¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ´A ÅBÆjI A ÓËçA ÅAjZJºA ľ ³@ÄAÅiH@Òʦ@Ä@iYI¹¾ËWh¸?Âh¸??¾lG @ý Editörden ² @ÃAÄhH@ÑÉÁ¥@Ã@hYI¸@¼ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ¿mH Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Allah, dilediğini aziz (izzet sahibi) kılar, dilediğini zelil (zillet sahibi) eder.” (Âli İmrân sûresi, 3/26.) tevazi ve merhametli, ama düşmanlarına karşı ‘izzet’ (güç ve şeref) sahibidirler. Onların karşısında pısırık, sünepe, teslimiyetçi ve hakkını savunamayacak kadar korkak değildirler.” (Maide sûresi, 5/54.) ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH “Mü’minleri bırakıp da kafirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet, yalnızca Allah›a aittir.” (Nisa, 139) “Zalim sultanlar (yöneticiler) bir ülkeye zorla girdikleri zaman orasının huzurunu bozarlar (ifsat ederler), mallarına ve onları ayakta tutan değerlerine saldırırlar. Şerefli insanları (izzetli kimseleri) zelil hale getirirler, onları aşağı bir duruma düşürürler.” (Neml sûresi, 27/34.) ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH Elmalılı: “- Münafıklar mü›minlere karşı Yahudilerle müvalat (dostluk) ediyorlardı. Bunlar o kafirlerin yanında izzet ve şeref bulacaklarını mı zannediyorlar? Ne kadar yanılıyorlar? Çünkü bütün izzet Allah’ındır. Ve ancak ondan alınır. Allah’ın izzet vermediği kimseler hiç bir şekilde aziz olamazlar. Allah mü!minleri “İzzet Allah’ın, Resûlünün ve mü’minlerindir” buyurarak i’zaz etmiştir (aziz kılmıştır). Binaenaleyh kafirlerin dostluğundan izzet beklemek ne kadar ma›kustur (tersdir). Onlarla beraber oturmaktan bile sakınmak, izzeti imanı muhafaza etmek lazım gelirken onlarla müvalat etmek ve onlardan izzet beklemek nasıl olur?” “Bir kısım insanlar, Allah’ı (c.c.) bırakıp putları ‘ilah’ edindiler. Onlar bu yalancı, işe yaramaz, bir faydasını görmedikleri, hayali tanrılarının yanında bir ‘izzet’ bulacaklarını zannederler. Bu elbette mümkün değildir.” (Meryem sûresi, 19/81.) “Allah, bazı cahillerin ve heveslerini ilâh haline getirip te O’nun hakkında kısır düşünenlerin niteledikleri, ya da kendi uyduruk tanrıları gibi değildir; O Sübhan’dır (çok yücedir) ve O gerçek izzetin de sahibidir.” (Saffat sûresi, 37/,180.) “Mü’minler, kendi kardeşleri olan müslümanlara karşı gayet alçak gönüllü (zelil), mü- “Her kim şeref ve izzet istiyorsa bilsin ki izzet bütünü ile Allah’a aittir. Güzel sözler ancak O’na yükselir. Salih ameli de güzel sözler yükseltir.” (Fatır, 35/10.) “İzzet Allah’ın, Resûlünün ve mü›minlerindir.” (Münafıkun, 8) Elmalılı: “- Kuvvet, hakiki galibiyet, haysiyet Allah’ın ve O›nun î’zaz eylediği kimselerindir ki onlar da Allah’ın Resulü ve halis mü’minlerdir. Münafıkların izzeti yoktur, izzetleri olsaydı nifaka, yalancılığa tenezzül etmezler, dünya hayatı için sonunda Hakk’ın huzurunda yüzlerini kara çıkartacak olan o ahlaksızlıkları, alçaklıkları irtikab eylemezlerdi (işlemezlerdi). Binaenaleyh zilletleri kendileridir. Hasan İbni Ali (r.a.)›a bir adam: “Nas sende biraz kibir var iddiasında bulunuyor” demişti. Cevaben: “O kibir değil ve lakin izzettir.” diye karşılık vermiştir. Sevgili Peygamberimiz (s.a) “Mü›minin izzeti ve rif’ati (şeref ve yüceliği) nas’dan istiğnasıdır” (Halka karşı müstağni davranmasıdır) buyurmuştur. İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 12 Sayı: 139 N�san 2017 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğ�t�m ve Tur. Ltd. Şt�. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrah�m BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Aydın BAŞAR Sal�h AYDIN Musa KARACA GRAFİK TASARIM Talha AKA Aziz Gençler 4 Prof. Dr. Mustafa Ağırman İzzet Allah’ın, Rasûlü’nün ve Mü’minlerindir 8 Yrd.Doç.Dr. Mustafa KARABACAK İzzet (Üstünlük) Tamamıyla Allah’ındır 12 İzzetini Koru Ey Müslüman 18 Yrd. Doç. Dr. Mehmet Sami YILDIZ Ersan BİLGİN İslâm’dan Başka Şeylerde DAĞITIM ORGANİZASYONU Talha AKA Gsm: 0541 580 1969 F�yatı Tek Sayı: 8 TL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 96 TL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonel�k İç�n Hesap Numaraları Posta Çek� No: 5091167 Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şt�. Kuvettürk Sultanbeyl� Şubes� Hesap No: 826718 - 1 İBAN: TR51 0020 5000 0008 2671 8000 01 Türk�ye F�nans Sultanbeyl� Şubes� Müşter� No: 291928 IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01 Z�raat Bankası Sultanbeyl� Şubes� Hesap No: 1673–44165588-5002 IBAN:TR690001001673441655885002 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Ak�f Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyl� / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 398 94 69 İNTERNET ADRESİ burhanderg�s�@hotma�l.com www.burhanderg�s�.com BASKI M�lsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Sürel� Yayın Gönder�len yazılarda ed�tör ve yayın kurulu değ�ş�kl�k yapab�l�r. Gönder�len yazılar �ade ed�lmez. Yazılardan kaynak göster�lerek alıntı yapılab�l�r. Yayınlanan reklamlardak� ürün ve h�zmetler�n sorumluluğu reklam verene a�tt�r. İzzet Aramak 22 Şeref, Onurlu Bir Payedir 26 Hikmet Damlası 28 İslam’ın Yarını 30 Sahabe Müdafaası II 40 Kibâr-ı Kelâm (Ehlullahın Dilinden...) 46 Duaya Muhtacız-I 48 Fatih Sultan SEMİZ Memduh ERGİN Hz. Pîr Seyyid Ahmed er-Rufai (k.s) Nureddin YILDIZ Dr. İhsan ŞENOCAK Ubeyd FAKİRULLAH Abdullatif ACAR Kitabü’t Tevhid İmam Ebu Mansur El Matürîdî 54 Gelen Ebû Zerr Olsa 58 Kulluk Ve Vatandaşlık Arasında 64 El-Esmâ’Ül-Hüsnâ 68 Burhan Çocuk 70 Yrd. Doç. Dr. Süleyman KOYUNCU Hatice FURHAN Av. Bahaddin ELÇİ Hamza MERT Musa KARACA 4 Aziz Gençler Prof. Dr. Mustafa Ağırman 30 İslam’ın Yarını Nureddin YILDIZ 40 Sahabe Müdafaası II Dr. İhsan ŞENOCAK 48 Duaya Muhtacız-I Abdullatif ACAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Aziz Gençler Hz. Câfer, Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib’in dört oğlunun üçüncüsüdür. Onun oğulları sırası ile Tâlib, Akîl, Câfer ve Ali’den ibârettir. Bu dört kardeşin en büyüğü Tâlib, en küçüğü de Hz. Ali’dir. Ebû Tâlib’in üçüncü oğlu olan Hz. Câfer, yaklaşık 590 yılında Mekke’de doğdu. Küçük kardeşi Ali’den on yaş büyüktü. Ebû Tâlib’in, oğullarından ayrı dört de kızı vardı. Çocuklarının fazla oluşu sebebiyle geçim sıkıntısı çektiği sırada yükünü hafifletmek üzere Hz. Peygamber Ali’yi, amcası Abbas da Câfer’i yanına almıştı. Bu sebeple Câfer’in gençlik yılları amcası Abbas’ın yanında geçti. Amcası Abbas, evlenecek yaşa gelen Câfer’i baldızı Esmâ bint Umeys ile evlendirdi. Câfer, Mekke’de, Hz. Peygamber’e ilk îman edenler arasında yer aldı. Onun, 25. veya 32. Müslüman olduğu rivâyet edilmektedir. Mekkeli müşriklerin Müslümanlara eziyet ve işkenceleri artınca Hz. Peygamber, isteyenlerin 4 Nisan / 2017 Habeşistan’a hicret edebileceğini söyledi. On bir erkek ve dört kadından oluşan ilk kâfile, 615 yılında Mekke’den Şuaybe limanına, oradan da bir tekneyle Habeşistan’a geçtiler. Bu ilk muhâcirlerin iyi karşılanması üzerine bir yıl sonra, 616 yılında gerçekleşen ikinci hicret kâfilesine yetmişten fazla Müslüman katıldı. Hz. Câfer ve hanımı Esmâ da ikinci kâfile ile Habeşistan’a hicret edenler arasındaydı. Üstelik Hz. Peygamber, Câfer’i bu ikinci kâfileye başkan olarak tâyin etti. Hicret eden Müslümanlara iltica hakkı tanınmaması konusunda Kureyşliler, elçi olarak Abdullah b. Ebî Rabîa b. Muğîre el-Mahzûmî ile Amr b. el-Âs es-Sehmî’yi, Habeşistan’a gönderdiler. Habeş hükümdarı Necâşî Adhame’nin huzurunda yapılan münâzarada Müslümanları Hz. Câfer temsil etti ve dâvâsını çok iyi savundu. Bu savunmada büyük bir açıklık, cesâret ve mahâretle İslâm inançlarını ortaya koyup yurtlarını terk etme sebeplerini îzah eden Hz. Câfer, Kureyş temsilcilerinin eli boş dönmesini sağladı. Hatta bunun ardından Necâşî’nin, Câfer sâyesinde Müslüman olduğu söylenir. (Ahmet Önkal, “Câfer b. Ebû Tâlib”, DİA, VI, 548-549.) Genç bir sahâbînin yaptığı, bize göre tarihin sayfalarına altın harflerle yazılacak bu savunmayı, hep birlikte okuyalım. Okuyacağımız bu bölümü bize, kendisi de bir Habeşistan muhâciri olan Hz. Ümmü Seleme (r.anhâ) anlatıyor. Bildiğiniz gibi o da, eşi Ebû Seleme ile birlikte ikinci Habeş hicretine katılmıştı. Bir müddet sonra eşi ile Mekke’ye döndüler, sonra da Mekke’den Medîne’ye hicret ettiler. Ebû Seleme, Uhud savaşında aldığı yaradan dolayı hicretin dördüncü yılında vefat edince, Ümmü Seleme dört çocuğu ile dul kaldı. Hz. Peygamber, bu fedâkâr hanım ile evlendi ve onu müminlerin anneleri arasına katarak şereflendirdi. Şimdi biz, bu annemizi dinliyoruz: “Habeşistan toprağına vardığımızda orada hayırlı bir komşuya, Necâşî’ye misâfir olduk. Onun yanında dînimiz konusunda güvene kavuştuk. Hiçbir eziyet görmeden ve hoşlanmayacağımız bir söz işitmeden Allah’a ibâdet ettik. Bizim bu durumda olduğumuzun haberi Kureyş’e ulaşınca, bizim hakkımızda Necâşî’ye iki güçlü adam göndermeye karar verdiler. Bu adamlarla Necâşî’ye Mekke’nin seçilmiş kıymetli eşyalarından hediyeler gönderdiler. Gönderilenler arasında en ilgi çekenler de deriden yapılan eşyalardı. Bu deriden mâmûl eşyaları müşriklerin evlerinden toplamışlar. Necâşî’nin adamlarından hiç birini ayırt etmeden hepsi için hediye hazırlamışlar. Sonra bu hediyelerle birlikte Abdullah b. Ebî Rabîa b. Muğîre el-Mahzûmî ile Amr b. el- Âs es-Sehmî’yi gönderdiler. Bu görevi bunlara verdiler ve kendilerine şöyle de tâlimat verdiler: “Gidenler hakkında Necâşî ile konuşmadan önce, adamlarının hepsine hediyelerini verin. Sonra da Necâşî’nin hediyelerini verin. Daha sonra Necâşî, yanına giden Müslümanlarla konuşmadan önce, onları size teslim etmesini isteyin.” Kureyş’in bu iki elçisi hazırlıklarını yaptıktan sonra, yola çıktı ve bir müddet sonra, Necâşî’nin huzuruna vardılar. Biz, onun yanında, hayırlı bir memlekette, hayırlı bir komşu ile birlikte yaşıyorduk. Bu ikisi, Necâşî’nin adamlarının tamamına hediyelerini verdiler. Kendisine hediye verdikleri her kişiye de şöyle dediler: “Hükümdârın memleketine bizim içimizden, kendi dinlerini terkeden, sizin dîninize de girmeyen, kendini bilmez bir takım çocuklar sığındılar. Bunlar bizim de sizin de tanımadığınız yeni bir din ortaya çıkardılar. Bu gelenlerin kavimlerinin ileri gelenleri, bizi, hükümdâra, bunların kendilerine geri verilmesi için gönderdiler. Biz, onlar hakkında hükümdârla konuştuğumuz zaman, siz, hükümdârın onlarla konuşmamasını sağlayın ve bir de onları bize teslim etmesi için istişârede bulunun. Çünkü onların kavimleri, onları, başkalarından daha iyi görür, gözetir ve ayıplarını, kusurlarını daha iyi bilirler.” Necâşî’nin adamlarının hepsi, bu teklife “evet” dediler. Bu iki elçi, daha sonra Necâşî’nin huzuruna çıktı ve ona da hediyelerini takdîm ettiler. Necâşî, bu hediyeleri kabul ettikten sonra kendileri ile konuşmaya başladı ve niçin geldiklerini sordu. Bu ikisi söze başlayarak şöyle dediler: “Ey hükümdâr! Bizden kendini bilmez bir takım çocuklar, senin ülkene sığındılar. Bunlar, kendi kavimlerinin dinlerini terk ettikleri gibi, Ne zaman atacağız bu ölü toprağını üzerimizden. Haydi! Bir silkinelim! İzzet ve şerefimizle yola devam edelim. İzzetli gençlerin sayısını çoğaltalım. İzzetli az bir topluluk, zillet ve meskenet içerisindeki kalabalık bir topluluğa gâlip gelecektir. Bunu yakında göreceğiz inşâallah. Nisan / 2017 5 senin dinine de girmediler. Yeni, uydurma bir din ortaya çıkardılar. Bu dîni ne biz tanıyoruz, ne de sen tanıyorsun. Bizi sana onların babalarından ve amcalarından ileri gelenler, onları geri vermen için gönderdiler. Onlar, bunlardan daha kavrayışlı kimselerdir. Kendilerine karşı işledikleri ayıpları da iyi bilmektedirler.” Abdullah ve Amr için Necâşî’nin, kendi yanına sığınan kişilerin sözlerini dinlemesinden daha fenâ bir şey olamazdı. Hükümdârın etrafındaki adamları ve saray ileri gelenleri: “Ey hükümdâr! Bunlar doğru söylüyorlar, o gelenleri bunlara teslim et!” dediler. Necâşî, etrafındaki adamların böyle konuşmalarına sinirlendi ve şöyle dedi: “Hayır, Allah’a yemin olsun ki, onları bu kişilere teslim etmeyeceğim. Bana komşu olan, benim ülkeme yerleşen ve başkalarına karşı beni tercih etmiş olan bir topluluğu yanıma çağırıp, kendilerine işin gerçeğini sormadan, onları bir oyuna getirerek bu adamlara teslim edemem.” Necâşî, daha sonra Müslümanlara bir adam gönderdi ve onları yanına çağırdı. Hükümdâr’ın elçisi, Müslümanların yanına gelince, Müslümanlar toplandılar ve birbirlerine: “Hükümdârın huzuruna çıkınca ne söyleyeceksiniz?” diye sordular. Sonra da: “Vallahi bildiklerimizi, peygamberimizin bize ne emrettiğini ve bu konuda olup bitenleri söyleriz.” dediler. Sonra da hükümdârın huzuruna geldiler. Necâşî, bu sırada din adamlarını yanına çağırmış, onlar da kitaplarını etrafına yaymışlardı. Necâşî, Müslümanlara şöyle bir soru sordu: “Kendi kavminizin dînini terk ettiğiniz, sonra benim dînime veya başka bir dîne de girmediğiniz söyleniyor. Yeni bir dîne girmişsiniz, nedir bu girdiğiniz yeni din?” Müslümanlar adına, Câfer b. Ebî Tâlib konuştu ve şunları söyledi: “Ey hükümdâr! Biz, câhiliyye içinde yaşayan bir topluluk idik. Putlara tapar, ölü hayvan eti yer, fenâlıklar işler, akraba bağlarını koparır, komşuluk konusunda uygunsuz davranırdık. İçimizde güçlü olanlar zayıf olanları yerdi. Yüce Allah, içimizden soyunu ve asâletini bildiğimiz, doğruluğunu ve güvenilirliğini kabul ettiğimiz, iffetini ve nezih oluşunu takdîr ettiğimiz bir elçi gönderinceye kadar, biz bu hal üzere devam ettik. İçimizden gelen bu elçi, bizim ve babalarımızın, Allah’tan başka tapa geldiğimiz taştan ve ağaçtan yapılmış putları bırakarak, Allah’ın birliğine ve yalnız ona ibâdet etmeğe dâvet etti bizi. Ayrıca bize, doğru sözlü olmayı, güvenilir olmayı, akraba ile ilgilenmeyi, komşularla iyi geçinmeyi, haramlardan el çekmeyi, insanların kanını dökmekten vazgeçmeyi emretti. Ayrıca bizi, her türlü çirkinlikten, yüz kızartıcı sözlerden ve işlerden, yalan söylemekten, yetim malı yemekten, iffetli kadınlara dil uzatmaktan ve onlara iftira etmekten yasakladı. Kendisine hiçbir şeyi eş ve ortak koşmadan yalnızca Allah’a ibâdet etmemizi, onun için namaz kılmamızı emretti. Biz de, bu elçiye inandık; kendisini tasdîk edip doğruladık ve ona uyduk. Bunun üzerine kavmimiz bize düşman oldu. Bize işkence ettiler ve bizi yeniden o putların kulluğuna döndürmek için dînimizden uzaklaştırmaya çalıştılar. Daha önce helal saydığımız pislikleri, yeniden helal saymamızı istediler. Bunlar, bize üstün gelip zulmedince ve bize karşı taşkınlık yapıp dînimizle aramıza engel koyunca, biz de senin ülkene geldik. Başkalarına karşı seni seçtik. Senin komşuluğunu arzuladık. Senin yanında zulüm görmeyeceğimizi umduk.” Câfer b. Ebî Tâlib’în yaptığı bu konuşmayı can kulağı ile dinleyen Necâşî, ona şöyle dedi: “O elçinin Allah’tan getirdiklerinden, senin ezberinde bir şey var mı? Eğer varsa, onları bana oku.” Necâşî’nin bu isteğini yerine getiren Câfer, “Kâf, hâ, yâ, ayn, sâd” diye başlayan Meryem sûresinin başından biraz okudu. Vallahi, Necâşî, okunan âyetleri dinleyince, gözyaşları ile sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Yanındaki din adamları da bu âyetleri dinledikten sonra, önlerindeki kitaplar ıslanıncaya kadar ağladılar. Bundan sonra Necâşî, şöyle dedi: 6 Nisan / 2017 “Şüphesiz bu, Mûsâ’nın ve Îsâ’nın getirdiği ile aynı kaynaktan çıkan bir nurdur.” Daha sonra da, Kureyş’in elçilerine dönerek: “Çıkınız, Allah’a yemin ederim ki, bunları size teslim etmem ve oyuna da getirilmem.” dedi. Bunun üzerine Kureyş’in elçileri, Necâşî’nin huzurundan ayrıldılar. Ayrılırken Amr b. El-Âs, şöyle söyleniyordu: “Vallahi, yarın onlar aleyhine hükümdâra öyle bir delil sunacağım ki, onların köklerini kazıyacağım, işlerini bitireceğim.” Amr, böyle söylenirken diğer arkadaşı Abdullah da ona şöyle diyordu: “Yapma! Her ne kadar bize muhâlif olsalar da, onlarla aramızda bir akrabalık bağı vardır.” Abdullah’ın bu sözlerine Amr, şöyle karşılık veriyordu: “Vallahi, bunların: “Meryem oğlu Îsâ da bir kuldur.” dediklerini yarın hükümdâra söyleyeceğim.” Amr, ertesi gün, Necâşî’nin huzuruna çıktı ve ona: “Ey hükümdâr! Bu kişiler, Meryem oğlu Îsâ hakkında çok ağır şeyler söylüyorlar. İstersen onlara bir elçi gönder ve onun hakkında ne söylediklerini kendilerine bir sor.” dedi. Bunun üzerine Necâşî, Meryem oğlu Îsâ hakkında, Müslümanların ne söylediklerini öğrenmek için onlara bir elçi gönderdi ve kendilerini huzuruna çağırdı. Ümmü Seleme (r. anhâ), bundan sonrasını şöyle anlatıyor: “Böyle bir olay başımıza gelmemişti. Müslümanlar, bu dâvetten dolayı son derece endîşeye düştüler. Konuyu görüşmek üzere bir araya toplandı ve kendi aralarında şöyle konuştular: “Vallahi, onun hakkında, yüce Allah’ın söylediğini aynen söyleriz. Netîce nasıl olursa olsun.” Hükümdârın huzuruna girdiklerinde, hükümdâr, onlara şöyle bir soru sordu: “Meryem oğlu Îsâ hakkında ne dersiniz?” Hükümdârın bu sorusuna Câfer b. Ebî Tâlib, cevap verdi ve şunları söyledi: “Onun hakkında, peygamberimizin bize bildirdiklerini söyleriz. O, Allah’ın kulu, elçi- si, rûhu ve kelimesidir. Allah, onu, dünyadan ve evlilikten vazgeçen, Allah’a bağlanan Meryem’e ilkâ etmiştir.” Câfer’in bu cevâbından sonra Necâşî, elini yere uzatıp oradan bir çöp aldı ve şöyle dedi: “Vallahi, Meryem oğlu Îsâ, senin söylediğinden farklı değildir. Arada, şu çöp kadar bile bir fark yoktur.” Necâşî, bunları söylediğinde etrafında bulunan kendi adamları homurdanmağa başladılar. Necâşî de onlara: “Siz, homurdansanız da gerçek budur.” dedikten sonra, Müslümanlara döndü ve onlara şöyle dedi: -“Sizler, serbestsiniz; çıkıp gidebilirsiniz. Benim ülkemde güven içinde olduğunuzu biliniz. Kim, size söverse cezalandırılacaktır. Tekrar ediyorum; kim, size söverse ve kim size dil uzatırsa cezalandırılacaktır. Sizin birinize eziyet ettikten sonra, dağlar kadar altınımın olmasının bana faydası olamaz. Biliniz ki, siz, emniyettesiniz.” Bu sözlerinden sonra Necâşî, kendi adamlarına dönerek onlara şöyle dedi: -“Şu iki adamın getirdiği hediyeleri geri verin. Vallahi, Allah, bana mülk ve saltanat verirken benden rüşvet almadı ki, ben de başkasından rüşvet alayım. O, benim hakkımda insanların sözüne bakmadı ki, ben de O’nun hakkında insanlara itaat edeyim.” Necâşî’nin bu sözlerinden sonra, Kureyş’in elçilerine hediyeleri geri verildi; onlar da yüzleri kızarmış olarak dışarı çıktılar.” (İbn İshâk, Muhammed b. İshâk, Sîretü ibn İshâk (nşr. Muhammed Hamîdullah), Konya 1981, s.194197; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 201-203.) Aziz gençler! Yirmi beş yaşlarındaki Müslüman bir gencin, devrinin süper güçlerinden biri olan Habeş kralının huzurunda gösterdiği izzetli duruş, size bir mesaj vermeyecek mi? Ne zaman atacağız bu ölü toprağını üzerimizden. Haydi! Bir silkinelim! İzzet ve şerefimizle yola devam edelim. İzzetli gençlerin sayısını çoğaltalım. İzzetli az bir topluluk, zillet ve meskenet içerisindeki kalabalık bir topluluğa gâlip gelecektir. Bunu yakında göreceğiz inşâallah. Nisan / 2017 7 Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK “ İzzet Allah’ın, Rasûlü’nün ve Mü’minlerindir Münafıklar ise aynı hataya düşerek izzet ve şerefi müşriklerin yanında aradılar. “Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.” (Nisâ, 4/139). 8 Nisan / 2017 ” Yaratıkların en güzeli ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan insanoğlu peygamberler aracılığıyla gönderilen ilâhi buyruklara uyduğu müddetçe izzet sahibidir. İnsanoğlu izzetini zaman zaman taclandırarak en yüksek seviyeye çıkmış, zaman zaman da en alçak seviyelere zillete düşmüştür. Bu anlamda İslâm’ın emirleri insanın izzet ve şerefini yücelten değerler olduğu görülmektedir. Cahiliye döneminde yapılan işlerle İslâm’ın emirlerini karşılaştıran şu örnek bunun güzel bir örneğidir: Mekkelilerin baskısından yılan Müslümanlar Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Mekkeliler, Habeşistan’a bir heyet göndererek Kral Necaşi’den sığınmacıların sınır dışı edilmesini istediler. Fakat Kral, Mekkelilerin bu talebini Hz. Peygamber’in amcaoğlu Ca’fer’in şu konuşmasından sonra şiddetle reddetmiştir. Ca’fer b. Ebû Tâlib’in Habeş kralının huzurunda Hz. Peygamber hakkında söylediği sözler dikkat çekicidir: “Ey kral! Biz cahil bir kavimdik. Putlara tapıyor, murdar et yiyip, çirkin işler yapıyorduk. Akrabalarla ilişkilerimizi kesiyor, komşuluğun gereklerini yerine getirmiyorduk: Kuvvetli olanlarımız zayıflarımızı eziyordu. İşte biz böyle bir ortamda bulunurken Allah bize içimizden soyunu, doğruluğunu, güvenilirliğini ve temizliğini bildiğimiz bir peygamber gönderdi. Bu peygamber bizleri Allah’ı bir tanımaya ve yalnızca O’na kulluk yapmaya davet etti. Bize atalarımızın ve bizim Allah’tan başka tapmakta olduğumuz ilahları bırakmamızı söyledi. Doğru söylemeyi, emanete hıyânet etmemeyi, akrabalık bağlarını gözetmeyi, komşu haklarına riâyet etmeyi, haramlardan ve kan dökmekten kaçınmayı emretti. Bize çirkin işlerin hepsini yasakladı. Bizleri yalancı şahitlik etmekten, yetimlerin mallarını yiyip namuslu kadınlara iftira etmekten alıkoydu. Allah’a kulluk yapıp hiç bir şeyi O’na ortak koşmamamızı, namaz kılmamızı, oruç tutmamızı ve zekat vermemizi emretti.” (İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdulmelik b. Hişâm b. Eyyûb el-Humeyrî el-Meâfirî, es-Siretü’n-Nebebiyye, Thk. Mustafa es-Sekâ- İbrahim el-Ebyârî- Abdülhafîz eş-Şelbî I-II, Mektebetü Mustafa el-Bâbî, 2. Basım, Mısır, 1375-1955, I, 336). Allah Teâlâ, Rasûlüne kadınlardan biat alırken insanın değerini yükselten şu ilkeler üzerine biat almasını istemektedir: “Ey Peygamber! İnanmış kadınlar, Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemek, iyi işi işlemek- te sana karşı gelmemek hususunda sana biat etmeye geldikleri zaman, biatlarını kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.” (Mümtehıne, 60/12). Kadınlarda Allah Rasûlüne şöyle diyerek söz vermişlerdir: “Yâ Rasûlellah! Allah’a hiçbir şey ortak koşmayacağımıza, hırsızlık yapmayacağımıza, zina etmeyeceğimize, çocuklarımızı öldürmeyeceğimize, kendi tarafımızdan yapılmış bir iftirada bulunmayacağımıza, iyiliklerde sana karşı gelmeyeceğimize dair sana söz veriyoruz.” (Mâlik b. Enes, Muvatta, İstanbul, 1981, Bey’at, 2). Bunlar insan izzet ve şerefini yücelten ilkelerdir. “İzzet ve şerefin hepsi Allah’a aittir.” (Fâtır, 35/10). Ayrıca izzet Allah’ın, Rasûlü’nün ve inananların yanındadır. “Hâlbuki asıl izzet, ancak Allah’ın, Peygamberinin ve müminlerindir.” (Münâfıkûn, 63/8). Oysa müşrikler izzeti Allah’ın yanında aramak yerine putların yanında aradılar. “Onlar, kendilerine bir itibar ve kuvvet (vesilesi) olsun diye Allah’tan başka tanrılar edindiler.” (Meryem, 19/81). Münafıklar ise aynı hataya düşerek izzet ve şerefi müşriklerin yanında aradılar. “Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinenler, onların yanında izzet (güç ve şeref) mi arıyorlar? Bilsinler ki bütün izzet yalnızca Allah’a aittir.” (Nisâ, 4/139). İnanmayanlar kendileri için ikinci bir fırsat verilmesini isteyeceklerdir. “(Kötülere) uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar.” (Bakara, 2/167). Nisan / 2017 9 Mü’minlere düşen, olaylar karşısında gevşeklik göstermeyecek çünkü hak üzere olan onlardır ve sonuçta galip gelecek olan da onlardır. “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inan. mışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz.” (Al-i Imran, 3/139) Mü’min izzetlidir, alçak gönüllüdür, merhametlidir fakat kâfirlere karşı ise onurlu duruşunu her zaman gösterir. “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihat ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.” (Mâide, 5/54). “Muhammed Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler…” (Fetih, 48/29). Kâfirler Niye Nimetler İçinde Yaşıyorlar? Dünyadaki kıstaslara bakıldığında özellikle 21. Asır ölçeğinde kâfirlerin üstün olduğu gibi bir görünüm vardır. Fakat şu bilinmelidir ki, onların böyle bir görüntü vermeleri dünyadaki Müslümanların şu andaki durumlarına göredir. İslam’ın izzetli olduğu kesin de sorun ona inananların bu izzeti hak edip etmemeleridir. Sorun Müslümanların tembelliğinden kaynaklanmaktadır. Sorun İslam’da değil; Müslümanlardadır. Kâfirler Allah’ın kendilerine verdiği imkânları { değerlendirdiler ve dünyaya ve Müslümanlara kan kusturmaya devam etmektedirler. Bu imkânları iyilik yolunda değil; kendilerine rakip olacakların kafasını ezmek için kullandılar. Bu anlamda kötü bir sınav verdiler ve bu kötü sınav her geçen gün daha kötüye gitmektedir. Onların elbirliği yaparak mazlum insanların üzerine çullanmaları bizleri endişeye düşürmemelidir. Yeter ki biz yapmamız gerekenleri yapalım. “(Rasûlüm) İnkârda yarışanlar sana kaygı vermesin. Çünkü onlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Allah onlara, ahiretten yana bir nasip vermemek istiyor. Onlar için çok büyük bir azap vardır. Şurası muhakkak ki, imanı verip inkârı alanlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Onlar için elîm bir azap vardır. İnkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet vermemiz onlar için daha hayırlıdır. Onlara ancak günahlarını arttırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Al-i Imran, 3/176-178). Yine Rabbimiz insanların küfürde birleşme ihtimali olmasaydı onlara dünyada daha büyük nimetler vereceğini bildirmektedir: “Şayet insanların küfürde birleşmiş bir tek ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahmân’ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık. Evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları da (hep gümüşten yapardık). Ve onları zinetlere boğardık. Bütün bunlar sadece dünya hayatının geçimliğidir. Ahiret ise, Rabbinin katında, Allah’ın azabından sakınıp rahmetine sığınanlara mahsustur.” (Zühruf, 43/33-35). } Rabbimizin, dinine yardım edenlere yardım edeceğine dâir vaadi vardır: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 47/7). “… Allah onların yardımcısı idi. Müminler, yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Al-i Imrân, 3/122). 10 Nisan / 2017 Kâfirlerin refah içinde yaşaması seni aldatmasın bu onlar için sadece birazcık daha oyalanmaları içindir. “İnkârcıların (refah içinde) diyar diyar dolaşması, sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattır o. Sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir!” (Al-i Imrân, 3/196-197). “Şüphe yok ki kâfir olanlar, yeryüzündeki her şey ve bunun yanında da bir o kadarı kendilerinin olsa da kıyamet gününün azabından kurtulmak için onu fidye verseler onlardan asla kabul edilmez; onlar için acı bir azap vardır.” (Maide, 5/36). Kâfirlerin sağlıklı bir şekilde yaşamaları, imkânlarla donatılmış bir hayat sürmeleri Müslümanları aldatmaması gerekir. Bu onların azaplarını artırmak ve kıyamet günü hiçbir mazeretleri kalmaması içindir. “Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler. Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla ancak dünyada onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının güçlükle çıkmasını istiyor.” (Tevbe, 9/84-85). Onlar imkânları sayesinde şehir şehir dolaşıp dünya nimetlerinden istifa etmeleri Müslümanları aldatmamalıdır. “İnkâr edenler müstesna, hiç kimse Allah’ın âyetleri hakkında tartışmaz. Onların şehirlerde (rahatlıkla) gezip dolaşması seni aldatmasın.” (Mü’min, 40/4). Kafirler, inanmamak için bahaneler ararlar ve olmadık isteklerde bulunurlar. “Onlara bir âyet geldiğinde, Allah’ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız, dediler. Allah, peygamberliğini kime vereceğini daha iyi bilir. Suç işleyenlere, yapmakta oldukları hilelere karşılık Allah tarafından aşağılık ve çetin bir azap erişecektir.” (En’am, 6/124). İnanmayanlar kendileri için ikinci bir fırsat verilmesini isteyeceklerdir. “(Kötülere) uyanlar şöyle derler: Ah, keşke bir daha dünyaya geri gitmemiz mümkün olsaydı da, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık! Böylece Allah onlara, işlerini, pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar artık ateşten çıkamazlar.” (Bakara, 2/167). “(Rasûlüm!) gerçek sahibi De olan ki: Mülkün Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.” (Âl-i Imrân, 3/26). Herkes Yaptığının Doğru Olduğuna İnanır Firavun’da yaptıklarının doğru olduğuna inanıyordu: “…Böylece Firavun’a, yaptığı kötü iş süslü gösterildi ve yoldan saptırıldı…” (Mü’min, 40/37). “…Doğrusu inkâr edenlere hileleri süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan alıkonuldular. Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek yoktur.” (Ra’d, 13/33). “…Böylece biz her ümmete kendi işlerini câzip gösterdik…” (En’am, 6/108). “Herkes, kendi mizaç ve meşrebine göre iş yapar…” (İsrâ, 17/84). Sonuç olarak, tarihte olduğu gibi tekrar izzetimizi istiyorsak Rabbimizin istediği gibi bir kul olmalıyız ve gece gündüz çalışarak Allah’ın dinine yardım etmeliyiz. Çünkü Rabbimizin, dinine yardım edenlere yardım edeceğine dâir vaadi vardır: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 47/7). “… Allah onların yardımcısı idi. Müminler, yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Al-i Imrân, 3/122). Allah Teâlâ, başta Bedir Savaşı’nda olmak üzere inananlara yardım ettiğini bildirmektedir (Al-i Imrân, 3/123-128). Bizler de birçok olaylar sebebiyle onun yardımına şahit olduk ve şahit olmaya devam ediyoruz. “(Rasûlüm!) De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kadirsin.” (Âl-i Imrân, 3/26). Selam ve dua ile… Nisan / 2017 11 Yrd. Doç. Dr. Mehmet Sami YILDIZ “ İzzet (Üstünlük) Tamamıyla Allah’ındır “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır. O’na hoş kelimeler yükselir, onu da salih amel yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azab vardır. Onların tuzakları hep darmadağın 12 olur.” Nisan / 2017 ” َ شٓــا ُء َوتَ ْنـ ِـز ُع ا ْل ُم ْلـ َ ـك ت ُ ْؤتِــي ا ْل ُم ْلـ َ قُـ ِـل ال ٰلّ ُه ـ َّم مَالِـ ْـك ِم َّمــن َ َـك َمــنْ ت ِ ـك ا ْل ُم ْلـ َ شٓــا ُءۜ بِ َيـ ِـد َك ا ْل َخ ْيـ ُرۜ ِا ّنَـ ـك َع ٰلــى ُك ِّل َشـ ْـيءٍ َق ۪ديـ ٌر َ َشٓــا ُء َوتُـ ِـذ ّ ُل َمــنْ ت َ َ شٓــا ُءۘ َوت ُِعـ ّ ُز َمــنْ ت َ َت “De ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Hiç kuşku yok sen her şeye kadirsin.”1 Kur’an’ı Kerim, inanmış insanı tamamen Allah’a yönlendirir. Onu, Allah’ın dışındaki, O’nun emretmediği veya izin vermediği bir şeyle kuvvet ve galibiyet aramaktan ve istemekten men eder. Kendisine inanan insanı bu tür talebin bütün türlerinden bağlarını koparmaya, kuvvet ve galibiyetin bütününün yalnız Allah’a ait olduğunu ilana, yönlendirme konusu, Kur’an’ın ana konularından birisidir. Bu, yani kişinin bütün şeref ve izzeti Allah’ın rızasında araması Allah’a imanın şubelerindendir. Aynı zamanda bu, Allah’a iman etmenin kaçınılmaz sonucudur ve hikmetiyle dilediğini aziz kılanın O olduğu gibi, yine hikmeti gereği dilediğini zillete düşürenin de O olduğu gerçeğini içinde barındırır. Bütün üstünlüğü, galibiyeti yalnız Allah’tan isteyen, gücü nispetinde Allah’ın dinine yardım eden, Allah’ın emrettiği şeylere karşı kendisini sorumlu kabul eden, Allah’ın emrettiği yaratılış sebepleri ihmal etmeyip yerine getiren ve dinin sebep kıldığı şeylere de sıkı sıkıya sarılan inanan kişi bu hakikate ulaşır. Allah ona izzeti verir ve onun sebeplerini kolaylaştırır. Bu, Allah Teâlâ’nın kendi dostlarına dünya hayatındaki bir ikramıdır. Bu hakikate şu gerçeği de bağlamak gerekir: Allah’ın düşmanlarının eliyle müminlerin başına gelen belalar (musibetler) Allah’ın evrende belirlediği yasaların bir gereği ve Allah’ın kullarını sınaması yasasının bir sonucudur. Yüce Allah’ın Medine döneminin ortalarında Muhammed Suresi 47. ayette şu sözüyle açıkladığı gibi. “Allah dileseydi onlara karşı size zafer verirdi. Lakin Allah bazınızı bazınızla sınamaktadır.” Allah’ın dışındaki, bir şeyle kuvvet ve galibiyet istemenin kalbi ve nefsi bağlarını koparmaya mü’minleri yönlendirme, hakkında altı tane Kur’an ayeti altı surede geldi. Bu ayetler aralarından tam bir fikri bağla birbirine bağlı ayetlerdir. Aynı zamanda her bir ayetin içinde bulunduğu surenin konusu ile de bağı vardır. Bu ayetleri geçtikleri sûrelerin nüzul sırasına göre sıraladığımızda şu şekildedir. Birinci ayet: َمــنْ َكا َن ي ُري ـ ُد ا ْل ِع ـ َّز َة َف ِللّ ـ ِه ا ْل ِع ـ َّز ُة جَمي ًعــا ِالَ ْي ـ ِه ي َْص َع ـ ُد ا ْل َك ِل ـ ُم َّ ال َّ الصالِ ـ ُح يَ ْر َف ُع ـهُ وَا ّلَذيــنَ يَمْ ُك ـ ُرو َن َّ ـب وَا ْلعَمَ ـ ُـل َات لَ ُه ـ ْم ُ ط ِّيـ ِ الس ـ ِّي َ اب َشــدي ٌد َو َم ْك ـ ُر اُول ِئـ ـك ُه ـ َو يَبُــو ُر ٌ َع ـ َذ “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır. O’na hoş kelimeler yükselir, onu da salih amel yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azab vardır. Onların tuzakları hep darmadağın olur.”2 “El-izzetü” ()العــزة: Galip gelici kuvvettir. Kim kalıcı ve hakiki bir “izzet” istiyorsa Allah’a inansın O’ndan bunu talep etsin, çünkü bütün “izzet” Allah’a aittir. “Yebûr” ()يَبُــور: yani işin sonunda hepsi boşa gider. Allah onu boşa çıkarır. “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır.” () َمــنْ َكا َن يُري ـ ُد ا ْل ِع ـ َّز َة َف ِللّ ـ ِه ا ْل ِع ـ َّز ُة جَمي ًعــا Cümlesine gelince Fatır Suresinin unsurlarına iki yönden bağlıdır: 1) Kurbanlar keserek ve ibadet ederek Allah’a ortak koşmuş oldukları putlardan, kendilerini galip getirecek kuvvet isteyen müşrikleri tedavi ediyor. “De ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Hiç kuşku yok sen her şeye kadirsin.”1 Nisan / 2017 13 “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır. O’na hoş kelimeler yükselir, onu da salih amel yükseltir. Kötülükler kuranlara gelince, onlara şiddetli bir azab vardır. Onların tuzakları hep darmadağın olur.”2 2) Mekke’nin inatçı müşriklerin önünde baskıya maruz kalan mü’minlerin kalplerini ve nefislerini tedavi ediyor. Çünkü mü’minlerden bir kısmı kendi aralarında Müşriklerin ileri gelenlerinden destek almayı konuşuyorlardı. Bunun karşılığı olarak da dinlerinden taviz vermeye razı idiler. açıkladı. Onların kötü tuzaklarına ()مكرهــم السـ ــيات yani gizlice almış oldukları kötü tedbirlere gelince, o boşa çıkan bir iştir. Allah (c.c.) onu boşa çıkaracaktır ve bu işi yapan kimselerin sonunu başarısızlık ve terk edilmişlik kılacaktır. nefislerinin dedikodu ve düşüncelerle karşı karşıya geldiği ve “niçin sapık, inatçı, zorba müşriklerin ileri gelenlerinin baskılarına karşı kendimizi korumak için Allah’ın, Elçisinin ve müminlerin dışındaki kimselerden destek istemiyoruz” sorusunu sorduğu bir durumda iken Allah (c.c.) mü’minlere acele etti ve bu açıklamayı indirdi. Bunu imanın şubelerinin esaslarından genel bir esas üslubunda kıldı: () َمــنْ َكا َن يُري ـ ُد ا ْل ِع ـ َّز َة َف ِللّ ـ ِه ا ْل ِع ـ َّز ُة جَمي ًعــا “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır” بِ ِعبَا َدتِ ِه ْم َويـَ ُكونُو َن َعلَ ْي ِه ْم ِض ًّدا İkinci Ayet: ِ ّ ُون َ �َّ الل الِ َه ـ ًة لِيـَ ُكونُــوا لَ ُه ـ ْم ِع ـ ًّزا َك ِ وَاتَّ َخ ـ ُذوا ِمــنْ د Bazı baskıya maruz kalmış güçsüz müminlerin س ـيـَ ْك ُف ُرو َن Allah (c.c.) bu ayette, Rabbanî davete karşı durmak ve inananlara baskı yapmak için gizlice kötü tuzak kuranlar için de şiddetli bir azabın hazırlandığını “Onlar, kendileri için kuvvet ve şeref (kaynağı) olsunlar diye, Allah’tan başka ilâhlar edindiler. Hayır! İlâhları, onların ibadetlerini inkâr edecekler ve kendilerine düşman olacaklar.”3 Bu ayetler, kendilerine dünyevi işleri gerçekleştirmede güç versin, başarılı kılsın, düşmanlarına karşı yardım etsin, Allah yanında şefaatçi olsun diye Allah’ın dışında ilah edinen müşriklerin durumunu açıklamak için gelmiştir. Allah Teâlâ, bu ayetlerde, onların tapmış olduğu insan, cin veya meleğin kıyamet günü onların karşısında olacağını açıklamıştır. Onlar için ne yardımcı olacaklar ne dost olacaklar ne de şefaatçi olacaklar. Üçüncü Ayet Allah Teâlâ sonra aynı şekilde Mekke döneminde, kâfirlerin eziyet verici sözlerine, karşıt kampanyalarına ve tuzaklarına karşı Elçisine güven olması için Yunus suresindeki şu ayeti indirdi. Bu ayette Allah Teâlâ şöyle buyurur: َّ لل جَميعًا ُه َو ِ ّ ِ و ََل يَ ْح ُزن َْك َق ْولُ ُه ْم ِا َّن ا ْل ِع َّز َة السمي ُع ا ْلعَليم “Habibim, onların lafları seni üzmesin. Çünkü şan ve şeref bütünüyle Allah’ındır. O her şeyi işitiyor, hepsini görüyor.”4 14 Nisan / 2017 Açıklaması: O Allah onların sözlerini işitir, hallerini, kurdukları tuzakları ve Allah’ın Dininin galip gelmesini engellemek için hazırlamış oldukları kuvveti ve planları bilir. Galip gelici, bütün kuvvetin Allah’a ait olması nedeniyle O, bütün eksikliklerden uzak olan, o kimselere sonunda dostlarının aleyhine zafer kazanma fırsatı vermez. İstikameti düzgün olan kişi O’nun dostudur. O’nun yolundadır. Onlar ihlaslıdırlar, doğrudurlar, Allah için gereğince cihat ederler. Bu özellikler diğer bir ayette açıklanmıştır. Bu ayet, Peygambere güveni, kalbini yatıştırmayı O’nunla beraber iman edenleri rahatlatmayı ve zaferin mutlaka kâfirlerin aleyhine onlar için gerçekleşeceğini içerir. “Andolsun ki peygamberlikle gönderilen kullarımız hakkında şu sözümüz geçmiştir: “Onlar var ya, elbette onlar muzaffer olacaklardır ve elbette bizim ordularımız mutlaka galip geleceklerdir.” Onun için sen, bir süreye kadar onlardan yüz çevir. Onlara (inecek azabı) gözetle. Yakında onlar da göreceklerdir. Ya şimdi onlar, bizim azabımıza uğramakta acele mi ediyorlar? Fakat (azabımız) onların sahasına indiği zaman, (o acı sonuçla) uyarılanların sabahı ne kötüdür! Yine sen, bir süreye kadar onlardan yüz çevir. (İnecek azabı) gözetle! Yakında onlar da göreceklerdir. Senin güç ve kuvvet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıkları vasıflardan münezzeh ve yücedir. Gönderilen bütün peygamberlere selam olsun. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”5 Bu ayetlerde Allah (c.c) Elçisine güven verdi. O’na açık bir ifade ile “Onlar, kendileri için kuvvet ve şeref kesinlikle galip geleceğini (kaynağı) olsunlar diye, Allah’tan başka açıkladı. Onlardan yüz çevirmesini, başkalarını ilâhlar edindiler. Hayır! İlâhları, onların iyileştirmeye yönelmeibadetlerini inkâr edecekler ve kendilerine sini, gözünün onların üzerinde olmasını, südüşman olacaklar.”3 rekli onların yaptığı işleri düzenlemelerini, planlarını, İslam’ın başarısını engellemek, hakkın sesiDördüncü Ayet: ni susturmak, Müslümanların safları arasında ayrılık Yine aynı şekilde Mekke döneminde Allah Teâlâ, Onları hakka ve doğru yola iletmek için bütün ikna oluşturmak ve toplumlarını darmadağın etmek için ve iyileştirici yöntemleri kullandıktan sonra, Elçisinin hazırlamış oldukları kuvvet, hile ve tuzakları takip etMekke’li müşriler ile olan vazifesinin, nüzulü esnasın- mesini emretti. Aynı şekilde bu ayet, başarısızlığın, yenilginin, terkedilmişliğin Allah’ın yakın ve uzak cezalarının şayet Allah’a tövbe edip O’ndan günahlarının bağışlanmasını isteyip O’nun Elçisine tabi olup O’nun kitabı ile amel etmedikleri takdirde kâfirler için olduğunun işaretini de içerir. da onu tebliğ etmekle sınırlandırılmasını içeren bir açıklama olarak Saffât Suresindeki şu ayetleri indirdi: َولَ َق ـ ْد َس ـ َب َق ْت َك ِلمَ ت ُ َنــا لِ ِعبَا ِدنَــا ا ْل ُم ْر َســلين ِا ّنَ ُه ـ ْم لَ ُه ـ ُم ج ْن َدنَــا لَ ُه ـ ُم ا ْلغَالِبُــون َفتَ ـو ََّل َع ْن ُه ـ ْم َحتّــى حيـ ٍـن ُ ا ْلمَ نْصُ ــورُو َن َو ِا َّن ْجلُو َن َف ِا َذانَ ـ َز َل ِ َا َف ِب َع َذابِ َنــا يَسْ ـتَع َ َو َاب ِْص ْر ُه ـ ْم َف َس ـو ْص ـ ُرو َن ِ ْف يُب ص َبــا ُح ا ْل ُم ْن َذريــنَ َوت َ ـو ََّل َع ْن ُه ـ ْم َحتّــى حيـ ٍـن َ بِ َســا َح ِت ِهم ْم َف َســا َء َ ْص ـ ُرو َن سُ ـ ْبحَا َن َر ِبّـ َ َو َاب ِْص ـ ْر َف َس ـو َب ا ْل ِع ـ َّز ِة ع ََّمــا ي َِص ُفــو َن ِّ ـك ر ِ ْف يُب ِ ّ ِ َسـ َـ�مٌ َعلَــى ا ْل ُم ْر َســلينَ وَا ْلحَمْ ـ ُد ََب ا ْلعَالَميــن ِّ لل ر َ و Allah Teâlâ, onların küfürde ısrar etmesini, Allah’ın Dini, Elçisi ve Mü’minler hakkında sürekli tuzak kurmalarını, Allah’ın azabında acele etmek olarak açıkladı. Bunun delili ise şu ayettir: ْجلُو َن ِ َا َف ِب َع َذا ِب َنــا يَسْ ـتَع “Ya şimdi onlar, bizim azabımıza uğramakta acele mi ediyorlar?” Onlarda bütün ıslah edici, iyileştirici yöntemleri etkisiz kılan inadın ortaya çıktığını gördükten sonra Allah Teâlâ Elçisi’ne onları davetten, onları iyileştirme çabalarından, onlarla mücadele etmekten yüz çevirmesini temin etti. Nisan / 2017 15 Onların ve onların dışındakilerin gizli ve açık bütün hareketlerini gözetlemekle Elçisinin sorumlu َ “ َو َاب ِْص ـ ْر َف َس ـوGötuttu ve ona şöyle dedi: ْص ـ ُرو َن ِ ْف يُب zetle! Yakında onlar da göreceklerdir.” Bu ayette içinde silahlı mücadelenin olacağı yeni bir sürecin planlandığına işaret vardır. Son olarak bu ayetlerde “onların vasıflandırdıkları şeylerden yani onların Müslümanlara karşı galip geleceği, Muhammed (a.s.) ve O’na inananların engelleneceği, yenilgiye uğratılacakları, ayrılıp paramparça olacakları gibi özelliklerden Allah’ın uzak olduğunu Allah Teâlâ Elçisine açıkladı. O bütün eksiklerden uzaktır ve izzet sahibidir. Bunun anlamı, O onunla yenilmez gücüyle yardın eder. O’nun hikmeti, gücü dostuna karşı kullanması için düşmanının elinde bırakmaya hükmetmez. Beşinci Ayet: Dördüncü ayetten sonra Kur’an Kerim, konu ile ilgilenmeyi Medine Dönemine gelinceye kadar durdurdu. Medine Dönemiyle beraber Allah Teâlâ’nın zaferi Bedir’de ve diğer yerlerde Elçisine ve mü’minlere geldi. Yesrib halkından Yahudi dostu kimseler arasında nifak otları bitti. Münafık oldukları halde Müslüman oldular. Yahudi ve müşrik dostları ile bağları vardı. Gelecekteki ihtimallerden korkuyorlardı. Onların tasavvurunda Müslümanlar hezimete uğrayabilirdi. Kâfirler ile aralarındaki ilişkiye güvenir oldular ve onların yanında galibiyet bekliyorlardı ve onların sözcüsü şöyle diyordu: “Biz mağlubiyetten korkuyoruz.” Bunun üzerine Allah Teâlâ Nisa Suresindeki şu ayetleri indirdi: ب َِّشـ ِر ا ْل ُمنَا ِفقيــنَ بِـاَ َّن لَ ُهـ ْم َع َذابًــا َاليمً ــا Allah (c.) Kamer Suresi 44–46 arası ayetlerde onların zaferinin olmayacağını ortaya koydu. Bu ayetler: (37/54 Kamer44–46) َا ْم يَ ُقولُو َن نَ ْح ُن جَمي ٌع ُم ْنت َِص ٌر Yoksa “Biz muzaffer yenilmez bir topluluğuz.” mu diyorlar? Allah (c.) şu sözüyle onlara cevap verdi; َّ الســا َعةُ َم ْو ِع ُد ُه ـ ْم و َّ َس ـيُ ْه َز ُم ا ْلجَمْ ـ ُع َويُ َو ّلُــو َن ال ّ ُدب ُ ـ َر بَـ ِـل َُالســا َعة َُون ا ْل ُم ْؤ ِمنيــن ِ َا ّلَذيــنَ يَتَّ ِخـ ُذو َن ا ْل َكا ِفريــنَ َا ْولِ َيــا َء ِمــنْ د ِ ّ ِ َايَ ْبتَ ُغــو َن ِع ْن َد ُهـ ُم ا ْل ِعـ َّز َة َفـ ِا َّن ا ْل ِعـ َّز َة لل جَمي ًعــا “Münafıklara da haber ver ki, kendileri için çok acı bir azab vardır. Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.”6 Altıncı Ayet: Beni Müstalik Gazvesinde Hz. Ömer’in Gıfar’dan َا ْدهــى َو َا َم ـ ّ ُرbir üçretlisi ile ensardan birinin yeminli adamı Cü- “Her halde o topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır. Bilakis kıyamet onlara vaat edilen asıl saattir. Saat cidden çok feci ve acıdır.” { heyneli arasında bir tartışma çıktı, sonra kavga ettiler. Sonra herkes adamına yardım etti. Olay münafıkların lideri Abdullah bin Übey bin Selül’e ulaştı. Bunun üzerine o şöyle dedi: “Bunu yaptılar ha! Beldemizde Allah’ındır. O her şeyi işitiyor, hepsini görüyor.”4 16 } “Habibim, onların lafları seni üzmesin. Çünkü şan ve şeref bütünüyle Nisan / 2017 bizi asker ve sayı bakımından aştılar, bizden çok oldular. Allah’a yemin olsun ki bizim düşmanlarımız olan Kureyşin sürgünleriyle durumumuz, “besle köpeği yesin seni” sözünde olduğu gibidir. Ama Allah’a yemin olsun ki Medine’ye döndüğümüz de üstün olanlar o zelilleri elbette çıkaracaktır.” Sonra kavmi olan Hazreçlilerden orada bulunanlara yaklaştı ve onlara şöyle dedi: “Bunu siz kendiniz yaptınız. Onları memleketinize soktunuz, mallarınızı onlarla bölüştünüz. Allah’a yemin olsun ki siz ellerinizde bulunanı onlardan sakınsanız, onlar memleketinizi terk edip giderler.” Bu konuşmayı Zeyd b. Erkam duydu, İbni Selül’ün kabilesinden genç yaşta bir delikanlıydı. Duyduklarını hemen Resülullah’a anlattı. Resülullah (s.a.v.) zaman yola çıkma zamanı olmadığı halde yolculukta acele etti ve akılla, hikmetle ve af ile muamelede bulundu. Bu olay üzerine Allah Teâlâ Münafikun suresindeki şu ayeti indirdi: يَ ُقولُــو َن لَ ِئــنْ َر َج ْع َنــا ِالَــى ا ْلمَ دي َن ـ ِة لَيُ ْخ ِر َجـ َّـن ْالَ َع ـ ّ ُز ِم ْن َهــا ْالَ َذ َّل َّ َلل ا ْل ِع ـ َّز ُة َولِ َرسُ ــولِه َولِ ْل ُم ْؤ ِمنيــنَ وَل ِكـ ِِّو ـن ا ْل ُمنَا ِفقيــنَ قيــنَ َل يَ ْعلَ ُمــو َن “Diyorlar ki: “Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, daha üstün olan, daha alçak olanı oradan mutlaka çıkaracaktır.” Üstünlük, ancak Allah’a, O’nun elçisine ve müminlere mahsustur. Fakat münafıklar bilmezler.”7 Bu ayette Allah Teâlâ galip gelici kuvvetin (izzetin) yalnız kendisine ait olduğunu onu yeryüzünde Elçisinin ve müminlerin kıldığını açıkladı. Fakat bu, diğer Ayetlerde açıklanmış birtakım şartlarla kayıtlıdır. Sonuç Aşama aşama iman edenlerin zihnini inşa eden Kur’an’ı Kerim Müminlerin zihninde “izzet” kavramının inşası içinde aynı tedrici yöntemi kullanmış diğer Kur’an’i kavramlar gibi bu kavram da Kur’an’ın ilk muhatapları olan Hz. Peygamber (s.a.v.) ve sahabe (r.a.) hazretlerinin zihninde alması gereken yeri almıştır. Yukarıdaki ayetleri dikkate aldığımızda bu inşa şu şekilde olmuştur: İlk ayette “Kim kalıcı ve hakiki bir “izzet” istiyorsa Allah’a inansın O’ndan bunu talep Üstünlüğü gerçek adresi olan Allah’ın yanında arayarak hem bu dünyada hem de ahirette şerefli bir insan olalım. Müşrikler ve münafıklar gibi yanlış adreslerde üstünlük arayarak üstünlük yerine azap ve rezillikle karşılaşanlardan olmayalım. Allah Teâlâ bizlere her bir şeyi doğru adreste aramayı nasip eylesin! etsin, çünkü bütün “izzet” Allah’a aittir.” mesajını vererek insanın şerefi arayacağı doğru ve tek adresi göstermiş, ikinci ayette ise kendilerine dünyevi işleri gerçekleştirmede güç versin, başarılı kılsın, düşmanlarına karşı yardım etsin, Allah yanında şefaatçi olsun diye Allah’ın dışında ilah edinen müşriklerin durumunu açıklayarak yanlış adreste üstünlük arayanlara işaret etmiştir. Üçüncü ve dördüncü ayetlerde “Habibim, onların lafları seni üzmesin. Çünkü şan ve şeref bütünüyle Allah’ındır. O her şeyi işitiyor, hepsini görüyor.”, “İnecek azabı gözetle! Yakında onlar da göreceklerdir. Senin güç ve kuvvet sahibi Rabbin, onların yakıştırdıkları vasıflardan münezzeh ve yücedir.” İfadeleriyle Hz. Peygamberi ve inananları doğru adreste oldukları konusunda teselli etmiştir. Beşinci ve altıncı ayetlerde ise üstünlüğü malda, mevkide, soyda sopta arayan münafıkların yanlış adreste üstünlük aramalarının neticesi ağır bir azaba çaptırılacakları ve onların cahil bir toplum oldukları şu şekilde bildirilmiştir. “Münafıklara da haber ver ki, kendileri için çok acı bir azab vardır. Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.” “ Üstünlük, ancak Allah’a, O’nun elçisine ve müminlere mahsustur. Fakat münafıklar bilmezler.” O halde üstünlüğü gerçek adresi olan Allah’ın yanında arayarak hem bu dünyada hem de ahirette şerefli bir insan olalım. Müşrikler ve münafıklar gibi yanlış adreslerde üstünlük arayarak üstünlük yerine azap ve rezillikle karşılaşanlardan olmayalım. Allah Teâlâ bizlere her bir şeyi doğru adreste aramayı nasip eylesin! Allah’a emanet olun aziz kardeşlerim. Nisan / 2017 17 İzzetini Koru Ey Müslüman Ersan BİLGİN 18 Nisan / 2017 İslam’ın vakar ve izzetini kuşanmamız gerektiğini ifade eden Maide 54. ayet meali: “Ey İman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu, izzetli ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi çok geniştir.” - Müslümanlar izzetlerini-onurlarını ancak İslam’a, imana, yalnız Allah’a kulluğa, fedakarlığa ve cihada sarılarak korurlar. Hayat iman ve cihaddır. Bu iki izzete sımsıkı sarılan, teslim olan kurtulur. “Cihad izzet ve aydınlık, gevşeklik ise zillet ve karanlıktır.” Nisa Suresi 139. Ayet-i Kerime’de şöyle buyrulmuştur: “Onlar Mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinen kimselerdir. O kafirlerin yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref, Allah’a aittir.” - İslam vahiy dinidir. Allah yapısıdır. Mükemmeldir. Tastamamdır. Bir eksiği veya fazlası yoktur. Hal böyle iken İslam coğrafyası tarumar, Müslüman toplumlar perişan vaziyettedir. Bunun sebebi Müslümanların izzet ve şerefi, onur ve haysiyeti başka yerlerden ummasında, batının ve ırkçı emperyalizmin sofralarında aramasındadır. İzzet ve şeref Allah’a aittir ve O’nun yanındadır. Sorun Müslümanın zihniyetinde ve iş tutuşundadır. “(Nuh (as), kavmine şöyle dedi): “Siz niçin Allah’tan bir vakar (azamet, izzet ve kudret) ummuyorsunuz?” (Nuh 13) - İşte bu sebeple içinde bulunduğumuz zaman diliminde yeryüzünün en çok neye ihtiyacı vardır diye sorulsa elbette verilecek ilk cevap, yeryüzünün Hazreti Muhammed Mustafa (sas)’in imanına, şuur ve duruşuna, izzet ve ahlakına ihtiyacı vardır, olacaktır. Sad b Ebı Vakkas (ra) diyor ki; “Biz çocuklarımıza sure ezberletir gibi siyer-i nebiyi öğretir, ezberletirdik…” - İslam düşünmeyi emreder bize, düşünmek-akletmek büyük bir nimettir ve mutlaka düşünmek zorundayız, çünkü manevi ve maddi olarak baktığımızda gidişat çok kötü… Bilmek, hatırlamak, sorumluluğumuzu ve izzetimizi kuşanmak zorundayız… - Bugün 8 milyar civarında insanın yaşadığı dünyamız, Müslümanlara emanettir ve yeryüzünün her yeri ile ilgili nihai söz hakkı Müslümanlarındır. Müslümanlara bu yetkiyi, iradeyi ve gücü âlemlerin Rabbi veriyor. Yüce Allah, Al-i İmran suresi 110. Ayet-i Kerimede şöyle buyurmuştur. “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet- Nisan / 2017 19 Yüce Allah, Al-i İmran suresi 110. Ayet-i Kerimede şöyle buyurmuştur. “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.” siniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız.” - Müslümanların dünyada tekrar Müslümanca Söz Sahibi olabilmeleri için İslam’ın Siyaset Anlayışının iyi anlaşılması elzemdir. Batının peşinde koşarak, işbirlikçilik yaparak asla olmaz. İslam % 100’lük bir bütündür, hepsi önemli ve kıymetlidir. Ancak bir tasnif yapılırsa; İslam’ın %15’i ferdi, %10’u cemaati, %75’i ise düzeni ve devleti ilgilendirir. İslam’ın %10’u itikad-iman esasları, %15’i amel, %75’i ise siyaset ve idare hukukudur. Rabbimiz, “dünyaya salih insanların sahip çıkmasını istemekte”dir. (Enbiya,105) Rahmetli Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamız’ın Milli Görüş Siyaset Anlayışının sebebi ve gereği budur. - Biz inancımız gereği, Müslüman olsun ya da olmasın bütün insanların hak ve hukukunu gözetmekten sorumluyuz. Yeryüzünde insan gibi, inandığı gibi yaşamak her renkten, her ırktan ve her inançtan herkesin hakkıdır. Bunu ancak İslam’ın hakimiyeti te- min eder. İslam, Müslüman olsun ya da olmasın bütün insanlığa huzuru ve barışı getirebilecek yegâne nizamdır. İslam Nizamı haricindeki tüm arayışlar insanlığın duvara toslamasıdır. İslam haricindeki her sistemin insanlığa verebileceği kaostur, kandır, gözyaşıdır. - Tabi bugün kaç Müslüman İslam’a hayat sistemi, nizam ve düzen olarak bakıyor, mesele burda? Zihinlerdeki İslam sadece namaz, abdest, oruçtan ve zor zamanda sığınılan bir inançtan ibare, ne yazık ki… Erbakan Hocamız ne güzel özetlemiş: “İslam sadece namaz, abdest, oruç olsaydı Eyup Sultan Hazretlerinin 90 yaşında İstanbul önlerinde ne işi vardı? Medine nere, İstanbul nere?!” - “… Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah’ın, O’nun Resûlü’nün ve Mü’minlerindir. Ancak münafıklar bilmiyorlar.” (Munafikun 8) ayetinin tecellisidir ki, tarih İslam’ın İzzeti’ne ve Müslümanların İzzetli Duruşuna şahitlik edecek sayısız örneklerle doludur. - Müslümanlar, şayet istikamet üzere samimi ve ihlaslı olurlarsa, İslam’a ve izzete sarılırlarsa, pes etmezlerse, batıla teslim olmazlarsa, en zor şartlarda bile mutlaka Allah’ın yardımının geleceğine inanırlar. Muhammed Suresi 7. Ayeti Kerimede şöyle buyrulmuştur: “Ey İman edenler, eğer siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.” - Mekkelilerin makam, şan, şöhret, servet, kadın, vs. tekliflerine, Peygamberimiz (sas); “Güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysanız ben yine de 20 Nisan / 2017 İslam davamdan vazgeçmem.” cevabını vererek meydan okuyor ve “Davasına sadakatini, duruşunu, izzetini ve cesaretini” ortaya koyuyordu. İşte bu imandır, bu izzetli duruştur Mekke’yi fethettiren ve asırlarca İslam’ın Hakimiyetini sağlayan… - Büyük fetihten önce içlerine bir korku düşen Mekkeliler, liderlerinden Ebu Süfyan’ı Efendimiz (sas)’i ikna etmesi için Medine’ye gönderdiler. Ebu Süfyan’ın yüzüne kimse bakmadı. Aynı zamanda Efendimiz’in eşi olan Kızı bile bakmadı, o müşriğin yüzüne… İslam’ın İzzetini göstermiş oldular böylece… - Yine Mekke’nin Fethi günü Hz. Peygamberimiz (sas) İslam’ın İzzeti’nin nişanesi olarak buyuruyordu: “Bu gün savaş ve intikam değil merhamet günüdür. Bu gün Allah’ın kan dökmeyi haram kıldığı gündür. Bu gün Allah’ın Kureyş’i zelil edeceği değil, İslam’la şereflendireceği gündür.” Efendimiz (sas), askerlerine şu emri vermişti: “Size karşı konulmadıkça, size saldırılmadıkça, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz, hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz.” - Hicretin 8. Yılı, Ramazan ayının 20. Günü Mekke savaşılmadan-kansız bir şeklide, iyi bir strateji ile fethedildi. Efendimiz (sas)’in işaretiyle Kâbe’deki putlar birer birer kırıldı ve paramparça edildi. Efendimiz (sas) her seferinde İsra Suresi 81. Ayet-i Kerimeyi okudu: “Hak geldi batıl yok oldu. Batıl yok olmaya mahkûmdur.” Böylelikle Lat’ın, Menat’ın, Hübel’in, Uzza’nın iktidarı yerle yeksan oldu. Putçuluk böylece sona erdi… İzzet’in İslam’da olduğu tescillenmiş oldu, ama heyhat ki niceleri izzeti Batı’da, Avrupa politikalarında aramaya devam etti ve ediyor… - Kararlı olmak, izzetli, onurlu ve net bir duruş sergilemek zorundayız. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud 112), buyuruyor Rabbimiz… Düne kadar Müslümanların kardeşliği ve İslam Birliği için çaba sarf eden birçok insan, yaşanılan bir sıkıntılı süreçten sonra pes edip 180 derece dönerek ABD, AB ve İsrail ile birlikte hareket etmenin daha uygun olacağı vehmine kapılmışlardır. NATO ile birlikte sınır Erbakan Hocamız ne güzel özetlemiş: “İslam sadece namaz, abdest, oruç olsaydı Eyup Sultan Hazretlerinin 90 yaşında İstanbul önlerinde ne işi vardı? Medine nere, İstanbul nere?!” ötesi operasyonlara girmekte bir beis görmemişlerdir. Halbuki Mümtehine Suresi 1. Ayet-i Kerime de şöyle buyrulmuştur: “Ey iman edenler, benimde düşmanım sizin de düşmanınız olanları dostlar edinmeyin.” Rabbimiz, Müslümanlardan İslam’ın vakar ve onurunu korumalarını istemektedir. Bugün Müslüman toplumlar böylesi büyük bir imtihanı kaybetmektedir. Bu noktada Müslüman idarecilere büyük görev düşmektedir. Verilen görev ve yetkilerin emanet olduğu, ölüm ve hesab asla unutulmamalıdır. Allahımız encamımızı hayretsin. Şuuru ve dirayet versin cümlemize. - İmam-ı Rabbani Hazretleri; “insanların yolları, aşkları kadardır” buyurmuştur. “Modernite ve emparyalist dünya düzeni ile hesaplaşacak, insanlığa saadet getirecek tek hak sistem, Hz. Peygamberimiz’in Risaleti yani İslam’dır. O’nun risaletini dışta tutarak yol aramak, emperyalizme ömür biçip hayat hakkı tanımaktan başka bir şey değildir. Ferasetli Müslüman bu oyuna gelmeyendir.” - İslam’ın vakar ve izzetini kuşanmamız gerektiğini ifade eden Maide 54. ayet meali: “Ey İman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu, izzetli ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi çok geniştir.” Vesselam. Nisan / 2017 21 Fatih Sultan SEMİZ “ İslâm’dan Başka Şeylerde İzzet Aramak Hz. Ömer (r.a): “Vallahi biz Araplar, çiğ et yiyen, biri biriyle didişen basit ve cahil bir kavim idik. Allah (c.c) bizi İslâm ile kıymetlendirdi, Hz. Peygamberle şereflendirdi ve Kur’an’la yüceltti. Artık İslâm’dan başka şeylerde izzet aramak ahmaklık ve nankörlüktür” 22 Nisan / 2017 ” İslam, yeryüzüne insanların bozduğu değer ölçülerini değiştirmek için geldi. Kadını ayaklar altına alan, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, insanları renk ve ırk ayrımına tabi tutan değer ölçülerini değiştirmek için… Kavmiyetçiliğin tavan yaptığı, insan onurunun hiçe sayıldığı, ekonomi sisteminin fakirleri ezmeye yönelik olduğu bir dünyayı değiştirmek için geldi. Pansuman tedavilerle değil esaslı çözümlerle bunu yaptı. Eşrefi mahlûkat olarak yaratılan insana hak ettiği değeri verecek tek nizam İslam’dır. Hiçbir ideoloji hiçbir sistem İslam’ın insanı yükselttiği noktaya yükseltemez. Ayaklar altına alınan annelerin, ayaklarının altına cennet seren bir dindir, İslam. Diri diri gömülen kız çocuklarından muhtelif rivayetlerde üçünü, ikisini terbiye eden ve erkek çocuğundan ayrı tutmayanlara cennet vadeden bir dindir, İslam. Herkesin kendi ırkını, rengini, kavmini övdüğü, haksız bile olsa yakınlarının yanında yer alanlara artık üstünlüğün takvada olduğunu haykıran bir dindir, İslam. İnsanlık, İslam ile hayat buldu. İnsanoğlu İslam ile yeryüzünde tekrar nefes almaya başladı. Sadece kendini değil başkasını düşünmeyi, yaşatmak için yaşamayı İslam ile öğrendi. Kendisi için istediğini başkası içinde istemeyi İslam öğretti yeryüzüne. Kâfirlerin ve müşriklerin hayal edemediklerini İslam kalplere mühür diye vurdu. Kan ve gözyaşı ile dolu olan dünya huzuru İslam da buldu. İnsanoğlu o güne kadar onur ve izzet adına ne kaybettiyse hepsini İslam ile geri aldı. Kölelerin aşağılandığı dünyaya dur diyen İslam’dı. Artık ne giyiyorsanız ve yiyorsanız kölelerinize de onlardan giydirip onlardan yedireceksiniz dedi, İslam. Gözyaşlarının rengi olmadığını, kâfir bile olsa mazlum olan ile Allah arasında perdelerin kalktığını dünyaya haykırdı, İslam. Şeytan diye yakılan kadınlara onurunu iade etti. Savaşa bile ahlak getirdi. İnsan İslam ile beraber tabiri caiz ise izzet ve ikram gördü. İslam’ın olmadığı yerde izzet ve onur ayaklar altına alındı. Sakat diye insanlarla alay edildi. İslam ise sağlam olman değil alnı secdeye giden adam olman önemli diye kaide getirdi. Organları yerinde ama alnı secde görmeyenlerin onursuz, sakat ama alnı secde görenlerin onurlu olduklarını söyledi, İslam. Yığın yığın altın biriktirip dağıtmayanların değil muhtaç olduğu halde verebilenlerin izzetli ve onurlu olduğunu söyledi, İslam. Bütün dengeleri ve değer ölçülerini İslam değiştirdi. Renginden dolayı horlanan Bilal-i Habeşi’yi Kâbe’nin üstüne İslam çıkardı. Ebu Leheb’in karşısında ezilen Bilal, Müslüman olduktan sonra Tebbet Süresi ile birlikte Ebu Leheb’in karşısına dikildi. Kuruyacak o ellerin dedi. Sende hanımında cehennem kütüğüsünüz diye haykırdı. İslam’ı kendisini taşımaya razı olanları altında ezen değil onları yükselten bir dindir. Kim ne kazanacaksa İslam ile kazanır. Kaybedenlerde İslamsızlıktan kaybeder. Geçmişten Günümüze İzzet Hz. Ömer’in (r.a.) hilafeti zamanı idi… İslam adaleti altında Müslümanlar bir tarafta altın devirlerini yaşarken, İslam orduları da dört bir cephede yeni fetihler yapıyor, zaferler kazanıyor ve İslam topraklarını genişletiyorlardı. Sa’d ibni Ebî Vakkas’ın (r.a.) kumandası altındaki 34 bin kişilik İslam ordusu Acem topraklarına dayanmıştı. Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) duasının tahakkuk etmesine çok az bir zaman kalmıştı. Bilindiği üzere, “Perviz” denilen İran kisrası, Resûl-i Ekrem’in mektubunu parçalamış, Resûlullah da, “Yâ Rabbi, nasıl o benim mektubumu parçaladıysa, sen de onu ve onun mülkünü parça parça et!” diye dua etmişti. Bu dua gerçekleşmiş, oğlu Şirviye, Perviz’i hançerle öldürmüş, şimdi sıra mülkünün parçalanmasına gelmişti. İslam, yeryüzüne insanların bozduğu değer ölçülerini değiştirmek için geldi. Kadını ayaklar altına alan, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, insanları renk ve ırk ayrımına tabi tutan değer ölçülerini değiştirmek için… Nisan / 2017 23 İran ordusu kumandanı Rüstem, dâhilî saltanat çatışmalarından dolayı İslam ordusuyla çarpışmak istemiyor, bir musalaha zemini arıyordu. Ancak hazırlıkları ihmal etmemişti. İslam ordusunun 34 bin mevcuduna karşılık, İran ordusunun 80 bin yedeği yanında 120 bin mevcudu vardı. Bu mevcudun 30 bini, kaçmaması için zincirlerle birbirine bağlanmıştı. Ona rağmen Rüstem kendine güvenemiyor, İslam’ın bahadır kumandanı Sa’d ibni Ebî Vakkas’tan sık sık elçiler isteyerek onu oyalamaya çalışıyordu. Rüstem’in yanına giden ikinci elçi de Rabi’ bin Âmir (r.a.) idi. Rüstem’in yanına vardığında, hiç görmediği şatafatlı bir manzarayla karşılaştı. Rüstem’in bulunduğu yer, nakışlı yastıklar, kadifeden halılar, inci ve yakutlar ve daha birçok ziynet ile süslenmişti. Rüstem altından yapılmış bir koltukta oturuyor, etrafındaki insanlar bir köle gibi kendisine hizmet ediyorlardı. Rabi’nin ise eski bir kıyafeti, eğri bir kılıcı, yer yer eğilmiş bir kalkanı ve çelimsiz bir atı vardı. Aslına bakılırsa, gördüğü şatafat Rabi’ bin Âmir’i hiç mi hiç cezbetmemişti. Bütün onlara karşılık, onun da sarsılmaz bir imanı, yıkılmaz bir şehameti ve cesareti vardı. Halılarla örtülü yere varınca atından indi ve hemen oraya atını bağladı. Silahı, zırhı üzerinde ve miğferi başında idi. Ona, “Silahını bırak.” dediler. O da, “Ben kendiliğimden buraya gelmedim. Böyle kabul ederseniz ne âla, yoksa döner giderim!” diye, gayet vakur bir cevap verdi. Orada bulunanlar, bu çelimsiz insandan çıkan cesurane sözler karşısında şaşırıp kalmışlardı. { Rüstem, “Bırakın onu.” dedi. Rabi’ ilerledi ve Rüstem’in yanına yaklaştığında mızrağını yere sapladı. Yerde ise ipekli yastıklar vardı. Mızrağın keskin ucuyla ipek yastıkları delip geçti. Etrafındakilerin fevkalade değer verdiği bu süslü yastıkların Rabi’ için hiçbir ehemmiyeti yoktu. Onun tek düşündüğü, elçilik vazifesini, İslam’ın izzetine uygun bir şekilde yerine getirebilmekti. Rüstem, “Ne diyorsan, anlat bakalım.” dedi. - “Allah bize, dilediği kimseleri, kula kulluktan Kendisine kulluğa, dünya sıkıntılarından feraha çıkaralım, batıl dinlerinin zulmünden kurtarıp İslam adaletine ulaştıralım diye bir peygamber gönderdi. Kim bu dini kabul ederse bizden olur, biz de döner gideriz. Kim de kabul etmezse, Allah’ın vaat ettiğine kavuşuncaya kadar onunla savaşırız!” - “Allah’ın vaat ettiği nedir?” - “Kâfirlerle savaşırken ölen için cennet, geride kalanlar için ise zaferdir.” - “Söylediklerini dinledim. Bu mevzuu düşünmemiz için bize mühlet verir misin? - “Kaç gün?” - “Bir veya iki gün…” -“Hayır! Âlimlerimiz ve reislerimizle mektuplaşmamız için bu vakit az olur.” “Peygamberimiz düşmanla karşılaştığımız zaman üç günden fazla mühlet vermememizi emretti. Düşün ve adamlarına sor, bu mühlet } Eşrefi mahlûkat olarak yaratılan insana hak ettiği değeri verecek tek nizam İslam’dır. Hiçbir ideoloji hiçbir sistem İslam’ın insanı yükselttiği noktaya yükseltemez. Ayaklar altına alınan annelerin, ayaklarının altına cennet seren bir dindir, İslam. 24 Nisan / 2017 içinde üç şıktan birini tercih et: Müslüman olmak, cizye vermek ve harp etmek...” - “Sen onların efendisi misin?” - “Hayır, Müslümanlar birbirlerine kuvvet veren tek vücut gibidir.” Rüstem bunun üzerine adamlarını topladı ve “Bu adamın sözlerinden daha kıymetli ve kabule şayan bir söz duydunuz mu?” dedi. Adamları Rüstem’in bu sözlerine şiddetli bir şekilde karşılık verdiler: “Kendi dinini bırakıp, onun söylediklerine meyletmekten Allah seni muhafaza etsin. O adamın elbiselerini görmedin mi? Böyle elbiseler giyen adamın sözlerinde ne olabilir ki?!” Kısa bir zaman sonra Rabi’ gibi elbise giyenlerden müteşekkil 34 bin kişilik İslam ordusu, süslü elbiseler ve ziynetler içerisinde bulunanların 200 bin kişilik ordusuna galip gelmiş ve İslam orduları Medâyin’e girerek Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) duasının gerçekleşmesine şahit olmuşlardı. İslam ordusundan sadece 8 bin kişi, şehit olarak Cennet-i Âla’ya yükselirken, İran ordusu 120 bin kişi zayiat vermiş, geri kalanları da yaralı olarak firar etmişlerdi.[1] Hikâye değil, masal diye okumadık bu satırları. Yer, zaman, kim kimle neyi konuştu. Hepsi orta da olan ve Uhud Dağı kadar izzet dolu bir yürek. Bir tarafta saltanatının şaşasına güvenen ve insanları güç ve parayla ezebileceğini düşünen bir gafil. Diğer tarafta İslam’ın izzet sancağını göndere kadar çekmiş bir mücahid. Sarayının genişliğine ve altın döşeli olmasının onu İslam’dan alıkoyan bir gafil bir tarafta, geniş olan sarayı şu kadar saltanatı olan bir kralın karşısına dikilip “bu dünya dar, gel Müslüman ol ki dünya sana da geniş olsun” diyen bir mücahid bir tarafta. Rüstem’in gözünü sal- İnsanlık, İslam ile hayat buldu. İnsanoğlu İslam ile yeryüzünde tekrar nefes almaya başladı. Sadece kendini değil başkasını düşünmeyi, yaşatmak için yaşamayı İslam ile öğrendi. tanatı bürümüşken, etrafında ki yalakalar onun gücüne kapılmışken, Rabi’ için bunlar hiçbir şey ifade etmiyordu. O tepeden tırnağa izzet duruyordu. Çünkü o İslam’ı da bilen cahiliyeyi de bilen biriydi. Oysa Rüstem ve avenesi İslam’ın insana ne kattığını bilmeyen zavallılardı. Maddiyatın, koltuğun, kavmin, fiziki özelliklerin insanı insan yapmayacağını bilmeyen zavallılar. İzzeti kaybolup gidecek güçte, iflas olunabilecek parada, yaşlandıkça çökecek güzellikte arayanlar hep yarı yolda kaldılar, kalmaya da mahkûmdurlar. Ama izzeti hiç kaybetmeyen, en büyük olan, her şeyin sahibi olan, yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah’ın gönderdiği İslam’da arayanlar ve bulanlar, bulunması gerekeni bulmuşlardır. İzzeti sosyal medyada ki takipçi sayısıyla ölçenlere, oturduğu semtin ona değer kattığını düşünenlere, bindiği arabanın kendisine onur yüklediğini sananlara, akraba sayısının çok olması ile yollara düşenlere, şu makamda tanıdıkları ile övünenlere, giydiği elbiselerin fiyatlarının üç asgari ücret olması ile hava atanlara, aynanın karşısına geçtiğinde bakmaya doyamayanlara, karşısında kafir veya fasık biri olduğunda bütün nezaketini gösterip Müslüman biri olduğunda kaba bir üslup kullananlara, bir koltuğa oturmakla hayatın değiştiğini düşünenlere cevap veriyor; Hz. Ömer (r.a): “Vallahi biz Araplar, çiğ et yiyen, biri biriyle didişen basit ve cahil bir kavim idik. Allah (c.c) bizi İslâm ile kıymetlendirdi, Hz. Peygamberle şereflendirdi ve Kur’an’la yüceltti. Artık İslâm’dan başka şeylerde izzet aramak ahmaklık ve nankörlüktür” [1]İsâbe, 1: 503; Hayâtü’s-Sahâbe, 1: 157. Nisan / 2017 25 Memduh ERGİN Şeref, Onurlu Bir Payedir “ Kul olmak şereflerin, izzetlerin en büyüğü, baki olana kul olmak ne büyük saadet. Hülasa Rabbimiz ne buyuruyor: “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır...” (Fatır, 35/10) İzzet, şeref insan için hayatın en önemli mevhumudur. Şerefsiz, onursuz bir hayat düşünemiyorum. Bu uğurda insanlar kavga etmişler, can almışlar, can vermişler ve dahi hayatlarını kaybetmişlerdir. İtibar için, şeref için servetler harcamışlar. Öyle değil midir ki şerefsiz, onursuz bir hayat düşünülebilir mi? Kesinlikle hayır. Çünkü eşrefi mahluktur insanoğlu. Kul olan insan, insan olmakla şereflendirilmiştir. Şerefini kaybetmek demek, insan olma onurunu da kaybetmek demektir. 26 Nisan / 2017 ” Şeyh Edebali şu Üç kişiye acı der: • Cahiller arasında âlime. • Zenginken fakir düşene. • Hayırlı iken itibarını kaybedene. Öyle değil mi ki izzetini, şerefini kaybeden insan acınacak bir zavallıdır. Onun içindir ki mahkemelerde dahi yemin edilirken “namusum, şerefim ve kutsal saydığım bütün inanç ve değerlerim üzerine yemin ediyorum’’ diye söylenir. Hayatın gayesi şeref midir, yoksa şeref bir paye midir? Şerefi hayatın gayesi haline getirirsen “ne şerefli, ne onurlu, ne cesur insanmış” desinler diye her şeyi hatta ölümü bile göze alır cenge girersin. Ne şerefli, ne cesur insan desinler diye cenge giden, bu uğurda ölen insanları düşünürüm. O insanlara acıyalım mı yoksa takdir mi edelim? Karar veremiyorum. Bir yönüyle takdir ediyorum, cesaretlerinden dolayı, insan onurunu koruduğu için. Ama acıyorum, Allah için değil, nefsi için olunca. İki tane insan seni takdir etse ne olur, etmese ne olur, yüce Allah takdir etmedikten sonra. Oysa yüce Allah seni takdir edince işte o zaman ölümün bir anlamı olur, bir değer kazanır. Emin ol izzetin ve şerefin kat be kat artar. Ahretini de kazanmış olursun. Ne güzel demişler değil mi bu dünyaya fazla itibar etme nasıl olsa sağ kurtulan yok. Makam, mevki, mal, mülk hepsi yalan. Yunus’un dediği gibi: “Var birazda sen oyalan.” Aha geldik gidiyoruz. İmtihan dünyası. Dünyaya geldik bir defa, gidiyoruz sonsuzluğa, ölümsüzlüğe. Ölüm nedir ki? Hakikatler dünyası. Ah zavallı ben, bizler. Ne bu gaflet. Kendimizi çok önemli sanıyoruz. Evet önemliyiz. Ama aslında birer zavallıyız. Farkında değiliz. Zaten farkında olsaydık, eşrefi mahlûk olurduk. Etrafımızda zavallı olduklarının farkında olmayan milyonlarca insan var. Kendini önemseyen bu zavallılar bende dâhil olmak üzere bu dünyaya, insanlara kendini kanıtlamaya çalışıyoruz. İnanının bunu herkes yapıyor. Ateisti, putperesti, Hıristiyan’ı, Müslüman’ı hatta dindar olduklarını söyleyenler bile yapıyor bunu. Bir sohbetinde Şems Mevlana’ya şöyle der: - Gittiğim yerlerde hep hâşâ allah’lık dâvâsında olanlara rastladım. Hiç “kul” olana rastlamadım, ilk defa kul’a rastlıyorum, o da sensin, demiş. Bu dünya öyle acımasız bir dünya ki, dünyalık için kendini satan ne kişilere şahit oldu. Makam, mevki, mal, mülk için kişiliğinden, şahsiyetinden taviz veren ne zavallılar gördü. Ama gerçek Müslüman öyle mi. Bu saydıklarımızın hiçbirisi onun gözünde bir değer ifade etmez. Değer vermediği içinde kişiliğinden, onurundan asla taviz vermez. İnsan hakikaten eşrefi mahlûktur. Ama aynı zamanda esfele safilin. Kendinden ve dünyadan vazgeçer, yani kul olursa eşrefi mahlûk olur. Yok, kendine ve dünyaya saplanır kalırsa işte o zaman esfele safilin olur. Her şey yapar. İnsanlığa yani kulluğa sığmayan her türlü aşağılık işleri yapar. Temeli Allah rızası olmayan rezillikleri yapmaktan asla çekinmezler. İşte o zaman da ortada ne insanlık kalır, ne şeref kalır, ne şan kalır. Bir kula teslimiyet yakışır rabbine karşı. Gayrisi bir hiçtir. Hiç olan şeyler için aşağılık şeyler yapmaz. Aslında herkes kendi nefsine çalışıyor. Biz nefsimiz için çalıştıkça batıyoruz, farkında değiliz. Âşıklar ne güzel demiş: “gönül kaçanı kovalar” Biz öyle bir yaratıcıya kul olmalıyız ki malı, mülkü makamı elimizin tersiyle itmeliyiz ki izzet, şeref bizim olsun. Sen istemezsen de izzet ve şeref önüne serilir. Ama kıstas açık, sen bunların hiçbirini istemeyeceksin amacınız şeref ve izzet kazanmak olmayacak. Senin tek isteğin olacak samimi bir kul olmak. Kul olmak şereflerin, izzetlerin en büyüğü, baki olana kul olmak ne büyük saadet. Hülasa rabbimiz ne buyuruyor: “Her kim izzet istiyorsa bilsin ki izzet tamamıyla Allah’ındır...” (Fatır, 35/10) Nisan / 2017 27 Hazreti Pîr Seyyid Dostları, Ahmed er-Rifai’ye: “Niçin yamalı elbise giymiyorsunuz?” diye sorduklarında. Ahmed er-Rifai Hazretleri: “fütüvvet sahiplerinin yüklendiği ağır yükün altına girmeyip de, onların elbiselerini giymek nifak alametlerindendir. Fütüvvet elbisesini ise, ancak insanların meşakkatlerine tahammül edenler giyebilir” diye cevap vermiştir. Fütüvvet, mahlükatı mâzur, kendini kusurlu görmek; onları mükemmel, kendini noksan kabul etmek, ister iyi veya kötü, ister itaatkâr veya isyankâr olsun mahlükatın hepsine şefkatle davranmaktır. Bilmiş ol ki, şayet bir köpeğe kötü muamele eder, onu azarlarsan fütüvvet ehlinden sayılmazsın. Fütüvvetin zirvesi, “Allah’dan başka hiç bir şeyin seni meşgul etmemesidir” diye cevap vermiştir. Mahlükati kendi yargılarınla değerlendirme ve kendini, mü’minlerin yargılarınla değerlendir ki, onların faziletini kendinin de eksikliğini anlayasın. Birinin fitneye düştüğünü zanneden kişi, asil kendisini fitneye düşürmüştür. İnsanların en hayırlısı, müslümanlara yardımı en çok olandır. Ayıplarını gören kişi, kendisini başkalarıyla denk görmekten kurtulur. Tasavvuf; varlıklar, yaratıcının gözüyle görebilmektir. Noksanlıklara gözünü kapatan kişi, bütün eksikliklerden münezzeh olan Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede eder. Nur, kalbin mertebelerinden biri olan sırrı kaplayınca, uzuvlarından hep iyilik sâdır olur. Ahmed er-Rufai (k.s) den Dünya, kendisine yöneldiğinde onu meşgul eden, kendinden yüz çevirdiğinde ise, dünyanın hasretiyle yanan kişiye yazıklar olsun. Akıllı kişi, dünya kendine yöneldiğinde onu meşgul eden, kendinden uzaklaştığında ise, ona hasret duymayan, meyletmeyen ve iltifat etmeyendir Akıllı kişinin şu dört şeyi muhafaza etmesi gerekir: Bunlar, emanet, sıdk, iyi bir kardeşlik ve sırdır. İlim, kalbi cehaletten kurtaracak bir hayat, fütüvvet de zulmetten kurtaracak bir nurdur. Nefsinin ihtiyaç duymadığı bir şeyi kendisi için gerekli gören kişi, asıl ihtiyaçlarından birini elden kaçırmış olur. Kalbin temizliği ancak, Allah Tealâ’ya olan halis bir niyetle, bedenin temizliği de ancak Allah dostlarına hizmetle gerçekleşir. Şehvet, şeytanın gemidir. Kim onu boynuna takarsa, şeytanın kulu ve kölesi olur. Müridde şu üç vasıf bulunur. Ölmeyecek kadar yemek, zaruret halinde konuşmak ve ihtiyaç halinde uyumak. Arif, Allah Teala’ya ancak şu üç şeyle ulaşabilir. İlim, amel ve halvet. Gerçek tevekkül sahibi, kendi geçimini temin etmek sûretiyle başkalarına yük olmaz, kendisine ihsanda bulunana kul köle olmayıp, kendisine gelebilecek herhangi bir nimeti engelleyeni de kötülemez. Çünkü o, gerçekte nimeti eren ve alanın, Allah olduğunu bilir. Nureddin YILDIZ İslam’ın Yarını “ Ben Muhammed’denim. Ümmeti Üç günlük hesaplarımız yok bizim. Dünya ile sınırlı olmayan bir ümmetiz biz. Allah’ın izniyle cennet ümmetiyiz. 30 Nisan / 2017 ” Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülillahi Rabb’il âlemin. Vessalatu vesselamu alâ Resûlina Muhammedin ve alâ alihi ve sahbihi ecmaîn. Aziz Kardeşlerim, Bir muhasebe ile sohbetimize başlamak istiyorum. Bir insanın “mürüvvetini görmek” dedikleri evlenip çoluk çocuk sahibi olmasına kadar gelen süreç, maliyet itibariyle kaç insana mâl olmuştur? Acaba bir insanın evlenip iş güç sahibi olduğu “evi var, barkı var” dediğimiz zamanına kadar neler harcanmıştır? Bir çocuğun büyümesi, normal insanlardan biri hâline gelmesi neye mal oluyor? Bu soruyu düşündüğümüzde ne yazık ki sadece annesinin doğum sancılarından başlıyoruz. Annesi neler çekti, ondan sonra okula gönderildi, harçlıklar verildi. Bunları toplayıp bir maliyet çıkarıyoruz. “Şu kadar harcanmıştır” diyoruz. “Annesi şunu çekmiştir, babası bu kadar çekmiştir, dedesi de ilgilenir, parka götürürdü, babaannesi de bir iki kere hastaneye götürmüştü” bunları topluyoruz. Bu hesap yanlıştır. O çocuğu doğuran anneyi, bir anne doğurmasaydı, o çocuktan söz edebilecek miydik? Maliyete ananın anasını da katmak gerekiyor. Bir annenin çocuğu üzerindeki emekleri o anne olduğu için var. Onun annesi de ana oluncaya kadar yani mürüvvetini görünceye kadar, babası baba oluncaya kadar yani mürüvvetini görünceye kadar masraf üzerine bir planla geldi ve gitti. Bugün yirmi yaşında evlenen bir insan, Âdem aleyhisselamdan beri gelen bir projenin sonucu olarak yirmi yaşında evlenen bir insan oldu. Derin düşündüğümüzde her insanın maliyeti; bütün insanlıktır. Sadece anasının çektikleri olmaz. Bunun için Rabbimiz “Bir insan öldürene bütün insanlığı öldürmüş” diye bakıyor. Âdem aleyhisselamdan beri bütün anneler, babalar bugün düğünü yapılacak bir çocuğun doğması için vardı zaten. Netice olarak şöyle bir hesap yapıyoruz. Bugün bir insan evlensin, dünyada insan olarak yaşasın diye biz bilsek de bilmesek de, üzerinde hesap yapsak da yapmasak da on binlerce senedir bütün insanlık çalışıyor. Yine de o insanın tam istendiği gibi olup olmadığı belli değil, hatta olmuyor. Olsaydı insanlığın huzuru olurdu. Yarın inşallah elli sene sonra, belki yüz sene sonra, belki bir ay sonra Mehdi aleyhisselam çıktığında veya onun vazifesini yapmaya hazır bir delikanlı çıktığında, bugün işe yaramadığını söylediğimiz insanlardan birisinin çocuğu olarak gelecek. O zaman insanlık anlayacak ki kaç bin senedir beklenen buymuş. Bütün defolu ürünlerin sağlam bir ürün için çıkmış olduğu anlaşılacak. Bundan bin dört yüz elli sene önce Abdullah’ın oğlu Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gelsin diye kaç bin ana çocuk doğurdu, kaç yüz bin baba çocuk besledi. Hiç kimse Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi beklemiyordu. Kim olacağı da belli değildi. Müşrik bir toplumun içerisinde, onun gelmesinin hiçbir şekilde mümkün olmadığı bir toplumun içerisinde, birbirlerini öldürecek kadar vahşileşmiş bir kabilenin ortasında Allah, Kâinatın Efendisi’ni yarattı. O gün anlaşıldı ki bütün bu arızalı, defolu, sıkıntılı ürünler, çalışmalar aslında onun beklendiğinin işaretiymiş. Bu yarın için de geçerlidir. Bir insanın bütün insanlık kadar değerinin olması bundan kaynaklanıyor. Yarın inşallah insanlığın yüzünü güldürecek müjdeli, muştulu bir insan geldiğinde babasına, dedesine bakılacak ve babasının, dedelerinin, ninelerinin beş yüz sene geçmişinin hayal etmeyeceği biri gelmiş olacak. Şüphesiz bu, bize göre bir hesap değil, Allah’a göre bir hesaptır. Çünkü biz kendi çocuklarımızın doğumundan itibaren takvim tutuyoruz. En iyi ihtimalle annelerimizin, babalarımızın bize anlattığı kadarıyla doğumumuzu bilebiliriz. Birkaç akrabamızın ve çevremizdeki insanların anlattıklarını biliriz. Bizim bilgimiz bu kadardır. Allah ise ilk insandan bugüne kadar doğmuş, büyümüş, yaşamış bütün insanları ve bundan sonra doğmadıkları hâlde kaderde doğmaları ve yaşamaları bulunan bütün insanların nefes alışlarını da bilen bir Allah’tır. Bu sebeple Allah’ın hesabıyla, kulların hesabı arasında fark vardır. Bu fark neredeyse sonsuz rakamıyla hiç rakamı arasındaki kadardır. Böyle büyük bir fark vardır. Allah’a teslim olanlar, hesabı kitabı Allah’a bırakanlar zarar etmezler. Bu büyük kâinatta, bu büyük düzen içerisinde kendi çapında, aklınca hesap yapmaya kalkanlar hep iflas hesabı yapabilirler. Kardeşlerim, Cümlemi tekrar toparlıyorum. “Bir insanın maliyeti; bütün insanlık olabilir” dedik. Yarın yaratılacak bir insan için Allah, bugün nice insanlar yaratıyor. Bir çocuğun maliyet hesabını sadece annesinin üzerinden yapamayız. Annesi şüphesiz emek veriyor, büyütüyor. Annesini kim do- Nisan / 2017 31 ğurdu, kim büyüttü? Onun anası, onun anası… Havva annemizi -aleyhesselam- bulmadan hiç kimse analık hakkını doldurmuş olamaz. Âdem aleyhisselamı bulmadan babalık listesini bitiremez. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’de yaratılacak diye Hacer validemiz nasıl gurbetlere katlandı. Susuzlukta kıvrandı durdu. Bunların hepsi, kendisinden binlerce sene sonra gelecek Muhammed aleyhisselam için yatırımdı. Kardeşlerim, Bu hesabı dinimiz üzerinden yapmaya çalışalım. Bugünkü annenin emeğini, bugünkü çocuğu filan tarihteki insan için değerlendiremiyoruz. En sondan en başa kadar takvimi iyi tutmak gerekiyor. Bugün İslam dininin dünya üzerindeki durumunu görüp de “olmaz, gitti bu din” zannedenler, tıpkı Mekke’nin ortasında birbirini öldüren, kadınları vurup kaçıran Kureyş Kabilesinin içerisinden Muhammed aleyhisselamın gelemeyeceğini tasavvur edenlerin hatasına düşmüş olurlar. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin gelmesinden önceki durumlara bakıp “bu toplum gitti, insanlık gitti” diyenler insanlığın kurtarıcısının geleceği topluma bakarak bunu söylemişlerdi. Ne kadar ağır bir hataydı. Nitekim böyle diyorlardı ve “toplumdan hayır yok” diye mağaraya çekiliyorlardı. Hâlbuki hayırsız gördükleri toplum, insanlığın kurtarıcısına hamileydi. Bugün İslam dininin ve İslam dinine iman etmişlerin dünya üzerindeki durumuna bakıp küfrün ve kâfirin daha güçlü olduğunu, iplerin onların elinde olduğunu zannedenler Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemden önceki topluma bakanlar gibidirler. Yarın İslam’ın zaferinin günüdür. Tıpkı müşriklerin Kâbe’nin içini put doldurmasına rağmen ertesi gün Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin kâinatı aydınlattığı gibi. Çünkü hiçbir zaman Muhammed aleyhisselamı yaratmayı kaderine yazmış olan Allah’ı mağ- 32 Nisan / 2017 lup edebilecek bir Mekke, bir Yesrib, bir Bizans, bir Pers yoktur. Allah yazar ve yazdığını uygular. Mekke’nin ve Kâbe’nin putlarla dolması Muhammed aleyhisselamın insanlığı kurtarmak için gelmesine engel olamadı. Bilakis o gelsin, gelişi daha kıymetli olsun diye Kâbe’nin içi bile putla dolduruldu. Onlar Kâbe’yi bile putla donatırken şirkin ve putçuluğun hegemonyasının yerleştiğini zannediyorlardı. Hâlbuki fark etmeden doğumu çabuklaştırdılar. Çünkü doğum yaklaştıkça sancının artması doğaldır. Hamile olan doğuma çok varsa oturup çay içebilir, keyfine bakabilir, gezi yapabilir. Doğumu yakın olanı uçak yolculuğuna bile almıyorlar. “Risklisin sen” diyorlar. Eğer bugün, bütün insanlık İslam dinini kara listeye almayı, Müslüman’ı terörist, geçinilmez, yaşanılmaz bir tip olarak lanse etmeyi adeta ilke edinmişse bu, hamilenin uçağa alınmaması gibi bir durumdur. Bütün bu şiddet, İslam etrafında koparılmak istenen fitneler yarınların İslam güneşiyle doğacağının işaretidir ama bazı insanlar bu çocuğun maliyetini sadece kendi annesi üzerinden hesaplıyor olabilirler. O hesapla şüphesiz geçmişi ve geleceği görmek mümkün olmadığı için İslam’ın dününü, yarınını anlayamayan kafayla bakacaklarından “yarın İslam’ın neresi aydınlık olacak” diyeceklerdir. “İsrail Kudüs’ten çıkar mı hiç” diyeceklerdir. Hayır! Biz de diyoruz ki “çıkarılsın diye Allah, onları oraya soktu!” Tam aksini söylüyoruz. Yedi kıtayı dolaşıp dünyadan Yahudi mi toplayacaktık? Hazır bir yere toplanmışlar, vagonlara doldurup göndereceksin işte. Allah eğer bir şeyi bu kadar basit gördüyse ben de bu kadar basit görürüm. Biz, Mescidi Aksa’nın işgali değil -la kadderallah- Mekke’nin işgali bile söz konusu olsa bunu yarınki güneşten önceki gece karanlığı olarak görmek zorundayız. Neden? Çünkü Allah İslam dinini din olarak gönderdiği gibi -nasıl İslamiyet’i Peygamber’iyle, Kur’an’ıyla Allah gönderdiyse- küfrü ve kâfiri de Allah saldı. Sonunda kendi dinini helak edecek düşmanını mı yarattı Allah? Öyle bir düşman yarattı ki Allah, o düşman azdı, azdı, azdı Allah’ın dinini de kökten kaldırdı. Mü’min böyle düşünebilir mi? Biz, insan olarak yaşadığımız için bünyemizde bulunan zafiyetleri, Müslüman olarak benim taşıdığım zafiyetleri Allah’ın dini İslam’a taşımak istiyoruz. Ben, ödüm patladığı için; ben, sindiğim için; ben, umutsuz kaldığım için; “diplomasız kalırsam Allah beni aç bırakabilir” düşündüğüm için Müslüman bir birey olarak benim dinim olan İslam da budur zannediyorum. Hâlbuki ben, benimim. Düşüncelerim bendir. İslam Allah’ındır. İslam’ın yarınını yok saymak, Allah’ın yarın kudretsiz ve güçsüz kalacağını iddia etmektir. Hangi mezarlığa gömüleceksin böyle düşünürsen? “Musa öldü, Tevrat’ı gömün” diyen Yahudilerin mezarlığından başka yer bulamazsın ki. Şu Ümmeti Muhammed’in bir numarası olan Ebubekir radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin mübarek vücudundan ruhu çıkmış, ölmüş hâlini görünce ne dedi? “Muhammed öldüyse Allah hayy ve kayyumdur” dedi. Irak’ta, Suriye’de şöyle olaylar olmuş da morali kırılmış değil, kâinatın güneşinin söndüğünü görmüş. Resûlullah’ın mübarek vücudundan ruhun çıktığını, öldüğünü görmüş de dediği cümleye bakın: “Allah var ya” demiş. “Allah var!” Demek ki Ebubekir radıyallahu anh; akşamdan sabaha kadar haber zırvalamalarıyla Müslümanların terörist olduğunu, İslam’ın gittiğini, her yerde şunların olduğunu dinleme toplumunda yaşasaydı kulaklarına tıpa tıkayacak ve hiçbir haberi dinlemeyecek “haber Allah’tan gelir, kuldan gelmez” diyecekti. Ebubekirlik budur! Küfrün haber bombardımanı altında düşünceleri harap olmuş Müslüman olmak da bizim hâlimizdir. Kardeşlerim, Yarın Allah’ındır. Batının, yarını kendi namına hesaplama hakkı yoktur. Batı toplumundan önce de dünyada hayat vardı. Bir zamanlar da kültür ve afet doğudan geliyordu. Daha sonra nöbet batıya geçti. Allah nöbetleşe nöbetleşe medeniyetleri ayakta tutuyor veya nadasa alıyor. Kanunî’nin Viyana’ya doğru at koşturduğu zamanlarda küfür nadastaydı. İslam da Kanunî’nin tokmaklarıyla Viyana üzerine yürüyordu. Bu Allah’ın kaderidir. Allah’a iman, meleklere iman, kadere iman diye imanın şartlarını çocuklarımıza öğrettiğimiz, kendimizi test ettiğimiz gibi hangi güç ve kudretin sahibi olan Allah’a iman ettiğimizi de yeniden düşünmek zorundayız. İslam toplumunu bir nebze çekti, küfür azdı. Bugün İslam’ın rolünün bittiğini zannedeler, hiç tarih bilmeyenler ve bir çocuğun maliyeti uğruna Havva annemizden beri yüz binlerce anneyi yaratan Allah’ın planını anlayamayandırlar. Nasıl bugünkü bir çocuk için on binlerce, yüz binlerce çocuk doğum sancısıyla annesini üzmüşse yarınki bütün kâinatı nurlandıracak İslam için de yüz binlerce, milyonlarca mü’minin bugün şehit olmasında, işkence görmesinde Allah için hiçbir sakınca yok. Benim doğmam uğruna kaç yüz bin ana sıkıntı çekti? O nasıl doğal bir üreme durumu ise yarınki mutlu İslam için, insanlığa güneş saçan İslam için bugünkü Müslümanlar da bedel ödesinler. Bu, Allah’ın kaderidir. Kardeşlerim, Biz haber bültenlerinden, dergilerden, gazetelerden Allah’ın kaderini çözemeyiz; günlük haberleri çözeriz. Bakarken bu akşam izlediğimiz haber bültenlerine göre bakıp dünyayı değerlendirirsek biz çoktan ölmüşüz de gömülecek yer bulamamışlar, biz onun için buralarda duruyoruz gibi olur. Eğer bu böyle ise Uhud günü Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem yaralandığında, amcası şehit düştüğünde, Mus’ab şehit düştüğünde “Muhammed’in işi bitti” diyen müşriklerin doğru söylüyor olmaları gerekirdi. Onlar “Muhammed’in işi bitti. Muhammed’i öldürdük” dediklerinde -haşa- Allah ne cevap verdi? “Siz cahiliye kafasıyla düşünüyorsunuz” dedi. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ölse bile Allah ölür mü? Aziz Kardeşlerim, Bugün Allah’a iman, meleklere iman, kadere iman diye imanın şartlarını çocuklarımıza öğrettiğimiz, kendimizi test ettiğimiz gibi Nisan / 2017 33 Bugün bütün dünyanın taarruzu altında bulunan dinimiz İslam, Allah’ın izniyle onca sancılı ve zor günlerine rağmen doğumu yaklaşan insanlığın güneşini doğuracak olan bir anne gibidir. hangi güç ve kudretin sahibi olan Allah’a iman ettiğimizi de yeniden düşünmek zorundayız. Allah kıyamet gününe kadar kalmak üzere bir din gönderecek, batılı ve batıl mantığı temsil eden şer güçler Allah’ın kıyamete kadar kalmasını takdir buyurduğu dini rafa kaldıracaklar! Kim yapıyor bunu? “Batı kara listeye almış.” Elbette, batının karadan başka rengi yok ki. Elbette rengi yok! “Terörist” demiş. Doğru! Doğru! Çünkü onun kullanabileceği başka kelimesi yok. Bugün bütün dünyanın taarruzu altında bulunan dinimiz İslam, Allah’ın izniyle onca sancılı ve zor günlerine rağmen doğumu yaklaşan insanlığın güneşini doğuracak olan bir anne gibidir. Çektiği sancılar yapacağı doğumun büyüklüğündendir. Aslında şer güçler onların bile huzur kaynağı olacak bir geleceği baltalamak istiyorlar ama heyhat! Gece devam etsin diye perdesine açmayan, gözünü kapalı tutan akılsıza benziyorlar. Sen perdeni açsan da açmasan da vakti gelince güneş doğacak Allah’ın izniyle! Çünkü güneşin sahibi sen değilsin. Planı yapan Allah celle celaluhudur. Kardeşlerim, Bugün Müslüman toplumun üzerinde konuşulan her şey sıkıntılıdır. Müslümanların ülkeleri var; ülkelerinde birlik, dirlik yok. Bir araya gelemiyorlar. Her ülkenin içinde devrimler yapmak isteyen farklı gruplar var. Dışarıdan Müslümanlara saldırılıyor, içeriden birbirlerini kırıyorlar. Görüntü budur. Bu doğru mu? Doğru. Müslümanların toprakları sellerin ve depremlerin olduğu, elektriklerin doğru dürüst gelmediği, insanların güvencesinin olmadığı toplumlar görülüyor. Doğru mu? Doğru. Ahlak erozyonu kâfir toplumlarla neredeyse aynı denecek hâle gelmiş; internet ve benzeri araçlar Müslümanların toplumlarını da ahlaksız hâle getirmiş. Doğru mu? Doğru. Bu da doğrudur. Müslümanların topraklarının altı büyük oranda ser- 34 Nisan / 2017 vetle dolu olduğu hâlde Müslümanlar aç, sefil kalmışlar. Ekonomileri yok, sadece faiz düşmanlığı yapıyorlar. Sonra da düşmanlık yapmakla baş edilmeyeceğini anlayınca onlar da faize bulaşıyorlar. Böyle mi? Böyledir. Bu da doğrudur. Bütün bunlar Müslüman toplumun yeryüzünün her tarafından saldırıya uğradığının göstergesi mi? Evet. Şamar oğlanına mı dönmüş? Şamar oğlanına dönmüş. Buna rağmen mi biz yarınki İslam’dan söz ediyoruz? Bunun için yarınki İslam’dan söz ediyoruz. Buna rağmen değil böyle olduğu için ben umutluyum zaten. Bu beni umutlandırıyor. Karanlık zifirileştikçe sabahın yaklaştığını anlıyorum. Çünkü diğer türlü Allah’ın içimize koyduğu iman hareketlenmiyor. Peygamberinin yanı başında kalmış bulunan ashabı kiramın -ki o kadar büyük meziyetlere sahipler- bile uzun süre aralarında duran peygamberin yer yer kıymetini bilmemek manasına gelecek hatalar ettiklerini görüyoruz ama gidince Peygamber aralarından yeryüzüne dağılan hidayet kaynakları oldular. Her biri o peygamberin yerini aldı. Bu ne biliyor musunuz kardeşlerim? Babası harçlık verdiği için tembel olan bir çocuk, babası hastalanıp yatağa düşünce aç kalmamak için iş bulup çalışıyor ya; Ümmeti Muhammed Kanunisi Viyanalara gittiği zamanlar babasının harçlığıyla idare eden rahatlık içerisindeydi. Gidince, hilafeti başıboş kalınca geçinmek zorunda olduğu için iş bulan bir delikanlı gibi oldu. Elbette bir milyardan fazla bir insan topluluğunun dönüşümü on günde, on beş günde, bir senede, yirmi senede olmuyor. Otuz sene önceki İslam coğrafyasıyla bugünkü İslam coğrafyası arasında bu farkı izliyoruz kardeşlerim. Henüz yaşlı Müslümanlar Şeriat kelimesini bile içine sindirememiştirler. “İslam Devleti” ile “yaşadığım devlet” kavramı arasındaki farkı hâlâ yaşlı insanlar anlayamıyorlar ama yeni yetişen nesil “İslam” deyince “devleti nerede” diyor. Bu dö- nüşümün göstergesidir. Allah’ın acelesi yok. Bizim acelemiz var. Bizim elli altmış seneye her şeyi sığdırmamız gerekiyor. En fazla yüz sene ömrün olursa altmış yılda her şeyi görmek istersin. Ömür bizim sıkıntımız, Allah’ın zaman sıkıntısı yok. Allah sonunda göreceği şeyi ne zaman görmeyi takdir buyurduysa o zaman görecek. Beş bin sene sonra da olabilir, ne zamansa. Acelecilerin, acelesi olmayan Allah’ın işine karışmamaları gerekir. Aziz Kardeşlerim, “Yarın İslam’ındır” diyoruz. Bundan şüphe edenin nasıl mü’min olduğunu merak ederiz. Neden? “Senin Peygamber’in hangi yılların Peygamber’i” diye bir soru sorulsa birimize ne cevap veririz? Musa aleyhisselam filan yıldan filan yıla kadardı, filan peygamber şu yıldan şu yıla kadardı. Bizim Peygamberimiz nereden nereye kadar? Gönderildiği günden, kıyamet gününe kadar, son peygamberdir. Şeriat’ı, O’nun getirdiği dini, tedavülden kalkınca o peygamber olarak kalır mı? gerekirdi. Onların karne ile torpille alabildikleri ekmek, bugün çöpe atılıyor, bugün fazlası var. Bugün İslam’a yaşanmıyor, şuna bölünmüş buna bölünmüş, o buna selam vermiyor, “bu diğerine küsmüş” olarak bakarsak “yarın Müslüman olmaması lazım” deriz. Ama ekmek olayında olduğu gibi Allah’ın izni ile yarın İslam’ındır. Neden? Çünkü tarih göstermiştir ki nesiller ayağa kalksın, küfür ve şeytan bıkıp savaşı bırakmasın diye Allah, asırlarca dinini canlı tutmuyor, bir nebze geri çekiyor. Bin dört yüz senedir küfür hiçbir cephede kazanamıyor olsaydı savaştan çekilirlerdi. Batılın olmadığı yerde hak ne yapacak? Yeryüzünde hem hak, hem batıl olsun diye bir plan vardır. Biz, hani çocuklar bir yere misafirliğe giderler de babası “akşama kadar buradayız” dediği için, “akşam hiç olmasın hep böyle devam etsin” diye düşünürler ya, İslam’ı öyle düşünemeyiz ki. Gecesi de olacak, matemleri de olacak, Kudüs’ü işgal edilecek. Belki de Müslümanlar Ortadoğu’dan da yakın doğudan da her yerden, okyanus ötesine hicrete zorlanacaklar, bugünler de olabilir. Bu, yarının hesabı değildir, bugünün hesabıdır. Kaldı ki kardeşlerim, yarının işaretleri bugünden de var. İman ederken Peygamberimiz aleyhisselatu vesselamın kıyamete kadar kalacak bir Peygamber olduğunu, Kur’an’ının kıyamete kadar kalacağına iman ediyoruz, iç duygularımıza danışıldığında O’nun döneminin bittiğini söylüyoruz, bu olabilir mi? Hayır, bugün bizim Uhud gibi sıkıntılı günlerimiz olabilir, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin bir vadiye sıkıştırıldığı günler oldu, aylarca yemekten içmekten mahrum edildiği günleri oldu, bizim de öyle olabilir. Dağınık olabiliriz, camilerde bile birbirimize selam vermeyecek kadar küslüklerimiz, kırgınlıklarımız, cahilliklerimiz olabilir. Bunların hiçbiri İslam’ın geleceği değildir, bizim yaşantımızdır. Mevcut durumumuz İslam’ın geleceği değildir. Çünkü biz, bu çağın çocuklarıyız. Bizim yediğimiz darbeler, yaşadığımız sıkıntılarımız yarını temsil etmiyor. Sadece örnek olması ve tefekkür etmemiz bakımından bir noktayı zikredeceğim; Bugün batı İslam’ı yok saymanın ötesinde parasını da Müslümanlardan alarak devamlı bombalıyor. Hem kendi kurduğu örgütleri bombalıyor sonra da parasını da alıyor. Şeytanlıkta bu kadar yükselmişler. Bu deliliğin nereden kaynaklandığını merak ediyor musunuz kardeşlerim? Sadece Fransa örneğinde, Fransızların yani Müslüman olmayanların doğumu 1,7 ama Fransa’daki Müslüman ailelerde doğum oranı 8,1. Bu rakamları anlamıyor olabiliriz. Adamların uykusu kaçıyor, bu ne demek biliyor musunuz? Eğer elli sene önce İstanbul’da karne ile ekmek alanlara bakılsaydı bugün bizim yaşıyor olmamamız Fransa otuz sekiz sene sonra tedbir almazsa yüzde elli biri Müslüman olan bu Fransa demektir. Tarık Nisan / 2017 35 bin Ziyad’ın doksan kilometre kadar yaklaştığı Fransa’ya fetih nasip olmamıştı. Allah, Fransa’yı savaşsız, kılıçsız, masrafsız getiriyor. Ve işin garibi, zamanında Paris metrosunu kazmak için o insanları getirmişlerdi. Bedava tünel kazdırmak için getirdikleri adamları Eyfel Kulesinde görmek zorunda oldular şimdi. Hesap Allah’ın olunca bu rakamların hiçbir kıymeti yok. Bütün Avrupa bazında Müslüman olmayanlarda doğum oranı bir buçuk civarında. Bu da seksen yıl sonra o uygarlığın sona ermesi anlamına geliyor. Seksen yıl sonra İslam Avrupa’ya, göçmenler de İstanbul’a dolarsa şaşmayız. Benim Peygamberim bana “Roma’ya hazır olun” demişti zaten de, hadis-i şerifin kıymetini bilmediğim için Roma neresidir bunu anlamamıştım ben. Kardeşlerim, Dün Allah’ındı, bugün de Allah’ındır, yarın da Allah’ındır. Allah’tan başka da hiçbir şeyin galibi yoktur. Şeytanı ve şerri Allah yarattı. İsteyerek, bilerek yarattı. Allah düzeni böyle kurdu. Âdem aleyhisselamı da ağlattı. Ağlama günlerine bakarak Âdem “neslim kurudu benim” dedi mi? Deseydi, senelerce ağlayıp sızlamasına baksaydı terör Âdem aleyhisselamın ailesinde de vardı. İki çocuğundan biri diğerini öldürmüştü, “kurudu neslim” deseydi biz şimdi ne olacaktık? Ateşe atılırken bile İbrahim aleyhisselam “bitti bu iş” dedi mi? Bize göre çok kötü durumdayız. Ya Allah’a göre? Sorunumuz burada kardeşlerim, bu hesaplar bize göre mi olacak, Allah’a göre mi olacak? Eğer bize göre olacaksa biz zaten bittik. Ölüden ne medet bekliyoruz? Allah’a göre ise eğer, Allah ölüden diriyi çıkaran Allah’tır. Gözümüzün önündeki elma ağaçları kışın odun gibi iken, yazın elmalarını taşıyamıyor, çiçek doluyorlar. Olsa olsa odun hâline gelmiş bir Ümmet olduk diyelim. Baharımızdaki çiçekleri hayal bile edemiyoruz. Biz hayalimizin de üstünde bir çiçek bahçesine dönecek Ümmetiz Allah’ın izni ile. Yeter ki bizim elli yıllık, atmış yıllık { birikimimize göre değil, ezeli ve ebedi olan Allah’a göre düşünelim. Haber bültenlerine göre değil, Allah’ın kitabı Kur’an’a göre düşünelim. Peki, Suriye’yi, Bağdat’ı, Yemen’i filan yeri adamlar yerle bir ettiler. Allah’ın mülkü Suriye’den ibaret mi, Yemen’den ibaret mi? Niye biz çalışmalarımızı, hesaplamalarımızı kendi mantalitemize göre yapalım? Niye göklerin katılmadığı bir dünyada yaşayalım biz? Allah’ın orduları gökleri ve yeri donatıyor. Göklerin ve yerin bütün mülkü, orduları Allah’ın değil mi? Yemen, Orta doğu, Anadolu, Avrupa, Asya, Amerika bütün dünya Allah’ın mülkünün ne kadarıdır acaba? Trilyonda kaçıdır? Bütün dünya, dünyanın içinde bulunduğu sistem, güneş sitemi, galaksiler Allah’ın mülkünün ne kadarıdır? Şu dünyanın bütünü nokta kadar eder mi? Bütün dünyanın mülkünün noktası kadar etmediği bir Allah böyle mi düşünülür? Haşa, elbette böyle düşünülmez. Böyle düşünmek istiğfarı gerektirir, “affet bizi ya Rabbi” demeyi gerektirir. Nasıl alkol alan bir Müslüman aklı başına gelince “estağfirullah” diyorsa, Allah’ı, mülkünü, dininin geleceğini batılı ajansların sunumuna göre düşünen mü’min de alkol almış mü’min gibi “estağfirullah böyle bir Allah değildi benim iman ettiğim” demek zorundadır. Allah sadece boğuluşunu seyretmek için asırlarca bir firavuna mülk vermiş olabilir. Bunu da boğuluşu uzun olsun diye yapmıştır. İbrahim’in yanmadığını görerek kahrolsun diye Nemrut’a senelerce odun toplattırabilir Allah. Onun odun topladığına bakma sen, onca ateşe rağmen İbrahim’i yakamadığını görüp Allah onu kahrettirecektir. Bir de bu pencereden bakmak gerekir. Bizim hâlimiz neye benziyor, Allah İbrahim aleyhisselamı peygamber olarak göndermiş. İbrahim zincirlenmiş, binlerce asker dağ gibi bir yeri odun yapmışlar, tutuşturuyorlar, iyice tutuşsun diye bir gün yanmasını bekliyorlar. Ateş, bir dağ volkanı gibi olmuş, İbrahim orada zincirle bekliyor. } Sadece camide namaz kılmayı İslam için, Müslümanlık için yeterli bulanlar; Kurban Bayramı’nda bir dana kesip ondan bir iki tane yağlı etlerinden fakir fukaraya verince en iyi Müslüman olduğunu düşünenler; 36 Nisan / 2017 Allah kurtaracaktı da niye orada kurtarmadı? Zincirlerini melekler çözüp kanatlanıp götürselerdi ya İbrahim’i. İşte bu insan kafasıdır. 112’yi hemen çağırtıyorsun sen, sana göre 112’lik bu olay. Bir de aslında 155’i de arayıp polisi de çağırması gerekirdi. Çünkü hesap insan hesabı; zinciri çöz, zırhlı bir arabayla kaçır oradan. Allah öyle yapmadı ama. Bekletti, bekletti dağ gibi ateşin ortasına atılınca “gel İbrahim’im” dedi. Şimdi bütün dünyada öldürülen, ezilen, kahredilen bebekleri görünce niye böyle düşünmeyelim biz? “Niye Allah yardım etmiyor” sorusuna, “Allah bilir ne zaman yardım edeceğini” demiyoruz? Kardeşlerim, Yarın İslam’ın güneşinin doğacağı gündür. Bundan şüphesi olan kelime-i şehadete dönsün. Hangi Allah’a iman ettiğini düşünsün. Bunda şüphemiz yok, derdimiz de yok, endişemiz de yok. Tek bir şeyden şiddetle endişe ediyorum: “Yarın o güneş doğduğunda melekler bugün o güneş için gayret edenler arasında adımızı anacak mı?” İçine kapanmış, ölüm sırasını bekleyenler arasında mı adımız olacak? Yoksa Allah’ın o güneşin doğması için canhıraş uykusuz kalan kullarından mıyız? Meleklerin nasıl yazacağını merak ediyoruz. Güneşten sıkıntımız yok. O doğacak. O gün Ümmeti Muhammed’in aziz günlerini yaşayanlar elbette tarih ilmiyle meşgul olacaklar. Sadece camide namaz kılmayı İslam için, Müslümanlık için yeterli bulanlar; Kurban Bayramı’nda bir dana kesip ondan bir iki tane yağlı etlerinden fakir fukaraya verince en iyi Müslüman olduğunu düşünenler; o gün tarihte okunacaklar. Belki de o gün “Allah” diye yeryüzünde adım adım dolaşanlar “gafiller, bu güneşin daha önce doğması için niye gayret etmediniz” diye bizi hayırsız insanlar olarak anacaklar. Derdimiz bu olsun. İslam’ın yarınından kimse dert etmesin. Kardeşlerim, İslam’ın yarınından dert etmiyorum. Asıl derdim; benim o gün nasıl anılacağımdır. Uğursuzluğu iman hâline getirmiş birisi olarak mı anılacağım; o günü bugünden görmüş basiretli bir mü’min olarak mı anılacağım? Asıl dert budur. Elimde Fransa’daki Müslüman nüfusun doğum oranından daha büyük belgelerim var. Dikkat ediniz! Bütün dünyada küfür, münafıklığı tercih etmeye başlamıştır. En azılı kâfirler, kâfirlikte kaliteliler bile “İslam güzel din. İslam’ı beğeniyoruz. Haçlılar yanlış yapmışlar” diyorlar. “Boğacağım bu İslam’ı” diye açıkça söyleyemiyorlar. İnsan düşmanının kalitesinden ne zaman söz eder? Ondan ürktüğü zaman söz eder. Madem İslam Bağdat’ta, Suriye’de, Yemen’de bombalandı; madem İslam’ın Pakistan’da, Hindistan’da, Endonezya’da geleceği yok niye “güzel İslam, cici İslam” edebiyatı yapma ihtiyacı hissediyorlar? Şeytan, onlara tedbir alsınlar diye güneşin doğumunu önceden gösteriyor. Şeytan da boşuna uğraşıyor, adamları da boşuna uğraşıyorlar. Allah’ın yaratmayı vadettiği güneşi kimse söndüremeyecektir. Küfür münafıklığı tercih etmiştir. Küfür ikiyüzlüdür. Ama doksan sene önce Çanakkale’ye geldiklerinde mezarımızı kazmak için gelmişlerdi. Aynı yere şimdi beraber tören yapalım diye geliyorlar. Çünkü beni gömemeyeceğini anladı. Maraş’a geldiklerinde “defolun gidin buradan” demeye gelmişlerdi; şimdi “ortak tesis yapalım, camilerinizin kenarına bir mabet de biz yapalım, kilise yapalım” demeye geliyorlar. Münafıklık bu işte. Bileğimi bükemedi, ayağımın altına karpuz kabuğu koymaya çalışıyor. Allah’ın mağlubiyet yazmadığı bir dini, ne batı ne doğu ne kuzey ne güney mağlup edemez. Nisan / 2017 37 Mü’min çöker, İslam çökmez. Bir delikanlı gelir, Firavun’un sarayında bir Âsiye gelir Allah onun yüreğinde imanı canlı tutar. En büyük belgemiz; küfrün münafıklaşmasıdır. “İslam’ın aleyhine olsun, İslam’ın Kâbe’sini yıkalım” diye kurdukları teşkilatları bile “yeşildi, insanlıktı, uzaydı, ozondu” diye isimlerle kuruyorlar. Hâlâ Birleşmiş Milletler’i niye kurduklarını açıklayamadılar. “İsrail kurulsun diye Birleşmiş Milletler’i kurduk” diyemediler hâlâ. Küfrün hiçbir zaman bu yüreği de olmayacak Allah’ın izniyle. Çünkü İslam’ın nöbet sırası geliyor. Geliyor! Gelmeseydi eğer bunca tehdide rağmen Kur’an, dünyada en çok okunan kitap olmazdı. Kendi ülkelerinde de bir sürü sıkıştırmaya rağmen Kur’an; en çok satılan, en çok okunan kitaptır elhamdülillah. Ölüyü dirilten kitap! Ölülere bile hayat veren bir kitap olan Kur’an, dirilerin okuduğuna bir fayda vermeyecek mi? Kur’an nesli geliyor Allah’ın izniyle. Bakara Suresi’yle yetişen nesil de inşallah geliyor. İkinci belgemiz de budur. Anadolu’ya gittiğimde benden otuz yaş küçük gençlerin Ümmet’in geleceğiyle, cihatla, infakla ilgili sorularına sadece yüreğim pır pır ederek heyecanla cevap verebiliyorum. Onların babaları “şu mezhep niye böyle, bu mezhep niye böyle, filan âlim niye böyle dedi, bizim şeyhimiz mi büyük, öbürünün şeyhi mi büyük” sorularıyla meşgul, çocukları da “ben cihada gidiyim mi hocam” diye soruyorlar. Evlenmemiş taptaze çocukların şehitliği konuştuğu bir ümmet çöker mi? Allah’ın izniyle çökmez! On yedi yaşında şehitlikten söz eden delikanlıların, yirmi yaşında emsallerinin saçılıp savurulduğu bir toplumda “Âişe anama benzeyeceğim” diye tesettüre bürünen kızların geleceğini küfür nasıl ezebilir? Şeytanın planı var da Allah’ın planı yok mu? Meleklerle bağ kurmuş yürekleri internet nasıl çökertecek? Elbette Ümmet’im yaralı bir ümmettir. Bu Ümmet’in bağrına mızraklar saplanmıştır. Doğru ama bu öldüğünü göstermiyor. Ölseydi, ezanlarının sustuğu topraklarda ölürdü. Şimdi seksen sene önce ezanların yasak olduğu topraklar, bütün dünya Müslümanlarının İslam umudu oldu. Bundan büyük mucizesi mi olur Allah’ın? Allah’ın Firavun’un kucağında Musa’yı büyütmesi de bu değil miydi? İslam’ın yarını, bugününden büyük ve güçlüdür Allah’ın izniyle. Terörüydü, geri kalmışlığıydı, aç kalmış insanlardı, “İslam” demek çamaşırsız dolaşan çocukların bulunduğu toplum demekti de bunun için mi her gün beş yüz kişi Müslüman oluyor Avrupa ülkelerinde? Sadece otuz yıl önce seksen bin Müslümanın bulunduğu İngiltere’de, iki milyon Müslüman onun için mi bugün yaşıyor? İngiltere’nin ödü patlamayacak mı? Ortadoğu’yu kana bulama planları yapmayacak da bunu kim yapacak? Otuz yıl önce sadece dört tane mescidin bulunduğu İngiltere’de bunun için mi üç bin mescit var bugün? Allah’tır bu! Hep Mekke’de Müslümanlık olsa başkaydı, Londra’nın Müslüman olduğu gün başkadır Allah’ın izniyle. O gün daha fazla melek yeryüzüne inecek. “Ben o gün nasıl anılacağım” derdim budur. Onu merak ediyorum. Kahrım odur benim. O gün İslam doğacak, büyüyecek. O gün Kur’an insanlığın asla unutmadığı, amel ettiği bir kitabı olacak ama ben, o güne yatırım yapıp yapmamam açısından “bugünkü Müslüman olarak nasıl anılacağım” onu merak ediyorum. Ondan endişeleniyorum yoksa Allah’ın kudretinden hiç endişem yok elhamdülillah, elhamdülillah! Nasıl endişe ederim ki? O Allah, en zor zamanda peygamberini gönderdi. İnsanların birbirlerini kestiği zamanlarda gönderdi. Şimdi daha da zor olsa Allah’ın kudretinde sınır yok ki… 38 Nisan / 2017 Kardeşlerim, Hepimiz Allah’a imanımızı test edelim. Bütün kâinatı on dakika içinde yok edip on dakikadan da az bir zamanda yeniden yaratabilir mi Allah? Soru. “Yaratabilir mi” diye coğrafya kitaplarına mı bakacaksın, internete mi soracaksın? “Bir bakalım internette böyle bir şey var mı” mı diyeceksin? Bu soruyu soranın ağzına çamur doldurursun. “Allah için böyle bir şey sorulur mu? Bu Allah için zor mu” deriz. Allah için dinini aziz kılmak zor mu? Allah için zor olur mu? Hiç kimse yarın İslam’ın, kâinatın tamamını aydınlatan güneş olacağından şüphe etmesin. Sadece bugün Müslümanları şu grup bu grup, şu güç bu güç, şöylesi böylesi, şuna inanan buna inanan, namazı şöyle kılan böyle kılan, elini şuraya bağlayan, ayağını şuraya bağlayan diye bölerek bunu bir saniye de olsa geciktirenler yarınki nesillerin lanetlerinden korksunlar. Zaten yirmi Müslümanın bulun- Ben bu büyük müjdeli, muştulu günleri göremezsem ne olur? Benim görmem şart mı? Annesi Muhammed’inin âlemlere rahmet olduğunu bu dünyada gördü mü? Görmek şart mı? Hayır! Tam aksine şart olan; doğurduğunu Firavun’un sarayına sokmaktır. İşte o zaman Musa oluyor. Gülen Ümmet’im olsun, ben seksen kere öleyim. Yarınki çocuklar ezanlı bir toplumun ezanlı hayatını görsünler, ben toprağın altında üzerinden tankların ezip geçtiği çamurların altında kalayım. Çünkü ben değil, dinim önemlidir. Ben yokum, Ümmet’im var. Benim dinim, benden kıymetlidir. Ben “ben” dersem dinimden kıymetli olmuş olurum. Madem ben ondan kıymetliyim o zaman niye dinime iman ettim ki? Aslı din olduğu için biz ona iman ettik. Biz dinin peşinden gittik, din bizim peşimizden gelmedi. Kardeşlerim, Bu Ümmet’in geleceği garantidedir. Çünkü garanti eden Allah’tır. Allah’ın hangi garantisi bozuldu ki Biz, Ümmeti Muhammed’iz. Umut ümmetiyiz. Ebubekir radıyallahu anh olup Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin cesedini de görsem “Allah var ya” diyerek yoluma devam ederim. Ağlayacaksam gözyaşlarımı içime akıtırım, küfrün karşısında kendimi mağlup ve perişan göstermem. duğu bir yerde üçünü şu tarafa attı, üçünü bu tarafa; ikisini de hepten tarafsız bırakıp yirmi kişiyi bile bir araya getirmeye engel olacak sözler söyleyenler, davranışlar yapanlar, “şundan duyduk rüyasında bunu görmüş, bundan duyduk gece bununla konuşmuş” diye Ümmet’in geleceğiyle oynayanlar o gün utansınlar! Güneşin doğmasını geciktiriyorlarsa eğer nasıl anılacaklar? Biz, Ümmeti Muhammed’iz. Umut ümmetiyiz. Ebubekir radıyallahu anh olup Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin cesedini de görsem “Allah var ya” diyerek yoluma devam ederim. Ağlayacaksam gözyaşlarımı içime akıtırım, küfrün karşısında kendimi mağlup ve perişan göstermem. Çünkü ben Ümmeti Muhammed’denim. Üç günlük hesaplarımız yok bizim. Dünya ile sınırlı olmayan bir ümmetiz biz. Allah’ın izniyle cennet ümmetiyiz. bu garantisi bozulacak? Çok daha müjdelisi, inşallah bu güneş doğudan önce batıda doğacak. Daha zevkli olacak. O zaman göklerde meleklerin şenliği daha gür olacak inşallah. Küfür kendi ocağında sönecek. Bu; yarın sabah namazı vaktinde de olabilir, iki asır sonra da olabilir, dört asır sonra da olabilir. Ne dedik biz? “Mülk Allah’ın, hesap Allah’ındır. Bana ne!” “Ben sadece yarın nasıl anılacağım” bunu düşünmeliyim. Allah’a umudu olmamış, Allah’ın dininin mağlup olacağı aklından geçebilmiş bir insan olarak, mü’min olarak mı anılacağım; Ebubekir gibi mi anılacağım? Hepimizin endişesi bu olsun. Gerisini Allah’a bırakalım. Yarın da Allah’ındır, öbür gün de Allah’ındır ve Allah dinini üstün getirecektir. Kâfirlerin isteyip istememesi köpeklerin bulutlara havlaması kadar değersizdir. Vel’hamdülillahi Rabb’il âlemin. Nisan / 2017 39 Dr. İhsan ŞENOCAK Sahabe Müdafaası II “ Hz Ali “Allah Rasülü’nün (s.a.v.) umur-u diniyyede imamımız olmasına razı olduğu Ebu Bekir’i niçin dünya işlerinde de imam yapmayalım.” diyerek Ebu Bekir’in niyetini ilk okuyan sahabi olmuştur. Ebu Bekir’in Hilafeti Şii: Hz. Ali’nin imametine dair getirdiğim rivayetlerin tamamını indi te’viller olarak nitelediniz. En azından Şia’nın indi de kabul etseniz bu kadar delili var. Ehl-i Sünnet’in Hz Ebu Bekir’in hilafetine dair tek bir delili mevcut mudur? “Beni Bulamazsan Ebu Bekir’e Sor” Sünni: Hz. Ebu Bekir’in ilklerin imamı olduğuna dair Fahri Kainat Efendimiz’den (s.a.v.) mervi bir çok haber vardır. Onlardan bir kaçını tadat edersek şunları söyleyebili- 40 Nisan / 2017 ” riz; Allah Rasülü (s.a.v.) “Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer’e uyun” buyurmaktadır.[23] Efendimiz’in (s.a.v.) ümmetten Ebu Bekir adına talep ettiği iktida dini ve dünyevi bütün işleri kapsamaktadır. Bunun için de Ebu Bekir’in idare makamında olması gerekmektedir. Orası ise imamettir. Devr-i Risalet’te Efendimiz’in (s.a.v.) yanına bir kadın gelir. Ayrılırken, Allah Rasülü (s.a.v.) tekrar gelmesini söyler. Kadın, sanki ölümü kastederek “Geldiğimde seni bulamazsam ne yapayım” Ya Rasülellah (s.a.v.) diye sorar. Efendimiz (s.a.v.); “Beni bulamazsan Ebu Bekir’e git,” diye karşılık verir. Allah Rasülü (s.a.v.) kendisinden sonra ümmetinin sorularının muhatabı Ebu Bekir’i gösterir. Enes b. Malik naklediyor; Benu Mustalik kabilesi “Senden sonra zekatları kime vereceğiz?” diye sormak için beni Allah Rasülü’ne (s.a.v.) gönderdi. Geldim, sordum. Buyurdular ki; “Ebu Bekir”e versinler. [24] Ebu Bekir’e Söyle Namazı Kıldırsın Hz. Aişe anlatıyor; Allah Rasülü (s.a.v.) son hastalıklarında bana “Baban ve kardeşin Abdurrahman’ı çağır da, Ebu Bekir adına bir belge yazayım, ardımdan kimse ihtilaf etmesin” buyurdu. Sonra “bırak çağırma” dedi. “Allah korusun! Müslümanlar Ebu Bekir hakkında ihtilaf ederler.”[25] Yine Aişe (r.ah.) rivayet ediyor; Allah Rasülü’nün (s.a.v.) hastalağı artınca “Ebu Bekir’e git söyle namazı kıldırsın.” buyurdu. – “Ya Rasülallah (s.a.v.) O ince kalpli birisidir. Sizin yerinize geçince namaz kıldırmaya güç yettiremez.” dedim. – “Git Ebu Bekir’e söyle namazı kıldırsın.” buyurdu. Aynı gerekçeyi arz ederek namaz kıldırmaması gerektiğini tekrar ettim. Efendimiz (s.a.v.) de emri tekrar etti; “Git Ebu Bekir’e söyle namazı kıldırsın.”[26] Nerede Ebu Bekir? Bir defasında “Hz Ömer iftitah tekbirini aldı. Efendimiz (s.a.v.), Ömer’in sesini işitince kızgın bir şekilde başını kaldırıp; ‘Nerede Ebu Kuhafe oğlu’[27] diyerek Ebu Bekir’i aradı. Namazı O’nun kıldırması gerektiğini ihsas ettirdi. Allah Rasülü (s.a.v.) “Bir kavme, Kur’an’ı en iyi bilen imamlık eder.” buyuruyor. Ebu Bekir Ensar ve Muhacirinin yer aldığı cemaate imamlık yaptı. Hadis-i Şerifin işaret ettiği mana gereği, sahabe içerisinde Kur’an’ı en iyi bilen kişi O’dur. Bu yüzden hilafete en layık kişi de O olmalıdır. Sıddıkların Şahadeti Cenab-ı Hakk Mekke’den Hicrete zorlanan muhacirleri anlatırken “işte doğru olanlar bunlardır.”[28] buyuruyor. Ayette muhacirin sadakati anlatılırken “ulâike”den sonra “zamiri fasl” (hum) getirildi. Bu, manayı te’kit etmek içindir. Kur’an’ın şehadetiyle sadaketleri tescil edilen muhacirin Ebu Bekir’e; “Allah Rasülü’nün (s.a.v.) halifesi” diye hitap etmesi, sahabenin içtenlikle Ebu Bekir’in hilafetini kabul ettiği anlamına gelir. Aksi bir anlayış Devr-i Risalet’te Efendimiz’in (s.a.v.) yanına bir kadın gelir. Ayrılırken, Allah Rasülü (s.a.v.) tekrar gelmesini söyler. Kadın, sanki ölümü kastederek “Geldiğimde seni bulamazsam ne yapayım” Ya Rasülellah (s.a.v.) diye sorar. Efendimiz (s.a.v.); “Beni bulamazsan Ebu Bekir’e git,” diye karşılık verir. Nisan / 2017 41 “Kur’an’ın “sıddık” diye nitelediği muhacirin yalan konuşma ihtimalini gündeme getirir ki, bu Kur’an’a yöneltilen en büyük iftiralardan biri olur. Tâdat ettiğimiz bütün bu hakikatler işaret ediyor ki; Ebu Bekir (r.a.) sahabenin en faziletlisi ve hilafete en layık olanıdır. Sahabe O’na biat ederek bu gerçeği teyit etmiştir. Kur’an ile Yanlış İstidlal Dalaletten Başka Ne İfade Eder? Şii: Hz. Ali’nin imametine dair delil olarak takdim ettiğim, sizinse hevai tevil diyerek reddettiğiniz malumat arasında ayetler de vardı. Fakat Ebu Bekir’in hilafetine delil olabilecek rivayetlerin neredeyse tamamını hadislerden getirdiniz. Bu da göstermektedir ki imamet mevzuunda Şia’nın delilleri Kur’ani olmaları hasebiyle Ehl-i Sünnetinkiler’den daha kuvvetlidir. Sünni: Delil, yanlış kullanıldıktan sonra Kur’ani olsa dahi ne ifade eder?! Nitekim bütün sapık mezhepler de bir takım indi yorumlar yaparak Kur’an’a dayandıklarını iddia etmektedirler. Bu durumda onlar da İslami’dirler mi diyeceksiniz!? Hâdise karşısında ki tutumunuz Hakem olayında Hz. Ali’ye “Hüküm ancak Allah’ındır.” ayetiyle karşı çıkan Haricilerle ayniyet arz etmektedir. Bu durumda istidlallerinizin en camî cevabı Hz. Ali’nin Haricilere söylediği şu cümledir: “İfade doğru fakat ondan yanlış mana kast ediliyor.”[29] { Davanızı desteklemek için ayeti yanlış yerde kullanmanız, indi teviller yapmanız “mümin” kimliği- nizi tartışılır hale getirir. Çünkü Allah Rasülu (s.a.v), Kur’an’ı kendi gaye, ideoloji, meşreb ya da menfaatleri doğrultusunda açıklayanların nasıl değerlendirildiklerini ifade buyururken şunları söylemektedir: ‘Kim kendi görüşü ile Kur’an’ı tefsir ederse cehennemdeki yerini hazırlasın.’[30] Ayrıca Kur’an’ı Kerim’de Hz. Ebu Bekir’in hilafetine “işaret” eden bir çok ayet vardır. Üstelik bunların tesbiti bana değil Kur’an’ın inişine, Hz. Cebrail’in gelişine şahitlik eden ashaba aittir. Bütün bu hakikatler Ebu Bekir’e işaret eden ayetlerin delalet gücünü de artırmaktadır. Ayetler de Ebu Bekir’i İşaret Eder Şii: Madem ayetle istidlal edebiliyordunuz da niçin öncelikle hadisleri naklettiniz? Sunni: Hadis-i Şeriflerin bir kısmı tevatür derecesindedir.[31] Nitekim onların Allah Rasülüne (s.a.v.) aidiyetlerine siz de itiraz edemediniz. Hilafete delaletleri ayetlerden daha aşikar olduğundan öncelikle onları tâdat ettim. Şii: Ya ayetler. Hangileriyle neye göre istidlal ediyorsunuz? Sünni: Hasan Basri diyor ki; “Vallahi; ‘Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki): Allah, sevdiği ve kendisini seven… bir toplum getirir.’[32] Ayetinde zikri geçen mürted kavmin yerine geldiği bahsedilen cemaat Ebu Bekir ve dostlarıdır. Çünkü bu ayet Allah Rasülü’nün (s.a.v.) irtihalinden hemen sonra başlayan } Enes b. Malik naklediyor; Benu Mustalik kabilesi “Senden sonra zekatları kime vereceğiz?” diye sormak için beni Allah Rasülü’ne (s.a.v.) gönderdi. Geldim, sordum. Buyurdular ki; “Ebu Bekir”e versinler.[24] 42 Nisan / 2017 irtidat hareketleri ve onları etkisiz hale getiren Ebu Bekir ve mübarek ordusu hakkında inmiştir.’[33] Bu noktada büyük müfessir Katade de benzer şeyleri söylemektedir.[34] “A’rabilerin geri bırakılmış olanlarına de ki; Siz yakında çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız veya Müslüman olurlar.”[35] Bu ayet Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in hilafetine delalet etmektedir. Çünkü Huneyn muharebesinden geri kalan A’rabileri, ayette kast edilen Müseyleme’nin kavmi Hanif oğulları ile savaşa ilk defa çağıran Ebu Bekir’dir. Yine bir başka tefsire göre “çok kuvvetli bir kavme karşı savaşmaya çağrılacaksınız,” ayetinden maksat İran ve Rumlardır. Ümmeti onlarla ilk defa muharebeye çağıran da Hz. Ömer’dir. Ordulara savaş emrini vermek bütün dünya devletlerinde devlet başkanına aittir. Bu durumda savaşa çağrı ameliyesini devlet adına üstlenen Ebu Bekir ve Ömer’in riyasetini Kur’an bizzat tasdik etmektedir. Şii: Fakat Tabiin kuşağının Sünni müfessirlerinden İkrime ve Katade “savaşılmaya çağrılan kavmin “Hevazin” ve “Ğatafan” olduklarını bildirmektedir. Buna göre savaşa çağıran Ebu Bekir (r.a.) ya da Ömer (r.a.) değil, Allah Rasülü’dür (s.a.v.). Sünni: Ümmeti savaşa çağıran kişinin Hz. Rasülullah (s.a.v.) olması mühaldir. Çünkü O buyurdu Aişe (r.ah.) rivayet ediyor; Allah Rasülü’nün (s.a.v.) hastalağı artınca “Ebu Bekir’e git söyle namazı kıldırsın.” buyurdu. ki; “Artık bundan sonra benimle birlikte sefere çıkamayacak, düşmanla savaşmayacaksınız.” Hadisin delalet ettiği mana savaşa çağıranın Allah Rasülü (s.a.v.) olmasına manidir. Efendimiz’in (s.a.v.) irtihalini takiben ümmeti muharebeye çağıran ilk kişi Ebu Bekir sonra Ömer olduğuna göre bizim naklettiğimiz tefsir tercihe şayan olandır.[36] Bu ayetin inişiyle Ebu Bekir’in savaş çağrısı arasında, İslam Devleti tarafından yapılmış hiçbir harp daveti yoktur. Bu hususta ulema hem fikirdir.[37] Hakikatin bu minval üzere olmasındandır ki Sünnet ve Cemaat alimleri; “Ebu Bekir’in hilafetinin Kur’ani şahidi bu ayettir” demişlerdir. “Bu İkisinden Birine Biat Ediniz” Şii: Madem naklettiğiniz ayet ve hadisler Ebu Bekir’in hilafetine işaret ediyor bu durumda niçin O, Ben-u Saide çardağında Hz Ömer ve Hz. Ebu Ubeyde’yi göstererek “Bu ikisinden birine biat ediniz” demiştir. Ebu Bekir’in tavrı halife olacağına işaret eden her hangi bir delilin ademiyetini göstermez mi? Ya da kendi adına nass varken hilafeti başkalarına havale etmek haram değil mi? Sünni: Hz. Ebu Bekir bu hareketiyle göreve talip olmadığını, bizzat matlup olduğunu sahabenin ileri gelenlerine de söyletmek istemiştir. Bir anlamda bu “malumu i’lam” kabilindendir. Nitekim Hz Ali “Allah Rasülü’nün (s.a.v.) umur-u diniyyede imamımız olmasına razı olduğu Ebu Bekir’i niçin dünya işlerinde de imam yapmayalım.” diyerek Ebu Bekir’in niyetini ilk okuyan sahabi olmuştur. Nisan / 2017 43 Allah Rasülü (s.a.v.) “Bir kavme, Kur’an’ı en iyi bilen imamlık eder.” buyuruyor. Ebu Bekir Ensar ve Muhacirinin yer aldığı cemaate imamlık yaptı. Hadis-i Şerifin işaret ettiği mana gereği, sahabe içerisinde Kur’an’ı en iyi bilen kişi O’dur. Bu yüzden hilafete en layık kişi de O olmalıdır. FEDEK Şii: Efendimiz (s.a.v.) ahirete irtihal ettiğinde Hayber’de yer alan “Fedek” adındaki köy şahsi mülkündeydi. Hz. Fatıma “Eğer (babadan geriye kalan) yalnız bir kadınsa (mirasın) yarısı onundur.”[38] ayetine istinaden Fedek’in yarısını talep etmişti. de); “Değil Usame’yi değiştirmek, Hazreti Rasüllah’ın (s.a.v.) attığı bir düğümü dahi zait görüp çözmem.”[39] diyen Ebu Bekir’in miras ayetine muhalefet ettiğini nasıl iddia edebilirsiniz?! Kur’an’a muhalefet etmekle itham ettiğiniz Ebu Bekir bu noktada öylesine hassastır ki; şu serzenişler O’na aittir: “Bilmediğim konularda Allah’ın kitabı hakkında tefsirde bulunursam hangi sema beni gölgesine kabul eder ve hangi arz beni üzerinde barındırır.”[40] Nasıl ki Allah Rasülü (s.a.v.) masumdur, Onun kızı da günah ve yalandan korunmuştur. Çünkü O (s.a.v.) buyurmuştu ki; “Fatıma (r.ah.) benden bir parçadır.” Küll masumsa O’nun (s.a.v.) parçası da masum olur. Fatıma masum olduğuna göre miras iddiasında Hz Rasülullah’a (s.a.v.) yalan ya da yanlış isnat etmesi mümkün değildir. Fakat Ebu Bekir, masumiyeti aşikar olan Fatıma’nın bu talebini reddetmiştir. Fedek arazisini ona vermemiştir. Halife tarafından sergilenen bu tavır, açık nasslara muhaliftir. Böyle birisinin hilafetini nasıl ve niçin savunuyorsunuz? Hz. Ebu Bekir, Fedek arazisinin Hz. Fatıma’ya verilmesi meselesinde ayete muhalefet etmemiş bilakis bütün ayetleri açıklama vazifesi kendisine verilen Allah Rasülü’nün (s.a.v.) sünnetiyle miras ayetini tahsis etmiştir. Şöyleki; “Âmm” olan miras ayetini “Biz Peygamberler cemaati miras bırakmayız. Bize kimse varis olmaz. Terikemiz sadakadır.” hadis ile sınırlandırmıştır. Sünni: Allah Rasülü’nün (s.a.v.) vefatından hemen önce atadığı Usame b. Zeyd’in komutanlığı Ebu Bekir’in devr-i hilafetinin ilk günlerinde tartışmaya açıldığında (Usame’nin değiştirilmesi talep edildiğin- Şii: Muhassıs (tahsis eden) olarak ileri sürdüğünüz delil neticede bir hadistir. Karşıda ise vurud-u kat’iyyet ifade eden bir ayet vardır. Ayete mukabil hadis nasıl tercihe neden olabilir? Sünni: Bu noktada haber-i vahid’in hükmünü, hangi durumlarda nasıl değerlendirilmesi gerektiğini konuşacak değilim. Buna gerek de yok. Çünkü Hz. Ebu Bekir Rasülullah’tan (s.a.v.) neyi, nasıl ve ne kadar işittiğine hakimdir. Merviyyatını karıştırdığına işaret eden hiçbir emare mevcut değildir. Miras meselesinde karinelerle ihtimaller ortadan kalkmış, Hz. Ebu Bekir katında “haber-i vahid” mirasla ilgili genel hükümleri sınırlandıran kesin bir delile dönüşmüştür. Ayrıca peygamberlerin hakiki miraslarının ilim olması, Ebu Bekir’in uygulamasını desteklemektedir. 44 Nisan / 2017 Veraset Şii: Kur’an “Süleyman Davud’a (a.s.) varis oldu.”[41] diyor. Önceki peygamberlerin çocukları babalarına varis oluyor da Fatıma niçin babası Fahri Kainat Efendimiz’in (s.a.v.) malından hissesini alamıyor? müctehidler eşlerin birbirleri lehine yaptıkları şehadeti reddetmektedir.[45] Hâdisenin Ebu Bekir’i destekleyen bir başka yönü de var ki oda şöyledir: Allah Rasülü (s.a.v.) şahsi mallarında nasıl tasarrufta bulunduysa Ebu Bekir uygulamaya aynen muvafık kalmışSünni: İstidlal ettiğiniz ayette bahsi geçen vera- tır. Efendimiz’in (s.a.v.) Beni Nadr, Hayber ve set hakiki manada müsta’mel değildir. Çünkü Hz. Da- Fedek’de hurmalıkları vardı. Beni Nadr’ın gelivud’un (a.s.) on dokuz tane evladı vardı. Süleymen rini memurlarına, Fedek’tekini fakirlere, Hay(a.s.) onlar içinde nübüvvet ve idareye varis olmakla ber’dekini ise üçe ayırırdı: Üçte ikisini Müstemayüz etmişti. Eğer ayette bahsi geçen miras hakilümanlara birini de “Ehl-i Beyt”ine verirdi.[46] ki manada kullanılmış olsa idi o takdirde Davud’un Hz. Ebu Bekir halife olunca Allah Rasülü’nün (s.a.v.) (a.s.) bütün çocukları verasette eşit olmalı idi. Fakat uygulamasını değiştirmedi. Bu yüzden “Fedek” aramana buna müsait değildir. Çünkü ayette zikr oluzisindeki tavrı sünnete tıpkısıyla iktidadır. Hz. Ömer, nan miras, mecazi andevlet başkanı olunca Ali lama masruftur. Tıpkı ve Abbas’ı çağırdı. Onla“alimler nebilerin vara Hz. Ebu Bekir’in Fedek Hasan Basri diyor ki; “Vallahi; ‘Ey risleridir.” hadisinde hususunda ictihadına delil iman edenler! Sizden kim dininden olduğu gibi.[42] kullandığı hadis-i şerifi Radönerse (bilsin ki): Allah, sevdiği ve sülullah’tan (s.a.v.) işitip-iHz. Fatıma’nın ma[32] şitmediklerini sordu. İşittik kendisini seven… bir toplum getirir.’ sumiyeti meselesine gedediler. Nitekim Hz Ali’de Ayetinde zikri geçen mürted kavmin yerine lince; İstidlal ettiniz hadis devr-i hilafetinde mezkür mecazi manadadır.[43] geldiği bahsedilen cemaat Ebu Bekir ve Fedek arazisini çocuklaBuna göre hadis, karabet rına vermedi. Eğer Ebu dostlarıdır. yoluyla oluşan kül-cüz Bekir’in hükmüne itirazı ilişkisini ifade etmektir. olsa idi mukakkak ki onu Bu yüzden Allah Rasüdeğiştirirdi. lü’nün (s.a.v.) masumiyetinin aynısını Hz. Fatıma’da aramak doğru değildir. Hadis-i Şerife rağmen Hz. Fatıma validemiz’in Fedek arazisini istemesi ise babası Hz. Rasülullah’ın (s.a.v.) malı ile bereketlenmek içindir. O da bir insanŞii: Hz. Fatıma Fedek arazisini Hz. Ebu Bekir’den dı ve beşeri hasletleriyle hadiseye yaklaşıyordu. Fakat talep ederken Hz. Ali, Hasan, Hüseyin ve Ümmü EyHz. Ali’nin devr-i hilafetinde ki tavrı netice itibarisyle men (r.anhum) ona şehadet etmişti. Ebu Bekir onlaEbu Bekir’in ictihadının doğrulunu teyit etmektedir. rın şehadetini reddederek zulme irtikap etmiştir. Devam edecek... Fedek’teki Şahitler Sünni: İsimleri yan yana tâdat ederek söz bolluğuyla hakikati perdelemek ister bir tavrınız var. Söz konusu isimleri tek tek tahlil edersek ortaya şöyle bir netice çıkar: Hasan ve Hüseyin, Fatıma’nın (r.anhum) çocuklarıdır. Çocuğun anne-baba lehine şehadeti makbul değildir. Bütün bunlardan öte, o ikisi şehadet vaktinde küçük çocuktular. Nasıl şehadet etsinler?! Hz Ali ve Ümmü Eymen’e gelince onların şehadeti nisab için yeterli değildir. Çünkü bu nevi davaların şehadeti için ya iki erkek ya da bir erkek iki kadın gereklidir.[44]Ayrıca bazı Dipnotlar: [23] Tirmizi, Sünen, V, 672; Hakim, Müstedrek, III,79-80. [24] Hakim, Müstedrek, III, 82. [25] Müslim’in rivayet ettiği hadis için bkz. Teftazani, a.g.e., III, 495. [26] Müslim, Sahih, V, 313. [27] Suyuti, a.g.e., s. 6. [28] Kur’an, Haşr (28): 8. [29] Şihabuddin Ahmed b. Hacer Mekki, el-Hayratu’l-Hisan, Beyrut, ty., s. 33. [30] Tirmizi, a.g.e., s.48/Kitab-u Tefsiri’l-Kur’an, 1, (IV, 439-440, H.no: 29592960). [31] Suyuti, a.g.e., s.59. [32] Kur’an, Maide (5): 54. [33] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, Daru’l-Kurani’l-Kerim, Beyrut, 1399, I, 527. [34] Suyuti, a.g.e., s. 61. [35] Kur’an, Fetih (48): 16. [36] Görüşlerin tahlili için bkz. Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed Kurtubi, el-Cami’u li Ahkâmi’l-Kur’an, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000, XVI, 180. [37] Suyuti, a.g.e., s.62. [38] Kur’an, Nisa (4): 11. [39] S. [40] İbn Kesir, a.g.e., I, 13. [41] Kur’an, Neml (27): 16. [42] Kurtubi, a.g.e., XIII, 110; İbn Kesir, a.g.e., II, 667. [43] Cürcani, a.g.e., VIII, 387. [44] Kur’an, Bakara (2): 282. [45] Cürcani, a.g.e., VIII, 387. [46] Ebu Davud, Sünen, III, 141, H. No :2967, Beyhaki, Sünen, VII, 59, H. No:13148. [47] Buhari’nin rivayet ettiği hadis için bkz. Teftazani, a.g.e., VIII, 388. Nisan / 2017 45 Kibâr-ı Kelâm (Ehlullahın Dilinden...) Dilin Serbest Kalmasının Afeti َ َقـ:ـال َ َقـ،َح َّدث َ َنــا سُ ـ ْفيَا ُن ِإ ْن،ٌ ِإ ّنَمَ ــا لِ َســانِي َسـبُع: َاضيــن ُ ـال بَ ْعـ ِ َـض ا ْلم ـت أ َ ْن ي َْأ ُكلَ ِنــي ُ ْسـ ْلتُهُ ِخ ْفـ َ أَر Ubeyd FAKİRULLAH Süfyan (radiyallahu anh) buyurdu ki: “Geçmiş insanlardan bazıları derlerdi ki: Hiç şüphesiz Susmak ve Uzlet dilim bir canavardır. Eğer onu bırakırsam beni yemesinden korkarım.” َ َقـ،ُالل َّ َُحمَ ـه شـ َر ُة َ ا ْل ِح ْكمَ ـةُ َع: َكا َن ي ُ َقــا ُل:ـال ِ ـب ْبـ ِـن ا ْلـ َو ْر ِد ر ِ َعــنْ ُو َه ْيـ َّ َفتِسْ ـ َعةٌ ِم ْن َهــا ِفــي: ٍأ َ ْجـ َزاء ـاس ِ الصمْ ـ ِ َاشـ َر ُة ُع ْزلَـةُ ال َّنـ ِ وَا ْلع،ـت Vüheyb bin el-Verd (radiyallahu anh) buyurdu ki: “Şöyle denilirdi: “Hikmet on parçadır. Dokuzu Dili Korumak َ الل َع ْن ـهُ َقـ َمــا َع َقـ َـل ِد ي َن ـهُ َمــنْ لَ ـ ْم:ـال ُ َّ َضـ َـي ِ َعـ ِـن ا ْل َح َسـ ِـن ر ْ يَ ْح َف ـ ُظ لِ َســانَه susmakta, onuncusu insanlardan uzaklaşıp uzlete çekilmektedir.”” Hasan-ı Basri (radiyallahu anh) buyurdu ki: “Dilini korumayan dininde akıl sahibi değildir.” Uzlet Nedir? َ َقـ:ـال َ َقـ،الل تَعَالَــى ِ َّ َعــنْ َع ْبـ ِـد ـال بَعْضُ ُه ـ ْم ُ َّ َُحمَ ـه ِ ر،الل ْبـ ِـن ا ْل ُم َبــار َِك ِ َّ َفـ ِإ ْن خَاضُ ــوا ِفــي ِذ ْكـ ِر، ُهـ َو أ َ ْن يـَ ُكــو َن َمـ َع ا ْل َقـو ِْم:ِِفــي ت َ ْف ِســي ِر ا ْل ُع ْزلَـة ،الل َ َو ِإ ْن خَاضُ ــوا ِفــي َغ ْي ـ ِر َذلِـ،ْـض َم َع ُه ـم ـك َفاسْ ـ ُك ْت ُ َف ْ خـ Çok Konuşmak ve Münakaşa َ َقـ:ـال َ الل َع ْن ـهُ َقـ ِ َّ ـال رَسُ ــو ُل لل ُ صلَّــى ا ُ َّ َضـ َـي َ الل ِ َعــنْ أَبِــي ُه َر ْي ـ َر َة ر َحتَّــى يَـ َد َع ا ْل ِمـ َرا َء َو ِإ ْن،ـان ِ َل يَسْ ـتـَ ْك ِم ُل َع ْبـ ٌد َح ِقي َقـ َة ْا�ِيمَ ـ:ََعلَ ْيـ ِه و ََسـلَّم ـث َمخَا َف ـ َة ا ْل َكـ ِـذ ِب ِ َويَ ـ َد َع َك ِثي ـرًا ِمــنَ ا ْلح َِديـ،َكا َن م ُِح ًّقــا Abdullah bin Mübarek (rahimehullah) buyurdu ki: “Ulemadan bazıları uzleti şöyle açıkladılar: Ebu Hüreyre (radiyallahu anh)’den rivayete insanlarla beraber bulunup, onlar Allah’ın göre Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) zikrine dalınca onlarla beraber dalmak, Allah’ın buyurdular ki: “Bir kul, yalan korkusuyla zikrinden başkasına daldıklarında susmaktır.” çok konuşmayı, haklı bile olsa tartışma ve münakaşayı terk etmedikçe imanın hakikatine ulaşamaz.” 46 ............. / 2017 En Üstün Nimet َ ـال َقـ َ َعــنْ َش ـ ِق ِيق ْبـ ِـن ث َ ـ ْو ٍر َقـ ِ َّ ـال رَسُ ــو ُل :َالل َعلَ ْي ـ ِه و ََس ـلَّم ُ َّ صلَّــى َ الل Ya Hayır Konuşmak Ya da Susmak ِذي ا ْل ِع ـ َّز ِة َ َقـ:ـال َ الل َع ْن ـهُ َقـ ِ َّ ـال رَسُ ــو ُل لل ُ صلَّــى ا ُ َّ َضـ َـي َ الل ِ َعــنْ أَبِــي ُه َر ْي ـ َر َة ر ْ ِ َّ َمــنْ َكا َن ي ُ ْؤ ِمـ ُن بِـ:ََعلَ ْيـ ِه و ََسـلَّم وَا ْل َيـو ِْم ا� ِخـ ِر َف ْل َي ُقـ ْـل َخ ْيرًا أ َ ْو لِيَسْ ـ ُك ْت،ـالل aleyhi Ebu Hüreyre (radiyallahu anh)’den rivayete göre vesellem) ashabına sordular ki: “Cennet ehli için Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdular ki: olan “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse ya َ َقـ.ُالل َورَسُ ــولُهُ أ َ ْعلَـم ال َّنظَ ـ ُر ِإلَــى:ـال ُ َّ ضـ ُـل َقالُــوا َ أ َ ّ ُي ن َِعيـ ِـم أ َ ْهـ ِـل ا ْل َج َّن ـ ِة أ َ ْف Bir keresinde nimetlerin Rasûlüllah hangisi (sallallahu daha üstündür?” Sahabe-i Kirâm dediler ki: “Allah ve Rasûlü daha hayır konuşsun ya da sussun.” iyi bilir” Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdular ki: “İzzet sahibi olan (Allah’u Teâlâ’ya) bakmaktır.” Konuşarak Zengin Olmak Ehline Karşı İyi Davranmak ِ َّ ذُ ِك ـ َر لَ َنــا أ َ َّن نَ ِبـ َّـي:َسـ ِـن يَ ُقــو ُل لل َعلَ ْي ـ ِه و ََس ـلَّ َم ُ صلَّــى ا َ الل َ َعـ ِـن ا ْلح َ َقـ ت َف َس ـ ِل َم ُ َّ َح ـ َم َ أ َ ْو َس ـ َك،َالل َع ْب ـدًا تـَ َكلَّ ـ َم َف َغ ِن ـم ِ ر:ـال َ َقـ:ـال َ ـب ا ْل ِم ْصـ ِر ِّي َقـ ِ َّ ـال رَسُ ــو ُل :َلل َعلَ ْيـ ِه َو َسـلَّم ُ صلَّــى ا َ الل ٍ َعــنْ َر ْكـ َ وَأ َ ْم َسـ،طُوبَــى لِمَ ــنْ أ َ ْن َفـ َـق ا ْل َف ْضـ َـل ِمــنْ مَالِـ ِه ـك ا ْل َف ْضـ َـل ِمــنْ َق ْولِـ ِه Rekab el-Mısrî (radiyallahu anh)’den rivayete göre Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdular ki: “Malının fazlasını infak eden ve sözünün Hasan-ı Basri (radiyallahu anh) dedi ki: “Bize Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)’in şöyle buyurduğu anlatıldı: “Konuşup ta (sevap yönüyle) zengin olan veya susup selamete eren kula Allah rahmet eylesin.” fazlasını tutan kimseye müjdeler olsun.” Ehli Kıbleye Karşı Dili Tutmak Dünya ve Ahirette Aziz Olmak İsteyen َ ـال َقـ َ ـس َقـ ِ َّ ـال رَسُ ــو ُل الل تَعَالَى َ َّ ِإ َّن:َالل َعلَ ْيـ ِه َو َسـلَّم ُ َّ صلَّــى َ الل ٍ َعــنْ أَنَـ َفمَ نْ أَرَا َد ِعـ َّز ال َّدا َري ِْن َف ْلي ُِطـ ِـع ا ْل َع ِزي َز، أَنَــا َربـّ ُ ُكـ ُم ا ْل َع ِزيـ ُز:يَ ُقــو ُل ُك َّل يَـو ٍْم َ َقـ:ـال َ الل َع ْن ـهُ َقـ ِ َّ ـال رَسُ ــو ُل صلَّــى ُ َّ َضـ َـي َ الل َ َعــنْ ِه ِ ـام ْبـ ِـن ُع ـ ْر َو َة ر ِ شـ َّ الل َمــنْ َكـ ِإ َّل،ِـف لِ َســانَهُ َعــنْ أ َ ْهـ ِـل ا ْل ِق ْبلَ ـة ُ َّ َح ـ َم ُ ا ِ »ر:َلل َعلَ ْي ـ ِه و ََس ـلَّم ات ٍ ْســنَ َمــا يَ ْقـ ِـد ُر َعلَ ْي ـ ِه« يُ ـ َر ِ ّد ُد َق ْولَ ـهُ َس ـ ْب َع َم ـ َّر َ ِبأَح Hişam b. Urve (radiyallahu anh)’den rivayete göre Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) yedi kere Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) tekrar ederek buyurdular ki: “Kıble ehli olana karşı buyurdular ki: “Şüphesiz Allah’u Teâlâ her gün dilini tutana Allah rahmet etsin. Ancak elinden şöyle buyurur: “Ben sizin aziz olan rabbinizim. gelen en güzel surette (hata düzelten) hariç.” O halde, kim izzetli olmayı isterse aziz olana itaat etsin.” ............. / 2017 47 Abdullatif ACAR Duaya Muhtacız-I “ Dua açılmayan kapıların tokmağı, ulaşılmayan menzillerin aracı, ihtiyaç ve dileklerin anahtarıdır. Mücrimler onunla salaha erer, müminler felaha onunla kavuşur, miskinin refaha ulaşması da onunla mümkündür. 48 Nisan / 2017 ” Çağırmak, davet etmek, yardım istemek anlamlarına gelen dua, dini terim olarak kulun dileklerini Allaha iletmesi, bir konuda onun yardımını dilemesidir. Dua, kulun Yaradan’a itirafıdır. Sınırsız ihtiyaçları için kula uzanan el, kulun da Rabbine arz ettiği dilekçedir. Rabbiyle konuşmak, onunla dertleşmek duayla mümkündür. Belaları def eden, ilahi rahmeti üzerimize çeken, gam ve gussayı, ümit tellerini demet demet titreten dua, müminin silahı ve korunağı, dinin direği, yer ve gökyüzünün nurudur. Açılmayan kapıların tokmağı, ulaşılmayan menzillerin aracı, ihtiyaç ve dileklerin anahtarıdır. Mücrimler onunla salaha erer, müminler felaha onunla kavuşur, miskinin refaha ulaşması da onunla mümkündür. Dua, dert ve sıkıntılarınıza bir çözüm ararken, bunalımlar ve ıstıraplar içerisinde kendinizi yalnız hissettiğiniz bir zamanda sahipsiz ve çaresiz olmadığınızı gösteren, kurtuluş için açılan bir kapıdır. Dua, rahmeti rahmanın eşiğinden asla dönmeyeceğiniz bir referanstır elinizde. Dua, beşeriyetin kapısından insanı kurtaran, zilletin zincirlerini kırıp izzet ve şerefe ulaşmanın adıdır. Gerçek izzeti elde etmiş bahtiyarlar bilirler ki yardım kimin elinden gelirse gelsin asıl veren Allah’tır. “kimsesiz hiç kimse yoktur/ herkesin var bir kimsesi/ kimsesiz kaldım ey medet/ ey kimsesizler kimsesi.” diyebilme bilincine ulaştıran dua, kulluğu, acizliği ve yakarmayı ifade eden, pişmanlığın bazen söz kalıbına döküldüğü bazen de azalarla kendini gösterdiği bir sığınak ve ümit yüklü ibadetin kendinde anlam bulduğu eylemdir. Kul, Rabbini bildiğinde haddini bilir; haddini bilen rabbinin kapısına yönelmesi gerektiğini bütün zerrelerinde hisseder. Bir Arabi Rabbini bilmek istemiş ve Resulüllah’a sormuş: “Rabbimiz bize yakın mıdır ki ona münacatta bulunalım uzak mıdır ki ona nida edelim” işte bu soru üzerine şu ayeti kerimeyle kendisinin kullarına çok yakın olduğunu bildirmiştir Yüce Allah: “Kullarım(Ey habibim) beni sana sorduklarında (söyle onlara) ben çok yakınım. Bana dua edince dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarımda) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.”(Bakara, 186) Allah bize çok yakın. Ancak biz ona uzağız. Bu uzaklığımızı iman, ibadet ve itaatle ihlas ve takva ile kapatabiliriz. Kendi uzaklığımızı aştıkça, hayvani ve nefsani engellerimizi geçtikçe O’nun yakınlığını hissedecek, hakkımızda takdir edilen nice hikmetleri görebilme derecesine yükseleceğiz. Başka bir ayeti kerimede: “Biz o insana şah damarından daha yakınız”(Kaf,16) buyuruluyor. Onun nimetlerini saymakla bitiremeyiz. Bir ismi “Gani” olan Allah, lütuf, kerem ve ihsan sahibidir. “Rahman” olan, hiç bir kimseyi ayırt etmeden herkese merhamet elini uzatan; inanana da inanmayana da, itaat edene de, isyana düşene de merhamet eden yine O’dur. “Şafi” şifa veren bütün dertlere, “Set tar” günahları gizleyen. “Rezzak” rızık veren Allah, kendini “Ğaffar” olarak tanıtıyor. Bizim acizliğimizin sınırsızlığı, günahlarımızın çokluğu onun merhametini asla etkilemez. O, mümin kullarının velisidir. Onların işlerini üstlenir (Bakara, 257), onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Vedut’tur kullarını çok sever, onlar tarafından da sevilir (Hud,90) O “halimdir” kullarının işlediği günahları bilir ancak cezalandırmakta acele etmez, mühlet verir (Hac,59) O’nun rahmeti her şeyi kuşatmıştır (Araf156). O, rahmeti gazabını geçen (Buhari Tevhit,15) sonsuz kudret sahibidir. Onun merhameti Salihler ve abitler için değildir, mücrimler ve günahkârlar içindir de. Temiz bir kalple samimi ve içtenlikle onun kapısına varmalı, edepte kusur etmemeli, kimden ne istediğimizi bilmeliyiz. Allah isteklerimizin çokluğundan değil isteklerimizde ki edepsizliğimizden hoşnut olmamaktadır. Öyle ki bir ayakkabın bağından tutunda cennete ve Cemalullah’a kadar her şey isteyebiliriz Ondan. Dua, beşeriyetin kapısından insanı kurtaran, zilletin zincirlerini kırıp izzet ve şerefe ulaşmanın adıdır. Gerçek izzeti elde etmiş bahtiyarlar bilirler ki yardım kimin elinden gelirse gelsin asıl veren Allah’tır. Nisan / 2017 49 Kulun Değeri Duasıyladır Bir kulun değeri duasıyla ölçülür. İnsan dua edebildiği kadar Allah katında değerlidir. Duayı nice nimet ve merhamete kavuşmanın anahtarı olarak düşünürsek o anahtarı elinde bulunduran insan dünyanın hem en değerli hem en faziletli hem de en bahtiyar insanıdır elbette ki. Yüce Allah buyuruyor ki: “(Habibim) deki, duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin” (Furkan,77) Peygamber efendimiz (s.a.v.) de: “Allah katında duadan daha değerli bir şey yoktur” (Tirmizi, İbni Mace) buyuruyor. Her kul için semadan arşa çılan kapılar vardır. Tövbe kapısı, dua kapısı, rahmet kapısı, rızık kapısı ve amellerin arz kapısıdır. Yeter ki insan o kapılardan girmeyi becerebilsin. Ümit gecesine hayırlı bir sabah, bela çemberinden kurtuluş olan dua, bütün rahmet kapılarına açılan ana giriş kapısı mesabesindedir. “Kime dua kapısı açılmış ise ona rahmet kapıları açılmış demektir” buyuruyor Peygamber Efendimiz (s.a.v.). Dua kapısından girebilene rızık kapısı da hikmet ve rahmet kapısı da açılmış demektir. Bu nedenle dua aynı zamanda her nimetin anahtarıdır. Duayla ellerini açmayanların şeytan ellerini kelepçeler. Dua nuruyla aydınlanmayan kalplere imanın nuru da yerleşmez, amelin faydası da dokunmaz. Duasız gönüller talihsiz insanlarda bulunur. Kayıp edenlerin hepsi istemeyi beceremeyen ve duadan uzak olanlardır. Allah gazap edeceği insa- { nı ilk önce dua etmekten mahrum eder. Duayla yumuşayan kalplerde Allah mutlaka cennetin meyvelerini yeşertecektir. Aslında Allah, istemeden bize sayısız nimetleri bahşederken istenecek makamın kendisi olduğunu göstermiş olur. Elimizi lokmaya uzattığımızda, kendi lisanı içerisinde, istemiş olmaz mıyız doymayı? Gitmek istediğimiz menzil için ardı ardına attığımız adımlar, peşi peşine sıraladığımız dua kelimelerinden ibaret değil midir? Tedavi için koşuşturduğumuzda hasta haneye duamız şifa bulmak içindir. Tarlaya tohumu atmakta, onun bakımını yapmakta duadır. Farkında olalım veya olmayalım aldığımız ve verdiğimiz her nefes de hayata tutunmanın çağrısı vardır. Hayat isteklerden oluşan bir olgudur. Bu nedenle her an dua halindeyiz. İsteklerimizi verende O, sahip olduklarımızı elimizden alanda… Ancak irademizi ve niyetimizi Rabbimize has kılmalıyız ki, istenecekse de ondan istemeliyiz ki bu davranışımız kıymet ifade etsin. Ve isteklerimiz ibadet adıyla değer kazansın. Allah’a yönelen hiçbir şeyden mahrum olmaz; Allahtan uzaklaşan neye sahip olursa olsun yine de fakir, güçsüz ve çaresizdir. Bunun için Allah başkalarına değil kendisine dua etmemizi emir buyuruyor: “Öyleyse sakın Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun” (Şuara,203) } Günde kıldığımız beş vakit namazın her rekâtında “(Allah’ım) ancak sana ibadet eder ve ancak Yüce Allah: “Kullarım (Ey habibim) beni sana sorduklarında (söyle onlara) ben çok yakınım. Bana dua edince dua edenin dileğine karşılık veririm. O halde (kullarımda) benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulalar.”(Bakara, 186) 50 Nisan / 2017 senden yardım dileriz” ayetini okuyarak kulluğumuzu yeniliyor, ibadet ve itaati dua ve niyazı O’na has kılıyoruz. Duayla namazın arasında çok özel ve anlamlı bir ilişki söz konusudur. Salat, zaten dua anlamındadır. Namazda hem Allah’la olan misakı yenileme hem O’na ibadet ve dua etmeye söz verme hem de o sözü yerine getirme vardır. Zindanda Dua Zamanın birinde Horasanda Abdullah b. Tahir isimli hakperest ve adil bir vali vardı. İnsanlara asla zulmetmezdi, Allahtan korkardı. Bir gün hırsızlık nedeniyle zindana atılanlardan biri firar eder. Bu vali, askerlerine o firarinin bir an önce yakalanmasını emreder. Bu arada Salih bir demirci Nişaburdan Herata gidiyordur. Firar eden hırsızın bu olduğunu sanıp askerler bu demirciyi yakalayıverirler. Demirci: “Yapmayın, etmeyin aradığınız kişi ben değilim diyorsa da derdini kimseye bir türlü anlatamıyor. Getirip sorgusuz sualsiz haksız yere zindana atarlar demirciyi. Demirci zindanda ilk iş olarak güzelce bir abdest alıp namaz kıldıktan sonra durumunu Rabbine arz etmeye başlar, yaralı gönlüyle, ihlaslı diliyle samimi bir şekilde: “Ey kimsesizler kimsesi! Sen benim suçsuz olduğumu biliyorsun. Sen ki adili mutlaksın, tut benim elimden, senden başka buradan beni kimse kurtaramaz. Demirci dualarına devam ederken vali de o gece bir rüya görür. Rüyasında dört yiğit adam gelip tahtını alt üst eder. Korku ve dehşet içerisinde uyanan vali bakar ki yanında yöresinde kimseler yok. Tekrar uyuduğunda aynı rüyayı görür. Yine dehşet içerisinde uyanır. Bu rüyanın bir uyarı olduğunu anlar, askerlerine emir verir, “bakın bakalım zindanda mazlum ve suçsuz birimi var ki Allah beni rüyayla uyarıveriyor. Askerler, “efendim bilemeyiz ancak biri var ki dikkatimizi çekti, hep namaz kılıyor ve dua ediyor.” Vali bunu duyar duymaz, “bir an önce koşup onu bana getirin.” diye emir verir. Valinin huzuruna apar topar getirilen demirci, valiye: “suçsuz olduğunu ancak kendisini as- Allah başkalarına değil kendisine dua etmemizi emir buyuruyor: “Öyleyse sakın Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun” (Şuara,203) kerlerin dinlemediklerini anlatır.” Vali hatasını anlamıştır artık. Vali büyük bir üzüntüyle demirciye dönerek, “efendim size haksızlık yaptık, hakkını helal eder misin bize?” Sonra, bir kese altın çıkarır uzatır demirciye ve derki “bundan sonra ne sıkıntın olursa bana gel, ben senin her hacetini gideririm.” Demirci ibretle ve hayretle valiye bakar “efendim hakkımı helal ederim, hediyeni de kabul ediyorum. Fakat bir sıkıntım olduğunda asla senin yanına gelmem.” Niye diye sorduğunda vali. Salih demirci şu ibretlik ve anlamlı cevabı verir: “Nasıl olur efendim benim gibi bir garip ve fakir için senin gibi bir valinin tahtını altüst eden Allah’ı bırakıp ta senden isterim, bu kulluğa yakışır mı? O ki herkesi dinliyor kimseye haksızlık etmiyor kimseyi ne zindanda nede darda bırakıyor.” Vali bu ibretli hadiseden büyük ders çıkarır gözyaşlarına hâkim olamayıp hüngür hüngür ağamaya başlar. Dua İbadetin Özüdür Evet, dua ibadet olduğu gibi, her ibadet de, içerisin de duayı saklayan öze ve özdene sahiptir. Peygamberimiz bunu ifade babından “Dua ibadetin özüdür” (Tirmizi) ve “Dua ibadetin ta kendisidir” (Tirmizi, Ebu Davut) demiştir. Bütün ibadetler mahiyeti itibariyle bir şekilde duadır. Namaz zaten ifade ettiğimiz gibi dua anlamındadır. Zekât, kurban, oruç, hac, vs. gibi ibadetler kulun Nisan / 2017 51 Dua ibadet olduğu gibi, her ibadet de, içerisin de duayı saklayan öze ve özdene sahiptir. Peygamberimiz bunu ifade babından “Dua ibadetin özüdür” (Tirmizi) ve “Dua ibadetin ta kendisidir” (Tirmizi, Ebu Davut) demiştir. Rabbine acizliğini ve fakirliğini sunduğu, bu şekilde Yüce yaratıcısından O’nun rızasını talep ettiği eylem ve davranışlardır. Allah, namazla Rabbine dönen kulunu fuhşiyattan ve münkerattan alıkoyarak karşılık verir. Kurban ibadetiyle Allah’a yakınlık peydah edilir. Kurban ederken kurban olma vardır kurban olmak boşuna değildir arkasında göremediğimiz bir ticaret ve kazanç söz konusudur. Oruçla şükür sahibi olma isteği, nimetlerin kıymetini anlaya bilme terbiyesi söz konusudur. Karşılığında azgın nefsin terbiyesi bahşedilir. Bütün ibadetler yoğunluk olarak o ibadetin manasında saklı olan istekler ve talepler içermektedir. Peygamberler, veliler, Salihler, arifler bütün ömürlerini duayla geçirmişler. Duanın kural olarak zamanının olmayışı belli bir şekil ve kurala bağlı kılınmayışı ona her an muhtaç olduğumuzdandır. Kurala bağlanmamış çünkü aciliyeti söz konusudur. İmdat çığlıklarının yer ve zamanla daraltılması 52 Nisan / 2017 nasıl ki mümkün değilse duaları da belli kalıplara sığdırmak söz konusu değildir. Yeter ki edep ve erkânına riayet etmeyi ihmal etmeyelim. Hayatımızın nice inişleri ve çıkışları vardır. Dua olmadan ne inmek nede çıkmak mümkündür. Dua olmadan ne sevinmek nede hüznümüzü bertaraf etmek imkân dâhilindedir. Dua hava kadar su kadar hayati önem arz eder. Beden için yeme içme ne ise manevi hayatımız içinde hatta maddi hayatiyetimiz için de dua odur. Bu nedenle dua hayattır. Dua ziyadır, dua ümit, dua çıkıştır. Dua için bu dünyaya gönderildik dersek abartmış olmayız her halde. Peygamberin her anı adeta duayla ilmik-ilmik dokunmuştur. Elbisesini giyerken, evden çıkarken, yemeğe başlarken, yemekten kalkarken, gece karanlığında, gündüz aydınlığında, Abdest alırken, yatağa girdiğinde, uyandığında, gazada, seferde, bütün ibadetlerin başlangıcı ve bitişlinde, bela ve musibetlerle karşılaştığında, nimetlere kavuştuğunda, zafere ulaştığında, velhasıl her zaman ve her an duadan destek alır, duayla oturur duayla kalkardı. Kendisine zulmedenlere bile dua elini uzatırdı. Rahmet taşıyan bulutlar gibi herkesin üzerine sağanak- sağanak yağardı. Kimseye nefsi için beddua etmez, herkesin hidayetini temenni ederdi, “onlar bilmiyorlar bilseler yapmazlar” diye adeta düşmanlarına dahi dua etmek için bahaneler arardı. Allah kendisini geçmiş ve gelecek günahlardan koruduğu halde gece sabahlara kadar, ayakları şişinceye dek ibadet eder secdelerle kumlara sıcak gözyaşları dökerek: “Allah’ım! Senin gazabından rızana, azabından affına ve senden yine sana sığınırım! Seni layık olduğun şekilde medhu senadan acizim! Sen kendini nasıl medhu sena etmişsen öylesin” (Müslim salat, 222) yana yakıla dua ve niyazda bulunurdu. “Niye kendini yoruyorsun bu kadar” dediklerinde “Ne yani rabbime şükreden bir kul olmamayım mı” diye cevap verirdi. Dua Ondan Korkup Yine Ona Sığınmaktır O Vermeyi seviyor Her şeyden önce duayla Allah, kulunu muhatap alıyor. Çalışıp çabalamadan, zahmete katlanmadan, ibadet ve itaatle istikamet üzere hayat sürmeden hiçbir şeye kavuşmamız mümkün değildir. Allah vermeyi istemeye bağlamış, vermek istediğinden istemeyi vermiştir. Biz talep kar olacak, neticesini ondan bekleyeceğiz. Dua tedbirsizlik de değildir. Tembellik hiç değildir. Yaptığımız dualarımızın netice verebilmesi o duaları fili olarak ta yani sebeplerini yerine getirerek te anlamlandırmalıyız. Allah’ı elbette ki sebepler bağlamaz. Ancak biz buna muhtacız. Korku ve ümit insanı rıza-i ilahiye ulaştıran, kulluğu dengede tutan iki kanat gibidir. Birini kayıp ettiğinizde ahiretinizi kayıp edersiniz. Zirvelerde olsanız da “tamamladım, oldum bittim, erdim, kavuştum, olgunlaştım” anlayışıyla kendinize pay çıkardığınız takdirde nefsinizin eline düştünüz demektir. Şeytan insanı bazen korkuyla, bazen de ümitle aldatır. Aldanmamak için her konuda olduğu gibi bu konuda da Yüce Resulün örnek hayatına bakmamız gerekir. O ki bir soru üzerine “ben dahi yarın ne ile karşılaşacağımı bilemiyorum” ve Dua imanın bir gereği teslimiyetin olmazsa olyine namazın önemini ifade babımdan kızına “Sakın maz şartıdır. Rabbimiz ’in hazineleri geniştir ve O benim babam peygamberdir diye bana güven- çok cömerttir. Verdiğin de de hazinesinden hiçbir şey me, ben bile seni kurtaramam” diyecek kadar eksilmez. Buyuruyor ki: “Ey insanlar! Siz Allaha korku içerisinde; bunun karşısında bütün sebeplerin muhtaçsınız. Allah ise tükendiği bir zamanda ise sınırsız zengin olan“Allah bizim vekilimizdır…” (Fatır,15) Peygamdir o bizi asla yardımAllah bizi uyarıyor. ‘O bizi her an görüp berimiz (s.a.v.)de: “Allah sız bırakmaz” diyerek te gözetiyor, yapıp ettiklerimizi kayıt ediyor, hayâ sahibidir, cöümitle dolu bir peygamber merttir, kulu elini kalzerre hayır yaptığımızın mükâfatını da dırıp dua ettiği zaman olduğunu gösteriyor. verecek zerre şer işlediğimizde de hesabını elini boş çevirmekten Evet, Bir çocuk anhayâ eder” (Ebu Davut, soracak’ inancıyla onu görür gibi korku ve salat, 358) buyurmuştur. neden korktuğu halde yine onun koltuğu alBu nedenle O’nun kaümit arasında bir hayat sürmeliyiz. tında teselli bulur, kapısının yüzüne kapançacağı sığınacağı tek dığı hiçbir kul yoktur. yer annesinin kucağıdır Dua en güzel zikirdir, karçünkü. Kul Allahtan korkmalı, korktuğu kadar- şılığı en çabuk olan zikir… Kul Allah’ı anınca Alda ümitle yine ona koşmalı. Korkuda ümitte O’nu lah’ta kulunu anar; ibadetle zikredeni rahmetiyle sevmenin bir göstergesidir. Korku insanı dizginler, karşılık verir. Pişmanlıkla kapısını döveni mağfiretiyle ümit insanı motive eder. Korku tutar, ümit iter. Sadece karşılar. Dünyada kendisini unutmayanı ahirette ibadetlerimiz de değil her işimizde onun korkusuyla cennet ve cemalullahla mükâfatlandırır. Sağlıklı hareket etmeliyiz. “Nerede olursanız olun o sizin- zamanında duayı bırakmayanın dar zamanda yardıle beraberdir” (Hadit,4) buyurarak Allah bizi uyarı- mında bulunur. yor. ‘O bizi her an görüp gözetiyor, yapıp ettiklerimizi kayıt ediyor, zerre hayır yaptığımızın Peygamberimiz(s.a.v.)’in şu dualarıyla yazımızın mükâfatını da verecek zerre şer işlediğimizde bu bölümünü bitirelim: de hesabını soracak’ inancıyla onu görür gibi kor“Ey kalpleri evirip çeviren (Allah’ım) benim ku ve ümit arasında bir hayat sürmeliyiz. Onun azabı kalbimi dinin üzerine sabit kıl” (Tirmizi) çetin olduğu gibi merhameti de sınırsızdır. Onun ka“Rabbim! Beni sana çok şükreden, seni pısı ümitsizlik kapısı değildir. “O, rahmeti gazabını geçen” kadiri mutlak olandır. Bu denge içerisinde çok zikreden, sana saygı gösteren, sana yönedua etmemizi emir buyuruyor yüce Allah: “Allah’a len ve tövbe eden kimse eyle” (Tirmizi) (azabından) korkarak ve (rahmetini) umarak dua Selam ve dua ile… (Devam edecek…) edin” (Araf,56) Nisan / 2017 53 Akaid Konusunda Eski Metinler Kitabü’t Tevhid İmam Ebu Mansur El Matürîdî Yrd. Doç. Dr. Süleyman KOYUNCU 54 Nisan / 2017 T evhid kitabı, iyilik sahibi, Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat’ın reisi büyük imam Ebu Mansur el Matüridi tarafından yazılmış- tır. Allah onu rahmeti ile korusun, himaye etsin. Bu kitap on iki fasıldan ibarettir. 1-Fasıl. Allah, sıfatlarıyla kadim olan tektir. Allah’tan başka varlıklar kendi sıfatlarıyla sonradan yaratılmışlardır. Allah onları kendi iradesiyle yaratmış; bildiği şekliyle ölçüler takdir etmiştir. O’nun sıfatları ne O, ne O’nun başkasıdır. (Ne aynıdır, ne de gayrıdır.) 2.Fasıl. Muhakkak ki Allah, ortağı, zıddı, benzeri, başlangıcı ve sonu, sınırı ve nihayeti olmayan tektir. Teklik kesinlikle O’na aittir. Yüce Allah’ın dışında “Tek” ile isimlendirmek mecazidir; çünkü mecazi teklik bölümlerden ve parçalardan ibarettir. 3-Fasıl. Şüphesiz ki Allah hep vardı; O’ndan başka hiçbir şey yoktu. Ne mekan, ne zaman, ne bulut, ne arş, ne sema, ne de hava… O, olduğu gibiydi ve öyle de olacak. O’na karşı hiçbir hal ve pozisyon değişmez. O, bütün durumların yaratıcısıdır. Olduğu durumu gitmiştir tevehhümü olmaksızın O, semanın fevkinde, Arşın üstünde, Arşa istiva etmiştir. Allah şöyle demiştir: “Çünkü Allah, (kötülükten) sakınanlarla beraberdir.”; “Allah Müttakilerle beraberdir.”; “Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.”; “Biz ona şah damarından daha yakınız.”; “Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur.”; “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir.” Bütün bunlar, Allah olduğu halden değişir zannına kapılmadan var olan manalardır. Fakat O, akılda makul olana göredir. Yaratıklardan ayrılmakla, onlarla birleşmekle, yaratıklardan çıkmakla, onlara girmakla (hulul) ve başka (uygunsuz) şeylerle muttasıf olmaz. Anla. 4-Fasıl. Şüphesiz ki Allah zihinlerde tasavvur edilemez; zihin O’nu ihata edemez. O’na cisim, cevher ve araz da denilmez. Yani, sınırı ve nihayeti yok ki hatta O’nu zihinler ihata etsin, kuşatsın; ve O, cisimlerin, arazların sahip olduğu sıfatlarla muttasıf olmaz. Vehmitnde tahayyül ettiğin herşey bil ki Allah onu yaratandır. O’nun Zatı yaratıkların zatına benzemez. Çünkü Allah Kadimdir (ezelidir); O’na ayıpların uğramasından, zorlukların, bitkinliklerin dokunmasından O’nu tenzih ederim. 5-Fasıl. Muhakkak ki Allah, ezelde kesin olarak ilim, kudret, hikmet, rahmet, cömertlik (cud), irade, meşiyyet, tekvin (yaratma), celal ve azamet ve başka sıfatlarla teşbih (benzetme) ve tâ’tıl (inkar) olmaksızın muttasıftır. Tekvin, mükevvenin (yaratılanın) başkasıdır; bilakis tekvin Yüce Allah’ın sıfatıdır; mükevven ise yaratılandır. Tekvin sonradan yaratılmış (muhdes) değildir; mükevven ise muhdestir, sonradan yaratılmıştır. Muhakkak ki Allah, ezelde kesin olarak ilim, kudret, hikmet, rahmet, cömertlik (cud), irade, meşiyyet, tekvin (yaratma), celal ve azamet ve başka sıfatlarla teşbih (benzetme) ve tâ’tıl (inkar) olmaksızın muttasıftır. Nisan / 2017 55 6-Fasıl. Şüphesiz Allah’a, şey’iyyet, ispat ve gerçekleştirme(kesinlik) iradesine göre “Şey” ismi verilmektedir (şey denilmektedir). Çünkü “ ”ل شــيءifadesi olumsuzluktur. Keza, zat ve nefs (kelimeleri) de “şey” diye isimlendirilmektedir. Fakat Allah’a “Cisim” denilmez; çünkü cisim, ispat ismi değildir; zira “”ل جســم olumsuz (bir terkip) değildir. 7-Fasıl. Allah’ın isimleri ve sıfatları konusunda ad koymak ancak Kur’an, sünnet ve icma’da geldiği şekliyledir. Kelamcılar, Allah “sabur” mudur, değilmidir? Böyle bir sıfatının olup olmadığı konusunda ihtilaf etmişler; onu Allah hakkında sıfat olarak söylemekten kaçınmak daha uygundur demişlerdir. “el İstihya” utanmak mastarını Allah’a isnat etmek konusunda da ihtilaf etmişler; onu Allah’a isnat etmekten kaçınmanın daha uygun olduğunu söylemişlerdir. Fakat bunu Allah hakkında söyleyen kişi, hakkında hadis bulunduğu ve Müslümanlar arasında da yaygın olduğu için günahkar olmaz. Dua konusunda “Ey zarar veren, Ey fayda veren!” kelimeleriyle dua etmeye bazıları cevaz vermişlerdir; yalnız “Ya Darru” ey zarar veren kelimesiyle tek başına dua edilmesine cevaz vermemişlerdir. Allah aydınlatandır veya O, hidayete erdirendir; O, nurun ve karanlığın yaratıcısıdır veya O, ayıplardan beridir manalarına göre “ ”يــا نــورEy Nur denilmektedir. 8-Fasıl. Şüphesiz O, Allah, Rahman, Alim, Kadir, Melik, Kuddüs, Selam, Mü’min, Müheymin, Aziz, Cebbar, Mütekebbir, Hâlık, Bârî ve Musavvir olandır. O’nun ilmi kudretdir, denilmez; O’nun ilmi kudretinin başkasıdır da denilmez. Bilakis O’nun ilmi ne kudretidir, ne de kudretinin başkasıdır. Allah’ın sıfatları ne O’dur, ne O’nun gayridir. Allah’ın diğer sıfatlarının durumu da böyledir. Peygamber’den (s.a.v.) rivayet edilmiştir. Şöyle demiştir: 56 Nisan / 2017 “Allah’ın doksan dokuz ismi vardır. Yüzden bir eksik. Kim o isimleri sayarsa cennete girer.” Şeyh el İmam, bu insanların isimlendirmelerine göredir. Allah’ın isimlendirildiği sıfata gelince, o da nefsi sıfattır; Allah’ın sıfatları ise, ne sayıdır, ne de başkadır. Buna göre Allah’ın sıfatı olan Kelamı, sınırla, nihayetle, harfle, hece ilei sesle nitelenemez. O’nun sıfatları için sınır, nihayet yoktur; Zâtı için de had, nihayet, başlangıç ve son yoktur, demektedir. 9-Fasıl. Allah’ın şu sözlerine iman etmek gerekmektedir: “… fakat Allah attı.”; “Biz, ona ruhumuzdan üfledik…” ve bunlar gibi (müteşabih) âyetlere iman etmek gerekmektedir. Fakat “ رامياAtan” ve “ نافخــاÜfleyen” diye adlandırılmaz. Çünkü böyle bir terminoloji (isimlendirme) gelmemiştir. ( صانــعyapan), ( خالــقyaratan) ve başka sıfatlarla isimlendirilmektedir. Çünkü bunlarla ilgili ( ayet, hadis ve icma olarak naslardan) isimlendirme örnekleri gelmiştir. Sair isimlerde de durum böyledir. 10-Fasıl. Ebu Hanife’den rivayet edilmiştir. Şöyle demiştir: “Her kim vehmine düşene ibadet ederse, o, zannına düşmeyene (Allah’a) ibadet edene kadar kafir olur.” Matüridi şöyle demiştir: “Allah mahlukatı yaratmadan önce, ne mekan, ne mesafe, ne bir şeyin içinde veya dışında olma, ne bir şeye bitişik, ne de ayrı, ne bir şeyin üstünde, ne de altında, ne bir şeyin sağında, ne de solunda tevehhümü olmaksızın kadim (ezeli) idi. Şüphesiz Allah için bir sınır, bir nihayet olduğu düşünülemez. O, olduğu gibidir ve olduğu gibi de olacaktır. O, olduğu yücelikten aşağı inmekten (derece kaybetmekten) veya ahvalin aleyhine değişmesinden aşkındır (yücedir). Allah (c.c.), Hz. İbrahim kıssasında şöyle buyurmaktadır: “Batanları sevmem.” İmam Mâtürîdî, “Batan, gözden kaybolanlarda, daimi baki (ebedi) olana dair bir delil vardır, demiştir.” 11-Fasıl. Ebu Hanife’den rivayet edilmiştir. Kendisine, “Mahlukatı yaratmadan önce Allah hakkında (neredeydi, nasıldı) diye soru soruldu; Ebu Hanife, “Kudretle idi” demiştir. Kimin kudretiyle? Denildi, Ebu Hanife, “Kendi kudreti ile” diye cevap verdi. Matürîdî şöyle demektedir: “Bu izahta, Allah’ın ne aynıi ne de gayrı olan bir kudreti olduğuna bir delil vardır. Yine bu izahta, şüphesiz Allah’ın sıfatları Allah’a izafe edilmekte, Allah sıfatına izafe edilmemektedir, delili vardır. Bunun aslı: sıfatlar Allah’a izafe edidlirler; Allah’ın ilmi ve Allah’ın kudreti denilir; Allah ilmi ile âlimdir, kudretiyle kâdirdir, denilmez; ilimle bilir, kudretle kâdirdir de denilmez. Kimin ilmiyle? Kimin kudretiyle? Denildiği zaman, kendi ilmiyle, kendi kudretiyle, denilir. Allah’ın diger sıfatlarının durumu da böyledir. 12-Fasıl. Şüphesiz Allah’ın sıfatları (kendi kendine müteallaksız) nitelendirilemez. Çünkü bunda, Allah’ın sıfatları gayrdır ve onlar bu yolla kendileri mevsuf olur şüphesi vardır. Bunun yorumu şöyledir: “Allah’ın ilmi kadimdir (ezelidir), kudreti ezelidir, rahmeti ezelidir, yaratma sıfatı (tekvin) ezelidir. Diğer sıfatları da böyledir. (böyle denilince sanki mevsuf Allah değil de Sıfatlarmış gibi bir şüphe ortaya çıkar.) Aynen bunun gibi, Allah’ın kudreti ve ilmi daimidir, bakidir denilmez; bilakis şüphe yok ki, Allah sıfatlarıyla kadimdir, böylece Allah sıfatlarıyla bakidir, daimidir, denilir (Allah’ın varlığı olmadan sıfatlardan söz edilemez, müteallaksız, kendi kendilerine var olamazlar, kendi kendilerine sıfat ve aynı zamanda mevsuf olacaklar, mümkün değildir). Sıfatlar ancak Allah’a izafe edilirler ( Allah’ın sıfatları şeklinde), sonra Allah sıfatlarıyla kadimdir, diye muttasıf olur. Buna göre, Allah’ın sıfatı mutlak manada bir “şey” dir, denilmez. Çünkü o gayrdır tevehhümünden başkası değildir; ancak, o, gayriyyetin nefyi ve ispatın iradesine göre, Allah’ın sıfatı olan “şey” dir, denilir. Ancak, şüphesiz ki sıfat, ( ) ل شــيءbir şey değildir, de- nilmez; çünkü bir olumsuzluktur. Belki, teşbihsiz, tatılsız (inkar) mutlak surette o, Allah’ın sıfatı denilir. Sıfatları Allah’ın gayri yapmak, tevhide münafidir, zıddır. Sonra Allah’a izafe edilen sıfatlarda esas olan, ilim, kudret, azamet ve celal gibi, Allah’a layık ve münasip olan sıfatlar olmalı- dır. Allah’a çocuk, eş, zulüm, baskı ve adaletsizlik ve sefeh (hikmetsizlik) gibi münasip olmayan sözleri izafe etmek caiz değildir. Kendisinde şüphe bulunan bir şeyden sakınmak en selametli yoldur. Şu misal gibi ki, Allah devamlı yaratır, devamlı söyler, devamlı merhamet eder, denilmez. Allah’ın sair sıfatlarının ve isimlerinin durumu da buna kıyas edilebilir. Muhakkak bir şeyde şüphe varsa, ondan uzak durmak daha selametlidir, daha uygundur. Aynen bunun gibi halk arasında hakikat olarak yaygınlık kazanmayan her (bidat, yanlış) şeyden sakınıp uzak durmak daha selametlidir. Allah’a tazimi terk ettirecek bir şüpheden uzak durmak daha uygundur. Müteşabih şeylerin te’vilini, yorumunu Allah’a havale etmek daha selametli, daha sağlamdır. Allah (c.c.) bütün bunları en iyi bilendir. İmam Matürîdî, ( ) ل آلــه إل اللAllah’tan başka ilah yoktur ihlas kelimesinin tefsirinde şöyle demiştir: “bu kelimenin evveli ( ) ل آلــهAllah’ın gayrinden Ulû- hiyeti nefyeder, meneder; bu kelimenin sonu ise, ( ) إل أللUlûhiyeti yalnız Allah için ispat ve tahsis eder. ( ) ل إلــه إل إللkelimesi başından sonuna kadar tevhittir (Allah’ı birlemektir). Sonra Hz. Muhammed’in (s.a.v.) risaletini tasdik etmek, dinde Peygamberlerin kitaplarından tasdik edilmesi farz olanları tasdik etmektir. Ancak bundan sonra, bu fikri ve inancı yıkacak veya bozacak bir şeyin gelmesi müstesna. Muvaffak eden yalnız Allah’tır. Kitap her şeyi fazlasıyla veren Allah’ın yardımıyla tamamlandı. Nisan / 2017 57 Hatice FURHAN Gelen Ebû Zerr Olsa “ Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) Ebû Zerr’i görünce sevindi ve “Allah Ebû Zerr’e merhamet etsin. O yalnız başına yürür, yalnız başına yaşar, yalnız başına ölür.” buyurdu. 58 Nisan / 2017 ” Ebû Zerr el-Ğifarî, Ğifar kabilesinden bir yiğitti. Eşkıyalığı, soygunculuğu, vurgunculuğu meslek edinmiş Ğifar’dan çıkan, ancak kavminin tüm ahlaksızlığını reddetmiş bir yiğit. Putlara tapardı Ğifarîler. Ancak Ebû Zerr’in aklı bunu da almadı; yüreği bunu da kabul etmedi. Tahtadan yontulmuş, taştan oyulmuş heykeller nasıl ilah olabilirdi! Bunu kavmine de sorardı. Cesur yürekli yiğit henüz Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi vesellem)’e Risalet görevi verilmeden evvel tek bir ilahın olduğunu kabul etmişti. İslam ile müşerref olduğunda kendisi şöyle diyecekti: “Ben İslam olmadan tam üç yıl evvel kendimce Allah’a ibadet etmeye başlamıştım.” Cesur yüreği, güzel yüreği onu doğru yolun yolcusu yapmıştı zaten. Bir gün Ebû Zerr’e, Mekke’de bir zatın ortaya çıktığını ve kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiğini, insanları yeni dine davet ettiğini ve Allah’ın birliğine iman etmeleri, putlara tapmayı terk etmeleri konusunda halkı uyardığı ha- beri geldi. Ebû Zerr (radiyallahu anh) bu haberi duyunca içi kıpırdadı. Evet, bu yüreğinde hissettiği o boşluğu dolduracak biri olabilirdi. Toplumdaki ifsadı durdurmak için mücadele edecek bir elçi olabilirdi. Bunu anlamanın tek yolu vardı. Vakıayı tespit için yerine gitmek gerekiyordu. İşin iç yüzünü öğrenmek üzere kardeşini Mekke’ye gönderdi. Kardeşi Üneys Mekke’ye gitti, orada araştırmalar yapıp öğreneceklerini öğrenip geri döndü ve abisine şöyle dedi: “Muhammed’ül-Emin denen bir zat peygamberlik iddia ediyor. Etrafındakilere iyi ve güzel ahlakı telkin edip kötülüklerden uzak kalmalarını öğütlüyor. Mekkelilerin bir kısmı ona “şair,” bir kısmı da “kâhin” diyorlar. (Ancak kendisi de bir şair olan Üneys): “Fakat ben şair ve kâhinleri çok iyi bilirim. Onun sözlerini, kâhinlerin sözleri ve şairlerin şiirleri ile karşılaştırdım, gördüm ki onun dedikleri hiç birine benzemiyor” dedi. Ve sözlerine şöyle devam etti: - Orada gördüm ki, Muhammed denen zat gerçekten sadıktır, doğru söylüyor. Ona karşı gelenler de yalancı diyenler de esasen kendileri yalancıdır. olacak, benim yüreğimi tatmin edecek bir haber getirmedin!” Sonra da yol azığını hazırlatıp tek başına Mekke yollarına düştü. Günlerce yol aldıktan sonra nihayet Mekke’ye vardı. Kimseye sezdirmeden, kendini belli etmeden Peygamber olduğunu iddia eden bu zatı bizzat gözetlemeye başladı. Gündüzleri Mekke’nin çeşitli yerlerinde gezip dolaşıyor, geceleri de Kâbe’nin bir köşesine çekilip yatıyordu. 15 gün geçtiği hâlde Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)’i bir türlü görüp tanıyamadı. Azığı bitmişti. Sadece zemzem suyuyla hayatına devam etmeye başlamıştı. Açtı. Azığı yoktu. Kalacak yeri yoktu. Ama Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem)’i görmeden, onun tebliğ ettiği, davet ettiği şeyi bizzat kendisinden dinlemeden geriye dönme niyeti hiç yoktu. Bir gün Hz. Ali (radiyallahu anh), Kâbe’nin yanından geçiyordu. Ebû Zerr takıldı gözüne. Halinden garip ve yabancı biri olduğu belliydi. Ertesi gün yine gördü Ebû Zerr (radiyallahu anh)’ı. Yorgun ve bitkin görünen bu yabancının aradığı, beklediği bir şey vardı sanki. Es geçmedi! Küçük cüsseli, yaşı küçük ama aklı ve yüreği büyük Hz. Ali (radiyallahu anh). Yanına yaklaştı Ebû Zerr’in: Ebû Zerr’in merakı daha çok arttı. Kardeşinin söyledikleriyle tatmin olmadı, daha çok bilgi gerekiyordu. Üneys’e şöyle dedi: “Sen gönlüme şifa Ebû Zerr el-Ğifarî, Ğifar - Sen garip misin? diye sordu. - “Evet.” dedi Ebû Zerr. kabilesinden bir yiğitti. Eşkıyalığı, soygunculuğu, vurgunculuğu meslek edinmiş Ğifar’dan çıkan, ancak kavminin tüm ahlaksızlığını reddetmiş bir yiğit. Nisan / 2017 59 Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) Ebû Zerr’e şöyle dedi: “Şimdi kavminin yanına dön! Benden sana bir haber ulaştığında, onu kavmine haber ver! Onları Allah’ın birliğine, imana davet et. Her ne zaman ki; Ortaya çıktığımızın, daveti aşikar yaptığımızın haberi sana gelir işte o zaman yanımıza dön!” İçi elvermedi peygamber terbiyesi altında bulunan Ali’nin. İçi elvermedi. Öyle bakıp geçemedi. Öyle sorup geçmedi. - “Buyur, benimle gel, seni misafir edeyim” dedi Ali. Ebû Zerr kabul etti. Hz. Ali (radiyallahu anh), “Akıl yaşta değil baştadır” sözünün doğru olduğunun kanıtı idi davranışlarıyla, zekasıyla. Sonra Ebû Zerr’e sordu: - “Belli ki yabancısın. Belli ki uzaklardan geldin. Doğru söyle, seni buraya getiren şey nedir? Sen bir şeyler arıyor gibisin.” - “Gizli tutacağına söz verirsen söylerim.” - “Bundan emin olabilirsin.” dedi Ali (radiyallahu anh). Ebû Zerr sırrını açtı: -“Bize buralardan birinin çıkıp peygamberlik iddia ettiği haberi geldi. Ondan haber getirmesi için kardeşimi gönderdim. Ancak kardeşimin getirdiği ha- ber benim gönlümü mutmain etmedi aksine ilgimi ve merakımı artırdı. Bunun için bizzat gelip onunla görüşmek, konuşmak ve davet ettiği şeyin ne olduğunu kendisinden öğrenmek istedim.” Hz. Ali (radiyallahu anh) sevinçle şöyle dedi: - “Ey Yabancı! Şüphesiz sen tam aradığın hakikatin içine düştün! Ben de şimdi onun yanına gidiyorum. Sen arkamdan gel, beni takip et. Yalnız müşrikler Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem)’in yanına giden, tebliğini dinlemek isteyen herkesi engellemeye çalışıp eziyet ediyorlar. Bu nedenle sana zarar gelmemesi için dikkatli olmalıyız. Eğer ben yolda sana zarar verecek bir durum görürsem, ayakkabımı düzeltir gibi bir duvara yönelirim. Sen de durmaksızın ilerler beni tanıdığını, benimle birlikte olduğunu belli etmezsin.” Anlaştıkları gibi Hz. Ali (radiyallahu anh) önden, Ebû Zerr (radiyallahu anh) arkadan yürüdüler. Ebû Zerr’in kalp atışları neredeyse dışarıdan duyulacak gibiydi. Birazdan aradığı hakikatin yanında olacaktı. Heyecanlı bir yürüyüş oldu. Ve Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem)’in yanına vardılar. Ve hemen: - “Esselâmü aleyküm” diyerek selam verdi. Bu selamı İslam’da bu şekilde veren ilk kişi Ebû Zerr (radiyallahu anh) oldu. Peygamber efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) selamını aldıktan sonra, aralarında şöyle bir konuşma geçti: - Sen kimsin? - Ğifar kabilesindenim. Ebû Zerr Müslüman olmanın verdiği büyük heyecan ve aşkla dedi ki: - Ya Rasûlallah! Allah Teâlâ’ya yemin ederim ki, Müslüman olduğumu Kâbe’de müşrikler arasında yüksek sesle herkese haykırmadıkça ben kabilemin yanına dönmeyeceğim. Ve Ebû Zerr dediğini yaptı. Hep dediğini yapardı ve hep dediğini yaptı. Doğru bildiğini söylemekten çekinmez, sonunun ne olacağını hesap etmezdi. Kâbe’nin yanına gidip, yüksek sesle: - “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Rasûlüh” diye haykırdı. Bunu duyan Mekke müşrikleri hemen üzerine hücum ettiler. Taş, sopa ve kemik parçaları ile öyle dövdüler ki, kanlar içinde Ebû Zerr, kabilesine anlatmaya hiç yere yığıldı. - Ne zamandan beri buradasın? - Üç gün üç geceden beri buradayım. - Seni kim doyurdu? - Zemzem’den başka bir yiyecek, içecek bulamadım. Zemzemi içince hem açlığım hem susuzluğum geçti. korkmadı, çekinmedi. Ta hicrete kadar kavmi içerisinde tebliğe devam etti. Başta kardeşi ve kabile reisleri olmak üzere çoğu Müslüman oldu. Kalan az bir kısmı da Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem)’i görüp Müslüman oldu. - Zemzem mübarektir. Aç olanı doyurur. - Ey Muhammed! (sallallahu aleyhi vesellem) İnsanları neye davet ediyorsun? - Bir olan, eşi benzeri ve ortağı bulunmayan Allah’a iman etmeye ve kimseye ne fayda ne de zarar vermeye gücü olmayan putları terk etmeye, benim de Allah’ın Rasûlü olduğuma şehadet etmeye davet ediyorum. Dikkatle dinledi Ebû Zerr ve bunun üzerine dedi ki: - Bana İslam’ı bildir. Peygamber (aleyhisselam) ona Kelime-i şehadeti okudu. Hiç tereddüt etmedi Ebû Zerr. Düşüneyim demedi. Hemen itaat etti. Hayatı boyunca da hep aynı kaldı. Hiç düşünmedi. Hiç yalpalamadı. Hep itaat etti. Bu hâli gören Hz. Abbâs (radiyallahu anh) yetişti. Ebû Zerr’in yanına geldi. Ve onu döven müşrikleri en hassas noktasından yakalayarak vazgeçirmeye çalıştı. Maddi kaygıları ile. - Bırakın bu adamı, ne yaptığınızın farkında değilsiniz, neredeyse öldüreceksiniz! O sizin ticaret kervanlarınızın geçtiği yol üzerinde oturan Ğifar kabilesindendir. Bir daha oradan nasıl geçeceksiniz? Ticaretinizi nasıl yapacaksınız? Maddi kaygı ön plana çıkınca, sözde put sevicilik ve sözde din gayreti askıya alındı. Ebû Zerr’i bıraktılar. Böylece Hz. Abbas, Ebû Zerr (r.a.)i müşriklerin elinden kurtardı. Bu olaydan sonra Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) Ebû Zerr’e şöyle dedi: “Şimdi kavminin yanına dön! Benden sana bir haber ulaştığında, onu kavmine haber ver! Onları Allah’ın birliğine, imana davet et. Her ne zaman ki; Ortaya Nisan / 2017 61 çıktığımızın, daveti aşikar yaptığımızın haberi sana gelir işte o zaman yanımıza dön!” Aldığı bu emri derhal yerine getiren bu güzide sahabi hemen kabilesine geri döndü. Durur mu Ebû Zerr… Durmadı elbette. Kabilesine tebliğ etti İslam’ı. Başta kardeşi olmak üzere herkese anlattı. Kâbe’de korkmadan haykıran Ebû Zerr, kabilesine anlatmaya hiç korkmadı, çekinmedi. Ta hicrete kadar kavmi içerisinde tebliğe devam etti. Başta kardeşi ve kabile reisleri olmak üzere çoğu Müslüman oldu. Kalan az bir kısmı da Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem)’i görüp Müslüman oldu. İşte komşusunu hakka davet etmeye çekinen biz ve işte tüm kavmini, tek başına, korkusuzca davet eden Ebû Zerr… Bir müddet sonra artık o da Medine’ye hicret etti. Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem)’in en yakın Ashabı arasında yer aldı. Onun hizmetinde bulundu. Geç saatlere kadar yanın da kalır ve sohbetlerinde bulunurdu. Rasûlüllah’ın hastalığında da daima yanında duran ve son nefesinde yanında bulunan sahabelerden biri de Ebû Zerr idi. Allah Resulü’ne o kadar yakındı ki, bazen ondan “dostum” diye bahsederdi. Ondan bir söz nakledeceği zaman “dostum dedi ki” diye başlardı. { “Benim kalbim yalnız Allah azze ve celle’nin ve Resulünün sevgisiyle doludur” derdi. Bu sevgisini de kayıtsız şartsız itaatiyle gösterirdi. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) onun hakkında, “Yalnız gezer, yalnız yaşar, yalnız ölür” buyurmuştu. O hayatını gerçekten hep bu ifadenin doğrultusunda yaşadı. Ve sıcak bir yaz günüydü. Tebük Seferi için Ebû Zerr de hazırlanıyordu. Ancak devesi çok yaşlı idi. Ordudan geri kalıyordu. Ebû Zerr ne yaptı ne ettiyse yine de hayvanını yürütüp orduya yetişemedi. Orduyla arası epeyce açıldı. Bu arada bazıları da çeşitli bahanelerle bu zorlu seferden geri kalmışlardı. Ve İslam ordusu Tebük’e yakın bir konak yerine varmış biraz dinlenmeye çekilmişlerdi. Ebû Zerr de görünürlerde yoktu. Sahabeler, geride kalanlar hakkında konuşmaya başlamıştı. Ebû Zerr’in de olmadığı konuşulduğunda Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdular ki: “Bırakın onu. Eğer onda bir hayır varsa Allah onu size ulaştırır.” Çünkü Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) Ebû Zerr’i biliyordu. Onu hiçbir bahanenin geri bırakamayacağını da. Bir öğlen vakti. Ordunun gözcüsü: - “Ufukta bir adam var. Tek başına bu tarafa doğru geliyor!” dedi. Rasûlüllah (sallallahu aley- tek başına, korkusuzca davet eden Ebû Zerr… 62 } İşte komşusunu hakka davet etmeye çekinen biz ve işte tüm kavmini, Nisan / 2017 hi vesellem), “Ebû Zerr mi acaba? Onun olmasını isterdim. Gelen Ebû Zerrr olsa” buyurdu. Rasûlüllah (sallallahu aleyhi Sahabe toplanmış, tek başına gelen bu kişiye bakıyor, kim olduğunu merak ediyorlardı. İyice yaklaşınca anladılar Ebû Zerr olduğunu. vesellem) buyurdular ki: “Ebû Zerr’den Gerçekten de gelen Ebû Zerr idi. Devesinin yürüyecek takati kalmayınca onu bırakmış, yükünü sırtına yüklenmişti. Tek başına aç susuz ve bineksiz yollara düşmüştü. Nihayet bin bir güçlükle İslam ordusuna yetişmişti. Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) Ebû Zerr’i görünce sevindi ve “Allah Ebû Zerr’e merhamet etsin. O yalnız başına yürür, yalnız başına yaşar, yalnız başına ölür.” buyurdu. kubbe gölgelemiştir.” (Tirmizî, Menâkıb, 19) Ebû Zerr, bitkin bir haldeydi. Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) onu şu dua ile taltif etti: “Ey Ebû Zerr! Bana gelip kavuşuncaya kadar attığın her adımına karşılık, Allah senin bir günahını bağışlasın.” Ebû Zerrr. Yalnız yürüdü, yalnız yaşadı ve yalnız öldü. Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem)’in gelmesini arzu ettiği kişi oldu, dostu oldu. Ebû Zerr’in nasıl bir mübarek insan olduğunu anlatmak için Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem)’in şu hadisi şerifi yeterlidir aslında. Buyurdular ki: “Ebû Zerr’den daha doğru ve düzgün sözlü hiç bir kimseyi, ne yeryüzü taşımış ne de gök kubbe gölgelemiştir.” (Tirmizî, Menâkıb, 19) daha doğru ve düzgün sözlü hiç bir kimseyi, ne yeryüzü taşımış ne de gök Ve Ebû Zerr; Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem)’den aldığı ve “dostum bana yedi şeyi emretti” diye naklettiği şu hadisi şerife uygun olarak yaşamış ve bu emirlerden hiç taviz vermeden sürdürülen bir hayatın sonunda yapayalnız bir şekilde rahmeti Rahmana kavuşmuştur. Hz. Ebû Zerr el-Ğifarî (radiyallahu anh) hakkın da yazılacak çok şey var elbette ancak şimdilik bu kadarı ile iktifa edelim. Ve dostumdan aldım dediği yedi nasihat ile bitirelim. Ne mutlu “kefenim dahi devlet malı olmasın” diyen bu yiğit sahabeye… Rebeze’nin yalnız muhacirine ve onun gibi yiğitlere… Selam selam olsun. “Dostum Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) bana yedi şey emretti: 1- Yoksulları sevip onlara yakın olmamı, 2- Kendimden aşağı olanlara bakıp, yukarı olanlara bakmamayı, 3- Kimseden bir şey istememteyi, 4- Yakınlarıma karşı sıla-i rahimde bulunmayı, 5- Acı da olsa hakkı söylemeyi, 6- Allah yolunda hiçbir kınayanın kınamasından korkmamayı, 7- “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” (Güç ve kuvvet ancak Allah’tandır) sözünü çokça söylemeyi.” (İbn Hanbel, V/159,173; İbn Sa’d IV/229; Zehebî, Siyer, II/57,64; Ebû Nuaym, Hılye 11/159,160) Nisan / 2017 63 Av. Bahaddin ELÇİ Kulluk Ve Vatandaşlık Arasında “ R a b b ü l a l e m i n ayaklarımızı eylesin, yolunda kaydırmasın. sabit Yolunda hayırda istihdam eylesin. Yolunda koştursun ve alsın emanetini... Hakkı ve batılı görüp, Hakka uyan, batıldan sevdiklerinden 64 Nisan / 2017 kaçınanlardan, eylesin... ” Kulluk ve vatandaşlık hem hukuki, hem siyasi kavramlar olup, aynı zamanda kimlik/aidiyet/ mensubiyet anlamlarını ifade eder. Bir tarafta egemen olan/ emreden, öbür tarafta ise itaat edenler/ memurlar vardır. İki taraflı bir sözleşme/ahitleşmedir. Kulluk sözleşmesini ezelde yapmışız. Rububiyet ile ubudiyet sözleşmesinde (Araf,172) “Bela/evet” demişiz, “ahidiz” demişiz, “işittik, itaat ettik” demişiz. İslam dini bu ezeldeki Rububiyet-Ubudiyet arasındaki egemenlik ve itaat ilişkisi, sözleşmesi değil mi? Böylece yalnız ve ancak Allah’u Teala’ya yeryüzü sınavında kulluk edeceğimize, başka hiçbir şeye/kimseye kulluk etmeyeceğimize, emir ve yasak koyma yetkisinin yalnızca Rabbülalemine ait olduğunu kabul etmişiz. Bu, göklerin, dağların ve yerin üstlenmekten çekindikleri “kulluk” emanetidir. (Ahzab, 72)Bu emanetle sınanıyoruz, sınanacağız... Ahdimize sadakat ve vefayla hem dünya hem de ahiret hayatımızda mutluluk var. Hıyanetimizde ise mutsuzluk; her iki alemde de... Haramlar ve helaller koyma yetkisi Allah’ın iken (Rabb sıfatıyla) haram helal, helal de haram kabul edilmişse vay halimize! Bizim adımızı, kimliğimizi Yaratanımız koymuş. “Mü’min”,”Müslim” buyurmuş. Kimliğimizi tespit ve tayin buyurmuş. Bu kimliklerin üstünde kimlik var mıdır? Zulüm ve şirk tehlikesi bizi bekler. “Ümmetim yetmiş üç fırka olacak... Fırka-i naciye kurtulacak. Ötekiler ateşte. En zararlısı da haramları helal, helalleri de haram sayan görüştür (şirk, zulüm)” Biz, kelime-i tevhidimizle, şehadetimizle bu kimliğimizi ifade ediyor, tekrarlamak ihtiyacını duyuyor, kulluk sözleşmemizi hatırlıyoruz. Sadece, yalnızca, ancak Allah’u Teala’nın kuluyuz, Rabbimiz ancak O’ dur. Haram ve helal koyma yetkisi, hakkı sadece O’nundur; O’nunla beraber hiç kimsenin değildir, diyoruz. Elhamdülillah, diyoruz; kullarına kul değiliz. Namazda 40 kez Fatiha okuma ihtiyacındayız. Bu sözümüzü, ahdimizi hatırlıyor, yeniliyor, gözden geçiriyoruz. Sadece, O’nun yoluna gireceğimizi, başka yollara sapmayacağımızı ikrar, tekrar edip duruyoruz. Tevhid, hem düşüncede, hem itikatta, hem de eylemlerde birlikte olur, olmalıdır. Hac ibadetinde, tavafta “lebbeyk”te, istilamda. Bu kulluk sözümüzü hatırlıyor, tekrar edip, duruyoruz... Kullukla vatandaşlık çeliştiğinde, çatıştığında nice sorunlar çıkabiliyor. Bu durumda iyi bir müslümanlıkla iyi bir vatandaşlık nasıl mümkün olabilir? En iyisi kullukla vatandaşlığımızın çelişmemesi, çatışmaması, karşı karşıya bulunmaması... Medine Vesikası (622) bilinen ilk yazılı ANAYASA’dır. Benzeri bir metin Avrupa’da, İngiltere’de 1215 te ortaya çıkabilmiştir.(Bununla hükümdar yetkisi sınırlandırılmış) Medine Vesikasıyla Müslümanlar, Yahudiler ve Hristiyanlar kendi kimlikleriyle bir arada kendi içlerinde ayrı, dışarıya karşı tek vücut olarak bunu gerçekleştirmişlerdir. Osmanlıda da farklı kimliklerin birlikte barış içinde yaşayabilmeleri yüzyıllarca sağlanabilmiştir. İslam’ın egemen olmadığı öteki kimliklerde müslüman kimliğine hoşgörü esirgenmiş, kimi zaman da yok edilmesi, savaşılması gereken “ötekiler” olarak gayri insani siyaset izlenegelmiştir. Tarihte bu ve benzeri durumlar çok görüldüğü gibi (örn; Kudüs) günümüzde bile bu ötekileştirme, düşman, nefret siyaseti gözümüzün önünde izlenebil- İslam’da cihad farzı, zulmün önlenmesi, İslam’la insan arasındaki engellerin kaldırılması, dinin (can, akıl ,nesil, mal) güvenliklerinin sağlanması için, barış ve adaleti kurmak için yapılır. Nisan / 2017 65 mekte değil midir? İşte İslam: Yegane barış, adalet ve hoşgörü dini...İşte ötekiler...Özetle İslami anlayış ve uygulamalara sadece biz müslümanlar değil tüm insanlığın ihtiyacı var... Osmanlı tevhid ve adalete dayalı yönetiminde tüm farklı kimlikleri(din, ırk, mezhep, dil, renk..) Müslüman, Hristiyan, Yahudi...Türk, Kürt, Arap, Fars...barış içinde bir arada yüzyıllarca yaşatabilmiştir. Osmanlı bakiyesi üzerinde kurduğumuz Türkiye Devleti vatandaşlığı kimliği altında; Türk-Kürt, Sünni-Şii, dindar-laik çatışma ve kutuplaşma sorunuyla karşı karşıyayız. Dünya herkese yetecek nimetlerle hizmetimize sunulmuş... İslam’da cihad farzı, zulmün önlenmesi, İslam’la insan arasındaki engellerin kaldırılması, dinin (can, akıl ,nesil, mal) güvenliklerinin sağlanması için, barış ve adaleti kurmak için yapılır. Öldürmek için değil; diriltmek için...Ve kimse hiçbir gayrimüslim, inanmaya zorlanamaz. (Bakara, 256) “Dileyen inanır, dileyen inanmaz,” (Kehf, 29 ) “Sizin dininiz size, bizimki de bize.”(Kafirun,son) Milletin değerleriyle devletin değerleri farklıysa, çatışıyorsa, devlet, milleti zorla, eğitimle dönüştürmek için “terbiye” ediyorsa, devletin değerleri batının değerleriyse; millet-devlet kaynaşması nasıl sağlanabilecek? Milletin kıblesiyle devletin kıblesi farklıysa? Devlet kimin devleti?! Bu durumda kullukla vatandaşlık çatışması olmaz mı? O halde devletin, milletinin değerleri üzerine kurulup, işletilmesi gerekir. Laiklik aracılığıyla dönüştürme yüz yıldır sürüyor. Laik, seküler devlette müslümanlar kullukla vatandaşlık arasında gidip-gelirler... Kulluğun vatandaşlıkla çatışmadığı, çelişmediği bir adil devlet için çalışmak zorunluluğu ve sorumluluğu tartışılabilir mi? Allah’ın haram kıldığını, devlet helal kılarsa veya helali yasak sayarsa o halde sorun daha da büyüyecek. Hele hele haramlar helal, helaller de haram olarak algılanırsa en büyük tehlike ortaya çıkacak. Çünkü bu algı mümini müşrik veya kafir yapabilecek. Ve en büyük zulüm olan şirk günahı söz konusu olabilecek. Yalnızca Allah’a kullukla sorumlu mümin, yaratıkları rabb edinme tehlikeyle karşılaşabilecektir. Biz müminler tevhidimizin bir gereği olarak “La Rabbe İllallah”, “La Mabude İllallah”, “La Hükme İllallah”, “La kuvvete illa billah” diyoruz... Kullarına, yarattıklarına değil, sadece ve ancak Allah’a kulluk... Rabb olarak yalnızca Allahu Teala kabul edilecek. Müminlik de, müslümanlık kimliğimiz, tevhidimiz, şehadetimiz de bunu gerektirmiyor mu? Ne var ki çoğunluk bu ahdimize vefa ve sadakat göstermeyecekmişiz. Ve kazanacaklar; hem dünya hem de ahiret saadetini kazanacaklar bu sözlerine sadık ve vefalı olanlar olacaklar.... Rabbülalemin ayaklarımızı yolunda sabit eylesin, kaydırmasın. Yolunda hayırda istihdam eylesin. Yolunda koştursun ve alsın emanetini... Hakkı ve batılı görüp, Hakka uyan, batıldan kaçınanlardan, sevdiklerinden eylesin... Vesselam. 66 Nisan / 2017 EFENDİM Hayal aleminde seferimizde, Asr-ı saadete yolcu olarak Şehadet getirip biat ederek, bir kez öpüversem ellerinizden. Züleyhayı deli divane eden, Hazreti Yusuf›un o güzelliği Payına düştüğü hissesin almış, güneş misali o hilkatinizden. Abdestli, namazlı müzehhiplerin , ihlasla etrafın süsledikleri Aklam-ı sitteyle meşhur hattatlar,yazarlar hilyeyi şemalinizden. Muştulanan Ahmet ve Muhammed’sin, Habibsin, Resulsün Allah Katında Çok özel konumda bulunduğunuz, hemen fark edilir cemalinizden. Bütün azaların yaratılırken, benzersiz,rakipsiz halk oldu Sizin Noksanlık bir zerre hisse almadı, özel yaratılmış bedeninizden. Okuyup yazmayan bir ümmi iken , peyderpey vahy olan Kelamullahı Güvenilir vahiy katiplerine, hemen yazdırdınız ezberinizden. Uhud günü düşen bir tanesinin, karşılığı yalnız yerle bir olmak Hiçbir şey değerli değildir sizin, incilersen beyaz dişlerinizden. Getirdiğim salat selamlarımı size ulaştırır arz melekleri Ezelden ebede,sonsuz adetçe arz olunur geda ümmetinizden Ne kadar coşsa da coşsun ummanlar yetişemez sizin şefkatinize Rauf ve Rahim’in tecellileri, bir an eksik olmaz yüreğinizden. Hayatın boyunca her an direndin, Hakkı tebliğ için tüm zorluklara Veda günü Ashab şehadetiyle, tebliğ yükü düştü üzerinizden. Sınırsız şefkatli bir tabib gibi ,derde derman olur dokunuşunuz Binlerce ashabın içip kandığı, pınarlar fışkırır ellerinizden. Hatat Mustafa ANTİKA El-Esma Er-RAHMAN (CELLE CELÂLÜHÛ) “Rahman ve Rahim” kelimeleri ulemadan bazılarına göre her ne kadar İbranice oldukları söylenmiş olsa da, ulemanın çoğunluğu tarafından onların Arapça oldukları ve ٔ ﺍﻠﺤﺴﻨﻲ ﺍﻠﻟﻪ ﺳﻣﺎﺀ ﺍ En Güzelin En Güzel İsimleri “Rahmet” kelimesinden türetilmiş oldukları belirtilmiştir. Zira Allah’u Teâlâ hazretleri Kur’an-ı Kerîm’de “Biz onu, akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Yusuf 12/2) “Eğer biz onu başka dilde bir Kur’an yapsaydık onlar mutlaka, “Onun âyetleri genişçe açıklanmalı değil miydi? Başka dilde bir kitap ve Arap bir peygamber öyle mi?” derlerdi…” (Fussilet 41/44) buyurmuştur. “Rahman ve Rahim” kelimelerinin her ikisinin de aynı kökten türemiş olmaları manalarının da aynı olacakları anlamına gelmez. Zira her bir isim için diğerinin ifade edemeyeceği anlam ve yönleri vardır. Bunlara değinecek olursak şunları söyleyebiliriz: 1- Rahman kelimesi “ َف ِع َلFe‘ile” den türetilen “ َفع َْ�نFa‘lân” vezninden, Rahim ise “ َف ِعيلFe‘îl” veznindendir. Araplar arasında isimler için en yaygın olarak kullanılan vezin ise “ َفع َْ�نFa‘lân” veznidir ve mana olarak ta diğerinin delalet ettiği manadan daha ziyade bir anlam içermektedir. 2- İmam Taberi’nin tefsirinde bildirdiğine göre Osman b. Züfer (rahimehullah) İmam Arezmî (rahimehullah)’tan işitmiş ki: “Rahman’ın tecellisi bütün mahlukatı kapsar. Rahim ise sadece mü’minler içindir.” 3- Yine İmam Taberi’den nakille deriz ki: Hz. Abdullah ibni Mes‘ud ve Ebu Sa‘îd el-Hudrî (radiyallahu anhüma) Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem)’in şöyle buyurduğunu rivayet etmişler “Şüphesiz Meryem oğlu İsa (aleyhisselam) şöyle dedi: “er-Rahman” dünya ve ahiretin rahmanıdır. “er-Rahim” ise sadece ahiretin rahimidir.” Kısaca izah edecek olursak: Rahman ismi şerifinin tecellisi hem dünyada hem de ahirette meydana gelecek, Rahim ismi şerifi ise ahirette tecelli edecektir. Bir başka ifadeyle de şöyle diyebiliriz: Allah’u Teâlâ hazretleri Rahman ismi şerifi ile dünyada kendisine inanan veya inanmayan bütün mahlukata rahmet eden ve onlara nimetlerini verendir. Rahim ismi şerifiyle ise ahirete sadece mü’min kullarına rahmet edecek olan ve onları ebedi nimetler ile nimetlendirecek olan demektir. “Rahman” Allah’u Teâlâ hazretlerinin fiilî sıfatlarındandır. Manası: mahlukatına hayrı ve nimeti ulaştırmak onlardan şerri defetmek demektir. Şûrâ suresi 8. ayet-i Ül-Hüsna Er-RAHİM (CELLE CELÂLÜHÛ) kerimede “dilediğini rahmetine girdirir” buyrularak “rahmet” ifadesi cennet nimeti karşılığında kullanılmış, aynı şekilde Neml suresi 63. ayeti kerimede “Yahut karanın ve denizin karanlıklarında size yolunuzu gösteren ve rahmetinin önünden rüzgarları bir müjdeci olarak gönderen mi?” buyrularak “rahmet” ifadesi yağmur nimeti karşılığında kullanılmıştır. Abdullah ibni Mübarek (radiyallahu anh)’den rivayete göre buyurmuş ki: “Rahman: kendisinden istenildiğinde verendir. Rahim ise: kendisinden istenilmediğinde gazap edendir.” Zira Ebu Hüreyre (radiyallahu anh)’den rivayete göre Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem) buyurdular ki: “Herkim Allah’u Teâlâ hazretlerinden (el açıp dua ve niyazda bulunarak) istemezse Allah ona gazap eder.” (Tirmizi, Sünen, nr.: 3373) Bu manayı teyit etme bakımından şair ne güzel söylemiş: Gazaplanır insanoğlu şayet istersen, Gazap eder Allah’u Teâlâ eğer istemeyi terk edersen. İmam Fahreddin er-Razi hazretleri “Rahman ve Rahim” isimleriyle alakalı olarak şöyle demiştir: Biliniz ki “rahmet”, afetlerin türlü türlüsünden kurtulmak/halas olmak, hayırları ihtiyaç sahiplerine ulaştırmaktır. Türlü türlü afetlerden kurtulmaya/uzak olmaya, hayra ulaşmaya misal verecek olursak: bunun için tıp kitaplarını mütalaa eden kişiler göreceklerdir ki bin bir türlü hastalık ve onların tedavileri ile ilgili olarak çeşitli tarifler zikredilir. İşte bu noktada insanın aklı durur ve Allah’u Teâlâ’nın bu kadar çeşitli hastalığa rağmen insanoğluna verdiği sağlık ve sıhhat, rahmetinin bir tecellisi olduğu ortaya çıkar. Allah’u Teâlâ hazretlerinin kullarına olan rahmeti bir annenin evladına olan rahmetinden daha ziyade ve mükemmel olduğu zahirdir. Allah’u Teâlâ’nın rahmeti daha sonra kendisine dönecek olan bir gayeden dolayı değildir. O kullarına karşılıksız merhamet edendir. Bu iki ismin tecellisinden kulların payı ise: “Rahman” isminden taraf: asi olan kullarına merhamet etmesi ve onları isyanlarından çevirmesidir. “Rahim” isminden taraf: imkan dahilinde fukarayı setr eylemesidir. Hasan-ı Basri (radiyallahu anh) buyurdular ki: “Rahman ismi şerifini insanların kendilerine isim olarak kullanmaları yasaktır.” Bir başka rivayette ise: İnsanlar “Rahman” ismi şerifini taşımaya güç yetiremezler.” Bu izahtan anlıyoruz ki: Rabbimizin “Rahman” ismi şerifi mahlukattan hiçbir kimseye kullanılamaz. Ancak “Rahim” ismi şerifi sıfat olarak kullanılabilir. “Filan kişi rahim (merhametli) bir insandır” misalinde olduğu gibi. Sünnetlere Uyma Hadis-i Şerif’te: “Unutulmuş bir sünnetimi meydana çıkarana yüz şehit sevabı vardır.” buyrulmaktadır. Sünnetleri yerine getirmenin büyük faziletleri vardır. En önemlisi Efendimizin şefaatini kazanmaya sebeptir. Peygamber Efendimiz’in (a.s.m) sünnetlerinden bir kısmını beraberce hatırlayalım: Hacamat yaptırmak (Kan aldırmak), Kuşluk, Evvabin, Teheccüd, Tehiyyet-ül-mescid, namazı kılmak, Aksırınca “Elhamdülillah” demek, Selam vermek, Cuma günü gusletmek, işe başlarken besmele çekmek, Yatağa abdestli girmek, yatarken sağ tarafına yatmak, Ölüm veya kötü bir haber duyunca, (İnna lillah ve inna ileyhi raci’un) demek, Müsafaha etmek, (iki müminin karşılaştıkları zaman toka yaparak salavat okumaları). Kıymetsiz yerlere girerken sol ayakla girip, sağ ayakla çıkmak, Namazları başı açık kılmamak (Erkekler için takke, sarık vs takılmalı) Abdest aldıktan sonra kıbleye dönüp abdest suyundan içmek, Suyu üç yudumda ve oturarak içmek, Yemeğe tuz ile başlamak, İki kişi de olsa, farz namazı cemaatle kılmak Oturarak küçük abdesti bozmak, Yemeği tek bir kaptan yemek, yemekte sağ ayağı dikip sol ayak üzerinde oturmak, Yemekte güzel şeylerden bahsetmek (Yemekte konuşulmaz lafının aslı yoktur) Günde iki öğün yemek, Aksıran “Elhamdülillah” deyince duyanın “Yerhamükellah” demesi, Misvak kullanmak. Bilmeceler 1. En çok hap nerede satılır? 2. İp bağladım sıpaya, uçtu gitti tepeye. 3. Bir matematik kitabı diğer matematik kitabına ne demiş? 4. Can bedenden çıkmayınca ne olur? 5. İnsanların en çok bakakaldığı yer neresidir? Cevaplar: 1. Ağrı’da 2. Uçurtma 3. Çok problemim var. 4. Can, fizik dersine geç kalır 5. Bakkal ANNE BABA SEVGİSİ Hz. Musa (a.s) bir gün duasında: “Ya Rabbi! Cennette benimle oturup kalkacak arkadaşımı bilmek istiyorum kimdir?” diye dua eder. Hz. Musa’ya (a.s): “Ya Musa! Filan ülkeye git; orada bir kasap vardır. Cennette o kasap senin arkadaşın olacaktır.” buyrulur. Hz. Musa o beldeye gider, tarif olunan kasabı bulur ve bir müddet onu gözetler. Akşam kasap çantasına bir parça et koyup dükkanını kapayıp evine giderken, Hz. Musa ona selam verir ve sorar: “Misafir kabul eder misin?” Kasap memnuniyetle ve güler yüzle kabul eder. Birlikte kasabın evine giderler. Ev sahibi getirdiği eti pişirir bir de çorba yapar. Sonra tavana asılı büyük bir sepeti indirir. Bu sepette çok yaşlı ve zayıf bir kadın vardır. Ona pişirdiği çorba ve etten yedirir. Üstünü başını temizler, bütün hizmetlerini gördükten sonra; ihtiyar kadını tekrar sepete koyarak, tavandaki yerine asarken kadın ona bir şeyler söyler, kasap başını sallayarak güler. Bu işleri bitirdikten sonra sıra misafirini ağırlamaya gelir. Özür dileyerek Hz. Musa’nın yanına gelir. Olup bitenleri hayretle izleyen Hz. Musa kendisine sorar: Kim bu kadın “-Anamdır. Çok yaşlı olduğundan kendisine böyle hizmet ederim.” der. Musa aleyhisselam: -Peki der sen onu yedirip içirdikten sonra sepete koyarken sana bir şeyler söyledi çok merak ettim, ne dedi acaba? Kasap güler ve: Onun bir duasıdır bu, der: “Allah’ım oğlumu cennette Hz. Musa ya arkadaş et.” Hz. Musa bunu işitince: “Müjdeler olsun, Musa benim sen de benim cennetteki arkadaşımsın.” der. Nerede Evde coğrafya dersi çalışan çocuk babasına sorar: - “Baba, Lehistan nerededir?” - “Ben ne bileyim oğlum. Evi toparlayan annen. Git ona sor.” Borca Zeytin Nasrettin Hoca pazarda zeytin satıyormuş. Kendisinden iki üç sokak ileride oturan ve yarıbuçuk tanıdığı bir kadın gelmiş ve Hocayla aralarında şu diyalog geçmiş: Kadın: - “Zeytinin iyi mi?” Hoca :- “Tadına bak.” Kadın: - “Ben orucum.” Hoca: - “Madem oruçlusun zeytini al git, parasını sonra ver.” Hocanın birdenbire aklına düşmüş: Ramazan değilmiş çünkü. Hoca: - “Tuttuğun oruç ne orucu ki?” Kadın: - “Üç sene önceden borcum vardı da onları tutuyorum.” Hoca torbaya doldurduğu zeytinleri sepete geri dökmüş ve: - “Git anam git... Allah’a olan borcunu üç senede veriyorsan bizim borcu ne zaman getirirsin kim bilir?” demiş. Virdlerdeki Fazilet ve Müjdeler Hz. İbni Abbas (radiyallahu anhüma)’dan rivayete göre, Rasûlüllah (sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “Musa b. İmrân (aleyhisselam), Cebrail (aleyhisselam) ile buluşunca ona, “Âyet-el Kürsî’yi ne kadar okuyana ne mükafat vardır?” diye sordu. Cebrail (aleyhisselam) da Musa (aleyhisselam)’ın (okumaya) güç yetiremeyeceği kadar bir çeşit mükâfat zikredince, Musa (aleyhisselam) Rabbinden kendisini, bu (mükâfatı kazandıracak olan) okumadan aciz bırakmamasını istedi. Bunun üzerine Cebrail (aleyhisselam) tekrar geldi ve dedi ki: “Hiç Şüphesiz Rabbin buyurdu ki: “Kim her farz namazın peşine bir defa َّ َال ٰلّ ُه َّم ِا ۪ ّنى ا ُ َق ِّد ُم ِالَي َْك بَيْنَ يَ َد ْى ُك ِّل نَ َف ٍس َولَمْ َح ٍة َولَ ْحظَ ٍة َوطَ ْر َف ٍة يَ ْط ِر ُف بِهَا َاه ُْل ْض ِ السمٰ و ِ َات َو َاه ُْل ْالَر َو ُك ّ ُل َش ْىءٍ ُه َو ۪فى ِع ْل ِم َك َكا ِئ ٌن َا ْو َق ْد َكا َن ا ُ َق ِ ّد ُم ِالَي َْك بَيْنَ يَ َد ْى ٰذلِ َك ُك ِلّ ۪ه “Ey Allah’ım! Hiç şüphesiz ben sana arz ederim ki: her nefeste, her bakışta, her an, yer ve gök ehlinin her göz açıp kapamasında ve senin ilminde olmuş ve olacak her şeyde, (işte saydığım) bu şeylerin tamamı esnasında sana arz eder ve sunarım ki:” duasından sonra َْ َّ خ ـ ُذ ُه ِس ـ َنةٌ و ََل نَ ـ ْومٌ ۜ لَ ـهُ َمــا ِفــى ْض َمــنْ َذا ا ّلَـ ۪ـذى يَشْ ـ َف ُع ِع ْن ـ َد ُه ٓ ِإ َّل ُ لل َ ٓل ِإ ٰل ـ َه ِإ َّل ُه ـ َ ۚو َا ْل َحـ ّ ُـى ا ْل َق ّيُــو ُم ۚ َل ت َْأ ُ ّٰ َا ِ الســمٰ و ۜ ِ َات َو َمــا ِفــى الر َّ ْ َّ ُشــا َء و َِس ـ َع ُك ْر ِس ـ ّيُه ْض و ََل ِ الســمٰ و َ ِبِ ِإ ْذنِـ ۪ـهۜ يَ ْعلَـ ُم َمــا بَ ْيــنَ أَي ْ۪دي ِه ـ ْم َو َمــا َخ ْل َف ُه ـ ْمۚ و ََل ي ُ۪حيطُــو َن ب ۚ َ َات و َْالَر ۚ ٓ َ شـ ْـىءٍ ِمــنْ ِعل ِمـ ۪ ٓـه ِإل بِمَ ــا ﴾﴿ يَ ـؤُودُ ُه ِح ْفظُهُمَ ــا ۚ َو ُه ـ َو ا ْل َع ِلـ ّ ُـى ا ْلع َ۪ظي ـ ُم “Allah kendisinden başka hiçbir ilah olmayandır. Diridir, kayyumdur. Onu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey onundur. İzni olmaksızın onun katında şefaatte bulunacak kimdir? O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. Onun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek ona güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (Bakara 255) derse, muhakkak gece ve gündüz 24 saattir. O 24 saatten her bir saat, içerisinde bir milyon hasene (iyilik) olmaksızın benim katıma yükseltilmez. (Bu hal) sûr’a üfleninceye (kıyamete) kadar devam eder. Melekler de (bu ecir ve mükafatın sevabını yazmakla) meşgul olurlar.” (Hadis için bkz.: Süyûtî, Câmi‘ul e-Hâdîs nr. 7947; Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl, 4/225 nr. 1365; Ali el-Müttakî el-Hindî, Kenzü’l Ummâl, 2/59 nr. 3465.)