4 Mart 2003’te T.C. Kültür Bakanlığı Büyük Ödül Tevcihinde Yapılan Hitabe* Prof. Dr. Halil İnalcık TÜBA Şeref Üyesi (inalcik@bilkent.edu.tr) Sayın başkan, sayın bakanlar, milletvekilleri, ekselanslar, meslektaşlar ve değerli konuklar. Çok değerli Kültür Bakanımız Prof. Hüseyin Çelik, meslek hayatım hakkında iltifatkâr açıklamalarda bulundu. Kendisine gönülden müteşekkirim. 63 yıl önce bu tarihi salonda, Atatürk’ün huzuruyla Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi (DTCF)’nin açılış töreninde bir öğrenci olarak oturuyordum. Geçen yıllar içinde Türkiye, kültür kurumlarında, nüfusunda, ekonomisinde iki-üç kat büyüdü. İstanbul ve Ankara’da birkaç üniversite yanında yurt sathında 74 üniversite açıldı. Kendi yaşamımda ve memleketin kültür ve siyaset alanında büyük gelişmelere ve derin değişikliklere tanık oldum. İzninizle, bu 63 yıl içinde Türkiye’mizde ortaya çıkan değişiklikler üzerinde, yaşlı bir tarihçi olarak gözlemlerimi kısaca sunmak isterim. Atatürk, DTC Fakültesi’ni kurmuş ve o binanın alnına ‘Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir’ sözünü koymuştur. Ata, yerli ve yabancı seçkin bilim adamlarını topladığı bu çatı altında ve düzenlettiği kongrelerde, Türklerin en eski zamanlarından başlayarak, arkeolojik kazılar ile Çin ve Hint kaynaklarından gerçek bir Türk tarihinin ortaya çıkarılmasını amaçlıyordu. Büyük devlet kurucusunun bilimden beklediği asıl amaç ise şu idi: Anavatanda imparatorluktan kalan çeşitli etnik ve dinî cemaatleri, Türklük bilinci ile bir millet yapmak, Türk milletini yaratmak. Yeni kuşakları bu bilinçle yetiştirmek için de eğitimi Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile devlet kılavuzluğu altına koydu. 1919-1923’te bir var olma savaşı veren, bir ateş çemberinden geçen Anadolu halkı, artık birleşmiş bir toplum ve bir Batı devleti olarak, dünyanın egemen devletlerine eşit bir devlet ve toplum durumuna gelmeli idi. Bu hedef, tüm Türk aydınlarının özlemi olmuştur. Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi, Batı’nın teknolojisini alalım, ama kendi kültür, gelenek ve değerlerimizi koruyalım, diyorlardı. İkinci Meşrutiyet’te sosyolog Ziya Gökalp, Türkler için ‘Yeni Hayat’ın ideolojisini aynı temel üzerinde kuruyordu. Gökalp 19191923’te, millî mücadele döneminde tamamıyla Mustafa Kemal gibi düşünmeye başlamıştı. Mustafa Kemal, ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Türk toplumu, yeni Türkiye, milli, demokratik bir devlet ve Batı’ya yönelik bir toplum olacaktır’ diye hedefi gösterdi. Milli Türk devletinin kuruluşunda iki vazgeçilmez temel prensip vardır: Anadolu’da Türklük bilinciyle kenetlenmiş bölünmez bir millet olmak; ikincisi, dünyaya nizam verme tekelini hiçbir zaman bırakmayan egemen batılı devletleri ile tam eşitlik. Avrupalı diplomatlar, Lozan’da başlangıçta bize, geri bir medeniyet düzeyinde, sömürge durumunda bir devlet muamelesi yapmak istediler. İsmet Paşa’nın ta görüşmelerin başında kesin çıkışı, “Hayır efendiler, Yeni Türkiye, Osmanlı Devleti değildir, tüm batılı devletlere eşit bir devlettir” çıkışı olmuştur. Başlangıçtan beri bu anlayış, devletimiz için asla, hiçbir koşulda ödün vermeyeceğimiz bir hayat ve beka prensibidir. Var olma savaşı sonunda Atatürk Devrimleri, Batı karşısında bu iddiamızı gerçek yapmak için kaçınılmaz reformlar olarak gelmiştir. Bir ölüm-kalım, bir beka davası olarak gelmiştir. Bu prensipler, Türk devletinin temel taşıdır; ondan geri adım attığımız an Türkiye Cumhuriyeti yıkılır. Batı, bunu anlamamış göründü ve görünüyor. Bugün öyle durumlara tanık oluyoruz ki Batı bize hâlâ 19. yüzyıl Osmanlı Devleti’ne karşı güttüğü zihniyet ile davranmaya yelteniyor. Tarihi günler yaşıyoruz. Sizi, izninizle tarihin derinliğine, 1850’lere götüreceğim. İstanbul’da Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini almayı değişmez bir hedef olarak benimseyen Rusya, o tarihte Osmanlı’nın tüm Ortodoks tebaasının koruyuculuğunu ilan ediyor, öbür yandan Balkanlar’da kendi ajanlarıyla Hıristiyanları kışkırtıyor ve sonra onları himaye iddiasıyla savaş açıyor. Batı devletleri Osmanlı ile ittifak yapıp Kırım’da Rusya’yı bozguna uğratıyor. 1856 Paris Antlaşması’yla, Osmanlı’nın ülke bütünlüğü ve bağımsızlığı Avrupaca resmen garanti altına alınıyor. Osmanlı Devleti böylece, Avrupa devletler hukuku çerçevesinde bir devlet durumuna geliyor. Batı bunu neden yapmıştır? İlkin, Batı, dünya güç muvazenesinin Rusya lehine bozulmasını önlemek ister, sâniyen kendi ekonomisi için bu büyük pazarı kaybetmek istemez. Rusya’ya bir bahane bırakmamak için de Osmanlı’yı Hıristiyan tebaaya hukuk eşitliği sağlaması için köklü reformlar yapmaya zorlar (1856 İslahat Fermanı). Balkanlar’da veya Anadolu’da Hıristiyanlar arasında herhangi bir ayaklanma halinde müdahale eder, konsolos ve diplomatlarını o tarafa gönderir, milletlerarası konferanslar düzenler. Osmanlı hükûmetini yeni ıslahat kanunları düzenlemeye zorlar. İşte bütün bu oyun, Avrupa diplomasisinde ‘Şark Meselesi’ diye 1919’a kadar sürüp gelmiştir. Hepimizin bildiği bu tarihi tabloyu, günümüzle karşılaştırmak için hatırlatmak istedim. Avrupa’nın bugüne kadar Türk Devleti’ne karşı bu bakışı ve tutumu gerçekten değişmiş midir? Yoksa eski zihniyet ve alışkanlıklar, yeni tertipler örtüsü altında devam mı ediyor? Tarihçinin gözlemi şudur: Batı bugün de Türkiye’yi kendi politikaları çizgisinde yürümeye zorlamak için, etnik ayrılıkcıları kışkırtarak, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi, müdahaleci, vesayetci, baskı metotlarını başka bir kamuflaj altında devam ettirmek peşindedir. Bugün ABD dahil Avrupa politikası, Ermeni iddialarını açıkça desteklemiyor mu? Bir bölüm vatandaşımıza sahip çıkarak, dışarıda onların yıkıcı organlarını himayeleri altında tutmuyor mu? Onbinlerce vatandaşımızın hayatına kasteden bir kişiyi hapishanesinde ziyaret için daha dün bir heyet göndermedi mi? Bütün bunları, Islahat Fermanı zamanındaki gibi, Türkiye’nin Batı hukuku ve insan hakları standartlarına uygun hale getirilmesi için yapmak gerekliliğine bizi inandırmak istiyor, anlaşmalar imzalatıyorlar. Politikacılarımız, bu reformları kendimiz, kendi devletimizin çağdaşlaşması için yaptığımız savında olsunlar, gerçek acaba 1856’dakinden çok farklı mıdır? Tarihçiye göre Şark Meselesi alışkanlıkları değişmemiş görünüyor. Son kez, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti altyapısını kuran aynı devlet, bu tehditle barışçı bir Türkiye’yi savaşa hazırlanma ve kendi topraklarında birtakım stratejik imtiyazlar tanımaya zorlamak istemedi mi? Mustafa Kemal Türkiye’sinde böyle şeyler olmazdı; ancak Osmanlı döneminde böyle şeyler olağandı. Burada huzurunuzda bir politikacı değil, bir tarihçi olarak bu gözlemi yapmaktayım. Bu satırları yüce Meclisimizin son kararından önce yazmıştım. TBMM, 1923’ün ‘Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir’ temel taşını bu kararla bir kez daha gerçek yapmıştır. Kore Savaşı sırasında bir Amerikan karikatürünü hatırlıyorum: Türk askeri, masasında oturan batılı önünde emir bekleyen bir er olarak çiziliyordu; bugün de para torbalarını kucaklayıp kaçan biri gibi algılanıyor. Şimdi yine naçiz bir tarihçi sıfatıyla, biraz da kültür ve kimlik sorunlarımız üzerinde konuşmama müsaade buyurun. Gözlemlerim, Türkiye’nin bugün ağır bir kültür kimliği sorunu karşısında bulunduğuna beni inandırmaktadır. Açık bir gerçek şudur ki milletimiz, kültür kimliği bakımından iki kampa ayrılmıştır. Önümüzde değer hükümleri, yaşam tarzı, konuşma ve yazı dili, yayınları ve okurları, taban tabana zıt iki ayrı uzlaşmaz grup var. Bu gerçek, ekonomik koşullarla ağırlaşarak siyasi mücadelede keskin biçimde kendini göstermekte. Bu uzlaşmaz ikiliğin, radikal yıkıcı hareketlere cesaret verdiği de inkâr olunamaz. Durum, etnik bölücülüğe bulaşarak memleketin geleceğini ciddi olarak tehdit eder bir ağırlık kazanmakta. Denecek ki Türkiye tek parti, milli şef rejimini çoktan aşmış ileri bir toplumdur; çoğulcu bir demokraside karşıt kültürel, ekonomik, etnik, siyasal grupların varlığı ve mücadelesi doğal bir şeydir, bunu tabii karşılamak gerekir. Yine denecek ki son seçimler, iki uçta bağnaz direnç yerine, tüm ekonomik sıkıntılara rağmen, demokrasiye inanmış, barışcı, uzlaşıcı, vatansever sağduyunun egemen olduğunu göstermiştir. Ne var ki tarihi tehlikeli bir geçitten geçiyoruz. Türkiyemiz uzlaşmaya, birliğe muhtaçtır. Sağda veya solda, dini olsun siyasi olsun dogma, niteliği icabı, taassuba götürür, uzlaşmayı olanaksız kılar. Osmanlı bile, devlet idaresinde dogmatik değildi; örneğin şer’i baş vergisi cizyeyi Hıristiyan kitlelerin geleneğine uyarak şahsi değil, hane vergisi olarak almayı yeğ görmüştü. Osmanlılar devlet idaresinde, akla ve geleneğe uygun bir örfi kanunlar sistemini egemen kıldı. İdaresindeki halklarla uzlaşma aradığı içindir ki devamlı oldu. Birbirini anlamayan, anlamak istemeyen kültür bağnazlığına her iki taraf son verme, bir ortak görüşte uzlaşma zorundadır. Semboller üzerinde anlamsız bir kavgayı körüklüyoruz. Esas olan ahenk ve uzlaşma içinde yaşama yollarını aramaktır. Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar, uzlaşımı bir ölüm-kalım sorunu haline getirmiştir. Yurdumuzu açıkça tehdit etme cüretini gösterenler var. Dünya, çok kırılgan bir muvazene içindedir. 19. yüzyıl ‘Şark Meselesi’ döneminde olduğu gibi, Batı dünyasının, Türkiye’nin sorunlarını inatla gündemde tutmakta olduğundan habersiz kalamayız. Büyük Türkiye, yenilmez ordusuyla Güçlü Türkiye gibi beyanlar, bizi aldatıcı bir güven duygusu içinde ağır sorunlarımızı görmekten alıkoymamalıdır. Yanılmayalım, strateji bakımından dünyanın çok nazik bir yerini işgal eden Türkiye, dünya milletleri arasında yalnız bir ülkedir. Tarihten gelen dinmez bir husumetin daima hedefi olmuştur, olmaktadır. Yüzyıllar süren bir efendilik, bir dünya egemenliğinden sonra Balkanlar’da, Arap memleketlerinde, Avrupa’da hâlâ düşmanca duygularla anılmaktadır. Ortaçağ’da, Kudüs’e İsa’nın mezarına yönlenen Haçlı Orduları karşılarında yalnız Türkleri görmüştür. Bu tarihin bize bıraktığı alın yazısıdır. Yeniçağ’da yükselen Hıristiyan Batı’nın kolonyalizmi, tüm küreyi sömürge haline getirdiği halde yalnız Türkler sömürge olmamış, Tuna üzerinde, Akdeniz’de, Çanakkale’de, Sakarya’da daima Avrupa’ya karşı koymuş, meydan okumuştur. Batı halklarının bilinç altında hiçbir zaman sönmeyen bir kin ve intikam ateşi yatıyor. Fransa’da, Almanya’da kitlelerin bilinç altında belli bir Türk imgesi vardır. Mustafa Kemal Batı’yı dize getirdikten sonra dostluk elini uzatmış, Osmanlı’yı tarihe gömmüş, tam bir inançla Batı’ya dönmüş, fakat yine de o tarihi kin ve düşmanlığı yenememiştir. Bu düşmanlık o kadar derindir ki Büyük Britanya Başbakanı Gladstone 1876’da, gayz ve kinini, “Türkler, ancak varlıkları yok olmakla tarihe kendilerini affettirebilirler” diyecek kadar ileriye götürmüştür. Bugün sözde Ermeni davası, Batı parlamentolarında ayakta alkışlarla benimseniyorsa, bu sadece bize tarihi husumet psikozunun asla ölmediğini göstermektedir. Batı, bugün de 19.yüzyıl ‘Şark Meselesi’ metotlarıyla, ülkemizi bölmek isteyen hareketleri koruması altına alıyor ve gizli açık destekliyorsa, bu tutum en ziyade bu tarihi düşmanlıkla açıklanabilir. Evet, din ve kültür bağlarıyla bağlı olduğumuz Araplar da Türkiye’ye Batı Haçlı dünyası kadar yabancı, hatta düşmandır. Arap memleketlerinde mektep kitaplarında Türk dönemi, genç dimağlara bir baskı ve sömürü dönemi olarak anlatılmaktadır. Bugün Batı’da yayınlanan kitaplarda, az istisna ile Türk tarihi saptırılmış, daima olumsuz ifadelerle anlatılan bir tarihtir. Fransa’da, Amerika’da Türk tarihi üzerinde herhangi bir mektep kitabını karıştırın, aynı menfi, düşmanca hurafeleri bulacaksınız. Bu duygusal, geleneksel yaklaşımı düzeltmek güçtür. Biz ancak bilimsel metotlarla belgelere dayanan tarihler yazmak, bu gerçekleri onların diliyle ve metoduyla anlatmak suretiyle, yavaş da olsa, zamanla değiştirebiliriz umudundayım. Bizim memleketimize yaptığımız bir hizmet varsa o da tarihimizin gerçeklerini bilimsel metotlarla, objektif ilme saygı duyanlara, yalan ve hurafeler yerine gerçekleri anlatmak şeklinde olmuştur. Bu savaşın silahı objektif ilimdir. Milli coşkuyu buna katmaktan kaçınmalıyız. Karşımızdakilere gerçeği, ancak bu tutumla kabul ettirebiliriz. Hurafelere karşı hurafe ile gitmemeliyiz. Osmanlı devlet yapısı, ekonomisi ve kültürünü tanıtan ufak bir kitabımız, bugün Yunanca dahil tüm Balkan dillerine çevrilmiş, üniversitelerde standart metin olarak okutulmaktadır. Geçen yıl Beyrut’ta aynı kitap Arapçaya da çevrilmiş ve hakikatleri öğrenmek isteyen Arap okuyucular nezdinde geniş ilgi görmüştür. Batı bağnazlığı, sanat tarihi alanında bile direnmektedir. Bundan 30 yıl öncesine kadar bir Türk sanatından söz edilmiyor, Türk sanatı, Arap ve İran sanatının kopyası sayılıyordu. Suut Kemal Yetkin’in ilk Türk Sanat Tarihi Kongresi’ni toplamasından sonra sanat tarihçilerimiz bağımsız ve yüksek bir Türk sanatının varlığını bilim dünyasına kabul ettirmişlerdir. Fakat hâlâ eski bağnazlık devam ediyor. İstanbul’da toplanan Halı Kongresi’nde, ‘Türk halıları’ tabiri, batılı uzmanlarca kullanılmamış, onun yerine, Yörüklerin taklitçisi Ermeni ve Rum halıcılığını da kapsamak üzere, ‘Anadolu halıcılığı’ deyimi ısrarla kabul ettirilmek istenmiştir. Kültür Bakanlığımızın kültür hareketlerini desteklemek, kültür mirasını korumak, kültür yayınları yapmakla hayati bir sorumluluğu üstlenmiş olduğuna kuşku yoktur. Sayın Bakanımız da bu önemli nokta üzerinde durdular. Türk tarihçileri, şimdiden siyaset, sanat ve medeniyet alanlarında gerçekleri batılı müelliflere, üniversite ve akademilere kabul ettirmektedirler. Güçlü bir kültür savaşı Türkiye’nin varlık savaşıdır. Bugünkü Türkiye ve Türkler hakkında inatla yerleşmiş hurafeleri bertaraf etmek, temelsiz ve haksız propagandaların varlığımıza yönelik sinsi saldırısını yenmek, her şeyden önce bilim ve kültür savaşındaki başarımıza bağlıdır. Kültür Bakanlığı, bu bakımdan çok anlamlı bir kitap, Türkçe ve İngilizce iki ciltlik bir Osmanlı Uygarlığı eseri yayınlamak üzeredir. Osmanlı’nın sadece evrensel siyasi bir kudret olmakla kalmadığı, yüksek bir medeniyet sentezi yaratmış olduğu gözler önüne serilmiş olacaktır. Son zamanlarda kendi yurdumuzda kültür kimliğimizi, tarihimizi kirleten virüsler faaliyete geçmiştir. Yıkıcı Ermeni tezlerini desteklemek, milli övgülerimizi, Kurtuluş Savaşımızı “vatan, millet, Sakarya” diye alay konusu yapmak, beş yüzyıl bir Türk şehri olarak yeniden yarattığımız Türk İstanbul’unu Bizans mirası olarak ‘işgal’ altında tuttuğumuzu savunmak, objektiflik, post-moderncilik adına moda olmuştur. Bu hasta, fakat tehlikeli akımı düşman alkışlamakta, teşvik etmektedir. Genç kuşak, bir kültür, bir yaşam bunalımı içine düşmüştür. Bugün birey olarak gelecekten umutsuz bir gençlik karşımızdadır. 1980’den sonra baskıcı, nizamcı bir kültür politikasına karşı gençlik, mistisizm yahut etnik bilinçlenmeye yönelmiştir; bizim milli kültür dediğimiz resmi kültür politikasına karşı genç kuşak arasında inkârcı, menfi akımlar güç kazanmıştır. Bir bölüm genç kuşak geleneğe ve mistisizme, dünya vatandaşlığını bir çıkış gibi görürken bir başka gençlik de her şeyi yıkan bir postmodernizme kendini kaptırmıştır. Bir ekonomik büyüme döneminden sonra birdenbire bastıran son ekonomik kriz, gençleri büsbütün umutsuzluğa itmiştir. Çoğu, gözlerini dışarıya çevirmiştir. Gençlik, ekonomik bunalım koşulları altında, 1968’lerin gençliği gibi, karamsar, isyankâr ve tedirgindir. Bugün Türk toplumunu tüm tarihi boyunca ayakta tutan, ona kendine has Türklük kimliğini veren temel değerler, aşınmakta, kaybolmakta. Bizi biz yapan en önemli temel taşı, Türk dili korkunç bir yozlaşma sürecindedir. Bir aydın düşüncesini ifade için ister istemez İngilizce, Fransızca kelimeleri kullanmaktan başka yol bulamamaktadır. Yarım yüzyıl önce Jean Deny, Türk dilinin herhangi bir Avrupa dilinin zenginliğine erişmiş olduğunu söylemişti. Bu dili kaybettik. Nasıl ki, İslam kültür çevresine girdiğimizde, Hint felsefesini ifade edecek kadar zengin bir Uygur Türkçesi vardı, onu kaybetmiştik. Dil devrimini getiren bilinçli vatansever insan, öyle bir Türkçe var olsun istiyordu ki sıradan halk ve aydın birbirini anlasın, millet kültüründe birlik olsun. Bir dil ve kültür kargaşası içindeyiz. Bugün bir aydın için şöyle bir konuşma hiç yadırganmıyor: ‘Yüksek bir fizibilite ile motive olmuş bir eksperin dizaynını realize edememesi şok olmasına neden olabilir’. Bunu dinleyen sıradan vatandaş gerçekten şok oluyor. Ben bir bakanın, bir toplantıda bir saatlik konuşmasında otuz kadar İngilizce-Fransızca kelime kullandığını tespit edebildim. Bu dil yozlaşması, bir kültür yozlaşmasıdır. Bu bilinçsizlik, Türkçemize, öz kültürümüze, kendimize saygının kaybolması demektir. Türk topraklarında her tarihi dönemden yapıları, kültür mirası diye korumaya çalışırız. Hayret ediyorum, varlığımızın temeli olan dilimizin böylesine yozlaşmasına nasıl bigâne kalabiliyoruz. Teknolojide, ekonomide küreselleşmeyi anlıyoruz; fakat kültürde küreselleşme bizi bir prestij kültürün gülünç taklitçisi durumuna düşürüyor. Bir tek prestij kültürün egemenliği, dünya bahçesinin bir tek çiçek çeşidiyle yeknesaklığa düşmesi demektir. Dünya milletlerinin kültür merkezi UNESCO’ya göre, her kültür kendi başına bir değerdir. Birey kültürlerin korunması ve gelişmesi için UNESCO’da bir “Division of International Cultural Cooperation, Preservation and Enrichment of Cultural Identities” örgütü vücuda getirilmiştir. Milli kültürlerin devamı, doğal çevrelerin çeşitliliği ve korunması gibi, tüm insanlık kültürünün zenginliği ve gelecek gelişim olanaklarının korunması demektir. Kültür Bakanlığımızın bu konuda duyarlılığını ve faaliyetini selamlıyoruz. Çok şükür, kozmopolit postmoderncilere karşı, müzik, resim, dans ve tiyatroda yerel kültür ögelerini işleyen bir kültür hareketi başarıyla gündemdedir. Batı Hümanizması ve Karteziyen felsefe, bugün dünya ortak medeniyetinin temelini oluşturmuştur. Biz bir yandan kendi yerel kültür varlıklarımızı korurken, öbür yandan bu ortak dünya medeniyeti temelinde ilerlemek, eserler vermek zorundayız. Londra ve Chicago’da müzik şaheserleri satan mağazalarda, Adnan Saygun’un Yunus Emre Oratoryosu CD’lerini gördüğümde, itiraf edeyim, gözlerim yaşardı. İşte kültür küreselleşmesi bu nitelikte olmalıdır. * Bu yazı, TÜBA Şeref Üyesi Prof. Dr. Halil İnalcık’ın, 4 Mart 2003’te Kültür Bakanlığı’nın 2003 Sanat ve Kültür Büyük Ödülü’nü aldığı törende yaptığı konuşmadan aktarılmıştır. (Günce, Tüba Yayınları, Eylül 2003, sayı:27, Ankara 2003) www.tuba.cov.tr