Demokrasi kavramı ve ilkeleri üzerine “PKK öncülü

advertisement
Serxwebûn
Demokrasi kavramı
ve ilkeleri üzerine
emokrasi kavramı ilk defa Antik Yunan’da ortaya çıkmıştır. “Demos”
Latince “halk” demektir. Demokrasi de
halkın idaresi anlamına gelmektedir. Örneğin, Atina site devletinde halk, Agora
adı verilen meydanda toplanıyor, sorunlarını tartışıyor ve doğrudan demokrasi yöntemiyle kararlar alıyordu. Ancak çoğunluk
yoksul olduğu için, o dönemde demokrasi
aynı zamanda yoksulların egemenliği anlamına gelmekteydi. Nitekim Antik Yunan
filozoflarından Aristo, “İnsanlar servetlerinden dolayı egemen olduklarında oligarşik bir sistemdesiniz, tersine yoksulların
egemen olduğu yerde ise demokratik bir
sistemdesiniz” demekteydi. Yine Aristo’ya
göre oligarşi, sadece azınlığın yönetimi
değil “zengin ve soylu azınlığın” yönetimi,
demokrasi ise yoksul çoğunluğun yönetimi anlamındaydı. Bu nedenle demokrasi,
özünde halkın kendi kendini doğrudan yönetmesi anlamına gelmekteydi.
Atina ve Sparta site devletlerinden
sonra, son iki yüzyıla kadar, yani sivil toplum kavramının ortaya çıktığı 18. yüzyılın
sonlarına kadar, demokrasi kavramı neredeyse tümüyle gündemden kalktı. Çünkü
ilkel komünal toplumdan sonra tarih sahnesine çıkan köleci ve feodal toplumlarda
halk iktidardan tümüyle uzaklaştırılmış, bir
avuç egemen dışında, deyim yerindeyse
halk “sürü”ye sayılmıştı. Özcesi, köleci ve
feodal toplumun üyeleri “özel alan”dan
yoksun olarak her alanda devletin ve egemenlerin köleleri, kulları statüsünde idiler.
Sivil toplum alanı ve demokrasi, deyim
yerindeyse katledilmiş durumdaydı.
Ancak Batı’daki burjuva devrimleri ile
birlikte demokrasi yeniden dirildi. Ne var
ki demokrasi, hem eski Yunan’da, hem
de son iki yüzyılın tarihinde zorlu bir mücadele olmadan asla elde edilemedi ve
bu mücadele özünde daima bir sınıf mücadelesi oldu. Demokrasinin temelleri de
hep ayaklanmalar ve silahlı mücadele ile
atıldı. Yani hep bir devrimle başladı, ama
evrimle ilerledi.
Burjuvazi, feodalizme karşı mücadelesinde işçi sınıfı ve emekçilerin desteğini
almak için uzun bir süre demokrasinin
bayraktarlığını yaptı. Feodalizmin aksine,
“siyasi boyunduruktan kurtuluş” modern
burjuva düzeninin ayırt edici niteliği oldu.
Devletten bağımsız olarak, kendi kendini
örgütleyebilen bir sivil toplum alanı oluştu. Ama burjuvazi iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra, mülkiyetini kaybetme korkusuyla, halkın yönetimi olan demokrasi ilkelerini tamamen yürürlükten kaldırmaya
ve demokratik mekanizmalardan tiksinmeye yöneldi. Sonuçta 20. yüzyılda, otoriter ve faşist nitelikli burjuva diktatörlükleri tarih sahnesine çıkmaya başladı. Burjuva demokrasisi ise ancak işçi sınıfı ve
emekçilerin özverili ve örgütlü mücadeleleri sayesinde varlık kazanabildi. Sivil
toplum alanının devletin boyunduruğunun
altına girmesinin önlenmesi ve bu alanın
giderek güçlendirilmesi de, öncelikle işçi
sınıfı ve emekçilerin mücadeleleriyle gerçekleşebildi. Bu nedenle Önderlik; “Devlet demokrasi vermez, ondan alınır” der.
Unutulmamalı ki, demokrasi hiçbir ülkede
burjuvazinin ihsanı olmadı. Bugünkü Avrupa demokrasisinin temelinde de, işçi sınıfı, yoksul köylü ve tüm emekçilerin iki
yüz yıla varan direngen mücadeleleri belirleyici oldu.
20. yüzyılda ortaya çıkan devlet despotizmleri, köleci ve feodal dönemlerin
despotik devletlerini birçok noktada geride bıraktı. Daha önceki zamanlarda despotik devletler, hiçbir zaman kendi uyruklarını katı bir biçimde merkezileşmiş, karmaşık ve müdahaleci iktidar biçimleri
aracılığıyla gözetim ve denetim altında
tutmaya bu derece pervasızca kalkmamışlardı. Tocqueville, Roma İmparatorluğu doruk noktasındayken bile, bu imparatorluğun hoyrat yöneticilerinin, kendi
ülkesinde yaşayanları en küçük ayrıntıya
kadar doğrudan yönetmeye çalışmadıklarını ileri sürmektedir. İmparatorluk için-
D
Ağustos 2000
de yer alan farklı kavimler, farklı gelenek
göreneklerini korumuşlar ve güçlü, etkin
yerel yönetimler varlıklarını sürdürmüşlerdi. Geçmiş zamanların en zalim despotizmleri, hiçbir zaman muhalif iktidar
biçimlerini bütünüyle yok etmeyi becerememişlerdi.
Oysa devlet despotizminin modern tipi, niteliksel olarak oldukça farklıdır. Sivil
toplum üzerinde mutlak bir iktidar olarak
nöbet tutmaktadır. Bu büyük ölçüde tehlikelidir, çünkü halkın refahını sağlama
adına, devlet onları yaşamın küçük ayrıntılarında dahi köleleştirmektedir. Modern
devlet despotizmi, denetim tekniklerini
mükemmelleştirmekte, yasaları aracılığıyla yurttaşlarını iktidara güven duymaları ve kendilerini aile yaşamı, çalışma ve
maddi tüketim ile meşgul etmeleri beklenen edilgen öznelere dönüştürmektedir.
Ya sivil toplum örgütlenmelerinin kurulup
gelişmesini önlemekte ya da sıkı devlet
kontrolünde tutularak ve bizzat yönlendirilerek halkı denetim altında tutmanın
araçları haline getirilmektedir.
Devlet despotizminin toplumu boyunduruk altına almasını önlemek için, devlet
ve sivil toplum alanlarında iktidar tekellerine engel olacak mekanizmaların güçlendirilmesi gerekir. Devletin yasama, yürütme, yargı faaliyetlerinin kuvvetler ayrılığı prensibine göre düzenlenmesi ile birlikte, devlet kurumlarının doğrudan denetimi dışında kalan sivil toplum örgütlerinin
oluşturulması ve geliştirilmesi, devlet
despotizmini önleyen en önemli mekanizmalar olarak kabul edilmektedir. Bu itibarla, devlet kurumlarının denetimi dışında
kalar, işletmeler ve konut kooperatiflerinden, kadın sığınma evleri, bağımsız kitle
iletişim araçları ve insan hakları ihlallerini
izleyen derneklere kadar çok çeşitli sivil
toplum örgütlenmeleri, siyasal “temsilcilerini”, yani devlet mekanizmasını denetim
altında tutmak için güçlerini arttırmalıdır.
Deyim yerindeyse sivil toplum siyasal iktidarın başından hiç eksilmeyen bir bela
kesilmelidir. Özcesi; özerk kamusal alanlardan oluşan, güvenli ve devletten bağımsız bir sivil toplum alanı olmaksızın,
özgürlük ve eşitlik, katılımcı planlama ve
toplulukların kendi kararlarını kendilerinin
almaları gibi demokratik hedefler, içi boş
sloganlar olmaktan öteye gidemeyeceklerdir.
Demokratikleşme, bu şekilde anlaşıldığı zaman, sivil toplum ile devlet arasındaki sınırları birbirine bağımlı ve eşzamanlı iki süreç aracılığıyla korumaya ve
yeniden tanımlamaya çalışmak anlamına
gelecektir: Toplumsal eşitlik ve özgürlüğün genişletilmesi ve devlet kurumlarının
yeniden yapılandırılıp demokratikleştirilmesi...
Şüphesiz ki, bu iki süreç arasındaki diyalektik ilişkiyi iyi kavramak gerekir. Örneğin, devletin demokratikleştirilmesi ya
da demokratik devlet derken ne anlamak
gerekir? Bunun toplumsal eşitlik ve özgürlüğün geliştirilmesi ile, bir başka anlatımla demokrasinin kökleşmesi ve sivil
toplum alanının güçlenmesi ile bağı nedir? Birbirine bağlı bu sorunlardan, ilk önce “demokratik devlet”ten ne anlaşılması
gerektiğine bakalım:
Lenin’e göre liberal demokratik devlet,
Sayfa 15
ratik devlet asla burjuvazinin ihsanı değildir. İşçi sınıfı ve emekçi halkın uzun soluklu, özverili mücadelesinin ürünüdür.
Bu nedenle de emeğe saygılıdır.
Egemenlerin baskı aracı olan bu kurumu sınırlandıran da emekçi dinamiğinin
ta kendisidir. Bunun için de, yurttaşların
kamusal alanlarda birlikte hareket ederek
iktidar için çaba harcamalarına olanak
sağlayan ve böylelikle de sivil toplumda
etkin bir rol oynama kapasitelerini azamileştiren özverili toplumsal mücadelelere,
güçlü ve örgütlü kitlesel inisiyatiflere ihtiyaç vardır.
Devletin demokratikleştirilmesi sözettiğimiz ilkeler çerçevesinde geliştikçe, toplumsal özgürlük ve eşitlik de gelişir. Bu
da demokrasinin daha serpilip gelişmesi
demektir. O halde günümüzde demokrasiden ne anlaşılması gerektiğini de kısaca açmak gerekir:
Günümüzde demokrasi, hemen hemen her yerde temsilcilik sistemiyle
eşanlamlı olarak ele alınır. Doğrudan demokrasiyi ancak küçük yerel topluluklarda, fabrikalarda, okullarda uygulamak
mümkündür. Her ne kadar son dönemlerde, iletişim teknolojisindeki gelişmelerle karar alma süreçlerine kitlelerin katılımı giderek artmakta ve internet gibi araçlarla “elektronik demokrasi” olarak adlandırılabilecek yeni doğrudan demokrasi
modelleri uygulanmakta ise de, genelde
ülkeler bazında uygulanan temsili demokrasidir. Temsili demokrasi, en kısa
tanımıyla, halkın kendi seçtiği temsilciler
aracılığıyla yönetilmesidir. Ne var ki temsili demokrasi kavramı, halkın, genel ka-
“PKK öncülü¤ünde geliflen 15 y›ll›k savafl dönemi, bir yandan ulusal dirilifli sa¤layarak,
kendine güvenip aya¤a kalkan yepyeni, dinamik bir halk yaratt›; öte yandan
ikili bir iktidar yaratarak devletten ba¤›ms›z bir sivil toplum alan›n›n oluflmas›n› sa¤lad›.
Her ne kadar savafl dönemi koflullar›nda, Kürt halk›n›n demokratik kitlesel örgütlenmesi,
bilinen nedenlerle yeterli düzeyde geliflemediyse de, günümüze güçlü bir kitle
potansiyeli ve demokratik mücadele zemini b›rakt›.”
bulunan sivil örgütlenmelerin büyüyüp
güçlenmesinin despotizme karşı bir siyasal fren mekanizması olacağı kesindir.
Deyim yerindeyse “toplumun bağımsız
gözü”nün, yani birbiriyle etkileşim içinde
bulunan, kendi kendine örgütlenmiş ve
sürekli uyanık duran birçok sivil toplum
örgütünü içeren bir gözün, demokrasinin
kökleşmesinde ve devlete kulluğun önlenmesinde vazgeçilmez bir rolünün bulunduğunu belirtmek yerindedir. Ayrıca
bu örgütleri, yurttaşların toplumsal yaşamdaki hak ve ödevlerini öğrendikleri,
taleplerini ortaklaştırmak suretiyle iktidar
organlarına dayattıkları ve diğer yurttaşlarla tanışıp kaynaştıkları, sürekli olarak
herkese açık okullara benzetmek de
mümkündür.
Sivil toplum örgütleri, kuşkusuz ki
yurttaşlara bütün toplumu ilgilendiren daha kapsamlı işleri de görüşme olanağı
sağlarlar. Ama bununla da kalmayıp daha fazlasını yaparlar: Demokratik eşitliği
sürdürmek ve çoğunluğun azınlık üzerinde tiranlık kurmasını önlemek için çok gerekli olan yerel ve tikel özgürlükleri de
besleyip derinleştirirler. Bireylerin dikkatlerini kendi bencil, çatışma yaratan dar ve
özel hedeflerinin ötesine çevirebilmelerini
sağlarlar. Bu örgütlerde yürüttükleri faaliyetler sayesinde, sosyalleşmenin önemini
ve diğer bireylerin desteğini kazanmak
için onlara ellerini uzatmaları gerektiğini
anlamaya başlarlar.
Bu nedenlerle net olarak söylenebilir
ki, hangi siyasi iktidar, devlet ile sivil toplumun birleşmesine yönelik bir girişimde
bulunuyorsa, o demokrasiyi tehlikeye atıyor ve despotizm yolunda ilerliyor demektir. Unutulmamalı ki, toplumsal frenlerinden kurtulmuş bir devlet iktidarının, despotizme yönelmesi kaçınılmazdır.
Bu belirlemelerden çıkaracağımız
ders şudur: Sivil toplum ile devletin her
ikisi de, bir diğerinin demokratikleşme koşulu haline gelmelidir. Demokrasi çerçevesi içinde kendi kendini yöneten sendi-
kapitalizmin mümkün olan en iyi kabuğudur. En özlü tanımıyla demokratik devlet,
yönetimin sahip olduğu güç ve yetkilerin
hukuk kuralları ile bağlı tutulmasını ifade
eder. Yani sınırlandırılmış devlettir. ABD
Anayasası’nı kaleme alan Thomas Jefferson, “Politikacıları zaptetmenin tek yolu,
onları anayasaya zincirlemektir” diyordu.
Demokrasi anayasada güvence altına
alınır. Anayasa ise sosyal konsensüse
dayanır. Devletin kutsallığı reddedilerek,
birey ve sivil toplum devlet karşısında
güçlendirilir. Birey, devletin mülkü olarak
görülmez.
Despotik devletlerin karmakarışık,
savurgan ve gizli kapaklı eylemlerinin
aksine, anayasal demokratik devlet nitelik bakımından daha tutumlu, daha şeffaf ve barışçıldır. Militarist niteliği yoktur.
Bu devletin topluma karşı sorumluluğunu sağlayan kalıplar, açık ve iyi tanımlanmış ve sivil toplumu devlete karşı koruyan mekanizmalar, anayasa güvencesi altına alınmış temsil organları aracılığıyla sürdürülür. Hiçbir şey sivil toplumun “gözünden” kaçırılamaz. Yurttaşlarına yakın olduğu kadar, onlar tarafından görülebilir bir açıklık içinde olur ve
bunun sonucu olarak eylemleri de yaygın destek görür. Katılımcılığa üstün bir
değer biçer.
Despotik devletlerin katı merkeziyetçi
yapısının aksine, demokratik devlet kuvvetler ayrılığı ilkesine dayalı olarak örgütlenir ve adem-i merkeziyetçi bir anlayışla,
bir kısım fonksiyonlarını yerel yönetimlere
aktarır, yerel yönetimleri merkezin katı
boyunduruğundan kurtarır. Ve tabii ki demokratik devlette atanmışlar seçilmişlerden üstün değildir.
Demokratik devlet, dinsel kurallara
bağlı değil, laiktir. Yurttaşları arasında
cinsiyet, ırk, din, dil, etnik köken farkı gözetmez, çoğulcudur ve çok kültürlülüğe
saygılıdır. Çağdaş evrensel değerlere
bağlı bir kurumdur. Ancak unutulmasın ki,
tüm bu ana niteliklere sahip olan demok-
rar almanın her aşamasına en yüksek
sayıda katılımını gerektirir. Kararların
alınmasının ve politikaların uygulanmasının mümkün olduğunca en geniş alanlara yayılan, serbest ve halka açık tartışmalar sonucunda gerçekleşmesini zorunlu kılar. Halkın kararlara etkin katılımı, ancak örgütlü ise mümkündür. Zaten
sivil toplum örgütlerinin rolü de bu noktada önem kazanır. Kendi kendini örgütleyen, devletten bağımsız sivil toplum örgütlerinin varlığı demokrasiye bağlı olduğu kadar, demokrasinin gelişip güçlenmesi de bu alanın rolünü etkin oynamasına bağlıdır.
Şüphesiz ki günümüz toplumlarında
çıkar ve görüşleri birbirinden çok farklı
olan sınıf ve tabakalar vardır. Demokrasiler, bu çatışmaları müzakere yoluyla,
diyalog yoluyla, uzlaşma yoluyla çözmeyi hedefler. Bu da, her türlü görüş ve
düşüncenin serbestçe ifade edildiği, tartışmaların korku ya da baskı hissedilmeden yapıldığı ve özgürce örgütlenebildiği bir demokratik zemin, bir özgürlük havası gerektirir. Bu nedenle Önderlik, “Demokrasi, ilkesizlik ve kurumsal,
geleneksel esaslardan yoksunluk değildir. İlkesi; özgürlük, eşitlik, zora başvurmadan evrimsel gelişme, çıkarlara ve
çözüme saygıdır” der. Zaten özgürlüğün
olmadığı ortamlarda demokrasi de yeşeremez, büyüyemez ve gelişemez. Demokrasinin yeşerip serpilmediği bir zeminde de sivil toplum alanının varlığından ya da sivil toplum örgütlerinin yaşamından sözedilemez.
Topluluk halinde yaşayan insanların
iradelerini dile getirdikleri genel bir müzakere meclisi kurgusu, demokrasi teorisinin erken tarihlerine aittir; bugün temel
model, özgür ve anlık iletişim süreçleri
içinde birbirini etkileyen, gevşek dokulu
olarak örgütlenmiş, çoğul oluşturma ve
yayma odakları içeren bir model olmak
zorundadır. Bu nedenle demokratik toplum, her alanda örgütlenmiş bir toplum
demektir. Çeşitli sivil toplum örgütlerinde
örgütlenmiş kitlelerin, devletten bağımsız
yazınsal ve görsel iletişim araçları vasıtasıyla birbirleriyle etkileşim içinde olmaları
ve siyasi iktidarı baskı altına alabilmeleridir. Çünkü insanların kolektif sorunların
çözümü hakkındaki fikirleri de bazen başkalarının bakış açılarını dinleyerek veya
bu bakış açılarını öğrenerek değişebilir.
İşte sivil toplum alanının görevi, bu özgür
diyalog ve tartışmaya zemin yaratmaktır.
Günümüz toplumları aynı zamanda
dil, din, inanç, kültür ve cins yönünden
çeşitlilik arzeder. İşte bu farklılıkları kabul
etmek ve saygı göstermek, demokrasinin
önemli bir temel ilkesidir. Farklılığa yer
verilmesi, onların özgürce gelişip örgütlenebilmeleri, özgürlüğün olduğu kadar
gerçek eşitliğin de özüdür. Bu konuda
Önderlik şöyle der:
“Çağımızın en büyük devleti, demokratikleşmesini yapan devlettir. Huzur, kalkınma, barış, istikrar oraya bağlı. Biz gelişmenin sırrını, farklılığı olanları bir potada eritmeyi değil farklılıkların hoşgörüsünde yakaladık. Ama devlet hata yaptı.
Farklılıkları bir potada eritmeye çalıştı. O
yüzden de kaybetti. Osmanlı bile sınırlı
hoşgörüyü sağlıyordu. İşte bu yeni demokrasi, bizim temsil ettiğimiz demokrasidir.”
Ayrıca adalet de anlamlı farklılıkların
tanınmasını ve gözönünde bulundurulmasını gerekli kılar. Adaletsiz bir sistemin
ise şiddet ortamını doğuracağı ve demokrasi zeminini yok edeceği kesindir. Bu nedenle günümüz demokrasisinin oluşturucu öğesi çoğulculuktur. Çoğulculuk, farklılıklara olumlu bir statü tanır, tek tiplemeyi reddeder. Başkalığı, teklik ve uyum gerekçesiyle tümüyle eritmeye yönelik fikir
ve politikalar demokrasi kültürüne yabancıdır. Bu tür anlayışlar ancak despotizmde yaşam bulabilir. Despotizmin ise sivil
toplum alanını yok ettiği besbellidir.
Demokrasi aynı zamanda canlı bir
sistemdir. Yani durağan değil, gelişen ve
yetkinleşen bir sistemdir. Son dönemlerde demokrasiye yeni birkaç ilke daha
eklendi. Bu ilkelerden biri “Subsidiarty”,
yani “yerindelik ilkesi”dir. Özü şudur:
Nerede bir sorun varsa, o sorunun çözümünün idari mekanizması, kaynaklarının
temini ve kullanımı, o soruna en yakın
yönetim biriminde hallolmalıdır. Diğer bir
ilke “Governance”, yani “yönetişim ilkesi”, alınacak karardan etkilenecek ile uygulayacak olanların bir araya gelerek bir
çeşit ortaklık iklimi altında problemlerin
çözümünün üzerine gitmeleridir. Tam da
bu nokta, devlet ile sivil toplumun buluşma ve ortak çözüm arama zeminidir. Bu
iki kavram veya iki felsefe, 21. yüzyılda
dünyanın gündemine daha fazla oturacaktır. Yaygınlaşma eğilimine giren diğer iki ilke ise “doğrudan demokrasi” ve
“geri çağırma” (recall) ilkesidir. Doğrudan demokrasi, örneğin İsviçre’deki tüm
yerleşim birimlerinde yaygın olarak referandum yöntemiyle uygulanmaktadır.
Geri çağırma ilkesi ise, seçilen temsilcilerin seçmenlerce görev süresi bitmeden
geri çağrılması ve yerine yenisinin seçilmesidir. Her şeyden önemlisi de, tüm bu
ilkelerin uygulanabilirlik kazanması için
güçlü ve örgütlü bir sivil toplumun varlığının şart olduğudur.
Devletin demokratikleştirilmesi ile toplumsal özgürlük ve eşitlik arasındaki diyalektik bağ, kendi özgülümüzde de böyledir. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratikleşmesi ve bu amaçla yeniden yapılandırılması gerçekleştikçe, Türkiye’de toplumsal özgürlük ve eşitlik de gelişir. Toplumun demokratik örgütlenmesi ve özgürlükçü yaşam geliştikçe de devletin demokratik yapılanması gerçekleşir. Benzer
şekilde Türkiye’de devletin ve toplumun
demokratik değişim ve yapılanması geliştikçe, Kürt ulusal sorunu çözüm yoluna
girer. Ulusal sorunun çözümünde adım
atılıp Kürt ulusal örgütlülüğü geliştikçe,
Türkiye Cumhuriyeti’nin ve toplumun demokratikleşmesi gerçekleşir.
Devamı gelecek sayıda...
Download