İSLAM VERGİ HUKUKU VE ANAYASAL İKTİSAT PERSPEKTİFİNDEN BİR DEĞERLENDİRME Coşkun Can Aktan∗, Dilek Dileyici∗∗, Özgür Saraç∗∗∗ ÖZET İslam vergi hukuku, kaynağını İslam hukukunun asli kaynakları olan Kur’an, sünnet, icma ve kıyasdan alan ve zekat, öşür, harac ve cizye olmak üzere dört temel vergiye dayanan vergilemeye ilişkin kurallar bütünüdür. Bu araştırmada İslam vergi hukuku genel olarak özetlenmekte ve Anayasal İktisat öğretisi çerçevesinde önerilen “anayasal vergi reformu” yönünden incelenmekte ve değerlendirilmektedir. İslam vergi hukuku kapsamındaki şer’i vergilerin ilke ve esaslarının (verginin konusu, vergi oranı, verginin harcanma yerleri vs.) pek çok açıdan anayasal iktisat öğretisi çerçevesinde önerilen anayasal vergi reformu ile benzerlikler ve paralellikler arzettiği görülmektedir. I. GİRİŞ İslam vergi hukuku, kaynağını İslam hukukunun asli kaynakları olan Kur’an, sünnet, icma ve kıyasdan alan ve zekat, öşür, harac ve cizye olmak üzere dört temel vergiye dayanan, vergilemeye ilişkin kurallar bütünüdür. Uygulamasını çeşitli şekillerde İslam devletlerinde bulan bu kurallar bütünü, bu yönüyle İslam vergi sisteminin uygulanmasındaki temel ilkeleri ifade etmektedir. Bu açıdan bakıldığında, İslam vergi sisteminde vergilemeye ilişkin tüm uygulamalar, bu dört hukuk kaynağına dayandırılmak zorundadır. Fakat uygulamada şer’i hukukun kaynağı olan Kur’an, sünnet, icma ve kıyasın dışında, insanlar tarafından “örfi” olarak nitelendirilen hukuk kaynakları oluşturulmuş ve bu kaynaklara dayanarak yeni vergiler uygulamaya sokulmuştur. Bu çalışmada öncelikle İslam hukukunun kaynaklarından yola çıkılarak, İslam vergi hukukuna değinilecek, daha sonra da İslam vergi sistemi içerisinde yer alan vergiler, yine bu kaynaklara bağlı olarak değerlendirilecektir. Çalışmanın asıl amacı, İslam vergi hukukunun, devletin ekonomik alandaki güç ve yetkilerinin anayasalarda ve daha genel olarak bir kurallar bütünü ile sınırlandırılmasını savunan Anayasal İktisat disiplini ile benzerliklerini ortaya koymaktır. Bu nedenle çalışmanın son bölümünde İslam vergi hukuku, Anayasal İktisat teorisinin temel ilkeleri çerçevesinde değerlendirilecektir. II. GENEL OLARAK İSLAM HUKUKUNUN KAYNAKLARI Her vergi sisteminin temelini oluşturan hukuki dayanak noktaları vardır. Vergilemeye ilişkin tüm kurallar, bu hukuki kaynaklarda şekillenir. Dolayısıyla hukukun kaynakları, aynı zamanda vergi hukukunun da kaynaklarını oluşturur. İslam vergi hukuku açısından da durum aynıdır. ∗ Prof. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü. Araş. Gör., Dokuz Eylül Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü. ∗∗∗ Araş. Gör., Dokuz Eylül Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Maliye Bölümü. ∗∗ 1 İslam hukukunun kaynakları iki bölümden oluşur: Birincisi, asli kaynakları içine alan şer’i hukuktur. Şer’i hukukun kaynakları; Kur’an, sünnet, icma ve kıyas olmak üzere dört tanedir. Bunlardan Kur’an, şer’i hukukun ana kaynağıdır. Sünnet, icma ve kıyas ise şer’i hukukun yardımcı kaynaklarıdır. İkincisi ise, tali kaynaklar olarak nitelendirilen örfi hukuktur. Örfi hukuk; örf ve adetler, istislah (kamu yararı) gibi kaynaklardır. Bu asli ve tali kaynaklar, aynı zamanda İslam vergi hukukunun da kaynaklarıdır. Herhangi bir konuda müracaat edilmesi gereken ilk kaynak hiç şüphesiz Kur’an’dır. Eğer Kur’an da açık bir hüküm mevcut değilse o zaman müracaat edilmesi gereken ikinci temel kaynak sünnettir. İslam hukukuna göre herhangi bir konuda Kur’an ve sünnette açıklık yok ise, o takdirde başvurulabilecek diğer hukuki kaynaklar icma ve kıyas adı verilen müesseselerdir. Şer’i hukukun ana kaynağı olan Kur’an, Miladi 610 yılından itibaren 23 yıllık bir dönemde, Allah tarafından Hz. Muhammed’e gönderilen son kutsal kitap olarak bilinmektedir. Hz. Peygamber döneminde kitap haline getirilmeyen Kur’an, Sahabeler1 tarafından ezberlenerek deri, hurma dalı gibi yerlere yazılmış ve böylece sonraki nesillere aktarılabilmiştir. İslam hukukunun temel kaynağı, bir başka ifadeyle “anayasası” Kur’an’dır. Kur’an ilk başvurulacak temel kaynaktır. Kur’an dışındaki diğer kaynaklar, Kur’an hükümlerini açıklayan ve yorumlayan normlardır. Ancak Kur’an’da başvurulan konu ile ilgili bir hüküm bulunamazsa, diğer kaynaklara başvurulur. Kur’an’daki hükümler, üç ana grupta toplanabilir: İtikad (inanç) esaslarını düzenleyen hükümler; ahlaki hükümler ve hukuki hükümler. Kur’an’daki hukuki hükümler iki şekilde açıklanabilir: Birincisi, genel hukuk prensipleri ve çerçeve hükümler tarzındadır. İkincisi, miras hukuku, aile hukuku ve ceza hukuku gibi bazı hukuk dallarına ait ayrıntılı hükümleri emretme tarzındadır2. Kur’an’da dinin temelleri ile ilgili prensip ve kurallar çeşitli surelerin içine serpiştirilmiştir. Dini kurallar bir bütün oluşturmakta, dinin temellerini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Buna karşılık fertler arasındaki ilişkileri düzenleyen yani dünya işleri ile ilgili kuralların sayısı azdır3. Sünnet, İslam hukukunun ikinci temel kaynağıdır. Sözlükte “adet haline getirilen usul ve yol”4 demek olan sünnet, terim olarak Hz. Peygamber’in söz, hareket ve takrirlerine denir. Dolayısıyla sünnetin üç boyutu vardır. Birincisi Hz. Peygamber’in sözleridir. Hz. Muhammed’in sözlerine “hadis” adı verilir. İkincisi Peygamber’in hareket ve davranışlarıdır. Üçüncüsü ise takriri sünnettir, yani Hz. Peygamber’in döneminde yapılan bir hareket veya söylenen bir söze karşı, O’nun itiraz etmeyerek üstü kapalı olarak kabul etmesidir5. Kuran ve sünnetin kesinlik ifade eden hükümlerine ise “Nass” adı verilir. Sünnet, bazen Kur’an’ın bildirdiği hükümleri teyid eder. Bazen Kur’an’ın belirsiz veya ayrıntısız bıraktığı konuları açıklar. Bazen de, Kur’an’ın genel hükümlerini birtakım koşullara bağlar veya Kur’an’ın hiç bahsetmediği yeni sorunları hukuki çözüme kavuşturur ve böylece hukukun tek başına kaynağı haline gelir6. Dolayısıyla sünnet, Kur’an’da yer almayan konularla ilgili olarak başvurulacak ilk kaynak durumuna gelir. Hz. Peygamber’in sünnetinin Sahabeler, Hz. Peygamber’in meclisinde ve konuşmalarında bulunmuş olan kişilerdir. Ahmed Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, I. Kitap, İstanbul: 1990, s. 49-50. 3 Orhan Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası, 4. Bası, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınlarından No: 3000, Hukuk Fakültesi No: 655, Fakülteler Matbaası, 1982, s. 14-15. 4 Zeydan Abdülkerim, El-Veciz, 126’dan aktaran; Akgündüz, a.g.e., s. 50. 5 Ziya Kazıcı, Osmanlılarda Vergi Sistemi, İstanbul: 1977, s. 12. 6 Zeydan Abdülkerim, El-Veciz, 126’dan aktaran; Akgündüz, a.g.e., s. 50. 2 1 2 Kur’an’dan sonra ikinci temel kaynak olması, Peygamber’in Allah’ın elçisi olmasına ve “Resulüllah’a itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur (Nisa Suresi: 4/80)” ayetine dayanmaktadır. Kur’an ve sünnetten sonra gelen üçüncü temel kaynak, icmadır. Sözlükte “bir şeyde ittifak etmek” demek olan icmanın hukuki anlamı; aynı yüzyılda yaşayan din adamlarının (ve özellikle sahabelerin) ve Müslüman hukukçuların, herhangi bir şer’i hüküm konusunda görüş birliğine varmalarıdır. Hukuki bir hüküm, Kur’an veya sünnetle kesin olarak belirlenmişse yani nass ise, icma teyit edici bir özellik taşır. Ancak Kitap, sünnet, kıyas ve diğer kaynaklardan birine dayanan bir hukuki hüküm mevcut olmasına rağmen, bu hüküm kesinlik ifade etmiyorsa, icma söz konusu olduğu zaman, bu hüküm kesinlik kazanır7. İcma, nass’a aykırı olamaz. İcma yoluyla verilen karar kesindir. Herhangi bir konuda eğer Kur’an ve sünnet hükümlerinde açıklık ve kesinlik (nass) söz konusu değilse, o zaman, İslam alimlerinin uzlaştıkları görüş (içtihad) doğru olarak kabul edilir. Tanımından da anlaşılacağı gibi, icmanın iki temel şartı vardır8: Bunlardan birincisi, görüş birliğine varan kişilerin din bilgini olmaları ve bu bilginlerin tamamının görüş birliği içinde olmaları, ikincisi de üzerinde ittifak edilen hükmün şer’i bir hüküm olmasıdır. Şer’i bir sorun üzerinde din bilginlerinin ittifakı iki şekilde olur: a) Bu şekildeki bir icmanın meydana gelebilmesi için, bir asırda yaşayan din bilginlerinin bir sorun konusunda sözle veya fiille görüş birliği içinde olmaları gerekir. Buna “icma-ı kavli” veya “icma-ı ameli” denir. b) Bir sorun hakkında, bazı din bilginlerinin verdiği bir hükmü, diğerleri işitip öğrendikleri halde, azami düşünme süresi olan üç gün geçtikten sonra, o hükmü reddetmeyip sükut etmeleri ile meydana gelen bir çeşit ittifaktır. Buna da “ruhsat” veya “sükuti icma” adı verilir9. İcma, Kur’an ayetlerinde ve Hz. Peygamber’in hadislerinde de ortaya konmuştur. Örneğin, Âl-i İmran Suresinin 3/103.ayetinde “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, ayrılığa düşmeyin ve Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Sizler birbirinizin düşmanları iken O, sizin kalplerinizde bir uzlaşma meydana getirdi ve O’nun nimeti sayesinde uyanıp kardeş oldunuz” ve aynı surenin 3/104. ayetinde “Bir de sizlerden, iyiliğe çağıran, doğruyu emreden, kötülükten alıkoyan önde gider bir topluluk bulunsun” emredilmiştir. Kur’an’ı yorumlayan din alimleri, bu ayetin emri uyarınca, Müslümanlar içinde, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan bir kontrol mekanizmasının bulunmasının farz olduğunu belirtmişler; ancak, bu görevi üstlenen kişilerde, görevin iyi ve adalete uygun olarak yerine getirilmesini mümkün kılacak bazı şartların bulunması gerektiğine de işaret etmişlerdir. Ayrıca Hz. Muhammed hadislerinde “Ümmetim asla delalet üzere ittifak etmez” ve “Müslümanların iyi gördükleri şey, Allah katında da iyi; kötü gördükleri şey de, Allah katında kötüdür” buyurmuştur10. Bu ayetler ve hadisler, icma kurumunun Kur’an’da yer aldığının ve hadislerle de bu konunun açıklandığının delili olarak kabul edilmektedir. Şer’i hukukun dördüncü kaynağı, kıyastır. Kıyasın sözlük anlamı, “bir şeyi takdir etmek, ölçmek, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tespit etmek”tir. İslam hukuku açısından ise kıyas, şer’i hükmü olmayan bir olayı, aralarındaki ortak hüküm sebebi göz önüne alınarak, şer’i hükmü belli olan bir olaya benzetme ve içtihad ile hükmetmektir11. Yani, aralarındaki illet benzerliğinden dolayı, hakkında açık hüküm bulunan şer’i bir sorunun hükmünü diğerine de uygulamaktır. Kıyas bir içtihat hadisesidir ve aradaki illet benzerliğini Sava Paşa, İslam Hukuku Nazariyatı Hakkında Bir Etüd, Çev: Baha Arıkan, Ankara: 1955, I/43-47’den aktaran; Akgündüz, a.g.e., s. 50. 8 Kazıcı, a.g.e., s. 13. 9 Kazıcı, a.g.e., s. 12-13. 10 Kazıcı, a.g.e., s. 14. 11 Kazıcı, a.g.e., s. 14. 3 7 bulma, kıyasın ana konusunu oluşturur. Kıyasın, hakkında hüküm bulunan asıl sorun, buna kıyaslanan ikinci sorun, aradaki ortak illet ve kıyası yapılacak şer’i hüküm olmak üzere dört unsuru vardır. Örfi hukukta açısından da önem taşıyan kıyasın şartları ve ayrıntılı hükümleri bulunmaktadır12. Herhangi bir konuda İslam’ın temel kaynaklarında (Kur’an ve hadislerde) bir kesinlik (nass) yok ise, o zaman bir konu üzerinde kesinlik (nass) bulunan bir hüküm, hakkında kesinlik bulunmayan bir konuya da uygulanabilir. Bir başka ifadeyle, aralarındaki benzerlik dolayısıyla, nass hükmü, diğer nass bulunmayan konu için de geçerli kabul edilir. Kıyasın Kur’an, sünnet ve icmadan en önemli farkı, kesin bir hüküm ifade etmemesi ve yeni bir hüküm getirmemesidir. İslam hukukunun ve dolayısıyla İslam vergi hukukunun şer’i kaynakları dışında, tali kaynak niteliği taşıyan örfi kaynakları da vardır. Bu kaynaklar örfi hukuku oluşturur. Örfi hukuk, İlahi nitelik taşıyan emirleri içermez, şer’i hükümlere aykırı olamaz, olması halinde geçerli değildir. İslam hukuku açısından örf; aklın ve dinin iyi kabul ettiği ve akıl sahiplerinin kötü saymadığı şeylerdir. Örf iki kısma ayrılmaktadır: 1- Kavlî Örf, 2- Fiili Örf. Bir toplumun, herhangi bir sözü sözlük anlamı dışında tekrar tekrar kullanmasına “kavlî örf” denir. Fiili örf ise, herhangi bir yerde bir hareket veya davranışın insanlar arasında tekrarlana tekrarlana örf ve adet haline gelmesidir13. Bunun dışında örfün, devleti yönetenlerin yasama yetkisini kullanması sonucunda ortaya çıkması da mümkündür. Yani örf, şeriatın hüküm getirmediği bir konuda, hükümdarın, nass’lara (kesin Kur’an ve sünnet hükümlerine) aykırı olmamak şartıyla toplumun faydası için, bizzat kendi iradesine dayanarak çıkarmış olduğu kanunlar için de kullanılır14. Gerçekten İslam hukuku, sultanları, genellikle şeriatın esas hükümlerinin açık bir şekilde aksini emretmediği konularda, örf ve adete uyarak kanun koymada serbest bırakmışlardır. Keza, nass’lara aykırı olmayan konularda, devlet başkanının takdiri hareket etmesine bir sakınca görmemişlerdir15. Örfi hukukun ana kaynağı, örf ve adetlerdir. Örf ve adetler, akıl ve ruh sağlığına sahip insanların iyi karşılayıp tekrarladığı ve ortak bir şekilde benimsedikleri söz veya fiillerdir16. İslam hukukçuları, örf ve adetleri, Kur’an’ın konuyla ilgili El-A’raf, 7/199 süresinin “Af yolunu tut, örfü emret, cahillere kulak asma” mealindeki ayetine ve Hz. Peygamber’in “Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir” şeklindeki hadisine dayanarak yardımcı bir hukuk kaynağı olarak kabul etmişlerdir. İslam hukukunun kanun koyucusu hukuki hükümleri koyarken, mevcut örf ve adetlere, İslam’ın ruhuna aykırı olmamak şartıyla riayet etmiştir17. Buradaki örfü, insan aklının iyi kabul etmesi ve şeriata uygun olması gerekir. Örf ve adetlerin hukukun kaynağı olarak kabul edilebilmesi için bazı şartlar aranmaktadır18: 1) Devamlı şekilde uygulanması veya en azından ilgili olayların çoğunluğunda kendisine itibar edilmesi şarttır. Yoksa nadir olarak uygulanan örflere uyulmaz. Bu, örfün maddi unsurudur. 2) Hukuki işlemlerde hakem kabul edilecek örf ve adetler, o işlemlerin yapıldığı zamanda mevcut olmalıdır. 3) Örf ve adetlerin uygulanmayacağı açıkça bildirilmemiş veya şart koşulmamış olmalıdır. 4) En önemlisi de, örf ve adetlerin şer’i hükümlere aykırı olmamasıdır. Akgündüz, a.g.e., s. 50. Kazıcı, a.g.e., s. 17-18. 14 Halil İnalcık, “Osmanlı Hukukuna Giriş”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, XIII/2, 103’den aktaran; Kazıcı, a.g.e., s. 17. 15 Ömer Lütfi Barkan, XV ve XVI. Asırlarda Osmanlı İmparatorluğu’nda Zirai Ekonominin Hukuki ve Mali Esasları I (Kanunlar), s. XIII, İstanbul, 1945’den aktaran; Kazıcı, a.g.e., s. 17. 16 Akgündüz, a.g.e., s. 54. 17 Akgündüz, a.g.e., s. 54. 18 Akgündüz, a.g.e., s. 55. 4 12 13 Bir başka örfi hukuk kaynağı istislâh (kamu yararı)dır. Kamu yararı, diğer hukuk sistemlerinde olduğu gibi İslam ve Osmanlı hukukunda da yasama faaliyetinin temelini oluşturur. Kamu yararını göz önünde bulundurularak padişah veya İslam hukukçuları tarafından hukuki düzenleme yoluna gidilmesi mümkün olan konular içinde kamu finansmanını sağlamak amacıyla ek bazı vergiler konulması da vardır19. Dolayısıyla örfi hukukun bu kaynağı, padişaha kamu yararını dikkate alarak gerektiğinde ek vergiler koyma yetkisini vermektedir. Fakat kamu yararı kavramının niteliği açık değildir. Bu durum kamu yararı gerekçesiyle yeni örfi vergilerin konulmasına zemin hazırlamıştır. İstishâb delili de bir diğer örfi hukuk kaynağıdır. İstishâb, geçmişte sabit olan bir hükmün, değiştiğine dair bir delil bulunmadığı sürece aynen kabulüdür20. Nitekim bir İslam devleti olan Osmanlı Devleti’nde istishab deliline uyularak, eski Türk devlet anlayışının sonucu olan bazı idari müesseselere, bazı vergi çeşitlerine ve bir kısım hukuki hükümlere, şer’i hükümlere aykırı olmamak şartıyla meşru hükümler gözüyle bakılmıştır21. Yani bu örfi hukuk kaynağına göre geçmişte uygulanan bir verginin kaldırıldığına dair bir hüküm olmaması halinde aynen uygulanması mümkündür. III. İSLAM VERGİ HUKUKU İslam vergi hukukunun şer’i kaynakları, yukarıda belirtildiği üzere, Kur’an, sünnet, icma ve kıyastır. Dolayısıyla vergilemeye ilişkin konularda ana kaynak, Kur’an’dır. Kur’an’da ilgili hükmün olmaması halinde Hz. Peygamber’in sünnetine müracaat edilir. Burada da bulunamazsa sırasıyla icma ve sonra da kıyas yoluna gidilir. İslam vergi hukukunda vergiler, İslam vergi hukukunun kaynaklarına dayalı olarak iki ana kategoriye ayrılmaktadır: Şer’i vergiler ve örfi vergiler. Şer’i vergiler, kaynağını Kuran’dan ve aynı zamanda Kur’an hükümlerinin tamamlayıcısı olarak düşünülen diğer kaynaklardan (sünnet, icma ve kıyas) almaktadır. İslam’da şer’i hukukun temel kaynaklarına (Kur’an ve sünnet) dayalı olarak tahsil edilen vergilere “şer’i vergiler” adı verilir. Şer’i vergiler, her ne kadar çeşitli İslam devletlerinde çok farklı şekillerde uygulanmışsa da, bu vergilerin esasen dört temel vergiden oluştuğu görüşleri İslam vergi hukuku ile ilgili olarak yazılmış eserlerde yaygındır. Bu vergiler; zekat, öşür, harac ve cizyedir. Kur’an ve sünnet hükümlerine göre, zekat ve öşür Müslümanların; harac ve cizye ise Müslüman olmayan kimselerin ödemek zorunda oldukları vergilerdir. İslam’da şer’i hukuka uygun olan vergiler sadece zekat, öşür, cizye ve haractır. Zekat, Müslüman kimselerin sahip oldukları malları üzerinden ödenen bir vergidir. Öşür toprağın mahsulleri üzerinden alınır. Harac Müslüman olmayanların kullandıkları toprakları üzerinden dönüm başına ya da bu kimselerin topraktan elde ettikleri ürün üzerinden tahsil edilir. Cizye ise Müslüman olmayanların askerlik hizmetinden muaf tutulmalarının karşılığında tahsil edilen bir tür baş vergisidir. İslam vergi hukukunun kaynaklarından birisi de örf ve adetlerdir. Hakkında nass bulunmayan konularda, İslam devletlerinin başındaki yöneticilerin kendi takdirlerine dayalı olarak çıkarmış oldukları kanunlar “örfi hukuk”un temel kaynağını oluşturmuştur. Vergiler içinde bu geçerlidir. Çeşitli İslam devletlerinde örfi vergiler dışında, devlet başkanları çeşitli adlar altında vergiler koymuşlardır. Bu vergiler de “örfi vergiler” olarak nitelendirilmiş ve bunların her ne kadar başlangıçta nass hükümlerine aykırı olmaması düşüncesi hakim olmuşsa da, zaman içerisinde bazen zorunluluk dolayısıyla (örneğin; savaş dolayısıyla), bazen de hükümdarın Akgündüz, a.g.e., s. 60-61. Akgündüz, a.g.e., s. 61. 21 Akgündüz, a.g.e., s. 62. 19 20 5 keyfi harcamalarını, israf ve savurganlıklarını finanse etmek üzere konulmuşlardır. İslam devletlerinde muhtelif adlar altında örfi vergiler uygulanmıştır. İslam vergi sistemi konusunda S.A. Sıddıki şu yorumu yapmaktadır: “İslam’ın mali sistemi, şer’i vergiler bakımından çok serttir. Fakat şartların haklı kıldığı ve olağanüstü durumları karşılamak üzere geçici bir tedbir olarak konulmaları şartıyla, yeni vergiler konulması bakımından çok elastiktir. Ne var ki, fevkalade durum geçer geçmez, bu vergiler kaldırılmalıdır.”22 Görüldüğü gibi, aslında İslam vergi sisteminde uygulanan şer’i vergiler dışında başka vergilerin konulması, ancak olağanüstü durumlarda ve geçici olmak şartıyla mümkündür. Sıddıki’ye göre, İslam vergi sistemi işlerken, sınıflar arasında sağlıklı bir dengenin sağlanamadığı, zenginlerle yoksulların gelirleri arasında geniş açığın mevcut olduğu veya savaş, kıtlık, genel işsizlik gibi millet çapında güçlüklerin ortaya çıktığı durumların olması halinde, devlet, özel mali yükler koymaya yetkilidir. Bu türlü mali yükler, kural değil, istisnadır. Olağanüstü durum geçer geçmez veya sınıflar arasındaki mali denge kurulur kurulmaz kaldırılmalıdır. İslam devleti, bugünkü devletlerin yıldan yıla daha çok sayıda vergi koyma eğilimine ve fikrine yönelmez23. Bununla birlikte İslam devletlerinde, benimsenmemekle birlikte, zaman zaman zekat, öşür, harac ve cizye dışında şer’i nitelik taşımayan vergiler de uygulanmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi, ancak olağanüstü durumlarda uygulanması ve geçici olması şartıyla kabul edilen bu vergilerin, zamanla olağan vergiler haline geldiği de görülmüştür. Hilali, marafik, maavin, makus, urfi gibi çeşitli adlar verilen bu tür vergiler İslam mali sistemine ilk zamanlarda girmişlerdir. Bütün İslam tarihi boyunca değerli yöneticilerin, iktidara gelir gelmez bu fazla vergileri kaldırdıkları, kendileri övülerek anlatılır. Şurası da dikkate değer ki, bu vergiler, sık sık yeniden ortaya çıkmışlardır. Aslında aşırı olmamaları şartıyla, bu çeşit mükellefiyetlerin konulmasına bir engel yoktur. Zaman zaman konulan bu şeriat dışı vergilerin türleri ve sayıları, bölgeden bölgeye değişir24. İslam, bir yandan vergileri ana kaynakları aracılığıyla uygularken, diğer yandan da zaman ve devletlere göre değişebilen, toplumun özel bazı ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve “nevâib” diye adlandırılan bir vergi sistemini de geliştirmiştir. Hatta, savaş, kıtlık vs. olağanüstü durumlarda, devletin çeşitli vergileri tarh etme yetkisi de vardır25. Bu açıklamalardan sonra şimdi İslam vergi hukukunun temelini oluşturan vergileri kısaca özetlemeye çalışalım. IV. İSLAM VERGİ SİSTEMİNDE YERALAN BAŞLICA VERGİLER İslam vergi hukuku, İslam hukukunun asli kaynakları olan öncelikle Kur’an, sünnet ve daha sonra da icma ve kıyasa dayalı olarak tahsil edilen şer’i vergilerden oluşmaktadır. Şimdi zekat, öşür, harac ve cizyeden oluşan şer’i vergiler hakkında bilgi verelim. 1-Zekat Zekat, İslam’ın beş temel şartından biri oluşturması nedeniyle en temel vergidir. Dolayısıyla zekatın öncelikle ibadet boyutu olmakla birlikte, vergisel yönü de bulunmaktadır. S. A. Sıddıkî, İslam Devletinde Mali Yapı, İstanbul: Fikir Yayınları, s. 145. Sıddıkî, a.g.e., s. 140. 24 Sıddıkî, a.g.e., s. 144-145. 25 Kazıcı, a.g.e., s. 27-28. 22 23 6 Zekat kelime anlamı itibariyle “temizlik, bereket ve artış” demektir26. Zekatın İslam dini açısından anlamı ise, bir kimsenin, dini bir vecibe olarak, malının kanunen belirlenmiş kısmından, belirli bir miktarını, belirli bir süre sonra, bunu almaya hak kazanmış olan Müslümanlara vermesidir27. Zekatın şartları zekata tabi olacak kişiler ve zekata tabi olacak mallar bakımından ikiye ayrılır. Öncelikle bir kişinin zekatla mükellef olması için tam ehliyetli, Müslüman, hür olması ve borçlu olmaması şarttır. Zekata tabi mal açısından ise bu malın belli bir miktarı aşması gerekir. Buna “nisab” adı verilir. Zekata tabi olan malların kişinin temel ihtiyaçlarından daha fazla olması, kişinin en az bir yıldır mülkiyetinde olması ve kar vb. yollarla üretken mal olması yani artan bir nitelik taşıması şarttır. Bu şart, Bakara Suresi’nin 2/219. ayetinde şu şekilde belirtilmiştir: “Sana, zekat için ne ayıracaklarını soracaklar, de ki, fazla’ları”. İslam’ın beş şartından biri olan zekatın vergi niteliğini kazanması, tarihi belgelere göre Medine’de Hicretin sekizinci yılına rastlamaktadır. Zekatın sekizinci yıldan itibaren devlet vergisi olarak merkezi otorite tarafından uygulandığı, merkezi idare tarafından toplandığı ve müeyyideye bağlandığı konusunda çeşitli deliller vardır. Mekke’nin fethinden sonra, artık eskiden olduğu gibi ne mükellefler bizzat zekatı, harcama yerlerine tahsis ediyorlar ve ne de bizzat Peygamber’e getiriyorlardı. Aksine merkezden tayin edilen ve özel talimatlarla Arap Yarımadası’nın her bir tarafına gönderilen ve “amil” ismi verilen memurlar aracılığıyla tahakkuk ve tahsil ediliyor ve bu memurlar tarafından merkeze gönderiliyordu. Bu memurların usulüne ve belirlenen orana göre tahakkuk ettirdikleri vergiyi mükellefin ödememesi halinde, ayetlerde telkin edilen uhrevi müeyyideden de ayrı olarak dünyevi müeyyide uygulanmış, tahsil için devlet cebir kullandığı gibi ödemeyi reddedenler fiilen cezalandırılmışlardır28. Zekatla ilgili Mekke’de inen ayetler, bugünkü anlamda bir zekatı içermiyordu. Zekat bugünkü anlamını Medine’de kazanmıştır. Yani zekatın mali bir mükellefiyet ve vergi haline gelmesi Medine’de inen ayetlerden anlaşılmaktadır. Mekke’de inen ayetlerde zekatın şartları ve hangi harcamalar tahsis edileceği belirtilmemiştir. Mekke'deki zekat, herhangi bir oran ve kayda bağlı olmayan, ferdin iman ve diyanetine terk edilmiş bulunan bir yardımlaşmaydı29. Mekke’de inen zekatla ilgili ayetlerin bazıları şunlardır: A’raf Suresi 7/156. ayet: “Ve bize bu dünyada da, ahirette de bir iyilik yaz. Biz gerçekten tevbe edip sana yöneldik”. Buyurdu ki: “Azabıma, kimi dilersen onu uğratırım; rahmetim ise herşeyi kapsamıştır. İleride onu özellikle, kötülükten sakınanlara, zekatını verenlere ve ayetlerimize inananlara yazacağım”. Meryem Suresi 19/31. ayet: “Nerede olursam olayım, O beni mübarek kıldı; yaşadığım sürece bana namazı ve zekatı emretti”. Müminun Suresi 23/4. ayet: “Onlar ki, zekat vermek için çalışırlar”. Rûm Suresi 30/37-39. ayetler: “Görmediler mi ki Allah, rızkı dilediğine bol bol vermekte, dilediğininkini de daraltmaktadır. Şüphesiz imanlı bir kavim için bunda ibretler vardır. O halde sen, akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver. Allah’ın rızasını isteyenler için bu, en iyisidir. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğimiz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz. Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekata gelince, işte zekatı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat arttıranlardır.” Akgündüz, a.g.e., s. 153. Kazıcı, a.g.e., s. 29. 28 Salih Tuğ, “İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı”, Maliye Enstitüsü Konferansları, Yedinci Cilt, İstanbul: Sermet Matbaası, 1963. s. 8-9. 29 Kazıcı, a.g.e., s. 29-30. 7 26 27 Önemle belirtmek gerekir ki, Medine’de Peygamber’in sağlığında zekat vergisi gayet geniş bir anlamdaydı ve ne çeşit ve kaynakları ne olursa olsun, Müslümanlardan devletin tahsil ettiği her tür vergiler anlamına geliyordu. Esasen Kur’an’da zekatın içeriğine ayrıntılı olarak değinen bir ayete rastlanmaz. Kur’an’da sadece “karz, sadaka, zekat ve hak, nafaka” isimleri altında fertler bu vergiyi ödemeye teşvik ediliyor ve aksi halde hangi uhrevi ve ilahi müeyyideye maruz kalacakları gösteriliyordu. Zekatın hangi vergileri içine aldığı ve oranları gibi unsurlar, İslam hukukunun kaynaklarından birini oluşturan hadisler yoluyla düzenlenmiştir30. Sadaka ise, gönüllü ve ihtiyari ödemeleri de kapsayan daha geniş bir terimdir. Her zekat, sadaka olduğu halde, her sadaka zekat değildir; ancak ödenmesi farz olan sadaka zekat sayılır. Bir malın zekat nisabının tam mülkiyetini elinde bulunduran kimseye, zekat ödemek farzdır. Sahibinin zenginliğini arttırdığı sürece mal, zekatın sebebidir. Bu konuda Hz. Peygamber şöyle söylemiştir: “De ki, aralarından zengin olanlardan, yoksullara verilmek üzere sadaka (zekat) alınmasını, Allah buyurmuştur”.31 Zekatın konusunu oluşturan mallar ve bu mallar üzerindeki zekat vergisinin oranı Kur’an’da açıkça belirtilmemiş olmakla birlikte, Hz. Peygamber dönemindeki uygulamalar çerçevesinde daha sonraki dönemlerde uygulanmıştır. Zekatın oranına ilişkin Kur’an’daki Bakara Suresi’nin 2/219. ayeti delil olarak gösterilir: “Sana, zekat için ne ayıracaklarını soracaklar, de ki, fazla’ları”. Bu ayetle Peygamber’e “fazlasını al...” denerek adeta bir tahsil yetkisi tanınmaktadır. Bu ayeti İbn Abbas “Onların mallarından münasip olan şekilde bizzat sen al ve keza bu mallardan sana getirdikleri takdirde al (tahsil et)” şeklinde tefsir etmektedir ki, ayet Peygamber’in henüz Mekke’de iken bile, bu mali mükellefiyetleri bizzat tahsil ettiği veya gerekli yerlere sarfetmek üzere bu mükellefiyet konusu malları Müslümanlar kendisine getirdikleri takdirde bunları kabul ettiği göstermektedir32. Bunun dışında Kur’an’da zekatın miktarı veya oranı açıkça belirtilmemiştir. Zekatın oranı zekata tabi mallara göre değişmektedir. Hz. Peygamber döneminde zekat geniş anlamda düşünüldüğünden, elde edilen mala göre zekatın oranı da farklılaşmıştır. Örneğin define üzerinde devletin payı 1/5’tir, aynı oran ganimet için de geçerlidir; altın, gümüş ve ticaret maddeleri üzerinde zekatın oranı 1/40’tır. Görülüyor ki, zekatta hükümetin payı, 1/5 ila 1/40 arasında değişmektedir. Bu, gelirin cinsine göre değişen ve 1/40, 1/20, 1/10, 1/5 olarak ortaya çıkan bir geometrik dizi halinde ifade edilebilir33. Zekat vergisinin sınırı, bir kişinin bir yıl süreyle devamlı olarak mülkiyetinde bulundurduğu 52 Tola gümüş veya 7,5 Tola altın∗dır. Keza sığır ve ticaret maddeleri üzerine de zekat tarh edilir. Ticaret maddeleri üzerindeki zekat oranı, altın veya gümüşünki ile aynıdır; bir iş olarak icra edilen at vs. alım satımları ile ilgili işlemlere de aynı oran uygulanır. Bununla birlikte, üretici veya artırıcı niteliği olmayan aletler, oturulan evler, elbiseler, ev işleri, taşıma, kıymetli taşlar ve buna benzer öteki nesneler üzerine zekat konulmaz. Zekat, daha fazla servet üretimi için gerekli sermaye malları üzerine konulur, büyüme kabiliyeti olmayan servet üzerine konulmaz34. Modern vergileme açısından servet vergisi olarak adlandırılabilecek olan zekatın konusu, zorunlu ihtiyaçları karşılayacak mal ve mülk dışında kalan altın, ve gümüş, hayvanlar, Tuğ, a.g.e., s. 9-10. Sıddıkî, a.g.e., s. 38-39. 32 Tuğ, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1963, s. 22. 33 Sıddıkî, a.g.e., s. 20-21. ∗ Bu miktar, 603,75 gram gümüş veya 86,25 gram altını ifade etmektedir. Sıddıkî, a.g.e., s. 19. 34 Sıddıkî, a.g.e., s. 19-20. 8 30 31 madenler vs. servet unsurlarıdır. Hanefi hukukçular, zekata tabi malları, uygulanacak şer’i hükümler açısından şu gruplara ayırmışlardır: Hayvanlar, madenler ve defineler, nakitler ve ticaret malları35. Dolayısıyla zekatın konusunu oluşturan mallar ve bu mallara uygulanan oranlar şu şekilde özetlenebilir∗36: -Birikmiş para ve altın, gümüş (İktisab tarihinden itibaren üzerinden 1 yıl geçmiş olmak şartıyla yüzde 21/2 oranında yılda bir defa olarak tahsil edilir) -Ehli hayvan sürüleri (Koyun, keçi, deve, sığır vb. Oranı çeşitli hayvan sürülerinde değişmektedir, yıllık olarak alınır ve aynidir) -Zirai mahsuller (Bu vergi “öşür” olarak adlandırılmıştır. Oranı yüzde 10’dur.) -Ticari mal stokları üzerinden alınan zekat (Oranı yüzde 2,5) -Madenlerden elde edilen mallar (Bu vergi “maden vergisi” olarak adlandırılmıştır. Oranı yüzde 10). -Pazarlara getirilen ticari emtia (Gümrük vergisi niteliğindedir, oranı yüzde 2,5’dur.) Çeşitli gelirlerden farklı oranlarda zekat alınmasının sebepleri şunlardır37: Gelirin gerçekleşmesine sarfedilen emek ve sermaye miktarı ne kadar az olursa, vergileme (zekat) oranı o kadar yüksek olur; tersine emek ve sermaye miktarı çoğaldıkça, zekat oranı azalır. Bunun temel gerekçesi, bütün servetin emek ve sermayenin üretim sürecine sokulmasının bir sonucu olmasıdır ve geliri pek fazla emek ve masraf sarf etmeden elde edenlerle, belirli bir miktar emek ve sermaye harcayarak elde eden fertlerin ödemeleri arasında fark bulunmasının hakkaniyetli görülmesidir. İslamiyetin ilk yıllarında zekata ilişkin olarak kesin ve rakama dayanan oranlara hadisler arasında rastlanmaz. Bu daha çok ayetler ışığında mükellefin takdirine ve duruma bırakılmıştır. Bu dönemde oranlar örf ve adetlere göre belirleniyordu. Çeşitli bölge ve kabilelerin Müslüman halkına gönderilen mektuplarda “zekatı hakkıyla (olması lazım geldiği gibi) ödeyin” şeklinde ibarelere rastlanmaktadır. Belgelerde görüldüğü gibi “zekat ödeyiniz” denmekte ve oranlar rakam olarak açıkça gösterilmemektedir. Bu durumda akla gelen, bu yazıları götürenlerin bu konuda Peygamber’den aldıkları talimata göre sözlü bilgi vermeleri veya bu bölgedeki halkın bu tarz ödemelerde bir örf ve adeti bilmeleridir38. Özellikle İslamiyet Arap Yarımadası’nda kuvvetlenmeye başladıkça, Peygamber, civar kabilelere yazdığı İslam’a davet mektuplarında veya çeşitli kabilelerle imzalanmış antlaşmalarda, gerek vergi konularını ve gerekse vergi oranlarını göstermeye başlamıştır. Bunun yanında İslam idaresine bağlanan bölgelere gönderilmeye başlanan ve çeşitli Akgündüz, a.g.e., s. 154-155. Medine’de Peygamber’in döneminde önceleri zekatın tüm vergileri kapsayacak şekilde geniş anlamda kullanılması nedeniyle, toprak mahsulleri, madenler, pazara getirilen emtia ve ganimetler üzerinden alınan vergiler de zekat kapsamında değerlendiriliyordu. Fakat daha sonra bu vergiler, ayrı birer vergi olarak nitelendirilmiştir. Bu nedenle çalışmada toprak mahsulleri üzerinden alınan öşür, madenler üzerinden alınan maden vergisi, pazara getirilen emtia üzerinden alınan gümrük vergisi ve elde edilen ganimetler üzerinden alınan ganimet vergisi ayrı başlıklar altında incelenmiştir. 36 Tuğ, “İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı”, Maliye Enstitüsü Konferansları, Yedinci Cilt, İstanbul: Sermet Matbaası, 1963, s. 10. 37 Sıddıkî, a.g.e., s. 21-23. 38 Tuğ, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1963, s. 67-68. 9 35 ∗ görevlere sahip olan özel memurlarına (amillere) verdiği yazılı ve sözlü talimatlarla oranlar belirtilmiştir39. Peygamber’in ayrıntılı vergi tarifelerini gösteren yazılarını hazırlattığı ve fakat gerekli yerlere gönderemeden vefat ettiği iddia edilmiştir40. Dağınık ve çeşitli bilgileri taşıyan bu vergi tarifeleri, onun vefatından sonra vergi konu ve oranlarını düzenleyen bir yazıda birleştirilmiş ve bütün eski tarifeler yeni baştan düzenlenmiştir. Kendisinden sonra gelen halifeler vergi oranları ve konularına ilişkin uygulamalarında bu yazılı kurallara bağlı kalmışlardır41. Bu tarifeye ve konuya ilişkin yazılarda hayvanlardan alınan (deve, sığır ve koyun) vergilerin oranı ile nakit ve külçe halindeki altın ve gümüşün tasarruflarının vergi oranları belirtilmiştir. Acaba Peygamber’in uyguladığı bu oranlar değiştirilebilir mi? Bu değiştirme artırma şeklinde mi, yoksa eksiltme şeklinde mi olur? Hz. Peygamber, yazmış olduğu mektuplarda bu konuyu ele almaktadır. Bunlardan biri Yemen’de Hamdân’a yazılan yazıdır. Burada vergi konuları ve oranları gösterildikten sonra, “Kim ki iyi bir şekilde bu oranı fazlalaştırır bu onun için hayırlıdır” denmektedir. Yine, kendisine zekattan başka belli ve belirli bir mali mükellefiyet olup olmadığının sorulması üzerine : “Hayır yoktur, fakat sen tatavvu∗ olarak artırabilirsin” tarzında bir cevap vermektedir42. Üretken mal nisabının üstünden bir yıl geçmekle, zekat, ödenebilir hale gelir, yani 12 aylık bir dönemin geçmesi esastır. Peygamber’in şu hadisi konuyu aydınlatmaktadır: “Üzerinden bir yıl geçmedikçe, hiçbir mal üzerine zekat konulmaz”43. Dolayısıyla zekatta vergilendirme dönemi bir yıldır. Zekattaki bu vergilendirme dönemi Kur’an’daki Tevbe Suresi’nin 9/36. ayetine dayanmaktadır: “Allah katında, ayların sayısı, yeri ve gökleri yarattığı günden beri on ikidir”. Zekat vergisinin ayni yada nakdi olarak verilmesi mümkündür. Zekatın tahsil dönemi ise önceleri Müslümanların anlayış ve imkanlarına veya örf ve adete göre belirleniyordu. Bu konuda Kur’an’da herhangi bir kural yoktur. Vergi tahsil dönemi hadislerde belirtilmiştir44. Yine hadislerde ve Mekke’nin fethinden sonra Bahreyn’deki Abd alKays kabilesi için düzenlenen bir yazıda, zekat adı altında toplanan vergilerin yılda bir kez tahsil edileceği belirtilmiştir45. Bununla birlikte zekatın harcanacağı yerler Kur’an’da Tevbe Suresi’nin 9/60. ayetinde açıkça bildirilmiştir: “Sadakalar (zekatlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, düşkünlere, (zekat toplayan) memurlara, gönülleri (İslam’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışa) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolcuya mahsustur”. Bu ayete göre zekat sekiz ayrı grup için harcanabilir: Yoksullar, düşkünler, zekat memurları, kalpleri İslam dinine ısındırılmak istenenler, kölelikten kurtarılacak kimseler, ağır borç altına girmiş olanlar, Allah yolunda olanlar, yolcular. Zekatın harcanacağı yerlerin Kur’an’da bu şekilde açıkça yer alması, tahsis ilkesinin bir göstergesidir. Ayrıca zekatın harcanacağı yerlerin belirtilmiş olması, onun konuluş amacını da göstermektedir. Böylece gelir dağılımındaki adaletsizliği azaltmak ve yüksek ve düşük gelirliler arasındaki açığı gidermek de hedeflenmektedir. Tuğ, a.g.e., s. 68. Tuğ, a.g.e., s. 59. 41 Tuğ, a.g.e., s. 68. ∗ Tatavvu, Kur'an’da yer almadığı halde ve farz olmadığı halde yapılan ibadetlerdir. Buradaki anlamıyla, zorunlu olmamakla birlikte zekat dışında başka mali mükellefiyetlerin de uygulanabileceğini ifade eder. 42 Tuğ, a.g.e., s. 70. 43 Sıddıkî, a.g.e., s. 44. 44 Tuğ, a.g.e., s. 73. 45 Tuğ, a.g.e., s. 73-74. 10 39 40 Zekatın Medine safhasında kabul edilen 47 maddelik Medine Anayasası (622)’nda doğrudan vergiye ilişkin sorunlara değinmemekle birlikte, 3, 11 ve 12. maddelerde çeşitli zümrelerin mali yükümlülüklerine değinilmiştir. Bu maddeler46: -Kureyş’den olan muhacirler, kendi aralarında adet olduğu üzere, kan diyetlerini ödemeye iştirak ederler. Onlar, savaş esirlerinin kurtuluş fidyelerini müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet ölçülerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir. -Beni Avf, kendi aralarında adet olduğu üzere, önceki şekiller altında kan diyetlerini ödemeye iştirak edeceklerdir. Müslümanların teşkil ettiği her zümre savaş esirlerinin kurtuluş fidyelerini müminler arasındaki iyi ve makul bilinen esaslara ve adalet ölçülerine göre ödemeye iştirak edeceklerdir (Aynı maddeler, Beni Haris, Beni Saide, Beni Cuşem, Beni Neccar, beni Amr b. Avf ve Beni Evsler için tekrarlanmıştır). -Müminler, kendi aralarında ağır mali mesuliyetler altında bulunan hiç kimseyi bu durumda bırakmayacaklar. Kurtuluş fidyelerini veya kan diyeti gibi borçlarını iyi ve makul bilinen esaslara göre vereceklerdir. Bu maddelere Mekke’deki mali mükellefiyetlerden farklı olarak47; -Mecburiyet esası konmuştur. -Müeyyideye bağlanmıştır. -Müslim ve gayrimüslim ayırımı yapılmamıştır. -Kanunda gösterilen Medine şehir-devleti camiasına dahil olmak bu mükellefiyetin doğumu için yeterlidir. Medine’de inen ayetlerde mali mükellefiyetlerden sadaka ve zekat olarak bahsedilmeye başlanmıştır. Zekat konusundaki hadisler, Kur’an’daki ayetlerden daha fazladır. Ayrıca birtakım resmi belgelerde de zekata ilişkin hükümlere yer verilmiştir. Kaynak niteliği taşıyan bu belgeler48; bir kabile veya bir bölge halkıyla imzalanmış, karşılıklı şartları kapsayan sözleşmeler (muahedeler), bir anlaşmazlık sonunda kabul ettirilen şartları kapsayan barış anlaşmaları (sulhnameler), askeri, idari, mali konular ile propagandaya bakanlara gönderilen talimat ve haberleri içeren mektuplar veya onlardan Medine’ye gelen mektup ve yazılar, İslam’a girmeye davet eden mektuplar (propaganda mektupları) ve belirli kimselere arazi tahsislerini içeren belgelerdir. Peygamber bir yandan Medine İslam devletinin başkanı ve diğer yandan bir peygamber sıfatıyla, Arap Yarımadası’nın bir çok yerlerine gönderdiği resmi yazılarda bölge halkına, Müslümanların tabi olduğu vergileri göstermiş ve kendilerini bunlarla mükellef tutmuştur. Ayrıca bu yeni devleti temsilen çeşitli yetkilerle (vergi toplama, din öğretimi, mülki idare gibi) gönderilen memurlar, çeşitli isimler altında ve fakat zekat ve sadaka kavramı içinde kalan vergileri toplamışlar ve bunları merkeze nakletmişlerdir49. 2- Öşür Coşkun Can Aktan, Haklar ve Özgürlükler Antolojisi, Ankara: Hak-iş Yayınları, 2000, s. 637. Tuğ, a.g.e., s. 32. 48 Tuğ, a.g.e., s. 48. 49 Tuğ, a.g.e., s. 54. 46 47 11 Öşürün sözlük anlamı, onda birdir. Çoğulu ise “aşar”dır. Öşür, kelime olarak Kur’an’da ifade edilmemekle beraber, En’am Suresi’nin 6/141. ayetinde “Ve hasat günü, onun hakkını verin” buyurulmuştur. Bu ayette geçen “hakk” kelimesi, öşür anlamında kullanılmıştır50. Öşür, toprak, arazi şeklindeki servetin iradı üzerinden alınır. Yine Bakara Suresi’nin 2/267-268. ayetlerinde öşür ile ilgili şu emir yer almaktadır: “Ey inananlar, kazandıklarınızın ve topraktan sizin için çıkardıklarımızın en iyilerinden infak edin(harcayın). İstemeye istemeye kabul edebileceğiniz kadar kötü kısımlarını vermeyi sakın aklınızdan geçirmeyin”. Hz. Peygamber aşağıdaki hadisinde bu ayetleri açıklamaktadır: “Yağmur, dere veya nehirle sulanan toprağın ürününden 1/10 ve kuyu ile sulanan toprağın ürününden 1/20 oranında alınır”51. Bir başka hadiste de; “...topraktan çıkan şeylerde öşür vardır...” demiştir. Zirai mahsulden alınan sadaka içindeki vergiler için resmi belgelerde öşür tabiri kullanılmıştır52. Zirai ürünlerden alınan öşürün oranı, çeşitli topluluklara gönderilen resmi mektuplarda belirtilmiştir. Bu oran, toprağın sulanmış veya sulanmamış oluşuna göre değişir. Sulanmamış toprak ürününden 1/10 oranında, sulanmış toprak ürününden ise 1/20 oranında öşür alınır. Sulanmış veya sulanmamış toprak arasındaki fark, sulama halinde çiftçinin, bu iş için emek ve sermaye harcamasından ileri gelmektedir. Eğer toprak çiftçinin emeği ve yaptığı birtakım masraflarla sulanmışsa öşürün oranı 1/20’dir. Fakat toprağın sulanması için çiftçi hiçbir emek veya sermaye harcamamışsa, toprak yağmurla sulanmışsa bu oran 1/10’a yükselir. Öşür vergisinin alınabilmesi için şu şartlar gerekir:53 1- Mahsulün elde edildiği arazi “arazi-i öşriyye”den olmalıdır. Yani söz konusu arazinin sahiplerinin kendiliğinden Müslüman olması, sahiplerinden savaşla alınıp Müslümanlara paylaştırılmış olması, ölü bir toprağın Müslümanlar tarafından ihya edilmesi veya sahibi olmayan bir toprağın devlet başkanı tarafından herhangi bir Müslümana mukataa yoluyla verilmiş olması şarttır. Bu şartlardan birine sahip olan, araziyi tasarruf ederek ondan mahsul elde etmiş olan kişinin öşür vergisini ödemesi gerekir. Buna ilişkin olarak Kur’an’da En’am Suresi 6/141. ayet, sünnet ve icma, bu vergiye kaynak olarak gösterilir. 2- Arazi sahibi Müslüman olmalıdır. 3- Elde edilen mahsule tam sahip olmalıdır. 4- Araziden mahsul elde edilmiş olmalıdır. 5- Mahsul nisaba erişmiş olmalıdır. [Öşrün alınabilmesi için ona konu olan malın miktarı (nisabı) konusunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Ebu Hanife’ye göre öşürde nisab aranmaz. Yerden çıkanın azlığı veya çokluğuna bakılmadan öşrü alınır. İmam Ebu Yusuf ve Muhammed ise, bu miktarın beş vesk54ten az olmaması gerektiğini ifade etmiştir55.] Öşürün zekattan farkı, öşürün küçüklerin, mümeyyiz olmayanların, vakıfların sahip olduğu mallar üzerinden de alınmasıdır. Halbuki, zekatta durum böyle değildir56. Öşür haractan da farklıdır. Öşür, ancak bir mahsul olduğu zaman yükümlülük doğurur. Mahsul batmışsa, öşür Kazıcı, a.g.e., s. 32. Sıddıkî, a.g.e., s. 71-72. 52 Tuğ, a.g.e., s. 55. 53 Kazıcı, a.g.e., s. 33. 54 Vesk, eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsüdür, 1 vesk= 200 kg., 5 vesk= 1000 kg.etmektedir. 55 Kazıcı, a.g.e., s. 34. 56 Sıddıkî, a.g.e., s. 71. 50 51 12 alınmaz. Öşürün sebebi, fiilen üretken olan bir topraktır. Halbuki, haracta toprağın niteliği, mutlak verimliliktir57. Öşüre tabi zirai ürünler konusunda farklı görüşler mevcuttur. Bazı yazarlara göre, öşüre tabi zirai ürünler; buğday, arpa, hurma ve kuru üzümdür. Rivayet edilen birçok hadiste Hz. Peygamber’in bu dört ürün dışındaki ürünlerden vergi alınamayacağı bildirilmiştir. Bu ürünler dışındaki meyve ve ekinler vergiye tabi değildir58. Bazı yazarlara göre ise bu dört zirai ürün dışında kalan tahıllar, yabani ağaçların yemişleri, diğer meyveler, yeşil sebzeler vb. toprak ürünleri ve bal da öşüre tabidir59. Öşür, sahipsiz topraktan da alınır. Çünkü öşüre tabi bir ürünü teslim etmek için, bir bakıcının bulunması gerekli değildir. Öşür, vakıf topraklarının ürünlerinden, küçüklere, gayrı mümeyyizlere ve okullara ait topraklardan, ticaret yapmasına müsaade edilmiş kölelerden ve borçlu kimselerden de alınır. Bunun dayanağı, harac gibi, öşrün de üretken topraktan alınmasıdır. Bu yüzden önemli olan, malik değil, ürünüdür60. Hz. Peygamber ise Yemen’e vergi tahsil yetkisi ile gönderilen memurlarına sadece buğday, arpa, hurma, kuru üzümden öşür toplama yetkisini tanımaktadır61. 3- Harac Gayrimüslimlerden alınan bir arazi mahsulü vergisidir. Harac vergisinin kökeni, değişik isimler altında da olsa, Hz. Peygamber’in sağlığına kadar uzanmaktadır. Fakat daha çok Halife Ömer döneminde gelişmiş ve uygulanmıştır. Hz. Peygamber döneminde bu verginin uygulandığına dair tek belge, Peygamber’in, Hayber ve çevresi Hicri yedinci yılda fethedildiği zaman, buraların gayrimüslim halkı ile yıllık mahsulün yüzde 50’sini İslam devletine ödemeleri şeklinde yaptığı yazılı anlaşmadır. Bu anlaşma dışında, haracın Peygamber döneminde uygulanma şeklini, oranlarını, tahsil yöntemlerini gösteren ayrıntılı belgeler yoktur. Ancak Hicri ilk on yılın son yıllarında kaleme alınmış sulhname ve idari mektuplarda, Peygamber’in gayrimüslimlerden arazi vergisi aldığına dair ibarelere rastlanmaktadır. Örneğin, Bahreyn bölgesinin mahalli valisi Munzır Sâvâ’ya gönderdiği resmi mektupta şöyle demektedir: “Sana vergi memuru ve elçi olarak Kudâme ve Ebû Hureyre’yi gönderiyorum. Onlara arazi vergisi olarak senin tahsil etmiş olduğun vergileri teslim et”62. Kur’an’da harac tabiri açıkça kullanılmamakla birlikte, gayrimüslim bölgelerden gelen çeşitli gelirlere Haşr Suresi’nin 59/7. ayetinde “fey” tabiri altında değinilmekte ve bunların harcanma şekli açık olarak gösterilmektedir: “Allah’ın fethedilen küffar memleketlerinden Resulüne verdiği fey Allah’a, Resulüne, yakınlık sahiplerine, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir”. Fey kavramı içine giren gelirlerin türleri oldukça tartışmalı olmakla birlikte, bu kavrama fetihler nedeniyle geçici olarak elde edilen çeşitli gelirler dışında, vergi olarak gayrimüslimlerden alınan cizye, harac ve gümrük vergilerini de dahil eden yazarlar vardır63. Halife Ömer, harac vergisini kendisi ve Medine istişari (danışma) meclisinin yardımıyla geliştirmiştir. Bunun temel nedeni Kur’an’da doğrudan doğruya arazi vergisi mahiyetinde haraca dair bir verginin düzenlenmemiş olması ve Peygamber’in bu konudaki uygulamasındaki boşluktur64. Dolayısıyla haracın uygulanma esasları, Halife Ömer Sıddıkî, a.g.e., s. 72. Abdulkadim Zellum, İslam’da Maliye, Tercüme: Selim Gökay, Ankara: Ta-ha Yayıncılık, 1997, s. 213-215. 59 Bakınız: Osman Eskicioğlu, İslam Hukukunda Vergiler, İzmir: Anadolu Matbaacılık, 1996, s. 65; Sıddıkî, a.g.e., s. 72. 60 Sıddıkî, a.g.e., s. 75. 61 Tuğ, a.g.e., s. 55. 62 Tuğ, Salih., “İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı”, İstanbul: Sermet Matbaası, Maliye Enstitüsü Konferansları, Yedinci Cilt, 1963, s. 14-15. 63 Bakınız: Tuğ, a.g.e., s. 15. Bu çalışmada bu yöntem benimsenmediğinden, gayrimüslimlerden alınan cizye ve harac ayrı birer vergi olarak incelenmiştir. 64 Tuğ, a.g.e., s. 15. 13 57 58 döneminde İslam hukukunun ana kaynaklarından olan icma, yani dönemin din alimleri ile sahabilerin ortak kararı (içtihadları) ile belirlenmiştir. Bu dönemde haracın yaygınlık kazanmasındaki neden, bu dönemde fetihlerin artmasıdır. Halife Ömer, Sasanilerin aynı yüzyılda uygulamış oldukları arazi vergisine dair düzenleme ve meydana getirdikleri mevzuatı, bazı değişikliklere tabi tutarak özellikle vergi teşkilatı alanında benimsemiş ve İslam hukukunda mevcut bazı boşlukların doldurulmasında, şayet İslam hukuku ile çatışmıyorsa bu yabancı hukuk hareketinden yararlanmıştır65. Haracın şartları şunlardır: 1- Arazinin “arazi-i haraciyye”den olması gerekir. Bu savaşla alınan yerin, gayrimüslim olan eski sahipleri elinde bırakılması, fethedilen yerin, gayrimüslim olan sakinlerinin oradan gitmeleri ve yerlerine başka yerden yine gayrimüslimlerin getirilip yerleştirilmesi veya sulh ile fethedilip, bir vergi karşılığında gayrimüslim olan halkına terk edilmesi ile mümkündür66. 2- Vergi mükellefi gayrimüslim olmalıdır. Harac iki türlüdür: 1- Harac-ı Rüûs. 2- Harac’ul-ard: Arazi haracı olan bu vergi de kendi arasında ikiye ayrılır: a) Harac-ı Mukaseme (Orantılı Haraç): Arazinin hasılatından toprağın dayanıklılığına göre onda birden yarıya kadar alınmak üzere belirlenen miktardır. Alınacak olan bu miktar, hiçbir zaman hasılatın yarısını geçemez. Bu tür harac, hasılata bağlıdır. Hasılatın bir yıl içinde tekrarlanması ile harac da tekrar alınır. Araziden hasılat elde edilmiş olması şarttır. b) Harac-ı Muvazzaf (Sabit Haraç): Ziraata elverişli arazide, yine toprağın dayanıklılığına göre maktu olarak tarh edilen vergidir. Tabiat ürünleri üzerine olduğu gibi, birim arazi veya ağaç başına konan sabit bir yükümlülüktür. Böyle bir araziyi tasarruf eden çiftçi, elindeki toprakta ziraat etmemekle bu vergiden kurtulamaz. Buna karşılık, yıl içinde hasılat tekrarlansa bile, maktu olarak konmuş bulunan vergiden başkası alınamaz67. Haracın miktarı, toprağın cinsine, araziye ekilen şeye ve arazinin sulanış tarzına göre değişiklik gösterir. Haracı vergi memuru (âmil) takdir eder68. Sabit harac konusunda Hz. Ömer’in uzak topraklar için benimsediği oranlar temel oluşturmuş ve genellikle artırılması yönüne gidilmemiştir. Bu oranlar, şu şekildedir69: Buğday Arpa Üzüm Bostan Ş. Kamışı Pamuk Hardal Sebzeler Dönüm başına yıllık 2 dirhem Dönüm başına yıllık 1 dirhem Dönüm başına yıllık 1 dirhem Dönüm başına yıllık 1 dirhem Dönüm başına yıllık 6 dirhem Dönüm başına yıllık 5 dirhem Dönüm başına yıllık 8 dirhem Dönüm başına yıllık 3 dirhem Hz. Ömer’in koyduğu yukarıdaki oranlar dışında, harac, bir de vergi taşıyabilme kapasitesi üzerinden alınır. Hanefi bilginler, azami vergi taşıyabilme kapasitesini, bütün ürünün ½’si olarak tespit etmişlerdir. Bu yüzden, harac gerek sabit olsun gerekse orantılı olsun, bu azami oran aşılmamalıdır. Bununla birlikte, toprak bu oranı kaldıramıyorsa, söz konusu oran gerekli ölçüde düşürülür. Fakat, hiçbir durumda, Hz. Ömer’in koyduğu oranları artırmak yoluna gidilmez. Bununla birlikte Dürr’a göre, bir asgari ve bir azami vardır ve harac, hiçbir zaman, bütün ürünün 1/5’inden aşağı düşmez ve ½’yi aşmaz70. Tuğ, a.g.e., s. 16. Kazıcı, a.g.e., s. 39. 67 Kazıcı, a.g.e., s. 39-40. 68 Kazıcı, a.g.e., s. 41. 69 Sıddıkî, a.g.e., s. 83-84. 70 Sıddıkî, a.g.e., s. 84. 65 66 14 Haracta kullanılan ölçü olarak, harac ilk konulduğu zaman o bölgede kullanılan ölçü, temel olarak benimsenir. Orantılı harac bakımından hangi ölçünün benimsendiği önemli değildir; ancak sabit harac bakımından, standart bir ölçü gereği ortaya çıkar. Böyle durumlarda, genellikle kullanılan ölçü sekiz ritl’e∗ eşittir71. Bir toprak üzerinde bir kere harac tespit edilirse, bu, toprağın sulama usulü ve nitelikleri değişmedikçe, ne arttırılır, ne de azaltılır. Sulama usulünde ve niteliklerde meydana gelen bir değişiklik ile toprak sahibinin verimliliği arttırıcı veya eksiltici bir hareketinden doğan değişikliklerde vergi miktarı değişmez. Bununla birlikte, çiftçinin aleyhine olarak bir tabiat olayından doğan değişikliklerde, örneğin nehrin kuruması veya toprak çökmesi durumunda, devlet zararın giderilmesine katlanmalı ve toprak ekilmeden kaldığı sürece haractan vazgeçmelidir. Fakat zararın giderilmesi imkansızsa, topraktan da, örneğin otlak gibi bir başka amaçla yararlanma durumu yoksa, sonunda haractan vazgeçilir. Aksine sulama usulündeki değişiklik toprağın lehine bir sonuç doğuruyorsa ve bu değişiklik sürekli ise, devlet, toprak sahibinin ve kendisinin menfaatlerini göz önüne alarak, harac oranını artırabilir. Fakat bu değişiklik arızi ve geçici ise, harac hiçbir şekilde arttırılmaz72. 4- Cizye Gayrimüslimlerden alınan ve Müslümanlardan alınan zekatın karşılığı olan cizye vergisi, fethedilen topraklardaki bu gayrimüslimlerin (zımmilerin) İslam devletinin himayesine girmeleri ve askerlik gibi bazı mükellefiyetlerin dışında tutulmaları karşılığında alınır. Cizye kelimesi, ceza kelimesinden gelir ve “iyi veya kötü bir şeyin karşılığı, tazmini” anlamını taşır73. Cizye karşılığında gayrimüslimler iki hakka sahip olurlar: Birincisi, kendileri ile savaşılmaz. İkincisi de, kendilerine ve haklarına gelebilecek olan herhangi bir tehlikeye karşı onları korumak devletin görevidir74. Peygamberin şu sözlerini hatırlarsak Zımmilerin durumu daha bir açıklığa kavuşur: “Zımmi statüsünü elde ettikten sonra, bir fert Allah’ın ve Peygamberin himayesi altına girer75. Kur’an’da cizye vergisi Tevbe Suresi’nin 9/29. ayetinde yer almakta, ancak zekatta da olduğu gibi ayrıntıya girilmemektedir. Kur’an’da cizyeye ilişkin bu tek ayet ve Peygamber’in hadisleri ve antlaşmaları, İslam’da cizye vergisi mevzuatını oluşturur76. Tevbe Suresi’nin 29. ayetinde şöyle emredilmektedir: “Kendilerine Kitap verildiği halde, Allah’a ve hesap gününe inanmayanlar üzerine savaş açın, ta ki, kendi elleriyle cizyeyi teslimiyetle ödeyinceye kadar”. Buradaki “kendi elleriyle cizyeyi teslimiyetle ödeyinceye kadar” ifadesi, zımmilerin İslam idaresine teslimiyetlerini işaret etmektedir77. Aslında İslamiyet’in ilk yıllarında imzalanmış sulhanamelerde cizye şartı hiçbir defasında yer almıyordu. Fakat Hicri yedinci yılda Hayber bölgesini ve sekizinci yılda Mekke’yi fetih ile İslamiyet sadece siyasi değil, aynı zamanda askeri kuvvet ve kudretini bütün Arap yarımadasına ve komşu imparatorluklara kabul ettirmiş bulunuyordu. Bu dönemdeki sulhnamelerde ve mektuplarda cizye vergisi ifade edilmeye başlandı. Örneğin, Peygamber’in Mekke’nin fetih yılı olan Hicri 9. yıldan önceki dönemde Heraklius’a gönderdiği mektupta ∗ Ritl, 130 dirhemlik (436.8 gram) bir ağırlık ölçüsü birimidir. Bakınız: http://www.angelfire.com/zine2/dinibilgiler/DiniSozluk/dsr2.htm Sıddıkî, a.g.e., s. 88. 72 Sıddıkî, a.g.e., s. 89. 73 Sıddıkî, a.g.e., s. 110. 74 Kazıcı, a.g.e., s. 37. 75 Sıddıkî, a.g.e., s. 13-14. 76 Tuğ, a.g.e., s. 12. 77 Sıddıkî, a.g.e., s. 119. 15 71 İslam’a davet vardır: “... Şayet İslam’a girmezsen (cizye) öde...” 78. Aynı şekilde Peygamber’in Yemen Yahudilerinden ve Necran’lı Hıristiyanlardan cizye aldığı bilinmektedir. Yine Yemen halkına şöyle bir mektup yazmıştır: “...Yahudi ve Hıristiyan olan kişi dininden dolayı işkence ve baskıya uğratılmayacaktır. Ancak onun cizye vermesi gerekecektir”79. Burada mağlup edilen iki sınıf insan arasında bir ayırım yapmak gerekmektedir. Bunlardan birincisi, aslında savaşmadan bir Zımmi anlaşması ile İslam devletine giren, öteki de, savaştıktan sonra teslim olmak zorunda bırakılan insanlardır. Bu iki sınıf arasında kendilerine yapılan muamele bakımından çok az bir ayrılık vardır. Birinciler, bir anlaşmayı kabul etmişlerdir ve kendileriyle olan ilişkiler, bu anlaşmanın şartlarına sıkı sıkıya bağlı kalınarak yürütülür. Hz. Peygamber’in bir hadisi, bu noktayı aydınlatmaktadır. Hadis şöyle buyurmaktadır: “İnsanlarla savaşır ve onların direncini kırarsanız ve onlar da harac ödemeyi kabul ederse (başka bir hadise göre, sizinle anlaşmaya varırlarsa), taahhüt edilen miktardan, fazla almayın”. Konu başka bir hadisle de doğrulanmaktadır: “Biliniz ki, kimse, aman sahibine zulmetmeyecek, onun hakkını yemeyecek, veya ona tahammülünü aşan bir yük yüklemeyecektir; (böyle yaparsa) hüküm günü, ona karşı ben davacı olacağım”. Bu hadisin ışığında, böyle kimselerden, anlaşılan miktardan fazla vergi alınmayacak, topraklarına yaklaşılmayacak, kendileri sert ceza kanunlarına tabi kılınmayacak, dini işlerine karışılmayacak, şeref ve haysiyetlerine tecavüz edilmeyecektir”80. İkinci kategori insanlara, yani bir çarpışmadan veya savaştan sonra kendileriyle Zımmi anlaşması yapılan kimselere, farklı kurallar uygulanır. İtaat altına alınan bu türlü gayrimüslimler, kesinlikle tanımlanmış şu haklara sahip olurlar: Cizyenin miktarı, mali durumları göz önünde tutularak tespit edilir. Böylece, zenginler en çok, orta sınıf daha az ve yoksullar da en az cizye öderler. Dilenciler veya bedeni yetersizliklerinden dolayı ödeyemeyecek durumda olanlardan vergi alınmaz81. Cizye ya bir anlaşma veya antlaşma ile konulur ve bu durumda miktar, anlaşma şartlarına göre tespit edilir ve sonradan değiştirilemez veya silah gücüyle fethedilen bir bölgenin halkı üzerine imam (devlet başkanı) tarafından konulur. Cizye bu şekilde konmuşsa, bu durumda yıllık oran, zenginler için 48 dirhem, orta sınıf için bunun yarısı, ancak geçimlerini temin edebilecek kadar kazanan yoksullar için de, bu meblağın dörtte biri olarak tespit edilir82. Cizye vergisinin azami miktarı, Peygamber dönemindeki bir dinarı veya on dirahmiyi aşmamaktadır83. Cizyenin değişik bölgelerde değişik oranlarda tahsil edildiği görülmüştür. Örneğin Hz. Ömer döneminde cizye vergisi, zenginler aylık 1 rupiye, orta sınıf aylık ½ rupiye, yoksullar aylık ¼ rupiye olarak uygulanmıştır84. Cizyenin konusu, kişinin fiziki varlığıdır, yani cizye bir baş vergisidir. Cizyenin şartları şunlardır85: 1- Hür olmak, 2- Akıllı olmak, 3- Erkek olmak, 4- Sıhhatli ve sağlam olmak, 5Çok fakir olmamak, 6- Çalışamayacak kadar ihtiyar olmamak, 7- Halk arasına karışıp çalışan rahip olmak. Tuğ, a.g.e., s. 11-12. Zellum, a.g.e., s. 83-84. 80 Sıddıkî, a.g.e., s. 110-111. 81 Sıddıkî, a.g.e., s. 116. 82 Sıddıkî, a.g.e., s. 117. 83 Tuğ, a.g.e., s. 13. 84 Sıddıkî, a.g.e., s. 112-113. 85 Kazıcı, a.g.e., s. 37. 78 79 16 Gayrimüslimlerden toplanan vergiler hangi alanlara harcanacağına ilişkin olarak Kur’an’da, zekatta olduğu gibi, açık bir hükme rastlanmamaktadır. Hadislerden çıkarılan hükme göre bunların sarf yerleri devlet başkanının takdir yetkileri dahilinde bulunmaktadır86. Cizyede ödeme kolaylığı sağlamak amacıyla bazen ayni, bazen de nakdi olabilir. Yılda bir defa alınır. Yine kolaylık sağlaması açısından iki taksitte alındığı da görülmüştür. 5- Maden Vergisi Hanefilere göre sadece katı, fakat eriyebilen ve darbedilebilen altın, gümüş, demir, bakır, kurşun vb. madenler vergiye tabidir. Vergi oranı, hasılanın yüzde 20’sidir87. İşletilmesi bir masraf gerektiren madenler devletin mülküdür ve ferde orada çalışmak izni verilirse, kendisi, zekatına ilaveten yüzde 20 maden vergisine tabi olur88. Madenlerde de mali bir mükellefiyetin bulunduğu Kur’an’da açıkça belirtilmemiştir. Ancak gerek Mekke ve gerekse Medine’de inen ayetlerde mallardan bazı kısımların ayrılacağına dair kurallar konulmuştur. Peygamber Medine’de bazı konularda ödenmesi gerekli vergilerin bulunduğunu çeşitli kabilelerine yazı ile bildirmiştir. Madenler de bunlardandır. Peygamber’in madenlerden vergi aldığı da kesindir. Ancak Arap Yarımadası’nın bu alanda geniş imkanlara sahip olmaması dolayısıyla kendisinin bu konudaki uygulamaları sınırlı kalmaktadır89. Bir müslüman veya gayrimüslim, hür veya köle, küçük veya yetişkin olsun, altın, gümüş gibi vergilenebilir bir maden bulursa, bulunanın beşte biri vergi olarak alınır ve geriye kalan beşte dördü bulana ait olur90. Maden, bulanın meskeninde veya ambarında keşfedilirse vergi alınmaz, fakat toprağında bulunursa vergi alınır. Meskenle toprak arasındaki fark, toprağın harac ve öşür gibi kamu yükümlülüğüne tabi olması, oysa meskenin vergiye tabi olmamasından ileri gelmektedir. İnci ve amberden beşte bir vergi alınmaz. Genellikle, denizden çıkartılan şeylerden, bunlar altın veya gümüş bile olsalar, denizin dibinde olmaları dolayısıyla fetih konusu olamayacaklarından vergi alınmaz. Aynı şekilde, dağlarda bulunduğu takdirde, firuze, yakut, topaz gibi taşlardan da vergi alınmaz. Çünkü Hz. Peygamber, “taşlardan beşte bir vergi alınmaz” buyurmuştur. Ancak bunlar ticaret maddesi olarak kullanılırsa, zekata tabi olurlar91. 6- Ganimet Ganimet, savaşta düşmandan alınan şeylere denmektedir. Ganimetin beşte biri devlete ait olup, geri kalanı gaziler arasında paylaştırılır92. Ganimete ilişkin Kur’an hükümleri Enfal Suresi’nde yer almaktadır. Bu surenin 8/1. ayetinde “Sana enfalden soruyorlar, de ki, enfal Allah ve Resulünündür” buyurulmuştur. Yine aynı surenin 8/41. ayetinde de ganimet üzerinde devletin payı bildirilmiştir: “Biliniz ki ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allah’a, Peygamber’e, yakın akrabalara, öksüzlere, muhtaçlara ve yolculara aittir”. Fey ise savaşta, hile, öldürme ve baskın gibi bir zorlama olmaksızın düşmandan alınan her şeyi ifade eder. Ganimette olduğu gibi bunun da beşte biri devlete aittir93. Haşr Suresi’nin Tuğ, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1963, s. 36. 87 Sıddıkî, a.g.e., s. 130. 88 Sıddıkî, a.g.e., s. 131. 89 Tuğ, a.g.e., s. 60. 90 Sıddıkî, a.g.e., s. 133. 91 Sıddıkî, a.g.e., s. 133-134. 92 Kazıcı, a.g.e., s. 41-42. 17 86 59/7. ayetinde fey ile ilgili şu ayet yer almaktadır: “Allah’ın fethedilen küffar memleketlerinden Resulüne verdiği fey Allah’a, Resulüne, yakınlık sahiplerine, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir”. Daha önce de belirtildiği gibi, fey kavramı içine hangi gelirlerin girdiği tartışmalı bir konudur. 7- Gümrük Vergisi Pazara satılmak üzere getirilen emtia üzerinden alınan bir vergiydi. Bu vergi, Peygamber döneminde gayrimüslimlerden alınırken, Hz. Ömer zamanından itibaren Müslümanlardan da tahsil edilmeye başlanmıştır. Hz. Peygamber döneminde bu verginin uygulandığına ilişkin ayrıntılı bilgiler olmamakla birlikte, bu verginin tahsili konusunda Hz. Ömer’i görevlendirdiği bilinmektedir. Bu vergi Halife Ömer zamanında yaygınlık kazanmış ve esasları belirlenmiştir94. Halife Ömer döneminde gümrük vergisi mükellefleri sınıfa ayrılmış ve Müslüman tüccarlardan yüzde 2,5 (1/40); gayrimüslimlerden yüzde 5 (1/20) ve kendileriyle savaşılanlardan da yüzde 10 (1/10) oranında tahsil edilmiştir95. 8- Olağanüstü Vergiler Hz. Peygamber döneminde istisnai zaman ve durumlarda alınan vergilerdir. Bunlardan fıtır sadakası, savaş masraflarına katılma, kıtlık ve doğal afet gibi olağanüstü zamanlarda ve bulunmuş şeyler üzerinden (define, lukata, denizde bulunmuş şeyler vb.) alınırdı96. Fıtır sadakasını Müslüman olan küçük, büyük, hür veya köle herkesin ödemesi gerekirdi. Harcama yerleri ise zekat ile aynıydı. Hz. Peygamber’in “Sizin servetinizde zekattan başka haklar da vardır” hadisinden hareket eden hukukçular, devletin olağanüstü durumlarda geçici olarak yeni vergiler koyabileceğini belirtmişlerdir. “Nevaib” adı vergilen bu vergiler, kuraklık ve kıtlık gibi durumlarda asgari geçim indirimi kendilerine bırakılmak suretiyle zenginlerin mallarını içine alan vergilerdir97. Fakat uygulamada bazı ülkelerde bu vergilerin süreklilik kazandığı görülmüştür. V. ANAYASAL İKTİSAT PERSPEKTİFİNDEN BİR DEĞERLENDİRME İslam hukukunun asli kaynakları olan Kur’an, sünnet, icma ve kıyasa dayanan ve zekat, öşür, harac ve cizyeden oluşan İslam vergi hukuku, İslam devletlerinde vergileme alanında uygulanacak kuralları içermektedir. Dolayısıyla İslam devletlerinde uygulanan vergilerin, bu dört vergiden ibaret olması gerekir(di). Yani vergiler şer’i kaynaklara dayalı vergilerden oluşmalıdır. Fakat uygulamada çeşitli nedenlerle ortaya çıkan mali sıkıntılar dolayısıyla, içeriği insanlar tarafından belirlenen örfi hukuk çerçevesinde “örfi vergiler” olarak adlandırılan vergilere de sıklıkla rastlanmıştır. Mali sıkıntılar arttıkça örfi vergilerin sayısı çoğalmış ve şer’i vergileri kat kat aşan boyutlara ulaşmıştır. Bu örfi vergiler, tamamen devlet yöneticilerinin yetkileri dahilinde konulmuş ve uygulanmış vergilerdir. Bölgelere göre farklı isimler altında ve farklı oranlarda uygulanan bu vergilerin bir çoğu, devlet yöneticilerinin keyfi uygulamalarının bir ürünüdür. Bir kez bu vergiler konusunda yetki sahibi olan devlet yöneticileri bu vergileri kontrolsüzce artırmışlar ve böylece şer’i hukuka aykırı birçok örfi vergi uygulamaya koymuşlardır. Kazıcı, a.g.e., s. 42. Tuğ, a.g.e., s. 63. 95 Kazıcı, a.g.e., s. 42. 96 Tuğ, a.g.e., s. 64-66. 97 Ahmet Debbağoğlu, İslam İktisadına Giriş, İstanbul: Dergah Yayınları, s. 376. 93 94 18 Özellikle örfi hukuk kaynağı olarak nitelendirilen kamu yararı (istislâh) kapsamında devlet yöneticileri tarafından hukuki düzenlemelere gidilmiş ve bu bağlamda ek bazı vergiler konulmuştur. Örfi vergiler, daha çok bu örfi hukuk kaynağına dayandırılarak uygulanmıştır. Fakat kamu yararı kavramının içerdiği belirsizlik nedeniyle, bu hukuk kaynağı devlet yöneticilerinin yeni örfi vergiler koymasına uygun ortam hazırlamıştır. Ancak olağanüstü durumlarda uygulanması ve geçici olması şartıyla kabul edilen bu vergilerin, zamanla olağan vergiler haline geldiği görülmüştür. İslam hukukunun asli kaynaklarında yer almayan ve hilali, marafik, maavin, makus, urfi gibi adlar altında uygulanan bu vergiler, bazı yöneticiler tarafından zaman zaman kaldırılmışsa da, sık sık yeniden ortaya çıkmışlardır. Bu vergiler dışında bir çok İslam devletlerinde çeşitli dönemlerde “nevâib” adı verilen vergilerin de uygulandığı görülmüştür. Önemle belirtelim ki, İslam vergi hukukunda –şer’i hukuk kapsamında- genel olarak vergilerin ne üzerinden alınacakları (yani verginin konusu) belirlenmiştir. İslam vergi hukuku açısından, vergilerin Kur’an ve sünnet hükümlerine uygun olarak salınması ve uygulanması gerekir. Özellikle İslam hukukunun anayasası olarak nitelendirilebilecek Kur’an ve Hz. Peygamber’in davranış ve sözlerinden oluşan sünnet, İslam vergi hukukuna ilişkin kuralları içermektedir. Bu kurallar dışında konulan vergiler tamamen devlet yöneticilerinin takdirine bağlıdır. İslam devletlerinde Kur’an ve sünnetin içerdiği kurallar dışındaki takdiri uygulamalar, çeşitli devlet yöneticileri tarafından suiistimal edilmiştir. Kur’an ve özellikle de Peygamber’in sünneti ile şekillenen vergileme uygulamaları dışında kalan örfi vergiler zamanla keyfi vergilere dönüşmüştür. Anayasal iktisat felsefesi açısından; devletin, temelinde insan olan soyut bir kavram olduğu ve devlet yöneticilerinin de temelde çıkar maksimizasyonu amacını taşıyan bireyler olduğu anlayışı hakimdir. Devlet yönetimine gelen bireylerin, tıpkı özel yaşamında olduğu gibi, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeleri, ekonomik alandaki yetkilerinin genişliği ile bağlantılıdır. Çerçevesi çizilmemiş ve kuralları açıkça belirlenmemiş bir ekonomik alanda faaliyet gösteren yöneticiler, kamu yararı kavramına sığınarak takdiri ve keyfi uygulamalara gidebilmektedirler. İşte Anayasal İktisat teorisi, siyasal iktidarların ekonomi alanındaki yetkilerini kötüye kullanmalarını önlemede, bu yetkilerin anayasal kurallarla çerçevesinin çizilmesi gerektiğini savunur. Nobel Ekonomi Ödülü sahibi James M. Buchanan öncülüğünde geliştirilen bu teori, siyasal iktidarların özellikle vergi, harcama, borçlanma ve bütçe üzerindeki güç ve yetkilerinin anayasayla sınırlandırılmasını önerir.98 Vergi konularının ve vergi oranlarının anayasada açıkça yer alması, vergileme alanındaki anayasal sınırlamaların temelini oluşturur. 98 Anayasal iktisat konusunda Şu iki temel Türkçe kaynağa müraacat edilebilir: Vural Savaş, Anayasal İktisat, İstanbul: Beta Yayıncılık, 1989: C.C.Aktan, Anayasal İktisat, İstanbul: İz yayıncılık, 1997. Anayasal iktisat yaklaşımı ve bu yaklaşım çerçevesinde savunulan “anayasal vergi reformu konusunda bkz: C. Can Aktan, Dilek Dileyici ve Özgür Saraç, “Anayasal Perspektiften Vergi Reformu ve Vergi Anayasası Önerisi”, Kamu Tercihi ve Anayasal İktisat Dergisi, Yıl 1, Sayı 3, 2001. s.28-48.; Vural Savaş, “Mali Anayasanın Temel Konuları”, içinde: Anayasa Yargısı, No 8, Ankara: Anayasa Mahkemesi Yayınları, 1991.; James M. Buchanan, “Tax Reform in Constitutional Perspective” in: Law and Economics –Report from a Symposium in Sweden-,m Edited by: Göran Skogh, Lund: Jurisdiska Föreningen, 1978.; James M. Buchanan, “The Limits of Taxation” in: Taxation –An International Perspective- Proceedings of and International Conference, W.Block and M.Walker (eds.), Vancouver : The Fraser Institute, 1984.; James M. Buchanan, “Constitutional Constraints on Governmental Taxing Power”, ORDO vol 30, Stuttgart, 1979; Geoffrey Brennan and James M. Buchanan, The Power to Tax: Analytical Foundations of a Fiscal Constitution”, Cambridge: Cambridge University Press, 1980. ; Geoffrey Brennan and James M. Buchanan., “The Tax System as Social Overhead Capital: A Constitutional Perspective on Fiscal Norms”, in: Public Finance and Economic Growth, Proceedings of th the 37 Congress of the International Institute of Public Finance, Edited by: Dieter Bos and Karl W. 19 İslam vergi hukukunda bir anayasa olarak nitelendirilebilecek Kur’an ve diğer şer’i hukuk hükümleri, şer’i vergilerin konu ve oranlarının devlet yöneticileri tarafından değiştirilmesini ve keyfi uygulamaları ortadan kaldırmayı amaçlamıştır. Bu durum, vergileme konusunda bağlayıcı kuralların önemini ortaya çıkarmaktadır. Öte yandan İslam hukukunun devlet başkanına sonuna kadar itaati emrettiğini söylemek mümkün değildir. Şeriata bağlı devletin başında bulunan başkanın, hakkında nass (kesinlik) bulunmayan konularda, kamunun yararını gözeterek çıkardığı fermanlara uymak dinin emridir. Fakat İslam hukukuna göre hükümdar, her istediğini yapan ve her türlü arzusuna uyulması gereken bir kişi değildir. O da, şeriatın emirlerine uymak zorundadır. Aksi takdirde, Hz. Peygamber’in “Allah’ın emirlerine uymayana itaat yoktur” hadisi şerifi ile Hz. Ebu Bekir’in halife seçildiği zamanki hitabesinde dediği gibi emirlerine itaat mecburiyeti kalkar99. Özellikle kamu görevlilerinin tümünün adaletsizlikleri gidermek ve belirlenmiş görevleri tam olarak yapmak yeteneklerinin ve isteklerinin olduğunu bir veri olarak almak yanlıştır. Böylesi bir iyimserlik beklenemez, çünkü onların hem kavrama yetenekleri sınırsız değildir, hem de resmi görevlerini kötüye kullanarak çıkar sağlamaları ve kendi servetlerini artırmaları her zaman mümkündür. İslam tarihinde ve toplumlarında da, devlet görevlilerinin yetkilerini kötüye kullandıklarına ilişkin olarak da pek çok örnek vardır100. İslam devletlerinde vergilerin salınması ve uygulanmasında maalesef şer’i hukuk hükümlerine her zaman riayet edilmemiş ve zaman içerisinde hükümdarlar tarafından çok çeşitli adlar altında mali mükellefiyetler getirilmiştir. Bu mali mükellefiyetler, “örfi vergiler” olarak bilinmektedir. Ancak, İslam devletlerinde örfi vergilerin dikkatle incelenmesi halinde bu vergilerin hükümdarların takdiri ve keyfi olarak tarh ve tahsil ettikleri vergiler oldukları çok iyi anlaşılmaktadır. İslam vergi sisteminde verginin hangi kaynaklar ya da konular üzerine konulması gerekeceği şeri hukuk içerisinde belirlenmişse de uygulamada şer’i hukuk kuralları dışında keyfi vergiler konulmuştur. Örfi hukuk dışında şer’i vergi hukukunun anayasal iktisat felsefesi ile uyuşan şu yönlerini burada özetlemekte yarar görüyoruz: İslam vergi hukukunda vergilerin ne üzerinden alınacağı çok açık olmamakla birlikte genel olarak İslam’ın anayasası olarak belirtilen Kur’an‘da belirlenmiştir. Kur’an dışında, Hz. Peygamber’in sünnetinde ve bu dönemdeki resmi belgelerde şer’i vergilerin konularına ve oranlarına ilişkin bilgilere rastlamak mümkündür. Örneğin, zekatın oranı genel olarak yüzde 2.5; öşürün oranı ise yüzde 10 olarak tespit edilmiştir. Yukarıda belirttiğimiz üzere, İslam’ın anayasası olarak kabul edilen Kur’an içerisinde vergilerin hangi kaynaklar üzerinden alınacağı çok açık sayılmış değildir. Bazı ayetlerde vergilerin zirai mahsuller, altın ve gümüş gibi servet unsurları üzerinden alınabileceği belirtilmiştir. Hz. Peygamber zamanında da, Kur’an’da açık olarak belirtilmemesine rağmen, hayvanlar, madenler, yabancıların getirdiği mallar üzerine bir tür gümrük vergisi alındığı bilinmektedir. Roskamp, Tokyo, 1981. Pp.41-54.; Geoffrey Brennan and James M. Buchanan.,“Towards A Tax Constitution for Leviathan”, in: Journal of Public Economics, No 8, December-1977. Pp.255-273.; James M. Buchanan and Geoffrey Brennan., “The Logic of Limits”, National Tax Journal, vol 32, No 2, June 1979. Pp. 11-22; James M. Buchanan, “Constitutional Restrictions on the Power of Government”, in: The Theory of Public Choice II, (Ed. By J.M.Buchanan and Robert D. Tollsion), Ann Arbor: The University of Miscigan Press, 1984. 99 Kazıcı, a.g.e., s. 19-20. 100 Nihat Falay, “İslam Ekonomisi-Maliyesi: Çözülemeyen Sorunsallar”, Maliye Araştırmaları Merkezi Konferansları, Yıl: 94, 36. Seri, İstanbul, 1994, s. 228. 20 Fakat genel olarak, Kur’an ve sünnet çerçevesinde vergilerin ne üzerinden ve ne oranda alınacağının belirlendiğini, yani vergiler konusunda “nass” hükümlerinin mevcut olduğunu söylememiz mümkündür101. Anayasal iktisatçıların geniş ölçüde savunduğu düşük ve düz oranlı vergi tarifesi102 şer’i vergilerde hakimdir. Örneğin, bir servet vergisi olan zekatın oranı 1/40’dır. Fakat mal türüne göre bu oran değişebilmektedir. Aynı şekilde zirai ürünler üzerinden alınan öşür vergisi düz oranlı bir tarife yapısına sahiptir. Öşürün genel oranı yüzde 10’dur. Fakat bu oran, toprağın verimine göre farklılaşmaktadır. Anayasal iktisatçılar bazı durumlarda vergilemede tahsis ilkesinin uygulanmasının yararlı olacağı görüşünü savunmaktadırlar. Genel olarak tahsis ilkesi, belirli gelir kaynaklarının belirli harcamalara ayrılmasıdır. Dolayısıyla vergilemede tahsis ilkesinin geçerli olması, vergi gelirlerinin tahsis edileceği harcama yerlerinin önceden belli olmasını ifade eder. Anayasal İktisatçılar, başta teorinin kurucularından James M. Buchanan olmak üzere, tahsis (earmarking) ilkesinin uygulanmasını önermektedirler. Buchanan, “Vergilemede Tahsis İlkesi” başlığını taşıyan bir makalesinde görüşlerini şu şekilde açıklamaktadır103: “Tahsis ilkesi, belirli devlet gelirlerini belirli devlet giderlerine tahsis etmek manasındadır. “Özel fonlar”, “ayrılmış hesaplar”, “ayrılmış bütçeler” ve “tahsis edilmiş gelirler” vb. kavramlar tahsis ilkesini ifade etmektedir... Genelde savunulan tahsis ilkesi teorisi ile, yürütme organına bütçe hazırlığı sırasında politik baskılardan uzaklaşması konusuna yardımcı olduğu kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Gelirlerin belirli giderlere tahsisi ilkesi ile gelirlerin bu şekilde ayrılması vatandaşların daha akılcı seçim yapmalarını sağlamaktadır... Kuramsal olarak tahsis ilkesi, mali uygulamaları değişik programlara ayırma imkanı da vermektedir. Her kişinin bir seçmen olarak direkt ya da kanuni temsilcileri aracılığıyla kamu harcamaları kararlarına katılımı söz konusu olmaktadır. Böylece kişiler belirli devlet kaynaklarından okullara, sağlık kurumlarına vb. tahsis edilecek fonları oyları ile belirlemektedirler. Ancak bu şekilde vatandaşlar spesifik kamu hizmetlerinin maliyet ve faydalarını doğru olarak karşılaştırma imkanına sahip olduklarından seçimlerini kendi menfaatleri doğrultusunda yapabilirler. Aksine genel bütçe, yada adem-i tahsis ilkesi uygulamasında kişiye önceden bütçe otoritesi tarafından planlanan kamu hizmetlerinin yapılması konusunda oy kullanma hakkı verilmektedir”. Şer’i vergi hukukunda Anayasal iktisat felsefesinin de benimsediği “vergilemede tahsis ilkesi” uygulanmıştır. Örneğin zekatın harcanacağı yerlerin Kur’an’da Tevbe Suresi’nin 9/60. ayetinde sayılması, zekat vergisinde tahsis ilkesinin uygulandığını göstermektedir. Bu ayete göre zekat yoksullara, düşkünlere, (zekat toplayan) memurlara, gönülleri (İslam’a) ısındırılacak olanlara, kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihad edenlere, yolculara tahsis edilebilir. Vergi gelirleri dışında diğer kamu gelirleri için de tahsis ilkesi geçerlidir. Örneğin, lukata adı verilen ve vasiyet veya mirasçı bırakmadan ölen veya sadece karı veya kocasını bırakarak ölen Müslümanların terekesi olan gelirler, yoksul hastaların bakımı, onlara ilaç alınması, hiçbir tereke bırakmadan ölenlerin genel masrafları, ana-babasının sokağa bıraktığı çocuklar, Tuğ, a.g.e., s. 70. Ayrıntılı bilgi için bkz: Aktan, 21. Yüzyıl İçin Radikal Bir Vergi Reform Önerisi: Düz Oranlı Vergi, Ankara: TOSYÖV Yayınları, 2000. 103 Aktan, Anayasal İktisat, İstanbul: İz Yayıncılık, 1997, s. 89-90. Orijinal kaynak için bkz: James M. Buchanan, “The Economics of Earmarked Taxes” in: J.M.Buchanan and R.Tollison, (Eds), Theory of Public Choice –Political Applications of Economics-, Ann Arbor: The University of Michigan Press, 1972. p. 119. 21 101 102 bunların işlediği suçların tazmini ve geçimini sağlayamayanların geçindirilmesi ve benzer amaçlarla kullanılırlar104. Anayasal iktisat teorisyenlerine göre ideal bir vergi sisteminin istikrarlı, kesin, basit, etkin ve tarafsız olması gerekir. Vergilerin istikrarlı ve öngörülebilir olması önemli ölçüde anayasal kurallarla mümkündür. Vergi oranlarının çok sık olarak değiştirilmemesi, aynı zamanda vergilemede tarafsızlığı sağlar. Bu açıdan değerlendirildiğinde, zekatın anayasal iktisat çerçevesinde önerilen vergi reformunun söz konusu ilkelerine uygun olduğu söylenebilir. İslam vergi hukuku alanında çalışmalar yapan Sıddıki’ye göre, örneğin eşitlik-adalet ilkesi açısından değerlendirildiğinde, zekat servet üzerinden alınır, yani, bir yıl içinde tasarruf edilen miktar üzerine tarh edilir. Böylelikle eşit fedakarlık sağlanmış olur. Zekat, kişinin yıllık geliri üzerinden yüzde 2,5 olarak alınsaydı, bu, yoksulların zenginlerden daha çok fedakarlık etmesi sonucunu doğururdu. Zekat aslında tasarruflar üzerinden alınmaktadır ve böylece küçük tasarruf sahiplerinden çok, büyük tasarruf sahiplerine yük olmaktadır105. Yine Sıddıki’ye göre, zekat oranının önceden bilinmesi, ilahi bir buyruk olması ve iradi olarak değiştirilememesi nedeniyle belirlilik-kesinlik ilkesine uygundur. Devlet, ne zekatın oranını, ne de onun harcanacağı yerleri değiştiremez. Bunun gibi, zekat ödeyen fertler de, bunu ne kadar, ne zaman ve hangi usulde ödeyeceklerini tam olarak bilirler. Şeri vergi hukuku açısından, fert, böylece, gelirinde gerekli ayarlamaları yapar ve zekatını belirli zamanda öder106. Vergilendirmenin mükellef açısından en uygun zamanda ve şekilde yapılmasını ifade eden uygunluk ilkesi açısından bakıldığında, zekat ayni olarak tahsil edilebilmektedir. Bununla birlikte, mükellef nakit olarak ödemek isterse, bu değişikliğe de itiraz edilmez. Böylece temel fikir, hem mükellefe hem de ödeme tarzına kolaylık getirmektir107. Toprak ürünlerinden alınan öşür de uygunluk ilkesi açısından mükellefin lehine olan bir şekilde uygulanmaktadır. Öşür, mükellef aksini istemediği takdirde hasattan sonra ve aynen tahsil edilir. Öteki durumlarda, yine aynen, fakat yıl sonunda tahsil edilir. Bu durum Kur’an’da da belirtilmiştir: Tevbe Suresi’nin 9/36. ayetinde, “Allah katında, ayların sayısı, yeri ve gökleri yarattığı günden beri on ikidir” buyurulmuştur. Temel fikir, mükellef için uygunluktur, çünkü toprak ürünleri bakımından mükellefin, mahsulünün onda birini ödemesi, ödeyecek hale geldiği zamandır, yani hemen hasattan sonradır108. Aynı şekilde zekatın hesaplanması oldukça basittir, oranların anlaşılması ve uygulanması kolaydır. Gerçekte kurallar, öylesine basittir ki, hiçbir ihtisaslık bilgisini gerektirmez ve sonuç olarak tahsilatın maliyeti, çok belirgin biçimde, bugünkü devletlerce bilinen herhangi bir başka vergininkinden çok daha düşüktür. Nihayet, mükellefle devlet arasında, zekattan yaralanabilecek üçüncü kişilerin varlığına gerek yoktur. Çünkü, tahsilat doğrudan doğruyadır109. Tahsil maliyetinin düşük olması, zekatın vergilemede etkinlik ilkesine uygunluğunu göstermektedir. Öte yandan zekat, kişilerin ekonomik karar ve davranışları üzerinde olumsuz etkiler yapmaması dolayısıyla da tarafsız bir vergidir. Zekat servet oluşturan kaynakları tahrip edip bozmaz. Bu sadece zekatın oranının düşük ve bu oranın iyi ayarlanmış olmasından değil, Sıddıkî, a.g.e., s. 153-154. Sıddıkî, a.g.e., s. 29. 106 Sıddıkî, a.g.e., s. 30. 107 Sıddıkî, a.g.e., s. 32. 108 Sıddıkî, a.g.e., s. 31-32. 109 Sıddıkî, a.g.e., s. 34. 104 105 22 zekatın aynı zamanda toplumun genel refah seviyesini düzenleyici bir etkiye sahip olmasından da ileri gelmektedir. Atıl paranın vergilendirilmesi, onu kaçınılmaz şekilde verimli alanlarda kullanmaya götürür, bu da ülkenin ulusal zenginliğini artırıcı bir sonuç doğurur. Atıl para gibi, ticaret maddeleri üzerine konan vergi (zekat) da, düşük orandadır, yani yıllık 1/40 veya yüzde 2.5’tir. Bu durum, ticaret ve sanat erbabının, onların teşebbüslerine zarar vermeksizin, azami çaba göstermelerini sağlar110. Görüldüğü gibi aynı amaçla olmamakla birlikte, şer’i vergi hukukunun kuralları ile anayasal iktisat teorisinin getirdiği kurallar birbiriyle önemli ölçüde örtüşmektedir. Bu açıdan bakıldığında İslam vergi sisteminin temel ilkelerini anayasal iktisat çerçevesinde savunulan vergi sistemine benzetebiliriz. IV.SONUÇ Temel olarak şer’i vergilerden oluşan İslam vergi hukukuna ilişkin kurallara İslam dininin anayasası olarak nitelendirilebilecek Kur’an’da rastlamak mümkündür. Fakat, Kur’an’da dinin temelleri ile ilgili prensip ve kurallar ağırlıklı olarak yer almakla birlikte, fertler arasındaki ve devlet ile fertler arasındaki ilişkileri düzenleyen kuralların sayısı sınırlıdır. Bu husus, vergilemeye ilişkin kurallar için de geçerlidir. Bu nedenle İslam vergi hukukuna ilişkin hükümler daha çok Hz. Peygamberin sünnetine göre şekillenmiştir. Dolayısıyla zekat, öşür, harac ve cizye vergilerine ilişkin kurallar daha çok Peygamber’in sözleri, uygulamaları ve Peygamber’in döneminde imzalanan sulhname, anlaşma ve yazılan mektuplara dayanmaktadır. Dört şer’i vergi (zekat, öşür, harac, cizye) dışındaki vergiler, Kur’an ve sünnet dışında yer alan ve icma ve kıyas olarak sınıflandırılan diğer şer’i hukuk kaynaklarına ve insanlar tarafından oluşturulmuş kuralları içeren örfi hukuk kaynaklarına dayanmaktadır. Bazı islam alimlerine göre, her ne kadar islam dini, devleti yönetenlere şer’i vergiler dışında başka mali yükümlülükler getirme yetkisini vermişse de, bu yetki ancak olağanüstü durumlarda ve geçici süre ile uygulanabilir. Öte yandan devlet yöneticilerinin tüm kararlarına riayet edilme zorunluluğu yoktur. Bu yöneticilerin şer’i hükümlere uygun ve adaletli davranması zorunludur. Fakat uygulamada diğer devletlerde olduğu gibi İslam devletlerinde de yöneticilerin özellikle kamu yararı adı altında yetkilerini keyfice kullandıkları gözlenmiştir. Keyfi uygulamalara özellikle örfi vergilerde rastlamak mümkündür. Örfi hukuka dayalı olarak salınan bu vergiler, bölgeden bölgeye ve zamana göre farklı konular üzerinden farklı oranlarda uygulanmıştır. Yani zamanla örfi vergiler keyfi vergilere dönüşmüştür. Bu açıdan bakıldığında şer’i vergilerin kurallarının Kur’an ve sünnet ile belirlenmesi nedeniyle daha bağlayıcı olduğu, fakat örfi vergilerin takdiri uygulamaları içerdiği gözlenmiştir. Görüldüğü gibi, kurallara bağlı olmayan takdire dayalı vergi uygulamaları keyfi nitelik taşımakta ve mükellefler üzerinde ağır bir yük oluşturabilmektedir. Bu açıdan Anayasal iktisat teorisinin önerdiği “kurallara dayalı bir vergilemeyi içeren anayasal vergi reformu” ile şer’i hukuk kurallarına dayalı “İslam vergi hukukunun şer’i vergileri” ortak özellikler taşımaktadır. İslam vergi hukukuna dayalı şer’i vergileri aynen alıp günümüzde uygulamak yönünde bir öneri bu araştırma kapsamında yeralmamaktadır. Asırlar önce uygulanmış olan bir vergi sistemini oldukça farklı bir zaman, mekan ve sosyo-ekonomik şartların mevcut olduğu bir ortamda uygulamak oldukça zor, hatta imkansızdır. Bu araştırmada sadece islam vergi hukukunda yer alan şer’i vergi mükellefiyetlerinin İslam’ın anayasası olarak kabul edilebilecek olan Kur’an ve Sünnet’e uygun olması gerektiği hususundan hareketle anayasal iktisat teorisinin önerileri ile parelellik arzettiği vurgulanmıştır. Ayrıca islam vergi sisteminde kurallara değil, takdire dayalı olarak konulan örfi mükellefiyetlerin keyfiyete dönüştüğü ve 110 Sıddıkî, a.g.e., s. 35. 23 suiistimallere neden olduğu hususu üzerinde durulmuştur. Sonuç olarak, anayasal iktisat çerçevesinde savunulan takdire değil, “önceden belirlenmiş kurallara dayalı bir vergi sistemi” İslam vergi hukuku kapsamında alınan şer’i vergiler ile benzerlik göstermektedir. KAYNAKLAR Akgündüz, Ahmed, Osmanlı Kanunnâmeleri, I. Kitap, İstanbul: 1990. Aktan, C. Can, Dilek Dileyici ve Özgür Saraç, “Anayasal Perspektiften Vergi Reformu ve Vergi Anayasası Önerisi”, Kamu Tercihi ve Anayasal İktisat Dergisi, Yıl 1, Sayı 3, 2001. Aktan, Coşkun Can, 21. Yüzyıl İçin Radikal Bir Vergi Reform Önerisi: Düz Oranlı Vergi, Ankara: TOSYÖV Yayınları, 2000. Aktan, Coşkun Can, Anayasal İktisat, İstanbul: İz Yayıncılık, 1997. Aktan, Coşkun Can, Haklar ve Özgürlükler Antolojisi, Ankara: Hak-iş Yayınları, 2000. Aldıkaçtı, Orhan, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası, 4. Bası, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınlarından No: 3000, Hukuk Fakültesi No: 655, Fakülteler Matbaası, 1982. Brennan, Geoffrey and James M. Buchanan, The Power to Tax: Analytical Foundations of a Fiscal Constitution”, Cambridge: Cambridge University Press, 1980. Brennan, Geoffrey and James M. Buchanan., “The Tax System as Social Overhead Capital: A Constitutional Perspective on Fiscal Norms”, in: Public Finance and Economic Growth, Proceedings of the 37th Congress of the International Institute of Public Finance, Edited by: Dieter Bos and Karl W. Roskamp, Tokyo, 1981. Pp.41-54. Brennan, Geoffrey and James M. Buchanan.,“Towards A Tax Constitution for Leviathan”, in: Journal of Public Economics, No 8, December-1977. Pp.255-273. Buchanan James M., “Tax Reform in Constitutional Perspective” in: Law and Economics – Report from a Symposium in Sweden-,m Edited by: Göran Skogh, Lund: Jurisdiska Föreningen, 1978. Buchanan James M., “The Limits of Taxation” in: Taxation –An International PerspectiveProceedings of and International Conference, W.Block and M.Walker (eds.), Vancouver : The Fraser Institute, 1984. Buchanan James M., “Constitutional Constraints on Governmental Taxing Power”, ORDO vol 30, Stuttgart, 1979. Buchanan James M. and Geoffrey Brennan., “The Logic of Limits”, National Tax Journal, vol 32, No 2, June 1979. Buchanan James M., “Constitutional Restrictions on the Power of Government”, in: The Theory of Public Choice II, (Ed. By J.M.Buchanan and Robert D. Tollsion), Ann Arbor: The University of Miscigan Press, 1984. Debbağoğlu, Ahmet, İslam İktisadına Giriş, İstanbul: Dergah Yayınları. Eskicioğlu, Osman, İslam Hukukunda Vergiler, İzmir: Anadolu Matbaacılık, 1996. 24 Falay, Nihat, “İslam Ekonomisi-Maliyesi: Çözülemeyen Sorunsallar”, Maliye Araştırmaları Merkezi Konferansları, Yıl: 94, 36. Seri, İstanbul, 1994. Kazıcı, Ziya, Osmanlılarda Vergi Sistemi, İstanbul: 1977. Savaş, Vural , “Mali Anayasanın Temel Konuları”, içinde: Anayasa Yargısı, No 8, Ankara: Anayasa Mahkemesi Yayınları, 1991. Sıddıkî, S. A., İslam Devletinde Mali Yapı, İstanbul: Fikir Yayınları. Tuğ, Salih, İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1963. Tuğ, Salih, “İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı”, Maliye Enstitüsü Konferansları, Yedinci Cilt, İstanbul: Sermet Matbaası, 1963. Zellum, Abdulkadim, İslam’da Maliye, Tercüme: Selim Gökay, Ankara: Ta-ha Yayıncılık, 1997. 25