonra atıkların gömülmesi lazım. Bunun için nükleer mezarların yapılması lazım. Sökülmesi, artıkların depolanması ve bu işin maliyetini kimse konuşmuyor. En önemli çevre konusu bu işin sökülüp atılması ve artıkların depolanması iki cümleyle geçiştiriliyor, “Zamanı gelince halledilir” deniliyor. 2023’te başladı, 30 yıl faaliyet gösterse, 2070-80’lerde sökülme olacak. Kim öle kim kala zihniyeti var.“( age.) Bu anlayış gelecek nesillerin yaşamını ipotek altında tutma anlayışıdır! Sözün kısası anda nükleer enerjinin temiz olmadığı gibi insanlığın bulduğu en tehlikeli enerji kaynağıdır! Onu tehlikeli kılan atıklarıdır! Kazalar karşısında insanlığın andaki acizliğidir! İnsanlık bu sorunu çözmediği sürece bu tehlikeden uzak durmak en doğru olanıdır! Gizledikleri amaç atom gücü olmak Nükleer santrallerdeki kazalar dünya ölçeğinde atom reaktörlerine olan güveni sarsmış durumdadır. Tüm gelişmiş ülkeler kendi santrallerini bir program dâhilinde zamana yayarak kapatırken, Türkiye bu programa neden giriyor? Bir de dünya çapında problemli bu teknolojiye Türkiye anahtar teslimi şeklinde girmiştir! Kurulacak olan Akkuyu Nükleer Santrali Avrupa’dan lisans almamış, denenmemiş bir santraldir. Rusya yüzde 100 hisseye sahip. T.C. projede bu anlamda yeterli söz hakkına sahip değil. Kendileri de bal gibi biliyor, nükleer santraller pahalı elektrik üretiliyor. İnşaat süreleri hiçbir zaman tutturulamıyor. Nükleer atıkların depolanması konusunda hâlâ çok önemli sıkıntılar yaşanıyor. Nükleer santrallerin denetiminin bağımsız denetçiler tarafından yapılması gerekiyor ama Akkuyu’daki santralde denetimin kimin tarafından yapılacağı ve Rusya’nın nükleer atıkları ne yapacağı bilinmiyor. Ayrıca Akkuyu da Japonya gibi deprem tehlikesi olan bir bölgede bulunuyor. Japonya’da görüldüğü gibi esas sorun afet anında reaktörler kapandıktan sonra, yakıt çubuklarının soğutulmasında yaşanıyor. Akdeniz’in deniz suyu sıcaklığı suyun soğutulması için hiç uygun değil. Bu durum ekstra güvenlik önlemleri gerektiriyor, dolayısıyla ekstra maliyetler ortaya çıkacaktır. Bunlar bilinmesine biliniyor! O zaman dert nedir? O zaman gizlenen bir şeylerin olduğu ortada değil mi? T.C. devletini yönetenler ve temsilcilerinin bizce esas dertleri nükleerden enerji elde etmenin ötesindedir! Onların derdi açık ilan etmeseler de kurnazlıkla atom gücü olmaktır! Birçok alanda yaptıkları gibi bu konuda esas amaçlarını gizlemektedirler! Atom gücü olduklarında bölgesel güç hayallerini besleyeceklerini sanmaktadırlar! Atom bombasına sahip bir güç olmaktır… Sonuç olarak 30 yıl önce de nükleer enerjiye ihtiyacımız yoktu, 30 yıl sonra da olmayacaktır! Kurulacak santraller ile teknoloji değil, araç gereç ve kullanım kılavuzları transferi yapılacaktır! Bu kadar paraya ve bu kadar riske girmek halklarımıza ihanettir! Onların deyimi ile “vatan hainliği” bizim deyimimizle geleceğin ipotek edilmesidir! Nükleer santral değil, rüzgâr çiftlikleri ve güneş enerjisi tarlaları istiyoruz! Atom öldürür! Nükleer santral çalışmaları hemen durdurulmalıdır! 19.12. 2016 güncel EKİM DEVRİMİ VE ELEKTRİFİKASYONUN ÖNEMİ “Dünyanın en ileri makine sanayii olan Sovyet makine sanayiinin muhteşem kazanımlarından birisi, tam otomatik makine yoluna sahip tümüyle makineleştirilmiş işletmeler, tam otomatik işletmelerdir. Öyle ki, 1952 yılında bütün bölge santralleri agregatların otomatik kumandasıyla donatıldı. Bir dizi uzaktan kumandalı santral kuruldu. Uzaktan kumandalı elektrik santrallerinin kapasitesi, elektrik santrallerinin toplam kapasitesinin %50’sinden fazlasını tutmaktadır” Bu yıl Ekim Devriminin 100. yılı! Geçen yüzyılda üretim ve tüketim alanında değişmeyen yenilenmeyen az maddi varlık söz konusudur! Kapitalist/Emperyalist sistem maalesef egemenliğini sürdürmektedir! İnsanın kendi emek ürünlerine yabancılaşması tüm alanlarda hâkimdir! Büyük dahi K. Marks’ın dediği “işçinin (emeğin) nesnelere verdiği yaşam nefesinin dönüp hasım ve yabancı bir şey olarak işçinin (emeğin) karşısına çıkması” devam etmektedir. (K. Marks, 1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları, İng. s. 69.) Her şeyin alınıp satılmaya mahkûm olduğu bu lanet sisteme rağmen inadına değişmeyen; LeninStalin ve Bolşeviklerin önderliğinde 1917’de gerçekleşmiş olan Büyük Ekim Devrimi’nin genel ilkeleridir! Ekim Devrimi dünyada ilk ve en büyük sosyalist devletin kurulmasını sağlayandır! Sosyalist sistemin tüm dünyaya yayılmasına etki yapandır! 20. yüzyıla damgasını vuran, deyim yerindeyse dünyayı sarsan toplumsal alt üst oluştur! Alttakilerin üstekileri devirmesi proletarya diktatörlüğünün başlangıcıdır Ekim Devrimi! Bu yazımız Ekim devriminin genel ilkelerinden biri olan tekniğin ve özellikle enerji kullanımının komünizme ulaşmada ki rolü ve önemi üzerinedir. Ekim Devrimi Öncesi Durum/Enerjinin ve Elektriğin Durumu Konumuzla ilgili SBKP Kısa tarihinde yapılan durum değerlendirmesi: “Çarlık Rusya’sı kapitalist gelişme yoluna diğer ülkelerden daha sonra girdi. Geçen yüzyılın 60’lı yıllarına (1860) kadar Rusya’da çok az sayıda fabrika ve işletme bulunuyordu. Hâkim olan, soylu çiftlik sahiplerinin serfliğe dayalı ekonomisiydi. Sertlik sistemi altında, sanayi doğru düzgün gelişemezdi. Serflerin özgür olmayan emeği, tarımda düşük bir emek üretkenliği sonucunu veriyordu, iktisadi gelişme sürecinin tümü, sertliğin kaldırılmasını emrediyordu.“ (“Eserler Cilt XV”, J. Stalin, sf.17, İnter Yayınları, Aralık 1990 İstanbul) “Savaş üç yıldır (1914-1917 BN) devam ediyordu. Milyonlarca insan, savaşta öldürülmüş, ya da savaşta aldıkları yaralardan veya savaşın bulaşıcı hastalıklarından telef olmuşlardı. Burjuvazi ve çiftlik sahipleri savaştan büyük servetler elde ediyordu. Ama işçiler ve köylüler her geçen gün anan bir sefalet ve sıkıntı içine düşüyordu. Savaş, Rusya’nın iktisadi yaşamını yıkıyordu. 14 milyon kadar güçlü-kuvvetli adam ekonomiden koparılarak askere alınmıştı. Fabrikalar ve işletmeler kapatılıyordu. İşgücü eksikliğinden, ekili alanlar azalmıştı. Halk ve cephedeki askerler aç, çıplak ve yalınayaktılar. Savaş ülkenin bütün kaynaklarını yiyip bitiriyordu.” (Age. sf. 198) “Ne var ki, barışçıl inşaya geçiş olağanüstü güç şartlar altında gerçekleştirilmek zorunda kalındı. İç savaşta zafer kolay elde edilmemişti. Ülke, dört yıl süren emperyalist savaş ve üç yıl süren dış müdahaleye karşı savaşla harabeye dönmüştü. 1920 yılında toplam tarım üretimi, savaş öncesi üretimin ancak yarısı kadardı. Ve bu savaş öncesi seviye, çarlık Rusya’sının zavallı kırının seviyesiydi. Daha da kötüsü, 1920’de birçok ilde iyi ürün elde edilemedi. Tarım çok kötü bir durumdaydı.” (Age. sf. 283) “Tamamen bozulan sanayiin durumu daha da kötüydü. Büyük sanayi üretimi 1920 yılında, savaş öncesi üretimin yedide birinin biraz üzerindeydi. Fabrika ve işletmelerin çoğu çalışmaz durumdaydı; madenler ve kömür ocakları yıkılmış ve su baskınına uğramıştı. En içler açısı olan, demir ve çelik sanayiinin durumuydu. 65 güncel 1921 yılının tümünde toplam pik demir üretimi sadece 116,300 ton, yani savaş öncesi üretimin aşağı yukarı yüzde 3’ü kadardı. Yakıt kıtlığı vardı. Ulaşım tamamen bozulmuştu. Ülkenin metal ve tekstil stokları hemen hemen tükenmişti. Ekmek, yağ, et, ayakkabı, giyecek, kibrit, tuz, gazyağı ve sabun gibi temel ihtiyaç maddelerinde müthiş bir kıtlık vardı.” (Age. sf. 284) 1917’de ekiminde “Bütün iktidar Sovyetlere” sloganıyla yönetimi ele geçiren Bolşevikler gerçek anlamda bir enkaz ülke ile karşı karşıya kalmışlardı. 5 yıla yakın süren bir mücadele ile dışta emperyalist haydutlar içte mülklerine el konulanların direnci kırılmıştı! Fakat daha zor bir görev gündemdeydi! Yeniden inşa! Komünist Partisi, o güne kadar eşi görülmemiş bir inşa göreviyle, sosyalist sanayinin inşasına önderlik etme gibi bir tarihsel göreviyle karşı karşıyaydı! 66 Ekim Devrimi İle Alınan Önlem, Karar ve Planlar Sosyal bir devrimin yasası gereği ilk etapta yapılması gerekli olan kamulaştırmalar yapılmış ve çarlık döneminde emperyalistler yapılan tüm antlaşmalar yırtılmıştı! Bu durum ile ilgili SBKP tarihinde verilen bilgiler: “Burjuvazinin iktisadi gücünü zayıflatmak ve yeni Sovyet iktisadını örgütlemek için, öncelikle yeni Sovyet sanayiini örgütlemek için, bankalar, demiryolları, dış ticaret, ticaret filosu ve bütün kollarıyla tüm büyük sanayi millileştirildi: kömür, maden, petrol, kimya sanayii, makine yapımı, tekstil, şeker sanayii vb. Ülkemizi, mali bakımdan yabancı kapitalistlerden bağımsız kılmak ve onların sömürüsünden kurtarmak için, Çar ve Geçici Hükümet tarafından imzalanmış dış borçlar feshedildi. Ülkemiz halkları, fetih savaşının sürdürülmesi için alınmış olan ve ülkemizi yabancı sermayeye bağlayan borçları ödemeyi reddetti.” (Age. sf. 244) Bu en önemli kararlardan sonra ekonomik alanda bir dizi tedbirler alındı ve plânlar yapıldı. 1920’lerde uygulamaya konulan Yeni Ekonomik Politika (NEP) ile ekonominin canlandırılması ve köylülerle bir nevi barış ilan edilmesi sağlamak içindir. Bu plânlar kapsamında yer alan tedbirlerden biri de Şubat 1920’de Rusya’nın Elektrifikasyonu Devlet Komisyonu kurulmasıdır. (GOELRO) Lenin 1920‘de “Komünizm, Sovyetlerin iktidarı ve tüm ülkenin elektrifikasyonu anlamına geliyor, çünkü elektrifikasyon olmazsa sanayinin kalkınması olanaksız olacaktır.” diyordu, zamanla, istihdam edilen emeklerin sonuçları Lenin’in haklılığını ispatlıyor idi. Lenin’in şiarı “Komünizm Sovyet iktidarı, artı bütün ülkenin elektrifikasyonudur” idi. O dönemde elektrifikasyon en ileri tekniğin üretimin temeli yapılmasından başka bir anlama gelmiyordu. Lenin derki; “Komünizm Sovyet iktidarı artı bütün ülkenin elektrifikasyonudur. Aksi takdirde ülke bir küçük-köylü ülkesi olarak kalacaktır ve bunu açıkça anlamalıyız ekonomik temelin bir küçük-köylü temelinden büyükölçekli endüstri temeline dönüştürülmesinin icabına bakacağız. Ancak ülke elektriklendirildiği ve sanayi, tarım ve ulaştırma modern büyük ölçekli sanayi temeline yerleştirildiği zaman, ancak o zaman tamamen muzaffer olacağız.” (“Elektrifikasyon Hakkında Rapor Üzerine Sovyetlerin Sekizinci Kongresinin Karar Tasarısı”, Lenin Werke, Bd. 31, s. 414) “SSCB’de yaratılan komünizmin maddi üretim temeli, tüm ülkenin elektrifikasyonuna, üretim süreçlerinin tam makineleştirilmesine” bağlanır. “SSCB’de dünyanın en büyük elektrik santrallerinin kurulması olgusu da bunun kanıtıdır. Lenin, “kim-kimi” yenecek sorusunun proletarya ve komünizm lehine yanıtlanabilmesi için iki gereklilikten söz etmiştir. “Proletaryanın elindeki yıkıntı halindeki sanayinin reorganizasyonu ve geliştirilmesinin ülkenin elektrifikasyonuyla birleştirilmesi“ en önemli sorunlardır. SBKP tarihinde bu durumla ilgili söylenenler: ”Parti Kongresi, ülkenin ulaşım ve sanayi alanlarındaki acil görevlerini tespit etti ve sendikaların iktisadi inşaya katılma zorunluluğuna özellikle dikkat çekti. Parti Kongresi, ilk planda demiryolları, yakıt sana- Sosyalist Ekonominin Olmazsa Olmazları Vardır. Bunlar Bısaca: * Sosyalist ekonomi nihai hedefi “herkes yeteneğine göre/herkese gereksinimine göre” ilkesi ürün bolluğunu gerektirir. * En ileri teknikle üretim, sosyalist ekonominin olmazsa olmazıdır. * Kafa-kol emeği arasındaki zıtlığın ortadan kaldırılması; kır-kent arasındaki zıtlığın ortadan kaldırılmasının maddi temelleri de ancak en ileri teknikle yapılacak üretimle geliştirilebilir. öncelik ağır sanayiye verilmek zorundadır. Sosyalist üretimin temeli budur! * Teknikteki gerilik “idealize” edilmemelidir. İlerilikte idealize edilirse üretici güçler teorisine götürür! Teknikte geriliğin aşılması sosyalist inşanın en önemli görevlerinden biri olarak kavranmak zorundadır. Devrimden Sonra Revizyonizmin Hâkimiyetine Kadar Alınan Yol ve Yapılanlar İlk etapta 30 şehirsel elektrik santrali kuruldu ve halk eğitim aldı. SSCB her bakımdan gelişmeye başladı. 10 büyük hidroelektrik santrali kuruldu. Plân 1931’de tamamlanması üzere 5 yıl sürdü ve tüm Sovyet ülkeleri kalkındı. Ülke çapında açlığa karşı yoğun bir seferberlik, ülke içindeki olanaklar sayesinde yürütüldüyse de ölümler yığınsal boyutlara vardı. İzleyen yıllarda tahıl üretiminde artış sağlandı ve 1925’den başlayarak Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği tahıl ihraç eder duruma geldi. (Büyük Ansiklopedi, Milliyet, 1990. Cilt 13. sf. 5007-5014) Öne konan amaç, ülkenin makina ve araç ithal eden bir tarım ülkesinden, makina ve araç üreten bir sanayi ülkesine dönüştürülmesiydi. 1927’de üretim savaş öncesi düzeye vardığı için NEP’in hedeflerine ulaştığı yargısına varan Tüm Birlik Sovyetleri Beşinci Kongresi, SSCB’de ulusal ekonominin gelişimi için Birinci Beş Yıllık Plânı hazırlayarak kabul etti. Birinci Beş Yıllık Plân hedeflerine dört yıl üç ay gibi bir sürede ulaşıldı. 1933-1937 yıllarını kapsayan İkinci Beş Yıllık Plân döneminde bu yarışma, üretimde yenilikçi ve öncü işçi hareketini (Stahanov hareketi) yarattı. İkinci plân döneminde SSCB’de 4.500 fabrika ve enerji tesisi yapılarak hizmete açıldı. 1940 yılı SSCB’nin ağır sanayi üretimi, 1913’dekinin 12 katına ulaştı. Dahası sanayi, gayrisafi milli hasılanın dörtte üçlük bölümünü oluşturur duruma geldi. İki plân döneminde 87 milyon kadın-erkek Sovyet yurttaşı okuma/yazma öğrendi. 1946-1950 dönemini kapsayan Dördüncü Beş Yıllık Ekonomik Canlanma ve Kalkınma Plânı’nda öngörülen sanayi hedefine büyük bir öncelikle varıldı ve 1950 yılında savaş öncesi sanayi üretiminin %70’ine ulaşıldı. 1945’de 1940’daki tarım üretiminin %60’ı sağlanabilirken, traktörlerin ve diğer tarım makinalarının üçte birlik bölümü yok olmuş, kalanlar ise aşınmış iken; ağırlık makine üretimine verildi. Sosyalist plân, çeşitli iktisadi alanların sayısız santralini birbirine bağlayan bütünlüklü SSCB’de gelişen sanayi, tarım ve komün iktisadının elektrik gereksinimini karşılamak için; Üçüncü Beş Yıllık Plân’da (1951-1955) muazzam bir elektrifikasyon programı uygulamaya sokuldu. 711 santral inşa edildi ya da genişletildi; bu inşaat tasarımlarının bitiminden sonra SSCB’deki santrallerin toplam kapasitesi %75 arttı. Yalnızca 1954 yılında santrallerin kapasitesinin büyümesi, GOELRO-Plânı çerçevesinde SSCB’nin elektrifikasyonunun ilk on yılında işletmeye sokulan santrallerin toplam kapasitesinden 2,5 kat fazla oldu. (bilgiler İnternet, Wikipedia) Politik Ekonomi Ders Kitabında gelişmelerle ilgili yazanlar: “Dünyanın en ileri makine sanayii olan Sovyet makine sanayiinin muhteşem kazanımlarından birisi, tam otomatik makine yoluna sahip tümüyle makineleştirilmiş işletmeler, tam otomatik işletmelerdir. Öyle ki, 1952 yılında bütün bölge santralleri agregatların otomatik kumandasıyla donatıldı. Bir dizi uzaktan kumandalı santral kuruldu. Uzaktan kumandalı elektrik santrallerinin kapasitesi, elektrik santrallerinin toplam kapasitesinin %50’sinden fazlasını tutmaktadır” “Sovyet bilimi, atom enerjisinin yöntemleri ve kullanımında ustalaştı. SSCB’de bu yeni enerji türünü barışçıl amaçlarla kullanma görevi pratik olarak çö- güncel yii ve demir-çelik sanayinin kalkındırılmasını öngören yekpare iktisadi plana özel bir önem verdi. Bu planın özü, Lenin’in “gelecek on ya da yirmi yıl için büyük bir program” diye vurguladığı, tüm ulusal ekonominin elektrifikasyonu projesiydi. Bu, Rusya’nın Elektrifikasyonu için Devlet Komisyonu’nun (GOELRO), bugün çoktan aşılmış olan ünlü planının temelini oluşturdu.“ (“Eserler Cilt XV”, J. Stalin, sf. 273, İnter Yayınları, Aralık 1990 İstanbul) 67 güncel 68 züldü. 1954 yazında Sovyet bilimcileri ve mühendisleri tarafından kurulan ve çevre bölgelerdeki sanayi ve tarımı enerjiyle besleyen 5000 KW kapasiteli ilk sanayi atom santrali işletmeye açıldı. Sovyet bilimcileri ve mühendisleri, 50.000 ile 100.000 KW kapasiteli sanayi atom santralleri kurmak için çalışmaktadırlar.” Atom enerjisinin maddi varlıkların üretiminde kullanılması, tepkili motorların, radyo ve televizyon tekniğinin, vs. mükemmelleştirilmesi, üretimin mükemmelleşmesi ve emek üretkenliğinin artırılması açısından şimdiye kadar bilinmeyen olanaklar açmaktadır. Bu, kaçınılmaz olarak, iktisadi gelişmeyi önemli ölçüde hızlandıracak ve komünizmin bir üst aşamasına geçiş için gerekli olan üretici güçler düzeyini sağlayacaktır.” (“Politik Ekonomi Ders Kitabı”, Cilt 2, SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi s. 313-314, İnter Yayınları, Mayıs 1993 İstanbul) Akıllardan çıkarılmaması gerekli olan bir gerçekte 1939-1945 yılları arasındaki savaşta kaybedilen değerlerin yeniden yaratılması çok önemli engellerin aşılması anlamını da taşır! Evet, gelişme beklenin üzerinde olmuş, plân hedefleri tutturulmuştur. Elbette plân hedeflerinin tutturulmasında devasa ülkenin doğal zenginlik kaynakları da önemli bir avantaj sağlamıştır. 1,750 milyar KW/h toplam güçte, otuz elektrik santrali yapılacak ve elektrik üretimi 8,8 milyar Kw/h.’ye erişecektir. Oysa bu dönemde ülke elektrik üretimi, 1913’te 1,9 milyar KW/h iken, 1920’de 0,5 milyar KW/h’ye düşmüştür. Yapılması öngörülen bu otuz santraldan yirmisi termo, 10’nu da Hidro Elektrik bazlıdır. GOELRO Plânı (30), 1935’te hedeflerini süresinden önce gerçekleştirmiş, otuz yerine kırk elektrik santrali yapılmış, kurulu güç 1913’te 1.141 bin, 1921’de 1.228 bin iken, 1935’te 6.923 bin KW/h. olmuştur. Elektrik üretimi de sırasıyla 2,03 ve 26,3 milyar KW/h olmuştur Stalin döneminde beş yıllık plânlarda sağlanan en yüksek kalkınma hızı %15 olmuştur. ( Buradaki tablo İstanbul Ticaret Odası Yayını 1990 No: 227 Prof. İlhan Uludağ ve Doç. Vildan Serin) “ Beş Yıllık Plân’da, 1928-1933 döneminde ulusal ekonomiye yapılacak sermaye yatırımlarının hacmi, 64,6 milyar ruble olarak saptanıyordu. Bu miktardan 19,5 milyar ruble, elektrifikasyon da dahil sanayiye, 10 milyar ruble ulaştırmaya ve 23,2 milyar ruble de tarıma yatırılacaktı.” (“Eserler Cilt XV”, J. Stalin, sf. 337, İnter Yayınları, Aralık 1990 İstanbul) 1926/27’de XV. Parti Kongresi toplandığı sırada tüm sanayiin brüt üretimi savaş öncesi düzeyin toplam sadece yüzde 102,5’iydi, XVI. Parti Kongresi sırasında, 1929/30 yılında ise savaş öncesi düzeyin yüzde 180’ine ulaşmıştı. Durum SBKP tarihinde şöyle değerlendirilir: “... Ülkemizin bir tarım ülkesinden bir sanayi ülkesine dönüşmesinin arifesindeyiz”, dedi Stalin yoldaş tüm Parti Kongresinin şiddetli alkışları arasında. Stalin yoldaş, sanayiin yüksek gelişme hızını, sanayiin gelişme düzeyi ile karıştırmamak gerektiğini de anlattı. Sosyalist sanayiin görülmemiş gelişme hızına rağmen, gelişme düzeyi bakımından ileri kapitalist ülkelerden çok geriydik. Sovyetler Birliği’nde elektriklendirmedeki muazzam başarılara rağmen, elektrik enerjisi konusunda durum buydu. Metalde de durum böyleydi. 1929/30 yılında Sovyetler Birliği’nde 5,5 milyon ton pik demir üretilmesi planlanmıştı; 1929’da Almanya’nın pik demir üretimi ise 13,4 milyon ton, Fransa’nınki 10,45 milyon tondu. Teknik ve ekonomik alanlardaki geriliğimizi mümkün olduğunca çabuk yenmek için, sanayimizin gelişme hızını daha da artırmak ve sosyalist sanayiin gelişme hızını düşürmeye çalışan oportünistlere karşı en kararlı şekilde mücadele etmek gerekiyordu. “Sanayimizin gelişme hızını yavaşlatma gerekliliğinden söz edenler, sosyalizm düşmanlarıdır, sınıf düşmanlarımızın ajanlarıdır” diyordu Stalin yoldaş.” (Age. sf. 354-355) “İleri ülkelerden elli ya da yüz yıl gerideyiz. Bu mesafeyi on yılda kapamalıyız. Ya bunu yaparız, ya da un ufak oluruz... (Age. sf. 334) Sanayii yeniden kurma döneminde her şeyi teknik belirler.” (Stalin) “Sovyetler Birliği sanayii bütün alanlarda gelişmesini sürdürerek 1937 yılının sonunda 1929 yılı üretiminin yüzde 428’ine, savaş öncesi seviyenin ise yedi mislinden fazlaya ulaştı.” (Age. sf. 380) Bütün veriler göstermektedir ki, sosyalist gerçeklik tüm toplumsal alanlarda devasa gelişmeler sağlamıştır. Sanayi ve tarımda kullanılan enerji miktarı Sonuç Olarak: Çevreyi koruma bilinci ve tedbirlerin eksikliğine rağmen 1917 ekiminde Rusya’da gerçekleşen sosyalist devrim insanlık tarihinde önemli dönüm noktasıdır. Bugün bu devrimin ekonomik ve toplumsal etkileri harcanmıştır! Bir zamanların sosyalist anavatanına kapitalizm geri dönmüştür! Sömürü sistemlerin 10 bin yıllık tarihi karşısında sosyalizmin inşası bir nesil sürmüş olsa bile; insanlık için paha biçilmez deneyimler elde edilmiştir. 1920’lerden itibaren SSCB’deki elektrifikasyonun yaydığı ışık nasıl sosyalizmin inşasında motor rolü oynadıysa, Ekim Devrimi’nin deneyimleri ve ilkeleri de bugün sosyalizm/komünizm için güncel artıkça toplumsal refahta artmıştır. Bu yükseliş 1960’lara kadar sürmüş, 1954’te Stalin’in ölümü Kruşçev’in 20 Parti Kongresi’ndeki dönüşüm siyaseti ile geri dönüş başladı ve 1989 yılında resmen sosyalizmin terk edildiği ilan edildi. Kararlarda ve Planlarda Eksik Olan Çevre Bilinci Öncelikle belirtilmesi gerek çevre sorunu bağlamında 1920’lerin koşullarıyla 2016’ların koşullarının aynı olmadığıdır! Bugünün bilinciyle o günlerin sorunlarının boyutlarını anlamak ve eleştirmek kolaydır. Buna rağmen SSCB’de sosyalizmin inşası için alınan kararlar ve yapılan planlamalarda çevre sorunu hemen hemen hiç dikkate alınmamıştır dersek haksız sayılmayız. Bu bağlamda Marks ve Engels’in söylemleri bilindiği nokta da sorun daha da problemli görülmektedir. SSCB’de kalkınmak için her şey andaki gelişmelere tabii kılınmıştır! Enerji elde edilirken gelecekteki doğal dengelerin korunması kaygı olarak bile ele alınmamıştır! Soruna en basit örnek ARAL gölü/denizin andaki halidir. Atom enerjisinin kullanımı konusundaki yaklaşımda ret edilmesi gereken bir yaklaşımdır. “Sovyet bilimi, atom enerjisinin yöntemleri ve kullanımında ustalaştı. SSCB’de bu yeni enerji türünü barışçıl amaçlarla kullanma görevi pratik olarak çözüldü” denilirken sorunu savaşa bağlamak yanlıştır. Çözüldü denilen sorun bütün problemleriyle günümüze kadar taşınmıştır. 1986’daki Çernobil kazası soruna sırf “barışçıl amaçlarla” yaklaşılmayacağına en önemli örneğidir. verdiğimiz kavgamızın yolunu aydınlatan ışıklar misalidir! SB de devrim öncesi durumu gösteren birkaç resim, daha fazla resim için: http://images.google.de/ imgres?imgurl=http://www.matruska.ru 19.12. 2016 69 güncel 70 NSU KURBANLARININ ANISINA… HAYATTA KALAN MAĞDURLARLA VE YAKINLARI İLE DAYANIŞMA İÇİNDEYİZ. ALMANYA’DA YÜKSELEN İÇ FAŞİSTLEŞMEYE VE IRKÇILIĞA KARŞI MÜCADELE EDİLMELİDİR! DEVLET & NAZİLER EL ELE… Günümüz dünyasında ırkçılığın olmadığı ülke yok gibi. Ayrımsız bütün ülkelerde ırkçılık gelişiyor. Kimi ülkelerde ırkçılığın gelişmesinin sonucu olarak katliamlar gerçekleştiriliyor. İnsanlar öldürülüyor. Avrupa’da, ırkçılık yapan gruplar/partiler küçümsenmeyecek oranda oy alıyor. Bir yandan ırkçı grupların militan sayısı artıyor, diğer yandan ırkçı partilere oy veren kitle desteği çoğalıyor. Irkçılığın gelişmesinin ortamını ülkelerin egemen sınıfları hazırlıyor. Egemenler arasındaki çatışmanın konusu mülteciler ve göçmenler oluyor. Şovenizm ve ırkçılık, kapitalist dünya sisteminin yol arkadaşı olarak şekilleniyor. Özellikle de savaş ve kriz dönemlerinde, dikkatler gerçek sorunlardan sınıf mücadelesi sorunlarından kaydırılıyor. Burjuvazi, “insan hakları savunucusu” ve “barışçıl” kesiliyor! Avrupa burjuvazisi, “Avrupa değerleri”nden, “demokrasi”den, bahsediyor! Dünyanın birçok bölgesinde savaşlar yürüyor. Savaşlardan kaçanlar göç yollarına düşüyor. Mülteciler göç yollarında birçok zorluklarla boğuşuyor. Ulaşabildikleri ülkelerde ırkçıların saldırılarına maruz kalıyorlar ve egemenlerin aralarında yürüttüklerin dalaşın malzemesi haline geliyorlar. Doğu blokunun çöküşünün ertesinde, paylaşım dalaşında iyice kızışan, bütün ülkelerin burjuvazisi için birçok hâlde ırkçılık biçimini de alan saldırgan milliyetçilik, cephe gerisini sağlama almak için, işçi ve emekçileri kendi etrafında toplamak için en önemli araç oldu. Almanya’da ırkçı hareketin yükselişi devlet politikasının bir yansımasıdır. Almanya’da, 4 Kasım 2011’de “Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü” (NSU) deşifre oldu. NSU’nun deşifre olması ile birlikte, Alman istihbarat örgütlerinin Nazilerle birlikte çalıştığı ortaya çıktı. Bu yazıda Almanya’da gelişen ırkçılık ve “Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü”nün (NSU) seri cinayetleri ve Alman devleti tarafından nasıl korundukları üzerinde durmak istiyoruz. Almanya’da Irkçı Saldırılara Kimi Örnekler 22 Ağustos 1980’de gece yarısı Hamburg Halske caddesinde bulunan mülteci yurduna, iki Nazi tarafından zemin katın penceresinden içeriye Molotof kokteyli atıldı. Mülteci yurdunda 240 sığınmacı kalıyordu. İki Nazi terörist “Alman Eylem Grubu”nun üyesi idi. Nazilerin hedefi yurtta kalan tüm mültecilerdi. Çıkan yangında, Vietnamlı Nguyên Ngoc Châu olay yerinde öldü. Dô Anh Lân ağır yaralandı ve birkaç gün sonra yaşamını yitirdi. Nguyên Ngoc Châu 22 yaşındaydı ve Nisan 1980’de Hamburg’a gelmişti. Dô Anh Lân 18 yaşında bir gençti. Cenaze törenlerine 400 kişi katıldı. 1989’da Doğu Almanya [o zamanki resmi adı Demokratik Alman Cumhuriyeti – DAC]’da sözleşmeli olarak çalışan 90 bin göçmen vardı. Bunların 60 bini Vietnamlı, 18 bini Mozambikli ve 10 bini de Kübalıydı. Sözleşmeli çalışmanın kuralları yasalar- güncel la belirlenmişti. Bu yasalarda adı geçen insanların oturma hakkı, barınması ve işletmelerde çalışması konusunda ayrıntılar ortaya konulmuştu. “Sosyalist” Doğu Almanya’da, sözleşmeli işçilerin partilere üye olmaları ve dernek kurmaları yasaktı. Hamile kalan kadınların hemen sınır dışı edilmeleri öngörülüyordu. Doğu Alman vatandaşlarının sahip oldukları haklara sözleşmeli işçiler sahip değildi. DDR’(DAC) de 1970’li yılların sonunda genç Nazi dazlaklar ortaya çıkmaya başladı. Özellikle Thüringen eyaletinde futbol kulüpleri Nazilerin toplanma merkezi haline geldi. İki Almanya’nın birleşmesinden önce de Doğu Almanya’da göçmenlere yönelik ırkçı saldırılar yapılıyordu. İki Almanya’nın birleşmesinden sonra Thüringen eyaletinde çok sayıda Nazi örgütü sahneye çıkmaya başladı. Bu dönemde ‘Wiking Gençliği’ ve benzeri örgütler, gençlere yönelik paramiliter/askeri disiplin ve yapıya göre örgütlenmiş spor kampları organize ediyordu. “Alman Özgürlükçü İşçi Partisi”, “Milliyetçi Cephe” ve “Milliyetçi Liste”, Thüringen eyaletinde yapılandılar. Thüringen eyaletindeki Nazi örgütlenmesinde aktif çalışan isimlerden biri de, DDR/DAC döneminde “Özgür Alman Gençliği” (FDJ) adlı “sosyalist” gençlik örgütünün eski genel sekreteri Thomas Daniel’di. Thomas Daniel, 1992 yılına kadar “Almanya Ulusal Demokratik Partisi”nin (NPD) eyalet başkanlığını yaptı. 1992’de NPD’den ayrılan Thomas Daniel “Alman Milliyetçi Partisi”ni (DNP) kurdu. Thomas Daniel, 1995 yılından itibaren Thüringen Anayasayı Koruma Teşkilatı’ndan [Federal Almanya İstihbarat Teşkilatı] ücret alarak muhbirlik yapmaya başladı. Thüringen eyaletinde kapatılan Nazi örgütlerinin yerine yenileri kurulmaya başlandı. 1990’lı yılların başında “Hür Arkadaş Birlikleri” adını taşıyan örgütler kuruldu. Jena “Hür Arkadaş Birliği” üyeleri arasında, Andre Kapke, Ralf Wohlleben, Uwe Mundlos, Uwe Böhnhardt ve Beate Zschäpe de bulunuyordu. ”Hür Arkadaş Birlikleri” antifaşistlere, mültecilere ve göçmenlere karşı eylemler yapmaya başladı. 1996’da farklı ”Hür Arkadaş Birlikleri”nin bir araya gelmesi ile “Thüringen Vatan Savunması” adlı yeni bir örgüt kuruldu. Thüringen eyaletinde, artık organize olmuş bir Nazi örgütlenmesi hissedilmeye başlandı. Her gün, her hafta sol alternatif gençlere, göçmenlere yönelik saldırılar yapılıyordu. Nazilerin konseptine uygun olarak “ulusal kurtarılmış bölgeler” oluşmaya başladı. Thüringen Anayasayı Koruma Teşkilatı, Thüringen’de sağ çevreler içerisine “güvenilir adam” olarak muhbirler yerleştirdi. Yerleştirilen muhbirlerin faaliyetleri sayesinde Naziler giderek güçlendi. 1994’te Tino Brandt, “güvenilir adam” olarak Nazi çevrelerinde muhbirlik yapmaya başladı. Bu görevi yedi yıl sürdü. “Güvenilir adam” (“V-Mann”) tabiri Anayasayı Koruma Örgütü tarafından ücret karşılığında çalıştırılan kişilere verilen isimdi. “Güvenilir adam”ların aldığı paralar Nazilere aktarılıyor ve Nazi örgütlenmesi giderek güçleniyordu. Berlin duvarının yıkılışından bu yana ırkçı saldırı- 71 güncel 72 lara maruz kalan ve ırkçı saldırılar sonucu kaç kişinin yaşamını yitirdiği tam olarak bilinmiyor. Federal İstatistik Dairesi, 1990-2009 yılları arasında aşırı sağcı saldırılar nedeniyle 47 kişinin öldüğünü kaydediyor. Federal İstatistik Dairesi’nin rakamlarının doğru olmadığını söyleyebiliriz. Merkezi Berlin’de olan Amadeu-Antonio Vakfı ise 1990’dan bu yana ırkçı saldırılar sonucu toplam 182 kişinin hayatını kaybettiğini belirtiyor. Amadeu-Antonio Vakfı’nın verdiği rakamların doğru olduğuna inanıyoruz. 1990’lı yıllarda Almanya’da ırkçı terör giderek artmaya başladı. Almanya Federal Kriminal Dairesi 1991 yılının sonunda aşırı sağ grupların gerçekleştirdiği şiddet eylemlerinin sayısını 1.483 olarak veriyordu. 1992 yılında bu rakam iki mislinden daha da fazla artarak 2,584’e yükseldi. 17-23 Eylül 1991‘de, Hoyerswerda’da ırkçı saldırılar başladı. Hoyerswerda, bugünkü Sachsen eyaletinde, „Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar“ (PEGİDA) hareketinin başkenti olan Dresden yakınlarında yer alan küçük bir şehir. 17 Eylül 1991 tarihinde başlayan olaylarda, 6 gün boyunca şehirdeki iki mülteci yurduna saldıran Nazi grupları, içerisinde insanların bulunduğu mülteci yurdunu ve işçi yurdunu ateşe verdiler. Hoyerswerda sakinleri alkış ve tezahüratlarla Nazilere destek verdi. Alman polisi ırkçı saldırıları seyretmekle yetindi. Hoyerswerda’da olaylar 23 Eylül 1991‘de şehirdeki tüm göçmenlerin Alman Özel Harekât (SEK) komandoları korumasında şehir dışına çıkarılmaları ile sona erdi. Mozambikli işçilerin büyük çoğunluğu otobüslerle Frankfurt/ Main havaalanına götürüldü. Burada aceleyle kiralanan bir uçakla, o dönemde iç savaşın hâlâ sürdüğü Mozambik’e gönderildiler. Alman devletinin çözümü, yurtta kalan insanların otobüslere doldurularak şehir dışına çıkarılması ve bir bölümünü uçaklarla ülkelerine gönderilmesi şeklinde oldu. Göçmenler kendi arzuları/özgür iradeleri dışında şehir dışına çıkarılmışlardı. Böylece Naziler hedeflerine ulaşmış ve Hoyerswerda göçmenlerden arındırılmıştı! Hoyerswerda, hem “yabancılar dışarı!” naraları atan kitleler için bir zafer, hem de Almanya’nın doğusunda ve batısında sözde “kurtarılmış ulusal bölgeler”in yaratılması için verilen bir işaret fişeği niteliği taşıyordu. Alman devletinin yaptığı bu tahliyelerle, Nazilerin hayalleri gerçekleşti ve Nazilerin Hoyerswerda’yı ülke düzeyinde “yabancılardan arındırılmış ilk şehir” ilan etmelerini sağladı. Son 25-30 yılda Almanya’da yaşanan ırkçı olaylara baktığımızda Hoyerswerda’da yaşanan olayların ayrı bir yeri vardır. Alman devleti Hoyerswerda’da, Nazilere karşı doğru bir tutum almış olsaydı, daha sonra gerçekleştirilen bir dizi katliamlar önlenmiş olabilirdi. Hoyerswerda olayları 1990’lı yılların başında Almanya’da yaşanan ırkçı saldırıların başlangıcını oluşturur. 22-26 Ağustos 1992 de Rostock-Lichtenhagen’de mülteci yurduna saldırı gerçekleştirildi. Vietnamlı sözleşmeli işçilerin kaldığı bir binanın ve sığınmacı kayıt dairesinin önünde çok sayıda ırkçı katliam amacıyla eylem yaparken, Molotof kokteyllerle binaları kundaklamaya ve içindekileri katletmeye çalıştılar. Yurt ateşe verildi. Polisin ve itfaiyenin müdahale etmesi engellendi. Yurtta kalan Vietnamlı işçiler direndi. 24 Ağustos’ta mülteci yurdu boşaltılmasına rağmen olaylar 26 Ağustos’a kadar devam etti. 23 Kasım 1992’de, Schleswig-Holstein Eyaleti’ndeki Mölln kentinde iki ev kundaklandı. O akşam Ratzeburger ve Mühlenstrasse’deki iki evi kundaklayan 19 yaşındaki Lars C. ve 25 yaşındaki Michael P., üç kişinin ölümüne ve dokuz kişinin ağır yaralanmasına neden oldular. Evlerin kundaklanma nedeni sakinlerinin göçmen kökenli olmasıydı. ’Heil Hitler!‘ naraları atarak iki evi kundaklayanlar “Skinheads” [‘Dazlaklar’] gruplarına üye olan iki Nazi idi. Mölln saldırısı sonrası 10 yaşındaki Yeliz Arslan, 14 yaşındaki Ayşe Yılmaz ve 51 yaşındaki Bahide Arslan yaşamlarını yitirdi. Yaralan dokuz kişiden biri de yedi yaşındaki İbrahim Arslan’dı. 29 Mayıs 1993’te Solingen’de Mevlüde Genç ailesinin evi kundaklandı. Gülsüm İnce, Hatice Genç, Hülya Genç, Saime Genç ve Gülüstan Öztürk yaşamlarını yitirdi. Evi kundaklayan dört Nazi gençten üçü, Kuzey Ren-Wesfalya Anayasayı Koruma Örgütü’nün muhbiri olan Bernd Schmitt’in işlettiği Hak-Pao Mücadele Sporları okulunda eğitim almışlardı. Kundaklama olayından altı ay sonra, kovuşturma görevlileri, Bernd Schmitt’in bir akrabasına ait olan bir bodrumda sakladığı 50 bin sayfalık dokümanları ele geçirdi. Bu dökümanlar arasında Molotof kokteyl yapımına teşvik eden broşürler, kimi şehirlerde çoğunlukla göçmenlerin yaşadığı evlerin krokileri, ayrıntılı şekilde hazırlanmış gözlem tutanakları ve Bernd Schmitt’in kurduğu okula üye olan yaklaşık 450 kişinin isminin yazılı olduğu şifrelenmiş listeler bulundu. 18 Ocak 1996’da Lübeck’te mülteci yurdu kundaklandı. Maiamba Bunga, Nsuzana Bunga, Françoise Makodila, Christine Makodila, Miya Makodila, Christelle Makodila, Legrand Makodila, Jean-Daniel “Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü” Harekete Geçiyor 2000-2007 yılları arasında Almanya’da, sekizi Türkiyeli, biri Yunanlı göçmen olmak üzere toplam dokuz göçmen ve bir Alman polisi Naziler tarafından öldürüldü. Yukarda Thüringen eyaletindeki Nazi örgütlenmesine kısaca değindik. Thüringen’deki Nazilerin bir bölümü “Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü”nü (NSU) kurdu. Bu örgüt 4 Kasım 2011’de deşifre oldu. Naziler, Alman devletinin gözetimi altında yıllarca 10 cinayet, 3 bombalı saldırı ve 15 soygun yaptılar. Çünkü yaptıkları soygunlar gelir kaynaklarını oluşturuyordu. Şimdi biraz geriye dönelim ve NSU’nun bilinen seri cinayetleri, bombalama ve gerçekleşen kimi soygunlara örnekler verelim. 26 Ocak 1998’de, Jena Arıtma Tesisleri yakınlarındaki bir garajda Nazilerin bomba atölyesi tespit edildi. Bomba atölyesinde aşırı sağcı propaganda materyalleri, bombalar ve 1,4 kg TNT bulundu. Garajda tamamlanmış dört adet boru tipi bomba, bomba imal etmek için başka malzemeler de vardı. Garajı Beate Zschäpe’nin 1996’da kiraladığı tespit edildi. Görgü tanıkları, Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’ın da garaja girip çıktığı yönünde ifadeler de bulundular. Garaj baskınından sonra Nazi üçlüsü ortadan kayboldu! 23 Haziran 1999’da Nürnberg şehrinde Türkiye kökenli bir Bar’a bombalı saldırı yapıldı. 9 Eylül 2000’de Nürnberg’de Enver Şimşek öldürüldü. Tarih 19 Aralık 2000’di. Almanya’nın Köln şehrinin Probsteigasse adlı sokağında İranlı göçmen bir ailenin işlettiği bakkal dükkânında sıradan bir gündü. Genç bir adam dükkâna geldi, alışverişini yaptı ve aldıklarını yanında getirdiği alışveriş sepetinin içine koydu. Sepetin içinde ayrıca bir de yılbaşı için hazırlanan bir hediye paketi vardı. Parasını evde unuttuğunu söyledi! Sepetini bakkalın kasasına bı- güncel Makodila, Rabia El Omari ve Sylvio Amoussou yakılarak öldürüldüler. Birçok insan ağır yaralandı. Ardından bir mülteci evi sakini Safwan Eid fail olarak suçlandı ve aylarca tutuklu kaldı. Haftalarca süren davada fail olarak suçlanan Safwan Eid beraat etti. Lübeck’te 10 kişiyi ölüme sürükleyen cinayet bugüne kadar aydınlatılamadı. Diğer aydınlatılamayan bir olay da, 1980’de Münih’te Ekim Şenliği’nde Naziler tarafından gerçekleştirilen saldırıdır. Bu saldırıda, 13 kişi ölmüş ve 68’i ağır 211 kişi yaralanmıştı. 1980’li yıllarda başlayan ve giderek tırmanan ırkçı saldırıların sadece bir bölümüne yer verdik. raktı, birazdan geri geleceğini söyleyerek oradan ayrıldı. Bu genç adam bir daha bu dükkâna hiç gelmedi. Bakkal sahibi sepeti dükkânın arka odasına koydu; müşterinin geri geleceğini düşündüğü için de çocuklarını kutunun onlara ait olmadığı konusunda uyardı. Dört hafta sonra 19 Ocak 2001’de, ailenin 19 yaşındaki genç kızı haftalardır orada duran hediye kutusunun içinde ne olduğunu merak etti ve kutuyu kurcaladı. İçinde tüpe benzer bir şey gördü ancak ne olduğunu tam anlayamadan kutuyu tekrar kapattı ve yerine koydu. Masanın etrafında bir şey aramak için eğilmişti ki, saniyeler sonrasında büyük bir gürültüyle patlama gerçekleşti. Dükkânda yere yığıldı, acılar içindeydi; gözleri korkunç bir şekilde yanıyordu ve hiçbir şeyi göremiyordu. Önce nefes alamadı, bağıramadı, konuşamadı. Anne ve babasına seslenebilmesine değin bu böyle birkaç saniye sürdü. Önce annesi geldi, fakat onu tek başına dışarı çıkaramadı; ardından babası geldi ve ikisi onu dükkândan dışarı çıkarıp yere yatırdılar. Ambulansa ve itfaiyeye haber verdiler. Hediye şeklinde hazırlanmış kutunun içine yerleştirilen bomba patlamıştı. Genç kız patlama sonucu ağır yaralandı, yüzünde ve vücudunda ağır yanıklar oluştu. Bir buçuk ay komada kaldı, sonrasında çok sayıda ameliyat geçirdi. Hayatta kalması tamamen ’şans eseriydi.‘ Bombadan bir metre kadar uzaklaşacak ve yere eğilecek kadar zamanı olduğu için ağır yaralı da olsa hayatta kalmayı başardı. Bu olay NSU’nun ikinci bombalama eylemi idi. 9 Haziran 2004’te Köln Keupstraße’de, Naziler tarafından çivili bir bomba patlatıldı. Köln’de göçmen işyerlerinin yoğun olduğu bir alış-veriş caddesi olan Keupstraße’de bir bombadan mermi gibi fırlayan yüzlerce kızgın çivi çevreye yayıldı. 23 kişi ağır yaralandı. Köln polisi bombanın patlamasından bir buçuk saat sonra, patlamanın terör saldırısı olabileceğini açıkladı. Kuzey Ren-Westfalen Eyaleti İçişleri Bakanlığı, polis tarafından ilk anda dile getirilen terör sal- 73 güncel 74 dırısı olasılığı açıklamasını yasakladı. Dönemin Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily de bir gün sonra, bir aşırı sağ terör saldırısının söz konusu olmadığını, faillerin polisiye suçlular arasında aranması gerektiğini açıkladı! Yani failler Almanlar değildi, suçlular göçmenler arasında aranmalıydı! Polis eş zamanlı olarak, Keupstraße ve çevresinde, göçmen gençlerini hedef alan bir şüpheli arama taraması başlattı. Kapılar kırılarak evler basıldı. Telefonlar dinlendi. Yaralılar ve yakınları saatlerce süren sorgulara maruz bırakıldı. Hastanelerde yatan ağır yaralılardan bile DNA örnekleri alındı. Keupstraße esnafı sıkı bir mali kontrole tabi tutuldu. Çivili bombanın patlatılması, NSU’nun patlattığı üçüncü bombalama eylemi idi. 13 Haziran 2001’de, Nürnberg’de Abdürrahim Özüdoğru öldürüldü. Sırasıyla 29 Ağustos 2001’de Habil Kılıç Münih’te, 25 Şubat 2004’te Mehmet Turgut Rostock’ta, 9 Haziran 2005’te İsmail Yaşar Nürnberg’te, 15 Haziran 2005’te Theodoros Boulgarides Münih’te, 4 Nisan 2006’da Mehmet Kubaşık Dortmund’da, 6 Nisan 2006’da Halit Yozgat Kassel’de ve 25 Nisan 2007’de bayan polis memuru Michele Kieseweter Heilbronn’da öldürüldü. “Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü” göçmenlerden nefret ediyordu. Onlardan bir kısmını öldürmekle, geri kalanlarının ülkeyi terk etmeye yönelteceklerini düşünüyorlardı. Cinayetleri işlemek için paraya da ihtiyaçları vardı. Onun için banka, postane, dükkân/ mağaza soygunculuğu da yapıyorlardı. Devletin “Güvenilir Adamları”da Nazilere para aktarıyordu. 7 Eylül 2011’de, Thüringen eyaletinin Eisenach kentinde iki adam, bir bankada maskeli soygun düzenledi. Bisikletle kaçan silahlı iki kişi aynı şehrin ücra bir köşesindeki karavanlarına sığınarak saklanmaya çalıştılar! Ancak polis takiplerini sürdürdü ve bazı tanık ifadeleriyle soyguncuların izini bulmaya başladı. 4 Kasım 2011’de bir polis ekibi banka soyguncularına ait beyaz karavanı bir inşaat bölgesinde buldu. Bu arada soyguncular ellerindeki polis telsizinden polisin kendilerini bulmak üzere olduğunu öğrendiler. Görevliler araca yaklaşmakta iken, aracın içinden iki el silah sesi duyuldu. Takviye polis ekibi beklendiği sırada aniden araç alevler içinde kaldı. Yangının söndürülmesinden sonra karavanda silah ve mühimmat bulundu. Yangının üzerinden henüz üç saat geçmişti ki, Saksonya eyaletinin Zwickau şehrinde bir evde yangın çıktı. Burası Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’ın Beate Zschäpe adlı bir kadın ile birlikte kaldıkları hücre evi idi. Beate Zschäpe, Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’ın ‘yakalanmak üzere olduklarını, evi imha etmesi’ gerektiği talimatlarına uyarak evi ateşe verdi. Amacı evdeki bütün delilleri yok etmekti. Ancak ev tamamen yanmadı. Yakılan evde çok sayıda mühimmat bulundu. Bunlardan biri Ceska 83 marka susturuculu tabanca ve dört adet DVD idi. Tabancanın 2000-2006 yılları arasında 8 Türkiyeli ve bir Yunan kökenli kişinin öldürüldüğü silah olduğu hemen anlaşıldı. DVD’lerde ise cinayetler, bombalı saldırılar ve başka eylemler anlatılıyor, cinayetlere devam edileceği belirtiliyordu. Federal Almanya İstihbarat Teşkilatı&Güvenilir Adamlar ve Nazilerin Birlikte Çalıştığı Ortaya Çıkıyor NSU terör örgütünün deşifre olmasından sonra kimi gerçekler gün ışığına çıkmaya başladı. 7 Kasım 2011’de Eyalet Suç Dairesi, öldürülen ve yaralanan polis memurunun silahlarının yanan karavanda bulunduğunu açıkladı. 8 Kasım’da, Beate Zschäpe, Jena’da polise teslim oldu ve tutuklandı. Polisin evde yaptığı aramalarda, ırkçı cinayetlerde kullanılan silah ve Anayasayı Koruma Teşkilatı ile NSU hücresi arasındaki ilişkiyi deşifre eden dokümanlar ortaya çıktı. Deliller arasında, faşist katillere Anayasayı Koruma Teşkilatı tarafından verildiğinden şüphelenilen sahte pasaportlar ve kimlikler de vardı. Ayrıca öldürülecek kişilerin listesi, Nazi propaganda dokümanları bulundu. Anayasayı Koruma Teşkilatı, Nazi hücresiyle uzun süredir irtibat halindeydi. Çeşitli suçlardan aranan bu faşistler rahatça ortalıkta dolaşabiliyordu. Alman polisi yıllarca, katilleri mağdurların çevresinde ve içinde aradı. Mağdurlar, günlerce sorgulandı. Cinayetlerde aynı yöntemin ve aynı silahın kullanıldığı açığa çıktı. Bütün Almanya’da düzenlenen seri cinayetler kamuoyunda “döner cinayetleri“ olarak anıldı! NSU terör örgütünün ortaya çıkmasından sonra, Alman Federal Meclisi, Bavyera, Thüringen, Hes- şeklinde ifade verdi. Andreas Temme’nin evindeki aramada ruhsatsız silah ve seri cinayetlere ilişkin bir de kitap bulundu. Ancak kısa süreli gözaltının ardından cinayetle bağlantısı olmadığı saptanarak –evinde bulunan ruhsatsız silaha rağmen– serbest bırakıldı. Andreas Temme, bir başka şehirde ikamet etmesine rağmen, evine uzak olduğu söylenen bu internet cafeyi tercih etmesi önemli bir ayrıntıdır. Şüpheleri daha da arttıran iddialardan biri, bu kişinin dokuz cinayetin altısında o şehirlerde olduğuna dairdir. İşin ilginci, AndreasTemme’nin ortaya çıkarılmasının ve bu nedenle görevine son verilmesinin ardından, katil üçlü bir daha ırkçı cinayet işlemedi. Bazen bir yıl, bazen iki gün arayla işlenen cinayetler Halit Yozgat cinayeti ile bıçak gibi kesildi. Halit Yozgat, 6 Nisan 2006’da Holländische Strasse adresinde bulunan İnternet Cafe’sinde öldürüldü. Babası İsmail Yozgat uzun süreden beri bir Türk kültür derneğine üye idi. Cinayetin hemen ardından polis ve medya, olayın ”Türk Mafyası”nın haraç toplamasıyla bağlantılı olduğu yönünde tahminler yürüttü. İsmail Yozgat ise bu açıklamanın yanlış olduğundan emindi. O, cinayetin ırkçı bir arka plânı olduğundan hareket etti. Cinayet sonrasında düzenlenen protesto yürüyüşünün amacı, kamuoyunu uyarmak, onuncu cinayetin işlenmesini önlemek, kitlesel baskı uygulamak ve soruşturmanın hangi yöne doğru yürütülmesi gerektiğini sağlamaktı. Kassel’deki kültür derneği 6 Mayıs 2006’da belediye sarayına bir sessiz protesto yürüyüşü düzenledi. Yürüyüşe, Nürnberg kentinde öldürülen Enver Şimşek ve Dortmund’da öldürülen Mehmet Kubaşık’ın yakınları da katıldı. Yürüyüş öncesinde afişler hazırlandı ve birçok dükkâna asıldı. Hazırlanan çeşitli pankartlarda şu sloganlar taşındı: “Katilleri durdurun!”, ”Onuncu cinayet istemiyoruz!”, “Polis nerede?” Yürüyüşe çoğunluğu göçmen kökenli olmak üzere dört bin kişi katıldı. Mehmet Kubaşık, 4 Nisan 2006’te Dortmund Mallinckrodtstrasse’de bulunan büfesinde öldürüldü. Kubaşık ailesi, Kassel’deki yürüyüşe katıldıktan sonra benzer bir protesto eylemini Dortmund’da da örgütlemeye karar verdi. 11 Haziran 2006’da yapılan yürüyüşe 200-300 kişi katıldı. Mallinckrodtstrasse’de başlayan yürüyüş, merkez istasyonunda son buldu. Burada diğer konuşmacıların yanında Mehmet Kubaşık’ın kızı Gamze Kubaşık ve İsmail Yozgat birer konuşma yaptı. Görüldüğü gibi NSU’nun deşifre edilmesinden beş yıl önce, katle- güncel sen, Kuzey Ren Vestfalya, Baden Württemberg ve Saksonya eyalet meclislerinde soruşturma komisyonları kuruldu. Soruşturma komisyonları, olayları aydınlatmak ve yetkili mercilerin olaylara karışıp karışmadığını, ya da nerelerde hata yaptıklarını ortaya çıkarmak için çalışmaya başladı. Ancak meclis araştırma komisyonları çalışmaya başlamadan önce, Thüringen’de“güvenilir adam“ (V-Mann) olarak çalışan muhbirlerle ilgili çok sayıda bilgi, belge ve dosya Federal Anayasayı Koruma Örgütü’nde imha edildi. Araştırma komisyonları ve araştırmacı gazetecilerin çalışmaları sayesinde, ırkçı terörü destekleyen çevreler ve NSU çevresinde 25 muhbirin varlığı ortaya çıkarıldı. Ortaya çıkan bütün veriler, gizli haber alma servislerinin NSU terör örgütüne karşı mücadele etmediğini, cinayetlere göz yumduğunu ve hatta koruduğunu, yönlendirdiğini gösterdi. Emniyet güçleri tarafından Thüringen’de ele geçirilen silah depoları, NSU teröristlerinin Jena’da çeşitli noktalara yerleştirdiği bombalar, NSU’ya doğrudan mal edilmiyor, bireysel suçlar olarak lanse ediliyordu. Ortaya çıkan veriler, Anayasayı Koruma Örgütü ile Nazilerin el ele çalıştıklarını gösteriyordu. Thüringen’de, Nazi çevrelerinde muhbirler bulunuyordu. Anayasayı Koruma Örgütü muhbirlere, sadece para pompalamakla kalmıyor, cep telefonları, fax cihazları, bilgisayarlar tedarik ediliyor ve yol masrafları karşılanıyordu. Tino Brandt’ın ifadesine bakıldığında, gizli servis tarafından kendisine verilen ücret, doğrudan Nazilere akıtılıyordu. Meclis araştırma komisyonu derinlere indiğinde, Anayasayı Koruma Örgütü’nün bazı durumlarda Thüringenli Nazilerin avukat ücretlerini ödediğini de açığa çıkardı. Halit Yozgat internet cafede katledildiğinde, bu cafede Hessen Anayasayı Koruma Teşkilatı‘nda çalışan Andreas Temme’de vardı. Andreas Temme, Halit Yozgat cinayetinin ardından, cafedeki altı kişiden biri olarak aranmaya başlandı. Beş kişi ifade vermeye gelerek bildiklerini anlatmasına rağmen bir kişinin ifadeye gelmemesi üzerine, polis araştırmalarının ardından bu kişinin Hessen Anayasayı Koruma Teşkilatı‘nda çalışan Andreas Temme olduğunu tespit etti. Şüpheli sıfatıyla evine baskın yapıldı ve böylece olaydan ancak on gün sonra ifadesi alınabildi. Andreas Temme olayla ve ifadeye gelmeyişiyle ilgili olarak “Cafede cinayetin işlendiğini ve silah sesi duymadım. Cafede internette müstehcen sayfalara baktım sonra da çıktım. On gün boyunca haberleri de dinlemediğim için cinayetle ilgili hiçbir şey duymadım” 75 güncel 76 dilenlerin yakınları seri cinayetlerin arkasında ırkçı motiflerin bulunduğunu açıklıyorlardı. Mehmet Kubaşık’ın eşi, soruşturma polislerine üç defa Nazilerin parmağı olduğunu söylediğini belirtiyor. Tüm bu gerçeklere rağmen Alman polisi, Nazileri hiç olasılığa/hesaba katmıyor, katilleri mağdurların içinde arıyor, hedef şaşırtıyor, delilleri yok ediyor ve günlerce mağdurları sorgulamakla zaman kaybediyordu. Alman Siyasetinin Timsah Gözyaşları Alman Federal Meclis’inde ve altı eyalet meclisinde (Hessen, Thüringen, Bavyera, Baden Württemberg, Kuzey Ren Vestfalya ve Saksonya) Alman devletinin NSU cinayetlerindeki ihmalini araştırmak üzere Soruşturma Komisyonları kuruldu. Federal Almanya Devleti, Berlin’de NSU kurbanları ailelerinin katılımıyla 23 Şubat 2012’de gerçekleştirilen devlet töreninde özür diledi. Almanya Cumhurbaşkanı Gauck ve Federal Şansölye Angela Merkel, Nazi terör hücresinin cinayetlerine kurban gidenlerin yakınlarını konuk ederek, cinayetlerin aydınlatılacağına dair söz verdiler! Ne yazık ki verilen bu sözler şimdiye kadar yerine getirilmedi. NSU’nun arkasındaki örgüt ortaya çıkarılamadı. NSU terör örgütünün arkasındaki yapının ortaya çıkmaması için tedbirler alındı. NSU davasının önemli tanıklarından beş kişi ölü bulundu. Bu şüpheli ölümler serisinin ilki, Ocak 2009’da meydana geldi. Arthur Christ, Heilbronn’un kuzeyinde ormanlık bir park alanında bir arabanın içinde yanmış bir şekilde bulundu. Olay yerinde benzin mazot karışımı maddenin ve Christ’in cesedinin izleri vardı. Bunun bir cinayet mi yoksa intihar mı olduğu hâlâ açıklığa kavuşturulamadı. Eski Nazi ve tanık Florian Heilig, 16 Eylül 2013 tarihinde ölü bulundu. Tesadüfe bakın ki, Florian Heilig tam da polis memuru Michèle Kiesewetter’in öldürülmesiyle alakalı olarak Eyalet Kriminal Dairesine açıklamalarda bulunacağı günde bu ölüm gerçekleşiyordu. Kriminal Daire ile olan randevusundan tam sekiz saat önce sabah vakti kendisini arabasının içinde yakmıştı ve resmî açıklamaya göre bunu aşk acısından dolayı yapmıştı! Bundan altı ay sonra bir şüpheli ölüm daha meydana geldi. “Corelli” olarak bilinen Anayasayı Koruma Dairesi muhbiri Thomas Richter, NSU Davası’nda tanık olarak dinlenecekti ama ömrü buna yetmedi. Polis verilerine göre 7 Nisan 2014 tarihinde Bielefeld yakınlarındaki dairesinde ölü olarak bulundu. Bir başka şüpheli ölüm 28 Mart 2015 tarihinde gerçekleşti. 20 yaşındaki Melisa Marijanovic evinde ölmek üzereyken bulundu. Florian Heilig ile ilişkisi bulunan Melisa Marijanovic, nişanlısı Sascha Winter tarafından, polisin verdiği bilgiye göre ani kasılma nöbetleri içerisinde bulunmuştu! Doktorların müdahalesi yeterli olmamıştı. Otopsi raporuna göre ölüm sebebi akciğer embolisiydi. Marijanovic ölümünden iki hafta önce Baden Württemberg Eyalet Meclisi NSU Araştırma Komisyonunda kapalı oturumda ifade vermişti. Bu oturumda neler anlatmış olduğu bugün hâlâ bilinmiyor. Yaptığı açıklamaların tutanağı gizli tutuluyor. Şüpheli ölümler zincirinin son halkası 8 Şubat 2016 tarihinde gerçekleşti. Bu sefer de Melisa Marijanovic’in nişanlısı Sascha Winter evinde ölü olarak bulundu. Emniyet Sözcüsü Tobias Wagner’e göre SaschaWinter’in ölümüne herhangi bir dış etkenin sebep olduğuna dair bir emare yoktu. Otopsi sonrasında Sascha Winter’in intihar etmiş olabileceği kanısına varıldı. 6 Mayıs 2013‘te Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi‘nde NSU yargılaması başladı. “Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü“ (NSU) davası çerçevesinde beş zanlı Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi’nde yargılanıyor. Şimdiye kadar üç yüzden fazla duruşma yapıldı. 2017 yılının ilk aylarında büyük ihtimalle NSU davası sonuçlandırılacak ve Beate Zschäpe ömür boyu hapis cezasına çarptırılacaktır. Beate Zschäpe: Thüringen Eyaleti’ne bağlı Jena kentinde doğan Zschäpe, diğer iki terörist ile bir araya gelerek yine bu kentte terörist bir örgüt kurdu. Örgüte 2001 yılında “Nasyonal Sosyalist Yeraltı Örgütü” adı verildi. Ralf Wohlleben: Aşırı sağcı parti “Almanya Ulusal Demokratik Partisi”nin eski üyelerindendir. Ralf Wohlleben, aşırı sağcı çevrede aktif olarak çalışan ve tanınan bir kişiliktir. Wohlleben, NSU’lu teröristlere cinayetlerde kullanılan Çezka tipi silahı temin etmekle suçlanıyor. Wohlleben 20 Kasım 2011’de tutuklandı. Carsten S.: Teröristlere bir tabanca ve susturucu sağlanmasına yardımcı olduğunu itiraf etti. Carsten S.‘nin sağladığı Çek yapımı tabancanın seri cinayetlerde kullanılan silah olduğu kesinleşti. Teröristlere silah temin ettikten sonra aşırı sağcı çevreden uzaklaşan Carsten S., 2001 yılından bu yana Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti’nde yaşıyor. Carsten S., 2012 yılı başında tutuklandı ve ayrıntılı bir ifade verdiği için aynı yılın Mayıs ayında serbest bırakıldı. André E.: NSU üyesi teröristler 1998 yılında yeraltına çekildikten sonra onlarla ilişkisini sür- Almanya’da Irkçı Terör Devam Ediyor NSU terör örgütünün seri cinayetlerine bağlı olarak Almanya’da başka ırkçı cinayetler de işlendi. 7 Ocak 2005’de, Almanya‘nın Dessau kentinde Oury Jalloh gözaltına alındıktan sonra polis tarafından hücrede yakılarak öldürüldü. Oury Jalloh Dessau şehrinde duvarları fayanslı bir polis karakolu hücresinde eli ayağı bağlı bir şekilde yakıldı. Dessau polisi 22 yaşındaki Oury Jalloh’un yanmaz deri kılıfı olan yatağını yaktığını iddia etti! Karakolda sorumlu iki polis memurunun yargılaması sonucunda 8 Aralık 2008’de, Dessau-Roßlau mahkemesinde beraat kararı verildi. 7 Ocak 2010’da Anayasa Mahkemesi, karakol grup amiri hakkında verilen beraat kararını bozdu. Diğer polis memuru hakkında verilen beraat kararı onandı. Karakol grup amirinin yeniden yargılanması sonucunda 13 Aralık 2012’de, 10 bin 800 avro para cezası verildi. Kasım 2013’te, bağımsız bilirkişi raporu hazırlandı. Raporda, Oury Jalloh’un yanıklarının, büyük oranda yangını hızlandıran madde kullanımı neticesinde oluştuğu sonucuna varıldı. Nisan 2014’te, Dessau-Roßlau savcılığı yeni bir soruşturma açtı. Antifaşistler, ırkçılık karşıtı inisiatifler Oury Jalloh’un cinayetini aydınlatmak için mücadele etti, ediyor. 5 Nisan 2012’de, 22 yaşındaki Burak Bektaş Berlin’in Neukölln semtinde sokak ortasında kimliği belirlenemeyen bir kişi tarafından vurularak öldürüldü. Burak, beş arkadaşı ile kendi aralarında konuşuyor, gülüyor ve eğleniyorlardı. Birdenbire katil onlara doğru yaklaştı, silahını doğrulttu, hedef aldı ve tetiğe bastı. Kurşun Burak’ın akciğerini delip geçti. Burak, orada yaşama veda etti. Burak’ın yanındaki iki arkadaşı ağır yaralandı. Burak´ın katili olay yerini sessiz ve sakince terk etti. Burak’ın cinayetinin üzerinden beş yıl geçti. Katil, bugüne kadar halen bulunamadı. Saldırıdan sağ kurtulan iki arkadaş, katili erkek, 40 ila 60 yaşları arasında ve “beyaz” olarak tanımladılar. Yaklaşık 1,80 cm boyunda olan ve kapüşonlu bir kazak giyen katil, yürüyerek olay yerinden uzaklaşmıştı. Katil, serbestçe dolaşıyor ve bir sonraki adımının ne olacağı bilinmiyor. Irkçı motiflerle Burak’ın katledildiği büyük bir olasılıktır. Burak’ın katledilmesinden sonra, Berlinli ırkçılık karşıtları tarafından Burak İnisiyatifi kuruldu. Burak İnisiyatifi, Burak’ın anısını yaşatmak, kamuoyu oluşturmak ve katilin yakalanması için mücadele yürüttü, yürütüyor. Basın açıklamaları, paneller ve Burak’ı anma yürüyüşleri yapılıyor. Burak İnisiyatifinin/Girişiminin yaptığı çalışmalar sonucu, Burak’ın öldürülmesi basında yazılmaya ve TV-lerde haber konusu olmaya başladı. Burak’ın öldürüldüğü yerde bir anıtın yapılması için Burak inisiyatifi bir kampanya yürütüyor. 20 Eylül 2015’de, Berlin Neuköln’de Ringbahn caddesinde İngiliz asıllı 31 yaşındaki Luke Holland öldürüldü. Bu cinayetin katil zanlısı olarak tutuklanan Rolf Z.’nin evinde Nazi propaganda malzemeleri ele geçirildi. Rolf Z. 63 yaşında ve geçmişte Nazilerle bağları olan bir kişidir. Bu katilin adı, Burak Bektaş dosyasında da kuşkulu olarak geçiyordu. Soruşturma makamları, Rolf Z.’nin Burak Bektaş cinayeti ile bağlantısının olabileceği gerçeğini görmezden geliyor. NSU’nun seri cinayetlerinde de görüldüğü gibi, kurumların soruşturmaları güvenilmezdir. Alman toplumunun çoğunluğu Nazilerin ırkçı saldırıları ve cinayetle sonuçlanan ölümler karşısında sessizliğini korumaktadır. Bu sessizliğin sonucu olarak, ırkçılar her geçen gün saldırılarına yeni saldırılar eklemektedir. Temmuz 2016’da Rolf Z.’nin yargılaması sonuçlandı ve mahkeme, katile 11 yıl 7 ay hapis cezası verdi. Nazi Terör Örgütleri/Legal Nazi Partileri Ve Sözde Mülteci Sorunu Almanya’da egemen sınıflar, esas olarak İslamofobi, İslam düşmanlığı, göçmenler ve mülteciler sorununu tartışıyor. Bu konular bağlamında, egemenlerin kendi aralarındaki kapışmalar gündemi belirliyor. Almanya İçin Alternatif (AFD) Partisi, İslam düşmanlığı ve göçmen/mülteci karşıtlığı temelinde %15-20 arasında oy alabiliyor. “Batının İslamlaştırılmasına Karşı Yurtseverler Hareketi” (PEGİDA) ve AFD ırkçılık yaparak oy alıyor, kitleselleşiyor. AFD Almanya’da, Sosyal Demokratlar, Hristiyan Demokratlar ve Sol Parti’nin tabanından oy alıyor. Bu esasında toplumdaki genel eğilimin sağa/ırkçılığa doğru kaydığını gösteriyor. Bu durum sadece Almanya’ya özgü değil, güncel düren en önemli kişidir. Andre E., 2012’nin haziran ayında serbest bırakıldı. Andre E. de örgüte yardım ve yataklık etme suçuyla yargılanıyor. Holger G.: Seri cinayetleri işleyen üç NSU üyesi ve Ralf Wohlleben gibi Jena kenti aşırı sağcı çevrenin bir üyesiydi. Cinayetleri işleyen üç teröristle birkaç kez buluşan Holger G.‘nin, onlara para ve silah temin etmenin yanı sıra, pasaport ve ehliyet de sağladığı iddialarını kabul etti, ancak teröristlerin eylemlerinden haberdar olmadığını savunuyor. 2012’nin Ocak ayında tutuklanan Holger G., Mayıs ayında delil yetersizliğinden serbest bırakıldı. 77 güncel 78 bütün dünyada trend/eğilim sağa kayıştır. Almanya’da ‘sol’ geçinen örgütlerden biri de Sol Parti’dir. Sol Parti, emekçi insanların haklı kaygılarını dikkate almamız gerekir, diyor. Bu görüşü parti içindeki en sol kesim savunuyor! Bu sol kesimin teorisine göre; Alman egemenleri göçmenleri, Alman toplumunun en kötü durumunda olan insanların olduğu yerlere yerleştiriyor! Ve o insanlardan yaptığı kesintileri göçmenlere veriyor! Sol Parti’ye göre; bu gayet yanlış bir siyasettir! Ve buna karşı ırkçılığın gelişmesi gayet anlaşılırdır! Bu anlamda o kötü durumda olan Almanların kaygılarını dikkate alan bir siyaset izlemeliyiz! Sol kesimin açıkça söylediği, ırkçılık haklı temelde gelişiyor anlayışıdır. Sonuç olarak, Sol Parti ile AFD ırkçılık konusunda yarışa girmiş durumdadır. Diğer partiler ırkçıları kazanma adına siyasetlerini daha da sağcılaştırıyor. Almanya’da sistematik olarak mülteci yurtlarına saldırılar yapılıyor. Federal Emniyet Teşkilatı‘nın verilerine göre; 2016’da 17 Ekim 2016’ya kadar mülteci yurtlarına yönelik 797 saldırı yapılmıştır. Bu saldırıların 740‘nı ırkçı saldırılar oluşturdu. 320 saldırıda maddi hasar meydana geldi. 180 olayda aşırı sağcı ve ırkçı propaganda içeren broşür ve ilanlar dağıtıldı, 137 saldırı şiddet içerikliydi. 61 saldırı kundaklamadır. On ayrı olayda patlayıcı madde kullanıldı. Resmi verilere göre, bu yıl geçen yıllara oranla mülteci yurtlarına yönelik saldırılarda büyük artış yaşandı. Bu rakamlar resmi verilerdir. Eğer bir ülkede egemen sınıflar, mülteci/göçmen sorununu sürekli tartışıyorsa ve gelişmeleri bu konular belirliyorsa, mesajı alan ırkçılar da harekete geçiyor. Buraya kadar Almanya’da gelişen ırkçı saldırılar, NSU’nun ortaya çıkışı ve işlediği cinayetler hakkında bilgi verdik. Antifaşistler Irkçılığa Karşı Seslerini Her Alanda Yükseltiyor Almanya’da iyi işler de yapılıyor. Almanya’da, antifaşistler, devrimciler ve komünistler ırkçılığa, Nazilere karşı mücadele yürütüyor. Nazi mağdurlarına sahip çıkıyor. Kurbanların anılarının yaşatılması için uğraş veriliyor. Almanya’nın hemen hemen her şehrinde ırkçılığa karşı mücadele eden kurumlar, dernekler ve inisiyatifler var. NSU terör örgütünün deşifre olmasından itibaren, gerçek anlamda örgütün açığa çıkarılması için araştırmacı gazeteciler araştırmalarını yayınladı. NSU üzerine birçok kitap yayınlandı. NSU cinayetlerinin aydınlatılması için birçok etkinlik yapıldı, yapılıyor. Yürüyüşler, konferanslar ve paneller düzenleniyor. NSU kurbanları ile yapılan mülakatlar yayınlanıyor. Nazi NSU terör örgütü, tiyatro oyunlarına konu oldu. Haziran 2014’te, Frankfurt ve Köln ‚deki şehir tiyatrolarında, NSU cinayetlerinin irdelendiği iki farklı oyun sahnelendi. Birinde ırkçı terör saldırılarının kurbanlarda yol açtığı travmalar, diğerinde üç katilin kafasının içindekiler üzerine oyun sahnelendi. Üç insan nasıl üç katile dönüşür? ”Beyaz Kurt” adlı oyunla Frankfurt‘ta tam da bu sorunun cevabı açıklanmaya çalışıldı. Köln‘de ise ‚Boşluk‘ adlı oyun sahnelendi. Boşluk adlı oyun, somut bir vakayı işliyor. Üç katilin en fazla ses getiren çivili bomba saldırısını sahneye taşıyor. Kasım 2016’da Berlin’de Heimathafen Neuköln tiyatrosunun insan hakları sahnesinde, NSU monologları sergilendi. Geride kalanlar gerçeklerin açığa çıkması için savaşıyor. NSU’nun deşifre oluşunun beşinci yıldönümünde, NSU monologları, NSU kurbanları olan üç ailenin savaşını anlatıyor. Elif Kubaşık, Adile Şimşek ve İsmail Yozgat. Onlar, Angela Merkel’in verdiği sözü yerine getirmesini bekliyorlar. İsmail Yozgat, oğlunun vurulduğu caddenin isminin Halit Yozgat olması için savaşıyor. Elif Kubaşık ve Adile Şimşek, sevdikleri eşlerinin hatıralarını anlatıyor. NSU monologları, belgesel ve kelimesi kelimesine uygun bir tiyatrodur, bazen tedbirli, bazen talepli, bazen kızgın, samimi şekilde anlatılan, aile üyelerinin doğrular için savaşına yer verilmektedir. NSU Terör Örgütü‘nün ilk kurbanı olan Enver Şimşek‘in kızı Semiya Şimşek ‘Acılı Vatan’ isimli bir kitap yazdı. Kitabı yazarken kendisine gazeteci Peter Schwarz yardımcı oldu. Semiya Şimşek kitabında, babasının hayatını, babası ile olan ilişkilerini ve babasının katledilmesinden sonraki kısmını, annesiyle yaşadıklarını anlatıyor. Yatılı okulda okurken bir gece vakti babasının ölüm haberini alan Semiya Şimşek kitabında, aile ilişkilerinden babasının katledilmesine, polislerin kendilerine karşı olan suçlayıcı tutumundan, çevrenin kendilerini dışlamasına kadar pek çok ayrıntıyı kendi özgün anlatımıyla okuyucuya sunuyor. Kitap Mart 2013’te yayınlandı. Alman tiyatro yönetmeni Christian Scholze, Semiya Şimşek‘in hikâyesini tiyatroya uyarladı. NSU cinayetlerini anlatan birçok belgesel ve sinema filmleri çekildi, çekiliyor. Andreas Maus’un yönetmenliğini yaptığı “Keup Caddesi’ndeki Kuaför” filmi, çivili bombanın patlamasının ardından kuaför sa- direnişi örgütlemek görevdir. Irkçılığın gelişmesine karşı olan herkesle birlikte bir direniş cephesi örgütlenmelidir. Direniş cephesinin örgütlenmesi, Almanya’da, antifaşistlerin, anti ırkçıların esas görevidir. İslam Almanya’nın bir parçasıdır/göçmenlere sınırlar açılmalıdır/faşizme karşı birlikte hareket edilmelidir diyen herkes, hangi partiden olursa olsun, bunu diyen partilerde bu direniş cephesinin içinde olmalıdır. Antifaşistlerin görevi, ırkçılığa karşı olanları yan yana getirmek ve tutarsız, yarı gönüllü olanları teşhir etmektir. 17-21 Mayıs 2017 tarihlerinde, Köln’de alternatif bir mahkeme yapılacaktır “Tribunal “NSU-Komplex auflösen.” Almanya çapında değişik antifaşist birlikler, ırkçılık karşıtı girişimler,göçmen örgütleri ve birçok siyasi grup alternatif mahkemeyi organize etmektedir. Alternatif mahkeme NSU karmaşasının çözümünü hedeflemektedir. Mahkemenin esas görevi; NSU kurbanlarını savunmak, teröristleri yargılamak ve yaygınlaşan ırkçılığı kınamaktır. Uluslararası gözlemciler, Sivil Toplum Örgütleri ve dernekler, tecrübelerini anlatmaları için mahkemeye davet edilmiştir. Mahkeme günlerinde sanatsal forumlar düzenlenecektir. Ayrıca film gösterimleri ve tiyatro oyunları sahnelenecektir. Kurbanların ve yakınlarının acıları paylaşılacak, onların direnme iradeleri ele alınacaktır. Alman devleti/Nazi ilişkileri, bağlantıları ve birlikte çalıştıkları ortaya konulacaktır. Köln’de yapılacak alternatif mahkeme aynı zamanda NSU’nun karmaşasını çözecek ve sanık sandalyesine kimlerin oturması gerektiğini karara bağlayacaktır. 17-21 Mayıs 2017’de, Almanya’nın Köln şehrinde yapılacak alternatif mahkemenin sonuçlarına dergimizde yer vereceğiz. T.C. devletinin kuruluşundan itibaren ülkelerimizde, muhalifler, Türk olmayan uluslar ve Müslüman olmayan azınlıklar faşist devletin terörüne maruz kaldı, kalıyor. 94 yıllık T.C. tarihi, halkların katledildiği, acıların yaşandığı bir tarihtir. Ülkelerimizde katledilen birçok insanın katilleri aile çevresinde arandı. Birçok olay aydınlatılamadı. Birçok olayda katillere göstermelik hafif cezalar verildi. Yapılan katliamların hesabı sorulmadı, devlet birçok olayın üzerini örttü. Faşist devlet terörüne maruz kalan bir ülkenin devrimcileri olarak, Almanya’daki NSU kurbanlarının acılarını, direnme iradelerini anlayabiliyoruz. Almanya’da yükselen iç faşistleşmeye ve ırkçılığa karşı mücadele eden antifaşistlere, devrimcilere ve komünistlere dayanışmamızı iletiyoruz. 22.12.2016 güncel hipleri Yıldırım kardeşler ve diğer esnafların yaşadıklarını çarpıcı bir belgesel hâlinde beyazperdeye taşıyor. Film 27 Ocak 2016’da gösterime girdi. 22 kişinin yaralandığı bombalı saldırının ardından hafızalarımıza kazılan Keup Caddesi’nde bu kez görünenin arkasındaki gerçek yaşanmışlıklara tanıklık etmek için kameralar dolaşıyor. Filmde, çivili bombanın patlamasından sonra Keup Caddesi’nde bulunanların suçlu gösterilmesine değiniliyor. Keup Caddesi’nde çivili bombanın patlamasından sonra, soruşturma makamları suçluları yedi yıl boyunca mağdurların arasında aramasını film gözler önüne seriyor. Mağdurlar, patlamanın arkasında ırkçı motifler olabilir dediği hâlde polis bildiğini yapmaya devam ediyor. Belgeselde başrolü oynayan kurbanlar, yaşadıklarını bu kez çekinmeden, korkmadan anlatıyorlar. Olayın hemen sonrasından başlayarak uzun bir süre Özcan ve Hasan Yıldırım korku ve endişe nedeniyle konuşmamayı ya da çok az konuşmayı tercih etmişlerdi. Belgesel bir yanıyla içlerini dökmeye yaradığını gösteriyor. Şubat 2015’de, Nürnberg şehrinde NSU kurbanlarının anısına gezici bir sergi hazırlandı. Gezici sergiyi Nürnberg’te yaşayan Birgit Mair hazırladı. Sergide, NSU eylemleri kronolojik bir sıra ile anlatılıyor. Ayrıca NSU kurbanlarının yaşam öykülerine de yer veriliyor. Sergiyi kendi illerinde göstermek isteyenler, sergiyi kiralayabiliyor. Mart 2013’te, NSU-Watch (NSU davasını izleme) inisiyatifi kuruldu. NSU-Watch, Almanya’da yirmi yıldan fazla bir süredir, faşizm ve ırkçılık karşıtı çalışmalar yapan aktivist, uzman ve grupların bir araya gelmesiyle kurulmuş olan bir inisiyatiftir. NSUWatch’un kurulma amacı, 6 Mayıs 2013 tarihinde Münih Eyalet Yüksek Mahkemesi’nde başlayan ve ”NSU davası“ olarak adlandırılan davayı takip edip, duruşma tutanaklarını detaylı ve objektif olarak blogda yayınlamaktır. NSU-Watch, NSU davası başladığından beri duruşma salonunda yerini almakta ve duruşmaları başından sonuna kadar kaleme alarak, bu tutanakları hem Almanca hem de Türkçe dillerinde yayınlamaktadır. NSU davasını takip etmek isteyenler NSU-Watch’un internet sitesinde, duruşma tutanaklarını ve dava hakkındaki gelişmeleri öğrenebilirler. Almanya’da ırkçılığa, iç faşistleşmeye karşı antifaşistler mücadele etmektedir. Karanlıkların aydınlatılması için mücadeleden başka bir yol da yoktur. Nazilerle devletin kol kola olmasına karşı 79 güncel “STALİN’İN EKİM DEVRİMİ’NİN AKIBETİNDEKİ ROLÜ” PANELİ Sovyetler Birliğini soysal emperyalist olarak değerlendirenler açısından revizyonizm 20. Parti Kongresinde egemen hale gelmiştir. 20.Parti Kongresinde Kruşçev ve şürekasının formüle ettiği çizgi revizyonizmdir. Ama asıl problem Bolşevik Parti içerisinde bu revizyonizmin nasıl gelişip de egemen hale geldi? Bunu siyasi olarak ortaya koymak elbette ki yetmez! Sovyetler Birliği Bolşevik Partisi içinde revizyonizmin gelişmesinin maddi temelleri vardır ve bu maddi temellerin ortaya konulması zorunludur. 80 12 Kasım Cumartesi Kadıköy’de KöZ gazetesi tarafından organize edilen “Stalin’in Ekim Devrimi’nin Akıbetindeki Rolü” paneli yapıldı. Panelin konuşmacıları KöZ gazetesinden Çetin Eren, Alınteri gazetesinden Mürüvvet Küçük, YDİ Çağrı gazetesinden Çetin Desde idi. Panelde; Ekim devrimi, proletarya diktatörlüğü, Sovyetler Birliği’nde sosyalist inşa, Stalin, geri dönüşün nedenleri, Komünist Enternasyonalin dağıtılması, İkinci Dünya Savaşı vb. konularında canlı, verimli tartışmalar yürütüldü. Panele 100 kişi katıldı. Panelin birinci bölümünde YDİ Çağrı adına yapılan konuşmadan parçalar yayınlıyoruz: “Dünyada ilk defa işçiler, emekçiler, köylüler Bolşevik Parti önderliğinde silahlı ayaklanma yolu ile devlet iktidarını ele geçirdiler. Devlet iktidarını ele geçirdikleri zaman Bolşevik Partisi’nin önünde 72 gün süren Paris Komünü’nün dışında başka bir deneyim yoktu. 72 gün süren, alınan bir dizi kararları da pratikte uygulama şansı olmayan Paris Komünün’den çıkardıkları dersler dışında Bolşevik Partisi’nin önünde öğrenebilecekleri bir deneyim yoktu. Bu nedenle Sovyetler Birliğinde sosyalizmi inşa ederken bir dizi şeyi deneme/yanılma yoluyla öğrendiler. Lenin, kendilerinden önce Komün dışında deneyim olmadığı için dünyanın ilk proletarya diktatörlüğü devletinde de hataların kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Ekim devriminin 4. yıl dönümünde bir muhasebe yapıyor ve o dört yıl içerisinde neler yaptıklarını anlatıyor, muhasebe yaparken hatalara da değiniyor ve şunları söylüyor: “Biz başlangıcı yaptık, ne kadar zamanda, ne zaman, hangi ulusun proleterleri bu eseri sonuna vardırırlar, bunun önemi yok! Önemli olan buzun, kırılmış yolun açılmış ve gösterilmiş olmasıdır.” Lenin’in bu söylediklerini Ekim Devrimi değerlendirilmesi içerisinde ya da Sovyetler Birliğindeki sosyalist inşa sürecini değerlendirirken bir an bile akıldan çıkarmamak gerekir. Bu deneyimleri yaşayan, Sovyetler Birliği’ndeki inşa sürecini yaşayan ve diğer ülkelerdeki deneyimleri de yaşayan insanlar olarak bizim önümüzde, yani sosyalizmi kurma noktasında iddialı olanların önünde bir dizi deneyim var. Bu deneyimlerdeki eksiklerden, hatalardan öğ- 1-siyasi ayak, 2-ekonomik ayak. Siyasi ayakla ilgili olarak geriye dönüşün siyasi temelleriyle ilgili olarak bu güne kadar çok şeyler söylendi. Biz de çok şeyler söyledik. 20 Parti Kongresi’nin değerlendirilmesi, Stalin’in sosyalist inşa sürecindeki rolü, bu dönemde yapılan hatalar, eksiklikler, 195760 Moskova Deklarasyonları, 1963 polemikleri, Çin Komünist Partisi, (ÇKP) Arnavutluk Emek Partisi, (AEP) Sovyetler Birliği Komünist Partisi(SBKP) arasındaki ideolojik tartışmalar! Bu konularda çok şeyler söylendi, yazıldı, çizildi. Sovyetler Birliğini soysal emperyalist olarak değerlendirenler açısından revizyonizm 20. Parti Kongresinde egemen hale gelmiştir. 20.Parti Kongresinde Kruşçev ve şürekasının formüle ettiği çizgi revizyonizmdir. Ama asıl problem Bolşevik Parti içerisinde bu revizyonizmin nasıl gelişip de egemen hale geldi? Bunu siyasi olarak ortaya koymak elbette ki yetmez! Sovyetler Birliği Bolşevik Partisi içinde revizyonizmin gelişmesinin maddi temelleri vardır ve bu maddi temellerin ortaya konulması zorunludur. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist inşa sürecinde hangi ekonomik siyaseti izlediler, hangi tedbirleri aldılar, bütün bunları yaparken hata, eksiklik ve yanılgıları nelerdi? İşte tüm bu olguların değerlendirilmesi gerekiyor. Bu ekonomik temele baktığımız zaman Sovyetler Birliği’nde gördüğümüz bazı sorunlar şöyle: Ücret: İşe göre ücret meselesi kapitalizmde olduğu gibi sosyalizmde de var. Aslında kapitalizmde olsun, sosyalizmin belirli aşamalarında olsun bir kalifiye işçinin alacağı ücret ile kol gücüyle çalışan sıradan bir işçinin alacağı ücret bir ve aynı olamaz. Ağır işler ile kolay işlerde çalışan insanların alacağı ücret bir ve aynı olamaz. Çünkü Marx ve Engels’in dediği gibi sosyalizm, kapitalizmden çıkıp geldiği için siyasi, ekonomik, politik, hukuki olarak kapitalizmin özelliklerini taşımaktadır. Böyle olduğu için de bir dönem ücret farklılıklarının olması gayet doğaldır. Ama sosyalist inşaya önderlik eden partinin şu siyaseti izlemesi gerekir: Ücret farklılıklarının giderek kapanması noktasında bilinçli bir siyaset izlemek. Sovyetler Birliği’nde ücret makası denilen bir makas var. Makas daralma yerine ne yazık ki açılıyor. Yeni, asalak bir sınıf: bürokrat ve teknokratlar sınıfı: Yönetici kesimin, yani parti yöneticilerinin, devlet yöneticilerinin, Sovyet yöneticilerinin, bürokrasideki yöneticilerin, kolhozlardaki, solhozlardaki yöneticilerin ellerinde bulundurdukları imtiyazlarla ilgili. güncel renerek daha iyisini yapma şansımız var. Bu açıdan 1917’deki Bolşevik Parti ile bugünkü komünistleri karşılaştırdığımız zaman, bu günkü komünistlerin daha avantajlı olduğunu söyleyebiliriz. Sovyetler Birliğinde, ilk proletarya diktatörlüğü devletinde sosyalist inşa süreci gerçekte 39 yıl sürmüştür. 1956 20. Parti Kongresi’nde, revizyonizmin kesin olarak Sovyetler Birliğinde iktidarı ele geçirdiği tarihtir. 20. Parti Kongresi’ni baz aldığımızda 1917-1956 arasında 39 yıl var. Bu 39 yılın 4 yılı, Ekim Devriminden sonra emperyalistlerin proletaryanın sosyalist devletini boğmak için saldırdıkları ve Rusya’daki eski rejimin kalıntılarıyla birlikte Sovyet rejimine karşı savaştıkları iç savaş dönemidir. 1939’dan bu dönemi çıkardığımız zaman, ayrıca 1938-1945 dönemini yani 7 yıllık bir zaman dilimini de düştüğümüzde -ki bu dönem 2.Dünya Savaşının hazırlık dönemini de kapsayan savaş dönemidir- geriye 28 yıl kalmaktadır. Bu 28 yıl da iç savaşın tahribatını giderme, ekonomiyi rayına sokma, 2.Dünya Savaşından sonra ekonomide yaşanan tahribatları düzeltme dönemini de çıkardığımız zaman geriye topu topu barış içerisinde diyebileceğimiz koşullarda 20 yıllık bir sosyalist inşa deneyimi vardır. Bu 20 yıl içerisinde de Sovyetler Birliğinde yapılan muazzam işler vardır. Bolşevik Parti iktidarı ele geçirdiği zaman Çarlık Rusya’sı bir köylü ülkesiydi, tarım ülkesiydi, nüfusun çoğu köylüydü, yarı feodal üretim ilişkileri hakimdi. Çarlık Rusya’sı İngiltere ve Fransa’ya bağlı ilişkileri olan, bu ülkelerin yarı sömürgesi konumundaydı. 1930’lu yılların ortalarına gelindiğinde Sovyetler Birliği üretimde en ileri tekniği kullanan bir sanayi ülkesi durumuna geldi. 1930’lu yıllarda işçilerin, emekçilerin kendi iktidarlarında yaşadıkları muazzam kazanımlar dünyanın hiç bir ülkesinde yaşanmamıştı. Bu gün hala kapitalizmin ileri derecede geliştiği emperyalist ülkelerdeki işçilerin, emekçilerin durumlarıyla karşılaştırdığımız zaman, hala bu durum 30’lu yıllardaki işçilerin, emekçilerin sosyalist inşa ile kazandıkları deneyimlerin, kazanımların gerisindedir. Bu nedenle Sovyetler Birliği inşa süreci içerisinde yaşanılan hatalar, eksiklikler, geriye dönüş olması, ülke içerisinde revizyonizmin egemen hale gelmesi, ülkenin sosyal emperyalist bir güce dönüşmesi, bütün bunlar Sovyetler Birliğinde, evet bir dönem gerçekten sosyalist inşa yaşandığı, ülkenin gerçekten sosyalist olduğu ve işçiler emekçiler açısından muazzam kazanımların olduğu gerçeğini ortadan kaldıramaz. Sovyetler Birliğinde geriye dönüşün iki ayağı var. 81 güncel 82 Bu imtiyazlara şu örneği verebiliriz: SB’de müdür fonu denilen bir fon var. Eğer bir işletme 5 yıllık plan ile önüne konulan hedefi başarır, gerçekleştirirse kullanılması işletmenin müdürünün yetkisinde olan bir fon ayrılıyor. Bu fonun nasıl kullanılacağını belirleyen kişi müdürün kendisi oluyor. Bu kolhozlarda da, sovhozlarda da, diğer ekonomik işletmelerde de böyle! Yine Stalin’in de yer yer karşı çıktığı, eleştirdiği bir takım ayrıcalıklar var. Söz gelimi bakanların, devlet yöneticilerinin özel dinlenme yerleri var, hizmetçileri var, çocuklarının gittiği özel okullar var. Bu uygulamaya Stalin karşı çıkıyor, eleştiriyor, ama ne yazık ki Stalin’in yaşadığı dönemde bunlar var! Stalin döneminin SB’de ortaya çıkan bu sınıf, bizim kapitalizmden bildiğimiz, tanıdığımız özel sermayenin üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetine sahip klasik anlamdaki bir burjuva sınıfı değil! Sosyalist inşa süreci içerisinde yöneticilerden oluşan, farklılaşan, ellerinde bulundurdukları yetki ve ayrıcalıkları kendi kişisel çıkarları için kullanan yepyeni bir sınıf, bürokrat ve teknokrat olarak adlandırılan, sosyalist Sovyetler Birliğinde ortaya çıkan ve palazlanan yepyeni asalak bir sınıf! SB’deki revizyonizmin gelişmesinin maddi temeli de budur. 20.Parti Kongresi’nde formüle edilen çizgi, evet bu bürokrat kesimin çizgisidir. Şimdi bu sınıf nasıl ortaya çıktı? SB’de geriye dönüşün maddi temelleri tartışılırken, sadece dışarıdan emperyalist bir saldırıyla kapitalizmin restorasyonunun gerçekleşebileceği gündeme getiriliyor. Böyle bir yargıya varılmasındaki neden de 1934 yılına gelindiğinde Sovyetler Birliğinde artık sömürücü sınıfların varlığından söz edilemeyeceği, onların tasfiye edildikleri gerçeği var. Lenin’in de tanımladığı gibi sınıf ekonomik bir kategoridir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet kaldırıldığında haliyle sömürücü sınıfların varlığına da son verilmiş olunur, ama sömürücü sınıfların maddi varlıklarına son vermek , sömürücü sınıfları tasfiye etmek, onların düşüncelerini de tasfiye etmek anlamına gelmiyor. Ekonomik olarak tasfiye edilen sınıfların düşünceleri çok uzun süre daha varlığını sürdürecektir. Uzun süre varlığını sürdürecek olan bu düşüncelere karşı sürekli ideolojik mücadele verilmesi gerekiyor. 1930’lu yılların ortalarında 17. Parti Kongresinde, 1936’daki Anayasa tartışmalarında hem Bolşevik Parti’nin takındığı tavır, hem kongrede yapılan tartışmalar, hem de Stalin’in takındığı tavırlarda şu açık ve nettir: Geriye dönüş tehlikesi bir tek dışarıdan gelecek emperyalist müdahalelere indirgenmekte, böyle analiz edilmektedir. İçerden boy gösterebilecek yeni tipte bir asalak sınıfın (bürokrat ve teknokratlar sınıfı) ortaya çıkabileceği görülmüyor, görülmediği için de tartışılmıyor. SB’de yeni bir sınıfın, ekonomik alandaki kendi imtiyazlarını ellerinde bulundurması, o diyalektik öğretinin gerçekliğini bir kez daha SB’de halktan kopmuş yöneticiler, bürokratlar üzerinde göstermektedir: Kişinin düşüncesini belirleyen yaşam tarzıdır. SB’de bu ayrıcalıkları elde etmiş yöneticiler sınıfı da farklılaşmıştır. Tüm revizyonist gelişme sürecinde Stalin hangi yerde duruyor? Hiç mi hatası yok? Stalin ter temiz miydi? Aslında bu noktada yanıtı yine Stalin’den verelim: Ancak ölüler hata yapmaz! Lenin olsun, Stalin olsun elbette ki hatalar yapmıştır. Lenin yaşadığı süreçte olsun, sosyalist inşa sürecinde olsun hatalar yapmıştır. Ama bu hatalar Lenin ve Stalin’i komünist olmaktan çıkaran, dünya proletaryasının öğretmenleri oldukları gerçeğini ortadan kaldıran hatalar olarak değerlendirilemez. SB’deki inşa sürecinin ve Bolşevik Parti’nin başında bulunan Stalin’in yaptığı hatalar aynı zamanda Bolşevik Partinin de hatalarıdır. Buna bir örnek verelim: SB’de sosyalizmden komünizme geçiş üzerine yapılan tartışmalarda Stalin de tavır takınır. Tedricen de olsa tek bir ülkede komünizme geçmeyi tartışmak doğru değildir. Devlet meselesinde sömürücü sınıfların kalkmasıyla sadece işçi sınıfı, köylülük ve aydınlardan oluşan dost sınıflar kalmıştır. Devlet, süreç içerisinde baskı altına alınacak bir sınıf kalmadığı için içerideki fonksiyonunu yitirecektir. Ama emperyalist kuşatma devam ettiği için devlet dışa karşı fonksiyonunu koruyacaktır. Stalin’in tavrı bu! Biz bu tavrın doğru olmadığını düşünüyoruz. Emperyalist kuşatma yerini sosyalist kuşatmaya bırakacak, ileri kapitalist-emperyalist ülkelerin çoğunda devrimler olup sosyalizm gerçekleşerek komünizme doğru gidilecek. Ancak böylesi şartlarda komünizme geçişten söz edilebilir. Emperyalist kuşatma altında olan tek bir ülkede sosyalizmin kurulmuş olması gerçeğinden yola çıkarak bunun tartışılması, gündeme gelmesi, evet başarı sarhoşluğunun sonucu olan bir şeydir ve teorik olarak yanlıştır. Ama teorik yanlışlık deminde ifade edildiği gibi Stalin’in komünist olmasını ortadan kaldıran bir yanlışlık değildir.” Kasım 2016 SOSYAL MEDYADAN….