FELSEFE NEDİR Bilgi sevgisi, hakikat sevgisi anlamına gelen "philosophie" Yunanca bîr kelimedir. Philosophie kelimesinin ilk kez ortaya çıktığı zaman diliminde iki düşünür tipi vardı: Bunlardan bir bölümü "philosophos" bilgeliği arıyor ve hakikati elde etmeye çalışıyordu; ötekiler "sophos" ise, bilgeliğe ve hakikate sahip olduklarına inanıyorlardı. O halde philosophie kelimesi insanın hakikate ulaşmak için çaba göstermesi gerektiğini ifade eder. Bu özel anlamını bir yana bırakırsak, felsefe genelde bilim anlamına gelir. Yalnız bu görüşü belli bir biçimde sınırlamak gerekir. Bu tanımından sonra kısaca felsefenin nasıl çıktığını ve hangi esaslar üzerine geliştiği konusundan önd.ten bir alıntıyla izah etmeye çalışacaz. “filozoflar çağında mitolojik kopuştan sonra iki temel üzerinden çelişkili bir düşünce sürecine girildiği gözlenmektedir.” a-)Duyumları esas alma yöntemi pratik ağırlıklıdır.doğanın objektif varlığını tanır.olaylar arsındaki neden ve sonuçları kavrara,insanın eylem ve isteminden bağımsız yasalara sahip olduklarını bilir.bilgilenmede deney ve gözleme dayanmanın ilk biçimlenişidir.mitolojik ve dini doğmalara dayanmadan bir doğa izah tarzına ulaşılmaya çalışılmasıdır.bilime götürecek yolun taşları sağlam döşenmektedir. b-)Uyanan ve büyüleyici bir etkiye yol açması kacınılmaz olan ussal düşünme yöntemi,geçmiş doğmaların daha fazla etkisi altındadır.us bağımsızlığını ilan etmekte hayli olmaktan uzaktır.ama yinede tanrıların gölgesinden uzak,bakir bir ortamda yürümeye cesaret etmekte;yani sınırlıda olsa bağımsız düşünmeye adım atmaktadır.var olan her şey düşüncede gercekleşmektedir.nesnel dünya bir görüntü bir aldatmacadır. Nasılki inanç dünyamızın temelinde Sümer mitolojisi rol oynuyorsa,felsefi ve bilimsel düşüncemizin temelinde de bu iki ana koldan akıp gelen düşünceler rol oynamaktadır. Bu gelişmeden sonra öne çıkan insan aklı doğayı ve hatta tanrıları sorgulamaya çalışır.felsefe; akla dayalı sorgulama olarak ta tanımlayabiliriz. Günümüzde felsefe daha özel ve de daha sınırlı bir anlam kazanmıştır. Bugün bir yandan felsefe ile felsefe disiplinlerini, öte yandan da bağımsız bilimlerin her birini tek tek diğerinden ayırıyoruz. Felsefe denilince, evreni bir bütün olarak anlama çabasını kastedeceğiz. Evreni bir bütün olarak anlama çabasından, daha ilkçağda var olan bir felsefe disiplini, "Metafizik" doğmuştur. Metafiziği ilk kez kuran Aristo'dur. Aristo metafiziği kurmuş olduğu halde, o, bu kelimeyi kullanmamıştır. Aristo, bu felsefe disiplininin kendisine konu olarak aldığı alana "İlk Felsefe" adını vermiştir. İlk felsefe tüm varlıkların özünü, son nedenlerini araştırır ve özellikle de evrenin yapısını ve özünü bilmek ister. Evrenin özünü bir bütün olarak kavramak isteği, tarihin başlangıcından beri vardır. Bugün, metafiziğe ya da Aristo'nun ilk felsefesine karşılık, evrenin çeşitli alanlarını kendilerine konu alan bağımsız bilimler vardır. Evrenin özü ve aslı probleminde, metafizik, zaman bakımından bağımsız bilimlerden daha öncedir. Özetle: Önce felsefe vardır, bağımsız bilimler sonradan felsefeden ayrılarak ayrı birer bilim dalı haline gelmiştirler. Her nekadar sonradan bağımsız bilimler felsefeden ayrışıyorsada, sonuçta felsefe ve bilim aynıdır sadece iki farklı yöntem olarak değerlendirmemiz yanlış olmayacaktır. Felsefe Düşüncenin Temel Özellikleri Felsefi düşünce eleştirel bir düşüncedir; yani Kendisine veri olarak ele aldığı her türlü malzemeyi aklın eleştiri süzgecinden geçirir .Bu malzeme doğrudan doğruya kendisine yöneldiği varlık alanı tarafından kendisine sağlanabileceği gibi, bundan daha sık rastlandığı üzere bu varlık alanları İle ilgili olarak başka entelektüel etkinlikler tarafından sağlanan malzeme olabilir. Örneğin felsefeci, doğrudan doğruya doğa, tarih toplum üzerinden eleştirel bir bakış açısıyla düşünebileceği gibi kendi deneyleri, çeşitli bilimler tarafından bu varlık alanlarıyla ilgili olarak kendisine sağlanan veri malzemesi üzerine de düşünebilir. Bu son özelliği ile felsefenin bilginin bilgisi veya refleksif bir düşünce faaliyeti olduğu söylenir. Refleksiyon , kendi üzerine dönme anlamına gelir. Burada zihin kendi üzerine dönerek sahip olduğu bilgiler üzerine düşünür. Gerek empirik hayatın kendisi, kendi üzerine dönerek sahip olduğu bilgiler üzerinde düşünür.Gerek empirik hayatın kendisi gerek herhangi bir sanatın icrası veya bilimler bize bir dizi bilgi verirler.felsefe, esas itibariyle işte bu bilgiler üzerine düşünmek, onların temelini ve değerlerini yoklamak ,soruşturmak faaliyetidir. Felsefi Düşüncenin bir diğer özelliği,bilimsel düşünce ile ortak olarak paylaştığı kavram ve soyutlamalar kullanması ve bunların yardımıyla ilkeler ve yasalar ortaya atmasıdır.Bunu da felsefenin genelleyici veya ortak sonuçlara varmak isteyici özelliği olarak adlandırabiliriz.”felsefe bilimi geliştirirken kendiside bilimden beslenecektir.” Alıntıdanda alaşılacağı gibi felsefe ve bilim mitoloji ve din düşününüşleri içeiçeliği söz konusudur.söz konusu olan felsefe düşünüş tarzı olmasından kaynaklı olarak genel anlamda burada felsefeyi izah etmeye çalışacaz. Ünlü Düşünürler,Filozoflar,Felsefe Hakkında Neler Düşünmekteler, Nasıl Tanımlamaktalar? Önderlik felsefesi; mitolojik ve dini doğmalara dayanmadan bir doğa izah tarzına ulaşmayı hedeflemekte, uyanan ve özgürlüğe koşan bireyi müjdelemektedir. KARL JASPERS: Felsefe yapmak ölmeyi öğrenmektir. SOKRATES: Felsefe nelerin bilmediğini bilmektir. PLATON:Doğruyu bulma yolunda,düşünsel (idealist) bir çalışmadır. ARİSTOTALES: İlkeler ya da ilk nedenler bilimidir felsefe. EPİKUROS: Mutlu bir yaşam sağlamak için tutarlı eylemsel bir sistemdir. AUGUSTİNUS: Felsefe tanrıyı bilmektir ve gerçek felsefeyle, gerçek din özdeştir. ANSELMUS:İnanılanı anlamaya çalışmaktır ABAELARDUS:İnanılanın inanılmaya değer olup olmadığını araştırmaktır. A.THOMAS: Tanrıdır konusu, tanrının kanıtlanmasıdır. CAMPANELLA: Eleştiridir. F.BACON: Deney ve gözleme dayanan bilimsel veriler üzerine düşünmektir. T.HOBBES: Felsefe yapmak doğru düşünmektir. DESCARTES: Felsefe bir bilimdir ve geometrik yöntemi metafiziğe uygulamak gerekir felsefeyi kesin bir bilim yapmak için SPİNOZA: Felsefe genelleştirilmiş bir matematiktir. LEİBNİZ: Gerçekte doğru olanı anlamaktır. Felsefe göklerden yere inerek beş duyuyla kavranan konularla ilgilenmektir. LOCKE: Bütün düşüncelerimizin duyumlarımızın gerçek âlemden geldiğinin kanıtlamaktır. CONDİLLAC: Felsefe duyumların bilgisidir. HUME: İnsan zihninin mahiyeti incelemektir. Üstadlardan aldığımız felsefe tanımlarından sonra tarih felsefesine damgasını vuran filozofların düşüncelerini açıklayarak sonuca gitmek yöntem olarak doğru olacaktır. Konumuzda vermeye çalıştığımız olgu felsefe tanımını, ortaya çıkışını ve damgasını vuran kişileri tanımaktır. Dolayısıyla konu yorumlarımızdan çok bir araştırma inceleme olarak algılanmalı. HEREDOT (M.Ö. 484–424) Antik felsefenin ilk dönemi, her şeyden önce, bir doğa felsefesidir. Bu dönemin felsefesi, öncelikle, nesneler evrenini tanımak ister. Bunun için olacak, bu dönemde sorulan başlıca sorular şunlardır: Bu evrenin yapısı nasıldır? Bu nesneler evreninde ne tür olaylar ortaya çıkar? Bu olayların ortaya çıkısını etkileyen şeyler nelerdir? Olayları doğuran sebepler, güçler nelerdir? Bu dönemde felsefe, insana ve onun tarihine ait konularla geçici olarak ilgilenilmiştir. Nitekim Demokrit'ten kalan yazılardan yalnızca birinde insanlık tarihi konusu ele alınmıştır. Eski Yunan'da tarih ile ilgilenme çok eskilere kadar gider. Yunan tarihçilerinin gerçek babası Heredot'tur. Çeşitli geziler yapan Heredot, gittiği yerlerin insanları ve tarihleri ile ilgilenmiştir. O, daha çok bir öykücüdür. Dolaştığı yerlerde gördüklerini, kendisine anlatılanları aktarır ve bu yerlerin insanlarını, onların özelliklerini, tarihlerini tasvir eder. Heredot'a bugüne kadar bir eleştiri yapılmamıştır, çünkü o yalnızca aktarmıştır. İBNİ RÜŞD XI. yy’da İbni Sina İslam dünyasının doğu kesiminde Aristotelesçi felsefenin parlak yorumcusu ve felsefenin temsilcisi olmuş, fakat yüzyıl kadar sonra Gazali’nin eleştirileriyle İslam aleminde felsefe gözden düşmüştü. XII. Yysonlarında Aristotelesçilik ve dolayısıyla felsefe, ama bu kez yeniplantoncu unsurlardan arındırılmış olarak, İslam dünyasının batı ucunda, Endülüs’te ilk ve son savunucusunu buldu. İbni Rüşd, bir yandan Aristoteles’in temel kitaplarına yazdığı şerhlerle, bir yandan da felsefe-din arasında bir uyuşmazlık değil, tersine bir bütünlük olduğunu, bu ikisinin bir tek gerçeğin iki ayrı anlatım ve kavrayış biçimi sayılması gerektiğini ortaya koymasıyla tanındı. ARİSTOTELES FELSEFESİNE DÖNÜŞ Mantık ve bilgi kuramı İbni Rüşd mantıkta koyu bir Aristoteles takipçisidir. Ona göre mantık, duyulur tikel varlıkların bilgisinden soyut gerçeklere doğru yükselme aracıdır. İnsanda, yalın duyumlardan, muhayyile ürünlerinden derece derece akli gerçeklere doğru yükselmeye bir eğilim ve istek (şevk) vardır. Bize mutlak gerçeğin bilgisi verilmmişse de ona ulaşmamız için istek ve çabanın verilmiş olması bundan daha sevindiricidir. Bu düşünce daha sonra, yaklaşık ifadelerle, Alman düşünürü Lessing tarafından yinelenecektir. İnsanın bilen öğesi onun «nefs» denilen ruhudur. Hayvanlar bilgiyi duyu ve muhayyile yoluyla, insan ise akılla edinir. Böylece bilgiler ya duyularla ya da akılla kazanılır; bunlardan ilkiyle ti kel bilgilere, ikincisiyle de tümel bilgilere ulaşılır. İbni Rüşd’e göre gerçek bilgi tümel olandır. Duyular ve muhayyile hayvanlarda korunma güdüsünün birer mekanizması olup hayvanlar kendilerini savunmak ve güvenliklerini sağlamak için duyu ve hayaller den yararlanırlar; bu da onların amacı bakımından yeterlidir. in sana gelince, o daha üstün bir yeti olan akla sahip olduğu için duyumları ve hayal ettikleri üzerinde düşünme olanağını elde etmiştir. Bu nedenle insan ruhuna «nkık (düşünen) nefs» denilmiştir. İbni Rüşd, insan bilgisinin tanrısal bilgiyle karıştırılmaması yolunda bir uyarıda bulunur. «Çünkü, der, insan tikel nesneleri duyularla, tümel nesneleriyse akılla algılar. Bu nedenle algılanan şey değiştikçe buna bağlı olarak insanın algıları (dolayısıyla bilgisi) da değişikliğe uğrar ve nesnelerin çokluğu algıların da çokluğu anlamına gelir.» Oysa Tanrı’nın bilgisi bizimkine benzemez. Çünkü «bizim bilgimiz var olan şeylerin etkisiyle oluşur; Tanrı’nın bilgisiyse var olanların nedeni» olduğundan onlardan etkilenmez, tersine sürekli etkin durumda kalır. Yine aynı ne-denk Tanrı’nın bilgisi ezeli, bizim bilgimizse sonludur. Aklın eylemi, tümel kavramları ve özleri idrak etmekten ibarettir. Onun bilme eylemi üç aşamalıdır: soyutlama (tecrit), birleştirme (terkip) ve yargıya yarma (hüküm). Biz, bir bilgi nesnesini algıladığımızda onu maddeden soyutlarız; sonra onu başka algılarımızla birleştiririz; son olarak da nesne veya olay hakkında doğru veya yanlış bir yargıya varırız. İbni Rüşd, her ne kadar haklı olarak, Farabi ve İbni Sina’nın yeniplatoncu felsefeden aldıkları ve Aristoteles’e isnat ettikleri «doğuş» (sudur) kuramının Aristoteles’le ilgisi bulunmadığını kesin bir dille ifade etmiş ve böylece çok önemli bir tarihsel yanılgıyı düzeltmişse de, «Faal (etkin) Akıl» denilen ve İslam filozoflarınca Cebrail olduğu düşünülen göksel varlığa o da inanır. Bu anlayışa göre bizim kuramsal aklımızın işlevi bu akılla bağlantı (itti. sal) kurmaktır. İnsan, yaşamı boyunca zihinsel bakımdan geliştikçe Etkin Akılla ilişkisi de güçlenir. Ancak, İbni Rüşd’ün bu görüşünden mistik bir sonuç çıkarılmamalıdır. Çünkü onda Etkin Akıl’la bağlantı, insan aklının epistemolojik bir alanda işleyişi ve ilerleyişidir; tasavvufta düşünüldüğünün tersine, bilgi eyleminde insan zihni sürekli etkin durumdadır; yani ona bilgi verilmemekte, tersine o bilgiyi almaktadır. İbni Rüşd, bütün İslam düşünürlerinden daha güçlü ve kararlı olarak, insanların gerçek anlamda var oluşunun, bilimsel düzeylerinin gelişmiş olmasıyla bağlantılı bulunduğuna inanır. Özellikle, Gazali’nin Filozofların Tutarsızlıkları, (Tehâfütü’l-Felâsife) adlı eserine yazdığı karşı eleştiri kitabı Tutursızlığın Tutarsızlığı, (Tehifütü’t Tehafüt) Gazali’nin, doğa yasalarının zorunluluğunu reddeden görüşüne karşı çıkarak «duyulur nesnelerde gözlenen temelli nedenlerin varlığını inkar etmek safsatadır; bunları inkar eden kişi (Gazali), ya aklında olanı diliyle inkar ediyordur (Gazali’nin iki yüzlü davrandığını söylemek istiyor) ya da safsatadan başka bir şey olmayan bir kuşkuya kapılmıştır» diyordu. Ancak, belirtmek gerekir ki, Gazali, doğa yasalarının zorunlu olmadığını savunurken, gerçekte bunları inkar etmek istemiyordu; sadece bu yasaların zorunluluklarının neden-sonuç ilişkisinden değil, Tanrı’nın iradesinden ileri geldiğini söylüyordu. Yine de İbni Rüşd’ün düşüncesi bilime güveni öne çıkarmak bakımından büyük önem taşır. 0, açıkça e akılsal kavrayış, olguları ve nesneleri nedenleriyle birlikte algılamaktan başka bir şey değildir ve bu işleviyle akıl kendisini öteki algı yeteneklerinden ayırmış olur. Öyleyse nedenleri inkar eden aklı inkar etmiş olur» derken, bilimin evrensel ilkesini ve temel dayanağını dile getiriyordu. Ancak Gazali’nin, kendisinin de yanlış yorumlanmasına yol açan mistik karizması karşısında, İbni Rüşd’ün böylesine akılcı ve bilimci açıklamaları Akdeniz’in doğu ucunda yankı bulamadı. Oysa bu düşünceler, daha çok Yahudi çevirmenler aracılığıyla, Akdeniz’in batısında, Pirenelerin ötesinde «İbni Rüşdçülük>> (Averroisme) adıyla kurumlaşarak akla ve bilime dayalı yeni bir dünyanın kurulmasına öncülük edenlere yoğun bir ışık tutuyordu. Nitekim daha XVIII. yy’da İbni Rüşd’ün 38 kitabından 15’i Arapça’dan Latince’ye çevrilmiş bulunuyordu. Buna karşılık, aynı düşünürün, bir ölçüde Ebü’l-Berekat el bağdadi (ö. 1164) dışında, bir izleyicisi olmadığı gibi İbn Teymiyye (ö. 1327> dışında ciddi bir eleştiricisi de yetişmemiştir. Yahudi çevirileri İbni Rüşd etkisinin Batı’ya taşınmasının ilk aşamasıydı. Yahudilerle Hıristiyanlar arasındaki kültürel yakınlık ve Batı Avrupa’da İbranice’nin yaygın olarak bilinmesi nedeniyle, Raymond Martin (ö. 1254) Roger Bacon (ö. 1294) vb düşünürlerin durumunda görüldüğü gibi, genellikle Ibranice yoluyla Arapça felsefi eserlerin Latince’ye çevrilmesi Xlll. yy başlarında ileri bir düzeye ulaştı. Varlık felsefesi İslam dünyasinda Farabi ve lbni Sina önderliğinde sözde Aristotelesçi, gerçekteyse büyük ölçüde yeniplatoncu felsefe hakim olmuştu. Aristoteles’in özgün felsefesine ilk kez İbni Rüşd döndü. Filozofun Metafizik’e yazdığı “Metafizik Özeti” adlı kısa şerhin başlıca amacı varlık ve onun bilgisine ulaşmaktır. Kendisi de açıkça «Amacımız, Aristoteles’in Metafizik’inden, onun varlık hakkındaki kuramsal düşüncesini öğrenmektir» der. Aristoteles gibi İbni Rüşd de metafiziği kısaca “varlık bilgisi”olarak tanımlar. Fizik tikel nesnelerin nedenleriyle uğraşırken metafizik bunların en yüksek nedenlerini araştırır. Ona göre varlık bilgisi (yani metafizik), varlığın nedenlerini ve ilkelerini açığa çıkarmayı amaçlayan bir bilgidir. Böylece doğru bilgi varlığa uygunluk taşıyan bilgidir; bunun için de zihnimizde olanın dış dünyada olanla uygunluk taşıması gerekir. Sonuçta “varlık” kavramanın iki değişik anlamı ortaya çıkmaktadır.1. Epistemolojik varlık 2. Ontolojik varlık. İkincisi birincisinin temelidir, Yani dış dünyada gerçekliği olmayan veya böyle bir varlıkla her hangi bir ilişkisi bulunmayan hiçbir şeyi zihnimizde varlık olarak düşünemeyiz; veya böyle düşünülen bir varlık tümüyle kuruntudur, masal yaratığıdır. Çünkü var olmak, gerçek olmak demektir. Akil dış dünyadaki varlığın bilgisine ulaşınca, bu varlık artık bir kavram veya öz (mahiyet) durumunda zihinsel varlık haline dönüşün Dış dünyadaki varlıklara töz (cevher) denir. Töz on kategorinin ilkidir; geri kalanları ikinci dereceden tözlerdir. Örneğin ,”Sokrates insandır” tümcesinde «Sokrates» (tikel varlık) cevher olmakta «insan»dan (tümel varlik) önce gelir. Ancak, insan oluş da Sokrates kadar gerçektir. Bununla birlikte Aristoteles gibi İbni Rüşd de tikel tözleri ya da duyulur varlıkları metafiziğin hareket noktası yapmıştır. İbni Sina gibi kimi filozoflar, her fiziksel varlığın biri türe ait, öteki de cisme ait olmak üzere iki türlü formu bulunduğunu ileri sürmüşlerse de İbni Rüşd buna katılmaz. Ona göre fiziksel varlıkların yalnızca maddesi ve formu bulunur. Madde, onların duyulur olmalarının, form da akılla kavranır olmalarının nedenidir. İbni Rüşd tümellerin varlığını kabul etmekle Yeniçağ felsefesinin nominalizminden uzaklaşır; ancak ona göre tümellerin (ör. insan kavramı) ayrı ve bireysel varlıklardan (ör. Ahmet, Mehmet kavramı) bağımsız birer gerçekliğe sahip olduğunu ileri sürenler yanılmışlardır. Oysa, Ibni Rüşd’e göre, «Şu bir gerçektir ki, özleri kavramak için tümellerin tikellerden bağımsız birer varlık taşıdıklarını düşünmemize hiç de gerek yoktur.» Tümeller yalnızca zihnimizin soyutlama yoluyla oluşturduğu varlıklardır. Böylece İbni Rüşd, tümel varlıkların ya da ideaların bağımsız gerçekliğini savunan Platon’un realizminden de uzaklaşır ve Aristoteles’in kavramcılığını benimser. İbni Rüşd, evrenin «ilk madde» (heyula) denilen öğeden yaratıldığını, dolayısıyla yokluktan yaratma diye bir olayın söz konu su olamayacağını savunur. Evren ezeli bir birlik bütünlüktür. Yaratma, hareketten başka bir şey değildir; her hareketin bir konu su olduğuna ve hareket ezeli-ebedi olduğuna göre varlık ezeli ve ebedidir. Bu düşünce, Müslüman kelamcıların «evren yokluktan yaratılmıştır» görüşüyle açıkça çelişmektedir. Evrenin düzenin deki sürekli değişme sürekli hareket demektir, bu da bir «Iİk Hareket Ettirici»yi gerektirir ki, o da Tanrı’dır. Tanrı’nın bilinmesi sorunu İbni Rüşd, kelamcı yöntemiyle yazdığı «Kanıtların Apaçık Yollarının Keşfi» (al-Kaşf’an Manahic al-Adiila) adlı kitabında Tanrı’nın bilinmesi (marifetullah) konusunda Eş’arilik, Mutezile, Batınilik, Haşviyye (lafızcılık) ve Tasavvuf biçiminde beş ana bölüme ayırdığı İslami akımların yöntemlerini incelemeye koyulmuş; ancak bunlar arasında, güçlü etkisi ve yaygınlığı nedeniyle daha çok Eş’arilik üzerinde durmuştur. O, Allah’ı bilmenin yolunu yalnızzca sözlü gelenekte arayan, akıl ve düşünmeye hiç önem vermeyen Haşviyye’yi, Kur’an’ın insanı akla çağıran, düşünerek Tanrı’ya ulaşmaya yönelten yöntemine aykırı davranmakla suçladı. Mutezile ve bir ölçüde Eş’ariler Allah’ı bilmede akla önem vermişlerdir. Ancak yöntemleri Kur’an’ın izlenmesini istediği yönteme uymamaktadır. Çünkü hareket noktaları belirli diyalektik(cedeli) öncüllerden ibarettir. Sözgelimi «Evren hâdistir; cisimler bölünmeyen parçalardan (atomlardan) oluşmuştur; atomlar yoktan yaratılmıştır; evrenin yaratıcısı zaman dışıdır» gibi. Ancak bu türlü önermeler herkesin kavrayabileceği, tutarlı, hatta kanıtlanmış yargılar değildir. Filozof, insan ahlaksal çabalarla dış dün ya ilgilerini en aza indirip ruhunu ve gönlünü hazır duruma geri rirse Tanrı’nın kendi bilgisini bu gönüle ilham edeceği yolundaki tasavvuf görüşünü de gerçekçi ve yeterli bulmaz. Çünkü, böyle bir yöntem kuramsal olarak geçerli olsa bile, herkes için mümkün bir yol değildir ve görelidir; üstelik bu görüş, Kur’an’ın insanlar için gerekli gördüğü zihinsel çabayı da hiçe saymaktadır. Gazali’nin filozoflara karşı yönelttiği ünlü eleştirilerden biri de filozofların, Tanrı’nın tikelleri bilmediğini ileri sürdüklerine ilişkindi. İbni Rüşd bu soruna da açıklık getirmeye çalıştı ve haklı olarak bir yanlış anlamayı düzeltti. Gerçekten İslam filozofları, özellikle de İbni Sina, Tanrı tikelleri tümel yasaları içinde bilir. Her şey O’nun bilgisinden taştığına, O’nun yasalarına dayandığına göre, kendi bilgisini ve yasalarını bilmesi her şeyi bilmesi demektir. İbni Rüşd’e göre Tanrı parça parça, bireysel ve kopuk olarak şu ya da bu olayı bireyselliği ve tikelliği içinde bilir demek yanlıştır. Çünkü bu yargı Tanrı’nın bilgisini insanın bilgisine benzetmeye götürür. SOKRATES Sofistlere karşı koyanların başında yer alan, İlkçağın en büyük düşünürlerinden biri olan Sokrates, Sofistlere karşı koyar, ama onlarla birleştiği yönleri de vardır. Çünkü Sokrates de, Sofistler gibi, gelenek ve törelerin oluşturduğu ölçüler üzerinde düşünmeyi kendisine ilke yapmıştır. Sofistlerin bilgi anlayışı, her bakımdan, tek kişiyi kanılarında bir relativizme götürmüştü. Sokrates’in ise göz önünde bulundurduğu; sağlam, herkes için geçerli olan bir bilgiye varmaktır. O, doğal (sanı)nın karşısına episteme (bilgi) yi koyar. Yalnız episteme hazır, hemen öğrenilebilecek, öğretimle hemen bildirile verilecek bir şey değildir, tersine; birlikte çalışarak, uğraşılarak varılacak bir amaçtır. Onun için Sokrates, Sofistlerin yaptığı gibi, öğretimle bilgileri edindirmeye kalkışmaz, çevresindekilerle doğru’yu birlikte aramaya çalışır. Din-gelenek otoritesine gözü kapalı bağlanmamada Sokrates Sofistlerle bir düşünüyor. Ancak, Sokrates’in akla, düşüncenin objektif değerine, bireylerin üstünde bir normun bulunduğuna sarsılmaz bir inancı var. Onu Sofistlerden kesin olarak ayıran da bu inancıdır. Onun kendine özgü öğretme ve araştırma yöntemi olan diyalog (konuşma) da bu inanca dayanır. Konuşma’da düşünceler ortaya konur, bunlar karşılıklı olarak eleştirilir, böylece de herkesin kabul edeceği şeye varılmak istenir. Sofistler düşünceleri meydan getiren psikolojik mekanizmayı inceliyorlardı. Sokrates ise, doğru’yu belirleyen aklın bir yasası olduğuna inanır ve çevresindekilerle işbirliği yaparak bu doğru’yu araştırır. “Ben bir şey bilmiyorum” ya da “Bir şey bilmediğimi biliyorum” derken de göz önünde bulundurduğu bu. Onun için bunları bir şüphecilik diye anlamamalıdır. Sokrates’e göre, bilimsel çalışmanın amacı, duyularla edinilen tek tek algılar değil, kavramdır. Onun için, Sokrates hep, kavramın belirlenmesi, sınırının çizilip gösterilmesi olan tanım’a (horismos, definito) varmaya çalışır. Sokrates’in kullandığı yöntem, tüme –varım (epagoge, inductio) yöntemidir. Aristoteles, Sokrates’i bu yöntemin bulucusu diye gösterir. Ancak, Sokrates gelişigüzel bir araya getirilmiş tek tek haller arasında bir karşılaştırma yaptığı için, tam bir tümevarım yöntemi geliştirdiği söylenemez. Sokrates bu yöntemini, tıpku Sofistler gibi , sadece insan hayatının sorunlarına uygulamıştır. Onu “doğru bir yaşayış nedir, hangisidir?” sorusundan başkası ilgilendirmemiştir. Doğa felsefesiyle hiç uğraşmamıştır; kavramsal doğru’yu araması da yalnız ahlaki kaygılar yüzündendir. İnsanın ahlakça kendisini eğitmesi, yetiştirmesiyle bilim aynı şeydir. Araştırma da bulunacak tümel doğru, ahlak bilincine açıklık ve güven sağlayacaktır. Sokrates’in bütün düşüncesi, bütün çalışmaları ahlaka yönelmiştir. Bu ana –konuda çıkış noktası da, “erdem ile bilginin özdeş, aynı oldukları” görüşüdür. Bu görüşün felsefe dışındaki nedeni için şu söylenebilir: Yunan toplumu o arada çok sarsıntılı bir değişme geçirmiştir, geçirmektedir. Bu yüzden, öteden beri bilinen, alışılmış yaşama kurallarına ayak uydurmak çok güçleşmiştir. Bu değer anarşisi içinde bir sürü yaşama kuralı öğütleniyordu. Öbür yandan demokratik gelişme bir savaşmaya, yarışmaya yol açmıştı. İşte Sokrates,bu kanıyı ahlaka aktarmakla, bu duruma en keskin anlatımını kazandırmıştır. Sokrates,”Hiç kimse bile bile kötülük işlemez, kötülük bilginin eksikliğinden ileri gelir” der. Yine bu yüzden bütün öteki erdemler, ana –erdem olan bilginin (episteme) içinde toplanmışlardır ve bilginin kendisi edinildiği ve öğrenildiği gibi, öteki erdemler de elde edilir ve öğretilebilir. Jean – Jacques Rousseau (1712-1778) Özellikle siyaset, toplumsal özgürlük, haklar, eğitim, din üstüne yazılarında geliştirdiği düşüncelerle tanınan İsviçre doğumlu Fransız filozof, denemeci, müzikbilimci ve romancı. Cenevre’de doğan Rousseau, büyük ölçüde kendini eğitmiş , genç yaştayken Fransa’ya giderek hemen bütün yaşamı boyunca Paris ile taşraları arasında oradan oraya dolaşmıştır. Rousseau’nun düşüncesine en genel anlamda üç ayrı yönden yaklaşmak olanaklıdır: “Toplum sözleşmesi kuramcısı olarak” Rousseau, varolan insanlık durumunu açıklamak amacıyla varsayımsal bir doğa durumu kurmaya çalışır. Bu çaba, hem bir insan doğası kuramı hem de toplumsal örgütlenmeye yönelik bir dizi pragmatik savdan oluşan bir felsefi insanbilimin çevresinde dolaşır. “Toplum yorumcusu olarak” Rousseau, eğitim ile toplumsal örgütlenmenin hem varolan uygulamadaki biçimlerini hem de olması gereken ideal biçimlerini ortaya koymaya çalışır. “Bir ahlakçı olarak” Rousseau ise bir tür evrensel siyasal eylem ya da uzlaşı biçimi aracılığıyla bi rey ile yurttaşı bir potada kaynaştırmaya çalışı Zerdüşt Zihniyetin Özellikleri Spitamalar adıyla bilinen soylu bir aileye mensub olan Zerdüşt, "Bilge Tanrı Ahura Mazda'dan vahiy aldığını" öne sürerek eski İran dinini yeniden biçimlendirmeye çalıştı. İnanç sisteminin temelini tapınılacak tek tanrı, en yüce tanrı Ahura Mazda oluşturur. Ahura Mazda, göklerin ve yerin, diğer bir deyişle maddî ve manevî dünyaların yaratıcısıdır. Birbirini izleyen karanlıkla aydınlığın kaynağı, evrensel adaletin yaratıcısı, doğanın merkezi, ahlakî düzeninin kurucusu ve tüm dünyaların yargıcıdır. Ahura Mazda, başlıca altı niteliğe sahiptir. Bunlar a)Doğruluk ya da kusursuz düşen (aşa vahishta) b)iyi akıl (vohu monah), c) iyiliksever bağlılık (spenta armaiti) d)Yararlı egemenlik (kshathra vairya) e)Bütünlük ya da kusursuzluk (haurvatat) f)Ölümsüzlüktür (ameratat)