AHMET HAMDİ TANPINAR’ın XIX.ASIR TÜRK EDEBİYATI TARİHİ1nin GİRİŞ BÖLÜMÜNÜN ÖZETİ Özetleyen: Seçil DUMANTEPE ÜSTÜN Eski Türk Edebiyatı, aynı çağ içinde yer alan Arap ve Fars edebiyatlarının etkisi altında gelişen, ortak bir medeniyetin son halkasıdır. Arap edebiyatının başlangıç noktası, Cahiliye kasideleri ve Kur’an; İran edebiyatının ise Şehnâme olarak kabul edilir. Türklerin İslamlaşmadan önceki ilk büyük dil ürünü, Orhon Kitâbeleri’dir. Türklerin İslamiyeti 8.yy’da kabul etmelerine rağmen, Müslümanlığın yayılması ve beraberinde getirdiği Arap ve Fars tesirinin olgunluğa ulaşması 15.yy’ı bulur. Bunun nedeni, Türklerin İslamiyete geniş bir coğrafya içinde, aşamalı olarak geçmesidir. Medeniyetler arasındaki anlayış ve dil farklılıkları, öncelikle edebiyatta bir ikilik yaratmıştır. Dil ekseninde ortaya çıkan bu ikiliğin en önemli nedeni, Türk şiirinin aruz veznini kendi diline uzun süre adapte edemeyişidir. Daha çok dinî ve tasavvufî metinlerde karşımıza çıkan Anadolu lehçesinin duruluğundan, 15.yy’dan itibaren İran’ın şiir anlayışına geçerken, aradaki zevk ve dil farkı kendini açık bir şekilde gösterir. Bu değişme Nesimî ve Şeyhî ile başlar. 15. asır şairleri, aruzun ahengine varabilmek için Türkçenin imkânlarını kullanmak yerine Arapça ve Farsçadan kelime aktarımı yoluna giderler. Bu “kelime zevki”ne bağlılık, onların “dil zevki”ne varamamalarına neden olur. Bunun diğer önemli nedenleri de Türkçenin kapsamlı bir lügatinin olmayışı ve tenkit yokluğudur. Eski şiir, ancak İstanbul’da ve İstanbul lehçesi oluşunca Türkçenin dil zevkine uygun hale gelir. Necâtî ve Bâkî’yle başlayan bu süreç, Nef’î ve Yahya Efendi’yle olgunluğa ulaşır. Nâili, Neşâtî, Nâbi, Nedim ve Gâlip, şehirli Türkçesini çıkış noktası yaparak bir uyuma kavuşturmuş şairlerdendir. Eski şiir, Fars edebiyatından kelime zevkinin yanında hayal dünyasını ve mitolojisini de alır. Nesrin az rağbet gördüğü bu devirde eski şiir, şairlerin düşünce ve duygularını tek ifade ediş vasıtasıdır. Eski şiirin imaj sistemi, belirli semboller etrafında toplanır. Eski edebiyatımızda aşk, geniş bir saray istiaresiyle temsil edilir. Âşık olunan, kendisine kul olunan sevgili imajıyla, çoğunlukla 1 Ahmet Hamdi TANPINAR, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2006. Bu özet, eserin 28 sayfalık “Giriş” bölümüne aittir. toplumsal boyutta hükümdara, dinî ve tasavvufî boyutta Allah’a gönderme yapılır. Aşk, tabiat, varlık gibi pek çok kavram yukarıdan aşağıya, soyuttan somuta doğru yönelen bir saray istiaresi etrafında sunulur. Bu saray istiaresi, av ve savaş, şarap ve musıkî meclisi olmak üzere iki kategoride yapılır. Bahar, ikinci kategoriye bağlıdır. Ayrıca dört halife ve İran edebiyatının Şehnâmesi’nden örneklerle kıyaslamalara gidilir. Din, tabiat, toplumsal ve ferdi hayat, aşk gibi unsurlar, öğeleri birbirini tamamlayan kapalı bir metnin etrafında aynı imaj sistemiyle ifade edilir. Şairin, bu kapalı sistem etrafında idealleşen dünyadan, ancak kendi ferdi dünyasına geçtiği zaman, şiirinin şahsileştiği görülür. Bu durumda devrin şartları ve şairlerin toplumsal konumları, şahsi unsurların belirlenmesinde önemli rol oynar. Mazmunların eski şiirimizde önemli bir yeri vardır. Eski şiirin, Arap ve Fars şiirinden beslenen kelime zevki ve aruz vezni üzerine kurulması, onu mazmunlardan oluşan bir oyun, bir hüner haline getirmiştir. Ortaya konan bu oyun, şiirin içindeki konuşan özneyi gizleyerek, onu dışarıdan seyredilen bir nesne, bir şekil haline getirir. Ses unsuru, bu oyuna hareket katan en önemli özelliktir. Eski edebiyatta beyit esas olmasına rağmen, anlamın çok defa birinci mısrada tamamlandığı görülür. Şair, oluşturduğu anlamı, ikinci mısrada bir kıyas yoluyla zenginleştirir. Bunu yaparken de çoğu zaman hünerde, zanaatte kalır. Batıda şair, yaşadığı hayatın yansımalarını, şiirin bütününe yayar. Eski şiirde ise, şairin yarattığı âlem, beyitte başlayıp beyitte biter. Alınan haz da, mısra zevkinden ibarettir. Bu nedenle tek bir fikrin, şiir içinde bütün psikolojik etkileriyle geliştiğini görebilmenin yarattığı coşkunluk ve hazdan uzaktır. Söyleyiş tarzı ve işçilik ön plana geçerken, şairin iç dünyası ve yaratıcılığı silikleşir. Eski şiir, tek kafiyenin etrafında gerçekleşen, her beyitte ayrı ayrı mânâların birbirine eklemlendiği bir “oyunlar dizisi” şeklindedir. Tanpınar burada Masignon’un “Müslüman şarkta zaman yok, anlar vardır.” görüşünü hatırlatır. Eski şiirin hayal sistemi, tabiatten, dinden, halk söyleyişlerinden ve bazı kaynak eserlerden aldığı hazır unsurlardan oluşur. Bunlar, bir kuyumcu titizliğiyle işlenir. Beş- altı rengi saf halde kullandığı için çok renkli sanılan minyatür sanatının renkten yoksun olması gibi, o da muhayyileden yoksundur. Onun güzel tarafı, Türkçeye ve halk ağzına yakın olan yönüdür. Eski şiir, dil hünerlerine geniş yer verir. Saray, dilin gelişmesine katkıda bulunmadığı için Türkçe, halkın dilinde dolaşır. Şairler de halk söyleyişine yaklaştıkları ölçüde değer kazanırlar. Eski edebiyatımızda, sanat eserinin bütünlüğü anlamda değil, sadece şekildedir. Şaire asıl ilham veren tema, şekle ait olan kafiye ve rediftir. Mânâ da redifin etrafında toplanır. Ayrıca şairler, yeni kafiye ve redifler de bulur. Eski şiirin şeklî unsurlara bağlı bir yapısının olması, nazireciliği de üslubun önemli bir parçası haline getirmiştir. Musammat şekiller, şairlerin hayal dünyalarını daha geniş kullanabilmeleri için yararlandıkları şekillerdir. Tanpınar’a göre eski şiirin ufkunu açan iki nokta, aruz vezninin Türkçeleşmesi ve tabiatın keşfidir. Nazım,16.yy’dan itibaren yeni arayışlara girmek istese de sahip olduğu anlayıştan kolaylıkla vazgeçememiştir. Yunus Emre gibi halk ve tekke şiirini temsil eden yabancı unsurlardan uzak, sade bir üslupla eser veren örnekler de bu çabaya yetmemiştir. Bu nedenle eski şiiri yine kendi içinde, onu meydana getiren hüner özellikleriyle değerlendirmek gerekir. Bütün medeniyetlerin bir altın çağı olduğu gibi, İslam medeniyetinin de altın çağı Asr-ı saadet olmuştur. Tarihî ve kültürel unsurlarıyla hep bu altın çağa ulaşmaya çalışmış ve bu da tarih anlayışına folklorik, destansı bir hava katmıştır. Bergson’un ifadesiyle “bugünün ışığında maziyi görmek anlayışı”, Müslümanların Aristoteles, Eflatun, İskender gibi düşünürleri, tevhid inancına farklı yönlerden ulaşmış, aynı anlayışı benimseyen düşünürler olarak kabul etmelerine neden olur. Hristiyanlık ise Yunan ve Latin dilini kullanmasının da etkisiyle, bu medeniyetlerin felsefî ve ilmî eserlerini çevirmiş; tarih ve edebiyat dallarını ikinci plana atmıştır. Müslüman medeniyetinin böyle bir mazisinin olmaması, onu bu ilmi düşünceden geride bıraktırmıştır. İslam medeniyetinde, dini endişeler sebebiyle felsefi hareketler ve kelam engellenmiştir. Allah’tan başka varlık kabul etmeyen tasavvuf inancı, İslam sanatında insanın trajik yönünün arka planda kalmasına neden olmuştur. Tasavvuf ve İslam anlayışı, Platoncu düşünceye göre bir gölge oyunundan ibaret olan fânî hayattan, mutlak varlığa ulaşmayı hedefler. Bu noktada insanın görevi, ebedî gerçeğe ulaşmaktır. Aynı anlayışı temsil eden edebî eserlerde, insanın hayatın akışı içerisindeki psikolojisi ve realite bir kenara bırakılarak, olağanüstü unsurların ön plana çıkartıldığı görülür. Tanpınar’a göre Şark hikayesiyle batının edebiyatı arasındaki farkı daha iyi anlamak için Homeros’un İlyada destanıyla İran edebiyatının Şehnâmesi’ni karşılaştırmak yeterlidir. Homeros, bütün Yunan medeniyetini tek bir vak’anın etrafında ve gerektiği ölçüde birleştirir. Şehnâme ise, her hikâyenin üzerinde aynı dikkatle duran düz bir anlatı havasındadır. Aynı bağlamda, Bin bir gece masallarında hiçbir dramatik unsurun olmadığı ifade edilebilir. Tahir ile Zühre, Kerem ile Aslı hikâyelerinde ise bu anlayış değişmiştir. Hüsrev ile Şirin, edebiyatımızda daha çok tasavvufî yönden değerlendirilmiştir. Adı geçen eserlerin, her ne kadar içinde bulundukları kültürün unsurlarını taşısalar da Köroğlu’nda olduğu gibi destan ve hikayeden beklenen seviyeye ulaşamadıkları görülür. Tanpınar, bunun sebebinin dinî düşüncenin esas olduğu dönem anlayışının, kendisini edebiyat ve sanata bağımlı hissetmemesi olduğunu düşünür. Fakat edebiyatımızdaki trajedi yokluğu ve romana geç ulaşılmasının sebebini, sadece dinî unsurlarda aramanın doğru olmadığını da ilave eder. Bunda Arapların kendi dillerini ve kültürlerini yeterince üstün görmelerinden ileri gelen örnek yokluğu da rol oynamıştır. Böylece Yunan klasiklerinin çok azı Arapçaya tercüme edilmiştir. Tanpınar, başlangıçta Meddah hikayeleri ve Karagöz oyunları gibi bazı komedi tarzını yansıtan unsurlara rağmen, Şair Evlenmesi’ne kadar Türkçe komedi yazılmamasının sebebini bu örnek yokluğuna bağlar. Müslümanların dinî inançlarının toplumun hayatında ve düşünce yapısında oynadığı rol, dramın bizde hristiyanlıktan daha geç doğmasına neden olmuştur. Müslüman edebiyatının romana geçemeyişinin altında da aynı sebepler yatmaktadır. Eski şiirde psikolojik unsurların varlığını tamamıyla yok saymak mümkün değildir. Fakat belirli bir şeklin sınırları çerçevesinde kalması, bu konuda derinleşmeyi engeller. Bunun dışında tenkit yokluğu da, Müslüman hikayesinden romana geçemeyişimizin sebepleri arasındadır. Tanpınar’a göre tiyatro, roman gibi yeni bir türün doğması için toplumun yeni bir hamleyle değişmesi gereklidir. Fakat İslam medeniyeti, tarih içinde pek çok büyük olaylara sahne olmasına rağmen toplum yapısını derinden etkilememiş ve burjuvazisi doğmamıştır. Ayrıca erkek-kadın ilişkisinin yokluğu, gelişmiş bir nesrin yardımından mahrum olması, Tanzimat’tan sonraki ilk romanlardaki acemiliğin bir sebebi olarak kabul edilebilir. Eski nesrin, dinî-tasavvufî eserler dışında sadece saraya bağlı resmi yazıların emrinde olması, ilerleyememesinin başlıca kaynağı olmuştur. Araplarda bizdeki gibi zevk tabakalaşmasının olmaması, yalnız kendi dillerini kullanmaları, nesirlerinin diğer kültür unsurlarıyla bütünleşmesini sağlamıştır. İki dilin sözlüğünü ve hazır malzemesini kullanan Türk nesrinde ise canlanma oldukça gecikmiştir. Nesri, insanı anlamak için bir vasıta olarak kabul edersek, Orhon Abideleri gibi olgun bir eserle nesre adım atan Türklerin, Mehmet Kaplan’ın Dede Korkut, Yunus Emre, Türk destanları ve Âşık Paşa üzerindeki araştırmaları sonucunda 15.asra kadar ancak değişen hayat şartlarına uyum sağlamakla meşgul oldukları görülür. 15.asırdan sonra ise Arap ve Fars tesiri ön plana geçer. Yalnız iki dilde ilerlemeye çalışan Fars nesrinin bile Arap nesri karşısında geri kalması, üç dilli Türk nesrinin ilerleyememesinin nedenini açıklamak için yeterlidir. Eski nesirde, şiirde olduğu gibi hüner ve sanatlı söyleyiş merakı, ferdî üslubu geri planda bıraktırmıştır. Bu inşa merakında, Türk sanatının, resim ve plastik sanatlarda görülen dış dünyaya gerçekçi ve nizamlı bir bakışın tecrübesinden geçmemiş olması etkin bir rol oynar. Fakat eski nesrin sığlığını, yalnız söz sanatları merakına bağlamak doğru değildir. Çünkü bu sanatlı söyleyiş 17.yy’ın ortasına kadar hâkim olmuştur. Asıl eski nesir, halkın günlük konuşmasında kalmıştır. Tanpınar’a göre ilim dili haline gelememiş Türk nesrinin gelişmesi için, öncelikle insanın ve toplum kurumlarının anlayışının değişmesi ve eğitim sisteminin Türkçeleşmesi gereklidir. Tanzimat, Türkçeye bu imkânı sağlar. http://www.ege-edebiyat.org