küresel çevre ders notları - Yıldız Teknik Üniversitesi

advertisement
YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ
KÜRESEL ÇEVRE
DERS NOTLARI
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ
İNŞAAT FAKÜLTESİ
ÇEVRE MÜHENDİSLİĞİ BÖLÜMÜ
Tel
: 0212- 259 70 70/ 2946
Faks : 0212-261 90 41
E-mail : sakar@yildiz.edu.tr
İSTANBUL, Ekim 2004
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
İÇİNDEKİLER
İÇİNDEKİLER ..................................................................................................................1
I. KÜRESEL ÇEVRE.......................................................................................................2
I.1. Giriş........................................................................................................................2
I.2. Tanımlar.................................................................................................................3
I.2.1. Çevre...............................................................................................................3
II.2.2. Kirlenme .........................................................................................................4
II.2.3. Çevre Kirlenmesi ............................................................................................4
II.2.4. Kirlenmenin Kriterleri ......................................................................................4
II.2.5. Kirlenmeyi Oluşturan Faktörler .......................................................................4
II.2.6. Küreselleşme..................................................................................................5
II.3. Çevresel Küreselleşmeyi Etkileyen Faktörler ........................................................5
II.3.1. Ekonomik Faktörler.........................................................................................5
II.3.2. Politik Faktörler...............................................................................................6
II.4. Küreselleşmenin Nedenleri ...................................................................................7
II.5. Çevresel Küreselleşmenin Önündeki Engeller ......................................................8
II. ÇEVRE PROBLEMLERİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ.....................................................9
III. ÇEVRE SORUNLARI VE BAĞIMLIK........................................................................13
IV. ÇEVRE KİRLENMESİNİN ULUSAL VE ULUSLAR ARASI BOYUTU .....................15
V. KÜRESELLEŞME VE ÇEVRE YÖNETİMİ ................................................................21
V.1. Çevre Korumacı Yaklaşım ..................................................................................22
V.2. Çevre Politikasının Değerlendirilmesi .................................................................23
VI. KÜRESELLEŞMENİN GETİRDİĞİ ÇEVRE SORUNLARI.......................................24
VI.1. Nükleer Tehlikeler..............................................................................................25
VI.2. Sera Etkisi ........................................................................................................26
VI.3. Ozon Tabakası ..................................................................................................27
VI.4. Tropik Ormanlar.................................................................................................27
VI.5. Asit Yağmurları ..................................................................................................28
VI.6. Zehirli Atıklar......................................................................................................29
VI.8. Hava Kirliliği ve Atmosfer...................................................................................30
VI.9. Ulaştırma Kaynaklı Çevre Kirliliği.......................................................................31
VI.10. Toprağın Kirlenmesi.........................................................................................31
VI.11. Gürültü Kirliliği..................................................................................................32
VI.12. Gıda Sorunu ....................................................................................................32
VI.13. Su Sorunu........................................................................................................39
VI.14. Bulaşıcı Hastalıklar Sorunu............................................................................43
VI.15. Göç Sorunu .....................................................................................................46
IV.16. Okyanusların Kirlenmesi Sorunu .....................................................................50
VI.17. Okyanuslarda Avlanmanın Getirdiği Çevre Sorunları ......................................54
IV.18. Doğal Floranın Korunması ...............................................................................56
IV.19. Ormanlar.........................................................................................................59
IV.19.1. Orman Yangınları.....................................................................................60
IV.20. Tropikal Yağmur Ormanları ............................................................................61
IV.21. Yaban Hayatının Korunması............................................................................65
IV.22. Nüfus Artışı Ve Yarattığı Çevre Sorunları ........................................................65
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
1
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
I. KÜRESEL ÇEVRE
I.1. Giriş
20. yüzyılın ilk yarısına kadar insanoğlunun gündeminde hiç yer olmayan, yaşadığımız
gezegendeki çevre kirlenmesi sorunu, 1960 yıllardan bu yana giderek artan bir endişe
ile konuşulur olmuştur. Hızlı nüfus artışı ve küresel ekonomilerin giderek artan talepleri,
doğal sistemleri zorlamaya başladı. Bunun sonucunda da karbondioksit gazının artışı
nedeniyle meydana gelen iklim değişikliği, kanser yapıcı ışınları süzen ozon tabakasının
delinmesi, tropik ormanların tahribi ile milyonlarca hayvan ve bitki türünün yok olması
tehlikesi, asit yağmurları, çölleşme ve zehirli atıklar gibi sorunlara artık ülkelerde
bakanlıklar düzeyinde çözümler aranmıyor.
Çevre bilincinin yükselen düzeyi nedeniyle, neredeyse her yıl uluslar arası konferanslar
düzenleniyor, bildirgeler yayınlanıyor, sözleşmeler imzalanıyor, tüm uluslarda çevre
yasa ve düzenlemeleri yaygınlaşıyor. Uzun vadede bedeli tüm insanlık tarafından
ödenecek bu sorunları çözmek için, son yıllarda insanlık zorlu bir mücadele ile karşı
karşıyadır. Eğer tüm dünyada çevreyle ilgili çalışmalar yaygınlaştırılmazsa, mevcut
verilerin ışığında büyük bir felaketin hiç de uzakta olmadığı ve kısa bir süre içinde
insanlığın üstüne bir kâbus gibi çökeceği gerçeği kaçınılamazdır.
Uluslar bazında, yasaların oluşturulması ve bakanlık kurulması, çevre konusunda
gerçek bir ilerleme anlamına gelmiyor. Nitekim Türkiye bugün birçok uluslar arası
anlaşmaya imza koymuş ve Çevre ile ilgili bakanlık kurmuş olmasına rağmen, çevre
bilincinin yetersizliği, çevre koruma yatırımlarının, çevre ile ilgili önlemlerin kâğıt
üzerinde kalmasına neden oluyor. Bakanlığın fonksiyonlarını yerine getiremiyor olması
ve mevzuat karışıklığı, Türkiye’nin çevre koruma alanında gelişmiş ülkelerin çok
gerisinde yer almasına sebeplerindendir.
Hayatın vazgeçilmez kuralı olan ayakta kalabilme mücadelesi, tüm canlılarda olduğu
gibi, biz insanlar içinde devam etmektedir. İnsanoğlu tarihinin başlangıcından günümüze
kadar hayat mücadelesini sürdürmektedir. Bu mücadele insan var olduğu müddetçe de
devam edecektir. Tüm canlılarda olduğu gibi insan da hayatını devam ettirebilmesi için
en başta temiz bir suya, havaya ve gerekli ortam şartlarına ihtiyaç vardır. Canlılar ve
dolayısıyla da insanın hayatını devam ettirebilmesi ortam şartlarının mükemmelliğine ve
tamlığına ihtiyaç vardır. Tabiattaki mevcut hayatın her safhası en ince ayrıntılarına
kadar planlanmış ve belli bir düzene konmuştur. Bu düzen içinde su, hava ve diğer
ortam şartları canlı yaşamı için sunulmuş, vazgeçilmez unsurlardır.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
2
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
İnsan yaşamının en temel şartlarından bir diğeri de temiz hava yanında sudur. Eski
yerleşimlerin (ister köy, ister kasaba veya şehir olsun) en belirgin özelliği su kenarı
veya su kaynağına yakın olmasıdır. Bu yüzden tarih boyunca insan yerleşimleri ve
medeniyetler su ile paralellik arz eder.
İnsanoğlunun emrinde yeryüzü, yüzyıllar boyu kullanılmakta ve sürekli tahrip
edilmektedir. Bu kullanım sonucu tabiattaki bazı canlı türleri yok olmakta ve buna bağlı
olarak doğanın dengesi bozulmaktadır. Doğadaki tüm canlılar belli bir görevi yerine
getirmek üzere yaşamaktadırlar. Bu onların fakında olmadan, olağan olarak yaptıkları
sıradan bir faaliyettir. Bunun tek istisnası olan canlı, insandır. İnsanı diğer tüm
canlılardan ayıran en önemli özelliği akıl sahibi olmasıdır. Akıl, insanları diğer tüm
canlılardan hem üstün, hem de aşağı kılar. İnsanlar akılları ile hareket ederlerse daima
üstün olurlar. Bazen de akıl, insanı fayda yerine zarar verir. Bu zarar insanın
kendisinde ve çevresinde en belirgin bir şekilde ortaya çıkar.
I.2. Tanımlar
Küresel Çevre konularının tam anlaşılması için bazı tanımlarını yapmak faydalı
olacaktır. Bu tanımları başlangıç itibarı ile en genel anlamda, Çevre, Kirlenme ve
Küreselleşme grupları altında toplayabiliriz.
I.2.1. Çevre
Çevre kelimesi, günümüzde çok farklı anlamlar yüklenmiş birçok geniş anlamları olan bir
mana ifade etmektedir. Dolayısıyla Çevre ile ilgili çok farklı tanımlar mevcuttur. Genel
olarak, Mühendisler farklı bir tanım, ekoloji ile uğraşanlar farklı bir tanım, sosyal
bilimciler farklı bir tanım ortaya koymaktadırlar. Oysa dışarıda gördüğümüz her şey
çevrenin konuları içine girer. İnsanın kendisi de buna dâhildir. Dolayısıyla çok geniş
anlamda Çevre tanımı,
a) İnsanın kendi iç çevresi, Duyu organlarıyla algılaması gibi,
b) İnsanın dış dünyası, Kara parçası, atmosfer ve su ortamları gibi,
c) İnsanın en dünyası, Evren, kâinat, uzay sistemleri gibi,
olmak üzere 3 noktada toplanmaktadır. İnsan ve insanın dışındaki bütün sistemler
birbiriyle etkileşim halindedir. İnsanın algılayabildiği noktaya kadar olan her bölge çevre
kabul edilir.
Çevre, insanın sosyal kültürel ve ruhi hayatını yaşaması için gerekli olan bir arada
bulunduğu ortamdır.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
3
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
II.2.2. Kirlenme
İnsanın sosyal kültürel ve ruhi hayatını yaşaması için gerekli olan ve bir arada
bulunduğu ortamın geri dönüşümsüz bozulmasına Kirlenme diyoruz.
II.2.3. Çevre Kirlenmesi
İnsanın kendi iç çevresinden evrene kadar uzanan tabii halinden farklı olan bütün
değişimlere Çevre Kirlenmesi denir.
II.2.4. Kirlenmenin Kriterleri
Çevre Kirlenmesinin kıstası nedir? Veya Çevre kirlenmenin ölçüsü, miktarı ne olacak ki
biz kirlenme kabul edebilelim. Kirlenmenin kriteri olarak iki esas kabul edilir. Bunlar;
ƒ
Çevrenin kendi kendine temizleme kapasitesi ile
ƒ
Kendine ve canlılara zararlı olabilme sınırıdır.
Çevre kendisine müdahale edildiğinde doğal olarak bir tepki göstermektedir. Bu tepki,
müdahale unsurlarını elimine etmeye yönelik olabilmektedir. Müdahale unsurları çevre
içinde elimine edilebilen sınırların dışında ise, kirlenme başlamış kabul ediyoruz. Aynı
zamanda müdahale unsurları çevre içinde zararlı olma noktasına ulaşmış bir seviyede
ise, yine kirlenmenin başlamış olduğunu kabul ediyoruz.
II.2.5. Kirlenmeyi Oluşturan Faktörler
Çevrede kirlenmeyi oluşturan faktörlerin esasını;
•
Tabi olaylar
•
İnsan
oluşturmaktadır. Günümüzdeki Çevre sorunları ve çevre kirlenmesinde tabi olayların
rolü ihmal edilebilecek derede azdır. Dolayısıyla, “çevre sorunlarının temel unsuru
insandır”.
İnsan, doğduğu andan ölümüne kadar sürekli tüketme ihtiyacı içinde olan canlıdır.
Diğer tüm canlılar da tüketme ihtiyacı duyar. Ancak insan diğer canlılardan farklıdır.
Çünkü insanı diğer canlılardan ayıran en belirgin vasfı akıl sahibi olmasıdır. Diğer
canlılar temel ihtiyaçlarını gidermek için, insan ise gelişmek, tekâmül etmek için tüketir.
İnsanlar tükettikçe doğal kaynaklar geri dönüşümsüz olarak yok olurlar. Diğer canlıların
tüketimleri doğal dengeyi bozmaz. Makro düzeyde insanın tüketmesi atık faktörünün
artmasına neden olmaktadır.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
4
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
İnsan, doğduğu andan ölümüne kadar sürekli tüketmek ihtiyacı içinde olan canlıdır.
İnsanda tüketim ihtiyacının kaynağını ise;
ƒ İnsan kendi tabi ihtiyaçlarını gidermek için tüketmek ihtiyacı içindedir.
Temel ihtiyaçları, beslenme, gıda giyim, barınma, eğitim vb. tüketimleri gibi,
ƒ İnsan gelişmek için tüketmek ihtiyacı içindedir. İnsanlar sürekli yeni ve yeni
oluşumlara karşı çok zafiyet gösterir. Refah seviyesi insanın tüketim
göstergesidir. “Paran kadar konuş” meşhur atasözünde olduğu gibi, insan maddi
olanaklarında artışla birlikte, sahip olduğu maddi değerlerde de değişimler söz
konusudur. Araba sahibi olma, sonra model değiştirme, Cep telefonu, Buzdolabı,
fırın, TV, Bilgisayar vb. değişikliklerde olduğu gibi.
İnsanın bu tüketim ihtiyacı yeryüzünde bir atık oluşumuna ve doğal kaynakların
azalmasına neden olmaktadır. Aynı zamanda bu tüketimler yeryüzündeki insan
popülasyonu ile de alakalıdır. Nüfusun artması tüketim ihtiyaçlarını da arttırmaktadır.
II.2.6. Küreselleşme
Çevre sistemlerinin ekonomik, politik ve toplumsal öğelerinin tek bir çevre sistemine
doğru bütünleşmesi sürecine Küreselleşme diyoruz. Bu bütünleşme çevre sisteminin
maddi ve maddi olmayan unsurları içinde gelişir ve insan yaşamındaki değişimlere
etkiler. Küreselleşme doğrudan insan yaşantısı ile ilgili, dolayısıyla da çevre ile
bağlantılıdır.
II.3. Çevresel Küreselleşmeyi Etkileyen Faktörler
Çevresel Küreselleşmeyi etkileyen faktörler,
•
Ekonomik faktörler
• Politik faktörler
olmak üzere iki grupta toplanır.
II.3.1. Ekonomik Faktörler
Çevresel
küreselleşmenin
ekonomik
boyutu,
üretimin
dış
pazarlara
yönelik
uzmanlaşmasının bir sonucu olarak ülkelerin gittikçe artan bir şekilde dışa yönelim
göstermesidir. Uzmanlaşma ise, gelişmekte olan ülkelerin dünya pazarına ham madde
sunacak tarzda madencilik ve tarım alanlarında düşük ücretli dış satıma yönelik ihracat
politikaları üzerine oturmuş ekonomik bölgeler şeklinde; gelişmiş ülkelerde ise, bu ham
maddelerin üretim ve tüketimde ileri teknoloji ile kullanılabilen ekonomik bölgelerin
spesifik çeşitleri üzerinde daha görülür bir biçim kazanmıştır. Teknolojik üretim,
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
5
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
hammadde fiyatının 10–15 katına geri dönüşümü demektir. Günümüzde ise
uzmanlaşma, gelişmiş ülkelerdeki ham madde kaynaklarının ve tarım alanlarının dahi
çok uluslu şirketler tarafından ele geçirilmesi olarak da tezahür etmektedir. Ekonomik
uzmanlaşma sonucu oluşan küresel çevre sorunlarının boyutu da artmaktadır. Çünkü
ekonomik uzmanlaşma sonucu ortaya çıkan çevre problemleri, insanlığın en önemli
problemlerinden başında gelmektedir.
Dünya çapında ekonomik ilişki kurmanın diğer bir yolu da iş gücü, ürün ortaya
koyabilmektir.
Bunun sonucunda ekonomik bölgeler ortaya çıkmaktadır. Ekonomik
bölge; Dünya ölçekli ekonomik ilişki kurabilmenin bir yolu olarak, dünya pazarı için
üretim, işgücü, hizmet ve yiyecek sunabilen bölgelere denir. Ekonomik bölge, dünya
çapında ekonomik bir ilişki kurabilmenin temel kıstaslarının başında gelir. Bu tür
bölgeler çevre sorunlarının karmaşık ve problemli olduğu yerlerdir.
Çevresel küreselleşmenin ekonomik boyutu çevre sorunlarıyla iç içedir. İster gelişmiş
ülkeler düzeyinde, isterse gelişmekte olan ülkeler düzeyinde olsun, ekonomik büyüme
sonucu ortaya çıkan uzmanlaşma ve ekonomik bölge oluşumları, çevre sorunlarının
oluşmasının başında gelmektedir.
II.3.2. Politik Faktörler
Çevresel küreselleşmenin politik yönü, politik eylem ve işbirliklerinin gittikçe artan büyük
bir coğrafya alanına yayılması biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Politik faktörlerin
başında, ulusal ülkelerin bir birileri ile ortak çıkarlar etrafında bütünleşmesi gelmektedir.
Çevresel küreselleşmenin politik boyutunun düzenlenmesine yönelik olarak alınan
kararlar, çevre sorunlarının ortadan kaldırılması veya etkilerinin azaltılması yönünde
olmaktan ziyade, insanların sürekli tüketim alışkanlığında tutulması yönünde olmaktadır.
Çevresel küreselleşmenin politik yönü, çevre sorunlarının politik olarak pek çok ulusal
devletin nüfuz alanlarına girmesi anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla yönetim
mekanizmalarının, toplumsal ve ekonomik yaşama alanlarına olan müdahaleleri de
gittikçe artırmaktadır. Bununla birlikte çevre sorunları uluslar üstü karaktere sahip
müdahalelere de açık kalabilmektedir. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası,
Uluslar arası Para fonu vb. kuruluşların etkinlikleri ve yaptırım güçleri öne çıkmakta ve
etkili de olmaktadır.
Çevresel küreselleşmenin politik unsurları ekonomik unsurların bir uzantısıdır. Politik
unsurlar toplumsal öğeler ile desteklenmelidir. Buda toplumların yaşayışı, giyinişi,
kısacası kültürüdür. Çevresel küreselleşmenin politik yönünün bir diğer boyutu da
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
6
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
toplumların kültürleri üzerinde kendisini gösterir. Ekonomik ve politik unsurlar birlikte de
kültür değerleri üzerinde baskı aracı olarak ortaya çıkabilmektedir.
Çevresel küreselleşmenin temel şartlarından biri de ulaşım ve ulaşım ağlarının
geliştirilmesidir. Gerek hammaddelerin üretim alanlarına nakli, gerekse üretilen malların
son tüketiciye kadar ulaştırılması gerekir. Yani, ürettiğiniz ve tükettiğiniz malları hızlı bir
şekilde ulaştıramadığın veya paketleme ve hizmet verimliliği olmadığı takdirde, küresel
ortamda ulusal rekabet yapamazsınız, mantığı hâkimdir.
Türkiye küreselleşme olgusu içerisine ikinci dünya harbi sonucu, çok partili hayata
geçişle girmiştir. Ülkemizin bu küreselleşme süreci ise, 1980’li yıllardan sonra hız
kazanmıştır. Bu bağlamda çevre sorunlarında da önemli bir artış gözlenmeye
başlanmıştır. Ulaşım sorununa bir çözüm bulmak amacıyla yapılan otoyollar, yeni
limanlar ve hava alanları yapılmasının altındaki en temel nedenlerden birisi de
küreselleşmedir. Otoyollar hammaddeleri dış pazarlara, dışarıdan aldığınız üretilen
malları da bizlere ulaştırılmasında önemli bir rol oynar. Gelişmiş ülkelerde ulaşım ağları
çok yönlü ve karmaşıktır. Gelişmemiş ülkelerde ise tek yönlüdür. Bütün bunlar çevre
sistemlerinin aşırı kullanım sonucu tahrip olmalarına neden olmaktadır.
Kısaca küreselleşmeyi, “Satın aldığınız bir sandviçin; Amerikan buğdayının Japon
fabrikasyonu bir fırında Türk işçiliği ile hazırlanmış ve pişirilmiş, Arap
petrolünden
yapılmış
bir
plastikle
paketlenmiş
yemenize
hazır
bir
hale
getirilmesine Küreselleşme .” olarak tanımlayabiliriz. Çevre boyutunu ise, nihai atık ile
sandviçi yemeniz halinde sizin elinizde kalan ambalaj malzemesi oluşturmaktadır.
Oluşan bu çevre kirlenmesi de çok yönlüdür. Yani küreselleşme ulusal sınırları nasıl
tanımıyorsa, oluşan çevre problemleri de aynı şekilde ulusal sınırları tanımamaktadır.
II.4. Küreselleşmenin Nedenleri
Küreselleşmenin birçok temel nedenleri vardır. Bunlardan önemli olanları sırasıyla,
9 Teknolojik seviyenin yükselmesi: Teknolojik seviyenin yükselmesi ile dünya
pazarlarında ekonomik uzmanlaşma meydana gelmektedir. Uzmanlaşmaya bağlı
olarak da ulaşım ağları artar. Bunun sonucu bilgi ve sermaye daha geniş, daha hızlı,
daha örgütlenmiş bir şekilde yayılır. Bu yayılma, ulaşımın karmaşık ve gelişmiş bir
yapıya kavuşmasına ve dış dünya ile iletişimin çok ilerlemiş olmasına bağlı olarak,
uzmanlaşmış devletler arasında ortaya çıkar ve ulaşıma bağlı hale gelir.
Teknolojik seviyenin yükselmesi, yeni ürünler ve kullanım alanlarının ortaya
çıkmasını da sağlar. Yani, yeni pazar anlayışları sonucu küreselleşme hız kazanır.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
7
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Ulaşım ağlarının genişlemesi sayesinde küreselleşme hızlanır. Teknolojik ürünlerin
dağıtılabilmesi için ulaşım önemli bir faktördür. Hammadde kaynaklarının teknolojik
merkezlere götürülmesi için ulaşım önemelidir. Gelişmişlik düzeyi arttıkça
küreselleşme hızlanır ve buna bağlı olarak ulaşım ağları da genişler. Ortaya
çıkarılan her teknolojik gelişme yeni bir atık ürünüdür. Toplumun refah düzeyi
yükseldikçe atık miktarı da artmakta, geri dönüşüm azalmakta ve doğal kaynaklar
tükenmektedir. Aşırı tüketime dayanan doğal kaynakların bilinçsizce yok edilmesi
belirli bölgelerde kıtlık meydana getirir. Hammadde kaynakları sonsuz değildir.
Teknolojik yarış ekolojik dengeyi bozmadan yapılmalıdır. Afrika kıtasındaki açlık
problemi, doğal yaşama alanlarının sınırlandırılmasıyla, toplumlar arasındaki kabile
sınırlarının ulusal devlet sınırları haline dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkmıştır.
9 Dünyanın tek bir sistem halinde yönetilmesi: Dünya tek merkezli bir yönetim
anlayışına doğru gitmektedir. Bu yönetim anlayışındaki kıstaslar, serbest düşünce,
hür teşebbüs ve inanç hürriyeti bağlamında, yani geniş bir hoşgörü içinde, tek
pazar, tek para ve tek devlet vb. bir sisteme doğru götürülmektedir. Ancak bu durum
görüntüden ibaret kalmaktadır. Dünyanın tek bir sistem halinde yönetilmesi
dünyadaki sıcak çatışmaları kaldırmayı hedeflese de, doğal kaynak kullanımı ve
tüketimi açısından bu hiçbir zaman mümkün olmamaktadır. Dünyadaki bütün sıcak
çatışmalar, ya doğal kaynakların bulunduğu yerler yahut da önemli transit geçiş
yolları üzerindedir. Küreselleşmenin başında bulunan güçler, kontrolü bırakmak
istediklerinden, meydana gelen belirsizlikler, çatışmalar vb. hareketler çevre
sistemlerinin de büyük tahribatlara neden olur.
Dünya üzerinde mevcut nüfusun dağılımı, eşit değildir. Dünya besin kaynakları da
eşit dağılmamıştır. İnsan yaşaması için gerekli doğal kaynaklar, su ve besi
maddeleri, yerleşim yerlerinin belli yerlerde yoğunlaşmasına neden olmaktadır.
Toplumlar arasında bu kaynaklara sahip olma mücadelesi yüzyıllar boyunca
süregelmiştir. Dolayısıyla savaşların çıkma nedeni insanların doğal kaynaklara
sahip olma arzusudur. Tek merkezli dünya sistemi sömürge anlayışını da ortaya
çıkarmaktadır. Üretilen mallar çok pahalı bir ücretle satılır. Ancak her türlü emtia,
her yerde hemen hemen aynı ücretle satılır. Örneğin, Cikita muz bütün dünyada
aynı ücretle satılmaktadır.
II.5. Çevresel Küreselleşmenin Önündeki Engeller
Çevresel küreselleşmenin önündeki engeller, aynı zamanda oluşan çevre sorunlarının
da çözümünde karşılaşılan en büyük sorunlardır. Çevre sorunları çözebilmek için bu
engellerin kaldırılması veya adil bir şekilde çözüme kavuşturulması gerekir. Bu engeller;
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
8
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
1. Milli çıkarların ön planda tutulması: Gelişmiş olan ülkelerin çıkar ilişkileri
açısından, gelişmekte olan ülkelerde mili çıkarların ön planda tutulması sonucunda,
toplumlar arasında ayrılıkçılık hareketleri ortaya çıkmaktadır. Bu durum toplum içinde
gerilimlere ve ayrılıklara neden olmaktadır. Ayrıca etnik özelliklerin ön planda
tutulması, bu ve buna benzer değişik amaçlar için de kullanılabilmektedir. Bu durum
çevre sistemlerinin aşırı tahrip edilmesini ve aynı zamanda da küreselleşmeyi geri
plana atar.
2. Gelişmiş
ülkelerin
sömürgecilik
anlayışları:
Toplumların
kültürel
ve
örfi
duygularının sömürgeci zihniyet tarafından baskı altında tutulması, çevre sorunlarının
çözümünü de geri plana atmaktadır.
3. Toplumların tutucu ve cahil olmaları: Ulusal toplumlar örfi ve tarihsel özelliklerine
bağlı olarak değişime karşı direnç göstermeleri küreselleşmeyi engeller ve çevre
sorunlarının artmasına sebep olur.
Küreselleşmeyi engelleyen bu unsurların ortadan kaldırılması için, ulusal devlet
yapısından birden fazla devletin bir araya geldiği, birlikler oluşturduğu görülüyor. Milli
çıkarlar başlangıçta başarı sağlar gibi görünüyorsa da, uzun vadede küreselleşme
karşısında yenik düşmektedir. Cahilliğin kaldırılması da küreselleşmenin önünü açmada
önemli bir etkendir. Çevre sistemlerine yapılan bilinçsiz tahribat, cahillikle ortadan
kalkar.
II. ÇEVRE PROBLEMLERİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ
1400 ‘lü yıllarda dünyada yeni bölgelerin ve yeni kıtaların keşfedilmesi, atık oluşumunda
ve çevrenin tahribinde de önemli bir başlangıç olmuştur. Keşiflerden önce, yeryüzünde
yaşayan insanların, ister eski dünya da olsun, isterse yeni dünyada olsun, büyük bir
çoğunluğu kırsal kesimde yaşamaktaydı. Yani insanlar yerleşik ve göçebe olarak
yaşamlarını sürdürmekteydi. Dünyanın nüfusu da çok fazla değildi.
Hazreti İsa Peygamber zamanında, dünya nüfusu 250 milyon civarında olduğu tahmin
edilmektedir. Takriben 2000 yıl geçiyor, 1850’li yıllarda 1 milyara ulaşıyor. 1 milyardan 2
milyara geçmek için sadece 80 sene geçiyor. Yani 1930 yılında 2 milyar, 1960 yılında 3
milyar, 1975 yılında 4 milyar, 1990 yılında 5 milyar ve şimdi 7 milyarı aştı. Nüfus gittikçe
artış gösteriyor. Bunun çevresel olarak manası, bir zamanlar boş olan dünya şimdi
doluyor, yer kalmıyor. Her insanı beslemek ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak yanında,
bunların meydana getirdiği birtakım problemler de ortaya çıkıyor.
İnsanlık tarihi içinde, nüfus artışı önemli bir çevre problemi olarak karşımıza çıkıyor.
Nüfus artışının yanında doğal felaketlerde en önemli küresel çevre kirlenmesine neden
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
9
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
olmaktadır. Mesela, Şam ve Kahire şehirleri arası bağlık, bahçelik halinde idi. İnsan
orada bir seyahati sırasında ağaçların meyveleri ile karnını doyurabilecek halde iken,
bugün bu bölge tamamen çöl haline gelmiştir. Aynı şekilde Tunus’un Kayvaran şehri
1000 yıl önce tamamen bağlık, bahçelik, ormanlık bir alanda kurulmuş. Ancak şimdi
tamamen çöl haline gelmiş. Yine Hazreti Süleyman ile Belkıs vakasının anlatıldığı bölge,
o kadar güllük gülistanlı iken, o zamanın barajları ile o bahçeler sulanırken bu gün bu
bölgeler de çöl haline gelmiş. Son bir misal de Ad kavmi ile ilgili olarak yeni yapılan
araştırmalar sonucu ortaya çıkan ve basına yansıyan bilgilerdir. Ad kavmi olarak
adlandırılan toplum, Yemen ile Umman arasında yaşamış çok büyük medeniyet eserleri
meydana getirmişlerdir. Her taraf bağlık bahçelik iken bugün çöl haline gelmiş. Kum
altında bu medeniyetin kalıntılarının uydulardan çekilmiş fotoğraflar üzerine tespitler
yapıldıktan sonra yapılan kazı çalışmaları ile bu eserler ortaya çıkarılmıştır. Hatta
Newsweek dergisinde de bir fotoğraf ve altında da batık bir kıtadan “Atlantis” ten
bahseden bir yazı. Su kaynakları ve insanların yaşadığı bağlık, bahçelik, ormanlık bir
alan bugün tamamen çölleşmiş bir vaziyette.
İnsanlığın tarihsel gelişim süreci içinde her zaman çevre kirliliği olagelmiştir. Ancak
İnsanlar göçebe halinde yaşarlarken, bulundukları bölgede fazla kalmadıkları için, çevre
tahribatı da az olmaktaydı. Ancak daha sonraları yazlık ve kışlak olarak farklı iki nokta
arasında gidip gelmeler başladı. Bu noktaların da uzun yıllar sonucu tahrip olduğu
görülüyor. Daha sonraları yerleşik düzene geçildikçe çevre sorunları da artış görülüyor.
Küçük köyler de yaşayan toplumlar, ihtiyaçlarının % 95’ini kendileri karşılıyorlar. Geri
kalan ihtiyaçlarını da şehirlerden veya sanatla uğraşan topluluklardan karşılıyorlar.
Doğa ekolojik olarak dengededir. Doğanın taşıyabileceği bir belli bir değişim kapasitesi
vardır. Bu kapasite aşıldığı zaman denge bozulur. Doğal denge tarih içerisinde zamanla
değişikliklere uğramıştır. Değişimin hızı keşiflerle birlikte artmış, sanayileşme ile
hızlanmış ve son zamanlarda daha artmıştır. Dolayısıyla son 50 yılda yapılan çevre
tahribatı, dünyanın kurulduğu andan itibaren meydana gelen çevre tahribatından daha
fazla fazladır. İnsanlar daha fazla tüketme ihtiyacından dolayı keşifler yapmışlardır.
İnsanlar antik çağdan başlayarak, sanayi devrimine kadar çevre sorunlarından uzak
sağlıklı ve temiz bir çevrede yaşamanın keyfini sürdüler. Zira bu dönemde petrol türevi
enerji kaynaklarının kullanımı çok sınırlı ve bunların sonucunda oluşan atıklarda, ciddi
bir çevre kirliliği sorunu yaratmayacak kadar azdı. Ancak sanayi devrimini takip eden
yıllarda ve özellikle son 20–25 yıllık dönemde yaşlı küremiz, çoğu kişinin görmediği ya
da görmezlikten geldiği korkunç boyutlarda bir çevre sorunuyla yüz yüzedir. Bu
sorunların bir kısmı dünyanın bazı ülkelerine veya bölgelerine has olmakla birlikte,
çoğunlukla tüm dünyayı ve dolayısıyla insanlığı ilgilendiren küresel sorunlardır.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
10
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Hava kirliliği, su kirliliği, nükleer kirlilik, elektromanyetik kirlilik, gürültü, toprak kirliliği,
kültürel kirlilik, enerji kaynaklarının yanlış kullanımı, yağmur ormanlarının giderek
azalması, hayvan ve bitki türlerinin yok olması gibi sorunlar gereken ciddiyetle ele
alınmamaktadır. Yaklaşan felaketi göremeyen ve çalan tehlike çanlarını duymayan
insanlar er geç yüzleşecekleri sorunları geçici bir süre için ertelemekten ileri
gidemeyecektir. Büyük ekonomik ve politik tezgâhların döndüğü, her yönden
acımasızca bir var olma ve büyüme uğraşma ek olarak, günümüz dünyasında sıcak ve
soğuk savaşlar tüm şiddeti ile sürmektedir.
Brundtland Komisyonu adı ile bilinen, Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu
Raporu’nda, yakın yıllarda insanın çevre konusunda dünya görüşünün ne şekilde
değiştiği çok güzel anlatılıyor. Brundtland ve arkadaşları;
“20. yüzyılın ortalarında, dünyayı ilk kez uzaydan gördük. Bu görüntünün insan
beyninde yarattığı devrim, 16. Yüzyılda Kopernik’in yarattığı devrimle karşılaştırılabilir.
Kopernik, evrenin merkezinin dünya olmadığını ve sonsuzluk içinde mini mini bir canlı,
yeşil bir adacık gördük. Bu görüntü, dünyanın sınırlı bir bütün olduğu fikrini somut bir
şekilde ortaya kıyarak, dünya görüşümüzü temelden değiştirdi. Uzaydan bakınca dünya
yüzünde görünen şey, köprüler, şehirler gibi insan yapıları değil; bulutlar, denizler,
yeşillik ve toprak. Çağımızda insanın faaliyetleri işte bu atmosfer, deniz ve karalardan
oluşan dünya ekosistemine ters düştüğü için dünyamız tehlikede. Bu temel olguyu
anlamak ve ona göre tedbirimizi almak zorundayız.” diyorlar.
Dünya çapındaki çevre sorunları, doğanın bütünselliği ilkesini çok güzel belirtmektedir.
Karadeniz’in öbür tarafındaki, Kiev civarında kurulan nükleer reaktör, İzmir’deki çay
tiryakisini niye ilgilendirsin? Ama ilgilendiriyor. İngiltere’de üretilen kükürt dioksitin
Norveçli ormancıyı ilgilendirdiği gibi, tropik ormanların tahribi, ozon tabakasının
incelenmesi, sera etkisi tüm dünya insanlarının ortak sorunudur.
Günümüzde dünya ekonomisinin nasıl bütünleştiğini, tüm ülkelerin alışverişlerinin nasıl
birbirlerine bağımlı hale geldiğini görüyoruz. Hiçbir ülke, sınır kapılarını ve gözlerini
kapayıp, kulaklarını tıkayarak dünyanın diğer yanlarında olup bitenlerden kendini tecrit
edemiyor. Ekonomide geçerli olduğu gibi, çevre açısından da bu kural kesinlikle
geçerlidir.
Çağdaş dünyanın insanı, yurduna yararlı bir birey olmaktan başka, dünya
vatandaşlığının bilincinde olmak zorundadır. Çünkü dünya çok küçüldü. Bazı çevre
sorunları sınır dinlemiyor. ABD Kanada’ya, İngiltere İskandinav ülkelerine bol miktarda
asit yağmuru yolluyor. Büyük Sahra çölü, sınır tanımadan on üç Afrika ülkesinde birden
güneye doğru ilerlemekte. Dünyanın çeşitli yerlerinde kullanılıp atmosfere karışan ozon
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
11
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
parçalayıcı maddeler, ozon tabakasını inceletmeye devam ediyor. Artık dünya çok
küçüldü. İnsanın teknolojik gücü geliştikçe, çevresine de etkisi artıyor. Ortaya çıkan
çevresel hasarlar ise dünyanın ortak malı... Ne sana, ne bana... Hepimize...
Çağlar, boyunca insan, çevresindeki doğaya hakim olmak için çalıştı. Bugün ise 7,5
milyardan fazla insan yaşadığı bir gezegen de doğayı yenmek değil, tam tersine onu
korumak gerekiyor. Sanayileşmiş ülkelerdeki üretim yarışı, doğal kaynakların büyük
oranda tüketilmesine neden oluyor. Su, orman, kömür, petrol, tüm bunlar sanayi
toplumunun artan ihtiyaçlarını karşılamak için tüketiliyor. Ve ulusal kaynaklar yeterli
gelmediği için ham maddeleri başka ülkelerden, özellikle de Üçüncü Dünya ülkelerinden
ithal etmek gerekiyor. Bu nedenle bütün ülkeler sanayi ülkesi olsun veya olmasın, bu
yerüstü ve yeraltı zenginliklerinin hızla tüketilmesinde belli bir paya sahiptir.
Çoğalan nüfusa cevap verebilmek için gitgide artan bir biçimde kullanılan yeryüzünün
doğal kaynakları bugün artık tükenme noktasına geldi. Petrolü gitgide daha derinlerde
veya daha uzak denizlerde aramak gerekiyor. Sulama yapmaya ve büyük yerleşim
yerlerinin ihtiyaçlarını karşılamaya sular yetmiyor. Batı ormanların, özelliklede Afrika’da,
bereketli ağaçları kesilmiş, daha sonrada insanların buralara yerleşmesi sonucu bu
ormanlar yok edilmiştir. Daha düne kadar tükenmez balık depoları olarak görülen
okyanuslar, bir yandan aşırı avlanma, diğer yandan kıyılardaki kirlenme sonucu kaygı
verici bir biçimde fakirleşiyor. Doğal kaynakların bu hızla tüketimine, birde insan
yaşamının atıkları ekleniyor. Tropikal ormanların azalması, toprak aşınmasına ve
çölleşmeye neden oluyor.
Sanayileşme ile birlikte doğa-toplum-teknoloji arasındaki dengenin bozulması çevre
olgusunu çağımızın en önemli sorunlarından biri haline getirmiştir. 19. yy da
sanayileşme ile birlikte değişen üretim biçimi toplum yapısını da etkilemiştir. Bu dinamik
etki sonucu tarımsal çevrenin yerini kentsel çevrenin alması, kentleri sanayileşmenin bir
yan ürünü haline getirmiştir. Özellikle yaşadığımız yüzyılda elde edilen teknolojik
gelişmeler sonucu insan, yaşadığı doğal çevreyi büyük boyutlarda etkilemektedir. Diğer
taraftan hızlı nüfus artışı nedeni ile bir beslenme sorunu ile karşı karşıya bulunulması
doğal kaynakların aşırı ve yanlış kullanılmasına neden olmaktadır. Tükenen kaynakların
yerine yapay kaynakların yaratılması ise sorunun boyutlarını büyütmektedir. Toplumun
biyolojik ve sosyal dengesinin korunması amacı ile doğal kaynakların ve hammaddenin
kullanımında yeni yöntemler geliştirilmesi endüstri artık ürünlerinin yeniden
değerlendirilmesi ve güneş enerjisinden yararlanma olanakları üzerinde çeşitli
araştırmalar yapılmaktadır. Başta Birleşmiş Milletler Koruma Örgütü (UNEP) olmak
üzere, çeşitli uluslar arası ve ulusal kuruluşlarca bu konudaki çalışmalar
sürdürülmektedir.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
12
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
III. ÇEVRE SORUNLARI VE BAĞIMLIK
İnsanların şehirlere akın etmeleri, gitgide başa çıkılması zorlaşan evsel katı atıkların
birikmesine neden oluyor. Ayrıca sanayi üretimi, su ve hava kirliliğini de birlikte getiriyor.
Günümüzde tarım etkinliği bile, yoğun bir biçimde gübre kullanılması ve hayvan
yetiştiriciliğinin sanayileşmesi sonucu kirliliğe neden oluyor. Kısacası dünyada
yaşadığımız yer neresi olursa olsun, doğal çevremiz tehlike ile karşı karşıyadır.
Küreselleşmenin çevre sistemlerine zararları kısa, orta ve uzun vadede meydana
gelmektedir. İster kısa vadede, isterse uzun vade de olsun küreselleşmenin çevre
sistemlerine etkisi doğal olaylar ve insanoğlunun meydana getirdiği etkiler olmak üzere
iki temel nedene dayanmaktadır. Doğal olaylar volkanik faaliyetler ve deprem başta
olmak üzere, fırtınalar, yağışlar, kuraklık vb. başta gelir. İnsanlığın çevre sistemlerine
olan etkileri tabi olayların etkilerinden çok daha fazladır. Hatta tabi olayların bazılarının
oluşmasında da insan faaliyetlerinin etkisi vardır.
Çevre sorunlarında da esas ana faktör insandır. İnsanların çevre üzerindeki oluşturduğu
olumsuz etkilerini mikro ve makro ölçekte de, tabi olarak insanların eğitimi, hayat tarzı,
kültürü ve nüfusu gibi özellikleri belirlemektedir. Eğitim düzeyi yükseldikçe, toplumların
çevreyi kirletmesi daha da artmaktadır. Türk toplumunda çevreyi, cahil insanlar okumuş
insanlardan daha az kirletmektedirler. İlköğretimden üniversite sıralarına kadar, temizlik,
başkalarına zarar vermeme, yerlere çöp vb. atmama ilkesi hep hatırlatıldığı halde,
yerlerdeki çöpler, sigara izmaritleri, su, kola şişelerinin mevcudiyeti acaba neyin
göstergesidir. Bu noktada bir eksikliğimizin olduğu açıkça görülmektedir.
İnsan faaliyetlerinin çevre üzerindeki etkilerinin ikinci ana noktasını kültür yapısı
oluşturmaktadır. İnsanlar değişik kültürlere sahiptirler. İnsanların kültürler seviyeleri
eğitim düzeyi ile alakalı olmakla birlikte, yaşama alışkanlıkları, farklı ulusların etkileri ve
bulundukları coğrafi bölgelerin özelliklerine de bağlı olarak uzun yıllar sonucu
oluşmaktadır. İnsanların eğitim ve kültür düzeylerine bağlı olarak gelişen hayat tarzı,
yaşama alışkanlıkları çevre sistemleri üzerine direkt ve doğrudan etkilidir. Doğu
toplumlarının hayat tarzlarında aile yapısı esastır. Buna bağlı olarak yemek yeme
alışkanlıkları da farklıdır. Doğu kültürlerinde, aileler hep birlikte tek tabaktan yemek
yerler. Sonuçta ortaya tek bir tabak bulaşık olarak çıkar. Batı kültürlerinde ise her bir fert
ayrı tabaktan, hatta birden fazla tabaktan yemek yer. Sonuçta fert sayısı kadar bulaşık
tabak çıkar. Bunların temizlenmesi su ve deterjan kullanımı ve oluşan atık miktarı
farklıdır. Kültür yapısı yani insanların hayat tarzı ekonomik durumuna göre de değişiklik
göstermektedir. İnsanlarda eğitim, kültür seviyesi yani hayat tarzının bir sonucu olarak
bağımlılık ortaya çıkmaktadır.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
13
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Bağımlılık: Çevresel küreselleşmede önemli bir noktada bağımlılıktır. Bağımlılık, çevre
kirlenmesinde ve küreselleşme da insan faktörünün en belirleyici temel unsurudur.
Bağımlılık, toplum olarak yaşamanın da vazgeçilmez bir şartıdır. İnsan yaşantısında
ferdi olarak başlayan bağımlılık daha sonraları toplum ve dünya düzeyinde etkisini
göstermektedir. Bunun sonucu oluşan küresel çevre problemleri ise;
1. Doğanın bilinçsizce kullanılması sonucu tahrip edilmesi: Teknolojik seviye
yükseldikçe insanlar daha fazla üretip, daha fazla tüketme duygusu içindedirler. Bu
da doğal kaynakların daha çok kullanılması, daha fazla tüketilmesine ve tahrip
edilmesine neden olur. Doğanın tahrip olması olarak ortaya çıkan bu olay sonucunda
doğal denge bozulur. İnsan populasyonunun artışı da doğal dengeyi bozmaktadır.
Buda kaynak tüketimini de olumsuz yönde etkiler. Nüfus artışının getirdiği tek
problem düzensiz yerleşmedir. Ülkerlerin çıkarları daima çevre problemlerinin önünde
gelmiştir. Çevre problemlerini oluşturan insan faktörü doğal kaynaklar ve kirlenmedir.
Kirlenme ise insanların ferdi ihtiyaçlarının üzerinde yaptığı tüketimdir.
2. Doğal kaynakların tüketilmesi: Yeryüzünde insanlığın kullandığı doğal kaynaklar
sonsuz değildir. Doğal kaynakların başında, kullanılabilir su kaynakları, fosil yakıtlar
ve ekilebilir tarım arazileri, ormanlar vb. gelir. Bu kaynakların kulanım miktarları her
geçen gün artmaktadır. İnsanlığın fosil yakıtlara olan bağlılığı ve kullandığı miktar da
artmaktadır. Kullanabildiği su miktarı da, ekilebilir tarım alanlarının miktarı da
artmaktadır. Bu artış nereye kadar devam edebilir? Teknoloji yarışının devam ettiği,
alışkanlıkların terk edilmediği sürece, bağımlılıkların daha da artması sonucu doğal
kaynak kullanımı devam edecektir.
Çevre kirlenmesi açısından düşünüldüğünde yeryüzündeki doğal kaynakların en
önemlilerini; Su, Atmosfer ve Hava, Toprak ve enerji oluşturmaktadır. Doğada bir su
problemi vardır. 21. Yüzyılda kullanılabilir temiz su kaynakları önem kazanacaktır.
Endüstrileşme sanayileşme ile zaten sınırlı olan su kaynakları tehdit altındadır.
Büyüklerimizin musluktan içtiği sular günümüzde içilmez hale gelmiştir. Sanayileşme
su kaynaklarını tehdit etmektedir. Temiz su kaynaklarına sahip ülkeler diğer ülkelere
göre daha şanslıdırlar. Orta doğudaki ülkeler, İsrail, Suriye, Ürdün başta olmak üzere
su sıkıntısı çekmekte ve gelecekte, temiz suyun petrol kadar önemli olacağı bugün
herkes tarafından kabul edilmektedir.
3. Atık madde miktarının artması: Teknoloji yarışı sonucu hızla devam eden, daha
fazla üretim, daha fazla tüketim alışkanlığı doğal kaynaklarının tüketilmesi yanında
büyük bir atık oluşumu meydana getirecektir. Sanayileşme ve buna bağlı olarak refah
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
14
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
seviyesinin yükselmesi sonucu meydan gelen küresel çevre problemlerinde de artış
meydana getirmiştir. İnsanların kalkınma için gösterdiği çaba sonucu çevreden
oluşan olumsuz etkiler, biyolojik çeşitliliği azaltmaktadır. Buna bağlı olarak iklimlerin
değişmesi doğal kaynakların kullanılması ile daha da artmıştır.
4. Yer kürenin ısınması ve iklim değişiklikleri. Fosil yakıtların aşırı tüketimi ile
atmosferdeki gazların kompozisyonunda değişikliklerin oluşmasıyla iklimlerde
değişiklikler meydana gelmektedir. Doğanın sunduğu hizmetler bedava hizmetlerdir.
Ekonomik olarak görünmeyen ama uzun vadede ekonomiyi etkileyen ve destekleyen
görünmez kaynakların en önemli kalemlerinden bir tanesidir. Doğa kendi istikrarı için
sağladığı hizmetlerde bir süreklilik arz eder. Ama insanlar yüzünden bu süreklilik
bozulmaktadır. Bu sağlandığı sürece doğa korunmuş olur. Bunu için ekonomide kar
zarar maliyetleri yapılırken çevre maliyetleri de göz önünde bulundurulmalıdır.
Dünyada kirlenme hızla artmaktadır. Bu durum kaynak kullanımdan insan
yaşantısına kadar birçok yönde etkisini göstermektedir. Bulaşıcı hastalıklar, besin
sıkıntısı ve faydalı kullanım imkânlarının azalması olarak karşımıza çıkmaktadır.
IV. ÇEVRE KİRLENMESİNİN ULUSAL VE ULUSLAR ARASI BOYUTU
Siyasal ve ekonomik değişimlerin yanı sıra, son elli yıl, aynı zamanda sonuçları çok
etkili olan sosyal ve çevresel değişimlere de tanık olmuştur. Hızlı nüfus artışıyla birlikte,
insanların yaşayış biçiminde de pek çok değişiklikler oldu, artan ekonomik faaliyetler
yaşam standardını yükseltip okuryazarlığın arttırdı. Medya, yeni teknolojinin yardımıyla,
ulaşabilme gücünü arttırınca, değişimler birbirini etkilemeye başladı. Nüfusun ve
ekonomik büyümenin böylesine yükselmesi, doğal kaynaklara ve çevreye ilave bir baskı
oluşturdu. Dolayısıyla hem nüfusun, hem de ekonomik değişmenin gelecek kuşakların
çıkarlarını koruyacak biçimde yönetilmesi çok önemli bir konu haline geldi.
Bu değişimler kadar önemli olan bir şey de, insanların kendi hayatlarını biçimlendirme
ve kendi haklarının talep etme yeteneğinin artması oldu. Bireylerin güçlenmesi, sivil
toplumun ve demokratik süreçlerin canlandığında kendini belli etmektedir. Bunlar
insandaki yaratıcılık ve işbirliği yapabilme potansiyelini göstermektedir ve bu niteliklerin
ikisi de dünyanın karşı karşıya geldiği pek çok zorluğun üstesinden gelebilmek için
hayati önem taşır.
Günümüzde çevreyi, evrensel değerlerin bir bütünü olarak kabul etme eğiliminin
yaygınlık kazandığı görülmektedir. Önceleri sadece insan ile doğal çevresi arasındaki
ilişkiler bağlamında ele alınmakta olan çevre kavramı, doğa ve doğaya karşı duyulan
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
15
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
ilginin bir ifadesi olarak değerlendirilmiş, çevre sorunları da dar anlamlı “kirlenme”
sorunlarıyla sınırlandırılmış bir biçimde gündeme getirilmiştir. Çevre sorunlarının, ulusal
düzeyde ele alınmasıyla onarımcı ve önleyici politikalar da uygulanmaya başlanmıştır.
Çevre kavramının ulusal düzeydeki politikaları etkileyerek, sosyal, ekonomik ve hukuki
sonuçlar doğuracak kararların konusu olmaya başlamasının en önemli nedenleri, çevre
sorunlarından kaynaklanmaktadır. Ekonomistler gibi, çevre sorunlarının da sınır ve ulus
tanımayan bir nitelik taşıması, çözüm yollarının karmaşık olması ve çevresel baskıların
birbirine bağlı yapısı yalnız ulusal düzeyde çeşitli toplumsal aktörler arasında değil,
uluslar arasında da bu sorunlarla mücadele edebilmek için işbirliği yapılmasın gerekli
kılmaktadır. Çevre sorunları dünyamızı küresel olarak etkilemektedir. İklim, nüfus, doğal
kaynaklar dağılımı, biyolojik çeşitlilik, genetik riskler gibi olgular sorunlarının küresel
ölçekli niteliğini sergileyen örneklerdir. Birden çok ülkenin ortak doğal kaynaklarını aynı
anda etkileyen çeşitli çevre sorunları örneğinde görüldüğü gibi birçok çevre sorunu da
ötesi etkiler taşımaktadır.
Çevre sorunlarının sınır tanımayan ve birbirine bağlı sorunlardan oluşan karmaşık
özellikleri, çoğu kez yarattıkları olumsuz sonuçların aynı anda hem yerel, hem ulusal,
hem de uluslararası düzeyde etkili olmasını yol açmaktadır. Uluslar arasında çevre
konusunda işbirliği yapılmasını gerektiren en önemli nedenlerden bir diğeri de ortak olan
değerlerin korunmasıdır. Paylaşılan ekosistemlerin ve uzay, okyanus, Antarktika gibi
ortak değerlerin geleneksel ulusal egemenlik kavramları ile korunması ve yönetilmesi
mümkün görülmemektedir.
Bu yapısıyla çevre sorunları, ülkeler arasında çeşitli düzeylerde ve çok yönlü işbirliği
mekanizmalarının geliştirilmesini gerekli kılmaktadır. Ülkeler çevre konusunda işbirliği
yapma yoluna giderken çoğunlukla bu işbirliğini hukuki bir temele oturtmayı tercih
etmektedir. Bu amaçla çeşitli çok taraflı veya ikili, bölgesel veya küresel sözleşme
hazırlarken, Birleşmiş Milletler, OECD, Avrupa Toplulukları gibi birçok uluslararası
kuruluşu da, çevreyle ilgili özel birimler oluşturarak, üyeleri için ortak politika ve eylemler
belirlemekte, kurallar geliştirmektedirler. Ortak çevre sorunlarının giderilmesi veya
önenmesinin yanı sıra, ortak çevresel kaynakların korunması ve yönetilmesi anlayışı
üzerinde temellenen bu işbirliğinin, önümüzdeki yıllarda uluslar arası ilişkiler sisteminde
daha belirleyici bir rol oynayarak, bu sistemin yönlendirilmesi açısından önemli
değişikliklere yol açacağı söylenebilir. Çevre ile kalkınma arasındaki etkileşim
çevresinde, uluslararası ekonomik ilişkiler göz önüne alındığında yakın bir gelecekte,
çevre kavramının uluslar arası düzeyde daha belirleyici bir işlev kazanması bu
bağlamda uluslararası çevre hukukunun gelişiminde hızlanma beklenmektedir. Bilim ve
teknolojinin hızla ilerlediği XIX. yüzyılda yaşanan endüstriyel üretim ve kentleşme
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
16
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
çevrenin bozulması süresini hızlandırmış, doğal dengelerin sarsılması ve çevresel
kaynakların tahribinin ağır sonuçlarının görülmeye başlamasına yol açmıştır.
1972 yılında 5–16 Haziran tarihleri arasında Stockholm’de düzenlenen “Birleşmiş
Milletler İnsan Çevre Konferansı”dır. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 113 ülkenin
katıldığı Konferans Birleşmiş Milletlerin çevre konusundaki çalışmalarının temel öğesi
olarak, tüm hükümetlere görev verilmektedir. Stockholm Konferansı’nda alınan karara
uygun olarak kuruluşu Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 12 Aralık 1972’de
2997 sayılı karar ile onaylamış Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), Birleşmiş
Milletler sistemi içinde, çevre ile ilgili faaliyetlerde eşgüdüm sağlamak ve çevre
konusunda yardımcı olmak teşkil edilmiştir. Bu bağlamda, biyosfer kaynaklarının
bütüncül ve akılcı yönetimi için geliştirilmiş bilgi, doğal ve insan eliyle yapılmış ekoloji
sistemlerin gelişmesini, insan refahını temin etmek ve bütün ülkelere, bilhassa
kalkınmakta olan ülkelere, çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gösterilen uluslar
arası ve ulusal gayretlerle istikrarın temini, çevre sorunlarıyla mücadele ve gerekli
teknoloji, eğitim ve öğretim, bilgi aktarımı, edinilmiş deneyimlerin değiş tokuşu için
gerekli ek mali kaynaklara hareketlilik getirmek hususunda yardımcı olmak, UNEP’in
çerçeve ilkesi olmuştur.
Birleşmiş Milletler Çevre Programı’nın da etkisiyle 1980’li yıllarından itibaren çevrenin
evrensel değerlerin bir bütün olarak ele alınması ve kalkınma politikaları ile çevre
koruma politikalarının bütünleştirilmesi gereği her düzeyde gittikçe artan bir şekilde
kabul görmeye başlamıştır.
Çevreyle ilgili uluslararası gelişmeleri yönlendirmek ve küresel çevre problemlerin
çözümüne katkıda bulunmak açısından en etkili kuruluşlardan biri olan Avrupa Birliği
ülkelerinin de, 1970’li yıllardan başlayarak, üyeleri için ortak politikalar ve eylemler
belirlediği görülmektedir. Avrupa Birliğinin esasını teşkil eden ve 1 Ocak 1958’de
yürürlüğe girmiş olan Roma Antlaşmasında, doğrudan çevreyle ilgili ortak bir politikanın
yürütülmesini belirleyen bir madde bulunmamaktadır. Başlangıçta topluluğun çevreyle
ilgili faaliyetleri Antlaşmanın, Üyeleri arasındaki rekabet şartlarıyla ilgili 100. Maddesi ve
ortak pazarın güçlendirilmesiyle ilgili önlemlere ait 235. Maddesi çerçevesinde
yürütülmüştür. Avrupa Birliği kuruluş amaçlarından birisi, vatandaşların iş ve yaşam
koşullarının iyileştirilmesi, dengeli ve uyumlu bir ekonomik kalkınmanın sağlanması
olarak belirlenmiştir.
Bu amaç doğrultusunda hareket eden AB ilk kez, Balkanlar Konseyi’nin 1971 yılında
yaptığı toplantıda çevre konusunu gündeme getirmiştir. Bunu Temmuz 1971’de
Komisyon tarafından yayınlanan bildiri izlemiştir. Topluluk üyesi ülkelerin devlet ya da
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
17
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
hükümet başkanlarının 19–20 Ekim 1972’de Paris’te yaptıkları toplantıda, ekonomik
büyümenin tek başına bir amaç olmayacağı, bu büyümenin çevre ve yaşam koşullarının
iyileştirilmesi amacıyla bir arada ele alınmasının gerekli olduğu belirtilerek, bu konuda
bir eylem programı hazırlanması çağrısında bulunmuşlardır. Bu yaklaşımdan hareketle
Topluluk Kasım 1973’de Birinci Çevre Eylem programını başlatmıştır. Bunu 1977’de
başlatılan ikinci, 1983’de yürürlüğe giren Üçüncü ve 1987- 1992 önemini kapsayan
Dördüncü Çevre Eylem Programları izlemiştir.
AB’nin ilk iki Çevre Eylem Programı, kirlilik sonucu ortaya çıkmış ciddi sorunlara
çözümler getirmek amacına yönelik eylemleri kapsamaktadır. Onarımcı politikalara,
Üçüncü Eylem Programında sorunların ortaya çıkmadan önlenmesinin daha ekonomik
olduğu anlayışı görülmektedir. Dördüncü Eylem Programı ise daha gelişmiş bir bakış
açısıyla, çevrenin korunmasını, sosyal ve ekonomik kalkınmanın temel elemanı olarak
ele almaktadır. Daha sonra, Aralık 1985’te Konsey tarafından kabul edilen Avrupa Tek
Senedi’ne, topluluğun çevrenin kalitesini korumak ve iyileştirmek, kişi sağlığını
korumaya yardımcı olmak, doğal kaynakları özenli ve akılcı kullanmaya ilişkin
amaçlarından hareketle “çevre” başlığı altında bir madde eklenmesi öngörülmüştür. Bu
başlık çerçevesine AB’nin çevre politikasına ilişkin temel ilkeler ise;
9 Önleyici eylem,
9 Çevreye verilecek zararın kaynağında önlenmesi,
9 Kirleten öder
olarak belirlenmiştir.
Avrupa Tek Senedi’nde yer alan çevre başlığında bu ilkelerin ışığı altında hazırlanarak,
1 Şubat 1993 tarihinde konsey ve üye devletler hükümetleri ortak toplantısında alınan
kararla kabul edilen Beşinci Çevre Eylem Programı, yine koruyucu ve önleyici
politikalara ağırlık vermekte ve “Avrupa Birliği”nin çevre politikalarını belirlemektedir. Bu
antlaşmada çevre konusundaki hukuki çerçevesi çizilmiş olan çevre politikaları
belirlenmiştir. Avrupa Birliği, söz konusu belgelerde tanımlandığı şekilde, çevreyi
korumak ve sürdürülebilir kalkınma amacını hayata geçirebilmek için, Çevreyi öncelikli
sektörler olarak belirlenmiş olan imalat, sanayi, enerji, tarım, ulaştırma ve turizm
sektörlerinden başlayarak birliğin tüm sektörel politikalarıyla bütünleştirmeyi
kararlaştırmış ve bu hedeflere uygun eylemler tanımlamıştır.
Çevre gerçeğinin, salt kirlenme sorunları olarak algılanmaktan, çıkarak, küresel,
düzeyde kalkınmayla karşılıklı etkileşimi bağlamında değerlendirilmesi ile birlikte, başta
BMÇP, OECD ve Avrupa birliği olmak üzere çeşitli uluslararası örgütlerin de yönlendirici
etkisiyle, çevrenin yeni bir anlayışla yönetilmesi gerektiği konusundaki çalışmalar hız
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
18
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
kazanmıştır. Kuşkusuz bunda akademik çevreler ile hükümet dışı sivil örgütlerinde etkisi
önemli rol oynamıştır.
Çevre gerçeği son yirmi yıldır devletler arasındaki ilişkilerde yeni ve yönlendirici bir
unsun olarak önemli bir gelişme kat etmiştir. Bu gelişmenin önümüzdeki dönemde
devam ederek, çevre konusundaki faaliyetlerin uluslararası siyasi ve ekonomik
ilişkilerdeki yönlendirici yapısından belirli bir yapıya kavuşacağı ileri sürülebilir. Bu
bağlamda 21. Yüzyılda çevrenin aynen insan hakları ve demokrasi gibi ülkeler arasında
ortak bir üst değer olacağı görülmektedir. Bu çerçevede çevrenin bir yandan ulusları ve
insanları birleştirici işlevinin güçleneceğini, bir yandan da yeni çatışma ve
anlaşmazlıkların nedeni olarak küresel düzeydeki önem ve etkisinin artacağını
beklemek gerekmektedir.
Ülkemizin çevre sorunları yediden yetmiş yediye kadar herkesi ilgilendiriyor ve
toplumumuz bu konuda duyarlı görünüyor olmasına rağmen, kış aylarında hava kirliliği
sorunu ile karşı karşıya kalan kentlerimizin sayısı giderek artıyor, içme, kullanma ve
sulama suyu olarak yararlandığımız su kaynaklarımızın kalitesi giderek bozulmaktadır.
Katı atık sorunu çığ gibi büyüyor, tarım topraklarımızın amaç dışı kullanım alanı giderek
genişliyor, cadde ve sokaklarımızdaki gürültü seviyesi önemli artışlar gösteriyor. Bu
olumsuzlukları çoğaltmak mümkündür. Toplumumuzun her kesimindeki insanlarımızın
çevre sorunları konusundaki duyarlılığını ve bilgi birikimini, çevre mevzuatını, çevre
koruması amacıyla alınan önemleri ve uygulamaları yeterli kabul edecek olursak, teorik
olarak çevre sorunlarının görülmemesi gerekir. Ancak, hepimizin de bildiği ve gördüğü
gibi, ülkemizdeki çevre kirliliği ve doğal kaynakların yanlış kullanımı giderek artmaktadır.
O halde, çevre koruma ve geliştirme zincirinin bazı halkalarında yetersizlikler,
aksaklıklar veya yanlışlıklar vardır. İşte oluşturulacak uygun bir çevre politikası ile,
sorunların daha başlangıçta meydana gelmemesine ve meydana gelebilecek sorunların
etkisinin en aza indirilmesine çözüm araştırılabilir.
Politikaların ortaya konulmasında, yöresel, bölgeler, ülke boyutunda veya küresel tercih
ve hedeflerin belirlenmesi zorunludur. Çevre sorunu olarak adlandırılan ve çoğu çevre
kirliliği olarak etkisini gösteren sorunların bir bölümü ülke boyutlarında ve küresel
düşünmeyi gerektirdiğinden; ayrıca, bu sorunlar anlık veya günlük sorunlar
olmadığından, geleceğe yönelik değişimlerinde dikkate alınmasını gerektirdiğinde, bu
konuda ortaya konulan politikalar dinamik yapıda olmak zorundadır.
Hava kirliliği ile ilgili olarak, yerleşim yeri kaynaklı kirleticilerin ağırlıklı olduğunu
görmekteyiz. Özellikle kış aylarında, yakıt kullanımına bağlı olarak görülen hava kirliliği
insan sağlığını tehdit etmektedir. Endüstriyel kaynaklı kirletici maddelerin yöresel etkileri
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
19
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
yanında, hava akımları ile taşınan gaz ve parçacıkların atmosfere salındıkları yerlerin
dışında ve uzaklarında da olumsuz etkilerinin bulunduğu vurgulanmaktadır.
Akarsularımızdaki kirlenme, havza bazında ele alınmaktadır. Yerleşim yeri atıksuları,
endüstriyel atıksular ve tarımsal alanlardan kaynaklanan su kirliliğinin hemen hemen
ülkemizin her tarafından dikkatlerimizi çekmekte olduğunu izlemekteyiz. Göllerimiz ve
denizlerimizde de önemli kirlenmenin olduğu bu konuda yapılan araştırma
sonuçlarından görmekteyiz.
Katı atıkların uygun bir şekilde yönetilmemesinden, tarım alanlarının amaç dışı
kullanımından, yanlış enerji üretim ve tüketiminden, tarımsal uygulanmalardaki
bilinçsizliklerden kaynaklanan çevre bozulmasının hem insanlarımızı ve hem de doğal
yaşam ortamlarını olumsuz yönde etkilemekte olduğunu üzüntü ile takip etmekteyiz.
Sonuç olarak, üzerinde birlikte yaşadığımız gezegenin birçok bölgesinde olduğu gibi,
ülkemizde de önemli çevre sorunları vardır. Bu sorunların bir bölümü insanlarımızın
çevreye duyarlı görülmesine rağmen, çevrenin korunmasında ve geliştirilmesinde
üzerlerine düşen görevi yeterince yerine getirmediklerinden oluşmaktadır. Bir diğer
bölümü de, mevcut çevre mevzuatının etkili bir şekilde uygulanamayışından
kaynaklanmaktadır. O halde çevre koruma ve geliştirme konusunda yürütülmekte olan
çevre politikasında bazı eksikliklerin olduğunu söylemek mümkündür.
Türkiye’de çevre politikalarının varlığı eskilere gitmekte ise de, ilk belirgin uygulamalar
1982 Anayasası’nın 56. Maddesi ile birlikte başlamıştır. 2872 Sayılı Çevre Kanunu ve
bu kanunu esas alan yönetmeliklerin yürürlüğe girmesi sonucu modern bir çevre
politikası oluşumunu sağlamıştır. Çevre Kanunu’nun dışında, diğer bazı kanunlar, tabiat
ve kültür varlıklarının korunması, kıyıların korunması, ormanların korunması, imar vs.
konuları esas alan kanunlar da çevre politikalarının geliştirilmesinin birer sonucu olarak
yürürlüğe girmiştir. Çevre koruma ve geliştirilme konusundaki temel esaslar, ilkeler ve
hedefler kalkınma plânlarında yer almıştır ve yer almaya devam etmektedir. Diğer
taraftan, çevre korunması geliştirilmesi çalışmalarında bilimsel ve teknik düzeyde
faaliyet göstermek üzere üniversitelerimizin mühendislik fakültesi bünyelerinde çevre
mühendisliği bölümleri açılmıştır. Çevre Bakanlığı ve bu Bakanlığa bağlı İl Çevre
Müdürlükleri kurulmuştur. Bütün bunlar çevrenin korunması ve geliştirilmesi için çok
olumlu yaklaşımlardır. Tüm bu uygulamalar bir bütün olarak ülkemizdeki çevre
politikasını oluşturmaktadır. Ancak, çevre politikasının varlığına rağmen gün geçtikçe
çığ gibi büyüyen çevre sorunları neden önlenememektedir? Bu sorunun en belirgin
cevabı; çevre sorunlarının çözümünde çevre politikalarının varlığının yeterli olmayışı, bu
politikaların etin bir şekilde yürütülmesinde siyasi otoritenin arzulu olmayışı veya
başarısızlığıdır.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
20
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Siyasi otorite, o dönemde iktidarda bulunan siyasi parti veya partilerdir. Bu partilerin
kendine özgü çevre politikalarının olması kaçınılmazdır. Ancak bu politikalar yerleşmiş
devlet politikasından fazlaca sapma göstermemelidir.
Çevreyi koruma ve sürdürme, tüm dünya milletlerinin ortak sorumluluğundadır. Çevre
adına hiçbir şey yapmadan durmak da çok pahalı bir lükstür. Çevreyi korumadan,
toplumsal çıkarlardan kendimizi alıkoymadıkça ve işbirliği–dayanışma fikri eyleme
geçirilmedikçe “çevre korumacılık” kuramsal yönüyle ancak kitaplarda yerini bulacaktır.
V. KÜRESELLEŞME VE ÇEVRE YÖNETİMİ
Küreselleşme mantığı, devlette var olan merkezi gücü ve bürokrasiyi sorgulamaktadır.
21. Yüzyıl demokrasilerinde, siyasi karar mekanizmaları üzerinde çoğu zaman
müdahaleci rol oynayan politik-yönetsel karar alanları daralacak ve ulus devletin işleri
yeniden gözden geçirilecektir. Bu bağlamda yetkilerin bir kısmı bugün var olan ve yeni
kurulan veya kurulması dönüşülen uluslar arası örgütlere bırakılacak, bir kısmı da günün
şarlarına göre oluşacak birimlere terk edilecektir. Her iki gelişmede de demokrasinin
yaygınlaştırılması ve katılımcı demokrasinin desteklediği uygulanabilir somut kurumlar
ve kuralları gerektirmektedir. Günümüzde demokrasi ile idare edilen ülkelerde gerek
yerel gerekse merkezi düzeyde kısmen demokratik anlamda temsil sorunları
bulunmaktadır. Bu olgu ise küreselleşme sürecinde önemli bir engel durumundadır.
Sorunların bölge ve/veya ülke ölçeğinden taşarak tüm dünyayı etkilemesi sonucunda,
tek bir dünyamız olması sorumlulukları da globalleşmiştir. Bu sorumluluklar içinde
özellikle “çevre konuları” diğer tüm ekonomik ve sosyal faaliyetleri de kapsar şekilde
gelişmiştir. Çevre sorunlarının belirleyici özelliği de tüm dünyayı etkilemesidir. Çevre
sorunların merkezileşmesinin nedeni ise, devlet sistemlerinden kaynaklanan ideolojik
farklılıkları aşabilecek boyutta olması ve “çevre ideolojisini” oluşturabilecek bir güce
sahip bulunmasıdır. Bu durum, ulusal ve uluslar arası örgütsel işbirliğini de
güçlendirmektedir.
Birleşmiş Milletler ve diğer ilgili uluslar arası örgütlerle yerel otoriteler arasında işbirliğini
arttırmak, yerel otoriteleri desteklemek ve yerel çevre yönetimi konusunda kapasite
oluşturmak amacıyla programlar başlatılması öngörülmektedir. Bu bağlamda da özellikle
az gelişmiş ülkelerin bu doğrultudaki çabalarını tanımlamak üzere uluslar arası
işbirliğinin güçlendirilmesi istenmektedir.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
21
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Yerel yönetimler, çevre konularında gerek zarar verme, gerekse, yürütmeye ilişkin
yetkiler açısından güçlendirilmesi gereken birimler olarak önemini korumaktadır.
Belediyelerin fiziksel planlamadan, su kaynaklarına ve her türlü atıklara ilişkin olarak
üstlendikleri sorumluluklarını yerine getirebilmeleri mali kaynak denetimi, personel gibi
yerel yönetimlere ilişkin sorunlarının giderilmesini gerektirmektedir. Çevre konusunda
sorumluluklarını yerine getirmeyen merkezi/yerel yönetimler için yaptırılmalara
gidilmelidir.
Bütün ülkelerin çevre yönetimleri, atık, kalkınma ve çevre konularının ayrılmaz bir bütün
olduğuna inanmakta, geleceğe yönelik ulusal, bölgesel ve uluslar arası politikalarını bu
bakış açısına göre ele almayı prensip olarak kabul etmektedir. Bu noktada çevre
korumacı ideolojiler gelişmektedir.
V.1. Çevre Korumacı Yaklaşım
Küresel ve bölgesel çerçevede çevrenin korunması günümüzde üzerinde önemle
durulan konular arasında yer almaktadır. Gerçekten çevreye verilen zararlar ve ortaya
çıkan sorunlar ister gelişmişlik yönüyle isterse politik sistemler açısından
değerlendirilsin, tüm dünyanın ortak sorunudur. Dünyamızı olumsuz etkileyen en önemli
unsur, kirleticidir. Bireylerin yaşam süreçleri içinde çevresinden yararlanırken onu
etkilemesi ve etkilenmesi sonucunda oluşan atıklar ise, toprak, hava ve su gibi
doğrudan çevreyi kirletmektedir. Oysa halk genelde kirlenmeyi kendinden soyutlayarak
izlemektedir.
Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin birçoğunda doğal kaynakların akılcı olmayan
yönetiminin etkileri, gittikçe kötüleşen bir değişim ortaya koymuştur. Ancak gelişmiş
ülkeler ekonomik durumları ve politik yapıları ile gelişmekte olan ülkelere göre daha
şanslı durumdadır. Öte yandan doğal kaynakların oransal olarak azalması, gelişen
ülkelerin çabuk etkilenen özelliğe sahip ekonomilerini tehdit etmektedir. Yine yoksul
ülkelerin doğal kaynaklarına büyük ölçüde bağımlılığı, önemli bir engel yaratmakta ve
ekonomik faydanın göz ardı edildiği politik tercihlere neden olmaktadır.
Çevre, sosyal ahlâk düzeni ve politika ile yakından ilgilidir. Özellikle tarım, enerji ve
sanayi yönlü makro ekonomik sektör politikaları ile yerli ve yabancı yatırımlara ilişkin
“mali”, “ticari kararlar” çevre korumacı tartışmalarda her fırsatta ve eleştiride ileri sürülen
vazgeçilmez kalkan sözcülerdir. Bu nedenle nüfus, kaynaklar, çevre, kalkınma, çıkar
sözcükleri çevre kaynaklarında çokça kullanılmaktadır.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
22
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Çevre sorunları uluslar arası arenada esaslı değişiklikler yapmıştır. Yüzyıllarca
devletlerin güvenildiği askeri açıdan ele alınmaktaydı. Ancak son on yılda oldukça
değişik bir tehdit tipi ön planda yer almaktadır. Bu tehdit “ekolojik güvenlik” tir. Ekolojik
sınır ötesi ihlaller, askeri sınır ötesi ihlallerden daha aktüel ve her an gerçekleşmesi
beklenen olgulardır.
Endüstrileşmenin uluslar üstü olması, çevre sorunlarında da uluslar üstü olmasını
sağlamıştır. Bu yüzden de çevre politikası düzenleyiciler uluslar arası politikalarda ve
uluslar arası politika ise ulusal çevre politikasında gittikçe etkili olmaktadır. Yetkili ve
sorumlu olarak ulusal politikanın önemi büyüktür. Çünkü bulunduğu doğal ortamların ve
ekonomisinin uluslar arası sorunlarıyla karşılaşan da ulusal devlettir.
Ulusal devlet, global çevre koruma için tek büyük aktör olarak düşünülmekle birlikte,
aslında zayıf bir konumdadır. Bu durum dünyanın ekonomik yapısından
kaynaklanmaktadır. Örneğin, otomotiv sanayi gibi bir faaliyeti organize eden çok uluslu
bir kuruluşun, geniş bir ticaret ağına sahip bulunması kontrolü zorlaştırmaktadır. Ayrıca,
sadece, girişimcilerin değil devletlerinde dünya piyasasında rekabet etmesi gibi
nedenlerle, endüstri yararına olduğu düşünülen vergi muafiyetleri ve teşvikler de çevre
korumayı engelleyebilmektedir.
V.2. Çevre Politikasının Değerlendirilmesi
Devletlerin çevre politikasının değerlendirilmesi açısından, “strateji” ve “çevre
politikasının araçları” çok önemli iki etkendir. Strateji yönüyle incelendiğinde dört
aşama görülmektedir.
a) İlk aşama ortaya çıkmış çevre tahribatının sadece tamiridir. Bu aşama “tepki
göstermek ve tedavi etmek” olarak tanımlanmaktadır.
b) İkinci aşamada, devletlerde yeni kurumlar yaratmak ve kirlilik kontrolü üzerine
mevzuatı gözden geçirmek, kaynakların yönetimi ile kırsal ve kent alanlarının
iyileştirilmesi doğrultusunda öncülük etmek ve yol göstermektir.
c) Çevre politikasının üçüncü aşaması ise, baştan itibaren çevreyle uyumlu bir
teknik kullanılması amacına yöneliktir. Bu durum, kural olarak kaynakların daha
dikkatli kullanımı hedef almaktadır.
d) Dördüncü aşamada, ek tedbir veya yeniliklerle iyileştirmeye ve düzeltilmeye
çalışılan ekonomik formlara veya çevre ile uyumsuz teknolojilere daha fazla yer
yoktur. Bunlar “yaptırım getirilerek” kendiliğinden değişecektir.
Milli devletler genel olarak da çevre korumacı ve düzeltici politikalara ağırlık
vermektedir. Oysa ıslah edici çevre korumada, kirlilik önleyici arıtma tesisleri ilk
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
23
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
müdahale olarak mutlaka gerekli görülmekle beraber sınırlı katkısı da bilinmektedir.
Buna göre;
a) Islah edici çevre korumada, enerji santrallerinin filtrelerinde önem arz eden SO2
gazlarının tutulması gibi, kirliliğin tümüyle değil, ancak belli zararlı atıklarla
mücadele edilmektedir.
b) Islah edici çevre korumayla sağlanan çözümler uzun vadeli olmayabilir.
c) Çözülmüş gibi görünen konular, çevre sorunlarına tekrar dönüşebilir.
İdeal olan; hammadde; enerji, su ve toprağın akılcı ve rasyonel bir şekilde kullanıldığı,
bilgi ve hizmet yoğun üretime yönelinmesidir. Bundan sonrası, ıslah edici tekniklerin
kullanılmasını gerektiren çevre sorunlarının asgari düzeye indirilmiş olduğu doğal
sistemlerin korunması ve kapsamlı ekonomik yapı değişikliklerinin sonucuna bağlıdır.
VI. KÜRESELLEŞMENİN GETİRDİĞİ ÇEVRE SORUNLARI
İnsan ve diğer canlıların yaşam boyunca ilişkilerini sürdürdüğü bir dış ortam mevcuttur.
Doğada canlıların kendi aralarında ve fiziksel çevreleri ile ilişkileri sağlıklı bir gelişmeye
izin veriyorsa, doğal denge sağlanmış demektir. Aksine bir durum, doğal dengenin
bozulduğunu göstermektedir.
Tüm dünya üzerinde insanların gün geçtikçe artan bir hızla sanayileşme çabaları ve
kırsal alanlardan kentleşme sürecine giriş önceleri pek önem verilmemesine rağmen,
son yıllarda insanlığı tehdit edecek şekilde ciddi boyutlarda çevre kirlenmesine yol
açmıştır ve kirlenme hızla artmaktadır.
Çevre kirlenmesi, doğanın kirlenmesi, daha doğrusu kirletilmesidir. Bunlar kısaca suyun,
havanın, toprağın kirletilerek verimsiz ve canlılara zararlı hale getirilmesidir. Öldürücü
olan birçok hastalık bunların sonucudur. Su, evsel ve endüstriyel atık sularla; hava,
büyük ölçüde fabrikaların bacalarından çıkan zehirli gazlar ve tozlarla, toprak ise
kullanılan suni gübreler ve zirai araçlarla doğal özellikleri hızla bozulmaktadır.
Sanayileşme ve kentleşmenin yol açtığı ve yukarıda bahsettiğimiz kirliliklerin dışında
gürültü, ses, trafik, şehirlerin ısıtılması vb. gibi faktörler de dolaylı yollardan yaşamı
etkilemektedirler.
Günümüzde özellikle dört konu dünya çapında çevre sorunları olarak sık sık gündeme
gelmektedir. Karbondioksit gazının artışı dolayısıyla meydana gelen iklim değişikliği,
kanser yapıcı ışınları süzen ozon tabakasının incelmesi, tropik ormanların tahribiyle
ortaya çıkan milyonlarca hayvan ve bitki türünün yok olma tehlikesi, bir de Çernobil
olayında olduğu gibi büyük çaptaki nükleer kirlenmeler. Son yıllarda bu gruba
elektromanyetik kirlenme ile kültür kirlenmesi de eklenmektedir. Bunlardan başka, tüm
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
24
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
dünya çapında olmasa bile, uluslar arası boyutlarda, dünyanın geniş bölgelerini
etkileyen asit yağmurları, çölleşme, tehlikeli atıkları da sayabiliriz. Bu listeye daha
önceki yıllarda dünya çapındaki sorunlar olarak çok sözü edilen DDT kirlenmesi,
denizlerdeki petrol kirlenmesi ve cıva kirlenmesi vb. de eklenebilir.
VI.1. Nükleer Tehlikeler
Dünya nükleer çağa, ABD’nin 1945’te iki Japon şehrine attığı atom bombalarıyla girdi.
Ama asıl dünya çapındaki radyoaktif kirlenme sorunu, 1950’li yıllarda ABD ve SSCB’nin
birbiri ardına yaptığı nükleer denemelerden sonra ortaya çıktı. Bu denemeler ıssız
bölgelerde yapılıyordu. Patlamanın gücüyle atmosferin yukarı tabakalarına savrulan
nükleer maddelerin orada zararsız hale gelinceye kadar kalacağı sanılmaktaydı. Ama
ABD’li fizikçiler 1945’te tüyler ürpertici bir kesifte bulundular. Her nükleer denemeyi takip
eden haftalarda ABD’nin deney sahasından uzak çeşitli yerlerine radyoaktif yağmurlar
yağıyordu.
Kısa zamanda, bu radyoaktif yağmurun, sadece ABD’ye değil, dünyanın her tarafına
yağdığı, denemelerden ortaya çıkan çeşitli maddelerin ekosistemde yayıldığı anlaşıldı.
Bunların arasında, stronsiyum (Sr-90) adlı radyoaktif maddenin, kimyasal olarak
kalsiyumun yerini aldığı; tüm kalsiyumlu besinler örneğin anne sütü yoluyla çocukların
vücuduna girip, kemiklerde yerleştiği, kan kanserine neden olduğu saptandı.
1960’lı yıllara varıldığında ortada kaçınılmaz bir bulgu vardı. Nükleer denemeler sonucu
ortaya çıkan radyoaktif yağmur, tüm dünyanın ekosistem sağlığını tehdit etmekteydi.
Bilim adamlarının baskısı ve kamuoyundaki tartışmalar sonucu, 1963 yılında ABD,
SSCB ve İngiltere, atmosferde nükleer denemeleri yasaklayan bir antlaşma imzaladılar.
Bundan sonra yeni bombalar geliştirmek için yapılan denemeler yine devam etti, ama
hiç olmazsa atmosferde değil, yeraltında yapıldı.
1970’ten sonra çevrecilerin dikkati yeni bir nükleer tehlikeye, nükleer santrallere çevrildi.
Aslında nükleer enerji çok güzel bir fikir olarak kabul edilmişti. Nükleer yakıt bomba
olarak patlatılacağına, bu güç bir enerji kaynağı olarak kullanılacaktı. Nükleer
santrallerde fuel oil ya da linyit yerine, dumansız, kokusuz bir yakıt olan uranyum
kullanılır. Radyoaktif maddenin parçalanmasıyla çıkan ısının meydana getirdiği su
buharıyla türbinler döndürülüp elektrik üretilir. Küçük bir hap kadar uranyum, iş yapma
gücü yönünden bir ton kömüre eşdeğer. Nükleer santralin atıklarında tehlikeli radyoaktif
maddeler yok değil, ama atıklar zaten miktarca çok az. Bu atıklar sağlam bir yere
gömüldü mü mesele kalmaz. Nükleer santrallerin bomba gibi patlamalarına olanak yok.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
25
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Kaza tehlikesi ise sıfıra yakın. Risk analizcilerin hesabına göre, bir milyon reaktör yılında
bir ya da diğer bir hesapla her iki bin yılda bir büyük bir kaza beklenebilir.
Nükleer enerji taraftarları, nükleer enerjiyi dünya ya işte bu şekilde tanıtmışlardı fakat
daha 1950’li yıllarda, ilk deneysel reaktörlerde, çoğu kamuoyuna duyurulmayan kazalar
olmuştu. İlk büyük reaktör kazası, 1979’da ABD’nin New York eyaletinde oldu. Kaza
ucuz atlatıldı, çünkü radyoaktif maddeler santralın içinde kaldı. Nisan 1986’da Çernobil
reaktöründe olan kaza ise ucuz atlatılamadı. Kontrol hatası sonucu, santralın kalbi eridi
ve reaktörü yavaşlatmakta kullanılan grafit ateş aldı. Yangın, reaktörün damını patlattı
ve başta sezyum (Cs-137) olmak üzere, Sr-90 ve I-131 gibi radyoaktif maddeler önemli
miktarda dışarı saçıldı. Kazanın ilk farkına varan ülke, oldukça gelişmiş radyoaktif
izleme istasyonlarına sahip olan İsveç oldu. Ama Çernobil’in radyasyon etkisi sadece
kuzeye, İskandinav ülkelerine gitmekle kalmadı; Orta Avrupa’dan Almanya’ya kadar
batıya, İspanya’dan Türkiye’ye kadar güneye de yayılmıştır. Kazada ilk başta 32 kişi
öldü. Kazadan üç buçuk yıl sonra ise resmi rakamlarla ölü sayısı 250’ye, on yıl sonrada
binlere ulaştığı açıklandı.
Çernobil’in insan sağlığına uzun vadeli etkilerini; çocuklar arasında artan tiroit kanseri ve
lösemi vakaları yoluyla izlemekteyiz. Çernobil’in önemli bir etkisi, ülkelerin enerji
politikalarını değiştirmek yönünde oldu. Pek çok ülkenin nükleer santrallere olan
güvenleri sarsıldı. Atom gücüyle enerji üretme fikri önemli bir darbe yemiş oldu.
VI.2. Sera Etkisi
Dünya atmosferinde, nitrojen ve oksijen gibi gazlardan başka sera etkisi yaratan çeşitli
gazlar mevcuttur. Bu gazlar, dünya ya ulaştıktan sonra uzaya geri yansıyacak olan
güneş ışıklarını atmosferde tutmak görevini görürler. Karbondioksit ve metan gibi sera
gazları, gelen güneş ışınlarına geçirgendir, ama dünya yüzeyinden yansıyarak çıkan
ışınların bir kısmını engellerler. Günümüzde yapılan çalışmalar, havadaki karbondioksit
oranının artık sabit olmayıp, endüstri devriminden bu yana, giderek arttığını gösteriyor.
Bu artışın başlıca kaynağı kömür ve petrol gibi fosil yakıtların kullanımıdır.
Atmosferdeki karbondioksitin bu hızla, önümüzdeki 30 ile 60 yıl içinde iki katına
ulaşacağı tahmin edilmektedir. Bu da ortalama dünya ısısının 1,5 ile 4,5 derece
artmasına tekabül etmektedir. Bunun sonucunda dünyada önemli iklim değişiklikleri
olacaktır. Meydana gelebilecek en önemli değişiklik de kutuplardaki buzulların
erimesiyle dünya denizlerinin seviyesinin yükselmesi ve kıyı bölgelerinin sular altında
kalacak olmasıdır.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
26
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
VI.3. Ozon Tabakası
Ozon, atmosferde bulunan çeşitli gazlardan bir tanesidir. Ozon, nefes aldığımız hava
içinde bulunursa, hava kirleticilerinden sayılır. Ama yerden 15 ile 40 km. yukarıda,
atmosferde bulunan ozon gazının hayati bir görevi vardır. Buradaki ozon tabakası,
güneşten gelen ışınların içinden ültraviyole dalgalarının fazlasını süzüp, dünya
üstündeki yaşamı kanser yapıcı bu ışınlardan korur.
Ozon tabakasını tehlikeye sokan etkenler arasında CFC’ler diye anılan klorlu be florlu
karbon bileşikleri özel bir yer tutmaktadır. Saç, deodorant gibi sprey tenekelerinde,
sudolaplarında ve plastik köpük yapımında eskiden kullanılan, modern çağın harika
yapay kimyasallardan CFC’ler, yukarı atmosfere kadar yavaş yavaş ve ayrımdan
yükselirler. Ozon tabakasının olduğu bölgeye varınca, kuvvetli güneş ışınlarının etkisiyle
CFC’ler parçalanıp, klor atomlarına ayrılırlar. Tek bir klor atomu zincirleme reaksiyonla,
binlerce ozon molekülünü parçalayabilirler.
1986’da bir uyduya monte edilmiş aygıtlar, ozon tabakasının Güney Kutbu üzerine
rastlayan kısmındaki tabakalarda bir incelme keşfetmişlerdir. Bu incelme, % 50’ye varan
bir ozon azalmasını göstermektedir.
CFC’lerin başlıca üreticisi olan ABD, kimya sanayii lobisine rağmen, spreylerde CFC
kullanımını yasaklamayı 1978’de başarmıştır. 1985’te Viyana’da yirmi ülke ozon
tabakasını korumak için bir araya gelmişler ve bir yıl sonra da Montreal’de yirmi dört
ülkenin imzaladığı anlaşma ile, 2000 yılına kadar dünya CFC üretiminin yarı yarıya
azaltılması kararlaştırılmıştır. Buna rağmen, sorun henüz çözümlenmiş değildir. Çünkü
bugün kullandığımız spreyden çıkan CFC’nin ozon tabakasına ulaşıp etkilemesi 50 yılı
bulmaktadır.
VI.4. Tropik Ormanlar
Dünyadaki tüm tropik ormanların yarısı, kesilme ve yakılma gibi nedenlerle, son iki
yüzyılda yok olmuştur. Şayet önlem anılmazsa kalan ormanlar önümüzdeki elli yıl içinde
tamamen yok olabilir. Tropik ormanların kapladığı alan, dünya yüzeyinin yalnızca % 7’si,
yeryüzündeki hayvan ve bitki türlerinin % 80’i tropikal ormanlarda yaşamaktadır. ABD’de
reçeteyle satılan ilaçların dörtte birinden fazlası, yalnız tropik ormanlarda bulunan
bitkilerden elde edilmektedir. Dünyanın değişik ekosistemleri arasında en zengin ecza
maddesi kaynağı da tropik ormanlarda bulunmaktadır. Bu ormanlar dünyanın yağmur
dengesini düzenlemekte ve atmosfere oksijen sağlamaktadır. Yani tropik ormanlar
dünya ekosisteminin akciğeri görevini yapmaktadır.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
27
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Orman kayıplarının önemli bir kısmı, tarım alanı açmak ve odun kesmek yüzünden
olmaktadır. Son on yıldır, özellikle Brezilya ve Endonezya, kalabalık bölgelerdeki nüfus
fazlasını ıssız tropik orman bölgelerine kaydırmaya çalışmaktadırlar. Bu da, Amazon
gibi alanlarda geniş yollar, yerleşim ve tarım alanları açılmasıyla orman kesimini
körüklemektedir. Diğer yanda, hammadde ihtiyacı olan zengin ülkelerin neden olduğu
bazı baskılar mevcuttur. Örneğin, ağaç varlığı kıt olan Japonya, büyük ölçüde tropik
orman kerestesi ithal etmektedir.
ABD’nin meşhur hamburger endüstrisinin bile tropik ormanlara önemli çapta etkisi
vardır. Orta Amerika’nın tropik ormanlarının dörtte biri son 25 yılda açılmış ve bazı
çokuluslu hamburger şirketlerinin kontrolüne girmiştir. Bu eski orman alanlarında sığır
yetiştirilmekte ve sağlanan düşük vasıflı et, kimyasallarla yoğrulup, bu hamburger
şirketleri tarafından dünyanın dört bir yanında piyasaya sürülmektedir.
VI.5. Asit Yağmurları
Ülkelerin ekolojik yönden birbirlerine ne derece bağımlı olduklarını asit yağmuru
konusunda çok açık biçimde görmekteyiz. Kanada’nın uçsuz-bucaksız ormanları ve
gölleri, zaman zaman sirkeye yakın keskinlikte asit taşıyan yağmurlar nedeniyle yavaş
yavaş ölmektedir. Biyolojik anlamda ölen göl sayısı şimdiden 14.000’i bulunmuştur.
Önlem alınmazsa, daha 40.000 kadar gölün elden gideceği belirtilmektedir. Kuzey
Kanada Ormanlarının çam ağacı türlerinde büyüme hızı yarı yarıya azalmış durumdadır.
Bu yağmurlardaki asit, daha çok kömür yakıt kullanan sanayi bölgelerinden çıkan kürüt
dioksitten ve otomobillerden çıkan azot oksit gazlarından kaynaklanmaktadır. Kanada’ya
düşen asit yağmurunun yarısının kaynağı, güney komşusu ABD’dir. Asit yağmuru
ABD’nin kendi toprağına da zarar vermektedir. Ama özellikle Ohio eyaletinde bulunan
özel işletmelere ait kömür madenleri ve kömür yakan termik santraller, alınabilecek
önlemlere karşı etkin bir lobi oluşturmaktadır.
Asit yağmuru ilk kez 1972 yılında yapılan Stockholm Birinci Dünya Çevre Kongresi’nde
uluslar arası topluma mal olmuştur. Kongrede İskandinav ülkeleri, göllerinin başka
ülkelerden gelen asit yağmuru yüzünden ölmekte olduğunu açıklamışlar, uluslar arası
önlemler alınmasını önermişlerdir. Bu asidin kaynağı olan Almanya, İngiltere gibi ülkeler,
yapılan önerileri ciddiye almamışlardır. Ancak bir süre sonra kendi ülkeleri de
etkilenmeye başlayınca işler değişmiştir. Üstelik işler sadece kükürt dioksit ve gazın
suyla birleşmiş şekli olan sülfürik asitle de bitmemektedir. Sorunun çözümü, bir iki büyük
kükürt dioksit kaynağını kısmakla gerçekleşmeyecektir. Çünkü kullandığımız taşıtlardan,
yaktığımız çöplere kadar pek çok faaliyetimiz asit yağmuruna katkıda bulunmaktadır.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
28
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Türkiye’de asit yağmuruna ancak kısıtlı ölçülerde Murgul, Ergani, Yatağan, Elbistan gibi
önemli kükürt dioksit kaynağının olduğu yerlerde ve Avrupa’dan yağış olan kuzeybatı
kesimlerimizde rastlanmaktadır. Son birkaç yıldır kükürt dioksiti azaltmak konusundaki
uluslar arası girişimler hızlanmıştır. Fakat ABD ve İngiltere gibi net ihracatçı birkaç
önemli ülkenin anlaşmaları imzalanmakta direnmeleri bu çabaları baltalamaktadır.
VI.6. Zehirli Atıklar
İkinci Dünya Savaşından bu yana, bir yandan kimyasallar, bir yandan kimya
sanayicilerinin “yan ürünler” olarak nitelendirdikleri, kimyasal işlemler sonucu ortaya
çıkan atıklar üretilmektedir. Atıklarda çoğu kez tek değil, pek çok kimyasal madde bir
arada bulunduğu için soruna, öldürücü ya da zehirleyici anlamında “zehirli atıklar”
sorunu denilmektedir.
Bugüne kadar deneyimler, önemli sorunlar çıkıncaya kadar, hiçbir ülkenin bu atıkları
ciddi bir denetim altına alamadığını göstermektedir. Atıklar genellikle en kolay yoldan
çelik variller içinde çeşitli yerlerdeki çöplüklere atılmakta ya da gömülmektedir. İleri
kimya sanayisine sahip ülkelerde, sızıntı yaptığı ancak son yıllarda keşfedilen yüzlerce
sanayi çöplüğü bulunmaktadır. Bunların her biri insan sağlığı ve doğal çevre açısından
birer saatli bomba durumundadır.
VI.7. Dünya Denizlerinde DDT, Petrol, Cıva Kirlenmesi
1945’ten beri mal edilen; tarım ilaçları DDT’nin, ekosistemde biriken ve pek çok canlıyı
hiç hesapta olmayan biçime etkileyen bir kimyasal olduğu ortaya çıktıktan epeyce sonra
etkili önlemler alınabilmiştir. 1960’lı yıllarda zararlı ortaya çıkmaya başlayan DDT’ye,
tropik ormanlardan, Antarktika’nın penguenlerine kadar tüm canlıların dokularında
rastlanmaya başlandı. Böylece bütün dünya ekosistemini etkileyen bir kirletici olduğu
ortaya çıkan DDT, 1970’lerden itibaren Batı ülkelerinde, daha sonrada Türkiye’de
yasaklanmıştır.
Petrol kirlenmesinin, uluslar arası önlemler gerektiren bir konu olarak kabul edilmesinin
tarihi oldukça eskiye dayanmaktadır. Bu konuda ilk anlaşma, BM aracılığıyla 1954’te
imzalandı. Ama sorun bitmedi. Dünya denizlerinde petrol ticaretinin artmasına paralel
olarak, petrol kirlenmesi de 1960 ve 1970’li yıllar boyunca arttı. İstanbul limanında
1979’da patlayıp Marmara’nın büyük kısmını petrole bulayan “Independenta” tankeri
olayı gibi kazalar, dünyanın birçok ülkesinde yaşanmıştır. 1954’ten 1982 BM Denizler
Hukuk Antlaşması’na kadar safha safha bir dizi düzenleme ile deniz kazalarının önünü
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
29
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
alacak yeni standartlar getirilmiştir. Ancak Hazar havzasından gelen Rus petrolü yıllardır
Boğazlar yoluyla dünyaya satılmaktadır. İstanbul, 1994 Mart ayındaki tanker kazasından
şans eseri ucuz kurtulmuştur. Oysa Rusya’nın planında daha da büyük tankerler
bulunmaktadır.
Diğer bir önemli deniz kirlenmesi sorunu cıva ile ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kimyasal reaksiyonlara kolay girmeyen cıva, doğada bakteriler aracılığıyla kimyasal
değişimlere uğramakta ve ekosistemde biriken, toksik bir madde haline gelmektedir.
Civanın ne derece zehirli olabileceğini, Japonya’da Minemota’da 1950’li yıllarda ortaya
çıkan ve yüzlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylardan bilmekteyiz.
VI.8. Hava Kirliliği ve Atmosfer
Hava kirliliği, insanlarda akut ve kronik solunum problemlerine yol açmakta, özellikle
gençleri ve çocukları olumsuz yönde etkilemektedir. Hava kirliliği, Kanser oranında
artışa, ormanların ve tahıl ürünleri üretiminde verimin azalmasına, özellikle tarihi
binaların yüzeylerinde, yapılarında hasara sebep olmaktadır.
Geçen yüzyılın sonundan beri İngiltere’de, kimi büyük şehirlerin havası bazı günler
kömür yüzünden solunmaz duruma geliyordu. Dumanla sis karışımı olan “kalın sis
tabakası”, 1960’lı yıllara kadar Londra’nın önemli bir özelliğiydi. Sanayileşmiş ülkelerde
kömürün yerini daha temiz, yani daha az kirlenmeye neden olan fuel-oil, daha sonra ise
elektrik ve doğal gaz aldı ve bu şekilde büyük yerleşim yerlerinde daha rahat nefes
alınmaya başlandı.
Ancak 1970’li yıllarda, dumansız, ama daha sinsi bir kirlilik ortaya çıktı. Araç trafiğinin
yol açtığı egzoz gazları, fabrika bacalarından yayılan gazlarla birleşince, büyük
şehirlerin havası kükürt dioksit, azot monoksit ve yanmamış hidrokarbonlar la kirlendi.
Bu gazlar, hava şartları nedeniyle bir yerleşim yerinin üstünde sıkışıp kalırsa, havayı
solunamaz hale getiren bir fotokimyasal sis oluşturuyor. Los Angeles, Mexico, Atina gibi
şehirler, bu tür kirliğin kurbanı. Bu gazlar rüzgarla taşındığındaysa “asit yağmurları”
şeklinde tekrar yeryüzüne iniyor. Bu da göllerin verimsizleşmesine, toprağın
asitleşmesine ve bitki örtüsünün zarar görmesine neden oluyor.
Asit yağmurları, Kanada ve İskandinavya’da birçok gölde yaşamın sona ermesine
neden oldu. Bu yaygın atmosfer kirliliğine çözüm bulmak amacıyla fabrika bacalarıyla
ilgili daha ciddi önlemler alındı ve “temiz araba” projesine önem verildi. Sanayiciler,
fabrikaların duman filtre sistemleriyle donatmak, otomobil üreticileri ise egzoz gazlarının
zararlı etkilerini azaltacak katalizörlü susturucular taşıyan arabaları piyasaya sürmek
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
30
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
zorunda bırakıldı. ABD’de ve Japonya’da kullanımı yaygın olan bu tür arabalar,
Avrupa’da da piyasaya çıkmaya başladı. Avrupa Komisyonu, 4 Temmuz 1994’te,
emisyon miktarlarının 1996 yılı sonu itibari ile sabit olması ve üye ülkelerin gerekli
tedbirleri alarak belirtilen limit değerleri sağlaması yaptırımını getirmiştir. 1998 yılında
Almanya’da yapılan araştırmada toplam emisyonlar içinde ulaştırmanın payı ve bu
payda da karayolu trafiğinin oranı belirlenmiştir.
Ulaştırma kaynaklı benzen, polinükleer aromatik hidrokarbonlar (PAH), kurşun,
formaldehit, toluen, hidrojen sülfür, etilen ve dioksin gibi kirleticilere de dikkat edilmelidir.
Söz konusu kirleticilerin hepsi yalnızca taşıt egzos gazlarıyla havaya karışmamakta,
fren balataları, yağ kaybı, yakıt karbürasyonu, tekerlekler ve yol yüzeyleri sebebiylede
oluşmaktadır.
VI.9. Ulaştırma Kaynaklı Çevre Kirliliği
Endüstri alanında üretime getirilen çevreyle uyumu sağlayıcı düzenlemeler soruncunda
kirliliği azaltma yönünde olumlu sonuçlar elde edilirken ulaştırma alanında yaşanan hızlı
büyüme sebebiyle ulaştırma kaynaklı kirliliği azaltma yönünde yapılmaya çalışanlar
yetersiz kalmaktadır. Tarım ürünlerini ve iklimi etkileyen CO2 ve NO2 gibi kirleticiler trafik
sebebiyle oluşmaktadırlar. Ağır metal ve sürekli kirletici emisyonları toprakta ve suda
zararlı maddelerin birikmesine neden olmaktadır. Yerleşim alanlarında ve yakınlarında
sağlık problemlerine sebep olan kirletici konsantrasyonları, trafik yoğunluğunun sonucu
olarak ortaya çıkmaktadır. Dizel partikülleri ve benzen miktarları önemlidir.
Gürültü kirliliği konusunda da trafik ana kaynaktır. Yoğun trafik hacminin mevcut olduğu
bölgelerde yaşanlarda stres ve artan sağlık riski görülmektedir. Ulaştırma yatırımları için
ihtiyaç duyulan arazilerin kullanımı yeşil alanların zarar görmesinde, tarım alanlarının
azalmasına, geniş alanların örtülmesine, doğal yaşam alanların azalmasına sebep
olmaktadır. Belirtilen zararların büyük çoğunluğu karayolu trafiği sebebiyle oluşmaktadır.
Sadece gürültü kirliliği konusunda kısmen hava ve raylı ulaştırmadan meydana gelen
trafiğin etkisi daha fazladır.
VI.10. Toprağın Kirlenmesi
Toprak, suların temizliğini, bitkilerin sağlığını güvence altına alan etkin bir filtredir; ama
aynı zamanda, sayısız biyokimyasal ve jeokimyasal tepkimenin gerçekleştiği bir
ortamdır. Böyle bir işlevsel etkinlik, ancak bileşenleri (mineral ve organik maddeler, su,
gazlar, canlı organizmalar) dengede kaldığı sürece gerçekleşir. Böylece, tarımda
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
31
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
kullanılan nitratlar, bitkilerin özümleyebileceğinden daha yüksek miktarlara erişirse,
yeraltı sularına karışarak kirlenmeye neden olur.
Bazı kimyasal ürünler bitkilerin ve mikroorganizmaların gelişmesini bozar. 1976 yılında,
İtalya’da, (Seveso’da) yaşanan felakette, yayılan dioksin, bir karma bitki zehirliliği etkisi
göstermiştir: dioksin, proteinler üzerine bağlanarak bunların etkilerini durdurur ve hücre
çekirdeğine kadar göç ederek, burada kromozom DNA’sıyla tepkimeye girer. Böylece
enzimlerin biyosentezini bozar.
Bitkiler, ihtiyaçları olmadığı halde bazen, kimyasal maddeleri soğurur ve özümler; ama
hayvan ve insan beslenmesinde kullandığında bu maddeler son derece zehirli olabilir.
Böylece kadmiyum ve ağır metaller, miktarları belirli sınırları geçince tehlikeli olur; çünkü
enzimlerle kararlı kompleksler oluşturarak, bunların etkinliklerini durdurabilir veya hücre
zarı üzerine bağlanarak, bunların geçirgenliğini bozar. Kimyasal bileşiklerin bitkilerce
özümlenmesi, yalnız bu bileşiklerin derişimlerine değil, ayrıca toprağın çözünürleşme ve
soğurma gibi olaylara bağlı diğer özelliklerine, mesela pH’sine de bağlıdır. Kısaca;
kirlenen toprak, etkin filtre rolünü tam anlamıyla yerine getiremez hale gelir.
VI.11. Gürültü Kirliliği
Gürültü, özellikle trafik kaynaklı gürültü, sanayi ülkelerinde giderek ciddi boyutlara
ulaşan bir problemdir. Üretim, talep ve hareketliğin artması ulaştırma türlerinin
kullanımının her geçen gün artması sonucunu getirmektedir. Ulaştırma ağlarının
genişlemesi, bireyin artan bir oranda şehir dışında yaşamayı tercih etmesini getirmiş, bu
durum da şehre ulaşmak için uzun mesafe yolculuk yapanların trafik hacminde artışa
sebep olması sonucunu ortaya çıkarmıştır.
Gürültü, doğrudan insanları etkileyen birincil kirletici olarak ortaya çıkmaktadır. İnsanlar
gürültünün sadece rahatlarını bozan bir etken olduğunu değil, aynı zamanda sağlıkları
için potansiyel tehlike olduğunu düşünmektedir.
VI.12. Gıda Sorunu
İki binli yıllar ilerledikçe biz dünya üzerinde yaşayanlar, bardağımızın boş ve dolu
taraflarının hesabını verme zamanının geldiğini hissetmeye başlamaktayız. İnsanlığın
günün birinde gıda sorunuyla karşı karşıya kalacağı tahmin edilmektedir. Çevrenin
tahrip edilmesi ile birlikte dünya doğal sistemlerinin kapasitelerinin sınırlarına da ulaşmış
durumdayız. Bu durum ülkelerin ekonomik büyümelerini kısıtlayacaktır. Yalnız bu
kısıtlamanın ne zaman veya nasıl ortaya çıkacağını tam olarak bilinmiyordu. Ancak gıda
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
32
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
üretimindeki yavaşlamanın bunun bir sonucu olduğunu artık görebiliyoruz. Gıda üretimi
ise bütün ekonominin esasını teşkil eden temel faaliyettir.
1950-1990 yılları arasında hem karadan hem de denizlerden temin edilen gıda
miktarında bundan önce hiç rastlanmamış oranda artışlar kaydedilmiştir. Bugün ise bu
artış yerini durgunluğa, hatta azalmaya bırakmıştır. 1950 ile 1984 yılları arasında dünya
üzerindeki tahıl üretimi 2,6 kat fazlalaşmıştır. Böylece tahıl üretimi, nüfus artışının çok
üzerine çıkmış ve kişi başına düşen tahıl $ 40 oranında çoğalmıştır. Dünya balık
üretimindeki değişmeler ise çok daha da iyi olmuştur. Yani yıllar içinde 4,6 katlık bir
artışla kişi başına düşen balık miktarı bir kat fazlalaşmıştır. Bu gelişmeler sonunda
dünya üzerindeki açlık ve beslenme açığı belirli oranda kapanmış ve günün birinde
açlığın tamamen ortadan kaldırılabileceği ümidi yayılmıştır. Ancak son yıllarda kişi
başına düşen gıda miktarı beklenmedik bir şekilde azalmıştır. 1993’teki kişi başına
düşen balık miktarı, 1989’senesindeki doruk noktasına oranla % 7 azalmıştır. 1984
yılından sonra tahıl üretimindeki artış gerilemeye yüz tutmuş ve nüfus gelişme hızının
altına düşmüştür. 1984 ile 1993 seneleri arasında kişi başına düşen tahıl miktarı % 11
azalmıştır.
Gıdasız kalma tehlikesinin gittikçe daha fazla arttığı dünyamızda, kişi başına düşen tahıl
üretimi gelişmenin önemli bir göstergesi haline gelmiştir. Bu ölçüt hem daha fazla
gıdanın elde edilmekte olduğunu, hem de nüfusta bir düşüş olduğunu ifade etmektedir.
Yani hem artmakta olan nüfusun, hem de artan zenginliğin bir işareti olmaktadır. Zira
zenginlik, dolaylı olarak hayvancılıktan sağlanan ürünlere talebi arttırır. Hayvancılığın
gelişmesi için ise tahıl üretiminin artması gerekir.
Bugün denizlerin balık verim kapasitesinin, otlak ve vadilerin hayvanları besleme
gücünün ve birçok ülkelerde tatlı su temin eden hidrolojik döngünün sınırlarına ulaşmış
bulunuyoruz. Gerek sanayileşmiş ve gerekse geri kalmış ülkelerde tarımı arttırmak için
başvurulabilecek seçenekler gittikçe azalmakta ve ekilen alanların verimlilikleri de
düşmektedir. Bunun yanı sıra toprak erozyonu, hava kirlenmesi, yeraltı su kaynaklarının
azalması, topraktaki organik maddelerin tükenmesi, toprak tabakasının incelmesi,
ekilmekte olan alanların tuzlanmaları gibi etkenler, sağlanmış verimin düşmesine sebep
olmaktadır. Bugünkü durumda kişi başına düşmekte olan tahıl miktarını arttırabilecek
bir çözüm görülmemektedir.
Gerçek şu ki dünya tahıl üretimi, artmakta olan insan nüfusun besleyebilecek
kapasitede değildir. Elde edilmekte olan gıda miktarı ile insan nüfusu arasında bir denge
tesis edilmesi, isafın ortadan kaldırılmasına ve eşit bir dağılıma bağlıdır. Kişi başına
düşmekte olan gıda miktarı azaldıkça, açlık tehlikesinin cinsi de değişmektedir.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
33
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Geçmişte açlık, tarım faaliyetlerinin aksamasından dolay dünyanın belirli bir
bölgesindeki bir olay şeklinde cereyan ederdi. Hâlbuki bugün dünya üzerinde son
derece gelişmiş bir dağıtım ağı mevcuttur. İnsan yaşamını tehdit edecek seviyede bir
açlık, ancak Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin kırsal kesiminde çalışanlarla kentlerdeki fakirler
arasında görülmektedir. Ama yeterli gıda almayanların sayısı hiç de yabana atılacak
seviyede değildir. BM tarafından yayınlanan en son verilere göre düşük seviyede besin
alanların sayısı 1 milyarın üzerindedir. Yani her beş kişiden biri açlık çekmektedir.
1990 ile 2030 seneleri arasında dünya nüfusunda meydana gelmesi beklenen 3,6
milyarlık artışın % 96’sı üçüncü dünya ülkelerinde gerçekleşecektir. Yiyecek ihtiyacının
yerel verim kapasitesini aştığı devletlerde ormanların tahrip edilmesi, toprak erozyonu,
otlakların zayıflaması, yeraltı sularının yok olması gibi olaylar çoğalacak ve insanlarla
çevreleri arasında son derece dengesiz bir bağlantının ortaya çıkmasına sebep
olacaktır. Okyanuslardaki balık yataklarının, otlakların ve ekilebilir tarım alanlarının
süratle yıpratılmakta olduğu günümüzde bile bu durum bütün çıplaklığıyla kendini
hissettirmektedir.
Önemli bir hayvansal protein kaynağı olan dünya balık üretimi 1950 senesi ile 1989
arasında 22 milyon tondan 100 milyon tona çıkmış ve böylece kişi başına düşen miktar
ortalama 9 kg.’dan 19 kg.’a yükselmiştir. Bu yükselişin sonu gelmiştir. BM Tarım ve
Gıda Örgütü uzmanları, son yıllarda okyanus yataklarının elde edilenden daha fazla
ürün veremeyeceğini ileri sürmektedirler. Şayet bu iddiaları geçerli ise, bu, kişi başına
düşen deniz ürünleri miktarının doruk noktasını geçtiği ve nüfus artışı devam ettikçe de
sürekli düşeceği anlamına gelmektedir.
Hayvan proteininin diğer bir önemli kaynağı olan hayvancılık da ümit veren bir tablo
ortaya koymamaktadır. 1950–1990 yılları arasında dünya üzerindeki sığır ve koyun eti
üretimi 2,6 misli artmıştır. Bu da kişi başına düşen miktarı % 26 oranında arttırmıştır.
Hayvanların her kıta üzerinde haddinden fazla yetiştirilmesi yüzünden otlaklar ve
meralar da taşıyabilecekleri yükün azami sınırına doğru zorlanmışlardır. Dolayısıyla
sığır ve koyun eti üretiminin gelecekte daha fazla artacağını ümit etmemek gerekir.
Nüfus artışı devam ettiği sürece kişi başına düşecek miktar, bu gibi yerlerde azalacaktır.
Yetiştirilmekte olan sığır, koyun ve balık miktarında bir değişiklik olması bekleniyorsa, bu
ancak balık ve hayvan çiftlikleriyle gerçekleşebilir. Daha fazla hayvanın kapalı şartlar
altında yetiştirilmesi ise tahıla karşı olan talebin artması anlamına gelir. Ama tahıl
üretimi de azalmaya yüz tutmuştur. Tahıl, insan gıdasının orta direğidir. Kalori olarak
değerlendirildiğinde insan, yediği besinin yarısını doğrudan doğruya tahıl ürünlerinden
temin eder. Geri kalan yarısı da hayvansal besinlerdir. Hayvanlar ise tahıl
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
34
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
tükettiklerinden insan beslenmesi dolaylı olarak yine tahıla dayanmaktadır. 1950 ile
1984 yılları arasında dünya tahıl üretim miktarı yılda % 3 oranında artmış ve böylece kişi
başına düşmekte olan miktar da % 40 fazlalaşmıştır. Fakat 1984 ile 1993 arasında
yıllık artış % 1’in altına inmiş, bu da kişi başına düşen miktarın % 11 azalmasına yol
açmıştır.
Başlıca gıda sektörlerindeki yavaşlamanın dünya üzerindeki ekonomik gelişmeleri de
etkileyeceği doğaldır. Altmışlı yıllarda senede % 5.2 gibi son derece yüksek bir büyüme
hızına ulaşan dünya ekonomisi, yetmişli yıllarda biraz yavaşlamış ve seksenli yıllarda
ise büyüme daha da azalmıştır. Yalnız, ekonomik gelişme nüfusun artış hızının önünde
kaldığı sürece kişi başına düşen mal ve hizmetler artmıştı. Bu durum şimdi
değişmektedir. 1990’dan 1993’e kadar dünya ekonomisi yılda 0,9 oranında büyümüş bu
da kişi başına düşen miktarın yılda % 0,8 oranında düşmesine neden olmuştur. 1993
yılındaki ortalama gelir, 1990’a göre % 2 azalmıştır. Doğal sermayeyi hesaba katmayan
bir ekonomik muhasebe sistemi kullanmamıza rağmen, yaşam standartlarının düşmekte
olduğunu görüyoruz. Kişi başına düşen tahıl üretiminin azalmasına rağmen tahıl
fiyatlarının artmasının sebebini bu ekonomik göstergelere bakarak görebiliriz.
Çiftçilik, hayvancılık ve balıkçılık gibi faaliyetlerin dünya ekonomisi üzerinde eskiden
olduğu kadar fazla bir ağırlığı olmamakla beraber bu sektörlerdeki durgunluk bütün
ekonomiyi etkilemektedir. Gıda üretiminde karşılaşılan kısıtlamalara bakılacak olursa
dünyanın daha yavaş bir ekonomik büyüme devresine girdiği ileri sürülebilir.
Gıda üretiminin üç temel kaynağı olan balıkçılık, ekilebilir alanlar ve otlakların
kapasiteleri hakkındaki en son verilere bakarak gelecekte ne kadar gıda elde
edebileceğimizi kolayca tahmin edebiliriz. Son yıllarda, haddinden fazla balık avlanması
ve otlakların kapasitesinden fazla hayvan beslenmesinin balık yatakları ve otlaklar
bakımından ne kadar yıpratıcı olduğunu yaşayarak gördük. Hektar başına düşen tahıl
üretiminin çok yavaş artması ve ekilebilecek alanların adeta sınırına gelinmiş olmasının
ortaya çıkması, gelecekteki durum hakkında çok daha isabetli tahminler yapılabilmesini
sağlamaktadır.
Okyanuslarda ve iç denizlerdeki balık yataklarından elde edilecek ürün miktarı 1989
yılından daha fazla olamayacaksa ve kültür balıkçılığının gelişmesini temin edecek daha
fazla tahıl yetiştirme imkanı bulunamazsa kişi başına düşen deniz ürünleri miktarı 2030
senesine kadar sürekli olarak azalacaktır. Bu da, son 40 yıllık gelişmelerin tersine
dönmesi anlamına gelmektedir. 1989 yılında 19 kilograma ulaşmış olan kişi başına
düşen deniz ürünleri miktarı o zaman 11 kilograma inecektir. Bu da 1950 yılındaki
seviyenin biraz üstündedir.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
35
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Dünyadaki otlakların durumu balık yatakları ile hemen hemen aynıdır. Her kıtada
otlakların besleyebileceği kapasitenin çok üzerinde hayvancılık yapıldığından, sığır ve
koyunculuğun gelişmesi durmuştur. Dolayısıyla kişi başına düşen miktar da gittikçe
azalmaktadır.Kırsal hayatın yaygın olduğu Afrika, Orta Doğu ve Orta Asya’daki ülkeler,
bundan en fazla etkilenen yerler olacaktır.
Denizden sağlanan ürünleri yılda 2 milyon ton civarında arttırmak için kültür
balıkçılığında büyük gelişmeler olması gerekir. Bu artış ise arazi, su ve yem demektir.
Balıklar, doğada en verimli bir şekilde protein oluşturma yapılarına sahip olan canlılardır.
Balığın ağırlığının bir kilo artması için iki kilo besin yeterli olmaktadır. Bu da senede 4
milyon ton ilave yem ihtiyacı demektir.
Otlaklarda yetiştirilmiş sığır ve koyunlardan geçmişte sağlanmış olan yılda bir milyon
tonluk artışı aynen devam ettirmek istersek, bu amaca ancak hayvancılığı kapalı
mahallelerde yaparak ulaşabiliriz. Sığır ve koyunlar kullandıkları yemi, proteine balıklar
kadar verimli şekilde dönüştürememektedirler. Bir kilo et için yedi kilo yem
gerekmektedir. Bu da her sene yedi milyon ton ilave besi maddesi manasına
gelmektedir. Balıkçılık ve hayvancılık alanlarında son kırk yılda gerçekleşmiş olan
trendi sürdürmek, kendi tükettiklerimizin dışında yılda 11 milyon tonluk ilave bir besi
maddesi ihtiyacını göstermektir.
Bu noktaya ulaşınca, tahıl üretiminin ne kadar hızla geliştirilebileceği sorusu gündeme
gelmektedir. Tahıl üretiminin arttırılması için ya ekili alanların genişletilmesi, ya da
mevcut alanların veriminin arttırılması gerekir. İşlenebilecek toprak pek fazla kalmadığı
için ekili alanların ihtiyaca cevap verecek oranda büyümesi çok zordur.
Fiyatların yükselmesinden cesaret alan çiftçiler, dünya üzerinde tahıl ekimi yapılan alanı
1972 ile 1981 seneleri arasında 664 milyon hektardan 735 milyona çıkartmayı denediler.
Bu, yaklaşık % 11’lik bir artış anlamına gelmekteydi ve bu artışın büyük bir kısmı ABD
ve Sovyetler birliğinde gerçekleşmişti. Yalnız, devreye sokulan arazi hem erozyona
müsait, hem de sürekli ekilmeye elverişli olmayan topraklardan oluşuyordu. 1977
senesinde 123 milyon hektara ulaşan Sovyetler birliğindeki ekili alanları, 1993 yılında 99
milyon hektara düşmüştür. ABD ise, 1993 senesinde tahıl ekimine müsait 8 milyon
hektarlık bir alanı ekim alanı dışında bırakmıştır. Avrupa’daki devletler de 3 milyon
hektarlık alanı erozyon dolayısıyla tarım dışı bırakmışlardır. Bütün bu alanların devreye
sokulduğunu kabul etsek bile, tahıl ekilebilecek arazi toplamında ancak % 1,6 lık bir
artış olur ki, tahıl üretiminde 1981 senesinde gerçekleşmiş olan doruk noktasına yine de
ulaşılamamaktadır. Erozyona uğramış alanların terk edilmeleri ve ekim alanlarının
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
36
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
tarımsal faaliyetler dışına kaydırılması, ekilmekte olan alanların arttırılmasının sanıldığı
kadar kolay gerçekleşmeyeceğini göstermektedir.
1950 yılından itibaren bütün ülkelerde tahıl alanlarından elde edilen randıman, iki üç
hatta dört misli artmıştır. Yalnız tarım alanında çalışmakta olan hemen herkesin yüksek
verim sağlayan teknolojiden istifade etmesiyle bu ani patlama son senelerde yerini
düzenli bir gidişata bırakmıştır. Tarım alanında ilerlemiş devletlerin her ürün için elde
etmekte oldukları hektar başına düşen hasadın analizi yapılacak olursa, teknolojik
gelişmenin sınırlarına da ulaşıldığı görülecektir.
Genel durum ise bir hayli düşündürücüdür. 1984 senesinden 1993’e kadar dünya tahıl
üretimi sadece % 9 artmıştır. Bu da senede % 1 yani son 34 senedir alışılagelen
ortalama artışın takriben yarısı anlamına gelmektedir. Tahıl üretimindeki yavaşlama
beklenmedik bir olay değildir. Tahıl üretimi için gerekli olan sınırsız gübre stoklarının
yanı sıra su da sağlanmaktadır. Ama bitkilerin fotosentez olayının bir sınırı vardır. Bu
sınıra ulaşıldığı zaman daha ileriye gitmeye imkan kalmamaktadır.
Hektar başına elde edilen tahıl miktarı doğal bir işlemin sonucudur ve güneş enerjisinin
biyokimyasal bir hale dönüştürülmesi ile meydana gelir. İnsanların katkısıyla bazı
değişiklikler gerçekleşmiş olsa da bunlar yine de doğanın kapasitesiyle sınırlıdır. Son
yirmi otuz yıldan beri bu sınırlar büyük bir başarı ile kullanılmasına rağmen, bu işlemin
sonsuza kadar devam edeceği iddia edilemez.
Ellili yıllardan günümüze kadar geçen süre zarfında tahıl rekoltesini rekordan rekora
koşturan ana etken devreye sokulan gübreydi. Olay sadece gübre ile kalmadı. Gübre
kullanımı, sulama teknikleri ve tahıl türlerinin ıslahı ile birleştirildi ve bu üçü arasında
birbirlerini destekleyici yapısal bir işlev tesis edildi. Yalnız bu bağlantı, gittikçe daha fazla
gübre kullanılmasına dayanmıştı. 1950 ile 1984 yılları arasında gübre tüketimi 14 milyon
tondan 126 milyon tona yükseldi. Tahıl üretiminin her yıl yeni bir rekor kıracağına uzun
bir süre kesin gözüyle bakıldı. Bu süre zarfında tüketilen her ton gübre başına tahıl
üretiminde 9 tonluk bir artış meydana geldi. 1978 yılları arasındaki sulama projeleri ile
bağlantılıdır. O tarihten bu yana sulamada yılda % 1’den de daha az bir gelişme
kaydedilmiştir. Belki de daha fazla gübre isteyecek tahıl cinsleri yetiştirilmemiştir. Daha
fazla gübre kullanıldığı zaman daha fazla ürün veren yeni buğday, mısır ve pirinç türleri
üretilmediği takdirde tahıl rekoltesine sürekli bir artış beklenmemelidir.
Çevre tahribatı da rekoltelerdeki azalmaya yol açan sebeplerin arasında sayılabilir.
Bitkilerin gübre kullanımı vasıtası ile daha sağlıklı beslenmeleri, erozyonun, hava
kirliliğinin, suların tuzlanmasının ve çevreyi yıpratıcı diğer etkenlerin bunlar üzerinde
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
37
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
yarattığı yıpratıcı etkileri hafifletmiş olabilir. Daha fazla gübrenin etkili olmadığı şartlar
altında bu etkenler daha belirgin bir hal almaktadır. Son otuz yıl içinde tahıl üretimlerini
iki veya üç misline çıkarabilmeyi başarmış ülkeler, önümüzdeki yirmi yıl mevcut
yöntemlerle aynı sonuçlarını alacaklarını zannediyorlarsa, yanılıyorlar demektir. Bu
ülkeler, elde edebileceklerinin sınırlarına ulaşmışlardır. Daha fazlası söz konusu
olmayacaktır. Afrika’nın yarı kurak bölgelerinde bile, cüzi de olsa bir üretim artışı temin
edilmiştir ama bu bölgelerdeki tahıl rekoltesinin artış olasılığı 1950 ile 1990 seneleri
arasında buğday üretimlerini % 50 arttıran Avustralyalı çiftçilerin bugünün şartları altında
bir artış sağlamaları olasılığından daha fazla veya daha az değildir. Tahıl üretimini iki
veya üç misline çıkartmayı başaran devletlerin hepsi aynı temel yöntemleri (daha fazla
su, daha fazla sulama, daha fazla gübre ve gübreye cevap veren tahıl ürünleri)
kullanmışlardır.
Tarım üretiminin birçok ülkede aynı anda yavaşlaması bir anlamda sürpriz olmuştur. Bu
ülkelerdeki trendlerin bir analizi yapıldığında yavaşlamanın buğday, pirinç ve diğer
tahılları etkilediğini görmekteyiz. Sanayileşmiş ve gelişmekte olan ılıman veya tropik
kuşakta bulunan ekilen alanları sulanan veya yağmurla beslenen devletlerin hiçbiri
bundan kaçamamaktadır. Ama başka bir açıdan bakıldığında, dünyanın her yanındaki
çiftçiler aynı teknolojilerden yararlandıklarından bu yavaşlama sürpriz olmamalıdır. Bu
yavaşlama Batı Avrupa’daki nüfus gelişmesi kararlı bir hal aldıktan sonra meydana
gelmiştir. Fakat Avrupa dışındaki birçok gelişmekte olan ülkede nüfus hızla artmaktadır.
İleride nüfuslarının büyük oranda artamasın bekleyen ülkeler hektar başına elde edilen
verimin düşmesini endişe ile izlemektedir. Yıllık dünya rekoltesi, 1950 ile 1984 seneleri
arasında 30 milyon tonluk ortalama bir artış tutturmuşken bu rakam 1984 ile 1992
seneleri arasında 12 milyon tona inmiştir. Bunun sebebini üretimdeki yeni trendlerde
aramak gerekir. Şayet nüfus tahmin edildiği gibi büyürse ve yılda 12 milyon tondan
daha fazla bir ürün elde edilemezse, kişi başına düşen miktar azalmaya devam edecek
ve 1984 yılındaki 346 kilo, 2030 yılında 248 kiloya düşecektir. Yani önümüzdeki kırk yıl,
geçirmiş olduğumuz kırk yılın tam tersi olacak ve 2030 yılındaki tahıl rekoltesi, 1950’li
yıllardaki seviyelere gerileyecektir.
Son on yıl içinde, buğday fiyatları reel olarak azalmıştır. Bu azalma trendi uzun bir
zamandan beri devam etmektedir. Bunu fark edenler tahıldaki azalmanın sonunda
fiyatların yükselmesine yol açacağını bunu da daha fazla buğday ekilmesine sebep
olacağını ileri sürmektedir. Buğday fiyatlarının yükselmesinin tarıma daha fazla yatırım
yapılmasına sebep olacağı kesin olsa da, bu yatırımın randımanı artıracağı belli değildir.
Fiyatların yükselmesi, toprak, su, gübre ve daha verimli cinslerin geliştirilmesi gibi temel
girdilerde yararlı olacaksa, randıman artar.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
38
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Son on yıl içinde ekili alanların miktarı net olarak azaldı. Gerçek şu ki bugün dünya
üzerinde ekilmeyi bekleyen verimli araziler o kadar fazla değildir. Benzer bir şekilde,
sulanmakta olan alanların miktarı, yer altı sularının azalması ve inşa edilebilecek
sulama barajlarının sayısı ile sınırlıdır. Baraj yapılabildikçe, sulanmakta olan alanlar
genişleyecektir. Yalnız bu genişleme hızının, eksilen su miktarını yerine koyabileceği
veya mevcut ekili alanlardaki tuzlanmaya önleyebileceği belli değildir. Yine de bunlar
gerçekleşmezse, dünya gıda rekoltesine önemli bir katkıda bulunamaz. Gübreye
gelince, çiftçiler bugün kullandıklarından bir misli fazla gübre de kullansalar, elde ettikleri
hasadı ancak marjinal olarak arttırabilirler. Fiyatlandırma hipotezinin en iyi testi
Japonya’da yapılmıştır. Bu ülkede pirinç fiyatları devlet sübvansiyonları ile dünya
seviyesinin altı misli üzerinde tutulmaktadır. Japonya’da pirinç üretiminin arttırılması,
son derece karlı bir yatırımdır. Yalnız arkalarında bilimsel destek olan, çalışkan ve bol
kredi imkanlarına sahip çiftçiler, bütün denemelerine rağmen son on yıldan beri pirinç
rekoltesini arttırmayı başaramamışlardır.
Özetlenecek olursa, tarımsal üretimi arttırmak için çeşitli sebepler vardır. Bunların büyük
bir kısmı da önemli acildir. Yalnız bu arttırmayı sağlayacak yöntemler ve imkanlar o
kadar fazla değildir. Mısır türlerinin geliştirilmesi veya gübre kullanılmaya başlanması
sonunda elde edilmiş olan üretim patlamasına benzeyen sonuçları verecek yeni
yöntemler görünürde yoktur. Bu yöntemler olmadan, 1950 ila 1984 seneleri arasında
yaşanmış olan sürekli tarımsal gelişmenin tekrarlanması, iki binli yıllarda ancak bir hayal
olarak kalacağa benzemektedir.
VI.13. Su Sorunu
Dünyanın pek çok yerinde, insanların su talebi ile mevcut su kaynakları arasındaki
uçurum giderek büyüyor. Yer altı suyu seviyesi düşüyor, ırmaklar kuruyor ve giderek
azalan kaynaklar için girişilen rekabet büyüyor. Özellikle doğanın bizi kıtlıkla karşı
karşıya bıraktığı durumlarda dayanacak bir yastık kalmıyor. Önümüzdeki 30 yıl içinde
dünya nüfusunun tahmin edildiği gibi 2,6 milyar artması durumunda bu baskılar da
kaçınılmaz olarak artacaktır.
Su sorunu, insanın emniyette olması için gerekli olan gıda üretimi, su ortamının sağlığı
ile sosyal ve politik istikrarı tehdit ediyor. Dünyanın pek çok bölgesinden elde edilen
kanıtlar, bu tehlikenin giderek büyüdüğünü gösteriyor. Ama dünya liderleri sorunları
çözmek için adım atmak bir yana, bu tehditleri anlayamıyorlar bile.
Eski bir İnka atasözünde: “Kurbağa, içinde yaşadığı gölü içip bitirmez” denir. Bu
atasözü, modern çağlarda hayati önem taşıyan bir mücadele kaynağını yansıtan,
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
39
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
bilgece bir sözdür. insanlık kurumunun giderek artan susuzluğu dindirilirken bir yandan
da suyun temel ekolojik destek işlevlerinin korunması gerekmektedir. Su potansiyelini
kullanma sürecini iyi bir şekilde oluşturma, yaşam kalitesinin ve toplulukların istikrarının
sağlanması ve geliştirilmesi için de önem taşımaktadır.
Su olmazsa, yaşam ve büyüme sona erer. Bu, giderek daha da büyük bir önem
kazanan bir gerçektir. Tarım faaliyeti büyük oranda su ağırlıklı bir üretimdir. Dünyanın
gıda talebinin rekor hızla arttığı bir dönemde, tarıma daha fazla su ayırmak giderek
güçleşiyor. Tüm dünyada ırmak, göl ve su kaynaklarından insan faaliyetleri için
kullanılan suyun; % 65’i tarımda, % 10’u endüstride, % 10’u da evlerde tüketilmektedir.
Bir ton tahıl üretmek için 1000 ton su kullanmak gerekir. Ekinlerin sızdırdığı ve topraktan
buharlaşan suları da içeren bu rakamda, etkin olmayan sulama yöntemleri nedeniyle
kaybedilen su miktarı yoktur. Rakam, insanın aldığı kalorilerin yarısının kaynağını
oluşturan tahıl üretimi için gerekli asgari su gereksinimini göstermektedir.
Ekinler gereksindikleri nemi doğal yağışlar, sulama ya da bu ikisinin bileşimi sayesinde
alırlar. Sulama, suyun iyi bir şekilde kontrol edilebilmesini sağlaması nedeniyle aynı
toprak parçasında yılda iki ya da üç kez ürün alınabilmesini de mümkün kılıyor. Bu
nedenle sulanan alanlar, küresel gıda gereksinimini karşılama açısından büyük önem
taşıyor. Sulanan alanlar dünya tarım alanlarının yalnızca % 16’sını oluşturuyor, ama
dünya gıda üretiminin yaklaşık % 40'’ bu alanlardan temin edilmektedir.
Gelecekteki gıda ihtiyacını karşılamak için gerekli tahıl üretiminin sulamanın
arttırılmasına bağlı görünüyor. Ancak yeraltı su düzeyinin düşmesi, ırmak akışlarının
azalması, ekonomik ve çevresel açıdan sağlam su toplama havzalarının olmaması ve
kentsel ve endüstriyel su taleplerinin giderek artması tarım için kullanılabilecek su
miktarının kısıtlanmasına neden oluyor.
Aşırı kullanım sonucu yeraltı su seviyelerinin düşmesi ve yüzeysel su kaynaklarının
azalması, dünyanın en önemli tahıl üretim bölgelerinin pek çoğunda bile görülüyor. Bir
su yatağından, yeniden dolma hızının üstünde bir hızla sonsuza dek su çekilmesi
mümkün değildir. Yeraltı su seviyelerinin düşmesiyle birlikte su kaynağından su alım
maliyetleri artar veya su tarımda kullanılamayacak kadar tuzlu hale gelir ya da
tamamen tükenir. Sahil bölgelerinde aşırı su çekimi, tuzlu suyun tatlı su kaynaklarına
karışmasına ve su kaynaklarının kirlenmesine neden olabilir.
Yer altı sularında olduğu gibi, gezegenimizin büyük ırmaklarının çoğunda da aşırı
kullanımın etkileri görülmektedir. Nüfus artışının ve dolayısıyla gıda gereksiniminin
büyük bölümünün gerçekleştiği Asya kıtasında sulamanın büyük önem taşıdığı kurak
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
40
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
dönemlerde, ırmakların çoğunun su kapasiteleri sonuna dek kullanılıyor. 1993 tarihli
Dünya Bankası araştırmasında, “Asya bölgesinde, kurak mevsimin büyük bölümü
boyunca hiçbir ırmağın denize ulaşmadığı havza örnekleri” mevcuttur. Bunların arasında
Hindistan’ın, nüfus yoğunluğu yüksek ve hızla büyüyen Güney Asya’nın temel su
kaynağı olan Ganj da dahil pek çok ırmak yer almaktadır.
Sulanan alanların büyük bölümünde tuzlanma, yani sulanan toprağın kök bölümünde
sabit olarak tuz birikmesi nedeniyle verimlilik düşmektedir. Bu konuda yapılmış küresel
bir tahmin yok. Bununla birlikte yaklaşık 25 milyon hektar alanın (dünyanın sulanan
alanlarının % 10’undan fazlasının) tuz birikiminden dolayı ürün veriminde azalmaya yol
açtığı sanılmaktadır. Hatta tuzlanmanın yol açtığı kayıpların sulamadaki artış sayesinde
elde edilen kazançları büyük oranda ortadan kaldırdığı tahmin ediliyor.
Tüm dünyada kent nüfusunun 2025 yılına dek iki kat artarak 5 milyar düzeyine ulaşması
bekleniyor. Politik güç ve paranın şehirlerde toplanması mevcut suyun tüm
gereksinimleri karşılamaya yetmemesi sonucunda hükümetler, suyu tarımın elinden
alma baskısıyla karşılaşacaklardır. (üstelik, gıda talebinin de hızla artmasına rağmen)
Sözgelimi Tayland’da , Bangkok’u besleyen Chao Phraya havzasında sürekli su kıtlığı
yaşanıyor. Talep daha şimdiden arzın üstünde, su ulaşımı akışı optimum düzeyin sürekli
altında ve Bangkok’un altında yer altı suyu seviyesi hızla düşüyor.
Suyun tarımdan kentlere aktarılmasının gelecekteki gıda üretimi üzerindeki etkilerinin ne
olacağı tam olarak bilinmemektedir. İnsanların su kaynaklarından yararlanma oranlarını
azami düzeye çıkarmak için çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Modern mühendislik,
insanlara ve çiftliklere gereksinim duydukları zamanda ve yerde su getirmekte büyük bir
başarı kazanmasına rağmen, ırmakların ve su sistemlerinin temel ekolojik işlevlerini
korumakta başarısız kaldı. Bu başarısızlığın sonuçları yeni yeni ortaya çıkıyor. Irmak
deltalarında bozulma yaşanıyor, pek çok tür yok olmanın eşiğine geliyor, göller
küçülüyor, sulak alanlar yok oluyor. Temiz su ortamının çok iyi göstergeleri olan balıklar,
ırmaklardaki barajlardan ve yumurta dökme alanlarının tahrip olmasından büyük oranda
etkilendiler. Örneğin, Kaliforniya’da som balığı ve çelik baş alabalığı popülasyonunun %
80 azaldığı tahmin ediliyor.
Çevresel açıdan nehirlerin yok olmasının en çarpıcı sonuçları, göllere ya da denizlere
boşaldıkları bölgelerde yaşanıyor. Bir zamanlar gezegenimizin en büyük dördüncü gölü
olan Aral Gölü, çölde pamuk yetiştirmek amacıyla yapılan aşırı nehir sulamaları
nedeniyle alanının yarısını ve hacminin dörtte üçünü yitirmiş durumdadır. 1960’dan
önce Amu Derya ve Siri Derya nehirlerinden Aral gölüne yılda 55 milyar metreküp su
akarken, 1981 ile 1990 arasında ortalama 7 milyar metreküpe, yani, yıllık toplam
akışlarının % 6’sına düşmüştür. Yılın büyük bölümünde bu nehirlerin belli kesimleri
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
41
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
tamamen kurumaktadır. Hala yaşanmakta olan ekolojik tahribat Aral Gölü’nü
gezegenimizin en büyük çevre trajedilerinden biri haline getirmiştir. 24 balık türünden
20’si yok olmuş ve ellili yıllarda yılda 60000 kişiye iş sağlayan 44.000 ton düzeyinde
olan balık avı sıfıra inmiştir. Denizin eski kıyı hattı şimdi, terk edilmiş balıkçı köyleriyle
kaplı. Kurumuş göl yatağından her yıl rüzgarla taşınan 40-150 milyon ton zehirli toz-kum
karışımı çevredeki tarım alanlarına inerek, ekinlerin zarar görmesine ya da ölmesine
neden oluyor. Düşük debili nehir akışlarında yoğunlaşmış tuzların ve zehirli kimyasal
suların bulunmamsı su kaynaklarını içilemeyecek derecede zehirliyor ve hastalıkların
artmasına yol açıyor.
Aral Gölü havzasında yaşananlar, ekolojik tahribatın ardından ekonomide, toplumda ve
insan sağlığında görülebilecek tahribatın kanıtları. Bu, insanlığın dünya suları üzerindeki
taleplerinin su çevresinin işlevlerini çöküntüye uğratması karşısında tekrar tekrar
yinelenebilecek bir bağlantı.
İnsanlığın karşısındaki üçüncü büyük tehdit, kaynakların giderek gereksinimlerin altında
kalmasıyla birlikte ülke içinde ve ülkeler arasında su rekabetinin daha da tırmanmasıdır.
Çiftliklerin ve şehirlerin, yöneticilerinin giderek küçülen bir su havuzu için rekabet
etmeleri, yeni bir kıtlık politikasının oluşmasına yol açıyor. Su kıtlığının artması ve
yayılması sonucunda yaşanabilecek ülke içi sosyal kargaşaya ve yurtdışı çatışmalara
ne devletler hazırlıklı, ne de uluslar arası topluluklar.
Su kıtlığı ve su kıtlığının şiddetli çatışmalara yol açma potansiyelini oluşturan üç faktör
söz konudur.
1.
Kaynağın azalması, yada bozulması ve sonuç olarak kaynak pastasının
küçülmesi,
2.
Pastanın dilimlerinin daha da küçülmesine yol açan nüfus artışı,
3.
Bazılarının diğerlerinden daha büyük dilimler almalarına yol açan eşit olmayan
dağıtım ya da ulaşım.
Bu üçünün de belli düzeylerde etkilerini görüyoruz, ama genellikle içlerinden en etkilisi,
eşit olmayan dağıtımdır. Su kıtlığı konusundaki gerilim ve çatışmaların büyük bölümü
ulusal düzeyde yaşandı gerçi, ama ülkeler arasında düşmanlık ve çatışma yaratması
olasılığı da artıyor. Stratejik kaynaklar arasında benzersiz bir yerde bulunan su, politik
sınırları aşabiliyor. Pek çok ülke yüzey kaynakları için, ırmağın üst kısmındaki
komşularından gelecek suya bağımlı. Özellikle nüfus artışı ve su talebinin artması
nedenleriyle bu ülkeler, suyun üst tarafındaki ülkelerin kendilerine daha fazla su ayırma
kararlarından büyük oranda etkilenebilirler. Bazı ülkelerin ithal yüzey suyuna
bağımlılıkları Tablo 1. de gösterilmiştir.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
42
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Tablo 1. Bazı Ülkelerin İthal Yüzey Suyuna Bağımlılıkları
ÜLKE
Sınır Dışında Doğan
Toplam akış payı (%)
98
Suriye
Sınır Dışında Doğan
Toplam akış payı (%)
79
Mısır
97
Sudan
77
Macaristan
95
Nijerya
68
Botsvana
94
Irak
66
Moritanya
95
Bangladeş
42
Bulgaristan
91
Tayland
39
Özbekistan
91
Ürdün
36
Hollanda
89
Senegal
34
Gambia
86
İsrail
21
Kamboçya
82
Türkmenistan
ÜLKE
Nehiriı en azından iki ülkenin paylaştığı, suyun tüm tahmin gereksinimleri karşılamakta
yetersiz kaldığı ve havza ülkeleri arasında suyun bölüşümü konusunda bir antlaşma
olmadığı nehir havzaları, özellikle sıcak bölgeler olmaya adaylar. Bu tür olası sıcak
bölgeler arasında Ganj, Nil, Şeria (Ürdün), Fırat-Dicle ve Orta Asya’daki Amu Derya ile
Siri Derya ırmakları yer alıyor. Suyun alt tarafındaki ülkenin suyun üst tarafındaki
ülkeden askeri açıdan daha güçlü olması ve çıkarlarının tehdit edildiğini hissetmesi
durumunda, çatışma çıkması olasılığı azamiye çıkar. Suyun alt tarafındaki ülkelerin
suyu kontrol eden ülkelerden daha güçsüz olmaları durumunda çatışma olasılığı
düşebilir, ama bu durum da (sonuçta politik istikrarsızlığa yol açabilecek) büyük sosyal
ve ekonomik güvensizlikler oluşabilir.
VI.14. Bulaşıcı Hastalıklar Sorunu
Günümüzde insanlık, küresel bazda salgın hastalıklar sorunuyla karşı karşıyadır. Pek
çok hastalığı içeren daha geniş bir modelin parçası olan tüberküloz, yüz milyonlarca
insanın karşıya olduğu riski artırıyor. Bu hastalıklardan tüberküloz, HIV (AIDS’e yol açan
virüs), kızamık ve difteri gibi bazıları insandan insana geçiyor ve çoğu, sosyal şartlardaki
bozulmadan kaynaklanıyor. İki yada daha fazla tür, taşıyıcı ve aktarıcı içeren diğer
hastalıklar da ekolojik ve iklimsel faktörlerden etkileniyor. Çevre değişimlerinin
yaygınlaşması, ekosistemlerin bozulması, iklim değişiminin ve değişkenliğinin
hızlanması, bulaşıcı hastalıkların biyolojik olarak kontrol altına alınmasında önemli bir
olumsuz etki oluşturabilmektedir. İnsan sağlığı üzerinde etkili olan salgın hastalıklar,
toplumları etkilemelerinin yanında ekonomileri de olumsuz etkilemektedir.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
43
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Bulaşıcı hastalıkların kontrol altına alındığının düşünüldüğü bir dönemde, hastalığa yol
açan mikroorganizmalar yeniden ortaya çıkmaya başlıyorlar. Bu durum bulaşıcı hastalık
riskinin hala geçerli olduğunu göstermekte, sağlık şartları, kişisel hijyen, diyet ve sağlık
eğitimi konularında kaydedilen ilerlemelere rağmen, bulaşıcı hastalıklar hala dünyanın
bir numaralı ölüm ve çevre sorunu kaynağıdır.
1993’te bulaşıcı hastalıklar yüzünden tüm dünyada 16.5 milyonun üstünde insan öldü.
Aynı yıl kanser 6.1 milyon, kalp hastalıkları 5 milyon, inme gibi beyin damarı hastalıkları
4 milyon ve solunum yolları hastalıkları 4 milyon ve solunum yollar hastalıkları da 3
milyon kişinin ölümüne yol açmıştı. Kimi ülkelerde yeterli teşhis kapasitesinin olmaması
ve bazı bulaşıcı hastalıkların anneden gelen hastalıklar ya da doğum hastalıkları gibi
başka kategorilere atılması nedeniyle, resmi olarak küresel ölüm nedenlerinin % 32’sini
oluşturma bulaşıcı hastalıkların gerçek oranı hiç kuşkusuz daha yüksektir.
En çok ölüme yol açan beş hastalık, zatürree gibi akut solunum yolu enfeksiyonları
(4,1milyon ölüm), diyare hastalıkları (3 milyon), tüberküloz (2,7 milyon); sıtma (2
milyon) ve kızamıktır. Bu hastalıkların, (bir virüsün yol açtığı) kızamık ile akut solunum
yolları enfeksiyonlarının viral tipleri dışında tümünün yeni tedavi yöntemlerinin
bulunmaması ve hastalığın yayılmasının durdurulamaması durumunda ölüm oranlarının
artmasına yol açabilecek, antibiyotiğe dayanıklı soyları var. Ayrıca AIDS’in de son
zamanlarda yılda 0,18 milyon insanın ölümüne yol açacağı tahmin ediliyor.
Milyonlarca insan bulaşıcı hastalıklar yüzünden ağır derecede hastalanıyor, ama
ölmüyor. Su, toprak, besinler gibi taşıyıcılar da 100’ü aşkın bulaşıcı hastalığı taşıyor.
Bulaşıcı hastalık ölümleri genellikle hava şartlarına, iklime, nüfusun bağışıklık
oranına ve mevcut sağlık altyapısına da bağlıdır. Örneğin ilaca dayanıklı zatürre
vakaları özellikle antibiyotik kullanımının aşırı düzeylere ulaştığı sanayileşmiş ülkelerde
görülür. Sıtmadan kaynaklanan ölümlerin yaklaşık % 90’ı da tropik koşulların sıtma
parazitinin konağı olan Anopheles (Anofel) sivrisineğinin yaşamasına elverişli olduğu
Sahra altı Afrikası’nda gerçekleşir. Avrupa ve Amerika’da bu öldürücü hastalığa karşı
bağışıklı olmasa da AIDS vakaları çoğunlukla, Afrika ve Asya’da yoğunlaşmıştır.
Dünyadaki 13-14 milyon HIV vakasının neredeyse üçte ikisi Afrika’da görülmektedir:
Bu iç karartıcı istatistiklere rağmen 20. yüzyılda, bulaşıcı hastalıklara karşı verilen
mücadelede önemli ilerlemeler kaydedildi. Solunum ya da dokunma yoluyla bulaşan ve
kurbanını sakatlayabilen, körleştirebilen ve hatta öldürebilen bir hastalık olan çiçek,
1979’da resmen yok edildi. Kapsamlı bir kampanyayla doktorlar ve sağlık elemanları
250 milyon insanı bu hastalığa karşı aşılayarak, gezegenimizi bu afetten kurtardılar.
Sanayileşmiş dünyada kızamık neredeyse hiç kalmadı. Çocuk felci de tüm dünyada %
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
44
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
80 oranında azaltıldı ve 145 ülkede yok edildi. Yine de pek çok insan, hastalıklara karşı
bağışıklık kazanmış değil. Ucuz tedavi yöntemlerinin yaygınlaştırılamaması, temel
altyapı ve idare sorunları ile para, malzeme, bilgi ve personel yetersizliği, bu alanda
daha fazla ilerleme kaydedilmesini önlüyor. Bulaşıcı hastalık ölümlerinin büyük oranda
azaltılması, 20. Yüzyılda kamu sağlığı açısından ulaşılan en büyük başarı olarak
görülse de, dünya nüfusunun dörtte üçü sürekli ve ağır bir bulaşıcı hastalık yüküyle
karşı karşıyadır.
Son yirmi yıl içinde tıp yetkilileri, kalkınma kuruluşları, finansman örgütleri ve araştırmacı
bilim adamları ilgilerini ve fonlarını bu eski hastalıklardan kanser, kalp hastalıkları ve
kalıtımsal şartlar gibi yeni hastalıklara yöneldiler.
Bu salgınların çoğunu kendi ellerimizle yarattık. İlaca dayanıklı soyların ortaya çıkması,
kötü planlanmış geliştirme projeleri ve başarısız kamu sağlığı programları nedeniyle
insanlar, bu hastalıkların yayılmasında büyük etkileri oldu. Yüzyılımızın ikinci yarısında
sürekli artan insan kaynaklı çevre değişimleri, biyolojik dünyada eşi görülmemiş bir
değişim için gerekli koşulları oluşturdu. Ticaretin ve çevresel değişimlerinin yanı sıra
uluslar arası seyahat ve göçün de artmasıyla birlikte, bulaşıcı hastalıkların her türlü
aracı (su, gıdalar, toprak, kişisel temaslar ve böcekler ya da diğer hayvanlar gibi
taşıyıcılar) ve insanlarla bulaşma hızı da artıyor. Tabii, hastalıklar da bu arada elleri
kolları bağlı oturmuyorlar. Daha güçlü ve etkili, kimi zaman ilaçlara dayanıklı soylar
geliştiriyor, yeni alanlara yayılıyor, sınırları aşıp insanlara ve hayvanlara bulaşıyor ve
artık kontrol altına alındıklarını sandığımız bir dönemde yeniden ortaya çıkıyorlar.
Çevre bozulmalarının ve değişimlerinin yanı sıra insan, bitki, hayvan ve mal dolaşımı
biyolojik karışma da hastalığa maruz kalma oranını arttırabilir. Mikrop ya da taşıyıcıları
bir coğrafi bölgeden diğerine taşıyan dolaşım ya da karışma, mikropların yeni ve büyük
olasılıkla korunmasız kitlelere bulaşmaları için fırsat yaratıyor. Kimi enfeksiyonların
ortaya çıkışına çevrede zaten bulunan patojenler yol açıyor, ama bu patojenlerin
yeniden aktif hale geçmelerinde virüs trafiğinin ve biyolojik karışmanın da etkisi var.
Günümüzde bir milyonun üzerinde insan, hava yoluyla uluslar arası sınırları geçiyor.
Grip gibi bulaşıcı bir patojen günümüzde birkaç saat içine tüm dünyayı dolaşabiliyor.
Biyolojik karışma mekanizması parazit ve taşıyıcıları yeni yerlere taşıyor. Sel, fırtına ya
da deprem gibi iklim müdahaleleri virüs trafiğine elverişli şartları oluşturuyor ve
ardından insan faaliyetleri, bu müdahalelerin etkilerini daha da arttırıyor. Sözgelimi kimi
uzmanlar, eylül 1994’te Hindistan’daki Surat’ta ortaya çıkan veba salgınını, aynı yaz
Tapti Irmağı’nın taşmasıyla ve bir yıl önceki bir depremle bağlantılı olduğunu ifade
ediyorlar.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
45
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Savaş, iç karışıklıklar ve sosyal bozulma da, bulaşıcı hastalıkların yayılmasında elverişli
şartların oluşmasında etkili olabilir. Yüzyılımızın büyük grip salgını 1918’de patlak
vermiş ve askerlerin hastalığı evlerine taşımalarıyla, dört ay içinde tüm dünyaya
yayılmıştı Savaş sonrasında yaşanan kötü beslenme, sosyal sıkıntılar ve hastanelerin
yetersizliği gibi şartlar, bu bulaşıcı hastalığın yayılması olasılığını arttırmıştır.
Su kirliliği, bulaşıcı hastalıkların görülmesi ve yayılmasıyla yakın bir bağlantı içindedir.
Tüm dünyada, suyla taşınan biyolojik hastalık sayısı, kirli suyla bağlantılı hastalıkların %
99’dan fazlasını oluşturuyor ve kimyasal kirlenmeye uğramış içme sularının yol açtığı
hastalıkların yüzlerce katına ulaşıyor. Gelişmekte olan ülkelerde her yıl 25 milyon insan,
kirli içme sularındaki patojenler ve kirlilik yüzünden ölüyor. Vücutta şiddetli susuzluğa ve
beslenme yetersizliğine yol açan ishal her yıl 5 yaşın altına yaklaşık 3 milyon çocuğun
ölümüne yol açıyor ve bu yaş grubundaki ölümlerin dörtte birini oluşturuyor. Su
ortamlarında yaşayan insan patojenleri hepatit A, Salmonella ve Escherichia coli, kolera,
tifo ve dizanteriyle bağlantılı çeşitli diyare hastalıklarına yol açabiliyor. Kimi patojenler
kirli içme sularıyla ya da kirlenmiş balık ve deniz kabuklularının yenmesiyle aktarılır;
kimileri de kirli sulara yüzülmesi, banyo yapılması ya da oynanması sonucunda yayılır.
Bazı patojenler de suda yaşayan böcek ve salyangozlarla taşınır.
VI.15. Göç Sorunu
Göç günümüzde sıradan bir etkinlik olmuş önemli bir küresel çevre sorunudur. Her gün
ve dünyanın her yanında gerçekleşir. Günümüzün olayları yansıtan bir özellik
kazanmıştır; Sovyetler Birliğinin dağılması, Afrika’daki çaresizlik, dünyanın her
yanındaki gelir dağılımı adaletsizlikleri ve bir çok diğer gelişme gibi, 1994 içinde,
dünyanın en yoğun göç hareketlerinden birinde, on dokuzuncu yüzyılda Amerika’yı
sömürgeleştirmek üzere İspanya’yı terk edenlerden daha fazla sayıda sığınması ortaya
çıkmıştır. 1979’daki Sovyet işgali sonrasında, geçen yüzyılda Almanya’yı terk ederek
Amerika’yı oluşturan başlıca etnik gruplardan biri haline gelen Almanlardan daha fazla
insan, Afganistan’ı terk etti.
Günümüzde kitle hareketleri, ülkelerde organize suç örgütlerinin ve çetelerin orduların
saldırganlığının yerini almaya başladığını gösteriyor. İç çatışmaların komşu ülkeler
arasında savaşın yerini aldığını, genç insanların yurtdışında iş aradıklarını görüyoruz.
Nüfus artışı ve çevre kirliliğinin diğer gerilimleri daha da kalıcı hale getirmektedir.
Dolayısıyla insanları yuvalarını terk etmeye zorlayan baskılar çoğalıyor. Neden bu
kadar insanın yuvalarını bıraktıkları sorusu hala genel bir tartışmanın konusu
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
46
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
olamamıştır. Bunun yerine politikacılar günümüzün sığınmacı krizi, göç kotaları ve
kimleri ülkelerine alacakları üzerinde durmaktadırlar.
Günümüzde de yürürlükte olan ve 1951’de Birleşmiş Milletler Sığınmacılar Anlaşmasına
göre, sığınmacıyı zulüm kavramıyla bağlantılı olarak ele alır. Buna göre, ırk, din, ulus,
özel bir toplumsal gruba üyelik veya politik görüş nedeniyle dayanağı sağlam bur zulüm
korkusu nedeniyle uyruğunda bulunduğu ülkenin dışında bulunan ve geri dönme olanağı
bulunmayan kişi sığınmacıdır. Bu dar tanımlama savaşın bir artığıdır. Amacı büyük
ölçüde geçmişteki Sovyetler birliği ve tesisi altındaki ülkelerden kaçanlara sığınmacı
statüsü tanıyarak bu ülkeleri zayıflatmaktı.
Bu resmi tanımlama günümüzde insanların yuvalarını terk etme amaçlarını açıklamakta
yetersiz kalmaktadır. Çoğu bu tanımlamanın dışında kalmaktadır. Çünkü zulüm
yüzünden kaçmamışlardır. Açlıktan kaçanlar, yerlerini terk etmek ya da yok
olmaktan başka bir seçenekleri olmamasına karşın tanımlama içine giremezler.
Çocuklarını besleyemeyecek duruma geleceklerinden korkanlar, bu sonucun da şiddet
tehdidi kadar korkutucu olmasına karşın tanımlama içine giremezler. Bangladeş’te
sıklıkla oluşan seller gibi doğal afetlerin yerinden ettiği insanlar da göç etmek zorunda
kalmış olmalarına rağmen bu insanların tamamı kendilerin resmi sığınmacı olarak
tanımlanmamaktadır. Sığınmacı olarak tanınmayan bu insanlar, diğer ülkelere iltica için
değerlendirmeye bile alınmazlar. Aslında çoğu, diğer ülkelere gitmek de
istememektedir. Bu yüzden iç göç kavramıyla tanımlanan grup içinde değerlendirilirler;
evlerini terk etmek zorunda kalmışlardır ancak hala kendi ülkeleri içindedirler.
Sığınmacı olarak nitelendirilmeyen bir diğer grup ise, başka bir ülkenin sınırını kaçak
olarak geçenlerdir. Gerek bir korku sonucu kaçan, gerekse daha iyi olanaklar arayan
kaçak göçmenlerin toplam sayısı ise bilinmemektedir, ancak 10 milyon dolaylarında
olduğu düşünülmektedir.
İnsanları göçe zorlayan önemli bir neden de baskı unsurlarının ortaya çıkmasıdır.
Baskılar, göçmenler için sığınmacılara göre daha az acillik ya da şiddet göstermektedir.
Hatta bazı göçmenler, sığınmacı durumuna düşmeyecek kadar ileri görüşlü olanlardır.
Savaş ya da ekonomik karmaşa ortamına sürüklenen ülkelerden çok geç olmadan
kaçmışlardır. Bu baskıları anlamak sığınmacıların ya da göçmenlerin durumlarının
benzerliğinin görülmesini sağlar.
Benzer şekilde bazı insanların ülke içinde yer değiştirmelerinin nedenleri de çoğunlukla,
diğerlerinin ülkeyi terk etmelerine yol açan nedenlerle yakından bağlantılıdır. İç göç
çoğunlukla dış göç için yalnızca bir ilk adımdır. Bütün bu hareketliliğin temelinde
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
47
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
toplumların, yurttaşlarının temel gereksinimlerini ve isteklerini karşılayamaması
bulunmaktadır.
Günümüzde göçmen ve sığınmacıların büyük bir çoğunluğu, gelişmekte olan ülkelerden
gelmektedir Örnek olarak Pakistan ve İran on yıldan fazla bir zamandır milyonlarca
Afgan sığınmacı için memleket olmuştur. Çoğu Afrika ülkesi açlık ve savaştan kaçan
insanlara kapılarını açmışlardır. Bu ülkeler, kendi artan sayıda insanlarının da baskısı
altındadır; bu türden insan seline ev sahipliği yapacak bir durumda değildirler.
Doğal felaketler de bu türden nedenlerdendir. Birçok Bangladeşli dünyanın en yoğun
nüfusa sahip olan ve sıkça seller ve diğer doğal felaketlerle karşılaşan ülkelerini terk
ederek Hindistan’da güvenli bir yaşam arayışı içine girmişlerdir. İki ülke arasındaki
gerilimleri yeniden su yüzüne çıkaran bu göç, insanların daha iyi bir yerleşim alanı
bulamamaları nedeniyle sel yataklarında ve bakımsız gecekondularda yaşamalarının
sonucudur. Sürekli arazi kıtlığı insanların riskli olduğunu bildikleri alanlara taşınmasına
yol açmaktadır. Bu da gelecekte her bir doğal afetin daha fazla sayıda insanın diğer
ülkelerde güvenli bir yerleşim yeri arayışına girmesine yol açacağı anlamına
gelmektedir.
Tahliye azınlıklara karşı kullanılan başka bir stratejidir. Kuzey Irak halklarının karşı
koymasından çekinen Saddam Hüseyin, 1991’de üç haftalık bir süre içinde 1.5 milyon
Kuzey Iraklı, Irak’ın dışına, Türkiye’ye doğru sürdü. Aynı nedenlerle, Şii Müslümanları
da Güney Irak’tan İran’a geçmeleri için zorlandı. Hastalıklar da göç için önemli bir etken
olabilir. Örnek olarak,geçmişteki Çek ve Slovakya’da kirlilik ve endüstriyel zararlar kalp
krizi, kanser, solunum yolları hastalıkları ve doğuştan sakatlıkları önemli ölçüde
arttırmıştır. Dolayısıyla bu ülkelerin değişik bölgelerinde ortalama ömür beş yıla kadar
varan değişimler göstermekte ve en kısa ömre ise, en kirli çevreye sahip bölgede
rastlanmaktadır. Bu bölgelerde boşanma oranları da suç ve uyuşturucu bağımlılığı gibi
en yüksek düzeydedir ve hükümetler kirliliğin yoğun olduğu bölgelerdeki insanları daha
temiz bölgelere yerleştirdiğinden yoğun iç göç yaşanmaktadır.
Dünyanın kırsal kesimden kentlere göç eğilimlerinde önemli bir etkendir. Örneğin,
kuşaktan kuşağa mirasçılar arasında bölündükçe kişi başına düşen toprağın büyüklüğü
anlamını yitirmektedir ve potansiyel mirasçılar komşu arazilerde satın alınacak yerler
aramaya başlamaktadırlar. Vietnam’da kalabalıklaşma bütün bir toplumun taşınmasına
yol açmıştır. Çok az yer Vietnam’ın komşusu Kamboçya kadar yoksul olabilir, ancak
ülkedeki açık alanlar ve balık dolu ırmaklar Vietnam’daki kalabalık köylerin sakinleri için
dayanılmaz bir seçenek sunmaktaydı. Yüz binlerce köylü yıllar boyunca Kamboçya’ya
taşındı. Bazı insanlar ise ön yargılarını bir yana bırakıp olanakların peşine düşmektedir.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
48
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Örnek olarak, komünist yönetiminin sona ermesiyle bir milyon Yahudi Sovyetler Birliğini
terk etti. Bunların yarısı İsrail’e, diğer yarısı ise ABD ve diğer batı ülkelerine gitti.
Çevrenin bozulması da kaçışın yaygın bir nedenidir. Milyonlarca insan toprakların en
temel tarım etkinliklerine bile olanak sağlayamayacak kadar erozyona uğramış olduğu
arazileri terk etmektedir. İçinde bulundukları durum göçün gelecekteki en önemli nedeni
hakkında bir fikir verebilir. Ekolojist Norman Myers da küresel ısınmanın etkilerinin
görülmesiyle deniz düzeyinin yükseleceği ve 2050 yılında 30 cm’lik bir yükselmeye yol
açacak iklim değişiminin önümüzdeki yüz yılın ortalarında 150 milyon kişiyi göçe
zorlayacağını düşünmektedir. Tarımın göreceği zarar ve yerleşim alanlarını su basması
ana göç nedenleri olacaktır. Doğal olarak, iklim değişiminin kendisinden yol açacağı
öngörülemez toplumsal ve ekonomik sonuçlara, sorunun her aşamasında belirsizlik
önemli bir etkendir.
Dünyada zenginler ve yoksullar arasındaki büyük uçurum, bazı büyük göç
hareketliliklerin temelini oluşturmaktadır. On milyonlarca işçi yoksul ülkelerden daha
güçlü paralarla daha yüksek maaş alabilecekleri zengin ülkelere göç etmiştir. Örneğin
900.000 Türk Almanya, İskandinavya ve Avrupa’nın diğer ülkelerine taşınmıştır. ABD’de
2,5 milyon Meksikalı yaşamaktadır. 1991’deki savaş öncesinde 400.000 Güney Asyalı
ve Orta Doğulu Kuveyt’te; 1,2 milyon yabancı işçi ise Suudi Arabistan’da yaşamaktaydı
Bu göçlerin her biri ülkeler arasındaki ekonomik farklılıkların sonucudur.
İşçilerin yoksul ülkelerden zenginlere doğru akışının gelecekte daha da artacağı
düşünülebilir. Dünyanın işgücünün önümüzdeki yirmi yılda bir milyarlık bir artış
göstereceği öngörülmektedir. Bu yeni işçilerin on tanesinden dokuzu üçüncü dünyada
olacaktır ve bu ülkelerin çok azı bunlar için yeterli istihdamı yaratabilecektir. Ekonomik
hedeflerine ulaşabilen ülkeler bile genç işçilerine yeterli iş sağlayamayacaktır.
Zengin ve yoksul ülkeler arasındaki eşitsizlik de insanları iş dışındaki arayışlar için göçe
zorlamaktadır. Yoksulluk insanların daha iyi yerlerde yaşamak istemesine yol
açmaktadır. Yakıt olarak odunun ve ısıtma, yemek pişirme ve inşaat için kerestenin
tükenmesi, kurutulmuş kuyular, kalabalık evler ve okullar ve elektrik yokluğu gibi
nedenlerin her biri en yoksul insanların yaşadığı bölgelerin özelliğidir. Bu kıtlıklar
çoğunlukla bir araya gelerek bir yetersizlik döngüsü oluştururlar. Örnek olarak, kesilmiş
ağaçlar toprağı tutmazlar, toprak sürüklenerek nehirlere taşınır ve nehirlerin akışını
düzensizleştirir, akışı rejim dışına kayan su, daha fazla erozyona neden olur. Sonuç
olarak insanlar ana memleketlerinden olurlar. Çoğunlukla yeni yaşam umudu ve
parıltısıyla çekiciliğine kapıldıkları en yakın kente taşınırlar.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
49
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Artan uluslar arası ticaret, göçü etkilemektedir. İşçilere kendi ülkelerinde çalışarak
ürettikleri malları dışsatım yoluyla büyük dış pazarlara satma olanağı sağlar. Ancak
bunun gerçekleşmesi için önce yatırım gerekmektedir. Ticaret aynı zamanda, ticarette
iyi iş yapan insanların yabancı ülkelere gitmesi ya da çok uluslu şirketlerin arazideki
ofislerinde çalışanlarda olduğu gibi çalışanları uzaklardaki işlere de götürebilir. Dışsatım
merkezli ekonomik yörünge izleyen ülkeler eşitlikçi olmayan bir ekonomik büyümeye
maruz kalırlar; toplumun sermaye ve endüstriye sahip olan bir kısmı zenginleşirken geri
kalanlar daha az pay almaktadırlar. Sonuçtaki eşitsiz gelir dağılımı göçe katkıda
bulunabilir.
IV.16. Okyanusların Kirlenmesi Sorunu
Nüfus patlaması, sanayinin yaygınlaşması, tüketimin fazlalaşması ve yoksulluğun
artması gibi karaları etkileyen etkenlerin tehdidinden büyüklüklerine rağmen okyanuslar
da kaçamamışlardır. Çevre kirliliği, yaşam sahalarının tahrip edilmesi ve haddinden
fazla balık avlanması okyanuslarda ekonomik ve biyolojik kayıplara sebebiyet
vermektedir. Atmosferdeki değişiklikler gelecekte daha büyük sorunlar çıkaracaktır.
Okyanusların biyolojik sistemlerinde bozulma, deniz ürünlerine bağlı sanayilere
bakıldığında daha iyi anlaşılmaktadır. Domuzların, sığırların ve tavukların da dahil
edildiği protein sağlayan kaynaklar arasında balık, başı çeker. Bu sektör, dünya
üzerinde kriz halindedir. BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)’ne göre dünya üzerindeki
balık stokları sınır seviyelerine inmiştir. Kıyı turizmi ise kirlenmiş sahiller, yıpranmış
mercan resifleri ve bozulmuş sahil şeritlerinden dolayı çok zor durumdadır.
Okyanuslardaki temel yaşam sistemlerinin özelliklerini kaybetme olasılığı düşüğe
benzemekteyse de bunlar da çevrenin sürekli kirlenmesinin etkisi altındadırlar.
Okyanusların, deniz canlılarına gerekli yaşam alanını oluşturmanın yanı sıra biyolojik
çeşitlilik ve iklim üzerinde son derece etkili rolleri vardır. Sera etkisi yaratan gazların
birikmekte oldukları zamanımızda, atmosferdeki karbon dioksit seviyelerin düzenleyen
deniz fotosentezi olayı, “biyolojik pompa” sürdüğü için gittikçe önem kazanmaktadır.
Denizlerin bütün ekonomik ve ekolojik fonksiyonlarına rağmen toplumlar, denizlerin
korunmasına gereken önemi vermemektedir. Bazı kesimler okyanusların büyük
olduğunu ve insanların etkisinde kalamayacağını düşünmektedir. Tankerlerden sızan
petrol, kumsalların kirlenmesi, balinaların öldürülmesi ve diğer manşet olacak konularda
bazı önlemler getirilmiştir. Fakat bunların hiçbiri asıl sorunlara değinmemektedir.
Sahillerdeki yaşam sahalarının tahrip edilmesi, haddinden fazla balık avlanması,
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
50
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
karalardan sürekli olarak çevre kirletici malzemenin akıtılması gibi miktarı bireysel olarak
az fakat ardı hiç kesilmeyen unsurlar, çok daha yaygın ve çok daha çevreyi kirleticidir.
Hayatın ilk başladığı günlerden beri okyanuslar biyosferin ekolojik kazanı olmuşlardır.
Akarsuların kavuştuğu yerlerden denizlerin derinliklerine kadar okyanuslar dünya
üzerindeki yaşam alanlarının yaklaşık % 90’ını oluştururlar. Okyanuslar dünyanın %
71’ini kaplar. Deniz seviyesinden ölçülürse en derin yerleri Everest Tepesi’nin
yüksekliğinden çok daha fazladır. Dünya üzerindeki suların % 97’si okyanuslardadır. Bu
da bütün tatlı su gölleri ve nehirlerin alanından 10 000 misli fazladır.
Okyanusların oynadıkları en önemli rol, fiziksel ve biyolojik işlemlerle gezegenin iklimini
düzenlemektir. Büyük kitleleri sayesinde bu sular, yazın sıcağı emip kışın bırakarak
yerel ısıları belirli bir seviyede tutar. Okyanuslardaki su akıntıları ekvatorda aldıkları
ısıyı, kutup bölgelerinde vererek buraların sıcaklıklarını daha düzenli bir şekilde
kalmasını sağlarlar. Gulf Stream akıntısı, Meksika Körfezi’nden aldığı sıcaklığı Kuzey
Avrupa sahillerine kadar taşır ve İrlanda sahillerinde bile limon yetiştirilmesini temin
eder.
Halbuki
buraları,
Moskova
ile
yaklaşık
aynı
paraleldedir.
Atmosferin
ısınmasından dolayı okyanus akıntılarında meydana gelebilecek sapmalar iklim
değişiklikleri bakımından büyük önem taşımaktadır. Okyanusların ısıyı emme
kabiliyetleri olmasaydı, atmosferde bugün meydana gelen ısınma herhalde birkaç
derece daha fazla olurdu.
Gezegendeki oksijenin yaklaşık yarısına yakın bir miktarı, okyanuslardan gelmektedir.
Okyanuslar “ biyolojik pompa” adı verilen bir mekanizma vasıtası ile atmosferde biriken
karbon dioksitin belirli bir düzeyde sabit kalmasına yardımcı olur. Karbon dioksit, dalgalı
üst seviyelerde okyanuslara karışır. Bu seviyede bulunan planktonlar ve diğer deniz
bitkileri, karbon dioksidi kullanarak basit şeker molekülleri oluştururlar.
Bölgeleri birbirlerinden ayıran özelliklerin belirlenmesi faydalı olmakla beraber denizlerin
aslında bir bütün olduğunu unutmamamız gerekir. Besleyici maddeler sahillerden
derinlere gider ve tekrar geri gelir. Çeşitli canlı türleri kıtalar arasında göç eder. Okyanus
tabanlarındaki volkanik pencereler milyonlarca seneden beri biyolojik çeşitliliği bütün
tabana yaymaktadır. Su akıntıları ile birbirlerine bağlı olan okyanuslar adeta tek bir
organizma gibi hareket ederler. Bu sistemleri ayrı ayrı incelemenin asıl maksadı, bunları
koruyabilmenin bir yolunu bulabilmektir. Aksi takdirde meydana gelecek bozulmanın
sonuçlarını tahmin bile edemeyiz.
Okyanusları kirleten maddelerden dörtte üçü, insanların karalardaki aktivitelerinden
kaynaklanmaktadır. Sahilleri ve kıyı şeritlerini canlandıran akarsular, taşıdıkları
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
51
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
maddelerle şimdi buraları zehirlemektedir. Besin maddeleri, sedimantasyonlar,
patojenler, bozulmayan zehirli maddeler ve termik kirlenme karaların iç taraflarındaki
kaynaklardan gelmektedir. Exxon Valdez kazasında olduğu gibi sadece denizlerde
oluştuğu kabul edilen petrol kirlenmesinin hemen hemen yarısının kaynağı karalardadır.
Çevre kirlenmesi oluşturan başlıca öğelerden sadece yabancı türler denizlerde
oluşmaktadır. Tarih öncesi devirlerden bu yana, insan aktivitelerinden kaynaklanıp
denizlere akıtılan besleyici maddeler günümüzde en az bir misli artmıştır. Ayrıca
insanların faaliyetlerinden dolayı sedimantasyon da üç misli fazlalaşmıştır. Bu olay
yosunların artmasına, güneş ışığının azalmasına, balıkların oksijensizlikten yok
olmalarına, patojenlerin ve zehirli maddelerin fazlalaşmasına yol açan bu etkenler,
haliçlerin ve sahil sularının kirlenmesine sebep olmuştur. Besleyici maddelerin ve
sedimantasyonun artması ile bütün dünya üzerindeki haliçler ve deltalar dolmuş,
sahillerdeki sulak alanlar bozulmuş, mercan resifleri, deniz tabanları ve kıyı şeritlerindeki
diğer ekosistemler altüst olmuştur. Taşıdıkları zehirli maddeleri çevrelerindeki sulara
salan kızıl yosunların yaygınlaşması da bunlara bağlanmaktadır. Okyanuslara giren
kirletici tipleri ve yüzdeleri Tablo 2.de verilmiştir. Kıyı şeritlerine dolmakta olan besleyici
maddelerin büyük bir kısmı şehir kanalizasyonlarından gelmektedir.
Tablo 2. Kirletici Tipleri Ve Yüzdeleri
KAYNAK
TOPLAMA ORANI (%)
Karalardan gelen veya kanalizasyonla atılan
44
Karalardan rüzgarla taşınan
33
Gemilerden atılan ve kaza ile dökülen
12
Denizlere boşaltılan
10
Açık deniz madenciliği ve gaz Arama ve çıkartma
Kaynakların toplamı
1
100
Tam veya yeteri derecede arıtılmamış atıksular ve genellikle yağmur suları ile küçük
sanayi bölgelerinden gelen atıklar birbirlerine karışmakta ve ağır metallerin yağların ve
diğer zehirli maddelerin suyun içinde erimesini ve denizlere gitmektedir. Bu da
çevreyi, denizleri ve insan sağlığını tehdit etmektedir. Denizlere akıtılan kirletici
maddelerin büyük bir kısmı sahil bölgelerinden değil, iç yörelerden gelmektedir.
Besleyici malzemenin takriben yarısı, uzaklardaki kaynaklardan taşınır. ABD’deki en
büyük haliç olan Chesapeake Körfezi, aynı zamanda dünyanın en verimli deniz ürünleri
yataklarından biriydi. Yalnız uzak kaynaklardan taşınan besleyici malzemelerle dolan bu
körfezdeki azotlu maddelerin yaklaşık üçte biri çiftliklerden ve dörtte biri de atmosferden
gelmekteydi. Bundan dolayı da, ellili yıllarda 20000 ton olan midye rekoltesi, seksenli
yıllara 3000 tonun altına inmişti. Bu azalmanın başlıca sebebi çevre kirliliğidir.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
52
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Denize karışan kirletici maddelerin yaklaşık üçte biri havadan gelmektedir. Bunun da
büyük bir kısmı sığ sularda bulunur. Uçucu organik maddelerle ağır metallerin denize
karışmalarını en kolay yolu hava kanalı taşınıp dalgalar vasıtasıyla suyun içine alınarak
eritilmeleridir. Kuzey denizinde çevre kirliliğinin yaklaşık dörtte biri polikarbonlu bifeniller
(PCB) ve diğer klorlu organik maddeler de dahil olmak üzere hava kanalıyla
gelmektedir. 1991 senesindeki Körfez Savaşı’nda Irak Ordusunun kasten boşalttığı 7
milyon varillik petrol, körfez sularına karşın pisliğin ancak bir kısmıdır. Yaklaşık 4-5
milyon varilin de petrol dolu dumanlarla taşınıp sulara karıştığı tahmin edilmektedir.
Dünya ortalamalarına bakılacak olursa, okyanuslarda dağılan petrolün % 10’unun
havadan geldiği söylenebilir.
Başka bir kirlenme şekli de çeşitli canlıların, kendi yaşam sahalarından alınarak bir
şekilde yabancı ekosistemlere taşınmalarıyla gerçekleşmektedir. Yeni gelenler, eskilerin
yerlerini alabilirlerse, bu denizlerdeki biyolojik çeşitliliğin azalması anlamına gelmektedir.
Yabancı canlılar, sığ sulardaki ekosistemlerin yapılarını tamamen değiştirmektedir.
Bunlar bilhassa okyanus aşan büyük gemilerin denge ve ağırlık sularıyla taşınmaktadır.
Güney Afrika limanlarına giren gemiler her sene 20 milyon ton su atarlar. ABD
limanlarında
her yıl 56 milyon ton, yani 6400 ton/saat su boşaltırlar. Kıyıların
kirlenmesi ve yaşam sahalarının tahrip edilmesi bir arada gerçekleşir. Ayrıca, toprak
ihtiyacından dolayı sahil şeritleri doldurulur. Bu da oralardaki yaşam alanlarını altüst
eder. Çevre kirlenmesi, kalkınma, yaşam alanlarının bozulması ve nüfus patlaması gibi
küresel çevre sorunlarını çözemeyecek olursak, denizleri de bir gün kaybedebiliriz.
Kesin olmamakla beraber, okyanusları kısa vadede bekleyen tehlikeler arasında
atmosferdeki değişikliklerin başı çektiği ileri sürülebilir. Kloroflorokarbonların ve ozon
tabakasının incelmesine sebep olan diğer kimyasal maddelerin atmosferdeki etkileri
sonunda okyanus yüzeyine daha fazla ultra-viole ışını ulaşmaktadır. Güneydoğu
Asya’daki planktonlar bu yüzden azalmaktadır. Her sene Güney Kutbu üzerindeki ozon
tabakası Eylül ayında tahrip olmağa başlar ve normalden % 50 daha ince bir hal alır. Bu
tarihler, planktonların canlılıklarının özellikle arttığı tarihlerdir. Kaliforniya Üniversitesine
bağlı araştırmacılar, incelme alanının altında olan planktonların sayılarının normalden %
6-12 daha az olduğunu tespit etmişlerdir. Bu tabiatıyla Antartika’daki beslenme zincirini
aksatmakta ve biyolojik pompanın çalışmasını sekteye uğratmaktadır. Durum böyle
olunca, her ne kadar bilimsel kanıtlar şimdilik mevcut değilse de, larva gibi diğer deniz
canlılarının da yüksek dozdaki ultra-viole ışınlarından etkilendikleri söylenebilir. Ozon
tabakası incelmeye devam edecek olursa durumun daha da kötüleşeceği açıktır.
Küresel ısınmanın okyanus üzerindeki tesirleri hem daha belirsiz, hem de daha
karmaşıktır. Karbon dioksitin ve sera etkisi yaratan diğer
gazların atmosferde
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
53
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
birikmeleri sonunda ısının yükseleceği ve iklimlerin değişeceği tahmin edilmektedir.
Bunun yanı sıra rüzgar, yağmur ve sert fırtınaların düzeni de farklılaşacaktır. Mercan
resifleri gibi ısı değişimlerine karşı hassas olan ekosistemler tahrip olabilecek, deniz
seviyeleri yükselebilecek ve karaların bir kısmı sular altında kalabilecektir.
Okyanuslardaki akıntıların yönleri sapacak ve bu sapmayla birlikte bölgesel ve biyolojik
pompa da değişecektir.
Küresel değişikliklerin hepsi son derece endişe verici olaylar olmalarına rağmen bugüne
kadar meydan gelmiş olanların bundan sonra sebep olacaklarına bakıldığında, bu güne
kadar gerçekleşenler önemsiz kalmaktadır. Mesela, mercanların son senelerde ölmeleri,
yüksek çevre ısısına bağlanmıştı ama, uzmanlar bunu tam olarak ispatlayamadılar.
Isının sebebini küresel ısınma ile açıklamaya çalıştılar fakat bu açıklama yeterli
derecede tatmin edici bulunmadı. 1991 senesinde mercan resifleri hakkında yapılan bir
çalışmada, mercanların ölmelerinin çevre kirliliğinden kaynaklandığı ve resiflerin çevre
ısınmasından çok, çevre kirlenmesinden ve doğrudan doğruya tahrip edilmekten zarar
gördükleri ifade edildi.
VI.17. Okyanuslarda Avlanmanın Getirdiği Çevre Sorunları
Denizlerin bir sınırı olduğunu önce balık avlayanlar keşfetmişlerdir. Denizin kirlenmesi
ve yaşam alanlarının tahrip edilmesi doğal olarak denizdeki organizmaların hepsini
etkiler. Fakat gıda ve deniz ürünleri peşinde koşan insanlar, onları kitleler halinde
ortadan kaldırmaya başladılar ve bu arada da ekosistemleri tahrip ettiler.
Denizlerde yaşayan türler arasında ilk önce zarar görenler yavaş büyüyen, uzun bir süre
yaşayan ve üreme kapasiteleri düşük olan memelilerdir. Bunun en dramatik örneği
ağırlığı 4-10 ton arası olan ve Kuzey Pasifikte yaşayan Steller’in deniz inekleri adlı
memeli bir canlıdır. 1741 senesinde bir Rus gemisi Bering Adası civarında karaya
oturmuştu. Denizciler burada, sığ sulardaki yosunları ve diğer bitkileri yemekte olan
deniz inekleri ile karşılaştılar. Çok yumuşak tabiatlı olan bu devasa yaratıklar
denizcilerden hiç korkmadılar ama aç denizciler bunları avlamaktan geri kalmadılar.
Deniz ineklerinin etleri hiç de fena değildi. Denizciler kurtarıldıktan sonra durumu
açıklayan bir rapor hazırladılar. Bunu okuyan diğer gemiler de bu bedava etin peşine
düştüler. Bilinen en son deniz ineği 1768 senesinde vuruldu. Hayvanın keşfedilmesinin
üzerinden sadece 27 yıl geçmişti.
Deniz ineğinin ortadan kaldırılması gerçi biraz süratli oldu ama, Karaibler foku ile
Atlantik’teki gri balina gibi canlılar daha uzun bir süreye yayılmış olmakla beraber aynı
sonu paylaştılar. Bunların yanı sıra birçok hayvan türü, tükenmenin eşiğine geldi.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
54
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Anlaşmalar ve yasalarla bunların büyük bir çoğunluğu koruma altına alındı. Bazılarının
kendilerini yavaş yavaş toplamalarına karşılık diğerleri avlanma, balıkçılık, çevre kirliliği
ve yaşam sahalarının tahrip edilmesi gibi sebepler yüzünden hala tehlikeyi atlatmış
değillerdir.
Kaplumbağalar, deniz hıyarları, istiridyeler ve benzeri egzotik organizmalar peşinde
koşan balıkçılar ve koleksiyoncular, bunları elde edebilmek için mercan resiflerini tahrip
etmektedir. Özel bazı ürünlere karşı olan tutkuya cevap verebilmek için balıkçılar, bu
canlıların kendileri kadar yaşadıkları çevreyi de altüst etmektedirler. Güneydoğu
Asya’daki resiflerde bulunan dev midyelerin etleri bu bölgede son derece makbul
olduğundan bu canlılar avlana avlana bitirilmiş ve bunlar artık tamamen tüketilmiştir.
Çok fazla avlanmaktan resiflerde yaşayan ve yavaş üreyen balık cinsleri de yakında
tükenecektir.
Balıkçıların sayılarının artması ve faydalandıkları ekipmanların geliştirilmesi, bütün balık
cinslerini tehlikeye sokmuştur. Sonar ve deniz uçakları, okyanuslardaki balık sürülerini
anında bulmakta, devasa ağlar bu sürüleri adeta denizden koparıp almaktadır. İzlanda
sahillerinde tirol için tasarlanmış yeni bir balık ağı o kadar geniştir ki 2 Boeing 747
uçağını sarabilmektedir. Bunun sonucu olarak okyanuslardan yakalanmakta olan balık
rekoltesi önce büyük hızla artmış, fakat sonra düşmeğe başlamıştır. Asrın başında
senede 5 milyon ton civarında olan rekolte, son senelerde 80 milyon tona ulaşmış ve
1950 ile 1970 seneleri arasında tutulan balık miktarı senede % 6 artmıştır.
Yakalanacak yeni balık stokları kalmayınca, balıkların haddinden fazla avlanması
küresel bir sorun haline dönüşmüştür. FAO’nun tahminlerine göre dünya üzerindeki 17
başlıca balık yataklardan dokuz tanesi ciddi şekilde yıpranmıştır. 1971 senesinde FAO
tarafından yürütülen bir çalışma, denizlerden normal şartlar altında senede 100 milyon
ton balık elde etmenin mümkün olduğunu kaydetmekteydi. Bu 1992 rekoltesinden 20
milyon ton fazladır yalnız, bu gibi tahminlerin içinde belirli bir yanıma payı olduğunu
kabul etmek gerekir. Balık yataklarının son senelerdeki durumuna bakılırsa, 100 milyon
tonun iyimser bir tahminden ileri geçemeyeceğini anlamak gerekir. Bugün FAO
uzmanları bilinçli bir şekilde ele alınmadıkları takdirde mevcut durumlarıyla bu balık
yataklarından 100 milyon tonluk rekolte elde etmenin zor olduğunu kabul etmektedirler.
Gelecekteki balık rekoltelerinde herhangi bir gelişme beklenmemelidir.
Haddinden fazla balık avlamanın denizlerdeki hayat üzerinde başka etkileri de vardır.
Buradaki başlıca sorunlardan birisi, balıkçıların değerlendirebilecekleri cinslerin yanı
sıra, istemedikleri türleri de yakalayıp öldürmeleridir. Derin denizlerde ağ tarayarak
yapılan balık avı sırasında yakalanan istenmeyen cinslerin sayısı çok yüksek
olmaktadır. ABD Okyanus ve Atmosfer Araştırmaları Dairesi, ton balığı ve mürekkep
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
55
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
balığı peşinde olan balıkçıların 1990 senesinde 42 milyon deniz kuşu ve canlısını
boşuna öldürdüğünü vurgulamaktadır. Karides avcıları her seferde yakaladıklarının
ancak % 10-20’sini değerlendirmekte, 10-15 milyon tonu bulan geri kalanlar ise genelde
atılmaktadır. Son senelerde ortaya çıkmış “ biyomas balıkçılığı “ adı verilen bir yönteme
göre balıkçılar yakalayabildikleri her türlü canlıyı yakalamakta, işlerine yarayanları
piyasada değerlendirmekte, geri kalanları balık çiftliklerine satmaktadır.
Balıkçılar denizlerden gittikçe daha fazla miktarlarda biyomas temin ettikçe, bütün
ekosistem zarar görmeğe başlamıştır. Shetland Adalarında yuva kuran çeşitli kuşların
sayılarında son senelerde büyük bir azalma görülmüştür. Bu kuşlar, balık avında yem
olarak kullanılan bir yılan balığı cinsini yavrularına yedirerek
onları büyütürlerdi.
Balıkçılar aynı balığı, yem olarak kullanmak üzere tercih etmeye başlayınca iş değişti ve
yavru kuşlar aç kaldılar. 1982 senesinde 56.000 tona yükselen yılan balığı rekoltesi
1988 senesinde 4 800 tona düştü. Bunun yanı sıra beslendikleri balıkları yeteri
derecede bulamayan kuzey Pasifikteki Steller’in deniz aslanının, yunus balığının ve kuş
cinslerinin sayılarında ciddi azalmalar gözlenmiştir. Haddinden fazla balık avlanması
balıkçılara ve balıkçılık sektörüne de ters etki yapmakta ve bütün bu camia, balık
rekoltesi düşmeğe başladığı zaman sarsılmaktadır.
Artan uluslar arası talep ve yükselen fiyatlar yüzünden, gelişmekte olan ülkelerde
yaşayanlarla buralardaki balıkçılar zor durumda kalmışlardır. Bu ülkeler, yakalanan
balıkları ihraç etmekte ve böylece borçlarını ödeyebilmek için döviz kazanmaktadır.
Gelişmekte olan ülkelerin ihracatları, sanayileşmiş olan devletler nazaran bir misli hızlı
artmaktadır. Sanayileşmiş ülkeler gelişmekte olanlara nazaran yedi misli fazla balık ithal
etmektedir. Her ne kadar Üçüncü Dünya Devletlerinde yaşayanlar protein ihtiyaçlarını
genellikle balıkla karşılamaktaysalar da sanayileşmiş ülkelerdekiler, ortalama olarak
gelişmekte olanlara nazaran 3 misli fazla balık yemektedir.
Yakalanan balık miktarı sadece bunları yakalayanları etkilemez, aynı zamanda
okyanusların canlılıklarını da yansıtır. Çevre kirliliği, yaşam alanlarının tahrip edilmesi ve
gereğinden fazla balık avlanması sürdürüldüğü sürece, okyanusların küresel besin
ihtiyacını karşılayabilme imkanları sınırlanmaktadır. Deniz ürünlerinin azalması, suların
kirlenmesi ve Okyanusların biyolojik sınırlarının ne kadar kısıtlı olduğunun göstergesidir
IV.18. Doğal Floranın Korunması
Ateş gibi güçlü bir silahı tanıyan insanoğlu, doğaya hükmetme konusunda büyük bir
adım attı. Ateş, insanoğlunun buyruğuna girmeden önce de doğaya büyük zararlar
verebiliyordu. Yıldırım düşünce ormanlar yanıyordu. Ağaç dallarının birbirine
sürtünmesinden dolayı ağaçlar tutuşuyor, bu da orman yangınlarına yol açıyordu.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
56
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Yangınlar bir yağmurla ya da ormanın göle, akarsuya ya da bir boşluğa ulaştığı yere
kadar sürüyordu. Bunda insan oğlunun herhangi bir günahı, kabahati söz konusu
değildi. Fakat, insanoğlu, ateşi buyruğu altında tutunca, doğaya büyük zararlar vermeye
başladı. Günümüzde Afrika’da Savan adlı geniş çayırlıklar vardır. Buğdaygiller ve
köksaplı bitkiler 2 metre kadar boylanabilir. Savan birincil bir bitki örtüsü değildir. 50 bin
yıl kadar önce insanların ormanları yakmaları sonucu oluşmuştur. Günümüzde de tarım
yapabilmek için savanlar yakılmaktadır. Fakat yangınlar, iğreti bir denge içinde bulunan
savanda toprağı gübreyle biraz zenginleştirse de ağaçlara zarar verir. Savan bölgesi
insanları avlarını yakalamak için de yangın çıkarırlar. Böylece topraklar yozlaşır.
İnsanoğlu, doymak bilmez hırsıyla ve aşırı kazanç isteğiyle, doğayı, florayı
zorlamaktadır. Nüfus arttıkça yeni besin kaynakları gerekmektedir. Faunada olduğu gibi
florada da birçok tür yok olmakta; soyu kurumaktadır.Hawaii adalarında yanardağ
kraterlerinde yetişen ve Gümüş kılıç (silver ord) denilen bir bitki çiçek açabilmek için
gerekli olan suyu 20 yılda biriktirebilir. Bu, dünyanın başka hiçbir yerinde yetişmeyen bir
bitkidir. Çok uzun bir sapın ucunda açılan çiçeğinin 20 gün kadar ömrü vardır; çiçek
solarken bitki de ölür. Bütün yaşamı boyunca bir kez çiçek açıp tohum üretebilen bu
bitkinin soyunu sürdürebilme olasılığı doğal olarak çok azdır. Bu bitkinin yaprakları kılıç
gibi uzun ve etli, gümüş renkli yaprakları arasında küçük bir böcek türü yaşar.
Yapraklarla aynı renkte olduğu için iyi gizlenen bu gümüş renkli böcek başka hiçbir bitki
üzerinde yaşayamaz. Hawaii adalarına yerleşenlerin getirdikleri keçiler bu ender bitkiyi
yer tüketirlerse bu böcek de yeryüzünden silinip gidecektir.
Tropikal yağmur ormanları fauna kadar flora zenginliğiyle de tanınırlar. Yabani yaşam
çok canlıdır. Örnek olarak Pasifiğin güneyindeki Yeni Kaledonya ormanlarını ele alalım.
18 bin kilometre karelik bir alan kapladıkları halde bu ormanlarda 3000 bitki türü
barınmaktadır. Bu türlerin çoğu da endemiktir. Dünyanın başka hiçbir yerinde
görülmeyen türler buradadır. Tropikal yağmur ormanları kereste sağlanması için, tarım
alanları açmak için sürekli olarak daraltılmaktadır. Her yıl 76 bin kilometre karelik alan
kuşları, memelileri, sürüngenleri, böcekleriyle ortadan kaldırılmaktadır. Sayısız bitki ve
hayvan uzmanlarca incelenemeden, tanımlanamadan, adları bile konulmadan yok olup
gitmektedirler.
Türkiye’nin en güzel bitkilerinden biri olan kardelen dağlarımızdan sökülerek Avrupa’da
seralara satılmaktadır. Türkiye 10 bin tür bitki ile dünyanın en belli başlı ülkelerinden biri;
bir şifa cennetidir. Ancak, bizde bu bitkiler devlet ya da üniversite denetiminde bir
sınıflandırma ya da koleksiyon içinde yer almadığından yabancılar, doğal servetimizden
kolayca yararlanma yolları buluyorlar. Zengin ülkelerin botanikçileri özellikle 3. dünya
ülkelerine gidip oranın bitki örtüsü ile ilgili bir araştırma yapıp, bitki türlerinden bolca
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
57
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
örnekler alıyorlar. Sonra da ülkelerine dönüp bu bitkinin yararlılıkları ile ilgili araştırma
yapıyorlar. Umduklarını bulduklarında da, ya bu bitkinin kendi ülkelerinde yetişmesini
sağlıyorlar, ya da buldukları ülkeden olabildiğince sağlamaya çalışıyorlar. Ve sonra da
bu işin nimetlerinden yararlanıyorlar.
İnsan, tek başına üretken değildir; bitkiyi, havayı, suyu değerlendirerek bir üretim
yapmaktadır. Canlılar bitkisiz yaşayamaz. Biyosfer için vazgeçilmez unsurların birisi de
bitkilerdir. Otobur otu, etobur da otoburu yiyip gelişmektedir. Yani, yaşamın kaynağı
bitkilerdir. Bitkilerin insanlara da hayvanlara da gereksinmesi yoktur (tozlaşma dışında).
Oysa, insanlar da hayvanlar da bitkilere muhtaçtırlar. Biyosferin oksijen kaynağı olan
ormanlar, bitki toplulukları büyük bir hızla yok olmaktadır. Her yıl ortadan kaldırılan
ormanların alanları 17 milyon hektardır. Yok edilen orman alanları Finlandiya’nın
yüzölçümüne eşittir.
ABD’nde bulunan Worldwatch Enstitüsü’nün yayınladığı verilere göre her gün dünya
üzerinde 140 bitki ve hayvan türü yok olmaktadır. Çünkü flora ile fauna birlikte bir varlık
gösterir. Floranın bozulması habitatın yok olması anlamına geleceği için doğal ortamı
ortadan kalkmış birçok hayvan da aynı şekilde silinip gidecek, yani soyu kesilecektir.
Dünyada yaklaşık 100 yılda 30 bin bitki türünün soyu ya tamamen ya da kısmen
tükenmiştir. Yapılan tahminlere göre, 2000 yılına kadar yeryüzündeki canlı varlıkların
%15-20’sinin soyu kuruyacaktır. Gelecek yüzyılın ortalarına kadar 40 bin bitki türünün
daha yok olacağı tahmin edilmektedir. Genetik erozyonun önüne geçmek ve biyolojik
çeşitliliği korumak için soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan türler üzerinde
çalışmaları FAO yürütmektedir. Çünkü, bir tür bir kez kayboldu mu, genleri de sonsuza
kadar kaybolmuş demektir.
Avrupa mutfağı için hazırlanan pek çok sosun vazgeçilmez malzemesi olan mantarın
giderek tükendiği ortaya çıkmıştır. Botanikçi Dennis Benjamin’e göre; “Özellikle son 20
yılda çevre kirliliği ve asit yağmurları pek çok mantar türünün tükenmesine neden
olmuştur.”
Dünyada 9000’den fazla tohumluk bitki türü bulunmaktadır. Bunlardan 3000’i
sadece Türkiye’de yetişmektedir. Bu, ülkemizin ne kadar çok
floristik zenginliğe
sahip olduğunun bir göstergesidir. Yeryüzünün başka hiçbir yerinde böylesine bir
zenginlik görülmemektedir. Biyolojik zenginlik insanlığın gelecekteki sigortası olduğu
halde, bilerek ya da bilmeyerek, bunları tehdit altında bırakıyoruz. Bu tehdidin dozu da
giderek artmaktadır.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
58
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Uzay çağında yaşıyoruz; teknoloji insanoğlunun yaşamını kolaylaştırıyor; bilgisayar her
çeşit bilgiye kolayca ulaşmamızı gerçekleştiriyor. Bilgisayar ve uzay çağında doğaya bu
denli önem vermek gerekir mi? Teknoloji her gereksinmemizi karşılamıyor mu?
Öyleyse, bitkilere, hayvanlara, denizlere, dağlara, ormanlara sahip çıkmak, korumaya
çalışmak ne demektir? Burada bir çelişki yok mudur? Flora, fauna yok olsa ne olur?
Yabani doğa insanoğlu için yaşamsal önem taşıyor. Varlığımız teknolojiye değil, doğaya
bağlıdır. Soluduğumuz oksijeni bize yalnızca bitkiler veriyor. Bu nedenle, Brezilya’nın
Tropikal yağmur ormanlarının yok edilmesi yalnızca Amazon havzasındaki insanları
değil, Ortadoğu’daki yani tüm dünyadaki insanları da olumsuz etkiliyor.
Temel besin kaynaklarımızı her zaman olduğu gibi bugün de hayvanlar ve bitkiler
oluşturuyor. Sağlığımız için gerekli olan ilaçların hammaddelerini de bize doğa veriyor.
Gerçek eczane doğadaki bitkilerdir. Fakat, doğada yalnız işimize yarayan,
kullanabildiğimiz bitkileri, hayvanları mı koruyacağız sadece? Korumak ve geliştirmek
için böylesine “bencil” bir yaklaşım ne demektir? Doğa, milyarlarca öğenin meydana
getirdiği, sürekli gelişen ve ilerleyen bir dizgedir. Mikroorganizmalardan kuşlara,
kurumuş bir yapraktan Tropikal yağmur ormanlarına, çatlayan topraktan kutuplardaki
buzullara kadar her şey, bu hayranlık verici dizgenin bir parçasıdır. Doğadaki bu düzen
bir yerde bozuldu mu, zincirin halkalarından biri koptu mu gelişme ve ilerleme durur;
ölüm başlar. Bu nedenle doğadaki börtü böcek, sürüngen, kemirici, memeli, sudaki
yaratık, uçan kuş insanoğlu için yaşamsal bir önem taşımaktadır. Bitkiler, hayvanlar
olmazsa insan da olmaz.
IV.19. Ormanlar
Kuru ve yaş asit döküntülerin ormanlar üzerinde, yapraklar ve ağaç gövdelerinde
doğrudan etkileri görülür. Yapraklarca alınan gazlar ve bunların yüksek konsantrasyonu
da yapraklardaki fotosentez işlemini bozar, durdurur. Asit sislerin yapraklar üzerindeki
etkisi asit topraklarda alüminyum ve ağır elementlerin serbest kalarak köklerde ve
mantarlarda yaptığı zehirleyici etki gibidir. Ağaçların besleyici köklerinin ölümü ile
ormanın büyümesi gerilemekte, duraklamaktadır.
Almanya’da ormanların yüzde 7.5-8.0’i yok olmuştur. Her iki ağaçtan biri hasta
durumdadır. Özellikle batı bölgelerinde 2.545 milyon hektar olan ormanların yüzde 34’ü
havadaki zararlı maddelerden dolayı hastalanmıştır. Almanya’daki ormanlarda en çok
köknar ağaçları zarar görmüştür. Köknar ormanlarının yüzde 60’ı tahrip olmuştur. Yalnız
Bavyera, Karaorman, Harz ve endüstri bölgelerini çevreleyen ormanlar değil, Alplerin
yamaçlarını örten ormanlarda da tahrip izleri gözlenmektedir. Uzun zaman sonra bu tahYrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
59
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
ripler toprağı aşındırabilir ve çığ düşmelerine yol açabilir. Bunun olumsuz etkileri Ön
Alplere kadar duyulabilir.
Yeşil bitki örtüsünün, özellikle geniş yapraklı ağaçların oluşturduğu bir orman kütlesinin
toz tutma özelliği bilinmektedir. Bir hektarlık orman için tutulan toz miktarının 20-60 ton
civarında olduğu hesaplanmıştır. Endüstri bölgelerine komşu dağların, platoların
ormanlarının yok edilmesiyle bu doğal süzgeç işlevini yürütecek başka bir şey
olmadığından hava kirlenecek, halkın sağlığı tehlikeye düşecektir. Endüstri tesislerinin
yoğun bulunduğu yerlerde orman kalmaması sonucunda solunum yolları
hastalıklarından artışlar olmaktadır.
IV.19.1. Orman Yangınları
Akdeniz’e kıyısı olan Avrupa Topluluğu ülkelerinde her yıl, ortalama 110.000 hektar
orman yangınlarla yok olmaktadır. Kuraklıkla rüzgar bir araya gelince ağaçların
tutuşmasına bir kıvılcım yeterli olmaktadır. 1982’de İtalya’nın, Fransa’nın, Yunanistan’ın
güneyindeki bazı bölgelerde hüküm süren kuraklık, yangınları artırmıştır. Fransa’nın Var
ilinde 10.000 hektar orman üç günde yanmıştır. Atina çevresinde 4000 hektar orman
Ağustos ve Eylül aylarında yangınlarla tahrip edilmiştir. Çevre ve ekonomi açısından bu
yangınların sonuçları çok ağır olmaktadır. Çiftçilerin gelirleri olumsuz etkilenmekte,
yangınlar şehirlere yakın ise, hava kirliliği sorunları ağırlaşmaktadır.
Türkiye, orman yangınlarının sıkıntılarını en çok yaşayan ülkelerin başında gelmektedir.
Tarla açmak, çalılardan temizlemek, otlak elde etmek, turistik tesis kurmak gibi
amaçlarla her yaz mevsiminde çok sayıda kasıtlı yangın çıkarılmaktadır. Orman
suçlarının affedileceği haberleri, şayiaları özellikle seçimlerden önce yayılmakta ve bu
duyumu alan insanlar korkmadan, ormanları yakabilmektedirler. Politikacı ödünleri
ülkemize, doğal kaynaklarımıza büyük zararlar vermektedir. Türkiye’de 1993 yılında 30
bin hektar orman yanmıştır. Bunun maddi karşılığı 6 trilyon liradır. Ormanların, orman
içinde yaşayan insanların ekonomik güçlerini artırarak ve yasal düzenlemeler yaparak
korunabileceği, ilgililerce sık sık vurgulanmaktadır. Ancak, yangınlar önlenememektedir.
İsviçre ormanlarının % 43’ü hasar gören ağaçlardan oluşmaktadır. Bu durum bölgelere
göre değişmektedir. Jura’da hasta ağaçların oranı %11-37 arasındadır. On Alplerde
%42, Alplerin güney yamaçlarında ise bu oran %49’u bulmaktadır. Lichtenstein
ormanlarında sararıp solma ilerlemektedir. 1987 yılında durum daha da kötüleşmiştir.
Sağlıklı orman incelemeleri bunu açıklar. Özellikle dağlık bölgelerde ağaçların %60’ı
zarar görmüştür. Hükümet, yerli kirletici kaynakları sınırlamak amacıyla bir dizi önlem
almıştır. Özel araçların daha az kullanımı ve dolayısıyla havaya daha az zehirli gaz,
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
60
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
ormanların sararıp solmasını önlemek bakımından önem taşımaktadır. Teşvik için kamu
taşıtları yolcuları bedava taşımaya başlamıştır. Maksat, özel otoların yarattığı kirliliği en
az düzeye indirmektir.
Yunanistan’da ormanların dörtte üçü 1960’tan günümüze yok edilmiştir. Eski orman
alanları otlak ve tarlaya dönüştürülmüştür. Kuzeyde günümüze kadar sağlam olarak
ulaşabilmiş ormanlarda ayı, kurt, vaşak gibi değerli hayvanlar ve birçok bitki türleri
barınmaktadır. Parlamento çorak ve sulak alanların tarım amacıyla kullanılmasını
tartışmıştır. Ramsar Sözleşmesi ile korunanlar dahil, tarıma açma sonucunda sulak
alanlar oldukça azalmıştır. Mikra Prespa Ulusal Parkında yapılan tarım alanlarında
sulama çalışmaları da bozulmalara, Parktaki değişmelere olumsuz bir örnek olarak
gösterilmektedir.
FAO, ormanların ürkütücü şekilde yeryüzünden yok olması karşısında, uluslararası bir
sözleşme yapılmasını önermektedir. Ormanların ölmesinden kaynaklanan üretim kaybı
FAO tarafından yılda 30 milyar dolar olarak hesaplanmaktadır. Tropikal ormanların
tahribi 10 yıl önceki rakamları yaklaşık olarak %80 aşmaktadır.
¾ 1981-90 arasında, Afrika’da yılda 4.8 milyon hektar orman kırımı yapılmıştır.
(Toplam ormanların %1 .7’si).
¾ 1981-90 arasında Asya’da yılda 4.7 milyon hektar orman yok edilmiştir. (Toplam
ormanların %1 .4’ü).
¾ 1981-90 arasında, Latin Amerika’nın ormanlarının 7.3 milyon hektarı ortadan
kaldırılmıştır (yılda). Bu, genel ormanların %0.9’u demektir ve dünyada en ileri
orman kırımının bu kıtada olduğu açığa çıkmaktadır.
Dünyanın birçok ülkesinde ormanlar azalırken ve bazı bölgelerde tümüyle yok olurken
İsveç’te ormanlar her yıl artmaktadır. 1944 yılından sonra İsveç ormanları çok iyi bakım
ve planlı kullanım nedeniyle sürekli olarak dinamik bir gelişme göstermektedir. Kağıt
endüstrisi çok gelişmiş olmakla birlikte, orman alanlarının İsveç’te gelişmesi dikkati
çekmektedir.
IV.20. Tropikal Yağmur Ormanları
1980 yılında dünyada 11,3 milyon hektar orman yok edilmişti. 1990 yılında bu sayı 17
milyon hektara ulaştı. Bu korkunç kırım, sanayileşmiş 7 büyük devletin başkanlarını
ortak tavır almaya zorladı. 1990 Temmuz’unda Houston’da zirve toplantısında tropikal
ormanlarda kırım sorunları tartışıldı. Sorun üzerinde ivedilikle düşünülmesi gerektiği dile
getirildi.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
61
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Tropikal yağmur ormanlarının yok edilmesi sömürgecilikle ve sanayi devrimi ile başladı.
Önceleri bu ormanlar içlerinde barındırdıkları az sayıda insan kütlesi ve yaban hayatı
(fauna) ile birlikte kırımdan, katliamdan uzakta olağan yaşayışını sürdürüyordu. Gerçi
yıldırım düşmesi, dalların sürtünmesi sonucu çıkan yangınlar, tarla açmak, sürek
aylarında hayvanların yönünün istenilen yere olmasını sağlamak amacıyla ormanlar
yakılmaktaydı; fakat bunlar büyük orman varlığına zarar verecek boyutlara varmıyordu.
Endüstri devrimiyle birlikte Avrupa’da büyük bir hammadde açığı doğdu. Sonuçta
sömürgecilik başladı. Beyaz Avrupalı Afrika’nın, Asya’nın, Güney Amerika’nın özellikle
ormanca zengin tropikal bölgelerinde yerli halkları çalıştırarak yeraltı ve yerüstü
kaynakları aşırı derecede sömürdü. Madenlerini çıkardı, kerestesi değerli ağaçları
kestirdi; ormanları tüketti. Tropikal yağmur ormanları genellikle üçüncü dünya ülkelerinin
arazilerinde bulunmaktadır. Bunlar ekonomik darboğazda olan ülkelerdir. Gelişmiş
endüstri ülkelerinden aldıkları borçları ödeyebilmek için bu ülkeler, en değerli, kaliteli
kereste, tomruk veren ağaçlarını keserek satmakta, ihraç etmektedirler. Ormanlar yoğun
biçimde azaltılmaktadır.
Tropikal yağmur ormanları 100 milyon yıllık bir süreç içinde bugünkü durumlarını
kazanmışlardır. Oysa, tüketilmeleri için 1950 yılından günümüze kadar, ortalama 40 yıl
yetmiş bulunuyor. Yapılan ölçümlere, uzaydan alınan haritalara göre bu ormanların
yarısının ortadan kaldırıldığı, yok edildiği ileri sürülmektedir. Bu ormanlar dünyanın
akciğerleridir. Bu ormanlara sahip olan ülkelerin yöneticileri akılcı bir koruma politikası
izleyememişlerdir. Kapitalist çevreler, ihracat örgütleri ve orman mafyaları ormanların
kıyımında büyük ölçüde etkin durumdadırlar.
Hindistan ve Sri Lanka’nın yağmur ormanlarının büyük bölümü yok edilmiştir. Burma
yarımadasındaki ormanlar 2002 yılına kadar ortadan kalkacaktır. Himalayalar’ın
ormansızlaştırılmasının acısını Bengaldeş çekmektedir. Filipinler’in ormanları korkunç
derecede yoksullaştırılmıştır. Endonezya adalarının yağmur ormanları Japonya’nın
kereste ihtiyacını karşılamak uğruna gittikçe tüketilmektedir.
Orta Amerika ülkelerinden Nikaragua ve Honduras ormanlarının yarısı 2002’e kadar
ortadan kalkacaktır. Kolombiya ülkesindeki ormanların üçte biri 2002 yılına kadar yok
olacaktır. Brezilya’da her yıl 5335 mil kare orman tahrip edilmektedir. Brezilyanın
Atlantik ormanının %95’i yok edilmiştir. Güney Şili’nin yağmur ormanı tehdit altında
bulunmaktadır.
Tropikal yağmur ormanlarının ortadan kaldırılmasıyla doğal yaşama ortamları –habitatbozulan yabani hayvanlar savunmasız kalmakta ve ölmektedirler. Bir hektar ormanın
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
62
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
yok edilmesi sonucu günde 50 ile 100 arası canlı türü kaybolmaktadır. Dünyada 7000
kadar kaplan kaldığı hesap edilmektedir. Ormanların yok edilmesi ve kaçak avlanmalar
bu hızla sürdüğü takdirde, 2000 yılında kaplan soyunun tamamen kuruyacağı ileri
sürülmektedir. Kaplanların yaşam alanları iyiden iyiye daralmıştır. Örnekler çoğaltılabilir.
Floranın, vejetasyon birliklerinin zayıflaması faunayı yok etmektedir.
Yağmur ormanlarının kullanım ve denetim hakkı, bu ormanların bulunduğu ülkelerin
hükümetlerinin elindedir. Üçüncü Dünya Ülkeleri gelişmekte olan ya da kalkınma
yolunda ve az gelişmiş ülkelerdir. Nikaragua, Ekvador, Guatemala, Brezilya, Şili,
Kamerun, Malezya, Sri Lanka gibi.. Haiti, Ruanda, Uganda, Burma, Laos ve Tanzanya
ekonomik sınıflandırmada “en geri ülkeler” grubuna girmektedir.
Ekonomik sıkıntılarını hafifletememiş ve aldıkları borçları sürekli erteleyen, borçların
faizlerini bile ödemede zorluk çeken bu ülkeler orman katliamına göz yummakta, bile
bile izin vermektedirler. Dış ülkelere, daha doğrusu, borçlu oldukları ülkelere sattıkları
kereste, tomruk en değerli ağaçlardan elde edilmektedir ve kesilen ağaçların yerine
konulması da imkansız olmaktadır. Bu ülkelerde yeniden ağaçlandırma, bitki iyileştirme
çalışmaları yapılmamakta, ormanların azalmasından ve giderek tükenmesinden sayıları
pek az olan çevrecilerin dışında kimse bir endişe ve kaygı duymamaktadır.
Kerestesi değerli nadir ağaçlar gelişmiş ülkelerde kolayca ve yüksek fiyatla alıcı
bulmakta, fakat, sağlanan gelir ekonomik darboğaz içindeki ülkelerin ulusal çıkarları için
değil, mafyanın ve sayısı az olan fakat etkin elit zümrelerin lüks yaşamları için
kullanılmaktadır. Gerçekten bu ülkelerde son yıllarda bir “yağmur ormanları mafyası”
çok etkin bir yapı kazanmıştır. Bu gangsterlik mekanizması uluslararası bağlantılarının
yanında geniş ve gizli bir silahlı çete gücü sayesinde ormanlar ve halklar üzerinde ağır
bir baskı ve soykırım yapabilme özelliği kazanmıştır. Bu mafyalar, çıkarlarına
dokunanları ortadan kaldırdığı gibi, kazançlarını azaltacak yönde karar alabilecek
parlamenter sistemleri bile tehdit edebilmekte; hükümetleri düşürebilmektedirler. Fakat,
yağmur ormanlarının giderek azalmasından büyük endişeye kapılan bölge halkları
bilinçlenmeye başlamışlardır. Malezya halkı mafyanın çalışmalarını engelleme kararı
almıştır. Penan bölgesinin kalabalık halk kütlesi ormanlarının kesilmesini, ağaç
katliamını durdurmayı başarmışlardır.
Yağmur ormanlarının, içinde ve çevresinde yaşayan halklar tarafından mafyaya karşı
korunması çalışmaları yanında uluslararası sivil örgütlerin de girişimleri ve
kampanyaları, bu konuya duyarlı kitlelerin sayısının arttığını ortaya koymaktadır. WWF
(Dünya yaban hayatını koruma Vakfı), EYFA (Ormanlar için Avrupalı Genç Eylemciler
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
63
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
Vakfı), NFJI (Uluslararası
yürütmektedirler.
Genç
Doğa
Dostları)
bu
konuda
kampanyalar
Yeryüzünün atmosferini, iklimini düzenlemede Tropikal yağmur ormanlarının büyük rolü
vardır. Bu sonsuz yararları olan doğal varlıkların, dünya harikalarının yok edilmesiyle
iklimler değişecek; insanoğlu birçok yeni ve tedavi edilemez hastalıklarla acı çekecektir.
Bütün bu nedenlerle, yağmur ormanlarının korunması gerekmektedir. Amazon
ormanlarının yok edilmesi, etkisini Ortadoğu’da gösterecektir. Endonezya ormanlarının
ortadan kaldırılması sonucu iklim değişiklikleri Kanada’da yaşayan insanları olumsuz
yönde etkileyecektir. Kesinkes bir koruma politikası saptamak mutlak bir zorunluluktur.
Kalkınmakta olan ülkelerde doğal çevrenin korunmasına yönelik çalışmalarıyla tanınan
WWF (World Wild Foundation) Avrupa Parlamentosuna bir rapor sunmuştur. Dünyada
ormanların bu hızla yok edilmesi halinde, gelecek 80 yıl içinde her türlü Tropikal orman
alanları tahribata uğrayacaktır. Raporda, kereste dışalımı stratejilerinin yeniden gözden
geçirilmesi istenmiştir.
Üçüncü Dünya ülkelerinde bulunan Tropikal yağmur ormanlarının korunması ve
geliştirilmesi için fonların ivedilikle artırılması gerektiği de hazırlanan raporda önemle
vurgulanmıştır. WWF raporuna göre günümüzde tropikal yağmur ormanlarının sadece
yüzde dördü korunabilmektedir. Dış borç yüklerinin ağırlığı altında ezilen bu ülkeler
ormanlarını paraya çevirmektedirler.
Ortalama olarak her gün 72 bin futbol sahası büyüklüğünde tropik orman ortadan
kaldırılmaktadır. Oysa bu ormanlar dünyanın akciğerleridir. Süratle yok edilmeleri
sonucunda atmosferdeki oksijen miktarı da buna orantılı olarak azalmaktadır. Böylece
yerkürenin ikliminde değişikliklere çağrı çıkarılmaktadır. WWF raporuna göre Tropikal
yağmur ormanlarının yok edilmesinde başlıca üç sorumlu ülke vardır:
¾ Japonya
¾ Avrupa Birliği Ülkeleri
¾ Amerika Birleşik devletleri
Yılda 66 milyon metre küp olarak belirlenen dünya tropik ağaç kerestesi
üretiminin yüzde 38’ini Japonya, yüzde 40’ını da Avrupa Topluluğu ülkeleri ve
yüzde 10’unu ABD tüketmektedir. Bu ülkeler bir yandan tropik ağaç kerestelerini
savurganca kullanırken, öte yandan baraj ve yol gibi çevre korumaya özen göstermeyen
gelişme projelerini destekleyerek ağaçlık alanların yok edilmesinin dolaylı
sorumluluğunu da üstlenmektedirler. Dünya tropik ağaç kerestesi üretimin kullanan bu
ülkeler sanayileşmiş ve gelişmiş olan ülkeler olduklarını da göz önüne alırsak,
dünyadaki tropikal orman katliamının niçin olduğunu da göstermektedir.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
64
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
IV.21. Yaban Hayatının Korunması
Çağdaş insan, günümüze dek sürdürdüğü teknoloji savaşında, kendi dışında kalan
canlıların yaşama şansını, giderek artan bir hızla elinden alarak bugün, 1000 hayvan ve
20 bin bitki türünü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya getirmiştir bulunmaktadır.
Hava, deniz ve karaların kirlenmesiyle ortaya çıkan, şimdilik insanoğlu dışındaki canlıları
yok etmeye başlayan bu korkunç gerçek, çok yakında insan neslini de tehdit etmeye
başlayacaktır.
Doğal zenginliklerimizi koruyarak gelecek nesillere yaşanılır bir dünya bırakmak bütün
aydınların, çevrecilerin, doğaseverlerin hatta sanayicilerin birinci amacı olmalıdır. Ve
bütün bilinçli doğa koruma gönüllüleri, halkı bilinçlendirmeyi en başta gelen işlevleri,
görevleri saymalıdırlar. Toplumun bütün bireyleri doğa koruma konusunda eğitimden
geçirilmelidir. Görsel-işitsel araçların yaygınlaşması kitle iletişimine büyük kolaylıklar
sağlamıştır. Bunların yardımıyla bütün insanlara çevre bilinci verilmelidir. Kamu yönetim
birimleri, yerel yönetim örgütleri bu konuya çok daha fazla önem vermek zorundadırlar.
İnsan, doğanın bir parçası, canlılar dünyasının sıradan bir yaratığıdır. İnsan,
yeryüzündeki üç milyon canlı türünden yalnızca bir tanesidir. Doğa hızla değişiyor;
değiştiriliyor. Buna insan nesli daha ne kadar direnebilir? Doğanın korunması gereğini
anlayan toplumlarda kişiler tek tek ya da dernekler aracılığıyla doğal çevrelerine sahip
çıkmaktadırlar. İnsan türünün, yapısına uygun bir yaşam sürdürebilmesi, bizim doğayı
korumamıza, kendimize ve gelecek kuşaklara saygımıza bağlıdır.
IV.22. Nüfus Artışı Ve Yarattığı Çevre Sorunları
Nüfus artışı, toplumsal, ekonomik, biyolojik işleyişlerin etkisi ile insanlarda ortaya çıkan
niteliksel (kalitatif) ve niceliksel (kantitatif) değişikliklerin sonucudur. Değişiklikler çeşitli
tarihsel ve coğrafi koşullara bağlı olarak değişir ve biçim kazanır.
4. Jeolojik Zamanın (Kuvaterner) en önemli olayı insanın yeryüzünde yaşamaya
başlamasıdır. Bu büyük olay dünya adlı gezegenimizin değiştirilmeye başladığı zaman
olduğu için bazı jeologlar, jeokronolojide 4. jeolojik zamana Antropojen adını da verirler.
İlk insanların yeryüzünde yaşamaya başladığı zamandan Paleolitiğe kadar 1000 yı1
içinde nüfus artışı, tahminen, %2 olmuştur. Yani günümüzdeki nüfus artış oranından
1000 kez daha azdır. Paleolitikte dünyada yaşayan insan sayısının 3 milyon olduğu
sanılmaktadır. Mezolitikte bu sayının 10 milyona ve Neolitikte de 50 milyona ulaştığı
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
65
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
düşünülmektedir. Neolitikte hayvanların evcilleştirilmesi, toprağa tohum atılarak ürün
elde edilmesi, nüfus artışında büyük bir canlanmaya yol açmıştır. 1000 yıl içinde nüfus,
tahminen, %40 kadar çoğalmıştır. Tarih çağları öncesinde, nüfusun artış süratinde
düşüşler olmuştur. Milattan önce 325 milyona ulaşan dünya nüfusu sonraları 275
milyona inmiştir.
XII. yüzyılın sonlarında ve XIII. yüzyılın başlarında dünyanın birçok ülkelerinde, özellikle
Avrupa’da yayılmış epidemi sonucunda çok sayıda insan öldüğünden, nüfus bir hayli
azalmıştır. XV. yüzyılda kolera epidemisinden 20 milyon, XIX. yüzyılda açlıktan 25
milyon insan kırılmıştır. En çok ölüm Hindistan’da olmuştur. İkinci Dünya Savaşında ise
dünya halklarından 60 milyon kayıp verilmiştir.
Salgın hastalıkların olmadığı, barış dönemlerinde, genel bir kural olarak bütün dünyada
nüfus artmıştır. Nüfusun en çok arttığı dönemler XIX. yüzyıl içinde ve İkinci Dünya
Savaşından sonraki dönemlerdedir.
Görüldüğü gibi, dünya nüfusunun artış sürati değişkenlik göstermiştir. XV.-XVIII.
yüzyıllarda dünya nüfusunun iki kez artması için 300 yıl, XVII.-XVIII. yüzyıllarda 200 yıl,
XIX. yüzyılın sonlarında 50 yıl yeterli olmuştur. Günümüzde dünya nüfusunun iki kez
artması için, 30–35 yıl yeterlidir. XX. yüzyılın sonlarında dünya nüfusu her yıl 250 milyon
artmaktadır. Yani, her yıl dünyaya bir Amerika nüfusu eklenmektedir.
Nüfus artışı kıtalar arasında oldukça farklıdır. Örneğin, coğrafi keşiflerden sonra, XVI.
yüzyıllarda Amerika kıtasında nüfusun artması, doğum oranındaki yükselme ile değil,
Avrupa’dan başlayan göçlerle ilgilidir. Avrupa halklarının Asya’ya, Amerika’ya göç
etmesi, Afrika zencilerinin köle olarak yine aynı kıtaya göçürülmesi bu yenidünya
kıtasının nüfusunun artmasına yol açmıştır. Böylece Avrupa ve Afrika nüfusları belli bir
süre içinde artmamış, fakat azalmıştır. Avustralya’nın da Kaptan Cook tarafından Büyük
Britanya imparatorluğu adına ele geçirilmesinden sonra, özellikle İngiltere’den
mahkûmlar gönderilerek ökümen bir kıta durumuna getirilmeye çalışılmıştır.
Birleşmiş Milletler Teşkilatının verilerine göre, 1978 yılının ortalarında dünyanın nüfusu
4 milyar 200 milyon olmuştur. 1994 Eylülünde Kahire Dünya Nüfus Konferansında,
dünya nüfusunun 5 milyar 700 milyon olduğu belirtilmiştir. Nüfusun yarıdan çoğu Asya
kıtasında yaşamaktadır. Sadece Çin ile Hindistan’da 2,5 milyarın üzerinde insan
yaşamaktadır. 1970’li yıllarda, dünyanın nüfus artış temposu yeniden aşağı düşmeye
başlamıştır. Örneğin Çin’de ailelerin ancak iki çocuk sahibi olmaları kuralı getirilmiştir.
Endüstri ülkelerinde nüfus artış sürati çok düşük olduğu halde, 3. dünya ülkelerinde
yüksektir. Örneğin, Macaristan’da nüfus artışı sıfıra yakındır. 1968 yılından bu yana 10
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
66
KÜRESEL ÇEVRE 2004–2005 GÜZ DÖNEMİ DERS NOTLARI
milyondur. İsveç gibi büyük endüstri ülkelerinde de Türklerin neden olduğu nüfus artışı
olmasa, öz ulusal nüfus artışları sıfırdır. Hatta bazı ülkelerde nüfus azalması
gözlenmektedir (Yaşlıların ölümüyle boşalan yer doğumlarla doldurulmayınca nüfus
düşmesi görülür).
2000’li yıllarda, insanlığın
tanımlanmaktadır:
başını
ağrıtacak
üç
bela,
kısaca
“3
P”
olarak
9 Population (nüfus),
9 Poverty (yoksulluk),
9 Pollution (kirlenme).
Bunlardan, özellikle nüfus, patlamaya hazır bir bombadır. Yoksulluk ve kirlenmenin asıl
nedeni de nüfusun aşırı artmasıdır. Nüfus artışı kaynakları zorlamaktadır. Toprağın,
havanın, içilebilir suların kirlenmesi, nüfusun dengesiz artımına bağlanmaktadır. Nüfus
artışı ökümen alanların genişlemesine, şehirleşmenin süratlenmiştir.Ataerkil aile
düzeninde, dede, nine, baba, anne, çocuklar ve torunlarla bir arada yaşayan büyük
aileler artık çekirdek aileye dönüşmüştür. Eskiden 100 metrekarelik evde 20 insan
yaşayabilirken, günümüzde ancak 2,3 ya da 4 kişi yaşamaktadır. Nüfus artışıyla sayan
ve bozkır ekosistemleri bozulmaktadır. Daha çok su ürünleri sağlamak için yumurtlama,
yavru büyüme dönemleri göz önüne alınmadan avlanma yapılmaktadır. Böylece
denizler “su çölü”ne dönmektedir. Nüfusun aşırı artması gecekondulaşmayı
doğurmaktadır. Gecekondu sağlıksız şehirleşme demektir. Yoğun nüfus ile katı atık
sorunu doğmaktadır. Gecekondularda, tarım alanlarında gelişen mahallelerde görünüm
kirlenmesi (peyzaj kirlenmesi), koku kirlenmesi, hava kirlenmesi, ses kirlenmesi ortaya
çıkmaktadır. Refah düzeyinin artması için ayrılması gereken bütçeler altyapıya
harcanmakta; böylece de mutsuz insan grupları genişlemektedir.
Yrd. Doç. Dr. Süleyman ŞAKAR
67
Download