ÜNİTE

advertisement
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
KUR’AN VE KUR’AN’DA İSLAM
AHLAK ESASLARI
• İslam Ahlakının Birinci Kaynağı
Olarak Kur'an
• Kur'an'da islam Ahlak Esasları
İSLAM AHLAK
ESASLARI
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Kur'an'ın muhtevası hakkında genel bilgiler
edinecek
• Kur'an'daki ahlak esaslarını kavrayabilecek
• Kur'an ahlak esaslarının önemini ve gerekliliğini
anlayabilecek
• Kur'an ahlak esaslarıyla hayat arasındaki
bağlantıyı kurabileceksiniz.
ÜNİTE
1
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
GİRİŞ
Dünyada kendi duygu, düşünce ve davranışlarıyla ilgili iyi ve kötü şeklinde
değer hükümleri veren yegâne varlık insandır. İnsanın iyiliğe olduğu gibi kötülüğe
de meyli vardır. Ancak İslam dini insandan, kötülüğe değil, iyiliğe meyletmesini
istemektedir. Bunun için ona, hep iyi olmasını tavsiye etmekte, ahlaki hayat adına
yararlı olanları geliştirmenin, zararlı olanları da ıslah etmenin yollarını
göstermektedir. Bu hedefi gerçekleştirirken İslam, öncelikle insanın Allah’a karşı
ahlaki davranışlarının içeriğini, asıl olanın doğru bir inanç ve temiz bir yaşayışla
Allah’ın rızasına ulaşmak olduğunu belirtmektedir. Arkasından da Allah’ın
yarattıklarını sevip onlara karşı şefkatli hareket etmenin gereği üzerinde durarak
insanın, toplumun diğer fertleriyle olan ilişkilerindeki ahlaki tutum ve davranışların
niteliklerini beyan etmektedir. Bütün bunlar göstermektedir ki, İslam dinamik bir
ahlak yapısına sahiptir. İslam ahlakının bu dinamik yapısı onun, sadece bir kitle
veya seçkinler ahlakı olmadığı; aksine maddi, zihnî ve pisikolojik bakımlardan her
seviyedeki insanın kaygılarını ve özlemlerini dikkate alan, ayrıca insana içinde
bulunduğu durumdan daha ideal olana doğru yükselme imkânı veren kapsamlı ve
uyumlu bir ahlak olduğunu ortaya koymaktadır. Sözünü ettiğimiz ahlaki yapının en
önemli temel taşı da hiç kuşkusuz Kur’an'dır. Çünkü Kur’an her konuda olduğu gibi
İslam ahlakının da birinci kaynağıdır.
İSLAM AHLAKININ BİRİNCİ KAYNAĞI OLARAK KUR'AN
Kur’an'ın Tanımı ve İçeriği
Kur’an, Hz. Peygamber’e(s.a.s) vahiy yoluyla indirilip Mushaflara yazılan, metni
tevatüren nakledilip okunmasıyla ibadet edilen mûciz bir kelamdır.
İnsanlığın elindeki tek
orijinal kitap: Kur'an-ı
Kerim
Vahiy zincirinin son halkasını oluşturan Kur’an, belli bir zamana ve belli bir
topluluğa ait olmayıp bütün insanlığı kucaklayıcı niteliktedir. Kur’an bir taraftan
muhatap kabul ettiği toplumun ihtiyaçlarına cevap verirken, diğer taraftan da o
toplumdan sonsuzluk âlemine uzanan hayat çizgisini, fert ve cemiyetin muhtaç
olduğu evrensel boyuta taşımıştır. Dolayısıyla o, önceki vahiy muhtevalarının bir
uzantısı olarak hem hâli düzenlemek hem de fert olarak insanı, ruh ve beden
ayrımına tabi tutmaksızın bir bütün olarak ele almak suretiyle istikbale yön vermek
için indirilmiştir. Bu yüzden o, ilk önce Allah’ın varlığı, birliği, nübüvvet ve ahiret
gibi temel itikadi konular üzerinde durarak Mekke'de bir alt yapı oluşturmuş;
Medine döneminde ise ibadetlere ve toplumsal pratiklere (hukuk-ahlak) geniş bir
yer vererek insanın hem Allah ile hem de insanla olan ilişkilerini düzenlemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
İşte bu genel görünümüyle Kur’an içerik bakımından, amaç ve araç konular
olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. Amaç konular itikadi, ahlaki ve amelî olarak üç
kısma ayrılabilir.
İtikadi konuları oluşturan ayetler, imanın temel ilkeleri, bunların insan ve
topluma sağladığı faydalar, inançsız kişilerin âkıbetleri gibi hususlardan söz ederler.
Ahlaki hükümleri içeren ayetlere gelince, bunlar da insanın ve toplumların
sahip olmaları gereken iyilikler ve güzelliklerle, sakınmaları gereken kötülükleri ve
çirkinlikleri ele almaktadırlar.
Amelî konuları inceleyen ayetler ise, kişinin namaz, oruç gibi yaratanına karşı
vazifeleriyle (ibâdât), kişinin başka kişilerle ve toplumla olan ilişkilerini (muâmelât)
düzenlerler. Bu gruba giren ayetlerde, bütün hukuk dallarına ait ilişkilere temas
edilmiş; özellikle aile hukuku, miras hukuku, borçlar hukuku, ceza hukuku, yargılama hukuku, devletler hukuku ve mali hukuk ilişkileri üzerinde durulmuştur.
Ayrıca iktisadi hayatın düzenlenmesiyle ilgili önemli ilkelere de yer verilmiştir.
Araç konuları da yaratılış ve varlıklar, peygamberlere ve geçmiş topluluklara
ait haberler, Allah’ın varlığını ve birliğini düşünmeye ve kavramaya sevk eden
kevni/kozmolojik ayetler, Yahudilerin, Hıristiyanların, kâfir ve münafıkların iç
yüzlerini anlatan ayetler şeklinde dört ana grupta ele almak mümkündür.
Görüldüğü gibi çok zengin bir muhtevaya sahip olan Kur’an, içerdiği konular
itibariyle insanları tek olan Allah’a inanmaya, O’na hiçbir şekilde ortak koşmamaya
çağırmaktadır. Ayrıca Kur’an, indiği dönemin gerek bireysel ve gerekse toplumsal
olaylarla ilgili olarak ortaya çıkan problemlerini hallederken, daha sonraları bu tür
olayların çözümüne de ışık tutmaktadır. Bütün bunların yanında Kur’an, hidayet ve
dalalet ilişkisi üzerinde sıkça durarak insanları hidayete erdirmeyi hedeflemektedir.
Kur’an'ın Ahlaka Bakışı
Kur’an-ı Kerim ahlaki fiillerin kaynağının fıtrat olduğunu söyleyerek ve bu
nedenle insanın yaratıldığı fıtratı öz olarak kabul ederek, dinî ve ahlaki öğretilerin
bu öze yönelmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Kur’an, insan fıtratını tasvir ederken
insanın, yaratılanlar içinde en güzel bir tabiatta yaratıldığını bildirmektedir:
İnsan, ahlaki
sorumluluk taşıyan bir
varlıktır.
"Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yarattık." (Tîn/95:4)
Görüldüğü gibi söz konusu ayet de insan karakterinin, diğer varlıklar
arasındaki üstünlüğünü ortaya koymaktadır. Bu konumundan dolayıdır ki, Yüce
Allah emaneti (sorumluluğu) yüklenmek ve onu taşıyıp hayata geçirmek üzere
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
(Ahzâb/33:72) insanı yaratmıştır. İnsanın üstlendiği söz konusu emanetin başında
da ahlaki esaslara uygun davranma sorumluluğu gelmektedir.
En temel bir erdem:
Dürüstlük.
Kur’an'ın konuyla ilgili sunmuş olduğu ahlaki esasların temel özelliklerini
şöyle sıralamak mümkündür:
 "Kur’an'a göre insan, ahlaki sorumluluk taşıyan bir varlıktır."
 "Ahlaki sorumluluklar bazı yaptırımlarla takviye edilmiştir. Bunlar ahlaki, kanuni
ve ilahî yaptırımlardır."
 "Kur’an’da hayır ahlakı işlenmektedir. Yani Kur’an her zaman hikmeti, rahmeti
ve genel faydayı gözetmiştir."
 "Kur’an, ahlakta mecburilik ve mutlaklığı birleştiren bir vazife ahlakı
sunmaktadır."
KUR’AN'DA İSLAM AHLAK ESASLARI
Kur'an ahlakı
evrenseldir.
Kur’an içeriği itibariyle bireysel, toplumsal, iş, ticaret, yönetim, din ve
manevi konularla ilgili ahlaki esaslara yer vermektedir. Çünkü bunlar dinamik bir
hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Kur’an'ın sözünü ettiğimiz bu esaslara yer
vermesi onun, hem birey hem de toplum açısından üstün bir ahlaki yapı
oluşturmasından kaynaklanmaktadır. Bu da hiç kuşkusuz Kur’an'ın en temel
amacıdır. Onun söz konusu amacını gerçekleştirmek için ahlaka bu kadar geniş bir
alan ayırması tabii karşılanmalıdır. Zira o, her şeyden önce insan hayatına yön
veren ilahî bir kitaptır.
Bireysel Ahlak Esasları
Doğruluk-Dürüstlük
Doğruluk ve dürüstlük Kur’an'ın en temel ahlaki erdemlerinden biridir.
Çünkü söz konusu erdem, insanın söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru,
dürüst ve iyilikten yana hareket etmesi demektir.
Doğruluk ve dürüstlük birey açısından ne kadar önemli ise toplum açısından
da o kadar önemlidir. Zira toplumları meydana getiren fertlerdir. Tabiatıyla
toplumların sağlıklı olabilmeleri fertlerin bu temel niteliğe sahip olmalarıyla
mümkündür. Aksi hâlde yalanlarıyla birbirlerini aldatan, niyet ve davranışları farklı,
Kur’an’ın ifadesiyle münafık yani çifte standartlı bireylerden oluşan bir toplum
ortaya çıkmış olacaktır. Bunun içindir ki, Kur’an bu konuya oldukça geniş bir yer
vererek meseleyi özlü bir şekilde şöyle formüle etmiştir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol...”(Hûd/11:112)
Doğruluk ve dürüstlük insan hayatının her safhasında yer alması gereken bir
niteliktir. Kişinin, ilişki içerisinde bulunduğu fert ve çevrelere karşı her türlü
davranışlarından, ticari ve siyasi aktivitelerinden tutunuz kamu görevlerine kadar
hayatın bütün alanları bu erdemle donatılmalıdır. Hem birey hem kamu açısından
çok önemli bir değer olması sebebiyledir ki, İslam ahlak literatüründe doğruluk ve
dürüstlük hep ön sıralarda yer almıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki, İslam’ın
benimsediği doğruluk, sadece görüntüde değil, niyette, irâdede, karar vermede,
sözünde durmada, amelde, kısacası dinî ve manevi sahaların tamamında yer almalıdır. Aksi hâlde, tam bir doğruluk ve dürüstlükten söz etmek mümkün olmaz.
Alçak Gönüllülük
İnsanlara karşı mütevazı ve yumuşak davranmak kibir ve böbürlenmekten
kaçınmak anlamına gelen alçak gönüllülük, esasen insanın kendini zelil ve hakir
görmesi değil, başkalarına değer vermesi demektir. Bunun içindir ki, Kur’an'ın bir
ayetinde iyi kulların üstün niteliklerinden bahsedilirken en başta alçak gönüllülük
(tevazu) erdemine işaret edilmiştir. Çünkü alçak gönüllülük insanlar arasında
haksızlık yapılmasını, insanların birbirlerine karşı böbürlenmelerini önleyen en
temel ahlaki ilkelerden biridir. İlgili ayet şöyledir:
"Rahman'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzu ile yürürler ve
kendini bilmez kimseler onlara laf attığında "Selam!" derler" (çekip giderler).”
(Furkân/25: 63)
Görüldüğü gibi bu ayette, Yüce Allah, cahiliye zihniyetinin sergilediği kendini
beğenmişlik, küstahlık ve saldırganlık gibi kaba ve hoyrat ahlaki tutumlarına
karşılık, Müslümanların tevazu içerisinde hareket ettiklerini ifade etmektedir.
Demek ki, Müslümana yakışan din, dil, ırk, soy ve sop ayrımı yapmadan bütün
insanlara karşı alçak gönüllü davranmak; hatta kendisine karşı kötülük yapılsa bile
bu özelliğini hiçbir zaman kaybetmemektir.
Nankörlük Etmemek
Nankörlük, bir insanın gördüğü iyiliğin kadrini bilmemesi, kendisine yapılan
iyiliği veya eline geçen nimeti inkâr etmesi yahut nimeti verene karşı şükretmemesi
gibi manalara gelmektedir. Buna göre nankörlük insanların birbirlerine ya da
Allah'a karşı sergiledikleri olumsuz bir davranış demektir.
Kur’an’a göre insan çok nankör bir varlıktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
“Şüphesiz insan, Rabbine karşı pek nankördür.”
(Âdiyât/100:6)
Bunun için Kur’an, bu kötü sıfattan kurtulması için insandan, Allah’a, O’nun
nimetlerine şükretmesini ve nankörlükten uzak durmasını istemektedir.
“...Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin.”
(Bakara/2:152)
O hâlde, Kur’an’ın kınamasına hedef olmamak için nankörlüğü bırakıp Allah’a
çokça şükretmek gerekmektedir. Esasen insan şükrü terk edip nankörlük etmekle,
kendisine zarar vermiş olmaktadır. Bundan dolayı insanın nankörlükten uzak
durması akıllıca bir iş olsa gerektir. Nitekim bu husus ayetlerde açık bir şekilde
şöyle beyan edilmiştir:
“... Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o da
bilsin ki, Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, (O) çok kerem sahibidir.”
(Neml/27:40)
“...Eğer şükrederseniz, elbette size nimetimi artıracağım ve eğer nankörlük
ederseniz, azâbım çok şiddetlidir.” (İbrahim/14:7)
Hasetten Arınmak
Haset insanın bir başkasını, sağlık, zenginlik ve benzeri nimetlerden dolayı
kıskanıp, söz konusu nimetlerin ondan gitmesini istemesidir. Bu yönüyle haset
gıpta etmekten farklıdır. Çünkü gıpta etmek bir insanın, başkasında olan bir
nimetin kendisinde de bulunmasını temenni etmesidir. Hâlbuki haset, kişinin
madem bu nimet bende mevcut değil, o hâlde başkasında da olmasın, diye
düşünerek nimet sahibini kıskanmasıdır. Bu yüzdendir ki, Kur’an’da haset eden
kişiden Allah'a sığınmak gerektiğine işaret edilmiştir:
“Ve kıskandığı zaman kıskanç kişinin şerrinden (sabahın Rabbine sığınırım).”
(Felak/113:5)
Haset insan tabiatındaki bencillik eğiliminden kaynaklandığı için hem sahibini
bir tür psikolojik bunalıma sokmakta, hem de haset edilene zarar vermektedir.
Çünkü haset düşüncede kaldığı müddetçe zararsız olsa da bu boyutun ötesine geçtiği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
zaman haset edilen kişiye “göz değmesi/nazar” şeklinde isabet etmektedir. Nitekim
büyük Türk müfessiri Elmalılı Hamdi Yazır'a göre haset esnasında kişinin nefsi
öylesine kötü bir pozisyon almaktadır ki, onun his ile fırlattığı kötü bakışların
kıvılcımları, kıskanılan kişinin zayıf bir anına denk geldiğinde, onu yıldırım gibi
çarpmaktadır. (Bkz. Yazır, (Tsz): IX, 6403)
O hâlde hem kendi ruh sağlığı hem de başkalarına vereceği zarar açısından
insanın bu kötü sıfattan kendisini arındırması kaçınılmaz derecede önemlidir. Her
ne kadar fıtri bir özellik olsa da nefisle mücâdele sonucunda ondan kurtulmak her
zaman mümkündür.
Toplumsal Ahlak Esasları
Adil Olmak
Adalet, bir şeyi yerli
yerine koymaktır.
Adalet bireysel ve sosyal yapıda dirlik ve düzenliği, hakkaniyet ve eşitlik
ilkelerine uygun yaşamayı sağlayan, hiçbir zaman başkalarının gelişigüzel istek ve
telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir doğruluk demektir. Bunun için adalet
yalnız ahlakın değil, hukukun da en temel kavramıdır. Çünkü “adalet bir şeyi yerli
yerine koymak”demektir. Bu sebepledir ki, adalet olmadığı zaman onun yerine
geçen davranış biçimi zulüm olarak adlandırılır. Bu da bir şeyi ait olduğu yere
koymamak yani haklıya hakkını vermemek veya bir kimsenin hakkını ihlal etmek
anlamına gelir. Kur’an bu anlamdaki zulmün her çeşidini şiddetle reddeder. Çünkü
ona göre asıl olan adalettir. Bu konudaki ayetlerden bazıları şöyledir:
“... Söz söylediğiniz zaman yakınlarınız dahi olsa adaletli olun...” (En'âm
6/152)
“Muhakkak Allah adaleti ve iyiliği emreder...” (Nahl/16:90)
“De ki: Rabbim bana adaleti emretti...”(A'râf/7:29)
“...İnsanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman adaletle hükmedin...”(Nisâ/4:58)
Görüldüğü gibi Kur’an insandan, bütün işlerinde adaletli olmasını
istemektedir. Zira sağlıklı toplumların oluşmasında ve ayakta kalmasında adalet
önemli bir faktördür. Bunun içindir ki Kur’an adaleti, toplumların bekası için en
temel şart olarak görmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmak
Bu ahlaki davranış tarzı, Kur’an’ın ele aldığı toplumsal tarafı ağır basan
önemli bir prensiptir. Çünkü bir toplumda huzur ve güvenin tesis edilmesi, bu
prensibin tatbikiyle mümkün görünmektedir. Bu yüzden vurdumduymazlığın ve
nemelazımcılığın kol gezdiği toplumlarda iyilik ve güzellik vasfını taşıyan her fiil,
yerini kötülüğe ve şerre bırakabilir. Bunun sonucunda da ihtilâflar çoğalır,
sapıklıklar yayılır, cehâlet her tarafı sarar, insanlık fesada uğrar ve zamanla dinî
hayat olumsuz yönde etkilenebilir. Bunun içindir ki Kur’an, söz konusu ahlaki
prensibe çok önem vererek Müslümanlardan bu temel ilkeyi göz ardı etmemelerini
istemiştir:
“Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü men eden bir topluluk
bulunsun...”(Âl-i İmrân/3:104)
“Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder
kötülükten men edersiniz...”(Âl-i İmrân/3:110)
Emanete Riayet Etmek
İnsanın, toplumsal görev ve sorumluluklar bağlamında yerine getirmesi
gereken ahlaki davranışlarından biri de emanete riayet etmektir. Emanete riayet
etmek her şeyden önce hem bir insanlık görevi hem de mümin olmanın bir
gereğidir. Çünkü insanın emanet konusunda hassasiyet göstermesi, karşı tarafın
güven duygusunu pekiştirecek ve insanlar arasındaki ilişkilerin gelişip güçlenmesine
yardımcı olacaktır. Müslümanların bu evrensel ilkeye karşı gereken titizliği
göstermeleri durumunda da birbirine bağlı, birbirine güvenen, birbirini seven ve
sayan örnek bir toplum meydana gelecektir. Bundan dolayıdır ki Kur’an,
müminlerin bir vasfının da emanete riayet etmek olduğunu belirtmektedir. Nitekim
aşağıdaki Kur’an ayeti bu hususu net bir biçimde gözler önüne sermektedir:
“Müminler, emanetlerini gözeten ve sözlerini yerine getirenlerdir.” (Mü'minûn
23/8)
Emanete riayetin zıddı, ona hıyanet etmek yani kendisine teslim edilen bir
emaneti sahibine vermemektir. Bu ise, Hz. Peygamber’in ifadesiyle münafık
olmanın bir alâmetidir. (Müslim, İman: 106-107) Çünkü bir kimsenin kendisine
bırakılan emanet konusunda güven sarsıcı bir davranış içerisine girmesi, onun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
dürüst olmadığını, sözüyle niyet ve tutumunun farklı olduğunu gösterir. Bu da,
nifaktan başka bir şey değildir.
İnsanlar arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkileyerek sağlıklı bir toplumun
oluşmasına engel teşkil ettiği için bütün ilahî kitaplar özellikle de Kur’an böyle bir
davranışı asla onaylamamış ve her fırsatta emanete riayet etmeyi emretmiştir.
“...Eğer birbirinize emanet bırakırsanız, kendisine emanet edilen kişi, emaneti
teslim etsin; Rabbi Allah’ın emrine saygısızlık etmesin...” (Bakara/ 2:283)
Verilen Sözü Tutmak
Kur’an’ın ahlaki esaslar bağlamında bireylere yüklediği önemli bir görev de,
verilen söze sadık kalmaktır. Çünkü bu prensip fertler arasında güven sağlayarak
ilişkilerin normal bir şekilde yürümesine imkân verdiği için, toplumsal ilişkilerde
gözetilmesi gereken temel bir düzenleyicidir. Bundan dolayıdır ki Kur’an, Allah ile
ahitleşmiş olan insanı ahde vefa konusunda sorumlu olarak görmektedir. Buna
göre ister Allah’a ister insanlara karşı verilen sözlerde olsun her ahit/söz, ehliyet
şartlarını taşıyan insan için yerine getirilmesi gereken ahlaki bir yükümlülüktür.
Kur’an bu hususu şu ayette dile getirmektedir:
“Verdiğiniz her sözü yerine getirin. Çünkü verilen sözden dolayı (hesap
gününde) mutlaka sorguya çekileceksiniz.”(İsrâ/17:34)
En temel güven unsuru,
verilen sözü tutmaktır.
Kur’an ayrıca muhataplarından yaptıkları yeminlerin gereğini yerine getirmelerini
de istemektedir. Çünkü bu da sonuçta verilmiş bir söz demektir.
“Allah sizi kasıtsız olarak yaptığınız yeminlerden dolayı sorumlu tutmaz. Ama
bilerek yaptığınız yeminlerden sorumlu tutar…” (Mâide/5:89)
Görüldüğü gibi metin ve mealini zikrettiğimiz bu pasajlar en genel anlamıyla,
ilahi kelamın teşvik ve telkin ettiği her şeyi hayata geçirmek istediğini iddia eden,
ancak daha sonra bu kararlılığında zaaf gösteren her insanın ahlaki anlamda
sorumlu olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü söz vermek ferdin, kendi nefsini
gönüllü olarak taahhüt altına sokması demektir. Bu da bir tercih meselesi olduğuna
göre verilen sözün mutlaka yerine getirilmesi gerekmektedir. Bunun için Kur’an
yerine getirilmeyecek vaatlerden kaçınılmasını, şayet söz verilmişse -çok ciddi bir
mazeret olmadıkça- onun mutlaka yerine getirilmesini istemektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Yalan Söylememek
Yalan, herhangi bir kimsenin gerçeğe aykırı olduğunu bile bile söylediği söz
demektir. Buna göre bir sözün yalan sayılabilmesi, onun gerçeğe aykırılığının
söylenen tarafından bilinmesi durumunda söz konusudur. Aksi hâlde yani gerçeğe
aykırılığı bilinmeden, gerçek olduğu zannıyla söylenen sözler yalan kategorisine
girmemektedir.
Kur’an, müminlerin yalandan uzak durmalarını istemektedir:
“… Yalan sözden kaçının.”(Hacc/22:30)
“Ey inananlar! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.”(Ahzâb/33:70)
Her türlü kötülüğün
anası yalan
söylemektir.
“Ey inananlar! Yapmadığınız şeyi niçin söylüyorsunuz?”(Sâf/61:2)
Görüldüğü gibi Kur’an yalanı yasaklamaktadır. Çünkü yalan kötülük ve
haksızlıkları, çirkinlik ve edepsizlikleri örtbas etmek için başvurulan bir yoldur.
Tabiatıyla bu da insanlık onuruyla bağdaşmamaktadır. Esasen insana yakışan doğru
sözlülüktür. Öyle ki kişi, ilişki içerisinde bulunduğu toplumun diğer bireylerine karşı
ticari ve siyasi aktivitelerinden kamu görevlerine kadar hayatın bütün alanlarında
bu erdemi prensip edinmelidir. Şayet insan bunun aksine hareket ederek yalanı
hayatının bir parçası hâline getirirse, o zaman kendi nefsi başta olmak üzere
toplumun diğer fertlerine de zarar vermiş olur. Zira yalan, İslam kültürüne göre
“ümmü’l-habâis“ yani bütün kötülüklerin anasıdır. Başlangıçta masum gibi görünse
de giderek insana kötülük işleme cesareti ve alışkanlığı vereceği için o, aslında her
türlü kötülük ve fenalığın kaynağıdır.
Önyargılı Davranmamak
Önyargılı davranmak, bir kişinin davranış motifleri hakkında temelsiz
kuşkulara yol açabilecek kanaate sahip olmak demektir ki, bu da İslami literatürde
“su-i zan“ terimiyle ifade edilmektedir. Bilindiği üzere zan, sözlükte ima ve işaretle
oluşan bilgi demektir. Ancak zanda bulunan kimsenin niyeti ve ulaştığı neticeler
açısından bakıldığı zaman onun iki özellik taşıdığı görülür. Birisi, insanlara iyi
duygularla yaklaşarak müspet bir algılama sonucunda elde edilen olumlu zandır ki,
buna neticesi bakımından hüsn-i zan (iyi zan) denilmektedir. Böyle bir zan, Kur’an
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
ve sünnetin tavsiyeleri arasında yer almaktadır. Diğeri de su-i zan (kötü zan) dır ki,
bu da aşağıdaki Kur’an ayetiyle yasaklanmıştır:
“Ey iman edenler! Zandan çokça sakının (veya yersiz zanda bulunmaktan
kaçının); çünkü zannın bir kısmı (da) günahtır.”Hucurât/49:12)
Kur’an yorumcularına göre burada söz konusu edilen zan, sahih bir emaresi
ve açık bir sebebi bulunmayan zandır. Esasen böylesi bir zan töhmete vesile
olmaktadır. Töhmet ise uzak durulması gereken bir haldir. Bu sebepledir ki, zandan
kaçınmak vacip, önyargılı hareket ise haram sayılmıştır. Çünkü zan ihtimalli bir
hüküm olduğu için gerçekle örtüşmesi mümkün değildir. Böyle olunca da yapılan
zan başkasının hakkına ait bir hususta, onun aleyhine hüküm vermek suretiyle iftira
etmek demektir.
Başkası hakkında kötü zanda bulunmaktan kaçınmak nasıl bireysel ahlaki bir
sorumluluk ise, insanların su-i zannına vesile olabilecek hareketlerden sakınmak da
aynı şekilde bir sorumluluktur. Çünkü başkaları aleyhinde insanların önyargıda
bulunmalarına sebebiyet vermek, onların günah işlemelerine imkân ve fırsat
tanımak demektir. Bu da hiç kuşkusuz suça iştirak anlamına gelmektedir. Hâlbuki
mümine yakışan hem su-i zandan kaçınmak hem de başkalarının su-i zanda
bulunmasına vesile teşkil edecek davranışlardan uzak durmaktır.
Gıybet Etmemek
Gıybet, bir kimsenin gıyabında hoşlanmayacağı bir şeyi söylemektir. Bu
tanım, Allah Resulü Hz. Muhammed‘in kendisine, “gıybet nedir?” şeklinde
yöneltilen bir soruya karşılık: “Kardeşini hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır. Şayet
söylediğin şey onda yoksa, o zaman iftira etmiş olursun” (Müslim, Birr 20; Ebû
Davûd, Edeb, 35) tarzındaki cevabından anlaşılmaktadır. Buna göre bir kimse, ben
doğruyu söylüyorum, benim söylediklerimin hepsi gıybetini yaptığım insanda
mevcuttur, demekle gıybetin cezasından kurtulmuş olamaz. Çünkü gıybet mevcut
olanları gaipte söylemek anlamına geldiği için esasen olmayan şeyleri söylemek,
sözünü ettiğimiz hadisde de belirtildiği gibi iftira sayılmaktadır.
“(Ey iman edenler!)…Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş
kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? (Bak) işte bundan (nasıl) tiksindiniz. O
hâlde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah tevbeyi çok kabul edendir, çok
esirgeyicidir.” (Hucurât /49:12)
Kur’an, yukarıdaki ayette gıybetin aklen ve dinen çok kötü bir davranış biçimi
olduğunu ifade etmektedir. Çünkü gıybet, aleyhinde söylenen söze muttali
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
olmaması ve kendisini savunacak durumda bulunmaması sebebiyle kişinin şeref ve
haysiyetine saldırı anlamına gelmektedir. Bu da insanın, ölü kardeşine saldırarak
onun etini yemesiyle eş değerdedir.
Müslümanların toplum içerisindeki itibarlarına, saygınlıklarına zarar veren
sosyal bir suç olması yanında gıybet, onu yapan kişiler açısından da cesaretsizlik,
korkaklık ve ahlaki zafiyet anlamına gelmektedir. Bu yüzden bütün İslam ahlakçıları
gıybeti bir hastalık olarak görmüşler ve İslam toplumunda ne bir Müslümanın
gıybet yapmasını ne de onun, yanında başka birinin gıybetinin yapılmasına izin
vermesini doğru bulmuşlardır. Böyle bir durumla karşı karşıya kalan müminin
yapması gereken hiç kuşkusuz, herhangi bir dinî mecburiyet olmadığı hâlde birinin
mevcut kusurlarının ortaya dökülmesinin günah olduğunu ve bu tür bir davranış
içerisine girenlere, Allah’tan korkarak gıybetten uzak kalmaları gerektiğini telkin
etmesidir. Çünkü gıybet etmek gibi gıybeti dinlemek de haramdır.
İnsanlarla Alay Etmekten ve Lakap Takmaktan Kaçınmak
Bir insanla alay etmek yahut ona lakap takmak, insanın kendini beğenmesi,
karşısındakini küçük ve kusurlu görmesi demektir. Bu yüzdendir ki aşağıdaki ayette
Yüce Allah erkeklerin ve kadınların birbirleriyle alay etmelerini, birbirlerini
ayıplamalarını ve onları kötü lakaplarla anmalarını yasaklamakta; bunları yapmanın
yoldan çıkma anlamına gelen fasıklıkla eş değerde olduğunu hatırlatmaktadır.
“Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar,
kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da (diğer) kadınları alaya almasınlar. Belki
de kendileriyle alay edilen kadınlar alay edenlerden daha faziletlidir. Kendi
kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra
fasıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir."
(Hucurât /49:11)
Sadece gülüp eğlenmek için bir kimse ile alay edilmiş olsa bile, yapılan işte
alaya alınan şahsın aşağılanması söz konusudur. Bu da hiç kuşkusuz insani ilişkileri
olumsuz yönde etkilemektedir. O nedenle insanlarla alay edenler, aşağılayıcı,
küçümseyici lakaplar takanlar yaptıkları işin ahlaki değerler başta olmak üzere
evrensel değerler bakımından da asla hoş bir durum olmadığını düşünmelidirler.
Nemîme ve Tecessüsten Uzak Durmak
Nemîme, insanlar arasında söz götürüp getirmek ve insanları arkalarından
çekiştirmektir. Müşâhede edilen bir olayın veya işitilen bir sözün kötülük ve fesat
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
maksadıyla başkalarına aktarılması sebebiyle Kur’an bu tür davranışları gayriahlaki
bularak şiddetle reddetmektedir. Bu hususla ilgili ayet şöyledir:
“Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan
laf götürüp getirene sakın boyun eğme.” (Kalem /68:10-11)
Tecessüs de insanların ayıplarını veya sırlarını araştırıp ortaya çıkarmak
demektir. Kur’an'a göre hiçbir insan bir başkasının gizli kalmasını istediği
davranışlarını öğrenip deşifre etme hak ve yetkisine sahip değildir. Bu yüzdendir ki
Kur’an tecessüsü de yasaklamıştır. Konuyla ilgili ayetler şöyledir:
“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve
gönül, bunların hepsi ondan sorumludur." (İsrâ /17:36)
“…Birbirinizin suç ve ayıplarını araştırmayınız…” (Hucurât /49:12)
Görüldüğü gibi hem nemîme hem de tecessüs Kur’an tarafından
yasaklanmıştır. Çünkü bu tür davranışlar, bir taraftan insanların arasını açarak
onları birbirine düşman etmekte, diğer taraftan da özel hayatın içerisinde yer alan
ve insanın başkaları tarafından bilinmesini istemediği hallerin araştırılıp ortaya
çıkarılmasına yol açmaktadır.
İş ve Ticaretle İlgili Ahlak Esasları
Yüce Allah Kur’an'da müminlere rızıklarını meşru yollardan kazanmalarını
emretmektedir:
Meşrû kazanç
kutsaldır.
“Ey insanlar! Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından yeyin,
şeytanın peşine düşmeyin; zira şeytan sizin açık bir düşmanınızdır."
(Bakara/2:168)
Kur’an'a göre helal rızık elde etmenin meşru yolları çalışma, karşılıklı rızaya
dayanan ticaret, hibe, sadaka, miras vb. den ibarettir. Bu bakımdan tefecilik,
kumar, rüşvet, gasp, hırsızlık ve hıyanet gibi tüm hileli kazanç yolları
gayrimeşrudur. O nedenle bu tür yollarla kazanç sağlamak haram kılınmıştır.
Ayrıca insanları aldatarak, yalan beyanda bulunarak, haksız biçimde
etkileyerek ve insanların sıkıntılı anlarından yararlanarak mal elde etmek de haksız
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
kazanç olması sebebiyle dinen haram, ahlaken çok çirkin bir davranış olarak
nitelendirilmiştir. Bu da ayrıca dinî emirleri ve kul hakkının ihlali demek
olduğundan doğal olarak ahirette de ağır bir cezayı gerektirmektedir.
Ölçü ve Tartıda Dürüst Davranmak
Kur’an ticari hayatla ilgili bazı prensipler koymuştur. Bu prensiplerin başında
yapılacak alımsatımın mahiyet itibariyle helal kazanca yönelik bir faaliyet alanı
içerisinde yer alması gerekmektedir. Tabii ki, ticaretin meşru olması da ölçü ve
tartıda adaletin bulunmasına bağlıdır. Bu anlamdaki bir adalet de hiç kuşkusuz ölçü
ve tartıyı tam yapmaktan geçmektedir. Bunun içindir ki Kur’an aşağıdaki ayetlerde
bu hususa hassasiyetle eğilmektedir.
“Ölçtüğünüzde ölçüyü tastamam eksiksiz yapınız ve doğru bir ölçü ile tartınız.
Bu hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir.” (İsrâ /17:35)
“İnsanlardan kendileri bir şey ölçüp aldıklarında tastamam almak isteyen; ama
onlara bir şeyi ölçüp ya da tartıp verdiklerinde eksilten o hilecilerin vay
hâline!”(Mutaffifîn /83:1-3)
Bu iki Kur’an nassı bize gösteriyor ki, insanlar satın alırken mal ve hizmetler
için gerçek değeri takdir etmeli, satarken de miktarda herhangi bir şekilde
eksiltme cihetine gitmemelidirler. Çünkü bu şekilde hareket etmek, bir yandan
ekonomik değerlerin geliştirilmesine, diğer yandan da toplumsal dokunun
pekişmesine katkı sağlayacaktır.
Ticari Hayatta Borçluya Kolaylık Göstermek
Kur’an, borç verirken herhangi bir ihtilafın ortaya çıkmaması için borcun
miktarının ve ne zaman ödeneceğinin iki şahit huzurunda yazılmasını şart
koşmaktadır. (Bkz. Bakara/2:282) Kur’an ayrıca borçlunun, ödeme zamanı gelen
borcunu ödeyememe gibi sıkıntı içerisine girmesi durumunda, alacaklıdan borçluya
kolaylık göstererek belli bir mühlet vermesini de istemekte, hatta alacağını sadaka
olarak kabul etmesinin daha hayırlı olacağını beyan etmektedir:
“Eğer (borçlu) darlık içinde ise, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek
(gerekir). Eğer (gerçekleri) anlarsanız bunu sadakaya (veya zekâta) saymak
sizing için daha hayırlıdır.” (Bakara /2:280)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Şayet alacaklı, böyle bir durumda mühlet verme yahut alacağından
vazgeçme yerine belli bir müddet için faiz uygulamaya kalkarsa, tabiatıyla borçluyu
daha çok sıkıntıya sokacak; belki de onun ticari hayatına son vermiş olacaktır.
Çünkü bazen faizle para alan kimselerin vade sonunda borçlarını ödeyememeleri,
borcun giderek artmasına yol açmakta; borcun katlanarak büyümesi de ödemeyi
hepten imkânsız hâle getirmektedir. Bu da borçlunun, fırsat bulduğunda hem
borcunu hem de faizini ödememesine zemin hazırlayacağı için toplumu, ahlaken
bozulmaya ve yozlaşmaya götürmektedir. İşte bu sebeple Yüce Yaratıcı Kur’an-ı
Kerim'de faizi haram kılmış ve sermayeyi müstakil bir kazanç vasıtası olmaktan
çıkarıp emek ile birlikte üretim ve yatırıma yöneltmeye teşvik etmiştir. Tabiatıyla
Müslümanların bu durumda yapmaları gereken şey, faizle değil karz-ı hasen yani
karşılıksız borç verip, ödeme vakti geldiğinde de alacaklıyı sıkıştırmamaktır. Zira
ahlaki olan bu şekilde davranmaktır.
Yönetimle İlgili Ahlak Esasları
Emaneti Ehline Vermek
Emaneti ehline vermek
ahlaki bir değerdir.
Emaneti ehline vermek, bir hakkı hak sahibine ulaştırmak, herhangi bir
görevlendirmede layık olan kişiyi tercih etmek demektir. Çünkü emanet korunması
gereken maddi ve manevi bir değerdir. Kişinin kullanıp sahibine iade etmek üzere
aldığı eşya emanet olduğu gibi devletin hizmet makamları, ilim, din, antlaşmalar,
sözleşmeler, komşuluk hakları vb. de birer emanettir. İşte bu yüzden Kur’an
emanetin korunup muhataplarına teslimini emretmektedir. Bu husustaki ayet
şöyledir:
“Allah size, emanetleri ehline vermenizi emereder...”(Nisâ /4:58)
Bilindiği gibi tarih boyunca insanlar huzur ve mutluluğu iki şeyde
bulmuşlardır. Bunlardan birisi emanet diğeri de adalettir. Bu sebepledir ki,
emanetler ehline verildiği ve adalet ölçülerine riayet edildiği müddetçe toplumlar
huzur ve saadete erişmişler, hıyanetler ve haksızlıklar ise huzursuzlukların ve
kavgaların temel sebebleri olmuştur. Çünkü emanete ve adalete riayet edilmediği
takdirde, toplum bireyleri arasındaki güven unsuru ortadan kalkmakta, bunların
yerini haksızlık, zulüm, adam kayırma, liyakatsız insanlara görev verme gibi
ahlaksızlıklar almaktadır. İşte Kur’an’ın bu anlamda öngördüğü prensip, öncelikle
bireyi ve dolayısıyla da toplumu söz konusu hastalıklardan koruyarak, başta güven
unsuru olmak üzere sevgi, saygı, eşitlik, adalet, hak ve hukuk gibi kavramların
geçerli olduğu son derece sağlıklı ve dinamik bir toplum oluşturmaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
İnsanlara Eşit Davranmak
Eşitlik, İslam düşüncesinin dayandığı temel prensiplerden biridir. Bütün
semâvi dinlerin ortak paydasını oluştursa da, Kur’an’ın yer verdiği eşitlik anlayışı,
başka hiçbir dinde bu derece belirgin çizgilerle yer almamıştır. Zira Kur’an’a göre
her insan “nefs-i vâhide” den yani dış görünüşteki farklılıklarına rağmen hepsi tek
bir asıldan yaratılmıştır. (Nisâ 4/1) Bundan dolayı Kur’an bu beyanıyla herhangi bir
görmektedir.
"Hakikaten bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle
ise bana kulluk edin.” (Enbiyâ /21:92)
Herkese eşit davranmak
yöneticilerin şiarı
olmalıdır.
Bu temel noktadan hareketle diyebiliriz ki, Kur’an’ın ilke olarak kabul ettiği
eşitlik, tabiatıyla halkı yönetenlerin de mutlaka hassasiyet göstermeleri gereken
önemli bir ahlak prensibidir. Çünkü otorite gücünü elinde bulunduranların
yönetilenlere karşı başlıca iki amacı gerçekleştirmek gibi bir sorumlulukları vardır.
Bunlardan biri, kanun önünde herkese eşit ve adil davranmak, diğeri de devlete ait
mevcut kaynakların tümünü insanların yararına kullanmaktır. Kanun önünde eşitlik
prensibi uygulanırken -ister Müslüman ister gayrimüslim olsun- temel hak ve
hürriyetler başta olmak üzere eğitim, sağlık, hukuk vb. konularda eşitlik prensibine
göre hareket etmek gerekmektedir. Bunun gibi kaynakların kullanımında da
insanların yararı, vazgeçilmez bir ilke olarak görülmelidir. Çünkü devletin sahip
olduğu maddi ve mali imkânlar aslında o ülke bireylerine aittir. Aşağıdaki ayet bunu
ifade etmektedir:
" Onların mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır." (Zâriyât/ 51:19)
Ancak burada konu edinilen eşitlik, insanların kanun karşısında herhangi bir
ayrıma tabi tutulmamalarıdır. Bu da renk, dil, din, cinsiyet, siyasi düşünce ve felsefi
inanç sebebiyle insanlar arasında ayrım yapılmaması demektir. Tabii ki, kanun
önünde insanları eşit kabul etme prensibi, onların hukuk dışı statü ve
davranışlarında farklı olmalarına engel teşkil etmemelidir. Çünkü insanlar ilimde,
takvada, salih amelde vb. eşit değildirler. Nitekim Kur’an bu hususu şöyle ifade
etmektedir:
“Allah kiminizi kiminizden derece derece üstün kılmıştır…”(En'âm/ 6:165)
Buna göre şayet birey kendisine sunulan eşit imkân ve fırsatları yerli yerinde
ve iyi bir şekilde kullanarak bir formasyon kazanırsa, bu durumda söz konusu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
eşitliği kendi lehinde bozabilir ki, bu da onun en tabii hakkıdır. Doğal olarak böyle
durumlarda da yöneticilerin, insanların bireysel yetenek ve donanımlarını dikkate
alıp değerlendirmeleri gerekir. Aslında bu, eşitliği bozmak değil, bilakis uygulamada
eşit davranmak demektir. Çünkü Kur’an’a göre bilenlerle bilmeyenler, çalışanlarla
çalışmayanlar ve yeteneklilerle yeteneksizler bir değildir. O hâlde başlangıçta
herkese sunulan eşit imkân ve fırsatların daha sonra bir değere dönüştürülmesi ve
bunun da bir şekilde karşılık görmesi, asla eşitliği bozucu bir unsur olarak
görülmemelidir.
Ahlaki Değerlere Bağlı Bir Toplum Oluşturmak
Allah korkusu her
şeyin başıdır.
Ahlak bireyler için olduğu kadar toplumlar için de vazgeçilmez bir erdemdir.
Çünkü ahlaklı olmak, bütün yaratıklara karşı merhametli olmayı, sosyal ilişkilerde
dürüstlük ve güvenilirliği, karşılık beklemeden sevgi ve fedakârlığı, samimi
davranmayı, iyi niyetle hareket etmeyi, kötü arzu ve isteklerin bastırılmasını
gerektirmektedir. Bütün bunlar da Kur’an-ı Kerim’e göre insanın öncelikle inanç
sevgisini elde edip kötülüklerden uzak durmasıyla (Hucurât /49:7,14) ve kalbini
yani iç dünyasını Allah bilinci ile huzura kavuşturmasıyla (Ra'd /13:28) mümkün
olmaktadır. Bu yüksek erdem sayesinde ancak insan, çıkar kaygılarını bir kenara
atarak tüm niyet ve davranışlarının, Allah’ın rızasına uygun düşüp düşmediğini test
etmeye çalışabilir. Böyle bir ahlaki olgunluğa erişen insan da doğal olarak
kendisine, ailesine, milletine, dindaşlarına, insanlığa ve hatta bütün canlılara karşı
yerine getirmekle yükümlü olduğu vazifelerini eksiksiz yapmaya gayret eder.
Tabii ki, fertler üzerlerine düşen bireysel görevleri ifa ettikleri takdirde
maddi ve manevi bakımdan sağlıklı nesiller meydana gelir. Bu da hiç kuşkusuz
kıskançlıkları ve iç çatışmaları önleyerek, sosyal barışı temin edecek olan ailelerin,
aileler de aynı nitelikteki toplulukların ortaya çıkmasına vesile teşkil ederler. Bütün
bunların sonucunda da bireysel ahlak bakımından iman, ahlak ve bilgi gibi
erdemlerle donanımlı, medeni ahlak bağlamında insan hak ve özgürlüklerine
saygılı, iktisadi ahlak açısından gayrimeşru yollardan kazanç sağlamayan,
çalışanların haklarını gözeten, toplumun zararına herhangi bir tüketim ve
harcamada bulunmayan, israftan kaçınan, sağlığa zararlı olan şeylere harcama
yapmayan, fakir ve ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşan ve infakta bulunan bir
insan profili ortaya çıkmış olur ki, işte Kur’an’ın hedeflediği birey ve toplum
modelinde bu üstün nitelikler yer almaktadır. Çünkü Kur’an’ın nihâi gayesi
yeryüzünde ahlaklı bir toplum oluşturarak, bu toplum sayesinde insanlığın temel
değerlerini korumaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Dinî ve Manevi Ahlak Esasları
İman
İnsanın Allah’a karşı yükümlü tutulduğu ahlaki esasların başında, Kur’an’ın
odak kavramı olan iman gelmektedir. Çünkü Allah’a karşı yerine getirilmesi
gereken ahlaki süreç, iman olgusuyla başlar. İmanın zıddı olan küfür ise Allah’a eş
koşma ve inkâr anlamı taşıması sebebiyle en büyük ahlaksızlık demektir.
Kur’an’ın iman çağrısı yapan ayetlerinde de görüleceği üzere iman eyleminin
oluşumunda merkezî konu Allah’tır.
"Ey iman edenler! Allah’a ve elçisine iman edin!” (Nisâ /4:136)
"Allah’a ve elçilerine iman edin ve ‘O, üçtür’ demeyin.” Nisâ /4:171)
Bu nedenle Allah, insan için olmazsa olmaz derecede ahlaki bir sorumluluk
alanı oluşturur. Çünkü O, bütün âlemlerin yaratıcısı, sahibi, var edeni ve Rabbi’dir.
Hem kozmik varoluşun gerçek sahibi ve yöneteni hem de aşkınlık ve insani
varoluşun ontolojik olarak sahibi ve varlık kazandıranıdır.
Kur’an’a göre iman bir tasdik ameliyesidir. Bu da başta Allah inancı olmak
üzere inanılması gereken her şeyi kabul etmek demektir. Söz konusu anlamda
tasdik, imana yönelik ilk hareketi ifade eder ki, kulun yaratıcısına karşı yerine
getirmekle yükümlü tutulduğu ahlaki esasların başında da bu gelmektedir. Nitekim
bu husus -aşağıdaki ayetlerde de görüleceği gibi- kulun Yaratıcısına karşı yerine
getirmekle yükümlü kılındığı ahlaki bir davranış olarak ifade edilmektedir.
“Ey iman edenler! Allah’a, peygamberine indirdiği kitaba ve daha önce
indirdiği kitaba iman ediniz. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını,
peygamberlerini ve kıyâmet gününü inkâr ederse tam anlamıyla sapıtmıştır.”
(Nisâ /4:136)
“Asıl iyilik o kimsenin yaptığıdır ki, Allah’a, ahiret gününe, meleklere,
kitaplara, peygamberlere inanır…”(Bakara/ 2:177)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
İhlas
İhlas, insanın kendisini şirk, riya ve batıl inançlardan uzak tutarak, gönlünü
kötü duygulardan ve çıkar hesaplarından temizleyip her türlü iş ve amelinde
Allah’ın rızasını gözetmesi demektir.
Kur’an, ihlası birçok ayetinde aşağıdaki şekilde formüle etmiştir:
“…Hâlis bir dindarlıkla yalnız Allah’a bağlanarak…” (Bakara/ 2:139)
İhlâs: samimi bir
dindarlık.
Büyük İslam bilgini Râğıb İsfahânî (ö. 502/1108) ihlası, Yahudilerin teşbih
iddialarından ve Hıristiyanların teslis inançlarından uzak durmak olarak
açıklamaktadır. (İsfahânî, (tsz.): 154) Bu da kulun öncelikle ve özellikle inancını ve
bunun tabii bir sonucu olarak da amelini şirk, riya (gösteriş) ve süm’a (duyurma)
gibi olumsuz unsurlardan arındırarak, her türlü yapıp etmelerinde Allah’ın rızasını
gözetmesi şeklinde anlaşılabilir. Çünkü ihlassız yani Allah rızası gözetilmeden
yapılan işler veya riya katılarak yapılan ibadetler bir nevi şirk sayılmaktadır. Bu da
tevhit inancını zedeleyen hatta onu yok eden temel bir unsur olarak görülmektedir.
O hâlde denilebilir ki, tevhit inancı ancak ihlas ile mümkündür. Fakihlerin,
ibadetlerde ihlası batıni şart olarak kabul etmelerinin arka planındaki espri de bu
olsa gerektir. Zira onlara göre abdestsiz kılınan namaz nasıl geçersiz ise, ihlassız
yapılan ibadetler de makbul değildir.
İhsan
İhsan, insanlara karşı iyilik etmek, her işi güzel ve sağlam yapmak ve her an
Allah'ı görüyormuş gibi yaşamak gibi anlamlara gelmektedir. Kelimenin bu son
anlamı Cibrîl hadisinde zikredilmektedir:
“İhsan senin Allah’ı görüyormuş gibi O’na ibâdet etmendir." (Buhârî, Tefsir:
31; Müslim, İmân: 57; et-Tirmizî, İmân: 4)
Böylece anlaşılıyor ki ihsan, insanın bir taraftan Allah’a diğer taraftan da
bütün insanlara, hatta tabiata karşı yaklaşımında kendi imkân ve kabiliyetine göre
kulluğun, özverinin ve erdemin en yüksek derecesinde hareket ederek varlıklara
karşı iyilik ve güzellikle yaklaşmasını ifade etmektedir. Buna göre bir insanın infakta
bulunması nasıl maddi anlamda iyilik ise, yakınlarıyla olan ilişkilerinde kırıcı
olmaması, onlara her konuda yardım elini uzatması, bir yoksulu, bir yetimi giydirip
barındırması, güler yüz ve tatlı sözle onlara karşı muamelede bulunup sevgi ile
başlarını okşaması, üzgün ve dertli birini teselli etmesi, hasta ve yaşlı kimseleri
ziyaret ederek onların dertlerine çözüm üretmesi, kısacası özünde iyilik bulunan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
her türlü eylemi gerçekleştirmesi de ahlaki ve manevi anlamda bir iyiliktir. Bütün
bunlar da zaten Kur’an'ın yapılmasını istediği, akıl ve vicdanın da güzel gördüğü
şeylerdir. Bu sebepledir ki her insan, toplum içerisinde yaşadığı sürece bu değerli
prensibi yerine getirme noktasında üstüne düşeni yapmalıdır. Çünkü birbirinin
yardımına koşmayan, hep kendi çıkar ve menfaatini düşünerek başkalarına sırt
çeviren bireylerden meydana gelen toplumlar, varlıklarını uzun süre devam
ettiremezler. Kur’an'ın bu konudaki yaklaşımı aşağıdaki şekildedir:
“(Ey İman edenler!) … günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayın, iyilik ve takva
üzerinde yardımlaşın…” (Mâide/ 5:2)
“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya,
akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın
arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara (köle, cariye, hizmetçi vb.)
iyi davranın; Allah kendini beğenen ve daima böbürlenip duran kimseyi
sevmez.” (Nisâ /4:36)
Takva
Takva bir bilinçlilik
hâlidir.
Takva, Allah'a saygısızlık etmekten sakınmak, din ve ahlakın sakıncalı
bulduğu tutum ve davranışlardan kaçınmak ve sorumluluk şuuru taşımak demektir.
Buna göre takva esasen bir bilinçlilik hâlini ifade etmektedir. Yani kul bu ahlaki
erdem sayesinde bir taraftan Allah'a karşı saygısızca davranmaktan çekinmekte;
diğer taraftan da her türlü tutum ve davranışında O'nun rızasını kazanmayı
düşünmektedir. Bu sebepledir ki, Yüce Allah Kur’an’da müminlerden, kendisine
saygı göstermelerini, itaat etmelerini ve sorumluluk bilinci taşımalarını istemiştir.
Bu manadaki pek çok ayetten birinde hem Hz. Peygamber’e hem de onun şahsında
ümmetine şöyle denilmiştir:
“Ey Peygamber! Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde ol, kâfirlere ve
münafıklara boyun eğme. Elbette Allah her şeyi bilmekte ve yerli yerince
yapmaktadır.” (Ahzâb /33:1)
Kur’an’a göre Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde hareket edip, O'na karşı
derin saygı duyan müminlerin hem dünyada hem de ahirette ödüllendirileceği
ifade edilmektedir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
“Ey iman edenler! Eğer sorumluluğun bilincinde olursanız O, size iyi ile kötüyü
ayırt edecek bir anlayış (kabiliyet) verir ve sizin kötülüklerinizi örter, sizi
bağışlar. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Enfâl/ 8:29)
“… Kim Allah’a karşı sorumluluğunun bilincinde olursa, Allah ona bir çıkış yolu
ihsân eder. Ve ona beklemediği yerden rızık verir…” (Talâk /65:2-3)
Tevekkül
Tevekkül,
esbâba tevessülden
sonradır.
Önemli ahlak ilkelerinden biri de Allah'a tevekkül etmektir. Tevekkül dinî bir
terim olarak bir taraftan meşru bir hedefe ulaşabilmek için gerekli tüm çabayı
gösterirken diğer taraftan da Allah’a dayanıp güvenmek ve işin sonunu O’na
bırakmak demektir.
Kur’an-ı Kerim’e göre tevekkül İslam akidesinin bir gereği ve Allah’a samimi
iman ve teslimiyetin zorunlu bir sonucudur. Bu manadaki ayetlerin bazıları
şöyledir:
“...Kim Allah’a tevekkül ederse O, ona kâfidir...” (Talâk /65:3)
“Allah kuluna kâfi değil midir?...”(Zümer /39:36)
“Gerçek şu ki: İman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun
(şeytanın) bir hâkimiyeti yoktur.”(Nahl /16:99)
Ancak ne yazık ki tevekkül, tarihi süreç içerisinde Kur’an’daki anlamını
kaybederek en fazla istismara uğrayan bir kavram olmuştur. Çünkü tevekkül
zamanla asıl anlamının dışına çekilerek oldukça yaygın bir biçimde, kişinin kendi
sorumluluğunu Allah’ın üzerine yıkmasının, tembelliğin meşrulaştırılmasının bir
aracı olarak kullanılmıştır. Oysa yukarıda da ifade etmeye çalıştığımız gibi tevekkül
Kur’an’da, insanın herhangi bir konuda kendi üzerine düşen bir sorumluluğu yerine
getirdikten sonra, dışarıdan gelebilecek engelleyici unsurların bertaraf edilmesi için
Allah’ı “vekil” kılması, O’na güvenmesi demektir. Yani tevekkül hiçbir zaman
uyuşukluk ve hareketsizliğin bir mazereti olmamalı, bütün güçlüklerine rağmen
işlerimizi başarmamıza yardım edeceğine inandığımız Kadir-i Mutlak’a olan samimi
güven ve imanın bir göstergesi olmalıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Özet
Bireysel Etkinlik
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
• Bu bölümde Kur’an’daki bireysel erdemlerden sadece
dördü üzerinde durulmuştur. Kur’an’da bahsedilen öteki
bireysel erdemleri araştırınız.
•İslami ilimlerin temel kaynağı olan Kur’an, hiç kuşkusuz ahlak ilminin de
en önemli kaynağıdır. Kur’an-ı Kerim içerdiği diğer konular gibi ahlaki
konuları da sistematik bir şekilde ele almamakla birlikte, eksiksiz bir
ahlak sistemi oluşturacak zenginlik ve genişlikte kurallar koymaktadır.
Bu kurallar da esasen ahlaklı bir toplum oluşturma amacı taşımaktadır.
Bu yüzdendir ki, onda sadece bireysel ahlak esasları yer almamakta;
toplumu ilgilendiren temel ahlaki ilkeler de bulunmaktadır. Sözünü
ettiğimiz ahlak ilkeleri de özellikle toplumu oluşturan bireylerin
birbirleriyle olan ilişkilerinde sözgelimi, iş hayatı başta olmak üzere
ticari ve idari konularda kendini göstermektedir.
•Kur'an'ın öngördüğü ahlak sisteminde ayrıca insanın Allah ile olan ilişki
düzeyini belirleyen ve söz konusu düzeyin ilahî irade istikametinde
şekillenmesini sağlayan ahlak ilkeleri de yer almaktadır. Başta iman
olmak üzere ihlas, ihsan, takva ve tevekkül gibi ahlaki esaslar bunlardan
bazılarıdır. İnsanın dinî ve manevi bakımdan Allah katındaki değeri ya
da değersizliği onun bu ilkelere bağlılığı ile ilgilidir.
•Bütün bunlar bize göstermektedir ki, Yüce Allah insanı sorumlu bir
varlık olarak yaratmıştır. Onun söz konusu sorumluluğu da iki
boyutludur: Biri, insanın içinde yaşadığı toplumun diğer fertleriyle yani
yakın ve uzak çevresiyle; diğeri de kendisini yaratıp bolca nimet verdiği
yaratanıyla ilgilidir. Kur'an'a göre sözünü ettiğimiz her iki sorumluluğun
özünde ahlak yer almaktadır. Çünkü Kur'an her şeyden önce güzel
ahlakı tesis etmek için inzal edilmiştir. Bunun içindir ki, Hz. Âişe bir soru
üzerine Hz. Peygamber'in ahlakının "Kur'an ahlakı" olduğunu dile
getirmiştir. (Müslim, Müsâfirûn, 139) Bu da göstermektedir ki, İslam'ın
birinci temel kaynağı olan Kur'an, içerdiği hükümler itibariyle bazı
hukuk düzenlemelere yer verse de esasen onun varlık amacı üstün bir
ahlaki yapı oluşturmaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi Kur’an'ın tanımında yer alan bir özellik değildir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Allah tarafından vahyedilmesi
b) Mushaflara yazılmış olması
c) Tevatüren nakledilmesi
d) Okunmasıyla ibadet edilmesi
e) İlahî kelam olması
2. Aşağıdakilerden hangisi bireysel ahlak esaslarından biri değildir?
a) Yalan söylememek
b) Doğruluk
c) Alçak gönüllülük
d) Nankörlük etmemek
e) Haset etmemek
3. Aşağıdakilerden hangisi dinî ve manevi ahlak esaslarından biri değildir?
a) İhlas
b) İhsan
c) Takva
d) Tevekkül
e) Emaneti ehline vermek
4. Aşağıdakilerden hangisi, insanın gönlünü kötü duygulardan ve çıkar
hesaplarından temizleyip her türlü iş ve amelinde Allah’ın rızasını gözetmesi
anlamına gelmektedir?
a) İhlas
b) Takva
c) Tevbe
d) Doğruluk
e) Alçak gönüllülük
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
5. Aşağıdakilerden hangisi iyilik yapmak, yaptığı her işi güzel ve sağlam yapmak
ve her an Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmek gibi anlamlara gelmektedir?
a) İman
b) Tevekkül
c) İslam
d) İhsan
e) Tevbe
Cevap Anahtarı
1.e 2.a 3.e 4.d 5.d
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akseki, Ahmet Hamdi. (1963). İslam Ahlakının Esasları. İstanbul.
Ateş, Süleyman.(2000). “İhlas”, DİA. İstanbul.
Çağrıcı, Mustafa. (2006). İslam Düşüncesinde Ahlak. İstanbul: Dem Yayınları Ensar
Neşriyat.
Çağrıcı, Mustafa. (1985). Anahatlarıyla İslam Ahlakı. İstanbul.
Demirci, Muhsin. (2005). Kur’an'da Toplumsal Düzen. İstanbul: Ensar Neşriyat.
Demirci, Muhsin. (2010). Kur’an'a Göre İnsan ve Sorumlulukları. İstanbul: Ensar
Neşriyat.
Gazzâlî, Ebû Hâmid Muhammed. (1334). İhyâuUlûmi'd-dîn. Kahire.
Izutsu, Toshihiko.(tsz). Kur’an’da Dini ve Ahlaki Kavramlar.İstanbul.
sfahânî, Ebu'l-kâsım Hüseyin
zeriaİâmekimi’ş-şeria. Kahire.
b.
Muhammed
Râğıb.
(1299).
İsfahânî,
Ebu'l-kâsım
Hüseyin
b.
Muhammed
Râğıb.
MüfredâtFîGarîbi'ur'ân. Tah. Muhammed SeyyidKeylânî. Beyrut.
Kitabu’z(tsz).
el-
Kandemir, M. Yaşar. (1980). Örneklerle İslam Ahlakı. İstanbul.
Kiraz, Celil. (2007). Kur’an'da Ahlak İlkeleri. Bursa: Emin Yayın.
Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc. (tsz). es-Sahih, Beyrut.
Râzi, Mefâtihu’l-gayb. (tsz). Beyrut.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Kur’an ve Kur’an’da İslam Ahlak Esasları
Yaran, Cafer Sadık. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş. İstanbul: Dem
YayınlEnsar Neşriyat.
Yazır, Muhammed Hamdi. (tsz). Hak Dini Kur’an Dili. İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
HADİS VE AHLAK
•
•
•
•
•
Ahlak ve Değer Kavramları
İslam Ahlakının Kaynakları
Ahlak - İman - İbadet İlişkisi
Hadis Edebiyatı ve Ahlak
Hadis Rivayetleri ve Ahlak
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Ahlak ve değer kavramları ile hadisler arasındaki
ilişkiyi kavrayabilecek
• Üstün ahlaka ulaşmada hadislerin rehberliğinden
istifade etmenin gerekliliğini algılayabilecek
• Hadis edebiyatında ahlak konusunun nasıl ele
alındığını açıklayabilecek
• Hadis rivayetlerinin ahlakın tesis edilmesindeki
rolünü değerlendirebileceksiniz.
İSLAM AHLAK
ESASLARI
ÜNİTE
2
Hadis ve Ahlak
GİRİŞ
Hz. Peygamber’in söz, davranış ve takrirlerini yansıtan hadis rivayetlerinde,
din ile ahlak arasında ontolojik bir ilişkinin tesis edildiği görülmektedir. Bu noktaya
dikkat çekmek isteyen Hz. Peygambersas, kendisinin güzel ahlakı tamamlamak üzere
gönderildiğini vurgulamış (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk: 8), hatta İslam’ı tanımlarken
“İslam güzel ahlaktır” ifadesini kullanmıştır. Dolayısıyla güzellik ya da güzel ahlakla
din arasında doğal bir ilişki kurulmuştur. İbn Ebi’d-Dünya tarafından ifade edilen
“Hiçbir güzel ahlak ve davranış yoktur ki, Allah onu din ile göndermiş olmasın” (İbn
Ebi’d-Dünya, 1989: 40) tespidi bu durumun ifadesi niteliğindedir.
Hadis ve ahlak arasındaki ilişkiyi değerlendireceğimiz bu ünitede, ‘ahlak’ın
hadislerle ilişkisi; diğer bir ifade ile ahlaka kaynaklık etmesi açısından hadis
rivayetleri konusu ele alınacaktır. Bu bağlamda ilk olarak ahlak kavramına ve İslam
ahlakının kaynaklarına temas edilecek, ahlak-iman, ahlak-ibadet ve ahlak-davranış
ilişkisine dikkat çekildikten sonra, hadis edebiyatında ‘ahlak’a vurgu yapan veya
ahlaka ilişkin müstakil çalışmaların yerinin ne olduğu tartışılacaktır. Daha sonra da
pratik anlamda hadis rivayetleri ile güzel ahlak arasındaki ilişkiye dikkat
çekilecektir.
AHLAK VE DEĞER KAVRAMLARI
“İslam güzel ahlaktır”
Arapçadaki ‘hulk’ kelimesinin çoğulu olan ‘ahlak’; kelime olarak tabiat, huy
ve karakter manalarını ihtiva etmektedir (İbn Manzur, *trz.+: XI, 374). Terim olarak
ise ahlak; insanın fıtratındaki kötülük yönünün arındırılmasını, denetim altına
alınmasını ve iyilik yönünün geliştirilmesini, böylece bireyler arası ilişkilerde
insanların vicdanlarının önemini kabul ettiği erdemli ve faydalı davranışların
gerçekleştirilmesini temin eden değerlerin tümünü içermektedir(Yaran, 2010:9).
Bir kavram olarak “değer”in kıymetli bulduğumuz, üstün tuttuğumuz,
öneminden dolayı üzerine titrediğimiz somut ya da soyut her şeyi kapsadığını
düşündüğümüzde değerler bütünü olarak ahlaki kuralların önemi kendisini ortaya
koymaktadır. Bu durumda ahlak, iyiye de kötüye de yatkın olarak yaratılan ve her
konuda seçim özgürlüğü tanınan insanın asla dışına çıkamayacağı ve bigâne
kalamayacağı değerler dünyasını ifade etmektedir (Yaran, 2010: 12,309).
Akleden bir varlık olarak insanoğlu, diğer canlıların aksine; tasarlayan,
amaçlayan, plan yapan, seçim ve tercihlerde bulunan ve tüm bu tasarı, amaç, plan,
seçim ve tercihlere bağlı olarak eylemde bulunan bir varlıktır. Burada kullanılan
eylem, bir ilke, norm, inanç ve değere bağlı iradi davranışlara işaret etmektedir.
(Özlem, 2004: 13-14) Alternatif davranışlar arasında seçim yapabilme gücüne sahip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hadis ve Ahlak
olan insanın bir ilkeden ve değerden mahrum olarak ortaya konacak eylemlerinin,
hayatını “değersizleştireceği” ve de “anlamsızlaştıracağı” da bir hakikattir. (Turgut,
1980: 18) Ahlak sayesinde insan, davranışlarındaki güzel ve çirkini kavrarken fazilet
ve reziletleri de anlar, ahlaki faziletlerle süslenme ve kötülüklerden korunma
yollarını öğrenir (Kamil, 1330: 7).
‘Ahlak’ sadece iyi huylar ve kabiliyetler anlamına gelen bir kavramı değil
bilakis iyi ve kötü huyların tamamını kapsayan bir anlamı ifade etmektedir. Bu
nedenle kendisinde iyi huylar geliştirmiş olan kimseye ‘iyi ahlaklı’, kötü huylar
geliştirmiş olana da ‘kötü ahlaklı’ denilir. Nitekim aşağıdaki ayet-i Kerimelerde yüce
Allah’ın(c.c.) insanoğluna hem fücûrun hem de takvanın ilham edildiğini belirtmesi
de her iki yönden birinin geliştirilmesine müsait olduğunu ortaya koymaktadır.
Ancak bunlardan birinin geliştirilmesi diğerinin baskılanması anlamına gelmektedir.
“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve
takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini
arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems/91:7-8-9)
“Ben ancak güzel ahlakı
tamamlamak üzere
gönderildim”
(Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8)
İnsan kendi iradesiyle güzel ahlaki değerleri içselleştirmesi ve eyleme
dönüştürmesiyle ‘ahsen-i takvîm’ (en güzel niteliklere sahip) kategorisine
yerleşecektir; tam tersi bir durumda ise “esfel-i sâfilîn” (aşağıların da aşağısı) olarak
nitelenenlerin arasında yer edinecektir. Burada, insanın konumunu belirleyenin
ahlakı olduğunu vurgulamak gerekmektedir. “İslam, güzel ahlaktır” hadisi de bu
duruma açık bir şekilde atıfta bulunmaktadır.
Hadislerde ahlakın tasviri yapılırken, bir taraftan yerilen kötü ahlaka vurgu
yapılırken, öte yandan da özendirilen güzel ahlaka dikkatler çekilmektedir.
Yerilen / Kötü Ahlak
Dini literatürde, kötü huyları ifade etmesi için, suu’l-huluk, el-ahlak ezzemime, el-ahlak es-seyyie gibi ifadeler kullanılmaktadır. İnsan, dinin istediği
güzellikleri bir kenara bırakarak kendi nefsine tabi olduğunda çıkarcı, başkasının
hak ve hukuna saygı göstermeyen vb. huylara sahip bir portre oluşturacak,
dolayısıyla da kötü ahlaka sahip bir birey olarak nitelenecektir. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de arzularının esiri olanlar “hevasını tanrı edinen” (Furkan/25:43) kimseler
olarak vasıflandırmıştır.
Övülen / Güzel Ahlak
Hüsnü’l-huluk, mehâsinü’l-ahlak, mekârimü’l-ahlak, el-ahlak el-hasene, elahlak el-hâmide tamlamalarıyla ifade edilen güzel ahlak, Hz. Peygamber
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hadis ve Ahlak
tarafından, kendisinin gönderiliş nedeni olarak belirtilmiştir. Hatta “güzel ahlak
dinin yarısıdır” ifadesiyle, güzel ahlakın önemine vurgu yapmıştır. Hayatın her
alanında inananlar için güzel bir örnek olarak gösterilen Hz. Peygamber’in ahlakı,
Kur’an olarak nitelenmiştir. (Müslim, Müsafirin, 139)
İSLAM AHLAKININ KAYNAKLARI
Yeryüzünde yaşayan ilk insan, aynı zamanda ilk peygamber olan Hz.
Âdem’dir. Rabbine kulluk etsin diye yaratılan insan, başıboş da bırakılmamıştır. (Bk.
Kıyamet/75:36) Bu kulluğun en önemli göstergesi ya da ifadesi, güzel ahlaktır.
Nitekim, Yüce Allah gönderdiği Peygamberlere, insanlara karşı hakkın şahidi olmak
gibi bir misyon yüklemiş, aynı beklentiyi müminlerin de diğer insanlara karşı hakkın
şahidi olması talebiyle sürdürmüştür. (Bk. Bakara/2:143) Bu beklentinin
karşılanması, öncelikle Hz. Peygamber gibi Kur’an’ı ahlaka çevirmeye, dolayısıyla
büyük bir ahlak üzere hayat süren bireyler olunmasına bağlıdır.
Bunun için, sınav alanı olarak nitelenen bu dünyada yapılması ve
yapılmaması gereken hususlar insana bildirilmiş, evrensel değerler üretilmiş,
güzellikler düşüncenin ve pratiğin merkezine alınmış ve onların korunması
hedeflenmiştir.
Bu bağlamda kullanılan en önemli kavramlar, maruf ve münker, iyi ve kötü,
hayır ve şer, sevap ve günah kavramlarıdır. Bu kavramlarla düşünmeyi, yargı ve
değer üretmeyi amaçlayan İslam dininin iki temel kaynağı bulunmaktadır.
Kur’an-ı Kerim
Yüce Allah’ın Peygamberine vahyettiği Kur’an-ı Kerim, ortaya koymuş olduğu
bütün kurallarıyla, ürettiği bütün değerleriyle, bütün insanlığa huzur, mutluluk ve
barış temin edecek, onların garantörü olarak görülen evrensel bir ahlak ikâme
etmeyi hedeflemiştir. Bunu yaparken önce kendi temsilcisi olarak görülen elçisini,
ahlak eksenine oturtmuş ve başarısının gerçek nedeninin de ahlaki davranışlar
olduğunu kendisine hatırlatmıştır:
“Sen büyük bir ahlak üzeresin.” (Kalem/ 68:4)
“Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı
yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet.
Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere
de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven).
Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.” (Âl-i İmrân/ 3:159)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hadis ve Ahlak
Kur’an-ı Kerim elçisine, insanlarla ilişkideki stratejisini de öğretmiştir. Hatta
bu şekilde davrandığında sonucun farklı olacağına da dikkatleri çekmiştir:
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman
seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.”
(Fussilet/41:34)
İslami ahlakın en temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerim, inananlara ahlakı
anlatırken ya da ahlaki değerleri işlerken, kendi pozisyonuna dikkatleri
çekmektedir.
“Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde olan dertlere bir şifa,
müminler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir” (Yunus/10:57).
Ardından da müminlerin nasıl davranması gerektiğine atıfta bulunmaktadır:
“İşte bu Kur’an indirdiğimiz feyz kaynağı bir kitaptır. Artık buna tabi olun ve
kötülüklerden kaçının. Böylece esirgenmiş olursunuz” (En’am/6:155) ayeti de yine
Kur’an’ın İslam ahlakının en temel kaynağı oluşuna işaret etmektedir.
Kur’an-ı Kerim, kurmuş olduğu bu ilişki ağında, farklı ahlaki davranışlar
sergilemeyi mubah kılacak kategoriler belirlememiştir. Aksine bütün insanlara karşı
ahlaklı olmayı vurgulamıştır. Bu bağlamda Kur’an iyiliğin de kötülüğün de zerre
kadarının bile önemli olduğunu belirtir ve her ikisinin de muhakkak karşılığının
görüleceğini belirterek insanın eylemleri için uhrevi yaptırıma dayalı ahlaki bir
temel oluşturur.
“Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük
yapmışsa onu görür.” (Zilzâl/99:7-8)
Kur’an-ı Kerim pek çok fazileti ahlaki bir değer olarak vurgular. Bunlardan en
çok dikkat çekeni dürüstlük ve adalet gibi değerlerin, davranışlarda hâkim kılınması
ve diğer insanlarla ilişkilerimizde yardımseverlik ve infak duygularıyla hareket
edilmesidir:
“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder;
hayasızlığı, fenalığı ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt
veriyor.” (Nahl/16:90)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hadis ve Ahlak
Kur’an’daki ayetlerin her biri, insanın dünya ve ahiret saadetine kavuşmasını
temin edecek ahlaki değerleri hâkim kılmayı salık vermekle birlikte bazı erdemli
davranışları ihtiva eden İsrâ suresindeki şu ayet-i Kerimeler oldukça dikkat
çekicidir:
“Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi
davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin
yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama;
onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir
ve de ki: “Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara
acı.” (İsra/17:23)
“Ölçtüğünüzde ölçmeyi tam yapın, doğru terazi ile tartın. Bu daha hayırlı,
sonuç bakımından daha güzeldir. Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin
peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.
Yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Çünkü sen yeri asla yaramazsın; boyca da
dağlara asla erişemezsin.” (İsra/17:35-36-37)
İkinci halka, inananlara yönelik düzenlemeler olarak dikkatimizi çekmektedir.
İnananların peygamberle ilişkisi, peygamber karşısındaki konumunun
belirlenmesi, bütün bunların kişisel inisiyatife bırakılmayıp inançla irtibatlandırılmış
olması önem arz etmektedir. Zira hem dinin ve hem de ahlakın ikinci derecede
kaynağı hadislerdir. Ancak daha önemlisi bütün bunları öğretecek, bu bağlamda
emirler verecek, düzenlemeler yapacak tek otorite Hz. Peygamber’dir.
Hz. Peygamber’in Hadis ve Sünneti
Kendisine peygamberlik verilmeden evvel de insanlar tarafından beğenilen
bir ahlaka sahip olan Hz. Peygamber’in toplum nezdindeki durumunu Hz.
Hatice’nin şu ifadeleri özetlemektedir:
“Sen akrabana bakarsın, işini görmekten aciz olanların yüklerini çekersin,
yoksula verir, hiçbir şeyi olmayana bağışta bulunursun, misafiri ağırlarsın, bir
felakete uğrayana yardım edersin” (Buhârî, Bed’u’l-Vahy: 1)
Peygamberliğinden önce de, sonra da üstün ahlakın temsilcisi olan Hz.
Peygamber, dolayısıyla onun hadis ve sünneti, İslam ahlakının ikinci temel
kaynağını oluşturmuştur. Resulullahsas, vahiyle belirlenen öğretileri bizzat kendisi
tatbik etmiş, bu nedenle insanlar için örnek gösterilmiştir. Zira O, uygulamanın
nasıl olacağını gösterdiği gibi, istisnaların neler olabileceğini de gösterme yetki ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hadis ve Ahlak
sorumluluğuna sahiptir. Bu nedenle ayet-i kerime’de örnek diğer bir ifade ile
model olarak takdim edilmiştir:
“Andolsun, Allah’ın Resulünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı
uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır” (Ahzâb/33:21).
Hz. Peygamber inananlar için örnek olarak gösterilmiş, ancak O’nunla
ilişkimiz farklı parametreler üzerine oturtulmuştur. Diğer bir ifade ile farklı
kategorilere yerleştirilebilecek olan söz ve beyanları bağlayıcılık açısından farklı
güce sahiptir. Burada ilişki biçimi ve şeklinin insanların arzu ve isteklerine
bırakılmamış olması, hatta sevap-günah ve imanla irtibatlandırılması, Müslümanlar
arasında ana hususlarda tarz farklılığını ortadan kaldırmaktadır. Söz konusu ilişki
ağını tespit edebilmek amacıyla Kur’an’a baktığımızda, üç farklı noktaya dikkat
çekildiğini görmekteyiz:
Hz. Peygamber’e İttiba Etmek:
Hz. Peygamber’le ümmeti arasındaki ilişki ortaya konulurken, ‘peşinden
gitmek’, ‘izini takip etmek’ anlamlarına gelen “ittiba” kelimesine özel vurgunun
yapılması oldukça dikkat çekicidir. Zira kurtuluşu/bağışlanması açısından inanan
insan için iman ettiği peygamberin getirdiği öğretiye tabi olması bir zorunluluktur.
Bu durum, Hz. Peygamber’in ifadeleriyle Kur’an-ı Kerim’de açıkça ortaya konulmuş
ve Allah’ın sevgisini kazanmanın yolu olarak takdim edilmiştir:
“De ki: ‘Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan, esirgeyendir." (Âl-i İmrân/3:31)
Mümin açısından Allah’ı sevmek ve O’nun bağışlamasını ümit etmek kadar
hayati öneme sahip olan başka bir şey olamaz. Zira hiçbir Müslüman, kendi yaptığı
ile kurtuluşa ereceğini düşünmemektedir. Bu durumda, O’nun sevgi ve mağfiretine
kavuşmanın yolu olarak takdim edilen, elçisine ittiba etmekten başka bir çıkar yol
görülmemektedir.
Hz. Peygamber’e İtaat Etmek:
Hz. Peygamber, toplumun sosyal, ekonomik ve siyasal her türlü problemiyle
yakından ilgilenen bir lider ve rehberdir. Hicretle birlikte, elçilik görevinin yanında
siyasi sorumluluğu da yüklenen Hz. Peygamber'e(s.a.s) itaat, imani bir zorunluluk
olarak takdim edilmektedir. Zira kendilerine itaat edilmesi, peygamberlerin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hadis ve Ahlak
görevlerini yerine getirebilmeleri için ön şarttır. Bu nedenle Allah Teâlâ, elçi
göndermekle, onlara itaat edilmesi arasında doğrudan bir ilişki kurmaktadır:
“Biz hiçbir elçiyi, Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla
göndermedik.” (Nisâ/4:64)
“Ey inananlar, Allah'a itaat edin, Elçi’ye ve sizden olan emir sahibine itaat edin.
Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; -Allah'a ve ahiret gününe
inanıyorsanız- onu Allah'a ve Elçiye götürün. Bu, daha iyidir ve sonuç
bakımından daha da güzeldir.” (Nisâ/4:59).
“Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem
yapıp, sonra da senin verdiğin hükme, içlerinde bir burukluk duymadan, tam
anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar.” (Nisâ/4:65)
“Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse (çevirsin),
biz seni onların üzerine bekçi göndermedik.” Nisâ/4:80.
Görüldüğü gibi, Kur’an-ı Kerim’de Resule itaat, açıkça emredilmektedir.
Ancak vurgunun sadece emirle bırakılmayıp, Resule itaatle Allah’a itaat arasında
doğrudan bir ilişkinin kurulmuş olması, konuya özel bir anlam yüklemektedir. Bu
uslübun biat konusunda “Sana biat edenler, gerçekte Allah’a biat
etmektedirler.”(Fetih/ 48:10) ifadesiyle de sürdürüldüğünü görmekteyiz. Zihinleri
bu şekilde bir eğitime tabi tutulan Müslümanlara, Resulün çok özel bir konuma
sahip olduğu öğretilmiştir.
Hz. Peygamber’i Örnek Almak:
Tarih boyunca elçi olarak görevlendirilen peygamberler, gönderildikleri
toplumun seçkin bir ferdi alarak o topluma örnek kılınmıştır. Tıpkı Hz. Musa’nın ve
Hz. İbrahim’in kavimlerine örnek kılındıkları gibi, Hz. Peygamber de, aynı gelenek
içerisinde kendi kavmine üsve-i hasene yani en güzel örnek kılınmıştır.
“Andolsun Allah'ın Elçisi’nde sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya
inanan ve Allah'ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.”
(Ahzab/33:21)
Ayet-i Kerimelerde açık bir şekilde görüldüğü üzere, gönderilen elçiye iman
etmek, insanların kendi tercihleridir. Ancak iman ettikten sonra O’na itaat ve ittiba
etmek, kişilerin inançlarıyla doğrudan ilişkisi olan bir vecibe, bir zorunluluk olarak
takdim edilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hadis ve Ahlak
Ümmetlerine rehber olarak gönderilen bütün peygamberler, şu veya bu
nedenle kavimlerinden bazıları tarafından yanlış anlaşılmışlar ya da zihinlerde
olması gerekenden farklı bir yere oturtulmuşlardır. Aynı durum bizim
peygamberimiz için de geçerlidir. Zira teorikte örnek kılınan Hz. Peygamber'i,
pratikte örnek almamızı engelleyen birtakım etkenlerin bulunduğunu görmekteyiz.
Bunların en önemlisi Hz. Peygamber'i gereği gibi tanıyamamak ya da yanlış
algılamaktır. Bu durum sadece günümüze ait olan bir problem de değildir. Zira,
yanlış kavrama, Hz. Peygamber döneminde başlamış, sonraki dönemlerde, onu
efsaneleştirecek şekilde, daha da belirginleşerek süregelmiştir.
Hz. Peygamber(s.a.s) sonrası hadise verilen değeri de doğrudan etkileyen bu
duruma, kendi döneminden bir örnek vermek gerekirse şu rivayeti zikredebiliriz:
“Birkaç kişi Hz. Peygamber’in hanımlarının yanına gelerek Peygamber’in
ibadetlerini soruşturuyorlar. Kendilerine durum anlatılınca, yapılan ibadeti az
bularak “Biz nerede Resulullah nerede? O’nun geçmiş ve gelecek günahları
bağışlanmıştır” dediler.
Bunun üzerine onlardan biri: Ben ömrüm boyunca bütün gecelerimi namaz
kılarak geçireceğim; bir diğeri: ben bütün sene oruç tutacağım; öbürü de: ben
kadınlardan ayrılacağım, bir daha evlenmeyeceğim” der. Bu olay üzerine Hz.
Peygamber gelir ve şöyle şöyle söyleyen siz misiniz? diye sorar ve “Andolsun ki ben
sizden daha fazla Allah’tan korkarım ve sizden daha müttakiyim. Bununla beraber
ben oruç tutarım, iftar da ederim. Gece namaz kılarım ve uyurum. Kadınlarla da
evlenirim. Bilin ki, kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.” (Buhârî,
Nikah: 68/1)
Söz konusu rivayette ashabdan olan bu insanlar, son derece samimi bir ruh
hâli içersinde Hz. Peygamber’in ibadetini, O’nun konumuyla kıyaslayarak bu
miktardaki ibadeti, kendi konumlarında olan bir insan için yetersiz bulmuşlardır.
İşte bu nedenle cennete girebilmek için sürekli namaz kılmayı veya sürekli oruç
tutmayı kendileri için bir zorunluluk hâline getirmişlerdir. Bu şartlarda, söz konusu
davranışın arzu edilmeyen bir fiil olduğunu belirten Hz. Peygamber (s.a.s), kendi
sünnetinin takip edilmesini istemiş; yani kendi örnekliğine dikkat çekmiştir. Bu
tavrıyla Hz. Peygamber, kendisinin bir model olduğunu ortaya koymuş ve bunun
Müslümanın hayatındaki önceliğini şu ifadeleriyle vurgulamıştır:
“Sizden birisi ben kendisine, ebeveyninden, çocuğundan ve bütün insanlardan
daha sevgili olmadığım sürece iman etmiş olmaz.” (es-Suyutî, 1981: 586)
Örnek alınan, itaat ve ittiba edilen Hz. Peygamber'in(s.a.s), kendi ashabı
içerisindeki durumunu, istişare hususundaki ayetin gereğini yerine getirirken
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hadis ve Ahlak
ortaya koyduğu tavır ve ashabın bu konudaki yaklaşımı çok açık bir şekilde gözler
önüne sermektedir. Peygamberin, bir beşer olduğu, iradesini kullandığı; hatta
kendi görüşüyle bir işe karar verdiğinde sahabenin onunla fikir teatisinde
bulunduğu bilinen bir vakıadır. Zira “...iş hususunda onlara danış...” (Âl-i İmrân/
3:159) emrinin birinci derecede muhatabı o idi.
Sonuç olarak, yaşadığı dönemde Hz. Peygamber'e(s.a.s) karşı gösterilmekte
olan saygı, O’nun görüşlerine verilen değer, talimatlarına şartsız itaat bilinci,
Peygamberin fiili rehberliğinin bulunmadığı sonraki dönemlerde, sözlü, yazılı ya da
pratik hayatta fiilen yaşanan hadislerine karşı çok özel bir ihtimam gösterilmesine
neden olmuştur.
Hz. Peygamber’den nakledilen hadisler, hem kendi pozisyonunu ifade
etmekte ve hem de Müslümanların ahlaka bakışlarını, hayatlarında ahlakın yerini
ve davranışlarının ahlakiliğini belirlemektedir.
Ebû Hureyre’den(r.a.) rivayete göre, Resulullah(s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Allah
satışında hoşgörülü, alışında hoşgörülü, ödemesinde hoşgörülü kimseleri sever.”
(Tirmizî, Buyu’: 75) İslam ahlakının altın ilkelerinden olarak vasıflandırılabilecek şu
hadisler de Hz. Peygamber’in sünnetinin ve hadislerin ahlaki değerleri kazanma
hususunda taşıdığı önemi ortaya koymaktadır:
“Sizin en hayırlınız, ahlak bakımından en güzel olanlarınızdır” (Ebû Dâvud,
Sunne:15)
Sizden birisi kendisi için sevip istediğini mü'min kardeşi içinde sevip
temedikçe(kâmil anlamda) mü'min olamaz.'' (Buhârî, Îman: 7)
İSLAM’DA İMAN-AMEL VE AHLAK BİRLİKTELİĞİ
“İman eden ve sâlih amel
işleyenler (güzel davranış
segileyenler) için güzel bir
gelecek ve mutluluk
vardır.” (Ra’d/13:29).
İnanç esaslarını tereddütsüz kabul etmek ve inanılması gereken hususları
kalp ile tasdik edip dil ile ikrar etmek imanı; imanın gereği olarak ortaya çıkan
davranışlar ise salih ameli ve üstün ahlakı öne çıkaracaktır. İman ve salih amelin
beslediği, güzelleştirdiği ve olgunlaştırdığı kişilikten güzel ahlakın en değerli
örnekleri tezahür eder.
Yüce dinimiz imanın ardından salih amele ve üstün ahlaka ehemmiyet
göstermiş, suretten çok sîrete, kalıptan çok kalbe önem vermiştir. Bu manada, yüce
Allah’ın(c.c.) Resulullah’ı(s.a.s) överken, O’nu, yaptığı ibadet ve itaatlerin ötesinde
güzel ahlakıyla ön plana çıkarması dikkate şâyandır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hadis ve Ahlak
İman, ibadet ve ahlak arasındaki ilişkiyi vurgulayan Hz. Peygamber,
dualarında Yüce Allah’tan ahlakının güzelleştirilmesini şu ifadeleriyle talep etmiştir:
“Allah’ım! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı da güzel yap.” (Ahmed b.
Hanbel, I/403; VI/68, 155)
“…Allah’ım! Beni amellerin en iyisine ve ahlakın en iyisine ilet. Amel ve ahlakın
en iyisine ancak sen hidayet edebilirsin. Amellerin kötüsünden ve ahlakın
kötüsünden beni koru. Amel ve ahlakın kötüsünden ancak sen koruyabilirsin.”
(Nesâî, İftitâh: 16)
“Allah’ım! Ayrılıktan, iki yüzlülükten ve ahlakın kötüsünden sana sığınırım.”
(Nesâî, İstiâze: 21)
Bu değerlendirmeler ışığında iman, amel ve ahlak birlikteliği açısından
üzerinde tefekkür edilmesi gereken şu ayeti zikretmeyi uygun buluyoruz:
“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimsenin
yaptığıdır ki, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanır.
(Allah'ın rızasını gözeterek) yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara,
dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekât verir.
Antlaşma yaptığı zaman sözlerini yerine getirir. Sıkıntı, hastalık ve savaş
zamanlarında sabreder. İşte doğru olanlar, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakiler
ancak onlardır!” (Bakara/2:177).
İman - Ahlak İlişkisi
Hadis-i şeriflerde bireyin üstün ahlaka sahip olması, iman ve teslimiyetinin
bir sonucu olarak değerlendirilmiş ve kişinin imanının en dikkate değer sonucunun
güzel ahlak olduğu vurgulanmıştır.
Sahabeden Amr b. Abese Resulullah’a(s.a.s) "İman nedir" diye soru
yönelttiğinde Hz. Peygamber’in, "Sabırlı ve hoşgörülü olmaktır" cevabını vermesi
ve devamında "İmân(ın gerektirdiği hangi davranış) daha faziletlidir" diye
sorduğunda da Allah Resulü’nün(s.a.s) "Güzel ahlaktır" diye karşılık vermesi (Ahmed
b. Hanbel, IV,385), imanın salt inançtan ibâret bir kavram olmadığını, iman ve ahlak
arasında ontolojik bir bağın olduğunu göstermektedir.
Hz. Peygamber’den nakledilen diğer hadislerde de iman ve ahlak arasındaki
bu ilişkiye şahit olmak mümkündür. Peygamberimiz(s.a.s) iman ve ahlak ilişkisine şu
ifadeleriyle dikkatlerimizi çekmektedir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hadis ve Ahlak
İman yetmiş (veya altmış) küsur şubedir. En yükseği, "Allah'tan başka ilah
yoktur" demek; en aşağısı ise, yoldan, eziyet veren şeyleri gidermektir. Utanmak
da imânın bir şubesidir." (Müslim, Îmân: 58)
“Müminlerin iman bakımından en mükemmel olanları ahlakı en güzel
olanlarıdır”. (Tirmizî, Radâ: 11)
Bu hadis-i şerifler aynı zamanda imanın aksiyonel bir sonuca sebebiyet
vermesi gerektiğine, inanan kişinin imanının sadece kalbinde ve dilinde kalmayarak
yaşantısında ahlaki değerler eşliğinde belirleyici olmasının gerekliliğine işaret
etmektedir.
Amel - Ahlak İlişkisi
Yüce yaradana kulluk bilinci eşliğinde ibadet etmekle sorumlu olan
insanoğlunun (Zâriyât /51:56) gerçekleştirmekle mükellef olduğu namaz, oruç,
zekât ve hac gibi belirli kurallara uyarak yaptığı ibadetlerin temel amaçlarından
birisi; üstün ahlak ilkelerinin insanın yaşamında hayatiyet bulabilmesini temin
etmektir.
Örneğin, Kur’an-ı Kerim’de günde beş vakit olarak kılınan namazın, insanı
hayasızlıktan ve haramlardan koruduğu ve üstün ahlaka yönelttiği şu ayet-i kerime
ile bildirilmektedir:
“Namazı dosdoğru kıl, çünkü namaz insanı fuhuş (her türlü çirkin, söz, fiil
ve davranışlardan) ve münkerden (haramlardan, dinin ve akl-ı selimin çirkin
gördüğü işlerden) men eder, alıkor.” (Ankebût/29:45)
Bir hadis-i şerifte ise Hz. Peygamber, namaz ibadetinin insanın ruh
dünyasında ve davranışlarında değişimi getirmesi gerektiğini şu ifadelerle
vurgulamaktadır:
“… Nice geceleri namaz kılanlar vardır ki onların namazdan nasipleri sadece
uykusuz kalmaktır.” (İbn Mâce, Sıyâm: 21)
Orucun farz olduğunu bildiren ayet-i Kerimede “Ey müminler!
(Kötülüklerden ve haramlardan) korunmanız için oruç tutmak, sizden öncekilere
farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” (Bakara 2/18:3) ifadesiyle oruç tutmanın insan
davranışlarında meydana getireceği değişikliğe işaret edilirken Hz. Peygamber’in şu
hadislerinde de oruç ibadetinin üstün ahlaka ulaşmadaki etkisine işaret
edilmektedir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hadis ve Ahlak
“Oruç kalkandır. Biriniz oruçlu iken çirkin, kötü ve kaba söz söylemesin, bağırıp
çağırmasın, kavga etmesin. Birisi kendisine söver ya da çatarsa ona ‘ben
oruçluyum’ desin” (Müslim, Sıyâm: 163; Buhârî, Savm: 9)
Resulullah’ın(s.a.s) ifadelerinden, oruç ibadetinde insanın edep ve ahlakının
güzelleştirilmesinin
hedeflendiği
açıkça
anlaşılmaktadır.
Bu
hedef
gerçekleşmediğinde, yani oruç tutan insan kötü söz, eylem ve davranışlara devam
ettiğinde oruç ibadeti amacına ulaşamamış olacaktır. Nitekim Hz. Peygamber bu
durumu şu sözleriyle ortaya koymaktadır:
“Kim yalan sözü ve yalan ile iş yapmayı bırakmazsa Allah’ın onun yemesini ve
içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur” (Buhârî, Savm: 8; Ebû Dâvûd, Savm: 25)
"Nice oruç tutanlar vardır ki onların oruçtan nasipleri sadece aç (ve susuz)
kalmalarıdır.” (İbn Mace, Sıyam: 21)
Kurban ibadetinde de ahlaki gaye bir ayette şöyle ifade edilmektedir:
“Onların ne etleri, ne de kanları hiç bir zaman Allah’a yükselip erişmez. O’na
yalnız takvanız ulaşır.” (Hac/22:37)
Tartışma
Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, insanoğlu İslam'ın emir ve yasaklarına
uyduğu ve ibadetlerin gereğini yerine getirdiği nispette üstün ahlak sahibi olacak,
emir ve yasakları ihlâl ettiği nispette üstün ahlaktan uzaklaşacaktır.
•İbadetler ile üstün ahlak arasında bir ilişkinin olduğu gerçektir.
Bununla birlikte ibadetlerini düzenli olarak yerine getir(e)meyen
bir kişinin erdemli tavırlar sergilemesi ya da ibadetlerini yapan bir
kimsenin üsün ahlaka sahip olmaması nasıl açıklanabilir? Konuyu
hadisler eşliğinde gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz.
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan
“tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
HADİS EDEBİYATINDA AHLAK
Hadis edebiyatının hemen her bölümünde, hayatın her alanına ilişkin görgü
ve edeble ilgili rivayetlere rastlamak mümkündür. Zira din onlarla tamamlanmakta,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hadis ve Ahlak
dindarlık da onlara riayetle özdeşleştirilmektedir. Öte yandan edep ve ahlaka ilişkin
rivayetler sadece edep bölümlerinde değil, hadis eserlerin tümüne serpiştirilmiş bir
vaziyette yer almaktadır. Bu anlamda hadis edebiyatında ahlakı bir konu olarak ayrı
bir bölümde aramak ya da ahlak konusunu sadece belirli bölümlere has bir kavram
olarak vasıflandırmak doğru bir tutum olmayacaktır. Çünkü ahlak, muhaddis
musanniflerin zihin dünyasında sadece bu kavramlara ait bir olguya işaret
etmemekte; bilakis Hz. Peygamber’den nakledilen her hadis-i şerif “ahlak”
kavramının kapsam alanı içerisinde yer almaktadır. Bu nedenle de bütün bir hadis
edebiyatına, ahlakla ilgili temel ilkelerin bulunabileceği bir hazine olarak
yaklaşılması gerekmektedir. Ancak doğrudan ahlak konusunu içeren rivayetler
karşısında musanniflerin tutumunu ortaya koyabilmek adına bir tasnif yapmanın
gerekliliği de kaçınılmazdır. Bu nedenle öncelikle, temel hadis kaynaklarında
müelliflerin doğrudan ahlakla ilişkili rivayetleri konu edindikleri bâbları dikkate
alacak ardından hadis edebiyatı içerisinde tamamen ahlak konusuna hasredilen
eserlere değineceğiz.
Temel Hadis Kaynaklarında Ahlakla İlgili Bölümler
Temel hadis eserlerinde “Kitabu’l-Edeb”, “Kitabu’l-Birr ve ‘s-Sıla”, “Kitabu’zZühd”, “Kitabu’l-İsti’zan” gibi başlıklarla tasnif edilen bölümlerin doğrudan ahlakla
ilişkili olduğu kabul edilmektedir.
“Kitâbu’l-Edeb”
Hadis kaynaklarının ahlaki tutumlarla ilişkili en yakın bölümünün edep başlığı
ile tasnif edilen bölümler olduğu ifade edilebilir. Ancak bu bölümlerde ahlakla
alakalı bütün rivayetler bir araya getirilmemiş, müelliflerin uygun gördükleri
konuları nakleden rivayetler bu başlık altında nakledilmiştir. Kütübü Sitte
kaynaklarında Kitâbu’l-Edeb bölümlerinde ortak olarak şu konuları içeren rivayetler
nakledilmiştir:




Oturuş şekli ve oturma kalkma adabı
Hapşırana esenlik dileme şekli ve ehemmiyeti
Çocuklara güzel isim vermenin önemi
Günlük konuşmalara ilişkin tavsiyeler vb. hususlara ilişkin rivayetlere yer
verilmiştir.
Müellifler genel olarak bu temel konular üzerinde durarak “Edeb” başlığını
vermeyi tercih ettikleri bölümleri oluştururken, her musannifin aynı başlık altında
farklı rivayetleri zikretmeyi tercih edebildiği de gözden uzak tutulmamalıdır.
Nitekim Tirmizî’nin giyim kuşam ve koku sürünme ile ilgili rivayetleri, diğer
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hadis ve Ahlak
müellifler “libâs” ya da “zinet” gibi bölümlerde zikretmesine rağmen, edep
bahsinde ele alması bunun bir göstergesidir.
“Kitabu’l-Birr ve ‘s-Sıla”
İslam ahlakının en temel dinamiklerinden olan “birr” ve “sıla” kelimeleri
musannifler tarafından birlikte kullanılarak bölüm başlığı olarak takdir edilmiştir.
“Birr” kelimesi sözlükte iyilik yapmak, ihsânda bulunmak anlamına gelirken “sıla”
kelimesi ise bağlantı ve ilgi anlamlarına gelmektedir.
Birr kelimesinin temel hareket noktası değer verilmesi gereken her şeye
değer vermek iken, sıla kavramı ise en yakından başlayarak bütün müminlerle iyi
ilişkiler içinde olmayı ifade etmektedir. Bu anlamda “Kitabu’l-Birr ve’s-Sıla” başlıklı
bölümlerde anne-baba hakkına, komşu hakkına, akraba hukukuna işaret eden
rivayetler yer almakta bunların yanı sıra kişiler arası ilişkilerde her türlü hak ihlalini
kapsayan yalan, gıybet, haset vb. kötü hasletllerle ilgili rivayetlere de yer
verilmektedir.
“Kitabu’l-İsti’zan”
Kelime olarak izin istemek anlamına gelen “e-z-n” kökünden türemiş bir
masdar olarak isti’zan bölümlerinde, musannifler toplumsal ilişkilere ve sosyal
ahlak kurallarına işaret eden rivayetleri bir araya getirmişlerdir. Ebu Musa el-Eş’ari
tarafından nakledilen kapının üç defa çalınmasına rağmen açılmaması hâlinde geri
dönülmesini belirten rivayet (Müslim, Edeb 33-37) ekseninde kapsam alanı daha iyi
anlaşılan bu bölümlerde şu konulara yer verilmiştir:






Selamlaşma
Çeşitli mekânlara giriş ve çıkış adabı
Toplumsal kullanıma açık alanlarda uyulması gereken kurallar
Yazışmalarda uyulacak kurallar
Yolculuk ve konaklama esnasında uyulması gereken kurallar
Uyuma ve uyanma anında yapılması gerekenler
“Kitâbu’z-Zühd” ve “Kitabu’r-Rikāk”
Hadis kaynaklarında “zühd” ve “rikāk” başlıkları altında tasnif edilen
rivayetler de yine doğrudan ahlakı ilgilendiren rivayetlerin yer aldığı bölümler
olmuşlardır. Dünya nimetleri karşısında insanın takınması gereken tavrı tavsif eden
rivayetlerin ağırlıklı olarak nakledildiği bu bölümlerde dinin dünyaya bakışı,
tevekkül, sabır, tevazu, zenginlik ve fakirlik kavramları ile ilişkilendirilerek ortaya
konulmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hadis ve Ahlak
Ahlak Konulu Hadis Eserleri
Hadis eserlerinde doğrudan ahlak ile ilgili oluşturulan bölümlerin haricinde
müstakil olarak ahlak konusuna tahsis edilerek oluşturulan eserler de mevcuttur.
Hadis Edebiyatı’nda “Edeb”, “Mekârim”, “Fedâil” ve “Zühd” kitapları müstakil
olarak ahlak konusunu içeren eserlerdir.
“Edeb Kitapları”
İnsanın hangi durumlarda nasıl davranması gerektiği hususunda rehberlik
yapan Edeb kitaplarının en çok bilineni ve en önemli kaynağı Buhârî’nin
(ö.256/870) “Edebu’l-Müfred”’idir. Yine İbn Ebî Şeybe’nin (ö.235/849) “Kitâbü’lEdeb”’i de hadis edebiyatında edep bahsi altında önemli bir yere sahiptir.
Edeb kitaplarında içerik olarak kişisel ahlaki nitelikleri konu edinen yalan
söylememek, kibarlık, hayâ, cömertlik, cimrilik, küs durmama, iki yüzlülük vb.
konulara yer verilirken aynı zamanda kişinin çevresiyle iletişimini konu edinen
anne-babayla ilişkiler, akrabalık ilişkileri, yetimlerle ilişkiler, büyüklere saygı,
küçüklere sevgi, çocuk hakları, komşu hakları, izin isteme, hasta ziyareti vb.
bölümler yer almaktadır.
“Mekârim Kitapları”
Mekârim eserleri hadis literatüründe ahlak konusuna tahsis edilmiş önemli
kaynaklardandır. “Mekârimü’l-Ahlak” başlığıyla sunulan mekârim eserlerinin önde
gelenleri İbn Ebi’d-Dünyâ’nın (ö.281/894) ve Taberânî’nin (ö.281/894) Mekârimü’lAhlak adlı eserleridir. Dürüstlük, cömertlik ve kardeşlik gibi değerlerin vurgulandığı
bu eserlerin konuları ana hatlarıyla şu kavramlar etrafında şekillenmektedir:
Utanma duygusu, dürüstlük, verilen sözü tutma, akrabalık ilişkileri, güvenirlilik,
komşu hakları, hediyeleşmek.
“Fedâil Kitapları”
Fedâil edebiyatının en önemli özelliği, fazilet ve erdemiyle üstün niteliklere
sahip davranış ya da kişileri konu edinmesi ve örneklik niteliği taşıyan güzel
davranışları bir arada sunmasıdır. Bu açıdan ilk sırada Hz. Peygamber tarafından
uygulanması tavsiye edilen davranışlar eserlerde yer almıştır.
Fedâil eserlerinin elimize ulaşan ilk örneği İbnü’s-Sünnî’nin (ö.364/974)
“Fedâilü’l-A’mâl”idir. Yine İbn Şâhîn’in (ö.385/995) “et-Terğîb fî-Fedâili’l-A’mâl ve
Sevâbü Zâlik” adlı eseri de genel olarak hadis edebiyatında fedâil eserlerinin en
eski örneklerindendir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hadis ve Ahlak
“Fedâilu’l-A’mâl” başlığıyla sunulan bu eserlerde Kur’an okuma, ilim tahsil
etme, zikir, abdest, namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerin faziletlerini ifade
eden rivayetlerin nakledilmesiyle birlikte kişisel ve sosyal hayata ahlaki niteliklerin
taşınması hususunda rehberlik edecek akıl, tevazu, hilm, kanâat, selamlaşmak,
gıybet etmemek gibi bahislere de yer verilmektedir.
“Zühd Kitapları”
Dünya hayatında kanaatkâr olmak, tevekkül sahibi olmak, haramlardan uzak
durmak ve kimsenin elindeki nimete göz dikmemek gibi ahlaki niteliklere işaret
eden zühd kavramı ekseninde oluşturulan bu eserlerde kişinin dünya hayatında
takınması gereken ahlaki tavrın ne olması gerektiğine ilişkin bilgiler sunulmaktadır.
Zühd eserlerinin en bilinen örneği Abdullah ibnü’l-Mübârek’in (ö.181/797)
“Kitâbü’z-Zühd ve’r-Rekâik” adlı eseridir. Yine Vekî İbnü’l-Cerrâh’ın (ö.197/813)
“Kitâbü’z-Zühd” adlı eseri de zühd literatürünün ilk dönemine ait önemli
örneklerdendir. İmâm Beyhakî’nin (ö.458/1065) “Kitâbü’z-Zühd”’ü de zühd
eserlerinin en bilinen örneklerindendir.
HADİS RİVAYETLERİNDE AHLAK
İnsanların yeryüzünde mutlu ve huzurlu yaşayabilmeleri için, öncelikle
birbirleri ile ilişkilerini sağlıklı bir zemine oturtmaları gerekir. Hz. Peygamber’in
ifade ve davranışlarını bizlere aktaran hadis rivayetleri de bu anlamda, beşerî
ilişkilerde üstün ahlaki değerlerin hâkim kılınmasına öncülük etmektedirler.
Ünitemizin bu bölümünde farklı noktalardan yaklaşarak hadislerin ahlaki ilkelere
hayatiyet kazandırma hususundaki işlevlerini ele alacağız.
Hadislerde Aile ve Ahlak İlişkisi
Aile, peygamberi
ahlakın hâkim kılınması
gereken, toplumun en
önemli kurumudur.
Dünya ve ahiret mutluluğunun sebebi ve kaynağı olarak vasıflandırılabilecek
aile kurumu, neslin devamı için bir vesile, kişiyi günah iş ve davranışlardan koruyan
bir engel ve kalkandır. Bu nedenle, Hz. Peygamber tarafından “aile” kurumuna
büyük önem verilmiş, aile kurmaya insanlar teşvik edildiği gibi ailede bütünlük ve
dirliğin korunmasını ve düzenli bir aile yaşantısını temin için tavsiyelerde
bulunulmuştur. Aile içi iletişim ahlakı olarak da vasıflandırılabilecek bu tavsiyelerle
Resulullah(s.a.s) üstün ahlaki niteliklere sahip bir toplum inşa etmeyi hedeflemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hadis ve Ahlak
Bu kapsamda Hz. Peygamber’den nakledilen şu hadisler çok anlamlıdır:
“Sizin en hayırlınız, ailesine karşı iyi olanınızdır. Ben, aileme karşı en iyi
olanınızım.” (İbn Mâce, Nikâh: 50)
“Kadınlar hakkında Allah’tan korkun. Çünkü onları Allah’ın emanıyla aldınız ve
Allah’ın sözüyle onları kendinize helal kıldınız.” (Müslim/ Hacc: 147)
Hadis-i şeriflerde ailenin geçimini temin edebilmek için gayret göstermek,
erdemli bir davranış olarak sunulmuş Allah yolunda yapılan bir çalışma olarak
değerlendirmiştir:
“Küçük çocuklarının nafakasını kazanmak için çalışan kimse, Allah yolundadır.”
(Beyhâkî, VII/479)
Aileye harcanan her bir kuruş da Allah için verilmiş sadaka hükmündedir ve
eşler için sevap kaynağıdır. Hadis-i şeriflerde bu durum şöyle müjdelenir:
"Bir adam sırf Allah rızasını umarak aile halkına infak ederse bu onun hesabına
sadakadır". (Buhârî, Nafakat: 1, Îmân: 41)
"Bir adamın hayra harcadığı dinarın en faziletli olanı, çoluk çocuğunun geçimi
için sarf ettiği dinar ile Allah yolunda kullanacağı atı için verdiği dinar ve Allah
rızası için (çarpışan) arkadaşlarına harcadığı dinardır". (Müslim, Zekât: 38)
Evlilik kurumunun başarıyla yürütülmesi ve her iki tarafa da mutluluk ve
huzur getirebilmesi için eşlerin birbirine karşı hoşgörülü ve anlayışlı olması şarttır.
Aile içinde eşlerin birbirleriyle olan iletişiminde üstün ahlaka sahip olarak
birbirlerine değer vererek hareket etmeleri ise şu hadisler ile temin edilmektedir:
"Hiçbir mü'min erkek, mü'min kadınına buğzetmesin; zira hoşlanmadığı huyları
varsa buna karşılık razı kalacağı huyları da vardır. (Müslim, Kitabu’r-Radâ: 61)
.
"Mü'minlerin imanca en kâmil olanı, en güzel ahlaklı olanlarıdır. Hayırlı olanınız
da kadınlara karşı iyi davrananlarınızdır". (Tirmizî, Radâ: 11)
".. Kadınlara hayırla muamele etmenizi tavsiye ederim. ….. Şunu biliniz ki!
kadınlar üzerinde haklarınız olduğu gibi kadınlarınızın da sizin üzerinizde haklan
vardır. … ". (Tirmizî, Radâ': 11 )
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hadis ve Ahlak
“Kadın da kocasının evi ve çocukları üzerinde gözeticidir ve o da
bunlardan sorumludur.” (Buhârî, Cum'a: 11; Müslim, İmâret: 20)
Netice olarak şunu ifade edebiliriz ki, hadis-i şeriflerde sağlıklı nesiller
yetiştirmeye vesile olan aile müessesesinin kurulması gerekli ve önemli bulunarak
karşılıklı sevgi ve saygı esasına dayanan, hak ve sorumluluklarının bilincinde mutlu
bir aile yuvasının oluşturulmasını hedeflemiştir. Gençleri evlenmeye ve aile
kurmaya davet eden Sevgili Peygamberimiz zikrettiğimiz hadislerde de görüldüğü
üzere bizlere her konuda olduğu gibi bu konuda da en güzel örnek olmuştur.
Hadislerde Gençlik ve Ahlak İlişkisi
İnsanoğlunun hayırda da, şerde de büyük mesafeler alabileceği gençlik
dönemi, insan ömrünün en verimli çağıdır. Enerjinin ve kabiliyetlerin doruk noktaya
ulaştığı bir zaman olması nedeniyle bu dönemde sahip olunacak üstün ahlaki
nitelikler çok daha önemlidir. Nitekim insanların gölgeden mahrum olacakları
kıyamet gününde, gölgelenebilecek yedi sınıf insanı belirtirken Resulullah’ın(s.a.s)
“…Rabbine ibadet yolunda serpilip büyüyen genç, …” (Buhârî, Muhâribîn: 4)
ifadeleriyle gençlik döneminde ibadetini aksatmayan ve kulluk bilinci içinde
hareket eden kimseleri de zikretmesi bunun bir göstergesidir.
Bir başka hadis-i şerifte ise “insanoğluna... gençliğini nerede (nasıl)
yıprattığı…” sorulmadan kıyamet gününde hesabının tamamlanmayacağının
belirtilmesi (Tirmizî, Sıfâtul-Kıyâme: 1) de gençlik döneminde insanları hayat bilinci
açısından üstün ahlaka sahip olmaya teşvik eder niteliktedir.
Rabbine ibâdet yolunda
serpilip büyüyen
gençler.. (Buhârî,
Muhâribîn, 4)
Bu anlamda hevasına uymayan ve erdemli davranışlar sergileyen gençler için
ise müjde vardır:
"Allah, gayrimeşru şehvet peşinde olmayan genci pek beğenir." (Ahmed b.
Hanbel, IV/151)
Gençlik döneminin bilinçli bir şekilde geçirilmesinin tavsiye edilmesiyle
birlikte bu dönemde diğer insanlara gösterilecek saygının da şu şekilde karşılık
bulacağı ifade edilmiştir:
"Bir genç yaşlı bir insana yaşlılığından dolayı ikramda bulunursa, yaşlandığı
zaman kendisine ikramda bulunacak bir kimseyi Allah ona musahhar kılar."
(Tirmizî, Birr: 75)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Bireysel Etkinlik
Hadis ve Ahlak
•Gençlik döneminde üstün ahlakı edinmenin gerekliliğini
hadis-i şeriflerin rehberliğinde düşününüz.
Hadislerde İktisadi Davranışlar ve Ahlak İlişkisi
Bireyler iktisadi hayatlarında ahlaki prensiplere bağlı kaldıkları ve
davranışlarını bu çerçevede düzenledikleri takdirde; toplumsal hayattaki ekonomik
huzursuzluklar ve dengesizlikler ortadan kalkabilecek, sosyal barış tesis
edilebilecektir. Bu anlamda hadisler ahlaki müeyyideleri vurgulayarak insanları;
cimrilikten, müsriflikten, zengin-fakir ayrımından, dünya malına aşırı bağlılıktan
sakındırarak ve alışveriş ahlakını tesis ederek sosyal adaletin oluşturulmasını temin
etmektedirler.
Örneğin Kayle adında bir kadının, Resulullah(s.a.s) umre yaparken, yanına
gelerek “Ey Allah'ın Resulü! Ben, ticaret yapan bir kadınım. Bir şey satın almak
istediğim zaman ona vermek istediğim fiyatın altında teklif yaparak pazarlık
ederim. Sonra satın almak istediğim fiyata kadar çıkarım. Bir şey satmak
istediğimde de istediğim fiyatın üzerinde bir fiyat söylerim. Sonra pazarlık sırasında
istediğim fiyata kadar düşerim.” sözlerine karşılık Allah Resulü(s.a.s) “Ey Kayle! Böyle
yapma. İster verilsin isterse verilmesin almak istediğin fiyatı söyle" buyurmuştur.
(İbn Mâce, Kitabü’t-Ticârât: 29)
“Bizi aldatan bizden
değildir.”
(Müslim, Îmân 164,
Fiten 16)
Bir başka hadiste ise Resulullâh(s.a.s) buğday satan bir tüccarın alt tarafa yaş
buğdayı üst tarafa ise kurusunu koymak suretiyle satış yaptığını tespit ettiğinde
“İnsanların görmesi için ıslak olanı üst tarafına koysaydın ya! Aldatan bizden
değildir." (Müslim, İman: 164) buyurması alış-verişte doğruluk prensibinin üstün
ahlakın bir göstergesi olarak hâkim kılınması gerektiğine delalet etmektedir.
Nitekim ölçü ve tartıya özellikle dikkat etmek hususunun hadis-i şeriflerde
emredilmiş olması ve doğru ölçü ve tartının bereket sebebi olduğunun bildirilmesi
(Buhârî, Buyû: 52) de bu prensibin bir gereğini ortaya koymaktadır. Ahlaki bir
nitelik olarak doğruluk prensibine bir başka hadis-i şerifte de malın fiyatının,
müşteriyi aldatarak, kasıtlı olarak artırılmaması gerektiği vurgusuyla şu ifadelerle
işaret edilmektedir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hadis ve Ahlak
“(Bir malı satın almak istemediğiniz halde alıcıları kızıştırarak) malın fiyatını suni
olarak artırmayınız."(Ebû Dâvud, Kitâbu’l-Büyû: 44)
İktisadi hayatın en temel kurallarından birisinin haksız kazanç sağlamamak
olduğu pek çok hadis-i şerifte vurgulanırken buna yol açabilecek her türlü davranış
hoş görülmemiş ve reddedilmiştir. Bu anlamda Resulullah’ın(s.a.s) veda hutbesinde
faizin haram olduğunu belirtirken, ilk yasaklamaya kendi yakınlarından başlaması
dikkat çekicidir. (Müslim, Hacc: 194) Yine haksız kazancın önüne geçebilmek amacı
eşliğinde Hz. Peygamber’in rüşvet alana da verene de lanet etmesi (Ebû Dâvud,
Kitâbü’l-Akdiye: 4) müminlerin ekonomik kazanç sağlayabilecekleri her durumda
üstün ahlak eşliğinde hareket etmesi gerektiğini göstermektedir.
İktisadi hayatta aşırı tüketim insanlar arası kaynak dağılımını bozduğu gibi,
aşırı tasarruf da yatırımları azaltacaktır. Bu nedenle hadis-i şeriflerde meşru sınırlar
içerisinde harcama yapmak teşvik edilmiştir ki, şu hadis de bu duruma delalet
etmektedir:
“Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf
etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun
üzerinde görmek ister.” (Buhârî, Libâs: 1; İbn Mace, Libâs: 23.)
Hadislerde Bireysel İlişkiler ve Ahlak
Huzurlu bir toplumun inşâsında, sevgi ve saygı zemininde kişiler arası
sağlıklı bir iletişimin kurulması önem arz etmektedir. Sevginin ve saygının olmadığı
samimiyetten yoksun ilişkiler, menfaate dayalı günübirlik ilişkiler olacaktır. Söz
konusu zemin, toplumda fertlerin birbirlerine güven duymalarını, dayanışma
içerisinde olmalarını dolayısıyla güçlü bir yapı oluşturmalarını sağlayacaktır.
Nitekim, hadis-i şeriflerde de sağlıklı bir toplumsal yapının oluşabilmesi için bu
hususa dikkat çekilmiş, insani ilişkilerde üstün ahlakın hâkim kılınması esas olarak
kabul edilmiştir. Hz. Peygamber’den nakledilen şu hadisler de bunun bir
göstergesi konumundadır:
“İmânı en mükemmel
mümin, ahlakı en güzel
olan mümindir.”
“Müslüman; insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” (Tirmizî,
Îmân: 12)
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (gerçek
anlamda) iman etmiş olamazsınız.” (Müslim, Îmân: 93)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hadis ve Ahlak
Pek çok hadiste Müslüman kimsenin Allah’a itâat ve ibadet görevinin yanı
sıra insâni ilişkilerinde dürüst, samimi, hoşgörülü, başkalarına yardım eden,
kimseye kötülük etmeyen, kendisine yapılan kötülüğü bağışlayan, başkalarına yük
olmamaya çalışan olgun kimse olarak tasvir edilmesi de bireysel ilişkilere hangi
ölçüde ehemmiyet verildiğini göstermektedir. Nitekim, Resulullah’ın(s.a.s) “hangi
amel daha üstündür?” diye kendisine soru soran kimseye “insanlara yemek
yedirmen ve tanıyıp tanımadığın herkese selam vermendir” (Buhârî, İman, 20) diye
cevap vermiş olması ve yine bir başka hadiste “Kişiye şer olarak Müslüman
kardeşini hor görmesi yeter.” (Ebu Dâvud, Edeb: 35) ifadesinin nakledilmesi de
bunun bir göstergesi niteliğindedir.
“Kişiye şer olarak
Müslüman kardeşini
hor görmesi yeter.”
(Ebu Dâvud, Edep: 35)
Bireysel ilişkilerde, karşısındaki kişiye güven vermenin en önemli
hususlardan biri olduğuna dikkat çekilen hadis-i şeriflerde karşısındaki insana
yapılan muameleyi kendine yapılıyormuş düşüncesiyle hareket edip sevinçleri ve
kederleri paylaşma yoluna gitmenin gerekliliğine işaret edilmiştir.
“Sizden biriniz kendisi için istediğini din kardeşi için de istemedikçe gerçek
mümin olamaz” (Buhârî, Îmân: 7)
“İyi Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu
kimselerdir. Asıl muhacir ise Allah’ın yasaklarından kaçınandır.” (Buhârî, Îmân:
4)
“Gerçek mümin hem seven hem de sevilendir. Sevmeyen ve sevilmeyen
kimsede hayır yoktur.” (Buhârî, Edeb: 27)
“Vallâhi iman etmiş olamaz, vallahi iman etmiş olamaz, vallahi iman etmiş
olamaz. ‘Kim ey Allah’ın Resulü’ denildiğinde “şerrinden komşusu emin
olmayan kimse” buyurmuştur. (Müslim, Îmân: 73)
Allah Resulü(s.a.s) insani ilişkilerde yardımlaşmanın ve karşısındaki insanın
ihtiyacını gidermenin önemine “Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın, Allah da
ihtiyacını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin Allah da kıyamet günündeki
sıkıntılarından birini giderir. Bir Müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyamet
gününde ayıplarını örter.” (Müslim, Birr: 58) ifadeleriyle dikkat çekerken ahlak
eğitiminde, özellikle mahrumiyet oluşturacak ya da yok sayılmasına neden olacak
davranışlarda karşıdaki insanın inancının hiçbir şekilde etkin olamayacağına da
işaret edilmiştir. Nitekim koyun kesen Abdullah İbn Amr’ın Yahudi komşusunu
defalarca zikretmesi (Buhârî, Edebu’l Müfred: I/58) de buna bir delildir. Yine Hz.
Peygamber’in “Üç şey iyiye karşı da kötüye karşı da yapılır: Sıla-i rahim, ahde vefa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hadis ve Ahlak
ve emaneti eda etmek” ifadeleri de kişiler arası ilişkilerde müminin taşıması
gereken özellikleri göstermekte, muhatabın niteliğine bakılmadan sergilenmesi
gereken tutumu ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber’in yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede, insanlık tarihinde eşine
rastlanılamayacak dönüşümü sağlamasının temel sırrı, alçak gönüllü ve yumuşak
huylu olmasıdır. Müminler söz konusu olduğunda, Firdevs’e varis olacakların
vasıfları zikredilirken, ibadetlerinde hassas olmalarının yanında, onların boş
sözlerden uzak durdukları, emanet ve ahitlerine bağlı kaldıkları vurgulanmaktadır.
(Müminûn/70:1-8) Bir başka ayet-i Kerimede ise, “Rahman’ın kulları yeryüzünde
tevazuyla yürürler ve cahil kimseler onlara musallat olduğunda da “Selam” deyip
geçerler” (Furkân/25:63) buyurularak olgun bir müminin, kendisine musallat bile
olsa, diğer insanlara karşı nasıl davranması gerektiği ifade edilmiştir. Nitekim hadisi şeriflerde de bu husus şu şekilde yer almaktadır:
“Allah bana birbirinize tevazuyla muamele etmenizi, kimsenin kimseye karşı
övünmemesini ve bir kimsenin başkasına zulmetmemesini vahyetti.” (Müslim,
Cennet: 64)
“Allah refiktir (kullarına kolaylık diler.) Kullarının da her hususta yumuşaklıkla
muamele etmelerini ister.” (İbni Mace, Edep: 9)
“Allah refiktir, sözde ve işte nazikliği sever. Allah sertlik ve kabalığa hatta ondan
başkalarına vermediğini rifke (yumuşaklığa) verir.” (Müslim, Birr: 77)
“Sana rifk gerek çünkü rifk, bulunduğu şeyi güzelleştirir, uzaklaştığı şey ise
çirkinleştirir.” (Müslim, Birr: 78)
Fıtraten yanlış yapmaya ve hata işlemeye meyyal olan insanoğlunun,
çevresindekilerle iletişiminde bazen sorunlar yaşaması söz konusu olabilmektedir.
Böylesi zamanlarda insanlara düşen önemli görevlerden bir tanesi de bu tür
sıkıntıları çözüme kavuşturmaya çalışmaktır. Yalanın her çeşidine şiddetle karşı
olan dinimizin, insanların arasını düzeltme gayreti esnasında bunu kabul edilebilir
bulması İslam ahlakında insani ilişkilere verilen önemin bir göstergesi
niteliğindedir. Bu hususla ilgili olarak Resulullah’tan(s.a.s) nakledilen şu hadisler
bireyler arası ilişkilerde prensipleri ortaya koymaktadır:
“İnsanların arasını bulmak için hayırlı haber götüren (veya hayırlı söz
söyleyen) kimse yalancı sayılmaz.” (Buhârî, Sulh: 2)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Hadis ve Ahlak
“Resulullahsav, sizlere nafile oruç, nafile namaz ve sadakadan daha faziletli ameli
bildireyim mi? diye sorduğunda orada bulunanlar “evet”, deyince
Peygamberimiz; “iki kişinin arasını düzeltmektir” buyurdu.” (Ebu Dâvud, Edeb:
58)
İbn Şihâb: “ İnsanların yalan söylemelerine şu üç yerin dışında müsaade
edildiğini duymadım. Bu üç yer: Savaşta düşmanı yanıltmak için, insanların
arasını düzeltmek için, karı kocanın aralarındaki sıkıntıyı gidermek için
birbirlerine karşı yalan söylemeleri.” (Müslim, Birr: 101)
Toplum bilinci oluşturabilmek adına kişiler arası ilişkilere önem veren Hz.
Peygamber insani ilişkilerde iletişim ahlakını tesis edecek ilkeleri belirtmiş,
aralarında hiçbir ayrım yapmaksızın, kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerinin sağlam
prensiplere bağlanmasını istemiş ve bunun ölçülerini ortaya koymuştur. Bu
husustaki hadislerden bazıları şu şekildedir:
“Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir. Selamını almak,
hastalandığında ziyaret etmek, cenazesine iştirak etmek, davetine icabet etmek
ve aksırdığında hayır duada bulunmak.” (Buhârî, Cenâiz: 2)
“Allah katında insanların hayırlısı, selama önce başlayandır.” (Ebû Dâvud, Edeb:
133)
“Musafaha yapınız aranızdaki kin yok olsun, hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz
ve cimriliğiniz yok olsun.” (Mâlik, Hüsnü’l-Hulk: 16)
“Yemeklerin en şerlisi, zenginlerin çağrılıp fakirlerin terk edildiği yemeklerdir.
(Buhârî, Nikâh: 73)
İslam âlimlerine göre ahlak, Hz. Peygamber’den gelen her şeyi
kapsamaktadır. Bu açıdan bakıldığında hadis edebiyatının ve hadis rivayetlerinin
tamamının ahlaka dair olduğu söylenebilir. Bununla birlikte bir konuyu belirli bir
yaklaşımla işlemenin getirdiği zorunluluk eşliğinde sunduğumuz örnekler üzerinden
şunu ifade edebiliriz ki üstün ahlaka erişmeyi hedefleyen kimseye yaraşan, bu
hasletlerin hepsini kendinde toplamaya gayret etmesi, kusuru olduysa da, en
azından bazılarını kendinde toplamak için çalışması ve kendisine verilen güzel
hasletlere sarılmasıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Özet
Hadis ve Ahlak
•Bu ünitede hadis ve ahlak arasındaki ilişki ele alınmış ve özetle şu
hususlara değinilmiştir:
• Hz. Peygamber’in söz, davranış ve takrirlerini yansıtan hadis
rivayetlerinde, din ile ahlak arasında ontolojik bir bağ vardır. Zîra
Resulullah (s.a.s.) güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiştir.
Dolayısıyla güzellikle ve de güzel ahlâkla din arasında doğal bir ilişki
bulunmaktadır
• İslam ahlakının iki temel kaynağından birisi olan hadis rivayetleri,
müminin iman ve amel dünyasında da etken role sahip olması
nedeniyle üstün ahlakın tesisinde önemli bir role sahiptir.
• Hadis edebiyatında ahlakı bir konu olarak ayrı bir bölümde aramak ya
da ahlak konusunu sadece belirli bölümlere ve belirli rivayetlere has bir
kavram olarak vasıflandırmak doğru bir tutum olmayacaktır. Çünkü
ahlak, muhaddis musanniflerin zihin dünyasında sadece bu kavramlara
ait bir olguya işaret etmemekte bilakis Hz. Peygamber’den nakledilen
her hadis-i şerif “ahlak” kavramının kapsam alanı içerisinde yer
almaktadır. Bu nedenle de bütün bir hadis edebiyatına ahlâkla ilgili
temel ilkelerin bulunabileceği bir hazine olarak yaklaşılması
gerekmektedir
• Hz. Peygamber'in ahlakı ile ahlaklanmayı hedefleyen kişiye yaraşan,
hadislerde ifade bulan üstün ahlaki niteliklere sahip olabilmek için
gayret etmesidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Hadis ve Ahlak
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi hadis ve ahlak arasındaki ilişkiyi ifade
etmektedir?
a) Bazı hadisler insanın ahlaklı olmasını temin etmeyi hedefler.
b) Hadis eserlerinin “edeb” bölümleri ahlak ile ilişkilidir.
c) Hadis rivayetleri, kişinin ibadet dünyasını belirlediği ölçüde ahlak ile
ilişkilidir.
d) Hadis rivayetlerinin tümü ile ahlak arasında varoluşsal bir bağ vardır.
e) Hadis rivayetleri kişinin imanını kuvvetlendirdiği ölçüde ahlak ile
ilişkilidir.
2. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in doğrudan “ahlak“ üzerine
söylediği hadis-i şeriflerden birisi değildir?
a) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”
b) “Kendisi için istediğini din kardeşi için de istemeyen kâmil mümin
olamaz.“
c) “Müminlerin iman yönünden en üstün olanı, ahlakça en üstün olanıdır.“
d) “Yer ve gökler adalet ile ayakta durmaktadır.“
e) “Allah’ım! Ayrılıktan, iki yüzlülükten ve ahlakın kötüsünden sana
sığınırım.”
3. “İyilikle kötülük asla bir olmaz. O hâlde sen kötülüğü en güzel şekilde
uzaklaştır. O zaman seninle aranda düşmanlık bulunan kimse candan,
sıcacık bir dost oluvermiştir. “ (Fussilet Suresi, 41/34)
Yukarıdaki ayette vurgulanmak istenen temel mesaj aşağıdaki hangi
hadis ile ortak niteliktedir?
a) “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirini sevmedikçe de iman
etmiş olamazsınız.”
b) “Allah katında insanların hayırlısı, selama önce başlayandır”.
c) “Yiyiniz, içiniz, sadaka veriniz ve giyininiz. Ancak kibirlenmeyin ve israf
etmeyin. Şüphesiz Allah (c.c.) nimetinin eserini (görüntüsünü) kulunun
üzerinde görmek ister.”
d) “Musafaha yapınız aranızdaki kin yok olsun, hediyeleşin ki birbirinizi
sevesiniz ve cimriliğiniz yok olsun.”
e) “Allah bana birbirinize tevazuyla muamele etmenizi, kimsenin kimseye
karşı övünmemesini ve bir kimsenin başkasına zulmetmemesini
vahyetti.”
4. - “… Nice geceleri namaz kılanlar vardır ki onların namazdan nasipleri
sadece uykusuz kalmaktır.” (İbn Mâce, Sıyam, 21)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Hadis ve Ahlak
- “Kim yalan sözü ve yalan ile iş yapmayı bırakmazsa Allah’ın onun yemesini
ve içmesini terk etmesine ihtiyacı yoktur” (Buhârî, Savm, 8; Ebû Dâvûd,
Savm, 25)
Yukarıda zikredilen hadis-i
aşağıdakilerden hangisidir?
şeriflerde
vurgulanan
ortak
mesaj
a)
b)
c)
d)
Gece namazını kılanların çoğunluğu sadece uykusuz kalmış olurlar.
Allah’ın (c.c.) bizim tutacağımız oruca ihtiyacı yoktur.
Oruç tutmak sadece yemek ve içmekten uzak durmayı ifade etmez.
Oruç tutarken ve gece namazı kılarken Yüce Allah’ın ibadetlerimizi kabul
etmesi için daha çok gayret gösterilmelidir.
e) İbadetlerin temel gayelerinden birisi de kişilerin ahlaken
olgunlaşmalarını da temin etmektir. Aksi takdirde şeklen yapılan ama
davranışlarda insan rehberlik yapmayan ibadetler meyvesiz ağaca
benzeyecektir.
5. Aşağıdakilerden hangisi ahlak konulu hadis eserlerinden birisi değildir?
a) Buhârî - Edebu’l-Müfred
b) Hatîb Tebrîzî - Mişkâtu’l Mesâbîh
c) Taberânî - Mekârimü’l-Ahlak
d) Abdullah ibnü’l-Mübârek - Kitâbü’z-Zühd ve’r-Rekâik
e) İbn Şâhîn - et-Terğîb fî-Fedâili’l-A’mâl
Cevap Anahtarı:
1. d 2.d 3.e 4.e 5.b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Hadis ve Ahlak
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akseki, Ahmed Hamdi. (1979). Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı: Ahlak Dersleri,sdl: Ali
Arslan Aydın. Ankara: Nur Yayınları.
Algül, Hüseyin. (1977). İslam Ahlak İlminin Dünü ve Bugünü. Nesil Mecmuası II/2.
İstanbul.
Aynî, Mehmed Ali. (1343). Ahlak Dersleri. İstanbul.
Balaban, Mustafa Rahmi. (1950). İlim-Ahlak-İman. Ankara.
_________. (1949). Tarih Boyunca Ahlak. İstanbul.
Beekun, Rafik Issa. (1997). Islamic Business Ethics. Virginia.
Bertran Alexis. (2001). Ahlak Felsefesi. çev. Salih Zeki, sdl. Hayrani Altıntaş, Ankara:
Akçağ Yayınları.
Bilmen, Ömer Nasuhi. (1927). Nazarî ve Amelî Ahlak-ı İslamiyye Dersleri. İstanbul.
Boutroux, Emile. (1940). Avrupa Medeniyyetinin Ahlak Kökleri. trc. Rahmi Balaban.
İzmir.
Buhari, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail. (1996). el-Edebü’l-Müfred. thk. Hâlid
Abdurrahman el-‘Akk. 1. Baskı, Beyrut.
Cevizci, Ahmet. (2002). Etiğe Giriş. İstanbul: Paradigma
Çağırıcı, Mustafa. (1985). Anahatlarıyla İslam Ahlakı. İstanbul: Ensar Neşriyat.
Çetin, Abdurrahman. (2007). Peygamberimizin Ahlakı, İstanbul: Ensar Neşriyat.
Draz, M. Abdullah. (2002). Kur’an Ahlakı. çev. Emrullah Yüksel - Ünver Günay.
İstanbul: İz Yayıncılık.
Erdem, Hüsameddin. (trz.). Ahlak Felsefesi. Konya: HÜ-ER Yayınları.
_________. (1994). Ahlaka Giriş, Konya.
_________. (1996). Son Dönem Osmanlı Düşüncesinde Ahlak. Konya: Sebat
Matbaacılık
Fındıkoğlu, Z. Fahri. (1944). Ahlak Tarihi. İstanbul.
Gregorie, François. (1971). Büyük Ahlak Doktinleri. trc. Süreyya Cemal. İstanbul.
Güler, İlhami. (2003). İman-Ahlak İlişkisi. Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
İbn Ebü'd-Dünya. (1989). Mekarimü'l-Ahlak. Beyrût: Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Hadis ve Ahlak
İbn Hazm. (2005). Ahlak. çev: C. Erdemci - H. H. Bircan. Van: Bilge Adam Yayınları.
İbn Miskeveyh. (1983). Ahlakı Olgunlaştırma. çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu.
Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
Kamil, Mehmet. (1330). Ahlaki Şeriyye Dersleri. İstanbul.
Kandemir, Yaşar. (1986). Örneklerle İslam Ahlakı. İstanbul: Nesil Yayınları.
Kınalı Zâde, Alâud-Dîn Ali Çelebi. (trz.). Ahlakı-Alâî. sdl. Hüseyin Algül. İstanbul:
Tercüman 1001 Temel Eser Dizisi.
Kılıç, Recep. (1992). Ahlakın Temelleri. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Koca, Suat. (2005). Erken Dönem Mekârim-i Ahlak Literatürünün Ahlak-Değer
İlişkisi Bakımından İncelenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, AÜSBE, Ankara.
Kutub, Muhammed. (1977). İslam Terbiye Metodu ve Ahlak Sistemi. trc. Ali Özek.
İstanbul.
Mustafa Rahmi. (1342). Ahlak. İstanbul.
Naim, Babanzade Ahmed. (1963). İslam Ahlakının Esasları. İstanbul.
Özlem, Doğan. (2004). Etik-Ahlak Felsefesi. İnkılâp Kitabevi. İstanbul.
Pazarlı, Osman. (1980). İslâm’da Ahlak. Remzi Kitabevi. 2. Baskı. İstanbul.
Şekerci, Osman. (t.r.z.). Kaynaklarımıza Göre İslam Terbiyesi. İstanbul.
Turgut, Ali. (1980). Kur’an-ı Kerim’e Göre Ahlak Esasları. İstanbul: Şamil Yayınevi
Ülken, Hilmi Ziya. (1946). Ahlak. İstanbul.
Ürkmez, Ahmet. (2010). Ahlak Ekseninde Hadis. Ankara: Diyanet Vakfı Yayınları.
Yaran, Cafer Sadık. (2010). Ahlak ve Etik. İstanbul: Rağbet Yayınları.
_________. (2005). İslam’da Ahlakın Şartı Kaç: Dört Temel İslâmî Erdem. İstanbul:
Elif Yayınları.
Yetmen, Fahrunnisa. (1958). Ahlakın Temeli Nefis Terbiyesidir. Ankara: Akın
Matbaası.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM’DA AHLAKIN KAYNAĞI
YAPTIRIMI VE İNSANIN DOĞASI
• İslam'da Ahlakın Kaynağı ve
Kapsamı
• Ahlaki Yükümlülük ve Yaptırım
• İnsanın Doğası ve Özgürlüğü
İSLAM AHLAK
ESASLARI
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• İslam'da ahlak ve İslam ahlakının önemini
kavrayabilecek
• İslam'da ahlakının kaynağını ve kapsamını
anlayabilecek
• İslam ahlakıyla bağlantılı olarak insanın doğası ve
özgürlüğü konusunda bilgi sahibi olabileceksiniz
ÜNİTE
3
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
GİRİŞ
Ahlaka ilişkin yapılan tanım zenginliği temel bir noktaya işaret eder: Yaşamı
Yönlendirme. Eğer bu çıkarım doğruysa, iyi ve kötünün bilgisine, yöneleceği amaca
ve bunları gerçekleştirecek türden bilgi, güç ve iradeye sahip olmayan bir insan
yaşamı yönlendiremez (Pazarlı, 1972: 12).
Ahlak, son tahlilde, yaşamı yönlendirmeye yönelik ne yapmalıyım ile ne
yapmamalıyım sorularını cevaplayan bir disiplin olarak görülür. Bu hâliyle ahlak,
“yapılması ya da yapılmaması gereken kuralların izlenmesinden, ahlaki seçimlere
yardımcı olan veya onları engelleyen motiflerden, ahlaki kararlar alırken
eylemlerimizin sonuçlarının rolünden ve ahlaka uygun bir yaşam sürmekten söz
eder. Farklı ahlak düzenleri, insanlık doğasının farklı anlayışlarını, ahlakın yönü ve
temelini ve ahlaka uygun kararların biçimini, nasıl olmaları gerektiğini yansıtır.
Modern ahlak felsefesinde bölünme çizgileri her iki yanda da düzenlenmiş olarak
görülebilir” (Cook, 2004: 198).
Ahlaka ilişkin yapılan
tanım zenginliği temel
bir noktaya işaret eder:
Yaşamı Yönlendirmek
İslam’da ahlaktan söz edilirken, bir yandan, öncelikle bir ‘Kur’an Ahlakı’na
dikkat çekilir, öte yandan, Kur’an Ahlakı’nın yanında bir de bu ahlakı örneklerle
zenginleştiren ve daha açık hale getiren ‘Hadis Ahlakı’ndan söz etmek gerekir.
Gerçekte dile getirilen bu iki ahlak türü, hem kaynak hem de yapı itibariyle İslam
Ahlakı’nı oluşturur.
İslam’da ahlaktan söz edilirken, İslam ahlakı ile ne kastedilir? Doğrusu,
“‘İslam Ahlakı’ terimi, İslamiyet’in sunmuş olduğu hayat tarzını anlamak için
kullanılır. İlahi kaynaklı diğer dinlerde olduğu gibi İslamiyet de; din olarak, insanlığa
bir hayat tarzı sunar. İnsanların nasıl yaşamaları gerektiğini, nasıl bir hayat
sürdürürlerse mutlu olacaklarını öğretir” (Kılıç, 5).
İslam‘da ahlaka yönelik kimi ayrışmalardan söz edilebilir:
 Kaynağını Kur’an ve Hadis’ten alan İslam Ahlakı.
 Kaynağını bir yandan Kur’an ve Hadis’ten diğer yandan Antikçağ ahlak
felsefesinden alan İslam Ahlak Felsefesi (Yaran, 43).
İslam ahlakı, birbirini tamamlayan öz ve yapılar hâlinde Kur’an Ahlakı ve
Hadis Ahlakı olarak ikiye ayrışır. Buna göre, “İslam ahlak düşüncesi Kur’an ve
Sünnet’le başlar. Bu iki kaynak dinî ve dünyevi hayatın genel çerçevesini çizmiş,
ameli kurallarını belirlemiş, böylece daha sonra fıkıhçı ve hadisçiler, kelâmcılar,
mutasavvıflar hatta filozoflar tarafından geliştirilecek olan ahlak anlayışlarının
temelini oluşturmuştur”(Çağrıcı, 1989: 1). İslam Ahlak Felsefesi ise bu süreçten
sonra başlar, dolayısıyla da Felsefi Ahlak, Fıkhi Ahlak, Tasavvufi Ahlak ve Kelami
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Ahlak olmak üzere dört kategoriye ayrışır. Bununla birlikte, İslam’da ahlaka yönelik
öne çıkan pratik açıdan değer taşıyan önemli bir ayrışma daha vardır. Şöyle denilir:
İslam’da ahlak, ‘övülen ahlak’ ve ‘yerilen ahlak’ olarak iki kısma ayrışır. Ahlakın
övülen kısmında, adalet ve ihsân gibi iyi ve güzel; yerilen kısmında ise kin ve yalan
gibi kötü ve çirkin olan vardır(Pazarlı, 1972: 15).
İslam’da ahlak ve İslam ahlakı konusunda şu ana dek verdiğimiz bilgiler,
yalnızca ahlakın konusu ve kapsamı açısından değer taşımaz, aynı zamanda ahlakın
kaynağı, insanın doğası ve özgürlüğü açısından da açıklayıcı bir öneme sahiptir.
İSLAM’DA AHLAKIN KAYNAĞI VE KAPSAMI
İslam’da Ahlakın Kaynağı
İslam’da ahlakın kaynağı sorununu tartışmadan önce, hemen şunu ifade
edelim ki, “doğasının gereği olarak ilk insandan beri ahlak, ahlak sorunları, ahlaki
çözüm yolları ve ahlaki gelişim imkânı hep var olmuştur ve insan var olduğu sürece
de her zaman var olacaktır” (Yaran, 12). İşte bu sorunlardan biri de kuşkusuz,
ahlakın kaynağı sorunudur.
Ahlakın kaynağı sorunu bağlamında ortaya konulan teorik çerçeve üç ayrı
kaynağa işaret eder: Teoloji, Kozmoloji, Antropoloji. Ahlakın kaynağına ilişkin en
çok bilinen çerçeve bundan ibarettir. İslam’da ahlakın kaynağı teolojik bir öz içerir.
Bu nedenle ahlaka yönelik teolojik temellendirmeyi daha yakından tanımakta
fayda vardır.
İslam’da ahlakın
kaynağı teolojik bir öz
taşır.
Ahlaka teolojik temel arama konusu, başka bir deyişle “iyi ile kötü arasındaki
radikal ayrımı mutlağa bağlama teşebbüsü” insanlık tarihinde iki kategoriye ayrışır.
Bu bağlamda, “ilk tezahür Doğu ve Yunan antikitesinde görünmüştür. Bu, ilkesi
Çin’de Tao, Hindistan’da Rita, İran’da Urta… ve Yunanistan’da Dike olarak görünen
evrensel bir anlam sürekliliği öğretisidir.” İkinci çaba ise İsrail oğulları örneğinde
görülür. Daha sade bir ortamda kendini gösteren bu ikinci adım, oldukça net bir
biçimde, Tanrı’yı merkeze alır(Buber, 2000: 119, 123).
İslam’da ahlakın ilk kaynağı, her şeyden önce, Kur’an-ı Kerim’dir. Bu anlamda
Kur’an, bir yandan bütün dinî hükümlerin dayandığı, öte yandan ahlaki hükümlerin
çıkarıldığı temel bir kaynak niteliği taşır.
“Elif lâm ra. (Bu), Rablerinin izniyle insanları karanlıktan aydınlığa çıkarıp o
güçlü ve övgüye layık olan (Allah)ın yoluna iletmen için sana indirdiğimiz
kitaptır.” (İbrahim/14: 1)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
“İşte o Kitap; kendisinde hiç şüphe yoktur; müttakiler için yol göstericidir.”
(Bakara/2: 2)
“Ramazan ayı, insanlara yol gösteren, hidayeti, doğruyu ve yanlışı ayırt edip
açıklayan Kur’ân’ın indirildiği aydır.” (Bakara/2: 185)
İslam ahlakı’nın ikinci kaynağı Hadis’tir. Başka bir deyişle, “Kur’an’dan sonra,
İslam ahlakının en büyük kaynağını, Hz. Peygamber’in hayatı, sözleri ve yaşayış
prensipleri teşkil etmektedir. Aynı zamanda bunlar, ameli ahlak alanında uyulması
gereken esasları meydana getirirler”(Erdem, 1996: 20).
Hz. Peygamber, model
alınacak bir ahlaka
sahiptir.
.
Doğrusu, İslam ahlakı’na kaynaklık etme açısından Hadis’in önemi,
Peygamberimizin yaşantı, söz ve davranışlarıyla insanlar için ‘model’ olma
özelliğinden ileri gelir. Nitekim her peygamber gibi Peygamberimiz, önce insan,
sonra da Tanrı’nın insan için görevlendirdiği bir elçidir. Bu cümleden olarak Hz.
Peygamberi ‘model’ almanın kimi koşulları vardır. Bu bağlamda şu iki temel nokta
büyük önem taşır:
 Kur’an-ı Kerim’i iyi öğrenmek. Çünkü Hz. Peygamber, hayatını, büyük ölçüde
yorumlayıcısı olacak şekilde Kur’an-ı Kerim’e göre yönlendirmiştir.
 Hz. Peygamber’in olaylar karşısında takındığı tavrı iyi algılamak gerekir. Bu
algı, O’nun hayatını iyi öğrenmeye bağlıdır. O’nun hayatını gereği gibi
öğrenmek ise hadisleri iyi öğrenmekten geçer(Kılıç, 7- 9).
“Andolsun Allah’ın Elçisi’nde sizin için Allah’a ve ahret gününe kavuşmaya
inanan ve Allah’ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.”
(Ahzâb/33: 21).
“Ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim.” (Ahmed b. Hanbel, II,
381)
“Allahım, beni güzel yarattığın gibi, ahlakımı da güzelleştir.” (Ahmed b. Hanbel,
II/403).
İslam’da ahlakı teolojik açıdan temellendirme bazı önemli noktaların öne
çıkarılmasına işaret eder. Bu cümleden olarak, ahlakı teolojik açıdan
temellendirme:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
 Yalnızca görece oluştan kurtuluşu ifade etmez; aynı zamanda, iyi olanın
yükselişini, kötü olanın ise alçalışını öngörür(Mevlânâ, 1991: Rubai No:
1239). Bu öngörüde, bireysel özgürlüğe de yer vardır.
 Varlığı farklı ve bir de öteki boyutlarıyla görme olanağı sağlar. Bu noktanın
açığa kavuşmasında, acı çekmeyi neşelenmeye, üzülmeyi yenilenmeye iten
faktör olarak gören insanlar örnek olarak verilebilir(Mevlânâ, 1991: Rubai
No: 1277).
İslam’da ahlakın ilk
kaynağı Kur’an-ı Kerim,
İkinci kaynağı ise
Hadis’tir.
 Ahlakın içkin boyutunu sorun olmaktan çıkarmayı öngörür. Ahlakın görece
oluşu, bu noktada aşılması gereken bir sorun olarak görülür. Nitekim
evrenseli yakalama arzusunda olan insan açısından ahlakta içkin boyut ve
görece oluş ahlakın en zayıf yönünü ya da yumuşak karnını ifade eder.
 Ahlak açısından önem taşıyan güçlü benlik, tutarlı kişilik, kontrol edilebilir
davranış, davranış güzelliğinde görülen iyileşme, ahlaki kişiliğin iyileşmesi
türü söylemlere öncelik öder. Bu bağlamda, İslam ahlakının ikinci kaynağı
olarak, Hz. Peygamber’in söz ve davranış biçiminim yönlendirici etkisini iyi
görmek gerekir.
Öyle anlaşılıyor ki, İslam Ahlakı’nın temeli noktasında Kur’an ve Hadis’e atıfta
bulunmanın önemi şu şekilde ortaya konabilir: “Kur’an-ı Kerim’de insanlara ahlak
yolunu gösteren pek çok emirler vardır. Hadisler ise hayatın ve toplumun binlerce
sorunlarını karşılayacak kadar zengindir.”(Pazarlı, 1972: 18-19).
Sonuç olarak, İslam’da ahlakının temel kaynağının Kur’an ve Hadis olduğunu
söylemek, İslam ahlakını Tanrı-merkezli düşünmek demektir. Genelde bir ahlakı,
özelde ise İslam ahlakını Tanrı merkezli düşünmek, Tanrı’ya yönelik güç, bilgi, irade,
hikmet ve adalet gibi kimi nitelemeleri öne çıkarır.
İslam’da Ahlakın Kapsamı
İslam ahlakı, teorik ve pratik olarak, sonuç elde etmek için gerekli olanı
özünde barındır. Bu cümleden olarak, İslam’da ahlakın kapsamı; tanım, amaç, konu
ve sorunsal olarak bunların birbirleriyle olan bağlantılarını içerir. Bu cümleden
olarak, bize göre, İslam’da ahlakın kapsamı içinde öncelikle şu sorular yer alır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
İslam, insana ne tür bir hayat tarzı sunar?
İslam’ın insana sunduğu hayat tarzının nitelikleri nelerdir? Bu soruya
verilecek açıklayıcı bir cevap, İslam ahlakının kaynağı sorunu tartışılırken de ifade
edildiği gibi, “İslam’ın sunmuş olduğu hayat tarzının yani İslam Ahlakı’nın ne
olduğunu en kısa yoldan öğreneceğimiz ilk kaynak, Kur’an-ı Kerim’dir. İkinci kaynak
ise, hadis-i şerifler’dir”(Kılıç, 5).
İslam’da ahlakın erişim alanı için ön görülen sınır nedir?
Bu noktanın açılımı bağlamında öz olarak şöyle denilebilir: “İslam ahlakı,
zaman ve mekân kaydı olmaksızın bütün hayatı içine almaktadır. Merkezde insan
olmak üzere, insanın çevresindeki her şeyle olan münasebeti bu ahlak alanı içine
girer”(Erdem, 1996:22).
İslam’da ahlaklı olmaya niçin önem verilmiştir?
İslam Ahlakı’nın ahlaklı olmaya verdiği önem, insanın sahip olduğu özden
ileri gelmektedir. Zira insan, yalnızca akıl ve irade sahibi değil, aynı zamanda, egoist
ve birlikte yaşam arzusunda olan bir varlıktır.
İslam’da ahlakın evrensel içerikte oluşu ne ifade eder?
Bu noktanın açılımı, günümüz insanının ahlaki gereksinimi açısından
mutluluk ve adalete atıf yapmayı öngörür. Bu cümleden olarak, bir yandan, İslam
Ahlakı’nın ilahi buyrukla olan bağlantısı ‘adalet’ temelinde tanrısal bir çerçeveye
oturmuş görünür, öte yandan, teorik ve pratik ahlak alanında İslam’ın koyduğu
ilkeler, iyi anlaşılmak koşuluyla, bütün insanlığın mutluluğunu karşılayacak
genişlikte algılanır.
İslam’da ahlakın teorik ve pratik olanla bağlantısı nedir?
Genelde ahlak, özelde ise İslam ahlakı, hem teorik olarak en üst iyi üzerinde
düşünür, hem de pratik olarak ödevin yerine getirilmesini öngörür.
İslam’da ahlak ne tür ödev, yükümlülük ve yaptırım içerir?
Ahlaki ödev, yükümlülük ve yaptırımın yalnızca İslam ahlakında görülen üç
temel niteliği vardır:
 İslam ahlakı, insana tanıdığı geniş özgürlükle, yaşamını zaman ve koşullara
uygun olarak düzenleme olanağı vermiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
 Ortaya koyduğu ahlaki kurallarda anlaşılır bir yumuşaklık ve pratik bir
hoşgörüye sahiptir.
 Ahlaki ödevleri sınırlandırır ve bir kategoriye tabi tutar(Draz, 1993: 27, 33,
41; Pazarlı, 1972: 114).
Bu niteliklerden ilki, genel olarak insan doğasıyla; ikincisi yaşamın somut
gerçekliğiyle; üçüncüsü ise fiilen kategorileşmeyle ilgilidir.
Öyle anlaşılıyor ki, İslam’da ahlak dinî ve felsefi bir değer taşır. Öngörülen bu
değer, İslam ahlakının; yalnızca tanım ve ayrışımında görülmez, aynı zamanda,
içeriğine yönelik iyi, kötü, erdem, özgürlük, yükümlülük, yaptırım, sorumluluk,
amaç, davranış, vb. gibi ahlaki kavramların tartışılmasında da görülür.
İSLAM’DA AHLAKİ YÜKÜMLÜLÜK VE YAPTIRIM
İslam’da Ahlaki Yükümlülük
Yükümlülüğün kaynağı nedir? Bir yükümlülük, insana, neden, şu ya da bu işi
yapmak zorunda olduğunu söyler? Doğrusu, yükümlülük, ahlak açısından ideal
olanı gerçekleştirme konusunda duyduğumuz bir tür istek ve eğilimdir. Bu istek ve
eğilimi gerçekleştirecek olan şey ise akıl ve istençtir. Burada hemen şunu ifade
edelim ki, “yükümlülük, bir öğütle bir zorunluluk arasında orta bir yerdedir.
Zorunluluktur, çünkü ona karşı direnilemez; bir öğüttür, çünkü biz onu tartışmak ve
hatta uygulamamak hakkına sahibiz.”(Pazarlı, 1972: 100-101).
Doğrusu, yükümlülüğün kaynağı sorunu, öteden beri ahlak filozoflarını
meşgul etmiş görünmektedir. Bu soruya yönelik dört ayrı cevabın verildiği dikkat
çekmektedir:
Yükümsüz ve Yaptırımsız Ahlak Modeli
Bu model, Fransız düşünür J. M. Guyau’a aittir. Ona göre, yükümlülüğün
temelinde bireysel güçlü bir içgüdü vardır. Sözü edilen bu içgüdü, yaşama engel
olan pürüzleri ortadan kaldırırken kendi ahlak yasasını da yapmış olur. Bu
cümleden olarak, Guyau’ya göre, ‘mecburum, öyleyse yapmalıyım’ yerine,
‘yapabilirim, öyleyse mecburum’ denilmelidir. Bununla birlikte, Guyau’da ahlaki
idealin bulunmaması, yükümsüz ve yaptırımsız ahlak modelinin en zayıf noktasını
oluşturur. Gerçekte, yükümlülük olmadan bir ahlak kuralı düşünmek olası
gözükmez ve yükümlülük, içgüdüsel bir baskı hâline geldiğinde, ahlaki özelliğini
kaybeder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Yükümlülüğü Çağrışımdan Alan Ahlak Modeli
Bu model, büyük ölçüde, İngiliz filozofu S. Mill’in görüşlerini içerir. Bu model
için en temel ahlak yasası çağrışımdır. Birey, çağrışım yoluyla yaptığı bir davranış ile
bu davranışın meydana getirdiği sonucu zorunlu olarak birbirine bağlar. Böylece
etkin bir çağrışım ortaya çıkar ve sonuçta, bu çağrışıma bağlı olarak, yükümlülüğün
emredici doğası belirmiş olur. Bu modelin eleştiriye açık en önemli noktası, amaç
olarak ahlakın, çağrışımdan daha fazla bir şey olduğu gerçeğinde görülür.
İslam’da ahlak
açısından, yükümlülük,
zorunluluk değildir.
Çünkü zorunluluk,
olmazlık edemeyen bir
şeyin özüdür
Yükümlülüğü Pratik Akıldan Alan Ahlak Modeli
Bu model, Alman filozof I. Kant’a aittir. Bu modele göre, yükümlülüğün
kaynağı ne içgüdü, ne de çağrışımdır; aksine pratik akıldır. Kant’a göre, pratik akıl,
eylemlerimizi idare eder. Bu noktada pratik akıl, sözgelimi “davranışın genel bir ilke
olacak şekilde davran” türü maksimler ışığında ahlaki davranışları yönlendirir.
Bununla birlikte, Kant’ın öngördüğü ahlak modelinde yücelik ve ideal olsa da,
anılan modelde, bir yandan ahlakın duygusal yönünün, öte yandan yükümlülük
duygusunun ihmali önemli bir eksiklik olarak görülür.
Yükümlülüğü Tanrısal İradeden Alan Ahlak Modeli
Bu model, en özgün bir biçimde, İslam ahlakı tarafından temsil edilir.
İslam’da ahlak, bu anlamda, teolojik ve rasyonel bir öz taşır. Teolojiktir, çünkü
doğa-üstü bir kaynaktan beslenir; rasyoneldir; çünkü ön gördüğü ilkeler akıl ve akıl
yürütmelerle güçlenir. Bu nedenle denebilir ki, “İslam ahlakı, Kur’an ve Hadislerle
de sınırlı kalmamış, icma’ ve kıyas gibi metotlarla da kaidelerini geliştirmiş ve daha
da zenginleştirmiştir”(Erdem, 1996: 21). Bu yönden de İslam ahlakı, büyüyen ve
gelişen bir ahlaktır.
İslam’da ahlak açısından, yükümlülük, zorunluluk değildir. Çünkü zorunluluk,
olmazlık edemeyen bir şeyin özüdür; nitekim 2X2=4 eder denildiğinde, bu çarpımın
dört etmemesi olanaksızdır. Buna karşılık, yükümlülükte, seçim ve istem vardır.
İslam’da yükümlü insan, iç ve dış güçlerin zorlamasına rağmen, seçime ve isteme
bilincine sahiptir. Bu anlamda seçimde, seçme; istemde seçileni yapma gücü vardır.
Buna göre, yükümlülük söz konusu olunca, iki önemli husus öne çıkar:
 İnsan, ahlak açısından, kimi şeyleri yapma konusunda kendisini zorunlu
hisseder;
 Bu hissetme, kelimenin güçlü
yükümlülüktür(Pazarlı, 1972: 101).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
anlamında
zorunluluk
değil,
bir
8
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
İslam ahlakı açısından, yükümlülük düşüncesi son derece gelişmiştir. Zira
yükümlülük olmasaydı, sorumluluk olmazdı; sorumluluk olmasaydı, adalet yerini
bulmazdı.
İslam’da ahlaka yönelik öngörülen yükümlülük:
 Evrensel bir öz taşır. Bu şekilde ön görülen yükümlülük; hem içerik olarak
buyruk, hem de anılan buyruğa konu olma açısından erdem-erdemsizlik,
yakın-yabancı, zengin-fakir, dost-düşman ilişkileri açısından evrenseldir.
 Egzistansiyal değil, düşünsel bir zorunluluktur. Bu anlamda ahlaki olan bir
yükümlülük, olması gerekli bir şey olarak, kendini istence kabul ettirir. Bu
bağlamda ortaya çıkan şey, bir gerçeklik hükmü değil, bir değer hükmüdür.
 Analitik ve statik değil, sentetik ve dinamik bir görünüm arz eder. Çünkü
gerçeğe, ahlak açısından, ancak istemli ve özgür olan bir öznenin davranışıyla
yaklaşılmaktadır.
 Ahlaki bir davranışı, bilinçsiz, istemsiz ya da amaçsız bir nedene
dayandırmaz. Bu bağlamda özne, davranışın yalnızca fiziksel boyutu üzerine
odaklanmaz, aynı zamanda, zorunlu yönünü de dikkate almak durumundadır
(Draz, 1993: 22-27).
Sonuç olarak, İslam’da yükümlülüğünü tanrısal güç, bilgi, irade, hikmet ve
adaletten alan bir ahlak anlayışı söz konusudur. Bu tür bir yükümlülük anlayışının,
sözü edilen tanrısal nitelemelerin yanında, evrensellik, sorumluluk, bilgi, bilinç,
istem, güç ve amaç gibi yüksek ahlaki değerlerle de bir bütünlük arz edeceği son
derece açıktır.
İslam’da Ahlaki Yaptırım ve Sorumluluk
Yükümlük, beraberinde iki temel kavramı getirir. Bunlardan biri yaptırım
diğeri ise sorumluluktur. Bu üç kavram arasında sıkı bir ahlaki bağ vardır. Biz, önce
yaptırım üzerinde durmak istiyoruz.
Yaptırım
Yaptırım, “tabilerinin tutumuna kanunun tepkisi” olarak tanımlanır(Draz,
1993:133). Bu cümleden olarak, “bir kanuna uymak veya muhalefet etmek
neticesinde o kanunun o kişiye yüklediği mükâfat veya cezanın tanımına o kanunun
yaptırımı denilir”(Erdem, 2009: 97). Daha açık bir ifadeyle yaptırım “insanı bir işi
yapmaya veya terk etmeye zorlayan kanun gücü anlamına gelmektedir”(Çağrıcı
2006: 156). Bu bağlamda, hukuksal, sosyal, dinî ve ahlaki birtakım yaptırımlar söz
konusudur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Genel olarak ifade etmek gerekirse, ahlaki bir yaptırım, koruyacağı kurala
göre ya bir araç ya da bir amaç işlevi görebilir. Bir araç işlevi görebilir; çünkü
mükâfat görme ümidi ve mücazat görme korkusu ile ahlaki yaptırıma saygı
sağlanır. Bir amaç işlevi görür; çünkü ahlaki yaptırım, erdem ile mutluluk arasında
denge kurmak ve adaleti gerçekleştirmek için ahlaki kurala eşlik eder(Pazarlı, 1972:
129).
Kur’an’ın öngördüğü
yaptırım, yalnızca
amacı yönünden değil,
aynı zamanda yöntemi
yönünden de
evrenseldir.
Yaptırım konusunda, Kur’an’ın, Tevrat ve İncil ile karşılaştırılması hâlinde,
şu türden bir çarpıcı sonuç ortaya çıkar: Vaat edilen mutluluğu; Tevrat bu dünyanın
nimetlerine, İncil neredeyse bütünüyle cennete indirgerken, Kur’an, her iki anlayışı
kuşatmak ve uzlaştırmak amacındadır. Bu cümleden olarak Kur’an, doğrular için
olduğu kadar, suçlular için de tanrısal bir karşılığın var olduğunu kesin ve keskin bir
dil ile ifade eder. Böylece, Kur’an’ın öngördüğü yaptırım, yalnızca amacı yönünden
değil, aynı zamanda yöntemi yönünden de evrenseldir(Draz, 1993: 182, 221).
İslam’da ahlak açısından, bir yandan, bir davranışın yapılmasından duyulan
hoşnutluk ya da vicdan azabı, öte yandan Kur’an’da ibret alınması gereken örnekler
olarak anlatılan kıssalar birer yaptırım olarak görülür. Yine bu cümleden olarak,
insana en yakın olan bilinci ve vicdanı, İslam ahlakı açısından, bir şekilde insanı
denetleyen bir memur olarak işlev yüklenirler. Dahası; yine İslam ahlakı açısından,
tövbe, onarıcı ve önemli bir yaptırımdır ve tövbede istencin çok karmaşık bir
durumu ortaya çıkar. Tövbenin bireysel davranış açısından içerdiği yaptırım gücü,
kendini, ‘düzeltmek’ ve ‘iyi olanı yapmak’ gibi noktalarda daha güçlü hissettirir.
İslam’da ahlak açısından yaptırımlar karşısında insanların durumu üç şekilde
görülebilir:
 Yaşam boyu işlediğimiz iyilik ve kötülükler, özgürlüğümüz, çabamız ve
amacımızın denetleyicisi ve motive edicisi olarak görülür.
 İyiler, bu dünyada karşılaştıkları acı ve güçlüklerle, zaman zaman en küçük
hatalarını bile öderler. Kötüler ise yine bu dünyada yaptıkları iyiliklerin
karşılığından mahrum bırakılmazlar.
 İyiler ile kötülerin ödül ve ceza gerektiren davranışları, ölüm ötesi hayatta
tam olarak karşılığını bulur(Draz, 1993: 192-193).
 Sonuç olarak, İslam’da ahlaki yaptırım söz konusu olunca, vicdan, tövbe ve
kıssa; akıl, istem, istenç ve bilince sahip olan insanı denetleyici güçler olarak
görülür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Sorumluluk
Sorumluluk, istemli ve akıllı bir varlığın, eylemde bulunurken, yaptırımlara
konu olması şeklinde tanımlanır(Pazarlı, 1972: 121). Bu bağlamda daha başka
tanımlardan da söz edilebilir. Sözgelimi: “sebeplerini bilerek, isteyerek ve arzuyla
yaptığımız bir iş hakkında cevap vermekle sorumlu tutulmak” … “fiillerin hesabını
vermeye hazır olmak” … “vazifeden ayrılmayan şey”(Erdem, 2009, s. 88) vb.
İslam’da ahlak söz konusu olunca, ahlaki sorumluluğun olması için kimi
koşullar gerekir. Bunlar öz olarak şöyle ifade edilebilir:
 Ahlaki kuralın varlığı,
 Ahlaki kuralın bilinmesi,
 Niyetin bulunması,
 Bireyin özgür olması (Pazarlı, 1972: 123-124).
İslam’da ahlaki
sorumluluk koşulsuz
değildir.
Ahlaki sorumluluğu belirleyen koşullar, herkes için, eşit derecede işlevsel
olmaz. Bu nedenle ahlaki sorumluluk, bireyin konumuna, zamana ve mekâna göre
değişir. Bu cümleden olarak, iyi ve kötü anlayışını bulandıran bir engel, bireysel
özgürlüğü ve ahlaki sorumluluğu da etkiler. Nitekim kendi kendimizin neden
olmadığı ileri sürülmek koşuluyla, bilmezlik, tutku, sarhoşluk, delilik ve zorlama
ahlaki sorumluluğu sınırlayan etkenler arasında sayılır.
İslam ahlakı açısından sorumluluğun özellikleri şu şekilde ortaya konabilir:
 İslam ahlakı açısından sorumluluk kişiseldir. Bu nedenle, İslam ahlakında asli
günah yoktur ve insan, sergileyeceği bir davranış konusunda, herhangi bir
müdahale olmaksızın, onu yapmakta veya yapmamakta özgürdür.
 İslam ahlakında, birey, önceden kuralı belirtilmeyen bir davranış nedeniyle
sorumlu tutulmaz. Bu cümleden olarak, “gerçekte Allah, ödevlerinden
habersiz olan toplumları helak etmeyi haksız bulduğu için, sorumluluklarını
başlatmadan önce insanlara öğretmeyi bizzat kendisine bir vazife
kılmaktadır”
 İslam ahlakı açısından sorumluluk bize iki şey ilham eder: Bunlardan biri,
yapabilme duygusudur; bu güçtür. Diğeri ise boyun eğme duygusudur; bu ise
ödevdir(Draz, 1993: 72-87).
Sonuç olarak, İslam’da ahlak söz konusu olunca ahlaki yaptırım ve
sorumluluk sıradan ve gelişigüzel bir biçimde tasarımlanmış değildir. Bu çıkarım, bir
yandan yaptırım karşısında inanların bulunduğu konumun, öte yandan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
sorumluluğu oluşturan niteliklerin dikkate alınması hâlinde oldukça net bir biçimde
anlaşılmaktadır.
İSLAM’DA İNSANIN DOĞASI VE ÖZGÜRLÜĞÜ
İslam’da İnsanın Doğası
Ahlaki koordinatların mutlaklığı, yalnızca Mutlakla kişisel bir ilişkiden
doğabilir. Öyleyse, genelde ahlak, özelde ise İslam’da ahlak açısından insanın
doğası ve özgürlüğü son derece önemlidir.
İslam ahlakı açısından, Kur’an-ı Kerim, insan doğasının bütünüyle kötü ve
onulmaz bir biçimde bozulmuş olduğunu kabul etmez. Aksine, bir yandan, insanın
en güzel şekilde yaratıldığını, öte yandan, güzel eylemlerde bulunmayanların
kararsız bir öze sahip olduklarını ifade eder.
Doğrusu, insan doğası açısından önem taşıyan bir husus, bir yandan insanın
kendiyle barışık olması, öte yandan ötekiyle özgürce yaşaması ise, bunu sağlayan
şey kuşkusuz ahlaktan ve ahlaklı olmaktan geçer. Yine bu cümleden olarak, eğer,
ahlak aynı zamanda “yaratılışın temel ilkesi ve düzeni” olarak görülebilirse, bu
ilkeyi ve ötekiyle özgürce yaşamayı insan doğasına yerleştiren varlık Tanrı’dır.
Gerek ahlakın gerekse ahlak felsefesinin temel sorunları, her şeyden önce
insan doğasının özellikleriyle ilgilidir. İnsan, ne mutlak anlamda özgür ne de tüm
yönleriyle kadere mahkûmdur. Aynı şekilde yaratılış itibariyle ne tamamen iyi ve
özgeci ne de tamamen kötü ve bencildir. Aksine insan, iyiye eğilimi biraz daha fazla
olmakla birlikte doğuştan hem iyiliğe hem de kötülüğe yatkın olarak, hem külli bir
kader çerçevesinde hem de yadsınamayacak özgürlük niteliklerine sahip olarak
dünyaya gelen bir varlıktır” (Yaran, 12). Bu nedenle, insanın, ahlak ve ahlaki olanla
bağlantısı yadsınamaz ve “insan; irade sahibi olduğu ve eylemlerini kendi
seçimleriyle yaptığı için ahlaki bir değerlendirmeye tabi tutulur ve ahlaklı veya
ahlaksız diye isimlendirilir”(Kılıç, 2).
Ahlak ve ahlaka dayalı bir yaşantı içinde “doğru davranış modeli”, “erdemlilik
düzeni”, “etik olanla mutlak arasındaki bağlantı”, “adil olanın tasdiki”, “adil
olmayanın üstesinden gelinme”, “kişisel dürüstlük” (Buber, 2000:119, 121, 124,
140) gibi değer, değerlendirme, tutum ve davranışlar söz konusu olunca, doğası
gereği, “insan gerçekliğin karşısında salt seyirci olarak durmaz. Yalnız seyretmekle
kalmaz, değerlendirir de; bu gerçekliği güzel ya da çirkin, iyi ya da kötü, acı ya da
tatlı, soylu ya da soysuz, kutlu ya da kutsuz … bulur.” (Bochenski, 2005: 61).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Doğrusu; İslam’da ahlak söz konusu olunca, bir yandan, “yaratılmış varlıklar
arasında insanın özel ve şerefli bir yeri vardır” (Kılıç, 11). Öte yandan ahlak,
“doğrudan doğruya insanı konu olarak alır. İnsanı, bütün varlıkların en üstün ve
mükemmel bir yaratığı hâline getirmek ister.” (Pazarlı, 1972: 14).
İslam’da tanrısal
iradenin varlığı, ahlak
açısından insanı
sorumsuz yapmaz.
“Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin/95: 4)
İslam’da ahlakla bağlantılı olarak, “insanın ahlaken övülüp yerilmesinin
sebeplerini, insan tabiatında aramak gerekir” (Kılıç, 2). Bu türden bir çıkarımın
doğal sonucu olarak, “ahlakın konusu insanın fiil ve hareketleridir. Çünkü insan,
yaratıkların en seçkini olarak yaratılmış, akıl ve irade ile bütün canlıların en
mükemmeli ve üstünü olmak niteliğini kazanmıştır” (Pazarlı, 1972: 16). Bu nedenle
Kur’an, çeşitli biçimler altında iyilik ve kötülüğe ilişkin uygulamanın insan ruhunda
oluşturduğu etkiyi, iyi ahlakın güzellikleri ve kötü ahlakın çirkinlikleri ifadesiyle
ortaya koymuştur.
Sonuç olarak, İslam’da ahlaka yönelik tanrısal iradenin belirleyici oluşu
teolojik açıdan gerekli görülür. Ancak böylesi bir çıkarım, insanın özgür
olamayacağı anlamına gelmez. İslam ahlakında ahlaki bir çözüm konusunda,
bireysel özgürlük, tanrısal özgürlüğün yanındadır. Doğrusu, insan açısından, “ahlak,
özgürlüğün zorunlu sonucu olduğu için, her nerede özgürlük varsa, orada
kaçınılmaz olarak iyi ile kötü arasında seçim yapmak ve buna göre eylemde
bulunmak olan ahlak da vardır”(Yaran, 9).
Biraz sonra üzerinde duracağımız üzere, ahlaki alanda özgürlüğe yapılan
kesin vurgu, bireyin ahlaklı olma açısından benliğini pozitif gelişimin konusu
yapabileceğine olan inancı güçlendirmektedir.
İslam’da İnsanın Özgürlüğü
Din ve felsefe açısından insana özgü özgürlüğün, ‘zorlamanın yokluğu’,
‘tutuklu olmayan bir varlığın hâli’, ‘bir eylemde bulunma veya bulunmama gücü’
gibi farklı anlamlarda kullanıldığı görülür. Bununla birlikte, insana özgü özgürlük söz
konusu olunca, yapma ve isteme iki temel kavram olarak öne çıkar. Bu cümleden
olarak, bir açıdan, insanın istediğini yapması, yapma özgürlüğü istediğini istemesi
ise isteme özgürlüğü olarak görülür. Bir diğer açıdan ise, bir sorun olarak
özgürlüğün büyük ölçüde iki ayrı doktrini karşı karşıya getirdiği dikkat çeker:
Determinizm ve Endeterminizm. Determinizmi anlatmada güzel bir örnek, kuzular
ile kaplanlara yapılan atıftır. Bu doktrine göre, kuzu ve kaplan gibi, değişmeyen iyi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
insanlar ve kötü insanlar vardır ve insandan doğan bir eylem, üçgen örneğinde
olduğu gibi, mantıksal bir zorunlulukla açıklanır. Buna karşılık endeterminizme göre
amaçlı bir eyleme yönelik olarak taşıdığımız sorumluluk kesin bir şey olarak kabul
edilir ve ancak özgürlükle açıklanabilir. Bu sonuncu doktrine göre, pratik yaşamın
olağan koşulları içinde, istemek yapabilmektir.
İnsana özgü özgürlük konusunda, İslam düşüncesinde, üç farklı akımın ortaya
çıktığı görülmektedir:
Ehl-i Sünnet’in Görüşü: Bu akıma göre, iki karşıttan birinin bizim
tarafımızdan seçilebilmesi için, belirleyici bir nedenin bulunması gerekir. Bu neden
olmadığı sürece, seçilecek olan şey; proje hâlinde kalır ve asla davranışa
dökülemez.
Sorumluluk insana
insan olduğunu
hatırlatan önemli bir
duygudur.
Havarizmî ve Zemahşerî’nin Görüşü: Bu görüşe göre, iki karşıttan birini
seçmede belirleyici bir nedenin gereğinden daha çok tercihe değer bir nedenle
yetinmek öne çıkar.
Mu’tezile’nin Görüşü: Konuya bu görüş açısından bakıldığında, iki karşıttan
birini seçme konusunda özgür istencin dışında başka bir şeyin gerekmediği
öngörülür. Bu görüş yanlılarına göre, özgür istenç bir atılımdır; yabancı bir şey,
özgür istenci ne meyle zorlar, ne de ona bir şey katar.
Özgürlüğe ilişkin yukarıdaki yaklaşımlar dikkate alındığında, burada sözü
edilen özgürlük; ne insanın dilediği gibi eylemde bulunması, ne de nedenleri
olmayan salt bir seçim olarak görülür. Çünkü insana özgü mutlak özgürlük diye bir
şey söz konusu olamaz; nitekim aksi bir durum, her açıdan, ahlakın anlam ve
değerini ortadan kaldırır.
Bir seçim yapmak için
özgürsek,
yaptıklarımızdan
sorumluyuz.
İslam ahlakı, Tanrı’yı, insan özgürlüğünü deyim yerindeyse ‘hiçe sayan’ bir
varlık olarak görmez. Nitekim Kur’an, insanın, kendi iç varlığını temizlemek ve
iyileştirmek veya karartmak ve fesada uğratmak şeklinde çift yönlü bir güce sahip
olduğunu ifade eder. Bu cümleden olarak, değer koyan bir varlık olarak Tanrı;
insanı, ahlaki olanı yaşayacak ve değerlendirebilecek güç, akıl ve bilgi ile donatmış
bir varlıktır. Dahası; Kur’an’ın bize öğrettiğine göre, insan, iyi ve kötü duygusunu
kabul etmiş bulunmaktadır. Yine bu cümleden olarak insan, İslam ahlakı açısından,
görüş keskinliği ile donatılmış ve ona, öncesinde, erdem ve erdemsizlik yolları
öğretilmiştir. Kur’an ışığında konuyu biraz daha açacak olursak, şöyle denilebilir.
İnsan:
 Gelecekteki davranışlarını önceden kestiremez.
 İç varlığını iyileştirme ve bozma konusunda bir güce sahiptir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
 Kararlarına baskı yapacak yönlendiricilerinin güçsüzlüğünün bilincindedir.
 İhtiras ve körü körüne taklide mahkûm olmadığı konusunda bilgilidir (Draz,
1993: 109-110).
Gerçi, çok sayıda faktör tarafından koşullandırılmış olmamız şüphe götürmez
bir gerçektir. Bununla birlikte, insana özgü özgürlük ile determinizm arasındaki
fark, determinizmin insan özgürlüğü ve seçimi için hiçbir alan bırakmamasıdır. Oysa
özgürlük, determinizme rağmen, yine de kendisine özgü bir alanın var olduğunu
ileri sürer. Bu cümleden olarak, özgürlük bağlamında, ahlak ile ilgili iki ayrı çıkarım
şu şekilde ortaya konabilir:
 Bir seçim yapmak için özgürsek, yaptıklarımızdan sorumluyuz. Bu durumda,
suçlama ve şükretmeye ek olarak, sahip olduğumuz değerlere bağlı olarak
eylemde bulunuruz.
 Eğer bir seçimde bulunmak için koşullanmışsak, yaptıklarımızda seçme
özgürlüğüne sahip değiliz demektir. Bu durumda, seçim ve değerden
esinlenerek yaptığımızı düşündüğümüz ahlaki eylemler konusunda
konuşmanın bir mantığı olduğunu söyleyemeyiz.
Sonuç olarak, gerçi kim olduğumuz, neye inandığımız, dünyayı nasıl
algıladığımız, ahlaki bir seçim yaparken bizi etkiler; ancak, insana özgü özgürlüğün
tanrısal iradenin erim alanı içinde özel bir yeri vardır. Bu nedenle İslam Ahlakı’nda
tanrısal bilgi, güç, irade, hikmet ve adalet olması gerekeni belirler ve insan, olması
gerekene ek kimi değerlendirmelerde bulunarak, belirlenen bu alan içinde özgürce
hareket eder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Özet
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
•İslam’da ahlakının temel kaynağının Kur’an ve Hadis olduğunu
söylemek, İslam ahlakını Tanrı-merkezli düşünmek demektir. Genelde
bir ahlakı, özelde ise İslam ahlakını Tanrı merkezli düşünmek, Tanrı’ya
yönelik güç, bilgi, irade, hikmet ve adalet gibi kimi nitelemeleri öne
çıkarır.
•İslam’da ahlak dini ve felsefi bir değer taşır. Öngörülen bu değer, İslam
ahlakının; yalnızca tanım ve ayrışımında görülmez, aynı zamanda,
içeriğine yönelik iyi, kötü, erdem, özgürlük, yükümlülük, yaptırım,
sorumluluk, amaç, davranış, vb. gibi ahlaki kavramların tartışılmasında
da görülür.
•İslam’da yükümlülüğünü tanrısal güç, bilgi, irade , hikmet ve adaletten
alan bir ahlak anlayışı söz konusudur. Bu tür bir yükümlülük
anlayışının, sözü edilen tanrısal nitelemelerin yanında, evrensellik,
sorumluluk, bilgi, bilinç, istem, güç ve amaç gibi yüksek ahlaki
değerlerle de bir bütünlük arz edeceği son derece açıktır.
•İslam ahlakı açısından, ahlakı yaptırım ve sorumluluk sıradan ve
gelişigüzel bir biçimde tasarımlanmış değildir. Bu çıkarım, bir yandan
yaptırım karşısında inanların bulunduğu konumun, öte yandan
sorumluluğu oluşturan niteliklerin dikkate alınması hâlinde oldukça
net bir biçimde anlaşılmaktadır.
•İslam’da ahlaka yönelik tanrısal iradenin belirleyiciliği teolojik açıdan
gerekli görülür. Ancak böylesi bir çıkarım, insanın özgür olamayacağı
anlamına gelmez. İslam ahlakında ahlaki bir çözüm konusunda,
bireysel özgürlük, tanrısal özgürlüğün yanında yer alır. Bu anlamda,
ahlaki alanda özgürlüğe yapılan kesin vurgu, bireyin ahlaklı olma
açısından benliğini pozitif gelişimin konusu yapabileceğine olan inancı
güçlendirmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Ödev
Tartışma
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
• İslam'da ahlakın kaynağı, kapsamı, yaptırım,
yükümlülük ve insan özgürlüğü konusunda
öğrendiklerinizi düşüncelerinizi sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer alan “tartışma
forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz
• İslam'da ahlakı, diğer dinlerin ahlak konusundaki
görüşleriyle karşılaştırmalı bir biçimde tartışan 300
kelimelik bir ödev hazırlayınız ve bunu
arkadaşlarınızla paylaşınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde
ilgili ünite başlığı
altında yer alan “bölüm
sonu testi” bölümünde
etkileşimli olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. İslam’da ahlakın temelinin İlk kaynağının Kur’an-ı Kerim olduğunu söylemek
hangi temellendirmeye işaret eder?
a) Kozmolojik temellendirme
b)Antropolojik temellendirme
c)Teolojik temellendirme
d) Emprik temellendirme
e) Hiçbiri
2. Ahlaki açıdan bir seçimde bulunurken en çok bizi ne etkiler?
a) Kim olduğumuz,
b) Neye inandığımız
c) Dünyayı nasıl algıladığımız
d) Ne tür bir iradeye sahip olduğumuz
e) Ne ölçüde bilgili olduğumuz
3. İslam ahlakı açısından sorumluluk bize ne yüklemez?
a) Özgür irade bilinci
b) Yapabilme gücü
c) Boyun eğme
d) Vicdan azabı
e) Asli günah duygusu
4. Ahlak felsefesi açısından iyi ile kötü arasındaki ayırımı Aşkın olana bağlama
girişimi ne ifade eder?
a) Özgür iradenin yansımasını
b) Ahlakta sorumluluğun önemi
c) Vicdan azabının gücünü
d) Ahlakı temellendirmeyi
e) Hiçbiri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
5. Aşağıdaki hangisi İslam ahlakı açısından sorumluluğu gerekli kılar?
a) Ahlaki kuralın varlığı,
b) Ahlaki kuralın bilinmesi,
c) Niyetin bulunması,
d) Bireyin özgür olması
e) Hepsi
Cevap Anahtarı
1.c 2.d 3.e 4.d 5.e
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
İbn Hanbel, Müsned, İstanbul, 1982.
Akseki, Ahmet Hamdi, Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı: Ahlak Dersleri, Nur Yayınları,
Ankara, trs.
Babanzade Ahmet Naim, İslam Ahlakının Esasları, Notlarla Sadeleştiren: Recep
Kılıç, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1995.
Buber, Martin, Tanrı Tutulması, çev.: Abdüllatif Tüzer, Lotus Yayınevi, Ankara,
2000.
Bochenski, J. M., Felsefece Düşünmenin Yolları, çev.: Kurtuluş Dinçer, Bilim ve
Sanat Yayınları, Ankara, 2005.
Bolay, Süleyman Hayri, Felsefeye Giriş, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004.
Bulaç, Ali, Bilgi Neyi Bilmektir, Bakış Yayınları, İstanbul, 2003.
Cevizci, Ahmet, Etiğe Giriş, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2002.
Comte-Sponville, André, Felsefeyi Takdimimdir, çev.: S. Seza Yılancıoğlu, Altın
Kitaplar, İstanbul, 2006.
Cook, David, Filozoflar ve İnanç, çev.: Leyla Güleç, Haberci, İstanbul, 2004.
Çağrıcı, Mustafa, “Ahlak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C, 2, İstanbul,
1989.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslam’da Ahlakın Kaynağı, Yaptırımı ve İnsanın Doğası
Çağrıcı, Mustafa, Anahatlarıyla İslam Ahlakı, Ensar Neşriyat, İstanbul, 2006.
Draz, M. A., Kur’an Ahlakı, çev.: Emrullah Yüksel – Ünver Günay, İz yayıncılık,
İstanbul, 1993.
Erdem, Hüsameddin, Ahlak Felsefesi, Hü-er Yayınları, Konya, 2009.
Erdem, Hüsameddin, Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Sebat Ofset
Matbaacılık, Konya, 1996.
Heineman, Fritz, “Etik”, Günümüzde Felsefe Akımları, der. ve çev.: Doğan Özlem,
İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1997.
Kılıç, Recep, Ayet ve Hadislerin Işığında İnsan ve Ahlak, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları, Ankara, 1995.
Kılıç, Recep, Ahlakın Dini Temeli, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1992.
Kur’an-ı Kerim, (Süleyman Ateş çevirisi)
Mevlana, Hz. Mevlana’nın Rubaileri. çev.: Şefik Can, C. II, Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları, 1991.
Öner, Necati, İnsan Hürriyeti, Selçuk Yayınları, Ankara, 1982.
Pazarlı, Osman, İslamda Ahlak, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1972.
Muhammed Ali Sadat, İslam Ahlakı, çev.: Cemil Sönmez, Bilge Adamlar, Van, 2009.
Thompson, Mel, Kendi Kendinize Felsefe Öğrenin, çev.: Meliha Tekin, Pegasus
Yayınları, İstanbul, 2008.
Yaran, Cafer S., Ahlak ve Etik, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2010
Yaran, Cafer S., İslam Ahlak Felsefesine Giriş, Değerler Eğitimi Merkezi Yayınları,
İstanbul, 2011.
Yasa, Metin, “Bir Modern Ahlak Sorunu Olarak Ekolojik Sorumluluk ve Doğal
Çevreyi Anlama ve Korumada İnsana Düşen Yükümlülük”, Selçuk Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi’nin düzenlediği Modern Çağda Ahlak Sempozyumu (7-8 Mayıs),
Konya, 2010. (Sunulmuş ve yayına hazır bildiri).
Yasa, Metin, İbn Arabi’de Tanrı Merkezli Bütünü Anlamaya Yönelik Bir Metot
Olarak Paradoksal Konuşmak, Elis Yayınları, Ankara, 2007.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
DİNÎ AHLAK VE DİNÎ AHLAKA
GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI
• Dinî ahlaka göre İslam ahlak
esasları
• Allah’a iman ve kulluk
• Allah ve Peygamber sevgisi
• Allah’ın nimetlerine karşı şükür
ve kanaat
• Allah'a tevekkül ve kazaya rıza
göstermek
• Korku ve ümitle Allah’a
yalvarma ve bağlanma
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Dinî ahlakın ne olduğunu kavrayabilecek
• Dinî ahlaka göre İslam ahlakının esaslarını
anlayabilecek
• İslam’daki temel ahlak kurallarını
değerlendirebileceksiniz.
İSLAM AHLAK
ESASLARI
ÜNİTE
4
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
GİRİŞ
Düşünce tarihinde ahlakın otonomluğu, dinden bağımsızlığı bazı düşünürler
tarafından tartışılmakla birlikte, ahlakın kaynağında dinin olduğu genel kabul
görmektedir. Ahlakın kaynağında dinin olduğu anlayışına, dinî ahlak adı
verilmektedir. Dinî ahlakta, ahlaki değer olan iyiyle kötünün tayini, ilahî otoriteye
bırakılmıştır.
DİNÎ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI
İlâhiyatçı ahlak olarak da adlandırılan dinî ahlak, ahlaki ilkelerin tabiatüstü
bir güçten kaynaklandığını ifade etmektedir. Burada ahlaki ilkeler, Allah’ın ya da
O’nun seçmiş olduğu elçinin emirleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dinî ahlakta
ahlaki değer olan iyiyle kötünün tayini, ilahî otoriteye bırakılmıştır. Buna göre iyi
Allah’ın emrettiği, kötü ise yasakladığı şeydir. Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın
yasak ve emirleri ilahî otoriteye bağlı kılınmıştır. Bütün bu dinlerin sunmuş
oldukları emir ve yasaklar, genel olarak dinî ahlak kavramı altında ifade edilir. Biz
burada bu kısa bilgiyi verdikten sonra, İslam ahlakının esaslarına geçebiliriz.
İslam ahlakı ya da dinî ahlak, ahlakla ilgili her türlü bilginin kaynağında
öncelikle Kur’an olmak üzere, Kur’an ve Sünnete yer veren ve model alınacak en
ahlaklı insan örneği olarak da hiç kuşkusuz Hz. Peygamber’i gören bir İslam ahlak
anlayışı ya da kuramıdır. İslam ahlakı, bazı kaynaklarda gelenekçi ahlak ya da dinî
ahlak başlığı altında değerlendirilmiştir. Şunu özellikle vurgulamak gerekir ki, İslam
ahlakının gelenekçi ahlak başlığı altında değerlendirilmesinin nedeni, bu ahlakın
kaynağında Kur’an ve Sünnetin olmasıdır. Nitekim ahlaki konulara bakışta, İslam’ın
ilk devrindeki tavrı korunarak, o zaman olduğu gibi, Kitap ve Sünneti ahlakın temeli
ve mutlak kaynağı kabul eden, bu kaynakların ortaya koyduğu ahlakı, her türlü
beşerî ahlak görüşlerinin üstünde tutan çalışmalar karşımıza çıkmaktadır. Daha çok
hadisçiler ve fıkıhçılar tarafından tertip veya telif edilen bu tür eserlerde, Kur’an-ı
Kerîm ve hadislerde yer alan ahlak kaide ve kanunları tartışmasız bir şekilde
benimsenerek, işlenen konularla ilgili ayet ve hadislerden bolca örnekler verilir.
Ortaya konulan fikirler dinî nasların yorumu doğrultusundadır. Bu çalışmalar, yeni
bir ahlak kuramı ortaya koymaktan ziyade, sıradan bir insanın ahlaki durumunu ve
kabiliyetlerini birinci derecede göz önüne almaktadırlar. Yine bunlar, İslam
ahlakının ameli hükümlerini ve bu hükümlerin dayandığı dinî ilkeleri içermektedir.
(Çağrıcı, 1991: 65) Buraya kadar verdiğimiz bilgiler gösteriyor ki, geleneksel ahlak
dediğimiz şey, İslam’ın temel kaynaklarını referans alarak oluşturulan ahlaktır. Bu
anlamda onu, İslam ahlakıyla aynı göstermek yanlış olmaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Ahlaki kötülüklerden korunmak, ahlaki faziletlerle bezenebilmek için Kitap ve
Sünnetten başka ilim ve feyiz kaynağına ihtiyaç duymamış olan Müslümanlar,
seçkin Ashap ile Tabiinden başka rehber ve modellere de önem vermemişlerdir.
(Ahmed Naim, 1995: XXX)
Şunu özellikle vurgulamak gerekir ki, İslam ahlakının Kitap ve Sünnet ile
temellendirilmiş olması, ahlaki alanda aklın önemini kesinlikle azaltmadığı gibi,
İslam dininde ahlaki görevlerle ilgili buyrukların oldukça çok olması da, yine İslam
ahlakına akli niteliğinden bir şey kaybettirmez. İnsanın, kendi dışındaki bir otorite
tarafından belirlenmiş olan bu ahlak buyruklarına itaat etmesi, yine ahlaki görev
tasavvurunu akıldan alması anlamına gelmektedir. Çünkü insanın Müslüman olup
iman etmesi, akli delillendirme sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu anlamda dini kabul
eden Müslüman için ahlak buyruklarının dinden kaynaklanması, onların aynı
zamanda rasyonel temelli olduğunun da bir göstergesidir. Çünkü daha başlangıçta
dinin kabulü, akli istidlal ile gerçekleşmiştir. Bunları ifade ederken, ahlakın akıldan
kaynaklandığını söylemiyoruz. Söylediğimiz şey, Kur’an ve Sünnet kaynaklı ahlak
ilkelerinin akla uygunluğudur. (Ahmed Naim, 1995: XXX)
İslam’a inanmış bir insan, bu iman ile birlikte mantıken başka birtakım temel
ilkeleri de kabul etmiş olacaktır. Bu kabulün, birtakım bilgileri de beraberinde
getireceği bir gerçektir. Bu bilgilerin en önemlilerini şu şekilde sıralayabiliriz:
 Akli delillendirme sonucunda İslam dinine inanmış olan her insan, aynı
zamanda iman ettiği Yüce Allah’ın kâinatın yaratıcısı olduğunu da bilir.
 İnsani yaratılışın her türlü inceliklerini bilen Yüce Allah’ın, insan için gerekli
olan terbiyenin nasıl olması gerektiğini de insandan daha iyi bileceğini de
bilir.
 Yaratılmış varlık dünyasından hiçbir şeye muhtaç olmayan Yüce Yaratıcının
emirlerinin daima iyilikle ilgili, yasaklarının da daima kötülükle ilgili olduğunu
bilir. (Ahmed Naim, 1995: XXXIII)
Bütün bu bilgiler ışığında denilebilir ki, Allah’ın peygamberler gönderip, onlar
aracılığıyla emir ve yasaklarını bildirmesi, akıl için bir kolaylaştırma olacak ve insanı
rahatlatma kabilinden bir yardım ve irşat anlamına gelecektir.
İslam ahlakı Asr-ı Saadet’te tedvin edilmiş bir durumda değildi. Kur’an ve
hadislerdeki ahlak ilkeleri Sahabe tarafından kendi anlayış ve yaşayışlarına göre
uygulanırdı. Eğer bir problem çıkarsa, bu problemler de Hz. Peygamber tarafından
çözülürdü. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ise, Kur’an ve Sünnetten hareketle
İslam’ın ahlak esasları belli eserlerle ortaya konulmaya başlandı. Başta Kütüb-ü
Sitte olmak üzere hemen bütün hadis mecmualarının bazı bölümleri özellikle
ahlakla ilgili hadisleri içermektedir. Örneğin Sahih-i Buhâri’de “Kitâbu’l-edeb”,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Sahih-i Müslim’de “Kitâbu’l-birr” ve “Kitâbu’l-edeb” tamamen ahlaki hadisleri
içermektedir. Hadis mecmualarının bu bölümlerinde ahlaki hadisler “bab”lara
ayrılmış olup, bu hadisler üzerinde eser sahiplerinin herhangi bir şahsi yorum ve
açıklamasına rastlanmaz. Ancak daha sonraki kuşaklar, bu eserler üzerine birtakım
şerhler yaparak, yorum ve açıklamalara gitmişlerdir.
Fıkıh kitaplarına baktığımızda, bu kitaplar, Kur’an ve hadislerde geçen ahlaki
esasları bünyelerine alarak bir ahlak sistemi ortaya koyduklarını görürüz. Bu
kitaplarda, ibadet ve hukuka dair konular yanında, bunlarla yakın ilişkisi bulunan
bazı ameli ahlak konularına da yer verilmiştir. Nitekim “furû-u fıkh” alanındaki
kitaplarda yer alan temizlik, niyet ve ihlâs, anlaşmalarda ahde vefa, zekât ve
sadaka, beşerî münasebetlerde adalet ve ihsan gibi fazilet ve iyilikler; diğer yandan
içki, kumar, zina, faiz, ihtikâr, rüşvet, gasp gibi ahlaki fenalıklar; ailevi ve toplumsal
haklar ve sorumluluklar geniş bir şekilde işlenmektedir. (Çağrıcı, 1991: 65-66)
Biz burada, İslami ilimlerle uğraşan bazı âlimlerin Kur’an ve Sünnetten
hareketle ortaya koydukları İslam ahlak esaslarıyla ilgili yazmış oldukları bazı
eserlerden kısaca bahsetmenin yararlı olacağına inanıyoruz.
 İmam-ı Buhârî (ö.256/870)’nin el- Edebü’l-müfred’i: Buhâri, bu eserinde
yalnızca ahlak ve adaba dair hadisleri ve haberleri bir araya getirmiştir. Bu eser,
geleneksel ya da dinî ahlakın ilk örneklerinden birisidir.
 İmam Mâverdî (ö.450/1058)’nin Edebü’d-dünya ve’d-din’i: Bu eserinde
Mâverdi, kendi görüşlerini ayet ve hadislere dayandırmaya özellikle dikkat
etmekte, İslami espriye sadık kalmak şartıyla Arap edebiyatından şiir ve hikmetli
sözleri bolca nakletmektedir. Birinci bölümde, aklın mahiyeti ve değeri, nefsin kötü
isteklerine uymanın zararları konu edilmektedir. İkici bölümde işlenen konu ise,
ilim ahlakıdır. İlke olarak ilimlerin hepsinin değerli olduğu kanaatinde olan
Mâverdi, buna rağmen en değerli ilmin din ilmi olduğunu vurgulamaktadır. Onun
din ilminden kastı, insanın dinî, ahlaki ve hukuki yükümlülüklerini belirleyen
disiplinlerin bütünüdür. Üçüncü bölümde, İslam’da dinin edebi konu edilmektedir.
Burada dinî ve ahlaki yükümlülükler, ibadetlerin hikmetleri, insanı, görevlerini
yapmaktan alıkoyan olumsuz nedenler geniş bir şekilde incelenmektedir. Dördüncü
bölümün konusunu ise, İslam’da dünya edebi oluşturmaktadır. Burada insanın
sosyal bir varlık olduğu görüşünden hareketle, sosyal ahlak ele alınmakta ve sosyal
hayatı iyileştirmenin, mutlu bir dünya düzeni kurmanın ahlaki ve iktisadî şartları ele
alınmaktadır. Beşinci bölüme gelince, burada İslam’da nefsin edebi üzerinde
durulduğu görülmektedir. Bir tür ahlak pedagojisi olan bu bölümde, ahlaki eğitimin
zorunluluğu vurgulanmakta, belli başlı ahlaki erdemlerle, bunları kazanmanın
yolları; ahlaki erdemsizlikler ve bunlardan da uzak durmanın çareleri ortaya
konulmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
 İbn Hazm (ö.456/1064)’ın İlmu’l-ahlak’ı: İbn Hazm bu eserinde, erdem ve
erdemsizliklerin tanımlarını yapmakta, mutlu insanı kendisini erdemlere alıştıran,
mutsuz insanı ise erdemsizliklere bulaşmış ve bundan hoşlanmayan insan şeklinde
tanımlamaktadır. Ona göre, ahlaki güzellikler ve erdemlerle bezenmek isteyen bir
kimsenin Hz. Peygamber’in örnek ahlakını kendisine rehber edinmesi gerekir.
Çünkü Resulullah’ın ahlakı, Allah tarafından övülmüştür. O bütün hayırlarda en
önde olan insandır. Tüm erdemler en mükemmel şekliyle onda toplanmış olup, o
her türlü kusurdan arındırılmıştır.
 Gazâlî (ö.505/1111)’nin Kimya-ı Saâdet’i: Gazâlî, bu eserinde, Allah’ı bilenin
kendisini bileceğini ve eylemlerini buna göre yapacağını vurgulamaktadır. Komşu,
akraba, ana-baba ve çocuk haklarının ayrıntılı olarak işlendiği bu kitabın “Helak
Ediciler” bölümünde, nefsin riyazeti çeşitli şekillerde ele alınmaktadır. Son bölüm
olan “Kurtarıcılar”da ise, büyük ve küçük günahlar ve tövbe konusu işlenmektedir.
 M. Abdullah Draz (ö.1958)’ın Kur’an Ahlakı: Bu eserin birinci kısımda, ahlak
nazariyesi işlenmektedir. Ahlaki yükümlülüklerin kaynakları, ahlaki yükümlülüğün
özellikleri, ahlaki müeyyide, niyet ve ahlaki fiilin tabiatı, kötü niyetler, gayret vb.
konular tafsilatlı olarak ele alınmaktadır. İkinci kısımda ise, ferdi ahlak, aile ahlakı,
sosyal ahlak, devlet ahlakı ve dinî ahlak ortaya konulmaktadır.
 Abdurrahman Azzam’ın Resul-i Ekrem’in Örnek Ahlakı ve Kahramanlığı: Bu
eserde, hak davasında sebat; şecaat ve cesaret; sözünde durma, az ile yetinme,
tevazu ve hoşgörü, ibadet, bağışlama, merhamet ve iyilikseverlik, siyaset ve
idaredeki üstün başarı ve vicdan hürriyeti ele alınmaktadır.
 Babanzâde Ahmed Naim (ö.1934)’in İslam Ahlakının Esasları: Bu eserde,
güzel ahlakın İslam’daki önemi, iman ile güzel ahlak arasındaki yakın ilişkiyi
açıklayan dinî ve akli deliller, insan hürriyeti ve sorumluluğuna işaret eden ayet ve
hadisler, iyi ve kötü işin karşılığı gibi konular işlenmektedir.
 Mustafa Çağrıcı’nın Ana hatlarıyla İslam Ahlakı: Bu eserde de, ahlakın tarifi
ve mahiyeti, İslam ve İslam ahlakı, İslam ahlakının doğuşu ve gelişmesi, İslam’ın
belli başlı ahlak problemlerine bakışı, İslam ahlakının ameli ve tatbikî cephesi gibi
konular ayrıntılı olarak işlenmektedir.
 Macid Fahri’nin İslam Ahlak Teorileri: Bu eserde, Kur’ani ahlak ilkeleri çeşitli
başlıklar altında değerlendirilmekte, kelami ahlak ve felsefi ahlak örnekleriyle
ortaya konulmakta, kitabın son bölümünde ise, dinî ahlak, İslam düşünürlerinin
görüşlerinden hareketle çeşitli şekillerde ele alınmaktadır.
 Hüsameddin Erdem’in Ahlak Felsefesi: Erdem, bu eserinde, ahlak ve ahlak
felsefesinin ne olduğuyla ilgili genel bilgiler ortaya koymakta, ahlak felsefesinin
problemlerini, ahlaki değerler, ahlaki yargı, ahlak fiilinin menşei, ahlaki vazifeler vb.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
başlıklar altında değerlendirmektedir. Uygulamalı ahlak adı altında da ferdi ahlakı,
toplumsal ahlakı ve devlet ahlakını ayrıntılı olarak işlemektedir.
 Cafer Sadık Yaran’ın İslam’da Ahlakın Şartı Kaç: Bu eserde ise, çağdaş küresel
sorunlar ve ahlak, İslam ahlakındaki temel erdemler, temel erdemler açısından
İslam ahlakının türleri, temel İslami erdemlerin belirlenmesinin yararları ve yolları
işlenmektedir.
Burada zikrettiğimiz ve zikredemediğimiz İslam ahlakıyla ilgili tüm eserlere
baktığımızda, bunların İslam’ın ahlak esaslarını özetle şu başlıklar altında
değerlendirdiklerini görmek mümkündür: Allah’a iman ve kulluk, Allah ve
Resulü’nü sevmek, Allah’ın nimetlerine şükür ve kanaat, tevekkül ve kazaya rıza,
korku ve ümitle Allah’a yalvarma ve bağlanma. Şimdi bunları ayrıntılı olarak ele
almaya çalışalım:
ALLAH’A İMAN VE KULLUK
İman, Allah’ın tevhit ve sıfatlarını, bütün peygamberlerini ve bilhassa
Peygamber’imizinsav peygamberliğini ve getirdikleri hükümlerin hakikatini tasdikten
ibarettir. Buna göre imanın hakikati ve özü, kalbin tasdikidir.
İmanın hakikati ve
özü, kalbin
tasdikidir.
Müslümanlığın birinci temeli, Allah’a imandır. Allah’ı bilmek ve O’na iman
etmek, her mükellef üzerine farzdır. Bu bilginin doğru yolu, sahih düşünmedir. Yani
bütün âlemi ibret gözüyle seyretme ve bunlarda cereyan eden terbiye ve tekâmül
nizamının cereyan şeklini tefekkür ederek, Allah’ın varlığını ve birliğini anlamak ve
tasdik etmektir. Çünkü kâinat ve onun her zerresinde cereyan eden her şey,
Allah’ın vahdaniyetini dile getirir.
Allah’ın varlığı ve birliği, âlemin her kısmında ve her zerrede bu derece açık
olarak okunduğu içindir ki, birçok âlim ve filozof, bunu ispat için delile lüzum
olmadığını, bunun apaçık ve her insanda fıtri olduğunu söylemişlerdir. Yani yüce bir
varlığa bağlanmak, inanmak, insanın yaratılışından, tabiatından doğan bir ihtiyaçtır.
Kâinattaki bütün varlıklardan üstün olmasına rağmen insan, kendisinde hissettiği
aczi, yüce, sonsuz ve kâmil bir varlığa bağlanmakla telafi etmektedir.
İnsan, Allah’ın varlığını anlamak, O’nu isimleriyle ve sıfatlarıyla tanımak ve o
suretle iman etmekle mükelleftir. Buna göre Allah’a iman etmek demek, O’na
mahsus ve vacip olan yüksek sıfatları, O’nun hakkında caiz veya mümteni olan
şeyleri bilip öylece tasdik etmek demektir. İnsanın üzerine farz olan da budur. Farz
olan bu görevi yerine getiren insan, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, kendi fıtratında
var olan inanma arzusunu doğru bir şekilde yerine getirmiş olur. Allah’a
inanmayanların, uydurdukları tanrılara, hurafelere, ideolojilere, sistemlere ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
şahıslara bağlı olmaları, onlara inanmaları, insanların bir şeye inanmak ihtiyacının
vazgeçilmez olduğunu açıkça göstermektedir. Bunun içindir ki, büyük İslam
ahlakçıları, Allah’a iman ve O’na kulluk üzerinde durmuşlar, Allah’a karşı
vazifelerimizi de, Allah’ı bilmek ve Allah’a ibadet diye iki kısma ayırmışlardır. Allah’ı
bilmek demek, Allah’ın zat ve sıfatlarını, büyüklük ve üstün kudretini bilmek, bütün
varlığı yaratan, onların rızkını veren, onları yaşatan ve öldürenin ancak Allah
olduğunu idrak etmektir. (Erdem, 2003: 129)
İnsan bu şekilde Allah’ın varlığına iman edince, Allah’a karşı sorumluluğunun
olduğunun da farkına varacaktır. Buna da kulluk bilinci denir. Kul olduğunun
bilincine varan insan, Allah’ın kendisinden istediği şeyi yerine getirecektir. Bu
anlamda insanın birinci görevi, öncelikle Allah’a itaat, sonra da sırasıyla
peygamberlere, anne-babaya, yöneticilere ve büyüklerimize itaattir. Dolayısıyla
Allah’ı tanıyıp O’nun emirlerini bilen bir insanın, ahlaksız bir hayat yaşaması
mümkün değildir. Çünkü her ahlak kanunu, bizi bir vazifeyle mükellef kılar. Bir
mükellefin bu vazifeden dolayı sorumlu tutulmaması halinde, ahlak kanunu bütün
gücünü ve önemini kaybedecektir. Allah’ı tanıyıp, emirlerini yerine getiren insan,
bundan dolayı kendisine mükâfat ve ceza verileceğini bildiği için düzenli bir hayat
yaşama gayreti içerisinde olacaktır.
İnsanlık tarihine baktığımızda, insan aklının kendisine sorumluluk
yüklemeyen ahlak anlayışlarını reddettiğini görebiliriz. Bunun içindir ki diğer bütün
ilahî dinler gibi İslam dini de bütün insanların sorumluluğa tabi olduklarını
belirtmiş, bu hususta peygamberleri de sorumluluktan beri kılmamıştır. İnsanın
Allah’a karşı vazifesinin olması, onun bir sorumluluk varlığı olduğu sonucunu
doğurur. (Çağrıcı, 1991: 138) Kur’an-ı Kerîm bu hususu şöyle ifade eder:
Siz boş yere yaratıldığınızı ve bizim huzurumuza dönmeyeceğinizi mi sandınız?”
(Mü’minûn/23:115).
“İnsanlar imtihana çekilmeden, iman ettik, demekle bırakılacaklarını mı
sandılar?” (Ankebût/29:2)
İnsan muhakkak ki, yapacağı bütün işlerinde inancının tesiri altındadır. İnanç
ve İslam’ın esası sayılan tevhit, insan hayatının bütün yönlerinin Allah’ın kudret
elinde olduğunu bilip, O’nu, bütün âlemin sahibi olarak tanımasıdır. Allah’a itaat ve
saygıdan kaçmak, O’nun zat ve sıfatlarına, hukuki tasarruflarına ortak koşmak ise
tam anlamıyla nankörlüktür. Kur’an, Allah’a iman ve itaat edenin kalbini hidayete
ve doğru yola ulaştıracağını ifade etmektedir. Nitekim Teğâbûn suresinde şöyle
buyurulmaktadır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
“Allah’ın izni olmaksızın hiçbir musibet isabet etmez. Kim Allah’a inanırsa,
Allah onun kalbini doğruya götürür. Allah her şeyi bilendir.” (Teğâbûn/64:11)
Bu ayette görüldüğü gibi, Allah’ın ilmi, iradesi ve takdiri olmadan insana
hiçbir musibet gelmeyecektir. Fakirlik, hastalık, ölüm ve üzüntü gibi sıkıntıların
Allah’ın takdiriyle olduğuna inanan kimse, bu kötülüklerden sarsılmadan kurtulur.
Çünkü onun kalbi, sabır ve metanetle ferahlamaktadır. Hac suresinde ise şöyle
buyurulmaktadır:
“Bir de, kendilerine ilim verilenler, eziyetin dengi ile karşılık verir de, bundan
sonra kendisine yine bir tecavüz ve zulüm vaki olursa, emin olmalıdır ki, Allah
ona mutlaka yardım edecektir. Hakikaten Allah, çok bağışlayıcı ve mağfiret
edicidir.” (Hac/22: 54)
Allah’a karşı iman vazifemizden sonra gelen diğer vazifelerimiz de,
ibadetlerimizdir. Allah’a iman eden bir insan, kulluk bilinciyle O’nun kendisine
verdiği nimetlere şükreder ve O’na karşı ibadetlerini yerine getirir. Din ile ahlak
arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğu bilinen bir gerçektir. Bu nedenle Allah’a karşı
bir ibadet ve şükür vazifesi olduğunu bilmeyen kişinin, ahlaki erdemler sergilemesi
oldukça zordur. Çünkü İslam inancına göre insan, Allah’a ibadet etmek amacıyla
yaratılmıştır. (Erdem, 2003: 129) Kur’an-ı Kerîm, bunu şu ayetle net bir şekilde
ortaya koymuş, insanın her işe kabiliyetli olmasıyla birlikte asıl maksadının, Hakk’a
ibadet etmek olduğunu beyan etmiştir:
“Ben cinleri de insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım”
(Zâriyât/51:56)
Şunu ifade etmek gerekir ki, kulluk, yalnızca düşünce ve sözlerle ortaya
konulamaz. Bu yüzden Mevlânâ, ibadetlerin, insanın Allah’a inancı, sevgisi
konusunda birer şahit olduğunu dile getirmektedir.
Mevlânâ’ya göre sevgi, fikir ve manadan ibaret olsaydı, bize oruç ve namaz
lüzumlu olmazdı. Bu yüzden bağlılık ve sevgiden bir eser olsun diye dostlar
birbirine hediye verirler. O hediyeler, bağlılığın ve sevginin şahitleridir. İşte bütün
ibadetler, Allah’a itikat için birer şahit durumundadırlar. (Yeniterzi, 1997: 70)
İbadetlerin insanın iman ve takvası üzerindeki tesirleri büyüktür. Bu yüzden
İslam ahlakçıları, amelsiz itikadı ışıksız fenere benzetirler. Işık vermeyen bir fener
ise, faydasız olduğundan, makbul de değildir. Buna göre dinî emirlere uymayan bir
müminin değeri yoktur.
İbadetler, sevap ve mükâfatın dışında kalp ve vicdanın temizlenmesi
hususunda büyük yararlar sağlar. Bu yararların başında ise, insanın yasaklardan
uzaklaşması, kötülüklerden temizlenmesi ve korunması gelmektedir. Nitekim Hz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Peygamber, namaz ve oruç ibadetinin, insanları kötülüklerden koruyacağını
belirtmektedir. (Erdem, 2003: 130) Kur’an-ı Kerîm, namazın, ahlakı yükseltmek ve
kalbi temizlemek noktasından taşıdığı değeri en mükemmel şekilde şöyle ortaya
koymaktadır:
“Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Muhakkak ki namaz, hayâsızlıktan ve
kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak, elbette en büyük ibadettir. Allah,
yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût/29:45)
Allah, kullarına yakın olduğunu, kendisine dua edenin duasını kabul
edeceğini ve doğruya ulaşmaları için kendisine inanıp güvenmelerini
emretmektedir.
Allah, kullarına umut aşılamakta, onları Allah’a sığınmaya davet etmektedir.
Hz. Peygamber, “Asıl ibadet duadır, Rabbiniz, Bana dua edin dileğinizi vereyim,
dedi” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in duaları, İslam’da ibadetin anlamını ortaya
koyduğu gibi, İslami öğretilerdeki ahlak unsurunun güzelliğini de ortaya
koymaktadır.
Bütün ibadetler, Allah yolunda nefsi terbiye etmek için birer araçtır. Yaratan
ile yaratılanlar arasında sürekli bir ilişkinin var olduğunu göz önünde
bulundurduğumuzda, yaratılan varlıkların en üstünü olan insanın, Yaratana
ulaşmak için insanlığa hizmet etmesi de bir ibadet olarak sayılmıştır. Nitekim
Türkçede güzel bir söz vardır: “Halka hizmet, Hakk’a hizmettir.”
Mâverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din adlı eserinde, insanın hayatını düzenleyen
üç şeyden bahsetmektedir. Bunlar: Beşerî ihtiyacı karşılayan madde, doğru yola
sevk olunduğunda itaat eden, günahtan men olunduğunda neticeyi kabul eden
itaatli nefis, kalplerin meylini üzerine toplayan, fenalıkları def eden sevgi. (Mâverdî,
1998: 221)
ALLAH VE PEYGAMBER SEVGİSİ
Sevgi, hayatın aslı ve
özüdür.
Sevgi, insana etki eden, acısını tatlıya, hastalığını şifaya, derdini devaya,
sıkıntısını nimete, kahrını rahmete dönüştüren bir duygudur. Her türlü kemale
erişmenin kaynağında sevginin olduğunu görmek mümkündür. Çünkü sevgi,
hayatın aslı ve özüdür. Sevgi hayatın ve varlığın aslı olduğuna göre, sevginin en ileri
noktası olan Allah ve Peygamber sevgisi, her şeyin üzerinde bir değere sahiptir.
Allah sevgisi kavramı, iki anlamı ifade etmektedir. Bunlardan birincisi, insanın
Allah’ı sevmesi; ikincisi ise, Allah’ın insanı sevmesidir. Kur’an’da her iki sevgiden de
söz edilmiştir. Bilindiği gibi Allah’ın güzel isimlerinden biri olan Vedûd ismi de her
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
iki anlamı içermektedir. İnsanın Allah’ı sevmesi, iki şekilde tezahür etmektedir:
Allah’ı sevmek ve Allah için sevmek. Allah’ı sevmek, insanın Allah’ı, O’nun
Kur’an’da kendisini tanıttığı nitelikleriyle tanıması, O’na ve Peygamber’i vasıtasıyla
bildirdiği hak dine iman etmesi, emir ve yasaklarına uyması, kaza ve kaderine ve
O’ndan gelene razı olması, O’nun iradesi doğrultusunda hareket etmesidir.
(Karagöz, 2009: 12; Erdem, 2003: 131)
Kur’an’da, insanın Allah’ı sevmesinin göstergesi olarak Peygamber’e itaat
ifade edilmiştir. Nitekim Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır:
“De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet
edendir.” (Âl-i İmrân/3:31)
Peygamber’e itaat, onun tebliğ ettiği İslam dinini kabul edip ilkelerini, hüküm
ve tavsiyelerini uygulamak, onu rehber, örnek ve önder edinmektir. Yukarıdaki
ayette ifade edildiği gibi Peygamber’e itaat, Allah sevgisinin ayrılmaz bir parçası
olarak zikredilmiş, dolayısıyla Peygamber’in gösterdiği yolu gönülden
benimsemeyen kişinin Allah’ı sevdiğini iddia edemeyeceği belirtilmiştir.
Allah sevgisinde, Peygamber’e uymak, yani onun sünnetine tabi olmak
olmazsa olmaz bir şarttır. Çünkü Allah sevgisi ve O’na itaat ile Peygamber’ine uyma
ve tebliğ ettiği dine teslim olma arasında sıkı bir bağ vardır. Peygamber’e uyan
doğru yolu bulur, güzel eylemlerde bulunur, ona uymayan kimsenin ise, Allah’ı
sevdiğini söylemesi, anlamsız bir ifadeden öteye geçemez. Allah ve Peygamber’in
emir ve yasaklarına uymamak, Allah sevgisiyle asla bağdaşmaz. Allah’ı seven,
Allah’ın emir ve yasaklarına uyar. Bu emir ve yasaklara uygun davranma, insanın
ahlaklı bir eylem ortaya koymasının nedenini oluşturmaktadır. (Karagöz, 2009: 14)
İnsanın Allah’ı sevmesi bir kulluk görevidir. Çünkü insanı yaratan, yaşatan ve
rızık veren O’dur. Nitekim insanda kendisine Allah’ın nimetlerini göstermesiyle
yoğun bir sevgi oluşmaktadır. Bunun içindir ki, sevgili Peygamber’imiz “Sizi
nimetleriyle rızıklandırdığı için Allah’ı seviniz” (Tirmizî, Menakıb: 33),
buyurmaktadır. Bütün ahlakçılar, sevgiyi, insan ruhunun ve kalbinin gıdası olarak
görmektedirler. Mâide suresinde şöyle buyrulmaktadır:
“Ey müminler! Sizden kim dininden dönerse, öyle bir toplum getirir ki O,
onları sever, onlar da O’nu severler; onlar müminlere karşı alçak gönüllü,
kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda çalışırlar. Hiçbir kınayıcının
kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur, onu dilediğine verir.
Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Mâide/5: 54)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Bu ayette görüldüğü gibi, seven insanların beş ahlaki özelliğinden söz
edilmektedir.
 İman,
 Müminlere karşı mütevazı olma,
 Kâfirlere karşı izzet sahibi olma,
 Allah yolunda çalışma,
İslam’ı yaşama konusunda hiçbir kınayıcının kınamasından korkmama. Allah’ı
seven insan, bunu söz, fiil ve davranışlarıyla ortaya koyar ve sergilediği bu ahlaki
tutumuyla örnek olarak insanlara Allah’ı sevdirmeye çalışır ve bunu yapmakla da
Allah’ın sevgisini kazanır. Allah için sevmeye gelince, bu da Allah sevgisinin bir
gereğidir. Allah’ı seven, Allah’ın sevdiklerini de sever. Varlıkları Allah için sever.
Allah’ın sevgisini ve hoşnutluğunu sağlayacak sözleri söyler, eylemleri yapar ve
davranışları sergiler. Sevdiklerini Allah için sevmek, kâmil bir imanın sonucudur.
(Karagöz, 2009: 15-25)
Aşağıdaki hadisler de bu hususa işaret etmektedir:
“Kim Allah için sever, Allah için kızar, Allah için verir ve Allah için men ederse,
imanı kemâle ermiştir.” (Ebû Dâvud, Sünnet: 16)
“Allah için sevmek ve Allah için kızmak, imanın gereğidir.” (Buhârî, Îmân: 1)
“Amellerin en faziletlisi, Allah için sevmek ve Allah için kızmaktır” (Ebû Dâvud,
Sünnet: 3)
Eylemlerini Allah için sevmeye göre sergileyenlerin kötü eylemlerde
bulunması, ahlaksız bir hayat yaşaması söz konusu olamaz. Allah için seven,
Allah’ın yaratıklarına karşı hor ve hoşa gitmeyen eylemler sergilemez. Nitekim
Yunus Emre, bu durumu özetle şu şekilde ifade etmektedir:
Yaratılanı hoş gördük, Yaratandan ötürü.
ALLAH’IN NİMETLERİNE KARŞI ŞÜKÜR VE KANAAT
Şükür; nimeti değil,
nimeti vereni görmektir.
Şükür, insanın, nimeti kendisine vereni düşünüp, bu ihsanından dolayı o
nimeti verene hamd etmesi ve o nimeti kendisine verenin gösterdiği istikamette
kullanmasıdır. Yani Allah’ın nimetlerini bilip, karşılığında kulluk ve ibadet vazifesini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
yerine getirmesidir. Şiblî, şükrü şu ifadeleriyle çok güzel bir şekilde ortaya
koymaktadır: “Şükür nimeti değil, nimeti vereni görmektir.”
İslam ahlakçıları, şükrün üç çeşidinden söz etmişlerdir. Bunlar; kalp, dil ve
bedenle yapılan şükürdür. Kalp ile şükür, nimet verenin Allah olduğunu bilmek; dil
ile şükür, nimet sahibini itiraf ile hamd; beden ile şükür ise, bedeni Allah’ın
yasaklarından korumak ve Allah’ın buyruklarına uymaktır. (Erdem, 2003: 132)
Allah’ın vermiş olduğu nimetlere şükretmek, verilenlerin daha da artmasına
sebebiyet vermektedir. Nitekim Yüce Rabbimiz, insanların “Nimetlerine şükredip
nankörlük göstermemesini” (Bakara/2:152) istemekte ve bunu yaptıklarında da
nimetini arttıracağını (İbrahim/14:7) haber vermektedir.
Yukarıdaki ayette de ifade edildiği gibi, nimet, şükür ile çoğalıp varlığını
sürdürürken, nankörlükle de yok olup gitmektedir. Nankörlük, nimete
şükretmemek, iyiliği tenkit etmek, küçümsemek ve tersine yorumlamaktır.
Nankörlüğün en kötüsü, yapılan iyilikleri tamamen unutup, onlara karşı kötülük
yapmaktır. Böyle bir nankörlük duygusunun gelişmesinin nedeni ise, insanın
vicdani bir terbiyeden mahrum olmasıdır. Yüce Allah, nimetlerine karşı nankörlük
edenleri şu şekilde kınamaktadır:
“Allah iman edenleri esirger. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan
herkesi sevgisinden mahrum eder.” Hac/22: 38.
Bir toplumda nankörlük yaygınlaşırsa, orada sevgi ve merhametten söz
edilemez. Çünkü Allah’ın vermiş olduğu nimetlere karşı nankörce davranan,
insanların da kendisine verdiği iyi şeylere nankörlük edecektir. Bu yüzden verilen
nimetlere şükretmek Allah katında değerli olduğu gibi, toplumsal düzen için de çok
olumlu sonuçlar doğuracak bir eylemdir. Örneğin, Allah’ın verdiği nimete şükreden
bir insan, nimetleri yaratılış amacına uygun olarak harcayacaktır. Kendisinde var
olan malın şükrünün zekâtını vermekle ve ihtiyaç sahiplerine yardım etmekle
yerine getirecektir. İlmi varsa, bunun şükrünü de, ilmiyle amel etmekle ve bu ilmi
başkalarına öğretip faydalı bir toplum yetiştirmekle sağlayacaktır. Sağlığının
şükrünü ise, hastaları arayıp sormakla ve şifa bulmaları için onlara yardımcı
olmakla ifa etmiş olacaktır. (Erdem, 2003: 132)
Kanaatle ilgili de şunları söylemek mümkündür. Bilindiği gibi Yüce Rabbimiz,
insanlara dünya ve ahirette hayır getirecek şeyleri emretmiştir. Bu yüzden bir
mümin için en kâmil vasıflardan biri kanaattir. Türkçede “tok gözlülük” diye ifade
edilen kanaat, insanın hissesine düşen rızka razı olması, mevcut olan ile yetinmesi,
olmayan şeye ise heveslenmemesidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Büyüklerimiz, kanaatin, tükenmek bilmeyen bir hazine olduğunu ifade
etmektedirler. Kanaatkâr olmayan bir toplumun huzur bulması mümkün değildir.
Çünkü Allah'ın verdiğine razı olmayan insanların kalpleri hırsla dolacak ve bu da o
insanları huzura kavuşturmayacaktır. Kalplerini hırs bağlamış insanlar, meşru
yollarla erişemedikleri menfaatlere, meşru olmayan yollarla ulaşma sevdasına
kapılacakları için gece ve gündüz huzursuz olacaklardır. Kanaat sahibi olmayan
insan, varlıklı da olsa fakir, kanaatkâr olan ise yoksul da olsa, göz ve gönül tokluğu
gibi bir zenginliğe sahiptir.
Peygamber’imiz şöyle buyurmuştur:
“İslam hidayeti nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup, buna kanaat
edene ne mutlu.” (Tirmizî, Zühd: 35)
“Zenginlik mal çokluğuyla değildir. Bilakis zenginlik göz tokluğuyladır” (Buhârî,
Rikak: 15)
Elindekine kanaat eden insanlar, kendilerinden daha kötü durumda olan
insanları görünce, kendi hallerine şükreder ve o insanlara şefkat ve merhametle
yaklaşırlar. Bu yüzden şükür ve kanaatin yaygın olduğu bir toplumda, huzur ve
barış olacaktır. Bunun içindir ki Hz. Peygamber, bir hadis-i şeriflerinde şöyle
buyurmaktadır:
“Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük yiyeceği de mevcut ise,
sanki dünyalar onun olmuştur.” (Tirmizî, Zühd, 34)
Müslüman olan, ahiretin ebedî felaketinden; kâfi miktarda malı bulunan,
dünya sefaletinden; kanaat sahibi olan ise, dilencilik rezaletinden kurtulmuş
demektir.
“Kanaati olmayanı
servet zengin etmez.”
Hz. Peygamber’in hayatını kanaat prensibine uygun olarak düzenlediği
kaynaklarda sabittir. Kanaat, hiçbir zaman az çalışmak, tembellik etmek anlamında
değerlendirilemez. O, sadece Allah’ın insana takdir ettiğine razı olmaktır. Sa'd b.
Ebi Vakkâs’ın oğluna şöyle nasihat ettiği bildirilmektedir:
“Zenginlik istediğin zaman, onunla beraber kanaat de iste. Çünkü kanaati
olmayanı servet zengin etmez.”
Bu ifadeler, bize, kanaatin ruhi ve ahlaki bir vasıf olduğunu göstermektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
ALLAH’A TEVEKKÜL VE KAZAYA RIZA GÖSTERMEK
Ders anlatım videosunu
izleyiniz
Tevekkül, sözlükte, güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek
anlamlarına gelmektedir. Terim olarak ise, hedefe ulaşmak için gerekli olan maddi
ve manevi sebeplerin hepsine başvurduktan ve yapacak bir şey kalmadıktan sonra
Allah’a dayanıp güvenmek ve ondan ötesini Allah’a bırakmak demektir. Tevekkül,
Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucudur. (Erdem, 2003: 133)
Tevekkül eden kimse, Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmuş, kaderine razı bir
kimsedir. Fakat ne kadere inanmak ne de tevekkül etmek, gerilik ve miskinlik
anlamına gelir. Kadere iman ve tevekkül, çalışmaya ve ilerlemeye mani değildir.
Çünkü inanan insan, olayların, ilahî düzenin ve kanunların çerçevesinde, nedensonuç ilişkisi içerisinde olup bittiğinin bilincindedir.
Tevekkül eden kişi,
tohumunu önce yere
atar, ondan sonra
tevekkül eder.
Müslüman, tohum ekilmeden ürün elde edilemeyeceğini, ilaç kullanmadan
tedavi olunamayacağını bilmektedir. Bunun için yapacağı işlerde gereken önlemleri
alır ve sonucunu Allah’a bırakır. Önlem almadan kader ne ise o olur şeklinde bir
anlayış içerisine girmek tevekkül değil, bir tembelliktir. Böyle bir şey, İslam’ın
anlayışıyla asla bağdaşmaz. Salih ameller işlenmedikçe, Allah’ın rızası kazanılamaz.
Bu yüzden tevekkül, çalışıp çabalamak ve çalışıp çabalarken Allah’ın bizimle
olduğunu hatırdan çıkarmamak ve sonucu Allah’a bırakmaktır. Nitekim Yüce Allah
müminlerin bir başka varlığa değil, yalnızca kendisine güvenmelerini emretmekte,
böylece tevekkül edene kendisinin yeteceğini bildirmektedir:
“Kararını verdiğin zaman artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine
dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân: 59)
59
Buraya kadar verdiğimiz bilgilerden de anlaşılıyor ki, İslam’da tevekkülün
) kanunlarının gereğini gözden uzak tutmamak, tuttuğu takdirde başına
şartı, tabiat
gelen şeylerden kendini kınayıp günahını, hatasını kadere yüklememektir. Tabiat
kanunlarından gaflet etmek, onları hiçe saymak, ya Müslümanlığı bilmemekten ya
da acz ve miskinlikten kaynaklanmaktadır. Bunun örneğini, devesini mescidin
dışında başıboş salıvererek Peygamber’in huzuruna giren ve tevekkülün anlamını
bilmeyen bir kişiye, Peygamber’in şöyle buyurmasında görüyoruz.
“Devenin ayağını bağla da ondan sonra tevekkül et.” (Tirmizî, Kıyâmet: 60)
Yine, Hz. Ömer “Siz necisiniz?” diye sorduğu boşta gezen Yemenlilerden “Biz
tevekkül edenlerdeniz” cevabını alınca, “Hayır, siz tevekkül eden değil yalancısınız.
Tevekkül eden kişi, tohumunu önce yere atar, ondan sonra tevekkül eder”
demiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Allah’tan ancak âlimler
korkar
Bu örnekler gösteriyor ki, İslam dini, körü körüne tevekkülü reddetmektedir.
Çünkü İslam tevekkülünde, başa gelen bir felaket karşısında sebat ve metanet
vardır. Bu da, kadere rıza şeklinde ifade edilir. Kadere rıza demek, “Allah tarafından
kullara ulaşan kazaya razı olmak”, yani dünya musibet ve felaketlerine, ilahî takdire
rıza göstermek ve teslimiyet, dinî vazifelerimizin bütünüdür. Bu yüzden tevekkül,
insanı ahlaken yücelten ve Allah’a yaklaştıran önemli bir unsur olarak karşımıza
çıkmaktadır. Çünkü takdire rıza göstermeyen isyan etmiş olur. Bu da tevekkülün
insanı günahlardan uzaklaştırdığını, neticesi boş, elim, vahim olan kederlerden
koruduğunu göstermektedir. (Erdem, 2003: 133-134)
Tevekkül ve kadere rıza, hayatın sıhhati, kalbin huzuru, müminin de açık
vasıflarındandır. Ancak yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu tedbiri almayıp takdire
rıza göstermemek anlamına gelmemektedir. Örneğin, bir çiftçi, önce zamanında
tarlasını sürüp ekime hazırlayacak, tohumu atacak, sulayacak, zararlı bitkilerden
arındırıp ilaçlayacak, gerekirse gübresini de verecek, ondan sonra iyi ürün vermesi
için Allah’a güvenip dayanacak ve sonucu O’ndan bekleyecektir. Bu alınan
tedbirlerin sonunda, herhangi bir olumsuz durum ortaya çıksa bile, bu Allah’ın
takdiridir deyip sabredecektir. İşte bu yaklaşım, insandaki korkuyu ortadan
kaldırarak onu Allah’a yaklaştırmakta ve O’nun sevgisine yöneltmektedir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki tevekkül, bir toplumun sağlıklı ve düzenli
işlemesinin teminatıdır.
KORKU VE ÜMİTLE ALLAH’A YALVARMA VE BAĞLANMA
Korku ve Ümitle ilgili
örnek videoyu izleyiniz
Korku ve ümit, bir Müslümanın hem Allah’tan layıkıyla korkmasını hem de
O’ndan ümit kesmemesini ifade eden iki kavramdır. Yani inanan bir insan, Allah’ın
kendisini cezalandıracağından korktuğu gibi, O’nun kendisine mükâfat vereceğini
de ümit etmelidir. Yüce dinimizin öğrettiği ilahî esaslardan birisi, kulun Rabbi
huzurundaki durumu ve teslimiyet ölçüsüdür. Buna göre mümin, keremi ve
rahmeti sonsuz olan Yüce Yaratıcısına büyük bir muhabbet ve tazimle teslim
olacaktır. Ne kadar kusurlu ve günahkâr olsa da O’nun affından ümidini
kesmeyecektir. Bununla birlikte Allah’ın bu sonsuz rahmet ve affının yanında,
O’nun azabının da çok şiddetli olduğunu unutmayacak; O’ndan korkacak,
gazabından da emin olmayacaktır. Ümit etmesi ise, O’nun kendisine mükâfat
vereceği temennisi içerisinde olmasıdır. Bu da bize, müminin daima korku ve ümit
arasında bulunması gerektiğini göstermektedir. İnsan için bu hayat, gerçekte ümit
ve korkuyla dolu bir imtihan yeri olduğu için bu imtihandaki başarı, korku ve
ümidin tatlı ahengi içinde ortaya çıkacaktır. Çünkü fazla korkudan ümitsizlik,
korkusuz ümitten de gaflet doğar. Mümin, Rabbinin büyüklüğünü ve azabının
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
zorluğunu bilerek O’ndan korkar. Yani Allah’tan en çok korkan, O’nu en çok
bilendir. Bu sebeple Resul-i Ekremsav şöyle buyurmuştur:
“Ben, içinizde Allah’tan en çok korkanınızım” (Buhârî, Nikâh: 116)
Cenab-ı Hak da Fâtır suresinde şöyle buyurmuştur:
“Kulları içinde Allah’tan ancak âlimler korkar.” (Fâtır/35: 28)
Yukarıdaki hadis ve ayet, bize göstermektedir ki, insandaki ilahî bilgi arttıkça
kalbe düşen korku da o nispette çoğalmaktadır. Fakat ümitle dengelenen Allah
korkusu insanı bunalımlara değil, isyandan uzak durmaya, geçmişi telafi için taat ve
ibadete, geleceğe hazırlanmaya sevk eder. (Yaran, 2005: 135-140) Bunun için
büyüklerimiz: “Herkes korktuğunda kaçar, yalnız Allah’tan korkan O’na yaklaşır”
demişlerdir.
Allah korkusu, toplum hayatında dengeleyici bir etkiye sahiptir. İnsan, Allah
korkusuyla kul hakkından, hırsızlıktan, dolandırıcılıktan, cana kıymaktan uzak
durur. Eline fırsat geçse bile vahşileşip suçlara yönelemez. Yaratıcısı tarafından her
an görüldüğü ve denetlendiğinin bilincinde olduğu için ahlaklı bir yaşam tarzı
sergiler.
Böyle bir insan herhangi bir güçlükle karşılaşınca, Allah’a yönelik bir ümit
içinde olduğu için O’nun rahmetini hissederek O’na yönelecek, durumunun
düzeltilmesini O’ndan isteyecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Özet
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
•Dinî ahlak, ahlaki ilkelerin tabiatüstü bir güçten kaynaklandığını ifade
etmektedir. Burada ahlaki ilkeler, Allah’ın ya da O’nun seçmiş olduğu
elçinin emirleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dinî ahlakta ahlakî değer
olan iyiyle kötünün tayini, ilâhî otoriteye bırakılmıştır.
•İslam ahlakıyla ilgili eserler, İslam’ın ahlak esaslarını özetle şu
başlıklar altında değerlendirmektedirler. Bunlar; Allah’a iman ve
kulluk, Allah ve Resulünü sevmek, Allah’ın nimetlerine şükür ve
kanaat, tevekkül ve kazaya rıza, korku ve ümitle Allah’a yalvarma ve
bağlanmadır.
•İnsan, yapacağı bütün işlerinde inancının tesiri altında olduğu için
Allah’a iman ve kulluk, İslam ahlakının esaslarından ilkidir. İnanç ve
İslam’ın esası sayılan tevhit, insan hayatının bütün yönlerinin Allah’ın
kudret elinde olduğunu bilip, O’nu, bütün âlemin sahibi olarak
tanımasıdır.
•Allah ve Resulünü sevmek ve onlara itaat etmek ise, İslam ahlakının
bir diğer temel esasıdır. Allah ve Resulünü sevip itaat etmeyenin
ortaya koyduğu eylemler, İslam ahlakının dışındadır.
•Allah’ın nimetlerine şükre gelince, Allah ve Resulünü sevip onlara
itaat eden, kendisine verilen nimetlere de şükretmesi gerektiği için bu
ahlak kuralı oldukça önemlidir.
•Tevekkül, Müslümanların kadere olan inançlarının tabii bir sonucu
olduğu için, tevvekkül ve kazaya rıza, İslam ahlakının temel
esaslarından bir diğeridir.
•Korku ve ümit, bir Müslümanın hem Allah’tan layıkıyla korkmasını
hem de O’ndan ümit kesmemesini ifade eden iki kavram olmaları
nedeniyle, İslam ahlakında çok önemli bir yere sahiptirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Ödev
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
• İslam ahlakının temel esaslarını diğer dinlerde var
olan ahlak ilkeleriyle karşılaştırınız?
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Ahlak ilkelerinin kaynağını ilahî otoriteye bağlı olarak gören ahlak anlayışına
ne ad verilir?
a) Seküler ahlak
b) Profan ahlak
c) Dinî ahlak
d) Mutluluk ahlakı
e) Ödev ahlakı
2. Sadece ahlak ve adaba dair hadisleri bir araya getiren kitap ve yazarı
aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mustafa Çağrıcı, Anahatlarıyla İslâm Ahlakı
b) Cafer sadık Yaran, İslâm’da Ahlakın Şartı Kaç
c) Maverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din
d) Gazâlî, İhyâ
e) Buharî, el- Edebü’l-müfred
3. İnsana Allah’a karşı sorumluluk bilinci veren İslâm ahlak esası aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Tevekkül ve kazaya rıza
b) Allah ve Resulünü sevmek
c) Allah’ın nimetlerine şükür
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
d) Allah’a iman ve kulluk
e) Hiçbiri
4. İnsanın hayatını düzenleyen üç şey şunlardır: Beşerî ihtiyacı karşılayan madde,
doğru yola sevk olunduğunda itaat eden, günahtan men olunduğunda neticeyi
kabul eden itaatli nefis, kalplerin meylini üzerine toplayan, fenalıkları def eden
sevgi. Bunlara aşağıdaki eserlerin hangisinde vurgu yapılmaktadır?
a) Mustafa Çağrıcı, Anahatlarıyla İslâm Ahlakı
b) Cafer sadık Yaran, İslâm’da Ahlakın Şartı Kaç
c) Maverdî, Edebü’d-dünya ve’d-din
d) Gazâlî, İhyâ
e) Buharî, el- Edebü’l-müfred
5. Tüm tedbirleri aldıktan sonra başa gelen bir felaket karşısında sebat ve
metanet göstermek, İslâm ahlakında hangi kavramla ifade edilmektedir?
a) Tedebbür
b) Tenevvür
c) Tefekkür
d) Tevekkül
e) Tezekkür
Cevap Anahtarı
1.c 2.e 3.d 4.c 5.d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akseki, Ahmed Hamdi, (1981), İslam; Fıtri, Tabii ve Umumi Bir Dindir, Ankara, Nur
Yayınları.
Ali, Emir, (2007), İslam’ın Özü, İslam ve Hristiyanlığın Mukayesesi, çev. Ömer Rıza
Doğrul, Ankara, İlahiyat Yayınları.
Ali Bin Emrullah- Muhammed Hadimi, (2009), İslam Ahlakı, İstanbul, Hakikat
Kitabevi.
Atay, Hüseyin, (1994), Kur’an’a Göre İslam’ın Temel Kuralları, İstanbul, Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları.
Aydın, Mehmet S., (1991), Tanrı-Ahlak İlişkisi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Çağrıcı, Mustafa, (1991), Anahatlarıyla İslam Ahlakı, İstanbul, Ensar Neşriyat.
______, (1989), İslam Düşüncesinde Ahlak, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları.
Çamdibi, Hasan Mahmud, (1983), Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, İstanbul, Han
Yayınları.
Diyanet İşleri Başkanlığı, (2006), İlmihal, I- II, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı.
Draz, Abdullah, (Tarihsiz), Din ve Allah İnancı, İstanbul, Bir Yayıncılık.
______, (1993), Kur’an Ahlakı, çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, İstanbul, İz
Yayıncılık.
El-Behiy, Muhammed, (1995), İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, İstanbul, Yöneliş
Yayınları.
Erdem, Hüsameddin, (1978), Ahlak Felsefesi, Konya, Hü-Er Yayınları.
_______, (1996), Sondevir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Konya, Sebat Matbaacılık.
_______, (1990), “Dini Ahlak ve İlahi Dinlerden Yahudilik, Hıristiyanlık ve
Müslümanlık’daki Bazı Ahlaki Meselelere Mukayeseli Bir Yaklaşım”, Selçuk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 3.
Fahri Macid, (2004), İslam Ahlak Teorileri, İstanbul, Litera Yayıncılık.
Gazalî, (1981), Kimya-i Saâdet, çev. Ali Arslan, İstanbul, Arslan Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
_______, (1977), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 3, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir
Yayınları.
______, (1975), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 4, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir
Yayınları.
Güngör, Erol, (1995), Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Kandemir, Yaşar, (2008), Örneklerle İslâm Ahlakı, İstanbul, Nesil Yayınları.
Karagöz, İsmail, (2009), Allah Sevgisi Allah Korkusu, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Kaya, Yunus, (2009), Tasavvuf Nefsi Arıtma ve Donatma, İstanbul, Uzakülke
Yayınları.
Kılıç, Recep, (1992), Ahlakın Dini Temeli, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
_____, (1995), Ayet ve Hadisler Işığında İnsan ve Ahlak, Ankara, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları.
_____, (2004), Dini Anlamak Üzerine, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Mâverdi, Ebu’l_Hasan, (1982), Edeb’üd-Dünya ve’d-Din, çev. Ali Akın, İstanbul,
Temel Neşriyat.
Naim, Bababzâde Ahmed, (1995), İslam Ahlakının Esasları, Ankara, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları.
Öztürk, Hüseyin, (1990), Kınalızâde Ali Çelebi’de Aile Ahlakı, Ankara, Aile Araştırma
Kurumu Başkanlığı Yayınları.
Şekeroğlu, Sami, (2010,. Mâtürîdî’de Ahlak, Felsefi Bir Betimleme, Ankara, Ankara
Okulu Yayınları.
Yeniterzi, Emine, (1997), Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Türkeri, Mehmet, (2004), “Bazı İslam Ahlak Kuramlarındaki Ortak Noktalar”, Dokuz
Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı XIX.
Yakıt, İsmail, (2005), İslam’ı Anlamak, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Yaran, Cafer Sadık, (2005), İslam’da Ahlak’ın Şartı Kaç, İstanbul, Elif Yayınları.
_____, (2010), Ahlak ve Etik, İstanbul, Rağbet Yayınları.
_____, (2011), İslam Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul, Dem Yayıncılık.
Yazgan, Mustafa, (1976), Semavi Dinlerde Ahlak, Ankara, Nur yayıncılık.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Dinî Ahlak ve Dinî Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Yörükan, Yusuf Ziya, (1998), Müslümanlık ve Kur’an-ı Kerim’den Ayetlerle İslam
Esasları, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
FELSEFİ AHLAK VE FELSEFİ
AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK
ESASLARI
• Felsefi Ahlak: Dönemleri, Temel
Özellikleri ve Kaynakları
• Klasik Felsefi Ahlaka Göre İslam
Ahlak Esasları
• Modern Felsefi Ahlaka Göre
İslam Ahlak Esasları
İSLAM AHLAK
ESASLARI
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Nefsin 3 gücünü bilecek
• 4 temel erdem ve alt erdemlerini tanıyacak
• Ahlak terbiyesi ve tedavi yollarını öğrenecek
• Evrensel ahlaki ilkeleri değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
5
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
GİRİŞ
İslam ahlakı, genel olarak şu üç ekole ayrılmaktadır: Geleneksel dinî Ahlak,
Felsefi Ahlak, Tasavvufi Ahlak. Bu bölümde felsefi ahlak üzerinde duracağız. Burada
“felsefi”den kasıt, elbette, Antikçağ felsefesi gibi İslam öncesi felsefelerin etkilerini
taşımakla birlikte esas itibarıyla “İslam felsefesi”ne veya İslam filozoflarına ait ahlak
anlayışıdır. Başka bir deyişle, “felsefi ahlak” tamlamasındaki “felsefi” terimi genel
anlamda felsefi olanı değil, özellikle İslam kültürü içerisinde Müslümanlarca yapılan
felsefe anlamında daha sınırlı bir manayı ifade etmektedir. Kısacası, bu bölümde,
Farabi, İbn Miskeveyh, Nasiruddin Tûsî, Kınalızâde Ali Efendi gibi klasik dönem
İslam filozoflarının ahlak konusundaki görüşlerini ele alacağız.
FELSEFİ AHLAK: DÖNEMLERİ, TEMEL ÖZELLİKLERİ VE
KAYNAKLARI
Felsefi ahlak, İslam medeniyetinin üçüncü büyük ahlak anlayışıdır. İslam
filozoflarının ahlakla ilgili eserlerinde ortaya konulan bu ahlakta, ahlaki ilkeler,
erdemler ve örnekler, İslam’ın dinî referansları ve şahsiyetlerinden alınabildiği
kadar Antik Yunan ve Roma felsefesinden de alınmaktadır. Bu felsefenin etkisi
sadece filozoflar arasında kalmamıştır. Gazâlî dâhil olmak üzere birçok Müslüman
ahlakçı, bu ahlak sisteminin açık etkilerini taşımaktadır.
Felsefi Ahlakın Dönemleri ve Temel Özellikleri
“Araştırmalarımızın
amacı, üstün ahlakı elde
etmektir.”
İbn Miskeveyh
İslam felsefi ahlak teorilerini, klasik dönem felsefi ahlakı ve modern dönem
yahut Kant sonrası felsefi ahlak diye ikiye ayırmak daha doğru olsa gerek. Çünkü
ikisi arasında belirgin bir fark gözükmektedir. Klasik felsefi ahlak teorileri, farklı
Yunan felsefe okullarının etkisini taşır. İslam’da felsefi ahlakın en büyük yazarı
sayılan İbn Miskeveyh’in Tehzîbü’l-ahlâk’ı, Eflatuncu, Aristocu, Yeni Eflatuncu ve
Stoacı unsurların ustaca işlendiği bir ahlak sistemine temel teşkil eder. Onun
eserindeki siyasi boyut eksikliği, takipçileri olan Tûsî’nin, Devvânî’nin, Kınalızâde Ali
Efendi’nin eserlerinde ev ekonomisi ve siyaset ilmine dair geniş eklerle giderilir.
Klasik felsefi ahlakın ileride biraz daha geniş olarak açıklayacağımız temel
özelliklerinden bazıları şunlardır: Nefisin üç gücü (düşünme, öfke, arzu) vardır. Bu
üç güç ile bağlantılı olarak dört ana erdem vardır (hikmet, cesaret, iffet, adalet).
Erdemler, orta yolda veya aşırılıkların ortasında bulunur (ifrat ve tefrit,
reziletleri/erdemsizlikleri; itidal/ölçülülük ise faziletleri/erdemleri oluşturur).
İnsanlar irade hürriyetine sahiptir, fiillerinde hürdür ve yaptıklarından dolayı
sorumludur. Temel değerler evrenseldir; Tanrı, iyiyi, gerçek anlamda iyi olduğu için
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
tüm insanlara buyurur. Toplumlar, siyasal yönetim biçimlerine göre cahil toplumlar
ve erdemli toplum olarak ayrılırlar. Ahlak ve siyaset birlikteliğinin amacı, erdemli
toplum ve ruhun ebedi saadetidir.
Modern yahut çağdaş felsefi ahlak diye ayırt edebileceğimiz ikinci dönem
İslam felsefi ahlakını asıl belirleyen ve öncekilerden ayıran ise belirgin bir Kant
etkisidir. Bu etki, M. Abdullah Draz'ın Kur’an Ahlakı adlı kitabında da, Ahmet Hamdi
Akseki'nin Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı adlı kitabında da çok belirgin bir biçimde
görülür. Bu kitaplarda kullanılan terimler ya da ahlak dili de tasnifler ve tercihler de
Kant'ı ve deontolojik/ödev etiğini yansıtır.
Örneğin Akseki, ödev kavramını, bazı İslam ilimlerinde alışkın olduğumuz
şekilde, önce gelenler (mütekaddimin) ve sonrakilere (müteahhirin) göre diye ikiye
ayırarak tanımlamakta ve Kant’ı sonra gelenlerin en meşhuru olarak görmektedir.
Ona göre önce gelenler ödevi şöyle tarif ediyorlar: “Başkalarının bize yapmalarını
arzu ettiğimizi, bizim de onlara yapmamız; yapılmasını istemediğimizi, bizim de
onlara yapmamamız”(1979: 119). Sonra o, Kant’ın ödev tanımını ve ödev ölçütünü
açıklar ve onun ödev ilkesinin kaynağı ve dayanağının akıl olduğunu belirtir. Daha
sonra da İslam’ın ödev anlayışını irdelemeye başlar.
Felsefe iki kısma ayrılır:
Biri ilim, diğeri
eylemdir. Eylemsel
felsefenin kısımlarının
başında da ahlak/etik
gelir.
Akseki’ye göre, İslam’da, ödevin kaynağı dindir ve tanımı ise şudur: “Vazife,
dinin yapılmasını emrettiği hayırdır.” Ya da “Dinin emirlerine uymak, yasaklarından
uzaklaşmaktır” (1979: 120).” Akseki, ödevi dine dayalı olarak tanımlamanın, ödev
ilkesinin akli mahiyetinden bir şey kaybettirmediğini, zira bir Müslümanın tabi
olduğu dinin de sonuçta “aklın temel prensipleri”ne dayandığını savunur. Onun
kitabının neredeyse tamamı "Vazife/ödev" kavramı ve gereklerine göre
bölümlenmiştir. Bu yaklaşım etkisini günümüzde de sürdürmektedir.
Felsefi Ahlakın Temel Kaynakları
İslam’da felsefi ahlakın, bir yanda Kur’an ve Sünnet gibi İslami kaynakları
öbür yanda da Platon ve Aristoteles’in kitapları gibi felsefi kaynakları vardır. İslami
kaynaklar açısından örneğin İbn Miskeveyh kitabına, hamdele ve salvele ile başlar
ve kitabının yazılış amacını belirtirken hem metaetik hem de normatif etik
açısından çok yoğun içeriği olan şu ayetle devam eder:
“Nefse ve onu biçimlendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük yapma
kabiliyetlerini verene andolsun ki, nefsini arıtan kurtuluşa ermiş, onu kötülükle
örten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems/91: 7-10)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Keza, NasiruddinTusi, örneğin adalet konusunu işlerken, Şeriat sahibi şöyle
demiştir diyerek bir hadise yer verir (2007: 128): “Göklerin ve yerin ayakta durması
adaletledir.”
Bu tür kitapların felsefe ve dîni bir arada kullanmalarına örnek olarak
Kınalızâde Ali Efendinin eserinden (t.y.: 138) seçilen şu paragraf gösterilebilir:
Adaletin korunması için toplumda üç şey lazımdır:
 Namus-u Rabbani,
 Hakim-i İnsani,
 Dinar-ı Mizani.
Yunan filozofları bunların üçüne birden “Namus” derler. Filozoflar derle ki,
namus; ilk olarak şer-i ilahîdir. Bu en büyüktür. İkinci namus otoriter devlet başkanı
ve adaletli hâkimdir. Üçüncü namus paradır ki, ikinci namusun, yani adaletli
hâkimin fermanındadır. İkinci namusun hidayete ulaşabilmesi için birinciye uyması
gereklidir. Kur’an-ı Kerim’de bu manaya işaret vaki olmuştur. “… İnsanların adaleti
ayakta tutmaları için, beraberlerinde de kitabı ve mizanı indirdik. Bir de kendisinde
hem çetin bir sertlik, hem insanlar için menfaatler bulunan demiri indirdik.”
(Hadîd/75: 25).
Felsefi ahlakın felsefi kaynakları arasında en önemli ikisi, Platon’un Devlet
adlı eseri ile Aristoteles’in Nikomakhos’a Etik adlı eserleridir.
Platon’un Devlet adlı eserinin etkisi, özellikle nefisin üç gücüne dayalı insan
psikolojisi ve dört erdem temelli ahlak anlayışında görülür. Mahmut Kaya’nın
belirttiği üzere, “İslam toplumunda başta hadis ve kelâm âlimleri olmak üzere
muhafazakâr çevreler felsefeyi eleştirirken hedefleri materyalist-ateist felsefe ile
(dehriyye-ilhad) teorik felsefenin (nazari hikmet) dinle çelişen bazı problemlerdir.
Buna karşılık filozofların pratik felsefe (ameli hikmet), yani ahlak ve siyaset
alanlarında ortaya koyduğu görüşler genellikle bütün çevreler tarafından kabul
görmüştür” (1995: 316). Kaya, bunun örneklerini de vermekte ve bu etkinin sadece
filozoflarla sınırlı kalmayıp ötesine geçtiğini örnekleriyle belirtmektedir: “Mesela
Eflatun’un ahlak felsefesinde faziletin temeli sayılan hikmet, şecaat, iffet ve adalet
kavramlarının Gazzali başta olmak üzere Sünni çizgiyi takip eden bütün ahlakçıların
eserlerinde yer aldığı görülmektedir.” Felsefi ahlakta çok önemli bir yer teşkil eden
bu dört erdem teorisinin temellerinden biri, neredeyse onun kadar yaygın kabul
gören “nefisin üç gücü” teorisidir.
Aşağıda daha ayrıntılı göreceğimiz bu dörtlü erdem tablosu, Platon’un
psikolojisi, yahut nefisin üç gücü (düşünme gücü, öfke gücü, arzu gücü) teorisine
dayanmaktadır. Bu psikoloji de, onun devlet ve toplum felsefesinden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
kaynaklanmakta, yani yöneticiler, koruyucular ve işçilerden oluşan üç toplumsal
sınıflı küçük bir site devleti modeline dayanmaktadır; onun da temelinde bir Fenike
masalının en azından desteği bulunmaktadır. Platon’un Devlet’te anlattığına göre,
üç sınıftan oluşan bütün şehrin veya şehir devletinin “gerekli” ve “güzel” bir
“yalan”a, bir “Fenike masalı”na inandırılmaya çalışılması iyi olacaktır. Buna göre
Sokrates topluma şöyle diyeceğini anlatır: “Bu toplumun birer parçası olan sizler,
diyeceğim, birbirinizin kardeşisiniz. Ama sizi yaratan Tanrı, aranızdan önder olarak
yarattıklarının mayasına altın katmıştır. Onlar bunun için baş tacı olurlar. Yardımcı
*koruyucu, savaşçı, bekçi+ olarak yarattıklarının mayasına gümüş, çiftçiler ve öbür
işçilerin mayasına da demir ve tunç katmıştır”(Platon, 1992: 105).
Platon’a göre, bu ütopik site devletindeki en üst sınıf olan ve mayalarına
altın katılmış bulunan yönetici sınıf “bilgelik” erdemine sahip olacak, ikinci sınıfı
oluşturan ve mayasına gümüş katılmış olan koruyucular (askerler ve bekçiler)
“cesaret” erdemine sahip olacak, bu devletteki üçüncü ve en alt tabakadaki,
mayalarına demir ve tunç katılmış olan vatandaşlar sınıfını oluşturan işçi, köylü,
zanaatkâr sınıfı “ölçülü” veya iffetli olacak, son olarak, bu sınıflardan her birine
mensup kişinin yalnız kendi üzerine düşen işleri yapması ve buna razı olması ile de
bütün toplum “adalet” erdemine kavuşmuş olacaktır. Buradan hareketle Platon,
“toplumdaki yönetenler, savaşanlar ve para kazananlar gibi içimizde de üç bölüm”
vardır sonucuna ulaşarak, birey için de aynı erdemlerin geçerli olduğu sonucuna
ulaşır. Alasdair MacIntyre’ın dediği gibi, “Platon’un ahlakı ve Platon’un politikası
birbirine sımsıkı bağımlıdır”(2001: 59).
Platon’un eserleri yanında İslam ahlakını etkileyen en önemli Yunanca ahlak
metni, Aristo’nun, İshak b. Huneyn tarafından tercüme edilip Farabi (ö. 950), İbn
Rüşd ve diğerlerince şerh edilen Nikomakhos’a Etik’idir.
Birçok kişiye göre erdem etiğinin en önemli klasik kaynağı Aristoteles’in
Nikomakhos’a Etik adlı eseridir. Onun burada savunduğu ahlak, her şeyden önce,
bir amaca ulaşmayı arzulayan teleolojik/erekbilimsel bir ahlaktır. Zira o, kitabına şu
cümleyle başlar: “Her sanat ve her araştırmanın, aynı şekilde her eylemin ve
tercihin de bir iyiyi arzuladığı düşünülür; bu nedenle iyiyi ‘her şeyin arzuladığı şey’
diye yerinde dile getirdiler” (1998: 1). Yine de, ona göre, amaçlarda kimi farklılıklar
var gibi görünmektedir. Örneğin, tıbbın amacı sağlık, gemiciliğin gemi, askerlerin
zafer, ekonominin zenginliktir. Bununla birlikte “tüm yapılabilecek iyilerin en
ucundaki şey nedir?” diye sorulursa, Aristoteles, “hem sıradan kişiler hem de
seçkin insanlar”ın anlaşarak verdiklerini belirttiği cevaba katılır: Mutluluk. Bu
insanlarla birlikte o, “iyi yaşamayı ve iyi durumda olmayı da mutlu olmakla bir”
tutar. Akıl sahibi insana uygun düşen insani iyi de, “ruhun erdeme uygun etkinliği
olur – üstelik yaşamın sonuna kadar etkinliği. Çünkü bir tek kırlangıç baharı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
getirmez, ne de bir tek gün; aynı şekilde bir tek gün ya da kısa bir süre insanı kutlu
ve mutlu kılmaz.” Kısacası ruh, istikrarlı bir biçimde erdeme uygun etkinliklerde
bulunursa, iyi olmayı başarmış olur; iyi olmayı uzun süreli bir yaşam biçimi hâline
getirmiş olmak da, herkesin amaçladığı mutluluğu yakalamış olmak demektir.
Aristoteles’e göre ruhta olup biten şeyler üç türlüdür:
 Etkilenimler (veya duygulanımlar, duygular),
 Olanaklar (veya yetenekler),
 Huylar (ya da eğilimler).
Erdem, bunlardan ilk ikisi değil, sonuncusudur; yani erdem “insanın iyi
olmasını ve kendi işini iyi gerçekleştirmesini sağlayan huy olmalı”dır (1998: 129131). Fakat bu huy ile doğuştan getirilen özellikler kastedilmez. Aksine erdemlilikte,
tercihte bulunma gücü ve tercihini orta yoldan yana yapma seçimi çok önemlidir.
Onun ifadesiyle, “erdem, tercihlere ilişkin bir huy*dur+: Akıl tarafından ve aklı
başında insanın belirleyeceğiyle belirlenen, bizle ilgili olarak orta olanda bulunma
huyudur”(1998: 32).
Aristoteles’e göre, yemenin aşırı çoğu da aşırı azı da sağlığı bozduğu, dengeli
yemenin ise sağlığı meydana getirdiği, artırdığı ve koruduğu gibi; erdem konusunda
da her iki yöndeki aşırılıktan kaçınıp, orta yoldaki duygulanımlar ve etkinlikler
izlenmelidir. Örneğin aşırı korkaklık veya aşırı cüretlilik değil, yiğitlik erdemdir; ya
da benzer şekilde, aşırı haz düşkünlüğü ya da aşırı duygusuzluk değil, ölçülülük
erdemdir. Ölçülülükten kasıt da matematiksel ortayı bulmak değil, “bize göre orta
olanı” bulmayı ve ona uygun davranmayı hedef edinmektir. Çünkü herbirimizin
kişisel özellikleri de davranışımızı sergileyeceğimiz toplumsal koşullar da az çok
değişiklik arz eder. Bu durum da göz önüne alınarak “gerektiği zaman, gereken
şeylere, gereken kişilere karşı, gerektiği için, gerektiği gibi bunları yapmak orta
olandır ve en iyidir, bu da erdeme özgüdür.” Dolayısıyla kısaca belirtildiğinde,
Aristotelses’in anlayışında erdem, “aşırılığı yanlış olan, eksikliği yerilen, ortası
övülen ve isabetli olan etkilenimlerle ve eylemlerle ilgili” olan huylardır. “Övülmek
ve isabetli olmak da erdeme özgü” ayrımlardır; ayrıca erdemleri gerçekleştirmek
bizim elimizdedir ve neyin erdem olduğunu bilmede de “sağ akıl” en büyük
yardımcımızdır(1998: 31-32, 52, 113, 129).
Aristoteles’e göre, “biri düşünce erdemi, diğeri ise karakter erdemi olmak
üzere iki tür erdem vardır.” Düşünce erdeminin örnekleri, bilgelik, doğru yargılama,
aklı başındalık gibi erdemlerdir. Cömertlik ve ölçülülük gibi nitelikleri de karakter
erdemlerine örnek olarak gösterir. Bunlardan düşünce erdemi daha çok eğitimle
oluşur ve gelişir; karakter erdemi ise alışkanlıkla edinilir. Sıklıkla vurguladığı “orta
olma” özelliği daha ziyade karakter erdemleriyle ilgilidir. Her ikisi açısında da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
bakıldığında erdemler, “ne doğal olarak ne de doğaya aykırı olarak edinilir; onları
edinebilecek bir doğal yapımız vardır, alışkanlıkla da onları tam olarak geliştiririz.”
Örneğin, adil şeyler yapa yapa adil insan, ölçülü davrana davrana ölçülü, yiğitçe
davrana davrana da yiğit insanlar oluruz (1998: 23-24).
Aristotelses’in düşünce erdemleri dediği erdemler ise, “aklı başındalık”,
“bilgelik”, “doğru yargılama” gibi özelliklerdir. Bir varlık için en asil ve en hoş olan
şey, doğal olarak o varlığa özgü olan şeydir. İnsanı insan yapan da akıldır. O hâlde
insan için en asil, en erdemli ve en mutlu edici yaşam, “akla göre yaşam”dır.
Karakter erdemine uygun yaşam bundan sonra gelir. Ona göre pratik bilgelik,
herhangi bir durumda neyi yapmanın doğru olacağını görme yeteneğidir. Bir insan,
ahlaki bir davranış gerektiren herhangi bir durumda, “pratik olarak bilge ve erdemli
insanın” neyi seçer olduğunu belirlemek ve ona uygun olanı yapmak
durumundadır. Bu yaklaşımıyla Aristoteles, ilahi buyruk kuramı yanlılarının ya da
Kant’ın ahlak kuramına benzemeksizin, önceden belirlenmiş teorik kurallardan
ziyade, aydınlanmış bir vicdana çok daha fazla önem atfetmektedir.
Nikhomakhos’a Etik adlı kitabında Aristoteles, düşünce erdemlerini daha
üstün bulduğunu belirtse de daha ziyade karakter erdemleri üzerinde durur. Önce
birkaç sayfa içinde özetlediği ondan fazla karakter erdemini daha sonra kitabın
tamamında ayrıntılı bir biçimde inceler ve hepsinin iki aşırı uçtaki erdemsizliklerin
ortasında bulunan övülmüş erdemler olduğunu göstermeye çalışır. Erdemleri ikiye
ayırmakla Platon’a göre bir adım daha ileri gitmiş olan Aristoteles, onların kendi
içlerindeki tasnifinde Platon kadar sade ve sistematik gözükmemektedir. Sadece
karakter erdemlerinin sayısı bile onu geçmektedir ve bunların bazılarının uç
noktalarındaki erdemsizliklerin bazılarının da kendilerinin özel bir adı olmadığını
kendisi de belirtir.
Birinci olarak ele aldığı erdem “yiğitlik”tir; ve bu, “korkular ve cüretlerle ilgili
orta olma”dır. İkincisi, “hazlar ve acılar konusunda orta olma” olan “ölçülülük”tür.
Üçüncüsü “para alma ile para verme konusunda orta olma” olan “cömertlik”tir.
Dördüncüsü, para ilgili bir başka orta tutum dediği “ihtişam”dır. Beşincisi, “onur ile
onursuzluk konusunda orta olma” saydığı “yüce gönüllülük”tür. Altıncısı, “daha
küçük onurla ilgili bir özellik”tir ama özel bir adı yoktur. Yedincisi, “öfke konusunda
orta olma” durumudur; aslında adı yoksa da o buna “sakinlik” demeyi uygun görür.
Bunların yanında, birbirine benzemekle birlikte farklı yönleri de bulunan, “insanlar
arasındaki ilişkilerdeki konuşmalar ve eylemlerle ilgili” olan ve çoğunun özel adı
bulunmayan üç orta erdem daha olduğunu belirtir. Bunlar dikkate alınarak
söylendiğinde, sekizincisi, “samimiyet”; dokuzuncusu, “şakacılık”; onuncusu ise,
“dostluk”tur. Bunlara ilaveten, iki tane de “başa gelenlerle ve etkilenimlerle ilgili
ortalar vardır”. Bunları da katarak söylediğimizde, on birinci erdem, “utanmayı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
bilme”, on ikincisi de, kıskançlık ile hasetin ortası saydığı “infial”dir (1998: 34-36).
On üçüncü olarak da, “erdemlerin en önemlisi” olduğu ifade edilen “adalet”
erdemi üzerinde durulur.
Platon, Aristoteles ve benzerlerinin eserleri yanında, doğal olarak İslam’da
felsefi ahlakın asıl kaynakları, İslam tarihi boyunca Müslüman filozoflar ve
ahlakçılarca oluşturulan ahlak ve ahlak felsefesi ile ilgili eserlerdir.
Ahlaka eserlerinde geniş yer veren ilk büyük İslam filozoflarından biri
Farabi’dir. O, müstakil bir ahlak felsefesi kitabı yazmamakla birlikte, Kitabu’t-tenbih
ala sebili’s-sa‘âde, es-Siyâsetü’l-medeniyye, İhsâu’l-ulûm, el-Medinetü’l-fâzılâ gibi
eserlerinde erdemli devlet ve onun hazırlayıcısı olarak ahlak konuları üzerinde
ayrıntılı olarak durmuştur. İhvan-ı Safa’nın Risâleler’inden birçoğunda ahlaka
değinilmektedir ve bunlardan biri özellikle ahlakla ilgilidir. İbn Sina’nın eserlerinde
de ahlaka yer yer değinilmekte, İlmü’l-ahlâk adlı da bir risalesi bulunmaktadır.
İslam ahlak felsefesinde en dikkat çekici ve üretken ahlak filozofu İbn
Miskeveyh ve ünlü eseri Tehzîbü’l-ahlâk’tır. Onun ahlaka dair başka eserleri de
olmakla birlikte bu eser İslam ahlak felsefesinin en tanınan ve yararlanılan
klasiklerinden biridir. Bir diğer önemli çalışma, Nasiruddin et-Tusi’nin Ahlak-ı
Nasıri’sidir. Bu son iki kitap daha sonra yazılan birçok ahlak kitabını etkilemiştir.
Bunlardan biri de Osmanlı ahlakçısı Kınalızâde Ali Efendi’nin Ahlak-ı Alai’sidir.
Bunların yanında sonraki dönem üzerinde en fazla etkili olan kitaplardan biri de hiç
kuşkusuz Gazâlî’nin İhyâ’sıdır. Daha sonraki eserler temelde bu eserlerden
yararlanırlar. 20. yüzyıldaki ahlak felsefesi eserlerinde Kant’ın etkisi de açıkça
görülür. Bunlar arasında Ahmet Hamdi Akseki’nin Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı adlı
eseri ile Abdullah Draz’ın Kur’an Ahlakı adlı eserleri sayılabilir. Aşağıda daha ziyade,
İbn Miskeveyh, Tusi ve Kınalızâde gibi filozof ve ahlakçıların görüşleri özetle
tanıtılmaya çalışılacaktır.
KLASİK FELSEFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI
Felsefi ahlak kitapları genellikle nefis ya da ruhun özellikleri ve özellikle de
üç temel gücünün anlatılmasıyla başlar ve bunlardan hareketle dört temel erdem
konusuna geçilir. Felsefi ahlakçılara göre, nefis (veya ruh) bedenden bağımsız bir
cevherdir. Nefisin fazileti de, bazı insanların zannettiği gibi bedeni hazlarda değil,
insanı insan kılan ve öteki canlılardan ayıran düşünme gücünün iyi kullanılması ve
geliştirilmesindedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Nefisin Üç Gücü
Felsefi ahlakçılara göre, nefisin üç gücü vardır:
 Düşünme (nutk) gücü: Bu, düşünme, akledilir şeyleri algılama, iyi ve kötü fiilleri
ayırt etme ve olayların gerçek nedenleri hakkında akıl yürütme gücüdür.
 Öfke (gazap) gücü: Bu, tehlikeler karşısında gözü peklik ve atılganlık ile her çeşit
zararı def etme ve her şekilde otorite ve üstünlük kurmayı, şeref kazanmayı
arzu etme gücü olarak tanımlanır.
 Arzu (şehvet) gücü: Bu da faydalı olduğu düşünülen şeyleri arzu etme, başka bir
deyişle, yeme-içme, cinsellik ve benzeri zevk verici bedeni arzuların
gerçekleşmesini isteme gücüdür.
Bu üç gücün en aşağısı, arzu gücüdür ve buna bazen hayvani nefis de denir.
Öfke gücü orta düzeyde görülür; en üstün görülen de düşünme gücü veya düşünen
nefistir. İnsan, bu güçlerin en üstünü olan düşünen nefise sahip olduğu için insan
olmuş, bu sayede hayvanlardan ayrılmış ve meleklere benzemiştir. İnsanların
şereflileri, düşünen nefis güçleri daha kuvvetli olanlar, bu gücün yönlendirmelerine
göre hayatlarını idare edenlerdir. Bunun yerine, öteki iki gücünden birinin
kendisine hâkim olduğu insanlar, bu hâkimiyetin gücü nispetinde, olgun ve kâmil
insan olma derecesinden aşağı doğru düşerler.
Bazıları bu üç gücü, yanındaki köpeğiyle ata binip ava giden bir insana
benzetirler. Burada, at arzu gücü, köpek öfke gücü, avcı da düşünme gücüne
benzetilir. Avcı konumundaki insan, atın ot peşinde koşmasına veya köpeğin yersiz
saldırganlıklarına engel olur ve onları gerektiği gibi kullanırsa, amacında başarılı
olur; bunun yerine, kendisi onlardan birine uyarsa, asıl hedefine hiçbir zaman
ulaşamaz. Dolayısıyla, insani ve ahlaki kemâle yükselmek isteyenler, arzu ve öfke
güçlerini daima düşünme gücünün kontrolü altında kullanmalı, en fazla düşünme
gücünün yönlendirmelerine itibar etmelidirler (İbn Miskeveyh, 1983: 22, 54; Tûsî,
2007: 36; Kınalızâde, t.y.: 61).
Felsefi ahlakçılar, bu şekilde nefisin üç gücü hakkında bilgi verdikten sonra,
bu psikoloji anlayışına göre şekillenen erdemler ve erdemsizlikler tablosuna
geçerler. Bu güçlerle bağlantılı olan dört temel erdem anlayışı bu ahlak sistemi
açısından özel bir önem arzeder.
Dört Temel Erdem
Üç güçten en önemlisi olan düşünme gücü ölçülü bir biçimde işlevde
bulunduğunda hikmet/bilgelik erdemi ortaya çıkar. Arzu gücü ölçülü olup,
arzularına aşırı düşkün olmayıp, bu konularda düşünme gücünün uyarılarına itaat
ettiği zaman iffet erdemi ortaya çıkar. Öfke gücü ölçülü olup, yerli yersiz kızmaz ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
öfkelenmezse ve düşünme gücünün buyruklarına boyun eğerse, cesaret/yiğitlik
erdemi ortaya çıkar. Bu üç güç ve bu üç erdem arasında ölçülülük ve denge
kurulabilirse bundan da adalet erdemi doğar. Böylece dört temel erdem kişide
gerçekleşmiş olur: Hikmet, iffet, cesaret ve adalet. Bu dört erdemin/faziletin zıtları
da dört temel erdemsizliği/rezileti oluşturur. Bunlar da bilgisizlik, açgözlülük,
korkaklık ve haksızlıktır. Ayrıca, bilinmesi gereken genel özelliklerden biri de aşağı
yukarı bütün erdemlerin orta yol olarak kabul edilmesi, bütün erdemsizliklerin de
ifrat veya tefrit şeklinde orta yoldan sapma ve aşırılıklara kayma olarak
görülmesidir. Her fazilet, kötülüklerin ortasındadır ve fazilet kendine has olan
yerden saparsa, aşırı uçlardaki kötülüklerden birine yaklaşılmış olur.
Temel erdemleri biraz daha irdelemekte yarar vardır. Zira felsefi ahlakçılara,
örneğin Tusi’ye göre, (2007: 90), “önceki ve sonraki bütün filozofların, erdemlerin
cinslerinin hikmet, yiğitlik, iffet ve adalet olmak üzere dört olduğu üzerinde icma ve
ittifak etmeleri” onların öneminin göstergesidir.
 Hikmet: Bilgelik veya hikmet, düşünme gücünün fazileti olup; nefis, hikmet
erdemi sayesinde, fiillerden hangisinin yapılması ve hangisinin yapılmaması
gerektiğini bilir. Hikmet, düşünme gücünü gereksiz yerde ve gereksiz biçimde
kullanmak anlamına gelen sefihlik veya cerbeze ile onu gerektiği yerde gerektiği
ölçüde kullanamamak anlamına gelen aptallık arasında orta bir yoldur. Burada
erdemsizlik olarak sayılan aptallık, düşünme gücünü kullanmanın yaratılışça eksik
olması değil, bilerek ve isteyerek ihmal ve iptal edilmesidir.
İbn Miskeveyh’in tasnifine göre, hikmet kapsamına giren faziletler, zekâ,
hatırlama, akletme, çabuk anlama, anlama gücü, zihin açıklığı ve kolay öğrenmedir.
 İffet: İffet, şehvet duygusuyla ilgili bir fazilettir. Bu faziletin bir insanda
gerçekleşmesi, onun bedensel arzularını aklına göre yönetmesine sebep olur.
Böylece insan, arzularının kölesi olmaktan kurtulur; hem daha özgür hem de daha
erdemli bir hayat yaşar. İffetin de iki aşırı uçtaki kötülüklerin rasında yer aldığı
varsayılır. Bunlar, zevk sefa düşkünlüğü ve bu uğurda gerekli olan sınırın dışına
çıkmak anlamında açgözlülük ile bedenin zorunlu ihtiyaçlarını oluşturan doğal
zevklere karşı aşırı ilgisiz kalma anlamındaki gevşekliktir.
İffetin kapsamına giren ikinci derece faziletler; utanma, sükûnet, sabır,
cömertlik, hür olmak, kanaat, yumuşak huyluluk, düzenlilik, iyi hâl, barışseverlik,
ağırbaşlılık ve kötülüklerden sakınmadır.
 Cesaret: Cesaret, nefisin öfkeye ilişkin faziletidir. Cesaret, korkulması
gerekmeyen şeyler karşısında bile gösterilen korkaklık ile hiç gerekmeyen
durumlarda bile köpürme ve saldırganlık arasında bir orta hâldir. Bu erdeme sahip
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
olan kişi, ne zaman öfkeleneceğini, ne zaman öfkesine hâkim olup sabretmesi
gerektiğini bilir.
Cesaret, şecaat ya da yiğitliğin kapsamına giren faziletler; nefis büyüklüğü,
gözü peklik, büyük himmet sahibi olmak, sebat, sabır, yumuşaklık, sükûnet,
yüreklilik ve sıkıntıya katlanmadır.
 Adalet: Felsefi ahlakçılara göre, adalet, yukarıda zikredilen üç temel fazilet
olan hikmet, iffet ve cesaretin bir arada bulunmasıyla ortaya çıkar. Adalet, nefisin
üç gücünün birbiriyle barış içinde olması ve nefisin diğer iki gücünün, düşünme
gücünün buyruklarına boyun eğmesiyle olur. Adalet, haksızlık etme ile haksızlığa
uğrama arasında yer alır. Adalet erdemine sahip olan insan, önce kendi nefisine
karşı sonra da başkalarına karşı hakkaniyetli ve insaflı davranır.
Adalet şu üç yerde bulunur:
 Malların ve şereflerin dağıtımında
 Alım-satım ve değişim gibi karşılıklı olarak yapılan işlerde
 Haksızlık ve tecavüz bulunan şeylerde.
Adil kimse, eşit olmayan şeyler karşısında eşitliği sağlayan kimsedir.
İnsanların iyilik yapanlara olan sevgisi adil kimselere olan sevgisinden daha fazladır;
ama âlemin düzeni, iyilik yapmaktan ziyade adalete dayanır.
Adaletin kapsamına giren faziletler ise, dostluk, ülfet, yakınlarla ilişkiyi
sürdürmek, ödüllendirme, iyi muamele, bir şeyi güzelce yerine getirmek, sevgi,
dindarlık, kin gütmemek, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, lütufkâr olmak,
insanlıktan ayrılmamak, düşmanlıkları terk etmek, kötü söz nakletmemek,
doğruların davranışlarından söz etmek, zararlı sözleri terk etmek, açgözlülük
etmemek, Allah’a yönelmek, yemin etmemek, ve benzeri erdemlerdir (İbn
Miskeveyh, 1983: 24-34, 102; Tûsî, 2007: 89-97; Kınalızâde, t.y.: 94-123).
Felsefi ahlakta temel erdemler dört olduğu gibi, temel erdemler de bazen
tam bunların zıddı olan bir başka dörtlü olur, bazen de bu temel erdemler ortada
sayılıp bunların ifrat ve tefrit uçlarını oluşturan sekiz erdemsizlik üzerinde durulur.
Erdemsizlikler erdemlerin ilk akla gelen zıtları olarak düşünüldüğünde dört tane
olur ve bunlar, hikmetin/bilgeliğin zıddı olarak cehalet, cesaretin zıddı olarak
korkaklık, iffetin zıddı olarak haz düşkünlüğü ve adaletin zıddı olarak zulümdür.
Erdemleri orta yolda davranışlar sayıp fazlalık yönünde sınırı aşmaktan ibaret ifrat
ile azlık yönünde aşırılık olan tefrit hâlleri dikkate alındığında ortaya çıkan sekiz
erdemsizlik de şunlardır: Hikmetin karşı kutuplarında yer alan kurnazlık ve aptallık,
cesaretin karşı kutuplarında yer alan cüretkârlık ve korkaklık, iffetin karşı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
kutuplarında yer alan hazlara düşkünlük ve isteksizlik ve adaletin karşısında yer
alan zulüm ve zulme boyun eğmedir(Tûsî, 2007: 98-102; Kınalızâde, t.y.: 123 vd.).
Burada çok kısaca da olsa şunun belirtilmesinde yarar olabilir ki, İslam
filozoflarında görülen dört temel erdem tablosu, oldukça sade ve sistemli bir tablo
olmakla ve gerçekten çok güzel erdemleri bir araya toplamış bulunmakla birlikte,
binlerce yıl sonra apayrı coğrafyalarda yaşayan bambaşka uygarlıklar ve dinler
içinde de geçerli sayılacak kadar aşkın bir tablo, tarihsel-toplumsal-kültürel
etkilerden bağımsız bir liste de değildir. Bununla birlikte bu erdemler tablosunun
detayını tartışmak ve ayrıntılı değerlendirmesini yapmak bu kitaptaki amaçlardan
biri değildir (Bu konuda değerlendirme ve öneriler için bkz. Yaran, 2005). Ayrıca
belirtilmesi ve üzerinde durulması gerekir ki, felsefi ahlakta en fazla dört erdem
üzerinde durulmakla birlikte, bunlara ilave başka bazı erdemlere de yer verildiği bir
gerçektir. Örneğin sevgi konusu üzerinde fazlasıyla durulan erdemlerden biridir ve
dolayısıyla bizim de onu kısaca irdelememizde yarar vardır.
Sevgi ve Dostluk
Adalet erdeminden sonra sevgi konusuna geçen İbn Miskeveyh’e göre, sevgi
erdemi sadece bireysel bir tutum ve erdem değil, aynı zamanda toplumsal yönü
olan bir erdemdir ve hatta o vatandaşların ulaşabilecekleri amaçların en
üstünüdür. Bütün varlıkların düzeni ve durumlarının iyilik içinde olması sevgiye
bağlıdır. Sevgi olsaydı belki adalete bile gerek kalmadı; insanlar sevgi şerefine
ulaşamadıkları için adalet uygulamaları zorunlu hâle gelmiştir. Bir toplum hâlinde
yaşayan insanlar birbirlerini severlerse, aralarında anlaşmazlık çıkmaz ve çıkar gibi
olsa da seven insanlar birbirlerine karşı zaten adaletli davranırlar. Çünkü gerçek bir
dost, kendisi için istediğini dostu için de ister. Birbirini seven kişiler arasında adalet
olduğu gibi, güven, dayanışma ve yardımlaşma da olur. Akıllı yöneticiler,
vatandaşlar arasında sevgiyi yerleştirmek için her türlü gayreti göstermeli ve
sevginin azalmasına karşı da her türlü önlemi almalıdır.
Sevginin birçok türleri ve sebepleri vardır:
 Çabuk oluşan ve çabuk kaybolan sevgi
 Çabuk oluşan ve yavaş kaybolan sevgi
 Yavaş oluşan ve çabuk kaybolan sevgi
 Yavaş oluşan ve yavaş kaybolan sevgi
İnsanların yaşam amaçları ve sevgileri arasında ilişki vardır. İnsanları yaşam
amaçları dörttür: Zevk, iyilik, menfaat ve bu üçünün toplamının oluşturduğu şey.
Sebebi zevk olan sevgi, çabuk değişen bir şeydir. Sebebi iyilik olan sevgi, çabuk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
oluşur ve yavaş kaybolur. Sebebi menfaat olan sevgi, yavaş oluşur ve çabuk
kaybolur. Bunların birleşmesinden meydana gelen sevgide varsa, bu sevgi yavaş
oluşur ve yavaş kaybolur.
Sevginin özel türlerinden biri, meveddet veya dostluktur. Dostluk, sevginin
genelliğine oranla daha az sayıda insan arasında olur. Aşk da bir başka sevgi
türüdür ve dostluktan da daha sınırlı sayıda, iki kişi arasında olur ve sevginin aşırı
bir hâlidir. Dostluğun en iyi türü, sebebi iyilik olan dostluktur. İyilik, öz itibarıyla
değişmeyeceği için, iyilik nedeniyle dost olanların dostluğu da değişmez ve sürekli
olur. İbn Miskebeyh, dostluk konusunda Aristo’nun şöyle dediğini aktarır:
“İnsan iyi durumda da kötü durumda da dosta muhtaçtır. Kötü durumda iken
dostlarının yardımına, iyi durumda iken de onların yakınlığına ve iyilikte
bulunacak kimselere muhtaçtır.” (İbn Miskeveyh, 1983: 120-140)
Elbette dost edinmenin ve dostluğu sürdürmenin çeşitli ahlaki şartları vardır
ve iyi dostların bunlara riayet etmesi gerekir. Kınalızâde Ali Efendi (s. 114), Abbasi
halifelerinden Me’mun’un dostu üç kısma ayırdığını belirtir:
 Gıda gibi dost: İnsan bundan müstağni kalamaz; her zaman bu tür dosta
muhtaçtır.
 İlaç gibi dost: Bunlara bazen ihtiyaç olur, bazen lüzum görülmez.
 Hastalık gibi dost: Yakınlık ve dostluğundan hiçbir fayda görülmeyen, bundan
dolayı dostluğu da istenmeyen, fakat hastalık gibi olduğu için istese de
istemese de ara sıra insana musallat olan dost.
İyi dostlarla ülfet etmenin zıddı uzlet, insanlardan nefret ve hiç kimse ile
görüşmemeye varan inzivadır ki, İslam felsefi ahlakına göre bu insana uygun bir
davranış değildir.
Erdemler, fıtratla da az çok ilişkili olmakla birlikte, esas itibarıyla ailede ve
okulda alınan eğitim ve kişinin kendi gayret ve çabalarıyla bağlantılı hususlardır.
Bundan dolayı, ahlak konusu, felsefi ahlakçılarca, aynı zamanda bir terbiye ve
gerektiğinde tedavi işidir.
Ahlak Terbiyesi ve Tedavisi
Felsefi ahlakçılar, erdem konusunda olduğu gibi erdem eğitimi konusunda
da nefisin üç gücü teorisine dayanırlar. Üç güç eksenli eğitim anlayışına göre,
doğuştan itibaren gelişen güçlerin tabii sırası ne ise, düzeltilme çabalarında ve
eğitimlerinde de aynı sıra izlenmelidir. Buna göre, bizde ortaya çıkan ilk güç, yeme
içme gücünün adı olan arzu gücüdür. Daha sonra öfke gücünün ortaya çıktığı, son
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
olarak da düşünme gücünün geliştiği kabul edilir. O hâlde, ahlak eğitiminde de
önce arzu gücünün gerekleri terbiye edilmeli, sonra öfke gücü eğitilmeli, en
sonunda da düşünme ve ayırt etme gücü eğitilmelidir. Bu kapsamda çocuklara
öncelikle yemek yeme, giyinme, oturup kalma kuralları öğretilmeli, sonra
arkadaşlarıyla iyi geçinmesi ve gereksiz öfkelenmemesi belletilmeli, daha sonra da
mantık ve benzeri ilim dallarının öğretimi gibi yöntemlerle düşünme gücünün
gelişmesi sağlanmalıdır (İbn Miskeveyh, 1983: 40, 57-72).
Felsefi ahlakçılar ahlaki erdemsizlikleri “nefisin hastalıkları” olarak
değerlendirir ve kısmen tıbbi yöntemleri taklit ederek tedavi etme yolları önerirler.
Örneğin, önce teşhisin sonra tedavinin geleceğini, yine aynı şekilde, önce sağlığı
korumanın sonra hastalığı iyileştirmenin amaç edinilmesi gerektiğini belirtirler.
Buna göre, ahlak sağlığını korumak için, öncelikle iyilerle beraber olma, kötülerden
uzak durmak gerekir; çünkü kötülük bulaşıcı hastalık gibidir. Çocuklar ve gençler
başta olmak üzere, yetişkinler dâhil tüm insanlar kötülerden uzak durmaya özen
göstermelidir. İyilerle dostlukta da, asık suratlı, somurtkan vb. olmamakla birlikte,
düşük düzeyli şakalar ve fıkralara dostluğu geliştirmek adına da olsa asla tenezzül
edilmemelidir.
Ahlakın geliştirilmesi ve korunması için iyilerle beraberlik yanında iyi bir
ahlak eğitimi ve disiplinli bir ahlak yaşantısına önem verilmelidir.
İnsan için zaruri ve yararlı güçler olan öfke gücü ve arzu gücünün
ihtiyaçlarına cevap verirken dikkatli olmalı ve ahlaki sınırların dışına çıkmamaya
özen göstermelidir. Çünkü Allah bize bu iki gücü onlara hizmet edelim ve onların
kölesi olalım diye değil, gerektiğinde meşru ölçüler içinde kullanalım diye vermiştir.
Nefisanî güçler aşırılığa meyledip insanı ahlaksızlıklara sürüklediğinde,
bunların zararı üzerinde düşünülmeli, bu konudaki bilgiler tazelenmeli ve bundan
vazgeçip tövbe etme yoluna girilmelidir. Eğer bunlar fayda etmiyorsa, insan kendini
kınayabilmeli ve hatta kendisine caydırıcı cezalar verebilmelidir.
İyilik konusunda da kötülük konusunda da alışkanlıkların çok etkili olduğu
unutulmamalı; iyilikleri yapmak ve kötülüklere yaklaşmamak alışkanlık hâline
getirilmelidir.
Kendi kendimize zaman zaman muhasebeler yapmalı, iyi ve kötü
yönlerimiz üzerinde düşünülmeli, bu konularda dostlarımızdan fikir alıp,
düşmanlarımızın eleştirilerinden dersler çıkarıp kendimizi tanımalı ve ona göre
kendimizi kötü yönlerimizden arındırıp, iyi yönlerimizi daha da geliştirmeliyiz (İbn
Miskeveyh, 1983: 156 vd.).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
MODERN FELSEFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK
ESASLARI
Batı ahlak felsefesi genellikle üç büyük kuram sayılan Erdem Etiği, Ödev Etiği
ve Faydacı Etik olarak tasnif edilir. Yukarıda gördüğümüz üzere klasik İslam ahlak
felsefesi, Platon ve Aristoteles'ten gelen erdem etiğinin etkilerini yansıtır. Daha
önce değindiğimiz gibi, 'İslam ahlak felsefesi" ifadesinin tarihsel olarak ikiye
ayrılması ve belki "klasik (dönem) İslam ahlak felsefesi" ve "modern (dönem) İslam
ahlak felsefesi" denilmesi daha uygun olur. Bu kırılmayı sağlayan da Kant'tır (ö.
1804). Aşağıda kısaca göreceğimiz üzere, Kant-sonrası Müslüman ahlakçıların artık
erdem kavramından ziyade vazife, ödev, ilke, yasa, emir, yükümlülük vb. Kant'çı
kavramlar ve konuları daha fazla öne çıkardıkları görülmektedir. Bu dönemde
vurgulanan temel ilkelere kısaca değinmekte yarar vardır.
Modern Dönemde Erdemden İlkeye Yöneliş
Erdemler, insanların sahip olduğu ahlaken övülen nitelikler iken; ilkeler,
temel davranış kurallarını belirten önermelerdir. İlke, belki biraz ilk kavramı ile de
bağlantılı görülebilir; o, bir kurallar dizininin ilk başta gelen bir veya birkaç ana
ögelsi, en genel kapsamlı özüdür.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Kant sonrası İslam ahlakçılarının birçoğunda,
yer yer onu eleştirmekle birlikte, Kant etkisi açıkça görülür. Kant etkisini yansıtan
modern dönem İslam ahlakçılarından biri Ahmet Hamdi Akseki'dir.
Akseki'nin kendi ifadeleriyle, "ahlaki meslekler içinde en mükemmel ve ulvi
olan meslek, en salim ve isabetli ahlaki nazariye, esasını, 'Vazife’de, diğer bir
deyimle; 'Vicdani Sorumluluk’da bulan ve vazife esasını yalnız akıl üzerine kuran
akılcıların mesleğidir. Bunu en mükemmel tefsir eden kişi ve bu mesleğin en büyük
temsilcisi Kant'tır”(1979: 55).
Ana İlke: Kendin İçin İstediğini Kardeşin İçin de İstemek
Akseki, "Dini Nasslardan Çıkarılan Ahlak Kanunu ile Kant'ın Meşhur Kaidesi
Arasında Bir Mukayese" başlığı altında, Kant'ın birinci kategorik imperatifini ("Öyle
hareket et ki, iradenin tabi olduğu fiiller (genel) kaide, yani itaat ettiğin kanun, bir
genel kanun prensibi suretinde olsun") dikkate alır ve İslam'da onun benzeri veya
daha iyisinin olup olmadığını araştırır. Bu bağlamda, yani İslam ahlakındaki külli
genel kanunun ifadesi olarak o, arka arkaya üç hadis verir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
"Birr, yani hayır ve iyilik, kalbin mutmain olduğu şeydir. Kötülük de nefsini
tahrik edip azdıran şeydir. Buna aykırı fetva verseler de aldırma."
"İyilik ve hayır güzel ahlaktır; günah ise kalbinde yerleşip de insanların
bilmesini istemediğin, yani herkesten gizlediğin şeydir."
"Senden sadır olduğunu halkın görmesini istemediğin şeyi yalnız iken de kendi
başına iken de yapma"
Akseki'nin yorumuna göre, "biz Müslümanlar, bu hadis-i şeriflerden açık
olarak anlarız ki; hırsızlık haramdır, hile haramdır, emanete hıyanet haramdır;
adam öldürmek haramdır. Çünkü bunları işleyen insan, bu fiilini insanların
öğrenmelerini arzu etmez." Ona göre bu hadisler topluca düşünüldüğünde şöyle
bir külli ve genel kanun çıkmaktadır: "Halk tarafından sana yapılmasını istediğin
şeyi sen de onlara yap, başkaları tarafından sana yapılmasını istemediğin şeyle
halkı rahatsız etme"(1979: 59-63).
Akseki'ye göre, bu hadislerdeki İslami kaideler ise Kant'ın yalnız akıldan
çıkarmış olduğu ahlak kanununa tercih edilir. Çünkü Kant'ın ahlak kanunu "öyle bir
şekilde hareket et ki" emriyle başlaması nedeniyle yalnız fillerimizle sınırlı olup,
kalbimizdeki niyet ve maksatlarımızı ihmal etmektedir. Hâlbuki İslam'a göre,
insanın ahlaki değeri, görünen fiillerinden çok niyetleri ile ilgilidir. Ayrıca, Akseki'ye
göre, Kant'ın meşhur kaidesi, hadislerden çıkan kanunun cüzünden ibarettir, yani
onların ifade ettiği mana genelliğine yükselemez (1979: 122-24).
Abdullah Draz da Akseki gibi bazı yönlerini eleştirmekle birlikte İslam
ahlakını Kant'ı dikkate alarak ve büyük ölçüde Kant terminolojisiyle ele alan
modern dönem ahlakçılarımızdandır. Draz'ın burada değindiği hadisler, bir kısmı
Akseki'nin de değindiğini gördüğümüz hadislerdir:
"Helal ve haram açıklanmıştır. Fakat onların arasında şüpheli durumlar vardır.
Şüpheden kaçınan kimse imanını ve şerefini kurtarır." (Buhârî, Kitâbü'l-İman:
39)
"Seni şüpheye düşürecek şeyden sakın. Zihnini bulandırmayacak şeyi seç;
doğruluk sükûnettir, yalan şüphedir." (Buhârî, Kitâbü'l-Büyu: 3).
Kendisine iyi ve kötünün tarifi sorulduğunda Hz. Peygamber şöyle buyurur:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
"Kalbine sor, vicdanına danış, insanlar o hususta sana ne derlerse desinler,
sana neyi teklif ederlerse etsinler, iyi, ondan ruhun huzur duyduğu, kalbin
onunla dinlendiği şeydir. Kötü, ruhu kaygılandıran ve kalbi titreten şeydir."
(Müslim, Kitabü'l-Birr: 5)
Draz, bunların dışında, çok açıkça olmasa da bu anlamda kullanmış olduğu
düşünülebilecek olan bir ayet ve bir hadisten daha bahsetmektedir; onları da
görmekte yarar vardır. Draz'ın ifadesiyle, Kur’an-ı Kerim'de "Kendinizin gözlerinizi
yummadıkça kabul edemeyeceğiniz adi şeyleri, başkasına vermeye kalkışmayın"
(Bakara/2: 267) diye vurgulanmaktadır. İslam Peygamberi de şöyle buyurmaktadır.
"Hiçbiriniz, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş
sayılmaz." (Buhârî, Kitâbü'l-Îmân: 6)
Dolayısıyla, "egoizmin bu genel tatbikinden, müşterek vicdan, daha önce
ödevin karşılıklı olma ve evrenselliği prensibini çıkarmıştır" (Draz, 2002: 83).
"Kendine yapılmasını
istemediğini sen de
başkasına yapma;
kendine yapılmasını
istediğini, sen de
başkasına yap!"
Draz, Kant'ın formülünün, İncil'de de benzeri bulunan yukarıdaki son hadis
ve benzerlerinden mülhem sayılabileceğini ima etmektedir. Yukarıdaki ayetin
sadece bir şey verip vermeme değil, belki biraz daha geniş çerçevede düşünülen
anlamı, Batı literatüründe Altın Kural da denilen ifadenin negatif (yapma) tarafını,
zikredilen bu hadis de pozitif (yap) tarafını dile getirmektedir. Bunlar birlikte
düşünüldüğünde şöyle bir ilke ortaya çıkardı: "Kendine yapılmasını istemediğini sen
de başkasına yapma; kendine yapılmasını istediğini, sen de başkasına yap!"
Bu formül, hakikaten Kant'ın formülünün kendisine bir hayli benzediği bir
formüldür. Kant'ın yaptığı bunu dinî bağlarından koparıp sekülerleştirmek, biraz
daha teknik ve soyut terimlerle ifade etmek ve "kendi" veya kişi yahut ben
merkezli referans çerçevesini olabildiğince genişletip, tüm insanları kapsayacak
şekilde genişletmeye çalışmasıdır.
Sonuç
İslam’da felsefi ahlakın temel kaynakları Kur’an ve Sünnet’le birlikte Platon
ve Aristoteles gibi Antikçağ filozoflarının da eserleridir. Bu kaynaklardan
yararlanılarak oluşturulmuş olan İbn Miskeveyh’inTehzîbü’l-ahlâk gibi eserleri de
daha sonra gelen ahlakçıların dayandığı klasikler arasında yer alırlar. Felsefi ahlakı,
klasik dönem ve modern dönem diye ikiye ayırmak mümkündür. Zira klasik
dönemde kendisinden en çok yararlanılan filozof Platon ve Aristoteles iken modern
dönemde Kant ön plana çıkmıştır. Klasik dönemin anahtar kavramı erdem iken,
modern dönemde ilke ve ödev gibi kavramlar daha merkezi konuma getirilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Klasik dönemdeki felsefi ahlak, temel erdemler listesi açısından en sade
yapıya sahip olan ahlak geleneğimizdir. Bu gelenek M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış Yunan
filozofu Platon’un dörtlü erdem tasnifine bağlı kalmıştır. Buna göre dört temel
erdem vardır ve bunlar, hikmet, cesaret, iffet ve adalettir. Platon ve dolayısıyla
İslam filozofları bunları, nefisin üç gücü dedikleri, düşünce gücü, öfke güzü ve arzu
gücü teorisine dayandırmaktadırlar.
Davranışlarda orta yolu temsil eden dört temel erdemin karşıt kutuplarından
yahut ifrat ve tefritlerinden oluşan sekiz tane de temel erdemsizlik vardır.
Modern dönem felsefi ahlakı Kant’ın kategorik buyruğuna benzeyen ilkeler
üzerinde durmuştur. En fazla vurgulanan ilke, bazı ayet ve hadislerle ilgisi
kurulabilen “kendin için istediğini başkası için de istemek, kendin için istemediğini
başkası için de istememektir.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
•İslam'da felsefi ahlak, İslam filozoflarının Kur'an ve Sünnet yanında
Antikçağ filozoflarının eserlerinden de yararlanarak oluşturdukları ahlak
ekolüne denir.
•İslam felsefi ahlakı, erdem ve mutluluk ahlakıdır. Bu ahlaka, İslam ahlak
esasları açısından bakıldığında, nefsin üç gücü denilen düşünme gücü,
öfke gücü ve arzu gücü anlayışının çok önemli olduğu görülür.
•Nefsin üç gücüne dayalı dört temel erdem olduğu anlayışı çok
önemlidir. Bu dört temel erdem, hikmet, cesaret, iffet ve adalettir.
•Dört erdemin zıttı olan dört erdemsizlik veya ifrat ve tefrit aşırılıkları
olan sekiz erdemsizlik vardır.
•Modern dönemde Kant etkisiyle erdem konusundan ziyade ilke, hak ve
ödev gibi konular ön plana çıkmıştır.
•En genel ilkelerden biri, kendin için istediğini kardeşin için de isteme
ilkesidir.
Ödev
Özet
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
• Günüm insanı ve/veya toplumu için en değerli
gördüğünüz ahlaki erdem veya ilke konusunda
bir makale yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında
yer
alan
“ödev”
bölümüne
yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi İslam ahlak ekollerinden/geleneklerinden biri
değildir?
a) Dini ahlak
b) Felsefi ahlak
c) İlmi ahlak
d) Tasavvufi ahlak
e) Hiçbiri
2. Hangisi nefisin üç gücünden biri değildir?
a) Düşünme
b) Duygu
c) Öfke
d) Arzu
e) Hiçbiri
3. Hangisi dört temel erdemden biri değildir?
a) Merhamet
b) Adalet
c) Cesaret
d) İffet
e) Adalet
4. Modern dönem Müslüman ahlakçıların en fazla vurguladıkları genel ilke
hangisidir?
a) Davranışların evrenselleştirilebilmesi
b) Eylemlerin faydalı olması
c) Kendin için istediğini başkası için de istemek
d) Özgürlük ve demokrasi
e) Barış ve hoşgörü
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
5. Varlığı kendinden olmayan ve varlığı da yokluğu da düşünülebilen varlık
kategorisi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Abduh, Cabiri
b) Arkoun, İkbal
c) Akseki, Akif
d) Draz, Fazlurrahman
e) Akseki, Draz
Cevap Anahtarı
1.c 2.b 3.a 4.c 5.e
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akseki, A. H. (1979). Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı: Ahlak Dersleri. Sadeleştiren: Ali
Arslan Aydın. Ankara: Nur Yayınları.
Aristoteles. (1998). Nikomakhos’a Etik. çev. Saffet Babür. Ankara: Ayraç Yayınevi.
Aydın, M. (1989). “İslam Felsefesi”. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.
İstanbul.
Çağrıcı, M. (2000). İslam Düşüncesinde Ahlak. İstanbul: Birleşik Yayıncılık.
Draz, A. (2002). Kur’an Ahlakı. çev. E. Yüksel ve Ü. Günay. İstanbul: İz.
Fahri, M. (2004). İslam Ahlak Teorileri. çev. Muammer İskenderoğlu ve Atilla Arkan.
İstanbul: Litera Yayıncılık.
Gazali. (t.y.). İhyâu ‘Ulûmi’d-Din. çev. Ahmed Serdaroğlu. İstanbul: Bedir Yayınevi.
İbnMiskeveyh. (1983). Ahlakı Olgunlaştırm. çev. A. Şener, C. Tunç. ve İ. Kayaoğlu.
Ankara.
Kant, I. (2002). Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi. çev. I. Kuçuradi. Ankara.
Kaya, M. (1995). “Felsefe”, Türkiye Diyanet Vakfi İslam Ansiklopedisi. İstanbul:
Diyanet Vakfı Neşriyat.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Felsefi Ahlak ve Felsefi Ahlaka Göre İslam Ahlak Esasları
Kınalızade (Kınalızade Ali Efendi). (t.y.). Ahlak: Ahlak-ı Alai. çev. H. Algül. İstanbul.
MacIntyre, A. (2001). Ethik’in Kısa Tarihi. çev. H. Hünler ve S. Z. Hünler. İstanbul:
Paradigma.
Platon (Eflatun). (1992). Devlet. çev. S. Eyüboğlu ve M. A. Cimcoz. İstanbul: Remzi
Kitabevi.
Tusi, N. (2007). Ahlak-ı Nasıri. çev. A. Gafarov ve Z. Şükürov. İstanbul: Litera.
Yaran, C. S. (2005). İslam’da Ahlakın Şartı Kaç? İstanbul: Elif Yayıncılık.
Yaran, C. S. (2010). Ahlak ve Etik, İstanbul: Rağbet Yayıncılık.
Yaran, C. S. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş. İstanbul: Dem Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
TASAVVUFİ AHLAK VE
TASAVVUFİ AHLAKA GÖRE
İSLAM AHLAK ESASLARI
•
•
•
•
•
Giriş
Tasavvufi Ahlik
Tasavvufi Ahlikın Mahiyeti
Tasavvufi Ahlikın Özellikleri
Tasavvuf Kaynaklarında Ahlaki
Hâller ve Makāmlar
• Tasavvufi Ahlaka Göre İslam
Ahlak Esasları
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Tasavvufun tanımı ve mahiyeti hakkında bilgi
edinecek,
• Nitelikli ahlakidavranışların önemini
kavrayacak,
• Tasavvufi ahlakın temel esas ve dayanaklarını
öğrenecek,
• Tasavvufi ahlakı, diğer ahlak ekolleri ve bu
ekollerin ahlak anlayışlarıyla mukayese
edebileceksiniz.
İSLAM AHLAK
ESASLARI
ÜNİTE
6
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
GİRİŞ
Ahlak iledir kemâl-i âdem
Ahlak iledir nizâm-ı âlem
Önceki ünitelerde de değinildiği gibi, ahlakçılar insan davranışlarıyla ilgili
olan ahlakı, genel olarak, ruhta (nefiste) köklü bir şekilde yerleşip kendisinden fiil
ve davranışların, tekrar tekrar düşünmeye, zorlamaya ihtiyaç duymadan, kolaylıkla
meydana gelmesi ve istikrar kazanması olarak tanımlamışlardır.
İnsan, gerçek kimliğini
ancak, huyu, seciyesi ve
tabiatıyla ortaya koyar.
Güzel ahlak,
zorlamayla, kanun ve
ceza yoluyla değil,
fertlerin vicdanî
sorumluluk ve
gayretleriyle
gerçekleşir.
Bu tanımlamada dikkat çeken husulardan biri; fiillerin iradi olması ve
zorlama olmaksızın meydana gelmesidir. Diğeri de; ahlakın ruhta yerleşmesi ve
onun bir vasfı olmasıdır ki, bu hem ahlakın bir kalp fiili olduğunu hem de iyilik
yapmanın insanda şuur hâline dönüşmesi gerektiğini göstermektedir.
“İyilik” ve “kötülük” ruhtaki vasfın adıdır. İnsan hem iyi hem de kötü
vasıflarla donatılmış olarak dünyaya gelir. Eğer ruhtaki vasıflar iyi olursa iyi, kötü
olursa kötü ahlak ortaya çıkar. Ahlakın iyi veya kötü oluşu ise, ahlaki davranışı
meydana getiren sebebe ve yöneldiği gayeye göre değişmektedir. Bu nedenle
mutasavvıflar, insan davranışlarının zahiri değil, niyete dayalı deruni ve batıni
boyutunun ahlakiliği belirlediğini söylerler.
İslam filozofları ahlakı bir ruh sağlığı, ruhani tababet ilmi olarak
değerlendirmiştir. Aynı yaklaşımı benimseyen Gazali (ö.505/1111)’ye göre kötü
huylar kalplerin ve nefislerin hastalıklarıdır. Bedeni hastalıklar maddi hayatı sona
erdirirken, kalbî hastalıklar ebedî hayatı mahveder. Şu hâlde bedeni rahatsızlıklar
için gösterilen ihtimamdan daha fazlası kalp hastalıkları için gösterilmelidir (Gazali,
III, 60).
İnsan, ahlak ilmi sayesinde, ruhunu kötü huylardan, rezilet hastalığından
kurtararak; ruhun sıhhati demek olan iyi huylar ve faziletlerle bezemek suretiyle
ebedî olan ahiret hayatını kurtarma ve kazanma imkânı bulur. Bu nedenle İslam
ahlakçıları, mutlak ve aşkın bir “hayır” inancında ısrar etmekte ve ‘en yüksek
saadet’in, ölümden sonra, ahirette gerçekleşeceğine inanmaktadırlar(Çağrıcı, 1991:
20, 62). Mutasavvıfların ahlak teorilerini belirleyen temel unsurlardan başında da
bu ahiret saadeti ve dolayısıyla Allah’a yakınlaşma arzusu gelmektedir.
İşte tasavvufi ahlakın hareket noktasını bu içe bakış, hedefini ise ilahî inayete
mazhar olma oluşturmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
TASAVVUFİ AHLAK
Ahlak bir ruh sağlığı
ilmidir.
Daha önceki ünitelerde de işlendiği gibi İslam ahlakı, anlayış bakımından
genel olarak “Geleneksel Dinî Ahlak ”, “Felsefi Ahlak ” ve “Tasavvufi Ahlak” olmak
üzere üç grupta değerlendirilmektedir. Bunlardan tasavvufi ahlak, diğer iki ahlak
anlayışını da içine alan ancak müstakil olarak zikredilebilecek kendine has yetkinliği
olan bir ahlak anlayışını temsil etmektedir.
Tasavvufi Ahlakın Mahiyeti
Kur’an-ı Kerim’de iyi bir Müslümanda bulunması gereken ahlaki niteliklerin
tamamı “takva” kavramı ile ifade edilmiştir:
“Allah katında derecesi en üstün olanınız, en çok takva sahibi olanınızdır.”
(Hucurat/49: 13).
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
“Allah'a karşı takva sahibi olmanızı tavsiye ederim.” (Ebu Dâvud, Sünen, 5;
Tirmizî, İlim, 16; Ahmed b. Hanbel, II, 325)
Ebû Hureyre'nin naklettiğine göre yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Birbirinize hased etmeyin. Kendiniz almak istemediğiniz hâlde diğerini zarara
sokmak için bir malı methedip fiyatını artırma yarışına kalkışmayın. Birbirinize
buğzetmeyin. Birbirinize yüz çevirip arka dönmeyin. Sizden bazınız diğer bazınızın
alışverişi üzerine alışverişe girişmesin. Ey Allah'ın kulları! Birbirinizle kardeşler
olunuz. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Müslüman Müslüman'a zulmetmez.
Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımcısız bırakmaz. Onu hor ve
hakir görmez. Takva işte budur. ‘Resulullah (s.a.s) "takva işte budur.’ sözünü üç
defâ tekrarlamış ve her seferinde de eli ile göğsüne işaret etmiştir.” (Müslim, Birr,
32; Tirmizî, Birr, 18; Ahmed b. Hanbel, II, 325)
Hz. Peygamber bu ifadeleriyle takvanın mana alanının genişliğini belirtmiş,
onun kalbe dayanan manevi bir duygu ve sorumluluk bilinci olduğunu ifâde
etmiştir.
Takva:
Sorumluluk Bilinci
Kulun Allah’a karşı sorumluluğunu ifade eden “takva”, yukarıdaki hadiste de
ifade edildiği gibi; Allah’a derin saygı duymak ve sorumlulukları hususunda titiz
davranmak suretiyle insanın kendisini her türlü kötülükten koruması ve güven
altına alması manasına gelir. Bu noktada imanın Allah’a inanmak ve güvenmek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
anlamına geldiğini ve Kur’an’da çoğu kez iman ve takva kavramlarının birbiri
ardınca zikredildiğini hatırlamak gerekir(Konur, 2009: 35).
Ruhanî ve ilahî âlemin
binlerce tecellisini
taşıyan tasavvufi
faaliyet, özü itibariyle,
dile getirilmekten
uzaktır.
Takva sahiplerine “muttaki” denilse de İslam topluluklarında açık şekilde
bunların kimler olduğu üzerinde durulmamıştır. Müslümanlar arasında mümin veya
Müslüman olmanın dışında somut sosyal zümreleşmeler ilk olarak ahlaki özellikteki
kavramlar yerine Hz. Peygamber’e yakınlıkla belirlenmiştir. Ahlaki nitelik taşıyan ve
zamanla belli bir zümreye ait vasıf olarak karşımıza çıkan ilk kavram “züht” gibi
görünmektedir. Yani İslam toplulukları arasındaki değişim ve dönüşümün dinî,
siyasi ve sosyal birtakım gerekçelerinin de devreye girmesiyle iyi bir müslümanda
bulunması gereken ana ahlaki niteliklerden olan “takva” yerine “züht” kavramı
kullanılmaya başlanmış, inanç, ibadet, ahlak ve adaba dair özelliklerin hemen hepsi
bu kavramla ifade edilmiştir. Daha sonra her mezheb ve meşrebin kendince
yorumlayıp sahip çıkmasıyla birlikte bir bakıma “züht” ve “zahit” kavramı da
yıpranmış ve yerine yeni bir kavram olan “tasavvuf” geçmiştir. Bundan böyle iyi bir
müslümandan beklenen hasletler “tasavvuf” adı altında ifade edilmeye başlanmış
bu hasleti taşıyanlara da “sufi” denilmiştir(Konur, 2009: 15-18).
İslam tasavvufu tarihi süreçte çeşitli merhalelerden geçerek değişik
görünümlere sahip olmuş, bu merhale ve manzaralara uygun olarak müteaddit
kavram ve tanımlar edinmiştir. Bu tanımların farklılığı, tasavvufun nazari ve akli bir
ilim değil, aksine tecrübî bir ilim olmasından; asırlar boyu, dinî yaşama zevkinin
farklı mizaç ve meşrepler tarafından değişik şekilde duyulup hissedilmesinden
kaynaklanmakta olup, her biri onun değişik bir yönüne işaret eder.
Tasavvuf üzerinde yapılan tarifler özellikle İslam tasavvufu açısından
genellikle şu üç noktada birleşmektedir:
 İlahî emir ve yasaklara teslimiyet ve kulluk
 Allah ve Resulünün ahlakı ile ahlaklanmak
 Allah’tan başka her şeyden (Masivallâh) kalben uzak olmak (Bk. Eraydın,
2001:40).
Bu üç özelliğin dile getirildiği tasavvuf tanımlarından ikisi şöyledir:
“Muhammed b. Hafîf; Tasavvuf, kalbi beşerîliğe saplanıp kalmaktan arıtmak,
bedenî hazlardan ayrılmak, beşerî sıfatları silmek, benlik davasından kaçınmak,
illahî sıfatlarla bezenmek, hakikat bilgisine bağlanmak, bütün insanlara iyiliği
tavsiye etmek, Allah’ın Resulüne tam uymaktır.”(Sülemî, 1998: 346)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Ebû’l-Kâsım en-Nasrâbâzî; “Tasavvuf, Kitap ve Sünnet’e tam bağlanmak, bid’at
ve zevkleri terk etmek, güzel ahlakla bezenmek, dostlarla hoş sohbet edip,
kendilerine hizmette bulunmaktır.”( Sülemî, 1998:365)
Tasavvuf, hakikat yani Hakk’a ulaşma yolunun nazari yanını, dervişlik de
ameli cephesini ifade ettiği için mutasavvıflar, tasavvufi yaşamda, ibadet ve zikrin
yanında ahlaki faaliyet ve faziletlerin de önemli olduğunu belirtmiş, ahlakı güzel
olmayanın hakikati bulamayacağını ifade etmişlerdir.
Tasavvuf İslam’a dayalı
bir ahlakiyattır.
Mesela ilk sufilerden Hasan-ı Basrî, takva ehlinin; “doğru sözlülük”, “ahde
vefa”, “sıla-i rahim (akraba ziyareti)”, “yoksullara merhamet”, “gurur ve kibirden
arınmışlık”, “insanlarla iyi geçinme”, “güzel huy” gibi ahlaki faziletlerle
tanınabileceğini belirtmiştir.
Birçok mutasavvıf, daha tasavvuf teriminin tarifinde onun ahlakla ilişkişini
göstermeye çalışmış ve tasavvufu “hüsnü'l-huluk” (ahlak güzelliği) veya “elahlaku'r-radiye”(razı olunan, sevilen ahlak) şeklinde de tarif etmişlerdir(Çağırıcı,
1989: II, 7).
Mutasavvıfların doğrudan
tariflerinden bazıları şöyledir:
ahlaki
olguya
vurgu
yaptıkları
tasavvuf
Ebu Muhammed Cerirî (ö. 311/923): “Tasavvuf bütün kötü huyları terk etmek
ve bütün güzel ve ulvi olan huylarla bezenmektir.”
Ebu Bekir Kettanî (ö. 322/933): “Tasavvuf ahlaktır. Ahlaki açıdan senden üstün
olan safa ve manevi temizlik açısından da üstündür.”
Ahmed b. Muhammed el-Âdemî (329/939): “Ben ve Cüneyd, tasavvufun,
insanın iç dünyasında gizli tabiatın temizliği ve zahire akseden güzelliği olduğu
hususunda anlaştık”.
Ebu Muhammed Murtaiş (ö. 328/939): "Tasavvuf güzel ahlaktır."
Makāmların en yücesi;
kötü bir huyu iyi bir
huya dönüştürmektir.
Tasavvufun en sağlam kriteri “güzel huy”dur. El-Kettânî’nin tanımında da
ifade ettiği gibi güzel huy bakımından önde bulunan tasavvufta da ileride sayılır.
Tasavvufi hâller, makāmlar ve beşer üstü tasarruflar güzel ahlak ile beraber
olmadıkları sürece hiçbir kıymet ifade etmezler.
Yine yukarıda verilen tariflerden de anlaşıldığı üzere tasavvuf için asıl olan ve
ihtilafın söz konusu olmadığı bir gerçek varsa o da, İslam’a dayalı bir ahlakiyat
olduğudur. O hâlde tasavvuf esasında ahlak demektir(Taftazânî, 1986: 223).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Tasavvufi Ahlakın Özellikleri
Tasavvuf, ahlaktan daha genel bir kavram olmakla birlikte daima ahlakı da
içerisinde barındırmıştır. Ahlakın olduğu her yerde tasavvuf olmayabilir. Ancak
tasavvufun olduğu her yerde mutlaka ahlak vardır. Tasavvufi faaliyetler ahlakı
doğurmadığı veya ahlaki bir sonuca götürmediği takdirde bizzat tasavvuf ehli
tarafından sorgulanmıştır (Konur, 2009: 21).
Ahlakın tasavvufun olmazsa olmaz bir parçası olduğunu söyleyen
mutasavvıflar, ahlaki faaliyetlerin tasavvufi hayat açısından en az ibadet
bağlamında değerlendirilen faaliyetler kadar önem taşıdığını ısrarla dile
getirmişlerdir.
Ebu Hüseyn en-Nurî (ö.295/907) de tasavvufu tarif ederken bu hususa dikkat
çekmiş ve şöyle demiştir:
“Tasavvuf ne birtakım merasimler ne de bir bilgi yığınıdır; aksine tasavvuf
yalnızca ahlaktır.”(Sülemî, 1998: 167)
İbn Arabî de (ö. 638/1239) bu hususu dile getiriken “ubudiyet ahlakı” tabirini
kullanmış ve tasavvufu “Ubudiyet ahlakıyla süslenme” olarak tanımlamıştır.
Tasavvuf, insana ve ahlaka büyük önem vermesi, ahlakın pratik yönünü ve
özellikle manevi veçhesini belki en fazla önemseyen anlayış olması yanında İslam
kültürü ve geleneği içerisinde sistematik bir ahlaki üst dilin oluşturulmasında da
önemli rol oynamıştır. Tasavvufun ahlak ile en çok irtibatlı ilim dalı olduğu ve bu
düşünce yapısının Müslüman toplumların zihniyetini, yaşam tarzını, hayata
bakışını, davranış kalıplarını, hatta gündelik dilini de birinci derecede etkilediği
bilinen bir gerçektir (Konur, 2009: 34, 20).
İslam düşüncesinde ahlakın müstakil bir ilim hâline gelmesi oldukça geç
dönemlere rastlamasına rağmen, ahlak konuları, tasavvuf bünyesinde daima var
olagelmiştir. Bu nedenle ahlakın tasavvufla olan ilişkisi diğer ilimlerle olduğundan
daha fazladır. Bunun yanında İslam tarihinde ve dünyasında tasavvufun ahlaki
açıdan oynadığı rol bizzat ahlak ilminin oynadığı rolden daha eski ve etkindir
(Konur, 2009: 19).
İslamın ahlaka ilişkin içeriğini ve tavrını sürekli göz önünde bulundurmaya
özen gösteren mutasavvıflar ahlakın güzelleştirilmesi ve olgunlaştırılmasının
Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından sakınmakla gerçekleşebileceğini, herhangi
bir davranışın ahlaki olup olmadığının Allah için yapılıp yapılmadığı ile ortaya
çıkacağını söylemişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Mutasavvıflara göre tasavvufi ahlak, sadece bir fikrî disiplin ve iyi huyları
tanıtan nazari ve mücerret bilgi değil, manevi tecrübelere dayanan bir hâl ve
yaşam tarzıdır. Bu ahlak anlayışında bilgi amele tabidir ve ondan doğar. Şu hâlde
önemli olan ahlaki davranışın ne olduğunu bilmek değil onu uygulamaktır.
Mutasavvıflara göre sufi, mücahede ve riyazet ile temiz hâle getirdiği kalbi,
ruhu ve vicdanı ile ahlaka uygun olan ve olmayan hareketlerin neler olduğunu bilir
ve bu ahlak bilgisine göre hareket eder. Dolayısıyla ahlaki mükemmellik çalışmayla
elde edilen bilgi vasıtasıyla değil, yaşayarak ve zevken elde edilebilir.
Yine ahlak ilmi, ahlaki fiillerin içinden çıkar ve ona dayanırsa bir değer ifade
eder. Aksi hâlde ahlak diye ortaya atılan şeyler bir bilgi olmaktan öteye gidemez.
Sûfiler şahsen yaşadıkları ve doğruluğunu manevi bir tecrübe ile öğrendikleri
müşahhas ve tatbikî bir ahlak anlayışından bahsetmiş ve tasavvufu "ameli ahlak"
olarak adlandırmışlardır. İslam dünyasında da genellikle ahlak, ameli olarak
anlaşılmış ve bu da daha çok tasavvufun ilgi alanı içinde mütalaa edilmiştir.
Mutasavvıflar ilk dönemlerden itibaren tasavvufi ahlakla ilgili eserlerinde,
kalbî fiiller (âmâlu’l-kulûb) alarak adlandırılan “tevbe”, “takva”, “verâ”, “ihlâs”,
“muhabbet” gibi dinî-ahlaki erdemler üzerinde durmuş, ahlakın, Allah’ın emirleri
doğrultusunda yönlendirilmesi durumunda güzel huyların tezahür edeceğini, bu
yönlendirmenin de ilk önce kalbî amellerden başlanarak gerçekleştirilebileceğini
söylemişlerdir.
Tasavvuf Kaynaklarında Ahlaki Hâller ve Makamlar
Tasavvufu Kur’an ve Sünnet doğrultusunda yaşayanlar olduğu gibi, tasavvuf
düşüncesi üzerine eser yazan sufiler de vardır ki, yazılan bu eserler incelendiğinde
görülecektir ki hemen hepsi, tasavvufi ahlakın, yukarıda ana hatları ile işaret
ettiğimiz temel özelliklerini muhafaza eder niteliktedirler.
Kaynağını Kur’an ve Sünnet'ten alan bir ahlakın, duygulara, düşünceye,
bedeni fillere ve sulûkla alakalı davranışlara sirayetini sağlamak amacıyla yazılan ilk
eserlerde daha ziyade ahlakı, dünya arzularına sırt çevirmek suretiyle
gerçekleştirmeyi öğütleyen, zühte dair rivayetler öne çıkarılmış, bu rivayetleri bir
araya getiren eserler kaleme alınmıştır. Söz konusu eserler, tasavvufi ahlakın da ilk
kaynaklarını teşkil etmişlerdir.
Zâhir-bâtın ilişkisine vurgu yapan tasavvufi ahlak, çoğu maddi ve dünyevi
olan günlük hayatın büyük kısmına, bu yolla manevi bir boyut katmıştır. Yine
tasavvufi ahlakta bedensel hareketler insanı Allah'a götüren ruhi değerler olarak
kabul edildiğinden ahlaki her davranışı taklit yolu ile yerleştirmek esas alınmış, bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
ahlak anlayışı tarikatlar yolu ile müesseseleşmeyi zorunlu hâle getirmiştir. Sonuçta
messeseleşmiş yapı içinde Şeyh-mürid ilişkisi ile bu ahlaka süreklilik
kazandırılmıştır. Bu ilişki “Âdab” adlı eserlerin vücuda getirilmesine sebep olmuştur
(Görmez, 2003: 580).
Tasavvufi ahlakın mühim bir kaynağını da maneviyat ve hüviyetleri herkese
malum olan Abdullah Ensârî, Gazali, Sâdi-i Şirâzî, Feridüddin-i Attâr, Mevlânâ
Celâleddin-i Rûmî, Mevlânâ Abdurahman-ı Câmî gibi kemalat sahibi bazı müstesna
zatların Pendnâme, Nasihatnâme, Mi’yâr, Menakıpnâme adını verdikleri öğütleri ve
yaşayış tarzları oluşturmuştur (Ayni, 1993: 11-12). Başkalarına örnek teşkil edecek
kadar güzel olan ahlaki davranışları içeren bu eserlerde sûfilerin anlayışlarını ideal
misaller şeklinde ortaya konulmuştur.
İlk dönem sufilerinden bazıları da insanın ruh dünyasını keşfe yönelerek,
nefisi incelemiş ve insanı helake götüren kötü duyguları tespit edip bunlardan nasıl
arınılacağından bahseden eserler kaleme almışlardır. Hâris el-Muhâsibî(ö.
243/857), er-Riâye lî Hukûkillâh; Tûsî, el-Luma’; Ebu Talib el-Mekkî (ö.386/996),
Kûtu’l-Kulûb; Kelabâzî, et-Taarruf; Hucvirî, Keşfü’l-Mahcûb; Kuşeyrî, er-Risâle;
Gazali, İhyâ; Suhreverdî, Avârif’inde bu konuları Kur’an ve Sünnet perspektifinde
işlemişlerdir.
Muhâsibî “er-Riâye”sindeinsan haklarını da içine alan "hukukullah'a riayet
şeklindeki üstün ahlakı, insana yaraşır yegâne hayat tarzı olarak sunmuştur. Eserde
tasavvufi ahlakın esasları özetle şöyle ifade edilmiştir: Bütün iyiliklerin arkasındaki
niyet, takva yani Allah’a derin saygı ve itaat düşüncesi olmalıdır. Zahirî amellere
yönelmenin yanında ruhun sefaletini hazırlayan kötü eğilimlerden, bencil
kaygılardan sıyrılmak ve maddi bir çıkar gözetmeksizin, yalnız Allah’ın rızasını talep
etmelidir. İnsan kendi kendisi ile hesaplaşmalı (muhasebe) ve kendi kendini kontrol
etmelidir (murakabe) (Çağrıcı, 1991: 70).
Serrâc (ö.378/988), Luma´da tasavvufi ahlaka dair makāmları beş olarak
tespit etmiştir: “Tevbe, Verâ´, Züht, Fakr, Sabr.” Serrâc, bu beş esas mevcut olunca,
diğer bütün ahlaki değerlerin de mevcut olacağını belirtmiştir.
Ebu Talib Mekkî, Kûtu´l-kulûb´da, ahiret ilimleri ile dünya nimetleri arasında
bir ayrım yapmayı önermiş ve kurtuluşa erdirecek tam bir ahlaki hayatın, tasavvufi
hayat olduğunu belirtmiştir. Mekkî, ahiret ilmi ya da “ilm-i yakîn” için hazırlık
olarak kabul ettiği ve yakin makāmları adını verdiği tasavvufi-ahlaki faziletleri şöyle
sıralamıştır: “Tevbe, sabır, şükür, reca, havf, züht, tevekkül, rıza ve muhabbet.”
Kelabâzî, et-Taarruf adlı eserinde sufilerin yaşadıkları hâl ve makāmları;
“Tevbe, züht, sabır, fakr, tevazu, havf, takva, ihlâs, şükür, tevekkül, rıza, yakin, zikir,
üns, kurb, ittisal ve muhabbet” şeklinde sıralamış ve bunları on yedi bölümde
incelemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Suhreverdî ise Avârif’inde sufilerin başlıca ahlaki erdemlerini şöyle
sıralamıştır: “Muhasebe-murakabe, tevbe, züht, tevazu, sabır, edep, muhabbet,
ihlâs, doğruluk, diğergamlık.”
Ve nihayet bütün bu mühim tasavvufi şahsiyetlerden sonra Gazali
İhyâ’sında, tasavvuf yolunun bütün âdâb, erkân ve ıstılahlarını bir kere daha
gözden geçirmiş, alim ve sufilerin kabulüne uygun olanları tespit, tenkiti
gerekenleri tenkit edip, birbirinden ayrı görünen hususları buluşturup
kaynaştırmıştır.
Gazali, İhyâ’sında tasavvufi ahlakın âdâb, erkân ve ıstılahlarını; “İbâdât” ,
“Âdât”, “Mühlikât” ve “Münciyât” olmak dört ana bölüm başlığı altında
incelemiştir.
Birinci Bölüm’de; itikad, ibadet ve muamelat ile bunların dinî ahlaki içtimai
hikmetlerine yer vermiştir.
İkinci Bölümde; muamelat ahlakı, dosluk ve muaşeret adabı, Hz.
Peygamber’in ahlakı ve yaşayışı gibi konuları ele almıştır.
Gazali 'nin asıl tasavvufi çehresini ve ahlaki fikirlerini yansıttığı bölüm
Üçüncü Bölüm’dür. Gazali bu Bölüm’de kalp, akıl, nefis ve ruh hakkındaki fikirlerini
ve ince tahlillerini sunduktan sonra nefis terbiyesi ve temizliği konusunu işlemiştir.
Daha sonra “arzuların dizginlenmesi”, “dilin kötü sözlerden korunması”, “dünya ve
mal hırsı”, “makam-mevki hırsı”, “riyâ”, “kibir” ve “kendini beğenme” (ucb) gibi
konulara değinmiştir. Gazali nefisin bu tutkuları konusunda son derece değerli ve
ince psikolojik tahliller yaparak bu tutkuIarı yenmenin çarelerini de göstermiştir.
Gazali, Dördüncü Bölüm’ü belli-başlı ahlaki-tasavvufi faziletlere ayırmıştır. Bu
Bölüm’de, tasavvufi ahlakın temel kavramları olan “tevbe”, “sabır”, “şükür”, “havf
ve reca”, “fakr ve züht”, “sevgi”, “niyet”, “ihlâs”, “doğruluk”, “murakabe ve
muhasebe”, “tefekkür” gibi konularda oldukça geniş felsefi ve psikolojik tahliller
yapmıştır.
TASAVVUFİ AHLAKA GÖRE İSLAM AHLAK ESASLARI
Yukarıda zikrettiğimiz klasik tasavvufi kaynaklar ve benzerlerinde tasavvufi
ahlakın mahiyet ve özellikleri ortaya konulmuş ve İslam ahlak esaslarının tasavvufi
çerçevesi çizilmiştir. Bu çerçevede yer alan esasları ana başlıklar altında görmeye
çalışalım.
 İnsanda her birisi bir bilinç düzeyine uygun olarak yaratılan nefis ve ruh
mertebelerine yönelik tezkiye ve tasfiyeye önem vermek.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Tasavvuf ehline göre hem dinin ve hem de aklın reddettiği bütün kötü
huyların ve çirkin davranışların kaynağı nefistir. İnsan nefisindeki kötü huy ve
sıfatların etkilerinin izalesi ancak dinî-ahlaki tezkiye ve tasfiyeye uygun riyazet ve
mücahede yöntemleri kullanılarak sağlanabilir.
Mutasavvıflar, nefisin isteklerine karşı koymayı bütün ibadetlerin başı ve
ahlaki çabaların en değerlisi olarak görmüşlerdir. Onlara göre nefisin terakki
edebilmesi için, nefis-i emmâre, levvâme, mülheme, mutmainne, râziye, marziyye,
kamile şeklinde sıralanan nefis mertebelerinin ve vücûdunun müştemil bulunduğu
ruhani latîfeler denilen Kalp, Ruh, Sır, Hafi, Ahfa, Nefis-i nâtıka ve tüm beden’den
oluşan yedi latife(Letâif-i Seb’a)nin; zikir, fikir ve tefekkürle tasfiye ve terbiye
görmesi lazımdır.
 Sufi psikolojisinde nefis, ruhun asıl âlemine yükselmesinin yollarını tıkayan,
ancak faydalı alete dönüştürülebilecek bir latifedir.
Latîfe:
İnsan vücuduna
yerleştirilmiş manevi,
nuranî cevher, Kur'an
kaynaklı, insanın
duyuüstü
melekelerinden her
biridir.
 Ruhun en alt düzeyi olan “nefis-i emare”, içimizdeki negatif güçlerin hepsinin
koleksiyonundan ibarettir.
 Ruhun en üst düzeyi olan “nefis-i natıka”, İlahî gerçekliği hiçbir bozulmaya
uğratmadan yansıtan nefis mertebesidir.
 Tasavvufi düşünce geleneğinde nefis yedi perdeli olarak vasıflanmıştır.
 Sufiler bu yedi perdeli nefisi terbiyede iki yol denerler:
 Nefisi tahrik eden sınırsız isteklerinden uzak tutmak ve bedendeki etki gücünü
zayıflatmak.
 Nefisin tavırlarından her birini, birer ilahi isimle terbiye etmek.
Nefisin Dereceleri
Nefisin Terbiye
Edileceği İlahî İsim
Vücuttaki Yeri
1- Nefis-i emmâre
Lâ ilâhe illallâh
Sadr
2- Nefis-i levvame
Allah (c.c)
Kalp
5- Nefis-i mülheme
Hû
Ruh
4- Nefis-i mutmaine
Hakk
Sır
5- Nefis-i râziye
Hayy
Sırru’s-sır
6- Nefis-i marziyye
Kayyum
Hafi
7- Nefis-i kamile
Kahhar
Ahfa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Erdemli kişi, nefsinden
ümit ve beklentilerini
sona erdirendir.
Nefis terbiyesinin amacı kalbi kötü duygulardan temizleyerek hâl ve
hareketleri ahlaki bakımdan güzelleştirmektir. Tevbe, fakr, züht, sabır, şükür vb.
hâl, makām ve ahlaki yöntemler ruh olgunluğuna erişme yolunda birer araçtır.
Nefis terbiyesi yoluyla iyi ve güzel karakter kazanan davranışlar, tasavvufi ahlakın
tezahürleri hâline gelir.
İslam bize, davet ettiği ahlaki olgunluğun yolunu çizmiş ve kötü huylardan
temizlenme ve onların zıddı olan iyi huylarla bezenme konusunda nefisle mücadele
etmemizi emretmiştir. Hz. Peygamber de nefisle mücadeleyi büyük cihat, silahlı
olarak düşmanla mücadeleyi ise küçük cihat olarak değerlendirmiştir (el-Aclûnî,
1408/1988: I, 511).
Nefisin kötü sıfatlarından arınan kimsenin kurtuluşa ereceği Kur’an'ın haber
verdiği gerçeklerdendir.
Riyâzât, nefsin ve tenin
arzularını terk ederek,
ya da en aza indirerek
ibadetle meşgul
olmaktır. Mücahede,
nefsanî ve şeytanî
güçlerle mücadele
etmektir.
Akıl: atıyla avlanan bir avcı
Şehvet: Atı,
Gazap: köpeği gibidir.
Avcı işinin ehli, at ve köpeği
de eğitimli ise avcı başarılı
olur.
“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen de
ziyan etmiştir.” (Şems/91: 9-10)
Hz. Peygamber de şöyle buyurur:
"En büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir" (Beyhakî, Zühd: 343)
İslam nefisle savaşa çağırırken bütün gücüyle iyi bir cemiyet hayatının
oluşmasını hedef almaktadır. Çünkü fert iyi olduğu vakit cemiyet iyi olacak, fert
bozulunca cemiyet de bozulacaktır. Fakat riyazet ve mücahede bizatihi nefisin
kendisine karşı değil, ona arız olan ahlaki hastalıklara yönelik olmalıdır. Nefisin
terbiyesine yönelik bu davranış biçiminin bedene zarar veren riyazet yöntemleriyle
bir ilgisi yoktur. İnsanın ahlak sahibi olması, nefisini öldürmesine ve yok etmesine
değil, eğitmesine ve kontrol altında tutmasına bağlıdır.
Kötülüğü ve iyiliği seçebilme ve yapabilme imkân ve ihtimalinin olmadığı
yerde ahlakilikten bahsedilemez. Zira ahlaki durum, insanın kötü ile iyi arasında,
özgür iradesiyle seçim yapabildiği durumlarda ortaya çıkar. Bu nedenle nefis ve
nefisani arzuların bulunmaması değil, bulunduğu hâlde kontrol edilmesi; meşru
sınırlar içinde tutularak iyi, doğru ve güzele yönlendirilmesi daha anlamlı ve
önemlidir(Konur, 2009: 45).
Şu hâlde nefisle mücadele bir nevi iradeyi hür kılma, insanın ahlaki
mükemmelliğe ulaşmasını önleyen bedeni ve dünyevi tutkuların bağımlılığından
kurtulma mücadelesi, tasavvufi ahlak da bu çetin ve zorlu mücadelenin meyvesidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Nefis öyle bir alandır ki, kişi onu kendi hâkimiyeti altında tuttuğu sürece iki
âlemde de kurtuluşa erecektir. Onu kontrol altına almak da, ancak isteklerini
reddetmek ve ona başkaldırmakla başlar. Nefisin sınır tanımayan arzu ve ihtirasları
yerine getirildiği zaman, insani kimlik ve erdemler insanlardan uzaklaşır. Ancak
ölçülü ve dengeli bir şekilde nefisin muhasebesi ve murakabesi yapıldığı sürece de,
erdemler ve faziletler insanda tecessüm eder ve onun özü olur (Muhâsibî, 1998:
406).
Riyazet ve mücahedenin baştan sona kadar nefise muhalefet etmekten
ibaret olduğunu, nefisi tanımadan yapılacak riyazet ve mücahedenin kişiye faydası
olmayacağını söyleyen sufiler, riyazet ve mücahedenin marifete yönelik rolünü
ifade etmek üzere “Nefisini tanıyan Rabbini tanır” sözünü sıkça kullanmışlardır.
Nefsini zilletle tanıyan,
Rabbini izzetle tanır.
Sufilere göre Allah’ı bilme (marifet) için öncelikle nefisi tanımak, sonrasında
da nefise karşı girişilecek mücahede ile ahlakın güzelleştirilmesini gerekmektedir.
Ancak Allah’ın yardımı olmadan mücahedenin meydana gelmesi ve mücahede
olmadan ilahî lutfun yetişmesi mümkün değildir. Akıl ve din mizanı doğrultusunda
çaba şarttır, fakat sonuç yine de Allah’ın takdirine bağlıdır.
İnsandaki kötü sıfatların ıslah ve terbiyesi için kullanılan mücahede ve riyâzât
metotları genellikle Kur’an ve sünnet verilerine dayandırılmış ve ferdî eğitim, ahlaki
yükseliş bu yolla sağlanmaya çalışılmıştır.
 Ahlaki bir özelliği, Allah’a ait ilahi bir vasfın beşer düzeyinde tezahürü olarak
görüp, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma” düsturunu Hz. Peygamber’in “üsve-i
hasene” şeklinde ifade edilen örnek/model kişiliği doğrultusunda yaşamak.
İslam bir tevhit/birlik dinidir. Tevhit sadece Allah’ın birliğini ifade etmekle
kalmaz, aynı zamanda, her şeyin onunla irtibatlı ve ilişkili olduğunu ifade eder.
Kur’an’a göre her şeyin merkezinde Allah vardır. Bu açıdan bakıldığında, insanla
ilgili ahlaki bir özellik, Allah’a ait ilahi bir vasfın beşer düzeyinde tezahürü olarak
görülür. Bu durum Hz. Peygamber’e atfedilen, “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanma”
ifadesi ile dile getirilmiştir(Konur, 2009: 26-27).
Kur’an’a göre Allah, insana karşı ahlaki tarzda hareket eder. Bu onun ahlaki
nitelikler olan “adalet” ve “ihsân”ının gereğidir. İnsanın da bu oluşa ahlaki tarzda
mukabelede bulunması gerekir.
Kur’an’ın tanıttığı Allah’ın, ahlakla ilgili vechesine dair kavramlar “rahmet” ve
“gazab” olmak üzere birbirine zıt görünen iki ana kavram altında ele alınabilir.
Böylece Rabbine bakan insan, onun hoşnutluğundan veya hoşnutsuzluğundan
hareketle, hem hangi tutum ve davranışların ahlaki olduğunu hem de hangi
durumda nasıl bir ahlaki tutum takınması gerektiğini bilir (Konur, 2009: 29).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Allah’ın rahmet ve gazabı diğer bir ifadeyle cemâl ve celâli, adaletinin (iyiliği
emreden, kötülüğü nehyeden vasfının) bir gereğidir. Dolayısıyla Allah’ın cemâl ve
celâl sıfatlarıyla muttasıf olması, tasavvufun ahlak anlayışına da yansımış, bu
sıfatların tecellilerine mazhar olabilme yani onun sıfatlarıyla sıfatlanma, ahlakıyla
ahlaklanma, tasavvuf erbabının başlıca uğraş alanını oluşturmuştur.
KISSADAN HİSSE
Hz. ibrahim çok misafir ağırlamakla şöhret bulmuştur. Anlatıldığına
göre, onun sofrasından misafir eksik olmazmış. Bir seferinde üç gün geçtiği
hâlde evinin kapısını çalan olmamış, sonunda kapısına bir adam gelmiş ve ona
misafir olmak istediğini bildirmiş. Hz. İbrahim ona kim olduğunu sorunca,
Mecusilik dinine mensup olduğunu söylemiş. Bunun üzerine Hz. İbrahim,
müslüman olursan seni ağırlarım, demiş. Bu şartı kabul etmeyen adam oradan
ayrılmış.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Hz. İbrahim’e şöyle hitap etmiş: "Ey
İbrahim! Küfrüne rağmen elli senedir biz onu doyuruyoruz. Dinini değiştirmesini
istemeden, bir lokma da sen yedirsen ne olurdu?"
Cenâb-ı Hakk'ın bu ikazı ve itabı üzerine Hz. İbrahim hemen peşinden
gidip Mecusi'ye yetişmiş ve özür dileyerek onu ağırlamıştır. Hz. İbrahim'deki bu
değişikliğin sebebini öğrenen Mecusi ise, "0 ne iyi Rab ki, düşmanı için dostunu
azarlıyor.”demiş ve müslüman olmuştur. (Hucvirî, 457)
Allah’ın ahlakının örnek ve model oluşu beşerî münasebetler için de
geçerlidir. Allah’a karşı dinî-ahlaki tutumun ilahî ahlakın bir yansıması olduğunu
düşünen ve Allah’ı örnek alan kişi, başkalarına karşı adil ve dürüst davranmalıdır.
Çünkü Allah her zaman adalet ve doğruluk üzeredir. İnsan hiç kimseye
zulmetmelidir çünkü Allah kimseye zulmetmez (Izutsu, 1997: 39, Konur, 2009: 36).
Şüphe yok ki Allah her nefise bir iyilik, kötülük, kâr ve zarar duygusu
vermiştir. Şu var ki insan, akıbet itibariyle hangi şeyin iyi hangisinin kötü olduğunu
her zaman ve her hususta aklıyla bilemez. Özellikle ferdî ömrün kifayet etmeyeceği
derecede uzun tecrübelere bağlı olan şeyleri, tebliğ ve temsil edici olmadıkça
bilemez (Öztürk, 1989: 152).
“Tasavvuf, sistemi ve
muhtevası itibariyle
Kur’anî ve
Muhammedî’dir.”
İlahî vahye muhatab olduğu kabul edilen bütün peygamberlerin ana
görevleri, insanların ahlaki hayatlarını düzeltmek ve onlara doğru yolu göstermek
olmuştur. İslam peygamberinin de bundan başka bir gönderiliş gayesi yoktur.
Nitekim kendisi de gönderiliş gayesinin “Mekârim-i ahlakı tamamlamak” olduğunu
söylemiştir. Burada sorulması gereken husus, İslam peygamberinin tamamlamaya
geldiği ahlakın neliği sorunudur. Hakîm Tirmizî bu hadisi ele alırken, söz konusu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
ahlakın bütün peygamberlerde varolduğunu, İslam peygamberinin bu ahlakı
tamamlamak için geldiğini söyler. Öyleyse bütün peygamberlerde var olan bu
ahlakın temel ilkelerini tespit etmenin kriterleri nelerdir? (Görmez, 2003: 577).
Bunun izini sürmek için müracaat edeceğimiz temel kaynak Kur’an’dır. Ahlak,
en genel manasıyla Kur’an’la temsil edilir. Bir anlamda Kur’an, ahlakın evrensel
kaynağıdır. Peygamber Efendimiz de bunun en güzel örneğini temsil etmiş, yaşamı
boyunca hep Kur’an’ın belirlediği çizgide davranışlarını sürdürmüştür.
Kur’an'daki esasları hayatına uygulayarak bir bakıma yaşayan Kur’an hâline
gelen Hz. Peygamber'in ahlakı hakkında Hz. Aişe'nin şu sözü oldukça dikkat
çekicidir : “O'nun ahlakı Kur’an'dı.”(Müslim, Misafirin: 139).
Tasavvuf, İslamın ruh hayatı ve İslam peygamberinin şahsında temsil ettiği
manevi otoritenin, müesseseleşmiş ve günümüze kadar yaygınlaşarak gelmiş şekli
olarak değerlendirilir. Burada manevi otoriteden kasdedilen Hz. Peygamber’in
“üsve-i hasene” şeklinde ifade edilen örnek/model kişiliğidir (Yılmaz, 1994: 19).
Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber bu bağlamda şöyle tavsif edilmiştir:
“Şanım hakkı için Rasululllah’da size ‘örneğin en güzeli’ vardır.” (Ahzâb/33:21)
Hz. Peygamber ise, nübüvvetin esasının “güzel ahlak” temeline dayalı bir
sistem inşa etmek olduğunu ifade etmiştir.
"Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim." (Mâlik, Hüsnü’lHulk: 8.)
Hz. Peygamber ahlakını yaşadığı toplumdan almadığı gibi, kendi nefisinin
mahsulü de olmadığını ve Allah Teala’nın terbiyesiyle/ahlakıyla ahlaklandığını şu
ifadeleriyle dile getirmiştir:
“Rabbim beni terbiye etti ve terbiyemi çok güzel yaptı”(Dârimî, Fezâilü’lKur’ân: 3187).
Kuluyum cân durdukça ol hikmetli Kur’ân’ın
Toprağının tozuyum Muhammed-i Muhtarın
Mevlânâ
Sufilere göre insanın beşerî ve süfli hayattan saf ruhi hayata yükselmesi yani
ruhunu kemale erdirmesi; tezkiye, terbiye, tehzîb ve eğitim işi olup, başta Hz.
Peygamber olmak üzere tasavvufi ahlakta model kabul edilen insanların örnekliği
yoluyla elde edilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Kötü huyları kalpten atıp ahlakını güzelleştirmek isteyen kişinin kendisine
rehberlik edecek manevi yetkinliğe sahip birisine ihtiyacı olduğunu söyleyen Gazali,
kişinin tıpkı bedeninde bir hastalık oluştuğunda hemen onu tedavi edecek bir
doktor aramaya koyulduğu gibi kötü duygu ve davranışlarının farkına vardığında da
kendisine manevi bir rehber araması gerektiğini belirtir (Gazali, III, 80, 93; II, 305).
Ahlaki arınma ve faziletler kazanmayı, ruhun kemale ermesinin zorunlu şartı
olarak gören mutasavvıflar, tasavvufi ahlak eğitimini de nefisi kötü duygulardan ve
hayvani eğilimlerden kurtarma, zahir ve batını tenvir istikametinde sürekli bir
mücahede hâli olarak değerlendirmişlerdir.
Tasavvufun hâl ilmi oluşu, hâllerin de bulaşıcılığı/sirayeti sözkonusu olduğu
için ahlak eğitiminde de nazari bilgilerden çok uygulamaya ve bir örnek şahsiyete
(üsve-i hasene) ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü ahlak, örnek şahsiyetin müşahede ve
etki alanı içinde belli bir tezkiye ve tehzîb ile yerleşir. İyilerle beraber olmak iyiliği,
kötülerle beraberlik kötülüğü sirayet ettirir.
Mesela insan cimri olmamak ve cömert olmak için “cimrilik” ve cömertliğin”
ne olduklarını bilmek ister. Bunun için kitap okumak şart değildir. Başkalarının iyi
veya kötü örnek teşkil eden davranışlarına bakmak, iyileri olduğu gibi, kötüleri ise
ters yönde taklit etmek kâfidir (Konur, 2009: 43).
Hz. İsa’ya “seni kim terbiye etti?” diye sorulmuş, o da şöyle cevap vermiştir:
“Cehaletin sahibini ne kadar kötü bir durumda bıraktığını gördüm ve böylece
cahillikten uzaklaştım.” Gazali ’ye göre insan başkalarında gördüğü kusurların
kendisinde olduğunu fark ettiğinde onları terk etse eğitimcilere ihtiyaç kalmazdı
(Gazali, III, 80: Reis, 2011: 107).
Kuşeyrî de isteklerin zıddına hareket etmeyi, açlık, susuzluk ve uykusuzluk
gibi kişiyi güçsüz ve takatsiz bırakan mücahede çeşitlerinden daha etkili ve
mükemmel bir tedavi yolu olarak görmektedir ( Kuşeyrî, I, 306-330).
 Ahlaki-manevi gelişimi, dinamik, hiyerarşik ve birbirini tamamlayan bir
hâller ve makāmlar süreci olarak yaşamak.
Nefisin kuvvetlerinin insanı hak çizgisinden sapmaya zorlayacak boyutunun
eğitimi, mutasavvıflarca Kur’an ve Sünnet’ten alınan hükümlerle sistemleştirilmiş
ve bu suretle bir eğitim sistemi geliştirilmiştir. "Seyr u sülûk" adı verilen bu sistem
aynı zamanda, ruhi ve ahlaki yükselişin de adıdır.
Seyr u sülukun işaret kristalleri de diyebileceğimiz hususlar tasavvuf
literatüründe genellikle makāmât olarak ifade edilmiştir. Birer kalbî fiil olarak da
değerlendirilen bu ruhani seyrin makāmları sufilerce tasnif ve çeşitlilik açısından
farklılık gösterse de usûl-ı aşere (on usûl/makām) diye meşhur olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Çeşitli devirlerde yaşayan sufiler tarafından tespit edilen bu makām ve
mertebeler saliklerin konaklama ve nefes alma merkezleri olarak değerlendirilmiş
ve genelde şu şekilde sıralanmıştır: Tevbe, Züht, Tevekkül, Kanaat, Uzlet, Zikir,
Teveccüh, Sabır, Muhasebe, Rıza (Bk. Tasavvufta On Esas, 2010: 22).
Usûl-ı Aşere
Tevbe:
“Kulun kendi iradesiyle Allah’a yönelmesi.”
Hata işledikten sonra pişman olup
vazgeçmek, bir daha yapmamaya
azmedip, karar vermektir.
Züht:
“Eşyaya dair isteklerin bütünüyle yok
olmasıdır.”
Dünyaya gönül bağlamamak, dünya
malına kul köle olmamak
Tevekkül:
Meşru sebeplere yapışarak, bütün işleri
Hakk'a ısmarlamaktır.
“Allah’ın katında olanlara güvenme,
insanların elindekinden ümidi kesme.”
Kanaat:
“Nefisin alışık olduğu şeylerin bulunmaması
durumunda sükût etmek”
Uzlet:
“Halkla beraber yaşamaktan yüz çevirmek.”
Hırs sahibi olmamak ve kazancından
dolayı üzüntü hissi duymamak
Zikir:
“Allahtan gayrı her şeyi unutarak sadece
O’nu anmak”
Teveccüh:
“Allah’tan başka her hangi bir varlığa
çağıran her şeyden yüz çevirerek tüm benliği
ile O’na yönelmek.”
Sabır:
“Bela ve sıkıntı anlarında sızlanmayı terk
etmek.”
Murakabe / Muhasebe:
“Hakkın her hâlde kendisini denetlediği ve
kalbinde bulunan şeylere muttali olduğunu
bilmesi.”
Rıza:
“Allah’ın her türlü fiil ve takdiri karşısında
kalbin sürûru ve O’ndan razı olması.”
Kendini gafletten kurtarmak yani Allah
Teala’yı anmak, hatırlamaktır.
Dinî, ahlakı bozan kimselerden ve her
şeyden sakınmak, uzak durmak.
Bütün arzu ve isteklerinden sıyrılarak
Allah’ü Teala’ya yönelmektir.
Haramdan sakınıp nefisin kötü arzularını
yapmamaktır.
Nefisini hesaba çekmek
Allah’ü Teala’dan gelen her şeyden
hoşnut olmak, boyun eğmektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Alıştırmalar
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Etkileşimli Alıştırmalar
hamîde, gibi terimlerle
karşılanmıştır.
Reziletler yani kötü
huylar ise mühlikât,
sıfatu’l-mezmume,
emrazu’l-kalb, sûü’lhuluk, ahlaku’zzemîme, ahlaku’sseyyie gibi tabirlerle
ifade edilmiştir.
etkileşimli
alıştırmalarla
Takva, tevekkül, şükür gibi kişinin Allah ile ilgili münasebetlerinden doğan
çok daha özel anlamdaki dinî içerikli ahlaki davranışlarından ziyade kişisel
karakterde ve toplumsal ilişkilerde ortaya çıkması arzu edilen İslam ahlakı
erdemlerini dikkate aldığımızda Kur’an'da en çok sayıda ayette tekrar edilme
itibarıyla bu erdemlerin sırasıyla, “sabır”, “doğruluk ve dürüstlük ” , “affedicilik”,
“yardımseverlik”, “iyilikseverlik”, “ahde vefa”, “adalet”, “barışseverlik”, “basiret”,
“iffet”, “emanete riayet”, “helal kazanç”, “merhamet”, “hoşgörü”, “tevazu”,
“kardeşlik”, “orta yol veya itidal”, “ağırbaşlılık” ve cömertlik olduğu
görülmektedir(Yaran, 2011: 46).
İyi Huylar / Faziletler ve Kötü Huylar / Reziletler
İnsanın nefisini olgunlaştırması, kalbini arındırması ve ruhunu huzur ve
saadete kavuşturması için yapması ve kaçınması gereken hâl ve davranışlar, İslam
ahlakçıları tarafından “faziletler” ve “reziletler” ana başlıkları altında ele alınmıştır.
Onların sistematik bir teori oluştururken üzerinde durdukları bu hâl ve davranışlar
mutasavvıflar tarafından birbirini tamamlayan bir “hâller” ve “makāmlar" süreci
olarak değerlendirilmiştir.
Hâller daha çok insanın iç dünyası, makāmlar ise davranışlarıyla ilgili ahlaki
kavramların üst başlığı olarak değerlendirilmiş ve bunlarla daha çok fazilet
sayılabilecek olumlu durumlar kastedilmiştir.
Bireysel Etkinlik
İslam ahlakçılarının
genel olarak “Faziletler”
olarak isimlendirdikleri
iyi huylar sûfîler
tarafından münciyât,
makāmatu’ş- şerife,
hüsnü’l-huluk,
mehâsinü’l-ahlak,
mekârimü’l-ahlak, elahlaku’l-hasene, elahlaku’l-
• Öğrendiklerinizi
pekiştirebiirsiniz
• İç dünyamızda var olan iyi ve kötü duygularımız
üzerine düşününüz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Gazali ’ye göre iyi huylar (münciyât) ve kötü huylar (mühlikât) iyi ve kötü
karekteri oluşturur. Kötü huyların bertaraf edilmesiyle ilgili metodlar, riyazet
kapsamında yer alır. Kötü huylar günahların kaynağıdır, kişiyi Allahtan uzaklaştırır,
dünya ve ahiret hayatında ızdırap ve hüsrana sebep olur. Bu nedenle de “mühlikât”
olarak isimlendirilir. Kötü huyların kalpten atılması “tathîru’l-kalb” veya
“tezkiyetü’n-nefis” olarak da isimlendirilmiştir.
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk
Pâdişâh konmaz saraya hâne mamûr olmadan
Şemseddin-i Sivasî
Tasavvuf daha çok İslam ahlakının ameli/pratik yönünü temsil ettiği için
tasavvuf literatüründe yapılması ve kaçınılması gereken pek çok hâl ve davranıştan
bahsedilmiştir. Bunlardan şu şekilde bir sıralayabiliriz:
Kötü ahlaklar
İyi ahlak
Bedensel arzular/şehevat:
Tevbe
Sabır
a- Mide şehveti: haram yeme-içme arzusu
b- Cinsî şehvet: meşru olmayan cinsi arzu
Sözlü kötülükler:
Gazap,
öfke,
kızgınlık
Lüzumsuz,
boş
konuşma isteği: yalan,
gıybet,(kıskançlık,
nemime (koğuculuk)
İnsanlarla
Haset,
çekememezlik)
alay
etmek,
küfürlü konuşmak
Dünya
sevgisi
Havf-Reca
Şükür
Züht
Cimrilik
Rıza
Mevki edinme
Muhabbet
Riya/gösteriş
Kanaat
Kibir
İhlâs/samimiyet
Gurur
Muhasebe-murakabe
Ucb (kendini beğenme)
Tefekkür
Kin
Tevazu (Alçakgönüllülük)
İsraf
Edeb
Hırs, tama
Sıdk/Doğruluk
Şöhret arzusu
Îsâr /Diğergamlık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
Tevekkül
18
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Tasavvuf ehline göre, günahlar ve kötü ahlak kalbe hâkim olduğunda dünya
sevgisi ve zevkleri kalp üzerinde bir perde oluşturur, kalbin nuru gider ve bu durum
marifete engel olur. Dünya sevgisi, şöhret, hırs, tamah, gibi kötü ahlakla dolu olan
bir kalp Allah’a yol bulmaz. Marifet nurlarının kalbi kalplaması, bu arzuların
terbiyesine, yani nefisin tezkiyesine bağlıdır. Kalp tasfiye, nefis ise tezkiye denilen
temizlenme ya da arınma sürecinden geçmeden, marifetin ve ilahi sevginin
merkezi olamaz.
Bireysel Etkinlik
Ahlaki davranışlar da iyi ile kötüyü fark edip bilerek ve isteyerek iyi olanı
tercih etmekle ortaya çıkar. Bu açıdan tasavvufi ahlak eğitiminde kalbin önmeli yeri
vardır. Kalbin kendisinden beklenen görevi hakkıyla yerine getirebilmesi için temiz
ve sağlıklı olması gerekir. Aksi hâlde insan gerçeği göremez, ahlaki tutum ve
davranış sergileyemez. Gönlü arındırmak ve mamur hâle getirmek için sarfedilen
çabaların insanı ahlaki davranışlara sevk etmesi gerekir. Eğer bu gerçekleşmiyorsa
maksat hâsıl olmamış demektir(Konur, 2009: 51, 53).
• Sizi iyiliğe ve kötülüğe sevk eden nedenler
üzerinde düşününüz.
 Toplumsal hayata ve dünyevi nimetlere nispeten ilgisiz (züht, vb.)
kalabilmek, en azından bunların gönlünde yer etmesine izin vermemeye
çalışmak.
“Zühd, insanın
sonsuzluğuna yardımcı
olmayan her şeyin
terkidir.”
İbn Hâldun, tasavvuf yolunun esaslarından bahsederken şunları sıralar:
“Devamlı olarak ibadet etmek, her şeyden alakayı kesip Allah'a yönelmek.
Dünyanın süs ve zinetinden yüz çevirmek, çoğunluğun önem verdiği zevk, mal ve
makāma rağbet etmemek, ibadet için halktan ayrılıp halveti seçmek.” (Taftazânî,
1986: 227).
Bu bir anlamda dünyaya karşı tavır koyma, ma-sivadan yüz çevirip Allah’a
yönelme demek olan zühtün ifadesidir. Tasavvufun Allah sevgisine engel olan
dünya alakasını kalpten çıkarıp, gönlü Allah’a yöneltme özelliğine dikkat çeken bazı
mutasavvıflar onu tanımlarken bu bağlamda tanımlama yoluna da gitmişlerdir.
Nitekim kronolojik esasa göre ilk tasavvuf tarifi yapan Marûf el-Kerhî ’nin tanımı bu
anlayışı yansıtmaktadır: “Tasavvuf hakikatleri almak, insanların elindekinden ümid
kesmektir.” (Yılmaz, 1994: 31).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Süfyan es-Sevrî: “Züht aba giymek ve kuru ekmek yemekten ziyade, emeli
ihmaldir.” der. Fudayl b. İyaz da: “Gerçek züht Allah’ın hükmüne ram olmaktan
ibarettir.”der. Züht Allah ile olmayı önleyen her türlü Masiva ve kıyl u kalden uzak
durmak, kalpte onlara yer vermemektir. Kısaca züht; emelleri ihmal, amellere
sarılmaktır. Sufilere göre nimet peşinde koşmak züht değildir. Peşinde koşup esiri
olmadan gelen servet ve zenginliği Allah’ın rahmet ve nimeti olarak bilmeli ve
Rezzâk-ı âleme gereği gibi şükretmelidir(Yılmaz, 1994: 190).
Yine züht bir şeylere sahip olmanın terki değil, “dünyaya rağbet ve hırsın
terkidir. Yani züht konusunda önemli olan insanın bir şeylere sahip olmaması değil
bir şeylerin insana sahip olmamasıdır. Demek oluyor ki zühtün gayesi yoksulluğu
gerçekleştirmek değil, insanın iç kuvvetlerini mahveden hırsı temizlemektir. Çünkü
İslamiyet gerçek zühtü mal azlığı, yoksulluk olarak görmez. Züht, Allah’tan gafil
olmamaktır(Öztürk, 1989: 213-215).
Tasavvuf ahlakının ayırıcı vasfı, onun bir “cür'et ahlakı" değil, kelimenin tam
anlamıyla bir feragat ahlakı oluşudur. İslam dünyasında bu şekildeki bir feragat
ahlakını yaşayanlar daha Hz. Peygamber zamanında mevcuttu. Tarikat silsilelerinin
bir sahabiye kadar götürülmesi geleneği de bunu gösterir. Esasen, bizzat Hz.
Peygamber başta oImak üzere birçok sahabi, ölçülü bir züht hayatı yaşamış,
dünyanın geçici zevklerine itibar ve itibar etmemişlerdir(Çağrıcı, 1991: 70).
Ayetlerde de genellikle dünya hayatı ve ona meylin yerilerek ahiret hayatının
öğülmesinin sebebi, insanda fıtri olan dünya sevgisini frenlemek ve ona kulluk
şuurunun kaybolmasını sağlamaktır.
Tasavvufi ahlakın gereçekleştirmeyi amaçladığı ruhi olgunluğa götüren bir
vasıta olan züht bu yönüyle Hz. Peygamber’in hadislerinde de övülmüştür. Züht ve
zahitlik hakkında söylenen sözün özünü ve en güzelini, Hz. Peygamber söylemiştir:
İrade, insanın iç ve dış
duyulardan, tabiattan
ve cemiyetten aldığı
tesirleri karşılayan,
ardından öznel ve şahsi
karara dönüşen ve
nihayet hareket olarak
dışa vuran bir kudret,
Allah’a kadar
yükselmek isteyen içsel,
mistik bir kuvvettir.
“Dünyada zahidlik, ne helali haram etmek ne de malı mülkü terk etmektedir.
Dünyada zahidlik, ancak Allah’ın elinde olana, kendi elindekinden daha fazla
güvenmen; başına bir musibet geldiği zaman, musibet başında olduğu
müddetçe, onun ecir ve mükâfatından son derece ümitli olmandır.” (Ahmed b.
Hanbel, II, 36).
Sahabelerden biri gelip Hz. Peygamber’e, “Ey Allah’ın Resulü, bana öyle bir
amel göster ki, onu işlediğim zaman beni hem Hakk, hem de halk sevsin.” Hz.
Peygamber şöyle buyurmuş:
“Dünyaya karşı zahit ol ki insanlar tarafından sevilesin. İnsanların
ellerindekilere karşı zahit ol ki, onlar tarafından sevilesin.” (İbn Mâce, Züht: 1:
Hâkim en-Nisâbûrî, IV, 313)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
 İnsan hürriyetini daha ziyade, nefisanî arzu ve içgüdülerin baskısından azade
kalabilmek olarak yorumlamak.
Tasavvufi ahlakta nefise karşı verilmesi öngörülen savaş, bir nevi iradeyi hür
kılma, insanın ahlaki mükemmelliğe ulaşmasını ve Allah'a yakınlaşmasını önleyen
bedeni ve dünyevi tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesidir. Bu açıdan
tasavvuf ahlakında hürriyetin büyük bir değeri vardır.
İnsan: Zahirine sahip,
batını sahipli, görünüşte
hür, gerçekte köledir.”
Ebû Süleyman Daranî
Ahlak, özgürlüğün zorunlu sonucu olduğu için, her nerede özgürlük varsa,
orada kaçınılmaz olarak iyi ile kötü arasında seçim yapmak ve buna göre eylemde
bulunmak olan ahlak da vardır. Dolayısıyla, tarihsel açıdan bakıldığında, özgür olan
ilk insandan beri ahlaki iyi ve kötüye ilişkin seçimler, bu seçimlerin dayandığı
değerler ve bu değerleri bireysel hayatlarında uygulamaya geçirip toplumsal
hayatlarında üstün kılmaya çalışan ve onları yeni kuşaklara aktarmayı görev bilen
iyi insanlar hep var olmuştur(Yaran, 2011: 13).
Mutasavvıflar, insanın şuurunu meşgul eden Allah’tan başka her şeyin
hürriyeti kısıtladığı ilkesinden hareketle cennet nimetlerini arzulamayı bile gerçek
hürriyete aykırı görmüşlerdir. Kuşeyrî’ye göre hürriyet, kulun üzerinde Allah’tan
başka hiçbir şeyin etkili olmamasıdır. Gerçek hürriyet tam kulluktadır. İbrahim
ethem ise hürriyeti ölmeden önce dünyadan çıkmak şeklinde açıklamıştır.
Tasavvuftaki fakr makāmı hürriyeti de kapsar. Çünkü fakr, insanın hiçbir şeye sahip
olmamasından öte hiçbir şeyin insana sahip olamaması demektir. Buna göre
hürriyet tasavvufi ahlakın hareket noktası değil gayesidir(Çağrıcı, 1989: 8).
“Ubudiyyetin kemâli
hürriyettedir.”
Hürriyetle ubudiyet birbirini tamamlarlar. Bunların birinde ilerleyen ötekinde
de yücelir. Mademki hürriyet kendimizi bulmak, diğer bir tabirle ma-sivadan
kurtulmaktır, bizi ma-sivadan kurtaran her şey ve faaliyet hürriyetimizi genişletir.
İşte bunun için hürriyet ubudiyetin son haddidir(Öztürk, 1989: 110-111).
Ubudiyyette zirveye çıkan benlik asli hâli olan ezeli saflığına en ileri seviyede
yaklaşmış, hatta belki de onu elde etmiştir. Bu, Masivadan kurtulmak demektir.
Ruh Masivadan kurtulduğunda mutlak hürriyetin sahibi olan yaratıcı, bütün kudret
ve tasarrufuyla, saflaşan benlikte tecelli etmeye başlar. İşte bu en ileri hürriyet
hâlidir.
Makine gibi, davranışları tamamen tespit ve tayin edilmiş bir varlıktan hayır
doğmaz. Bu itibarla hürriyet hayır için ilk şarttır. Hürriyet asli varlığımız olan Allah’a
ulaşmamızı engelleyen, bizi özümüze yabancılaştıran her şeyden -Masivakurtulmaktır. Meselenin özü, içinde ubudiyet sırrını gerçekleştirene, dışında
hürriyet verilir(Öztürk, 1989: 108, 114).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
 Sevgi ve hoşgörüyü hem ahlaki erdemlerin hem de uhrevi müeyyidelerin
başında görmek.
Sufilere göre insanın ahlaklı olmasının başlıca nedeni, bu dünya ve ötesinde
ziyana uğramayıp aksine ebedî saadete kavuşma, bir başkası da her türlü fayda
kaygısından uzak olarak Allah tarafından sevilme ve razı olunma gibi yüksek ve
aşkın bir inanç ve umuttur (Yaran, 2011: 14).
Kendini bilmek;
Rahmânî ve şeytanî
olanı ayırmaktır.
Bir tek kardeşlik vardır. Bu, bütün insanlığı kucaklayan kardeşliktir.
Yeryüzünde sadece bir tek ve müşterek hayat vardır. Hayatın ayrılığı yaInızca
görünüştedir. İnsan, önce aile, sonra millet (ümmet), sonra da bütün insanlıkta
başkaları ile birlik hâlindedir. Sufi kendi milletinden başka milletlere hor bakanları
küçümser. Çünkü insan, başka milletten olanlarla insanlıkta müşterektir.
Bir tek ahlak kanunu vardır. Bu, ben'i inkâr etmekle filizlenen ve ihsân ile
çiçeklenen cihanşümul sevgi kanunudur. Ortada birçok ahlak ilkeleri varsa da,
hepsinin özü esası bir tek şeydir: Sevgi. Bu sevgi, arzunun, sabrın, tahammülün
hoşgörünün, hâsılı bütün faziletlerin kaynağıdır. Cömertlik, müsamaha ve ihsân
sevgiden doğar; bütün fenalıklar sevgi eksikliğinden, ileri gelir. Sevgi gözün ışığıdır.
Göz yüzeydekileri görür; oysa sevgi, derinlikleri görür. Tam olarak tutuşmamış ateş
ancak duman çıkarır; fakat tam tutuştuğunda alev ve ışık saçar. Seven kalp ile
sevmeyen kalp de böyledir.
Övülmeye değer bir tek şey vardır: Bu, kalbi yerin derinliklerinden alarak
göklerin yüceliğine eriştiren güzelliktir. İnsan, güzeli seven güzel bir ruh ile bezenen
varlıktır, sevgi, maddeyi sevmekle başlar, manayı sevmekle kemal bulur. Görüneni,
sevmekle başlar; görünmeyeni sevmekle tamamlanır (Çağrıcı, 1991: 70).
Tasavvufi ahlak, Yunus Emre, Mevlânâ, Hacı Bektâş-ı Velî felsefelerinde
olduğu gibi tabiat, insan ve Tanrı sevgisi temelinde uygulamaları içermektedir.
Bu anlayıştan hareketle söz konusu tasavvufi şahsiyetler, barış ve hoşgörü
temelinde uygulamalarla, sadece mensubu olduğu zümrelere değil, bütün insanlığa
açılarak sevgi dağıtmayı hedeflemiştir. Fakat bunu gerçekleştirirken bireyin
öncelikle pratik tecrübelerle “kendini bilmesi ve tanıması”ndan yola çıkarak,
toplumsal olgunluğa yönelik ilkeleri inşa etmeye çalışmışlar, faziletli bir toplum için
kamil insan modeli inşa etme peşinde olmuşlardır. Bunu gerçekleştirmek için
başvurdukları referans noktası tasavvufi ahlak olmuştur.
Hacı Bektâş-ı Velî, Makālât’ında hakîkatin makāmlarından ikincisi olarak
“yetmiş iki milleti ayıplamama”yı zikrederken, Allâh’ın lütfu, ihsânı, bağışlayıcılığı,
cömertliği gibi konuları işlediği Besmele Tefsiri’nde de, Hz. Peygamberin insanlara
rahmet peygamberi olarak gönderildiğine vurgu yapmakta ve insanlar arasındaki
ilişkilerin bu rahmet teması üzerine oturtulması gereğine dikkat çekerek, tevâzu,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
merhamet, kulluk, rıza ve teslimiyet içinde olanlara Allâh’ın rahmetinin ulaşacağını
söylemektedir.
İslamiyet, insanı değerlendirirken, onun Allah ile iç münasebetinden çok,
kamu ile münasebetlerine bakmaktadır. Hz. Peygamber bu hususta şöyle
buyurmuştur:
“İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır.”(et-Taberânî, IV, 58.)
İnsan imar edilmeli, güzelleştirilmeli, mutlu kılınmalıdır ki dünya, özlenen
kıvam ve düzene, dirlik ve esenliğe ulaşabilsin. Bundan dolayı İslam, insanların
saadeti için çalışanları sadece kendini kurtarmaya çalışanlardan üstün tutmaktadır.
Ahlaki faziletlerin ileri örneklerinden olan sadakat, vefa, merhamet vs. gibi
özelliklerin en mükemmellerini hayvanlarda görüyoruz. Fakat bunların hiçbirine
ahlaki damgası vuramayız. Arı bal yapar, köpek kendisini besleyene bağlılık
gösterir. Bu davranışlar onların hayat şartlarına, varlık özelliklerine aittir. Aksi
davranışta bulunamazlar. O hâlde, aksini yapma gücündeki insandan zuhur
ettiklerinde ahlaki davranış adını alan bu belirtiler, hayvan için bir fazilet değildir.
(Öztürk, 1989: 92, 112)
Mutasavvıflar, insanlarla ilişkilerinde merhamet olgusundan hareket
etmekte ve hoşgörü erdemini; affedici, sevgi dolu olma hâli olarak
açıklamaktadırlar. Bu, Yunus Emre’nin ifadesiyle “yaratılanı Yaratan’dan ötürü
sevme” erdemidir.
Kısacası şahsi, ailevi ve millî benliği, hatta ümmet benliğini aşarak bütün
insanlığı kucaklayan bir sevgi zenginliğine ulaşmak; nefisin kötü arzularını
olabildiğince dizginlemek; ihtiyaçları en aza indirmek; dünyanın ruhu alçaltan
yönlerine değer vermemek, züht, riyazet, feragat, fedakârlık; her türlü sıkıntılar ve
ıztıraplar karşısında tam bir tevekkül ve rıza ile Allah’ın mutlak iradesine teslim
olmak, gerçeğin bilgisine (ma'rifete), ancak tam bir kalp ve ruh tasfiyesi ve güzelliği
ile ulaşacağına inanmak, tasavvufi ahlakın temel özelliklerindendir. (Çağrıcı, 1991:
70)
 Taabbudî (ibadetlerle alakalı) faaliyetler kadar ahlaki faaliyet ve faziletleri
de önemli görmek.
Tasavvuf batınağırlıklı bir ibadet yolu olması ve şer'i hükümleri de ruhi
yanları üzerindeki tesirleri ve vicdanda ortaya çıkan derinlikleri itibariyle ele
almasından dolayı başka mesleklere göre biraz daha ledünni, engin ve zor anlaşılır
olsa da, çıkış noktası ve hedefi açısından, Kitap ve Sünnet kaynaklı İslami yolların
hiçbirine münafi değildir. (Öztürk, 1989: 11) Münafi olmak şöyle dursun diğer
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
bütün şer'i ilimler gibi tasavvuf da Kitap, Sünnet ve özellikle de ilim, marifet, yakin,
ihlâs ve ihsân şuuru gibi hakikatler üzerinde durmuştur.
Mutasavvıflara göre hakikat ve bâtın, gerçek sufi için ibadet ve başka
iyiliklerde gözetilmesi gereken ahlaki özdür. Bu sebeple başlıca tasavvufi
kaynaklarda ibadetlerin zahiri veya fıkhî şart ve rükünleri yanında niyet, ihlâs, huşu,
takva gibi kalbî fiillere ve ibadetlerin ahlak üzerinde göstermesi beklenen müsbet
tesirlere geniş yer verilmiş, ayet ve hadisler incelenirken bir emri yerine getirmenin
veya getirmemenin, yasaklanmış bir şeyi yapmanın veya yapmamanın fayda ve
zarar yönünden ruh üzerinde meydana getirdiği tesiri tecrübî ve tatbikî bir şekilde
göstermeye çalışmışlardır.
Onlara göre İslam ahlakı dinin esasıdır. Faraza şer'î yani itikadi veya fıkhî
hükümler, ahlaki esastan mahrum bulunsalar, ruhsuz bir ceset veya içi boş bir
heykelden başka bir şey olmazlardı. Dindârlık ise özü olmaksızın dinin sadece şekli
unsurlarına sıkıca tutunmak değildir. Din şahsi ihtiyaçları temin için bir vasıta da
değildir. Dindarlık şuurlu bir şekilde dinî anlamak ve onunla amel etmektir; ibadet
hayatı ile içtimai hayat arasında bağlantı kurabilmektir. Dinin anlaşılmasında,
üzerinde önemle durulması gereken hususlardan biri dinin özü itibariyle kul ile
Allah, kul ile nefisi, kendisi ile ailesi ve nihayet kendisi ile bütün insanlar arasındaki
ahlak esaslarından ibaret oluşudur. Kur’an-ı Kerim'de ve Hz. Peygamber’in
hadislerinde çok sayıda ahlaki esas bulunmakta bu esaslarla Müslümanlar
imanlarını kemale erdirmek üzere züht, sabır, tevekküI, rıza, muhabbet, vera ve
daha pek çok fiilleri benimsemeye ve işlemeye çağırılmaktadır.
Allah'a ve O'nun birliğine inanmakla hırs, ümitsizlik, korku, mala tapmak,
insanın insanı istismar etmesi gibi kötü huylar birbirine aykırı şeylerdir. Aynı şekilde
Halık’ı bırakıp halka dayanmak, yetimi veya zayıfı ezmek, kalbi katı olmak, emanete
hıyanet etmek de imanla bağdaşmayan şeylerdir. İnsan bu gibi kötü huyları
kendinden atmadıkça İmanı kamil ve sıhhatli olmayacaktır. (Taftazânî, 1986: 224)
Bu doğrultuda bakıldığında Hz. Peygamber'in şu hadislerindeki mana
derinliğinin daha iyi kavranacaktır:
“..Sizden biriniz kendisi sevip istediği bir şeyi kardeşi için de istemedikçe, iman
etmiş olmaz.”(Buhârî, Îmân: 7; Müslim, Îmân: 71)
“Müminlerin imanca en mükemmel olanı ahlakça en güzel olanıdır.” (Buharî,
İman: 1; Darimî, Sünnet, 14)
“Kendisine güvenilmeyenin imanı yoktur.” (Ahmet b. Hanbel, III, 135)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
“Bir müminde şu iki haslet bir araya gelmez: Cimrilik ve kötü huy.”(Tirmizî, Birr:
41)
“Sizden biriniz beni ana babasından, çocuğundan ve bütün İnsanlardan daha
çok sevmedikçe İman etmiş sayılmazsınız.”(Buharî, Îmân: 8)
Aynı şekilde, bilinmelidir ki İslam’ın ibadet ve muamelatla ilgili bütün
hükümleri ahlaki bir esasa dayanmadığı müddetçe bir kıymet ve fayda ifade
etmezler, Allah katında makbul olmazlar.
Tasavvufi ahlak sisteminin etkisindeki Müslümanların ilke ve davranışlarının
temelinde büyük ölçüde İslami unsurlar yer almaktadır. Çünkü İbn Ebî’d-Dünya’nın
da ifade ettiği gibi;
“Hiçbir güzel ahlak ve güzel iş yoktur ki, Allah onu din ile ilişkilendirmiş
olmasın!” (İbn Ebî’d–Dünyâ, 1999: 40)
Mesela, İslam’da namazın nefis temizliğine, kalp inceliğine, insanın heybet,
huşu, müşahede, murakabe, Allah'a münacat ve O'nunla ünsiyet gibi faziletlerle
bezenmesine matuf bir ibadet olduğu görülür. Bunlarsız namaz içi boş bir kalıp
sayılır.
Zekât da nefisin temizlenmesi ve kalbin tezkiyesi içindir; İslam'ın davet ettiği
sosyal adaletin bir unsurudur.
Orucun iki gayesi olduğu görülür. Birincisi: Nefisi aldatmak ve kemal
mertebelerinde derece kat etmek üzere imkân ölçüsünde iradeyi kontrol etmektir.
Böylece bu dünya hayatında insan olmanın manası gerçekleşmiş olur. İkincisi: Fert
olarak ahlaken yükseldikten sonra, beşerî ve içtimai planda ilerleme kaydetmektir.
İnsan fertleri arasında müsâvâtın bir sembolü olan hac da özü itibariyle
Allah'a yakınlaşma ve O'na tam kullukta bulunmadır.
Dinin özü ahlaktır.
İslam’ın muameIat'a dair hükümleri de aynı şekilde, bir Müslümanın
başkalarıyla muameleleri sırasında uymasını gerektiren belirli ahlaki kaideler ihtiva
eder(Taftazânî, 1986: 225-226).
Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki tasavvuf, asla dinî, itikadi, ameli ve
ahlaki yükümlülüklere karşı kayıtsız kalmayı hoş karşılamaz. Sufinin Kur’an ve
Sünnet hakkında sağlam bir bilgisi olması gerekir. Bununla ilgili olarak İmâm-ı
Şa’rânî şöyle diyor:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
“Tasavvuf, evliya zümresinin Ku’ran ve hadis gereğince yaptıkları amel
sonunda, parlayan kalplerine yerleşen bir ilimdir. Tasavvuf kulun şeriatin
hükümleri ile amel etmesinin semeresidir.” (İmâm-ı Şa’rânî, 1968: I,21)
Özet
Bütün bunlar gösteriyor ki, dinin özü ahlaktır. İslam tasavvufu da dinî bir ilim
olarak ahlak ve süluk cihetine önem verdiği için onu İslamın ruhiyatı olarak da
tanımlamak mümkündür.
•İslam ahlakiyatı olarak da tanımlanabilen tasavvuf, temel kaynakları
olan Kur'an ve Sünnet çerçevesinde ahlaki erdemleri somut ahlaki
esaslara dönüştüren tecrübi bir ilimdir.
•Kur’an-ı Kerim'de tevbe, sabır, şükür, dünyaya karşı tavır alma, riyazet,
tefekkür, muhabbet tevekkül, zikir vb. tasavvufi açıdan yorumlanmaya
müsait ahlaki esasları içeren pek çok ayet bulunmaktadır. Tasavvufi
eğitim metodunu içinde saklayan naslar olarak algılanan bu tür ayetler,
mutasavvıfların hayatını derinden etkilemiş ve tarih boyunca eğitim
metodlarını biçimlendirmiştir. Sünnet cephesinde de durum Kur’ân’da
olduğundan farklı değildir.
•Tasavvuf ehline göre kitaplarda mevcud ilimlerin çoğunun tahsili kolay,
ahlak ilminin tahsili zordur. Çünkü ahlak, insanla nefsi arasında vuku
bulan ve onu doğru yola sevk edebilmek için yapılan çetin ve zorlu bir
mücadelenin meyvesidir. Güzel davranışlar için iyi bir ahlaki formasyon
kazanmak hayatı baştan sona dolduran bir ahlaki çabayı gerekli kılar.
İnsan kötü arzuların baskısı karşısında gerçek hürriyeti de ancak bu
yolla kazanır. Ancak bu mücadele ve mücahede, daima dinî kuralların
disiplin ve düzeni içinde olmalıdır.
•Ahlaki esasların dindeki ehemmiyetini dikkate alan mutasavvıflar,
konusu ve amacı itibariyle diğer İslami ilimlere nibeten ahlakla daha
fazla ilgilenmiş sonuçta şu kanaate ulaşmışlardır: "Hangi ilim ki Allah
marifeti ile beraber değildir, ondan bir fayda gelmez ve onun bir
faydası yoktur."
•Tasavvuf ehline göre güzel ahlak, Allah'ı bilme (marifet) ve O'na doğru
yol alabilmeyi temin eden en önemli faktördür. Dolayısıyla tasavvufî
ahlakta, ahlakı güzelleştirmenin amaç ve neticesi marifet olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Ödev
Özet
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
•Konusu Allah, kainat ve insan olan tasavvufun, bu varlık boyutlarıyla
ilgili olarak ele aldığı temel ilke ahlak olduğu için insanın hedefi,
"Allah'ın ahlakıyla ahlâklanmak" olarak belirlenmiştir. Bu konuda en
güzel örnek ise Hz. Peygamberdir. Çünkü o, ahlakî güzellikleri
tamamlamak üzere gönderilmiş ve Rabbi tarafından terbiye edilmiş,
terbiyesi de en güzel şekilde yapılmıştır.
•Tasavvufi terbiye ve ahlak eğitimi daha çok nefis terbiyesine ve kalp
tasfiyesine bağlıdır. Kalp temizliği ve iyi niyet esasına dayanmayan hiç
bir davranış, kişiyi ahlak mükemmelliğine ve gayelerin en yücesi olan
marifetullâh mutluluğuna ulaştıramaz.
•İnsanın fıtratındaki kötülük yönünü arındırması ve iyilik yönünü
geliştirilerek hem kendisi hem de diğer insanlarla barışık yaşaması ve
nihayet Allah'ın hoşnutluğunu kazanma yolunda attığı tüm adımlar
insanı ahlaki olarak yücelten ve mutlu kılan adımlardır. Ahlakîlik
sürecini tamamlayan bu adımlar, iyi ve kötüyü tanıyıp bilinçli olarak
iyiye yönelme azmi ve kararlılığı ile başlar ve sürekli gelişerek devam
eder. İşte tasavvufi ahlaka süreklilik ve dinamizm kazandıran da bu
yöneliştir.
•Tasavvui ahlakın esası: nefsi terbiye, ruhu tasfiye etmek, ibadet ve
taate devamla, kulluk şuurunu derinleştirmek ve ruhani yönü
geliştirilerek dünyanın heveslerimize bakan fani yüzüne değil ebediliğe
açılan yüzüne bakmaktır. Bu, yaratılışın bir gereği olduğu kadar ahiret
mutluluğunun da ön şartıdır. Elverir ki dünyanın imkan ve ikballeri bizi
esir almasın.
•Tasavvufi ahlakın belirlemiş olduğu temel hedef; insanın ulvi yanlarının
inkişaf ettirilmesi, imanın zevken duyulup yaşanmasıdır. Bu ise, erdem
ve faziletleri "Allah'ın ahlakı ile ahlaklanınız" düsturu doğrultusunda
somut ahlakî davranışlara yansıtmakla elde edilir.
• Tasavvufi ahlakın esaslarına yönelik pratik uygulama
örneklerinden birini 200 kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız ve
hazırladığınız belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme
linkini kullanınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan
“ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Tasavvufta“fenâmakāmı”na kavuşmak
aşağıdakilerden hangisiyle ifade edilmiştir?
için
lazım
olan
“on
şey”
a) Makâmât-ı aşere
b) Üsve-i hasene
c) Makām-ı Mahmûd
d) Etvâr-ı Seb‘a
e) Letâif-i sitte
2. Aşağıdaki mutasavvıflardan hangisi eserinde “yetmiş iki milleti ayıplamama”
tasavvufi makamlardan biri olarak değerlendirmiştir?
a) Hasan-ı Basrî
b) Rabatu’l-Adeviyye
c) Abdulkadir Geylânî
d) Hacı Bektaş-ı Veli
e) Erzurumlu İbrahim Hakkı
3.Tevbe, Tevekkül, Rıza, Teveccüh ve Muhasebe makamlarından hangisi Seyr u
sülûkdafenâ mertebesine daha yakın olan makamdır?
a) Tevekkül
b) Rıza
c) Teveccüh
d) Tevbe
e) Muhasebe
4.Kronolojik esasa göre ilk tasavvuf tarifi yapan Marûf el-Kerhî (ö.200/815)’nin;
“Tasavvuf hakikatleri almak, insanların elindekinden ümit kesmektir.” Şeklindeki
tanımı aşağıdaki kavramlardan hangisine karşılık gelmektedir?
a) Tevekkül
b) Şükür
c) Sabır
d) Züht
e) İnziva
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
5. Ruhun en üst düzeyi olan ve İlahî gerçekliği hiçbir bozulmaya uğratmadan
yansıtan nefis mertebesi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Nefis-i emmâre
b) Nefis-i natıka
c) Nefis-i mutmanne
d) Nefis-i levvame
e) Nefis-i mülheme
Cevap Anahtarı
1.a 2.d 3.b 4.d 5.b
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Afifi, Ebu’l-Ala. (1996). Tasavvuf, İslam’da Manevi Devrim. İstanbul: Risale
Yayınları.
Ahmed b. Hanbel. (1988). Kitabü’z-Züht. Beyrut.
Ateş, Süleyman. (1992). İslam Tasavvufu. İstanbul: Yeni Ufuklar Neştiyat.
Aydın, Mehmet. (1989). “Ahlak”, DİA. II, 10-14.
Ayni, Mehmet Ali. (1993). Türk Ahlâkçıları, İstanbul: Kitabevi.
Cebeci, Lütfullah (1985). Kur’an'a Göre Takva. Ankara.
Cebecioğlu, Ethem. (1997). Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. Ankara:
Rehber Yayınları.
Çağrıcı, Mustafa. (1991).Anahatlarıyla İslam Ahlâkı. İstanbul: Ensar Neşriyat.
Çağrıcı, Mustafa. (2006). İslam Düşüncesinde Ahlak. İstanbul: Dem Yayınları Ensar
Neşriyat.
Çağrıcı, Mustafa.(1996). “Gazzâlî”, DİA, XIII, İstanbul.
Dârimî (1992). Sünen I-II, İstanbul: ÇağrıYayınları.
Demirci, Muhsin. (2010). Kur’an'a Göre İnsan ve Sorumlulukları. İstanbul: Ensar
Neşriyat.
Draz, Abdullah. (1993). Kur’an Ahlakı. çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay. İstanbul:
İz Yayıncılık.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
EbûTâlib el-Mekkî, 1888). Kûtu’l-Kulûb. Mısır: Matbaatu’l-Meymeniyye.
el-Aclûnî. (1408/1988). Kesfü’l-Hafâ I. Beyrut.
el-Buhârî (1992). el-Câmi‘u’s-Sahîh I-VIII. İstanbul: Çağrı Yayınları.
Eraydın, Selçuk (2001). Tasavvuf ve Tarîkatlar. İstanbul: İFAV Yayınları
Erdem, Hüsameddin. (2002). Ahlâk Felsefesi. Konya: Hü-Er Yayınları.
et-Taberânî. (1995). el-Mu‘cemü’l-Evsat IV. Kahire.
Fahri, Macid. (2004). İslam Ahlak Teorileri.İstanbul: Litera Yayıncılık.
Gazzâlî. (1977). İhyâuUlûmi’d-Din, cilt: 3, çev. Ahmed Serdaroğlu. İstanbul: Bedir
Yayınları.
Gazzâlî. (1981). Kimya-i Saâdet, çev. Ali Arslan. İstanbul: Arslan Yayınları.
Görmez, Mehmet. (2003). “Ahlâk ve Hadîs”, İslâm'ın Anlaşılmasında Sünnetin Yeri
ve Değeri, Kutlu Doğum Sempozyumu. Ankara: TDV Yayınları.
Güngör, Erol. (1995). Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak. İstanbul: Ötüken Yayınları.
Hâkim en-Nisâbûrî (1334-1342), el-Müstedrek IV. Haydarâbâd.
Hârisel-Muhâsibî. (1998). er-Riâye, Çev. Ş. Filiz, H. Küçük. İstanbul.
Hucvirî.(1982). Keşfü’l-Mahcûb. Haz. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergâh Yayınları.
İbnEbî’d-Dünyâ. (1999).Mekârimu’l-Ahlak. (Tah. Yasin Muhammed Sevvâs. Beyrut:
Dâr-ı Sâdır.
İbnMâce (1992). Sünen. II. İstanbul.
İbnMiskeveyh (1398/1978). Tehzîbü’l- Ahlâk ve Tathîru’l-A’râk. Tahkîk: İbnü’lHatîb. el-Matbaatü’l-Asriyye.
İmam Malik b. Enes. (2004). MuvattaI-VIII, Beyrut.
İmâm-ı Şa’rânî. (1968). Tabakatu’l-Kübrâ. I-IV. Çev. Abdulkadir Akçiçek. İstanbul:
Toker Yayınları.
İsmail Ankaravî. (1996). Minhacu’l-Fukara, Fakirlerin Yolu. Haz. Saadettin Ekici.
İstanbul: İnsan Yayınları.
İzutsu, Toshihiko. (1997). Kuran'da Dini ve Ahlâkî Kavramlar. Çev. Selahattin Ayaz.
İstanbul: Pınar Yayınları.
Kandemir, M. Yaşar. (1980). Örneklerle İslam Ahlakı. İstanbul.
Kaya, Yunus. (2009). Tasavvuf, Nefisi Arıtma ve Donatma. İstanbul: Uzakülke, s.1718.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Tasavvufi Ahlak ve Tasavvufi Ahlaka Göre İslam Esasları
Kelâbâzî. (1992).et-Taarruflî Mezhebi ehl’t-Tasavvuf ((Doğuş Devrinde Tasavvuf).
Haz. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergah Yayınları.
Kılıç, Recep. (1992). Ahlakın Dini Temeli. Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Kılıç, Recep. (1995). Ayet ve Hadisler Işığında İnsan ve Ahlak. Ankara: Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları.
Kiraz, Celil. (2007). Kur’an'da Ahlak İlkeleri. Bursa: Emin Yayın.
Kuşeyrî. (1978). Kuşeyri Risâlesi. Haz. Süleyman Uludağ. İstanbul: Dergâh Yayınları.
Massignon, Luis. (2006). Doğuş Devrinde İslam Tasavvufu. Çev. M. Ali Ayni. Yay.
Haz. O. Türer-Cengiz Gündoğdu. İstanbul: Ataç Yayınları.
Müslim, Ebu'l-Hüseyn Müslim b. Haccâc. (tsz). es-Sahih, Beyrut.
BababzâdeAhmed Naim. (1995). İslam Ahlâkının Esasları. Ankara: Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları.
Okur, Himmet. (2009). Tasavvuf Ahlâkı ve İlahî Ahlâk, İnsana Yolculuk. İstanbul: H
Yayınları.
Öztürk, Y. Nuri. (1989). Kurân-ı Kerim ve Sünnete Göre Tasavvuf (İslâmdaRuhi
Hayat). İstanbul: İFAV Yayınları.
Reis, Bedriye. (2011). Gazali’de -Marifet İlişkisi. İstanbul: Emin Yayınları.
Suhreverdî (1989). Avârifu’l-Meârif (Tasavvufun Esasları). Haz. H.Kamil Yılmaz-İrfan
Gündüz. İstanbul: Erkam Yayınları.
Sülemî, EbûAbdirrahmân(1998). Tabakâtu’s-SufiyyeI, Daru’l-Kütübi’l-İlm, Beyrut.
Tasavvuf Klasikleri. (2010). Ed. Ethem Cebecioğlu. İstanbul: Erkam Matbaacılık.
Tasavvufta On Esas -Usûlü’l-Aşere Şerhleri- (2010) Haz. Süleyman Gökbulut,
İstanbul: İnsan Yayınları,
Tûsî, EbûNasrSerrâc. (19966). El-Luma‘ (İslam Tasavvufu). Haz. H. Kamil Yılmaz.
İstanbul: Altınoluk Yayınları.
Yaran, Cafer Sadık. (2010). Ahlak ve Etik. İstanbul: Rağbet Yayınları.
Yaran, Cafer Sadık. (2005). İslam’da Ahlâk’ın Şartı Kaç, İstanbul: Elif Yayınları.
Yaran, Cafer Sadık. (2011). İslam Ahlâk Felsefesine Giriş. İstanbul: Dem Yayınları.
Yılmaz, H. Kamil. (1994). Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar. İstanbul: Ensar
Neşriyat.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM AHLAKINDA TEMEL
ERDEMLER
• Giriş
• İslam Ahlak Anlayışları ve
Temel Erdemler
• Temel Erdemlerin
Belirlenmesinin Yolları
• Temel Erdemler
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• İslam ahlak tarihinde erdemler konusuna
nasıl yaklaşıldığını bilebilecek
• İslam ahlakında temel erdemlerin hangi
metotlarla belirlenmesi gerektiğini
kavrayabilecek
• Temel erdemlerin neler olduğunu
bilebilecek.
İSLAM AHLAK
ESASLARI
ÜNİTE
7
İslam Ahlakında Temel Erdemler
GİRİŞ
Çağımızın en önemli
sorunları ahlaki
sorunlardır.
Çağımızın en önemli sorunları ahlaki sorunlardır. Bu hem İslam dünyasında
ve Türkiye’de, hem de Batı dünyasında böyledir. Küresel ölçekteki ahlaki sorunların
temelinde kültürel ahlaki sorunlar, kültürel ahlaki sorunların temelinde de kişisel
ahlaki sorunlar vardır. Bu durum da temel ahlaki erdemlerin belirlenerek kolayca
kavranabilir ve karakter hâline dönüştürülebilir bir şekilde ortaya konmasını
zorunlu hâle getirmektedir.
Buna ilaveten İslam ahlakındaki temel erdemlerin belirlenmesinin ve
sistematik bir şekilde ortaya konmasının çeşitli faydaları da vardır. Bunları;
 Ahlaki eğitim-öğretim ve yaşamı kolaylaştırması,
 Müslümanların farklı mezhep, tarikat ve cemaatleri ile dindarlık anlayışları ve
yaşam şekilleri arasındaki ortak noktaların, birlik ve beraberliğin artması,
 Küresel ahlak arayışları ve karşılaştırmalarına belirgin bir şekilde cevap verme
imkânının ortaya çıkması,
 Ahlaklı yaşamı kolaylaştırması ve sonuçta da erdemsizliğin azalarak erdemliliğin
artması şeklinde ifade edebiliriz.
Böyle olmasına rağmen İslam’ın ahlak esasları, kolayca bellenebilecek ve her
zaman hatırda tutulup her tikel olay karşısında vicdani yargıda ölçüt
oluşturabilecek ve hatta kişiye o yönde sarsılmaz alışkanlıklar kazandırabilecek
sadelik, netlik ve belirginlik içinde değildir.
İslam dininde imanın şartları ile İslam’ın şartlarının son derece sade,
sistematik ve belirgin bir şekilde ortaya konmuş olmasına rağmen İslam ahlakında
temel erdemler konusunda belirsizlik vardır. İslam’a göre Müslüman bir bireyin
sahip olması gereken birinci ve ikinci derecedeki erdemlerin neler olduğu net bir
şekilde tespit edilerek ortaya konmuş değildir. Bu durum, İslam düşünürlerinin
bireysel erdemler konusunda, şu veya bu sebepten dolayı, bu tür bir
belirginleştirme, sadeleştirme ve sistemleştirme yoluna gitmemiş olmalarından
kaynaklanmaktadır (Yaran, 2005: 64, 97-107).
İslam ahlakında temel erdemlerin neler olduğunu veya olması gerektiğini
belirtmeden önce İslam ahlak tarihinde erdemler konusuna nasıl yaklaşılmış
olduğunu, İslam ahlak anlayışlarından hareketle, ortaya koyacağız.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Ahlakında Temel Erdemler
İSLAM AHLAK ANLAYIŞLARI VE TEMEL ERDEMLER
İslam ahlakı Kur’an ve
O’nun ışığında oluşmuş
Sünnet’le başlar.
İslam ahlakı, asıl kaynağı olan Kur’an ve onun ışığında oluşmuş Sünnet’le
başlar. Bu iki kaynak dinî ve dünyevi hayatın genel çerçevesini çizmiş, ameli
kurallarını belirlemiştir. Dolayısıyla da İslam’ın ilk yüzyılında ahlak tamamen dinî
ilke ve kurallara dayanmaktaydı. Hatta ahlak ile din iki ayrı şey olarak değil, ahlaki
emirler, itikat ve ibadete dair emirler gibi bizzat Allah’ın emirleri olarak kabul edilir
ve hiçbir tartışmaya ihtiyaç duyulmaksızın benimsenir ve uygulanırdı.
Ancak daha sonraları, Resulullah’ın ve onun terbiyesinde yetişmiş olan
sahabenin Müslümanların arasından ayrılması, siyasi yayılmanın getirdiği bol
imkânlar, iktidar mücadeleleri ve liyakatsiz yöneticilerin yaptığı zulümler gibi sosyal
sebepler ile İslam kültürünün başta Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi ile
Fars/İran Kültür ve Felsefesi olmak üzere çeşitli yabancı kültür ve düşüncelerle
karşılaşması ve onlardan etkilenmesi gibi fikri sebepler sonucunda ortaya çıkan
problemler, II. yüzyılın başlarından itibaren, İslam dünyasında farklı ahlak
anlayışlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu ahlak anlayışlarını üç grupta
ifade edebiliriz: Geleneksel ahlak, tasavvufi ahlak, felsefi ahlak.
Ahlak anlayışları;
geleneksel, tasavvufi ve
felsefi ahlak diye üçe
ayrılır.
Macid Fahri ise ahlak teorilerini; nassî ahlak, kelâmî teoriler, felsefi teoriler
ve dinî teoriler olmak üzere dört kısma ayırmıştır. Ancak biz geleneksel veya dinî
ahlak, tasavvufi ahlak ve felsefi ahlak şeklindeki üçlü tasnifi dikkate alacağız
(Çağrıcı, 1989: 8-9; 1991: 57-64; Fahri, 2004: 23-25).
Geleneksel Ahlak
Geleneksel ahlak, Kur’an-Kerim ile Hz. Peygamber’in sünnetini ahlakın asli ve
mutlak kaynağı olarak kabul etmekle birlikte Antik Yunan ve Helenistik Devir
Felsefesi’nden de etkilenmiş olan ahlak anlayışıdır. Bu anlayışa göre ahlak Hz.
Peygamber ile sahabenin hayatlarında şekillenmiştir. Dolayısıyla da Kur’an ve
Hadislerdeki ahlaki kaide ve kanunlar tartışmasız olarak kabul edilir. Bu yöndeki
çalışmalarının başlangıcını Hadislerin tasnif dönemine kadar geri götürmek
mümkündür.
Ahlak, Hz. Peygamber
ile sahabenin hayatında
şekillenmiştir.
Buhârî (ö. 256/870)’nin el-Edebü’l-müfred, Abdullah b. Mübârek (ö.
181/707)’in Kitâbu’z-züht ve’r-rakaik ve Maverdî (ö. 450/1058)’nin Edebu’d-dünya
ve’d-din, Gazali’nin Kimyâ-yı Saâdet isimli eserleri gibi geleneksel ahlak anlayışı
içerisinde değerlendirilen eserlerde çeşitli ahlaki erdemlerden bahsedilmiş olmakla
birlikte, “İslam ahlakında temel erdemler/faziletler nelerdir?” şeklindeki bir soruya
verilebilecek sistematik bir cevap yoktur. Ahlaki erdemlerin listesi yazardan yazara
değişmekte ve pek çok erdem herhangi bir önem sırasına konulmadan arka arkaya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Ahlakında Temel Erdemler
sıralanmaktadır. Dolayısıyla da erdemlerin sayısı bazı eserlerde 20 iken, başka bir
eserde 30, 40 veya 50 olabilmektedir. Yine bir eserde 5. sırada ifade edilen bir
erdem başka bir eserde 10 veya 15. sırada yer alabilmektedir (Çağrıcı, 1991: 65-69;
Fahri, 2004: 25, 29-51; Yaran, 2011: 27-28).
Bu nokta geleneksel ahlak kitaplarındaki erdem listelerinden bazı örnekler
vermek yararlı olabilir. Abdullah Draz Kur’an Ahlakı isimli eserinin “Ferdi Ahlak”
bölümünün “Emirler” kısmında şu erdemlerden bahsetmektedir:
“Genel olarak öğretim, ahlaki öğretim, ahlaki gayret, ruhun safiyeti, doğruluk,
iffet, edep, bakışlarını haramdan sakındırmak, hayâ ve heveslerine hâkimiyet,
gıdâî ve cinsî arzulardan periyodik olarak sakınma, öfke ve hâkimiyet, samimiyet,
yumuşaklık, tevazu, hükümlerde ihtiyat, kötü zandan çekinme, sebat ve sabır, iyi
Mâverdî
ise, itidal,
Edeb’üd-Dünya
ve’d-Din
isimli güzel
eserinde
şu dinlemesini
erdemlerden
örneklere
uygunluk,
güzel işler, iyilikte
yarışma,
öğütleri
bahsetmektedir:
ve
sebat etmesini bilmek, temiz niyetlilik.” (Draz, 1993: 371-376)
“Kibir ve gururdan sakınmak; güzel ahlak; hayâ; yumuşak huyluluk; doğruluk; söz
ve sükût; sabır; istişare; sır saklamak; mürüvvet; iffet; nezahet ve
sıyanet.”(Maverdî, 1988: 338-500)
Bu durum, Cumhuriyet Dönemi düşünürlerinden Ahmet Hamdi Akseki
(1887-1951)’nin Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı isimli eserinde de aynen devam
etmektedir. Akseki, eserinin “Faziletler ve Reziletler” isimli dördüncü bölümünde
15 fazilete yer vermiştir:
“Sebat ve metanet; nefse hâkim olmak; şecaat/cesaret; tevazu ve vakar; izzet-i
nefs; hilm; sabır; edep; hayâ; emanete riayet; sıdk; sır saklamak; yüksek
himmet; iffet; cömertlik.”(Akseki, 1991: 165-180)
Örnekleme yaparak belirlemiş olduğumuz kitaplarda da görüldüğü üzere,
geleneksel ahlak anlayışında, birçok erdemden bahsedilmekle birlikte, erdemler
konusu sistematik olarak ele alınmamış, herhangi bir sınıflandırma yapılmamış ve
belirli bir önem sırası da gözetilmemiştir. Ayrıca erdemlerin neler olduğu
konusunda da bu ahlak anlayışını temsil eden eserler arasında bir birliktelik yoktur.
Tasavvufi Ahlak
İslam medeniyetinin ikinci büyük ahlak anlayışı olan tasavvufi ahlak, Kur’an
ve Hadise dayanmakla birlikte ahlakta tasavvufi yorum ve yaşayışa da önem veren
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Kur’an ve Sünnet’e
dayanmakla birlikte
tasavvufi yaşayışa da
önem veren ahlak
anlayışı şekillenmiştir.
bir ahlak anlayışıdır. İnsanın eylemlerinin eksik veya kusurlu olup olmadığını
anlamak için murakabe ve nefis muhasebesini gerekli görmektedir. Tasavvufi
ahlakın ayırıcı özelliği bir “ferâgat ahlakı” olmasıdır. Tasavvufi ahlakta, insanın
ahlaki mükemmelliğe ulaşmasını ve Allah’a yakınlaşmasını önleyen bedeni ve
dünyevi tutkuların bağımlılığından kurtulma mücadelesi vardır. Mutasavvıflar,
insanın şuurunu meşgul eden Allah’tan başka her şeyin hürriyeti kısıtladığı
ilkesinden hareketle Cennet nimetlerini arzulamayı bile hürriyete aykırı
görmüşlerdir (Çağrıcı, 1991: 70-73).
Tasavvufi ahlak anlayışında farklı erdemlerden bahsedilmektedir. İlk İslam
sufilerinden ve tasavvuf düşüncesi hakkında ilk eser yazanlardan biri olan Haris elMuhâsibî (ö. 243/857) sekiz bölümden oluşan er-Riâye(Kalb Hayatı) isimli eserinde
sırasıyla; “riya, arkadaşlar, nefsi tanıma, fiillerinin kötülüğüne ve arzularına
çağırmasına karşı uyanık olmak, böbürlenmek, kibir, aldanma, gaflet, haset,
müridin yola getirilmesi, hâlleri ve hidayetinden sonra fitneden sakındırılması”
konularını ele almıştır (Muhasibi, 1998: 289-587).
Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/1006), İslam tasavvufunun en önemli
klasiklerinden ve tasavvuf ahlakının en değerli kaynaklarından olan Kûtü’l-Kulûb
(Kalplerin Azığı) isimli eserinde tasavvufi-ahlaki faziletleri şöyle ifade etmektedir:
Tevbe, sabır, şükür, recâ, havf, züht, tevekkül, rızâ ve muhabbet (Mekkî, 2003: II,
183-513; III, 13-254).
Gazali İhyâu ulûmid-din isimli eserinin belli başlı ahlaki-tasavvufi faziletlere
ayrılmış olan “rub’u’l-münciyât” başlıklı IV. cildinde: tevbe, sabır ve şükür, havf ve
recâ, fakr ve züht, tevhid ve tevekkül, muhabbet, şevk, üns ve rıza, niyet, ihlâs ve
sıdk, murakabe ve muhasebe, tefekkür, ölüm şuuru ve ölümden sonrasını
düşünme şeklinde on erdemden bahsetmektedir. (Gazâli, 1985: IV)
Söz konusu kitaplarda görüldüğü üzere, tasavvufi ahlak anlayışında da aynen
geleneksel ahlak anlayışında olduğu gibi, temel erdemler konusunda bir birliktelik
ve sistematize edilmiş herhangi bir durum yoktur.
Felsefi Ahlak
İslam filozofları,
hikmet, şecaat, iffet ve
adalet diye dört temel
erdem kabul
etmişlerdir.
Felsefi ahlak başlığı altında İslam filozoflarının ahlakla ilgili görüşleri ele
alınmaktadır. İslam filozofları, genel felsefenin temel problemlerinden biri olan
ahlak konusunu felsefi sistemleri içerisinde ele almışlar ve bu alanda çeşitli eserler
yazmışlardır. Her ne kadar onlar, Kitap ve Sünnet’e dayanan İslam ahlakı
karşısında, ondan farklı yeni bir ahlak anlayışı geliştirmek gerektiğini
düşünmemişlerse de, ortaya koydukları ahlak görüşü büyük oranda aklın verilerine
dayanmaktadır. Eserlerinde nassa ya hiç değinmezler ya da çok az yer verirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Ahlakında Temel Erdemler
İslam ahlak felsefesi, Arapların “edep” dedikleri iyi terbiye ve nezaket gibi
konulardan farklı nazari ve metotlu bir çalışma olup, nasihat ve tavsiyeler
kabilinden yapılmış olan çalışmalarla bir tutulamaz.
İslam filozofları, erdem anlayışlarında özellikle tasniflerinin İslam ahlak
telakkisiyle uyuşmasıdır. Antik Yunan filozoflarının ahlaki terimlerle ilgili tarif ve
tasniflerini benimseyen İslam filozofları, temeli Kur’an ve Sünnet’e dayanan İslam
ahlakını söz konusu tarif ve tasniflerden faydalanarak sistemli bir şekilde
açıklamaya çalışmışlardır. Ancak İslam filozofları ahlak sahasında sadece Antik
Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi’nden değil, Fars ve Hint düşüncesinden de
etkilenmişlerdir. (Çağrıcı, 1991: 80-90; 1989: 8-9; Erdem, 1996: 25-27; Kandemir,
1993:53; Pazarlı, 1980: 54-58.)
İslam dünyasında “hikmet, şecaat, iffet ve adalet” şeklinde dört temel fazilet
kabul etme noktasında bir ittifak olmasına rağmen kapsamlarına giren faziletlerin
sayısı filozoftan filozofa değişiklik göstermektedir.
Örneğin Farabi erdemleri, fikri erdemler ve ahlaki erdemler olmak üzere iki
ana guruba ayırmıştır. Hikmet, akıl, basiret, zekâ ve sağlıklı düşünme gibi nefsin
zihni kapasitesine ait meziyetleri fikri erdemler; iffet, şecaat, cömertlik ve adalet
gibi nefsin eğilimlerine ilişkin meziyetleri de ahlaki erdemler olarak ifade etmiştir.
(Çağrıcı, 1989: 86-87)
İbn Miskeveyh (ö. 421/1030), faziletleri nefsin üç gücüyle ilişkilendirmekte
ve dört temel fazilet kabul etmektedir: “hikmet, şecaat, iffet ve adalet”. Dört temel
erdem kabul etmeye ve bu erdemleri nefsin üç kuvvetiyle (el-kuvvetü’n-nâtıka, elkuvvetü’l-gadabiyye, el-kuvvetü’ş-şeheviyye) ilişkilendirmeye varıncaya kadar
birçok noktada Antik Yunan filozofları Platon ile Aristoteles’ten etkilenmişlerdir.
İslam filozofları
erdemleri, nefsin
natıka, şehevî ve gadabî
kuvvetleriyle
ilişkilendirmişlerdir.
“Düşünen nefsin davranışı ılımlı olup özünün sınırları dışına çıkmadığı …
zaman, hikmetle birlikte bilgi fazileti onda doğar. Behimi nefsin davranışı ılımlı
olup düşünen nefse boyun eğdiği, onun buyruklarına karşı gelmediği zaman,
onda iffet fazileti ve ardında da cömertlik fazileti meydana gelir. Öfke gücüyle
ilgili nefsin davranışı ölçülü ve ılımlı olup, o düşünen nefsin buyruklarına
boyun eğerse, onda yumuşaklık fazileti ve bunun ardından da yiğitlik fazileti
ortaya çıkar. Sonra bu üç faziletten ölçülülükleri, ılımlılıkları ve birbirleriyle
olan dengeli ilişkileri dolayısıyla mükemmellik ve bütünlük fazileti meydana
gelir. İşte bu da adalet faziletidir. Bu sebeple filozoflar faziletlerin dört
olduğunda birleşmişlerdir. Bunlar da, hikmet, iffet, şecaat ve adalettir.”(İbn
Miskeveyh, 1983: 23-24.)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Gazali de insandaki bilgi gücü, öfke gücü ve arzu gücü şeklindeki üç
kuvvetten “hikmet”, “şecaat” ve “iffet” şeklindeki üç erdemin, onların ahenginden
de “adalet” diye dördüncü bir erdemin ortaya çıktığını belirtmektedir.
Nasîruddin et-Tusî ise Ahlak-ı Nâsırî isimli eserinde nefsin düşünme kuvveti,
gazabi kuvveti ve şehvani kuvvetlerine karşılık olarak “hikmet”, “yiğitlik” ve “iffet”
erdemlerinin meydana geldiğini, bu erdemlerin kendi aralarında uyumlu
olmasından da dördüncü bir erdem olarak “adalet” erdeminin ortaya çıktığını
belirtmektedir. (Tûsî, 2007: 89-90.)
Acaba gerçekten İslam ahlakında temel erdemler, Antik Yunan filozofları
Platon ve Aristoteles tarafından geliştirilmiş ve İslam filozofları tarafından da
benimsenmiş olan “hikmet, şecaat/yiğitlik, iffet ve adalet” erdemleri midir? Bu
erdemler ne kadar İslamidirler?
Söz konusu erdemler, sade, sistemli ve hatırda tutulması kolay olmalarına ve
bir de, İslam’da imanın şartının altı, İslam’ın şartının beş olduğu dikkate alındığında
dört temel erdem kabul etmenin İslam dininin birbirleriyle irtibatlı bölümleri olan
iman-ibadet-ahlak şeklindeki sıralamaya sayısal açıdan uygun ve uyumlu olmasına
rağmen İslam ahlakının, olmazsa olmaz erdemleri olarak sunulabilecek İslami
erdemler değillerdir. İslam’a özgü ayırt edici erdemler olarak kabul edilebilemezler.
Farklı coğrafyalarda yaşayan birbirinden farklı uygarlık ve dinler için de geçerli
sayılabilecek derecede, tarihsel, toplumsal ve kültürel etkilerden bağımsız aşkın bir
tablo değillerdir. Bu erdemler, hem sayısal açıdan, hem de içerik olarak İslam
düşünce ve ahlakı ile uygunlukları sorgulanmaksızın Antik Yunan filozofu Platon’un,
daha sonraları kendisinin bile vazgeçmiş olduğu üçlü ütopik toplum/devlet
görüşüne dayanan üçlü nefs teorisinden alınmışlar, ondan hareketle
oluşturulmuşlardır. Ayrıca onlar çok çeşitli erdemler arasından seçilerek alınmış
erdemler de değillerdir. Dolayısıyla da felsefi ahlak anlayışında ortaya konmuş olan
dört temel erdemin temeli İslami olmadığı gibi, evrensel denilebilecek genel insan
doğası ve fıtratı üzerine yapılmış bir bilimsel araştırma ve felsefi düşünce de
değillerdir. İslam filozofları tarafından kabul edilmiş olmalarına rağmen, İslam
ahlakının temel erdemleri olarak kabul edilemezler (Yaran, 2005: 83-85, 94; 2011:
37-41).
Ders anlatım videosunu
izleyiniz
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, tarihi süreç içerisinde İslam dünyasında
ortaya çıkmış olan geleneksel, tasavvufi ve felsefi ahlak anlayışlarının her üçü de
“İslam ahlakında temel erdemler nelerdir?” sorusuna, imanın şartı ve İslam’ın şartı
örneklerinde olduğu gibi, sade, sistematik, bütün Müslümanların ortak olarak
kabul edebilecekleri derecede kapsayıcı ve İslam’ın ana kaynaklarından hareketle
oluşturulmuş bir cevap vermemişler veya verememişlerdir. Dolayısıyla da İslam
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Ahlakında Temel Erdemler
ahlakında temel erdemlerin neler olduğunun belirlenmesi hâlâ bir problem olarak
önümüzde durmaktadır.
TEMEL ERDEMLERİN BELİRLENMESİNİN YOLLARI
Macit Fahri, İslam Ahlak Teorileri isimli eserinde şöyle söylemektedir:
“Müslüman’ın ahlaki, dinî ve sosyal hayatının merkezinde yer alan Kur’an, her
ne kadar İslami prensiplerin tümünü içerse de tam anlamıyla bir ahlak teorisi
sunmaz. Dolayısıyla bu prensiplerin nasıl açığa çıkarılması gerektiği İslam ahlak
araştırmacıları için bir önem arz eder.” Aynı şekilde, “okuyucu sahih hadis
kitaplarında yeterli ve sistematik bir adalet ve ahlaki sorumluluk teorisinin
açıkça ortaya konduğu varsayımına kapılmamalıdır.” (Fahri, 2004: 17)
Dolayısıyla da birtakım metotlar geliştirilerek İslam ahlakında temel
erdemlerin neler olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Erdemlerin nasıl
belirleneceği noktasında net bir metot ortaya konduğunda işin önemli bir kısmı
halledilmiş olacaktır. İslam ahlakındaki temel erdemlerin belirlenmesi noktasında
özellikle iki yol dikkat çekmektedir:
 Kur’an-ı Kerim’de yer alan erdemlerin sayısal çokluğunu dikkate almak ve
oradan hareketle bir belirlenimde bulunmak.
 Kur’an’daki doğrudan erdemlerle ilgili bir veya birkaç ayetten hareket ederek
belirlenimde bulunmak.
Her iki yolun da olumlu veya olumsuz sonuçlar ortaya çıkaracağı kesindir.
Bu yollardan biriyle veya her ikisiyle temel ahlaki erdemleri belirlerken
dikkate alınması ve göz önünde bulundurulması gereken birtakım kriterler vardır.
Bu kriterler nelerdir? Bu noktada özellikle üç önemli husus ön plana çıkmaktadır:
Kur’an-ı Kerim’de en
fazla sabır, doğruluk,
affedicilik ve
yardımseverlik
erdemleri yer
almaktadır.
 Belirlenecek olan erdemler sahih hadisler ve İslam ahlak geleneği ile birlikte
esas itibariyle Kur’an-ı Kerim’den hareketle belirlenmelidirler. İlk kaynak ve
hareket noktası İslam dininin temel kaynağı olan Kur’an olmalıdır.
 Kültürel ve mezhepsel farklılıklara takılmadan
önerilebilecek şekilde “kapsayıcı” olmalıdırlar.
bütün
Müslümanlara
 Eğitimsel kolaylık sağlaması açısından - imanın ve İslam’ın şartında olduğu gibi“sade” olmalıdırlar (Yaran, 2005: 109).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Kur’an-ı Kerim’de zikredilen erdemlerin sayısal çokluğu noktasında Kur’an
Mealleri arasında farklılıklar vardır. Birinin verdiği sayı diğerini tutmamaktadır.
Bunun için biz de, Elmalı Hamdi Yazır, Hasan Basri Çantay, Ömer Özsoy ve İlhami
Güler, Yaşar Nuri Öztürk, A. Fikri Yavuz, Hüseyin Atay, Ahmet Davutoğlu, Ali Özek,
İsmail Mutlu ve Nevzat Yüksel’in Kur’an-ı Kerim Meali gibi on tane Kur’an-ı Kerim
Mealinde yer alan erdemlerin rakamsal ortalamasın almayı tercih ettik. Ancak bu
noktada takva, tevekkül, şükür gibi bireyin Allah ile ilişkisiyle ilgili olan ve bu
ilişkiden ortaya çıkan erdemlerden ziyade insanlar arası ilişkilerle ilgili olan ve
toplumsal ilişkilerde ortaya çıkması arzulanan erdemleri dikkate aldık. Buna göre
Kur’an-ı Kerim’de en fazla yer alan on temel erdem şunlardan oluşmaktadır: Sabır,
doğruluk/dürüstlük, affedicilik, yardımseverlik, iyilikseverlik, ahde vefa, adalet,
barışseverlik, basiret ve iffet (Yaran, 2005: 111-113).
Bu erdemleri dört sayısıyla sınırlandırarak dört temel erdem şeklinde ifade
edecek olursak, İslam ahlakında temel erdemler; sabır, doğruluk/dürüstlük,
affedicilik ve yardımseverlik olmaktadır.
Daha önce belirtmiş olduğumuz üzere İslam ahlakındaki temel erdemleri
belirlemenin yollarından birisi de Kur’an-ı Kerim’deki ahlakla ilgili ayetlerin
herhangi birinden veya bir kaçından hareket etmektir. İstatistiki ortalamalar
önemli olmakla birlikte, İslami ilkelerin belirlenmesinde sayısal vurgunun belirleyici
bir kriter olmamasından ve bir de iman ve ibadet esaslarının Kur’an-ı Kerim’de çok
fazla yer almalarına göre değil de bir veya birkaç ayetten hareketle belirlenmiş
olmalarından dolayı, İslam ahlakında temel erdemlerin neler olduğunu ahlakla ilgili
ayetlerden hareketle belirlemenin daha doğru olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada
özellikle Leyl Suresi’nin 4-10, Bakara Suresi’nin 177, Asr Suresi 1-3, Maide
Suresi’nin 54-56, Mücadele Suresi’nin 26 ve Nahl Suresi’nin 90. ayetleri ileri
sürülmektedir.
Ömer Nasuhi Bilmen, bütün faziletlerin “hikmet, adalet, semahat ve taharet”
şeklindeki dört temel faziletten kaynaklandığını belirttikten sonra Kur’an-ı
Kerim’deki Nahl Suresi’nin 90. ayetinin bu faziletleri içerdiğini ifade etmektedir:
“Bütün faziletlerin menbaı, hikmet, adalet, semahat, taharetten ibarettir. Bu
dört fazilete “fezaili asliye” denir. Nahl Suresi 90. ayeti kerimesi bu dört fazileti
camidir. Şöyle ki; Bu ayeti celilede emir buyurulan adil ve ihsân, adalet ve
semahat faziletinden ibarettir. Fahşadan, bağiyden nehi de; iffet ve taharet
faziletini muntazammındır. Tezekkür ve tenessuh gayesi de hikmet ve marifet
faziletini natıkdır. Ne beliğ, ne mu’ciz bir beyanı kur’ani.” (Bilmen, 1964: 29)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Cafer Sadık Yaran da, müstakil bir şekilde sadece ahlaki erdem ve
erdemsizliklerden bahsetmesi, ifade ettiği erdem ve erdemsizliklerin kuşatıcı, sade
ve genel geçer olması ve bir de Halife Ömer b. Abdülaziz (ö. 101) döneminden
itibaren cuma günü hutbelerde özellikle okunuyor olması gibi nedenlerden dolayı,
aynen Bilmen gibi, İslam ahlakında temel erdemlerin Nahl Suresi’nin 90. ayetinden
hareketle belirlenebileceğini ifade etmektedir (Yaran, 2011: 47). Bu ayette Allah
Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder; hayasızlığı,
fenalığı ve haddi aşmayı yasaklar. Tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl/16:90)
Görüldüğü üzere ayette, adalet, iyilik yapmak ve yakınlara bakmak gibi üç
erdem; hayâsızlık, kötülük yapmamak ve haddi aşmak gibi üç de erdemsizlik yer
almaktadır. Erdem ve erdemsizlikler son derece açık, sade, kapsayıcı ve
sistematiktir.
Yaran, altı olan bu ilkeden; “iyilik yapmak” ve “kötülük yapmamak”
şeklindeki ilkeleri, ahlakın en temel ve en genel iki kavramı olmaları dolayısıyla
diğerleri ile birlikte dikkate almakta; “hayâsızlık” ve “haddi aşma” erdemsizliklerini
de karşıtları olan erdemlerle ifade etmek suretiyle İslam ahlakının dört temel
erdemini şu şekilde belirlemektedir: “Adalet”, “yakınlara bakmak”, “haya” ve
“haddini bilme”. Daha sonra bu erdemleri, çeviri farklılıklarını dikkate almak ve
okuyuculara serbest bir yorum yapma imkânı vermek için Müslümanların
anlayabilecekleri bir şekilde son derece sade bir dille şu şekilde ifade etmektedir:
“Adalet”,
“muavenet/yardımseverlik/yakınlara
bakma”,
“iffet/hayâsızlık”,
“merhamet/haddi aşma”.
Bu noktada şunu da ifade etmeliyim ki, İslam ahlakındaki erdemler sadece
bu dört erdemden ibaret değildir. Bunların dışında başka erdemler de vardır. Ancak
ifade etmiş olduğumuz bu dört erdem İslam ahlakının “temel” veya “asli”
erdemleridir (Yaran, 2005: 119-120; 2011, 47-48).
TEMEL ERDEMLER
Adalet
İslam ahlakında temel
erdemler; adalet,
yardımseverlik, iffet ve
merhamettir.
“Adalet” kelimesi sözlüklerde, davranış ve hükümde doğru olmak, hakka
göre hüküm vermek, herkese verilmesi lazım olanı vermek, eşit olmak, eşit kılmak
gibi anlamlara gelmektedir. Kur’an-ı Kerim ve Hadislerde ise “adalet” kelimesi,
genellikle düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçeğe uygun hükmetme, doğru yolu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Ahlakında Temel Erdemler
izleme, takvaya yönelme ve tarafsızlık gibi anlamlarda kullanılmıştır (Çağrıcı, 1988:
341-343).
“Adalet” kavramı, en geniş anlamıyla, hak sahibine hakkını tam olarak
vermektir. Ferdî ve sosyal yapıda dirlik ve düzeni, hakkaniyet ve eşitlik ilkelerine
uygun yaşamayı sağlayan ahlaki bir erdemdir. Yetki sahibinin elinden geldiğince
adaletle davranmasının ve hak sahibine hakkını tam olarak vermesinin kötülükleri
önleyeceği, huzurlu ve güvenli bir ortamın oluşmasına katkıda bulunacağı apaçık
ortadadır.
Kur’an-ı Kerim’e göre “adalet” erdeminin ölçüsü veya dayanağı
hakkaniyettir. Hidayete hak sayesinde ulaşılacabileceği gibi adalet de hakka
uymakla sağlanır.
“Musa kavminden bir topluluk da var ki Hakk’a götürürler ve onunla adalet
yaparlar.” (A’raf/ 7:159)
“Yarattıklarımızdan öyle bir ümmet var ki Hakk’a iletirler ve hak ile adalet
yaparlar.” (A’raf/ 7:181)
Adalet, hak sahibine
hakkını tam olarak
vermektir.
Düşünce tarihine baktığımızda adaletin bütün dinler ve ahlak filozofları
tarafından temel erdemlerin başında sayılmış olduğunu görmekteyiz. İslam
düşünürleri, adaleti öteki temel erdemlerin uyumlu bir sonucu olarak kabul
etmişlerdir. Platon’dan itibaren devam eden ve İslam ahlakçıları tarafından bazı
değişikliklerle benimsenen görüşe göre, insan nefsinin düşünme/bilgi, öfke ve
şehvet gücü şeklindeki üç temel gücünden hikmet, şecaat ve iffet diye üç fazilet
doğar. Bu üç faziletin gerçekleşmesiyle de hepsini içine alan dördüncü bir fazilet
ortaya çıkar ki, bu “adalet”tir. İslam ahlak literatüründe, ilk üç faziletten her biri
zaman zaman farklı terimlerle ifade edildiği hâlde, dördüncü fazilet daima adalet
olarak isimlendirilmiştir.
İslam düşünce tarihinde ahlak düşünürü olarak bilinen İbn Miskeveyh,
Tehzibü’l-ahlak isimli eserinde nefsin üç gücüne karşılık gelen üç erdemi
belirttikten sonra şöyle söylemektedir:
“Sonra bu üç faziletten ölçülülükleri, ılımlılıkları ve birbirleriyle olan dengeli
ilişkileri dolayısıyla mükemmellik ve bütünlük fazileti meydana gelir. İşte bu da
adalet faziletidir.” (İbn Miskeveyh, 1983: 23)
İbn Miskeveyh’e göre gerçekten adaletli kişi, ahlaki güçlerini, davranışlarını
ve diğer bütün durumlarını dengede tutan ve her durumda başka bir amaç
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Ahlakında Temel Erdemler
gütmeksizin, yalnızca ve doğrudan doğruya “adalet” erdemini amaçlayan kişidir.
“Adalet” bütün aşırılıkların ortası ve bütün erdemlerin en tam olana ve adeta odak
noktasıdır.
Gazali de, İhyâ isimli eserinde, aynen İbn Miskeveyh gibi, nefsin üç gücünden
“hikmet”, “şecaat” ve “iffet” şeklindeki üç erdemin ortaya çıktığını, onların kendi
aralarındaki ahenk dolayısıyla da dördüncü bir erdem olan “adalet”in meydana
geldiğini belirtmektedir (Gazali, 1985: III, 47 ).
“Adalet” erdeminin kapsamına giren birçok alt erdem vardır ve bunlar
değişik isimler altında ifade edilmiştir: Doğruluk, vefa, ülfet, yakınlarla ilişkiyi
sürdürmek, ödüllendirme, iyi muamele, bir şeyi güzelce yerine getirmek, dindarlık,
kin gütmemek, kötülüğe iyilikle karşılık vermek, lütufkâr olmak, itidal, ölçülülük,
ılımlılık, dengelilik, orta yolda olmak, hakkaniyet, emanete riayet, sözünde durmak,
hükümlerde ihtiyatlılık ve tarafsızlık, şahitlikte gerçeği söylemek, güvenilirlik,
kararlılık, cesaretlilik, şefkat (İbn Miskeveyh, 1983: 29-30; Yaran, 2005: 122-124).
Muavenet / Yardımseverlik
“Muavenet” veya “yardımseverlik”, başkalarının yardımına muhtaç olan
insanlar için sahip olunması gereken toplumsal erdemlerden biridir.
Yardımseverlikten maksat, sadece ekonomik ve parasal açıdan yardım etmek
değildir. Yardım akla gelebilecek her konuda olabileceğinden dolayı yardımseverlik,
geniş kapsamlı bir erdemdir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, hem;
Kur’an’da somut ve
soyut yardımlaşmadan
bahsedilmektedir.
“Ey inananlar … iyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlaşın”(Mâide/5:2)
ayetinde olduğu gibi soyut değerler alanında yardımlaşmadan bahsedilmektedir,
hem de;
“Sevdiğiniz şeylerden sarf etmedikçe iyiliğe erişemezsiniz. Her ne sarf
ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.” (Âl-i İmrân/3:92)
ayetinde olduğu gibi sahip olunan maldan vermek gibi somut yardımlaşmadan
bahsedildiğini görmekteyiz. Bu noktada şunu da belirtmeliyim ki, Kur’an somut
yardımlaşma alanlarını sadece parasal türden yardımlarla sınırlandırmamıştır,
yardım alanını daha geniş kapsamlı tutmuştur.
“Yardımseverlik”, mutlak bir güce sahip olmayan ve ne kadar servet veya güç
sahibi olursa birgün mutlaka başkalarının yardımına muhtaç olacak insanlar için
sahip olunması gereken toplumsal erdemlerin başında gelmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Ahlakında Temel Erdemler
“Yardımseverlik” erdeminin de birçok yan ve alt erdemleri vardır:
İyilikseverlik, ihsân, infak, ikram, helal kazanç, hayırda yarış, dostluk, kardeşlik,
yakınlarla ilgilenme, iyiliği emr ve kötülükten nehy, birlik ve beraberlik,
misafirperverlik, cömertlik ve kanaatkârlık (Yaran, 2005: 124-126; 2011:51-52).
İffet / Özdenetim
İffet, bedeni hazlara ve
nefsanî aşırılıklara ilgi
duymaktan kurtarılmış
bir ruhi yapıya sahip
olmaktır.
“İffet” kelimesi sözlüklerde, haramdan uzak durmak, helal ve güzel olmayan
söz ve davranışlardan sakınmak, kendimizi zaptetmek, bir şeyi yapmaktan
çekinmek, perhiz etmek, mutedil olmak, namuslu olmak, nezih ve temiz olmak,
terbiyeli ve lekesiz olmak gibi anlamlara gelmektedir.
Ahlak felsefesi eserlerinde ise “iffet”, yeme içme ve cinsi arzu konusunda
ölçülü olmak, bedeni hazlara ve nefsani aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir
ruhi yapıya sahip olmak, aşırı istekleri bastırıp dinin ve aklın buyruğu altına sokmak
suretiyle kazanılan bir erdem olarak tanımlanmıştır. Ayrıca insanın elini, dilini,
gözünü, kulağını ve genel olarak bütün bedenini ahlaka aykırı davranışlardan uzak
tutması da “iffet” olarak ifade edilmektedir (Yaran, 2005: s. 126; 2011, 53).
Böyle olmasına rağmen “iffet” erdemi, hem düşünce tarihinde, hem de
günümüzde şehvet duygusuyla, namusla ve cinsel konularla ilgili bir erdem olarak
ele alınmıştır.
İbn Miskeveyh “iffet”in şehvet duygusuyla ilgili bir fazilet olduğunu ve şehevi
arzuları akla göre yönetmemek dolayısıyla ortaya çıktığını belirtmektedir. Bu
yönetim ve denetimi yapabilme gücü ve erdemine sahip olan insan, tutkularına
boyun eğmekten kurtulur, şehvetinin kölesi olmaz ve şehvet arzusu ve şehvet
pazarlayıcıları karşısında özgür olur (İbn Miskeveyh, 1983: 25).
Gazali de, aynen İbn Miskeveyh gibi, “iffet”i dört temel erdemden birisi
olarak kabul etmekte, şehevi arzularla ilişkilendirmekte ve arzuların baskısına
dayanma noktasında gösterilen ruhi sabır olarak tarif etmektedir (Gazali, 1985: III,
54-55, 79-107, 284).
Bütün bunlara rağmen “iffet” erdeminin sadece cinsel konularla sınırlı bir
erdem olmadığı da bilinmelidir. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’de, “iffet” kelimesi yer
almamasına rağmen aynı kökten türemiş olan isim ve fiillerin dört ayette yer
aldığını ve “iffet” erdeminin sadece cinsel konularla sınırlandırılmamış olduğunu
görmekteyiz. Söz konusu ayetlerden iki tanesi (Bakara, 273, Nisa, 6) mal, mülk ve
yeme içme konularında ölçülü ve kanaatkâr olmayı, diğer ikisi de (Nur, 33,60)
cinsel istekler noktasında ölçülü olmayı ifade etmektedir. Kur’an’da, “kimsesiz olan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Ahlakında Temel Erdemler
çocuğun malından yememek” de “iffet olarak ifade edilmiştir (Nisa 4/6). (Çağrıcı,
2000: XXI, 506-507)
Hadislerde ise, hem iffet kelimesi, hem de aynı kökten başka kelimeler
geçmektedir. Örneğin, şeklinde dua eden Hz. Peygamber, Bakara suresinin 273.
ayetini delil göstererek yardıma en layık olan kimselerin iffetlerini korumaya
çalışan yoksullar olduğunu bildirmiştir:
“Ya rabbi! Senden hidayet, takva ve iffet diliyorum.” (Ahme b. Hanbel, I,389, 439)
Diğer bir hadiste ise şöyle buyurmuştur:
“Allah yoksul olmasına rağmen iffetini korumaya çalışan mümin kulunu sever.”
(İbn Mâce, Zühd: 5)
İslam düşünürlerinden Fârâbi’ye göre iffetli kişi, yeme, içme ve cinsel
konularda yasanın gerektirdiği kadarıyla yetinip bundan fazlasına istek duymazken
nefsine baskı yapan kimse, uygulamada yasanın gerektirdiğiyle yetinmekle birlikte
içinde daima daha fazlasına istek duyar.
İslam ahlakçıları, insanın aşırı zevklerden uzak durmasının iffet ve erdem
sayılabilmesi için bu tutumun bizzat kendi bilinçli tercihine dayanması ve güçlü bir
iradi çaba ile gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtmektedirler. Psikolojik veya
bedensel bir zafiyetten, acizlik, korkaklık ve bilgisizlikten yahut başka bir engelden
dolayı zevklerini terk eden kişi erdemli sayılmaz. Aynı şekilde ileride daha fazlasını
elde etmek için mevcut bir zevkten feragak etmek de erdem sayılmaz.
İslam düşünürleri, aynen diğer erdemler gibi, “iffet” erdeminin de öncelikle
ruhi bir meleke hâline getirilmesi gerektiğini kabul ettikleri için insanın yeme, içme,
cinsi arzularını disiplin altına alarak ruhunu bu yönde terbiye etmesinin
zorunluluğu üzerinde önemle durmuşlardır. Örneğin Gazali, İhyâ’u Ulûmi’d-din
isimli eserinin 40 ana konusundan birini insanın manevi ve ahlaki hayatını yıkıma
götüren tehlikelerin en büyüğü olarak gördüğü “mide şehveti” ile “cinsi şehvet”e
ayırmıştır. Rağıp el-Isfahânî’de “iffet” erdemini, kanaat, züht, gönül zenginliği,
cömertlik gibi erdemlerin esası olarak görür ve iffetten yoksun olmanın bütün
güzelliklerden mahrum kalmak demek olduğunu belirtir.
Ahlak kitaplarında iffetin bir tür özgürlük kaynağı olduğu belirtilmektedir.
Çünkü özgür olmak isteyen kişinin öncelikle tutkularının baskısından kurtulması
gerekir. Rağıb el-İsfehânî, en alçaltıcı köleliğin şehvet köleliği olduğunu; İbn
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Miskeveyh ise, iffet erdemini kazanmış kişinin tutkularına kul olmaktan kurtulup
özgürleşeceğini belirtmektedir.
Ahlak kitaplarında “iffet” erdeminin kapsamına giren birçok başka erdem
vardır: Utanma/hayâ, sükûnet, hür olma, yumuşak huyluluk, müsamaha, sabır,
cömertlik, işleri güzellikle ölçüp tartma, güler yüzlü ve tatlı dilli olma, kolaylaştırıcı
olma, düzenlilik, güzel görünüş, kanaat, ağırbaşlılık, kötülüklerden sakınma,
günahtan çekinme, kibarlık ve nezaket (İbn Miskeveyh, 1983: 26-27; Çağrıcı, 2000:
XXI, 506-507; Yaran, 2005: 128).
Merhamet
Merhamet, acıma
duygusunun etkisiyle
yapılan iyilik ve
lütuftur.
“Merhamet” kelimesi sözlüklerde, acımak, şefkat göstermek, acıma
duygusunun etkisiyle yapılan iyilik ve lütuf gibi anlamlara gelmektedir. Hem
Allah’ın bütün yaratılmışlara yönelik lütuf ve ihsânını, hem de insanları
hemcinslerinin ve diğer varlıklarının sıkıntıları karşısında duyarlı olmaya ve yardım
etmeye sevk eden acıma duygusunu ifade etmektedir.
Kaynaklarda “merhamet/rahmet” kavramına insanlara nispet edildiğinde
duygusal bir anlam yüklenirken Allah’a nispet edildiğinde O’nun fiilî sıfatı olarak
kabul edilmesi, dolayısıyla Allah hakkında duygusal manada değil O’nun
yarattıklarına in’am ve ihsânı, af ve mağfireti olarak anlaşılması gerektiğine dikkat
çekilmekte, buna gerekçe olarak da duyguların değişkenliği ve bu yönüyle beşerî
birer kusur sayılması gösterilmektedir.
Esasında “şefkat” ve “merhamet” gibi duygular Allah’ın insanların içine
koyduğu birer iyilik aracı olup asıl amaç muhtaç ve çaresizlere yardım edip
sıkıntılarını gidermektir. Bu açıdan bakıldığında bir kimseye acıyan kişi, eğer bu
acımanın verdiği elemden kendisini kurtarmak ve rahatlamak için ona yardım
ederse merhamette kemâle ulaşmış sayılmaz. Çünkü merhamette kemâl, kişinin
kendisini değil, muhtaç ve çaresiz olanı rahata kavuşturmayı amaçlamasıdır.
Görüldüğü üzere hemen hemen bütün tariflerinde acıma, yufka yüreklilik,
ilgi ve şefkat, elem duyma gibi kavramlarla psikolojik yönüne vurgu yapılan
“merhamet” insanlar arasındaki duygu birliğinin, dayanışma ve paylaşmanın başta
gelen amillerinden birisidir.
İslami kaynaklarda “merhamet” kavramı genellikle “rahmet” kelimesiyle
ifade edilmektedir. Ancak Türkçede “merhamet” kelimesi hem Allah’a, hem de
insanlara nispet edilirken “rahmet” sıfatı sadece Allah’a nispet edilmektedir.
Kaynaklarda Allah’ın rahman ve rahim isimleri açıklanırken evrendeki bütün oluşlar
gibi insanlardaki merhamet duygusununda Allah’ın insanlığa lütfu olduğu belirtilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Kur’an-ı Kerim’de “merhamet” kelimesi bir ayette geçerken (Beled/90:17)
“rahmet” kelimesi 117 farklı ayette geçmektedir. Ayrıca 260 ayette de Allah’ın
rahman ve rahîm isimleriyle aynı kökten gelen çeşitli fiil ve isimler yer almaktadır.
Bazı ayetlerde (Tevbe/9:128; Feth/48:29; Hadîd/57:27; İsrâ/17:24) merhamet
kavramı insanlar arasındaki acıma duygusunu ve bu duygudan kaynaklanan iyiliği
ifade etmektedir. Hadislerde de rahmet ve merhamet hem Allah’ın kullarına lütuf
ve ihsânı, hem de insanların birbirlerine ve diğer canlılara karşı şefkat, ilgi ve
yardımları için kullanılmaktadır.
Gazali bir kimseye gerçek anlamda merhametli denilebilmesi, dolayısıyla
acıma duygusunun ahlaki bir değer taşıması için onun acıdığı kişinin ihtiyacını gücü
ölçüsünde karşılaması, bunu da hür iradesiyle yapması gerektiğini belirtmektedir.
Diğer erdemlerde olduğu gibi “merhamet” erdemiyle ilgili de birçok yan ve
alt erdem vardır: Affedicilik, sevgi, şefkat, sabır, sebat, tevazu, insaf, barışseverlik,
yumuşak huyluluk, öfkeye hâkimiyet ve hoşgörü (Çağrıcı, 2004: XXIX, 184-185;
Yaran, 2005: 131).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Özet
İslam Ahlakında Temel Erdemler
•İslam dünyasında, Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan
fikri ve sosyal sebepler dolayısıyla geleneksel ahlak anlayışı, tasavvufi
ahlak anlayışı ve felsefi ahlak anlayışı olmak üzere üç farklı ahlak
anlayışı ortaya çıkmıştır. Bu ahlak anlayışları “İslam ahlakında temel
erdemler nelerdir?” sorusuna, imanın şartı ve İslam’ın şartı
örneklerinde olduğu gibi, sade, sistematik, bütün Müslümanların
ortak olarak kabul edebilecekleri derecede kapsayıcı ve İslam’ın ana
kaynaklarından hareketle oluşturulmuş bir cevap vermemişlerdir.
•İslam ahlakındaki temel erdemlerin belirlenmesi noktasında özellikle
iki yol dikkat çekmektedir. Birincisi, Kur’an-ı Kerim’de yer alan
erdemlerin sayısal çokluğundan hareketle bir belirlenimde
bulunmak. İkincisi ise, Kur’an’daki doğrudan erdemlerle ilgili bir veya
birkaç ayetten hareket ederek belirlenimde bulunmak.
•Bu yollardan herhangi biriyle veya ikisiyle birlikte temel ahlaki
erdemleri belirlerken; sahih hadisler ve İslam ahlak geleneği ile
birlikte esas itibariyle Kur’an-ı Kerim’den hareket etmek; kültürel ve
mezhepsel
farklılıklara
takılmadan
bütün
Müslümanlara
önerilebilecek şekilde “kapsayıcı” olmak ve bir de imanın ve İslam’ın
şartında olduğu gibi “sade” olmak gibi bir takım kriterlere dikkat
edilmelidir.
•İslami ilkelerin belirlenmesinde sayısal vurgunun belirleyici bir kriter
olmamasından ve bir de iman ve ibadet esaslarının Kur’an-ı Kerim’de
çok fazla yer almalarına göre değil de bir veya birkaç ayetten
hareketle belirlenmiş olmalarından dolayı, İslam ahlakında temel
erdemlerin neler olduğunu ahlakla ilgili ayetlerden hareketle
belirlenmelidir. Cuma günü hutbede okunan Nahl Suresi’nin 90.
ayetinden hareketle İslam ahlakındaki dört temel erdemi; adalet,
muavenet/yardımseverlik/yakınlara bakma,
iffet/hayâsızlık ve
merhamet/haddi aşma şeklinde ifade edebiliriz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Ödev
İslam Ahlakında Temel Erdemler
• Erdemler arasında en önemli bulduğunuz bir
erdemi, başkalarına da sevdirecek şekilde, ayetler
ve hadislerden de yararlanarak kısa bir
kompozisyon metni hâlinde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi İslâm ahlakında temel erdemlerin belirlenmesinin
faydalarından değildir?
a) Ahlaki eğitim-öğretim ve yaşamı kolaylaştırması
b) Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin artması
c) Ahlaklı yaşamı kolaylaştırması
d) İslâm ahlakının diğer ahlak anlayışlarından üstün olduğunun ortaya konması
2. Kur’an ve Sünneti ahlakın asli ve mutlak kaynağı olarak kabul etmekle birlikte
Antik Yunan ve Helenistik Devir Felsefesi’nden de etkilenmiş olan ahlak
anlayışı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Tasavvufi ahlak
b) Felsefi ahlak
c) Geleneksel ahlak
d) Kelami ahlak
3. “Feragat ahlakı” olarak isimlendirilen ahlak anlayışı aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Dinî ahlak
b) Felsefi ahlak
c) Geleneksel ahlak
d) Tasavvufi ahlak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam Ahlakında Temel Erdemler
4. Aşağıdakilerden hangisi Kur’an-ı Kerim’de en fazla yer alan dört temel
erdemden biri değildir?
a) Sabır
b) Doğruluk
c) Affedicilik
d) Hikmet
5. Bedeni hazlara ve nefsani aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruhi
yapıya sahip olmak anlamına gelen erdem hangisidir?
a) Şecaat
b) İffet
c) Merhamet
d) Adalet
Cevap Anahtarı
1.d 2.c 3.d 4.d 5.b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslam Ahlakında Temel Erdemler
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akseki, Ahmet Hamdi. (1991). Ahlak ilmi ve İslâm Ahlakı: Ahlak Dersleri, sad. Ali
Arslan Aydın, Ankara, Nur Yayınları.
Aristoteles, (1951). The Nicomachean Ethics, A Commentary by th Late H. H.
Joachim, Oxford.
Aydın, Mehmet. (1989). “Ahlak-İslâm Felsefesi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul, II.
Bilmen, Ömer Nasuhi. (1964). Yüksek İslâm Ahlakı, İstanbul, Bilmen Yayınevi.
Cara de Vaux. (1997). “Ahlak”, md., İslâm Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları, I.
Çağrıcı, Mustafa. (1982). Gazali’ye Göre İslâm Ahlakı, İstanbul, Ensar Neşriyat.
Çağrıcı, Mustafa. (1988). “Adalet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul, I.
Çağrıcı, Mustafa. (1989). “Ahlak”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul, II.
Çağrıcı, Mustafa. (1989). İslâm Düşüncesinde Ahlak, İstanbul, İFAV.
Çağrıcı, Mustafa. (1991). Anahatlarıyla İslâm Ahlakı, , İstanbul, Ensar Neşriyat.
Çağrıcı, Mustafa. (2000). “İffet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul,
XXI.
Çağrıcı, Mustafa. (2004). “Merhamet”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi,
İstanbul, XXIX
Draz, M. A. (1993). Kur’an Ahlakı, Çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, , İstanbul, İz
Yayıncılık.
el-Muhâsibî. (1998). er-Ri’aye, çev. Şahin Filiz, , İstanbul, İnsan Yayınları.
Erdem, Hüsameddin. (1996). Son Devir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Konya, Sebat
Ofset Matbaacılık.
Et-Tusî, Nasîruddin. (2007). Ahlak-ı Nâsırî, çev. Anar Gafarov, Zaur Şükürov,
İstanbul, Litera Yayıncılık.
Fahri, Macid. (2004). İslâm Ahlak Teorileri, Çev. Muammer İskenderoğlu, Atilla
Arıkan, , İstanbul, Litera Yayıncılık.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Ahlakında Temel Erdemler
Gazali, (1985). İhyâu ulûmi’d-dîn, çev. Ahmet Serdaroğlu, İstanbul, Bedir Yayınevi.
Gazali, (1999). Kûtü’l-Kulûb/Kalplerin Azığı, çev. Muharrem Tan, İstanbul, İz
Yayıncılık, I-IV.
Gazali, (ts). Mîzânü’l-amel, Kahire, Mektebetü’l-Cündi.
İbn Miskeveyh, (1983). Ahlakı Olgunlaştırma, çev. A. Şener, C. Tunç, İ Kayaoğlu, ,
Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
Kandemir, Yaşar. (1993). Örneklerle İslâm Ahlakı, İstanbul, Nesil Yayınları.
Maverdi. (1988). Edeb’üd-Dünya ve’d-Din: Beyrut, Daru’l-haya’ul-ulum.
Mekkî, Ebû Tâlib, (2003), Kûtu’l-kulûb/Kalplerin Azığı, Çev. Dilaver Selvi, İstanbul,
Semerkand Yayınları.
Pazarlı, Osman. (1980). İslâm’da Ahlak, İstanbul, Remzi Kitabevi.
Platon. (1985). Devlet, Çev. Sabahattin Eyüboğlu, M. A. Cimcoz, İstanbul, Remzi
Kitabevi, , IV.
Sunar, Cavit. (1980). İbn Miskeveyh ve Yunan’da ve İslâm’da Ahlak Görüşleri,
Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları.
Tusî, Nasîruddin. (2007), Ahlak-ı Nâsırî, çev. Anar Gafarov, Zaur Şükürov, Litera
Yayıncılık, İstanbul 2007.
Yaran, Cafer Sadık. (2005). İslâm’da Ahlak’ın Şartı Kaç, İstanbul. Elif Yayınları.
Yaran, Cafer Sadık. (2011). İslâm Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul. Değerler Eğitim
Merkezi Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM AHLAKINDA TEMEL
ERDEMSİZLİKLER
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
•
Temel Erdemsizlikler
Allah' a Ortak Koşmak
Zulüm
Fenalık ve Taşkınlık
Emanete Hıyanet Etmek
Aldatma ve Yalan
İsraf ve Cimrilik
İftira ve Gıybet
Kibir ve Haset
Nifak ve Fitne
Alay ve Hakaret
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• İslam ahlakındaki temel erdemsizliklerin neler
olduğunu öğrenebilecek
• Temel erdemsizliklerden kaçınmanın önemini
kavrayabilecek
• Temel erdemsizliklerin birey ve toplum
hayatında ortaya çıkardığı problemleri
anlayabileceksiniz.
İSLAM AHLAK
ESASLARI
ÜNİTE
8
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
GİRİŞ
İslam dini, insanların dünyada mutlu ve sorunsuz yaşayabilmeleri için
birtakım kurallar ortaya koymuştur. Bu kuralların dışında hareket etmek, kişinin
bireysel ve toplumsal hayatında ciddi problemlere sebebiyet vermektedir. İşte
İslam ahlakında hoş görülmeyen bu kural dışı eylemler, erdemsizlikler olarak
isimlendirilmiştir.
TEMEL ERDEMSİZLİKLER
Bireyin mutluluk ve
refahını artıran
davranışlar, toplumun
refah ve mutluluğunu
da artıracaktır.
İslam dini, birey ve toplum olarak insanların dünya ve ahiret saadetlerini
sağlamayı amaç edinmektedir. Bu nedenle İslam toplumu oluşturan bireyler olarak
her birimizi, toplumun bir bütün olarak mutluluğunu en üst düzeye çıkaracak
davranışlarda bulunmaya davet etmekte, onun refah ve mutluluğunu azaltacak
veya tahrip edecek davranışlardan ise sakınmaya çağırmaktadır. Çünkü toplumun
mutluluk ve refahını artıran davranışlar neyse, bireyin mutluluk ve refahı da aynı
davranışlarla artacaktır. Bunun tersi de aynı oranda geçerlidir. Bu yüzden İslam,
bireye ve topluma zarar verecek, onların saadetini bozacak davranışları
yasaklamıştır. Bu davranışlar, İslam ahlakında reziletler/erdemsizlikler olarak
görülmektedir. Bizim burada, İslam ahlakında erdemsizlik olarak isimlendirilen
bütün kötü huyları tek tek ele almamız mümkün değildir. Çünkü İslam ahlakıyla
ilgili kitaplara baktığımızda, bunların bir hayli çok olduğunu görmekteyiz. Bu
nedenle konuyu, sınırlandırıp, Kur’an’ın birçok ayetini göz önünde bulundurarak,
özellikle de Nahl/16:90’da tavsiye edilen davranışların karşıtlarını ve Peygamber
Efendimizin Veda Hutbesi’nde yasaklamış olduğu temel erdemsizlikleri
ayrıntılarıyla ele almaya çalışacağız. Bu temel erdemsizlikler; sırasıyla Allah’a ortak
koşmak, zulüm, fenalık ve taşkınlık, emanete hıyanet etmek, aldatma ve yalan,
israf ve cimrilik, iftira ve gıybet, kibir ve haset, nifak ve fitne, alay ve hakarettir.
Şimdi bunları sırasıyla incelemeye çalışalım.
Allah’a Ortak Koşmak
Riya;
gizli bir şirktir
Psikoloji bilimi, insanın, kendi yararını düşünen bir varlık olduğunu ortaya
koymaktadır. Bu kendi yararını düşünme, insanın çocukluk evresinde daha çok
kendini göstermektedir. Örneğin çocuğun, etrafındaki varlıklara kendisini merkeze
alarak yaklaştığı bilinen bir gerçektir. Bu yaklaşım sonucunda ortaya çıkan ilgi,
çevresindeki varlıkların çocuğun isteklerini karşılaması ve çocuğun da bunlara karşı
eğilim ve isteğinin çokluğuyla orantılıdır. Şunu ifade etmek gerekir ki çocuk, buluğ
çağına erinceye kadar anne-babasının kendisini dünyaya getirdiklerini, onun için
birçok zorluğa katlandıklarını asla takdir edemez. Onda, baba ve annesinin taşıdığı
babalık ve annelik bilinci henüz oluşmamıştır. Buluğ çağına erdikten sonra ise,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
babalık ve anneliği takdir ederek sevmeye koyulmaktadır. Artık onun bu sevgisi,
kişisel yararla ilgili bir sevgi değildir. Bu kişisel yarar duygusunun, çocukluk
safhasından sonraki diğer gelişim merhaleleri içinde ihtiyarlık ya da ihtiyarlık
öncesine kadar insana eşlik ettiği belirtilmektedir(el-Behiy,1995: 80-81).
Bu durum, ibadet yönünden de kişinin tutum ve davranışlarına
yansımaktadır. İnsanın herhangi bir varlığa ibadet etmesi, ona saygı duymasından
ve onu, üstün haslet ve özellikleriyle mabud olarak tanıyıp noksanlardan münezzeh
kılmasından ileri gelmektedir. Kişisel yarar ve bencillik, hayatının diğer gelişim
safhalarında da insana eşlik ettiğine göre; insan, belirli bir varlık üzerinde saygı ve
ibadetini toplamakla kalmaz, görüş ve kişisel yararlarına göre birini bırakıp diğerine
tapabilir. Örneğin, önceden tapınmaya başladığı, belli varlığın şimdi kendisinin
bencil isteklerini karşılayamadığını görünce hemen başka bir varlığa ibadete
koyulur. Tapınmaya başladığı yeni varlığın, kişisel ihtiyaçlarını karşılama hususunda
güç ve imkân üstünlüğü taşıdığına inanır. İşte şahsi yarar ve bencilliklerin kendisine
egemen olduğu kimsenin yaptığı ibadet, değişen ve farklılık taşıyan ibadettir. Böyle
bir kimsenin kişisel yararlarını gerçekleştiren mabudları bazen insan, bazen
insandan daha aşağı hayvan veya cansız bir varlık olabilmektedir. Şunu da
belirtmek gerekir ki insan, bu varlıklara yaptığı ibadet ve saygıyla bir yarar
sağlayamamaktadır. Çünkü şahsi yarar ve bencilliğe sıkı bağlılığı, ona insanüstü
başka varlıkları araştırma, saygı gösterme ve ibadet etme imkânı bırakmamaktadır.
Şahsi yarar ve bencilliklerini beden, şehvet, yeryüzü nimetleri ve maddî çıkarlarla
ilgili doğal istekler oluşturmaktadır. Sanki bir çocuk gibi, anne-babasını kendine ait
isteklerini karşıladıkları için sevse de onlardaki babalık ve anneliğin ifade ettiği
anlamları düşünememekte, baba ve anne oluşun gerisindeki manayı
kavrayamamaktadır. İşte Allah’a ortak koşan insan, kişisel gelişimindeki
durumundan dolayı, görünen varlıkların üstünde, kendisini gözlerin göremediği,
latif ve habir olan, sıfatları tüm üstün hasletleri taşıyan ve bütün varlıkların
yaratıcısı olan Allah’a ibadet ve ihtirama yönelmeyen kişidir. Bu sıfatlar, ibadet
ederek insanca yaşama seviyesine yükselmek ve ahlaki erdemlere sahip olmak
isteyen herkesin yaklaşması gereken sıfatlardır (el-Behiy, 1995:82).
Görülüyor ki Allah’a ortak koşmak, insanı bencilliğe sürüklemekte ve İslam
ahlakındaki temel erdemlerden uzaklaştırmaktadır. Allah’a ortak koşma, ibadeti ve
sonsuz saygıyı Allah’ın dışında, O’nun yarattığı varlıklara yöneltmekten ibarettir.
İnsanların Allah’a kulluk etmeleri, onur ve şahsiyetlerini kırmak için değil, Allah’ın
kendilerini yaratmasına karşılık şükran borçlarını eda etmek içindir. Onurlu ve
şerefli hür bir insan, kendisine verilen nimete karşılık veren ve en azından şükran
borcunu eda eden insandır. Bu da, ahlak bakımından temel bir erdemdir. İnsan,
Allah’ın verdiği nimetlerin karşılığını verebilmesi için, kendisinden sadece Allah’a
başkasını ortak etmemek şartıyla kulluk etmesi, O’na bağlanması istenmiştir(Atay,
1994:35). Hz. Peygamber, birçok hadisinde Müslümanlar için en çok korktuğu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
şeyin şirk olduğunu vurgulamaktadır. Bu hadislerden birisinde Efendimiz şöyle
buyurmaktadır:
“Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki: Kim ki, benim için bir amel yapar da o
amele benden başkasını ortak kılarsa, o amelin tümü ortak kıldığı kimsenindir.
Ben ondan beriyim ve ortağa ihtiyacım olmamakta tekim” (İbn-i Mâce, Zühd:
4192)
Bu hadiste ibadete ortak etmek kesinlikle yasaklanmaktadır. Çünkü bu
riyadır. Riya da, gizli bir şirktir. Örneğin, Allah’a, kendisine göre çok yakın ve sevgili
sandığı biri vasıtasıyla veya onun yanında ve huzurunda olarak onu aklında tutarak
ibadet etmek de, hoş bir davranış değildir. Bunun yanında Allah’tan başka herhangi
bir kimseye Allah’a gösterilen saygının benzerini göstermek de şirktir. Nitekim Hz.
Ali ‘nin şöyle bir sözü vardır:
"Riyakâr insanın iki alameti vardır. O yalnızken amelde gevşektir, insanlar
yanında ise faaldir. Bir amelden dolayı övülürse onu yapar, övülmezse yapmaz."
Herhangi birinin sözünü Allah’ın sözü gibi tutmak ve O’nun yerine koymak da
Allah’a ortak koşmaktır. Bu konuyla ilgili Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır:
“Çoğu Allah’a ancak ortak koşarak inanır ve inancına şirk karıştırır da farkında
olmaz.” Yûsuf/12:106.
“Allah kendisine ortak koşmayı affetmez. Bundan başkasını dilediği kimse için
bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse, büyük bir günah ile iftira etmiş olur”
Nisâ/4:48.
Allah’a ortak koşanın hedefi, sırf bencil kişisel yararlarını gerçekleştirmektir.
Artık o kimsenin mabudu tek değildir, birinden diğerine geçebildiği varlıklar kadar
çoktur. Allah’a şirk koşan, aynı zamanda insan hayatındaki üstün ahlaki ilkeleri de
tanımayandır. Onun Allah’ı inkâr etmesi, bu yüksek erdemleri tanımadığının
kanıtıdır. Nasıl ikiyüzlülük ve fırsatçılık için iman etmişse, şimdi de sırf çıkar ve
bencilliği yüzünden inanmaktadır. Kendiliğinden inanmamaktadır, çünkü döneklik
ve ihanet, onun kötü huyu olmuştur. Kişisel yararını gerçekleştirecek bir yol buldu
mu hemen döneklik ve ihanetten birine kayıvermektedir(el-Behiy, 1995: 82-83).
Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayet bir temel erdemsizlik olan Allah’a ortak koşmayı
şiddetle yasaklamakta ve bunun büyük bir günah olduğunu belirtmektedir. Hz.
Peygamber’in birçok hadisinde de bu konu işlenmektedir. Efendimiz, Veda
Hutbesi’nde de Allah’a ortak koşmayı dört sakıncalı şeylerden ilki olarak
zikretmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Zulüm
Zulüm, toplumdaki
dirlik ve düzeni ortadan
kaldıran bir eylemdir.
Adaletin zıddı olan zulüm, bir şeyi yerli yerine koymamak, hak edenin hakkını
vermemek şeklinde tanımlanmaktadır. Bir başka ifadeyle zulüm, hak yemek, eziyet,
işkence ve baskı kullanmak, adaletsizlik yapmak, haddi aşmak, söz ve fiilde aşırı
gitmek anlamına gelmektedir. Bu anlamda zulmetmek, her türlü kötülük ve
haksızlık yapmayı, başkasının maddÎ ve manevi hakkına tecavüz etmeyi içine
almaktadır. Bir kimsenin hakkı olan vazifeyi ve işi hak etmeyene ve ehil olmayana
vermek, hakkı olanın hakkına tecavüz ve ona zulümdür. Nerede olursa olsun bu,
Allah’ın bir kanunudur. Başkasının hakkını kendine alan veya başkasına veren zalim
olur. Bu haksızlık toplumu ilgilendiriyorsa, hem zulüm hem de hıyanet olur.
Zulüm, toplumdaki dirlik ve düzeni ortadan kaldıran bir eylem olduğu için
İslam ahlakında temel bir erdemsizlik olarak görülmekte ve bundan kaçınılması
emredilmektedir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de zulümden kaçınmakla ilgili çokça ayet
bulunmaktadır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
“Zulmedenler, bilgisiz olarak kötü arzularına uydular. Allah’ın saptırdığını kim
hidayete erdirir? Onlar için herhangi bir yardımcı yoktur.” (Rûm/30:29)
“O zulmedenler, azabı gördüklerinde, artık onlardan azap hafifletilmez, onlara
mühlet de verilmez.” (Nahl/16:85)
Zulüm denilince daha çok akla insanların birbirlerine karşı sergiledikleri
yanlış, kötü ve zararlı davranışlar gelmektedir. Bu yüzden Hz. Peygamber, zulmün
dinen de kötü ve zararlı olduğuna işaret etmiş, mazlumun bedduasının
alınmamasına dikkat çekmiştir:
“Mazlumun bedduasını almaktan kork. Çünkü onunla Allah arasında perde
yoktur." (Buhârî, Zekât: 1, 41)
Veda Hutbesi’nde de zulümden sakınmayı emreden Hz. Peygamber, bu
bağlamda Müslümanın vasfını şöyle tanımlamaktadır:
“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir”
(Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 41).
Büyüklerimiz, zalimlerin zulmünün karanlık bir kuyu olduğunu, dünyanın
küfürle abad olsa da, zulümle abad olamayacağını söylemişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Mevlânâ da, Mesnevî’sinde zulmün bireysel ve toplumsal yönüne işaret
ifadeleri kullanmaktadır:
“İçindeki zalim nefse altolan kişi, delilikten her mazluma düşman olur.”
“Zulüm can sırlarında örtülüyken zalim, tutar da insanların önüne serer onu.”
Mevlânâ, 1983:160-161).
Zulüm, bireysel ve toplumsal huzurun bozulmasında, insanların şeref ve
onurlarının zarar görmesinde en büyük etkendir. Yine zulüm, bir toplumda birlik ve
beraberliğin, dirlik ve düzenin, sevgi, saygı ve sadakatin, barış ve hoşgörünün
önündeki en büyük engeldir. Tarihte birçok ülke ve medeniyetin sırf zulümleri
yüzünden yıkılıp yok olduğu bilinen bir gerçektir. İbn Haldun hususla ilgili olarak
şunları söylemektedir:
“Medeniyetlerin yok oluşundaki en büyük nedenlerden biri, halka aşırı
görevler yüklemek ve onları emeklerinin karşılığını vermeksizin çalıştırmak,
zulüm ve fesat konusunda bundan daha büyük olanı ise, insanların mallarını
ellerinden almaktır.”(İbn Haldun, 1930:240)
Maverdî de bu ifadeleri destekler mahiyette şunları belirtmektedir:
“Yeryüzünü fesada uğratmada ve insanların vicdanlarını bozmada zulümden
daha süratli bir şey yoktur. Zulüm, fıtratı bozulmuş, gönlü kirlenmiş, vicdanı
kararmış insanların bir niteliğidir.”(Mâverdî, 1978:115)
Ahlakçılara göre, zulüm, insanı dinen, aklen ve hikmeten gayet kötü ve çirkin
olan yasaklara sevk ettiği için ahlakın en kötülerindendir. Zalim, her fenalığı, ihanet
ve hainliği, alçaklık ve cinayeti işler. Herkesin hukukuna tecavüz edebilir.
İslam dinine göre, Müslüman olsun veya olmasın hiç kimseye ayrıcalıklı
davranılmaz. Her durumda adalet ilkesine bağlı kalınır. Nitekim adaletin
uygulanması ve zulümden kaçınılması konusunda şu hâdise oldukça anlamlıdır. Hz.
Peygamber zamanında Mahzum oğulları kabilesinden bir kadın hırsızlık yapar.
Kabile üyeleri bu kadını affetmesi için Hz. Peygamber’le kimin konuşabileceğini
araştırır. Fakat bu konuyu ona söylemeye kimse cesaret edemez. Sonunda Üsame
bin Zeyd, Peygamber’den kadını affetmesini ister. Bunun üzerine Resûlullah şunları
söyler:
“İsrailoğulları, aralarından makam ve mevki sahibi kişiler hırsızlık yaparsa
onlara dokunmazlardı. Ama zayıf ve kimsesiz kişiler hırsızlık yaptıklarında
onların ellerini keserlerdi. Eğer hırsızlık yapan bu kadın Mahzum oğullarından
değil de kendi kızım Fatıma bile olsaydı onun da elini keserdim.” (Buhârî,
Hudûd: 11, 12, 14)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Diyebiliriz ki ister fert ister toplum hâlinde olsun zulüm, girilen her türlü
beşerî ilişkide kaçınılması gereken temel ahlaki bir erdemsizliktir. Gerek ferdin
mutluluğu gerekse toplumun huzuru, zulümden kaçınmakla mümkündür. Çünkü
bir toplumda işler yapılması gerektiği şekilde yapılmaz, ehline teslim edilmez ve
hak edenin hakkı verilmezse, o toplumda dirlik ve düzenden bahsetmek mümkün
olmaz. Böylesi toplumlarda; haksızlık, zulüm ve anarşi ortaya çıkar(Kılıç, 1995:48).
Bu konuda şu hadis-i şerif oldukça anlamlıdır:
“İşler ehil olmayanlara verildiği zaman, kıyameti bekleyiniz”(Buhârî, İlim: 2,
Rikāk: 35)
Ünlü şairimiz Namık Kemal, zulmün devlet ve toplum için ne kadar kötü bir
şey olduğunu şu dizleriyle dile getirmektedir:
Bulunmazsa adalet milletin efradı beyninde
Geçer bir gün zemine arşa çıksa paye-i devlet
Kabiliyetsiz kişilere yapamayacakları görevlerin verilmesi, hak ve hukukun
gözetilmemesi demektir. Hak ve hukukun gözetilmediği, adaletin sağlanmadığı
toplumda güven ve itimadın kalmayacağı bilinen bir gerçektir. Böyle bir toplumda
sosyal barıştan söz edilemez. Toplumdaki sosyal barış, zulümden kaçınıp adalete
sığınmakla sağlanabilir. Toplumdaki sosyal barışın garantisi, adalettir. Bunun için
her insanın her türlü beşerî ilişkide adaleti gözetip zulümden kaçınması birinci
dereceden ahlaki bir yükümlülüktür(Kılıç, 1995:47-49).
Fenalık ve Taşkınlık
Fenalık ve taşkınlık başlığı altında Kur’an-ı Kerim’de geçen fuhuş ve münker
kavramlarının açılımını yapacağız.
Cenâb-ı Hak Nahl suresinde şöyle buyurmaktadır:
Fenalık ve Taşkınlık
konusuyla ilgili
animasyonu izleyiniz
“Şüphesiz Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri
(fuhuş), fenalık ve azgınlığı (münker) da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size
öğüt verir.” (Nahl/16:90)
Bu ve başka ayetlerde geçen “fuhuş” ve “münker” kavramları, zina etmeyi,
adam öldürmeyi ve hırsızlığı ihtiva etmektedir. Fuhuş ve münker kavramları, içtimai
suçları ifade etmektedir. Dolayısıyla sonuçları işleyeni aşan ve yaşadığı topluma
sıçrayan suçlar münker olmaktadır. Bu bakımdan Kur’an’da “münker”, toplumun
sakınması gereken bir kötülük olarak zikredilmektedir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
“Siz, iyiye çağıran, marufu emreden ve münkerden men eden bir ümmet olun.”
(Âl-i İmrân/3:104).
“Ey inananlar! Şeytana ayak uydurmayın. Kim şeytanın ardına takılırsa bilsin ki;
o fuhşu ve münkeri emreder.”( Nûr/24:21)
Ayetinde de fuhuş kelimesi ile münker birlikte zikredilmiş, fuhuştan zina
suçu, münkerden de öldürme ve hırsızlığı içine alan genel suçlar kastedilmiştir.
Zina, öldürme ve hırsızlık, sosyal nitelikli suçlar ve erdemsizliklerdir. Bu
suçlar tek bir fert tarafından işlense de ferdi aşmaktadır. Zina iki kişi arasında
işlenen bir fiil olsa da ırza, nesle ve sorumluluğa yönelik bir suç olduğu için sonucu
her iki şahsı da aşmaktadır. Örneğin bu iki kişiden çocuk olmakta çocuğun ise
gerçek yönüyle veya bizzat toplumda babası tanınmamaktadır. Çocuğun babasının
tanınmamış olması, gözetmek ve korumak durumunda olduğu çocuğa karşı
sorumluluğun belirlenmemesine neden olmaktadır. Böylece çocuk, toplumda baba
gözetiminin ve belli bir sorumluluğun dışında büyümektedir. Bu yüzden çocukta
topluma karşı nefret duyguları oluşmaya başlar. Kendisiyle birlikte dünyaya gelen
başkalarına karşı duyguları değişir. Çünkü başkaları dünyaya gayri meşru olarak
değil, meşru yollarla gelmişler, uzun gelişim devreleri içinde tanınan babalarının
gözetim ve desteğini görmüşlerdir. İşte babasını tanımayan çocuğun taşıdığı bu
değişik duygu, itilmişlik ve kakılmışlık duygusudur. Bu andan itibaren şimdiye kadar
sağlıklı bilinen toplum, sosyal bir hastalığa yakalanmıştır ki bu hastalık, itilip kakılan
çocuğun hastalığıdır. İşte bu toplumdaki sağlıksız sonuçlardan dolayı İslam
ahlakçıları iffeti iyi ahlakın esası ve faziletin kaynağı saymışlardır. Onlar, iffet ve
hayâyı herkes için şerefli bir elbise olarak görmektedirler.
Kur’an-ı Kerim, iffet ve hayâyı aile için şart koşmuş, iffetli kalmak için gözleri
haramdan sakınmayı ve zinadan kaçınmayı, evlenerek iffeti korumayı emretmiştir.
Konuşmalarda ölçülü olmak, kötü sözlerden kaçınmak da, iffet ve hayânın devamı
sayılır.
Fuhuş, umumi olarak bütün kötülük ve edepsizlikleri içine almaktadır. Akıl ve
hikmete uygun olmayan, dine ve insanlığa aykırı olan, bütün nahoş fiil ve hâlleri
işleyerek maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi şeylerin kötü ve hoş olmayanını
benimsemektir. Fuhuş, toplumda karışıklık meydana getirmekte, aile birliğini
bozmakta, insanların maddi ve manevi şahsiyetlerini güvensizliğe ve düzensizliğe
sürüklemektedir. O, toplumun manevi temelinin yanında maddi dayanağını da
ortadan kaldırarak insanı köksüz, sahipsiz, yol ortasında bırakmaktadır.
İnsanoğlunun bir aileye dayanması, milleti huzurlu kılacağı gibi, anaya ve babaya
sahip olması da ona toplum içinde güç ve kuvvet vererek şahsiyet
kazandırmaktadır. Fuhuşta, medeniyetin esası olan ilahi, vicdani ve medeni kanuna
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
aykırılık ve ters düşmek vardır. Bu kötülük, namusa, ahlak ve maneviyata zarar
verdiği için ahlakçılar tarafından insan haysiyetine, maddi ve manevi bir saldırı
olarak nitelendirilmiştir. Erkek ve kadınıyla, aile ve toplumuyla sağlıklı ve düzenli
bir toplumun kurulması, ancak iffet ve hayânın geliştirilip yaşatılması, fuhuş ve
zinanın yok edilmesiyle mümkündür.
Adam öldürme de, bir ferdin ve milletin hayatına tecavüz suçudur. Hayatına,
öldürmekle kıyılan kişi, aslında öldürenlerden ayrı birisi değildir. Öldürmenin
yıkımı, toplumun bütün fertlerinin yıkımı demektir. Bu suç yayılınca, toplum bir
bütün hâlinde yıkımla tehdit edilmiş olmakta, düşmanlığın yerleşmesine,
fırsatçılıkla başkalarının malını ele geçirmeye zemin hazırlamaktadır. Kur’an-ı
Kerimin şöyle buyrulmaktadır:
“Kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur.” (Mâide/5:32)
Adam öldürme, toplumdan huzuru kaldırır ve artık kimin ne zaman
öldürüleceği hesabı ve endişesi içinde zehirli bir hayat sürüp gider. Bunun için, iyi
Müslüman, adam öldürmeyi asla düşünemez ve başkasını da buna teşvik etmekten
sakınır.
Hırsızlık suçuna gelince, bu da bir yönüyle fert malına, diğer yönüyle de
çaldığı maldaki insanların menfaatine saldırıdır. İslam’ın malla ilgili görüşü şudur:
İslam mülkü özel bir mülk olarak belirlemişse, bunu başkalarının da menfaatinin
bulunduğu sosyal vazifesini yerine getirmek şartına bağlamıştır. Nahl suresinde bu
husus şu şekilde beyan edilmektedir:
“Allah rızık verirken kiminizi diğerlerine üstün tutmuştur. Üstün kılınanlar,
emirleri altında bulunanların rızıklarını vermiyorlar. Oysa onda hepsi eşittir.
Allah’ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?” (Nahl:16/71)
Hırsız hırsızlık suçunu işlediği an, mal sahibini de, malı olmayan başkalarını
da mahrum etmektedir. Üstelik malı olmayanlar, olanın mülkünden çıkar
sağlamaktadırlar. Burada hırsızlık, içtimai nitelik taşımaktadır.
Buraya kadar anlattığımız üç suçun toplum üzerindeki etkisinden dolayı,
Kur’an bunları kınamış, işlenmemesini istemiş; bunu fuhuş, münker veya sırf
münker ifadeleriyle açıklamıştır. Fuhuş sadece kötülenen bir iş değil, kötülüğün
ulaştığı en son seviyedir. Münkeri yalnızca sağlıklı akıl ve beden reddedebilir.
Münkerin kötülüğü kimseye gizli olmadığından, ışık-karanlık, gece-gündüz farklılığı
kadar açıktır(el-Behiy,1995:253-255).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Emanete Hıyanet Etmek
Emanete riayet, sağlam
bir toplumun
dayanabileceği, hayra
götürücü en güçlü
temellerden birisidir.
Emanete hıyanet etmek, güvenilir insan olmamanın, insanın doğru ve adil
olmamasının doğal bir sonucudur. İslam dini, koymuş olduğu ahlak ilkeleriyle
Müslümanın her konuda güvenilebilen insan olabilmesini sağlamak istemektedir.
Hz. Peygamber Müslümanın güven sahibi olmasıyla ilgili olarak şöyle
buyurmaktadır:
“Müslüman, Müslümanların elinden ve dilinden güvende oldukları kimsedir”
(Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 41)
Emanete riayet, insandaki en yüksek ahlaki sıfatlardan birisidir. Bunun tersi
ise, en büyük erdemsizliktir. Emanete riayet, sağlam bir toplumun dayanabileceği,
hayra götürücü en güçlü temellerden birisidir. Çünkü kendisine bir şey emanet
edilemeyen kimsenin imanından da şüphe edilir. Emanet ve din, iki cihan
saadetinin mucibi açık ve gizli her şeyi bileni razı etmenin sebebidir. Allah’ın bütün
hikmetleri, kullarına birer emanettir ve onlara hiçbir zaman hainlik yakışmaz.
Emanet ve ahitlere riayet, Müslümanın vasıflarındandır. Emanete hainlik etmek ise,
ahde ve emanete sadık kalmayıp ihanet ederek zulüm yapmak anlamına
gelmektedir. Bu yüzden hainler, insanların en şerlileridir(Erdem, 2003:172). Çünkü
Allah’a karşı verdikleri sözlerden, vaatlerden dönmüşlerdir. Onların azapları da
şiddetli olacaktır. Nitekim Cenab-ı Hak, Bakara suresinde bu hususu şu şekilde
beyan etmektedir:
“Onlar öyle sapıklar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler. Allah’ın,
ziyaret edilip hal ve hatırının sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten
vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara
uğrayanlardır.”(Bakara/2: 27)
Hıyanet, çoğunlukla çekemeyen, hırslı ve kindar kimseler arasında meydana
gelmektedir. Hıyanetin açık olanından korunmak mümkün olsa da, kapalı
hıyanetten korunmak oldukça zordur. Hainler hiçbir zaman mutlu olamaz ve refah,
rahat yüzü göremezler(Erdem, 2003:172). Hangi şekliyle olursa olsun hainlik,
dinimizce yasaklanmış ve haram kılınmıştır. Cenab-ı Hak sorumluluğun yerine
getirilmesiyle alakalı olarak şu beyanda bulunmaktadır:
“Verdiğiniz sözü yerine
gerektirir.”(İsrâ/17:34)
getirin.
Çünkü
verilen
söz
sorumluluğu
Hz. Peygamber de güven, itimadın önemine dikkat çekmekte ve şunları
söylemektedir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
“Bir Müslümana ihanet eden, zarar veren yahut hile yapan kişi bizden değildir”
(Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 101-102)
“Bana altı konuda garanti verirseniz, ben de size cenneti garanti ederim.
Birincisi, konuşunca doğru konuşmak; ikincisi, söz verdiğinde sözünde durmak;
üçüncüsü, emanet edilen bir şeyi iade etmek; dördüncüsü, namuslu olmak;
beşincisi, gözleri haramdan korumak; altıncısı, ellere hâkim olmaktır.” (Ahmed
b. Hanbel, V, 323)
Şunu ifade etmek gerekir ki emanete hıyanet eden, Allah’a ve Peygamber’e
hıyanet etmiş olur. Bu yüzden emanete hıyanet, en temel erdemsizliklerden bir
olarak değerlendirilir. Kişiye, geri alınmak üzere verilen para, mal ve eşya emanet
olduğu gibi, görevi kötüye kullanmayıp, onu hakkıyla yapmak da bir emanettir. İşe
gereği gibi riayet etmemek, görevi ehil olmayana vermek birçok kötülüklere sebep
olan bir hıyanettir(Atay, 1994:33). Toplumda her görev, insana bir emanet olarak
verildiği için insan görevinin karşılığı olan hizmetini yapmak zorundadır. Örneğin
devlet memurları, işini ihmal eder veya tembellik yaparsa, hak etmediği parayı
aldığı için bir tür hırsızlık yapmış olur. Hırsız, hırsızlığıyla bir kişiyi zarara sokarken,
devlet memuru görevini ihmal etmekle bütün halkı zarara sokmakta, karşılığı
olarak aldığı parayla da halkın malını çalmış olmaktadır. Bu da toplumun işine ve
malına hainlik yapmak, toplumun düzen ve huzurunu sarsmak anlamına
gelmektedir(Erdem, 2003:172). Toplumun huzursuzluklarının temelinde büyük
ölçüde emanete yeterince riayet etmemek erdemsizliği yattığı için İslam bunu
yasaklamaktadır.
Aldatma ve Yalan
Aldatma ve yalancılık; doğruluğun aksine söz söylemek, olmuş bir olayı
olmamış, olmamış bir olayı da olmuş gibi göstermektir.
Aldatma ve yalan, en büyük kötülüklerden birisidir. Bunun böyle olduğunu
yalancı ve aldatanın kendisi de bilmektedir. Çünkü aldatan ve yalan söyleyen insan,
kendisine aldatıcı ve yalancı denilmesinden hoşlanmaz ve bundan rahatsızlık duyar.
Aldatma ve yalan, çevresinde insanı güvenilmeyen bir konuma düşürmektedir.
Çünkü aldatan ve yalan söyleyenlerin çoğu, haset ve cimri insanlardır. Bu tür
insanlara da hiç kimse haklı olarak güvenmemektedir. Doğru sözlü olmak ne kadar
insani ve ahlaki bir özellik ise, aldatma ve yalancılık da o kadar gayriinsani ve
gayriahlaki bir durumdur. Aldatma ve yalanın gayriinsani oluşu ve ahlaki kötülüğü,
insanlar arasındaki ilişkileri temelinden sarsmasıdır(Kılıç, 1995:126-127). “Doğru
söylemek farzdır” demek, aldatma, yalan, iftira, söz götürmek de haramdır
demektir. Bu şekilde doğruluk, adalet, emanet farzlarını içine alır ve hile
yapmamak, sahtekârlık etmemek, süte su katmamak, çürük mal satmamak, sözünü
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
ve ahdini yerine getirmek manalarına da gelir. Müslümanlık bunları dinin farzları
arasına almıştır(Yörükan, 1998:126). Peygamberimiz buyuruyor ki,
“Kul yalan söylemeye ve yalan söyleme niyetini taşımaya devam edince bir an
gelir ki, kalbinde önce siyah bir nokta belirir. Sonra bu nokta büyür ve kalbinin
tamamı simsiyah olur. Sonunda Allah nezdinde yalancılar arasına kaydedilir”
(Muvatta, Kelâm: 18)
Aldatma ve Yalan ile
ilgili örnek videoyu
izleyiniz
İşte İslam, bu gibi kötülükleri men eder. Kalpte doğruluk; içi başka dışı başka
olmamak, riya yapmamak, aldatmamak, aldanmamak, kimseyi kötü zannetmemek,
hak ettiğini almak gibi şeylerdir. Bir insan komşusuna gösteriş olsun diye fazla
namaz kılarsa en büyük günahı işlemiş olur(Yörükan, 1998:126). Kur’an, bu tür
davranış sergileyenlerin azapla karşı karşıya kalacaklarını ifade etmektedir:
“Bunlar Allah’a inandık derler, fakat inanmış değillerdir. Kalpleri kararmıştır.
Kendilerine bu toprakta fesat çıkarmayın denilince, biz ıslah etmeye çalışıyoruz
derler. Bunlar hidayeti, dalalete satmışlardır, fakat kazançları kendilerine fayda
vermeyecek ve kurtulamayacaklardır.”(Bakara/2: 9,10,11,13)
Ahlakçılar, aldatma ve yalanı ruh hastalıklarından birisi olarak gördükleri için
bu konular üzerinde çokça durmuşlardır. Aldatma ve yalan, bütün şerlerin anası ve
kaynağı, bütün ruhi hastalıkların çıktığı yer, insani ve medeni musibetlerin sebebi
olarak gösterilmektedir. Bu nedenle aldatma ve yalan, ahlaki araştırmaların
başlangıç ve hareket noktasını teşkil eder. Hemen her kötülüğün altında yalan ve
itimatsızlık yatmaktadır. Bunun için de, aldatmakla inanmamak, aynı şey olarak
görülmüştür(Erdem, 2003:112-113). Bundan dolayı Cenab-ı Hak, Hac suresi 30.
ayette yalan söylemekten kaçınmayı emretmekte; Nahl suresi 116. ayette ise,
yalanın hakikatleri ters yüz ettiğini; Âl-i İmrân suresinin 61. ayetinde de, bunun
lanet ve azabın artmasına sebep olduğunu beyan etmektedir.
Aldatmak ve yalan,
bütün şerlerin anası ve
kaynağıdır.
Aldatmak ve yalan konuşmak, beşeri ilişkileri köklü bir şekilde
zedelemektedir. İnsanlar arasında iyi ilişkiler kurabilmenin zorunlu şartı, insanların
birbirlerine güven duymalarıdır. İşte aldatma ve yalan, insanlar arasındaki bu güven
ortamının oluşmasına engel teşkil etmektedir. Karşılıklı olarak birbirlerine
güvenmeyen insanların, sağlıklı ilişkiler kurabilmesi mümkün değildir. Bu yüzden
toplumu meydana getiren fertler arasında sağlıklı ve samimi ilişkiler kurma
imkânını ortadan kaldıran aldatma ve yalancılık, İslam ahlakında kesin bir dille
yasaklanmıştır.
“Yalan uyduranlar, Allah’ın ayetlerine inanmayanlardır. Yalancılar da onlardır.”
(Nahl/16: 105)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Yalanı en büyük günahlardan biri olarak kabul eden Peygamberimiz de şöyle
buyurmaktadır:
“Resulullah, ‘Size günahların en büyüğünü haber vereyim mi?’ diye sorunca, biz
de ‘Haber ver, ya Resulullah’ dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi:
‘Günahların en büyüğü; Allah’a ortak koşmak, anne-babaya asi olmaktır’.
Buraya kadar söylediklerini yaslanmış bir şekilde söylemiş olan Hz. Peygamber
oturdu ve şöyle devam etti: ‘Özellikle yalan konuşmaya, yalan yere şahitlik
etmeye dikkat ediniz.’ Yalancılık ve yalancı şahitlik yapmaktan sakınmak
üzerinde o kadar ısrarla durdu ki hiç kesmeyeceğini sandık.” (Müslim, Kitâbu’lÎmân: 87)
Yalan, insanın kurabileceği her türlü beşerî ilişkiyi olumsuz yönde etkilediği
için özenle kurulmuş manevi çevreye zarar vermektedir. Güvenilen, fikirlerine
itibar edilen insan olma özelliğini kaybettirdiği için şaka olsun diye de yalan
söylemek asla iyi karşılanmamaktadır(Kılıç, 1995:126-128). Nitekim Hz. Peygamber
de bir hadisinde şöyle buyurmaktadır.
“Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söyler;
yazık, yazıklar olsun ona” (Tirmizî, Kitâbu’z-Zühd: 2315)
İsraf ve Cimrilik
Kur’an’da israf, Allah’ı inkâr ederek normal ölçüden çıkmak, Allah’ın dinine
karşı gelerek meydan okumayı sürdürmek manasına geldiği gibi, harcamada
ölçüsüz davranmak anlamına da gelmektedir. Birinci anlamıyla israf, imana karşı
koyarken şiddet göstermek ve Allah’ı inkârda ileri gitmek demektir. Bununla ilgili
Kur’an’da birçok ayet bulunmaktadır. Biz israfın bu anlamını Yunus suresi 83. ayeti
Kerimesiyle belirttikten sonra, diğer anlamı üzerinde duracak ve bunun nasıl bir
temel erdemsizlik olduğunu ortaya koymaya çalışacağız. Kur’an-ı Kerim’de şöyle
buyrulmaktadır:
“Firavun ve erkânının kendilerine fenalık yapmasından korktukları için,
toplumunun az bir kesimi dışında kimse Musa’ya inanmamıştı. Çünkü Firavun
yeryüzünde hâkimdi. O gerçekten müsriflerdendi.” (Yunus/10:83)
Bu ayette görüldüğü gibi Mısır’a hicret edip orayı yurt edinen İsrail
oğullarından Musa’ya inananların az olmasının nedeni, Firavun’un azgınlığından ve
hükmündeki katılığından korkmalarıdır. Firavun’un taşkınlığı, onu müsriflerden,
yani Allah ve risaletine karşı gelmekte ileri gidenlerden olmaya dönüştürmüştür(elBehiy, 1995:265).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
İsraf daha çok, kişinin sahip olmuş olduğu malı ölçüsüz bir şekilde saçıp
savurması anlamında kullanılmaktadır.
“Onlar, sarf ettikleri zaman ne israf ederler, ne de cimrilik; ikisi arasında dengeli
bir yol tutarlar.” (Furkân/25:67)
buyurulmaktadır. Buradaki israf, harcamada ölçüsüzlük anlamınadır. Bunun
delili ise, “Sarf ettikleri zaman” ifadesine, “Cimrilik etmezler” ve “Dengeli bir yol
tutarlar” cümlesinin bitişmesidir. Benzer şekilde Araf suresinde şöyle
buyrulmaktadır:
“Ey insanlar! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin için fakat
israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri sevmez.” (A‘raf/7: 31)
Burada, süslenme, yeme ve içme tabirleri kullanıldığı için israf, ölçüsüzlük
anlamına gelmektedir(el-Behiy, 1995:267).
İsraf, İslam ahlakında yasaklanmış kötü huylardandır. Lüks hayata düşkünlük
müsrifliktir. Kötü ve pis bir hayat yaşamak ise sefihliktir. Kişi malını yerine ve
ihtiyacına göre sarf etmeli, sefahat yerlerinde harcamamalıdır. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de şöyle buyrulmaktadır:
“Mallarınızı sefihlere vermeyin.” (Nisâ /4: 5).
Sefih, cahil, akılsız ve tedbirsiz demektir. Malını lüzumundan fazla harcar,
yiyeceğini ve içeceğini lüzumundan fazla yer, içer ve yedirir; bu, kişinin irade
yokluğudur. Böyle bir davranış şekli, ruhî hastalık ve hafif meşreplik olarak da
vasıflandırılır. İsrafa alışan kimse, parayı ve malı verirken layık olanla olmayanı ayırt
edemez olur; o, insanın ruhunu kötü bir tabiat olarak kaplar, görüşlerinde hafiflik,
iradesinde kusur ve yanlışlıklar baş gösterir(Yörükan, 1998:154; Erdem, 2003:128).
İsraf, sefahati, fakirlik ve
sefaleti artırır ve
sonuçta toplumu yıkar.
Ahlakçılar, israfın sefahati artırıp toplumu yıktığını, fakirlik ve sefaleti, en
sonunda da iflası davet ettiğini, bunun da esaret ve zilleti doğurduğunu ileri
sürmektedirler. Çünkü malı rastgele kullanmak, geçimsizlik doğurup aile düzenini
de yıkmaktadır. Bu hastalık topluma sirayet edince toplumu sarsmakta, malı ve
gücü yok etmektedir(Erdem, 2003:128). Örneğin bunun topluma iki yönden zararı
bulunmaktadır. Birincisi, israf sonucunda fiyatlar artar. İkincisi de, başkalarının
onlardan kâfi miktarda yararlanamamaları ortaya çıkar. Başkasına zarar vermek
haram olduğu gibi, kendisine zarar vermek de haram ve temel bir erdemsizliktir.
İsrafın zıddı ise cimriliktir. Nefis tezkiyesinde insan ahlakını menfi yönde
etkileyen ve kötü bir huy olan cimrilik, dinen veya mürüvvet icabı mal verilmesi
gereken yerden sakınmaya denir. Kendinin ve evinin ihtiyaçlarını yerine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
getirmemek, para biriktireceğim diye çocuklarına ve ailesine, kendine yaraşan
şekilde bakmamak cimriliktir(Erdem, 2003:128; Yörükan, 1998:154). Cimri insanlar,
malı çok sevdikleri için, onu çoğaltıp ellerinin altında bulundurmayı gaye
edinmişlerdir. Onlar, maldaki dinî emirleri ve milli vazifeleri yerine getirmekten
kaçınarak, varislerine bir anlamda hazinedarlık yapmaktadırlar. Cimrilik Kur’an-ı
Kerim’de de yerilmiş ve şeytan işlerinden sayılmıştır:
“Allah’ın, kereminden kendilerine verdiklerini cimrilik gösterenler, sanmasınlar
ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenadır. Cimrilik ettikleri
şey, kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır.” (Âl-i İmrân/3: 180).
Mal, mülk, para vb. şeyler bir şeyi elde etmek için vasıtadır. Hâlbuki cimri,
para ve malı gaye edinmektedir. Bundan dolayı da cimrilik insanı aç gözlülüğe
götürmekte, sahibine zillet ve utanç getirmektedir. Eğer insan kendisini ve ailesini,
mal ve mülkü, parası olduğu hâlde mahrumiyetler içinde yaşatıyorsa, bu insan da
haristir. Böyle bir insan kendine ve ailesine zulmetmektedir. İnsanın serveti ne
kadar olursa olsun, onda fakirin payı da bulunmaktadır. Bunu gerekli yerlere
vermemek, temel bir erdemsizlik olan cimriliktir(Erdem, 2003:128).
İftira ve Gıybet
İftira etmek, bir insanı yapmadığı bir kötülükle suçlamaktır. Bu nedenle iftira,
insana yapılabilecek en büyük haksızlıklardan birisi olarak kabul edilmektedir. Bu
yalanın bir çeşididir.
Yalan insanın kendi iş ve sözleriyle ilgiliyken, iftira başkasıyla ilgilidir. İftirada
büyük bir kötülük vardır. Çünkü bu kötü huy, düşmanlık meydana getirerek
kötülüğün insanlar arasında yayılmasına sebep olmaktadır. Kötülüğü, çirkinliği,
ahlaksızlığı yaymak büyük günahlardandır. Suçsuz ve günahsız insanlar, iftira ile
toplum önünde kötü ve suçlu insan durumuna düşmekte, aile ve arkadaşlarına
karşı zor durumda kalmakta ve hiçbir haksızlık veya kötülük yapmadıkları hâlde
yapmış gibi işlem görmektedirler. Temel bir erdemsizlik olan ve kolayca atılan
iftira, özene bezene kurulan aile yuvalarının yıkılmasına, arkadaşlık bağlarının
kopmasına neden olmaktadır. Bu yüzden iftira, hem tek tek insanlara hem de
topluma karşı yapılabilecek en büyük kötülüktür. Çünkü iftira eden insan, sadece
başkalarına zarar vermekle kalmayıp en büyük zararı farkına varmadan kendine
yapmaktadır. İftira ettiği ortaya çıkan bir insanın, toplum tarafından soyutlanıp
yalnızlığa itilmesi bunun bir göstergesidir. Çünkü kimse böyle bir insanla samimi bir
dostluk kurmaya cesaret edemez(Atay, 1994:29; Kılıç,1995129-130). Kur’an-ı
Kerim’de de iftira, insanın manevi çevresine zarar veren ahlaki kötülüklerden biri
olarak zikredilmiştir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
İftira ve Gıybet, büyük
kötülüklerdir.
“Mümin erkeklerle mümin kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet
edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir.”
(Ahzab/33: 58)
Uzak durulması gereken ahlaki kötülüklerden bir diğeri de insanları
arkalarından çekiştirmek olan gıybettir. Gıybet insanın hoşlanmadığı bir şekilde
anılması, yerilmesi ve kötülenmesidir. İlmi tenkit ile ve kötüleme kastı olmadan
yanlışı söylemek bunun dışında tutulmalıdır(Atay, 1994:30).
“Hatasız dost arayan
dostsuz kalır.”
Şunu ifade etmek gerekir ki arkadan konuşulan şeylerin doğru olması,
konuşan insanı haklı göstermez. Zaten bir insan hakkında yalan şeyleri konuşmak o
insana iftira etmek demektir. İnsanları arkalarından çekiştirmek de, ahlaki bir
kötülüktür. Böyle bir tavır insanlar arasındaki güveni sarsmaktadır. Güven
ortamının sarsılması ise, hem fert olarak insanın hem de toplumun huzurunu
bozmakta, yardımlaşma ve kardeşlik duygularını zedelemektedir(Kılıç, 1995:131).
Hatasız insanın olduğu düşünülemez. Mevlana’nın dediği gibi “Hatasız dost arayan
dostsuz kalır.” Her insanın birtakım hatalarının olabileceğini kabul etmek gerekir.
Bu konuda ahlaki olan tavır, başkalarının hatalarını aramak yerine, kendi hatalarını
düzeltmenin yollarını bulmaktır. Kur’an-ı Kerim’de konu ile ilgili olarak şöyle
buyrulmaktadır:
“Ey inananlar! Zannın birçoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır.
İnsanların günahlarını araştırmayın. Birbirinizi çekiştirmeyin. Sizden biriniz, hiç
ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksinirsiniz. O halde Allah’tan
korkun. Şüphesiz Allah, tövbeleri kabul edendir.” (Hucurât/49:12)
Kibir ve Haset
Kibir ve Haset
konusuyla ilgili video
izleyiniz
İnsanlar arasındaki ilişkileri olumsuz yönde etkileyen temel
erdemsizliklerden bir diğeri de, kibir ve hasettir. Kibrin İslam ahlakında temel bir
erdemsizlik olmasının, Allah’ın kibirli olanları sevmemesinin arka planındaki nedeni
şuna bağlamak mümkündür: İnsanın kibirli olması, kendisine verilmiş olan birtakım
yetileri ve nimetleri iyi değerlendirememesinden, etrafındaki olay ve olguları yanlış
anlamlandırmasından kaynaklanmaktadır. Kibirlenmek, insanın sahip olduğu
değerlerin gerçek sahibini bilmemesinden, kısaca kendisini tanımamasından
kaynaklanmaktadır. İslam’da her şeyin gerçek sahibi Yüce Allah’tır. Allah’ın her
şeyin sahibi olması, hem her şeyin yaratıcı olduğu gerçeğini hem de dünyadaki
düzenin bütünüyle O’nun kontrolü altında olduğu gerçeğini ifade etmektedir. Böyle
bir inanç sistemine sahip olan insanın kibirlenmesi, her şeyden önce inancında
samimi olmaması demektir(Kılıç, 1995:134-135).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
Kur’an-ı Kerim’de kibirle alakalı olarak Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“Kibirlenerek insanlardan yüzünü çevirme. Yeryüzünde böbürlenerek yürüme.
Çünkü Allah, kendini beğenmiş kibirli kimseleri asla sevmez.” (Lokman/31:18)
Hz. Peygamber de bir hadis-i şeriflerinde kibrin ne kadar kötü bir şey
olduğunu şu şekilde ifade etmektedir:
“Kalbinde zerre kadar iman bulunan kimse ateşe girmez. Kalbinde zerre kadar
kibir bulunan da, cennete giremez.”(Müslim, Kitâbu’l-Îmân: 148)
İslam ahlakında temel bir erdemsizlik olan haset ise, kıskançlık demektir. Bu
kötü huy, insanın kendinde olmayan özelliklere sahip olanları çekememesi
demektir. Ahlakçılara göre haset, cehalet ile tamahın bir araya gelmesiyle oluşan
kötü bir huy olup bir tür ruh hastalığıdır. Kalbe ıstırap veren kötü bir davranıştır.
İnsanı hırsa, tamaha, yalana, hata, zulüm ve cinayete sevk eden sebeplerin en
tehlikeli ve tesirlilerindendir. Bazı ahlakçılar, “Allah’ın bazılarına diğerlerinden fazla
verdiği şeyleri temenni etmeyin.” (Nisa/32:54) ayetine dayanarak hasedi, Allah’ın
fiiline bir çeşit itiraz olarak kabul etmektedirler. Dünyada vicdani bir azap olarak
nitelendirilen haset, cehalet ve hırsın birleşmesi olarak ortaya çıkar(Erdem,
2003:126). Kendinde olmayan şeylere sahip olanları kıskanan insan, başka her türlü
kötülüğü yapabilecek bir karaktere sahip demektir. İnsanın sahip olmadığı
güzelliklere sahip olanları kıskanması yerine, o insanlar gibi olmaya çalışmanın adı
hasedin zıddı olan gıptadır. Gıpta, insanı ahlaken olgunlaştırırken haset, insanı
ahlaken küçültmektedir. Bu yüzden İslam dini, koymuş olduğu ahlaki ilkelerle
insanlar arasında sevgi ve saygıya dayalı bir kardeşlik ortamı oluşturmak
istemektedir(Kılıç, 1995:138-139). Haset ve kıskançlık ise, insanlar arasında
kurulması gereken kardeşlik bağlarını zedelediği için dinimiz tarafından şiddetle
yasaklanmıştır. Peygamberimiz, bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
“Birbirinize hiddetlenmeyin, birbirinize haset edip kıskanmayın, birbirinize arka
çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları, kardeş olun.”(Buhârî, Edebu’l-Mufred: 398)
Nifak ve Fitne
Nifak ve Fitne kardeşlik
bağlarına ciddi zararlar
verir.
İslam ahlakının hoş karşılamadığı temel erdemsizliklerden bir diğeri de, nifak
ve fitnedir. Bu iki kötü huy, kardeşlik bağlarına çokça zarar vermektedir. Nifak, iki
yüzlülük anlamına gelmektedir. Bunun da din dilindeki karşılığı münafıklıktır.
Münafık olan insan, konuştuğunda yalan söyler, verdiği sözde durmaz ve emanete
hıyanetlik eder. Bunlar ise, toplumdaki güven ortamının sarsılmasına, kardeşlik
ilişkilerinin ise bozulmasına sebebiyet verir(Kılıç, 1995:140-141). Toplumdaki huzur
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
ve mutluluk, insanlar arasındaki güven duygusundan kaynaklanmaktadır. Verdikleri
sözlerde durmayan, iki yüzlü davranıp nifak çıkaran insanların çok olduğu bir
toplumda birlik ve beraberlikten söz edilemediği gibi, mutluluk ve refahtan da söz
edilemez.
Peygamberimizin dualarından biri şöyledir:
“Allah’ım ayrılık ve nifaktan, ikiyüzlülük ve kötü ahlaktan sana sığınırım.” (Neseî,
Kitâbu’l-İstiaze: 21)
Diğer bir temel erdemsizlik olan fitne ise; ayrılık, karışıklık, kargaşa anlamına
gelmekte olup sıkıntıya, belaya ve düşmanlığa sebep olan şeyleri ihtiva etmektedir.
İnsanları sıkıntıya, belaya düşürmek, karışıklığa sebep olmak, fitne çıkarmak
demektir. Fitne çıkarmak ise Kur’an-ı Kerim’de adam öldürmekten daha kötü bir
davranış olarak zikredilmiştir:
“Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür.” (Bakara/2: 191)
Hz. Peygamber de bir hadisi şerifte şunu ifade etmektedir:
“Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler vardır. Kişi o
fitnelerde mümin olarak sabaha erer, akşama kâfir olur; mümin olarak akşama
erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen
koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı
da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Hz. Adem’in iki oğlundan hayırlısı
olun” (Ebû Dâvud, Fiten: 4259, 4262)
Bu kötü huy, insanların ve toplumların huzurunu kaçırıp anlaşmazlık ve
kavga ürettiği için İslam dinî tarafından şiddetle reddedilmiştir. Fitne, toplumda
tedavisi zor sonuçlar ortaya çıkardığı için bundan kaçınılması gerekir.
Alay ve Hakaret
Alay ve Hakaret ile ilgili
örnek videoyu izleyiniz
İnsanlarla alay edip onlara hakaret etmek de, İslam ahlakının men ettiği
temel erdemsizliklerdendir. Alay ve hakaret, insanın manevi çevresine büyük
zararlar vermektedir. İnsan toplumsal bir varlık olduğu için, kendisinin içinde
yaşadığı toplumda başkalarıyla iyi ilişkiler kurmak zorundadır. İnsanlarla alay edip
onlara hakaret eden kişi, çevresiyle sağlıklı bir ilişki oluşturamaz. Bunun içindir ki
Yüce Allah, şöyle buyurmuştur:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
“Ey iman edenler! İçinizden bir kimse başka bir kimse ile alay etmesin. Belki,
kendileriyle alay edilenler, alay edenlerden hayırlıdır. Kadınlar da diğer
kadınlarla alay etmesinler. Belki berikiler ötekilerden hayırlıdırlar. Birbirinizde
ayıplar aramayın. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın, iman ettikten sonra
kötü bir ad sahibi olmak ne çirkin şeydir. Her kim tövbe etmezse, zalim
kimselerdir.” (Hucurât/49:11)
Yukarıdaki ayette istihza ve eğlenmek haram kılındığı gibi, insanların birbirini
kötülemesi ve kötü lakaplar vermesi de haram kılınmıştır. İnsanları isimleriyle
çağırmak gerekir. Onlara lakaplar takarak çağırmak, onları hakir görmek anlamına
gelmektedir. İslam dini, insanın yaptığı suçtan dolayı gerekli cezaya çarptırılmasını
kabul ettiği hâlde, böyle bir ceza verilen kimseye bile hakaret edilmesini doğru
bulmamaktadır. Suçlu olmak, hakaret edilmeye izin verilmesine sebep olamaz.
İslam’ın bu ilkesi de insana verilen değeri göstermektedir. İnsan suçlu da olsa,
ölüme de mahkum edilse, cezası ona hakaret edilmeden uygulanacaktır(Atay,
1994:33).
Cenab-ı Hak, kötü söz ve hakaretle ilgili olarak şunları buyurmaktadır:
“Allah çirkin ve incitici sözlerin açıklanmasını sevmez. Zulme uğrayanlar hariç.
Allah her şeyi duyucu ve bilicidir. İyiliği açık veya gizli yapar, fenalığı
affederseniz, şüphe yok ki Allah, affedicidir ve hakkıyla kudretlidir.”
(Nisa/4:148-149)
“Sakın yetimi üzme! Yoksula gelince sakın onu azarlama! Rabbinin nimetine
gelince, O’nu minnet ve şükranla an.” (Duha/93: 9-11)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Özet
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
•İslam ahlakında temel erdemsizliklerin başında Allah’a ortak koşmak
gelmektedir. Bu erdemsizlik, kişinin bencilliğini göstermekte ve bu
erdemsizliği sergileyen kişinin onur ve haysiyetini yok ettiğini ortaya
koymaktadır.
•Zulüm, kaçınılması gereken temel erdemsizliklerden bir diğeridir.
Zulüm, toplumdaki dirlik ve düzeni ortadan kaldıran bir eylem
olduğu için İslam ahlakında temel bir erdemsizlik olarak görülmekte
ve bundan kaçınılması emredilmektedir.
•Fenalık ve taşkınlık erdemsizliği, zina, adam öldürme ve hırsızlığı
ihtiva etmektedir. Bu üç erdemsizliğin toplum üzerindeki olumsuz
etkisinden dolayı, Kur’an bunları kınamış, işlenmemesini istemiştir.
•Emanete hıyanet etmek ise, güvenilir insan olmamanın, insanın
doğru ve adil olmamasının doğal bir sonucu olduğu için İslam dini,
koymuş olduğu ahlak ilkeleriyle Müslüman insanın her konuda
güvenilebilen insan olabilmesini sağlamak istemekte, emanete
hıyanet etmeyi şiddetle yasaklanmaktadır.
•Aldatma ve yalancılık, İslam ahlakında doğruluğun aksine söz
söylemek, olmuş bir olayı olmamış, olmamış bir olayı da olmuş gibi
göstermek olduğu için temel bir erdemsizlik diye görülmekte,
yalanın ve aldatmanın her türlüsü yasaklanmaktadır.
•İsraf ve cimrilik, iftira ve gıybet, kibir ve haset, nifak ve fitne, alay ve
hakaret, İslam ahlakında çokça yerilen kötü huylar olduğu için
bunlar da temel erdemsizlikler olarak belirlenen diğer şeylerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Ödev
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
• İslam’daki
temel
erdemsizlikleri,
diğer
kültürlerdeki erdemsizliklerle karşılaştırarak,
ortak noktaları belirtiniz.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında
yer
alan
“ödev”
bölümüne
yükleyebilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1.Sonuçları işleyeni aşan ve yaşadığı topluma sıçrayan suçlar hangi kavramla
ifade edilmektedir?
a)Yalan
b)İftira
c)Gıybet
d)Münker
e)Alay
2.İbadeti ve sonsuz saygıyı Allah’ın dışında, O’nun yarattığı varlıklara intikal
ettirmek diye nitelendirilen temel erdemsizlik aşağıdakilerden hangisidir?
a)Nifak
b)Alay ve hakaret
c)Zulüm
d)Allah’a ortak koşmak
e)Kibir ve haset
3.Kur’an’da, genel olarak zina, adam öldürme ve hırsızlık gibi suçları ihtiva eden
temel kavram aşağıdakilerden hangisidir?
a)Fuhuş
b)Münker
c)Zulüm
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
d)Adalet
e)Müsrif
4.Allah’ın dinine karşı gelerek meydan okumayı sürdürmek anlamına da gelen
temel erdemsizlik aşağıdakilerden hangisidir?
a)Cimrilik
b)Zulüm
c)Kibir
d)Aldatma
e)İsraf
5. İnsanın kendinde olmayan özelliklere sahip olanları çekememesi hangi temel
erdemsizlik başlığı altında incelenir?
a)Zulüm
b)Hakaret
c)Alay
d)Haset
e)Hiçbiri
Cevap Anahtarı
1.d 2.d 3.b 4.e 5.d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akseki, Ahmed Hamdi, (1981), İslam; Fıtri, Tabii ve Umumi Bir Dindir, Ankara, Nur
Yayınları.
Ali, Emir, (2007), İslam’ın Özü, İslam ve Hristiyanlığın Mukayesesi, çev. Ömer Rıza
Doğrul, Ankara, İlahiyat Yayınları.
Ali Bin Emrullah- Muhammed Hadimi, (2009), İslam Ahlakı, İstanbul, Hakikat
Kitabevi.
Atay, Hüseyin, (1994), Kur’an’a Göre İslam’ın Temel Kuralları, İstanbul, Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları.
Aydın, Mehmet S., (1991), Tanrı-Ahlak İlişkisi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Çağrıcı, Mustafa, (1991), Anahatlarıyla İslam Ahlakı, İstanbul, Ensar Neşriyat.
______, (1989), İslam Düşüncesinde Ahlâk, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları.
Çamdibi, Hasan Mahmud, (1983), Şahsiyet Terbiyesi ve Gazali, İstanbul, Han
Yayınları.
Diyanet İşleri Başkanlığı, (2006), İlmihal, I- II, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı.
Draz, Abdullah, (Tarihsiz), Din ve Allah İnancı, İstanbul, Bir Yayıncılık.
______, (1993), Kur’an Ahlakı, çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, İstanbul, İz
Yayıncılık.
El-Behiy, Muhammed, (1995), İnanç ve Amelde Kur’anî Kavramlar, İstanbul, Yöneliş
Yayınları.
Erdem, Hüsameddin, (1978), Ahlâk Felsefesi, Konya, Hü-Er Yayınları.
_______, (1996), Sondevir Osmanlı Düşüncesinde Ahlak, Konya, Sebat Matbaacılık.
_______, (1990), “Dini Ahlak ve İlahi Dinlerden Yahudilik, Hıristiyanlık ve
Müslümanlık’daki Bazı Ahlaki Meselelere Mukayeseli Bir Yaklaşım”, Selçuk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 3.
Fahri Macid, (2004), İslam Ahlak Teorileri, İstanbul, Litera Yayıncılık.
Gazalî, (1981), Kimya-i Saâdet, çev. Ali Arslan, İstanbul, Arslan Yayınları.
_______, (1977), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 3, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir
Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Ahlakında Temel Erdemsizlikler
______, (1975), İhyâu Ulûmi’d-Din, cilt: 4, çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir
Yayınları.
Güngör, Erol, (1995), Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, İstanbul, Ötüken Yayınları.
İbn Haldun, Mukaddime, (1930) Kahire, Ezher Matbaası.
Kandemir, Yaşar, (2008), Örneklerle İslâm Ahlâkı, İstanbul, Nesil Yayınları.
Karagöz, İsmail, (2009), Allah Sevgisi Allah Korkusu, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Kaya, Yunus, (2009),
Yayınları.
Tasavvuf Nefsi Arıtma ve Donatma, İstanbul, Uzakülke
Kılıç, Recep, (1992), Ahlakın Dini Temeli, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
_____, (1995), Ayet ve Hadisler Işığında İnsan ve Ahlak, Ankara, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları.
_____, (2004), Dini Anlamak Üzerine, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Mâverdi, Ebu’l_Hasan, (1982), Edeb’üd-Dünya ve’d-Din, çev. Ali Akın, İstanbul,
Temel Neşriyat.
Naim, Bababzâde Ahmed, (1995), İslam Ahlâkının Esasları, Ankara, Türkiye Diyanet
Vakfı Yayınları.
Öztürk, Hüseyin, (1990), Kınalızâde Ali Çelebi’de Aile Ahlakı, Ankara, Aile Araştırma
Kurumu Başkanlığı Yayınları.
Şekeroğlu, Sami, (2010,. Mâtürîdî’de Ahlak, Felsefi Bir Betimleme, Ankara, Ankara
Okulu Yayınları.
Yeniterzi, Emine, (1997), Mevlânâ Celâleddin Rûmî, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı
Yayınları.
Türkeri, Mehmet, (2004), “Bazı İslam Ahlak Kuramlarındaki Ortak Noktalar”, Dokuz
Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı XIX.
Yakıt, İsmail, (2005), İslam’ı Anlamak, İstanbul, Ötüken Yayınları.
Yaran, Cafer Sadık, (2005), İslam’da Ahlâk’ın Şartı Kaç, İstanbul, Elif Yayınları.
_____, (2010), Ahlak ve Etik, İstanbul, Rağbet Yayınları.
_____, (2011), İslam Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul, Dem Yayıncılık.
Yazgan, Mustafa, (1976), Semavi Dinlerde Ahlak, Ankara, Nur yayıncılık.
Yörükan, Yusuf Ziya, (1998), Müslümanlık ve Kur’an-ı Kerim’den Ayetlerle İslam
Esasları, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM AHLAKINDA
EVRENSEL İLKELER, HAKLAR VE
ÖDEVLER
• İslam Ahlakında Evrensel İlkeler
• İslam Ahlakında Evrensel Haklar
• İslam Ahlakında Evrensel Ödevler
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• İslam ahlakının özünü oluşturan temel ilkeleri kavrayabilecek
• İslam ahlak esaslarıyla ibadet ve inanç esasları arasındaki
ilişkiyi ve bütünlüğü kavrayabilecek
• İslam’ın kendisine tanıdığı haklarını kavrayabilecek
• İslam’ın kendisine yüklediği ödev ve yükümlülüklerini
kavrayacak ve farkına varabilecek
• İslam ahlak ilkelerinden doğan hak ve ödevlerin insanın
yapısına ve yaratılışına uygun olduğunu, yaşanabilirliğini,
kolaylığını kavrayabilecek
• İslam ahlak ilkelerinin, hakların ve ödevlerin belirlenmesinde
Kur’an ve hadislerin yerini ve önemini kavrayabilecek
• Hz. Peygamber’in İslam ahlakının oluşturulmasında ve
yaşanmasındaki rolünü ve önemini kavrayabileceksiniz.
İSLAM AHLAK
ESASLARI
ÜNİTE
9
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
GİRİŞ
Her dinin ahlaki bir yönü vardır. Bütün dinlerde özellikle ilahi dinlerde ahlaki
öğretiler temel öneme sahiptir. Çünkü her din kendi değer sistemiyle beraber var
olur. İman esasları yanında davranış kuralları ve bu kuralların bağlı olduğu ilkeleri
getirir. Bütün dinlerde Tanrı her şeyin olduğu gibi ahlaki değerlerin ve ahlak
kanunun da sebebidir. Bu anlayış dinî veya teolojik ahlak olarak değerlendirilebilir.
İslam kendisini son din olarak gördüğü için Kur’an, geldiği dönemden
dünyanın sonuna kadar bütün insanlığa hitap eden ilkeleri içinde barındırdığı
iddiasındadır. Dolayısıyla bu ilkeler inananlar için hem evrensel hem de ebedîdir.
Kur’an’da yer alan ahlaki ilkeler ve bunlarla ilgili örnekler, hikâyelerden alınacak
derslerin ve verdiği mesajların bütün insanlığa hitap edecek şekilde evrensel ve
ebedî olduğu kabul edilir.
Kur’an’ın ilkeleri dünya-ahiret, inanç-eylem, ruh-şekil bütünlüğü
içerisindedir. Orada iman, ibadet ve sosyal hayatla ilgili ölçüler birbirinden ayrılmaz
bir şekilde iç içedir. Hepsi bir sistemi oluşturur. İslam ahlakı bu sistemin ifadesi,
bunların hepsi olduğu için birisindeki eksiklik ahlaki bir eksiklik olarak karşımıza
çıkar.
İSLAM AHLAKINDA EVRENSEL İLKELER
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler Sorunu
Başlangıç, ilk, kendisinden başka bir şeyin çıktığı temel, neden, ilk neden,
temel düşünce, temel inanç gibi sözlük anlamına sahip olan “ilke”; özellikle ahlak
söz konusu olunca ahlak eyleminin en yüksek kuralları, genel ve nesnel geçerliği
olan yasalar, buyruklar veya yalnızca birey için, kişi için geçerli olan öznel ilkeler
(maxime) anlamına gelir. (Büyük Türkçe Sözlük, http://tdkterim.gov.tr/bts , 09-062011)
Günlük hayatımızda özellikle günümüzde sıklıkla birbiri yerine kullandığımız
ahlak ile etik arasında felsefe dilinde fark vardır. Ahlak ile doğru ve yanlış
davranışlar söz konusu edilirken etik ile bu doğru ve yanlış davranışların ilkeleri dile
getirilir. Ahlak davranışların pratik boyutuna, etik ise teorik kısmına işaret eder.
Dolayısıyla etikle insan davranışlarının ilkeleri, ahlak ile bu ilkelerin bireyler
tarafından uygulanması, hayata geçirilmesi anlaşılır (Billington, 1995: 45-47).
Ahlak felsefesi olarak da isimlendirilen etik kendi içinde birtakım
sınıflandırmalara ayrılır. Doğru-yanlış, iyi-kötü gibi değerleri, belirli durumlarda
insanların nasıl davranması, hangi amaçlar peşinde koşması, nasıl hayat sürmesi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
gerektiğini belirleyen, insanların eylemlerinin ahlaki olabilmesi için kurallar, ilkeler
koyan kısmına normatif etik adı verilir. İnsanlara rehberlik yapan, belli bir hayat
tarzı ortaya koyan normatif etik, etiğin klasik ya da geleneksel bölümüdür.
Normatif etikle uğraşan filozoflar en genel ahlaki ilkeleri tespit etmeye ve ahlaki
yargılara ulaşmaya çalışırlar.
Dini ahlaklar da özü itibariyle yeni bir hayat tarzı teklif ettikleri, yeni ahlaki
ilkeler, değerler ortaya koydukları için normatiftirler yani kural koyucudurlar. İslam
ahlakı da yeni bir ahlak sistemi getirdiği için bu anlamda normatiftir.
Klasik dönem İslam ahlak kaynaklarında genel olarak ahlaki ilkeler kavramı
kullanılsa da bu ilkelerin hangileri olduğuna dair açıklamalardan çok, ahlaki
erdemlere vurgu yapmıştır. Platon ve Aristoteles’in görüşlerine dayanan erdem
ahlakının etkisiyle ahlak kitaplarında erdemler ve erdemsizlikler konuları işlenir.
Felsefi ahlaka karşı olduğu bilinen Gazali gibi düşünürler de bile eski Yunan
düşüncesine ait erdem ahlakının etkisi fazlasıyla hissedilir. Öyle ki Aristoteles’in
erdemler ve rezillikler sınıflandırmasına aynen yer vermiş buna bazı İslami
olduğunu düşündüğü erdemleri ve rezillikleri de ilave etmiştir. Dolayısıyla klasik
dönem İslam ahlakı ister dini, ister felsefi, isterse kelâmî vb. farklı yaklaşım
tarzlarına sahip olsun tümüyle erdem ahlakına dayanır. Orada sanki ahlaki ilkelerle
ahlaki erdemler aynı şeyler gibi takdim edilir. Oysa aralarında fark vardır.
“Erdemler, insanların sahip olduğu ahlaken övülen nitelikler iken; ilkeler, temel
davranış kurallarını belirten önermelerdir.
İlke, belki biraz ilk kavramı ile de bağlantılı görülebilir; o, bir kurallar dizisinin
ilk başta gelen bir veya birkaç ana öğesi, en genel kapsamlı özüdür. Klasik mantık
tabiriyle, ilke cins gibi, kurallar tür gibidir.” (Yaran, 2010: 87-88; Yaran, 2011: 6162) Ancak erdem ile ilke aralarındaki bu farka rağmen birbirleriyle çok yakın ilişki
içindedirler. “Erdem ve ilke vurgu olarak, öncelik ve önem olarak ayrılabilirse de
birbirlerinden tamamen kopamaz ve biri olmadan diğeri gerçek varlık ve işlevini
sürdüremez unsurlardır. Onlar birbirlerini dışlayan ve tek başına var olabilen
cevherler değildir; ama doğal olarak, daha önce belirttiğimiz farkları vardır ve
bunlardan dolayı bazıları önceliği erdeme verirken, Kant gibi bazıları da önceliği
ilkeye verir. Erdem daha önemli ise de, ilke daha önceliklidir. Başka bir deyişle, ilke
olmadan, erdem oluşturmak zordur; erdem hâline dönüşmeyen ilkenin de fazla bir
işlevi ve anlamı yoktur. Dolayısıyla, erdem kadar ilke de önemlidir.” (Yaran: 2010,
88-89, Yaran: 2011, 62)
Allah Kur’an’da adaleti övmüş ve adaleti “iyi” olarak değerlendirmiştir. (Nahl
16/76, 90; Hucurat 9) Dolayısıyla adalet iyi bir değer olarak vahiyle belirlenmiştir.
Bu sebeple “Adaletli olmayı”, “adaletli davranmayı” veya aksi olan “zulüm
yapmamayı” (Nisâ/4:58,135; Mâide/5:8, 42; En’am/6:152; A’raf/7:29; Hud/11:85,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
112; Nahl/16:76, 90; Hucurât/49:9; Rahmân/55:9; Hadîd/57:25) emreden ayetler
adalet değerine uygun davranılmasını gerektiren birer ahlaki ilke konumundadır.
Adalet ise bu ilkeye uyan kişinin sahip olduğu erdemdir.
Benzer şekilde Kur’an ve hadislerde bizden cömert olmamız istenmiştir.
Dolayısıyla “cömert olmak” veya olumsuzu olan “cimri olmamak” ve “savurgan
olmamak” birer ahlaki ilkedir. Cömertlik ilkesinin gereğini yerine getiren insan
cömertlik erdemini kazanmış olur. Eğer bu erdemin gereği olan cömertlik sınırını
aşarsa erdem savurganlık reziletine dönüşür. Eğer savurganlık reziletine sahip
olmamak için gereğinden fazla tutumlu davranırsa bu defa cimrilik reziletine sahip
olabilir. Erdemler özellikle ahlak felsefesinde ortada ve itidalde olmaya işaret eden,
dengede olma durumunu gösteren niteliklerdir.
İslam Ahlakında Evrensel İlkelerinin Kaynağı
İnsanlar günlük hayatlarında davranışlarıyla ilgili pek çok seçimler yaparlar.
Bunu yaparken birtakım ilkelerden hareket ederler. Bu ilkelerin kaynağının ne
olduğu insanın hayata bakış açısını da belirler. Ahlaki ilkeler genellikle dinî ve din
dışı olarak iki gruba ayrılır. Din dışı ahlak ilkeleri akıl, duyu, sezgi gibi doğal insani
nitelikleri esas alarak oluşturulan ilkelerden, davranış (eylem) tarzlarından
oluşmaktadır. Bunun aksine din ile temellendirilen ahlak ilkelerinin kaynağı vahye
dayanan bilgidir. Allah mutlak varlık olduğu için dinî temelli ahlak anlayışlarında
vahiyle belirlenen ilkeler, değerler de mutlaktır. Dolayısıyla Allah’ın vahiyle
bildirdiği zaman ve mekâna göre değişmez, sabit değerlere bağlı olarak ortaya
çıkan ahlak ilkeler evrensel niteliktedir. (Kılıç, 1992: 161)
İslam ahlakında evrensel ilkelerin kaynağı da doğal olarak vahiy yani Kur’an-ı
Kerim ve onun anlaşılmasına yönelik oluşan Hz. Peygamber’in sünnetidir.
“Şüphesiz sen büyük bir ahlak üzerinesin.” (Kalem/68:4) denilerek Kur’an’da
övülen Hz. Peygamber’in ahlakı hakkındaki soruya eşi Hz. Aişe “Onun ahlakı
Kur’an’dı” (Müslim, Müsafirûn: 139; Ebû Dâvud, Tetavvu’: 26; Tirmizî, Birr: 69;
Nesâî, Kıyamü’l-Leyl: 2; İbn Mâce, Ahkâm: 14) şeklinde cevap verirken onun ahlak
kaynağının Kur’an’da öğütlenilen ahlak olduğuna işaret etmiştir. “Resulullah’da
sizin için pek güzel bir örnek vardır” (Ahzab/33:21) ayetiyle de Hz. Muhammed
dinin bütün alanlarında olduğu gibi ahlak konusunda da insanlığa en ideal model
olarak gösterilmiştir.
Şüphesiz Kur’an’daki emir ve yasakları en iyi anlayıp yorumlayan onu getiren
elçidir. Bu sebeple ayetlerdeki ilahî espriyi anlayıp onun gereğini yerine getiren ve
ona göre davranışları sergileyen Hz. Muhammed insan olarak diğer insanlara
örnek, bir prototip oluşturmaktadır. Ancak onun buradaki örnekliği insanüstü bir
varlık olarak görülmesinden, peygamber olmasından değil, insan olmasındandır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
Ayrıca Kur’an hayatın bütünü hakkında dolayısıyla ahlak konusunda da temel
ilkeler koymuş fakat ayrıntılardan bahsetmemiştir. Hz. Peygamber bu ilkeleri
uygularken ve yaşarken bütüne yönelik ayrıntılar da kendiliğinden ortaya çıkar.
Allah rızasına uygun
hareket etmek en
önemli ilkedir.
Kur’an’da ifadesini bulan ahlaki bir toplum ve eylem modeli Hz.
Muhammed’in uygulamalarıyla hayali, ulaşılmaz bir tavsiye olmaktan çıkıp O’nun
şahsında anlam kazanır ve somut bir gerçeğe dönüşür. Bu sebeple İslam ahlak
düşüncesi Kur’an ve onun Peygamber tarafından uygulanması görünümündeki
sünnetle başlar. Bu iki kaynak, dinî ve dünyevi hayatın genel çerçevesini çizmiş,
tutum ve davranışların ilkelerini belirlemiş; böylece daha sonra fıkıhçılar,
mutasavvıflar, hadisçiler, kelâmcılar ve filozoflar tarafından geliştirilecek olan ahlak
anlayışının temelini oluşturmuştur. Kur’an içerdiği diğer konular gibi ahlak
konularını da sistematik bir şekilde ele almamakla beraber eksiksiz bir ahlak sistemi
oluşturacak zenginlikte teorik ve pratik kurallar ortaya koymaktadır.
Kur’an sistematik bir ahlak kitabı değildir. Bu sebeple onda ahlaki ilkeler
arasında önem sıralaması yapılması, önemli daha az önemli vb. gruplandırmaları
söz konusu değildir. Kur’an’daki ahlaki ilkeleri belirlemedeki en büyük sorun
hangilerinin ahlaki hangilerinin dinî olduğunu ayırmaktır. Çünkü bunlar Kur’an’da
çoğu zaman içiçe geçmiş gibidir. Ayrıca ileri de işaret edileceği gibi Allah rızasına
uygun hareket etmek en önemli ilkedir. Dolayısıyla ahlaki olarak nitelenen bir emri
yerine getirmek aynı zamanda dinî bir vecibe, Allah’a itaatin bir parçası ve ibadet
olduğu gibi, çıkar kaygısı vb. kötü niyetlerle yapılan bir davranış görünüşte ahlaki
niteliklere sahip olsa da ahlaki değer taşımaz. (Çağrıcı, 2006: 38-39) Bunun dışında
İslam’ın ahlaki ilkeleri onu ele alan Müslüman düşünürlerin bağlı bulundukları
(felsefe, kelâm, tasavvuf gibi) yaklaşımlara göre farklılık gösterir. İlkeler İslam
ahlakının teorik boyutudur. Onun pratik boyutunu ortaya koyan, hayat geçiren,
ahlak hâline getiren ise Hz. Peygamber’dir.
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler
İlkeler İslam ahlakının
teorik boyutudur.
Kur’an insan için gelmiştir ve onun canının, malının, ırzının, namus, şeref ve
şahsiyetinin korunmasına, dünya ve ahiret hayatının düzenlenmesine yönelik
ilkeleri içerir. Dolayısıyla ortaya koyduğu ilkeler genellikle inanç ve ibadetle ilgili
olduğu kadar ahlaki niteliğe de sahiptir. İslam ahlakının evrensel nitelikte pek çok
ilkesinden söz edilebilir. Ancak yukarıda da işaret edildiği gibi ahlaki ilkeler klasik
ahlak kitaplarında erdemler ve reziletler gibi sıralanmamış, isim olarak tespit
edilmemiştir. Aslında Allah’ın bütün buyrukları birer dinî ilke konumundadır ve
çoğunun ahlaki bir boyutu vardır. Ayrıca İslam ahlak düşüncesi içinde
değerlendirilen dini, felsefi, tasavvufi ve kelami ahlak anlayışlarının kendilerine
göre bir ilke telakkileri vardır. Bu açıdan Kur’an’a dayalı olarak oluşturulma çabası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
gösterilen bu ilkeler farklı ekol ve düşünce mensupları tarafından farklı farklı
yorumlanmıştır. Dolayısıyla bu grupların yaklaşımlarına göre erdemlerin isimleri ve
sayısı değiştiği gibi ilkelerin isimleri ve sayıları da değişiklik göstermektedir. Burada
öncelikle farklı düşünce mensuplarının genel erdem ve ilke anlayışlarınından yola
çıkarak hepsinde ortak olan ve İslam ahlak düşüncesini belirleyen hem dinî hem de
ahlaki niteliğe sahip temel ilkeler ortaya konmaya çalışıldı:
Temel İlkeler
 Özgürlük ilkesi
 Sorumluluk ilkesi
 Eşitlik ilkesi
Özgürlük İlkesi
Özgürlük; insanın bir şeye bağlı olmadan, etki altında kalmadan,
zorlanmadan her türlü dış etkilerden bağımsız olarak kendi iradesi ile kendisini
belirleme, düzenleme, denetleme, yönlendirme, karar verme ve bunlara uygun
eylemde bulunabilme imkânı olarak tanımlanır. Özgürlük insanın doğuştan getirdiği
bir hak olarak da kabul edilir. Dolayısıyla en temel ilke konumundadır.
İslam düşüncesinde genel olarak insanın davranışlarında özgür olduğu kabul
edilir. Bazı mezhep sahiplerinin istisna görüşlerini hariç tutarsak İslam anlayışına
göre insanın Allah’ın sonsuz ve sınırsız külli iradesi yanında cüz’i iradesi vardır. Bu
külli irade insanın cüz’i iradesini kapsamakla beraber insana davranışlarını seçme
özgürlüğünü verir. İnsan bu irade ile iyiyi kötüden ayırıp, doğru olan davranışları
seçer, onun seçtiği bu davranışlar Allah’ın tarafından yaratılır. İnsan bu özgürlük
alanı içinde Allah’ın emir ve yasaklarını anlama, seçme ve seçimine uygun
uygulama gücüne sahip olduğu, dolayısıyla iyi-kötü, doğru-yanlış, helal-haram olan
davranışlardan birisini tercih edip yapabilecek irade ve kudretinin varlığı genel
olarak kabul edilir. İslam anlayışında insan kendi davranışlarını seçme ve
seçimlerini uygulama imkânı vardır. İnsanın ahlaki fiilleri, istediği eylemi seçme ve
seçtiği davranışı yerine getirebilme bakımından çift kademeli fiillerdir. Gazali ’nin
belirttiğine göre iradeli bir fiil seçimli, bilinçli ve amaçlı bir eylem olmalıdır. Çünkü
bir fiilin bizim fiilimiz olması için sadece bizim tarafımızdan yapılması yetmez, aynı
zamanda bizim irademizle yapılması gerekir. Bu fiilin aynı zamanda bilinçli bir
istekle yapılması gerekir. Çünkü bilinçsiz ve bilgisiz bir istekle yapılan bir fiil
gerçekte iradi bir fiil olmaz. (Çağrıcı, 2006: 255) Kur’an’da “…Nefse ve ona birtakım
kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene, nefsini kötülüklerden
arındıran kurtuluşa ermiştir, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”
(Şems/91:7-10) ayetleriyle iyi kötü gibi değerlerin insanın ruhuna ilham edildiğine,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
yani iyiyi kötüden ayırma yeteneğinin ve irade özgürlüğünün Allah tarafından
insana var oluşuyla beraber verildiğine ve “Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı
gelmekten sakınırsanız; O, size iyiyi kötüden ayırt edecek bir anlayış verir ve sizin
kötülüklerinizi örter, sizi bağışlar. Allah, büyük lütuf sahibidir.” (Enfal/8:29) ayetiyle
de seçme gücünün hâlâ daha verilmeye devam ettiğine işaret edilir. Dolayısıyla
insan özgür seçimiyle ve özünde var olan bu değer duygusuyla olgular karşısında
kendisine dönmeli, vicdanına danışmalı ve bu duyguyla davranışlarını seçip
yönlendirmelidir.
Hz. Muhammed’in şu hadisi yine iyiyi kötüden ayrıracak vicdan duygusu ve
irade özgürlüğünün varlığına işaret etmektedir.
“Kalbine sor, vicdanına danış. İnsanlar o konuda sana ne derlerse desinler, sana
neyi teklif ederlerse etsinler, iyi, ondan huzur duyduğu, kalbin onunla dinlendiği
şeydir. Kötü ruhu kaygılandıran ve kalbi titreten şeydir.” (Müslim, Kitâbu’l-birr:
5)
Şu ayetler de insandaki irade özgürlüğünü kanıtlamak için kullanılır:
“İnkâr edenler ile Allah'ın yolundan ve içinde, yerli, misafir bütün insanları eşit
kıldığımız Mescid-i Harâm'dan alıkoyanlar (azabı hak etmişlerdir.) Kim de orada
zulmederek haktan sapmak isterse biz ona elem dolu bir azaptan tattıracağız.”
(Hac/22:25)
“Başınıza her ne musibet gelirse kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de
çoğunu affeder.” (Şûrâ/42:30)
“Semûd kavmine gelince biz onlara doğru yolu göstermiştik. Ama onlar körlüğü
hidayete tercih etmişler ve yaptıklarına karşılık, alçaltıcı azap yıldırımı onları
çarpmıştı.” (Fussilet/41:17)
Ayetlerde bildirildiğine göre insan davranışlarını iradesiyle seçebilmekte ve
bu seçimlerini yapabilmektedir. Allah’ın mükâfat ve cezası da insanların bu
seçimleri sonucunda yaptıklarına göre olmaktadır. Buna göre “İnsan davranışlarını
seçmekte ve seçimlerine uygun olarak yapmakta özgürdür. O hâlde insan doğru ve
iyiyi seçmeli ve bu seçimlerine göre davranılmalıdır. Hak ettiği karşılık buna göre
olacaktır.” temel bir ahlaki ilke olarak dile getirilebilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
Sorumluluk İlkesi
İnsanın özgür olduğunu kabul etmek aslında onun davranışlarından sorumlu
olduğunu da kabul etmeyi gerektirir. Sorumluluk; kişinin özgür iradesiyle bilerek ve
isteyerek yaptığı kendi davranışları veya kendi yetki alanı içindeki olayların
sonuçlarını üstlenmesi anlamına gelmektedir. Bu “İnsanın yaptıklarından sorumlu
olması ve işlenen suç ve mükafaların bireyselliği ilkesi” olarak geniş bir şekilde
ifade edilebilir.
Müslüman için Allah’ın buyruklarına uymak hem dinî hem de ahlaki
sorumluluğu gerektirir.
“İşittik ve iman ettik” (Âl-i İmrân/3:193) ve “İşittik, itaat ettik”
(Bakara/2:285; Maide/5:7) diyen bir mümin Kur’an’ın emirlerine göre uyma
sorumluğunu almış demektir. Kur’an’da yer alan;
“Her kim zerre kadar iyilik işlerse onu bulur, her kim de zerre kadar kötülük
işlerse onu bulur.” (Zulzilet/ 99:8) “İyi eylemde bulunan kendi menfaatine, kötü
eylemde bulunan da kendi zararına çalışmış olur. Ondan sonra da Rabbinize
dönersiniz.” (Câsiye/45:15)
Herkes yaptığının
karşılığını alacaktır.
Ayetlerinde açık bir şekilde dile getirildiği gibi İslam dinine göre Peygamber’ler de
(A’râf/7:6) dâhil bütün insanlar davranışlarından kesin olarak sorumlu tutulmuştur
ve herkes yaptığının karşılığını alacaktır. Bu Allah’ın adaletinin ve vaadinin
gereğidir. Burada işaret edilen sorumluluk şahsi sorumluluktur. Hiçbir kimse bir
başkasının işlerinden sorumlu tutulup, sorgu veya cezaya uğramayacağı gibi
mükâfat da alamaz.
“Hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmez.” (Zümer/39:7; Fâtır/89:18,
En’am/6:164, İsrâ/17:15) şeklinde benzerlerine Kur’an’ın pek çok yerinde
rastladığımız ayetlere göre İslam dinî asli günah teorisini açık bir şekilde reddeder.
Hz. Peygamber’den gelen bir hadise göre İslam dinî çocukların masum, günahsız
olarak doğduklarını daha sonra aileleri tarafından ailelerinin dinine göre
yetiştirildiklerini ve o dinin mensubu olduklarını kabul eder. (Buhârî, Cenâ’iz 79, 80,
93; Müslim, Kader 22-25) İnsan ancak yaptığı iyilik ve kötülüğü başkalarına
bulaştırıyor ve onların da yapmalarına sebep oluyorsa bundan dolayı yani ortaya
çıkan iyilik ve kötülük devam ettiği sürece kötülükteki hissesinden dolayı sorumlu
kabul edilip bunun karşılığını alacaktır. Hz. Muhammed bir hadisinde;
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
“İslam’da güzel bir adet (sünnet) başlatan kimse o yoldan gidenlerin sevabınca
sevap kazanacak, kötü bir adet başlatanlar ise aynı ölçüde günahkâr olacaktır”
demektedir. (Müslim, Zekat: 69, İlim: 15; Nesâî, Zekat: 64; İbn Mâce,
Mukaddime: 14)
Benzer şekilde;
“İnsan öldüğünde amellerini tamamlamış olur; ancak şu üç eseri hariçtir;
faydası devamlı hayır, insanlara yararlı ilim ve geride hayır dua edecek evlat
bırakmak.” (Müslim, Vasiyyet: 14; Ebû Dâvud, Vasâyâ:14)
Sorumluluk şahsi
sorumluluktur.
Hadisiyle de iyiliklerin devamına katkı sağlayan kişinin bunun karşılığını
almaya devam edeceği müjdesini verir. Bunun dışında herkes kendi yaptığı işlerden
sorumludur ve yalnızca onun karşılığı olan mükâfat veya cezayı görecektir. Buna
göre “İnsan özgür iradesiyle seçtiği ve yaptığı davranışlarının sorumluluğunu alır ve
sonuçlarına katlanır. O hâlde insan sonuçlarına katlanacağının bilincinde olarak
sorumluluklarını yerine getirmelidir.” temel bir ahlaki ilke olarak dile getirilebilir.
Eşitlik İlkesi
Bu “eşitlik ve insanlar arasındaki üstünlüğün sadece takva ile ölçülmesi
ilkesi” olarak daha geniş bir şekilde dile getirilebilir. Eşitlik; “ahlaki ve toplumsal bir
ideal olarak, insanların birbirleriyle, aynı insan doğasına sahip olmaları bakımından,
aynı konum ve değerde olmaları hâli; insanların birbirleriyle eş değerde olduğunu,
bundan dolayı insanlar arasında ayrım gözetilmemesi gerektiğini dile getiren ilke”
(Cevizci, 2002:380) olarak tanımlanır.
İslam dîni asli günah
teorisini açık bir şekilde
reddeder.
Allah insana değer vermiş ve Kur’an-ı Kerim’de onu muhatap almıştır.
İnsanın değerini ifade eden ayetlere göre; Allah insanı en güzel tabiatta (yapıda)
yaratmış (Tîn 95/4), insanı şan ve şeref sahibi kılmış (İsrâ 17/70), ona kendi
ruhundan üflemiştir (Hicr 15/29). Bu sebeple insanlığın atası olan ve tüm insanlığı
temsil eden Hz. Âdem karşısında Allah’ın emri gereğince melekler secdeye
kapanmışlardır. Bunun sebebi, Âdem’in bilgiyle donatılıp yeryüzünde Allah’ın halife
olarak yaratılmış olmasıdır (Bakara 2/15-18).
“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi
tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli
olanınız, takva bakımından en üstün olanınızdır.” (Hucurat/49:13)
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık… Ancak, iman edip salih
ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır.” (Tîn/95:4-6)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
Ayetlerinde işaret edildiği gibi Allah insanı bu âlemde en üstün varlık olarak
yaratmıştır ancak bu üstünlüğünü koruması Allah’ın rızasına uygun fiilleri aklını
kullanarak iradesiyle seçmesine ve bu yönde ruhsal bakımdan kendisini
geliştirmesine bağlıdır. Bu şekilde insan meleklerin bulunduğu yüksek mevkilere
çıkabileceği gibi, sadece beslenme, savunma ve cinsellik gibi bedeni duygularını
tatmin etmeye yönelik davranışlar sergileyerek hayvanlık mertebesine de inebilir.
Aklını kullanıp ruhunu temizleyerek kötülüklerden arındıran insanlar takva
erdemini elde ederler ve “Allah’ın yeryüzünde halifesi olma”ya (Bakara/2:30;
Fatır/35:39; En’am/6:165) layık olurlar.
“İnsanlar eşit
olduklarının bilincinde
olarak sadece takva ve
güzel ahlakla Allah’a
yakın olmaya insanlığın
en üst seviyelerine
çıkmaya
çalışmalıdırlar.”
Ayetlerde açık bir şekilde dile getirildiği gibi ahlak ve takva dışında zenginin
fakire, bilginin cahile, bir millet, ırk mensubunun diğer millet, ırk mensubuna,
amirin memura dinî bakımdan herhangi bir üstünlüğü yoktur ve Allah’ın buyrukları
karşısında eşittirler. Bu sebeple Hz. Peygamber hırsızlık yapan zengin ve asil bir
ailenin kızının affedilmesi ricasını “Sizden öncekiler zayıfı cezalandırıp güçlüyü
affettikleri için helak oldular. Kızım Fatıma dahi yapmış olsaydı affetmezdim”
(Buhârî, Hudud: 11, 12, 14, Şehadat: 8, Enbiya: 50, Fedâilu'l-Ashab: 18, Megazi: 52;
Müslim, Hudud: 8) diyerek reddetmiş Allah’ın buyrukları karşısında bütün
insanların eşit olduğunu açık bir dille ifade etmiştir. Dolayısıyla İslam dinine göre
insanların herhangi bir yönden birbirlerine karşı üstünlükleri söz konusu değildir.
Üstünlük sadece Allah katında takva iledir. Bunun derecesini ise insanlar değil
sadece Allah bilir.
O hâlde insanlar eşittir ve birbirlerine göre herhangi bir üstünlükleri yoktur.
Üstünlük Allah katında sadece takva ve güzel ahlakla sağlanır. Bu durum “İnsanlar
eşit olduklarının bilincinde olarak sadece takva ve güzel ahlakla Allah’a yakın
olmaya insanlığın en üst seviyelerine çıkmaya çalışmalıdırlar.” şeklinde temel bir
ilke hâlinde ifade edilebilir.
Ahlaka Özel Somut İçerikli İlkeler
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Kur’an’daki ilkelerin hangilerinin dinî
hangilerinin ahlaki olduğunu tespit etmek zordur. Burada ahlaki olarak verilen
ilkelerdeki ahlak vurgusu diğerlerinden fazla olduğu ve Kur’an’da ahlaki
davranışlara işaret edilirken daha sıklıkla kullanıldığı için ahlaki çerçeveyi
oluşturma, içeriği somut bir şekilde belirleme niteliğe sahip olması bakımından en
öncelikli, en genel ahlaki ilkeler olarak tespit edilmiş ve akılda kalıcılığı kolay olması
için sayı az tutulmuştur. Şüphesiz bu sayı artırılabilir. Ancak ahlaki ilkelere uygun
davranmanın ibadet hükmünde olduğu, aksi davranışların günah sayılıp cezayı
gerektirdiği unutulmamalıdır. Ahlaki niteliği veya vurgusu yüksek olan, somut içerik
sunan, en öncelikli ilkeler şunlar olabilir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler




Niyet ilkesi
Ölçülülük İlkesi
Adalet ve Hak ilkesi
İyilik ilkesi
 Sevgi ilkesi
Niyet İlkesi
İslam ahlak ilkelerinin ilk basamağını niyet ilkesi daha geniş bir ifade ile
“Amellerin niyetlere göre değerlerinin belirlenmesi ve Allah’ın rızasına uygun
hareket etmek” ilkesi oluşturmalıdır. Çünkü bu ilke bütün ahlaki ilkeler için ilk
basamakta hedef koyar, amaç belirler. İlk adımdan son noktaya kadar hep bu niyet
ve amaca dikkat çekilir. Eylemlere başlanılan ilk noktada hem her bir eylem hem de
tüm eylemler için en temel niyet ve amacı gösterir. Bunun için ilk basamaktan
olması daha uygundur.
Niyet “kesin olarak azmetmek, karar vermek, bir şeyi yapmaya içten
bağlanmak” manasına gelir ve her işin başında ortaya çıkar. Ahlak düşünürlerine
göre niyet vazgeçilmez bir ilkedir(Erdem, 2003:73). İslam ahlakçıları da Hz.
Peygamber’in şu hadislerini niyetin davranışlardaki önemine delil olarak
kullanmışlardır.
“Ameller niyetlere göredir. Bir kimsenin niyet ettiği ne ise eline geçeçek olan da
ancak odur.” (Buhârî, Bedyu’l-vahy: 1, İman: 41, Müslim, İmaret: 45; Ebû
Dâvud, Talak: 11; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd: 16; Nesâî, Taharet: 59)
“Allah sizin sûretlerinize (şekillerinize) ve mallarınıza değil, kalplerinize ve
niyetlerinize bakar.” (Ahmed b. Hanbel, II, 285, 539)
Niyetten kasıt ise ihlâsla hareket etmek, yani Allah rızasına uygun
eylemlerde bulunmaktır.
Allah mutlak iyi olduğu için O’nun rızasını kazanmak için yapılan eylemler de
mutlak iyiye layık olmalıdır. Bu sebeple Hz. Peygamber davranışlarda “Allah
rızasının” kazanılmasını hedeflemiştir. O hâlde İslam ahlakında en önemli ilk ilke
Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu kazanmak, en değerli eylem O’nun rızasına uygun
eylem olmaktadır. Bu gaye güdülmeden yapılan bütün davranışlar görünüşte iyi
olsalar bile aslında kötüdürler. Çünkü özündeki yüksek değerler, ahlaki ilkeler
dikkate alınmamıştır. Bu ilk ilkenin niçin önceliğe sahip olduğunun göstergesidir.
Kur’an’ın bazı ayetleri teşvik metoduna uygundur. Ancak insan belli bir ahlaki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
olgunluğa ulaştığında cennet mükâfatını değil, yalnızca Allah’ın rızasını kazanmayı
düşünür. Cennet mükâfatı bu yöndeki davranışın doğal sonucudur.
İslam’a göre insanın işlediği iyi davranışlar bu dünyada ona iyilik olarak
dönerken kötü davranışlarla da kendisine zarar vermektedir. İnsanın yaptığı
iyilikten dolayı sevinç, kötülükten dolayı pişmanlık duymasının da ahlaki ve dinî bir
değeri vardır. Ancak İslam’da bütün ahlaki görevler uhrevi müeyyidelere
bağlanmış, iyilik yapanlara cennete girmek müjdelenirken kötülük yapanların
cezalandırılacakları bildirilmiştir.
İnsan sadece cennette birtakım nimetleri hak etmek veya cehennem
azabından kurtulmak için Allah’ın buyruklarına uygun ahlaki bir hayat yaşamamalı,
bunların çok ötesinde Allah istediği için, O’nu memnun etmeye ve sevgisini
kazanmaya vesile olacağı için bu hayatı tercih etmelidir. Bu sebeple Kur’an ve
Sünnet’te Allah’ı en yüksek derecede sevmek, onun hoşnutluğuna layık olmak ve
O’ndan hoşnut olmak temel ahlaki ilke olarak gösterilmiş, doğru inanç ve temiz
yaşayışın en yüksek gayesinin Allah’ın memnuniyetini kazanmak olduğu
vurgulanmıştır. Bu hoşnutluk düzeyinin artmasını bazı düşünürler Allah’a yakın
olmak (Kurbiyet-aynı olmak veya onunla aynı yerde olmak değil) olarak
değerlendirmişlerdir.
İnsan Kur’an’ın ruhuna (sistemine) uygun bir hayat yaşadığı sürece Allah’ın
ahlakıyla ahlaklanacak ve ruhsal anlamda hem bu dünyada hem de ahiret
hayatında ona en yakın mertebede olacaktır. Aşağıdaki ayetler davranışlarda Allah
rızasını kazanma ilkesine işaret etmektedir:
“Allah’ın rızasını kazanmak arzusuyla ve kalben mutmain olarak mallarını Allah
yolunda harcayanların durumu, yüksekçe bir yerdeki güzel bir bahçenin
durumu gibidir ki, bol yağmur alınca iki kat ürün verir. Bol yağmur almasa bile
ona çiseleme yeter. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Bakara/2:265)
“Onları hidayete erdirmek sana ait değildir. Fakat Allah, dilediğini hidayete
erdirir. Hayır olarak ne harcarsanız, kendiniz içindir. Zaten siz ancak Allah’ın
rızasını kazanmak için harcarsınız. Hayır olarak her ne harcarsanız -hiç hakkınız
yenmeden- karşılığı size tastamam ödenir.” (Bakara/2:272)
“Bir sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı, yahut da insanların arasını düzeltmeyi
emredenleri hariç, onların aralarındaki gizli konuşmaların çoğunda hiçbir hayır
yoktur. Kim bunları sırf Allah’ın rızasını kazanmak için yaparsa, biz ona büyük bir
mükâfat vereceğiz.” (Nisâ/4:114)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
“Binasını takva (Allah’a karşı gelmekten sakınmak) ve O’nun rızasını kazanmak
temeli üzerine kuran kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını çökmeye yüz
tutmuş bir yarın kenarına kurup, onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine
yuvarlanan kimse mi? Allah, zalimler topluluğunu doğru yola erdirmez.”
(Tevbe/9:109)
“Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler. (Yedirdikleri
kimselere şöyle derler:) "Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz. Sizden bir
karşılık ve bir teşekkür beklemiyoruz.” (İnsan/76:8-9)
“Bütün eylemlerinizi
Allah’ın rızasını
kazanmak niyetiyle
yapınız”
Bu ayetlerin yol göstericiliğine göre İslam ahlakında en önemli ilke, bir
eyleme değer katan şey onun “Allah’ın rızasını kazanmak için yapılması”, “en
değerli eylem Allah’ın rızasına uygun eylem” olmaktadır. Bu gaye güdülmeden
yapılan bütün davranışlar görünüşte iyi olsalar bile aslında insanı ahlaki yetkinliğe
ulaştırmaktan uzaktırlar. O hâlde “Bütün eylemlerinizi Allah’ın rızasını kazanmak
niyetiyle yapınız” şeklinde ahlaki bir ilke hâlinde ifade edilebilir. Görüldüğü gibi bu
hem dinî hem de ahlaki nitelikte bir ilke konumundadır. Takva ise bu ilkenin erdemi
olarak ortaya çıkmaktadır.
Ölçülülük İlkesi
Bu ilke insanlara ahlaki ilkeleri elde etme yolunda istikamet ve yöntem
vermektedir. Onun için ikinci basamağa yerleştirilmiştir. İnsanların hedeflerine
giderken hangi yolu tutacakları hangi yöntemi kullanacakları sorusunun cevabıdır.
İslam’da ölçülülük; sınırı aşmamak, aşırı gitmemek, doğru yolda olmak,
dengeli ve ölçülü bir hayat yaşamak hem ahlaki hem de dinî bir ilke konumundadır.
Burada ahlaki ilkeler için hedefe giden istikameti belirlerken ölçülü ve dengeli bir
hayat ile yönteme işaret etmektedir.
Genellikle ölçülülük ahlak felsefesinde iffet erdeminin karşılığı gibi kullanılır.
Oysa Kur’an’da ölçülülük, dosdoğru olmak, itidalli ve dengeli davranmak, haddi
aşmamak olarak ifade edilir. Kur’an’da insanın davranışlarındaki ölçü “sırata’lmüstakim-başka yerlere sapmayıp dosdoğru olmak, doğru yolda olmak” olarak
verilir. Bu aşırılıklardan uzak orta yolda bir hayatı ifade eder.
“ ‘Şüphesiz Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra da dosdoğru olanlara hiçbir korku
yoktur, onlar üzülmeyecekler de.” (Ahkaf/46:13) ayetinde zikredilen “dosdoğru
yolda olmak”, yani ölçülü ve dengeli bir hayat sürmek, Allah’a imandan sonraki en
önemli ahlaki ilke konumundadır. Benzer anlayışın Hz. Peygamber’in hadisinde de
devam ettiği görülür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
Bir sahabe Hz. Peygamber’e gelip “Ey Allah'ın Resulü, bana İslam hakkında
öyle bir bilgi ver ki, bana yetsin ve sizden başka kimseye İslam'dan sormaya hacet
bırakmasın dediğinde "Allah'a inandım de, sonra da dosdoğru ol"” buyurmuştur.
(Müslim, İman, 62; Tirmizî, Zühd, 47)
Kur’an’da doğru yolda olmak insanlara en öncelikli ilkelerden biri olarak
sunulmakta, bir anlamda insanlara gidecekleri istikamet hakkında bilgi
verilmektedir:
“Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet”(Fatiha/1:6)
“(Ey Muhammed!) Bundan dolayı sen çağrıya devam et ve emrolunduğun gibi
dosdoğru ol. Onların heva ve heveslerine uyma ve şöyle de: ‘Ben Allah'ın
indirdiği her kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum.
Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin
işledikleriniz sizedir…" (Şûrâ/42:15)
“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de
dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O yaptıklarınızı
hakkıyla görür.” (Hûd/11:112)
Bu ayetlerin anlamlarına bakıldığında doğru yolda olunması, hak ve adaletle
belirlenen ölçülerin aşılmaması, heva ve hevese uyulmasından sakınılması, doğru
yolda, dosdoğru olmanın gereği olan dengeli, aşırılıklardan uzak bir hayatın
yaşanması açıkça emredilmektedir. Doğru yolda olma emredildikten sonra adalet
ve hak ölçüsüne göre hareket edilmesinin emredilmesi oldukça manidardır. Adeta
doğru yolda olmanın ölçüsü olarak adalet ve hak verilmektedir ki bir üst seviyedeki
ilkedir.
Müslüman düşünürler İslam’ın sırata’l-müstakim anlayışına uygun buldukları
için Aristoteles’den gelen orta-itidal ve bunun gerçekleşmesinden doğan adalet
anlayışını hararetle benimsemişler ve bu konudaki düşüncelerini Platon’un
görüşleriyle birleştirerek Platoncu-Aristotelesçi geleneğin devamı olacak şekilde
geliştirdikleri erdem anlayışı doğrultusunda açıklamaya çalışmışlardır. İslam ahlak
felsefesinde orta noktanın erdemleri, bunun iki yanındaki ucun reziletleri,
erdemlerin itidal noktasında gerçekleşmesinden adalet erdeminin ortaya çıktığı
hatırlanırsa Aristoteles’ten gelen itidalde, dengede olma anlayışının, ölçülü
davranmak olarak niçin Müslüman filozoflar tarafından kabul gördüğü, önemli bir
ahlaki erdeme dönüştüğü daha iyi anlaşılır. Nitekim Osmanlı ahlak düşünürü
Kınalızâde Ali Efendi’ye göre yukarıdaki ayetlerde geçen doğru yol (sırât-ı
mustakîm) ifadesi ahlak felsefesindeki erdem noktası olan itidalde olmak demektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
Ancak ahlak felsefesinde hakiki itidal noktasına ulaşılınca orada uzun süre
durabilmek mümkün değildir. Bu zorluk sebebiyle Hz. Muhammed
“…emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayetini kasdederek “Hud sûresi beni
yaşlandırdı” demiş, yine bu emrin zorluğundan dolayı sufiler ve takva ehli dehşet
içinde kalmışlardır. “Sırat köprüsünün kıldan ince kılıçtan keskin” olarak
tanımlanmasının altında da ölçülü ve dengeli bir hayatı yaşamının ve bunu
sürdürmenin zorluğu yatar. Orta yolun itidal olmasıyla ilgili benzer açıklamalara
Gazali, Nasiruddîn Tûsî ve Celâleddin Devvâni gibi diğer Müslüman ahlak
düşünürlerinin eserlerinde de rastlanır (Oktay, 2005: 286, 290).
Aşırı gitmemek ve ölçülü davranmakla ilgili Kur’an birçok ayet vardır.
Bunlardan ikisi şöyledir:
“Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin.
Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.” (Bakara/2:190)
“Rabbinize alçak gönüllüce ve için için dua edin. Çünkü O, haddi aşanları
sevmez.” (A’raf/7:55)
Hz. Muhammed’in şu hadisleri de aşırıya gitmemeyi tavsiye etmektedir:
“Sevdiğin kimseye karşı duyduğun sevgide aşırılığa kaçma, belki de bir gün o
kimse düşmanın oluverir, düşman olduğun kimseye karşı gösterdiğin
düşmanlıkta aşırı gitme, belki de birgün dostun oluverir.” (Tirmizî, Kitabu’l-birr:
60)
“Allah’ın en çok buğuzettiği insan, düşmanlıkta aşırı gidendir.” (Tecrîd, VII, 387)
Peygamberimiz ahlaki davranışlar kadar ibadetler konusunda da itidal
üzerine olmayı tavsiye etmiş, aşırıya gidilmesinin yasak olduğu ifade etmiştir:
"Ey insanlar, takat getireceğiniz işleri yapın. Zira siz (dua etmekten)
usanmadıkça Allah da sevap yazmaktan usanmaz. Allah'a en hoş gelen amel, az
da olsa devamlı olanıdır."
“Eylemlerinizi seçerken
daima doğru yolu seçin
ve davranışlarınızda
daima ölçülü olun,
sınırı aşmayın.”
Ebu Hüreyre (r.a)'den nakledilen bir rivayette de şöyle buyurmuştur:
"Orta yolu tutun, güzele yakın olanı arayın, sabah vaktinde, akşam vaktinde,
bir miktar da gecenin son kısmında yürüyün (ibadet edin), ağır ağır hedefe
varabilirsiniz. Unutmayın ki sizden hiç kimseye, yaptığı amel, cenneti
kazandırmayacaktır." "Sen de mi (amelinle cennete gidemiyeceksin) ey Allah'ın
Resulü?" diye sorulduğunda "Evet, ben de, Allah affı ve rahmeti ile muamele
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
etmezse ben de!" buyurmuştur. Buhârî ve Nesâî'de gelen bir başka rivayette: "Bu
din kolaylıktır. Kimse (aşırı gayretle) dinî geçmeye çalışmasın, (başa çıkamaz, yine
de yapamadığı eksiklikleri kalır ve) galibiyet dinde kalır" buyrulmuştur. (Buhârî,
Îmân: 16-29, Ezan: 81, Rikāk: 18; Müslim, Salât: 283; Muvatta, Salâtu'l-Leyl: 4)
Bu açıklamalar ışığında “Eylemlerinizi seçerken daima doğru yolu seçin ve
davranışlarınızda daima ölçülü olun, sınırı aşmayın” şeklinde genel bir ölçülülük
ilkesi ortaya konulabilir.
Adalet ve Hak ilkesi
Hedefini ve amacını seçen ve bu yoldaki istikametini ve yöntemini belirleyen
insanın varacağı ilk durak adalet ve hak ilkesidir. Bir önceki ilkede dile getirildiği
gibi insan davranışlarında ölçüyü belirlerken adalet ve hak ilkesine göre hareket
edilecektir. Bu sebeple adalet ve hak ilkesi bir üst seviyeyi gösterir.
Adalet ve hak birbirlerinden ayrılmazlar, birinin olduğu yerde diğerinin
varlığı söz konusudur. Adalet insanın hakkına riayet etmektir. Her şeyi yerli yerine
koymak, hak edene hakkını vermek olarak tanımlanan adalet ahlakın en önemli
ilkelerinden birisidir. (Çağrıcı, 2006-1: 157) Hak da adalet kavramıyla beraber
içerikli ilkeler arasında değerlendirilir. (Yaran, 2010: 115) Adalet hem tasavvuf hem
de kelâmcılar için de ahlaki ilke konumundadır. Ragıb el-İsfâhanî adaleti dinin
ahlaki ilkelerinden sayar. (İsfâhânî, 2003: 53) Mutezile için de adalet beş esastan
birisidir ve diğerini de kapsayan en önemli ilke konumundadır. İnsanlar arasında
haksızlık etmemek, adaletli davranmak İslam’da önemli bir ortak ilkedir.
Hak, insanın ilişkili olduğu bütün varlık alanlarını kuşatan, kapsayan, onlarla
ilgili ilişkilerini, eylemlerini düzenleyen, ahlaki davranışın en temel ilkesi
konumundadır. (Yaran, 2010: 115-116) Toplum içersinde yaşayan bir canlı olarak
insanın huzuru ve mutluluğu kazanması ancak diğer insanlarla olan ilişkilerinde hak
ve adalet ilkesinin gerektirdiği eylemleri yapması, adaletli davranmayı bir hayat
felsefesi hâline getirmesiyle mümkündür. Bu insanın tüm hayatını kuşatan bir
perspektifi gerektirmektedir. Bu ilke teorik bir ilke olmanın ötesinde insanın günlük
ihtiyaçlarını karşılama noktasında, günlük alışverişinde, ticari hayattaki
eylemlerinde karşısına çıkmaktadır. İşte tam bu nokta da Kur’an insanlara uyarıda
bulunmaktadır:
“Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın.” (Rahmân/55:9)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
“Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. İnsanların eşyalarını
(mallarını ve haklarını) eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık
çıkarmayın.” (Hûd/11:85)
“Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın.
Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. Biz herkesi ancak gücünün yettiği kadarıyla
sorumlu tutarız. (Birisi hakkında) konuştuğunuz zaman yakınınız bile olsa adil
olun. Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte bunları Allah size öğüt alasınız diye
emretti.” (En’am/6:152)
Kur’an’da adalet konusunda ticari hayatın yanı sıra öne çıkan yönlerden bir
diğeri ise yukarıda değinildiği şekilde toplumsal bir canlı olan insanın adaletle
yönetilmesi ve yönetmesi üzerinedir. Bu konudaki ayet ve hadislerin zenginliği
daha sonraki dönemlerde zengin bir ahlaki edebiyat örneği olan siyasetnamelerin
yazılmasına vesile olmuştur.
Şu ayetlerle de adalet açıkça yapılması emredilen bir ahlaki ilke olarak
belirlenmiştir:
“Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında
hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor…” (Nisâ/4:58)
“…Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz
çevir… Eğer hükmedecek olursan, aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah, âdil
davrananları sever.” (Mâide/5:42)
“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik
eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin.
Âdil olun…” (Mâide/5:8)
“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik
eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz, sakın ha sizi adaletsizliğe itmesin.
Âdil olun…” (Mâide/5:8)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
“Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin.
Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi
aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle
düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever.”
(Hucurât/49:9)
“Akrabaya, yoksula ve yolda kalmış yolcuya haklarını ver, fakat saçıp
savurma.” (İsra 17/26)
“Yarattıklarımızdan, hakka sarılarak doğru yolu gösteren ve hak ile
adaleti gerçekleştiren bir topluluk vardır.” (A’raf/7:181) .
Bu ilkenin olumsuz yönü olan haksızlık ve zulümün varlığına da Kur’an’da
şöyle işaret edilmiştir:
“Aranızda birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların
mallarından bir kısmını bile bile günaha girerek yemek için onları hâkimlere
(rüşvet olarak) vermeyin.” (Bakara/2:118)
“Her hak sahibine
hakkını verin ve adaletin
gerektirdiği şekilde
eylemde bulunun.”
“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak ve ancak karınlarını
doldurasıya ateş yemiş olurlar ve zaten onlar çılgın bir ateşe (cehenneme)
gireceklerdir.” (Nisa/4:10) ayetleriyle de haksızlık yapmak yasaklanmış, benzer
şekilde “…Sizden kim de zulüm ve haksızlık ederse, ona büyük bir azap tattırırız.”
(Furkan/25:19) ayetiyle de zulüm haksızlıkla eş tutulmuş; "İman edip salih ameller
işleyenlere gelince, Allah onların mükâfatlarını tastamam verecektir. Allah zalimleri
sevmez." (Al-i İmran/3:57) “Bir kötülüğün karşılığı, onun gibi bir kötülüktür (ona
denk bir cezadır). Ama kim affeder ve arayı düzeltirse onun mükâfatı Allah'a aittir.
Şüphesiz O, zâlimleri sevmez.” (Şura/42:40) ayetleriyle de zulüm yapan zalim
insanları Allah’ın sevmediği açık bir şekilde ifade edilmiş; “…İyi bilin ki zâlimler,
sürekli bir azâp içindedirler.” (Şura/42:45) ayetleriyle zulüm yapanların
cezalandırılacağı belirtilerek zulüm yapmamak gerektiğine işaret edilmiştir.
Adaletin olmadığı veya hakkın yerine gelmediği yerde haksızlık ve zulüm ortaya
çıkar.
Bu ayetler ışığında adalet ve hak “Her hak sahibine hakkını verin ve adaletin
gerektirdiği şekilde eylemde bulunun” şeklinde genel bir ilke hâline getirilebilir.
İyilik
Ahlakta esas olan ve ahlakı ahlak yapan iyilik ilkesidir. Hak ve adalet ilkesinde
hukuk ve ahlak aynı düzeydedir. Oysa ahlak insanı hukukun bıraktığı yerden alır ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
insanı kâmil, mükemmel ve yetkin olmaya yönlendirir. Bu da iyiliğin amaçlamasıyla
gerçekleşir. Ahlakın kendisine özgü konusu ve merkezi kavramları iyilik ve
kötülüktür. “İyilik, vermen gereken bir hak veya yerine getirmen gereken bir ödev
olmadığı hâlde, kendisinden fedakârlıkta bulunarak, fazladan ve karşılık
beklemeden başkalarının lehine yaptığın takdire şayan davranışlardır. Ahlakın
insanda geliştirmek ve sürekli kılmak istediği özellik budur.” (Yaran, 2010: 116-117)
Hilim, tevazu, doğruluk, hayâ gibi pek çok ahlaki erdem ve değerler iyilik yapmak
elde edilir. Dolayısıyla pek çok erdem ve değerin ortaya çıkması bu ilke ile
gerçekleşir.
Kur’an’da Türkçe’ye iyilik olarak çevrilen ve aralarında küçük farklar
bulunmasına rağmen aynı ahlaki değerin ifadesi olan ve aynı ilkeyi ifade eden birr,
hayr, hasene, maruf, salih amel kelimeleri mevcuttur.
Kur’an’da iyiliğin dar bir anlama sahip olmanın ötesinde iman, ibadet ve
ahlaki eylemlerin tümünü içeren ve Allah’a yaklaştıran bütün davranışları kapsayan
geniş bir anlamı olduğuna şu ayetle işaret edilmektedir:
“İyilik (birr), yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir.
Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman
edenlerin; mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara,
yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere
verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında
sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda
(direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır.
İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların (takva)da kendileridir.”
(Bakara/2:177)
Kur’an’da iyiliğin (birr)’in yapılmadığında ortaya çıkan olumsuz durum
kötülük (ism) olarak tanımlanmıştır:
“İyilik (birr) ve takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) üzere yardımlaşın. Ama
kötülük (ism) ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın. Allah'a karşı gelmekten
sakının. Çünkü Allah’ın cezası çok şiddetlidir.” (Mâide/5:2)
Hz. Peygamber de “Size doğruluğu tavsiye ederim. Doğrulukla iyilik (birr) bir
bütündür ve bu ikisine sahip olanlar cennetliklerdir.” hadisinde iyiliğin yapılmasını
tavsiye etmektedir. (Çağrıcı, 2006-1: 62) Kur’an’da iyilik olarak çevrilen bir diğer
kelime maruftur. İslami kaynaklarda genelikle “iyi ve doğru kabul edilen inanç,
düşünce ve davranışlara tek kelime ile işaret edilmek istendiğinde en çok maruf
kelimesi; yanlış, İslam dinine yabancı, Müslüman toplum tarafından yadırganan
inanç, düşünce ve davranışlar için de –bazen- fahşa ile birlikte –münker kelimesi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
kullanılmaktadır.” Maruf olumsuz anlamı münker kelimesiyle beraber “emr-i bi’lmaruf nehiy ani’l-münker” (iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek” şeklindeki
kalıbıyla Kur’an’da ayetlerde geçmekte (Al-i İmran/3:104, 110, 114; A’raf/7:157;
Tevbe/9:71,112; Lokman/31:17) ve iyiliklerin yayılması ve yaygınlaşması, kötülüğün
önlenmesi, erdemli bir toplumun oluşturulması için İslam toplumunda ortak bir
şuur oluşturulmasına yönelik ilkelerden birisi olarak kabul edilmektedir. (Çağrıcı:
2006-1, 62-64)
Kur’an’da ayrıca hayr ve hasene kelimeleri de iyilik anlamında
kullanılmaktadır. “İyi hal ve hareketler ile hoşa giden, ulaşılmak istenen nimet ve
imkânlar için kullanılan ahlaki bir terim olan hasene kelimesi hem genel olarak iyi
fiilleri veya özel bir fiilin iyilik niteliğini hem de amaçlanan, özlenen, elde edilmek
istenen iyi durumları ifade etmek üzere kullanılır; bu kullanımıyla hayır ve maâruf
kavramlarının, aynı şekilde olumsuz manası olan seyyie de şer ve münker
kavramlarının eşanlamlısı olarak kabul edilebilir. Ancak hayır daha çok fiilin veya
amacın bizatihi iyilik vasfını, maruf da bunların beğenilen ve genel kabul gören
yönünü açığa çıkarırken hasene bir fiil veya gayenin hoşa giden, tatmin eden, göz
ve gönül okşayan, hayranlık uyandıran yönünü ifade eden ve böylece, ahlak
alanında kullanıldığında, ahlakın estetikle ilgisini çağrıştırır.” (Çağrıcı: 2006-1, 6566)
Aşağıdaki ayetler hasene ve hayır kelimelerinin iyilik anlamında kullanımına
örnektir:
“Şüphesiz Allah (hiç kimseye) zerre kadar zulüm etmez. (Yapılan) çok küçük bir
iyilik (hasene) de olsa onun sevabını kat kat arttırır ve kendi katından büyük bir
mükâfat verir.” (Nisa/4:40)
“İyilikle (hasene) kötülük (seyyie) bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav.
Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir
dost oluvermiştir.” (Fussilet/41:34)
“Ey iman edenler, rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin ve hayır işleyin ki
kurtuluşa eresiniz.” (Bakara/2:77)
“Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Kendiniz için her ne iyilik (hayır) işlemiş
olursanız, Allah katında onu bulursunuz. Şüphesiz Allah bütün yaptıklarınızı
görür.” (Bakara/2:110)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
“Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: Hayır olarak ne
harcarsanız o, ana-baba, akraba, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar içindir.
Hayır olarak ne yaparsanız, gerçekten Allah onu hakkıyla bilir.” (Bakara/2:215)
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten
men eder ve Allah’a iman edersiniz. Kitap ehli de inansalardı elbette kendileri
için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler de var. Ama pek çoğu fasık
kimselerdir.” ( Âl-i İmrân/3:110)
“Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler. Kötülükten men
ederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar salihlerdendir.” (Âl-i
İmrân/3:114)
Kur’an’da hasene ile aynı kökten gelen ihsân kelimesi de iyilik olarak
çevrilmektedir. İyilik yapmak, iyi bir iş yapmak, bir işi, bir davranışı, bir ödevi en
güzel şekilde yapmak anlamlarına gelir. Ancak onun daha özel bir anlamı vardır.
Cibril hadisinde ihsânın ne olduğunu soran Cebrail’e Hz. Peygamber “Allah’ı görür
gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen onu görmesen de o seni görüyor” (Buhârî,
İman, 37, I,18.) Karşılığını vermiştir.
“Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini
unutma. Allah’ın sana iyilik (ihsân) yaptığı gibi sen de iyilik yap ve yeryüzünde
bozgunculuk isteme. Çünkü Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas/28:77)
“Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı (İhsan), yakınlara yardım etmeyi
emreder; hayâsızlığı, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye
size öğüt veriyor.” (Nahl/16:90)
Adalet konusunda yukarıda da yer verilen bu ayete göre birisine hakkı olanı
vermek adaletin gereğidir. Ancak ayette ihsân ile de verilmesi emredilmektedir.
Dolayısıyla adalet emri gereği insan başkalarının canına kıymaz ama ihsân emri
gereği başka insanların hayatını da kurtarmaya yönelir. Adalet emri başkalarının
malına dokunmayı yasaklar ama ihsân (iyilik) emri başkalarına kendi malından pay
vermeyi emreder. (Akseki, 1991: 234) Bu ayet adalet ilkesi ile iyilik ilkesi arasındaki
düzey ve ahlaki bakımdan yetkinlik farkını açık bir şekilde göstermektedir.
Dolayısıyla muhsin kavramı bu şuurla ibadet eden, yaptığı iyilikleri Allah
görüyormuşçasına, ibadet aşkıyla en güzel, en iyi biçimde fedakârca yapan insan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
anlamındadır ve ayette onların takva ehli ile beraber Allah katında olduğuna işaret
edilir:
“Şüphesiz Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanlar (takva ehli) ve iyilik
yapanlarla (muhsin) beraberdir.” (Nahl/16:128)
Kur’an’da sık sık “inanlar ve salih amel işleyenler” (Bakara/2:62; Nisa/4:24;
Hac/22:50; Ankebut/29:9; Talak/65:11; İnşikak/84:25; Buruç/85:11; Tin/95:6;
Beyyine/98:7) ayetleri yer almaktadır. Arapçada saluha fiili iyiye ve güzel doğru
giden ve gittikçe yükselen bir kavisi ifade etmektedir. Hem kendisine hem de
topluma yararlı olan anlamında çift kutuplu bir fiildir. (Yakıt, 2005: 91)
İslamın kabul ettiği, onayladığı, beğendiği eylemleri ifade etmek için
yukarıda iyi anlamına gelen kelimelerin hepsi aynı manaya gelse de özellikle salih
amel kavramında kanaatimizce biraz farklılık vardır. Salih amel yukarıda iyi
anlamına gelen bütün kavramların kuşatan bir anlam genişliğine sahiptir. Zıddı
amel-i seyyie’dir. Kur’an’ın ifadeleri ve bunların somutlaşmış örneği Hz.
Peygamber’in davranışları incelendiğinde salih amelle ahlaken iyi, bilgi bakımından
olgulara uygun, estetik açıdan da güzel olan bütün davranışları kapsadığı görülür.
Bu üç özelliği bünyesinde barındıran davranışlar “salih amel” statüsündedir.
Kur’an ve onun uygulayıcısı Hz. Peygamber salih amel ile davranışların
sadece iyi, doğru, helal olmasını değil güzelle estetik bir değerde taşımasını arzu
etmektedir. Bu sebeple iman ve salih amel birlikte değerlendirilmekte ayetlerin
devamında, imanın gereği olarak salih amelleri yapan kişilere verilecek çeşitli
mükafatlardan, cennet nimetlerinden söz edilmektedir. Salih amelleri yerine
getirmek, salihlerden olmak bir anlamda Kur’an’da idealize edilen insan tipinin
gerçekleşmesidir, zirve hâlidir. Nitekim diğer Peygamber’lerin de salihler
zümresinde yer almak için dua ettikleri Kur’an’da şu ayetlerle ifade edilir: (Yakıt,
2005: 90) Hz. İbrahim “Ey Rabbim! Bana bir hikmet bahşet ve beni salih kimseler
arasına kat.” Şuara/26: 83) derken Hz. Süleyman duasında;
“Her zaman, az da
olsa iyilik yapın,
hiçbir zaman, az da
olsa kötülük
yapmaktan kaçının.”
“…Ey Rabbim! Beni; bana ve ana babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve
razı olacağın salih ameller işlemeye sevk et ve beni rahmetinle salih kullarının
arasına kat!” (Neml/27:19)
Hz. Yusuf duasında;
“Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin ve bana sözlerin yorumunu öğrettin. Ey
gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin. Benim canımı
müslüman olarak al ve beni iyilere (salihlerin) kat.” (Yusuf/12:101)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
Ve Hz. Muhammed’in “iyiliği ile sevinen, kötülüğü yüzünden üzülen insan
mümindir.” (Tirmizî, Fiten: 7; Ahmet b. Hanbel, I, 18, 26, III, 414) hadisinde yaptığı
iyilikten dolayı sevinmek, kötülükten dolayı üzülmek imanın göstergelerinden birisi
olarak takdim edilir.
Kur’an’ın çeşitli kavramlarla farklı niteliklerine vurgu yaparak işaret ettiği
iyilik “her zaman, az da olsa iyilik yapın, hiçbir zaman, az da olsa kötülük
yapmaktan kaçının” şeklinde ahlaki ilke olarak dile getirilebilir.
Sevgi
Ahlaki ilkelerin önemli bir basamağını da sevgi ilkesi oluşturur. Sevgi ilkesi
iyilik ilkesini mükemmelleştiren, onu adalet ve ödev gereği yapılan kuru bir
eylemler dizisi olmaktan çıkaran bir yetkinlik ilkesi konumundadır. Ahlakın temel
ilkesi iyiliktir ama sevgiden yoksun bir iyilik ilkesi tatsız tuzsuz bir yemek gibidir.
Ahlakta adalet ve hak ilkesi zorunluluk, iyilik yeterliliği temsil ederken sevgi ilkesi
yetkinlik durumunu temsil etmektedir. (Yaran, 2010: 118-119)
Sevgi ahlaki bir ilke olarak insanları sevgi ile bencillik, hırs, tamahkârlık gibi
olumsuz ahlaki duygulardan arınır ve olumlu ahlaki niteliklere sahip kılar. Sevgi
adalet, iyilik ve ölçülülük gibi diğer ilkelerin daha iyi yerine getirilmesine yardımcı
olur. İnsanlar arasında güven, saygı, merhamet, cömertlik, yardımlaşma, hoşgörü,
ayıpları örtmek, zulmetmemek, bozgunculuk yapmamak gibi diğer ahlaki
değerlerin oluşmasını sağlar. Sevgisiz hak ve adalet, iyilik ilkeleri yetkinlikten uzak
olacaktır. Bu sebeple Kur’an’da çeşitli örneklerle Allah’ın kullarına, kulların Allah’a
ve kulların birbirine karşı sevgisi övülmüş, Müslüman olmanın gereği olarak kabul
edilmiştir.
“Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da
gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden
dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde
bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden,
hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr/59:9)
ayeti insanların sevgi dolayısıyla verdikleri şeylerden rahatsız olmadıkları
bencillikten arınıp fedakârlık yaptıklarına işaret edilmektedir.
Müslüman filozoflar da sevgiyi insanlar arasında birlikte yaşamanın getirdiği
sorunların ortadan kaldırılması ve düzenin sağlanması için en önemli ilke olarak
düşünmüşlerdir. Sevgi fedakârlığı gerektirir. Kişi sevdiği insan kendisinin istediği
şeyi arzularsa onu sevdiğine vermek ister, kendisi yerine onun arzusuna
kavuşmasını diler. Bu sebeple filozoflar sevgi ile adalet arasında bir karşılaştırma
yaparlar ve sevgiyi adaletten üstün tutarlar. Çünkü sevgi tabii birliğe benzer. Adalet
ise yapma bir birliktir. Adalet ikilik meydana geldikten sonra olur. Oysa sevgi ikiliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
kaldırıp birliği gerektirir ve hakiki birlik olan Allah’a ulaşma imkânını verir. İbn
Sînâ’nın da içinde olduğu bazı filozoflar sevginin sadece insana özgü olmadığını
bütün varlıklar için söz konusu olduğunu, hava, su, toprak ateş gibi basit
unsurlardan gökyüzündeki gezegenlerin hareketine kadar bütün varlıklardaki
hareketlerin sevgi ve aşkla meydana geldiğini belirtmişlerdir. (Oktay, 2005: 477478) Bu yaklaşım tarzından dolayı sevgi/ilahi sevgi ile bunun daha ileri boyutu olan
aşk ve ilahi aşk kavramları Kur’an’da yer almamasına rağmen İslami literatürde
önemli bir yere sahip olmuştur.
Aşağıdaki ayetler ve hadislerde sevgi ile iman arasında bir ilişki kurulduğu ve
sevginin imanın bir göstergesi olduğuna işaret edilir.
“İnanıp salih ameller işleyenler için Rahmân, (gönüllere) bir sevgi koyacaktır.”
(Meryem/19:96)
“Ola ki Allah sizinle, içlerinden düşman olduğunuz kimseler arasına bir sevgi (ve
yakınlık) koyar. Allah, hakkıyla gücü yetendir. Allah çok bağışlayandır, çok
merhametlidir.” (Mümtehine/60:7)
“Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve
aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin)
delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler
vardır.” (Rûm 30/21)
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine
öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler...” (Maide
5/54)
İnsanların birbirini sevmesinin Allah sevgisi ve imandan kaynaklandığını
belirten hadislerden bazıları da şunlardır:
“Birbirinizi ve bütün
varlıkları Allah için,
ondan dolayı seviniz,
hiçbir varlığa zulüm
etmeyiniz, yeryüzünde
bozgunculuk
yapmayınız.”
“Hiçbiriniz kendisi için sevdiğini (istediğini) müslüman kardeşi için de
istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Buhârî, Tecrid: 13)
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş
olmazsınız” (Buhârî, Edebü’l-müfred: 260; Müslim, İman: 93; İbn Mâce,
Mukaddime: 9.)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
“Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhamet etmekte ve her konuda
yardımlaşmakta bir beden gibidirler. Vücudun her hangi bir organı
hastalanınca, diğer organları da uykusuzluk ve acıyla bundan rahatsız olurlar.”
(Müslim, Birr: 17.)
“Allah şöyle buyuruyor: “Benim rızam için birbirini sevenlere, benim için bir
araya gelenlere, benim için birbirlerini ziyaret edenlere… sevgim vacip
olmuştur.” (İmam Malik, Şi’r: 16)
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb: 96; Tirmizî, Zühd: 50)
Görüldüğü gibi sevginin en güzeli, en yücesi Allah sevgisidir bunun yansıması
ise insanların birbirlerini sevmeleri, Allah için sevmeleri ve buna uygun
davranmalarıdır. Böylelikle Allah rızasına uygun olarak hareket etmeyi amaçlayarak
ve niyetlenerek yola çıkan insan Allah sevgisine ve O’nun sevgisiyle bütün varlıkları
sevmeye yönelecektir. Nitekim Hz. Peygamber de bu bağlamda buyuruyorlar ki:
“İşlerin en güzeli Allah için sevmek ve Allah için kınamaktır.” (Ebû Dâvud,
Kitabu’s-sünne: 3)
Yunus Emre de “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” dizesiyle bütün varlıkları
sevmenin temelinde Allah sevgisi olduğunu ifade etmektedir. O hâlde “Birbirinizi
ve bütün varlıkları Allah için, ondan dolayı seviniz, hiçbir varlığa zulüm etmeyiniz,
yeryüzünde bozgunculuk yapmayınız” ahlaki bir ilke olarak dile getirilebilir.
İslam Ahlakında Evrensel Haklar
Hak kavramının pek çok tanımı vardır. Ancak genel olarak “bireyin varlığını
devam ettirebilmesi için gereken unsurlar” ödev ise “hak kavramınının
uygulanmasından doğan mantıki bir sonuç” olarak tanımlanmıştır. Hak ile ödev
birbirinden ayrılamaz kavramlardır. Hakkın kaynağı ne ise ödevin kaynağı da odur.
(Erdem, 2003:96)
İnsanın sahip oldukları
hak, başkalarının bu
haklara saygı
göstermesi ödevdir.
Modern batı düşüncesinde hak ile bir insanın bir şeyi kendi hakkı veya
kendisine göre hak olduğunu söylemesi anlaşılır. Bu insan için tanımlanan hak
kavramı bir başkası veya başkaları için yükümlülük anlamına gelir. Yani bir insanın
konuşma hakkının olması diğer insanların onun bu hakkına saygı gösterme
yükümlülüğünü doğurur. İnsanın sahip oldukları hak, başkalarının bu haklara saygı
göstermesi ödevdir. (Hazlitt, 2006: 333) Benzer şekilde kişinin başkalarının
haklarına saygı göstermesi de onun ödevidir, yükümlülüğüdür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
Hak Kur’an, hadis ve İslami kaynaklarda “korunması, gözetilmesi ya da
sahibine ödenmesi gerekli olan maddi veya manevi imkân, pay, eşya ve
menfaatler; görev, sorumluluk, borç” gibi anlamlara gelmektedir. Hakların kaynağı
diğer konularda olduğu gibi Kur’an ve Sünnettir. Kur’an ve hadislerden
faydalanarak akrabanın, yoksulun, Allah’ın, Peygamber’in, İslam’ın, dilencinin,
anne-babanın, din kardeşinin, arkadaş ve dostların, eşlerin, komşuların,
misafirlerin, malın, hayvanların, Müslümanın Müslüman üzerindeki haklarından söz
edilebilir. Haklar çeşitli yönlerden belli sınıflara ayrılırlar ve bu gruplandırmalara
göre belirlenirler. Hz. Peygamber’in bütün zamanını ibadetle geçiren bir sahabeye
bunun yanlışlığını, kişinin kendisi üzerinde bedeninin, organlarının, ailesinin,
misafirlerinin hakkının olduğunu, bunların haklarının ihmal edilmemesi gerektiğini
belirten hadisine dayanılarak hakların kapsamı belirlenmeye çalışılmıştır. Hadisin
sonundaki “hak sahibine hakkını ver” (Buhârî, Savm: 51-55, Nikah: 89, Edeb: 84-85;
Müslim, Sıyam: 182, 187; Ebû Dâvud, Salat: 317) emri insanlara haklara uyma
yükümlülüğü getirirken, “Hak sahibinin konuşma yetkisi vardır” (Buhârî, Hibe: 23;
Müslim, Musâkât: 120; Tirmizî, Büyû: 73) hadisi de hak sahibine hakkını isteme,
kullanma ve koruma imkânı vermektedir. (Çağrıcı, 1997: 138)
Hak Çeşitleri
İnsan değerli ve değer taşıyan bir varlık olarak yaratılmıştır. İnsan dışında
hiçbir canlı eylemlerinden dolayı ahlaki bir değerlendirmeye tabii tutulmamaktadır.
İnsanın akıl ve düşünce sahibi oluşu, hak ve hürriyetlerinin bulunuşu onun sahip
olduğu bu niteliğinin açık bir örneğidir. Bu açıdan insan dışında kalan diğer
canlıların ne hakları ve hürriyetleri ne de bu anlamda akılları bulunmaktadır. Bunun
doğal bir sonucu olarak hak ve ödev insana özgü, ona yüklenmiş bir sorumluluk
olarak gözükmektedir. Bütün canlıların kendisi için yaratıldığı bütün semavi
dinlerde haber verilen insan bu yönüyle saygın ve saygı gösterilmeye değer bir
varlıktır.
En eski dönemlerden beri yapıla gelen klasik bir tanımlamanın ifade ettiği
gibi insan toplum içinde yaşayan, toplumsal bir varlıktır. İnsan mensubu bulunduğu
toplumda, birlikte yaşadığı insanlarla sürekli olarak karşılıklı ilişki kurar. Bu açıdan
toplumsal bir canlı olarak insanın kurduğu, oluşturduğu bu karşılıklı ilişkiler, aynı
zamanda karşılıklı olarak hakları ve ödevleri doğurur. Toplumsal hayat insanın
gerek kendisi, gerekse kendi dışındakilerle, karşılıklı olarak yapılması istenen veya
istenmeyen birtakım şeyleri, beklentileri doğurur. Netice olarak bütün bunlar
kişinin haklarını oluşturur. Kişinin toplum içinde toplumun diğer mensuplarına karşı
yerine getirmesi veya yapılmasından kaçınılması gereken sorumlulukları, diğer bir
ifadeyle ödevleri bulunmaktadır. Bunun doğal sonucu olarak açıkça ifade edebiliriz
ki hak ve ödev birbirini gerektiren, biribirini içeren iki temel insani kavramdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
Bunların düzenlenmesi ve temellendirilmesi noktasında aynı zamanda toplumların
bir arada yaşama sürecini sağlayan üç önemli müessese bulunmaktadır: Din, Hukuk
ve Ahlak.
Hak kavramı İslam’da
çift boyutludur.
Hak kavramı İslam’da çift boyutludur. Birincisi genel kullanımıdır. Genel
kullanımda hak kavramıyla insanın insan olmasından kaynaklanan, doğuştan
getirdiğine veya doğumuyla Allah tarafından verildiğine inanılan bireye ait,
başkalarının saygı göstermek zorunda olduğu haklardan söz edilmektedir. Her birey
kendisinin bu hakka sahip olduğunu düşünür, karşısındaki diğer insanlardan buna
saygı gösterme yükümlülüğünü bekler. İslam’da haklar her iki boyutuyla ele alınır.
Sadece kişinin sahip olduğu haklar değil, diğer insanlarında onun üzerindeki
haklarından söz edilir. İnsanın insan olmasından kaynaklanan ve diğer insanların
saygı göstermek yükümlülüğündeki haklarına karşılık, diğer insanların da -komşu,
eş, anne-baba olmak gibi- çeşitli konumlarında, bu insanla ilişkilerinden doğan kişi
üzerinde hakları vardır ve diğer insanların kendi üzerindeki haklarına da bu insan
saygı göstermekle yükümlülüdür. Yani hak sadece bireyin sahip olduğunu ve talep
ettiği bir özellik değil, başkalarının da ondan durumuna, ilişkisine göre istediği bir
ilkedir. Kur’an ve hadislerdeki mesela komşu hakkı, anne-baba hakkı, hayvanların
hakkı gibi kullanımlarda bir birey üzerindeki diğer varlıkların, insanların hakları
anlaşılır. Hatta bedeninin, organ vb. hakları ifadelerine göre bireyin kişiliği üzerinde
kendi bedenin de hakkı vardır.
Allah Hakkı-Kul Hakkı Kavramları
İslam hukukunda haklar kul hakkı (hakku’l-ibad) ve Allah hakkı (hukukullah)
olmak üzere iki ana kısma ayrılır. Allah’ın kulları üzerinde hakları vardır ve bu kulun
O’nun tüm emir ve yasaklarına uyması olarak özetlenebilir. Allah hakkı genellikle
ahiret hayatıyla ilgili, Allah’tan başka bir otoritenin ilgisine ihtiyaç duyulmayan,
sadece Allah’a hesap verilerek ve O’nun affetmesiyle sona eren haklardır. Allah
dilerse cezalandırır, dilerse bağışlar. (Armağan, 1996: 57-58) İman ve ibadet gibi
sadece O’na yönelik haklar dışında kamu yararı ve düzenini ilgilendiren haklar da
Allah hakkı kapsamdadır. Allah’ın hakları herhangi bir bireyin tasarrufunda
olmadığı için af vb. yollarla kaldırılması, değiştirilmesi söz konusu olmadığı gibi
onları toplumdaki bütün insanların ve kamu otoritesini temsil eden kişilerin iyiliği
emretmek, kötülüğü yasaklamak emri gereğince koruma ve kollama görevleri
vardır. Haklarını koruyamayan kimseler ve bakıcısız çocuklar da Allah hakkı
kapsamında yer alırlar.
Kul hakkı ise insan ile insan arasındaki ilişkilerden doğar ve Hz.
Peygamber’de dâhil olmak üzere hiçbir dinî otorite bu hakka müdahale edemez.
Allah da hakkı ödenmedikçe ya da hak sahibi affetmedikçe veya razı olmadıkça kul
hakkını affetmemektedir. Allah’a karşı yaptığı ibadetlerin boyutu ne olursa olsun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
başka bir kula ait hakkı Allah bağışlamamaktadır. Bu sebeple kul hakkının Allah
hakkına göre önceliği olduğu belirtilir. (Armağan, 1996: 57)
Bunların dışında Allah ile kul hakkının ortak olduğu bazı haklar da vardır.
Fıkıhçılar bunları Allah hakkının galip olduğu haklar, kul hakkının galip olduğu
haklar şeklinde ikiye ayırırlar. Allah hakkının galip olduğu haklarda bireyin hakkı
sınırlanmaktadır. Örneğin insanın beden ve ruh sağlığını koruması, malını boş yere
harcamaktan kaçınması onun bunlar üzerinde temel tasarruf hakkı olarak görülse
de Allah’a karşı sorumluluğunun gereği ve toplumsal düzenin sağlanması açısından
bu haklarda Allah’ın hakkının galip olduğu kabul edilir. Çünkü kişi sağlığını
korumazsa, hayatını tehlikeye atacak işler yaparsa, malını boş yere harcarsa
Allah’ın verdiği nimetleri korumadığı, bunlarla Allah’a kulluk görevini yerine
getiremeyeceği ve topluma hizmet edemeyeceği, belki aksine yük getireceği için
düzen ve huzur bozulur. Dolayısıyla bunlar sadece kişinin bireysel hakkı olarak
görülüp kendiliğinden vazgeçebileceği veya dilediği gibi tasarrufta bulunabileceği
haklar değildir.
Doğal Haklar
Haklar genel olarak doğal ve kazanılmış olarak ikiye ayrılır. Doğal haklar
insanın insan olmasından kaynaklanan, doğuştan getirdiği haklardır. Allah
tarafından insanlara verilen bu haklardan hiçbir insan mahrum bırakılamaz.
Kazanılmış haklar ise dinin ve kanunların insanlara verdiği, insanların hak edip
aldığı haklardır. Örneğin işçinin çalışmasının karşılığında belli ücret alması bir
haktır; ama bu onun çalışması sonucunda kazandığı bir haktır.
İnsanın en temel doğal hakları olarak hayat hakkı ve mülk edinme ve bunun
üzerinde tasarrufta bulunma hakkı verilebilir. İnsanın bu haklara sahip olması
özgürlük, sorumluluk ve eşitlik ilkelerinin gereğidir. Diğer bütün haklar bu temel
doğal haklara bağlı olarak gelişir. Her iki hak da temelde insanın doğal hakkı
olmasına rağmen bireysel ve toplumsal içeriği gereği hem insan hem de Allah
arasındaki ortak haklardandır. Özgürlük ve eşitlik de insanların doğuştan sahip
olduğu haklar olarak kabul edilir.
Hayat Hakkı
Hayat hakkı en temel
haktır.
Hayat hakkı en temel hak kabul edilir. İnsanın maddi manevi bütün varlığıyla
hayatını sürdürme hakkı vardır. İnsanın maddi varlığının devamını sağlayan
beslenme, barınma, sağlığını koruma vb. hakları yanında manevi hayatının
devamına din, akıl, ruh, ırz, namus, şeref ve haysiyetini korumaya yönelik hakları
da sahiptir. Bu anlamda insanın maddi manevi varlığını koruması, bununla ilgili
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
önlemleri alması ahlaki bir gereklilik olduğu gibi ona zarar verecek şeylerden
uzaklaşması da ahlaki bir zorunluluktur.
Güvenlik içinde yaşama, beslenme, temiz ve helal gıdanın temini, barınma,
sağlık, hastalıklardan korunma ve tedavi, evlenme, neslin devamı vb. haklar hayat
hakkının içinde yer alır. İslam dini Allah’ın kullarına bahşetti doğal bir hak olan
hayatın korunmasını önemsemiş, bu sebeple işkence, yaralama, bir organını
kesme, cinayet, haksız yere adam öldürme, intihar, kürtaj gibi suçlar hayat hakkının
çiğnenmesi olarak düşünülmüş ve yasaklanmış, bu hakka saygı göstermeyen
bireylere de şiddetli cezalar verileceği belirtilmiştir.
“Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde ebedîyen kalacağı
cehennemdir…” (Nisâ/4:93)
“…Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın
(haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir
canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur…” (Mâide/5:92)
İnsan öldürmek gibi insanın maddi varlığına zarar veren ve sağlığını bozan
içki, uyuşturucu vb. alışkanlıklarda hayat hakkına saygısızlık çerçevesinde
değerlendirilmekte ve yasaklanmaktadır.
İnsanın maddi hayatının yanında manevi hayatı da vardır. İnsanın dinini,
aklını, ruhunu, ırzını, namusunu, şeref ve haysiyetini korunması da esastır ve
insanın hayat hakkı içinde ele alınır. Bunlar çoğu zaman insanın bedensel
varlığından daha değerli olabilmektedir ve daha fazla önemsenmişlerdir. Çünkü
insanlar bunları korumak uğruna ölümü göze alabilmektedirler. Bu sebeple insan
onurunu çiğneyen, onun manevi varlığına zarar veren bütün davranışlar ve
alışkanlıklar hayat hakkına saygısızlık olarak değerlendirilmiştir. İslam dinî insanın
akıl ve ruh sağlığı mükellefiyetin esaslarından olduğu için bunu bozan kötü arkadaş,
içki, uyuşturucu vb. her türlü alışkanlığı yasaklamıştır. Yine insanın şeref ve
haysiyetini, insan onurunu korumaya yönelik tedbirleri almış, bu anlamda alay
etme, gıybet, iftira, zina iftirası (ifk), dedikodu, sövme ve hakaret etme, kin, kibir,
bencillik, ayıplarını ve kusurlarını araştırma, hicvetme, kıskançlık gibi kötü ahlak
içinde değerlendirilen tüm davranışları da yasaklamıştır. İnsanın manevi dünyasını
koruyacak, zenginleştirecek, eğitim ve kendisini geliştirme, öğrenme ve bilgi
edinme, düşüncelerini ifade edebilme, yayabilme, seyahat, ibadet vb haklar da bu
kapsamda yer alır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
Mülkiyet ve Tasarrufta Bulunma Hakkı
Doğal hakkın diğer bir türü mal edinme ve bunda tasarrufta bulunma
hakkıdır. İnsanların hayat hakkına sahip olması tek başına yeterli değildir. Bu hakkı
korumak ve devam ettirebilmek için zorunlu birtakım ihtiyaçlarının da karşılanması
gerekir. Mal insanın bu zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için çalışması sonucunda
eline geçendir. Mmal elde edilince onda tasarruf hakkı da kendiliğinden doğar ve
kimse insanı bu haktan mahrum edemez. Çalışmak, ticaret, işçi ve işveren olmak,
miras, malını kiralama, bağışlama vb. haklar da mülkiyet hakkı içinde
değerlendirilir. Ancak malın helal yoldan kazanılması, yalancılık, yalancı şahitlik,
gasp, hırsızlık, dolandırıcılık, rüşvet, kumar, faiz, yankesicilik, hile ve düzenbazlık,
alışverişte kandırmak, yağma vb. yollarla elde edilmemesi esastır. Aynı şekilde
mülkiyet hakkının kutsiyetinden dolayı malı gasp etmek, çalmak, yağmalamak,
yalan ve hile ile ele geçirmek vb. davranışlar da bu hakka tecavüz olarak
değerlendirilmiş ve yasaklanmıştır. Bu tür davranışlar hem kişinin mal edinme
hakkına hem de topluma karşı işlenen şuçlar kapsamında ele alınır. Şu ayetler
mülkiyet hakkına saygı gösterme ile ilgilidir.
“Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret olması hali müstesna,
mallarınızı, batıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda (alıp vererek) yemeyin. Ve
kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah, sizi esirgeyecektir.” (Nisâ/4:29)
“Menedildikleri hâlde faizi almalarından ve haksız (yollar) ile insanların mallarını
yemelerinden dolayı içlerinden inkara sapanlara acı bir azap hazırladık.”
(Nisâ/4:161)
Kazanılmış Haklar
Dinin, kanunların verdiği veya insanların kendi mücadeleleri sonuçu elde
ettiği haklara kazanılmış haklar denilir. Bu hakların kaynağı doğal haklardır.
Kanunlar zamana ve şartlara göre değiştiği için bunlarla belirlenen haklar da
kanunların yapıldığı dönemlere, şartlara uygun olarak değişebilmektedir. Bugün
sözü edilen pek çok hakkın varlığı konusunda iki yüzyıl önceki insanların bilgisi dahi
bulunmamaktadır. Sendika hakkı gibi.
“Kul hakkı İslam’ın
insanlara tanıdığı,
İslam’la insanın
kazandığı en önemli
haktır.”
Dinler de bir anlamda yasalar koydukları için insanlara haklar verirler ve
insanlar üzerinde daha belirleyici ve daha kalıcı konumdadırlar. Allah karşısında
insanın ontolojik bir varlık olarak konumunun belirleyen kulluk hakkı, insanların
birbirleri üzerindeki kul hakkı İslam’ın insanlara tanıdığı, İslam’la insanın kazandığı
en önemli haklardır. Yine kadınların, çocukların, yoksul ve yetimlerin, hayvanların
İslam’la elde ettiği haklar kazanılmış haklar kapsamındadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
Diğer Varlıkların Kişi Üzerindeki Hakları
Hak kavramının Kur’an ve hadislerdeki kullanımında mesela komşu hakkı,
anne-baba hakkı, hayvanların hakkı gibi kullanımlarda birey üzerindeki diğer
varlıkların, insanların hakları anlaşılır. Hatta bedeninin, organ vb. hakları ifadelerine
göre bireyin kişiliği üzerinde kendi bedenin de hakkı vardır. Bunlar İslam’ın bireye
kazandırdığı haklar olarak değerlendirilmelidir. Diğer kişilerin birey üzerindeki bu
haklar aynı zamanda bireyin bu kişilere karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu
ödevleri durumundadır. Bundan dolayı ödev başlığı altında daha geniş açıklama
yapılacaktır. Bu haklar ilişkili olduğu varlıklara göre şu alt başlıklarda toplanabilir.
Allah’ın Birey Üzerindeki Hakları
İnsanın Allah’ın varlığını tanıması, bilmesi ve yüceliğinin farkında olması, kulAllah ilişkisini devam ettirecek ibadet ve amellerine devam etmesi bu hak
kapsamında değerlendirilir. Bunlar Allah’ın kulun üzerindeki hakkı, kulun ise O’na
karşı ödevidir.
Kişinin Kendi Bireysel Varlığı Üzerindeki Hakları
Kişinin kendi bedensel ve ruhsal varlığını, kişiliğini koruması ve bununla ilgili
hayat hakkı konusunda verilen tüm haklar bu bölümde ele alınabilir. Kişinin kendi
bedeninin ve organlarının kendisi üzerinde hakkı olduğu Hz. Peygamber’in
hadisinde açık bir şekilde belirtilmiştir.
Ailesinin Birey Üzerindeki Hakları
İnsanınberaber yaşadığı en küçük topluluk ailesidir. Bu yaşantı içinde aile
bireylerinin, anne, baba, büyükanne, büyükbaba, kardeşler, eş ve çocuklar,
torunlar, akrabalarının birbirlerine karşı hakları doğar. Aile bireylerinden her birinin
kişi üzerinde hakkı söz konusudur. Bu hakları yerine getirmek bireyin ödevidir.
Günümüzdeki anne baba hakkı, kadının kocası, kocanın kadın üzerindeki hakkı,
eşlerin birbirlerine karşı hakları, akrabalık hakkı, kadın hakları, çocuk hakları vb.
haklar bu grup içinde yer alır.
Toplumun Birey Üzerindeki Hakları
İnsan sosyal bir varlıktır ve hayatını devam ettirmek için iş bölümü yapmak
ve insanlarla bir arada yaşamak zorundadır. Bu zorunluluk karşılıklı haklar ve
ödevleri gerektirir. İnsan üzerinde gerek içinde yaşadığı toplumun gerekse mensup
olduğu insanlık âleminin hakları vardır. Günümüzdeki özel hayatının gizliliği,
komşuluk, dostluk ve arkadaşlık, seçme ve seçilme, kadın, çocuk, haberleşme,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
iletişim, sağlık, işçi işveren, üretim, tüketim vb. haklar insanın yaşadığı toplumda
çeşitli sosyal durumlarına uygun olarak üzerinde bulunan haklardır.
Evrenin Birey Üzerindeki Hakları
İnsan evrende yalnız değildir ve başka varlıklarla evreni paylaşmaktadır.
Dolayısıyla içinde yaşadığı çevre, ağaçlar, bitkiler, hayvanlar, nehirler, denizler,
gökyüzü, canlı cansız, fizik veya metafizik bütün varlıkların insan üzerinde hakları
vardır. Hz. Peygamber bir hadisinde;
“Siz yeryüzündekilere karşı merhametli olunuz ki gökler de size
merhametli olsunlar.” (Ebû Dâvud, Edeb: 58; Tirmizî, Birr: 16)
buyurarak yeryüzündeki varlıkların üzerimizdeki haklarına bir anlamda işaret
etmektedir. Bugün çevre ahlakı içinde değerlendirilen konular aslında çevrenin,
evrenin ve doğanın bireyin üzerindeki haklarını ifade etmektedir.
İslam Ahlakında Evrensel Ödevler
Ödev; insanın yapmasının, yerine getirmesinin din, insanlık duygusu, töre ve
yasa ile yükümlü kılındığı, belli bir sorumluluk ve yaptırım gücüne sahip olan iş,
davranış, vazife, vecibe için kullanılan bir kavramdır. İnsanın birtakım şeyleri
yapması, bazılarını ise yapmaması kendisine yüklenmiş bir ödevdir.
Kur’an’ın buyrukları inanan müminler için birer ödev kabul edilir. Dinin
emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak inanlar için en temel vazifedir. Bu
buyruklar ibadet, itikat ve ahlakla ilgili olduğu için ödevler de bütününü kapsar.
Hatırlanacağı üzere Kur’an’daki tüm ahlaki hükümler aynı zamanda iman ve
ibadetle ilgili hükümlerdir. Ahlaki davranışlar da öncelikle Allah’ın emri ve ona olan
inancın, saygının gereği olduğu için yapılmaktadır. Bu sebeple ibadet hükmündedir.
Ahlaki buyruklar dinî, dinî buyruklar ahlaki buyruklar olarak Kur’an’ın bütünlüğü
içinde birbiriyle kaynaştığı gibi ödevler de birbirlerinden ayrılamaz.
Ödev kavramının bir başka boyutuda hak kavramıyla olan ilişkisinden ortaya
çıkar. Hak ve yükümlülük veya hak ve ödev kavramları birbirini takip eden biri
olmadan diğeri düşünülemiyen kavramlardır. Hak kelimesinin çoğulu olan hukukta,
özellikle modern hukuk ve ahlakta hak ve yükümlülük kavramları kullanılırken,
İslam düşüncesi kaynaklarında hak ve ödev (vazife, vecibe) kelimeleri geçmektedir.
Ayrıca yukarıda da işaret edildiği gibi hak kavramıyla diğer insanların birey
üzerindeki haklarından söz edilmekte, hak kavramı adeta kişinin diğer insanlara ve
varlıklara karşı yerine getirmek zorunda olduğu yükümlülük ve ödevler için
kullanılmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
Hakkın olduğu yerde
adalet vardır.
İslam düşüncesinde hak kavramı iki boyutlu olduğu için ödevlerde haklara
uygun olarak çift boyutludur. Bu durum “Her hak bir vazifeyi gerektirir” (Akseki,
1991: 233) veya “İslam’da da her hakka karşılık bir vecibe vardır. Hak ile vecibe
arasında her zaman bir bağ mevcuttur.” (Ebu Zehra, 1981: 313) şeklinde ifade
edilir. Hak mı ödev mi önceliklidir konusu tartışmalıdır. Bazı ahlakçılar “her ödevin
sonunda bir hak doğar” diyerek ödevin fıtri bir duygu olduğunu ve öncelikli
olduğunu belirtirken (Erdem, 2003: 87) diğer bazıları “hakın ödevden önce
geldiğini” (Akseki, 1991: 236) iddia ederler. Anne karnındaki ceninin hiçbir ödeve
karşılık gelmeyen yaşama hakkı vardır. Buna göre hak esastır ve önceliğe sahiptir.
Ancak hak da ödeve göre, vazifeye oranla tespit edilmektedir. Yani eğer sahip
olduğunuz haklarınız azsa vazifenizde o oranda azalmakta dolayısıyla mükafat ve
cezanızın oranı da düşmektedir. Benzer şekilde örneğin çalışma görevinizi yerine
getirmediğiniz takdirde ücret hakkınız, bir kimseyi öldürdüğünüz takdirde yaşam
hakkınız elinizden alınmakta dolayısıyla ödevinizi yapmadığınız zaman hak
kaybedilmektedir. Adalet ve hak ilkesi bunun için gereklidir. Hakkın olduğu yerde
adalet vardır. Adalet başkalarının hakkına uymaktır. İnsan ancak başkasının hakkına
saygı gösterirse kendi hakkına sahip olabilir. Hak bizim alacağımız, ödev ise
yükümlülüğümüzdür. Ödevlerini yerine getirmeden hakkını istemekte uygun
bulunmamıştır.
İslam’da Ödevlerin Evrenselliği
Adalet başkalarının
hakkına uymaktır.
İslam ahlakında haklar gibi ahlaki ödevlerin kaynağı da Kur’an ve Sünnet’tir.
Ancak insanın aklı ve vicdanını da İslam göz ardı etmez ve sunduğu tekliflerin
insanın aklı ve vicdanı ile ölçülmesini, sonrasında kabul edilmesini bekler. Hz.
Peygamber’in şu hadisi iyilik ve kötülüğü algılayan vicdan duygusuna dikkati
çekmektedir:
“iyilik (birr), ahlak güzelliğidir; kötülük (ism) ise nefsinde (vicdanında) sıkıntı
doğuran şeydir.” (Müslim, Birr: 14)
Hak bizim alacağımız,
ödev ise
yükümlülüğümüzdür.
Kur’an’ın buyrukları hem ahlaki hem de dinî kanunlardır ve ayrım
yapmaksızın bütün insanlığa hitap ettiği için evrenseldir. Bireysel olarak gelen
ayetler dahi kıyas, analoji vb. metodlarla evrenselleştirilebilme, tüm insanları
ilgilendirecek ilkeler oluşturabilecek şekilde genişletilebilme niteliğine sahiptir.
Kur’an’ın emrettiği ödevler ve yükümlülükler bu anlamda evrenseldirler. Ancak
onların Kant’ın ödev ahlakında olduğu gibi mutlak zorunluluğu yoktur. Onda da
birtakım ahlaki zorunluluklar söz konusudur ancak bunlar fiziki veya mantıki
zorunluluklardan farklıdır. Kur’an’ın teklif ettiği ödevleri insan imkânı ölçüsünde
yerine getirir. Bu yaparken de ödevleri kişisel çıkarları, öznel beklentilerine göre
değiştiremez.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
Ödevlerin Yaptırımı
Ahlaki ilkelerin belirlenmesi yeterli değildir. Aynı zamanda bu ilkelerin gereği
olan eylemlerin hayata geçirilmesi gerekir. Bu da ödevlerin yerine getirilmesiyle
gerçekleşir. Ödevlerin yapılması samimi bir imanı gerektirir.
İnsanın “Allah bana iyilik yapmayı emretti ama ben bunu yapmakla yükümlü
değilim” demesi, “mükemmel bir iyilik, hikmet ve bilgi sahibi olan ve daima
doğruyu buyuran bir varlık bana iyilik yapmamı emretti; ama benim onu yapmam
gerekmez” anlamına gelir ve paradoksal bir tutumdur. Ancak çoğu zaman insanlar
doğru olan davranışları ve ahlaki ilkeleri bilmelerine rağmen yükümlü oldukları
ödevleri yapmakta ihmalkârlık göstermektedirler. Kur’an’da insanların başkalarını
özellikle atalarını taklit ettikleri (Bakara/2:170-171; Maide/5:104; A’raf/7:28;
Tevbe/9:30; Yunus /10:78; Enbiya/21:53), heva ve heveslerine uydukları (Furkan/
25:43; Sad/38:26; Casiye/45:23; Muhammed/47:16) ve bu sebeple Allah’ın
ayetlerinden yüz çevirdikleri belirtilmektedir. Heva ve hevese uymak bir anlamda
nefsin isteklerine tabii olmak, kötü ahlaka sürüklenmektir. Ahlak ilkelerini koyan bir
mutlak otorite olmazsa ahlaki buyruklar motive edecek güçten yoksun kalır. “Allah
yoksa her şey mübahtır” sözünün anlamı budur.
Kur’an koyduğu buyrukları uyma konusunda öncelikle ceza ve mükâfat
sistemiyle insanları motive eder. Daha sonra insan iman ve ahlak bakımından
olgunlaştıkça buna uygun olarak mükâfatlar takva sahipleri, muhsinler ve salih
kişiler arasında yer almak olarak değişir. “İnananlar ve salih amel işleyenler”
ayetleri iman ile salih ameli adeta kopmaz bağlarla birleştirmekte, biri olmadan
diğeri olmaz anlayışını getirmekte, içindeki imanın dışa yansımasının salih amellerle
olması tavsiye edilmekte, karşılığında alacağı mükâfatlardan söz edilmektedir. Bu
ise insanları ödeve yönlendiren, yaptırım gücünü artıran önemli bir etkendir. Fakat
ahlakta esas olan ödevlerin karşılık beklemeksizin sadece Allah rızası için (İnsan
76/8-9) yapılmasıdır. Ödevden beklenen en büyük hedef bir vazifeyi sadece Allah
için yapmaktır. Yunus Emre aşağıdaki dizelerinde bunu çok veciz bir şekilde ifade
etmiştir:
Cennet Cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver Sen anı, bana Seni gerek Seni
Ödevlerin Uygulanabilirliği
Kur’an’ın buyrukları mutlaktır, evrenseldir, herkesi kapsar ve devamlılığı olan
hükümlerdir. Dolayısıyla sürekli yapılması gerekir. İnsanın sürekli seçimler yapmak
zorunda olması ve nefsinin kötü arzularının, heva ve heveslerinin getirdiği baskı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
sebebiyle doğru yolu seçmesinde, ahlaki davranışlara yönelmesindeki güçlüğün
farkında olan Allah Teala bu zorluğu “sarp yokuşu tırmanmak olarak” (Beled/90:1016) tanımlamıştır. Ahlaki ödevleri yerine getirmek zor olmasına rağmen insanın
gücünün üstünde değildir.
“Bir kimseye gücünün yettiğinden başkasını teklif etmeyiz” (Bakara/2:286;
En’am/6:152; Müminûn/23:62; Talak/65:7) anlamına gelen ayetlerle açıkça
kimsenin gücünün üstünde bir ödevle yükümlü tutulmadığına işaret edilmiştir.
Kur’an’ın buyruğu olan ödevlerin yaşanabilir ve uygulanabilir olduğunun bir
başka göstergesi Hz. Peygamber’in varlığıdır. Hz. Muhammed, Kur’an’da emredilen
ödevleri yerine getirerek, bunların uygulanabilirliğini, insan fıtratına uygunluğunu,
bizzat yaparak ve yaşayarak göstermiştir. Böylece Kur’an’ın buyurduğu ödevler
yükümlülükler, Kur’an’a uygun bir ahlaki hayat Hz. Muhammed’in yaşantısıyla
ütopik bir tavsiye olmaktan çıkıp O’nun varlığıyla eyleme dönüşmüş ve gerçeklik
kazanmıştır.
İslam Ahlakında Evrensel Ödev Çeşitleri
Ödevin öncelikle hak kavramına karşılık olduğu yukarıda belirtilmişti.
Dolayısıyla insanın sahip olduğu haklarına karşılık diğer insanların sahip olduğu
haklara saygı gösterme yükümlülüğü vardır. İnsanın yaşama ve mülk edinme hakkı
olduğuna göre başlarının yaşam ve mülk edinme hakkına saygı göstermek
görevidir.
İslam’ın buyruklarını yerine getirmek inanan müminler için ödevdir. Buna
göre Kur’an’da yapılması istenilen dini, itikadi ve ahlaki bütün emirler aslında
yapmakla yükümlü bulunulan birer ödev hükmündedir.
Hak kavramı incelenirken Kur’an ve hadislere dayanılarak hakkın çift boyutlu
olduğu, sadece insanın doğuştan getirdiği hakları olmadığı diğer yönden Allah’ın,
ailesinin, komşularının vb. pek çok insanın kişi üzerinde hakları olduğundan söz
edilmişti. Her hak ödevi gerektirdiğine göre ödevler bu haklara göre
sınıflandırılabilir.
Doğal Haklardan Kaynaklanan Ödevler
Hayat Hakkına Saygıdan Kaynaklanan Ödevler
Hayat hakkı sadece insanın kendisine verilmiş bir hak değildir. Diğer
insanların da yaşamak hakkı vardır ve bireyin diğer insanlardan maddi ve manevi
varlığını devam ettirmek için beklediği ödevleri o da diğer insanlara yapmak
yükümlülüğündedir. Bireyin başka insanların hayat hakkını korumak, onları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
35
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
yaralamamak, öldürmemek vb. ödevleri yanında diğer insanların haysiyet ve
şerefini korumak, onlara karşı gıybet, iftira, alay vb. davranışlardan uzak durmak da
yükümlülükleri arasındadır.
Mülk Edinme ve Tasarrufta Bulunma Hakkından Kaynaklanan
Ödevler
Kişinin başka insanlardan beklediği malını, mülkünün tasarrufuna
karışmamak, çalma, yağma vb. yollarla malına zarar vermemek, malını helal yolla
kazanıp helal yollarda harcamak vb. ödevler onun yükümlülüklerinden sayılır.
Kazanılmış Haklardan Doğan Ödevler
“Kul hakkından doğan
haklar ve ödevler
kişilerin kendi
aralarındadır ve
herhangi bir gücün
bunu kaldırma, affetme
yetkisi yoktur.”
İslam’la insanın kazandığı en önemli hak kul hakkıdır. Kul hakkıyla insan
diğer insanların kendi gibi Allah’ın yarattığı bir varlık olduğunun ve hayat, mal,
mülk edinme gibi aynı temel haklara eşit bir şekilde sahip olduğunun bilincine varır.
Dolayısıyla başkasından beklediği ödevlerle kendisi de yükümlü olur. Kul hakkı
vatandaşlık vb. haklardan farklıdır. Kul hakkından doğan haklar ve ödevler kişilerin
kendi aralarındadır ve herhangi bir gücün bunu kaldırma, affetme yetkisi yoktur.
Kişi bu hakkı çiğneyip ödevlerini yerine getirmediği zaman sorumlu olduğu kişiden
başkasının affetme yetkisi bulunmamakta, Allah’da o kul adına affetmemektedir.
Allah katında bu hakkın kullanımı ve hakdan doğan ödevlerin affetdilmesi
konusunda da bir ayrıcalığa sahip değildir.
Başkalarının Birey üzerindeki Hakları Bakımından Ödevler
İnsanın Allah’a Karşı Ödevleri
Allah’ın varlığını bilmek, tanımakla başlayıp O’na karşı yapmakla yükümlü
olduğu tüm ibadetler, hatta dinî hükümlerle belirlenen bütün ödevler bu grupta
yer alır.
Kişinin Kendi Varlığına Karşı Ödevleri
İnsanın öncelikle kendi maddi manevi varlığını koruması sonra da
geliştirmesi onun en temel ödevidir. Kendi akıl ve ruh sağlığını koruması, bedenine
ve ruhuna zarar verecek alışkanlıklardan uzaklaşması, onu gereksiz tehliklere,
yorgunluklara atmaması korumaya yönelik, akıl ve ruh sağlığını, kişiliğini
geliştirecek eğitim vb. işlerle meşgul olması, iman ve ibadetle ilgili görevlerini
yerine getirmesi, ilim öğrenmesi, ruhunu olgunlaştıracak işler yapması, iradesini
güçlendirmesi, güzel ahlaka yönelik alışkanlıklar edinmesi, kötü ahlaktan
uzaklaşması geliştirmeye dönük ödevleri arasındadır. İnsanın Allah’a ve diğer
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
36
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
insanlara, varlıklara karşı ödevlerini yerine getirebilmesi kendi varlığına karşı
ödevlerini iyi bir şekilde yapmasına bağlıdır. Bu sebeple bu ödevlerin yapılması son
derece önemlidir. Klasik İslam ahlak kitaplarındaki ferdi ahlak bölümlerinde bu
konular işlenir.
Ailesine Karşı Ödevleri
Kişinin ailesinin geçimini temin etmesi, ihtiyaçlarını karşılaması, erkeğin
eşine mihrini vermesi, anne-babaya öf bile dememesi, çocuklarının eğitimini
sağlaması, akrabayla ilgilenmesi, memleketini ziyaret etmesi (sıla-ı rahim), ailesinin
hakkı olan malı saçıp savurmaması vb. ödevlerle dinen sorumlu tutulmuştur.
Klasikdönem İslam ahlakına ait eserlerde aile ahlakıyla ilgili bölümlerde kişi
üzerindeki aile bireylerinin hakları ve bireyin ödevleri anlatılır.
Topluma Karşı Ödevleri
Komşular, arkadaşlar, öğretmenler, kendisinden büyükler, küçükler,
idareciler, dilenciler, yoksullar, yetimler, yanında çalışan işçiler vb. toplumu
meydana getiren bütün insaların birey üzerinde hakları olduğu gibi bireyin de
yoldaki insanlara eziyet veren taşı kaldırmaktan başlayarak, toplumun düzenini
bozmama, herkese hakkını verme, yoksulu yetimi kollama, zulüme fırsat vermeme,
insanlara iyilik yapma, halka ait yerleri kirletmeme, koruma, geliştirme, adil
yöneticileri seçme, toplumun gelişmesine katkı sağlama, gerektiğinde tehlikelerden
koruma, savunma, savaşma, askerlik gibi dinin buyruklarıyla çerçevesinin çizildiği
ödevleri vardır. Klasikdönem İslam ahlakına ait eserlerde siyaset veya devlet
ahlakıyla ilgili bölümlerde veya siyasetname türü eserlerde bu konulara yer verilir.
Evrene Karşı Ödevleri
Evrenin kendisi ve içindeki tüm varlıklar Allah’ın varlığına işaret eden ayetler,
kanıtlar konumundadır. O’nun yarattıklarına zarar veren, israf eden, kıymetini
bilmeyen aslında onların Yaratıcısına değer vermemektedir. Dolayısıyla evrene ve
içindekilere saygı ve sevgi beslemek aslında onu yaratana sevgi ve saygı
beslemektir. Ayrıca Allah hiçbir şeyi boşu boşunayaratmamıştır. Evrende yaratılan
tüm varlıklar belli bir gaye ve hikmet gereğince yaratılmış ve insanın hizmetine
verilmiştir. Dolayısıyla bunları yerli yerince kullanmak ve faydalanmak insanın hakkı
olduğu gibi bu varlıkların da birey üzerinde hakları vardır. İnsanın hayvanlara eziyet
etmemesi, yuvalarını bozulmaması, dağlanmaması, nehir kenarları, durgun sular ve
su kaynaklarına bevl yapmaması, su kaynaklarını israf etmemesi, nehir kenarında
abdest alırken bile suyu idareli kullanması, ağaç dikmesi, çevreyi kirletmemesi vb.
yönündeki dinin emirleri insanın bu tür ödevleri arasında değerlendirilebilir. Bugün
çevre ahlakı içinde yer alan havayı, çevreyi kirletmemek, hayvanları korumak,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
37
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
hayvan neslinin ve bitki türlerinin devamını sağlamak ve tükenmesine engel olmak,
yeşil alanları ve temiz su kaynaklarını korumak gibi ödevler bu grupta yer almalıdır.
Hakka Karşılık Olmayan Ödevler
İslam’da yukarıda sayılanlar dışında başka ödevler vardır. Bunlar ödevlerin
derecelendirilmesinden kaynaklanır. İnsanların terbiye ve ahlaki yapıları farklı
olduğu için yükümlülük dereceleri de farklıdır. Bundan dolayı ahlaki ve dinî ödevleri
iki kademelidir. Birincisi başkalarına karşı adalet, kendisine karşı ruhsat derecesi,
ikincisi başkalarına ihsân, kendisine karşı azimet derecesidir. (Babanzâde, 1995:93)
Adalet ve ruhsat derecesindeki ödevler bir hakka karşılıktır ve zorunludur. Oysa
ihsân ve azimet derecesindeki ödevler bir hakka karşılık değildir ancak “Allah
adalet ve ihsânla emreder” (Nahl/16:90) ayetinde buyrulduğu gibi Müslüman
adaletle olduğu gibi ihsânla da yükümlüdür. (Akseki, 1991: 234-235)
“Kendin için istediğini,
başkası için de iste;
kendine yapılmasını
istediğin davranışı
başkasına yap; kendine
yapılmasını istemediğin
davranışı başkasına
yapma”
Adalet ilkesinin gereği olarak kendisine kötülük yapan bir insana kişi
mukabiliyle karşılık verir. Burada sadece kötülüğün miktarınca karşılık verilmesi, bu
konuda ileri gidilmemesi, haddi aşılmaması gerekir. Hatta daha azı tavsiye edilir.
Ancak daha yüksek ahlaki seviyedeki bir insan yukarıdaki ayete göre kendisini
yapılan kötülüğü affetmek veya iyilikle karşılık vermekle mükellef tutar. Bu ihsân ve
azimet seviyesidir. Aşağıdaki ayetler de bu derecedeki insanın durumuna işaret
etmektedir.
“…Ama affeder, hoş görüp vazgeçer ve bağışlarsanız şüphe yok ki Allah çok
bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Tegâbun/64:14)
“Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Çünkü Allah, iyilik yapanları (muhsin)
sever.” (Mâide/5:13)
İhsan derecesinde insan adalet ilkesinin gereği olan başkalarının malına
zarar vermeme, zekât ve sadaka verme emri ile yetinmeyecek, malının bir kısmını
fakirlerle paylaşmayı isteyecek, sadece başkalarının haklarına saygı göstemekle
yetinmeyecek, onların korunması ve geliştirilmesi konusunda da çalışacaktır.
Dolayısıyla iyilik ilkesinin gereği olan ihsân derecesi yüksek bir terbiyeye işaret
etmekte, ihsân derecesindeki ödevler de herhangi bir hakka karşılık olmayıp ahlaki
yetkinlik seviyesinde ortaya çıkmaktadır. Bu “kendin için istediğini, başkası için de
iste; kendine yapılmasını istediğin davranışı başkasına yap; kendine yapılmasını
istemediğin davranışı başkasına yapma” şeklindeki en genel ahlak düşüncesinden
doğar. (Akseki, 1991: 273) Dolayısıyla tamamen kişinin özgür iradesine
bırakılmıştır, yapmak zorunda değildir. İnsan adalet ilkesinin gereği olan ödevlerini
yaptığında hakkına karşılık olan yükümlülüklerini yerine getirmiş olur. Ödevler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
38
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
Özet
yerine getirilirken herkese eşit şekilde davranmak gerekir. Fakat ihsân ödevi hakkın
karşılığı olmadığı için onun ölçüsü bulunmamaktadır. Kendi menfaatlerinden
fedakârlık edip kime, ne için, ne kadar iyilik yapacağına kişi kendisi karar verir.
Bunun için sorgulanmaz. İhsan ödevinde yardıma muhtaç birisine yardım ettiği için
karşılık bekleme hakkı yoktur. Ancak bu vicdani bir sorumluluktur, sevgi, merhamet
ve şefkat duygularıyla hareket eder ve adaletin gereği olan ödevlerin tamamlayıcısı
konumundadır. İyilik ve sevgi ilkelerinin gereğini yapmaktır. Yardıma ihtiyacı olan
birisine zorunlu olmadığı hâlde yardım etmek ahlaki olgunluğun göstergesidir. Bu
da ahlaklılıktan esas beklenen, istenen tutumdur, ahlaki yetkinliktir.
•İslam ahlakı da yeni bir ahlak sistemi getirdiği için normatif yani kural
koyucudur. Kur’an içerdiği diğer konular gibi ahlak konularını da
sistematik bir şekilde ele almamakla beraber eksiksiz bir ahlak sistemi
oluşturacak zenginlikte teorik ve pratik kurallar ortaya koymaktadır.
İlkeler İslam ahlakının teorik boyutudur. Onun pratik boyutunu ortaya
koyan, hayat geçiren, ahlak haline getiren ise Hz. Peygamber’dir.
Kur’an insan için gelmiştir ve onun canının, malının, ırzının, namus,
şeref ve şahsiyetinin korunmasına, dünya ve ahiret hayatının
düzenlenmesine yönelik ilkeleri içerir.
•Dolayısıyla ortaya koyduğu ilkeler genellikle inanç ve ibadetle ilgili
olduğu kadar ahlaki niteliğe de sahiptir. Ahlaki ilkelere uygun
davranmanın ibadet hükmünde olduğu, aksi davranışların günah
sayılıp cezayı gerektirdiği unutulmamalıdır.
•İslam ahlakındaki evrensel ilkeler temel ilkeler ve ahlaki niteliği
yüksek, somut içerikli ilkeler olmak üzere iki grupta ele alınabilir.
Temel İlkeler şunlardır: 1-Özgürlüğü ilkesi, 2-Sorumluluk ilkesi, 3-Eşitlik
ilkesi. Ahlaki niteliği veya vurgusu yüksek olan, somut içerik sunan, en
öncelikli ilkeler şunlar olabilir: 1-Niyet ilkesi, 2-Ölçülülük İlkesi, 3Adalet ve Hak ilkesi, 4-İyilik ilkesi, 5-Sevgi ilkesi.
•Hak kavramının pek çok tanımı vardır. Ancak genel olarak “bireyin
varlığını devam ettirebilmesi için gereken unsurlar” ödev ise “hak
kavramınının uygulanmasından doğan mantıki bir sonuç” olarak
tanımlanmıştır. Hak ile ödev birbirinden ayrılamaz kavramlardır.
Hakkın kaynağı ne ise ödevin kaynağı da odur. İnsanın sahip oldukları
hak, başkalarının bu haklara saygı göstermesi ödevdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
39
Özet
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
•İslam’da haklar her iki boyutuyla ele alınır. Sadece kişinin sahip
olduğu haklar değil, diğer insanlarında onun üzerindeki haklarından
söz edilir. İnsanın insan olmasından kaynaklanan ve diğer insanların
saygı göstermek yükümlülüğündeki haklarına karşılık, diğer
insanların da -komşu, eş, anne-baba olmak gibi- çeşitli
konumlarında, bu insanla ilişkilerinden doğan kişi üzerinde hakları
vardır ve diğer insanların kendi üzerindeki haklarına da bu insan
saygı göstermekle yükümlülüdür. Hakkın olduğu yerde adalet vardır.
Adalet başkalarının hakkına uymaktır.
•Hak ve yükümlülük veya hak ve ödev kavramları birbirini takip eden
biri olmadan diğeri düşünülemiyen kavramlardır. İnsan ancak
başkasının hakkına saygı gösterirse kendi hakkına sahip olabilir. Hak
bizim alacağımız, ödev ise yükümlülüğümüzdür. Ödevlerini yerine
getirmeden hakkını istemek uygun bulunmamıştır.
•İslam ahlakında haklar gibi ahlaki ödevlerin kaynağı da Kur’an ve
sünnettir. Ancak insanın aklı ve vicdanını da İslam gözardı etmez ve
sunduğu tekliflerin insanın aklı ve vicdanı ile ölçülmesini, sonrasında
kabul edilmesini bekler.
•İnsanların terbiye ve ahlaki yapıları farklı olduğu için yükümlülük
dereceleri de farklıdır. Bundan dolayı ahlaki ve dini ödevleri iki
kademelidir. Birincisi başkalarına karşı adalet, kendisine karşı ruhsat
derecesi, ikincisi başkalarına ihsan, kendisine karşı azimet
derecesidir. Adalet ve ruhsat derecesindeki ödevler bir hakka
karşılıktır ve zorunludur. Oysa ihsan ve azimet derecesindeki ödevler
bir hakka karşılık değildir ancak “Allah adalet ve ihsanla emreder”
(Nahl 16/90) ayetinde buyrulduğu gibi Müslüman adaletle olduğu
gibi ihsanla da yükümlüdür. Yardıma ihtiyacı olan birisine zorunlu
olmadığı hâlde yardım etmek ahlâkî olgunluğun göstergesidir. Bu da
ahlâklılıktan esas beklenen, istenen tutumdur, ahlaki yetkinliktir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
40
Ödev
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
• İslam’daki
temel
erdemsizlikleri,
diğer
kültürlerdeki erdemsizliklerle karşılaştırarak,
ortak noktaları belirtiniz.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında
yer
alan
“ödev”
bölümüne
yükleyebilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Hz. Muhammed “…emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayetini kasdederek niçin
“Hud suresi beni yaşlandırdı” demiştir? Ayetin içerdiği zorluğun sebebi nedir?
a) Doğru yolu bilmemek
b) Doğru yolu bulamamak
c) Her zaman doğru söylemenin zor olması
d) İtidalde, dengede, doğru yolda bir hayat sürmenin zorluğu
2. Aşağıdakilerden hangisi İslâm ahlâkının özelliği değildir?
a) Normatif/kural koyuculuk
b) Zamana ve şartlara göre değişmezlik
c) Yaptırım gücü yüksek
d) Ceza ve mükâfat sunmaz
3. Aşağıdakilerden hangisi adalet ilkesinin olumsuzu konumundadır?
a) Şer
b) Yalan
c) Zulüm
d) Ölçülülük
4. Aşağıdakilerden hangisi hayat hakkı içinde değerlendirilemez?
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
41
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
a) Kişinin sağlığı koruması
b) Eğitim
c) Öldürmemek
d) Ev sahibi olmak
e) Gıybet ve iftira etmemek
5. Aşağıdakilerden hangisi insanın manevi kişiliğine karşı görevlerinden birisi
değildir?
a) Eğitim
b) İbadet
c) Kötü alışkanlıklardan kurtulma
d) İntihar etmeme
Cevap Anahtarı:
1.d 2.d 3.c 4.d 5.d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
42
İslam Ahlakında Evrensel İlkeler, Haklar ve Ödevler
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akseki, Ahmet Hamdi; Ahlâk İlmi ve İslam Ahlâkı, Ahlâk Dersleri, sad. Ali Arslan
Aydın, Nur Yayınları, Ankara, 1991.
Armağan, Servet; İslam Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Diyanet İşleri
Başkanlığı yayınları, Ankara, 1996.
Babanzâde Ahmet Naim, İslam Ahlâkının Esasları, Notlarla sadeleştiren Recep Kılıç,
TDV yayınları, Ankara, 1995.
Billington, Ray; Felsefeyi Yaşamak, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı yayınları, İstanbul,
1997.
Çağrıcı, Mustafa; Anahatlarıyla İslam Ahlakı, Ensar Neşriyat , İstanbul, 2006.
Çağrıcı, Mustafa; Hak maddesi, DİA, XV, İstanbul, 1997.
Çağrıcı, Mustafa; İslam Düşüncesinde Ahlâk, Dem yayınları, İstanbul, 2006. (20061)
Draz, M.A.;Kur’an Ahlâkı, çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, İz yayıncılık, İstanbul,
1993.
Erdem, Hüsamettin; Ahlâk Felsefesi, Hü-er yayınları, Konya, 2003.
Hazlitt,Henry; Ahlakın Temelleri, çev. Mehmet Aydın, Recep Tapramaz, Liberte
yayınları, Ankara, 2006.
Kılıç, Recep; Ahlâkın Dini Temeli, TDV yayınevi, Ankara, 1992.
Muhammed Ebu Zehra, İslam Hukuk Metodolojisi, Çev. Abdülkadir Şener, Ankara,
1981.
Oktay, Ayşe Sıdıka; Kınalızâde Ali Efendi ve Ahlâk-ı Alâî, İz yayıncılık, İstanbul, 2005.
Ragıb el-İsfâhanî, İslâm’ın Ahlâkî İlkeleri (ez-Zerî’a ilâ Mekârim’iş-şerî’a), ter. Abdi
Keskinsoy, Beşikçi yayınevi, İstanbul, 2003.
Yakıt,İsmail; İslam’ı Anlamak, Ötüken neşriyat, İstanbul, 2005.
Yaran, Cafer Sadık; Ahlâk ve Etik, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2010.
Yaran, Cafer Sadık; İslam Ahlak Felsefesine Giriş, Dem Yayınları, İstanbul, 2011.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
43
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
BİREYSEL AHLAK VE AHLAK EĞİTİMİ
• Bireysel ahlak kavramı ve tanımı
• Ahlak eğitiminde ailenin önemi
• Ahlak eğitiminde metot ve
yöntemler
• Ahlak eğitimini olumsuz etkileyen
faktörler
İSLAM
İSLAMİNANÇ
AHLAK
ESASLARI
ESASLARI
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Bireysel ahlak kavram ve tanımını
açıklayabilecek
• Bireysel ahlakın inşasında ailenin yerini ve
rolünü kavrayabilecek
• Ahlak eğitiminde izlenebilecek belli başlı
yöntemleri öğrenebilecek
• Ahlak eğitimini olumsuz yönde etkileyen
faktörleri değerlendirebileceksiniz.
ÜNİTE
ÜNİTE
10
10
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
GİRİŞ
Son yüzyılda insanlık, çok önemli ekonomik, bilimsel ve teknolojik gelişmeler
kaydetmiştir. Bu önemli gelişmeler neticesinde insanların eğitim ve öğretim
seviyeleri ve yaşam standartları yükselmiştir. Ancak meseleye ahlaki değerler
açısından bakıldığında, aynı olumlu gelişmeyi gösterdiğini söylemek oldukça zor
görülmektedir. Bu bağlamda en çok değer kaybına uğrayan kurumların başında da
aile gelmektedir. Zira dünyadaki ekonomik, kültürel ve toplumsal değişmelere
paralel olarak, aile yapısında da köklü değişimler yaşanmış ve boşanma oranları
artmıştır. Aile yapısında meydana gelen bu gelişmeler, başta çocukların yetişmesini
olumsuz yönde etkileyerek, dalga dalga toplumun tüm kesimlerinde kendisini
hissettirmeye başlamıştır. Oysa başta aile olmak üzere, yetişen nesle etkili bir ahlak
eğitimi vermeden ve ahlaklı bireyler yetiştirmeden, sağlıklı toplumların
oluşturulması imkânsızdır.
BİREYSEL AHLAK KAVRAMI VE TANIMI
İslam’da pek çok inanç
ve ibadet esasının
temelini ahlaki
davranışlar
oluşturmaktadır.
İslam’ın inanç ve ibadet esaslarından sonra üzerinde durduğu en temel
konulardan birisi de ahlaktır. Hatta pek çok inanç ve ibadet esasının temelini ahlaki
davranışlar oluşturmaktadır. Örneğin dinin direği olarak kabul edilen namazın bile,
esas amacı, insanı kötülüklerden alıkoymaktır. Aynı durum oruç, zekât ve diğer
ibadetler için de geçerlidir.
“Sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl. Şüphesiz ki namaz hayâsızlıktan ve
kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak elbette en büyük ibadettir. Allah
yaptıklarınızı bilir.”(Ankebût/29:45).
“Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.
Umulur ki korunursunuz.” (Bakara/2:183).
“Onların mallarından, onları kendisiyle arındıracağın ve temizleyeceğin bir
sadaka (zekât) al ve onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için sükûnettir
(Onların kalplerini yatıştırır.) Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”
(Tevbe/9:103).
"Kim yalanı ve onunla ameli terk etmezse (bilsin ki) onun yiyip içmesini
bırakmasına Allah'ın ihtiyacı yoktur." (Buhârî, Savm: 8, Edeb:51; İbn
Mâce, Sıyâm: 21)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
Yukarıdaki tüm ayet ve hadisler bize, ibadetlerle ahlaki davranışlar arasında
sıkı bir ilişkinin olduğunu göstermektedir.
İslam bilginleri pratik
ahlakı, “bireysel ahlak,
aile ahlakı, sosyal ahlak,
devlet ahlakı ve dinî
ahlak” olmak üzere beş
grup hâlinde ele
almışlardır
Ahlak, İslam’ın en önemli bir alanını oluşturduğundan, İslam bilginleri de
ahlak konusuna gereken önemi vermiş, bu alanla ilgili olarak, geçmişten günümüze
yüzlerce kaynak eser yazmışlardır. Konunun daha iyi anlaşılması için de ahlakı genel
olarak teorik ve pratik ahlak diye ikiye ayırmışlardır. Teorik ahlak, ahlakın daha çok
dinî ve felsefi boyutunu ele alırken, pratik ahlak insanların doğrudan tutum ve
davranışlarıyla ilgilenmektedir. İslam bilginleri pratik ahlakı, “bireysel ahlak, aile
ahlakı, sosyal ahlak, devlet ahlakı ve dinî ahlak” olmak üzere beş grup hâlinde ele
almışlardır (Draz, 1950: 371-427). Aslına bakılırsa, bu ahlak alanlarını birbirinden
kesin çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Zira bireyi ilgilendiren her hangi ahlaki
bir davranış, aynı zamanda aileyi, toplumu hatta devleti de ilgilendirebilmektedir.
Ancak tüm pratik ahlak alanlarının temelini bireysel ahlakın oluşturduğu da bir
gerçektir. Zira ister aile, ister toplum, isterse devlet bazında olsun, tüm bu
kurumların temel taşı bireylerdir. O bakımdan, ne kadar ahlaklı ve erdemli bireyler
yetiştirilirse, diğer ahlak alanları da o derece bundan etkilenir.
Bireysel ahlakın tanımını şöyle yapabiliriz: “doğrudan bireyi ilgilendiren,
İslam’ın ortaya koyduğu emir, yasak ve mübahlarbütününüdür.” Bu tanımdan da
anlaşılacağı üzere, bireysel ahlak üç kısımdan oluşmaktadır. Bunlar emirler, İslam
bilginleri pratik ahlakı, “bireysel ahlak, aile ahlakı, sosyal ahlak, devlet ahlakı ve dinî
ahlak” olmak üzere beş grup hâlinde ele almışlardır yasaklar ve mübahlardır.
İslam’ın bireysel ahlak bağlamında emirler olarak sunduğu tutum ve davranışlara
şunları örnek olarak verebiliriz. Doğru olmak, iffetli olmak, nefsi istekleri kontrol
altında tutmak, cinsi arzulardan sakınmak, öfkeye hâkim olmak, samimi ve ihlâslı
olmak, tevazu sahibi olmak, ihtiyatlı olmak, sebat ve sabırlı olmak, güzel işler
yapmak, iyilikte yarışmak ve ruh ve beden temizliğine sahip olmak (Draz, 1950:371377).
Bireysel ahlak
“doğrudan bireyi
ilgilendiren, İslam’ın
ortaya koyduğu emir,
yasak ve mübahlar
bütününüdür.”
Bireysel ahlakın ikinci kısmını ise yasaklar oluşturmaktadır. Yasaklara örnek
olarak da intihar etmek, vücudun uzuvlarından birini kesmek ya da şeklini bozmak,
yalan söylemek, fitne-fesat çıkarmak, verdiği söze uymamak, cimrilik yapmak, israf
yapmak, gururlu ve kibirli davranmak, haset etmek, tamah sahibi olmak, fuhuş
yapmak, içki içmek, kumar oynamak, gayrimeşru işlerde uğraşmak ve bu işlerden
para kazanmak gibi davranışları verebiliriz (Draz, 1950:377-382). İster emirler olsun
isterse yasaklar olsun, tüm bunlar, Kur’an ve hadisler tarafından kesin bir şekilde
ortaya konmuştur. İdeal bir Müslümanın yapacağı iş ise, bu emir ve yasaklara
uymaktır.
Üçüncü grup bireysel ahlak davranışlarını da mübahlar kısmı
oluşturmaktadır. Mübah demek, ne emir ne de yasak olmayan, yapılıp yapılmaması
bireyin kendisine bırakılan eylemlerdir. İyi ve helal şeylerden itidalli bir şekilde
yararlanmak, zaruretler karşısında ise aşırı olmamak şartıyla kural dışı davranmak;
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
susuzluktan ya da açlıktan ölüm noktasına gelindiğinde, normalde haram olan
şeylerin yenmesi ve içilmesi mübaha öernek olarak verilebilir.
Burada bireysel ahlaki davranışları bilmek kadar, onları tutum ve davranış
hâline getirmek de önemlidir. Bu konuda da en büyük görev ve sorumluluk aileye
düşmektedir. Bu durum Kur’an’da şöyle dile getirilmektedir:
“Kendinizi
Ailede
verilecek
ahlak
Ailenin
en temel
eğitimini verimli
kılan
görevlerinden
birisi
de
etmenlerin
başında,
ahlaklı çocuklar
örgün eğitim
yetiştirerek
topluma
kurumlarının
aksine,
olumlu anlamda
katkı
gönüllülük
esasına
sağlamaktır.
dayalı, spontane ve
sürekli oluşu
gelmektedir.
ve ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan bir ateşten
koruyun.”(Tahrim/66:6).
“Onlar ki, ‘Ey Rabbimiz! Bize göz nuru olacak eşler ve çocuklar bahşet;
bizi Sana karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseler için örnek ve öncü yap’ diye
dua ederler.” (Şuarâ/25:77).
Yukarıdaki
buyurmuştur:
ayetleri
destekler
mahiyette
Peygamberimiz
de
şöyle
“Bir babanın evladına verebileceği en değerli hediye iyi bir terbiyedir.”
(Buhârî, Vesaya: 9).
Bu ayet ve hadislerden de açıkça anlaşılıyor ki, ailenin en temel
görevlerinden birisi de ahlaklı çocuklar yetiştirerek topluma olumlu anlamda katkı
sağlamaktır.
AHLAK EĞİTİMİNDE AİLENİN ÖNEMİ
Bireysel ahlak konusunda üzerinde durulması gereken en temel hususlardan
birisi de hiç kuşkusuz, bu ahlaki davranışların nasıl ve nerede kazandırılacağıdır.
Belki burada ilk akla gelen okul ya da cami gibi dinî kurumlar olabilir. Ancak dünya
çapında yapılan karşılaştırmalı bir çalışmada, en etkili din ve ahlak eğitiminin
verildiği yerin “ev ve aile” olduğu ortaya çıkmıştır (Edwards, 1986:3). Bu alanda
yapılan pek çok araştırma, bireylerde dinî ve ahlaki değerlere ilişkin tutumların
oluşmasında ilk faktör olarak ailenin, daha sonra bireysel düşünce ve tecrübenin ve
son olarak da okulun rol oynadığını ortaya koymaktadır. İşte bu yüzden, günümüz
eğitimcileri, ailenin önemine dikkat çekerek, geleceğin eğitiminin “aile temelli”
olması gerektiğini ileri sürmektedirler. Zira insan hayatı, en derin ve bireysel
seviyede aile içinde yaşanmaktadır. Hatta bu, parçalanmış ya da tek ebeveynden
oluşan aileler için bile geçerlidir. Psikolojik veriler, olumlu ya da olumsuz anlamda
kişilik gelişiminin 2-6 yaş arasında oluştuğunu ortaya koymaktadır (Çağlar, 1981:
34). “Bir kişi yedisinde neyse yetmişinde de odur,” atasözümüz de bu psikolojik
verileri doğrulamaktadır. Kısacası çocukluğun bu ilk yılları, sosyal ve ahlaki bilgi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
gelişimin en hızlı yaşandığı bir dönem olup, bu da büyük ölçüde aile içinde
gerçekleşmektedir. O bakımdan aile temelli ahlak eğitimi, son derece önemli
görülmektedir.
Ebeveynlerin
çocuklarına karşı
tutumları oldukça
farklılık göstermektedir.
Bu duruma kültürel
farklılıklar etki ettiği
gibi, aile bireylerinin
yetişme tarzı ile sosyoekonomik seviyeleri de
etkili olabilmektedir.
Ailede verilecek ahlak eğitimini verimli kılan etmenlerin başında, örgün
eğitim kurumlarının aksine, gönüllülük esasına dayalı, spontane ve sürekli oluşu
gelmektedir. Zira devam zorunluluğu ve değerlendirme korkusu, hangi ders için
olursa olsun, çocuklar için çok cazip gelmemektedir. Bu durum, din ve ahlak eğitimi
için de geçerlidir. Oysa ailelerde böyle bir değerlendirme endişesi olmadığından,
verilen ahlak eğitimi ve öğretimi de daha etkili olabilmektedir. Ayrıca çocuklar,
kendi aileleriyle o kadar özdeşleşirler ki artık, aile bireylerinin yaşam, duygu ve
düşünce tarzları, onların da bir parçası olur. Böylece aile, çocukların ahlaki
değerleri, normlarıve uygulamaları benimsediği ve diğerlerinin değer, norm ve
uygulamalarını değerlendirmede kullandığı ilk referans grubunu oluşturur.
Aile, çocuğun sadece dinî ve ahlaki tutum ve davranışlarının yoğunluğunu
değil, aynı zamanda şeklini de belirler. Zira aile, çocuğun anlayış modelini
oluşturur. Temel aile tecrübesi ve kültürü doğrudan, çocuğun davranış modelini
oluşturur. Daha doğrusu gerek sağlıklı, gerekse sağlıksız ahlaki değerler algısında
aile, temel rol oynamaktadır. Diğer tüm değerler gibi, dinî ve ahlaki değerler de
doğrudan aile fertleri tarafından kazandırılır ve bu kazanımlar büyük ölçüde hayat
boyu etkisini devam ettirir. Çocuğun ahlak eğitiminde ailenin kendisi kadar, çocuğa
yaklaşım tarzları da son derece önemlidir.
AHLAK EĞİTİMİNDE AİLE MODELLERİ
Çocukların ahlak eğitiminde olumlu ya da olumsuz rol oynayan en önemli
faktörlerden birisi de hiç şüphesiz ebeveynlerinin çocuklarına karşı olan
tutumlarıdır. Ebeveynlerin çocuklarına karşı tutumları oldukça farklılık
göstermektedir. Bu duruma kültürel farklılıklar etki ettiği gibi, aile bireylerinin
yetişme tarzı ile sosyo-ekonomik seviyeleri de etkili olabilmektedir. Her ne kadar
litaretürde, aile modellerine ilişkin farklı görüşler olsa da, biz bu aile modellerini ve
çocukların ahlaki davranışlarına olan etkilerini şu şekilde özetleyebiliriz (Aydın,
2009:34-61; Yavuzer, 1997: 26-34):
 Baskıcı anne-baba tutumları: Özellikle sosyo-ekonomik seviyesi düşük ailelerde
görülen bir anne-baba tutumudur. Bu tür anne ve babaların temel özelliği,
çocuklarına karşı oldukça katı olmalarıdır. Bunlar çocuklarını ceza tehdidi altında
kurallara sıkı sıkıya bağlı kalmalarını ve bu kuralları yerine getirmelerini isterler.
Durum ve şartlar ne olursa olsun, anne babaya boyun eğilmelidir. Bu tür aileler,
disiplini sağlamak için, genellikle cezaya başvururlar. Cezalar çoğunlukla suçla
orantısız ve ağırdır. Bu tür anne ve babalar için kendi kendine yeterlilik ya da çocuk
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
otonomisi çok önemli değildir. Kayıtsız şartsız itaat, bu tür ailelerinin en önemli
özelliğidir.
Bu tür ailelerde yetişen çocuklar, kendine güvenleri gelişmediği için, korkak
ve ürkek hareket eder, kendi bildiği doğrularını yaşayamaz. Yine bu ailelerde
çocuğun kendi duygu ve düşüncelerine fazla önem verilmediğinden ya da
cezalandırılmaktan korktuklarından, yalan söylemek, çocukların ve gençlerin
elindeki tek savunma mekanizması hâline gelir. Sonuçta çocuk, bağımlı, utangaç,
yönetilmeye hazır, sosyal açıdan yetersiz, gergin, acımasız, kavgacı ve ilgisiz bir kişi
olur.
Demokratik ailelerin en
önemli özelliklerinden
birisi de, çocuklarına
karşı hoşgörülü,
anlayışlı, destekleyici,
güven verici, değer
veren ve makul
özgürlük alanı
tanımalarıdır.
 Aşırı koruyucu anne-baba tutumları: Çocuklarına karşı büyük bir sevgi ile
bağlanmış, çok kollayıcı anne baba tutumlarıdır. Bu tür ailelerde, anne babalar
çocuğun tüm sorunlarıyla yakından ilgilendiğinden ve kendi davranışlarının
sonuçlarını ve hatalarını görme imkânı tanınmadığından, çocuğun kendi ayakları
üstünde kalması engellenmiş olabilir. Sonuçta bu tür ailelerde yetişen çocuk, içe
dönük, bağımlı, yönetilmeye hazır, sosyal gelişimi yetersiz ve sosyal çevresinde
uyumda zorlanan, devamlı bir şeyler isteyen, çok çabuk karşı gelen, güvensiz,
kıskanç, uyumu güç, sinirli, mutsuz ve duygusal sorunları olan bir kişi olur.
 Aşırı serbest anne-baba tutumları: Bu tutumdaki anne babalar, çocuklarının
doğru-yanlış hiçbir hareketine karışmaz, hatta yaptığı yanlışlıklara bile kızmaz.
Disiplinin yok denecek kadar az olduğu bu tür ailelerde, “çocuktur yapar”
denilerek, çoğu olumsuz davranışları bile hoşgörüyle karşılanır. Çocuğa sınırsız
haklar tanınmış, ancak nerede duracağı belirtilmemiştir. Bu tür ailelerde yetişen
çocuklar, neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda karar veremeyen, kendini
denetleyemeyen, aşırı serbestlik beklentisi içinde olan, sorumsuz, bencil, özgürlüğü
kısıtlandığında da saldırgan ve isyânkâr davranışlara başvuran kişiler
olabilmektedirler.
 Mükemmeliyetçi anne-baba tutumları: Bu tutuma sahip olan anne-babalar,
çocuklarını her açıdan dört dörtlük yetiştirmek isterler. Böyle ailelerde çocuğun
yanlış yapmaya hakkı yoktur. Çocuktan aşırı titizlik ve düzenlilik beklenir. Evde her
şey bir kurala bağlanmıştır. Adeta askeri bir eğitim sistemi mevcuttur. Ondan,
toplumsal ve ahlaki kurallara harfiyen itaat etmesi istenir. Bu tür anne ve babalar
kendi hayatlarında gerçekleştiremediği hedef ve idealleri kendi çocuklarının
gerçekleştirmesini beklerler. Bu tür ailelerde yetişen çocuklar, ağır nörotik gelişim
gösterebilirler. Çocukların kişilik ve karakter yapıları genelde çok katıdır. Esneklik
göstermezler. Çocuk anne ve babasının yönlendirmesi ve yüksek beklentileri
sonucu, her işte en iyisi ve üstünü olmak ister. Fakat her işte istediği başarıyı
yakalamayınca da hayal kırıklığına uğrayarak, aşağılık duygusu geliştirir. Sonuçta,
bu tip anne ve babaların çocukları utangaç, içe dönük ve yalnızlık çeken çocuklar
olarak tanımlanabilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
 İlgisiz anne-baba tutumları: Yukarıdaki tutumun aksine, bu tür anne ve babalar
çocuklarına karşı ilgisiz, çocuklarının maddî ve manevi ihtiyaçlarına karşı duyarsız,
sevgi ve şefkati yetersiz, kontrolü de gevşektir. Nasıl ki otoriter anne baba
tutumları, çocukların gelişim özellikleri için tehlikeli ise, ilgisiz anne ve babaların
çocukları da toplum için o denli tehlikeli olabilir. Bu tutumun uç noktasında
çocuklar kindar, kavgacı, isyânkar, saldırgan, suça eğilimli ve güvensiz olabilirler.
Çocuklara aile
ortamında temel ahlaki
değerleri kazandırmak
için, hem aile ortamının
düzgün olması, hem de
aile bireylerinin bilinçli
bir şekilde çocuklarına
birtakım ahlaki bilgi ve
değerleri kazandırmaya
yönelik amaçlarının
olması gerekir.
 Dengesiz ve tutarsız anne-baba tutumları: Bu tür tutuma sahip olan anne ve
babalar, bazen aşırı hoşgörülü ve serbest, bazen engelleyici, bazen de baskıcı ve
cezalandırıcı bir tutum içindedirler. Bu ailelerde kurallara uyma konusunda bir
kararlılık ve süreklilik yoktur. Babanın onayladığı bir davranışı anne, annenin
onayladığı bir davranışı da baba onaylamayabilir. Kısacası bu tür ailelerde, sadece
çocuklara karşı değil, aile fertleri arasında da herkesin uyması gereken ortak
kurallar yoktur. Bu ortamda yetişen çocuklar, neyin iyi, neyin kötü olduğuna karar
veremez. Hangi davranışın nerede ve ne zaman yapılıp yapılamaması gerektiğini
bilmez. Çocuk davranışın, doğru veya yanlış oluşuna göre değil, “ne zaman
yaparsam ceza verilemez” sorusunun cevabına göre davranmaya başlar. Bu tür
ailelerde yetişen çocuklar ürkek, korkak, kararsız, dengesiz ve güvensiz olurlar.
 Demokratik anne-baba tutumları: Bu tür aile tutumlarında anne ve babalar, bir
taraftan çocuklarına birtakım kurallar koyarken, bir taraftan da onlardan bazı
beklentileri vardır. Ancak tüm bunlar, gerçekçi bir tarzdadır. Anne ve baba,
çocukların ilgi ve ihtiyaçlarını makul bir şekilde karşılamaya çalışırken, diğer
taraftan da ortaya konan beklentilerin gerçekleşmesi konusunda sorumluluk ve
görev verirler. Bu tür ailelerin en önemli özelliklerinden birisi de çocuklarına karşı
hoşgörülü, anlayışlı, destekleyici, güven verici, değer veren ve makul özgürlük alanı
tanımalarıdır. Bu tutuma sahip anne ve babalar, çocuklarının yaptıklarıyla ilgilenir,
doğru davranışlarını takdir ve teşvik eder, yanlışlarını düzeltmesi için de gerekli
önlemler alır. Sorunlar ise, karşılıklı sevgi ve saygı ortamında, karşılıklı konuşularak
çözülmeye çalışılır. Bu tür ailelerde yetişen çocuklar ise, uyumlu, kendine güvenen,
tutarlı ve en önemlisi de mutlu olurlar.
Elbette aileleri kesin sınırlarla bir aile modeli içine yerleştirmek hem zor hem
de imkânsızdır. Durum ve şartlara göre aile fertleri, farklı tutum ve davranışlar
sergileyebilirler. Burada önemli olan, aile fertlerinin birbirlerini severek ve sayarak
karşılılıklı anlayış ve hoşögürü ortamında yaşamlarını sürdürmektir.
AHLAK EĞİTİMİNİN TEMEL İLKELERİ
Her ne kadar bireyler hayat boyu birtakım bilgi ve becerilerini geliştirip, yeni
tutum ve davranışlar kazansalar da ahlaki değerler, temel olarak ilk çocukluk
yıllarında kazanılıp etkisini ömür boyu devam ettirdiğinden, ahlak eğitiminin temel
ilkelerini de daha çok aile temelli olarak ele almak istiyoruz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
Çocuklara aile ortamında temel ahlaki değerleri kazandırmak için, hem aile
ortamının düzgün olması, hem de aile bireylerinin bilinçli bir şekilde çocuklarına
birtakım ahlaki bilgi ve değerleri kazandırmaya yönelik amaçlarının olması gerekir.
Şimdi kısaca bu ilkelere değinelim.
Mutlu ve Huzurlu Bir Aile Ortamı Oluşturulmalıdır
Aile içinde karşılıklı
güven duygusu ve
dayanışma varsa, aile
dışında çocuğun
şahsiyetini olumsuz
yönde etkileyebilecek
olaylar, etkisini pek
göstermez.
Her ne kadar ailenin çocuklarına, ahlaki değerleri nasıl kazandıracağı
konusunda, farklı düşünceler olsa da tüm sosyal bilimcilerin üzerinde anlaştığı bir
husus vardır ki, o da, ideal bir ahlak eğitimi için, mutlu ve huzurlu bir aile ortamının
olmasıdır. Huzurlu bir aile ortamı olmadan, çocuklara birtakım ahlaki değerleri
kazandırmak pek mümkün görünmemektedir. Güzel bir sözümüzde de belirtildiği
gibi, “Sevginin, saygının ve hoşgörünün, kısacası, huzurun olmadığı yerde bülbüller
susar, goncalar açmaz.” Aile içinde karşılıklı güven duygusu ve dayanışma varsa,
aile dışında çocuğun şahsiyetini olumsuz yönde etkileyebilecek olaylar, etkisini pek
göstermez. Sevgi ve güven duygusunun baskın olduğu aile, dış dünyanın yaratmış
olduğu üzüntü ve kaygılardan kurtulacak bir sığınak ortamı oluşturur.
Acaba mutlu ve huzurlu bir aile ortamını oluşturan unsurlar nelerdir? Bu
konuda kültürler arası yapılan çalışmalardan hareketle (Neff, 1995: 166-179) mutlu
ve huzurlu bir ailede bulunması gereken özelikleri şu şekilde sıralayabiliriz:
 Taahhüt, bağlanma: Taahhüt demek, bir bakıma aile birliğine önem verme ve
aileyi bir bütün olarak kabul etme duygu ve düşüncesidir. Bu özelliğe sahip aileler,
kendi ailelerini her şeyin üstünde tutarlar. Bu tür ailelerde, tüm aile fertleri, o
ailenin üyesi olmaktan kıvanç duyarlar. Bunlar için aile, her şeyden önce gelir ve
zamanlarını ve enerjilerini kendi aileleri için harcarlar. Hem anne ve baba, hem de
çocuklar, birbirlerini severler ve biri diğeri adına fedâkarlık yapmaya hazırdır. Bu
tür ailelerinin en önemli özelliklerinden birisi de aile fertlerinin birbirlerini kayıtsız
şartsız sevmeleridir. Bu sevgi, her hangi bir menfaat için değil, sadece o ailenin
ferdi olduğundan dolayıdır.
 Zaman birlikteliği: Mutlu ve huzurlu ailelerinin diğer önemli bir özelliği de
zamanlarını birlikte geçirmeleridir. Zaten insanın hiç unutmadığı, hep hatırladığı
anlar, ailesiyle ve sevdiği insanlarla geçirdiği zamanlardır. Ancak zaman birlikteliği
demek, tüm aile bireylerinin tamamının, günlerini ve zamanlarını hep birlikte
geçirecekleri anlamına da gelmez. Aile fertleri elbette istediklerinde, yalnız kalma
ya da diğer insanlarla da birlikte zaman geçirebilirler. Ancak bütün bunlar, aile
fertlerinin karşılıklı rızalarıyla olur. Zaman birlikteliğinin en önemli unsurlarından
birisi de, zamanın niceliğinden ziyade niteliğidir. Burada önemli olan, hem nicelik
hem de nitelik olarak, zamanın birlikte geçirilmesidir.
 İletişim: Mutlu ve huzurlu ailelerin en temel özelliklerinden bir tanesi de aile
fertleri arasında açık ve etkili iletişim şeklinin mevcut olmasıdır. Bu tür iletişimin en
önemli özelliği, onun açık, belirgin ve samimi olmasıdır. Mutlu ve huzurlu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
ailelerinin iletişiminde, yakınlık ve samimiyet, temel unsurdur. Aile fertleri birtakım
olumlu iletişim özelliklerine sahiptirler. Aile bireyleri birbirlerini hem sözel olarak,
hem de duygusal olarak dinlerler. Birbirlerine karşı dürüst ve samimidirler.
Birbirlerini eleştirmekten, değerlendirmeye tabi tutmaktan veya suçlamaktan
kaçınırlar.
Psikoloinin öncülerind
birisi olan William
James, takdir edilme
ihtiyacının, belki de en
önemli insani ihtiyaç
olduğunu ileri
sürmektedir.
Elbette bunları söylerken, mutlu ve huzurlu ailelerin hiç tartışmayacağı ya da
farklı duygu ve düşüncelere sahip olamayacağı anlamına gelmez. Tabii ki birlikte
yaşayan insanların farklılıkları olacaktır. Ancak mutlu ve huzurlu aileler, çatışma ve
olumsuzlukları, aşırı noktalara ulaşmadan çözmeye çalışırlar. Bunların kullandığı
tekniklerden birisi, aile bireylerinin birbirlerine saldırmaları, birbirlerine karşı
gelmeleri yerine, ortadaki sorunu açıklamak, muhtelif çözüm önerileri sunmak ve
herkes için en iyi olarak görülen çözüm yolunu araştırmaktır. Birbirlerini suçlamak
ya da rekabet etmek yerine, iş birliğine önem verilir ve düşmanlıklar engellenmeye
çalışılır.
 Takdir ve teşvik etme: Psikolojinin öncülerinden birisi olan William James,
takdir edilme ihtiyacının, belki de en önemli insani ihtiyaç olduğunu ileri
sürmektedir. İnsanların çoğu gündelik olarak sırf takdir edilmek için pek çok şey
yapmaya çalışır. Bu durum aile fertleri için de geçerlidir. Zira takdir etme, bir
taraftan takdir edilen kişinin öz benliğini desteklerken, diğer taraftan da takdir
eden ile takdir edilen kişi arasında güçlü bir ilişki oluşturur. Diğer taraftan sık sık
eleştirilen kişiler, kendilerinde bir yetersizlik, incinme ve önemsizlik hissi
geliştirebilir. Her ne kadar bazı aileler, yaptıkları eleştirilerin çocuklarının
eksikliklerini düzeltmek olduğunu ve yaptıkları eleştirilerin, “yapıcı bir eleştiri”
olduğunu ileri sürseler de bunun doğuracağı sonuç, hiç de öyle değildir. Bunun
sonunda çocuklar, “Ben hiç mi doğru yapmıyorum,” “Ben demek ki yeteri kadar iyi
değilim,” gibi düşüncelerle kendisine karşı olan öz güvenini kaybedebilirler.
Eleştiriler ve suçlamalar, davranışları iyileştirme yerine daha da bozulmasına ve
yozlaşmasına neden olabilir. Bunun için de olumsuz duygu ve düşünceler yerine,
ailede olumlu duyguların yer almasına ve hâkim olunmasına çalışılmalıdır.
 Rol performansları: Rol, aile bireyleri arasındaki kişilerin yapmaları gereken
hususları içeren bir kavramdır. Aile üyelerinin her birinin değişik rolleri vardır.
Başarılı bir şekilde fonksiyonunu devam ettiren aileler, her bir aile üyesi için
muayyen bir rol tanımlamıştır. Bu tür ailelerdeki fertlerden her biri, kendi yapacağı
görevi bilir ve gereğini yapar. Kısacası bir görev karmaşası yoktur. Bununla beraber,
mutlu ve huzurlu aile üyeleri bu görevler konusunda çok da katı olmayıp, bir
esneklik tutumu gösterirler. Herkesin yapmakla sorumlu olduğu görevini bilmesine
rağmen, herhangi olağanüstü bir durumda, aile ilişkilerinin normal düzeyde devam
etmesi için, esnek olmanın da rahatlığını hissederler.
 Manevi ortam: Mutlu ve huzurlu ailelerin en önemli özelliklerinden birisi de
evlerinde manevi bir ortam oluşturmalarıdır. Elbette manevi ortam, farklı kişilere
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
göre farklı anlamlar ifade edebilir. Ancak genelde manevi ortam deyince akla,
Allah’a iman, ahlaki davranış, dinî yaşantı, ümit ve iyimserlik duyguları, doğruluk,
sadakat, şuurluluk, erdemlik ve öz saygınlık gibi kavramlar akla gelmektedir.
Maneviyat, insanların
hayatlarını değişik
açılardan etkiler. Her
şeyden önce
maneviyat, insanlara
hayatın bir anlamı ve
gayesinin olduğu hissini
verir.
Maneviyat, insanların hayatlarını değişik açılardan etkiler. Her şeyden önce
maneviyat, insanlara hayatın bir anlamı ve gayesinin olduğu hissini verir. Hayatın
bir anlam ve gayesinin olduğuna inanmak, insanların günlük kaygı ve stresleri
aşmasına yardımcı olur. İnancın olmadığı yerde ise, hayatın bir amacı ve gayesi
eksik kalarak, insanlar yalnızlık ve depresyona maruz kalabilirler. Ancak inanç
sayesinde aile fertleri bir ümit, dayanma gücü ve yaşama sevinci elde edebilir.
 Kriz ve stresle başa çıkma: Mutlu ve huzurlu aile bireyleri de diğer aile fertleri
gibi, zaman zaman günlük yaşamlarında çeşitli kriz ve streslerle karşı karşıya
kalabilirler. Ancak onların özelliği, bu sıkıntılı anlardan kurtulma yollarını geliştirmiş
olmalarıdır. Bu tür aileleri, diğer ailelerden ayran temel özellik, onların
yaşamlarındaki bu tür olumsuz durumlara olumlu bakabilecek noktaları bulma ve
onlar üzerine odaklaşmalarıdır. Mutlu ve huzurlu ailelerdeki bireyler de elbette
gerçekten üzücü, kızgınlık, ya da korkuya neden olabilecek olaylarla
karşılaşabilirler. Ancak onlar bu tür olaylardan kurtulacak pozitif unsurlar da
bulabilen kişilerdir. Onlar dengeli bir tutum ve davranış gösterebilme yeteneğine
ve belli bir ümit besleme yeteneğine sahiptirler. Zira onlar bilirler ki, başlarına
gelen her bela ve musibetin, bir nedeni olduğu gibi, bir hikmeti de vardır.
Bu ailelerde bu tür olumsuz durumlarda başa çıkmadaki en büyük
desteklerinden birisi de yukarıda da kısmen bahsettiğimiz gibi, manevi güç yani
imanlarıdır. Onlar bu tür olaylarda imanları ve ümitleri sayesinde, bu olayların
etkisinden kurtulmaya çalışırlar. Kriz anlarında bu ailelerin başvurduğu diğer bir
yöntem de aile bireyleri arasındaki açık iletişimdir. Aile bireyleri, birbirlerine karşı
olumsuz tepki vermekten korkmadan ve endişe duymadan rahatça duygu ve
düşüncelerini paylaşabilirler.
Çocuğun Gelişim Özelliklerine Dikkat Edilmelidir
Diğer eğitim alanlarında
olduğu gibi, ahlak
eğitimi konusunda da,
çocuğun biyolojik,
psikolojik ve sosyal
gelişim özelliklerini
dikkate almak gerekir.
Diğer eğitim alanlarında olduğu gibi, ahlak eğitimi konusunda da çocuğun
biyolojik, psikolojik ve sosyal gelişim özelliklerini dikkate almak gerekir. Çocukların
gelişim dönemlerini ve özelliklerin bilmek, verilecek olan ahlak eğitiminin başarısını
da olumlu yönde etkileyecektir. Eğer bu gelişim dönemleri bilinmezse, çocuğun
yaptığı bazı davranışlar, çocuğun çevresi tarafından ahlaksızlık olarak algılanabilir.
Psikologlar çocukluk dönemi ahlak gelişimini beş dönem hâlinde
incelemektedirler. Bu gelişim dönemlerini şu şekilde özetleyebiliriz (Aydın, 2009:
63-92).
 Ahlak öncesi dönem: İlk birkaç yılında çocuklarda değer kavramı diye bir şey
yoktur. Ancak çocuk üç yaşına doğru, bazı davranışların iyi olup yapılması
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
gerektiğini, bazı davranışların ise kötü olup, yapılmaması gerektiğini öğrenmeye
başlar. Bu dönemde çocuklar anlamını bilmese de konuşmalarında kötü sözlere yer
verebilirler. Yine bu dönemde çocuklar, “gerçek” kavramına sahip olmadıklarından,
bazı şeyleri gereğinden fazla abartarak yalan söyleyebilirler. Yine bu dönem
çocuklarında henüz bir mülkiyet anlayışı oluşmadığından, kendilerin ait olmayan
herhangi bir nesneyi kolaylıkla alabilirler. Tüm bu olumsuz gibi görülen davranışlar
abartılmamalıdır. Bu dönemde çocuk, bir davranışı anne ve babasının tasvip edip
etmemesine göre yapar ya da yapmaz. Bu dönemde anne ve babanın yapacağı şey,
kesin tavırlı olmak ve yaptığı olumsuzlukların üzerinde fazla durmamaktır.
 Bencillik dönemi: Çocukların ilk 3-5 yıllarının en önemli özelliklerinden birisi de
onların bencil bir duyguya ve yapıya sahip olmalarıdır. Çocuklar genellikle altı
yaşlarına kadar bencil olup, davranışlarını başkalarının durumunu ve görüşünü
fazla dikkate almadan, kendi istekleri doğrultusunda değerlendirirler. Genel olarak
çocuklar 6-7 yaşlarına kadar, “başkalarına uygunluk dönemi” dediğimiz özellikleri
yansıtır. Bu dönemde çocukların değer anlayışı büyük ölçüde otoriteye bağlıdır.
Büyüklerin cezalandırdıkları davranışlar yanlış olup, görev ve sorumluluk, otoriteye
itaat olarak anlaşılır. Yine bu dönemde çocuklar için niyetten ziyade davranışların
sonuçları önemlidir. Çocuklar, ancak sekiz yaşından itibaren davranışlarla niyetler
arasında bir ilişki kurabilirler. Bu dönem, çocuğun kolay etkilendiği bir dönem
olduğundan, anne ve babaların davranışlarına önem vermeleri, sözleri ve
davranışlarıyla çocuğa örnek olmaları gerekir.
 Duygusal vicdan dönemi: Düşüncenin uyandığı bir dönem olup, genellikle 7-12
yaş dönemini kapsar. Çocuklar yedinci yaştan itibaren, ahlaki kavramları anlamaya
başlarlar. Bu anlamda yedinci yaş ayırt etme (temyiz) yaşıdır. Özellikle 9-10
yaşından itibaren çocuk, artık iyi ile kötüyü, haklı ve haksız kavramlarını
ayırabilecek düzeydedir. Bu dönemdeki çocuklar belli bir ahlak kavramını
oluşturmaya başlarlar. Çocuk doğruluk, dürüstlük, adalet, kişisel hak ve özgürlükler
konusunda belli bir görüş edinmiştir. On yaşından sonra ise çocuklar, kendilerine
telkin edilen davranış kurallarını benimsemeye başlarlar. Ergenliğe doğru ise,
geçimsiz, ters, inatçı, kıskanç ve bencil bir çocuk olabilir. Çocukların bu dönemdeki
olumsuz davranışlarına bakarak, yanlış girişimlerde bulunmamak gerekir. Bu
dönemde anne babalara düşen görev, serinkanlılıkla, sabırla ve hoşgörüyle
davranarak, yine onlara model olmaya devam etmektir.
 Akılcı vicdan dönem: Bu dönem, ergenlik dönemi olarak adlandırılan 13-21 yaş
arasını kapsar. Bu dönemde ergen ahlaki ilke ve prensipleri dış güçlerden ziyade,
bizzat kendi vicdanıyla ve kendi geliştirdiği ahlak ilkeleriyle tanımlar. Bu dönemde
birey artık, sadece kendisi için değil, başkalarını da dikkate alan, yüksek düzeyde
bir değerler sistemi geliştirir. Hak, adalet, yardımlaşma ve paylaşma gibi ahlaki
değerlerin en yüksek olduğu dönem, bu dönemdir. Bu dönemde de yapılacak olan,
tutarlı ve dengeli bir disiplin uygulamaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
Dengeli Bir Disiplin Uygulanmalıdır
Katı bir disiplin anlayışı
ya da fiziki cezaya
maruz kalan çocukların
Allah inancı da sert,
korumasız ve
cezalandırıcı bir Allah
tasavvuruna
dönüşmektedir.
Ahlak eğitiminde ele alınması gereken en önemli konulardan bir tanesi de
ailenin çocuğa uygulayacağı disiplin şekli ve yöntemidir. Anne ve babaların
kullandığı disiplin şekilleri, çocukların psikolojik gelişimi kadar, onların dinî ve
manevi anlayışlarını da etkiler. Bu alanda yapılan araştırmalara göre, katı bir
disiplin anlayışı ya da fiziki cezaya maruz kalan çocukların Allah inancı da sert,
korumasız ve cezalandırıcı bir Allah tasavvuruna dönüşmektedir. Tutarsız bir
disiplin anlayışına sahip olan aile çocuklarının Allah anlayışı ise, anne ve babalarının
tutumlarına paralel olarak, fazla adaletle ilgilenmeyen, bireylerin davranışlarıyla
uygunluk arz etmeyen, ne zaman nasıl bir ceza vereceği belli olmayan bir Allah
anlayışına neden olmaktadır. Diğer taraftan, demokratik bir aile ortamından gelen
çocukların Allah anlayışları ise, daha olumlu bir Allah anlayışı olabilmektedir.
Acaba anne ve babalar, çocuklarının ahlak eğitiminde hiç mi cezaya
başvurmayacaklardır? Bu konu hem İslam eğitimcileri, hem de batı eğitimcileri
tarafından yüzyıllar boyunca tartışılmış ve hâlâ da tartışılmaktadır. Hem çağdaş
eğitimciler hem de klasik İslam eğitimcilerinden bazıları, son çare olarak ve aşırı
olmamak kaydıyla, fiziki cezanın verilebileceğini ifade etseler de şu bilinen bir
gerçektir ki, din ve ahlak eğitiminde fiziki ceza etkili bir metot olmadığı gibi, aksine
olumsuz yönde etki etmektedir. Fiziki ceza çocukta, yalana, hilekârlığa ve iki
yüzlülüğe sevk etmek gibi kötü ahlaki sonuçlara yol açmaktadır. Ayrıca evden
kaçma, korkak ve ürkek olma, içe dönüklük, pasiflik, saldırganlık ve düşmanlık,
başkalarına eziyet verme, sadist ruhlu olma ve altını ıslatma gibi pek çok psikolojik
ve sosyolojik yönden de olumsuzluklara neden olabilmektedir. Hele hele baskıyla,
dayakla ya da zorlamayla dinî ve ahlaki değerleri kazandırmaya çalışmak, tamamen
olumsuz sonuçların doğmasına neden olabilir. Dolayısıyla, mümkün olduğunca,
fiziki cezaya başvurmamak ve alternatif disiplin şekilleri kullanmak gerekir.
Alternatif disiplin şekilleri olarak da; yanlış davranışı görmezden gelmek, tazmin
(hatasını düzelttirmek), çocuğu sevdiği arkadaş grubundan ayırmak, yalnız
bırakmak, sevdiği bir şeyden mahrum bırakmak, yaptığı davranışın yanlış olduğunu
açıklamak, doğal sonuçlarıyla karşı karşıya bırakmak, arzulanan davranışa model
olmaya çalışmak, sözleşme yapmak ve yeniden yönlendirmek sayılabilir.
Çocuğa İyi Örnek ve Model Olunmalıdır
“Ağaca çıkan keçinin,
dala bakan oğlağı olur.”
Çocuklara ahlaki değerleri kazandırmadaki en önemli metotlardan birisi de
tüm eğitimcilerin üzerinde birleştiği, aile bireylerinin çocuklarına örnek ve model
olmasıdır. Bu durum bir atasözümüzde şöyle belirtilir: “Ağaca çıkan keçinin, dala
bakan oğlağı olur.”
Çocuklar, ilk yıllardan itibaren, etrafındaki insanların tutum ve davranışlarını
gözetler ve onları en ince ayrıntısına kadar kopya ederler. Küçük çocuklar, anne ve
babalarının sözlerini, eylemlerini ve mimiklerini olağanüstü bir şekilde taklit etme
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
yeteneğine sahiptirler. Erik Erikson’a göre çocuklar, diğer insanlara karşı olan
güven veya güvensizliği, bağımlılık veya bağımsızlığı ya da sorumluluk veya
sorumsuzluğu, etrafındaki insanları gözlemleme ve onları model alma yoluyla
öğrenirler. Bununla birlikte çocuklar, sözden ziyade davranışların etkisinde kalırlar.
Büyüklerin kendilerinin yaptıkları davranışları, çocuklarından yapmamalarını ya da
yapmadıkları davranışlarını çocuklarından yapmalarını istemeleri onları şaşırtır ve
onlarda hangi davranışın iyi, hangisinin ise kötü olduğu konusunda muayyen bir
fikir oluşmamasına neden olur. Ayrıca bu durum onların büyüklerine karşı
güvenlerini de sarsar. Aslında söz davranış uygunluğu, sadece küçük çocukların işi
olmayıp, yetişkin insanlar için de söz konusudur. Bu durum, Kur’an’ da şöyle ifade
edilir:
“Ey inananlar! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi
söylemenizden, Allah şiddetle nefret eder.” (Saf/61:2-3).
Çocuklar, iyi ya da kötü olsun, pek çok ahlaki davranışı başkalarını
gözlemleyerek öğrenirler. Günümüzde bu yaklaşım, “sosyal öğrenme modeli”
olarak adlandırılmaktadır. Bu modelin öncülerinden biri olan Albert Bandura’ya
göre, çocuklarda sıkça görülen saldırganlık davranışlarının nedeni de, çevresinde
gördüğü bu tür davranış şekilleridir. Örneğin dövüşen iki çocuk, diğer çocuklar için
de bir model ve örnek olmuş olur. Onları seyretmek suretiyle birbirlerini itip
kakabilirler ve böylece diğer arkadaşları da öğrenmiş olur. Böylece çocuklar,
düşmanca davranışlara model olan insanların eylemlerini taklit etmek suretiyle,
saldırgan davranışları kazanmış olurlar.
Bununla birlikte, her model aynı şekilde etkili olmayabilir. Bir modelin etkili
olabilmesi için bazı özelliklere sahip olması gerekir. Bunlardan dört özellik aşağı
yukarı tüm çalışmalarda vurgulanmaktadır (Craig, 1979: 994-995) Güç, ihtiyaçları
karşılama, algılanan benzerlik ile sevilme ve takdir edilme. Araştırmalar, çocukların
izafi olarak daha güçlü yetişkinleri taklit etme eğiliminde olduklarını ortaya
koymaktadır. İhtiyaçları karşılamanın da model almada önemli bir yeri vardır. Buna
göre, çocuklar sıcak, mükâfatlandırıcı ve şefkatli modelleri; soğuk, cezalandırıcı ve
uzak olanlara nispetle daha fazla taklit etme eğilimindedirler. Algılanan benzerlik
de, model almada diğer önemli bir etkendir. Erkek çocukları diğer erkek çocuk ve
yetişkinleri; kızlar, diğer kızları ve kadınları; güçlü ve atletik çocuklar, güçlü ve
atletik olan kişileri; sakin ve düşünceli çocuklar da kendileri gibi çekingen ve sakin
kişileri model alma eğilimindedirler. Taklit etmedeki en önemli faktörlerden birisi
de sevilme ve takdir edilme duygusudur. Özellikle çocuklar, sevdikleri ve takdir
ettikleri yetişkinleri taklit etme eğilimi gösterirler.
Yukarıdaki açıklamalar ışığında şunu söyleyebiliriz ki, bir anne ve babanın
çocuğuna yapabileceği en iyi şey, çocuklarına güzel örnek olmaktır. Anne ve
babanın ne olduğu, ne söylediğinden ve ne yaptığından çok daha önemlidir. Eğer
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
anne-baba, çalışma, sevme, affetme, nazik olma, sorumluluk sahibi ve dürüst olma
gibi birtakım ahlaki kuralları öğütlüyorsa, bunları başta kendilerinin yapması ve
yaşaması gerekir. Ahlaki değerler, çocuklar tarafından sözden ziyade, eylem yoluyla
daha etkili bir şekilde kazanılır. Olumlu ya da olumsuz olsun, anne babalar
çocukları için doğal eğitim ve öğrenme modelleridir.
Aile Bireyleri Birlikte Hareket Etmelidir
Yukarıdaki maddede açıkladığımız gibi, ahlaki değerlerin kazanımındaki en
önemli rol modelleri, anne ve babalarıdır. Ancak bu konuda etkili olabilmeleri için,
anne ve babanın birlikte hareket etmesi gerekir. Davranış birlikteliği, eğitimde
başarılı olmanın ilk ve en önemli şartıdır. Aile bireylerinin birlikte hareket
etmemeleri çocuğu ortada bırakır. Zira böyle bir aile ortamında yetişen çocuk,
neyin iyi neyin kötü, hangi davranışın, nerede ve ne zaman yapılıp yapılmaması
gerektiğini bilemez. Tüm aile bireyleri, evin düzenini sağlamak ve çocuklara güzel
örnek olabilmek için konulan kuralların uygulanmasında tutarlı olmaları gerekir.
Birinin tepki gösterip, diğerinin tepkisiz kalması, çocuğun ebeveynine güvenini
yitirmesine yol açar. Ebeveynler koydukları kurallar konusunda tutarlı olmalıdırlar.
Anne ve babaların birlikte hareket etmeleri, her alanda mutlak anlamda
birlikte hareket etmelerini gerektirmez. Bazı durumlarda görüş ayrılılıkları olabilir.
Burada önemli olan, farklı görüşleri varsa, bunun nedenini çocuğa anlayacağı bir
şekilde izah etmek ya da daha doğrusu, bu farklı görüşleri çocuğun yanında
tartışmamaktır. Tartışıldığı takdirde çocuk, hangi tarafın görüşünün daha doğru
olduğunu anlayamayacağı gibi, anne ve babasını mutsuz eden bir sorunun da
kaynağı olduğu düşüncesine kapılabilir. Bu ise, çocukta ciddi anlamda psikolojik
birtakım sorunların ortaya çıkmasına neden olabilir. Eğer çocuğun birtakım
hataları, başarısızlıkları ve olumsuz davranışları varsa, bunların düzeltilmesi
konusunda takip edilecek yollar, önceden tartışılmalı, nasıl bir yol izlenilmesi
gerektiğine karar verilmeli, çocuk yalnızca nihai kararla karşılaşmalıdır.
Ahlaki Değerlere İlişkin Bilgi Verilmelidir
“Çocuk, çok seversen
bahtsız, çok söylersen
arsız, aç bırakırsan hırsız
olur.”
Çocuk doğuştan fıtri özellikleri dışında hiçbir şey bilmediğine göre ya
çevresinde bulunan kişileri taklit etmek yoluyla ya da kazandırılmak istenen ahlaki
davranışlar konusunda bilgilendirmek suretiyle öğrenecektir. Aslında eğitimin bilgi,
davranış ve duygu olmak üzere üç boyutu vardır. Davranış, daha çok taklit ve
model yoluyla öğrenilirken, hangi davranışın iyi, hangi davranışın kötü olduğu
hususu da daha çok bilgilendirme yoluyla öğretilir.
Bununla birlikte, ahlaki davranışlar konusunda çocuğa bilgi verirken, birtakım
hususlara da dikkat etmek gerekir. Bunun için de çocuğa uzun uzadıya öğütler
vermek yerine, kısa öğütler daha etkilidir. Bu durumu bir atasözümüz şu şekilde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
dile getirir: “Çocuk, çok seversen bahtsız, çok söylersen arsız, aç bırakırsan hırsız
olur.”
Kısa ve sade fikirler daha kolay anlaşılır ve kabul edilir. Bu konuda Kur’an’a
baktığımızda, Hz. Lokman’ın(as) oğluna, kısa ve öz olarak birtakım tavsiyelerde
bulunduğunu görmekteyiz (Lokman/31:13-19). Verilecek bilgi ile ilgili olarak dikkat
edilmesi gereken diğer bir husus da verilecek bilgilerin çocuğun gelişim düzeyine
uygun olmasıdır. Zira her yaş döneminin belli özellikleri ve bir öğrenme kapasitesi
vardır. Ayrıca her çocuğun ayrı bir yapısı ve mizacı vardır. Vereceğimiz bilgilerle
çocuğun bu özelliklerinin uyuşması gerekir. Çocuğa birtakım ahlaki davranışları
kazandırmada uygun fırsatları kollayıp değerlendirmek gerekir. Meseleye çocuk
açısından bakıldığında, çocuklara bilgi verilecek en iyi zaman, onların oyun ve
eğlence zamanları yani doğal ortamlardır. Bu zamanları fırsat bilerek, ahlaki
davranışlar hakkında birtakım bilgiler verilebilir.
Tüm bunlara ilave olarak, çocukların olumsuz ve yanlış davranışlarına vurgu
yapmak yerine, doğru, iyi ve güzel olanlara vurgu yapılmalıdır. Çocuğun hatalı
davranışları karşısında onur kırıcı, hakaret içeren sözler yerine, onun yanlışı
görmesine yardımcı olacak sözler söylemek, uygun bir şekilde açıklama getirmek
daha etkili olur.
Akran Grubu
Çocukların aile yapıları ne olursa olsun, onların ahlaki davranışlarına etki
eden önemli faktörlerden bir tanesi de akranlarıdır. Küçük çocukların huyları diğer
arkadaşlarını da etkilemektedir. Çocuklar büyüdükçe, diğer çocuklarla, özellikle de
yakın arkadaşlarıyla daha fazla zaman geçirirler. Aslında bu, çocukların normal
olarak sosyalleşmesi için bir ihtiyaçtır. Ortalama yedi yaşındaki bir çocuk,
yetişkinlerle geçirdiği zaman kadar arkadaşları ve akran grubuyla zaman
geçirmektedir.
Çocuklara olumlu ahlaki
davranışları
kazandırmada olumlu
çevre şartları
oluşturmak kadar,
olumsuz çevre
şartlarından uzak
tutmak da bir o kadar
önemlidir.
Yedi ile dokuz yaşları arasında çocuklar, yakın arkadaşlıklar kurmaya,
özellikle de hemcinsleriyle arkadaş olmaya başlarlar. Aynı cinsten olan arkadaş
seçimi, çocukların hayali oyunlarında bile söz konusudur. Bu dönemde çocuklar,
akranlarını önemli bir bilgi kaynağı olarak görürler. Genellikle de kendilerini
ölçmede arkadaşlarını bir ölçü olarak kabul ederler. Onlara bir davranış modeli
olarak bakarlar.
On-onbir yaşlarında akran grubu çok daha önemlidir. Özellikle bu dönemdeki
çocuklar için akran grubu, ailelerinden daha önemlidir. Çocuklar bu dönemde
otoriteye, bireysel ve grupsal kimliğe, dil kullanımına ve giyim seçimlerine karşı
koyma eğilimindedirler. Yine, akranlar cinsel tutum ve davranış geliştirmede de
oldukça etkilidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
Altı-yedi yaşları arasındaki çocukların akran grupları informel ve düzensiz
oluşurken, çocuklar büyüdükçe arkadaş grupları da daha düzenli ve resmîdir. Farklı
yetenekler ve güçler, grup üyeleri arasında önemli farklılıklar oluşturur. Görünüş,
fiziki gelişim, atletik ve akademik başarı ve liderlik gibi özellikler üzerine
temellendirilen statü düzeni oldukça yaygındır.
Çocuklar, akran guruplarının ya da arkadaşlarının sadece birtakım psikolojik
ve sosyolojik özelliklerini değil, aynı zamanda dinî ve ahlaki davranışlarını da model
almaya, onlar gibi inanmaya ve davranmaya çalışırlar. Bu bakımdan, çocukların
oynayacağı arkadaş gurubunun, dinî ve ahlaki yapısını da göz önünde bulundurmak
son derece önemli bir husustur.
AHLAK EĞİTİMİNİ OLUMSUZ YÖNDE ETKİLEYEN
FAKTÖRLER
Çocuklara olumlu ahlaki davranışları kazandırmada olumlu çevre şartları
oluşturmak kadar, olumsuz çevre şartlarından uzak tutmak da bir o kadar
önemlidir. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, olumsuz çevre şartlarının olumlu
çevre şartlarına göre daha ektili olması ve kontrol edilmesinin de son derece zor
olmasıdır.
Televizyonun en
olumsuz yanı, özellikle
çocuklarda, saldırganlık
ve şiddet duygularının
ve davranışlarının
oluşmasına neden
olmasıdır.
Günümüzde olumsuz çevre faktörlerinin başında, kitle iletişim araçları
gelmektedir. Çocukların, gençlerin, hatta yetişkinlerin bile ahlaki tutum ve
davranışlarını etkileyen en önemli faktörlerden birisi de medya, özellikle görsel
medya olarak adlandırabileceğimiz televizyon ve internet ortamıdır. Doğru ve
yerinde kullanıldığında elbette bu teknolojik aletlerin önemli faydaları vardır.
Ancak mevcut duruma baktığımızda, yaygın olması itibariyle özellikle televizyonun
ahlaki tutum ve davranışlar açısından bazı olumsuz etkilerinin olduğu da bir
gerçektir. Bir kere meseleye zaman açısından bakıldığında, aktif olarak insan
hayatının önemli bir kısmı televizyon karşısında geçmektedir. Bu alanda yapılan
araştırmalar, bir çocuğun doğuşundan lise sonlarına kadar televizyon ya da
internet başında geçirdiğini zamanın, okul yıllarında geçirdiği zamandan daha çok
olduğunu ortaya koymaktadır.
Bununla beraber, televizyonun en olumsuz yanı, özellikle çocuklarda,
saldırganlık ve şiddet duygularının ve davranışlarının oluşmasına neden olmasıdır.
1950’li yıllardan beri yapılan araştırmalar, televizyonun, çocukların gerçek
hayatlarında onları daha saldırgan yaptığını ve şiddete başvurmalarına neden
olduğunu göstermektedir. Bu etki, tüm coğrafik ve sosyoekonomik farklılıklar
gösteren çocuklar için de geçerlidir. Bu durum özellikle henüz doğru dürüst bir
sansür ve program anlayışının olmadığı ülkelerde çok daha önemli hâle
gelmektedir. Bu konuda anne ve babalar da gerekli özeni göstermediklerinden,
çoğunlukla izlenen televizyon programları hep yıkıcı yönde hizmet etmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
Haberler, şovlar, filmler, diziler, hatta çizgi filmler bile hep saldırganlık, şiddet,
cinsel istismar, hırsızlık, gasp ve çalışmadan köşe dönme fikrini işlemekte, sonuçta
bu tür yayınlar, başta öğrenmenin en ideal çağında olan çocuk ve ergenler olmak
üzere, tüm yaş gruplarını olumsuz yönde etkilemektedir.
Çocukları olumlu ya da olumsuz yönde etkileyen en önemli faktörlerden
birisi de çocukların okuduğu kitaplardır. Okunana kitaplar, ocukları hem olumlu,
hem de olumsuz yönde etkileyebilir. Kitaplar, çocuğun zihinsel, duygusal, sosyal ve
ahlaki gelişiminde önemli bir uyarandır. Çocuk nasıl ki anne ve babasını model
alıyorsa, okuduğu kitaptaki kitap kahramanlarını da model olarak alabilir. Çocuk
okuduğu kitaplardaki benimsediği kahramanlara benzemeye ve onların
özelliklerine sahip olmaya çalışır. Dolayısıyla çocuklara eğitici yönünden sağlıklı
davranış değişikliği geliştirmeyen, sanat değeri olmayan, okuma zevki ve ilgisi
vermeyen, aksine çocukları şiddete yönelten kitaplardan uzak tutmak gerekir.
Kitle iletişim araçları için anne ve babalara düşen görev, onları tamamen
yasaklamak yerine, seçici davranarak, birlikte izlemek ve mümkün olduğunca
onların yerine alternatif etkinlikler düzenlemektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Özet
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
•İslam ahlakçılarına göre pratik ahlakın farklı yönleri
bulunmaktadır.Bunlardan birisi de" ferdi ahlak " olarak gruplandırılan
daha çok bireyi ilgilendiren ahlaki tutum ve davranışlardır. Her ne
kadar diğer ahlak alanları da önemli olmakla beraber, diğer tüm
ahlaki alanların özüne ve temelini ferdi ahlak oluşturmaktadır. Zira
aile ahlakı, sosyal ahlak, devlet ahlakı ve dini ahlak da büyük oranda
yetişecek olan bireylerin ahlaki yapılarına bağlıdır.
•Ferdi ahlakın kazandıracağı dönem de büyük oranda çocukluk yıllarını
kapsamaktadır.Zira tüm psikologlara göre, çocukluğun ilk altı yılı
ahlaki tututm ve davranış kazandırmada en temel zaman birimidir. Bu
dönemde genellikle aile ortamında geçeceğinden, başta anne ve baba
olmak üzere, tüm aile bireylerinin çocuklara ahlaki davranışları
kazandırmasına gereken önemi vermeleri gerekir.Bu bağlamda
çocuklara olumlu ahlaki tutum ve davranışları kazandırmak için, her
şeyden önce ailenin mutlu ve huzurlu olması, çocuklarına model
olması, aile bireylerinin birlikte davranmaları, uygun disiplin
kurallarını uygulamaları, çocukların ahlaki gelişim aşamalarına uygun
olarak ahlaki bilgiler vermesi gerekmektedir.
•Çocuklara ahlaki davranış kazandırmada olumlu modellerin önemi
kadar, çocuğun ahlaki gelişimini ve davranışlarını olumsuz yönde
etkileyen faktörler de önemli olduğundan, çocukların ahlaki
davranışlarını olumsuz yönde etkileyebilecek olan kitle iletişim
araçlarının zararlı etkilerinden de korumak gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Alıştırmalar
Etkileşimli Alıştırmalar
• Öğrendiklerinizi
pekiştirebilirsiniz
Ödev
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
• Klasik islam kaynaklarlarından yararlanarak çocuk
eğitiminde dikkat edilmesi gereken hususları 200
kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız ve hazırladığınız
belgeyi göndermek için yandaki ödev gönderme
linkini kullanınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
etkileşimli
alıştırmalarla
19
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi pratik ahlakın çeşitlerinden birisi değildir?
a) Bireysel ahlak
b) Aile ahlakı
c) Sosyal ahlak
d) Seküler ahlak
e) Devlet ahlakı
2. Çocukların ahlak eğitiminde en ideal aile tutumu aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mükemmelliyetçi anne-baba tutumları
b) Baskıcı anne-baba tutumları
c) Demokratik anne-baba tutumları
d) İlgisiz anne-baba tutumları
e) Dengesiz anne-baba tutumları
3. Aşağıdakilerden hangisi huzurlu bir aile ortamında bulunmaması gereken bir
özelliktir?
a) Etkili iletişim
b) Aile üyeleri arasında takdir ve teşvik
c) Katı disiplin kuralları
d) Krizle başa çıkma özelliği
e) Nitelikli zaman birlikteliği
4. “Hak, adalet, yardımlaşma ve paylaşma gibi ahlaki değerlerin en yüksek
olduğu dönem hangi dönemdir?
a) Ahlak öncesi dönem
b) Bencillik dönem
c) Akılcı vicdan dönem
d) Duygusal vicdan dönemi
e) Geleneksel ahlak dönemi
5. Aşağıdakilerden hangisi “alternatif disiplin” şekillerinden birisi değildir?
a) Yanlış davranışı görmezden gelmek
b) Fiziki ceza uygulamak
c) Çocuğu sevdiği arkadaşlarından ayırmak
d) Sevdiği bir şeyden mahrum bırakmak
e) Hatasını düzelttirmek
Cevap Anahtarı
1.d 2.c 3.c 4.c 5.b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Bireysel Ahlak ve Ahlak Eğitimi
YARARLANILAN KAYNAKLAR
Aydın, Mehmet Zeki, Ailede Ahlak Eğitimi (2009), İstanbul: Timaş Yayınları
Çileli, Meral, Ahlak Psikolojisi ve Eğitimi (1986), Ankara: VYayınları
Craig, Grace J. Child Development (1979), EnglewoodCliffs, New Jersey, PrenticeHall
Dodurgalı, Abdurrahman, Ailede Din Eğitimi((2010), İstanbul: Timaş
Doğan Çağlar, Uyumsuz Çocuklar ve Eğitimi, 2. Baskı, Ankara: A.Ü.E.F. Yay. 1981
Draz, M. Abdullah, Kur’an Ahlakı (1950), Çev. Emrullah Yüksel ve Ünver Günay.
İstanbul: İz Yayıncılık
Edwards,
Carolyn
P.,PromotingSocialand
Moral
Development
YoungChildren(1986), New York andLondon: TeachersCollegePress
in
Neff, Blake J., (ed)., Handbook of FamilyReligiousEducation (1995), Alabama: REP
Ratcliff, Ronald E. (ed), Handbook of Children’sReligiousEducation (1992),
Alabama: REP
Yavuzer, Haluk, Ana-Baba ve Çocuk (1997), İstanbul: Remzi Kitabevi
BAŞVURULABİLECEK DİĞER KAYNAKLAR
Bayraktar, M. Faruk, “Ailenin Eğitim Görevi”, (1995), Din Eğitimi Araştırmaları
Dergisi, Sayı 2
Canan, İbrahim (ed), İslam’da Aile ve Çocuk Terbiyesi-2 (2005), İstanbul: Ensar
Neşriyat
Kagan, Jerome, SharonLamb (ed), TheEmergence of Morality
YoungChildren(1990), Chicago andLondon: University of Chicago Press
in
Peker, Hüseyin, Din ve Ahlak Eğitimi (1998), Samsun
Sarıoğlu, Hüseyin (ed), Çağımızın Ahlak Bunalımı ve Çözüm Arayışları (2009),
İstanbul: Ensar Neşriyat
Yörükoğlu, Atalay, Çocuk Ruh Sağlığı (1987), Ankara, Doğuş Matbaası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM AİLE AHLAKI
• Aile Yuvasının Kurulması
• Aile
• Ailede Karşılıklı Görevler
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Aile yuvası kurulurken doğru eş seçiminin
önemini kavrayabilecek
• Evliliğin ve aile ortamının fıtri bir ihtiyaç
olduğunu kavrayabilecek
• Ailenin, ahlaki değerlerin öğrenildiği ve
uygulandığı bir eğitim yuvası olduğunu
anlayabilecek
• Ailede karşılıklı görevlerin neler olduğunu
değerlendirebileceksiniz.
İSLAM AHLAK
ESASLARI
ÜNİTE
11
İslam Aile Ahlakı
GİRİŞ
Aile en küçük sosyal kurumdur. Ailenin temeli evlilik ile atılır. Evlenmek ve
bir aile yuvası kurmak, insanın fıtri bir ihtiyacıdır. Hayvanlar bile çoğunlukla bir aile
ortamında doğar, yaşamını aile ortamında daha rahat bir şekilde sürdürür.
Sağlıklı, huzurlu ve mutlu bir aile için evlilikte doğru eş seçimi son derece
önemlidir. Dinimiz de evlenip mutlu bir yuva kurmayı ve hayırlı evlat yetiştirmeyi
teşvik etmiştir. İnsan neslinin sağlıklı ve temiz bir şekilde devamı, ancak evlilik
sayesinde mümkündür. Evlilik, insanın dinini ve namusunu korumada adeta bir
kalkan görevi görür. Evlilikten amaç, sadece cinsel arzuların tatmini değil, hayırlı
nesil yetiştirmek ve Allah’a yakınlaşmaktır. Kur’an-ı Kerim evliliğin de amacının
“takva” olduğunu ifade eder.
Aile ortamı, ahlaki değerlerin öğrenildiği ve yaşandığı, nesilden nesile
aktarıldığı bir mektep gibidir. Aile, bireyleri, yaşlılarıyla geçmişe bağlar, gençleri ve
çocuklarıyla da geleceğe hazırlar. Ailede kuşaktan kuşağa bilgi ve tecrübe aktarımı
her daim yaşanır. Bu açıdan aile önemli bir eğitim yuvasıdır. Ailede vatanına,
milletine ve dinine hayırlı olacak evlat yetiştirmek dinî ve millî bir görevdir.
Ailenin üzerine kurulduğu ve sağlıklı bir şekilde devamını borçlu olduğu
birtakım ahlak değerleri vardır. Ailedeki birlik ve beraberliğin, huzur ve mutluluğun
kaynağı bu değerlerdir. Bunlar karşılıklı sevgi-saygı ve hoşgörü, fedakârlık,
paylaşım, namus ve iffet, sadakat ve vefa, sorumluluk bilinci, samimiyet ve iyi
niyet… vb. değerlerdir.
Aileyi oluşturan bireylerin birbirine karşı birtakım görev ve sorumlulukları
vardır. Bunlar, dinimizin ve ahlakın yüklediği görev ve sorumluluklardır. Bu
sorumluluklar yerine getirildiği sürece, o aile huzurlu ve mutlu bir aile olur ve
topluma iyi bireyler yetiştirmeye devam eder. Bu bakımdan, ailede eşlerin birbirine
karşı görevleri; anne-babanın, çocuklarına karşı; çocukların da anne-babaya karşı
ve kardeşlerin birbirine karşı görev ve sorumlulukları son derece önemlidir.
AİLE YUVASININ KURULMASI
Eş Seçimi ve Evlilik
Aile yuvası evlilik ile
kurulur. Ailenin temeli
evlilik ile atılır.
Aile yuvası evlilik ile kurulur. Ailenin temeli evlilik ile atılır. Bundan dolayı
evlilik son derece önemli ve ciddi bir olaydır. Kişinin nasıl bir aile yuvası kurmak
istediği, nasıl bir evlilik yapmak istediğiyle ya da nasıl bir eş aradığıyla yakından
ilişkilidir. O hâlde evlilikte doğru eş seçimi büyük bir önem arz eder.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Aile Ahlakı
İnsan neslinin sağlıklı ve helâl bir şekilde devamı, ancak evlilik kurumu ile
mümkün olur. Aksi hâlde soyu-sopu belli olmayan, bozuk bir nesil ortaya çıkar.
Aile hayatının doğru bir biçimde kurulmasının, sonra da sağlıklı,
huzurlu ve mutlu bir şekilde devam etmesinin temel şartlarından biri,
öncelikle eş seçiminin doğru ve isabetli yapılmış olmasıdır. Bir Çin atasözü;
“evlenirken gözlerini dört açarsan, evlendikten sonra ikisini kapatabilirsin”
der. İnsanın, müstakbel eşini seçerken, doğacak çocuklarının annesini (ya da
babasını) belirlerken elbet birtakım ölçüleri olmalıdır. Detaylara inildiğinde,
bu ölçülerin kişilere göre farklılık göstermesi son derece doğaldır. Ancak,
Müslüman bir toplumda yaşayan bireyler, Hz. Peygamber’in bu konuda
söylediklerine kulak verdiği takdirde, genel birtakım ilkeler belirlemek
kolaylaşır. Peygamberimiz, evlenirken, bir kadının, dört özelliğinden dolayı
tercih sebebi olabileceğini söyler: Malı (zenginliği), asaleti, güzelliği ve
dindarlığı. Sonra ekler:
“Evlenirken gözlerini
dört açarsan,
evlendikten sonra ikisini
kapatabilirsin.”
“Eli bereketlenesi, sen dindarını (ve ahlakı güzel olanı) tercih et!” (Buhârî,
Nikâh: 16)
Maddi zenginlik, asalet ve güzellik elbet önemli niteliklerdir. Ama bunlara
sahip olan bir hanımda eğer dindarlık ve ahlak güzelliği yoksa bu artılar kolaylıkla
eksiye dönüşebilir. Güzel ahlaktan yoksun bir eş, sürekli bu artılarıyla; zenginliği,
asaleti ya da güzelliği ile övünerek eşini küçümseyip hor görebilir. Bu da ailede
dengeyi bozar, huzur ve mutluluğu zedeler. Ayrıca bu üç nitelik, gelip geçici olan
şeylerdir. Oysa huy ve ahlak güzelliği, hiçbir zaman tükenmeyecek, ömrümüz
boyunca işimize yarayacak, huzur ve mutluluğumuzun kaynağı olacak, sonsuz bir
hazinedir. Zaten insanı “insan” yapan ve ona erdem kazandıran şey, güzel ahlaktır.
Bunun için Hz. Peygamber ısrarlı bir uyarı ile “sen dindarını (ve ahlakı güzel olanı)
tercih et!” buyurmuştur.
Geleneklerimize göre, evlenecek çağdaki iki genç birbirine gönül
verdiklerinde (ya da görücü usulü ile görüşüp) anlaşabileceklerine kanaat
getirdikten sonra, ailelerin büyükleri konudan haberdar edilip kız istemeye gidilir.
Kız verilince nişan yapılarak tarafların sevinci ifade edilir ve aralarındaki bağ biraz
daha güçlenir. Dinimize göre, bir erkek bir kıza talip olduğunda, o sonuçlanmadan o
kıza başka birinin talip olması, doğru değildir.
Nişan ve düğün törenleri şekil olarak yöreden yöreye, ulustan ulusa
değişebilir. Önemli olan, ahlaka ve dinin özüne aykırı düşecek uygulamalardan
kaçınmaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Aile Ahlakı
Tartışma
Bu bağlamda, birbirini seven gençlerin, nişanlılık döneminde ya da daha
öncesinde, cadde ve parklarda ya da toplu taşıma araçlarında zaman zaman dikkati
çeken, edebe uygun düşmeyen yakın temas görüntülerinin din ve ahlakla,
toplumumuzun gelenekleriyle bağdaşmadığını, tamamen Batılı yaşam tarzının
ürünü ve uzantısı olduğunu da belirtmeliyiz. Son yıllarda yayılma eğilimi gösteren
flört de böyledir. Bir süre flört hayatı yaşadıktan sonra “senden hoşlanmadım”
diyerek kenara itilen -kız ya da erkek- bir gencin kırılan onurunu ve yıkılan
hayallerini onarmak kolay değildir. Bu, olayın psikolojik boyutudur. Dinî ve ahlaki
açıdan ise; flörtün günah oluşunun nedeni, tarafların gönül eğlendirmek amacıyla
bir araya gelmeleri, tenha yerlerde gizlice buluşup birbirlerini, yararlanılacak cinsel
bir obje gibi görmeleri, bu tavırlarıyla toplumda ahlaki açıdan kötü örnek
olmalarıdır. Ciddi bir niyetle, evlenmek amacıyla, birbirini anlayıp tanımaya yönelik
olarak ve mahremiyet sınırları gözetilerek kurulan ilişkiler ise, gençlik döneminin
yadırganamayacak doğal ilişkileridir.
• Flörtün dinî ve ahlâkî açıdan uygun olup olmadığını forumda
tartışabilirsiniz.
• Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan
“tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
Evlilikte tarafların birbirine denk olması, geçimi kolaylaştıran başka bir
unsurdur. Denklikdeyince ise, tarafların; servet, asalet, kültür düzeyi, din-ahlak
anlayışları ve yaşantıları itibariyle denk olmaları akla gelir. Toplumumuzda, belli bir
anlayış düzeyine ulaşmış olan aileler, evlilik söz konusu olduğunda, bu anlamdaki
denkliğe de dikkat ederler. Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Üç şeyi ertelemeyiniz: Vakti gelmiş namaz, hazır haldeki cenaze ve dengini
bulmuş kadın.” Tirmizî, Mevâkît: 13; Ahmed b. Hanbel, I, 105)
Evliliğin ve Aile Ortamının Fıtri Bir İhtiyaç Olduğu
Evlilik, evlenmelerine herhangi bir engel bulunmayan bir erkek ile kadının
kendi iradeleriyle, birlikte yaşamalarına imkân veren ve onlara karşılıklı bazı hak ve
sorumluluklar yükleyen bir sözleşmedir.
Evlilik her şeyden önce insanın doğal ve biyolojik bir ihtiyacıdır. Dine, ahlaka,
toplumun örf ve âdetlerine uygun olan; bu ihtiyacın, zamanı gelince meşru bir
biçimde karşılanmasıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Aile Ahlakı
Klasik ahlak kitaplarımızda insan nefsinin üç gücünden bahsedilir: Arzu
(şehvet), öfke (gadap) ve düşünme gücü.
Arzu gücü, insandaki yeme-içme arzusu ve cinsel arzunun kaynağıdır. Bedeni
varlığımızın ve neslimizin devamı bu güce bağlı arzularımız sayesinde gerçekleşir.
Öfke gücü ise, manevi varlığımızı; kişiliğimizi, karakterimizi, değerlerimizi,
kutsal bildiğimiz şeyleri korumaya yönelik olan güçtür. Biri dinimize, vatanımıza,
namusumuza ve kutsal bildiğimiz şeylere saldırmaya yeltendiği zaman, haklı olarak
ona kızar ve uygun cevabı vererek kişiliğimizi ve değerlerimizi koruruz.
Düşünme gücü ise, insana özgü olan ve diğer iki gücü de kontrolü altına
alması gereken güçtür. İnsan akıllı bir varlıktır ve onun akli yeteneği bütün
kararlarında ve yapıp etmelerinde etkilidir. Bundan dolayı biz arzularımızı ne
zaman, nerede, nasıl ve ne kadar yerine getireceğimize, ortada kızmamız gereken
bir durum varsa; kime ne zaman, ne kadar ve nasıl kızacağımıza aklımız ile karar
veririz. Bir hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, asıl güçlü insan, öfkelendiğinde kendine
hâkim olabilendir (Buhârî, Edeb: 76; Müslim, Birr: 107, 108). Bundan dolayı,
aklımızı arzularımızın ve öfkelerimizin önünde tutabiliyorsak, ahlaki anlamda
dengeyi yakalayabilmişiz demektir. Aksi hâlde, ahlaki birtakım problemleri
yaşamamız kaçınılmaz olur.
Bu dengeyi yakalayabilmek, kuracağımız aile yuvasında, bu yuvanın sağlıklı
bir şekilde devamında, hatta hayatımız boyunca bütün ilişkilerimizde son derece
önemlidir. İnsanın birtakım cinsel arzuları olduğu ve bunları gerçekleştirmek
istediği, ontolojik bir realitedir. Ancak, nasıl yemenin-içmenin bile birtakım sınırları
ve kuralları varsa, bu sınır ve kurallara uyulmadığı takdirde, bazı sağlık
problemlerinin yaşanması kaçınılmaz ise, cinsel arzuların tatmininin de birtakım
sınırları ve şartları vardır. Bu sınırlara ve şartlara uyulmadığı takdirde, ahlaki ve
toplumsal bazı problemlerin yaşanması kaçınılmaz olur. Daha da önemlisi, insan
neslinin safiyeti bozulur ve insanın şerefi lekelenir.
İşte insanın cinsel arzularını karşılaması için dinimiz birtakım şartlar ve
sınırlar koymuş, bu arzuların meşru bir biçimde karşılanması ve insan neslinin
sağlıklı bir şekilde devamı için evliliği bir ihtiyaç olarak görmüş, ayrıca evliliği
kolaylaştırmayı da tavsiye etmiştir. Kur’an-ı Kerim’deşöyle buyrulur:
Çocuk, sevgi ve şefkati,
paylaşma, yardımlaşma
ve dayanışmayı önce
ailede öğrenir.
“Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları
evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir.
Allah (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (en-Nûr/24:32)
Gerçekte, evlendiklerinde pek maddi varlığı olmayan birçok çiftin, birkaç yıl
sonra maddi anlamda rahatladıklarını görürüz. Ama en büyük zenginliğin, birbirini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Aile Ahlakı
seven iki insanın duygu ve düşüncelerini birleştirerek oluşturdukları “gönül
zenginliği” olduğunu düşündüğümüzde, iki tarafın da evlilik ile kazandıkları yeni
sosyal çevreyi (çevre genişlemesini) de buna eklediğimizde, ayette geçen
zenginlikteki anlam boyutlarını biraz daha iyi kavramış oluruz.
İnsan, tabiatı gereği sıcak bir aile yuvası kurup huzurlu ve mutlu olmak ister.
“Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve
merhamet peyda etmesi de O’nun (varlığının) delillerindendir.” (er-Rûm/30:21)
ayeti de ifade etmektedir ki, evlilikten amaç, eşlerin birbiri aracılığıyla huzur ve
mutluluğa ulaşmasıdır. Bu huzur ve mutluluğun da, eşler arasındaki sevgi, şefkat ve
merhamet duygularının da kaynağı, Allah’tır. Bu huzur ve mutluluk, sevgi ve şefkat,
Allah’ın büyüklüğünün, O’nun engin rahmetinin delillerindendir.
Evlilikle gerçekleştirilen aile ortamı, insanın, yaratılışı gereği ihtiyaç duyduğu
bir ortamdır: İnsan bir aile içinde doğar, beslenip büyümesi ve gelişmesi bir aile
içinde olur. Çocuk, sevgi ve şefkati, paylaşmayı, yardımlaşma ve dayanışmayı aile
içinde görerek öğrenir ve yaşar. İnsan yavrusunun bakımı, annenin tek başına
üstesinden gelemeyeceği, zahmetli ve uzun süren bir iştir. Bu yavrunun sevgi ve
şefkate, eğitim ve öğretime ihtiyacı vardır. İşte bu, ancak bir aile içerisinde ve bir
aile ortamında gerçekleşir.
Bu durum, hayvanlar âleminde bile böyledir. Hayvanların çoğu bir aile
ortamında dünyaya gelir. Yavru büyüyüp gelişinceye kadar annenin-babanın
desteği ve yakın kontrolü altındadır. Kendi ihtiyaçlarını karşılayıp kendi ayakları
üzerinde durabilecek seviyeye gelince, yuvadan ayrılır ve aile içinde öğrendiği
becerilerle hayatını sürdürmeye çalışır. Ama çoğu hayvan, yetişkinlik döneminde
bile büyük bir aile olarak, sürüler hâlinde yaşamaya devam eder. Çünkü beraber
yaşamak, hem gıda teminini, hem de düşmanlara karşı savunmayı kolaylaştırır.
Dolayısıyla bir aile olmak ve bir aile içinde yaşamak, hayatı kolaylaştıran fıtri bir
ihtiyaç olarak görülmektedir.
Evliliğin Amacı
Kur’an’a göre kadın ve erkek aile hayatında birbirlerinin eksiğini gideren,
birbirini günahtan koruyan, biyolojik anlamda olduğu gibi, psikolojik ve ahlaki
açıdan da birbirini tamamlayan iki cins olarak görülür:
“Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz.”
(el-Bakara/2:187)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Aile Ahlakı
Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur:
“Gençler! İçinizden evlenmeye gücü yetenler evlensinler. Çünkü evlilik gözü ve
cinsel arzuları zinadan korur.” (Buhârî, Savm: 10)
“Nikâh benim sünnetimdir. Benim sünnetimi yerine getirmeyen benden
değildir. Evleniniz! Zira ben, diğer ümmetler karşısında sizin çokluğunuzla
övüneceğim.” (İbn Mâce, Nikâh: 1)
Yukarıdaki ayet ve hadislerden anlaşılmaktadır ki, evlilikten amaç, sadece
cinsel arzuların tatmini değil, karşılıklı sevgi ve saygı temeli üzerine, sıcak ve mutlu
bir aile yuvası kurmak ve bu yuvada ailesine, dinine ve milletine yararlı olacak,
bedenen ve ruhen sağlıklı nesiller yetiştirmektir.
İslam dini, ailenin sağlam temeller üzerine kurulması için namus ve iffete
özel vurgu yapmış, kimlerle evlenilemeyeceğini açıklamış (en-Nisâ 4/22-23), zinayı
ve ona götürebilecek davranışları yasaklamıştır.
Dinimizde ibadetlerin amacı, “takva”dır. Takva, genelde “Allah korkusu”
olarak tanımlanır. Aslında onu “bir müminde Allah’ın sevgisini kaybetme korku ve
endişesi” şeklinde tanımlamak daha doğrudur. Mümin bu endişeyle davranışlarına
daha fazla dikkat ederek, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışır. Dolayısıyla
takva üst düzeyde bir “Allah bilinci ve duyarlılığı”dır. Namazın amacı, mümini
kötülüklerden uzaklaştırıp Allah’a yaklaştırmaktır. Oruçla ilgili bir ayetin sonu;
“…umulur ki (bu ibadet sayesinde) takva sahibi olursunuz.” (el-Bakara 2/183)
ifadesiyle biter. Kurbanla ilgili ayette de kesilen kurbanların ne etlerinin, ne de
kanlarının Allah’a ulaşmadığı, kurban aracılığıyla kuldan Allah’a ulaşacak olan şeyin
“takva” olduğu ifade edilir (el-Hac/22:37). Kur’an-ı Kerim’in bize evlilikle ilgili
öğrettiği bir dua da oldukça dikkat çekicidir:
“(Ve o kullar): Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla
ve bizi takva sahiplerine önde kıl! derler.” (Furkân/25:74)
Görüldüğü gibi ayetin sonu “bizi takva sahiplerine önder kıl!” şeklinde
bitmektedir. Yani “bu evlilik, bu beraberlik sayesinde bizi takva sahiplerine önder
yap!” Bu ifadeden, tıpkı diğer ibadetler gibi evliliğin de amacının “takva” olduğu
anlaşılmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in bu ifadesine dayanarak, İslam dininin evliliği çok
önemsediğini, hatta onu bir “ibadet” gibi gördüğünü söyleyebiliriz. Yine buna
dayanarak evliliği “insan fıtratının gerektirdiği, fıtraten yerine getirilmesi gereken”
anlamında “fıtri bir ibadet” olarak nitelemek, yanlış bir niteleme olmasa gerektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Tartışma
İslam Aile Ahlakı
• Amacı göz önünde bulundurulduğunda, evliliğin "fıtri bir
ibadet" olarak nitelenip nitelenemeyeceğini araştırıp
gerekçeleri ile forumda tartışabilirsiniz.
• Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan
“tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
AİLE
Ailenin Önemi
Aile, evlenmelerine din ve hukuk açısından herhangi bir engel bulunmayan
bir erkek ile kadının kendi iradeleriyle evlenmeleri sonucu kurulan en küçük
toplumsal bir kurumdur. Dar anlamda anne, baba ve çocuklardan meydana gelir.
Buna “çekirdek aile” denir. Daha geniş anlamda ise, büyük anne, büyük baba,
amca, dayı, teyze ve halalar da aile kapsamı içinde değerlendirilir. Bu anlamda aile,
geniş bir sosyal birliği ifade eder.
Ailenin huzur ve
mutluluğu, toplumun
huzur ve mutluluğu
demektiir.
Aile toplumun temelini oluşturur. Toplumun huzur ve mutluluğu, ailedeki
düzen, huzur ve mutluluk ile yakından ilişkilidir. Bedenen ve ruhen sağlıklı nesiller,
ancak sağlıklı ve huzurlu aileler tarafından yetiştirilebilir. Bunun için dinimiz
evlenmeyi, sağlıklı bir yuva kurup hayırlı nesil yetiştirmeyi teşvik etmiş, boşanmayı
ise, çarelerin tükendiği en son aşamada başvurulacak, “Allah’a oldukça sevimsiz
gelen, ama O’nun helâl kıldığı bir çare” olarak nitelemiştir(Ebû Dâvud, Talak: 3).
Aile bağı “neseb” kavramı ile dile getirilir. Anne ve baba ile çocuklar
arasındaki bağı ifade eden nesebin kaynağı ise, meşru evliliktir. Neseb, ancak
meşru evlilik içinde meydana gelen doğum ile gerçekleşir. Aile bağının gücü, aile
bireylerinin birbirine karşı sevgi ve saygıları yanında, görev ve sorumluluklarını
yerine getirmeleriyle doğru orantılıdır.
Bugün toplumda gözlemlenen aile sorunlarının çoğunun; aile içi şiddete ve
geçimsizliğe, ahlaki zafiyete, eğitim eksikliğine, sorumluluk bilinci, sevgi ve hoşgörü
noksanlığına, aşırı bireysellik ve buna bağlı olarak bağımsızlık talebine dayandığını
söylemek mümkündür. Günümüzde birbirini yeterince tanımadan gerçekleştirilen
internet evlilikleri ve televizyonlardaki evlendirme programları da, ayrı bir
fenomendir. 2010 Yılında ABD’de yapılan bir araştırmada, beş boşanmadan birinin
nedeninin “facebook” olduğu belirtilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Aile Ahlakı
Son yıllarda huzur evlerinin kapasitesinin ciddi anlamda zorlanması, ilgi ve
bakıma muhtaç oldukları yaşlılık döneminde anne ve babalarına karşı, çocuklarda
sorumluluk bilincinin eksikliğinin göstergesi olarak kabul edilebilir.
Aile, hayatın yükünü omuzlarında taşıyan insan için, hele bunalım içinde
yaşayan modern çağ insanı için bir teselli, huzur ve şifa kaynağıdır. Bütün sevinç ve
kederler ailede ortaktır. İnsan, başkalarını mutlu ettiğinde, kendisini de mutlu
hisseder. Bunun içindir ki, aile topluluğu birlik ve beraberlik örneğidir. Bu örnek,
ihtiyarı, orta yaşlısı, genci ve çocukları ile farklı kuşakları bir araya getirir. Bu birlik,
yaşlılarıyla uzun bir geçmişe uzanır, gençleri ve çocuklarıyla da uzun bir geleceğe
hazırlanır. Bu şekilde, sosyal hayatın mükemmel bir örneği olan ailede insan,
kendisi kadar başkalarını da sevmeyi, kendi düşünceleri kadar başkalarının
düşüncelerine de değer vermeyi öğrenir.
Bütün bu fonksiyonları düşünüldüğünde, insanın bireysel ve toplumsal
hayatında ailenin yerini başka hiçbir kurumun dolduramayacağı kolaylıkla anlaşılır.
Ailenin Bir Eğitim Yuvası Oluşu
Dünyaya bir can
getirmek, şehitliğe eş
değerde, kutsal bir
görevdir.
Aile, insan yetiştiren bir kurumdur. Dünyanın en önemli, ama belki de en zor
ve en çok sabır ve emek isteyen şeyi, insan yetiştirmektir. İnsan, bu dünyanın en
önemli varlığıdır. O, Allah’ın “halife” olmaya layık gördüğü (Bakara/2:30), şerefli ve
üstün kıldığı (İsrâ/17:70) bir varlıktır. Bundan dolayı annelik-babalık görevi, kutsal
bir görevdir. Kutsallığı nedeniyledir ki, dinimiz doğum esnasında vefat eden bir
anne adayını “şehit” hükmünde kabul etmiştir. İnsanın en kıymetli şeyi canıdır.
Şehit, canından daha değerli bulduğu şeyler (dini, vatanı, bayrağı, namusu ve kutsal
değerleri) uğruna canını veren ve bu sayede ölümsüzleşen kişidir (Bakara/2:154).
Doğumda vefat eden anne adayı, dünyaya bir can getirme uğruna canını feda ettiği
için, kutsal bildiği değerler uğruna canını çekinmeden feda eden “şehit” hükmünde
kabul edilmiştir. Öyleyse dünyaya bir “can” getirmek, o canı güzel yetiştirip
büyütmek ve “adam” etmek, şehitliğe eş değerde, kutsal bir görevdir. Nitekim
Kur’an-ı Kerim şöyle buyurulmaktadır:
“Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız
yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı
kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Mâide/5:32)
Yani bir cana kıyan, bütün insanlığa kıymış, bir canı kurtaran ya da insanlığa
yararlı bir can yetiştiren de sanki bütün insanlığı kurtarmış gibi olur. İşte insan
yetiştiren bir kurum olarak aile, kutsallığını buradan almaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Aile Ahlakı
Aile aynı zamanda küçük bir eğitim yuvasıdır. Çocuk ilk bilgileri aile
yuvasında alır. Bilmediklerini sorar, öğrenir. Bilgisi yanında kişiliği de ailede oluşur
ve gelişir. Anne bebeğini uyuturken söylediği ninnilerle bile, bir yandan yavrusuna
sevgi ve şefkatini yansıtırken, öte yandan da ona, tertemiz ruhunda iz bırakacak
güzel duygular vermektedir. Çocuğun sağlam bir karakter kazanması, gelişip
yetişmesi, sonra da hayata hazırlanmasında ailenin önemi sanıldığından da fazladır.
Çocuğun kişiliğinin oluşmasında önündeki ilk modeller, annesi-babası ve ailenin
diğer bireyleridir. Çocuk belli bir aşamadan sonra bu modellerin de tesiriyle
kendine özgü davranışlar geliştirmeye başlar.
İnançlar, dinî ve ahlaki değerler, örf ve âdetler, güzel alışkanlıklar hep aile
içinde kazanılır. Aile, çocukta toplum törelerine ve millet ideallerine karşı ilginin
uyandığı, din ve ahlak duygularının filizlendiği kutsal bir kurumdur. Bireylere millî
kimlik kazandıran ilk yer de ailedir. Bundan dolayı, bir toplumun gücü, nüfusunun
çokluğu ya da birey olamamış, milleti ile bütünleşememiş kuru kalabalığın fazlalığı
ile değil, o toplumu oluşturan ailelerin sağlam ve sağlıklı olmasıyla orantılıdır. Aile
yapısı sağlıklı olmayan bir toplumun veya milletin uzun ömürlü olabileceğini
söylemek mümkün değildir. Tarihte de milletlerin çöküşünün, onların sosyal
yapısında, özellikle de aile yapısındaki bozulmalarla başladığını biliyoruz.
İdeal bir ailede anneler ve babalar çocuklarına miras olarak sadece maddi
birikimlerini değil, bilgi birikimlerini ve tecrübelerini, ülkü ve ideallerini, kutsal
değerlerini de bırakırlar. Ancak bu bilinçteki anne ve babalar topluma, devlete ve
millete yararlı evlat yetiştirebilirler.
Ahlakın ilk kaynağı, aile
ocağıdır.
İyi bir evlat, iyi bir kardeş, iyi bir dost ve iyi bir eş olamayan kimse, iyi bir
vatandaş ve iyi bir vatansever de olamaz. Bunlar hepsi ailede başlar ve orada
öğrenilir. Ailede öğrendiğimiz bu bilgiler ve kazandığımız tecrübeler daha sonra
topluma ve toplumsal ilişkilerimize yansır.
İnsan, kendisine karşı olan görevlerini ilk önce ailede öğrenir. Aile ortamı,
sosyal görev ve sorumlulukların hissedilip yaşandığı ilk yerdir. Ailemiz bize önce
birey olmayı, sonra da orada kazandığımız tecrübeye dayanarak toplumda
sorumluluk almayı öğretir. Dolayısıyla insan için ahlakın ilk kaynağı aile ocağıdır.
Tertemiz duygularla dünyaya gözlerini açan çocuk, bu duyguları zedeleyecek
olumsuz etkilerden, ancak ailede yaşatılan temiz duygulara, sevgi ve şafkate
sığınarak kendini koruyabilir. Çocuk, aile dışındaki hayatı, bencil duyguların, çıkar
ve menfaatlerin çatışma alanı olarak görebilir. Onu bu çatışma alanından
uzaklaştıracak olan şey, ailede aldığı ahlak eğitimidir.
Çocuğun okuldaki düzeni, başarısı ve arkadaşlarıyla uyumu, ailedeki düzenin,
huzur ve mutluluğunun yansımasıdır. Toplumda karşılaştığımız geçimsiz, uyumsuz
ve problemli çocuklar, genelde aile yapısında da sorun olan çocuklardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Aile Ahlakı
AİLEDE KARŞILIKLI GÖREVLER
Aile Değerleri ve Eşlerin Birbirine Karşı Görevleri
Aile, birtakım değerler doğrultusunda kurulan ve ancak o değerlerle yaşayan
sosyal bir kurumdur. Durkheim ailenin “ahlaki temele dayanan bir beraberlik”
olduğunu ifade eder. Ona göre “aile, aralarında kandaşlık bağları bulunan ve
karşılıklı hak ve ödevlerle birbirine bağlanan bireylerden meydana gelen
topluluktur.” Bu tanıma göre ailede kandaşlığın, yani biyolojik bağların yeri olmakla
beraber, onda esas olan, karşılıklı ödevler hâlinde kendini gösteren ahlaki
bağlardır. Bu bağlar, ilkin karşılıklı anlaşma ile aileyi kuran eşler arasında başlar,
sonra ahlak eğitimi şeklinde çocuklara da yansır. Toplumun çekirdeği olan aile, bu
anlamda adeta bir “ahlak mektebi”dir (Topçu, 2005: 183).
Aile bir ahlak
mektebidir.
Ailenin, üzerine kurulduğu ve varlığını borçlu olduğu ahlaki değerleri şöyle
sıralayabiliriz:
 Karşılıklı Sevgi ve Saygı: Sevgi ve saygı, insan ilişkilerinin mayasıdır. İnsan,
başkasını sevip saydığı, başkasına değer verdiği oranda, başkası da onu sevip sayar
ve ona değer verir. Bu, aile bireyleri için de böyledir. Karşılıklı sevgi ve saygı
olduktan sonra, ailede aşılamayacak problem yoktur. Sevgi ve saygı, aileyi bir araya
getiren ve sonra da bir arada tutan bir zamk görevi görür.
 Paylaşım: Paylaşım da ailede önemli bir değerdir. Ailede eşler her şeyini
paylaşır: Sevgilerini, şefkatlerini, düşüncelerini, kararlarını, ideallerini, sevinçlerini,
üzüntülerini, imkânlarını… her şeyini paylaşırlar. Anne-baba bütün güzel duygu ve
düşüncelerini, önce birbiriyle, sonra da çocuklarıyla paylaşır. Üstelik bu, karşılık
beklemeden yapılır. Eğer bir insan, samimi duygu ve düşüncelerini, bir başka kimse
ile paylaşma, onları beraber yaşama ihtiyacı hissetmiyor, kendi ruhunda iyi olan
şeyleri, başkalarına da aktarmak istemiyorsa, o insan, var olan bu en yüce
duyguları, bencilliği nedeniyle köreltiyor demektir.
 Namus ve İffet: Namus ve iffet, insanı “insan” yapan değerlerden biridir. İnsan
namus ve iffeti için yaşar. Ailede kadın da erkek de bu değerleri koruma konusunda
duyarlı davranmalıdır. Aksi hâlde ailenin şerefine leke gelir ve o ailenin temeli
sarsılmaya başlar. Hz. Peygamber Veda Hutbesinde ashabına şöyle hitap ediyordu:
“Ey insanlar! Bugünleriniz nasıl kutsal günler ise, bu aylarınız nasıl kutsal aylar
ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl kutsal bir şehir ise, canlarınız, mallarınız,
namuslarınız da öyle kutsaldır. Her türlü tecavüzden korunmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Aile Ahlakı
Ey insanlar! Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı
tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah'ın emaneti olarak aldınız ve onların
namusunu kendinize Allah'ın emriyle helal kıldınız. Sizin kadınlar üzerinde
hakkınız, kadınların da sizin üzerinizde hakkı vardır. Sizin kadınlar üzerindeki
hakkınız; yatağınızı hiç kimseye çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimseleri
izniniz olmadıkça evlerinize almamalarıdır. Kadınların da sizin üzerinizdeki
hakları, meşru örf ve âdete göre yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir.”
 Sorumluluk Bilinci: Ailede karşılıklı sorumluluk bilincine sahip olmak son derece
önemlidir. Sorumluluk bilincine sahip olan insan, görevini bilir ve yerine getirir.
Şüphesiz ailede eğilimlere ve yeteneklere göre bir görev ve rol dağılımı vardır.
Sorumluluğunun bilincinde olan eşler, ailedeki görevini karşılık beklemeden yerine
getirirler.
 Sadakat ve Vefa: Eşlerin birbirine sadakatı ve vefası da ailede gözetilmesi
gereken değerlerdendir. Sadakat ve vefa duygusu, eşlerin birbirine olan güveninin
kaynağını oluşturur.
 Samimiyet ve İyi Niyet: Aile, samimi ve iyi niyetle, geçinmeyi amaçlayan bir
yaklaşımla, iyi günde de, kötü günde de beraber olma düşüncesiyle kurulur ve bu
yaklaşımla devam eder. Eşler davranışlarında samimi ve iyi niyetli oldukları sürece,
geçim kolaylaşır. Ailede esas olan sürekliliktir. “Hele bir deneyelim bakalım,
anlaşabilirsek devam ederiz” yaklaşımı samimi ve iyi niyetli bir yaklaşım değildir.
Böyle bir düşünceyle aile yuvası kurulamaz.
Nikâh bir akittir,
karşılıklı sözleşmedir.
Nikâh, işte yukarıda belirtilen bütün bu konulara ilişkin, eşler tarafından
verilen sözdür. Nikâh bir akittir, karşılıklı sözleşmedir. Ama yazılı olmayan bir
sözleşmedir. Yaptırım gücü büyük ölçüde ahlaki ve vicdanidir. Bu akit ile taraflar,
ahlaken, dinen ve hukuken birbirine karşı hem sorumluluk üstlenmiş, hem de
haklarını garanti altına almışlardır. Eşler, nikâhta attıkları imza ile şahitlerin ve
yakınlarının huzurunda bu ilkelere sadık kalacaklarına dair zımnen söz vermiş
olurlar. Bu sözleşmeyi ihlâl etmeleri durumunda dini, ahlaki ve hukuki
sorumlulukları söz konusudur. Onlar sözlerine sadık kaldıkları sürece, huzur ve
mutluluk da onlara eşlik eder. Nitekim bir kutsi hadiste Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: “Eşler birbirine sadık kaldıkları sürece, onların üçüncüsü benim.”
Yani ben onlarla beraberim, onların yardımcısıyım, onların huzur ve mutluluklarını
garanti ederim.
Belirttiğimiz bu çerçevede, iyi niyetle, karşılıklı sevgi, saygı ve fedakârlık
temeli üzerine kurulan evlilikte, eşler bu beraberliğin sağlıklı bir şekilde devamı için
sorumluluklarını yerine getirmeli, birbirine hoşgörü ile davranmalı, ailenin şerefine
leke getirebilecek her türlü davranıştan kaçınmalıdırlar. Aileyi ilgilendiren önemli
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Aile Ahlakı
kararlar ortak alınmalı, ufak tefek görüş ayrılıkları abartılarak geçimsizlik nedeni
hâline getirilmemelidir. Eşler birbirine karşı samimi olmalı, birbirine güvenmeli,
yersiz şüphelerle aile bütünlüğü sarsılmamalıdır. Evlilik, ömür boyu beraber
yaşama kararıdır. Ancak hayattazaman zaman sıkıntılar da yaşanabilir. Bu sıkıntılar,
karşılıklı gayret ve fedakârlıklarla aşılabilir. Bazı olumsuz şartlarda bile hayatı
yaşanabilir hâle getirmek eşlerin elindedir. Bir şeyi yapmanın ve devam ettirmenin
kendine göre bazı güçlükleri vardır. Yıkmak ise kolaydır. Kur’an-ı Kerim de prensip
olarak aile hayatında iyi geçinmenin esas olduğunu ifade eder, boşanmayı son çare
olarak görür:
“Onlarla (hanımlarınızla) güzellikle geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız,
sabredin, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok hayırlı kılmış olabilir.”( Nisâ/4:19)
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Bireysel Etkinlik
“Sizin en hayırlılarınız, hanımlarına karşı iyi davrananlarınızdır.” (Tirmizî, Radâ:
11; İbn Mâce, Nikâh: 50)
• Aile bireylerinin birbirlerine karşı görevlerinin
neler olduğu üzerine düşününüz.
Kocanın, Hanımına Karşı Görev ve Sorumlulukları
Her insanın bir anne-baba, karı-koca, evlat ya da kardeş olarak, bulunduğu
konuma göre birtakım görevleri ve sorumlulukları vardır. Aile bireyleri birbirine,
karşılıklı ihtiyaç, yardımlaşma ve dayanışma bağlarıyla bağlı oldukları gibi, sevgi,
şefkat ve koruma gibi duygusal bağlarla da bağlıdır. Aileyi oluşturan bireyler,
birbirini sevip saydıkları, hak ve sorumluluklarını bilip yerine getirdikleri sürece, o
aile “uyumlu, geçimli ve huzurlu bir aile” olmaya devam eder. Ailede kocanın da
kadının da kendine özgü bazı hak ve sorumlulukları vardır. Kur’an-ı Kerim bunu
şöyle ifade eder:
“Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli
hakları vardır. Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler.”
(Bakara/2:228)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Aile Ahlakı
Bu üstünlüğün sebebini başka bir ayetten öğreniyoruz:
“Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve
mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve
koruyucusudurlar.” (Nisâ/4:34)
Bu ifadeden anlaşıldığı gibi, erkeğin üstünlüğü, yaratılış itibariyle kadına göre
daha güçlü olmasına ve gerek ailenin kuruluşunda, gerekse devamındaki ekonomik
rolüne (mehir vermesi ve evin maddi geçiminden daha fazla sorumlu olmasına)
dayanmaktadır. Kur’an bu ayetlerle aile reisliğini erkeğe vermektedir. Ancak bu bir
imtiyaz olmaktan çok, ona ek yük getiren bir sorumluluktur. Bundan dolayı da
kadın üzerinde baskı ve egemenlik kurma aracı olarak değil, ailenin geçimini,
düzenini ve himayesini garanti altına alma çabası olarak algılanmalıdır. Bunun bir
baskı ve zorbalık aracı olamayacağını, öyle anlaşılmaması gerektiğini Kur’an-ı
Kerim; “Onlarla iyi geçinin.” (Nisâ/4:19) uyarısında bulunarak açıklığa kavuşturur.
Hayatın diğer bütün yönlerinde olduğu gibi, Peygamberimiz aile hayatıyla;
hem bir eş, hem de bir baba olarak bizim için en güzel örnektir. O, hanımlarıyla iyi
geçinmiş, onları hiçbir zaman kırmamış, gerektiğinde onlara yardımcı olmayı zevk
bilmiştir.
Bu açıklamadan sonra, kocanın hak ve görevlerini şöyle ifade edebiliriz: Koca
hanımına ve çocuklarına karşı sorumluluğunun bilincinde olmalı, onlara değer
vermeli, hanımına karşı nazik ve kibar davranmalı, onun yakınlarına da saygı
göstermeli, evin yönetimine hanımını da ortak etmeli, önemli kararları alırken ona
da danışmalı, onun haklarını koruyup gözetmeli, sıcak ve rahat bir aile ortamı
oluşturabilmek için çalışıp didinmeli, çoluk-çocuğunu helâlinden kazanarak
yedirmeli ve giydirmelidir. Kazancını hanımından ve çocuklarından esirgememeli,
ama har vurup harman da savurmamalıdır. Ailenin huzurunu bozacak içki, kumar
vb. kötü alışkanlıklardan uzak durmalı, ailenin namus ve şerefine leke getirecek
davranışlardan kaçınmalıdır. Gerektiğinde ev işlerinde, çocuk bakımı ve eğitiminde
hanımına yardımcı olmalıdır.
Hanımın, Kocasına Karşı Görev ve Sorumlulukları
Eşler arasında her zaman göz önünde bulundurulması gereken genel ahlak
ilkesini Kur’an-ı Kerim şöyle ifade eder:
“Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği
emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve
Resulüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir.” (Tevbe/9:71)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Aile Ahlakı
Aile mutluluğu,
karşılıklı sevgi ve
saygıya dayanır.
Bu ayet, tarafların sorumluluğunu bildiği, dinen ve ahlaken daha iyi
olabilmeleri için birbirine yardımcı olduğu, Allah’ın rahmet ve bereketine vesile
olacak, iyi niyetle kurulmuş, mutlu ve samimi bir aile ortamını tasvir etmektedir.
Zaten ayette geçen “veli”; koruyan, gözeten, yardımcı olan, birbirini seven dost
anlamındadır. Karı-koca ilişkisi böyle bir anlayış üzerine kurulduğu takdirde, o
ailede işler bir “hak ve görevler envanteri” çıkarılarak değil, karşılıklı sevgi ve saygı,
yardımlaşma ve dayanışma ile beraberce yürütülür. Bu ilkeyi temel alarak, evin
hanımının hak ve görevlerini şöyle sıralayabiliriz:
Kocasına karşı nazik ve kibar davranmak, onun şeref ve itibarına leke
getirecek bir davranışta bulunmamak, kocasının cinsel arzusunu karşılıksız
bırakmamak, onun istemediği kimseyi eve almamak, evin bütçesini sarsacak aşırı
harcamalardan kaçınmak, evin temizliği, çocuğun bakımı ve eğitimi ile ilgilenmek.
Hayat tekdüze olmadığı için, ailede zaman zaman ufak tefek kırgınlıkların
yaşanması, bazı tartışmaların olması doğaldır. Bu da hayatın bir parçasıdır. Önemli
olan, bunların büyütülmeden karşılıklı olarak tolere edilmesi, karşılıklı af ve
tolerans ile tekrar huzurlu ortama dönülmesidir.
Ana-Babaya Karşı Görevlerimiz
Ailede saygıya en layık olanlar anneler ve babalardır. Annemiz ve babamız
bizim dünyaya gelişimizin maddi sebebidirler. Anne ve babadaki çocuk sevgisi,
doğal ve içten bir sevgidir. Bu sevgi ve şefkat, hayatın her aşamasında farklı
biçimde ortaya çıkar. Bundan dolayı, Kur’an-ı Kerim’de hiçbir yerde “çocuklarınızı
seviniz” şeklinde bir buyruğa rastlanmaz. Ama anneye babaya saygı emri farklı
bağlamlarda tekrarlanır. Çünkü çocuğun, anne ve babasının, kendisi için
katlandıkları zahmeti, yaptığı iyilikleri unutma ihtimali vardır. Bunların
unutulmayıp, onlara saygıda kusur edilmemesi gerektiği Kur’an’da da, hadislerde
de sık sık vurgulanır.
Dinimizde anne ve babaya saygı gösterip itaat etmek, Allah’a itaat etmek
gibi değerlendirilmiştir. Onlara karşı gelmek ise, Allah’a karşı gelmekle aynı
görülmüştür. Bundan dolayı, Alah’ın rızası, ancak anne ve babanın rızasını,
dualarını almakla kazanılabilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Aile Ahlakı
Kur’an-ı Kerim’de ana-baba hakkı ve onlara itaat ayrı ayrı değil, çoğu yerde
beraber ve Allah’a itaatten hemen sonra zikredilir:
“Rabbin, yalnız kendisine ibadet etmenizi ve ana-babaya da iyi davranmanızı
kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi, senin yanında yaşlanırsa,
kendilerine ‘of!’ bile deme. Onları azarlama. İkisine de güzel söz söyle. Onları
esirgeyerek alçak gönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: ‘Rabbim! Küçüklüğümde
onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!’ diyerek
dua et.” (İsrâ/17:23-24)
Anne ve baba, çocuklarını büyütürken farklı zahmetlere katlanır, ikisi de
kendi mizaçları, eğilimleri ve güçleri oranında çocuğun yetişmesine katkıda
bulunurlar. Hamilelik dönemindeki sıkıntılara fedakârlıkla katlanan, bakıma en
muhtaç olduğu zamanlarda onu sevgi ve şefkatle kucaklayan, kendisi yemeyip ona
yediren, gece uykusunu, gündüz istirahatini terk edip, çocuğunun üzerine titreyen
anne-babanın yaptıklarının karşılığı gerçekte kolay ödenemez. Kur’an bu zahmetin
bir boyutunu ve ana-babaya itaat gereğini şöyle dile getirir:
“Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu,
nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte
bunun için) önce bana, sonra da ana-babana şükret diye tavsiyede
bulunmuşuzdur.” (Lokman/31:14)
Allah, çocuğu olgunluk yaşına gelinceye kadar annesine-babasına bağımlı
kılmıştır. İnsan, kendisini yarattığı ve birçok nimetlerle donattığı için Allah’a
şükretmeli, insan olarak büyütüp yetiştirdikleri için de annesine-babasına minnet
duymalı, hayatı boyunca dua etmelidir.
Peygamberimiz, büyük günahların en büyüğünün “Allah’a şirk koşmak ve
ana-babaya isyan etmek” olduğunu söylemiştir (Buhârî, Edeb: 6).
Birgün Hz.Peygamber’e; “Kendisine en iyi davranmam ve en çok
hizmet etmem gereken kim?” şeklinde sorulduğunda, O;
“Annendir!” buyurmuş.
“Sonra kim?” sorusuna, yine;
“Annendir!” cevabını vermiş,
“Sonra?” diye tekrar sorulunca;
“Sonra da babandır!” karşılığını vermiştir (Buhârî, Edeb: 2;
Müslim, Birr: 1).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Aile Ahlakı
Ana-babaya saygının ve iyilik yapmanın önemine dair birçok ayet ve hadis
vardır. Ahlak kitaplarımızda da konuya genişçe yer verilmiştir. Bütün bunlardan,
anne ve babanın saygı ve iyiliği gerçekten hak ettikleri anlaşılmaktadır. Çocukların
da, hak ettikleri şeyi onlardan esirgememeleri gerekir.
Çocukların ana-babaya karşı görevleri, onların ölümüyle bitmez. Anababanın ölümünden sonra da çocukların onlara karşı yerine getirmeleri gereken
sorumlulukları vardır. Bunu bir Sahâbî, Hz. Peygamber’e:
“Anam-babam öldükten sonra onlara yapabileceğim bir iyilik var mı?” diye
sorduğunda, O şu cevabı vermiştir:
“Evet, onlara dua eder, günahlarının bağışlanmasını dilersin. Vasiyetlerini
yerine getirir, akrabasını koruyup gözetir, dostlarına ikramda bulunursun.”
(Ebû Dâvûd, Edeb: 120)
İslam dîni ebeveynin (anne-baba ve dede-nine) aile içinde kalmasını, ailenin
bir parçası olarak diğer aile bireyleri ile birlikte yaşamasını istemektedir. Çağdaş
yaşam biçimi ve modern dünya ise, önerdiği çekirdek aile tipiyle ebeveyni ailenin
dışına itmektedir. Şurası bir gerçektir ki, anne ve babayı yaşlılıklarında ailenin
içinde tutmak, sabır gibi ahlaki bir olgunluğa, vefa ve minnettarlık gibi ahlaki
erdemlere sahip olmayı gerektirir. Kendine yabancılaşmış modern insanda ise, aşırı
bireyselleşmenin ve kendini düşünmenin bir sonucu olarak, bu değerler, nadir
bulunan hasletler hâline gelmiştir.
Özet olarak ifade edersek, anne-babamızın bizim üzerimizdeki haklarını şöyle
dile getirebiliriz:
 Bizden istedikleri, dinin yasakladığı bir şey olmadığı sürece, isteklerini yerine
getirmek
 Onlara saygıda kusur etmemek
 Bakıma ve yardıma muhtaç oldukları zaman kendileriyle ilgilenip yardımcı
olmak, hâl-hatır sorarak gönüllerini almak, incitici söz söylememek, onları sıcak
aile ortamından ve torun sevgisinden mahrum bırakmamak
 Öldüklerinde evlat olarak üzerimize düşen görevleri yerine getirmek, onlara her
zaman dua etmek
 Zaman zaman ana-baba dostlarını ziyaret etmek suretiyle annemizin ve
babamızın hatıralarını yaşatmak.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Tartışma
İslam Aile Ahlakı
• Anaya-babaya karşı görevlerimizin neler olduğunu forumda
tartışabilirsiniz.
• Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan
“tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
Ana-Babanın, Çocuklarına Karşı Görevleri
Çocuk, Allah’ın anne-babaya bir lütfu ve hediyesi, bir bakıma anne ile baba
arasındaki sevginin de meyvesidir. Tıp bilimindeki gelişmelere rağmen, hâlâ birçok
ailenin anne-baba olamadığı düşünüldüğünde, çocuk sahibi (anne-baba) olmanın,
başlı başına şükre değer çok önemli bir olay olduğu kolaylıkla anlaşılır.
Çocuklar bizim günümüze neşe ve sevinç, hayatımıza anlam katan en değerli
varlıklarımızdır. Ancak, çocuklarımızı gerektiği gibi yetiştirmek, onları dünyaya
getirmek kadar önemli ve sorumluluk isteyen bir iştir. Bir milletin geleceği,
çocuklarının iyi yetişmiş olmasına bağlıdır.
Çocuklar, hayatımıza
anlam katan en
değerli varlıklarımız,
bizim geleceğimizdir.
Osmanlı dönemi ahlakçılarından Kınalızâde Ali Efendi’nin naklettiğine göre
“erdemli” insanlardan biri çocuklarına şöyle dermiş:
“Çocuklar! Size, biri doğumunuzdan önce, diğeri doğumunuzda, bir diğeri de
doğumunuzdan sonra olmak üzere üç defa iyilik yaptım. Doğumunuzdan önce
yaptığım iyilik; size güzel annelik yapacak birini kendime eş, size anne olarak
seçtim.
Doğumunuzda yaptığım iyilik; size ömrünüz boyunca taşımakla gurur
duyacağınız güzel bir isim verdim.
Doğumunuzdan sonra yaptığım iyilik ise, sizi elimden geldiğince ve gücüm
oranında güzel terbiye ettim, iyi yetiştirmeye çalıştım.” (Kınalızâde, 62)
Bu ifadelerden de anlaşılmaktadır ki, anne ve babaların, çocuklarına karşı
birtakım görevleri, başka bir deyişle, çocukların anne ve babalar üzerinde birtakım
hakları vardır. Onları şöyle ifade edebiliriz:
 Güzel Bir İsim Sahibi Olmak: Dünyaya gelen çocuğa, zihinde olumsuz
çağrışımlar yapacak yabancı isimler değil, kendi dinî ve millî kültürümüzün ürünü
olan güzel isimler koymak, anne-babanın ilk görevidir. Psikolojik anlamda, çocuğun
kimliğinin, ismi ile bütünleştiği bilinmektedir. Hz. Peygamber’in, “karga”
anlamındaki “Gurab” ismini “Müslim” ile “sıkıntı” anlamındaki “Zahîm” ismini de
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam Aile Ahlakı
“neşeli, müjdeci” anlamındaki “Beşir” ile değiştirdiği (Buhârî, Edebu’l-Müfred: 824,
829) kaynaklarda yer almaktadır.
 Eşit Muamele Görme Hakkı: Dünyaya gelen her çocuğun doğumuna sevinmeli,
çocuklar arasında kız-erkek ayrımı yapılmamalıdır. Hatta çocuklar arasında bir şey
paylaştırılırken, kızların daha duygusal oldukları düşünülerek, kızlara öncelik
verilmelidir.
 Maddi İhtiyaçlarının Karşılanması: Çocukların her türlü maddi ihtiyaçlarını
karşılamak; sağlık, beslenme, barınma ve giyim-kuşam konularındaki harcamaları
ailenin imkânı ölçüsünde yapmak, bu konularda cimri davranmamak, zamanı
geldiğinde çocuğunu evlendirmek de anne-babanın görevleri arasındadır.
 Manevi İhtiyaçlarının Karşılanması: Sevgi ve şefkat, çocukların manevi
gıdasıdır. Bu gıdayı onlardan esirgememek gerekir. Bir çocuğun en mutlu anı,
annesinin ya da babasının, kendisini kucağına alarak sevip okşadığı ya da onun
oyununa ortak olduğu andır. Bu konuda Hz. Peygamber bizim için güzel bir
örnektir. O, çocuklarını ve torunlarını sık sık kucağına alıp okşar, onları severdi. Bir
gün torunu Hz. Hasan’ı kucağına alıp öptüğünü gören bir sahabî, biraz da hayretle
Peygamberimize, kendisinin on çocuğu olduğunu, ama hiçbirini kucağına alıp
öpmediğini söyleyince, Hz. Peygamber ona
“Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” buyurmuştur (Buhârî, Edebu’lMüfred: 91)
 Eğitim Hakkı: Çocuğuna iyi bir eğitim vermek, ona din ve ahlak kurallarını,
toplumun örf ve âdetlerini öğretmek, onu çağın gerektirdiği bilgilere sahip kılmak
da anne-babanın görevlerindendir. Bu konuda da kız-erkek ayrımı yapılmamalıdır.
Bugünün kızlarının yarının anneleri olacağı düşünülerek, onların da iyi bir bilgi
donanımına sahip olmaları sağlanmalıdır. Peygamberimizin şu sözü bu konuda
oldukça anlamlıdır:
“Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden daha üstün bir hediye vermiş olamaz.”
(Tirmizî, Birr: 33)
 Çocuk, Önünde Pratik Örnekler Bulabilmeli: Anne-baba çocuğuna her konuda
örnek olmalı; ona teorik bilgileri sadece öğretmekle kalmamalı, erdemli, iyi bir
insanın nasıl olması gerektiğini davranışlarıyla göstermelidirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Tartışma
İslam Aile Ahlakı
• Ana-babanın, çocuklarına karşı görevlerinin neler olduğunu
forumda tartışabilirsiniz.
• Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan
“tartışma forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
Sonuç olarak denilebilir ki İslam dini, sevgi temeline dayanan, ahlaki değerler
üzerine kurulan, görev ve sorumlulukların karşılıklı olarak yerine getirildiği bir aile
yapısı öngörmektedir. Bu ailede sorumluluk bilinci ile beraber, dinî ve ahlaki
duyarlılık üst düzeydedir. Bu bilinç ve duyarlılığın olduğu yerde ise hukuka iş
düşmez. Çünkü hukuk, bir bakıma ahlakın ihlâl edildiği noktada devreye girer.
Nasîruddin Tûsî’nin dediği gibi sevginin olduğu yerde adalet aranmaz, çünkü
adalete ihtiyaç olmaz, ihtiyaç hissedilmez. Sevgi adaletten üstündür. Adalet, insan
cinsi arasında sevgi ve muhabbet olmadığı için düzen ve intizamı koruma
ihtiyacından doğmuştur. İnsanlar arasında sevgi olsaydı, adalete, yargı ve yargıca
ihtiyaç olmazdı (Tûsî, 2005: 252-253). Kur’an, nazil olduğu toplumun -zinanın ve
her türlü kötülüğün yaygın olduğu, kadının adeta insan yerine konmadığı, miras
bile alamadığı- aile yapısını; kadına değer verilen, namus ve iffeti önemseyen,
herkesin sorumluluğunu bildiği ve yerine getirdiği bir “sevgi ve eğitim yuvası”na
dönüştürmüş, anne-babayı bu yuvanın kurucu unsurları olarak saygıya layık
görmüş, çocukları ise “dünyanın süsü”, Allah’ın emaneti ve imtihan vesilesi olarak
değerlendirmiştir. Ayrıca Kur’an, ailedeki sevgi, saygı ve sorumluluk bilincini
akraba, yakın ve uzak çevreye de yayarak, sağlam bir toplumsal yapı oluşturmayı
hedeflemiştir. Bugün çağdaş İslam toplumunda yaşanan aile sorunlarının
temelinde, İslam’ı ve onun oluşturduğu ahlak değerlerini içselleştirme sorununun
yattığını söylemek mümkündür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Özet
İslam Aile Ahlakı
•Eş tercihinde farklı ilkeler göz önünde bulundurulabilir. Hz. Peygamber
bu konuda önemli bir tavsiyede bulunmuştur. Müstakbel eşte öncelikle
aranması gereken şey, güzel ahlaktır. Ayrıca eşler çok yönlü olarak
birbirine denk olmalıdır.
•Evlilik, insanın fıtri ve biyolojik bir ihtiyacıdır. Arzu (şehvet) ve öfke
(gadap) gücü, insanın hayvanlarla ortak olduğu güçlerdir. İnsan, neslinin
devamını ve manevi değerlerini korumayı bu güçlerine borçludur.
Ancak insanı insan yapan ve hayvanlardan ayıran yönü, “akıllı” bir varlık
oluşudur. O, arzularını ve öfkelerini aklın kontrolüne vermeyi
başarmalıdır. Evlilik ile cinsel arzular aklın ve dinin kontrolünde
gerçekleşmiş olur. Bir aile ortamında büyümesi de insanın doğal
ihtiyacıdır. İnsan yavrusu, kendi ayakları üzerinde durabilene kadar,
bakıma muhtaçtır, ihtiyaçlarını ancak büyüklerinin yardımıyla karşılar.
•Aile en küçük bir eğitim yuvasıdır. Bütün ahlakî değerler orada
öğrenilir. Dede, baba, oğul; babaanne-anneanne, anne ve kız arasında
bilgi ve tecrübe aktarımı yapılarak geçmiş ile gelecek arasında bağ
kurulur. Çocuklar büyüklerini örnek alır. Büyüklerin de küçüklere iyi
örnek olma zorunluluğu vardır. Böylece çocuklar iyi insan olmayı
öncelikle ailede öğrenirler.
•Aile birtakım ahlaki değerler üzerine kurulmuştur. Aileyi oluşturan
bireylerin her birinin kendine göre bazı görev ve sorumlulukları vardır.
Bu görev ve sorumlulukların yerine getirildiği aile, huzurlu ve mutlu bir
ailedir. Baba, babalık ve eş olma sorumluluğunun; anne, annelik ve eş
olma sorumluluğunun; çocuklar, evlatlık; kardeşler de kardeşlik görev
ve sorumluluğunun bilinciyle hareket etmelidir. Bu görev ve
sorumlulukların tamamı “aile ahlakı”nı oluşturur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Aile Ahlakı
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Ailenin temeli aşağıdakilerden hangisi ile atılır?
a) Doğum
b) Nişan
c) Söz
d) Evlilik
e) Kız isteme
2. “Evlenirken gözlerini dört açarsan, evlendikten sonra ikisini kapatabilirsin”
sözü ile vurgulanmak istenen aşağıdakilerden hangisidir?
a) Her zaman gözlerini dört açmalısın.
b) Gözlerini dört açmak iyi bir şeydir.
c) Eş seçiminde çok dikkatli olmalısın.
d) Evlilik sonrası çok önemli değildir.
e) İki göz insana her zaman yeter.
3. “Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz” mealindeki
ayette eşlerin hangi özelliği vurgulanır?
a) Yardımlaşma ve dayanışma
b) Giyim konusundaki dikkatleri
c) Kadın-erkek eşitliği
d) Eşlerin ahlâk ve namus konusunda birbirini koruyup gözeterek
tamamladıkları
e) Elbisenin önemli olduğu
4. Allah’a oldukça sevimsiz gelen, ama O’nun helal kıldığı şey aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Evlilik
b) Boşanma
c) Flört
d) Nişanlılık
e) Gıybet
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Aile Ahlakı
5. Anne-babalar çocuklarına miras olarak neyi bırakmazlar?
a) Maddi birikimlerini
b) Bilgi birikimlerini
c) Kimliklerini
d) Hayat tecrübelerini
e) Değerlerini
Cevap Anahtarı
1.d 2.c 3.d 4.b 5.c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Aile Ahlakı
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Bertrand, A. (2001). Ahlâk Felsefesi (Çev. H. Altıntaş), Ankara: Akçağ Yayınları.
Çağrıcı, M. (2006). Anahatlarıyla İslâm Ahlâkı. İstanbul: Ensar Neşriyat.
Draz, M. A. (1993). Kur’an Ahlâkı (Çev. E. Yüksel, Ü. Günay). İstanbul: İz Yayınları.
Erdem, H. (2009). Ahlâk Felsefesi. Konya: Hü-er Yayınları.
Gündoğdu, M. K. (2003). İslâm’da İnsanî İlişkiler Ve Ahlâkî Hayat. İstanbul: Nesil
Yayınları.
Kandemir, M. Yaşar. (2003). Örneklerle İslâm Ahlâkı. İstanbul: Nesil Yayınları.
Kandemir, M. Y. (2007). Peygamberimin Sevdiği Müslüman. İstanbul: Zafer
Yayınları.
Kılıç, R. (2005). İnsan ve Ahlâk. Ankara: TDV Yayınları.
Kınalızâde, A. Devlet ve Aile Ahlâkı. İstanbul: Tercüman 1001 Temel Eser.
Komisyon, (2000). İlmihal II. İstanbul: TDV İsam Yayınları.
Topçu, N. (2005). Ahlâk. İstanbul: Dergâh Yayınları.
Tûsî, N. (2005). Ahlâk-ı Nâsırî (Çev. R. Sultanov). Ankara: Fecr Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
TOPLUMSAL AHLAK
• İnsanların Toplum Hâlinde Yaşama
Zorunluluğu
• İnsanın Yapısı ve Toplum Hâlinde
Yaşamanın Doğurduğu Zorluklar
• İnsanın Güvenliğe ve Kurala Olan
İhtiyacı
• Toplumsal Ahlak
• Toplumsal Ahlak İlkeleri
İSLAM AHLAK
ESASLARI
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• İnsanların toplum hâlinde yaşamalarının
zorunlu olduğunu kavrayabilecek
• Toplum hâlinde yaşamanın zorluklarını ve
insanın güvenliğe olan ihtiyacını fark
edebilecek
• Ahlakın gerekliliğini kavrayabilecek
• Toplumsal ahlak ilkelerini öğrenebilecek
ÜNİTE
12
Toplumsal Ahlak
GİRİŞ
Toplum hâlinde yaşamak zorunda olan insan, bunun için kuralların varlığına
ihtiyaç duymaktadır. Kurallar bir yandan, insanın temel amacı olan varlığını
sürdürmesi için gerekli iken, öte yandan huzurlu ve mutlu bir toplum için
zorunludur. İnsanların birbirlerinin haklarına riayet etmeleri, birbirlerine zarar
vermemeleri, dahası yardımlaşarak hayatı birbirleri için kolaylaştırmak ve
yaşanabilir hâle getirmek için, bazı otoriteler belli kurallar koymuşlardır. Bunlar din,
hukuk ve ahlaktır. Konumuz olan ahlak, bireysel kurallar koyduğu gibi, daha genel
ve bütün toplumu, hatta bütün insanlığı ilgilendiren kurallar da koymaktadır. Bu
genel ilkeler, toplumsal ahlak ilkeleri olarak nitelendirilmektedir.
İNSANLARIN TOPLUM HALİNDE YAŞAMA
ZORUNLULUĞU
Toplum halinde
yaşamak bir
zorunluluk ise de
amaç mutluluktur.
İnsanların var oldukları ilk günden beri topluluk hâlinde yaşadıkları, açık bir
gerçek olarak onaylanmaktadır. Bazen küçük gruplar, çoğu zaman da büyük
topluluklar hâlinde varlıklarını sürdüren insanların, buna niçin ihtiyaç duydukları
konusunda ileri sürülen tezler birbirinden farklıdır. Genel olarak ‘toplum teorileri’
diye isimlendirilen bu tezlerden bazısı insanların bir arada bulunmalarına ‘güç’ü
temel yaparken (kuvvet teorisi), bazıları da insanların varlıklarını sürdürmede
yardımlaşmak zorunda olduklarını öne sürerek, birbirleriyle gizli bir anlaşma
yaptıklarını, topluluk hâlinde yaşamanın temelinde ise bu anlaşmanın olduğunu
(sözleşme teorisi) kabul etmektedirler. (Elmalı, 2005:113)
Her insan yaşamak ve varlığını sürdürmek, hatta basit bir varlık olmaktan
kurtulup mükemmelleşebilmek için, doğuştan-yaratılıştan birçok şeye muhtaç
olmakla birlikte, bunların hepsini birey olarak, tek başına elde etmesi mümkün
değildir. Her insan diğerleriyle bir araya gelme ihtiyacındadır. Dolayısıyla toplum
hâlinde yaşamak zorunda olan insan, kendini gerçekleştirmek ve yaşamını
sürdürmek için diğer insanların yardımına muhtaçtır. İnsanların toplum hâlinde
yaşamaları, temelde bu nedenin bir sonucudur. (Farabi, 1986: 117) Ancak
toplumun meydana gelmesinde, belirtilen neden olsa bile, toplumun devamlılığı
konusunda başka faktörlerin varlığı da söz konusudur. Bunlardan biri insanları
birbirine bağlayan, onların birlikte yaşamalarına ve birlikteliğin sürdürülmesine
neden olan sevgidir. Toplumun varlığını devam ettirmesindeki bir diğer faktör de
doğaları, yetenekleri birbirinden farklı olan insanların, bu farklı yetenekleri
doğrultusunda ürettikleri mal ve hizmetleri birbirlerinin hizmetine sunmalarıdır.
Buna göre, toplum hâlinde yaşamak bir zorunluluk ise de amaç mutluluktur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Toplumsal Ahlak
İNSANIN YAPISI VE TOPLUM HALİNDE YAŞAMANIN
DOĞURDUĞU ZORLUKLAR
İnsanların bir arada yaşamaları zorunluluk olmasına rağmen, bu birliktelik
sırasında, insanın yapısından kaynaklanan bazı problemler de doğmaktadır.
“Bireyin fizyolojik ve psikolojik eylemlerinin büyük bir oranı, varlığı devam
ettirmeye yarayacak en elverişli şartları belli sınırlar içinde sabit tutma amacını
güder.” (Baymur, 1969: 49) Yani belirlenmiş birincil güdülere bakıldığı zaman,
hepsinin yaşamı sürdürme ve hayatta kalmaya yönelik oldukları görülmektedir.
(Morgan, 1999:199-209)
İnsandaki temel güdüler, fizyolojik ve toplumsal güdüler olarak
sınıflandırılmaktadır. Fizyolojik güdüler, bedensel olarak insanın varlığını
sürdürebilmesi için sahip olduğu güdülerdir. Bunlar açlık, susuzluk, analık,
sosyalite, cinsellik vb.dir. Birçok sosyal ve psikolojik güdü insanın varlığını devam
ettirmesiyle ilgili olduğu ve dolayısıyla kaynağını fizyolojik güdülerden aldığı için, bu
güdülere evrensel ve birincil ihtiyaçlar da denmektedir. Öte yandan psikolojik
güdüler de çeşitli ve karmaşıktır. Ancak genel olarak üzerinde anlaşıldığı görülen
bazı psikolojik güdüler şunlardır:
 Bağlılık ihtiyacı,
 güvenlik ihtiyacı,
 itibar kazanma ihtiyacı,
 özgürlük ve özerklik ihtiyacı,
 saldırganlık güdüsü. (Baymur, 1969: 51-53)
Burada asıl ele alınması gereken, psikolojik güdülerin içinde yer alan
‘güvenlik ihtiyacı’ güdüsüdür. Bu güdü kaynağını fizyolojik olarak var olmaya
devam etmek, yani canlı kalmak, sağlıklı yaşamak ve gelişmek ana güdüsünden
almaktadır.
Düşünce tarihinde bazı filozoflar, insanların topluluk haline gelmeden önce
ve topluluk haline geldikten sonra da bu güdünün devam ettiğini kabul etmişlerdir.
T. Hobbes’un doğal durumu temellendirirken dayandığı natürel temelin bu
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. “Çünkü Hobbes’a göre, her şey–maddi
olan da ruhi olan da, ayrı ayrı insanlarda olan da devletlerde olup bitenler de
bunların hepsi- doğal nedenlere bağlıdırlar ve ‘doğal nedenler’ tarafından tek
anlamlı ve zorunlu olarak belirlenmişlerdir, ‘doğal nedenler’ de her yerde -cansız
doğada da, canlı doğada da- hep birdirler, hep aynıdırlar.” (Gökberk, 1990: 281)
Buna göre Hobbes, doğal hukuk ve sonraki aşama olarak devlet öğretisini,
natüralist bir antropoloji ile temellendirmektedir. Bu öğreti, insanın her şeyden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Toplumsal Ahlak
önce, kendi varlığını ayakta tutmaya, koruyup sürdürmeye çalıştığını kabul
etmektedir; bu, insanın ana güdüsüdür. İnsanın bütün eylemlerini belirleyen işte
bu güdüdür. Bu durum ise insanı doğa nimetlerinden elden geldiğince çok
yararlanmaya sürükler. Ancak bu doğal duruma bağlı olarak herkes birbiriyle karşı
karşıya gelir, yani varlığını sürdürebilmek için birbirlerine karşı acımasızca ve
düşmanca davranmaları söz konusu olur. Bu ise ‘bellum omnium contra omnes’i,
yani herkesin herkese karşı savaş hâlinde olması durumunu doğurur. (Hobbes,
1995: 93, 94) Böyle bir ortamda ise insanın, insanın kurdu olması kaçınılmazdır.
İNSANIN GÜVENLİĞE VE KURALA OLAN İHTİYACI
Status naturalis’ten
status civilis’e geçiş:
Doğal durumdan, yani
herkesin kendi kuralını
kendisinin koyup
uyguladığı durumdan,
yurttaşlık durumuna
yani herkes için geçerli
genel kuralların olduğu
duruma geçiş.
İnsanın, insanın kurdu olduğu ortam, yaşamını sürdürmek için güvenliğe
ihtiyaç duyan insanın, bu arzusu ile çelişmektedir. Bu durumda tek tek bireylerin
kendilerini koruma, varlıklarını sürdürme ana güdüsü, genel bir güvenliğin
olmaması ve her bireyin her an saldırıya maruz kalabilme ihtimalinin var olması,
insanlar arasında karşılıklı saldırmazlıkla ilgili bir sözleşmenin oluşmasını gerekli
kılmıştır. Dünya nimetlerini elde etmede kuvvet araçlarına başvurmama
konusunda insanların birbirlerine söz vermeleri, kuvvet araçlarını, hep birlikte itaat
edecekleri bir kişiye devretmeleri konusunda da anlaşmalarını gerektirir. (Hobbes,
1995: 129-130)
İşte bu anlaşma devletin kurulması, (pozitif hukuk) dolayısıyla status
naturalis’ten status civilis’e geçilmesi anlamına gelmektedir. (Hobbes, 1995: 285)
Pozitif Hukuk
Yurttaşlık durumuna geçildikten sonra, doğa durumunda cari olan hak,
haksızlık, iyi, kötü, adalet ve adaletsizlik gibi kavramların yeniden tanımlanması
gerekmektedir. Doğal durumda insan, yalnızca kendini düşünerek kendi varlığını
korumaya yarayan şeye haklı ve iyi aksine ise haksız ve kötü demektedir. Çünkü her
insanın kendi varlığını sürdürmek ve hayatta kalmak için her şeye hakkı vardır.
Dolayısıyla her bireyin iyisi ve kötüsü birbirinden farklıdır. Ancak yurttaşlık
durumuna geçtikten sonra genel güvenlik doğrultusunda yeni bir ortak değerler
sistemi oluşturmak gerekmektedir. Artık iyi, genel güvenliği sağlayan şey, kötü de
genel güvenliğe zarar veren şeydir. İnsanlar artık her şey üzerinde hak iddia etme
hakkına sahip değildir. Böylece herkesin üzerinde birleştiği ahlak (doğal hukuk)
meydana gelmektedir. Devlet ise, doğal hukuk durumunun üzerine oturtulur.
Doğal hukukun belirlediği değerler ancak devletin oluşturulması durumunda pratik
bir önem ve değişmez bir anlam kazanırlar. Örneğin hırsızlık doğal hukukun bir
gereği olarak kötü ve haksızlık olarak kabul edilmekle beraber hırsızlığın yasa
tarafından belirlenmemesi, söz gelişi ‘hırsızlık, birinin mülkiyeti olarak belirlenmiş
olan malını, bir başkasının, doğal hukukça belirlenmiş hakka aykırı olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Toplumsal Ahlak
almasıdır’, gibi bir tanımlama yapılmaması yani yasalaştırılmaması insanların
güvenliğini tam olarak garanti altına almaz. Yani doğal durumda insanları birbirine
karşı belli kurallar çerçevesinde sorumlu davranmaya zorlayan, yazılı olmayan bir
kurallar dizgesi mevcutsa da var olan ve ahlak kuralları olarak da kabul edilen doğal
hukuk kuralları, Hobbes’a göre ancak çok güçlü bir devletin kanunlarıyla yani
pozitif hukukla kesin anlam ve muhteva kazanabilirler. (Hobbes, 1995: 285-286)
Ahlak
Böylece Hobbes, yetkilerin devlete devriyle yani sözleşmenin yapılmasıyla,
her türlü güvenlik işini devletin yaptığını düşünmektedir. Ancak burada devlete
geçtikten sonra da güvenlik ve hayatta kalma ana güdüsünün yok olmadığını ve
devam ettiğini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Çünkü devlet, özellikle
büyük toplumlarda, her yerde ve her zaman görüp gözetemeyebilir. Sonuçta
devletin, yani pozitif hukukun yaptırımı, kayıt altına aldığı iyiler ve kötülerle ilgilidir.
Ancak bir toplumda kötü sayılan ve toplumun algılarına göre haksızlık, adaletsizlik
ya da kötü olarak algılanan her şey kayıt altına alınmış değildir. Böyle bir şey imkân
dâhilinde de görünmemektedir. Diğer taraftan, kayıt altına alınmış her türlü
kötülüğün fark edilmesi, yani devletin her şeyi görmesi de söz konusu olmayabilir.
İşte tam bu durumda ahlakın önemi ortaya çıkmaktadır.
Ahlak, farklı tanımları yapılabilmesine karşın son amaç olarak, belirli
kurallarla toplumda düzenin sağlanmasına yardımcı olmak, insanları -birey veya
topluluk- mutlu etmek, onların mümkün olabildiği kadar, birbirlerine zarar
vermelerini engellemek için, toplum, birey ya da varlığına inanılan metafizik bir
otorite tarafından oluşturulmuş/konulmuş kuralların bütününü ifade eden bir
kavramdır.
Ahlak, eylem biçimlerini, sorumluluklarının bilincinde bir birey olarak,
başkalarıyla birlikte şekillendirmek ve iyileştirmek isteyen, topluluk üyesi herkesi
ilgilendirir. Başka insanlarla birlikte olmak ve onlarla ilişki kurmak, anlaşılacağı gibi,
toplumu, topluluk hâlinde olmayı gerektirir. “Bir topluluğun yaşamı ise kurallarla
belirlenir. Kurallara ihtiyaç duymak, baskı istemek ya da kurallarla sınırlanmak
anlamına gelmez; bu olgu daha ziyade, özgürlükten herkesin mümkün olduğu
kadar çok yararlanabilmesi için pratiğin düzenlenişine ve yapılanmasına
müdahâlenin gerekliliğine işaret eder.” (Pieper, 1999: 19)
Ahlak kuralları, genelde, kanunlar gibi belli bir güç tarafından (polis gücü
gibi) uygulanmamakta, bu kuralların uygulanıp uygulanmadığını, bir yandan sosyal
otorite kontrol ederken öte yandan vicdan işin içine girmekte veya diğer
yaptırımlar söz konusu olmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Toplumsal Ahlak
TOPLUMSAL AHLAK
Sosyal ahlak, koyduğu
ilkelerle toplumları ve
bütün insanlığı
etkileyen genel
kötülükleri en aza
indirmeyi, hatta
ortadan kaldırmayı
amaçlamaktadır.
İnsanın yukarıda belirtilen psikolojik durumu ve yapısından dolayı, geçmişe
hatta bugüne bakıldığında da rahatlıkla gözlemlenebileceği gibi, zaman zaman
savaşlar, düşmanlıklar veya ahlaki açıdan kötü sayılabilecek birtakım olumsuz
uygulamalar söz konusu olabilmektedir. Bireysel ahlak, insanlar arası ilişkileri
düzenlemek için, koyduğu kurallarla, bazen vicdanı öne çıkararak, bazen sosyal
baskıyı veya ödüllendirmeyi bir yaptırım aracı olarak kullanıp işlev görmektedir.
Ancak ahlaki açıdan kötü sayılan uygulamalar bazen toplumun tamamını hatta
bütün bir insanlığı etkileyecek düzeyde olabilmektedir. İşte sosyal ahlak, koyduğu
ilkelerle toplumları ve bütün insanlığı etkileyen genel kötülükleri en aza indirmeyi,
hatta ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır.
Bencil olmayan, kendi faydasından vazgeçip, başkalarının faydasını gözeten,
‘başkası’ olarak tanımladıklarına, kendisi gibi olmasalar, kendisi gibi düşünmeseler
de saygı duyan, onları hoşgören bir feragat ahlakına ihtiyaç vardır. Bu anlamda,
yani bütün insanlığı kuşatacak biçimde ahlaki ilkeler koyan bazıları için ‘başkası’
kendi soyu sopu, uluslar için kendi ulusu olabilmesine rağmen, bütün bunların
üstüne çıkabilen, ‘başkası’ olarak bütün insanlığı kucaklayan dini, beşeri doktrinler
ve insanlar vardır. Örneğin Mevlana, Yunus Emre, B. Russell, Farabi vb. birçok
düşünür, bütün insanlığı kucaklayacak bir anlayışla düşünmüş ve öğretilerini bu
şekilde ortaya koymuşlardır.
İnsanlığın huzur ve mutluluğunu temin adına bütün dinler insanların hak,
hukuk, adalet ve erdem sahibi olmaları için kurallar koymuş, bu kuralları
uygulamaya çalışmış, insanların birbirlerinin hak ve hukukunu tanımaları,
birbirlerine zarar vermemelerini öğütlemiştir.
Dinlerin ya da numune-i insan sayılabilecek şahsiyetlerin, bütün insanlığı
kucaklayacak biçimde oluşturdukları toplumsal ahlak ilkelerinden bazılarını ele
almak yararlı olacaktır.
TOPLUMSAL AHLAK İLKELERİ
Hoşgörü ve Toplumsal Mutluluk
Toplumsal mutluluğu sağlayacak ilkelerden biri bağnaz olmamak, hoşgörülü
olmaktır. Birçok düşünüre göre, dünyanın uğradığı kötülükler, büyük ölçüde
bağnazlıktan kaynaklanmaktadır.
Bağnazlık, bir konuya başka her şeyi hiçe sayacak kadar aşırı bir önem
vermek, bir inanca körü körüne bağlanıp, kabul edilen inanç ve düşünce ile ilgili
herhangi bir eleştiriyi kabul etmemek ve kendi inancının, tartışmaya kapalı olarak,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Toplumsal Ahlak
katı bir şekilde doğru olduğunu savunmak olarak tanımlanabilecek bir ‘kafa
hastalığı’dır.
Tarihte bağnazlığın iyi işlere kaynak olduğu görülmediği gibi, her zaman kötü
işlere yol açmıştır. Çünkü tek yanlıdır ve işe kin karıştırmaması hemen hemen
imkânsızdır.
Bağnazlık bir zihin problemidir ve herhangi bir düşünce, zihniyet veya olguyu
savunanlarda söz konusu olabilir. Ancak daha mutlu bir dünya için hoşgörülü olmak
gerekir. Hoşgörü ise, ‘herhangi bir suç olmadıkça, hiçbir düşüncenin
cezalandırılmaması demektir.’ Fakat hoşgörünün başıbozukluğa neden olmaması
için, elbette suçun ne olduğunu belirleyen kanunlara ihtiyaç vardır ve bu kanunlara
uyulmalıdır. (Russell, 1982: 27-33)
Gerçekten toplumda huzuru ve mutluluğu sağlamak için hoşgörülü olma,
dolayısıyla bağnaz olmama oldukça önemli bir sosyal ahlak prensibidir.
Ayrılık, zayıflık ve kaos,
birlik ise dayanışma ve
mutluluğu doğurur.
Bağnazlık, savunulan değerlerin yozlaşmasına da neden olmaktadır. Çünkü
bağnazlığın temel nedeni bilgisizliktir. Daha çok bilgili olmanın başkasına zararı
yoktur. Aslında bilgi insanın entelektüel anlamda manevi haz duymasının, kendi
kendisiyle ve başkalarıyla barışık olmasının kaynağıdır. Dolayısıyla bilgili insanda
hoşgörü kendiliğinden gelişir. Bilgili ve entelektüel düzeyi yüksek olan insan,
başkalarını zorla ikna etmeye çalışmaz. Bilgi elde etmek ise, ‘bilgi elde etmek için
bilgi elde etmek’ yani ‘bilgiyi herhangi bir şeye araç yapmamak’ şeklinde
düşünülebilir. İnsanlar bilgi elde etmeyi yalnızca zevkli bir uğraş olarak yaptıkları,
onu araç yapıp yıkıcı icatlar ortaya koyma çabası içinde olmadıkları sürece, bilgi
erdeme götürecek, böylece hem bilgece bir tutum içinde olmayı ve hoşgörüyü
sağlayacak hem de zamanın insan için mutlu bir şekilde akıp gitmesine yardımcı
olacaktır.
Bilgiyle aydınlanmış insan, başkalarını kınama, eleştirme ve hor görme
konusunda oldukça ölçülüdür. Çünkü münevver insan, başkalarının içinde
bulundukları duruma geldikleri süreci ve şartları değerlendirebilecek kabiliyete
ulaşmış ve empati kuracak erdemliliği kazanmıştır. Yunus Emre bu yüzden kınamayı
yersiz bulmuş, Mevlana ise ‘ne olursan ol, gene gel’ diyebilecek kadar engin bir
hoşgörüye ulaşmıştır.
Bugün dünyada hoşgörü veya bağnazlığa en çok konu olan alanların din ve
mezhep olduğu söylenebilir. Oysa insanların tercihlerinin, salt kendi zihinsel
süreçlerinin bir sonucu olmadığı, sosyal ve çevresel faktörlerin de oldukça etkili
olduğu göz önüne alınarak, empati kurulacak olsa, o zaman hoşgörü çoğu problemi
çözmede etkili bir tutum olarak öne çıkacaktır. Çünkü ayrılık, zayıflık ve kaos, birlik
ise dayanışma ve mutluluğu doğurur. (Yaran, 2011: 160-163) İnsanın toplum
hâlinde yaşamasının amacı hayatı kolaylaştırmak ve mutlu olmak olduğuna göre,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Toplumsal Ahlak
bunu sağlayabilmek için insanların birbirine tahammül etmesi ve hoşgörülü
davranması bir zorunluluktur.
Adalet İlkesi ve Toplumsal Mutluluk
Adalet, insanların bir arada yaşama zorunluluğundan dolayı, insanın varlık
sahasına çıktığı andan itibaren, var olmuş bir olgudur. Yukarıda belirtildiği üzere,
insanlar kendi varlıklarını sürdürmek için belli güdülere sahiptirler. Anlaşılacağı gibi
bu, insandaki bencil yönü ifade etmektedir. Dolayısıyla zaman zaman başkalarının
haklarını ihlal etme temayülü ortaya çıkmakta ve bu noktada adalet kavramı
gündeme gelmektedir.
Adalet, herkese hakkını teslim etmek, hak ve hukuka uygunluk, hakkı
gözetme, herkesin doğal ya da yasalarla belirlenmiş haklardan faydalanmasını
sağlamak olarak tanımlandığı gibi, insanların hayatına, hürriyetine, vicdanına,
değerlerine, mülkiyet hakkına riayet olarak da tanımlanabilir.
Adalet denilince ilk olarak, pozitif hukukun bireyler arasındaki anlaşmazlığı
hakka uygun olarak çözmesi anlaşılsa da topluluk hâlinde yaşayabilmek ve dahası
bütün bir toplumun huzur ve mutluluğu için bireysel haktanırlığın önemi belki daha
da fazladır. Yani insanların birbirlerine karşı adalet ilkesini gözeterek davranması,
toplumsal mutluluk için oldukça önemlidir. İşte burada yine ahlaki tutumun önemi
ortaya çıkmaktadır.
İnsanların kabul edip içselleştirdikleri temel ahlaki ilkeler, birinin diğerine
karşı davranışını düzenlemekte ve insanların birbirlerine haksızlığını önlemektedir.
Herhangi bir konudaki paylaşımda ortaya çıkan anlaşmazlıklarda, ilk işlev görecek
olan ilke, ahlaki ilkedir.
Adaleti sağlayacak ahlaki ilkelerin neler olduğu konusunda, her toplumda
farklılıklar söz konusu olabilmekle birlikte, evrensel boyutta ilkeler de mevcuttur.
Hayat Hakkı
Bir başkasının hayat hakkı evrensel bir haktır ve buna gerek ahlaken gerekse
hukuken uyulmak zorunluluğu vardır. Hem dinler hem de beşeri sistemler hayat
hakkını birinci sırada önemli saymışlardır. Öldürmek dinlerde büyük günah, ahlakta
büyük kötülük ve hukukta büyük suçtur.
Hürriyet
Bir başka temel hak konusu, insanların hürriyetidir. Hiç kimse diğerinin
hürriyetini keyfi olarak sınırlama hakkına sahip değildir. Hürriyetlerin sınırlandığı
durumlar ya pozitif hukuk ya da toplumsal uzlaşmayla ortaya konmuş olan ilkeler
tarafından zaten belirlenmiştir. Gerekli olan bu durum, insanın toplumda varlığını
sürdürürken sorumsuz olamayacağı temel ilkesinden dolayıdır. Bunun dışında
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Toplumsal Ahlak
herkes hak ve sorumluluklarının farkında olacak, haklarına sahip çıkıp,
sorumluluklarını yerine getirecek, ancak bir başkasının hürriyet hakkını ihlal
etmeyecektir.
Düşünce Hürriyeti
Farklılıklara müsamaha
göstermek, müsamaha
görmenin ön şartı
olmakla birlikte, aynı
zamanda temel insani
bir hakkın, adalet ilkesi
doğrultusunda
korunmasıdır.
Adalete konu olan temel haklardan biri de düşünce hürriyetidir. Aynı
toplumu paylaşan insanların, her konuda aynı şeyleri düşünmesi beklenemez.
Farklılıklar oldukça doğaldır. Bu farklılıklar, aynı din ve kültüre sahip insanlar
arasında olabildiği gibi, farklı din, mezhep ve ideolojiye sahip insanlar için de söz
konusudur. Farklılıklara müsamaha göstermek, müsamaha görmenin ön şartı
olmakla birlikte, aynı zamanda temel insani bir hakkın, adalet ilkesi doğrultusunda
korunmasıdır. Bir insanın, bir başkasının dini düşüncelerine bakışının nasıl olacağı
konusunda İslam dininin temel ilkesi, “dinde zorlama yoktur” (Bakara/2:256)
mealindeki ayetle belirlenmiştir. Bu hüküm aslında yalnızca dini konuları değil,
düşünceyle ilgili diğer alanları da kapsamaktadır. Yani başkalarının sahip oldukları
değerler doğrultusunda yaşamaları da yine adaleti gerektiren bir haktır. Bu
konudaki tutum, adalet ilkesine uygun olmak durumundadır. Başkalarının
hayatlarını belirleyen değerleri aşağılamak, onların akla veya ‘doğru’ya
uygunluğunu tartışmak, o değerleri kabul etmiş olanları incitmekten başka bir
işleve sahip olamamakta, yalnızca bu konudaki adalet ilkesinin ihlali olmaktan
öteye gidememektedir.
Mülkiyet Hakkı
Toplumsal yaşamın sürdürülebilir olmasında, adalet ilkesini ilgilendiren en
temel haklardan biri de mülkiyet hakkıdır. İnsanların meşru yollardan mülk elde
etme hakları vardır. Bu hakkın ihlali adaletsizlik olduğu gibi, birinin elde etmiş
olduğu mal ve mülke gayrimeşru bir şekilde sahip olmaya çalışmak da toplumsal
mutluluğu bozan bir sosyal ahlak ilkesi ihlalidir. (Bilmen, 2007: 130)
Adaletle ilgili önemli bir durum da yöneten-yönetilen ilişkisinde ortaya
çıkmaktadır. Yukarıda bahsedilenler daha çok, eşit şartlardaki durumları
içermekteydi. Yöneten-yönetilen ilişkisi söz konusu olduğunda, bireysel adalet çok
daha fazla hissedilmektedir. Geçmişte, yöneticilere hitaben ahlakla ilgili olarak
yazılmış eserler söz konusudur. Bu eserler daha çok ‘yöneticiye öğütler’ biçiminde
kaleme alınmıştır. Çünkü yöneticinin adaletsizliği zaman zaman önemli sonuçlar
doğurmakta ve mağduriyetlere neden olabilmektedir. Bu yüzden yöneticinin adil
olması, oldukça önemlidir. Sadi Şirazî, yöneticinin adalet ilkesine uymasını,
toplumsal mutluluğu sağlayan önemli bir husus olarak görmektedir. (Elmalı, 2011:
144-155)
Sonuç itibariyle insan, birlikte ve mutlu yaşamak için adalete muhtaçtır.
Başkalarına karşı adil olmakla ilgili, her toplum ve dinde ayrı ayrı prensipler olsa da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Toplumsal Ahlak
evrensel boyuta sahip olan şu prensip bile, insanların birbirlerine karşı haksızlığını
ortadan kaldırabilir: Kendin için istediğini başkası için de iste! Kendin için
istemediğini başkası için de isteme!
Kadının Sosyal Statüsü ve Toplumsal Mutluluk
Kadının erkekle eşit bir insan olmasıyla ilgili statüsü geçmişte ne yazık ki
oldukça tartışılan bir konu olmuştur. Kadın, insan olma noktasında sürekli ikincil
seviyede kabul edilmiş ve hak ettiği değeri görememiştir. Bütün dünyada ve hemen
hemen bütün kültürlerde kadın sürekli geri plana itilmiş ve birçok insani haktan
mahrum bırakılmıştır.
Antik Yunan’da, Hindistan’da, eski Roma’da, Çin’de, İslam öncesi Araplarda
ve daha birçok yerde alınıp satılan, mirastan mahrum edilen, evleneceği eşi seçme
hakkı tanınmayan, vatandaş sayılmayan, hatta bazen nedensiz bir şeklide
öldürülmesinde bile mahzur görülmeyen kadın, sosyal hayatın neredeyse hiçbir
alanında söz hakkına sahip olamamıştır. (es-Sıbai, 1993: 17-23)
Gerek sonradan dinlerin getirdiği hükümler gerekse sanayi devriminden
sonraki süreçte gelinen noktada kadın konusundaki algının değişmesiyle, durum
artık büyük ölçüde değişmiş, kadınlar yönetim dâhil olmak üzere hayatın bütün
alanlarında söz sahibi olmaya başlamışlardır.
Anne, kardeş, eş olmanın yanında kadın, yalnızca bu niteliklerle kalmamış,
toplumun hak ve sorumlulukta eşit bir bireyi olarak, erkeklerle eşit şartlarda her
tür meslekte yerini almış, ihtiyaç olan her kademede toplumsal mutluluğa daha
fazla katkı sağlar duruma gelmiştir.
Birbirinin hukukunu gözeten eğitilmiş bireylere sahip mutlu toplumların,
eğitilmiş annelerin yetiştirdiği bireylerden oluştuğunu göz ardı etmemek gerekir.
Çünkü çocuğun ilk muhatap olduğu ve doğruyu, yanlışı, iyiyi, kötüyü ilk öğrendiği
öğretmen, annedir. Çocuğun eğitim kalitesi, büyük ölçüde annenin eğitim
kalitesiyle orantılıdır ve insanın kişiliğinin oluştuğu dönemin çok erken yaşlar
olduğu göz önüne alınırsa, bir kadın olarak annenin değerinin de ne kadar büyük
olduğu anlaşılabilir. Çünkü birey ileriki yaşlarında, küçükken kazandığı kişiliğiyle
kendini ortaya koymaktadır. Hoşgörülü, özgeci, paylaşımcı bireylerin oluşturduğu,
bu doğrultuda bir eğitim almış olan insanlardan meydana gelmiş bir toplum,
şüphesiz daha mutlu bir toplumdur.
Öte yandan kadın ve erkek arasında yapılacak bir üstünlük tartışması,
oldukça anlamsızdır. Çünkü kadın ve erkek doğuştan, insan olarak birbirine
üstünlüğü olmayan, biri diğerinin tamamlayıcısı olan iki eşit parça gibidir. Üstünlük,
doğuştan hiç kimseye verili değildir. İnsanlık noktasında üstünlük, İslam Dini’ne
göre yalnızca takvadadır (kötülüklerden uzak durarak, mükemmel insan olma
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Toplumsal Ahlak
durumu). Diğer hususlarda üstünlük ise, tamamıyla çaba ve çalışmayla elde
edilecek kazanımlarla ilgilidir.
Kadın veya erkekten hangisinin üstün olduğunu sorgulamak, genelleme
yapmaksızın, yalnızca birer insan olarak kadınlar ve erkekler üzerinde tek tek
yapılabilir. Yani A erkek ile B kadın arasında, X veya Y özellikleri açısından
sorgulama yapılabilir. Bu da hangisinin daha çok bilgi ve beceriye sahip olduğu,
hangisinin toplumun değerlerine daha saygılı olduğu ya da topluma hangisinin
daha çok katkı sağladığı vb. ile ölçülebilir. Yoksa genelleme yapılarak,
cinsiyetlerinden dolayı erkek veya kadından birinin diğerine üstün olduğu
söylenemez.
Toplumsal katkı noktasında bu şekilde ele alınması gereken kadın-erkek
algısı, değerlerin taşıyıcılığı açısından da aynı perspektifle ele alınmalıdır. Toplumsal
değerlerin ihlali durumunda belirlenecek tavır konusunda, kadın ve erkek arasında
bir fark bulunmamaktadır.
Herhangi bir toplumsal değeri ihlal eden kadın ya da erkek, yaptırım
karşısında eşit olmalıdır. Erkeğin herhangi bir konuda yaptığı ahlaki ihlal,
kadınınkiyle aynıdır. Örneğin namus erkek için ayrı, kadın için ayrı ele alınabilecek
bir değer değildir. Bu konuda ihlalde bulunan kadının toplum içerisindeki durumu
ile erkeğin durumu arasında fark yoktur. Daha mutlu bir toplum, kadın ve erkeğin
her konudaki eşitliğine ve hak ihlallerinin olmamasına, kadınların toplumsal süreç
içinde yer almaları ve bu sürecin sonuçlarından eşit biçimde yararlanmalarına
bağlıdır.
Savaş, Barış ve İnsanlığın Mutluluğu
Bütün insanların birbirlerine sevgi duyarak, kin olmadan, nefret olmadan
yaşamalarını öğütlemek, doğru bir yaklaşım olsa gerektir.
Akıl sağlığı yerinde görünen insanların, hemcinslerini en kısa yoldan yok
etmek için planlar yapması, birçok düşünüre göre şaşırtıcı bir durumdur. Örneğin
Russell’a göre savaş, bütün dünya medeniyetleri için en büyük tehlikedir. O, ‘ya
savaş ortadan kalkmalıdır ya da bütün medeni insanlığın ortadan kalkması söz
konusudur’ demektedir. Russell, modern silahların (nükleer) kullanıldığı bir
savaştan sonra, insanlık medeniyetinin yeniden başa döneceği kanaatindedir.
Böyle bir savaştan kurtulabilecek olanların, dış bölgelerde yaşayan, bu tür silahları
yapamayacak kadar bilimden yoksun çok az insan olacağını belirten Russell,
bunların da bugünkü medeniyetten uzak insanlar olması yüzünden, insanlığın bir
bakıma primitif döneme geri döneceğini düşünmektedir. (Russell, 1984: 25)
Russell’a göre, silahsızlanmadan yana olanların dayanağı çoğunlukla, kitle
yok etme silahlarının ahlaka aykırılığıdır (immoral). Şüphesiz bu doğrudur, ancak ok
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Toplumsal Ahlak
ile yay da aynı şekilde ahlaka aykırıdır. Açıktır ki arada çok büyük, çok önemli bir
derece farkı söz konusudur.
Savaşın her türü kötü olmakla beraber, modern silahlar söz konusu
olduğunda yeni bir durum ortaya çıkmakta, tek tarafı ilgilendirecek bir
immoralizmden bahsetmek anlamsız olmaktadır. Çünkü modern (nükleer)
silahların kullanıldığı bir savaşta, her iki tarafın yenilgisi de mutlak anlamda
kaçınılmazdır. İşte böyle bir savaşı asıl kötü ve ahlak dışı (immoral) yapan bu
durumdur.
Günümüzde çıkacak bir savaşta nükleer silahların kullanılması gerçekten
tanımlanamaz bir kötülüktür. Çünkü atom silahları kullanıldıkları zaman, yalnız
savaşan ülkelere değil, tarafsız ülkelere de sonsuz zarar verecektir. Milyonlarca
insanı yeryüzünden silmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. (Russell, 1984: 43)
Dünya barışı, hele nükleer silahların bazı devletler ve uluslar tarafından,
elinde bu tür silahlar bulunmayan uluslara karşı bir üstünlük aracı olarak
kullanıldığı bir dönemde, oldukça önemlidir. Bunun için dünya çapında bir iş
birliğine gitmek gerekir. Russell’ın dediği gibi, “elimizdeki imkânlarla dünya çapında
yapılacak bir iş birliği savaşın, yoksulluğun ortadan kalkmasını, insanlığın daha
önceki çağlarda görülmemiş bir mutluluk ve refah düzeyine ulaşmasını sağlayabilir.
Ama bu gerçek apaçık ortadayken insanlar yine de iş birliğini yalnızca kendi grupları
içinde yapmaktan, başka gruplara karşı düşmanlık beslemekten ve böylece hayatı
kendilerine zehir etmekten vazgeçme konusunda bir çaba harcamamaktadırlar.”
(Russell, 1965: 79)
Dünyada barışı sağlamanın bir yolu da bütün ülkelerin, çocuklarına eğitim
verirken, bir başka ülkenin insanlarına karşı kin ve nefret aşılamamalarıdır. Aksi
yapıldığı takdirde insanlar savaşa yatkın hâle gelir, nedensiz bile olsa birbirlerine
karşı kin ve nefretle doldurulmuş insanlar, birbirlerini öldürmekten
kaçınmayabilirler. (Russell, 1928: 154 vd.)
Sonuç olarak, savaşın yalnızca meşru müdafaa için yapılabileceğini bilmek ve
bunun dışında savaşın bütün taraflar için oldukça yıkıcı olabileceğini göz önünde
tutmak gerekir. Bu konudaki en güzel örnek Hz. Muhammed’in uygulamalarıdır.
Onun yaptığı bütün savaşlar, savunma savaşıdır ve hiçbir toplum, Hz.
Muhammed’in uygulamalarından kaynaklanan bir mağduriyet yaşamamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Özet
Toplumsal Ahlak
•İnsanın tek başına yaşaması mümkün olmadığı gibi, birlikte yaşarken de
yapısı gereği bazı problemler üretebilmektedir.
•Birlikte yaşamayı mümkün hâle getirmek, daha da ötesi huzurlu ve
mutlu bir toplumsal hayat sürdürebilmek için, insanların birbirlerine
zarar vermelerini önleyecek kurallara ihtiyaç duyulmuştur.
•Kurallar, insanlar arasında hak, hukuk, adalet gibi, düzenin
sürdürülebilmesi için zorunlu olan kavramları ölçü alarak işlev
görmektedir. İşte bu kuralları içeren bir alan da ahlaktır.
•Bireysel anlamda, insanların birbirlerini incitmelerine izin vermemek
üzere vazedilmiş ahlak kuralları olduğu gibi, bütün bir toplumu, hatta
bütün insanlığı göz önünde bulunduran ahlak kuralları da söz konusudur.
Bu kurallar ‘toplumsal ahlak’ın konusunu oluşturmaktadır.
•İdeal bir yapıya sahip olan toplumsal ahlak kuralları, uygulanabildiği
ölçüde, bütün insanlık daha huzurlu ve daha mutlu bir yaşam sürdürme
şansına sahip olacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Toplumsal Ahlak
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi, insanların niçin bir arada yaşadıklarını
açıklamak üzere ileri sürülmüş bir teoridir?
a) Birliktelik teorisi
b) Sözleşme teorisi
c) Kural teorisi
d) Anlam teorisi
e) Bilgi teorisi
2. İnsanların toplum hâlinde yaşarken kurala ihtiyaç duyduklarını
vurgulayan ve ‘doğal hukuk’ teorisini savunan düşünür aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Farabi
b) Mevlana
c) B. Russell
d) T. Hobbes
e) Yunus Emre
3. “Hemen hemen …………….., insanların hak, hukuk, adalet ve erdem sahibi
olmaları için evrensel kurallar koymuş, bu kuralları uygulamaya çalışmış,
insanların birbirlerinin hak ve hukukunu tanımaları, birbirlerine zarar
vermemeleri için çaba harcamıştır/harcamaktadır”. Paragrafta boş bırakılan yeri
tamamlayacak bilgi aşağıdakilerden hangisidir?
a) Bütün insanlar
b) Bütün filozoflar
c) Bütün dinler
d) Bütün doktrinler
e) Bütün yöneticiler
4. Aşağıdakilerden hangisi toplumsal barışı sağlamak üzere, uyulması
gereken temel bireysel haklardan biri değildir?
a) Hayat hakkı
b) Hürriyet
c) Düşünce özgürlüğü
d) Sevgi-saygı hakkı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Toplumsal Ahlak
e) Mülkiyet hakkı
5. Dünya barışını tehdit eden hangi silahların, geniş ölçüde kullanıldıkları
zaman, yalnız savaşan ülkelere değil, tarafsız ülkelere de sonsuz zarar verme
ihtimali vardır?
a) Geleneksel silahlar
b) Biyolojik silahlar
c) Nükleer silahlar
d) Psikolojik silahlar
e) Hepsi
Cevap Anahtarı:
1.b 2.d 3.c 4.d 5.c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Toplumsal Ahlak
YARARLANILAN ve BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Arnaldez, Roger. (tsz) “Farabi’nin Erdemli Şehri ve Ümmet (Umma)”, Çev.
Kenanürsoy, Uluslararası İbn Türk, Harezmi, Farabi, Beyruni ve İbn Sina Sempyumu
Bildirileri, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, 42, 119-138.
Baymur, Feriha. (1969) Genel Psikoloji, İstanbul, İnkılap ve Aka Yayınevi.
Bilmen, Ömer Nasuhi. (2007). Yüksek İslam Ahlakı, İstanbul, Timaş Yayınlı.
Butterworth, Charles E. (1983). “Ethics in Medieval Islamic Philosophy”, The Jornal
of Religious Ethics, 11, 226-230.
Elmalı, Osman. (2005). “Farabi’de Toplum Felsefesi” Felsefe Dünyası Dergis 42,
113-125
Elmalı, Osman. (2011). “Sadi’nin Ahlak Teorisinin Analizi ve Yönetim Ahlakı Atatürk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 15, 141-155.
Erdem, Hüsameddin. (2003). Ahlak Felsefesi, 2. Baskı, Konya, Hü-Er Yayınlı.
Farabi. (1986). Kitab-u Arai Ehli’l Medineti’l Fazile, Beyrut, et- Tab’atül Hamis, thk.
Albert Nasri Nadir, Darü’l Meşrik.
Gökberk, Macit. (1990). Felsefe Tarihi, 6. Baskı, İstanbul, Remzi Kitabevi.
Hobbes, Thomas. (1995). Leviathan veya Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriğiBiçimi,
Kudreti, Çev. Semih Lin, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları.
İmam Malik. (tsz). Muvatta, Husnu’l Hulk, 8, II/904.
Morgan, Clifford T. (1999). Psikolojiye Giriş, Çev. Hüsnü Arıcı vd., 13. Baskı, Ankara,
Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü Yayınları.
Mustafa Çağrıcı. (2006). Anahatlarıyla İslam Ahlakı, 4. Baskı, İstanbul, Ensar
Neşriyat.
Mustafa es-Sıbai. (1993). Tarih Boyunca Kadın Haklarının Gelişimi ve Müslüman
Kadının Hukuku, İslam’da Kadın Hakları Antolojisi, Ankara, Rehber Basın Yayın Ltd.
Şti.
Pieper, Annemarie. (1999). Etiğe Giriş, Çev. Veysel Atayman, Gönül Sezer, İstanbul,
Ayrıntı Yayınları.
Russell, Bertrand. (1928). Sceptical Essays, London, George Allen and Unwin Ltd.
Russell, Bertrand. (1965). Denemeler, Çev. Türkan Araz, İstanbul, Ataç Kitabevi.
Russell, Bertrand. (1982). Düşünceler, Çev. S. Eyüboğlu - V. Günyol, 4. Baskı, anbul,
Say Yayınları.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Toplumsal Ahlak
Russell, Bertrand. (1984). Has Man a Future?, Westport (U.S.A.), Reprin by
Greenwood Press.
Ulutan, Burhan. (1999), Farabi Felsefesi, İstanbul, Türk Dünyası Araştıaları Vakfı.
Yaran, Cafer Sadık. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş, Dem Yayınları, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM İŞ AHLAKININ ESASLARI
•
•
•
•
İş (İş Sahibi) Ahlakı
İşveren Ahlakı
İşçi (İşgören) Ahlakı
Erdem ve Ekonomi İlişkisi
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• İslam iş ahlakının genel esaslarını
sıralayabilecek
• Ahlaklı bir işverenin özelliklerini açıklayabilecek
• Ahlaklı bir işçinin özelliklerini tanımlayabilecek
• Erdem ve ekonomi ilişkisinin farklı düzeylerini
ayırt edebileceksiniz.
İSLAM AHLAK
ESASLARI
ÜNİTE
13
İslam İş Ahlakının Esasları
GİRİŞ
İslam dini, biraz aşağıda daha detaylı olarak ve delilleriyle göreceğimiz üzere,
dinler arasında, çalışma, iş ve ticaret hayatına belki en fazla önem veren bir dindir.
Bu önemin göstergesi, sadece bu bağlamdaki dinî ifadeler değil, İslam
Peygamberi’nin ve arkadaşlarının yaşantılarıdır da.
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed(s.a.s), hem çobanlık gibi tarım ve
hayvancılıkla ilgili işlerde çalışmış hem de bundan daha ziyade gerçek anlamda
ticaret, kervancılık ve alış veriş gibi iş hayatının en kompleks yönlerinin uzun yıllar
bizzat içinde bulunmuştur.
İslam bir ticaret merkezi olan Mekke’de doğmuş, sahabilerin çoğu
Medine’ye hicretten sonra bile ticaret hayatını büyük bir başarıyla sürdürmüştür.
Dolayısıyla, İslam dininin iman ve ibadet yanında en önemli kısımlarından biri ahlak
olduğu gibi İslam ahlakının en önemli kısımlarından biri de her zaman iş ahlakı
olmuştur. İslam iş ahlakıyla ilgili birçok ayet, pek çok hadis, ashabın
uygulamalarıyla ilgili çok sayıda rivayet ve sonradan yazılan ahlak kitaplarında
derlenip toparlanmış birçok hüküm, ilke, öğüt ve örnek vardır.
İş ahlakı, kısaca tanımlanmak istendiğinde, iş hayatında karşılaşılan tüm
ahlaki sorunları, genel ahlaki sorunların ele alındığı yöntemlerle inceleyen ve
değerlendiren bir ahlak alanıdır (Arslan, 2005: 4). Bir başka ifadeyle, iş ahlakı, genel
ahlak ilkelerinin iş ve işletme davranışlarına uygulanmasıdır (Torlak, 2007: 106).
Buradaki sorunlar, çalışanlar arasında, çalışanlarla yöneticiler arasında, işletme ve
işletmeyle alışverişte bulunanlar arasında olabilir. İş ahlakı, Batı dünyasında da
1960’lardan itibaren özellikle önemsenmeye ve sadece dinî ve felsefi ahlak
bağlamında değil, özellikle iktisadi ve idari bilimler alanında bağımsız bir araştırma
konusu ve hatta disiplin olarak gelişmeye başlamıştır. Ülkemizde 2000’lerden
itibaren işletme ve benzeri fakültelerde iş ahlakı dersleri okutulmaya ve bu konuda
değerli eserler verilmeye başlanmıştır. İslam dininin başlangıcından beri derin bir iş
ahlakı literatürü ve deneyimi olan ve Selçuklulardan beri bilhassa Anadolu’da çok
etkin bir iş ahlakı kurumu olan Ahilik geleneğine sahip bulunan bizler için iş ahlakı
alanındaki son gelişmeler son derece sevindiricidir.
Dinimizde iş ahlakının altın harflerle yazılacak ilkeleri ve tarihimizde ahlaklı
işletmenin, işçinin ve işverenin unutulmaz örnekleri her zaman gurur duyacağımız
ölçüde bolca mevcut olmuşsa da, İslam eleminde son asırlarda yaşamak zorunda
kalınan nispeten olumsuz gidişatın iş hayatımızı da olumsuz etkilediği inkâr
edilemez bir gerçektir. Nitekim TEDMER (Türkiye Etik Değerler Merkezi) tarafından
şirketlerin üst düzey yöneticileri üzerinde yapılan Etik Barometre Araştırması’na
katılanlardan % 49,4’ü Türk iş dünyasının etik olmadığına inanmaktadır. Etik
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam İş Ahlakının Esasları
konusunda en fazla yol kat etmiş sektörler olarak bankacılık ve finans % 63,0 ile ilk
sırada yer alırken inşaat ve tekstil gibi sektörlerde bu oran % 1,2’lerde kalmaktadır.
Etik konusunda yerli ve yabancı firmaların karşılaştırılmasında da üzücü bir sonuç
ortaya çıkmakta, katılanların % 81,3’ü, etik açıdan yabancı firmaları daha ileri
noktada bulmaktadırlar (Acar, 2009).
Günümüz Müslümanlarının iş ahlakı konusunda çok da iyi bir durumda
olmadıklarını gösteren bu durum, İslam iş ahlakının toplumsal ve ekonomik
hayatımız açısından ne kadar önemli bir hâle geldiğinin apaçık göstergesidir. Genel
olarak ahlaki hayatımızda görülen dejenerasyon ve erozyona karşı yeniden ahlaki
bir sıçrayış ihtiyacı içinde olduğumuz gibi, iş, ticaret ve ekonomi dünyamızdaki
ahlaki gerilikten de bir an önce kurtulmamız gerektiği, bunun için de, İslam iş
ahlakını iyice öğrenip bilinçli ve titiz bir biçimde uygulamaya geçirmemiz gerektiği
aşikardır.
Giriş kısmını bitirip İslam iş ahlakının detaylarına geçmeden önce son olarak
şu husus da belirtilmelidir ki, iş ahlakı ilkelerini bilmenin ve onlara uymanın
yararları sadece dini, ahlaki ve uhrevi hayatımız için önemli değildir; bunların
yanında o, dünyevi hayatımız ve ekonomik başarımız için de son derece önemli ve
yararlıdır. Nitekim işletme örgütlerinde iş ahlakı yönetiminin faydaları ve bu yolla
elde edilecek yararları iyice kısaltılmış maddeler hâlinde şu şekilde özetlemek
mümkündür:
İş ahlakı, sadece
ahirette değil, dünyada
da yararlıdır.
 İş etiğine gösterilen ilgi bir bütün olarak toplumu geliştirir. Bundan çok uzun
olmayan yıllar önce, çocukların bile 16 saat çalıştırıldığı, sakatlanan işçilerin açlığa
terk edildiği dönemler iş ahlakı bilincinin gelişmesiyle büyük ölçüde ortadan
kalkmış; iş ahlakındaki gelişmelere paralel olarak iş yerlerinde adalet ve eşitlik
talepleri daha hakkaniyetli bir biçimde karşılanır olmuştur.
 Ahlaki programlar, hızlı değişim dönemlerinde ahlaki çöküşü azaltır, kötü niyetli
girişimleri önler, toplumsal adaleti artırır.
 İş ahlakı, takım çalışmasını ve verimliliği destekler. Çalışanlar birbirinin
değerlerine ve kuruma bağlılık hissederler ve bu da güçlü motivasyonu ve
performans artışını getirir.
 Etik programlar, işçilerin ve çalışanların stresini azaltır, gelişim ve tatmin
duygularını artırır.
 Etik programlar, yaslara uyma konusunda bir nevi sigorta ve denetleme işlevi
görür.
 Etik programlar, olabilecek ihlallerin önceden öngörülüp engellenmesi
nedeniyle çeşitli yasaların ihlallerini ve para cezalarını azaltır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam İş Ahlakının Esasları
 Kaliteye, farklılıkların yönetimine ve stratejik planlamaya destek sağlar.
 Kamu nezdinde işletmenin itibarını artırır, güçlü bir imaj ve sağlam bir halkla
ilişkiler ağı oluşturur.
 Girişimcilerin değerlerine ve mesajlarına daha fazla duyarlı olmalarını, daha
fazla toplumsal sorumluluk projelerine katılmalarını sağlar.
 Sadece toplumsal fayda değil, işletme veya şirketin yararına doğru kararların
alınması ve doğru icraatların yapılmasına katkıda bulunur (Acar, 2009).
İşletmecilerin tespit ve teslim ettiği bu maddeler de göstermektedir ki, İslam iş
ahlakını bilmek ve iş hayatımızda bunlara uymak sadece dinî ve ahlaki bir vecibe ve
uhrevi bir kazanç kapısı değil, aynı zamanda ekonomik düşünmenin ve dünyevi
kazanç artışının da kaçınılmaz bir gereğidir.
İşletmelerde iş ahlakı, ya işveren-işgören ilişkileri, işletme-müşteri ilişkileri
veya işletme-toplum ilişkileri gibi çeşitli ilişkiler dikkate alınarak ya da pazarlamasatış, finans-muhasebe, satın alma ve üretim gibi işlevsel alanlara göre
sınıflandırılarak ele alınmaktadır. Bu çalışmada biz bunların her birinin ayrıntısına
girmeyecek, önce İslam iş ahlakı ile ilgili genel ilkeler ve temel erdemler üzerinde
duracak, daha sonra işçi ahlakı ve işveren ahlakını biraz daha özel bir biçimde
vurgulayacak, son olarak da erdem ve ekonomi yahut ahlaklılık ve zenginlik ilişkisi
üzerine farklı yol ve yaklaşımları değerlendireceğiz.
İŞ (İŞ SAHİBİ) AHLAKI
İslam iş ahlakında pek çok ilke ve erdemden bahsedilebilir ve
kaynaklarımızda da bahsedilmektedir. Biz bunları, sadelik ve kolaylık olsun diye
dört genel ilke veya temel erdem altında toplayabiliriz. Bunlardan ilk ikisi, çalışma
ve iş hayatına başlamadan önce iş konusunda sahip olmamız gereken iyi niyet ile
çalışma konusundaki doğru dinî bilgiler ve çalışkanlığın fazileti ile ilgilidir. Sonraki
ikisi ise iş hayatına atıldıktan sonra işle ilgili çeşitli alanlar ve ilişkilerde uyulması
gereken helal kazanç ve adaletle ilgili kurallar ile lütuf ve ihsânla ilgili ahlaki
faziletlerdir.
İyi Niyetlilik
Bir iş hayatına atılırken, başlangıçta olması gereken en önemli ahlaki
şartlardan biri, bu işle ilgili niyetin iyi olmasıdır. Niyet, sadece iş konusunda değil,
her konuda aslıdır ve ulaşılan sonucun değerini belirleyen en önemli etkendir.
Nitekim Peygamberimiz meşhur bir hadisinde “Ameller niyetlere göredir. Herkes
için niyet ettiğinin karşılığı vardır” (Buhârî, 2008, 90) buyurmuştur. Dolayısıyla, her
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam İş Ahlakının Esasları
konuda olduğu gibi iş hayatına başlarken de iyi bir niyetlere, doğru amaçlara sahip
olunmalıdır.
Gazali, çalışma, ticaret yapma, kazanç sahibi olma gibi hususları epey
övdükten sonra şöyle der: “Biz, ticaretin mutlak şekilde her şeyden üstün
olduğunu söylüyor değiliz. Ancak ticaret: a) Ya geçim için, b) Ya servet edinmek
için, c) Ya da geçimin biraz üstünde bir gelir sağlamak amacıyla yapılır. Hayır ve
hasenat düşünülmeden sırf malı çoğaltmak ve mal biriktirmek için ihtiyaç fazlası
mal teminine çalışmak yerilmiştir” (1998, 145).
Buradan da anlaşıldığı üzere, iş hayatını geliştirmede en temel ve en meşru
niyet, muhannete muhtaç olmadan helal yoldan geçimini temin etmektir. Bir
insanın, başkasına el açıp muhtaç olmaması, kimseye yük olmak durumunda
kalmaması, kendi geçimini kendisinin temin etmesi kadar onur verici, itibar artırıcı,
özgüven kazandırıcı ve yaşama sevincini coşturucu başka bir şey azdır. Nitekim
Resulullah şöyle buyurmuştur:
“Hiç kimse kendi el emeği ile kazanıp yediğinden daha hayırlı bir şey
yememiştir. Allah’ın Peygamberi Davut aleyhisselam da kendi el emeğinden
yerdi.” (Buhârî, 2008, 531)
İnsanın, normal geçim düzeyinin üzerinde bir gelir sağlamayı amaçlaması
da iyi niyet sınırları içindedir. Çünkü bu dünyada çalışıp, iş kurup, mal sahibi olmak
ve refah içinde yaşamayı arzulamak, dinî ve ahlaki açıdan kınanacak bir husus
değildir. Bu husus bir ayette de açıkça belirtilmektedir:
“Rabbinizden refah istemenizde bir engel yoktur…” (Bakara/2: 198).
Bu husus sahabenin örnek talepleri ve davranışlarında da görülmektedir.
Mesela, annesinin isteği üzerine, Hz. Peygamber, genç bir sahabi olan Enes bin
Malik’e yaptığı uzun bir duayı, mal çokluğu ile de ilgili olan şu dileklerle bitirmiştir:
“Ya Rabbi, bunun malını ve çocuklarını çoğalt ve kendisine bu hususta bereket
ihsân eyle” (Buhârî, 2005, 61). Çünkü mal sahibi olmak, hatta çok mal ve bol rızık
sahibi olmak, kötü ve yerilesi bir şey değildir ve Müslümanlar için hiçbir zaman
böyle olmamıştır. Zaten böyle bir tutum şu ayete ters düşerdi:
“Ey Muhammed de ki: ‘Allah’ın kulları için yarattığı zinet ve temiz rızıkları
haram kılan kimdir?, ‘Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gününde
de yalnız onlar içindir…” (A’raf/7: 32).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam İş Ahlakının Esasları
Önemli olan malın tam anlamıyla iyi niyetle ve helal yoldan kazanılmış
olması ve kazandıktan sonra yapılması gereken zekâtını, sadakasını verme gibi
hukuki ve ahlaki gereklerinin de yerine getiriliyor olmasıdır. Nitekim Resulullah, bir
hadisinde “Takva sahibi kimse için zenginlikte bir mahzur yoktur.” (Buhârî, 2005,
119) buyurduğu gibi, mal sahibi olmayı fazla önemli bulmadığını belirten bir
sahabiye karşı da şöyle demiştir:
“Yararlı mal, iyi kimsenin elinde ne kadar güzeldir.” (Buhârî, 2005, 119).
O hâlde, bunlar ve benzeri pek çok ayet ve hadis göstermektedir ki, İslam
dîni ve ahlakında, çalışmak, üretmek, kazanmak, mal sahibi olmak, zengin olmak,
makul bir refah içinde yaşamak; geçimini helal yoldan temin etmek, daha fazla
refah ve huzur içinde yaşamak, kamu ve din yararına harcamalarda bulunabilmek
gibi niyetlerle edinildiği ve haram bulaştırılmadığı sürece tamamen meşru ve hatta
makbul ve fazlasıyla teşvik edilen şeylerdir. Kötü olan ve yerilen, malı sadece
dünyalık niyetlerle edinmek, haram yollarla kazanmak, kötü yollarda harcamak ve
malın kendisini ebedî kılacağını zannederek iş meşguliyeti yüzünden ahiretini
unutmaktır. Nitekim bu tür insanlarla ilgili şöyle buyrulmaktadır: “Yazıklar olsun
malı toplayan ve onu sayan, malının kendisini ebedî kılacağını sanan o hümeze
lümeze topluluğuna” (Hümeze/104: 1-3).
Bir girişimci için iyi niyetten sonra sahip olunması gereken bir başka özellik,
İslam iş ahlakında çalışmanın ve çalışkanlığın önemi konusunda kendisini bilgi ve
bilinç sahibi kılmasıdır. Zira İslam’da çalışma, nafile ibadet kabilinden ve kutsal,
çalışkanlık da cömertlik ve ihsânın ön şartlarından bir fazilet ve önemli bir
erdemdir.
Çalışkanlık
İslam dîni tembellik ve miskinliği yermiş, çalışmayı ve üretmeyi meşru
görmekle kalmamış, çok makbul görmüş ve her surette teşvik etmiştir. Bazen
Allah’a tevekkül ve kader gibi inanç esaslarını çalışma ve iş hayatına aktif bir
biçimde katılmamanın gerekçesi yapmak isteyen istisnai birkaç kişi çıkmışsa da Asrı Saadet’ten günümüze kadar aklı başında Müslümanlardan hiçbiri çalışma, üretme,
iş hayatında verimli, ticaret hayatında kârlı ve kazançlı olma gibi hususlara asla
karşı çıkmamışlar, aksine bu konularda hep örnek ve teşvikkâr olmuşlardır. Zira
İslam açısından bu durum ihtilaflı ve tartışmaya açık bir durum değildir. Zira Cenabı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
“Gündüzü *çalışıp+ geçimi sağlama vakti kıldık” (Nebe/78: 11)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam İş Ahlakının Esasları
Geceler esas itibarıyla dinlenme, gündüzler de çalışma vaktidir. Yaratılış
planında insanoğluna, çalışıp geçimini kazanması için uygun bir vakit tahsis edildiği
gibi, o, geçimini sağlayacağı kaynaklara erişeceği uygun bir yere de yerleştirilmiştir.
Nitekim bir ayeti Kerimede şöyle denilir:
“Sizi yeryüzünde yerleştirdik ve orada size geçimlikler yarattık. Öyleyken pek az
şükrediyorsunuz” (Araf/7: 10)
İnsanın görevi, yerleştirildiği bu yeryüzünde tembel tembel oturmayıp
geçimini aramak, çok da büyük bir zahmete katlanmadan bulabileceği bu nimetler
karşısında Allah’a şükretmeyi de unutmadan, bu imtihan sürecinden ibaret hayatını
huzur ve başarı içinde tamamlamaktır.
Çalışma ödevini yerine getirip rızkını aramayan insan, hem ilahi yaratılışa
ters davranmış hem de ilahi buyruğa itaat etmemiş olur. Bu da onu, dünyada da
ahirette de mahrum olanlardan kılar. Çünkü hem dünya hem de ahiret kazancı ile
ilgili en genel geçer, en evrensel yasalarda biri, ancak çalışanın kazanacağı
yasasıdır. Nitekim bu husus bir ayette şöyle belirtilmektedir:
“İnsan ancak çalıştığına erişir” (Necm/53: 39).
Nitekim peygamberler ve büyük sahabiler dahi dünyevi işlerde çalışmış, belli
meslekleri icra etmişlerdir. Mesela, Hz. Âdem çiftçilerin, Hz. Nuh marangozların,
Hz. Yusuf ekonomistlerin, Hz. Davut el sanatçılarının, Hz. İsa tabiplerin, Hz. İbrahim
ve Hz. Muhammed tüccarların piri ve örneği idi. Hz. Ebu Bekir hububat maddeleri
satarak geçimini sağlar, Hz. Ömer dericilikle uğraşır, Hz. Osman yiyecek maddeleri
satar, Hz. Ali de ücret karlığı çalışarak geçimini temin ederdi (Yavuz, 1992).
Bu örnek şahsiyetlerin uygulamalarında da görüldüğü gibi İslam’da, çalışma
ve iş hayatına katılma esasının geçerliliği, ilahi aşk ve dindarlık arzusuyla dahi ihlal
edilmez ve ibadet etme görevleriyle de asla çelişmez. İslam dini, “Hiç kimse iki
efendiye kulluk edemez; … Siz Allah’a ve mammona *zenginliğe+ kulluk
edemezsiniz.” (Matta, 6: 24) diyerek ibadet ve zenginliği çeliştirmek yerine, hem
ibadet hem de rızık ve zenginlik aramayı bir arada tutan ve birlikte teşvik eden bir
dindir. Nitekim Kur’ân’daki ayetlerde hem ibadet hem de iş art arda
emredilmektedir:
“Ey inananlar! Cuma günü namaz için ezan okunduğu zaman Allah’ı anmaya
koşun; alım satımı bırakın; bilseniz, bu sizin için daha iyidir. Namaz bitince
yeryüzüne yayılın; Allah’ın lütfundan rızık isteyin; Allah’ı çok anın ki saadete
erişesiniz” (Cuma/62: 9-10).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam İş Ahlakının Esasları
Bu ayette, mutluluğun, hem Allah’ı ibadetler ve zikirle çokça anmak hem de
O’ndan rızık isteyerek yeryüzüne yayılıp alımsatım yapmak, çalışmak, kazanmak ve
helalinden kazanılmış parayla geçim rahatlığı içinde yaşamakla bağlantılı olduğu
anlaşılmaktadır. İslam “ya… ya da…” (örneğin, ya bu dünya ya öteki dünya, ya
ibadet ya ticaret) dîni değil, “hem… hem de…” (örneğin, hem bu dünya hem öte
dünya, hem ibadet hem iş) dinidir. Nitekim hepimizin çok iyi bildiği bir ayette
“Rabbimiz! Bize dünyada iyiyi, ahirette de iyiyi ver” (Bakara/2: 201) diyenlerden
olmamız öğütlenmektedir. Dolayısıyla, Müslüman tembellikten, işsizlikten,
üretimsizlik ve verimsizlikten kaçınmalı; aksine öte dünya için çalıştığı gibi bu dünya
için de çalışkan olmalı, üretmeli, iş yapmalı, iş kurmalı, istihdama katkıda bulunmalı
ve böylece kendisine, ailesine, topluma, insanlığa ve dinine daha fazla yararlı
olmalıdır.
Haksızlıktan Kaçınma ve Adalet
Ticari işlemlerde haksızlık yapmaktan, zarar vermekten, zulmetmekten
kaçınmak ve bunların aksine hakkaniyetli ve adaletli davranmak ve böylece
kazancın tam anlamıyla tertemiz ve helal olmasını sağlamak iş hayatına başladıktan
sonra uyulması ve uygulanması gereken en önde gelen şartlardandır.
Gazali), iş hayatında başkalarının zarar görmesi ile sonuçlanan haksızlıkları iki
kısma ayırır: Zararı genele yansıyan haksızlıklar ve zararı sadece müşteri ile sınırlı
kalan haksızlıklar. “Zararı genel olan ticari zulümler” başlığı altında o, karaborsacılık
ve kalpazanlığı irdeler. “Zararı yalnız müşteriyi ilgilendiren ticari zulümler” başlığı
altında ise çok daha fazla sayıda ticari haksızlık konusunu ele alır. Ona göre,
alışveriş yapan kimsenin zarar görmesine sebebiyet veren her şey zulümdür. Bu
konularda adalet ise kişinin Müslüman kardeşini zarara sokmamasıyla sağlanır.
Burada genel kaide şudur: “Kişi, kendisi için istediği şeyleri müslüman kardeşi için
de istemeli; kendisine yapıldığı takdirde ağırına gidecek ve canını sıkacak bir
muameleyi başkalarına yapmamalıdır.” Bu kaide bağlamında, yapılmaması
gerekenleri o, şu dört esasta toplar:
 Malda bulunmayan bir özellikle malı övmemek,
 Malın gizli ve açık bütün kusurlarını açıklayıp, hiçbirini gizlememek,
 Ölçü ve tartıda hile yapmamak,
 Müşterinin bildiği takdirde almayacağı fiyatı gizlememek, başka bir deyişle, alıcı
veya satıcıya piyasa fiyatını gizlememek. Bu dört esasın birincisi bağlamında o,
ticaret için dinî duyguları istismar etmemek gerektiğini de örneklerle birlikte
ısrarla vurgular (1998: 170-85).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam İş Ahlakının Esasları
İslam iş ahlakını özetleyen iki temel kavramın “haramdan sakınmak” ve
“helal kazanç” kavramları olduğunu söylemek mümkündür. Yukarıda belirtildiği
üzere, ticaret yapmak, mal kazanmak, servet sahibi olmak meşru ve makbuldür;
fakat bunların hiçbir aşamasında haksızlığın ve dolayısıyla haramın bulunmaması
gerekir. Haksızlık ve haram, iş hayatının en temel iki yasağıdır. Zira bir ayeti
Kerimede şöyle buyrulmaktadır:
“Ey inananlar! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan
ticaretle yiyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin” (Nisâ/4: 29).
Haram-helal duyarlılığı bir hadiste de şöyle dile getirilmektedir:
“İnsanlara öyle bir zaman gelir ki, kişi malı helalden mi, haramdan mı aldığına
hiç aldırmaz” (Buhârî, Büyu: 7, 23).
Müslüman daha fazla kazanma hırsıyla ve hatta daha fazla kazanıp bunun bir
kısmıyla daha fazla iyilik yapmak, daha fazla zekât ve sadaka vermek, daha fazla
öğrenciye burs vermek, daha fazla fakir ve yoksula yardımda bulunmak gibi iyi
niyetlerle de olsa kazancına haksızlık ve haram bulaştıramaz, haksız ve haram
yollarla servet edinemez. Bu tür yollarla edinilmiş haksız kazançlar, yapılan ufak
tefek yardımlarla ve hatta camiler, okullar ve benzeri hayır kurumları yaptırmakla
aklanamaz. Kul hakkı ve özellikle de tek bir bireye ait olmayıp kamuyu ilgilendiren
ve birden çok kişiyi etkileyen haksızlıklar, Allah’ın affetmeyeceği haksızlıklar
kapsamına girmektedir. İşte ayeti Kerimede “haram ile nefsinizi mahvetmeyin”
emri ve uyarısı tam da bu konularla ilgilidir. Bilhassa helalleşmenin imkânsız olduğu
çok sayıda ve tanınmayan kişilere karşı yapılan haksız işlemler ve kazançlar,
dünyada geçici bir süre kazançmış gibi gözükse de, gerçekte ve ahirette çok büyük
bir kayba ve mahviyyete sebep olacaklardır. Dolayısıyla, haksızlık ve harama karşı
çok duyarlı olmak ve bunların büyük-küçük, gizli-açık, bireysel-kamusal her
türünden kaçınmak İslam iş ahlakının temelini oluşturmaktadır.
İş hayatında sık karşılaşılan haksızlık ve adaletsizliklerden biri, alışverişte
karşı tarafı aldatmak, ölçü ve tartıda hile yapmak gibi ahlaksızlıklardır. İş hayatının
her alanında, her ilişki düzeyinde ve her sektörde görülebilecek olan hilekârlıklar ve
haksızlıklar, İslam dininin şiddetle kınadığı, kesinlikle yasakladığı ve sadece dünyevi
değil uhrevi müeyyidelerle de insanları bunlardan uzaklaştırmaya çalıştığı
hususların başında gelmektedir. Nitekim bir ayette iş hayatında hilekârlık yapanlar
şöyle tehdit edilir ve uyarılırlar:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam İş Ahlakının Esasları
“Alışverişlerinde hile yapanların vay hâline! İnsanlara karşı kendileri için
ölçtüklerinde tam ölçerler. Onlar için ölçtükleri veya tarttıkları zaman
eksiltirler. Onlar, kendilerinin büyük birgün için diriltileceklerini zannetmezler
mi?” (Mutaffifîn/83: 1-5)
Oysa biraz derin düşünülse ve biraz vicdanımızın sesine kulak verilse görülür
ki hilekârlıkla başkalarını aldattığımızı zannederken aslında kendimizi aldatıyor, kâr
ettiğimizi sanırken kaybediyoruz. Çünkü yalancının mumunun yatsıya kadar yandığı
gibi hilekârın hilesi de bir yere kadar gizli kalacak, bir süre sonra açığa çıkacak ve o
kişi müşteriler nezdinde güvenilirlik ve itibarını kaybedecektir. Hilekârlığı ve dürüst
olmayışı ile tanınmış, güvenilirlik ve itibarını kaybetmiş kişilerin ise iş hayatında
uzun süre başarılı olması oldukça zor olsa gerektir. Oysa dürüst ve adil olmak ve
dürüstlük ve adalet ile tanınmak, insana kendi vicdanı karşısında huzur, toplum
içinde itibar, ahiret hayatında mükâfat olarak geri döneceği gibi iş hayatında da
daha fazla müşteri, daha fazla satış ve daha fazla kâr olarak yansıyacaktır. Bir
ayette doğruluk emredilmekte ve bunun sonucunun çok daha üstün olacağı şöyle
belirtilmektedir:
“Ölçtüğünüz zaman, tam ölçün, doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha hayırlı,
hem de sonuç olarak daha güzeldir.” (İsrâ/17: 35)
Müslümanın bir Müslümanı aldatması, hatta Müslüman olsun veya
olmasın herhangi bir insanı aldatması, herhangi bir insanın saflığından
yararlanması doğru değildir. İş hayatının her aşamasında dürüstlük, kişiye ve
şartlara göre değişen göreceli bir davranış tarzı değil, her zaman ve mekânda
geçerli olan, her dinden ve dilden insanı kapsayan evrensel bir ilke olarak kabul
edilmeli ve hipotetik değil kategorik bir buyruk olarak uygulanmalıdır. Turistlerle
ilgili örneklerde zaman zaman karşılaşıldığı gibi bazı insanların alışverişin yapıldığı
dili bilmiyor oluşu, pazarlık kültürüne yabancı oluşu gibi hususlar yahut bazı
insanların doğuştan daha saf, insanlara çabuk güvenen ve kolay aldatılmaya yatkın
olması, onlar karşısında dürüstlükten ayrılınmasına ve aldatmaya yönelinmesine
yol açmamalıdır. Böyle kimseler aldatılmamalı ve eğer biz böyle kimselerden biri
isek baştan “aldatmaca olmaması” konusunda karşı taraf ile açıkça konuşmalıyız.
Çünkü birgün bir adam Hz. Peygamber’e, yaptığı satım akitlerinde aldandığını
söyledi: Bunun üzerine Hz. Peygamber ona söyle buyurdu:
“Alım-satım yaptığında karşı tarafa: ‘Aldatmaca yok!’ de.” (Buhârî, 2008, 538)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam İş Ahlakının Esasları
İslam iş ahlakında aldatmama ve aldatılmamaya yönelik öğütlerden biri de
alışveriş esnasında yemin etmenin hoş görülmemesidir. Sözümüz, yemine ihtiyaç
kalmadan güvenilir olmalı, dürüstlüğümüz yeminle desteklenmeye ihtiyaç
duymamalı; ayrıca, farkında olmayarak da olsa hata karışabilecek alışverişlerimize
Allah’ın adı ile yemini aracı kılmamalıyız. Yemin edilmesi, bilhassa daha müttaki
olanların daha çabuk kanmalarına ve bu yüzden belki de bazen zarar etmelerine
yol açacaktır. Bu yüzden, alış verişlerde yemin tasvip edilmemiş hatta yerilmiştir.
Hz. Peygamber alışverişte yemin konusunda şöyle buyurmuştur: “(Yalan yere)
yemin mala rağbeti artırsa bile bereketi götürür” (Buhârî, 2008, 533). İş hayatında
haksızlık ve adaletsizlik bağlamında yapılmaması gereken şeylerden biri de söz
verilmiş ve vadesi gelmiş borcu geciktirmektir. İmkânı olanlar borcunu zamanında
ödemeli, eğer imkânı yoksa bunu bir an önce alacaklı ile görüşüp anlaşmalıdır.
Resulullah bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Ödeme gücü bulunan kimsenin borcunu geciktirmesi zulümdür.” (Buhârî, 2008,
563).
Müslüman, işin hangi sektöründe ve hangi düzeyinde çalışırsa çalışsın, işten,
üründen, hizmette etkilenen herhangi bir kişiye en küçük bir haksızlık ve
adaletsizlik yapılmadığının farkında olmalı; böylece kendi kursağından geçen ve
canı kadar sevdiği çocuklarına yedirdiği lokmanın tam anlamıyla helal olduğundan
emin olmalıdır.
İhsan ve Hoşgörü
İş hayatında, sadece zorunlu hak ve adalet kurallarına uymak ahlaki açıdan
bakıldığında yeterli sayılmaz. Çünkü hak ve adalet meseleleri ahlaken de öncelikli
olmakla birlikte, bu konular ahlak yanında hukukun da ilgilendiği konulardır.
Bunlara riayet edilmediğinde çoğu zaman, vicdani bir kınama ve ahlaki bir ayıplama
ile karşılaşma yanında hukuki bir ceza ve yaptırımla da karşılaşılır. Bu düzey de bir
ahlaklılık düzeyidir; ancak daha üstün olan ahlaki düzey, hukuk ile ortak olan
düzeyin üstündeki bir düzeydir. Gerçek ahlaklılık, zorunluluk düzeyinin üstünde,
sorumluluk, gönüllülük, fedakârlık gibi duygu ve değerler nedeniyle yapılan üstün
erdemler sayesinde kendini gösterir. Bu bağlamdaki erdem ihsân erdemidir.
Gazali’nin de belirttiği üzere, Allah Teâla hem adaletle hem de ihsânla
emretmiştir. Dindar birisinin adaletle yetinmesi, zulümden kaçınması ve fakat ihsân
kapılarını terk etmesi, bu kapılardan içeri girmemesi yakışık almaz. Çünkü “Allah
şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı… emreder…” (Nahl/16: 90).
Bu bağlamdaki ihsân mefhumuyla o, “müşterinin yararına olan bir fiili, ona
yapılacak ikramı” kasteder. Bu bir vecibe değildir, esnafın göstereceği bir fazilet, bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam İş Ahlakının Esasları
âlicenaplıktır. Esnafın asıl yükümlü olduğu şey, zulmetmeyip adil davranmaktır.
Ancak, ticaretle uğraşan bir kimse, şu altı maddeye uyarak, adaletin üstündeki
ihsân rütbesine yükselir:
 Fahiş kardan kaçınmak,
 Kârdan fedakârlık etmek,
 Alacakların tahsilinde müsamahakâr davranmak,
 Borcunu ödemek için, alacaklının gelmesini ve vadesinin dolmasını
beklemeden, imkânı varsa onun ayağına gidip borcunu ödemek,
 Pazarlıktan pişman olup cayana kolaylık göstermek,
 Fakirler için ayrı bir veresiye defteri tutarak, borçlarını ödeyemedikleri
takdirde kendilerinden alacağını istememeye niyet etmek.
Gazali’ye göre geçmiş büyüklerin alışverişte izledikleri yöntemler bunlardır.
Ama bu yol ve yöntemlerin artık izi kalmamıştır. Bu doğrultuda hareket etmek
isteyenler, bu sünneti ihyâ ediyor olacaklardır (Gazali, 1998: 186-193).
İhsan kapsamındaki alt erdemlerden biri, müsamahalı davranmak,
hoşgörülü olmaktır. İster işçi, ister işveren, ister amir, ister memur olalım, iş ve
hizmet üretiminin çeşitli basamaklarında kendi adımıza hassas ve titiz olmaya
gayret ederken, başkalarının yapabileceği bazı kusurların olabileceğini de kabul
etmeli ve iş arkadaşlarımız yahut paydaşlarımıza karşı müsamahayı elden
bırakmamalıyız. Hoşgörülü olmak ekip hâlinde çalışmayı kolaylaştıracak, iş
ortamında stres ve gerilimi azaltacak, sinerjiyi ve dolayısıyla verimliliği artıracaktır.
Peygamberimiz bir hadisi şerifinde şöyle buyurmuşlardır:
“Sattığında, satın aldığında ve hakkını talep ettiğinde müsamahakâr davranan
kişiye Allah merhamet etsin” (Buhârî, 2008, 531)
İş hayatının yeni girişimcilikler, yatırımlar ve cesaretle risk almalar gibi pek
çok konusunda dikkate alınmasında yarar olabilecek erdemlerden biri de cesur
davranmakla birlikte belli bir sınırın ötesinde ölçülülüğü aşmamak, makul bir itidal
düzeyini korumaktır. İtidalli olmak ve israf etmemek konusundaki şu ve benzeri
ayetler, hayatın her alanında olduğu gibi iş hayatında da her zaman göz önünde
bulundurulmalıdır:
“Onlar, harcadıkları zaman, ne israf ederler, ne de kısarlar. (Onların bu
konudaki tutumu) ikisi arasında orta bir yoldur.” (Furkan/25: 67)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam İş Ahlakının Esasları
O hâlde, İslam iş ahlakının temel erdemleri veya genel esasları, her şeyden
önce iyi bir niyete, temiz bir amaca sahip olmak; çalışmayı nafile ibadet, çalışkanlığı
yararlı bir fazilet saymak; iş hayatının hiçbir aşamasında en küçük bir haksızlığa ve
hilekârlığa, adaletsizliğe ve aldatmaya, zulme ve baskıya, kısacası kazancı harama
ve uhrevi anlamda zarara dönüştürecek eyleme tenezzül ve teşebbüs etmemek;
bunlarla da yetinmeyerek, kazancının makul miktarlarını kamu yararına işler için
ihsânda bulunarak toplumsal, dinî ve ahlaki sorumluluklarını da tam anlamıyla
yerine getirmek olarak özetlenebilir. İş hayatının en önemli kesimlerinden ikisi,
işverenler ve işçilerdir. Dolayısıyla, bu iki kesimin sahip olması gereken ahlaki
özelliklere biraz daha yakından bakmakta yarar vardır.
İŞVEREN AHLAKI
İyi bir Müslüman işverenin; işine, işçisine, müşterisine, tüm paydaşlarına,
toplumuna, insanlığa, doğal çevresine ve manevi çevresine karşı görev ve
sorumluluklarını yerine getirmesi, zorunlu ödev ve yükümlülüklerini yerine
getirmekle de kalmayıp üstün ahlaka sahip bir Müslüman olarak fedakârlık
gerektiren yüksek faziletlere uygun bir iş adamlığı hayatı sürdürmesi beklenir. Biz
burada bunların hepsine değil, en önemlilerinden bazısına değinmekle yetineceğiz.
Bunların en önemlilerinden biri, işverenin işçisine karşı davranışlarında uyması
gereken ahlaki özelliklerdir.
Liyakat ve Hakkaniyet
İşveren veya yönetici, işçi veya memur alırken liyakati esas almalı, işi
birtakım kişisel tarafgirliklerinden dolayı tercih ettiği liyakatsiz kişiye değil, hak
eden kişiye, ehline vermelidir. İşi ehline vermek ve adaletli davranmak, bu
konulardaki en temel ilahi emirlerden ikisidir. Nitekim ayeti Kerimede şöyle
buyrulmaktadır:
“Şüphesiz Allah, size işleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman da adaletle hükmetmenizi emretmektedir” (Nisâ/4: 58)
Buradaki birinci şart, işi ehline vermek, ikinci şart, işe alınan ehil kişinin
bundan sonraki tüm haklarını gözetmek, ona asla haksızlık ve adaletsizlik
yapmamaktır. Günümüzde işçi hakları oldukça ayrıntılı şekilde ele alınmaktadır;
zamanın örfünün uygun gördüğü bu haklar İslam ahlakı için de uygun görülen
haklardır. Bunların en önemlilerinden bazıları, ücretini zamanında ve hak ettiği
ölçüde ödemek, sağlık sigortası gibi teminatlarını ve can güvenliğini sağlamaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam İş Ahlakının Esasları
Ücretlerin adil ve yeterli olması ve zamanında ödenmesi kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Resulullah’ın dediğine göre;
“Allahu Teâla şöyle buyurmuştur: Şu üç kimsenin kıyamet günü davacısı ben
olacağım: … (üçüncüsü) bir işçi tutup ondan istifade ettiği hâlde ücretini
vermeyen kimsedir”(Buhârî, 2008, 555).
Her hak sahibinin hakkını vermek İslami ve ahlaki bir gerekliliktir; işçi
hakları da ödenmesi gereken hakların en hassaslarından biridir. Ayette, “Akrabaya,
yoksula, yolcuya hakkını ver” (İsrâ/17: 26) diye emredilmektedir. İşçiler
işverenlerine güvenerek çalıştıklarına göre, bu güvenleri hiçbir zaman boşa
çıkarılmamalıdır. İşçinin ücreti, işverenin kendisine güvenilen borcu demektir. Bir
ayette, “Şayet birbirinize güvenirseniz, güvenilen kimse borcunu ödesin…”
(Bakara/2: 283) denmektedir. En temel işçi hakkı olan ücretle ilgili şu ünlü hadisi
herhâlde bilmeyen yoktur:
“İşçiye ücretini alınteri kurumadan veriniz” (İbn Mâce, Ruhun: 4).
Mesuliyet ve Kardeşlik
İyi bir işveren, işçilerinin sadece ücretini ödemek gibi yükümlülüklerini yerine
getirmiş olmakla yetinmez. Onları birere araç, fabrikasındaki birkaç makine gibi
görmez. Onların gerçek anlamda mesuliyetini taşır, sorumluluğunu üzerinde
hisseder, sevinçlerine ve bilhassa kederlerine ortak olur ve bir sıkıntıları
olduğundan haberdar olduğunda bunu ortadan kaldırmaya çalışır. İyi bir işveren,
tüm çalışanlarını bir aile gibi, işçilerini aile bireyleri gibi görür, kendisini de
onlardan sorumlu hisseder. Nitekim bir hadisi şerifte Resulullah şöyle
buyurmuştur:
“Hepiniz çobansınız. Hepiniz emriniz altındakilerden mesulsünüz. Devlet
başkanı bir çobandır ve emri altındakilerden mesuldür. Erkek, aile efradının
çobanıdır ve emri altındakilerden mesuldür. Erkeğin kölesi, efendisinin malı
üzerinde çobandır ve ondan mesuldür. Dikkat edin! Hepiniz çobansınız ve
hepiniz emriniz altındakilerden mesulsünüz” (Buhârî, 2005, 92).
Yüksek ahlaka sahip bir işveren, işçileri kadar tanıdığı müşterileri ve öteki
paydaşlarını da kendine yakın hisseder, onların sorumluluğunu paylaşır, zor
durumda kalanlarına bilhassa borcunu geciktirme, ödeme kolaylığı sağlama gibi
konularda yardımcı olur, kol kanat gerer.
Hz. Peygamberden bu bağlamda düşünülebilecek şöyle bir hadis rivayet
edilmiştir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam İş Ahlakının Esasları
“Sizden önceki kavimlerden bir kişinin ruhunu (ölümünden sonra) melekler aldı.
Melekler adama sordu: Sen hayır adına bir şey yaptın mı? Adam: Ben yanımda
çalıştırdığım kişilere, ödeme gücüne sahip olsalar da borçlulara süre
tanımalarını ve kolaylık göstermelerini emrederdim, dedi. Bunun üzerine
melekler de birbirine ‘ona kolaylık gösterin’ dediler” (Buhârî, 2008, 532).
Ahlaklı bir işveren gerçekten iyice üst düzey bir ahlaklılığa sahipse, işçilerinin
sadece sorumluluğunu hissetmekle ve zaman zaman onlara yardımcı olmakla da
yetinmez, onları kendisine kardeş bilir, yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir ve
onlara son derece iyi ve itibarlı davranır. Çünkü Resulullah şöyle buyurmuştur:
“Onlar *köleleriniz+ Allah’ın emirleriniz altına koyduğu kardeşlerinizdir. Kimin eli
altında kardeşi varsa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Ona
gücünün yetmeyeceği bir şey yüklemesin. Şayet ağır bir iş yüklerse ona yardım
etsin” (Buhârî, 2005, 89).
Ayetlerde de buna benzer öğütler verilir. Müslümanların ekonomik açıdan
kendilerinden daha kısıtlı durumda olanlara karşı davranışları şu ahlaki niteliklerle
tasvir edilir:
“Onlar yoksula, yetime ve esire seve seve yemek yedirirler. ‘Size ancak Allah
rızası için yediriyoruz, sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür isteriz. Çünkü biz,
insanların yüzünü ekşiten, asık suratlı birgünde Rabbimizden korkarız’ derler”
(İnsan/76: 8-10).
Zekâtını ve Sadakasını Vermek
Ahlaklı bir Müslüman iş adamı, işçileriyle ilişkilerinde faziletli davranışlar
sergilediği gibi Allah’ın lütuf ve inayetiyle elde ettiği bol kazancının hukuki ve ahlaki
gereklerini de yerine getirir, zekâtını verir, sadakalarını verir, gelirinin büyüklüğü
oranında kamu yararına büyük hizmetlerde bulunur. Tembellik gibi cimrilik de
İslam ahlakının reziletler veya erdemsizlikler listesinin ön sıralarında yer alır. Ahlaklı
bir zengin, cimrilikten sakınmalı, servetinin Allah’tan kendisine verilmiş emanet
olduğunu ve malında başka insanların da hakkı olduğunu unutmamalıdır. Bir
hadiste açıkça şöyle buyrulmaktadır:
“Malının zekâtını verdiğin zaman, malındaki fakirin hakkını ödemiş olursun!”
(Tirmizî, Zekât: 2).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam İş Ahlakının Esasları
Şu ayet de bu gibi hakları ödemeyen zenginlere yönelik çok ciddi bir uyarıda
bulunmaktadır:
“Aralarında: ‘Allah bize bol nimetinden verecek olursa, and olsun ki sadaka
vereceğiz ve iyilerden olacağız’ diye O’na and verenler vardır. Allah onlara bol
nimetinden verince, cimrilik ettiler, yüz çevirdiler” (Tevbe/9: 75,76).
Zekât ve sadaka vermekle, infak ve ikram etmekle malın azalacağı
sanılmamalıdır. Aksine bunlar hem dünyada hem ahrette daha fazla kazanca sebep
olurlar. Nitekim Peygamberimiz bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“İnfak et. Cimrilik gösterme ki, Allah da senden lütuf ve rızkını esirgemesin!”
(Buhârî, Hibe: 15; Müslim, Zekât: 88).
İş Hırsıyla İbadetlerini İhmal Etmemek
Ahlaklı işveren işçisine ve toplumuna karşı sorumlu olmakla birlikte, her
şeyden önce kendisine ve Rabbine karşı sorumludur. Bu nedenle o, iş ve kazanç
hırsıyla kendisini ihmal etmemeli, kazancından ve genel olarak hayatından ahirette
sorguya çekileceğini, dünyevi görev ve yükümlülükleri yanında kulluk vazifelerinin
de olduğunu unutmamalıdır. Çünkü şu ve benzeri birçok ayette, “Sonra yemin
olsun, o gün her türlü nimetten sorulacaksınız” (Tekasür/102: 8) buyrulmaktadır.
Bu inanç ve bilinç içindeki Müslüman işveren, toplumsal ahlak ve iş ahlakı
kurallarına uygun davrandığı gibi manevi ahlak yönünü de ihmal etmemeli, işi ile
birlikte ibadetlerini ve maneviyatını da birlikte götürmeyi bilmelidir. Cenab-ı Hak
bu tür işverenler veya zenginler için şöyle buyurmaktadır:
“Bunları ne ticaret ve ne de alışveriş Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât
vermekten alıkoyar. Bunlar, gönüllerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar”
(Nur/24: 37).
Gazali’nin de belirttiği üzere, ticaretle uğraşan kişiye, dünyevi çalışmaları
ahiretini unutturmamalıdır. Yoksa kısa dünya hayatındaki kazancı, ebedî ahiret
hayatı için zarara dönüşür. Ona göre, iyi bir tüccarın başarılı bir iş hayatıyla birlikte
dinini de koruması ve ahiretini ihmal etmemesi için şu hususlara dikkat etmesi
gerekir:
 Ticarete başlarken, çoluk çocuğunun nafakasını helal kazançla temin etmek,
kendisi için istediğini toplumdaki öteki kişiler için de isteyip onlara yardımcı
olmak, kendi kazancıyla dinine yardımcı olmak ve benzeri tarzda iyi niyetler
taşımalıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam İş Ahlakının Esasları
 Sanatında veya ticaretinde kifaye farzlardan bir farzı yerine getirmeye, o toplum
için gerekli olan iş alanlarından birindeki bir boşluğu doldurmaya niyet
etmelidir.
 Dünya pazarını ahiret pazarına engel yapmamalıdır.
 Çarşı-pazarda da Allah’ı sürekli hatırlamayı ve anmayı sürdürmelidir.
 Ticaret konusunda ölçülü olmalı, aşırı hırs ve istek içinde olmamalıdır.
 Yalnız haramdan kaçınmakla yetinmemeli, şüpheli işlerden de uzak durmalı,
fetvalar yanında kalbine de danışmalı ve kalbinin işkillendiği şeyden
vazgeçmelidir.
 Yaptığı her işin bütün safhalarını gözden geçirmeli, birgün hepsinden dolayı
hesaba çekileceğini unutmamalıdır (1998, 195-204).
İŞÇİ (İŞGÖREN) AHLAKI
İş hayatının en önemli iki unsurundan bir diğeri de işçiler veya daha geniş
anlamda olmak üzere işgörenlerdir. Burada işçiden veya işgörenden kasıt, sadece
dar anlamda işçi statüsünde istihdam edilenler değil mal ve hizmet sektörlerinin
her alanındaki tüm çalışanlardır.
Haset etmemek ve Hâline Şükretmek
İşçi, öncelikle işverenine karşı haset ve kıskançlık içinde olmamalı, işveren
değil de işçi olması gibi hususlardan dolayı herhangi bir eziklik duymamalı, çalışıp
alın teriyle helal para kazanabildiği bir iş kapısı buldurduğu için Allah’a şükür,
işverenine de gerektiğinde teşekkür etmelidir. Haset işçiye hiçbir yarar
sağlamayacaktır; ancak mevcut hâline şükreder ve daha çok çalışırsa, birgün
kendisi ekonomik açıdan daha üstün konumlara gelebilecektir. Şu iki ayette haset
yerilmekte, şükür övülmektedir:
“De ki: Ağaran sabahın Rabbine sığınırım … kıskandığı zaman bir hasetçinin
kötülüğünden.” (Felak/113: 1, 5).
“Şükrederseniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım.” (İbrahim/14: 7).
İşbilir ve Güvenilir Olmak
İşçi, yaptığı işi iyi bilmeli, yeterince bilmiyorsa bir an önce eksikliklerini
gidermeli, işi konusunda uzmanlaşmalıdır. Ayrıca o, iş ile ilgili her türlü mal ve bilgi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam İş Ahlakının Esasları
gibi hususta kendisine güvenilir olmalıdır. Resulullah bir zamanların işçisi
sayılabilecek olan kölenin dürüstlüğü konusunda şöyle buyurmuştur:
“Rabbine karşı kulluğu çok güzel, efendisinin kendisine yüklediği görevleri itaat
ve dürüstlükle yerine getiren köle için iki kere mükâfat vardır.”(Buhârî, 2005,
92).
İbn Haldun’un işçilerde bulunması gereken erdemlerle ilgili en fazla liyakat
ve güven üzerinde durduğu anlaşılmaktadır. Ona göre insanın hizmetinde
bulunduracağı kimseler dört sınıfa ayrılır: Bunlardan birincisi, üzerine aldığı görevi
hakkıyla görebilen ve işine güvenilebilecek olan doğru bir kimsedir; ikincisi, işine de
emanet ve doğruluğuna da güvenilemez bir kimsedir; üçüncüsü, işini ve görevini
yapabileceğine güvenilir biridir ama emanet ve doğruluğuna güvenilmez;
dördüncüsü ise, emanet ve doruluğuna güvenilir biridir; ama işinin ehli olmaz. İbn
Haldun’a göre, birinci sınıf işçi, yani hem işinin ehli hem de güvenilir olan işçi fazla
bulunmaz. İşinin ehli de olmayan güvenilir de olmayan ikinci tip işçiyi ise, akıllı
kimseler çalıştırmazlar. Çünkü bunların zararı çok olur. Daha kolay bulunabilecek
olanlar, son iki sınıftır; yani güvenilir olan ama işini bilmeyenle, işi bilen ama
güvenilir olmayan. Bunlar arasında tercih yapmak gerekirse, o, güvenilir değilse de
işinin ehli olanın tercih edilmesi gerektiği tavsiyesinde bulunur. Çünkü onun
hiyanetinden korunmak için tedbir alınabilir, ama güvenilir de olsa işi bilmeyen kişi,
sahibine faydasından çok zarar verir (İbn Haldun, 1988: 329-30).
Hakkaniyet ve Mesuliyet Sahibi Olmak
İşçi, işverenin haklarını korumalı, işinde haksızlık yapmamalı, az da olsa
kazancına haksızlığı ve haramı bulaştırmamalıdır. Resulullah bu konuda şöyle
buyurmuştur:
“Köle, Allah’a kulluk ederek O’nun hakkını yerine getirirse ve kendisine sahip
olan efendisinin hakkını yerine getirirse onun için iki kere mükâfat vardır”
(Buhârî, 2005, 92).
İşverenin işçisinden mesul olması gibi, işçinin de işverenin kendisine emanet
edilen malından mesul olduğu ve bu konuda yeterince sorumluluk duyması
gerektiği meşhur bir hadiste açıkça beyan edilmiştir:
“Hepiniz çobansınız. Hepiniz emriniz altındakilerden mesulsünüz. … köle,
efendisinin malı üzerinde çobandır ve ondan mesuldür” (Buhârî, 2005, 92).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam İş Ahlakının Esasları
İşini, İş Arkadaşlarını ve İşverenini Sevmek
İyi bir işçi, başta işi olmak üzere, mümkünse iş arkadaşlarını ve işverenini
sevmeli, en azından onlara saygı duymalıdır. İbn Miskeveyh’e göre, “eğer toplum
hâlinde yaşayan insanlar birbirlerini seven kişilerse, birbirlerine karşı adaletli
davranırlar ve aralarında hiçbir anlaşmazlık ortaya çıkmaz. Diğer bir deyişle, dost,
dostunu sever ve kendisi için istediğini onun için de ister. Güven, dayanışma ve
yardımlaşma, ancak birbirini seven kişiler arasında gerçekleşir” (İbn Miskeveyh,
1983: 121).
Nasırüddin Tusi’ye göre de sevgi adaletten üstündür. Hatta adalete ihtiyaç,
insanlar arasındaki sevgi yoksunluğundandır. Eğer bireyler arasında yeterince sevgi
olsaydı, ne hakkını verme ne de hakkını almaya ihtiyaç olurdu (Tûsî, 2007: 247,
229). Osmanlı ahlakçılarından Kınalızâde’ye göre, hizmetçiler veya işçiler için de
sevgi her şeyden önce gelir. Ona göre, hizmetçiler işlerini sevgi ile yapmalı, sadece
ücret karşılığı için yapmamalıdır. Eğer sevgi ile yapmazsa, en azından işçi gibi
yapmalı fakat zulüm görmüş gibi yapmamalıdır. Ama aynı şekilde efendiler de
hizmetçilerin işlerini isteyerek yapmalı, zorla yapmamalıdır. Bu tavır hizmetçilere
de akseder ve hizmetçiler de işlerini böyle yaparlar (Oktay, 2005: 413).
Sonuç olarak, işçi, işverenine karşı kıskançlık ve haset içinde olmamalı, bir işi
olup çoluk çocuğunun geçimini alnının teriyle ve akıyla sağlayabildiği için
şükretmeli, işini çok iyi bilmeli ve iyi yapmalı, güvenilir ve dürüst olmalı, hiçbir
haksızlığa tenezzül ve teşebbüs etmemeli, kazancının tam anlamıyla helal olmasına
özen göstermeli, iş aletleri ve bilgileri gibi konularda sorumluluk sahibi olmalı, işini,
iş arkadaşlarını ve işverenini elden geldiğince sevmeye ve saymaya çalışmalıdır.
İnsan ister işçi ister işveren, ister fakir ister zengin olsun, erdemlilik ve
ahlaklılığıyla ekonomik çabaları ve mal varlığı arasındaki ilişkiyi nasıl ayarlayacağı
hususu tartışmalı olan ve ahlaki açıdan değerlendirilmesi gereken hususlardandır.
Nitekim Gazali’nin tasnifine göre, “İnsanlar üç sınıfa ayrılırlar:
 Dünya için çalışırken ahiretini tamamen unutanlar. Bunlar helak olanlar
arasında değerlendirilir.
 Ahiret kaygısı yüzünden dünya geçimini kaale almayan kimseler. Bunlar da
kurtuluşa erenler grubuna girer.
 Ahireti elde etmek için dünya geçimini dikkate alanlardır ki ölçülü davranan
grup olup orta yolu izleyenler arasında mütalaa edilirler” (Gazali, 1998, 139).
İslam iş ahlakı bağlamında son olarak biraz da bu konuya değinilecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslam İş Ahlakının Esasları
ERDEM VE EKONOMİ İLİŞKİSİ
Erdem, ahlakın, özellikle de felsefi ahlakın en temel kavramıdır. İyi huyluluk,
iyi kalplilik, iyi niyetlilik, iyi sözlülük, iyi davranışlılık, kısaca, iyi ahlaklılıktır.
Erdemlilik çoğu kere, ahlaklı ve iyi karakter sahibi biri olmakla eş anlamlı kullanılır.
Erdem ahlakı veya etiği dendiğinde ilk akla gelen filozof olan Aristoteles, erdemi, iş
ahlakıyla da çok bağlantılı bir biçimde tanımlar. Ona göre, “insanın erdemi insanın
iyi olmasını ve kendi işini iyi gerçekleştirmesini sağlayan huy olmalı”dır (Aristoteles,
1998: 31). Bu tanım özelinde ise erdem, birinci olarak iyi huylu olmak, ikinci olarak
da, akıllı ve özgür bir insan olmanın gereği olarak yaptığımız bütün eylemlerimizde
ve özellikle de iş hayatımızda kendi işimizi en iyi kalitede ve en yüksek ahlak
ilkelerine uygun olarak gerçekleştirmektir. dinî veya felsefi her gerçek ahlakın
amacı, iyi huylu ya da erdemli bireyler ve hatta Farabi’nin tabiriyle erdemli toplum
ve mümkünse onun da ötesinde erdemli dünya oluşturmaktır (Bkz. Farabi, 1997,
100).
İnsanların üretim, tüketim ve kazanç faaliyetleri ile ilgili bir bilim ve terim
olan ekonomide ise amaç, sınırlı kaynakların kullanılmasından sınırsız sayılabilecek
insan ihtiyaç ve arzularının karşılanmasına yönelik en fazla faydanın elde edilmesi
veya en yüksek oranda karın sağlanmasıdır. Çağdaş ekonomilerde işletmelerin
amacı kâr etmek, “sadece biraz kâr etmeye çalışmak değildir. Amaç karı maksimize
etmektir” (Pool ve Roe, 2008: 49).
Ahlak felsefesinde faydacılık ve hatta onun bir türü sayılan egoizm bile bir
ahlak kuramı sayılsa ve pek çok ahlak anlayışında ben merkezliliğin önemli bir yeri
olsa da genel olarak değerlendirildiğinde, ahlakta özgeciliğin, diğergamlığın,
toplumsal sorumluluğun, kısacası ‘ben’den ziyade ‘öteki’ merkezliliğin asıl olduğu
ya da daha fazla öne çıkarıldığı bir gerçektir. Ekonomide de kamu yararını dikkate
almak, toplumsal sorumluluklarını yerine getirmek, ötekinin haklarına saygı
göstermek gibi ilkeler elbette ekonomik faaliyet içinde bir yer işgal ediyorsa da,
ekonominin yüzünün ya da yönünün, diğerinden, başkasından, ötekinden ziyade,
ben’e, biz’e, kendi işletmelerimizin kârına yönelik olduğu da herhâlde bir başka
genel gerçek olsa gerektir. Bu iki gerçeği, basitçe şöyle ifade etmek de
mümkündür: Erdem açısından bakıldığında, veren el alan elden üstündür;
ekonomik açıdan bakıldığında ise alan el veren elden üstündür. Bu durumda,
erdemliliğin öteki merkezliliği ve iyilikseverlik vurgusu ile ekonominin ben
merkezliliği ve maksimum kâr vurgusu nasıl uzlaştırılabilir veya dengelenebilir?
İşte, iş ahlakının ana meselelerinden biri de budur.
Ekonomi kökenli iş ahlakçılarından biri, ahlak ve ekonomi arasındaki olumlu
ilişkiyi tasvip etmekte, bununla birlikte ekonomiden yana gözüken bir tavırla bir tür
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam İş Ahlakının Esasları
sınırlama getirmektedir. Ona göre, “ahlak ekonomiden baskın (dominant) olmamalı
ve ekonomi de ahlakı geçersiz kılmamalıdır” (Özgener, 2004: 19). Burada, ahlak
ekonomiden baskın olmamalı denirken, ekonomi de ahlaktan baskın olmamalı
denmemekte, böylece ekonominin baskın olması öngörülmekte; fakat bu
baskınlığın ahlakı geçersiz kılacak dereceye varmaması gerektiği savunulmaktadır.
Bu fena sayılmayacak bir formüldür; ama ekonomi ve ahlak arasında tam bir adalet
sağlayan, eşit değerliliğe riayet eden ve insanların özgürlük imkânını geniş tutan bir
formül değildir. Ayrıca, ahlak mesleğinden veya cephesinden gelerek böyle bir
formül vermek isteyen bir başkası da muhtemelen tam tersini yapar ve ‘ekonomi
ahlaktan baskın olmamalı ve ahlak da ekonomiyi geçersiz kılmamalıdır’ diyebilir. Bu
da çok rahat bir biçimde savunulabilecek bir tezdir. Ancak bize göre bu bakış
açılarının hiçbiri ahlak ve ekonomiye eşit düzeyde değer atfetmeyerek yeterince
adil davranmadığı gibi, bundan daha önemlisi, erdem ve ekonomi ilişkisinde
insanların özgür seçim ve tercih alanını oldukça dar tutmaktadırlar.
Bize göre, erdem-ekonomi ilişkisinde insanlara bol miktarda meşru, makul
ve makbul seçenek sunmak ve onların özgür tercihlerine imkân sağlamak
mümkündür. Bu meşru ve makbul seçeneklere geçmeden önce ahlaken uygun
görülmeyecek seçenekleri elemek için, önce Aristoteles’in de İslam dininin de
fazlasıyla vurguladığı üç ilkesel terim olan, ifrat, tefrit ve itidal kavramlarını hatırda
tutarak yola çıkmak mümkündür. Bu cümleden olarak, kısaca şunu söyleyebiliriz ki,
insanlık tarihi ahlak rağmına ekonomi yönünde ifrata da, ekonomi rağmına ahlak
yönünde tefrite de şahit olmuştur ve olmaktadır. Bakış açımıza göre bunlardan
birine ifrat birine tefrit demek mümkündür. Kısa ve teknik terimlerle ifade etmek
gerekirse, ahlak ve erdemi hiç önemsemeyen bir materyalizm, maddecilik ve
kapitalizmin vahşi, tekelci ve sömürücü türü ifrat kutbunu; ekonomiyi, ‘dünya
malı’nı, karı, kazancı, çalışma ve üretmeyi hiç önemsemeyen bir mistisizm ve
asketizm türü de tefrit kutbunu oluşturmaktadır.
İfrat ve tefrit, İslam dîni ve dolayısıyla ahlakında da klasik dönemin felsefi
ahlakında da yanlış olan ve ahlaki bulunmayan tutum ve davranışlardır. Her iki
aşırılığın da toplumlara büyük zararları olmuştur. Kapitalist veya komünist
ekonomilerdeki materyalizm ifratının Batı dünyasının tüketim toplumlarında, ‘bir
takke bir hırka’ ile yetinmeyi kitlesel düzeyde yaygınlaştıran mistisizm tefritinin son
asırlarda İslam dünyasının bazı bölgelerinde nelere mal olduğu üzerinde biraz
düşünmek bu iki aşırılığın makbul ve hatta meşru ahlaki seçeneklerin dışında
tutulması gerektiğinin açık göstergeleri olsa gerektir. Erdem ve ekonomi ilişkisinde
uç noktalar olan aşırı materyalizm ve aşırı mistisizmi bir kenara bıraktığımızda,
geride hâlâ insanların kendi eğilim ve isteklerine göre özgürce seçimde
bulunabilecekleri birçok farklı alternatif vardır ve bunlar insanlara açıkça
sunulmalıdır. Yani orta yol da tek boyutlu, dar bir yol olmak zorunda değildir. Orta
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam İş Ahlakının Esasları
yolun da kendi içinde alternatif versiyonları olmalıdır ki farklı karakterdeki insanlar
kendilerine uygun yeri bulup orada hem erdem hem de ekonomi açısından rahat
edebilsinler.
Bazılarının eleştirdiği, ekonomideki karı maksimize etme kavramından da
esinlenerek, orta yoldaki hem ahlak hem de ekonominin kendi içlerinde üç düzeye
ayrılabileceğini varsaymak, erdem-ekonomi ilişkisinde çeşitlilik ve rahatlık sağlama
ve insanların da eğilimleri ve özgürlüğüne daha geniş bir alan açma açısından
oldukça yararlı olabilir gibi gözükmektedir. Bu açıdan bakıldığında, erdemliliğin de
en az üç düzeyi olduğu, ekonominin de en az üç düzeyi olduğu söylenebilir. Bu
düzeylere, minumum düzey, mutedil düzey ve maksimum düzey diyebiliriz (kısmen
benzer bir tasnif için bkz. Maverdi, 1982: 340 vd.). İnsanlardan beklenen her iki
alanda da en az minumum düzeyi yerine getirmeleridir; daha üstüne teşvik edilirler
hatta en arzu edilenin erdemlilikte de, ekonomide de maksimum düzeyde olmak
olduğu belirtilmelidir; ama bunun her insana göre olmayabileceği aşikârdır.
Dolayısıyla insanlar, aradaki farklı seçeneklerden birini kendilerine daha uygun
görebilirler. Örneğin, ahlakta minumum düzeyde olmayı yeterli gören bir kişi,
ekonomide minimum, mutedil veya maksimum düzeylerden birini hedefleyebilir.
Ya da ahlakta maksimum düzeyde olmayı seçen biri, ekonomide minumumu veya
mutedili kendisi için yeterli görebilir. Böylece üçün üçlü kombinasyonunun
sunduğu birçok seçenek insanlara açıktır. Tekrar vurgulamak gerekirse, elbette
arzu edilen, insanların erdem maksimizasyonu ile kâr maksimizasyonunun her
ikisini birden ahenkli bir denge içinde götürebilmeleridir. Ama insanlar buna bile
zorlanmamalı ve sözünü ettiğimiz seçenekler arasında özgür bırakılmalıdır. Bu
seçenekleri biraz daha ayrıntılı olarak sunmakta yarar vardır.
Erdem-Ekonomi İlişkisinde Minimum Düzey
Bu düzeyin yol gösterici ilkesi yahut pusulası, evrensellik ilkesi yahut altın
kural da denilen ilkedir. Bunun aslı, İslam dinide hadis olarak geçen ve öteki
dinlerin kutsal metinlerinde de geçen ‘kendin için istediğini kardeşin/başkası için
de iste, kendin için istemediğini kardeşin/başkası için de isteme!’ buyruğudur.
Buna göre her insan bir eylemde bulunurken, bunun aynısı herkes tarafından
yapıldığında sonucun iyi bir şey olup olmayacağını düşünerek karar vermelidir.
Örneğin iş güvenliğini sağlamadan ve buna yönelik eğitimi işçiye vermeden işçi
çalıştırmak isteyen bir kişi, bu ilkeye bağlı kalırsa, gerekli önlemleri almadan işçi
çalıştıramayacaktır. Çünkü bir insanın patronu olan kişi, bir başkasının da işçisi veya
hizmet alanıdır. Dolayısıyla, iş güvenliğini hiç kimsenin dikkate almamasını
düşünmek hiç kimse için mümkün değildir. Zira sözgelimi, hiç işçi konumunda
olmayan bir patron da sık sık uçağa binecektir. Hava yollarının patronu da iş
güvenliğini dikkate almazsa, sonuçta fabrikasında veya tersanesinde iş güvenliğini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam İş Ahlakının Esasları
sağlamayan patron da zarar görecektir. Bu örnek de göstermektedir ki, evrensellik
ilkesi veya altın kural, herkesin uyması gereken minimum düzey ilkelerinden biridir.
Minimum düzeyde en öncelikli erdemler, hak ve adalet erdemleridir.
Adalet, dinler arasında Yahudilikten beri, filozoflar arasında Platon’dan beri en
önemli görülen erdem sayılmaktadır. İş dünyasındaki çeşitli ilişkileri de kapsayacak
biçimde hiç kimseye haksızlık etmemek ve gerek yargılama gerekse bölüşüm ve
dağıtım gibi işlemlerde her hak sahibine hak ettiğini, hak ettiği yer, zaman ve
biçimde vermek olarak özetlenebilecek hak ve adalet erdemi, erdemlerin eşik
düzeyidir ve olmazsa olmaz alt sınırıdır. Bu minimum şarta herkes uymalıdır. Bu
düzeyde hiçbir görecelikten, toplumsal, kültürel veya dinî faklılıktan bahsedilmez.
Hak, herkes için haktır; adalet herkes için lazım ve geçerlidir. Zaten bu erdemin
gereğini yerine getirmekte ahlakın yetmediği yerde hukuk da devreye girmektedir.
Ama ahlaklı insan, işi bu raddeye getirmemelidir. Minimum düzeyin temel
erdemleri olan hak ve adalet ve onların evrenselliği ile ilgili şu iki ayet dinî içerik
olarak yeterli fikir veriyor olsa gerektir:
“Ölçüyü tam yapın, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın. İnsanların
hakkını azaltmayın…” (Şu‘arâ/26: 181-83).
“Ey inananlar! Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa, Allah için
şahit olarak adaleti gözetin; ister zengin, ister fakir olsun, Allah onlara daha
yakındır. Adaletinizde heveslere uymayın. Eğer eğriltirseniz veya yüz
çevirirseniz bilin ki, Allah işlediklerinizden şüphesiz haberdardır” (Nisâ/4: 135).
Erdem-Ekonomi İlişkisinde Mutedil Düzey
Minimum düzeyin ana ilkesi, zarar vermemek, haksızlık yapmamak idi, bu
düzeyin ana ilkesi ise faydalılık ilkesi, faydalı olma kuralıdır. Faydalılık ilkesine göre,
eylemlerimizde ne kadar az kişiye ne kadar az zarar veriyor ve ne kadar çok kişiye
ne kadar çok fayda sağlıyorsak, eylemlerimiz o derece ahlaki olmuş olur. Bu
düzeyde vurgu, zarar vermemenin de ötesinde, faydalı olmaya geçmektedir. Zira
hiç kimseye zarar vermemek ve sadece üzerimize düşen ödevi yapmak yetmez;
ahlaklılıkta daha üst düzeye çıkmak istiyorsak, onun ötesine geçen faydalar da
sağlanmalıdır. Bu durum, erdemler konusunda daha belirgin gözükmektedir.
Mutedil düzeye erdemler açısından baktığımızda, buna uygun düşen ana
erdemlerin, özellikle de iş ahlakı dikkate alındığında, güvenilirlik ve iyilikseverlik
olduğu söylenebilir. Herkesin hakkını vermek ve adaleti yerine getirmek, herkes
için bir zorunluluktur. Ama daha ahlaklı insanların bunun ötesine geçerek,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam İş Ahlakının Esasları
insanlara güven vermesi ve bunun da ötesinde onlara çeşitli düzeylerde elden
geldiğince iyilik ve yardım etmesi gerekir. İş dünyası içinde, bize güvenmek isteyen,
yardımseverlik ve iyilikseverliğimize muhtaç olan insanlar mutlaka vardır. İyi ahlaklı
bir insan, bütün dinler ve ahlak felsefelerine göre, iyi düşünme, iyi duygular
besleme, iyilikleri teşvik edici tarzda konuşma ve elindeki imkânlarla iyilik etme
özelliği gelişmiş bir insan olmalıdır. Mutedil düzeyin temel erdemi olan iyilikle ilgili
de şu iki kısa ayet öz bir fikir vermektedir:
“Allah yolunda sarfedin… İşlerinizi iyi yapın. Şüphesiz Allah iyi iş yapanları
sever.” (Bakara/2: 195)
“Allah şüphesiz adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara bakmayı emreder.” (Nahl/16:
90)
Erdem-Ekonomi İlişkisinde Maksimum Düzey
İş ahlakının üzerinde durduğu erdemleri sınıflandırarak, hak ve adalet gibi
erdemleri minimum düzey, güven ve iyilikseverlik gibi erdemleri mutedil düzey
erdemleri olarak belirtmiştik. Erdemlerin maksimum düzeyini, en yüksek seviyesini
ise, merhamet ve sevgi erdemlerinin oluşturduğunu söylemek mümkündür. Bazı
dinler sadece merhameti, bazıları sadece sevgiyi vurgularken, İslam dîni hem şefkat
ve merhameti hem de sevgiyi fazlasıyla vurgular. İslam ahlak filozofları kitaplarında
sevgiye tek başına bölümler ayırır ve onu en üstün erdem sayarlar. Bu maksimum
düzey erdemlerinin, iş ahlakı için de geçerli olduğu aşikârdır. Arzu edilen şey,
işçinin işvereni, işverenin işçisini ve her ikisinin de yaptıkları işi ve iş arkadaşlarını
azami derecede sevmeleridir. Böyle bir sevgi olduğunda alt düzeylerdeki ilkeler ve
erdemlerin pek çoğuna gerek bile kalmayacaktır. Sevgi varsa, haksızlık da,
adaletsizlik de, zarar verme de, verimsizlik ve güvensizlik de olmayacaktır. Bunun
için sevgi aşamasına yükselmek iş dünyasındaki herkesin en yüksek erdemi ve yüce
ideali olmalıdır. Kardeşlik, merhamet ve sevginin iş ahlakı bağlamında
uygulanmasına yönelik tavsiyeler içeren şu hadis de maksimum düzey iş ahlakı
erdemleri için yeterli fikri özetliyor olsa gerektir:
“Hizmetinizde kullandığınız kimseler, sizin ancak kardeşlerinizdir. Allah onları
sizin elinize emanet etmiştir. Bu sebeple onlara yediğinizden yedirin,
giydiğinizden giydirin.” (Buhârî, 2005, 89).
Sonuç olarak belirtmek gerekirse, modern ekonominin karı maksimize
etmek tabiri, dini, felsefi veya ahlaki açıdan kategorik anlamda yanlış değildir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam İş Ahlakının Esasları
Burada İslam iş ahlakının istediği, bu maksimizasyon sürecinde, ahlaki şartları da en
az minimum düzeyde, yani hak ve adalet düzeyinde gözetmek ve yerine
getirmektir. Ahlaklı bir Müslüman için arzu edilen ve ideal olan ise, hem
iyilikseverlik, yardımseverlik, şefkat, merhamet ve sevgi gibi ahlaki değerlerde en
üst düzeye erişmek hem de çalışkanlık, üretkenlik, verimlilik, daha fazla kâr ve
kazanç gibi ekonomik çabalarda maksimum düzeyi yakalamak ve bunları ahenkli bir
denge içinde sonuna dek sürdürmektir. Bu bölümde, iş, işveren ve işçi ahlakından
bahsedilmiştir. Bunlar bir cümleyle özetlenmek istendiğinde, İslam iş ahlakı,
çalışma ve işi kutsal görüp nafile ibadet sayar; dürüst tüccar veya iş adamının
kıyamet günü sıddıklar ve şehitlerle birlikte haşrolunacağını belirtir; helal kazançla
çoluk çocuğunun nafakasını sağlamaya çalışan işçinin ise kıyamet gününde yüzü
ayın on dördüncü gecesindeki parlaklığı gibi parıldar bir hâlde Allah’ın huzuruna
varacağını müjdeler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Özet
İslam İş Ahlakının Esasları
•İş ahlakı, işçi-işveren ilişkileri, alımsatım, üretim ve tüketim gibi konular
başta olmak üzere her tür iş ilişkisinin ahlaki değerler dikkate alınarak
yapılmasını konu edinen bir ahlak dalıdır. İş ahlakı konuları, İslam'ın
başlangıcından beri bilinen ve iş yaşamında kendisine uyulmaya çalışılan
hususlardır. Çünkü İslam ticaret merkezi olan bir kentte, tüccar
insanların bol olduğu bir toplumda gelişmiştir.
•Batı dünyasında iş ahlakı 1960’lardan itibaren bağımsız bir disiplin
olmaya başlamıştır. İş ahlakının yararları sadece dini, ahlaki ve uhrevi
değil, aynı zamanda dünyevi ve ekonomiktir. Çünkü iş ahlakına uyulan
işletmelerin daha verimli ve kazançlı olduğu gözlenmektedir.
•İslam iş ahlakında işverenler, işçilerinin haklarına riayet etmeli, onların
sorumluluklarını taşımalı ve onlara olabildiğince kardeşçe davranmalıdır.
İşçiler de, işlerinde haksızlık yapmamalı, işlerini layıkıyla yapmalı, dürüst
ve güvenilir olmalı ve gerek işini gerekse iş arkadaşları ve işverenini
elden geldiğince sevmeye çalışmalıdır.
•İslam iş ahlakı açısından, iyi niyetle, dürüstçe ve helal yollarda yapıldığı
sürece işin ve çalışmanın her türü ve her düzeyi nafile ibadet düzeyinde
kutsal sayılır; ahlaklı işverenler de işçiler de cennetle müjdelenir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İslam İş Ahlakının Esasları
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi İslam iş ahlakı ile ilgili dört temel esastan biri
değildir?
a) İyi niyetlilik
b) Çalışkanlık
c) Hakkaniyet ve adalet
d) Hikmet
e) İhsan
2. Aşağıdakilerden hangisi iyi bir tüccarın iş hayatıyla birlikte dinini de koruması
için dikkat etmesi gereken hususlardan biri değildir?
a) Ticaret yapma niyetinin iyi olması
b) Dünya pazarını ahirete engel yapmaması
c) Sektöründeki gelişmeleri takip etmesi
d) Çarşı-pazarda da Allah’ı anmayı sürdürmesi
e) Yalnız haramlardan değil, şüphelilerden de kaçınması
3. Erdem-ekonomi ilişkisinde mutedil düzeyin ana ilkesi aşağıdakilerden
hangisidir?
a) Zarar vermemek
b) Faydalı olmak
c) Şefkat ve merhamet göstermek
d) Ödevin gereğini yapmak
e) Bilge bir kişi olmak
4. Şu ünlü hadiste boş bırakılan yerdeki ifade hangisidir? “Hepiniz ………………..
Hepiniz emriniz altındakilerden mesulsünüz.”
a) Yöneticisiniz
b) İşverensiniz
c) Tüccarsınız
d) Çobansınız
e) İdarecisiniz
5. Tusi ve Kınalızâde gibi İslam ahlakçılarına göre aşağıdaki erdemlerden hangisi
en üstündür?
a) Adalet
b) Hoşgörü
c) Cesaret
d) Sabır
e) Sevgi
Cevap Anahtarı:
1.d 2.c 3.b 4.d 5.e
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
İslam İş Ahlakının Esasları
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Acar, A.C. (2009). “İş Ahlakı”, Çağımızın Ahlak Bunalımı, ed. H. Sarıoğlu, İstanbul.
Affane, H. (2007). İslam’da Ticaret, çev. S. Bayındır, İstanbul.
Aristoteles. (1998). Nikomakhos’a Etik, çev. Saffet Babür, Ankara.
Arslan, M. (2005). İş ve Meslek Ahlakı, Ankara.
Beekun, R. I. (1997). Islamic Business Ethics, Virginia.
Buhari. (2008). Sahih-i Buhari Muhtasarı, çev. Kurul, İstanbul.
Buhari. (2005). Edebu’l-Müfred, İstanbul.
Çağrıcı, M. (2006). Anahatlarıyla İslam Ahlakı, İstanbul.
Demir, Ö. (2003). İktisat ve Ahlak, Ankara.
Farabi. (1997). İdeal Devlet, çev. Ahmet Arslan, Ankara.
Gazali. (1998). İhya’u Ulumi’d-Din, çev. Sıtkı Gülle, İstanbul.
Güler, Z. (2010). 40 Hadis’te İş ve Ticaret Ahlakı, İstanbul.
İbn Haldun. (1988) Mukaddime, çev. Z.K. Ugan, İstanbul.
İbn Miskeveyh. (1983). Ahlakı Olgunlaştırma, çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu,
Ankara.
Kitab-ı Mukaddes. (1998). İstanbul.
Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı. (1985). Ankara.
Maverdi, (1982). Edebü’d-Dünya ve’d-Din, çev. A. Akın, İstanbul.
Oktay, A. S. (2005) Kınalızade Ali Efendi ve Ahlak-ı Alai, İstanbul.
Özel, M. (1997). Müslüman ve Ekonomi, İstanbul.
Özgener, Ş. (2004) İş Ahlakının Temelleri, Ankara.
Pool, J.C. ve R.M. Laroe. (2008). Birgünde Ekonomist Nasıl Olunur? çev. Y.F.
Zülfikar, İstanbul.
Şimşek, M. (2002). Ahilik, İstanbul.
Tierney, E.P. (1997). İş Ahlakı, İstanbul.
Torlak, Ö. (2007). Pazarlama Ahlakı, İstanbul.
Tusi, N. (2007). Ahlak-ı Nasıri, çev. A. Gafarov, Z. Şükürov, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
İslam İş Ahlakının Esasları
Ülgener, S.F. (1981). Zihniyet ve Din: İslam, Tasavvuf ve Çözülme Devri İktisat
Ahlakı, İstanbul.
Ülgener, S.F. (1981). İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İstanbul
Vergara, F. (2006). Liberalizmin Felsefi temelleri: Liberalizm ve Etik, çev. B. Arıbaş,
İstanbul.
Yaran, C.S. (2010). Ahlak ve Etik, İstanbul.
Yaran, C.S. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul.
Yavuz, Y.V. (1992). Çalışma Hayatı ve İslam, İstanbul.
Zaim, S. (1979). İslam ve İktisadi Nizam, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
İÇİNDEKİLER
• Çevre Sorunları, Ahlak ve Din
• Yararlılık: Nimet ve Ayet İlkesi
• Sorumluluk: Emanet ve Hilafet
İlkesi
• Erdemlilik: Merhamet ve
Muhabbet İlkesi
• Bilgelik: Ubudiyet ve Kutsiyet
İlkesi
HEDEFLER
İSLAM ÇEVRE AHLAKININ
ESASLARI
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Çevre sorunları karşısında çevre ahlakının
gerekliliğini kavrayabilecek
• Çevre konusunda dine yöneltilen haksız eleştirileri
cevaplayabilecek
• İslam çevre ahlakının esasları ve ilkelerini
anlatabilecek
• Çevre konusunda daha duyarlı ve örnek davranışlar
sergileyebileceksiniz.
İSLAM AHLAK
ESASLARI
ÜNİTE
14
İslam Çevre Ahlakının Esasları
GİRİŞ
Çevre, bizi kuşatan, canlı-cansız her şey; çevre ahlakı ise çevre ile ilişkilerimizi
ahlaki açıdan ele alıp düzenlemeye çalışan bir ahlak dalıdır. Çevre ahlakının ele
aldığı konularla ilgili pek çok ayet ve hadis olması dolayısıyla genel İslam ahlakı
içinde çevre ahlakının her zaman var olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, çevre
konusunun ahlak içinde çok daha önemsenen bir bölüm ve hatta bağımsız bir ahlak
disiplini hâline gelmesinin, çevre sorunlarının küresel bir kriz hâlini aldığı 20.
yüzyılın son çeyreğinden itibaren başlamış nispeten yeni bir gelişme olduğunu
belirtmek mümkündür. Çevre sorunlarının geri döndürülemez ve sınırlı boyutlarda
tutulamaz hâle geldiğinin anlaşılması, çevre bilincinin birden artmasına ve çeşitli
çözüm arayışlarından biri olarak, çevre ahlakının da geliştirilmesine yol açmıştır.
ÇEVRE SORUNLARI, AHLAK VE DİN
Çevre sorunlarının ahlak ve din ile çok yakın ilişkisi vardır. Çünkü çevre
sorunlarının asıl kaynağı, insanların çevreye karşı yanlış düşünce ve etkinlikleridir.
Yanlış insani düşünce ve etkinlikleri doğrusu ile değiştirmenin ve düzeltmenin
gösterileceği alan ise ahlaktır. Ahlakın en temel kaynağı ve en etkili yaptırım gücü
de dindir.
Çevre Sorunları ve Ahlak
Son yıllarda, dünyanın dört bir yanından gelen çevre sorunları ile ilgili
haberler eksik olmamaktadır. Anormal hava olayları, kuraklıklar, yanardağ
patlamaları, orman yangınları, seller ya da iklim değişiklikleri sebebiyle Birleşmiş
Milletler Raporları’na göre her yıl 150 bin insan hayatını kaybetmekte, binlerce
insan kanser ve benzeri hastalıklara yakalanmakta, kimi tahminlere göre her gün
yüzden çok canlı türünün nesli tükenmekte, maddî ve manevi kayıplar her geçen
gün artmakta ve bunların önlenmesinin maliyeti her geçen yıl daha yüksek
boyutlara erişmektedir. Çevre sorunlarının önüne geçilebilmesi için 2030 yılına
kadar yapılması gereken yıllık yatırım miktarı yaklaşık 400 milyar dolardır.
Son yıllardaki bu olumsuz gelişmelerin tarihçesi birkaç cümleyle özetlenmek
istendiğinde denebilir ki, 1960’ların başında meydana gelen iki olay çevreci
bilinçlenmenin ilk tohumlarını atmıştır. Bunlardan biri nükleer denemelerden sonra
anne sütünde strontiyum 90 elementine rastlanması, diğeriyse, DDT gibi sentetik
yapılı tarım ilaçları ve kimyasal maddelerin etkilerinin, hedefledikleri zararlılarla
sınırlı kalmayıp, ekosistemi bir bütün olarak ve olumsuz yönde etkilediğinin
anlaşılmasıydı. Bu olayların sonucunda insanlar, varlıkların karmaşık ekolojik
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Çevre Ahlakının Esasları
döngülerle birbirlerine bağlı olduğunu fark etmeye başladılar. 1980’lerin başında
ise art arda gelen yerel çevresel krizlerin aslında yaklaşmakta olan küresel
boyuttaki çevresel krizin belirtileri olduğu ortaya çıkmaya başladı. Bu durum, ozon
tabakasında belirlenen delikle ve ilk kez 1988’de haberdar olunan küresel ısınma
tehlikesiyle dramatik bir biçimde gündeme geldi. Günümüzde artık, toprak
kirlenmesi ve erozyonla toprak kaybı, su kirlenmesi ve susuzluktan çölleşme, kirli
su nedeniyle oluşan hastalıklar, hava kirliliği ve küresel ısınma, ozon tabakasının
delinmesi ve kanser benzeri hastalıklardaki artışlar, yağmur ormanları başta olmak
üzere ormanların yok edilmesi ve oralarda yaşayan binlerce bitki ve hayvan
türünün neslinin tüketilmesi, fabrika çiftliklerde et tüketimi için yetiştirilen
hayvanlara yapılan insanlık dışı muameleler, nükleer ve kimyasal atıkların neden
olduğu kitlesel ölümler ve kalıcı hastalıklar, yeryüzü kaynaklarının bir kısım insanlar
açlıktan ölürken bir kısmı tarafından adaletsizce ve israf içinde tüketilip yok
edilmesi gibi sorunlar, hepimizi etkileyen ve gelecek nesillerimizi de etkileyecek
olan çevre sorunlarının sadece birkaç ana başlığını oluşturmaktadır.
Çevre sorunları herkesi
etkilemekte; dolayısıyla,
hepimizi
ilgilendirmektedir.
Çevre sorunları, sadece somut bir çevre felaketi ile karşılaşan sınırlı bir
kesimi etkilemekle kalmamaktadır. Ozon tabakasının tahribi, sera etkisi, petrol
sızıntıları, kimyasal atıklar, nükleer santral faciaları, sanayileşmedeki yanlış seçimler
ve teknolojideki yanlış kullanımlar, tüm Dünyadaki toprağın, suyun ve havanın
alarm verici boyutlarda kirlenmesine yol açmakta, atmosferin bozulmasının etkileri
iklim değişikliği olarak her bölgeye yansımaktadır. Bu yansımaları da hepimiz, en
azından aşırı sıcaklık, şiddetli basınç, düzensiz yağış ve bunaltıcı nem oranı
değişiklikleri olarak yaşamaktayız. Dolayısıyla, günümüz teknolojisinin ürettiği dev
boyutlardaki çevre sorunları şu veya bu şekilde herkesi etkilemekte ve hepimizi
ilgilendirmektedir.
Çevre sorunlarının arkasında elbette her uygarlık ve kültüre mensup
insanların neden olduğu pek çok irili ufaklı faktör vardır. Bununla birliktebu sorunla
ilgili asıl ve büyük etken, daha önceleri sınırlı sayıdaki insanların felsefi ideolojisi
olan maddeciliğin ve onun doğal yandaşları sayılabilecek olan hazcılık ve
faydacılığın, son birkaç asırdır neredeyse tüm dünyayı saran yaygın bir dünya
görüşü, yaşam biçimi, üretim ve tüketim alışkanlıklarımızı belirleyen sosyoekonomik bir sistem hâlini alması olsa gerektir. Çevre sorunlarının en temel
nedenlerinin başında, üretim ve tüketim etkinliklerinde ahlaki duyarlılıkların
yitirilmiş olması, doğal kaynakların ahlaki değerler dikkate alınmadan tüketilmesi,
insanların gelecek kuşakları dikkate almadan çılgınca tüketim ve israfa teşvik
edilmeleri gelmektedir.
Buna rağmen, çevre sorunları, sadece suçlunun cezalandırılabileceği türden
sorunlar değildir. Aksine Dünyanın bir yerinde ortaya çıkarılan çevre sorunu, onun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Çevre Ahlakının Esasları
her yerini ve ondaki herkesi etkileyebilmektedir. Hatta daha da kötüsü ve üzücü
olanı şudur: Çevre konusunda sorunun kaynağı olan suçlular, sonuçta en az cezayı
çekmekte, sorunda/şuçta hiçbir rolü olmayanlar ise en ağır bedeli ödemektedir ve
gelecekte de ödeyeceklerdir. Örneğin, suçlu gelişmiş ülkelerdir, cezayı
gelişmekte olan ülkeler çeker; suçlu zenginlerdir, cezayı fakirler çeker; suçlu
yetişkinlerdir, cezayı çocuklar çeker; suçlu insanlardır, cezayı hayvanlar, bitkiler ve
doğal çevre çeker ve suçlu bugünkü nesildir, cezayı gelecek kuşaklar çeker.
Dolayısıyla, çevre konusunda suçlu olmamak, çevre sorunlarından etkilenmemek
anlamına gelmemekte; sorunun kapsayıcılığı, suçlu-suçsuz herkesi sorunun
çözümüne katkıda bulunmak zorunda bırakmaktadır. Bu durumda, Müslümanlar
da İslam çevre ahlakını geliştirmek ve bu ahlakın kuramlarını ve hatta en yüksek
ilkelerini yeniden ve acilen hayata geçirerek çevre sorunlarının çözümüne katkıda
bulunmak zorundadırlar. Bu bizim, dini, ahlaki ve insani görevimizdir.
Çevre Ahlakı ve Din
Çevre sorunlarının
çözümü, ahlak; ahlakın
kaynağı, dindir.
Çevre sorunlarını azaltma çabasında çözüm beklenen alanlardan biri de
“çevre ahlakı”dır (environmental ethics). Çünkü çevre sorunlarının nedeni,
çevrenin kendisi olmaktan ziyade insanlar, insanların doğal çevreyi yanlış
değerlendirmeleri ve doğal kaynakları kötü kullanmalarıdır. Çevre-insan ilişkisinde
kötüye gidiş ve bunun doğurduğu tehlikeler son zamanlarda daha önceki
dönemlerle karşılaştırılamayacak boyutlara erişmiştir. İlgili eserlerde belirtildiği
üzere, “büyük ölçüde insan etkinlikleri nedeniyle” yeryüzünde yaşam, “altmış beş
milyon yıl önceki dinozorlar çağından bu yana en büyük kitlesel yok olma
tehlikesiyle karşı karşıya” bulunmaktadır (Jardins, 2006: 16). İnsan etkinliklerinin
doğru ve yanlışı ile yahut insan davranışlarının iyi ve kötü olanıyla ilgilenen temel
alan, ahlak alanıdır. Dolayısıyla, çevreye karşı olan insan davranışlarının doğrulukyanlışlık açısından değerlendirilmesi ve yanlış olanların düzeltilmesi konusunda
ahlak alanına ve çevre ahlakına büyük görev düşmektedir.
Tanımlanmak istendiğinde çevre ahlakı veya çevre etiği, “insanlar ile doğal
çevreleri arasındaki ahlaki ilişkilerin sistemli olarak incelenmesidir.” Ancak çevre
ahlakı, bu ilişkiyi sadece incelemekle ve tasvir etmekle kalmaz; ahlak kurallarının,
insanların doğal dünya karşısındaki davranışlarını yönetmesi gerektiğini de
varsayar. O hâlde bir çevre ahlakı kuramı, çevre konusunda uyulması gereken
ahlaki ilke ve kuralların neler olduğunu belirlemek, insanların kimlere ve nelere
karşı ahlaki sorumluluk ve yükümlülükleri bulunduğunu açıklamak ve çevreye karşı
ahlaki davranışların neden gerekli ve daha erdemli olduğunu göstermek
durumundadır (Jardins, 2006: 46).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Çevre Ahlakının Esasları
Tüketici zihniyetin ve teknolojik atıkların artması gibi pek çok sebepten
dolayı çevre sorunlarının artıp küresel bir kriz hâline dönüşmesi, çevre ahlakına
yöneltilen soruların ve ondan beklenen cevapların da artmasına neden olmuştur.
İnsanlar çevreyi nasıl görmeli ve ona nasıl davranmalıdır? İnsanlar çevrelerindeki
doğal kaynakları nasıl kullanmalı, üretim ve tüketim ilişkisi nasıl olmalı, ekosistem
ve tabii denge nasıl korunmalıdır? Çevremizdeki öteki türlere nasıl davranılmalı,
hayvan hakları nasıl anlaşılıp uygulanmalıdır? Bizden sonraki nesiller ve gelecek
kuşaklara karşı çevre ile ilgili yükümlülüklerimiz nelerdir? Bunlar ve benzeri sorular,
çevre ahlakını ilgilendiren ve çevre ahlakçılarının cevaplamaya çalıştığı pek çok
sorudan bir kaçıdır. Bu gibi sorulara doğru cevaplar veren ve bu cevapların
insanların zihinlerinde bir bilinç, kaplerinde bir duyarlılık ve davranışlarında bir
vazgeçilmezlik hâline gelmesini sağlayan bir çevre ahlakının, çevrenin korunmasına
önemli katkılar sağlayacağı ise apaçık bir gerçektir.
Batı veya İslam çevre ahlakının bağımsız bir ahlak alanı olarak ortaya
çıkmasının tarihi, 1970’ler gibi son derece yakın bir dönemle başlar. Çünkü bu
dönemde çevre sorunlarının geri döndürülemez ve sınırlı boyutlarda tutulamaz
hâle geldiği ve sorunların asıl kaynağının Kur’an’da da belirtildiği üzere esas
itibarıyla insanlar ve onların ahlak dışı davranışları olduğu anlaşılmıştır. Nitekim,
Kur’an, çevre sorunlarıyla insan ilişkisini şöyle belirtmektedir:
“İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat çıkar; Allah da
belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.”
(Rûm/30: 41)
Çevre ahlakı, her tür ahlakta olduğu gibi, genellikle dinden beslenir. Din,
çevre ahlakının temel ilkelerini sağlayan ve çevre sorunlarının çok arttığı
günümüzde acilen yardıma çağrılan kaynaklardan birini teşkil eder. Çevre ahlakının
ele aldığı konularla ilgili yaklaşık 500 ayet ve pek çok hadis olması dolayısıyla genel
İslam ahlakı içinde çevre ahlakının her zaman var olduğu söylenebilir. Nitekim
klasik ve modern İslam ahlakı eserlerinden iki örnek vermek gerekirse, İbn
Miskeveyh’in Ahlakı Olgunlaştırma adlı esrinde “Bitkiyi Cansızlardan Üstün Kılan
Özellik” ve “Hayvanların Dereceleri” gibi bölüm başlıklarına rastlanabilirken, Ahmet
Hamdi Akseki’nin Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı adlı kitabında “Hayvanlara Şefkat” gibi
bölüm başlıkları vardır.
Dinlere yöneltilen
“insanmerkezcilik
itirazı”, haklı bir itiraz
değildir.
İslam çevre ahlakının esaslarına geçmeden önce, bazı çevrecilerce çevre
ahlakının din ile ilişkisine yöneltilen “insanmerkezcilik itirazı”nı yani kutsal
metinlerdeki teshir ayetlerinin insanların doğayı hor kullanmalarına yol açtığı
itirazını kısaca cevaplamakta yarar vardır. 1960’lardan beri zaman zaman dile
getirilen bu itiraz yersizdir; çünkü Kur’an’ın belirttiğine göre, doğal dünya ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Çevre Ahlakının Esasları
hayvanlar insana hizmet etmekle birlikte, sadece insanlar için ve onların
sorumsuzca tüketimi ve tahakkümü için yaratılmış değillerdir. Örneğin şu ayette bu
durum çok açıkça belirtilmektedir: “Allah, yeri canlı yaratıklar için meydana
getirmiştir.” (Rahman/55: 10) Şu ayette ise hayvanlar daha açıkça zikredilmiştir:
“Doğrusu suyu bol bol indirmekteyiz. Sonra yeryüzünü iyice yarmakta ve orada
taneli ekinler, üzümler, sebzeler, zeytin, hurma ağaçları ve bahçelerde koca koca
ağaçlı meyveler ve çayırlar bitirmekteyiz. Bunlar sizin ve hayvanlarınız için
geçimliktir.” (Abese/80: 25-32) Şu ayette ise yeryüzündeki geçimliklerin nedeni
olarak insanlarla beraber çok daha geniş bir kavrama yer verilmektedir:
“Yeri yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir ölçüye göre
bitirdik. Orada sizin ve rızık veremeyeceğiniz kimseler için geçimlikler meydana
getirdik.” (Hicr/15: 19,20).
Bunlar ve benzeri ayetler, bazı çevrecilerin dinlere yönelik itirazlar ve
ithamlarında haklı olmadıklarını göstermektedirler. Dindarlar yahut en azından
Müslümanlar, kutsal metinlerde insana yapılan vurguyu, çevre sorunlarına neden
olacak şekilde, hayvanlar ve doğal çevreye karşı bir tahakküm ve tahrip vesilesi ve
meşruiyeti olarak görmemişlerdir ve görmezler. Çevre sorunlarının asıl kaynağının,
her kültürden insanlar ve özellikle de dini-ahlaki duyarlılığı son zamanlara dek uzun
bir süre askıya alan modern insan olduğu gizlenemeyecek bir gerçektir.
Yeri gelmişken, İslam çevre ahlakına geçmeden, Batı çevre etiği kuramlarına
kısaca değinmekte yarar vardır. Batı düşüncesi, çevre etiğinde henüz çok büyük
kuramlar geliştirmiş değildir. Derin ekoloji (deep ecology) ya da canlı merkezli
(biocentric) etik denilen yaklaşım ile yüzeysel ekoloji (shallow ecology) ya da insan
merkezli (anthropocentric) koruma etiği (conservation ethics) denilen yaklaşım, en
yaygın kuramlardan ikisidir. Derin ekoloji yanlıları daha radikal görüşleri
savunurken, koruma etiği yanlıları daha ılımlı ya da yüzeysel görüşleri
savunmaktadırlar. Örneğin yüzeysel ekolojiye göre, bitki ve hayvan türleri gibi
doğal çeşitlilik insanın kullanabileceği bir kaynak olarak yararlı görülürken ve
korunması gerektiği savunulurken, derin ekolojiye göre doğal çeşitliliğin her bir
ögesinin insana sağladığı yarardan bağımsız olarak kendi özsel değeri vardır ve
onlar bundan dolayı korunmalıdır. Yine örneğin çevre kirliliği, yüzeysel ekolojiye
göre, ekonomik büyümeyi tehdit ediyorsa azaltılmalıdır; oysa derin ekolojiye göre,
çevre kirliliğinin azaltılması ekonomik büyümeden daha önce gelir ve buna
bakılmaksızın azaltılmalıdır. Keza, kaynak kavramı, birincilere göre, insanlar için
kaynak, ikincilere göre ise, bütün canlılar için kaynak anlamına gelmektedir
(Olphant, 2007).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Çevre Ahlakının Esasları
Derin ekoloji yanlılarının çevre ve ahlak açısından, insan merkezciliği aşan
çok daha yüksek değerleri savunduğu ve bizim aşağıda Batı’daki gibi
kutuplaştırmak yerine dikey sıralama içinde sunacağımız İslam çevre etiği
kuramlarının daha yüksek düzeydekilerine yakın olduğu bir gerçektir. Bununla
birlikte derin ekoloji ekolü de yeterince gelişmiş ve olgunlaşmış olmayıp kendi
içinde gelişimini ve farklılaşmalarını sürdürmekte ve İslami açıdan eleştiriye açık
yönler barındırmaktadır.
İslam çevre ahlakında ise henüz belirgin bir kuramlaşmadan bahsetmek
mümkün gözükmemektedir. Ne var ki, bireysel ahlak görüşleri, bireyler ötesi
benimsenmişliği olan ahlak ilkelerine, ahlak ilkeleri de, daha geniş kapsamlı ve
birleştirici-bütünleştirici olan etik/ahlaki kuramlara ve sistemlere dayanırlar.
Dolayısıyla İslam çevre ahlakında da genel kuramların ve temel ilkelerin
belirlenmesi ve bilinmesinde yarar vardır. Çünkü çevre etiğinin incelenmesi
açısından kuramlar hakkında bilgi sahibi olmayı anlamlı kılan en az dört genel
neden vardır. Birinci olarak, ahlak veya etik kuramları, etik sorunları tartışmak ve
anlayabilmek için ortak bir dil işlevi görür, ortak inançları ve paylaşılan değerleri
açıklığa kavuşturur ve sistemleştirirler. İkinci olarak, çeşitli etik kuramları
geleneklerimizde önemli roller oynadıklarından, pek çoğumuzun düşünme
biçimlerine de yansırlar. Etik kuramları öğrendikçe düşünce tarzlarımızdaki
örüntüleri ve varsayımları daha iyi tanıyabilir, görüşlerimizi daha iyi yansıtabilir ve
onları daha iyi savunabiliriz. Üçüncü olarak, bir etik kuramın geleneksel
işlevlerinden biri rehberlik ve değerlendirme yapmasıdır. Kuramları özgül
durumlara uygularken ve özgül tavsiyelerde bulunurken onlardan yararlanırız. Son
olarak da, kimi yorumculara göre, kuramlar karşılaştığımız çevre sorunlarından
bazılarının nedenini de oluşturduklarından, etik kuramlar konusunda bilgi sahibi
olmak önemlidir (Jardins, 2006).
Bunlar ve benzeri nedenlere dayalı önemine binaen, İslam çevre ahlakının
dört büyük kuramı olduğunu düşünmek mümkün ve yararlı gözükmektedir. Bu dört
kuram şunlardır: Yararlılık (Menfaat) Kuramı, Sorumluluk (Mesuliyet) Kuramı,
Erdemlilik (Fazilet) Kuramı ve Bilgelik (Hikmet) Kuramı. Bunların hepsi de geniş
anlamda İslam çevre etiği kuramlarıdır; ve bu itibarla da aynı oranda olmamakla
birlikte, hepsinin temelinde Kur’an ve Sünnet öğretileri ve öğütleri bulunmaktadır.
Bununla birlikte, bu farklılaşmayı sağlayan, önemsedikleri kavram ve eylemlerin
öncelik sırasıdır. Bazıları çevreye yarar-zarar ekseninde yaklaşırken, bazıları görev
ve sorumluluk bilincini daha fazla öne çıkarmaktadır. Kimisi de erdemlilik ya da
bilgeliği merkeze almaktadır. Bunlar, öne çıkarılan ilkeleri gördüğümüzde daha
fazla netleşecektir. Ancak bunlar birbirinden kopuk veya birbirine alternatif olan
kuramlar değil, yekdiğeriyle bağlantılı olan ve onu yükselterek tamamlayan,
yüzeysellikle başlayıp derinliğe doğru ilerleyen dikey boyutlu kuramlardır. İslam
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Çevre Ahlakının Esasları
ahlakının çevreyle ilgili esaslarını, Batı çevre etiğindeki yüzeysel (shallow ecology)
ve derin (deep ecology) ayrımına kısmen benzer şekilde en basit ve yüzeysel
olanlarından en derinlikli olanına doğru sistematik ve hiyerarşik bir çerçeve
içerisinde, aşağıdaki şekilde sunmak mümkündür.
YARARLILIK: NİMET VE AYET İLKESİ
Yararlılık veya faydalılık ya da menfaat kuramı, tabiata her şeyden önce
yarar-zarar kavramları ekseninde bakar. Yarar ve zararda asıl dikkate alınan da
insanın yarar ve zararıdır. Çok katı veya aşırı versiyonu olmamakla birlikte, bu
kuram büyük ölçüde insan merkezli bir kuramdır. Çevrenin insana çeşitli açılardan
yararlar sağladığı gerçeği, Kur’an’da da sıkça belirtilen ve dikkat çekilen
hususlardandır.
“Gökleri ve yeri gereğince yaratmıştır. … İnsanı nutfeden yaratmıştır. …
Hayvanları da yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar vardır.
Onların etlerini de yersiniz. Onları getirirken de, gönderirken de zevk alırsınız.
Kendi kendinize zor varacağınız memleketlere, yüklerinizi taşırlar. … Sizin için
atları, katırları ve merkepleri binek ve süs hayvanı olarak yaratmıştır.
Bilmediğiniz daha nice şeyleri de yaratır. … Yukarıdan size su indiren O’dur.
Ondan içersiniz; hayvanları otlattığınız bitkiler de onunla biter. Allah onunla size
ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve her türlü ürünü yetiştirir. Düşünen
kimseler için bunda dersler vardır.” (Nahl/16: 3-10.)
Yararlılık kuramının aşağıda detaylandıracağımız iki temel ilkesi olduğunu
söylemek mümkündür. Bunlardan biri “nimet ilkesi” denilebilecek olan, tabiatın
insana dünyevi, biyolojik, bedensel vb. konularda faydalar, menfaatler sağlaması,
bir diğeri de, “ayet ilkesi” denilebilecek olan, tabiatın insana manevi, teolojik,
ahlaki vb. konularda dersler, delaletler, ibretler vererek epistemolojik, teolojik ve
ruhsal gelişimimize yönelik yararlar sağlamasıdır. Bu iki ilkenin her ikisini birden şu
kısa ayette görmek mümkündür:
“Ehli hayvanlarda size ders vardır; onlardan çıkan sütten size içiririz; onlarda
daha birçok menfaatiniz vardır…” (Mü’minûn/23: 21)
Yararlılık kuramı ve onun ilkeleri, İslam çevre etiğinin öncelikli ve yaygın bir
kuramıdır; ama bu onun en önemli ve üstün olduğu anlamına gelmemektedir. Kârzarar hesabı mantığı ile çevreye bakan ve dolayısıyla en ilk veya en alt düzeyde ele
alınan bu kuramın iki temel ilkesi vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Çevre Ahlakının Esasları
Nimet İlkesi
Yararlılık kuramı ile bağlantılı olan ve çevreye bakışın, bilgi düzeyine göre
farklılık göstermekle birlikte herkes tarafından anlaşılıp kabul edilecek olan en
gerçekçi ve en yaygın ilkesi, çevremizdeki varlıkların bizim için birer nimet,
ihtiyaçlarımızı karşılamaya ve kendilerinden istifade etmemize yönelik birer kaynak
olduklarıdır. Çevre bizim birçok ihtiyacımızı karşılar. Ama biz bunların iki türüne
Kur’an’da özellikle dikkat çekildiğini söyleyebiliriz. Bunlardan en birincisi, çevrenin
bizim maddi, bedeni ihtiyaçlarımızı karşılayan, bize bedensel varlığımızı idame
ettirebilmemiz konusunda yararlı olan bir nimet olmasıdır. Bu hususu belirten
ayetlerden sadece birkaçı şöyledir:
“Allah’ın gökte olanları da, yerde olanları da buyruğunuz altına verdiğini,
nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsân ettiğini görmez misiniz?...”
(Lokman/31: 20. Krş. İbrahim/14: 32-33; Câsiye/45: 13).
“Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı sizin istifadenize vermiştir. … Yeryüzünde
rengarenk şeyleri de sizin için yaratmıştır. Bunda, öğüt alan kimseler için ibret
vardır.” (Nahl/16: 12-13)
Çevre bizim için nimettir, bizim istifademize sunulmuş, bizim buyruğumuz
altına verilmiştir ve bize hizmet etmektedir; ancak, daha önce de değindiğimiz gibi,
burada yanlış anlaşılmaması gereken bir husus vardır. Kur’an, insana hitap ettiği
için doğal olarak insanı daha fazla vurgulamakla birlikte, yerde ve gökteki bu
nimetlerin sadece insan için değil, bütün canlılar için olduğunu da birden fazla
yerde açıkça ve hatta bu nimetleri vurgulayan bir sûrenin en başlarında
belirtmektedir:
“Allah, yeri canlı yaratıklar için meydana getirmiştir.” (Rahmân/55: 10)
“Yeri yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir ölçüye göre
bitirdik. Orada sizin ve rızık veremeyeceğiniz kimseler için geçimlikler meydana
getirdik.” (Hicr/15: 19,20).
Yukarıdaki ilk ayette genel gerçek açıkça belirtildikten sonra, yeryüzü
nimetleri sayılır, oradaki şeylerin birer nimet olarak bahşedildiği vurgulanır ve
insanın bunları yalanlayamayacağına dikkat çekilir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Çevre Ahlakının Esasları
“Orada meyveler, salkımlı hurma ağaçları, kabuklu taneler, güzel kokulu
otlar vardır. Ey insanlar ve cinler! Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini
yalanlarsınız? …. Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? ….
Öyleyken, Rabbinizin nimetlerinden hangisini yalanlarsınız? ….” (Rahman/55:
11-77)
Nimet ilkesinin uygulama alanında öncelikle Müslümanlardan istediği ve
sonra da tüm insanlar için öngördüğü hususlardan biri onu kirletmemek, temiz
tutmak (taharet), bir diğeri de onu israf etmemektir (tasarruf). Büyük veya küçük
çapta çevre kirliliğine neden olmamak, çevre temizliği konusunda çok duyarlı ve
titiz olmak, İslam’ın temizlik konusundaki genel vurgusunun ne kadar haklı, yerinde
ve gerekli olduğunun en açık göstergesidir. Müslüman her konuda kirliliğe karşı
olmak ve temizlikten yana olmak zorundadır:
“Giydiklerini temiz tut. Kötü şeyleri terke devam et.” (Müddessir/74: 4,5)
En önemli nimetlerin başında suyun geldiği aşikârdır. En tehlikeli çevre
felaketlerinin başında da susuzluğun geleceği Kur’an’ın da belirttiği bir gerçektir:
“De ki: Suyunuz yere batarsa, söyleyin, size kim temiz bir su kaynağı
getirebilir?” (Mülk/67: 30)
Su, sadece dünyalıların değil, Cennet ehlinin bile en önemli nimetleri
arasında sayılmaktadır:
“Onlar, dikensiz sedir ağaçları, salkımları sarkmış muz ağaçları, uzamış gölge
altında, çağlayarak akan sular kenarlarında; bitip tükenmeyen ve yasak da
edilmeyen bol meyveler arasında; yüksek döşekler üzerindedirler.” (Vakıa/56:
28-34)
Su, hem canlıların kendisinden yaratıldığı temel hayat kaynağı hem de
kirliliğin neredeyse tek ilacı olduğu için, su nimetinin korunması ve kirletilmemesi,
çevre ahlakının üzerinde en fazla durması gereken doğal kaynakların başında gelir.
Atalarımız, suyollarının yapımı ve su kaynaklarının temizliğinin muhafazası için çok
titiz önlemler almışlardır. Örneğin Osmanlılarda, suyun şehre geldiği yol
güzergâhına iskan yapılmaması, mezbele dökülmemesi, bağ-bahçe ve ağaç
dikilmemesi, sığır ve davar salınmaması gibi hususlar temel bir prensip idi (Öztürk,
2008).
Nimette aslolan, onun kadrini, kıymetini bilmek, onu gereksiz yere
kullanmamak, israf etmemektir. Çevre sorunlarının pek çoğu israfla bağlantılıdır ve
bu sorunların çözümüne katkıda yapılabilecek en öncelikli ve de en kolay şeylerden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Çevre Ahlakının Esasları
biri, israftan kaçınmak ve tasarruf anlayışımızı sadece kendi ekonomimiz açısından
değil çevre açısından da geliştirmektir. İsraf, İslam ahlakının yerdiği, tasarruf da
övdüğü, teşvik ettiği bir davranıştır. Bunlar İslam çevre etiğinin de her zaman ve
her yerde uyulması gereken en geçerli kurallarındandır.
"Onlar, sarf ettikleri zaman ne israf ederler ne de cimrilik, ikisi arasında orta bir
yol tutarlar." (Furkan 25/67)
Kur’an, böyle davranılmayıp israfta sınır tanınmadığında er veya geç,
günümüz çevre sorunları krizinde olduğu gibi, pişman olunacak bir halle
karşılaşılacağı konusunda da herkesi uyarır:
"Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa
pişman olur, açıkta kalırsın." (İsrâ 17/29)
İsraf etmemeye elbette hadislerde de yerilir ve su israfı konusundaki bir
hadis çevre bilincinin en mükemmel özünü vermektedir.
Hz. Peygamber (s.a.s.) bir gün ashaptan abdest almakta olan Sa’d’ın yanına varır
ve “Bu israf nedir ey Sa’d?” der. Sa’d, “Abdestte israf olur mu?” deyince Hz.
Peygamber: “Evet! Akan bir ırmağın kenarında olsan bile” buyururlar. (Ahmet b.
Hanbel, II, 221)
İsraf etmediğimiz ve kirletmeyip temiz tuttuğumuz gibi, nimet ve lütuflar
karşısında hakkıyla şükretmeli, şu ayette belirtildiği üzere nimete nankörlük
edenlerden, şükürsüzlerden olmamalıyız:
“Size, geceyi dinlenesiniz diye karanlık ve gündüzü (çalışasınız diye) aydınlık
olarak yaratan Allah’tır. Doğrusu Allah insanlara karşı lütufkârdır, ama
insanların çoğu şükretmezler.” (Mü’min/40: 61)
Çevrenin biyolojik varlığımız için nimet olması, yararlılık kuramının ilk
ilkesidir; ama çevrenin bize yararı sadece biyolojik varlığımıza katkıyla sınırlı
değildir. Çevre bizim bedensel varlığımıza katkıda bulunduğu gibi, ruhsal
varoluşumuza da katkı sağlar; buna da ayet ilkesi demek mümkündür.
Ayet İlkesi
Çevremizdeki varlıklar, Kur’an’ın belirttiği üzere, düşünen insanlar için bir
akıl yürütme kaynağı ve insanların ‘nereden geldik, nereye gidiyoruz?’ gibi büyük
varoluşsal ve metafiziksel sorularını cevaplamalarında ders alacakları önemli
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Çevre Ahlakının Esasları
rehberlerinden biridir. Ayet ilkesi her şeyden önce insanları, çevreyi gözlemleyip
üzerinde düşünmeye (taakkul) ve bu derin düşünceden değerli ve doğru dersler
çıkarmaya (tefekkür) çağırmaktadır:
“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde,
insanlara yararlı şeylerle denizde süzülen gemilerde, Allah’ın gökten indirip yeri
ölümünden sonra dirilttiği suda, her türlü canlıyı orada yaymasında, rüzgârları
ve yerle gök arasında emre amade duran bulutları döndürmesinde, düşünen
kimseler için deliller *ayetler+ vardır.” (Bakara/2: 164)
“Kesin olarak inananlara, yeryüzünde ve kendi içinizde Allah’ın varlığına nice
deliller vardır; görmez misiniz?” (Zariyat/51: 20,21)
Bu ilke tabiata okul gibi, kitap gibi (tekvini kitap) ve hatta öğretmen gibi
bakmayı ve ondan dersler çıkarmayı tavsiye etmekte ve gerektirmektedir. Tabiatın
ders vericiliği, başta doğal teoloji veya doğa teolojisi bağlamında ilahiyat, özellikle
teleolojik delil bağlamında din felsefesi ve ahlaki erdemlerin kozmik
temellendirilmesi bağlamında etik veya ahlak alanı olmak üzere öğrenmenin ve
kendini geliştirmenin pek çok alanını kapsamaktadır. Bu ders vericilik ve ders alma
bağlamında bir ayette şöyle denmektedir:
“Yukarıdan size su indiren O’dur. Ondan içersiniz; hayvanları otlattığınız bitkiler
de onunla biter. Allah onunla size ekinler, zeytin ve hurma ağaçları, üzümler ve
her türlü ürünü yetiştirir. Düşünen kimseler için bunda dersler vardır.”
(Nahl/16: 10)
Yararlılık kuramının nimet ve ayet ilkelerinden başka ilkeleri de olabilirse de
biz bu iki temel ilkeyi vurgulamayı yeterli bularak, bunların bir üstünde ve
tamamlayıcısı olan sorumluluk kuramına geçiyoruz.
SORUMLULUK: EMANET VE HİLAFET İLKESİ
Sorumluluk kuramı, yararlılık kuramı kadar insan merkezci ve faydacı
değildir. Çevremizdeki varlıklara, bizim faydamıza olup olmamaları açısından
ziyade, onların hakları ve bizim de onlara karşı ödevlerimiz, görevlerimiz,
yükümlülük ve sorumluluklarımız açısından bakmayı esas alır. Herhangi bir şeye,
bize faydası açısından bakmakla, bizim ona karşı sorumluluklarımız açısından
bakmak elbette bir değildir ve ikincisi birincisinden daha üst düzeyde bir bakıştır.
İnsan kendisine verilen her türlü nimetten ve dolayısıyla bunların önemli bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Çevre Ahlakının Esasları
kısmını oluşturan çevreden Allah’a karşı sorumludur ve sorguya çekilecektir. Bu
konuda da var olan pek çok ayetten sadece bir iki kısa örnek vermek yeterlidir:
“Sonra o gün, size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz.”
(Tekasür/102: 8)
İnsan sahip olduğu nimetlerden ve ilişki içinde olduğu öteki varlıklardan
sadece Allah’a karşı değil kendi vicdanına karşı da sorumludur ve onu vicdanı da er
veya geç sorguya çekecektir: “Kitabını oku, bugün, hesap görücü olarak sen
kendine yetersin.” (İsra/17: 14)
Sorumluluk kuramı ile ilgili olarak da iki temel ilke dikkati çekmekte veya
öne çıkmaktadır. Aşağıda göreceğimiz üzere bunlara, emanet ve hilafet ilkesi
demek mümkündür. Yani, çevre bize emanettir ve bu emaneti koruyup ona hıyanet
etmemek bizim görev ve sorumluluğumuzdur. Ayrıca, sorumluluğumuz sadece
emaneti korumakla bitmemekte, onun halifesi olmak, daha üst düzeyde görev ve
sorumluluklar da yüklemektedir. Sorumluluk kuramının iki temel ilkesi vardır.
Emanet İlkesi
Emanet ilkesi iki şekilde anlaşılabilir. Çevre insana emanettir; yani insan
çevrenin asıl sahibi değildir, onu sadece emaneten kullanmaktadır. Bu durumda,
asıl sahibi olmadığımız şeyde çok büyük tasarruflarda bulunmamak, özellikle ona
zarar vermemek (hıyanet etmemek) asıl sorumluluktur. Emanet ilkesi ikinci tarzda
ve daha insan merkezli anlaşıldığında ise, çevremizdeki varlıklar bize emanet
edilmiştir anlamına gelmektedir. Yani korunmaya muhtaç şeyler vardır ve onların
korunması, bize güvenilerek, bize teslim edilmiştir. Bu bakış açısı da çevreyi daha
ziyade koruyup kollama sorumluluğunu dile gerektirmektedir:
“Doğrusu Biz, sorumluluğu *emaneti+ göklere, yere, dağlara sunmuşuzdur da
onlar bunu yüklenmekten çekinmişler ve ondan korkup titremişlerdir. Pek zalim
ve çok cahil olan insan ise onu yüklenmiştir.” (Ahzab/33: 72)
Bütün evren, insana emanet edilmiştir. İnsan kendinden sorumlu olduğu gibi
evrende var olan insan dışı varlıklardan da sorumludur. Çünkü o, akıl nimetine
sahip tek varlıktır. Kendi varlığı da dâhil olmak üzere bütün varlıklara karşı
emanetçi olmanın bilinci ile hareket etmelidir (R. Yaran, 2008: 21). Uygulamada
yapılması gereken, öncelikle emanet olan çevreye hıyanet etmemek, onun zarar
görmesine imkân vermemek, bozulmasına neden olmamak, sonra da onu en
mükemmel ve dengeli hâliyle korumaktır. Çünkü Kur’an’a göre hiç kimse emanete
hıyanet etmemelidir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Çevre Ahlakının Esasları
“Hiçbir peygambere ganimete ve millet malına *emanete+ hıyanet
yaraşmaz; haksızlık kim yaparsa, kıyamet günü yaptığı ile gelir, sonra, haksızlık
yapılmaksızın herkese kazanmış olduğu ödenir.” (Al-i İmran/3: 161)
"Düzeltilmişken, yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. …" A‘raf 7/56).
Çevrede korunması gereken şeyler elbette tek tek saymakla bitmez. Ama
bunlar arasında özellikle ormanlar ve ağaçların korunmasını, suların ve toprağın
korunmasını, temiz havanın korunmasını ve hayvanların korunmasını ana başlıklar
olarak zikretmek mümkündür.
Sorumluluğumuz sadece emanete hıyanet etmemek ve mevcudu en güzel
hâliyle korumakla sınırlı değildir. Çünkü vasfımız, deyim yerindeyse, sadece
emanetçilik değil, bundan çok daha fazlası ve çok daha üstünüdür. İnsanlar, her
şeyden önce ve her şeyden önemli olarak, yeryüzünde Allah’ın halifeleridir. Bu da
bizi hilafet ilkesine getirmektedir.
Hilafet İlkesi
Hilafet ilkesi, sorumluluk kuramının ikinci ve daha üst düzey ilkesidir. Terim
kaynağını Kur’an’daki şu ve benzeri ayetlerden almaktadır:
“Rabbin meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim’ demişti; melekler,
‘orada bozgunculuk yapacak, kanlar akıtacak birini mi var edeceksin? Oysa biz
Seni överek yüceltiyor ve Seni devamlı takdis ediyoruz’ dediler; Allah ‘Ben
şüphesiz sizin bilmediklerinizi bilirim’ dedi.” (Bakara/2: 30)
Milli Park
uygulamasının öncüleri,
Hz. İbrahim ve Hz.
Peygamber(s.a.s.)dir.
Hilafet ilkesinin gerektirdiği en önemli sorumluluklardan birincisi çevreyi
imar
ve
geliştirme,
ikincisi
de
çevreyle
olan
imtihanımızı,
denenmemizi/sınanmamızı kazanmaktır. Şu ayet açıkça Allah’ın insanlardan
yeryüzünü korumakla kalmayıp imar etmelerini istediğini göstermektedir:
“… Allah’a kulluk edin; O’ndan başka tanrınız yoktur; sizi yeryüzünde yaratıp
orayı imar etmenizi dileyen O’dur…” (Hud/11: 61)
Çevreyi imar bağlamında değerlendirilebilecek hususlardan biri de
ağaçlandırma ve böylece hem erozyon ve toprak kaybını hem de çölleşme ve
kuraklığı önlemeye katkıda bulunmaktır. Peygamber Efendimizin ağaç dikmeyi
teşvik eden birçok hadisi vardır; bunların en bilinenlerinden biri şudur:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Çevre Ahlakının Esasları
“Kıyamet koparken birinizin elinde bir fidan bulunursa, şayet kıyamet
kopuncaya kadar fidanı dikmeye gücü yeterse, onu diksin.” (Buhârî, 2005, 486)
Peygamberimiz sadece ağaç dikmeyi teşvikle kalmamış, milli park anlayışının
da öncülerinden olmuştur. Bir kısım yasaklarla tahribattan korunan milli park veya
yeşil kuşak uygulamasına ilk defa Mekke’de rastlanır. Hz. İbrahim tarafından haram
edilen Mekke ve civarını ihata eden belli bir bölge bu haramlık ve yasaklığını Hz.
Peygamber devrine kadar muhafaza etmiştir. Oranın, ağacını kesmek, otunu
yolmak, kuş ve diğer yabani hayvanlarını avlamak yasaktır. Hz. Peygamber,
Mekke’de mevcut olan bu yeşil kuşağa bir ikincisini eklemiş, Medine ve civarını
dört bir yönden ihata eden bir kuşağı haram ilan etmiştir. Buranın da ağacını
kesmek, ağaçlarının yapraklarını koparmak, otlarını yolmak ve yabani hayvanlarını
avlamak yasaklanmıştır (Canan, 1995).
Meskenler ve şehirlerin doğal çevresini imar bağlamında düşünülebilecek bir
hadiste de Peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
“Yoldan rahatsızlık verici şeyleri kaldırmak bir sadakadır.” (Buhârî, 2005, 427)
Bu ve benzeri hadisler, gerek doğal gerekse kültürel çevremizi imar
etmemizin ve daha mamur, daha yaşanılır hâle getirmemizin ahlaki görevlerimiz
arasında bulunduğunu göstermektedir. Nitekim Osmanlılar, şehirlerin inşası ve
imarı konusu üzerinde titizle durmuşlardır. Örneğin onlar, şehrin imarı içinde
kaldırım yapımına ve bozuk kaldırımların tamirine, özellikle körler ve yaşlılar
zahmet çekmesin diyerek apayrı bir özen göstermişlerdir. Şehirlerde geniş ve temiz
meydanlar açmış, deyim yerindeyse şehrin rahat nefes almasını sağlamaya
çalışmışlardır. Herkesin kendi evi veya dükkânının önünü temizlemesi gerektiğini
genel bir kaide hâline getirmiş, yaz mevsiminde tozlanmayı önlemek için o günün
şartlarında dahi cadde ve sokakları zaman zaman sulamışlardır. Osmanlıda imar
faaliyetleri sadece şehircilik düzenlemeleri ile kalmamış, kırsal kesimin imarını da
kapsamıştır. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin neredeyse bütün coğrafyasında
bataklıkları kurutma operasyonuna girişilmiştir. Göl ve bataklıkların kurutulması bir
taraftan çevre problemine çözüm arama ve kamu sağlığını koruma, diğer taraftan
da buralardan elde edilecek arazi ve yapılacak yol ve benzeri ile çevrenin imarı
düşünülerek uygulamaya geçirilmiştir (Öztürk, 2008).
Şu ayet de halife kılınmamızın nedeninin, doğaya ve hayvanlara üstünlük
taslamak, onlara hâkimiyet kurup her şeyi kendi türümüz ve hatta toplumumuz için
tüketebilme imkânına kavuşmak, onları kendi çıkarlarımızın basit araçları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Çevre Ahlakının Esasları
konumuna indirmek değil, sunulan bu nimetlerle sınanmak, imtihan edilmek
olduğunu göstermektedir.
“Verdikleriyle denemek için sizi yeryüzünün halifeleri kılan ve kiminizi kiminize
derecelerle üstün yapan O’dur. …” (En’am/6: 165)
İnsana düşen çevremizde bulunanlarla ve onlara karşı muamelelerimizle
yapılan bu imtihanda başarılı olmaktır. Zaten bazı âlimlere göre, insanın halifeliği
doğuştan gelen kategorik bir halifelikten ziyade potansiyel bir halifeliktir; bu üstün
niteliğin sorumluluğunu yerine getirerek bu potansiyeli gerçeğe dönüştürebilenler,
gerçek anlamda halife sayılırlar. Halifeliğin gereği olan imarı yapmak ve özellikle
imtihanı kazanmak da bizi, daha üst bir kuram olan erdemlilik kuramına ve onun iki
temel ilkesi olan merhamet ve muhabbet ilkelerine getirmektedir. Yararlılık ve
sorumlulukla ilgili bu ilk iki kuram, İslam çevre etiği ile ilgili temel ilkeleri
kapsamaktadır. Bunların ilkelerine uyulduğunda Batı çevre etiğinde yüzeysel
ekoloji veya koruma etiği denilen kuramlardaki etik gereklilikler karşılandığı gibi
ötesine de geçilmektedir. Bununla birlikte, İslam çevre etiğinin daha ileri düzeyi
oluşturan iki kuramından daha söz etmek mümkündür. Üçüncü düzeydeki kuram
erdemlilik kuramıdır.
ERDEMLİLİK: MERHAMET VE MUHABBET İLKESİ
Herhangi bir şeye ya da çevreye menfaat açısından bakmanın üzerinde
sorumluluk açısından bakmak var olduğu gibi, görev ve sorumluluk açısından
bakmanın üzerinde de gönüllülük ve erdemlilik açısından bakmak vardır.
Dolayısıyla sorumluluk kuramının üzerinde de erdemlilik kuramı gelmektedir.
Birine karşı sorumluluklarımızı yerine getirmek, çoğu kere, fıkhi veya hukuki bir
meseledir. Sorumluluğun ötesinde iyilikler yapmak, sevgi beslemek, feragatta
bulunmak ise ahlak ve erdem meselesidir. Bu husus çevre için de geçerlidir ve
çevreye erdemli bir insanın bakışıyla bakmak, İslam çevre etiğinin daha üst düzey
bir kuramıdır. Bu bağlamdaki ayetler saymakla bitmeyeceği için tek bir kısa örnek
yeterlidir.
"Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür. Kim de zerre kadar kötülük
yapmışsa onu görür." (Zilzâl/99:7-8)
Erdemlilik kuramının da birçok ilkesi olabilmekle birlikte, en temel
sayılabilecek iki tanesinin acıma ve sevgi, merhamet ve muhabbet olduğunu
söylemek mümkündür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Çevre Ahlakının Esasları
Merhamet İlkesi
Erdemlilik, sorumluluğun gereklerini yerine getirmenin üstünde bir şeydir.
Çevreye de sorumluluğumuzun sıradan gereklerinin üstünde bir gözle bakmak,
İslam’ın çevre etiğinin temel ilkelerinden olsa gerektir. Çevremizdeki doğa ve
canlılar, en üstün erdemlerle kendilerine muamele etmemizi hak etmekte ve bu
tarz muameleler bizim daha yetkin/kâmil insan olmamızın da gereği olmaktadır.
Erdemli insan, tüm ilişkilerinde erdemli düşünüp duyan ve erdemli davranan
insandır. Çevreyle ve özellikle de çevremizdeki canlılarla ilişkimizde riayet etmemiz
gereken en önemli erdemlerden biri merhamet erdemidir. Merhamet öncelikle,
haksız yere öldürmemek, acı vermemek, zulüm etmemek, yani merhametsiz
olmamaktır. Bir hadiste hayvanlarla ilgili merhametsizliğe karşı insanlar şöyle
uyarılır:
“Haksız olarak bir serçeyi öldürenden Cenab-ı Hak kıyamet gününde hesap
soracaktır.” (Müslim, Sayd: 57)
Hayvanlara zulmetmemek insanlara zulmetmemekle yakından bağlantılıdır
ve o oranda ahlaki bir gerekliliktir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm, “Yerde yürüyen
hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer toplulukturlar”
(En’am/6: 38) buyurmaktadır.
Hayvan hakları denildiğinde genellikle onların hayatlarına müdahâle
edilmemesi, fıtri yapılarına uygun işlerde çalıştırılmaları, kaldırabilecekleri kadar
yük taşıtılmaları, gerekli yiyeceklerinin yeterince ve zamanında verilmesi, tabii
ortamlarının ve üreme imkânlarının sağlanması, kendilerine işkence ve eziyet
edilmemesi, hasta olduklarında tedavi ettirilmeleri gibi hususlar akla gelir. Osmanlı
Türkleri, hayvanların korunması, barınması, yetiştirilmesi ve bu tür haklarına riayet
edilmesi gibi birçok hususta çağının anlayışının çok üzerinde uygulamalar
sergilemişlerdir. Bunun en iyi göstergeleri, hayvanlar için kurdukları vakıfların
bolluğu, kedi ve köpeklerin bakımları için vakfiyelere şartlar koymaları, evler
yapılırken uygun yerlere hayvanların su içebilmeleri için yalaklar yapılması, kuşlara
yuva temini amacıyla cami ve medrese gibi binaların duvarlarına arabesklerle süslü
kuş evlerinin yapılması gibi örnek ve çoğu diğer milletlerde görülmeyen
uygulamalardır (Öztürk, 2008).
Merhamet ikinci olarak da, kendimizin sebep olmadığı durumlarda da zor,
zayıf ve mazlum durumda olanlara acımak ve yardım elini uzatmaktır.
Çevremizdeki canlılar çoğu zaman böyle durumlara düşebilmektedir. Bu durumda
onlara merhametsizlik etmemekle kalmayıp, şefkat ve merhametle yaklaşarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam Çevre Ahlakının Esasları
yardım etmek İslam çevre etiğinin yüksek ilkelerindendir. Yine bir hadiste
merhamete şöyle teşvikte bulunulmaktadır:
“Siz yeryüzünde olanlara merhametli olunuz ki, göktekiler de size merhametli
olsunlar.” (Ebû Dâvud, Edeb: 58; Tirmizî, Birr: 16)
Erdemlilik sadece merhameti değil, merhamete muhtaç olan veya
olmayanlara karşı, elden geldiğince muhabbeti de gerektirmektedir. Bu da çevreye
yönelik erdemliliğin ikinci temel ilkesidir.
Muhabbet İlkesi
Muhabbet veya sevgi, birçok erdemsizliği önleyen, birçok erdemi de
kapsayan ve gerektiren en yüksek erdem ya da en yüksek erdemlerden biridir.
Örneğin sevgi ilgiyi, ilgi de iyilik etmeyi gerektirir. Gerçek sevgi, sevilene karşı
yapılabilecek bütün kötülükleri de önler. Sevgi ile ilgili bu hususlar, çevre sevgisi
için de geçerlidir. Sevgi merhamette olduğu gibi daha ziyade canlılara yönelik
olmak durumunda da değildir. Sevgi, canlı-cansız tüm varlığı kapsar; dağları ve
gökleri bile kuşatır. Nitekim Hz. Peygamber’in Uhud dağı ile ilgili söylediği söz çok
meşhur ve manidardır:
“Uhud öyle bir dağdır ki, o bizi sever, biz de onu severiz.” (Buhârî, Cihâd: 71;
Müslim, Hacc: 504)
Sevgi bir şeyden zevk almayı, hoşnut ve memnun olmayı ve onu güzel
görmeyi sağlar. Bunlar çevre sevgisi için de geçerlidir ve bazı ayetlerde bile
gözükmektedir:
“Hayvanları da yaratmıştır. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok faydalar
vardır…. Onları getirirken de, gönderirken de zevk alırsınız.… Sizin için atları,
katırları ve merkepleri binek ve süs hayvanı olarak yaratmıştır….” (Nahl/16: 5-8)
Doğadaki çeşitli olaylar, manzaralar, akarsular, şelaleler, ağaçlar ve çiçekler,
kelebekler ve türlü türlü hayvanlar bizim için sevilmeye layık oldukları gibi bizim
sevinmemize, neşelenmemize ve yaşama sevgimizin artmasına da sebep olurlar.
Nitekim bir ayette onların bizi nasıl sevindirdiğine dikkat çekilir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam Çevre Ahlakının Esasları
“Rüzgârları gönderip bulutları yürüten, onları gökte dilediği gibi yayan ve kısım
kısım yığan Allah’tır. Artık sen de aralarından yağmurun çıktığını görürsün.
Allah’ın, kullarından dilediğine verdiği yağmurla, daha önceden kendilerine
yağmur indirilmesinden ümitlerini kesmiş oldukları için onlar sevinirler.”
(Rum/30: 48-49)
Doğal çevrenin sevinilmeye ve sevilmeye layık şeylerle dolu olduğu bazı
ayetlerde onların “rengârenk şeyler” (Nahl/16: 12-13) olduğu, bazılarında normal
faydalarının ötesinde “güzel kokulu” (Rahman/55: 10-12) oldukları gibi apaçık
estetik bir dille ifade edilmektedir.
Peygamberimizin doğal güzellikleri ve birçok hayvanı sevdiğini belirten pek
çok hadis de bu konuda Müslümanlara örnek olmalıdır. Bunlara, sadece at ile ilgili
bir örnek vermek yeterli fikir verebilir. Enes bin Malik’in anlattığına göre
“Medine’de büyük bir korku ve panik olmuştu. Resulullah(s.a.s), Ebu Talha’nın
Mendup adındaki atını ödünç olarak aldı. Ata binip araştırmasını yaptı, geri
döndüğü vakit şöyle buyurdu: ‘Biz bir şey görmedik; bu atı da derya gibi bulduk.’”
(Buhârî, 2005, 903)
Memnuniyet, hoşnutluk ve güzel görmeye neden olan sevgi, güzel ilişkiye,
güzel davranmaya ve iyilik etmeye de neden olur. Doğal çevre ve hayvanlara karşı
olan sevgi ve iyilik etme, belki de en üstün iyiliklerdendir; çünkü bu tür iyilikler
karşılık bekleyerek yapılabilecek iyiliklerden değil, karşılıksız iyiliklerdendir ve bu da
iyiliğin en üstün şeklidir. Nitekim bir ayette şöyle buyrulur:
"O, yaptığı iyiliği birinden karşılık görmek için değil, ancak yüce Rabbinin
hoşnutluğunu gözeterek yapmıştır. Elbette kendisi de hoşnut olacaktır." (Leyl
92/19-21)
Ashaptan bazıları “Ya Resulullah! Hayvanlara iyilik yapmakta bizim için sevap
var mıdır? dediler. Resulullah buyurdu ki: “Her bir yaş ciğer (canlı) sahibine
yapılan iyilik için sevap vardır.” (Buhârî, 2005, 383).
Erdemlilik, elbette insanların ulaşabileceği en üst düzeylerdendir. Bununla
birlikte, sıradan erdemliliğin de üzerinde, erdemlilikle bilginin ve dinî bağlamda
biraz da maneviyatın birleştiği bilgelik, hikmet sahibi olma hâli daha da üst bir
düzey olsa gerektir. Bu düzey de bizi, bilgelik kuramına ve onun iki temel ilkesi olan
ubudiyet ve kutsiyet ilkesine getirmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İslam Çevre Ahlakının Esasları
BİLGELİK: UBUDİYET VE KUTSİYET İLKESİ
Bilgelik, erdemli davranışların da ötesinde bir derinlik, sıradan insanlar bir
yana, sorumluluğunu yerine getiren erdemli insanların bile kavrayış gücünü aşan
biçimde varlıklar, olaylar ve olguların arka planına vukufiyet ve bunun gerektirdiği
gibi davranabilme, ama aynı zamanda bilgisinin sınırı konusunda sıradan insandan
bile daha mütevazı olabilme gibi üstün niteliklerin adıdır. İslam çevre etiğinin belki
en üst düzeyi de çevreye bilgelik gözüyle bakmak ve çevremizdeki her şeyde olağan
üstü bir bilgelik görebilmektir. Bu durumu bildiren pek çok ayetten biri şudur:
“Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları oyun olsun diye yaratmadık.
Biz onları, ancak ve ancak gerektiği gibi *hak ve hikmet üzere+ yarattık, ama
insanların çoğu bilmezler.” (Duhân/44: 38, 39)
Bilgelik kuramının da iki temel ilkesinin olduğunu söylemek mümkündür.
Bunlar, Kur’an’ın bahsettiği ama herkesin anlaması kolay olmayabilen, tabiattaki
varlıklarla ilgili ubudiyet ve kutsiyet ilkeleridir. Bunlar her varlığın kendi içinde
değerli olduğunu gösteren ve böylece İslami ekolojinin en derin ya da en yüksek
ilkelerdir. Bilgelik kuramının da iki temel ilkesi vardır.
Ubudiyet İlkesi
Bilgelik kuramı, çevredeki varlıkların insandan bağımsız olarak özsel değer
taşıdıklarını görme ve kabullenmenin dini/İslami bir versiyonudur. Ama bilgelik,
herkesin ulaşması veya anlaması gereken bir düzey değildir. Bilgelik kuramının
birincisi ilkesi Kur’ani terimlerle ifade edilmek istendiğinde, ubudiyet ilkesi demek
mümkündür. Ubudiyet ilkesi, canlı cansız bütün varlıkların abid ve arif varlıklar gibi
görülebilmesi gerektiğini çağrıştıran bir ilkedir. Çünkü Kur’an’da defalarca
çevredeki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiği ve O’na secde ettiği gibi hususlar
açıkça belirtilmektedir:
“Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve
insanların birçoğunun Allah’a secde ettiklerini görmüyor musun? …” (Hacc/22:
18)
“Göklerde ve yerde bulunan her canlı ve melekler, büyüklük taslamaksızın
Allah’a secde ederler. Fevklerinde olan Rablerinden korkarlar ve emrolundukları
şeyleri yaparlar.” (Nahl/16: 49, 50. Krş. Rahman/55: 6).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
İslam Çevre Ahlakının Esasları
Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, bu ve bundan sonraki ilkeler herkesin
tam olarak anlaması beklenen hususlar olmasa gerektir. Zaten bu noktadaki
anlama güçlüğü Kur’an’da da belirtilmektedir:
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder; O’nu hamd ile tesbih
etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsra/17:
44. Krş. Hadid/57: 1; Cuma/62: 1; Nur/24: 41)
Ubudiyet ilkesi, çevreyi sadece abid gibi görmeyi değil, onun ötesinde, kalp
yumuşaklığı ve takva gibi konularda kendisiyle kıyaslanılabilecek ve hatta gıpta
edilebilecek varlıklar olarak görmeyi de çağrıştırmaktadır. Nitekim taşlarla ilgili şu
ayet bu hususa güzel bir örnektir:
“(Ne var ki) bunlardan sonra yine kalpleriniz katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi
yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar.
Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah
korkusuyla yukardan aşağı yuvarlanır.” (Bakara/2: 74)
Kutsiyet İlkesi
Kutsiyet ilkesi, bilgelik kuramının ikinci ve genel olarak İslam çevre etiği
ilkelerinin de sekizinci ve sonuncusudur. Varlıkların, abit olmalarının da ötesinde
kutsal bir değer taşıdıklarının kabulü anlamına gelir. Müslümanlar için mescitler
kutsal yerlerdir ve Hz. Peygamber, yeryüzünün tamamının kendisine mescit
kılındığını söylemiştir:
“Yeryüzü bana mescit kılındı …” (Buhârî, Salat 56, hadis no: 84; Müslim,
Mesacid 3, hadis no: 521; Nesai, Mesacid 42, hadis no: 256).
Bu hadis, yeryüzünün en azından mescit mesabesinde bir kutsallık taşıdığını
göstermektedir. Bununla birlikte, tam olarak anlamak kolay olmasa da, yer veya
gök, canlı veya cansız tüm varlıkların kutsiyetini çağrıştıran Kur’an ayetleri de
vardır:
“Doğu da Batı da Allah’ındır; nereye dönerseniz Allah’ın yönü orasıdır. Doğrusu
Allah her yeri kaplar…” (Bakara/2: 115)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İslam Çevre Ahlakının Esasları
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O'nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan
bir kandillik gibidir. O lamba kristal bir fanus içindedir; o fanus da sanki inciye
benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da, batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir
ağaçtan, yani zeytinden (çıkan yağdan) tutuşturulur. Onun yağı, neredeyse,
kendisine ateş değmese dahi ışık verir. (Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah dilediği
kimseyi nûruna eriştirir. Allah insanlara (işte böyle) temsiller getirir. Allah her
şeyi bilir.” (Nur/24: 35)
Bu ayetlerde belirtildiği üzere her yerin Allah’ın olması ve Allah’ın nurunu
yansıtması, her yere kutsalın yansıması ve ondan bir şeylerin taşıyıcısı olarak
bakmanın mümkün, meşru ve hatta makbul olduğunu göstermektedir. Bu da İslam
çevre etiğinin en üst düzey ilkesi olsa gerektir.
Sonuç
Sonuç olarak, Müslümanlar olarak bizler, Kur’an’da çevre ahlakı ile ilgili
bunlar ve benzeri ilkelerin en alt düzeydekinden en üst düzeydekine kadar çevre
bilincine sahip olmaya çalışmalı ve çevreye karşı bu bilinç düzeylerinin gerektirdiği
yüksek ahlaki ilkeler ve öğütlere uygun bir biçimde davranmaya çalışmalıyız. Çünkü
çevre ile ilgili davranışlarımızdan dolayı başta Allah’a karşı olmak üzere, insanlığa
karşı, öteki canlılara karşı, vicdanlarımıza karşı ve özellikle de gelecek kuşaklara
karşı sorumlu olduğumuzu unutmamalıyız.
Ayrıca, bir zamanlar çevreyi hoyratça sömürenler ve hayvanları cansız
makinelerden farksız görenler, şimdi de ifratın karşı kutbuna geçip, çevrecilik adına
çevreye tapma ve neo-pagan uygulamaları popülerleştirmeye girişmiş
olduklarından, Müslümanların çevre ahlakı ve uygulamaları konusunda da ölçülü
ve örnek ümmet olma sorumluluklarını yerine getirmelerine, ekolojik açısından
olduğu gibi deyim yerindeyse teolojik açıdan da acil ve küresel bir ihtiyaç olduğu
aşikârdır. Çünkü çevreye karşı duyarsızlığın tefrit batağındakilere karşı
çevremizdeki nimetleri hoyratça sömürmemek gerektiğini söylemek Müslümanlara
düştüğü gibi, çevreyi koruyup yüceltmek adına çevreye tapmaya ve yeni
putperestlikler türetmeye meylederek ifrat batağına doğru sürüklenenlere karşı şu
ilahi uyarıyı hatırlatacak olanlar da Müslümanlardır: “Gece ile gündüz, güneş ile ay
Allah’ın varlığının belgelerindendir.
“Güneşe ve aya secde etmeyin; eğer Allah’a kulluk etmek istiyorsanız, bunları
yaratana secde edin” (Fussilet/41: 37).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Özet
İslam Çevre Ahlakının Esasları
•Çevre ahlakı, çevre sorunların küresel bir krize dönüştüğü 1970’li
yıllardan sonra gelişmeye başlamıştır. Çevre sorunu, bu krize neden olan
veya olmayan herkesi ilgilendirdiği için Müslümanların da çevre ahlakı
konusunda fikir beyan etmeleri kaçınılmazdır. Zaten İslam dini çevre
konusunda pek çok ilke ve öğütle doludur. Biz burada İslam çevre
ahlakını dört kuram ve sekiz ilke olarak hiyerarşik bir tasnife tabi tuttuk.
Bu kuramlar ve ilkelerin bir kısmı şöyle özetlenebilir:
•YARARLILIK (MENFAAT) KURAMI
•Nimet İlkesi (Çevre nimettir; Allah'ın insanlara lütuf ve ihsanıdır.)
•Kirletme!
•İsraf etme!
•Ayet İlkesi (Çevre ayettir; Allah'ın varlığı ve birliğinin işaretidir.)
•Düşün! Tefekkür et!
•Ders al! İbret al!
•SORUMLULUK (MESULİYET) KURAMI
•Emanet İlkesi (Çevre insana emanettir.)
•Hıyanet etme!
•Koru!
•Hilafet İlkesi (İnsan yeryüzünün halifesidir.)
•İmar et!
•İmtihanı kazan!
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Çevre Ahlakının Esasları
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Birleşmiş Milletler kaynaklarına göre, çevre sorunları yüzünden her yıl kaç bin
insan hayatını kaybetmektedir?
a) 50.000
b) 100.000
c) 150.000
d) 200.000
e) 300.000
2. Çevre ahlakının bağımsız bir ahlak disiplini hâlini almaya başlaması hangi
tarihlere rastlar?
a) 17. yüzyıl
b) 18. yüzyıl
c) 19. yüzyıl
d) 20. yüzyılın ilk çeyreği
e) 20. yüzyılın son çeyreği
3. Aşağıdakilerden hangisi İslam çevre ahlakının dört kuramından biri değildir?
a) Yararlılık
b) Sorumluluk
c) Erdemlilik
d) Bilgelik
e) Çevrecilik
4. “Abdestte israf olur mu?” diye soran Sahabiye Hz. Peygamber aşağıdakilerden
hangisi ile cevap vermiştir?
a) “Evet! Okyanus kenarında olsan bile.”
b) “Evet! Büyük bir deniz sahilinde olsan bile”
c) “Evet! Akan bir ırmak kenarında olsan bile”
d) “Evet! Bir göl kenarında olsan bile”
e) “Evet! Akan bir pınar başında olsan bile”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Çevre Ahlakının Esasları
5. “……………. öyle bir dağdır ki, o bizi sever biz de onu severiz” hadisinde geçen
dağ hangisidir?
a) Uhud
b) Nur
c) Ağrı
d) Erciyes
e) Kocadağ
Cevap Anahtarı
1.c 2.e 3.e 4.c 5.a
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Akseki, A.H. (1979). Ahlak İlmi ve İslam Ahlakı, İstanbul.
Albayrak, S. (1997). 41 Orijinal Belge Işığında Eski İstanbul’da Sosyal Hayat ve
Çevre, İstanbul.
Armağan, S. (2005). İslam ve Çevre, İstanbul.
Bayraktar, M. (1992). İslam ve Ekoloji, Ankara.
Buhari, (2005). Edebu’l-Müfred, çev. Rauf Pehlivan, İstanbul.
Canan, İ. (1995). Ayet ve Hadislerin Işığında Çevre Ahlakı, İstanbul.
Degrazia, D. (2002). Hayvan Hakları, (Ankara: Dost.
Foltz, R.C, F.M. Denny, A. Baharuddin, (2003), İslam ve Ekoloji: Bahşedilmiş Bir
Emanet, İstanbul: Oğlak Yayınları.
İbn Miskeveyh. (1983). Ahlakı Olgunlaştırma, çev. A. Şener, C. Tunç, İ. Kayaoğlu,
Ankara.
Jardins, J. (2006). Çevre Etiği: Çevre Felsefesine Giriş, çev. Ruşen Keleş, İstanbul.
Kayadibi, F. (editör), (2008). İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Çevre ve Din Uluslararası
Sempozyumu Bildiri Metinleri, cilt I, II, İstanbul.
Khâlid F. (1997). İslam ve Ekoloji, çev. Murat Çiftkaya, İstanbul.
Mert, H. (1987). İslamiyette Ağaca Verilen Önem, İstanbul.
Oliphant, J. (2007). Religious Ethics for AS and A2, London.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İslam Çevre Ahlakının Esasları
Özdemir, İ. (1997). Çevre ve Din, Ankara.
Öztürk, S. (2008). “Osmanlı Toplumunda Çevre-İnsan İlişkileri”, İ.Ü. İlahiyat
Fakültesi Çevre ve Din Uluslararası Sempozyumu Bildiri Metinleri, cilt II içinde,
İstanbul.
Singer, P. (2002). Hayvan Özgürleşmesi, İstanbul: Ayrıntı.
Sungurbey, İ. (1993). Hayvan Hakları, İstanbul.
Turgay, N. (2008). Kur’an Açısından Hayvanlar ve Bitkiler, Diyarbakır.
Yaran, C.S. (2010). Ahlak ve Etik, İstanbul.
Yaran, C.S. (2011). İslam Ahlak Felsefesine Giriş, İstanbul: dem yayınları.
Yaran, Rahmi, (2008). “İmkan-İhtiyaç Dengesi”, Kainattan Sorumluyuz, editör:
Kerime Cesur, (İstanbul: İstanbul Müftülüğü Kültür Yayınları, Sayı: 4, Yıl: 2008).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Download