s a r ı s u r temmuz 200 9 - sa yı 9 k ı z ı l b a ş al ev i l er i n so r u n l a rı n ı n t a r t ı şı l d ı ğ ı d e m o k ra t i k k ü r sü ! . İ. Beşikçi - R. Maraşlı - Ayşe Hür - Evin Çiçek Av. Hüseyin Aygün - Hamza Aksüt - Erdoğan Çınar - Ünsal Öztürk - Mikail Aslan - İlhami Sertkaya - Dr. Murat Kayacan - Fikret Başkaya Esat Korkmaz - Kendal Doğan - Onur Gülbudak - R. O. Kütahyalı - Ali Bayramoğlu ( b a s ı n d a n s e ç t i k l e r i m i z ) PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de a y dı nla nm a y a s en de ka tı l! kızılbaş: 9 redaktäon & geschäftsleitung ali ülger ab. hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan türkiye hukuk danışmanı: av. nadide metin erdoğan av. hıdır özcan ad re s : bergheimer str 51 D- 47228 duisburg almanya tel:+49 (0)177 502 88 53 kizilbas@gmx.net munzur dergisinin 32. sayısı yayınlandı. baskı: eigene duruk - deutschland Çankırı Cad. YİBA Çarşısı 3. Kat No: 45/381 Ulus Ankara Tel & Faks: 0312-324 0420 E-mail: munzurdergisi 2000@yahoo.com http//munzundergisi wdgoo3.com posta kutusu: 8 bahcelievler istanbul banka hesap no: 700 / 66 99 100 garanti bankası davutpaşa şubesi istanbul kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların hukuki sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi temmuz 2009 - ist kostenlos kızılbaş dergisi parayla satılmaz. KIZILBAŞ DERGİSİNİN YENİ E-mail adresi: kizilbas@gmx.net Te l : 0 0 4 9 ( 0 ) 1 7 7 5 0 2 8 8 5 3 gönüllü katkı formu adı soyadı :......................................................................................... adres :................................................................................................. e-mail & tel :...................................................................................... banka hesap no: 700 / 66 99 100 garanti bankası davutpaşa şubesi istanbul PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de can cana Kızılbaş Ali Ülger Yerel seçimler yapıldı. Sonuçları ortada. Gene Alevi toplulukları kendini temsil etmekten aciz kaldı. Devletin Ordunun partisi chp'yi ağırlıklı olarak destekledi. CHP'in inkarcı kırımcı kuramına, ırçı politikalarına suçortaklığı yaptılar. Başta dernekler, federasyonlar ve vakıflar olarak CHP'yi destekleyerek sabıkalı işbirlikçi sertifikasını aldılar. Umarım ki bu durumlarının farkına varıp içine düştükleri kınalı-keklik durumundan feragat ederler. Biz de kimliklerine uygun davranışlarına sevinir, dost olur ve yolumuzda birlikte yürümeye devam ederiz. CHP'ci maraba taifesi, "Madımak müze olsun" istiyor(!). Bu çok gayri ciddi bir talep. Adeta kitle kuyrukçulugu yapılıyor. Öncelikle alevilik, devletin sınırlarına sığınabilecek ne bir yaşayış tarzı degildir. Bu açıdan devletin politikasına sadekat eden bir partinin alevi taleplerini dile getirmeye kalkması yaptıkları katliamları "örtbas" etmek içindir. Bu nedenlede Müze devletten bağımsız olmak zorundadır. Devlet içi müze ancak KIZILBAŞ alevileri politikalarına malzeme etmek için olabilir. Başka bir işlevinin olmayacağı kesindir. Koçgiride Dersimde, Maraşta, Çorumda fail olanların takipçileri Sivasta devletçi alevi müzesi olussun diyerek kendilerini aklamaya, pirûpak olduklarını kamuoyunda yaymanın hesabındadırlar. Ancak bu nafile. Yapılacak müzenin içeriği dillendirilsin de görelim. Hayırlı bir sunum olursa KIZILBAŞ Aleviler demokratca yapılacak müzeyi finans eder. Sahipte çıkar... CHP destekçilerinin içinde bulundugu bir güruh, yeni solcu bir parti kurma girişimi içinde olduklarınının haberlerini duyuyoruz. Ufuk Uras'ın da içinde olduğu bu ittifakın biz KIZILBAŞ Alevi topluluklarına yarar saglamayacağı kanısındayım. Onların da resmi sol kuram üzerinden, imha, inkar ve asimilasyoncu politikaları sürdüreckleri kanısındayız. Buna yakın tarihimizde de çokça örnekleri var... İsçi sendikalarının yönetim kadrola rının, siyasal olarak her zaman Türk Ordusu'nun yanında yer almaları tesadüfi olmazsa gerek. Zira Türk solu kimi istisnalar dışında esası İttihat ve Terakki (İT) örgütlenmesinin sadık takipçileridirle. Sendika başkanları çeşitli irkçı milliyetçi partilerden vekil olmalarına karşı, demokratik tavır alanı daha olmamıştır. Disk ve Türk İş genel başkanları milletvekili oldular. Ancak muhalefet adına tek söz edememelerinin bir nedeninin olması olsa gerek. Şimdikilerde gelecek ilk genel seçimde chp veya bir başka partiden vekili olabilirler!.. Ancak aydınlanma ve doğru duruşun felsefesi ile Kızılbaş aydın olan, ya da aydın ve emekten yana olmak dürüstlüğü gerektirir. Bunlarda bu ettigin olmadığını bilenlerimizin bile bile ‚lades' olmaları da ayrıca tartışılıp lanetlenmesi gerekir. Ermeni, Asuri, Keldani, Pontus, Kürt meselesinde tarihi gerçekler karşısında demokratik açık tavır almayan hiç bir kesimin Kızılbaş Aleviler sorununda da sağlıklı bir tutum ve gelecek pojesine sahip olması mümkün olmaz. Zira "ainesi iştir kişinin lafa bakılmaz" katliamcıların da yaklaşımları inkar, imha, kandırmak ve eritmekten başka meziyetleri olabilir mi? Hayır.. Bunu anlamak için tc. tarihini kabaca bir göz atmak yeterli olmasına rağmen, bu aymazlığın anlaşılmaması kahredicidir. Kürt meselesinin çözümünde eşitlik temelinde talepler neden yoktur?! Hiç düşünüldü mü?! Kürt Türk kardeşliğinin, ittifakının sürdürülmeye çalışıldığı müdetçe, Kürt meselesi eşitlik tekelinde ele alınmadığı sürece sorunun anlaşılamayacağı, sarpasaracağı bilinmesine rağmen aynı çamurda patinaj yaparak yol almamak, çözümsüzlükte inat edildiğinin göstergesi olduğu anlaşılamıyorsa akilfukaralığına yorumlanırsa yanlış mı olur! Eger eşitlik temelinde çözüm olacaksa önce Türk Kürt ittifakı bozulmalı dostluklar anlaşılmalıdır. Eşit ve dost olunmadan, kardeşlik ve ittifakın olmasını istemek boşa kürek çekmek olur. Türk Kürt İttifakını bozmak isteyen taraf var mı?! Kürt örgütlenmeleri var olan demokratik sorunlarını tartışma dışında tutarak gelecege bırakıyorlar. Aynen İttiharçılar gibi. Kendi ikdidarlarında çözmek üzere!.... "ölme eşşegi yaz geleince yonca yersin" misali... Tabiiki bu inkarcı tekçil dayatmalar da "ulusal birligi" tarihiyle yüzleşmeyi gündemine alamıyor. "Ya beni desteklersin ya da düşmansın" ucuz dayatmalar ile ittihatçi ittifaka böylece devam ediliyor.... Kızılbaş Şafii sorunu Dersim de hayati önem taşıyor. Bu ortak sorunun tartışılabilinir hale getirilmesine her dürüst insanin katkılarına önemle ihtiyaç var. Bu sorunu açık dillendiremeyen KIZILBAŞ tarafın kaçamak tepkilerini görmek gerekiyor. "Biz Kürt degiliz(!) zazayız" demelerinin altında gizlenen asıl gerçeklik şu; Kızılbaşlıklarına açık taraf olmadan sorundan kaçılıyor!... Kürt milliyerçilerine olan güvensizliklerini bu yolla dışa vuruyorlar. Bence her iki tepki de sagliksizdır. Açık Kızılbaşlıklarıyla kendilerini ifade etmelidirler. Diyer yanda Kürt milliyerçileri de kendine tabi olmayanları düşman görmeleri yanlıştır, ittihatçılıktır. Her iki kesimin de kendilerini sorgulayıp, yenilemeye, demokratikleşmeye adımlar atmalıdırlar. Tarihileriyle yüzleşerek ittihatçı ittifaktan köklü bir kopuşa ihtiyaçları vardır. Türk Devlet'i Kürt Meselesinin çözümünü TRT-6 açılımı ile sınırlı görüyorlar. Belki bu 1930-40 yıllara göre iyi. Ama 16 Kürt TV kanalının yayında olduğu günümüzde bu açılım deveden tüybile degildir! TSK Siyasal hayattan çıkartılıp, normal kışlasına sokulmadan demokratikleşme mümkün olmaz. TC. tarihi buna örnek. Var olan Alevi Bektaşi örgütlenmelerinin orducu tutkularının sorgulanması yapılmadan demokratikleşme hayaldir. Siyasal alana çıkıp sorumluluk alıp demokratikleşmeye katılarak Alevilerin de benim partim diyebilecegi örgütlenmeyi üretmek önümüzdeki sürecin görevi olmalıdır... Yaşamın her alanında düstürümüz dürüstlük olmadikça, birbirimizi kandirmaya kalkarak kendimiz olamayız.. Her aidiyetin kendisi olmasi dilegi ile can cana!.. kı zı l ba ş - sayı 9 - s a yf a 3 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de ERDOĞAN ÇINAR SKANDALI Hamza Aksüt PİR SULTANA ÇEVİRME TEKNİĞİ Son yıllarda Türkiyede Aleviliği her yere, her topluluğa ve her inanca bağlama furyası başladı. Birkaç yıldır Hititler ve Luviler revaçta. Hitit tezinin savunucusu Kemal Soyer. Erdoğan Çınar, Kemal Soyerden daha yiğit çıktı, Alevileri bir anda Hititlerden önceki Luvilere bağladı. Ama bir gerçek var ki, Soyerin ve Çınarın, Kürt Aleviler Ermeni kökenlidir diyen Türk Tarih Kurumunun eski başkanı Yusuf Halaçoğlunu sollamış olmaları. Soyer ve Halaçoğlunu başka yazılara bırakarak bu yazıda Çınarın tezlerini ele alacağım. Pardon, tezleriyle birlikte çevirilerini de ele alacağım. Çınarın bilim ahlakı yönünden hangi derecede olduğunu okurlar takdir edecek. BÖLÜMI - ÖĞRETMEN PİR OLDU, KİLİSE, ALEVİ OCAĞI PİRLER OLDU St PAUL HAYRANI Konuyu bilmeyenler için Erdoğan Çınarın tezlerini birkaç cümleyle özetleyelim: * Alevilerin kökeni, Hititlerden önce Anadoluda yaşamış olan Luvilere dayanır. * Bizans döneminde Paulikienler denen dinsel grup Alevidir. * Paulikienler altı dede ocağı kurmuştur. * Pir Sultan diye bilinen kişi aslında bir Paulikien önder olan Silvanustur. * Silvanusa, Pir Silvanus demekte bir sakınca yoktur. Böyle olunca Pir Silvanusa Pir Sultan demekte de bir sakınca yoktur. Silvanusun başına gelenler Pir Sultanın da başına gelmiştir. * Paulikienler, Hıristiyan değil, Alevidir. Her şeyden önce Erdoğan Çınar, Aleviliği Anadoluya özgü bir yapı sanmakta, Suriye, İran, Irak gibi ülkelerde dede ocaklarıyla birlikte milyonlarca Alevinin yaşadığını bilmemektedir. Ayrıca, Alevilerin Türk, Kürt, Arap ve Rom gibi etnik kökenlerini dikkate almamaktadır. Gerçi bu, yalnızca Erdoğan Çınarın düştüğü bir hata değildir. Türkiyedeki birçok araştırmacı aynı durumdadır. Bu nedenle Çınarın bu yanılgısı mazur görülebilir. Biz gelelim asıl konuya. Erdoğan Çınar, kaynakları nasıl kullanmaktadır? Yabancı dilde yazılmış kaynakları Türkçeye çevirirken tahrifat yapmakta mıdır? Bir başka deyişle, başta Alevi aydınlar olmak üzere okurları kandırmakta mıdır? Eğer kandırıyorsa, yıllardır bu kadar düşünce üreten aydın ve araştırmacı, Çınarın yazdıklarına nasıl inanabilmekte ve yer yer ona övgüler dizebilmektedir? Paulikienleri Alevi olarak sunmak istediğinde, Bizans ve Ortodoks Kilisesi arşiv kayıtlarını kullandığını söyleyen Erdoğan Çınar, hemen hemen tüm kaynak notlarında şu iki kaynağı gösteriyor ve zaman zaman bunlardan bire bir çeviri yaptığını söylüyor: a- Pecis, ed. C. Astruc, W. ConusWolska, J. Goillard, P. Lemerle, D. Papachyryssanthou and J. Paramelle, Peter of Sicily, T And M 4 (1970). b- Pecis, ed. C. Astruc, W. ConusWolska, J. Goillard, P. Lemerle, D. Papachyryssanthou and J. Paramelle, Peter the Higoumenos, T And M 4 (1970). (Not: Hemen belirtelim, Çınar sayfa numarası da vermiyor. Bazen de s. 69-97 gibi 28 sayfalık bir aralık gösteriyor, ya da age. diyerek kitabın tümünü gösteriyor.) Bizans görevlisi Peter of Sicilynin ve öteki Bizanslıların Grekçe yazdığı metinleri, Janet Hamilton ve Bernard Hamilton İngilizceye çevirerek, Christian Dualist Heresies in the Byzantine World adlı kitapta yayımlamışlardır. Çeviri için eski Slovence uzmanı Yuri Stoyanoy yardımda bulunmuş. Peterin kullandığı dil Grekçe. İngilizceye çeviri yapan yazarlar, terimleri özgün haliyle de vermiş. Her iki kaynak da dokuzuncu yüzyılda Bizans devleti görevlisi olarak Paulikienler üzerine gönderilen Peter of Sicilynin tuttuğu notlardan oluşuyor. (Not: Kaynak notlarına bakılırsa, Erdoğan Çınar, Grekçe metni kullanmış ve zaman zaman bire bir çe- viri yapmıştır. Ancak, bu durum kuşkuludur. Sayın Çınar hangi dilden çeviri yaptığını belirtirse kendi tezleri açısından da iyi olacaktır. Çünkü Çınarın çevirisiyle, yukarıda adı geçen yazarların çevirisi arasında dağlar kadar fark vardır. Grekçe uzmanı Çınar metinleri doğru çevirmişse, bu üç yazar büyük zan altında kalacaktır.) İşte Size Erdoğan Çınar Usulü Çevirilerden Örnekler1- Erdoğan Çınarın Çevirisi:(Bizans görevlisinin Paulikienler hakkında tuttuğu notlardan bir bölüm)Papazlarımızı ve hiyerarşinin diğer özellerini reddediyorlar. Kendi papazlarına pir ve rehber diyorlar ve papazları kıyafet ve diyetleriyle veya yaşam biçimleriyle diğerlerinden ayırt edilemiyor. (Erdoğan Çınar, Kayıp Bir Alevi Efsanesi, s. 145) Ne güzel değil mi, insanın buldum buldum, diye bağırası geliyor. Bizans döneminde, Anadoluda dinsel önderlerine pir ve rehber diyen bir inanç grubu var! Tam da bizim Aleviler! Peki, kim yazmış bunu? Paulikienlerin üzerine gönderilen Bizanslı bir görevli: Peter of Sicily. Grekçe Metnin İngilizceye Çevirisi They reject our priests and other members of our hierarchy. They call their own priests synekdemoi and notaries; they are not distinguished from the others by dress or diet or the rest of their manner of life.Metinde ne pir var, ne de rehber. Metnin Doğru Çevirisi Onlar, papazlarımızı ve hiyerarşimizin diğer üyelerini reddediyor. Papazlarına synekdemoi ve notaries diyorlar; giyim, diyet ya da yaşam biçimiyle diğerlerinden ayırt edilemiyorlar. Görüldüğü gibi, ne pir var ne de rehber. Pir ve rehber, Çınarın uydurması. Sözü edilen insanlar, din adamlarına synekdemoi ve notary diyor. Çeviri ile ilgili bilim ahlakı yönünden takdir okurların. Peki, synekdemoi ne? Yeni Ahitte, St Paulün yardımcısı olan Hıristiyan papazlara verilen ad. Sözcük, yol/gezi arkadaşları (travelling companions) anlamında. (Janet Hamilton, aynı yapıt, s. 10) Erdoğan Çınar neden pir sözcüğünü kullanıyor? Gayet açık: Silvanusu, daha sonraki sayfalarda Pir Silvanus olarak sunacak, sayfalar ilerledikçe Pir Silvanusu, Pir Sultana çevirecek de ondan. (Peter of Sicilye göre Paulikienler, Silvanus ve öteki din adamlarına didaskalos da diyorlar. Grekçe bir sözcük olan didaskalos, öğretmen anlamında (didakt, öğretme). kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 4 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de 2- Erdoğan Çınarın Çevirisi:Konu: İmparatorluk görevlisi Symeon, Constantine/Silvanusu (Erdoğan Çınarın Pir Sultanı) taşlatıp öldürüyor. Daha sonra başkent İstanbula dönüyor. Yaptığına pişman oluyor ve Cibossaya dönüp Silvanusun yerine geçiyor. Üç yıl boyunca İstanbulda kaldı. Şeytan tarafından bütünüyle ele geçirilmiş olarak yalnız bir yaşam sürdü. Ardından her şeyi terk edip gizlice kaçtı. Sivasa geri döndü. (Aleviliğin Kökleri, s. 78) Grekçe Metnin İngilizceye Çevirisi: He was recalled to the emperor and stayed for three years in Cons-tantinople, living privately, and was compeletely taken over by the devil. He abandoned everything and ran away secretly, and came to the aforesaid Cibossa. Çeviri bir şey dışında doğru. Çınar, Cibossayı Sivas olarak çeviriyor. Bizans döneminde Sivasın adı Sebastia. Pir Sultan Sivaslı olduğu için Çınar, Cibossayı Sivas olarak sunuyor. 3- Erdoğan Çınarın çevirisi: Kendisine Titus diyen, İmparatorun emriyle Silvanusu taşlatan ve onun ardından Sivastaki ikinci Pir olan ve Justus tarafından Şebinkarahisar piskoposuna ihbar edilen ve İmparatorun emriyle Silvanusa atılan taşların oluşturduğu kümenin hemen yanında yakılan Symeona lanet olsun. (Aleviliğin Kökleri, s. 143) Grekçe Metnin İngilizceye Çevirisi: Anathema to Symeon who called himself Titus, who, after he had stoned Constantine on the emperors orders, became the second teacher at Cibossa, was denounced by Joseph his disciple to the bishop of Colonea, and was by the emperors order brunt near the heap of stones where Constantine had been stoned. Metnin Doğru Çevirisi Kendisine Titus diyen, imparatorun emriyle Constantinei taşlatan, daha sonra Cibossada ikinci öğretmen olan, Justus tarafından Colonea piskoposuna ihbar edilen ve imparatorun emriyle Constantinee atılan taş yığınının yanında yakılan Symeona lanet olsun. Metinde pir yok, teacher (öğretmen) var. İngilizceye çevirenler bunu didaskalos yerine kullanmışlar ki, gayet doğru. Öyleyse Symenon nasıl ikinci pir oluyor? Metinde Sivas da yok, Cibossa var. Bizans döneminde Sivasın adı Cibossa değil, Sebastia. (Metini yor- umlayan uzmanlar, Cibossanın neresi olduğunun bilinmediğini belirtiyor: Cibossa is not otherwise known.) Erdoğan Çınar buna neden gerek duymuş? Çünkü Pir Sultan Sivaslı, öyleyse Cibossayı, Sivas olarak sunmak gerek! Erdoğan Çınar hızını alamayıp o kadar ileri gidiyor ki, yer yer Cibossayla kastedilen yeri Yıldız dağlarının eteği (yani Pir Sultanın yaşadığı yer) olarak sunuyor. Metinde taşlanan kişinin adı Constantine. Çınar bunu Silvanus olarak çeviriyor. Neden? Çünkü aşağıda da değineceğimiz gibi Silvanusun asıl adı Constantine. Çınar Constantine adını okurlardan gizliyor. 4- Erdoğan Çınarın Çevirisi:Konu: Silvanusun taşlanarak öldürülmesi. Constantine/Silvanusu taşlatan İmparatorluk görevlisinin adı Symeon. Symeon geldi, yerli yöneticilerden Typhon adında birini kılavuz olarak yanına aldı. Sivasta herkesi toparladı ve Şebinkarahisar kalesinin güneyine götürdü ve onlara önlerinde bağlanmış halde bulunan biçareyi taşlamalarını emretti. Herkes eline bir taş aldı ama kendilerine Hakktan yollandığını düşündükleri pirlerine atmamak için, ellerindeki taşı arkalarına fırlattılar. Şimdi evlatlığına verdiği eğitimin ve öğrettiklerinin ödülünü alıyordu. İmparatorluk görevlisinin verdiği emir üzerine Justus eline bir taş aldı ve ikinci bir Goliath gibi taşı ona fırlatıp onu öldürdü. (Kayıp Bir Alevi Efsanesi, s. 158; Aleviliğin Kökleri, s. 142) Grekçe Metnin İngilizceye Çevirisi: Symeon arrived, took as his companion one of the local archons, named Typhon, and going to the place, gathered them all together and took them to the south of kastron of Colonea. There he made the wretch stand with his disciples facing him, and ordered them to stone him. They picked up the stones, and dropping their hands as if to their girdles, they threw the stones behind them, so as not to hit their teacher, whom they belived had been sent to them by God. Now this Salo-anus had sometime previously adopted a certain Justus and taught him the Manichaean heresy. He now recieved from him a fitting reward for this education and teaching. On orders from the imperial official, Justus picked up a stone, hit him like a second Goliath, and killed him. Metnin Doğru Çevirisi: Symeon ulaştı. Yanına yerel yöneticilerden Typhon adında birini aldı, onları topladı ve Colonea kalesinin güneyine götürdü. Onlara, önlerinde duran biçareyi (ya da kötü adamı) taşlamalarını emretti. Taşları aldılar, ama Tanrının (God) kendilerine gönderdiğine inandıkları öğretmenlerine vurmamak için arkalarına attılar. Salo-anus, Justus adında birini evlatlık edinmiş ve ona Maniheist sapıklığını öğretmişti. Şimdi, bu eğitimin ve öğretimin ödülünü alıyordu. İmparatorluk görevlisinin verdiği emir üzerine Justus, eline bir taş aldı ve ikinci bir Goliath gibi taşı fırlatıp onu öldürdü. Metinde Hakk sözcüğü yok, God var. Hıristiyanların tanrı anlamında kullandığı sözcük. Çınar neden Godı, Hakk olarak sunuyor? Gayet açık: Alevilikte Hakk terimi var ya. Metne göre Silvanus taşla öldürülmüş. Erdoğan Çınar bunu yeterli görmüyor, metinde olmadığı halde, taşla öldürülen bu kişiyi bir de astırarak idam ettiriyor. Neden bunu yapıyor? Gayet açık, Pir Sultan asıldı ya! Pir Silvanus Yıldız Dağının eteklerinde önce Symenonun emri ile kendisine yol oğlu olarak aldığı, en sevdiği müridi tarafından başlatılan taş yağmurunun altında kaldı. Sonra da asılarak idam edildi. (Aleviliğin Kökleri, s. 142) Metinde yol oğlu terimi yok. Çınar bunu neden uyduruyor? Justusu, Hızır Paşa yapacak ya ondan! Yıldız Dağı da nereden çıktı? Hiçbir metinde yok. Hatta metinlerde Sivasın adı bile geçmiyor. Sivasın Bizans dönemindeki adı Sebastia. Colenea, Şebinkarahisar. Metinde Coleneanın güneyi deniyor. Çınar, Yıldız dağının Şebinkarahisarın güneyinde olduğunu söylüyor. Yıldız Dağı, Şebinkarahisar ile Cibosso Kastronunun (Sivas Kale-si) arasında Şebinkarahisarın güneyinde Sivas Kalesinin kuzeyindedir. (Kayıp Bir Alevi Efsanesi, s. 170-171) Acaba Erdoğan Çınar hiç haritaya baktı mı? Yıldız Dağı, Şebinkarahisarın bir hayli batısındadır. Ayrıca, metinde Maniheizmden söz edildiği halde Çınar bu bölümü neden almamış? Aslında alabilirdi. Maniheist terimini Alevi olarak çevirebilirdi! Erdoğan Çınar devam ediyor: En sevdiği müridinin attığı taş ile Hakka yürüyen Mananalisli Pir Silvanus, Alevilerin ünlü mürşidi ve Alevi sözlü geleneğinin kurucusu ve büyük ustası Pir Sultan Abdaldır. (Aleviliğin Kökleri, s. kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 5 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de 142-143) Çınarın, Silvanusun asıl adı olan Constantinei okurlardan nasıl gizlediğini aşağıda göreceğiz. Paulikienlerin Cem Evi İn an allegory, when adressing us they refer to their own assemblies as the Catholic Church, but among themselves they refer to them as oratories. (proseuchai) (Janet Hamilton, aynı yapıt, s. 95) Burada söylenen ne: Paulikienler, Katolik kilisesine gittiklerini söyleseler de bu bir kandırmacadır. Aslında proseuchai dedikleri küçük mabetlere gitmektedirler. Sayın Çınar, bu terimi cem evi olarak tercüme etmekte bir sakınca görmemektedir. (Bakınız, Aleviliğin Kökleri, s. 137; Kayıp Bir Alevi Efsanesi, s. 144) Paulikienlerin Katolik kilisesine gitmemesi gayet doğaldır, çünkü onlar Paulikiendir. KİLİSELER BİR HAMLEDE ALEVİ OCAKLARINA NASIL ÇEVİRİLİR? Anathema to those who say that there are six Paulician Churches, Macedon, which is a kastron of Colonea called Cibossa, which Constantine/Silvanus taught and Symeon/Titus; Achea, which is Mananalis, a village is Samosata, which Genesius/Timothy taught; the church of the Philippians, taught by Joseph/Epaphroditus; the churc of the Laodiceans, that is the people of Mopsuestia; the church of the Ephesians, who are the Cynochoritae; these there Churchs were, they say, seduced by Sergius/Tychicus. Başka bir metin: They say that there are six Churches in their confession; the Church of Macedonia, Which is kastron of Colonea; Cibossa, which was instructed by Constantine/ Silvanus and Symenon/Titus; Achea, which is a village of Samosata; Mananalis, Which was instructed by Gegnesius/Timothy; the Church of the Philippians, by which they mean the disciples of Joseph/Epaphroditus and Zacharias whom they call the hireling shephered; the Church of Laodiceans, by which they mean the people of Argaoun, and that of the Colossians, meaning the Cynochorites. These three Churches were, they say, instructed by Sergius/Tychius. (s.94) Bu paragraflarda dile getirilenler şunlar: Altı kilise var. 1- Makedon Kilisesi: Constantine/ Silvanus ve Symeon/Titus tarafından kurulmuş. 2- Achea Kilisesi: Samaosatada Gegnesius/Timothy tarafından kurulmuş. 3- Phlippians Kilisesi: Joseph/ Epaphroditus tarafından kurulmuş. 4-Laodiceans Kilisesi: Mopsuestia ya da Argaoun halkının kilisesi ve Sergius/Tychius tarafından kurulmuş. 5- Efes Kilisesi: Aynı kişi tarafından kurulmuş. 6- Colossians Kilisesi: Aynı kişi tarafından kurulmuş. Erdoğan Çınar Bu Metinlerden Şu Alevi Ocaklarını Çıkarıyor: Bizans ve Ortodoks Kilisesi arşiv kayıtlarında altısı Anadoluda bir tanesi de Balkanlarda olmak üzere yedi Alevi ocağından bahis olunmaktadır... Tahtacı Sergiusun Hakka yürümesinden sonra, sekiz yüz kırklı yıllarda Anadoluda altı büyük Alevi ocağının varlığını tespit edebiliyoruz... 1- Mananakian Ocağı: Çınara göre bu ocağın kurucusu, yedinci yüzyılda Mananalisten Sivasa giderek Banaza yerleşen Pir Silvanus. Ocağın iki kolu var. Biri Banazda biri de Pülümürün Haculiye köyünde. Şu bizim Hacılı köyü, Haculiye olmuş. Erdoğan Çınarın Hacı sözcüğü alerjisinden mi acaba? (Aşağıda bu alerjiden söz edilecektir.) Ocağın adı neden Mananakian? Ocağın bulunduğu coğrafyanın adı Mananalis de ondan. Mananalis neresi? Kaynak olarak kullandığı Bilge Umarın kitabına göre Tercan ile Kiğı arasında, Tuzla Suyu güney yanında uzanan bölgenin Bizans çağında kullanılan adı. Kökenini, öz biçimini, anlamını saptayamadım. (Bilge Umar, Türkiyedeki Tarihsel Adlar, s. 541). Sayın Umar, sözcüğün anlamını saptayamamış ama Sayın Çınar saptamış: Mananakian Ocağı adından da kolayca anlaşılacağı üzere Ma/Kadın Anaya atfedilmişti. (Aleviliğin Kökleri, s. 150). Oysa Ma sözcüğünün anlamını saptayan Bilge Umar. Ne diyelim, çırak ustayı geçer derler! Bizim Malatyanın ması da Kadın Anayla mı ilgili acaba? Yok canım, Malatyanın eski adı Melitene.Çınara göre bu ocak mensupları Ortodoks kilisesinin ve Bizanslıların baskısı nedeniyle Mananakian değil, Makedonian adını kullanıyordu. Böylece küçük bir değişiklikle tüm baskılardan kurtulmuş oluyorlardı. Bu sebeple Pir Silvanusun Yıldız Dağında kurduğu ocak Bizans kayıtlarına ve Or- todoks metinlerine Makedonya Ocağı olarak geçti. (Aleviliğin Kökleri, s. 140-141)Baskıdan kurtulan Paulikienler mi yoksa kaynakların baskısından kurtulmak isteyen bir Erdoğan Çınar mı söz konusu? 2- Achean Ocağı: Ortodoks kaynaklarında bu Alevi ocağının Timothy tarafından Mananaliste Samosatanın (ŞimşatkalePalu) bir köyünde kurulduğu ifade edilmiştir... Ağuçen Ocağının dedeleri Ocağın merkezinin ElazığPalu arasındaki Sün Köyü olduğunu söylemektedirler ki verdikleri bu coğrafi aidiyet bilgisi Bizans kayıtlarındaki Achean Ocağının merkezi ile bire bir örtüşmektedir. Achean ocağının bugüne ulaşabilen bir başka kolu da Kurachean (Kureyşan) ocağıdır. Palunun Seydili köyündeki Seyit Sabu ocağı, Acean ocağının bugüne ulaşmış bir başka koludur. Aynı şekilde Acheanlardan koparak zaman içinde ayrı ocaklar halinde örgütlenen Derviş Cemal, Baba Mansur, Şah İbrahimli ve Şah Ahmetli Alevi ocakları da bu ocağın ardıllarıdır. AcheanAğuçan ocağı ve bu ocaktan kopan ocak mensupları Palu, Elazığ, Tunceli ve Mazgirt köylerinde, kendi ana yurtlarında, halen yaşamaya devam ediyorlar. (Aleviliğin Kökleri, s. 151) Acheadaki kilise oldu Ağuçen ocağı! Acheanın sonuna n harfi birdenbire ekleniverdi. Kilisenin (pardon ocağın) kurucusu Genesius. Bu kurucu Timothy adını alıyor. Neden alıyor bu adı? Timothy, Hıristiyanlığın büyük kurucusu ve yayıcısı St Paulün müridi de onun için. Avuçan ocağının kurucusu, St Paule ne kadar hayran! Avuçan ocağının hangi kurucusu acaba? Köse Seyyid mi, Mir Seyyid mi, Seyyid Mençek mi, Koca Seyyid mi? (Not: Çınar, bir çırpıda bir sürü ocak adı sayıyor, Derviş Cemal, Baba Mansur, Şah İbrahimli, Şah Ahmetli ocaklarını bir çuvala dolduruyor. Aşağıda, birinci kitabında dile getirdiği dede ocaklarına da değineceğim. Ayrıca, Sün köyü Elazığ ile Palu arasında değil. Coğrafyayı değiştirmeye gücümüz yetmez.) 3- Epaphroditus Ocağı: Çınara göre bu kiliseyi (pardon, ocağı) Epaphroditus kurmuş. Pek çok defa güvenlik nedeniyle yer değiştiren bu kurucunun son durağı Orta Toroslarda, bugünkü Abdal Musa ocağının yakınlarında, Antalyanın kuzeyinde, Burdurun Bucak ilçesi Ürkütlü beldesindeki Komama antik kenti oldu. Bu ocak günümüzde Abdal Musa ocağı ola- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 6 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de rak biliniyor. (Aleviliğin Kökleri, s. 151-152) Erdoğan Çınarın kaynak olarak kullandığını söylediği Bizans ve Ortodoks Kilisesi kayıtlarındaki Epaphroditus kim acaba? Asıl adı Joseph olan bu kişi, kendisine Epaphroditus adını seçiyor. Neden bu adı seçiyor: St. Paulün Colessanlara yazdığı mektuplarda kardeşim dediği kişi Epaphroditus. Bizim Epaphroditus, yani Joseph, Pisidiadaki Antiocha gidiyor ve Philippi kilisesini kuruyor. (Peter Of Sicilynin notlarından:... but Joseph escape and run off as a fugitive towards Phrygia, and leaving there, he settled in Antioch in Pisidia. (Janet Hamilton, s.82, Kilise kurmasıyla ilgili bilgi için bak, aynı yapıt, s.18: Epaphroditus escaped arrest and went to Antioch in Pisidia in Central Anatolia, which had been evangelized by St Paul. There he founded the Paulicien Church of Philippi.) Kiliseye bu adı vermesinin nedeni, St Paulün Epaphroditusunun da aynı adlı kilisenin üyesi olması. Yani, hem Josephin aldığı ad, hem de kurduğu kiliseye verdiği ad, St Paul ekolünün ad vurma geleneğinden. Çınar, kilisenin (pardon, ocağın) adını neden Philippi değil de Epaphroditus olarak sunuyor, anlamak güç. Bir dakika, Pisidiadaki Antioch neresi? Çınarın kaynak olarak kullandığı (ama kaynak olarak göstermediği) Bilge Umarın tespitine göre bugünkü Yalvaçın atası. (Bilge Umar, aynı yapıt, s. 78) Erdoğan Çınar, kilisenin (pardon, ocağın) yerini Burdurun Ürkütlü beldesindeki Komama olarak sunuyor. Çınar bunu neden yapıyor? Çünkü ona ma hecesi içeren yer adları gerek. Komama, Kutlu Ananın Halkı demek. (Bilge Umar, aynı yapıt, s. 458) Erdoğan Çınarın kaygısı belki de Yalvaçın St Paulü hatırlatmasını önlemek. Çünkü, St Paulün ilk yolculuğunda uğradığı yerlerden biri Yalvaç. Hıristiyanlık tarihinde en önemli yerlerden biri. 4- Laodikian Ocağı: Çınara göre kurucusu Tahtacı Sergius. Bu kişi taliplerini Arguvana çağırmış, çağırıya uyanlar Laodikianlar olduğu için ocak bu adı almış. Ocağın merkezi de çok ilginç: Arguvan. Achean ocağından Sergiusun daveti üzerine yurtlarını terk ederek Arguvana yerleşen Acheanların merkezi Arguvanın Merzirme köyüdür. Acheanların bu kolu günümüzde Şah İbrahimliler olarak bilinmektedir. (Aleviliğin Kökleri, s. 152) Ne diyelim! Bizim Dede Garkınlı Şeyh İbrahim Veli ve talipleri meğer Avuçanlıymış. Şeyh İbrahim de herhalde Tahtacı Sergiusun halifelerinden birisidir! Zaten söylemlerinde ve gülbanklarında Sergius adı bolca geçiyor! Şeyh İbrahimin musahibi Ali Seydi kim acaba? Ona da Grekçe bir ad bulmak gerek! (Merzirme, Arguvana değil, Hekimhana bağlı. Samimiyetimle söylüyorum, Çınarın bu hatası mazur görülebilir. Sadece bilgi olsun diye belirtiyorum.) Ocağın kurucusu Sergius, kendisine Tychicus adını seçiyor. Tychicus, St Paulün risalesinde Lordun sadık müridi olarak anılan kişi. Sergius, Galatiada (Ankara yöresi) doğmuş bir Grek. Bu bölgedeki çalışmalarından sonra Niksar yakınındaki Cynochoriona gidiyor ve burada Laodicea kilisesini kuruyor. Burada çıkan olaylar sonunda Sergius ve müritleri Arguvana giderek Astatoilere katılıyor. 5- Efes Ocağı: Çınara göre Kurucusu Sergius. Bizim Tahtacı Sergius! Ocağın merkezi İzmirin Narlıdere kasabası. Bu ocağın bir başka kolu Emirbeyli olarak biliniyor. Çınarın daha önceki kitabında Timurbeyli olan ocak, son kitabında bu kez Emirbeyli olmuş. Hacı Emirli ocağını kastediyor herhalde. Ocağın kurucusu İbrahim Sani. Ne yapsın sayın Çınar, Hacı adını kullansa olmuyor, İbrahim ve Sani adlarını da kullanamıyor. En iyisi, Arapçayı çağrıştırmayan Timurbeyli ve Emirbeyli adlarını kullanmak. Gerçekten de zor bir durum. Çınarın yerinde olmak istemezdim. (Sayın Çınar da asimile olmuş Alevi yazarlar ve yöneticiler gibi hacı terimini Kâbeyi ziyaret etmiş kişi olarak mı anlıyor acaba? İngilizce sözlükle Türkçe metni açıklamak gibi bir şey bu.) Efes, St Paulün yaşamında önemli bir yere sahip. 6- Niksar Ocağı: Çınara göre kurucusu Sergius. Bizim Tahtacı Sergius! Mürşidi ise Baba İlyas. Danişmendliler on birinci yüzyılda burada bir devlet-dergâh kurmuş. (Aleviliğin Kökleri, s. 153-154) İyi de, bir kişi nasıl üç ocak kuruyor? Kilise kursa anlayacağız. Alevilikte bir eren yalnızca bir dede ocağı kurar ve o ocak, kurucusunun adıyla anılır. Sayın Çınar, dede ocağını bir bina ya da tekke mi sanıyor yoksa? Dede ocağı, bir dede grubuyla, o dede grubunun taliplerinin toplamı olan sosyal yapıya verilen addır. 7- Dimetoka Ocağı: Çınara göre zorunlu göç nedeniyle Anadoludan Balkanlara taşınan Alevi toplulukların mürşit ocağı olarak on birinci yüzyılda ortaya çıkmış. Ocağın merkezi Dimetoka. Çınarın kastettiği, Hacı Bektaş ocağına bağlı olan Kızıldeli ocağı herhalde. Yalnız, sayın Çınar, bu ocak kurucusunun adını vermeyi unutmuş. St Paulün hangi adamı kurdu acaba Kızıldeli ocağını? Peki, Çınarın Alevi Ocağı Kurdurduğu Bu Kişiler Kendilerine Hangi Adları Seçiyorlar? Ya da Ocak Kurucularının Tümü St Paul Hayranı! Symeon/ Titus: İmparatorluk görevlisi Peter of Sicily, Symeonun kendisine iyi bir ad seçerek Titus adını aldığını belirtiyor ve şöyle diyor: Ona Titus demeyeceğim, Ketos diyeceğim. Çünkü Titus, St. Paulün Creteye atadığı piskopos. Ketos ne, balina. Denizlerde hırsız gibi pusuya yatan balina. Erdoğan Çınar, Peter of Sicilynin bu notunu kitabına almış, ancak, St Paul bölümünü... ile geçiştirerek paragrafı şöyle tercüme etmiş: Ben ona Titus değil Kelos (Balina) diyeceğim. Ne de olsa kendisi denizin derinliklerinde saklanan balina gibiydi... Bazen denizciler ne olduğunun farkına varamaz ve (ada büyüklüğündeki) balinanın üzerine kanca atıp gemilerini bağlarlar. (Kayıp Bir Alevi Efsanesi, s. 163) Çınarın çevirdiği paragrafı aynen verelim: I will not call him Titus, for he was not the imitator of Titus whom Paul ordained a bishop in Crete, but Ketos (whale). He was like the whale of the sea which lurks in the water.. (Janet Hamilton, aynı yapıt, s. 79) Görüldüğü gibi Çınar, Titusun St Paulün atadığı bir piskopos olduğunu ifade eden bölümü saklıyor, okura sunmuyor, okurları kandırıyor. Genesius/Timothy: Timothy, St Paulün Book of Actine göre St Paulün müridi. (Timotheus/ Timothy, was a disciple of St Paul, see Acts 16.1 (Janet Hamilton, aynı yapıt, s. 80 dipnot) Joseph/Epaphroditus: Joseph bu adı niye almış? Hristiyan mitolojisine göre Epaphroditus, St. Paulün kardeşim, yoldaşım ve askerim dediği kişi. Erdoğan Çınarın Alevi Epaphroditusu, St. Paulün misyonerlik yaptığı Pisidyaya gidiyor ve kilise kuruyor. Sergius/Tychicus: Sergius bir Grek ve Galatiadaki (Ankara yöresi) Taviumun bir köyünde doğmuş. kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 7 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Adını niye Tyhchicus diye değiştirmiş? Tyhchicus, St. Paulün, Ephistelde tanımladığı gibi, Lordun aziz ve sadık kardeşi (a beloved brother and faithful minister in the Lord EPH. 6.21) Sergiusun takipçilerine Astatoi deniyor. Bu ad, St. Paulün bizler evsiz, barksız gezenleriz ifadesi ile açıklanıyor. Sergius, St. Paul gibi pastoral mektuplar yazmış. Constantine/Silvanus (Erdoğan Çınarın Pir Sultanı): Peter of Sicilynin yazdığına göre Constantine, Mananalisten ayrılarak Cibossaya gidiyor. Kendisinin, Paulün mektubunda Makedonyaya gönderildiğinden söz edilen sadık müridi olan havari olduğunu söylüyor. Siz Macedoniansınız. Ben Paulün size gönderdiği Silvanusum (Janet Hamilton, aynı yapıt, s. 78). Constantine, (Çınarın Pir Sultanı) kendisine Silvanus adını seçiyor ama Bizanslı görevliler ona bu adı layık görmüyorlar, sahte Silvanus diyorlar. Also called pseuda-Silvanus (Janet Hamilton, aynı yapıt, s. 101). Onlar sahte Silvanus diyorlar ama Çınar, Silvanusun asıl adı olan Constantinei okurlardan saklıyor, yazılarında hep Silvanusu kullanıyor. Neden acaba? Bu isim, 680 yılında Sivasta asılan Pirin asıl adı değildi. Pir Silvanus bu ismi Alevi sözlü geleneğinin başlatıldığı ve kurumlaştırıldığı Cibossa (Sivas) Alevi ocağını kurduktan sonra aldı... (Kayıp Bir Alevi Efsanesi, s. 159) Kısacası: Constantine ve ardılları, St Paulün müritlerinin adlarını alıyorlar. Kurdukları kiliselere de hep St Paulün ziyaret ettiği yerlerin adını veriyorlar. (Later didaskaloi followed Constantines example and took the names of Pauls disciples, and also called their churches after places visited by Paul. J. Hamilton..., aynı yapıt, s.12) Yaşadıkları olaylar da Paul zamanındaki olaylara benziyor. Eğer Çınarın Pir Sultan olayı bunlardan biriyse Pir Sultanı Hıristiyanlığın ilk şehidi Stephan olarak ele alabiliriz. Ne diyelim. Constantine Silvanusun İki Kitabı Erdoğan Çınar Draconus adında birinin Suriyede bir süre tutuklu kaldıktan sonra bir yolunu bularak kaçtığını, köyüne dönerken yol üstünde Paluya uğradığını belirttikten sonra Silvanusu, Draconusun huzuruna çıkarıyor ve niyaz aldırıyor. Yaza kadar bu iki pir uzun uzun sohbet edip yolun erkânını derince konuşuyorlar. Draconus giderken Constantine Silvanusa iki kitap veriyor. Silvanus bu iki kitabı önce kalbinin üzerine, sonra dudaklarına götürüyor, ardından ikisini de heybesine koyuyor. Ve mürşidini yol ayrımına kadar uğurluyor. (Kayıp Bir Alevi Efsanesi, s. 150-152) Çınara göre bu kitaplardan birisi Kudret (Dynasis). Çınar öteki kitabın adını vermiyor. Peki, Peter of Sicily bu konuda ne diyor: Suriyeden dönen bir mahkum Constantinee iki kitap veriyor. Bunlardan birisi Gospel, öbürü de Apostle. Sicilynin yazdığını aynen alalım: This man entertained in his house for some time a certain deacon, a prisoner who was returning to his own country from Syria and came first to Mananalis. All this we found by careful enquriy. The prisoner was bringing back from Syria two boks one of the holy Gospel and the other of the Apostle, which he presented to Constantine in return for his hospitalıty. (Janet Hamilton, aynı yapıt., s. 76) Gospel İncil demek. Apostle ise St Paulün yazdıkları. Buna göre Suriyeden gelen iki kitap tamamen Hıristiyanlıkla ilgili. Üstelik Hıristiyanlığın temel metinleri. Bunları Alevi kitapları diye yutturmaya çalışmaya ne demeli? Çınarın sözünü ettiği kitap Dynamis Bizans Kilisesinin onuncu yüzyıla ait lanetleme metinlerinde geçiyor. Bu bölümde kilise yetkilisi kendisine aykırı görüşlere sahip olan tüm mezhepleri, şeytana tapanları vb. ile birlikte Paulikienleri de lanetliyor. O kadar ki, Katolik Kilisesine aykırı düşünenleri lanetliyor: Anathema to those who dont think as the Holy Catholic Apostolic Church thinks. (J. Hamilton, s, 109) Peki, Dynamis nedir? Dynamis, bir gnostik çalışmadır. Hıristiyanlığın da gnostizmi vardır. Bizans metinlerini inceleyen ve yayımlayan araştırmacılara göre Paulikienlerin geleneğinde herhangi bir gnostik (ya da maniheist) etkinin izleri yoktur. Gnostik nitelemesine erken anti-heretik Ortodoks kaynaklarda rastlanmaktadır. (Janet Hamilton, aynı yapıt, s. 8, 109 dipnot) Peki, Erdoğan Çınar okuduğu orijinal metindeki Apostle ve Gospeli görmemiş mi? Bunların Hıristiyanlığın temel metinleri olduğunu bilmiyor mu? Bildiği için mi iki kitap diye ad vermeden geçiyor? Okuyucudan saklıyor. Kaynak: http://www.alevigundem.com kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 8 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de bu sevdaya düştük bir kere e r d o ğ a n ç ı n a r Alevi erkanında dede lik yapmanın yol diliyle ifade edersek- cem- cemaat görmenin yada ''görgü sorgu yürütmenin- iki şartı vardır: -Ocak soylu olmak yada bir ocaktan el almış olmak -Dört kapının sırlarına vakıf olmak Alevi yolunda büyük bozulma 1930 lu yıllarda başladı, Bozulma 1950 li yıllarda köyden kente göç süreciyle birlikte hızlandı. Altmış yetmiş yıl gibi kısa bir sürede, o muhteşem uygarlık, o kadim erkan adeta yok oldu, göçtü gitti. Alevi yolundaki bu büyük çöküşün en büyük nedeni dede olma vasfı taşımayan ocak soylularının erkan kurallarını çiğneyerek dedelik yapmalarıydı. Onlar geldikleri ocakların saygınlığının ve inanırlığının üzerine basarak etrafa cehalet saçtılar. Dört kapı disiplininden mahrum dedelik kisvesine bürünmüş,ocak soylular okul görmemiş, bilgisayarla tanışmamış köylü Aleviler üzerinde oldukça inandırıcıydılar. Ancak zaman içinde köylülükten kurtulan Aleviler için onların söylemleri anlamlarını yitirdi. Şehir hayatı ve Alevi toplumunun eğitim seviyesinin yükselmesiyle birlikte bu sözde dedeler devirlerini tamamlamış oldular. Şehir hayatı ve yükselen Alevi bilinci ile bu sözde dedelerin miadını doldu ama Alevilik büyük yaralar al- masına rağmen tam olarak ortadan kaldırılamamıştı. Kalan işi tamamlamak için yeni aktörlere ihtiyaç duyuldu. Ben size yarım kalmış bir cinayetin yeni faillerini takdim edeyim; Bunlar Alevi yarım aydınlarıdır. Yarım Aydın Gözüyle Alevi Ocakları: Alevi ocakları Alevi toplum yaşamının bütün alanlarına müdahale eden, taliplerinin sosyal yaşamlarını biçimlendiren bir ruhani gücün otoritesi etrafında kenetlenmiş sosyal örgütlenmelerdir. Alevi ocak sistemi aynı zamanda bünyesinde kadim sırlar saklayan ve bu sırları, kendi kurumsal yapısı içinde yetiştirdiği İnsan-ı Kamiller aracılığı ile sonraki kuşaklara aktaran bir gizem okuludur. Alevi ocaklarının tarihi, toplumsal işlevleri ve kurumsal işleyişleri doğru bir perspektifle ortaya konduğunda Alevilikle ilgili pek çok kör nokta aydınlanacakken. Sözde dedelerin hurafelerini devir almış Alevi yarım aydınları tarihin en büyük yalanını büyük bir pişkinlikle tekrarlıyorlar Hamza Aksüt Ocak 2009 da yayınlanan Alevi ocaklarını konu alan kitabında şunları yazıyor; Aleviliğin temel kurumu olan dede ocaklarının ve onlara bağlı toplulukların tarih içinde izini sürdüğümüz- de varılan coğrafya Mezopotamyadır. Bu durum gayet doğaldır. Müslümanlık her ne kadar Mekke ve Medine de ortaya çıkmışsa da Müslüman topluluklar çok kısa bir süre sonra bu coğrafyayı terk ederek Irak ve Suriyeye taşınmıştır. Suriye Emevilerin, Irak ise İmam Aliye bağlı olanların coğrafyası haline gelmiştir s. 413 Dede ocakları için verilen sonuçlardan biri de ezici çoğunluğun Musa Kazımcı olmasıdır. (S. 414) Ocakların çoğunluğunun bu durumda olması için şu yorum yapılabilir. Altıncı İmam Cafer-i Sadıktan sonra imamlık konusunda iki gurup ortaya çıkmıştı. Bunlardan birincisi İmam Caferin büyük oğlu İsmaili İmam olarak tanıyanlar ki bunlara İsmaililer dendi. İkinci gurup ise Musa Kazım-ı imam olarak tanıdı ve daha sonra İmamların on ikincisi Muhammedi Mehdi kabul etti. İşte dede ocaklarındaki Musa Kazımlılığı bu bağlamda ele almak gerekir. S.415 Topluluklar etnisitesine göre seyit guruplarının talibi olmuştur. Türk talipler Hacı Bektaş, Dede Garkın, Ağuçan ve Sultan Sahak. Kürt Talipler Baba Mansur Ağuçan, Derviş Cemal ve Sultan Sahak ocaklarının talibidir. S. 416 Yakın geçmişte kendisine dede süsü vermiş cahil takımı da aynen bunları söylüyorlardı..Onlar uzun metinler yazacak kadar okuma yazma bilmediklerinden bunları kağıda dökememişlerdi. Hamza Aksüt bu hurafeleri olduğu gibi yazıya geçirmiş. Elinde kanıt olarak cahil takımından devraldığı biçare söylemlerden başka hiçbir veri yok. Onun aktarımlarından şu sonuç çıkıyor. -Anadoluda bulunan Alevi ocaklarının tamamı seyit gurupları, yani kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 9 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Arap soylular tarafından kurulmuşlardır. Bu ocakların kurucuları da ezici çoğunluğu Musai Kazımın (745-799) torunlarıdır. Yani; Pir Sultan Abdal, Battal Gazi, Baba İlyas, Yunus Emre, Kızıldeli Sultan, Hacı Bektaş-i Veli, Abdal Musa, Güvenç Abdal, Kaygusuz Abdal, Baba Tekeli, Nur Halife, Hubyar Sultan, Cemal Abdal, Kalender Çelebi ve diğer Alevi mürşitler imamların soyundan gelen Arap asilzadeleriydiler. Anadoluda ve Balkanlarda iki yüz elliden fazla Alevi ocağı var. Bu ocak soylularının nüfusu elde net bir veri olmamasına rağmen milyonları buluyor olmalıdır. Bu sayı Musai Kazımın Irak Suriye İran ve Arabistandaki akrabalarının toplam sayısından çok ama çok fazladır. Akla gelen sorular şunlar; -Araplar Anadoluda bu kadar çok sa-yıda akrabalarının bulunduğunun ve bu akrabalarının yüzyıllar boyunca Anadoluya ışık saçtıklarının neden farkında bile değiller. -Musai Kazımın elli dört yıl sürmüş yaşamı boyunca Anadoluya hiç uğramadığı biliniyor,. O halde onun Anadoludaki bu geniş akraba topluluğu nasıl ortaya çıktı. (Hamza Aksütün bu konuda bir açıklaması yok.) Benim aklıma iki ihtimal geliyor. Birinci ihtimal; Onuncu yüzyıldan başlayarak Anadoluya büyük bir Arap göçü yaşandı. (Herhalde tarih yazıcılarının dalgınlığına geldi, bu büyük göçü yazmayı unuttular) Göç edenlerin büyük çoğ-unluğu Musai Kazımın torunlarıydılar. Bunlar Anadoluya yerleştikten sonra kendi dilleri Arapçayı bir ke-nara bırakarak Bağlama çalıp, Türk-çe nefesler söyleyip, Kürtçe sohbetler etmeye başladılar. Ortaya Alevi-lik çıktı İkinci ihtimal; Onuncu ve on birinci yüzyıllarda Asya üzerinden Anadoluya doğru yola çıkan Türklerin arasından çok sayıda Türk kadını göç yolları üzerinde Musai Kazımın akrabaları ile kısa süreli evlilikler yaptılar. Kucaklarında (yada karınlarında) bu evlilikten olan çocuklarla Anadoluya geldiler. Anadoluda Aleviliğin temellerini atan işte bu çocuklardır. İçini açıp ta baktığımız zaman komik gelen bu zırvalar ak kağıt üzerinden yarım aydınlar eli ile yeniden pazarlanılmaya çalışılıyor. Kağıtlar ve zihinler kirletiliyor. Esas olan gözlerden kaçırılıyor. Alevi Ocaklarının Kökleri: Anadoluda Alevi Ocaklarının tarihi. Hitit-Luvi çağında Kadın Anaya (Ma) adanmış dergah devletlerle başladı. Bu dergah devletlerde kutsal ayinlerin yapıldığı yere Kadın Ananın evidenilirdi (Ma beth) Luvi dilinde, Ma: Kadın ana, Beth, Ev, demektir. Bu sözcük. (Mabeth) zaman içinde mabete dönüşmüştür. Eski çağda Ma bethlerde yaşayan ve tüm yaşamlarını mabethlere adamış ruhanilerin, mabethle olan aidiyet bağını vurgulayan bir isimle adlandırılmış olmaları yadsınamaz bir ihtimaldir.. Alevi ocaklarının köklerini Arap çöllerine taşımakta mahir olan yarım aydınların sırtlarını dayadıkları, Ehli beyt sözcüğünün ev ehliyada ev halkından olan anlamına geldiği herkesçe bilinir.Ancak o çok tekrarlandığı için herkesçe doğru olarak kabul edilen çok yaygın ve çok yanlış bilginin aksine bu tanımlama içindeki ev Hz. Alinin evi değildir. Burada bir gizli anlam vardır. Burada kast edilen ev Kadın Ananın evidir. Yani Mabethtir. Bu bir sırdır. Alevi ince yolu içinde taşıyabilecek olana aktarılan sırr-ı hakikatlerden yalnızca bir tanesidir. Bana öyle geliyor ki; Alevi terminolojisi içinde bundan böyle; Ehli beyt sözcüğü yerine Ehli Mabeth yada kısaca Ehli Beth sözcüğünü kullanmanın zamanı gelmiştir. Şu yarım aydınların elinden sevdikleri oyuncaklardan birini daha alma vaktidir. Alevi yarım aydınları Alevi ocaklarının köklerini Arap çöllerine taşımak için birbirleri ile yarış ededursunlar, Roma İmparatorluğunun Senato kararları onları yalanlıyor. Arkeolojik bulgular; Roma İmparatorluğu Senatosunca bu ocaklara kutsallık ve dokunulmazlık statüsü verildiğini ortaya çıkardı. (Kanıt Tokat müzesi bahçesinde sergilenen mermer kiriş üzerindeki yazı) Alevi yarım aydınlarını yalanlayanlardan biri de Strabon; Eski çağın ünlü gezgini ve coğrafyacısı Strabon Hacı Bektaşi Veli Ocağının iki bin yıl öncesinden kaydını tutmuş. Strabon bu kadim dergahın birinci yüzyılda üç bin yatılı dervişi olduğunu ve yılda yüz talantonluk gelir sağlayan geniş arazileri bulunduğunu zikrediyor. (Strabon, Geographika XII.2) Charles Texier benzer bir tespitle Battal Gazi ocağının geçmişinin eski çağa dayandığını güvenilir verilerle açıklıyor. (Charles Texier- Asia Mi-nor) A.W.Hasluckta Bektaşilik Tetkikleri adlı çalışmasında aynı görüşleri dile getiriyor. İslam coğrafyası içinde yaşamak zorunda kalan Alevi ocakları savunma güdüsü ile gerçek bilgiyi sır ederek, düşmanlarını bir nebze olsun savuşturdular.. Alevi ocakları, çaresizlikten geliştirdikleri bu korunma kalkanının içine Musai Kazımı da katarak ve bu söylemlerini uydurma soy ağaçları ile süsleyerek dışarıya karşı daha inandırıcı olmaya çalıştılar. Ancak bunların hiçbirisi gerçek değildi. Gerçek değildi çünkü; Musai Kazımın ne kendisi, ne öncelleri ne de ardılları bırakın Aleviliğin kurucu mürşitleri olmayı Aleviliğin Aslından bile haberdar değillerdi. İşte Alevilik denince ilk akla gelenler -Ayin-i Cem -On iki hizmetli -Kırklar meclisi -Varlığın birliği -Semah -Nefes, bağlama -Dört kapı kırk makam -Alevi ocak sistemi ve dedelik kurumu -Dem alma -Musahiplik -Düşkünlük Hz. Alinin tüm yaşamı boyunca verdiği hutbeleri, emirleri, mektupları, hikmet ve vecizeleri (Necül Belaga) ve kendi yazdığı divanı ortada Hz. Alinin eserlerinde yukarıda zikredilenlerden hangisinin iğne ucu kadar izi var.? Hz. Alinin yazdıklarında ve söylediklerinde Aleviliğin izi bile yok ta diğer on bir İmamın eserlerinde var mı? Onlarda da yok tabii On iki imamların dudaklarından, Alevilikle ilgili olabilecek en küçük bir söz bile dökülmemişse, yazdıklarında da zerre kadar Alevilik yoksa ve İslamiyetin bu ünlü şahsiyetleri yaşamlarını da birer Alevi gibi sürdürmemişlerse, onları nasıl Alevi yolunun kurucu mürşitleri olarak ka-bul edeceğiz. Bu kabulümüzü hangi akademik ve bilimsel verilere dayandıracağız. Hal böyleyken cahil takımından devir alınmış, mantık ve izan süzgecinden geçirilmemiş, paralel kanıtları bulunmayan hurafelere nasıl itibar edeceğiz. Aydın olmanın ilk şartı şüphe etmek değil midir? Esas Üzerinden Tartışma Daveti; Alevi ocaklarının on iki imamlara bağlanabilmesi için öncelikle Alevi- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 10 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de liğin İslamın içinde olduğunun kanıtlanması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Eskinin yalanlarına terzilik edenler Meydana çıksınlar.Aleviliğin İslamın içine nasıl sığdığını İslamın da Aleviliği kendi bünyesine nasıl kabul ettiğini Alevi kamuoyu önünde tartışalım. Alevilik İslamın içindeyse zaten benim yazdıklarımın tamamın yalanyanlış şeyler olduğu, üzerinde konuşulmaya bile değer olmadıkları ortaya çıkacaktır. Bu durumda, yalan yanlış şeyleri tartışarak, kendimizi ve kamuoyunu meşgul etmeden kısa yoldan aydınlanmış ve doğrulara kavuşmuş oluruz. Benim yazdıklarımın detaylarını tartışmaya gerek bile kalmaz. Eğer Alevilik, benim iddia ettiğim gibi bir başka bünyenin içine sığdırılamayacak kadar ulu bir yol ise. Edep, erkan ile yapılacak tartışmadan böyle bir sonuç çıkarsa; O zaman benim yazdıklarım üzerinden tartışmamıza ve arayışımıza devam ederiz. Ben bu daveti önceki makalemde de yaptım Hamza Aksütün davete cevabı şu oldu; Ben, Aleviler İslam içidir ya da İslam dışıdır gibi anlamsız ve karşıtlarımızın kurduğu tartışma tuzağına düşmem. Şu yanıta bakar mısınız? Tüm Alevi ocaklarını hiçbir kanıt ve belge göstermeden ucuz bir senaryo eşliğinde kendi köklerinden koparıp Arap çöllerine taşıyan sen; zaten bu tartışmanın keskin bir tarafı olmuş olmadın mı? Sen tartışmaya göbekten müdahil değil misin?. Kamuoyuna sunduğun bir çalışma var. Diyorsun ki Alevi ocakları Musai Kazıma bağlıdır. Ben de diyorum ki bunu öne sürebilmek için önce Aleviliğin İslamın içinde olduğunu kanıtlayabilmen gerekir İşte meydan. Gel ve kanıtla. Kanıtlayamazsın, sen de kanıtlayamazsın kimseler de kanıtlayamaz. Çünkü Alevilik sizlerin biçtiği o elbisenin içine sığmayacak kadar kadimdir ve uludur. Çünkü cebinizdeki bir avuç çöl kumu ile bu görkemli uygarlığın üzerini kapatamazsınız. Aleviliğin Tanımı Hamza Aksüt; Ben, Aleviler İslam içidir ya da İslam dışıdır gibi anlamsız ve karşıtlarımızın kurduğu tartışma tuzağına düşmem. diyor ve hemen ekliyor, Alevilik Aleviliktir Bir öğrenci zorlandığı soru karşısın- da kalkıp sınıfta öğretmenine Ben deniz suyu tuzlu mudur değil midir tartışmam. Deniz denizdir yanıtını verse, yada Ben Amerika ne zaman keşfedildi tartışmasına girmem Amerika, Amerikadır tarzında cevaplarla öğretmenini oyalamaya kalksa, kırık not almaktan kurtulamazdı. Hamza Aksütün notunu siz verin. Hamza Aksütün notunu siz verin ama müsaade edin bu cümlenin içinde barındırdığı sinsi tuzağı ben açıklayayım Bugün Alevi yolu kaybolmuş, erkanı dağılmış, ocaklar yıkılmış. Tarumar olmuşuz. Geçmişimiz çalınmış, toplumsal belleğimiz silinip gitmiş. Aleviliği eritip ortadan kaldırmak isteyenler, kendi benliğimize kavuşmamızı, hafızamızı tazelememizi, yitirdiklerimizi tekrar bulmamızı asla istemiyorlar. Onlar Aleviliğin bugünkü fotoğrafını çekip bu görüntüyü Aleviliğin kendisi imiş gibi kitlelere kabul ettirmeye çalışıyorlar. -Alevilik, Aleviliktir. Karıştırmayın, araştırmayın diyorlar. Onlar bu kaba tanımla yetinmemizi isteseler de biz kendi aslımızı geçmişimizi ve varlık sebebimizi demirin üstünde karınca izi arar gibi arayacağız. Çünkü bu sevdaya düştük bir kere. Yalan Dükkanı: Bir başka yarım aydın çıkmış benim Aleviliği Orta Asyaya bağlama çabasında olduğumu yazmış. Bunun cevabını son kitabımdan bir alıntı ile vermek istiyorum; Bu toprakların kesintisiz, tutkulu ve uzun soluklu macerası bir film şeridi gibi gözlerimizin önüne seriliyor. Destan tadında bir serüvenle, yazılmamış bir tarihle başbaşa kalıyoruz. Halkalar birbirine eklendikçe anlıyoruz ki; Luviler, bu toprakların en sessiz ve en derin uygarlığını yaratanlar, bu coğrafyanın en eski yerlileri ve asıl sahipleri, bu topraklarda her zaman var oldular ve hâlâ aramızdalar. Bugünün Alevileri var olmak, varlıklarını sürdürebilmek uğruna toplumsal hafızalarından vazgeçmiş görünseler de, ya da belleklerinin bir bölümünü hakikaten yitirmiş olsalar da gerçek o ki; bu toprakların en eski yerleşik halkı Luviler, Truvayı Yunan yağmasına karşı savunan kadın ve erkek savaşçılar, Truvalılara yardıma koşan Karyalılar, Likyalılar, Pisidyalılar, Anadolu dergâh-devletlerinin yeminli vatandaşları, Çankırı Konsilinin lanetlediği, ör-gütlü kadınlar, aynı örgütlenmenin ardılları, aynı sevdanın tutkunları, Karacahöyükdeki kadın dervişler, Malya Ovasının mağlupları, Alevi nizamının son büyük kurucusu Abdal Musa ve daha niceleri unutulmaya yüz tutmuş görkemli bir tarihin, kaybolmadan günümüze ulaşabilmiş parçalarıdırlar. Aleviliğin on bin yıldan uzun sürmüş tarihi, Anadolunun beşeri tarihi ile aynı yaştadır. Bu topraklar üzerinde insanlığın varlığı ile birlikte ortaya çıkıp, çoğala çoğala bugüne ulaşmış bu zengin kültürel miras uzun süre Türk-İslam sentezinin yoksul duvarları arasına hapsedilmeye çalışıldı. Kendilerini dava adamı olarak niteleyen acemi kurgucular; bu coğrafya da yeşermiş, bin bir türlü renge ve kokuya sahip eşsiz güzellikteki çiçeklerin köklerini bazen susuz Arap çöllerinde bazen de çorak Asya bozkırlarında aradılar. Arkeoloji, antropoloji ve genetik bilimlerinde ulaşılan bilgilerle, hayal mahsulü göç masalları ve hamasi etnisite tiradları büyük ve ani bir çöküşle gözden düştüler. Artık biliyoruz ki etnik ve inanç köklerimiz de, zengin kültür mirasımızın beslendiği asıl kaynaklar da bu topraklardadır. Ruhumuzu sarhoş eden en keskin ve en yoğun kokular, bu muhteşem ra-yiha, kendi bahçemizden geliyor. Gözlerimizi kamaştıran, etrafımızı sarmalayan, bizleri aklımızdan eden, eşsiz renk çeşitliliği; ışığını bu gök-yüzünden aldı. (Aleviliğin Kökler s.182) Bir yalan dükkanı açmışsınız. İçinde ne ararsan var. Aldığınız yalan Sattığınız yalan Tarttığınız yalan Bu yalan dükkanında iftira da var, haksız ve mesnetsiz isnat da var. Ne yok bu dükkanda derseniz; Bu dükkanda önce insaf yok. Bu dükkanda Gerçekler yok Halbuki Alevilik dediğin Gerçeklerin demi dir 23.Şubat.2009-İstanbul İlgilisine not: Bizans tarihinde Silvanus, Carbeas ve Chrysocheir adları ile anılan Pavlikan önderlerinin, Alevi erkanı içinde, Pir Sultan Abdal, Hüseyin Gazi Ve Battal Gazi isimleri ile varlıklarını sürdürdüklerine dair geniş makalemi yakında okurlar ile paylaşacağım. Kaynak: http://www.alevigundem.com kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 11 - yayı n t ari hi - haz ir an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de "mu rahipleri" (a)luvi miydi? Ü n s a l Din kitapları var. Kuran'ı referans, Muhammed'i de "ışık" olarak almıyorsun. Bir kişi yazdığı yazılarda ve kitaplarda aynı konuda birbirini destekleyen, besleyen görüşler ileri sürer. Eğer zaman içinde görüşü değişirse, ki bu çok normaldir, özeleştiri yapar, yeni görüşünü söyler. Bir kişi, örneğin Erdoğan Çınar aynı konuda birbirine zıt beş ayrı şey söylüyorsa, eleştirilere de karşı çıkarak para pul, kitap tanıtımı gibi konularda dedikodu yapıyorsa, o kişide, bir problem var demektir. Biz kaynakları tahrif eden, olmamışı olmuş gibi anlatan, inceden inceye din propagandası yapan bir kişinin yüzünü açığa çıkartıyoruz. Bu tartışmayı isteyen de ben değilim, o istedi. Okurdan da ricam var. Konuyu direkt, doğrudan anlatmaya çalışıyorum. Doğru anlaşılmalıdır. Hedefe, doğruya kilitlenme, anlatılanı anlatıldığı gibi alma, sadece tartışılan konulara odaklanma temel kuraldır. Örneğin "İsmaili" dendiği zaman ne anlıyorsunuz? Aynı şekilde "Musa Kazımlı" dendiği zaman ne anlıyorsunuz? Erdoğan Çınar, Hamza Aksüt'ün kitabından alıntı yapıyor, "Musa Kazımlı" sözünü "Musa Kazımcı" diye anlayıp yazıyor. Önündeki kitaptan aldığı alıntıda bile tahrifat yapan bir kişiye ne denir? İsmaili dendiği zaman övgüler düzüyorsun da, Musa Kazımlı dendiği zaman neden tüylerin diken diken oluyor? Din kitapları var. Kuran'ı referans, Muhammed'ide "ışık" olarak almıyorsun. Bence de almamak gerekir. Ancak neden Tevrat'ı, İncil'i referans, İsa'yı da "ışık" olarak alıyorsun? Tevrat'taki "çeviri yanlışları" ile bile ilgileniyorsun. Bu, nasıl oluyor? Karşı isen hepsine karşı ol, alıyorsan hepsinden al. Sen değil misin Aleviliğin dinlerin asıl kaynağı, dinlerin serçeşmesi olduğunu söyleyen? Kitaplar arasında tercih mi yapmamız gerekiyor? Okurdan bir ricam var. Erdoğan Çınar'dan alınan alıntıları birlikte ele alalım, birlikte değerlendirelim. Bir sonuca varalım. Ö z t ü r k DEVRİMCİLER BU S O R U L A R I N C E VA B I N I VERECEKTİR Alevilerin gençliği devrimcidir. 68 ve 78 kuşakları, sadece topraklarımızda yaşayan insanların değil, dünyanın bütün ezilen halklarının ve işçilerinin kurtuluşu için, yaşanabilir bir dünya ve komünist bir toplum için gençliğini, canını feda eden özverili, dürüst, kitlelerdi. İşkencelerde yiğitçe direnen, baskınlarda canlarını veren, idam sehpalarını tekmeleyerek giden, cezaevlerinde doğru dürüst yatan insanlığın yüz aklarıdır onlar. Bugün o kuşakların ardılı, arayış içinde olan, kendisini ifade etmeye çalışan milyonlarca diyebileceğimiz devrimci bir yapı var. Bu yapı şimdi Alevilikle ilgileniyor. Zihinlerini yapılandırmaya çalışıyor. Devrimciler açısından Alevilikle ilgilenmek, bence, tek tanrılı olsun, çok tanrılı olsun bütün din ve inançlara eleştirel bir gözle bakmak demektir. Devrimciler dinlere ve dincilere karşıdır. İslam'ın içinde yaşadıkları için özellikle İslam'a tepkilidirler. Ali'ye, Muhammed'e, Kuran'a duyulan tepkiden yararlanmaya çalışanlar var. Erdoğan Çınar yazdığı kitaplarda Kuran'dan hiç alıntı almıyor, ancak Tevrat ve İncil övgüyle anlatılıyor. İsa coşkuyla anlatılıyor. Bu bir tuzaktır. Bu tuzağın devrimciler tarafından fark edilmesi gerekiyor. Kuran ile Tevrat ve İncil arasında nasıl bir fark var da sadece Tevrat ve İncil'i incelemekle yetineceğiz! Erdoğan Çınar ayrıca Alevilere Aleviliğin Güneş'e bağlı olduğunu anlatıyor. Arş'taki kandilin Güneş olduğunu söylüyor. "Güneş İmparatorluğu"nu ise Mu diye anlatıyor. Devrimcilere Mu masalını anlatmak zordur. Güya Mu, Atlantis ve Uygur İmparatorluklarında imiş. Sonra birdenbire, aniden ilk insanı Anadolu'da ortaya çıkarmaz mı! Sonra bütün bu görüşlerden de vazgeçti. Erdoğan Çınar'a göre Mu uygarlığı Aluvi uygarlığı oldu, A harfi düştü kaldı mı Luvi? Luvi oldu mu Alevi, hem de Kadın Ana toplumu... Deyişlerde Kandil gördüğü yerlere Güneş yazdı. (Kilise gördüğü yerlere de Alevi ocağı yazdı.) Oysa Hakk Erenleri işareti vermişlerdi: Ay Ali'dir, gün Muhammed. Buyurun, buradaki Ali ve Muhammed örtüsünü kaldıralım bakalım ortaya ne çıkacak? Devrimciler Erdoğan Çınar'ın Alevi olduğu ön kabulüyle onun tezlerine eleştirel bir gözle yaklaşmadı. "Güneş gecesi"nin neyi ifade ettiğini Erdoğan Çınar'a sormadı. O halde arkadaşlarla daha açık konuşalım: Erdoğan Çınar Alevi toplumunun bir kadın ana toplumu olduğunu söylüyor mu? Söylüyor. Peki, bu kadın ana toplumu ile ilgili ne söylüyor: "Şimdi Komana kalabalık bir kenttir ve Armenia'dan gelen halk için önemli bir ticaret merkezidir. Tanrıça'nın (Ma/Kadın Ana) 'eksadosu' zamanında festivale katılmak için kentlerden, kasabalardan, her yerden kadınlar ve erkekler hep birlikte burada toplanırlar. Belirli bazı kişiler daha vardır ki bir yemine uyarak daima orada yaşarlar, tanrıça (Ma/ Kadın Ana) onuruna kurbanlar ke-serler." (Erdoğan Çınar, Aleviliğin Kökleri, s. 58) Strabon'dan bir alıntı yukarıdaki. Parantez içindeki (Ma/ Kadın Ana) Strabon'da yok. Ancak Strabon'da yukarıdaki alıntının devamında okuyacaklarınız var: "Yerli halk lüks içinde yaşar ve toprakları bağlarla doludur; ve çoğu, kendini tanrıçaya vakfetmiş olan, vücutlarından kazanç sağlayan kadınlardır. Bu nedenle bir bakıma kent küçük Korinthos gibidir. Çünkü orada da Aphrodite için kutsal olan kurtizanlar çok olduğundan pek çok yabancı buraya gelerek tatil yapar. Buraya giden tüccar ve askerler bütün paralarını harcadıklarından bunlar için şu atasözü söylenir: Korinthos'a seyahat etmek her adamın harcı değildir. İşte benim Komana hakkında söyleyeceklerim." (Strabon, XII-3-36; Hamza Aksüt'ün Erdoğan Çınar'ın Katakulli Teknikleri başlıklı yazısından) Bu alıntıdan ne anlayacağız? Erdoğan Çınar'ın Alevi/Kadın Ana/Ma toplumu diye yutturmaya çalıştığı toplumun kadınlarının "vücutlarından kazanç sağlayan kadınlar" olduğunu anlamak çok mu zor? Erdoğan Çınar'ın yalana ve tahrifata dayalı anlatımlarını anlamak çok mu zor? Başka birkaç konu daha: "Kandil geceleri kandil oluruz" (Güneş geceleri güneş oluruz.) (Erdoğan Çınar, Civiyazıları Yayınları, Aleviliğin Gizli Tarihi, s. 77); Bir Kandil'den Bir Kandil'e atıldım" kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 12 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de (Bir Güneşten Bir Güneşe Atıldım.) (Erdoğan Çınar, Civiyazıları Yayınları, Aleviliğin Gizli Tarihi, s. 79) 1. Türkçede "Güneş gecesi" şeklinde bir anlatım var mı? 2. Türkçede anlamsız "Güneş gecesi" kavramı yoksa, acaba bu Mu uygarlığının, Luvilerin bir deyimi midir? Bir sorum daha olacak arkadaşlara: Erdoğan Çınar aşağıdaki sözleri ile ne demek istedi? Yani biz işimizi gücümüzü bırakacağız da İsa'yı öğrenmeye, İncil üzerindeki gizlilik perdesini kaldırmaya mı çalışacağız? Bir yerden kurtulmaya çalışırken diğerinin içine mi düşeceğiz? Bir de Havarilerin mektupları var… Acaba planları bozulan Hıristiyanlar bize kızıyor mu? 3. "Hz. İsa gerek inanç temelleri, gerek gizliliğe dayalı kurumsal yapıları ile Alevilikle çok büyük benzerlikler gösteren Esenniler'in arasında yetişmiş ve bu tarikat içinde en üst mertebeye ulaşmış bir 'İşık oğlu' idi." (Erdoğan Çınar, Aleviliğin Gizli Tarihi, Kalkedon Yayınları, s. 191) "İncil bu hali ile üzerindeki gizlilik perdesi kaldırılarak okunduğunda karşımıza her dönemde, her dinin saklısında var olmuş Alevi (Işık) inanışı çıkar." (Erdoğan Çınar, Aleviliğin Gizli Tarihi, Kalkedon Yayınları, s. 192) "Yeni Ahit olarak bilinen dört İncil'de (Matta, Markos, Luka, Yuhanna) ve Havariler'in mektuplarında Alevi inanışı ile örtüşen pek çok satır arası vardır. İncil'de göklerin hakimiyeti'nden çok sık bahsedilir ki bu bile başlı başına bir Alevi izidir." (Erdoğan Çınar, Aleviliğin Gizli Tarihi, Kalkedon Yayınları, s. 195) E RİCH VO N DANİK EN GİB İ Erdoğan Çınar Erich Von Daniken'e taş çıkartacak "roman"larında Paulikienleri, Bogomilleri, Katharları bile Alevi olarak gösterebiliyor. Gerçekleri alt üst edebiliyor. Gnostik Manici Hıristiyan mezhebini Alevi olarak gösterebilen bir kafa, biraz daha geriye gitse, Zerdüştileri, Sabiileri, Hanifleri de Alevi gösterir. Zaten Müslümanların dışındaki İbrahimilerin (Yahudi, Hıristiyan) sis perdesi içinde olduğunu, üzerlerindeki sis perdesinin kaldırılması durumunda Alevilerin ortaya çıkacağını söylüyor. Eski Ahit'i, Yeni Ahit'i, İsa'yı övmüyor mu? Burada soruşturulması gereken Ünsal Öztürk'ün düşünceleri değildir; evrakta sahtecilik yapan, açık tahrifatçı, yalana dayalı anlatımcı, olguları tersyüz eden, Pir Sultan Abdal'ı 16. yüzyıldan alıp 7. yüzyıla götürecek kadar şaşkın, "iyi"-"kötü" anlayışını Alevilik olarak sunacak kadar bilgisiz, bir konuda bir çırpıda beş ayrı görüş öne sürecek kadar okuru aptal sanan Erdoğan Çınar'ın konumunu tartışıyoruz. Kuşkusuz Aleviler çok büyük bir toplum, milyonlarca nüfusu var. Bu nüfusun içerisine Sabiilerden de Paulikienlerden de, Manici gruplardan da karışanlar var. Bunu da unutmamak gerekir. Yine de Ünsal Öztürk'ün temel düşünce sistematiğini kısaca bir kere daha tekrarlıyorum: Hakk Erenleri baki dünyasının malıdır. Baki dünyası ikrar imandır. İkrar, imanın koynundadır, doğrudur. Hakk Erenlerinin düşünce sistematiklerinde din ve dincilik yoktur. Özellikle vurgulamak gerekirse, semavi dinler hiç yoktur. Aleviler bilimle ilgilenmelidirler, din mümkün olduğu kadar hiç konuşulmamalıdır. Bilim ve gönül birliği Yol'u tarif eder. Aleviler arasında din adına misyonerlik insanlık adına suçtur. İnsanları birbirine düşüren dindir. Din 72 millet ve 18 bin âlemin içindedir. Fani dünyasının malıdır. Kim olursa olsun dini kavramlarla Alevileri bir yerlere bağlamaya çalışanlara karşı çıkılmalıdır. Aleviler hiç kimsenin düşünce ve inanç sistematiğinin sorgulanmadığı laik bir toplumda vatandaşlarla eşit olarak ve karışık olarak yaşamalıdır. Alevileri en iyi anlatan kavram Yol kavramıdır. Eskiden Alevilerin İslam'ın içinde mi dışında mı tartışması vardı. Erdoğan Çınar'la birlikte şimdi gelinen nokta Aleviler Hıristiyanlığın içinde mi dışında mı noktasıdır. Bu tartışmalara ihtiyaç yoktur. Aleviliği semavi dinlerin ezoterik bir mezhebi gibi göstermeye çalışmak bu Yol'a hakarettir. Hakk Erenlerinin Yol'unda insanın çamurdan yaratıldığı anlatılmaz, kullanılan kavram "doğum"dur, "üç yüz altmış altı"dır. Üç yüz altmış altı, birdir. Rahmetnur deryasının malıdırlar. Hakk Erenleri "iyi" ve "kötü"yü bilirler ancak Yol iyi kötü dengesine dayanmaz, ayrıdır. Hakk Erenlerinin Yol'unda Hakk vardır, hakikattir ve halkımızın kalbinde bir noktadır. Hakk Yol'unda cariye, köle yoktur! İsmi üzerinde Hakk Yol'u, doğruluk yoludur. Manicilik, Zerdüştilik Yol'u anlatamaz! Sabiilik, Haniflik de Hakk Erenlerinin Yol'unu anlatamaz. Hakk Erenlerinin Yol'u gnostik bir akım değildir. Hiç ilgisi yoktur. Hakk Erenlerinde vücut Hakk'ın evidir, pis yeri yoktur. Anne rahminde yıkanıp gelmişlerdir, vücutları temizdir (İstemem taharet yundum da geldim Hatayi). Hakk Erenlerinin Yol'u 73' tür. Semavi dinlere hiç karışmadığı gibi onla rın önceli ve yakını Zerdüştiliğe, Sabiiliğe, Hanifliğe hiç karışmadı. Fani dünyasını peygamberler anlatıyor. Allah'ın âdemi çamurdan yaptığını söylüyor. Aracılar aradan çekilsin, iddia sahibi çıksın ortaya, kendisi anlatsın nasıl yapmış! Tek tanrılı dinlerin atası İbrhim'dir, dolayısıyla Hakk Yol'u İbrahimiliğe de hiç karışmamıştır. Hakk Erenlerinin özellikle "İbrahim"le hesaplaşması gerekir. O ve çocukları kritik eşiktir. Her insan ve topluluk işleğinden bellidir. Hakk Erenlerinin Yol'u enced, yani ana yoludur. Ana yolu ise Naci ve Naciye'nin toplamıdır. Bu yüzden Hakk-Naci-Naciye diyoruz. Nurdan gelmişlerdir. Nur Kub-bei Rahman'dır. Işık Alemi'nde ervah deryadır. Başınızı kaldırdığınızda gördüğünüz ışık cisimlerine ışığını biz veririz. Biz olmazsak ışığı kim görüp kim söyleyecek! Kudret Kandili görüşü artık kabul görmemektedir. Bütün bu görüşleri Alevilerin Büyük Sırrı adlı kitapta, 2005'te anlatmaya çalıştım. Erdoğan Çınar'ı da o kitapta eleştirdim. "Yaratılış" kavramı kullanılarak Hakk Erenlerinin Yol'unun anlaşılamayacağını söyledim. Hâlâ "yaratılış" deyip duruyor. Devriyeyi de anlatmıştım. Devriye anne, baba ve çocuktur. Rahim torbası olmayan yoktur. ERDO ĞAN ÇI NAR DÜNYADAKİ İL K İNS ANIN ANADOL U'DA ORTAYA ÇIK TI ĞINI İ DDİ A EDİ YOR BUNL ARI KİM YAZDİ ? Sık sık görüş değiştiren ancak eleştiri kabul etmeyen Erdoğan Çınar önce Mu'cuydu. Düşünce sistematiği şöyleydi: Uzay, Mu (Atlantis-Uygurlar), Sümerler (Aşağı Mezopotamya'ya giden Uygurlar)-Luviler (Asya İçlerinden Anadolu'ya geldiler); Bir ara da Atlantis'in kolonisi Mısırcı oldu. Önce 10. yüzyılda Orta Asya'dan getirdiği Türkmenleri inanışlarının bozulmamış kalıpları ile Anadolu'da karşılaştırırken, sonra Alevileri Alamut üzerinden Türkmen yaparak Anadolu'ya getirdi. Tabii ki gelenler mutlaka Luvi olmuştur! Güya Luvi ardılları Paulikienler, Bogomiller, Katharlar ve kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 13 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Aleviler… Bunların hepsi de Alevidir, Luvi'dir ve Işık insanıdır! Bunları bir kişi anlattı. Bir kişi aynı yerde birden fazla görüşü okurun önüne koydu. Doğal olarak Erdoğan Çınar' a "iyi araştırmacı", "ezberimizi bozdu" diyenler hasta oldular. Hastalıktan kurtulmak zordur. Erdoğan Çınar'ın "Luvi" ezber bozmasını biraz inceleyelim: a) Nereden (2004 Yılındaki Görüşü) "Luvilerin kim oldukları bilinmiyor. Anadolu'ya Asya'dan geldiklerine dair kesin olmayan izler var." (Erdoğan Çınar, Aleviliğin Gizli Tarihi, s. 31) "Anadolu'nun bilinen en eski halkı Luviler'in de ayak izleri bizi Asya'nın içlerine götürüyor. Bilinmeyen kadim bir tarihte, onlar da Anadolu'ya Asya'nın içlerinden gelmişlerdi." (age., s. 182) Bunları Erdoğan Çınar yazdı. Luvileri, Aluvileri Orta Asya bozkırlarında aradı. Sonra şunları söyledi: "Başlangıçta yeryüzünün her tarafında tek bir din hüküm sürüyordu. Bu din, öze en yakın hali ile onbinlerce yıl Anadolu'da çeşitli kisveler altında varlığını sürdürdü. Bu dinin anavatanı Mu, (Güneş) İmparatorluğu idi. Bu İmparatorluğun Atlantis koloni İmparatorluğu'na bağlı Mısır alt kolonisinde bu dini en saf hali ile kurumlaştıran, okullaştıran İdris Peygamber oldu. İdris Peygamber'in kurduğu Mısır Okulu'ndan yetişmiş, aydınlanmış halklar bu inanışı Alamut üzerinden Türkmen dervişler aracılığı ile bin yıllar süren üzen bir yolculuğun sonunda Anadolu'ya ulaştırdılar." (Aleviliğin Gizli Tarihi, Kalkedon Yayınları, s. 213) b) Nereye (2008 Yılındaki Görüşü) "Çok parlak, ışıltılı, gizemli ve ses- siz Luvi uygarlığı bugüne kadar yeterli düzeyde aydınlığa kavuşturulamamıştır. Bir teze göre Luviler, Anadolu'ya çok eski bir geçmişte Asya içlerinden geldiler. Son dönemlerde ortaya atılan ve güçlü dayanakları olan diğer bir görüşe göre de Luviler insanlığın başlangıcından beri Anadolu'da yaşıyorlardı. Onlar Anadolu'da var olmuş ilk insanlardı…" (Erdoğan Çınar, Aleviliğin Kökleri, s. 50) "Dil bilimciler, Luvi dilinin sadece Anadolu'da değil tüm yeryüzünde konuşulan en eski Hint-Avrupa dili olduğu konusunda fikir birliği içindeler." (Erdoğan Çınar, Aleviliğin Kökleri, s. 48) Bunlar da Erdoğan Çınar'ın yeni görüşleri. Görüş değiştirmiş ama özeleştiri yapma gereği duymamış. O halde yukarıdaki bütün görüşleri savunmaktadır. Asya içleri, Luvilerin ayak izleri, kadim tarih, Mısır kolonisi ne oldu? Luviler Orta Asya'dan mı geldi, Anadolu'da mı ortaya çıktı; Mısır'dan mı geldi; Luvi uygarlığı bugüne kadar yeterli düzeyde aydınlığa çıkarılabildi mi, yoksa son dönemlerde ortaya atılan ve güçlü dayanakları olan tezlere göre Luviler "insanlığın başlangıcından beri Anadolu'da" mı yaşıyorlardı? "Onlar Anadolu'da var olmuş ilk insanlar" mıydı? Artık Erdoğan Çınar'ın bir karar vermesi gerekiyor. Ki nihayet kararını verdi. Erdoğan Çınar'ın son kararı şu: "Son dönemlerde ortaya atılan ve güçlü dayanakları olan diğer bir görüşe göre de Luviler insanlığın başlangıcından beri Anadolu'da yaşı-yorlardı. Onlar Anadolu'da var olmuş ilk insanlardı." (Erdoğan Çınar, Aleviliğin Kökleri, s. 50) Demek ki Luviler konusundaki "Luvi uygarlığı bugüne kadar yeterli düzeyde aydınlığa kavuşturulamamıştır" belirsizliği ortadan kalkmıştır. Erdoğan Çınar'a göre Luvi uygarlığı konusunda son dönemlerde ortaya atılan tezlerin güçlü dayanakları vardır. İnsanlığın başlangıç yeri Anadolu'dur ve ilk insanlar Luvilerdi! Başka yerlerden, örneğin Orta Asya'dan, Mısır'dan gelmediler. Susuz Arap çöllerinden de gelmediler. Hiçbir yerden gelmediler, Anadolu'da ortaya çıktılar! Erdoğan Çınar artık görüş değiştirmemeli! Orada durmalı! Eğer görüş değiştirirse ki mutlaka değiştirecektir okuru şimdiden uyarıyorum, dikkatli olun, bunlar hep böyle yapıyorlar. "EZBER BOZAN" ERDOĞAN ÇINAR Erdoğan Çınar'ın son görüşü dünyadaki bilim adamlarının "ezberini bozacak", onları altüst edecek niteliktedir. Çünkü: 1. Gen araştırmacılarına göre modern insan 200 bin yıl önce Afrika'nın doğusunda, Etiyopya'da ortaya çıkmış ve oradan bütün dünyaya yayılmıştır. (Bakınız: Hepimizin Kökeni Afrika, Steve Olson, 2008 Ankara) 2.Erdoğan Çınar'a göre Luviler, yani ilk insanlar on bin yıldan fazla bir zaman önce Anadolu'da ortaya çıkmışlardır. Ne kadar büyük bir keşif! Geriye kalan yüz doksan bin yıl ne olacak? Erdoğan Çınar'a göre insanlar dünyaya Anadolu'dan yayılmış. Sadece Anadolu'da değil tüm yeryüzünde konuşulan en eski Hint-Avrupa dili Luvice değil miymiş? Erdoğan Çınar neandertalleri mi anlatıyor acaba! Dünyada kabul gören bilim adamları modern insan ile neandertal insanın uzun bir zaman birlikte yaşadığını, neandertal insanın günümüzden yirmi sekiz bin yıl önce tarih sahnesinden çekildiğini söylüyorlar. Erdoğan Çınar'a göre Luviler Etiyopya'dan gelmemiştir, ilk insan Anadolu'da ortaya çıkmıştır! Neandertaller de tarih sahnesinden çekildiğine göre başka bir insan türüyle karşı karşıyayız demektir! O halde onlara bir isim vermemiz gerekiyor. Benim önerim "ilk kez Anadolu'da ortaya çıkan insana", Anadolu "aşığı", abartıcının önde gideni Erdoğan Çınar'ın isim vermesidir. Erdoğan Çınar bu müthiş buluşunu tez olarak üniversitelere de sunmalıdır! YAZDI ĞIN GÖ Ç NE OL DU ERDO ĞAN ÇI NAR? "James Churchward tarafından batı Tibet'te bir manastırda bulunarak okunan Naakal Yazıtları, Tufan ile birlikte sular altında kalan Uygur İmparatorluğu'ndan kurtarılarak Batı Tibet'e taşınmış kutsal belgelerdi. Sümerliler de büyük bir ihtimalle Tufan'la birlikte Asya içlerinden kopup, suların önünden kaçarak Asya içlerinden, Tufan'dan en az etkilenen bir bölgeye, Aşağı Mezopotamya'ya gelerek yerleşmişlerdi." (205 Erdoğan Çınar, Aleviliğin Gizli Tarihi, Çiviyazıları Yayınları, İstanbul 2004, s. 182) Sadece bu değil, Mısır'dan, hani İdris okulundan başlayan göç ne oldu? Yukarıdaki alıntıda yer alan görüşü ve diğer görüşleri hâlâ savunuyor musun? Erdoğan Çınar şimdilerde, Luviler ilk insanlardır ve Anado- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 14 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de lu'da ortaya çıkmışlardır diyor. O halde, Atlantis'in kolonileri Uygurların, Mısırlıların Luvi olması gerekmiyor mu? Oralarda konuşulan dilin de Luvice olması gerekmiyor mu? Acaba Tufan sularından kurtarılarak Batı Tibet'e taşınan Uygur İmparatorluğu'nun Naakal Yazıtları Luvice miydi? Batı Tibetliler de Luvi miydi? Erdoğan Çınar bu sorulara "Son dönemlerde ortaya atılan ve güçlü dayanakları olan" görüş doğrultusunda "Tartışmasız Luvilerdir!" demelidir. Çünkü ilk insan Anadolu'da Luvi olarak ortaya çıktı ya! O halde göç, Uygur Türklerinin Orta Asya içlerinden dağılmaları şeklinde değil veya Mısır kolonisinden değil, Anadolu'dan Orta Asya içlerine, Mısır'a doğru olmalıdır. Yani Uygurların ve Mısırlıların kökünün Luvi olması gerekiyor. O halde Alamut'taki Türkmenlerin binlerce yıl süren Alamut'tan Anadolu'ya taşıdıkları Mu'cu luk ne olacak? "Dil bilimciler, Luvi dilinin sadece Anadolu'da değil tüm yeryüzünde konuşulan en eski Hint-Avrupa dili olduğu konusunda fikir birliği içindeler"se, Luvilerin Anadolu' dan tüm yeryüzüne yayıldıkları, gittikleri yerlere de Luviceyi götürdükleri de söylenmelidir. Luviler Alevi olduğuna göre, bütün yeryüzündeki insanlar da Alevi'dir. Erdoğan Çınar'ın düşünce sistematiğinde Tufan olayının kritik bir yeri var. Tufan olduğunda Erdoğan Çınar'a göre, Atlantis ve Uygur im-paratorlukları sona ermişti ve özellikle Uygurlar sel sularının önünden kaçmışlardı. Bazı Türkler de kaçmayarak Tufan'dan kurtulmuşlardı. Bazı Uygurlar Batı Tibet'e Tufan sularının önünden kaçarak Naakal Yazıtlarını götürmüşlerdi. Erdoğan Çı-nar artık Luvileri Orta Asya içlerinden ve Mısır'dan getirmiyor. Anadolu'da ilk insan olarak ortaya çıktıklarını söylüyor. Peki, Tufan nerede gerçekleşti? Tufan en çok nereyi etkiledi. Luviler dünyaya nasıl yayıldı? Peki, Sümerler ne oldu? "Sümerler… Yeterli kanıt olmamakla birlikte Hazar denizinin ötesinden, Asya'nın içlerinden geldiklerine dair önemli ipuçları vardır. Orta Asya Türkçesine benzer eklemeli bir dil kullanıyorlardı. Sezgilerimize güvenerek şunu söyleyebiliriz: Orta Asya yeryüzünde Tufan'dan en fazla etkilenen yerlerden biriydi. Anayurtları sular altıda kaldıktan sonra Sümerliler sellerin önünden kaçarak Aşağı Mezopotamya'ya gelmişler ve asıl yurtlarından 'Pek çok uzakta olan ev'i ERİDU' yu kurmuşlardı. Ve muhtemeldir ki inanışlarının kaynağı Tufan ile birlikte ortadan kalkan Uygur İmparatorluğu idi." (Erdoğan Çınar, Çiviyazıları Yayınları, Aleviliğin Gizli Tarihi, s. 184) Erdoğan Çınar görüşü değiştirdiğine, Luviler Orta Asya'dan ve Mısır'dan gelmediğine, Anadolu'nun ilk insanları, dünyanın da ilk insanları olduğuna göre önce Luviler Orta Asya'ya gittiler de orada Uygurları oluşturdular da sonra oradan Aşağı Mezopotamya'ya mı indiler? "Asya içlerinden kopup" Tufan sularının önünden kaçanlara ne oldu? Sakın bu Luviler, yani Anadolu'da ortaya çıkan dünyanın ilk insanları Türk olmasın, bütün dünya Luvice konuştuğuna göre bütün dünya da Türk olmasın? Sümerler, Orta Asya Türkçesine benzer eklemeli bir dil kullanıyorlarsa, acaba bu "ekleme"yi Anadolu'dan Tanrı dağına giderken mi aldılar? Anlaşıldığı kadarıyla ırkçı Türk tezi olan Güneş-Dil Teorisi, Erdoğan Çınar'ın tezleri karşısında çok yetersiz kalmaktadır. Erdoğan Çınar'ı bugüne kadar uydurduğu düşüncelerden sadece bir şey kurtarabilir. Benim katkıma acilen ihtiyacı var. Erdoğan Çınar'a bir uydurma katkıda da ben bulunayım, hediyem olsun, yeni kitabında kullanabilir: "Dünyada insan yoktu. Anadolu da on bin yıldan fazla bir zaman önce dünya haritasında yoktu. Orası denizdi. Bir anda deniz çekildi, kara İnternette yapılan bu tartışmaların bir bölümünü bire bir buraya aktardık. Bu tartışmaların Alevi aydınlanmasına önemli katkıları olacagı kanısındayız. tartışan aydınlarımızın diyer yazılarının tamamını Alevi formu ile alevi gündem f o r u m l a r ı n d a v a r. i s t e y e n l e r ş u adreslseden ulaşabilirler -KIZILBAŞh t t p : / / w w w. n e t w o r k 5 4 . c o m / F o r u m / 5 9 4 4 1 4 h t t p : / / w w w. a l e v i g u n d e m . c o m ortaya çıktı, bir de ne görelim, üzerinde kendilerine Hititlerin Luvi adı verdikleri bir topluluk yaşamıyor mu! Onlar Mu rahipleriydi, dinlerin serçeşmesi, asıl kaynağıydı. Bu ilk insanlar bir çırpıda konuşmaya başladılar. Dağlara tepelere isimler verdiler. Hızlarını alamayıp bütün dünyanın dağlarına tepelerine isimler verdiler. Aslında size bir şey söyleyeyim mi, gizliden, hani Platon var ya, ilk kez Atlantis'in varlığını söyleyen, işte o Platon aslında Anadolu'yu işaret etmişti. Zaten karşı kıyıda oturmuştu. Bakın Atlantis… Anadolu… aralarında nasıl da ses uyumu var değil mi! Burada ilk kez açıklıyorum: Atlantis Anadolu'dur. Mu'nun anavatanı Anadolu'dur ve onlar Luvilerdi. Bugüne kadar bu bilgiyi sakladım. Orta Asya'daki Uygurları, Mısır'daki koloniyi mahsusçuktan anlattım. Artık doğruyu açıklamak zamanı geldi." "MU ARMASI"NIN VATA N I N E R E S İ D İ R ? Luvilerin dünyanın ilk insanları, Luvicenin de dünyanın ilk dili ve yeryüzündeki insanlar tarafından konuşulan en eski dil olarak Erdoğan Çınar'ca kabul edilmesi Er-doğan Çınar'ın kafasındaki sistematiği yıkmıştır… Dengesini yitirmesi de bu yüzdendir. Erdoğan Çınar eskiden sekiz köşeli Mu armasının Uygurlardan gelerek Hacı Bektaş tekkesinde ortaya çıktığını düşünüyordu. İşler tersine döndüğüne göre, acaba Mu rahiplerinin sekiz köşeli Mu arması Hacı Bektaş tekkesinin bulunduğu yerdeki kadın ana topluluklarından ne za-man, kim tarafından Uygurlara götürülmüş olabilir? Acaba Tufan Anadolu'yu en fazla etkiledi de Luviler en az etkilenen Orta Asya içlerine, Tanrı dağına doğru mu sel sularının önünden kaçarak gittiler?.. Erzurumlu Teyo Emmi'nin maceraları Erdoğan Çınar maceraları yanında hiç kalıyor. Kaynak:http://www.alevigundem.com yurtkitap@yurtkitap.com http://www.yurtkitap.com TEL: (0 312) 417 35 49| FAX : (0 312) 425 36 40 kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 15 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de kızılbaş gelenek e s a t Selçuklulardan bu yana Anadolu'da bir düşünce/inanç kurumu olarak yaşayan Kızılbaşlığı, Şiilik kolu kabul ederek doğrudan İran'a bağlamak tam gerçeği yansıtmaz Marifet yaşamın sınavına çekilmeden önce, sonrasını görebilmektir. Kızılbaşlık, merkezi otoriteye karşı siyasal isteklerini de öne alarak başkaldıran göçer, yarı-göçer ve köylülerin, tasavvufi açıdan Hz Ali, On İki İmam ve Kerbelâ tapımı, etik açıdan adama muhabbet (insanı sevme), deme muhabbet (mürşidin öğretme gücünü sevme), nura muhabbet (aydınlığı sevme) ilkeleri üzerine yapılanan bir Alevilik koludur. Selçuklulardan bu yana Anadolu'da bir düşünce/inanç kurumu olarak yaşayan Kızılbaşlığı, Şiilik kolu kabul ederek doğrudan İran'a bağlamak tam gerçeği yansıtmaz: Anadolu toprağında Bektaşilikle ortak inanç, gelenek ve görenek temeli üzerinde gelişip şekillenen bir sentez olarak, bir Alevilik kolu olarak algılamak daha doğru olur. Şöyle de söylenebilir: Anadolu Aleviliğinin felsefe, öğreti ve erkân boyutunda günümüze taşınan yapısına son biçimini, çağdaşı durumundaki etkilenme kaynaklarının sonuncusu olan Kızılbaşlık vermiştir.Kızılbaşlık Osmanlı egemeni tarafından niçin tehlikeli görülmüştür, sorusunu açmaya çalışalım: Kızılbaşlık, Ortaçağ'ın temel üretim zemini olan toprak üzerindeki belirleyici üretici güç durumunda bulunan göçerlerin, yarı-göçerlerin ve köylülerin, en fazla ezilen sınıf insanının siyasal isteklerini de öne alarak devlete başkaldırısıdır. Bu başkaldırıyı gerçekleştirirken, ilksel komünal toplumdan getirdiği kural ve değerlerle kendini ve halkı kurtuluşa taşımaya çalışmış, siyasal iktidarı "alaşağı" etmek istemiştir. Kızılbaş tavır, Osmanlı egemeni için çok tehlikeli bulundu: Bir daha Osmanlı toprağında bu türden bir siyasal/inançsal hareketin olmaması için elinden gelen her şeyi yaptı; yakaladıklarını kılıçtan geçirdi. Yakalayamadıkları devletin uzanamadığı alanlara çekildi. Ancak Osmanlı egemeni, gün gelir yine devletin egemenlik alalına girer diye bir karşı- k o r k m a z ideolojik saldırı başlattı: mum söndü vb. karalamalar bu karşı-ideolojik saldırının ürünleridir; kafalara gerçekleşmiş olaylar/olgular diye "kazınan" bu karalamalar günümüze kadar taşınmıştır. Kızılbaş İsyanların Düşünsel-Nesnel Koşulları Geçmişinin hesabını yapamayan bir Kızılbaş, "günübirlik" yaşayan bir insandır. Doğal olarak "gündelik" bilincinin ötesine kendini taşıyamaz. Bağnaz dinciliğin ortodoks "bahçesi"nde tümüyle "tüketici" olan, "Tanrı buyruklarını akılla barıştırma" çabası yerine; tarihsel sürecinde İslamlığın, ötesinde Hıristiyanlığın ortodoks yorumuna bir "tavır" olarak gelişen, temel üretim zemininde, belirleyici üretici güçlerin "sözcülüğünü" yaparak egemen sınıfa/ egemen sınıfın ilahi ideolojisine "karşı" duruş alan, düşünsel-inançsal ve siyasal bir "hesaplaşma"ya giren Kızılbaşlığın, "kavga"sına katkı vermek daha üreticidir. Batı'da, her sınıfın kendi kimliğiyle boy gösterdiği bir tarih süreci yaşandı. Orada burjuva devrimleri, genelde tüm Ortaçağ kurumlarına/ değerlerine, özelde feodal sınıfa karşı yapıldı. Bu nedenle, o dönemde ilerici bir konumda bulunan burjuvazi, bilimsel anlamda hem kendi kendini eleştirebildi, hem de Ortaçağ'a/ Ortaçağ değerlerine ilişkin doğru saptamalarda bulunabildi. Doğu'da ise tarih süreci, sınıflar ve sınıf kimliği açısından daha "sisli" yaşandı. Dar bir askeri aristokrasinin egemenliğinde biçimlenen barbar krallıklardan, organize feodal devlete geçildi. Toplum bir bakıma, askeri nitelikli egemen bir zümreyle bağımlı göçer/ yarı-göçer ve köylü yığınlarına ayrılmıştı. Köylülerin artı ürününe el konulması sürecinde, sınıflaşma kimliğinin karmaşıklığına koşut olarak, ilksel eşitlikçi toplumdan kalma davranış biçimlerinin/ anılarının, bunların yaratısı durumunda olan geleneklerin yönlendiriciliğinde, merkezi otoriteye karşı sayısız isyanlar oldu. Batı'da köylü isyanları, düşyapısal(ütopik) da olsa komünizmi tarihin gündemine sokmasına karşın, yaşanan sürecin mantığına uygun olarak, burjuva eşitliğinin coşkusuna kapılmaktan kurtulamadı; burjuvaziyle birlikte kapitalizm-öncesi egemenlik ilişkilerine ve geçmiş değerlere karşı amansız bir mücadeleye yöneldi. Doğu'daysa ilişkiler bu denli "açık" yaşanmadı; sınıflaşma "silikliğinin" getirdiği bir hedef "bulanıklığı" vardı. Coşkusuna kapılacakları sınıf kimlikli bir burjuvazi ve burjuva eşitliği yoktu; çaresiz, uygarlık-öncesinden gelen ve uygarlığa adım atılır atılmaz yok edilmek istenen "ilksel kolektivizm" değerlerine sarılındı. Barbarlık insanlık değerlerine göndermeler yapılarak "beslenmeye" çalışılan bu isyan ideolojisi, yaşanan andaki toplumun geleceğini temsil eden burjuva değerlerle buluşamadığı için, toplumun somut gündeminden "uzaklaşmış" olan "göçebeeşitlikçi" insanlık değerlerine sahip çıktı. İslamlık daha çeyrek yüzyılını doldurmadan "iki zıt kutba" ayrılmıştı bile. Bir yanda Ortodoks İslamlık iktidarını ebedileştirme yoluna giderken, diğer yanda muhalefet, barbar etkileri altında ve özellikle İrak/ İran toprakları üzerinde "resmi devlete karşı", göçebe/yarı-göçebe "meşrebine uygun" bitmez tükenmez bir "halk hareketini" fışkırtıp ölümsüzleştirdi. İktidarı elinde bulunduran Ortodoks İslamlık "şeriata" tutunarak, yani "zâhiri ilkelere" dayanarak kelleler "uçururken", bâtıni muhalefet, zorbalık önünde "heterodoksiye" sığındı; gönül bilgisi yoluyla "idealizm-materyalizm bileşimi bir isyan ideolojisi" oluşturarak başkaldırılarına gerekçeler yarattı. Burjuvazinin sınıf kimliğiyle ortaya çıkıp halk hareketlerine önderlik edemeyişinin yarattığı boşluk, doğrudan ezilen göçer/ yarı-göçer ve köylü yığınları tarafından, tarihseltoplumsal "haklılık" temelinde "barbarlık insanlık değerleri" üzerine yapılanan "bâtıni bir ideoloji" ile "kapatılma" yoluna gidildi. Oluşturulan ideolojinin "güçsüzlüğü" başlangıçta bâtıni hareketi bir "bocalama" içine itti. Sonraları Sünni Ortodoks İslamlığın kaynaklarına "sezgisel akıl" ve "gönül bilgisi" yoluyla "farklı" bir yaklaşım getirerek inanca, inanç kanalından muhalefet etmenin yollarını, yöntemlerini geliştirerek, Ortodoks İslam değerlerini sorgulayıp inanç dünyasında kendisine bir "düşünce yapısı" oluştur- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 16 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de du. Ve Sünni İslamlığa karşı "kabaran" Arap ve Arap olmayan Müslüman kökenli toplumsal tepkiyi, yarattığı bu düşünce yapısının "şemsiyesi" altında topladı. Açılan bu kanaldan sürece katılan Orta Asya kökenli göçerler/ yarı-göçerler ve Anadolu yerli halkı, Sünni İslamlıkla "muhalefet" koşullarında yeni yeni biçimlenmekte olan Bâtıni hareketi ideolojik"güçsüzlüğünden" kurtardı. Çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa geçişi, kabile örgütlenmesinden organize devlet örgütlenmesine geçişle birleştiren Araplar, kısa sayılabilecek bir zaman içinde Mısır, Mezopotamya ve Kuzey Afrika'nın geniş alanlarını ele geçirdiler. Egemenlik kurdukları topraklarda, yürürlükte olan hukuk sistemini kaldırarak yerine "şeriatı" yerleştirdiler. Yaşanılan bu süreç, Arapların kendi içindeki sınıflaşmaları her geçen gün biraz daha derinleştirdi, kabile değerlerini "çözdü". Zamanla bir yandan, yaşanılan anda ezilen sınıf/ katman durumundaki Arap kabile tabanı yerli sömürülen halk ile "kaynaşırken", diğer yandan eski Arap kabile egemenleri, ele geçirdikleri topraklardaki "ezen sınıf" kalıntılarıyla bütünlenerek, adım adım "feodal bir aristokrasi"ye dönüştü. Bu kapsamda, Mekke ve Medine'den çıkıp tüm Ön Asya'yı kucaklayan Arap istilasıyla organize İslam devleti kurulmuş oldu. İzleyen yüzyıllarda, Orta Asya'dan kopup gelen Oğuzlar'ın Ön Asya'yı ele geçirmesiyle Anadolu toprağında feodal devlete "ilk" sıçrayış gerçekleşti. Buna koşut olarak yine Anadolu toprağında, "ilksel kolektivizm" değerleriyle yüklü Asya kökenli göçerler; tektanrıcı dinlere karşı bâtıni kanalında "savunuya çekilen" Ön Asya yerli halkı ve Arap Yarımadası'nda Sünni İslamlığın palazlanması koşullarında doğan, çok geçmeden Anadolu ve çevre toprakları etkisi altına alan, Sünni inanca "heterodoksi" inançla başkaldıran "Ali Yandaşları" buluştu. (1) İşte Kızılbaş isyanlar böylesi koşullarda "patlak veren" Baba İlyas/ Baba İshak başkaldırısının izinde, Müslüman-Hıristiyan ve Yahudi zeminde Şeyh Bedreddin başkaldırısıyla sınıfsal içerik edindi; her biri "ezilenlerin" iktidarı alıp insanlığı esenliğe çıkaracak "kâmil toplumu" kurmak için yaşama geçirilen bir "devrim" niteliğini kazandı. Bâtıni inançla "kutsanmak"la birlikte bir "bilgelik felsefesi", bir "bilgelik öğretisi" ya da bir "halk sûfiliği" olan Kızılbaşlık, "düşünceyle nesne- nin uygunluğunu" hakikat olarak algıladı; "dünyayı dünyayla açıklama" çabasına girdi. Can bedeli ödenerek yaşama geçirilen "Anadolu aydınlanması"na "nesnel ve toplumsal" açılımlar getirdi. Getirdiği açılımlarla Kızılbaşlık, tektanrıcı dinlerin şeriatından bir "özgürleşme hareketi" olarak öne çıktı. Tektanrıcı üç dinin (İbrahim-İsa-Muhammet dinleri) şeriatıyla kendinden "kopartılıp" gökyüzüne çıkarılan insanı, önce felsefesinin ve öğretisinin yorumuyla kuşattı. Akıldan inanca atlanılan zeminde kendi ürünü inanç yaratısınca zincire vurulan ve zavallılaşan insanı, inançtan akla inilen çizgi üzerinde "yukarıdan aşağıya uçurarak" yere, ait olduğu toprağa indirdi. Indirir indirmez de hümanizmin (2) bireysel-kitlesel tabanını yaratmış oldu. Toprak üzerinde gezindirdiği insanı; önce bireyselleştirdi, sonra toplumsallaştırdı. Onu bir inanç varlığından bir yorum ve yetenek varlığına dönüştürdü: İnsan ya da insanlık sorunlarına akılcı çözümler bulma yolunda hizmetli yaptı. Hizmetli olmanın aydınlığında, devletin ve şeriatın uzağında, ona karşı kanalda, hümanizmi yaratan/ üreten asıl toplumsal tabanı yakalamış oldu. İçinde yer aldığı toplum katında; uygarlık öncesi eşitlikçi toplum değerlerinin taşıyıcısı durumunda bulunan muhalefet insanının yaşama yordamı olarak algıladığı hümanizmi, devlete karşı halkla taraf etti. Aydınlanma dünyasında: Gökyüzünden yeryüzüne indirildiğine inanılan Tanrı buyruklarına göre bedenleşen ve egemenin güdümünde canavarlaşan insana karşı üretici/yaratıcı insanı; konuşan Tanrı durumunda ve halk kimliğinde kişilendirdi. Bu potada, yani mazlumlar katında 72 milleti eritti; bir yaptı. İnsan-evrenTanrı sorununu yeniden irdeledi: İnancın yerini akıl aldı. İnanca dayanan tanrıbilimin karşısına, inancı aklın denetimine veren bâtıni felsefeyi yerleştirdi. Tanrı-evren sorunu inanç sorunu olmaktan çıktı, bir insan sorunu durumuna geldi. Batı'da burjuva hümanizmi(3) daha tarihin gündemine gelmeden Anadolu toprağında Kızılbaşlar; İlkçağ aydınlanmacılığının uzantısında ve İlkçağ hümanizminin(4) kuşatıcılığında insanın bedensel ve ansal (anlama-kavrama) yeteneklerini geliştirdi. Bu yolda, genelde şeriatçı dinsel değerlere, özelde feodal despota ve onun uşaklarına başkaldırdığında, burjuva sınıf kimliğinin henüz ufukta gözükmediği bir toprakta; ilksel eşitlikçi toplum değerlerini bayraklaştırarak, tasavvuf bağlamında ancak sezgiyle ulaşılabileceğini varsaydığı insanlığın son kurtuluşunu tarihin gündemine taşıyıverdi. Düşyapısal da olsa toplumcu hümanizmi (5) en üretici halkasından yakalanmış oldu. Farkında mısınız-farkında mıyız bilemem ama bu toprağın Kızılbaşları; hümanizmi, halk memnuniyetsizliğinin uzantısında ezilenin iktidara yönelik özlemlerinin taşıyıcısı durumuna getirdiğinde, kendilerini de tanrıbilimin karşısına koydular. Tasavvufi maya biçiminde algıladıkları hümanizmi, egemene yönelik isyanla bugünlere taşıdılar. Onbinlerle seslendirilen kıyımlara uğradıklarında ödedikleri bedel, toplumcu hümanizmi yaşama geçirebilmek için ödedikleri bir bedeldi bir bakıma. Bu anlayış en net ve en boyutlu anlamını; Şeyh Bedrettin'in, "Yarin dudağından gayri her şey her yerde ortak olmak için" ileri haykırışında buluyordu.(6) Kızılbaş hümanizmi bugün: Ortaçağ'dan günümüze feodal değerlere/kurumlara karşı verdiği kavganın, bu yolda kazandığı deneyimlerin güvencesinde; kendisini geleceğe hazırlıyor. Kendisine yardımcı olacak toplumsal dinamikler özlenen toplu davranışı yaratamamış olsalar da Kızılbaşlar; tasavvuf algılarında "ters" duran gerçekleri ayakları üzerine "oturtarak" tarihin nesnel yasalarını, insanın özgürce gelişebileceği ve insanlığın hızla ilerleyebileceği insanlık çağına geçişin maddi koşullarını yakalama uğraşında kararlı gözüküyor. İnsanı aşağılaştırarak, uşaklaştırarak hümanizmi boğmaya çalışan sistemin dayatmasını; insanın insanı sömürmesine son verecek asıl kimliği, emekçi kimliğini-halk kimliğini öne çıkararak-onurlandırarak çözmeye çalışıyor. Talihin hep talihliden yana güldüğü bu toplumsal "cangıl"da Kızılbaşlar; inadına aklının yolundan yürüyerek, insanı, okunacak en büyük kitap olarak algılayarak, idealizmini çağdaş insanı okşayacak bir "damak tadı"na dönüştürerek, genişleyen akıl alanında toplumcu hümanizmin tohumlarını ekiyor. Resmi kayıtlarda ya da resmi kayıtlarla beslenen yazarda-çizerde Kızılbaş, Osmanlıya başkaldırmış, devleti yıkmak istemiş, cahil halkı çevresinde toplayıp ayaklanmış, din tanımayan, kötünün de kötüsü, sakınılması gereken bir kimliktir. Açıktır ki her Kızılbaşın iki yönü var- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 17 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de dır: Düşünce insanı yönü ve eylem insanı yönü. Bu iki yön birbirinden ayrılmaz; Kızılbaş bu iki yönün var ettiği bir bütündür. Ancak, Kızılbaş isyanın felsefe boyutunu-siyasal boyutunu ve inanç boyutunu, yazılı ürünlerden çok "eylemlerinden" öğreniyoruz. Eylemi dillendiriyoruz bir bakıma. Bâtıni gelenekte siyasetfelsefe ya da inanç "yaşamın hizmetine" verilir. Yaşamın "hizmetlisi" olmaya başlayınca "eylem" boy verir; eyleme bakılarak "ne düşünüldüğü" anlaşılır. Öncesinde düşünce "gizildir" ve ancak "kafalarda" vardır: Eyleme dönüşmüşse "gerçekliği" kabul edilir, dönüşmemişse "yok" sayılır. Biz de geleneğin izinden gidip eylemi "buharlaştıracağız"; çünkü, eylemin olağanüstü yanı onun "buharı", yani düşüncesidir. Bu kapsamda Kızılbaşlık, egemenin ilahi ideolojisine karşı oluşturulmuş, varlığın içinden "taşan" bir felsefenin-inancın, siyasal dileklerle belirgin bir toplumsal özlemin onun kişiliğinde eylemli dışa vurumudur, yani bir "olay"dır. Bu "olay", anasız-babasız değildir; kimsesiz çocuklara benzemez: Bir geçmişi, toplumun derinliklerinde yatan nedenleri vardır. Kızılbaş isyanlar bütünlüğü içinde kavranamazsa gerçeklere ulaşılamaz. Nedeni durumundaki "toplumsal olaylar" örtük halden "açık" hale getirilmelidir. Çünkü, Kızılbaşlık tarihi bir "karşıtarih", bir "yasaklı-ta-rih"tir. Onu anlayabilmek ya da yazabilmek için "karşı-tarafa", "yasak-lı-tarafa" geçmek zorunludur. "Kar-şı-tarafa", "yasaklı-tarafa" geçmek, "tersine dönüşümü" gerektirir: Tektanrıcı dinlerin egemen olduğu Ortaçağ koşullarında, egemene ve egemenin ilahi ideolojisi durumundaki tektanrıcılığa "göçer/yarı-göçer ve köylü temelli" toplumsal tepki, "bu dünyayı terket- öbür dünyayı terket- hiç durma terkettiğin yeri de terket" üçlemesiyle dile getirilen "üç terk" ya da "üç firar" tasarımıyla bu "dönüşümü" yaşama geçirmiştir. İnanmak için "doğaüstüne" başvuru yolu terkedilmiş, "varlığa" ya da "varlığın içine" yönelme benimsenmiştir. İşte Kızılbaşlık benim toprağımda önce "Metafizik Tanrı"ya, sonra da "Egemen"e isyanı örgütlemiştir. Tanrı'ya İsyan Kızılbaşlar, "bilinen" ya da "belletilmiş" başkaldırı türlerinden bir başka "başkaldırı"yı yaşama geçirdiler: Metafizik Tanrı'yı "kafa tutmak" gibi. Kendiliğinden var olan, varlığı kendisinden başka bir varlığı gerektirmeyen, önsüz-sonsuz olarak algılanan, her şeyin varolma nedeni duru- mundaki güce ya da canlı ve cansız doğayı güden doğa yasalarının kimliklendirilmesi biçiminde algılanan doğanın canına, doğanın aklına, doğanın yeteneğine "Tanrı" adı verilmiştir. Ama diğer taraftan biliyoruz ki Bâtınilikte Tanrı, "sonuç" üretmek zorundadır. Ürettiği sonucu da kucaklayacak biçimde tanımlarsak Tanrı, "evrensel madde ve biçimdir". Gizil durumdaki evrensel madde, doğasındaki "eğilime" uyarak "biçimlenme"ye başlayınca "eyleme" geçmiş olur. Düşünce, ötesinde bilinç, işte bu "eylemli madde" üzerine kurulur. İnsanlar belki de milyonlarca yıl Tanrı düşüncesinden uzak yaşadı; bir ibadet gereksinmesi duymadı. Tarihlendirirsek Tanrı düşüncesi ve bağlantılı olarak ibadet, ilksel komünal toplumun belli bir aşamasında belirmeye başladı. Tanrı başlangıçta bir "düzenleyici" olarak tasarımlandı; "yaratıcı tanrı" tasarımı ise köleci toplumun bir ürünü olan tektanrıcı Yahudilikte ortaya atıldı; Müslümanlıkta daha da geliştirildi. Tanrı-öncesi çağdan tanrılık çağa geçiş aşamasında toplumsal bir olgu olarak yaşama geçen "fetişçilik" ya da "putçuluk" anlayışlarında beliren ilk tanrı tasarımlarında "doğa"; tanrı yaratısı değil, doğrudan Tanrı'nın kendisiydi. Bunun bir gereği olarak mitolojilerinde, söylencelerinde doğa ya da doğanın parçaları tanrıydı. Bu nedenle bu ilk tasarımlarda tanrı tek değil, çoktu. Yetkin mitolojilerde; doğa parçaları "kişileştirilmiş", "kişi kimliği edinmiş" olduğu için, örneğin deniz-tanrı, deniz tanrısı değil, doğrudan "deniz"di; topraktanrı, toprak tanrısı değil, doğrudan topraktı; Güneş-tanrı, Güneş tanrısı değil, doğrudan Güneş'ti; Ay-tanrı, Ay tanrısı değil, doğrudan Ay'dı. Doğayı "kişileştiremeyen", "doğaya kişi kimliği veremeyen" daha az yetkin mitolojilerde doğa, tanrılardan önce gelmekte ve tanrılar onun bağrından çıkmaktaydı. Örneğin; l) İskandinav tanrıdoğumunda ilk tanrılık tasarımı olan Ymir; buzlu sislerle sıcak buharların karışımından, yani doğal öğelerin harmanlanmasından doğdu. 2) Eski Mısır tanrıdoğumunda ilk tanrılık tasarımı; doğadan ortaya çıktı. Başlangıçta "ilksel bataklık" bulunmaktaydı; sular alçalınca bir ada belirdi; adada kurbağalar ve yılanlar kaynaşmaktaydı; derken bunların arasında bulunan bir yumurtanın "çatlamasından" ilk "Ra" kaz donunda görünüşe çıktı. 3) Çin tanrıdoğumunda ilk tanrılık tasarımı; "hava"dan ortaya çıktı. Başlangıçta "hava" vardı; ilk tanrısal güç "Pen-Gu", bu havanın içinde oluştu. 4) Zerdüştlük bağlamında İr- an tanrıdoğumunda ilk tanrılık tasarımı; doğayı önceleyen değil, sonralayan bir olgu olarak belirdi. Doğasal enerji, "ışık donunda" tanrı olarak ortaya çıktı ve iyiliği simgeleyecek biçimde bilince taşındı. 5) Hint tanrıdoğumunda ilk tanrılık tasarımı; öznel gerçeklik olarak algılanan "ruh" ile nesnel gerçeklik olarak algılanan "madde"nin özdeşliği zemininde, doğanın ya da doğa parçalarının soyutlanması, kimliklendirilmesi biçiminde belirdi. 6) Asyalı kandaş toplumların tanrıdoğumunda ilk tanrılık tasarımı; içinde yaşanılan nesnel dünyanın Gök, Yer ve Yeraltı gibi kimi bölümlerinin, topluluk zümrelerinin topluluk vicdanlarını temsil etmek üzere "bedenleştirilmesiyle" doğdu. 7) Anadolu Bâtıni aya da Kızılbaş tanrıdoğumunda ilk tanrılık tasarımı; göremediğimiz, ancak etkileriyle tanıdığımız doğasal elektrik gücünün "ışık" biçiminde görünüşe çıkmasıyla doğdu. Kendiliğin-denliğin egemen olduğu diğer tanrı tasarımlarından farklı olarak Anadolu Bâtıni ya da Kızılbaş tanrılık tasarımı; bir "akıl yürütme" çabasının sonucu olarak bilince/inanca çıktı. Diğer tasarımlarda tanrı; doğal kaynakların ya da doğal gizilgüçlerin yaratısı bir "kendiliğinden varlık" iken Anadolu Bâtıni ya da Kızılbaş tasarımında, doğal olanın düşünceyle yorumlanması sonucu bir olgu olarak beliren bir "akıl varlığı"ydı ve yine bir akıl varlığı olan insan donunda yeryüzünde gezinmekteydi. Bu özdeşlik nedeniyle İnsan Tanrı, insanın tanrısı değil, doğrudan insandı. Doğanın tanrılara göre önceliğini belirten bu tasarımlara ilişkin örnekler çoğaltılabilir. Ancak özünde, tektanrıcı dinleri önceleyen bütün tanrı tasarımlarında doğa ya tanrıların yaratıcısıdır ya da doğrudan tanrıdır. Doğayı Tanrı'nın yarattığı savı, tektanrıcı dinlerle birlikte ortaya çıktı; ilkin, köleci toplumun dini olan Yahudilik'te ileri sürüldü. Yine de Yahudi tektanrıcılığı, birçok tanrılar arasından birini yeğleme sonucu tektanrıcı bir nitelik kazanmıştı. Hıristiyanlıktaki "Baba-Oğul-Kutsal Ruh" üçlemesinde, Yahudilikteki bu "yeğleme" olgusunun izleri görülür. Gerçek anlamda tektanrıcılığı gerçekleştiren tek din Müslümanlıktır. Müslümanlığın tektanrıcılığı şu önermeyle açık olarak dile getirilir: "Allah'tan başka tanrı yoktur" (Lâ ilâhe illallah). Bu bağlamda kimi düşünürler tarafından dile getirildiği gibi, Yahudilik, çoktanrıcılığın özel bir biçimiydi; hiyerarşiye bağlanmış çoktanrıcılıktan başka bir şey değildi. Çün- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 18 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de kü, insanlık durumunun bir gereği olarak köleci üretim düzeninin ilk dö-nemlerinde, insanlık durumu açısından düşünürsek aşağı, orta ve yukarı barbarlık konaklarında komşu halkların tanrılarını da kabullenmek zorunluluğu vardı; süreç içinde komşu halkların tanrıları geriye çekildi ya da toplumsal konumları gereği edilgenleşti; bu ortam yenen topluma, kendi tanrısını tek bırakma olanağı yarattı. Köleci toplumların tanrıları; bu toplumların despot krallarının konumlarının-vicdanlarının "lahut"(gökyüzü aynasına)'a yansımasıyla inanca çıktı; toplumdaki efendi-kul ilişkisi yüceltilip kutsanarak Tanrı-kul ilişkisine dönüştürüldü. Felsefenin evreni, dinlerin dışında kalarak konu edinmesi, ilkin Anadolu'da başladı. Anadolu'nun "doğacı bilgeleri", evreni kuran ilkeleri sorun durumuna getirdi; evreni, "diri bir bütün" olarak gördü. Thales'in "su" adını verdiği bu ilk kurucu ilke, akıl kurallarına dayalı düşüncenin ilk ürünü sayıldı. Bunu "hava", "ateş" ve "toprak" izledi. Tanrı'nın varlığını akıl yürütmelerle kanıtlama girişimleri; dinin felsefe üzerindeki etkisinin büyük olduğu Ortaçağ' da yoğunlaştı: Süreç içinde Tanrı tasarımı genelde ya "Tanrı, tanımı gereği en yetkin varlıktır. Varolmak bir yetkinliktir. Demek ki Tanrı'nın varlığı zorunludur", diyen "varlıkbilimsel kanıt" üzerine ya da "Hareket evrenseldir; hareket eden şeylere bir başkası neden olur. Öyleyse hareket edenlerin nedenleri ya sonsuza değin uzanan bir zincir oluşturur ya da kendi hareket etmeyen bir hareket nedeninde durur. Geçmişe doğru sonsuzca uzayan bir hareket zinciri olanaksızdır. Demek ki Tanrı, kendisi hareket etmeyen bir hareket ettiricidir", diyen "ilk neden kanıtı" üzerine yapılandırıldı. Tektanrıcılığın ortaya çıkmasıyla Ortaçağ, ruhu; odak sorun durumuna getirdi. Somut varlıkları oluşturan toprak, su, hava ve ateş'in dışında ruh, evrende bütün her şeyin kaynağı sayıldı. Henüz ruh anlayışına ulaşamamış ilkel insanlar; bir bebeğin oyuncaklarını canlı sanıp onlarla konuşması gibi bebeksi bir evreden geçtiler; nesneleri, kendileri gibi duyar, düşünür sandılar; bu canlıcılık anlayışına "animatizm" adı verildi. Nesnelerin de insanlarınki gibi birer ruhu olduğu inancına dayanan dinsel canlıcılık (animizm), bu bebeksi anlayış üzerine yapılandı; sonraları bu ruh anlayışından Tanrı anlayışına, tanrı tasarımına geçildi. devam edecek.... http://www.alevigundem.com - Hrant Dink Cinayetine 20 - kitaba 28 yıl ceza istendi(!) Gazeteci Hrant Dink cinayetinin sanığı Ogün Samast 20 yıl hapis istemiyle yargılanırken, Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları adlı kitabı yazarak 6 ayrı suç işlediği iddia edilen Nedim Şener hakkında 28 yıl hapis istemiyle dava açıldı Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink cinayetinde polisin ve istihbarat birimlerinin ihmal ve hatalarını anlatan Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları adlı kitabın yazarı ve Milliyet muhabiri Nedim Şener hakkında 6 ayrı suç işlediği iddiasıyla toplam 28 yıla kadar hapis cezası istemiyle iki ayrı dava açıldı. Şenere 28 yıl hapis cezası istenirken, Dinki öldürdüğünü itiraf eden sanık Ogün Samast içinse 20 yıl hapis cezası talep edilmişti. Davaya bugün başlanıyor Şener, hakkında açılan davalardan İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesinde ve İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesinde yargılanacak. Şener bugün İstanbul 2. Asliye Ceza Mahkemesinde ilk kez hâkim karşısına çıkacak. Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları adlı kitabın Ocak 2009da yayımlanmasından sonra, Dinke suikast düzenleneceği ihbarının yapıldığı dönemde Trabzon Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesinde görevli olan polis memuru Muhittin Zenit, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına başvurarak kitapta, Terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek, gizli bilgileri açıklamak, temin etmek ile haberleşmenin gizliliğini ihlal ve adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs suçlarını işlediği iddiasıyla Şener hakkında suç duyurusunda bulundu. Yasak bilgiler iddiası İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının başlattığı soruşturma sürerken, Dink cinayetinde ihmalleri olduğu tartışılan Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer ve Trabzon İstihbarat Şube Müdürü Faruk Sarı da aynı iddialarla Şener hakkında suç duyurusunda bulundu. 3 ayrı suçtan başka dava Soruşturmanın tamamlanmasının ardından savcı Selim Berna Altay tarafından hazırlanan iddianamede, Nedim Şener hakkında Terörle mücadelede görev almış kişileri hedef göstermek, açıklanması yasaklanan gizli bilgileri açıklamak ve temin etmek suçlarından toplam 20 yıla kadar ağır hapis cezası istemiyle dava açıldı. Şenerin bu davası İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesinde görülecek. Savcı Altay haberleşmenin gizliliğini ihlal ve adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs iddialarıyla ilgili dosyayı ise görev alanlarına girmediği için İstanbul asliye ceza mahkemelerine gönderdi. Ayrıca yapılan incelemede kitapta devlet kurumlarına hakaret suçunun işlendiği de iddia edilerek soruşturma kapsamına alındı. Savcı İsmail Onaran tarafından yürütülen soruşturma sonucunda Şener hakkında bu 3 suçtan 8 yıla kadar hapis istemiyle ayrı bir dava daha açıldı. Böylece Şener için istenen toplam ceza 28 yıla çıktı. İhmalle suçlananlar Dinkin öldürülmesinde ihmalleri olduğu öne sürülen Trabzon Jandarma Alay Komutanlığından 8 kişi ise halen Trabzon Sulh Ceza Mahkemesinde iki yıla kadar hapis cezası istemiyle yargılanıyor. Öte yandan Dink cinayetinde ihmali olduğu tartışmaları gündemden düşmeyen Trabzon ve İstanbul polisi hakkında ise herhangi bir dava yok. Başbakanlık Teftiş Kurulunun hazırladığı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğanın onayladığı raporda, Nedim Şener hakkında dava açtıran Ramazan Akyürek ile Dink öldürüldüğünde Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanlığı C Şube Müdürü olan şu andaki İstanbul İstihbarat Müdürü Ali Fuat Yılmazer hakkında Dink cinayetinde ihmali olduğu belirlenmişti. Erdoğanın onayı üzerine rapor İçişleri Bakanlığına gönderildi. İçişleri Bakanı Beşir Atalayın imzasıyla da Akyürek ve Yılmazer hakkında inceleme yapması için 2 mülkiye müfettişi görevlendirildi. İncelemeye halen devam ediliyor. http://www.milliyet.com.tr kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 19 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de DERSİM 1938 HAPİSHANESİ Avuk at Hüse yin AYG ÜN 2008 yılı muazzam bir "tarihle yüzleşme" yılıydı. Amerika Birleşik Devletleri nin (ABD) yasama organı Temsilciler Meclisi, ilk kez, Afrika kökenli vatandaşlarından, kölelik ve yasal ayırımcılık için resmen özür dileme kararı aldı. ABD de kölelik bundan 140 yıl önce yasaklanmıştı. Resmi özür kararında kölelik döneminde Afrika kökenlilere yapılanlar, "köklü adaletsizlik, işkence, zulüm, gaddarlık, vahşilik ve insanlık dışı" şeklinde tanımlandı. ABD'nin çiçeği burnunda başkanı Barack Hüseyin Obama bir kaç gün evvel "Guantanamo'yu kapatmak ve işkence utancını bitirmek istiyorum" dedi. Şili'de Yüksek Mahkeme, Pinochet döneminde onlarca muhalifin ölüm emrini veren ve Ölüm Kervanı adı verilen komiteye üye 5 emekli subaya hapis cezası verdi. İspanya'da sosyalist hükümeti, diktatör Franco döneminde sürgüne gönderilen veya ekonomik şartlar yüzünden ülkeyi terk edenlerin çocuk ve torunlarına İspanyol vatandaşlığı hakkı tanıdı. İtalyan Yüksek Mahkemesi 1944'te Toskana'daki Nazi katliamı nedeniyle Almanya'yı 1 milyon Avro tazmi nat ödemeye mahkum etti. İspanya'da bir yargıç 1930'lardaki iç savaş ve onu izleyen diktatörlük döneminde onbinlerce kişinin kaybolması hakkında soruşturma başlattı. Yargıç Baltasar Garzon, yetkililerden 19 mevkideki toplu mezarların açılmasını istedi. Arjantin'de askeri diktatörlük döneminde "ortadan kaybolanların" çocuklarını bulmak için mücadele eden Mayıs Meydanı Büyükanneleri Derneği iki çocuğu daha buldu. İspanya Hükümeti, 19361939 iç savaşı ve general Franko diktatörlüğünden zarar görenleri "Tarihsel Hafıza Yasası" adlı yasal düzenlemeler ile resmen kurban sıfatı ile tanımaya ve bu kurbanlara demokrasi için verdikleri mücadeleden dolayı tazminat ödemeye hazır lanıyor. Yeni Zelanda ve Fas'ta ve bazı başka yerlerde daha hükümet ler kendi geçmişlerindeki "kara sayfaları" temizleme yolunda adımlar attı. Türkiye Yukarıdaki örnekler cesaret verici. Hiçbir ülke kendi tarihinden, ne tuhaftır ki, kaçamıyor. Türkiye de başta Ermeni Tehciri olmak üzere Kürt ve Alevi sorunu ile yüz yüze. Türk devlet yetkililerinin Vecdi Gönül gibi temsilcileri bunun aksini gösteren demeçler verse de durum ne mutlu ki böyle. Modern Türkiye tarihindeki belki de en kara sayfa 1937 ve 1938 yıllarında Dersim bölgesinde yaşanan insanlık dışı eylemlerdir. Bu yıllarda "tek millet" yaratmak isteyen İttihat Terakkici anlayış on binlerce savunmasız kadın, çocuk, yaşlı insanı hiçbir suçları olmadığı halde-yok etti. Ölenlerin sayısının 40 binden az olmadığı araştırmacıların ortak görüşü. 10-12 binden az olmayan sayıda bir insan grubunun ise İttihat Te-rakki'nin "etnisite mühendisliği" tezi temelinde "batıya" muhacirliğe gönderildiği tahmin ediliyor. Kesin rakamlar verilemez; resmi istatistikler yok ve arşivler kapalı. Bu tarihteki olaylar Dersimlilerin hafızasında "milat"tır. 1938'den önce ve sonra diye tarih ikiye bölünmüştür. Dersimlilerin önemli bir kısmı öteden beri bu kara yıla "jenosid" diyor. Bu tarihi bugünlerde gündemleştiren gelişme ise Brüksel'de Avrupa Parlamentosunda yapılan "Dersim Soykırımı" toplantısı oldu. Dört aşamalı plan Dersim'de yaşanan trajedi 4 bölümde ele alınabilir: Şark İslahat Planı, hukuki hazırlıklar ve ilk adımlar. (lütfen bakınız: 2510 sayılı İskan Kanunu ve 2881 sayılı Tunceli Kanunu) Silahların toplanması, "dede" ve "seyitler"in kurşuna dizilmesi, liderlerin tutuklanması -toplumun başsız bırakılması-, idamlar (15 Kasım 1937 Elazığ Buğday meydanında 8 liderin asılması). Halkın önemli bir kısmının yok edilmesi (toplu cinayetler ve sakat bırakmalar). Sürgün, "toprağın ıslahı" ve bölgenin insansızlaştırılması (Belli bölgelerin yerleşime kapatılması -lütfen herhangi bir Dersimli ile konuşunuz: Aliboğazı, Demenan, Haydaran ve Mırzan bölgelerinin 1950 yılına kadar "yasak bölgeler" olarak ilânı12 binden az olmayan sayıda insanın Türkiye'nin Kayseri'den öteye kentlere, ilçelere ve köylere dağıtılması, "bir köye bir aile" uygulaması, yakın akrabaların bile -bazen kardeşler- 9 yıl boyunca birbirini görmesine izin verilmemesi) Zazaca ve Kürtçe konuşmanın yasaklanması ve asimilasyon. Yatılı Bölge İlköğretim Okulları nın (Yİ BO) 1939'da açılması, yatılı okullar ve Sıdıka Avar'ın "çocuk toplaması" -lütfen bakınız: "Dağ Çiçeklerim" Sıdıka Avar'ın anıları, "Dört Dağ İçinde" Sevim Koyunoğlu'nun anıları ve "Anılarla Tunceli" M. Fethi Ülkü'nün anı kitapları) Bu dört aşamalı plan elbette başka şekillerde de tasnif edilebilir. Ancak yukarıdaki sınıflandırma gerçeğe yakın görünüyor. Dersim aslında "Yavuz'dan beri" iriliufaklı sayısız katliamların mağdurudur (lütfen hatırlayınız: Osmanlının "sel seferleri" deyişi). Ancak kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 20 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de 1938 hacmi, etkisi ve kalıcı sonuçlarıyla birlikte düşünüldüğünde açık bir "insanlığa karşı suç" eylemi. Bu nedenle devletin ve hükümetin yapacağı çok şey var. Hapishaneden çıkmak için Öncelikle bir "tartışma ortamı" yaratılmalı. Kimsenin başkasını suçlamadığı "kollektif" bir platform yaratmalı. Bu platform politikadan veya ideolojiden- arındırılmalı (lütfen ilgili gazetelere bakınız: Brüksel'deki Avrupa Parlamentosu binasında 13 Kasımda yapılan "Dersim Soykırımı" toplantısında -olumlu konuşmaların yanı sıra- "Öcalanın sağlığı" da genişçe dile getirilmiş). Tartışma ortamını tesis etmek için bir "Bilgi Bankası" veya "Dersim Arşivi" kurulmalı. Bölük-pörçük belgeler birleştirilmeli. Fotoğraflar ve ilgili nesneler toplanmalı. Daha sonra "Anma Yerleri", "Anma Günleri" belirlenmeli. Katliam nerelerde başladı ve toplu biçimde sürdüyse ora bir anma yeri kabul edilmeli. Bu nedenle Dersim'deki noktaların (genellikle dere ağızları veya Munzur kıyıları) tespiti yararlı olacak. Anma tarihi ise 15 Kasım (idamların tarihi), 4 Mayıs (Bakanlar Kurulu'nun 1937 kararı) olabilir. Her yıl geleneksel törenlerle bir "yas çalışması" başlatılmalı. Dersimlilerin veya başkalarının bir daha bu tür bir felaketle karşılaşmaması için başta kendini ve konuya uzak kesimleri hedefleyecek "aydınlatma çalışması" yürütülmeli. Bu konuda merkez Türkiye olmalı. "Dışarıdaki" çalışmalar ancak ikincil olmalı. Katliam görmüş bütün topluluklar hasta. Hafızaları o tarihle başlar ve biter; o tarihte her şey donakalmıştır. O tarih, adeta "kendi hapishaneleri" olmuştur. Sorun, tarihle yüzleşmek. İlk adım "özür" ve "gönül alma"dır. Devletin demokratikleşmesi ve tüm kimliklere ve dillere saygı ve tam hak eşitliği şart. 2008 yılı tüm dünyada yaşanan gelişmelerle devlete ve bize güç vermeli. Unutulmamalı ki, 1938 Dersim trajedisi bu ülkede ve Türk halkıyla çözülecek. Eğer uygar ulusların yaptığı gibi başarılırsa hasta iyileşmeye başlar. Başarılamazsa devlet inkârda, biz ise "1938 Hapishanesi"nde ölülerin hayaletleriyle yan yana yaşamaya devam ederiz. kaynak: h t t p : / / w w w. d e r s i m . b i z Osmanlılar Devrinde Osmanlılar Devrinde DERSİM İSYANLARI DERSİM İSYANLARI kaynak: h t t p : / / w w w. d e r s i m . b i z T. C. Yazan Kurmay AlbayYazan Burhan Özkök Kurmay Albay Burhan Özkök Dahiliye Vekaleti JANDARMA UMUM KUMANDANLIĞI III Ş. I Ks. Sayı 5505S Metin arasında 3. kroki vardır Metin arasında 3. kroki vardır Gizli ve zata mahsustur. DERS İM 1937 Askeri1937 Matbaa Askeri MatbaaLaikasıdır 106 Sayılı Askeri Mecmua 106 Sayılı Askeri Mecmua Laikasidir Kayıt altında yüz tane basılmıştır. kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 21 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Mikail Aslan KAYIP İŞARETLER (2) Kırmanciye Tarihçi ve yazar Erdal Gezik’in bir makalesinden okumuştum; Avrupa’da yaşayan bir ailenin dört çocuğundan bahsediyor. Dersimli olan bu ailede dört kardeşten biri kendisini Kürt, biri Zaza, biri Alevi biri de enternas-yonalist olarak niteliyor. Dört kardeşinde iletişim kurdukları cemaat ve mekanlar ayrı ayrı. Bu cemaatlar da çoğunlukla birbirilerine karşı sıcak değiller. Bu aile aslında Dersimlilerdeki kimlik arayışlarının geneldurumunu yansıtıyor. Bizim insanlarımız arasında devamlı bölünme ve parçalanma bir kader midir? 1938 yenilgisinin sebebi de aşiretler arasındaki bölünmüşlüktü. Nitekim bu yıllarda öyle bir iç ihanet yaşanmıştır ki, bir kese altın için kardeş kelleleri torbalarda devlete sunuluyordu. Bizim gibi katliama uğramış diğer halkların tarihlerinde böyle içe dönük barbarlık pek görülmez. Kronik bir hastalığa dönüşmüş olan bu devamlı bölünme ve içe dönük didişmenin köklerini de düşünceme göre bu trajik tarihimizde aramak lazım. Sonraları solun girişiyle bu parçalı durum devam etti.Ve bu ayrışma hobisi şimdilik kimlik arayışına yansımış görünüyor.Bize gelen e-maillerden de an laşılıyor ki bayağı bir kafa karışık lığı mevcut. Bazıları bizi ‘Kürtçü’ bazıları ise ‘Zazacı’ vb. kelimelerle eleştiriyor. Her şeyden önce şunu söylemeliyim ki ben bir dil bilimci değilim. Bizim bölgemiz hakkında araştırma yapan çeşitli oryantalistleri okudum. Fakat inanıyorum ki en iyi bizler kendimizi tanımlayabiliriz, kaznak:http://www.dersimovacik.com Dr. Baran'ın cenazesini istiyoruz Gökyüzüne yasak ıslıklarla tutunmaksa yaşam, yaşam gözlerin, umut sen, ellerin toprak, yüreğin Dersim. 'kefensiz ölümün mezarı göklerdir'. Yıkık bir coğrafyadır yüreğim. Kuşatılmış bir ömrün yıkık, viran hatıralarında dolaşırım. Binlerce yıldır varolma savaşında dökülen kanlarla, kırmızıya boyanır gözlerim. Topraklar uğruna verilen savaşlar, ölümler, acılar, arda kalan yetimler ve öksüzler, gözyaşları, savaşların gölgesinde, savaşı büyük yapan komutanlar… Tarih şahittir ki, büyük insanları, komutanları yenilmek yıkmamıştır. Bu tarih ki onuru yüreğiyle harmanlayıp, düşmanının bile ölüsüne saygı duyan komutanlar görmüştür cenazeyi teslim eden düsmanlarda. Biz bu coğrafyada bir şeyi iyi biliriz, ölüsüne saygısı olmayanın dirisine hiç yoktur. Yıllardır sular akar yüreğimizden, evlatlarımız, oğullarımız, evlerimiz, ağaçlarımız, yurdumuz akip gitti ellerimizden. Yaslılıgın deminde dedelerimiz torunlarını gömdü, babalarımız ogullarını. Gözlerimiz acı oldu. Ne iade-i itibar ne şehitlik mertebesi unutturdu acımızı. Biz cenazemizi istiyoruz! Duyun dağlar, taşlar, taşlaşmış yürekler, lal´laşmış diller. Biz biliriz ki ve artık herkeste bilir ki, bütün ihanetçiler katledilişine çekilen sis perdesinin arkasında kaldı. Adları belli, yaptıkları belli, acılar ve bedeller onların yüreklerine düşsün. Onurlu yüreğinle bilki BİRAÊ Mİ, APÊ Mİ, CİGERA Mİ, PIYÊ Mİ, KHALIKÊ Mİ, HEVALÊ Mİ, sevdana tutunan her nefer mezarını bekler, onurunu koruyan her kişide bu sorumluluk içinde bedenini bulacaktır. Dersim'desin biliriz ve gelip seni alacağız. Senin mezarını Dersim yapmıştık. Bulunduğun yerden bulup seni doğduğun köye götürme istekliliğimiz tükenmeyecek. Tüketmek isteyenlere inat, vermek istemeyenlere inat, tükenmeyeceğiz. Her geçen yıldönümünde, yazıların ötesinde, bu acıları yüreğinde yaşayan bu coğrafyanın onurlu insanları, her evin gölgesinde bir acı vardır biliriz, evladının bedenini kucaklamak isteyen her ananın yüreğinin sıcaklığında, mezarımızı istiyoruz. Dersimin neresindeysen oraya gelip seni almak istiyoruz. Yüreğinin değerinde bir mezar istiyoruz. 11.03.2009 Ailesi tdurgun@live.de http://mamekiye.de kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 22 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Z aza c a Di l i Teme l De s le ri -8 ilhami sertkaya Z A Z A C A’ D A F İ İ L Z azaca ’d a y apı l ar ı na gör e üç k ı s ı m f i i l va rdı r : 1 - Bas i t f i i l l er 2 - Tü r em i ş f i l l er 3- Bi l eşi k f ii l l er 1 - BAS İ T Fİ İL LER B u n la r b aş k a b ir kel i m e yar d ım ı yl a t ür em eyen, t ek kel i m ey l e o l an f ii l l er di r. B a zı Ö rn ek l er B ERD ENE -g ö t ür m ek, A RDE NE- get i r me k, WE RDE NEYem e k Ş I MI TE NE- i çm ek, WAS T ENE - is t em ek, Şİ YE NE- gi t m ek B İYE NE- o l m ak 2 - TÜRE MİŞ Fİ İL LER F i i l ö n e k in i n , ki mi f i il l er i n önüne gel m esi yl e ol u şur. B a zı Ö rn ek l er : C A+KER DEN E- CAKE RDE NE -yer l eş ti r m ek, DE +VE RDAYENE - DEVE RDAYE NE- dökm ek P Ê +GIR OTE NE -P Ê GİR OTE NE -Tut m ak, yaka l am ak PA+ ZE LE QNAYENE - PAZE LE QNAYEN E- Bi r ş eyi b aş ka b i r ş ey e yap ı şt ı r m ak 3 - BİL EŞ İK F İİL LER İ si m o l an k el i m e m a st ar ı nı n önüne gel m ekl e y apı l ı r.Yan i i s i m yar d ı m ı yl a yap ı l ır ( İs i m+ fi i l ) . B azı Örn ek l e r: PAR S +KER DEN E- PARS KE RDE NE -Di l enm ek PAR E+ KER DENE - PARE KER DEN E- P ayl aşm ak P E RS +KE RDE NE- P ER SKE RDE NE -S or m ak KAŞ +KE RDE NE -KA ŞKE RDE NE -Ç ekm ek B AR+KE RDE NE- BA RKE RDE NE- Yükl em ek kaynak: http://sertkaya1.tripod.com/mypersonalsite/id28.html Dersim Geminde Rhein - Ruhr e.V Derneğimiz Hızır dilinden kursu başlattı. Kısa zamanda büyük ilgi gören kusa katılım beklenenin üzerinde oldu. Kurmancada kurs açmak için yeterli talep olması halinde eşit koşullarda kursları severek sürdürmek istiyoruz. Dernek lokalimizde her pazar günü açık büfe kahvealtı yapılmaktadır. Tüm hemşeri ve dostlarımızla birlikte olmaktan mutlu olmaktayız. Kırmızı Kalem 17 Nisan´da Almanya´nin Duisburg şehrinde, Yönetmen Özgür Fındık´ın hazırlamış olduğu Kırmızı Kalem adlı Belgesel Film gösterime sunuldu. Duisburg ve çevresinden oldukc yogun ilgi gören belgesel sempati topladı. Desim soykırımı belgesel ile tartışmaya tanıklar da katıldı Ali Rıza Polat Dersim Gemeinde Rhein-Ruhr e.V. Weseler Str.32 47169 Duisburg - Marxloh http://www.dersimgemeinde.com dersim-rheinruhr@hotmail.de Tel :0203 - 988 99 00 dersim sitesinin adresi: i n fo @d e rs i m . b i z h t t p : / / w w w.d e rs i m .b i z kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 23 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de o Milletin temsilcilerine ve masum insanlara tuzak kurmayı amaçlayan bu plan, kimin talimatıyla hazırlandı? o Masum insanların evlerine silah ve mühimmat yerleştirmeyi kim, nasıl planlar? İTİRAZIMIZ VAR Taraf, "AKP ve Gülen'i bitirme planı" ile ilgili haberlere yasak koyan Genelkurmay'a karşı yarın mahkemeye başvuracak Taraf'ın "AKP ve Gülen'i bitirme planı" başlığıyla yayımladığı Genelkurmay'a ait "İrticayla Mücadele Eylem Planı" dünkü gazetelerde geniş yer buldu. Genelkurmay Başkanlığı Askerî Mahkemesi'nin yasak kararına rağmen Zaman, Star ve Sabah gibi gazeteler belgeyle ilgili gelişmeleri manşette taşıdı. Zaman'ın soruları Eylem planını, "Millete ve Hükümete Kirli Tezgah" başlığıyla manşetten yayımlayan Zaman gazetesi, önceki gün Taraf'ta yayımlanan bilgileri okurlarına aktardı. Gazete, 'soruşturuyoruz' diyen Genelkurmay'a ise şu soruları yöneltti: o Belgede imzası bulunan Kurmay Albay Dursun Çiçek sorgulandı mı, açığa alınacak mı? o TSK'ya ait bu evrakın, tutuklanan Ergenekon sanığı Serdar Öztürk'ün elinde ne işi var? o Soruşturmada belgeyi yayımlayanlar mı, yoksa bu vahim komployu kuranlar mı araştırılacak? o Masum insanlar hakkında askerî suç icat edip askerî mahkemede dava açma planını kim veya kimler kendisine görev edindi? o Anayasa ve yasaları ihlal ederek bu planları yapanlara hangi yaptırımlar uygulanmaktadır? o Nisan 2009 tarihli andıç uygulamaya kondu mu? Hangi faaliyetler yürütüldü? o Söz konusu andıcın altında imzası olanlar sorgulandı mı? Soruşturmanın, selameti açısından açığa alındı mı? o Soruşturma gizliliği ihlalden mi açıldı, yoksa olayın açığa çıkartılması ve sorumluların tespiti amaçlanıyor mu? Sabah gazetesi ise gelişmeleri "TSK'da derin soruşturma" manşetiyle okurlara duyurdu ve eylem planından başlıklara yer verdi. Ergenekon hâlâ aktif Taraf'ın haberini manşetine taşıyan başka bir gazete ise Star'dı. Gazete "Ergenekon 2009" baş lığıyla yayımladığı haberde "Genelkurmay Başkanlığı'nın Nisan 2009 tarihli planı Ergenekon'un hâlâ aktif olduğunu ortaya çıkardı" ifadelerini kullandı. Vatan gazetesi, eylem planını sürmanşetten gördü. "Garip şeyler oluyor" başlığıyla yayımlanan haberde, "Ergenekon davasıyla ilgili haberleriyle dikkat çeken Taraf gazetesi dün yine kamuoyunu sarsacak bir habere imza attı" ifadelerini kullandı. Soruşturma vurgusu Hürriyet gazetesi de, "Genelkurmay: Plan haberi soruşturuluyor" başlığıyla gelişmeleri birinci say fasına taşıdı. Genelkurmay'ın planla ilgili soruşturma başlattığını okurlara duyuran gazete ayrıca belgelerin ofisinde bulunduğu Serdar Öztürk'ün avukatının, "Belgeleri cemaatçi yapılanma, müvekkilimin bürosuna koydu" açıklamasına yer verdi. Radikal gazetesi de "Yalanlama yok" başlığıyla yayımladığı haberin spotunda "Genelkurmay'ın AKP ve Gülen'e karşı plan yaptığı iddiasını içeren belge ne yalanlandı ne doğrulandı" dedi. "Taraf yazdı Genelkurmay soruşturuyor" ifadeleriyle eylem planını birinci sayfadan gören Mil- liyet, haberin spotunda şunları yazdı: "Taraf gazetesinde dün, Nisan 2009'da, Genelkurmay Harekât Başkanlığı'nda AKP'yi ve Fethullah Gülen'i bitirmek için plan hazırlandığına ilişkin haber çıktı. Genelkurmay da bu haber üze rine konunun soruşturulması için askerî savcılığa talimat verildiğini duyurdu." Cumhuriyet gazetesi ise haberi "Genelkurmay soruşturuyor" baş lığıyla verdi. Yeni Şafak gazetesi de haberi "Şok plana soruşturma" başlığıyla okurlara duyurdu. KÖŞE YAZARLARI 'EYLEM PLANI'NI YAZDI En güvenilir kalenin yıkıldığı andır Taraf'ın, yayımladığı "İrticayla Mücadele Eylem Planı" gazetelerin yanı sıra köşelerde de geniş yer buldu. Birçok köşe yazarı, Genelkurmay'a ait "eylem planı"nın suç olduğuna dikkat çekip, Karargah'tan daha doyurucu bir açıklama istedi. Vatan gazetesi ise Askeri Mahkeme'nin yasak kararı nedeniyle Okay Gönensin'in köşe yazısını yayımlamadı. HÂLÂ DERS ALMADINIZ MI Ertuğrul Özkök (Hürriyet): Bu yazıyı şu şartla yazıyorum: "Eğer bu belge gerçekse..." Yeni ve feci bir andıç olayı ile karşı karşıyayız demektir. Belgenin tarihi Nisan 2009... Yani iki ay önce hazırlanmış. Altında Genelkurmay Harekât Başkanlığı'nda görevli muvazzaf bir subayın imzası var. Eger bu belge gerçekse; İnsan soruyor: "Yani hâlâ mı ders almadınız?" Belgeyi baştan sona okuyorum. Birtakım kelli felli insanlar oturmuş, bir "Aksiyon Planı" hazırlamışlar. Amaçları, AKP hükümetini ve Fethullah Gülen'i yıpratmak. Yani alenen suç. Hem de ağır bir kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 24 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de nin içine ajanlar sokmuş. Üstelik bu ajanların görevi 'düşman' faaliyetleri hakkında bilgi toplamak da değil. Ya da "Geri zekalılık örneği"... TERTİPLERİ BİR BELGEDE GÖRMEK AKLA SIĞMIYOR Güngör Mengi (Vatan): Genelkurmay Başkanlığı, ülke güvenliğine yönelik iç ve dış tehlikeler bağlamında elbette irtica tehdidine karşı uyanık olmak ve önleyici tedbirler geliştirmek sorumluluğundadır. Ama insanın güvendiği bir arkadaşının yanında bile telaffuz etmekten sakınacağı tertipleri bir belgede görmek akla sığmıyor! Bu bir tedbir paketi değil, sanki askerleri karalamak için kasten hazırlanmış bir suçüstü belgesidir! Okuyan üstünde yarattığı ilk duygu, en güvenilen kalenin yıkıldığı şokudur. Başımıza gelecek en iyi şey, böyle bir planın asla yazılmadığını öğrenmek veya en azından bir fikri çalışma taslağı olarak sunulduğu halde üst makam tarafından çöpe atıldığını işitmek olabilir. BU BİR DARBE BELGESİDİR Ergun Babahan (Star): Bu ülkeyi korumakla görevli Silahlı Kuvvetler, işi gücü bırakmış, üst üste bir kaç seçim kazanmış bir parti- Abuk-sabuk açıklamalar yapıp partiyi kamuoyu önünde zor duruma düşürmekle görevli bu ajanlar. Kim bilir daha ne Turan Çömez' ler vardır bu partinin içinde, şak emredilince tak diye konuşan... Taraf'ın yayınladığı belge, Genelkurmay'da hazırlanmış bir darbe belgesidir. Çünkü seçimle işbaşına gelmiş bir partiyi yasadışı yollarla etkisiz hale getirmeyi, hatta tasfiye etmeyi amaçlamaktadır. Bu açıkça Anayasa'yı ihlal suçudur. BU ÜLKENIN BIR ASKER SORUNU VAR Hasan Cemal (Milliyet): Taraf'ın dünkü birinci sayfası ise bu ülkedeki 'asker sorunu'nu bir kez daha apaçık sergiliyordu. Oysa, demokrasi ve hukuk devletinin damgasını bastığı bir düzende asker kendi başına buyruk bir siyasal parti gibi davranamaz. Seçilmiş sivil otoriteye tabidir asker demokrasilerde.Ve hukukun üstünde değildir, olamaz da... İşte bu açılardan Türkiye'de as- genelkurmay başkanı ogr. ilker başbuğ kerin hala böyle bir raya oturmaya niyetli olmadığını sergilemişti Taraf'ın dünkü birinci sayfası. Anlaşılan Ahmet Altan da bu yüzden yazısına şu ilginç başlığı koymuştu: "Ordu uslanmıyor!" BAŞBUĞ BILGI ALMIŞ OLMALI Fehmi Koru (Yenişafak): Genelkurmay Başkanı dün sabah Taraf gazetesini görür görmez imza sahibi subayı çağırtıp yapılan (veya yapılmayan) çalışmayla ilgili kesin bilgiyi almış olmalıdır. Tabii daha önce böyle bir planın hazırlandığından kendisi bizzat haberdar değil idiyse. KAYITDIŞI SIYASET Ali Bulaç (Zaman): Planı hazırlayanların Allah'tan korkmadıkları kesin. Gizli planda, baskınlarda Alevi düşmanlığını körükleyecek bilgi ve belgelerin de evlere bırakılması öngörülüyor. Bunun anlamı Sünni-Alevi çatışmasının körüklenip tezgahlanmasıdır. Demek oluyor ki, geçmişte hepimizi derinden sarsan toplumsal çatışmalar (Çorum. K. Maraş, Sivas Madımak, Başbağlar vb.), suikast ve cinayetler söz konusu kayıt dışı siyasetin bir parçasıdır. Kaynak: Taraf-İstanbul - 14.6.09 http://www.taraf.com.tr/haber/35 667.htm Vakit Gazetesi isim vermeden bir bürokratın Ağlama Duvarında çekilmiş 3 fotoğrafını yayınladı. Kısa bir araştırma sonrası bu kişinin Org. İlker Başbuğ olduğu ortaya çıktı. -basından alınmıştır.- suç. Belgeyi okuyunca sadece iki şey söyleyebiliriz: Ya, "Vahim provokasyon." kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 25 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Siyasi kültür, Ergenekon, "Mustafa Kemal'in Askerleri" ve Sol Fikret Başkaya Türkiye'de geçerli siyasi kültür esas itibariyle 19201938 döneminde oluşmuş, rejimin tüm kurumlarına derinlemesine sirayet etmiş, bugün de belirleyici olmaya devam eden 'tuhaf' bir kültürdür. Yakın tarihin baştan aşağı tahrif edilip, ihtiyaca göre yeniden 'inşa edilmiş' bir versiyonuna, M. Kemal' in putlaştırılmasına, devletin kutsanmasına dayanmıştır. Böylece Eski Rejim kendini yepyeni bir şey olarak sunmayı başarmıştır. "Yenilikçi" Osmanlı bürokratik elitinin devamı olan egemen bürokratik elitin ve hâkim sınıfın diğer unsurlarının [Ticaret ve sanayi burjuvazisi, toprak ağaları] çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Yeniliği, farklılığı, moderniteyle ilgisi görüntüden ibarettir. Eski'nin yepyeni bir şeymiş gibi sunulabilmesini sağlayan da, ülkenin geçmişinde bir modernite devriminin yaşanmamış olmasıdır. Cumhuriyet aydınlanması denilen de tam bir safsatadır. Tartışmayı yasaklayan, farklı düşünceyi düşman sayıp lânetleyen, muhalifi şeytanlaştırıp cezalandıran, kişiye tapınmaya dayanan, bir dizi 'laik kutsallıklar peydahlayan, toplumu 'adam edilmesi gereken' bir nesne olarak gören bir rejimin modernite ve aydınlanmayla gerçekten bir ilgisi olabilir miydi? Eğer bir aydınlanma devrimi yaşanmış olsaydı, Eski Rejimle bir hesaplaşma ve kopuş söz konusu olsaydı, hem topluma böylesine bağnaz bir resmi tarihi ve resmi ideolojiyi dayatmak mümkün olmaz, hem de söz konusu resmi tarih ve resmi ideoloji bu kadar uzun ömürlü olmazdı. Osmanlı döneminin yeniliklerinin, Cumhuriyet döneminin inkılaplarının asıl misyonu, Eski olanı yeni bir retorik ve kimi yeni kurumlar ve mekanizmalarla marifetiyle yeniymiş gibi sunmaktan ibaretti ki, bu işte başarılı olduklarını teslim etmek gerekir. Herhalde modern tarih çağında kişi kültünün böylesine etkin ve etkinliğin bu kadar uzun ömürlü olduğu bir başka "modern" toplum olupolmadığını araştırmak ilginç olurdu. Her şeye kâdir bir kurtarıcı, koruyucu, kurucu, eğitici yetiştirici [mürebbi], yol gösterici, bağışlayıcı, vasi, tek ve şaşmaz, en büyük [Atatürk] ve onun ne dediğini, neyi arzuladığını, neyi istemediğini bilen, onun adına konuşan bir 'cumhuriyet aydını', 'modern ulemâ' taifesi. İşte 'Modern Türkiye' denilen böyle bir şey.. [Ebedî] Şef, parti, devlet, millet özdeşliğine veya 'birliğine' dayanan bir rejim, modernliğin [çağdaşlığın] timsali sayıldı. Yönetici elit millet dediğinde de kendini kastediyordu. Bütün bu zaman zarfında halkın 'işe karıştırılmaması' kuralı geçerliydi. Halkın politik sürece dahil edilmemesinin gerekçesi de hazırdı: Halk cahildi, eğitilmesi ve 'olgunlaşması' 'yetiştirilmesi','rüştünü ispat emesi' gerekiyordu. Onu eğitecek olan [mürebbi] de kendileriydi. Diktatörlük döneminde oluşturulan yapıda kayda değer bir değişiklik söz konusu olmadan 1946' da çok parti sistemine geçiş, gerçek anlamda birçok partili sistem anlamına gelmiyordu. O zamana kadar bütünüyle siyasi sürecin dışına atılmış halk kitleleri, bundan böyle muvazaa partileri veya taşeron devlet partileri ve seçimler aracılığıyla manipüle edilecekti. Aracın rotasını tek parti diktatörlüğü döneminde olduğu gibi yine asıl devlet partisi belirlemeye devam edecekti. Halk henüz mürebbilerin rahle-i tedrisinden geçmemişti, korunmaya ve kollanmaya ihtiyacı vardı. Halk henüz yeterli eğitimi alıp, 'olgunlaşmadığına' göre mürteciler, teokrasi yanlıları, kızıl komünistler, kim bilir belki de liberaller onu aldatabilirdi... Aslında bu anlayış 'modern koloniyalizme' özgüdür ve bugün de geçerli ama artık köprülerin altından hayli su aktığı da bir vakıa... Nasıl İmparatorluktan Cumhuriyete geçiş Eski Rejimden bir kopuş değil idiyse, diktatörlükten 'demokrasiye' geçiş de bir kopuş değildi. Can sıkıcı ve rahatsız edici olan husus, rejimin hiçbir zaman tartışma konusu yapılmaması ve esas itibariyle 1920-1938 döneminde oluşturulan siyasi kültürün varlığını ve etkinliğini bugün de sürdürmesidir. Aslında bu durum kişi kültüne, 'ulu öndere' tapınmaya dayalı eğitim sisteminin doğal sonucudur. Diplomalı kesimin bilincinin resmi tarih ve resmi ideoloji tarafından dumura uğratılmasıyla, iğdiş edilmesiyle ilgilidir. Ulu önder tüm soruların cevabını peşinen ve 'ilelebet' verdiğine ve gidilecek yolu da gösterdiğine göre, ortada tartışılacak bir şey kalır mıydı? Velhasıl mürebbilere ve diplomalı taifeye iz sürmekten başka yapacak bir şey kalmıyordu... Rejimi tartışmaya cesaret edenler rejimin kutsallarına saldıran 'yıkıcılar', değilse "düşmanlarımız hesabına çalışan ajanlar" olabilirlerdi ki, Cumhuriyetin 'sükûn sağlayıcı takrirleri onlara gereken dersi verirdi. Bu durum son dönemde gündemde olan ve bir süre daha gündemde kalacağa benzeyen Ergenekon Operasyonuyla bir kez daha doğrulandı. Sivil ve militer bürokrasi, akademi ve iş dünyası içindeki darbecilere yönelik operasyona özellikle diplomalı kesimin verdiği tepki, tek parti diktatörlüğü döneminde oluşturulan siyasi kültürün bu kesimin bilincinde ne kadar köklü bir yer edindiğini ortaya koyuyor. Elbette operasyonun mahiyeti hakkında da kafalar karışık ve böyle bir siyasi kültürün geçerli olduğu koşularda bu anlaşılmaz bir şey değil. Türkiye'de darbecilik ve darbeci gelenek rejime ve onun mantığına içkin bir özelliktir. Başka türlü söylersek, TC'de darbeler rejimin 'olağan halidir'. Dolayısıyla genel durumdan bir sapma veya istisna değildir. Netice itibariyle Cumhuriyet de bir darbeyle kurulduğuna göre, rejimin darbelerle yol alması neden şaşırtıcı olsun? Başladığı gibi devam etti ama artık yolun sonuna gelmekte olduğumuzu söyleyebiliriz... Öyleyse Ergenekon operasyonunda 'yeni olan' nedir? 'Yenilik' bu güne kadar ordu içinde kotarılan darbe girişiminin bu sefer 'sivil alana' sıçraması ve bunun engellenememesidir. Vatanın ve milletin tüm işlerinden sorumlu, koruyucu ve kollayıcı ordu bu sefer çalınan minareye kılıf bulmakta başarılı olamadı... Ordu içindeki darbecilerle darbe karşıtları arasındaki görüş ayrılığı ve çatışma, sivil yargının işe müdahale etmesi ve durumdan halkın haberdar olmasıyla sonuçlandı. Velhasıl halk duymaması gerekeni duydu... Bir kısmı emekli olan, darbede ısrarcı komutan başarılı olursa [ki bu onun 'sivil toplum' dediklerini etkili bir şekilde harekete geçirebilmesine bağlıydı], darbeyi ordu içinde de yapacakları bilindiğinden, darbe karşıtları [aslında darbe karşıtlarıyla darbeciler arasındaki anlaşmazlık bir ilkeden değil, konjonktürün darbeye uygun olmaması tespitinden kaynaklandığı anlaşılıyor...] bu kesimi etkisizleştirmek üzere - operasyonun kapsamını da kendileri belirlemek kaydıyla - sorunu sivil yargıya havale etmek zorunda kaldılar. [Her ne kadar operasyonunun kapsamı hakkında etkin olsalar da, bazı durumlarda ruhları çağıranların onu geri gönderemedikleri de bilinen bir gerçektir.] Bu tür bir operasyonla fazlasıyla ayağa düşmüş, mafyalaşmış un- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 26 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de surları tasfiye etmek, ordu içindeki ve dışındaki darbecileri etkisizleştirmek, imaj tazelemek, başta ordu olmak üzere 'devletimizin itibarını' restore etmenin amaçlandığı anlaşılıyor. Aslında darbeye hedef olan ordu kadrolarının darbe karşıtlığı, onların demokrasi aşkıyla ilgili değildir. Bu durumda yeni olan bir şey de, ilk defa her darbenin gönüllü destekçisi olan sivil bürokrasinin yükseklerine, akademinin ve medyanın, bazı unsurlarına dokunulmuş olmasıdır. Dokunulmazlıkları konusunda sarsılmaz bir inanca sahip olan ve kendilerini 'müesses nizamın bekçisi' ve 'memleketin sahibi' olarak gören diplomalı seçkinlerin infiali ve şaşkınlığı bu yüzdendir. Oldum olası bu kesimlerin en büyük korkusu 'cahil halkın' işe karışmasıdır. Bu yüzden özgürlüklerin, demokrasinin, insan haklarının katıksız düşmanıdırlar. Darbeyle ilgili olduğu gerekçesiyle tutuklananlara yapılan muameleden vazife çıkarmaya çalışıyorlar. Elbette hak ihlallerinin her türlüsüne karşı çıkmak ve usul hukuku kurallarına uyulmasını istemek son derece önemli ve gereklidir. Tutuklamalar sürecinde yasal gereklere uyulmadığı için ortalığı velveleye verenler, hak ihlâllerinden yakınanlar, Ergenekon sanıklarına yapılanın yüz katı başkalarına yapıldığında kıllarını hiç kıpırdattıkları oldu mu? Işkence ve siyasi cinayetlerle ilgili, düşüncelerinden dolayı cezalandırılanlarla ilgili bir defacık sesleri çıktı mı? Çıkar mıydı? Çıkabilir miydi? Bu ülkede anaokulundan başlayarak tüm okul sisteminde ve askerlikte puta tapmayı esas alan, özgür düşünceye düşman bir eğitim sürecinden geçmiş, düşünme yeteneği körelmiş, yurttaş değil kul bilinci taşıyan, bürokraside, akademide, orduda, medyada, vb. ayrıcalıklı bir pozisyon edinmiş kesimin darbeci, 'ulusalcı', Ergenekoncu olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Nitekim bir üniversite rektörünün Ergenekon davasından tutuklanması sonrasında bu durumu Atalarına şikâyet için Anıt Kebire giden cüppeli hocaların "biz Atatürk'ün askerleriyiz" sloganı atmaları, rejimin verdiği eğitimin etkinliğinin kanıtı oyduğu gibi, yarattığı insan tipi hakkında da bir fikir verecek durumdadır... Bu dünya'da ve sadece burada, Kemalist Cumhuriyette üniversite üyeleri, şikayet için ölmüş bir şahsiyetin mezarına gidebilir ve kendini militarist bir sloganla ifade edebilir... İşte size 'memleketimin üniversitesinden manzaralar...' İşte size 'modern Türkiye'den manzaralar... Bu durum sadece üniversite denilen ama adından başka üniversiteyle ortak yanı olmayan kurumun sefaletini göstermiyor, aynı zamanda Türkiye'deki bilimsel/entelektüel seviyeyi de gösteriyor ve siyasi kültürün sefaleti hakkında da fikir veriyor. Solun Ergenekonla imtihanı... Aldığı eğitim ve rejimin niteliği gereği, kalben veya fiilen, reel veya potansiyel Ulusalcı-Ergenekoncu olanların bu durumuna diyecek bir şey yok. Lâkin solun bu konudaki tavrı problemli. Elbette operasyonun devlet içi bir operasyon olduğunda da kuşku yok ve dosya pisliğin temizlenmesi için mobilize olmuş emekçi halk kitlesinin talebi ve dayatması sonucu açılmış da değil. Sol problemli bir kavram. Genel olarak sol kavramından, ezilen, sömürülen sınıfların safında olmak ve ezilme ve sömürülmenin olmadığı, eşitlik ve özgürlüğe dayalı sosyalist bir toplum ve dünya için mücadele etmenin anlaşılması gerekir. Türkiye'de sol ile sol olmayan arasındaki sınır silik. Bunun nedeni solun her şeyden önce Kemalizm'den kopamamış, rejimin resmi ideolojisi olan Kemalizm'le hesaplaşamamış, dahası öyle bir kaygı taşımıyor olmasıyla ilgili. [Elbette istisnalar vardır...] Resmi tarihle, resmi ideolojiyle hesaplaşmayan, resmi tarihin ürettiği yalanlara, efsanelere itibar eden bir sol hareket olabilir mi? Böyle bir hareket inandırıcı olabilir, kitlelerin güvenini kazanabilir, etkin bir politik faaliyet yürütülebilir mi? Türkiye'de solun 'radikal unsurları' arasında bile Türkiye Cumhuriyeti denilenin 'gerçek' bir cumhuriyet olduğuna, üstelik anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş savaşı sonucu kurulduğuna inanların sayısı az değildir. Türkiye'de 1923 de adı Cumhuriyet olarak değiştirilen rejim, padişahın sahneden çekilmesi dışında bir farklılık ve orijinallik içermiyordu. Kaldı ki, zaten rejim o tarihte şeklen anayasal bir monarşiydi ve padişahın sadece sembolik bir varlığı söz konusuydu. Kemalizm'le aradaki sınırın kalın çizgiyle ayrılmadığı koşullarda ve köklü bir anti-militarist bilinç yokluğunda solun darbeler karşısında tutarlı bir tavır ortaya koyması elbette mümkün olamazdı ve olmadı. Mesela 27 Mayıs darbesini 'ilerici' sayıyor... Bu dünyada ilerici bir darbe olabilir mi? Böyle bir şeyi düşünmek bile Elif-Ba da kırk hata değil midir? Nitekim son dönemde solun bir kesiminin 'ulusalcılığa' meyletmesi ve darbecilerin safına savrulması söylediğimizi doğruluyor. Solda olmak şurada dursun, solun karşısındaki ulusalcılar dışındaki 'radikal solun' da [istisnalar hariç ve genel bir çerçevede] Ergenekon Operasyonu konusunda sola yakışır bir tavır sergilediğini söylemek mümkün değil. Oysa bu durum rejimi teşhir etmek için bir fırsata dönüştürülebilir, rejimle ilgili bir netleşme sağlanılabilirdi. Bu işe girişmemek için her biri kendince bir 'gerekçe' bulmuş görünüyor. Kimileri operasyonun gerisinde AKP'nin olduğunu düşündüğü için yapması gerekeni yapmıyor. Eğer AKP'nin de diğer düzen partileri gibi bir taşeron devlet partisi olduğunu bilselerdi, bu tür gerekçeler üretmek durumda kal- mazlardı. Bunun için de asıl iktidar ile görünen iktidar arasındaki ayrımın farkında olmaları gerekirdi. Kimileri sorunun üzerine gitmenin AKP'yi güçlendireceğini düşünüyor. Başkaları operasyonun sonuna kadar gitmeyeceğini, diğerleri operasyonun asıl yapılması yerde yapılmadığını söylüyor. Kimi sol entelektüel de 'demokrasi ve sol adına' darbecilerden bir kısmını desteklemeye kadar işi ileri götürüyor. Operasyonun gerisinde ABD'nin olduğunu düşündükleri için uzak duranlar da var... Elbette operasyonun arkasında emperyalistler de olabilir ama bu sorunun üzerine gerektiği gibi gitmememin ve gereğini yapmamanın bir mazereti olabilir mi? Sizin kendi ilkelerinizin gereğini yapmak diye bir derdiniz yok mu? Bu gerekçelerin hiçbir kıymet-i harbiyesi yok ve anyayı Konyayla karıştırmakla ilgili... Eğer öyleyse bütün bu uyduruk gerekçelerin gerisinde ne var? Belli ki, solun rejimin niteliğini anlamakla ilgili bir derdi ve kaygısı yok ve o konuda 'bilinç' zafiyeti var... Rejimin niteliğini tartışmayı hiçbir zaman dert etmemiş sol hareketin bileşenlerinin bu operasyonla ilgili sağlıklı bir duruş ortaya koymaları düşünülebilir miydi? Solun bu sorun karşısındaki tavrındaki tutarsızlık onun demokrasi ve özgürlükler konusundaki yetersizliğiyle de ilgili. Bizdeki sol, resmi ideoloji olan Kemalizm'den ve onun yakın akrabası olan Stalinizmden kopamamış olmaktan ötürü, demokrasiyi ve özgürlükleri hiçbir zaman önemsemedi. Bizzat kendi içinde demokrasiyi işletemeyen, kendi içinde eşitlikçi-demokratik işleyişi gerçekleştiremeyen, özgürlüklerin kıskanç savunucusu olmayan bir sol nasıl bir soldur? Bırakın demokrasiyi kıskançlıkla savunmayı, demokrasiyi 'burjuva demokrasisi' sayıp lânetliyor... Egemen sınıfların asla demokrasi diye bir sorunu olamayacağını, egemenliklerini ancak demokrasi ve özgürlük yokluğunda sürdürebileceklerini düşünemiyor. Aslında burjuva demokrasisi diye bir şey yok. İşçi sınıfının ve ezilen halkların mücadelesi sonucu burjuva düzeninde kazanılmış sınırlı mevziler var. Burjuvaların demokrasiyle ilgisi, sömürme ve egemen olmayla sınırlıdır. Egemenler için demokrasi sadece bir retoriktir ve bir ideolojik manipülasyon aracıdır... Özgürlükler ve demokrasiyse ezilen ve sömürülen sınıflara gereklidir ve ancak onların mücadelesiyle etekemiğe bürünebilir, içi doldurulabilir. Velhasıl Ergenekonla rejimin ayıbı 'dışa vurmuştu' solun bu ayıbı büyütmek, oradan giderek de Kemalist rejimi teşhir etmek gibi bir misyonu olmalıydı ama misyonunun gereğini yapmakta sınıfta kaldı... Kaynak: http://www.ozguruniversite.org ozguruniversite@ozguruniversite.org kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 27 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Koçgiri'den Dêrsim'e Jenosidler (1) E v i n Bilimin Osmanlı imparatorluğu'nun Teşkilat-ı Mahsusacıları, T.C.nin kemalistleri tarafından bir ulusun yok edilmesi amacına araç edilmesi Bu yüzyılın Kürd bilim insanı tarihsel gerçekliğiyle yüzyüze. Sorumluluğunu yerine getirme konusunda ikircikli davranma hakkı, lüksü yok. Görev, sorumluluk, yetki üçgeninde kendisine düşeni yapmak mecburiyetinde. Kimyasal maddeler kullanılarak Kürdistan'da gerçekleştirilen jenosidlerle ilgili bilgiler, belgeler yerleştirildikleri, gizlendikleri arşivlerde, kutularda konuyla ilgili kişilerin düğüm bağlarını çözmelerine hazır durumda, okurlarını bekliyorlar. Kürd ulusunun evlatları bilimsel araştırma konusunu içeren ulusal görevlerini diğer ulusların mensuplarının yapmalarını bekleyemezler. Böyle bir istemleri de olamaz. Kürdistan'da yaşayanlar bir yana, dünyanın diğer ülkelerinde yaşayan ve öğrenim görme hakkına kavuşan onlarca insanımız araştırma, öğrenme, öretme görevini rahatlıkla yerine getirebilecek durumdalar. Hem kendi uluslarının fertlerini, hem de diğer ulusların konuyla ilgili fertlerini doğru bilgilendirme bizlerin sorumlulukları arasında. Jenosid-soykırım konusunu Kürd ulusu açısından ele alınca, Osmanlı ve jenosidler, T.C. ve jenosidler olarak başlıklara ayırıp, Çaldıran'dan, Yavuz Sultan Selim'den itibaren konuyu ele almak gerekiyor. 10 Kasım 2008 tarihli makalemi Kürd Medyasına gönderdiğimde, kimyadal maadelerin kullanıldığı Kürd jenosidleri konusunda bir duyarsızlığın varlığını his ettim. Çerkes ulusundan olan ve T.C.de bürokrat olarak yıllarca rejime hizmet sunan İhsan Sabri Çağlayangil'in 6 dakikalık Doğu Dersim anlatımı ise kürd medyasında sansasyonel etki yarattı. Tabi ki ses kasedi ellerinde olan Dêrsimli erkeklerimizse bilgiyi bana degil, Kürd olmayan bir bayana vermeyi tercih ettiler ! Ulusal hastalığımız, bu konuda da varlığını his ettirdi. Kürd olmayan konuşunca ciddiye alınıyor, dinleniyor. Kürd olmayan yazınca, okunuyor. Özel arşivlerde korunan bilgiler kendisine sunuluyor. Kürd komplekslerinden, zaaflarından kurtulmadıkça sorun yaşamaya devam edecek. Gerçek tarihini sadece kendi ulusunun mensuplarında öğrenebilecek. Sömürgecilerin özel olarak eğittikleri, kurdukları stratejik merkezlerde görevlendirdikleri, siyasal sistemin hizmetkarları, kulları yaptıkları kişiler bilinçli uygulamalarıyla, T.C. sı-nırları içinde yaşayan halkları bilgisizlendiriyorlar. Yönlendirmeyle körleşenler, doğruları görme imkanına da sahip olamazlar. Yalan, yanlış cümlelerin bombardımanına uğrayan, öğrenmemeyi, sormamayı öğrenen bir ulusun evlatları, kendi ölüm kararvericilerini, yok edicilerini yarğılama yerine, kahraman olarak görüp alkışlayabiliyorlar. Halen tarihimizi analiz edemeyen, sömürgecilerin verdikleri yanlış cümlelerle geçmişi değerlendirmeye çalışan öğrenme tembeli bir halkız. Kürd direnişlerini, isyan olarak ele alıyoruz. Jenosidleri, toplu katliam olarak işliyoruz. Koçgiri'den, Dêrsim'e Kürdistan topraklarında gerçekleştirilen jenosidlerde hangi kimyasal maddeler, gazlar nasıl, ne miktarda kullanıldılar? Bu güne kadar kaç kürd bu konuyla ilgilendi? Sömürgeci, işgalci devletin kadroları jenosidleri amaçladılar ve gerçekleştirdiler. Bizler jenoside uğrayanların aile mensupları, yakınları, aynı bölgenin insanları, aynı ulusun evlatları teknoloji kullanılarak oluşturulan ölüm tablolarını gerekli bilgilerle, donanımla tuallere çizip, kendi ulusumuzun mensuplarına, dünya kamuoyuna, ilgili kişilere tarif edebildik mi? Hayır. Bu ilgisizlik, vurdumduymazlık, sorumsuzluk bireysel korkulardan mı kaynaklanıyor? Evet. Öğrenme, öğretme tembelliğinden mi kaynaklanıyor? Evet. Kendi olamama, kendinden, kimliklerinden kaçış, kurumlaşmamayı, örgütsüzlüğü beraberinde getiriyor. Bu durum hesap sormayı, suçluları teşhir etmeyi, yargılatmayı engelliyor. Jenosidleri sürekli kılıyor. Yoketme sevdalılarına cesaret veriyor. Fransa Cumhurbaşkanı N. Sarkozy, 11.11.08'de 1.Dünya Savaşı'nın 90. cı yıldönümü nedeniyle bir konuşma yaptı. Sayın Sarkozy devlet başkanları, büyükelçiler, B.M. temsilcilerine yaptığı hitapda " Bundan 90 yıl önce 11.11.1918'de 1. Dünya Savaşı son buldu. Savaşa 65 milyon insan katıldı. 8.5 milyon insan öldü. 21 milyon insan yaralandı, sakat kaldı. 4 milyon kadın dul, 8 milyon çocuk ise yetim kaldılar. İşte savaşın bilançosu budur. Anlamak için bu korkunç rakamlara bakmak gerekir." (Nicolas, Sarkozy, Publié le 11-1108 à 14:17, Allocution de M. le Président de la République lors de la Célébration Nationale du 90 ème anniversaire de l'Armistice de 1918 à Douaumont, Nécropole Nationale de Douaumont - Meuse, Mardi 11 novembre 2008 (http//www.elysee.fr/ documents/ındex) Sayın Sarkozy savaşın insan üzerinde yarattığı tahribatı bir oran da anlattı. Alman Ordusu tarafından, Fransa, İngiltere, Belçika Ordu'larının mensuplarına karşı kullanılan kimyasal silahlardan, gazlardan bahsetmedi. Hangi zehirli maddeler, gazlar kullanıldı? Hangi ülkelerin askerleri bu maddelerden, gazlardan dolayı sakat kaldılar ya da öldüler? Oluşturulan stoklardan arta kalanlar hangi ülkelere satıldı? 1. Dünya Savaşı'nda Alman Ordusu mensupları Osmanlı Ordusu'nu yönetiyorlardı. Ortak hedef; Orta Asya' ya kadar dünyayı eğemenlik altına alıp, hammade, pazar alanları olarak kullanmaktı. Bu amaçların gerçekleşmesi için de engel olarak görülen halklara karşı korkunç yaptırımlara kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 28 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Ç i ç e k gidildi. Soykırım, sürgün amaca varmak için kullanılan araçlardı. Almanlar zehirli gazları ürettiler, kullandılar. Bu maddelerin ne kadarı Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kullanıldı? 1914-18, 1919-23 sürecinde şidettin zoruyla yerleşim birimlerinde veya yerleşim birimlerinin dışında, sürgün yollarında kaç yüz bin insan üzerinde bu gazlar denendi? Derin vadilere doğru sürülen, magaralara doldurulan binler nasıl can verdiler? Almanlar, kimyasal madde yapımında kullanılan ne kadar maddeyi Osmanlı İmparatorluğu'nu yöneten asker-sivil bürokratlara verdiler? Kaç kişiyi bu maddelerin kullanımı konusunda eğittiler ? 1. Dünya Savaşı sürecinde soykırıma uğratılan Kürdler, Ermeniler, Helen-Rum-Grekler, Asuri-KeldaniSüryaniler bu konuyla ne oranda ilgilendiler? Bildiğim kadarıyla bu güne kadar yerleşim birimlerinde, mağaralarda, vadilerde, geçiş güzergahlarında herhangi bir inceleme ya-pılmadı ya da yapılamadı. Bu konuda elimde bilgi yok. Almanların, Fransa, İngiltere ve Belçika halklarına karşı kullandıkları kimyasal silahlar İttihad-ı Terraki Partisi yöneticileri tarafından Ermeni, Grek-Helen-Rum, Asuri-Keldani -Süryani ve Kürdlere karşı kullanılmıştır. Savaş-jenosid suçları işlenmiştir. Bu tarihi bir gerçekliktir. 1.Dünya Savaşı süreci bilim insanları tarafından incelendi. İnceleyenlerden biri Prof.Dr.André Kling'dir. Prof.Dr.A.Kling'in, 1914-1918 dönemine ilişkin olarak Almanların kullandıkları kimyasal silahları incelemiş olması bu gün konuyu bilmek, anlamak isteyenlerin işlerini kolaylaştırıyor. Fransa Bilimler Akademisi'nin tutanaklarının 174.cü cildinde, 16 Ocak 1922 tarihli ve III. No.lu toplantıda yer verilen bilgiler bizleri bilgilendiriyor. Tutanaklar, Fransa Kimyasal Savaş Maddeleri Hizmet Bürosunda korunmaktalar. Olivvier Lepick ise 1998'de, İsviçre'nin Cenevre kantonunda bulunan Uluslararası İlişkiler Yüksek Araştırmalar Enstitüsünde yaptığı tarih doktorasında, 1. Dünya Savaşı'nda kullanılan kimyasal gazların, silahların listesini veriyor; "Başlıca tahriş, sinirlendirici maddeler; o le bromacetone (CH3-COCH2Br) ; o le bromure de benzyle (C6H5CH2Br) ; o le bromure de xylyle (CH3-C6H4CH2 Br) ; o le bromomethyl ethyl cetone (CH2Br-COOC2H5) ; o le bromacetate d'ethyle (CH2BrCOC2H5) ; o le cyanure de bromobenzyle (C8H6BrN) ; o l'iodacetone (CH3-CO-CH2İ) ; o 1'iodacetate d'ethyle (İCH2COO2H5) ; o l'iodacetate de methyle (İCH2COOCH3) ; o l'iodure de benzyle(C6H5-CH2İ) ; o l'iodure de xylyle (CH3-C6H4CH2İ) ; o le chloracetone (CH3-COCH2Cl) ; o le chlorure de benzyle (C6H5CH2Cl) ; o le chlorure de xylyle (CH3-C6H4CH2Cl) ; o le chlorure de cacodyle ((CH3)2=As-Cl) ; o le chlorure de benzyle orthonitre (O2N-C6H4-CH2Cl) ; o l'acroleine (H2C=CH-CHO) ; o le chlorosulfate d'ethyle (ClS03C2H5) ; o le chlorosulfate de methyle (ClS03CH3). Öksürtücü maddeler : 1. le cyanure de diphenylarsine ((C6H5)2=As-CN) ; 2. le chlorure de diphenylarsine ((C6H5)2=As-Cl) ; 3. le dichlorure d' ethylarsine (C2H5-As-CL2) ; 4. le dibromure d'ethylarsine (C2H5-As-Br2) ; 5. le dichorure de phenylarsine (C6H5-As-CL2) ; 6. le dibromure de phenylarsine (C6H5-As-Br2) ; 7. le sulfate de dimethyle (SO2(OCH3)2). Deride kabarcıklar yaratan maddeler; 8. le sulfure d'ethyle dichlore (S=(C2H4CL2)) ; 9. le dichlorure d'ethylarsine (C2H5-As-CL2) ; 10. le dibromure d'ethylarsine (C2H5-As-Br2) ; 11. le dibromure de methylarsine (CH3-As-Br2). Nefes almayı önleyen, kesen , boğucu maddeler; 12. le chlore (CL2) ; 13. l'oxyeWorure de earbone ou phosgene (COCL2) ; 14. le chloroforrniate d'ethyle monochlore (ClCO-OCH2Cl) ; 15. le chloroforrniate d' ethyle trichlore ou diphosgene (CL-COOCCL3) ; 16. la chloropierine ou trichloronitromethane (N02-C=CL3) ; 17. le chlorure de phenylcarbylamine (C6H5N=C=CL2) ; 18. le tetrachlorosulfure de carbone (CCL3-SCL) ; 19. le brome (Br2) ; 20. l'acroleine (H2C=CH-CHO) ; 21. le sulfure d'hydrogene (H2S). Zehirler : 22. l'acide cyanhydrique (HCN) ; 23. le chlorure de cyanogene (CNCL) ; 24. l'iodure de ecyanogene (CNİ) ; 25. le bromure de cyanogene (CNBr) ; 26. le chlorure de phenylcarbylamine (C6H5-NC=CL2). (Olivier Lepick, La Grande Guerre Chimique 1914-1918, PUF 1998, Paris, p.13, 14, 15) Dr. Lepick'e göre; toplam olarak 112.600 ton kimyasal madde kullanıldı. Bunun 52.000 tonunu Almanya, 26.000 tonunu Fransa, 14.000' unu İngiltere kullandı. Sadece 1915' de Almanların kullandıkları kimyasal silah 3.600 tondur. 1914'den, 1918'e kadar savaşta toplam 1.389.000 top kullanıldı. Ayrıca 1916'da 35.000 ton kimyasal silah, 1916'da 59.000 ton kimyasal silah kullanıldı. Ağustos 1914 ile Kasım 1918 arası kullanılan kimyasal silahlar 66.000.000 tondur. Bu silahlardan sadece Rusya'da 2.500 kişi ölürken, Batı Cephesi'nde ölü sayısı; 496.200 kişidir. Askerlerin % 70'inin savaşın son 11 ayında kullanılan kimyasal gazlardan öldüklerini tespit eden Lepick, 23.000.000 yaralı ve 8.500.000 ölü olduğunu belirtiyor. (Olivier Lepick, La Grande Guerre Chimique 19141918, PUF 1998, Paris, p.311, 312, 316, 319) Dr. Lepick bir başka incelemesinde; 22 Nisan 1915'de Almanlar tarafından kullanılan gazlardan bahseder. Bir günlük ölü sayısının; 2-5.000 arası olduğunu, yaralı sayısının ise; 10.000 olduğunu açıklar. (Les Armes Chimique, PUF, QSJ 3472, Paris, 1999, p.34) 1921'de, M.Victor Lefebure'ün ileri sürdügü teze göre ise ölü sayısı 5.000'dir. (Victor Lefebure, The Riddle of the Rhine: Chemical Strategi in Peace and war, Londres, ed. Collins&Co, 1921, p.27 a 35) 1921'e ve Koçgiri'ye gelince; Koçgirililerin karşılarında, Osmanlının bütün kurumlarını, kuruluşlarını kullanan, Bolşeviklerin mali, teknik, askeri desteğine sahip olan bir Kongre yönetimi vardır. Osmanlı Ordusu, paramiliter güçleri de savaş tecrübesine sahiptirler. Alman komutanların denetimleri altında 1. Dünya Savaşı süreci içinde Osmanlı sömürgelerinde falliyet yürüten Teşkilat-ı Mahsusa 1921'e gelindiğinde isim degiştirmiştir. Teşkilat-ı Mahsusa güçleri, Osmanlının bütün olanaklarına, bolşeviklerin kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 29 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de desteklerini de katarak Koçgiri'ye doğru yok edici darbeleri indirmek amacıyla saldırıya geçerler. 1920'de, de ingilizlerle yapılan gizli antlaşma da bağımsız bir Kürdistan'ın kurulmasına kesinlikle izin verilmeyecegi belirtilerek, ingilizlerin güvencesi alınmıştır. Bakanlar Kurulu üyeleri 13.03.1921' de Nurettin Paşa'yı "Seferde Ordu Komutanı " görev ve yetkisiyle Koçgiri ulusal kurtuluş harekatını bastırmakla görevlendirirler. Nurettin Paşa, bir bildiri yayınlayarak Sivas askerlik şubesinden 1308 ve 1309 doğumluların askere alınmalarını ister. Bütün jandarma birlikleri, Sivas as-kerlik şubesi emrine verilirler. Üst düzey Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarından oluşturulan bakanlar kurulunun onayı ile Merkez Ordusu Komutanı Nurettin Paşa'nın askeri birliklere verdiği talimat; "Harekattın şiddeti ayaklanmanın tertipçisi ve tahrikçisi olan kişilere yönelik olacaktır. Harekata başlamadan önce her birlik komutanı durumu halka bildirecek ve onları kanunlara uymaya çağıracaktır. Halktan fesadcı ve tahrikçilerin teslimi istenecektir. Verilen süre 48 saati geçmeyecek, bu süreyi aşanlar başkaldırmış sayılacaklardır. Yakalananların kaçmalarına fırsat verilmeyecek, Sivas Merkez Komutanlığı'na sevk ve teslim olunacaklardır. Direnenler köy halkı oldukları takdir de bu işlem bütün köy halkı için uygulanacaktır. İsteyerek ya da istemeyerek, her ne şekilde olursa olsun ayaklanma ve eşkiyalığa katılmış olanların silahları alınacak. Silahları gizledikleri anlaşılanlar tutuklanacaktır. Düşmanı veya zararlı kişileri topluca yok etmek harekatı Koçgiri'liler, Dêrsim'den gelen asiler ve çevre de isyana katılanlara uygulanacaktır." denmekte. Merkez Ordusu yetkilileri bu talimatın çok gizli tutulmasını isterler. Hü-kümet üyeleri çevre birimler de ya-şayan halkın gücünden de yararlanılmasını emrederler. Hükümete bağlı çevre; Kafkas, Balkan göçmeni olan değişik halklar hükümete bağlı çevreyi oluşmaktalar. Bunlar Osmanlı-Rus savaşı süreci ve sonrası, Balkan savaşları süreci ve sonrası bölgede Kürd birliğine karşı özel amaçla, tedbir olarak oluşturulan stratejik köylere yerleştirilen müslümanlaştırılmış Balkan ve Kafkas halklarından oluşmaktadırlar. Paramiliter olarak kullanılırlar. Ermeni ve Helen-Rum halklarına karşı kullanılmışlardır. Tecrübe sahibidirler! Ermeni ve Rum halklarının taşınır, taşınmaz malları kendilerine sunula- rak memnun edilmişlerdir. Sıra kimliklerinden vazgeçmeyen bölge insanı olan kürdlere gelmiştir. ".....Kürt ve Arapların düşmanı kan dökücü Nurettin Paşa'yı, Koçgiri' ye saldıran güçlerin komutanı yaptılar. Angora hükümeti Nurettin Paşa'ya büyük yetki verdi. O da seferberliğe başladı ve Koçgiri'lileri " hırsız, çete, İslamın düşmanları" olarak suçladı. Propagandasın da "Bunlar Türk düşmanlarıyla, Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan ve Ermenistan'la işbirliği içindedirler. Bunlar Halife ve İslamın düşmanıdırlar." diyordu. Bu propagandasının Kürtler üzerindeki etkisi ulusal açıdan iyi oldu. Daha fazla direniş, mücadele etkisi yarattı." (İ.H.Şaweyş, Roja Nuwe) Koçgiri Kürtlerinin doğaya tapmaları, kafir olarak görülmeleri için yeterlidir. Koçgirililer; animisttirler. Bugün halen bu inanç güçlü bir şekilde varlığını devam ettirmekte. (Animisme-doğaya tapma) M. Kemal ve çalışma ekibini oluşturanlar, Müslümanlık dışındaki dini anlayışlara yaşam hakkı tanımazlar. Tahammülleri yoktur. İttihat-ı Teraki Partisi'nin mensubu olan bu kişiler, partilerinin Türk-İslam kritirlerine göre davranış sergilerler. Osmanlı sınırları içine hapsedilen halkları türkleştirme ve islamlaştırma, tek din, tek dil sloğanları canlılığını korumaktadır. İntikam düşüncesiyle eğitilen, donatılan teşkilatçı silahlı kişiler, Koçgiri ve Koçgiri'lilere ait her şeyi düşman olarak görürler ve saldırırlar. Kaide, kural bilmezler, tanımazlar. Savaş kuralları dahi uygulanmaz. Bundan dolayı Angora'da hazırlanan planlar askeri birimlere ve idarecilere bildirilirken "çok gizli " tutulmaları istenilir. Merkez Ordusu " tenkil harekatı planı " nı hazırlayıp Genelkurmaya bildirir. Bildirinin altıncı şıkkı; "Koçgiri aşiretini bir daha başkaldıramayacak hale sokmak, yahut bu aşireti şimdiye kadar yaşadığı alandan parça, parça uzaklaştırıp dağıtmak lüzumlu görüldüğünden bu iki düşünceden hangisinin yapılacağı, tenkil hareketinin vereceği sonuçlara göre ayrıca emredilecektir. "(Rahmi Apak, Türk İstiklal Harbi 6.cilt) Koçgiri aşireti mensupları Osmanlının Trebizonde, Sewaz, Xarput vilayetlerine bağlı idari birimlerde yaşamaktadırlar. Koçgiri bölgesinde ise sadece Koçkirî-Koçgîrî aşireti mensupları degil, diğer aşiretlerin mensupları da yerleşiktirler. Mart ayı bölge insanı için büyük bir değer ifade etmektedir. Doğanın canlanması, yerin-gögün birbirine kavuşması törenleri yapılır. 31 Mart en büyük törenin yapıldıgı gündür. Bu süreç içinde "yakın, yıkın, yok edin" emir zincirleri Angora-SêwazKoçgiri güzergahında şakırdatılırlar. "Direnen köy ve haneleri yakın" emri süreci hızlandırır. Merkez Ordusu Komutanlığınca Genel Kurmaya yazılan telgraf dan bir kesit; "Madde 2: Uygulanan tedbirlerin esası aşağıdadır. Koçgiri aşireti ile ona yardım edenlerin silahlarının alınması ve bunlar ile beraber direnmekte ısrar edenlerin köy ve hanelerinin yakılması, mallarına el konulması ve sürgünün beylik ve ağalık tabakasının tamamen kırılarak ortadan kaldırılması. 14 Nisan 1921 Merkez Ordusu Komutanlığı " Merkez Ordusu harekat planını uygulamaya başlamıştır. Sadece bazı günlerdeki uygulamaları ve gelişmeleri sıralarsak soykırımın boyutu anlaşılabilinir. Arçaylan köyünden Kuruçay, Avamati ye vadisine bakış. 10 Nisan l92l - Kemah müfrezesi, Giresun müfrezesiyle birleşir. Zımara'ya giden 27.ci süvari tugayı, Kuruçay'ın güneyinde hareket halinde olan halkın bütün hayvanlarına el konulması, bu insanların öldürülmeleri, Koçgiri'lilerin ve Dêrsim'lilerin, Doğu Dêrsim'e geçişlerine izin verilmemesi ve Dêrsim'e geçiş noktalarının tutulması için emir verir. 27.ci süvari tugayı, Quzkuşla bölgesinde, Terkilox'un güneyine doğru giden halka karşı Eğin müfrezesini ve Komır köyü (Müslümanlar, Kürt değiller) paramiliter güçlerini harekete geçirir. Halkın şeytan köprüsünden Dêrsim'e geçmesi engellenir. Kıyımdan kaçan insanların hayvanlarına ve taşıyabildikleri erzaklarına el konulur. İnsanlar mağaralara sığınarak ölümcül darbelerden kurtulmaya çalışırlar. Erzincan müfrezesi Fırat'ın kuzeyindeki köylere karşı saldırıya geçer. Köyleri yakmaya başlarlar. Canlıları yok etmek için sahip oldukları bütün araçları, maddeleri kullanırlar. 13 Nisan l921; 14.cü süvari tümeni, Beydağ'ının güneybatısındaki köylere karşı saldırı başlatır. Korkut (Kafkas halklarından oluşmuş)Karahasan'ın Batı istikameti izlenir. Pazarcık köyü dahil, geçtikleri yerleri yakarlar. 27.ci süvari tugayının görevi Fırat üzerindeki geçiş yollarını tutup, sivil halkın Doğu Dêrsim'e sığınmasını önlemektir. Çaqsur (Müslümanlar, Kürt değiller) alanında keleklerle suyu geçmek ist- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 30 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de eyen halk saldırıya uğrar. Onlarca savunmasız sivil bu alanda boğulurlar, ölürler. Sağ kalabilipte doğuya doğru yönelenler izlenirler. İlıç (Lîç) ve Kemah (Kamax) arasında bulunan Vaslı'da, sivillere yönelik ayrı bir katliam gerçekleştirilir. Maksutuşağı (Maxsudan) sırtlarına yerleşen Angora'daki Kongre ye bağlı silahlı güçler Acemoğlu köprüsünü kontrol altına alırlar. Halka ait olan her şey talan edilir. Kabaran ba-har suları üzerindeki geçiş noktaları farklı kimlikleri yok etme tutkusunun tutsağı olan kişilerin tatmin noktaları olurlar. Purê Gaban magaraları, Dereşoran köyü vadide. l4 Nisan 1921; 14.cü tümen Korkut, Karahasan'ın (Müslüman degiller, Kürt değiller) batısı ve Alşan Çiftliği (Goma Alşan Begê mezin, hareketin savaşçı komutanlarından İzzet Bey'in köyü) bölgesinde konumlanır. 27.ci süvari tugayı mensupları ise mağaralara sığınmış olan silahsız, sivil halkın yaşamına son vermekle meşguldürler. l5 Nisan l921; 14.cü tümene bağlı güçler sağdan Korkut, Kızılkale (Qizilqele-Mahmut Bey'in köyü) ve soldan Karahasan, Sorhın (Sorxin), Bogazören (Boxazwêran) güzergahlarında ilerler. Köyler yakılır. Bu köylerin halkı ve Cerid'liler sağ kalabilmek için Doğu'ya doğru yönelirler. Bu köylerin insanlarına ait olan eşyalar ve hayvanlar müfrezeler tarafından gaspedilirler. 16 Nisan l921; 14.cü tümen mensupları Alşan Bey'in konağının bulunduğu Boxazwêran köyünü yakarlar. Giresun Alayı, Kalkancı bölgesini yakar. Hücum taburu ise Kızıldağ'a (Çîyaysurik) doğru ilerler. 27.ci süvari tugayı Çengeli dağı ve çevresinde yakma, öldürme, talan, tecavüz işlemlerini yürütür. 18 Nisan l921; Alanda bulunan Tugaylardan biri İngurik, Kapımahmut, Boğazören köylerine, ikinci Tugay ise Cefan köyüne gider. Bu köyde toplu mezar oluşturulur. Çorak (Çorax) köyünde de aynı işlem gerçekleştirilir. Çimen mezrasından (Yoncabayır) Seyd Heydê oradan yaralı olarak kurtulanlardan birisidir. Çorax'daki katliamın tek tanığıdır. 17 kişi bir çukura atılırlar. Halkın her yıl ibadetlerini yaptıgı Çengeli dagının purları ve magaralar. Bu magaralarda gızlenıyorlar. Arçaylan ve Moxındi mezraları arasında bulunan, Zimag (orman içindeki mağara) denilen alanda toplu katliam gerçekleştirilir. Kar ve soğuğa karşı korunma amacıyla gece ateş yakılır. Toxıt köyün de konumlandırılan saldırı güçleri tarafından yakılan ateş ve duman görülür. Ertesi gün saldırıya geçilir. Toxıt köyünden bir paramiliterin yol göstermesi so-nucu savunmasız olan bu insanların yerleri tespit edilir ve sivil halk top-lu halde öldürülür. Savaşamayan insanların, hamile, bebekli kadın ve çocukların kurtarılması için Doğu Dêrsim'e götürülmelerine karar verilir. Bundan dolayı Haydar Bey, 24 Nisan 1921'de, 2.000 kişilik bir kitleyle ErzincanPilömür (Pılemori) üzerinden Doğu Dêrsim'e geçmek ister. Haydar Bey yanındaki kuvvetlerle Erzingan'ın kuzeyinden geçerek Qureyşan-Xuresu aşireti mensuplarının yaşadığı bölgeye gider. Kongre'ye bağlı ordu güçleri de onları arkadan takip ederler. Haydar Bey, Angora'daki Kongre hükümetini oluşturan teşkilatçılarla gönül birliği içinde olan, ittihatçı Qureyşan-Khuresu aşireti ağası Kör Paşanın (Paşoyê kûr-Pasao kor) saldırganlığı ve saygısızlığıyla karşı karşıya kalır. Doğu Dêrsim'e geçemeden geri dönmek zorunda kalırlar. Bölge de örgütlenmiş olan Teşkilat-ı Mahsusa, yerli elemanlarıyla, yerlilere karşı saldırıya geçirilmiştir. Bundan dolayı Haydar Bey çaresiz kalır. Koçgirililerle birlikte geri dönerlerken, Kongre'nin teşkilatçı paramiliter güçleriyle, bölgede jenosid görevini yürüten düzenli ordu kuvvetleriyle karşılaşırlar. Çarpışarak Koçgiri bölgesine varırlar. Bu güzergahda çok sayıda Koçgirili sivil ölür. Bu vadiler Dogu Dersim`e geçis olanagı saglıyorlar "İmraniye'de Kumandan Paşa Hazretleri'ne; No: 99 şifre Osman Ağanın kumandanlar tarafından bazı kişilere verilen vesikalara itibar etmeyerek, pek şiddetli hareketlerde bulunduğu ve bunu gören halkın haysiyetlerinden dolayı sığınmaya yanaşmadıkları belgelerle öğrenildi. Hareketlerini değiştirmesi için adı geçene kesin emir verilmesi ve mümkün ise bir an önce memleketine iadesi rica olunur efendim. 28 Nisan 1921 Sivas Valisi Cemal " (Cumhurbaşkanlığı arşivi) İdari yönetici, askeri yöneticiden istekte bulunur. İslamlaştırıp osmanlı devletinin kulu yapamadıkları, ümmet zincirine bağlayamadıkları Kürdistani bütün kimlikleri koruyan kürdü "kafir, din düşmanı, kitapsız, hırsız" olarak gören, Arnavut ve dönme olan Nurettin Paşa, Osman Ağa' nın pratiğinden son derece memnundur. Vali Cemal Bey'in ricası onun için önemli değildir. Tek isteği farklı olanı "yok etme" olan Osmanlı devletinin askeri kadrosu hedefine ulaşmadan bölgeden ayrılmayacaktır. Tümüyle yakılan çiman mezrası Mustafa Kemal ve bakanlar kurulunu oluşturan teşkilatçı ekibi halka en fazla zarar verme yetenegine sahip olanı, en çok canlıyı öldüreni, köy yakanı, tecavüz edeni en iyi noktalara yerleştireceklerdir. Rütbeler yükselecektir. Suç işleyen, yargılanmayacağını bilir. Arnavut Nurettin Paşa, o zamanki özel harb dairesinden görev, yetki, güvence almıştır. Koçgiri ulusal kurtuluş harekatı yenilgiye doğru gitme gelişmesi gösterince, Merkez Ordusu Sebastia-Sivas'a döner. Komutanları bir bildiri yayınlar. "Koçgiri reislerinden Azamet ve biraderleri Bahri ve Sabit Beylerle, Filig Ali, Hemo ve Zara'nın Çevirmehan'ından Aziz, Taki ve Haydar Bey soyundan Pehlivan ile Hüseyin ve Aşur ile beraber 159 kişi ve ayrıca 113 kişi ölü olarak ve 113 kişi yaralı olarak elde edilmiştir. Aynı zamanda 2000 tüfekle, 218 beygir ve 207 asker firarisi yakalanmıştır" (Nuri Dêrsimi - Kürdistan Tarihinde Dêrsim, S. 158 - 159) Bu bildiride belirtilen sayılar kesinlikle doğru değildir. 113 ölü ve 113 yaralı (!) İnsan isteyerek, seçerek öldürse ancak böyle bir orantı oluşabilir. Gerçekte ise ölü sayısı çok yüksektir. Koçhisar, Zara, Gercanus, Zerenik, Kemah, Divriği ve Kangal bölgesinde geniş bir tarama (!) harekatına girişen Merkez Ordusu güçleri ve Giresunlu çeteler yalnızca 272 kişiyi mi öldürdüler? Gerçek sayıyı onlar da bilemezler. Tarama sözcüğünün anlamı çok farklıdır. Askeri kuralları bilen bu sözcüğü çok iyi yorumlayabilir. Jenosid bu sayılarla gizlenilmek istenmiştir. Konuyla ilgili olarak Büyük Millet Meclisi'nde ki tartışmalardan bir kaç görüş; M. Kemal ve yönettiği bakanlar kurulunun kararlarıyla Kürdistan'da görevlendirilen düzenli ve düzensiz ordu komutanları soykırım yöntemiyle savaşırlar. Jenosid öyle bir aşamaya getirilir ki meclistekiler de tartışma gerekliliğini duyarlar. Bu konuyu mecliste tartıştıran kişi Erzurum mebusu, Kürd ve Şadi aşiretinden albay Hüseyin Avni Bey'dir. Basına yansıyan tartışmalardan birisi özetle şöyledir; Albay Avni Bey: "....hükümet bizi hem ayaklanmanın ciddiyeti konusunda, hem de acımasızca bastırıl- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 31 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de ması konusunda haberdar etmedi...." Bağırtılar, sesler, susturmalar........... Hükümetin hatası nedir? Sıralardan değişik sesler... "Bu bir diktatörlüktür. Biz gerçeği öğrenmek istiyoruz. Ulusun temsilcileri miyiz? Evet mi? Hayır mı? ...." "Siz sadece hükümetin uşaklarısınız..... " Mebusların sesleri, şiddetli ve uzun gürültü.... Soldan sesler: "....söyleyin siz nereye araştırma heyeti göndermek istiyorsunuz? Kürdistan ateş ve kan içinde ve siz hala aptal ve modası geçmiş önlemler...." Sağda ve merkezden sesler: "....susun, hain söylenen gerçek değildir...." Hemen, hemen bütün mebuslar ayaktadırlar ve birbirlerine bağırırlar.... Abdul-Kader Kemali Bey: (kürsüye sıçrıyor) " .....hükümet kanuna saygı göstermiyor..." Uğultular ve bağırmalar... "Kürdistan'da her şey sakindir demekle, yalan söylüyor...." Konuşmacının konuşmasına fırsat verilmiyor ve zorla kürsüden indiriliyor) (La Répression Du Mouvement Kurde ", dans le Bulletin Périodique De La Presse Turque n° 15, Paris, Juillet 1921, P. 6) "Siz sadece hükümetin uşaklarısınız "çok doğru, yerinde söylenilen bir belirleme. Angora'daki hükümeti oluşturanlar Teşkilat-ı Mahsusa'nın çok özel kadrolarıdırlar. Çeşitli vaatlerle, atamalarla kongreye götürülüp, sıralara oturtulan ve kendilerine konuşma hakkı verilmeyenler ise, o dönemki asker ve sivil Osmanlı bürokrasinin bir kesiminin oluşturdugu meclisin, Teşkilat-ı Mahsusa'nın, ya-ni o günkü derin devletin karargahı olduğunu anlayamamışlardır. Teşki-lat adlı gizli devletten habersizdirler. Kullanıldıklarını anlayamazlar! Yavuz Sultan Selim'den sonra eli en çok Kürd Animist kanına bulaşan Mustafa Kemal 5. 8. 1921 tarihli oturumda kendisini "Başkumandan" seçtirmiş ve bütün yetkileri elinde toplamıştır. Eleştirmeye, soru sormaya, bilgi edinmeye çalışan atama mebuslara hadlerini bildirir. "Ben varken, kimse ordunun çalışmalarını denetlemeye kalkamaz." demektedir. "Başkumandanlık kanunu "nu çıkartarak kendisinin ve diğer ordu mensuplarının çalışmalarının kontrol edilmelerini, sınırlama getirilmelerini engeller. Önlemini alır. Yet-ki, görev, sorumluluk vardır, ama hesap verme, bilgilendirme, açıklama yapma, sorumlu olma yoktur. Askeri diktatörlük halkları kırma falliyetlerini aralıksız sürdürür. Meclisteki tartışmaların basına yansımasından rahatsızlık duyan ve tartışmaların yazılmasını istemeyen bazı milletvekilleri, başta Osmanlının idari yöneticisi-mutasarıf, Erzincan mebusu Emin Bey, Koçgiri konusunda görüşme isteyen 107 imzalı bir önerge vererek, gizli oturum isterler. Milletvekillerinden bölgeyi yakından bilenlerin dile getirdikleri gerçekler ise jenosidin boyutunu anlatmaya yetiyor. Değişik tarihlerdeki oturumlarda dile getirilen gerçekleri özet olarak belirtecek olursam; Büyük Millet Meclisi -Angora, tartışmalar ve görüşler; Konu : Koçgiri - Ümraniye hadiseleri ve Doğu vilayetlerindeki genel asayış Reis - Buyurunuz Emin Bey. Emin Bey (Erzincan): "Efendim gizli oturumu biz istedik. Sebebi de defalacla görmüş ve Ümraniye'den, oradan geçmiş bir arkadaşınızım. Ben, Koçgiri hadiselerini tamamen takip etmiş bir arkadaşınızım. Oradaki cereyanı ahvali tadat etmek için memlekette gerek hayati siyasiyesine ve gerekse orduda dahi heyeti umumiye zannedileceği için gizli oturum talep ettik. Bundan dolayı teklif etmiştim. Çünkü orada öyle bir zulüm icra edilmiştir ki tüyleri ürpertir. Çünkü efendiler memlekete yapılan bütün zulüm felaketi Büyük Millet Meclisi namına yapılmıştır. Bunu anlatmak, açıklamak zannedersem dışarıda kötü tesir yapar. Gizli oturum teklifimiz bundan doğmuştur. Dışarıdakilerin, başkalarının bilmesi lazım gelmez. Dışarı, başkaları bilse de yabancı devletlerin bilmesi gerekmez " Hacı Fevzi Efendi (Erzingan): "…. Ümraniye'nin menfaati mevkiiyesi Dêrsim'e nispetten ehemmiyetsizdir. Fakat kavim ve milliyet itibariyle ar-alarında fark yoktur. Bu itibarla birbirlerine şiddetle bağlıdırlar. Bun-dan dolayı birbirlerinin tesiriyle et-kilenirler. İşte Ümraniye'den Dêrsim dahi etkilenmiştir. Ümraniye'de se-bepler ve etmenler pek çoktur….. Dördüncüsü, çok ileri gitme, arz ettiğim uygulama ki yüce meclisinize aktaramıyorum, anlatamıyorum. Bu uygulama Cengizlerde, Ermenilerde, Yunanilerde olmuş idi. Atlarına binmişler, silahlarını almışlar.....". Hacı Ahmet Efendi (Muş): "Hakikaten buraya gelirken uğradığım yerlerde " bizi de Ermeniler gibi kesecekler" diyerek dalgalanan bu haber Dêrsim'e kadar gitmiştir" Emin Bey (devamla): " Ve Ümraniye'de meydana gelen ve başkalarına da ders olacak şekilde cezalandırma denilen bu şeyin Afrika barbarlarının bile kabul edemeyecekleri derecede olduğunu gören Dêrsim'liler korkmuşlardır. "Örneği budur" demişlerdir. Bu facia Ermenilere bile yapılmamıştır....." Koçgirililer halen mağaralardaki iskelet, elbise kalıntılarında, toprakta, köylerdeki toplu mezarlarda gerekli incelemeleri yapabilmiş degiller. Bu soykırımla ilgili olması gereken çalışmalar yapılmıyor. Qercesar köyü 1937-38 Doğu Dersim ve kimyasal maddeler Dêrsim 1937-38 isyan değil, ulusal, kültürel, dinsel anlam da sömürgeciliğe karşı bir direniştir. 1925'den itibaren bu bölge her yönüyle araştırılmış, incelenmiş ve elde edilen sonuçlara göre planlamalar, proğramlamalar, hazırlıklar yapılmıştır. Boyut-ları kapsamlı olan bir jenosid-soykırımdır. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içine hapsedilen ve 1. Dünya Savaşı süreci içinde asker-sivil osmanlı bürokratlarının yok edilmelerine karar verdikleri halklar bu savaş sonrasında da jenoside uğrarlar. Bu soykırımların uygulayıcıları, hukuki anlamda soykırımlardan sorumlu olan kişiler, Dêrsim soykırımının planlamasını yapan, pratiğe koyan kişilerdirler. Kimilerinde ise soykırım görevi babadan oğula geçmiştir. T.C. Genelkurma Başkanlığı'nın Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938) adlı resmi yayınında Dêrsim'de uygulanan jenosid eylemleri gizleniyor. Uçakların seferleri, atılan maddeler açıklanmıyor. Kitaptan sadece bir kaç anlatım, kimyasal maddelerin varlığını, kullanıldıklarını ispatlamal için yeterli; Muxar (Koçyatagı) köyü-Kamax; soykırım ve çocuk olmak "1 Temmuz 1938; Ayaklanma bölgesindeki haydutların durumu şöyleydi: Haydaran ve Kör Abbas aşiretlerinden 100 kadar silahlı Timnas tepe de ve Roşnak boğazını tutmakta. Bunların aile ve davarları Hinzari güneyindeki dere ve yaylalarda. Silahlı 50 kadar Demenanlı Haydut Dolubaba, Kerenko tepeleri etrafında, aileleri Piter, Kafat ve Laç deresi mağaralarında. Keçel haydutlarından 100 kadar silahlı Karasakal yaylası cıvarında, diğer 50 kadar silahlı Bal Uşağı haydutlarıyla birlikte Dojikbaba kuzey sırtlarında; Abbasan, Aşuran ve Beyit uşaklarından 50 ka- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 32 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de dar silahlı Dojıkbaba güney sırtlarında; bu haydutların 5-6 bin tahmin edilen aile efradı Iskisor, Ahpanos, Horan bölgelerindeki mağaralarda, dere tabanlarında, Sırpat mağaralarında saklanmaktadırlar." (T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları, seri No:8, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara, Genelkurmay Basımevi, 1972, s.432) Haydaran, Heiderû, Kör Abbas; Avasû, Roşnak; Rosnage, Demenanlı; Demenu, demenız, Piter; pêterê, Kafat; Kalferat, Keçel; keçelû, Bal Uşağı; bolevanu, Dojikbaba; Tujikbava, Abbasan; Avasû, Aşuran; asuru, Beyit; beytu, Iskisor; İksor, Demenan, Demenu, Demenız aşireti mensuplarının yaylası "3 Mayıs 1937.... Bu arada Demenanlı aşiret reisleri nezdinde toplantı halinde bulunan diğer aşiret reislerinin, havadan bombardıman edilmek suretiyle toplantıyı dağıtmak ve aşiretler üzerinde moral kırıcı bir etki sağlamak luzumu üzerine tayyare alay komutanı komutasında 5 uçaklı bir filo, Kırklardağı darboğazdere yolu-Zele Dağı-Kırmızı ve Kosur dağları kuzeyindeki keçizeken (yukarı bor) köyünü havadan bombaladı. Bu hava taaruzunda özellikle Sabiha Gökçen Hanım'ın attığı 50 kiloluk bir bomba Keçizeken köyünden kuzeye doğru kaçan asi grupa oldukça ağır zaiyat verdiği yapılan gözetlemelerden anlaşılıyordu." (T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları, seri No: 8, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara, genelkurmay Basımevi, 1972, s.388) Demenanlı; Aşira Demenu, demenız, Kırklardağı; Koê Qhelxeru, darboğazdere yolu; rea dere çeti, Zel Dağı; Koê Jele, Kırmızı ve Kosur dağları; Koo sur, keçizeken; borê corr. "26 Mayıs 1937'yi takip eden günlerde de 25.nci Alay, Muhafız Alayı, 62.nci Alay, Jandarma Birlikleri, çıkarıldıkları müfrezelerle tarama işine devam ettiler. Yer yer eşkiya ile müsademe edildi ve uçaklar asi köylerini bombaladılar." (T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları, seri No:8, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara, genelkurmay Basımevi, 1972, s.400) "Nihayet 22 Haziran 19382de Seyyar Jandarma Alayı tekrar taaruza başlayarak şiddetli müsademelerden sonra saat 08.30'da Amutka köyünü işgal etti. Amutka karakolunu kurtardı. Bu müsademe de bir er şehit, iki er yaralandı. Haydutlardan da karakol civarında 20 kadar ceset vardı. Amutka'nın işgalinden sonra Ali Boğazı'na doğru kaçan haydutlar üç tayyare filosu tarafından bombalanmışlardı." (T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları, seri No:8, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara, genelkurmay Basımevi, 1972, s.429) Versalê magaraları. Muzır daglarının eteklerinde "23 Haziran 1938: 57.nci Alay Karargahı, I.nci Tabur ve bir topçu takımı, daha önceki emre göre Bilgeç tepeye gelmiş ve burayı işgal etmişti. Keza bu gün bir tayyare filosu Tagar ve Bozan köylerini bombalamış ve civardaki sürülere makineli tüfek ateşi açmıştı." (T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları, seri No:8, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara, genelkurmay Basımevi, 1972, s.430) Tagar; Tağu, Bozan; bozu "8 Temmuz 1938 gününe kadar bir- likler bulundukları bölgelerde arazi ve hava şartları çok ağır olmasına rağmen devamlı surette tarama faaliyeti yapmış, bu hareketlerde zaman zaman ve yer yer haydut direnmeleri ile karşılaşıldığı için yapılan mü-sademelerde kıtalarımızdan bir miktar şehit ve yaralı verilmişti. Hay-dutlara da oldukça ağır insan ve hayvan zayiatı verdirilmiş, yer yer dehaletler olmuş ve muhtelif bölgelerde haydutların terkettikleri hayvan sürüleri toplattırılmış, yapılan tarama harekatında zaman zaman tayyare desteği de yapılmış ve bazı köyler bombalanmış ve yakılmıştı. Bundan sonraki günlerde de tarama faaliyeti aynı şekilde devam etmiş ve beliren ihtiyaca göre yeni müfrezeler tertiplenip görevlendirilmiş ve bölge komutanlıkları kuruluşlarında bazı değişiklikler yapılmıştı." (T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları, seri No:8, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara, genelkurmay Basımevi, 1972, s.433) "Haydutların sığındığı, ağızları mazgallı taş duvarlarla kapatılmış mağaralar, cesur askerlerimiz tarafından kuşatılmış top ve makineli tüfek ateşinden başka 25.nci Alay dan gönderilen istihkam müfrezesi tarafından tahrip kalıpları atılmak suretiyle mağaralar tahrip edilerek içindekiler öldürülmüş, can havli ile dışarıya fırlayanlar da ateşle imha edilmişti." (T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Baş-kanlığı Resmi Yayınları, seri No:8, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938), Ankara, genelkurmay Basımevi, 1972, s.436) (devamı gelecek sayıda) Kaynak: http://www.newroz.com/forum/read. php?1,25428,25428#msg-25428 kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 33 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de 1915 soykırımı sürecindeki kürtler üzerine kısa birkaç not s a i t Geçenlerde Osmanlı Meclisi mebusan üyesi Vahan Papazyan'ın Anılarını yayına hazırlarken anıların ekinde yer alan raporda zikredilen bazı Kürt egemenleri hakkında bilgi için nasname özgür bireyler topluluğundan Şükrü Gülmüş'ten bu kişilere dair biyografik bilgi istemiştim. Şükrü Gülmüş bir istek ve bir rapor adıyle Nasname özgür bireyler topluluğu sitesinde bu raporu yayınlaması üzerine okuyuculardan ilgilenenler doğal olarak yorumlarını bildirdiler. Bu yorumlardan biri özellikle yazının milliyetçi Kürt liderleri karaladığını ve bu çalışmaların ard niyet taşıdığı ve doğru olmadığı mealinde Kürt resmi tarih tezi oluşturmaya yönelik bir özleme yönelik bir düşünceyi ve tehlikeli bir yönelimi ifade etmekteydi. Oysa çok iyi bilinmektedir ki Soykırım aktörleri Kürt Hacı Musa, Cemile Çeto, Ashkar Sımko, Kör Hüseyin Paşa... gibilerin Kürt yurtseverliğiyle bir ilişkileri yoktur. Kemalist iktidar sırasında kendilerine gerek kalmadığını anlayan bu kişiler, Şeyh Said isyanından sonra bu isyana destek vermemelerine karşı sıranın kendilerine geldiğini anlamaları karşısında yeni bir güvenli liman aramalarıdır. Kemalist rejim kimseye minnet duygusu taşımaz. Minnet ettiği kişileri de ortada bırakmaz. Bu Soykırım aktörlerinin Kürt milli hareketi ile anma çabası, Kürtler´in üzerinde düşüneceği önemli bir konudur da. Bunlar Kürt milli hareketi ile en son ilişkilendirilecek kişilerdir. Geçmişte Hamidiye alaylarıyla bölgede Ermeniler üzerinde katliamlar uygulayan bu aşiret reisleri, İttihat ve Terakki iktidarında aşiret alaylarıyla 1915 Soykırım aktörleridir. Kemalist iktidarın yükselme döneminde bölgedeki paralı ajanları olarak karşımıza çıkar. Bu kişiler Kemalist iktidarın kurulma sürecinde Kemalistler tarafından maddi olarak fonlanmışlardır da. Bu yazı bu yanlış algılama ve yanlış düşüncenin izale edilmesine yöneliktir, bu yazıdan maksadımın özellikle Kürtleri karalamak ve yeni bir polemik konusu yaratmak olmadığı- ç e t i n o ğ l u nı da belirtmek isterim. Söz konusu yorum olmasaydı bu yazı da yazılmayacaktı. 1915 Soykırım Sürecine Kürtler´in dahli üzerine yazılanlar ve söylenenler önemli bir külliyat oluşturmasına, hatta önemli Kürt yazarlar tarafından da konunun işlenmesine rağmen Kürdistan'ın Kuzey batı kesiminde yaşayan Kürtler tarafından yeterince bilinmemektedir. Ya da bilinmek istenmemektedir. Bunun birkaç sebebi olabilir: Bunları sürece dahil olmaktan dolayı inkar, bu sürece dahil olmaktan dolayı cezalandırma korkusundan dolayı milli mücadelede Türk milliyetçileriyle işbirliği, Hıristiyanların el konulan malları, haremlere alınan kadınları, köleleştirilen kadınları ve çocuklarından dolayı taşınan (bugün hoş karşılanamayan) duygular... gibi nedenler sıralanabilir. Katılmanın konuşulmasından hoşnut olmama hali sürüyor. Bu konuda Kürtler ve Kürdistan yalnız değildir. 1915´te önemli bir Ermeni nüfus barındıran Maraş bölgesi için de unutma inkar ve konuşmama söz konusudur. Bu yörenin insanı da konuşmamaktadır ve konuşulmaktan hoşlanmamaktadır. 1915´te sürgüne gönderilen Ermeni Patriği Zaven Efendinin hazırladığı Exterminators listesinde Maraş'ta katliamlara katılanlar önemli bir liste oluşturmaktadır. Bu listede ismi geçenler ile ilgili hangi Maraş kökenli arkadaşa soru sordumsa bir cevap alamadım ve bana olan bakışı değişti hatta ilişkisini kesenler de oldu bunlar içinde yıllardır tanıdığım birlikte çalıştığımız kişiler de vardı. Neredeyse karşıma çıkan her Maraşlıya bu konuyu sorduğumda tek kelime alamadım. Herkes de bu kişileri tanıyordu. "Cumhuriyet" döneminde uzun yaşamışlardı. Bu konudaki suskunlukta ağız birliği bir olguyu güçlendirdi: Bu da katliamlara Maraş'ta katılımın kitlesel olduğuydu ve suskunluk bundandı. Aynı olgu Diyaribekır içinde söylenebilir. Patrik Zaven'in Diyaribekir ve Mardin listesi de uzundur. Gerçi bunların elebaşıları olan ailelerden bugün bölgede pek az kalmış olsa da bu elebaşı olan aktörler bölge halkını bu katliamlara kitlesel katılmalarında önemli rol oynamışlardır. Bu olgunun tesbiti yaşı elliyi biraz aşan birkaç kişiden sormakla bile mümkündür. Birkaç istisnası olsa da aşiret reisleri ve şeyhler bölgedeki 1915 Soykırımını kitleselleştiren aktörlerdir. Oysa Kürtler´in 1915 Soykırım sürecine dahli Kürdistanın diğer parçalarında konuşulan tartışılan konulardandır. Güney Kürdistandan Kürt yazar Kemal Mazhar Ahmed'in Birinci Dünya Savaşı'nda Kürdistan adlı çalışmasını da akademik bir çalışma olarak özellikle burada zikretmek isterim. Konuyla ilgili Kürt araştırmacı Recep Maraşlı'nın Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı da önemli bir katkıdır. Kürtler Recep Maraşlı'nın bu eserini bir tarih felsefesi olarak özümseyerek okumalıdırlar. Konuya dair bu uzun girizgahtan sonra Kürt yurtsever önderlerden Cibranlı Halit Bey'in Kürtler´in bu sürece dahil olmakla kendi boğazımızı kesecek kılıcı biledikleri yargısıyla konumuza başlayalım. Bu yazı Türkiye´de resmi tarihin karaladığı Binbaşı E. Noel'in Kürdistan Hatıraları ve raporlarından sürecin, Otonom Kürdistan yanlısı ve bu konuda çalışmalar da yürüten bir şahsiyetin notlarından Kürtler´in 1915 Soykırım sürecine dahil olmasına dair yargılarına dayanarak sürecin bir vechesine ışık tutmaya çalışacağız. Bu konuda binbaşı E. Noel, okurun Türkçe´de olabileceği geniş kaynakların dışında bir kaynak olduğundan Noel'in notları özel olarak seçilmiştir. Binbaşı Noel Kürdistan'ın istatistiklerle de desteklenen ayrıntılı bir fotoğrafını çekmiştir. Raporlarında döneme ilişkin birçok ayrıntıya yer verir. Aşiretlerin isimlerine, yapılarına, reislerine, güçlerine, kontrol bölgelerine, yerleşim bölgelerinin savaş öncesi ve sonrası demografisine, üretim yapısına dair ayrıntılı ve önemli bilgiler vermektedir. Yazıda italikle belitilen bölümler Noel'den alıntılardır. Binbaşı Noel 11 Nisan 1919 günü akşamı Miran'lı Mustafa Paşa'nın oğlu aşiret reisi Naif Bey'in misafiridir. Ev sahibi hakkında şunları not etmiştir: Naif Bey bir reis olarak beni, hassas ve akıllı bir adam olmasıyla etkiledi. Peş-Xabur'da katledi- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 34 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de len 900 Hıristiyan olayındaki rolü nedeniyle kendisine karşı gelişebilecek olayları düşünmekte ve kendisinin sadece Türk hükümetinden aldığı emirleri uyguladığını vurgulamaktadır. Naif Bey bu rolü kendisi açıklamaktadır ve Noel'in yönelttiği herhangi bir soru da yoktur. Nsibin'de Kürtler İngilizlerin yörede Hıristiyanların katliamları için çok acımasız cezalar düşündüğü yolundaki milliyetçi Türklerin söylentilerinin ve propagandasının tesirinde oldukları saptamasını yapar. Bu söylentinin Kürtler tarafından da yayıldığını söyleyerek Propagandanın başarısı sadece korkuya dayanmakta olup geçicidir yargısını da ekler. Geceyi birlikte geçirdiğim aşiretlerden biri açıkça [bu nedenle] İngilizlere karşı direnebileceklerini ifade etmişti. Diye yazar. Ama onlara İngiliz ve Ermeni'nin farklı şeyler olduğu açıklandığında kararı zayıflamışt, notunu düşer. Üstlerine, yapılan katliamlara karşı İngilizler´in intikamcı politika uygulayacakları yönündeki söylentilerin etkisinin kırılması için Türkler´in doğrudan verdiği emirler veya yönlendirmeleri üzerine, Kürtler´in yaptığı katliamların failleri konusunda genel bir af ilan edilmesi gerekebilir diye rapor verecektir. Noel bu konuda ısrarlıdır da, aksi taktirde Aşiretlerin insafına kalmış olan pek çok Hıristiyanın hayatı da dolayısıyla gözlerimizin önünde tehlikeye girecektir. Diye vurgular. Noel'in burada kastettiği aşiretlerin alıkoydukları kadın ve çocuklardır. Milliyetçi propagandanın başarısının misilleme hurafesi ve Ermeni öncelikli politikaların korkusu üzerinde yükseldiğinin altını çizer. Noel, Şeyh Abdülkadir hakkında şunları da ekler. Konstantinopolis' ten Şeyh Abdülkadir, Nsibin'deki ileri gelenlere bir telgraf göndermiştir. Bu zat Türkiye himayesinde bağımsız bir Kürdistan'a olumlu bakan hareketin başlıca yöneticilerindendir. Kürtler´in Hıristiyanları öldürerek milli davalarına zarar vermemelerini acilen salık vermektedir. Daha sonra bir başka telgraf da Kürt lider Emir Ali'den gelir. Bu zat da Bedirhan Beg'in oğludur. Nsibin'de o sırada 250 Hıristiyanın yerel Müslüman evlerinde esir ve köle gibi tutulan genç kadın ve çocuğun 200'ünün sebest bırakıldığını ve halen bilinen 50 genç kadın ve çocuğun ise tutulmaya devam edildiğini kaydeder. Yerel mülki amirle- rin bu kişileri ellerinde tutan egemenlere güçleri yetmemektedir: Halen Nsibin'de, yaklaşık 50 kadar Hıristiyan, Müslüman evlerinde tutsak gibi yaşamaktadır. Gidecek bir yeri olsaydı çoğunluğu gidebilecek durumdadır. Ancak bir kısmı da kaymakamın etki edemiyeceği kadar zengin ve nüfuzlu ailelerin yanındadır... Müslüman aileyi çocuğu geri vermeye zorlamak bir çözüm olabilir. Böylesi şehirlerde mümkündür ama köylerde durum farklıdır. Pek çok vaka da Hıristiyan çocuklar Kürt ailelerce fidye karşılığı verilmektedir. Noel Müslüman evlerinde esir ve köle gibi tutulan genç kadın ve çocukların tutsaklıktan azat edilmesi sorunundan başka çok daha önemli bir konu da çalınan mal varlığının geri verilmesidir. Diyerek Hıristiyan kurbanların el konan varlıklara dikkat çeker. Eğer Türkler´in kendi kararlarına bırakılırsa pek bir şeyin geri verilmeyeceği, zira böyle bir şey görülmemiştir sözleriyle bu konuya önemle eğinilmesini ister. Gasp edenlerin direnişlerinden ve kararlılığını yaptığı görüşmeler neticesinde anlayıp not eder. Ancak emlakın geri verilmesi veya tazmin düşüncesinin bile, dini ve ırklararası düşmanlıkları canlandıracağı ve Müslüman kamuoyunun tümünü bize karşı ayaklandıracağını, bunun da ciddi askeri sorunlar yaratacağını söylediler. Nitekim, Milli mücadele de bu olgu üzerinde yükselecektir. Noel notlarında Nsibin'de savaş öcesi 120 Hıristiyan evinden ancak 10 tanesinin kaldığını da ilave eder. Bunlar da muhtemelen Ermeni dışındaki Hıristiyanlar olmalıdır. Üstelik bu kalanların şartları da son derece kötüdür: Durumları ise kölelikten çok az farklıdır. Mardin ile ilgili bilgiler de verilir. Mardin´de bir aşiret reisinden söz eder. Şammar sefi Ali Abdurrezzak'ı da onlarla buldum, haracını almaktaydı. Yaşlı bir adamdı. İngilizlere karşıydı. Kendi çizgisinden şaşmaz ters ve kolay kabul edilmez bir insandı. Bir süre bana bağırdı sonra kalktı ve söylenerek çadırdan çıktı: "Tüm bu İngilizleri de Ermeniler gibi yok etmek gerek" diyerek.1915 Katliam sürecine Almanlar´ın dahiline dair bilgiler de verilir, buradaki bilgilerin yerel kaynaklardan toplandığına da dikkat çeker: Türkiye´ nin savaşa girmesinin hemen sonrasında, pek çok öngörü, Hıristi-yanların geleceği hakkında fikir vermektedir. Huzursuzlukların en erken işaretleri başından beri Hıristiyan- lara karşı düşmanca tavır takınmış olan Alman subaylarından gelmektedir. İttifaktaki dostları olarak Türklere düşüncelerini iletip savaş gerekçesi olarak yapacakları katliamları yasalaştırabileceklerini söylediler. 1914 Aralığında bile, Mardin'de bir Alman, Reichstag'ın bir Ermeni katliamını yasal bir önlem olarak gördüğünü ve onların ihanetinin ispatlanmış sayıldığını söylemekteydi. Noel, yerel kaynaklardan derlediği bilgilerle 1915 Soykırım sürecine ilişkin ayrıntılı bilgiler verir. Subay-ların ve mebusların aşiret reislerine yaptıkları propagandalardan, Kürt-ler´in oluşturduğu katliam birlikleri El-Hamsin'lerin örgütlenmelerinden söz ederken sistematik bir hareket olduğunun ve gizli bir organizasyona bağlı bir komisyonun varlığının altını çizer: Tüm bu bahsedilen olaylar dizisi, tüm teferruat konusunda çalışmalar yapan, karar veren bir polis kurumunun varlığını ispat etmektedir... Komisyon emirlerine mutlak surette itaat edilecekti. Aksi takdirde hükümetteki görevlerinden azledilecek veya farklı cezalara çarptırıla-caklardı. Noel bu örgütlenmeyi tarif ederken titiz bir planlamadan söz eder: Tahminlerin ötesinde olayın asıl içyüzü, programın bilimsel denecek bir titizlikle planlanmış olmasıdır. Kürtler bu titiz planın tetikçileri olarak örgütlenmişlerdir. (ancak burada bir toplumsal sorumluluğa da dikkat çekmek gerekir; bu tetikçilikte Kürtler yalnız değildir diğer unsurlar da en az Kürtler kadar bu katliamlara katılmışlardır. Tek başına İttihat ve Terakkinin bin yıllardır bu coğrafyada yaşayan kadim halkın kazınmasında bu derece başarıyı yerel halkın çeşitli motivasyonlarla alet edilerek bu katliamlarda tetikçi olarak rol almamış olsaydı bu kadar kısa bir sürede bir halkı topyekün bu coğrafyadan kazıyamazlardı) Noel; cahil halkı ceza sorumluluğundan vareste tutar: [Katliamlar] Konstantinopolis´ten gelen talimatla yerel cahil Müslümanları alet ederek gelişmiştir. Cezalandırılması gereken onlar [Kürtler] değildir. Üst düzey devlet idarecileri ve onlara gönüllü hizmet eden yerel Müslüman yöneticiler sorumludur. Zira onlar da bu vesile ile ceplerini doldurmuştur. Katliamların yer yer rakamlarını da verir. Yerel kaynaklardan aldığı bilgilerle ölüm konvoylarını ve katliamları katliamlarda kullanılan yerel milislerin marifetleri ayrıntılı anlatırken ekler. Bu süregelen olayların faillerinin hangi mantık veya gerekçe ile hareket ettiklerini anlamak çok zordur. kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 35 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Aralarında pek fazla anlaşamayan farklı aşiretlerin Ermeni Soykırımı söz konusu olduğunda tek vücut olduğunu da vurgular. Yerel idareci ve yöneticilerin propagandalarında halkı bu şekilde korkutarak yanlarına çekmektedirler: Bu amaçla İngiliz idaresinin Ermeni yanlısı olacağı varsayımı yayılmaktadır. Bu şeilde Hıristiyan katliamlarına katılanların cezalandırılması ve Ermeniler´in Kürtler üzerinde idareci olarak tayin edileceği söylentisi ile korkutmaktalar. Bu propagandada oldukça büyük bir başarı elde etmişlerdir... Halk ve özellikle aşiretler ciddi şekilde korkutulmuş bize karşı düşmanca bir atmosfer yaratılmıştır. Noel bu olguya karşı halkın bu korkusunu giderecek çalışmalar tavsiye ederek bir bildiri taslağı önerir. Diyaribekir'daki siyasi durum ve yerel ileri gelenlere dair notlar başlığında; Doğudaki pek çok şehirde olduğu üzere, Diyaribekir´deki ileri gelenler de bazı istisnalar hariç yozlaşmış ve dejenere entrikacılar olarak tanımlanabilirler. Onlar emirleri altındakileri baskı altında tutar, insan haklarını ihlal eder, daima yozlaşmış bir Türk subayı ile işbirliğine hazır olup devleti dolandırırlardı. Bu özelliklerle İttihat ve Terakki Partisinin etkin destekleyicileri olması şaşırtıcı değildi. Ayrıca tüm bunlara ek olarak kendi çıkarlarını gözetme hırsı da vardı. İttihat ve Terakki Partisinin ve Türk hükümetlerinin olası yok olma ihtimallerine karşı tüm bu adamlar Kürt milliyetçi partisine katıldılar. Bu işbirlikçilerin yanında Kürt ulusal örgütlenmesi çalışmalardan ve önderlerden söz eder:Adil olmak gerekirse, yine de Kürtler grubu iç-inde bazı öyle üyeler mevcuttur ki, Kürdistan'ın bir bütün olarak gerçekleşebilmesi uğruna canla başla çalışmaktalar. Bunları isimlendirir de: -Kamil Bey Kahyalı Zade -Şevket Zaza İsmail ailesinden Diğerleri ise; -İhsan Bey, Dr. Fuat Bey, Ekrem Bey. Bu sonuncusu İsviçre'de tahsil görmüş enerjik bir adamdır. Ancak Cemil Paşa ailesine ait olması (Yani 1915 katliamlarında çok belirgin katılımı ispatlanmış olması ve dolayısıyle çok fazla maddi çıkar sağlamış olması) onun aleyhinde bir bilgidir. İzmir'in işgaline değinerek bu işgalin etkilerini vurgular: Kürtler´in İzmir örneğini Diyaribekir'e yapması bekleniyordu. İngilizler önce gelip şehri işgal edecek bu da Ermeni birliklerin gelişine önayak olacaktı. Tüm bu önlemler doğal seyrini takip etti. Yerel ahali arasında çok fazla fanatizm oluşmuştu. Eski yozlaşmış şehirliler ki şimdi Kürt Partisi üyesiydiler ve 1915 katliamlarının hesabından korkmaktaydılar. Yeni bir katliam istemekteydiler. Öyle ki bu son kalan şahitler de yok edilebilsin ve kirli mazileri gömülebilsin; deliller ortadan kalksın. Son söz olarak ifade edelim ki Britanya İmparatorluğu´nun özel temsilcisinin kişisel olarak Ermeni halkına ağıt yakması Ermeni halkının kaderini değiştirmeyecektir. Britanya, T. E. Lawrence'ın Lincoln Stephens'e verdiği röportajda açıkça söylediği gibi halklarla ilgilenmez. Britanya daha çok tabii kaynaklarla ilgilenmiştir, halklardan çok... İngilizler tüccar olup idealist değiller. İngilizlerin Ermenistan'ın bölünmesi taraftarı olduğunu da Arabistanlı Lawrence bu röportajda ifade ederek, Brintanya´nın Ermenisiz bir Ermenistan istediğini de açıklar. Bu da, dönemin emperyal gücü tarafından Kürdistan´ın nasıl ve neden dört parçaya ayrıldığının ifadesi olsa gerektir. 1915 Soykırım Sürecine Kürtler´in Dahline ek Ermeni soykırım sürecinde Kürtler üzerine kısa birkaç not başlıklı yazımda konunun Kürtlere yakın olan bir şahsiyetin notlarını özel olarak aldığımı özellikle belitmiştim, ayrıca yazıda da belirttiğim gibi binbaşı Noel'in notları son derece ayrıntılıdır. Soykırım sırasında Kürtler´in Ermenilere ve diğer Hıristiyanlara reva gördüklerine ilişkin yazdıklarını yazıya alamadım bu yazılanları vahşet olarak tanımlamak bile yetersiz kalmaktadır. Yazıda iki kürt yazarın da (Mazhar Kemal Ahmed ve Recep Maraşlı) bu konudaki kitaplarına da referans vermiştim, Hadi Garo Sasunı Taşnak´tır ve taraflıdır(!) onu da benim gibi geçelim. Bu konuda Dadrian'ın Belge yayınlarında yayınlanan dört ciltlik toplu eserleri, Naci Kutlay'ın yazıları, M. Kalman'ın, Batı Ermenistan- Kürt ilişkileri ve Jenosid, ve David Gaunt'un, Katliamlar Direnişler Koruyucular, Fr. Hyac Simon'un 1915 Bir Papazın Günlüğü , İsmail Beşikçi'nin editörlüğünde hazırlanan Resmi Tarihte Kürtler kitapları da ayrıca referans olarak verilebilir. Yazıya gösterilen tepkilerden ilgili kişilerin bu eserleri okumadıkları anlaşıldığı gibi boğazına kadar Ermeni Soykırımı´na batmış kişilerin, bu Kürt işbirlikçilerinin Kürt önderi (!) olarak kabul edilmesi başka bir şey değilse sadece şaka olabilir. Hacı Musa, Cemil Çeto, Kör Hüseyin, Sımko Kürdistan üzerinde Kemalist diktatörlüğün kurulmasının aletleridirler, Hamid'den başlayarak İttihat ve Terakki ve onun ardılları kemalistler tarafından yemlenen kürt egemenleridir. Hacı Musa'ya M. Kemal maaş bağlamıştır, Hacı Musa'nın Ermeni soykırımına dahli ile ilgili sadece Türkçe´de değil yabancı dilde çok geniş bir külliyat oluşmuştur. Kürt Hacı Musa Beg, gırtlağına kadar Ermeni Soykırımına bulaşmış bir kişidir. Patrik Zaven Efendi'nin Exterminators listesinde yer alır Hacı Musa, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde bulunmamasına rağmen Heyet-i Temsiliye üyeliğine getirilerek önemi vurgulanır ve ayrıca altın ve para ile maddi olarak da ödüllendirilir. Sımko'nun iaşesi ve ibadesi kemalistlerce sağlanmıştır., soykırım sırasında Kör Hüseyin İstanbul´da İttihat ve Terakki yönetimince ağırlanmaktadır, Hacı Bedir Ağa mebuslukla ödüllendirilerek kardeşi Zeynel ile birlikte Tarsus ve Mersin´de emval-i metrukeden gayrimenkuller tahsis edilir. Cemile Çeto ile M. Kemal ilişkisi ise bilinmez değildir. Ayrıca Kemalistlerce bütün işbirlikçi Kürt aşiretleri özellikle maddi bakımdan yemlenmişlerdir. Katliamın baş aktörü Dr. Reşid´de Bedirhaniler´in damadıdır... örnekler çoğaltılabilir. TC arşivlerinde bunların dışında başka belgeleri mevcuttur. Zaza Murat, velhasıl ve Brusk Ali'nin konuyu benim "taraflı ve sığ" yazımdan değil bizzat yukarıda adını verdiğim objektif Kürt araştırmacılarından ve diğerlerinden daha kolay öğrenebilir. Benim sadece internette bu konudaki kolayca ulaşabileceği yazılarım oldukça fazla olduğundan yorulmalarını istemem. Ayrıca Kürt olmayan birinden bu konuyu öğrenmelerinin onlarda bir burukluk da yaratmasını da istemem. "Kürt özgürlük hareketi" adına yüksekten atıp ne adına ya da ne şekilde ve ne anlama geldiğini anlamakta güçlük çektiğim Ermenilere verilebileceklerin sıralanması ise politikanın konusu değil, psikiyatrinin konusudur ve konumuzun dışında olduğunun özellikle altını çizmek isterim. kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 36 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Bir Kere Daha 1915 Soykırımı´nda Kürtler´in Rolü ve Hamidiye Alayları Üzerine Ermeniler´in bu coğrafyadan kazınmasında en büyük suçlu İttihat ve Terakki ile Alman ortakları olmasının yanında bin yıllardır bu coğrafyada yaşayan bir halkın bir anda ortadan kaldırılması sadece ordu ve Teşkilat-ı Mahsusa çetelerinin örgütlediği cezaevinden çıkardıkları canilerden teşkil edilen çetelerin yanında yerel halkın da Soykırıma destek vermesi, İttihatçı canilerin işlerini tereyağından kıl çeker gibi düzenli bir şekilde gerçekleştirmelerinde en büyük kolaylık sağlamıştır. Bu Kırıma her bölgeden ve her milliyetten yerel halk iştirak etmiştir. Her milliyet 1894-96 katliamları sırasında edindiği gerekli tecrübeyi 1915 sürecinde uygulamıştır. Her milliyettin mensuplarından ittihatçılara suç ortağının çıktığı gibi Kürtler´de bu işbirliğinden vareste değillerdir. Üstelik Kürtler´in Hamidiye katliamları sırasındaki tecrübeleri diğerlerinden çok arttığını söylemekte sakınca yoktur. Hamidiyeler bu işlem için örgütlenmişlerdir. Bugün de bu hamidiye artığı aşiretler korucu olarak işlevlerini kendi halkına karşı yürütmektedirler. Bu kısa yazının amacı Kürtleri karalamak değildir. Soykırıma katılan her milliyet gibi Kürtler´in de sorumluluğunun tartışılmasına katkıda bulunmaktır. Ermeniler´in en yoğun olarak yaşadığı bölgede bugün yaşayanların geçmişle ilgili söyleyecek şeyi olmalıdır. Kürtlerin bu gün mağdur durumda olması geçmişlerinin sorgulanmasına engel değildir ve olmamalıdır. Bu kısa yazı, bu konuda ki sağlıklı ve dürüst tartışmalara ve incelemelere bir katkı niteliğindedir. Bu tartışmanın ne yararı var sorusuna Kürt araştırmacı Naci Kutlay şu sözleriyle karşılık vermektedir: "1915 ve sonrasında yaşananları, yaşlılardan çok dinledim. Seçim çalışmalarında gezdiğim yörelerde bu bilgilerim zenginlik kazandı. Yazdıklarımdan başka, söyleşi ve konferanslarda da dile getirdim. Kürtler´in ve aydınların kendileriyle hesaplaşmaları gerektiğini söyledim. Herkes bana hak verdi, yalnız bir arkadaş; 'buna gerek var mı? Kürtlere ne yararı var bunun?' dedi. Ben bunu, bir 'travmanın neden olduğu yaranın' onarımında gerekli olduğunu söyle- dim. Gereksiz bir 'yük'ten kurtulma olduğunu dile getirdim. Birçok Kürt feodallerinin zenginliklerinde bu Ermeniler´in payı var. Herkes yazdı. Dr. Hikmet Kıvılcımlı da 1930'ların başlarında Elazığ Cezaevi'nde yazdığı 'İhtiyat Kuvvet: Şark' eserinde değindi. Son yıllarda sayısız belge, anı ve araştırmada ele alındı. Kürt aydınları bu konuda yaşananları es geçemezler diyorum. Sultanların ve İttihat Terakki yöneticilerinin günahına yöre Kürt feodalleri de ortak oldular. Bazı Kürt önde gelenlerinin Ermenileri korumuş olmaları (Koçgiri, Dersim ve Müks'te) bu gerçeği değiştirmez. 'Devlet yaptırdı' diye bir mazeret olamaz. Bence bu konu ayrı ve derinlikli bir araştırma konusu olmalıdır. Beni de onlardan biri kabul ediyorsanız, Kürt aydınlarının tarihe karşı böyle bir borçları var." Naci Kutlay'ın sözlerine şunları da eklemeliyim: Hakkari bölgesinde, gerek 1894-96 gerekse 1915 ve sonrası Hıristiyan kırımlarında Pinyaniş Aşiretinin önemli rolleri bulunmaktadır. Bu kırımlarda etkin rol alan Aşiretin reislerinden Evliya Bey'in torunu Evliya Parlak'ın 1980 darbesinden sonra kurulan Danışma Meclisine üye seçilmesi bir tesadüfmüdür? Yoksa bir devamlılığa mı işaret etmektedir? Kürtler bu soruyu kendilerine sormalıdırlar. Evliya, sadece küçük bir örnektir. Bunun gibi çok örnekler çoktur. Kürt araştırmacılar öncelikle bu gibi olayları günışığına çıkarmalıdırlar. Geçmişteki kırımlardan sorumlu aşiret mensuplarından birçok kişinin bugün kendi deyimleriyle Kürt Özgürlük Hareketinde yer alması Kürtlerin sorumluluğunun sorgulanmasına engel değildir. Pinyaniş aşiretinden bir çok kişi gibi İsa Parlak'ın Kürt Özgürlük Hareketi mensubu olarak Çukurca'daki bir çatışmada hayatını kaybetmesi bir şeyi değiştirmez. Nasname'deki önceki yazımda (1915 Soykırımı sürecindeki Kürtler üzerine kısa birkaç not) amacımın polemik olmadığını özellikle belirtmiştim. Bu tartışmadan kaçma anlamına gelmez bu olguyu aklı başında herkesle tartışmaya da açığım. Yazımda Kürdistan'daki Ermeni Soykırımı'na Kürtlere yakın bir şahsiyet olan Binbaşı Noel'in Kürdistan'da bulunduğu sırada günü gününe tuttuğu notlarından okuyucuya bir bakış açısı sağlamaktı. Yazıya ek olarak yazığım ikinci yazı (1915 Soykırım Sürecine Kürtler´in dahline ek) ise okuyuculardan bazılarının konuyu anlamakta çektikleri güçlüğün (yada anlamakta ısrar etmelerinin) izale edilmesine yönelikti. Ya- zıda söz ettiğim Kürt işbirlikçilerinin -ne yazık ki bazı okuyucu için bunlar önderdir(!)- İttihaçılar ve ardılları Kemalistler tarafından beslenmesi, para ve ünvanlar la taltif edilmesine, ayrıcalıklar sağlanmasına dair belgeler arşivlerde doludur. Ben burada birkaç tanesine yer vereceğim: 1. Hacı Musa'nın Ermeni Soykırımındaki rolü üzerine ayrıntılı bilgi için Recep Maraşlı, Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı, Peri Yayınları, Ed. Ahmet Önal, 2008, s 280-294, ayrıca 13.3. 2009 tarihli Agos/kirk'te Gulizar'ın öyküsüne bakılabilir. 2. 28.6.1921 gün ve 975 sayılı kararname ile "Muş'taki Kürdi lakaplı Hacı Musa'ya 50 altın verilmesi. "BCA. 30.18.1./ 3.26.6. 3. 10/7/1921 gün ve1059/232-5 sayılı kararname ile "Hacı Musa Kürdi'ye, Müdafaa-i Milliye ve Dâhiliye Vekâletlerince toplam 1000 lira gönderilmesi." BCA. 30.18.1.1/3.30.10. 4. 19.9 1923 gün ve 2787 sayılı karar Sımko Ağanın Van'a yerleştirilmesi ve oğlunun kendisine teslimi BCA 30.18.1.1/7.34.10 (Sımko, Asur patriği Mar Şamun'la sorunları çözmek üzere O'nu evine davet etti. Yemekten sonra ve sorunları konuşmanın ardından misafirlerini yolcu edeceği zaman, önceden hazırlıklı adamlarına Mar Şamun'u ve yanındakileri öldürttü.) 5. 1.7.1918 tarihli "Dersaadet'te mukim Haydaran aşireti reisi Hüseyin Paşa'ya örtülü ödenekten yardım yapılması." BCA 272.74/67.29.3 6. 21.3.1926 Aile efradını Adana'ya nakletmek isteyen Malatya mebusu Hacı Bedir ağa için Tarsus ve Mersin'de bulunan çiftliğin ve bazı evlerin tahsis edilmesi BCA. 30.18.1.1/ 18.20.15 7. 27.1.21 tarih ve 620 sayılı karar "Fırat vadisinde ve civarındaki çeşitli aşiret başkanlarının bazı unvan ve para verilerek taltif edilmesi" BCA 30.18.1.1/2.33.6 8. 9.10.20/ 5-13 Haydaran aşireti reislerinden BMM üyelerinden Hüseyin'in Muradiye kazasında ihale olunan öşür vergisi için yapılacak muameleye izin verilmesi. BCA 30.10/ 4.23.13. 9. 3.11.917 Hakkari eski mebusu Seyid Taha'nın Adana'da meskün kar- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 37 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de deşi Seyid Abdülhakim'e maaş bağlanması BCA 272.74/65.18.11 (Seyid Taha da Hakkari yöresindeki hristiyanların yok edilmesinde etikili bir Kürt figürüdür) Benden bu kısa yazıda bu kadar örnek yeter sanırım, Bu konuda Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinde ki Aşair ve İskan Umum Müdürlüğünün evraklarında istemediği kadar belge bulabilecektir. İşbirliğinin yanında Kürtler´in 1915 Soykırımındaki rolleri geniş bir külliyat oluşturur. Ancak bu coğrafyada ne yazık ki okumadan ziyade kulaktan dolma kahve sohbeti kültürü daha popüler olduğundan bu külliyata bazılarının itibar etmediğini görmekteyiz. Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarıyla birlikte, Hamidiye kadroları da Kemalist (2. Jöntürk) hareketin en önemli payandaları olmuştur. Bu sürekliliğin eşsiz prototipi olarak Hamidiye komutanı Mutki'li Hacı Musa Beg'i ve Teşkilat-ı Mahsusa reisi İpsiz Recep'i gösterebiliriz. Hacı Musa ve İpsiz Recep bu üç dönemin en önemli figürlerinden olup kesintisizliği sembolize ederler. Bu eli kanlı çetecilerden İpsiz Recep, Televizyon dizisi olarak devlet televizyonunda gösterilmeye devam etmektedir. Boğazına kadar Ermeni Soykırımına batmış Hamidiye alayı komutanı Hacı Musa Beg dizinin ne zaman gözümüze sokulacağını beklediğimi ifade etmek isterim. Muş katliamından canlı olarak kurtulan Taşnaktsutyun Van Mebusu Vahan Papazyan anılarında Muş'ta katliamlardan kurtulabilen Ermeniler´in sığındıkları dağlarda, Hacı Musa'nın, sağ kalabilen kılıç artıklarını takipten vazgeçmediğini anlatır. Hacı Musa Ermeniler´in bir tekini bile sağ bırakmamak kararındadır. Hergün şafakla birlikte, dağlar Musa Beg'in aşiretlerince çevriliyor ve bitkiler yönüne yaylım ateşi uygulanıyordu. Bu gayesiz değildi. Katliam artığı kişiler, geceleri düşüncesizce şurda burda ateşler yakıyorlardı. Ama ne yapsalardı? Sahipsiz tarlalardan buğday ve arpa başakları getirip kavuruyorlar, bazıları da ellerinde kalan yağla pişiriyorlardı. Kürt gü-ruhu ise gece ateşleri görüp, şafakla birlikte halkı kesmeye geliyorlardı. Bu Hamidiye eskileri Kemalist hegemonyanın Kürdistan üzerinde kurulmasının aletleridir. Hacı Musa ve diğerlerinin işlevleri sona erdikten sonra bir kenara atıldıklarında, Kürt ulusal hareketine yanaşmaya çalışmaları, yada yanaştıkları düşünüle- rek cezalandırılmaları bu kişileri aklamaz. Bu kez çıkarlarını başka bir kanaldan ifadeye çalışmaktadırlar. Kemalist iktidarın pekiştiği bu dönemde Teşkilat-ı Mahsusa mensuplarına yeniden ikbal kapısı açılarak önemli görevlere gelmeleri ve Teşkilat-ı Mahsusa'nın rejime entegre edilmesiyle, Hamidiye kadrolarına pek iş düşmez. İşlevleri bitmiş bir kenara atılmışlardır. Bir kısmı isyanlarla alakalandırılarak idam edilirken (bunu idam sehpasına giderken kendi biledikleri kılıçların kendi boyunlarını kesmesi olarak ifade ederler) bir kısmı da sürgün edilir. Hacı Musa'da bunlardan biridir. Kemalistlerce sürgüne gönderilen bir diğer Hamidi işbirlikçi Kör Hüseyin Paşa ile yurt dışında sürgünde buluşurlar. Hacı Musa ve Kör Hüseyin 1928 yılındaki af yasasından yararlanmak maksadıyla sürgünden dönerken yolda ölür. Diğerleri dönüş yolunda birbirlerine girerler, Hacı Musa'nın kardeşi Medeni, erken davranıp Kör Hüseyin ve ailesini yok eder ve kellelerini Genel Vali İbrahim Tali'ye (Öngören) takdim ederek affa mahzar olsa da Kör Hüseyin'in Haydaran Aşireti Medeni'den, Şeyh Ahmet Barzani'de kardeşi Nuh'tan öcünü alır. Cemile Çeto ise 1925 ayaklanmasını örgütleyen Azadi cemiyetini destekleyen Bitlis bölgesindeki aşiret reisleri içinde görülmesine karşılık ayak lanmaya katılmamış ve devletin safında yer almıştır. Buna karşılık 1926 yılında İstiklâl Mahkemesi tarafından idamı mahkum edilen ve ailesi sürgüne gönderilen aşiret reisleri arasında Cemile Çeto da bulunmaktaydı. Cemile Çeto, Kemalist harekete destek veren Kürt ağaları içinde de tanınan bir şahsiyettir. Mustafa Kemal, Cemile Çeto'ya mektup göndererek, Sivas Kongresi hakkında bilgi vermekte ve kendisinden Ermenilere karşı destek istemektedir. Cemile Çeto'nun idam edilirken bu işbirliğinin sonuçlarından hayıflanarak kendisiyle birlikte mah kum olan bir arkadaşına "Cemile Çeto, ji kerê da keto," [Eşekten olma -ya da Eşekten düşme- Cemil!..] dediği rivayet edilir. Kürt ulusal söyleminde işbirlikçiliğin sonuçlarını yermek için oldukça revaçta olan bir deyimdir. Cemile Çeto'nun ağabeyi Bişarê Çeto da öyle örnek alınacak bir önder değildir. Bişare Çeto eşkiyalıklarıyla ünlüdür.1906'da Osmanlı yönetimiyle çatışmaya girmiş [Bişare Çeto ayaklanması...] ise de çatış- ma uzlaşma ile sonuçlanmış ve 1914 yılında Iran sınırında (Azerbaycan'da) öldürülünceye kadar Osmanlı ordusunda milis olarak görev yapmıştır. Folklor araştırmacı Salih Kevirbiri ise sözlü Kürt edebiyatındaki kilamlardan yola çıkarak Bişare Çeto'nun Bitlis'in "Kevirê Qul" (Delikli Taş) mıntıkasında Ruslarla girdiği çatışmada öldürüldüğünü yazmaktadır. (Geleneksel Kürt sözlü edebiyatında Dengbêjlerin söyledikleri kilam ve uzun çiroklarda - şarkı ve manzum hikayelerde - Bişare Çeto'nun devlete karşı gözü pekliğinden, eşkiyalıkta ise gösterdiği cesaret ve cevvallıktan övgüyle söz edilir.) Burada şunu da ilave etmeliyim ki bu ailelerden son kuşak içinde eski çizgiyi izlemeyen, Kürt ulusal hareketi içinde yer alan insanlar da bulunmaktadır: Cemile Çeto'nun torunu Derviş Akgül (Derweşe Sado da denmektedir) TKDP (Türkiye'de Kürdistan Demokrat Partisi) kurucu ve yöneticilerindendir. Hacı Fero [Hacı Ferro, Hacı Faro]; Muş-Varto bölgesinde "Mala Fero" (Fero Ailesi) olarak bilinen KürtAlevi kökenli geniş bir aileye adını veren büyük dedeleridir. Xormek aşiretinin de yönetici ailesidir. Hacı Fero, "Doğu İlleri ve Varto tarihi" kitabının yazarı Mehmet Şerif Fırat'ın da dedesidir. Aile, genellikle devlet yanlısı, Kemalist, CHP'li ve Sosyal Demokrat bir çizgi takip etmişse de; aynı aileden 70'li yıllarla beraber Kürt ulusal demokratik mücadelesine katılan birçok isim de bulunmaktadır. Özgür Politika yazarlarından Selim Fırat bir örnektir. Aynı şeyler, Hacı Bedir Ağa'nın Rişvan aşiretinin son kuşak mensupları için de söylemek mümkündür. Sosyalizm mücadelesine omuz veren Şiar Rişvanoğlu'nu da örnek verebiliriz. Örnekler çoğaltılabilir… Kürtler´in Soykırım´daki rolüne baktığımızda; İTC açısından temel amaç Kürtleri bu suça iştirak ettirmektir. Kürtler açısından baktığımızda, birçok neden sıralanabilir. Kürt araştırmacı M. Kalman bu eğilimleri şöyle özetler: "Kürtler´den kırıma katılanlar, adam öldürmekten çok, talan ve yağma peşindeydiler. Bunu söyleyen Muş'taki Osmanlı görevlilerinden biridir. Aşiretlerin bölgelere göre değişen tavırları söz konusuydu. Batılı Devletlerin bir Ermeni Devleti'nin kurulmasına çalıştıkları inancı, Kürtler´in Ermenilere düşmanlığını geliştirdiği gibi Kürt ulusu arasında korku ve telaş yaratı-yor ve kendilerinin Ermeni- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 38 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de ler´in hiz metine verileceği doğrultusunda yaygın bir propaganda ve inanç gelişiyordu. Bu anlayış onların Ermenilere karşı gelmelerinin en önemli nedeni oluyordu. Batılı Devletlerin 'desteğindeki' bazı Ermeni örgütleri milattan önceki dönemlere ait Büyük Ermenistan haritalarını yayınlayarak Batı-Ermenistan dışındaki mevcut Kürt topraklarını da sınırları içerisinde göstermeleri elbetteki bir olumsuzluktu. Kürtleri önemli oranda etkiler. Ermeni partileri Batılı Devletlerin Osmanlıya yönelik hesaplarından kendi paylarına birşeyler koparacaklarına inanırlar. Bu durum Kürtler´in tepkisini çektiği gibi Osmanlıdan destek görme, onlara yakınlaşma ortamını da beraberinde getiriyordu, ilkönce Ermeni isteklerinin gerçekleşmesinin engellenmesi ve beklentisi içindeydiler. Çünkü Osmanlı işgali altında da bulunulsalar, üzerlerinde yaşadıkları topraklardan kovulacaklarının endişesi kendilerini önemli bir şekilde düşündürür. Daha düne kadar Kürt ağalarına haraç veren, onlara bağlı olan Ermeniler´in, Batı Devletlerinin de desteğiyle Kürtler üzerinde baskı uygulayacakları propagandaları Kürtleri etkiliyordu. Kürtler, kurulacak olası bir Ermeni Devleti nedeniyle topraklarını kaybedeceklerini, ağalar ise hem toprak hem de otoritelerini kaybedeceklerini düşünüyorlardı. İster istemez kendilerini yalnız hissettiklerinden Türklerin egemenliğinde de kalsalar ilk anda Ermeni isteklerini sonuçsuz bırakmak ön plana çıkıyordu. Osmanlılar Kürtlerle olan dinsel bağlılıklarını, Ermeni karşıtı politikanın merkezine oturturlar. Zaten çok uzun yıllardır sürdürülen Ermeni düşmanlığı Hamidiye Alaylarının kurulmasından sonra pratikte çok büyük yaygınlık göstermişti. Soykırımda din faktörü önemlice kullanıldığından birçok yerde "kafirlere"(!) yönelik saldırılar bu nedenle gerçekleştirilir." Kürt egemenlerinin Ermeniler´in zenginliğine göz dikmeleri yanında katliama iştirak eden diğer Kürt halkı için de cahillik, taassup, yoksulluk gibi etmenler sıralanabilir. Kürtler´in Soykırıma katılımına ilişkin Kürt yazar Kemal Mazhar Ahmed'in de tesbitleri önemlidir: "Ne yazık ki bilerek ya da bilmiyerek, kasıtlı ya da kasıtsız, bazı Kürtler de bu kırımlara katıldılar. Bu durumu değerlendirip araştırmak amacıyla önce, katıldıklarını gösteren birkaç örnekle işe başlamak isteriz. Urfa'da ya- pılan ilk kırımı, bir derviş şeyhi olan Molla Sait Ahmet, verdiği bir fetva ile 28 Aralık 1895'de başlattı. Molla Sait, bir Ermeni´yi halkın gözleri önünde yere yatırıp satırla kafasını! bedeninden ayırarak işe girişti. Bu imam, katliamdan birkaç gün önce, şehrin bazı önde gelenlerini toplamış, onları bu yönde oluşturmuş ve Sultan'ın saltanatı için ser esirgemeyiz, buyurmuştu. Van'da yapılan ilk katliamda, Abdülhamid ve Abdülgaffar adlarında iki kardeş birlikte 200 kişiyi öldürdüler. Böyle 'kardeş'lerden Harput'da da bir haylisi vardı ve iki kardeş burada, bir günde 300'den fazla Ermeni´ yi katletmişlerdi. Bir Kürt ağa, bir Ermeni kafilesini jandarmalardan satın almış ve bütün her şeylerine el koyduktan sonra onları öldürmüş. Sonra, lira ve altınları yutmuş olabilirler düşüncesiyle karınlarını yararak yoklamıştır. Bu yüzden asker ve jandarmalar bir hayli servet edindiler. Altınları olup ta rüşvet veren ve bu yolla kurtulanlar ise, bir yerine, birkaç kez ölerek dünyayı seyre devam ettiler. Gordlevski bu konuda şunları yazıyor: 1916 yazında, Kürtler´in, Ermenileri gruplar halinde Bitlis'e doğru yola nasıl çıkardıklarına gözlerimle tanık oldum. Bunu, Sığınma Komitesinin, kendilerine vereceği paranın hatırı için yaptıkları belliydi. Oysa Kürtler, Ermenileri, Türk'ten esirgemişlerdi ama bir köle gibi de Bitlis pazarına sürüyorlardı. Sanki, zaten ödleri patlamış olan bu kimselerde irade de kalmasın ya da Kürtler olmadan Bitlis yolunu çıkaramıyacaklarını anlasınlar isteniyordu. Dağların öte yüzünde karşılaştıkları muamele her hallerinden ve gözlerinden okunuyordu." Siirt Fındık köyü Ermeniler´ine Kürt kardeşleri Ferman sırasında Fındık köyünü Cizre ve Siirt'e bağlayan ve bugün hala kullanılan 90'ar km lik yolu Ermenileri devlete ihbar etmeme karşılığı yaptırdıktan sonra yolun tamamlanmasını kutlama gayesiyle düzenlenen şölen sırasında boğazlanmışlardır. Garo Sasuni, reaya Kürtler´in kırımlara iştirakini hayretle karşılayarak, Soykırımdaki rollerine değinir: "Hayret edilecek bir gerçekte 1915 Nisan Jenosidinde Reaya Kürtler´in, aşiretlerden daha kötü bir rol oynamalarıdır. Osmanlı idaresi aşiretlerden şüphe ettiği için Reaya Kürtleri sahneye çıkarıp, kısa vadeli jandarma olarak görevlendirip silahlandırarak, kendilerine Ermenileri kırmalarına ve bırakılmış olan mülkleriyle zenginleşmelerine izin verilmiştir. Osmanlı idaresinin kendilerine ver- diği bu yetkiden şımaran Reaya Kürtler, Ermeniler´in başına tam bir bela kesilerek, son derece insafsız davranışlarda bulunmuşlardır. Ve hatta şu veya bu aşiretin yanına sığınmış olan Ermenileri de Osmanlı makamlarına ihbar etmişlerdir." Garo Sasuni, Soykırım sürecinde, Kürtler´in Ermenileri korumasından söz ederken Kuzey ve Güney Kürdistan'daki aşiretler arasındaki Soykırıma iştirakteki farklara değinir: " 1 - Kürtler ülkenin güney bölgelerinde, Ermeni kırımına çok az ölçüde katılmışlardır. 2 - Birçok aşiretler kırımlara katılmamakla kalmayıp, aksine kendilerine sığınmış olan Ermenileri saklamış ve korumuşlardır. Örneğin Dersim Ermeni kurtaran ocaklardan biri olmuş ve bu sayede 20,000 Ermeni hayatta kalabilmiş, bunlar sonraları Erzincan ve Erzurum yoluyla daha doğuya geçip kurtulabilmişlerdi. Sasun'un Huyt-Modikan'lı Ermenice konuşan Kürt Şeho ailesi o bölgenin Sasun'lularını korumuştu. 1916'da Muş bölgesi Ruslar tarafından işgal edildikten sonra, oradaki Ermenileri ve o bölgedeki dığer aşiretlerin yanına sığınmış olan yakınen 12.000 Ermeni´yi toparlayıp Muş'a getirebilmişlerdi. Suriye dolaylarına sürülmüş olanlardan da edinilen bilgilere göre, Güney Kürdistan'ın güçlü aşiret reislerinin muhafazası sayesinde çok sayıda Ermeni kurtarılabilmişti. Ben şahsen bu konuyla ilgili olarak şu gerçeği kendim saptadım. Birçok Kürt aşiret reisleri, 1915-1917 senelerinde Ermenileri kendi muhafazaları altına alıp, onlara Kürt elbise1eri giydirerek saklamış olduklarından, sonradan Osmanlı idarecileri tarafından cezalandırılmışlardır." Ermeni soykırımına katılmayan aşiretler cezalandırılmışlar ve sürgüne gönderilerek aşiret yapıları dağıtılmıştır. Ancak tüm bu korumalar Ermeniler´in bu coğrafyadan kazınması gerçeğini değiştirmez. Ayrıca kurtarılanlar Kürtler içerisinde bambaşka bir kimlikle yaşayacaklardır. İsmail Beşikçi, Kürt Sorunu içinde sorduğu sorularda Ermeni Soykırımı ve bu süreçte Kürtler´in rolüne de değinerek ilginç tesbitler sunar: "Kürt bölgelerinde mülk sahibi olma durumunun Ermeni soykırımıyla ilişkisi şu olabilir: Ermenilere 1915' de soykırım yapıldı. İttihatçılar, ekonomiyi millileştirmek için, devleti ve toplumu millileştirmek için, bunu gerekli gördüler. Milli Savun- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 39 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de ma Bakanı Vecdi Gönül, bu yazının başında dile getirdiğımiz konuşmasında bu durumu anlatmaya çalışıyordu. Rumlar sürgün edildi. Ermeni nüfus tehcir sırasında soykırımla çürütüldü. Onlardan geriye pek çok taşınmaz mal kaldı. Tarlalar, değirmenler, zeytinlikler, mandıralar, fabrikalar, atölyeler, evler, dükkânlar, bağlar, bahçeler, tarımda kullanılan çeşitli üretim araçları büyükbaş hayvanlar, sürüler vs. Gerek Türk toplumunda, gerek Kürt toplumunda pek çok ailenin zenginliğinin kaynağı bu mallardır. Yağmalanan Ermeni ve Rum mallarıdır. Bingöl, Elazığ, Muş, Bitlis, Ağrı, Van, Diyarbakır, Siirt, Kars gibi yörelerde, Ermeni mallarının bazı Kürt ailelerinin eline geçtiği düşünülebilir. Kürtler arasında bir ailenin çocuklarının, yani kardeşlerin, farklı farklı soyadları olduğu izlenmektedir. Bunun da Ermeni mallarının yağmalanmasıyla ilişkisi olduğu varsayılabilir. Eğer bir aileye bir parça mal verileceği belirtilmişse, kardeşlerin farklı farklı soyadları almaları sağlanarak, aile daha çok mala el koymuş olabilir. Bunun, soykırımda, Kürtler´in yaygın tetikçiliğinin bir ücreti olduğu da düşünülebilir. Van Gölü'nü merkeze koyarsak, bu merkez etrafında, 1915 Ermeni soykırımından sonra şu şekilde bir nüfus hareketi yaşanmış olabilir. Kırsal alanlardan şehirlere doğru. Güneyden Kuzeye doğru bir nüfus hareketi, Ermeni mallarını yağmalamak için böyle bir nüfus hareketi söz konusu olabilir. Devletin bu sürece göz yumduğu da açıktır. Bu sürecin devlet için çok büyük bir yararı vardır. Kürtleri soykırım sürecine iyice ortak etmek, Kürt-Ermeni çelişkisi yaratmaya çalışmak... İkinci olarak da Kürtler´de gelışebilecek milli hareketi engellemeye çalışmak. Ermeni mallarının yağmalanmasına katılan Kürtler´in, devlete, devlet görüşüne bağımlı bir hale geldikleri açıktır. Devletin, her zaman, bu malları ellerinden alabileceğini düşünen aileler, devletle işbirliği yaparak bu ilişkileri korumaya çalışacaklardır." Soykırımda kullanılan Kürtler´den oluşan Hamidiye alaylarına gelince: "1890 yılının Kasım ayı ortalarında, İstanbul gazeteleri, Hamidiye olarak adlandırılan Kürt alaylarının kurulmasına ilişkin bir padişah fermanı yayımladılar. Hamidiye Alayları Kürtler´in Bâbıali'ye ayaklanmadıkları, Rus-Kafkas sınırındaki bölgelerden oluşturuldu." Sırma, bu alayların Ermenilere karşı kurulduğunu ifade eder: ?Abdülhamid, Doğu ve Güney-Doğu Anadolu'dan asker toplayarak Ermeni isyanlarını bastırmak için, Hamidiye adında özel bir ordu kurdu.? Akçam Soykırımda önemli rolleri bulunan Hamidiye Alaylarının (ittihat yönetiminde adı Aşiret Alaylarına çevrilmiştir) işleyişi ve niteliklerine ilişkin olarak: "Hamidiye Alayları'nın kurulması ile ödüllendirme mekanizmasının daha da sistematik bir karakter kazandığını görmekteyiz. Bu birliklerin her türlü giderleri yaptıkları baskın, soygun ve katliamlardan elde ettikleri gelirlerle sağlanıyordu. Ayrıca bu birlikler katılanlar her türlü vergiden muaf tutuluyorlar ve ilgili aşiretlere devlet tarafından arazi veriliyordu." Katliamı gerçekleştirmek için iki halk arasında nifak sokulması da ihmal edilmez: "Doğu Anadolu'da Ermenilerle Kürtler´in gizlice anlaşmasından korkan Abdülhamit, potansiyel düşmanlarını bölmek için İslam-Hıristiyan rekabetini uyandırmıştı." Van'da yaşayan Amerikan ve Alman misyonerler, 1914-15 kış aylarında, Doğubeyazıt ve Eleşkirt civarındaki 52 Ermeni köyünün tümünün Hamidiye alaylarınca basıldığı, yağmalandığı ve tahrip edildiğini aktarırlar. Kürt araştırmacı Kemal Mazhar Ahmed Abdülhamid'den başlayarak Ermeni Soykırımına Kürtler´in sistemli olarak dahil edilişini şu sözlerle ifade eder: "[E]gemen güçler, -öncelikle Abdülhamid döneminde- bu vahşetin bütün vebalin Kürtlere yüklemek, bu olayı geriliğin, kör dinsel inançların bir yansıması olarak göstermek istediler… geriliğin ve kör inançların, Kürtler´in bir bölümünün bu katliama katılmaya, "kafir" kanıyla ellerini "yeşile" boyamaya ittiğini belirtmiştik. Kimi Kürtler selavat getirerek Ermeniler´in başını kestiler. Bu noktada ister istemez akla şu soru gelıyor: Gerek Türk, gerek Kürtler ve bölgedeki diğer uluslar, bu katliamların öncesindeki dönemlerde çok daha geri bir durumda bulunuyorlardı ve dinsel inançları da oldukça katıydı; buna karşın ne Kürtlerle Ermeniler, ne de Kürtlerle Asurlar arasında değil bu türden katliamlar, huzursuzluklara yol açacak nitelikte problemler bile görülmemişti. Niçin? Birçok yabancı yazar geçmişte Kürtlerle Kürdistan'daki müslüman olmayan topluluklar arasında süregelen iyi ilişkilere dikkati çekmiş ve bunu Ortadoğu' da en olumlu bir örnek olarak nitelemiştir. K. Mason, Londra'daki bir coğrafya cemiyetinde Kürdistan'la ilgili ola- rak yaptığı bir konuşmada bu konuda şöyle diyor: Çoğumuzda çarpık bir düşünce var, güya Ermeni kırımlarının suçlusu Kürtlerdir. Oysa müslüman olmayanların büyük bir bölümü savaştan önce, (yani 1. Dünya Savaşıyaz.) Kürdistan'da çok mutlu bir yaşam sürdürüyorlardı. Milletler Cemiyeti, Musul sorununu incelerken de bu duruma özel olarak işaret etti. Bunun yanı sıra V. Gordlevski, din farkı, müslüman Kürtler ile gavur Ermeniler arasında hiçbir olumsuz rol oynamadı, demekte, Ermeniler´in camilere ve Kürtler´in de kiliselere ne kadar rahatlıkla girip çıktıklarını belirtmektedir. Gerçek odur ki etkili bir el, karanlık bir gölge, Kürtler´in dinsel inançlarını kullanarak onları Ermeniler´in üzerine sürmüştür. Gerçeğin böyle olduğunu kanıtlayan çok sayıda belge vardır. Birçok yörede Padişah'ın emri ile müftü, imam ve din görevlileri halkın dinsel duygularını körükleyerek 'kafirleri' öldürmeleri için tahriklerde bulundular. İlk kırımda Palu Müftüsü, halkın talan yapmak yerine, daha çok Ermeni´yi öldürmeye önem vermesi gerektiğini söyledi. Erzurum şehir yöneticileri de açık çağrı yaptılar: Gavurları öldürün, hiç kimseden korkmayın. Yaşamak müslümanların hakkıdır, gavurlara ölüm!. Sivas'da, Urfa'da derviş ve mollaların sloganları bunlardı. Arapkir'de, Ermenileri öldürmek Muhammed'in ümmeti için görevdir, propagandaları ile halkı galeyana getirdiler. Bu yolla, birçok insanı şartlandırıp kiliseye gidenlerin üstüne saldırttılar. Zihni çelinen birçok Kürt, Ermeniler´in katlini 'gaza' olarak görüyor ve bu nedenle selavat getireninden elini geri çekiyordu. [Siirt'te müftünün fetvasıyla 5 Ermeni'yi öldürenin cennete gideceği vaat edilir. Cahil halk da buna inanır ve Ermenilere karşı bir sürek avı başlar. Ancak kafirler öldürülmeden önce salavat getirmeye davet edilmesi gerekliydi. Buna inanıp sürek avına çıkan biri ancak dört kişi öldürebilmiş, cennetin anahtarı için beşinci kişiyi aramaktadır. Bir mağarada saklanan haber verilen Ermeninin peşine düşerek yakalar. Fetva gereği salavat getirmesini ister. Ermeni kurban cevaben sen sözlerini söyle ben tekrar edeyim cevabını verir. Katil ise salavatın sözlerini bilmemektedir. Katil söyleyemez kurban tekrar edemez. Ermeni canından olur. Katil cennetin anahtarını garantiler]. Bu biçimde ve önceden hazırlanmış bir plana göre cahil bazı Kürtler´in, beyinleri yıkanmış ve zorla Ermeni- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 40 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de ler´in karşısına çıkarılmışlardır. Açıktır ki bunun sorumluluğu, onları bu eylemlere itenlere aittir. Katliamlara katılanların büyük bir bölümünün Hamidiye Alayları'na mensup olduklarını da göz önünde tutmak gerekir. Bu askeri kuvvet, Kürtleri bu işe hazırlamak amacıyla oluşturulmuştu ve daha ilk günden bu doğrultuda çalışmalar yapıyordu. Örneğin Diyarbakır'da yapılan ilk katliamı, kent dışından getirilmiş olan bu birlikler gerçekleştirdi. İkinci kırımda, Erzurum'da, yöneticıler Hamidiye birliklerine açıkça görev verdiler. Hamidiye Alayları, ordu ve jandarma gibi miri, yani saltanata bağlı bir kurumdu. Bu nedenle, buna bakılarak Kürt halkının da kırımlara katıldığı sonucu çıkarılmamalıdır. Bir kısım derebey, ağa ve Hamidıye komutanları, keselerini doldurmak, yeni mal ve topraklar elde etmek için Ermeni katliamını, kendileri bakımından fırsat bildiler. Örneğin Palu'da, Sekrat köyü beyi İbrahim, serbest bırakılan birçok Ermeni´yi himayesine aldı, onların mal ve servetlerine elkoydu ve herşeylerini gaspettikten sonra da kapı dışarı etti. Daha başka yörelerde de ağalar aynı yöntemi uyguladılar. Derebeylerin isteği, Ermeniler´in topraklarına el koymaktı ve herkesi bu yönde teşvik ettiler… 1915 Temmuz başlarında, ağır silahlarla donatılmış 20.000 kişilik bir askeri kuvvet, 11 adet topla birlikte İstanbul'dan Muş'a gitmek üzere yola çıkarıldı. Aynı ayın 1'inde o toplar, Muş şehir merkezindeki Ermeni mahallelerini dövdüler. Muş Mutasarrıfı'nın yanı sıra, birçok yönetici bu katliamda açıkça yer aldı ve yönetti. Yine soruna dikkatle eğilindiği zaman, Kürtler´den bazılarının da, yöneticilerin zorlamaları sonucu bu eylemlerde yer aldıkları açıkça görülür… Bazı yoksul ve aç kimselerin, talan ve soygun amacıyla bu katliamlara katıldıkları söylenebilir, ama yöneticiler bununla yetinmediler. Çünkü, Ermeniler daha çok Kürtler´in eliyle öldürülsün istiyorlardı. Biz, Kürtlere, Ermenileri ortadan kaldırmaları için emir verdik, maalesef öldürmekten çok talan yapıyorlar. Bu sözler, birinci kırım sırasında Muş'da görevli olan birine aittir. Saf birçok Kürt, sultan ve derebey emrettikleri için bu işi yaptığının farkında idi. Çok defa, Kürtler bu olaylarla ilgili olarak önceden Ermenilere haber ulaştırdılar… Birçok yerde yöneticiler, cezaevinde bulunan Kürt mahkumları, -ki içlerinde katil ve eşkiyalar da vardı, Ermenileri öldürmeleri karşılığında serbest bıraktılar. Bu tür uygulama- lara bütün Ermeni kırımlarında rastlamaktayız. Abdulaziz Yamulki'nin belirttiği gibi, çeşitli bölgelerde mahkumlara Kürt giysileri giydirildikten sonra, gruplar halinde Erzurum, Diyarbakır gibi şehirlere gönderildiler. Birinci katliam sırasında bazı yörelerde yönetim, askerlere de Kürt giysileri giydirerek katliam yapmaya gönderdi… mahkumlar, kötü kişiler ve Hamidiye Süvarıleri, belirli bir yerde toplanıyor, yöneticiler kendilerine akıl verip duygularını okşadıktan sonra Ermeniler´in üstüne gönderiyordu. Bu durumlara bizzat kendi gözleriyle tanık olmuş bir kısım Ermeniler, yazdıkları mektuplarda şunları anlatırlar: Halkı Ermenilere karşı harekete geçirmek için, gerekli ön hazırlıkları yapsınlar diye, ilkin bir miktar yabancı görevlendirilirdi. Bunlar, katliamdan önce ve sonra çeşitli suçlar icadediyor, en çok da İsyancı olduklarını yayıyorlardı" İsveçli araştırmacı David Gaunt, 2007 tarihinde İstanbul 27. Kitap Fuarında yaptığı konuşmasında Bölgedeki olayları şöyle özetler: İtihad ve Terakki Cemiyeti'nden yerel siyasetçilerin bölgedeki bütün Hıristiyanları silip süpürmeye kararlı oldukları anlaşılıyordu. İstanbul'la yaptıkları yazışmalarda, ya Asurlara "Ermeni" diyor ya da "asiler" gibi her anlama çekilebilecek bir terim kullanıyorlardı. Karma Hıristiyan nüfus barındıran şehirler ve büyük kasabalarda, ilk toplanıp infaz edilenler Ermeniler´di. Sonra sıra Katolik ya da Protestan Asurlara geldi. En son kurbanlarsa, Süryani Ortodoks Kilisesi'ne bağlı olanlardı. Sancağın çok sayıda görevlisi sözlü iletilen Hıristiyan karşıtı planları protesto etti. İki mutasarrıf başka vilayetlere atanırken, bazı kaymakam ve küçük memurlar suikasta kurban gittiler. Valilik imha amaçlı özel bir komite kurdu. Elli üyeden oluştukları için, güneyde Arapça elli anlamına gelen el-Hamsin adıyla tanınan mahalli milis güçleri örgütlendi. Milis köyleri kuşatıp yok edecekti. Daha büyük ya da direniş beklenen yerlerde bazı Kürt aşiretlerine de çağrı yapılacaktı. Hayatta kalanlar çoğu kez belirli aşiretlerden söz ediyorlardı. Açıkçası bazı aşiretlerin bu olaylarda öne çıktığı görülüyordu. Ne var ki, katliamlara açıkça karşı çıkan aşiretler de vardı. Hatta Haverkan aşireti ve birçok Yezidi Kürt gibi Hıristiyanları aktif bir biçimde koruyan aşiretlere de rastlanıyordu. Diyaribekir'deki Ermeni katliamlarına ilişkin Şevket Beysanoğlu katliamın bu güne uzanan ip uçlarını verir. Ermeni Kırımları Diyaribekir'e vali olarak atanan Dr. Mehmet Reşit Bey'in (Şahingiray) gelmesiyle başlar. Beysanoğlu olayı şöyle anlatıyor: "Dr. Mehmet Reşit Bey göreve başlar başlamaz durumun vehametini, Müslüman halkın içinde bulunduğu gergin havayı hemen anlamış ve bazı önlemler alarak, girişimde bulunmak gereği duymuştur. İlk iş olarak, Mektupçu Bedri, Jandarma komutanı Rüştü, eşraftan Yasinzade Şevki, Pirinçzade Fevzi, Müftüzade Şeref beylerden oluşan bir Tahkik Heyeti oluşturdu. Peşinden, sivil halktan bir milis alayı teşkil edildi. Bu alayın başında Cemilpaşazade Mustafa Bey (albay) bulunuyordu. Diğer milis su-bayları şunlardır: Binbaşı Yasinzade Şevki (Ekinci) Yüzbaşılar: Zazazade Hacı Süleyman, Çerçizade Abdulkerim, Direkçizade Tahir, Pirinçzade Sıtkı (Tarancı), Teğmenler: Halifzade Salih, Ganizade Servet (Akkaynak), Muhtarzade Salih, Şeyhzade Kadri (Demiray), Piranzade Kemal (Önen), Yazıcızade Kemal, Hacı Bakır" Beysanoğlu Diyaribekir'deki katliamların boyutundan söz ederken imha yerine sürgün kelimesini kullanmaktadır. Oysa Beysanoğlu´nun zikrettiği telgrafın orjinalinde imha kelimesi kullanılmaktadır. Zaten Dr. Reşit inkar da etmemektedir. "Vali Dr. Mehmet Reşit Bey'in İçişleri bakanlığına gönderdiği şifreli telgrafında (15 Eyül 1331), bölgeden sürülen [katletme kelimesinin Ermeni adedinin 120 bin olduğu bildirmektedir." Resmi rakamlara göre 120 bin Ermeni Musul'a göç ettirilerek "temizlenmiştir". İşin aslı 120 bin Ermeni'nin soykırıma uğratıldığıdır. David Gaunt´da incelemesinde kayıplara ilişkin rakamlar verir. Hıristiyanların can kayıpları çok yüksektir: Diyarbakır'da nüfus kaybı Gregoryen Ermenilerde % 97, Katolik Ermeniler´de % 92, Kildani Asurlar´da % 90, Süryani Ortodoks Asurlar´da % 72 ve Süryani Katolik Asurlar´da % 62'ydi. Bu vilayette düşman ordular arasında neredeyse hiç çatışma olmadığı düşünüldüğünde, bunlar çok yüksek yüzdeler. Naci Kutlay Diyaribekir'de olanları ve Kürtler´in rolüne ilişkin:"1915 Ermeni olaylarında Diyarbakır'ın önde gelen Kürt eşrafı devletle birlikte gerekeni yaptılar. Dr. Reşit 1. Dünya Savaşı sonunda Ermeni öldürülmeleri nedeniyle İstanbul'da yargılandı. İdama mahkum edilen Dr. Reşit Bekir Ağa Bölüğü hapishanesinden kaçtı ve Şişli'de sıkıştırılınca intihar etti. Bunları ancak yaşlı Diyarbakırlılar bilir. Kürtler de bu ko- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 41 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de nuları konuşmadılar. Ziya Gökalp, Pirinççizade Feyzi, Zülfü Tigrel ve Süleyman Nazif de Ermeni öldürülmelerinden suçlanarak İngiltere yönetimindeki Malta Adası'na sürüldüler. Kurtuluş Savaşı içinde bırakıldılar. Diyarbakır Valisi Dr. Reşit Bey Ermenilere kötü muamelede bulunmadığı ve emirleri yerine getirmediği için Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi Beyi Diyarbakır'a çağırttı ve yolda Çerkez Harun çetesine öldürttü." Son sözü Kürt Sorunu üzerindeki yıllardan beri ortülen ölü toprağını kaldıran ve Ermeni Sorunu ve Kürt Sorunu İlişkisinin incelenmesinde yeni perspektifler sunan İsmail Beşikçi'ye bırakalım: "Kürt sorunu, Ermeni sorunu, Alevilik sorunu Türkiye'nin temel sorunlarındandır. Kürt sorunu, Ermeni sorunu elbette kendi başlarına, ayrı ayrı sorunlardır. Ama bu iki sorunun birlikte ele alınması, toplumsal ve politik ilişkileri çok daha açıklayıcı olmaktadır. Sorunu şu şekilde koymak mümkündür. 1915'de yaşama geçirilen soykırımdan sonra, pek çok taşınmaz mal ortada kaldı. Bu Ermeni mallarının akıbeti incelenmeye değer bir konudur. Ermeniler´den kalan evler, dükkânlar, atölyeler, tarlalar, bağlar, bahçeler, ambarlar, değirmenler, ağıllar, mandıralar, tarımda ve sanayide kullanılan, karasaban, kağnı, araba, örs, vs gibi üretim araçları vs. ne oldu? Büyükbaş hayvanlar, koyun sürüleri ne oldu? Bu konuda şöyle bir değerlendirme yapılabilir. Bir defa, soykırım sırasında tetikçi olan, Kürtler´in, Kürt ailelerin olması mümkündür. Bu Kürtler, bu aileler, ağalardan, şeyhlerden, aşiretlerden vs. olabilir. Ermeni soykırımının planlanması, organize edilmesi, yaşama geçirilmesi, elbette İttihat ve Terakki Fırkası'nın eseridir. Ama bu gibi işlerde Kürt tetikçilerin kullanılması Türk egemenlik sisteminin üzerinde özenle durduğu bir konudur. O zaman bu tetikçiliklerinin bir ücreti olarak, bu taşınmazlardan bir kısmı onların denetimine, istifadesine sunulmuş olabilir. İttihatçılar, Ermenilere karşı kullanılmak üzere, cezaevlerindeki tutuklularla ve mahkûmlarla da pazarlık yaptılar. Eğer Ermenileri yaşadıkları yerlerden, bir daha oralara dönemeyecekleri şekilde uzaklaştırırlarsa, onlardan kalan taşınmaz malların bir kısmının, büyükbaş hayvanların, koyun sürülerinin vs. kendilerine verileceği söylenmiştir. Uzaklaştırma işine kitlesel öldürmeler de dahildir. Eğer Ermenilere karşı bu tür operasyonlara girişirlerse, serbest bırakılacaklar, savcılıklardaki veya adliyedeki dosyalan kapatılacaktır. Ödülün büyüklüğü karşısında pek çok Kürt bu operasyonlarda rol almış olabilir. İşte Ermeniler´den kalan taşınmaz malların bir kısmının da bu tür kişilere, ailelere verilmiş olması mümkündür. Çevredeki Kürtler´den bir kısmı, Ermeniler´den kalan taşınmazlara fiilen sahiplenmiş olabilir. [Bazı Kürt egemenlerinin konaklarının duvarında Ermenice yazılar halen durmaktadır] Bunların, ileride, tapuya geçirilmesi sürecinde, devletin bu Kürtler´den, bu ailelerden istediği, herhalde, devlete sadakattir. Devlete karşı bir tutum saptandığı zaman, bu ailelerin, bu Kürtler´in elinden taşınmazlarının alınacağı herhalde, kendilerine söylenmektedir… Şöyle bir durumu da varsayabiliriz: canını kurtarmak için Müslümanlığı kabul etmiş Ermeniler, Ermeni aileler de olabilir. Bunlar, mallarınımülklerini, bunların en azından bir kısmını korumuş olabilirler. Bütün bu ilişkileri mikro düzeyde incelemekte yarar vardır. Örneğin bu ilişki Lice'de, Silvan'da, Bismil'de, Karakoçan'da, Kiğı'da, Hınıs'ta, Digor'da, Derik'te, Muradiye'de, Kızıltepe'de, Başkale'de, Bitlis'te, Muş'ta, Çukurca'da vs. nasıl gelişti konusunun ayrıntılı bir şekilde, zengin olgusal dayanaklarıyla incelenmesi gerekir. 1915'de soykırıma uğrayan sadece Ermeniler değildi. Asuri-Süryani ve Kildani halklar da soykırım yaşadılar. O zaman, onlardan kalan taşınmazları akıbeti üzerinde de durmak gerekir. Bütün bunların, Ermeni ve Asuri-Süryani soykırımlarının, Kürt coğrafyasında, toprak-insan ilişkilerinde, toprak mülkiyeti yapısında çok önemli değişikliklerin yarattığı kabul edilebilir. Örneğin, bugün, 1915'den önce, Ermeniler´in veya Süryanilerin yaşadığı köylerde, koruculuğun daha kolay bir şekilde örgütlendiği söylenebilir. Bu olaylar, mikro düzeyde incelenebileceği gibi, makro düzeyde de incelenebilir. 1915'de bazı Kürt aileler, Ermenılere karşı geliştirilen operasyonlarda, Ermeniler´in sürülmesinde rol sahibi olmuş olabilir. 1990'lardaysa, bu Kürtler, devlet zorlamasıyla yerlerinden-yurtlarından sürülmüşlerdir. Yirminci yüzyılın başlarında ve sonlarında meydana gelen bu iki olgunun irdelenmesi, artık tarih felsefesinin alanına girmektedir." Bu tartışmada Berzan Boti'nin davranışı örnek alınabilecek ender bir davranış olarak önümüzde durmaktadır kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 42 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de müslüman vicdanına çağrı R a si m O za n K üt a h ya l ı .Birçok konuda hitap ettiği kitle azınlıklara tekabül eden resmî devlet ideolojisinin çok geniş kitlelere aynı anda hitap edebildiği tek mesele var... Ermeni meselesi etrafında birbirinden hiç hoşlanmayan kesimler bir anda ittifak içine girebiliyor... İttihatçı zihniyet bir anda Türkleri, Kürtleri, Alevileri, Sünnileri, laikleri, dindarları kendi çatısı altında birleştirebiliyor... İşte bu sebeple, bu coğrafyanın temel hastalığı İttihatçılıktır... İttihatçı zihniyetten bir yandan herkes şikâyet eder, bir yandan da bu coğrafyada herkes bir yanıyla İttihatçıdır... Bu acı gerçek değişmedikçe de bu bozuk düzen bu şekilde yaşamaya devam edecek maalesef... Bunu herkes iyi bilmeli... Türkiye'nin dindar entelektüelleri esasen İttihatçılardan hoşlanmaz... Özellikle Talat Paşa figürüne yönelik sevgisizlikleri had safhadadır... Talat Paşa dendiği zaman dindar bir insanın aklında oluşan temel imaj, Talat'ın mason ve İslam-düşmanı olduğudur... Fakat aynı dindarlar, bu hiç hoşlanmadıkları Talat Paşa'nın yönetimindeki İttihatçı hükümetin Ermeni kardeşlerimizi zorunlu göçe zorlamasını ve çoluk çocuk yollarda katledilmelerine göz yummasını, hatta bunu teşvik etmesini niçin savunma ihtiyacı hissederler? Müslüman vicdanına sahi bir insan böyle bir felaketi niçin savunur? Daha doğrusu nasıl savunabilir? Aynı zihniyetin takipçileri Türkiye'nin dindarlarına da türlü zulümler yapmadı mı? İstiklal mahkemelerinde şapka meselesi yüzünden İskilipli Atıf Hoca gibiler katledilmedi mi? Yalan dolan gerekçelerle Cavit Bey gibiler asılmadı mı? Bu İttihatçı zihniyet Kuran öğrenmek isteyenleri bile potansiyel suçlu görmedi mi? Çocukların Kuran öğrenmesini bile yasaklamadı mı? Bu zihniyet evinde Kuran meali bulundu diye insanları hapse tıkmadı mı? Binlerce Müslüman, evinde jandarma baskına gelecek diye İslami kitaplar saklanmadı mı? O saklanan İslami kitaplar arama sırasında bulununca evlerden toplanıp yakılmadı mı? Bilinmelidir ki bu İttihatçı zihniyet Ermenileri ve Hıristiyanları ne kadar düşman gördüyse, dindar Müslümanları ve İslami hayat tarzını da bir o kadar düşman olarak gördü... Kürtleri ve Alevileri de aynı şekilde düşman belledi... Düşman olduklarına karşı inkâr ve mümkünse imha politikasını yürüttü... İttihatçı zihniyet uyguladığı zulüm politikalarını düşman olduğu kesimlerin demografik oranlarıyla ters orantılı olarak hayata geçirdi... En azınlık olana en sert ve gaddar zulümleri uyguladı. Gayrımüslimler direkt imha edilme ve kovulma politikasıyla yüz yüze geldiler. Bu topraklar sistematik olarak gayrımüslimlerden arındırıldı. Şunu da unutmayalım ki İttihatçı arındırma politikası 1915'te bitmedi, bugünlere kadar "tehcir" sürmeye devam etti... İttihatçı zihniyet, düşman olduğu kesimlerin nüfus oranı arttıkça zulüm seviyesini zorunlu olarak düşürdü... Kürtler bir Ermeniler gibi değildi... Aleviler bir Kürtler kadar değildi... Sünni-dindarlar da Aleviler gibi değildi... Dolayısıyla bu ülkenin tarihinde bir dindar kıyımı yaşanmadıysa, bu dindar insanların sayıca çokluğundandır... Katledilerek yok edilme ihtimalinin olmaması sebebiyledir... Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki bu ülkede, tıpkı o zamanın Ermenileri gibi, iki milyon kadar Sünni-dindar kesim yaşasaydı, bu azınlık dindarların da sonu Ermenilerden farklı olmazdı... Sünni-dindarlar Aleviler gibi 12-15 milyon arası bir azınlık olsalardı da sonları Alevilerden farklı olmazdı... Maraş'ı, Malatya'yı, Çorum'u ve Sivas'ı bu sefer Sünni-dindar insanlarımız yaşamak zorunda kalırdı... Dolayısıyla muhafazakâr entelektüel Gökhan Bacık'ın "Muhafazakâr Akla Çağrı" başlıklı çok çok önemli makalesinde altını çizerek belirttiği gibi Ermeni meselesinin kimlere hayat öpücüğü verdiği dindar yurttaşlarımız tarafından, İslami dünya görüşüne sahip aydınlarımız tarafından çok iyi tespit edilmelidir... İslami duyarlılığa sahip olup, aynı zamanda milliyetçi olan insanlarımıza da buradan seslenmek istiyorum... Ermeni kardeşlerimiz biz Türkler tarafından katledilmemiştir... "Türk milleti, Ermenileri kesmiştir" söylemi saçma sapan bir söylemdir. Kimse ama kimse bu söylemi savunmuyor bu ülkede. Bu alçak İttihatçı oyunlarına lütfen gelmeyin... Yüzbinlerce Ermeni kardeşimize zulmeden bu bahsettiğim İttihatçı zihniyettir. Bu vicdansız kararı alan dönemin İttihatçı hükümetidir... Bu devletin tarihi boyunca Müslümanların İslam'ı yaşama hakkına sistematik olarak tecavüz eden zihniyetle Ermeni kardeşlerimize o büyük felaket acısını yaşatan zihniyet aynıdır... Bu zihniyet Medine Bircan'ı inancı gereği taktığı başörtüsü sebebiyle hastane kapılarında katlettirmişti... O zaman dönemin tıp fakültesi dekanı hiç tınmamış ve "Atatürk devrimleri benim için hipokrat yemininden öncedir" demişti... 1915'te de Diyarbakır'ın Ermenileri katledilirken gelen itirazlara karşı dönemin valisi Dr. Mehmet Reşit "Benim için Türklüğüm, hipokrat yemininden öncedir" demişti... Bu ülkenin Müslüman vicdan sahipleri mesleklerine ihanet edecek derecede gözü dönmüş bu iki İttihatçı doktor arasında fark görmemelidir... 2001'de İslami kimliğinden ötürü Medine Bircan'ı katledenler, 1915'te Ermeni kimliği sebebiyle insanları katledenlerin zihniyet torunlarıdır... http://www.taraf.com.tr kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 43 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Af-Silah Bırakma İ s m a i l Af, son aylarda basının üzerinde durduğu önemli bir konudur. Hewler'de toplanacak Kürt Konferansı'ndan, PKK'nin silah bırakmasından, Kürt sorununa getirilecek çözümlerden, PKK'nin dağdan inmesinden, indirilmesinden söz edilmektedir. Devletin itirazları, çekinceleri, PKK'nin koşulları da af konusunda, silah bırakma konunda önemli başlıklar olmaktadır. Bu tartışmalarla birlikte gelişen bir süreç daha vardır. Bu, "faili meçhul" cinayetler konusundaki perdenin biraz aralanmaya başlamasıdır. 1990'ların sonlarında, TBMM'de kurulan Susurluk Komisyonu üyesi olan Fikri Sağlar, "faili meçhul" denen cinayetlerin 17 binden fazla olduğunu açıklamıştır. Sabaha karşı, güvenlik güçlerince yapılan bir baskınla evinden alınan baba, bir daha evine dönmemiştir. Eşinin, çocuklarının, yakınlarının aramaları, soruşturmaları, polis merkezlerinde, jandarma merkezlerinde, Cumhuriyet savcılıklarında dile getirilen suç duyuruları bir sonuç vermemiştir. Veya, aile, bu merkezlerdeki bütün aramalarına, soruşturmalarına rağmen babanın akıbeti hakkında bir bilgi edinememiştir. Babanın, bir zaman sonra, işkence görmüş cesedi yol kenarında, bir köprü altında veya dağdaki bir mağaranın önünde bulunmuştur. Öğle vakti, ekmek almak için evinden bakkala giden delikanlı, yolda, güvenlik güçlerince zorla arabaya bindirilerek kaçırılmış, bütün aramalara rağmen sonuç alınamamış, birkaç gün sonra gencin işkence görmüş cesedi, bir tarlada, bir yol kenarında bulunmuştur. Böyle binlerce cinayet vardır. Bu cinayetlerin 17 binin üzerinde olduğu bilinmektedir. Bu cinayetlerin JİTEM tarafından gerçekleştirildiği de biliniyor. Son bir yıla kadar ısrarla inkar edilen, "böyle bir örgüt yoktur" denen JİTEM'in üzerindeki perde artık aralanmaktadır. JİTEM itirafçılarının verdikleri bilgiler dahilinde kuyular açılmakta, mezar yerleri kazılmaktadır. Buralardan, kemikler, saç parçaları, elbise paçaları çıkmaktadır. Aileler, ölüm kuyularında, asit kuyularında çıkan kemik B e ş i k ç i lerle, oğullarının, kızlarının cesetlerine sahip olmaya çalışmaktadır. "Faili meçhul" cinayetlerin, uyuşturucu kaçakçılığı, silah kaçakçılığı, haraç, ırza geçme, talan gasp gibi süreçlerle geliştiği de bilinmektedir. Koruculuk, itirafçılık, Hizbullah, "faili meçhul" cinayetlerin organik bir parçasıdır. Bunların Kürt toplumunda derin yaralar açtığı açıktır. Bütün bunlar Kürt toplumuyla birlikte Türk toplumunu da giderek devleti de çürüten unsurlar olmuştur. Devlet, 'terörle mücadele' ediyorum diye, Kürt sorunuyla mücadele ediyorum diye böylesine çürütücü süreçlere de yol vermiştir. Sarıkız, Ayışığı, Yakamoz, Eldiven gibi darbe planları, darbe girişimleri de bu ortamda şekillenmiştir. Devlet, PKK'nin, PKK savaşçılarının affı konusunda itirazlar, çekinceler ileri sürmektedir. Peki, 17 binden fazla olduğu vurgulanan "faili meçhul" cinayetler konusunda af mümkün müdür? Bu cinayetleri işleyenleri, bunların yöneticilerini kim affedecek? Bu cinayetleri işleyenler, bunların yöneticileri, Kürtlerin vicdanında, insanların vicdanında her zaman suçlu olarak, katil olarak kalacaklardır. PKK, düşüncesini, eylemini her yerde, her zaman savunabilir. Çünkü zulmü protesto etmektedir. Kimlik haklarını, Kürt toplumu olmaktan doğan haklarının savunmaktadır. Gasp edilen hakları, sonuçta, evrensel değerleri savunmaktadır. PKK zaten bu haksız süreçleri bir sonucudur. "Faili meçhul" cina-yetler işleyenler ise, kendilerini hiçbir yerde, hiç bir zaman savunamazlar. Onun için "JİTEM diye bir örgüt yoktur" diye ısrar ediliyordu. Ölüm Kuyuları Konusunda Duyarsızlık Son 25 yıllık Kürt savaşının çok önemli özellikleri vardır. Kadınların toplumsal ve siyasal mücadeleye katılmaları çok önemli bir gelişmedir. Ailelerin, çatışmalarda yaşamlarını yitiren evlatlarının cesedine sahip olabilmek için yaptıkları mücadele yine çok önemli bir gelişmedir. Ai- leler, bu konuda kararlı ve ısrarlı bir mücadele yürütmüşlerdir. Ama, Kürtler, "faili meçhul" cinayetler konusunda bu cinayetlerin takibi, ölüm kuyularının, asit kuyularının açılması, mezar yerlerinin kazılması konusunda, kemik parçalarını, saç parçalarının, elbise parçalarının bulunması konusunda evlatlarının cesetlerine sahip olabilmek için gösterdikleri duyarlılığı göstermemişlerdir. Bu şüphesiz olumsuz bir tutumdur. Halbuki, "faili meçhul" cinayetlere kurban gidenler, ya dağdaki savaşçının babasıdır, ya kardeşidir, ya amcasıdır, ya da yeğenidir… vs. 21 Mart'ta Newroz'da, Diyarbakır'da, yüzbinlerce Kürt'ün toplandığı görülmüştür. Bir milyona yakın kitleden söz edenler de vardır. Bu kitlenin siyahlar giyerek oraya geldiğini düşünün, Newroz'da kitlesel yası sergileyen bir program uygulandığını düşünün, ve bunu, ölüm kuyularıyla, asit kuyularıyla, kemiklerle, "faili meçhul" cinayetlerle açıklayın…En ciddi muhalefet, en kalıcı muhalefet böyle olur kanısındayım. Yerel Seçimler 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Demokratik Toplum Partisi başarı göstermiştir. İl Genel Meclisi seçimlerinde % 5.6 civarında oy toplamıştır. (2 milyon 250 bin oy) Başta Diyarbakır olmak üzere, Batman, Van, Hakkari, Siirt, Iğdır, Şırnak, Dersim illerinin belediye başkanlıklarını kazanmıştır. Bunların yanında, Nusaybin, Kızıltepe (Mardin), Yüksekova (Hakkari), Malazgirt (Muş) Tatvan (Bitlis), Doğubeyazıt, Patnos (Ağrı), Silvan (Diyarbakır), Viranşehir (Urfa) Kurtalan (Siirt) gibi nüfusu yüz bin civarında olan ilçelerin belediye başkanlıklarını kazanmıştır. Sözü edilen bu on ilçenin dışında 41 ilçenin daha belediye başkanlıklarının DTP almıştır. DTP; Ağrı'da, Bitlis'te, Muş'ta, Bingöl'de, Mardin'de, belediye başkanlıklarını çok az bir oy farkıyla kaybetmiştir. Çok yerde de seçim yolsuzluklarından dolayı itirazlar vardır. DTP, İl Genel Meclisi verilerine göre, Diyarbakır, Hakkari, Batman, Şırnak gibi yörelerde, % 50' nin üzerinde, Van, Muş, Mardin, gibi yörelerde % 40'ın üzerinde, Ağrı, Siirt, Iğdır gibi yörelerde de % 30' un üzerinde oy toplamıştır. Bingöl ve Bitlis'te de %20'nin üzerinde oyu vardır. Bütün bu illerde, Adalet ve Kalkınma Partisi 22 Temmuz 2007 seçimlerine göre çok oy kaybetmiştir. Yukarıda belirtilenlerin dışında 40 belde de daha belediye başkanlıkla- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 44 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de rını DTP almıştır. Belediye başkanlarının 14 kadındır. Bunun özellikle vurgulanması gerekir. Ayrıca, Batı illerindeki, Çukurova, Mersin, İstanbul gibi yörelerdeki Kürt oyları da toparlanmaya başlamıştır. 22 Temmuz 2007 seçimlerinde AKP'nin aldığı oyların büyük bir kısmının geri döndüğü söylenebilir. Kömür ve yiyecek torbalarının, beyaz eşya dağıtımının fazla bir işlevi olmadığı, Kürtlerin kimliklerine daha fazla sahip çıktıkları söylenebilir. Demokrasi, halkın kendi kendini yönetme bilincinin gelişmesidir. Kürtlerin yerel yönetimlerde iktidar olmaları bu bilincin geliştiğini de göstermektedir. Bütün bunlar, devletin, "faili meçhul" cinayetlerle, Hizbullah'ın, itirafçıların, korucuların kullanılmasıyla planladığı hedeflere ulaşamadığını göstermektedir. Af-Barış-Yüzleşme PKK'nin silah bırakmasından söz ediliyor. "Bir Kürt konferansı düzenlenecek. Konferans PKK'e silah bırak diyecek" deniyor. Çevreye bir kere bakmak gerekir. Ortadoğu'da benzer mücadelelerde neler oldu, neler yaşandı? İşgal altındaki Filistin topraklarında, Batı Şeria'da ve Gazze'de Filistin Devleti nasıl kuruldu? Filistin Kurtuluş Örgütü'yle İsrail arasında nasıl anlaşma oldu? Anlaşma sonunda FKÖ silah bıraktı ama, Filistinli savaşçılar, Batı Şeria'da ve Gazze'de, özerk birimin güvenlik gücü, askeri gücü oldular. Bu süreç Güney Kürdistan'da nasıl yaşandı? Saddam Hüseyin rejimiyle mücadele eden peşmergeler, İrak'a yapılan ABD müdahalesi sürecinde oluşan Kürt Federe Devleti'nin, Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nin gü-venlik gücü, askeri gücü oldu. Di-yelim ki af ilan edildi. PKK liler dağdan indiler, cezaevlerine konulmadılar, evlerine döndüler. Ne yapacak bu eski savaşçılar? İnşaat işçiliği, duvar işçiliği mi yapacak? İşportacılık, seyyar satıcılık mı yapacak? Kaçakçılık mı yapacak? Boyacılık, badanacılık mı yapacak? Bunlar elbette saygı değer meslekler. Ama yıllardır dağda olan, bu savaşçılar bu mesleklere nasıl uyum gösterecekler? Kürtler, PKK'nin silah bırakmasını neden bu kadar iştahla istiyorlar? Güneyli Kürtler, neden böyle bir istek peşindeler? Bu konular üzerinde düşünmek gerekir. PKK' nin de, savaşçılarını, güvenlik gücü olarak istihdam edebileceği bir ya-pıyı, otonomi gibi, federasyon gibi bir yapıyı düşünmesi gerekir. ABD, PKK'nin kalaşnikoflarına İran'ın atom bombasına karşı çıktığın- dan daha fazla karşı çıkıyor. Uluslararası toplum da bu tutumu benimsiyor. Ama, aynı uluslar arası toplumun, Güney Kürdistan'da Kürtlere karşı geliştirilen jenosit konusunda hiç seslerini çıkarmadıkları bilinmeyen bir konu değildir. Afganistan'da Taliban'la, İrak'ta el Kaide ile görüşme ortamı yaratmaya çalışan ABD'nin Kürt karşıtı bu tutumu çözüme hizmet eden bir tutum değildir. Bu çerçevede Cemal Özçelik'in, "Atom Bombası mı Daha Tehlikeli, Kalaşnikof mu?" yazısana bakmakta yarar var. (www.kurdinfo.com 28 Mart 2009) Cemal Özçelik bu yazısında, "Dünyadaki Ge-lişmeler, PKK' yi Silahsızlandırma ve Güney Kürdistan'ı Uluslararası Bir Yarı Sömürge Haline Getirme Projeleri"ni irdeliyor. PKK'ye "Silah bırak" demek için Kürt konferansının düzenlenmesi anlamsızdır. Sen zaten kararını vermişsin, konferansa ne gerek var. Ama bir Kürt Konferansı elbette gereklidir. Uluslar arası toplum karşısında muhatap olabilecek bir Kürt örgütüne elbette ihtiyaç vardır. Bu tür konuların konuşulması, tartışılması için bir Kürt konferansına gerek vardır. Bu arada, Kürdistan Yurtseverler Birliği Başkanı ve İrak Cumhurbaşkanı Celal Talabani'nin, "Kürt devleti hayaldir, o anlayışlar şiirlerde kalmıştır" şeklindeki beyanlarını da kabul etmemek, eleştirmek gerekir. 1920'lerde, Milletler Cemiyeti döneminde, dünyaya nizam veren güçler tarafından, Kürtlerin başına lanetli bir çorap geçirilmiştir. Kürtler bu haksız nizamı eleştirecekleri, bu eleştirilerini sürekli kılacakları yerde, "Kürt devleti hayaldir" demeleri yanlıştır. Düşünelim ki, Andorra, San Marino, Monako, Liechtenstein on bin, otuzbin nüfusu olan devletler…Birleşmiş Milletler'in ve Avrupa Konseyi'nin üyesi olan devletler…"Kürtlere bağımsızlık olmaz" şeklindeki Avrupa Konseyi'nin kararları altında bu devletlerin de imzaları var. Bu devletler, Ortadoğu' daki toplam nüfusu 40 milyonun üzerinde olan Kürtlerin geleceğini nasıl belirliyor? Bu hakkı kendilerinde nasıl görüyorlar? Bu süreçte siyasal ahlak var mı, insanlık var mı, insanlaşma var mı? İnsanlaşmanın temel ölçütü, insanın kendi hemcinsine karşı yaptığı muameledir. 200 yıldır özgürlükleri uğrunda kararlı bir mücadele içinde olan Kürtlerin böylesine engellenmesi insanlaşmaya uygun bir süreç midir? Avrupa Konseyi'ne Avrupa'nın Vicdanı denir. Ama, Avrupa'nın Vicdanı, Kürtlerin başına 1920'lerde geçirilen lanetli çorap aynen kalsın anlayışı içindedir. Avrupa'nın vicdanı bu durum nasıl sindirebiliyor? Kürtler, bu ilişkileri, bu tarihsel geçmişi elbette eleştirmelidir. Eleştiriler sürekli olmalıdır.PKK barıştan, yüzleşmeden, hakikatlerin araştırılmasından çok söz etmektedir. Ama, kendi içinde gelişen ölümlere, cinayetlere karşı görmezlikten gelme, bilmezlikten gelme gibi bir politika izlemektedir. Bu konuda PKK'nin politikası, devletin PKK'ye karşı yürüttüğü politikayı andırmaktadır. PKK günümüze kadar, tek taraflı olarak, birçok kere ateşkes ilan etti. Ama devlet bunları hiç dikkate almadı, Kürtlere karşı baskı ve şiddet politikasını aynen sürdürdü. PKK de barış diyor, Barış Meclisi'nden söz ediyor, yüzleşmeden, Hakikatları Araştırma Komisyonu'ndan söz ediyor fakat, kendi örgütsel yapısında gelişen ölümleri, cinayetleri görmezlikten, bilmezlikten geliyor, bunlar yokmuş gibi davranıyor. PKK kendi içinde, kendinden ayrılanlarla barışı gündeme getiremiyorsa, Kürtler arasında barışı sağlayamıyorsa, kendi içinde gelişen bu süreçlerle yüzleşemiyorsa, barış anlayışının, yüzleşme anlayışının ciddi bir ağırlığı olmaz. Bu girişimler, bu niyetler ciddi bir sonuca da ulaşmaz. PKK önce, kendi içindeki olaylarla ilgili olarak Hakikat-ları Araştırma Komisyonu kurmalıdır. Toplum karşısında, devlet karşısında, ancak böyle bir süreçten sonra daha güçlü olur. Kendi içinde barış arama, kendi içinde yüzleşmeyi gerçekleştirme Kürtleri, PKK'yi büyütür. Bu sorunu görmezlikten gelmek, kulak ardı etmek, savsaklamak ise Kürtleri de PKK'yi de küçültür. Türk soluyla ittifak yapmak, Kürtleri hiç dikkate almamak, yine, Kürtleri, PKK'yi büyüten bir süreç değildir Yukarıda seçimlerin bazı olumlu yönlerinden söz ettik. Bir de şöyle bir konu var: 7 milyon seçmenin sandık başına gitmediği dile getirilmektedir. Bunun ne kadarının Kürt olduğu iller bazında incelenmesi gereken bir durumdur. Daha da önemlisi şudur: Kürt şehirleri bazında seçimleri irdelerken, "DTP şu kadar oy aldı, AKP şu kadar oy aldı" "DTP'in oyu şu kadar artı, AKP'nin oyu şu kadar azaldı" diyoruz. Batı Şeria'da, Gazze'de yapılan seçimleri düşünün, İsrail siyasal partileri oralardan oy alabiliyor mu? Güney Kürdistan'daki seçimleri düşünün, Merkezi İrak' ın siyasal partileri oralardan oy alabiliyor mu? Bu konuların düşünülmesinde de yarar vardır. Kaynak: http://www.kurdistan-post.com kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 45 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Türk Ordusu "Çözüm" istiyor mu ? r e c e p Doğrusu son bir iki aydır hararetli bir biçimde yapılan "çözüm" tartışmalarında yazılıp çizilenleri okuyunca daha çok uzun süre "Kürt sorununda çözüm" gibi herhangi bir şeyin söz konusu olmadığına ikna oldum. Sanki birkaç gün sonra "çözüm" olacak yada hiç olmazsa bazı adımlar atılacakmış gibi yapılan tartışmaların ne yazık ki altı da boş, içi de!.. Yazıların bir kısmı PKK'yi silahlı mücadeleye son vermesi, bir kısmı da AKP hükümetini görüşmeler yapması için teşvik etmeye yönelik siyasal anlamlar taşıyor o kadar. Ortada ise gerçekte ne bir "çözüm projesi", ne bir "çözüm zemini" ne de bir "siyasi irade" bulunmuyor. Bunlar olmaksızın ne çözülecek ki? İki de bir "yem borusu"[1] çalarak ne kazanılacak? Dikkat çeken bir husus da "çözüm" konusunda Türk basınında kalem oynatan köşe yazarlarının, analizler yapan TV yorumcularının, akademisyenlerin -içlerinden birkaçı istisna- Kürt meselesi konusunda kaba bir cehalet içinde olmalarıdır. Ne Kürt tarihini biliyorlar, ne edebiyatını, ne de felsefesini... ne Kürt siyasetini takip ediyorlar ne de Kürt toplumunu tanıyorlar! Kürtçe zaten bilmezler, Kürtlerin yazıp çizdikleri Türkçe şeyleri de okumazlar. Bizim dünyamızdan hiçbir haberleri yok!. Ama bol bol çözümden, empatiden söz ediyorlar!... m a r a ş l ı kız alıp vermişiz, et ve tırnak gibi olmuşuz" dedikleri bir toplum hakkındaki bu bilgisizlikleri artık yabancılaşma ötesi bir durum! En "baba yorumcuları" bile "kargadan başka kuş tanımaz" misali Kürt siyasetini sadece PKK'den ibaret sanıyor. Onu da hakkıyla tanısalar neyse, öpüp başımıza koymak gerek. Kürt ulusal hareketinin tarihsel, toplumsal, ideolojik kaynaklarından; PKK'yi de belirleyen siyasal dokudan bîhaberler!.. "Geç kalmış" da olsa şu anda dünyanın en geniş toplumsal tabana sahip, aktif ve etkili ulusal kurtuluş hareketlerinden biriyle karşı karşıya olduklarını göremiyorlar. Kürt ulusal hareketinin sahip olduğu direnme potansiyelleri hakkında da bir fikir sahibi değiller. Kürdistan sorununun uluslar arası karakterini görmeyip Türkiye'nin bürokrasiye takılan herhangi bir "iç meselesi" gibi algılıyorlar. Sorunu tanımlamakta ortak hiçbir kavram ve objektif kriterleri bulunmadığı bir yerde ortak bir "çözüm" arayışı ne derece mantıklı? Tarafların ortak bir "sorun" tarifi yoksa, nasıl bir "ortak çözüm" olacak? Evet bu böyle de, bu durumu az çok yakından bilen Kürt aydınlarının, politikacılarının bu "çözüm" tartışmalarına ortada sahici bir şey varmış gibi dahil olma biçimlerine ne demeli? "Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür" sözü tam da bu durum için söylenmiş olmalı. Alt yapısını Türk Milli Eğitim sistemi ve resmi ideolojinin yalanlarının oluşturduğu, güncel olarak ise TSK'nın resmi bildirilerinde söylenenlerin biraz altında biraz üstünde bilgilerle zaten ne gibi bir vizyonları olabilir ki? Bu nedenle, acaba gerçekten bilmediğimiz ve perde arkasında bir şeyler mi oluyor diye satır aralarını da didikleyerek okumak, gelişmeleri çok daha titiz izlemek zorunluluğu hissediyorum. "Yüzyıllardır beraber yaşıyoruz, Neden böyle olduğuna dair gözü- ...ama üzgünüm, ortada "çözüm"ün konuşulabilirliği bakımından bile ciddi hiçbir şey göremiyorum. müzün önünde öylece hiç değişmeden duran sadece iki neden sayabilirim: Birincisi; AKP hükümetinin, yani sivil siyasal iktidarın "çözüm" konusunda daha önce söylenmiş olanların ötesinde, tasarladığı, detaylandırdığı herhangi bir projesi yok... Sorunu tanımlamada yeni bir bakış açısı taşımayan bir siyasi iktidar elbette sorunun çözümünde de yeni bir yapamayacaktır. Çok basit bir örnek: Aynı meclisin çatısı altında görev yapan bir muhalefet partisi DTP lideriyle "görüşüp görüşmemeyi" bile bu kadar aşılmaz bir mesele haline getiren bir iktidar, nasıl radikal adımlar atabilir ki? İkincisi; Varsayalım ki hükümetin bu yönde bazı hazırlıkları, en azından "niyeti" vardır. Ama yine de bu bir şey ifade etmez, Çünkü "Kürt meselesi" Türkiye Cumhuriyeti'nin Millî Meselesi'dir ve sivil hükümetler asla bu konuda tek başlarına irade sahibi olamazlar. Türk Devletinin kurucu gücü, siyasi vasisi ve gerçek muktediri olan Türk Ordusu izin vermeksizin bu sorunun çözümünde herhangi bir adım atılması mümkün değildir. Öyleyse asıl soru "TSK, Kürt sorununun çözümünü istiyor mu?" olmalı. TSK'nın "Kürt sorunu"na yaklaşımında bir değişim, bir yenilik var mı? İsrarla sürdürdükleri şiddet politikasının iflas edişini kabule yanaşmayan, kendi pratiğinin tartışılmasını da istemeyen, çizdiği çerçevenin dışına çıkılmasına asla müsamaha etmediği halde başarısızlıkların faturasını sivil siyasete kesmekten de çekinmeyen "cin gibi " bir ordudan bahsediyoruz. Avrupa demokrasilerindeki normlara uygun davranan bir Ordudan değil, zaten siyaseti yönlendirdiği yetmiyormuş gibi, bir de begenmediği hükümeti devirmek için hergün yeni yeni darbe ve komplolar içine girmekten çekinmeyen bir ordudan bahsediyoruz. Milletini kendi oluşturmuş, vatanını kendi yaratmış, devletini kendi kurmuş, halkını modernleştirme ve medenileştirme inancıyla onu kendi bildiği gibi yönetmeye programlanmış bir ordudan, TSK'dan bahsediyoruz!.. Sınıflar, kurumlar, kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 46 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de ideolojiler, din ve politika üzeri bir kurum olduğuna inanan bir ordu. Bu ordunun "Kürt sorunu"nun çözümü konusunda herhangi yeni bir açılımı var mı? Devletin ve toplumun tümünü denetim ve vesayet altında tutan bir ordunun, kendi egemenlik sisteminin sonunu belirleyecek olan bir "millî mesele"yi sivil siyasetçilere, onların iradesine bırakması düşünülebilir mi? Hele bu sorun, meşruiyet temelleri iyice sarsıldığı halde kendilerine çok ihtiyaç duydukları siyasal-ideolojik bir manevra alanı sağlıyorsa; Hele bu sorunun çözülmesi, kendi militarist egemenlik sistemlerinin de çözülmesi anlamına geliyorsa... Türk Ordusu ile AKP yönetimi arasında son birkaç yıldır iç iktidarı paylaşma konusunda gittikçe şiddetlenen bir mücadele yaşanmaktadır. AK Parti iktidarı, dış pazarlara açılmaya çalışan taşra ve AB ile bütünleşmek isteyen metropol burjuvazisinin desteğiyle, orta sınıfların ve köylülüğün güvenini de kazanarak Ordunun geleneksel iktidarına karşı, kontrollü, temkinli bir mücadele sürdürüyor. ABD ve AB gibi dış faktörlerin desteğinin yanı sıra, ülke içindeki birçok kesimin özellikle liberallerin de desteğini kazanmış olmasına rağmen, bu çatışma Kürdistan ve Kıbrıs gibi ulusal sorunları yine tamamen ordunun güç alanına terk ederek yapılmış bir güç mücadelesidir. Örneğin ordunun siyasete karşı kurduğu komplolar özellikle Şemdinli'de iyiden iyiye deşifre olmasına rağmen, AKP bu alanda bir kapışmayı ne ideolojik ne de siyasi olarak göze alamadı. Ancak hükümeti doğrudan devirme çalışmaları yaptığı açığa çıkan bir cunta örgütlenmesi olan "Ergenekon" üzerinden giderek alanını genişletmeye çalışıyor. Kürdistan ve Kıbrıs bağlantılı olarak buralarda yürütülen gayrı meşru faaliyetler ve insanlık suçları ister istemez ortaya döküldüğü halde bunlar mümkün mertebe by-pass edilerek, bir pazarlık havasında sürdürülüyor bu dava da. Hal böyleyken, açık bir darbe yapma ve yönetime el koyma koşulları da oldukça zayıflayan, ama ku- rumsal olarak geleneksel siyasi iktidar gücünü halen koruyan Türk ordusunun, tarihinde siviller karşısında düştüğü bu en zor durumda, onlara "Kürt sorununu ordusuz çözmek" gibi bir hediye verebileceğini kim düşünüyorsa onlar TC devletini, Kemalist bürokrasiyi hiç tanımıyorlar demektir. Tersine hem Kürdistan hem de Kıbrıs konuları sivil iktidarın ümüğünü sıkmak için çok daha provakatif bir kullanım değeri kazanmış durumdadır. Öyleyse TC Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün telaffuz ettiği "tarihi fırsat" söyleminin maddi temeli nedir merak ediyorum. Türk ordusu herhangi bir "çözüm" için angaje olmadan "tarihi bir fırsat" tan söz edilebilir mi? En son olarak TC ordusu Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un basın brifinginde söylediği "açılım"lardan başka bir şey yok elimizde. "TSK elinden geleni askeri olarak yapıyor, siyasetçilerin de çözüm için bir şeyler yapmaları gerekir" lafı, -özür dilerim amaargo tabiriyle bir "geyik muhabbeti"nden başka bir anlam taşımıyor. Sorunun yeni bir tanımı ve analiz yok Başbuğ'un konuşmalarında. TSK yönetiminin halen "dağdakilerin teslim olması", "teröristlerin yok edilmesi", "terörün kökü kazınıncaya kadar mücadele" gibi bildik şeyler ve tehditlerden başka bir çözümü yok. Eh tabi kendisinin "entelektüel" görünme merakının ürünü olarak araya kattığı -ki Kenan Evren ne kadar "ressam" ve sanatçıysa, Başbuğ da o kadar en- telektüeldir!- soslardan büyük anlamlar çıkarmaya çalışanların yaranmacılığını ciddiye almaya gerek yok herhalde. Kürdistan sorununun barışçı çözümü yolundaki başlıca engel TSK' dır. PKK'nin tek taraflı ateş-kes ilan etmesi, hatta silahlı mücadeleyi bırakıp tamamen barışçıl siyasi yöntemler kullanması bile sorunu çözmez. Çünkü gerilla mücadelesini belirleyen olgu TC'nin askeri varlığıdır. Uzun bir süreçten beri de bu mücadeleyi önemli oranda kendi alanına çekerek manipüle etmeyi başarmaktadır. PKK'nin, kendisinden daha deneyimli kadrolara, siyasal olarak daha köklü yapılara sahip olmalarına rağmen diğer bir dizi Kürt örgütünün arasından öne fırlaması, geniş bir kitle desteği bulmasının nedeni, sömürgeciliğin askeri zorbalığına karşı gerilla savaşı örgütlemiş olmasıdır. Türk ordusunun sömürgeci zorbalığı olduğu sürece onun karşısında bir gerilla hareketi de Kürt toplumundan her zaman destek görecektir. Ama PKK olarak ama başka bir yapıyla... Diğer yandan TSK, bu sorunun "düşük yoğunluklu savaş" konsepti içinde tutulmasından yararlanmaktadır. Çünkü bu savaş ortamına hem iç politikadaki siyasi pozisyonunu kaybetmemek, hem de özellikle Güney Kürdistan'a yönelik askeri müdahale opsiyonlarını açık tutmak için şiddetle ihtiyacı vardır. Bu yüzden PKK silahlı mücadeleyi istemese bile TSK onları kışkırtmaya, manipüle etmeye çalışmaktan geri durmayacaktır. E- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 47 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de linde tuttuğu bir takım siyasi ve istihbari mekanizmalarla çatışmaların istediği düzeylerde sürmesi için çaba harcayacaktır. Örneğin birkaç yıl önce Şemdinli'de suçüstü yakalan TSK tam olarak burada ihtiyaç duyduğu bir kışkırtma tezgahlamaktaydı. Bu pratiği sadece o gün ve o yerle mi sınırlıydı? Daha kavramsal bir ifade ile militarist bürokratik oligarşi, Türkiye' deki her türlü demokratikleşme eğiliminin önünde de temel bir engel teşkil eder. Konuları buradan konuşmaya başlamadan, PKK'ye çağrılar yapmak hiçbir şey söylememek anlamına gelir. Aslında "demokrasi" ve "barışçıl çözüm" e gerçekten niyetli olan herkesin bildiği bir gerçektir bu. Türk siyasetinin "Hacıyatmaz"ı olan Demirel, ordu karşısındaki tutumuna ilişkin bir zamanlar öyle demişti: "Üzerinden aşamadığınız engelin -tıpkı dağ gibi- çevresinden dolaşacaksınız." Demirel gerçekten de Ordunun çevresinden dolaştı ama her defasında da kendisini kaçınılmaz olarak onun kuyruğunda buldu. Türk Ordusu "Kürt sorunu"nun savaş ve şiddet ortamının yok olacağı biçimde çözülmesini istemez, istemiyor da. Öncelikle bu konunun "çözülmesi" gerekiyor. İster "Kürt sorunu"nun çözümü, ister Türkiye'nin demokratikleşmesi konusunda olsun TSK ile açık bir siyasi hesaplaşmaya girişip onu aşmadan, çevresinden dolaşmaya kalkanlar kendilerini eni sonu TSK'nın kuyruğunda bulurlar. "Çözüm" tartışmalarını Türk militarist bürokrasisi, Kemalist oligarşik egemenlik ekseninden ayrı olarak ele almak bütün taraflar için olanaksızdır. [1] Kıtlık ve savaş zamanlarında orduda yemleri kesilen atları biraz olsun canlandırabilmek için karşılığı olmadığı halde "Yem borusu" çalınır. Şartlı refleksle boru sesinden sonra yem geleceğini sanan atlar umutlanır ve biraz daha enerji harcarlar. "Yem borusu çalmak" deyimi de siyaset diline de yaklaşık bu anlamıyla geçmiştir. Kaynak: http://www.gelawej.net Dünya Süryanileri Adıyaman'da buluştu Geleneksel Süryani Kadim Cemaati Büyük Ayini, Adıyaman Mor PetrusMor Pavlus Kilisesi'nde, dünyanın birçok ülkesinden ve Türkiye'nin çeşitli şehirlerinde yaşayan çok sayıda Süryani'nin katılımıyla gerçekleşti. Duaların ve kilise korosu tarafından ilahilerin okunması ile başlayan ayin töreninde Süryaniler bol bol dua etti. Geleneksel olarak düzenlenen Büyük Ayin'e başta İstanbul olmak üzere birçok il ve dünyanın dört bir yanından Süryaniler geldi. İstanbul, İzmir ve Ankara bölgesi ruhani reisi ve Patrik Vekili Metropolit Filüksinos Yusuf Çetin ile bölge sorumlusu Adıyaman Mor Petrus-Mor Pavlus Kilisesi Metrıopoliti Melki Ürek büyük ayini yönetti. Patrik Vekili Metropolit Filüksinos Yusuf Çetin, yaptığı açıklamada şöyle dedi: "Yıllardır bu kilisenin yıldönümü nedeniyle dünyanın bir çok yerinden, özellikle Adıyaman cemaati başta olmak üzere burada doğmuş, büyümüş ya da daha sonra başka ülkelere Adıyaman dışına göç etmiş olan cemaatimiz geldi ve ayinimizi gerçekleştirdik. Buralardan yurt dışına gidenler nerede olurlarsa olsunlar kalpleri bura için atıyor ve özlüyorlar. Doğup büyüdükleri ve ibadet ettikleri yerlere özlem duyuyorlar. 40-50 yıldır buraları göremeyenler ve gelemeyenler var. Burada hem birbirlerini görüyor hem de yıllardır çektikleri özlemi gideriyorlar. Biz Süryani cemaati ve toplumu olarak bu ülkeyi seviyoruz. Bu ülkede yaşayanları seviyoruz ve yaptığımız dualarda ve ayinlerde bu ülkede yaşayan herkese dualar ediyoruz. Ülkemizin birlik ve beraberliği, ülkemizin gelişmesi ve büyümesi, ayrıca yükselmesi için dua ediyoruz. Geçmiş yıllarda çeşitli nedenlerle başka yerlere giden aslen Adıyamanlı cemaat üyelerimiz, doğduğu ve büyüdüğü Adıyaman'a olan özlemlerini gidermek üzere her yıl belirli bir tarihte burada buluşuyorlar. Böylece dünyanın dört bir yanından gelen akraba ve dostları ile görüşüyor, hem de Adıyaman'a olan hasretlerini gideriyorlar." Adıyaman Mor Petrus-Mor Pavlus Kilisesi Metropoliti Melki Ürek ise her yıl Türkiye'nin çeşitli illerinde ve yurt dışında yaşayan Adıyamanlı Süryani kardeşlerinin katılımı ile kutladıklarını ifade etti. Metropolit Ürek, şunları kaydetti: "Mor Petrus- Mor Paulus kilisesi din adamı olmadığı için yaklaşık 15 yıl boş kaldı ve kapalıydı. 1999 yılından bu yana tekrar ibadete açıldı ve bu sene 11. yılını kutluyoruz. Çok güzel bir ortamda kutlamalarımızı gerçekleştirdik. Buraya gelen insanlarımızın mutluluğu, tebessümü bizleri de çok mutlu etti. Ülkemizin esenliği, barışı ve dünya barışı için dualar edildi. Mor Petrus- Mor Paulus kilisesi bütün dünyada olduğu gibi bizler için de büyük bir önem taşımaktadır. Bugün Adıyaman'da hem Süryani cemaati hem de Ermeni kardeşlerimiz büyük ayin için gelmişlerdir. Hepimiz Adıyaman"ın şenlenmesini, birlik ve beraberlik içersinde kalmasını istiyoruz." Ayin sonrasında okunmuş ekmek ikram edilirken, yıllardır birbirini görmeyen Adıyamanlı Süryaniler hep birlikte yemek yedi. (CIHAN) Kaynak: samanyoluhaber.com kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 48 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de kavi kitap da Türkiye'deki basın mensupları kamuya açık tartışmalarda, konuyla ilgili daha başka birçok kaynağın bulunduğundan neden hiç söz etmemişlerdi? o TBMM üyeleri, İngiltere ve Birleşik Devletler'de bulunan bu kaynaklara erişim olanağına sahip olan dış dünyanın Türkiye'nin resmi tezini çürütmeyeceği ve gülünç duruma düşürmeyeceğinden nasıl emin olabilmişlerdi? Ara Sarafian Öncelikle bu toplantıya ev sahipliği yapmaları nedeniyle İnsan Hakları Derneği ve Ankara Düşünce Özgürlüğü Girişimi'ne teşekkür ederim. 1916'de İngiliz Parlamentosu'nun Mavi Kitaplar dizisinden yayınladığı "Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermenilere Yapılan Muamele 1915-1916" başlıklı kitabın Türkçe baskısının tanıtımı için bir araya gelmiş bulunuyoruz. Kitap, belgelerde anlatılan olayların halen sürmekte olduğu 1916 yılında yayınlanmıştı. Yakın bir zamana kadar Mavi Kitap, Ermeni Soykırımı tezinin gelişim sürecindeki dönüm noktalarından birini oluşturması nedeniyle, yalnızca tarih yazımı açısından önem taşıdı. Ancak 1980'li ve 90'lı yıllarda Türkiye'de yetkililer Ermeni Soykırımı konusundaki tartışmaları baskı altına alma ve çarpıtma girişimlerini başlattı. Bu amaçla konuyla ilgili yalnızca üç ana kaynağın bulunduğunu, bunların da savaş zamanına özgü propaganda malzemeleri olduğunu ileri sürdü. Bunlar, Aram Andonian belgeleri olarak bilinen belgeler, 1913-16 yılları arasında Amerika Birleşik Devletlerinin İstanbul'daki büyükelçisi Henry Morgenthau'nun anıları ve İngiliz Parlamentosu'nca 1916'da yayınlanan Mavi Kitap'tı. 1990'lı yıllarda Mavi Kitap'a (ve Henry Morgenthau'nun tanıklığına) yöneltilen eleştiriler üzerinde yaptığım çalışmalar sonucunda Mavi Kitap'ın asılsız olduğuna ilişkin Türkiye'nin resmi tezlerinin bir kurmacadan ibaret olduğunu gördüm. Çünkü söz konusu tezler, bu üç yayının dayandığı, yayınlanmış bulunan ve arşivlerde ulaşılabilir durumda olan kaynak ve belgelerin kasıtlı olarak çarpıtılması ya da doğrudan inkârı üzerinden geliştirilmişti. (Bildiğiniz gibi gibi bu tezler, 1980'li ve 90'lı yıllarda, resmi Türk tarih anlatımının eleştirilere karşı bir yasaklar ve sansür rejimi tarafından koruma altına alındığı koşullarda geliştirilmişti. Bugünkü koşulların farklı olması sevindiricidir.) Gomidas Enstitüsü, 2000 ve 2005 yıllarında yayınladığı Mavi Kitap'ın sansürsüz basımında resmi Türk tarih yazımının bir eleştirisine yer verdi. Enstitü ayrıca Birleşik Devletler konsolosluk raporları ve diplomatik kaynaklarından, 1915-17 yılları arasında Osmanlı Ermenilerinin imhasına iliş kin diğer belgeleri de yayınladı. Bu kitaplarla Mavi Kitap'ın dayandığı arşiv belgeleri de ortaya konulmuş oldu. Bu nedenle 2005 yılında Mavi Kitap'ın tekrar gündeme gelmesi oldukça şaşırtıcıydı. Özellikle de TBMM'nin İngiliz Parlamentosu'na yazdığı ve bu kitabın Ermeni Soykırımı iddialarının kaynağını oluşturduğunu ve uydurma olduğunu öne süren, bu nedenle İngiliz Parlamentosu'nun Mavi Kitap'ı geri çekmesini talep eden mektup şaşırtıcıydı. Bu gelişmenin üzerine İngiliz Parlamentosu'ndan bir grup parlamenter TBMM mektubuna yanıt vererek, TBMM üyelerini görüş ayrılıklarını yüzyüze tartışmaya davet etti. Ne var ki TBMM üyeleri bu mektuba yanıt vermeyerek İngiliz parlamenterlerin davetini görmezden geldi. Hiçbir TBMM üyesi kendi tutumunu savunmaya istekli değildi. İngiliz parlamenterlerin verdiği yanıtla ilgili bilgileri birazdan Lord Avebury sunacak. O halde, Mavi Kitap'ın Türkçe baskısı bugün ne bakımdan önem taşıyor? TBMM'nin İngiliz Parlamentosu'na yazdığı mektup, Mavi Kitap'a bir "inkâr" aracı olarak yeni bir önem kazandırdı. Mektubun, Ankara'nın 1915 olaylarına ilişkin ortak bir tarih komisyonu kurma çağrısıyla aynı zamanda yazılması bu girişimi daha da anlamlı kılıyordu. Çünkü bu mektup Ermeni sorunuyla ilgili olarak TBMM'nin ve ona tavsiyelerde bulunanların inandırıcılığına, konuyla ilgili duygu durumlarına ve ulaştıkları sonuçlara ilişkin bazı soruların sorulmasını kaçınılmaz kılmıştı: o TBMM üyeleri, çok açık ki, çoğu eleştirdiği kitabı ve beş yıl önce yayınlanan sansürsüz basımını bile görmeden nasıl yargıya varabilmişler, kitabın "uydurma" olduğu sonucuna ulaşabilmişler ve bunu kamuoyuna bu şekilde açıklayabilmişlerdi? o Mavi Kitap'ın hiçbir güvenilir kaynağa dayanmadığı sonucunu nereden ve nasıl çıkarmışlardı? o Kendi görüşlerini nasıl bağımsız ve daha güçlü bilgi kaynaklarına başvurmaksızın, yalnızca 1980'lerin ve 90' ların Türkiye'nin resmi tarih tezlerine güvenerek oluşturabilmişlerdi? o TBMM üyelerinin danışmanları ya Bugün bile, Türkiye'nin resmi tezleri, İngiliz arşivlerindeki Toynbee Belgeleri'nin varlığının inkârına dayanıyor. Oysa Mavi Kitap'ın orijinal kopyasıyla birlikte, belgelerin derlenmesini sağlayan yazışmaları da içeren bu belgeler, kitapta anlatılanlara ilişkin akıl almayacak detaylar sunmakta. Türkiye'nin resmi tezleri, bunun yanı sıra, Mavi Kitap'a ek olarak yayınlanan, kitapta gizli tutulmuş kişi ve yer isimleri listesinin de inkârına dayanmakta. Mavi Kitap'a ilişkin yapılacak herhangi bir değerlendirmenin vazgeçilmez unsuru niteliğindeki bu listenin varlığı resmi Türk tarihçileri tarafından hiçbir zaman kabul edilmemiştir. Aynı şekilde İngiliz'lerin ana bilgi kaynağının Birleşik Amerika olduğu gerçeği de inkâr edilmekte. Bu bakımdan ABD Dışişleri Bakanlığı arşivinde bulunan Osmanlı İmparatorluğu kaynaklı belgelerin özel bir yeri vardır. Bugün de bu belgelere ABD arşivlerinden kolayca ulaşılabilir. İngiliz ve Amerikan kayıtlarına karşı ileri sürülecek itirazlar olabilir. Ama bu durumda itirazı olanlar, öncelikle bu kayıtların varlığını kabul etmeli ve eleştirilerini ortaya koymalıdırlar. Böyle yapmak yerine söz konusu belgelerin varlığı inkâr edilerek insanların yanıltma ve kitabı karalamak için yanlış kaynaklara atıfta bulunma yolu tercih edilmiştir. Mavi Kitap'a karşı çıkanlar bu nedenle, belirli tarihsel tezlere meşru itirazlarını dile getiren insanlar olarak değil, "inkârcılar" olarak nitelendirilmişlerdir. Oysa demokratik toplumlarda tarihsel gerçekleri çarpıtanlara yer yoktur. Onların yol açtığı olumsuz etkilere karşı çıkmanın en iyi yolu konuyu kamuoyunun tartışmasına açmaktır. Mavi Kitap'ın sansürsüz baskısının Türkçe çevirisi bu amaçla, Ermeni sorununu daha demokratik ve daha açık bir Türkiye toplumunda yeniden ele alınabilmesini sağlamak için yayınlanmıştır. Dilerim bu yayınımız, TBMM'nin en azından bazı üyelerinin Mavi Kitap'a ilişkin aldıkları kollektif tutumu gözden geçirmelerine ve kendileriyle bu tutum arasına mesafe koymalarına vesile olur. http://www.hyetert.com kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 49 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de ermeniler'in nuremberg'i ayşe hür Bugün 1915 Ermeni Tehciri'nin mimarlarından Talat Paşa'nın Berlin'de Soghomon Tehliryan adlı bir Ermeni tarafından öldürülmesinin 88. yıldönümü. Talat Paşa ile birlikte ülke dışına kaçan yedi kişiden, Harbiye Nazırı Enver Paşa, Bahriye Nazırı Cemal Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Doğu Bölgesi sorumlusu Dr. Bahaeddin Şakir, Trabzon Valisi Cemal Azmi, eski Polis Umum Müdürü Bedri, İTC' nin Merkez Komitesi üyelerinden Dr. Nazım ve Dr. Rusuhi' den ilk beşi de benzer şekilde öldürülmüştü. (Dr. Nazım 1926' da İzmir Suikastı Davası dolayısıyla Ankara'da idam edildi.) Söz konusu suikastların çoğu henüz tam anlamıyla aydınlanmış değil. Bu yüzden de İttihatçı önderlere yönelik suikastlar konusunda gerçekle efsane birbirine karışmış durumda. Ermeni tarafının genel eğilimi, bu suikastların tamamını üstlenmekten yana. Böylece gelecek kuşaklara, Ermeni halkına karşı işlenen büyük suçu cezasız bırakmadıkları mesajını iletiyorlar. Türk tarafı da bu efsaneye halel getirmiyor çünkü böylece dikkatleri 'Ermeni tedhişçi' kavramına çekip, bu suikastların tarihsel arka planını gözden kaçırmayı hedefliyorlar. Bu hafta, bu suikastlardan en iyi bilinenine göz atacağız. Devrim ve karşı devrimlerin Almanyası Almanya'nın savaşı kaybedeceği anlaşıldığında 40 bin denizcinin 29 Ekim-3 Kasım 1918'de Kiel limanını işgal etmesiyle başlayan devrimci ayaklanma sonucu Osmanlı Devleti'nin müttefiki Kayzer II. Wilhelm, Almanya'yı terk ederek Hollanda'ya yerleşmiş, iktidarın gerçek hâkimleri olan ve Almanya'nın yenilmediğini, aksine Masonlar, Yahudiler ve Cizvitler tarafından 'arkadan vurulduğunu' söyleyen Ludendorff ve Hindenburg görevlerinden ayrılmışlardı. Tarihe 'Kasım Devrimi' olarak geçen hareketin önderi Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndaki konumuna şiddetle karşı çıkan ve sosyalist bir devrim öngören Spartakistler adlı gruptu. (Grubun adı Spartakusbriefen = Spartaküs'ten Mektuplar başlıklı risaleden geliyordu, Spartaküs ise tarihin ilk devrimcisi idi.) 1919'dan 1933'e kadar sürecek bu yeni döneme 'Weimer Cumhuriyeti' denildi. Ancak sosyalistlerin iktidarı ılımlılarla paylaşmayı reddetmeleri üzerine işler ters gitmeye başladı. 4 Ocak 1919'da Berlin' de Spartakistlerin ayaklanma teşebbüsü 19 Ocak 1919'da aşırı sağcı Berlin Muhafız Tümeni tarafından bastırıldı, Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg 1919'un 15 Ocak' ı 16 Ocak'a bağlayan gece işkence ile öldürüldüler. 13 Mart'ta Wolfgang Kapp adlı aşırı sağcı bir gazetecinin önderliğindeki 'Kapp Darbesi' yaşandı. Darbe başarısız oldu ancak 1920 Ocağından itibaren uygulanmaya başlayan aşağılayıcı Versailles Antlaşması yüzünden Almanya adeta İngilizlerin kontrolüne girmişti. İşte böyle karanlık bir ortamda, Berlin'de gündeme bomba gibi düşen bir olay yaşandı. "Ben yabancıyım, o da..." Daha sonra eşinin anlattığına göre, Berlin'in Charlottenburg semtindeki Hardenberger Sokağı'ndaki 4 numaralı evde ikamet eden Talat Paşa 15 Mart 1921 sabahı çok tedirgindi. Saat 11'e doğru tütün ve eldiven almak için evinden çıkmış, birkaç kez geri dönüp evine bakmıştı. Sokak boyunca yürümeye başlamış, sonra kaldırım değiştirmişti. 17 numaralı evin önüne vardığında, karşısından gelen gri paltolu bir genç önce Talat Paşa'nın kendisini geçmesine izin vermiş, ardından dönüp revolverinin tetiğine basmıştı. Talat Paşa ensesinden giren tek kurşunla yere yığılırken, genç adam silahı atıp kaçmaya başlamıştı. Caddeden geçenler adamın üzerine atlayıp yere yatırmışlardı. Etrafındakiler kendisini tekmelerken genç adam kırık dökük bir Almancayla "Ben yabancıyım, o da yabancı! Sizle ilgili bir durum yok!" demişti. Suç mahallini terk 1/2 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısı (ya da torpidosuyla) İstanbul'dan kaçan Talat Paşa ve şürekâsı önce Sivastopol yakınlarındaki Gözleve'ye (Evpatorya), oradan Almanların hazırladığı bir trenle Almanya'ya geçmiş, Alman Hükümeti'nce önce Berlin'in 50 km. uzağında, Postsdam kenti yakınlarında ünlülerin sayfiye yeri olan Neubabelsberg'e yerleştirilmişlerdi. Olay İstanbul'da duyulunca, yeni hükümeti kuran Ahmet İzzet Paşa Almanlardan İttihatçıların hiç değilse askerî kanadından olan Enver ve Cemal Paşaların iade edilmesini talep etmişti. Ancak Alman Hükümeti özellikle Talat Paşa'yı iade etmeyi düşünmüyordu. Çünkü Talat Paşa hem üst düzey Alman yöneticileriyle dostluklar kurmuştu, hem de Alman kamuoyu kendisini, Osmanlı Devleti'ni modernleştirmek için uğraşan bir devrimci ve kadim Alman dostu olarak tanıyordu. Talat Paşa bir süre sonra eşi Hayriye Hanım' la birlikte Berlin'in şık semti Charlottenburg'daki dokuz odalı geniş eve yerleşti. İhtiraslı ve kayıtsız 'Cafer Saî', 'Ali Saî', 'Mehmed Saî" gibi takma adlar altında bu adreste üç yıl yaşayan Talat Paşa'nın İstanbul'dan kaçarken "Bizim siyasi ömrümüz artık sona ermiştir" dediğini unutmuşa benziyordu. Çünkü bu üç yıl içinde evi yalnız Almanya'daki değil, Avrupa'daki eski Jön Türklerin buluşma yeri olmuş, Talat Paşa Avrupa'nın çeşitli köşelerine dağılmış olan İttihatçıları örgütlemeye çalışmış, İsviçre ve İtalya'da üst düzeyde siyasi temaslarda bulunmuştu. Bankeri Davidoff aracılığıyla İngilizlerle Anadolu hareketinin başına geçmek için pazarlıklar yapmış, Mustafa Kemal'e ve TBMM'deki bazı İttihatçılara mektuplar yazmıştı. O Salı sabahı Talat Paşa son nefesini verirken yıllardır sarf ettiği "Ben yatağımda ölmeyeceğim" cümlesinin acı bir şekilde doğrulandığını aklından geçirmiş olmalıydı. İki saat kadar yerde kalan cesedin üzerinden 'Mehmed Saî' adına düzenlenmiş bir kimlik çıkmıştı ancak gerçek kimliğini yakınlardaki tütüncü dükkânını işleten eski İttihatçılardan Dr. Nazım ve Dr. Bahaeddin Şakir teşhis ettiler. Ceset morga kaldırıldı ve tahnitlenerek geçici olarak Neukölln'deki Türk mezarlığına defnedildi. Dünya basınındaki tepkiler kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 50 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Karakolda itiraflar Cinayeti işleyen Soghomon Tehliryan, 24 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Yakalandığında cebinde 12 bin mark bulunmuştu. Bir bastonun başında yol açtığı 20 santimlik derin yaradan dolayı kan kaybeden ve o gece ateşler içinde kıvranarak geçiren Tehliryan ertesi gün, cinayet masasından Müfettiş von Manteuffel tarafından bir tercüman aracılığıyla sorgulanmış ve sorgusunda "...Almanya'ya sadece Talat Paşa'yı öldürmek için geldim... Ailem Ermeni tehcirinde öldü. Ben tesadüf eseri ölümden döndüm. Daha o zaman Talat Paşayı öldürmeye ant içtim... Ermeni asıllı bazı vatandaşlar bana Talat Paşa'yı öldürmem için para verdi... Talat Paşa'nın öldüğünü duyan vatandaşlarım, rahat bir nefes alacak ve bu başarımdan ötürü benimle iftihar edeceklerdir. Bunu düşününce seviniyorum. Cinayeti sadece bu duyguyu tatmak için işledim" demişti. "Bir insan öldürdüm ama katil değilim!" Tehliryan 2 Haziran 1921 günü saat 9.30'da Charlottenburg Üçüncü Eyalet Mahkemesi'ne çıkarıldı. Onu savunmak için, büyük bir bölümü Avrupa'daki ve ABD'deki Ermeni diasporası tarafından toplanan 426 bin Mark ile Almanya'nın en ünlü üç avukatı tutulmuştu. Yargıç Dr. Lehmberg şahitlere ve avukatlara, da- vanın Ermenistan'da değil Berlin'de görüldüğünü hatırlatıp, politik yorumlara girmemelerini, iddialarını hukuk sınırları içinde tutmalarını söyledikten sonra duruşma başladı. Yargıç, Tehliryan'a "Talat Paşa'yı öldürmek istediniz mi," diye sorduğunda, Tehliryan'ın cevabı "Soruyu anlamıyorum. Öldürdüğümü söyledim ya!" olmuştu. Yargıcın "Pişman mısınız," sorusunu ise sanık, "Hayır" diye yanıtlamıştı, "bir insan öldürdüm, ama katil değilim." S o g h o m o n Te h l i r y a n Olay Lübnan'dan ABD'ye kadar Ermenilerin yaşadığı coğrafyada büyük heyecan, Türk ve Müslüman dünyasında ise büyük üzüntü uyandırmıştı. Fransa'daki La Figaro, İngiltere'deki The Outlook, The Times, ABD'deki The Public Ledger of Philadelphia, Osmanlı Devleti'ndeki Peyam-ı Sabah ve Journal d' Orient gibi gazetelerde suikastı onaylayan yazılar çıkmıştı. ABD'deki New York Times ise 16 mart tarihli sayısında tehciri eski büyükelçisi Morgenthau'nun ağzından özetliyor, 18 marttaki sayısında Talat Paşa'nın Berlin'de çok konforlu bir hayat sürdüğünü, iddialara göre bir Berlin bankasında 10 milyon markının olduğunu belirtiyordu. (Bu iddia, İttihatçıların yanlarında büyük miktarda para ile kaçtıkları iddiasıyla örtüşüyordu. Ancak eşi Hayriye Hanım yıllar sonra "Berlin'de beş parasız kaldığımız günlerimiz oldu. Parmağımdaki yüzükleri sattık. Nihayet kendisine verilen son hatıraları ve nişanları bile" diyecekti.) Sanıklar yer değiştiriyor Sanığın o güne dek yaşadıkları, tanık ve uzman tanıkların ifadeleri dinlendikçe davanın rengi değişmeye başladı. 3 Haziran 1921 tarihli New York Times gazetesinin yazdığı gibi, sanık sandalyesinde artık Soghomon Tehliryan değil İttihat ve Terakki'nin güçlü adamı, son Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa ve İttihatçı zihniyet oturuyordu. Nitekim dava o günden sonra 'Tehliryan Davası' olarak değil 'Talat Paşa Davası' olarak bilinecekti. Mahkemede anlattığına göre Soghomon Tehliryan 2 Nisan 1897'de İran'daki Pakariş'de doğmuştu. Dört yaşına geldiğinde, tüccar olan babası Erzincan'a göç etmişti. O zamanlar Erzincan 20 bin kadar Ermeni'yle 20-25 bin civarında Türk'ün yaşadığı bir şehirdi. Protestan olan Tehliryan ailesi Erzincan'da 14 yıl boyunca rahat bir hayat sürmüştü. Soghomon'un iki ağabeyi, evli ve bir çocuklu ablası, biri 15, diğeri 16 yaşında iki kız kardeşi vardı. Birinci Dünya Savaşı başladığında ortanca ağabeyi askere alınmış, 1915'te Sogomon 18 yaşındayken, Tehliryan Ailesi Erzincan'daki ve ülkenin diğer bölgelerindeki Ermenilerle birlikte Der Zor'a doğru ölüm yolculuğuna başlamıştı. Kafile şehirden henüz ayrılmıştı ki, jandarma ve ahaliden oluşan gruplar konvoyu soymaya başlamış, ardından da jandarma konvoya ateş açmıştı. Kız kardeşlerinden biri jandarmalar tarafından çalılıklara götürülmüş, orada tecavüze uğramıştı. Başına bir darbe yiyen Sogomon iki gün sonra kendine geldiğinde ağabeyinin ölüsünü üzerinde bulmuştu. Başı baltayla parçalanmış olan ağabeyinin bütün kanı üzerine akmıştı. Yol cesetlerle doluydu. Cesetlerin arasında annesi de vardı. Kafilenin ön taraflarında yürüyen babasının ve ağabeyinin, kucağında bebeği ile yürüyen ablasının akıbetlerini ise o günden beri bilmiyordu. Acılı bir hayat hikâyesi Sonrası uzun hikâyeydi. Yaşlı bir Kürt kadını onu saklamıştı. Yarala-rı iyileştikten sonra, Kürt giysilerine bürünmüş ve İran'a doğru yola çıkmıştı. Dersim'de iki ay saklanmış, Harput katliamından kurtulan iki Ermeniyle birlikte gündüzleri saklanıp geceleri yol alarak, ot ve bitki kökleriyle karınlarını doyurarak sürekli doğuya yürümüşlerdi. Arkadaşlarından biri ot zehirlenmesinden ölmüş, kalan iki arkadaş iki ay yürüdükten sonra Rus askerlerine sığınmışlardı. Önce İran'da Salmast'a, sonra Gürcistan'da Tiflis'e geçmişlerdi. Tiflis'te uzun süre hasta yatan Soghomon bir yıl sonra Rus ordularının Erzincan'ı işgal etmesi üzerine cesaretlenip Erzincan'a gelmiş, harabe halindeki evlerini bulmuş, ailesinin eve sakladığı 4.800 altını alıp Tiflis'e geri dönmüştü. 1919 Şubat'ında İstanbul, Selanik, Sırbistan, tekrar Selanik, Paris, Cenevre yoluyla 1920 başında Berlin'e varacak olan Soghomon Tehliryan bu seyahatleri sırasında sık sık sara nöbetleri geçirmişti. İddiasına göre ilk nöbet Erzincan'daki yıkılmış evlerini gördüğünde gelmişti. Mahkemede farklı tavır Tehliryan mahkemedeki ifadesinde, polis sorgusundayken söylediklerini hatırlamadığını belirterek, Talat Paşa'nın Berlin'de yaşadığını bilmediğini, kendisini cinayetten beş hafta önce tesadüfen gördüğünü, o tarihten beri annesinin sık sık rüyasına girerek "Biliyorsun, Talat burada, ama sen buna aldırmıyorsun. Artık benim oğlum değilsin" dediğini anlattı. Rüyalar sıklaşınca 5 Mart 1921'de Talat Paşa'nın Hardenberger Sokağı'ndaki evinin tam karşısındaki 37 numaralı Bayan Dittman'ın evine taşınmıştı. 15 Mart Salı saba- kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 51 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de hı, odasında kitap okuyup volta atarken, Talat Paşa'yı önce balkonda, sonra sokağa çıkarken görmüştü. Annesinin hayali tekrar gözünün önüne gelmiş ve bavulundaki silahı kaptığı gibi yola düşmüştü. Hayvanat Bahçesi'ne doğru yürüyen Talat Paşa'yı tek kurşunla öldürmüştü. Tutuklandığında cebinde bulunan 12 bin mark, Erzincan'dan getirdiği 4.800 altından arta kalmıştı. Tanıklar, iddialar İlk gün suikastın görgü tanıkları, Tehliryan'ı tanıyanlar ve uzman tanıklar dinlendi. Tehliryan'ın iki ev sahibi sanığın sessiz, terbiyeli, düzenli bir genç olduğunu, dans ve dil dersleri aldığını, geceleri karanlıkta mandoliniyle acıklı şarkılar söylediğini, arada düşüp bayıldığını, bazı geceler uyuyamadığını söylediler. Uzman tanıklardan 1890'lı yıllardan beri Doğu Anadolu'da görev yapan Protestan rahibi Johannes Lepsius, 1890'lardan başlayarak 1915'e kadarki dönemi özetleyen uzun konuşmasında Osmanlı Devleti'nde yaşayan 1.850.000 Ermeni'den 1.400.000' inin tehcir edildiğini bunların yüzde 80'inin yollarda ve Der Zor'da imha edildiğini anlattı. Ardından, tehcir sırasında İzmir'de ordu kumandanı olan Alman General Liman von Sanders dinlendi. Sanders, Talat Paşa' nın tehcirin sorumlusu olduğunu ancak Talat Paşa'dan öldürmelerle ilgili herhangi bir emir almadığını söyledi. 24 Nisan 1915'te İstanbul'da tutuklanarak Çankırı ve Ayaş'a gönderilen 280 Ermeni toplum liderinden biri olan Metropolit Krikoris Balakian ise, sadece 16 kişinin sağ kurtulduğu o ölüm yolculuğunu anlattı. Aram Andonyon adlı tanık, Halep'te iken Talat Paşa' nın imzaladığı tehcir emrini gördüğünü anlattı. Farklı yorumlar Mahkemenin tayin ettiği Berlin'in en ünlü psikolog ve nörologları Tehliryan'ın sara hastası olduğunda mutabık kalmakla birlikte, cinayet sırasında bilincinin yerinde olup olmadığı konusunda çelişik görüşler bildirdiler. Bu konu önemliydi çünkü yürürlükteki 1870 tarihli Alman Ceza Kanunu'na göre öldürme fiili kasten işlendiyse 211. maddeye göre ölüm cezası verilirdi. Öldürme kasıtlı değilse 212. maddeye göre beş yıldan hafif olmamak kaydıyla ağır hapis cezası, öldürme ağır tahrik altında işlenmişse 213. maddeye göre altı aya kadar hapis cezasına hükmedilirdi. 51. maddeye göre ise, sanık cinayeti işlediği anda şuursuz veya ağır akıl hastası ise' özgür iradesinin çalışmadığı' (cezai ehliyetinin olmadığı) kabul edilerek serbest bırakılabilirdi. Ertesi gün 12 kişilik halk jürisi kararını açıkladı: Sanık 51. maddeye göre beraat ettirilmişti. Tehliryan neden beraat etti? Yargılamanın çok kısa sürmesi, tanık seçimi ve bunların çok azının dinlenmesi, sanığın polis sorgusundaki ifadeleriyle mahkemedeki ifadeleri arasındaki çelişkilerin üzerine gidilmemesi, olayın arkasında bir örgüt olup olmadığının sorgulanmaması, sanığın ruh sağlığı konusundaki çelişik bilirkişi raporlarına rağmen katilin suçsuz bulunması, savcının temyize gitmekle birlikte daha sonra yeterli belge olmadığı ve Tehliryan Almanya'yı terk ettiği için temyizden vazgeçmesi Alman yargısıyla ilgili kuşkular yaratmıştır. Ancak bu kararın Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni dünya düzeniyle ilişkisi olduğu açıktır. Bunun bir kanıtı savcılık makamının Prusya Adalet Bakanlığı'na gönderdiği 26 Mayıs 1921 tarihli yazıdır. Yazıda savcı davanın politik bir boyut kazanabileceği, savunma makamı tarafından suikasta yol açan motifin öne çıkarılacağı, hatta Almanya'nın 1915 Tehciri'ndeki rolünün bile sorgulanabileceği, bununsa Almanya'yla Türkiye arasındaki ilişkileri zedeleyeceği ihtimalinin altı çiziyordu. Nitekim sanık avukatları müvekkillerini savunurken, Alman İmparatorluğu'nun çıkarlarını da kollayan bir yol izlemişlerdi. Ayrıca, Tehliryan'ın, arkadaşlarının ve uzman tanıkların anlatımları jüri üyelerini derinden etkilemişti. Bu arada eklemek lazım: Jüri sisteminin yargılama usullerine eklenmesi 1919'da olmuştu yani henüz bu konuda hukuksal normlar oluşmamıştı. Jürinin kararını gerekçe göstermeden alabilmesi de kararı etkilemiş olmalıydı. Tarihin mahkemeden üstün iradesi Peki, Tehliryan'ın şu veya bu nedenle hukuk ilkelerine aykırı biçimde beraat ettirilmesi, Talat Paşa'nın Ermeni toplumuna karşı işlediği korkunç suçu geçersiz, Talat Paşa'yı masum mu kılardı? Ülkesinde yargılanmamak için Almanya'ya kaçan, gıyabında idama mahkûm olduğu halde Almanya tarafından ülkesine iade edilmeyeceğinden emin olan, mimarı olduğu trajediden zer- rece pişmanlık duymadığı her davranışından belli olan birinden kim, nasıl hesap soracaktı? Bunun cevabını mahkemeyi yakından izleyen, sıhhiye subayı olarak Türkiye'de bulunmuş olan ve tehcir sırasında sekiz bin fotoğraf çeken yazar Armin T. Wegner 'Adil Bir Karar' başlıklı yazısında şöyle cevaplamıştı: "...Çelimsiz Ermeni öğrenci ve geniş omuzlu Talat Paşa bu davada arka plânda kalmışlardır. Ön plâna çıkan yarısına yakını imha edilmiş bir halkın mezarından ayağa kalkıp, savaşın çirkinliğine ve onun cellâtlarına çürümüş elleriyle uzanmaları ve bu mahkemenin tribünlerinde o tanımlanamaz acıyı dünyaya haykırmalarıydı. İşte bu durum, bu davayı Almanya'nın bu güne dek gördüğü en önemli davası haline getirmiştir. Burada anlatılan olayların gücü öylesine büyüktür ki, jüri apaçık bir cinayete rağmen beraat kararı vermiştir... Türk devlet adamının Ermeni halkının yok edilmesindeki suçtan payına düşeni hayatıyla ödemesi haksız bir yargı gibi görünmekle beraber, kendisinin yol açtığı felaket öyle korkunçtur ki; katilin, bütün benzer olaylarda olduğu gibi kınamamız gereken suçu, bir halkın umutsuzluktan kurtulma çabası olarak algılanmıştır... Öldürülen bakanın kara çarşafı, kalkık peçesiyle adliye koridorlarında hayalet gibi dolaşan karısı için de, en az kocasının felakete sürüklediği yüz binlerce kadın kadar üzüntü duymaktayız. Ne var ki halklardan da üstün olan tarihin iradesi, Talat'ın idamını, kendi kurbanlarından biri aracılığı ile infaz ederek yerine getirmiştir." Suikast sonrası Talat Paşa'dan dokuz ay sonra, 18 Temmuz 1921'de eski Bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti'nin Dahiliye Nazırı Behbud Han Cevanşir, İstanbul Beyoğlu'nda Pera Palas Oteli önünde Misak Torlakyan adlı bir Ermeni tarafından öldürüldü. Torlakyan İstanbul'da İngiliz subaylarından oluşan bir mahkemede yargılandı ve aynen Tehliryan davasında olduğu gibi, Cevanşir'in Dahiliye Nazırlığı sırasında Ermenilere karşı işlediği suçlar vurgulandı ve Torlakyan'ın cinayeti sara hastalığının etkisi altında işlediği kabul edilerek beraat ettirildi. Said Halim Paşa'nın öldürülmesi 6 Aralık 1921'de, Talat Paşa'dan önceki Sadrazam Said Halim Paşa, kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 52 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Roma'da faili meçhul bir cinayete kurban gitti. Daha sonra bu olayı Arşavir Şıracıyan üstlendi.Ancak 1931'de Kuşçubaşı Eşref, Atina'da kendisini ziyaret eden Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa'nın mutemedi Nafi Bey'e, 1914'te Abbas Hilmi Paşa'ya yönelik suikast girişimiyle ne Said Halim Paşa'nın ne de İttihatçıların rolü olduğunu söylediğinde, Nafi Bey'in üzüntü içinde 'Vah vah... Bir masumun kanına girildi... Yazık oldu... Hata ettik" dediğini anlatacaktı. Said Halim Paşa'yı, İtalyan Karbonari örgütü tarafından yetiştirilmiş, İtalyan uyruğuna geçmiş bir Bulgar öldürmüştü. Bu iş için Bulgaristan hükümetine de bir miktar para ödenmişti. yapılan 9. Dünya Kongresi'nde Ermeni toplumuna karşı suç işleyen 101 kişinin listesinin çıkarılmasından sonra bu konuda üstüne düşeni yapmanın kendisinde bir obsesyon haline geldiğini açıkladı. 64 yaşındayken 23 Mayıs 1960'da ABD'nin San Fransisco şehrinde öldü ve Fresno şehrindeki Ararat Mezarlığı' na gömüldü. Bugün bazı Ermeni kaynaklarında, Tehliryan'ın 1920'de İstanbul'a uğradığında, Mıgırdıç Harutunyan (veya Harutun Mıgırdiçyan) adlı Ermeni'yi de öldürdüğü belirtiliyor. İddialara göre Harutunyan Osmanlı gizli polisine bağlıydı ve 24 Nisan 1915'te İstanbul'dan sürülen Ermeni liderlerinin adını o polise vermişti. Bahaeddin Şakir ve Cemal Azmi Talat Paşa'nın kemikleri 17 Nisan 1922'de Teşkilat-ı Mahsusa liderlerinden Dr. Bahaeddin Şakir ve Trabzon'un 'Sopalı Mutasarrıf' lakaplı valisi Cemal Azmi, Berlin' de, Talat Paşa'nın karısı Hayriye Hanım ve Dr. Rusuhi adlı bir İttihatçı ile çıktığı bir akşam gezisi sırasında kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından öldürüldü. Suikastçıların Ermeni İntikam Birliği'ne bağlı olduğunu tahmin ettiğini söyleyen Alman polisi failleri bulmak için 50 bin Mark ödül koydu ama kimse yakalanamadı. Daha sonra suikasti Aram Yerganian ve Arşak Şıracıyan da olayı üstlendi. Murat Bardakçı'nın aktardığına göre, Talat Paşa'nın eşi Hayri Hanım, 1931'de aile dostları, eski Deutche Bank Müdürü Wasserman' dan bir mektup aldı. Wasserman, Alman kanunlarına göre bir cenazenin gömülmeden en fazla on sene bekleyebileceğini söyleyerek, müddetin dolmak üzere olduğunu hatırlatıyordu. Hayriye Hanım, mektubu alıp Şükrü Saraçoğlu'na gitti. Saraçoğlu "Konu beni aşar" diyerek kendisini Atatürk' le görüştürdü. Çankaya'da başlayan görüşme akşam Tahsin Uzer'in evinde devam etti. Bazı bakanların da iştirak ettiği konuşmanın sonunda Atatürk "Cenazesinin naklini benden şu anda istemeyin, Almanya ile bu konuda görülecek hesabımız var, izin verin şimdi gömülsün, zamanı gelince onu bizzat ben getirtirim" dedi ama sözünü tutamadı. Talat Paşa'nın kemikleri İkinci Dünya Savaşı sırasında, Adolf Hitler'in Türk- Tehliryan ne oldu? 'Ermeni Ulusal Kahramanı' ilan edilen Tehliryan beraat ettikten sonra Soghomon Melkian adını alarak izini kaybettirdi. 1956 yılında, Taşnakların 1919 baharında Erivan'da Alman ilişkilerini sıcaklaştırmak istemesi sayesinde Almanya'dan getirildi. 25 Şubat 1943 günü Sirkeci Garı'ndan alınan tabut önce Şişli Sıhhat Yurdu'na getirildi, ertesi gün görkemli bir askerî törenle Şişli'deki Hürriyet-i Ebediye Tepesi'ne gömüldü. Tören kıtasının önünde Reisicumhur İsmet İnönü'nün çelengi vardı. ......... Mustafa Çolak, "Tehcir Olayını'nın Propaganda Sürecindeki Doruk Noktası: 'Talat Paşa Davası'", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 58, Cilt: XX, Mart 2004; The Caseof Soghomon Tehlirian, Yay. Haz. Vartkes Yeghiayan, Glendale, California, 2006; Hasan Babacan, Mehmed Talat Paşa 18741921(Siyasi Hayatı ve Icraatı), TTK Yayınları, Ankara 2005; Talat Paşa Davası, Tutanaklar, Yay. Haz. Doğan Akhanlı, Belge Yayınları, Istanbul 2003; Dilek Zaptçıoğlu, "Talat Paşa Davası", Cumhuriyet, 23 Nisan 1993. kaynak: http://www.taraf.com.tr/makale/4502.htm Ay şe H ür ’ü n Ta r a f G a z et es i nd e y a y ı nl a n a n di y e r yazılar ht t p: // ww w. t ar af .co m . t r/ yazi l ar.a sp?i d=1 2 kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 53 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de 24 Nisan 1915 Emeni Jenosidinin 94. yıldönümü vesilesiyle a h m e t Kafkasya, Mezopotamya, Trakya, Akdeniz Havzasında Eşitliği Özledik! 1915'i, Geliş ve Gidişatını Tabusuz Tartışalım! Halkların varlığı, tüm insanlığın gözü önünde adeta kendilerinden çalınmıştır. Dört kıtaya fetihçi olarak uzanan Osmanlı devleti, 18-19 yüzyılda gerileyerek; Trakya, Anatolia, Mezopotamya, Kafkasya ve Ortadoğu'ya yayılan alanlarda geriledikçe, Osmanlı Cemaatçılığı üzerinde gerilemeyi durdurup tutunmaya çalıştı. Bu sürede kapitalizm ile yüz yüze gelen sistem; toprak kaybeden, Avrupa ve Afrika'da darbeler yiyen, yerel halkların direnişi ile karşılaşan ve üstten merkezden ekonomik ve politik olarak dayatılan batı kapitalizminin pa-zarının etki alanına çekilmeye çalışıldıkça küçülen, yaralı ve "Asya'nın hasta adamı!" konumuna girdi. Bunu engellemeye çalışan ekip, önce Osmanlı Mozaiğine uygun kültürleri içinde barındıran "çok kültürlü" bir toplum projesi ile kurtarmaya koyuldu. Bu anlayışla İttihat ve Terakki Cemiyeti (İT-C) kuruldu. Bu örgüt içerisinde de Prens Sabahattin'in (ademi merkezci) ve Ahmet Rıza'nın (katı merkezci) çizgileri bir süre sonra ayrışmaya başladı. Ademi merkezci Prens Sabahattin çizgisi, birkaç yıllık mücadelesi sonucunda, (-bugüne kadar en kitlesel kalabalığa sahip olmasına rağmen 'itilafçı' çizgi olarak zaman zaman hükümet oldu, ama iktidar olamadı- ) muhalefette kaldı, giderek iktidardan uzaklaştırıldı. Katı merkezci ve her şeyi şiddetle çözeceğine inan ve adeta gözü dönmüş, henüz genç ve Alman emperyalizminin yandaşı ve "Kadrolar ve devlet her şeyi yapar!" diyen ekip oluştu. Bu devleti oluşturmak için kollar sıvandı, legal ve illegal olarak örgütlenerek devleti ele geçirmeyi benimseyen ve Osmanlı'nın Ba-tıda kaybettiği alanları Doğu'da ka-zanmak, hiç değilse ellerindeki top-rakları kaybetmeme amacı ile köken olarak Türk olmayan "Çılgın Türk-ler" saldırı siyasetleri ile donandılar. İttihatçılar, 1908 darbesini gerçekleştirdiğinde, artık Osmanlıcılık, Türkçü / Turancı ideolojiye evirildi ve bu minvalde Türk olarak milletleşmek özlemi şekillendi. İT-C; Türkleri, millet olma özlemlerini tarihin doğal akışı ile tamamlayacak donanımları yoktu. 1853 yılında Marks'ın da "Doğu Sorunu" yapıtında belirttiği üzere; " Türkiye'nin yöneticilerinin Türkler olduğunu sanmak büyük bir yanılgı olur. Liman kentlerini elinde bulunduran, Rum Ermeni ve diğer azınlıklar ticaretin ve ekonominin esasını elinde bulundurmakta ve yönetmektedirler. Ancak Türklerin idari ve kültürel açıdan imtiyaz sahibi oldukları…"nı belirtmektedir. Yani Türkler, millet olmanın önemli bir unsuru olan ekonomik yeterlilikten yoksundu. Tarihte hep fetihçi olan ve her fetih ettiği halkların kültürünü içine aldıkça heterojen hal alan Osmanlı içinde Türkler, özgün kültürden yoksundu. Türk toplumunun diğer kültürlerden alıkoydukları ile kalıyor ve bu alanda da milletleşmeye müsa-it bir durumda değildi. Bu açıdan İs-lamiyet'ten ilk başta ayrılarak mo-derniteye evirilmek ve laikliğe doğru yol almak istemesine rağmen, sarılmak istediği başka başka donelere sahip olamadığı için yeniden İslam dinine evirilerek millet için "din si-lahını" kullanmayı yeğledi. Bugün Türkçülüğe ilave edilen İslam sentezi bu minval üzerinedir. Genel fetihçi karakteri ile Bilecik, Eskişehir, Kütahya, Afyon çevresi dı-şındaki alanlarda yerleşik bir duruma geçip "vatan edinmiş" durumda da değildi. Ancak, "Atımın nalının değdiği yer yurdumdur!" fetihçi zihniyete oturan bir sahiplenme kültürü oluşmuş ve bu başka halkların tarihte yurt edindiği alanları yeniden fethetme eğilimini güçlendiriyordu. Av-rupa ve Afrika'da topraklar kaybettikçe de, yönetici kadrosunun çoğu göçebe durumuna düşen İT-C ekibi, yeniden "alanlarını(!)" kaybetmemek üzere, en basit karşıt sahiplenmeyi içten içe "ölümüne!" bastıracak bir şiddet reaksiyonunu geliştiriyor ve "Bir çakıl taşını bile kaybedecek tahammül yok!" oluyor- du. Ama gel gör ki, bu kaybetmek istemediği alanlar başka başka halkların yurdu idi ve bu halklar kendi yurtlarında yaşıyor durumda idiler. Yalnız yaşamıyorlar, kadim yerelli, kültürler üretmiş, ekonomik ve gelişmişlikle birleşen özlem ve ulusal uyanışları, onları da ulus gibi davranmaya götürüyordu. Bu durum İTC'nin ellerini çabuk tutmalarını zorunlu kılıyordu! Hemen, "özgürlük, eşitlik ve vatan" şiarları ile diğer halkları ürkütmemek ve gerekirse "Bu zor süreçte desteklerini alarak önce devleti ele geçirmek" idi. Ulus dâhil, her şeyi bu darbeci devlet "Zor ile inşa edecekti". Bunun için 1908 darbesi ile birlikte 1909 ve 1910 yıllarında İTC'nin merkezi olan Selanik'te önemli kararların alınacağı gizli toplantılar gerçekleştirildi. Tüm toplantılarda, "Türkler nasıl ve hangi minvalde ulus olabilir?" sorusunu arıyorlardı. Kendisi Pomak Çingene olan Talat Paşa'nın talimatı ile İTC'nin YİNE Türk olmayan üç meşhur doktoruna; (Dr. Bahattin Şakir, Dr. Ziya Gökalp ve Dr. Nazım) süreç içinde bir rapor düzenlettirildi. Daha son-ra bazı rütüşler ile TC'nin de resmi ideolojisi haline evirilen bu proje; "Türklerin Millet olabilmeleri için; Rumların servet ve sermayelerine el konularak sürülmeleri gerekir. Tura-na varmamız ve birleşmemiz için yerleşik oldukları alanlar itibarı ile Ermeniler önemli bir engel teşkil etmektedirler. Bu alanlardaki Ermenilerin ellerindeki varlıkları alınarak temizlenmeleri gerekir. Homojen bir toplumun inşası gayesi ile Alevilerin de behemehâl Müslümanlaştırılması gerekir. Geniş bir alanda yerleşik ve savaşçı yapıya sahip olan Kürtlerin ise zamana yayılır şekilde asimilasyona tabii tutularak, Türk unsur içinde eritilmesi gerekir." İşte bunlar gerçekleştiği oranda, esasında Türk olmayan Türkler, Osmanlılardan arta kalan etnistelerin toplamından bir ulus yaratacaktı. Bunun için önce devlet ve ardında vatan ve millet yaratılacaktı. Bu projenin gerçekleşmesi ancak ve ancak çok halklı olan bu coğrafyada jenosit ile başarılacaktı. Böylesi bir kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 54 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Ö N A L "cumhuriyetin " ayakta kalabilmesi için de en makul yol jenosit idi. Bu açıdan bugüne kadar yayılan ve sürdürülmek istenen bir jenosit politikası tesadüfî değildir. Bugün de TC. Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün "Devletin gücü ile bir (Türk-aö) ulus yaratıldı. Eğer tehcir olmasaydı, bugün Türk ulusu olmayacaktı." derken, esas amacı 'jenosidi kabul' etmek değildi. Daha ziyade Rumlara karşı gerçekleştirdikleri sürgün ve Ermenilere karşı gerçekleştirdikleri soykırımın yanı sıra (Yahudiler hariç) tüm gayrı-Müslimler ortadan kaldırıldı. Uzun süreye yayılan Alevi ve Kürtlere uygulanan soykırımın 'Türklere kazandıracağı gelecek!' ile bu jenosit projesinin, devamındaki devlet iradesinin tavizsizce sergilenmesi/sürdürülmesi tehdidi ve ihtiyacı vurgulanmak istendi! Çoğunluğu Türk ve Müslüman olmayan ve sonradan bu coğrafyaya gelen İT-C. kadrosunun ve cumhuriyette de etkin olan bu ekip ile oluşturduğu devletin arkasını sağlama almak için, bir Türk millet oturturuldu. Bunun için her defasında etnik köken itibari ile Türk olmayan devlet yetkilileri; "Bu vatan bizimdir, kabul etmeyenler terk etsin!" noktasındadırlar. Sorunun esas itirazı ise, başka topraklardan buraya göç edenler, kurdukları devlete yönetici olup, otokton halkların soykırımı üzerinde edindikleri toprak ve servetleri kaybedecekleri korkusu ile itiraz etmektedirler. Kurulan "Cumhuriyet" ise; bu otokton halklar için bir gelişme olmayıp, İT-C'nin kadro ve ideolojisi ile devamı niteliğindedir. Bu gün de sürdürülen aynı politik zihniyetin sürdürülmesinde bir abes yoktur. Hiçbir zaman bu politikalar emperyalizm ile uyumsuz da uygulanmamıştır. Zira darbelerle gelen ve varlığını ancak darbelerle sürdürebilen bu cumhuriyetin meşruiyetini sağlayan da emperyalizmdir. En çok "anti-emperyalizm" adına sağcısı, solcusu bilcümle şövenistlerin sarıldıkları Lozan Antlaşması, emperyalist bir onay sonucunda meşruiyeti sağlanmıştır!. Devletin tüm gelişmeleri bu otokton halkların statüsüz bıraktırılarak, yok edilmesi üzerinde şekillendirilmiştir. Halkların varlığı, tüm insanlığın gözü önünde adeta kendilerinden çalınmıştır. Bu açıdan sorunun çözümü, öncelikle tarihin özgürce ve bilimsel olarak tartışılmasının ortamı yaratılmalıdır. Devletten topluma, siyasal örgütlenmelerin tamamı için geçerli olan, "Geçmiş ile Hesaplaşma" ya da tarih ile sağlıklı yüzleşmenin ortamı sağlanmalıdır. Devletlerden ziyade, bağımsız organlardan oluşan hakem heyetlerinin oluşması gerekir. Sınırların açılımından da öteye, isteyen herkesin kendi ata topraklarına dönmeleri için kolaylıklar sağlanmalıdır. Kafkasya, Mezopotamya, Akdeniz havzasında bir insanlık barışının gerçekleşmesi için öncelikle kafalarda çizilen kalın çitlerin ve tabuların kalkması ve giderek sınırların da an-lamsızlaştığı bir eşitliğin, dostluğun sağlanması gerekir. Sorun iki devletin kendi arasındaki pazarlıklarla çözülecek durumda değildir. Artık soykırım gibi ağır insanlık suçları, uluslar arası hukukun ve insanlığın sorunlarıdır. Çözümleri de uluslar arası düzeyde olacaktır. Aksi halde varlıklarını insanlığın yok edilişine borçlu olan zihniyetin çözüm üretebileceğinin şansı son de-rece azdır. Bu barış, insanlığın sağduyusu ve müdahalesi ile mümkündür. 21. yüz yılda insanlık olumlu gelişmelere tanıklık etmektedir. Ümitle mücadele etikçe insanlık kazanacaktır. 24 Nisanlar insanlığın çirkin yüzü olarak tarihte ortakça anılıp lanetlenecektir. Halkların dostluğu daha bir önem kazanacaktır. Jenosit yapanların torunları da üzerlerindeki ağır insanlık suçunu hafifleteceklerdir. dayanışma erekli kitap ilanları yapılır k i zi l b as@ gmx. n et Wesanên Pêrî Adres: Navnîsan: Sögütlü Çeşme Cad. Pavlonya Sok. Nuhoğlu İşhanı No: 10 / 8 Kadıköy / İstanbul Tel & Fax: 0216 347 26 44 GSM: 0533 488 01 12 periyayinlari@yahoo.com.tr peri_kitab@mynet.com kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 55 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de İNSAN HAKLARI O n u r İşkence Karşıtı Mücadele ve İbrahim Kaypakkaya Dosyası Bugün, 36. yılını tamamlamış olan Ibrahim Kaypakkaya'nın ölümü, Türkiye'deki en korkunç ve üzeri örtülmüş en ciddi işkence vakalarından. İstanbul - BİA Haber Merkezi 19 Mayıs 2009, Salı İşkence karşıtları dahi, işkencenin etkisi konusunda zafiyete düşüyor çoğu kez. Öyle ya, işkence acı ve elem'e ilişkin bir tür "üst terim" olarak yükseldiğinden, işkence bilgisine, belgesine, iddiasına yönelik toplumsal algı, çoğu kez mağdura sempati duyma ya da işkenceciden iğrenme şeklindeki duygusal sınırlar içerisinde kalıyor. Bu da modern toplumun en basit reflekslerinden olan bir tür imajinasyon ile, işkencenin kendi üzerinde yaşanması halinde çekilecek ızdırabın bilinç dışı olarak tahayyül edilmesi esasına dayanıyor. Bu pekala anlaşılır bir şey. Zaten işkence karşıtlığının asıl dinamiği de budur. Ne var ki, duygusal algı ile sınırlı olan bir işkence karşıtlığı, "vaka temelli" geliştiğinden, vakadan zamansal olarak uzaklaşıldıkça, başka bir deyişle empatiyi zorlayan zemin ortadan kalktığında mağdur, travması ile baş başa bırakılıyor. Hiyerarşik travma zinciri... G Ü L B U D A K bir bütün olarak karşıtının siyasi amaçlarını hedef alan ve etkisi kuşaktan kuşağa devam eden hiyerarşik bir travma zinciridir. Yani, travma sağaltım teorisindeki temel sayıltı, nasıl bireyin travması ile uygun bir zeminde yüzleşmesi esasına dayanıyorsa, bu geniş ölçekli travma ile baş etmenin yolu da toplumsal yüzleşme ve işkencenin siyasi detaylarının deşifrasyonudur. Bu sebeple işkence ile mücadelenin işkenceci erk üzerinde politik bir baskıya dönüşmesi gerekiyor ki, örneğin, hukuki kazanımlarla yetinen bir yaklaşım dolaylı olarak işkencenin ömrünü ve etkisini arttıran bir değişkene dönüşüyor. Misal, Türkiye'nin çeşitli işkence davaları nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nce (AİHM) bilmem kaç bin avro ödemeye mahkum edildiğine ilişkin haberlerin yalnızca belli gazetelerin köşelerinde kalması, herhangi bir hükümet yetkilisinin söz konusu mahkumiyete ilişkin tek bir açıklama yapma ihtiyacı dahi hissetmemesi açık şekilde işkenceyi cesaretlendiriyor. Yine, mağdurla empati kurdurmaya yönelik çıplak hümaniter bir yaklaşım da, kısa soluklu olduğundan işkencenin bağışıklık sistemini güçlendiriyor. Bu sebeple tutarlı ve etkin bir işkence karşıtlığının geçmişte yaşanmış ve güncel olan tüm işkence olaylarının deşifrasyonu konusunda politik bir motivasyonla hareket etmesi, bu İşkence tarihin en etkili siyasi yöntemlerinden ki, öyle olduğundan yüzyıllardır kesintisiz şekilde kullanılıyor. Bir siyaset yöntemi olarak işkence, uygulayıcılarının deneyimleri ve sistematik aktarımı ile siyasi nesnel şartlara göre evrim geçirmekte de güçlük çekmedi. Fakat her halde "esastan" kullanılan bir metot olarak varlığını sürdürdü. Dahası, uygulayıcılar tarafından işkencenin formasyonunu yükseltecek bir tür işkence entelektüelizminin geliştiği dahi söylenebilir. Siyasi işkencenin acı ve elem'den ibaret algılanması işkencenin ömrünü uzatan en önemli sebeplerden. "Kaba, ilkel" vs. şeklinde değerlendirilen işkencenin bir tür acizlik, iptidai bir cezalandırma taktiği olarak algılanması işkence karşıtı bilincin kırılma noktalarından. Öyle ki, işkence, mağdurun bedenini ve ruh yapısını incitme hedefini çok aşan, konudaki duyarlılığın işkence ile travmatize olan kitlesel grupların travmaları ile hesaplaşmalarını sağlayacak bir zemine göre örgütlenmesi gerekiyor. Kaypakkaya dosyası Bugün, 36. yılını tamamlamış olan İbrahim Kaypakkaya'nın ölümü, Türkiye'deki en korkunç ve üzeri örtülmüş en ciddi işkence vakalarındandır. Bununla birlikte İbrahim Kaypakkaya'nın maruz kaldığı işkence, en politikleşmiş işkence olaylarından olup, çok geniş bir toplumsal sahayı travmatize etmesi amaçlanmıştır. Ne var ki, Kaypakkaya, sert siyasi tavrı nedeniyle ihmale maruz kalmış, 36 yıl önce yaşadığı ağır işkencenin üzerine gitme cesareti yalnızca siyasi taraftarlarına/ardıllarına bırakılmıştır. Kaypakkaya'nın daha çok o sert ideolojik tutumuyla anılması doğal, fakat bu işkence dosyasının kapağının 36 yıldır açılamamış olması gerek sol'a gerekse tutarlı bir insan hakları savunucusu olduğu iddiasında olan herkese dert olmalıdır. Bilindiği gibi 70'li yılların hemen başlarının önemli siyasi portrelerinden olan İbrahim Kaypakkaya'nın gözaltında iken ölümü üzerine derli toplu bir resmi belge bile bulunmaz. Türkiye'de elbette üzeri örtülmüş çok sayıda dosya var fakat, İbrahim Kaypakkaya olayının üzerindeki örtünün bir türlü zorlanamıyor oluşunun daha çok öznel nedenlerden kaynaklandığı, başka deyişle düşünceleri devlet açısından "pek tehlikeli" bulunan bir siyasi kişiliğin ölümünü açığa çıkaracak kitlesel/yaygın bir cesaretin yaratılamamasından kaynakladığı düşüncesindeyim. Gerek bu sebeple, yani işkence karşıtlığı konusunda daha tutarlı/bütünlüklü bir iradeye olan ihtiyaç nedeniyle, gerekse Kaypakkaya olayının sembolik niteliği sebebiyle, bu dosyanın yeniden açılması talebi önemli bir moment olacaktır. Öyle ki, son yıllarda bir çok "karanlık dosya"nın aydınlanmasına yönelik kitlesel çabanın artması gibi bir olumluktan söz edilebilecekken, bu olumluluktan hiç pay alamamış dosyaların olması üzücüdür. İbrahim Kaypakkaya, adı telafuz edildiğinde akla hemen "işkence"nin geldiği özel bir örnektir, bu sebeple insan hakları mücadelesinde, işkence karşıtı mücadelede önemli bir eşik olduğu gerçeği her ölüm yıldönümünde bizleri rahatsız etmelidir.(OG/EÜ) * Onur Gülbudak, psikolog. kaznak: http://bianet.org/bianet/insan-haklari/114602-iskence-karsiti-mucadeleve-ibrahim-kaypakkaya-dosyasi kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 56 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de 27 Nisan Muhtırasının Utancı Canlı Tutulmalıdır 27 Nisan 2009 KAYİPLAR HAFTASİ Sözleşme Onaylanırsa, Bütün Kayıpların Akıbeti Ortaya Çıkacak Kayıplar Sözleşmesi onaylanırsa, aileler kayıplarının akıbetini öğrenebilecek. İHD Başkanı Türkdoğan "Soruşturmaların ucu 90'ların yetkililerine dokunur" diyor. Tolga KORKUT KAYIPLAR HAFTASI: Türkiye Uluslararası Kayıplar Sözleşmesini 2,5 Yıldır Görmezden Geliyor. "Kayıplarımızın akıbetini öğrenmek istiyoruz. Kaybedenlerin cezalandırılmasını, bizden özür dilenmesini istiyoruz." Bu söz, bütün kayıp yakınlarının neredeyse ortak talebi. 1995'te kaybedilen oğlu Murat Yıldız'a ne olduğunu bilmeyen Hatice Yıldız "Oğlum 14 yıldır yok. Yalnızca kaybedenler değil, onları yargılamayan savcı ve hakimler de sorumlu" diyor. 1995'te gözaltına alındıktan sonra işkence yapılmış cesedi Beykoz'da ormanlık arazide bulunan ve Altınşehir kimsesizler mezarlığına gömülen Rıdvan Karakoç'un kardeşi Hasan Karakoç'sa "En azından çiçek koyacak bir mezarımız var. Şanslıyız. Nasıl bir şanssa bu..." diye konuşuyor. "Kardeşim ölü mü, sağ mı, bilmek istiyorum. Ölüyse, mezarına gidip çiçek bırakabilmek istiyorum." Bunlar da 2001'de Silopi'de kaybedilen HADEP ilçe yöneticisi Ebubekir Deniz'in abisi Mehmet Ata Deniz'in sözleri. Bu taleplerin karşılanmasını sağlayan uluslararası sözleşme, tam adı "Bütün Kişilerin Zorla Kaybedilmeden Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme" olan Kayıplar Sözleşmesi. 81 ülkenin imzaladığı, 10 ülkenin onayladığı sözleşmeyi Türkiye hâlâ imzalamadı. İmzaya açıldığı Şubat 2007'den beri hükümetin sözleşmeyi imzalaması talebini dile getire İnsan Hakları Derneği'nin (İHD) Başkanı Öztürk Türkdoğan, Türkiye'de sözleşmenin yürürlüğe girmesi halinde en önemli değişikliğin, kayıpların akıbetini bulma çalışmaları olacağını söylüyor. bianet'in görüştüğü Türkdoğan'a göre, bu, "sağ veya ölü, bütün kayıplara ne olduğunu ortaya çıkarmak" demek. Aynı zamanda, Türkiye kayıp vakalarıyla ve ne yaptığıyla ilgili uluslararası raporlama sürecine de girecek. "Ucu çok kişiye dokunur" Fakat hükümetin bu konuda ne düşündüğüne, ne yaptığına dair bir işaret yok. Türkdoğan, bunu kayıplarla ilgili kapsamlı araştırmaların ucunun bugün görevde olan birçok asker veya polise, aynı zamanda 90'lı yılların yetkililerine dokunacak olmasıyla açıklıyor. Türkdoğan "Kanaatim, herkes bunu bildiği için sözleşme gündeme gelmiyor" diyor. Kayıp yakınları, her açıklamalarında, 90'lı yıllardaki kaybetmelerle ilgili, dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'i, başbakanı Tansu Çiller'i, olağanüstü hal bölge valilerini, emniyet genel müdürü Mehmet Ağar'ı, Güneydoğu ve Doğu'daki jandarma komutanlarını sorumlu tutuyor. Diyarbakır İHD'ye göre, Güneydoğu'da 1990-200 arasında gözaltına alındığı bilinen kayıp vakalarının sayısı yaklaşık bin 500. Ebubekir Deniz ve birlikte kaybedildiği Serdar Tanış'la ilgili, yakınları bugün Ergenekon davasında sanık olan Levent Ersöz'ü işaret ediyor. Mehmet Ata Deniz "Eğer Levent Ersöz'le karşılaşırsam, ona 'Bu insanların suçu neydi' diye soracağım. Tek yaptıkları bir parti açmaktı" diye konuşuyor. Birçok kayıp ve faili meçhulle ilgili bilgi veren eski PKK'li ve JİTEM tetikçisi Abdülkadir Aygan, intihar ettiği söylenen JİTEM Diyarbakır Grup Komutanı Abdülkerim Kırca'yı sorumlu olarak gösteriyordu. (TK) http://bianet.org Genelkurmay Başkanlığı'nın sitesinde yayımlanan ve e-muhtıra olarak da adlandırılan Askeri bildirinin üzerinde tam 2 yıl geçti. Toplumsal hafızanın unutkanlığına karşı bu utanç verici açıklamanın gündemde tutulması gerektiğini düşünüyoruz. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin hemen öncesinde yayımlanan ve açık bir muhtıra niteliği taşıyan bu açıklama kamuoyunda geniş yankı bulmuş ve bir kısım siviller tarafından da sahiplenilmişti. Zaten askeri darbelerin en temel meşruluk hedefi sivil destek beklentisi ya da inşasıdır. Açıklama bu desteği vermeye gönülden razı olan veya razı kılınmış sivil oluşumların da onayını almıştı. Geniş toplum muhalefetiyle karşılaşan bu muhtıra ile ilk defa gerçek siviller kazandı. Milletin iradesine kast edenler ilk defa karşılarında halkı gördüler. MAZLUMDER olarak biz de, Türkiye'deki darbeler ve darbe süreçleri ile ilgili düzenlediğimiz çeşitli söyleşi, sergi, panel, seminer gibi etkinlikler ile darbelerin yeni kuşakların da hafızalarında yer edinmesini sağlamaya ve gündemlerinde bu konuyu canlı tutmaya çalıştık, çalışacağız. Artık darbeci geleneğin gönüllü temsilcileri de anlamalıdır ki darbeler bu ülkeye hiçbir şey kazandırmamaktadır. Bu gelenek toplumun içinin daha da boşaltılmasına, fakirleşmesine, mağdur olmasına neden olmaktadır. Bu gelenek ülkeyi piyon haline sokmakta bir takım işgallerin aracısı kılmaktadır. Bu gelenek güç sahiplerinin cebini şişirirken halkın geleceğini ipotek altına almakta, bankaların hortumlanmasına, vatandaşın soyulmasına neden olmaktadır. Bu muhtıranın karşısında duran ve toplumsal tabanı olan sivil kurum ve kişilerin etkisiyle bu açıklama havada kalmışsa da bir daha böyle yollara tevessül edilmemesi için bu utanç, sahiplerine sürekli hatırlatılmalıdır. Bu vesileyle, ümit ediyoruz ki söz konusu teşebbüs darbeci geleneğin son halkası olur. MAZLUMDER İstanbul Şubesi kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 57 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de ''halkı askerlikten soğutmak iyidir'' 'Halkı askerlikten soğutmak' suçlamasıyla bugün (7 Mayıs) yargı önüne çıkan Oğuz Sönmez, Mehmet Atak, Gürşat Özdamar ve Serkan Bayrak savunmalarını yaptılar. Bir sonraki duruşma 8 Temmuz'a ertelenirken çıkışta, Avukat Eren Keskin, duruşmayı izlemeye gelenlerle birlikte basına bir açıklama yaptı. Beyoğlu 2. Sulh Ceza Mahkemesi' nde başlayan duruşmada ilk savunmayı Oğuz Sönmez yaptı. Sönmez, vicdani redci Mehmet Bal'a askeri cezaevinde uygulanan işkenceyi protesto etmek için yapılan basın açıklamasına katıldığını, yazılan bildiriyi okuduğunu, protesto etmek anlamında slogan attığını, militarizme, tüm yapılanmalarına, anlayış ve kültürüne karşı olduğunu, bu anlamda halkın askerlikten sağutulmasının iyi bir şey olduğunu düşündüğünü söyledi. Mehmet Atak (aşağıdaki) hazırladığı yazılı savunmasını okuyup, hakime verdi. Atak, kendisini suçlayan savcı hakkında suç duyurusunda bulunduğunu, kendisini suçlu görmediği için okuduğu metnin bir savunma olarak algılanmaması gerektiğini özellikle belirtti. Gürşat Özdamar ve Serkan Bayrak da vicdani redci Mehmet Bal'a askeri cezaevinde uygulanan işkenceyi protesto etmek için yapılan basın açıklamasına katılıp slogan attıklarını, polisin her zaman yaptığı gibi yalan söyleyerek, GBT araştırması yapıyoruz diyerek önce kimliklerini aldığını daha sonra da gözaltına alındıklarını söylediler. "Derrida dilin eksikliliğinden bahseder, bence haklıdır. Hem fikir, his ve izlenimlerimizi kelimelere döktüğümüzde onlar artık kendi hakikatlerinin birinin parafından yeniden şekillenmesi şeklinde eksilirler, hem de yazı ya da söz olarak başka birisiyle buluştuğunda bu kez de o kişinin algısına göre yeniden şekillenerek bir kez daha eksilirler. En azından ikinci eksilmeye maruz kalmamak, zapta kendi terminolojim kadar geçmek için okuduğum bu metnin kopyasının yazılı beyan olarak zapta geçmesini talep ediyorum. Hukuk kuralları, insanlık tarihiyle kaim değildir. Zaman ve mekana izafi olarak değişmiştir, değişecektir. Mevcut T.C. hukuk kuralları dahilinde, akabinde açıklamalarımdan sarih bir şekilde anlaşılacağı gibi bir suç işlemediğim için, okuduğum bu metin bir müdafaa değil, sadece bir izahtır. Kendi efkarımla yetinmeyeyim, bir resmi kurumda yargılandığıma göre, ben de mevzua resmi paraftan bakayım dedim ve devlet üniversitelerinden psikiyatri profesörleriyle fikir teatisine girdim. "Askerlikten soğutulan halk"in psikiyatri bilimi adına tahlilini talep ettiğimde, bana devlet üniversiteleri tıp fakültelerinde okutulan, yani resmi tasdikli bir kitabin iki bölümünü işaret ettiler: Prof Dr. Avukat Eren Keskin, basın açıklaması yapmanın izne tabi olmadığını, slogan atmanın da yasak olmadığını, söz konusu basın açıklaması sırasında kendisinin de vicdani redci Mehmet Bal'ın yanında olduğunu ve işkence edilmiş bir vaziyette sedye ile yanına getirildiğini, esas sorunun vicdani ret olduğunu, Türkiye Devletinin AİHM kararlarına rağmen yasal değişime direndiğini söyledi. Mehmet Atak'ın mahkemede okuduğu metin: Ertuğrul Köroğlu ve Prof. Dr. Cengiz Güleç tarafından kaleme alınan "Psikiyatri Temel Kitabı". Bu kitabın "Zeka Geriliği" bölümünde "askerlikten soğutulan halk"ı oluşturan tek tek insanların durumu iki kategoriye girermiş: 1- Mental Retardasyon yani zeka geriliği; 2Embesil yani orta dereceli zeka geriliği, bu durumdaki kişi başkalarının iradesine tabi olur ve kendi kararlarını vermekten aciz olurmuş, yani "askerlikten soğutulabilirmiş". Aynı kitabın "Şizofreni" bölümü de "askerlikten soğutulan halk"ı oluşturan tek tek insanların tanımlanması için kullanılabilirmiş : Bu durumdaki kişide eylemlerinin sorumluğundan muaf olacak derecede "faik ve mümeyyiz" değildir. Yani gerçeği değerlendirme yeteneği ileri derecede bozuk olduğu için başkalarının yönlendirmesine açıktır. Mevcut Türkçe'de "halk" kelimesinin birbirleriyle de bazı noktalarda örtüşen iki etimolojisi var: 1.si Arapçadan geliyor "herhangi bir insan topluluğu; ahali" manasında. 2. Aramiceden geliyor, ama oraya da Eski Yunancadaki "demos" kelimesinden geçmiş "pay; bölünmüş; bir yana ayrılan kısım" manasında. Zannederim "askerlikten soğutulan halk" Arapçadan gelen manasında yani ahali manasında. Ben de mevcut TC sınırları dahilinde, T.C. vatandaşı insanlardan birisi olduğuma göre bu suç isnadını yapan savcının benim "mental retardasyon", "embesilite" ya da "şizofreni" dahili bir psikiyatrik problemim olduğunu kanıtlamasını talep ediyorum. Herhangi bir tam teşekküllü devlet ya da üniversite hastanesinin psikiyatri servisinde bu kontrolden geçmeye hazırım. Bu üç tanımdan birine uymazsan bu suçlamada bulunan savcı, halk'ı oluşturan insanlardan biri olarak bana iftira atmış olur. Modernite döneminde psikiyatrinin entegre etme, edemediklerini de tecrit etme üzerine kurulu yapısını pek tasvip etmesem de, mevcut bir devlet ya da üniversite hastanesinin kararına saygılı olacağım. Halk'ı oluşturan diğer insanlar ne yaparlar bilemem ama ben bu üç tanıma da uymuyorsam, bu tanımlar yaşayan dil içinde hakaret sıfatları olarak da kullanıldıkları için, bu suçlamayı yapan savcı hakkında bana hakaret ettiği için suç duyurusunda bulunacağım. kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 58 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Halen müşteki olduğu dava Hasdal Askeri Mahkemesi'nde devam eden Mehmet Bal'ın askeri hapishanede işkence görmesini protesto eden bir gösteriye katılacaktım. Ama ancak nihayetine yakın yetişebilmiştim ve dağıtılan bildiriyi, yandaki bankanın tozluklarına oturmuş, içimden yani sessiz okurken bir insanın diğer insanların hüviyetlerine baktığını fark edince, insanları "hüviyetini görmedikleri insanlara hüviyetlerini göstermemeleri" doğrultusunda ikaz ederek müdahalede bulunmuş ve bunun neticesinde de gözaltına alınmıştım. Maruz kaldığım bu hak ihlali karşısında Beyoğlu Cumhuriyet Savcılığı'na bir suç duyurusunda bulunmuş ve İstanbul Valiliği İl İnsan Hakları Kurulu'na dilekçe vermiştim. Benim hakkımda TCK 318'den dava açan savcı, ihbarnamede çekilen video filminde 'slogan attığım ve pankart tuttuğumu' iddia etmiş. Videonun seyredilmesini talep ediyorum. Kolay karıştırılacak bir fiziğim yok. İnandığım bir pankartsa tutabilirim ama mevzu bahis videoda pankart tutan bir görüntüm olamaz çünkü tutmadım. Slogan atma konusuna gelince, meşrep olarak slogan atmayan, atmamış bir insanım. Hayatımdaki bulunabilecek tek slogan atan görüntüm "Babam Askerde" isimli filmdeki görüntümdür ki o bile hareketli bir görüntü değil, film dahilindeki bir fotoğraftır. Video seyredildiğinde suçlandığım her iki fiili de işlememiş olduğum ayan beyan görülecektir. Mevcut TCK'da maruz kaldığım bu durumu işaret eden bir madde var.: Madde 271 yani "suç uydurma": Bu madde de "İşlenmediğini bildiği bir suçu, yetkili makamlara işlenmiş gibi ihbar eden ya da işlenmeyen bir suçun delil veya emarelerini soruşturma yapılmasını sağlayacak biçimde uyduran kimseye üç yıla kadar hapis cezası verilir." diyor. Laz Kültür Derneği "Skani Nena" yı yayınladı Laz Kültür Derneği, en önemli varlık nedeni olarak gördüğü yayın çıkarma hedefini hayata geçirerek "Skani Nena" yı okucuyla buluşturdu. Laz dili ve kültürüne yönelik tarih ve araştırma yazılarıyla birlikte şiir, destan ve masallara yer verilen derginin ilk sayısı yayınlandı. Lazca ve Türkçe olarak iki dilde hazırlanan derginin devam sayıları üçer aylık periyotla yayınlanacak. Türkiye"de "Laz" kelimesiyle kurulan ilk dernek olan Laz Kültür Derneği "Skani Nena" (Senin sesin- Senin dilin)"yı çıkardı. Bundan bir yıl önce Laz dili ve kültürüne ait değerleri incelemek, korumak ve bu dile ait her türlü zenginliği insanlara tanıtmak amacıyla kurulan Laz Kültür Derneği, ilk olarak 2009 yılı Lazca masa takvimini çıkardı. Daha sonra derneğin kuruluş çalışmalarıyla paralel ilerleyen toplantılar meyvesini vererek "Skani Nena" yayın hayatına merhaba dedi. Normal dergi ebadında (A4), kapak hariç siyah beyaz yayınlanan derginin ilk sayısı 112 sayfadan oluşuyor. Lazca ve Türkçe olarak iki dilde hazırlanan "Skani Nena" üçer aylık periyotla yayınlanacak. Abonelik sistemiyle dağıtılacak derginin yıllık bedeli 40 lira olarak belirlendi. Ska ni N ena ’ya b aşa rı la r d iler iz KIZ IL BAŞ Video seyredildikten sonra beni bu iki fiille itham etmiş savcı hakkında bana delil olarak işaret ettiği videoda olmayan iki fiile dayanarak dava açtığı için maddi ve manevi tacizde bulunduğu için suç duyurusunda bulunuyorum. Keza bu dolayımla mahkeme ekip ve ekipman masraflarıyla kamuyu zarara uğrattığı için de suç duyurusunda bulunuyorum." 07-05-2009 Kaynak: http://savaskarsitlari.org/arsiv.asp? ArsivTipİD=8&ArsivAnaİD=51781 kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 59 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de Başbuğ görevden alınabilir A l i Taraf Gazetesi'nin ortaya çıkardığı askerin siyasi işlevi ve niyetleriyle ilgili "siyasi dehşet belgesi" haberi her zamankinden farklı bir işlev görüyor, farklı bir konjonktüre oturuyor ve farklı bir anlam içeriyor. Şunu kabul edelim, bunca gelişmeye, uzlaşma adımına, sivilleşme çabasına rağmen, askerin ya kurum olarak ya bir grup olarak meşru hükümeti imhaya, bir toplumsal kesimi hedefe koymaya soyunuyor. Bu tür belgelerin onlarcası ortaya çıktı, 28 Şubat'tan sonra… Ve hiç biri yalanlanmadı, yalanlanamadı. Ama ya geçiştirildi, ya asker ve merkez medya tarafından önemsenmedi ya da doğrulandı. Bu kez farklı… Bu kez en devletçi, Kemalist, hatta orducu yazarlar, gazeteler bile ortaya çıkan belgeye mesafe almak zorunda kaldılar. Tüm meslek kuruluşları ve önde gelen yayın organları askeri yargının habere dair koyduğu yayın yasağını bir sansür girişimi olarak nitelediler. Bu, önemlidir. Askerin "gayri meşru siyasi işlevinin hareket alanının iyice daraldığını ve meşruiyetinin tükendiğini" göstermektedir. Belgenin yayınlanmasından sonra bir dizi gelişme oldu. B a y r a m o ğ l u Önce yayın yasağı geldi. Başbakan gerekirse yargıya başvuracağız dedi. Askeri Savcılık açıklama yaptı. Ardından Genelkurmay Başkanlığı açıklama yapmak zorunda kaldı. Bu son açıklama, itham eden ton taşısa da savunma hattında kalıyordu. Askerin açıklamasındaki şu cümlelerin altı özellikle çizilmelidir: "Genelkurmay Askeri Savcılığı tarafından bugün açıklandığı şekilde, soruşturmada şu ana kadar elde edilen delillerden Askeri Savcılık, iddia edilen belgenin Genelkurmay Başkanlığının herhangi bir biriminde hazırlandığına ilişkin bir kanaate ulaşamamıştır. Kriminal inceleme sonucunda, belgenin sahte veya gerçek olduğuna ilişkin, Askeri Savcılık kesin bir kanaate varabilecektir. Önemli olan da, hazırlandığı iddia edilen belgenin sahte veya gerçek olduğunun, Askeri Yargı tarafından en kısa zamanda ortaya çıkartılmasıdır. Belgenin doğruluğu ispat edilirse, sorumluların yasalar çerçevesinde yargı makamları tarafından cezalandırılacağına ilişkin güvencemiz tamdır. Türk Silahlı Kuvvetleri bu konunun en yakın takipçisi olacaktır. Eğer belge sahte ise, Türk Silahlı Kuvvetleri, bunun kimler tarafından ve ne amaçla hazır- landığının ortaya çıkarılmasının da sonuna kadar takipçisi olacaktır…" Ortada asker açısından "iradi bir durum"dan çok bir "zorunluluk hali" vardır. Bu da önemlidir. Ülke bu sıkıntıları keşke yaşamasa, demokrasi adına utanç verici haller keşke ortaya çıkmasa… Ama değişimin bedeli buysa, gidilen istikamet doğruysa, şikâyet etmekten çok, sevinmek gerekir. O zaman soru şudur: Peki şimdi ne olacak? Askeri savcılığın soruşturma süreci bize çok anlamlı gelmiyor… Ama o belgenin altında imzası bulunan ismi Kurmay Albay'ı Ergenekon savcısının sorgulayacak olması önemli. Zira belge bir Ergenekon tutuklusunun evinde bulundu. Sorgu sonrası tutuklama bile gelebilir… Sonra siyaset var. Asker, kamuoyuna, gazetecilere meydan okuyucu, had bildirici açıklamalar yapmak yerine, bunu yaptığı, siyasete müdahale etmeye soyunduğu, kaos ortamı yaratmaya çalıştığı için hesap vermelidir. Aksi halde daha çok andıç ürer… Bu noktada yargı kadar önemli olan siyasettir. Hesap sormanın bu açıdan koşulu bellidir: Siyasetin alanına sahip çıkması, gerekiyorsa Genelkurmay Başkanı'nın görevden alınması… Bu arada unutmadan, bu koşullarda asker ya sertleşecek ya değişecek böyle bir dönemin kapısı aralanıyor… Bizce değişim kaçınılmazdır… Hesap sorma ve yaptırım koşuluyla… Kaynak: Yeni Şafak kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 60 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de MAZLUMDER "AKP ve Gülen'i Bitirme Planı"nı Yargıya Taşıdı MAZLUMDER, Askeri savcılığın incelemeye aldığını açıkladığı "AKP ve Fethullah Gülen'i Bitirme Planı"yla ilgili Genel Kurmay Baskanı Basbuğ ve planda imzası olduğu ifade edilen Kurmay Kıdemli Albay Çiçek'in "Anayasayı ihlal"den yargılanmasını istedi. Ankara - BIA Haber Merkezi 15 Haziran 2009, Pazartesi İnsan Hakları ve Mazlumlar için Dayanısma Derneği (MAZLUMDER), Taraf gazetesinin gündeme getirdiği "AKP ve Fethullah Gülen'i Bitirme Planı"yla ilgili Genel Kurmay Başkanlığı hakkında suç duyurusunda bulundu. Ergenekon Sorusturma kapsamında tutuklanan Emekli Teğmen Serdar Öztürk'ün bürosunda ele geçirildiği savunulan "İrtica ile Mücadele Eylem Planı" belgesini yargıya tasıyan MAZLUMDER, Genel Baskan Yardımcısı Avukat Emrullah Beytar'ın imzasıyla sunduğu şikayet dilekçesinde, planın hazılannmasıyla Ceza Yasası'nın 309. maddesinde yer verilen "Anayasayı ihlal" suçunun islendiğini savundu. ri için üzerlerine iftira atıldığı' seklinde haberler yayınlatılacak..." Dilekçede, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Basbuğ ve planın üzerinde imzası bulun- Kriminal inceleme yapılacak duğu iddia edilen Kurmay Kıdemli Albay Dursun Çiçek'in Son olarak Genelkurmay Başyargılanması talep edildi. kanlığı Askeri Savcılığı, Anadolu Ajansı'na (AA), ''Yapılan İki askeri görevli hakkında so- sorusturmada su ana kadar elde rusturma açılmasının da "huku- edilen deliller değerlendirildikun üstünlüğü ilkesinin zorunlu ğinde, ele geçirildiği iddia edibir gereği" olduğuna yer veril- len belgenin, Genelkurmay Başkanlığının herhangi bir biridi. minde hazırlanmadığına ilişkin 12 Haziran'da Taraf gazetesinin bir kanaate varıldığını'' açıklagündeme getirdiği plana göre; ması yaptı. "AK Parti içindeki ajanlar harekete geçirilip partide bölünme Askeri Savcılık, belgenin sahte yasanıyormus hissi verilecek... olup olmadığı, kimlerce hazır'İsık evleri'nde silâh ve mühim- landığı konularının da kriminal mat bulunması sağlanarak Ce- inceleme sonrasında ortaya maate karsı 'silâhlı terör örgütü' çıkarılacağı ifade edildi. davası açılacak... Bazı hedef kişiler hakkında medyada 'kara Eylem planına dair belgenin, Genelkurmay Harekat Baskanpropaganda' yapılacak... lığı Bilgi Destek Dairesi 3. BilErmenistan ve Yunanistan ile il- gi Destek Sube Müdürlüğünde gili haberler tepki uyandıracak hazırlanan ve 3. Bilgi Destek biçimde kullanılarak milliyetçi Şube Müdürü Deniz Kurmay partilerin tabanı genisletile- Albay Dursun Çiçek'in paraf ve cek... Ergenekon sanığı subay- imzasını içeren bir çalısmaya lar hakkında 'masum oldukları, dair olduğu iddia edilmişti. irticayla etkin mücadele ettikle- (EÖ) GENEL MERKEZ Genel Başkan: Ahmet Faruk ÜNSAL Adres: Mithatpaşa Caddesi No: 21/14 Kızılay ANKARA Tel: +90 (312) 435 77 95 - Faks: +90 (312) 435 77 98 Http: www.mazlumder.org.tr - E-Posta: info@mazlumder.org.tr info@hyetert.com http://www.hyetert.com İSTANBUL Şube Başkanı: AYHAN KÜÇÜK Kalenderhane Mh. C.Y. Tosyalı Cd. No: 124-B Vefa İSTANBUL ararat121213@yahoo.com Tel: (212) 526 24 38- 526 24 39 - Faks: (212) 526 24 41 web: www.mazlumderistanbul.org http://www.network54. mail: mazlumder@mazlumderistanbul.org com/Forum/121213 kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 61 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de BİR ÖZGÜRLÜK İSYANI: "KOÇGİRİ" SEZER ASLAN Evet, bahsettiğimiz yer canı pahasına özgürlükleri için başkaldıran yiğit insanların Alişerlerin, Zarifelerin diyarı, Koçgiri. Kendi kültürünü yıllardır sürdüren bir toplum 1920 li yıllarda başka güçlerin zorlu dayatmaları sonucu kendi onurunu, özünü, kültürünü korumak için, canlarıyla bir özgürlük isyanına koyuldular. Ancak uzun sürmeden bu özgürlük isyanı zulmü dayatınların gözüne batmaya başladı, Koçgiri'ye onbinlerce asker gönderildi. Gelenler isyanı değil Özgürlüğü bastırmaya geliyorlardı. Askerler, silahlar, toplar peşpeşe Koçgirililerin üzerinden geçerken buna fazla dayanamayacaklarını biliyorlardı. İsmi Koçgirinin kara yazısı olarak tarihe geçen Topal Osman ve askerleri işkence yaptığı insanların cesedlerini bir şekilde toprağa gömmüş, yakmış kendince yok etmişti. Ancak unuttukları bir şey vardı. Geride Dağ gibi bir Koçgiri Kültürü kalmıştı ve onu yok etmeye kimsenin gücünün yetmeyeceğini düşünememişlerdi… KENDİ KADERİNİ KENDİ ÇİZMİŞ BİR TOPLUM ASİMİLE EDİLMEYE ÇALIŞILAN KÜLTÜRÜNÜ VE ÖZÜNÜ YİNE KENDİ ÇABASIYLA AYAKTA TUTUYOR… Koçgiri aradan yıllar geçmesine rağmen kültürüne ve özüne tutunarak, toprağın üzerinde kalabilmeyi başarmıştı. Ancak son otuz yılın getirdiği göçler Koçgiri'li insanların, özellikle de gençlerinin şehirleşmesine, özünü kentin sokaklarında yitirmesine sebep olmuştu. Halen Koçgiri Yöresinde yaşamakta olan nüfusu azınlıkta kalmış. Kültürünü özüne bağlı yaşarken gurbetin getirdiği rüzgar, genç kesim başta olmak üzere gurbetteki Koçgirilinin Kültürüne bıçak vuruyordu… Koçgirinin kültürünü, yaşadığı acıları ve tarihini bilen gençleri ise, bir araya gelip, Koçgirinin özünü ayakta tutabilmek amacıyla "KOÇGİRİ GENÇLİK GİRİŞİMİ"ni kurdular… KOÇGİRİ GENÇLİK GİRİŞİMİ MİSYONU VE ÇALIŞMA EKİBİ Gençlik Girişiminin kendine edindiği görevlerin başında, Koçgiri Kültürünü yine Koçgiriliye tarafsız bir şekilde, doğru kaynağından anlatmak ve benimsetmekdir. Bu tür çalışmaların düzenli işleyip ba- şarıya ulanmasında en önemli unsur, üzerinde çalışılan kitleden gelecek destektir. Yine yöre insanının dini inançlarını, giyim-kuşamı, gelenek ve görenekleri, düğün, cenazeleri merasimleri, halayları ve ağıtları gibi Koçgirinin öz kültür mirasını, halka anlatmak ve yaşatmakla bu ekibin görev alanı içerisinde en önemli unsurdur… KOÇGİRİ BELGESELİ Özellikle de gurbetteki Koçgiriliye yönelik, özünü bilmesini amaçlayan bir proje gerekliydi. Bunun için bir "KOÇGİRİ BELGESELİ"düşünüldü ki bu projede Koçgirinin tarihi ve kültürü, köy, köy gezilerek çeşitli röportajlarla, hem yöre insanın ağzından, hemde yörenin ileri gelenlerinden dinlenecek, coğrafyası gezilen yörenin, manzaralarıyla görüntülenecekdir. Bu görüntüleri gören Koçgirili özünü daha yakından bilip tanıyıp kendi kültürünü yaşam tarzını gelenek ve göreneklerini görerek kültürüne daha sıkı tutunabilecekdir… Koçgiri Belgeseli çalışmaları Araştırmacı KOÇGİRİ GENÇLİK GİRİŞİMİ üyesi Burhan Uygunun yönetiminde son sürat başladı ve 2009 Temmuzunun ilk haftası Yol Tv`ninde desteğiyle Sivas, İmranlı ve Zara köylerinde çekimlere başlanacak… SON OLARAK… Yıllardır asimile edilmeye çalışılan türlü siyasete ve politikaya alet edilen Koçgiri, başta bu proje kapsamında ve kadrosunun titizliğiyle süren çalışmalarıyla kendisini başka çatılar altından tecrit edecek ve artık "Biz de Varız!..." diyebilecektir. Yine son söz halkının desteğidir… Aralıksız süren bu çalışmalarımızda bize destek olmak istiyorsanız : kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 62 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de “müslüman basınında” kızılbaş dr. murat kayacan "Alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü" şeklinde bir spot cümleyle çıkan Kızılbaş adlı derginin genel yayın yönetmeni, Ali Ülger ve merkezi de Almanya. Ancak dergi İstanbul'da yayınlanıyor. Büyük oranda Ermeni Sorununa ayrılmış olan derginin 8. sayısında (Mart 2009) Ali Ülger, Alevi Bektaşilerin TC tarihinde yapılmış soykırım ve sürgünlere karşı çıkmadıkları kanaatinde olduğunu ifade etmekte ve Alevilere bağımsız demokratik Kızılbaş Alevi Partilerini kurup demokratikleşmeye katkıda bulunmalarını önermektedir. Dergi, çuvaldızı kendine batırma konusunda oldukça cesur. Alevilerin siyasi denemeleri "(Türkiye) Birlik Partisi" hakkındaki kitabın tanıtımına dair dergiye şu spot cümle yerleştirilmiş: Alevilerin ilk partisini istihbaratçı general kurmuş (Cümlenin sonunda! ya da? bulunmadığını belirteyim). CHP ve TKP (Türkiye Komunist Partisi) vs. örgütlerin Ergenekon'u desteklediği, Kemalist İlhan Selçuk ile dayanışmada bulunan kalabalık bir sazcı, şarkıcı alevi grubunun bulunduğu tenkidinde bulunan Ülger'e göre; Koçgiri, Dersim Çorum, Maraş, Sivas, Gazi ve Örnek Mahallelerinde ve Madımak'ta insanların katledilmesinden ilk elden sorumlu olan CHP'yi marabalık yapan anlı şanlı düşük Alevilerin durumu onur kırıcıdır (Dergide bir yandan da Alevi ve Yöre derneklerinden Çankaya'da CHP'ye destek metni de yer almakta). yine Ülger, Türk Silahlı Kuvvetlerinin 70-80 yıllık TC tarihinin siyasal sorumlusu, devletin asil kuvveti ve erki olduğunu söylemekte. Demokratikleşmenin yolunu açmak da orduyu siyasal hayattan çıkartmakla mümkün. Hüseyin Demirtaş'ın "Dedeye maaş!" adlı yazısında ise, imamları ve müezzinleri maaşa bağlaması nedeniyle Diyanet, ruhban sınıfı oluşturmakla itham edilmekte ve Alevilikte vakitli ibadet olmayışı, dedeliğin rızaya bağlı oluşu şeklindeki gerekçelerle dedelere maaş bağlanmasının benzer bir sonuç getireceği söylenmekte. Demirtaş soruyor: Cemaat dedeyi postta oturtmak istemezse ne olacak? Devlet memuru diye göreve devam mı edecek?" Rasim Ozan Kütahyalı'nın Kızılbaşlık üzerine yazısı da alıntılanmış. Kütahyalı'ya göre Kızılbaşlık sonradan dahil olunabilen bir mezhep değil ve etnik bağlamda ele alınmalı. Ünsal Öztürk münafıkların özelliklerini ayetlere göndermede bulunarak sıraladığı "Müslüman münafık İzzettin Doğan Hocaefendi" adlı yazısında Cem Vakfı Başkanı İ. Doğan'ın ne namaz kıldığını, ne hacca gittiğini, ne Ramazan orucu tuttuğunu ne de din için cihada kalktığını dolayısıyla ona Müslüman değil münafık denebileceğini söylemekte. "Tarihsel bir gerçeklik mi ütopya mı? Kızılbaş Alevilerde rızalık şehri" adlı yazısında Haşim Kutlu ise, putların ormanında ve putlarla çarpışarak ilerlediğini söylemekte. Tevrat'tan ayetler aktararak cennetin dünyada olduğunu anlatan yazar, keşke Hz. Âdem'in bulunduğu cennetin dünyada olup olmadığı konusunda Maturudi'nin görüşlerini okuyabilseydi de Müslüman mütefekkirlerden de bu görüşü beyan edenlerin bulunduğundan haberi olsaydı. Dergide Dilek Güven ile yapılmış olan bir röportaj iktibas edilmiş. Güven, şu anki azınlıklara umumi menfi bakışın aksine geçmişte Anadolu'da daha hoşgörülü bir ortam olduğunu ifade etmekte: "Hem tehcir hem de mübadele sırasında insanlar Rum ve Ermeni komşularını korumuş. Mesela 1915'te Ermeniler Konya'dan sürülmüyor. Çünkü bölgenin ağası: 'Gâvursuz memleket mi olur?' diye izin vermiyor." Ermeni soykırımı ile ilgili olarak İsmail Beşikçi de 1915'te yaşananların 1910 yılında Selanik'te yapılan İttihad ve Terakki Fırkası Kongresi'nde planlandığını ifade etmekte ve soykırım denildiğinde bunun illa da insanların gaz odalarına konup öldürülmesi anlamına gelmediğini sözgelimi aç bırakmanın, birbirlerinden habersiz kılmanın, çetelerin saldırıları karşısında korumasız bırakmanın, ağır şartlarda çalıştırmanın da bir etnik nüfusu çürütmek anlamına geldiğini söylemekte. Sait Çetinoğlu ise genelkurmay kayıtlarından aktarımda bulunarak 1.Dünya Savaşında 800 bin Ermeni ve 200 bin Rum'un hayatını kaybettiği bilgisini vermekte. Ermeni Soykırımı konusunda dergide Ramgavar Partisi eski yöneticisi Nakkaşyan'ın açıklaması okuyucunun ilgisine sunulmakta: "İhsan Sabri Çağlayangil, 1977'de Ermeni örgütleriyle gizlice görüşerek tazminat önerdi." Nakkaşyan Obama'ya yazdığı açık mektupta bu bilgiyi aktarmış. Sivas olayları hakkında Yeni Şafak'ta yayınlanan Salman Yüksel ile röportajda olayın sorumluluğu konusunda JİTEM'e göndermede bulunulmakta ve JİTEM'in hem Madımak hem de Başbağlar olayının sorumlusu olduğu ifade edilmekte. Görüldüğü gibi Kızılbaş ezber bozan bir dergi. Alevi kesimden dikkate şayan bir ses. kaynak: (Konya’da yayınlanan Memleket gazetesi 7 mayıs 2009) http://www.memleket.com.tr/aut hor_article_detail.php?id=9814 kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 63 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de " Yetiş Ya Xızıre kal " Kendal DOĞAN Zordayız. Ya Hızır. Zalimin ve zorbanın elinde, düşkünün dilindeyiz. Boz atlı, nur yüzlü, ak sakallı pirim, yoldaşım, yol bilenim ya Hızır neredesin? Ya xızır! Hani çağrıldığında hazır ve nazırdın. Bilmez misin yoksulun hali hal değil. Ezilenin, horlananın, garibin. mazlumların gözü yolundadır. Bize güç olmuştun, umut olmuştun biz seni, sen bizi unutmuşa benziyorsun. Ya Hızır. Çok mu uzaktasın? Deryalara dalıp ilyas, dağlarda Nebi oldun. Gök yüzünde ay ve güneş oldun karanlıkları aydınlığa çıkardın. Ne oldu sana pirim neredesin? Bilmez misin yazılanı, okunanı, tarikatı, yola gireni, pire Başköylü bağlananı duydun mu? Pirim. Rızalık alındığını, aklanmak için HESEN EFENDİ dara duran canı gördün mü? Pirim. Hakkın yüzüne kim ulaşmış? Hak kapısına kim gitmiş? Hızırda bir imdat olmadı, Hak aşığı duydun mu? Pirim. Alevileri düşman elinden Hakikat aleminde yüzeni, Hakikat yolunu bileni gördün almadı. Hızır Alevilere borçludur, mü? Pirim Hemde gayet çok borçludur. Hakkullah vereni, Hal ehlini, Hakikat sırrını bileni gördün Hızır nerde kaldı, kesilen mü? Pirim. kurbanları görsün, İkrar ayinini, ikrar edeni, ikrar kurbanını, ikrara Tutulan oruçların ve bağlananını gördün mü? Pirim lokmaların hesabin versin. Abayı ceddimizden bu ana Düşkünlük darı kurulmuyor, Düşkünlük erkanı nerede, kadar çağırıyoruz, Düşkün Ocağının ateşi sönmüş Pirim. Hızır kavuş carımıza diye " Yetiş Ya Xızıre kal " derdi Dersimli, Koçgirili, Vartolu, bağırıyoruz. Kiğılı… Hangi darlıkta, esirlikte Dağdaki geyiklerle gezerdin, sevdalı yüreklere umut kurtarmış?, Düşman dibinden mi sarsıp olurdun. Ne oldu sana? aktarmış?. Kimseler görmedi seni yakın zamanda. Şahı Horasanı Düşman daima Alevilere niyaz ederim. Şahı Merdan-ı, Şahı Şehidan-ı, Şahı galiptir, velayeti çıkaramam aklımdan. Hangi dondasın Pirim. Aleviler düşmana daima Yoksa sende mi? mağluptur. Akıl ermez yaradanın sırrına diyorsun. Bir gece rüyama gir diye yakaran, sabah kalkıp yönünü hakka dönen, kamil ile kardeş olmaya can atan yol erine görün Pirim. Bilirim bin bir donda görünürsün. Bir zaman Musa, bir zaman Babek oldun. Bir zamanlar Eba Müslim. Hallac oldun,Nesimi oldun,Pir Sultan oldun. ve de Deniz oldun. Lakin hangi donda yeniden görüneceğini merak ederim. Hatırlarım adına tutulan üç günlük orucu. Lokma olarak dağıtılan kömbeleri. Dem ile cemi, ne güzel olurdu orucun. Genç civanların aşkı muhabbetleri, yetişkinlerin İnsanı kamile ulaşma kaygıları. Pirim ulu yol bilenim Hızır'ım. yine de yetişmeni bekleriz. Kardeş kardeşe düşman olmuş iken, yollar kapanmışken, düşmanlıklar azmışken, kan akarken yetiş be Hızır. Pirim yaşlı Hızır. Bozatlı yoldaşım yeter artık. Yetiş imdada. http://www.kizilkoyu.com/ehlihak/haber_oku.asp?haber=222 kı zı l ba ş - sayı 9 - s ayf a 64 - yayı n t ari hi - hazi r an 2009 PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de PDF wurde mit pdfFactory-Prüfversion erstellt. www.context-gmbh.de