TEŞEKKÜR Av. Aydın ÖZCAN İzmir Barosu Başkanı Her yüzyılda olduğu gibi şiddet kol gezerken, ilmek ilmek dokunurken emek, bir fabrikada isyan başladı. 1857 yılının 8 Martında, ABD’nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisinin daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında başlattığı grev 129 kadın işçinin yanarak ölümüyle sonuçlandı. Tüm dünyada o gün yanan kadınlar değildi sadece, insanlığın kül oluşuydu utançla izlenen. Ne yazıktır ki son bulmuyor tarihin, kadın üzerindeki hiddeti. Bu nedenledir ki; 8 Mart,129 dokuma işçisi kadının yakılarak özgürlük mücadelesi meşalesinin tutuşturulduğu gündür. Kadınların insan hakları, eşitlik ve özgürlük taleplerinin simge günüdür. Bu bülten vesilesiyle kadın hakları alanında mücadele eden tüm kadınları bir kez daha anarak mücadelelerini saygıyla anıyoruz. Çalışmaları ile bültene emek veren sevgili meslektaşlarım; Av. Ebru Puğ’a, Av. Irmak Koruculu’ya, Av. Gülce Mutoğlu Kılavuz’a, Av. Figen Özler Merder’e, Av. Meliha Yaman Yurdugül’e, Av. Gökçe Çiçek Türkmen’e, Av. Rahile Horzum’a, Av. Esin Aslan’a, Av. İbrahim Cengiz Damgacıoğlu’na, Av. Sibel Bolevin’e, Av. Hasan Devrim’e, Kozan Hakimi Nurşen Öner Arslan’a, Ogün Kayacan’a, değerli hocalarım; Doç.Dr.Leyla Baysan Arabacı’ya, Öğretim Görevlisi Itır Bağdadi’ye, Öğre- tim Elemanı Zeynep Türkyılmaz’a, bültene renk katan; Bahar Yılmaz’a, Caroline David’e, Christine Perrin’e, Ayşe Meral’a, yol arkadaşım Kadın Hakları Merkezinden sorumlu yönetim kurulu üyemiz Av.Nuriye Kadan’a, Merkez Koordinatörü Av.Devrim Cengiz Aygün’e, Kadın Hakları Merkez çalışmalarında yer almış, destek vermiş tüm meslektaşlarıma sonsuz teşekkür ederim. … uykuluydu tezgahın karşısında gözleri geceden beri avucunun içindeydi oğlunun alnındaki ateşi yukarıya bakarken dimdik iplikler dayan diye yamalı bir hayale daldı içi. sarı, beyaz, mor… bir fabrika dolusu umut dokunurdu. Her sabah ilk tıkırtılarla birlikte, gerçeğe soyunurdu. 1 BİR ÜLKENİN YARISI AYAKLARINDAN TOPRAĞA ZİNCİRLENDİKÇE, GERİ KALANI GÖKLERE YÜKSELEMEZ! 8 MART ‘‘İki farklı cinsten ,iki farklı insanız.Bu farklılık sadece bedenlerimizde, bunun dışında bir farklılığımız yok. Aynı işte çalışıyoruz. Aynı işi yapıyoruz. İşimiz eşitse, ücretimiz de eşit olmalı. İşimiz eşitse çalışma şartlarımız da eşit olmalı’’ diyen New York’lu 40 bin dokuma işçisi kadının, 1857 yılının 8 Martında uzun çalışma süresine ve ağır çalışma koşullarına başkaldırı gündür. Bu başkaldırı ile greve başlayan kadın işçilerden 129’unun, fabrika binasında yanarak hayatını kaybetmesi ile 8 Mart kadın hakları mücadelesinin simgesi olarak tarihe geçmiştir. rakmıştır. Bu yönü ile yaşanılan bir yıl kadına yönelik şiddet ve cinayetlerde utanç yılıdır. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yoksulluk, eşitsizlik ve sosyal adaletsizlik kadınları erkeklerden daha çok etkilemektedir. Dünya Ekonomik Forumu tarafından hazırlanan Cinsiyet Eşitliği Raporu›nda, Türkiye, kadın erkek eşitliğinde 142 ülke arasında Tunus (123) ve Bahreyn’in (124) ardından 125. sırada yer alıyor. Yani dünyada tam 124 ülkede kadınlar Türkiye’den daha fazla hakka sahip. Günümüzde 8 Mart’lar, kadın sorunlarına çözüm önerilerinin, kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın kaldırılması ve kadına yönelik şiddete son verilmesi istemlerinin bir kez daha dile getirildiği; Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür. Dünya Ekonomik Forumu tarafından hazırlanan raporda görüldüğü üzere Türkiye’nin cinsiyet eşitliği zayıflarla dolu. Türkiye ekonomik aktiviteye katılım ve fırsat eşitliği bakımından 142 ülke arasında 132›inci sıradayken, işgücüne katılımda 128, eğitim fırsatları bakımından 105, satın alma gücü paritesi bakımından 126›ıncı sırada. Yani Türkiye kadınlarına Nijerya›dan bile daha düşük standartlarda imkanlar sunuyor. Türkiye’de bir yandan kadınların toplumsal ve aile içindeki konumunda hızlı bir dönüşüm yaşanırken diğer yandan kadınların daha etkin, daha özgür bir kimlik edinme yönündeki çabaları şiddetle, ölümle bastırılmaktadır. Kadına yönelik şiddet adeta “kadın kırımı” boyutuna varmıştır. Kadın cinayetleri ve çıplak bedenleri üzerinden yürütülen iktidar politikaları hatıralarımızda korkunç fotoğraflar ve izler bı- Türkiye’ de 2002 - 2015 yılları arasında 5406 kadın öldürüldü. Türkiye’de yaşayan her 2 kadından 1’i fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalıyor. Türkiye’de okuma yazma bilmeyen her 5 kişiden 4’ü kadın. Türkiye’de parlamentoda kadın temsil oranı sadece yüzde 14,9. Türkiye’de 1381 belediye başkanının sadece yüzde 2,9’u kadın. Türkiye’de bürokraside üst düzey yöneticilerin %90,8’i erkek, %9,2’si kadın. 2 Bürokrasinin önemli alanlarından biri olan ve bütün dünyada erkeklerin egemen olduğu diplomatik görevlerde Türk Dışişlerinde görev yapan 214 büyükelçiden 26’sı kadın. Türkiye’de HSYK, Eylül 2013 raporuna göre adli yargıda görev yapan hakimlerin %39,2’si, idari yargıda görev yapan hakimlerin %19,5’i, savcıların ise %6,6’sı kadın. Türkiye’de 20 milyon kadın işgücü dışında. çalışan her 3 kadından 1’i tarımda çalışıyor. Türkiye’de 4 milyon kadın hiçbir sosyal güvencesi olmadan kayıt dışı çalışıyor. Türkiye›de kadınlar, sadece kadın olmalarından kaynaklanan nedenlerle ayrımcılığa uğruyor. Eğitim olanaklarından yoksun bırakılıyor, erken yaşta evlendiriliyor, aile içi cinsel ve fiziki şiddete maruz kalıyor. Kadınların çalışma oranı düşük olduğu gibi, yüksek maaşlı işlerde de çalışmaları engellenmekte. Hem kamuda hem de özel sektörde karşılaştıkları birçok engelle yönetici olamıyorlar. Eğer bir ülke, nüfusunun yarısına salt cinsiyetinden dolayı ayrımcılık yapıyor,bu ayrımcılığı aktif hale getiriyorsa , haklarını gasp ediyor, onların sosyal yaşama katılmalarını engelliyor, onların üretici güçlerini ve yaratıcılığını baskı altında tutuyorsa gelişemez. Hepsinden daha elim ve daha vahimi bu ülkede kadınlar yaşayamıyor. Boşanmak istediği için katlediliyor. Aşkına cevap vermediği için öldürülüyor. Cinsel istekleri reddedip direndikleri için öldürülüp yakılıyor. Bir çok kadın, sadece cinsiyetlerinden kaynaklanan bir çok nedenle katlediliyor, kadınların yaşam hakkı ellerinden alınıyor. Kadınları koruyabilmek adına yasalar çıkaran, fakat uygulamayı bilmeyen bir ülkede, ‘‘Kadına Yönelik Şiddetin ve Ev İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Sözleşme (İstanbul sözleşmesi) gibi çok yüksek değerde maddeler taşıyan bir uluslar arası sözleşmeye taraf olan, taraf olmakla da ayrıca gururlanan ancak kendi sorumluluğunu gerektiren maddeleri uygulamaya geçiremeyen, geçirmeyen bir ülkede, Böyle bir ülkede hukuk bilinci gelişmeyeceği gibi, temel haklara saygı da gösterilmez. Dünyada kadınlara ayrımcılık uygulayan, temel haklarını gasp eden, hukukun yok edildiği ama gelişen, kalkınan, zenginleşen tek bir ülke bile yok. Kadın haklarının gelişmesi sadece “kadınların” değil, bu ülkede yaşayan herkesin hayatını geliştirecek, hepimize daha yüksek standartlarda bir yaşam olanağı sağlayacak bir demokratikleşme hareketidir. Biz İzmir Barosu Kadın Hakları Danışma ve Hukuk Araştırmaları Merkezi, bu ülkede yaşayan kadınların ‘‘insanca, kadınca’’ yaşayabilmelerini sağlamak adına bu güne dek yaptığımız gibi, bu günden sonra da tüm gücümüzle yılmadan çalışmaya devam edeceğiz Atatürk’ün dediği gibi biliyoruz ki; “Bir ülkenin yarısı ayaklarından toprağa zincirlendikçe, geri kalanı göklere yükselemez!” Saygılarımızla 08.03.2016 İZMİR BAROSU KADIN HAKLARI DANIŞMA VE HUKUK ARAŞTIRMALARI MERKEZİ 3 KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN DÜNÜ VE BUGÜNÜ… Doç. Dr. Leyla BAYSAN ARABACI İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Hemşirelik Bölümü Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı Çiğli-İZMİR İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Kadın Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (İKÇÜKAM) Üyesi Şiddet iyiliği önlemek ve zarar vermekten öte insan haklarını, temel özgürlüklerini ihlal eden, insan sağlığını olumsuz etkileyen, toplumların sağlık sistemleri üzerine ekstra bir yük getiren sosyal bir problemdir (8). Toplumları incelediğimizde, tarih boyunca şiddetle en çok karşılaşan ve maruz kalanların, kadınlar olduğu ve şiddetin, ilk olarak kadının bir üyesi olduğu aile kurumunda ortaya çıktığı görülmektedir. Sağlıklı toplumların yetiştirilmesinde ve toplumsal ahengin oluşmasında kilit noktada yer alan kadınlar, cinsiyetin belirlendiği andan itibaren, erkek egemen toplum yasalarının geçerli olduğu bir dünyada, cinsiyetçi bir düzen içinde, özel yaşamlarında ya da kamusal alanda çeşitli şiddet olayları ile karşı karşıya gelmişlerdir (16). 4 Tarih boyunca kadına şiddet uygulama, erkek otoritesinin dışa vurumunun yasal yollarından biri olarak görülmüş ve bundan dolayı yazılı ve yazısız toplumsal kurallarla kadına yönelik şiddet hoş görülerek desteklenmiştir. Erkeğe güçlü ve yönetici imajı çizilirken, kadın baskı altında tutulmuştur (16). Tarihin en eski dönemlerinden günümüze dek erkekler kadınlara hükmetmiştir. Erkekler, bu üstünlüğü sağlamak için başlangıçta yalnızca fiziksel gücü kullanmış ve daha sonraları toplumlar geliştikçe oluşturulan sosyal normlar, gelenekler, yasalar ve dinler aracılığı ile kadın üzerindeki kontrollerini sürdürerek, bu durumu meşrulaştırmışlardır. Örneğin; tek Tanrılı dinlerin yaratılış mitlerinde, kadın kronolojik olarak erkekten sonra yaratılmış, erkeğin kaburgasından can bulmuş (Yahudi ve Hıristiyanlık’ta), kadın Tanrı tarafından önceden belirlenmiş olan kaderine karşı geldiğinde Tanrı’ya karşı geleceği için boşanamamış, eşine itiraz edememiştir (4, 5, 9, 10, 15, 19) İnsanlık tarihinde, geriye doğru bakıldığında, erkek egemenliğinin uzun ve kesintisiz bir zincir şeklinde her dönemde varolduğu ve farklı çağlarda farklı kültürlerde, kadının ikinci sınıf olarak yer aldığı ve çeşitli biçimlerde kötü muameleye maruz kaldığı görülmektedir (4, 9, 10, 15, 19). Eski Çinliler’de kadınların erkeklerden aşağı olduklarına inanılmış, Budizmin dinsel öğretisi kadınların kötülüğü simgelediklerini ve bu nedenle her zaman kontrol altında tutulmaları gerektiğini vurgulamıştır. Kadınlar babalarına, kocalarına ve dul kaldıklarında oğullarına itaat etmiş, onların kölesi sayılmış, bugün Anadolu’da halen devam ettiği üzere, onlarla yemeğe oturamamış, ayakta durarak onlara hizmet etmiştir. Kadının erkekten ayrı yaşaması, onun kutsal olmadığı göstergesi olmuş, koca canı isterse karısıyla çocuklarını öldürmüş veya köle olarak satmıştır (10, 13). Eski Hint’te ise, kadın tarlaya benzetilmiştir. Erkek birden çok kadınla evlenebilirken, kocasına ihanet eden kadın ölüm cezasına çarptırılmıştır. Damat eşinin getirdiği çeyizden memnun kalmadığında gelini diri diri yakmıştır (10, 13). İranlılar da kadın, günümüzde de geçerli olduğu üzere, temiz olmadığı için korunulması ve uzak durulması gereken bir varlık olarak görülmüştür (13). Antik Yunan’da hayali kadın “Pandora” insanın başına gelen bütün felaket ve belaların sebebi sayılmış ve kadının bilim yapması, yönetici olması yasaklanarak, kadının ikinci sınıf olması desteklenmiştir. Eski Yunan ailesinde, kadın, hor ve hakir görülmüş, evlendiğinde kocasının eşyası olmuş ve kocasından habersiz sokağa çıktığında ölümle cezalandırılmış- 5 tır. Erkeğin istediği kadar kadınla evlendiği, istediği zaman boşandığı bu dönemde, kadın pazardan satın alınabilmiş veya başkalarından kiralanmıştır (13). Romalılar da ise, kadın süs ve eğlence aracı olarak görülerek, erkeğin malı kabul edilmiştir. Ailenin reisi olan erkek ise, doğumdan sonra çocuğun yaşayıp yaşamayacağına, çocuklarının kiminle evleneceğine karar veren ve isterse aile üyelerini öldürebilen ya da köle olarak satabilen bir otorite olmuştur (10, 13). Moğol ailelerinde mirastan yalnızca erkekler faydalanabilmiş ve dolayısı ile mal mülkiyeti (toprağınmalın sahibi) olan erkek, bir sonraki adımda kadının da sahibi olarak, kadın üzerinde her türlü söz hakkına sahip olmuştur (13, 15). Arap ailelerinde ise, kadının, erkeğin ihtiraslarını tatmin ve hizmetlerini görmek için yaratıldığı görüşü ile bir erkek birden çok kadınla (hatta iki kız kardeş veya üvey anne ile) evlenebilmiştir (13). Devrim öncesi Rusya’da da, kadın erkek tarafından aşağı ve kirli olarak görülmüş ve kız çocuklarına pek eğitim verilmemiştir. Kızların evlilikleri babaları tarafından ayarlanmıştır. Hatta düğün törenlerinde gelinin babası tarafından damada, erkeğin yetkisi ve üstünlüğünü simgeleyen, tüm yaşamı boyunca gelinin yatağının başucunda asılı duracak olan bir “Durak (kırbaç)” hediye edilmiştir (10). Tarihsel süreçte kız çocuklarının istenilmemesi, önemsenmemesi, erkek çocuk sahibi oluncaya kadar çocuk yapma şeklinde cinsiyet seçimi yapılarak başlatılan kadına yönelik şiddet, her yaş ve her dönemde hatta her sosyal, kültürel ve ekonomik düzeyde, etnik grupta ve coğrafik yerleşimde çeşitli şekillerde 6 görülmüştür. Özellikle geleneksel toplumlarda, kız çocukları okul çağında okula gönderilmemiş, eğitim hakları elinden alınmış, adölesan döneminde fiziksel gelişimini tamamlamadan evlendirilmiş ve gebe kalmış, evlendikten sonra da eşi tarafından fiziksel, psikolojik, cinsel boyutta aile içi şiddete maruz kalmıştır (11, 15). Bunların sonucu olarak bugün, hala Dünya üzerinde yaşayan kadınların yarısı eşlerinden şiddet görmeye devam etmektedir. Birçok kültürle yakın temas geçmişi olan Türk toplumunda da durum çok farklı değildir ve kadınlar günümüzde hala değişik biçimlerde şiddete maruz kalmaya devam etmektedir. Eğitimden yoksun bırakılarak, eve mahkum edilerek, ekonomik faaliyetleri yasal ve geleneksel birçok engellerle kısıtlanarak, çalışma yaşamında haksızlık ve ayrımcılıkla karşı karşıya bırakılarak ve desteklenmeyerek, kadınlar şiddetin ilk hedefi olmaktadır (1, 2, 24). Ülkemizde kadınlar dünyadakine benzer oranlarda ancak farklı biçimlerde şiddete uğramaktadır. Şiddet, sözlü hakaretten, aşağılama ve tehditten ekonomik baskılara, cinsel taciz ve tecavüze, dayaktan yaralanma ve hatta öldürmeye kadar uzanan geniş bir yelpaze içinde kadınlara yansımaktadır. Şiddet, kadınları, eğitimli-eğitimsiz, alt-orta ya da üst sınıf diye ayırmaksızın tehdit etmektedir (3, 7, 12, 17, 23). Kadınlar, Cumhuriyet’in kurulmasıyla kazanılan ve gelişerek artan yasal hak ve özgürlükleri, bazı batı ülkelerinden çok daha önce elde etmişlerdir. Planlı kalkınma dönemine girilmesi ile kadının, toplumdaki statüsünü yükseltmek, uluslararası sözleşmeleri uygulamak ve kalkınma planı hedef ve politikalarını yürürlüğe koymak üzere 1990 yılında “Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü”, 1991 yılında da “Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı” kurulmuştur. Kalkınma dönemi ile başlayan hızlı yapısal değişikliklere paralel olarak Türk kadını da, toplumsal yaşamın bütün alanlarına artan oranlarda katılmaya ve hakları konusunda bilinçlenmeye başlamıştır. Ancak, gerek geleneksel ataerkil, Türk aile yapısının kadınların sahip oldukları yasal hakları bütünüyle kullanmalarına engel olması, gerek kadınların bu engeller karşısında söz konusu haklarına yeterli ölçüde sahip çıkamaması ve gerekse zaman içerisinde değişen dünya koşulları karşısında Türk toplumunda kadının ikinci sınıf olması ve kadına yönelik şiddet davranışları engellenememiştir. Böylece dinsel-geleneksel önyargılar, cinsiyet ayrımcı politikalar, yasalar ve bakış açısıyla meşrulaştırılan şiddet, günümüze dek bir miras olarak kuşaktan kuşağa aktarılmıştır (15, 20, 24). Günümüzde, Türk toplumunda, şiddete uğrayan kadınların yaygınlığına ilişkin veriler oldukça sınırlı olmasına karşın, kadına yönelik şiddet kullanımı yerleşmiş üstü kapalı bir sorundur ve toplum olarak soruna tepkimiz oldukça yavaştır. Çünkü, aslında şiddet, kullanılan çevrede yaşayanlar açısından gizli kapaklı olmayan ve bilinen bir gerçekliktir. Ancak özellikle insanların imece usulü yaşadığı, gecekondu mahalleleri gibi kentsel mekanlarda, bu tür davranışlar “mahallenin onurunu” korumak ya da yaşanılan alanı dışarıya karşı daha “temiz” göstermek gibi kaygılarla yabancılardan gizlenmektedir. Gizlenen her olgu ise kayıtlara geçmemekte ve şiddete uğrayan kadınların yaygınlığına ilişkin verileri sınırlandırmaktadır (1, 14). larda dayak yediğini, Türk erkeklerinin %30’unun eşlerini dövdüklerini ve kadınların %58’inin dayağa maruz kaldığını belirtmektedir (22). Ataerkil geleneklere sahip Türk toplumunda kadın-erkek arasındaki ilişkide; erkeklerin kadınlar üzerindeki kontrolü ve gücü sürdürme ve devam ettirme gerekliliğine inandıkları, kökleşmiş olan temel bir eşitsizlik anlayışı söz konusudur. Erkekler, bu özden hareketle, kadınların kendilerine karşı saygılı, sorumlu, sabırlı ve namuslu olmalarını beklemekte, kendilerine göre, saygısızlık, sorumsuzluk, namussuzluk olarak nitelendirdikleri durumlarla karşılaştıklarında kontrolü ve gücü sürdürme adına, şiddet kullanımını meşru görmektedir (2, 6, 14). Geleneksellikten modernliğe doğru bir geçiş sürecinde olan Türk toplumunda, kadın geleneksel değerler ile modern değerler arasında sıkışıp kalmak- Kadına Yönelik Şiddet ve Hekimlik Sempozyumu sonuç bildirgesine göre; kayıtlı veriler, bugün ülkemizde, her 5 evden birinde kadının ciddi boyut7 tadır. Modern değerler doğrultusunda artan gereksinimler kadını iş yaşamına taşımakta, ancak vazgeçilemeyen geleneksel değerler de, kadına ev-çocuk bakımına ilişkin yoğun sorumluluklar yüklemektedir. İki değer arasında çatışma yaşayan kadın, zaman zaman bu sorumluluklarını istenilen ölçüde yerine getirememekte ve toplum yaşanılan bu yetersizlik karşısında kadının kendisini suçlu hissetmesine neden olmaktadır. Böyle bir durumda erkek de, yaşanılan sorumsuzluk karşısında şiddet kullanımını hakkı olarak görmekte ve şiddet girişimini meşrulaştırmaktadır (15). Türk toplumunda eğitim sisteminin, cinsiyetçi düzenin doğal olarak algılanmasını destekleyici bir yapıya sahip olması, bazı kurumların kadına yönelik şiddete yol açan ayrımcılığı özendirmesi ve meşrulaştırması da, kadına yönelik şiddetin devamlılığını sağlamaktadır (21). Türk toplumunun geleneksel anlayışının da, kadına fiziksel şiddet uygulama yaklaşımını, herhangi bir “suç” öğesi atfetmeksizin kabullendiği bir gerçektir. “Dayak cennetten çıkmıştır”, “ Kızını dövmeyen dizini döver”, “Kadının karnından sıpayı, sırtından köteği eksik etmeyeceksin”, “ Erkektir, sever de döver de”, “ Nasihatten uslanmayanın hakkı kötektir”, “Kan kussan da kızılcık şerbeti içtim diyeceksin”, “Kol kırılır, yen içinde kalır”, Allah sabırlı kulunu sever”, “Kadın erkeğin şeytanıdır”, Ayı sevdiği yavrusunu hırpalar”, Suç öldürende değil, ölendedir”, “Sen kadınsın alttan al” ata sözleri ve deyişleri bu konudaki düşünce yapımızı açıkça ortaya koymaktadır (3, 7, 12, 17, 23). Türk toplumunda, bilimsel ve teknik alanlardaki gelişmelere karşın, şiddete uğramış kadının ko8 numunu olumlu duruma getirebilecek sosyal sistemlerin (eğitim, istihdam, kültür ve hukuk) yetersizliği, kadınların dayağa karşı ailelerinden yardım isteme dışındaki seçeneklerini de yetersiz kılmaktadır. Aile onayı olmaksızın erken yaşta evlenen kadınlar ise, ailelerinden yardım isteyememekte, bu durumu ailesinden ve toplumdan gizleyerek izolasyon sürecine girmektedir (1, 13). Günümüzde kitle iletişim araçlarının çoğalmasıyla birlikte, özellikle yazılı ve sözlü basın, izleyici ve okuyucuyu çekebilmek amacıyla, kadını bir meta aracı olarak kullanmakta, zayıf ve ikinci sınıf bir varlık olarak toplum kültürüne yerleştirmektedir. Ayrıca, sözlü ve özellikle yazılı basında kadına yönelik şiddet haberleri sık sık yer almasına karşın, haberlerin yer alma biçimi, reyting kaygısıyla genellikle şiddeti körükleyecek ve kadınları bir kez daha mağdur edecek nitelikte olmaktadır. Medya organları kadına yönelik şiddeti yansıtırken, genellikle taraflı davranmakta, şiddet olayını şiddet uygulayan kişilerin anlattıklarına göre yorumlamakta, şiddete uğrayan kadını suçlu duruma sokmaktadır. Böylece basın-yayın organları şiddetin olumsuzluğunu ifade etmek yerine, kadınların geleneksel bakış açısına uymayan davranışları karşısında, şiddete maruz kalmasının normal bir sonuç olduğu mesajını vermektedir. Şiddetin bu şekilde normalleştirilmesi, bu tehditle mücadele edilmesini zorlaştırmaktadır (13). Türk toplumunda, şiddete maruz kalan kadınlar, gerek bilinçsizlik gerek çaresizlik nedeni ile hak arama sürecini başlatacak kurumlarla iletişime geçememekte ya da iletişime geçtikleri kurumlarda kadınların şikayeti sonunda adli bir sonuca ulaşamayacağı, boşuna zaman ve emek harcamaması şeklindeki telkinlerle dikkate alınmamaktadır (22). Özetle, cinsiyet ayrımcılığının besleyip güçlendirdiği kadına yönelik şiddet, küresel düzeyde, özellikle ekonomik, siyasal ve etnik sorunlarla iç içe geçerek tırmanmaktadır. Türk toplumunda da, kadına yönelik sağlık hizmetleri ile eğitim, istihdam, kültür ve hukuk programları arasında çeşitli düzeylerde yeterli bütünlüğün oluşturulmaması, kadının hak ettiği konumunda yer almamasına neden olmaktadır. Şiddet, kadının yalnızca bedensel ve ruh sağlığını etkilemekle kalmayıp, kendine saygısını, güvenini, yaşam kalitesini ve kendi yaşamını kontrol etme yetisini de yitirmesine neden olmaktadır. Kadınların hukuki, sosyal, siyasal ve ekonomik statülerinin yükselmesini engellemektedir. Toplum olarak, kadına yönelik şiddet olgularına yönelik tepkimizin de, çok yavaş olduğu göze çarpan bir gerçekliktir (2, 13). ric Treatment, 7:2001, 65-72, http://www.dvip.org./ hammersmith .html Sonuç olarak, kadına yönelik şiddet, yaygın olduğu kadar gizlenen, müdahale edilmediğinde nesilden nesile aktarılan evrensel ve sosyal bir problemdir. Bir insan hakları ihlali olan ve insanlığın gelişiminin önünde bir engel olarak duran kadına yönelik her türlü şiddet önlenmedikçe, toplumların tam sağlığa ulaşması olanaksız görünmektedir. Sadece maruz kalanın değil, tüm toplumun olumsuz etkilendiği bu sosyal problemi önlemede, toplumun tüm kurum ve kuruluşlarına önemli görevler düşmektedir (16, 18). 6. Ertürk Y. (2006) Kadına Karşı Şiddet, Nedenleri ve Sonuçları Türkiye Raporu. http://www.ihop. org.tr/dosya/YE/yeturkiyerapor.pdf ET: 10.03.2014 3. Demir, Ü., Özkan, A. (2001), “Kadın İstismarı”, I.Ulusal Aile Hizmetleri Sempozyumu Kitabı, Can Reklamevi Basın Yayın Ofset Matbaacılık, I.Basım, Ankara, s:280-285 4. Dişsiz M, Hotun-Şahin N. (2008) Evrensel Bir Kadın Sağlığı Sorunu: Kadına Yönelik Şiddet. Maltepe Üniversitesi Hemşirelik Bilim ve Sanatı Dergisİ.1 (1): 50-58. 5. Doğrusöz M., “Türkiye’de Kadın Sorununa Duyarlı Terapinin İlkeleri Nelerdir?”, http://icgoru. com/makale-12k 7. Kavacıklı, F., Evrukan, M., Aytekin, T., Kaplan, M., Mertoğlu N. ve diğerleri (2000), “Aile İçi Şiddetin Sebep ve Sonuçları (Aralık 1993-Aralık 1994), Bizim Büro Basımevi, II.Basım, Ankara, s:1819-145-151-153-159-161-162-192-194-195 KAYNAKLAR 8. Kocacık F. (2001) Şiddet Olgusu Üzerine, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 2(1):1-7. 1. Aslan, H., Avcı, A. (1994), “Kadınların Eşleri Tarafından Fiziksel İstismarı”, Psikiyatri, Psikoloji ve Psikofarmakoloji Dergisi, 2:4, s:354-360 9. Köse A, Beşer A. (2007). Kadının Değiştirilebilir Yazgısı-Şiddet. Atatürk Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi. 10 (4): 114 -121. 2. Blacklock, N. (2001), ”Domestic Violence Intervention Project (DVIP)”, Advances in Psychiat- 10. Marshall, T., (Çeviren: Şen,G.), (1997), Hükmeden Erkek Boyun Eğen Kadın, Altın Kitaplar Yayınevi, 1.Basım, İstanbul, s: 9-13 9 11. Muslu, L. (2001), “Kırsal Bölgede Eşleri Tarafından Fiziksel Şiddet Gören ve Görmeyen Kadınların Benlik Saygısı Düzeylerinin Belirlenmesi”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Denizli 12. Oral, R. (1993), “Çocuk İstismarı”, Sürekli Tıp Eğitim Dergisi, 2-12 Aralık, s:419-420 13. Özkan, R. (2001), “Aile ve Ailede Kadının Konumu”, I.Ulusal Aile Hizmetleri Sempozyumu Kitabı, Can Reklamevi Basın Yayın Ofset Matbaacılık, I.Basım, Ankara, 261-273 14. Ritesberger-Tılıç, H. (1997), “Aile İçi Şidet: Bir Sosyolojik Yaklaşım”, 20.Yüzyılın Sonunda Kadınlar ve Gelecek Konferansı http://leguin.haylaz.org/ARTICLES/ SIDDET.HTM 15. Sayın Ö. (1990), Aile Sosyolojisi Ailenin Toplumdaki Yeri, Ege Üniversitesi Basımevi, İzmir 16. Şenol D, Yıldız S. (2013). Kadına Yönelik Şiddet Algısı -Kadın ve Erkek Bakış Açılarıyla. Mutlu Çocuklar Derneği Yayınları, Ankara: 2013. 17. Şirin, A. (1998), “Kadın İstismarı ve Kadına Yönelik Şiddet”, Ege Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi,14:1, s:71-80. 18. T.C.Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü. Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı. 2007 – 2010 19. Vatandaş C. (2003) Aile ve Şiddet: Türkiye’de Eşler Arası Şiddet.1.Baskı. Uyum Ajans: Ankara. 10 20. Yurdakul, M.(1996), “Kadın İstismarı, Şiddet ve Hemşirelik”, Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Yüksekokulu Dergisi, 3:1, Ocak-Haziran, s:52-60 21. ............ (2002), “Ankara Tabip Odası Kadına Yönelik Şiddet ve Hekimlik Sempozyumu Sonuç Bildirgesi”, http:/www.ato.org.tr/kys_sempozyum_2002/ sonuc_bildirge.php3 22. ............ (2002), “Ankara Tabip Odası’nca 16-17 Kasım 2002 Tarihleri Arasında Düzenlenen Kadına Yönelik Şiddet Hekimlik Sempozyumu Sonuç Bildirgesi”, http://www. ucansupurge.org/ newhtml/sidsempsonuc.php 23. .............., “Aile İçi Şiddet”, http://www.20. uludag.edu.tr/~nazan/ders5.html 24. ............... (2002), “Kadına Yönelik Şiddete Hayır!” İnsan Hakları Derneği Ortak Basın Açıklaması http://www.ihd.org.tr/basin/bas20021125. html DERİNE DOĞRU Derindeyim, Çekiyor beni. Girdap döndükçe, rengimde dönüyor. Yüzsem diyorum, Kulaçlarım yetmiyor. Çekiyor beni. İstemiyor parlaklığımı, ışığımı, Söndürmek istiyor. Belirsizleşiyorum. Saydamım artık! YANSIMA Aynaya yansıdı renklerim, Siyah, mor, kırmızı, Bu ben miyim? Oysa içim , Turkuaz, sarı, pembe. Kokularım ise taze, Itıra benzer, papatya gibi. Işıldamalıyım, hatırlamalıyım renklerimi Avuçlarımda gökkuşağım, onları açmalıyım. Av.Ebru PUĞ SUS PUS Sen gülünce mutlu oluyor,üzülünce yas oluyorum. Senden uzakta yalan,yanında has oluyorum. Seninle işliyor yüreğim, yokluğunda pas oluyorum. Geldiğinde coşuyorum, gidince sus pus oluyorum. OGÜN KAYACAN 11 TARİHİN LANETLENEN KADINLARI; CADILAR Av. Irmak KORUCULU Tarihin tozlu sayfalarına bakıldığında kadınların sadece kadın kimliklerinden dolayı suçlanıp ağır cezalar ile cezalandırıldıkları sözde suçların başında cadılık gelmektedir. Kadınlar özellikle Orta Çağ ve Yeni Çağ’da dini, sosyal veya ekonomik pek çok sebeple cadılık ile itham edilerek çoğu kez öldürülmeleri sonucunu doğuran cezalar ile karşı karşıya kalmışlardır. Cadılık kavramı değişik dönemlerde değişik biçimlerde tanımlanmıştır. Örneğin; Türk Dil Kurumu Sözlüğünde; “Geceleri dolaşarak insanlara kötülük ettiğine inanılan hortlak” ve “Kötülük yaparak başkalarına zarar veren kadın” şeklinde, Suna Arslan Ka12 raküçük tarafından belki de en doğru biçimde; “Cadılar, ‘Korkunun kadınları’dır. Cadılık, korkutulan ve bir karşıt tepki olarak korkunun gücünü ele geçirmek için bilerek korkunçlaşan kadınlara biçilen tarihsel/ toplumsal bir roldür.” şeklinde tanımlanmıştır. Genel olarak cadılık; büyü ve sihir kullanılarak başkalarına zarar vermek, cadı ise cadılık ile uğraşan kişi olarak açıklanabilir. Tarihi süreçte bazı erkekler de cadılık ile itham edilmiş olmalarına rağmen bu sıfat ağırlıklı olarak kadınlara lanse edilmiştir. Bunun bir göstergesi olarak mitolojide, masallarda, filmlerde de cadılar, bazen iyilik ancak daha çok şeytanla işbirliği içerisinde başkalarına kötülük yapan kadınlar olarak tasvir edilmişlerdir. Mitolojide; Pandora, Melusina, Nemfler, denizkızı Sirenler, Anadolu’da Şahmaranlar yaptıkları kötülükler ile anılan kadın karakterlerdir. Erkek egemen zihniyette kadının kötülüğün kaynağı olarak kabul edilmesinin temelinde Adem’in Havva’dan önceki eşi olduğuna inanılan Lilith inancı yatmaktadır. Bu yüzden de çalışmamızda Lilith’den bahsetmemek eksilik olacaktır. Efsaneye göre; Lilith ile Adem eşit olarak yaratılmışlardır. Ancak Adem Lilith ile kendisinin bakış açıları arasındaki farkları anlayamaz. Lilith’e emirler vermeye, ona hükmetmeye, onun üzerinde hakimlik kurmaya başlar. Lilith bu durumu kabullenemez. İkisi de eşit şekilde yaratıldıklarından eşit olduklarını savunur ve bu duruma daha fazla tahammül edemediğinden yeryüzüne iner. Kendisine sunulan cenneti reddettiğinden dolayı lanetlenen Lilith yeryüzünde Cin kralı Şamael ile birlikte olarak cin çocuklar dünyaya getirir. Adem’e dönmesi için yapılan çağrılar Lilith tarafından reddedilir. Kendisine her gün yüz çocuğunun öldürüleceği bildirilir ve denilen de gerçekleştirilir. Lilith de Adem soyundan gelenlerin başına bela olmaya yemin eder. Bunun üzerine hamile ve doğum yapan kadınların başına musallat olur. Bebeklerin ve annelerin ölümlerine neden olur. Yalnız uyuyan erkeklerin rüyalarına girerek onların rüyalar görmelerine sebep olur ve bu şekilde hamile kalarak cin çocuklar doğurmaya devam eder. Ataerkil sistemde Lilith, özellikle erkek egemenliğine boyun eğmemesi ve güçlü duruşu nedeniyle kötülüğün kaynağı olarak kabul edilmiştir. 13 Kadınların kötülük ve cadılık ile özdeşleştirilmelerinin temelinde de bu efsanenin yattığını söylemek yanlış olmayacaktır. Kadınlar ile cadılık arasında kurulan bağlantı; mitlerle, efsanelerle ve batıl inançlarla başlamış Hristiyanlık inancıyla da gelişmiştir. Cadılık öğretileri Hristiyanlığın ilk dönemlerinden itibaren paganizmden arta kalan batıl inançlardan biri olarak değerlendirilmiş ve önlenmesi için çok ciddi tedbirler alınmıştır. Bu dönemde, Pagan tapınakları kiliselere çevrilmiş, tapınaklardaki rahibeler de tapınak fahişeleri olarak anılmaya başlanmışlardır. Kilisenin bakir ve kadın düşmanı rahiplerinden oluşan engizisyon mahkemelerinin de ilk hedefi cadı olarak anılan bu kadınlar olmuştur. Cadı inancı çok daha önceki dönemlere rastlamasına rağmen; kilise tarafından bir tehdit olarak görülmesi ve toplu katliam niteliğindeki cadı avlarının başlaması sanılanın aksine Ortaçağa değil Yeniçağın başlangıç dönemi olan 15. yüzyıla rastlamaktadır. Ciddi anlamda son toplu cadı avı ise 17. yüzyıl sonunda Amerika’nın Massachusetts şehrinin Salem kasabasında gerçekleştirilmiştir. Geçen yüzyıllar boyunca her tipte ve her yaşta kadın cadılık ile itham edilerek yargılanmış, pek çoğu ölümle sonuçlanan korkunç cezalarla cezalandırılmışlardır. 14 Ortaçağın kadınlık ve hatta insanlık tarihi açısından en karanlık dönemi olarak kabul edilebilecek Engizisyon dönemi kayıtları incelendiğinde görülmüştür ki; kadınların özellikle bilgili, diğerlerinden farklı olanları Domaniken rahiplerince cadılık iddiasıyla yargılanmış ve öldürülmüşlerdir. Bu dönemde yaşanan kıtlık, açlık, veba, savaş, toplu hayvan ölümleri, gibi toplumsal felaketler de cadı olduğuna inanılan kadınlara atfedilmiştir. Kadınlar çoğu kez doğaları sebebiyle bunun yanında da pek çok akıl dışı sebeple cadı olarak suçlanmışlardır. Öncelikle kadınların doğurganlığı, regl dönemlerinin olması ve regl kanının zehirli olduğu inancı ayrıca doğum olayının başlı başına karmaşık bir yapıya sahip olması kadınları erkekler açısından korkutucu kılmıştır. Bunun yanında mantık dışı pek çok emare de kadınları cadı ilan etmek için yeterli görülmüştür. Örneğin; kilisedeki ayinde çok içten dua eden kadın; çok günahı olduğundan dolayı Tanrıdan af dilediği, gündüzleri uyuklayan kadın; geceleyin şeytanla elbirliği ile kötülükler yaptığından uyuyamadığı gerekçeleri ile cadı olarak kabul edilebilmiştir. Bir kadının çok çirkin olması cadılık alameti olarak görülürken aynı şekilde çok güzel olması da erkekleri güzelliği ile büyüleyebileceği düşüncesi ile cadılık alameti olarak sayılmıştır. İngiltere’de ek- mek ve para dilenen kadınlar yemek bulmak için şeytanla işbirliği içerisinde oldukları şeklinde yorumlanmışlar, kendilerine yardım etmeyenleri lanetlemeleri neden gösterilerek cadı oldukları gerekçesiyle öldürülmüşlerdir. Amerika’da çok tanrılı dinlere inanan kadınlar cadılık ile itham edilmiş Avrupa’dakiler gibi onlar da öldürülmüşlerdir. Fransa’da Jean D’arc 1412 yılında yaşanan yenilginin sorumlusu olarak görülerek diri diri yakılmıştır. Jean D’arc’ın bu şekilde vahşice katledilmesinin nedeni ise erkekleri reddetmesi, erkek gibi giyinmeyi tercih etmesi ve büyücü olduğunun düşünülmesidir. Nitekim 1909 yılında Kilise Jean D’arc’ın masum olduğunu kabul ederek itibarının iade edilmesine karar vermiştir. Cadılıkla itham edilen kadınların başında ebeler ve şifacılar yer almaktadır. Ebelerin doğum yaptırmaları ve bu şekilde büyücülükte kullanıldığı düşünülen plasentayı elde edebilmeleri, şifacıların bitkilerin gizemlerini çözerek bunlardan ilaçlar hazırlayabilmeleri cadı olarak kabul edilmelerinde yeterli görülmüştür. Ebeler, kadınların ve erkeklerin üreme yeteneklerini ellerinden almak, kürtaj yapmak ve yeni doğan çocukları zehirleyerek ölümlerine sebep olmakla suçlanmışlardır. Şifacıların da hastalıkları iyi edebilecekleri kabul edilmiş, ancak kadın gibi zayıf bir varlığın iyileştirme gücünü ancak şeytan ile işbirliği yaparak elde edebileceğine inanılmıştır. Katolik kilisesi eğitim görmemiş kadınların şifa dağıtmaya çalışması durumunda cadı olarak kabul edilerek öldürüleceğini ilan etmiştir. Bu şekilde kadınların şifa vermesinin tamamen önüne geçilmiştir. Çünkü o dönemde tıp eğitimi, kiliseye bağlı üniversitelerde verilmekteydi ve kadınların bu üniversitelere girmeleri yasaklanmıştı. Bu şekilde kadın ebe/şifacılar ile kiliseye bağlı erkek doktorlar arasındaki rekabet de ortadan kaldırılmış- tır. Öncelikle ebeler ve şifacılar cadı olarak kabul edilmelerine rağmen zamanla cadılık tanımlamasında yelpaze genişlemiş, soylu hatta rahibe kadınlar dahi cadılık ile suçlanabilir duruma gelmişlerdir. Yukarıda da açıklandığı üzere; cadı olarak kabul edilen kadınların nitelikleri açıkça belirlenmediğinden ve vahim bir biçimde suçlama için yalnızca tek bir ihbar yeterli görüldüğünden her kadın her an cadılık suçlaması ile karşılaşacağından korkarak yaşamıştır. Cadılık suçlamalarında kadınların biyolojik, fiziksel ve ruhsal özellikleri yanında maddi durumları da rol oynamıştır. Örneğin; Salem cadı avlarında cadılığına hükmedilerek öldürülen kadınların büyük çoğunluğu erkek varisi bulunmayan mülk sahibi kadınlar olmuştur. Çünkü mirasın erkek soyu üzerinden geçtiğine inanılmaktadır. Bu nedenle de bu kadınlar tehdit olarak görülmüştür. Aynı şekilde Avrupa’da cadılıkla suçlanan kadınların malvarlıklarının 2/3’nin feodal hükümdara, 1/3’nin ise ihbar eden kişi, yargılamayı yapan yargıç ve idamı gerçekleştiren cellat arasında paylaştırılmasının malvarlığı bulunan sahipsiz kadınların cadılık ile suçlanarak idam edilmesinde etkili olduğu açıkça ortadadır. Cadılık suçu Roma İmparatorluğu döneminden itibaren pek çok hukuki metinde yer almıştır. Ortaçağdaki düzenlemeler de Roma Dönemini referans almıştır. İmparator Sulla döneminde yapılmış olan Lex Corneliasicarris Et Veneficis (Cadılar ve Katiller Hakkında Cornelia Kanunu) Ortaçağda uyarlanan kanunlardan biridir. Kanunun adından da anlaşılacağı üzere Roma döneminde cadılar katiller ile aynı sınıfta değerlendirilmişlerdir. Çünkü erkekler arasında kadınların erkekleri baştan çıkarma ve zehirli olduğuna inanılan regl kanı ile onları zehirleme eğiliminde oldukları inanışı hakimdir. 15 Cadı avlarında Maleus Maleficarum önemli bir yer tutmaktadır. Tarihler 1484’ü gösterdiğinde; iki Engizisyon Dominiken Rahip Heinrich Kraemer ile Johann Sprenger, Papa VIII. İnnocentus’tan Almanya’da cadılığı ortadan kaldırmak için izin istemişlerdir. Yaptıkları çalışmalar neticesinde Almanya’nın köy ve kasabalarında sözüm ona şeytanla iş birliği içinde olan, hayvanlara ve erkeklerin üreme yeteneklerine zarar veren kadınların yaşadığı tespit edilmiş ve bu tespitler de Papa tarafından onaylanmıştır. Bunun üzerine diğer rahiplerin de bu bilgilerden yararlanmaları amacıyla cadı avcılarının kutsal kitabı olarak kabul edilen Malleus Maleficarum yani “cadıların kafasına indirilen balyoz” 1486 yılında yayımlanmıştır. Bu metinde geçen cümleler de engizisyon döneminin kadınlara bakış açısının özeti niteliğindedir. Örneğin; “Çok Kadın Olan Yerde Çok Cadı Olur” gibi cümleler içermektedir. Bu metin ile cadılık kadınlık özdeşleştirilmiştir. Buna göre; kadınlar yaratılıştan zayıf oldukları için şeytana kolayca kapılırlar. Ayrıca zayıf oldukları ve iktidarda bulunma imkanları olmadığı için de kin ve nefrete kapılarak ulaşamadıkları iktidarı büyü yoluyla elde etmeye yatkındırlar. Kadınların bu büyü gücünü ise genellikle şeytanla cinsel birliktelik yoluyla elde ettiklerine inanılmaktadır. Ancak kadınların bu zayıf ve zayıflıklarından kaynaklanan düşmanca tutumlarına karşılık erkekler İsa ile özdeşleştirilerek şeytanın etkisine kapılmaktan uzak oldukları kabul edilmiştir. Cadı avcılarının el kitabına dönüşen bu kitabın içerisinde cadıların nasıl tespit edileceği ve yargılamalarının ne şekilde yapılacağına ilişkin düzenlemeler de yer almaktadır. Cadılık suçlamasıyla yargılanan bir kadın cadılığı kabul ederse cadı olduğu anlamına gelmektedir. Cadıların varlığını inkâr etmek de sapkınlık olarak kabul edilmektedir. Sonuçta, cadılık 16 ile bir kez suçlanan kadın her halükarda suçlu kabul edilmektedir.. Cadı yargılamalarına bakıldığında bu sözüm ona suça ilişkin sorgu yöntemlerinin ve cezalandırma biçimlerinin de insanlık dışı olduğu görülecektir. Cadılık yargılamasının başlaması için tek bir ihbarın yeterli olduğunu belirtmiştik. Bu kısımda cadılık ile suçlanan kadınların hangi koşullarda ve biçimlerde yargılandıkları üzerinde durulacaktır. Kişinin cadı olduğuna hükmedilip cezalandırılabilmesi için cadı olduğunu itiraf etmesi şart olduğundan itirafın alınması için çok çeşitli insanlık dışı yöntemler kullanılmıştır. Öncelikle cadı olduğu iddia edilen kişi yargılama süresince zindana kapatılırdı. Vücudunun tamamında şeytana ait olduğu düşünülen izler aranırdı. İlk olarak hakim tarafından sözlü sorgulamaya başlanır bu kısımda kadından şeytan ile olan işbirliğinin detaylarını anlatması istenirdi. Bu sorguda eğer suç itiraf edilmezse kişi işkence aletleri gösterilerek korkutulurdu. Korkutularak da istenilen itiraf elde edilemezse kişiye işkence uygulanırdı. Kadınlara çoğunlukla cinsellikleri ile ilgili işkenceler uygulanırdı. Örneğin; göğüs uçları pense ile kopartılır, ağız, rahim ya da rektum armudu adı verilen işkence aletleri istenilen yerlere uygulanırdı. Eğer işkence de itiraf için yeterli olmazsa cadılık deneylerine geçilirdi. Deneylerden biri su deneyi olup sıcak su ve soğuk su deneyi olmak üzere iki farklı şekilde uygulanmaktaydı. Sıcak su deneyinde kadından elini kaynar suya sokması istenirdi. Elde meydana gelen yanıklar kısa sürede iyileşirse kadın suçsuz sayılırdı. Soğuk su deneyinde ise kadın eli kolu bağlanarak nehre atılırdı. Eğer kadın nehirde yüzer de boğulmazsa cadı olduğu kabul edilerek yakılır, eğer suyun dibine batar da boğulursa suçsuz sayılırdı. Ateş deneyi de yine sıcak su deneyine benzer bir deney olup kadından yanmakta olan bir eşyayı tutması ya da ateşte yürümesi talep edilir, yanan yerlerin çabuk iyileşip iyileşmemesine göre hüküm verilirdi. İğne deneyi de yaygın olarak kullanılan deneylerden biri olup, kadının vücudunda bulunan leke ve benlere iğne batırılırdı. İğne batırılan yer kanamazsa ya da kadın acı duymazsa bu izlerin şeytana ait olduğu kabul edilerek cadı olduğuna karar verilirdi. Bir diğer deneyde ise cadıların gözyaşları olmadığına inanıldığından kendilerinden ağlamaları istenir eğer ağlarlarsa suçsuz olduklarına hükmedilirdi. Deneylerden sonuncusu ise tartı deneyi olup bu deneyde ruhunu şeytana vermiş olan kadının daha hafif olacağına inanıldığından tartıda karşısına konan ağırlıktan hafif gelirse cadı olduğuna, eğer ağır gelirse tartıyı büyülediği kabul edilerek yine cadı olduğuna karar verilirdi. Bu deneyde kadının suçsuz kabul edilebilmesi için karşısındaki ağırlık ile eşit olması gerekmekteydi. Tüm bu deneyler sonucunda kadının cadılık suçlamasından kurtulabilmesi çok güçtü. Cadı olduğuna hükmedilen kadının cezası ise diri diri yakılarak öldürülmekti. Ancak bazı durumlarda yakılmadan evvel boğulmaları veya başlarının kesilmesi uygulaması da bulunmaktaydı. Cadı avı çılgınlığı tüm bu yüzyıllar boyunca ara- 17 lıksız devam etmiş ve binlerce kadın bu şekilde katledilmiştir. 17. yüzyıl sonu cadı avlarının da sonu olarak kabul edilmekle birlikte bu yüzyıl iki büyük cadı avı vakasına ev sahipliği yapmaktadır. Bunların ilki 1644 yılında Essex’te, cadı avcısı Matthew Hopkins tarafından sürdürülen cadı avıdır. Bu işi para karşılığı yapan Matthew Hopkins’in kayıtlı 230 kurbanı bulunmaktadır. İngiltere’de iç karışıklıkların olduğu bu dönemde ortaya çıkarak, acımasız yöntemlerle cadı avlarını yürütmüştür. Essex’te gerçekleştirilen cadı avında erkekler de cadılıkla itham edilmelerine rağmen; itham edilen 291 kişinin 268’i kadındır. Bir diğer ünlü cadı avı yargılamaları 1692 yılında Salem’de gerçekleştirilmiştir. Salem cadı yargılamalarında da 162 kişi cadılık ile suçlanmış olup bunların 120’sini kadınlar oluşturmuştur. Bu yargılamalarda cadılar ortalama 40-60 yaşları arası, evli veya bekar kendi ayakları üzerinde durabilen kadınlardan seçilmiştir. Erkekler ise bu kadınlar ile yakın akrabalık bağları olan erkeklerdir. Yani erkeklerin cadılık ile suçlanmalarının nedeni dahi yine bir kadınla olan ilişkisidir. Çağlar boyunca kadınlar erkek egemen zihniyetin boyunduruğu altında ezilmeye çalışılmışlardır. Ancak bu egemenliğin en acımasız görünüş şekli kuşkusuz cadı yargılamalarıdır. Güzel kadınlar erkekleri büyüledikleri, çirkin kadınlar şeytanla ilişkileri nedeniyle çirkinleştikleri için; kendi ayakları üzerinde durabilen güçlü kadınlar toplumdan aykırı görüldükleri ve güçlerinden çekinildiği, güçsüz kadınlar ise güç elde etmek adına şeytanla anlaşma yapabilecekleri için; ayrıca doğurma yeteneklerine sahip oldukları ve doğuma yardım ettikleri için; bazen de iyileştirme yetenekleri yüzünden ama özünde sırf kadın oldukları için cadılıkla suçlanmışlar ve yüzyıllar boyunca tarihin gördüğü en acımasız ve insanlık dışı 18 yöntemlerle yargılanarak vahşi biçimlerde hayattan kopartılmışlardır. Toplumda yaşanan her olumsuzlukta aranan günah keçisi kadınlar olmuş ve kadın olmanın bedelini de ne yazık ki canları ile ödemişlerdir. Yargılamada itirafın esas alınması ve itirafın elde edilmesi için başvurulan sorgu yöntemlerinin, uygulanan vahşi işkencelerin ve cadılığın tespiti için uygulanan deneylerin hiçbir çağda kabulü mümkün değildir. Cadılık inancının başlangıcında toplumda hakim olan batıl inançlar yer alsa da cadı avlarının domaniken rahiplerinin emirleri ile ve yasalarla hayata geçirilmesi son derece düşündürücü ve ürkütücüdür. Ayrıca cadı avlarının dünyada bilimin geliştiği Rönesans dönemini de içine alması oldukça ironiktir. Günümüzde cadılık suçlaması ile yargılanan bulunmamaktadır. Ancak ne yazık ki kadınlar; tarihin her döneminde ve günümüzde de sadece kadın olmaları sebebiyle hayatın her alanında erkek egemenliğinin baskılarına, suçlamalarına, cezalandırılmalarına maruz kalmaktadırlar. Yararlanılan Kaynaklar: Aksan, Yücel. “1450-1750 Yılları Arasında Avrupa’da Cadılık”, Tarihi İncelemeler Dergisi, Sayı: XXVIII/2, 2013, ss.355-368. Arslan Karaküçük, Suna. “Korkunun Kadınları: Cadılar Ve Cadıcılık”, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi, Cilt:13, Sayı:2, 2010, ss.41-64 Berktay, Fatmagül. Tarihin Cinsiyeti, Metis Yayınları, İstanbul, 2012 Gün, Mukadder, Serap Şahinoğlu. “Büyücülükten Şifacılığa Kadın Sağaltıcıların Öyküsü”, Lokman Hekim Dergisi, Sayı:5(1), 2015, ss.27-32. BENİM BENİM BEDENİM, BEDENİM, BENİM KARARIM! Av. Gülce MUTOĞLU KILAVUZ Üreme Hakları ve Kürtaj Değerlendirmesi Bedenimiz üzerindeki kararları gerçekten biz verebiliyor muyuz? Ülkemizde ve dünyada çokça tartışılan kürtaj yasakları, aile planlaması konusunda yürütülen devlet politikaları, kadınların doğurganlıkları sebebiyle iş yaşamında ayrımcılığa uğramaları, bekaret kontrolleri gibi bir çok sorun aslında temel insan hakları içinde değerlendirilen üreme haklarının ihlali niteliğinde. Üreme hakları, evrensel insan hakları kapsamında, çiftlerin ve bireylerin çocuklarının sayısı ve doğum aralığına özgürce ve sorumlu bir şekilde karar verebilmeleri için gerekli bilgiye sahip olabilme; üreme sağlığı hizmetlerine ulaşabilme, hiçbir şiddet, baskı ve ayrımcılığa maruz kalmadan üreme ile ilgili kararlarını özgürce verebilme hakkı olarak tanımlanmaktadır. Üreme haklarının bazıları, -bireylerin, çocukların sayısı ve aralığına karar vermelerine devletin müdahale edememesi gibi- devlet tarafından güvenceye alınma (müdahaleci olmama) taleplerini içerir. Bir kısmı ise -sağlık hakkı gibi- devletin müdahaleci olması taleplerini içermektedir. Ancak her iki durumun da sağlanması için devletin gerekli önlemleri alma yükümlülüğü vardır. Üreme hakları ilk olarak 1968 yılında yapılan Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konferansı’nda (Tahran) insan haklarının bir alt kümesi olarak değerlendirilmiştir. Kahire’de 1994 yılında düzenlenen Birleşmiş Milletler Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı (ICPD) ile nüfus konusundaki geleneksel politikadan uzaklaşılmış, devletlerin kadın ve erkek KÜRTAJ HAKTIR 19 eşitliğini temel alarak aile planlaması ve cinsel sağlığı içeren üreme sağlığı hizmetleri dahil tüm sağlık hizmetlerine ulaşabilirliğini sağlaması gerekliliği kabul edilmiştir. Bu konferansın sonuçları IV. Dünya Kadın Konferansı’nda (FWCW) da vurgulanmış ve eylem planında yer almıştır. ICPD 1994 sonunda 179 ülke tarafından kabul edilen Eylem Programı, 2015 yılına kadar uygulanmak üzere bazı eylem önerilerini içermektedir. Türkiye, Eylem Programı’nı kabul eden ülkelerden biridir. 20 Üreme hakları ve cinsel hakları açısından önem taşıyan bir diğer uluslararası belge de BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’dir (CEDAW). Uluslararası Aile Planlaması Federasyonu (IPPF) tarafından hazırlanan Üreme Hakları ve Cinsel Haklar Bildirgesi’nde yer alan üreme hakları şöyledir; 1-) Yaşama Hakkı: Üreme hakları yaşama hakkının ayrılmaz bir parçasıdır. Üreme haklarını temel insan haklarının devamı olarak görmek, bu hakka gereken duyarlılığın gösterilmesini sağlayacak en önemli adımdır. Yaşam hakkı ile üreme haklarının bağlantısının kurulabileceği ilk nokta yaşamın ne zaman başladığı konusundaki tartışmadır. Üreme hakları kapsamında yaşamla bağlantı kurulan ikinci nokta ise bireylerin üreme haklarını kullanmaları sürecinde sağlıklarının ve yaşamlarının korunmasıdır. Bildirge’de yaşam hakkı çerçevesinde üreme hakları ile ilgili açıklamalarda, gebeliğindevamında ve sonrasında gerçekleşen cinsiyetçi yaklaşımlara da dikkat çekilmiş ve cinsiyet nedeni ile çocukların yaşamına son verilemeyeceği açık bir şekilde ifade edilmiştir. Buna göre kız bebeklerin doğumdan önce ya da doğumu takiben öldürülmesinin engellenmesi gerektiği belirtilmiştir. ICPD 1994’te ülkelerin büyük oranda yalnızca kadının hayatını kurtarmak için gebeliğin sonlandırılmasına izin verme politikaları uyguladığı, bunun da annelerin düşüğü kendilerinin gerçekleştirmesine neden olduğu, bu durumun anne ölümlerinde önemli bir artışı getirdiği belirtilmiştir. Bu hak mevzuatımızda Anayasa’nın 17. Maddesinde ve Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. Maddesinde düzenlenmiştir. rini ve yaşamlarını kültürel, toplumsal nedenler veya inançlara bağlı olarak zorlaştıran ve engelleyen davranışların cinsel yaşam ve üremede özgürlük hakkına aykırı olduğu, bireylere suçluluk, utanç duygusu veren davranışların da, özgürlük anlayışı ile bağdaşmayacağı da belirtilmiştir. Buna göre kadınlara yapılan “bekaret kontrolü” gibi kadınlara yönelik onur kırıcı davranışlar engellenmelidir. Kadının, eşi ya da diğer aile bireyleri tarafından çocuk doğurmaya zorlanması ya da çocuk sahibi olmasının engellenmesi de cinsel yaşam ve üremede özgürlük hakkı ile bağdaşmaz. Buna göre bireylerin yapacağı çocuk sayısına ilişkin yürütülen ve sayıca çok (en az 3 gibi) çocuk yapmayı tavsiye eden devlet politikaları da özgürlük ihlalleri kapsamında değerlendirilmelidir. Kadınların gebeliğini sonlandırmaya ya da sürdürmeye zorlanması da özgürlük ihlalleri arasındadır. Özgürlük hakkı T.C Anayasası’nın 25. Maddesi kapsamında değerlendirilmektedir. 3-) Eşitlik Hakkı: Hiç kimse, cinsel ve üreme yaşamında, sağlık bakımı ya da sağlık hizmetlerinden yararlanmada ırk, renk, cinsiyet ya da cinsel tercih, medeni durum, aile konumu, yaş, dil, din, siyasi ya 2-) Özgürlük Hakkı: Bildirgeye göre cinsel yaşam ve üremede özgürlük hakkı kapsamında her bireyin, başkalarının haklarına saygı göstermek koşuluyla cinselliğini ve üremesini sürdürme, kontrol etme ve cinsel yönelimini ifade etme özgürlüğü vardır. Bütün kadınlar, gebeliğin güvenle sonlandırılması da dahil olmak üzere üremeyle ilgili seçim yapma hakkına sahiptir. Bildirge’de bireylerin cinsel istekle21 da diğer görüşler, ulusal ya da sosyal köken nedeniyle ayrımcılığa tabi tutulamaz. Tüm bireylerin üreme sağlığı, cinsel sağlık ve hakları ile ilgili danışmanlık hizmetlerine ulaşma hakkı vardır. Kadınların cinsiyetleri nedeniyle üreme sağlığı, cinsel sağlık konusunda eğitim almasının, üreme sağlığı ve cinsel sağlık hizmetlerine ulaşmasının engellenmesi eşitlik hakkı ile bağdaşmaz. Kadınlara ev ve iş yaşamlarında doğurganlıkları veya çocuk sahibi olmaları nedeniyle ayırım yapılması, çalıştıkları işler sebebiyle çocuk üreme haklarının engellenmesi veya taahhüt vermelerinin istenmesi yine eşitlik hakkına aykırıdır. Eşitlik hakkı T.C Anayasası’nın 10. Maddesi kapsamında değerlendirilmektedir. Ayrıca İş Kanunu’ndaki doğum iznine ilişkin hükümler de bu hak kapsamındadır. 4-) Mahremiyet Hakkı: Bireylerin cinsel sağlık ve üreme sağlığı ile ilgili hizmet alması sürecinde öğrenilen ve edinilen tüm bilgi ve belgelerin gizliliği sağlanmalıdır. (Burada akla geçtiğimiz yıllarda ülkemizde Sağlık Bakanlığı’nın başlattığı bir uygulama ile hamilelik testi pozitif çıkan bekar kadının babasına bilgi mesajı gönderilmesi olayı geliyor.) Bireyin bilgilendirildikten sonra izin verdiği ve talep ettiği işlemlere (tıbbi sakınca olmadıkça) tabi tutulması, bireyin beden mahremiyeti hakkının sonucudur. Bu anlamda zorla yapılan kısırlaştırma, gebeliği sonlandırma, doğurganlığı önleme gibi faaliyetler gibi –tıbbi açıdan bir sakınca olmadıkça- talep edilen müdahalenin gerçekleştirilmemesi de bireyin bedeni üzerindeki haklarına müdahale olarak kabul edilir. Bu gibi konularda bireyler, kendi beden bütünlüklerine müdahale konusunda tek başlarına karar 22 verici olmalı, bir başkasının onayına bağlı kalmamalıdır. Bireylerin kendileri ile ilgili bilgileri saklı tutmak yerine ayrımcılığa maruz kalmaksızın cinsel yönelimlerini açıklayabilmeleri de bu hakkın kapsamındadır. T.C Anayasası’nın 20. Maddesi, Türk Ceza Kanunu’nun 135/2 maddesi, Hasta Hakları Yönetmeliği’nin 21. Maddesindeki hükümler bu hak kapsamındadır. 5-) Düşünce Özgürlüğü Hakkı: Tüm bireyler, cinsel ve üreme yaşamları hakkında düşünce ve konuşma özgürlüğüne sahiptir.Bireylere üreme ve cinsel sağlıkları konusunda sınırlanmalar getirebilecek dini metinlerden,inançlardan, geleneklerden ve felsefi görüşlerden korunma hakkı da Bildirge’de tanınmıştır. Bu hak T.C Anayasası’nın 25. Maddesinde karşılığını bulmaktadır. 6-) Bilgilenme ve Eğitim Hakkı: Tüm bireyler, cinsel sağlık, hakları ve sorumluluklarıyla ilgili, cinsiyete duyarlı, önyargılardan uzak, yansız ve çoğulcu bir şekilde sunulan eğitime ve doğru bilgiye ulaşma, cinsel ve üreme yaşamlarına ilişkin kararlarını tam, özgür ve bilinçli vermelerini sağlayacak yeterli eğitim ve bilgiyi edinme, doğurganlığı düzenleyen bütün yöntemlerin ve istenmeyen gebeliklerin önlenmesinin görece yararları, riskleri ve etkililiği konularında tam bilgi edinme hakkına sahiptir. T.C Anayasası’nın 19 ve 41. Maddeleri Umumi Hıfzısıhha Kanunu’ndaki eğitim ve evlenme öncesi tedaviye ilişkin hükümler, Nüfus Plankaması Kanunu’ndaki eğitim ve öğretime ilişkin hükümler ve Hasta Hakları Yönetmeliği’ndeki hastanın sözlü ve yazılı bilgi isteme hakkı bu kapsamdadır. 7-) Evlenme ve Aile Kurma Konularında Seçim Yapma Hakkı: Tüm bireyler, tam, özgür ve bilinçli olurları dışında evlendirilmekten korunma hakkına sahiptir.Kadınların olurları dışında evlendirilmeleri erken yaşta evlilikleri kapsamaktadır. Erken yaşta evlendirmeler, özellikle eğitim, ekonomik, otonomi, fiziksel ve psikolojik sağlık yönünden, gelişmelerinde olumsuz etkileri olması nedeniyle genç kızların kişilik hakkına saldırıdır. Erken yaşta evliliğin olumsuz diğer bir etkisi, genç kızların eğitim hakkının engellenmesidir. Yeterli eğitim alma hakkının sağlanamamasının diğer bir olumsuz etkisi, eğitimin yeterli olmadığı durumlarda sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkının da sınırlanmasıdır. Erken yaşta evlendirilen kız çocuklarının fizyolojik olarak doğum için yeterli olgunlukta olmaması, anne ve bebek ölümündeki artışlar dahil ciddi riskleri de birlikte getirmektedir. Türk Medeni Kanunu’ndaki evlenmeye ilişkin hükümler, CEDAW 16. Maddesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 165. Maddesindeki düzenlemeler bu kapsamdadır. 8-) Çocuk Sahibi Olup Olmamaya Karar Verme Hakkı: Tüm bireyler sahip olacakları çocuk sayısına ve çocuklar arasındaki zaman aralığına karar verme hakkına sahiptir.Bu hak kapsamında tüm kadınların, üreme sağlığının korunması, güvenli anneliğin sağlanması ve gebeliğinin güvenli sonlandırılması için gereken bilgi, eğitim ve hizmetlere ulaşma hakkı vardır. Tüm bireyler, istenmeyen gebeliklerden korunma yöntemleri içinden kendileri için güvenli ve kabul edilebilir olanı özgürce seçmek ve kullanmak hakkına sahiptir. Bu haktan evli olanlar yanında evli olmayanlar da kısıtlamalarla karşı karşıya gelmeden yararlanabilmelidirler. Türkiye’de de aile planlamasının yasal olarak tanımı yapılmış ve fertlerin istedikleri sayıda ve istedikleri zaman çocuk sahibi olabilmeleri esas alındığı kanunda belirtilmiştir. Ancak örneğin kısırlaştırma, Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ile evli kadınlar açısından eşin rızasına bağlanmıştır. Yani kadın çocuk sahibi olmak istemiyorsa ya da başka çocuk istemiyorsa eşinin rızası ile kısırlaştırılabilir. T.C Anayasası’nın 41. Maddesi, Nüfus Planlaması Hakkında Kanun, Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri Yönetmeliği, CEDAW 12,14/2b ve 16/e maddesi bu hak kapsamında düzenlemeler içermektedir. 9-) Sağlık Bakımı Alma ve Sağlığın Korunması Hakkı: Tüm bireyler; cinsel sağlık ve üreme sağlığı da dahil, bütün bakım hizmetlerinde ulaşabilecek en yüksek nitelikte hizmet alma hakkına sahiptir. gebe23 liğin güvenli sonlandırılması dahil, doğurganlığı düzenleyen tüm yöntemler ile infertilite (çocuk sahibi olamama) ve AIDS de dahil olmak üzere cinsel yolla bulaşan enfeksiyonların tanısı ve tedavisi, özellikle de kadınlar ve kız çocukları, sağlığa zarar veren geleneksel uygulamalardan korunma hakkı, yansız olarak sunulan bilgilere dayanarak kendi kararlarını vermelerini sağlayacak infertilite ve gebelik danışmanlığını alma hakkı, gebelik, doğum ve doğum sonrası bakım ve gebelik ile emzirme sırasında yeterli beslenme hakkı bu hak kapsamındadır. Bu hak kapsamında annelerin, yeterli sosyal güvenlik hakları sağlanmış doğum hakkına sahip olduğu da vurgulanmıştır. T.C Anayasası’nın 41 ve 56. Maddeleri,Umumi Hıfzısıhha Kanunu, Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklarla Mücadele ile ilgili Tüzük, Nüfus Planlaması Hakkında Kanun, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu ile İş Kanunu’nda gebe kadınların çalışma usul, süre ve şartlarına ilişkin hükümler, Hasta Hakları Yönetmeliği’ndeki kaliteli sağlık hizmeti alma hakkı bu hak kapsamında düzenlemeler içermektedir. 10-) Bilimsel Gelişmelerden Yararlanma Hakkı: Sağlık alanındaki bilimsel ve teknolojik ilerlemeler insanların sağlık hizmetlerinden daha az zararla daha kolay bir şekilde yararlanmalarını amaçlamaktadır. Tüm bireyler, infertilite, gebeliğin önlenmesi ve gebeliğin sonlandırılmasını da kapsayan konularda üreme sağlığı teknolojisinden yararlanma ve üreme sağlığıyla ilgili teknolojinin sağlık ve iyilik hali üzerinde olabilecek herhangi bir olumsuz etkisi konusunda bilgi alma hakkına sahiptir. Mevzuatımızda bu hakkı karşılayacak bir düzenleme tespit edilememiştir. 24 11-) Toplanma Özgürlüğü ve Siyasete Katılma Hakkı: Tüm bireyler toplanarak; cinsel sağlık, üreme sağlığı ve haklarını savunma hakkına sahiptir. Tüm bireyler, cinsel ve üreme sağlığının savunulması amacıyla birlik oluşturma hakkına sahiptir. T.C Anayasası’nın 33. Maddesi bu hak kapsamında değerlendirilmektedir. 12-) İşkence ve Kötü Muameleden Özgür Olma Hakkı: Bildirge’de bu hakkın üreme hakları bağlamında ifadesinde farklı noktalara dikkat çekilmektedir: Çocukların sömürüden, cinsel sömürüden, çocuklara yönelik ticari cinsel sömürüden ve her türlü cinsel istismardan ve saldırıdan, yasadışı cinsel etkinliklere, fahişelik ya da diğer yasa dışı cinsel sömürü uygulamalarına katılmaktan, pornografik yayınlardan korunma hakkı olduğu, kadınların kadın ticaretinden ya da fuhuş için sömürülmekten korunma hakkı olduğu kabul edilmiştir. Bekaret uygulamaları bu hakkın ihlali niteliğindedir. T.C Anayasası’nın 17. Maddesi Türk Ceza Kanunu’ndaki işkence ve eziyet suçları ile cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar ile 287. Maddesi(bekaret kontrolleri açısından), Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 34. Maddesi, CEDAW 6. Maddesi bu hak ile ilişkilidir. Yukarıda özetlediğimiz ve uluslararası insan hakları belgelerinden yola çıkarak hazırlanan ve yukarıda özetlenen, cinsellik ve üremeyle ilgili hakların temel insan hakları arasında yer alan haklar, devlet ile halk arasındaki ilişkileri ve devletin halka karşı yükümlülüklerini belirleyen uluslararası insan hakları yasalarına (Birleşmiş Milletler bildirgeleri, antlaşmalar, vb.) dayandığı için yasal bir nitelik taşımaktadır. Uluslararası insan hakları antlaşmalarına imza ko- yan devletler, uluslararası yasalarla belirlenmiş olan görevleri üstlenmeyi kabul etmektedir. Bildirgede yer alan uluslararası antlaşmalardaki bir çok madde, hükümetlerin kabul ettiği ve sorumlu tutulabileceği yükümlülüklerdir. Türkiye’de özellikle bahsedilen hakların bir çoğuyla ilişkili olan kürtaj konusunda sıkıntılar yaşanmaktadır. Dünyada kürtaj tartışmaları üç temel noktadan devam etmektedir. Bunlardan ilki kadının isteyerek olan bir birlikteliğinden sonra meydana gelen istenmeyen bir gebelik durumunda, bir diğeri ise ensest, tecavüz, gibi durumlarda kürtajın olabilirliği üzerinedir. Bir üçüncü tartışma da özellikle annenin sağlığını tehdit eden bir sorunun varlığı durumunda veya bebeğin sağlığı ile ilgili olarak gebeliğin sonlandırılması ile ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır. Kürtaj ülkemizde 1965 yılında yasal hale gelmiş 1983 yılında da 10 hafta süre ile sınırlandırılmıştır. İstenmeyen gebelik durumunda ;Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ve ilgili yönetmelikte var olan yasal düzenlemeler çerçevesinde ülkemizde evli bir kadın 10 haftaya kadar eşinin rızasıyla, yasal olarak evli olmayan bir kadın kendi isteği ile ve 18 yaşından küçük ise aile rızası veya özel durumlarda mahkeme kararı ile bir kadın doğum uzmanına kürtaj yaptırabilmektedir. Nüfus Planlaması Hakkında Kanun’nun 5/2 maddesine göre gebelik süresi, on haftadan fazla ise rahim ancak gebelik, annenin hayatını tehdit ettiği veya edeceği veya doğacak çocuk ile onu takip edecek nesiller için ağır maluliyete neden olacağı hallerde doğum ve kadın hastalıkları uzmanı ve ilgili daldan bir uzmanın objektif bulgulara dayanan gerekçeli raporları ile tahliye edilir. Derhal müdahale edilmediği takdirde hayatı veya hayati organlardan birisini tehdit eden acil hallerde durumu tespit eden yetkili hekim tarafından gerekli müdahale yapılarak rahim tahliye edilir. Ancak uygulamada maalesef annenin hayatını tehlikeye atmak pahasına da olsa kürtaj işlemi hastanelerce gerçekleştirilmek istenmemektedir. Geçen sene İzmir’de ortaya çıkan Ayşe K. Vakasında olduğu gibi. Ayrılmak istediği erkek arkadaşı tarafından av tüfeğiyle yaralanan Ayşe K.’nın kolundaki iltihabın yayılması sebebiyle antibiyotik tedavisine başlanabilmesi için kürtaj işleminin gerçekleştirilmesi zorunluluğu ortaya çıkmış fakat ilk etapta hastane tarafından bebeğin babasının izni gerektiği gerekçesiyle kürtaj yapılmak istenmemişti. Olay medyada yer alınca İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi aracılığıyla mağdur vekili olarak görev alan meslektaşımızın ve kadın örgütlerinin çabasıyla kürtaj işlemi gerçekleştirilebilmişti. Türk Ceza Kanunu’nun 99/6. Maddesine göre “Kadının mağduru olduğu bir suç sonucu gebe kalması halinde, süresi yirmi haftadan fazla olmamak ve kadının rızası olmak koşuluyla, gebeliği sona erdirene ceza verilmez.” Görüldüğü üzere suç mağduru kadınlar açısından yasal kürtaj süresi 20 hafta olarak düzenlenmiş ve mağdurun izni dışında herhangi bir izin şartı aranmamıştır. Oysa ki uygulamada hastaneler suç mağduru kadınların kürtaj işlemini gerçekleştirmek için “savcılık izni” aramaktadır. Bu aşamada kadınlar Cumhuriyet Savcılığı’na başvurarak öncelikle gebelik süresinin tespitini sonrasında ise kürtaj için sakınca bulunmadığına ilişkin savcılık yazısını beklemekte ve yasal sürenin dolması tehlikesiyle karşı karşıya kalmakta, bir kez daha mağdur edilmektedirler. Karşılaştığımız örneklerde suç mağduru kadınlar açısında kürtaj işlemi şu şekilde gerçekleşmektedir; hastane tarafından savcılığa yönlendirilen kadın 25 için TCK m:99 ve CMK 76/2 maddelerine atıf yaparak gebeliğin sonlandırılması ve ceninden Dna örneği alınması talepleriyle soruşturmayı yürüten C.Savcılığına başvuru yapılıyor. Bu arada ceninden örnek alımını gerçekleştiren hastaneler sınırlı tespit edilerek bu hastanelerde kürtaj işleminin gerçekleşmesi gerekiyor.Savcılık, kürtaj açısından engel bulunmadığı bu sebeple kürtajın gerçekleştirilmesi, bu esnada Dna testi için ceninden örnek alınması için ilgili hastaneye müzekkere yazıyor. Mağdur bu müzekkere ile hastanede kürtaj işlemi gerçekleştirebiliyor. Cumhuriyet Savcısı tarafından şüpheliden CMK 75 e göre kan örneği alınarak, mağdurdan alınan örneklerle karşılaştırılması için Sulh Ceza Hakimliği›nden CMK 78-79 maddelerine göre genetik ve moleküler inceleme yapılması için izin verilmesi talep ediliyor. Karar üzerine örnekler Adli Tıp Grup Başkanlığı›na gönderilerek şüphelinin baba olup olmadığının tespiti için inceleme yapılıyor. Bu işlemlerin gerçekleştirilebilmesinde savcıların kürtaj meselesine bakış açısı önemli rol oynamakta ve aslında yasal olarak hiçbir izin gerekmezken suç mağduru kadınlar açısından dahi durum ne yazık ki subjektif kriterlere bağlanmakta ve kadınlar bir kez daha mağdur edilmekte, kadınların yaşama, özgürlük, eşitlik, mahremiyet hakkı gibi üreme hakları da ihlal edilmektedir. Bedenimiz üzerindeki tüm kararların bize ait olması umuduyla.. YARARLANILAN KAYNAKLAR -Cinsel Haklar/Üreme Hakları Farkındalık ve Savunuculuk Projesi Rehber Kitabı,Türkiye Aile Planlaması Vakfı, 2015. 26 -Vakalarla Türkiye’de Üreme Hakları, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı, 2012. -Üreme Hakları, http://bilheal.bilkent.edu.tr/ uremesagligi/uremehaklari.html -NADİR U., Kürtaj Yasası ve Sosyal Hizmet Uzmanının Etik İkilemi, Nişantası Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2013. Türk Tarihinde Kadının Yeri ve Konumu Zeynep TÜRKYILMAZ Öğretim Elemanı Ege Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılap Tarihi Bölümü Tarihsel süreçte Türk tarihinde kadının yeri ve konumuna baktığımızda, eski Türk devletlerinde Türk kadınının temel nitelikleri “annelik” ve “kahramanlık” olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadınlar; ata binme, silah kullanma, mücadele edebilme gücü ile olduğu kadar “annelik” vasfıyla aileyi ve toplumu birleştiren, dayanışmayı sağlayan bir güç ve denge unsuru olarak da karşımıza çıkar. Hunlar, Göktürkler ve Uygur Devleti başta olmak üzere, eski Türk devletleri ve toplumlarında, tek eşli evliliğin esas olduğu, kadınların ailenin ve toplumun temel dayanağı olarak kabul edildiği bilinmektedir. Eski Türk devletlerinde Türk kadını, emirnameleri hakan ile birlikte onaylar, yabancı elçileri kabul eder, siyasi ve idari konularda fikir beyan ederdi. Yakın tarihimize baktığımızda; Osmanlı Devleti’nde toplumsal ve siyasal hayatta etkin olarak yer almayan kadınlarımızın bilhassa 1908 yılından sonra, İkinci Meşrutiyet döneminde adeta bir uyanış devri yaşadıklarını görürüz. Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı dolayısıyla erkeklerin silah altına alınmasıyla birlikte, ülkede ortaya çıkan iş gücü açığını kadınlar tamamlamışlar, fabrikalarda, kamusal 27 alanda ve çeşitli iş sahalarında etkin olarak çalışmaya başlamışlardır. Bu dönemde kadın haklarını savunan ve kadın sorunlarını ele alan pek çok dergi ve gazete vardır. Demet, Kadınlar Dünyası, Kadın Alemi, Genç Kadın Türk Kadını Dergisi gibi pek çok yayında kadın hakları, kadınların toplumsal ve çalışma hayatı, kadınların eğitim durumu gibi pek çok konu ele alınmış, bu fikri deneyim sürecinden sonra, Kurtuluş Savaşı döneminde; İrade-i Milliye, Açıksöz, Albayrak, Hakimiyet-i Milliye gibi gazetelerde kadınların yazılarına ve görüşlerine yer verilmiştir. Aynı dönemde, Kadınları Çalıştırma Cemiyeti, Cemiyet-i İmdadiye, Teal-i Nisvan gibi pek çok dernek ve cemiyet kuran kadınlar, kadınların çalışma hayatında yer alması, meslek edindirme kursları, okuma yazma kursları, yardım kampanyaları gibi hizmetlerde bulunarak, kadınların her yönden gelişmeleri için önemli çalışmalarda bulunmuşlardır. 28 Milli Mücadele dönemine baktığımızda, kadınların toplumsal ve siyasal hayatın merkezinde olduğunu, vatanın savunulması ve kurtarılmasında kadınların büyük bir görev üstlendiklerini görüyoruz. Kurtuluş Savaşı döneminde, Asri Kadınlar Cemiyeti, Hilal-i Ahmer Cemiyeti Hanımlar Merkezi, Müdafaa-i Hukuk Hanımlar Cemiyeti, Anadolu Kadınları Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başta olmak üzere pek çok cemiyet kurarak, toplumsal dayanışmanın temsilcisi olan Türk kadınları, Kurtuluş Savaşı’nda düzenledikleri mitinglerle mücadelenin en önemli destekçisi olmuşlardır. İzmir’in 15 Mayıs 1919’da işgalinden sonra, işgal tehlikesinin ciddiyeti ve yurt genelinde büyük bir işgal hareketinin başlayacağı anlaşılmış, yurdun çeşitli bölgelerinde işgale karşı protesto mitingleri düzenlenmiştir. Bu mitingleri düzenleyen ve mitinglerde yaptıkları konuşmalarla, halkı milli mücadeleye çağıran Türk kadınları, 19 Mayıs 1919 ‘da Fatih Mitingi ve bunu takiben Üsküdar, Kadıköy, Sultan Ahmet mitingleri başta olmak üzere pek çok mitingde, kadınlar halkı kadın erkek bir bütün olarak, millet olarak milli mücadeleye çağırmışlardır. Kadınların, Kurtuluş Savaşı’nın en ön safında yer alacaklarını ifade ettikleri bu mitingler, vatan savunması için kadınların sahip olduğu azim, kararlılık ve inancı gösterdiği kadar, halkın moral ve maneviyatını da yükselterek, mücadeleyi arttırmıştır. Kurtuluş Savaşı, mitinglerde binlerce kişiyi mücadeleye sevk eden, mermi ve silah yapımında çalışan, kağnı kollarında gönüllü olarak cepheye cephane taşıyan, soğuktan donmaması için çocuğunun üzerini örtmek yerine ıslanmaması için mermilerin üzerini örten ve bizzat savaş alanında savaşarak, orduya komutanlık yapan Türk kadınlarının, azmi ve mücadelesi sayesinde kazanılmıştır.” Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir Ulusunda, Anadolu köylü kadınının üstünde emek vermiş bir başka kadın topluluğu gösterilemez. Dünyada hiçbir Ulusun kadını “Ben Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, Ulusumu kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar gayret gösterdim” diyemez.” sözleriyle, kadınlarımızın Kurtuluş Savaşı’ndaki hizmetlerini ifade eden Atatürk, milli mücadelenin kazanılmasından sonra kurduğu yeni Türk devletinde, Kadınların erkekler- 29 den daha aydın, daha kültürlü ve bilgili olmaları gerektiğini vurgulamıştır. Böylece; bu kez yeni bir mücadele başlayarak, milleti kurtuluşa ve zafere götüren kadınların her yönden gelişimi için çok yönlü bir inkılap hareketi başlamıştır. İnkılapların temeli, eğitimdir. Atatürk, 3 Mart 1924 de Tevhid-i Tedrisat, öğretimin birleştirilmesi kanunun çıkararak, kız ve erkek çocukların milli ve çağdaş bir eğitim sistemiyle, kadınların, erkeklerle birlikte eşit öğrenim hakkına sahip olmalarını amaçlamıştır. Bu bağlamda, kültürel alanda pek çok yenilik yaparak, bilhassa kız çocuklarının eğitimine büyük önem vermiştir. Kadın-erkek eşitliğinin hukuk alanında da sağlanması için 17 Şubat 1926 tarihinde Mecelle yerine, Medeni Kanun kabul edilmiştir. Medeni Kanun ile; Evliliklerin medeni- resmi nikah ile gerçekleşmesi ve bir erkeğin tek kadınla evlenebilmesi, çok eşliliğin kaldırılması söz konusudur. Medeni Kanun gereğince, kadınlara da boşanma hakkı tanınmış ayrıca miras paylaşımında ve mahkemelerdeki şahitlik hususunda da kadınlar erkeklerle eşit haklara sahip olmuşlardır. Türk kadınlarına, 1930 yılında Belediye seçimlerine katılma hakkı tanınmıştır. İlk Kadın Belediye Başkanı Sadiye Hanım olup, kendisi bugün Artvin iline bağlı, eski adıyla “Ersis” olan Kılıçkaya da Belediye başkanı seçilmiştir. 1950 de ise Müfide İlhan hanım Midyat Belediye başkanı olarak hizmet vermiştir. 1933 senesinde kadınlarımıza köyde muhtar ve ihtiyar kuruluna seçme hakkı tanınmış, Çinekarpuzlu Nahiyesinin merkezi Dereköy den ilk kadın muhtarımız Gül Hanım muhtar seçilmiştir. 30 Türkiye Cumhuriyeti’nde, 5 Aralık 1934 tarihinde, kadınlara Milletvekili Seçme ve Seçilme hakkı tanınmıştır. 1935 yılında 399 milletvekilinden 17 si kadın, 1936 yılı başında boşalan milletvekillik için yapılan ara seçimlerde ise Çankırı milletvekili Hatice Hanımın da katılımıyla, 18 kadın Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girerek, milletini temsil etme hakkına sahip olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nde; İtalya, Japonya, Fransa, İsviçre, Belçika gibi pek çok Avrupa ülkesinden daha önce kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. “Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki bir kitlenin bir parçasını ilerletelim, diğerine göz yumalım da kitlenin hepsi yükselme şerefine erişebilsin? Mümkün müdür ki bir topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok yükselme adımları, dediğim gibi, iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve ilerleme ve yenilik alanında birlikte yol alınmak gerekir. Böyle olursa inkılap başarılı olur” sözleriyle, kadın erkek herkesin, birlik ve dayanışma içinde ilerleyebileceğini vurgulayan Atatürk, siyasal, sosyal, hukuksal, kültürel her alanda yaptığı inkılaplarla, kadın erkek eşitliğinin sağlanmasını amaçlamıştır. 8 Mart Dünya Kadınlar gününü “anmak” mı, yahut “kutlamak” mı daha doğru bir ifadedir? Bu sorunun cevabı, yalnızca ülkemizde değil tüm dünyada, kadın - erkek arasında eşitsizlik, kadın cinayetleri, kadına şiddet gibi insanlık dışı uygulamaları tartıştığımız 2016 dünyasında, kutlamaktan ziyade anmanın daha doğru bir ifade olduğu kanaatindeyim. Ancak kadının olduğu her yerde başarının, azmin, gücün ve inancın olduğu görüşüyle, tüm olumsuzlara rağmen kadınlar günümüzü kutluyorum. 31 YIL 1828, YER İZMİR, … TÜRKİYE’DEKİ İLK KADIN HAREKETİ EKMEK ZAMMI PROTESTOSU Av. Figen ÖZLER MERDER 19 yy.’ da dünyada yaşanan değişimler Osmanlı’da da etkisini göstermeye başlamış ve bu etki İslami ataerkillik içine sıkışan kadınların kendilerini daha farklı konumlandırmalarını sağlamıştı. Erkeklerle eşit bir toplumda yaşamak, kendi eşlerini ve kendi hayatlarını seçme özgürlüğüne sahip olmak. Bununla birlikte, kadınların mücadelesi sadece eşit haklara sahip olma mücadelesi olmamıştır. 1839 Tanzimat Fermanı ile başlatılan reform çalışmaları, Osmanlı toplumunun değişmesine ve farklılaşmasına neden olurken; kuşkusuz toplumun önemli bir bölümünü oluşturan kadınlar da bu farklılaşma esnasında toplumdaki konumlarını ve haklarını sorgulamaya başlamışlardı. Tarihçiler Osmanlı İmparatorluğu döneminde hak ve özgürlükler adına en büyük adımın Meşrutiyet döneminde atıldığını hatırlatarak, İzmir’in bu anlamda Meşrutiyet’ten de önce harekete geçtiğini söylemişlerdir.. Cumhuriyet rejimi ile birlikte kadına verilen hakların aslında topluma verildiği anlaşılmış, toplumun modernleşmesinin ancak kadınların yaşamının değişmesiyle olacağının farkına varılmıştı. Bu süreç içerisinde kadınlar; çıkardıkları dergiler, düzenledikleri konferanslar ile seslerini her fırsatta duyurmaya çalışıyorlardı. İstekleri ise hep aynıydı : 32 “Her yenilikte öncü olan, Osmanlı ve Türkiye için ilklerin kenti İzmir, bu ayaklanmaya da öncü olmuştur. İzmirli kadının kendi hakları için sokaklara çıkması önemli bir demokrasi hareketidir. Kökeni Amazonlara dayanan İzmir kadını, farkını 1828 yılındaki protestolarda göstermiştir. Şöyleki; İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi’ne İlhan Pınar tarafından bağışlanan belgelere göre, Türkiye tarihindeki ilk kadın hareketi 1828 yılında, Kadifekale, Tilkilik, Namazgah ve Damlacık gibi Türk mahallelerinden gerçekleşti. Belgelere göre, dönemin İzmir Valisi Hasan Paşa tarafından verilen izinle yapılan “ekmek zammı” önce erkekler tarafından protesto edildi, ancak sonuç alınamayınca kadınlar çocuklarıyla birlikte sokaklara çıkarak üç gün boyunca protesto gösterileri yaptı. İzmirli kadınların bu protestosu sonrasında ekmek zammı, Hasan Paşa’nın devreye girmesiyle geri alındı. Prokesch von Osten tarafından tanık olunan olaylar, 1934 yılında Avusturya’da yayımlanan “Jahrbücher der Literatür” (Edebiyat Yıllığı) adlı derginin 67 ve 68’inci sayılarında kaleme alındı. İzmir’de bulunduğu dönemde eski Smyrna’yı arkeoloji dünyasına tanıtan Baron Von Osten, kaleme aldığı yazısında, İzmir’de yaşanan kadın eylemlerini olduğu gibi anlatarak, Türk kadınının zam karşısında gösterdiği mücadeleye geniş yer vermiştir. O dönemlerde İzmir’de bulunan AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nun elçisi Baron Anton (*) Araştırmacı–yazar İlhan Pınar, “İzmir Toplu Yazıları”, İzmir Kent Kitaplığı… 33 DEVLET-İ İZDİVAÇ: BİZE EŞ DEĞİL İŞ LAZIM... Itır BAĞDADİ İzmir Ekonomi Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü; Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Görevlisi (Buradaki fikirler yazarın bağlı olduğu kurumdan bağımsız bir şekilde yazarı yansıtmaktadır.) 1 Kasım seçimleri öncesi parti liderlerinin verdiği vaatler arasında en dikkat çekenlerden biri Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun AK Parti’nin Şanlıurfa mitinginde gençlere seslenişiydi: “İşiniz var, maaşınız var, aşınız var. Ne kaldı, eş kaldı eş. Biz bu toprakların insanlarının bereketlenmesini istiyoruz, çoğalmasını istiyoruz. Eş lazım dediğinizde önce anne babanıza gideceksiniz. İnşallah onlar size hayırlı bir eş bulacak. Bulamazsa bize başvuracaksınız.” Anlaşılan o ki devletimiz kalkınma planları, anayasa reformları, demokratikleşme paketleri gibi uğraşların yanına bir de devletin görünür eliyle gençlere hayırlı kısmet bulma işini eklemiş. Seçimlerden galip çıkan AK Parti’nin önümüzdeki dönemde toplumu ilgilendiren bu “devlet-i izdivaç” politikaları hem kadın hem de erkek vatandaşlarımızın hayat kalitesini etkileyecek türden. Görünen o ki genel olarak muhafazakar bakış açısına sahip bir siyasi görüşten gelen AK Parti yönetimi, önümüzdeki dönemde gençlerin 34 evlenmesi, üremesi, ve geleneksel Türk aile yapısını devam ettirmesiyle ilgili politikalar geliştirecek. Böyle bir geleceğe dönük hedef varken isterseniz Başbakanımızın bu konuyla ilgili Şanlıurfa’daki “işiniz var, maaşınız var, aşınız var” söylemini biraz daha yakından inceleyim. İşiniz Var (mı gerçekten)... TÜİK verilerine bakarak kadının işgücüne katılma oranın %30.8, erkeklerin ise %71.5 olduğunu görüyoruz. Başka raporlar kadının katılım oranının çok daha düşük olduğunu iddia etmekte (%22 civarında). Eğitim arttıkça kadının işgücüne daha fazla katıldığı gözlemlenmektedir. Yüksek öğretim gören kadınların işgücüne katılımı %70’i geçmekteyken, okur yazar olmayan kadınların katılım oranı %17 civarında kalmaktadır. Eğitimi düşük olan kadınlar genelde sigortasız kayıt dışı işlerde çalışmakta ve geleceğe dönük yatırımlar yapamamakta. Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün (KSGM) hazırladığı “Türkiye’de Kadının Durumu” raporuna göre Türkiye’de okur yazar olmayanların yaklaşık %76’sı kadın ve her 5 kadından biri okuma yazma bilmiyor. Kadınların sadece %4’ü yüksekokul veya fakülte mezunu, yaklaşık %59’u ilkokul mezunu veya okur yazar ama herhangi bir eğitim kurumuna gitmemiş. Eğitim Sen’in yayınladığı rapora göre eğitimdeki reformlarla 4+4+4 eğitim sistemiyle binlerce kız çocuğu okulu bırakmış durumda, bu da kadının gelecekteki istihdamı için hiç iyi bir haber değil. Yani uzun lafın kısasa, kadınların işi yok... Maaşınız Var (mı gerçekten)... Yine KSGM’nin yukarda bahsettiğim raporuna göre çalışan kadınların yaklaşık %60’ı sigortasız çalışmakta. Kadınlar genelde denk pozisyondaki erkeklerden daha düşük maaş almakta ve kadınların ortalama maaşı erkeklerden %75 daha düşük. Türkiye bu tür istatistiklerle 134 ülke arasında istihdamda kadın erkek eşitliğinde 129. Sırada. Lafı yine çok uzatmadan, kadının maaşı da yok... Aşınız Var (mı gerçekten)... Ağustos 2015’de TÜRK-İŞ tarafından yayınlanan rapora göre 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 1.345 TL, yoksulluk sınırı ise 4.380 TL. 2016’nın ilk yarısında asgari ücret yaklaşık olarak 1.300 TL brüt olacak, ya da 1.000 TL civarı net bir gelir elde edilecek. Eğer evde çalışan tek kişi asgari ücretliyse 4 kişilik bir ailenin geçinmesi mümkün değil. Kadının çalışması halinde çocukların bakımını kimin üstleneceği bir sorun haline geliyor, kadın da genelde eğitim seviyesi düşük ise sigortasız ve sürekli bir gelir sağlamayan işlerde çalışmakta. Yani anlayacağınız geçim sıkıntısı çeken vatandaşımız için aş da çok zor koşullarda var... Yukarda bahsettiğim bu durum evlenmeyi düşünen gençler için özellikle bir sıkıntı oluşturmakta. Maddi sıkıntı çeken bir evlilikte erkek yeterince kazanamadığı ve ailesini geçindiremediği için ezilmekte, kadın ise çalışmak istese bile iş bulmakta zorluk çekmekte. Doğum kontrolü gibi aile planlama konuları da artık devlet hastanelerinde tabu olarak görüldüğü için maddi sıkıntısı olan bir çift verimli bir şekilde korunamamakta, istenmeyen bir gebelik oluşursa da opsiyonları kısıtlanmakta. Yani bu yeni neoliberal ekonomide paranız varsa doğum kontrolünüzü dışardan temin ederek korunuyorsunuz, devlet hastanelerinde saatlerce sıra bekleyen vatandaşsanız istemediğiniz bir gebelik ve doğuma tabii olabiliyorsunuz. Artan doğumlarla evde beslemeniz gereken kişi sayısı da artıyor. Durumu özetlemek gerekirse, mevcut Türkiye ekonomisinde kadınlarımız işsiz ve düşük bir eğitim seviyesine sahip. Böyle bir durumda olan bir popülasyonu hayırlı bir kısmete göndermek yerine ona daha iyi bir eğitim, ekonomiye katılması için daha kapsayıcı politikalarla hem daha sağlam bir aile yapısı oluşturabiliriz, hem de ekonomimizin kalkınmasını sağlayabiliriz. Akademik araştırmalar kadınların ekonomiye katkıda bulunduğu ekonomilerin daha hızlı büyüdüğünü açık bir şekilde göstermekte. Üstelik gelecekteki işçi açığımızı 3 çocuk yaparak değil, zaten çok düşük sayıda çalışan kadınımızı ekonomimize katarak da bir nebze aşabiliriz. Umudum “baba beni okula gönder” kampanyalarının “Başbakanım beni hayırlı bir kocaya gönder” kampanyasına dönüşmemesidir. Güçlü kadın, güçlü ekonomi, güçlü aile ve güçlü bir Türkiye demektir. 35 KADIN OLANIN TÜRKÜSÜ Git oldu can, sürgün geldi dayandı Sürgün yine geldi dayandı Kitapları topladım, çocukları giydirdim Hadi de doğrulalım Dranazın karına Biz nereye düşeriz, halk fakir fıkara Her bahar, her yaz gurbette Sılaya dönmesi olur velakin Ne sılamız belli, ne gurbetimiz Çiğdemi Ardahan yaylalarında Nergisi Sinopta Vanda koparmışsak sarı gülü Portakal kokusu Kumlucadan gelir Karıştırdık sıla nere, gurbet hangisi Bizim gibi gurbetçi görülmemiştir Git oldu can, sürgün geldi dayandı Diktiğin fidanlar sen olmayanda Yel vura ırgalana, gün vura duldalana büyüyecek Yasa şu ki ekinler yürüyecek Bebek dillenecek, güçsüz hallanacak Sis kalkacak İsfendiyar başından Selam olsun bizden önce geçene Selam olsun dosta, hasa, çile çekene Selam olsun dayanana, düşene Yüreğim yürektir, bakma gözüm yaşına Git oldu can, sürgün geldi dayandı Sorulmasın vatanımız ilimiz. Gülten Akın 36 Batman’da Kadın Olmak… Bahar YILMAZ* (Öğr. Hemş.) Leyla BAYSAN ARABACI** (Doç.Dr.) * İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Hemşirelik Bölümü ** İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Hemşirelik Bölümü İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Kadın Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (İKÇÜKAM) Üyesi Batman’da kadın olmak demek aslında hem kadın hem erkek olmaktır... Evde annesinizdir çocuklara bakarsınız; ne bir, ne iki, ne üç…, Aynı zamanda evinizin kadını, dışarda emek gücünüzle tarlanızın işçisisinizdir… Zordur Batman’da kadın olmak… Kendinden vazgeçmektir… Başkası için yaşamaktır. Sana sunulan fırsatlardan bihaber, yaşam mücadelesi vermektir. Sözde kadın erkek eşittir, ama özde kadın erkeği için yaşamaktadır. Kadın özgürlüğünün esarete dönüştüğü bir dünyada; istediği gibi gezememekte, istediği gibi giyinememektedir. İstenileni yapmalıdır; az konuşmalı, çok çalışmalı, başı öne eğik olmalıdır… Özetle yaşadığı gerçeğini farketmemeli… Öyle hasbel kader içinde bulunduğu gerçekliği farkettiğinde baş kaldırmamalı… Olur da başkaldırırsa tuhaf bir biçimde sindirilerek kabul etmeli yaşadığı dünyayı… Erkek değildir, sorgulayamaz varolanları…. Sorguladığında, taaaa çocukken başlar kulaklarında iki çift söz, tüm beynini inletir: “Sen kadınsın…” Ama erkeksen sorgulanmazsın “Neden yaptın” diye… Özgürsündür… Anne-babanın gözdesi, geleceklerinin yaşam garantisisindir… Oysa sen dünyaya bile yanlışlıkla gelmişsindir. Erkek beklentisinin hüsranla sonuçlanma sebebisindir. Çocukluğunu bile yaşamazsın, oyun oynamak ne demek bilmezsin… Kardeşlerine bakmak, annenin yükünü hafifletmek için 37 büyüyorsundur. Ele gideceğin için tereddüt etmeden gözden çıkarılabilensindir… Evde çocuk bakması, ütü yapması, evi süpürüp ekmek yapması için varsındır… Bundan ötürü müdür bilinmez, “Elinin hamuruyla erkek işine karışmamalısın”dır… Ağzından çıkacak her cümleyi erkeğin onayından geçtikten sonra sarfetmelisindir… Her konuda söz hakkına sahip olan erkek, bedenin üzerinde de söz sahibidir. Tekrarlı doğumlardan bıkmışsındır, bir dahası olmasın desen de dillendiremezsin bu fikrini ve yine “ER”in verir kararı, doğurup doğurmayacağına... Sonunda seni bekleyen acılara göz yumarsın, sen ve tüm hemcinslerin… Anlatamamışsındır erkeğine yaşadıklarını ve anlatamayacağına olan inancın nedeniyle senin yükümlülüğün olduğuna inanırsın doğurmanın ve boyun eğersin… Çaresizlik, güçsüzlük ve dahası kaçınılmaz olur tabiii… Eşitlik mi?!!! Okumak istiyorum mu diyorsun? Bunun kararını da yine bir erkek olan baban verir. Bu kadar çocuk, bu kadar olanaksızlıkta eğer başarılıysan ve onay varsa bu fırsatı elde edebilirsin. Her şey fırsatı elde etmekle bitmez!!!... Yine başarılı isen eğitim yaşamına devam edebilirsin… Tam tersi bir durumda “küçük kadın” olma teklifi her an kapındadır… Başarılı olmasa da sırf erkek olduğu için öncelik hakkına sahip erkek kardeşine bile gıptayla bakar ve bazen düşmanca duygular besleyebilirsin. Zor şartlara rağmen okuma mücadelen devam ederken, erkek olanların öğrenim yaşantıları boyunca ekonomik anlamda daha çok desteklendiğini gördükçe dünyanın adilliğini bir kez daha sorgularsın sözel olarak ifade edemesen de… 38 Veee… yine sorarsın!!!... Adalet bunun neresinde??? diye… Erkeğin iki, üç ve daha fazla kadına sahip olması oldukça normal iken, senin erinden başkasını tanıman suçtur bu dünyada… Olur da bu duruma tahammül edemeyip itiraz edersen, oyunun kurallarına ters düştüğün için yalnızlığa mahkum olacaksındır unutma!!!... Kocan öldürmekle dahi tehdit etse, gelinliğinle çıktığın bir eve ancak kefeninle dönebileceğin için çaresizlikle katlanmalısın yaşadıklarına ve yaşayacaklarına… Sonuçta Batman’da kadın olmak düşündüğünü değil, düşünüleni yaşamaktır!!!…. KADINA KARŞI İŞLENEN SUÇLARDA HAKSIZ TAHRİK VE TAKDİRİ İNDİRİM NEDENLERİNİN UYGULANMASI Av. Meliha YAMAN YURDUGÜL Maddi ceza hukukundan beklenen sonucun gerçekleşebilmesi için şu 3 olgunun eşit derecede önemi vardır. 1) Yargılama görevini yerine getiren mahkemelerin fiziki şartları yeterli olmalı ve yeterli yargı mensubu ve personeli sağlanmalı, 2) Suçluların cezalandırılması ve topluma kazandırılmasını sağlayan –penoloji bilimi – verilerine uygun ceza infaz sisteminin geliştirilmeli, 3) Adalet sisteminin iyi ve etkin işleyen bir sisteme dönüştürülmesi gerekmektedir. Suç, temelinde bireyle toplum arasındaki sosyal çatışmaya dayandığından ceza adalet sisteminden beklenen sonucun en iyi şekilde gerçekleşebilmesi için toplumdaki uyuşmazlıkların giderilmesi amacıyla devlet tarafından alternatif kurumların kurulması ve pozitif ödevlerin olduğunun da kabul edilmesi gerekmektedir. Ceza politikası genel önleme özelliğine bağlı olarak caydırıcılık fonksiyonun yanında önleme ve topluma kazandırma programlarını destekleyici de olmalıdır. Toplumsal cinsiyet ayrımcılığı temelinde insan hakları ihlal edilen bu haliyle suçtan ve suçludan orantısız şekilde etkilenen kadın ve kız çocuklarına yönelik özel mekanizmaların geliştirilmesi ve pozitif tutumun sergilenmesi çağdaş ceza politikalarının gerekleri arasındadır. Ceza politikalarını belirleyen yerine getiren ve bunu sağlayıcı araçlara sahip olan devlettir ve devlet erkek egemenliğini yansıtan kurumsallaşması bakımından ataerkil bir yapıdır. Erkek iktidarının sürekliliğine hizmet eden yapısıyla devlet kadının bağımlılığını ve ikincil konumunu devam ettirmeye çalışmaktadır. Bu da toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesinin önündeki en büyük engeldir. Bütün engellemelere rağmen erkek egemenliğinin devamı üzerine kurulu ceza sistemimiz kadın hareketinin de etkisi ile yeniden düzenlenmek zorunda kalındı ve gelinen noktada kadın hareketi cinsel ve bedensel haklarımızın Türk Ceza Kanunu tarafından güven39 ce altına alınmasında etkili rol oynamış oldu. Talep edildiği halde yapılmayan değişiklikler de vardır fakat kazanımlarda hafife alınmamalıdır. En büyük kazanımlardan biri “Cinsel suçlar ,cinsel bütünlüğe ve edep törelerine suçlar” Topluma Karşı Suçlar bölümünde düzenlenirken bunlar “kişinin doğrudan bireysel hak ve özgürlüklerini ihlal etmesi” nedeniyle Kişilere Karşı Suçlar kısmına alındı. 1964 arihli Milletlerarası Ceza Hukuku Kongresinde de kabul edildiği gibi cinsel suçlarda birinci ölçüt kişiye zarar vermesidir ve cinsel suçlarda uygulanan cebir ve şiddet doğrudan doğruya bireye zarar vermektedir. Eski TCK daki “ namus saikiyle işlenen suçlar” ifadesi yerine yeni TCK da“ töre saikiyle işlenen suçlar” ifadesi kullanıldı ve “töre cinayeti” nitelikli insan öldürme suçu kapsamına alındı. Buradaki töre ifadesi belli bir yöreyi anımsattığından “töre cinayeti” yerine “namus cinayeti” teriminin kullanılması daha doğru olacaktır. Yasa bu haliyle kadın hareketi tarafından eleştirmektedir. Kadın cinayetlerinde haksız tahrik ve iyi hal indirimlerinin uygulanması da ayrıca eleştiri konularıdır. Eski yasada cinayetin meşrulaştırılması adına namus cinayeti işlenmesi indirim nedeni iken ,yeni yasa “töre saiki” dışında işlenen kadın cinayetlerine indirim imkanı getirmekte ,yine eski yasadaki “ağır tahrik” yerine getirilen “ haksız tahrik” te cezai indirim nedeni olarak suçun caydırıcılığını ortadan kaldırmaktadır. Haksız Tahrik TCK md. 29 da tam olarak şu şekilde düzenlenmiştir “haksız bir fiilin meydana getirdiği hiddet veya şiddetli elemin etkisi altında suç işleyen kimseye ,ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine onsekiz yıldan yirmidört yıla ve müebbet hapis cezası yerine oniki yıldan sekiz yıla kadar hapis 40 cezası verilir. Diğer hallerde verilecek cezanın dörtte birinden dörtte üçüne kadar indirilir”. Madde de benzer anlama gelen hiddet ve şiddetli elemin bir arada kullanılması madde gerekçesinde uygulamada duraksamalara neden olmaması şeklinde açıklanmıştır. Öfke anlamına gelen hiddet kişiyi faaliyete yönelten psikolojik bir durumu gösterir ve bu durum altındaki kişi öfkenin aktif hali olan gazapla yani kuvvet kullanarak psikolojik durumunu tamamlar. Öfke gazaba dönüşür saldırganlık tepkisine neden olur . Veya kişi olaydan duyduğu elem -eş anlamlısı acı ve üzüntüye- kapılarak üzüntüsünü eyleme dönüştürür. Yani mağdur veya maktül faili öyle bir hiddet veya şiddetli elemin etkisine sokmuştur ki genelde bu kişi kadındır ,yasa koyucunun bütün zorlamalarına rağmen ölümü veya şiddeti hak etmiş olmaktadır. İndirimden yararlanmanın hiddet veya şiddetli elemin AĞIR ETKİSİNDE kalmak olduğunun farkında olduklarından erkekler için bu ağır etkinin altına girmek çok basit bir durumdur. “Karım beni aldatıyordu”, “bana boynuz taktırıcam sana dedi”, “gizli gizli telefonda konuşuyordu çok kıskanıyordum” , “bana kadınlık yapmıyordu” , “bana şerefsiz dedi”, “bana hakaret etti”, “cep telefonu çok süslü idi tahrik oldum”, “dar kot pantolonu beni tahrik etti ben de erkeğim”, “cinsel ilişkiyi reddetti”, “karımı erotik filmlerde oynayan oyuncuya benzettim”. Sonuçları bakımından TCK md. 62 de düzenlenen takdiri indirim nedenleri de eleştirilen başka bir düzenlemedir .TCK md. 62 “ Fail yararına cezayı hafifletecek takdiri nedenlerin varlığı halinde , ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası yerine , müebbet hapis ; müebbet hapis cezası yerine, yirmibeş yıl hapis cezası verilir. Diğer cezaların altıda birine kadar indirilir. Takdiri indirim nedeni olarak failin geçmişi , sosyal ilişkileri , fiilden sonraki ve yargılama sürecindeki davranışları , cezanın failin geleceği üzerindeki olası etkileri gibi hususlar göz önünde bulundurulabilir. Takdiri indirim nedenleri kararda gösterilir”. Takdiri indirim nedenlerinin sınırlı olmaması ve örnekler şeklinde belirlenmesi kadın cinayetleri bakımından ağır sonuçlar doğurmaktadır. Özellikle yazılı ve görsel basına yansımış haliyle kravat indirimi olarak adlandırılan “failin saygın tutumunun” indirim nedeni sayılması kadın cinayetleri bakımından vicdanları rahatsız etmektedir. Kadın cinayetlerinin tek başına ağır cezalar ile önlemesi beklenemez fakat tahrik hükmünün ve indirim nedenlerinin uygulanıyor olması caydırıcılığı kalmayan suçları meşrulaştırmaktadır. Haksız fiilin varlığı durumunda haksız tahrik uygulanacak olup bunun aksini kanıtlamak kadınlar acısından imkansız bir durumdur. Maktül veya erkeğin egemenlik alanında suç mağduru olmuş kadının haksız fiili yapan kişi olmadığını kanıtlaması imkansızdır. Bu nedenle kadın cinayetlerinde haksız tahrik indirimi kaldırılmalı ve takdiri indirim nedenleri sınırlı sayıda ve vicdanları rahatsız etmeyecek boyutta olmalıdır. 41 TUTKUNUN, ACININ VE MÜCADELENİN KADINI Frida Kahlo Av. Gökçe Çiçek TÜRKMEN Hepimiz az çok biliriz Frida’yı… O kırlangıç kaşlı esmer güzeli yüzünü başına taktığı çiçekleri ile görmüşüzdür, çoğunlukla kocası Diego’ya hitaben yazdığı şiirleri okumuşuzdur, hayatını konu alan filmler-tiyatrolar seyretmişizdir ya da hepimiz o renk cümbüşü resimlerine aşinayızdır bir şekilde… Kimdir Frida? Nasıl yaşamış, neler yapmıştır? Kendisi “Ben tutkunun, acının ve mücadelenin kadınıyım.” diyerek yaşamının en yalın ve anlamlı özetini söylemiştir aslında. İnanılmaz bir yaşam hikayesi var Frida’nın. Yaşam hikayesi demek yerine yaşam mücadelesi demek daha doğru olur belki de. Hayatı mücadele ile geçen çok güçlü bir kadın çünkü o. Şimdi onun hayatına biraz daha yakından bakmak ister misiniz? 42 Tahta Bacak Frida! Tam adıyla “Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon” 1907 yılında Mexico City’nin güneyinde yer alan Coyoacan’da dünyaya geldi. 6 Temmuz 1907 günü doğmuş olmasına rağmen, Frida doğum tarihini 3 yıl gecikmeli olarak, Meksika devriminin gerçekleştiği 7 Temmuz 1910 günü olarak kabul etmiş, yaşamının modern Meksika’nın doğuşuyla anılmasını istemiştir. Belki biraz da genç görünmek istemiştir, olabilir, olsun. Devrinin en güçlü kadınlarından birinin, devrimle anılmak istemesi ayrıca anlamlıdır. Hayatını devrimle başlamış sayan Frida, hayatı boyunca toplumsal hareketlerden, sol düşünceden uzak kalmamıştır. Frida aile evinde büyümüştür. Meksika’daki evi, Mavi Ev (blue house ya da casa azul) diye adlandırılmıştır ve şimdilerde müze olarak ziyaretçilere açıktır. Babası Wilhelm, Nazi Almanyası’ndan kaçan Macar bir fotoğrafçıdır. Wilhelm, annesi Matilde ile tanışmış ve Meksika’da kalmaya karar vermiştir. Frida’nın; Matilde, Adriana ve Cristina adında dört kızkardeşi vardır. Dört kız çocuk sahibi babası, bu nedenle Frida’nın erkek olmasını istemiştir. Hatta Frida daha küçük bir çocukken babasını mutlu etmek için erkek kılığına girmiştir. Frida daha hayatının başındayken, zorluklar yakasına yapışmıştır. Henüz altı yaşındayken çocuk felci geçirmiş ve yataktan kurtulduğunda sağ bacağının özürlü kaldığı anlaşılmıştır. Bedenine acının ilk kez o zaman girdiğini söyler, hayatla mücadelesi de böyle başlar. Bu nedenle kendisi ile “Tahta Bacak Frida” diye alay edilmesi onu hayattan koparmaz. Babası bacağının iyileşmesi için onu futbol oynaması ve hatta güreşmesi için cesaretlendirmiştir. Frida bu özrüne rağmen hayata dört elle sarılmış ve 1922 yılında genç kızlık çağında, dönemin en iyi eğitimini veren Ulusal Hazırlık Okulu’nda okumuştur. Okuldaki az sayıdaki kızlardan biri de odur. Bu okul, onun sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlarda önünü açmış, kendisini bulmasında yardımcı olmuştur. Yine bu okul sayesinde ilerde Meksika düşün yaşamının önemli isimleri olacak Alejandro Gomez Arias, Jose Gomez Robleda, Alfonso Villa okul arkadaşları olmuştur. Okulda, entelektüel ve politik bir arkadaş çevresi edinmiş, otoriteye karşı olan bir edebiyat grubuna dahil olmuştur. İncecik, boylu boslu ve alımlı bir kızdır artık. Hafif aksayan yürüyüşü ve ortopedik botları canını sıkmaz. Frida daha o zamanlarda renkli kıyafetleri, geleneksel aksesuarları ve güçlü kişiliği ile dikkat çekmeye başlamıştır. “Başıma Gelen En İyi Şey Acı Çekmeye Alışmaya Başlamam.” Daha sonra okuldan arkadaşı olan Alejandro Gomez Arias ile ilk gönül ilişkisini de yaşamaya başlamıştır. Başına gelen ve hayatının dönüm noktası olan otobüs kazası da Alejandro ile birlikte olduğu zamanlarda gerçekleşmiştir. 17 Eylül 1925 günü Frida ve Alejandro birlikte okuldan dönerken bir otobüse binerler ve otobüs tramvay ile çarpışır. Korkunç kazada çok sayıda kişi ölür. Trenin demir 43 çubuklarından biri Frida’nın sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkar. Frida ölmez fakat kazadan sonra tüm hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında geçecek, omurgası ve sağ bacağında dinmeyen bir acıyla yaşayacak, 32 kez ameliyat olacaktır. Kazayı sonradan şöyle anlatacaktır Frida; “Önce başka bir otobüse binmiştik ama küçük şemsiyemi unuttuğumu görünce, aramak için indik. Beni harabe eden otobüse böylece bindik. Kaza bir kavşakta oldu... Tuhaf bir çarpışmaydı bu; şiddetli değil, ağır ve yavaştı. İnsanın çarpışmanın farkına vardığı, ağladığı doğru değil. Gözümden bir tek damla yaş akmadı ve demir çubuk, kılıcın boğayı delmesi gibi beni deldi geçti.” Kazanın reçetesi; üçüncü ve dördüncü omurga kemiklerinin kırılması, kalçada üç, sağ ayakta onbir kırık, sol kalçadan giren ve vajinadan çıkan demir çubuğun yol açtığı derin yara ve cinsel organda sol dudak yırtılmasıdır. Bu kazanın ardından acı dolu ve yatağa bağımlı günleri başlar. Yatağa bağımlı olduğu günlerde İlk tablosu ‘Kadife Elbiseli Otoportre’ - 1926 ‘Suda Gördüklerim’ isimli tablosu - 1938 44 babasının aldığı fırça ve tuval, annesinin yatağının üzerine astığı ayna hayat vermiştir Frida’ya. “Gündüzlerinin ve gecelerinin celladı” olarak tanımladığı aynadan kendi aksine bakıp, gördüğü farklı yüzleri resmetmiştir. Ne bir akım kaygısı vardır, ne de toplumda ressam olarak yer edinme. Yaşam öyküsünü yazan bir yazar gibi kendi portrelerini yapmıştır. İlk otoportresi 1926 yılında yaptığı “Kadife Elbiseli Otoportre”dir. Yatağa bağımlı bir bedenle olabildiğine özgür bir ruhun ortaya çıkardığı tezattır belki de onu bugün bildiğimiz kadın yapan. Kazadan sonra çektiği acıları resim yaparak gidermeye çalışması ve kendisini bu şekilde avutmayı başarması için “Başıma gelen en iyi şey, acı çekmeye alışmaya başlamam.” diyecektir sonraları. Yatağa bağımlı olduğu bu dönemde, hayat mücadelesine var gücü ile devam edecek resimle tanışacak ve hatta siyasi hayattan da uzak kalmayıp Zapata’nın bir mirasçısı olarak Komunist Parti’ye üye olacaktır. Acılarını bir nebze unutmak için tanıştığı resim ile hayatının sonuna kadar haşır neşir olacaktır artık. Resim konusunda yeteneği gerçekten Dikenli kolye ve sinekkuşu ile otoportre - 1940 Her zaman takmak zorunda olduğu çelik korseyi ve acılarını resmettiği tablosu - 1944 de olağanüstüdür. Resimleri rahatsız edici, çarpıcı, insana sıkıntı veren ama etkisi altına alan ve bu etkisini uzunca bir süre hissettiren tarzdadır. Hiçbir ressam acılarını “acındırmadan” onun kadar iyi anlatamaz. Hiçbir görüntüde bu kadar rengarenk işlenmiş bir kasvet bulamayacağımız resimlerin sahibidir Frida. Yaptığı resimler sürrealist olarak nitelendirilse de, o “Benim bir sürrealist olduğumu düşündüler ama değilim, ben kendi gerçekliğimi resmettim.” demiştir. Güvercin ile Fil’in Aşkı Kaza sonrası 32 ameliyat geçirmiş, sayısız kere doktora görünmüş ve acıları için çeşitli ilaçlar kullanmıştır. Bütün bunlara rağmen iki yılın ardından yeniden ayağa kalkmayı başarmış, hayat mücadelesinin ilk turunu kazanmıştır. Yaşaması bile bir mucizeyken, yürümeyi başarabilecek kadar inatçıdır ve asıl savaşı aslında bundan sonra başlamıştır. Aşık olur. Resim yapıyor, arkadaşları ile çeşitli partilere katılıyorken, bunlardan birinde fotoğrafçı arkadaşı Tina Modotti aracılığıyla dönemin ünlü ressamı Diego Rivera ile tanışır. Meksika’nın Michelangelo’su olarak anılan Diego, ünü ülke sınırlarını aşmış bir ressamdır ve Frida, kendisi gibi komunist olan Diego’ya büyük bir hayranlık beslemektedir. Ondan resimlerine bakmasını ister. Bu, Diego ile yaşayacakları uzun ve fırtınalı aşkın da başlangıcıdır. Frida sonraları Diego için “Hayatta başıma iki korkunç kaza geldi, biri geçirdiğim otobüs kazası, diğeri de Diego. İkincisi kesinlikle daha yıkıcıydı.” diyecektir. Kendisinden yirmi bir yaş büyüktür Diego. İki kez evlenmiş, çocukları vardır. Çapkınlığı ve sadakatsizliği ile tanınır. Bu nedenle başta ailesi olmak üzere bir çok yakını karşı çıkar bu ilişkiye. Bütün bunlara rağmen Frida 1929 yılında Diego ile evlenmiştir. Frida’nın annesi ile babası, yeni evli çifti düğün gününde güvercinle file benzetirler. Frida bir güvercin gibi kırılgan ve narin, Diego da bir fil kadar güçlü ve heybetlidir. Zaten Frida en başından itibaren Diego’nun gücüne âşık olur, hayranlık duyar ve neredeyse her resminde de bu hayranlığı dile getirir. Onlarınki sadece aşk değildir; yoldaşlık, dostluk, annelik, babalık, çocukluk ve aynı zamanda meslektaşlıktır da. Frida evliliklerini şöyle anlatır; “Bu bir aşk beraberliği idi. Bize uygun, taşkın bir akarsu gibi delişmen, Nikaragua şelalesi ya da İguazu çavlanları gibi coşkulu, denizlerin dibi gibi derin ve 45 gizemli, Odysseus’ un Akdeniz’i gibi fırtınalı, Patzcuaro gölleri gibi uysal ve Aztek Chinampaları (yüzen bahçe) gibi verimli, çöller gibi yorucu ve altın gibi pırıltılı, yırtıcı hayvanlar gibi ürkünç, yaşayan evren gibi rengarenk... “ Evlilik yaşantıları çok fırtınalı olur. Birliktelikleri boyunca genelde Diego’nun sanat çalışmaları için farklı yerlerde bulunan çift, 1930 yılında San Francisco’da yaşamaya başlamıştır. Burada Kahlo, San Francisco Kadın Sanatçılar Topluluğu adına gerçekleşen bir sergide “Frieda ve Diego Rivera” adlı resmini sergiler. Daha sonra siyasi nedenlerle 1933 yılında yeniden Meksika’ya dönmüşlerdir. Meksika’daki hayatlarına dair bildiklerimizden bir tanesi evlerinin yan yana fakat ayrı olduğudur. Diego’nun bitmek bilmeyen çapkınlıkları içinde Kahlo’nun kızkardeşi Cristina bile var ki bu elbette Kahlo’yu çok üzmüştür. Tüm bu çalkantılar çiftin pek çok kez ayrılmasına neden olmuştur. Frida Diego’ya yazdığı mektuplardan birinde şöyle der; “Acı çeken yüreği var ise bir bedenin, daha hızlı çürüyor o beden. Benim acı çeken bir yüreğim var Diego. Seni sevmeye başladığım o günden beri, acı çeken bir yüreğim var. Beni anlamadın demeyeceğim, beni anladın. Zaten en dayanılmaz acı buydu. Sen beni anladın. Anladığın halde canımı yaktın Diego.” Bir diğer büyük hayal kırıklığı ise çocuk sahibi olma arzusuna karşın sağlık sorunları nedeniyle çocuk doğuramayacak olmasıdır. Bütün tehlikesine rağmen iki kere hamile kalır ve iki kere de düşük yapar. Yine acılar içinde kalır. Ve yine acılarını, düşüklerini, kanlar içindeki parçalanmış bedenini, doğmamış çocuklarını resmeder. 46 Frida’nın da Diego ile evlilikleri ve ayrılıkları sırasında çeşitli erkeklerle ve hatta kadınlarla ilişkileri olur. Bunları Diego’ya duyduğu büyük aşka rağmen kendince Diego’dan intikam almak istemesi ve kendisi gibi onun da canını acıtmak istemesi ile açıklayabiliriz. Bu ilişkilerden birisi ise Rus devriminin önde gelen isimlerinden Lev Troçki iledir. Troçki, Diego’nun Meksika Cumhurbaşkanından aldığı özel izin ile 1937’de Meksika’ya gelmiş ve Frida’nın evine yerleşmiştir. Aralarındaki ilişkiyi Troçki’nin eşinin farketmesi üzerine Frida, Troçki’den ayrılmıştır. Troçki’ye düzenlenen suikastın ardından suikastçı ressam Siqueiros’un arkadaşı olması nedeniyle Çocuğunu düşürmesini resmettiği tablosu - 1932 sorgulanan Frida, bir süre Meksika’dan ayrılmayı uygun bulmuş; o sırada San Fransisco’da bulunan eski eşi Rivera’nın yanına gitmiş ve 1940 yılında çift orada yeniden evlenmişlerdir. “Yaşasın Yaşam!” Frida ile Diego yeniden evlendikten sonra, Frida’nın çocukluğunu geçirdiği mavi eve taşınmışlar, fakat yine geçici olarak başka şehirlere de gidip gelmişlerdir. Sık sık sağlığı bozulan Frida, dayanılmaz acılarla başa çıkmak için bütün gücüyle resim yapmıştır. 1938’de New York’ta, 1939’da Paris’te açtığı sergiler ile büyük övgüler toplamıştır. Paris’te olduğu dönemde Picasso ile de tanışma ve arkadaşlık etme fırsatı olmuştur. Picasso da Frida’nın eserlerini çok beğenir, hatta onun için “Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz.” demiştir. Kendi gerçekliğini tuvale yansıttığını söyleyen Frida, kadınlık, doğum, kürtaj, cinsiyet rolleri ve daha nice sorunu cesaretle ve kendine has üslubuyla resmetmiştir. Ataerkil bir toplumda yaşayan, sadakatsiz bir eşe sahip, ciddi sağlık problemleri yaşamış, anne olmak istemiş ve olamamış bir kadının resmettikleri birçok kadının anlatamadıklarıdır. Bir çok kadın gibi kurbanıdır toplumun, ötekidir. Ama köşesine çekilip acılarının öylece geçmesini beklemez. Kendisi ile yüzleşirken aslında kadınlığı ile de yüzleşir her fırçayla. Diego, eşi ve meslektaşı olan Frida’nın eserleri için “Sanat tarihinde ilk kez bir kadın, tam bir içtenlikle, yalınlığı ve sakinliği içinde acımasız denebilecek bir içtenlikle, yalnızca kadını ilgilendiren genel ve özel olguları dile getirmiştir.” demiştir. 1950’de hastalığı yeniden ağır bir şekilde nüksetmiş ve ayağı kangren olmuştur. Bu nedenle 9 ay süre ile hastanede kalsa da, tedavisi mümkün olmayınca kangren olan bacağı kesilmiştir. Tek ayağı ile özgürlüğünü nerdeyse tamamen kaybeden ve evde yeniden yatağa mahkum olan Frida 1953’te ilk kişisel sergisini Meksika’da açmıştır. Ne var ki ülkesindeki ilk kişisel sergisinde yataktan çıkmaması öğütlenir, çareyi yatağı sergi salonuna taşıtmakta bulur. Öyle de güçlü, öyle de inatçıdır. Bu yıllarda sağlığı da psikolojisi de gitgide bozulan Frida ölene kadar, hayat mücadelesinden ve güçlü durmaktan asla vazgeçmemiştir. Bunun en çarpıcı örneği ise son tablosunun iştah açıcı, kesilmiş kırmızı karpuzları resmettiği ve “Yaşasın yaşam!” adını verdiği bir natürmort olmasıdır. Ölümden sonrası için “Yatarak çok fazla vakit geçirdim. Yakın sadece.” diyerek yaşamın ölüm dahil tüm trajedilerine gülebilen bir kadındır o. 13 Temmuz 1954’te hayata Son tablosu ‘Yaşasın Yaşam’ - 1954 gözlerini yummuştur Frida. Vasiyeti üzerine bedeni yakılmıştır. Külleri şimdi müze olan Mavi Ev’de sergilenmektedir. Bir çok kaynakta ölümünün zaatürre nedeniyle olduğu yazılsa da, intihar ettiği yönünde söylentiler de bulunmaktadır. Son sözleri ise, günlüğüne yazdığı şu cümledir: “Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım.” 47 Ben, Malala * Av. Rahile HORZUM ‘‘O gün, 9 Ekim Salı günü, henüz 16 yaşımdayken, siperli kep giymiş, üniversite öğrencilerine benzeyen bir adam, içinde olduğum okul servisini durdurdu.’’ Malala hanginiz ?’’ diye sordu. ‘‘Ben’’ diyemedim. tebrik etmemiş. Erkek evladın doğumunun silahlar atılarak kutlandığı, kız çocukların ise örtülerin altına saklandığı, hayattaki rollerinin sadece yemek pişirmek ve çocuk doğurmak olduğu topraklarda doğmuş bir kız… Gece yarısı kurulan bir ülkeden geliyorum. Doğduğumda köy halkı anneme acımış, kimse de babamı Bir Peştu kızı. Pakistan ve Afganistan arasında dağılmış pek çok aşiretten oluşan mağrur halk ‘‘Peş- 48 tu’’ kızı.Adım, büyük bir üzüntü, acı içinde olan anlamına gelse de Afganistan’ın en büyük kadın kahramanının Maivandlı Malalai’nin adı. Dünyanın en güzel yerinde yaşıyorduk. Svat Vadisinde. Vadim; dağları, gürül gürül şelaleri,kristal gibi berrak gölleri ile cennette bir krallıktır sanki. Doğunun İsviçresi. gerçekleşmesinin ilk adımını attılar. Sadece üç öğrencisi olan okulu açtılar. Bu okulun devamının gelebilmesi için çok büyük fedakarlıklar gerekiyordu. Biz hep birlikte bu fedakarlıklara katlandık. Zamanla bu fedakarlıklarımızın ödüllerini de almaya başladık. Babam okulu çok büyüttü. Okul büyüktü, öğrencisi çoktu, ama fazla kar etmiyordu. Çünkü okulun sekiz yüz öğrencisinin yüzden fazlası ücretsizdi. Hindukuş dağlarının gölgesindeki evimizde, diğer insanlardan farklı, birbirlerine aşık annem ve babamın yanındaydık. Farklıydık biz. Farklıydı annem babam. Okulu çok seviyordum. Çok başarılıydım . Yedi yaşıma geldiğimde , sınıfın birincisi olmaya alışmıştım. Zorluk çeken öğrencilere ben yardım ediyordum. Babam, geniş bir aileden geliyordu. Köyleri olan Barkana çok ilkel bir yermiş. Kalabalık ailesi ile sıkış tepiş yaşadıkları çamur damlı bir evde yaşamış. Bu ailede de bir çok ailede olduğu gibi, oğlanlar okula giderken, kızlar evde kalıp evlenmeyi bekliyorlarmış. Ben bir Peştu idim. Peştu olmakla da büyük gurur duyuyordum. Ama bazen geleneklerimizle ilgili, özellikle kadınlara yönelik muamele söz konusu olduğunda büyük açmazlar olduğunu düşünüyorum. Annem, altı yaşında başladığı okula gitmekten çok çabuk vazgeçmiş. Oysa köydeki yaşıtı kızlardan faklıymış. Onun okula gitmesi için teşvik eden bir babası ve ağabeyleri varmış. Oğlanlarla dolu sınıfta tek kız olarak okuluna devam ederken, sırf yemek pişirmekten, temizlik yapmaktan ve çocuk büyütmekten kurtulmak için okula gitmenin bir gereği olmadığını düşünüp okula gitmekten vazgeçmiş. Sadece babamla tanıştığında bu kararından pişmanlık duymuş. Karşısında çok kitap okumuş, ona şiirleri yazan, en büyük hedefi de kendi okulunu açmak olan bir adam varmış. Babam çok düşük bir ücretle öğretmenlik yaparken bir yandan da kendi okulunu açma hayalinin peşindeydi.Ve bir gün arkadaşı ile birlikte bu hayalinin Kadınlar onbeş onaltı yaşlarında, yaşlı adamlara, karısı olan yaşlı adamlara satılabiliyorlardı. Svara diye bir adetimiz vardı. Buna göre bir kız kan davasını sonlandırmak için başka bir aşirete verilebiliyordu. Böyle şeylerden yakındığımda babam, Afganistan’da hayatın kadınlar için daha zor olduğunu söylerdi. Ben doğmadan bir yıl önce, tek gözlü bir mollanın yönetimindeki Taliban adlı bir grup ülkeyi ele geçirmişti ve kız okullarını yakıyorlardı. Erkekleri upuzun sakal bırakmaya, kadınları da burka girmeye zorluyorlardı. Burka giymek; dışarıyı görmek için yalnızca küçücük pencerenin olduğu kumaştan kocaman 49 bir topun içinde yürümek gibi bir şeydi. Babam, Taliban’ın kadınların yüksek sesle gülmelerini, hatta beyaz ayakkabı giymelerini yasakladığını söylemişti; çünkü beyaz ‘‘erkeklere ait olan bir renk’’ idi. Kadınlar sırf tırnak cilası sürdükleri için hapsediliyor, dövülüyorlardı. Babam bunları anlatırken ürperiyordum. Svat’ta olduğum için gurur duyuyordum. ‘‘Burada bir kız okula gidebiliyor’’ diyordum. Ancak Taliban burnumuzun dibindeydi ve onlar da bizim gibi Peştu idi. Bana göre vadimiz güneşli bir yerdi ve ben dağların ardında toplanan bulutları göremiyordum. Babam, ‘‘Ben senin özgürlüğünü koruyacağım, Malala’’ diyordu, sen hayallerinden vazgeçme. 50 Benim ülkem pek yaşlı sayılmaz ama ne yazık ki şimdiden tarihinde askeri darbeler var. Askeri yönetimin başındaki general ülkedeki insanların kendisine destek olmasını sağlamak için bir İslamlaşma kampanyası başlatmış.Halkımıza onun hükümetine itaat etmenin görevleri olduğunu çünkü bu hükümetin İslami prensipleri uyguladığını söylüyormuş. Pakistan’daki kadınlar için hayat çok daha kısıtlı hale gelmiş. Baştaki generalin getirdiği İslami yasalarla; bir kadının mahkemedeki tanıklığının değeri, bir erkeğinkinin yarısına inmiş. Çok geçmeden hapishanelerimiz tecavüze uğrayıp hamile kalan, ancak mağduriyetini kanıtlayacak dört erkek tanık bulamadığı için zina suçuyla mahkum edilen on üç yaşındaki kız çocukları ile dolmuş. Taliban, vadimize geldiğinde ben on yaşımdaydım. Uzun dağınık saçları, sakalları olan bileklerinin epey üzerinde biten pantolonlar ile şalvar-kamizlerinin üstüne kamuflaj yelekleri giyen garip görünümlü adamlardı. Biz, kız okullarını yıktıklarını, dev Buda heykellerini parçaladıklarını duyduğumuz için Taliban’ı pek sevmiyorduk. Ancak pek çok Peştu Afganistan’ın bombalanmasından ya da Pakistan’ın Amerikalılara yardım etmesinden hoşlanmıyordu. Dindar halkın bir bölümü Usame Bin Ladin’i bir kahraman olarak görüyordu yefendi, işlettiğiniz okul Batılı ve kafirdir.’’ yazıyordu mektupta. ‘‘Kızlara ders veriyorsunuz ve İslam’a uygun olmayan üniformalarınız var. Buna bir son verin, yoksa başınız derde girecek ve çocuklarınız sizin için ağıt yakacaklar’’ imza ‘‘İslam Fedaileri’’ olarak atılmıştı. Önce bir radyo istasyonu kurdular. Molla FM. Ya da Radyo Molla. Bizim vadide bilgilerin çoğunu radyodan alırız. Çünkü bir çok kişinin televizyonu ya da okuma yazması yoktur. Bu radyoyu akıllıca kullandılar. Önce insanların nasıl davranmaları, nasıl yaşamaları gerektiğini anlattılar. Büyük bir hayran kitlesi oluşturdular. Liderlerinin konuşmaları daha çok kadınlara yönelikti. Bir süre sonra kadınlar ona hayran hale geldiler. Erkeklerin dışarı çıkıp para kazanmasını, kadınların evde çalışmasını ilke edindiler. O karanlık günlerde beni ayakta tutan tek şey okuldu. Liseye gidiyordum. Babam, insanların çoğunun sesini çıkarmayacak olmasından nefret ediyordu. Onun haklı olduğunu biliyordum. İnsanlar susarlarsa hiçbir şey değişmezdi. Okulda bir barış yürüyüşü organize etti ve bizi olanlar hakkında yüksek sesle konuşmak konusunda teşvik etti. Mollalar her geçen gün daha farklı istekleri anlatarak insanları değiştirmeye başladılar. Bir gün bir duyuruyla kadınların kız medreslerinde bile eğitim görmemeleri gerektiğini söylediler. Okul yöneticileri aleyhine konuşmalar yapmaya, okulu bırakan kızların isimlerini vererek övmeye başladılar. ‘ ‘Neden kızların okula gitmesini istemiyorlar?’’ diye sordum babama ‘‘Kalemden korkuyorlar’’ diye cevap verdi . Bir kurban bayramından döndüğümüzde okulun kapısına yapıştırılmış bir mektup bulduk. ‘‘Be- Taliban önce müziğimizi, sonra Budalarımızı, ardından da tarihimizi aldı. Girdiği köylerde öldürdüğü polislerle her yere korku saldı. Karşısında direnen kimse kalmaksızın ilerledi. İntihar bombacıları bombalar patlatıyorlardı. Havaya uçurulan ilk okul bir devlet kız okuluydu. Devamı da çok sayıda geldi. Ülke bir karanlık günler deryasına daldı. Arkadaşım Münibe durumu çok güzel ifade etti. ‘‘Taliban yüzünden bütün dünya bizim terörist olduğumuzu iddia ediyor Durum böyle değil. Biz Barışı seviyoruz. Dağlarımız, ağaçlarımız, çiçeklerimiz, vadimizdeki, her şey barıştan yana. Bir grup kız tek özel Peştu kanalına röportaj verdik. Militan eylemler yüzünden okulu bırakmak zorunda kalan kızlardan söz ettik. Bir gün ülkemizin en büyük haber kanallarından birine çıktım. Verdiğim röpörtajların sayısı arttıkça, kendimi daha güçlü hissediyordum ve daha fazla destek görüyordum. Henüz on bir yaşımdaydım ama 51 daha büyük gösteriyordum. Medya genç bir kızın görüşlerini duymaktan hoşnut görünüyordu. bendim. ‘‘Bu ikisi laikliği yaymaya çalışıyorlar ve öldürülmeleri gerekiyor’’ diyordu. Yüreğimde Allah’ın beni koruyacağına dair bir inanç vardı. Eğer haklarımı, kızların haklarını savunmak için konuşuyorsam yanlış bir şey yapmıyorum demekti. Bir gün Peşaver’deki BBC Urdu Kanalına gittim. Bu röportajda Taliban temsilcisi telefonla katılacaktı. Sonunun ne getireceğini hiç tahmin etmediğim, tahmin etmek istemediğim cümleyi kurdum orada ‘’Taliban ne cüretle benim temel hakkımı elimden alır ?’’ Evimize döndüğümüzde polisler babamı görmek istediler. Babam polise gittiğinde, ona benimle ilgili bir dosya göstermişler. Benim ulusal ve uluslararası profilimin Taliban’ın dikkatini çektiğini, ölüm tehditlerine neden olduğunu ve korunmam gerektiğini söylemişler. Koruma vermeyi teklif etmişler fakat babam kabul etmemiş. Svat’ta yaşları benden büyük pek çok kişi, korumalarının olmasına rağmen öldürülmüştü. Bir çok etkinliğe konuşmacı olarak gitmeye başladım. Lahor’da bir eğitim galasında konuşmak üzere davet edildim. Burada insanlara Taliban’ın fermanlarına nasıl karşı geldiğimizi ve gizlice okula gitmeye devam ettiğimizi anlattım. ‘‘Ulusal Barış Ödülü’’ ile ödüllendirildim. Başbakanlık resmi konutunda yapılan törende Başbakan’a okullarımızın yeniden yapılmasını ve Svat’ta kızlar için bir üniversite istediğimi söyledim. Bütün ilkbahar ve yaz boyunca garip şeyler olmaya devam etti Yabancılar eve gelip ailem hakkında sorular soruyorlardı. Babam onların istihbarat servisinden olduğunu söylüyordu. Ocak 2012 de Sind Hükümetinin bir kız ortaokulunun adını değiştirip benim adımı vereceklerinin duyulmasından sonra Geo TV’nin konuğu olarak yine Karaçi’deydik. Kaldığımız otele gelen kadın, New York Times’ın internet sitesinde yayınlanan bizimle ilgili belgeseli gördükten sonra benimle tanışmak istemişti. Önce babamla, sonra benimle sohbet etti. Gözleri yaşlarla dolu dolu babama ‘‘Ziyaüddin, sen Taliban’ın bu masum kızı neden tehdit ettiğini biliyor muydun ?’’ diye sordu. Bu soru üzerine internete girip baktığımızda Taliban’ın iki kadına karşı tehditler yayınladığını gördük. Bu kadınlardan biri 52 Derken okulumuz bir resim yarışması düzenledi. Resimlerin cinsiyetler arası eşitliği göstermesi ya da kadınlara yönelik ayrımcılığı vurgulaması gerekiyordu. O sabah istihbarat servislerinden iki adam ‘‘okulunuzda neler oluyor ?’’sorusuyla geldiler. Bu arada babam tehditler almaya devam ediyordu. Sürekli birileri arayıp sıradaki hedefin o olacağını söyleyerek babamı uyarıyorlardı. Babam Taliban’ın onu tuzağa düşürüp öldüreceğinden neredeyse emindi ama yine de polisten koruma istemiyordu. Eğer bir sürü korumayla dolaşırsan, Taliban Kalaşnikof ya da intihar bombacısı kullanır ve daha fazla insan ölür diyordu. Bana yönelik tehditleri öğrendiğimizden beri annem hiçbir yere yürüyerek gitmemi istemiyordu. Oysa sadece beş dakika yürümem gerekiyordu. Servise binerek gidip geliyordum. kan sokaklara damlıyordu. Ben parmaklarımla ritim tutuyordum.Kıtır kıtır kıtır… Şıp şıp şıp… Servis her gün iki sefer yapıyordu. O gün saat 12 de okulda, babam hoparlörden seslendi hepimiz merdivenlere koştuk. Kapıdan çıkmadan önce yüzlerini örten diğer kızlar, servisin arka tarafına oturdular. Ben eşarbımla başımı örtüyordum ama yüzümü asla örtmezdim.Herkes bindikten sonra servis hareket etti. Ben akıllı ve güzel arkadaşım Münibe ile konuşuyordum. Bazı kızlar şarkı söylüyordu. Ben parmaklarımla koltukta ritm tutuyordum. Küçük tepeye tırmanan yol genellikle kalabalık olurdu çünkü kestirmeydi. Ama o gün garip bir şekilde sakindi Siperli kep giymiş, üniversite öğrencilerine benzeyen bir adam, içinde olduğum okul servisini durdurdu.’’ Malala hanginiz ?’’diye sordu. ‘‘Ben’’ diyemedim. Sol gözümün üstünden giren kurşundan önce davranabilseydim, ‘‘Ben’’ diyebilseydim eğer, kendi kız kardeşleri ve kızları da dahil olmak üzere bütün kızları okula göndermeleri gerektiğini hatırlatırdım ona.’’ Kırmızı beyaz nükleer füzelerle süslenmiş üç tekerlekli bisikleti üzerinde bir dondurmacı çocuk bize el sallayarak arkamızdan geliyor, bir öğretmen onu kovalıyordu.Bir adam tavukların kafasını kesiyor, Diyordu Malala YUSUFZAY. *Ben Malala Kitabından alıntıdır. 53 KADININ ÖZ SAVUNMA MEŞRU MÜDAFAA HAKKI Av. Esin ASLAN TCK Madde 25 - (1) Gerek kendisine ve gerek başkasına ait bir hakka yönelmiş, gerçekleşen, gerçekleşmesi veya tekrarı muhakkak olan haksız bir saldırıyı o anda hâl ve koşullara göre saldırı ile orantılı biçimde defetmek zorunluluğu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez. (2) Gerek kendisine gerek başkasına ait bir hakka yönelik olup, bilerek neden olmadığı ve başka suretle korunmak olanağı bulunmayan ağır ve muhakkak bir tehlikeden kurtulmak veya başkasını kurtarmak zorunluluğu ile ve tehlikenin ağırlığı ile konu ve kullanılan vasıta arasında orantı bulunmak koşulu ile işlenen fiillerden dolayı faile ceza verilmez. Yukarıda belirtilen meşru müdafaa hakkı, milyarlarca yıl önce, evrimleşip geliştiğimiz vahşi doğada hayatta kalmamızı sağlayan ve her canlıda içgüdüsel olarak gelişen, var olan “ kendi yaşama alanını koruma içgüdüsünün” hukuksal ifadesidir. 54 Bu kanun maddesine rağmen, kendisini tecavüzden, saldırgandan korumaya çalışan kadınlara meşru müdafaa hükümleri uygulanacağına, ağır cezalar verilmektedir. Bunun sebebi ise ataerkil düzenin bozulmasını önlemektir. Kadını öldüren , ağır tahrik, duruşmadaki iyi hali vs. benzer gerekçeler gösterilerek yapılan indirimler, kadınlar için geçerli olmamaktadır. Kendisine yıllarca tecavüz eden bir erkeği öldürdüğü için müebbetle yargılanan kadınlar var iken, kadını öldüren erkeklere nadiren müebbet istenmektedir. Kadına kendisini korumak için öz savunma hakkı tanımamak, kadına, erkek egemen sisteme boyun eğdirmek içindir. düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Bunun içindir ki, binlerce kadının öldürüldüğü günümüzde, yasalarımızın, toplumun mağduru olan kadınlar lehine pozitif ayrımcılık içeren daha çok madde eklemesi ve uygulamada da bunu gerçekleştirmesi gerekmektedir. Bu konu hakkında birçok kadın örgütleri çalışmalar yapmakta ise de, günümüzde devlet ataerkil sistem üzerine kurulduğu için, kadınlar akıl almaz zorluklarla karşı karşıya kalmakta ve öldürülmeye devam edilmektedir. Rahibin anlattıklarından etkilenen Çin imparatoru bu rahibi ülkesine kabul eder. Ve adı yeni orman anlamına gelen Şaolin tapınağını bu rahip için kurar ve rahipten halkına da bu bilgilerini aktarmasını ister. Kadınlar, sistem tarafından dikte ettirilen “erkek egemen” zihniyeti o kadar içselleştirmiştir ki, doğanın kendisine verdiği kendini koruma içgüdüsünü bile yitirmiştir. Yani kadın kendini şiddetten korumayı bile birinci dereceden önemli görmemekte, böyle bir ihtiyaç bile hissetmemektedir. Bunun sebebi de, erkeğin kendisinden fiziksel olarak daha güçlü olduğuna, hiçbir zaman bir erkeğe karşı kendisini savunma olanağına sahip olmadığı Sorun sistem sorunu olmasına rağmen, kadınlar öz savunma haklarını ısrarla savunmalı ve topluma bunu kabul ettirmelidirler. Bu öz savunma yollarından biri de, günümüzden üç yüz yıl önce Nig Moi isimli bir kadın tarafından keşfedilen Wing Chun Kung- Fu adlı öz savunma sanatını öğrenmek olabilir. “Milattan sonra 500 yıllarda Hintli bir Budist olan Bodhi Dharma Çin’e yerleşmek üzere gelir. Bu Budist rahip o dönemin Çin imparatoruna hem Budizmi savaş sanatı anlamına gelen Kung- fu bilgisini sunar. Çin halkına Budizmi ve Kung -Fu yu öğretmek amacıyla kurulan şaolin tapınağı kısa bir sonra adını duyurarak savunma sanatlarının merkezi olmuştur. Böylece Şaolin Fung-Fusu adın da bir savaş sanatı sitili oluşmuştur. Bu savunma sanatı stiline Budizmin, doğadaki tüm döngüleri içeren gözlemleri yansıtılmış ve hayvanların doğada kendilerini koruma içgüdüleri taklit edilerek bu savunma sanatına aktarılmıştır. Bunun sonucunda da hayvan stilleri doğmuştur. Yılan, turna, tilki, maymun, kartal vs. Daha sonra Çin imparatorluğu bir dönem Mançuryalıların egemenliğine girince Mançuryalılar Şaolin tapınağını kendileri için tehlike olarak görürler ve bu tapınağı ve tapınaklaki rahipleri yok etmek için 55 uğraşırlar. İlk baskında başarılı olamayan Mançuryalılar ikinci baskında bu tapınağı dağıtırlar ve beş Budist rahip haricinde diğer tüm rahipleri öldürürler. Baskından kurtulan bu beş rahip ayrı ayrı yerlere giderek izlerini kaybettirirler. Bu beş rahipten biri rahibe Nig Moi’dir. Asıl adı Lui Sei-Leung olan ve Budist olduktan sonra beş erik anlamına gelen Nig Moi adını olan bu rahibe, günümüzden tam 300 yıl önce bu savunma sanatını geliştirir. Nig Moi, baskından kaçtıktan sonra Beyaz Turna Tapınağına yerleşir ve orada Şaolin kung -fu nun eksiklerini giderecek, -Şaolin Kung Fusu her ne kadar olağanüstü tekniklerle zenginleşmisse de güce karşı güç uygulamak prensibine sahip olması eksik yanıydı- yeni teknikler geliştirmeye çalışır. Bu çalışmaları sırasında bir turna ile tilkinin dövüşünü tesadüfen izleyen rahibe, bu dövüşte kendinden daha güçlü olan tilkinin turnanın kanat ve gaga vuruşları ile ne kadar çaresiz bir durumda olduğunu ve savaşı kaybettiğine şahit olur. Böylece, Nig Moi Şaolin Kung-Fu’sunun eksik yanı olan, güçsüzün güçlüye karşı savaşın ilkelerini tespit eder. Yani kadın kas ve kemik yapısı itibariyle erkeğe göre daha zayıf olma halini, Wing Chun Kung-Fu tekniği ile gideren bir dövüş sanatı keşfeder. Bu öz savunma sanatını öğretmek için bir öğrenci arayışına giren Nig-Moi, Pazar alışverişi yaptığı bir sırada aktarcılık yapan bir kadınla tanışır. Bu kadın da yaşadığı yerde bir zorba ile evlendirilmeye çalışılan çaresiz bir kadındır. Nig Moi kadının hikayesini duyduktan sonra kendisine tapınağına gelerek, yeni keşfettiği savunma sanatını birlikte çalışmayı teklif eder. Teklifi 56 kabul eden Wing Chun isimli bu kadın, yaklaşık 3 yıl boyunca Budist rahibe Nig Moi ‘den dersler alır. Bu derslerden sonra, yaşadığı bu köye dönen Wing Chun kendisiyle zorla evlenmek isteyen kişinin karşısına çıkar ve dövüş müsabakası teklif eder. Eğer kendisi yenilirse onunla evleneceğini söyler. Bir kadın tarafından yenilemeyeceğinden emin olan bu zorba, severek teklifi kabul eder. Ancak yapılan müsabaka da bu zorba, Nig Moi’nin keşfettiği savunma sanatını en iyi şekilde özümseyen Wing Chunla baş edemeyip yenilir ve bir kadın tarafından yenilgiye uğratıldığı için “utancından” köyü terk eder. Wing Chun’nun kendi oluşturduğu savunma sanatını en iyi şekilde öğrendiği ve uyguladığı için, Nig Moi kendi keşfi olan bu savunma sanatına, kendi adını değil –yüksek bir kadın alçakgönüllüğü ile –öğrencisinin adını verir. Böylece savunma sanatının adı WİNG CUHN KUNG- FU olur. Wing Chun kelime anlamı ile güzel bahar demektir. “ Bu savunma sanatında, fiziksel yapısı güçlü olan değil, vücudun refleks noktalarını kullanarak dirençsizlik, merkez çizgiyi koruma gibi temel doğa prensiplerinden yararlanılarak çok fazla bir güce sahip olmadan da, kendinden daha güçlü birine karşı kendini savunma öğretilir. Yani güçlü olanın değil, doğanın yasalarını içinde barından Wing Chun bilgisine sahip olanın kazandığı bir savunma sanatıdır. Kadın, böylece hem kemik hem de kas kütlesinin az olmasının dezavantajını, doğanın yasalarını içeren bu dövüş sanatı ile artıya dönüştürmüş ve kendinden daha güçlü birine karşı olağanüstü bir savunma sanatını uygulamış olur. Savunma sanatları gibi genelde erkeklerin ilgi gösterdiği ve başarılı oldukları kabul edilse de, Budist bir rahibe, bundan üç yüzyıl önce bulduğu savunma sanatının üzerinde bir savunma sanatı daha yoktur. Savunma sanatlarının en başarılı uygulayıcısı olan Brucee Lee nin kendi oluşturduğu savunma sanatının yüzde yetmişini Wing Chun Kung Fu oluşturmaktadır. Yani kadınlar sadece bilim, felsefe, sanat alanında değil, erkeklere mal olmuş olan savunma sanatlarında bile zekalarını kullanarak öne çıkmayı başarmışlar ve ölümsüz bir savunma sanatının yaratıcısı olmuşlardır. Yani sözün özü şudur ki, biz kadınlar doğanın yasalarını, zerafetini içimizde taşırız. Bunun içindir ki, sakın eğilmeyin kimsenin karşısında, unutmayın ki, asıl eksiklik, bize eksik, güçsüz diyenlere aittir. 22/02/2016 57 i ş e l y ö S Caroline DAVİD Christine PERRIN Av.İbrahim Cengiz DAMGACIOĞLU Kadın hakları kavramı size ne ifade ediyor? Caroline David: İlk düşündüğüm şey, bu deyimin olmaması gerektiğidir. Bu, kadınlara karşı yapılan tutarsızlık ve ayrımcılığın hâlâ ne yazık ki varlığını ortaya koymakta olup, ne acıdır ki, şiddete maruz kalmış kadınların korunmalarının sağlanması ihtiyacını hatırlatıyor. Bu deyim, aynı zamanda kadınların karşı karşıya kaldıkları bezdirme hareketlerine karşı sürekli bir mücadele verilmesi gerektiğine de parmak basıyor. İkinci düşündüğüm konu şu oldu ; İnsan haklarından bahsediliyor ve bu tüm dünyada ciddiye alınmıyor ve eşitsizlikler, dramlar her iki cins için 58 de mevcut. Kopenhag sözleşmesinde de belirtildiği üzere, «Kadın hakları, insan haklarının tamamlayıcı halkalarından birisidir». Kadın hakları için mücadele etmek, genel olarak insan hakları için mücadele etmek demektir. Christine Perrın; Kadın hakları diye birşey olmamalı, kadın hakları deyince kendi kendimiz kadın-erkek ayrımı yapmış oluyoruz. Sadece ve sadece insan hakları diye bir şey tartışılmalı. Tabii bu, ideal bir dünyada. Fakat gerçekler çok farklı, hele birçok ülkede bazı kesimlerde kadınların bir alt-kategori olarak algılandığı ve davranıldığı için maalesef konu özelleştirildi. Erkek haklarından bahseden yok, böyle bir sözcük te yok. Günümüzde kadın hakları konusundaki görüşleriniz nelerdir? Caroline David: Kadınlar ve erkekler arasındaki eşitsizlikler devam etmektedir. Ancak Kadın ve insan haklarında eşitlik günümüzde birçok ülke kanunlarında yer almaktadır. Fakat bütün dünya ülkelerinde değil.. Boşanma, çocukların vesayeti, miras ya da mülkiyet hakları konularında da eşitsizlik söz konusudur. Örneğin bazı kadınlar eşlerinin onayı olmadan çalışamamaktadırlar… Kadınlar, eğitim alanında ya da iş ortamına entegrasyon gibi birçok alanda erkeklerle aynı haklara sahip değiller. Christine Perrın; Eskiden bir kadına yapılan eziyetler, özel veya iş hayatında, kapıların arkasında konuşuluyordu. Açık açık konuşulmaması gereken konulardı, gizlenmeli ... aile içi şiddet, darbe, ensest, taciz, tecavüz, iş ortamında çifte standart davranışlar ... en garip olan, saklayan kadınlardı, kendileri suçlu hissediyormuş gibi, misillemeden korkudan da. O zamanlar tüm dünyada erkek egemenlik vardı, medyalar da o kadar güçlü değildi, kadınların kendilerini bu durumda yalnız sanıp başka yerlerde birçok kadının kendisiyle aynı sorunları yaşadığını bilmezdi. Artık kadınlara birçok kapı açıldı, en azından bazı kesimlerde: oy verme hakkı, doğum kontrolü, iş gücü, yüksek öğrenime erişim, söz hakkı. Bir de farkındalık, bazı kanunların onaylanması, medyalar, internet, sosyal medyalar olsun “yalnız değilim” mesajı, direnme gücü verip birleşme, harekete geçme isteği uyandırdı. Dernekler kuruldu, her gün bu konular konuşuluyor, bazı kanunlar da değişebildi. Hala eksikler çok, bu nedenle kadın hakları çok güncel bir konu. Kadının ekonomik ve sosyal statüsünde pozitif ayrımcılık ilkesinin uygulanması mümkün müdür? Caroline David: Çok ülkede kadınlar erkeklerden daha az ‘‘değerlidir’’. Neyseki bir takım ülkelerde de kadınlar, endüstri, hukuk, eğitim ya da tıp gibi birçok aktivite alanlarında yetkili konumdalar. Fakat bu durumdan aşırı da mutluluk duymamak gerekir, çünkü hâlâ çok küçük bir oranı oluşturmaktadırlar. Ayrıca kadınlar, yüksek konumlardaki görevlerde tamamen yer almamaktadırlar. Kadınlar, kadrolu bir görevde olmalarına ve eşit diploma seviyelerine rağmen, erkeklerden %15 oranında daha az maaş almaktadırlar. Gerçek eşitlik yalnızca erkek egemenliğine değil aynı zamanda sosyal hiyerarşinin gücüne de müdahale etmeyi gerektiri- 59 yor. Fransa’da, ekonomik ve politik sorumluluk içeren kadrolar için uygulanan kotaların yenilenmesini öngören kanunun kabul edilmesiyle beraber pozitif ayrımcılığın uygulanması, yakın zamanda (2011) bu alandaki aşırı dengesizlik ve haksızlıkların ortadan kaldırılmasına olanak sağladı. Christine Perrın; Pozitif ayrımcılık bence bir ütopi. Ayrımcılık her zaman olmuştur, yaş, ırk, cinsiyet vs, bence her zaman olacak, insan doğasıdır. Ayrımcılığın birçok etkeni vardır: doğa, genetik, eğitim, büyüdüğümüz modelin tekrarlanması. Tabii ki boşvermek gerektiği anlamına gelmiyor, tabii ki tüm ayrımcılıkları azaltmak için uğraşmak lazım, fakat çok uzun vadeli bir savaştır. Sabırlı olup pes etmemek lazım. Aslında bakılırsa kadın hakları, genel olarak ta insan hakları çok gelişti ... dünyanın bazı bölgelerinde de gelişip son birkaç yılda geriledi, Afghanistan gibi.Türkiye’de kadın hakları konusunda da bir gerilemenin olduğunu düşünüyorum. Bulunduğunuz ülkelerde, çevrenizde kadına yönelik şiddete tanık oldunuz mu? Caroline David: Avrupa’ da, 62 milyon kadın fiziksel ya da cinsel şiddet kurbanı olmuştur. Şu anda gündemde olan bir dava Fransa’yı tutuşturmaktadır ; 2012 Eylül ayında 47 yıl boyunca süren fiziki ve cinsel şiddetin ardından eşi60 ni öldürmekten dolayı 10 yıl hapse mahkum edilen Jacqueline Sauvage davası. Geniş bir destek hareketi oluşturuldu. Ciddi ya da daha az ciddi şiddet her yerde mevcut. Christine Perrın;Kendim şiddet görmedim ama eski işyerimde, 15 sene önce, sadece kadın olduğum, ikinci çocuğum olacak “korkusu” bahanesiyle, bir pozisyona torpilli bir erkek koymak gerektiği için ayrımcılığa maruz kaldım. Üniversiteden yeni çıkmış tecrübesiz ama biri genel müdürümden rica ettiği için 23-24 yaşında bir adam finansal bölümün sorumlusu olarak atandı. Bu şirkette bu bölümde bölümün eski sorumluyla beraber 10 sene çalışıp bu pozisyona hazır getirilmiştim ve bu adam tercih edildi. Sonuçta bana yaptırıp kendisi yapmış gibi gösterip işleri halledebiliyor gibi bir iki sene idare edebildi. Ben de bu arada (madem bu sorumluluk bana verilmemişti) fırsatı değerlendirip ikinci çocuğumu doğurdum ve bu adam bir süre yalnız kalınca beceriksiz olduğunu ortaya çıkmış oldu. İşten ayrıldı, yerine ben geçtim. Yine özel hayatımdan bir örnek, başka bir açıdan: Bir kadını tutmak veya ondan intikam almak için çocuklarını kullanmak. 6 sene önce boşanmaya karar verdim, anlaşmalı bir boşanma olarak ortak bir avukat arkadaşımız protokol hazırladı. Fransız olduğum için çocuklarımızı Fransa’ya kaçırırım diye eski eşim velayet istedi ama işinden dolayı ve iyi niyetli hepimizi düşündüğümüz için bir ihtimal vermeyip velayeti verdim. Yaz tatiline kadar çocuklar benimle yaşadı. Yaz tatili için eski eşim çocukları 2-3 haftalığına götüreceğini söyledi, gittiler. Birkaç gün sonra bir sms geldi, bundan sonra çocukların kendisiyle Ankara’da yaşayacaklarını yazıyordu. Protokolda yazılan günler dışında çocuklarımı görmek için başka bir şansım yoktu. Telefon görüşmelerimiz engellendi, birçok engel koydu, birçok sorun yaşadık, arabayla oraya çok gittim geldi, çocuklar benimle yaşamak istiyorlardı, ona söylüyorlardı ama etkileyemiyorlardı. Dava açtım, psikologlar çocukları dinleyip rapor yazdı, 1,5 sene sürdü ama çocuklarımı geri aldım.Aslında kadınlar erkeklerden çok daha güçlü ve akıllıdır, hiç pes etmemek lazım, savaşıp doğru yolu bulup her zaman kazanabiliriz. Önümüzdeki 8 Martta kutlayacağımız Dünya Kadın Hakları günü için düşüncelerinizi bizle paylaşırmısınız? Caroline David: Dünya Kadınlar Günü, insanlığa hizmet etmiş kadınları anmaya olduğu kadar cinslerin eşitliği, konuyla ilgili yapılanlar ve dünyada kadınların durumları ile ilgili düşünmemizi derinleştirmemize de olanak sağlamaktadır. Bazan kadın haklarıyla mücadele etme konusunun çok eski bir hikâye olduğu izlenimine kapılırız. Oysaki bu, dünyaca kutlanan uluslararası bir « Mücadele » günü olmalıdır. Bazı ülkelerde kadın olmak arzulanan bir statü değildir. Doğumların seçimini uygulamaya devam ediyoruz. Muhabbet tellalığı, şiddet, okuma yazma bilmeme gibi kavramlar hâlâ çok üzücü gerçekler olup öfkelendiren kelimelerdir. Her 8 Mart, bir ülke için, bir dernek için, bu yürüyüşü eşitliğe ve daha fazla sükûnete doğru taşımak için bir vesiledir. Bir medeniyetin gelişmişlik seviyesi, ister gerçek haklar açısından olsun ister toplumdaki yerleri ve etkileri açısından olsun sıklıkla kadına toplumda verilen yer ile ölçülür . Christine Perrın;İlk sorunuza cevabıma bağlantılı olarak erkekler günü nasıl yoksa kadınlar günü kutlayarak ayrımcılığı kendimiz yapmış oluyoruz. Bu savaş bir günle vurgulayarak değil, her gün yavaş yavaş verilmesi gereken bir savaştır, hepimizin. O gün bir semboldür ama bu sembol erkekler için yok ... bana ters. Pozitif ayrımcılığından bahsettik, bununla başlasın, bir erkek günü olsun! Sembolik olur, bununla birçok şey ifade etmiş oluruz… Düşüncelerinizi bizlerle paylaştığınız için İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi adına çok teşekkür ederim. Teşekkür ederiz, Merkezinizi ziyaret etmekten mutluluk duyacağımızı belirtmek isteriz. 61 YAKINÇAĞDAN GÜNÜMÜZE KADIN Av. Sibel BOLEVİN Tarihi Çağlar sıralaması içerisinde 1789 tarihinde başlayan çağ Yakınçağ’dır. Her çağın bitip yeni bir çağın başlangıcı insanlık tarihinde çok önemli olaylar sonucunda meydana gelmiş ve bir kırılma noktası meydana getirmiştir. Bu kırılma noktaları insanlık tarihinde o kadar önemli dönemlerdir ki o güne kadar ki sosyal, ekonomik , hukuki ve tüm insanlık tarihini ilgilendiren hususlarda köklü değişimlerin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Kadınlık tarihini de tüm bu gelişmelerden ayrı tutmamız mümkün değildir. Fransız Devrimi, insanlık tarihinde olduğu gibi kadının evrim sürecinde önemli bir dönemin başlangıcına gebedir. Kadınlar ilk defa kitlesel olarak tarih sahnesine çıkmışlar, Kamusal alan-özel alan tartışmaları, her ne kadar daha öncesinde de bu konuda tartışmalar kısmen mevcut ise de Yakınçağın 62 başlangıcı ile gerçek anlamda görünürlük kazanmış, daha belirginleşmiştir. Ekim 1789 tarihinde devrimin öncüleri olarak, Fransa’da Versailes›teki ekmek ayaklanmasının başını kadınlar çekmiş olsalar da , sivil toplum ile siyasal toplum arasında çok dikkatli bir ayırım konulmuş, kadınlar bu ayırım yoluyla siyasetin dışında tutulmuşlar, sivil durumda bağımlı duruma düşürülmüşlerdir. 1789 Devrimi ile bir alt metin olarak ortaya çıkan feminizm kavramı ancak 1830’lardan sonra öne çıkmaya başlamıştır. Fransız Devrimi›nin temelini oluşturan ve demokrasi ile özgürlüklerin temel metinlerinden kabul edilen 26 Ağustos 1789’da yayınlanan İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ne rağmen Convention’un “kadınların siyasal hak- larını kullanmaları olanaklı değildir” sonucuna varması ise hayret vericidir. 1 Daha da hayret verici olan 24.Haziran 1793 tarihinde Convention tarafından onaylanan Anayasa’nın sadece erkeklerin oy kullandığı bir referanduma sunulmuş olmasıdır. Fransız Devrimini fikirsel olarak hazırlayanlardan J.J. Rousseau’nun dahi “kadının görevi erkeklerin hoşuna gitmek, onlara yararlı olmak, kendilerini onlara sevdirip saydırmak, hayatı zevkli ve sevimli hale koymaktır” şeklindeki söylemleri hayretler uyandırmış, Rousseau bu kadarla da kalmamış , kadın ile erkeğin aynı şekilde eğitilmesini dahi gerekli bulmadığı belirtmekten çekinmemiştir. Devrimin tarih sahnesine hediye ettiği üçleme ÖZGÜRLÜK, EŞİTLİK, KARDEŞLİK söylemleri maalesef kadınları içine dahil edememiş ,sadece erkeklere özgürlük eşitlik kardeşlik sağlamış ve bu sebeplerle de ikiyüzlü bir söylemden öteye geçememiştir. Özetle Fransız Devrimi, cinsler arasında ikiliği sürdürmüş, devrim kadını içine almak istemediği gibi kitlesel halde bu harekete katılmış olmalarına rağmen kadınları bekledikleri haklara da kavuşturamamıştır. Hatta devrim öncesinde sahip olunan bir takım haklar dahi kadınların ellerinden alınmıştır. Toplantı yapmaları, dernek kurmaları yasaklanmış, faaliyetteki kadın kulüpleri 1793 yılında bir kararname ile kapatılmıştır. Kapatma kararnamesindeki anımsatma ise ilginç olup “her cinse verilen farklı işlevlerin” olduğu ve devamındaki savunma ise DOĞANIN DÜZENİNİ BOZMAYALIM söylemi ile toplumdaki ikiyüzlülük devam etmiştir. 1 Özgürlüğün Kızları ve Devrimci Vatandaşlar-Dominique Godineau-Kadınların Tarihi C:IV,S.27 Bu döneme kadın hakları konusunda damgasını vuran üç isim vardır: Condorcet, Olympe de Gouges ve Mary Wollstonecraft: Condorcet kadınların hukuki statüsü, Gouges kadınların siyasal rolleri ve Wollstonecraft ise kadınların sosyal varoluşuyla üzerine çalışmıştır.2 1791 Anayasasının kabulünden önce kadınlara eşit oy hakkı tanınmasını isteyen ve yazdığı Kadın Hakları Beyannamesini Kral XVI. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette’e gönderen Olympe de Gouges, yeni anayasaya rağmen hak taleplerini durdurmamış ne yazıktır ki 1793’te --madem ki kadına giyotine çıkma hakkı veriliyor o halde kürsüye çıkma hakkı da verilmelidir-- savını ileri sürerek bu haklardan maalesef sadece birine hak kazanarak oybirliği ile giyotine gönderilmiştir. Aynı yüzyılda Amerika’da da durum pek farklı değildir. Ancak Amerika’da kadınlar kamusal alanözel alan ayırımında kendi öznel seçimleri ile özel alanı tercih etmekte, kendi istekleri ile siyasal yaşamda yer almamaktaydılar. Bir kısım yazarlar Fransız Devriminin, kadınların statüsünü değiştiremediği ve hatta statülerini olumsuz yönde değiştirdiği için kadınlara hiçbir şey kazandırmadığını ileri sürmekte ise de bu görüşün tamamıyla kabulü mümkün değildir. Bu dönemde, kadın sorunu siyasal düşünüşün merkezi bir ilkesi olarak gündeme gelmiş, kadının sadece aile düzeninde değil, siyasal topluluk içindeki yeri sorunu ve daha pek çok yeni sorgulamalar ortaya atılmış ve tartışılmıştır. Ne Avrupa Aydınlanması ne Amerikan devrimi, o güne kadar süregelen kadın sorununu bu şekilde: 2 Fransız Devrimi’nde Kadın:Eksik Yurttaş- Diren ÇAKMAK- Ege Akademik Bakış 2007 63 salt ahlaki bir sorun yerine siyasal bir sorun haline getirerek siyasallaştıramamıştır. Devrimin devamında oluşan hareketler özellikle de İnsan Hakları Bildirgesinde yer alan her bireyin özgürlük, mülkiyet, güvenlik ve baskıya direnme vazgeçilmez hakkına sahip olduğunun kabulü, özellikle miras paylaşımı ve devamında Medeni Kanunun kabulü ile Fransız kadınların ilk kez gerçek sivil statüye sahip olmalarını sağlamıştır .3 Ancak yine de tam vatandaş olmalarını sağlayamamıştır. Kısa bir anektot; 1790 yılında 31 yaşında dönemin erkek düşünürleri ile polemiğe girdiği için Mary Wollstonecraf ’a “jüponlu sırtlan” adı takılmış kızı Mary Wollstonecraf Shelly 1818 yılında ünlü romanı Frankenstein’ı kendi imzası ile yayınlayamamış kitabı kocasının isminin olduğu önsözle çıkarabilmiştir. Aynı şekilde 1889 da Fatma Aliye’de ilk çeviri eserini “bir hanım” imzası ile yayınlayabilmiştir.4 Devrim sonrasında, 18.-19. yılları kapsayan Sanayi devrimi, Avrupa’da burjuva sınıfının yapı değiştirmesine ve yeni bir işçi sınıfının doğmasına yol açmıştır. Eski burjuva sınıfına şimdi fabrika sahipleri de katılmış, burjuva sınıfı artık her ülkede en zengin sınıfı oluşturmuştur. ülkelerin çoğunda orta sınıf pek çok siyasal ve sosyal haklardan mahrum kalmışlardır. Sanayi Devrimi ile başlayan demokratik siyasetin kademeli olarak genişlemesiyle kadınları babalarına ya da kocalarına bağlayan ekonomik ve simgesel bağlılık bağları da kopmaya başlamıştır. ‘‘Birey” başlı başına toplum önünde öncelik kazanmış ve kadın geçmişe göre çok daha fazla erkek bireye benzemeye başlamıştır.5 3 Sledziewski Elisabeth G.-Dönüm Noktası Olarak Fransız Devrimi- -Kadınların Tarihi, C.IV,S.39 4 5 Çakır Serpil-Osmanlı Kadın Hareketi,S.40 Fraisse Genevieve ,Perrot Michelle - Düzenler ve Özgürlük- 64 Bu dönemde önemli bir gelişme Karl Marx ve Friedrich Engels’in ilk defa Komünist Manifestoyu 21 Şubat 1848’de yayımlamasıdır. Manifestoda, proletaryanın, burjuva düzenini ve üretim araçlarının özel mülkiyeti bir devrimle ortadan kaldırarak sınıfsız bir toplum düzenini gerçekleştirmesi gerektiği dile getirilirken; aynı yıllarda 1848 – 1920 dönemini kapsayan ve birinci dalga feministler olarak da anılan liberal feminizm akımının doğumu da aynı döneme rastlar. Sanayi Devrimi ve kapitalizmin getirdiği sorunlar sonucunda önlerine dikilen sorunların büyüklüğüne karşın hemen her ülkede, her kesimden kadın ezilişlerine başkaldırmaya başlamışlar, başta seçme - seçilme hakkı olmak üzere eşit işe eşit ücret, her iş alanında çalışma hakkı, eğitim hakkı, yasal reform (özellikle aile hukuku – evlilik, boşanma, vs.) hakları için mücadele etmişler.6 Özellikle de kadın işçiler düşük ücret, işsizlik ve çalışma koşullarının ağırlığı, burjuva kadınlar ise ekonomik ve siyasal haklardan yoksunluk sebebi ile düzene karşı çıkmışlardır. İngiltere’de orta sınıfın önderliğinde “Sufraj Hareketi”ne (oy hakkı) talebine bürünmüş, Fransa ve Almanya’da işçi sınıfı, Amerika’da ise kölelik karşıtı hareketle iç içe gelişmiştir. Esther Newton ve Carrol Smith Rosenberg, bu dönemde 19.yüzyıl erkeklerinin “yeni kadın”ın siyasal ve sosyal rolü ile ilgili tartışmaları korkularını ifade edebildikleri ve arkadaşlarına gözdağı verebildikleri cinsel alana nasıl kaydırdıklarını göstermiştir. Özgürleşen kadınlar “rahim sapkınları” ya da özellikle Alman psikiyatr Richard von Krafft-Ebing ler- -Kadınların Tarihi C.IV.,S.14 6 Ersöz Günindi Aysel - Özel Alan -Kamusal Alan Dikotomisi: Kadınlığın «Doğası» ve Kamusal Alandan Dışlanmışlığı- -Sosyoloji Araştırmaları Dergisi ,C. 18 Sayı 1 -Nisan/April 2015 (1840-1902)etkisiyle “erkeksi lezbiyen” “bela insan” olarak damgalanmışlar, 1912 de ünlü Alman hekim A.von Moll kadınları özgürleştirmeyi, onları erilleştirmenin doğurganlıkta gerilemeye ve cinsel sapkınlıklara yol açmakla suçlar. Yine bu dönemde kadınlara oy hakkı verilmesi ile ilgili eylemleri ile tanınan Sylvia Pankhurst “Bizden sonra gelecek bir kadın kuşağının yaşamını oy hakkı dilenmekle geçireceğini düşünmek dayanılmaz bir şeydi artık daha fazla zaman kaybetmemeli eyleme geçmeliydik” yönündeki söylemleri ile 1914 lü yıllarda hala kadınlara oy hakkı verilmesi ile ilgili çabaları ifade etmektedir. Kamusal -erkek alanı/ özel-kadın alanı ve çifte standarda saldırılar gündemde olup, “Kadınlara Oy Hakkı Dernekleri Ulusal Birliği” kendisine bağlı 480 gurup ve 53.000 üyenin gücünü göstermek için Londra’da büyük bir gösteri düzenlemiştir. Bu gösteri ve başkaldırıların yaşandığı 1914 yılı kadınların yılı olacaktı ki savaş geldi kapıyı çaldı ve her iki cinsiyeti yerlerine geri gönderdi. Erkeklerin seferberliği aile duygularını güçlendirmiş ve anayurdun koruyucusu olarak erkek miti yeniden canlanmış, erkeklerle birlikte cephede olmak isteyen kadınların sesleri ise susturulmuştu. Ancak yine de savaş kadınlara bir özgürlük ve sorumluluk sundu. Onlar için daha önce ulaşılmaz olan uğraş alanları, pek çok alet ve teknoloji ile tanışmalarını da sağladı. Savaş kadim duvarları yıkmaya ve bir çok itibarlı mesleğin kapılarını kadınlara açmaya başladı. Ancak hem Avrupa hem de Amerika da çarpıcı olan şey kadınları , ikame bir yolla sınırlama kararlılığıydı. Örneğin İngilizler sadece savaş devam ettiği sürece şeklinde beyanatlarda bulunuyordu. Nitekim savaş sonundaki söylemler: “kadınlar zorunlu bir savaş zamanı hizmeti sundular, savaşın sona ermesi ile daha fazla fedakarlık yap- malarına gerek yoktu evlerine geri dönmeliydiler” şeklindeydi. 1917 Rus Devrimi ile değişim rüzgarları bir nebze olsun kadınlardan yana esmeye başlamıştı. Mart 1917 de çalışan kadınlar çocuklarıyla birlikte Petrograd sokaklarına inip bir gösteri yapmışlar, kapsamı hızla gelişmiş, Çar tahtını terk etmiş ve geçici hükümet kurulmuştur. İngiltere’de 1918, Amerika’da 1920 ye kadar verilmeyen kadınlara seçme ve seçilme hakkı 20 Temmuz 1917 de verilmiştir. Bolşevikler hiç zaman kaybetmeden kadınlar lehine özellikle karşılıklı rızai boşanma, dini nikahın kaldırılması, meşru –gayri meşru tüm çocuklara aynı haklar tanınması gibi haklar tanımış, Avrupa’daki en liberal yasa sayılan Aile Yasası genişletilmiştir..Bu dönemde karı-koca, çocuklar konusunda mutlak eşitliğe sahip olmuşlar, doğum izni, işyeri koruması güvenceye alınmış, kürtaj yasallaştırılmıştır.7 Komünist Manifesto’da (1848) kadın ve aile ile ilgili özsel noktalar , Engels’in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde (1884) daha da geliştirilmiştir. Marksistlere göre aile ve ailenin bir parçası olan kadın, ekonomik yapı ve devletin doğası tarafından belirlenir. Kapitalizmde, burjuva aile, yalnızca bir (üreme) üretim işlevine hizmet eder. Kapitalizm proletaryayı sömürür ve proleter aileyi yıkar. Kapitalizmin bu ekonomik yapısı bastırılabilseydi, kadınlar tüm uygar haklara sahip olacaklardır. Ev işleri toplulukça üstlenecek, çocuk büyütme ve eğitme sorumluluğu devlete ait olacak , böylece kadınların çalışma ve ekonomik olarak bağımsızlıkları da olanaklı olacaktı. 7 Sovyet Modeli-Françoise Navailh-Kadınların Tarihi C.V,S.211 65 August Bebel, Kadın ve Sosyalizm (1879) adlı eserinde de kadınların ekonomik ve cinsel durumunu Marx’ın Kapital’i ışığında çözümlemiştir. Bebel var olan eşitsizlikten sadece burjuva sisteminin değil erkeklerin de sorumluluğunu kabul eder. Kadının yabancılaşma sorununun kadınlara sadece hakları verilerek çözülemeyeceğinde ısrar eder. O’na göre kadınları, erkeklerin egemenliğinden kurtarabilmenin tek yolu ekonomik bağımlılık bağlarını çözmektir. Rus Devriminden bahsederken Aleksandra Kollontay’dan söz etmeden geçmek olmaz. 1917 de Merkez Komite’ye seçilen ilk kadın, Aile Yasa’sının hazırlanmasında önemli rol oynayan biri, dünyada ilk kadın büyükelçi.. Kollontay’da Marx ve Engels gibi burjuva ailenin parçalandığına ,devrimin aile yaşamının yenilenmesini sağlayacağına inanıyordu. Evliliğin özünü değiştirmenin yolunun, insanların tutum ve davranışlarını değiştirmekten geçtiğini ileri sürüyordu. O hem duygusal, hem de maddi olarak bağımlı olmayı reddetti, sosyoekonomik engellere, ikiyüzlü ahlaka ve aşk esaretine karşı çıktı. Kadınları geleneksel sorumluluklarından kurtarmak için toplumun kafeteryalar, gündüz çocuk bakım merkezleri, dispanserler açması gerektiğini dile getirdi. Kadının köleliğine dayanan evlilik yerine özgür evliliğin, emek kardeşliğinin, sorumluluklarda ve haklarda eşit iki üyenin aşkı ve saygısıyla güçlenen bir kurumun doğuşunu bekler ve özlemle bunu dile getirir. İki Dünya savaşı sırasında yaşanan tüm olaylar neticesinde 20. yüzyıl kadınların seslerini duyurmaları ve haklarını elde etmeleri açısından önemli bir yüzyıl olmuş, 20. yüzyılın ortalarında kurulan Birleşmiş Milletler tarafından 1945 yılında kabul edilen ilk uluslararası yasal doküman olan «İnsan Hakları 66 Evrensel Beyannamesi» nde yer alan “cinsiyete dayalı ayrımcılık yapılmaması” ilkesinin getirilmesi en önemli kazanımlardan biri olmuştur. .8 İkinci dalga feminizm, 1960 da başlayan ve feminist düşünce ve eylemin Rönesansı olarak kabul edilen Radikal Feminizm dönemidir. Bu dönemde cinsiyet, toplumsal cinsiyet kavramları ve özel alan politiktir söylemleri dikkat çekicidir. Özellikle Simone De Beavoir “kadın doğulmaz ,kadın olunur” sözleri ile de kendini gösteren kadın hareketinde, kadınların üremeleri üzerindeki kontrol hakları dahil çocuk bakımına eşit katılım, kadınların cinsel ihtiyaçları ve haklarında eşitlik gibi radikal söylemler ortaya atılmıştır. Bu uzun süreçte kadının ve kadın sorunlarının görünür olma yolunda her gün bir adım daha ilerleme kaydedilmesinin sonucu, Birleşmiş Milletler tarafından 1975 yılının Uluslararası Kadın yılı olarak belirlenmiştir. Aynı yıl Mexico City’de I. Dünya Kadın Konferansı gerçekleştirilmiştir. Konferansta özellikle toplumsal cinsiyet eşitliğinin tam olarak sağlanması ve ayrımcılığın önlenmesi, kadının kalkınmaya katılımı ve entegrasyonu, dünya barışının sağlamlaştırılmasına kadınların katkısının artırılması konuları üzerinde durulmuştur. Bunu takiben, Birleşmiş Milletler tarafından 1976 – 1985 yılları arası “Kadın On Yılı” olarak ilan edilmiş ve 1980 yılında Kopenhag’da düzenlenen II. Dünya Kadın Konferansında ilk beş yılda kaydedilen gelişmeler değerlendirilmiştir. Kadın konferanslarının üçüncüsü 1985 tarihlerinde Nairobi’de 157 ülkenin katılımı ile yapılmış ve 8 Özel Alan -Kamusal Alan Dikotomisi: Kadınlığın “Doğası” ve Kamusal Alandan Dışlanmışlığı- Aysel GÜNİNDİ ERSÖZ-Sosyoloji Araştırmaları Dergisi ,C. 18 Sayı 1 -Nisan/April 2015 Konferansta “Kadının İlerlemesi İçin Nairobi İleriye Dönük Stratejileri” kabul edilmiştir. Devamında 1995 yılında Pekin’de IV. Dünya Kadın Konferansı gerçekleştirilmiş ve kadının özel ve kamusal alana tam ve eşit katılımı önündeki engellerin, kadınların ekonomik, sosyal, kültürel ve politik karar alma pozisyonlarında ve mekanizmalarında yer almaları yoluyla ortadan kaldırılabileceğini hatırlatılarak, hükümetler önlemler almakla yükümlü kılınmıştır. 3. Serpil Çakır,Osmanlı Kadın Hareketi 4. Diren ÇAKMAK ,Fransız Devrimi’nde Kadın: Eksik Yurttaş,Ege Akademik Bakış, 2007 5. Aysel Günindi Ersöz, Özel Alan -Kamusal Alan Dikotomisi: Kadınlığın “Doğası” ve Kamusal Alandan Dışlanmışlığı, Sosyoloji Araştırmaları Dergisi ,C. 18 Sayı 1 -Nisan/April 2015 2011 yılında Avrupa Konseyi tarafından İstanbul’da kısa adı İstanbul Sözleşmesi olarak anılan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi imzaya açılmış Türkiye ilk imzalayan ülke olarak 8.3.2012 tarihinde sözleşmeyi onaylamış ve 10 ülkenin onayı ile sözleşme 01.08.2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Yakınçağdan bu güne süren bu uzun ve meşakkatli yolda hala kadın-erkek eşitliği sağlanamadığı gibi “kadına karşı şiddet” olgusu her geçen gün artan olaylar ile kendini bir hortlak gibi göstermeye devam etmektedir. Sylvia Pankhurst’un söylemine bir anımsatma ile bu yüzyılda bizden sonra gelecek kadın kuşağının hala “insan” olmaktan kaynaklanan haklarını dilenmekle geçirmesi dayanılmaz bir olgudur. Kaynakça: 1. Georges Duby,Michelle Perrot,Kadınların Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları, 5 Cilt 2. Nancy Holmstorm,Sosyalist Feminist Proje,2 Cilt 67 KADINLARIN TARİHİ 1789 FRANSIZ DEVRİMİ DÜNYA’DA KADIN • 5.Ekim 1789 Fransa ekmek ayaklanması • 21-22 Ekim 1789 Versailes’e yürüyüş • 1792 Mary Wollstonecraft’nın Kadın Haklarının Korunması kitabının yayınlanması • 15 Eylül 1845 Pensilvanya’da 1500 kadın işçinin grevi • 1848 Elizabeth Cady Satnton ve Lucrehia Mott ABD. ilk kadın hakları kongresini düzenlediler • 8 Mart 1857 ABD'nin Newyork kendinde 40.0000 dokuma işçisi greve gitti polis saldırısı ile 129 kadın işçi can verdi • 1864 Uluslararası İşçi Birliği 1.Enternasyonel kuruldu. Genel konsey kadınların da üyeliğe kabulünü onayladı • 1900 İngiltere’de kadınların oy hakkı için kampanya başladı . • 1902 Kuzey Amerika ve Avrupa’da kadınlar Lahey sözleşmesinde kabul edilen uluslararası standartların hükümetlerince kabul edilmesi için baskı yapılmıştır. 68 TÜRKİYE’DE KADIN • 1847 Kız ve erkek çocuklara eşit miras hakkı tanıyan İrade-i Seniye yayımlandı. • 1856 Köle ve cariye alınıp satılması yasaklandı. • 1858 Arazi Kanunnamesinde mirasın kız ve erkekler arasında eşit olarak paylaştırılacağı hükmü yer aldı. Böylece kadınlar ilk kez miras yoluyla mülkiyet hakkını kazandı.. • 1869 Kızların eğitimine ilk kez yasal zorunluluk getiren Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yayımlandı. Kadınlar ilk dergilerine 1869 yılında kavuştu. Kadınlar için ilk sürekli yayın olarak nitelenen haftalık 'Terakk-i Muhadderat' dergisi yayımlanmaya başlandı. • 1871 Mecelle’nin uygulanması için çıkarılan Hukuk-ı Aile Kararnamesi ile; evlilik sözleşmesinin resmi memur önünde yapılması, evlenme yaşının erkeklerde 18, kadınlarda 17 olması, zorla evlendirmelerin geçersiz sayılması düzenlendi. • 1876 Kanun-i Esasi (ilk Anayasa) kabul edilerek temel haklar düzenlendi. Kız ve erkekler için ilköğretim zorunlu hale getirildi. • 1897 : sosyal yaşamda daha çok yer almaya başlayan kadınlar, iş hayatına ilk olarak 1897 yılında 'ücretli işçi' olarak atıldı. Kadınların devlet memuru olmak içinse bu tarihten itibaren 16 yıl beklemeleri gerekti. 1905 EİNSTEİN ‘IN ÖZEL GÖRECELİK KURAMI YANİ İZAFİYET TEORİSİNİN YAYIMLANMASI 1914 I.DÜNYA SAVAŞI DÜNYA’DA KADIN • Mart 1915 Clara Zetkin ve Rosa Lüksemburg Bern’de savaşa karşı uluslararası Kadın Konferansı düzenledi DÜNYA’DA KADIN • 1905 Rusya’da ilk kez kadın hakları mitingleri düzenlendi • 1908 Almanya’nın tümünde kadınların siyasi partilere üye olmaları kabul edildi • Aralık 1908 1.tüm Rusya Kadın Kongresi toplandı. • 1910 Kopenhag 2.Uluslararası Sosyalist Kadınlar Kongresi toplandı ve bu toplantıda 8 MART’ın Dünya Kadınlar Günü olarak benimsenmesi kabul edildi • 1913 Rusya’da 2000 kadın işçi hamilelik izni çamaşırhane gibi taleplerle greve gitti.ve aynı yıl Rusya’da kadınlar günü ilk defa kutlandı 1917 RUS DEVRİMİ DÜNYA’DA KADIN • 1917 Ekim (Rus) Devrimi Petrograd’lı kadın işçiler tarafından başlatıldı. TÜRKİYE’DE KADIN • 1921 Darülfünunda karma öğretime geçildi. • 1922 Yedi kız öğrenci Tıp Fakültesine kayıt yaptırdı • Haziran 1923 Nezihe Muhittin’in başkanlığında ilk kadın partisi olan Kadınlar Halk Fırkası’nın kurulması girişiminde bulunuldu, kadınlara oy hakkı tanımayan 1909 tarihli Seçim Kanunu gereğince valilikçe partinin kuruluşuna onay verilmediğinden dernekleşmeye gidildi. TÜRKİYE’DE KADIN • 1913 Kadınlar ilk kez devlet memuru olarak çalışmaya başladı. 69 • 29 Ekim 1923 Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte kadınların kamusal alana girmesini sağlayan yasal ve yapısal reformlar hızlandı. • 3 Mart 1924 Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğrenim Birliği) çıkarıldı. Böylece eğitim laikleştirilerek tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. Kız ve erkekler eşit haklarla eğitim görmeye başladı. • 17 Şubat 1926 Türk Medeni Kanunu’nu kabul edildi. Kanun ile erkeğin çok eşliliği ve tek taraflı boşanmasına ilişkin düzenlemeler kaldırıldı, kadınlara boşanma hakkı, velayet hakkı ve malları üzerinde tasarruf hakkı tanındı. 4 Nisan 1926 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan kanun 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girdi. • 1930 Belediye yasası çıkarıldı. Yasa ile kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı.. • 26 Ekim 1933 Köy Kanunu’nda değişiklik yapılarak kadınlara köylerde muhtar olma ve ihtiyar meclisine seçilme hakları verildi. • 5 Aralık 1934 Anayasa değişikliği ile kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanındı. • 8 Şubat 1935 Türkiye Büyük Millet Meclisi 5. Dönem seçimleri sonucunda 17 kadın milletvekili ilk kez meclise girdi, ara seçimlerde bu sayı 18’e ulaştı.. • 1936: İş Kanunu yürürlüğe girdi. Kadınların çalışma hayatına düzenleme getirildi. • 1937: Kadınların yeraltında ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılmasını yasaklayan 1935 tarihli 45 sayılı ILO sözleşmesi kabul edildi. 70 1939 II. DÜNYA SAVAŞI DÜNYA’DA KADIN • 1945 BM nin kuruluşuna ilişkin taslak BM anlaşmasının kabulüne dönük gerçekleştirilen Konferansta “erkekler arasında eşitlik” ibaresi “kadınlar ve erkekler arasında eşitlik” biçiminde değiştirildi • 1946 BM Kadının Statüsü Komisyonu kuruldu • 1950-1960 lı yıllarda kolonilel kurallara karşı mücadeleye katılan 11binden fazla Kenya’lı kadın tutuklandı. • 1962 Tüm Afrikalı Kadınlar Konferansı düzenlendi. • 6.Mart 1971 İngiltere’de Uluslararası Kadınlar günü kutlandı. Eşit ücret, eğitim ve iş olanağı serbest doğum kontrolü, kürtaj ve 24 saat kreş talepleri arasındaydı • 1972 İngiltere’de ilk sığınma evi kuruldu. • 1973 ABD kürtaj yasallaştı. • 1975 BM tarafından Uluslararası Kadın On Yılı ilan edildi. Aynı yıl Mexico City’de 1.Dünya Kadın Konferansı yapıldı. • 1979 Avrupa Konseyi kadın-erkek eşitliğini sağlamaya yönelik ilk komitesini kurdu. • 1979 Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi kabul edildi.1980 yılında üye ülkelerin imzasına açılmıştır. 18 Mart 2005 tarihi itibariyle 180 ülke sözleşmeyi onaylamış, 98 ülkede imzalamıştır. • 1980 2. Dünya Kadın Konferansı Kopenhag'da yapıldı. • 1981 Amerika'da kürtajı cinayetle bir tutan yasa tasarısı kabul edildi. • 1985 3.Dünya Kadın Konferansı Nairobi'de yapıldı. Konferansta “Kadının İlerlemesi İçin Nairobi İleriye Dönük Stratejileri”kabul edildi. 1989 KOMİNİST REJİMİN AVRUPADA ÇÖKMESİ TÜRKİYE’DE KADIN • 1950 İlk kadın belediye başkanı (Müfide İlhan) Mersin’den seçildi. • 1965 Gebeliği önleyici araçların satış ve dağıtımının serbest bırakılmasını ve tıbbi zorunluluk halinde kürtaj hakkı tanınmasını düzenleyen Nüfus Planlaması Hakkında Kanun çıkarıldı. • 22.02.1966 Eşit değerde iş için kadın ve erkek işçiler arasında ücret eşitliğini sağlayan 1951 tarihli 100 sayılı ILO sözleşmesi onaylandı. • 26.03.1971 İlk kadın bakan (Türkan Akyol) atandı. • 1985 Türkiye, Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesini (CEDAW) imzaladı ve sözleşme 1986 yılında yürürlüğe girdi. DÜNYA’DA KADIN • 1991 Kadın hareketi Frauen AnStiftung tarafından Bonn'da düzenlendi ve Avrupa'nın bütün ülkelerinde başladı. • 1992 Avrupa Konseyi bünyesinde Kadın Erkek Eşitliği Yönetim Komitesi (CDEG) kuruldu.. • 1995 4.Dünya Kadın Konferansı Pekin'de gerçekleştirilmiştir. Konferans ulusal mekanizmalar eylem planlarının en önemli bölümlerini oluşturmuştur • 28 Şubat-11Mart 2005 tarihleri arasında BM Kadının Statüsü Komisyonu 1995 Pekin Konferansı ve 2000 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 23.Özel Oturumu71 nun sonuçları olan "Pekin+5" sürecinden bu yana meydana gelen gelişmeler, boşluklar ve sorunların tespit edilmesi (Pekin+10) gündemi ile toplanmıştır • 2011Avrupa Konseyi tarafından İstanbul’da kısa adı İstanbul Sözleşmesi olarak anılan sözleşme 01.08.2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir. TÜRKİYE’DE KADIN • 29 Kasım 1990 Kadının çalışmasını kocanın iznine bağlayan MK.nun 159. Md. Anayasa M. iptaledildi. • 1990 Tecavüz mağdurunun hayat kadını olması halinde cezanın indirilmesini öngören TCK 438. Md.si yürürlükten kaldırıldı. • 1990 ilk kadın konukevleri açılmaya başlandı. • Eylül 1990 Yerel yönetimler kadın özellikle şiddete uğrayan kadınlara yönelik hizmet vermeye başladı. • 1991 ilk kadın vali (Lale Aytaman) Muğla’ya atandı. • 1993 Türkiye ile BM Kalkınma Programı işbirliği ile “Kadının Kalkınmaya Katılımını Güçlendirme Ulusal programı Projesi” uygulamaya başlandı. Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nün yürüttüğü projede; eğitim ,araştırma, pilot projeler ve istatistik/yayın 72 faaliyetleri yürütüldü. • 25.06.1993 Türkiye’nin ilk kadın başbakanı (Tansu Çiller) hükümeti kurdu. • 5-8 Aralık1993 Kadın ve Sosyal Hizmetler Müsteşarlığı ve Ankara Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi işbirliği ile “Kadın Kimliği Kongresi” düzenlendi. Kongre ,kadın emeğinin biçimleri, siyasette kadın kimlikleri, kadın bedeninin tanınması, kadın imgesinin üretimi ve dolaşımı, sanatın içinden kadın ve kadın örgütlenme biçimleri başlıklı konular oluşturdu. • 1994 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü bünyesinde, şiddete uğrayan kadınlara hukuki ve psikolojik danışmanlık, girişimcilik ve el emeğinin değerlendirilmesi konularında hizmet vermek amacıyla Bilgi Başvuru Bankası (3B) kuruldu. • 5 Nisan 1994 Dünya Bankası ve TC.Hükümeti arasında imzalanan İkraz Anlaşması gereği İstihdam ve Eğitim Projesi’nin alt bileşenlerinden Kadın İstihdamının Geliştirilmesi Projesi (KİG) Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nce yürütülmeye başlandı. • 1998 kamuoyuna sunulan Eylem Planı 6 ana çalışma grubu tarafından oluşturuldu. Kadının Statüsü grubunun koordinasyonunu Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü üstlendi. • 1995 Şiddete uğrayan kadınlara danışmanlık hizmeti veren Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, kadın sığınağını açtı. • 08-11 Haziran 1995 Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nce Sinop’ta sivil toplum kuruluşları ve kamu kurumları temsilcileri, parlamenterler, gazeteciler ve akademisyenlerin katıldığı, “Türkiye’de Kadına Yönelik Politikaların Oluşturulması” konulu dört gün süren bir toplantı düzenlendi. • 29 Haziran 1996: Anayasa Mahkemesi TCK nun erkeğin zinasını suç olarak düzenleyen 441. Md.sini Anayasanın eşitlik ilkesine aykırılığı gerekçesiyle iptal etti.27 Aralık 1996 tarih ve 228600 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan kararda verilen bir yıllık süre içinde yasal düzenleme yapılmaması nedeniyle erkeğin zinası 27.12.1997 tarihinden itibaren suç olmaktan çıktı. • 22 Mayıs 1997: Kadının evlendikten sonra kocasının soyadını almakla birlikte, kendi soyadını da kullanabilmesi Medeni Kanun'un 153. maddesinde yapılan değişiklikle sağlandı. • 19 Kasım 1997: Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nün önerisi üzerine İçişleri Bakanlığı'nca nüfus cüzdanlarında medeni hal kısmında "evli/ bekar/ dul/ boşanmış" gibi ifadelerin yerine sadece "evli" veya "bekar" ifadelerinin kullanılmasını düzenleyen genelge yayımlandı. • 23 Haziran 1998: Anayasa Mahkemesi ka- dının zinasını suç olarak düzenleyen TCK'nun 440. Md.ni Anayasanın eşitlik ilkesine aykırılığı gerekçesiyle iptal etti. Gerekçeli karar 13 Mart 1999 tarih ve 23638 sayılı Resmi Gazetede yayımlandı. • 17 Ocak 1998: Aile içi şiddete uğrayan kişilerin korunması için gerekli tedbirlerin alınmasını düzenleyen 4320 Sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun yürürlüğe girdi. • 8 Eylül 2000: Ek İhtiyari Protokol Türkiye tarafından imzalandı. Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesinin daha etkin bir şekilde uygulanmasını sağlamak amacıyla BM.ce hazırlanan Ek İhtiyari Protokol ile Sözleşmenin taraf devletler tarafından ihlali durumunda kişilere ve kişilerden oluşan gruplara başvuru hakkı tanınmakta ayrıca uygulamaları denetlemek üzere Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi (CEDAW) Komitesine yapılacak şikayetleri kabul etme ve inceleme yetkisi tanınmaktadır. • 22 Kasım 2001: Yeni TMK. TBMM tarafından kabul edildi.1 Ocak 2002 da kanun yürürlüğe girdi. • 2012- İstanbul Sözleşmesi ilk olarak Türkiye tarafından onaylandı. 73 ARTEMİSİA’NIN ÇİLESİ’DEN BUGÜNE KADIN Av. Hasan DEVRİM Lise 2. sınıfta tadına doyamadığım haftada bir saatlik Sanat Tarihi dersimize, Necati Arun hocamız girer, Rönesans ressam ve heykeltıraşlarını Leonardo da Vinci, Mikel Angelo, Raphael’den başlayıp, Giotto, Caravaggio, Donatello, Beticelli’yi heyecanla anlatırdı. Sonra aynı heyecanla Hollandalı ressamlar Rembrandt, Rubens, Van Dyk, Alman Dürer, İspanyol Valasquez, Elgreco’ya geçerdi. Birkaç yıl önce mayıs ayı sonlarında Saint Petersburg’un eski Kışlık Saray’ı, şimdiki Hermitage Müzesi 3.katını gezerken, başta Rönesans ressamlarının tablo koleksiyonunda eşi bulunmayan bir renk ve ışık cümbüşü hazzını yaşamıştım. Bunlar arasında seçim yapılamazdı ama, Rapael’in Madonna Conestabile’si,Giorgione’nin Judith’i, St.Sebastian’ı, Carvaggio’nun Lavtala Delikanlısı yanında Leonardo’nun fırçasından çıkmış Madam Benois’ı, hele Madonna Litta’sı vardı ki, anlatılmazdı.Salt bu tablo koleksiyonunu bir kez olsun görmek için bile Kuzeyin Beyaz Geceleri’nde bulunmaya değerdi.Başta Flora,Danea, Gezgin Oğlun Dönüşü gibi tablolarıyla Rembrandt ve Yerin Suyla Birliği,Perseus 74 ve Andromeda, Bacchus gibi tablolarıyla Rubens’le Hollandalı ve Flaman ressamların zengin koleksiyonu da buradaydı. Sonra empresyonist, postempresyonist Fransız resminin üstatları Renoir(Yelpazeyle Kız), Monet(Giverny’deki Tınaz),Picasso(Yelpazeyle Kadın), Degas ((Taranan Kadın),Gauguin (Meyvayı Elinde Tutan Kadın),Matisse(Dans),van Gogh(Çalı), Poussin, Watteau,Cezanne Delacroix gibi yakından bildiğimiz ressamların tablo koleksiyonu inanılmazdı. Kitap Fuarı’nda Literatür Yayınları’nın Susan Vreeland’tan Türkçe’ye çevrilmiş Artemisia’nın Çilesi biyografik romanını kapak albenisiyle değil, arka kapağını okuyarak satın almıştım. Romanın anlatıcı karakteri Artemisia Gentileschi’nin Rönesans ardılı sayılacak ressamlılığıyla dramatik yaşamı gerçekten okunmaya değerdi. Ressam babası Orasio Gentileschi’nin ressam arkadaşı Agostino Tassi’nin tecavüz edeceğinden habersiz daha küçücükken annesinin ölümüyle Roma’da Santa Trinita dei Monti Kilisesi rahibelerince büyütülen Artemisia, İncil’in resim ve heykelde kullanabilecek bitmez tükenmez bir hikaye kaynağı olduğunu düşünüyordu.1 Genç bir kızken babasının arkadaşının tecavüzüyle altüst olan yaşamı engizisyon mahkemesinde pek de adil olmayan bir yargılamayla tecavüzcünün tazminat ödemesiyle son buluyordu. Artemisia’yı babasının kızının tecavüzcüsüne yumuşak davranışı, onunla kiliselerde birlikte fresk resimleri yapmayı sürdürüşü üzüyordu. Alınan tazminatın cihaz olarak verildiği Floransalı Pietro’yla kızının şerefini kurtaracağını sandığı evliliğin ayarlayıcısı babanın, Artemisia’nın incinen gururuyla hiçbir zaman bağışlanmayacağı açıktı. Floransa’da Accademia dell’ Arte del Designo’ya kabul edilen ilk kadın ressam olarak Grandük Cosimo Medici’lere yaptığı Meryem ile Çocuk, Judith Holofernes’i Öldürüyor, Susana, Mecdelli Meryem,Venüs,Lücretia,Kleopatra tablolarıyla kendini kabul ettirse de kızı Palmira’yla gitgide yalnızlaşıyordu Artemisia. Bütün. zamanını Floransa’nın sanat ortamında katedralleri, saray ve kiliseleri dolaşarak Rönesans ressam ve heykeltıraşlarının(Mikel Angello’nun Musa’sı, Donetollu’nun Atlısı gibi) eserlerini inceleyerek geçiriyordu. Bir yandan da zamanın onun gibi akademiye kabul edilen ilk kadın ressam olsa da tecavüze uğramışlığının özellikle din adamlarınca fahişelikle bir sayılmasının, haksız ve acımasız utancıyla yaşamak için mücadele veriyordu. İleriki yıllarda kızıyla Roma’ya gittiklerinde kendilerine kalacak bir yer bile bulamazlarken, annesinin ölümüyle genç kızlığına dek kaldığı rahibelere sığınıyordu. Bu kadın düşmanı diyebileceğimiz bağnaz Ka1 Susan Vreeland, Artemisa’nın Çilesi, Çev. Derya Kartal, İstanbul: Literatür Yayınları, 2007, s.155 tolik çağda, bir tek dostu Galileo’dur Artemisia’nın. Kendisi onunla resmin sınırlarını zorladığını konuşurken, teleskopunda gözlediği ve güneşin çevresinde öbür gezegenler gibi dünyanın da dönmekte olduğu konusunu daha ilk karşılaşmalarında anlamış görünüyordu.”Sanatın ve bilimin değdiği yer hayal gücü dünyasıdır” diyen Artemisia’ya(…),”Sanatçılar da, bilim adamları da, geleneksel düşünme tarzı karşısında sağlam bir şüphecilik göstermelidir” diyordu Galileo.2 Ne var ki zaman onları sıkça karşılaştırmazken, mektuplaşarak birbirine inançla moral veriyorlardı ancak. Artemisia Floransa dışında Venedik’te kabul görüyorsa da Roma’da kızının yanında kendisine açık seçik fahişeliğe mi geldiği sorulacak denli korkunç davranılıyordu. Santa Maria Novella Kilisesi rahibinin vaazında, “Bütün matematikçilerin şeytanın işçileri olduğu”nu söylerken, Galileo’yu kastettiği anlaşılıyordu.. Yıllar geçerken Artemisia kızıyla yaşam savaşı verdiği sırada, Galileo’nun en sonunda engizisyonda bütün gözlemsel düşüncelerinden döndüğü yayılıyordu. Oysa sadık dostu Artemisia ona en baştan inanan Akademi’nin tek kadın ressamı buna inanamıyordu. Hani tevatür edilir ya Engizisyon’da ne denirse densin,”Dünya yine de dönüyor” derdi Galileo. Tıpkı bizimkiler, yani bizim kadınlarımız da 1934’lerde seçme ve seçilme hakkına kavuşmuşlarken, on yıl önce 1924 tarihli Medeni Kanun’la tek eşlilik hakkını da elde etmişlerken, bugün hala türban ve tesettürle saç başla başlayan bir örtünmeyle çağdaşlığa tersine “Hak alınmaz verilir” gibi olmayası bir yola sürüklendiklerinin farkında bile değiller. Dilerim bu aldatılmış kadınlarımızdan da Artemisia’nın Çilesi kitabını okuyanlar çıkar. 2 A.g..e.s.161-188 75 Adın Kadın... Hakim Nurşen Öner ARSLAN Size Gülümser’in hikayesini anlatacağım. Ömrünce gülmemiş Gülümser’in ismiyle çelişen hayatında bozbulanık başlayıp güneşli sabahlarla sona eren öyküsünü. Güzelim Kahramanmaraş’ta doğdu gülümser. Pembe beyaz bir bebekti. Ailenin 8. kızıydı. Tekne kazıntısıydı. Geniş ailesiyle mutlu günler geçiriyordu. Ta ki canı gibi sevdiği babası annesinin üzerine bir kuma getirip tüm zamanını onunla geçirmeye başlayana dek. Koskoca adam yeni bir oyuncak araba bulmuş oğlan çocuğu gibi bütün gününü yeni eşiyle geçiriyor akşam olunca kapıdaki sedirde o kadın76 la sohbet ediyor gece de onunla uyuyordu. Elbette ikinci kadın da nihayetinde bir kadındı ve yaşananlar onun da yazgısında kara bir çukur oluşturuyordu. Ancak en ağır darbe evin küçüğü babasının gözbebeği olan Gülümser’e inmişti. Çünkü babası onu görmez duymaz ve sevmez olmuştu. Hayalet gibi dolaşıyordu Gülümser artık evde. Zor sorular soruyordu beyni ona.Babası annesini bir daha sevmeyecek miydi?. Babası son zamanlarda yaptığı gibi artık onları hep dövecek miydi? Bir daha ona hiç sarılmayacak mıydı.Kendisini bir daha sevmeyecek miydi. Kız meslek lisesinde okuyordu Gülümser çok da maharetliydi elleri. Ama nihayetinde kız değil miydi. Okutulması gereksizdi, erine hizmet etmek için dünyaya gelmişti.Bunu da ancak evinin kadını olarak yapabilirdi. Çünkü erkekler üstün varlıklardı onlara hizmet etmek zorunluydu gerekli bulunursa onlar tarafından dövülebilir hatta öldürülebilirdi. Bu öğretilmişti onlara eski zamanlardan beri. Ama işte seviyordu babasını yine de dayanamıyordu uzaklaşmasına. Annesi bile bu kadar üzülmüyordu belki. Sonra bir gün onunla tanıştı. Uzun boylu esmer güçlü kuvvetli koca bir adamdı karşısındaki. ‘‘Güzelsin’’ diyordu Gülümser’e. ‘‘Akıllısın” diyordu...” Seni hep seveceğim” diyordu. ‘‘İncitmeyeceğim”. ”İncitmeyeceğim”. ‘‘Baban yoksa da ben varım”. ‘‘Sarılırım sıkıca”. ‘‘Korurum seni” diyordu. Uzun zamandır babaevinde varlığı yokluğu belli olmadan yaşayan Gülümser azıcık güven bolca korunma ihtiyacıyla toplayıverdi bohçasını. Bohçası küçücüktü. Yoktu ihtiyacı hiç birşeye gideceği yerde. Orda sevgi vardı çünkü. Bir gün sabaha karşı ayrıldı evden. Bir otobüse bindiler o adamla birlikte umuda doğru giden. Ve vardılar adamın memleketine. Küçük bir dükkanı vardı adamın. Bir süre herşey yolunda gitti. Sadece baba hasreti vurmuştu Gülümseri. ‘‘Yoksun artık benim için’’ demişti babası ona telefonda ‘‘dönme geri.. bir daha da arayıp sorma.” Ne kolay söylemişti. Kardeşleri de anası da sildi onu. Artık sadece kocası vardı hayatında ve doğacak bebesi. Oğlunun doğumundan sonra da yolundaydı herşey mutlu değilse de huzurluydu Gülümser. Derken küçük dükkanında borca battı adam. Tefeciler düştü peşine. Çırpındıkça battı. Battıkça çırpındı. Çırpınırken de sinirlendikçe öldüresiyle dövdü Gülümseri. Her akşam türlü bahanelerle kaşını gözünü patlattı. Ama ağlayamadı bile Gülümser, kucağında bebesiyle duvar diplerine sindi. Anası mı vardı sarılacak babası mı vardı sığınacak kardeşi mi vardı dertleşecek. Eriydi hem sonuçta döven. Böyle öğretilmişti ona dövebilirdi canı sıkılınca en doğal hakkıydı bu. Bir sabah bebeği kucağında sokağa atıldığında gittiği sağlık ocağında öğrendi Gülümser yeniden gebe olduğunu. Şimdi gidecek evi bebesine verecek sütü hatta ağlamaya gözyaşı bile yoktu. Bu halde bir süre sokakta oturdu. Allahtan yüce gönüllü ! kocası acıdı da tekmeleyerek soktu geri evin içine ama bu kez karnına vurdu gecelerce bebek ölsün diye. Direndi Gülümser, sımsıkı tuttu bebesini karnında, ruhunu teslim etse de vermeyecekti bebesini. Sahip çıktı ona. Kendisinden esirgenen güveni çocuklarına sunmaya kararlıydı. Doğumunu tek başına yaptı. Dar yetişti ebe Hülya. Kan kaybından ölecekti Gülümser yoksa. Büyük oğlu ise ağlamaktan yorulup uyumuştu aç karnına köşede. İkinci bebek de çok güzel bir oğlancıktı. Fakat hastaydı. Zihinsel engelli doğmuştu. Allahın takdiri mi böyleydi yoksa yediği dayaklarla mı böyle olmuştu bilemedi Gülümser, Sorgulamadı da bunu; sorgulamak mümkün değildi ki erkeği. Dahası böyle bir hakkı da yoktu. Derken en ağır darbe geldi kocasından. ‘‘İstemiyorum bu oğlanı” diyordu adam “özürlü bu, koyalım sokağa gitsin ya da verelim bir kuruma bakamam ben buna başımdaki boğaz yeter bana”. Gülümser duymuyor gibi baktı bir süre kocasına sanki karşısında hüzünlü bir film oynanıyordu; o izleyiciydi. Böyle hissetmişti kendisini. O sırada yediği dayağı bile anlayamadı bu yüzden. Kaşının patladığını bebeğin yere düştüğünü büyük oğlanın kanepede ağladığını göremiyordu. 77 Birden bir rüyadan uyanır gibi kaldırdı başını. ‘‘Bu bebekler benim’’ dedi. Benim kanım, benim canım, benim ömrüm. ‘‘Ölsem de vermeyeceğim onları ne sana ne de başka birine. ben onlara yeterim istersen kov bizi. Ama vermem çocuğumu”. Ve oldu beklenen; tekrar kapı önündeydi hem bu kez biri özürlü iki bebeğiyle. Soğuktu hava, ayaz mı ayaz. Yiyecek yok, kirli bir örtü bile yok sürekli ağlayan bebekleri ısıtmaya. Bir kaç ay mahallenin camisi sahip çıktı onlara avluda korundular yağmur çamurdan. Çocukların mamasını mahalleli getiriyordu. Sütü kesildi gülümserin, açtı çünkü Gülümser üşüyordu ve çaresizdi. Kocası ise tek başına yaşadığı evi boşaltıp gitti 1 ay kadar sonra. Duyuldu ki evlenmiş Gaziantep ilinde gayrıresmi olarak. Bir başka kadının daha hayatını lekelemek üzere. Gülümser ise kaldı üç kişilik ailesiyle camide. Boşandı bir süre sonra adam Gülümser’den. Fakat iyi insanlar da vardı elbette dünyada. Namaza gelip giden bir yaşlı amca üzüldü hallerine küçüğün acilen olması gereken ameliyatı ve tüm tedavi masraflarını üstlendi. Onları bir kapıcı dairesine yerleştirdi. Kiralarını apartman sakinlerinden topladı. Şimdi bir sıcak evleri ve yiyecek ekmekleri vardı dahası tedavi oluyordu küçük oğlancık ki. Baba çıkıp geldi geri hayatlarına. Pişman olduğunu ailesine sahip çıkacağını anlattı Gülümser’e. Oysa gerçek kısa bir süre sonra ortaya çıkacaktı. Kan kanseriydi adam ve iliğe ihtiyacı vardı tüm ilikler kontrol edilmiş bir tek çocuklarınki kalmıştı test edilmeyen. İstemeden de olsa tahlil yapılmasına izin verdi Gülümser çocuklarına...Ve küçük oğlunun iliği tuttu babasının iliğini. Çok fazla düşünmedi Gülümser. Keskin bir şekilde” hayır dedi vermem oğlumun iliğini sen o bebeği istemedin kedi yavrusu gibi kaldırıma bırakmak istedin vermem şimdi”. Adam mahçuptu hayatında ilk kez. Eğdi başını önüne. Yürüdü 78 gitti. Ölüm haberi geldi bir süre sonra gittiği yerden. Üzülmedi Gülümser sızladı biraz. Ama vicdan azabı çekmedi sonrasında. Düşe kalka devam ederken hayatına ve tam da her şey yoluna girmeye başladığında bambaşka bir engelle karşılaştı bu kez. Mahalleli konuşmaya başlamıştı. Kadın duldu. Bu yüzden kesin namussuzdu. Kesin herkesin kocasında gözü vardı. Kendileri gibi aile hanımı değildi. Hem bu hacı amca niçin koruyordu bunları belli ki kadın iyi bir kadın değildi. Kaşı gözü de oynuyordu üstelik. Amca bu kadını ve çocuğunu niye durup dururken taşısındı ki hastahaneye, niye ev bulsundu. Hiç karşılıksız yapılır mıydı bir erkek tarafından bir kadına iyilik. Hem kadın duldu. Duldu. Bakkala bile gitmemeliydi. Mümkünse ölmeliydi. Madem ki duldu bunu hakediyordu. Aslan gibi kocalarını ayartırsa ne yapacaklardı. Olacak iş değildi. Derhal defolup gitmeliydi. Başkasına dert olsundu. Kendi hemcinsleri bile konuşuyordu bunları. Kahroldu kadın, çıkamadı uzun süre evinden ve düşündü. Evime kapanırsam daha az konuşurlar belki. Belki kurtulurum bu iftiralardan. Kapandı evine sessizce. Günler geçti böyle. Kadın evine kapandı ama yetmedi insanlara bu. ‘‘Defol git bu evden’’ dediler “sana daha ne kadar bakacağız hem mecbur muyuz ki.”. Kadın düştü tekrar sokağa çocuklarıyla; üstelik yaşlı amca da sahip çıkamadı bu kez hastaydı kendisi de çünkü. Bir manifaturacı tanıdıklarının yanına yerleştiler. Gülümser anlamıştı ki yalnızdı bu dünyada. Dul olduğu kocası ve babası olmadığı en çok da kadın olduğu için yalnızdı. Ama karar verdi; kanıksamayacaktı bu yalnızlığı herkese rağmen ayakta kalacaktı. Madem ki Allah onu yaratmış ve iki güzel çocuk vermişti. Direnecekti zorluklara, okutacaktı çocuklarını ve ayakta kalacaktı mutlaka. Küçük kumaş parçalarıyla başladı lisede öğrendiklerini uygulamaya. Önce yatak yorgan yüzleri sonra gelin çeyizleri hazırlamaya başladı insanlar el emeğini beğeniyor ve az az para veriyorlardı. Giderek ilerletti işi tasarımlar yapmaya başladı ama yetmiyordu sığındığı mekan işlerini yapabilmesine. Minicik bir dükkan kiraladı, orada dikmeye başladı tasarımlarını. Kumaşlarını çoğalttı zamanla ve müşterilerini. Çalışkan terzi koydu işyerinin adını. Büyük oğlunu rehabilitasyon merkezine gönderdi düzenli olarak; bu zeki oğlancık için hayat daha kolaydı artık. Büyük oğlan ise okul birincisi oluyordu her sene. Bir ev tuttu sonra. Başı dimdik işine gidip geldi her sabah. Şimdi kendine ait bir hayatı vardı. Anlamıştı sonunda Gülümser erkeklerin dünyasında var olmayı. Öğretilerin her zaman ve her koşulda doğru olmadığını. Evliliklerin korunma duygusu ile ve muhtaçlıkla değil ancak saygı ile yürüyebileceğini. Allah huzurunda kimsenin kimseye üstünlüğü olmadığını, şiddeti yeryüzündeki hiçbir canlının haketmediğini. Yıkılmanın çare olmadığını. İnsanın aklı ve azmi ile tek başına ayakta kalabileceğini, oğullarını tüm canlılara duyarlı ve saygılı yetiştirmesi gerektiğini, insanların acımasızlığı karşısında kendini suçlamanın anlamsız olduğunu, ahlakın insanın aklında ve yüreğinde olduğunu, inandığı değerler uğrunda çaba sarfetmeyen insanın aciz kaldığını anlamıştı sonunda.. Gülümser gülümsüyor şimdi. Dükkanına küçük bir çerçeve götürdüm geçenlerde işyeri hediyesi. Öptü, sarıldı çerçeveye. Sonra evlatlarıyla çekilmiş fotoğrafını koydu usulca içine”. Ben dedi, varım, var olacağım...” Şimdi okuyor Gülümser, bir kaç yıl içinde ana sınıfı öğretmeni olacak. Geceleri evimden ışığını gö- rüyorum evinin. Elbise dikiyor sabahlara kadar ve sobalı evinin bacası tütüyor usulca. Kimse olmasa da var Gülümser. Kimse kollamasa da var. Kadın. İnsan. Anne olarak var. Sen varsan ben de varım Gülümser. Sen varsan tüm kadınlar ve hatta tüm insanlık var. İyi ki varsın Gülümser. Ve senin gibi direnenler. Dünya kadınlar günü en çok da sizin için var. 79 BASIN AÇIKLAMALARIMIZ 80 5 ARALIK 1934, KADINLARA SEÇME VE SEÇİLME HAKKININ TANINMASININ 81. YILDÖNÜMÜ KUTLU OLSUN! Kadınlar, Kurtuluş Savaşı’nın en önemli unsurlarından biriydi ve Mustafa Kemal, Cumhuriyet’in ilanından sonra ‘‘kadın hareketi’’ne büyük önem verdi. Osmanlı İmparatorluğu döneminde İkinci Meşrutiyet sırasında başlayan kadın uyanışı, cumhuriyetle birlikte büyük bir ivme kazandı. Kadın hareketinin ve haklarının en büyük savunucusu ise, her öncü eylemde olduğu gibi, Mustafa Kemal’di. Atatürk, kadınların siyasal örgütlenişini Kurtuluş Savaşı yıllarında destekliyordu. 1923 yılının yaz aylarında, daha Halk Fırkası ve Cumhuriyet kurulmadan ‘‘Kadınlar Halk Fırkası’’ kurulmuştu. Bu siyasi örgüt, her açıdan Cumhuriyet hükümetlerine baskı yaparak kadın haklarının savunucusu oldu. Şubat 1924’te ‘‘Türk Kadın Birliği’’ kuruldu, ama Türk kadınının çağdaş yasal haklara kavuşmaları, biraz zaman aldı. Ama yine de Cumhuriyetin ilk yıllarında, yani 1926-1934 yılları arasında ger- çekleştirilen birçok devrim, kadınların sosyal ve siyasi yaşamda, eğitimde, hukukta, aile içinde ve çalışma yaşamında erkeklerle eşit duruma gelmesini sağlamıştır. Öyle ki bu konularda yapılan yenilikler birçok Avrupa ülkesinden çok daha önce hayata geçirilmiş, kadın hakları konusunda cumhuriyetimizi adeta Avrupa’nın öncüsü konumuna getirmiştir. Atatürk, Türk kadınına milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanınması ile ilgili olarak yaptığı konuşmada şöyle demektedir; ‘Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasal hayatta bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes arkasındaki Türk kadınını artık tarihlerde aramak lazım gelecektir. Türk kadını, evdeki medeni mevkiini selahiyetle işgal etmiş, iş hayatının her safhasında başarılar gös81 termiştir. Siyasi hayatla, belediye seçimleriyle tecrübe kazanan Türk kadını bu sefer de milletvekili seçme ve seçilme suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medeni memleketlerin birçoğunda, kadından esirgenen bu hak Türk kadınının elindedir ve onu selahiyet ve liyakatla kullanacaktır.’ Cumhuriyetin ilk yıllarından günümüze doğru geldiğimizde ise kadını her alanda geri plana atma çalışmalarının giderek büyüyerek devam ettiğini üzüntü ile görmekteyiz. 81 yıl önce Atatürk’ün kadınlara vermiş olduğu seçme ve seçilme hakkı büyük ölçüde kâğıt üzerinde kalmış, kadınlar ne yazık ki uygulamada ailesinin seçtiğini seçmiş, kendisi ise seçmemiş ve seçilememiştir… Yıllara göre kadınların parlamentoda temsilini bir gözden geçirelim. 1935’te 18 kişi olarak Millet Meclisi’ne giren kadınlar, 1939’da 15, 1943’te 16 82 kişiydiler. 1946’dan itibaren sayıları tek haneye düştü. 1954-1977 arası 3 ila 9 sandalye arasında gidip geldiler. 1983’te 12, 1987’de 6, 1991’de 8 kişiyle temsil edildiler. 1995’te 13, 1999’da 23, 2002’de ise 24’e ulaştılar. 1961’den sonra parlamentoya giren 9 senatörü eklesek de bir temsilden söz etmek mümkün değil. Cumhuriyet devrimleriyle kazandığımız haklar daha ileriye götürülmesi gerekirken ortaçağ karanlığına doğru sürüklenmektedir. İzmir Barosu Kadın Hakları Danışma ve Hukuk Araştırmaları Merkezi olarak, kadının toplumsal yaşamın her alanında var olmasının ve temsiliyetinin siyasi bir bakış açısı ve bir devlet politikası olduğunun bilincindeyiz. Kadınların siyasette ve karar verici her konumda daha etkin rol alacağı, kadın cinayetlerinin ve tacizlerin yaşanmadığı bir Türkiye inancıyla yılmadan usanmadan çalışmalarımıza devam etme azmindeyiz. Saygılarımızla. 04.11.2015 Anayasa Mahkemesi 12.11.2015 tarihli kararında Türk Ceza Kanunun 103. maddesinin 2.fıkrasını iptal etmiştir BASINA VE KAMUOYUNA Çocuk ve kadın hakları ihlallerinin yoğun yaşandığı son yıllarda,haklara yönelik bir darbe de Anayasa Mahkemesi’nden gelmiştir. Anayasa Mahkemesi 12.11.2015 tarihli kararında Türk Ceza Kanunun 103. maddesinin 2.fıkrasını iptal etmiştir. Özellikle erken yaşta evlilikleri ve çocuk istismarını önlemek amacı ile getirilmiş olan bu fıkranın iptali ile artık erken yaşta evlilik gerçekleştiren faillerin çekinecekleri hiçbir husus kalmamış, açıkça ve alenen çocuk istismarı teşvik edilmiş,çocuk istismarı ve kadın cinayetlerini önlemeye yönelik son yıllarda elde edilen kazanımlar hiçe sayılmıştır. Maddenin iptal gerekçesinde yer alan; “şehirlerde erken yaşta cinsel ilişkinin yaygın olması, küçük yörelerde ise gelenek gereği erken evliliklerin yaygın olması “ ifadeleri, 21. yüzyıl Türkiye’sine yakışmayan gerekçelerdir. Maddenin iptali ve dayanılan gerekçe , hem gençleri bilinçsiz ve sağlıksızca cinsel ilişkiye yöneltecek hem de kırsal kesimde bir türlü önünü alınamayan,gelenek ve göreneklerle beslenen,özellikle okul çağındaki kız çocuklarının, bir eşya gibi başlık parası karşılığı,evlilik adı altında başka erkeklere satışını gerçekleştirilecektir. Bilinmelidir ki; � Ülkemizde çocuk hakları ihlalinde ilk sırada çocukların zorla evlendirilmeleri yer almaktadır. � Erken yaşta zorla evlendirilen kız çocuklarının % 14’ü 15 yaşın altındadır. � � Milli Eğitim Bakanlığının verilerine göre er- Erken yaşta yaptırılan evlilikler çocukların eğitimlerini tehlikeye sokmakta,çocuklar doğurmak ve ev işi yapmak amacı ile okulu terk etmeye zorlanmaktadır. ken yaşta evlilik ve nişanlanma nedeni ile okula devam etmeyenlerin %97.4’ü kız çocuklarıdır. 83 � Hamilelik ve doğumun yol açtığı sorunlar 15-19 yaş arası genç kızlarda birinci ölüm sebebidir. � Erken yaşta zorla yaptırılan evlilikler çocukların temel haklarını elinden alan ve kadının statüsünü düşüren,kadınları eğitimsizlik,fakirlik,bağım lılık ve şiddet kısır döngüsüne hapseden bir insan hakkı ihlalidir. Anayasa Mahkemesi bu kararı ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeleri de ihlal etmiştir. Taraf olduğumuz BM Çocuk Haklarına Dair Sözleşmenin 1. maddesi gereğince daha erken yaşta reşit olma durumu hariç, onsekiz yaşına kadar her insan çocuk sayılmaktadır. Sözleşmenin 3.maddesinin 1.fıkrasından; Kamusal ya da özel sosyal yardım kuruluşları, mahkemeler, idari makamlar veya yasama organları tarafından yapılan ve çocukları ilgilendiren bütün faaliyetlerde, çocuğun yararı temel düşüncedir, Yine aynı sözleşmenin 34 maddesi: Taraf Devletler, çocuğu, her türlü cinsel sömürüye ve cinsel suistimale karşı koruma güvencesi verirler. Bu amaçla Taraf Devletler özellikle: 1. Çocuğun yasadışı bir cinsel faaliyete girişmek üzere kandırılması veya zorlanmasını; 2. Çocukların, fuhuş, ya da diğer yasadışı cinsel faaliyette bulundurularak sömürülmesini; 3. Çocukların pornografik nitelikli gösterilerde ve malzemede kullanılarak sömürülmesini, önlemek amacıyla ulusal düzeyde ve çok taraflı 84 ilişkilerde gerekli her türlü önlemi alırlar, hükümlerini içermektedir. Anayasa Mahkemesinin, hukuktan yana değil ataerkil toplum yapısını korumaya yönelik bu kararı, evrensel hukuk normlarına aykırılık nedeni ile de açıkça kadın ve çocuk haklarına yönelik ihlallerle sonuçlanacak bir süreci başlatmaktadır. Biz İzmir Barosu Kadın Hakları ve Çocuk Hakları Merkezleri olarak; erken yaşta evliliği özendiren, çocuk istismarını teşvik eden ve dolayısı ile kadın ve çocuk haklarını doğrudan ihlal eden Anayasa Mahkemesinin bu kararını, kadına ve kız çocuklarına bakış açısını, açıkça eleştiriyor ve ihlallere yönelik ulusal ve uluslararası hukuk alanında mücadelemizi sonuna kadar devam ettireceğimizi kamuoyu ile paylaşıyoruz. Saygılarımızla. 15.12.2015 MEDENİ KANUNUMUZUN KABULÜNÜN 90. YILI Bugün Cumhuriyetin ilanından sonra Türk Devrim Hareketinin temel taşlarından olan özgürlükçü, bireyci ve laik özellikleri olan Medeni Kanunun 90. yılını kutluyoruz. Hukuk devrimi denilince ilk akla gelen Medeni Kanun’un kabulüdür. 17 Şubat 1926 da kabul edilen Medeni Kanun’un özellikle Aile Hukuku bölümünde köklü bir hukuk reformu yaşama geçirilmiştir. Medeni Kanun ile erkeğin birden çok kadınla evlenebilmesi yerine tek eşlilik, erkeğin “boş ol” demesi ile sonuçlanan boşanma yerine, kadının ve erkeğin Kanunda belirtilen nedenlere dayanarak boşanma davası açabilmesi ve mahkeme kararıyla boşanma, mirastan erkek çocuğun tam pay, kız çocuğun yarı pay alması yerine her ikisinin eşit pay almaları kabul edilmiştir. Devrim yasamız Medeni Kanun ile kadınlar, evlenme, boşanma, mal varlığı, miras gibi özel yaşamlarına ilişkin haklar açısından erkeklerle eşit konuma getirilmişlerdir. “EVLENME YAŞI”nın belirlenmesi ve “RESMİ NİKAH”ın kabulü ise kadın haklarının güvencesi olmuştur. Medeni Kanunumuzda “evlenme yaşı” kadın ve erkek için 17 yaşın doldurulması olarak düzenlenmiştir. Ancak, günümüzde erken yaşta evliliklerin önüne geçilememektedir. Aydınlık geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklarımız için Türk Medeni Kanunun kabulünün 90. Yılında, TÜBAKKOM olarak diyoruz ki ; -Çocuk Hakları Sözleşmesi gereğince, kanunlarımızda “18 yaşına kadar herkesin çocuk olduğu” kabul edilmeli ve Medeni Kanundaki “evlilik yaşı” da 18 yaşın doldurulması koşuluna bağlanmalıdır, 85 -Çocuk yaşta yapılan evlilikler temel bir toplumsal sorundur. Çocuğun bedensel ve ruhsal olgunluğa ulaşmadığı “erken yaş evlilikleri” temel insan hakları ve kadına yönelik şiddetin en ağır biçimlerinden biri olarak çocuk hakları ve kadın hakları ihlalidir. - Erken yaşta evliliklerin önlenmesinde, kadının bedensel ve ruhsal olarak gelişimini tamamlayarak, topluma ve kendisine yararlı bir birey olabilmesi için “eğitim” şarttır. Bu sebeple de temel eğitimin süresinin 12 yıla çıkarılarak zorunlu, kesintisiz ve örgün eğitim haline getirilmesi sağlanmalıdır. - Tüm okullarda ve her yaş grubuna “toplumsal cinsiyet eşitliği“ dersi verilmelidir, -Gelişen, sağlıklı bir toplum inşa edebilmek için “Çocuk Evlilikler”in önlenmesi siyasi bir hedef haline getirilmeli, bu yolda kararlı bir devlet politikası uygulanmalıdır. İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi ve TÜBAKKOM olarak, erken yaşta evliliklerin büyük oranda kız çocuklarının sorunu olması nedeniyle, “Çocuktan Gelin Olmaz” diyoruz. Siyasi iktidarı, ilgili kurum ve kuruluşları ve toplumdaki her bir bireyi bu çok yönlü toplumsal sorunun çözümü için göreve ve duyarlılığa davet ediyoruz. 86 Çoğullama 87 Edip CANSEVER YANDIK! Yandık, Engizisyon ateşlerinde. Yandık Cehalet cehenneminde. Yandık... *** Yana, yana kavrulduk, Kor olduk. Yüreklerimizi dağladık. Demir olduk. İsyan ateşlerinde. *** Çığlık olduk, Özgecanımızın sesinde, Çığ olduk dağları aşan, Denizlere kavuşan, Özgecanımızla buluşan. *** Karanlıkları delip, Güneşi getireceğiz yeniden. Özgecanımız için, Canımız ötesinden. Canlar ötesinden... Ayşe Meral 18-02-2015 88 ÖZGECAN ASLAN’ I ANIYORUZ Üniversite öğrencisi olan Özgecan’ı, okulundan evine dönerken cinsiyetinden kaynaklı nedenle hunharca öldürülmesinin ardından tam bir yıl geçti. Tüm Türkiye Özgecan Aslan’ın uğradığı vahşetten sonra tek yürek tek ses oldu. cinsel ve fiziksel şiddete maruz kalıyor. Çalışan kadınlar ucuz emek olarak adeta köle gibi çalıştırılırken devlet eliyle çıkarılmaya çalışılan yasalarla da tamamen çalışma hayatından uzaklaştırılmaları teşvik ediliyor. Peki bu olayın üzerinden geçen bir yılın sonunda ne oldu? Bianet verilerine göre son bir yılda; 278 kadın daha öldürüldü, 133 kadın ve kız çocuğuna tecavüz edildi, 202 kadın erkekler tarafından fuhuşa zorlandı, 386 kadın cinsiyetinden kaynaklanan sebeplerle erkekler tarafından yaralandı, 208 kadın taciz edildi. Türkiye Barolar Birliği Kadın Hukuku Komisyonu olarak TBMM ni ve yetkili siyasi makamları Anayasamızda benimsenin kadın haklarının korunması için çekincesiz imzaladığımız Uluslararası Sözleşmeler de dikkate alınarak “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Sağlanması’’ ve “kadın cinayetlerinin önlenmesi’’ “kadının insan haklarının sağlanması’’ amacıyla etkili organları oluşturmaları yönünde göreve davet ediyoruz. Yine yetkili siyasi makamları kadının cinsiyetine dayalı söylemleri kullanmamaları ve kadının bedeni üzerinden siyaset yapamamaları için hassasiyetle davranmaları yönünde göreve davet ediyoruz. Bu olayların ardından neler yazıldı? ……….ruj sürmeseydi, o saatte dışarı çıkılır mı?, kız çocuğu evde babasını tahrik etmeyecek şekilde giyinmeli, kız öğrenciler pantolon giydiği için erkekleri tahrik ediyor, ortalıkta böyle gezerseniz sonunuz Özgecan gibi olur…….. Kadına karşı şiddet bir insan hakkı ihlalidir. Türkiye de kadınlar açıkça cinsiyetleri nedeniyle ayrımcılığa tabii tutuluyor, eğitim olanaklarından yoksun bırakılıyor, erken yaşta evlendiriliyor, aile içi Kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddeti engelleyici yasal mekanizmalar uygulanmadığı için politiktir. Özgecan Aslan’ı rahmetle anıyor, “ışıklar içinde uyu’’ diyor, kadın cinayetlerini kınıyoruz. 89 ANAYASA MAHKEMESİ’NİN EVLENMEDEN ÖNCE DİNİ MERASİM YAPILMASINA CEZA ÖNGÖREN TCK ‘NIN 230/5-6 MADDELERİNİN İPTAL KARARINA İLİŞKİN BASIN BİLDİRİSİDİR Anayasa Mahkemesi tarafından 1999 yılında Medeni Kanun’un dini nikahın ancak resmi nikahtan sonra yapılabileceği aksi takdirde Türk Ceza Kanunu’nun 230. maddesinin 5. ve 6. fıkralarında yer aldığı üzere “ resmi nikah olmadan dini nikah kıyan imam ile çiftlere 2 aydan 6 aya kadar hapis cezası verileceği” yönündeki düzenleme oy birliği ile kabul edilmişken aradan geçen 16 yıl sonunda aynı mahkeme aynı konuda 4’e karşı 12 oyla aynı maddelerin iptaline kararını vermiştir. Verilmiş olan iptal kararı, Anayasanın İnkılap kanunlarının Korunması Başlığında düzenlenen 174.maddesinin 4. Fıkrasında belirlenen “17 Şubat 90 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi ile kabul edilen, “evlenme aktinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medeni nikah esası ile aynı kanunun 110 uncu maddesi hükmüne aykırı olduğu açıktır. Evlenme akdinin “evlendirme memuru” önünde yapılması kadın ve çocuk haklarının, kadınerkek eşitliğinin temel taşlarındandır. Oy çokluğu ile verilen bu kararı benimsemiyor ve karşı çıkıyoruz. Anayasa Mahkemesinin evrensel hukuk normlarından uzak, tamamen siyasi nitelik taşıyan bu kararının neleri meşrulaştıracağı konusunda tahminde bulunmak zor değildir. İktidar bu defa Anayasa Mahkemesi aracılığı ile ataerkil zihniyet algısı ve bu algı- ların beslediği gelenek, görenek ve törelere dayanarak kadın bedenine saldırmakta, kadının insan haklarını hiçe saymakta, kadınlara yönelik ayrımcılığı desteklemekte, insan haklarına aykırı uygulamalara zemin hazırlamaktadır İptal edilen düzenlemenin amacı, dini merasim yapılmasını engellemek değil, dini inançların kullanılarak kadın ve çocukların istismarının engellenmesidir. Kadınların tek eşliliğinin, uygun yaş ve koşullarda evlenmelerinin, evlendikten sonra yönetsel ve ekonomik haklara sahip olmalarının, miras haklarının ve boşanırken boşanma hakkı başta olmak üzere nafaka ve tazminat haklarının kullanılmasında önemli hak kayıplarına sebep olacak bir ortam yaratılmıştır. Yine bu karar ile; kadının, özellikle kız çocuklarının birey olma, kendi gelecekleri hakkında özgür iradeleri ile karar verme hakları ihlal edilmiştir. 18 yaşından küçük kız çocuklarının bir “eş” olarak meşrulaştırılması için evlendirilmelerinde bir araç olarak öne çıkarılan, “dinsel tören” veya “imam nikâh” uygulaması teşvik edilmiştir. düşürmüş ve kararda belirtildiğinin aksine eşitlik ilkesini kadın aleyhine ihlal etmiştir. İptal kararı, Anayasa’nın 174. maddesindeki resmi nikahın özel koruma altına alınmasına ilişkin inkılap kanunlarının da ihlali anlamına gelerek din kisvesi adı altında laik hukuk devleti yerine, şeriat kanunlarına ve cumhuriyet öncesine dönülmek, Atatürk devrimleri hiçe sayılmak istenmektedir. Anayasa mahkemesinin oy çokluğu ile almış olduğu iptal kararı evrensel hukuk, insan hakları ve laiklik ilkelerine aykırılık teşkil etmektedir. İzmir Barosu olarak; devrim yasalarını ve laiklik ilkesini ihlal eden, bir insan hakları ihlali olarak cinsiyet temelli şiddetin bir türü olan, kadın ve kız çocuklarının ticari cinsel sömürü aracı haline getiren, istismar eden, erken yaşta evliliklerin önünü açan, kadının ve çocuğun insan haklarına, uluslar arası sözleşmelere; özellikle CEDAW ve İstanbul Sözleşmesine aykırı olarak tesis edilen bu karara ve anlayışa karşı hukuk mücadelemizi sonuna kadar sürdüreceğimizi kamuoyu ile paylaşırız. Aynı zamanda Anayasa Mahkemesi bu kararı ile 41. Maddede yer alan ‘aile toplumun temelidir’ hükmünü yok sayarak,resmi nikah önceliği kalkacak, dini törenle yapılan evlilik ve özellikle küçük yaşta olan evlilikler çoğalacak, çok eşliliğin önü açılacak, kadına karşı şiddetin daha da artmasına olanak sağlayacaktır. Bu durum kadının toplumsal hayatta desteklenmesi, sosyal konumunun düzenlenmesi ve kadının önündeki engellerin kaldırılması için pozitif ayrımcılık uygulamasının tamamen ihlaline neden olacaktır. Kadını evlilik hayatında ikincil konuma 91 Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun Dini Bilgilendirme Platformu isimli internet sitesinde sorulan bir soruya verilen cevaba ilişkin 13 Ocak 2016 tarihinde suç duyurusunda bulunuldu İZMİR CUMHURİYET BAŞSAVCILIĞI’NA ŞİKÂYET EDEN : İzmir Barosu Başkanlığı 1456 Sok. No: 14 Alsancak, Konak-İZMİR ŞÜPHELİLER: 1.DİYANET İŞLERİ BAŞKANI - Mehmet GÖRMEZ 2.DİYANET İŞLERİ BAŞKAN YARDIMCISI - Mehmet Emin ÖZAFŞAR 3.DİYANET İŞLERİ BAŞKAN YARDIMCISI - Hasan Kamil YILMAZ 4.DİN İŞLERİ YÜKSEK KURUL BAŞKANI - Ekrem KELEŞ 5.DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU BAŞKANVEKİLİ - Cenksu ÜÇER DİN İŞLERİ YÜKSEK KURULU Dini Konuları İnceleme ve Soruları Cevaplandırma Komisyonu Üyeleri 6. Ahmet YAMAN 7. Muhlis AKAR 8. Mehmet CANBULAT 9. Mehmet KAPUKAYA 10. Kaşif Hamdi OKUR 11. Rifat ORAL T.C. Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığı Üniversiteler Mah. Dumlupınar Bulv. No : 147/A 06800 Çankaya/ANKARA 92 SUÇ: TCK 214 (Suç İşlemeye Tahrik), TCK 215 (Suçu ve suçluyu övme), TCK 217 (Kanunlara uymamaya tahrik), TCK 218 (Suçların basın-yayın yolu ile işlenmesi nitelikli hali), TCK 219 (Görev sırasında din hizmetlerini kötüye kullanma), TCK 227/1-5 (Fuhuş) SUÇ TARİHİ : 08.01.2016 KONU: TCK 214-215-217-218 ve 219. maddelerine aykırı hareket eden şüpheliler hakkında kamu davası açılmasına karar verilmesine ilişkin talebimizden ibarettir. AÇIKLAMALAR : Şüpheliler, Başbakanlığa bağlı Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Din İşleri Yüksek Kurulu’ndan sorumlu kamu görevlileridir. Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir birim olan Din İşleri Yüksek Kurulu’nun temel görevi, “İslam dininin temel bilgi kaynaklarını ve metodolojisini, tarihî tecrübesini ve güncel talep ve ihtiyaçları dikkate alarak dinî konularda karar vermek, görüş bildirmek ve dinî soruları cevaplandırmak”tır. Din İşleri Yüksek Kurulu bu kapsamda bünyesinde oluşturduğu Dini Konuları İnceleme ve Soruları Cevaplandırma Komisyonu ile çalışmaktadır. Dini Konuları İnceleme ve Soruları Cevaplandırma Komisyonu dinî soruları cevaplandırmak amacıyla Diyanet İşleri Başkanlığı’nın resmi internet sitesi üzerinden “https://fetva.diyanet.gov.tr” uzantılı “Dini Bilgilendirme Platformu”nda halka hizmet vermektedir. Bu internet sayfasında vatandaşlardan gelen sorular, komisyonca değerlendirmeye alınarak Diyanet İşleri Başkanlığı adına olmak üzere cevaplandırılmaktadır. Suç tarihi olan 08.01.2016 tarihinde sözü geçen internet sayfasında “Öz kızını öperken şehvet duymanın nikaha etkisi olur mu?” şeklinde bir soru sorulduğu ve bu sorunun cevaplanmaya uygun görülerek, Komisyon tarafından verilen cevabı ile birlikte yayınlandığı görülmüştür. Sorulan soruya Diyanet İşleri Başkanlığı adına verilen cevap ise aynen şu şekildedir; “Babanın kendi öz kızını öperken şehvet duyması durumunda nikâhın ne olacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Bazı mezheplere göre, babanın şehvetle kızını öpmesi ya da şehvetle ona sarılmasının nikâha bir etkisi yoktur (bkz. İbn Rüşd, Bidayetü’l-Mücdehid, Mısır 1975, II, 33; İbn Kudame, el-Muğni, VII, 486; İbn Cüzey, el- Kavaninü’l Fıkhiyye, 138). Hanefilere göre ise; babanın, kızını şehvetle öpmesi, kızına şehvetle sarılması durumunda kızın annesi bu babaya haram olur. Ancak bu tür sonuç doğuracak tutmanın, teni tenine değerek olması ya da altının sıcaklığını iletecek kadar ince bir örtüden olması gerekir. Kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek, şehvet duymak, bu tür bir haramlık oluşturmaz. Ayrıca kızın, 9 yaşından büyük olması gerekir. Şehvet duymanın işareti, erkeğin organında bir uyanma, uyanıksa uyanışının artması, kadının da kalbinin heyecanla çarpmasıdır.” Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sayfasında yayınlanan bu fetva; yayınlandığı andan itibaren toplumda büyük bir infial yaratmış ve toplumsal barış, huzur ve ahlaka büyük zararlar vermiştir. Başbakanlığa bağlı bir kamu kurumu niteliğinde olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın böyle bir fetva vermesi son derece tehlikeli ve vahimdir. Bu fetva ile toplumun yapı taşı olan aile ayaklar altına alınmıştır. Hayatlarını bu kamu kurumunun yönlendirmeleri ile şekillendiren, yayınlanan fetvaları dini açıdan emir ve düzenleyici kural olarak nitelendiren kişilerin varlığı da göz önüne alındığında toplumumuzda yaşayan bu ailelerin tüm çocukların vücut dokunulmazlıklarına açık ve ağır bir tehdit yöneltildiği görülmektedir. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 103. maddesinde düzenlenen “Çocukların cinsel istismarı” suçunun, aile 93 içinde işlenmesi bu suçun nitelikli halini oluşturmaktadır. Yukarıda aktarılan fetvada ise babanın kendi öz kızına karşı cinsel istismar uygulamasının dini referanslarla ve mezhepler arasındaki farklı görüşler de sunularak dini bakımdan uygunluğu tartışılmıştır. Babanın kızını öperken şehvet duymasının eşi ile olan nikahı bakımından hangi durumlarda haram hangi durumda helallik oluşturacağı bir devlet kurumunun resmi sitesinde ahlaka ve insan onuru yerle bir edilerek tüm detayları ile anlatılmıştır. Bazı mezheplerde babanın kızını şehvetle öpmesi yada ona şehvetle sarılmasının karısı ile nikahına bir etkisinin olmadığı belirtilmek suretiyle açıkça suç ve suçlu övülmüştür. Anılan açıklama TCK 103. maddesinde düzenlenen çocuğun cinsel istismarı suçunu ve suçluyu toplumun gözünde meşrulaştırmaktadır. landırılır. Yayınlanan fetva ile kanuna aykırı olan bir eylemin dini bakımdan helal-haram oluşu tartışılmakta ve haram olmadığı haller açıkça belirtilmektedir. Şüpheliler; bazı dini referanslar gösterilerek kızlarını cinsel istismar eden babaların bazı hallerde olumsuz bir davranış sergilemiş sayılmayacağını bildirmişlerdir. Herkesin ulaşımına açık olan internet üzerinden sarf edilen bu nevi sözler, ifade özgürlüğünün istisnası olup, bu kapsamda değerlendirilmesi düşünülemez. Kaldı ki toplumda oluşan infial ve yapılan haberler ile yöneltilen sayısız haklı eleştiri neticesinde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan bu soru ve cevap internet sitesinden kaldırılmıştır. Ve son olarak yine 5237 Sayılı Kanun’un 219. maddesi uyarınca; imam, hatip, vaiz, rahip, haham gibi dini reislerden biri vazifesini ifa sırasında alenen hükümet idaresini ve Devlet kanunlarını ve hükümet icraatını takbih ve tezyif ederse bir aydan bir seneye kadar hapis ve adlî para cezası ile cezalandırılır veya bunlardan birine hükmolunabilir. 5237 Sayılı Kanun’un 214. maddesi uyarınca; suç işlemek için alenen tahrikte bulunan kişi, altı aydan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Şüpheliler, internet sayfası aracılığıyla ve kamu kurumu sıfatıyla beyan ettikleri fetva ile, babaları, kızlarına karşı cinsel istismarda bulunmaya teşvik etmiştir. Toplumun gözünde; çocuklara cinsel istismarın dinen, ahlaken ve toplum kuralları çerçevesinde de normal olduğunu ve daha önce de bu konuda ortak bir görüş oluşturulduğunu söyleyerek suçu normalleştirmeye, suç olmadığı yönünde kanaat uyandırmaya çalışmıştırlar. Yukarıdaki fıkrada gösterilen kimselerden biri işbu sıfattan bilistifade hükümetin idaresini ve kanun ve nizam ve emirleri ve dairelerden birine ait olan vazife ve salahiyeti takbih ve tezyife veya halkı kanunlara yahut hükümet emirlerini icraya veya memuru memuriyetinin vazifesi icabına karşı itaatsizliğe tahrik ve teşvik edecek olursa üç aydan iki seneye kadar hapse ve adlî para cezası ve müebbeden veya muvakkaten bilfiil o vazifeyi icradan ve onun menfaat ve aidatını almaktan memnuiyetine hükmolunur. Anayasamızın 90. maddesinin 5. fıkrası uyarınca, usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bu nedenle; Birleşmiş Milletler tarafından benimsenen ve ülkemizin onayladığı Çocuk Hakları Sözleşmesi de iç hukukumuzun uyulması zorunlu bir parçası 5237 Sayılı Kanun’un 215. maddesi uyarınca; işlenmiş olan bir suçu veya işlemiş olduğu suçtan dolayı bir kişiyi alenen öven kimse, iki yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.Aynı Kanun’un 217. maddesi uyarınca da; halkı kanunlara uymamaya alenen tahrik eden kişi, tahrikin kamu barışını bozmaya elverişli olması halinde, altı aydan iki yıla kadar hapis veya adli para cezası ile ceza94 haline gelmiştir. ÇHS’nin 19. maddesinde; “Bu Sözleşme’ye Taraf Devletler, çocuğun ana–babasının ya da onlardan yalnızca birinin, yasal vasi veya vasilerinin ya da bakımını üstlenen herhangi bir kişinin yanında iken bedensel veya zihinsel saldırı, şiddet veya suistimale, ihmal ya da ihmalkâr muameleye, ırza geçme dahil her türlü istismar ve kötü muameleye karşı korunması için; yasal, idari, toplumsal, eğitsel bütün önlemleri alırlar. Bu tür koruyucu önlemler; burada tanımlanmış olan çocuklara kötü muamele olaylarının önlenmesi, belirlenmesi, bildirilmesi, yetkili makama havale edilmesi, soruşturulması, tedavisi ve izlenmesi için gerekli başkaca yöntemleri ve uygun olduğu takdirde adliyenin işe el koyması olduğu kadar durumun gereklerine göre çocuğa ve onun bakımını üstlenen kişilere, gereken desteği sağlamak amacı ile sosyal programların düzenlenmesi için etkin usulleri de içermelidir.”denilmektedir. Görüldüğü üzere devlet için de bazı yükümlülükler öngören, önlem alınması gereğine vurgu yapan Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre de, bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yapılan bu açıklama sözleşmeye açıkça aykırılık teşkil etmektedir. SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle; şikâyet olunanlar hakkında eylemlerine uyan suçtan dolayı soruşturma başlatılmasına, neticede haklarında kamu davası açılarak ilgili yasa hükümleri uyarınca cezalandırılmalarına karar verilmesini arz ve talep ederiz. 12.01.2016 Şikâyet Eden İzmir Barosu Başkanlığı İzmir Barosu Başkanı Avukat Aydın ÖZCAN Ekleri: 1. Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun Dini Bilgilendirme Platformu isimli internet sayfasının ekran görüntüsü 2. Konu ile ilgili olarak ulusal basında çıkan haberler Yukarıda açıkladığımız nedenlerle; Başbakanlığa bağlı bir kamu kurumu sıfatıyla toplumsal barış, huzur ve ahlaka zarar veren, görevleri sırasında dini açıkça kötüye kullanan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yetkilileri olan tüm şüphelilerden şikâyetçiyiz. Şüpheliler hakkında, TCK’nın ilgili hükümleri uyarınca takibat başlatılarak, kamu davası açılmasına karar verilmesini saygılarımızla arz ve talep ederiz. HUKUKİ NEDENLER : 5237 Sayılı TCK, TC Anayasası, AİHS, CMK ve ilgili mevzuat hükümleri DELİLLER : 1- Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun Dini Bilgilendirme Platformu isimli internet sayfasının ekran görüntüsü 2- Konu ile ilgili olarak ulusal basında çıkan haberler 95 EGE’NİN ÖNCÜ KADINLARI Av. Rahile HORZUM 96 SOLDAN SAĞA 4- 1903-1990 tarihleri arasında yaşamış, Sorbonne Üniversitesi Edebiyat fakültesi Felsefe bölümü mezunu Hilal-i Ahmer ve Himaye-i Effal gibi yerlerde sosyal faaliyetlerde de bulunan, İzmir’in ilk kadın milletvekili 5- Manisa’nın ilk kadın milletvekili 7- Ege Üniversitesi’nin ilk kadın rektörü 12- 1947 Buca doğumlu ,Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kadın turizm bakanı ve ilk kadın çevre bakanıdır 14- 1916’da İzmir Kemeraltı, Beyler Sokağı yakınındaki, Salepçi oğlu Camisi’nin arkasındaki karanlık sokakta doğan Türkiye’nin ilk kadın Ortodontistidir. 16- 1902 yılında Gördes’te doğan, Kurtuluş Savaşında Yunanlılarla savaşırken 24 mart 1922 de Şehit düşen Türk kadını 19- 29 Kasım 1926 da İzmir’de dünyaya gelen araştırmaları ile Güneş ‘in ve yıldızların evrimi çalışmalarına katkıda bulunmuş bilim insanı 21- Yaklaşık bin 200 işçinin örgütlendiği DİSK Genel-iş Sendikası’nın İzmir Konak’ta açılan yenişubesinin ilk başkanı 2- Türkiye’nin ilk kadın muhtarı seçildiğinde otuz iki yaşında olan ve görevi üstlenmek için gerekli olan okuma yazma şartını taşıyan ilk kadın muhtar. 3- İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi’nin uzun yıllardır görevli başarılı, çalışkan, fedakar ve vazgeçilmez daimi üyesi 6- İlk kadın moda tasarımcısı 8- Aydın’ın “topuklu efe’’ lakaplı ilk kadın belediye başkanı 9- İlk kadın Avrupa Festivaller Birliği Yönetim Kurulu Başkanı 10- İzmir Cumaovası’nda yetiştikten sonra Sabiha Gökçen tarafından yetiştirilen dört kadın pilottan biri. Eylül 1935’te Rus R-5 uçağından yaptığı atlayış ile Türkiye’nin ilk kadın paraşütçüsü. 11- İzmir Ticaret Odası Yönetim Kurulu’nun ilk kadın başkanı 13- 1923 İzmir doğumlu, Ankara Universitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne giren ilk kız öğrenci, ilk Türk Kadın Emniyet Müdürü 15- Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk ‘‘First Lady’si’’ 22- 1991 yılında Muğla valisi olarak atanan, Türkiye’nin ilk kadın valisi 17- İzmir’in şirin ilçesi Kiraz’ın ilk kadın belediye başkanı 23- İzmir Barosu ve Konak Belediyesinin ilk kadın başkanı 18- İzmir Barosunun “Kadın” konulu bültenlerinde kadın konulu ilk bulmacayı hazırlayan kadın. YUKARIDAN AŞAĞIYA 20- 23 Temmuz 1923 te İzmir’de Mustafa Kemal önünde oynadığı ilk oyunla adı tarihe geçen tiyatro sanatçısı kadın 1- İzmir’in adını aldığı Amazon kadını 97 Kadına İlişkin Atasözleri Ogün KAYACAN Kadına ilişkin atasözlerimiz aslında kültürümüzün kadına bakışını da yansıtır. İşte toplumumuzun kadına bakış açısı: Avrat (Kadın) Malı, Kapı Mandalı, Bir Kadın Bir Erkekte Gözünü Açmak(r), Erkek Getirmeyi, Kadın Yetirmeyi Bilmeli, Erkek Sel, Kadın (Avrat) Göl, Gökyüzünde Düğün Var Deseler Kadınlar Merdiven Kurmaya Kalkar, Gül Dalından Odun, Beslemeden Kadın Olmaz, Kadının Şamdanı Altın Olsa Mumunu Dikecek Erkektir, Kadının Yüzünün Karası Erkeğin Elinin Kınası, Pekmezi Küpten, Kadını Kökten Al, Tarlanın Taşlısı, Karının (Kadının) Saçlısı, Tarlayı Düz Al, Kadını Kız Al, Ana Kızına Taht Kurar, Kız Bahtı Kocadan Arar, Balcı Kızı Daha Tatlı, (Bir Kızı) Leğen Başından Almak, Çerçi Kızı Boncuğa Aşık(tır), Kızı Gönlüne Bırakırsan Ya Davulcuya Kaçar (Varır) Ya Zurnacıya, (Kızın) Boyu Bacadan Mı Aştı? Kızını Dövmeyen, Dizini Döver, Komşu Kızı Almak, Kalaylı Kaptan (Tastan) Su İçmek Gibidir, Oğlanınki Oğul Balı, Kızınki Bahçe Gülü, Tarlanın Taşlısı, Kızın Saçlısı, Öküzün (İneğin) Başlısı, Tarlayı Taşlı, Kızı Kardeşli Yerden Almalı, At İle Avrat Yiğidin Bahtına, Avradı Eri Saklar, Peyniri Deri, Avrat Tuz Dedi Mi Ciğeri Cız Der, Avrat Var, Arpa Unundan Aş Yapar; Avrat Var, Buğday Unundan Keş Yapar, Avrat Var Ev Yapar, Avrat Var Ev Yıkar, Doğuran Avrat Azrail i Yenmiş, 98 Kör (Kesmez) Bıçak Ele (Yavuz), İş Bilmeyen Avrat Dile (Yavuz), Oynaşına İnanan Avrat, Ersiz Kalır, Yaman Komşu, Yaman Avrat, Yaman At; Birinden Göç, Birin Boşa, Birin Sat, Bir Karıyla Bir Koca, Dırdır Eder Her Gece, Elinin Hamuruyla Erkek İşine Karışma(k), İki Karılı Evde Toz Diz Boyu Olur, Karı Gibi Korkak, Karı Koca Bir Sözle Yakın, Bir Sözle Uzaktır, Karı Malı Hamam Tokmağıdır, Karılık Etmek, Karısının Üstüne Evlenmek, Kişiyi Vezir Eden de Karısı, Rezil Eden de, Komşunun Tavuğu, Komşuya Kaz Görünür, Karısı Kız Görünür, Türk Karır, Kılıcı Karımaz, Elti Eltiye Eş Olmaz, Arpa Unundan Aş Olmaz, Gelin Eşikte, Oğlan Beşikte, Kötü Söyleme Eşine, Ağı Katar Aşına, Hırsızlık bir ekmekten, kahpelik bir öpmekten, Kızı gönlüne (keyfine) bırakırsan ya davulcuya varır, ya zurnacıya, Kızını dövmeyen, dizini döver. Derlediğim bu atasözü ve deyimlerim büyük bölümü Türk Dil Kurumu web sitesinden alınmış olup bir kaçı da yine internetten alınmıştır. Görüleceği üzere kadın hep erkeğe dair kabul edilmiş, eksik (muhtaç) görülmüş, kötülüğün ve hasetin kaynağı görülmüştür. ETKİNLİKLERİMİZ 99 7 Ekim 2015 İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezinin aylık olarak düzenlediği ŞÖNİM vaka değerlendirme toplantısı 7 Ekim de İzmir Barosunda geniş katılımlı olarak gerçekleştirilmiştir. Toplantıda elektronik kelepçe kullanım şekli ve yöntemi konusunda Kadın Hakları Merkezinde görev yapan meslektaşlarımız bilgilendirilmiştir. 3 Aralık 2015 3 Aralık 2015 tarihinde Türkiye’yi sarsan Özgecan Aslan davasının karar duruşmasına İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezinden meslektaşlarımızda katıldı. 5 Aralık 2015 Gediz Üniversitesi Hukuk Fakültesi tarafından düzenlenen Hukuki ve Toplumsal Boyutuyla Zorla Evlendirme konulu İnterdisipliner Konferansın ikinci oturumunda ‘‘Zorla Evlendirmeler Konusunda Türkiye Gerçeği’’ konulu sunumu İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezinden sorumlu yönetim kurulu üyesi Av. Nuriye Kadan tarafından gerçekleştirildi. 28 - 29 Kasım 2015 TÜBAKKOM 13. Dönem 1. genel üye toplantısı 28-29 Kasım 2015 tarihlerinde Manisa Barosunun ev sahipliğinde gerçekleşti. 47 Baronun toplantıda Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi’nin katledildiği haberi tüm meslekdaşlarımızı yasa boğdu. 100 21 Aralık 2015 Notalar Şiddete karşı projesi kapsamında Kadına Yönelik Şiddet Paneli 21 Aralık 2015 tarihinde (İzmir Ticaret Odası) meclis salonunda gerçekleştirildi. 5 Aralık 2015 İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi yapılan yürüyüşe katıldı. 15 Aralık 2015 29 Aralık 2015 İzmir Ticaret Odası Meclis salonunda yapılan Liyakat Derneği (4 Women) Projesi kapanış oturumuna katıldık. Notalar Şiddete Karşı Projesi Adnan Saygun Kültür Merkezinde düzenlenen gece ile sona erdi. 101 13 Ocak 2016 22 Ocak 2016 Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun Dini Bilgilendirme Platformu isimli internet sitesinde sorulan bir soruya verilen cevaba ilişkin suç duyurusunda bulunduk. İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezinde sertifika alarak nöbet tutan meslektaşlarımızla Deneyim Paylaşım Toplantılarından 2.sini 22 Ocak 2016 tarihinde Merkez Baro biriminde gerçekleştirdik. 26 Ocak 2016 21 Ocak 2016 İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi olarak Bayraklı Belediye Başkanı Sn.Hasan Karabağ’ı makamında ziyaret ettik. Bayraklı Adliyesine gelen kadınların adliye yakınında kısa süreli olarak çocuklarını bırakabilecekleri bir kreş sözünü Başkan Karabağ’dan aldık. Ayrıca İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi ile Bayraklı Belediyesi Kent Konseyi işbirliği içinde çalışma kararı alan Sn.Hasan Karabağ’a Teşekkür ederiz. İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi 21 Ocak 2016 tarihinde Aile İçi Şiddet Bürosu Başsavcı vekili Dr. Ömer Ömeroğlu ile diğer savcılarımız Gökhan Öztürk, Özlem Eğridere, Sinan Taşkın ve Sedat Özgün ile uygulamadaki sorunların çözüm yollarına ilişkin toplantı yapmıştır. 102 28 Ocak 2016 Mağdur Babalar Derneği Başkanının yargılandığı İzmir 2. Asliye Ceza Mahkemesinin 21 Mart 2016 tarihli duruşmasında sanık hakkında zorla getirme kararı verildi. 1 Şubat 2016 1 Şubat 2016 tarihinde saat 10-11 arası TRT Radyo 1’de Kadın Eli programında Esra Eren ile son yasal değişiklikler hakkında canlı yayında söyleşi yapılmıştır. 30-31 Ocak 2016 Ankara’da TÜBAKKOM tarafından Çocuktan Gelin Olmaz Çalıştayı düzenlendi 103 5 Şubat 2016 İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi olarak İzmir Emniyet Müdürlüğü bünyesinde oluşturulan Aile İçi Şiddet Bürosu’nun başında bulunan Komiser Yardımcısı Sn. Elmas Çaylak’ı Bozyaka’da bulunan Emniyet Müdürlüğündeki makamında ziyaret ettik. 3 Şubat 2016 İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi ile İzmir ŞÖNİM’in aylık olarak düzenlediği uygulamadaki sorunları değerlendirme ve gelişmelerin paylaşıldığı toplantı 3 Şubat 2016 tarihinde İzmir Baro’sunda gerçekleştirildi. 5 Şubat 2016 Cumhuriyet Kadınları Derneği Güzelbahçe Şubesinin düzenlediği çalışmada İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi üyesi meslektaşımız Av. Rahile Baykal Horzum 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına karşı Şiddetin Önlenmesine dair kanuna ilişkin uygulamaları ve İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezinin tanıtımını yapmıştır. Meslektaşımıza teşekkür ederiz. 5 Şubat 2016 İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi Türkiye’de bir ilk olan Basmane semtindeki Kadın Müzesini ziyaret etti... 104 6 Şubat 2016 AB Standartları ve Hollanda Örneği ışığında 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ve Geçici Koruma Yönetmeliği Çerçevesinde Hassas Durumdaki Sığınmacıların Korunması konulu Uzmanlaşma seminerine İzmir Barosu Kadın Hakları ve Çocuk Hakları Merkezindeki meslektaşlarımız ile birlikte katılım sağladık... 12 Şubat 2016 İstanbul’da yapılan Adli Süreçte Suç Mağduru Kadınların Desteklenmesi Çalıştay’ını tamamladık. Adalet Bakanlığı Mağdur Hakları Daire Başkanı Sn. Muhittin Özdemir ile Çalıştay hatırası... 11 Şubat 2016 Adalet Bakanlığı Mağdur Hakları Daire Başkanlığı tarafından düzenlenen Adli Süreçte Suç Mağduru Kadınların Desteklenmesi Çalıştay’ın da İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezini temsil ediyoruz. 105 3 Şubat 2016 15 Şubat 2016 tarihinde eski eşi tarafından vurulan meslekdaşımız Jale Soydan davası karara çıktı. Mahkeme hiç bir ceza indirimi uygulamadı. Karar duruşmasına bizimle katılan YARSAV Başkan Yardımcısı Sn. Murat Aydın’a mesleki dayanışması nedeniyle İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi olarak Teşekkür ederiz. 20 Şubat 2016 İzmir Barosu Göç ve İltica Komisyonunca düzenlenen Eğitim çalışmasına katılan İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi üyesi arkadaşlarımız. 19 Şubat 2016 İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi Deneyim Paylaşım Toplantılarının dördüncüsünü 19 Şubat 2016 günü İzmir Merkez Baro’da iki ayrı grup olarak gerçekleştirdik. 106 ÜNİVERSİTE ZİYARETLERİMİZ 25 Aralık 2015 tarihinde İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi olarak İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Kadın Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezini ziyaret ettik. 16 Şubat 2016 tarihinde DEKAUM Dokuz Eylül Üniversitesi Kadın Araştırmaları ve Uygulama Merkezinde merkez müdürü Sn. Özlem Belkıs’ı ziyaret ettik. 27 Ocak 2016 tarihinde İzmir Barosu Kadın Hakları Merkezi olarak İzmir Ekonomi Üniversitesi Kadın Araştırmaları Merkezi EKOKAM’ ı ziyaret ettik. 24 Şubat 2016 tarihinde EKAUM Ege Üniversitesi Kadın Araştırmaları ve Uygulama Merkezini ziyaret ettik Yaptığımız çalışmalar hakkında bilgilendirmeler yaparak merkez müdürü Prof. Dr. Konca Yumlu ile birlikte ortak çalışmalar yapma kararı aldık. 27 Ocak 2016 tarihinde İzmir Üniversitesi Kadın Çalışmaları Uygulama Araştırma Merkezi KÇUAM ‘ı ziyaret ettik. 107 YABANCI BASINDA ÇOCUK EVLİLİKLERİ 108 109 110 111 112 113 114 115 116 117 118 119 120