Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 5, Sayı

advertisement
_____________________________________________________________________________________
Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 40, Şubat 2017, s. 301-312
Yayın Geliş Tarihi / Article Arrival Date
27.12.2016
Yayınlanma Tarihi / The Publication Date
10.02.2017
Ar. Gör. Özlem COŞKUN
Artvin Çoruh Üniversitesi, Arhavi Meslek Yüksekokulu, Genel Türk Tarihi
ozlemcoskun@artvin.edu.tr
İLİM-BİLİM İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA ANADOLU
SELÇUKLULARI’NDA İLMİ HAYATIN KÖKENLERİ
Öz
Bu makalede öncelikli olarak filozoflar, tarihçiler ve diğer ilgili bilim insanları tarafından yüzyıllardır sürdürülen en büyük tartışmalardan biri, bilim (science) kavramı ve ilim kavramları ele alınmıştır. İlim-bilim arasındaki hem doğrusal hem de
neden-sonuç ilişkisinden ziyade, sadece değişkenler arasında bir bağlantının olup
olmadığı özellikle tarih ve bilim tarihi ekseninde problem edinilmiştir. Bu problem,
Anadolu Selçukluları dönemi ilim hayatı üzerinde etkili olan Eşari, Maturidi ve
Mutezile ekolleri bağlamında değerlendirilmiştir. Değerlendirme sonucunda, ilimbilim ilişkisinin organik bir bağla izah edilebileceği, ilimin hem reel hem de ideal
dünyanın bilgisine talip olduğu, bilimin ise sadece madde dünyasının gizemini
çözmenin, bilgisine ulaşmanın ve bu dünyaya hükmetmenin ardına düştüğü açıktır.
Anadolu Selçukluları dönemi ilim hayatında etkili olan bu ekollerin de, İslam dinini aklın ölçü ve kurallarına göre yorumlayan, akıl ile nass çeliştiğinde ise nassın,
akla uygun şekilde yorumlanmasını öngördüğü anlaşılmaktadır.
Anahtar kelimeler: İlim-Bilim, Anadolu Selçukluları, Eşarilik, Maturidilik, Mutezile.
İlim-Bilim İlişkisi Bağlamında Anadolu Selçukluları’nda İlmi Hayatın Kökenleri
ORIGINS OF LIFE OF ILM IN THE ANATOLIAN SELJUK’ WITH IN
THE CONTEXT OF ILM-SCIENCE RELATIONSHIP
Abstract
This article deals primarily with the concept of science and the concepts of science,
one of the greatest debates held centuries by philosophers, historians and other related scientists. The question of whether there is a link between Ilm and science,
both linear and causal, largely solely between variables, is particularly problematic
in the history and history of science. This problem, the Anatolian Seljuk period in
the life sciences effective Ashari, Maturidy and Mu‘tazila schools are evaluated in
the context. As a result of the evaluation, it is obvious that the science-science relation can be explained as an organic connection, the science aspires to the knowledge of the real and the ideal world, and the science as it is only to solve the mystery
of the world of matter, to reach its knowledge and to fall behind this dominion. It is
understood that these schools, which are effective in the Anatolian Seljuks’ period
of science, interpret the Islamic religion according to the rules of reason and rules,
and when it conflicts with the reason with the mind, it is understood that it is interpreted appropriately.
Keywords: Ilm-Science, Anatolian Seljuks’, Ash‘arism, Maturidism,
Mu‘tazila.
Giriş
Bilindiği gibi, insanoğlu, varoluşundan itibaren içinde yaşadığı çevreyi bilme eğiliminde olmuştur. Özellikle insanoğlunun doğayla olan ilişkisinin özünü oluşturan mücadele, bu mücadelenin
tetiklediği merak ve daha ötesinde korku, onu doğayı bilme arzusundan zamanla doğaya egemen olma isteğine yönlendirmiştir. Hiç kuşku yok ki bu eğilim, insanoğlunun doğada var olma
ve varlığını devam ettirme gayesiyle doğrudan ilişkilidir. Bilginin, bilmenin ve araştırmanın,
merak, korku ve mücadele dürtülerini daha tanımlanabilir bir noktaya taşıması da bu çerçevede
değerlendirilebilir. Tarihin ilk anlarından itibaren bilgiye ulaşma düşüncesinin bu çerçevede
edindiği kimlik veya form, ilimdir. Sözlükte “bilmek” anlamına gelen ve genellikle “bilgi” ve
“bilim” karşılığında kullanılan kavram, ilimdir. Bu kavram, “bir şeyi gerçek yönüyle kavramak,
gerçekle örtüşen kesin inanç (itikad), bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu
gibi bilmek, nesnedeki gizemin ortadan kalkması, tümel ve tikellerin kavranmasını sağlayan
sıfat” şeklinde tanımlanmaktadır (Kutluer, 2000:109). Kaldı ki bilgi ile bağlantısından dolayı
âlim, allame, ma’lumat, muallim, müteallim kelimeleri de bu tanımlamaya uyum içerisinde
kullanılmaktadır. Bu genel tanımlama çoğu zaman birbirleriyle anlamdaş olarak kullanılan
“ilim” ve “bilim” kavramlarının da bir ve aynı şeyi ifade ettiği yönünde kısmen doğru olduğu
kadar kısmen de yanlış bir kabulü de içinde barındırmaktadır. O halde “ilim” ve “bilim” arasında nasıl bir ortaklık, benzerlik ve ayrım vardır?
Çoğu zaman birbirleriyle anlamdaş olarak kullanılan “ilim” ve “bilim” kavramları arasında,
aslında birtakım mahiyet farklılıkları vardır. Bu farklılıklar, esasında epistemolojik ve ontolojik
sorunsallara dayalıdır. Örneğin, epistemolojik bağlamda “bilginin kaynağı nedir?” sorusuna
ilmin cevabı, sezgi, kutsal kitap, hadis ve vahyi derken; bilim, dayanak noktasını deney, nedensellik ve madde etrafında formülize etmektedir. Bir başka ifadeyle inanç, iman ve bilgi bütün-
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 40, Şubat 2017, s. 301-312
302
İlim-Bilim İlişkisi Bağlamında Anadolu Selçukluları’nda İlmi Hayatın Kökenleri
selliğini içinde barındıran ilim, “neden, kim” sorularıyla asıl hedefe ulaşma gayesindeyken;
bilim, “nasıl, niçin” sorularının yüklenicisi durumundadır. Yani ilim, hem reel hem de ideal
dünyanın bilgisine talip olmuşken, bilim sadece madde dünyasının gizemini çözmenin, bilgisine
ulaşmanın ve bu dünyaya hükmetmenin ardına düşmüştür. Ancak bu noktada dikkatlerden kaçmaması gereken husus, aslında ilim hem manevi hem de bedeni âlemin bilgisine ulaşma arzusundayken, bilim, ilmin bir alt kümesi niteliğindedir. Ve yine unutulmamalıdır ki bilimde aksi
ispat edilinceye kadar her şeyin kesinliği, yanılma ihtimali hep bir köşede saklı tutulmak kaydıyla mevcuttur. Oysa ilim, böylesi bir duruma karşı kapılarını inanç ve iman ölçütleriyle kapatmış, böyle bir olasılığı sıfıra indirgeyerek yok etmiştir (Coşkun, 2015:315-317). Dolayısıyla
ilmin iç dünyasında bilme, anlama ve anlamlandırma çabaları mevcut değildir denilemez. İlim
açısından inanç-bilgi ikiliği arasındaki koordinasyon, doğrudan ilim ve din arasındaki kaçınılmaz ilişkiye işaret etmektedir. Bu ilişkideki eğilim, kesinlikle bilimi öteleyen ya da dışlayan
nitelikte değildir. Aksine bilim, bilmek ve inanmak arasındaki ince çizgiyi ifade eder. Yani bu
konumlandırmada madde âleminin formülleri, dinin esaslarıyla çelişmediği ve çekişmediği sürece izaha açıktır. Çünkü bilim, gözlem ve deney yoluyla ve bu metotlar üzerine kurulmuş akıl
yürütme ile önce dünyaya dair olgu ve olayları, sonra da o olgu ve olayları birbirine bağlayan
kuralları araştırırken, elle tutulur gerçeklere dayanır. Dinin özü ise doğa ötesindeki şeylerin, en
yüksek değerlerin sezgi ile bilinebileceğine olan sadakatini tartışılmaz boyuta taşımıştır (Adıvar,
1980:14). Dolayısıyla ilim ve bilim arasındaki bağ, her ne kadar organik olsa da din bu bağın,
beyni, yöneticisi, yönlendiricisidir. Daha net bir deyişle ilim, kâinatta olan olayların gerçekliğine inanmak ilişkilidir ve ilim yapmakta bu realiteyi onamak ve kabullenmektir. Bu kabul, özellikle bir medeniyetin ve “İslam ilimleri” denen bir alanın gelişmesine zemin hazırlamıştır. Bu
zeminde dini birtakım esaslar, İslam ilimlerinin varlık zeminine meşruiyet kazandırmıştır. Şöyle
ki, İslam, vahiyle birlikte sadece bir din olmayı ifade etmemiştir. Aynı zamanda yaşayanların
zihinlerine hitap etmiştir. Yine İslam dini, beşeri hayatın insan tarafından hem işleyen hem de
yapılan bütün yönlerini kuşatacak nitelikte mesajlar içermiştir. Bu mesajlar ışığında, “şeriat” adı
verilen aşamayla insanın hakikatlerle düzen içinde yaşamasını sağlayan kaideler konulmuş ve
İslam dini, tanımını kendi bünyesinden türeten birleştirici bir rol üstlenmiştir. Benzer şekilde
bilgi edinim şekillerinin birbirinden bağımsız gelişmesine asla izin vermeyerek, maddi cevherin
bilgisinden metafiziğe kadar her türlü bilgiyi, hakikati yansıtacak şekilde biçimlendirmiştir. Bu
yönleriyle İslam dini mahiyeti itibariyle daima ilmi ve irfani olmuştur (Nasr, 1989:3-4). Bu
genel yapı bağlamında Müslümanlara has bir ilimler sistemi doğduğu görülmektedir.
Bu işleyişin gelişme kaydetmesinde en etkili unsur ise hiç kuşku yok ki, Yunanca, Süryanice,
Pehlevice ve Sankritçe’de yazılmış eserlerin İslam ilmine tercüme edilmesiyle kazandırılması
olmuştur. Gerek tercüme faaliyetleriyle gerekse İslam coğrafyasında yaşayanların hem toplumsallaşma yönelik hem de ihtiyaçlarını karşılamaya dair tecrübeleri ve becerileriyle önemi ortaya
çıkan ilmi hareketlilik, İslam dünyasının yükselişine ivme kazandırmıştır (Şeşen, 2004:233). Ne
var ki bu ilerleyiş, XII. yüzyıla gelindiğinde sekteye uğramıştır. Bu aksamanın veya duraklamanın nedenleri - Eşari ve Gazali’nin etkileri ya da Bağdat’ın Hülagu tarafından alınmasıyla Moğol istilasında kütüphanelerin yakılıp yıkılması1-, her ne kadar etkili ve doğru olsa da, bu meselenin bu kadar kısır, yetersiz ve eksik nedenlerle açıklanamayacağı açıktır. XII. yüzyılda görüDoğudaki 36 kütüphanenin yakılıp yıkılması, Doğudaki bilimin gerilemesine veya ilerlememesine neden olarak
gösterilemeyecek kadar güçlü bir kanıt değildir. Her ne kadar böyle bir durum gerçekleşmiş olsa da, Hülagu’nun
zamanındaki bilginleri koruduğu da bilinmektedir. Örneğin, büyük bir astronom ve filozof olan Nasiruddin Tusi’nin
Megara şehrinde bir rasathane kurup, zamanın en mükemmel araçlarıyla donatmasında Hülagu’nun desteği vardır.
Bkz: Köprülü, 1942: 207-227.
1
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 40, Şubat 2017, s. 301-312
303
İlim-Bilim İlişkisi Bağlamında Anadolu Selçukluları’nda İlmi Hayatın Kökenleri
len bu duraklamanın asıl nedenleri, öncelikle İslam toplumunun merkeziyetçi ve durağan yapısının, gereksinimleri sınırlandırmasıdır. Yine iktidarların, bilim ve felsefeyi İslam hukukçularının ve din felsefecilerinin kaprislerine bağımlı kılmaları da oldukça etkili olmuştur. Toplumsal
yapı, itaate dayalı, din odaklı, erekselci ve hoşgörüden yoksun; bilgiyi tanrısal aydınlanmaya
indirgeyen ve bu yüzden ezberciliği ön plana çıkartan ve her türden doğal nedeni inkâr eden bir
zihniyetçe biçimlendirilmiştir. Bu zihniyetin can bulduğu, aşılandığı ve pekiştirildiği kurumlar
ise medreseler olmuştur (Aydın, 2002: 21).
XII. asrın sonları itibariyle Anadolu’ya gelen Türkler, kendi kültürlerini buraya getirerek, İslam
Dünyası’nın özüne dair esasların bu sahada tanıtılmasında ve yaygınlaşmasında olduğu kadar,
ilim ve felsefe alanındaki katkılarıyla da bu yüzyıl ve sonrası için Anadolu’nun Türkiye olarak
anılmasına vesile olmuşlardır.2 Kurdukları siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel yapılarla, daha
sonra tarih sahnesinde yer alacak olan Türk Devletleri için yerleşmiş bir zemin hazırlamışlardır
(Kahya, 2004:245). Örneğin, Orta Anadolu’da 100 küsur yıl egemenlik sürmüş ve Selçuklular
tarafından ortadan kaldırılmış olan Danişmedoğulları döneminde Anadolu’da yoğun bir bilimsel
faaliyet göze çarpmaktadır. Bu dönemde telif edilen eserlerin neredeyse tamamı tıp, astronomi
(heyet), matematik, felsefe gibi akli ve tabii ilimlere yönelik olduğu görülmektedir. Öyle ki
Anadolu’ya gelip Kayseri’ye yerleşen Ömer b. Muhammed b. Ali es-Savî “Akaid-i Ehl-i Sünnet”adlı eserinin önsözünde “Diyar-ı Rum’a geldim. Herkesin ilm-i nucûm (astronomi) ile uğraşmakta olduğunu, dini ilimlerden bihaber olduklarını gördüm” diyerek bu dönem Anadolu’daki ilmi hareketliliği özetlemiştir (Bayram, 2001:3). Selçuklular ise çeşitli tasavvufi akımlarla, itikadı ve fıkhı mezheplerle bu sürece katkı sağlamış, Anadolu’da yeni oluşan siyasi ve
kültürel ortamın gelişmesi için önemli roller üstlenmişlerdir. Her ne kadar İslam Dünyası’nda
zaman zaman siyasi buhranlar ve göçebelerin hareketleriyle kriz dönemleri yaşanmışsa da, yine
de ilmi bir geleneğin devamlılığında kesinti yaşanmamıştır. Bu kesintinin yaşanmamasında dört
unsur oldukça önemlidir. İlk olarak şehir hayatının gelişmesi oldukça önemlidir. Bu anlamda
Selçukluların Orta Doğu’ya geldiği ilk dönemlerde İran, Irak, Şam bölgelerinde, Güneydoğu’da
gelişmiş bir şehir hayatı varken, Anadolu’da halkın çoğu göçebe Türkmenlerden oluşuyordu. Bu
durumun yerleşik hayata geçilmesiyle birlikte (yaklaşık bir asır) ki II. Kılıç Arslan döneminde,
Anadolu şehirleri gelişmeye başladı. İkinci olarak uzun sürecek bir iç barışın tesisi çok önemlidir. Selçuklularda Melikşah, II. Kılıç Arslan, Alâeddin Keykubad ve oğlu Keykavus dönemleri
dışında bu durum söz konusu olmamıştır. Diğer bir neden, toplumun dışa açık olmasıdır. Selçukluların özellikle de Anadolu Selçukluların, Horasan, İran, Irak, Şam bölgeleriyle sürekli
ilişki içinde olduğu görülmektedir. Anadolu Selçuklu hayatını besleyen ilim, sanat, edebiyat
insanlarının önemli bir kısmı, bu bölgelerden gelmişlerdir. Yine Anadolu’dan talebelerin de bu
bölgelerdeki medreselere ilim tahsil etmeye gittikleri görülmektedir. Son neden ise ilmin gelişmesine hizmet edecek devamlılığı olan kurumların varlığıdır. Selçuklular bu konuda medreseler
ve hanikah kurumlarını yaygınlaştırdıkları gibi, Melikşah ve Sancar dönemlerinde de rasathaneler kurdukları bilinmektedir (Şeşen, 2004:234-235).
1. Anadolu Selçuklular Dönemi İlim Hayatına Etki Eden Ekoller
İslamiyet’in yayılma süreciyle birlikte çeşitli konularda görüş ayrılıklarının yaşandığı malumdur. Bu görüş ayrılıklarından gelen en önemli oluşumlar, mezheplerdir. Bilindiği gibi Selçuklular tarih sahnesine çıkarken Sünni ekollerden Hanefiliği benimsemişlerdir. Oysaki Anadolu’da
İslamiyet Öncesi Türk Devlet yapılanması ve bu yapılanmaya meşruiyet kazandıran temel faktörler hakkında Bkz:
Coşkun, 2016: 444-448.
2
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 40, Şubat 2017, s. 301-312
304
İlim-Bilim İlişkisi Bağlamında Anadolu Selçukluları’nda İlmi Hayatın Kökenleri
felsefeye ve tabiat bilimlerine yönelişte en etkin faktör, ilk dönem Selçuklu sultanlarının ve
Danişmedli devlet adamlarının Mutezile mezhebine eğilimli olmalarında aranabilir. Ancak Büyük Selçuklular’ın, Nizamiye Medreseleri’nde genellikle Eşari-Şafii müderrisleri görevlendirdikleri görülmektedir. Özellikle Alp Arslan’ın bu duruma tepki göstermemesi, eğitim işinin
veziri Nizamülmülk’e bırakmasıyla doğrudan ilişkilidir. Kendisi de bir Eşari-Şafii olan Nizamülmülk’ün, bu mezhebi aidiyetliğe bağlı müderrisleri istihdam etme gayesi ile ilgili olarak
belli nedenler gösterilmiş olsa da, öne çıkan neden, dini ve siyasi içeriklidir. Öyle ki Eşariliğin,
Mutezile’nin elinde gelişen kelam metodunu hem inanç ile ilgili konuların temellendirilmesinde
hem de dışarıdan yöneltilen eleştirilere karşı İslam’ı savunmada etkinliği tercih nedeni olmuştur. Ashabu’l hadis gibi nassa öncelik veren konularda yoğunlaşmamasına rağmen, uygun, dikkatli ve politik bir dil kullanan Eşarilik, Mutezile’nin maruz kaldığı eleştirilerin benzerlerinden
kendini korumuştur. Bu nedenledir ki hem kelam metodolojisini kullanan hem de toplumdan
dışlanmayan bir ekol olarak Eşariliğin kabul edilmesi ve bu ekole bağlı müderrislerin medreselerde görevlendirilmesi, Şii-Bâtınilerin yoğun faaliyet gösterdikleri bu dönemlerde politik hedeflerde aksamalara meydan vermemesi adına en doğru karar olmuştur (Erdemci, 2012:16).
Ancak bu noktada şunu unutmamak gerekir ki, Selçukluların Anadolu’ya hâkim olma sürecine
kadar bulundukları Harezm ve Horasan bölgelerinde Hanefi-Mutezile eğilimi oldukça yoğundu.
Moğol tehlikesinden kaçıp gelenlerin genellikle bu bölgeden gelen bilginler olduğu ve aslında
Mutezile ekolünün İslam dinini aklın ölçü ve kurallarına göre yorumlaması da, Türklerin zaman
zaman ilmi konularda bu ekole destek vermelerinin doğal olduğu da açıktır. Öyle ki İslam’da
bilimsel geleneğin gelişiminde etkili olan bu ekol taraftarları, yönetici sınıf içerisinde de var
olmuştur. Eşari olan İbn-ül Esir’in, Kutalmış’ın Türk olmasına rağmen, astronomi ve felsefeyle
ilgilendiğini, bu durumun onların dini inançlarında pürüz meydana getirdiğini belirten ifadeleri,
Kutalmış ve hatta oğullarının Mutezileye eğilimli olduklarını göstermektedir (Bayram, 2001:5).
Benzer şekilde Büyük Selçuklular ve sonrasında Anadolu Selçuklularında da devlet adamlarının
özellikle felsefe ve astronomi gibi bilimlerle uğraşmaları, özellikle Alâeddin Keykubad döneminde Harezm bölgesinden gelen ilim insanlarının himaye edilmesi, bu anlamda önemli verilerdir. O halde çalışmamızın gidişatı açısından bu ekoller, yani Eşarilik, Mutezile ve Maturidilik
üzerinde durmamız uygun olacaktır.
1.1. Mutezile
Türklerin İslamiyet’i kabul etmeleri ve İslamiyet’in hızla yayılarak, geniş bir coğrafyada farklı
milletlere ulaşması, mevcut itikadı ve ameli gerekliliklerin ortaya koyduğu ilkelerinde revize
edilmesini gerektirmiştir. Bu gerekliliğin, sosyo-kültürel algı ve alan değişikliğiyle doğrudan
ilişkili olduğu açıktır. Öyle ki farklı coğrafyalarda ve ortamlarda, hem toplumsal hem de kültürel ölçekte farklı anlama ve anlamlandırma biçimlerine karşı anti-tez olabilecek teoriler üretmek
mecburiyettir. Bu mecburiyet akabinde, daha sonra ortaya çıkan Şia haricinde, Sünni kolda Matüridilik, Eş’arilik ve Mutezilelik olmak üzere üç itikadi görüş ve bunlara bağlı Hanefilik, Şafiilik, Hanbelilik ve Malikilik olmak üzere dört ameli görüş ortaya çıkmış ve günümüz de İslam
Dünyası’nda Sünni olarak ifade edilen tamamına yakın bir kesim içinde genel kabul görmüştür.
Araştırmalar göstermektedir ki, bir toplumun sosyal hayatına, organizasyon şemasına ve olayları dini perspektiften yorumlama tarzına hem yön tayin eden hem kolaylaştıran hem de koşullandıran bu itikadi görüşlerden birinin, tarih sahnesinde yer alan her İslam veya halkı Müslüman
çoğunluğa sahip devlet örgütlenmesinde ve bu örgütlenmenin aygıtları olan kurumların şekillendirilmesinde önemli rolleri olmuştur. Bu mantık çerçevesinde, İslam’ı asıl tehlike olarak
görünen Hıristiyanlık ve Yahudilikten ziyade, Farslara karşı korumayı hedef edinen Mutezile
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 40, Şubat 2017, s. 301-312
305
İlim-Bilim İlişkisi Bağlamında Anadolu Selçukluları’nda İlmi Hayatın Kökenleri
ekolü de, yabancı din ve inançlara karşı İslam akidesinin savunucusu olarak ortaya çıkmıştır. Bu
ekol, hicretin ikinci asrının ilk yarısında Basra’da, meşhur kelamcı Vasıl b. Ata (131/748) tarafından kurulmuştur. Büyük günah işleyenin durumu hakkında ileri sürülen görüşlere dayalı olarak kurulan ve daha sonra Kuran’ın yaratılmış olduğu, iyiliği emretme ve kötülüklerden sakınma, tevhid, adalet, irade ve fiillerde hürriyet gibi itikadi konuların yorumunda akla öncelik veren ekol, II./VII. Ve III./IX. yüzyıllarda İslam Dünyası’nın sosyal ve kültürel gidişatı üzerinde
önemli bir etkiye sahip olmuştur (Fığlalı, 2008:565). Bu ekol, itikadı konuları sadece nakle dayandırmayıp, aynı zamanda aklın ve felsefenin ışığı altında değerlendirme ve bunları mutlak
ölçülere göre tefsir ve tevil etme çabasında olmuştur. Ekol âlimleri, İslam dininin savunuculuğunun, ancak hasımların metodunu ve silahları kullanmakla mümkün olabileceğini düşünmüşlerdir. Böylesi bir perspektif, özellikle Yunan felsefesine karşı büyük bir ilgi uyandırmıştır.
Özellikle Mansûr ve Me’mun devirlerinde girişilen tercüme faaliyetlerinin, Yunan felsefisinin
öğrenilmesi açısından İslam Düşünce hayatına yaptığı katkı azımsanamayacak derecede büyüktür. Merak ve ihtiyaca dayalı yapılan bu çalışmalarda ve beraberinde ivme kazanan ilmi hareketlilikte önemli olan nokta, Yunan filozofların eserlerinden ciddi bir şekilde faydalanılması ve bu
okumalara bağlı olarak bu görüşlerin Mutezile’nin bakış tarzıyla bağdaştırılmaya çalışılmasıdır
ki, bu ekol mensupları buna oldukça eğilimli olmuşlardır. Bu eğilim Mutezile’nin, felsefe ile
dini uzlaştırmağa çalışan teolojik sistemlerin ilki olarak İslam Düşünce Tarihi’nde önemli bir
yer edinmesini sağlamıştır (Işık, 1967:48). İslam savunusu görevini üstlenen ekol, İslam’ın dinin esaslarını felsefi metotlarla açıklamaya ve bu açıklamaları hasım reddiyelere kabul ettirmekte başarılı olmaya odaklanmışlardır. Bu eksende Mutezile’nin, başlangıçta sırf İslamiyet’i savunmak amacıyla felsefeye yönelmiş olduğuna şüphe yoktur. Ancak bu niyet, ekol mensuplarının Yunan felsefesine tamamıyla vakıf olmaya başlamaları ve bu ilmin inceliklerine nüfuz etmeleri, Yunan filozoflarına karşı duyulan sevgi ve bağlılığı arttırmıştır. Bu teveccüh, Yunan
felsefesinin söylemlerinin tartışmazsızlığına, hatta çoğu zaman bu düşüncelerin din esasların
tamamlayıcısı boyutuna ulaşıldığı bir noktaya taşınmıştır. Felsefeye bu denli yaklaşarak başlangıçtaki amacından yavaş yavaş kopan ekolün, özellikle sorumluluğunu üstlendikleri dini görevleriyle bağlantılı olarak teolojik meselelerden daha çok felsefi meselelerle ilgilenmesi, İslam
Düşünce Tarihi açısından önemli bir kırılma noktası olarak düşünülebilir. Çünkü zamanla kendilerini cevher, araz ve atom gibi sırf kozmosa, doğaya ve felsefeye yönelik meselelere adamaya
başlayan ekol için, hem maddeyle hem astronomiyle hem de felsefe ile uğraşmak daha önem
kazanmıştır. Madde dünyasına dair soru ve sorunlara öncelik atfeden, cismani realiteyi ideal
olan manevi ölçütler karşısında ikincilleştirmeye yönelen bir sistem, başka nasıl tanımlanabilir
ki?(Işık, 1967:49). Kaldı ki Mutezile ekolü, İslam Düşünce Tarihi’nde çoğu kez felsefi düşünce
ile özdeş kabul edilecek bir kayma yaşamıştır. Hatta felsefe ile astronomi çoğu zaman yan yana
zikredilmiştir. Dolayısıyla Mutezile ekolü, İslam dünyasında ilim hayatına ve bilimsel düşünceye kazandırdığı hareketlilik, İslam Düşünce Tarihi’nde bilimsel algılama adına bir kırılma noktasıdır. Peki, bu ekol varlığını neden koruyamamıştır?
İlk neden, XIII. yüzyıla girerken, XII. yüzyıl başlarındaki Hanefi-Maturidi birleşmesidir. İkincisi ise Eşari düşüncenin, İslam dünyasında Sünni anlayışı temsil eden tek ve en önemli ekol olduğuna yönelik algı değişikliği ve bu algı operasyonlarının halk üzerinde yaratığı olumsuz etkiye bağlı olarak, Mutezili anlayışın tehlikeli bir zındıklıkla yaftalanmasıdır (Kara, 2012:8). Madalyonun öteki yüzünü gösteren üçüncü neden ise, özellikle Abbasiler döneminde etki alanını
genişleten ekolün, halifeler üzerinde baskı kurmayı başarması ve bu baskının toplumsal ayağında ise ekol ait söylemlerin kabul edilmesi için geniş halk kitlelerine tahakküm uygulanmasıdır.
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 40, Şubat 2017, s. 301-312
306
İlim-Bilim İlişkisi Bağlamında Anadolu Selçukluları’nda İlmi Hayatın Kökenleri
Ve son olarak, devletin resmi organları vasıtasıyla halka ve bilhassa asıl gayesinden saptığını
iddia eden ve tepki gösteren bazı İslam bilginlerine karşı çeşitli ceza ve işkencelere varacak
düzeydeki yaptırımlardır (De Boer, 2001:66, Işık, 1967:62). Özellikle son iki neden, Mutezile
içerisinde ayrılmaların da sebebi olmuştur. Örneğin 912 yılına doğru Ebû’l Hasan el-Eşari’nin,
Mutezile ile bağını koparıp, Sünni bir sistem olan Eşari ekolünü kurması, Mutezile için gerçekten ağır bir darbe olmuştur. Bu nedenleri bir araya topladığımızda Mutezilenin, metot, din, felsefe ve bilim algısıyla İslam ilmine katkılar sunamadığını ve farklı yapılar içinde eridiğini ve
tarih sahnesinden çekildiğini söylemek mümkündür.
IX. asırdan itibaren Şafiiliğin ve Hanefiliğin veya bir başka yönüyle Hadis Taraftarı Şafiilerle
Rey Taraftarı Hanefilerin, Horasan ve Maveraünnehir bölgesinde karşılaşması, mezhebi temsil
noktasında gerginliğinde başladığı dönem olmuştur. Siyasi, ekonomik ve sosyal alanlarda ortaya
çıkan bu iki grup arasındaki çekişmeler, dini ve bürokratik alanlardaki yapılanmalarda da kendini gösterince, daha içinden çıkılmaz hale gelmiş, gerginliğin boyutu rekabete, hatta fiili mücadelelere varacak niteliği ulaşmıştır (Kalaycı, 2012:114). Bilindiği gibi siyasi iktidarların, kendi
bekalarını muhafaza etmek ve yönetimlerini daha sağlam temellere oturtmak adına, dini veya
mezhebi eğilimlerin doğrudan sebebinin veya sonucunun faili olmaları tarihin farklı dönemlerinde görülen bir vakadır. Kimi dönemlerde dini veya mezhebi kesimlere ayrıcalıklar tanımasıyla karşılaşılabileceği gibi, kimi zamanlarda da dini ve mezhebi çekişmelerden türetilmiş denge
politikalarının izlediğini görmek mümkündür. İşte İslam Tarihi’nin en önemli iki temel ekolü
olan Eşarilik ve Maturidilik arasındaki ilişkinin siyasi ve dini tasarruflar etrafında yönlendirildiği realitesini dikkate almanın çalışmamızın seyrine katacağı katkılarda bu yönde olacaktır.
1.2. Eşarilik
Selçukluların Sünni akideyi destekleme propagandasıyla yola çıktıkları bir dönemde, özellikle
Nizamülmülk döneminde, devletin siyasi işleyişine bir dönem yön veren mezhep, tir. Ebu’lHasan el-Eş’ari (324/935-36) öncülüğünde kurulan İslami itikat mezheplerinden biri olan Eşarilik, aklı, Mutezile kadar önemsemeyen, ancak Eşarilik ve Maturidilik kuruluncaya kadar Sünni
Müslümanların itikadı yönden bağlı olduklar ve temelleri İbn Teymiyye tarafından atılan Selefilik kadar da küçümsemeyen bir ekoldür. Eş’ari’nin Mutezile’den ayrıldıktan sonra yaşadığı en
önemli sıkıntı, toplumda meşruiyet elde etme çabası olmuştur. Çünkü hem Kelam’ın yerildiği,
kötülendiği ve hatta yasaklandığı hem de hadis âlimlerinin ön plana çıkarıldığı Mutezile ekolünden ayrılmış bir âlim olması, toplum nazarında olumsuz karşılanmıştır. Ayrıca tek düze bir
yapısı olamamasına rağmen, Me’mun döneminde Mutezileye karşı mücadele eden Şafii hadis
taraftarlarının oluşturduğu ve ismini Abdullah b. Sa’id b. Küllab’dan alan Küllabilik nezdinde
saygınlık kazanmaya ihtiyacı vardı.3 Ta ki bu çaba, Nizâmiye Medreseleri kuruluncaya kadar
devam etmiştir. Benzer durumu, Eşari’yi takip eden Eşari kelamcılarda da görmek mümkündür.
Dolayısıyla itikadı konularda nakle daha çok önem veren, bütün meselelerin ele alınışında ayet
ve hadisleri yeterli gören ekol, Şafiilerin ve Malikilerin benimsedikleri bir mezhep olmuştur.
Selçuklular döneminde Nizamiye Medreseleri’nde de müderrislik yapan Ebu Muhammed elCüveynî’nin Eşariliğin görüşlerine ilave olarak aklı da devreye sokması, bu ekole yeni bir boyut
kazandırmıştır (ed-Dîb, 1993:142).
Klasik kelam eserlerinde Ehl-i Hadis’in Kelamcıları olarak nitelendirilen, Şafii hadis taraftarı olmalarına rağmen
itikadi meselelerde kelama yer veren, itikadı konularda Mutezililerle tartışmaya girmekten kaçınmayan ve Ehl-i
Sünnet muhitinde kelami bakış açısının oluşmasına katkıda bulunan Küllabilik hakkında, Bkz: Kalaycı, 2013: 88-97.
3
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 40, Şubat 2017, s. 301-312
307
İlim-Bilim İlişkisi Bağlamında Anadolu Selçukluları’nda İlmi Hayatın Kökenleri
Ehl-i Sünnet ekolünün ana gövdesini oluşturan Eşari ekol, Ehl-i Sünnet içerisinde belirgin olarak var olan kelam karşıtı söylemler aleyhinde, kelamın gelişmesine katkıda bulunmuştur. Hatta
Montgomery W. Watt, Eşari’nin Mutezile’den bağlarını koparması ve Hanbeliliğe katılmasını
ve Sünni doktrinleri Mutezili bir yöntemle açıklamasını, Sünni felsefi teolojinin veya Kelam’ın
başlangıcı olarak kabul etmektedir (Yar, 2005:19). Eşarîlik, İslam inancına yönelik eleştirilerde
bulunan Dehriyyûn gibi materyalistlerle, Sümeniyye, Berâhime gibi peygamberliği inkâr eden
yapılanmalarla, Hıristiyanlık gibi teslisi savunan, tevhide aykırı tanrı tasavvurlarıyla mücadele
etmiştir. Yine İslam düşüncesi içerisinde yer alan Mutezile, Şia, Kerrâmiyye, MüşebbiheMücessime gibi fırkalarla mücadele ederek kendine ait bir metot ve İslam inancı ortaya koymuştur (Erdemci, 2012:13). Genel ilkelerin kelam yöntemiyle anlaşılması gerektiğini savunan
bu ekol, Mutezilenin katı akılcılığına karşı çıkarken, kendisi de daha ılımlı olmak suretiyle akılcı delilleri kabul etmiştir. Bu durum ilerleyen süreçte siyasal otoritenin desteğinin alınmasında
ekole mensup âlimlere önemli avantajlar sağlamıştır (Yar, 2005:21). Özellikle Eş’ari sonrası
dönemde İbn Furek, Bakıllani, Abdulkahir el- Bağdadi, Cüveyni gibi âlimlerden oluşan kelamcı
Eşariler; Ebu İshak el-İsferayini, Ebu Bekr Hüseyn el-Beyhaki, İbn Asakir, İbn Hatip elBağdadi gibi âlimlerin temsil ettiği Muhaddis Eşariler ve Kuşeyri, Gazali gibi önemli âlimlerin
bir araya geldiği Mutasavvıf Eşariler, bu ekolün görüşlerini geliştirmiş ve savunmuştur (Erdemci, 2012:12-13). Ancak Muhadis Eşariler, nakli, akıl karşısında ikincil kabul eden kelam yöntemi yerine, nakli aklın önüne geçirmişlerdir. Mutasavvıf Eşariler ise bilginin kaynağı probleminde ilhamı esas kabul etmeleri ve tasavvufi yaklaşımlarının baskınlığı, kelami yönlerini pasifleştirmiştir. Her ne kadar bazı kelam konularını ele almış olsalar da, bu iki grubun doğrudan kelamcı olarak değerlendirmesi çok sağlıklı görünmemektedir (Erdemci, 2012:13). Dolayısıyla
Eşarilik ile ilgili genel ve bütünleyici bir resim elde edebilmek için, onu besleyen ve dönüştüren
farklı aidiyetlikleri tespit etmek gerekir. Ancak çalışmamızın kapsamı, bu fotoğrafın tüm öğelerini değerlendirmemize müsait değildir. Bu nedenle sadece Eşariliğin arka planında, kelami
açıdan Küllabilik’in, fıkhi açıdan Şafiilik ve Malikilik’in, tasavvufi açıdan da genel Sufi hareketlerin olduğunu belirtmekle yetineceğiz (Kalaycı, 2012:88).
1.3. Maturidilik
Türkler arasında yaygın bir mezhep olmasına rağmen, kaynaklarda çok geçmeyen, genelde görüşleri açısından Hanefilere olan yakınlığı sebebiyle Hanefiyye, Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat, İmam
Maturidi ve tabileri gibi isimlerle anılan Maturidilik’e gelince, bugünkü Özbekistan’ın Semerkand bölgesinde Matürid köyünde doğan ve tam adı Ebu Mansur Muhammed bin Mahmud elHanefi Alemü’l Hüda el-Mütekellim el-Matüridi es-Semerkandi olan Maturidi’ni doğum ve
ölüm tarihi tahmini açıklamalar dayalıdır (Ak, 2009:96). Tahmini olarak 844 veya 852’de doğmuş olabileceği, yüz yaşına yaşadığı düşünülerek de 944 veya 852 yılında ölmüş olabileceği
ileri sürülmüştür. Ebu Mansur el-Maturidi, kökleri İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye dayanan itikadi
bir mezhep olarak Maturidiliği Semerkant bölgesinde kurmuştur (Ak, 2009:70). Kendi adına
nispet edilen bu ekolün esaslarını, dini bilginin temellerini akıl ve nakil olarak belirlemek, ilahi
sıfatları Allah’ın bütün kusurlardan uzak olduğu kabulüyle yorumlamak ve ilahi fiillerde hikmeti kabul etmek üzerine inşa edilmiştir. İtikadı konularda akılla nakil arasında esaslı bir denge
kurarak, dini anlayabilmek için akla güvenmenin zorunlu olduğunu savunan ekol, şeriata aykırı
olmayan konularda aklın esasını kabul etmekten geri durmamıştır (Fığlalı, 2008:139). Ne var ki
IX. ve X. yüzyıllarda Semerkant’lı Hanefiler arasında Hanefi-Hadis Taraftarları ve HanefiMaturidiler şeklinde farklı iki gruplaşmanın olduğu görülmüştür. Birinci grup genellikle siyasi
iradeyle iyi ilişkileri ön plana alarak, sorgulamayıp eleştirmeden kayıtsız şartsız itaatin ön gören
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 40, Şubat 2017, s. 301-312
308
İlim-Bilim İlişkisi Bağlamında Anadolu Selçukluları’nda İlmi Hayatın Kökenleri
ve tevile, yani akli yoruma pek sıcak bakmayan bir tavır benimsemiştir. Bu durum, Semerkantlı
Hanefîler arasında Hanefîliğin özünde bulunan nakille birlikte istidlal anlayışından, akıl yürütmeye sıcak bakmayan Hadis taraftarı anlayışa doğru bir kaymanın olduğunu göstermektedir.
Öte taraftan, İmam Maturidi’nin başını çektiği sorgulayan, eleştiren ve nakille birlikte, akla
büyük önem veren âlimler ve ona tabi olan Hanefilerin düşünceleri dikkat çekmiştir. Bu grup
özellikle insanların uygun olmayan düşüncelere kapılmamaları için, Kur’an’ın bütünlüğüne ters
düşmeyecek şekilde sağlam ayetlerin yorumlanması üzerinde ısrarla durmuştur. Bu anlamda
yapılması gereken asıl şeylerin ise, insanlar tarafından ayetlerin yanlış anlaşılmalarının önüne
geçmek ve onlara en uygun mananın verilmesinin sağlanması gereklidir. Bunların gerçekleştirilmesi de ancak âlimlerin teviliyle mümkündür. Çünkü İmam Maturidi için Kur’an sadece bir
kitap değildir, aynı zamanda onun içinde barındırdığı ayetlerin hem insanları meraklandırarak,
onları düşünmeye ve araştırmaya teşvik etmek hem de bilenlerin, bilmeyenlerden üstün olduğunun anlaşılmasını sağlamak gibi iki işlevi ve faydası vardır (Ak, 2009:82-83). Dolayısıyla Maturidiliğin kayıtsız şartsız itaatten ziyade, düşünmeye, araştırmaya, sorgulamaya ve bilime önem
verdiği açıktır. O halde bir taraftan muhtelif din ve düşünce sistemleri arasındaki bu rekabet,
diğer taraftan buna imkân sağlayan eğitim ve ilmi atmosfer, Maturidiliğin ilerleyen dönemlerde
gelişmesi ve alan genişletmesinde önemli olduğunu söylemekte herhangi bir beis görünmemektedir. Çünkü Hanefîler arasındaki bu rekabetin, dini ve ilmi faaliyetlerin hem bir arada yürütülebilirliği hem bu hareketliliğin zinde kalması kadar güncellenmesi hem de sistemleşmesi adına
oldukça önemlidir.
Selçuklular, ilk Müslüman oluşlarından itibaren Ehl-i Sünnet inancını benimsedikleri ve yaymaya çalıştıkları malumdur. Aynı şekilde Selçuklu yöneticilerinin Sünniliğin iki büyük kolu
olan Hanefi-Maturidiliği ve Şafii-Eşariliği; hatta bu ayrılıkta ve rekabette Selçuklu sultanlarının
ve bazı yöneticilerin açıkça Hanefîliği ve Maturidiliği, Nizamülmülk gibi bazı yöneticiler ise
Şafiiliği ve Eşariliği desteklediği bilinmektedir. Ancak Selçuklu sultanlarının Hanefiliği ve Ehl-i
Sünnet’i destekledikleri bu kadar açıkken, doğrudan onların Maturidiliği desteklediklerini netleştiren veriler, bu ekolün Selçuklular döneminde hem bir fıkıh hem de Maturidiliği de içine
alan kelami bir öğreti olarak algılanarak, Hanefi medreselerde yoğun bir şekilde Hanefi- Maturidilik eğitimi verilmiş olmasıdır (Ak, 2009:112). Bu sebepledir ki, Selçuklular döneminde ve
onu takip eden Osmanlılar döneminde, Türk denilince akla Hanefî ve Maturidi gelmiştir. Benzer
şekilde Selçuklular dönemindeki Hanefi âlimlerin tamamı, itikatta Maturidi’yi imam kabul etmişlerdir. İslamiyet’in kabul edilmesinden sonra hem İslam’ın hem de Hanefi mezhebinin sancaktarlığını üstlenen Türkler, Ehl-i Sünnet’in gayretli savunucuları olarak mezheplerini yaymak
maksadıyla ülkenin pek çok yerinde Hanefi eğitimi desteklemiş, Hanefiliğin ve Maturidiliğin
yayılmasına çaba sarf etmişlerdir (Kara, 2007:272-273). Bunlardan dolayı Selçukluların Ehl-i
Sünnet ve’l-Cemaat’in Maturidi koluna mensup olduklarını söylemek mümkündür. Başka bir
ifadeyle Eşarilik ile Mutezile arasında orta bir yol olan Maturidilik, Hanefilerin görüşlerinin
baskınlığından, her iki mezhebin de akla değer vermesinden, İslam’ın hukuk ve nizamının zamanın şartlarına göre güncellenmesine olanak tanımasından dolayı, Türklerin itikatta Maturidi,
eylemde de Hanefiliği benimsedikleri görülmektedir. Kaldı ki Selçukluların, Hanefi-Maturidilik
koluyla olan yakınlığında en dikkat çekici emarelerinden biri, İmam Maturidi’nin Selçuklularla
olan soydaşlığıdır. Nitekim Selçukluların ameli olarak Hanefi ve Şafiiliği, itikadi olarak da,
Maturidiliği ve Eşariliği kurumsallaştırmaya çalıştıklarını Nizamülmülk şöyle dile getirmiştir:
“Sultan Tuğrul ve Sultan Alparslan zamanlarında hiçbir Zerdüşti’nin, Hıristiyan’ın, Şii’nin Sahra’ya gelmeye veya bir Türk’ün huzuruna çıkmaya cüret ve cesaretleri yoktu. Bütün Türklerin
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 40, Şubat 2017, s. 301-312
309
İlim-Bilim İlişkisi Bağlamında Anadolu Selçukluları’nda İlmi Hayatın Kökenleri
kethüdalığı, mamur ve zanaatkârları temiz Hanefi veya Şafii mezhebine mensup Horasanlı insanlardan olurdu. Ne kâtipler ne de gulamlar, Irak’ın kötü mezheplileri için kendilerine (gelmelerine) yol verirlerdi. Türkler de onlara meşguliyet verilmesini bırakmazlar veya izin vermezlerdi” (Nizamülmülk, 1999:115). Dolayısıyla Selçukluların Türklüğe ve Hanefiliğe verdiği önem
ortadadır. Hanefiliği benimsemeyen Türkler, yıkıcı ve bölücü olmadığı sürece, farklı fikir ve
inançların yaşamasının önünde engel teşkil etmediği de tartışmaya açık kapı bırakmayacak derecede nettir. Bu hoşgörü ortamının getirilerini ise, öncelikle Anadolu coğrafyasının İslamlaşma sürecinde Sünni mezhebin önemli derecede etkin hale gelmesinde; ardından da bu süreçte en
büyük tehlike olan Moğolların baskısından kaçan ilim insanlarının Anadolu’yu sığınması ve
burayı yurt edinmesi ekseninde görmek doğru olacaktır.4 Böylesi bir ortamın, Anadolu’da bilimsel gelişmelerin sağlam temellere oturtulmasına zemin hazırladığına şüphe yoktur. Bu bağlamda İslam dininin temel öngörüsü olan hoşgörüyü anlayışını, hem dini hem de siyasi hayatın
merkezine yerleştirmiş olan Selçuklular, hâkimiyeti altındaki topraklarda yaşayan farklı kültür
unsurlarına, bu anlayışın ve politikanın içselleştirilmiş bir hayat tarzı olduğunu açık yüreklilikle
ortaya koymuşlardır.
Bu doğrultuda gelişimini sürdüren Maturidilik, diğer dogmatik Ehl-i Sünnet ekollerine kıyasla
akılcılığı daha ön plana alan bir fırka niteliğine sahip olduğu açıktır. Ancak Maturidiliğin diğer
Ehl-i Sünnet fırkalarıyla birlikte değerlendirilmesi, ondaki akılcı metodolojiyi de gölgede bırakmıştır (Ak, 2009:81). Özellikle de sonraki Maturidi âlimlerinin, bu ekol ile Eşarilik arasındaki görüş farklıklarını ortaya koyma gayretleri, rasyonel eğilimin ötelenmesinde önemli olmuştur. Bu anlamda Eşarilik ile Maturidiliği uzlaştırma çabaları, çoğu kere iki ekol arasındaki farklılıkların görmezlikten gelinmesine, bu yöndeki ısrarların Maturidiliğin aleyhinde gelişmesine
neden olmuştur. Lakin tüm bu nedenler her ne kadar Selçuklular döneminde Şafiilik ve Eşarilik
için artı olsa da ve Ehl-i Sünnet denilince Eşarilik akla gelmiş ve anlaşılmışsa da, aslında aynı
dönemde Sünniliğin Hanefi-Maturidi kolunun da önemli ölçüde yayıldığını göstermektedir.
Türklerin, fikir hürriyetine, akla ve düşünmeye diğer mezheplerden daha fazla önem veren Hanefi-Maturidi anlayışı içselleştirdikleri ve bir yaşam öğretisi düzeyine ulaştırdıkları görülmektedir.
Sonuç
Görüldüğü üzere, “ilim” ve “bilim” tartışmasının omurgasını, ilim ile bilim arasındaki mahiyet
farklılığı, yani doğrudan atıf meselesiyle alakalıdır. Bu farklılığa bağlı olarak “bilginin kaynağı
nedir?” sorusunun cevabı, ilim için sezgi, kutsal kitap, hadis ve vahiy iken; bilim, bu öncüllerin
yerini madde, deney ve nedensellikle doldurur. İnanç, iman ve bilgi bütünselliğini içinde barındıran ilim, “neden, kim?” sorularıyla asıl sebebe ulaşmayı hedeflerken, soru ve sorunları, kısa,
özlü ve veciz bir biçimde ortaya koyar. “Nasıl, niçin?” sorularının sahipliğini üstlenen bilim ise,
derinlik oluşturmadan, dini ve ahlakı temel değişken olarak kabul etmeden, maddi verileri, evrene ve dünyaya ait soru ve sorunların çözümünde kullanır. Bu kriterler ilmin, hem maddi hem
de manevi dünyanın bilgisini hedeflediğini; bilimin ise maddi olanın bilgisiyle yetindiğini göstermektedir. Dolayısıyla ilmin, hem manevi hem de bedeni âlemin bilgisine talip olması, bilimi
de kapsadığına, bilimin ilmi tamamladığına işaret etmektedir. Öte yandan bilimde yanılma ihtimaline karşılık, kesinlik aranırken, ilim, yanılma ihtimalini, inanç ve iman ölçütleriyle sıfıra
indirger. Bu nedenledir ki aşkın olana ulaşmak, madde âlemini aşmayı gerektirdiği için ilim,
kesinlik arayışı ile mutlak kabul arasında dengeli bir tavır belirler. İdeal-reel dünya arasındaki
4
Anadolu’nun İslamlaşmasında dini akım ve mezheplerin seyri hakkında, Bkz. Kara, 2006: 355 vd.
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 40, Şubat 2017, s. 301-312
310
İlim-Bilim İlişkisi Bağlamında Anadolu Selçukluları’nda İlmi Hayatın Kökenleri
ilişki, bu tavır etrafında yorumlanır, rasyonel olduğu kadar sezgisel, teslimiyetçi olduğu kadar
nedensel, ilahi olduğu kadar dünyevi ve inanç ve imana dayandığı kadar gözleme dayanan zihinsel ve eylemsel etkinlik alanı haline gelir. Bu çerçeve dikkate alındığında, Anadolu Selçuklularında ilim tasavvurunun, nass ve nakle ağırlık veren Selefiye; akıl ve mantık kurallarına ağırlık veren kelam ve keşf ve ilhama ağırlık veren tasavvuf hareketine kaynaklık ettiği söylenebilir.
Çünkü Mutezile mezhebinin, İslam dinini aklın ölçü ve kurallarına göre yorumlayan, akıl ile
nass çeliştiğinde ise nassın, akla uygun şekilde yorumlanmasını öngören, yani aklı önceleyen ve
akla üstünlük veren bir ekol olduğu görülmektedir. Oysa Eşariliğin akılcı bir metot takip etmesine rağmen, nakle daha çok önem atfettiği ortadadır. Bu iki ekol arasında köprü durumunda
olan Maturidilik ise İslam itikadını kitap ve sünnete aykırı olmamak ve akli verilerden faydalanmak koşuluyla açıklama yapmayı tercih eden ılımlı yönüyle kendini göstermektedir. Bir başka ifadeyle Mutezile aklı önceleyen; Eşarilik İslam’ın nakil yönünü ağırlı olarak ileri süren ve
Maturidilik ise herhangi bir mübalağa sapmaksızın akıl ile nakil arasında dengeyi hedefleyen
mezhepsel şubelerdir. Bu özellikleriyle İslam’ı kabul eden Türkler, özellikle Selçuklular döneminde bu ekollerin etkili olduğu ve dahası bu mezheplerin teorik ve eylemsel kapsamlarının
devlet ve ilim insanları üzerinde etkili olduğu aşikârdır.
KAYNAKLAR
Adıvar, A. (1980). Bilim ve Din, İstanbul: Remzi Kitabevi.
Ak, A. (2009). Selçuklular Döneminde Maturidilik, Ankara: Yayınevi Yayınları.
Aydın, H. (2000). “İslam Dünyası’nda Bilim ve Felsefe: Yükseliş ve Duraklama”, Bilim ve
Ütopya Dergisi, S. 94-95, s. 1-21) (İnternetteki pdf sayfalandırması esas alınmıştır.)
Bayram, M. (2001). “Türkiye Selçukluları Döneminde Bilimsel Ortam ve Ahiliğin Doğuşuna
Etkisi”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, S. 10, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yay.,
Konya, s. 1-11.
Coşkun, C. (2015). “XVII. Yüzyıl Osmanlı ve Batı Dünyası’nda İktidar-Bilim/İlim İlişkisinin
Karşılaştırılması”, Ankara Üniversitesi SBE, Ankara (Yayınlanmamış Doktora Tezi).
Coşkun, Ö. (Kasım 2016). “İslamiyet Öncesi Türk Devlet Geleneğinde Meşruiyet Problemi”,
Asos Journal Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, S. 33, s. 444-458.
De Boer, T. J. (2001). İslam’da Felsefe Tarihi, (Çev., Yaşar Kutluay), İstanbul: Anka Yayınları.
ed-Dîb, A. (1993). “Cüveynî”, DİA, C. 8, s. 141-144, İstanbul.
Erdemci, C. (2012). “Eşariliğin Selçuklu Siyasetinin Sistemleşmesindeki Rolü”, İslami İlimler
Dergisi, Y. 7, S. 2, s.7-32.
Fığlalı, E. R. (1967). Günümüz İslam Mezhepleri, İzmir: İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları.
Işık, K. (1967). Mutezile’nin Doğuşu ve Kelami Görüşler, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi.
Kâhya, E. (2004). “Anadolu Selçukluları’nın Bilimsel Faaliyetinin Genel bir Değerlendirmesi”,
III. Uluslararası Mevlana Kongresi Bildirileri 5-6 Mayıs 2003, Selçuk Üniversitesi
Matbaası, Konya, s. 245-252.
Kalaycı, M. (2012). “Eşarilik ve Maturidiliği Uzlaştırma Girişimleri: Tacüddin Es- Sübki ve
Nuniyye Kasidesi”, Din Araştırmaları, C. 15, S. 40, s. 112-131).
Kalaycı, M. (2013). Tarihsel Süreçte Eşarilik-Maturidilik İlişkisi, Ankara: Anakara Okulu Yayınları.
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 40, Şubat 2017, s. 301-312
311
İlim-Bilim İlişkisi Bağlamında Anadolu Selçukluları’nda İlmi Hayatın Kökenleri
Kara, S. (2006). Selçukluların Dini Serüveni- Türkiye’nin Dini Yapısının Arka Planı, İstanbul:
Sema Yayınları.
Kara, S. (2007). Büyük Selçuklular ve Mezhep Kavgaları, İstanbul: İz Yayınları.
Kara, S. (2012). “Türkiye Selçukluları Döneminde Anadolu’da Mu’tezile Ekolünün Varlığı”,
Tarih Kültür ve Sanat Araştırmaları Dergisi, C. 1, S. 2, s. 1-14.
Köprülü, M. F. (1942), “XIII. Asırda Maraga Rasathanesi Hakkında Notlar”, Belleten, C. VI, S.
23,24, s. 207-227.
Kutluer, İ. (2000). “İlim”, DİA, C. 22, s. 109-114, İstanbul.
Nasr, S. H. (1989). İslam ve İlim İslam Medeniyetinde Akli İlimlerin Tarihi ve Esasları, (Çev.,
İlhan Kutluer), İhsan Yayınları, İstanbul.
Nizamülmülk (1999). Siyâset-nâme, (Haz., Mehmet Altay Köymen), Ankara: Türk Tarih Kurumu.
Şeşen, R. (2004). “Selçuklu Devrindeki İlme Genel Bir Bakış”, III. Uluslararası Mevlana
Kongresi Bildirileri 5-6 Mayıs 2003, Selçuk Üniversitesi Matbaası, Konya, s. 233-244.
Yar, E. (2005). “Eşari ve Metodolojisi”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 10, S.
2, s. 19-47.
312
The Journal of Academic Social Science Yıl: 5, Sayı: 40, Şubat 2017, s. 301-312
Download