Anayasa Hukuku 3-SON - Anayasa-Der

advertisement
ISSN: 2147-1061
ANAYASA HUKUKU DERGİSİ
JOURNAL OF CONSTITUTIONAL LAW
REVUE DE DROIT CONSTITUTIONNEL
Cilt: 2/Sayı 3
Volume: 2/Issue: 3
Yıl/Year: 2013
Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği (Anayasa-Der) Yayını
Published by the Association of Research on Constitutional Law (ARCL)
Publiée par l’Association de Recherches en Droit Constitutionnel (ARDC)
Anayasa-Der, IACL (Anayasa Hukuku Uluslararası Derneği) üyesidir
ARCL is member of the IACL/ ARDC est membre de l’AIDC
YAYIN KURULU/BROADCASTING BOARD
Profesör İbrahim Ö. Kaboğlu, Marmara Üniversitesi
Profesör Necmi Yüzbaşıoğlu, Galatasaray Üniversitesi
Profesör Sibel İnceoğlu, İstanbul Bilgi Üniversitesi Üniversitesi
Profesör Bertil Emrah Oder, Koç Üniversitesi
Profesör Sevtap Yokuş, Kocaeli Üniversitesi
Profesör Sultan Üzeltürk, Yeditepe Üniversitesi
Doçent Selin Esen, Ankara Üniversitesi
Doçent Ece Göztepe, Bilkent Üniversitesi
Doçent Şule Özsoy, Galatasaray Üniversitesi
YAZI KURULU/EDITORIAL BOARD
İbrahim Ö. Kaboğlu, Prof. Dr., Marmara Üniversitesi
Christina Murray, Professor at University of Cape Town
Eric Sales, Maître de conférences à l'Université Galatasaray et à l'Université Monpellier I
Erkan Duymaz, Dr., İstanbul Üniversitesi
Tolga Şirin, Dr., Marmara Üniversitesi
Evra Çetin, Av., İstanbul Barosu
DANIŞMA KURULU/ADVISORY BOARD
Professor Rainer Arnold, University of Regensbourg
Profesor César Landa Arroyo, Ponticia Universidad Catolica del Peru
Professeur Yadh Ben Achour, Université de Cartage
Professor Eva Brems, Ghent University
Profesör Meltem Dikmen Caniklioğlu, İzmir Ekonomi Üniversitesi
Profesör Osman Doğru, Marmara Üniversitesi
Profesor Marcelo Figueiredo, Pontifica Universidade Catolica de Sao Paulo
Professeur Thomas Fleiner, Université de Fribourg
Professeur Lauréline Fontaine, Sorbonne nouvelle-Paris 3
Professor Lech Garlicki, European Court of Human Rights
Professeur Tania Groppi, Université de Siena
Professor Vicki Jackson, Harward School of Law
Professor Mo Jihong, Institute of Law, Chinese Academy of Social Sciences
Profesör İoanna Kuçuradi, Maltepe Üniversitesi
Professeur Jean Marcou, Université de Grenoble
Professeur Bertrand Mathieu, Université Paris-Sorbonne
Professeur Jean Morange, Université de Limoges
Professor Christina Murray, University of Cape Town
Profesör Erdal Onar, Bilkent Üniversitesi
Profesör Merih Öden, Ankara Üniversitesi
Professor Raul Pangalangan, University of Philippines
Professor Michel Rosenfeld, Cardozo School of Law
Professor Martin Scheinin, European University Institute
Professor Eivind Smith, University of Oslo
Professor Adrienne Stone, University of Melburne
Professor Elena-Simina Tanasescu, University of Bucarest
Profesör Turan Yıldırım, Marmara Üniversitesi
Anayasa Hukuku Dergisi
Journal of Constitutional Law/Revue de Droit
Constitutionnel
“Hakemli Dergidir”/“Peer reviewed Journal”
Cilt: 2/Sayı: 3
Volume: 2/Issue: 3
Yıl/Year: 2013
Yayın Sahibi/Publisher: Legal Yayıncılık A.Ş. adına Sahibi ve
Genel Yayın Yönetmeni on Behalf of
Legal Yayıncılık A.S. Publisher and
Executive Editor
Av./Aal. Lütfürrahman BAŞÖZ
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Responsible Manager: Prof. Dr. İbrahim Ö. Kaboğlu
Yayımcının Adı/Name of Legal Yayıncılık A.Ş.
Publishing Company: (Sertifika No./Certificate No. 27563)
Tel.: 0 216 449 04 86
Basımcının Adı/Printed by: Net Kırtasiye Tanıtım ve Matbaa San. Tic.
Ltd. Şti (Net Copy Center)
(Sertifika No./Certificate No. 13723)
Tel. 0212 249 40 60
Basıldığı Yer/Place of İnönü Cad. Beytülmalcı Sk. No: 23/A
Publication: Gümüşsuyu/Beyoğlu-İstanbul
Basım Tarihi/Publication Date: 2013
Yönetim Yeri/Place of Bahariye Cad. No: 63/6 Kadıköy/İstanbul
Management: Tel.: (216) 449 04 85 – 449 04 86 Faks
(Fax): (216) 449 04 87
E-posta/E-mail: legal@legal.com.tr
URL: www.legal.com.tr
Yayın Türü/Type of Publication: Bu dergi yılda iki sayı olarak yayımlanan
yerel, süreli hakemli bir hukuk dergisidir/
This journal is a peer-reviewed national
law journal published two times in a year
ISSN: 2147-1061
Dergiye yapılan atıflarda “AYHD” kısaltması kullanılmalıdır.
For citations please use the abbreviation: “AYHD”.
Katkıda bulunmak isteyenler için iletişim bilgileri/
All correspondence concerning articles and other submissions should be
addressed to:
E-mail: ikaboglu@marmara.edu.tr
tolgasirin@gmail.com
Bu dergide yayımlanan yazılarda ileri sürülen görüşler yazarlara aittir.
Articles published in this journal represent only the views of the contributors.
Copyright © 2013
Tüm hakları saklıdır. Bu yayının hiçbir bölümü, Legal Yayıncılık A.Ş. ile Prof.
Dr. İbrahim Kaboğlu’nun yazılı izni olmadan, fotokopi yoluyla veya
elektronik, mekanik ve sair suretlerle kısmen veya tamamen çoğaltılamaz,
dağıtılamaz, kayda alınamaz.
All rights reserved. No part of this publication may be copied, reproduced,
stored in a retrieval system, or transmitted, in any form or by means, without
the prior expressed permission in writing of the Legal Yayıncılık A.S. and Prof.
Dr. İbrahim Kaboğlu
ANAYASA HUKUKU DERGİSİ
Bahariye Cad. Çam Apt. No: 63 D. 6 Kadıköy – İstanbul
Tel: (216) 449 04 85 – 449 04 86 Faks: (216) 449 04 87
İnternet adresi: www.legal.com.tr/http://anayasader.org/
E-posta: legal@legal.com.tr/anader@googlegroups.com
İÇİNDEKİLER / INDEX / SOMMAIRE
SUNUŞ YAZISI / EDITORIAL / AVANT-PROPOS
Yeni Anayasa : Süreç, İçerik ve Düzen
New Constitution: Process, Substance and Order
İbrahim Ö. Kaboğlu ................................................................................................... 7
MAKALELER / ARTICLES / ARTICLES
Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Kurgusu ve Kadına Yönelik Şiddetin
Önlenmesine İlişkin Hukuk Normlarının Türetilme Öncüllerine Etkileri Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun
Üzerine Bir Değerlendirme-Social Gender Fiction in Turkey and the Effect
of Legal Norms for the Prevention of Violence Against Women on the
Premises of Derivation – An Evaluation on the Law for the Prevention
of Violence against Women and for the Protection of Family –
Neval Oğan-Balkız ................................................................................................... 31
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
Environmental Rights in the European Court of Human Rights Approach
Nihan Yancı Özalp ................................................................................................... 53
Bir Cumhurbaşkanının Görevden Alınmasının İmkânsızlığı: Romanya’nın Siyasi
Tasarımı
The Impossible Dismissal of a President: Romanian Political Design
L’impossible Révocation d’un Président: Le Design Politique Roumain
Elena Simina Tănăsescu .......................................................................................... 95
ÖZEL DOSYA PROF. DR. SERVER TANİLLİ VE PROF. DR. BÜLENT
TANÖR ANMASI / SPECIAL TOPIC: COMMEMORATION OF
PROF. DR. SERVER TANİLLİ AND PROF. DR. BÜLENT TANÖR /
COMMÉMORATION EN HOMMAGE AUX PROF. DR. SERVER TANİLLİ ET
PROF. DR. BÜLENT TANÖR
Aydınlanmanın Hocası Server Tanilli
Server Tanilli a Teacher of Enlightenment
Oktay Uygun .......................................................................................................... 131
Devlet ve Demokrasi
State and Democracy in Memory of Server Tanilli
Oya Boyar .............................................................................................................. 147
Bülent Tanör ve Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar
Bülent Tanör and Social Rights in Constitutional Law
Murat Sevinç .......................................................................................................... 155
6
KARAR İNCELEMELERİ/ REVIEWS OF DECISIONS-JUDGEMENTS /
NOTES DE JURISPRUDENCE
İHAM, DİSK/KESK c. Türkiye : 1 Mayıs Kararı
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, Emsal Bir Kararla Taksim Meydanı’nın
1 Mayıs Alanı Olduğuna Hükmetti
European Court of Human Rights Held that Taksim was a Demonstration Place
Arzu Sun Becerik.................................................................................................... 165
Anayasa Mahkemesi’nin E. 2012/65, K. 2012/128 Sayı ve 20.09.2012
Tarihli Kararı (R.G. Tarih-Sayı: 18.04.2013-28622) Üzerine Kısa Bir Not/
Anayasa Mahkemesi’nin Peygamberi ve Ayrımcılık Hususunda Yeni Bir Adım
A Brief Note on the Constitutional Court’s Judgment Numbered: E. 2012/65, K.
2012/128, Dated: 20.09.2012/The Prophet of the Constitutional Court and a
New Step About Discrimination)
O. Serkan Gülfidan ................................................................................................ 183
Özpınar v. Türkiye Kararı İncelemesi
Judgement Review: Ozpinar v. Turkey (Judgement of the European Court of
Human Rights
Zülfiye Yılmaz......................................................................................................... 205
ÇEVİRİLER / TRANSLATIONS / TRADUCTIONS
Sürdürülebilir Demokrasi
About Continuous Democracy
Dominique ROUSSEAU
Çeviren/Translated by:: Nesrin Yılmaz Sales......................................................... 219
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası V. Türkiye Davası (İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi İkinci Daire Kararı)
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikasi V. Turkey (European Court of Human
Rights: Judgement of Second Section)
Çeviren/Translated by: Tolga Şirin........................................................................ 245
KİTAP TANITIMI / BOOK REVIEW / BIBLIOGRAPHIE
“Anayasal Yurtseverlik”
Constitutional Patriotism
Tolga Şirin ............................................................................................................. 263
ANAYASA HABERLERİ / CONSTITUTIONAL NEWS / INFORMATIONS
CONSTITUTIONNELLES
Bu Sayının Anayasa Haberleri
Constitutional News of this Issue
Tolga Şirin - Serkan Köybaşı ................................................................................. 267
LEGAL HUKUK DERGİLERİ SİPARİŞ FORMU ............................................. 286
ORDERING FORM FOR THE LEGAL LAW JOURNALS ................................... 286
LEGALBANK ABONELİK FORMU .................................................................. 287
SUBSCRIPTION FORM FOR THE LEGALBANK LAW DATABASE.................. 287
SUNUŞ YAZISI
YENİ ANAYASA : SÜREÇ, İÇERİK VE DÜZEN
İbrahim Ö. Kaboğlu*
ÖZET
Türkiye’de devam eden Anayasa yenileme çalışmalarına ilişkin
olan sunuş yazısı, üç ana başlıktan oluşmaktadır: yeni anayasa süreci,
yeni anayasanın içeriği ve yeni anayasal düzen. Şu iki etken, süreci zorlaştırmaktadır: ilki, yenileme çalışmasının anayasal düzenin devamlılığında yapılıyor olması. İkincisi ise, toplumsal yapıdaki ayrışmalar ve
siyasal kültürün çatışmacı özelliğidir. Bu nedenle, Anayasa Uzlaşma
Komisyonu tarafından yürütülen çalışmalar, sürekli siyasal aktörlerin
müdahaleleri ile karşılaşmakta, yeni Anayasa yapımını gerekli kılan
temel sorunlar üzerinde consensus (oydaşma) sağlamakta güçlük çekilmektedir. Bunların başında, “yurttaşlık”, “laiklik” ve “adem-i merkeziyet” gelmektedir. Ne var ki, tartışmaların siyasal rejim üzerine yönlendirilmesi, temel sorunlar üzerindeki consensus açığını daha da derinleştirmektedir. Siyasal rejim tercihi üzerinde tartışmalar ilkeler üzerinden
yapılabilseydi eğer, o durumda, parlamenter rejim yerine başkanlık rejimini tercih gereği üzerine tartışabilecektik. Fakat, bu yapılmayıp, dikkatlerin daha çok bunun seçeneklerine yöneltilmesi, ayrışmaları derinleştirdi. Böyle olunca, fren ve denge mekanizmalarını yürütme lehine
bozmuş olması nedeniyle yakınılan 1982 Anayasası yerine geçecek
Anayasanın, erkler ayrılığı temelinde hangi denge ve denetim
mekanizmaları ekseninde yazılması gerektiği sorunu ikinci planda kaldı.
Kıta Avrupası geleneğini izleyen Türkiye’deki ikili yargı düzenini tek
yargıya dönüştürme yönünde yapılan öneriler de, rejim tercihinde
yapıldığı üzere, ilkeler yerine uygulamaya yönelik kaygı ve beklentileri
öne çıkardı. Haliyle, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığının gerekleri
tartışılamadı. Anayasa yazımında karşılaşılan sorunlarda, Uzlaşma
Komisyonu’nun saydamlıktan uzak çalışma tarzı etkili olduysa da,
Hükümet çevrelerinin beklentileri çok daha belirleyici oldu. TBMM
açısından da, Anayasa çalışmasını gölgeleyici mevzuat çalışmalarından
söz edilebilir. Gerçekten, Yasama organı, yürürlükteki Anayasa’ya
aykırı yasaları elden geçirerek insan haklarını ve demokrasiyi ilerletme
çalışmalarından çok, yeni anayasal düzene giden yolu tıkayıcı mevzuat
faaliyetini sürdürmekte sakınca görmedi. ”Ülke-insan-devlet” üçlüsüne
*
Prof. Dr., Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
8
Yeni Anayasa : Süreç, İçerik ve Düzen
dayanması gereken yeni anayasal üzerine etraflı ve sürekli tartışmaların
yapılamamış olması da, değinilen sorunlarla birlikte, basın ve yayın
kuruluşlarının önceliği, siyasal aktörlerin eğilimleri doğrultusunda
belirliyor olmalarından kaynaklanmaktadır.
Anahtar kelimeler: Anayasa yapımı, Anayasal düzenin devamlılığı, Anayasa Uzlaşma Komisyonu, fren ve denge mekanizmaları, yurttaşlık, laiklik, adem-i merkeziyet, rejim tercihi, yargı düzeni, hak ve özgürlükler, yeni anayasal düzen.
***
İki yıldır yazım çalışmaları devam eden Anayasa sürecinde gelinen
aşama nasıl değerlendirilebilir ? Bu soruya, konu üç aşamalı olarak ele
alınmak suretiyle yanıt aranacak : süreç, içerik ve düzen.
-IYENİ ANAYASA SÜRECİ
A) 21. yüzyılda Anayasa yapımı üzerine
20. yüzyıl anayasaları, daha çok “kopma veya geçiş dönemi” Anayasalarıdır. Avrupa devletlerinde yürürlükte bulunan Anayasaların çoğu,
böyle bir dönemin ürünüdür. Bugün Akdeniz havzasında tanık olduğumuz -özellikle Tunus, Mısır ve Libya’daki- anayasal hareketler, “geçiş
dönemi” süreçlerini yansıtmaktadırlar.
21. yüzyıl Anayasaları ise, daha çok “anayasal düzenin devamlılığı” esnasında yapılan ve hazırlanacak olan Anayasalardır. İsviçre,
Finlandiya ve Macaristan ile Türkiye’de yaşanan süreç, bunun örnekleridir.
Fark nedir veya ne olacaktır?
Geçiş döneminde Anayasa yapımı, göreceli olarak (olağan döneme
göre) daha kolaydır. Çünkü, kopma sonucu ortaya çıkan güç dengelerinin eğilimi belirleyicidir. Yapım usulünü, olağanüstü koşullara özgü
iktidar odakları belirlese de, hedef önemlidir. Bu bakımdan, mesela,
1961 ve 1982 Anayasalarının yapım ortam ve koşullarında benzerlik ve
paralellikler bulunsa da, yapımında belirleyici olan güçlerin dünya görüşlerinde ve hedeflerinde önemli farklar vardır1.
Olağan dönemlerde, yani anayasal düzenin devamlılığında “Anayasa yapımı” daha zordur. Çünkü, burada hedef, yürürlükteki Anayasa'nın ilerisine geçmektir. Bu bakımdan, demokratik düzeni kurmayı
amaçlayan Anayasa’nın yapım usulü de demokratik olmalıdır. Bu ne1
Bkz. Bülent Tanör, İki Anayasa: 1961 – 1982, Beta yay., 1986 İstanbul.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
İbrahim Ö. Kaboğlu
9
denle bu süreçte, güç dengelerinden çok, katılım, müzakere, uzlaşma ve
oydaşma (consensus) olanakları elden geldiğince kullanılır.
Tercih edilen yol ve yöntemde, ülkelerin özgül deneyimleri, farklılaşmalar yaratabilir: Meselâ, İsviçre’de halk temel alındığı halde, Finlandiya’da parlamentodaki uzlaşma ve oydaşma yeterli görüldü.
Tunus, seçimle belirlenen bir Anayasa Meclisi ile işe başladığı
halde; Mısır, Yasama Meclisi yoluyla Anayasa yaptı. Metni halk onaylamış olsa da, Başkan Mursi’nin etkisi ve çoğunluk kuralını dayatması
belirleyici olduğundan, daha baştan meşruluk sorunu ülke gündemine
yerleşti. Tunus ise, daha müzakereci ve çoğulcu bir yaklaşımla ilerlediği
için gecikti. Ama bu, Anayasası’nın, en azından Mısır’ınkine kıyasla
daha meşru ve demokratik olacağını gösteriyor2.
Bu arada, Macaristan, 2011'de yeni bir Anayasa yaptı. Usul olarak,
ne İsviçre ne de Finlandiya yolunu izledi. Hattâ, Mısır ve Tunus ile karşılaştırıldığında, Tunus'tan çok Mısır'da izlenen usul ağır bastı. Başbakan
Victor
Orban ve Partisi Fidesz’in çoğunlukçu dayatması belirleyici
oldu3.
Macaristan sapması, şunu gösteriyor: Olağan dönemde ve anayasal
düzenin devamlılığında Anayasa yapımı, “insan hakları ve demokrasi”yi eksen alan bir hukuk devleti için güvence oluşturmayabiliyor ;
tam tersine, geçiş döneminde, -olağan dönemdekine göre- daha demokratik bir yöntem uygulanabiliyor.
Acaba Türkiye, bunların neresinde yer alıyor? Anayasa yapımına,
İsviçre gibi değil, Finlandiya gibi koyuldu. Ya sonrası?
B) Türkiye’nin tercihi/yol haritası
Türkiye, yaklaşık yirmi yıl süren arayışın ardından, yenileme süreci konusunda tercihini, halk tarafından seçilecek bir Anayasa Meclisi’nden yana değil, TBMM'nin, Anayasa Uzlaşma Komisyonu (AUK)
adı verilen bir Kurul yoluyla başlatması ve sürdürmesi şeklinde oldu4.
2
3
4
Ayrıntılı bilgi için bkz. Akdeniz Havzasında Anayasal Süreçler/ Constitutional
Process in the Mediterranean Basin/Les processus constitutionnels dans le bassin
méditerranéen, AYHD-2.
Nisan 2011’de Macaristan Parlamentosunda 44’e karşı 262 oyla muhafazakar sağ
parti, Fidesz’in dayatmasıyla kabul edilen ve 1 Ocak 2012’de yürürlüğe giren Anayasa, Sosyalist Parti ve sol çevrelerde yoğun biçimde eleştirildi. Öyle ki, Macaristan,
komünist rejimden liberal rejime, 1949 Anayasası’nda uzlaşma yoluyla revizyon yaparak geçti ve geçiş döneminde Anayasa Mahkemesi, kayda değer bir işlev gördüğü
halde; 2011'de, -Anayasa Mahkemesi yetkilerinin kısıtlanması dâhil- daha derin bir
kırılma yarattı. Macaristan’daki yeni anayasal gelişmeler üzerine. Bkz. aşa.” Anayasa
haberleri”.
Anayasa değişiklik usulü (madde 175), Anayasa’nın yenilenmesine ilişkin herhangi
bir kayıt öngörmediğinden ve madde 4, ilk üç maddenin değiştirilememesi amacına
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
10
Yeni Anayasa : Süreç, İçerik ve Düzen
Süreç, başlangıç olarak daha kolay, ama sürdürülebilirlik açısından
zorlu bir yolu yansıtıyor. Bunda, TBMM üyelerinin “millî egemenlik”
anlayışı belirleyici oldu. Egemenliğin en üst norm düzeyinde simgesi
olan ve gelecek kuşaklar için bağlayıcı nitelik taşıyan Anayasa yapma
yetkisini, 19. yüzyıl egemenlik anlayışına indirgeyen bir yaklaşımdan
söz edilebilir.
Buna karşılık, bu tercihi tartışmak yerine, bunu bir veri olarak kabul ederek, AUK ve çalışmaları üzerine bir kaç saptama yapılabilir:
- Olumlu yönleri: AUK’nın, TBMM'de grubu bulunan partilerin
eşit temsiliyle oluşması; Komisyonun halka danışması, halktan öneriler
alması ve partiler arasında müzakere yolunun açılmış olması.
- Soru ve sorunlar: Katkıların ne ölçüde dikkate alınarak değerlendirildiğinin bilinmemesi; Komisyon çalışmalarının saydam olmayışı;
Komisyon üzerinde siyasal baskılar…
Baskılar, Komisyon üzerindeki “dış zorlamalar” şeklinde nitelenebilir. Komisyon dışından gelen doğrudan ve dolaylı baskılar, süre ve
içerik sorunlarına yöneliktir. Zaman zaman süre baskısını dillendiren
Hükümet, önce “tek başlı yürütme”, sonra “yargı birliği” yönünde
açıklama ve önerilerde bulunmuş; daha sonra, bununla yetinmeksizin,
yaptığı önerileri savunmak amacıyla kampanya başlatmıştır.
Bu müdahaleler neden baskı oluşturmaktadır?
- Bir kez, AUK’nın Çalışma Usullerini belirleyen 15 maddelik
metne göre5,
“Sürecin tamamlanıp tamamlanmadığı ve nihai metnin (taslak
bütününün) tekemmül edip etmediği hususu dahi mutabakat ile belirlenir.” (md.6/2).
“Komisyonun görevi, Anayasa teklifinin Genel Kurulda kabul edilip kanunlaşmasıyla veya siyasi partilerden birinin çekilmesi ya da çekilmiş sayılması ile sona erer...” (md.15).
- Üstelik, Anayasa madde 175, Anayasa değişikliğinde, sadece yasama teklifi öngörmekte ve Hükûmet’e herhangi bir yetki tanımamaktadır.
5
yönelik olduğundan, Anayasayı yenileme yöntemini belirlemek amacıyla 19 Eylül
2011’de TBMM’de “Anayasa profesörleri” toplantısı yapıldı. Toplantıda ortaya çıkan eğilimlerden ilki, yeni Anayasa için halk tarafından seçilecek bir “Anayasa Meclisi” gerekliliği yönünde, ikincisi ise, bu yetkiyi TBMM’nin üstlenebileceği yönünde
oldu. Toplantı konuşmaları TBMM Başkanlığı tarafından yayımlandı. Bkz. TBMM
Başkanı Cemil Çiçek Başkanlığında Anayasa Hukuku Profesörleri ile Toplantı,
TBMM Tutanak Müdürlüğü Yayını, Tarih: 19.09.2011, Ankara.
Yayımlanmış metni için bkz. Ece Göztepe ve Aykut Çelebi, Demokratik Anayasa,
Görüşler ve Öneriler, Metis yay., 2012, Ek: Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun Çalışma Usulleri, s. 499-502.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
İbrahim Ö. Kaboğlu
11
Bu nedenle, Hükûmet’in gerek süre ve gerek içerik konusunda
Komisyon’a müdahale etmesi, yürürlükteki Anayasa’ya aykırı olduğu
gibi yeni Anayasa hedefi ile de bağdaşmamaktadır6.
Kaldı ki, olağan dönemde anayasanın yenilenmesi, yıllara yayılabilmektedir. Burada, yanıtı aranması gereken soru şu: Anayasa yapımında amaç, bir an önce alelacele bir metin yazmak mı, yoksa gelecek
on yılların kalıcı bir metnini ortaya çıkarmak mı?7
-IIİÇERİK OLARAK ANAYASA
Yeni anayasa yazımında, toplumsal gereksinim ve sorunların
çözümü için hangi ilkeler öne çıkmakta? Bu soruya yanıt vermek için,
karşılaştırmalı anayasa hukuku bağlamında birkaç ön açıklama yararlı
olabilir.
A) Anayasacılık ve Türkiye
1.- 20. Yüzyıldan 21. Yüzyıla
Anayasa, iktidarı sınırlayabildiği ölçüde, özgürlükleri güvenceler.
Bunun için, Anayasaya saygı mekanizmalarının kurulması gerekir. Ancak bu durumda, anayasacılıktan söz edilebilir: Anayasa, uyulması zorunlu temel ve üstün normdur.
Anayasa-anayasacılık ayrımları, anayasa düşüncesi, anayasa ereği,
hattâ anayasa bilimi kavramları, büyük ölçüde 20. yüzyılda şekillendi.
Türkiye, bunun neresinde?
Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti, Batı’ya göre yüzyıllık bir gecikmeyle Anayasa ile tanıştı. Fakat, anayasacılık hareketine dâhil olması
daha hızlı oldu ve 20. yüzyılda “anayasa açığı”, belli ölçülerde kapatıldı. Yüzyılın başında, ortasında ve sonunda, kısa zaman dilimleriyle
sınırlı kalsa da, “anayasacılık” dönemleri olmadı değil: -1909-1924 ;1946-1961; -1987-2001.
6
7
Turquie : où en est le projet de nouvelle constitution ? Un entretien exclusif avec le
professeur İbrahim Kaboğlu, 6 février 2013 , Par Jean Marcou, OVIPOT
(Observatoire de la vie Politique Turque).
Bu bakımdan, AUK , yazım çalışmasına devam ediyor iken, B ve C gibi alternatif
planlardan söz etmek, yeni Anayasa hedefi ile bağdaşmaz. İki nedenle: ilki, yürürlük
ve uygulama dönemi on yıllara yayılacak olan bir metnin ortaya çıkmasını –Haziran,
Temmuz gibi- aylara sıkıştırmak, Anayasa adı verilen üstün normun doğasına aykırı.
İkincisi, usule ilişkin olup, bu aşamada, Anayasa uzlaşma Komisyonu’na göre daha
az demokratik olan bir yol, ciddi bir meşruluk sorunu yaratır.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
12
Yeni Anayasa : Süreç, İçerik ve Düzen
Bu dönemler, 20. yy. dünyasındaki anayasacılık eğilimleri ve açılımları ile büyük ölçüde örtüşür: İnsan haklarının uluslararasılaşması,
siyaset biliminin anayasa hukuku çalışmalarına etkisi ve Anayasa yargısının kurulması, özellikle belirtilebilir.
21. yüzyıl başında ise, şu anayasal eğilimler önde: 20. yüzyıl kazanımlarının sürdürülmesi ya da korunması ; ulus-ötesi, ulusal ve ulus-altı
olmak üzere çok katmanlı anayasacılık (Bu üç katmanlı anayasal yapılanmada, ulusal meclise saygınlığını kazandırma çabası kayda değer).
Bunlara, Anayasaların ülkeselleşmesi /ülkenin anayasalaşması süreci de
eklenebilir. Türkiye’de 21. Yüz yıl başında kotarılan 2007 ve 2010 değişiklikleri ise, daha çok iktidar eksenlidir.
Bütün bu gelişmelerin ardından sorulması gereken, 2013 ve sonrasında hangi eğilimlerin baskın geleceğidir.
2.- Anayasa arayışında çelişkiler
Yukarıda değinilen anayasacılar toplantısında, Anayasa yapım
usulü üzerine beliren iki farklı eğilime karşın, yeni Anayasaya giden
yolda, özellikle yasal iyileştirmeler yapılması gereği üzerinde genel bir
mutabakat vardı. Buna göre TBMM, yürürlükteki Anayasa’ya bile aykırı
olup, insan haklarına saygıyı engelleyen ve demokratik olmayan yasaları
ivedi olarak elden geçirmeliydi. Böyle bir gereklilik ne ölçüde karşılandı? Meclis, bu konuda açık bir irade ortaya koymadı. Tam tersine, yani yol temizliği bir yana- Anayasa’ya aykırı birçok yeni yasal düzenleme yapmaktan geri durmadı.
Bu süreç, birçok sorgulamayı beraberinde getirdiği gibi, genellikle,
doğrular ve yanlışlar birbirine karıştı.
Sorgulama şöyle: İnsan hakları ihlallerinin ne kadarı Anayasa’dan,
ne kadarı yasalardan ve ne kadarı uygulamadan kaynaklanmaktadır?
Aslında, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM) kararları gereği yapılan son yasal düzenlemeler, ihlallerin Anayasa’dan çok yasalardan kaynaklandığını teyit etmiş bulunuyor. Ne var ki, yasal düzenlemelerin kendisi de, iç çelişkileri ve sorunlar yumağını beraberinde getiriyor.
3. Yargı paketi ile yapılan düzenlemelerin yarattığı ve yol açması muhtemel sorunlar, kamuoyu önünde de tartışıldı ve ciddi rahatsızlıklara
neden oldu8.
8
“ 3. Yargı Paketi” olarak anılan “Yargı Hizmetlerinin etkinleştirilmesi amacıyla Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin
Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun” için bkz. no. 6352, ta.: 2/7/2013.
Ayrıca, “4. Yargı paketi” olarak anılan “İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü
Bağlamında Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” için bkz. no.
6459; kabul tarihi: 11/4/2013; R.G.: 30/4/2013-28633.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
İbrahim Ö. Kaboğlu
13
Bu arada, ülkesel anayasa hukuku eğilimine tamamen ters düşen
yasal düzenleme bile gündeme geldi: Biyolojik Çeşitlilik Kanun Tasarısı, bunun tipik örneği olarak belirtilebilir.
Öte yandan, insan hakları ve demokrasi üzerine kavramsal yanlışlıklar, hayli yaygın. Sadece, insan haklarının sekter ve indirgeyici kullanımı değil, yanlışlıklar zinciri hayli uzun. Ölçülülük, egemenlik, çoğunluk, çoğulculuk gibi kavramlar, ilgililerin bakış açılarına göre şekillenebilmektedir. Özellikle, çoğunluk ve egemenlik ilişkisinde, çağ dışı deyim ve kavramların kullanımı bir yana, çoğu zaman, bağlam dışı kullanımlarına tanık olunmaktadır.
Bu nedenle, yol açılan bilgi kirliliği, yeni Anayasa sürecinde sağlıklı tartışmayı engellemektedir. Basın-yayın kuruluşları, bilgi kirliliğinde araç olarak kullanılmaktadır. Bu süreçte, uzman görüşlerinden çok
siyasal görüşlerin kitle iletişim araçlarına yansıdığı görülmektedir.
Söylem bakımından; Anayasa, ortak payda alanının genişlemesi
ölçüsünde yapılabileceğine göre, çatışmacı ve ayrıştırıcı dil ve üslûptan
kaçınılması temenni edilirdi. Anayasa ortak dili, demokratik siyasal
kültürün oluşmasına da katkıda bulunabilirdi. Ne var ki, bu başarılamadı.
Karşılaştırmalı yaklaşım bakımından; Türkiye, karşılaştırılabilir
devletler yerine, ABD ve Mısır gibi devletler öne çıkarıldı. Oysa, bu
devletler, anayasacılıkta, Türkiye ile karşılaştırılabilirliğin sınırlarını
zorlamaktadır.
3.- Ulusal ve uluslararası düzlemde düşünme gereği
-Ulusal düzlem (zaman boyutu): dün-bugün ve yarın çizgisinde
anayasal deneyim ve kazanımlar bilançosu dikkate alınmalıdır. Bunun
önemi şurada: yeni Anayasa demek, anayasal birikimi bir yana bırakıp,
her şeyi yeniden yazmak anlamına gelmez. Bu konuda; aynen korunması
gereken kurum ve kurallar; düzeltilmesi ve iyileştirilmesi gereken kurum
ve kurallar; yenilenmesi gerekenler veya mevcut olmadığı halde, yeni
düzenlemeler yapma gereği şeklinde üçlü ayrım yapılabilir. Mevcut birikimi bir kenara iterek, her şeyi baştan düzenlemeye çalışmak, yani bir
tür “Anayasa mühendisliği” yapmak, - 1982 Anayasası’nda olduğu gibidaha çok kopma dönemlerinde gündeme gelmekte olup, amacının tersi
yönünde etkiler yaratmaktadır.
-Uluslararası düzlem (mekân boyutu): Türkiye’nin tarih ve coğrafyası dikkate alınarak, karşılaştırmalı anayasa hukuku ışığında Anayasayı mekân düzleminde düşünme gereği de vardır. Bu açıdan, “BatıTürkiye ve Bölgesi” olmak üzere üç mekân ayrımı yapılabilir.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
14
Yeni Anayasa : Süreç, İçerik ve Düzen
B) Anayasal içerik: ortak ilkeler ve ulusal sorunlar
1.- Denge ve denetim mekanizmaları:
1961 Anayasası’na yöneltilen sürekli eleştiri, “özgürlükler fazla,
iktidar az” şeklinde idi. 1982’den ise, tam tersi anlamda şikayet edilmektedir: “İktidar fazla, özgürlükler az”.
Bu saptama, bir denge arayışını beraberinde getirmekte, Anayasa’nın varlık amacını unutmaksızın.
Bu bakımdan, denge ve denetim mekanizmaları, Anayasa bütünü
için öncelikle gözetilmesi gereken bir sorundur. İster Batı’da, ister bizde
veya bölgemizde, eğer amaç bir hukuk devleti kurmak ise, fren ve dengeler sistemi, bir düzine olarak sıralanabilir:
-Üç anayasal iktidarın kendi içinde: çift başlı yürütme, iki meclisli
yasama, çok katmanlı yargı yapılanması gibi.
-Yasama, yürütme ve yargı erkleri arasında.
-Her üç organ ile bunların dışında yer alan yüksek öğretim kurumları gibi uzman ve özerk resmi kuruluşlar arasında.
-Merkezi örgütlenme ile adem-i merkeziyet kuruluşları arasında.
-Devlet ile uluslararası kuruluşlar arasında.
-Devlet ile toplum arasında9.
Bu özellikler, Avrupa devletlerine göre, çok daha ince elenip sık
dokunulmalı. Bunun nedeni, Türkiye’de demokratik ve anayasal birikim
eksikliğinden kaynaklanmıyor sadece. Denge ve denetim mekanizmaları
bakımından, devlet biçimi ve ulusal-üstü örgütler, önemli bir yer tutar.
Mesela, AB üyesi devletlerin bir kısmında, egemenlik, hem AB ile hem
de ulus-altı yapılarla paylaşılmaktadır. Böyle bir paylaşım, çok katmanlı
anayasa kavramını beraberinde getirmiş ve başlı başına bir fren-denge
mekanizmasını oluşturmuştur.
2.- Egemenlik anlayışı:
Bu bakımdan Türkiye’deki durum, hukuken bağlayıcı ve yargısal
denetimle pekiştirilmiş uluslararası çatı, sadece Avrupa Konseyi’dir.
Ulusal düzlemde egemenlik anlayışı da, “millet egemenliği”dir. Bu anlayış, iktidarı halktan uzaklaştırdığı gibi, kötüye kullanıma da kapı aralamaktadır. Bu nedenle, yeni Anayasa’da egemenlik anlayışı, halk egemenliği temelinde tasarlanmalıdır. Böyle bir tasarım, kırılma alanlarının
onarımında da işlevsel olabilir.
9
Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği Anayasa Raporu
Çalışması, Anayasa-Der/Legal yay., 2012 İstanbul.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
İbrahim Ö. Kaboğlu
15
3.- Ayrışma veya kırılma alanları:
Yeni Anayasa’dan somut beklentiler, toplumsal yapı ve ülke koşullarından da kaynaklanmakta olup, üç başlık altında gruplandırılabilir:
a) Yurttaşlık: kimlik ve yurttaşlıkla ilgili anayasal tanım ve/ya
düzenleme arayışında, öncelikle Anayasa md.66 yerine, “değiştirilmez”
olarak kabul edilen ilk üç maddeye bakmak yerinde olur.
Neden? Çünkü, anayasal olarak ülkenin adı, “Türkiye”, devletin
adı, “Türkiye Devleti”/“Türkiye Cumhuriyeti” olduğuna göre, insan
topluluğunun adı ne olabilir?
Madde 3’teki, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir
bütündür.” Kaydında yer alan “Türkiye”, devlet ve ülke için olduğu
kadar millet için de geçerlidir: “Türkiye Devleti” ve “Türkiye ülkesi”
deyimleri, mantık ve dilbilgisi olarak ancak “Türkiye milleti” ile tamamlanabilir. (Kaldı ki, bu kavram 1924 Anayasası’nda “Türkiye halkı”
olarak açıkça yer almıştır.)
Değişmez maddelerde “Türk devleti” kavramı yok. Bu nedenle,
yapılması gereken ilk iş, Başlangıç ve madde 66’daki “Türk devleti”
deyimini “Türkiye Devleti” şeklinde düzeltmek. Bu düzeltmeler yapılırsa, yurttaşlık için, “Türkiyeli”, “Türkiye yurttaşı”, “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı” denmesi doğal; yurttaşlar topluluğunu ifade için ise,
“Türkiye halkı” kullanılabilir.
b) Lâiklik: Devletin, hiçbir din ve inancı tanımaması, lâikliğin
olumsuz öğesi; ibadet özgürlüğünü güvence altına alması ise, olumlu
öğesidir. Ne var ki, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapısı ve faaliyetleri,
Sünniliği, adeta bir devlet dini haline getirmiş bulunuyor. Öyle ki, Alevilerin Cemevinde ibadetini engelleyebiliyor.
1982 Anayasası, böyle bir uygulama için temel oluşturmaz. Ama
bu, yeni Anayasa’da, din ve inanç özgürlüğü ile lâikliği pekiştirici ve
güvenceleyici düzenlemelerin yapılmayacağı anlamına gelmez10.
c) Adem-i merkeziyet: Katı merkeziyetçi bir üniter devlet olan
Türkiye’de merkez-çevre ilişkisi, genellikle Kürt sorununun çözümüne
indirgenir. Oysa, adem-i merkeziyet, yüz ölçümü olarak bu denli büyük
bir ülkede, kamu hizmeti gerekleri, iktisadi ve coğrafi nedenler ile demokratikleşme gereği olarak da düşünülmelidir. Yoksa, sadece kültürel
ve etnik nedenlerle açıklanamaz. Bu nedenle, yeni Anayasa, adem-i
merkeziyetçi tek yapılı modele kapı açarsa, merkezi otoriteyi dengeleme
işlevi de görebilir.
10
AYM, “4+4+4” olarak da anılan 30.03.2012 gün ve 6287 sayılı Kanunu Anayasa’ya
uygun bulurken, yaptığı tanımlarla, yeni anayasa süreciyle bağdaşması güç bir içtihat
oluşturma eğilimini ortaya koymuş bulunuyor.(Bkz. AYM, E.2012/65, K.2012/128
sy. ve 20.09.2012 ta., R.G.: 18.04.2013-28622).
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
16
Yeni Anayasa : Süreç, İçerik ve Düzen
Yurttaşlık, laiklik ve adem-i merkeziyet, ayrı alanlara ilişkin olsa
da, birbirini tamamlama özelliği dikkate alınarak düzenlenmelidir. Eşit
yurttaşlık, birey özgürlüğü ve katılımcı demokrasi için, her üç kavramı
aynı zamanda birlikte düşünme gereği vardır11.
“Barış süreci” ve Anayasa, iki ayrı konu ama birbiriyle yakından
ilişkili: yol ve yöntem bakımından, her ikisi de çatışmacı değil, uzlaşmacı yaklaşımı gerekli kılıyor. Düzenleme konuları bakımından; Anayasa, kapsayıcı ve kucaklayıcı kural ve düzenlemeleriyle “birlikte yaşam” ortamının oluşmasına katkıda bulunur. Ne var ki, barış için yalnız
başına yeterli değil olamaz. Anayasa kültürü gibi barış kültürü yaratmak
da önem taşımaktadır. Fakat, Anayasa yapımı gecikse de barış ortamı
sağlanabilir. Burada önemli olan, Anayasa’nın ayrıcalıklı muhatabı olan
kişi ve
kurumların, hak ve özgürlüklere ilişkin kuralları nasıl
algıladıkları ve uyguladıklarıdır.
C) Özgürlükleri güvencelemek için iktidarı sınırlamak
1.- Hak ve özgürlükler: Bütüncü ve eşit
Hak ve özgürlükler alanında Türkiye’nin kazanımları bellidir. İH
uluslararası standartları da bilinmektedir. Bütünlüklü bir düzenleme, ana
eksen olarak alınıp, hak ve özgürlükler arasında hiyerarşi yaratılmaması
esastır. İnsan hakları anlayışı olarak, haysiyet temelinde “özgürlük-eşitlik” denklemi esastır.
Sınırlama ve güvence konularında, Anayasa md. 13’te yer alan
“asgari standartlar” ile “maksimum standartlar” altına düşülmemelidir.
İnsan hakları, çağdaş devletin üçlü yükümlülüğünü yerine getirmesine elverişli bir düzenlemeyi yansıtmalıdır: İnsan haklarına saygı göstermek, insan haklarını korumak ve insan haklarını geliştirmek.
Bu üçlü yükümlülük dizisinde, insan-iktidar diyalektiği aşılarak,
“çevre-insan-iktidar” zinciri esas alınmalıdır.
Kişi özgürlükleri adına sınırlanan siyasal iktidar, çevre hakkı gerekleri ile de kayıtlayıcı kurallara bağlanmalıdır. Hatta, sadece iktidar
değil, insan da çevresine yönelik davranışları bakımından görev ve yükümlülüklere tabi olmalıdır. Özel girişim özgürlüğü, böyle bir kaygının
merkezinde yer almakta olup, çevre ve doğanın korunması, bir sınırlama
nedeni olarak düşünülmelidir.
Bu çerçevede, direnme hakkı anayasalaştırılarak, yaşam mekânlarına yönelik meşru olmayan saldırıları engelleyici işlev görebilmelidir.
11
Değinilen üç temel kırılma halkasına yaklaşım üzerine, TBMM’de temsil edilen
siyasal partiler, çelişkili ve iç tutarlılıktan yoksun açıklamalar yapmakta ve politikalar izlemektedirler.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
İbrahim Ö. Kaboğlu
17
2.- Rejim tartışması: İlkeler ve uygulamalar
Cumhuriyet’in temel organları nasıl düzenlenecek? Burada esas
sorun, erkler ayrılığının ne ölçüde “anayasal fren ve denge veya denge
ve denetim mekanizmaları” çerçevesinde yapılandırılacağı noktasında
düğümlenmektedir.
Rejim üzerine yol ayrımı zorlaması, bu ön ve temel gerekliliği
ikinci plana atmış görünüyor. Yol ayrımı zorlaması ne anlama geliyor?
Türkiye deneyimi, ağırlıklı olarak, Kanun-ı Esasi’den başlayarak aşamalı
bir biçimde kurulan parlamenter rejimdir. Bunda, 1982 Anayasası ve
özellikle 2007 değişikliğinde sapmalar olduysa da, parlamenter özellik
ağır basmaktadır.
Kuşkusuz, parlamenter rejimin sorunsuz işlediği söylenemez. Bu
nedenle, Anayasa çalışmasında rejim sorunu da tartışılmalıdır. Bu bakımdan, tercih, bugüne kadar uygulanan ve aksayan yönleri konusunda
deneyimin mevcut olduğu Parlamenter rejimi demokratikleştirmek suretiyle sürdürmek yönünde olmalıdır. Buna karşılık, denenmiş olan yönetim biçimini tümüyle terk edip Başkanlık veya yarı-başkanlık rejimine
geçme eğilimi nasıl değerlendirilmelidir?
Muhalefet partileri (CHP ve MHP), parlamenter rejimin sürdürülmesinden yana iken, iktidar partisi (AKP), tercihini başkanlıktan yana
koymuş bulunuyor.
Burada tartışılması gereken şu: Acaba, Türkiye, parlamenter rejim
yoluyla demokrasiyi yaşatamaz mı? Demokrasi için mutlaka başkanlık
rejimi mi kurmak gerekiyor? Ne yazık ki, konu bu açıdan tartışılmıyor
veya tartışılamıyor. Bu durumda, köklü bir rejim değişikliğinden yana
olanların “yeni rejim” söylemi, propaganda silahı olmanın ötesine
geçemiyor. Başka bir söyleyişle, “ilke tartışması” yapma ortam ve olanağı yaratıl (a)madı.
Rejim değişikliği için öne sürülen nedenler arasında hukuken tartışmaya değer başlıca gerekçe şu: Cumhurbaşkanı (CB), 2014’te halk
tarafından seçileceği için, güçlü bir CB ile güçlü bir Başbakan arasında
ortaya çıkması muhtemel çatışmanın önüne geçmek amacıyla şimdiden
anayasal önlem almak.
Geleceğe yönelik fikir üretmek için, bugüne nasıl gelindiğini hatırlamakta yarar var:
Başkanlik rejimi yönündeki eğilimler yeni değil. 2007’de ortaya
çıkan 367 krizi, bugünkü tartışmalara giden yolu açtı. CB seçiminin tıkanması üzerine kotarılan Anayasa değişikliği ile toplantı yeter sayısı,
“üçte bir” olarak belirlendi. Bu, krizi önleyen bir çözümdü. Ama bununla yetinilmedi; CB’nin genel oyla seçimi öngörüldü. 11. CB’nin se-
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
18
Yeni Anayasa : Süreç, İçerik ve Düzen
çimi halkoylaması öncesi yapıldığı için, Anayasa yeniden değiştirildi12;
ama, artık gerek kalmadığı halde, CB’nin genel genel oyla seçimine dokunulmadı…
Şimdi, rejim değişikliğini savunanlar, Anayasa ve siyaset bilimi
düzleminde tartışılmaya değer tek bir gerekçe öne sürebiliyor: 2014 senaryosu. Nedir bu? CB ve Hükümet arasındaki olası çatışma, yani
Fransa’da iki kez yaşanan “cohabitation” (birlikte oturma/ortak yönetim) sorunu.
Gerçi olasılıklar hesaba katılarak rejim değişikliği yapılmaz ama,
bu ciddiye alınacak olursa, şu öneri çok daha gerçekçi: Anayasa değişikliği veya yeni Anayasa ile, 2007 öncesine dönmek. Hatta, bu vesileyle
CB’nin yetkilerini azaltarak parlamenter rejim çerçevesine yaklaşmak13.
Gerekçe yokluğu ve çelişkiler: Hararetli bir biçimde başkanlık rejimi ve “kurtarıcılığı” üzerinde ısrar edildiği bir dönemde, bu kez , yarıbaşkanlık savunulmaya başlandı. Ne var ki, yarı-başkanlık önerisi,
Cumhurbaşkanı’nın parti başkanlığını sürdürmesi kaydı ile yapıldı. Bu
konuda ise, -yanlış bir şekilde- Fransa örnek gösterildi.
Bu yönde bir öneri, öncelikle şunu gösteriyor: demek ki, Başkanlık
için ciddi gerekçeler yok ve bu nedenle, yarı-başkanlık da olabilir de
nebiliyor. Sonra, böyle bir öneri, “başkan-parti” özdeşliği ile aynı
zamanda partiyi kurtarma kaygısını yansıtıyor14 . O nedenle, önerilen
yönetimin getireceği ve/ya götüreceği üzerinde tartışma yapmadan önce
prensip (ilke) üzerinde tartışma yapma gereği açık….
3.- Yargı : iki düzen mi, tek düzen mi?
Bilindiği gibi, Türkiye’de “âdil yargılanma hakkı” üzerine çok
ciddi sorunlar vardır. İHAM’ın 2012 yılı bilançosu, bunun kanıtını
oluşturmaktadır. Yargılamanın uzun sürmesi, adil yargılanma hakkı ih12
5660 sayılı ve 10/5/2007 tarihli Kanunla yapılan Anayasa Değişikliği, “Onbirinci
Cumhurbaşkanı seçimi…”üzerine de madde öngördüğü halde(md.6), yasama seçiminden sonra CB seçimi TBMM tarafından gerçekleştirildiğinden, yeni bir Anayasa
değişikliği ile bu madde değiştirildi. Bkz. 16.10.2007 tarih ve 5697 sayılı Kanun).
13
Rejim değişikliği, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçilirken veya 12 Eylül 1980 darbesi
sonucu hazırlanan Anayasa sırasında bir tercih olarak gerçekleştirilebilirdi. Yeni
Devletin kurucuları bile, siyasal rejimde köklü bir değişiklik gereği duymadı veya 12
Eylül 1980 darbesi sırasında rejimde derin bir kırılma yaşandığı halde, “siyasal rejim
değişikliği” yapılmadı. 2013 Türkiye’si, olağan anayasal ve siyasal süreçte bulunduğuna göre, olası bir değişiklik hangi gerekçe ile haklı gösterilecek?
14
Bu nedenle, ilkesel tartışma yerine, -belli bir kişi için düşünülen- rejim değişikliğine
karşı, başından beri şu görüşü öne sürmekteyim: bir kişi ve partisi için rejim değişikliğine gitmektense, Parti (AKP) tüzüğü değiştirilerek, Başbakana yeni dönemde de
seçilme olanağı tanımak, en rasyonel çözüm şekli olsa gerek.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
İbrahim Ö. Kaboğlu
19
lalinde ilk sırayı tutmaktadır. Bu nedenle, yargı sistemi, yapısal ve işleyiş olarak düzeltime muhtaçtır. Bu süreçte, yanıtlanması gereken soru
şudur: Anayasal kurum ve kurallar, mevcut yapı çerçevesinde mi, yoksa
yeni bir düzen benimsenerek mi konulmalıdır veya kabul edilmelidir?
Kıta Avrupası sistemine dayanan Türkiye’nin yargı düzeni, adlî ve
idarî yargı ayrımına göre örgütlenmiş bulunuyor. Buna karşılık, AngloAmerikan sistemi tek yargı düzeni modeline dayanır.
Acaba, adil yargılanma hakkı güvencesi, mevcut iki yargı düzeninde mi sağlanmalı, yoksa, yargı birliğine mi geçilmeli? Başka bir deyişle, yargı birliği, adil yargılanma hakkı için daha güçlü bir yargısal
güvence mi? Kesinlikle “hayır”; çünkü, Kıta Avrupası geleneği, tekli
yargıyı değil, iki yargı düzenine dayanıyor. Bu devletler içerisinde Almanya ve İspanya gibi İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi (İHAM)
önünde çok iyi durumda olan devlet sayısı az değil.
Bu nedenle, yeni Anayasa’da, “bağımsız ve tarafsız” hedefi ölçüt
alınarak, yeni kurumsal yapılanma ve kurallar bu amaçla konmalıdır.
Bunun yelpazesi geniş tutulmalı: Hukuk fakültesi öğretiminden, yargı
mensuplarının meslek içi formasyonuna; yargısal karar sürecinden kararların yerine getirilmesine kadar, “âdil yargı” güvencesi olabilecek
konular Anayasa’da yer almalıdır.
Unutulmamalıdır ki, yeni Anayasa’da fazla iktidara değil, daha
çok özgürlük, demokrasi ve hukuka ihtiyaç var. Daha çok hukuk ise,
ancak tarafsız karar verebilen bağımsız yargı organları ile mümkündür.
“Yargı birliği” yönünde iktidar partisi (AKP) tarafından öne sürülen “içtihat birliğini sağlamak” şeklindeki gerekçenin bilimsel bir
dayanağı bulunmamakta; çünkü, adlî ve idarî yargı düzenlerinin görev
ve yetki alanları birbirinden farklıdır.
Bütün yargı organlarını birleştirmek yerine, tam tersine, gerek yatay anlamında (adlî, idarî, malî, çevresel, vb.) gerek dikey anlamında (ilk
derece, istinaf, temyiz ve uluslararası olmak üzere) çok katmanlı yapılandırma, adaletin dağıtılması konusunda daha güvenceli olabilir.
- III YENİ ANAYASAL DÜZEN
Anayasa yapımının hedefi yeni bir “anayasal düzen” kurmak olduğuna göre, bunun anlamı üzerine de birkaç saptama, konunun tamamlanması bakımından yerinde olur. Önce, yürürlükteki anayasal düzen üzerine bir-iki hatırlatmakta yarar var:
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
20
Yeni Anayasa : Süreç, İçerik ve Düzen
A) 1982’nin üç özelliği
İdeolojik temel: 1982 Anayasası’nı, biri olumsuz yönüyle (SSCB
korkusu ve anti-komünizm), diğeri olumlu yönüyle (neo-liberalizm)
olmak üzere, iki farklı “ideolojik kıskaç” etkisinde hazırlandı15.
Onarım dönemi: 1987’den 2004’e kadar süren değişiklikler, insan
hakları alanında ve hukuk devletinin onarımı anlamında olumlu kazanımlardır.
Yasalar ve uygulama “geri”: İnsan hakları ve demokrasi ekseninde yer alan onlarca yasa, yenilenmeye çalışılan 1982 Anayasası’na
aykırı. Özellikle, hak ve özgürlükler alanındaki uygulamaları, -sadece
anayasal değil-, yasal gerekçeye dayandırmak bile zor.
B) Yeni anayasal düzen için
Bu nedenle, Anayasa yapımında yürürlükte bulunan “anayasal düzenin kazanımları” dikkate alındığı ölçüde “yeni anayasal düzen” hedefi anlam kazanır.
Süreklilik ve kurumlaşma, gelişmişlik düzeyi için ölçüt olarak görüldüğü için, geçmişten geleceğe bu anlayışla bakmak gerekir.
Bu yaklaşım tarzı, Anayasa yapımında sürekli katılımın ve zaman
öğesinin önemini de ortaya koyuyor. Anayasa gelecek kuşaklara uygulanacağına göre, yapım sürecinde gençlerin katılımı anlamlı olsa gerek.
Genç kuşakların, daha nitelikli bir anayasa isteme hakkı vardır; hatta, bu
onlar için bir görevdir. Özellikle, Üniversite öğrencileri, aynı zamanda,
Anayasa’nın müstakbel muhatapları olacakları için, daha nitelikli bir
anayasal düzeni talep etmeliler. Bunun için de, sürece katılım yollarını
yaratma ve sonuna kadar açık tutma gereği vardır.
Bu süreçte, TBMM’ye düşen görev, mevzuatı yeni döneme uyarlı
hale getirmek olmalıdır. Bu çalışmalar, genel af eşiğine varmalıdır.
Anayasa, hukuku -ve toplumu- ilerletmenin bir aracı olarak görülmelidir. Bu ise, Anayasa’nın herkes için bağlayıcı üstün norm olma
özelliği, başta yöneticiler gelmek üzere toplumun bütün kesimlerince
kabul edilmesi ölçüsünde mümkündür. Aksi halde, Anayasa fetişizmi
(tapınması), büyük hayal kırıklıklarına yol açabilir. Böyle olmaması için,
zaman boyutuyla “dün-bugün ve gelecek” bakış açısını gözden uzak
tutmamak gerekir. Bugün, gelecektir; ama dünden ders çıkarılırsa, geleceğin bugünden hazırlanması mümkün olabilir.
15
Bu nedenle bazı uzmanlar, 1982 Anayasasını, “24 Ocak + 12 Eylül Anayasası” olarak adlandırır. Profesör Mesut Gülmez’in bu yöndeki görüşü için bkz. “Ekonomik,
Sosyal ve Kültürel Haklar” , (sunuş: İbrahim Kaboğlu, s. 102-139), (tartışmacı: Mesut Gülmez, s.140-148), Uluslararası Anayasa Hukuku Kurultayı, TBB yay., 9-13
Ocak /2001 Ankara.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
İbrahim Ö. Kaboğlu
21
C) Ülke-insan-devlet: Yeni Anayasa için, “ülke-insan ve devlet”
sıralaması geçerli olmalı. Anayasa, bir yandan, Türkiye ülkesi ile
“tanışmalı”; öte yandan, ülke, anayasalaşmalı.
Yeni Anayasa ile; “nitelik” öğesi öne çıkmalı: nitelikli bir “ülke”,
nitelikli bir “insan topluluğu” ve -ülkenin ve insan topluluğunun hizmetine konulmuş- nitelikli bir siyasal örgütlenme aygıtı. Kuşkusuz, yeni
Anayasa da ideolojik renk taşıyacaktır. Ama bu, daha çok insan hakları
ideolojisi olmalıdır.
Toplumsal mutabakat veya ortak kimlik belgesi olabilmesi ölçüsünde Anayasa, birlikte yaşam paktı olarak düşünülebilir. Yapım sürecine katılım, Anayasa’nın bu nitelemeleri hak etmesi için vazgeçilmezdir.
KAYNAKÇA
GÖZTEPE, Ece/ ÇELEBİ, Aykut (ed.), Demokratik Anayasa:
Görüşler ve Öneriler, İstanbul: Metis Yay., 2012.
GÜLMEZ Mesut, “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar” ,
Uluslararası Anayasa Hukuku Kurultayı, Ankara: TBB yay., 9-13 Ocak
/2001.
KABOĞLU, İbrahim Ö., Hangi Anayasa?, Ankara: İmge Kitabevi,
2012.
TANÖR, Bülent, İki Anayasa: 1961 – 1982, İstanbul: On İki
Levha Yay., 2012.
Akdeniz Havzasında Anayasal Süreçler/ Constitutional Process in
the Mediterranean Basin/Les processus constitutionnels dans le bassin
méditerranéen, AYHD-2.
TBMM Başkanı Cemil Çiçek Başkanlığında Anayasa Hukuku
Profesörleri ile Toplantı, TBMM Tutanak Müdürlüğü Yayını, Tarih:
19.09.2011, Ankara.
Turquie : où en est le projet de nouvelle constitution ? Un entretien
exclusif avec le professeur İbrahim Kaboğlu, 6 février 2013 , Par Jean
Marcou, OVIPOT (Observatoire de la vie Politique Turque).
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
EDITORIAL
NEW CONSTITUTION: PROCESS, SUBSTANCE AND ORDER*
İbrahim Ö. Kaboğlu*
ABSTRACT
A discussion regarding the possible features of a new constitution
can be divided into three parts: the process of drafting it; its substance;
and the expectations it raises. Comparing constitutional movements
around the world, one observes remarkable differences in terms of the
process of drafting constitutions during the transition periods and at
time when there is constitutional continuity. As for Turkey, the
parliament established the Constitutional Reconciliation Commission to
conduct the process of drafting. The social and political needs that
created the incentives to pursue a new constitution will be elaborated in
the preface. Turkey needs to think on the national stage that the
advantages that have been obtained within constitutional movements
should not be disregarded in the drafting process. As for international
stage, considering the historical and geographical dimensions of Turkey,
a new constitution should be conceptualised in the light of comparative
constitutional law. The system of checks and balances could be
expanded on a dozen dimensions to promote the rule of law. Instead of
the concept of national sovereignty, which alienates the government
from the public, a new constitution should be grounded on the idea of
popular sovereignty. The expectations arising from the social structure
and the conditions of the country could be collected under three
headings: citizenship, secularism and decentralisation. The current
constitution could play an important role in addressing the issues. The
combination of citizenship, laicism and decentralisation should be taken
into account in order to promote equal citizenship, individual freedom
and participatory democracy. The restrictions and the guarantees of
fundamental rights and freedoms should not fall below the minimum
standards that the article 13 of the constitution already embodies. With
respect to structuring the separation of powers, the government
proposes the presidential system; however, the principles of democracy
should be discussed beforehand as the justifications that have been
propounded for an alteration of the system of government are not
*
Translated briefly by Feyzan Özbay Research Assistant at İstanbul Medeniyet
University
*
Professor at Marmara University
24
New Constitution: Process, Substance and Order
satisfactory. Regarding the enhancement of the practice of the judicial
system, the unification of the branches of judiciary is discussed;
nevertheless, ‘the right to a fair trial’ can be guaranteed by adopting
certain safeguarding provisions. The 1982 Constitution was drafted
under the influence of two ideologies: anti-communism and neoliberalism. Certain amendments regarding human rights were adopted;
however, any justification falls short of substantiating the practical
failures. The achievements of the constitutional order should be taken into
account in the process of drafting a new constitution. The qualification
element should become prominent within a new constitution that could
reflect as a qualified territory, qualified public and a qualified political
organisation aiming to serve the public. Furthermore, the ideology of a
new constitution should rely on human rights
A new constitution should be perceived as an agreement of
common living achieved through participation in the process of drafting it,
social consensus, and its legitimacy as a document for a common identity.
Keywords: Transition period, constitutional legal order, Constitutional
Reconciliation Commission, system of checks and balances, sovereignty,
citizenship, secularism, decentralisation, presidential system, separation of
powers.
***
A discussion regarding the possible features of a new constitution
can be divided into three parts: the process of drafting; its substance; and
the expectations it raises.
I.
The process of drafting
A) On drafting new constitutions in the 21st century
Constitutions drafted in the 20th century, such as certain modern
European constitutions, in consequence of transition or separation
periods differ in some ways from the constitutions drafted or to be
drafted in periods of constitutional continuity (conventional periods) in
the 21st century. It is simpler to draft a new constitution in a transition
period than in conventional periods. The particular balance of power
plays a key role in the process of drafting a new constitution during
transition periods as is reflected in the constitutional processes in
Tunisia, Libya and Egypt. In conventional periods, the opportunities of
participation, negotiation, reconciliation and consensus, in addition to
the balance of power, are relevant. The variety of experiences peculiar to
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
İbrahim Ö. Kaboğlu
25
each country is also of particular importance. For instance, despite the
fact that referendums were held in Switzerland during its constitutionalmaking process, in Finland, consensus in the parliament was considered
sufficient. Compared with Tunisia and Egypt, the majoritarian impositions
of the president of Hungary were determinative. As Hungary’s exemption
points out, constitution-making during conventional periods may fall short
of promoting the rule of law based on human rights and democracy,
whereas relatively more democratic methods may be implemented in the
course of transition periods. In this context, Turkey set out on the
process of drafting a new constitution in the same way as Finland. What
will Turkey’s next step in the process be?
B) Turkey’s roadmap
The Constitutional Reconciliation Commission was established
under the parliament to conduct the process of drafting. The Commission
and its work should be analysed from the point of view of constructive
aspects and imperfections.
-As for the positive aspects, the parties in the parliament are
represented equally in the Commission and the Commission consults
with the public.
-On the contrary, it is not clear whether the contributions from
outside the Commission are taken into account. Besides, political
pressures on the Commission disrupt its operation.
The pressure on the Commission from the outside generally relates to
time-limits and substance. Moreover, the intervention of the government in
the operation of Commission conflicts with the code of practice of the
Commission and the provisions of the current constitution. It should be
considered that constitutional-making in conventional periods can take
years. Thus, it is essential to determine whether a draft should be written
precipitously or a lasting document should be formed in the course of
conventional periods.
II.
The substance of the constitution
Here certain basic concepts of comparative constitutional law are
elaborated in order to identify which social and political circumstances
paved the way for the incentives behind the process of drafting a new
constitution.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
26
New Constitution: Process, Substance and Order
A. Constitutionalism and Turkey
1. From the 20th century to the 21st century
The rights and freedoms of citizens are guaranteed when
constitutional restrictions on power are imposed. Constitutionalism can only
be maintained through the establishment of mechanisms that require the
constitution to be respected. The constitution is the fundamental and
superior statute that must be obeyed.
Tendencies of constitutionalism in the 20th century, such as the
internationalism of human rights and the adoption of constitutional
jurisdiction, are reflected in the relatively short periods in which Turkey
experienced constitutionalism, between 1909-1924, 1946-1961, and 19872001. As for the 21st century, the sustainability of the constitutional
achievements of the 20th century and the multifaceted constitutionalism
of the transnational, national and subnational are at the forefront of the
tendencies of constitutionalism. With respect to the amendments of the
constitution of Turkey in 2007 and 2010, it can be asserted that they
were rather government-centric. The tendencies that should prevail in
2013 and after need to be discussed.
2. The contradictions in the pursuit of a new constitution
The Commission reached a consensus on considering amendments
or abolishing non-democratic laws that preclude the authorities from
showing respect to human rights. Nevertheless, the government adopted
laws that are contrary to constitutional law. Moreover, the misinterpretation
of certain concepts regarding human rights and democracy such as
pluralism and proportionality has been a major cause of information
pollution that also hinders reliable constitutional discussions. As for
language, a common usage could have been adopted to promote a
democratic political culture instead of the discriminatory statements that
have been used so far.
3. The need for reconceptualising on the national and
international stage
-The national stage is considered as relating to the period in which
the constitution is drafted. Broadly, the achievements within
constitutional movements should not be lost in drafting a new
constitution. Otherwise, it could result in ‘constitutional engineering’
that normally appears in transition periods.
-As for the international stage, considering the history and
geography of Turkey, the constitution should be conceptualised at the
locational level in the light of the comparative constitutional law. It can
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
İbrahim Ö. Kaboğlu
27
be divided into three location, namely, ‘West, Turkey and her region’ in
that respect.
B. Constitutional substance: common principles and national
issues
1. The system of checks and balances
The continuous criticism of the 1961 constitution was that ‘the
freedoms are more, the power is less’. Nevertheless, the criticism has
been was reversed under the 1982 constitution so that ‘the power is
more, the freedoms are less’. Hence, the issue of checks and balances
should be considered primarily for the whole constitution. It shifts the
discussion to the reasons for the pursuit of a new constitution.
The system of checks and balances could be elaborated in a dozen
dimensions in order to promote the rule of law. For instance,
- Between the powers of legislature, executive and judiciary;
- Between the three powers and other autonomous official
authorities such as higher education institutions.
- Between the state and international organisations, etc.
2. The concept of sovereignty
The concept of sovereignty on the national stage reflects national
sovereignty that not only alienates government from public, but also
causes the abuse of power. Therefore, a new constitution should be
grounded on ‘popular sovereignty’.
3. Breaking points
The expectations arising from the social structure and the
conditions of the country could be collected under three headings:
a. Citizenship
The first three articles of the constitution should be consulted
regarding the pursuit of a reconceptualisation of identity or citizenship.
The statement of the ‘Turkish State’ already adopted in the preamble and
article 66 of the constitution should be amended as ‘the State of Turkey’.
Thus, the citizenship could be designated as the ‘the citizen of Turkey’
or ‘the citizen of the Republic of Turkey’.
b. Secularism
The state does not recognise any belief or religion as a result of the
negative aspect of laicism, whereas the freedom of worship is guaranteed
in accordance with the positive aspect of laicism. Thus, the 1982
constitution does not provide any grounds to adopt Sunnism as the
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
28
New Constitution: Process, Substance and Order
religion of the state due to the structure and operation of the Presidency
of Religious Affairs in this respect.
c. Decentralisation
Decentralisation can be considered not only for cultural or ethnic
reasons, but also on the basis of the necessities of public service,
democracy and for other economical and geographical reasons.
The combination of citizenship, laicism and decentralisation needs
to be considered in order to promote equal citizenship, individual
freedom and participatory democracy. It should also be noted that
political parties have clear conflicts relating to the three issues.
However, the discussions could take place in a peaceful environment
although the process of drafting is interrupted due to long delays. The
perception and the practice of the rules regarding rights and freedoms by
the privileged authorities are of vital importance.
C. Constraining power in order to safeguard freedoms
1. Rights and Freedoms: Integrated and Equal
Considering the acquisitions of Turkey within the scope of the
rights and freedoms and the relevant international standards, it is
essential to integrate rights and freedoms and not to build a hierarchy
among them.
The guarantee of fundamental rights and freedoms should not fall
below the minimum standards envisaged in the article 13 of the
constitution and restrictions should not exceed the maximum permitted.
The aim and the duty of a modern state are to respect, ensure and
enhance human rights. The duties should be grounded on the chain of
‘environment-people-government’.
2. The discussion of the regime: principles and practice
The discussion of the regime focuses on structuring the separation
of powers with a system of checks and balances. Turkey has primarily
experienced a parliamentary system from the first constitution. As the
parliamentary system has encountered obstacles so far, the issue of the
system of government should be considered in the course of drafting a
new constitution. Furthermore, Turkey’s ruling party has been a strong
proponent of the presidential system, whereas the opposition parties opt
for the continuation of the parliamentary system.
It should be analysed whether democracy will be sustained by a
parliamentary system or whether the establishment of the presidential
system is vital for survival of democracy. Nonetheless, the principles of
democracy have never been articulated in the discussions.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
İbrahim Ö. Kaboğlu
29
The government could assert only one reason that is worth legal
discussion. As it will be recalled, a referendum will be held to elect the
president of Turkey in 2014. Therefore, the government’s proposal for
the presidential system is grounded on the prevention of probable
conflicts between the prime minister and a strong president. It should be
noted that the process of a referendum for the election of a president was
adopted to resolve a crisis that occurred in the election of the president in
2007. However, the alteration was not proportional to the purpose as the
crisis was already handled by setting the quorum. In addition, it would
be more realistic to propose abolishing the 2007 amendments and
limiting the power of president in order to enhance the parliamentary
system.
The government could not justify the motives behind the
presidential system; nevertheless, its proposal reflects worry about the
party’s survival. At this point, the principles should be analysed before
focusing on the pros and cons of the system.
3. The judicial system: separation or unification?
As the considerable verdicts of the European Court of Justice
indicate, Turkey has very serious problems over the right to a fair trial.
Thus, operational and structural reforms should be made in the judicial
system. At this point, it needs to be decided whether the constitutional
institutions should be revitalised in the current system or whether a new
order should be adopted.
Turkey’s judicial system is based on the European-continental
model that is characterised by the creation of a special jurisdiction for
the control of administrative acts. By contrast, the Anglo-Saxon model
provides for control of administrative acts within the existing general
jurisdiction of the judiciary.
As the cases of Germany and Spain before the ECHR indicate,
many States in continental Europe are able to provide the right to a fair
trial. Thus, unification of the judicial system is not a strong judicial
safeguard.
Hence, the new institutional structuring should aim at the
enhancement of the independence and impartiality of the judiciary.
Moreover, provisions that could guarantee ‘the right to a fair trial’ such
as the vocational training of judiciary should be enacted in the
constitution.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
30
New Constitution: Process, Substance and Order
III.
New constitutional order
A. The three features of the 1982 Constitution
The 1982 Constitution was drafted under the influence of two
ideologies: anti-communism and neo-liberalism. Certain amendments
regarding human rights were adopted between the years of 1987-2004;
however, any justification falls short of substantiating the practical
failures.
B. For the new constitutional order
The achievements of the constitutional order should be taken into
account in the process of drafting. Elements such as continuous
participation and time-limit are also crucial. Moreover, future
generations have the right to demand a more qualified constitution.
Legislation, including the adoption of amnesty, should be enacted to
adjust the new order by the parliament.
The constitution should be regarded as an instrument that enhances
the law and society. Therefore, it should be accepted by the governors
first and then by the other facets of society so that the constitution
comprises superior and binding rule for everyone.
C. Territory-Public-State
The qualification should become prominent within the new
constitution that could be reflected as a qualified territory, qualified public
and a qualified political organisation aiming to serve public. Furthermore,
the ideology of the new constitution should be human rights.
A new constitution should be perceived as an agreement of
common living achieved through participation in the process of drafting
it, social consensus, and its legitimacy as a document for a common
identity.
BIBLIOGRAPHY
Anayasa Hukuku Araştırmaları Derneği Anayasa Raporu Çalışması, Anayasa-Der/Legal yay., 2012 İstanbul.
İbrahim Ö. Kaboğlu, Hangi Anayasa?, İmge kitabevi, 2012 Ankara.
Ece Göztepe ve Aykut Çelebi, Demokratik Anayasa, Görüşler ve
Öneriler, Metis yay., 2012, Ek: Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun Çalışma Usulleri, s. 499-502.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
MAKALELER / ARTICLES / ARTICLES
TÜRKİYE’DE TOPLUMSAL CİNSİYET KURGUSU VE KADINA
YÖNELİK ŞİDDETİN ÖNLENMESİNE İLİŞKİN HUKUK
NORMLARININ TÜRETİLME ÖNCÜLLERİNE ETKİLERİ
- Ailenin Korunması ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair
Kanun Üzerine Bir Değerlendirme(SOCIAL GENDER FICTION IN TURKEY AND THE EFFECT OF LEGAL NORMS
FOR THE PREVENTION OF VIOLENCE AGAINST WOMEN ON THE PREMISES
OF DERIVATION
– An Evaluation on the Law for the Prevention of Violence against Women and for the
Protection of Family –)
Neval Oğan-Balkız*
ÖZET
Türkiye’de modernitenin cinsiyetlerarası eşitlik referansı; tarihsel
ve toplumsal olarak var olan cinsiyet kalıpları ve rollerinin, gittikçe artan
şekilde dinsel, kültürel ya da diğer geleneksel önyargılara göre biçimlendiği bir ‘toplumsal cinsiyet kurgusunun’ baskı ve tehdidi altında bulunmaktadır. Bu kurgu çerçevesinde kadın; salt doğası/biyolojik farklılığı temelinde “bedene dair bir imge’ye” dönüştürülmekte, insan olarak
kendisiyle ve bedeniyle olan ilişkisi ve bu ilişkinin toplumsal tüm görünümleri, Feminist hareketlerin bugüne kadar sağlamış olduğu bütün kazanımlara karşın, parçalanmaktadır. Kadının bu imgesel kurulumunun
taşıyıcısı olan bedeni de; yansıtmakta olduğu kültürel yönelimler ve iktidar ilişkilerini içkin olarak, kamusal ve özel alanlardaki varlık biçimleri
ve farklı sunumları ile; daha merkezi bir konum kazanarak, toplumsal ve
siyasal alanın temel tartışma konusu olmayı sürdürmektedir.
Dinsel, kültürel ve geleneksel önyargıların biçimlendirdiği toplumsal cinsiyet kurgusu aynı zamanda, nedensellik çerçevesinde bağlantılı
olduğu kadına yönelik şiddet sorunsalının ifade ettiği olgu, durum ve
imgeleme ilişkin algılamaları, zihniyetleri, bireysel bilinç ve kavrayışları
etkilemekte ve biçimlendirmektedir. Sorunsala ilişkin oluşturulan çözüm
önermelerinin; özne/ yüklem kurgusu şeklinde birer eylem türü olarak,
daha baştan “kadın özne” ile düşünülmesini, haklar temelinde bu özne
*
Dr., Hacettepe Üniversitesi
32
Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Kurgusu ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine
İlişkin Hukuk Normlarının Türetilme Öncüllerine Etkileri
içinde tanımlanmasını ve bu ilişki çerçevesinde anlam kazanmasını engellemekte; algılama ve gerçek arasında nasıl bir bağ olduğu sorusunun
yanıtsız kalmasına yol açmaktadır.
Bu durum, Kant’ın ifadesiyle hukuk; “a priori bir düşünme şekli
olup, deney ve gözlem alanından gelmeyen bir gerçeklik bilgisine işaret
etmekte” ise; cinsiyet eşitliği ve kadına yönelik şiddetin önlenmesine
ilişkin normların türetilmesindeki öncüllerin bilgisel özelliklerinde, bir
sorununun varlığına işaret etmektedir.
Anahtar Kelimeler: Toplumsal cinsiyet, feminizm, kamusal alan,
kadına yönelik şiddet, hukuk, norm, insan hakları.
ABSTRACT
The reference of equality of modernism is under the oppression
and threat of a ‘social gender fiction’ in which the patterns and roles of
gender, which are part of historical and social reality, are being formed
more and more by religious, cultural or other traditional prejudices. The
woman is being transformed to “an image relating to her body” on the
basis of her pure nature / biological existence, and her relation to her
own self and body and all social aspects of that relations are being
destroyed in spite of all gains made by feminists movements. Her body,
which is the carrier of the woman’s imagery existence, keeps being the
basic issue of controversy of the social and political area with a more
central status, along with various forms of existence and manifestation
in the public and private areas in a way intrinsic to power relations and
cultural tendencies it displays.
The social gender fiction, which relgious, cultural and traditional
prejudices form, affects and shapes the perceptions, mindsets, individual
consciousnesses and conceptions relating to the facts, situations and
imageries that the problematic of violence against women expresses
within a context of causality. This leads to evaluations which are not
analytic, but wholly synthetic, and precludes discussions concerning the
connection between perceptions and facts. This situation indicates a
fundamental problem in the epistemic properties of the premises
required for the derivation of the norms for preventing the violence
against women, if jurisprudence refers to “a priori knowledge of facts
not derived through experience, ” in Kant’s words.
Keywords: Social gender, feminism, public sphere, violence
against women, law, norm, human rights.
***
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Neval Oğan-Balkız
33
GİRİŞ
Doğa ile kültür arasındaki sınırların değişmesi ve doğanın farklı
alanlarının giderek kültürel alana taşınması, var olan cinsiyet kalıplarının
ve rollerinin gittikçe artan şekilde dinsel, kültürel ya da diğer geleneksel
önyargılara göre biçimlendiği bir toplumsal cinsiyet kurgusunun oluşmasına neden olmaktadır. Bu kurgu; dışlayıcı bir mekanizma olarak,
hiyerarşik kalıplar içermektedir. Ben’in/(erkeğin) kendini tanımlarken,
diğerinden/(kadından) ayırarak sadece kendisini tanımlamasına, diğerini/(kadını) tanımsız bırakmak suretiyle, “ben olmayan”1 olarak, salt
biyolojik-fiziksel özellikleri temelinde “bedene dair bir imge”2ye
indirgeyen bir tanımlamaya dayanmaktadır. Günümüz modernitesinin
cinsiyetlerarası eşitlik referansı; bir tahakküm mekanizması oluşturan bu
toplumsal cinsiyet kurgusunun baskı ve şekillendirmesi altında bulunmaktadır. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet kimlikleri; beden üzerinde uygulanan farklı kullanımlarda, biçimlendikleri bu kültürel yönelimleri ve
içinde kurgulandıkları iktidar ilişkilerini, daha belirgin şekilde ortaya
çıkarmaktadırlar. Kadını imgeleyen bir kültürel kurulum ve toplumsal
dönüşümün taşıyıcısı kılınmış ideolojik bir fenomen olarak kadın bedeni; farklı her türlü kullanım şeklinin, gerek kamusal gerek özel alanda
varlığı temelinde; politik, sosyal, kültürel tartışmaların odağını oluşturmaya devam etmektedir.
Toplumsal cinsiyetin dinsel, kültürel ya da diğer geleneksel önyargılar temelinde kurgulanması; öncelikle normatif yapı anlamında doğrudan nedensellik bağı içinde bulunduğu “kadına yönelik şiddet” sorunsalının teorik, analitik bir çerçevesini oluşturmakta; oluşacak çerçevede ne
görüldüğünü belirleyecek yorumlama işlevini yerine getirmekte, izlenecek metodolojiyi ve bu metodolojinin epistemolojik özelliklerini saptamayı engellemektedir. Cinsiyet eşitliği konusunda persepsiyon3 (algılama) ile yetinilmesine yol açmaktadır.
1
2
3
Göregenli, Melek.“Ayrımcılığın Teorik Temelleri”. İnsan Hakları İçin Diyalog
Dergisi, Yıl 1. Sayı 5-6, Mayıs/ Haziran 2010, s.57.
Bkz. Köksal Çekiç, Selma ve Özlem Denli. “Örtünmek, Soyunmak, Giyinmek”,
Radikal İKİ. 27 Şubat 2011. Doane, “kadın imgedir” der. “Her şeyden önce de
bedene dair bir imgedir, kadın. Ondan bahsetmek ya da onu düşünmek kaçınılmaz
biçimde hemen bedenini anımsatır”.
Erk Ulaş, Sarp, A.Baki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun, Ümit.H.Yolsal, Felsefe
Sözlüğü,1.Baskı. Ankara: Bilim Ve Sanat, 2002, s.53. Persepsiyonalizm (algıcılık);
zihnin dışsal gerçekliği doğrudan olduğu gibi kavradığını ve bu gerçekliğin bilincine
vardığını, insanın salt algı yoluyla dış dünyanın doğru bilgisine ulaştığını savunan
görüş.Algı kavramı birincil anlamda bilinç kontrolü dışındaki enformasyon işleme
süreçlerine atıfta bulunur. Bu süreçler sonucunda bilinçte algılanan gerçeğe yönelik
imajlar ortaya çıkar. Bilgi, algı ve gerçek kavramları arasında bir bağ vardır.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
34
Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Kurgusu ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine
İlişkin Hukuk Normlarının Türetilme Öncüllerine Etkileri
Dolayısıyla; algı kavramının atıfta bulunduğu bilinç kontrolü dışındaki enformasyon işleme süreçlerinin, bilinçte algılanan gerçeğe yönelik ortaya çıkardığı “imajlar”la hareket edilmesine ve sonuç olarak;
“sosyal etkileşimlerde ortaya çıkan sosyal görünümler, bir tekillik oluşturabilir mi?” sorusunun yanıtsız bırakılmasına neden olmaktadır. Böylece, kadına yönelik şiddet sorunsalını kavrama çabasında eleştirel
özdönüşümü eklemleyen bir rasyonel ve ampirik yöntem oluşturulmasını
önlemektedir. Sorunsalın ifade ettiği ve toplumsal davranış temelinde
oldukça güçlü şekilde; sosyal, ekonomik, siyasal, psikolojik, kültürel/(dinsel-geleneksel ) ve demografik bağlantılar taşıyan olgu, durum ve
imgelemlere ilişkin algılamaları, zihniyetleri, bireysel bilinç ve kavrayışları etkilemekte ve biçimlendirmektedir. Sorunsala ilişkin analitik
değil, bütünüyle sentetik bir değerlendirme yapılmasına yol açmakta,
algılama ve gerçek arasında var olan bağın açıkça kavranmasını, sorunsalın tüm bağlamlarının ortaya çıkarılmasını önleyen bir örtü oluşturmaktadır.
Kadına yönelik şiddet sorunsalının, çeşitli boyutların iç içe geçtiği,
farklı katmanları olan çok yönlü bir yapıya sahip olması; kural koyucu
yapılar tarafından hukuki alana taşınmasını, norm haline getirilmesini ve
yaptırıma bağlanmasını güçleştirmekte, epistemolojik ve metodolojik
açıdan farklı, kendine özgü bir türetme /çıkarım yapılmasını gerekli kılmaktadır. Böyle bir türetme ise ancak, sorunsalın hukuk bilimi ile birlikte; sosyo/kültürel antropoloji, tarih, sosyal psikoloji, siyaset bilimi,
siyaset felsefesi, ontoloji ve diğer ilgili bilimler çerçevesinde,
interdisipliner bir yaklaşımla ele alınmasıyla olanaklı hale gelebilir. Zira
bu çerçevede oluşturulacak interdisipliner bir yaklaşım ve epistemolojik
metodoloji; sorunsalın imgelediği davranışların birer suç eylemi olarak
taşıdıkları “farklı sosyo/kriminolojik boyutların ” ve barındırdıkları pozitif hukuku aşan unsurların ortaya çıkarılmasını, açıkça görülebilmesini
sağlayacaktır. Kavramın imgelediği olgu ve durumların dile getirdiği
kimi gerekliliklerin birer önerme olarak tüm özellikleri ortaya çıkarılmış
ve bunların birer hukuk normu haline getirilirken türetileceği öncüller,
doğru ve eksiksiz şekilde tespit edilmiş olacaktır. Dolayısıyla, kadına
yönelik şiddet sorunsalı bütün yönleriyle bulunduğumuz koşullarla bağlamlaştırılmış, ilgili olduğu geniş ve karmaşık alan içine doğru yerleştirilmiş olacaktır.
Bu metodoloji aynı zamanda; kadına yönelik şiddet ile etkin mücadele edilmesine; diğer bir deyişle; şiddetin gerçekleştirilmeden önlenmesi, gerçekleşmiş ise sonuçlarının olabildiğince telafi edilmesi-giderilmesi ve bu eylemlerin gerçekleşmeyeceği toplumsal koşulların yaratılmasına yönelik tedbirlerin oluşturulması ve bir arada uygulanmasında,
hukukun etkin ve öncelikli bir araç olduğu saptamasına önemli bir vurguda bulunacaktır.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Neval Oğan-Balkız
35
Algılar gerçek hakkında öznel imajlar yaratarak, gerçeğin ne olduğu hakkında bize fikir verirler. Dışarıdan gelen enformasyonlar yorumlanır, yapılandırılır ve düzenlenir; böylece enformasyonlar algılayan
bireyin dünyaya bakışına tekabül eder.
Ancak diğer yandan; kadına yönelik şiddet ile etkin mücadele için
gerekli olan düzenleme ve önlemleri hukuksal imkân ve tekniklerden
ibaret görmenin, pozitifleştirilmiş kurallara indirgemenin, eylem olarak
kapsamını ve normatif anlamlarını daraltmak olduğunu, bu bakış açısı ile
oluşturulacak her türlü tutum ve yaptırımın; yeterli, etkili, orantılı ve
caydırıcı olmaktan uzak, geçici sonuçlar yaratacağı gerçeğini de, çarpıcı
şekilde ortaya koymuş olacaktır.
I. LİBERAL TEORİNİN EŞİTSİZLİKÇİ KARAKTERİ GELENEKSEL EGEMEN SÖYLEMİN YENİ BİÇİMLERİ
Faucault’un tanımıyla‘episteme’; “her dönemin kendine özgü
toplumsal ve düşünsel kuşatanlarınca belirlenen, düşünce tarihinin köklerine işlemiş düşünme yapılarıdır”4.
“...Artık her bireyin içine girmiş, dolayısıyla da tanrısal dünyayı
terk etmiş bir özne tarafından yaratılmış” olan modern toplumda, egemen episteme her anlamda ‘eril” olma durumunu sürdürmektedir. “Egemen kutup, fetih, üretim, savaş ve bütün büyük kaynaklar gibi özne de,
yönetici seçkinler sınıfının içinde, dolayısıyla da öncelikle erkekler dünyasında yer almış” durumdadır5. Modernliğin “alabildiğine kutuplaşmış
bu klasik modelinde”; erkeklerin kadınlar üzerindeki geleneksel egemenliğini sürdürmelerini sağlayacak, ataerkil ideolojinin kadının ve erkeğin doğasının farklı olduğu anlayışından türetilmiş (“erkeği rasyonellik, akıl/ zihin, uygarlık ve kültür ile/ buna karşılık kadını irrasyonellik
4
5
Faucault’cu çerçevede “episteme”; tarihin belli bir dönemi boyunca geçerli görülen,
kendisinden sonraki gelene dek varlığını sürdüren, içinde dilsel, deneyimsel, bakışsal
kavramsal, alabildiğine değişik öğelerin hep bir arada bulundukları kendi içinde bütünlüklü bir söylem dağarı anlaşılmaktadır. Bkz. Erk Ulaş, Sarp, A.Baki Güçlü
vd.A.g.e. dipnot 3, s.474.
Tauraine, Alain, Bugünün Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma, Olcay
Kural (Çev.). İstanbul: YKY.Cogito, 2007, s.256. Tauraıne, bireyin yaratıcılığına
ilişkin bir imgesinin her zaman olduğunu, ama bunun uzun zaman kendi öz deneyiminin ötesinden yansıtıldığını anlatır ve bunun; tanrı, ulus, ilerleme, sınıfsız toplum
görünümlerine büründüğünü belirtmekte ve… “oysa bugün kendi kendimize yönelik
doğrudan doğruya hiçbir aracı olmaksızın temel bir önem veriyoruz. İşte bireyin
kendi varoluşunun aktörü olmaya yönelik bu istencine ben özne diyorum” demektedir. Bu öznenin farklı şekillerde hem erkek te hem de kadında olduğunu vurgulamaktadır. Aynı yerde, s.288.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
36
Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Kurgusu ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine
İlişkin Hukuk Normlarının Türetilme Öncüllerine Etkileri
doğa ve duygusallık ile özdeşleştiren”)6 kültürel anlayışlarının yeni
kurulum biçimleri üretilmektedir. Böylelikle erkek egemenliğinin üretimin denetimiyle özdeşleştirilmesi, kadının her şeyden önce doğurganlığıyla, dolayısıyla da erkek erkinin egemenliği altında olarak tanımlanması devam etmekte, cinsiyetçi tutumların bilişsel ve örtük şemalarının
sürekliliği sağlanmaktadır7.
Bu gerçeklik, liberal teorinin en önemli paradoksunu oluşturmakta
ve liberal siyasetin cinsiyetçi karakterini açıkça ortaya koymaktadır.
J.S.Mill’in; “…gerçek ahlaki duygunun biricik okulu, eşitlerden
oluşan bir toplumdur”8 şeklindeki saptaması, liberal teorinin en önemli
vaadini oluşturmaktadır.
Ancak liberal teori; dayandığı temeller ve türetilme kaynakları, tarihsel bağıllığı ve aşkınlığı, kuramsallaştırdığı toplumsal, siyasal, sosyoekonomik yapı itibariyle, böyle bir amacı gerçekten hedeflemekte midir?
Zira teori; “siyasal hakları kişinin sahip olduğu “doğaya/doğal farklılığa”
gönderme yapmadan, soyut bir eşitlik anlayışıyla kurgulamakta ve bütün
bireylerin toplumda aynı derecede eşit! olduğu söylemine dayanmaktadır.
Bu söylem, T.H Marshall’ın; “yurttaşlık, bir topluluğun tam üyeliğinin doğurduğu bir statüdür. Bu statüye sahip olanlar, statüye ilişkin
hak ve ödevler bakımından eşittirler”9 şeklindeki tanımlamasında ifade
bulmaktadır. Ancak liberal teori diğer yandan; kamusal ve özel alan ayı-
6
7
8
9
Bkz. Berktay, Fatmagül. Tarihin Cinsiyeti, 1.Basım.Ankara: Metis, 2003, S.152;
Taurıne, A, a.g.e.dipnot 5, s.261; Tanilli, Server, İnsanlığı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor, 8.Baskı, İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 2010, s.274, 284.
Bkz; Holzleithner, Elisabeth. “Neden sadece kadınların korunmaya muhtaç oldukları
söyleniyor, erkeklik öyle genel klişe ile koşullandırılmış ki geleneksel olarak zayıf
cins sınıfına dahil edilen kadınlar, kendilerini özel ihtiyaçlarla erkeklerden ayrılıyorlar. Bu zihniyet artık kadın erkek eşitliğinde hiçbir rol oynamamalıdır”.
“Cinsiyetlerarası Eşitlik Politikası yerine Getirilemez Bir Vaat mi?”, ATTAC (Ed.)
Kimin Avrupası. Deniz Banoğlu(Çev.). İstanbul: Metis, 2012, s.160.
Bkz. A.Tauraıne. A.g.e dipnot 5, s.256. “Kadınların; ruhu olmadığı bir birey
olamayacakları fikri- tıpkı ruh ve bilincin erkeklere yakıştırılması gibi, güzelliğin de
kadınlara yakıştığını söylemek yoluyla, kadınların güzelliğini öven şık bir söylem
giydirilmiş olarak varlığını sürdürmektedir. Kadınlardan nesnel olarak, yani maruz
kaldıkları egemenlik veya şiddet gibi bütünüyle olumsuz bakımdan tanımlanabilmesine dayalı söylemlerde, aynı şekilde kadınların bilinci olmadığı genel duygusal
tepkilerin ötesine geçemediğini söylemek anlamına gelmektedir”.
Berktay, Fatmagül. Politikanın Çağrısı, 1.Baskı. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları (309), 2010, s.124.
Durakbaşa, Ayşe.”Yurttaşlığın Cinsiyeti: Demokrasi ve Fark”, Hukık Felsefesi ve
Sosyoloji Arkivi, . 9.Kitap. 2004, s.146.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Neval Oğan-Balkız
37
rımını kadın ile erkeğin “doğal farklılığına”10 dayandırmakta, cinsiyetçi
niteliğini bu yolla gerekçelendirmekte ve güçlü bir öğe olarak, ataerkilliği içinde barındırmaya devam etmektedir. Kapitalist sanayileşme de;
kamusal/ özel ayırımının derinleşmesine, bu derinleşme de; arzu/ akıl,
dişil/ eril , duygusal/ nesnel, tikel /evrensel gibi kutupsal karşıtlıkların/dikotomilerinin daha da keskinleşmesine yol açmaktadır. Luce
Irigaray bu karşıtlık dikotomilerinin altında yatanın; kadınların öznelliğinin inkar edilmesi yoluyla, erkek özne için görece istikrarlı nesnelerin
yaratılması olduğuna dikkat çekmektedir11. Böylelikle, Brayn Turner’ın
deyimiyle; “… kamusal özel arasındaki ayırım, devletin kurumlarında
onaylamasını bulan bir baskı ve iktidar yapısı”12 oluşturmaktadır.
Dolayısıyla liberal teori ve pratik siyaseti toplumda; “doğal farklılığa
göre, bireylerin bazıları diğerine göre daha eşittir” şeklinde ifade edilecek bir statü derecelemesi yapmakta, sosyal yaşamın bütün önemli katmanlarında cinsiyet ayırımına dayalı yapısal bir “eşitsizlikçi karakter”niteliği sergilemektedir
Buna karşın, “soyut bir eşitlik” söylemiyle de, somut toplumsal,
ekonomik ve cinsel eşitsizliklerin üzerinin örtülmesine hizmet eden
“ahlaki bir örtü/ bir perde” oluşturmaktadır. Dolayısıyla; toplumsal ve
ekonomik bakımdan olduğu gibi, özellikle cinsiyet yönünden “eşitlerden
oluşan bir toplum” söylemi liberal teori açısından (gerçekleşmesi arzu
edilmeyen!) “bir ideal durum” temennisi olmaktan öteye geçmemektedir13.
10
“Erkekler, doğal olarak daha akılcı ve güçlüdürler, yönetmek ve egemen olmak için
yaratılmışlardır, dolayısıyla siyasal olanı devleti temsile daha elverişlidirler. Kadınlar
da doğal olarak daha zayıf ve irrasyoneldirler, yetileri akıl açsından daha geridir,
duygusaldırlar bu nedenle siyasal temsil ve yönetim açısından iyice elverişsizdirler”
şeklindeki bu anlayış, aynı zamanda, liberal devlette kadınların uzun süre eşit yurttaşlık hakkından yoksun bırakılmasına, cinsiyete dayalı iktidar ilişkilerinin belirleyici
olduğu politik alandan dışlanmasına neden olmuştur. Bkz. Berktay, F. Politikanın
Çağrısı, Dipnot.8, s.128. Durakbaşa, A. A.g.e. Dipnot 9, s.147.
11
Bkz. Berktay, F. Tarihin Cinsiyeti, Ag.e. Dipnot 6, s.152.
Buna karşın, “soyut bir eşitlik” söylemiyle de, somut toplumsal, ekonomik ve cinsel
eşitsizliklerin üzerinin örtülmesine hizmet eden “ahlaki bir örtü/ bir perde” oluşturmaktadır. Dolayısıyla; toplumsal ve ekonomik bakımdan olduğu gibi, özellikle cinsiyet yönünden “eşitlerden oluşan bir toplum” söylemi liberal teori açısından (gerçekleşmesi arzu edilmeyen!) “bir ideal durum” temennisi olmaktan öteye geçmemektedir
12
Bkz. Berktay, F. Tarihin Cinsiyeti, Ag.e. Dipnot 6, s.152.
13
Habermas, Jurgen. Öteki olmak Öteki İle Yaşamak Siyaset Kuramı Yazıları,
İlknur Aka (Çev). 3.Baskı, İstanbul: YKY Cogito, 2004, s.151-164. Habermas; “liberal politika ilkin statü kazanmalarını cinsiyet kimliğinden bağımsız tutmak istemiş ve
iş, sosyal itibar, diploma, siyasi güç vb. rekabet ortamlarında, kadınlar için tarafsız
bir fırsat eşitliğini sağlamak istemiştir. Fakat, kısmen gerçekleştirilmiş bu biçimsel
eşitlik kadınların maruz kaldığı fiili eşitsizliği daha da belirginleştirmişJournal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
38
Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Kurgusu ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine
İlişkin Hukuk Normlarının Türetilme Öncüllerine Etkileri
A. FEMİNİZM’İN ELEŞTİREL ÖZDÖNÜŞÜM YÖNTEMİ
VE LİBERAL TEORİ
Bu temel paradoks, teorinin ve öngördüğü yurttaşlığın kendi içerisinde barındırdığı bütün ciddi çelişki ve eksiklikler ile birlikte, bunların
ötesinde de cinsiyet unsuru yönünden, “eşitleyici evrensel bir kategori
olarak” sorgulanmasına yol açmış bulunmaktadır.
Feminist kuramcılar, liberal teorinin;“bireylerin toplumsal ilişkilerden bağımsız olarak bazı haklara sahip olduğu” ilkesinden hareketle
bu sorgulamayı gerçekleştirerek; “insan hakları, birey, hak, devlet,
özgürlük, demokrasi gibi yurttaşlık kavramının da, cinsiyetten arınmış
olmadığını, eril bir karakter taşıdığını ortaya koymuşlardır. Feminist
hareketler; bireyi “hiyerarşik örgütlenmeleri pekiştiren siyasal yapıların
baskısından kurtarmayı amaçlayan, siyasal ve toplumsal bir düzen oluşturma” hedefi çerçevesinde mücadeleler yürütmüşler; liberal teorinin
eşitlikle ilgili tutarsızlıklarını açığa çıkarmaya; onları eve hapseden, kamusal alana girmelerini engelleyen yasa ve uygulamaları ortadan kaldırmaya çalışmışlardır.
Kadınlar için gerçek eşitlik, yaşamlarına ilişkin karar ve seçim
hakkı talep eden liberal-eşitlikçi feministler; kadınların öz bakımından
erkeklerle eşit olduğunu, biyolojik farklılığın toplumsal bir farklılığa ve
eşitsizliğe yol açmaması gerektiğini savunmuşlardır. Fırsat eşitliğinin
biçimsel olmaktan çok, eşitliğin özüne ilişkin bir şey olduğunu ortaya
koymuşlardır. Ancak, liberal teorinin; ekonomi /politik yönden bütünsel
ve yeterli bir eleştirisini yapmamışlardır. İçinde barındırdığı “eşitsizlikçi” karakterin, bilgisel bir temelde, interdisipliner bir yaklaşımla (
felsefe, siyaset bilimi, toplum ve siyaset sosyoloji, –ontoloji, antropoloji)
sorgulamasını gerçekleştirmeden; erkekler ile kadınlar arasında tam bir
eşitlik kurmak, dolayısıyla istihdam ve ücretlerde türe başvuruyu bütünüyle kaldırmak talebiyle hareket etmişlerdir. Ayrıca, bunlar arasında
önemli bir kesim, özcü bir yaklaşımla kadınların kamusal ve siyasal
iktidardan tümüyle uzak durmaları gerektiğini savunmuşlardır.
Ancak; iktidar erkeklerin elinde kalamaya, kamusal /özel alan ayrımı kadınlara uygulanan ayrımcılığı meşrulaştırmaya ve özellikle de ev/
aile içinde cereyan eden şiddeti, insan hakları ihlallerini kamusal denetimden korumaya devam ettikçe; ikinci dalga feminist teori, politikaya
dönüş çağrısı yapmak durumunda kalmıştırFeminizmin bu yeni savunusu; kadınların erkeklerle eşitlikleri kadar, onlardan farklı yönlerinin de
tir.”demektedir. Bütünsel değerlendirme için ayrıca bkz. Gray, John. Post Liberalizm- Siyasal Düşünce İncelemesi..) Müfit Günay (Çev.). Ankara: Dost, 2004,
s.305-340; Mouffe, Chantal. Siyasal Üzerine Mehmet Ratip (Çev.). İstanbul: İletişim, 2010, s.17-18.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Neval Oğan-Balkız
39
tanınmasını istemekte, farklılık ve heterojenlik üzerine vurgu yapmaktadır. Böylelikle “toplumsal cinsiyeti politik sahneden dışlayan politik
kurumlar ve pratikler için zorunlu bir düzeltici görevini görmektedir14”.
Liberal politika ve pratiklerinin cinsiyet körlüğünü açığa çıkarırken, aynı zamanda politikanın, siyasal iktidarın, demokrasinin yeniden
kavramsallaştırılmasını ve yurttaşlığın niteliğinin dönüştürülmesi üzerinde durmakta ve düzeltilmesi talebinde bulunmaktadır.
Marksizim ile psikanilizmin öğretilerindeki “özel yaşamın politik”
olduğu gerçeği temelinde, kamusal alanı tartışmaya açarak hayatın her
alanının, özellikle aile içinin ve cinsel yaşamın da politik olduğunu/ müdahale edilebilir olduğunu savunmaktadır.
Feminizmin bu anlayışının farklılık üzerine yapmış olduğu vurgu,
eşitlikçi feministler tarafından“farklı yönlerine yapılan her tür başvurunun bir eşitsizliği getirdiği” savıyla kabul görmemektedir. Eşitlikçi feminizmin farklılığa vurgu yapmayan eşitlik talebi de, kadını erkeğe göre
tanımlamaya” varan sonuçlar doğurduğu gerekçesiyle, ikinci dalga feminizm savunucuları tarafından reddedilmektedir15.Bu şiddetli tartışmalar nedeniyle görünüşte feminist teori; “eşitlik” mi, “farklılık”mı karşıtlığına sıkışmış görünmektedir. Feminist teorinin içinde bulunduğu bu
sıkışma/tıkanmayı postmodernizm’in yardımıyla! aşma olanağı da bulunmamaktadır. Zira postmodernizm; parçalanmış analiz yöntemi,
‘mutlak bilgi yoktur söylemler vardır’ anlayışı, işaretler ve imajlardan
ibaret sanal gerçekliği ve modernitenin rasyonel ve tutarlı teorilerini yerine bir şeyleri koymadan- parçalarına ayırmaya odaklı işlevselliği ile;
“merkezsiz, parçalara bölünmüş, derinliği olmayan bir varlığı temel almaktadır. Postmodernist varlık; Feminist teorinin arayışı içinde olduğu,
ufkunu ve önünü açacak; bir erkek modeline gönderme yapmadan, tür
farklılığını yadsıyan ve özel niteliklerle değil, haklarla tanımlanan “evrensel insanı” tanımlamamaktadır ve bu niteliklere sahip olma olasılığı
da bulunmamaktadır.
Geleneksel sol ideoloji, aydınlanmanın insan hakları teorisinin
odağındaki soyut insan kavramına sınıfsal somut bir içerik kazandırmış
bulunmaktadır.
Bu anlamda “liberal teorinin sınıfsal körlüğüne bir eleştiri, aynı
zamanda bir düzeltme oluşturmaktadır”. Haklarla tanımlanan ‘evrensel
insan’a dair güçlü unsurlar içermekte, kavramsal göndermelerde bulun14
Altuntaş, Nezahat. “Farklılık Feminizm ve Demokrasi”. Demokrasi Platformu
Dergisi. Yıl 3. Sayı 10. 2007, s.61-81; Ayrıca bkz. Berktay, F. Politikanın Çağrısı.
Dipnot 8. s.136.
15
Tauraıne, A. Bugünün Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir Paradigma. Dipnot 5,
s.260.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
40
Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Kurgusu ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine
İlişkin Hukuk Normlarının Türetilme Öncüllerine Etkileri
maktadır16. Ancak insanlar arasında sınıfsal eşitsizlikler yanında, toplumsal cinsiyet açısından eşitsizlik ve hiyerarşi de bulunmaktadır. Bu
yapılar, erkek kadın arasında bir ezme -ezilme ilişkisine neden olmaktadır. Sol ideoloji bu cinsiyetçi körlüğü ve kamusal / özel alan ayırımını
benimsemiş olması nedeniyle, eleştiriye ve dönüştürülmeye açık bir yapı
oluşturmaktadır.
Bu durumda, toplumsal ilişkileri ve iktidar ilişkilerini cinsiyet
eşitliği temelinde dönüştürecek bir kadın kimliği kurgusu olası mıdır?
Touraıne; erkekler toplumundan kadınlar toplumuna geçişi sağlayan, çok önemli kültürel altüst oluşun yaşandığı bir feminizm sonrası
dönemin gerçekleştiğini savunmaktadır. Bu dönüşümlerin herkesin öznelliğine girdiğini ve her bireyden bir “özne” çıkarmak istediğini belirtmektedir17.
Bir özne olarak varoluşlarını kesinleyebilmek için, kadınların da;
kendilerini tanımlarken erkek ile karşı cinsel ilişkiye ve bu ilişkinin onları yerine getirmek zorunda bıraktıkları toplumsal işlevlere başvurmayı
bırakmakta olduklarını iddia etmektedir.
Zira Batı modernleşmesinin kutuplaştırıcılığına karşıt olan, yani;
birinin ötekine egemen olması için birbirinden ayrılmış bulunan unsurların yeniden bağdaşımına, en genel biçimini erkek kutbu ile kadın kutbunun oluşturduğu bütün kutuplaşmaların yadsıyan, iki eşitsiz parçaya bölünmüş insan deneyimini yeniden kurmaya yönelik hareketin başladığını
ve toplumun tüm alanlarda ortaya çıkmakta olduğunu savunmaktadır.
Kadınların da, kendileri söz konusu olduğu için; bağımlılık durumları
nedeniyle zayıflamış olmalarına karşın, deneyimin yeniden kurulması
hareketinin başaktörleri olduklarını ve bu anlamda da “bir kadınlar toplumuna”18 girildiğini belirtmektedir.
Dolayısıyla kadınlar; daha özgül perspektiflerini ve konumlarını
yani farklılıklarını unutmadan, kaybetmek zorunda kalmadan, kamusal
alana daha yoğun bir biçimde katılmak ve siyasal iktidarı -dönüştürerekpaylaşmak konumunda olabileceklerdir. Ancak bu konumlarını sağlayacak insan deneyimini kurabilmeleri; özgürlüklerini (kolektif yaşama
yayılmış olan karmaşık iktidar ağına ve bireysel yaşamlarına yön veren
ortak kararlar alınmasına etkin bir biçimde katılmalarını) gerçekleştire16
Hardt, Michael ve Antonio Negri. Dionysos’un Emeği-Devlet Biçiminin Bir Eleştirisi. Ertuğrul Başer (Çev.). İstanbul: İletişim, 2003, s.440.
17
Tauraine, A. A.g.e. s.278, 280.
18
Tauraine, A. A.g.e. s.285, 286. Ayrıca benzer karşılaştırmalı bir değerlendirme için
bkz: Hardt, Michael ve Antonio Negri. “Ontolojik Bir Kuruluş Teorisi-Ontoloji ve
Anayasa”. Dionysos’un Emeği-Devlet Biçiminin Bir Eleştirisi içinde. Dipnot 16.
s.408.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Neval Oğan-Balkız
41
cekleri, politikanın yer aldığı insanlar arası bir alanın, kamusal alanın
varlığına bağlı bulunmaktadır.
B. CİNSİYET EŞİTLİĞİ VE KADIN KİMLİĞİ KURGUSUNDA KAMUSAL ALANIN KURUCU ÖZELLİĞİ
Larry Diamond’ın ifadesiyle, demokrasiler her biri çözülmesi gereken ‘yapısal paradokslar veya çelişkiler’ üzerinden ilerlemektedir19.
İletişimsel eylem kuramında Habermas20; tek yönlü ussallaştırma sürecinin sonucu olarak, modern toplumun/demokrasilerin karşılaştığı çeşitli
siyasal ekonomik ve kültürel bunalımların kökenlerini ortaya koyarken,
bunların aşılması anlamında temelde uzlaşım yoluyla normlar ile değerler üstüne kurulmuş ortak karar alama biçimlerini savunan bir çözüm
önerisi getirmektedir.
Siyasal topluluğun tüm üyelerine; siyasal irade oluşturma sürecine
katılmakta aynı olanakları tanıdığı varsayılan ve hatta onların siyasal
haklarını fiilen kullanmalarına izin veren yönetim biçimi olarak tanımladığı liberal demokrasilerin, yurttaşların siyasal katılımı ve özel kişisel
alanlarının hukuk devletince korunması yanında, üçüncü bir aracı unsura; yurttaşların kendiliğinden katılımı için, yansıtıcı olarak işleyen
siyasal kamu alanına dayanması gerektiğini açıklamaktadır.
Arendt’de göre de; kamusal alan; şiddetten tümüyle arınmış, hayal
gücü, katılma ve karşılıklı güçlenmeye önem veren, farklılığın ortaya
çıkmasına sağlayan bir yerdir21. Soyut bir insanın değil toplumsal cinsiyete sahip kadınlar ve erkeklerin paylaşım alanını oluşturmaktadır. Ancak bu durumda; her liberal demokratik yönetim, siyasal topluluğun tüm
üyelerine/(kadınlara?) siyasal irade oluşturma süreçlerine katılmakta
aynı olanakların tanınması ilkesini, bir varsayım olmaktan çıkarıp bir
gerçekliğe dönüştürmeyi başarmış mıdır? Sorusu yanında; tanımlanan
şekli ile bir kamusal alan var mıdır22? Ayrıca; kamusal alan her zaman
19
Arat, Yeşim. “Türkiye’de Din Siyaset ve Cinsiyet Eşitliği; Demokratik Bir Paradoksun İşaretleri mi?”, Radikal. 24/09/2007 . www.radikal.com.tr. (19.11.2010).
20
Gordon Finlayson, James. Habermas, Talat Kılıç (Çev.). Ankara: Dost Kültür Kitaplığı 70, 2007, s.35-39; Bkz. Habermas, j. “Tartışmacı Politika Ne Demektir”, Öteki
olmak Öteki ile Yaşamak -Siyaset Kuramı Yazıları içinde. Dipnot, 13. s.151-164.
21
Berktay, F., Politikanın Çağrısı, Dipnot.8 s.56, 57, 65.
22
Coşkun, Vahap. “Kamusal Alanda Kimlik Sorunu”. Demokrasi Platformu Dergisi.
Yıl 2 Sayı 5, 2006, s.73, 82. Yazar;Türkiye’de kamusal alanın batıdan farklı hakimiyet ve zihniyetlerle geliştiğini; kavramın batı da; farklı ve iyi anlayışların, farklı bireysel tercihlerin kendilerini gerçekleştirebilecekleri barışçı bir sosyo politik ortamı
tanımladığını, Türkiye’de ise; devlet otoritesinin mutlak egemen olduğu,
modernitenin iyi ve doğruları dışındaki farklılıkların silindiği tek tipleştirici bir mekanı ifade ettiğini savunmaktadır.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
42
Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Kurgusu ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine
İlişkin Hukuk Normlarının Türetilme Öncüllerine Etkileri
akılcı bir tartışmanın geliştiği bir yer midir? Soruları da, tartışmaya açık
bir öncül haline gelmektedir.
Habermas’a göre kamusal alan; devlet bürokrasisi ile toplum arasındaki ekseni oluşturmaktadır ve sorumlu yurttaşlar arasındaki akılcı
siyasal ilişkilerin kurulabileceği en mükemmel yerdir. Zira, liberalizmin
müzakereci modeli tanımında açıklamış olduğu üzere kamusal alan; bir
ulusun iradesinin etik karakterinden ya da kendi çıkarlarına göre eyleyen
ve başarıyı hedefleyen yurttaşların ussal amaçlarından çok, tartışma ve
görüşmelerin ussallaştırılabilirliğine dayanmaktadır.
İş birliğiyle ortak çözümler arama, kamusal alanda; bir ulusun ortaklaşa kendini kavrama sürecinin ya da yurttaşların bireysel tercihlerinin toplamının yerini almaktadır.
Demokratik kanı ve irade oluşturma sürecinin yöntemleri ve iletişim koşulları, idari kararların tartışma yoluyla ussallaştırılmasına aracılık
etmektedir. İletişim gücü oluşturmak üzere demokratik yöntemlerle işlenmiş kamuoyu, kendi kendine egemen olmamakta, yalnızca idari gücün kullanımını kanalize edebilmektedir.
Habermas’ın bu kamusal alan kavramsallaştırması, kamusal zeminin inşasında tutku ve duygulara yer vermediği, duygusal bir zemini
yadsıdığı eleştirileriyle karşılaşmıştır.
Kamusal alan içerisinde var olma hakkı öne süren, kimlik anlamında bedenin farklı kullanımları ile ortaya çıkan kadın prototipinin,
modernitenin bilişsel ve örtük şemalarını yeniden sorgulamaya açmış
olduğu bu dönemde; “Habermas’ın ileri sürdüğü kadar, ortak bir söylemsel dünyada yaşadığımız söylenebilir mi?” Sorusu bu eleştirilerin
odağını oluşturmaktadır23.
Toplumsal mekan ile kadın bedeni arasındaki ilişkiler, kamusal
düzlemde sorgulanmak durumundadır. Zira; “kadının özgürleşmesi öncelikle beden çerçevesinde ortaya çıkmaktadır.” Bu nedenle; toplumsal
dönüşüm, cinsiyet eşitliği ve kadının kimliği kurgusuna ilişkin
sosyo/kültürel, siyasal, dinsel ve ekonomi-politik tartışmalar, beden ile
onun kamusal sunumu çerçevesinde yoğunlaşmaktadır.
Dolayısıyla cinsiyet eşitliği sağlanmasında ve kadın kimliği kurgulamasında yer alan paradoksların demokratik çözümü için; farklılığa
değer veren, etkileşime ve değişime açık, kimliğin ve dolayısıyla yurttaşlığın dönüşümünü teşvik eden bir kamusal alanın inşası ve varlığı;
zorunlu, kurucu ve oluşturucu bir unsur oluşturmaktadır.
23
Göle, Nilüfer. İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa. Ali Berktay (Çev.). 1.Basım. İstanbul: Metis, 2009, s.147, 156.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Neval Oğan-Balkız
43
Böyle bir alanın yokluğu; öncelikle, kadın kimliği kurgusunda
“ötekini” anlama çabasını -içi boşaltılmış- bir hoşgörüye dönüştürme ya
da; kadınları, bir kez daha kendilerini farklılıkları içine hapsetme eril
tuzağına düşme tehlikesi/ olasılığı ile karşı karşıya bırakacaktır24.
II. TÜRKİYE’DE TOPLUMSAL CİNSİYET KURGUSU VE
NORMATİF YAPI
Günümüz Türkiye toplumunda; liberalizmin “sınıfsal ve cinsel
açıdan kör bir evrensellik temeli üzerine kurulu eşitlik anlayışının örtüsü
altında” toplumsal cinsiyet kurgusu (toplumsal cinsiyet kimlikleri);
içinde yapılandığı iktidar ilişkilerine paralel ve onları yansıtacak şekilde
dinsel, kültürel ya da diğer geleneksel önyargılara göre biçimlenmektedir25. Bu haliyle de; “kökeninde tanımlama olan bir tür dışlama/yerleştirme mekanizması” olarak işlev görmektedir26.
Bu kurgu kadını; insansal özellik ve olanaklardan soyutlamakta,
hak öznesi olarak eşit, bütün ve tam olan varlığını parçalamakta, salt
biyolojik-fiziksel özellikleri temelinde “bedene dair bir imge’ye” indirgemektedir27. Üretilmiş, öğretilmiş ve kültürel süreçlerle aktarılan bir
algılama biçimi ve algı olarak, toplumda artık “kadından bahsetmek,
kaçınılmaz biçimde hemen bedenini” anımsatmaktadır.
A. ALGISAL BİR İMGEYE DAYALI TOPLUMSAL CİNSİYET KURGUSU VE HUKUK
Toplumsal alanda“kadının bedene dair bir imge” olarak algılanmasının ”en önemli sonuçlarından biri; “… bu bedene bakanın zihninde
24
de Beauvoir, Simone. Aktaran Berktay, F.,Tarihin Cinsiyeti, Bkz Dipnot.6, s.12.
Arat, Yeşim “…başörtüsünden ziyade kadınlar için kısıtlayıcı roller öngören İslamcı
değerlerin ve genel olarak kısıtlayıcı hayat tarzlarının kurumlar eliyle yayılması, kadınlar ve cinsiyet eşitliği için muhtemelen daha büyük bir tehlikedir. Bkz. A.g.e.
Dipnot 19.
26
Göregenli, Melek, a.g.e. Dipnot 1. s.56.
27
Türkiye’de; özellikle son dönemlerde “bu imgesel” biçimlemenin yaşamın her alanında hakim kılınmasına yönelik söylemler, gittikçe artmaktadır. Bu örneklerden bazıları için bkz. Samancı, Zafer. “Dekolte Giyene Tecavüz Ederler”. Habertürk.
16.02.2011.
http://www.haberturk.com/polemik/haber/601444-dekolte-giyene-tecavuzederler. (2.03.2013) Habere konu olan Selçuk Üniversitesi İlahiyat Bölüm Başkanı
Prof. Dr. Orhan Çeker’: “Priz ve fiş eşit değildir”; “örtüsüz kadın perdesiz eve benzer
ya kiralıktır ya da satılık”; “dekolte giyen kadının tecavüzden şikayet etmeye hakkı
yoktur” şeklinde demeçler vermiş bulunmaktadır; Ünaldı, Mustafa ( Eski
Milletvekili). “Asıl dekolte giymek, erkekleri taciz anlamına gelir,” Yeni Akit, 19
Şubat 2011; Bulaç, Ali. “Organizmanın Tepkileri”, Zaman, 21 şubat 2011. Bulaç
yazısında; “…bir organizma olarak tasarlanmış insan, aldığı uyarılara tepkiler verir.
Sürekli uyarılan erkek, haram gibi normlara sahip değilse fırsatını bulduğunda
kendisini uyaran-tahrik eden- kadına yönelir..karşılık bulmazsa saldırır” demektedir.
25
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
44
Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Kurgusu ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine
İlişkin Hukuk Normlarının Türetilme Öncüllerine Etkileri
çıplaklığın doğmasına, çıplaklığın çağrıştırdığı tüm öğe ve olgulardan
dolayı kadının suçlanmasına ve nihayetinde, erkeğe boyun eğmekle ( her
türlü şiddet, cinsel saldırı, öldürme vb.) cezalandırılmasına”28 yol açıyor
olmasıdır. Diğer bir eş zamanlı sonucu ise; erkeğin zihninde kadının
simgesel olmayan gerçek alanın, doğanın düzeni biçimde soyun yeniden
üretilmesi ve bakılıp beslenmesiyle sınırlı olacak şekilde belirmesidir.
Bu toplumsal hiyerarşik yapı içerisinde iktidar; maddi olarak sistemi ve
kadın erkek ilişkilerini, bu sınırlar temelinde tanımlamakta ve bunları
toplumsal yaşamın bütününde geçerli kılacak politikaları hayata geçirmektedir. Bu politikaların somut görünürlüğü; Foucault’un29 en büyük
iktidar teknolojileri diye tanımladığı; biyo-disiplin (tekil bedenlerin
kontrolü) aracı olarak, kürtaja ilişkin düzenlemelerde ve biyo-politika
(nüfusu yönetme teknolojileri) olarak, “üç/beş çocuk yapma” telkinlerinde ortaya çıkmaktadır.
Ancak iktidar aynı zamanda; “kadının özgürleşmesini ve bireyselleşmesini sağlama amacından ziyade, rejimin selameti için kadını seferber etme amacına yönelik”30 -bedensel kullanımın farklı bir sunumuna
sahip kadın- odaklı kamunun tarifini yapmaya ve hatta böyle bir kamuyu
oluşturmaya başlamış bulunmaktadır. Bu paradoksun yaratığı algı, bilinç
ve duygu karmaşası içinde; geleneksel itaatkar kadın imgesinin yıkılmaya başladığı, erkek iktidarının temellerinin çökmekte olduğu sanrısı
doğmakta, bu görünümsel dönüşüm – yoğunluklu olarak belli toplum
kesimlerinde – erkeklerin derin bir kaygı ve paranoya yaşamalarına yol
açmaktadır. Bütün bu siyasal, sosyal, ekonomik, demografik, sosyo/
psikolojik, kültürel, dinsel ve geleneksel boyutları ve unsurlarıyla, çok
katmanlı bir yapı oluşturan sorunsalın toplumsal görüntüsü de; “doğru
kadın davranışının” sınırlarının belirlenmesi ve edebiyattan, psikoloji’ye
her türlü ideolojik araca başvurularak, bu sınırların tüm alanlarda
28
Berger, John. Kıymetini Bil Herşeyin, Beril Eyüboğlu (Çev.). İstanbul: Metis, 2008,
s.113. Berger’e göre çarpıcı olan; çıplaklığın bakanın zihninde doğması ve kadının
suçlanarak erkeğe boyun eğmekle cezalandırılması, kadının karşısında erkeğin
Tanrının temsilciliğine yükseltilmesidir.
29
Kelly, Mark. “Irkçılık, Milliyetçilik ve Biyo-Politika:Foucault’un Tolumu Savunmak
Gerekir’i I”, CONATUS Çeviri Dergisi, Sayı 7, 2007, s.39. Foucault, modern çağda
en büyük iktidar teknolojilerinden biri olarak tanımladığı biyo politikanın/ (diğeri de
biyo disiplindir) doğuşuyla, ırk mücadelesi söyleminin devlet ırkçılığı söylemi olarak
ele alınmasını ilişkilendirilmiştir.
30
Coşkun, Vahap. A.g.e. Dipnot 22. s.79. Coşkun’nun yazısında dile getirmiş olduğu;
ilk dönem Cumhuriyet Yönetimine yönelik kadının kamusal alandaki görünürlüğüne
ilişkin eleştirisinin, kadın bedeninin farklı kullanımı çerçevesinde bugünün iktidarı
için de geçerli olması, ironik bir örtüşme oluşturmaktadır.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Neval Oğan-Balkız
45
kadınlara dayatılması, üzerlerindeki toplumsal denetimin sıkılaştırılması
olmaktadır.31
Hukuk’ta, iktidarın ayırt edici biçimi olarak, marjinal bir konuma
düşmekte ve disipline etme amacının gölgesinde kalmaktadır.32 Dolayısıyla hukuk kuralları ve hukuki söylem; genel olarak, toplumsal cinsiyet
kurgusuna ve cinsiyetler arasındaki doğal farklılıklara başvurmakta,
normatif alanda kadın bedenine atfedilen anlamlar açıklamakta, bu haliyle erkek egemen ideolojinin yeniden üretilmesi ve aktarılmasını da
sağlayan bir mekanizma oluşturmaktadır33.
31
Kadınların kimliğin simgesel belirleyicileri olarak görülmeleri, yeni bir şey değildir.
Deniz Kandiyoti bu durumu şöyle ifade eder: “Milliyetçi söylem ile İslamcı söylemi
birleştiren tek bir sürekli ve altta yatan kaygı var:Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, kadınların davranış ve konumunun kuşku götürmez şekilde kollektivitenin “gerçek”
kimliğine uygun olmasını ve ona karşı bir tehdit oluşturmamasını sağlmak”. Aktaran;
Berktay, F. Tarihin Cinsiyeti. Dipnot 6. s.83
32
Yüksel, Mehmet, Modernite Postmodernite ve Hukuk, 1.Basım. Ankara: Siyasal
Kitabevi, 2004, s.226 . Foucault, giderek artan ölçüde yargısal faaliyetin yaygın sosyal kontrol sürecinin bir parçası haline geldiğini ileri sürmektedir.
33
Malkoç, İsmail, Öğreti ve Uygulamada Genel Adap ve Aile Düzenine Karşı İşlenen Suçlar, Ankara:Yetkin, 2001; Ayrıca Bkz. Oğan Balkız, Neval. .“Türk Ceza
Kanununu Tasarısını İnsan Hakları Bağlamında Okumak- TCK Tasarısının Eksiklikleri”, Radikal, 19 Kasım 2003; Berktay, F., Tarihin Cinsiyeti, Dipnot 6.
s.101.Türk Ceza Kanununun son yıllara kadar geçerli olan ve zina suçunu düzenleyen maddeler olan 440ve 441’in, Adabı Umumiye ve Nizamı Aile Aleyhine Cürümler başlığı altında düzenlenmesi; yani eşinden başka bir kişiyle cinsel ilişkide bulunan
erkek ya da kadının esas olarak aileye, toplumsal kuruma karşı suç işlemiş kabul
edilmesi; evli kadının bir kez cinsel ilişkiye girmekle suçu işlemiş sayılmalarına karşın, evli erkeğin, aynı suçu işlemiş sayılması için; ya karısıyla birlikte ikamet ettiği
evde ya da herkesçe bilinen yerde karı koca gibi geçinmek için başkasıyla, evli olmayan bir kadını tutmakta olması gerekmekteydi.Halen geçerli olan genel adabı ve
aileyi korumayı önceleyen kız ve kadın kaçırma suçlarında; kaçırılanın kız ya da kadın olma durumuna göre farklı cezalar öngörülmesi, kaçırmanın evlenme amacıyla
yapılması halinde kadının iradesine bakılmaksızın cezada indirime gidilmesi, haysiyet ve namusu koruma amacıyla işlenen cinayetlerde haksız tahrik nedeniyle uygulanmakta olan ceza indirimleri, 2012 tarihinde TBMM’de kabul 6284 sayılı yeni yasanın da, Tasarı halindeki adı; “Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunması
Yasa Tasarısı” olmasına rağmen Meclis’e sunulurken; “Ailenin Korunmasına ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” olarak değiştirilmesi bunlara örnek
oluşturmaktadır.Tüm bu hukuk düzenlemeleri kadın bedenine atfedilen anlamlar
açıklar ve onları rasyonalize eder.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
46
Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Kurgusu ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine
İlişkin Hukuk Normlarının Türetilme Öncüllerine Etkileri
1. TOPLUMSAL CİNSİYET KURGUSU İLE HUKUK ARASINDAKİ İLİŞKİNİN GÖRÜNÜMLERİ
Türkiye’de; var olan toplumsal cinsiyet kurgusu ile hukuk kuralları
ve hukuki söylemi arasındaki ilişki, bu bağlamda genel olarak üç görünüm34 altında ortaya çıkmaktadır. Hukuk kuralları bazen, kadın vücudunun şiddete maruz kalmasına olanak vermekte veya yol açmaktadır. Bu
durum özellikle; güvensizlik ve fiziksel istismar karşısında sığınak arayan kadınları teşvik eden ve onları, yetersiz bir şekilde de olsa, korumayı
amaçlayan hükümler yoluyla meydana gelmektedir. Böylelikle kadın
(bedeni); şiddete, baskıya maruz kalan, kaçmaya, sinmeye, boyun eğmeye şartlanmış bir bedene indirgenmiş olmaktadır. Hukuki söylem de,
bu şekilde gelişen anlamı desteklemektedir. Hukuk kuralları bazen de;
kadın vücudunun anneleştirilmesini güçlendirmekte ve bu oluşumu desteklemektedir. Bu; annelik statüsü ile çatışan davranışların yasaklanması
veya cezalandırılması ya da çocuk doğuran kadınların sorumluluklarını
dikkate alarak, onların ödüllendirilmesini içeren hükümler yoluyla yapılmaktadır. Kürtajı sınırlayan hukuk kuralları ve aile içinde babalara
karşı anneler lehine düzenlemeler getiren kurallar, buna örnek oluşturmaktadır. Bu durumlar; “kadın vücudu annelik içindir” anlayışını kurumsallaştırmaktadır. Hukuk kuralları kimi zaman kadınlara bazı olanaklar tanımak, bazen de vesayet altına almak suretiyle; kadının beden
olarak cinselleştirilmesine katkıda bulunmakta veya bu oluşuma olanak
tanımaktadır. Bu durum; eşcinsel pratikler veya bireysel cinsel davranışları suç sayan hükümler yoluyla veya kadın bedenini erotize eden
reklamcılık gibi uygulamaları meşru kılan kurallar yoluyla gerçekleştirilmektedir.
Aynı şekilde; cinsel saldırılar karşısında kadını korumak amacıyla
düzenlenen kuralların uygulanması durumunda da söz konusu olmaktadır. Hukuk, kadınların cinsel konumlarını sorgulamakta; onlara koruma
sağlamakta veya bu korumadan mahrum bırakabilmektedir Kadın cinsel
bakımdan kolay erişilebilir bir görünüm sergilemekte ise, hukuk kuralları daha az bir koruma öngörebilmektedir. Bütün bu düzenlemelerde
kadın; bedensel bir cinsel nesne konumuna sokulmakta, sahip olunabilir/ihlal edilebilir anlamı kazandırılmaktadır.
Tüm bu bağlamlarda; kadını özerk bir insan varlığı değil, ailenin –
toplumsal kurumun- bir parçası olarak babaya ya da kocaya ait gören;
kaçırılması, cinsel saldırıya uğraması halinde de, kendisinin değil ona
sahip olanların mağdur olduğunu kabul eden geleneksel anlayış belirleyici konumdadır. Aynı anlayış; kadına yönelik saldırı/ şiddet eylemlerine
34
Farklı bir değerlendirme için bkz. Yüksel, Mehmet. A.g.e. dipnot 32, s.215.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Neval Oğan-Balkız
47
ilişkin algıyı ve bunların önlenmesi amacıyla düzenlenen hukuk kurallarını da etkilemiş ve biçimlendirmiş bulunmaktadır35.
Bu durum; ilgili hukuk düzenlemelerinin kadına yönelik şiddet sorununa etkin, kalıcı ve sürekli bir
Çözüm oluşturmasını engellemektedir. Zira; haklar sisteminde hak
kişilerinin bireyselleştirilebilmesinin yegane yolu, toplumsallaştırmadır.
Toplumsallaştırma ve tam anlamıyla özümsenmiş bir haklar öğretisi;
bireylerin dokunulmazlığını ve kimlik oluşturulan yaşam bağlamlarında
da koruyan bir tanıma politikasını gerekli kılmaktadır. Bu tanınma politikalarının tutarlı bir şekilde hayata geçirilmediği ortamlarda,
cinsiyetlerarası eşitlik politikaları ve koruyucu kurallar, hukuksal ve fiili
eşitlik arasında diyalektik düzlem oluşturma olanağı bulunmamaktadır.
Dolayısıyla modern hukukun; eşitlik ilkesi çerçevesinde, temel
haklar kavramına dayanarak tek “tek bireyler ve/veya grupları; aralarında herhangi bir yapısal bağ bulunmaksızın, kendileri dışında eşit niteliklere sahip varlıklar olarak tanımlamış ve bir sisteme yerleştirmiş olması, ” dışlanma ve ayrım ilişkisini, teorik (ve bir anlamda pratik) olarak
çözmemektedir.
2. CİNSİYET EŞİTLİĞİ VE KADINA YÖNELİK ŞİDDET
KONUSUNDA DÖNÜŞÜM OLANAĞI YARATACAK HUKUKUN
YAPISAL KOŞULLARI VE TÜRETİLME ÖNCÜLLERİ
Bireyler ve/veya grupları; eşit niteliklere sahip varlıklar olarak tanımlamış ve bir sisteme yerleştirmiş olan hukukun, mekanizma olarak,
dışlanma ve ayrım ilişkisini teorik ve pratik anlamda çözüme kavuşturabilmesi ancak; hukuki eşitliğin altında yatan normatif anlamın doğru
işleyebilmesi; eşit dağıtılmış hukuki yetkilerin fırsat eşitliğine göre kullanılması ve bunu sağlayacak fiili koşulların yerine getirilmiş olması ile
olanaklı hale gelecektir. Hak kişilerinin aynı anda; hem özel hem de kamusal özerkliğini (çünkü, eşit haklara sahip vatandaşların özel özerkliği,
ancak devlet vatandaşlık özerkliğinin hayata geçirilmesiyle sağlanabilir)
güvence altına alacak, demokratik sürecin yapılandırıldığı böyle bir
haklar sistemi, aynı zamanda temel hakların evrenselliğinin de doğru
kurgulanmasını sağlayacaktır.
35
Türkiye’de 4320 sayılı“Ailenin Korunmasına Dair Kanun” 14.1.1998 tarihinde kabul
edilmiştir. Ayrıca, AB’ye uyum sürecinde 20 Mayıs 2003 tarihinde İş Kanunu’nda
yapılan değişiklikle, İş K. 24. Maddesinde; “iş yerinde cinsel tacizin” işçinin iş sözleşmesini derhal fesih edebilmesi için haklı neden oluşturduğu kabul edilmiştir. Kadına yönelik fiziksel, cinsel, ekonomik şiddetin önlenmesini sağlamak ve faili cezalandırmak üzere Türk Ceza Kanunu’nda, Medeni Kanunda ve Borçlar Kanunu Tasarısı’nda yeni düzenlemeler getirilmiştir. (TCK. 86/3-ab; 96/2-b; 232. maddeler;
TMK. 196; 199; BK Tasarısında “iş yerinde cinsel tacizin” tazminat talep hakkı verdiğine ilişkin düzenleme vb.).
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
48
Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Kurgusu ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine
İlişkin Hukuk Normlarının Türetilme Öncüllerine Etkileri
8 Mart 2012 tarihli 6284 sayılı kanun 4320 sayılı kanun yerine yürürlüğe girmiş ve; şiddete uğrayan ve şiddete uğrama tehlikesi bulunan,
herhangi bir ayrım yapılmaksızın tüm kadınların, çocukların ve aile bireylerinin korunması (md. 1/f. 1); Kanunun uygulanmasında Anayasa,
uluslararası sözleşmeler ve özellikle İstanbul Sözleşmesinin esas alınacak olması (md. 1/f. ); a) Şiddet mağduruna temel insan haklarına ve
kadın erkek eşitliğine duyarlı, sosyal devlet ilkesine uygun, adil, etkili ve
süratli destek ve hizmet verilmesi, (md. 1/f. 2 b); tedbir kararının insan
onuruna yaraşır bir şekilde yerine getirilmesi, (md. 1/f.); Kadına yönelik
şiddetin, cinsiyete dayalı bir ayrımcılık ve kadının insan haklarını ihlal
eden bir tutum olarak tanımlanmış olması, (md. 2/f. 1 ç); Şiddet, ev içi
şiddet ve kadına yönelik şiddetin ayrıntılı olarak tanımlanması, (md.
2/f.); 17 gün 24 saat esasına göre çalışacak şiddet önleme ve izleme
merkezlerinin kurulacak olması; (md. 2 /f. 2 f) Koruyucu tedbirlere ilişkin kararın Aile mahkemesi hakimi tarafından verilmesi yanında, mülki
amire de bazı tedbirlerin alınması görevinin verilmesi ve gecikmesinde
sakınca bulunan hallerde barınma yeri sağlanması ve hukuki, sosyal,
psikolojik açıdan rehberlik ve danışmanlık hizmeti vermek üzere kolluk
amirine de tedbir alma yetkisi verilmiş olması (md. 3; md. 4) gecikmesinde sakınca olan durumlarda kolluk kuvveti veya mülki amirin koruma
kararı verilmesi, mağdura barınma yeri temin edilecek olması, geçici
koruma altına alınabilmesi, (md. 3 / f. 2) ; korunan kişinin çalışma yaşamına katılımını desteklemek üzere 4 aylık kreş imkanı sağlanması ve
Bakanlık bütçesinden ödenmesi, mağdurun çalışması halinde 2 aylık
kreş imkanı verilmesi, (md.3/f. 1d); gecikmesinde sakınca bulunan
hallerde şiddeti önleyici tedbirlerin aile mahkemesi hakimince
verilmesinin yanında; kolluk amirine yasada yazılı tedbirleri alma
yetkisinin verilmiş olması ( md. 5/2); şiddet veya şiddet uygulanma
tehlikesinin varlığı hâlinde herkesin bu durumu resmi makam veya
mercilere ihbar edebilmesi(md. 7); koruyucu tedbir kararı verilmesi için,
şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaması, (md. 8/f.
3) yönünde düzenlemeler getirmiştir.
Böyle bir eleştirel yapısöküm; temel hakların evrenselliğini, kültürel ya da sosyal farklılıkların soyut anlamda düzeltilmesi olarak yorumlama yanlışından dönüşe olanak yaratmış olacaktır. Aksi durumda vatandaşlık haklarının evrenselleştirilmesi; hak öznelerinin dokunulmazlığını güvenceleyen bir eşitlik olmaksızın, hukuk sisteminin daha da
ayrıntılandırılmasından başka bir anlam taşımayacaktır.36
Hukuk sisteminin değinilen kavramsal ve yapısal özellikler taşıyabilmesi; her türlü dışlanma ve ayrımcılık ilişkisinde, dolayısıyla cinsiyet
36
Habermas, J. A.g.e. Dipnot 13. s.118-119.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Neval Oğan-Balkız
49
eşitliği ve kadına yönelik şiddet konusunda da, bir sosyal değişim/dönüşüm kaynağı oluşturabilmesi için; ilgili hukuk normlarının/kurallarının
insan haklarından türetilmiş olması gerekli ve zorunludur37. “İnsan hakları her şeyden önce düşüncedir. İnsanlar insan oldukları, yani bazı özellikleri olan insan türünün üyeleri oldukları için; özel muamele görmeleri
gerektiği düşüncesi”38.
Hak olarak da bu ilkeler, “insanın değerini tanıma ve koruma istemleridir.” İnsanın değeri, insanın diğer canlılar arasındaki özel yerini
ona sağlayan, özelliklerinin, olanaklarının bütünüdür. İnsan hakları; insanın değerine zarar veren insansal ya da tarihsel koşullar karşısında, bu
değere zarar veren bir muamele görmemesi talebinden türetilmektedir.
Dolayısıyla; belirli bir öğretinin (doktrin veya dogmadan) ve bununla
bağlantılı olan bir ahlak sisteminin (bir değerlendirme ve davranış
normları) veya toplumun öz kavrayışlarından kaynaklanan; cinsiyet rollerine getirilen sınıflandırmaların ve cinsiyetlere bağlı farklılıkların, insan haklarının türetileceği öncülleri oluşturma olanağı bulunmamaktadır.
Bu kültürel, dinsel ya da geleneksel önyargılar; önerme olarak taşıdıkları özellikler, türetilme kaynakları, türetilme yöntemleri ve talep
ettikleri bakımından insan hakları normlarından oldukça farklıdırlar.
37
Bkz. Oğan Balkız, Neval. “Hukuk Dogmatiği Çerçevesinde İnsan Haklarını Tanımlama ve Kavramı Temellendirme Sorunu - Aksiyolojik ve Epistemolojik bir Yaklaşım
Denemesi”, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi, 13. Kitap, 2005, s.57-68. İnsan
haklarının konu bakımından geniş ve çok yönlü olması, teorik alanda insan hakları
kavramının tanımlanmasını, kapsam ve sınırlarının belirlenmesini güçleştirmektedir.
Günümüze kadar geçen süreçte insan hakları genellikle hukukun konusu olarak
görülmüş, insan hakları ilkeleri de birer hukuk normu olarak kabul edilmiştir. Dolayısıyla insan hakları, hukuk teorilerinin ele aldıkları ve irdeledikleri temel konulardan
biri haline gelmiştir. Hukuk teorileri; - gerek doğal hukuk anlayışı, gerek biçimci hukuk anlayışı (genel olarak hukuki pozitivizm), gerekse sosyolojik hukuk anlayışı olsun- (hukuk dogmatiği çerçevesinde) insan hakları normlarının içeriğini ve (hukukun
genel teorisi çerçevesinde ) bu normların yapısını ve biçimini incelemişler, bu hakların; norm olarak yapısına, ortaya konulması ve işleyişine, içeriğinde kurallaştırılan
beşeri davranışın ne olduğuna, neleri talep veya emrettiğine yada yasakladığına ilişkin fikirler öne sürmüşler ve teoriler oluşturmuşlardır.
Bu fikir ve teoriler, bu üç hukuk anlayışının içinde var olan farklı akımlara göre de
değişmektedir. Dolayısıyla insan Haklarına ilişkin fikirler, sadece farklı hukuk anlayışlarına göre değil, aynı zamanda her hukuk anlayışının kendi içindeki farklı akımlara göre de çeşitlilik ve değişim göstermektedir. Hatta bu fikirlerin oluşturduğu insan haklarına ilişkin liberal teorilerin; insan haklarının kaynağı, bu hakları temellendiren öğelerin (özellikle bir hakkı insan hakkı yapan ölçütün) ne olduğu ve ne olması
gerektiği, bu hakların tek tek içerikleri, özellikleri ve evrensel olup olmadıkları konularında birbiriyle çelişen görüşlere dayandığını söylemek mümkündür”.
38
Kuçuradi, İoanna, İnsan Hakları Kavramları ve Sorunları-İnsan Hakları ve Hukuk- Devlet-Siyaset Felsefesi Yazıları, Ankara: Türkiye Felsefe Kurumu Simurg
Dizisi:8, 2007.s.55-65.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
50
Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Kurgusu ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine
İlişkin Hukuk Normlarının Türetilme Öncüllerine Etkileri
Kişilerin; kendilerine öğretilen öğretinin - bilgisel özelliğine bakılmaksızın- doğruluğuna inanmaları ve bu öğretiyle ilgili olan değerlendirme ve
davranış kurallarının emirlerini/gereklerini, yaşamda yerine getirmelerini
talep etmektedirler.
Oysa insan hakları; kişilerin belli bir şeyi yapmakta, ya da belirli
bir şekilde davranmakta engellenmemesi değil; insan türüne ait belli
olanakları/insanın onurunu oluşturan olanakları gerçekleştirirken engellenmemesi talebinde bulunmaktadırlar39. Bu nedenle; kültürel, dinsel ve
geleneksel önyargıların oluşturduğu önermelerden türetilecek kuralların
kendileri, insan hakları ile çelişecek ve tek tek kişiler ile ilgilerinde ihlal
durumları yaratabileceklerdir.
Dolayısıyla, cinsiyet eşitliği ve kadına yönelik şiddet40 sorunsalında hukukun çözüm üretebilmesi ancak; normların bilgisel özellikleri
temelinde, insan haklarından yapılacak bir türetmeyle oluşturulacak hukuk kurallarının; “hak öznelerinin dokunulmazlığını” güvence altına alan
bir eşitlik içinde uygulanması ile olanaklı olacaktır. Adaleti gerçekleştirecek hukukun oluşturulması buna bağlıdır.
39
Bkz. Kuçuradi, İ. A.g.e .Dipnot 38. s.66. “..Bu olanaklar veya özellikler, insana özgü
etkinlikler ve ürünler olarak ortaya çıkar. Bunlar da insanın değerini ya da onurunu
oluşturur”. İşte insan hakları;”insana özgü etkinlik ve ürünlerin (yani; düşünme, düşündüğünü ifade etme, irade sahibi olma, maddi ürün ve her türlü sanat ürünü
üretme, değiştirme, paylaşma, organize toplumsal yapıları oluşturma, yönetme
vb.gibi) gerçekleşebilirliğinin koşullarına ilişkin talepleri dile getiren ilkelerdir”. Yaşama hakkı, işkence yasağı, kulluk ve kölelik yasağı, düşünceyi ifade etme, eğitim,
sağlık, çalışma hakları gibi. Bu hakların talep ettiği şey; “kişinin insan türüne özgü
yukarıda sayılan belirli bazı etkinlikleri gerçekleştirirken engellenmemesi ve buna
ilişkin koşullarının sağlanmasıdır”. Dolayısıyla kişi açısından bakıldığında bu haklar,
kişilerin birbirlerine nasıl davranmaları veya davranmamalarını gerektiğini gösteren
etik ilkelerdir. İnsan haklarına devlet açısından bakıldığında ise bunlar, belirli bir
devlette devletin yurttaşlarına karşı temel ödevlerini dile getiren ilkeler olmaktadır.
40
Yazıda; kadına yönelik şiddet ve toplumsal cinsiyet kavramları, Avrupa Konseyi
Bakanlar Komitesi tarafından 11 Mayıs 2011 tarihinde İstanbul’da imzaya açılan;
“Kadına Yönelik Şiddetin ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye
Dair Sözleşme”de tanımlanan anlam ve içerikleriyle kullanılmıştır. “Kadına yönelik
şiddet”; ister kamusal ister özel alanda meydana gelsin kadınlara fiziksel, cinsel,
psikolojik ve ekonomik acı ve ıstırap veren veya verebilecek olan cinsiyete dayalı her
türlü eylem veya bu eylemlerle tehdit etme anlamına gelmektedir. “Toplumsal
cinsiyet”; kadınlar ve erkekler için toplum tarafından uygun görülen ve sosyal olarak
inşa edilen roller, davranışlar, eylemler ve niteliklerdir.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Neval Oğan-Balkız
51
KAYNAKÇA
Altuntaş, Nezahat, “Farklılık Feminizm ve Demokrasi”. Demokrasi Platformu Dergisi, Yıl 3. Sayı 10. 2007, s.61-82.
Arat, Yeşim, “Türkiye’de Din Siyaset ve Cinsiyet Eşitliği; Demokratik Bir Paradoksun İşaretleri mi?”, Radikal. 24/09/2007 .
www.radikal.com.tr. (19.11.2010)
Berktay, Fatmagül, Tarihin Cinsiyeti, 1.Basım. Ankara: Metis,
2003, S.152
Berktay, Fatmagül, Politikanın Çağrısı, 1.Baskı. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları (309), 2010, s.124.
Berger, John, Kıymetini Bil Herşeyin, Beril Eyüboğlu (Çev.). İstanbul: Metis, 2008, s.113.
Bulaç, Ali, “Organizmanın Tepkileri”, Zaman, 21 şubat 2011.
Coşkun, Vahap. “Kamusal Alanda Kimlik Sorunu”, Demokrasi
Platformu Dergisi, Yıl 2 Sayı 5, 2006, s.73-84.
Durakbaşa, Ayşe, “Yurttaşlığın Cinsiyeti: Demokrasi ve Fark”.
Hukık Felsefesi ve Sosyoloji Arkivi, 9.Kitap. 2004, s.144-150.
Erk Ulaş, Sarp, A.Baki Güçlü, Erkan Uzun, Serkan Uzun,
Ümit.H.Yolsal, Felsefe Sözlüğü, 1.Baskı, Ankara: Bilim Ve Sanat,
2002, s.53.
Gordon Fınlayson, James, Habermas, Talat Kılıç (Çev.). Ankara:
Dost Kültür Kitaplığı 70, 2007, s.35-39.
Göle, Nilüfer, İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa, Ali Berktay
(Çev.). 1.Basım. İstanbul: Metis, 2009, s.147, 156.
Göregenli, Melek, “Ayrımcılığın Teorik Temelleri”, İnsan Hakları İçin Diyalog Dergisi, Yıl 1. Sayı 5-6, Mayıs/ Haziran 2010, s.57-59.
Gray, John, Post Liberalizm- Siyasal Düşünce İncelemesi, Müfit
Günay (Çev.), Ankara: Dost, 2004, s.305, 340.
Habermas, Jurgen, Öteki olmak Öteki ile Yaşamak Siyaset Kuramı Yazıları, İlknur Aka (Çev). 3.Baskı, İstanbul: YKY Cogito, 2004,
s.151-164
Hardt, Michael ve Antonio Negri, Dıonysos’un Emeği-Devlet Biçiminin Bir Eleştirisi, Ertuğrul Başer (Çev.), İstanbul: İletişim, 2003,
s.440.
Holzleithner, Elisabeth, “Cinsiyetlerarası Eşitlik Politikası Yerine
Getirilemez Bir Vaat mi?”, ATTAC (Ed.) Kimin Avrupası içinde, Deniz Banoğlu (Çev.), İstanbul: Metis, 2012, s.156-169.
Kelly, Mark, “Irkçılık, Milliyetçilik ve Biyo-Politika: Foucault’un
Tolumu Savunmak Gerekir’i I”, CONATUS Çeviri Dergisi, Sayı 7,
2007, s.39-50.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
52
Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Kurgusu ve Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesine
İlişkin Hukuk Normlarının Türetilme Öncüllerine Etkileri
Köksal Çekiç, Selma ve Özlem Denli, “Örtünmek, Soyunmak, Giyinmek”, Radikal İKİ, 27 Şubat 2011.
Kuçuradi, İoanna, İnsan Hakları Kavramları ve Sorunları-İnsan Hakları ve Hukuk- Devlet-Siyaset Felsefesi Yazıları, Ankara:
Türkiye Felsefe Kurumu Simurg Dizisi:8, 2007.s.55-65.
Malkoç, İsmail, Öğreti ve Uygulamada Genel Adap ve Aile Düzenine Karşı İşlenen Suçlar, Ankara:Yetkin, 2001.
Mouffe, Chantal, Siyasal Üzerine Mehmet Ratip (Çev.). İstanbul:
İletişim, 2010, s.17-18.
Oğan Balkız, Neval, “Türk Ceza Kanununu Tasarısını İnsan
Hakları Bağlamında Okumak- TCK Tasarısının Eksiklikleri” . Radikal.
19 Kasım 2003.
Oğan Balkız, Neval, “Hukuk Dogmatiği Çerçevesinde İnsan Haklarını Tanımlama ve Kavramı Temellendirm Sorunu - Aksiyolojik ve
Epistemolojik bir Yaklaşım Denemesi”.Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi
Arkivi. 13. Kitap, 2005, s.57-68.
Samancı, Zafer, “Dekolte Giyene Tecavüz Ederler”, Habertürk.
16.02.2011. http://www.haberturk.com/polemik/haber/601444-dekoltegiyene-tecavuz-ederler. (2.03.2013)
Tauraıne, Alaın, Bugünün Dünyasını Anlamak İçin Yeni Bir
Paradigma. Olcay Kural (Çev.). İstanbul: YKY.Cogito, 2007, s.256.
Tanilli, Server, İnsanlığı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor. 8.Baskı.
İstanbul: Cumhuriyet Kitapları, 2010, s.274, 284.
Ünaldı, Mustafa ( Eski Milletvekili), “Asıl dekolte giymek, erkekleri taciz anlamına gelir, ” Yeni Akit. 19 Şubat 2011.
Yüksel, Mehmet, Modernite Postmodernite ve Hukuk, 1.Basım.
Ankara: Siyasal Kitabevi, 2004, s.226.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
ÇEVRESEL HAKLARA İNSAN HAKLARI AVRUPA
MAHKEMESİ YAKLAŞIMI
(ENVIRONMENTAL RIGHTS IN THE EUROPEAN COURT OF
HUMAN RIGHTS APPROACH)
Nihan Yancı Özalp∗
ÖZET
Günümüzde çevre hakkı ulusal-üstü hukukta büyük bir önem taşımaktadır. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinde ve ek protokollerde
çevre hakkına ve çevresel usuli haklara ilişkin hüküm bulunmamaktadır.
Ancak İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, geliştirdiği içtihadi yorumla,
çevre hakkını ve çevresel usuli hakları dolaylı olarak güvence altına almaktadır. Bu makaledeki amaç da İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin
bu konuda verdiği çeşitli kararları inceleyerek, Mahkemenin oluşturduğu
koruma ilkelerini ortaya koymak ve çevre korumacılığındaki eksiklikleri
belirlemektir.
Anahtar Kelimeler: Çevre Hakkı, çevresel usuli haklar, İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesi, içtihat, takdir marjı
ABSTRACT
Today, right to environment is very important in the supra-national
law. There is no provision in the European Convention on Human Rights,
and in additional protocols related on right to environment and
environmental procedural rights.Despite this, European Court of Human
Rights guaranties right to environment and environmental procedural
rights in indirect way with developing jurisprudential interpretation. The
purposes of this article are to reveal the principles of protection created by
the European Court and to determine deficiencies in the environmental
protection by examining the various decisions in this subject.
Keywords: Right to environment, environmental procedural rights,
European Court of Human Rights, case law, margin of appreciation
***
∗
Yrd. Doç. Dr., İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi Hukuk Fakültesi
54
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
I- GİRİŞ
Çağımız anayasacılığının uluslararası anayasacılık dönemi olduğu
gözönünde bulundurulduğunda, çevresel hakların ulusal ve uluslararası
ölçeklerde koruma altına alınması kaçınılmaz bir sonuçtur. Çevre hakkının niteliğine bakıldığında da çevrenin sadece bir bireyin, topluluğun ya
da bir ulusun sorunu değil, tüm insanlığın ortak sorunu olduğu tartışılmaz bir gerçekliktir. Bu çerçevede uluslararası belgelerin çevre hakkı
konusunda gösterdiği hassasiyet çok önemlidir. Bölgesel ölçekteki belgelere bakıldığında da bu konuya oldukça önem verildiği görülmektedir.
Özellikle Afrika İnsan ve Halkların Hakları Şartı bu konuda örnek bir
belge niteliğini taşımaktadır.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinde(İHAS ya da Sözleşme diye
anılacaktır) ise, çevre hakkına ilişkin bir düzenleme yeralmamaktadır.
Bu da Sözleşmenin imzalandığı dönemden kaynaklanmaktadır. Çünkü
Sözleşmenin imzalandığı dönemde çevre hakkının da içinde yeraldığı
dayanışma haklarının varlığı henüz sözkonusu değildi. Ancak işin ilginç
yanı ek protollerle de bu önemli hakkın Sözleşme kapsamına dahil edilmemiş olmasıdır. Bu eksiklik İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin
(İHAM ya da Mahkeme diye anılacaktır), 80'li yıllardan itibaren geliştirdiği içtihatlarla giderilmeye çalışılmaktadır. Mahkeme çevresel haklara
ilişkin olarak birçok karar vermiş ve bu konuda yaratıcı içtihatlar geliştirmiştir. Bu makalede amaçlanan da Mahkemenin bu yaratıcı yorumundaki koruma ilkelerini ve bu güvenceleme biçiminin yetersizliklerini
ortaya koymaktır.
II- ÇEVRE HAKKINA İLİŞKİN DOLAYLI GÜVENCE MEKANİZMASI
Çevre hakkı ve çevresel usuli haklar ilkin uluslararası belgelerde
koruma görmeye başlamışlardır. Bu aynı zamanda 3. kuşak insan haklarının da bir özelliğidir. Çünkü bu hak kuşağında tanınan yeni haklar bütün yerküreyi ilgilendiren haklar olduğu gibi, üçüncü kuşağa gelindiğinde, aynı zamanda insan haklarının sadece ulusların bir sorunu olmayıp uluslararası bir sorun olduğu ve insan haklarının uluslararası ölçekte
korunması gerekliliği de anlaşılmıştır. Böylece insan hakları alanındaki
bu uluslararasılaşma, hakların uluslararası ve bölgesel ölçekte korunmasının önemini de açığa çıkarmıştır.1
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, uluslararası ve bölgesel ölçekteki bu gelişmeleri de gözönünde tutarak Sözleşmede düzenlenmemesine
rağmen, çevre hakkını dolaylı güvence mekanizmasına kavuşturmuştur.
Bunu yaparken de Sözleşmede tanınan hakların düzenlenme biçiminden
1
İnsan haklarının evrimi konusunda bkz. İbrahim Kaboğlu, Özgürlükler Hukuku, İmge
Yayınevi, 6. baskı, Ankara, 2002, s.39-48.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
55
yararlanmıştır. Çünkü Sözleşmede tanınan haklar ayrıntılı bir tanımlamayla değil de, genel bir ifadeyle düzenlendiklerinden, Sözleşmede düzenlenmeyen bazı haklar da bu hakların kapsamı içerisinde dolaylı yoldan güvencelenebilmektedir. Örneğin Sözleşmede yeralan yaşam hakkına ilişkin 2. madde düzenlemesi şöyledir: "Herkesin yaşam hakkı yasanın koruması altındadır." Böylece yaşam hakkının sınırlarını ve kapsamını belirleyen bir tanımlama verilmediği için, örneğin güvenli bir
çevrede yaşama hakkı, bu çerçevede dolaylı güvenceye kavuşturulabilmektedir. İnsan haklarının dinamik yapısı gözönüne alındığında, Sözleşmenin Mahkeme tarafından insan haklarının bu özelliğine uygun yorumlanması son derece önemlidir.
A) İNSAN HAKLARI AVRUPA MAHKEMESİNİ ÇEVRESEL HAKLARI KORUMAYA YÖNELTEN NEDENLER
Bu konuda özellikle uluslararası alandaki gelişmeler ve bu uluslararası gelişmelere koşut olarak ulusal mevzuatlarda başlayan çevre korumacılığına ilişkin düzenlemeler önemli etkenler olmuştur.
Mahkemeyi çevre hakkını güvence altına almaya iten en önemli
neden, uluslararası alanda giderek artan bildirge ve sözleşmeler ile uluslararası kamuoyunda giderek gelişen çevre koruma bilinci olmuştur2.
Özellikle 1992’de imzalanan Rio Bildirgesinin 10 numaralı ilkesi, İnsan
Hakları Avrupa Mahkemesini de etkilemiştir.3
Mahkeme verdiği kararlarda, uluslararası alanda imzalanan sözleşmelere, özellikle de 30 Ekim 2001'de yürürlüğe giren Çevresel Bilgiye Erişim, Kararların Alınmasına Katılım ve Yargıya Başvuruya ilişkin Aarhus Sözleşmesine sıkça atıf yapmaktadır. Örneğin Mahkeme
diğer birçok kararında olduğu gibi, Taşkın-Türkiye4, Okyay-Türkiye5,
Tatar-Romanya6, Grimkovskaya-Ukrayna7, Ivan Atanasov-Bulgaristan8
2
Güney Dinç, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Göre Çevre ve İnsan, Türkiye
Barolar Birliği Yayını, Ankara 2008, s. 22 vd.
3
10 numaralı ilkeye göre: “Çevre konuları, duyarlı bireylerin belli düzeydeki katılımları ile en iyi biçimde ele alınabilir. Ulusal düzeyde her birey kamu otoritelerindeki
çevreyle ilgili bilgilere (tehlikeli maddelere ve faaliyetlere ilişkin bilgiler de içinde
olmak üzere) ulaşabilecek ve karar verme sürecine katılma olanağına sahip olacaktır.
Devletler, bilgileri tüm kişilerin ulaşabilecekleri duruma getirerek kamu duyarlığını
ve katılımını kolaylaştıracak ve destekleyeceklerdir. İvedi çözüm ve yeni düzenlemelerle birlikte, adli ve idari uygulamalara etkin bir biçimde geçilmesi sağlanacaktır.
4
Taşkın and others v. Turkey, 10.11.2004 (başka kaynak verilmedikçe bütün İHAM
kararları www.echr.coe.int/judgments.htm sitesinden alınmıştır).
5
Okyay and others v. Turkey, appl. no:36220/97, 12.7.2005.
6
Tatar v. Romania, appl.no:67021/01, 27.01.2009.
7
Grimkovskaya v. Ukraine, appl. no: 38182/03, 21.7.2011.
8
Ivan Atanasov v. Bulgarie, appl. no:12853/03, 2.12.2010.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
56
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
kararlarında Aarhus Sözleşmesine atıf yapmıştır. Yine, Kozacıoğlu-Türkiye davasında9 Mahkeme, Avrupa Mimari Mirasının Korunması Sözleşmesine atıfta bulunmuştur.
Mahkeme, kamuoyunda giderek artan çevre koruma bilincinin de,
çevresel alanlarda verdiği kararlardaki etkisini sıkça vurgulamaktadır.
Örneğin Brosset Triboullet ve diğerleri-Fransa10 davasında olduğu gibi
daha birçok kararında, çevresel korumanın günümüz toplumunda giderek artan bir öneme sahip olduğunu ve çevresel korumanın kamuoyunun
ve kamu otoritelerinin süregelen ve sadık ilgisinin, savunma yönünde
tahrikine neden olduğunu belirtmiştir. Mahkeme bu noktaya daha çok
kırsal bölgelerin ve ormanların korunmasıyla ilgili davalarda işaret etmektedir11. Yıldırır-Türkiye kararında12 Mahkemeye göre İHAS’ta
çevrenin genel olarak korunmasını güvence altına alan bir madde bulunmamasına rağmen, günümüz toplumunda bu tür bir koruma büyük
önem teşkil eden bir unsurdur. Mahkeme bu dava gibi, Taşkın ve Diğerleri-Türkiye, Moreno Gomez-İspanya13, Fadeyeva-Rusya14 kararlarında da benzer konuları incelemiş ve çevrenin korunmasının önemini
vurgulamıştır. Köktepe Davasında da Mahkeme her ne kadar çevrenin
genel olarak korunmasına yönelik Sözleşmede özel bir hüküm bulunmasa da günümüz toplumunun çevrenin korunması konusundaki duyarlılığının her geçen gün daha da arttığını ifade etmiştir. Mahkeme tabiatın
ve ormanların ve daha genel olarak da çevrenin korunmasının, kamuoyunda ve dolayısıyla kamu makamları nezdinde sürekli ve desteklenen
bir ilgiyle savunulan bir değer olduğunu belirtmektedir.
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi de 27 Haziran 2003’te kabul ettiği 2003/1614 sayılı Çevre ve İnsan Hakları Öneri Kararıyla çevresel konularda üye devletlere, çevresel koruma gereksinimlerini
gözönünde bulundurarak, İHAS'ın 2., 3., 8. ve Ek 1 no'lu Protokolün 1.
maddesine uygun biçimde, kişilerin mülkiyet, özel ve ailevi yaşamının,
sağlık, yaşam ve fiziksel bütünlüğünün korunması gerekliliğini yüklemiştir. Ayrıca çevre korumanın hem bir hak hem de bir görev olarak
tanınması ve Aarhus Sözleşmesi'nde ortaya konan çevresel usuli hakların
güvenceye kavuşturulması konularında da önerilerde bulunulmuştur.
9
Kozacıoğlu v. Turkey, appl. no:2334/03, 31.07.2007 (19.02.2009 Final).
Brosset-Triboulet and others v. France, appl. no:34078, (29.3.2010 Final).
11
bkz Turgut and others v. Turkey, appl.no:1411/03, 8.7.2008, para 90, Köktepe v.
Turkey, appl.no:35785, 22.7.2008, para., 87, Şatır v. Turkey, appl.no:36192/03,
20.5.2010, para. 33.
12
Yıldırır v. Turkey, appl.no:21482/03, 5.4.2011.
13
Moreno Gomez v. Spain, appl. no:4143/02, 16.11.2004.
14
Fadeyeva v. Russia, appl. no:55723/00, 9.6.2005.
10
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
57
Parlamenterler Meclisinin Avrupa Konseyi üyesi ülkelere yönelttiği sözkonusu kararı bir anlamda da İHAM’ı Sözleşmeyi çevre hakkı ve
çevresel haklar konusunda yeniden yorumlamaya yöneltmektedir. 15
Uluslararası gelişmelerin yanı sıra ulusal ölçekte de son 30-40 yıllık dönemde önemli gelişmeler kaydedilmiştir. Bu dönemde yeni anayasa yapan ya da anayasasında değişiklik yapan tüm devletler çevre korumacılığına ilişkin bir hükmü anayasalarına koymayı ihmal etmemişlerdir. Anayasal ölçekte düzenleme getirmeyip çevreyi yasalarla koruma
yolunu seçen ülkeler de bulunmaktadır.16
İşte bütün bu gelişmeler, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesini çevresel ihlallere karşı daha duyarlı davranma yoluna itmiştir. Mahkemenin
çevresel haklarla ilgilenmesi uzunca bir süre ulusal yasalarla ve ulusal
yargı yerlerinin değerlendirmeleriyle sınırlı kalmıştır. Mahkeme, Sözleşme kapsamında bir hak olarak değil, ulusal hukukun bir hak olarak
tanıdığı ölçüde sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını incelemiştir. Böylesine sorunlu ve sınırlı bir başlangıç, zaman zaman Avrupa ölçeğinde
önemli yargısal kazanımların gerçekleşmesine yol açmıştır.17
B- SÖZLEŞMEDE DÜZENLENEN HAKLARIN SINIRLANMASI YOLUYLA GÜVENCELEME
Çevre hakkının İHAS çerçevesinde güvenceye kavuşturulmasında
iki yaklaşım biçimi gözönünde bulundurulabilir. Birincisi güvenli çevresel koşulların sağlanmasının kamu yararına ilişkin olduğunun kabul
edilmesi ve Sözleşmede yeralan diğer bazı hakların kamu yararı gerekçesiyle sınırlanarak, çevre hakkının dolaylı korunması yoluna gidilmesidir ki bu aslında kolay olan yöntemdir. Diğer dolaylı ve asıl zor olan
koruma yöntemi ise Sözleşmede yeralan hakların etkili kullanımının
sağlanması için iyi çevresel koşulların varlığının gerekliliğinden yola
çıkılarak çevresel hakların korunmasının sağlanmasıdır.18
1) Mahkeme Organlarınca Çevrenin Kamu Yararı Çerçevesinde Değerlendirilmeye Başlaması
Dolaylı korumanın 1. yoluna ilişkin ilk örnek Muriel Herrick İngiltere’ye karşı başvurusudur. Başvuru kısaca Muriel Herrick’in mülküne bitişik eski bir ambarı yıllardan beri konut olarak kullanmasına
15
Dinç, s.23-26.
Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim Kaboğlu, Çevre Hakkı, İmge Yayınevi, 3.
baskı, İstanbul 1996, s.35-42.
17
Dinç, s.28.
18
Çevreye ilişkin davaların sistematik bir sınıflaması için bkz. Nükhet Turgut, "The
European Court of Human Rights and the Right to the Environment", Ankara Law
Review, Summer 2007, Vol.4, no:1, s.1-24.
16
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
58
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
ilişkindir. Ulusal makamlar ise onun bu ambarı konut olarak kullanmaya
devam etmesinin ulusal planlama kanununa aykırı olduğunu öne sürerek,
davacının ambarı konut olarak kullanmasına izin vermemişlerdir. Bunun
üzerine İnsan Hakları Avrupa Komisyonuna başvuran davacı, Sözleşmenin 3., 8. ve Ek 1 no’lu Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiğini öne
sürmüştür. Komisyon tarafından incelenen davada en can alıcı nokta ise
Komisyonun ifadelerinde yatmaktadır. Zira Komisyon incelemesi sonucunda, Ek Protokol 1. madde anlamında sınırlı bir mülkiyet hakkının
olduğunu kabul etmiştir. Ancak Komisyona göre planlama aracılığıyla
çevrenin korunması, Ek 1 no’lu Protokolün 1. maddesinin 2. paragrafı
anlamında mülkiyetin kullanımının sınırını teşkil etmektedir. Böylece
Komisyon çevrenin korunmasını, mülkiyet hakkının sınırlama sebebi
olan kamu yararının bir parçası olarak yorumlamıştır. Zira davaya konu
olan ambar, peyzaj açısından özel bir öneme sahip olan ve Yeşil Bölge
olarak bilinen bir alanda yeralmaktadır.
Komisyon Sözleşmenin 8. maddesine aykırılık iddiasına ilişkin incelemesinde de benzer gerekçeler kullanmıştır. Komisyon, demokratik
bir toplumda gerekli olduğu sürece, başkalarının haklarının korunması
için özel ve ailevi yaşama ve konuta saygı hakkına müdahale edilebileceğini ifade etmiştir. Komisyon burada başkalarının hakkının ne olduğunu belirlerken de yaşama ilişkin değerlerin ve kırsal alan değerlerinin
korunmasına atıf yapmıştır
Burada önemli olan nokta Komisyonun, başvurucunun başvurusunu değerlendirirken çevrenin korunmasını, özellikle peyzajın korunması çerçevesinde, hem mülkiyet hakkının kamu yararı sebebiyle sınırlandırılması aracı, hem de 8. madde kapsamında başkalarının haklarının
korunması amacıyla konuta saygı hakkının sınırlandırılması aracı olarak
görmüş olmasıdır.
Bu davaya ilişkin olarak Komisyonun kullandığı kabul edilemezlik
gerekçeleri İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi çerçevesinde bir ilktir.19
2) Çevresel Davalarda Takdir Marjı Değerlendirmesi
Mahkeme çevresel gerekçelerle Sözleşmede düzenlenen hakları sınırlama yöntemini, Sözleşmeci devletlere geniş takdir marjı tanıma yoluyla kullanmaktadır. Mahkeme taraf devletlerin koşullarına dışarıdan
bakan bir konumda bulunmaktadır. Her ülkenin hukuk sistemi ve toplumsal, ahlaki, kültürel değer sistemleri farklıdır. O nedenle de Sözleşme
hükümlerinin uygulanmasında taraf devletlere bir takdir alanının bırakılması zorunludur. Ancak bu takdir alanı sınırsız değildir ve Mahkeme19
11185/84 başvuru no'lu ve 11 Mart 1985 tarihli Komisyon kararı. Komisyonkararını
aktaran: Daniel Garcia San Jose, Environmental Protection and the European
Convention on Human Rights, Council of Europe Publishing, 2005, s.9-10.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
59
nin denetimine tabidir. Ulusal takdir marjı doktrini, Sözleşmede yeralan
bütün haklara, hatta devletlerin pozitif yükümlülüklerine ilişkin olarak
uygulanmaktadır. Takdir marjı uygulamasında takdir yetkisinin alanı,
sözkonusu hakkın ve sınırlama amacının niteliğine göre dar veya geniş
olabilmektedir. Örneğin genel ahlak, sağlık, ulusal güvenlik gibi
subjektif unsurların ağır bastığı durumlarda veya mülkiyet hakkı gibi
kamu yararının sözkonusu olduğu hallerde ulusal takdir marjı Mahkeme
tarafından geniş tutulmakta, buna karşılık demokratik toplum düzeninin
gerekleri gibi belli ölçütlerin evrensel bir standart kazandığı alanlarda ise
daraltılmaktadır.20
Mahkemenin denetimi sıkı tutuğu davalarda devletlerin ulusal takdir marjı sınırlıdır. Buna karşılık bazı davalarda ise Mahkeme devletlere
geniş bir takdir marjı tanımaktadır. Bu ikinci yaklaşım çevre hakkının 1.
yoldan korunmasında çok önemlidir. Ancak bunun tam tersi, Sözleşmede tanınan bir hakkın kapsamı içerisinde koruma yönteminde, çevre
korumacılığına olumsuz etki etmektedir.
Önceleri Komisyon Raporlarında ve daha sonra da Mahkeme tarafından güvenli çevrenin kamu yararından görülmesi ve böylelikle Sözleşmede düzenlenen bazı hakların sınırlanmasında, güvenli çevre koşullarının sebep olarak kullanılması yoluna gidilmiştir. Ancak Mahkeme
takdir marjını her davada farklı değerlendirmektedir. Mahkemenin ulusal
takdir marjını geniş tuttuğu durumlarda, ulusal takdir marjı Avrupa denetim mekanizmasında yalnızca ihlal için ilgili sebeplerin varlığının kanıtlanması ile ilgilidir. Mahkemenin takdir marjını sınırlı tuttuğu alanlarda ise, ilgili nedenler, ulusal otoritelerin Sözleşmede düzenlenen haklara müdahalesini haklı göstermek için yeterli olmamaktadır. Devletin
yeterli sebepleri kanıtlaması gerekmektedir ki bu, uygulamada,
sözkonusu davada yasal amaca erişebilmek için daha az elem verici
araçların bulunmaması anlamına gelmektedir.
Özellikle çevresel gerekçelerle Sözleşmede düzenlenen hakların
sınırlanmasında Mahkeme taraf devletlere geniş bir takdir marjı tanımaktadır. Çevreyi birinci yoldan dolaylı koruma yönteminde Mahkeme,
toplumun genel çıkarı ile bireyin çıkarı arasındaki adil dengeyi araştırırken, kamu yararı ve birey tarafından öne sürülen zarar arasında sınırlı bir
inceleme yapmaktadır. İlgili sebepler, ulusal otoritelerin Sözleşmede
güvencelenen hakları ihlalinde haklılıklarını kanıtlamak için yeterli olmaktadır. Ulusal otoritelerin, yeterli sebeplerin varlığını kanıtlamalarına
gerek kalmamaktadır. Mahkeme devletlerin takdir marjı konusunda ka-
20
Feyyaz Gölcüklü/Şeref Gözübüyük, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, 9. bası, Ankara, 2011, s.146-150.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
60
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
rar verirken hakkın niteliği ve sınırlama amacının niteliğinin yanında
somut olayın koşullarını da gözönünde bulundurmaktadır.21
Örneğin Gillow-İngiltere22 davasında başvurucunun şikayeti, kendi
konutu olarak oluşturduğu yerde kendisine oturma izni verilmesine ilişkin talebinin ulusal otoritelerce reddine ilişkindir. İnsan Hakları Avrupa
Mahkemesi iki yönlü olarak olayı incelemiştir. Mahkeme, başvurucunun
ulusal yasaların Sözleşmenin 8. maddesini ihlal ettiğine ilişkin iddiasını
incelerken, ulusal konut kanununun oturma izni verilmesi konusunda
getirdiği önlemleri orantısız bulmamıştır. Ulusal yasaların konut edinmek için birtakım önlemler getirirken izlediği amaç adanın nüfusunu
dengeli bir şekilde ekonomik gelişime izin veren sınırlar içinde tutmaya
çalışmaktı. Mahkemeye göre ulusal makamlar tarafından kullanılan takdir alanının kapsamı, sadece kısıtlama amacının niteliğine değil, aynı
zamanda sözkonusu hakkın niteliğine de dayanır. Hükümete tanınan
takdir alanının kapsamı belirlenirken bu hakkın birey bakımından önemi
de dikkate alınmalıdır. Kendi konutlarında oturmak için başvurucuların
izin isteme yükümlülükleri, izlenen meşru amaçla orantısız görülemez.
Gillow davasında Mahkeme, alınan sınırlama önlemleriyle izlenen yasal
amaç arasındaki orantılılığı araştırırken, sınırlı bir inceleme yapmış ve
konut kontrol sistemindeki herhangi bir gevşetmenin etkilerini, ulusal
makamların, uluslararası bir mahkemeden daha iyi değerlendirebilecek
durumda olduğunu belirtmiştir. Mahkemeye göre, adanın ekonomik,
kültürel ve turistik menfaatlerini korumak için ulusal otoriteler tarafından adada oturma hakkına ilişkin olarak yasalarla yapılan sınırlamalar
devletin ulusal takdir marjı içerisindedir.23 Ancak Mahkeme davada ulusal yasayla getirilen oturma izni gerekliliğinin başvuruculara uygulanma
biçimini izlenen amaçla orantısız bulmuştur. Uygulamaya yönelik önlemleri değerlendirirken, davanın somut şartlarına göre değerlendirme
yapmış, bu noktada incelemesini daha derinleştirmiştir. Yani geniş takdir
marjını uygulamamıştır.
Brosset-Triboulet ve diğerleri-Fransa Davasında24 başvurucu iki
kardeş Fransız yetkililerinin, 1945 yılından beri ailelerine ait olan evin
üzerinde yeraldığı kıyı alanı üzerindeki zilyetlik haklarının devamına
21
Daniel Garcia San Jose, s.48-61. Ayrıca devletlerin takdir yetkisine ilişkin ayrıntılı
bilgi için bkz. Ali Rıza Çoban, "Strasbourg'da Herküllere İhtiyacımız Var mı? Ulusal
Takdir Yetkisi ve Evrensel Standartlar Arasında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi",
AÜHFD, YIL:2008, C.57, S.3, s.187-223.
22
Gillow v.the United Kingdom, appl.no:9063/80, 24.11.1986.
23
Zvolsky ve Zlovska Çek Cumhuriyetine karşı davasında ise Mahkeme, başvuruculara
yasayla getirilen yükümlülüğü orantısız bularak Ek Protokol 1. maddenin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
24
Brosset Triboullet v. France, appl. no.:34078/02, (29.3.2010 Final).
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
61
izin verilmemesi ve bunun sonucu olarak da evlerinin yıkılması sebebiyle Sözleşmenin mülkiyet hakkını düzenleyen Ek 1 no'lu Protokolünün
1. maddesinin ihlal edildiğini öne sürmüşlerdir.
Mahkeme olayda mülkiyet hakkının ihlal edilmediği sonucuna varırken sözkonusu alanın kamuya ait bir alan olmasından yola çıkarak,
başvurucuların kamu yararı gerekçesiyle mülklerinin yıkılacağını beklemeleri gerektiğini, üstelik de ulusal otoritelerin müdahalesinin, deniz
kıyılarının doğal durumunun korunmasıyla ilgili olan Kıyı Yasasının
kurallarını temel aldığını belirtmiştir. Bu yasa, kıyıları coğrafik bir varlık
olarak kabul etmiş ve özel bir koruma ve geliştirme politikası gerektirdiklerini belirtmiştir. Mahkemeye göre, müdahalenin amacı kamu yararının yani çevrenin ve kamu mülkünün korunmasıdır. Kıyı alanları ve
özel olarak plajların korunması, uygun planlama politikası gerektiren
alanlardır. Böylece Mahkemeye göre, müdahale meşru bir amaca hizmet
etmektedir. Bireyin yararı ile kamu yararı arasındaki denge gözetilmiştir.
Mahkeme, izlenilen amaç ile kullanılan araçlar arasındaki orantısallığı
değerlendirmede devletlere geniş bir takdir marjı tanımıştır. Üstelik
Mahkemenin sık sık yinelediği bir konu, kamu yararının ön planda olduğu bölge planlama ve çevresel koruma politikaları alanlarında devletlerin daha geniş takdir marjına sahip olduğudur.
Vergos-Yunanistan25 davasında başvurucu dini bir topluluğun üyesiydi. ve kendisine ait bir arazi üzerinde taş bir tapınak inşa etmek istiyordu. Alan planlama kurallarına göre inşaat için gerekli olan izinler
kendisine verilmeyince Avrupa Mahkemesine başvurdu ve Sözleşmenin
9. maddesinin ihlal edildiğini ileri sürdü. Bazı konularda üye devletlerin
geniş takdir marjı olduğunu belirten Mahkeme olayı dinsel özgürlükler
çerçevesinde incelemedi. Arazi kullanım planlamasına ilişkin genel
kamu yararı ile başvurucunun dini inançlarını açıklama özgürlüğü arasında adil bir denge bulunduğuna hükmetti.
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin takdir marjı değerlendirmesinde ortaya konabilecek standart ilkeler bulunmamaktadır. Çünkü Mahkeme önüne gelen her olayda davanın koşullarına göre bir değerlendirme
yapmaktadır. Ancak Sözleşmede düzenlenen bazı hakların çevresel
kamu yararı gerekçesiyle sınırlanmasındaki uygulamaları genel olarak
aynıdır ve bu alanda devletlere geniş bir takdir marjı tanımaktadır.
3) Özel ve Ailevi Yaşama ve Konuta Saygı Hakkının Sınırlanması Yoluyla Güvenceleme
Yukarıda özetlenen Gillow İngiltere’ye karşı davasında Mahkeme,
yasanın hükümleri bakımından 8. maddeye aykırılık bulunmamakla birlikte, uygulama açısından 8. maddenin ihlal edildiğine karar vermiştir.
25
Vergos v. Greece, appl.no:65501/01, 24.6.2004.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
62
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
Olaydaki somut şartları dikkate alan Mahkeme, geçici ve daimi izin taleplerinin reddi ve ayrıca izinsiz oturma nedeniyle Bay Gillow’a verilen
para cezasını 8. maddenin ihlali olarak değerlendirmiştir.
İHAM’ın çevre korumacılığını, Sözleşmede düzenlenen hakların
uygulamada sınırlanması yoluyla gerçekleştirmesine ilişkin özellikle 8.
madde kapsamında irdelediği kararlar çingenelerin yerleşimine ilişkin
olarak vermiş olduğu kararlardır. Buckley-Birleşik Krallık davasında26
başvurucu Çingene kökenli bir İngiliz vatandaşıdır ve kendisine ait bir
arazi üzerindeki bir karavanda yaşamaktadır. 1988'de başvurucunun yakınları da aynı yerde bir arazi ve bunun üzerinde iki karavanı kapsayan
geçici ve kişisel bir planlama izni edindiler. 1989 yılında başvurucu üç
karavanı kapsayan geçmişe dönük bir planlama izni için idari otoritelere
başvuruda bulundu. Bu başvurusu diğer nedenlerin yanında, peyzajın
kalitesini azaltacağı ve kırsal bölge özelliklerini bozacağı gerekçesiyle
reddedildi. Çünkü yerel gelişim planının amacı kırsal bölgeyi korumaktı.
Bir grup çingenenin Birleşik Krallığa karşı açtığı Coster-Birleşik
Krallık davasında Mahkeme, ulusal otoritelerin gerekçelerini yerinde
bularak, kendi arazilerine karavan istasyonu kurulmasına ilişkin planlama izni vermeyi uygun bulmamış, bunu yaparken de çevrenin korunmasına ilişkin olarak başkalarının haklarını gözönünde bulundurmuştur.
Böylece Mahkeme 8. maddenin 2. fıkrasındaki sınırlama sebeplerine
dayanarak 8. maddenin ihlal edilmediği sonucuna varmıştır.27
Mahkeme bu davalarda alan planlama konusunda en iyi politikanın
ne olduğu ya da planlama davalarında en elverişli bireysel önlemin ne
olduğu konusundaki görüşünü ortaya koymaktan kaçınmaktadır. Mahkemeye göre, ulusal otoriteler, kural olarak yerel ihtiyaçları ve koşulları
değerlendirmek konusunda uluslararası bir mahkemeden daha elverişli
durumdadır.
Mahkeme Coster kararında da planlama konularının karmaşıklığı
nedeniyle İngiliz Hükümetine geniş bir takdir marjı tanınmıştır. 8.
madde altında anılan başvurucuların tehlikede olan karavanlarını yerleştirme haklarını çevresel alanları içeren bir bölgede kullanmak istedikleri
ifade edilmiştir.
26
27
Buckley v. The United Kingdom, appl.no: 20348/92, 25.9.1996.
Bu kararlardan bazıları aynı zamanda mülkiyet hakkının ihlal edilip edilmediği
çerçevesinde de incelenmiştir. Coster v. The United Kingdom, appl.no:24876/94,
18.1.2001. Bu konuda ayrıca bkz. Jane Smith v. The United Kingdom,
appl.no:25154/94, 18.1.2001, Chapman v. The United Kingdom, appl.no:27238/95,
18.1.2001, Beard v. The United Kingdom, appl.no: 24882/94, 18.1.2001, Lee v. The
United Kingdom, appl.no:25289/94, 18.1.2001.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
63
4) Mülkiyet Hakkının Sınırlanması Yoluyla Güvenceleme
Mahkeme Sözleşmede düzenlenen hakları sınırlama yoluyla çevre
hakkını güvenceleme mekanizmasını daha çok Ek 1 no’lu Protokolün 1.
maddesine yönelik olarak gerçekleştirmektedir. Özellikle alan ve çevre
planlama, kültürel ve tarihi değerler ve doğal değerleri koruma konusunda Mahkeme, devletlere geniş takdir marjı tanımaktadır.
Fredin-İsveç davasında28 Mahkeme, Bay Fredin’e ait olan bir
arazideki madenin işletilmesine, doğanın korunmasındaki yarar gerekçesiyle son verilmesine ilişkin ulusal otoritenin kararını Ek Protokol 1.1
anlamında mülkiyet hakkına aykırı bulmamıştır. Mahkeme bugün çevre
korumacılığının giderek artan önemine dikkat çekmiştir.
Pine Valley Şirketi ve diğerlerinin İrlandaya karşı açtığı davada
da29 Mahkeme planlama izninin iptalini mülkiyet hakkına aykırı bulmamıştır. Mahkeme bu kararında çevre değerlerinin(ki burada yeşil bölgenin korunması için tarımın daha fazla geliştirilmesidir) Sözleşmede
yeralan mülkiyet hakkının sınırlanmasında haklı sebep oluşturduğunu
kabul etmiştir.
Hakansson ve Sturesson İsveç’e karşı davasında da30 Mahkeme
çevresel gereklilikleri mülkiyet hakkının kamu yararı amacıyla sınırlanmasında gerekçe olarak kullanmıştır. Sözkonusu dava, 1979’da davacı
tarafından ihale yoluyla alınan bir tarım arazisine ilişkindir. Ulusal mevzuata göre başvurucu bu araziyi elinde tutmak için Tarım Bakanlığından
izin almak zorundadır. Ancak davacının bu mülke yönelik başvuruları
Tarım Bakanlığı tarafından reddedilmiştir. Başvurucular İHAM önünde,
gerekli izin belgesinin kendine verilmeyişinin ve ilgili arazinin 1985’te
ihaleyle tekrar satışının mülkiyet haklarını ihlal ettiğini öne sürmüşlerdir. İHAM, bu davadaki müdahalenin amacının tarımın verimliliğini
yükseltmek olduğu sonucuna varmıştır. Mahkemeye göre, 1. maddenin
sınırlanmasındaki kamu yararı sebebi, mülkiyetin bir şahıstan diğerine
zorunlu geçişine kadar genişleyebilir.
N.A. ve diğerleri-Türkiye davasında31 başvuranlar kendilerine miras kalan gayrimenkul üzerinde otel inşa etmek için turizm yatırım sertifikası almışlardır. Ancak başvuranlar otel inşaatına başladıktan sonra
ulusal bir mahkeme önünde tapu senedinin iptali ve otelin yıkılması için
dava açılmıştır. Otelin yapıldığı parselin deniz kıyısında olması nedeniyle ulusal mahkeme tarafından gayrimenkulun tapu sicil kaydı iptal
edilmiş ve inşa edilen otelin yıkılmasına karar verilmiştir. Başvurucular,
28
Fredin v. Sweden, appl.no: 12033, 18.2.1991.
Pine Valley Developments Ltd. and others v. Ireland, appl no:12742/87, 29.11.1991.
30
Hakansson and Sturesson v. Sweden, appl. no:11855/85, 21.2.1990.
31
N.A. and others v. Turkey, appl. no.:37451/97, 11.10.2005.
29
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
64
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
inşaat halindeki otelin yıkılmasından ve tapu sicil kaydının silinmesinden dolayı uğradıkları zararın tazmin edilmediğini öne sürerek mülkiyet
haklarının ihlal edildiğini iddia etmişlerdir. İHAM’a göre, ihtilaflı arsanın deniz kıyısında olduğu ve herkese açık kamusal alan olan sahilde
bulunduğuna ilişkin herhangi bir ihtilaf bulunmamaktadır. Bu nedenle
bu mülkiyetten yoksun bırakma meşru bir amaç gütmektedir. İHAM
olayda adil dengenin korunup korunmadığı ve başvuranlara orantılı bir
yükümlülük getirilip getirilmediğini araştırmış ve malın değeriyle ilintili
olarak makul bir miktarı ödemeden mülkiyet hakkından mahrum bırakılmanın aşırı bir ihlal olacağını ve hiçbir kamulaştırmanın bulunmayışının ne Ek 1 no’lu Protokolün 1. maddesi anlamında, ne de özel koşullarda haklı gösterilemeyeceğini belirtmiştir. Bu davada başvurucular, ne
mallarının Hazine Müsteşarlığına nakli nedeniyle, ne de otellerinin yıkılması nedeniyle hiçbir tazminat elde edememişlerdir. Ayrıca hükümet
de hiçbir tazminatın ödenmemesini haklı gösterecek özel bir durumu
ileri sürmemiştir. Böylece Mahkeme mülkiyetin korunması ile kamu
yararının gereklilikleri arasında bulunması gereken adil dengenin başvurucular aleyhine bozulduğuna karar vermiştir.32
32
Mülkiyetin Hazineye geçişine ilişkin Yıldırır-Türkiye kararında 1976’da alınan inşaat ruhsatına dayanarak Ankara’da inşa edilen bir evin inşası 1978’de tamamlanmıştır. Sözkonusu emlak daha sonra 1996’da başvuran tarafından satın alınmıştır ve
kendisine mülkün sahibi olduğunu kanıtlayan bir tapu belgesi verilmiştir. 1998’de
ilgili idari otorite başvurucuya, gerekli inşaat ruhsatı olmadan tamamlanmış olması
nedeniyle arazisi üzerindeki yapının yıkılması gerektiğini, ayrıca mülkün içme suyu
kaynağı çevresindeki 300 metrelik alan sınırlarına dahil olan mutlak korumalı bölgede inşa edildiğini bildirmiştir. Ulusal mevzuat uyarınca içme suyu kaynağı ve havzası çevresindeki 300 metrelik alan sınırlarında bina inşa etmek yasaktır. Bunun üzerine ulusal yargı sürecinin ardından sözkonusu bina mahkeme kararıyla yıkılmıştır.
Bunun akabinde başvurucu, ulusal makamların tazminat ödemeksizin evini yıkmalarının hem ulusal mevzuata, hem de İHAS’da düzenlenen mülkiyet hakkına aykırı olduğunu öne sürmüştür. Hükümet savunmasında sözkonusu yıkımın mülkiyet hakkına
müdahale teşkil ettiğini kabul etmiş, ancak sözkonusu müdahalenin amacının, yerleşim alanlarının ve kırsal bölgelerin düzenli olarak gelişmesini güvence altına almak
üzere çevreyi ve kamu sağlığını korumak ve inşaat mevzuatına uyulmasını sağlamak
olduğunu belirtmiştir. Mahkeme, sözkonusu mahrum bırakmanın dava koşulları altında haklı olup olmadığını değerlendirirken çevresel korumaya atıf yapmıştır.
Son olarak çözüme kavuşturulması gereken konu, sözkonusu müdahalenin
başvuranın ve genel olarak toplumun çıkarları arasında adil bir denge kurup
kurmadığıdır. Mahkeme bu konuda, makul surette orantılı bir tazminat ödenmeksizin
mülkten mahrum bırakmanın, normal şartlarda orantısız bir müdahale teşkil
edeceğine ve tazminat ödenmemesinin, yalnızca istisnai koşullar altında Ek 1 no’lu
protokolün 1.1 maddesi bağlamında haklı görülebileceğine karar vermiştir.
Böylece sözkonusu davada, başvurucunun evini kaybetmesine karşılık tazminat
almasını sağlayacak bir iç hukuk yolunun olmaması, mülkiyet hakkından tam olarak
yararlanmasını engellemiştir. İç hukukta Devletin tapu kayıtlarından kaynaklanan
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
65
Köktepe-Türkiye kararında başvurucuya ait arazi, ulusal makamlar
tarafından ormanlık alan içinde yeraldığı gerekçesiyle tapu senedi iptal
edilerek hazine adına tescil edilmiştir. Bunun üzerine İHAM'a başvuran
bay Köktepe mülkiyet hakkının ve adil yargılanma hakkının ihlal edildiğini iddia etmiştir. Mahkeme olayda geçerli bir tapu senedine sahip olan
ve sözkonusu araziyi orman arazisi olduğunu bilmeden iyiniyetle alan
başvuranın mülkiyet hakkını tanımakla birlikte, ormanların korunması
amacıyla hakka yapılan müdahaleyi kamu yararı kapsamında görmüştür.
Çevrenin korunmasına ilişkin mülahazalar sözkonusu olduğunda, bilhassa da devlet konuyla ilgili olarak bir yasal düzenlemeye gitmişse,
ekonomik zorunluluklar ve hatta mülkiyet hakkı gibi bazı temel haklar
öncelik arz etmemelidirler. Kararda Mahkeme çevresel gereklerin kamu
yararı gerekçesinin önemli bir parçasını oluşturduğunu kabul etmekle
birlikte, Bay Köktepe’ye mülkünden yoksun bırakılması karşılığı tazminat ödenmemesini mülkiyet hakkının ihlali olarak değerlendirmiştir.
Mahkeme Turgut ve diğerleri-Türkiye davası ile Şatır-Türkiye davasında
da ormanların korunması amacıyla hakka yapılan müdahaleyi kamu yararı çerçevesinde değerlendirmekle birlikte, aynı gerekçelerle mülkiyet
hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır.33
herhangi bir zarardan sorumlu olduğunun öngörülmesine rağmen, sözkonusu mahrum bırakma karşılığı tazminat ödenmemesini haklı gösteren istisnai koşullar bulunmamaktadır. Mahkeme, başvurucuya tazminat ödenmemesinin, mülkiyetin korunması ve kamu yararının gerekleri arasında kurulması gereken adil dengenin başvurucunun zararına olacak şekilde bozulmasına yol açtığı sonucuna varmıştır. (Yıldırır v.
Turkey, appl.no:21482/03, 24.11.2009 final 5.4.2011).
Brosset-Triboulet ve diğerleri-Fransa Davasında ise Mahkeme, deniz kıyılarının
doğal durumunun korunmasını kamu yararı gerekçesi içerisinde değerlendirmiştir.
Depalle-Fransa davasında da Mahkeme, deniz kıyısında meskeni bulunan Bay
Depalle'in evinin yıkılmasının, kamu mülkünün ve kıyıların korunmasını üstün amaç
olarak kabul ederek mülkiyet hakkını ihlal etmediği sonucuna varmıştır.(Depalle v.
France, appl. no:34044/02, 29.3.2010).
33
Papastavrou ve diğerleri Yunanistana karşı davasında da, devletle başvuran arasında
çok uzun süredir çekişmeli olan bir parsele ilişkin olarak, 1934 yılında Tarım Bakanlığı anlaşmazlık konusu parseli de içeren geniş bir alanı ağaçlandırmaya karar vermişti. Başvurucular 10 Ekim 1994’te Atina Valiliğinin sözkonusu alanın ağaçlandırılmasına ilişkin kararına karşı yargısal başvuruda bulunmuşlardır. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi önüne gelen davada, ormanların korunmasının herhangi bir süre sınırlaması olmaksızın güvencelendiğini ve ormanların korunmasına illegal imha ve
bozma yoluyla engel olunamayacağına ilişkin gerekçeler kabul edilmekle birlikte
başvurucular, valinin ormanlaştırma kararının kamu yararı gerekçesine dayandığı argümanına itiraz etmişlerdir. Çünkü başvuruculara göre arazinin coğrafyası ormanlaştırmaya elverişli değildir. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi sözkonusu davada kamu
yararı ile bireylerin haklarının korunması gerekliliği arasında denge kurmakta zorlanmıştır. Mahkemeye göre, valiliğin kararı sadece Tarım Bakanının 1934 tarihli kararına dayandığı için idari otoriteler, başvurucuların ve daha birçok kişinin mülkiyet
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
66
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
Kozacıoğlu-Türkiye davasında ise başvurucu mimari özellikleri
nedeniyle kültür varlığı olarak tescil edilen bir yapının sahibidir ve
mülkü, kültürel özelliklerinin mülke kattığı değer gözönüne alınmadan
fiyatlandırılarak kamulaştırılmıştır. Bunun üzerine başvurucu mülkiyet
hakkının ihlal edildiği iddiasıyla İHAM'a başvurmuştur. Mahkeme
olayda değerinin çok altında kamulaştırma yapıldığı için mülkiyet hakkının ihlal edildiğine karar vermekle birlikte, çevresel değerlerin önemine vurgu yapmış ve tarihi ve kültürel mirasın korunması amacının
mülkiyet hakkının sınırlanmasında kamu yararı meşru amacının bir parçasını oluşturduğunu ifade etmiştir. Mahkemeye göre: "İHAM, bu bağlamda, kültürel mirasın korunması ve gerektiğinde sürdürülebilir kullanımındaki amacın, belirli bir yaşam kalitesinin sürdürülebilmesine ek
olarak, bir bölgenin ve o bölgenin sakinlerinin tarihi, kültürel ve sanatsal
köklerinin de korunmasını ihtiva ettiğine işaret eder. O halde, bunlar
korunmaları ve teşvik edilmeleri yetkili makamlara düşen, elzem değerlerdir. Bu bağlamda, İHAM, özellikle mimari mirasa ilişkin olmak üzere
somut önlemler ortaya koyan Avrupa Mimari Mirasın Korunması Sözleşmesi'ne atıfta bulunur"34 Büyük Daire de kararı onamıştır.
Posti ve Rahko-Finlandiya davasında35 başvurucular bir sahil
bölgesinde, devletle yaptıkları bir kira sözleşmesine dayanarak balıkçılık
yapıyorlardı. Tarım ve Ormancılık Bakanlığı tarafından alınan bir kararla, belli ekipmanlarla belli zamanlarda ve başvurucuların işletmesini
de kapsayan bazı bölgelerde alabalık avlanması yasaklandı. Başvurucular, devlet tarafından konan balıkçılık sınırlamalarının belli sahil sularında balıkçılık yapma haklarını da kapsayan mülkiyet haklarını ihlal
ettiğini iddia ettiler. Başvurucular ayrıca açık denizde çalışan balıkçılara
kıyasla ayrımcılığa uğradıklarını iddia ettiler.
Mahkeme, başvurucuların mülkiyet haklarına yapılan müdahaleyi
haklı buldu. Çünkü müdahale yasaldı, balık stoklarının korunmasına
ilişkin kamu yararına yönelikti ki kullanılan araçlar izlenen bu amaçla
orantılıydı. Mahkeme bu nedenlerle Sözleşmeye Ek 1 no'lu Protokolün
1. maddesi anlamında bir ihlal bulmadı.
Böylece Mahkeme mülkiyet hakkının ihlali kapsamında incelediği
çevresel davalarda, kıyıların korunması, tarihi ve kültürel değerlerin korunması, ormanların korunması ve endemik türlerin korunmasına ilişkin
olarak çevre hukukunun çeşitli boyutlarını koruma altına almaktadır.
haklarını etkileyecek böyle bir kararda sözkonusu alan hakkında yeniden değerlendirme yapmaksızın karar verdikleri için yanılmış olacaklarını ifade etmiş ve 1 no’lu
protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.(Papastavrou and others
v. Greece, appl.no:46372/99, 10.4.2003).
34
Kozacıoğlu v. Turkey, 31.7.2007, para. 54.
35
Posti and Rahko v. Finland, appl. no.:27824/95, 24.9.2002.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
67
5) Çevre Ceza Hukukuna İHAM Bakışı: Mangouras-İspanya
Kararı
Bu karar çevreye karşı suçlarla ilgili olarak verilmiş ilk karar olması nedeniyle önemlidir. İlk defa Sözleşmenin 5. maddesinin uygulanması yoluyla çevre hakkına dolaylı koruma sağlanmış olması açısından
da anlamlıdır.36
Kasım 2002’de 70.000 ton fuel oil taşıyan ve İspanya münhasır
ekonomik bölgesinde seyreden Bahama bayraklı bir geminin tankerlerinin içindeki fuel oil Atlantik Okyanusuna dökülmüştü. Gemi batma tehlikesiyle karşı karşıya olduğundan, liman otoriteleri mürettebatı kurtarmak için geniş çaplı bir operasyon başlattılar ve gemi kıyıya yanaştırıldı.
Aynı zamanda geminin kaptanı olan başvurucu tutuklandı. Geminin dökülen yükü, aylarca süren ve Fransız sahiline kadar uzanan bir ekolojik
felakete yol açtı. Bunun flora ve fauna üzerinde olumsuz etkileri bulunuyordu. Başvurucu öncelikle serbest bırakılmasına ilişkin İspanyol makamlarının belirlediği kefalet miktarının belirlenirken kişisel durumunun
gözönünde bulundurulmadığını ve orantısız olduğunu iddia etti. Böylece
Sözleşmenin 5/3. maddesinin ihlal edildiğini öne sürdü.
Mahkeme kararlarında genel olarak kefaletin miktarının kişinin
malvarlığına göre belirleneceğini ifade etmektedir. Başka bir deyişle,
güvencenin miktarı, kefaletin kaybı olasılığında, kaçma niyetini ortadan
kaldıracak yeterli caydırıcılığa sahip olmalıdır. Sözleşmenin 5. maddesinde güvencelenen özgürlük hakkı, ulusal otoritelerin sanıkların tutukluluğunun devam edip etmeyeceğine karar verirken, elverişli kefaleti
belirlemede dikkatli davranmasını gerektirmektedir. Sözkonusu davada,
başvurucu 63 gün özgürlüğünden alıkonulmuş, akabinde istenen kefalet
miktarını bir bankaya güvence olarak yatırdıktan sonra salıverilmiştir.
Mahkeme burada kefaletin miktarını yüksek bulmakla birlikte 5. maddenin ihlal edilmediği sonucuna varırken üç temel noktaya dayanmıştır.
Birincisi Mahkeme bu konuda ulusal hukuka atıf yapmış ve İspanyol
Ceza Usul Yasasının, kefaleti belirlemede gözönünde bulundurduğu
unsurlara işaret etmiştir. Bu unsurlar: suçun niteliği, verilecek ceza ve
korunan meşru menfaat; sanığın sosyal durumu ve eski mahkumiyetleri;
sanığın yargıdan kaçmaya kalkışabilmesine ilişkin diğer koşullardır.
Sözkonusu olayda ulusal mahkeme özellikle suçun ciddiyeti, sebep olunan kamuoyu tepkisi ve başvurucunun kişisel koşullarını gözönünde
bulundurmuştur.
İkinci olarak Avrupa Mahkemesi Avrupa ölçeğinde ve uluslararası
ölçekte çevreye karşı suçlar hakkında giderek büyüyen ve haklı bir endişeyi de gözardı edemeyeceğini ifade etmiştir. Deniz kirliliğinin önlen36
Mangouras v. Spain, appl.no:12050/04, 8.1.2009 (28.9.2010 Final).
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
68
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
mesine ilişkin devletlerin yetkileri ve sorumlulukları ve devletlerin, Avrupa ve uluslararası organizasyonların bu sorumlulukları tanıma yönündeki ortak iradeleri onların yargılama ve yaptırım gücünü ortaya çıkarmaktadır. Üstelik, deniz hukuku ve özel olarak deniz çevresine karşı
suçlara özgü sorumluluklar, yani suçun özel niteliği, 5. maddeyle ilgili
diğer davalardan farklı olarak yargılama öncesi tutukluluk süresinin
uzunluğunun araştırılması fırsatına sahiptir. Yani doğal felaketin ciddiliği durumunda yerel mahkemenin, kimin sorumlu olduğunu belirlemek
kaygısını ve bunun için de sanığın duruşmada hazır bulunmasını sağlamak için yüksek bir kefalete karar vermesini haklı bulmuştur. Mahkemenin çevreye karşı suçlarda tutukluluk süresinin uzunluğu ve kefalet
miktarının yüksekliğine ilişkin kararı bir ilktir. Üstelik Mahkeme diğer
davalarla karşılaştırıldığında (bu davalar çevreye karşı suçlarla ilgili olmamalarına rağmen) başvurucunun özgürlüğünden alıkonma süresini
daha kısa bulmuştur.
Böylece Mahkeme, ulusal mahkemenin karar verdiği kefalet miktarını yüksek bulmakla birlikte, korunan meşru menfaat, suçun ciddiyeti,
çevresel ve ekonomik açıdan felaket getiren sonuçları gözönünde bulundurulduğunda orantılı bulmuş ve Sözleşmenin 5/3. maddesinin ihlal
edilmediği sonucuna varmıştır. Karar Büyük Daire tarafından da onanmıştır. Böylece bu karar 5. maddede düzenlenen özgürlük hakkının,
çevre koruma sebebiyle sınırlanmasına bir örnek teşkil etmektedir.
C) SÖZLEŞMEDE DÜZENLENEN HAKLARIN KORUMA
ALANININ GENİŞLETİLMESİ YOLUYLA GÜVENCELEME
Mahkeme geliştirdiği içtihatlarla çevre hakkını Sözleşmede
yeralan diğer haklardan yola çıkarak da güvence altına almaktadır. Bu
tür güvenceleme mekanizmasında başvurulan gerekçe, Sözleşmede düzenlenen hakların korunmasına yönelik olarak, devletin pozitif yükümlülüklerini yerine getirmemiş olmasıdır. Dolayısıyla Mahkemebu tür
davalarda takdir marjı değerlendirmesini daha çok devletlerin pozitif
yükümlülüklerine ilişkin olarak yapmaktadır.
Bu dolaylı güvenceleme mekanizmasına ilişkin süreç, Arrondelle
davasıyla başlamıştır. Komisyon havaalanının yakınında yaşayan başvurucuların uçakların yarattığı gürültü kirliliğinin mülkiyet ve özel ve ailevi yaşama ve konuta saygı haklarını ihlal ettiğine ilişkin başvurusunu
kabul edilebilir bulmuştur.37
Mahkeme kararlarında çevre, daha çok 8. maddedeki özel ve ailevi
yaşama saygı hakkı çerçevesinde, 2. madde kapsamında yaşam hakkı
çerçevesinde, Ek 1 no’lu Protokolün 1. maddesindeki mülkiyet hakkı
çerçevesinde korunmaktadır. Mahkeme bazen da 3. maddedeki işkence
37
Komisyon kararı konusunda bkz. Dinç, s. 201-205.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
69
yasağıyla bağlantılı inceleme yapmaktadır. Mahkeme çevresel değerleri
daha çok bu haklarla ilintili bulmaktadır.
1) Takdir Marjı Değerlendirmesindeki Farklılık
Mahkemenin, çevre kirliliğinin Sözleşmede düzenlenen bazı hakları ihlal edip etmediği konusunda karar verdiği ilk davalar, Powell ve
Rayner-İngiltere38 ve Lopez Ostra- İspanya39 davalarıdır. İngiltere’ye
karşı Powell ve Rayner'ın açtığı davada başvurucular Heatrow Havaalanının işletilmesinden dolayı maruz kaldıkları gürültünün Sözleşmenin
6.1, 8 ve 13. maddelerini ve 1 no’lu ek protokolün 1. maddesini ihlal
ettiğini öne sürmüşlerdir. Başvuruculara göre Heathrow Havaalanının
yarattığı gürültü 8. madde anlamında özel yaşam hakkını etkilemektedir.
Ancak Mahkeme bu davada, büyük bir uluslararası havaalanının varlığının ülkenin ekonomik refahı için gerekli olduğu kanısına varmıştır. Dolayısıyla bu davada Mahkeme ekonomik çıkarlarla ihlal edilen çevresel
değerler arasında karşılaştırma yaparak bir tercihte bulunmuştur.
Lopez Ostra kararında ise Mahkeme önceki davanın tam tersine
kentin ekonomik refahı ile başvuranların haklarının etkili bir şekilde
korunması arasında adil bir denge bulunmadığına hükmederek, bu sefer
konut dokunulmazlığı hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Lopez
Ostra davasında başvurucu, Lorca'da kurulan tabakhanelere ait arıtma
istasyonunun yakınında yaşamaktaydı. Bu arıtma tesislerinden yayılan
gaz ve pis koku Lorca'da yaşayanlarda çeşitli sağlık sorunlarına yol açıyordu. Bunun üzerine başvurucu, özel ve ailevi yaşamının olanaksız
kılındığı ve 3. madde anlamında aşağılayıcı muameleye maruz kaldığı
gerekçesiyle Mahkemeye başvurmuştur.
Lopez Ostra Davasında Mahkeme çevresel değerlerle 8. maddede
koruma altına alınan hakların ilgisini şu şekilde ifade etmiştir: “çevresel
kirlilik, sağlıklarını ciddi bir şekilde tehlikeye atmamakla birlikte, özel
ve ailevi yaşamlarını elverişsiz bir şekilde etkileyerek refahlarını ve evlerinden yararlanmalarını etkileyebilmektedir.”40
Böylece Mahkeme Lopez Ostra kararıyla çevre hakkını ilk kez
Sözleşmede düzenlenen bir hak kapsamında güvence altına alırken, öte
yandan da çevresel davalara örnek teşkil edecek bazı yorumlar ortaya
koymuştur. Çevresel davalarda 8. maddenin koruma kapsamını genişletmiştir.
Yukarıda incelenen kararlarında olduğu gibi, Mahkemenin incelediği çevresel davalarda takdir marjının boyutu esasen çevresel ihlalden
38
Powell and Rayner v. the United Kingdom, appl. no.:9310/81, 21.2.1990.
Lopez Ostra v. Spain, appl. no.:16798/90, 9.12.1994.
40
Case of Lopez Ostra, para.51.
39
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
70
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
etkilenen hakkın niteliğine, başvurucu için önemine ve somut davanın
şartlarına bağlıdır. İlk iki davada Mahkeme, çevresel kirliliğin müdahale
ettiği hakkın niteliğinin ve onun birey için öneminin farklı olduğuna
karar vermiştir. Böylece Powell ve Rayner kararında “refah”, Lopez
Ostra kararında “sağlık” boyutları gözönünde bulundurulmuştur.
Bu unsurların önemine göre, ihlalin haklılığını kanıtlamak için
yalnızca ülkenin ekonomik refahı gibi ilgili sebepler yeterli olmayabilir,
daha kesin ve haklı sebeplerin yani yeterli sebeplerin varlığı gerekebilir.
Bu kararları izleyen davalar da bu durumu doğrulamaktadır.
Guerra ve diğerleri-İtalya davasında41, başvurucular, yetkili otoritelerden
bilgi talebinde bulunmuşlardı. Bununla birlikte, başvurucular tarafından
katlanılan endişe, evlerinin değerinin düşmesine ilişkin değildi. Kimyasal fabrikada bir kaza olması durumunda bu bölgede yaşamaya devam
etmeleri halinde sağlıkları ve hayatları tehlikede olacağı için yapılabilecek en iyi şeyin ne olduğu konusunda bilgilendirilmemiş olmalarıydı.
İşte hakkın birey için önemi nedeniyle Mahkeme olayda takdir marjını
sınırlı tutmuştur. Mahkemeye göre, ulusal otoriteler sözkonusu davada
gerekli bilgiyi sağlamamış ve adil dengeyi gözetmemişlerdir.
Hatton ve Diğerleri-İngiltere kararında42, Heathrow Havaalanının
yakınında ikamet eden başvurucular, 1993’teki değişiklikten sonra
uçakların havaalanını geceleri de kullanmalarından kaynaklanan gürültü
artışından şikayet etmektedirler. Gürültü veya çevre kirliliğiyle ilgili
önceki davalarda olduğu gibi, başvurucunun şikayeti Sözleşmenin 8.1.
maddesindeki haklarını güvencelemek için devlet tarafından uygun ve
elverişli önlemlerin alınmasına ilişkin pozitif yükümlülükleri çerçevesinde incelenmiştir.
Mahkeme bu davada da devletin Sözleşmeyle uyumu sağlamak
için atılacak adımları belirlemek konusunda belli bir takdir marjına sahip
olduğunu tekrarlamış ancak bu adımların orantılı olması gereğini vurgulamıştır. Daire bu davada genel bir kural olarak şunu ifade etmiştir:
“Özellikle hassas bir alan olan çevrenin korunmasında, yalnızca
ülkenin ekonomik refahına gönderme yapmak, diğerlerinin haklarının
daha ağır basması için yeterli değildir.”43
Bu davada, İngiltere’ye karşı açılan gürültü sorunu ile ilgili benzer
önceki davalara göre başvurucular ve diğerlerinin durumu arasında belirgin bir farklılık bulunmaktadır. Dairenin ifadesine göre, bu davadaki
başvurucular özellikle gece gürültüsünden şikayet etmektedirler, oysa
41
Bu dava hakkında aşağıda ayrıntılı bilgi verilecektir. Guerra and others v. Italy,
appl.no:14967/89, 19.2.1998.
42
Hatton and others v. The United Kingdom, appl. no:36022/97, 2.10.2001.
43
Hatton and others v. the United Kingdom, 2.10.2001, para. 97.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
71
önceki davalarda başvurucular genel olarak uçak gürültüsünden şikayet
etmekteydiler. Dairenin kararına göre Hükümet, konut dokunulmazlığının ve ev ve ailevi yaşama saygı hakkının etkili korunması ile Birleşik
Krallığın ekonomik refahı arasında adil dengeyi gözetememiştir.
Hatton davasında İngiliz otoriteleri geniş takdir marjının
güvencelenmesine ilişkin iddialar öne sürmüşlerdir. İngiliz Devletinin
dayandığı argüman, ülkenin ekonomik refahın sağlanmasının müdahalenin yasal amacı olduğudur. İngiliz Hükümeti, yetkisi dahilinde her şeyi
yaptığına ilişkin olarak, yapılan müdahalenin sadece ilgili değil, aynı
zamanda yeterli olduğunu da iddia etmiştir. Hatton ve diğerleri davasında çevresel ihlallerde, Dairenin işaret ettiği bir nokta, adil denge sorununun yalnızca özel ve ailevi yaşama saygı hakkıyla değil, aynı zamanda ve özellikle sağlık hakkıyla ilgili olarak da gözönünde bulundurulması gerektiğidir. Daire kararına göre, tehlikede olan hak yalnızca
başvurucunun konutuna saygı hakkı değildi, aynı zamanda 8. madde
altında düzenlenen özel yaşamın ayrılmaz bir parçası olan gece uyuma
ve dinlenme hakkıydı.
Ancak Büyük Daire, Daire kararının aksine, uyku bozukluğunu,
özel yaşam hakkının kapsamı içine dahil etmemiştir. Yine Büyük Daire,
kararında, uçakların devlete ait olmaması nedeniyle devletin bu gürültüyü önlemek konusunda pozitif sorumluluğunun olmadığını belirtmiştir.
Büyük Daire aynı zamanda bu kararıyla devletin pozitif yükümlülük
alanını daraltmış olmaktadır.44
44
Hatton and others v. The United Kingdom, appl. no: 36022/97, 8.7.2003(Final). Bu
karardaki tutumunun aksine Mahkeme Tatar-Romanya kararında devletin özel sektörün çevresel ihlallerine ilişkin de sorumluluğu olduğunu yinelemiştir. Olayda özetle
Romanya’da 2000 yılında yaşanan ve çevreye ağır metallerin yayılmasına yol açan
bir çevre felaketi nedeniyle astım hastası olan başvuranlar, Devletin 8. maddeden doğan yükümüne aykırı davrandığı iddiası ile dava açmışlardır. Mahkeme başvuranların
astımı ile çevre felaketi arasındaki bağlantının ispatlanmadığına, fakat çevre felaketinin insan sağlığı için tehdit oluşturmasının 8. maddenin ihlali için yeterli olduğuna,
her ne kadar Romanya’nın Çevre Koruma Kanunu olsa da bu kanunun uluslararası
normlara uygun olmadığı için çevre felaketini önleyemediğine ve bu nedenle Devlet’in 8. maddenin ihlalinden sorumlu olduğuna hükmetmiştir. Mahkemeye göre,
"Başvuranların 8. maddenin 1. fıkrasından doğan haklarını korumak için bütün makul
ve uygun tedbirleri alma pozitif yükümlülüğü, Devletler bakımından herşeyden önce
çevreye ve insan sağlığına verilen zararları etkili şekilde önlemek için idari ve yasal
bir çerçeve oluşturmak öncelikli yükümlülüğünü ifade eder." (Tatar v. Romania,
appl.no:67021/01, 27.1.2009, para 88.). "Buna göre 8. madde, kirlenmeye gerek doğrudan Devlet sebep olmuş olsun, gerekse kirlenme özel sektöre yönelik bir düzenlemenin eksikliğinden kaynaklansın, çevre ile ilgili konularda da uygulanabilir. Eğer 8.
maddenin temel amacı bireyi kamu erklerinin keyfi müdahalelerinden korumak ise
devlete bu müdahalelerde bulunmaktan kaçınmak yükümünü yüklemekle yetinileJournal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
72
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
Giacomelli kararında45, bir İtalyan vatandaşı olan Bay Giacomelli,
büyük bir endüstri merkezi, aynı zamanda da turizm açısından da önemli
bir bölgenin yakınında yaşamaktadır. Sözkonusu bölge, tehlikeli ve tehlikesiz atıkların biriktirildiği ve işlendiği çöp merkezinin yakınında bulunmaktadır. Sözkonusu çöp merkezini işletmek üzere bir şirkete ruhsat
verilmiştir. Başvurucu sözkonusu ruhsatın iptali için defalarca yargıya
başvurmuştur. Bu arada çöplük işletmesiyle ilgili olarak yapılan teknik
değerlendirmelerde tesisin faaliyetine devam etmesinin o çevrede yaşayanların sağlığını tehlikeye sokacağı sonucuna ulaşılmıştır. Ulusal otoriteler, başvurucunun yargısal başvurusunun sonuna kadar ailesini geçici
olarak başka bir yere yerleştirmiştir. Başvurucu, işletmenin neden olduğu gürültünün ve yaydığı zararlı salınımların, çevre açısından aşırı bir
rahatsızlık yarattığı ve kendi sağlığı ve konutu açısından da sürekli bir
tehdit oluşturduğunu öne sürerek Sözleşmenin 8. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmiştir. Olayda Mahkeme ulusal makamlar tarafından yapılan incelemelerden ortaya çıkan sonuçlara ve yürürlükteki yasaya göre
tesisin faaliyetlerine son verilmesi gerektiğini belirtmiştir. İtalyan hükümeti, toplumun endüstriyel atıkların işlenmesi tesisine sahip olma menfaati ile başvurucunun konut, özel ve ailevi yaşama saygı haklarından
etkin bir biçimde yararlanma hakkı arasında adil bir denge sağlayamamıştır.
Özetle Mahkeme, çevre hakkını Sözleşmede düzenlenen haklar
aracılığıyla koruduğu kararlarında takdir marjı konusunda değişen kararlar vermektedir.46
2) Devletin Pozitif Yükümlülük Alanının Genişlemesi: Budayeva
ve Diğerleri-Rusya Davası
Hatton kararında Büyük Dairenin yanlış tutumuna rağmen Mahkeme, özellikle çevre ile ilgili davalarda devletlerin pozitif yükümlülüklerini artırmak yönünde bir eğilim göstermektedir. Budayeva ve Diğer-
mez. Negatif yönü ağır basan bu yükümlülüğe özel hayat veya aile hayatına saygı ile
ilgili pozitif yükümlülüklerde eklenmelidir."( Tatar v. Romania, para.87).
45
Giacomelli v. Italy, appl. no:59909/00, 2.11.2006.
46
Moreno Gomez-İspanya davasında ise başvurucular oturdukları yerdeki özellikle
haftasonu geceleri artan gürültüyü önleme konusunda ulusal otoritelerin hareketsizliğini Avrupa Mahkemesi önüne getirmişler ve 8. madde kapsamında özel ve ailevi
yaşama saygı haklarının ihlal edildiğini öne sürmüşlerdir. Mahkeme, gürültünün izin
verilen düzeyi aşmış olması ve uzun yıllardır devam ediyor olmasını gözönüne alarak
Sözleşmenin 8. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Çünkü İspanyol Devleti
başvurucuların özel ve ailevi yaşama saygı haklarını güvencelemek için üzerine düşen pozitif yükümlülükleri yerine getirmemiştir.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
73
leri-Rusya davasında47 başvurucuların yaşadıkları yerde, 1937 yılından
bu yana her yıl özellikle yaz aylarında çamur seli oluşmaktadır. Başvurucular, 2000 yılında bölgede çamur selinin neden olduğu toprak kaymasının, önlem almayan Rus ulusal otoritelerinin ilgisizliği sonucunda kasabayı harabeye dönüştürmüş olmasından şikayet etmektedirler. Ulusal
otoritelerin, çamur selinin bölgeyi yıkacağı konusunda halkı yeterince
uyarmamaları, kasabayı ve bölgedeki konutları boşaltmamaları, felaket
öncesinde ve sonrasında dikkatli ve özenli araştırmalar yapmamaları
nedeniyle sorumlu olduklarını öne sürmüşlerdir. Ayrıca ulusal otoriteler,
felaketin ardından acele önlemleri almak konusunda da başarısız olmuşlardı. Bunun yanısıra bölge sakinlerinden biri de yaşamını yitirmiştir.
Başvurucular yaşam haklarının, özel ve ailevi yaşama saygı haklarının,
13. madde çerçevesinde etkili bir hukuk yoluna başvurma olanaklarının
bulunmayışı nedeniyle 13. maddeyle birlikte mülkiyet haklarının da ihlal
edildiğini iddia etmektedirler.
Mahkeme, bölgede oturanların yaşamlarına yönelik önceden görülebilir risklerle ilgili olarak tehlikeli alanda kentsel planlama ve acil
durum koşullarının gerektirdiği güvenlik politikalarının saptanıp uygulanmadığı görüşündedir. Rus ulusal otoriteleri, yaşama hakkının korunması amacıyla, hukuksal ve yönetsel açılardan görevlerinde kusurları
bulunanları caydıracak kurallar koymakta da başarısız kaldıklarından
Sözleşmenin 2. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir. Mahkemeye
göre ulusal otoriteler, olay sonrasında yaptıkları soruşturma sürecinde de
sınırlı kalmış ve toprak kaymasına karşı alınabilecek güvenlik önlemleri
ve yöneticilerin sorumluluğu hiçbir şekilde araştırılmamıştır. Özellikle,
şimdiye kadar, uyarı sistemini kurmayan ve çamura karşı bir savunma
altyapısı oluşturmayan yöneticilerin sorumluluğu irdelenmemiştir. Başvurucuların gördükleri zararların ve nedenlerinin saptanması için de Rus
Mahkemeleri etkili bir araştırma yapmamış, karşılaşılan doğal felaketin
kaçınılamaz bir olay olduğunu belirtmekle yetinmişlerdir.
Mahkeme Budayeva kararında yaşam hakkının ihlali konusunda
devletin pozitif yükümlülüklerini genişleten çok önemli bir karar vermiştir. Zira doğanın neden olduğu çevresel zararlardan devletin sorumlu
tutulabileceği belirtilmiştir. Budayeva kararında, Öneryıldız kararından
bir adım daha ileri giderek, devletlerin pozitif yükümlülüğünü, doğal
olaylara karşı da önlem almayı içeren bir düzeye çıkarmıştır. Ayrıca
Mahkeme olayda etkili ve tutarlı bir soruşturma yapılmayışını da 2.
maddenin ihlal sebebi olarak görmüş ve pozitif yükümlülüklerini yerine
47
Budayeva and others v. Russia, appl. no:15339/02, 21166/02, 20058/02, 11673/02,
15343/02, 20.3.2008.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
74
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
getirmeyen devletin iki kez Sözleşmenin 2. maddesini ihlal ettiğine karar
vermiştir. 48
III- ÇEVRESEL USULİ HAKLAR ARACILIĞIYLA ÇEVRENİN KORUNMASI
Mahkeme Sözleşmede düzenlenen hakları koruma altına almak
için Sözleşmenin 6. ve 13. maddelerine dayanarak usuli güvenceler de
kullanmaktadır. Sözleşmede düzenlenen bir hak için bireylere ulusal
hukuka göre yargı yoluna gitme olanağı tanınmamışsa ya da yargılama
sürecinde bazı kurallara uyulmamışsa veya kesinleşen mahkeme kararı
uygulanmıyorsa, Mahkeme tarafından 6. maddede yer alan adil yargılanma hakkının çiğnendiğine karar verilebilmektedir. Bir diğer usuli
güvence olan 13. madde ise, etkili bir hukuk yoluna başvuru hakkını
düzenlemektedir.
Sözleşme çerçevesinde tıpkı çevre hakkı gibi, çevresel usuli haklar
da düzenlenmemektedir. Sözleşme, çevre hakkının uygulama aracı olan
bilgilenme hakkını sınırlı bir biçimde 10 maddede, başvuru hakkını 6. ve
13. maddeler çerçevesinde ve çevre için fazla genel sayılabilecek bir bir
biçimde katılma hakkını ek 1 no'lu Protokol, 3. maddede düzenlemektedir.49
A) GENEL OLARAK PROSEDÜREL HAKLAR ARACILIĞIYLA KORUMA
Mahkeme özellikle prosedürel haklar aracılığıyla çevre hakkının
korunmasında oldukça temkinli davranmaktadır. Bireyler için çevreyle
ilgili davalarda İHAM önünde sözkonusu prosedürel hakların mağduru
olduğunu ifade etmek daha zordur. Çünkü Sözleşmede düzenlenen bir
hakkın ihlal edildiğine ilişkin bir kanıt olmaksızın, temiz çevre gibi bir
menfaati, 6. ve 13. maddelerin ihlali olarak kanıtlamak zor olmaktadır.50
Çevre hakkı, ne Sözleşme metninde ne de ek protokollerde düzenlenmediği için, uyuşmazlığın 6. maddede sözü edilen medeni hak ve
yükümlülüklerle ilgili uyuşmazlık tanımına girip girmediğini ulusal hukuklara göre belirlemek gerekmektedir. Eğer ulusal yasalar, çevrenin
korunmasını öngören ve bu alanda bireylere istemde bulunma olanağı
tanıyan kurallar içeriyorlarsa İHAM bu durumu gözönünde bulundurmalıdır. Ancak Mahkeme doğrudan Sözleşme kapsamı içinde olmayan
konulardaki değerlendirmelerini her zaman somut ve belirgin ölçütler
içinde yapmamaktadır. Mahkeme medeni hak kavramını çok değişik
48
Dinç, s.256-257.
Kaboğlu, Çevre Hakkı, s.143.
50
Daniel Garcia San Jose, s.38.
49
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
75
biçimlerde uygulamakta, bu tanım içinde gördüğü bir uyuşmazlığı, sonraki kararlarında daha farklı biçimde değerlendirebilmektedir.51
Balmer-Schafroth ve diğerleri-İsviçre52, Athanassoglou-İsviçre53,
daha yenilerde, Gorraiz Lizarraga-İspanya54 ve Fotopoulou-Yunanistan55
davalarında Mahkeme bu çekingen yaklaşımını ortaya koymuştur. Ancak Mahkemenin Taşkın-Türkiye davasındaki tutumu farklı olmuştur.
1- Usuli Hakların Çevre Hakkını Güvencelemedeki Yetersizliği
Tauira ve diğerleri-Fransa başvurusunda56 Fransa, 1964 yılında sömürgesi altında olan Mururoa ve Fangataufa adalarında nükleer denemeler yapmaya karar verdi. 1966 ve 1975 yılında olmak üzere iki nükleer deneme yapıldı. 1995 tarihinde Fransız Cumhurbaşkanı, 1996 baharına kadar Fransa’nın 7 deneme daha yapacağını açıkladı. İlk 4 denemeden sonra başvurucular İnsan Hakları Avrupa Komisyonuna başvurdular.
Başvurucular dilekçelerinde, kansere ve genetik bozukluklara yol açan
radyoaktif etkilere maruz kaldıklarını öne sürerek, yapılan nükleer denemelerin başvurucuların yaşamı açısından gerçek ve kesin bir risk
oluşturduğunu iddia etmişlerdir. Ayrıca yapılan nükleer denemelerin ada
halkında dehşete neden olduğu ve bir dizi potansiyel yeni denemenin
yapılacağı korkusunu doğurduğundan Sözleşmenin 3. maddesi anlamında insanlık dışı ve onur kırıcı muameleye maruz kaldıklarını belirtmişlerdir. Ayrıca başvuruda 8. maddenin, Ek 1 no’lu Protokolün 1. maddesinin, denemelerin yapıldığı yerin seçiminin Sözleşmenin 14. maddesi
anlamında ayrımcılığa uğramalarına neden olduğundan bahisle 14. maddenin ve Fransız Devlet Başkanının kararının yargı denetimine açık olmamasından dolayı 13. maddenin ihlal edildiğini öne sürmüşlerdir.
Sözkonusu başvuruda Komisyon ilginçtir ki nükleer enerji kullanımının
geleceğe yönelik risklerinin olmasını, başvurucuların, Sözleşmenin ihlalinden dolayı mağdur olduklarını ileri sürmeleri için yeterli görmemiştir.
Başvurucular, yetkililer tarafından gerekli önlemlerin alınmaması sonucunda bir zarara uğrama olasılığının yüksek olduğunu ve bu zararın
Sözleşmeyi ihlal edeceğini ileri sürmelidir ve bu eylemin sonuçları uzak
zaman dilimi içinde etkili olmamalıdır. Böylece Komisyon maddi hakla51
Dinç, s.22. Ayrıca 6. madde çerçevesinde incelenen çevresel davalarla ilgili yorumlar
için bkz. Maguelonne Dejeant-Pons/Marc Pallemaerts, Human Rights and the
Environment, Council of Europe Publishing, June 2002, s.38-46.
52
Balmer Schafroth and others v. Switzerland, appl.no:22110/93, 26.8.1997(Final).
53
Athanassoglou and others v. Switzerland, appl. no:27644/95, 6.4.2000 (Final).
54
Gorraiz Lizarraga and others v. Spain, appl.no:62543/00, 27.4.2004.
55
Fotopoulou v. Greece, appl.no:66725/01, 18.11.2004.
56
Tauira and 18 others v. France, appl.no:28204/95, Commission doc. On 4.12.1995.
Komisyon kararını aktaran: Dinç, s.316-331.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
76
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
rın ihlaline ilişkin şikayetleri temelden yoksun bulmuştur. 13. maddeye
ilişkin talebi diğer taleplerle birlikte değerlendirdiğinde, ileri sürülebilir
nitelikte bulmamıştır. Komisyonun kanıtlanmamış bulduğu olguların
etkilerinin, yalnız günümüzde değil, genetik yolla nesilden nesile geçeceği bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçektir. Komisyonun potansiyel
mağdur iddiasını reddederken kullandığı gerekçeler tatmin edici bulunmamaktadır. Dayandığı gerekçe, sonuçların belirsizliği temeline dayanmaktadır. Böylece Komisyon, aynı zamanda barış ve gelişme haklarını
da tanıma rolüne ilişkin olarak üstlenebileceği çok önemli bir fırsatı kaçırmış oldu. Zira vereceği karar Avrupa ölçeğinde barış ve gelişme haklarına da dolaylı yoldan koruma olanağı açabilecekti.
Balmer-Schafroth ve diğerleri-İsviçre davasında başvurucular bir
nükleer güç istasyonunun yakınında, 1 numaralı kirlilik bölgesinde
yeralan köylerde yaşamaktadırlar. Başvurucular nükleer güç istasyonunu
işleten şirketin işletme ruhsatının uzatılması işlemine karşı mahkemeye
erişim hakkına sahip olmadıkları iddiasıyla İnsan Hakları Avrupa Mahkemesine başvurmuşlardır. Mahkemeye göre başvurucular, sözkonusu
nükleer güç istasyonunun işletilmesinden dolayı bireysel olarak ciddi ve
özel ve bunların da ötesinde yakın bir tehlikeye maruz kaldıklarını ispatlayamamışlardır. Nüfus üzerindeki olumsuz etkiler ise varsayımsal
kalmıştır. Mahkemenin görüşüne göre işletme ruhsatının uzatılması işlemi ile başvurucular tarafından öne sürülen hak arasındaki bağlantı oldukça zayıf ve uzaktır. Bu nedenle sözkonusu davada adil yargılanma
hakkını düzenleyen 6.1’in uygulanamayacağına karar verilmiştir.
Athanassoglou ve diğerleri-İsviçre davasında da başvurucular 8
dernek ve 25 gerçek kişiden oluşmaktaydı. Başvuru konusu, Alman sınırına yakın bir bölgedeki nükleer güç santraline ilişkindi. Başvurucular,
nükleer santrali işletme ruhsatının süresini uzatma kararının ve bu karar
sürecinde izlenen yöntemlerin adil olmadığını, bu nedenle de Sözleşmenin 6.1. maddesinin ihlal edildiğini ileri sürmüşlerdir. Ayrıca sözkonusu
nükleer faaliyete izin verilmesi onların mülkiyet haklarını ve fiziksel
bütünlüklerini etkilemekteydi, ancak buna karşılık bu sorunları çözmek
için etkili bir hukuk yolu bulunmamaktaydı. Bu nedenle başvuruculara
göre Sözleşmenin 13. maddesi de ihlal edilmiştir.
Komisyon başvuruyu sadece birinci derece tehlike bölgesinde yaşayanlar için kabul edilebilir bulmuştur. Tüzel kişiler ve bazı gerçek
kişilerin başvurusunu ise reddetmiştir. Mahkeme ise nükleer güç kullanımının en iyi şekilde nasıl düzenleneceğinin, her bir taraf devlet için
politik bir karar olduğunu ifade etmiştir. Başvurucular iddialarında nükleer enerjinin doğasından kaynaklanan çevresel ve teknik yönlerden güvenlik sorunlarına dayanmışlar ve fiziksel bütünlüklerinin tehlikede olduğunu savunmuşlardır. Çünkü başvuruculara göre her atomik güç istasyonu normal işletilmesi sırasında radyasyon salmaktadır ve böylece inAnayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
77
san sağlığını riske atmaktadır. Ancak Mahkeme kararında 6. ve 13.
maddelerin uygulanabilir olmadığına karar vermiştir.
Kyrtatos-Yunanistan davasında57 başvurucu, mülkünün yakınında
bina yapımı için verilen izinlerle ilgili olarak ulusal otoriteleri şikayet
etmektedir. Başvurucu Sözleşmenin 6.1 ve 8. maddelerinin ihlal edildiğini öne sürmektedir. Başvurucu, kentsel gelişimin, fiziksel çevresinin
yok olmasına neden olduğunu öne sürmektedir. Mahkeme iki şeyi birbirinden ayırt etmiştir. Birincisi, başvurucuya göre kentsel dönüşüm,
mülklerinin bitişiğindeki bataklığı yok etmiştir ve evlerinin yeraldığı bu
bölge doğal güzelliğini kaybetmiştir. İkincisi, başvurucu, bölgedeki şirketlerin çalışmalarından kaynaklanan gece ışıklandırması ve gürültünün
çevresel kirliliğe yol açtığını iddia etmektedir. Şikayetin birinci yönüyle
ilgili olarak Mahkeme, ne 8. maddenin ne de Sözleşmenin diğer maddelerinin çevrenin genel olarak korunmasını sağlamak amacıyla düzenlenmediğini ifade etmiştir. Yine de çeşitli çevresel kirlenmeler, onların sağlıklarını ciddi anlamda tehlikeye koymaksızın da kişilerin refahını ve
konut dokunulmazlığını etkileyebilir. Eğer çevresel kirlilik 8. maddenin
1. paragrafında güvencelenen haklardan birini etkiliyorsa o zaman özel
ve ailevi yaşama saygı hakkı çerçevesinde bir ihlalden sözedilebilir.
Yani sadece genel bir çevresel bozulma değil, kişilerin özel ve ailevi
yaşamı üzerinde zararlı sonuçların varlığı gereklidir. Şikayetin ikinci
yönü ile ilgili olarak da Mahkeme, başvurucuların mahallesindeki karmaşanın 8. madde anlamında dikkate alınacak yeterli ciddiyet derecesine
ulaşmadığını ifade etmiştir.
Gorraiz Lizarrago ve diğerleri-İspanya davasında, başvurucular bir
dernek ve aynı zamanda bir derneğe üye olan 5 İspanyol vatandaşıdır.
Başvurucuların yaşadıkları yerde bir baraj yapımına ilişkin proje, içinde
başvurucuların yaşadıkları köy de dahil olmak üzere birçok köyün ve üç
doğal kaynağın sular altında kalmasına yol açacaktı. Başvurucular, Yüksek Mahkemeden planın ölçeğinin düşürülmesini sağlamalarına rağmen,
Navarre Özerk Topluluğu Parlamentosu, baraj çalışmasının devamına
izin veren bir yasa çıkardı. Başvurucular tarafından bu yasanın
sözkonusu kuralının anayasaya aykırılığı iddiası Anayasa Mahkemesi
önüne götürüldü. Anayasa Mahkemesi kuralın anayasaya uygun olduğunu kabul etti.
Başvurucular, Sözleşmenin 6.1. maddesine dayanarak, adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini öne sürmüşlerdir. Çünkü başvurucuların
iddiasına göre, Özerk Topluluk Parlamentosu tarafından kabul edilen
maddenin anayasallık incelemesi sürecinde, devlet organları anayasa
yargısı sürecine katılırken, başvurucuların süreçte yeralmaları önlenmiştir. Ayrıca başvuranlar, Özerk Topluluk Yasasının, baraj projesinin ölçe57
Kyrtatos v. Greece, appl.no:41666/98, 22.5.2003.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
78
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
ğinin düşürülmesine ilişkin Yüksek Mahkeme kararının yerine getirilmesini önlemek amacıyla çıkarıldığını iddia etmişlerdir. Bu suretle Sözleşmenin 8. maddesiyle güvencelenen özel ve ailevi yaşama saygı haklarının ve Ek 1 no’lu Protokolün 1. maddesiyle güvencelenen mülkiyet
haklarının ihlal edildiğini öne sürmüşlerdir.
Başvurucu gerçek kişiler ve üyeleri adına başvuruda bulunan dernek, Anayasa Mahkemesinin anayasallık incelemesinin, onların ve dernek üyelerinin çevre ve taşınmaz mülkiyetlerinin korunmasının tek yolu
olduğunu vurgulamışlardır. Mahkeme 6. maddenin uygulanabilirliğini
araştırırken, çevresel ihlalin gerçek ve doğrudan olduğu yerde bireylerin
ya da birey grupları adına derneklerin çevre ile ilgili olarak başvuruda
bulunabileceklerini ifade etmiştir. 6.1’e ilişkin ihlalin varlığını araştırırken Mahkeme silahların eşitliği ilkesine uygunluğu ve uyuşmazlığın
sonucunda yasama organı tarafından yapılan müdahaleyi araştırmıştır.
Mahkeme, silahların eşitliği ilkesinin ihlal edilip edilmediğini
araştırırken, başvuranların Anayasa Mahkemesi önündeki sürece biçimsel olarak dahil edildiklerine ilişkin iddialarının doğruluğunu incelemiştir. İncelemeleri sonucunda Mahkeme, başvurucuların sözkonusu prosedürde yeralmak için herhangi bir başvuruda bulunmadıkları sonucuna
varmıştır. Ayrıca Mahkeme Özerk Topluluk tarafından çıkarılan yasanın
hukuk kurallarını dolanmak niyetinde olmadığı kanaatindedir. Bu yönden de 6. maddeye aykırılık bulmamıştır.
Sözkonusu kararlar mevcut durumun çevresel hakları korumada
yetersiz kaldığını göstermektedir. Çünkü İHAM çevresel haklara ilişkin
olarak, doğrudan bireysel ve öznel bir hakkın ihlalinin ispatlanmasını,
başvurucunun ihlal edildiğini öne sürdüğü menfaati ile sözkonusu hak
arasında doğrudan bir ilginin kanıtlanması gerekliliğini öngörmektedir.
Bu yaklaşım ise çevresel hakların korunmasında yetersiz kalmaktadır.
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin yaklaşımından da uluslararası ölçekte çevre hakkına çekingen bir yaklaşımın paylaşıldığı görülmektedir.
Çünkü bu hakkın içeriği tam olarak oluşturulmamıştır.
2- Usuli Haklarda Çevresel Korumaya Doğru Açılım
Mahkeme daha sonra verdiği kararlarında ise usuli hakları uygularken çevre yanlısı bir yaklaşım göstermiştir. Ancak Mahkemenin bu
konudaki kararları yine de değişkendir.
Bu konuda Taşkın ve Diğerleri-Türkiye kararı58 inlelenmeye
değerdir. Bu davada başvurucular yaşadıkları bölge olan Bergama-Ovacık’ta siyanürle altın çıkarılmasına izin verilmesi işlemine karşı Mahkemeye başvuruda bulunmuşlardır. Başvurucular, altın madeni işletmesi
58
Taşkın and others v. Turkey, appl. no:46117/99, 10.11.2004.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
79
nedeniyle çevrenin bozulmasından etkilendiklerini ifade etmişlerdir.
Ayrıca siyanür liçi yöntemi ile altın madeni işletmeciliğine izin verilmesinin, yaşam haklarını ve özel ve ailevi yaşamlarını tehdit eden riskler
taşıdığı ulusal yargı kararlarıyla da tespit edilmiştir.
Hükümet ise 8. maddenin uygulanabilirliğini reddetmektedir
çünkü davacıların referansta bulunduğu risk farazi niteliktedir. Şu anda
mevcut olan ciddi bir risk sözkonusu değildir. Üstelik davacılar
sözkonusu altın madeni ocağından kaynaklanan hiçbir somut zararı ortaya koyamamaktadırlar. Hükümete göre, Mahkemenin önceki içtihatları
uyarınca , 8. maddenin uygulanabilmesi için sodyum siyanür kullanımı
nedeniyle başvurucuların özel ve ailevi yaşamı üzerinde doğrudan zarar
doğurucu bir etkinin varolması gerekir ki, olayda böyle bir durum
sözkonusu değildir.
Sözkonusu davada İHAM, Sözleşmede düzenlenen usuli hakların
ihlali aracılığıyla çevre hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. Mahkemeye göre, ulusal alanda yapılan birçok inceleme altın madeni ocağının ihtiva ettiği riskleri ortaya koymuş ve Danıştay da bunlara dayanarak
bu yöntemle altın çıkarmaya izin veren kararın kamu yararına uygun
olmadığı sonucuna varmıştır. Ulusal yargı organı tarafından, özellikle
ağır metaller ile siyanüre bağlı risklerin çevre üzerindeki etkilerinin 2050 yıl boyunca sürebileceği dikkate alındığında, bu durumun yöre sakinlerinin çevre hakkını olumsuz etkileyeceğinin açık olduğunu ifade
edilmiştir. Öte yandan yöre sakinleri ile idari otoriteler arasında süregelen yargısal uyuşmazlık sürecinin uzunluğu ve idarenin, kesinleşmiş
yargı kararlarına rağmen keyfi davranışları da yöre halkının özel yaşamını çekilmez hale getirmiştir.
Mahkeme 8. maddenin uygulanabilirliği için mutlaka başvuru sahiplerinin yaşamları bakımından ağır bir tehlike halinin varlığını gerekli
görmemekte; ilgililerin sağlığını ve özel ve ailevi yaşamlarını ciddi bir
biçimde tehlikeye atabilecek ağır çevre ihlallerinin varlığını madde uygulaması bakımından yeterli görmekte ve Lopez Ostra kararına atıfta
bulunmaktadır. Danıştay tarafından işletme izninin iptali kararı karşısında, ulusal mercilere genel olarak tanınan takdir marjı çerçevesinde
Mahkeme başkaca bir incelemeye gerek bulmamıştır.
Başvurucular ayrıca medeni haklarını dile getirme yönünde sahip
oldukları etkili yargısal korunmadan yararlanma haklarının, idari yargı
kararlarına uymayı reddeden idarenin tasarrufları sonucu ihlal edildiğini
öne sürmektedirler.
Mahkeme Sözleşmenin 6.1. maddesinin uygulanabilmesi için,
uyuşmazlıkta ileri sürülen medeni hakların, ülkelerin iç hukuk sistemlerinde de tanınan ve en azından başvurucu açısından savunulabilir bir
hakkın varlığını aramaktadır ki, bu başvuruların gerçek ve ciddi nitelikte
başvuru olması gerekir. Ayrıca bu nitelikteki bir hakkın kapsamının veya
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
80
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
kullanılma usullerinin de belirlenmiş olması şarttır. Bu bakımdan hakkın
kullanılmasına ilişkin öngörülen usuli kurallarda, başvuru imkanları için
öngörülmüş olan hukuki bağın zayıf ve uzak bir hukuki bağ olması,
Sözleşmenin 6.1. maddesinin uygulanması için yeterli addedilemez.
Mahkemece, Türk hukuk düzeninde çevre hakkının tanınmış olduğu, ayrıca Danıştay kararında da bu hakka göndermede bulunulduğu
belirtilmiş, böylece sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının Türk hukukunda hem Anayasa hem de yasada tanındığı sonucuna varılmıştır. Bu
durumda davacılar, sözkonusu altın madeninin faaliyetlerinden dolayı
çevreye verilen zararlara karşı, Türk hukuku gereğince korunan etkili bir
başvuru hakkına sahiptirler. Hiç şüphesiz bu başvuru gerçek ve ciddi
niteliktedir.
Başvuru konusu hakkın, medeni haklardan olup olmadığı konusunda ise Mahkeme, sözkonusu işletmenin taşıdığı riskin önemini, çeşitli
incelemelere dayanarak belirleyen Danıştay kararındaki tespitleri dikkate
almıştır. Bu da davacıların yaşam bütünlüğü hakkının doğrudan korunması ile ilgilidir. Aynı şekilde başvurucular iptal davası açmak suretiyle,
sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama haklarının ihlali nedeniyle mevcut
olan korunma imkanını kullanmışlardır. Danıştayın başvurucular lehine
verdiği karar sonrasında, bu kararı etkisiz ve sonuçsuz bırakacak her
türlü idari tasarruf, tazminat talebi yolunu açmaktadır. Sonuç olarak,
idari yargı mercileri önündeki yargılama prosedürünün, bütünü itibarıyla
başvurucuların medeni hakları ile ilgili olduğu kabul edilmiştir. Böylece
olayda 6. maddenin uygulanabilir nitelikte olduğu kabul edilmiştir.
Mahkeme 6. maddenin ihlaline ilişkin olarak yaptığı incelemesinde ise, idare tarafından, yargı kararlarına rağmen yapılan işlem ve
verilen izinlerin, yargı kararının dolanılması olarak nitelemiş ve bu durumun hukuk devleti prensibine aykırılık oluşturduğunu belirtmiştir.
Sonuçta ulusal idari otoriteler tarafından yargı kararlarına uyulmamasının, Sözleşmenin 6. maddesinin öngördüğü etkili koruma anlayışını
bertaraf ettiği sonucuna ulaşmıştır.
Fotopoulou-Yunanistan davasında, başvurucunun yaşadığı yer,
sözkonusu yerin karakteristiğini korumak için özel koşullar ve inşaat
sınırlamaları getirilmiş bir bölgedir. Ancak başvurucunun komşuları
planlama izni olmaksızın bir duvar inşa etmişler ve bu duvar inşaatı başvurucunun deniz manzarasını kapatmıştır. Ulusal otoriteler bu duvarın
yıkılması gerektiğine karar vermişler ancak buna rağmen idari otoriteler
sözkonusu duvarı yıkmamışlardır. Bunun üzerine başvurucu mülkiyet
hakkına tecavüz edildiğini ileri sürmüş ve idari otoritelerin hareketsizliğine karşı bir itiraz yolunun olmadığını belirterek, Ek 1 no’lu Protokolün
1. maddesinin ve Sözleşmenin 13. maddesinin ihlal edilmiş olduğunu
öne sürmüştür. Mahkemeye göre, idari otoritelerin verdiği yıkım kararı
kesindi ve böylece idari otoriteler duvarı yıkma yükümlülüğündeydi.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
81
Ancak ulusal otoriteler duvarı yıkma konusunda herhangi bir şey yapmamışlardı. Bu nedenle Mahkeme Sözleşmeye ek protokolde düzenlenen mülkiyet hakkı çerçevesinde bir ihlal olduğu sonucuna vardı. Mahkemeye göre, Hükümet sadece başvurucuların komşularına karşı yapılacak davranışlara göndermede bulunuyordu, ihmalkar davranan otoritelere karşı yapılacakları belirtmiyordu. Bu hareketsizliğe karşı başvuru
olanaklarının başvurucular için elverişli olduğu varsayılsa bile, Sözleşmenin amaçları için etkili olarak gözönünde bulundurulamaz. Sonuç
olarak başvurucuların, sözkonusu duvarın yıkılmasını sağlayabilecek
çareleri olmadığı için Mahkeme Sözleşmenin 13. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
Okyay-Türkiye davasında59, İzmir’de yaşayan başvurucular, 250
km uzaklıktaki üç termik santralin neden olduğu çevre kirliliğini önlemenin ve çevreyi korumanın ödevleri olduğundan yola çıkarak, termik
santrallerin çalışmasının durdurulması için ulusal makamlar önünde harekete geçmişlerdir. Ulusal mahkeme, sözkonusu santrallerin kirliliğe
neden olduğunu, insan sağlığı ve çevre için zararlı olduğunu ve çalışmaların sürdürülmesi durumunda halka giderilmesi olanaksız zararlar
vereceğini belirterek santrallerin çalıştırılmasının hukuka aykırı olduğuna karar vermiştir. Ancak Danıştayca da onanarak kesinleşen kararlara
rağmen Bakanlar Kurulu yargı kararlarına aykırı bir şekilde termik santrallerin çalışmaya devam etmesine izin vermiştir. Bunun akabinde yetkililer hakkında yapılan suç duyuruları da sonuçsuz kalınca İHAM’a
başvuruda bulunulmuştur. Mahkemeye göre başvurucular, ekonomik ya
da başka herhangi bir menfaat ileri sürmemişler, ancak sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşamaya ilişkin anayasal haklarına dayanmışlardır.
Mahkeme, termik santrallerin tehlikeli etkilerinin neden olduğu çevresel
zarara karşı korunmak için başvurucuların Türk hukukuna göre istemde
bulunmaya yetkili olduklarını ve tartışılabilir bir yararlarının olduğunu
benimsemiştir. Mahkeme Türk hukukunda çevresel korumanın hem bir
hak, hem de bir görev olarak düzenlendiği gerçeğinden yola çıkarak,
aynı zamanda sözkonusu olayda idari mahkemeler tarafından da verilen
çevre yanlısı kararları da gözönünde bulundurarak uyuşmazlık konusunun başvurucuların medeni haklarıyla bağlantılı olduğu sonucuna varmıştır. Mahkeme ulusal makamların, ulusal yargı organlarınca verilen ve
kesinleşen kararlarını uygun süre içinde ve hukuka uygun bir biçimde
yerine getirmedikleri için Sözleşmenin 6/1. maddesinin etkin kullanımından yoksun bırakıldığı sonucuna varmıştır.
59
Okyay and others v. Turkey, appl.no:36220/97, 12.7.2005.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
82
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
B) ÇEVRESEL USULİ HAKLARIN MAHKEME TARAFINDAN TANINMAYA BAŞLAMASI
Daha önce de belirtildiği gibi Sözleşmede çevresel usuli haklara
ilişkin özel bir düzenleme yeralmamaktadır. Yukarıda irdelenen usuli
haklar ise çevresel usuli hakların güvencelenmesinde yetersiz kalmaktadır.
Örneğin bilgilenme hakkı Sözleşmenin 10. maddesinde sınırlı bir
biçimde tanınmaktadır. O da devletin bireyler arasındaki bilgi alışverişine müdahale etmeme yükümlülüğüdür. Çevresel bilgiye erişim hakkının Sözleşmenin 10. maddesi kapsamında güvenceye kavuşturulması
mümkün gözükmemektedir.60 Ancak Mahkeme son yıllarda verdiği
kararlarda Sözleşmede düzenlenen maddi hakların koruma kapsamı içerisine usuli güvenceleri de dahil ederek çevresel değerleri daha etkili
koruma yönünde bir yöntem geliştirmektedir. Örneğin bilgilenme hakkını 8. madde ve 2. maddede düzenlenen hakların korunmasına ilişkin
bir güvence olarak kabul ederek bu maddelerin kapsamı içerisine bu
usuli hakları da katmaktadır.
1- Çevresel Bilgilenme Hakkına Doğru: Guerra Kararından
Öneryıldız Kararına
Çevresel haklar konusunda Guerra ve Diğerleri İtalya’ya karşı kararı önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır. Burada önemli olan
nokta İHAM'ın çevre hakkının en önemli uygulama araçlarından biri
olan bilgilenme hakkını da güvence altına almış olmasıdır. Sözkonusu
davada Mahkeme, çevresel kirliliğin bireylerin refahını bozabileceği ve
özel ve ailevi yaşamlarını etkileyerek evlerinden yararlanabilmelerini
önleyebileceği sonucuna varmıştır. Böylece çevre hakkının ihlalinin
Sözleşmenin 8. maddesini de ihlal edeceği çıkarımında bulunarak bu iki
hak arasındaki doğrudan ilişkiyi saptamıştır. Sözkonusu davada, davalı
devlet, kimyasal bir fabrikanın yakınında yaşayan kişileri, olası bir kaza
halinde burada yaşamaya devam etmeleri durumunda kendilerinin ve
ailelerinin karşı karşıya kalacağı riskler konusunda bilgilendirmemiştir.
Dolayısıyla şikayet devletin bir eylemine karşı değil, eylemsizliğine karşıdır. Devlet, başvuranların özel ve ailevi yaşamına saygı hakkını
güvenceleme görevini yerine getirmeyerek 8. maddeyi ihlal etmiştir.
Kararda önemli nokta, Mahkemenin çevresel bilgilenme hakkının
ihlalini 10. madde çerçevesinde değil, 8. madde çerçevesinde değerlendirmiş olmasıdır. Sözkonusu davada başvuranlar aktif bir bilgilendirme
sisteminin başarısızlığından şikayet ediyorlardı. Mahkemeye göre 10.
madde devlete bilgiyi toplamak ve yaymak konusunda pozitif bir yü60
İHAM çerçevesinde çevresel bilgiye erişim konusunda ayrıntılı bilgi için bkz. Nihan
Yancı, Çevresel Bilgilenme Hakkı(yayınlanmamış doktora tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2004, s.221-250.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
83
kümlülük yüklememektedir. Dolayısıyla Mahkeme 10. madde anlamında
bir ihlal olmadığına karar verirken, çevresel bilgilenme hakkını 8. madde
altında dolaylı korumaya kavuşturmuştur. Kararın hem Avrupa Birliği
hukukuna, hem de gelecekteki insan hakları hukukuna nüfuz edecek çok
önemli bir prensip kararı olduğu ifade edilmiştir.61
McGinley and Egan-İngiltere kararında62 başvuranlar, İngiltere’nin
Christmas Adasında yapılan nükleer test programında bir gemide çalışmaktaydılar. Başvurucular Adadaki radyasyon düzeyiyle ilgili bilgilerin,
ulusal güvenlik gerekçesiyle kendilerine açılmaması üzerine İHAM’a,
6.1. maddenin ve 8. maddenin ihlal edildiği gerekçesiyle başvuruda bulunmuşlardır. Mahkeme, sözkonusu davada olduğu gibi tehlikeli faaliyetlerde bulunan bir devletin, kişilerin konu ile ilgili ve elverişli bütün
bilgilere ulaşabilmesini sağlamak zorunda olduğunu ifade etmiştir. Mahkeme bu kuralı ifade ettikten sonra somut olayda ulusal mevzuatın böyle
bir prosedürü öngörmüş olması ve ayrıca buna ek olarak İngiliz Mahkemeleri önünde herhangi bir iç hukuk yoluna başvurulmamış olması nedeniyle 6.1. ve 8. maddelerin ihlal edilmediği sonucuna varmıştır. Mahkeme Guerra davasındaki şartların daha farklı olduğunu ifade etmiştir.63
Yine de Avrupa Mahkemesinin McGinley ve Egan kararında kullandığı ifadeler, çevresel bilgilenme hakkının 8. madde kapsamında tanınması bakımından önemlidir: “Hükümet, sözkonusu davada olduğu
gibi, tehlikeli bir faaliyet üstlendiği yerde, 8. maddede düzenlenen özel
ve ailevi yaşama saygı hakkı, ilgili kişilerin tüm ilgili ve elverişli enformasyonu araştırabilecekleri etkili ve ulaşılabilir bir prosedür oluşturulmasını gerektirmektedir.”64
61
Daniel Wilsher, "Freedom of Environmental Information: Recent Developments and
Future Prospects", European Public Law, volume:7, İssue:4, December 2001, s.677.
Olayda devletin bilgilendirme görevini ihmal etmesi nedeniyle yaşam hakkını ihlal
ettiğine ilişkin iddialar ise Mahkeme tarafından dikkate alınmamıştır.
62
McGinley and Egan v. The United Kingdom, appl.no.21825/93, 19.8.1998.
63
Michael Roche-Birleşik Krallık davasında ise başvurucu, 1962 ve 1963’te Porton
Down’da uygulanan testler sırasında maruz kaldığı zehirli kimyasalların etkilerinden
şikayet etmektedir. Başvurucu, üzerinde yapılan testler hakkındaki bilgiye erişiminin
sağlanmadığından yakınmakta ve bunun Sözleşmenin çeşitli maddeleri yanında 8. ve
10. maddelerini de ihlal ettiğini öne sürmektedir. Mahkeme ulusal otoritelerin başvurucuların testlere katıldıkları sırada maruz kaldıkları riskleri değerlendirmelerini
sağlayacak bütün ilgili ve elverişli bilgiye erişimlerini sağlayacak etkili ve ulaşılabilir
bir prosedürü sağlama pozitif yükümlülükleri olduğunu belirtmiş ve bu yönüyle özel
ve ailevi yaşama saygı hakkının ihlal edildiği sonucuna varmıştır. (Roche v. The
United Kingdom, appl. no:32555/96, 19.10.2005).
64
Case of McGinley and Egan v. the United Kingdom, para.101.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
84
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
Hem çevre hakkı ile, hem de çevresel prosedürel haklarla ilgili olarak verilmiş en önemli kararlardan birtanesi Öneryıldız kararıdır65.
Başvuruya konu olan olay, evsel atıkların depolandığı bir bölgede, Ümraniye’de meydana gelmiştir. Bu çöplük alanında metan gazının sıkışması sonucu meydana gelen patlamada 39 kişi hayatını kaybetmiş ve
civardaki bazı gecekondular göçük altında kalmıştır. Bunun üzerine başvurucu, ulusal otoriteler tarafından Sözleşmenin 2., 8., 13. ve ek 1 no’lu
protokolünün 1. maddesinin ihlal edildiğini öne sürmüştür.
Mahkeme yaşam hakkına ilişkin 2. maddenin ihlal edildiği sonucuna varırken iki noktaya dayanmıştır. Yaşam hakkının korunması yönünden gerekli pozitif yükümlülüklerin yerine getirilip getirilmediği
araştırılırken, yetkili ulusal otoriteler hem yasa dışı gecekondu yerleşimlerinin önüne geçmemek, hem de çöplük alanının işletilmesinde gerekli önlemleri almamak yönünden sorumlu bulunmuştur. Mahkemenin
yaşam hakkının ihlal edildiği sonucuna varırken atıfta bulunduğu kriter
çevre hakkıdır: “Çevre ile ilgili olarak Avrupa standartlarındaki son gelişmeler, çevresel alanda ulusal kamu otoritelerine düşen görev ve sorumlulukların arttığı konusundaki eğilimi teyit etmektedir. Böylece yaşam hakkının ihlali, yaşam hakkı üzerinde ciddi tehlikelere neden olan
bütün çevresel konuları da kapsayacak şekilde gözönünde bulundurulabilecektir”66
Mahkemenin yaşam hakkının ihlal edildiği sonucuna varırken dayandığı ikinci kriter bilgilenme hakkıdır. Zaten kararın ağırlık noktasını
da bilgilenme hakkı oluşturmaktadır. Mahkemenin çevresel bilgilenme
hakkını 10. maddeden bağımsız olarak daha özgürlükçü bir yorumla
yaşam hakkından yola çıkarak dolaylı koruma altına alması, çevresel
prosedürel haklar alanında bir devrim niteliğindedir. Mahkeme, bilgilenme hakkıyla ilgili olarak çok önemli bir vurgu yapmıştır. Olayda olduğu gibi bu tür tehlikeli faaliyetler konusunda kamunun bilgiye tam ve
açık erişiminin temel bir insan hakkı sayıldığını belirtmiştir. Bunun yanında bu konuda Avrupa Konseyinin tavsiye kararına da atıf yaparak,
bilgi edinme hakkının sivil sektörde nükleer enerji kullanımının getireceği risklerle sınırlanamayacağını ifade etmiştir. Mahkeme bilgilenme
hakkının ihlal edilmiş olduğuna karar verirken iki türlü bilginin ifşa
edilmemiş olması üzerinde durmuştur. Bunlardan birincisi Ümraniye
çöplüğü konusunda yönetsel otoritelerce, ulusal hukuk çerçevesinde yapılan işlemlerden ve soruşturmalardan halkın haberdar edilmemiş olması, ikincisi ise Bay Öneryıldız’ın yaşadığı çevrenin zararlı etkileri
konusunda bilgilendirilmemiş olmasıdır. Böylece Mahkeme sözkonusu
davada, ulusal otoritelerin, belediyeye ait çöplüğün yetersizliğinden do65
66
Öneryıldız v. Turkey, appl. no:48939/99, 18.6.2002(30.11.2004 Final).
Öneryıldız, para 64.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
85
layı, Ümraniye çevresindeki gecekondularda yaşayanların, hem yaşamlarını hem de fiziksel bütünlüklerini tehdit eden gerçek ve yakın bir tehlikeyle karşı karşıya olduklarını bildikleri veya bilmeleri gerektiği sonucuna varmıştır. Ulusal otoriteler, tehlikeye yol açan bu eksiklikleri giderememiş ve önleyici kurallara uymamış olmalarının yanında; sözkonusu
yerin yakınında yaşayanları, kendilerinin ve ailelerinin bu yerde yaşamaya devam etmeleri halinde karşı karşıya kalacakları riskler konusunda
bilgilendirme görevinde de başarısız olmuşlardır.
Sözkonusu karar konumuz açısından çok önemli iki sonuç taşımaktadır. Bunlardan birincisi çevresel olgulara doğrudan atıf yapması ve
çevre ile ilgili ihlalleri yaşam hakkı çerçevesinde değerlendirmesi; ikinci
sonuç ise bilgilenme hakkını temel bir insan hakkı olarak tanıması, ayrıca bilgi verme görevinin ihlali ile yaşam hakkının ihlali arasında doğrudan bağlantı kurmasıdır.67
Tatar-Romanya kararında da Mahkeme, Konvansiyon’un 8. maddesinden kaynaklanan pozitif yükümlülükler çerçevesinde, içtihat ile de
sabit bulunan kamunun bilgi edinme hakkının önemini vurgulamıştır.
67
Aynı kararda Ek 1 no’lu Protokolün 1. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkının da
ihlal edildiği sonucuna varılmıştır. Konumuz açısından önemli olan nokta, olayda
mülkiyete varan bir menfaat olup olmadığı ve bu çerçevede Mahkemenin kararının
yerindeliğinin tartışılması sorunundan çok, Mahkemenin, sözkonusu yerleşimleri
önlemek için devletin pozitif yükümlülüğüne vurgu yapmış olması ve mülkiyetin
kapsamını dolaylı olarak çevre korumacılığına kadar genişletmiş bulunmasıdır.
Büyük Dairenin önüne gelen davada Büyük Daire de Daire kararıyla paralel bir
şekilde, bu yerin yakınında yaşayan kişilere yönelik gerçek veya yakın bir tehlikeyi
ulusal otoritelerin bildiği veya bilmesi gerektiği için, 2. madde çerçevesinde bireyleri
koruyacak gerekli ve yeterli önlemleri alma görevlerinin olduğunu ifade etmiştir.
L.C.B.-İngiltere davasında ise Mahkeme yaşam hakkının ihlal edilmediği sonucuna
varmıştır.Başvurucunun babası, 1957 ve 1958 yıllarında Christmas adasında
gerçekleştirilen dört nükleer test sırasında Kraliyet Hava Kuvvetlerinde
çalışmaktaydı. Ayrıca testlerin ardından gerçekleştirilen temizleme programına da
katılmıştı. Başvurucuya 10 yaşındayken lösemi teşhisi kondu. Başvurucu Mahkeme
önünde öncelikle Birleşik Krallığın, babasının maruz kaldığı radyasyonun boyutunu
izlemek konusunda başarısız olduğunu öne sürdü. Başvurucu aynı zamanda sorumlu
devletin, kendisine Ocak 1970’den önce lösemi tanısı konmasından önce sağlığının
izlenmesi veya ailesinin bu konuda uyarılması ve tavsiyede bulunulması konusunda
başarısız olduğunu öne sürmüştür. Böylece başvurucu Sözleşmenin 2. maddesinin
ihlal edildiğini öne sürmektedir. Ancak Mahkeme 2. maddeye aykırılık iddiasını iki
nedenle reddetmiştir. Öncelikle Mahkeme, başvurucunun babasının maruz kaldığı
radyasyonun ortalamanın üzerinde olduğuna ilişkin bir kanıt bulunmadığını
gözlemlemiştir. Ayrıca başvurucunun babasının radyasyona maruz kalmasıyla,
başvurucunun lösemi hastası olması arasında da nedensel bir bağ kuramamıştır.
Mahkeme bu şartlar altında Birleşik Krallıktan bu konular hakkında başvurucunun
ailesine bildirimde bulunmasının beklenemeyeceğini veya başvurucuyla ilgili
herhangi başka bir şey yapmasının beklenemeyeceğini belirtmiştir.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
86
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
Mahkeme kamunun maruz kaldığı tehlikeyi değerlendirmeye yarayan
bilgilerin yanı sıra, çevresel ön değerlendirmelerin sonuçlarına kamunun
ulaşmasının öneminin şüpheye yer bırakmayacağını belirtmiştir.68
Böylece bugüne kadar verdiği kararlarda Mahkeme çevresel bilgilenme hakkını, özel ve ailevi yaşama ve konuta saygı hakkı çerçevesinde
ve daha da önemlisi yaşam hakkı çerçevesinde güvenceye kavuşturmuştur.
2- Çevresel Kararlara Katılma ve Başvuru Hakkı
Mahkeme özellikle çevre ile ilgili olarak verdiği kararlarda Sözleşmede getirilen usuli haklardan ayrı olarak 8. maddenin birtakım
prosedürel gereklilikleri içerdiğini belirtmektedir.
Bu anlamda yukarıda incelenen Taşkın kararında yaptığı tespitler
önemlidir. Taşkın kararında Sözleşmenin 6.1. maddesinin ihlal edildiğini
tespit edilmesinin yanında, 8. maddenin içerdiği usuli güvenceler yönünden de inceleme yapılmıştır. Mahkemeye göre çevre sorunları üzerinde etkili olan devlet tasarrufları sonucunda oluşan uyuşmazlıklara
ilişkin davalarda gerçekleştirilecek incelemenin iki farklı temeli bulunmaktadır. Birincisi Mahkeme, ulusal mercilere ait kararların maddi içeriğinin Sözleşmenin 8. maddesine uygunluğunu değerlendirebilir, ikinci
olarak da , ulusal makamlarca tesis edilen işlemlerde, idari otoriteler
tarafından uygulanan karar alma sürecinde, bireylerin menfaatlerinin
usulüne uygun olarak dikkate alınıp alınmadığını inceleyebilir.
Mahkeme 8. maddenin içerdiği prosedürel gerekliliklere uyulup
uyulmadığını değerlendirirken, daha önceki yerleşik içtihadında yaptığı
gibi, 8. maddenin hiçbir açık prosedür koşulu öngörmemiş olmasına
rağmen, idari kararlarda, karar alma sürecinin adil olmasını ve bu aşamada karardan etkilenecek bireylerin 8. madde tarafından korunan haklarına saygı gösterilmesi gereğinin kabul edildiğini hatırlatmıştır. Bu
durumda prosedüre ilişkin tüm unsurların ve özellikle de karar alma süreci boyunca bireylerin görüşlerinin hangi ölçüde dikkate alındığı ve
mevcut prosedür güvenceleri dikkate alınmalıdır. Ancak buradan hareketle, kararların, çözümlenecek sorunların bütün yönleriyle ve tüm veriler ışığında değerlendirilerek alınabileceği sonucu da çıkarılamaz. Devlet
tarafından çevresel ve ekonomik sorunların çözümlenmesi aşamasında,
her şeyden önce çevreye ve kişi haklarına zarar verebilecek faaliyetlerin
etkilerini önceden değerlendirecek ve önleyecek şekilde karar alınmalıdır. Böylece çeşitli menfaatler arasında adil bir denge gözetilerek, karşıt
görüşlerin dile getirilmesine olanak sağlayacak gerekli etüt ve anketlerin
gerçekleştirilmesi sağlanmalıdır. Bu inceleme sonuçlarına ve karşı karşıya bulundukları tehlikeyi değerlendirmeye olanak sağlayan bilgilere
68
Tatar v.Romania, para.113.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
87
halkın erişebilmesinin önemi de şüphe götürmez. Nihayet karardan etkilenecek olan tüm bireyler, karar alma süreci içinde görüş ve menfaatlerinin yeterince dikkate alınmadığını dile getirebilmek için , konuyla ilgili
her türlü tasarrufa karşı yargıya başvuru hakkına sahip kılınmalıdır.69
Burada önemli olan nokta çevre hakkının güvenceleri olan çevresel usuli
hakların(bilgilenme, katılım ve başvuru) İHAM tarafından açıkça tanınmış olmasıdır.
Mahkeme olayda gerekli etüt çalışması ve halkın bilgilendirilmesine ilişkin yapılan prosedürel çalışmaları yeterli görmüştür. Ancak bu
noktada yetersiz kalınan şey, başvurucular yargıya başvuru haklarını da
kullanmış olmalarına rağmen, sonuçta hükümet tarafından idari yargı
organlarının kararlarının uygulanmaması olmuştur. Zira Danıştay 1997
yılında idari işlemi iptal ederken, devletin kişilerin sağlıklı bir çevrede
yaşama haklarını müspet anlamda koruma yükümlülüğünü temel referans norm olarak ele almıştır. Olayda sadece Türk yasal mevzuatı tarafından değil, ayrıca idari yargı kararlarıyla da belirlenmiş olan davacıların prosedürel güvencelerinin, Bakanlar Kurulu tarafından verilmiş ve
kamuya açıklanmayan bir karar neticesinde ortadan kaldırıldığı tespit
edilmiştir. Böylelikle yetkili idari makamlar, davacıların sahip olduğu
tüm usul güvencelerini bertaraf etmişlerdir. Mahkeme, idarenin hukuk
devletinin bir unsuru olduğunu ve bunun da en önemli öğesinin yargı
olduğunu ve yargı kararlarının yerine getirilmesinin reddedilmesi ya da
geciktirilmesi durumunda, yargılama sürecinde kişilere tanınan güvencelerin varlık nedenlerini kaybettiğini özellikle ifade etmiştir. Sonuç
olarak Mahkeme, davalı devletin Sözleşmenin 8. maddesini dikkate almadan başvurucuların özel ve ailevi yaşamlarına saygı gösterilmesini
talep haklarına ilişkin güvenceleri yerine getirmediğini belirlemiştir.70
69
70
Case of Taşkın, para.118, 119.
Hardy ve Maile-Birleşik Krallık davasında ise başvurucular, iki likit doğal gaz
terminalinin yapılıp işletileceği Milford Haven Limanının yakınında yaşamaktadırlar.
Başvurucular aynı zamanda LPG terminallerine karşı olan bir grubun da üyesidirler.
Başvurucular, bir dağıtım gemisinden önemli derecede LPG salınımı olması durumunda, denize ait riskleri değerlendirecek sorumlu bir organın açıkça belli olmamasından şikayetçiydiler. Birleşik Krallık yetkililerinin tehlikeli endüstriyel faaliyetlerin
düzenlenmesiyle ilgili görevlerinde başarısız oldukları için Sözleşmenin 2. ve 8.
maddelerinin ihlal edildiğini ileri sürüyorlardı. Çünkü Birleşik Krallık önerilen LPG
işletmesinin denize ilişkin risklerini gereği gibi değerlendirmek konusunda başarısız
olmuştu. Ayrıca başvurucular LPG terminallerinin riskleriyle ilgili bilginin ifşa edilmediğini de öne sürüyorlardı. Tıpkı Taşkın kararında yaptığı gibi Mahkeme bu davada da çevresel konuları etkileyecek kararlarda iki yönlü bir soruşturma uygulanabileceğini belirtmiştir. Birincisi 8. maddeye uygunluğunu sağlamak için ulusal otoritelerin kararının esasını değerlendirebilir. 2. olarak, bireysel çıkarlara uygun olan gereken etkiyi sağlamak için karar alma-uygulama sürecini inceleyebilir. Ulusal otoritelerin yapması gereken ilk değerlendirme, müdahale için zorunluluğun bulunmasıJournal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
88
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
Böylece 8. maddenin hem içerik olarak, hem de prosedürel açıdan ihlal
edildiği sonucuna varılmıştır. Kararda, bilgilenme hakkı yanında özellikle katılım ve başvuru haklarının önemini vurgulanarak 8. maddenin
kapsamı çerçevesinde güvencelenmiştir.
Çevresel davalarda artık Mahkeme giderek, 6. veya 13. maddeleri
uygulamak yerine prosedürel hakları özellikle 8. madde altında incelemekte ve güvence altına almaktadır. Grimkovskaya-Ukrayna davasında71
başvurucu, evinin yeraldığı caddeyi de içine alan bir otoyol projesinin
uygulanmasından şikayet etmektedir. 1998 yılında üzerinde yaşadığı
caddeyi de içeren bu otoyolun işletilmesiyle birlikte başvurucu çeşitli
sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır. Öncelikle hava kirliliği ve gürültüden
şikayet eden başvurucu, ayrıca otoyolun yarattığı yüksek titreşim sonucu
evinin de zarar gördüğünü iddia etmektedir. Ayrıca sözkonusu otoyol
dır. Ulusal otoriteler, özellikle yerel çevre, en elverişli çevresel politikaların araştırılması ve yerel topluluğun ihtiyaçlarını gözönünde bulundurarak alınacak bireysel
önlemleri uluslararası bir mahkemeden daha iyi değerlendirecek durumdadır. Böylece Mahkeme ortaya konan çevresel sorunlarla ilgili davalarda devletlerin geniş bir
takdir marjına sahip olduğunu yinelemiştir.
Mahkemenin de belirttiği gibi 8. madde açıkça prosedürel gereklilikleri içermemekle
birlikte, müdahale önlemlerini içeren karar alma-uygulama süreci adil olmalıdır ve 8.
maddeyle güvencelenen menfaatlere gereken saygıyı sağlamalıdır. Böylece, karar ve
politikaları da içeren karar alma-uygulama sürecinde bireylerin görüşlerinin ne kadar
dikkate alındığının ve prosedürel güvencelere erişilebilirliğin gözönünde bulundurulması önemlidir. Bir devlet için karışık nitelikteki çevresel ve ekonomik sorunların
ele alınıp çözümlenmesi aşamasında karar süreci, herşeyden önce, çevreye ve kişi
haklarına zarar verebilecek faaliyetlerin etkilerini önceden değerlendirecek ve önleyecek şekilde oluşturulmalıdır. Böylece çeşitli mefaatler arasında adil bir denge kurularak karşıt görüşlerin dile getirilmesine olanak sağlanacaktır. Son olarak da bireyler karar alma uygulama sürecinde görüşlerinin veya menfaatlerinin yeterince önemsenmediğini düşündükleri karara, eyleme veya ihmale karşı mahkemeye başvurabilmelidir. Çevre hakkının uygulama araçları olan çevresel usuli haklar (bilgilenme, katılım ve başvuru) konusunda Mahkeme 8. madde çerçevesinde genel bir tanıyıcı karar vermekle birlikte, sözkonusu davada, davalı devletin başvurucuların özel ve ailevi
yaşamına saygı hakkını güvencelemek için üstüne düşen bütün sorumlulukları yerine
getirdiğini ifade etmiştir.
Mahkeme bilgilenme hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddia karşısında ise, tehlikeli
faaliyetlerle ilgili davalarda bilgiye erişim hakkının önemine vurgu yapmış, ancak
Mahkeme erişilebilecek bilgiyi, McGinley, Taşkın, Guerra ve Guacomelli kararlarında yaptığı gibi, riskleri belirleyen ve değerlendiren çalışmaların sonuçlarıyla ve
bireylerin karşı karşıya kalabilecekleri tehlikeyi değerlendirebilmeleri için önemli
olan bilgilerle sınırlı tutmuştur. Sonuç olarak Mahkeme olayda yeterli bilginin başvuruculara verildiği ve devletin 8. madde altındaki bütün yükümlülüklerini yerine getirdiği sonucuna varmıştır. (Hardy and Maile v. the United Kingdom, appl.no:31965/07,
14.2.2012).
71
Grimkovskaya v. Ukraine, appl.no:38182/03, 21.10.2011 (final).
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
89
ailesinde ve küçük oğlunda çeşitli sağlık sorunlarına yolaçmıştır. Bu
nedenlerle başvurucu Sözleşmenin 8. ve 6.1 ve 13. maddelerinin ihlal
edildiğini öne sürmektedir. Mahkeme önceki çevresel davalarda da yaptığı gibi, çevresel tehlikeyle ilgili bir dava sözkonusu olduğunda, tehlikenin ancak, başvurucunun konutuna, özel ve ailevi yaşamına saygı
hakkını ihlal edici düzeye ulaşması durumunda, 8. madde kapsamında
bir ihlal olarak değerlendirilebileceğini ifade etmiştir. Bu alt eşiği belirlemeye ilişkin değerlendirme göreceli ve örneğin sıkıntının şiddeti ve
sürekliliği ve onun bireylerin sağlığı ve yaşam kalitesi üzerindeki ruhsal
ve fiziksel etkileri gibi somut olayın şartlarına bağlı bulunmaktadır.
İçeriğe ilişkin değerlendirmelerden sonra prosedür denetimine geçen Mahkeme, hükümetin, başvurucunun üzerinde yaşadığı caddenin
otoyola katılması kararına karşı, bağımsız bir merci önünde belediyenin
politikalarına itiraz etmeyi de içerecek şekilde karar alma-uygulama sürecine katılım olanaklarını sağlamamış olduğu tespitini yapmıştır. Mahkeme özellikle Aarhus Sözleşmesini dikkate alarak ilgili devletin adil
dengeyi gözetemediğini ve 8. maddeyi ihlal ettiğini ifade etmiştir. 6.
madde altında incelemeye ise gerek görmemiştir.
IV- SONUÇ YERİNE
İHAS ve ek protokoller çevresel haklara ilişkin bir hüküm içermemektedir. İHAS'ta sözkonusu hakkın düzenlenmemiş olması, imzalandığı dönem itibarıyla normal karşılanmakla birlikte, artık bölgesel ve
küresel ölçekte büyük önem atfedilen bu hakkın ek protokollerle Sözleşme kapsamına dahil edilmemesi büyük bir eksikliktir.
Sözleşmedeki bu boşluğu İHAM içtihadi yorumlarıyla doldurmaya
çalışmaktadır. Bunun için de dolaylı güvence mekanizmasını kullanmaktadır. Dolaylı güvence mekanizması, Sözleşmede düzenlenen bir
haktan yola çıkarak Sözleşmede düzenlenmeyen bir hakkın Mahkeme
tarafından güvenceye kavuşturulması anlamına gelmektedir. Bunu yaparken Mahkeme, Sözleşmenin düzenleme biçiminden yararlanmaktadır.
Çünkü Sözleşmede tanınan haklar ayrıntılı bir düzenlemeye sahip değildir. Mahkeme tanımlama ve kapsam belirleme içermeyen bu sınırlı düzenlemeden yararlanarak, Sözleşme kapsamında düzenlenmeyen hakları,
bu hakların kapsamı içerisine sokarak dolaylı güvence mekanizmasını
işletmektedir.
Mahkeme dolaylı güvence mekanizmasını uygularken, ya Sözleşmede tanınan bir hakkı çevresel kamu yararı gerekçesiyle sınırlayarak
çevre hakkını korumaktadır, ya da Sözleşmede düzenlenen bir hakkın
koruma kapsamı içerisine çevresel değerleri sokarak çevre hakkkını güvence altına almaktadır.
Sınırlama yoluyla güvenceleme mekanizmasını Mahkeme daha
çok özel ve ailevi yaşama ve konuta saygı hakkı ve mülkiyet hakkını
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
90
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
sınırlayarak işletmektedir. Bu tür davalarda daha çok devletlerin geniş
takdir marjı argümanına dayanmaktadır. Sözleşmede düzenlenen hakkın
kapsamını genişleterek güvenceleme mekanizmasında ise daha çok 2.
maddedeki yaşam hakkı, 8. maddedeki özel ve ailevi yaşama saygı
hakkı, ek 1 no'lu protokolün 1. maddesindeki mülkiyet hakkına dayanmaktadır. Çevresel hakların korunmasında, hakların sınırlanması yoluyla
korumadan çok Sözleşmede düzenlenen bir hakkın kapsamı içinde koruma daha etkilidir. Çünkü çevre hakkının bireylere ve bireysel ihlallere
karşı korunmasından çok, büyük şirketlerin verdiği zararlara ve devlete
karşı korunması çok daha önemlidir.
Mahkeme usuli haklar aracılığıyla da çevre hakkına koruma getirmeye çalışmaktadır. Ancak bu alanda yaklaşımı sığ ve çekingen kalmaktadır. Zira Mahkeme usuli haklar aracılığıyla çevre hakkını korumak
için, mağdur olduğunu iddia eden bireylerin devletin eylem veya eylemsizliğinden dolayı Sözleşmede düzenlenen haklarından birinin doğrudan
ihlal edildiğini ispatlamalarını beklemektedir. Bu ise usuli haklar aracılığıyla çevrenin korunmasında yetersiz kalmaktadır. Bununla birlikte
Mahkeme son yıllarda geliştirdiği içtihatlarla, özellikle Aarhus Sözleşmesini de dikkate alarak çevresel usuli hakları da tanıma ve
güvenceleme yöntemini tercih etmektedir. Bunu yaparken de Sözleşmede düzenlenen maddi hakların aynı zamanda örtülü olarak bazı usuli
güvenceleri de içerdiği savından yola çıkmaktadır. Bunu daha çok 8.
madde kapsamında yapmaktadır. ve 8. maddenin bilgilenme, katılım ve
başvuruya ilişkin birtakım prosedürel güvenceleri de içerdiğini ifade
etmektedir. Ayrıca verdiği kararlarda 2. maddede düzenlenen yaşam
hakkı kapsamında bilgilenme hakkının da güvencelendiğini kabul etmiştir.
Bütün bu yargısal aktivizme rağmen mevcut durum İHAS çerçevesinde çevresel hakların güvencelenmesi konusunda yetersiz kalmaktadır.
Çünkü Mahkeme doğrudan çevresel hakların ihlalini yaptırıma bağlayamamaktadır. Ancak Sözleşmede düzenlenen bir hakkın ihlal edildiği
veya ihlal edilmesinin kuvvetle muhtemel olduğu ispatlanırsa çevre hakkını da dolaylı yoldan koruma altına almaktadır. Bu dolaylı koruma biçimindeki zorluk özellikle usuli haklar aracılığıyla korumada kendini
göstermektedir. Çünkü bu durumda bireyler için mağdur olduğunu ispat
edebilmek daha zor hale gelmektedir. Çevre hakkında mağdur kavramı
çok geniş kapsamlıdır. Çevresel bir ihlal sözkonusu olduğunda o bölgede, o ülkede, hatta dünyada yaşayan bütün herkes bu ihlalin mağduru
durumundadır. Yani çevre hukukunda menfaat kavramı bir hayli geniştir. Bu yönüyle çevre hakkının kollektif yönü öne çıkmaktadır. Ancak
dolaylı koruma yönteminde ise yukarıdaki kararlarda da ortaya konduğu
gibi bireylerin bireysel olarak doğrudan zarar gördüklerinin kanıtlanması
aranmaktadır. Bu da etkileri yıllar içerisinde ortaya çıkacak çevresel
ihlallerin mağduru olduğunu ispatlamak konusunda yetersiz kalmaktadır.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
91
İşte bütün bu söylenenler karşısında, İHAM'ın çevresel hakları koruma yönündeki bütün çabasına ve yaratıcı ve dinamik yorumuna karşılık, çevre hakkının ve çevresel usuli hakların(bilgilenme, katılım ve başvuru), ek bir protokolle ayrıca ve bütün boyutlarıyla düzenlenmesi büyük önem taşımaktadır. Ancak bu şekilde çevre hakkı Avrupa ölçeğinde
hakettiği yeri bulabilecektir.
KAYNAKÇA
Makale ve Kitaplar
Çoban, Ali Rıza: "Strasbourg'da Herküllere İhtiyacımız Var mı?
Ulusal Takdir Yetkisi ve Evrensel Standartlar Arasında Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi", AÜHFD, YIL:2008, C.57, S.3.
Dejeant-Pons, Maguelonne/Pallemaerts, Marc: Human Rights and
the Environment, Council of Europe Publishing, June 2002.
Dinç, Güney: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Göre Çevre ve
İnsan, Türkiye Barolar Birliği Yayını, Ankara 2008
Gölcüklü, Feyyaz/Gözübüyük, Şeref: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Uygulaması, 9. bası, Ankara, 2011.
Kaboğlu, İbrahim:Çevre Hakkı, İmge Yayınevi, 3. baskı, Ankara
1996.
Kaboğlu, İbrahim: Özgürlükler Hukuku, İmge Yayınevi, 6. baskı,
Ankara, 2002.
San Jose Daniel Garcia: Environmental Protection and the
European Convention on Human Rights, Council of Europe Publishing,
2005.
Turgut, Nükhet: "The European Court of Human Rights and the
Right to the Environment", Ankara Law Review, Summer 2007, Vol.4,
no:1.
Wilsher, Daniel: "Freedom of Environmental Information: Recent
Developments and Future Prospects", European Public Law, volume:7,
İssue:4, December 2001.
Yancı, Nihan: Çevresel Bilgilenme Hakkı(yayınlanmamış doktora
tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2004.
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Kararları
Atanasov v. Bulgarie, appl. no:12853/03, 2.12.2010.
Athanassoglou and others v. Switzerland, appl. no:27644/95,
6.4.2000(Final).
Beard v. The United Kingdom, appl.no: 24882/94, 18.1.2001.
Brosset-Triboulet and others v. France, appl. no:34078, 29.3.2010
(final).
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
92
Çevresel Haklara İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Yaklaşımı
Buckley v. The United Kingdom, appl.no: 20348/92, 25.9.1996.
Budayeva and others v. Russia, appl. no:15339/02, 21166/02,
20058/02, 11673/02, 15343/02, 20.3.2008.
Chapman v. The United Kingdom, appl.no:27238/95, 18.1.2001.
Coster v. The United Kingdom, appl.no:24876/94, 18.1.2001.
Fadeyeva v. Russia, appl. no:55723/00, 9.6.2005.
Fotopoulou v. Greece, appl.no:66725/01, 18.11.2004.
Fredin v. Sweden, appl.no: 12033, 18.2.1991.
Giacomelli v. Italy, appl. no:59909/00, 2.11.2006.
Gillow v.the United Kingdom, appl.no:9063/80, 24.11.1986.
Gomez v. Spain, appl. no:4143/02, 16.11.2004.
Grimkovskaya v. Ukraine, appl. no: 38182/03, 21.7.2011.
Guerra and others v. Italy, appl.no:14967/89, 19.2.1998.
Hakansson and Sturesson v. Sweden, appl. no:11855/85,
21.2.1990.
Hardy and Maile v. the United Kingdom, appl.no:31965/07,
14.2.2012.
Hatton and others v. The United Kingdom, appl. no:36022/97,
2.10.2001.
Hatton and others v. The United Kingdom, appl. no.: 36022/97,
8.7.2003(Final).
Kozacıoğlu v. Turkey, 31.07.2007 (19.02.2009 Final).
Köktepe v. Turkey, appl.no:35785, 22.7.2008.
Kyrtatos v. Greece, appl.no:41666/98, 22.5.2003.
Lee v. The United Kingdom, appl.no:25289/94, 18.1.2001.
Lizarraga v. Spain, appl.no:62543/00, 27.4.2004.
Mangouras v. Spain, appl.no:12050/04, 8.1.2009 (28.9.2010 final).
McGinley and Egan v. The United Kingdom, appl.no.21825/93,
19.8.1998.
N.A. and others v. Turkey, appl. no.:37451/97, 11.10.2005.
Okyay and others v. Turkey, appl. no:36220/97, 12.7.2005.
Ostra v. Spain, appl. no.:16798/90, 9.12.1994.
Öneryıldız v. Turkey, appl. no:48939/99, 18.6.2002(30.11.2004
Final).
Papastavrou and others v. Greece, appl.no:46372/99, 10.4.2003.
Pine Valley Developments Ltd. and others v. Ireland, appl
no:12742/87, 29.11.1991.
Posti and Rahko v. Finland, appl. no.:27824/95, 24.9.2002.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nihan Yancı Özalp
93
Powell and Rayner v. the United Kingdom, appl. no.:9310/81,
21.2.1990.
Roche v. the United Kingdom, appl. no:32555/96, 19.10.2005.
Schafroth and others v. Switzerland, appl.no:22110/93, 26.8.1997
(Final).
Smith v. the United Kingdom, appl.no:25154/94, 18.1.2001.
Şatır v. Turkey, appl.no:36192/03, 20.5.2010.
Taşkın and others v. Turkey, 10.11.2004.
Tatar v. Romania, appl.no:67021/01, 27.1.2009.
Tauira and 18 others v. France, appl.no:28204/95, Commission
doc. On 4.12.1995.
Turgut and others v. Turkey, appl.no:1411/03, 8.7.2008.
Vergos v. Greece, appl.no:65501/01, 24.6.2004.
Yıldırır v. Turkey, appl.no:21482/03, 5.4.2011.
Kararlar için Yararlanılan İnternet Sitesi:
www.echr.coe.int/judgments.htm
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
BİR CUMHURBAŞKANININ GÖREVDEN ALINMASININ
İMKÂNSIZLIĞI: ROMANYA’NIN SİYASİ TASARIMI
(THE IMPOSSIBLE DISMISSAL OF A PRESIDENT:
ROMANIAN POLITICAL DESIGN)
Elena Simina Tănăsescu*
ÖZET
Bu makale çağdaş demokrasi için önemli bir meseleyi ele alıyor :
kamu otoritelerinin iktidarın egemen halk tarafından demokratik yollarla
icrası üzerindeki etkisi. Makale, aynı zamanda, egemenliğin halk tarafından doğrudan kullanılması üzerinde yargı denetiminin mümkün olup
olmadığını irdeliyor. Bu çalışma, Cumhurbaşkanı Traian Basescu’nun,
görevden alınmasına yönelik süreçte, siyasi gücünü oy sonuçlarını etkilemek için kullanmaya çalıştığı bir doğu Avrupa ülkesi olan Romanya
ile örneklendirilmiştir. Bu etki hem 2007’de hem de 2012’de -ilkinde %
50’den az bir katılımla gerçekleşen ve geçerli sayılan bir referandumla,
ikincisinde ise oy hakkına sahip seçmenlerin % 50’sinden az bir katılım
olduğu için geçersiz kılınan bir referandumla- Cumhurbaşkanının iktidarda kalmasını sağlamıştır.
Anahtar Kelimeler: Demokrasi, siyasi iktidar, kamuoyu
ABSTRACT
This paper deals with a key issue for contemporary democracy,
namely the influence of governments over the democratic exercise of power
by the sovereign people. It also deals with the possibility of the judiciary to
review these direct manifestations of the sovereign people. The article is
illustrated with the example that occurred in Romania, an East European
country, where the incumbent president, Mr. Traian Basescu, tried to use his
political influence in order to influence the results of his impeachment. Both
in 2007 and in 2012 this allowed him to remain in power, the first time
through a referendum validated with a turnout of less than 50% and the
second time through a referendum invalidated precisely because its turnout
was less than 50% of the total number of voters.
Keywords: Democracy, Political Power, Public opinion.
***
*
Prof. Dr., Bükreş Üniversitesi Hukuk Fakültesi
96
Bir Cumhurbaşkanının Görevden Alınmasının İmkânsızlığı:
Romanya’nın Siyasi Tasarımı
Romanya siyasal sisteminin1 belirsizliği istikrarsız bir siyasi havada artmaya devam ederken, paradoksal bir şekilde, Romanya Cumhurbaşkanının konumunun siyasi ve kurumsal sahnedeki önemi büyümektedir. Anayasanın kendisine yüklediği siyasi tarafsızlık ödevi ile
buna bağlanan oldukça önemli rol arasında Devlet Başkanlığı kurumu,
bu kurumun güncel yapısının büyük ölçüde bu görevde olanın kişiliğine
bağlı olması nedeniyle, bir bilinmeyen olarak kalmaktadır.
Anayasa, Cumhurbaşkanının bir siyasi partiye üye olmasını yasaklamaktadır; ancak görevdeki bir Cumhurbaşkanının yakınlıkları ile
kişisel tercihleri, alenen açıklanmış olsa dahi, bu yasağın kapsamı dışında kalmaktadır. Anayasa Mahkemesine göre “Anayasa, Cumhurbaşkanının, seçimler sırasında kendisini destekleyen siyasi partiyle ya da
diğer siyasi partilerle bağlarını korumasını yasaklamamaktadır. Cumhurbaşkanı, bir siyasi program temelinde, genel oyla seçildiğinden ve
seçmen karşısında bu programı gerçekleştirme yükümlülüğü altına girdiğinden, böylesi bir yasak Anayasanın ruhuna uygun olmayacaktır.
Açıktır ki, Cumhurbaşkanı, bu programı gerçekleştirebilmek amacıyla,
daha önce üyesi olduğu partiyle veya programını gerçekleştirmesine
destek olacak bir başka siyasi partiyle etkileşim içinde olabilir.” (1/2007
S. Tavsiye Görüşü). Bu anlamda, 2007’de düzenlenen Avrupa Parlamentosu seçim kampanyası sırasında, Cumhurbaşkanı Traian
Basesku’nun karizmasının 2004’ten beri üyesi olmadığı hâlde Demokratik Parti tarafından yaygın bir şekilde kullanıldığını hatırlamak ilginç
olabilir: Parti afişleri, önerilen tüm adayların resimlerinin çevrelediği ve
üzerinde “başka yerde meşgul” yazan boş bir çerçeve içeriyordu. Rumen
siyasi sahnesinin yetkin yorumcularından biri olan, aynı zamanda karşılaştırmalı hukuk uzmanı Prof. Tudor Draganu daha 1998’de, Cumhurbaşkanına yüklenen siyasi tarafsızlık ödevi “sonsuza kadar ölü bir hüküm olarak kalmaya mahkûmdur” tespitinde bulunmuştu. Yazara göre,
“Cumhurbaşkanı, seçilmesini sağlayan siyasi partinin seçimlerden sonra
resmi olarak lideri olmasa da, en azından önemli siyasi konularda bu
partinin görünmez lideri olmaya devam edecektir. Ayrıca, görev süresi
sona erdiğinde başkanlık ya da parlamento seçimlerinde söz konusu partinin desteğini almak isterse, Romanya Cumhurbaşkanı, kaçınılmaz bir
şekilde, partisiyle olan özel ilişkisini açıkça gösterecek bir pozisyon alacak ve gerçek bir komutan gibi davranacaktır.” 2
Öte yandan, Romanya Cumhurbaşkanının rolü önemsiz bir rol değildir. Anayasayı hazırlayan teknik komiteye üye bir görevliye göre:
1
2
E.S.TĂNĂSESCU, « The President of Romania or the Slippery Slope of a Political
Regime », European Constitutional Law Review n°1/2008, p.64-97.
T.DRAGANU, Drept constituţional şi instituţii politice. Tratat elementar», Lumina
LEX, Bucureşti, 1998 , vol.II, p.234.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
97
“Romanya devleti, Cumhurbaşkanın şahsında vücut buluyor; Cumhurbaşkanı halk tarafından doğrudan seçildiği için bir bütün olarak ulusun
sembolüdür. Erkler ayrılığı ilkesine uygun bir şekilde, Cumhurbaşkanı,
kendisine tanınan yetkileri kullanarak tüm kamu makamlarının faaliyetlerini dengeli ve uyumlu bir şekilde icra etmelerini temin eder.” Devlet
Başkanının rolü ve misyonu üzerine böylesi bir yaklaşım, tek bir kişinin
kendi iradesini diğer tüm kurumlara ve kamu makamlarına empoze edebilecek durumda olmasını gerekli gören Romanya’nın kurumsal mirasından tamamen kopuk değildir. Ayrıca, böyle bir Devlet Başkanının
demokratik bir çevrede çalışmasını hiçbir şey engellememektedir. Romanya Anayasa Mahkemesi “Halk tarafından doğrudan seçilmesinden
kaynaklanan anayasal yetkiler ve demokratik meşruluk, Romanya Cumhurbaşkanına faal bir rol yüklemektedir; bundan dolayı, Cumhurbaşkanının siyasetteki varlığı sadece sembolik veya protokole ilişkin bir göreve indirgenemez” (1/2007 S. Tavsiye Görüşü) diyerek Cumhurbaşkanının bir “aktör” ya da “oyuncu” olduğu hakkındaki yaklaşımı onaylar
görünmektedir.
Romanya Anayasasının 80. maddesi 1958 Fransız Anayasasından
esinlenmiştir. Fransa örneğinde de olduğu gibi, arabuluculuk ve garantör kavramları aynı siyasi kurumda kolayca biraraya gelemeyeceğinden,
Devlet Başkanlığı kurumunun yapısı bir parça belirsizlik içermektedir.
Yine Fransa örneğinde olduğu gibi, anayasal metnin anlamı yalnızca
basit bir yorumla tamamen ortaya çıkarılamaz; bu anlam daha çok her
Cumhurbaşkanının kendisine tanınan yetkileri kullanışı sonucu biçimlenir. Fakat Anayasayla kendisine önemli eylem araçları sağlanan, bu sayede uygulamada oldukça güçlü olan ve otoritesini anayasal yapının
bütününe nüfuz ettirebilen Fransız Devlet Başkanından farklı olarak
Romanya Devlet Başkanı, özellikle kendisine sunulan araçlar dikkate
alındığında, oldukça zayıftır. 2003 yılında gerçekleşen anayasal reform
bu durumda önemli bir değişiklik yapmamıştır.
Bununla birlikte, Cumhurbaşkanının siyasi sahnenin bütünü üzerindeki etkisi el değmemiş şekilde durmaktadır.
2003’teki anayasal reformdan önce, Cumhurbaşkanının görev süresi parlamenterlerinkiyle aynı idi. 2003’te cumhurbaşkanlığı seçimlerini
parlamenter seçimlerden ayırmak ve karizmatik bir Cumhurbaşkanının
kendisini destekleyen siyasi parti için oynayabileceği “treyler (römork)”
rolünden kaçınmak amacıyla Cumhurbaşkanının görev süresi 5 yıla uzatılmıştır. Ne var ki, cumhurbaşkanlığı seçimleri seçmenlerin gözünde
parlamenter seçimlerden daha önemli olma eğilimindedir. 2004 seçimleri bu tespiti doğrulayan bulgular sunmuştur. Parlamenter seçimler bir
parça muğlâk sonuçlar vermiştir: Sandalyelerin nisbi çoğunluğunu Sosyal Demokrat Parti’nin (merkez sol) Hümanist Partiyle (sol) kurduğu
seçim koalisyonu kazanmıştır, ancak Hükümet Ulusal Liberal Parti’nin
(liberal) Demokrat Partiyle (halkçı) birlikte Romanya Macarları DemokJournal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
98
Bir Cumhurbaşkanının Görevden Alınmasının İmkânsızlığı:
Romanya’nın Siyasi Tasarımı
ratik Birliği’nin (etnik yarı-siyasi parti) ittifakıyla oluşturdukları merkez
sağ partilerin koalisyonuyla kurulmuştur. Ve Romanya Cumhurbaşkanının liberaller ve demokratların desteğiyle (katılan 10.112.262 seçmenin
5.126.794’ünün oyunu alarak) seçilmiş olmasından ötürü Başbakanlık
makamı da Liberal Parti liderine gitmiştir. Bu arada, Sn. Traian
Basescu’nun, Cumhurbaşkanlık yarışında adaylığını seçim kampanyasının başından itibaren değil de sonradan koymuş olmasının, başarısını
daha da takdire şayan kıldığını belirtmek gerekir.
Fakat Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin önem ve önceliğinin kolektif
bilinçte oluştuğunun en çarpıcı delili 2008 parlamenter seçimleri ile
2009 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya çıktı. 2008’de sandalyelerin
nisbi çoğunluğunu yine, Demokrat Parti’yle birlikte (halkçı) oyların
%75’ten fazlasını alan, Sosyal Demokrat Parti (merkez sol) kazandı. Bu
nedenle ve aralarındaki rekabete rağmen bu iki parti 2008’de bir koalisyon hükümeti oluşturma konusunda anlaştılar. Fakat 2009 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Demokrat Parti tarafından desteklenen adayın başarısı, 2009 sonuna doğru Demokratik Parti ve Romanya Macarları Demokratik Birliği ile ulusal meclisteki ulusal azınlık temsilcilerince desteklenen yeni bir hükümetin kurulmasını tetikledi. Gerçekten de, Sn.
Traian Basescu’nun yeniden seçilmesi demeçlerinden tahmin ediliyordu,
ancak bu ihtimal seçmenler tarafından uç bir durum olarak yorumlandı
(5.278.068 oy yani seçmenlerin %50, 34’ü onun için, 5.206.747 oy ise
yani seçmenlerin %49, 66’sı karşı aday için oy kullandı). Basescu seçimleri gerçekte Anayasa Mahkemesinin desteği ve yoğun bir seçim
kampanyasının yaşandığı İspanya, İtalya ve Moldova gibi ülkelerde yaşayan Rumenlerin oylarıyla kazandı.
Sn. Traian Basescu, daha seçim gecesi, başarısından şüphe edip
seçimlere hile karıştırıldığını iddia etmişti; ancak ertesi gün oy sayımları
sonucu kendisinin Devlet Başkanı olduğu kesinleşince söz konusu hile
iddiası bir daha duyulmadı. Fakat kaybeden aday Sn. Mircea Geoana
Anayasa Mahkemesi önünde, açıklanan sonuçlara çok fazla sayıda oyun
iptal edildiğini ve kendi hesaplarına göre yurtdışındaki bazı sandık merkezlerinde (özellikle Paris’teki Romanya Büyükelçiliğinde) her 7 saniyede 1’den fazla seçmenin oy kullandığını iddia etti... Pek çok Rumen’e,
Amerikan Yüksek Mahkemesinin 2000 tarihinde verdiği Bush v. Gore
(531 US 98) kararını hatırlatan kararında Romanya Anayasa Mahkemesi, ikinci turda geçersiz sayılan oyların (138.476 oy, yani iki aday
arasındaki oy farkının iki katından daha fazla sayıda oy) yeniden sayılmasına karar verdi ve yalnızca 2.247 oyun hatalı şekilde iptal edildiğini
tespit etti; neticede 2009 Cumhurbaşkanlığı seçimleri onaylandı ve Sn.
Traian Basescu galip ilân edildi.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
99
Anayasayı hazırlayanlar hiper-başkanlığa3 sürüklenme tehdidine
karşı Devlet Başkanlığına iki tip sorumluluk yüklemiştirler: Son aşaması
seçmenlerin oyuyla Cumhurbaşkanının görevden alınması olan siyasi bir
sorumluluk (impeachment) (Romanya AY m. 95); Parlamentonun savcı
ve Romanya Yargıtayı’nın hâkim gibi hareket ettiği yargısal bir prosedür
öngören yasal (cezai) bir sorumluluk (Romanya AY m. 96). Bu bağlamda belirtmek gerekir ki impeachment sürecinin başlamasına dayanak
teşkil eden “Anayasayı yok sayan ciddi/vahim olgular” Anayasada
açıkça belirtilmemiştir. Bu belirsizliğe ilişkin yapılan üç başvuruda
(1994, 2007 ve 2012 tarihli), Anayasa Mahkemesi, bir kısır döngü teşkil
edecek açıklamalar yapmıştır: Bir eylem ya da eylemsizlik olsun, Anayasayı yok sayan bir olgu sadece ihlal ettiği yasal düzenleme bakımından "ciddi/vahim"dir (1/1994 S. Tavsiye Görüşü). Her halükârda, “Romanya Cumhurbaşkanı siyasi düşünce niteliğindeki beyanlarından siyasi
ve ahlâki olarak yalnızca seçmenlerine ve sivil topluma karşı sorumlu”
olsa da (1/2012 S. Tavsiye Görüşü), “Cumhurbaşkanının ülkenin siyasi
ve sosyal yaşamında üstlenmeye karar verdiği aktif rol Anayasaya aykırı
bir davranış olarak nitelendirilemez”. (1/2007 S. Tavsiye Görüşü).
Anayasanın yirmi yıllık uygulama süreci boyunca impeachment
prosedürünün üç defa ve her defasında daha agresif bir şekilde gündeme
gelmiş olması Romanya’da genel siyasi iklimdeki önemli bozulmalara
ve siyasal sistemdeki ciddi işlevsel bozukluklara işaret etmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin 1994’te Cumhurbaşkanı Ion Iliescu’ya ilişkin verdiği olumsuz görüş Parlamento tarafından izlenmişse de, 2007’de ve
2012’de farklı bir durum söz konusu olmuştur.
İlk görev süresinin başlarında büyük bir halk desteği alan ve sıkça
popülizmle suçlanan Sn. Traian Basescu Cumhurbaşkanı olarak görev
yaptığı 8 yıllık dönemde yalnızca siyasi tabakanın çoğunluğunu değil
aynı zamanda toplumdaki eski müttefiklerinin çoğunu da kendisinden
soğutmayı başarmıştır. İlk impeachment prosedürü 19 Nisan 2007 tarihinde Parlamentoda başarıyla sonuçlanmıştır. Parlamento, Anayasa
Mahkemesinin görüşünü4 dikkate almadan ve soruşturma komitesince
3
4
C.BERNAL PULIDO, « Droits fondamentaux, juristocratie et hyperprésidentialisme
en Amérique Latine », A.MARTIN (dir.), La glaive et la balance – Droits de
l’homme, justice constitutionnelle et démocratie en Amérique Latine, l’Harmattan,
Paris, 2012, p.27 et seq.
Anayasa Mahkemesi’ne göre, impeachment prosedürüne konu olan Cumhurbaşkanının görevi sırasında yaptığı anayasa ihlalleri içerik ve doğurdukları sonuç bakımından “vahim/ciddi” olarak değerlendirilemez; ancak prosedür daha çok siyasi bir sorumluluğa ilişkin olduğundan son karar Parlamentoya aittir. (Tavsiye Görüşü S.
1/2007).
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
100
Bir Cumhurbaşkanının Görevden Alınmasının İmkânsızlığı:
Romanya’nın Siyasi Tasarımı
hazırlanan bir rapora dayanarak5 Cumhurbaşkanının yetkilerini 322 kabul, 108 ret ve 10 çekimser oyla askıya almıştır (20 milletvekili oylamaya katılmamıştır).
Bu duruma gelinmesine neden olan çok sayıdaki “vahim/ciddi olgular” şu şekilde özetlenebilir:
• Cumhurbaşkanının diğer kamu makamlarıyla işbirliği halinde çalışmasını öngören anayasal hükümlere rağmen, Sn. Traian Basescu’nun
siyaset sahnesinde baş aktör olmayı arzu etmesi sonucunda Anayasayı
ihlâl eden pek çok eylem gerçekleştirmesi (2004 genel seçimlerini gerçek siyasi anlamından saptırma teşebbüsü, Parlamentonun çalışmalarını
–Ulusal Meclis ve Senato başkanlarını değiştirmeye çalışma suretiylesistemli bir şekilde engelleme ve 2005 yılında Başbakanı istifaya zorlama teşebbüsü gibi).
• Cumhurbaşkanının devlet kurumlarını kendi menfaatine kullanmaya çalıştığını gösteren, yukarıdakilerden daha önemsiz olmayan bir
çok eylem (Adalet Bakanının faaliyetlerine müdahale etme ya da doğrudan kendisine bağlı yeni bir haber ajansının kurulması gibi).
• Ekonominin kârlı sektörlerinde mafyanın çıkarlarını (nüfus üzerinde büyük etkisi olan medya kampanyalarıyla) korumaya teşebbüs
iddiaları.
• Siyasi krizin yönetimin temel aracı ve yöntemi haline getirildiği
yönündeki genel itham; zira Başkan Traian Basescu’nun kendisini ülkenin “kurtarıcı”sı gibi gösterebilmesin tek yolu bu olmuştur.
19 Mayıs 2007’de yapılan bir referandumla, Traian Basescu’nun
Cumhurbaşkanlığı görevine devam etmesi seçmenlerin %74, 48 çoğunluğuyla halk tarafından onaylandı (sandığa giden 8.135.272 kişiden
6.059.315 kişinin oyu ile). Katılım oranı oy hakkına sahip nüfusun %44,
45’iydi. 24 Mayıs 2007’de Cumhurbaşkanı “yeniden onaylanmış” olarak
resmi görevine geri döndü.
5
Anayasa Mahkemesinin görüşüne paralel olarak, Parlamento 15 parlamenterden oluşan bir soruşturma komitesi görevlendirdi (parti grupları orantılı olarak temsil edildiler fakat Demokratik Parti’den, “cumhurbaşkanlığı” partisinden, temsilci yoktu).
Komite, hazırladığı raporda Cumhurbaşkanı Traian Basescu’nun Anayasayı ihlal ettiği sonucuna vardı. Sonuçtan haberdar olan Cumhurbaşkanı ilk olarak tüm suçlamaları inkâr etti; sonrasında ise kamuya bir demeç vererek Parlamentonun kendisinin
görevden alınmasına ilişkin oylama yapması hâlinde Cumhurbaşkanlığı erken seçimlerine imkân vermek için “5 dakika içinde” istifa edeceğini söyledi. Kendisine 2
defadan fazla Cumhurbaşkanı olunamayacağına dair anayasal yasağın hatırlatılması
üzerine Cumhurbaşkanı önceki beyanını geri alarak referandum sonucunu kabul edeceğini açıkladı. Medya, bu çelişkili beyanların birkaç yüz bin oy üzerinde olumsuz
etki yaratacağı yönünde tahminler yürüttü.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
101
Bu olayların olduğu tarihte önemsiz gibi görünen fakat 2012 referandumunda son derece önem kazanan küçük bir ayrıntıdan söz etmek
yerinde olacaktır. 2007 Mart’ında Parlamento, seçimlere altı ay kala
referandum düzenlenmesini imkânsız hale getirmek amacıyla referandum kanununda değişiklik yapmaya çalıştı. Bu önlem, seçim sisteminin
değiştirilmesi için bir istişari referandum düzenleme niyetini açıklayan
Cumhurbaşkanının bu girişimine engel olmak amacıyla düşünülmüştü
(nisbi temsilden basit çoğunluk usûlüne). Anayasa Mahkemesi söz konusu değişikliği a priori denetim yoluyla geçersiz kılmış böylece yürürlüğe girmesini engellemiştir (147/2007 S. Karar). Ne var ki bu referandum kampanyası sırasında, referandum kanununda değişiklik öngören
bir başka kanun teklifi Parlamento tarafından kabul edilmiştir. Bu değişiklik, esas olarak, devlet başkanının görevden alınması amacıyla gerçekleştirilen bir referandumda, seçmen listesine kayıtlı kişilerin çoğunluğunun değil (mutlak çoğunluk), referanduma katılan seçmenlerin çoğunluğunun (basit çoğunluk) dikkate alınmasını mümkün kılmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin onayladığı bu yasa değişikliği sayesinde (420/2007
S. Karar) toplam seçmenin %44, 45’inin katılımıyla gerçekleşen bir referandumla Cumhurbaşkanı görevde kalabilmiştir.
6 Haziran 2012’de ikinci bir impeachment girişimi Parlamentoda
başarılı olmuştur. Parlamento, Anayasa Mahkemesinin, Cumhurbaşkanının görevden alınmasına kısmen olumlu baktığı şeklinde okunabilecek
tavsiye görüşünü dikkate alarak Cumhurbaşkanının görevlerini 114 ret
oyuna karşılık 256 kabul oyuyla askıya almıştır6. Bu oylamaya meclisin
iki kanadının 432 üyesinden yalnızca 374’ü katılmış ve 2 oy iptal edilmiştir.
Yöneltilen suçlamalar bu kez de sayıca oldukça fazlaydı; Sn.
Traian Basescu’nun Cumhurbaşkanlığının yalnızca ikinci dönemini kapsayan bu ithamlar şu şekilde özetlenebilir:
• Demokrasi ve hukuk devleti şiddetli bir erozyona uğramıştır; zira
tüm siyasi icraat, keyfi ve anayasaya aykırı bir şekilde, Devletin diğer
erklerine hükmeden tek bir kişinin elinde toplanmıştır;
• Cumhurbaşkanının Başbakan gibi davranması ve Parlamentoyu
ve yargıyı yönlendirmesi nedeniyle en önemli kararlar iktidarın kullanılışını düzenleyen demokratik çerçeve dışında alınmıştır;
6
Bu kez Anayasa Mahkemesi Cumhurbaşkanına karşı ileri sürülen olguların siyasi
hayatın diğer aktörleriyle gerçek ihtilaflar yarattığına hükmederek Sn. Traian
Basescu’nun görevlerini « hem erkler, hem de devlet ile toplum arasındaki arabuluculuk işlevinin gerektirdiği azami etkinlikte » kullanmadığına hükmetmiştir. (1/2012
S. Tavsiye Görüşü).
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
102
Bir Cumhurbaşkanının Görevden Alınmasının İmkânsızlığı:
Romanya’nın Siyasi Tasarımı
• Cumhurbaşkanının politik söylemi halkı incitecek noktaya ulaşmış ve sosyal güvencenin zayıflamasına neden olacak şekilde sosyal
politikalar üzerinde dramatik bir etki yaratmıştır;
• Cumhurbaşkanı Anayasayı kendi isteğine göre değiştirmeye
çalışmış ve Anayasa Mahkemesinin söz konusu reformun7 bazı
hükümlerini iptal etmesine rağmen bu tutumunda direnmiştir.
29 Haziran 2012 tarihli referandumda daimi seçim listelerine kayıtlı olan 18.292.464’lük toplam nüfustan 8.459.053’ü referanduma katılmış (yani kayıtlı nüfusun %46, 26’sı), bunların 7.403.836’sı (yani katılanların % 87, 52’si) “Evet” oyu, 943.375’i (yani katılanların % 11,
16’sı) “Hayır” oyu ve 111.842’si (yani katılanların % 1, 32’si) “geçersiz” oy kullanmıştır. Normal olarak, eğer 2007 referandumu emsal alınmış olsaydı Cumhurbaşkanının görevden alınması gerekirdi.
Fakat, 10 Haziran 2012’de, referandum kampanyası sırasında ve
Referandum Kanununda değişiklik öngören bir kanun teklifi vesilesiyle,
Anayasa Mahkemesi (731/2012 S. kararında) referandumun geçerli olabilmesi için “katılımın daimi seçim listelerine kayıtlı kişi sayısınının
yarısından bir fazla olması” gerektiği yorumunu yapmıştır. Diğer bir
ifadeyle aynı tip refererandum için ve aynı Anayasaya dayanarak, referandumun düzenlenmesi ve yürütülmesine dair aynı organik kanuna göre
2007’de kayıtlı seçmenlerin basit çoğunluğuna ilişkin yetersayı anayasaya uygun iken, 2012’de kayıtlı seçmenlerin mutlak çoğunluğuna ilişkin yetersayı anayasaya uygun bulunmuştur.
Bu anayasal içtihadın tutarlılığı ve öngörülebilirliği üzerine çok
sayıda siyasi ve hukuki tartışma yaşandı. Bu tartışmaların yoğunlaştığı
noktalar: Geçerliliği polis’in siyasi yaşamına katılmayan kişilere bağlı
olan bir referandumun demokratik niteliği (görevden alınan Cumhurbaşkanı seçmenlerden demokrasiyi savunmak amacıyla sandığa gitmemelerini istemişti); seçmen listesine kayıtlı (çok fazla) kişi sayısı ( zira 2010
yılında yapılan nüfus sayımı, Romanya nüfusunun 20 milyon psikolojik
eşiğinin altına indiğine dair ilk sonuçları vermişti); referandumun
usûlüne uygunluğu (oylamada usûlsüzlük şüphesi nedeniyle yaklaşık
500 cezai soruşturma açılmıştır) ve, son olarak, 2008 yılında Seçim Kanununda yapılan bir değişiklikle daimi seçmen listeleriyle yurtdışında
yaşayan Romanyalılar için hazırlanan özel listeler arasında yaratılan
ince/kurnaz farklılık.
7
Anayasa Mahkemesi 799/2011 S. kararında, Cumhurbaşkanın sunduğu anayasa
değişikliği tasarısının bazı hükümlerinin insan haklarını ortadan kaldırdığını, bunun
Romanya Anayasasının “değiştirilemez hükümleri”ne aykırı olduğunu tespit etti; fakat Cumhurbaşkanı Anayasa Mahkemesi kararı ışığında metni gözden geçirmeden
olduğu gibi Parlamentoya gönderdi.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
103
2 Ağustos 2012’de Anayasa Mahkemesi’nden referandumun geçerli olup olmadığı konusunda bir karar vermesi bekleniyordu; ancak
Mahkeme bu konuda bir karar vermek yerine daimi seçim listelerinin
içeriği hakkında Devlet İstatistik Enstitüsü, İçişleri ve İdare Bakanlığı ile
Daimi Seçim Kurulu tarafından verilen çelişkili bilgiler üzerine Hükümetten mevcut referandumun dayandığı güncellenmiş daimi seçim listelerini istemek zorunda kaldı ve kararını 12 eylül 2012 tarihine erteledi.
Anayasa Mahkemesi, referandumun idaresindeki usûlsüzlüklere
ilişkin birtakım şikâyetler üzerine verdiği 2 Ağustos 2012 tarihli bir
başka kararda (3/2012 S.) daimi seçim listelerinin yurtdışında yaşayan
Romanyalıları kapsayamayacağına ve bundan dolayı “bu seçmenlerin
sayısının referanduma katılımın yetersayısını etkilemeyeceğine” hükmetti, fakat aynı zamanda tüm seçmenlerin, kaydoldukları listeye bakılmaksızın, referandumun organizasyonunda dikkate alınması gerektiğini
beyan etti. Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesinin iki farklı konuda
(referandumun organizasyonu için geçerli olan kurallara uyulup uyulmadığı ile referandum sonuçlarının onaylanması) iki farklı ölçüte göre (referandumun idaresine ilişkin usûl kuralları ile bir referandumun geçerlilik koşulları) karar vermesi gerektiği dikkate alınmamış görünüyor.
Referandum kanununun bu şekilde yorumlanmasının neden olduğu
şiddetli sosyal ve siyasi çalkantılar sonrası Anayasa Mahkemesi karar
tarihini önce 28 Ağustos’a sonra da 21 Ağustos 2012’ye aldı. Mahkeme
her ne kadar referandumun usûlüne uygun gerçekleştiğini saptasa da,
referanduma katılımın yasal eşiğin (kayıtlı seçmenlerin mutlak çoğunluğu) altında kalmasını gerekçe göstererk referandumun geçersiz olduğuna hükmetti. Böylece referandumun geçerliliği bakımından 2007’de
oluşturulan içtihat izlenmemiş oldu. Bununla birlikte yetkileri askıya
alınan Cumhurbaşkanının durumu açısından fiilen aynı sonuç ortaya
çıktı: referandumla görevden alınmak yerine görevine geri döndü.
Buna karşın, Romanya siyasal sisteminin doğası (yarı başkanlık ya
da başkanlık) ve Romanya Cumhurbaşkanının devletin kurumsal yapısı
içerisinde oynayacağı gerçek role ilişkin belirsizlik varlığını sürdürüyor.
2012’den bu yana, bir referandumun geçerliliğinin belirlenmesinde kullanılan standartlar konusunda da bir belirsizlik hüküm sürüyor: Katılım
oranı mutlak mı yoksa basit çoğunluk mu olmalı? Referandum Kanunu
mu yoksa Anayasa Mahkemesinin 2012/3 S. kararında önerdiği gibi halk
oyunun ilgilendirdiği makamın seçim kurallarını düzenleyen Kanun mu
referans alınmalı? Ve son olarak, Anayasa Mahkemesinin doğrudan demokrasinin bir dışavurumu karşısında rolü ne olmalı: Mahkemenin görevi yalnızca usûle ilişkin konularla sınırlandırılabilir mi yoksa Mahkeme halk oyu sonucu alınan kararın kapsamını ve geçerliliğini de denetleyebilir mi?
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
104
Bir Cumhurbaşkanının Görevden Alınmasının İmkânsızlığı:
Romanya’nın Siyasi Tasarımı
Bu soruların yanıtları için çok fazla beklemek gerekmeyecek zira
birtakım Rumen politikacılarının açıklamalarına göre Romanya Cumhurbaşkanının görevden alınmasını hedefleyen yeni bir prosedür şimdiden hazırlık aşamasında...
KAYNAKÇA
C. BERNAL PULIDO, « Droits fondamentaux, juristocratie et
hyperprésidentialisme en Amérique Latine » in A. MARTIN (coord.) La
glaive et la balance – Droits de l’homme, justice constitutionnelle et
démocratie en Amérique Latine, L’Harmattan, Paris, 2012
T. DRAGANU, Drept constituţional şi instituţii politice. Tratat
elementar, vol. II, Lumina LEX, Bucureşti , 1998
E.S.TĂNĂSESCU, « The President of Romania or the Slippery
Slope of a Political Regime » European Constitutional Law Review n°1,
2008
F.B.VASILESCU, Geneza Constituţiei României (1991) –
Lucrările Adunării Constituante, Monitorul Oficial, Bucureşti, 1998
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
THE IMPOSSIBLE DISMISSAL OF A PRESIDENT: ROMANIAN
POLITICAL DESIGN
Elena Simina Tănăsescu*
ABSTRACT
This paper deals with a key issue for contemporary democracy,
namely the influence of governments over the democratic exercise of
power by the sovereign people. It also deals with the possibility of the
judiciary to review these direct manifestations of the sovereign people.
The article is illustrated with the example that occurred in Romania, an
East European country, where the incumbent president, Mr. Traian
Basescu, tried to use his political influence in order to influence the
results of his impeachment. Both in 2007 and in 2012 this allowed him to
remain in power, the first time through a referendum validated with a
turnout of less than 50% and the second time through a referendum
invalidated precisely because its turnout was less than 50% of the total
number of voters.
Keywords: Democracy, Political Power, Public opinion.
***
The ambiguity of the Romanian political system1 continues to
increase in an unstable political climate, but the position of the
Romanian President only grows in importance on the political and
institutional scene. Between the obligation of political neutrality that the
Constitution imposes on him, and the fairly important role that it awards
to it, the institution of Head of the State remains a great unknown, its
actual configuration being highly dependent on the personality of the
individual who happens to be in that position.
Thus, the Constitution prohibits the President to be member of a
political party, but the sympathies or personal options of the President,
even publicly expressed, do not fall within the scope of this prohibition.
*
1
Professor, Law Department, University of Bucharest (Romania)
E.S.TĂNĂSESCU, « The President of Romania or the Slippery Slope of a Political
Regime », European Constitutional Law Review n°1/2008, p.64-97.
106
The Impossible Dismissal of a President: Romanian Political Design
According to the Constitutional Court "the Constitution does not forbid
the President to maintain links with the political party that supported him
during the elections, or with other political parties. Such a ban would not
be in the spirit of the Constitution, since the President is elected by
universal suffrage, on the basis of a political program, and has a duty
towards the electorate to accomplish his program. It is obvious that in
order to make this program become reality the President can interact
with the political party of which he was a member, or with any other
political party that could support him for the implementation of this
program. "(Advisory Opinion No. 1/2007) In that sense, it may be
interesting to recall that during the electoral campaign for the European
Parliament organized in 2007 the charisma of President Traian Băsescu
has been intensively used by the Democratic Party, although he was no
longer a member since 2004: their posters showed pictures of all
candidates nominated by the party surrounding a large empty frame in
the middle, where it was written “busy elsewhere”. One knowledgeable
commentator of the Romanian political scene and fine connoisseur of
realities in comparative law, Professor Tudor Draganu stated already in
1998 that the obligation of political neutrality imposed on the Romanian
President "will forever be doomed to remain dead-letter. Although after
the elections, formally he is no longer the leader of the political party
with the support of which he was elected, the President will always
remain the invisible guide of that party, at least with regard to important
political issues. In addition, if he wishes to have the support of that party
during the presidential or parliamentary elections that follow after the
end of his term, the President of Romania will inevitably be put in the
position to explicitly show his special relation with that party and to
behave as a true army commander."2
On the other hand, the role of the President of Romania is not
insignificant. According to a member of the technical committee for
drafting the Constitution: "The President personifies the Romanian State;
he is the symbol of the nation as a whole because of his direct election
by the people. By exercising his powers he ensures balance and a
smooth running of activities for all public authorities, in accordance with
the principle of separation of powers."3 Such a vision on the role and
mission of the Head of the State is not totally disconnected with the
Romanian institutional legacy, whereby an individual should be able to
impose his own will on any other institution or public authority. Besides,
2
3
T.DRAGANU, Drept constituţional şi instituţii politice. Tratat elementar», Lumina
LEX, Bucureşti, 1998 , vol.II, p.234.
F.B.VASILESCU, Geneza Constituţiei României (1991) – Lucrările Adunării
Constituante, Monitorul Oficial, Bucureşti, 1998, p.489.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
107
nothing prevents such a Head of State to operate in a democratic
environment. The Romanian Constitutional Court seems to confirm the
point of view according to which the President is an “actor” or a
“player”4 when it says that "the constitutional powers and democratic
legitimacy that stems from his direct election by the people imposes on
the President of Romania an active role; therefore, his presence in
politics cannot be reduced to a mere symbolic or protocol function."
(Advisory Opinion No. 1/2007)
Article 805 of the Romanian Constitution was inspired by the
French Constitution of 1958. Just as in the French case, the institution of
the Head of State is configured with a certain degree of uncertainty,
since the notions of mediator and guarantor do not easily fit together
within the same political institution. And just as in the French case, the
meaning of the constitutional text cannot be fully deducted by simple
exegesis, but is rather the result of the use that each President makes of
the powers imparted on him. But unlike the French Head of State, which
is provided with important means of action by the Constitution and who
in practice has always been strong enough to successfully absorb all
available authority throughout the entire constitutional architecture, the
Head of the Romanian State is considerably weaker, especially with
regard to the instruments at his disposal. The constitutional reform of
2003 has not changed much with regard to this reality.
However, his influence on the overall political scene remains
untouched.
Before the constitutional reform of 2003, the term of office of the
President was identical to that of parliamentarians. In 2003, in order to
separate presidential from parliamentary elections and to cancel the role
of "trailer" that a charismatic President could play for the political party
that would have supported him, the term of office of the President has
been extended to 5 years. However, presidential elections tend to be
more important in the eyes of the electorate than parliamentary ones.
Empirical evidence has been provided by the 2004 elections.
Parliamentary elections had given somewhat ambiguous results: a
4
5
Since the beginning of his electoral campaign in 2004 and until the campaign meant
to uphold him in the position of President of Romania during 2012 M.Traian Basescu
has constantly used in his public speech these two descriptors for himself.
Entitled « Role of the President » article 80 provides « (1) The President of Romania
shall represent the Romanian State and is the safeguard of the national independence,
unity and territorial integrity of the country. (2) The President of Romania shall
guard the observance of the Constitution and the proper functioning of the public
authorities. To this effect, he shall act as a mediator between the Powers in the State
as well as between the State and society. ».
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
108
The Impossible Dismissal of a President: Romanian Political Design
relative majority of seats went to the electoral coalition formed by the
Social Democratic Party (centre-left) with tiny Humanist Party (left), but
the government was formed by a coalition of centre-right political
parties, which brought together the National Liberal Party (liberal) and
the Democratic Party (popular), in alliance with the Democratic Union
of Hungarians in Romania (ethnic quasi-political party). And because
the President of Romania had been elected with the support Liberals and
Democrats (with a majority of 5.126.794 votes out of 10.112.262
participants to the elections), the position of Prime Minister went to the
head of the Liberal Party. En passant, it should be noted that the success
of Mr. Traian Băsescu was all the more commendable since he was not a
candidate in the presidential race from the beginning of the electoral
campaign.6
But the most striking evidence of the importance and priority that
presidential elections take in the collective mind came during 2008
parliamentary and 2009 presidential elections. In 2008 again the relative
majority of parliamentary seats went to the Social Democratic Party
(centre-left), which together with the Democratic Party (People) held
more than 75% of votes in Parliament. For this reason and despite the
rivalry between these two parties, in 2008 they agreed to create a
governing coalition. But the success of the candidate endorsed by the
Democratic Party in the 2009 presidential elections triggered the creation
of a new government towards the end of 2009, supported by the
Democratic Party, the Democratic Union of Hungarians in Romania and
the representatives of national minorities in the Chamber of Deputies.
Indeed, the re-election of Mr.Traian Băsescu was expected according to
his own statements7, but had been perceived by the electorate as an
extreme situation (5.277.068, id est 50, 34% of the electorate voted for
him, whereas 5.206.747, id est 49, 66% voted for his counter candidate);
he practically won with the support of the Constitutional Court and the
vote of Romanians living abroad, whom he particularly courted during
an electoral campaign that took place heavily in Spain, Italy and Moldova as well.
6
Following several other positions in the Government M.Traian Basescu has been
elected mayor of Bucharest in 2000 and has managed to get re-elected again in 2004.
After having promised to the inhabitants of Bucharest that he « will not leave them
for a better position », the unexpected withdrawal of the presidential race of
M.Theodor Stolojan made M.Traian Basescu present his own candidacy. He won the
presidential elections in 2004 and 2009, each time during the second ballot when he
confronted candidates of the Social-Democratic Party.
7
According to the press, during his first installation in the presidential palace M.Traian
Basescu has declared « I have come to stay here for 10 years ».
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
109
Doubting his own score, on the very evening of the election Mr.
Traian Băsescu claimed massive electoral fraud; one day later, the count
confirmed him in the position of Head of State so no more complaints
were heard. But the losing candidate, Mr.Mircea Geoana complained in
front of the Constitutional Court that, according to the results
announced, too many votes were cancelled, while, according to his own
calculations, in some of the polling sections organized abroad (notably
in the Embassy of Romania in Paris) the frequency of voting was higher
than one voter every 7 seconds ... In a decision which to many
Romanians reminded of Bush v. Gore 531 US 98 (2000) of the US
Supreme Court, the Constitutional Court decided to check the cancelled
ballots in the second round of voting (138, 476, id est more than twice
the number of votes separating the two candidates) and found out that
only 2247 were cancelled erroneously; consequently, the presidential
elections of 2009 have been validated and Mr.Traian Basescu has been
declared the winner.
For fear of a hyper-presidentialist8 drift, the framers of the
Constitution have provided two types of responsibility for the Head of
State: a political one (impeachment) which has as its final stage a vote of
the electorate on the dismissal of the President (article 959) and a legal
(criminal) one, which supposes a jurisdictional procedure under which
Parliament acts as prosecutor and the High Court of Justice and
Cassation as judge (article 9610). In this context is should be noted that
8
C.BERNAL PULIDO, « Droits fondamentaux, juristocratie et hyperprésidentialisme
en Amérique Latine », A.MARTIN (dir.), La glaive et la balance – Droits de
l’homme, justice constitutionnelle et démocratie en Amérique Latine, l’Harmattan,
Paris, 2012, p.27 et seq.
9
Entitled « Suspension from office » article 95 of the Romanian Constitution provides :
(1) In case of having committed grave acts infringing upon constitutional provisions,
the President of Romania may be suspended from office by the Chamber of Deputies
and the Senate, in joint sitting, with a majority vote of deputies and senators and after
consultation with the Constitutional Court. The President may explain before
Parliament with regard to imputations brought against him. (2) The proposal of
suspension from office may be initiated by at least one third of the number of
deputies and senators, and the President shall be immediately notified thereof. (3) If
the proposal of suspension from office has been approved a referendum shall be held
within 30 days, in order to remove the President from office. ».
10
Somewhat confusingly entitled « Impeachment » in the English official version,
article 96 of the Romanian Constitution provides : « (1) The Chamber of Deputies
and the Senate may decide the impeachment of the President of Romania for high
treason in a joint session, based on the votes of at least two thirds of the number of
deputies and senators. (2) The impeachment may be initiated by a majority of
deputies and senators and shall, without further delay, be notified to the President of
Romania so that he can give explanations about the facts he is being held accountable
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
110
The Impossible Dismissal of a President: Romanian Political Design
the Constitution does not clearly identify the "serious facts that ignore
the Constitution" on the basis of which an impeachment may be started.
Consulted on three occasions (1994, 2007, and 2012) with respect to the
ambiguity of this text, the Constitutional Court provided an explanation
in a vicious circle: whether it is an action or no-action, a fact which
ignores the Constitution is “serious” only with regard to the legal act it
infringes upon (Advisory Opinion No. 1/1994). In any event, "the active
role that the President decided to play in the political and social life of
the country cannot be characterized as a conduct contrary to the
Constitution" (Advisory Opinion No. 1/2007), although "for his
statements, which are political opinions, the President of Romania is
responsible, from a political and moral point of view, only to the
electorate and civil society." (Advisory Opinion No. 1/2012).
The fact that an impeachment procedure has been initiated already
three times within merely twenty years of application of the
Constitution, each time in a more aggressive way, testifies of a serious
deterioration of the general political climate and points to serious
dysfunctions in the political system in Romania. If in 1994 the negative
advisory opinion issued by the Constitutional Court regarding President
Ion Iliescu was followed by Parliament, in 2007 and in 2012 the
situations was different.
Often accused of populism that much he was popular at the
beginning of his term, during the eight years he performed as President,
Mr. Traian Băsescu has managed to alienate not only the majority of the
political class, but also many of his former allies in the civil society. A
first impeachment procedure was successful in Parliament on April 19th,
2007. Without taking into account the advisory opinion11 rendered by
the Constitutional Court and rather following a report made by a
committee of inquiry12, the Parliament suspended the President with 322
votes for, 108 against, and 10 abstentions (20 MPs were absent).
for. (3) From the impeachment date and up to the dismissal date, the President is
under de jure suspension. (4) The jurisdiction for judging such cases shall belong to
the High Court of Cassation and Justice. The President shall be dismissed de jure on
the date the court decision impeaching him is final. ».
11
The Constitutional Court held that, if the impeachment refers to violations of the
Constitution committed by the President during his term, given their content and
consequences, they cannot be qualified as "serious", but the final decision rests with
Parliament because the procedure involves rather a political liability. (Advisory
Opinion No. 1/2007).
12
A part the opinion of the Constitutional Court, the Parliament also relied on an
inquiry committee it has established out of 15 MPs (parliamentary groups have been
proportionally represented, but no representative of the Democratic Party, the
"presidential" party was present). In its report the committee said that President
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
111
The “serious facts” which brought to this situation were numerous
and can be summarized as follows:
• Numerous acts that violate the Constitution in the sense that the
President wanted to become the main player in politics despite
constitutional provisions that require him working with other public
authorities (such the attempted hijacking of real political significance of
the 2004 legislative elections, the systematic blocking of Parliament - by
trying to replace the presidents of the Chamber of Deputies and the
Senate - and the attempt to force the resignation of Prime Minister in
2005).
• Numerous other acts not less serious showing that the President
tried to use state institutions to its advantage (such as interference in the
activity of the Ministry of Justice or the creation of a new information
agency directly subordinated to him).
• Allegations of attempts to protect state-capture and mafiainterests in profitable sectors of the economy (based on media
campaigns with a great impact on the population).
• A general accusation of transforming the political crisis into the
main tool of governance because it was the only way in which President
Traian Băsescu could erect himself as "saviour" of the country.
In a referendum held on May 19th, 2007, the population has
validated President Traian Băsescu with a majority of 74.48% of voters
(6.059.315 out of 8.135.272 persons who participated to the polls). The
participation rate was 44.45% of the entire voting population. On May
24th 2007 the President re-confirmed resumed his official duties.
It is appropriate here to mention a little detail, which at that time
looked almost insignificant, but which was to become extremely
important at the referendum held in 2012. During March 2007
Parliament tried to revise the law on the referendum and make
impossible the organization of any referendum within six months before
any poll. The measure was designed to thwart any such initiative of the
President, who had announced his plans to hold a consultative
referendum on the change of the electoral system (from proportional
representation to first past post). The Constitutional Court invalidated
Traian Basescu had violated the Constitution. When informed, the President initially
denied all charges, then publicly stated that if Parliament voted his suspension he
would resign "within 5 minutes" in order to allow for an early presidential election in
which he wanted to be present as candidate, only to be recalled that there is a
constitutional prohibition of more than 2 presidential terms which made him
withdraw previous declaration and only state that he would accept the outcome of the
referendum. The media have speculated that such contradictions between public
statements probably took a toll of a few hundreds of thousands of votes.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
112
The Impossible Dismissal of a President: Romanian Political Design
the draft-law (Decision No 147/2007) by means of an a priori control,
which prevented it from ever coming into force. However, during the
campaign for the referendum, the Parliament managed to adopt another
amendment to the Referendum Act, which, in essence, was meant to
declare valid a referendum on the impeachment of the President in case
that less than half plus one of the electors enrolled on the electoral lists
would participate to the poll, thus replacing the absolute majority needed
until then with the simple majority needed after 2007. The Constitutional
Court validated this Act (through its Decision No. 420/2007) and this
fact has allowed the re-confirmation in office of the incumbent President
although the participation rate to the referendum had not exceeded
44.45% of the electorate.
A second impeachment procedure proved successful in Parliament
on July 6th, 2012. Taking into account the advisory opinion rendered by
the Constitutional Court, which this time could be read as partially
favourable to the dismissal of the President13, the Parliament suspended
the President with 256 votes for and 114 votes against; out of the 432
members that both Houses count only 374 were present and two votes
were cancelled.
This time also the charges were numerous; they only referred to
the second presidential term of Mr. Train Băsescu and can be
summarized as follows:
• democracy and the rule of law have suffered a strong erosion
because the entire political action was concentrated in an arbitrary and
unconstitutional way in the hands of one person, who dictates to other
powers in the State;
• the most important decisions have been taken outside the
democratic framework of the exercise of power, the President acting as
Prime Minister, and providing guidance to Parliament and the judiciary;
• the political discourse of the President managed to offend the
people, and eventually had a dramatic impact on the social policies of
the State in the sense of a reduction of the social protection;
• the President has tried to revise the Constitution according to his
own wishes and persisted in this action although the Constitutional Court
13
This time the Constitutional Court held that the facts put forward against the
President are real conflicts with other participants in the political life, and that
M.Traian Băsescu has not exercised "with maximum efficiency required the function
of mediation between the powers of the state and between the state and society."
(Advisory Opinion No. 1/2012).
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
113
struck down certain provisions of the reform14 nevertheless sent to
Parliament.
In the referendum held on July 29th, 2012 out of a total population
of 18.292.464 enrolled on the permanent electoral lists 8.459.053
participated in the referendum (id est 46, 26% of the population
registered), from which 7.403.836 (id est 87, 52% of the participants)
voted "Yes", 943.375 (id est 11, 16%) voted "No", and 111.842 (id est 1,
32%) cancelled their vote. Normally, if the precedent set by the
referendum of 2007 would have been followed, the President should
have been removed.
But on July 10th 2012, during the campaign for the referendum and
regarding a parliamentary initiative meant to revise the Referendum Act,
the Constitutional Court issued Decision No. 731/2012, which interprets
this last legal act in the sense that the referendum is valid only "if the
participation is at least half plus one of the total number of persons
registered in the permanent electoral lists." In other words, for the same
type of referendum and on the basis of the same Constitution, the same
organic law on the organization and conduct of the referendum in 2007 it
was constitutional with a quorum equivalent to the simple majority of
voters registered and in 2012 it is constitutional with a quorum
equivalent to the absolute majority of voters registered.
Many political and legal disputes ensued about the consistency and
the predictability of the constitutional case law15, on the democratic
nature of a referendum whose validation depends on those who do not
participate in the political life of the polis (the President suspended has
asked voters not come to the polls in order to defend democracy16), on
14
In its Decision No. 799/2011 of the Constitutional Court had identified some
provisions in the constitutional bill initiated by the President that suppressed human
rights, which is contrary to the "eternity clauses" of the Romanian Constitution, but
the President forwarded the bill to Parliament in the state, without revising the text
according to the decision of the Constitutional Court.
15
In its Decision No. 371/2012, in order to justify a higher quorum for this particular
type of referendum, the Constitutional Court had invoked the Code of Good Practice
on Referendums adopted by the Venice Commission, and had argued that «
participation is an expression of sovereignty » and « it represents a genuine civic
obligation ». On the other hand, in its judgment No. 3/2012 the Constitutional Court
invokes the same code of conduct to justify non-participation in the referendum, and
states that « those who choose not to exercise their right to vote believe that a passive
conduct they can impose their political will, so the non-participation in the
referendum is a form of participation in political life ».
16
The political context plays a great role here, where the Liberal Democratic Party
(which supports the President suspended) advised its supporters to defend democracy
by non-participation in the referendum, while the Social Democratic Party and the
Liberal Party (in opposition with the President suspended) advised their supporters to
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
114
The Impossible Dismissal of a President: Romanian Political Design
the (too big) number of voters registered in the electoral rolls (because
the census of the population conducted in 2010 had provided quite
concerning preliminary results, according to which the population of
Romania was reduced below the psychological threshold of 20 million
inhabitants), on the procedural regularity of the referendum (about 500
criminal investigations for suspicions of electoral fraud have been
opened), and, finally, on the subtle difference introduced in 2008
through an amendment to the Law on parliamentary elections (the
common law on elections in Romania) between permanent electoral lists
and the special lists for Romanians living abroad.
On August 2nd, 2012 the Constitutional Court was expected to
provide an answer as to whether the referendum was valid or not, but
instead it has announced that, given the conflicting information provided
by the National Institute of Statistics, the Ministry of Administration and
Home Affairs, and the Permanent Electoral Authority with regard to the
content of the permanent electoral lists, it has to require from the
Government the up-dated permanent electoral lists on the basis of which
the referendum actually took place, and it postponed its decision until
September they 12th 2012.
Also on August 2nd 2012 in a judgment (No.3/2012) upon several
complaints with regard to the irregularity of the conduct of the
referendum, the Constitutional Court ruled that permanent electoral lists
cannot include Romanians living abroad, and therefore “their number
cannot influence the legal quorum of participation in the referendum”,
but it also declared that all voters, irrespective of the list where they are
registered, shall be taken into consideration in the organization of the
referendum. However, the fact that the Constitutional Court is supposed
to rule upon two different aspects (compliance with the rules on the
organization of the referendum and validation of referendum results)
according to two different criteria (procedural rules on the conduct of the
referendum and standards of validity of a referendum) seems to not have
been taken into account.
Following severe social and political turbulences caused by such
an interpretation of the law on the referendum, the Constitutional Court
go to the polls in order to defend democracy. This may shed a different light on the
actual participation in this particular referendum (of 2012), as it has been higher than
in any of the previous mandatory referendums and significantly greater than the one
achieved during the consultative referendum organised in 2007. This participation
rate must also be analysed both from the point of view of those who have expressed a
categorical position (in favour of the removal of the President), as well as it has to
take into account that non-participation in this particular case may have had a
specific significance, unlike in similar situations of the past.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
115
has advanced the date of its decision on August 28th, and then again on
August 21st 2012, when it declared the referendum compliant with the
procedure, but it found that participation was lower than the threshold
required (absolute majority of registered voters), which made the
referendum invalid. Therefore, the precedent set in 2007 has not been
followed with regard to the validity of the referendum, although de facto
the effects with regard to the situation of the President suspended are the
same: instead of being dismissed by the referendum, he resumed his
duties.
However, uncertainty continues to hover not only on the nature of
the Romanian political system (semi-presidential or presidential), and
the proper role that the President of Romania should play within the
institutional architecture of the State, but (since 2012 onwards) also on
the standards used to assess the validity of a referendum: should the
participation rate be an absolute or simple majority? Should it have as
referential the law on the referendum or, as the Constitutional Court has
suggested in its judgment No.3/2012, the law that sets the rules for the
election of the authority concerned by the plebiscite? And what should
be the role of the Constitutional Court with regard to an expression of
direct democracy: can it get involved only in assessing procedural
aspects or can it also control the scope and validity of decisions thus
taken?
Many questions for which the answers may not have to wait too
long as a future procedure for dismissal of the President of Romania is
already under preparation according to the statements made by some
Romanian politicians ...
BIBLIOGRAPHY
C. BERNAL PULIDO, « Droits fondamentaux, juristocratie et
hyperprésidentialisme en Amérique Latine » in A. MARTIN (coord.) La
glaive et la balance – Droits de l’homme, justice constitutionnelle et
démocratie en Amérique Latine, L’Harmattan, Paris, 2012 ;
T. DRAGANU, Drept constituţional şi instituţii politice. Tratat
elementar, vol. II, Lumina LEX, Bucureşti , 1998 ;
E.S.TĂNĂSESCU, « The President of Romania or the Slippery
Slope of a Political Regime » European Constitutional Law Review n°1,
2008, p.64-97 ;
F.B.VASILESCU, Geneza Constituţiei României (1991) –
Lucrările Adunării Constituante, Monitorul Oficial, Bucureşti, 1998.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
L’IMPOSSIBLE RÉVOCATION D’UN PRÉSIDENT: LE DESIGN
POLITIQUE ROUMAIN
Elena Simina Tănăsescu*
RÉSUMÉ
Le présent article traite une question essentielle pour la démocratie
contemporaine, à savoir celle de l'influence des pouvoirs publics sur
l'exercice du pouvoir au cours des manifestations démocratiques du peuple
souverain. En même temps, il s’agit de la possibilité dont dispose le pouvoir
juridictionnel d'examiner ces manifestations directes du peuple souverain.
Ces propos sont illustrés par l'exemple de la Roumanie, pays de l’Europe
de l'Est, où le président de la république, M. Traian Basescu, a essayé
d’utiliser son influence politique pour orienter les résultats du vote lors de
la procédure relative à sa destitution. En 2007 tout comme en 2012 son
attitude lui a permis de se maintenir au pouvoir, la première fois par un
référendum confirmé avec un vote populaire dont la participation a été
inférieure à 50%, et la deuxième fois par un référendum infirmé
précisément parce que la participation a été en dessous de 50% sur
l’ensemble de la population avec droit de vote.
Mots-clés: démocratie, le pouvoir politique, opinion publique.
***
L’ambiguïté du régime politique roumain1 ne fait que s’accroître
dans un climat politique instable, mais paradoxalement, la position du
Président de la Roumanie ne fait que gagner en importance sur la scène
politique et institutionnelle. Entre l’obligation de neutralité politique que
la Constitution lui impose et le rôle assez important qu’elle lui confère,
l’institution du chef de l’Etat reste une grande inconnue, sa configuration
réelle étant fortement dépendante de la personnalité de l’occupant du
poste.
Ainsi, la Constitution interdit formellement au Président la qualité
de membre d’un parti politique, mais les sympathies ou les options
personnelles d’un Président en exercice, même exprimées publiquement,
*
1
Professeur, Université de Bucarest
E.S.TĂNĂSESCU, « The President of Romania or the Slippery Slope of a Political
Regime », European Constitutional Law Review n°1/2008, p.64-97.
118
L’impossible Révocation d’un Président: le Design Politique Roumain
ne tombent pas sous le coup de cette interdiction. Selon la Cour
Constitutionnelle « la Constitution n’interdit pas au Président de garder
des liens avec le parti politique qui l’a soutenu lors des élections, ou
avec d’autres partis politiques. Une telle interdiction ne serait pas dans
l’esprit de la Constitution, dans les conditions où le Président est élu par
un suffrage universel, sur la base d’un programme politique, et il a le
devoir, devant l’électorat, d’agir afin d’accomplir ce programme. Il est
évident que pour réaliser son programme le Président peut dialoguer
avec le parti politique dont il a été membre, ou avec tout autre parti
politique qui pourrait soutenir la réalisation de ce programme. » (avis
consultatif n°1/2007) Dans ce sens, il est peut être intéressant de se
rappeler que dans la campagne électorale organisée pour les élections
européennes de 2007 le charisme du Président Traian Băsescu a été
utilisé par le Parti Démocrate en sa faveur à volonté, bien que celui-ci
n’en était plus membre depuis fin 2004.2 Commentateur avisé de la
scène politique roumaine, ainsi que fin connaisseur des réalités dans le
droit comparé, le professeur Tudor Drăganu affirmait déjà en 1998 que
l’obligation de neutralité politique imposée au Président en fonction «
sera à jamais vouée à rester lettre morte. Même si, formellement, après
les élections il ne figure plus en tant que leader du parti politique à
l’appui duquel il a été élu, le Président sera toujours le guide invisible de
ce parti, au moins en ce qui concerne les problèmes politiques les plus
importants. En plus, s’il souhaitera avoir le soutien de son parti dans les
élections présidentielles ou parlementaires qui vont suivre à l’expiration
de son mandat, la Président de la Roumanie sera inévitablement mis
dans la situation de montrer explicitement son appartenance à ce parti et
de se comporter en tant que véritable commandant d’armée ».3
De l’autre côté, le rôle du Président de la Roumanie n’est pas des
moindres. Selon un membre de la commission technique pour la
rédaction de la Constitution: « Le Président personnifie l’Etat roumain,
et représente le symbole de la nation dans son entier, du fait de son
élection directe par le peuple. Par l’exercice des attributions qui lui sont
propres il assure l’équilibre et le bon déroulement des activités des
autorités publiques, en conformité avec le principe de la séparation des
pouvoirs »4. Une telle vision sur le rôle et la mission du chef de l’Etat
2
3
4
En effet, les affiches du Parti Démocrate montraient les photos de tous les candidats
proposés par le parti, qui entouraient un grand cadre vide, placé au milieu, sur lequel
il était marqué « occupé ailleurs ».
T.DRAGANU, Drept constituţional şi instituţii politice. Tratat elementar», Lumina
LEX, Bucureşti, 1998 , vol.II, p.234.
F.B.VASILESCU, Geneza Constituţiei României (1991) – Lucrările Adunării
Constituante, Monitorul Oficial, Bucureşti, 1998 1998, p.489.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
119
n’est pas complètement étrangère à l’héritage institutionnel roumain,
selon lequel un seul individu doit être en mesure d’imposer sa volonté
sur toute autre institution ou autorité publique. Par ailleurs, rien n’interdit
qu’un tel chef d’Etat puisse fonctionner dans un environnement
démocratique. Le juge constitutionnel semble confirmer la vision du «
Président joueur » ou « Président acteur »5 lorsqu’il affirme que « les
prérogatives constitutionnelles, ainsi que la légitimité démocratique que
lui confère l’élection directe par l’électorat, imposent au Président de la
Roumanie d’avoir un rôle actif, sa présence dans la vie politique ne
pouvant pas être réduite à un simple exercice symbolique et protocolaire
». (avis consultatif n°1/2007)
L’article 806 de la Constitution roumaine s’est inspiré de la
Constitution française de 1958. Tout comme dans le cas français,
l’institution du chef de l’Etat est configurée avec une certaine dose
d’indétermination, dans la mesure où les notions de médiateur et de
garant sont difficilement associables par rapport à la même institution
étatique investie de la même mission institutionnelle. Tout comme dans
le cas français, le sens du texte constitutionnel ne peut pas être
entièrement déduit par la simple exégèse, mais résulte plutôt de l’usage
que chaque Président fait de la compétence qui lui est assignée. Mais à la
différence du chef d’Etat français, auquel la Constitution assure
d’importants moyens d’action, et qui, en pratique, a toujours été assez
fort et a réussi à imprégner de son autorité l’ensemble de l’architecture
constitutionnelle, le chef de l’Etat roumain est considérablement plus
faible, surtout en ce qui concerne les instruments mis à sa disposition. La
révision constitutionnelle de 2003 n’a pas beaucoup changé cette réalité.
Pourtant, son influence sur l’ensemble de la scène politique reste
intacte.
Avant la révision constitutionnelle de 2003 la durée du mandat du
Président était identique à celle des parlementaires. Après 2003, afin de
dissocier les élections parlementaires des présidentielles, et d’annuler le
rôle de « remorque » que pouvait jouer un Président charismatique pour
le parti politique qui l’aurait soutenu, le mandat du Président a été
5
6
Depuis sa première campagne électorale présidentielle (en 2004) et jusqu’à la
campagne pour le deuxième référendum organisé afin de le démettre de ses fonctions
(en 2012) M.Traian Băsescu s’est constamment décrit dans son propre discours
public en utilisant ces deux formules.
Intitulé « le rôle du Président », l’article 80 dispose : « (1) Le Président de la
Roumanie représente l’Etat roumain et il est le garant de l’indépendance nationale de
l’unité et de l’intégrité territoriale du pays. (2) Le Président de la Roumanie veille au
respect de la Constitution et au bon fonctionnement des autorités publiques. Dans ce
but, le Président exerce la fonction de médiation entre les pouvoirs de l’Etat, ainsi
qu’entre l’Etat et la société. ».
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
120
L’impossible Révocation d’un Président: le Design Politique Roumain
prolongé à 5 ans. Dans la tendance, les élections présidentielles prennent
plus d’importance aux yeux de l’électorat que les élections parlementaires.
La preuve empirique a été apportée lors des élections de 2004. Les
élections parlementaires avaient donné des résultats assez ambigus : une
majorité relative des sièges est revenue à la coalition électorale formée
par le Parti Social Démocrate (centre-gauche) avec le minuscule Parti
Humaniste (gauche), mais le gouvernement a été formé par une coalition
de centre-droite, qui réunissait le Parti National Libéral (libéral) et le
Parti Démocrate (populaire), en alliance avec l’Union Démocratique des
Magyars de Roumanie (quasi-parti politique ethnique) parce que le
Président avait été élu7 avec le soutien des libéraux et démocrates.8 Il
convient de noter au passage que le succès remporté par M. Traian
Băsescu a été d’autant plus méritoire qu’il n’était pas candidat dans la
course à la présidentielle depuis le début de la campagne électorale9.
Mais la preuve la plus éclatante de l’importance et de la priorité
que prennent les élections présidentielles dans le mental collectif a été
faite lors des élections parlementaires de 2008 et présidentielles de 2009.
En 2008 de nouveau, la majorité relative des sièges parlementaires est
revenue au Parti Social Démocrate (centre gauche), lequel ensemble
avec le Parti Démocrate (populaire) détenaient plus de 75% des voix au
Parlement ; pour cette raison, et malgré la rivalité qui sépare ces deux
partis, ils ont accepté de créer une coalition gouvernementale. Mais le
succès remporté aux élections présidentielles de 2009 par le candidat
soutenu par le Parti Démocrate a fait en sorte qu’à la fin 2009 un
nouveau gouvernement a été formé avec le soutien parlementaire du
Parti Démocrate, de l’Union Démocratique des Magyars de Roumanie et
des représentants des minorités nationales dans la Chambre des Députés.
En effet, la réélection de M.Traian Băsescu était à attendre selon ses
7
8
9
Pour son premier mandat présidentiel M.Traian Băsescu a remporté le deuxième tour
de scrutin avec une majorité de 5.126.794 voix sur les 10.112.262 électeurs présents
aux urnes.
En effet, les affiches du Parti Démocrate montraient les photos de tous les candidats
proposés par le parti, qui entouraient un grand cadre vide, placé au milieu, sur lequel
il était marqué « occupé ailleurs ». et la Vérité », a été élu Président de la Roumanie,
conformément au protocole conclu avant les élections, le leader de l’autre parti
politique (Parti National Libéral) devait devenir Premier ministre.
Suite à plusieurs fonctions gouvernementales, M.Traian Băsescu a été élu maire de
Bucarest en 2000 et confirmé dans cette position en juin 2004. Après avoir promis
aux bucarestois de « ne pas les quitter pour un poste meilleur », le retrait intempestif
de la course à la présidentielle de M.Teodor Stolojan l’a conduit à se présenter
comme candidat. Il a remporté les élections présidentielles en 2004 et en 2009, à
chaque fois lors du deuxième tour de scrutin où il a été confronté à des candidats
proposés par le Parti Social Démocrate.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
121
propres déclarations.10 Toutefois, elle ne s’est plus passée selon les
standards de popularité avec lesquels il avait été habitué auparavant.11
Doutant de son propre score, le soir même de l’élection M. Băsescu avait
souligné l’existence de fraudes électorales massives ; un jour plus tard,
le décompte des voix le confirmait dans la fonction de chef de l’Etat. Le
candidat perdant, M. Mircea Geoana a estimé que, selon les résultats
annoncés, beaucoup trop de votes avaient été annulés, alors que, selon
ses calculs, dans certaines sections de vote organisées dans les
Ambassades (notamment à Paris) la fréquence du vote aurait été d’1
électeur toutes les 7 secondes … Dans une décision qui a rappelé à
beaucoup des roumains la célèbre décision Bush v. Gore 531 US 98
(2000) de la Cour Suprême des Etats Unis, la Cour Constitutionnelle a
décidé de vérifier seulement les bulletins de vote annulés lors du
deuxième tour de scrutin (138.476, id est deux fois plus que le nombre
de voix qui séparaient les deux candidats) et a constaté que seulement
2247 étaient annulés d’une manière erronée ; par conséquent les
élections présidentielles ont été validées.
Par crainte d’une dérive hyperprésidentialiste12, prescients, les
rédacteurs de la Constitution ont introduit deux types de responsabilité
pour le chef de l’Etat : une politique, de type impeachment, dont la
procédure a comme phase finale la présentation du Président devant
l’électorat suite à la décision du Parlement de le suspendre de ses
fonctions13, et une juridique (pénale), qui suppose une procédure
10
Faite lors de sa première installation au Palais Cotroceni, et devenue célèbre depuis,
la déclaration de M.Traian Băsescu a été: « Je suis venu pour y rester dix ans ».
11
Pour son deuxième mandat M.Traian Băsescu a réussi à obtenir la majorité requise
lors du deuxième tour de scrutin seulement in extremis (5.277.068, soit 50, 34% des
électeurs sur 10.483.815 participants au scrutin ayant voté pour lui, contre 5.206.747,
soit 49, 66% pour son opposant), et uniquement avec le soutien des roumains de
l’étranger, qu’il avait courtisé tout particulièrement lors d’une campagne électorale
qui s’était déroulée en grande partie en Espagne, Italie et Moldavie.
12
C.BERNAL PULIDO, « Droits fondamentaux, juristocratie et hyperprésidentialisme
en Amérique Latine », A.MARTIN (dir.), La glaive et la balance – Droits de
l’homme, justice constitutionnelle et démocratie en Amérique Latine, l’Harmattan,
Paris, 2012, p.27 et seq.
13
Intitulé « la suspension de la fonction » l’article 95 de la Constitution dispose: « (1)
S’il commet des faits graves violant les dispositions de la Constitution, le Président
de la Roumanie peut être suspendu de sa fonction par la Chambre des Députés et le
Sénat, en séance commune, à la majorité des voix des députés et sénateurs, après
consultation de la Cour Constitutionnelle. Le Président peut donner au Parlement des
explications au sujet des faits qui lui sont imputés. (2) La proposition de suspension
de la fonction peut être présentée par un tiers au moins du nombre des députés et des
sénateurs et est communiquée immédiatement au Président. (3) Si la proposition de
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
122
L’impossible Révocation d’un Président: le Design Politique Roumain
juridictionnelle dans laquelle le rôle du Parlement se limite à la mise
sous accusation le chef de l’Etat14. Il convient de noter que la
Constitution ne définit pas « les faits graves qui méconnaissent la
Constitution ». Consultée à trois reprises (en 1994, 2007, et 2012) à
l’égard de cette ambiguïté normative, la Cour Constitutionnelle en a
fourni une définition en cercle vicieux : un fait qui méconnaît la
Constitution, que ce soit une action ou une inaction, est grave par rapport
à l’acte qu’il méconnaît. (avis consultatif n°1/1994) De toute manière, «
le rôle actif que le Président décide d’assumer dans la vie politique et
sociale du pays ne peut pas être caractérisé comme un comportement
contraire à la Constitution » (avis consultatif n°1/2007), bien que « pour
ses déclarations, qui sont des opinions politiques, le Président de la
Roumanie reste responsable, d’un point de vue politique et moral, devant
l’électorat et la société civile ». (avis consultatif n°1/2012).
Le fait que la (procédure relative à la mise en jeu de la ?)
responsabilité politique du Président roumain ait été entamée trois fois
dans l’espace de vingt ans d’application de la Constitution, à chaque fois
d’une manière plus agressive, témoigne de la grave détérioration du
climat politique général et des difficultés que rencontre le système
politique en Roumanie. Si en 1994 l’avis consultatif négatif rendu par la
Cour Constitutionnelle à l’égard du Président Ion Iliescu avait été suivi
par le Parlement, en 2007 et 2012 il en a été autrement.
Souvent accusé de populisme tellement il était populaire au début
de son premier mandat, pendant les huit ans qu’il a déjà accompli en tant
que Président, M. Traian Băsescu a réussi à s’aliéner non seulement la
majorité de la classe politique, mais aussi beaucoup de ses anciens alliés
dans la société. Une première procédure de suspension parlementaire du
Président a réussi le 19 avril 2007. Sans tenir compte de l’avis
suspension de la fonction est approuvée, dans un délai de maximum 30 jours un
référendum est organisé pour démettre le Président. ».
14
Intitulé « la mise en accusation » l’article 96 de la Constitution, sur la mise en
accusation du Président, dispose: « (1) La Chambre des Députés et le Sénat, réunis en
séance commune, peuvent décider, avec la voix d’au moins deux tiers du nombre des
députés et des sénateurs, de mettre le Président de la Roumanie en accusation pour
haute trahison. (2) La proposition de mise en accusation peut être initiée par la
majorité des députés et des sénateurs et doit être immédiatement portée à la
connaissance du Président de la Roumanie afin qu’il puisse donner des explications
sur les faits qui lui sont imputés. (3) A partir de la date de la mise en accusation et
jusqu’à la date de la démission le Président est suspendu de droit. (4) La compétence
de jugement incombe à la Haute Cour de Justice et de Cassation. Le Président est
démis de droit à la date où la décision de condamnation demeure définitive. ».
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
123
consultatif15 rendu par la juridiction constitutionnelle, et suivant à la
lettre le rapport rendu par une commission d’enquête16, le Parlement a
suspendu le Président avec 322 voix pour, 108 voix contre, et 10
abstentions (20 parlementaires étaient absents).17
Les faits dont il s’est fait accusé pourraient être synthétisés comme
suit :
(i) une série “d’actions graves” qui violent la Constitution dans le
sens que le Président a voulu devenir l’acteur principal dans la vie
politique malgré des dispositions constitutionnelles qui l’obligent à
collaborer avec d’autres autorités publiques (telles que la tentative de
détournement de la portée politique réelle des élections législatives de 2004,
le blocage systématique du Parlement - par l’essai de faire remplacer les
présidents de la Chambre des Députés et du Sénat -, et la tentative de forcer
la démission du Premier Ministre en 2005).
(ii) une série d’ actions non moins graves, qui démontrent que le
Président a essayé d’utiliser les institutions étatiques à son profit (telles
que des interférences dans l’activité du Ministère de la justice ou la
création d’une nouvelle agence nationale des renseignements
subordonnée directement à lui).
(iii) des allégations sur des tentatives de protéger certains intérêts
mafieux dans des secteurs profitables de l'économie (basées sur les
campagnes médiatiques avec un grand impact sur la population).
15
Dans son avis la Cour Constitutionnelle a considéré que, si la proposition de
destitution se réfère aux faits de violation de la Constitution commis par le Président
au cours de son mandat, vu leur contenu et leur conséquences, ceux-ci ne peuvent pas
être qualifiés de « graves », mais que la décision finale revient au Parlement car la
procédure est bien une en responsabilité politique. (avis consultatif n°1/2007).
16
En parallèle avec l’examen de la Cour Constitutionnelle, le Parlement a décidé de
créer une commission d’enquête, formée de 15 membres (à la proportionnelle des
groupes parlementaires mais sans aucun représentant du PD, le parti « présidentiel »).
Dans son rapport la commission a estimé que le Président Traian Băsescu a violé la
Constitution. Informé, le Président a tout d’abord nié toute accusation, il a déclaré
publiquement que si le Parlement votait sa suspension, il démissionnerait “dans les 5
minutes qui suivraient” afin de provoquer une élection présidentielle anticipée à
laquelle il souhaiterait se présenter à nouveau en tant que candidat. Lorsqu’il s’est
rappelé la disposition constitutionnelle qui interdit le cumul de plus de deux mandats,
et, fort de sa popularité, le lendemain de sa première déclaration il est revenu et a
promis d’accepter le résultat du référendum. Les média ont spéculé que cette
contradiction entre ses déclarations publiques lui a probablement coûté quelques
centaines de milliers de votes.
17
Dans son arrêt n°1/2007 la Cour Constitutionnelle a validé la suspension du
Président, et a rejeté sa contestation, car son avis antérieur, considéré comme
favorable au Président, n’oblige en rien le Parlement, qui reste le seul souverain sur
une telle décision.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
124
L’impossible Révocation d’un Président: le Design Politique Roumain
(iv) une accusation générale d’avoir fait de la crise politique le
principal moyen et instrument de gouvernement car c’était la seule
modalité selon laquelle le Président Traian Băsescu pourrait s’ériger en
“sauveur” du pays.
Lors du référendum organisé le 19 mai 2007 la population a validé
le Président Traian Băsescu avec une majorité de 6.059.315 électeurs sur
les 8.135.272 qui se sont présentés aux urnes, soit 74, 48% des
participants. Le taux de participation a été de 44, 45% de la population
avec droit de vote. Le 24 mai 2007 le Président reconfirmé reprenait ses
fonctions officielles.
Il convient ici de préciser un petit détail, qui à l’époque parait
anodin, mais qui allait devenir extrêmement important lors du
référendum organisé en 2012. Pendant le mois de mars 2007 le
Parlement avait essayé de réviser la loi sur le référendum, adoptant une
modification de procédure qui consistait à rendre impossible tout
référendum six mois avant une consultation électorale régulière. La
mesure visait à contrecarrer une initiative du Président qui avait annoncé
sont intention d’organiser un référendum consultatif sur le changement
du système électoral de la représentation proportionnelle au scrutin
majoritaire. La Cour Constitutionnelle a invalidé cette loi (décision n°
147/2007) par la voie d’un contrôle préventif, ce qui l’a rendu nonopérante. Toutefois, en pleine période d’organisation du référendum, le
Parlement a réussi à adopter une autre modification de la loi sur le
référendum, laquelle, en essence, permettait de calculer les résultats d’un
référendum de destitution, non plus par rapport au nombre des électeurs
inscrits sur les listes électorales (majorité absolue), mais seulement par
rapport à celui des suffrages exprimés (majorité simple). La Cour
Constitutionnelle a validé cette dernière loi (décision n°420/2007), ce
qui a permis la confirmation du Président même avec un taux de
participation de 44, 45% de l’électorat.
Une deuxième procédure de suspension parlementaire du Président
a réussi le 6 juillet 2012. Tenant compte de l’avis consultatif rendu par la
juridiction constitutionnelle, qui cette fois-ci pouvait être lu même
comme un avis partiellement favorable, 18 le Parlement a suspendu le
Président avec 256 voix pour et 114 voix contre ; sur les 432
18
Dans son avis la Cour Constitutionnelle a considéré que les faits concrets retenus à la
charge du Président constituent des véritables conflits avec les autres participants à la
vie politique, et que pour ses opinions politiques le Président reste responsable
politiquement et moralement devant l’électorat, mais que M.Traian Băsescu n’a pas
exercé « avec un maximum d’exigence et d’efficacité la fonction de médiation entre
les pouvoirs de l’Etat et entre l’Etat et la société ». (avis consultatif n°1/2012).
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
125
parlementaires des deux chambres seulement 374 ont été présents et 2
voix ont été annulées.
Cette fois-ci aussi les accusations ont été très nombreuses ; elles
ont visé uniquement la période du deuxième mandat présidentiel de
M.Traian Băsescu et peuvent être résumées comme suit :
(i) la démocratie et l’Etat de droit ont connu une érosion forte car
l’action politique a été concentrée d’une manière arbitraire et
inconstitutionnelle entre les mains d’une seule personne qui dicte aux
autres pouvoirs dans l’Etat ;
(ii) la plupart des décisions importantes ont été prises en dehors du
cadre démocratique de l’exercice du pouvoir, le Président agissant
comme Premier ministre, et donnant des indications au Parlement et au
pouvoir judiciaire ;
(iii) le discours politique du Président est arrivé à offenser le
peuple, et a fini par influencer la politique sociale de l’Etat dans le sens
d’une diminution de la protection sociale;
(iv) le Président a essayé de réviser la Constitution selon ses
propres souhaits et il a persisté dans cette action bien que la Cour
Constitutionnelle a invalidé19 certaines dispositions de la loi
constitutionnelle envoyée au Parlement.
Lors du référendum organisé le 29 juillet 2012 sur une population
de 18.292.464 personnes inscrites dans les listes électorales permanentes
8.459.053 ont participé au référendum (id est 46, 26% de la population
inscrite sur les listes électorales), desquelles 7.403.836 (id est 87, 52%
des participants) ont voté « Oui », 943.375 (id est 1, 32%) ont voté «
Non », et 111.842 (id est 1, 32%) ont annulé leur vote. Normalement, si
le précédent créé par le du référendum du 2007 aurait été suivi, le
Président aurait dû être démis.
Mais, le 10 juillet 2012, en pleine campagne électorale pour le
référendum, étant appelée à se prononcer sur une initiative qui souhaitait
- à nouveau - modifier le quorum de participation au référendum20, la
19
Dans sa décision n°799/2011 la Cour Constitutionnelle avait identifié quelques
dispositions dans le projet de loi constitutionnelle initiée par le Président qui
supprimaient des droits fondamentaux, ce qui est contraire aux « clauses d’éternité »
de la loi fondamentale roumaine, mais le Président a renvoyé le projet de loi au
Parlement dans l’état, sans réviser le texte selon la décision du juge constitutionnel.
20
Par une ordonnance d’urgence le Gouvernement avait essayé de ne plus faire
dépendre d’une interprétation de la Cour Constitutionnelle le type de quorum requis
pour démettre le Président, et d’écrire dans la loi sur le référendum que celui-ci est
valide avec la participation de la majorité simple de la population avec droit de vote.
Cette ordonnance d’urgence est entrée en vigueur, mais le vote sur la loi pour son
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
126
L’impossible Révocation d’un Président: le Design Politique Roumain
Cour Constitutionnelle a rendu la décision n°731/2012, qui interprète la
loi organique sur le référendum dans le sens que la consultation
populaire est valide uniquement « si la participation au référendum est
de minimum moitié plus une des personnes inscrites dans les listes
électorales permanentes ». En d’autres mots, par rapport au même type
de référendum et sur la base de la même Constitution, la même loi
organique concernant l’organisation et le déroulement du référendum en
2007 était constitutionnelle avec un quorum égal avec la majorité simple
des électeurs et en 2012 est constitutionnelle avec un quorum égal avec
la majorité absolue des électeurs inscrites dans les listes électorales
permanentes. La subtile différence entre la majorité absolue des électeurs
inscrits dans les listes électorales (en 2007) et la majorité absolue des
électeurs inscrits dans les listes électorales permanentes (en 2012) aller
passer inaperçue au départ, mais une fois découverte, elle aller faire le
délice de tous les acteurs, observateurs et commentateurs dans les jours
qui ont suivis cette décision.
En effet, déjà avant le référendum du 29 juillet 2012, des
nombreuses contestations politiques et juridiques ont été entendues sur
la cohérence et la prévisibilité de la jurisprudence constitutionnelle, et
sur le caractère démocratique d’un référendum dont la validation dépend
de ceux qui ne participent pas à la vie politique du polis21.
Après le référendum du 29 juillet 2012, et surtout après l’annonce
de ses résultats - nets, mais qui méritent d’être mis dans le contexte
politique22 qui leur est propre - , des contestations encore plus
approbation a fourni à l’opposition l’opportunité de la contester devant le juge
constitutionnel, lequel a rendu la décision n°731/2012.
21
Dans sa décision n°371/2012, afin de justifier un quorum de participation plus élevé
pour ce type particulier de référendum, la Cour Constitutionnelle avait invoqué le
Code de bonne conduite en matière référendaire adopté par la Commission de
Venise, et avait soutenu que « la participation est une expression de la souveraineté
», et représente « une véritable obligation civique », pour que dans son arrêt n°3/2012
elle invoque le même Code de bonne conduite pour justifier la non participation au
référendum, et affirme que « ceux qui choisissent de ne pas exercer leur droit de vote
estiment que par une conduite passive ils peuvent imposer leur volonté politique ;
donc la non-participation au référendum est une forme de participation à la vie
politique ».
22
Un contexte où le Parti Démocrate Libéral (qui soutient le Président suspendu) avait
conseillé à ses sympathisants de défendre la démocratie par la non-participation au
référendum, alors que le Parti Social Démocrate et le Parti Libéral (dont est issu le
Président intérimaire) ont conseillé à leurs sympathisants de se rendre aux urnes afin
de défendre la démocratie. Cela met en perspective un taux de participation supérieur
à celui du précédent référendum obligatoire, et nettement plus grand que celui atteint
lors du référendum consultatif organisé en 2007, et doit être analysé aussi bien du
point de vue de ceux qui se sont exprimés d’une manière qui apparaît comme
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
127
nombreuses se sont fait entendre sur la manière dont le référendum s’est
déroulé, et les fraudes électorales enregistrées23, sur le nombre trop grand
des électeurs inscrits dans les listes électorales permanentes24, et, surtout,
sur la subtile différence que la modification en 2008 de la loi électorale pour
les élections parlementaires (le droit commun en matière des élections en
Roumanie) avait fait entre les listes électorales permanentes et les listes
spéciales pour les roumains qui vivent à l’étranger.
Le 2 août 2012 la Cour Constitutionnelle devait donner une
réponse quant à la validation ou non du référendum concernant la
responsabilité politique du Président ; elle a annoncé que, compte tenu
des informations contradictoires qui lui ont été fournies par l’Institut
National de Statistique, le Ministère de l’Administration et des Affaires
Intérieures, et l’Autorité Electorale Permanente quant au contenu des
listes électorales permanentes, elle exige de la part du Gouvernement de
lui adresser « les listes électorales permanentes actualisées sur la base
desquelles le référendum a eu lieu » effectivement, et elle a prorogé sa
décision pour le 12 septembre 2012.25
En même temps, en guise de réponse à certaines contestations
faites devant elle par des organisations de la société civile, mais aussi par
tous les principaux partis politiques, dans une nouvelle pirouette, la Cour
Constitutionnelle a décidé d’interpréter aussi non seulement le quorum
requis pour la validation du référendum, mais aussi la manière dont il est
calculé. Dans son arrêt n°3/2012 (rendu également le 2 août 2012), après
avoir fait l’observation que l’instabilité normative qui a touché la
matière électorale pendant les dernières années risque d’affecter
grièvement la qualité de la démocratie, la Cour admet que, selon le cadre
catégorique, tout comme il doit tenir compte du fait que la non-participation dans ce
cas précis pourrait avoir une signification particulière par rapport aux situations
semblables du passé.
23
Environ 500 enquêtes pénales, conduites par le Parquet National Anti-corruption et
non pas par le parquet de droit commun, pour des suspicions de fraude électorale ont
été ouvertes plus d’un mois après que les résultats du référendum ont été annoncés
publiquement.
24
Car le recensement de la population organisé en 2010 avait fourni des résultats
préliminaires inquiétants, selon lesquels la population de la Roumanie s’était réduite
sous le seuil psychologique de 20 millions d’habitants, ce qui signifie que la
population avec droit de vote serait réduite aussi à moins de 18 millions, ce qui avait
été le référentiel pour les précédentes élections (il s’agit des élections locales qui ont
eu lieu le 10 juin 2012).
25
Assez rapidement, des spéculations se sont fait entendre, selon lesquelles cela était la
seule manière dont les élections parlementaires et présidentielles pouvaient être
organisées de facto simultanément, malgré le décalage instituée par la révision
constitutionnelle de 2003, dans l’hypothèse d’une validation du référendum.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
128
L’impossible Révocation d’un Président: le Design Politique Roumain
normatif en vigueur à la date où elle doit se prononcer, les listes électorales
permanentes n’incluent pas les roumains vivant à l’étranger, et donc « leur
nombre ne peut pas influencer le quorum légal de participation au
référendum ». Toutefois, dans le considérant immédiatement suivant, elle
affirme que dans ce cas d’espèce sont applicables les dispositions de la loi
sur les élections présidentielles (n°370/2004), selon lesquelles tous les
électeurs, qu’ils soient inscrits sur les listes permanentes ou spéciales, sont
pris en compte pour l’organisation des élections. Et la Cour semble ne pas
faire la différence entre la validation du référendum, et l’organisation des
élections présidentielles, opérations électorales pour lesquelles les critères
d’évaluation sont différents, entre autres, parce qu’ils se trouvent dans des
lois différentes qui ont un objet de réglementation différent. A la lecture de
cet arrêt, le référentiel que le juge constitutionnel entend utiliser pour
apprécier le quorum afin de valider un référendum n’était pas clair: la loi
sur le référendum, laquelle renvoie au droit commun en matière électorale,
qui tient compte uniquement des électeurs inscrits dans les listes électorales
permanentes, ou bien la loi qui fixe les règles électorales pour l’autorité
concernée par le plébiscite ?
Suite aux turbulences sociales et politiques provoquées par cette
jurisprudence, la Cour Constitutionnelle a devancé la date de sa décision
pour le 31 août, et encore une fois pour le 21 août 2012. Dans ce qui
allait probablement être l’arrêt (n°6/2012) le plus attendu de cette année,
avec une majorité de 6 juges sur 9 (selon les exigences de sa loi
organique), la Cour Constitutionnelle a confirmé le fait que la procédure
pour l’organisation du référendum a été respectée.
En ce qui concerne la validation du référendum, la Cour a précisé
qu’elle est soumise à deux conditions cumulatives : un quorum de
participation (précisé dans l’article 5 alinéa 2 de la loi sur le
référendum), et une majorité des voix exprimées (selon l’article 10 de la
loi sur le référendum). Le deuxième critère n’avait jamais posé problème
: 87, 52% des électeurs ayant participé au référendum s’étant exprimé de
façon favorable. En revanche, le quorum de participation semblait
soulever quelques difficultés, dans la mesure où les autorités publiques
censées fournir les informations pertinentes avaient contesté les chiffres
qu’elles mêmes avaient mises à la disposition du juge constitutionnel ; afin
de leur permettre de régler ce qui se présentait plutôt comme un problème
de nature administrative, interne aux autorités avec des attributions en
matière électorale, la Cour Constitutionnelle avait reporté son arrêt. Or il
s’est avéré que les autorités auxquelles la Cour Constitutionnelle avait fait
appel (le Ministère de l’Administration et des Affaires Intérieures,
l’Autorité Electorale Permanente, l’Institut National de Statistique, et,
finalement, le Gouvernement) lui ont de nouveau fourni des
informations non-pertinentes, bien que riches et assorties de beaucoup
d’explications.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Elena Simina Tănăsescu
129
Mais la Cour Constitutionnelle n’a pas été trop loquace quant à la
pertinence qu’elle invoque, car, en effet, les informations que les
autorités publiques lui ont fournies concernaient les listes électorales
permanentes. Or la Cour a fondé son entier raisonnement non pas sur les
listes électorales permanentes, telle qu’elles sont définies26 par l’article 7
alinéa 1 de la loi n°370/2004 sur les élections présidentielles, auxquelles
renvoie l’article 5 alinéa 2 de la loi sur le référendum pour la validation
d’une telle consultation populaire, mais sur l’article 2 alinéa 1 de la loi
concernant l’organisation des élections présidentielles, comme elle
l’avait déjà annoncé dans son arrêt n°3/2012, et repris dans une seule
ligne perdue à la fin du considérant I.4.4. de l’arrêt n°6/2012. Selon ses
propres dires, l’article 5 alinéa 2 rend possible la validation d’un
référendum uniquement si la participation dépasse « moitié plus un du
nombre des personnes inscrites dans les listes électorales permanentes »
(considérant II.1.), mais « la Cour a établi que les listes électorales
permanentes sont, selon l’article 2 alinéa 1 lettre c) de la loi n°370/2004
sur les élections présidentielles, les listes qui comprennent tous les
citoyens roumains avec droit de vote qui ont 18 ans révolus jusqu’au
jour des élections » (considérant I.4.4). En d’autres mots, le référentiel a
glissé de la validation du référendum aux conditions nécessaires pour
l’organisation des élections présidentielles. Dans ces conditions, toutes
les considérations que le juge constitutionnel fait sur l’impossibilité de
disqualifier le droit de vote des citoyens roumains dont les documents
d’identité ont expiré (considérant I.4.10), ou des citoyens roumains avec
résidence légale en Roumanie et à l’étranger (considérant I.4.11), ou encore
des citoyens roumains qui n’ont plus de résidence légale sur le sol roumain
(considérant I.4.12) sont fort justes, mais par rapport à un autre standard que
celui dont il était investi dans la présente affaire. Le droit de vote de tous les
citoyens roumains par rapport auxquels le Gouvernement avait centralisé
les informations disponibles ne peut pas être et n’est pas affecté par une
opération ultérieure à la votation proprement-dite, dans le cadre de laquelle
le juge constitutionnel était censé simplement faire des calculs sur la base
des informations qui lui étaient fournies. S’il est vrai que le juge
constitutionnel ne peut pas procéder lui-même à la mise à jour des listes
électorales (considérant II.6.), il ne peut pas non plus changer - d’une
manière non-justifiée dans son arrêt - le référentiel qu’il utilise pour la
validation de ce référendum. Car, en effet, dans ce cas précis il s’agissait de
la validation d’un référendum sur la responsabilité politique du Président et,
par conséquent, le juge constitutionnel aurait pu invoquer un quelconque
26
« Des listes électorales permanentes sont préparées pour chaque commune et chaque
ville, selon le cas, et elles comprennent tous les électeurs qui ont leur domicile dans
la commune ou la ville pour laquelle elles ont été préparées. ».
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
130
L’impossible Révocation d’un Président: le Design Politique Roumain
rapport de symétrie à l’inverse avec les élections présidentielles ; mais on ne
peut pas s’empêcher de se demander quel référentiel le juge constitutionnel
aurait utilisé pour valider un éventuel référendum consultatif initié par le
Président, ou encore un éventuel référendum décisionnel pour une
révision constitutionnelle ?
Partant du constat que, dans les conditions susmentionnées, la
participation a été moindre que le seuil de la majorité absolue des
électeurs, la Cour Constitutionnelle a déclaré le référendum invalide. Par
conséquent, le précédent créé par le référendum du 2007 n’a pas été
suivi en ce qui concerne la validité du référendum, bien que les chiffres
n’en sont pas beaucoup différents et, de facto, les effets par rapport au
Président suspendu sont identiques : au lieu d’être démis par le vote
référendaire, il peut reprendre ses fonctions.
Toutefois, l’incertitude continue de planer non seulement sur la
nature du régime politique roumain, et le rôle qui revient au Président de
la Roumanie, mais (depuis 2012) aussi sur les standards utilisés pour
apprécier la validité d’un référendum : participation de la population
dans une majorité absolue ou relative ? selon les normes de la loi relative
au référendum ou, selon les normes de la loi qui fixe les règles
électorales pour l’autorité concernée par le plébiscite ? Et finalement,
quel rôle doit jouer le juge constitutionnel par rapport aux manifestations
de la démocratie directe : simple aiguilleur en matière procédurale ou
bien contrôleur de la portée et la validité des décisions ainsi prises ?
Autant de questions pour lesquelles les réponses risquent de ne pas
attendre trop car une future procédure de suspension du Président de la
Roumanie est déjà en préparation selon les déclarations de certains
politiciens roumains …
RÉFÉRENCES BIBLIOGRAPHIQUES
C. BERNAL PULIDO, « Droits fondamentaux, juristocratie et
hyperprésidentialisme en Amérique Latine » in A. MARTIN (coord.) La
glaive et la balance – Droits de l’homme, justice constitutionnelle et
démocratie en Amérique Latine, L’Harmattan, Paris, 2012 ;
T. DRAGANU, Drept constituţional şi instituţii politice. Tratat
elementar, vol. II, Lumina LEX, Bucureşti , 1998 ;
E.S.TĂNĂSESCU, « The President of Romania or the Slippery
Slope of a Political Regime » European Constitutional Law Review n°1,
2008, p.64-97 ;
F.B.VASILESCU, Geneza Constituţiei României (1991) –
Lucrările Adunării Constituante, Monitorul Oficial, Bucureşti, 1998.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
ÖZEL DOSYA: PROF. DR. SERVER TANİLLİ VE
PROF. DR. BÜLENT TANÖR ANMASI/
SPECIAL TOPIC: COMMEMORATION OF PROF. DR. SERVER
TANILLI AND PROF. DR. BULENT TANOR /
COMMÉMORATION EN HOMMAGE AUX PROF. DR. SERVER
TANILLI ET PROF. DR. BULENT TANOR
AYDINLANMANIN HOCASI SERVER TANİLLİ
(SERVER TANILLI A TEACHER OF ENLIGHTENMENT)
Oktay Uygun*
ÖZET
29 Kasım 2011’de aramızdan ayrılan Server Tanilli, anayasa hukuku, uygarlık tarihi, felsefe ve siyaset bilimi alanlarında önemli eserler
vermiş bir aydındı. Akademik kariyerini İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Anayasa Hukuku Kürsüsü’nde yapan Tanilli’nin en çok bilinen
çalışmaları uygarlık tarihi üzerinedir. Bir ders kitabı olarak 1970’lerin
başında hazırladığı “Uygarlık Tarihi” adlı çalışması, on yıllar boyunca
her yaştan insanı ama özellikle gençleri derinden etkilemiştir. Tanilli
tüm kitaplarında, okuyucuya yalnızca yaşadığımız dünyanın gerçeklerini
akıcı bir dille anlatmakla kalmaz, toplumu ve dünyayı nasıl değiştireceklerini de göstermeyi amaçlar. Bir aydın olarak görevini sömürüsüz
bir dünyanın mümkün olduğunu kitlelere göstermek ve bu uğurda mücadele etmek olarak belirleyen Tanilli, anayasayı sadece hukuktan ibaret
görmeyen bir anayasa hukukçusuydu. Eserlerinde anayasal ilke ve kurumlar siyaset, sosyoloji, tarih ve felsefe gibi disiplinlerin verileriyle
zenginleştirilerek incelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Anayasa Hukuku, Diyalektik Materyalizm,
Marksizm, Tanilli, Uygarlık Tarihi
ABSTRACT
Server Tanilli who passed away November 29, 2011 was a Turkish
intellectual with some distinguished works in the fields of constitutional
*
Prof. Dr., Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi
132
Aydınlanmanın Hocası Server Tanilli
law, the history of civilization, philosophy, and political science. Despite
the fact that he made his academic career in the Chair of Constitutional
Law at Istanbul University Faculty of Law, his most well-known works
were in the field of the history of civilization. His legendary work titled
“History of Civilization: Introduction to Modern World” written at the
beginning of the 1970s as a university textbook has deeply influenced
people of all ages but especially young people for decades. As a
constitutional lawyer, he believed that a constitution is not only
consisting of law: He examined the principles and institutions of the
constitution in his works in the light of politics, sociology, history and
philosophy.
Server Tanilli while a faculty member at the Faculty of Law,
University of Istanbul was attacked on April 7, 1978. He was paralyzed
from the waist down due to the attack. He had to move to France for a
better treatment and stayed there 18 years. He returned to Turkey in
2000. Although Tanilli has written in many different areas, he managed
to employ a language and style to tell the reader can easily understand
in his all works. In this respect, Tanilli has used the same method with
well-known science writers: Actually he has done for the readers from
Turkey in the social sciences what Isaac Asimov and Richard Dawkins
done in the natural sciences,
All his works aim not only to tell the reader about realities of the
world we live but also to show how to change society and the world. He
has written his books from the perspective that people can change the
world by learning the laws governing nature and society, and creates a
new societal order based on equality and freedom. As an intellectual, he
determined his duty to show the masses a better world without
exploitation is possible and this world is worth fighting for. Tanilli
believes that every human being is valuable because it is just human and
this value must be protected under all circumstances. This can only be
achieved in a social order based on true equality and freedom inspired
by Marxist theory. “The only competent worldview that can solve the
problems of our age is Marxism today" said Tanilli, warned us that
Marxism should not be seen as a dogma but a rational, scientific method
for seeking the truth.
Tanilli always maintained optimism in the face of every problem.
In the era of globalization, we are dealing with huge problems such as
the revival of savage capitalism, deepening inequality, intolerance,
racism, fundamentalism, population growth, unplanned urbanization,
and environmental pollution. According to him, these major challenges
should not lead us to be pessimistic; “all the problems arise along with
their solutions”. In the course of history may be zigzags but the main
line is progress. Mankind has the capacity to eliminate exploitation and
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Oktay Uygun
133
oppression and establish an egalitarian-liberal social order by
understanding the laws of nature and society.
Keywords: Constitutional Law, Dialectical Materialism, History of
Civilization, Tanilli
***
I. GİRİŞ
1931 Van doğumlu olan Tanilli’yi 29 Kasım 2011’de, seksen yaşında kaybettik. Akademik kariyerine İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Medeni Hukuk Kürsüsü asistanı olarak başlayan Tanilli, kısa
bir süre sonra Anayasa Hukuku Kürsüsüne geçti. 7 Nisan 1978 tarihinde
silahlı saldırıya uğradığında, bu kürsüde Doçent olarak görev yapıyordu.
Saldırı nedeniyle belden aşağısı felç olan Tanilli Fransa’ya yerleşti ve 18
yıl bu ülkede kaldı. 2000 yılında Türkiye’ye döndü; Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazıları yazmaya başladı.
Server Tanilli’nin adıyla adeta özdeşleşen çalışması, Şişli İktisadi
ve Ticari İlimler Yüksekokulu’nda verdiği dersler sırasında hazırladığı
Uygarlık Tarihi’dir. 1972-75 yılları arasında yazılan bu kitap, Server
Tanilli adının tüm Türkiye’de duyulmasını sağlayacağı gibi, yazarının
kaderini de belirleyecektir.
II. UYGARLIK TARİHİ
Lise ve üniversite gençliğini 1970 ve 80’li yıllarda yaşayan kuşağı
derinden etkileyen Uygarlık Tarihi soğuk savaşın devam ettiği,
SSCB’nin henüz dağılmadığı, iki kutuplu dünya düzeninin geçerli olduğu bir dönemde yazıldı. Kitabın 70’lerde ve 80’lerde yarattığı etkiyi
anlamak için o yılların dünyasında internetin olmadığını, televizyonun
devlet tekelinde siyah-beyaz ve tek kanaldan yayın yaptığını, hayatımızın pek çok alanını kuşatan tabular nedeniyle birçok konunun araştırılamadığını, bilgiye erişim imkânlarının çok kısıtlı olduğunu hatırlamak
gerekir. Böyle bir ortamda yazılan Uygarlık Tarihi “nasıl bir dünyada
yaşıyoruz?” sorusuna cevap vermeyi amaç edinir. 20. yüzyılın son çeyreğinde dünyayı kapitalist ülkeler, sosyalist ülkeler ve üçüncü dünya
ülkeleri şeklinde üç kategoriye ayırarak inceler.
Uygarlık Tarihi kitabı büyük bir ilgi uyandırır. Savcılar da kitaba
ilgisiz kalmaz; gelen ihbarlar değerlendirilir ve Tanilli hakkında komünizm propagandası yapmaktan dava açılır. Bu kitabın neden bu kadar
büyük bir ilgi uyandırdığını vurgulamadan önce, Tanilli’nin açılan dava
hakkında mahkemeye gönderdiği savunmaya bakmakta yarar var.
30.09.1976 tarihli bu yazıda yazarın tüm eserlerine hâkim olan dünya
görüşünü, ölünceye dek kararlılıkla sürdürdüğü mücadele azmine kay-
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
134
Aydınlanmanın Hocası Server Tanilli
naklık eden dinamikleri ve onurlu bir bilim adamı olmanın gereklerini
nasıl dile getirdiğini görmek mümkün:
“Kitabımı yazarken, içinde yaşadığımız çağa ve topluma bir bilim
adamı gözüyle yani objektif olarak baktım. Öyle olduğu için de tarafsız
kalmadım, kalamazdım. Evet, bir görüşün insanıyım. Görüşüm bütün
açıklığı ile şudur:
Kapitalist dünya, sosyalist dünya, geri kalmış ülkeler dünyası diye
üç ayrı gerçekliğin yaşandığı bir dünyada, ben geri kalmış bir toplumun
aydınıyım. Ülkemi emperyalist kapitalizm içerdeki ortakları ile işbirliği
halinde sömürmektedir… Böylesine acı bir gerçekliği yaşayan bir toplumun aydını olarak… insanların insanlıklarını bütün boyutlarıyla duyarak ve tadarak yaşayacakları, sömürüsü, nihayet yabancılaşması olmayan bir düzenden yanayım.
Doğrudur veya yanlıştır, taraftar olunur veya olunmaz. Bir bilim
adamı olarak kabul ettiğim metod, görüş ve düşüncelerimden dolayı
kime karşı sorumluyum?
Yaşadığım çağa ve topluma karşı.
Ya mahkemelere? Asla
Bilim adamı, bilimsel görevini yerine getirirken mahkemelere
karşı hesap vermez.”1
Öğretim üyesi olarak çalıştığı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde ceza hukukçusu bir meslektaşının hazırladığı ve suçlu olduğu
tespitinde bulunan bilirkişi raporuna rağmen, Tanilli yargılandığı davadan beraat edecektir. Tanilli savunmasında mahkeme üyelerine şöyle
seslenmişti:
“Sayın Başkan, Sayın üyeler.
Ben içinde yaşadığım çağa ve topluma karşı bir bilim adamı olarak sorumluluğumu yerine getirdim. Şimdi sorumluluk sırası sizde. Yalnız, unutmayınız ki siz de çağınıza ve topluma karşı sorumlusunuz.
Çünkü her mahkeme kararı onu verenlerin yalnız hayatları boyu değil,
onu verenler hayattan çekildikten sonra da anılır. İyi anılır, kötü anılır
ama anılır. İsterim ki sizin kararınız ileride kültür tarihinin mutlaka
bahsedeceği bu dava dolayısıyla iyi anılsın, takdirle anılsın. Sizleri tarihin huzurunda, toplumun huzurunda sorumluluklarınızla baş başa bırakıyorum.”2
Devlet Güvenlik Mahkemeleri kapandığı için İstanbul 5. Ağır
Ceza Mahkemesinde görülen davada, Uygarlık Tarihi isimli dava konusu eserde suç işlenmediği görüşünü içeren Reşat Kaynar, Süleyman
1
2
Server Tanilli, Uygarlık Tarihi, Say Yayınları, 1981, s.480-81 (Ek 1).
A.g.e., s.483-84 (Ek 1).
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Oktay Uygun
135
Barda ve Vakur Versan imzalı raporu da dikkate alan mahkeme, “öğretim üyesi olan sanığın ilmi mahiyette yazdığı eserin komünizm propagandası olarak kabulüne imkân görülmediğinden…” diyerek oybirliğiyle sanığın beraatine karar verdi.3
Hukuki yollarla Tanilli’yi susturamayacaklarını anlayan çevreler,
bu kez hukuk dışı yollara başvuracak ve onu 33 yıl tekerlekli sandalyeye
mahkûm eden silahlı saldırıyı gerçekleştireceklerdir.
1970’li yılların sonuna gelindiğinde kitap her yaştan insanın, özellikle de lise ve üniversite gençliğinin başucu kaynağı oldu. O yıllarda
kitapla ilgili ilk gözlemim, onu satın alanların, okuyanların, üzerinde
tartışanların büyük bir heyecanla bu işi yaptıklarıydı. Kitabın bir nüshası
dağılmış ve yıpranmış bir biçimde elime ilk geçtiğinde, aynı heyecanı
ben de yaşadım. Kitabı bitirdiğimde ise, liseden sonra hangi üniversiteye
gideceğim, hangi fakültede okuyacağım ve hangi mesleği seçeceğim
belli olmuştu. Ne yazık ki İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne geldiğimde Tanilli artık üniversitede değildi. Onunla yıllar sonra,
Strasbourg’tan zaman zaman Türkiye’ye geldiği tarihlerde karşılaşma
imkânı buldum. 3 Kasım 2000 tarihinde ise, 19. İstanbul Kitap Fuarında,
“İnsanlığı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor? - Küreselleşme ve Sorunları’’
başlıklı oturumda konuyu kendisi, İlhan Selçuk, Yıldız Sertel ve Baskın
Oran ile birlikte tartıştık.
Çok sayıda ülkeyi yalnızca siyasal yapılarıyla değil ama ekonomisi, kültürü, sanatı ve tarihi ile tanımak ve karşılaştırmak imkânı sunan
Uygarlık Tarihi bir ansiklopedi gibiydi. Ansiklopediden farkı, ele aldığı
her konuda kuru ve teknik bilgiler vermek yerine, okuyanın zihninde
canlandırabileceği, görselleştirebileceği bir üslup ve içerikle hazırlanmış
olmasıydı. 1970’lerin okuyucusu için Server Tanilli’nin kitaplarını okumak, televizyon yayınlarının siyah-beyaz olduğu dönemde HD yayın
yapan renkli televizyon izlemek kadar farklı bir olaydı. O dönemde kitapların baskı kalitesi kötü ve görsel malzeme kullanma imkânı çok kısıtlı olmasına rağmen, Tanilli’nin kitaplarının böyle bir etki yaratmış
olması şaşırtıcıdır.
III. DÜNYAYI ANLAMAK VE DEĞİŞTİRMEK İÇİN YAZDI
Uygarlık Tarihi kitabı sadece gençlerin dünyayı ve içinde yaşadıkları toplumu anlamaları için yazılmış değildir. Kitabı benzerlerinden
farklı kılan, okuyanı heyecanlandıran, savcıların cezai koğuşturma başlatmasına vesile olan bir özelliği daha vardır: Uygarlık Tarihi ve
Tanilli’nin diğer kitapları okuyucuya toplumu ve dünyayı nasıl değiştireceklerini de göstermeyi amaçlar. Bu yönüyle, aydınlanma sürecini
3
A.g.e., s.488 (Ek 2).
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
136
Aydınlanmanın Hocası Server Tanilli
yaşamamış doğu toplumlarını etkisi altına alan “insanın kaderine hâkim
olamayacağı” görüşünü bütünüyle ret eder. Tanilli’nin bakış açısıyla
sömürü, yoksulluk, cahillik ve geri kalmışlık bir kader değildir. Doğaya,
topluma ve insana egemen olan yasaları kavrayarak içinde yaşadığımız
toplumu nasıl değiştireceğimizi öğrenebiliriz.
Tanilli ilk kitabından son yazılarına kadar dünyayı hem anlamak
hem de değiştirmek için yazdı. Onun için insan; kaderine razı değil, hâkim bir türdür. İnsanın bu özelliğini kendinde göremiyor oluşu tamamen
sosyo-ekonomik koşulların onu kendi doğasına yabancılaştırması nedeniyledir. Akıl ve vicdan sahibi insan emeğiyle, çalışmasıyla dünyayı
değiştirebilir; kutsal kitapların öteki dünyada aradıkları cenneti bu
âlemde gerçekleştirebilir. Tanilli’nin cenneti, kuşkusuz, sömürünün olmadığı eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum düzenidir.
Tanilli’nin dünya görüşünü yansıtan, kişinin mistik-metafizik düşüncelerden ve dogmalardan sıyrılarak aklın ve bilimin öncülüğünde
kendi kaderine hâkim olabileceği esası, Batı’da aydınlanma sürecine yön
veren düşüncedir. Bu düşüncenin izleri, Batı’daki kadar eskiye uzanmasa da, kendi tarihimizde görülebilir. Tanilli, 1920’lerde monarşiden
cumhuriyete, teokratik yapıdan laik devlet sistemine geçişi simgeleyen
Türk Devrimi ile bu devrime giden süreci belirleyen Osmanlı Devleti
dönemi reform çabalarını bir birinden kopuk süreçler olarak değil, Batıdakinden geç gelen bir aydınlanma hareketi olarak görmektedir.
Tanilli’ye göre, ülkemizdeki aydınlar bu gerçeği ancak 1980’li yıllarda
keşfetmiştir. O tarihe kadar, özellikle sol gelenek içinde, Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet Dönemi reformlarını küçümseme, görmezlikten
gelme ve tarihsel bağlamı içinde değerlendirememe durumu söz konusudur. Yaşamını, eserlerini ve eylemlerini birlikte değerlendirdiğimizde,
Tanilli’yi 20. yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’nin aydınlanma hareketine öncülük eden bir bilim insanı olarak nitelendirmek doğru olacaktır.
Ölüm haberinin geldiği gün, tanınmış bir siyasetçimiz “uygarlığın, demokrasinin, devrimin, hukukun ve aydınlanmanın hocasını kaybettik”
diyecektir.4
IV. TANİLLİ’NİN ESERLERİ
Server Tanilli’nin çalışmaları anayasa hukuku, sosyoloji, tarih, siyaset bilimi, felsefe gibi değişik alanlara yayılmıştır. Eserleri yalnızca
konu bakımından değil, tür olarak da çeşitlilik gösterir: İncelemeler,
derlemeler, çeviriler, biyografiler ve seçilmiş gazete yazıları gibi. Bu
çalışmaların tamamına yakınının bir listesi şöyledir:
Anayasalar ve Siyasal Belgeler
4
Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıklaması. 30 Kasım 2011 tarihli Cumhuriyet.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Oktay Uygun
137
Türk Hukuk Bibliyografyası (R. Aybay ile)
Uygarlık Tarihi: Çağdaş Dünyaya Giriş
Devlet ve Demokrasi: Anayasa Hukukuna Giriş
Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz?
Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz?
Yüzyılların Gerçeği ve Mirası: İnsanlık Tarihine Giriş (6 cilt)
Voltaire ve Aydınlanma
Yaratıcı Aklın Sentezi: Felsefeye Giriş
Değişimin Diyalektiği ve Devrim: Marksizm Üzerine Yeni Düşünceler
Dünyayı Değiştiren On Yıl: Fransız Devrimi Üstüne
Strasbourg Yazıları
İslam Çağımıza Yanıt Verebilir mi?
Fransız Devriminden Portreler
Çağdaşımız Victor Hugo: Bir Dâhinin Portresi
Din ve Politika: Laik Barışın Dostları ve Düşmanları
İnsanlığı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor?
Ne Olursa Olsun Savaşıyorlar: Kadın Sorununun Neresindeyiz?
Türkiye’de Aydınlanma Hareketi (Editör)
Osmanlı İmparatorluğu Tarihi (Çeviri)
Candide ya da İyimserlik (Çeviri)
V. TANİLLİ’NİN ESERLERİNDE ORTAK ÖZELLİKLER
Server Tanilli’nin eserlerinde, onu başka yazarların eserlerinden
biçim ve içerik yönünden ayıran kendine has bazı özellikler mevcuttur.
İçerik yönünden ortak özelliğe az önce işaret ettim: Tanilli tüm kitaplarını, insanın doğaya ve toplum egemen olan yasaları öğrenerek dünyayı
değiştirebileceği, eşitlik ve özgürlük temelinde bir toplum düzeni kurabileceği bakış açısıyla yazmıştır. Bir aydın olarak görevini, sömürüsüz
bir dünyanın mümkün olduğunu kitlelere göstermek ve bu uğurda mücadele etmek olarak belirlemiştir. Eserlerinin biçimsel yönü içerikleri kadar önemli ve iddialıdır. Tanilli çok farklı alanlarda yazmasına rağmen,
ele aldığı her konuyu okuyucunun kolaylıkla anlayabileceği dil ve üslupla anlatmasını başarmıştır. İster Devlet ve Demokrasi’deki teknik
anayasa hukuku sorunlarının irdelendiği kısımlara, ister Yaratıcı Aklın
Sentezi’nde felsefi tartışmaların yapıldığı bölümlere bakın; tümünde bir
lise öğrencisinin anlayamayacağı bir nokta bulamazsınız. Bu yönüyle,
Tanilli’nin yazarlığını ünlü bilim yazarlarına (science writer) benzetirim.
Tanilli, Isaac Asimov ve Richard Dawkins’in doğa bilimlerinde yaptığını, Türkiyeli okuyucular için sosyal bilimlerde yapmıştır. Bilim yazarlarının gençlerin bilime teşvik edilmesi, bilimin elde ettiği verilerin
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
138
Aydınlanmanın Hocası Server Tanilli
geniş kitlelere ulaştırılması ve yeni kuşakların aklın ve bilimin rehberliğinde yetiştirilmesindeki katkıları çok büyüktür.
Server Tanilli karmaşık hukuki, siyasal, felsefi ve kültürel problemleri yalnızca açık ve duru bir biçimde anlatmakla kalmaz, aynı zamanda onların özüne ilişkin orijinal görüşler de ortaya koyardı. Diğer bir
deyişle, çalışmalarında araştırmacı bilim insanı ile bilim yazarlığı kimliğini bütünleştirmişti. Doktora tezimi yazarken onun bu yönüne de tanıklık ettim. 1982 Anayasası’nın (orijinal metninin) getirdiği hak ve özgürlük anlayışı ile özgürlüklerin sınırlanma rejimi üzerine ilk sağlam tespitler Tanilli’ye aittir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Anayasa Hukuku Kürsüsü’ne geçmeden önce çalıştığı Medeni Hukuk Kürsüsü’ndeki performansını hatırlayan meslektaşları, onun çok güçlü bir
muhakeme yeteneğinin bulunduğunu ifade etmiş ve kariyerini hukuk
dogmatiği alanında sürdürseydi de üstün bir başarı sergileyeceklerine
inandıklarını vurgulamışlardır.
VI. FARKLI BİR ANAYASA HUKUKÇUSU
Tanilli bir anayasa hukukçusu olarak anayasayı sadece hukuktan
ibaret görmeyen ekolün takipçisiydi. Eserlerinde anayasal ilke ve kurumlar siyaset, sosyoloji, tarih ve felsefe gibi disiplinlerin verileriyle
zenginleştirilerek incelenmiştir. Bu ekolün İstanbul Üniversitesi’ndeki
en tanınmış temsilcisi Tarık Zafer Tunaya’dır. Bülent Tanör söz konusu
ekolü başka açılardan zenginleştirerek devam ettirmiştir. Hukuk Fakültesi 1. Sınıf öğrencileri, anayasa hukuku dersinde tek bir ders kitabı yerine birden çok kaynak kitap önerisi ve birden çok hocayla karşılaştığında hangi kitabın daha yetkin, hangi hocanın daha iyi olduğunu merak
eder ve tanıdıklarına sorar. Fakültede göreve başladığım 1986 yılında,
böyle bir soru üzerine, anayasa hukuku ile ilk kez tanışan bir grup öğrenciye şu cevabı verdiğimi hatırlıyorum: Klasik anayasa hukuku hocalarından ders almak bir futbol karşılaşmasını radyodan dinlemek gibidir.
Anayasa hukukunu sadece hukuktan ibaret görmeyen bir hocadan ders
almak, söz konusu karşılaşmayı televizyondan izlemek gibidir. Aynı
dersi Tanilli’den almak veya onun kitabından takip etmek, karşılaşmayı
stadyumda bizzat bulunarak izlemek gibidir. Tanilli, kuşkusuz, Devlet ve
Demokrasi: Anayasa Hukukuna Giriş isimli kitabıyla bu ekolün en
renkli hocalarından biriydi.
Server Tanilli bazı kitaplarında, bölüm sonlarına başka yazarların
konuyla ilgili makale, köşe yazısı, şiir gibi çalışmalarını yerleştirirdi. Bu
ek metinler konuya büyük bir derinlik katar, okuyucuyu farklı bakış
açılarıyla tanıştırırdı. Bu yöntemi bu denli iyi kullanan başka bir yazar
tanımadım.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Oktay Uygun
139
VII. YÜZYILLARIN GERÇEĞİ VE MİRASI
Server Tanilli’nin en önemli eserlerinden biri Yüzyılların Gerçeği
ve Mirası: İnsanlık tarihine Giriş isimli 6 ciltlik kitabıdır. Uygarlık Tarihi kitabında çağdaş dünyayı anlatan yazar, bu eserinde tarih öncesi
dönemden küreselleşme sürecine kadar insanoğlunun ve yarattıklarının
serüvenini ele almıştır. Eski Yunan’ı, Mısır’ı Roma’yı ve diğer uygarlıkları bu denli akıcı bir üslupla anlatmak, okuyucuyu adeta bir belgesel
izliyormuşçasına veya sürükleyici bir roman okuyormuşçasına sarıp
sarmalamak büyük bir yetenek. Tanilli diğer çalışmalarında olduğu gibi,
bu hacimli çalışmasında da konuları temel kaynakların basitleştirilerek
özetlenmesi değil, ciddi bir muhakeme sürecinden geçirilerek sunulması
şeklinde ele almıştır. Kitap resim ve grafiklerle desteklenmiştir. Ancak
baskının kalitesizliği görsel malzemenin yararını büyük ölçüde sınırlamaktadır.
Lise ve üniversite eğitiminin temel kaynaklarından biri olacak düzeydeki Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, keşke büyük boy ve kaliteli kâğıda renkli olarak basılabilseydi. Mevcut baskıyla kaliteli baskı arasındaki farkı, Arnold Toynbee’nin Tarih Bilinci adlı eserinin E Yayınlarınca 1975 yılında çıkartılan büyük boy resimli baskısıyla sonradan çıkartılan küçük boy baskısını karşılaştırarak görebiliriz. Tarih Bilinci’nin
renkli resimli büyük boy baskısı her kesimden insana hitap eden sürükleyici bir belgesel film gibidir. Görsel malzeme kullanılmayan küçük
boy baskı ise, sadece konunun uzmanlarının okumak isteyebileceği çok
değerli, çok önemli analizler içeren ama kuru bir kitaptır.
Türkiye’nin aydınlanma hareketinde önemli bir yeri olan Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, modern baskı tekniğinin bütün imkânları kullanılarak ve görsel malzemelerin oranı daha da arttırılarak yeniden basılmalıdır. Eser gerçek gücünü o zaman gösterecektir. Aydınlanmanın hocasına karşı bugünkü kuşağın böyle bir sorumluluğu vardır.
VIII. GEÇMİŞ İLE GELECEK ARASINDA
Server Tanilli bizlere sadece insanlığın, uygarlığın öyküsünü anlatmadı. Yalnızca bugünün sorunlarından, çözüm yollarından söz etmedi. Geleceğe ilişkin güçlü tahminlerde de bulunarak ilerlemekte olduğumuz yolu aydınlatmaya çalıştı. İnsanlığı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor?
isimli çalışmasından söz ediyorum. Bu çalışmasında Tanilli, 21. yüzyılın
temel çelişkilerini ve çözüm bekleyen ana sorunları ele aldı. Vahşi kapitalizmin canlanışı, küreselleşmenin etkileri, eşitsizliklerin derinleşmesi,
hoşgörüsüzlük, ırkçılık, köktendincilik, nüfus artışı, sağlıksız kentleşme,
çevre kirliliği ve diğerleri. Tanilli bu sorunların kaynağı ve niteliği üzerine hepimizi uyarıcı tespitlerde bulundu.
21.yüzyılda bizi bekleyen sorunlar büyük ama çözümsüz değil.
Dünya görüşünün dayandığı ilkelerden biri olan tüm sorunlar çözümleJournal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
140
Aydınlanmanın Hocası Server Tanilli
riyle birlikte doğar düsturundan hareketle, Tanilli bize çözüm için ipuçları da verdi. Her şeyden önce, küreselleşme sürecinde kapitalizmin yarattığı sorunlara ancak bütünsel bir bakış açısıyla yani kapsamlı bir felsefi yaklaşımla çözüm bulunabileceğini hatırlattı. Bunun için marksist
dünya görüşünün dogmatik bir ideoloji olmaktan çıkartılmasını, akılcı ve
bilimsel bir düşünce yöntemi olarak karşılaştığımız sorunların analizinde
ve çözüm yollarının araştırılmasında kullanılmasını önerdi. Marksizm
üzerine görüşleri Değişimin Diyalektiği ve Devrim: Marksizm Üzerine
Yeni Düşünceler adlı kitabında görülebilir.
IX. MARKSİZM ÜZERİNE YENİ DÜŞÜNCELER
Türkiye’de (belki de dünyada) yaygın gözlenen bir durum; gençliğinde marksizmi benimseyen pek çok kişinin görüşlerinde, ileri yaşlarda
radikal değişimler olmasıdır. Özellikle Türkiye’de, 1980 askeri müdahalesinden sonra veya 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, ardından
SSCB’nin dağılması ve Doğu Avrupa’daki sosyalist rejimlerin çökmesiyle birlikte sol camiada ciddi savrulmalar yaşanmıştır. Günümüzde,
kamuoyunda liberal hatta muhafazakâr kimlikleriyle sivrilen kimi figürlerin gençliklerinde marksizme gönül vermiş olduğunun öğrenilmesi
artık kimseyi şaşırtmıyor. Ülkemizde ve dünyada, pek çok açıdan olağanüstü değişikliklerin yaşandığı bir konjonktürde kişilerin politik eğilimlerinde ve inançlarında böylesine büyük değişikliklerin görülmesi doğal
karşılanıyor.
Bu hızlı ve radikal değişim süreci Tanilli’nin görüşlerini nasıl etkiledi? Bir kere şunu açıkça belirtmekte yarar var: Tanilli, ilk yazdıklarından son yazdıklarına kadar, tüm eserlerinde bir dünya görüşü olarak
marksizmi benimsediğini açıkça vurgulamıştır. Bu noktada, Tanilli’nin
1970’lerde ve 2000’li yıllarda marksizmden aynı şeyi mi anladığı sorulabilir. Bu hususu biraz sonra örnekleriyle ele alacağım. Şimdilik şu kadarını söyleyebilirim: Tanilli’nin marksizme, Türk Devrimi’ne, kadın
hareketine, çevre sorunlarına ve daha birçok konuya bakışında değişimler oldu. Ancak bu değişimler genel olarak bir savrulma değil, bir gelişme ve zenginleşme olarak görülebilir. Çünkü bütün bu değişimleri
çelişkiye düşmeden, tutarlı biçimde, genel dünya görüşü içinde anlamlandırmayı başardı. Tanilli bazı konularda da eski görüşlerinde ısrarcı
oldu. Bu ısrarı da, bir görüşe körü körüne bağlanma veya değişime karşı
bilinçsizce bir inatla direnme olarak görülemez. O, hayata bakışında ne
ciddi ideolojik savrulmalar yaşamış, ne de aklını ve vicdanını susturacak
biçimde bir ideolojiye körü körüne bağlanmıştır. Bu konuda farklı düşünenler olduğunu bildiğim için ayrıntıya girmek istiyorum.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından, 90’lı yıllar tüm dünyada
liberal ideolojinin yükselişe geçtiği dönemdir. O kadar ki, artık ideolojik
mücadelenin bittiği, piyasa ekonomisinin ve liberalizmin insan tabiatına
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Oktay Uygun
141
en uygun yapılar olarak vazgeçilmezliğini kanıtladığı, bir anlamda tarihin sonunun geldiği etkili biçimde savunulmuştur. Çoğu kişiyi etkileyen
bu görüşler Tanilli için pek bir anlam ifade etmemiştir. Tanilli’nin gençliğinde de, olgunluk yıllarında da, Berlin Duvarı ayaktayken de, yıkıldıktan sonra da marksizmi benimsemesinin nedenlerini irdelediğimizde
şunu görüyoruz. Her şeyden önce, Tanilli tüm olaylara ve olgulara kuş
bakışı bakabilen, somut bir durumu, bir ayrıntıyı ait olduğu sistemin
bütünlüğü içinde yorumlayan bir aydındı. Doğal ve toplumsal tüm olay
ve olguların birbiriyle bağlantılı olduğunu, dolayısıyla bütünsel yapı
anlaşılmadan parçalarının da doğru biçimde anlaşılamayacağını düşünürdü. Bu yaklaşımı onu, her konuyu insana, doğaya ve topluma ilişkin
bütünsel bir dünya görüşü açısından ele almanın zorunlu olduğu sonucuna götürdü. İster etnik ve dinsel sorunlar, ister ekonomik veya sanatsal
konular olsun, bir konuda tutarlı bir görüş ileri sürmenin ön şartı, fikirlerin sağlam bir dünya görüşü üzerinde temellendirilebilmesiydi. İşte,
Tanilli için bu dünya görüşü marksizmdi.
Neden Marksizm? Tanilli, Henri Lefebvre’nin görüşleri doğrultusunda çağımızda üç büyük dünya görüşünün bulunduğunu kabul eder.
Birincisi teokratik/hiyerarşik görüştür ve en yetkin biçimine ortaçağ Hıristiyan filozoflarca kavuşturulmuştur. İnsana, doğaya ve topluma ilişkin
her konuda eşitsizliğe ve hiyerarşiye dayanan bir açıklama sunan bu bakış açısıyla kölelik, yoksulluk, kadının aşağı statüsü, sömürü kısacası her
tür eşitlik ve özgürlük karşıtı görüş ve uygulama meşrulaştırılabilir.
İkinci dünya görüşü bireyciliktir. Bireyi temel ve gerçek değer olarak
kabul eden bu görüş, hiyerarşiyi savunan dünya görüşüne oranla çok
daha eşitlik ve özgürlük yanlısı bir tutum içindedir. Ancak eşitlik ve özgürlüğü yalnızca biçimsel yönüyle ele alması, bireyin yararı dışında
başka değerlere gözünü kapaması, uygulamada gerçek eşitlik ve özgürlüğü sağlamadığı gibi, sömürünün devamına da engel olmamıştır. Zaten
bu dünya görüşünün sömürünün tümüyle kaldırılması gibi iddialı bir
hedefi de yoktur. Üçüncü dünya görüşü bireycilik yerine toplumculuk
esasına dayanan marksizmdir. Marksizm sömürü ilişkilerinin sona erdirildiği, insanın gerçekten eşit ve özgür olacağı, sınıfsız ve devletsiz bir
toplum düzeninin kurulmasını amaçlayan bir dünya görüşüdür.
Tanilli, hümanist bakış açısıyla, her insanın sırf insan olduğu için
değerli olduğu ve bu değerin her insanda korunması gerektiğini kabul
eder. Bu da ancak gerçek eşitlik ve özgürlüğün sağlandığı bir toplumsal
düzende mümkün olabilir. Bu üç dünya görüşünden yalnızca marksizm
gerçek eşitlik ve özgürlüğü savunmaktadır. Kuşkusuz başka bazı felsefi
ve ideolojik akımlarda da gerçek eşitlik ve özgürlük ideali vardır. Ancak
onlar varlığı bütünsel olarak kavrayan, insana, doğaya ve topluma ilişkin
her konuda tutarlı bir açıklaması bulunan dünya görüşleri değildir. Varlığın yalnızca bir yönüne eğilen, yalnızca o yönünü açıklamaya çalışan
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
142
Aydınlanmanın Hocası Server Tanilli
görüşler olarak nihai tutarlılıkları kuşkuludur. O görüşlerle neyi nereye
kadar açıklayabileceğimizden emin olamayız.
Tanilli, marksizmin uygulamada resmi bir felsefeye dönüştürüldüğünü, uygulandığı rejimlerin çıkarlarına göre dogmatikleştirilerek tanınmaz hale getirildiğini belirtir. Marks ve Engels’in eserleri kutsal metinler haline getirilmiş ve adeta bu iki düşünür peygamberleştirilmiştir.
Marksizmi günümüzde dogmalaştıranları sert sözlerle eleştiren Tanilli,
bu dünya görüşünün özünün yönteminde saklı olduğunu belirtir.5 İnsanlık tarihinin gelişimi izlenerek eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal düzene ulaşılmasında marksizmin asıl katkısı, önerdiği yöntemdir.
Tanilli’nin sözleriyle; “Marx’ta önemli olan, her şeyden önce gerçeğe
varmada izlediği yol, yani düşünme yöntemidir… İnsanlığa yeni bir düşünme yöntemi önermiş olanların arkasından onun da adını ebedileştiren, bu konudaki katkısı yani materyalist diyalektik yöntemdir. Geri kalanı ayrıntıdır.”6
Bu noktada akla şu soru gelebilir. Tanilli’nin marksizme bakışı ne
zamandan beri böyledir? Marksizmin özünün diyalektik materyalizm
olarak belirlenmesi ve bu özün dışında Marks’ın ve Engels’in görüşlerinde sonradan doğrulanmayan bazı varsayımların veya yanlış tahlillerin
bulunduğunun kabulü, Tanilli’nin yalnızca son yıllardaki çalışmalarında
görülebilir. Bu konuda, ilk önemli eseri Uygarlık Tarihi’nde ne
marksizm ne de SSCB veya diğer ülkelerdeki uygulaması hakkında bir
eleştiri görmek söz konusu değildir. 1980’lerin başında yazdığı Devlet ve
Demokrasi’de ise, başta SSCB olmak üzere marksist dünya görüşünü
kabul ettiğini söyleyen devletlerdeki uygulamanın marksizmin hedefleriyle uyuşmadığı vurgulanmıştır. Tanilli şöyle diyor: “İnsanı sömürüden, yabancılaşmadan kurtarıp özgürleştirme amacıyla yola çıkan
marksizmin, bu amaçlar için kullandığı mekanizmalarda yeni sömürü,
yeni yabancılaşma ve yeni bağlılıklar yaratan bir takım eğilimler oluşmaktadır.”7
Tanilli’nin bu eleştirisi, 1980’lerin başında bazılarına çok radikal
gelse de, günümüzden bakıldığında oldukça çekingen bir ifade tarzıdır.
SSCB’de 70 yılı aşan sosyalizm uygulaması ne sınıfsız, sömürüsüz ve
devletsiz bir toplum düzeni yaratmaya yönelmiş, ne de etnik ve dinsel
kimliklerin üzerinde yeni ve ortak bir kimlik yaratmayı başarabilmişti.
Tersine SSCB, dünyanın en güçlü devletlerinden biriydi. Tasfiye ettiği
sınıfların yerine yeni bir hâkim sınıf yaratmıştı. Dağıldığında, vahşi ka5
Server Tanilli, Değişimin Diyalektiği ve Devrim: Marksizm Üzerine Yeni Düşünceler,
Cumhuriyet Kitapları, 2009, s.9-10.
6
A.g.e., s.264.
7
Server Tanilli, Devlet ve Demokrasi: Anayasa Hukukuna Giriş, Say Yayınları, 1982,
s.55.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Oktay Uygun
143
pitalizme birkaç yılda uyum sağlayabilecek çok sayıda çıkar grubunu
barındıran ve her köşesinde etnik ve dinsel kimliklerin güçlü olduğu bir
ülke ile karşılaşıldı. 1930’lardan itibaren Batılı yazarların şu ya da bu
ölçüde dile getirdiği bu olgularla, Türk solu gerçek anlamda 1980 sonrasında, özellikle de SSCB dağıldıktan sonra tanıştı.
Tanilli, Değişimin Diyalektiği ve Devrim adlı çalışmasında
marksist dünya görüşüne, Marks ve Engels’in bazı tahlillerine yönelik
eleştirilerde bulunur. Ona göre, Marks ve Engels 19. yüzyılın ikinci yarısında küreselleşmeyi fark etmiş; kapitalizmin dünyanın iktisadi ve kültürel bakımdan birleşmesi sürecini hızlandırdığını görmüştür. “Ne var ki,
Marx ve Engels’in yaklaşımında yetersizlikler de vardı. Gerçekten, sermayenin küreselleşmesi üstüne Komünist Manifesto’nun ilk sayfalarındaki parlak ve peygamberce çözümleme, örneğin modern burjuva sanayi
uygarlığı üstüne yetersiz bir eleştiri koyar ortaya. Kaynağı da şudur:
Marx ve Engels’in bakışı, bir yerde açıkça Avrupa merkezlidir; öyle
olduğu için de bütün ulusları, en barbar olanlarına kadar uygarlık akımının içine sürüklemekte burjuvazinin gösterdiği yeteneğe bakıp hayranlıklarını belirtirler. Görünüş odur ki, Batı’nın sömürgeci egemenliğinden burjuvaziye ‘uygarlaştırıcı’ bir tarihsel rol biçmektedirler.”8
Marks ve Engels’in ilkel komünal toplumdan sınıfsız ve devletsiz
komünist topluma giden süreci bir tarih yasası olarak “kesin” ve “değiştirilemez” bir süreç olarak görmesi de Tanilli için kabul edilebilir değildir. Tanilli şöyle diyor: “Marx ve Engels burjuvazinin düşüşü ile proletaryanın zaferini de ‘kaçınılmaz’ olgular olarak görürler. Plekhanov bu
düşünme biçiminin arkasından gidip, ‘bizim programımızın zaferi, yarın
güneşin doğuşu kadar kaçınılmazdır’ diyecektir… Her şey güneşin doğuşu kadar kesinse, niçin siyasal bir parti kurmalı, mücadele etmeli, bir
dava için yaşamı tehlikeye atmalı?”9 Kuşkusuz marksizme, hem içerden
hem diğer ideolojik kesimlerden bu tür eleştiriler en az yüz yıl önce yöneltilmişti. Ancak bu eleştirileri Türkiye’de marksizme gönül verenlerin
o yıllarda dikkate alması, herhalde, dindar birisinin “Kur’an veya İncil
Tanrı sözü müdür?” sorusunu sorması kadar sarsıcı ve beklenmedik bir
durum olurdu. Tanilli, marksizmin bu yanlışının Rosa Luxemburg tarafından düzeltildiğini belirtir: “Onunladır ki, Marksizm tarihe düz bir
çizgi olarak bakışla, garantili bir gelecek düşüyle ilişkisini kesin olarak
koparır.”10
Marksizme yönelik eleştiriler bunlarla sınırlı değildir. Ancak bu iki
örnek bile, Tanilli’nin marksist dünya görüşüne, benimsediği yöntem
8
Server Tanilli, Değişimin Diyalektiği ve Devrim: Marksizm Üzerine Yeni Düşünceler,
Cumhuriyet Kitapları, 2009, s.141.
9
A.g.e., s.142-143.
10
A.g.e., s.143.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
144
Aydınlanmanın Hocası Server Tanilli
olan diyalektik materyalizm saklı kalmak koşuluyla esaslı noktalarda
itirazlar yönelttiğini gösteriyor. Bu konuda son bir örnek vermek isterim.
Bütün modernist akımlar, özünde insanın doğaya egemen olma çabasını
yüceltir. Esasen semavi dinler de, devlet öncesi toplumların inançlarından farklı olarak, içindeki canlı ve cansız varlıklarıyla dünyanın (hatta
evrenin) insan yararlansın diye yaratıldığını kabul eder. Bu ön kabulle
yola çıkan insanı, doğayı egemen olunacak bir varlık olarak görerek
fethe çıkmaktan alıkoyacak ahlaki veya felsefi bir bariyer yoktur. Bakın
Tanilli bu konuda ne diyor:
“Marx ve Engels’in, burjuvazinin üretici güçleri geliştirmedeki
emsalsiz yeteneğine bakıp doğa güçlerine egemen olmayı ve bütün kıtaları tarıma açmayı nasıl sevinçle karşıladıklarını biliyoruz. Sermayenin
üretici güçlerinin sınırsız gelişmesinin ne türlü çevresel sorunlara yol
açacağını hesaplayamıyorlardı.”11
Tanilli’ye göre, geldiğimiz noktada, insanın doğaya bakışını kökten değiştirecek bir yaklaşımın benimsenmesi zorunludur. Aksi halde
gezegenimiz yaşanılır bir yer olmaktan çıkacaktır. Tanilli şöyle haykırmamız gerektiğini söylüyor: “Hayır, doğanın egemeni değiliz; onun
sorumluluklarının bilincinde olması gereken bir uzantısıyız. Bunun gibi,
insanlığa karşı sorumluyuz; ama onun kadar doğaya, öteki canlılara ve
hayvanlara karşı da sorumluyuz.”12 İnsanlık tarihini doğa yasalarını
öğrenerek doğaya, sosyal yasaları öğrenerek topluma egemen olma mücadelesi olarak gören ve bu yolla sınıfsız-devletsiz toplum düzenine ulaşılacağını kabul eden marksizmin geleneksel söyleminden hayli farklı
sözlerdir bunlar. Anayasa hukukundaki yeni eğilimleri takip edenler, bu
sözlerde ekolojik anayasacılığın izlerini de göreceklerdir.
Tanilli kitabında, sosyal sınıfların artık ne toplumda ne de insanların yaşamında vaktiyle oynadıkları rolü oynamadıklarını söyleyerek
marksizmin sınıf mücadelesine atfettiği önemi sorgular. Marksizmin
geleceğe yönelik tahminlerinin başarısızlığı üzerine, “şunu da itiraf etmeli: Bütün bu gelişmeler içinde marksizm de, deyim yerindeyse, tarihsel bir yenilgiye uğradı”13 der. Bu tür eleştirilerin marksizmin temel
esaslarına yönelik olduğu dikkate alındığında, Tanilli’nin pek çok çalışmasında ve konuşmasında tekrarladığı “çağımızın sorunlarına çözüm
getirebilecek tek yetkin dünya görüşü bugün de marksizmdir” sözüyle
tam olarak neyi kastettiği sorulabilir. Tanilli burada yalnızca marksizmin
felsefi temeline işaret etmekte; insanı, doğayı ve toplumu anlamak bakımından diyalektik materyalizmi en geçerli yöntem olarak görmektedir.
11
A.g.e., s.142.
A.g.e., s.15.
13
A.g.e., s.80.
12
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Oktay Uygun
145
“Bu anlamda materyalist diyalektik yöntem, marksizmin asıl ve en özgün
yanıdır.”14 Bu yöntemi benimseyerek, marksizmi dogmalaştırmadan,
yanlış tespitlerini açıklıkla sorgulayarak eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum idealine ulaşmanın yollarını arayabiliriz.
Açıkça görülüyor ki, Tanilli marksizmin üç sacayağından birini
(felsefi doktrin) öne çıkarmakta, diğer ikisini (ekonomik doktrin, siyasal
doktrin) arka plana atmaktadır. Bu yaklaşımı bazı marksistler, kuşkusuz,
“elveda marksizm” olarak değerlendirecek, diğer bazıları ise marksizmin
21. yüzyıldaki yorumu olarak kabul edecektir. Hangi değerlendirmenin
daha doğru olduğuna, bırakalım gelecek kuşaklar karar versin.
X. TANİLLİ’NİN MİRASI
Server Tanilli, başta Yüzyılların Gerçeği ve Mirası adlı 6 ciltlik
kitabı olmak üzere, kültür hazinemizi zenginleştiren çok sayıda önemli
eser bırakarak ayrıldı aramızdan. Ama onun Türkiye gençliğine mirası,
yalnızca kitaplarından ibaret değildir. Bir aydın olarak sahip olduğu ilkeleri, mücadele azmini ve bir bütün olarak yaşam öyküsünü de mirasının parçası olarak görmek gerekir. Söz konusu mirasın parçası olan bazı
ilkeleri şöyle sıralayabiliriz:
Aydının/akademisyenin görevi dünyayı sadece anlamak ve anlatmak değil, onu eşitlikçi ve özgürlükçü bir düzene kavuşturmak için çalışmak ve bu uğurda mücadele etmektir. Teori ile pratik yan yana yürümelidir.
Bilimin kendisi kadar geniş kitlelere ulaştırılması da önemlidir.
Üniversite öncesi eğitim sistemimiz, gençlere içinde yaşadıkları dünyanın ve toplumun gerçeklerini öğretecek yeterlikte değildir. Bütün bir
eğitim sistemi gençleri bu gerçeklerden uzak tutmak için örgütlenmiş
gibidir. O halde, gençlerin bu eksiğini tamamlamak üniversite eğitiminin
amacı olmalı; öğretim üyeleri, bilimi kendi dallarında geniş kitleler için
anlaşılabilir kılmalıdır. Bilim insanının görevi hem bilim yapmak, hem
de yaptığını kolay anlaşılır bir dille kamuya mal etmektir.
Toplumsal sorunlar ancak konulara sağlam bir dünya görüşünün
penceresinden bakarak anlaşılabilir ve çözüme kavuşturulabilir. Bu
dünya görüşü, tüm insanların gerçek eşitliğini ve özgürlüğünü sağlamaya çalışan marksizmdir.
Asla karamsar olmamak gerekir: Tüm sorunlar çözümleriyle birlikte doğar. Tarihin gidişatında zikzaklar olabilir ama ana çizgi ilerleme
yönündedir. Doğa yasalarını anlayıp doğaya karşı özgürlüğünü kazanan
insan, toplum yasalarını da kavrayıp sömürü ve baskıyı ortadan kaldıracak ve eşitlikçi-özgürlükçü toplumsal düzeni kuracaktır.
14
A.g.e., s.47.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
146
Aydınlanmanın Hocası Server Tanilli
Server Tanilli, eserleriyle bir kuşağa sömürüsüz, eşitlikçi ve özgürlükçü bir düzenin mümkün olduğunu göstermeye çalıştı. Kuşkusuz,
bu düzen kaçınılmaz bir tarih yasası gereği, kendiliğinden bugünkü düzenin yerini almayacak. Bunun için çaba göstermek, mücadele etmek
gerekir. Tarihi binlerce yıl geriye giden bu mücadele yalnızca bugün
değil, her dönemde çok zor ve meşakkatli idi. Yine de, bu durum bizi
karamsarlığa sürüklememelidir. Tanilli sağ olsaydı, insanlığın eşitlik ve
özgürlük özleminin çok güçlü bir dalga yarattığını ve dalgaya karşı kürek çekmediğimizi, tersine tarihin akış yönüne doğru ilerlediğimizi söyler, bizi cesaretlendirirdi. Yaşarken bize dalgaları gösterdi, nasıl kürek
çekeceğimizi öğretti, ilerleyeceğimiz yolu aydınlattı.
Fikirlerimiz, kanaatlerimiz, ideolojilerimiz, önceliklerimiz ve
beklentilerimiz çok farklı olabilir. 21 yüzyılın dünyasında farklılık, çeşitlilik, çoğulculuk, giderek dağınıklık ve karmaşıklık artık beklenmeyen
hatta istenmeyen özellikler değil. Eğer insanlığın binlerce yıllık eşitlik
ve özgürlük mücadelesi, sömürüsüz bir dünya özlemi aklımızda ve yüreğimizde bir yer edinmişse, geleceğe güvenle bakmamızı sağlayacak ortak bir paydamız var demektir. Server Tanilli, eserleriyle ve yaşam biçimiyle bizlere, insanlığın binlerce yıllık özleminin soylu bir amaç, yüce
bir ideal olduğunu gösterdi ve kendi deyimiyle, “tarihe ve topluma karşı
görevini yapmış olmanın huzuru içinde” aramızdan ayrıldı. Daha eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum düzeninin kurulması için, şimdi görev
sırası bizlerdedir.
KAYNAKÇA
Tanilli, Server. Değişimin Diyalektiği ve Devrim: Marksizm
Üzerine Yeni Düşünceler, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 2009
Tanilli, Server. Devlet ve Demokrasi: Anayasa Hukukuna Giriş,
İstanbul, Say Yayınları, 1982
Tanilli, Server. İnsanlığı Nasıl Bir gelecek bekliyor?, İstanbul,
Cumhuriyet Kitapları, 2010
Tanilli, Server. Ne Olursa Olsun Savaşıyorlar: Kadın Sorununun
Neresindeyiz?, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 2010
Tanilli, Server. Uygarlık Tarihi, İstanbul, Say Yayınları, 1981
Tanilli, Server. Yaratıcı Aklın Sentezi, İstanbul, Cumhuriyet
Kitapları, 2010
Tanilli, Server. Yüzyılların Gerçeği ve Mirası: İnsanlık Tarihine
Giriş (6 Cilt), İstanbul, Say Yayınları, 1989-1999.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
DEVLET VE DEMOKRASİ
(STATE AND DEMOCRACY IN MEMORY OF SERVER TANİLLİ))
Oya Boyar*
ÖZET
Devlet ve Demokrasi 29 Kasım 2011’de kaybettiğimiz Prof.Dr.
Server Tanilli’nin temel eserlerinden biridir. Anma toplantısında sunulan
bu tebliğ söz konusu eseri temel almakta ve üç bölümden oluşmaktadır.
İlk olarak bu eserden yola çıkarak Profesör Tanilli’nin anayasal yorum
için önerdiği metot üzerinde durulacaktır. İkinci olarak, kendisinin,
denge ve uzlaşma kavramları üzerine inşa ettiği demokrasi tanımı incelenecektir. Son olarak da Profesör Tanilli’nin anayasa değişikliklerine ve
Türk Anayasacılığına bakış açısından örnekler verilmeye çalışılacaktır.
Anahtar kelimeler: anayasa, demokrasi, temel haklar, anayasa
değişikliği, uzlaşma, sosyal devlet, planlama, düşünce özgürlüğü
ABSTRACT
“The State and Democracy” is one of the major works of Server
Tanilli who has passed away, November 29, 2011. Based on the
mentioned work of Professor Tanilli, this paper is organized as follows:
section 1 outlines the proposed methodology of the constitutional
interpretation. Section 2 observes his definition of democracy built on
the concepts as “balance” and “consensus”. Section 3 presents his
remarks on Turkish constitutionalism and constitutional reforms.
Keywords: constitution, democracy, human rights, constitutional
reform, consensus, social state, planning, freedom of thought
***
*
Yrd. Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı
148
Devlet ve Demokrasi
I. GİRİŞ
Bundan on altı yıl kadar önce Devlet ve Demokrasiyi ilk okuduğumda kitabın herşeyden önce liberal anayasacılığa yönelik bir eleştiri
olduğunu düşünmüştüm. Ancak son okumamda “Devlet ve Demokrasi”nin asıl söylemek istediği hususun başka bir yerde olduğunu düşünüyorum. Profesör Tanilli, Anayasanın bir hukuk metninden ibaret olmadığını, içinde bulunduğu toplumsal / siyasal / ekonomik koşullara
göre biçimlenen bir düzen içerisinde okunması gerektiğini ve bu koşullardan soyut biçimde düşünüldüğünde ve yorumlandığında hata yapmanın kaçınılmaz olduğunu söylüyormuş meğer.
Bu anlamda Devlet ve Demokrasi ilk olarak, Anayasanın ve daha
genel olarak da Anayasa Hukukunun nasıl okunması gerektiğini söylüyor (I).
İkinci olarak, Devlet ve Demokrasi (DD), Profesör Tanilli’nin
“dengeye dayalı uzlaşmacı demokrasi” anlayışını ortaya koyuyor (II).
Son olarak, kitap, anayasa kavramına ve hukukumuzda 1924 Anayasasının uygulandığı dönemlerden beri tartışılan Anayasa değişikliği
meselesine otuz yıl öncesinden ışık tutuyor; bunun esas ve usullerine
ilişkin yol gösteriyor (III).
II. ANAYASA NASIL OKUNUR ?
Profesör Tanilli’ye göre, Anayasalar çok yönlü biçimde okunmalıdır.1 Bu nedenle on iki bölümden oluşan kitabın genel esaslara ilişkin
büyük kısmında, Anayasa hukuku konuları liberal anayasacılık ve
marksist anayasacılık hareketlerine göre ayrı ayrı değerlendirilmiştir.
Tanilli’nin bu tercihinin en önemli sonucu, iki anayasacılık arasındaki
bağlantı noktalarını göstermesi ve klasik olarak liberal anayasacılığın
gelişiminde etkisi yadsınan çalışan sınıfların dönüştürücü etkisini teslim
etmesidir. Devlet ve Demokrasinin, genel oya geçişte işçi sınıfının rolünü ele alan bölümleri2 yanında, siyasal partilerin doğuşu (özellikle de
Birleşik Krallık örneği)3 ve parlamentarizmin dönüşümünün4 anlatıldığı
bölümleri bu kapsamda düşünülebilir.
İkinci olarak anayasalar karşılaştırmalı bir biçimde okunmalıdır.5
Devlet ve Demokrasi klasik Anayasa Hukuku kitaplarından farklı olarak
hem Anayasa hukukunun kuramsal boyutuna, hem de Türk Anayasa
1
Server Tanilli, Devlet ve Demokrasi (Anayasa Hukukuna Giriş), Adam yay., 3. Bası,
2002, s. 24.
2
A.g.e., s. 38-39.
3
A.g.e., s. 46 ve 219.
4
A.g.e., s. 263.
5
A.g.e., s. 24 ve ayrıca s. 640 vd.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Oya Boyar
149
Hukuku uygulamalarına yer vermektedir. Uygulamalarda ağırlıklı olarak
kitabın yazıldığı dönemin Anayasası olan 1961 metni esas alınmakla
birlikte, bu metin çoğu zaman Türk Anayasacılığı içinde yer aldığı bağlama göre değerlendirilmekte ve Osmanlı dönemi anayasacılık hareketleri ve Cumhuriyet Anayasalarıyla karşılaştırılmaktadır. 6
Profesör Tanilli’ye göre Anayasa hukuku çok disiplinli bir
okuma gerektirir.7 Bu nedenle Devlet ve Demokrasi anayasal kurumların çoğu zaman ekonomik / tarihsel ve sosyal altyapılarıyla değerlendirildiği bir eser olma özelliğini taşımaktadır. Bu anlamda eserin “Türkiye’de Demokratik Gelişim: Sorunları ve Geleceği”8 bölümü Türk Anayasacılığının ortaya çıktığı, geliştiği ekonomik ve sosyal koşulları ve
geleceğe yönelik saptamaları açısından özellikle önem taşımakta ve otuz
yıl öncesinden Türkiye’nin bugünkü demokrasi sorunlarını da saptamaktadır.
III. DEMOKRASİ NE DEMEK ?
Profesör Tanilli, Devlet ve Demokrasi eserinde demokrasiyi özellikle farklı görüşler arasında “uzlaşma”9 ve farklı toplumsal kesimler
arasında “denge”10 işlevleriyle tanımlamaktadır.
Profesör Tanilli demokrasinin uzlaştırıcı işlevini Türkiye’nin demokratikleşme tarihini incelediği ve ülkemizin demokrasi sorunlarını
değerlendirdiği bölümde ele almaktadır. Bu bölümde Türkiye demokrasisinin 1945’lerden bu yana her şeye rağmen gelişim gösterdiği kaydedilmekte 1961 Anayasasının uygulanamaması eleştirilmekte; 61 Anayasasında 12 Mart rejimiyle yapılan değişikliklerin anayasanın çoğulcu ve
sivil yapısını zedelediği üzerinde durulmaktadır. Hoca bundan sonra
Türkiye’yi 12 Eylül’e götüren süreç ve terör üzerinde durmakta, anayasal düzen ve demokrasinin ortadan kaldırılmasından sonra ne yapılması
gerektiğini sormaktadır. Hocanın bu soruya verdiği yanıt bugün de güncelliğini korumaktadır11: Hocaya göre yapılması gereken demokrasiyi bu
sefer daha genişliğine kurmaktır. Demokrasi öyle bir kurulmalıdır ki
hem bütün mekanizmalarıyla işlemesi sağlanmalı hem de kendisini koruyabilmelidir. Başta düşünce özgürlüğünü tastamam gerçekleştirmek
gerekir. Batı demokrasisi bir ideal olarak alınmışsa bilinmelidir ki o demokraside kural sınırsız bir düşünce ve giderek örgütlenme özgürlüğü6
A.g.e., s. 83-110, 143-149, 174-194.
A.g.e., s. 640.
8
A.g.e., s. 83-110.
9
A.g.e., s. 110.
10
A.g.e., s. 221 ve 263.
11
A.g.e., s. 109-110.
7
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
150
Devlet ve Demokrasi
dür. Hocaya göre terörü yok edecek olan da budur: düşünce giderek örgütlenme özgürlüğünün çağdaş boyutlarla gerçekleşmediği bir toplumda
terör durmaz. İşte tam da bu nokta da Profesör Tanilli demokrasinin gerçek anlamına işaret etmektedir :
“Demokrasi, her toplumda varolmasından daha doğal bir şey bulunmayan sosyal ve siyasal çelişkileri en üst düzeydeki yepyeni sentez
potalarında eritebilmenin yoludur”. 12
Demokrasiler farklı düşünceleri uzlaştıran rejimlerdir bu anlamda.
Hoca bunun ardından, demokrasinin yukarıdan alınan kararlarla biçimlendirilebilecek bir şey olmadığını ifade etmektedir. Halksız bir demokrasi, demokrasi değildir Hocaya göre. Demokrasinin sadece seçimler
yoluyla temel karar organlarının belirlenmesinin dışında toplumsal bir
boyutu da bulunmaktadır.
Bu toplumsal boyutta ise “denge” kavramı ön plana çıkmaktadır.
Hoca’ya göre “demokrasi, kapitalist üretim ilişkilerine dokunmaksızın
egemen sınıfla halk kitleleri arasındaki çatışmanın yumuşatıldığı bir
denge rejimidir”. Dolayısıyla DD’de demokrasi, eşitlik ilkesi ile el ele
yürür.13
Hocaya göre bu yumuşama ilk başta siyasal partiler aracılığıyla
gerçekleşmektedir. İşçi sınıfının örgütlediği kitle partilerinin ortaya çıkışı bu anlamda özel bir önem taşımaktadır: Siyasi partiler olmaksızın
demokrasinin yaşaması ve işlemesi mümkün değildir.14
Bu dengenin sağlanmasına hizmet eden bir diğer mekanizma ise
“sosyal devlet” mekanizmasıdır. Sosyal devlet, anayasaya, sosyal sınıflar
arasında dengeyi sağlayacak olan sosyal adalete ilişkin ilkeler koymak
suretiyle iktidara yol gösterir.15 Sosyal devlet için özgürlük, artık liberal
devlette olduğu gibi, yalnız sınırlamaların olmaması demek değildir;
sosyal devlet anlayışına göre özgürlük ancak bunların etkili bir biçimde
kullanılabilmesi için gerekli maddi olanakların kişilere sağlanması halinde anlam kazanır. Zira artık insan, bireyci öğretide olduğu gibi soyut
bir varlık değil; içinde yaşadığı toplumun sosyal koşulları ile çevrili somut bir varlık ve gereksinimleri olan bir yurttaştır.16
Bu denge arayışı bizi Hocanın çağdaş batılı özgürlük anlayışını tanımlayış şekline götürüyor: “bir yandan klasik özgürlüklerle beraber,
kişileri sosyal ve iktisadi haklarla donatmak, öte yandan Devleti yoksulluğu ortadan kaldıracak önlemleri almak ve herkese insanca yaşam
12
A.g.e., s. 110.
A.g.e., s. 29.
14
A.g.e., s. 221.
15
A.g.e., s. 157.
16
A.g.e., s. 171.
13
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Oya Boyar
151
koşulları sağlamakla görevli saymak, bir başka deyişle yalnız özgür bırakmak değil; özgürleştirmek de”.17
Hocanın sosyal devlete verdiği bu önem, planlamayla ilgili bölümün, klasik anayasa hukuku kitaplarında görmeye alışkın olmadığımız
ölçüde DD’nin en ayrıntılı bölümlerinden biri olmasında da kendisini
göstermektedir.18 Ancak genel olarak sosyal devlet ilkesi, özel olarak da
planlamaya ilişkin olarak Hocanın yaptığı şu saptama, Türk Anayasacılığının temel bir problemini yansıttığı için özellikle anılmalıdır:
“Plancılık ona sahip çıkabilecek güçlerin bekçiliğinden yoksun
kalmıştır. İleriye dönük olarak yakın tarihten alınabilecek en önemli
ders budur. İlkeler, Mümtaz Soysal’ın yerinde deyişiyle onlara gerçekten
sahip çıkabilecek güçler bulunduğu zaman ayakta kalabiliyor. Yeni ilkeler koyarken ya da devrilmiş ilkeleri yeniden doğrulturken, onlara
gerçekten payandalık edecek sosyal güçlerin neler olacağını da iyi düşünmek gerekir”.19
Başka bir deyişle, anayasa hükümleri, belli bir toplumsal yapıda
uygulanıyor. Dolayısıyla Anayasa hükümlerinin, hangi niyetle konulmuş
olursa olsun, belli bir toplumda uygulanabilmesi için öncelikle bunu
uygulamaya dönük bir siyasal ve toplumsal iradenin bulunması gerekiyor. İşte o irade bulunmadığı takdirde Anayasa ne kadar özgürlükçü, ne
kadar demokratik ifadelerle kaleme alınmış olursa olsun uygulamaya
geçemiyor ve Anayasayla onun etrafında oluşmuş anayasal düzen birbirinden farklı hale gelebiliyor. Tam tersi de geçerli; başka bir deyişle
Anayasa belli bir hakka ya da kuruma ilişkin özgül bir güvence öngörmemiş olmasına rağmen sözkonusu hak ya da kurum uygulamada son
derece güvenceli hale gelebiliyor.
İlk varsayıma örnek olarak, DD’de yer alan şu maddeler anılabilir:
1961 Anayasasının ifade özgürlüğüne ilişkin düzenlemesi son derece
özgürlükçü olmasına rağmen, bu metnin yargı organları tarafından 11.
madde ışığında yorumlanış şekli TCK 141, 142, 163 gibi hükümlerin
hukuk düzeninde varlığını sürdürebilmesine olanak tanımıştı.20 Aynı
Kanunun 159. maddesi (hükümetin manevi şahsiyetini aşağılama) anlamında da benzer bir saptama yapılabilir.21 Konu özerk kuruluşlara doğru
da genişletilebilir. Her ne kadar güvenceleri 12 Marttan sonra daraltılsa
da TRT’nin özgür ve yansız yayın yapması o dönemde anayasa teminatı
altındadır. Ancak Hocaya göre bu güvencenin gerçekten hayata geçirile17
A.g.e., s. 179.
A.g.e., s. 515-542.
19
A.g.e., s. 541.
20
A.g.e., s. 152.
21
A.g.e., s. 360-361.
18
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
152
Devlet ve Demokrasi
bilmesi için, kurum yönetim ve programlarında rol oynayan tüm görevli
kişi ve organlarca güçlendirilmesi gerekir: “sözkonusu görevliler, hizmetin ve anayasa hükmünün amacına uygun hareket etmedikleri sürece
yansız yayın yerini yanlı yayına giderek kamuoyunun tek yanlı etkilenmesi çabasına bırakacaktır”.22
DD’de tersi duruma, yani güvencesiz hukuki statüye rağmen, yansızlığı esas alan yayın açısından da o dönemin BBC örneği veriliyor.
Aslında Birleşik Krallık örneği, demokrasinin topluma yayılmış olması
anlamında ya da sözleşmesel ifadeyle “demokratik toplum” anlamında
özel bir önem taşıyor. Hocanın “halkı da içine alan demokrasiyle” kastettiğinin bir bölümü bu olsa gerek. Diğer bölümü ise halkın sadece seçilmişlere kendisini temsil yetkisi vermenin ötesinde birey-toplum-devlet
ilişkilerinin temel düzenleniş şekline ilişkin söz söyleme hakkını içeriyor.
IV. ANAYASA VE ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ NE DEMEK ?
Profesör Tanilli, DD’de, 1961 Anayasasını ve onun uygulanış şeklini eleştirel biçimde değerlendirmekte ve 1982 Anayasasının hazırlanış
ve kabulü sürecinde yapılması ve yapılmaması gerekenlere Türkiye’nin
anayasal tarihini de gözönünde bulundurarak birçok bölümde yer vermektedir. Hocanın bundan otuz yıl önce dillendirdiği sorun ve konular
bugün de geçerliliğini korumakta ve tartışılmaya devam etmektedir.
Bunlardan birisi de kuşkusuz hükümet biçimi tartışmalarına ilişkindir.
Burada Hocanın yaptığı belirlemeyi hatırlatmakla yetinelim: “Lideri
yücelten bir siyasal kültürümüz var. Bu nedenle, devletin tüm yürütme
gücünü bir tek kişinin eline vermenin doğurabileceği olası sonuçlar üzerinde dikkatle durmalıyız. Demokrasiyi güçlü liderlere değil, güçlü kurumlara emanet etmek çok daha güvenilir bir yol olsa gerek. (…) Başkanlık sistemi bugün olduğundan çok daha güçlü ve kesin bir güçler
ayrılığını gerekli kılar. Böyle bir sistemin iyi işleyebilmesi ise, farklı
güçlerin birbirini aynı anda hem denetlemesine hem de aralarında işbirliği yapabilmesine bağlıdır. “Cepheleşmeye”, “engellemeye”, “kulüpleşmeye” pek yatkın olan; “uzlaşma” ve “işbirliğini” bir çeşit ihanet,
“denetimi” hakaret sayan siyasal kültürümüzün çatışmaya böylesine
açık başkanlık rejimini sorunsuz ve arızasız yürütmesini beklemek biraz
fazla iyimserlik olmaz mı? Uzlaşmayı siyasal yaşamın en temel eğilimlerinden biri olarak gören Amerika Birleşik Devletlerinde bile güçler ayrılığı, sık sık güçler çatışmasına dönebilmektedir. Bu eğilimin bizde çok
daha güçlü ve bunalımlara yol açıcı olmasından korkulur”.23
22
23
A.g.e., s. 436.
A.g.e., s. 367-368.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Oya Boyar
153
1982 Anayasasında toplumdaki farklı görüşlerin dikkate alınmamış, Hocanın deyimiyle dengeli ve uzlaşmacı bir metnin hazırlanmamış
olması anayasa değişikliklerinin gündemden hiç düşmemesine neden
olmuştur.
Hocaya göre bu noktadaki bir diğer sorun bizim anayasayı anlayış
biçimimizdir. Batı demokrasilerinde Anayasalar, yurttaşların gözünde
yöneticilerin temel ilkelere uyup uymadığını ölçmeye yarayacak saygıdeğer ve üstün metinler olarak görülür ve anayasaya aykırı davranışlar
büyük tepkiler doğurur. Hoca bu noktada, “Anayasalar yaratmaz sadece
saptar” sözünü hatırlatır ve “her şeyi anayasadan uman, ona bir çeşit
mistik varlık olarak bakan anlayışın gülünçlüğünden” bahseder. Zira
Anayasa belli bir toplumda uygulanır ve amacı o toplumun tüm sorunlarını çözmek değil; keyfiyetin önlenmesi amacıyla Devlet iktidarının sınırlandırılmış olduğu, bireylerin kendisini hukukun koruması altında
hissettiği bir hukuk düzeni yaratmaktır.
Tolstoy Anna Karanina’ya şöyle başlar: “Mutlu ailelerin hepsi
birbirine benzer. Her mutsuz ailenin ise mutsuzluğu kendisine özgüdür”.
Bizim mutsuzluğumuz sorunlara “birlikte bakamamaktan” bu anlamda
bir uzlaşı eksikliğinden ve sorunlarını “çözümünü bir hukuk metninde
aramaktan” kaynaklanıyor olmasın? Server Tanilli Hoca bundan altı yıl
önce kitabını imzalarken “değişim birlikte bakmak” diye imzalamış.
Ruhu şad olsun.
KAYNAKÇA
Devlet ve Demokrasi (Anayasa Hukukuna Giriş). 3. Basım.
İstanbul: Adam yay., 2002.
İlk basım: Devlet ve Demokrasi. İstanbul: İÜHF Yayını, No: 637,
1981.
Son basım: Devlet ve Demokrasi. İstanbul: Alkım Kitabevi, 2007.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
BÜLENT TANÖR VE ANAYASA HUKUKUNDA SOSYAL
HAKLAR
(BÜLENT TANÖR AND SOCIAL RIGHTS IN CONSTITUTIONAL LAW)
Murat Sevinç*
ÖZET
Anayasa hukukunda sosyal haklar, gerek siyasal mücadelede ve
gerekse temel haklar rejimi içinde son derece önemli yer tutmasına karşın Türkiye’de bugüne dek üzerinde çok çalışılmamış bir konudur. Diğer
hak ve özgürlüklere gösterilen iltifat, sosyal haklardan esirgenmiştir.
Bunun önemli bir gerekçesi, klasik-liberal hak ve özgürlükler demetine,
19.yüzyıldan itibaren giderek güçlenen emekçi hareketinin armağanı
oluşudur. Bu tarihsel arka plan ve Türkiye’deki sınıf mücadelesinin niteliği nedeniyle, sosyal haklara ilgili alanlarda çalışan çoğu hukukçu
tarafından üvey evlat muamelesi yapıldığı düşünülebilir. Türkiye’de işçi
yığınlarının siyaset sahnesine gür bir sesle çıkışı, 1961 Anayasası döneminde olmuştur. İşte Tanör’ün bu değerli eseri de aynı dönemin ürünüdür ve sosyal haklar konusunu, siyaset-hukuk ilişkileri ve sınıf mücadelesi bağlamında ele almaktadır. Tanör eserinde, açık siyasal tercihleri
olan bir bilim insanının, konusunu, o tercihler çerçevesinde nasıl bilimsel yöntemden sapmadan ele alabileceğinin dersini vermektedir. Okuyacağınız yazı, Tanör’ün sosyal hakları hakkında yapılmış olan konuşmanın metnidir.
Anahtar sözcükler: Tanör, temel haklar, sosyal haklar, anayasa,
sınıf mücadelesi.
ABSTRACT
Although social rights in constitutional law have an important
place in both the political struggle and fundemental rights regime, it has
been a less studied subject in Turkey. The attention given to other rights
has been spared from social rights. One important reason for this has
been the fact that it has been added to the classical liberal rights and
freedoms bundle by the ever growing labor movement as of 19th century.
*
Yrd. Doç. Dr., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
156
Bülent Tanör ve Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar
It is possible to think that many lawyers working in social rights-related
fields have treated social rights as a stepson because of this historical
background and the level of class struggle in Turkey. The labor masses
made their voice heard strongly in the political scene at the time of 1961
Constitution. This prominent work by Tanör is the product of the same
era and discusses the social rights issue within the framework of
politics-law relations and class struggle. In his work, Tanör delicately
shows how a scientist with explicit political preference can approach his
field within the framework of such preference, yet without deviating from
the scientific method. The article you will read is the text of a speech
made about Tanör’s social rights.
Keywords: Tanör, basic rights, social rights, constitution, class
strugle.
***
Türkiye'de sosyal haklar üzerine yazılmış hiç kuşkusuz en değerli
eserlerden biri olmasına karşın unutulmaya yüz tutmuş bir çalışma Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar. Kitap birkaç açıdan son derece önemlidir. İlkin; pek çalışılmamış, bilinçli ya da bilinçsiz şekilde ihmal edilmiş
bir alan olan sosyal haklar konusunda Türkiye’de yazılmış en nitelikli
eserdir. Sosyal haklar, 12 Eylül faşizmi ve anayasa yapıcılığının, sola
dair her ne varsa aşındırma/yok etme siyasetinin en başarılı olduğu
alanlardan biridir. 12 Eylül’ün, büyük ölçüde bugüne dek süren anayasal
düzeni, sosyal hakları neredeyse unutturmaya varan bir yol izlemiştir.
Nitekim günümüzde, TBMM çatısı altında sürdürülen anayasa yapım
sürecinde, hukuksal değer açısından anayasadaki diğer hak ve özgürlüklerle arasında hiçbir fark olmayan bu hak demetinin esamisi okunmamaktadır. İkinci değerli yanı ise şu: Çoklukla ideolojilerden masun görünmeyi tercih eden ve bu tavırla bizatihi son derece ideolojik bir tutum
takınan akademinin hukukçu kanadı içinde, “dünyaya bir yerden bakan
ve bunu tüm açıklığıyla çalışmalarına nakşeden” Tanör’ün çok özel bir
yeri vardır. Tanör, solcu bir akademisyen ve hukukçudur ve insan hakları, özgürlükler, demokrasi konusundaki savaşımı yaşamı boyunca hiç
sona ermemiştir. Bu bakımdan Tanör, “yanlı” bir akademisyen ve insandır. Kitabı, bu değerler çerçevesinde kaleme alınmıştır ve daha ilk satırından itibaren okuyucusunu, içinde yolculuk edeceği dünya hakkında
bilgilendirir.
Tanör eserinde; sosyal, siyasal, hukuksal açılardan son derece tartışmalı olan bir alanda, bir yandan sınıfsal vurguyu hakim kılıp diğer
yandan, sığ polemiklerle mesafeyi koruyup kuramsal bir çerçeve inşa
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Murat Sevinç
157
ediyor. Sosyal bilimlerin normatif bilimler ile yakınlığı; özellikle anayasa hukukunun, bir bilim alanı olarak pozitif hukuk kadar ve hatta zaman zaman daha fazla, siyaset bilimi, tarih, ekonomi ve sosyoloji disiplinleriyle yakın ilişkisi malum. Bu nedenle bir anayasacının bilimsel
eserlerinde derdini anlatabilmesi, hele ki bu kişi Tanör çapında anayasacılık yapıyorsa, ancak tüm bu alanların katkısını talep etmesiyle mümkün olabilirdi. Tanör, gerek bu çalışması gerekse çoğu diğer eserinde
anayasacılığın/hukuçuluğun, salt "mevzuat" ve "mevzuat yorumu" bilgisiyle yapılamayacağını düşündürmüştür. Tanör'ün anlatısında, alan bilgisinin ve o bilginin bilimsel değerlendirmesinin, bir başka söyleyişle
"alanın kendine özgü dil ve yönteminin, " yazarın ideolojik tercihiyle
kaynaşmış olarak sergilendiğine tanık olunur ki haliyle yazdıkları hem
bilimsel ve öğretici hem de yönlendirici ve bir yanıyla, tepkiseldir. Söz
konusu değerler ile her koşulda gözetilen bilimsel özen, hemen tüm eserinde baskın özelliktir.
Yalnızca bir iki örnek verelim. Örneğin Osmanlı-Türk Anayasal
Gelişmeleri'nde anayasacılık tarihimizin seyrini aynı mantık ve berraklıkta anlatırken de; İki Anayasa'da 1961 ve 1982 Anayasalarını gerek
karşılaştırma yöntemi, gerekse metinlerdeki farklılıklar ve kurucu iktidarlar arasındaki ayrımları sözü hiç dolandırmadan betimlerken de aynı
yolu izler Tanör. Türkiye'de İnsan Hakları Sorunu adlı eserinde, analiz
gücü bir yana, Türkiye Cumhuriyeti'nin işkence, yasaklamalar, haksız
yargılamalar, faşizan uygulamalar sabıkasını, gerçek bir bilim insanı
titizliğinde ortaya sererken insan hakları tarihimize düştüğü değerli notu
görmemek mümkün mü? Tek başına bu eser dahi, genç hukukçulara,
anayasacılara ve diğer bilim insanlarına önemli bir ders ve miras niteliğindedir.
Aynı saptamaları Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar için yapmak
mümkün.
Önce yasa, ardından anayasa düzeyinde tanınması 19. yüzyıldaki
gelişmelerin ürünü olsa da, sosyal haklar bugünkü şekli ve etkisiyle Batı
mevzuatına, büyük ölçüde II. Dünya savaşı sonrasında dahil olmuştur.
Sosyal devlet önlemleri olarak bilinen uygulamalar, bir yandan 19. yüzyıl işçi hareketlerinin 20. yüzyıla bıraktıkları izi, diğer yandan ilk savaş
sonrası sürekli kriz içinde bulunan kapitalist sistemlerin yaşamlarını sürdürebilmek için sarıldıkları önlemler bütününü anlatır. Dolayısıyla, işçi
mücadelesi sonunda elde edilen kazanımlar bir yandan da o mücadelenin
nihai başarıya ulaşmasının önünde baraj işlevi görmüştür. Kuşkusuz bu
gerçek, sosyal hakların ya da bir başka adıyla refah devleti önlemlerinin
ne tarihsel ne de bugünkü değerini ortadan kaldırır. Kaldırmadığı içindir
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
158
Bülent Tanör ve Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar
ki günümüz kapitalist sistemlerinin önemli mücadele alanlarından biri,
sosyal devlet harcamaları olmayı sürdürmektedir.
Sosyal devlet, kısaca, yurttaşına insanca yaşamanın asgari koşullarını hazırlayan ve bu şekilde temel hedef olan sosyal adaleti sağlamayı
görev edinen devlettir. Bunun için gelir uçurumunun azaltılması başlıca
hedeftir ve bu hedefe ulaşabilmenin temel aracı, devletin liberal teorideki "jandarma" işlevi dışında görevlerle donatılması gerekliliğidir. Liberal anlayış büyük ölçüde, sosyal devlet önlemlerinin bireyleri bağımlı
ve dolayısıyla diğer klasik hak ve özgürlüklerden giderek daha 'mahrum'
bırakacağı varsayımıyla hareket eder. Ancak yirminci yüzyılın özellikle
ikinci çeyreğinde, kendi kurallarına göre çalışan serbest pazar ekonomisinin başkaca sorunlara; gelir uçurumları ve büyük kitlelerin yoksulluğuna neden olabileceği görüldü. Sorunun çözümü içinse, refah devleti
önlemlerine başvuruldu.
Tabii söz konusu önlemlerin uygulanmasında, başka bir söyleyişle
önlemlerin ölçüsünde, ülkeler arasındaki gelişmişlik farklarının büyük
etkisi olmuştur. Günümüzde gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde sosyal
hakların varlığı kabul görüyor. Tartışmalar daha çok harcamaların kapsamı üzerinedir. Dolayısıyla bugün artık sosyal olmayan bir demokrasi
kalmamıştır (haliyle, sosyal demokrasi olarak adlandırılan sistemler için
artık yalnızca demokrasi sözcüğü kullanılması yeterli kabul edilebilir).
Ancak gelişmekte olan ülkelerde hızlı sermaye birimi sağlanması kalkınma için gereklilik olduğundan, sosyal devlet harcamaları ile bu birikimin amaçlanan hızı arasında sürekli bir gerilim bulunmaktadır. Nitekim Türkiye'de sosyal devlet önlemleri, 1961 Anayasası ile bir hak demeti olarak mevzuatımıza girdiğinde, ilk yıllarda ekonominin seyri nedeniyle memnuniyetle karşılanmış ancak sermaye dar boğaza girdiğinde
ilk tepki gösterilen, sosyal hakların varlığı ve ölçüsü olmuştur. Nitekim
1982 Anayasası'nın temel hedeflerinden biri, kuşkusuz işvereni işçiye
karşı korumaktır ve bu satırların kaleme alındığı 2012 yazına dek, Anayasa'nın yaklaşık yarısı değiştirilmişken "sosyal ve ekonomik hak ve
ödevlerin" çalışan lehine en az dokunulan alanlardan biri olması manidardır.
Sosyal devlet ilkesinin Türkiye gibi ülkelerdeki talihsizliği, sıradan
ve sığ günlük siyasi hedeflere ve çok kolayca feda edilebilmesidir. Ülke
sürekli ekonomik sıkıntı içinde bulunduğu için, sosyal önlemlerin varlığı
ve harcamaların boyutu ilk hedef yapılmakta ve yönetimlerin lehine,
hayli ikna edici olmaktadır. Örneğin yıllardır tüm özelleştimeler, kamu
kurumlarının "devletin sırtındaki kamburlar" olduğu ön kabulü belletilerek yapılırken, bu yoğun ideolojik bombardıman çok başarılı olmaktadır.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Murat Sevinç
159
"İşletmenin" bir bilim dalı olarak okutulduğu çok sayıda üniversite olan
Türkiye'de, bir kurumun işletmeciliğinin neden kamu değil de özel sektör tarafından daha verimli gerçekleştirilebileceğinin bilimsel açıklaması
yapılamadığı gibi, doğrusu böylesi bir açıklamayı bekleyen de kalmamıştır. Aynı kolaycılık sosyal haklar demeti açısından da geçerlidir. Örneğin, sosyal hakların bir anayasal konu olmadığı, yasa düzeyine bırakılması gerektiği sıklıkla dile getirilmektedir. Oysa dile getirenler de,
hak ve özgürlüklerin hangi düzeyde güvenceye alınacağının hukuktan
çok siyasi mücadele ve sosyal koşulların sonucu olduğunu bilmektedir.
Bir ülkede herhangi bir hak demetinin anayasadan çıkarılarak yasa düzeyine, yani parlamento çoğunluğunun iki dudağına terk edilmesi, teknik
hukuk değil bir siyasal mücadele sorunudur ve kararı veren de o mücadelenin vardığı aşamadır. İşte sosyal haklar konusunda yaşanan talihsizliklerin ya da daha doğru bir deyimle, bilinçli değersizleştirme/önemsizleştirme çabasının doğal sonucu, söz konusu hakların temel hak ve özgürlükler içinde üvey evlat muamelesi görmesidir. Oysa
tüm temel hak ve hürriyetlerin bir arada değerlendirmesi daha doğru bir
yaklaşımdır. Klasik haklar ile sosyal haklar arasındaki ilişki bir ast üst
ilişkisi değildir. Aksine tüm hak ve özgürlükler birbirleri açısından tamamlayıcıdır. Demokratik haklar sosyal hakların talep edileceği ortamı
yaratırken, sosyal güvenceler demokratik sistem açısından yaşamsal olan
sosyal adaletin gerçekleşmesine yardım eder.
Tanör'ün, anayasa hukuku alanında daha önce yazılmaması bir
yana, henüz aşılamamış, sosyal hakların anayasa hukuku açısından kuramsal temellerini anlamayı deneyen çalışması, tüm bu değerlendirmelerin kaynağına inip "sosyal haklar nedir?" sorusunu sorarak başlıyor işe.
Ve tüm çalışma, günümüzde olup biteni anlamanın ipuçlarını sağlıyor
bizlere; adım adım.
Sosyal hakların ayırdedici niteliği nedir? sorusunun yanıtı, bu
hakların konumunu kuramsal açıdan belirleyebilmek açısından son derece kritik. Tanör, sosyal hakların pozitif hukuk metinlerine girişi ve
buradan kaynaklanan hukuksal sorunlara geçmeden önce bu sorunun
yanıtını arıyor. Önce o güne dek önerilen ölçütleri dört başlığa ayırıp
niteliklerine göre isimlendiriyor: teknik, maddi, sübjektif ve sosyolojik
ölçütler. Bu ölçütleri kullanarak, sosyal haklar hakkında yapılan tanımları ele alıyor ve doğrusu bazı saptamaları tartışmalı da olsa, her birinin
güçlü ve güçsüz yanlarını, yanılgıları, yanılgıların kaynağını ortaya koyuyor. Eleştirilerin ardından, ayırdedici niteliğin belirlenmesinde sosyal
haklara dair son derece sorgulayıcı ve tartışmacı bir yöntemle kendi
yaklaşımını geliştirmeye çalışıyor. Tanör bir çalışmaya başlarken çaJournal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
160
Bülent Tanör ve Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar
lışma konusunun "ne" olduğunu sorgulayıp onu "tanımlayarak, " yani
nereden hareket ettiğini, başlangıç noktasını betimleyerek, ilk dersi bilimsel yöntem ve özen konusunda veriyor.
Tanör, sosyal hakların ayırdedici niteliğini ortaya koymak için nasıl bir yol izlemiştir?
Temel sorunsalı, "sosyal haklar sorununa sosyal ve hukuki gerekçelere ters düşmeyen bir yaklaşım" geliştirmek. Çalışmanın tümüne hakim olan bu arayış için şöyle söylüyor Tanör: "Ancak, pozitif hukuk
gelişmelerini sosyolojik gözle değerlendiren bir yöntem, yani hem hukuk sosyolojisinin hem de pozitif hukukun verilerini sürekli göz önünde
tutan bir çalışma, sosyal hakların gerçek hukuki ve ayırdedici niteliğini
ortaya çıkarabilir." Bu amaca ulaşmak için önce hakların kökenini (18.
ve 19. yüzyılda geçerli olan klasik haklar ile 19. yüzyılda belirip 20.
yüzyılda gündeme gelen sosyal haklar arasındaki ayrımı göz önünde
bulundurarak), ardından köken açısından ayrıksı olan niteliklerinin güncel değerini (tabii burada, eserin 1978 tarihli olduğunu akılda tutmak
gerek) inceleyip sonunda bir senteze ulaşmaya çalışıyor.
Tanör ilk adımda, klasik hak ve özgürlüklerin tarihini anlatıyor.
Çalışmanın bu kısmı, liberal düşüncenin gelişimine, burjuvazi ile
feodal yapılar ve tabii monarşi arasındaki mücadeleye, ABD ve Avrupa'da yaşanan demokratik devrimlere, doğal hak ve hakların devlete
karşı taşıdığı niteliğe yapılan vurguya ayrılmış. Tabii bunu yaparken,
doğası gereği herkese tanındığı ilan edilen soyut hak ve özgürlüklerin
(mülkiyet hakkı, sözleşme ve ticaret hürriyeti gibi) fiilen aslında bu hak
ve özgürlüklerden yararlanabilecek olanlara (doğal hak kuramını yaratabilmek için gereksinim duyulan soyut insan, burjuvazide somutlaşıyordu) tanındığını, dolayısıyla mücadelenin sınıfsal rengini sergilemekten de geri durmuyor. Bu dönemde, örneğin düşüce ve düşünceyi yayma
gibi, toplumun tümüne tanınan hakların, o toplumun çoğunluğunu oluşturan emekçiler açısından biçimsel olmaktan öteye geçmediğini hatırlatması ve klasik hakların yalnızca kişiyi devlete karşı değil, çoğu zaman
burjuvaziyi halktan gelecek baskılara karşı korumayı hedeflediğinin yani
anti sosyal oluşunun altını çizmesi, ayrıca önemli. Özellikle 19. yüzyılda
burjuvazi için asıl tehlike, artık devlet ile çelişki değil, filizlenen işçi
sınıfı ile mücadele haline gelmişti.
Yeni hakların ortaya çıkışı ise Sanayi Devrimi ve ardından Avrupa'da gerçekleşen irili ufaklı işçi hareketleri sayesindedir. Bu dönemde
burjuvazinin temel çelişkisi artık feodaliteyle değil, ekonomik açıdan
güçsüz durumda olan ve eşitsizliklere karşı giderek daha örgütlü tepki
göstermeye başlayan işçi sınıfıyladır. Tanör burada, 19. yüzyılda sosyal
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Murat Sevinç
161
hakların, özellikle 1848 devrimleri ardından yasal ve sonrasında anayasal düzeyde tanınmasını; hemen ardından söz konusu yeni hakların yapısal özelliklerini çeşitli yönleriyle ele alıyor. Sonunda, sosyal haklar ile
klasik haklar arasındaki ayrımın ortadan kalkıp sosyal hakların klasik
insan hakkı konumuna geldiği yönündeki savları eleştirip aralarındaki
zıtlığın tüm canlılığını koruduğunu savunuyor. Tanör bu faslı, sosyal
hakların batı demokrasileri içindeki yerini, söz konusu hakların batı demokrasileriyle nihai aşamada uzlaştığını (bazı klasik haklarla -mülkiyet
gibi- doğal zıtlaşmalar elbette olmaktadır) saptayarak sonlandırıyor:
"...sosyal haklar, kapitalist sistemdeki sınıf mücadelesinin, rejimin sınırları içinde varılmış ya da varılması gereken aşamalarını temsil eder."
Bir sonraki adımın inceleme konusu, sosyal hakların pozitif hukuka girişi.
Öncelikle sosyal hakların yasalar tarafından tanınmasına yol açan
etmenlerin, bu hakların doğuş dinamiklerinden farklı olduğu saptamasını
yapıyor. Ardından yasal düzeyde tanımanın gerekçeleri (rekabetin adil
yapılabilmesi, ekonomiyi canlandırma isteği, sosyal ve siyasal etmenler
vs.) üzerinde duruyor. Tanör'ün, sosyal hakların anayasal ve yasal düzeyde düzenlenmesi ve öncelik-sonralık ilişkisi üzerinde durması, günümüzde de süregiden, "sosyal haklar hangi düzeyde yer almalı?" sorusuna verilebilecek muhtemel yanıtlar hakkında fikir vermesi açısından
önemli. Yazar, pozitif hukukun konusu olma meselesinin az gelişmiş
ülkelerdeki evrimini inceledikten sonra Türkiye'de sosyal hak yasalarının kökenine iniyor. Özetlemek gerekirse; 1908'den itibaren Türkiye'de,
çağdaşlarıyla karşılaştığında zayıf ancak sosyal yasaların yalnızca bir
lütuf olmadığını da gösteren işçi mücadelesi yaşandığının altını çiziyor.
Tanör'e göre sosyal hakların 1960'lara dek "esas olarak" yukarıdan aşağıya nitelik göstermesi, kökenlerindeki tarihin/mücadelenin gözden
kaçmasına neden olmamalıdır.
Yasal tanımanın tarihçesini analiz ettikten sonraki adımlar, anayasal tanıma ve anayasalarda düzenleniş biçimleri konularına dair.
Dünya anayasalarından örnekler verilmesinin ardından konu 27
Mayıs ve "sosyal niteliği" özellikle vurgulanan 1961 Anayasasına geliyor. Anayasa'yı yalnızca tepeden inmecilikle açıklama kolaycılığına
kaçmayarak, Anayasa'da tanınan sosyal hakları, yalnızca örneklerle tartıştığı egemen sınıfların kendilerini koruma kaygısıyla değil; "egemen
sınıflarla halk sınıfları arasında yeni bir denge arayışı" olarak betimliyor.
Bunu yaparken, 27 Mayıs'taki sınıf çatışmasının sınıflar arası bir çelişkiden değil, aynı sınıfa mensup tabakalar arasındaki çelişkiden kaynaklandığının ve emekçilerin bu çekişmeden yararlanarak haklar elde ettiğinin
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
162
Bülent Tanör ve Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar
altını çiziyor. Tanör'e göre hukuki etmenler de sosyal hakların anayasal
düzeyde tanınmasını gerekli hale getirmiştir. Sosyal hakların anayasal
düzeyde tanınması, bunların parlamentolar tarafından yasaklanma, çıkarılan yasaların yargı organları tarafından kolayca iptal edilme olasılığını
ortadan kaldırmakta ve devlet bu görevleri açıkça yüklenmiş olmaktadır.
Tabii, anayasalarında sosyal haklara yer vermeyen çok sayıda devlet de
vardır. Tanör bu direncin, hukuksal ve siyasal gerekçelerini irdeliyor.
İlginç bir şekilde bu devletlerin azımsanmayacak bir kısmı sosyal devlet
önlemlerinin güçlü olduğu yerler. Bazı ülkeler bu boşluğu, eyalet anayasalarıyla (Almanya gibi) bazı ülkeler ise yasama, yargı organları ile tarafı oldukları sözleşmeler aracılığıyla doldurmaktadır. Tanör bu kısmın
sonunda, söz konusu sözleşmeler, yani sosyal hakların uluslararası boyutu üzerinde duruyor.
Kavramsal çerçeve oluşturulduktan sonra çalışmanın üçüncü ve
son kısmı, anayasal tanımanın hukuksal sonuçlarına ayrılmış durumda.
Burada, günümüz tartışmaları açısından çok önemli olan boyutlardan ilki; anayasada yer verilen sosyal hakların hangilerinin bir yargı kararı (ki bazen kuralların uygulaması açısından çok kritiktir, özellikle
Anayasa Mahkemesi kararları) ya da yasama işlemi olmaksızın "doğrudan uygulanabilir" olduğunun saptanması. Örneğin, sendikal haklar, grev
hakkı, emeğin korunmasına ilişkin bazı haklar bu kapsamdadır. Anayasal tanıma gerçekleştiğinde, yasama organı hareketsiz de kalsa, tanımanın yargı üzerinde yarattığı etki ile sosyal haklar doğrudan güvence haline gelebilmektedir. Kuşkusuz burada yargının, özellikle anayasa yargısının niteliğini de göz ardı etmemek gerekir. Diğer boyut, anayasal normun yatay ilişkilere (yani kişiler arasındaki ilişkilere) etkisidir ki sosyal
hakların toplumsal-siyasal ilişkilere tam anlamıyla nüfuz edebilmesi için
anlamlı bir yaklaşımdır. Özetle "sosyal devlet ilkesi yalnızca devleti mi
yoksa kişileri de mi (örneğin işveren) anayasal ilkelere uygun davranma
yükümlülüğü altına sokar?" sorusunun yanıtını arıyor. Tanör, çalışmanın
bu (son) bölümünde, anayasal tanımanın tüm organlar üzerindeki etkisini, kısmen yabancı örneklerden ancak büyük ölçüde Türkiye mevzuatı
ve yargı kararlarından hareketle anlatıyor. Böylece hem 1961 Anayasası
dönemini hem de yalnızca o döneme özgü olmayıp pek çok açıdan bugün de olanca canlılığını koruyan tartışmaları bir kez daha hatırlamış
oluyoruz.
Tanör Sonuç’ta asıl can alıcı olan "sosyal hakların anayasalara girişinin sosyal eşitlik ve adalet davasına katkısı nedir?" sorusunu yönelttikten sonra, hukuk ve siyaset arasındaki ilişkinin öneminin yeniden altını çizen bir sonuca varıyor. Ona göre, sosyal eşitlik sorununu hukukun
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Murat Sevinç
163
ve anayasanın buyruklarının yerine getirilmesi olarak algılayanlar da,
sorunu bir ekonomi sorunu olarak değerlendiren (özellikle büyük sermaye çıkarlarını savunan çevre) iktisatçı bakış açısına sahip olanlar da,
"abartıyorlar." Doğru yöntem, "sosyal sorunun siyasal bir sorun olduğunu" görebilmek. Kendi sözcükleriyle; "...mesele özünde siyasidir ve
bir iktidar sorunudur." ve özellikle yasamanın katkısını (olumlu edim)
gerektirmeyen sosyal haklar konusunda, anayasal güvencenin katkısı
azımsanamaz.
Tanör'ün sosyal hakları her boyutuyla, hukuk, siyasi çatışmalar, sınıf çelişkileri bağlamında ele alıp incelediği Anayasa Hukukunda Sosyal
Haklar, ilk kez 1978 yılında yayınlanmış olmasına karşın, eserde yer
alan tartışmaların çoğu bugün de tüm canlılığını koruyor.
Son olarak, Bülent Tanör’ün akademi için ne anlama geldiği üzerine bir iki şey söylemek isterim. Bülent Hoca ile hiç tanışmadım; yüzünü fotoğraflardan biliyorum. Ancak bazı insanlarla hiç tanışmadan
tanış olmak mümkündür. Başka ilişkiler ve içinde bulunduğunuz dünyanın sahip olup size naklettiği anılar sayesinde. Bülent Tanör, sevgili hocalarımın anılarında vardır. Ankara’da, SBF’de okuttuğumuz anayasa
derslerinde vardır. Bir gün bir kitabındaki dipnotuyla, diğer gün yalnızca
adıyla ya da kendisine/başkasına yapılan bir haksızlığa karşı mücadelesiyle sürdürür varlığını. SBF anayasa hukuku kürsüsünde ve belki de
başka fakültelerin başka kürsülerinde ama mutlaka ve çok canlı haliyle
bizim anayasa kürsümüzde, yaşayan ve vefat etmiş diğer değerli hocalarımızla birlikte yaşar. Hemen her yazdığıyla iz bırakmıştır akademide ve
Türkiye anayasacılığında. Ancak yalnızca çalışmalarıyla değil, bir insan
ve akademisyen olarak duruşuyla da örnektir. Akademi, müstesna insanlarla ayakta kalmaya çalışan; sömürü, haksızlık, niteliksizlik, toplumsal duyarsızlık konularında diğer çalışma alanlarından eksiği olmayan
bir dünyadır. İşte Bülent Tanör bu nahoş dünyada, “olmazsa olmaz” koşul olan akademik özgürlüğün kendisidir. Bir kez daha: Tanör, bilimsel
özgürlüktür.
BİBLİOGRAFYA
Bülent Tanör, Anayasa Hukukunda Sosyal Haklar, İstanbul : May
Yay., 1978.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
KARAR İNCELEMELERİ/
REVIEWS OF DECISIONS-JUDGEMENTS /
NOTES DE JURISPRUDENCE
İHAM, DİSK/KESK C. TÜRKİYE : 1 MAYIS KARARI
İNSAN HAKLARI AVRUPA MAHKEMESİ, EMSAL BİR
KARARLA TAKSİM MEYDANI’NIN 1 MAYIS ALANI
OLDUĞUNA HÜKMETTİ
(EUROPEAN COURT OF HUMAN RIGHTS HELD THAT TAKSIM WAS A
DEMONSTRATION PLACE)
Arzu Sun Becerik*
ÖZET
“İHAM 27 Kasım 2012’de verdiği tarihi karar ile; Taksim
Meydanı’nda 1 Mayıs kutlamalarının engellenmesi nedeniyle hem
Türkiye’yi mahkum etti; hem de Taksim Meydanı’nın “1 Mayıs Alanı”
olduğunu tescil etti.1
İHAM, DİSK ve KESK’in birlikte yaptığı başvuruda, oldukça ayrıntılı bir inceleme yaptı, bir taraftan İHAS 11.m.yer alan Toplu İfade ve
Örgütlenme Özgürlüğünün ihlal edildiğini tespit ederken diğer taraftan
İfade Özgürlüğünün kapsamını genişletti.İHAM, toplu gösterilerde,
“Gösterinin Yapılacağı Yeri Seçme Özgürlüğünün” de “Toplantı Özgürlüğü” kapsamında olduğuna hükmederek “İfade Özgürlüğüne” yeni
bir boyut kattı.”
İHAM, bu kararda bireylere yönelik gaz bombası kullanımının
ciddi sağlık sorunlarına yol açabileceğini de kabul etmiş, hukuki zorlamalarda gaz kullanımı konusunda endişeli olduğunu ifade etmiştir.
Anahtar Sözcükler: İfade özgürlüğu, toplu ifade özgürlüğü,
toplantı özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, mekan seçimi, sendikaların
üyelerini doğrudan temsil yetkisi, gaz kullanımı sendikaların mağdur
statüsü
*
1
DİSK ve KESK , İHAM başvuru avukatlarından
İHAM 27.11.2012 tarih – 38676 / 08 başvuru no. DISK - KESK / Türkiye kararı
166
İHAM, DİSK/KESK c. TÜRKİYE : 1 Mayıs Kararı
ABSTRACT
ECHR, with its historic judgement on November 27, 2012;
convicted Turkey due to the prohibition of Labour Day celebrations in
Taksim, and registered the Taksim Square as a "Labour Day Celebration
Area".
ECHR conducted a through investigation in the joint application
made by DİSK and KESK. On one hand, ECHR found a violation of the
Freedom to Peaceful Assembly and Association stated in the Article 11
of the European Convention on Human Rights, while expanding the
scope of the Freedom of Expression. ECHR ruled that the "Freedom to
choose the location of a demonstration" is a part of the "Freedom of
Expression", thus defining another aspect of the "Freedom of Expression".
Keywords : freedom of expression, freedom to assembly , choice of
venue the right of labor unions to directly represent their members, the
victim status of labor unions, freedom of expression as a group
***
I - KARARIN İNCELENMESİ
A. Olaylar
2008 yılının 1 Mayıs’ında, DİSK ve KESK ortak çağrı yapmış;
üyelerini, emekçileri, 1 Mayıs’ı geleneksel alanları olan Taksim Meydanı’nda kutlamaya davet etmişti. 1 Mayıs mitingine katılmak üzere
İstanbul ve ülkenin çeşitli yerlerinden gelen sendika üyeleri, emekçiler,
DİSK Genel Merkezi’nin önünde toplandıkları sırada, saat sabah 6:30
iken, yolları büyük bir polis barikatı ile kesilmiş, üzerlerine tazyikli su
sıkılmış, göstericilere ve DİSK binasının içine gaz bombası atılmış2,
onların Şişli bölgesinden çıkışı engellenmiş, Taksim Meydanı çok yönden abluka altına alınmış, Taksim’e ulaşımı sağlayan toplu ulaşım araçları, metro, otobüs, vapur seferleri durdurulmuş, emekçilerin Taksim’e
girişine izin verilmemişti.3
Hükümet yetkilileri; 1 Mayıs’ın Taksim Meydanı’nda kutlanmasının İstanbul için büyük bir risk oluşturduğu, burada yapılacak miting
sırasında yasadışı örgütler tarafından olay çıkarılacağı şeklinde istihbarat
aldıkları, Taksim’de kutlama ve anma yapmak isteyen ve kitleleri Taksim Meydanında buluşmaya çağıran DİSK ve KESK Yöneticilerinin suç
2
3
Hürriyet Gazetesi 02.05.2008 s.1.
Referans Gazetesi 01.05.2008 s.3.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Arzu Sun Becerik
167
işlediği konusunda açıklamalarda bulunmuş, 4 hatta ‘’ayakların baş olduğu’’ ifadeleri bile kullanılmıştı.5
Tüm bu yaşananlar üzerine DİSK ve KESK, 1 Mayıs’ı Taksim’de
kutlama haklarının engellenmesi, miting için çağrıda bulundukları kitlelere saldırıda bulunulması, sendikal haklarının ve görevlerinin engellenmesi, “Toplu İfade ve Gösteri Haklarının” ihlal edildiği gerekçesi ile
İHAM’ne başvuruda bulunmuşlardı.6
B. Hukuksal Süreç
DİSK ve KESK başvurularında;hem “Sendika olmalarından kaynaklanan “Örgütlenme Hakları” ile “Üyelerinin Toplu Gösteri Yapma
Haklarının” engellendiği, böylece İHAS 11. m. ihlal edildiğinden “Kurumsal” olarak; hem de önceki yıllarda da 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasının engellendiği, ancak sonrasında engelleyenler hakkında yargı
süreçleri işletilmediği için, “Etkili İç Hukuk Yolu” bulunmadığı; böylece
İHAS 13 .m.nin ihlal edildiğini ileri sürdüler ve iç hukuk yoluna başvurmadan doğrudan İHAM’ne başvurdular. Başvurucular bu haklarla
birlikte, İHAS 8.m., 10.m. 14.m.nin de ihlal edildiğinin tespitini ve
maddi –manevi tazminata hükmedilmesini de İHAM’nden istediler.
Başvurucular, başvuru konusu 1 Mayıs kutlamalarının her yıl gündeme gelen, tekrarlanan bir talep olduğunu, konunun toplumsal boyutu,
etkilediği kitlenin büyüklüğü ve ihlalin ağırlığının dikkate alınarak,
İHAM’nden öncelikli inceleme yapılmasını talep etmişler, hükümetin
itirazlarına rağmen Mahkemece dosya öncelikli olarak incelenmiş ve
sonuçlandırılmıştır. 7
İHAM, aşağıda yer verildiği üzere kararında, İHAS 11.md.nin
ihlal edildiği, başvuruda yer alan diğer ihlal konularının kabul edilebilir
olduğu ancak ayrı bir hüküm kurulmasına gerek olmadığı sonucuna varmıştır.8“Başvurucular, barışçıl toplanma haklarının ihlaline ilişkin
4
Takvim Gazetesi 29.04.2008 s.1.
Milliyet Gazetesi 24.04.2008 s.1, Cumhuriyet Gazetesi 23.04.2008.
6
Toplantının engellenmesinin iç hukuk ve uluslararası hukuka açık ve ağır aykırılığı,
saldırının yasadışılığı karşısında DİSK ve KESK , kurumsal olarak İHAS 11 m.
Toplu İfade ve Örgütlenme Özgürlüğünün ihlali gerekçesiyle, etkili iç hukuk yolu
bulunmaması nedeniyle iç hukuk yollarını tüketmeden doğrudan İHAM’a başvurmuşlardır. İHAM, hükümetin iç hukuk yollarının tüketilmemesi itirazını, iç hukuk
yollarının etkili olmaması nedeniyle reddetmiş, başvuruyu esastan inceleyerek sonuçlandırmıştır.
7
İHAS İçtüzük 41.m. , DİSK - KESK/ Türkiye kararı , prg. 3. “18.06.2009 tarih
29.m.1.Başvurunun kabul edilebilirliğine ve esasına aynı anda hükmolunması kararlaştırıldı.”.
8
DİSK-KESK / Türkiye prg.41.
5
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
168
İHAM, DİSK/KESK c. TÜRKİYE : 1 Mayıs Kararı
başvurularına yönelik olarak sözleşmenin 13. m.si çerçevesinde etkin bir
iç hukuk yolunun bulunmadığından yakınmışlardır. Ayrıca, aynı yerde
diğer kitlesel gösteriler düzenlenirken, Taksim Meydanı’nda gösteri düzenlemek için izin taleplerinin kamu düzeni gerekçesiyle reddedilmesi
nedeniyle, 11.m. ile bağlantılı olarak, Sözleşmenin 14.m. çerçevesinde
toplanma özgürlüğünü kullanmada ayrımcılığa uğradıklarını ileri sürmüşlerdir.9 Mahkeme bu şikayetlerin yukarıda incelenenlerle bağlantılı
olduğunu ve aynı şekilde kabul edilebilir olduğunun ilan edilmesi gerektiğini kaydeder.”10
İHAM manevi tazminat talepleri yönünden İHAS 11.m.nin ihlali
hükmünün yeterli olduğuna karar vermiştir.11
Karar veren daire yargıçlarından yargıç Sajo, karar yönünde “Mutabık Görüş” bildirmiş, kararıdaha ayrıntılı açıklamalar ve tespitlerle
geliştirmiştir. Yargıç Sajo, mutabık görüşte daha açık, net ve kapsayıcı
ifadelere yer vermiştir.12
Yine karar heyetinden yargıçlar Ziemele ve Karakaş, tazminat taleplerinin reddi nedeniyle “Ayrık Oy” kullanmışlar”, manevi tazminata
hükmedilmesi gerektiğini belirtmişlerdir13.
1. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin Gözlemleri
İHAM, “Toplantı ve Örgütlenme Özgürlüğü”konusunda vermiş olduğu bu emsal nitelikteki kararında çok önemli tespitler yapmıştır.
a) Gösteri Yapma Özgürlüğünün, Gösterinin Yapılacağı Yeri
Belirleme Özgürlüğünü de KapsadığıTespit Edilmiştir.
İHAM kararında; İfade Özgürlüğünün kapsamını genişletmiş, bu
hakkın kullanımı açısından oldukça önemli bir kriter oluşturmuştur.
Kararda; Taksim Meydanı’nın DİSK ve sendika üyeleri için sembol olduğu, arkadaşlarının 1 Mayıs 1977 tarihinde uğradıkları saldırı
sonucunda yaşamlarını yitirmesi nedeniyle ayrıca önem kazandığını, bu
meydanda üyelerini anmalarının sendikal hakları /yetkileri ve görevleri
olduğunu, toplumsal hafızada böyle önemli bir yeri olan meydanın, başvurucu DİSK ve KESK üyelerine mantıksız bahaneler, kanıtlanamayan
9
DİSK - KESK / Türkiye prg.39.
DİSK - KESK / Türkiye prg.40.
11
DİSK - KESK/ Türkiye prg. 44.
12
DİSK - KESK / Türkiye, s. 11-13.
13
“Bir mahkeme bir devletin uluslararası bir yükümlülüğünü ihlal ettiğini tespit ederse,
bu şekilde nasıl tazmin edilmesi gerektiğini de değerlendirmelidir. ...Mahkeme, zararın tazmini sorununa ya da bunda başarısız olursa manevi tazminatın değerlendirilmesini de içeren uygun tazminata karar vermelidir.” DİSK - KESK / Türkiye , s.14.
10
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Arzu Sun Becerik
169
suçlamalar ile kapatılamayacağını, günlük yaşamın etkilenmesinin Toplanma Özgürlüğünü ihlal etme gerekçesi olamayacağını, barışçıl gösteri
hakkının kullanılmasında kamu otoritelerinin toleranslı olması gerektiğini tespit etmiştir. 14
İHAM kararında açıkça, İfadenin kullanılacağı yeri belirleme özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün bir parçası olduğunu ifade etmiştir “Ayrıca, mekân seçimi, başka türlü kabul edilebilir sınırlamalara tabi olmasına rağmen, gösteri hakkının bir parçasıdır.”15
b) Taksim Meydanı’nın Sembol Olarak Önemi Vardır.
Mahkeme, göstericilerin Taksim Meydanı’nda gösteri yapmak için
ısrar etmesinin tarihsel önemine ve Taksim Meydanı’nın sembol olduğuna işaret etmiştir. “Bu bağlamda, başvurucuların gösteri yapmak istedikleri Taksim Meydanı’nın şehrin kalbinde olduğunu ve büyük ölçekli
bir gösterinin gerçekten kamu hayatının bozulmasına yol açacağını kaydeder. Ne var ki, Mahkeme, 1977’de İşçi Bayramı Kutlamaları sırasında
Taksim Meydanı’nda çıkan bir çatışmada 37 kişinin öldüğünü de kaydeder. Sonuç olarak, Taksim Meydanı bu trajik olayın bir sembolü olmuştur ve bu gerekçeyledir ki başvurucular İşçi Bayramı kutlamalarını, Taksim’de anma töreni yaparak düzenlemekte ısrar etmişlerdir.”16
c) İHAM, Hükümetlerin Takdir Yetkisinin Bazı Sınırlarına
Dikkat Çekmiştir.
Kararda, hükümetlerin özgürlükleri sınırlamadaki takdir yetkileri
de tartışılmış, gösterilerin güvenli ve barışçıl gerçekleşmesi konusunda
görevli oldukları belirtilmiştir.
Gerçekten İHAS kapsamında yer alan hak ve özgürlüklerin kullanımı sınırsız olmayıp, hemen her maddenin 2. fıkrasında genel nitelikte
sınırlama sebepleri yer almaktadır. 17
İHAM, İHAS 11.m.de yer alan sınırlamaları konumuz açısından,
“kamu güvenliği vedemokratik bir toplumda gerekli olup olmadığı” yönünden tartışmıştır. Kararda, kamu güvenliği sebebiyle hükümetlerin,
14
DİSK - KESK / Türkiye kararı prg. 29, 31, 36.
Yargıç Sajo mutabık görüş.
16
DİSK - KESK / Türkiye prg.35
17
İHAS 11 m./ 2 “ Bu hakların kullanılmasında ulusal güvenlik, kamu güvenliği, suçun
ve düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması, başkalarının
hak ve özgürlüklerinin korunması amaçlarının dışında , hukukun öngörmediği ve
demokratik bir toplumda gerekli bulunmayan hiçbir sınırlama konulamaz. Bu madde,
bu hakların silahlı kuvvetler, polis teşkilatı ve kamu idaresi mensupları tarafından
kullanılmasına hukuka uygun sınırlar konulmasını engellemez.”.
15
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
170
İHAM, DİSK/KESK c. TÜRKİYE : 1 Mayıs Kararı
gösterilerin yapıldığı yerle ilgili kısıtlamalar getirme hakkına sahip olmakla birlikte, bu yetki kulanılırken toplanma özgürlüğünün içeriğini
kaybetmemesi için, göstericiler şiddet olaylarına karışmadığı sürece,
belirli bir yerdeki gösteri günlük hayatı etkilese bile barışçıl gösterilere
belli bir tolerans gösterilmesinin önemli bir gereklilik olduğu vurgulanmıştır. 18
d) Kararda, Günlük Hayatın Etkilenmesinin, Gösterilerin Engellenmesi için Gerekçe Oluşturmadığı Açıkça İfade Edilmiştir.19
Ülkemizde , birçok gösterinin engellenmesi için Hükümet tarafından ileri sürülen “günlük hayatta bazı kesintilere yol açılması, trafikte
oluşacak düzensizlik” gerekçeleri de kararda tartışılmış, Mahkeme
“..Sözleşmeci devletlerin kamu güvenliği gerekçesiyle belirli bir
mekanda gösteri düzenlenmesine sınırlar getirebileceklerini hatırlatır.
Ne var ki, kamuya ait bir mekandaki gösteri trafikte düzensizlik de dahil
olmak üzere günlük hayatta bazı kesintilere yol açabilmesine rağmen,
şayet Sözleşmenin 11.m.de güvence altına alınanToplanma Özgürlüğü
özünden yoksun bırakılmayacaksa, barışçıl toplanmalarayönelik olarak
belirli ölçüde hoşgörü göstermek kamu otoriteleri için önemlidir.” şeklinde, hükümetlerin barışçıl gösterilere tolerans göstermesi gerektiğini
hükmetmiştir.
e) Devletlerin, Bireylerin Haklarını Kullanabilmeleri ve Kamu
Otoritelerinin Keyfi Müdahalesinden Korunmasında Pozitif Yükümlülükleri Olduğu Tespit Edilmiştir.
“Mahkeme, devletlerin yalnızca barışçıl toplanma özgürlüğünü
korumak zorunluluğunu değil, ayrıca bu hakka ilişkin makul olmayan
dolaylı sınırlamalar uygulamaktan kaçınmaları zorunluluğunu kaydeder….11.m.nin temel amacı, korunan hakların kullanılmasında kamu
otoritelerinin keyfi müdahalesinden bireyi korumak olsa da, bunların
etkin kullanımının güvence altına alınmasında pozitif yükümlülüklerin de
olabileceğini de dikkate alır.”
Mahkeme bu tespiti yaparken, daha önce Türkiye hakkında vermiş
olduğu bir başka mahkumiyet kararına atıf yapmıştır. 20İHAM’ın atıf
yaptığı Oya Ataman / Türkiye kararı da toplu gösteride polis şiddetine
ilişkin ihlal tespitine ilişkindir.
18
DİSK-KESK / Türkiye prg.36.
Galstyan v. Ermenistan, no 26986 / 03, prg.116-117, 15 Kasım 2007, Bukta v.
Macaristan, no.25691 / 04 , prg.37; DİSK-KESK/Türkiye, prg.29.
20
Oya Ataman / Türkiye , 74552 / 01, prg.35.
19
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Arzu Sun Becerik
171
f) Hükümetin Gösteriyi Engelleme Gerekçesi Olarak İleri Sürdüğü, Düşmanca Grupların Varlığı Tehdidini Etkisiz Hale Getirmenin Hükümetin Görevi Olduğuna Yer Verilmiştir.
Hükümet gösteriyi yasaklama gerekçesi olarak, yasadışı grupların
topluluğa saldırıda bulunacağı konusunda istihbarat aldıklarını iddia
etmişse de, dosyaya bunu kanıtlayacak, hiç bir bulgu sunamamıştır.
Mahkemece, “Hükümetin gösteri hakkını korumanın yanı sıra, mantıksız, dolaylı kısıtlamalar uygulamaktan kaçınması gerektiğini, kamu düzeni ve güvenlik sebebiyle gösterilerin iptal edilebileceğini, fakat bu
risklerin ikna edici şekilde gösterilmesi gerektiği, varsayımsal kamu
düzeni bozulması riski veya düşmanca tavırlar sergileyen bir topluluğun
varlığının hakkın kullanımını engellemek için yeterli olmadığı bildirilmiştir.”21
g) Polis Müdahalesi Nedeniyle Barışçıl Gösteri Hakkı Kullandırılmadığı Tespit Edilmiştir.
Kararda , polisin müdahalesine geniş yer verilmiştir. Müdahalenin
zamanı, şekli ve ağırlığı analiz edilmiş, çarpıcı açıklamalar yapılmıştır.
Polisin DİSK merkezindeki topluluğa müdahale ettiği, sendikaların toplanma hakkının ihlal edildiği belirlenmiştir.
Mahkemece yapılan tespitin ana hatları kararda şu şekilde yer almıştır.“Polisin müdahalesi yürüyüşten önce 6.30'da başlamıştır. Polis,
şiddetli veya aktif bir fiziksel direnişle karşılaşmamıştır. Polis gaz bombaları, boya ve tazyikli suyla kalabalığı dağıtmaya çalışmış, bazı kişileri
kovalamış ve dövmüştür.”22
“Sonraki saatlerde benzer polis müdahaleleri giderek artan şiddetle devam etmiş, polisin şiddet kullanması sonucu bazı göstericiler
yaralanmış, yaralı göstericiler, tıbbi müdahale için Şişli Etfal'e gitmeye
çalışırken, polis tarafından kovalanmış ve hastane içinde bile gazlı saldırıya maruz kalmışlardır.”.23
“Bazı DİSK üyeleri de gözaltına alınmıştır.”24
h) Göstericilere Müdahalenin Dayanaksız ve Orantısız Olduğu
Tespit Edilmiştir.
Mahkeme “ … Mevcut davada, dava dosyasındaki belgelerden
açıkça anlaşılmaktadır ki, yetkililer başvurucuların İşçi Bayramı’nı Tak21
DİSK - KESK / Türkiye, prg.36.
DİSK - KESK / Türkiye, prg.31.
23
DİSK - KESK / Türkiye, prg.32.
24
DİSK - KESK / Türkiye prg. 33, 34.
22
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
172
İHAM, DİSK/KESK c. TÜRKİYE : 1 Mayıs Kararı
sim Meydanı’nda kutlama niyetleri hakkında bilgi sahibi olur olmaz,
gösteriyi engellemek için kapsamlı önlemler aldılar ve Taksim Meydanı’nda gösteri yapmakta ısrar etmeleri halinde polisin göstericilere
yönelik kuvvet kullanacağını belirten açıklamalar yaptılar. Bu amaçla, 1
Mayıs 2008’de İstanbul Valisi’nin talimatı üzerine vapur ve metro seferleri durduruldu, Taksim Meydanı’na çıkan yollar kapatıldı ve Taksim’e girişi kapatmak için alana ilave polis konuşlandırıldı. …..polis
müdahalesi 1 Mayıs 2008’in erken saatlerinde, gösteri daha başlamadan önce gerçekleşmiştir. Bu nedenle Mahkeme, güvenlik güçlerinin
müdahalesinin, gerçekleşmesi istenen amaç bakımından orantılı olup
olmadığını tespit etmelidir.
…Mahkeme, olay günü DİSK üyelerinin, Meclis’in bazı üyelerinin
ve gazetecilerin Şişli’deki DİSK merkez binasının önünde toplanmaya
başladıklarını gözlemler. Polis müdahalesi, göstericiler yürüyüşlerine
başlamadan önce, saat 06.30’da başlamıştır... Dosyadaki bilgiye göre,
DİSK merkezi önünde bekleyen grubun kamu düzeni için tehlike teşkil
ettiği ya da şiddet eylemlerine giriştiğini gösteren de hiçbir şey yoktur.Dosyada polisin bu kadar aşırı bir kuvvet kullanımını açıklayacak
herhangi bir şiddetle ya da aktif fiziksel direnişle karşılaştığına dair de
hiçbir bilgi yoktur. Aslında, güvenlik güçleri DİSK merkezi önünde toplanan insanları gaz bombası, boya spreyi ve tazyikli su kullanarak dağıtmayı denemiştir. Bazı kişiler polis memurları tarafından kovalanmış
ve dövülmüştür.”25
Görüldüğü gibi, göstericiler tarafından hiçbir şiddet hareketi yokken, sadece Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs kutlanacağı bildirildiği andan
itibaren kamu otoriteleri ve o doğrultuda polisler tarafından gösterinin
engellenmesi hedeflendiği, İHAM tarafından çok açık şekilde tespit
edilmiştir.
ı) Polislerin Gaz Bombası Kullanmasının Hak İhlali Oluşturduğu Tespit Edilmiştir.
İHAM hastanede gaz bombası kullanımının gerekli veya orantılı
olarak değerlendirilemeyeceğine karar vermiştir.Gaz kullanımı konusunda daha önceki kararlarına atıfta bulunmuş ve gaz bombası kullanımının açabileceği ciddi sağlık sorunları konusuna ve bu konudaki kararlarına dikkat çekmiştir.
“Mahkeme, polis memurlarının göstericileri kovalarken Şişli Etfal
Hastanesi binalarına bir gaz bombası attıklarının endişeyle ayrıca kaydeder. Hükümet, bazı göstericilerin hastaneye saldırdığını ve onların da
gaz bombası kullanarak bölgede güvenliği sağlamaya çalıştıklarını be25
DİSK - KESK / Türkiye, prg. 32-33.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Arzu Sun Becerik
173
lirtmiştir.Bu bakımdan Hastane Başhekimi’nin tanıklığını sunmuşlardır
(bakınız paragraf 11).Bu ifadeye göre, bazı göstericiler hastanede saklanmaya, pankart açmaya çalışmış ve polis hastanenin bahçesinde onların peşindeyken bir gaz bombası atmıştır. Mahkeme, bireylere yönelik
gaz bombası kullanımının ciddi sağlık sorunlarına yol açabileceğini
kabul etmiş ve bu gazların hukuki zorlamalarda kullanılması hakkında
endişesini ifade etmiştir. (bakınız Ali Güneş v. Türkiye, no. 9829/07, §§
34-37, 10 Nisan 2012). Bu nedenle hastane binalarında gaz kullanılmasının mevcut dava koşullarında gerekli ya da orantılı olarak değerlendirilemeyeceğini dikkate alır.”
Polisin “Gaz Kullanması Konusu”, Türkiye’de gösterilere yapılan
müdahaleler açısından önem taşımaktadır. Ne yazık ki ülkemizde gaz
kullanımı, son derece yaygın ve kontrolsüzdür, ölümlere yol açmaktadır. 26
Karar bu açıklamalarıyla da, ülkemizdeki gaz kullanımı konusuna
dikkat çekmektedir.Özellikle hastanelerde gaz kullanımının gerekli ya da
orantılı olarak değerlendirilemeyeceğini yani bu gaz kullanımının doğrudan yasadışı şiddet olduğu da tespit edilmiş olmuştur.
j) Gösteri DİSK Tarafından Sonlandırılmak Zorunda Kalınmıştır.
İHAM, tüm bu engellemeler sonunda, göstericilerin, üyelerinin
daha fazla zarara uğramaması için gösterinin kendileri tarafından sonlandırıldığını, gösteri haklarını kullanamadıklarını tespit etmiştir.“Mahkeme, polis memurlarının kuvvet kullanmak suretiyle yaptığı
müdahalenin bir sonucu olarak göstericilerin saat 10.30’da başka şiddet
olaylarının önüne geçmek konusundaki kendi uzlaşılarını bozduklarını
ve sonuç olarak İşçi Bayramı kutlamalarına katılamadıklarını gözlemler.” prg.35.
k) Hükümet’in Beyanlarının İHAM’ ni Yanıltmaya Yönelik
Olduğu Belirlenmiştir.
Bu kararda ne yazık ki, hükümetin uluslararası kurumları yanıltıcı
bildirimlerde bulunduğu da tespit edilmiştir.
İHAM, Hükümetin topluma ve İHAM’a sunduğu yasaklama gerekçelerinin gerçeği yansıtmadığını, yanıltıcı beyanlarla Sendikaları suç
işliyormuş gibi göstermeye çalıştığını ve sendika üyelerini korkutarak
haklarını kullanmaktan caydırmaya çalıştığını da tespit etmiştir.27
26
31.05.2011 Hopa’da Başbakanı protesto için yapılan mitingde kullanılan gaz sonucunda Emekli Öğretmen Metin Lokumcu hayatını kaybetmiştir. Hopa Asliye Ceza
Mahkemesi 2012/ 285 E. sayılı dosyası.
27
Referans Gazetesi , 29.04.2008 , s.3.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
174
İHAM, DİSK/KESK c. TÜRKİYE : 1 Mayıs Kararı
İHAM “çeşitli terör örgütlerinin provakatif eylemlere hazırlandığının ve güvenlik güçlerine ... saldıracaklarının güvenlik güçleri tarafından tespit edildiği” iddia edilmiştir. Yasak, ilkesel olarak, ulusal güvenlik, kamu güvenliği ya da düzensizliğin veya suçun önlenmesi çıkarlarına
hizmet etmektedir. Bu sebeplerin mevcudiyeti en azından ikna edici biçimde ortaya konabildiği müddetçe, bu, toplanma hakkının sınırlanması
için meşru bir temeldir. Ne kamu düzeninin bozulmasına ilişkin farazi
bir risk, ne de düşman bir topluluğun varlığı, barışçıl bir toplantının
yasaklanması için meşru zeminlerdir.
( Makhmudov v. Rusya, no. 35082/04, 26 Temmuz 2007). şeklinde
tespitiile bir yandan da , Hükümetin engelleme gerekçesi olarak ileri
sürdüğü , toplantıya marjinal güçler tarafından saldırıda bulunulacağı
yönünde istihbarat alındığı bilgisinin başka kanıtlarla desteklenmediğini
de saptamıştır.
l) Hükümetin ve Polislerin; Sendika Yöneticilerine, Üyelerine
Karşı Tutumunun Özgürlüğün İhlali Olduğu Tespit Edilmiştir.
12 Eylül darbesiyle Taksim Meydanı’nın emekçilere kapatılması
uygulaması, sonra ki iktidarlar tarafından da büyük bir istekle devam
ettirilmiş, AKP iktidarı, Başbakan’dan başlayarak, İçişleri Bakanı, Çalışma Bakanı, İstanbul ilindeki bürokratları , İstanbul eski valisi Muammer Güler ve İstanbul eski emniyet müdürü Celalettin Cerrah bu meydanı emekçilere kapatmaya neredeyse kendilerini adamışlardır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “ayakların başları yönettiği yerde kıyamet
kopar”, İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin
ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek “..sendikalar suç işliyorlar…Taksim’de
1 Mayıs yasaktır…bu anayasal düzene başkaldırıdır…” şeklindeki
açıklamalarla sendikaları suç işleyen kuruluşlar gibi ilan etmişlerdir.28
Sendika yöneticilerininsiyasilerin ve bürokratların bu tutumları ve
sözlerine karşı yaptıkları uyarılar dikkate alınmamış, kamuoyunda sendikalar suç işleyen örgütler olarak da gösterilmeye, üyeleri de suç işleyecek kişiler olarak korkutulmaya çalışılmıştır.
Aslında sendikaların 1 Mayıs sebebiyle , kamuya açık toplantılar
düzenleme hakkı ILO tarafından da Örgütlenme Özgürlüğü direktiflerinin 134 m. 135.m. de açıkça düzenlenmiştir. Uluslararası düzenlemelerdeki açık hükümlere ve dünyada yerleşmiş geleneğe rağmen Türkiye’de
1 Mayıs kutlaması / anması, hükümetler tarafından yasal bir dayanağı
olmaksızın, özellikle İstanbul için krize dönüştürülmüş, defalarca kut-
28
Vatan Gazetesi , 29.04.2008 s.16, DİSK - KESK / Türkiye, prg.31.vd.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Arzu Sun Becerik
175
lama engellenmiş, katılanlar polis şiddetine, gaza ve tazyikli suya maruz
kalmıştır. 29
Böylece Türkiye, İHAM karşısında, doğruyu söylemeyen ülke
olma niteliğini de korumaya devam etmiştir.30
Siyasi iktidar ve yöneticilerin görevi, gösteri yapma hakkını kullandırmak iken, sırf bu mitingi engellemek için sendika yöneticileri hakkında suçlamalarda bulunmak, hakkın ihlali olarak belirtilmistir.
m) Kararda, Ulusal Hukukta Etkili Başvuru Yolu Olmadığına
Yer Verilmiştir.
Kutlamanın engellenmesi ve yasaklanması ile ilgili olarak sendikalarca yapılan şikayetler sonuçsuz kalmıştır.“Başbakan’a, İçişleri Bakanı’na ve Adalet Bakanı’na karşı yapılan şikayetlere ilişkin olarak 1
Şubat 2009’da İstanbul Cumhuriyet Savcısı, Anayasa uyarınca Başbakan’ın, İçişleri Bakanı’nın ve Adalet Bakanı’nın görevleri ile ilgili eylemlerden sorumlu olmayacakları gerekçesiyle soruşturma açmama kararı verdi. Bu karar başvurucuların avukatlarına 24 Şubat 2009’da tebliğ edildi. Başvurucuların Sincan Ağır Ceza Mahkemesi’ne yaptıkları
itiraz, 22 Mayıs 2009’da, Cumhuriyet Savcısı’nın 1 Şubat 2009 tarihli
kararına itiraz edilemeyeceği gerekçesiyle reddedildi.”31 30.Temmuz
2008’de sadece bir polisin ifadesinin alındığı anlaşılmıştır. 321 Mayıs
2008 yılındaki bu ihlaller nedeniyle halen hiçbir kamu görevlisi sorumlu
tutulmamıştır.
Mahkeme, Türkiye’de insan ha kları ihlallerinde kamu otoritelerinin bir anlamda korunduğunu da tespit etmiş olmaktadır.
Mahkeme, etkili başvuru yolu olmaması gerekçesiyle İHAS 13.
madde konusundaki başvurunun kabul edilebilir olduğunu da tespit etmiş
ancak ayrı bir hüküm kurulmasına gerek olmadığına karar vermiştir. 33
İHAM kararlarında yer alan bu şekildeki tespitler, açıkça ihlal olarak belirlenmedikçe etkisini gösterememektedir. İHAM birçok kararında, birden fazla ihlal tespiti istenmişse, sadece en ağır ihlalin varlığını
tespit etmekte, diğerleri için hüküm kurulmaya gerek olmadığına hükmetmektedir.34
29
İHAS 44. m. Bakanlar Komitesi denetimi.
Aksoy-Türkiye , 18.12.1996 , 21987/93 tarihli kararda da, hükümetin İHAM’a kanıt
olarak gönderdiği, gözaltı kayıt defterinin başvurudan sonra yazıldığı tespit edilmişti.
31
DİSK - KESK / Türkiye, prg.12-15.
32
Bianet.org , 30 Temmuz 2008 , Çarşamba (EÖ/EZÖ) haber.
33
DİSK - KESK / Türkiye, prg.40 .
34
İHAM , Hrant Dink ile ilgili olarak yapılan başvuruda da birden çok ihlal başvurusu
ve gerekçesi mevcutken başvuruları birleştirerek incelemiş, sadece iki yönden ihlal
30
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
176
İHAM, DİSK/KESK c. TÜRKİYE : 1 Mayıs Kararı
Bu yaklaşımın, İHAM kararlarından beklenilen caydırıcılık etkisini azaltacak bir uygulama olduğunu belirtmek isteriz. Gerçekten başvurucunun birden çok hakkı, aynı uygulama ile ihlal edilmiş olabilir, başvurucu birden çok hakkının ihlali gerekçesiyle daha fazla mağdur olmuş
olabilir. Bu olayda da ifade özgürlüğü; ayrımcılık yasağı ve etkili başvuru hakkı ile birlikte ihlal edilmiş, başvurucu da birden çok kez mağdur
edilmiştir, bu mağduriyetinin karşılanmasını beklemesi son derece doğaldır.
2. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Kararının Ekleri:
Mahkemenin kararının kapsamlı oluşunun yanında, kararın iki ek
bölümü de bulunmaktadır.
Karar heyetinden yargıç Sajo, karar yönünde “Mutabık Görüş”
bildirmiş, kararı daha ayrıntılı açıklamalar ve tespitlerle geliştirmiştir.35
Yine karar heyetinden Yargıç Ziemele ve Yargıç Karakaş, tazminat taleplerinin reddi nedeniyle “Ayrık Oy” kullanmışlar, ” manevi tazminata hükmedilmesi gerektiğini belirtmişlerdir36.
a) Yargıç Sajo’nun Mutabık Görüşü:
Yargıç Sajo’nun, karara ek metinde yer alan görüşleri , Mahkemenin yaptığı tespitleri daha ileri götüren, ayrıntılandıran niteliktedir. 37
Yargıç Sajo; hükümetin yasaklama gerekçelerini tartışmış; “Hükümet tarafından “çeşitli terör örgütlerinin provakatif eylemlere hazırlandığının ve güvenlik güçlerine ... saldıracaklarının güvenlik güçleri
tarafından tespit edildiği” iddia edilmiştir. Yasak, ilkesel olarak, ulusal
güvenlik, kamu güvenliği ya da düzensizliğin veya suçun önlenmesi çıkarlarına hizmet etmektedir.Bu sebeplerin mevcudiyeti en azından ikna
edici biçimde ortaya konabildiği müddetçe, bu, toplanma hakkının sınırlanması için meşru bir temeldir. Ne kamu düzeninin bozulmasına ilişkin farazi bir risk, ne de düşman bir topluluğun varlığı, barışçıl bir toplantının yasaklanması için meşru zeminlerdir (bakınız Makhmudov v.
Rusya, no. 35082/04, 26 Temmuz 2007).”
tespit etmiş, diğer ihlal tespit talepleri konusunda hüküm kurmaya gerek olmadığına
karar vermiştir. DİNK / Türkiye, 14 Eylül 2010, 2668/07, 6102/08, 30079/08,
7072/09, 7124/09.
35
DİSK - KESK / Türkiye s. 11-13.
36
“Bir mahkeme bir devletin uluslararası bir yükümlülüğünü ihlal ettiğini tespit ederse,
bu şekilde nasıl tazmin edilmesi gerektiğini de değerlendirmelidir. ...Mahkeme, zararın tazmini sorununa ya da bunda başarısız olursa manevi tazminatın değerlendirilmesini de içeren uygun tazminata karar vermelidir.” DİSK - KESK / Türkiye , s.14.
37
DİSK - KESK / Türkiye s. 11-13.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Arzu Sun Becerik
177
“Kararın 33.-34. Paragraflarında değerlendirilen olaylar göz
önünde bulundurulduğunda, insanları dağıtmak için yapılan müdahale
orantısız ve çok korkutucuydu. Yetkililerin birkaç kamu alanını 1 Mayıs
gösterileri için hazırladıkları doğrudur, fakat Hükümet, kamu ulaşımını
önleyici bir tedbir olarak sınırlanmışken Şişli’de toplanan insanları belirlenen meydanlarda gösteri yapmaya yönlendirmek için çaba gösterildiğini kanıtlayamamaktadır. Dağıtma sırasında kullanılan güç öyle bir
düzeydeydi ki, başvurucuların ve diğer katılımcıların üzerinde caydırıcı
etkide bulunabilirdi. Yetkililerin DİSK merkezi önündeki göstericilere
düşmanca davranışı göz önünde tutulduğunda, diğer gösterilerin hukukiliğinin belirsizliği temelinde, diğer kişilerin de hukuka uygun 1 Mayıs
toplantılarına katılmaları konusunda cesaretlerini kırabilirdi (bakınız
mutatis mutandis, Bączkowski ve Diğerleri v. Polonya, no. 1543/06, §
67, 3 Mayıs 2007)”.
Yargıcın bu tespiti çok önem taşımaktadır. Kamu otoriteleri tarafından bu kadar şiddetli bastırılan barışçıl gösteriler, gösterilere katılmak
isteyenler üzerinde hak kullanımını caydırıcı rol oynayabilir. Önemli
olan hak öznelerinin haklarını kullanmalarının önlenmesi değil, onların
barışçıl ve yasal biçimde hak kullanmalarının sağlanmasıdır.
Yargıç devamla “İlk olarak, iki sendika, Taksim katliamını anmak
için yapılacak gösterinin düzenleyicileri olarak doğrudan mağdurdurlar.
İkinci ve ek olarak, onlar aynı zamanda göstericiler adına (hem DİSK ve
KESK üyeleri, hem de bu sendikaların çağrısı üzerine katılma niyetinde
olan diğer kişiler) hareket etmektedirler. Katılımcılar ya da katılmak
isteyenler, düzenleyicilerle birlikte planlanan gösterinin de facto “ortak
öznesi”dir; bu birlik, düzenleyicilerle kalabalığın ayrılmaz biçimde hareket ettiği spontane biçimde ortaya çıkmayan gösterilerin özel durumunda, gösteri yapma hakkının “öznesi” olmanın doğasından kaynaklanır. Bir gösteri, en azından tipik bir olayda, rastgele katılan bireylerin
tesadüfen bir araya gelmesi değildir.Üçüncü olarak, başvurucu örgütlerin toplanma özgürlüğü, sendika statüleri göz önünde bulundurulduğunda, doğrudan ve dolaylı olarak ihlal edilmiştir.Sendikalar, işlevleri
ile ilgili konularda özel bir vekâlet gerekmeksizin üyelerini temsil etme
hakkına sahiptir. Bir sendikanın kendi adına hareket etme hakkına sahip
olduğu kadar, üyeleri adına da hareket etme ve onların haklarını temsil
etme haklarına da sahip olduğu dikkate alınmalıdır. Mevcut davada, İşçi
Bayramı’nı kutlamak ve 1 Mayıs 1977 gösterilerinde hayatlarını kaybeden arkadaşlarını anmak açıkça ilgili iki sendikanın genel yetkisi kapsamındadır.”şeklinde kararı daha da ayrıntılandıran yorumda bulunmuştur.
Gerçekten bu yorum, Mahkeme Kararı’nda da yer verilen tespitlerin daha açıklanmasına katkıda bulunmakta, mahkemece de kabul edilmiş olan, sendikaların başvuru hakkının temel tezleri konusunda bilgi
vermektedir.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
178
İHAM, DİSK/KESK c. TÜRKİYE : 1 Mayıs Kararı
b) Yargıçlar Ziemele ve Karakaş’ın Ortak “Ayrık Görüşleri”
Kararın ekinde iki yargıcın, Yargıç Ziemele ve Yargıç Karakaş38
birlikte sundukları, ayrık görüşleri vardır. Yargıçlar özellikle, tazminata
hükmedilmesi gerektiği yönündeki eksikliğe dikkat çekerek, karara katkıda bulunmuşlardır.“Esas noktalarda Daire’nin bütün gerekçelerine
katılırken, Mahkeme’nin kararına bu davada verdiği manevi tazminat
kararı bakımından katılamıyoruz. Biz, kararın 44.paragrafında ve hüküm fıkrasının 4. paragrafında Mahkeme’nin, ihlal tespitinin yeterli olduğuna karar vererek, manevi zarar için hiçbir tazminata karar vermediğini kaydederiz.
Mahkeme’nin zaman zaman kabul ettiği, ihlal tespit eden bir hükmün kendisinin tazminat teşkil ettiğine ilişkin bu yaklaşımdan ileri gelen
sorunla ilgili Mahkeme’de daha önce yapılan kapsamlı tartışmalara atıf
yapmak istiyoruz. Biz, bu yaklaşımın, Mahkeme’nin içtihadında takip
ettiği devlet sorumluluğuna ilişkin uluslararası hukukun genel ilkeleriyle
bağdaştığına inanmıyoruz…, bir mahkeme bir devletin uluslararası bir
yükümlülüğünü ihlal ettiğini tespit ederse, bu ihlalin en iyi şekilde nasıl
tazmin edilmesi gerektiğini değerlendirmelidir. Bu, ihlal olup olmadığını
tespit etmekten farklı bir sorudur.Normal olarak, her ihlal bir miktar
tazmine yol açar.…Her halükarda, Mahkeme, zararın tazmini sorununa
ya da bunda başarısız olursa, manevi tazminatın değerlendirilmesini de
içeren uygun tazminata karar vermelidir.”39
Bu görüş, İHAM kararlarında tazminat konusuna yönelik olması
bakımından önem taşımaktadır.Bazen İHAM kararlarında tazminata
hükmedilmemesi, kamu otoriteleri açısından kararın caydırıcılık etkisini
ortadan kaldırmaktadır.Gerçekten çok sık ihlal edilen haklar açısından,
ihlallerin önlenebilmesi için hükümetlerin önlem almasınınyanısıra ihlalleri gerçekleştiren kamu görevlilierine yönelmenin de etkili olabileceği açıktır.40
II. KARARIN YORUMU
Bu karar, başvuruda izlenen usul ve esas yönünden tespitler bakımından büyük bir önem taşımaktadır.41
Sendikalar yöneticileri aracılığıyla değil, “Kurumsal” olarak başvuruda bulunmuşlar, sendikaların mağdur statüsü ve başvurucu olabileceği kabul edilmiştir.
38
Sayın Yargıç Işıl Karakaş Türkiye Yargıcıdır.
DİSK - KESK / Türkiye, s.14.
40
Anayasa’nın 40.m./ son fıkrası kamu görevlilerine rücu konusunu açıkça düzenlemiştir.03.10.2001 değişikliği.
41
13.08.2008 tarihli başvuru dilekçesi.
39
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Arzu Sun Becerik
179
İç hukuk yolları tüketilmeden, iç hukuk yollarının etkili olmayacağı açıklamasıyla başvurulmuş, başvuruda daha önceki 1 Mayıs kutlamalarında yaşanan şiddetle ilgili olarak hiçbir kamu görevlisinin sorumlu tutulmadığı ortaya konmuştur.
1 Mayıs’ın Taksim Meydanı’nda kutlanmak isteğinin başvurucu
sendikalarca önemli olduğu, her yıl bu sorunun yaşandığı Mahkemeye
bildirilmiş ve Mahkemeden, öncelikli incelemeye tabi tutulması talep
edilmiştir.Mahkemece de bu doğrultuda inceleme yapılmış ve başvuru
karara bağlanmıştır.
Karar ile emsal nitelikte iki önemli tespit yapılmıştır.
A) Taksim Meydanı’nın 1 Mayıs Alanı Olduğu Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nce Tescillenmiştir.
Bu kararla Taksim Meydanı, 1 Mayıs kutlamalarının İstanbul’daki
adresi olarak tescillenmiş, ilk kez bir meydan, Taksim Meydanı.Avrupa
İnsan Hakları Sisteminde bir özne olarak yer almıştır.
Üzerinde bu kadar tartışmalar yapılan, uğruna bedeller ödenen,
sendikaların tarihinde , yaşayanların anılarında ve türkülerde bile emekçilerle anılan Taksim Meydanı böylece, ününe yakışır bir şekilde
“Emekçilerin 1 Mayıs Meydanı” olarak uluslararası hukuk tarihine geçmiştir. 42
B) İHAM Kararda “Örgütlenme Özgürlüğü” Açısından da Oldukça Kapsamlı ve Net Tespitler Yapmıştır.
Sendikaların, sendika olmalarından kaynaklanan toplanma özgürlüğü ve 1 Mayıs kutlama hak / yetki ve özgürlüklerine sahip oldukları
tespit edilmiştir.İHAM, bu tür gösterilerde kurumlar ve kişilerin bir bütün olduğunu, Sendikaların, hem Taksim katliamını anmak için düzenlenen gösterinin organizatörleri olarak doğrudan mağdur, hem de göstericiler adına da mağdur edildiklerini belirtmiştir. 43
İHAM; “ 1 Mayıs 77'de ölenleri anmak ve işçi bayramını kutlamanın da açıkça ilgili iki sendikanın yetkisinde olduğunu; bu hakkın
kullandırılmamasının İHAS 11.m.nin ihlalini oluşturduğu”nu belirtmiştir.44
42
“Sabahın Sahibi Var” s.2-3, DİSK Yayınları, NO: 58.
DISK – KESK / Türkiye, prg.31.
44
DİSK-KESK / Türkiye, prg.31.
43
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
180
İHAM, DİSK/KESK c. TÜRKİYE : 1 Mayıs Kararı
III. KARARIN ETKİLERİ
A) Uygulanma Zorunluluğu
Taksim Meydanı’nda 1 Mayıs’ın kutlanmasını sağlamak Hükümetin Görevi Olmuştur.
Hükümet , İHAM tarafından 27.11.2012 tarihinde verilen bu karara itiraz hakkını kullanmamış, kararda yapılan tespitleri kabul etmiştir.
Bu karar uygulanması gerekli bir karar olmuştur.Anayasa’nın
90.m./son fıkrasının “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası
andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık
iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.”hükmü son derece
açıktır, hiçbir tartışmaya mahal vermemektedir.
Aynı zamanda, İHAS 44.m. gereği İHAM kararları uygulanmak
zorundadır. Bu kararın uygulanabilmesi için Hükümetgerekli önlemleri
alıp, Taksim Meydanı’nı 1 Mayıs’a hazırlamalıdır.Aksi halde, İHAS
44.m. gereği Bakanlar Komitesi denetimi ile karşı karşıya kalacaktır.
B. İçtihat Olarak Devam Eden Davalara Etki Edecektir.
Çok kapsamlı olan bu karar, ülkemizde yaşanan ifade özgürlüğü
ve toplu gösteriler konusundaki sorunlara ve yürüyen davalara da etkili
olacaktır.
Barışçıl toplu gösterilerinin dolaylı, soyut gerekçelerle engellenmemesi, hükümetin bu gösterilere tolerans göstermesi gerektiği açıkça
ortaya çıkmıştır.
Buna göre;birçok konuda yapılan gösteriler, haklarında dava açılmış olan HES lere karşı yapılan HOPA’daki gösteriler;HOPA’daki Metin Lokumcu’nun öldürülmesini protesto eden gösteriler; öğrencilerin,
emekçilerin, öğretmenlerin, toplumun her kesiminin barışçıl olarak yaptıkları gösteriler, ODTÜ’ndeki Başbakanın protesto edilmesi ,
üniversitelerdeki protestolar, Cumhuriyet Bayramının kutlanması, Toplu
İfade Özgürlüğü kapsamında kalacak, gösterilerin engellenmesi hakkın
ihlali olacaktır.45
C. AKP Binalarının Dokunulmazlığı Olmadığı Tespit Edilmiştir.
Yukarıda ayrıntılı olarak belirttiğimiz şekilde, İHAM kararı ile
göstericilerin, gösteri yerini belirleme özgürlüğünün de ifade özgürlüğü
kapsamında olduğunun tespiti, iktidara seslerini duyurmak isteyen göste45
31.05.2011 tarihinde Hopa’da HES’lere karşı yapılan gösteriye polis tarafından
müdahale edilmiş, müdahale sırasında yaralanlar olduğu gibi, gözaltına alınan, sonrasında tutuklananlar da olmuş, emekli öğretmen Metin Lokumcu da hayatını kaybetmiştir.(Hopa Asliye Ceza Mahkemesi 2012/ 285 e. sayılı dosyası).
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Arzu Sun Becerik
181
ricilerin AKP binaları önünde de toplanabileceklerini, şimdiye kadar
AKP binaları yakınında yapılan her gösterinin, hemen ve şiddetle engellenmesinin de karar doğrultusunda, İHAS 11.m.nin ihlalini oluşturacağı açıkça anlaşılmaktadır.46
Sonuç olarak, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin incelediğimiz bu karar, Mahkemenin hem usule ilişkin bu tercihlerimizi onaylaması hem de esasa ilişkin tespitleri, Mahkeme’nin Türkiye’de 1 Mayıs’ın Taksim Meydanı’nda kutlanmak istenmesinin nedenlerini iyi incelediğini göstermektedir. Bu inceleme sonucunda, Sendikal Hak ve Yetkiler konusuna katkı yapıldığı gibi, İfade Özgürlüğü’nün mekan bakımından kullanılması konusuna yapılan katkı da karara emsal olma niteliğini kazandırmıştır.
Umarız bu karar, iç hukukta gereği gibi uygulanır, özgürlüklerin
gelişmesine katkıda bulunur.
Taksim Meydanı’nın toplumsal belleğimizin yanısıra, ulusal ve
uluslararası hukuk alanında da hak ettiği yeri alması, uğruna ödenen
bedellerin insan hakları alanında böyle gelişmelere yol açması, bizlere
umudun gücünü bir kez daha hatırlatıyor.
KAYNAKÇA
DİSK - KESK / Türkiye, 27.11.2012 tarih – 38676 / 08 başvuru no.
DİNK/Türkiye, 14.09.2010, 2668/07, 6102/08, 30079/08, 7072/09,
7124/09 başvuru no.
Hürriyet Gazetesi 02.05.2008 tarihli.
Milliyet Gazetesi 24.04.2008 tarihli.
Referans Gazetesi 01.05.2008 tarihli.
Referans Gazetesi , 29.04.2008 tarihli.
Takvim Gazetesi, 29.04.2008 tarihli.
Vatan Gazetesi , 29.04.2008 tarihli.
46
Bir süredir polis AKP binalarının önünde gösteri yapılmasına izin vermemekte hatta
gösterinin AKP binası önünde yapılmak istenmesi suç kabul edilmekte, şiddetle
engelenmektedir. Ankara 11 Ağır Ceza Mahkemesi 2011 / 137 esas sayılı dosya.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
ANAYASA MAHKEMESİ’NİN
E. 2012/65, K. 2012/128 SAYI VE 20.09.2012 TARİHLİ KARARI
(R.G. TARİH-SAYI: 18.04.2013-28622) ÜZERİNE KISA BİR NOT/
ANAYASA MAHKEMESİ’NİN PEYGAMBERİ VE AYRIMCILIK
HUSUSUNDA YENİ BİR ADIM
(A BRIEF NOTE ON THE CONSTITUTIONAL COURT’S JUDGMENT NUMBERED:
E. 2012/65, K. 2012/128, DATED: 20.09.2012/THE PROPHET OF THE
CONSTITUTIONAL COURT AND A NEW STEP ABOUT DISCRIMINATION)
O. Serkan Gülfidan*
ÖZET
30 Mart 2012 tarihli bir kanun değişikliği ile, iki seçmeli dersin
ortaokul ve liselerin müfredatına eklenmeleri kanuni bir zaruret olarak
düzenlendi: “Kur’an-ı Kerim” ve “Hz. Peygamberimizin hayatı”. Anayasa Mahkemesi, 18 Nisan 2013 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 20
Eylül 2012 tarihli kararıyla bu kanuni düzenlemeyi Anayasa’ya uygun
buldu.
Anılan kararında, Anayasa Mahkemesi, “Hz. Peygamberimiz” ifadesinin anlamını belirledi; Mahkeme, “peygamberimiz”in İslam dininin
peygamberi olduğunu vazetti. Ayrıca, Mahkeme, Türkiye’de İslam’ın
çoğunluk dini olması dayanak noktasıyla, mevzubahis dersler lehine
yaratılan kanuni zorunluluğun/teminatın diğer dinlere mensup olanlar
bakımından bir eşitsizliğe yol açmadığını belirtti.
Laiklik ilkesi ve ayrımcılık yasağı karşısında söz konusu karar
eleştiriye açıktır. İşbu kısa not, bahsi geçen kararın bu çerçevede değerlendirilmesini ve eleştirilmesini amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Anayasa Mahkemesi, laiklik, din ve vicdan
özgürlüğü, ayrımcılık, eşitlik
ABSTRACT
On 30 March 2012, by a legal amendment, two elective courses
have been added to the curriculums of junior high schools and high
*
Doğuş Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku ABD Araştırma Görevlisi/Research Assistant, Doğuş University, Faculty of Law, Department of
Constitutional Law/Assistant de Recherche, Université de Doğuş, Faculté de Droit,
Département de Droit Constitutionnel
184
Anayasa Mahkemesi’nin E. 2012/65, K. 2012/128 Sayı ve 20.09.2012 Tarihli
Kararı (R.G. Tarih-Sayı: 18.04.2013-28622) Üzerine Kısa Bir Not/Anayasa
Mahkemesi’nin Peygamberi ve Ayrımcılık Hususunda Yeni Bir Adım
schools as a legal obligation: “The Holy Koran” and “the life of our
Holy Prophet”. In a judgment of 20 September 2012, published in the
Official Gazette of 18 April 2013, the Constitutional Court held that this
legal provision was compatible with the Constitution.
In its judgment, the Constitutional Court explained the meaning of
the words “our Holy Prophet”; according to the Court “our Prophet”
was the Prophet of the religion of Islam. Moreover, the Court noted that
the legal obligation/guaranty granted for those courses did not
constitute an inequality for the members of other religions, having
regard to the fact that Islam is the majority religion practiced in Turkey.
Considering the principle of secularism and the prohibition of
discrimination, the judgment in question is open to criticism. The
purpose of this brief note is to analyse and criticise the said judgment in
this context.
Keywords: Constitutional Court, secularism, freedom of religion
and conscience, discrimination, equality
***
GİRİŞ
14.06.1973 tarih ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun
25. maddesinin ilk fıkrası, 30.03.2012 tarih ve 6287 sayılı Kanun’un 9.
maddesi mucibince değişmekle aşağıdaki ilgili hali almıştır:
“…Ortaokul ve liselerde, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin
hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulur…”
Yasama Organı, anılan metinde “Hz. Peygamberimiz” ifadesini
kullanmakla bir peygamberi benimsemekte olduğunu açıklamış bulunmaktadır. Dahası, Yasama Organı bu irade açıklamasını kanun biçiminde yapmış olduğuna ve mahiyeti gereği kanun ile genel ve uyulması
zorunlu kurallar ihdas edildiğine göre, “Hz. Peygamberimiz” ifadesi,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yasama erkinin muhatabı olan herkes
için bağlayıcıdır.
Anılan düzenleme üzerine, laiklik ilkesi karşısında yasama organının bir peygamberinin olmasının ve bu kişinin herkesin peygamberi sayılmasının nasıl mümkün olabildiği ve -kanun metninden anlaşılamaması dolayısıyla- Yasama Organı’nın peygamber addettiği bu kişinin
kim olduğu 4982 sayılı Bilgi Edinme Kanunu çerçevesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na sorulmuş ise de, bahsi geçen sorular
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
O. Serkan Gülfidan
185
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı Basın, Yayın ve Halkla İlişkiler Başkanlığı1 ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Dilekçe Komisyonu
Başkanlığı2 tarafından 4982 sayılı Kanun kapsamında görülmemekle
yanıtsız kalmıştır. T. C. Başbakanlık Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu’nca da 4982 sayılı Kanun çerçevesinde bilgi talebi sayılmamaları
dolayısıyla3, anılan suallerin yanıtlarına bilgi edinme hakkının kullanılması suretiyle ulaşmak mümkün olmamıştır.
Ne var ki, mevzubahis sorulardan biri, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından cevaplandırılmıştır. Gerçekten de, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’nın kararıyla kabul olunan4 ve Milli Eğitim Bakanlığı’nca 12
yıllık kademeli eğitim sistemi hakkında açıklamalar getirmek maksadıyla yayımlanan “12 Yıl Zorunlu Eğitim Sorular - Cevaplar” isimli kılavuzun sonunda ekli bulunan5 “İlkokullar ve Ortaokullar Haftalık Ders
Çizelgesi”’nde “Hz. Peygamberimizin hayatı” dersi, “Hz. Muhammed’in
Hayatı” olarak anılmaktadır.
Nihayet, “Kur’an-ı Kerim” ve “Hz. Peygamberimizin Hayatı”
derslerinin, ortaokul ve liselerde isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulmasını öngören hükmün, İslam dini ile devlet arasında aidiyet ilişkisi
kurduğu, devletin tüm dinler karşısında eşit mesafede durmasını engelleyeceği ve ayrıca bu dersleri seçmeyecek öğrencileri dolaylı da olsa
inançlarını açıklamaya zorlayacağı, dolayısıyla kuralla, Anayasa’da korunan laiklik ve eşitlik ilkeleri ile din ve vicdan özgürlüğünün ihlal edildiği belirtilerek hükmün, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 10., 14., 17.,
24., 27., 41., 42., 65., 90., 153., 163., 166. ve 174. maddelerine aykırı
olduğunun ileri sürülmesi üzerine, Anayasa Mahkemesi (AYM), yukarıdaki sorulara yanıt teşkil etmesi beklenen kararını vermiştir (AYM’nin
E. 2012/65, K. 2012/128 sayı ve 20.09.2012 tarihli kararı, (R.G. tarihsayı: 18.04.2013-28622)). AYM’nin kararının bahsi geçen sorulara yanıt
teşkil etmesi lazım gelir, zira normun Anayasa’ya uygun olup olmadığını
1
2
3
4
5
Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı Basın, Yayın ve Halkla İlişkiler Başkanlığı’nın A.01.0.BHB.0.63.00.00-622.03[DOĞ-1356] sayı ve 25.05.2012 tarihli yazısı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Dilekçe Komisyonu Başkanlığı’nın A.01.1.DİK.
0.00.00.00/7802 sayılı yazısı; 3381 sayı ve 21.12.2012 tarihli kararı.
T. C. Başbakanlık Bilgi Edinme Değerlendirme Kurulu’nun B.02.0.BHİ.0.02-622.01990 sayılı yazısı; 2012/1004 sayı ve 05.07.2012 tarihli kararı.
Bkz. T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’nın 69 sayı ve
25.06.2012 tarihli kararı ve eki, http://ttkb.meb.gov.tr/www/ilkogretim-kurumlariilkokul-ve-ortaokul-haftalik-ders-cizelgesi-ve-kurul-karari/icerik/76 (22.04.2013).
Bkz. T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, 12 Yıl Zorunlu Eğitim Sorular - Cevaplar, Ankara, 2012, s. 39, http://www.meb.gov.tr/duyurular/duyurular2012/12Yil_Soru_ Cevaplar. pdf
(22.04.2013).
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
186
Anayasa Mahkemesi’nin E. 2012/65, K. 2012/128 Sayı ve 20.09.2012 Tarihli
Kararı (R.G. Tarih-Sayı: 18.04.2013-28622) Üzerine Kısa Bir Not/Anayasa
Mahkemesi’nin Peygamberi ve Ayrımcılık Hususunda Yeni Bir Adım
tespit edecek olan AYM, bir yargı organı olması hasebiyle, hükmünü
gerekçelendirmek ve normun anlamını açıklamak zorundadır.
Hukuki veçheden, mesele, AYM’nin kararında varlık nedeninin
özüne riayet edip etmemesi noktasında düğümlenmektedir. İsabetle belirtildiği gibi, AYM varlık nedeninin özgürlükleri korumak olduğunu
göz ardı ettiği takdirde, karar, devletin temel yapısının/anayasal nizamının dönüşümüne işaret edebilir6. Gerçekten de, Anayasa’nın otantik yorumcusu olmasından ötürü, AYM’nin kararı bu hususta yasama ve yürütme organlarının işlemlerinden farklılık arzetmektedir.
İşbu kısa notta, AYM’nin E. 2012/65, K. 2012/128 sayı ve
20.09.2012 tarihli kararı (R.G. tarih-sayı: 18.04.2013-28622) anılan bölümü itibarıyla incelenmeye gayret edilecektir.
I. AYM’NİN PEYGAMBERİ
A. İki Laiklik Yorumu ve AYM
AYM, kararının ilgili bölümünün gerekçelendirilmesine laiklik tanımı ile başlamakta ve bu vesileyle ilkin laiklik mefhumuna değgin iki
farklı yorumdan söz etmektedir. Kaynağını sekülarizm-laisizm ikiliğinde7 bulan doktriner “pasif laiklik-dayatmacı laiklik”8 tefrikine tekabül
eder görünen bu ayırım çerçevesinde AYM’ye göre;
“… katı laiklik anlayışına göre din, bireyin sadece vicdanında yer
bulan, bunun dışına çıkarak toplumsal ve kamusal alana kesinlikle yansımaması gereken bir olgudur.
Laikliğin daha esnek ya da özgürlükçü yorumu ise dinin bireysel
boyutunun yanında aynı zamanda toplumsal bir olgu olduğu tespitinden
yola çıkmaktadır. Bu laiklik anlayışı, dini sadece bireyin iç dünyasına
hapsetmemekte, onu bireysel ve kollektif kimliğin önemli bir unsuru olarak görmekte, toplumsal görünürlüğüne imkân tanımaktadır. Laik bir
siyasal sistemde, dini konulardaki bireysel tercihler ve bunların şekillendirdiği yaşam tarzı devletin müdahalesi dışında ancak, koruması altındadır.”
6
7
8
İbrahim Özden Kaboğlu, “İHL / “PEYGAMBERİMİZ” / AYM”, BirGün,
20.09.2012,
http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1187091898&news_code=1
348130849&year=2012&month=09&day=20 (22.04.2013).
Sekülarizm-laisizm hususunda bkz. Abdullah Sezer, “Türkiye’de Din-Vicdan Özgürlüğü ve Din-Devlet İlişkisi”, Öget Öktem Tanör (hzl.), Bülent Tanör Armağanı
içinde (561-609), İstanbul: Legal, 2004, s. 564-568.
Bkz. Ergun Özbudun, “Laiklik ve Din Hürriyeti”, Ece Göztepe ve Aykut Çelebi
(hzl.), Demokratik Anayasa içinde (169-227), İstanbul: Metis, 2012, s. 170 vd.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
O. Serkan Gülfidan
187
Karar, bu kısmıyla, laikliğin “esnek” yorumundan taraf olduğunu
belirten AYM’nin önceki dönemlerde rastlanan ve “dayatmacı laiklik”
anlayışının tezahürü addedilen içtihadını terk etmiş olduğu izlenimini
yaratmaktadır9. Örnek olsun, bu kısımda, AYM, önceki tarihli kararlarında tesadüf edilen, laik devleti “dinsel inancı kişilerin vicdanlarına
bırakan”10 devlet olarak kabul eden anlayıştan ayrıldığını
düşündürtmektedir. Bu durumda, AYM’nin “esnek” laiklik ile pasif laikliği kastediyor olması gerekir.
Ne var ki, takiben, laikliğin “esnek” yorumunun din ve vicdan hürriyetinin güvencesini oluşturduğunu ifade eden AYM, bu bağlantıyla
ilkenin devlet bakımından pozitif yükümlülükler (sağlama yükümlülüğü)
doğurduğunu ifade etmekte ve anılan mülahaza kararın temel dayanağını
oluşturmaktadır.
Belirtelim ki, AYM’nin mevzubahis belirlemesi laiklik mefhumu
açısından tartışmaya açıktır. Zira laiklik, esas itibarıyla, kamu gücünün
kullanımını nelerin belirlememesi gerektiğini ifade eden negatif bir kavramdır11 ve pasif laiklik anlayışı çerçevesinde de devletin dinin kamusal
görünürlüğüne müdahale etmemesi ile tanımlanır12. AYM ise laiklik
ilkesinin devlete pozitif yükümlülükler (dolayısıyla hizmet sağlama veya
müdahalede bulunma zorunluluğu) atfettiğini belirtmekte ve din derslerini de bu yükümlülükler arasında kabul etmektedir13.
AYM, din eğitimi ve öğretiminin devlet tekelinde olmasının laikliğin devlete yüklediği pozitif yükümlülüğü “daha anlaşılır ve önemli”
hale getirdiği kanaatindedir. Ne var ki, pasif laiklik açısından bakıldığında, AYM’nin devlet müdahalesini “daha anlaşılır” kılmak için öne
sürmekte olduğu hususun dayatmacı laiklik anlayışına dayanmakta olduğu aşikardır14. Devletin müdahalede bulunma zorunluluğunu zaten var
9
AYM’nin “dayatmacı laiklik” anlayışı ile ilişkilendirilen kararlarından bazı örnekler
için bkz. Ibid., s. 188 vd.; Yusuf Şevki Hakyemez, Hukuk ve Siyaset Ekseninde
Anayasa Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve İnsan Hakları Anlayışı, Ankara:
Yetkin, 2009, s. 243-257.
10
AYM’nin E. 1989/1, K. 1989/12 sayı ve 07.03.1989 tarihli kararı, (R.G. Tarih-Sayı :
05.07.1989-20216).
11
Bu hususta bkz. İoanna Kuçuradi, “Laiklik ve İnsan Hakları”, Türkiye Barolar
Birliği Dergisi, Sayı: 52, 2004, ss. 89-95, s. 91 vd.
12
Özbudun, a.g.m., s. 172.
13
Bu noktada, incelenmekte olan kararı çerçevesinde, AYM’nin devletin pozitif
yükümlülüğünden “dine göre siyasal düzen”i anladığı ve bunun laiklikle bağdaşmadığı yönündeki bir belirlemenin aktarılmasında fayda vardır; anılan tespit için bkz.
İbrahim Özden Kaboğlu, “4+4+4 = 12 Çelişki”, BirGün, 25.04.2013,
http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1187091898&news_code=1
366877989&year=2013&month=04&day=25 (26.04.2013).
14
Bkz. Özbudun, a.g.m., s. 186, 215-216.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
188
Anayasa Mahkemesi’nin E. 2012/65, K. 2012/128 Sayı ve 20.09.2012 Tarihli
Kararı (R.G. Tarih-Sayı: 18.04.2013-28622) Üzerine Kısa Bir Not/Anayasa
Mahkemesi’nin Peygamberi ve Ayrımcılık Hususunda Yeni Bir Adım
olan bir müdahale ile açıklayan bir yaklaşımı pasif laiklik ile bağdaştırmak güçtür. Burada, gerekçenin ilerleyen bölümlerinde ısrarla üzerinde
duracağı “toplumu oluşturan bireylerin … yaygın ve müşterek ihtiyaçlarının karşılanması” vurgusu çerçevesinde, AYM’nin pozitif yükümlüğe
ilişkin bu mülahazasının “çoğunluk” ile çevreleneceği de dikkate alınmalıdır. Bu halde, bir dinin bir yorumuna dair eğitime/öğretime ağırlık
veren zorunlu bir din kültürü ve ahlak bilgisi dersi, AYM’nin “esnek”
yorumu çerçevesinde laiklik ilkesine uygun düşer görünmektedir. Oysa,
devlet eliyle zorunlu olarak verilen bir din eğitimi “laiklik ilkesinin en
esnek yorumuyla dahi bağdaşmamaktadır”15.
Dolayısıyla, kararda dolaylı olarak dayatmacı laikliği kabul etmediğini ifade eden AYM’nin benimsemekte olduğunu beyan ettiği “esnek” laiklik de pasif laiklikle imtizaç etmemekte ve laiklik mefhumuna
dair muhtelif tasniflere oturtulamamaktadır. Anılan hal dolayısıyla, laiklik ilkesi karşısında tartışılır olmaktan başka, bu yaklaşım, kararda
AYM’nin varacağı sonuçların yine kararda AYM tarafından verilmiş
bulunan laiklik tanımı ile çelişmelerine de yol açmaktadır.
B. AYM’ye göre “Hz. Peygamberimiz”
E. 2012/65, K. 2012/128 sayı ve 20.09.2012 tarihli kararı çerçevesinde, AYM’ye göre;
“… bireyin ya da toplumun değil, devletin bir niteliği” olan laiklik,
“…devletin din ve inançlar karşısında tarafsızlığını sağlayan, devletin
din ve inançlar karşısındaki hukuki konumunu, görev ve yetkileri ile sınırlarını belirleyen anayasal bir ilkedir. Laik devlet, resmî bir dine sahip
olmayan, din ve inançlar karşısında eşit mesafede duran, bireylerin dini
inançlarını barış içerisinde serbestçe öğrenebilecekleri ve yaşayabilecekleri bir hukuki düzeni tesis eden, din ve vicdan hürriyetini güvence
altına alan devlettir. Devletle dinin ayrılığı, din ve vicdan hürriyetinin
bir gereği olmanın yanında, dinin siyasi müdahalelerden korunması ve
bağımsızlığını sürdürmesi için de gereklidir” ve “Farklı dini inançlara
sahip olanlar ya da herhangi bir inanca sahip olmayanlar laik devletin
koruması altında”16 olup, “Devlet, din ve vicdan özgürlüğünün
gerçekleşebileceği ortamı hazırlamak için gerekli önlemleri almak zorundadır”.
Laikliği bu biçimde tanımlayan AYM, laiklik ilkesi dolayısıyla
devletin negatif (karışmama) ve pozitif (sağlama) sorumlulukları bulunduğunu ifade etmiş ise de, iptal istemiyle değerlendirmekte olduğu ka15
16
Sezer, a.g.m., s. 591-592; aynı yönde ayrıca bkz. Özbudun, a.g.m., s. 186.
Vurgu tarafımıza aittir.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
O. Serkan Gülfidan
189
nun hükmünü sadece devletin pozitif yükümlülükleri boyutuyla ele almış
ve nihayet dava konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olmadığına karar vererek iptal istemini reddetmiştir.
Burada tekrarlamak iktiza eder ki, yasama organının iradesini
açıklamasının bir vasıtası olan kanun, genel ve uyulması zorunlu kurallar
ihdas eden bir düzenleyici işlem olup, ilgili devletin yasama erkinin muhatabı olan herkes için bağlayıcıdır. Türkçenin dil bilgisi kaideleri mucibince, “Hz. Peygamberimiz” ifadesi ise, tamlayanı gizli zamir (“biz”)
olan bir isim tamlamasıdır (“bizim Hz. Peygamberimiz”) ve yasama organı kanun marifetiyle “biz” dediğinde, bu, yasama erkinin muhatabı
olan herkesi kapsar. Şu halde, içerdiği iyelik eki (-(i)miz) dolayısıyla,
ifade yalnızca (ifadeyi kullanan) Yasama Organı’nın bir peygamberi
benimsemekte olduğu anlamına gelmemekte, fakat ayrıca yasama erkinin muhatabı olan herkesin de bu kişiyi peygamber olarak benimsemesi
gerektiğini belirtmektedir.
Adım adım değerlendirmek gerekirse, ifade evvela, Yasama Organı’nın bir peygamberi olduğu anlamına gelmektedir. Bu keyfiyetin ise,
devletin laik olduğunu belirten Anayasa’nın 2. maddesiyle bağdaşır yönünün bulunmadığı açıktır. Dahası, AYM’nin kararda vermiş olduğu
laiklik tanımı da ifadenin ilkeyle uyuşmasını sağlamamaktadır. Zira
devletin egemenliğine dayanan üç hukuki yetkiden biri olan yasama erkini kullanan organın bir peygamberinin olduğu bir durumda devletin
“resmî bir dine sahip olma”dığı, din ve inançlar karşısında “tarafsız”
olduğu ve bunlara “ eşit mesafede” durduğu söylenemez. Haliyle, kararda kendi vermiş olduğu laiklik tanımına rağmen “Hz. Peygamberimiz” ibaresini Anayasa’ya aykırı bulmayan AYM’nin bu tavrı anlaşılabilir değildir.
Üstelik, -gerekçede kendi kurmuş bulunduğu mülahazanın da gereği olarak- AYM’nin ilgili hükmü ayrıca din ve vicdan hürriyetine müdahale teşkil edip etmemesi açısından da değerlendirmesi lazım gelmektedir. Halbuki, belirtilmiş olduğu üzere, AYM, kanun hükmünü sadece devletin pozitif yükümlülükleri boyutuyla değerlendirmiş ve normun din ve vicdan hürriyetini sınırlandırıp sınırlandırmadığını incelememiştir. Mahkeme’nin tahlilini bu biçimde tahdid etmesine yol açan,
mevzubahis kanun hükmüyle din ve vicdan hürriyetinin sınırlanmıyor
olduğu sonucuna varmış olması olsa gerektir. Oysa, değinilmiş bulunulduğu gibi, kanun koyucu tarafından ve kanun vasıtasıyla kullanılmış
olması dolayısıyla, ifade yalnızca ifade edeni değil devletin yasama erkinin muhatabı olan herkesi bağlamaktadır. Başka bir deyişle, başlı başına “Hz. Peygamberimiz” ifadesi din ve vicdan hürriyetini bir peygamberle sınırlamakta, kastettiği peygamber dışında kalanları peygamber
olarak benimseme ihtimalini ve herhangi bir peygamberi benimsememe
olasılığını dışlamaktadır. Şu halde, AYM’nin düzenlemeyi sınırlama
olarak kabul etmemesi, 1982 Anayasası’nın 13. maddesi çerçevesinde
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
190
Anayasa Mahkemesi’nin E. 2012/65, K. 2012/128 Sayı ve 20.09.2012 Tarihli
Kararı (R.G. Tarih-Sayı: 18.04.2013-28622) Üzerine Kısa Bir Not/Anayasa
Mahkemesi’nin Peygamberi ve Ayrımcılık Hususunda Yeni Bir Adım
bir değerlendirmeye tabi tutmaması ve mesela Anayasa’nın 13. maddesi
icabınca temel hak ve hürriyetler ancak kanunla sınırlandırılabiliyor olduklarından, ilgili metnin kanun vasfını taşımak için gerekli özellikleri
(peygamberin kimliğini belirlemek ayrıntı telakki edilemeyeceğine veya
idare tekniğine dair sayılamayacağına göre bilhassa “açıklık”) ihtiva
edip etmediğini tetkik etmemesi isabetli değildir.
AYM’yi yukarıdaki sonuçlara ulaştıran, (ifadenin laikliğe aykırı
olmadığı ve düzenlemenin sınırlama oluşturmayıp devletin pozitif yükümlülüğünün gereği olduğu) esas olarak “Hz. Peygamberimiz” ifadesine yüklediği anlamdır. AYM’ye göre; “kanun koyucunun “Hz. Peygamberimizin Hayatı” ismini tercih etmesi zorunlu olarak İslam dini ile
devlet arasında bir aidiyet ilişkisinin kurulması sonucunu doğurmaz”.
Burada belirtmek gerekir ki, AYM, anayasaya uygun yorum yöntemiyle,
kanun metninde yer alan “Hz. Peygamberimiz” ibaresinin belli bir peygamberi kastetmekte olmadığı kanaatine vararak bu neticeye ulaşmış ve
ifadenin herkes için kendi benimsemekte olduğu peygamberi işaret ettiğini vazetmiş olabilirdi. Bu halde, AYM’nin ifadenin laikliğe aykırı olmadığı ve düzenlemenin sınırlama oluşturmayıp devletin pozitif yükümlülüğünün gereği olduğu yönündeki belirlemeleri, bir ölçüde –dine
karşı diğer konumlanmalar, mesela deizm, ateizm, agnostisizm dışarıda
bırakılabildiği ölçüde- kararın laiklik tanımı ve negatif yükümlülük vurgusu ile ilgili kısımlarına karşı barındırdıkları uyuşmazlıklardan arınarak
açıklanabilir hale gelirlerdi. Oysa AYM, “Hz. Peygamberimiz” ifadesinin din ile devlet arasında zorunlu bir bağ kurmadığını ifade ederken
dersin seçmeli olmasına dayanmakta ve ifadenin aidiyeti değil “o dinin”
mensuplarının kutsallarına saygıyı içerdiğini belirtmektedir.
Ne ki, iyelik eki, “isim soylu kelimeleri şahıs kavramına bağlamak
için kullanılan ek, mülkiyet eki”17 olarak tanımlandığına göre, “Hz. Peygamberimiz” ibaresinin barındırdığı iyelik eki (-(i)miz) dolayısıyla bir
sahiplik, aidiyet anlamı taşıdığı ve “peygamber” kelimesini “biz” gizli
zamiri dolayısıyla Yasama Organı’na ve yasama erkinin muhatabı olan
herkese bağladığı açıktır. AYM’nin belirtmiş olduğunun aksine, “Hz.
Peygamberimiz” isimli dersin seçimlik oluşu, Yasama Organı’nın kullandığı ifadenin anlamının tespit edilmesi bakımından açıklayıcı bir mahiyet arzetmez. Yasama Organı bir peygamberi(miz) olduğunu belirtmekte ve bu kişinin hayatı ile ilgili dersin seçmeli olmasını öngörmektedir. İbarenin aidiyet anlamı ihtiva etmediğinin, “o dinin” mensuplarının
kutsallarına yönelen bir saygı ifadesi olduğunun ileri sürülmesi de imkan
17
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Cilt: 2, 2. Baskı, İstanbul: Kubbealtı
Neşriyatı, 2006, s. 1479.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
O. Serkan Gülfidan
191
dahilinde değildir. Zira kanun metninde yer bulan ifade “Hz. Peygamber” değil “Hz. Peygamberimiz” ifadesidir. Belirtilmiş olduğu gibi, iyelik ekleri, saygı ifadesi olarak değil, tamlanan ve tamlayan arasında aidiyet bağı kurmak maksadıyla kullanılırlar. Dahası, kanun metni Mahkeme’nin bahsettiği saygıyı ifade etmek için zaten bir saygı sözcüğü
olan “hazret” kelimesinin kısaltmasını (“Hz.”) ihtiva etmektedir.
Laiklikle alakalı önceki içtihatlarının üyelerinin mefhumla ilgili
algılamalarıyla şekillenmiş bulunduğu yönünde eleştirilmiş olduğu vaki
olan AYM18, anlaşılan bu kez metnin yoruma esas ve sınır teşkil ettiğini
görmezden gelirken, sadece mefhumları değil, bilinen kurallarına rağmen Türkçeyi de kendi algılamasına göre yorumlamaktadır.
Bu noktada vurgulayalım ki, AYM’nin ifade ettiği gibi, “Hz. Peygamberimiz” ifadesi sahiden de zorunlu olarak devlet ile İslam dini arasında bir bağ kurulmasını sonuçlamaz. Zira ifadenin kastettiği peygamberin kim olduğu sarih değildir (kanun metninde kullanılan, “İslam dininin peygamberi” veya “Hz. Muhammed” ibareleri değil “Hz. Peygamberimiz” ifadesidir). İfade, bu haliyle ancak hangisi olduğu meçhul olan
herhangi belli bir peygamber (ve haliyle din) ile devlet arasında zorunlu
bir bağ kurmaktadır. Bu sebeple, dava dilekçesinin gerekçe bölümünde
İslam-devlet bağına dayanılmış ise de, AYM’nin bu sava karşı çıkarken
–yukarıda anılan gerekçelerle doğru olamayacak olsa da- ibarenin herhangi bir din ile devlet arasında zorunlu bir irtibat kurmadığını belirtmesi gerekirdi. AYM’nin İslam dininden hususi olarak bahsetmesinin
sebebi, işbu din ile devlet arasında gerekçenin ilerleyen bölümlerinde
kuracak olduğu bağlantı olsa gerektir.
Gerçekten de, AYM, “Hz. Peygamberimiz” ifadesinin İslam dini
ile devlet arasında bir aidiyet ilişkisi kurulmasını zorunlu kılmadığı belirlemesinde bulunduktan hemen sonra, Türkiye’de baştan beri devlet ile
çoğunluk dini olan İslam arasında kurumsal bir ilişkinin bulunduğunu ve
laiklik ilkesinin buna engel oluşturmadığını ifade etmektedir. AYM burada, 1965 tarihli 633 sayılı Kanun’un 1. maddesi uyarınca “İslam Dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” amaçlarını
taşıyan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Anayasa’nın 136. maddesi mucibince genel idare içinde yer alan anayasal bir kurum olmasını örnek
göstermektedir. Bundan sonra, AYM, “Hz. Peygamberimiz” ifadesinin
anlamını da açıklamaktadır. AYM’ye göre, “Dava konusu kuralla, toplumun çoğunluğunun mensubu olduğu İslam dininin kutsal kitabı olan
Kur’an-ı Kerim ve Peygamberinin hayatıyla ilgili bilgileri içeren derslerin isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulması” öngörülmektedir. Böy18
Bu yönde bkz. Hakyemez, a.g.e., s. 257.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
192
Anayasa Mahkemesi’nin E. 2012/65, K. 2012/128 Sayı ve 20.09.2012 Tarihli
Kararı (R.G. Tarih-Sayı: 18.04.2013-28622) Üzerine Kısa Bir Not/Anayasa
Mahkemesi’nin Peygamberi ve Ayrımcılık Hususunda Yeni Bir Adım
lelikle, AYM, “Hz. Peygamberimiz”in İslam dininin peygamberi olduğunu açıkça ifade etmektedir.
Belirtmek gerekir ki, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Anayasa
hükmü mucibince genel idare içinde yer alması öteden beri laiklik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle eleştirilmektedir. Bir defa, laiklik basitçe
“din ve devlet işlerinin ayrılığı” şeklinde anlaşıldıkta veya “devlet aygıtının ve kamu makamlarının tümünün bütün inançlara/inançsızlıklara
eşit yakınlıkta veya eşit uzaklıkta oldukları bir nizam” yahut “bir devlet
dininin olmadığı ve devletin bir dininin bulunmadığı bir rejim” olarak
tanımlandıkta bile anılan durum laiklik ilkesiyle çelişmektedir19. Kaldı
ki, “Devletle dinin ayrılığı, din ve vicdan hürriyetinin bir gereği olmanın
yanında, dinin siyasi müdahalelerden korunması ve bağımsızlığını sürdürmesi için de gerekli” olduğuna göre, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
anılan statüsü AYM’nin kararda vermiş olduğu laiklik tanımı ile de bağdaşmamaktadır. Bu durumda, AYM, anayasal konumu ve uygulamaları
itibarıyla laiklik ilkesine uygunluğu tartışmalı olan bir kurumun varlığını
“Hz. Peygamberimiz” ifadesinin laiklik ilkesine aykırı olmadığının gerekçesi olarak ileri sürmektedir. Bahsi geçen gerekçelendirme, AYM’nin
Diyanet İşleri Başkanlığı-laiklik münasebeti hakkında daha evvel vermiş
olduğu kararı20 çerçevesinde tutarlı olmakla birlikte, bu insicam kararın
kendi içerisindeki tutarsızlığı veya laiklik ilkesi karşısında barındırmakta
olduğu uyuşmazlığı gidermeye yetmemektedir.
Hülasa, AYM’nin “Hz. Peygamberimiz” ibaresinin anayasaya uygunluğunu değerlendirirken izlemiş olduğu mülahaza ve başvurmuş bulunduğu gerekçeler, normun Anayasa’ya aykırı olmadığı hükmüne varılmasını sonuçlama kabiliyetini haiz değillerdir. Her şeyden evvel, hüküm, kararda Mahkeme’nin yapmış olduğu laiklik tanımıyla bağdaşmamaktadır. Hal böyle olunca, “Hz. Peygamberimiz” ifadesinin değerlendirilmesinin –Mahkeme’nin isimlendirmesiyle- “katı” veya “esnek” laiklik
anlayışlarından birinin benimsenmesi ile herhangi bir bağlantısının kurulamadığı da vurgulanmalıdır.
AYM kararında gerekçe olarak zikredilenlerin hükme temel oluşturmalarının mümkün bulunmadığı, gerekçenin kararın dayandığı hukuki
nedenleri izah edemediği ve hükümle gerekçe arasında bağ tesis edilemediği dikkate alındığında, -AYM’nin yargı organı olma niteliğini sor19
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın anayasal konumunun ve bu konumun meşrulaştırılmasına yönelik görüş ve içtihadın eleştiriler için bkz. Kemal Gözler, Türk Anayasa
Hukuku, Bursa: Ekin, 2000, s. 146-148; Sezer, a.g.m., s. 576-579.
20
Anayasa Mahkemesi’nin E. 1970/53, K. 1971/76 sayı ve 21.10.1971tarihli kararı
(Resmi Gazete tarih/sayı:15.6.1972/14216).
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
O. Serkan Gülfidan
193
gulanır kılıyor olmasından gayrı- kararın bu bölümünden çıkartılabilecek
yegane sonuç aşağıdaki gibidir:
AYM’nin bu kararı ile her üç erk de (yasama, yürütme, yargı) bir
peygamberi sahiplenmiş bulunmaktadır. Milli Eğitim Bakanlığı gibi21
anayasanın otantik yorumcusuna göre de “peygamberimiz” İslam dininin
peygamberidir. Anayasa Mahkemesi’nin karar gerekçeleri bağlayıcı kabul edilmediği takdirde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir peygamberinin (ve haliyle bir dininin) olduğu, ama bu peygamberin (ve haliyle
dinin) hangi peygamber (din) olduğunun bilinmediği, Yürütme Organı’nın müştereken sorumlu kanadınca İslam dininin peygamberi olarak anlaşıldığı ve uygulamaya geçirildiği söylenmelidir. Karar gerekçeleri bağlayıcı kabul edildiğinde ise, AYM Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin “peygamberini” ve haliyle “dinini” belirlemiş olmaktadır. Dolayısıyla AYM, bu kararıyla her halükarda devletin laik nizamının değişmesini tasdik etmiş bulunmaktadır.
Halbuki kararda AYM’nin de belirtmiş olduğu gibi, “laiklik ilkesi
din ve vicdan özgürlüğünün güvencesidir”.
II. AYRIMCILIK HUSUSUNDA YENİ BİR ADIM
A. AYM’nin Dine Dayalı Ayrımcılığı
Kaboğlu’nun isabetle belirttiği gibi, laik bir nizamda din olgusuna
karşı muhtelif konumlanmalara sahip insanlar (herhangi bir dini benimseyenlerle birlikte ilgisizler, ateistler, agnostikler vs.) eşit koşullarda
aynı kurallara uymak durumundadırlar, hiç kimseye dine dayalı bir ayrıcalık ve üstünlük tanınmaz22.
AYM’nin, inceleme konusu yapılan E. 2012/65, K. 2012/128 sayı
ve 20.09.2012 tarihli kararının ilgili bölümünde ise “çoğunluk” vurgusunun ağırlıklı bir yer işgal etmekte olduğunu kaydetmek gerekir. Ezcümle
AYM’ye göre;
“Dava konusu kuralla, toplumun çoğunluğunun mensubu olduğu
İslam dininin kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim ve Peygamberinin hayatıyla ilgili bilgileri içeren derslerin isteğe bağlı seçmeli ders olarak
okutulmasının doğrudan kanunla öngörülmüş olması, diğer ilahi kitaplar ve peygamberlerin hayatının seçmeli ders olarak okutulamayacağı
anlamına gelmemektedir. 1739 sayılı Kanun’un 25. maddesinin dava
konusu kuralı da içeren birinci fıkrasının son cümlesiyle, Bakanlığa,
ortaokul ve liselerde okutulacak diğer seçimlik dersleri belirleme yetkisi
verilmektedir. Bu yönde toplumsal bir ihtiyacın doğması halinde, Ba21
22
Supra dip not: 4 ve 5.
İbrahim Ö. Kaboğlu, Anayasa Hukuku Dersleri, 8. Bası, İstanbul: Legal, 2012, s.
306-307.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
194
Anayasa Mahkemesi’nin E. 2012/65, K. 2012/128 Sayı ve 20.09.2012 Tarihli
Kararı (R.G. Tarih-Sayı: 18.04.2013-28622) Üzerine Kısa Bir Not/Anayasa
Mahkemesi’nin Peygamberi ve Ayrımcılık Hususunda Yeni Bir Adım
kanlıkça diğer dinlerin ilahi kitapları ile peygamberlerinin hayatının
seçmeli ders olarak okutulmasının önünde herhangi bir yasal engel bulunmamaktadır.”
Görüldüğü üzere, AYM, “Hz. Peygamberimiz” ifadesinin İslam
dininin peygamberi anlamına geldiğini belirtmekte, çoğunluk dini olması
hasebiyle bu dine değgin derslerin seçmeli ders olarak okutulmalarının
kanuni güvenceye bağlanmış olmasını devletin din ve vicdan hürriyeti
sahasındaki pozitif yükümlülükleri ile ilişkilendirmekte ve “diğer dinler”e dair seçmeli derslerin müfredata eklenmesinin Bakanlık ihtiyarına
bırakılmış olmasını da bir eşitsizlik olarak yorumlamamaktadır.
Belirlemede ilk göze çarpan husus, herhangi bir dini benimsemek
dışında kalan diğer konumlanmaların dışlanmış olduğudur. AYM, dine
karşı diğer konumlanmalara dair bu dışlayıcı tavrını gerekçe metninin
ilerleyen bölümlerinde de sürdürmüş ve gayri müslim azınlıkların hakları hususunda Lozan Antlaşması’na göndermelerde bulunduktan sonra,
dava konusu kuralla “diğer dinlerin mensuplarına ayrımcılık yapılmadığı”23 sonucuna varmıştır. Özellikle laikliği tanımlarken “herhangi bir
inanca sahip olmayanlar”dan bahsetmiş bulunan Mahkeme’nin burada
din olgusu karşısındaki diğer konumlanmalar açısından bir belirlemede
bulunmaması ilginçtir. Mahkeme, kararda dinle ilgili derslerin konu
edildiğini ve din mefhumuna dair bazı felsefi konumlanmaların “din
dersi” kategorisi altında değerlendirilemeyeceklerini düşünmüş olabilir.
Ne var ki, din ve vicdan özgürlüğüne dair evrensel kabuller dahilinde
“eşitlik ilkesi” ile “ayrımcılık yasağı”nın çerçevesini çizmek ve vermiş
olduğu laiklik tanımıyla uyum sağlamak bakımlarından AYM’nin bu
konumlanmalara hassaten değinmesi lazım gelirdi.
İlaveten, belirtilmiş olduğu gibi, AYM, dava konusu kuralla “diğer
dinlerin mensuplarına ayrımcılık yapılmadığı” neticesine varırken Lozan
Antlaşması’nın hükümlerine atıfta bulunmaktadır. Bu durumda, açıkça
belirtmiş değilse de, Mahkeme’nin değerlendirmesi, azınlık okullarının
mevcudiyeti ve bu okullarda ilgili azınlığın dini inançlarına dair derslerin zaten okutulmakta oluşu ile temelleniyor olsa gerektir24. Evvela
23
24
Vurgu tarafımıza aittir.
Mahkeme bundan başka Lozan Antlaşması’nın ilke hükümlerine dayanıyor da olabilir. Bu ihtimalde Mahkeme şunu demekte olur: “Dava konusu kuralla diğer dinlerin
mensuplarına ayrımcılık yapılmamaktadır, zira Lozan Antlaşması böyle bir ayrımcılığın yapılmasına engeldir”. Bir yargı kararında ilkenin çiğnenip çiğnenmediği ilkenin varlığı ile gerekçelendirilemeyeceğinden (mesela “dava konusu kuralla laiklik
ilkesi çiğnenmemektedir/çiğnenmektedir, çünkü Anayasa Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin laik olduğunu belirtmiştir” denemeyeceğinden), Mahkeme’nin mülahazası bu biçimde şekillenmiyor olsa gerektir. Bir üçüncü seçenek olarak, Mahkeme,
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
O. Serkan Gülfidan
195
belirtmek lazım gelir ki, Lozan Antlaşması, uygulama itibarıyla, bütün
dini azınlıkları kapsamamaktadır. Dolayısıyla Mahkeme’nin muhtemel
mülahazası daha ilk adımda geçerliliğini yitirmektedir. Dahası, anılan
keyfiyetten Mahkeme’nin vardığı sonuca ulaşabilmek için bütün eğitim
kurumlarının eğitim kalitelerinin ve (mesela toplumsal algılanmaları
mucibince) mezunlarına sundukları fırsatların birbirine denk olması lazım gelir. Bu durumun pratik olarak imkan dahilinde olmaması karşısında, AYM’nin içtihadı, bireylerin eğitim görecekleri kurumlar üzerindeki tercihlerini din olgusu karşısındaki konumlanmaları ile kayıtlamaktadır.
AYM, normu Anayasa’ya uygun bulmuş olduğuna ve toplumsal
ihtiyacın hasıl olması halinde “diğer dinlere” dair seçmeli dersler konulmasının da mümkün olduğunu belirtmiş bulunduğuna göre, burada
sorulması lazım gelen sual, “diğer dinler”e dair seçmeli bir ders konulmaması meselesinin bireysel başvuru usulü ile önüne gelmesi halinde
Mahkeme’nin nasıl bir tutum takınacağıdır. Örneğin, Milli Eğitim Bakanlığı’nın 12 yıllık kademeli eğitim sistemi hakkında açıklamalar getirmek maksadıyla yayımlamış olduğu “12 Yıl Zorunlu Eğitim Sorular Cevaplar” isimli kılavuzda yer alan 39 numaralı soru ve yanıt aynen
şöyledir:
“SORU 39: Alevilik, Hıristiyanlık ve diğer farklı inançlar ve dinler
seçimlik ders olacak mı?
CEVAP 39: Farklı inançlar “Temel Dini Bilgiler” seçimlik dersinde okutulabilecektir.”25
azınlık okullarının mevcudiyetini ve bu okullarda ilgili azınlığın dini inançlarına dair
derslerin okutulmakta oluşunu (“nasıl ki bu ilk durum eşitlik ilkesine halel getirmiyor
idiyse, dava konusu kural da getirmez” biçiminde bir mülahaza ile), “İslam dininin
kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim ve Peygamberinin hayatıyla ilgili bilgileri içeren
derslerin” seçmeli statü ile müfredata eklenmesini haklılaştıran bir gerekçe olarak
görüyor olabilir. Ne var ki, kararın bu kısmında tartışma konusu edilen husus ilgili
derslerin müfredata eklenmiş olmaları değil, diğer seçmeleri derslerin aksine
“Kur’an-ı Kerim” ve “Hz. Peygamberimizin Hayatı” derslerinin kanuni teminata sahip kılınmalarının din temelli bir ayrımcılığa ve eşitsizliğe yol açıp açmadığıdır. Haliyle Mahkeme’nin mülahazasının bu muhtemel seçeneğe dayanıyor olması da beklenemez. Dolayısıyla, Mahkeme’nin mülahazası metinde belirtilene dayanıyor olmalıdır.
25
T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, 12 Yıl Zorunlu Eğitim Sorular - Cevaplar, Ankara,
2012, s. 24. Bu noktada ilgili kılavuzda geçen seçmeli derslerle ilgili soru ve yanıtlarda Milli Eğitim Bakanlığı’nın defaatle "farklı din", "farklı mezhep", "kendi dinleri" ifadelerini kullanmış olduğu da not edilmelidir (bkz. 35., 36. ve 39. sualler ve
yanıtları). Bakanlık “Hz. Peygamberimiz” ifadesinden İslam dininin peygamberini
anlamakta ve İslam dininin belli bir yorumu dışında kalan bütün inanç biçimlerini
“farklı” addetmektedir.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
196
Anayasa Mahkemesi’nin E. 2012/65, K. 2012/128 Sayı ve 20.09.2012 Tarihli
Kararı (R.G. Tarih-Sayı: 18.04.2013-28622) Üzerine Kısa Bir Not/Anayasa
Mahkemesi’nin Peygamberi ve Ayrımcılık Hususunda Yeni Bir Adım
Şu halde, Milli Eğitim Bakanlığı’nın tavrının değişmediği ve
“farklı inançlar” bakımından seçmeli ders açılmayıp bunlara değgin bilgilerin Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’nın
internet adresi üzerinden yayında bulunan “İlkokullar ve Ortaokullar
Haftalık Ders Çizelgesi”26 uyarınca (“Kur’an-ı Kerim” ve “Hz. Muhammed’in Hayatı” dersleri haftada ikişer saatten dört yılda da alınabiliyorken) haftada iki saatten ve sadece iki yıl seçilebilen “Temel Dini Bilgiler” dersi çerçevesinde verildiği bir durumda, normu Anayasa’ya uygun
bulmuş olan AYM, uygulamayı Anayasa’ya aykırı bulacak mıdır?
Belirtmek gerekir ki, teorik olarak mümkün olsa da, AYM’nin incelenmekte olan içtihadı karşısında bireysel başvuru yolunun bu şekilde
neticelenmesini beklemek oldukça güç görünmektedir. Öncelikle, AYM,
dava konusu kuralın içerdiği “Hz. Peygamberimiz” ibaresini iptal etmediği gibi, anayasaya uygun yorum yöntemiyle27 “herkes için kendi
benimsemekte olduğu peygamber” şeklinde anlamlandırabilecekken
bunu da yapmamış ve kanun metninde geçen ifade ile İslam dininin peygamberinin kastedildiği sonucuna ulaşmıştır. “Peygamberimiz”in İslam
dininin peygamberi olduğunu açıklamış bulunan ve “İslam dininin kutsal
kitabı olan Kur’an-ı Kerim ve Peygamberinin hayatıyla ilgili bilgileri
içeren derslerin isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulmasının doğrudan kanunla” düzenlenmesi karşısında “diğer dinlerin ilahi kitapları ile
peygamberlerinin hayatının seçmeli ders olarak okutulmasının” bu husustaki toplumsal ihtiyacı değerlendirecek olan Milli Eğitim Bakanlığı’nın takdirine bırakılmasında eşitlik ilkesine aykırı bir yön bulmamış
olan Mahkeme’nin, Bakanlık’ın bahis konusu takdir yetkisini kullanımını değerlendirecek olan olası yargı kararlarını tetkik ederken hak temelli bir bakış açısıyla hareket etmesi uzak bir ihtimaldir.
Bu olasılık değerlendirmesinde, sayılanlardan başka, AYM’yi
bahsi geçen hükme ulaştıran ana dayanağı da hesaba katmak lazım gelir.
AYM “İslam dininin kutsal kitabı ve peygamberi” ile alakalı derslerin
Bakanlık takdirine bırakılmaksızın kanuni güvenceye kavuşturulmuş
olmaları karşısında, “diğer dinler” ile ilgili derslerin verilmesinin Ba-
26
Bkz. http://ttkb.meb.gov.tr/www/ilkogretim-kurumlari-ilkokul-ve-ortaokul-haftalikders-cizelgesi-ve-kurul-karari/icerik/76 (22.04.2013).
27
AYM’nin gerekçenin Lozan Antlaşması’na atıfta bulunan bölümüne sistematik yorum yapılması gereğini ifade ederek başladığının da altını çizerek belirtelim ki, anayasanın üstünlüğü ilkesine dayanan anayasaya uygun yorum yöntemi sistematik yorumun özel bir türü olarak kabul edilir. Bu yönde bkz. Bülent Tanör ve Necmi
Yüzbaşıoğlu, 1982 Anayasası’na Göre Türk Anayasa Hukuku, 12. Bası, İstanbul:
Beta, 2012, s. 540-541.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
O. Serkan Gülfidan
197
kanlık’ın takdirine bırakılmış bulunulmasını eşitlik ilkesine aykırı bulmazken, ilkeyi maddi hukuki eşitlik28 olarak ele almıştır;
“Anayasa’da korunan eşitlik ilkesi, aynı durumda olanlara aynı,
farklı konumda olanlara da farklı kuralların uygulanmasını gerektirmektedir.”
Burada ifade etmek gerekir ki, dava konusu kuralla yaratılan eşitsizliği (maddi hukuki veçhesi çerçevesinde) eşitlik ilkesine uygun bulurken AYM’nin eşit olmayan bir konumdan/durumdan bahsetmesi ve/veya
-mesela- kamu yararı ölçütüne dayanması kafi gelmez; Mahkeme, kişilerin hangi sebeplerle ve hangi yönlerden farklı hukuki durumlarda bulunduklarını izah etmek mecburiyetindedir. Gerekçesinde ağırlıklı bir
“çoğunluk” vurgusuna yer vermiş olan AYM’yi eşitlik ilkesinin ihlal
olunmadığı sonucuna ulaştıran ise İslam dininin çoğunluk dini olmasıdır.
Haliyle Mahkeme, haklardan ve özgürlüklerden yararlanmak bakımından, toplumun çoğunluğunu oluşturup oluşturmama noktası çerçevesinde ayrım yapılabileceğini vazetmektedir.
AYM’nin önceki içtihadı çerçevesinde; “eşitliği bozduğu ileri sürülen kural, haklı bir nedene dayanmaktaysa ya da kamu yararı amacıyla yürürlüğe konulmuş ise bu kuralın eşitlik ilkesini zedelediğinden
sözedilemez”29 ise de, anılan haklı neden veya kamu yararı kümülatif
olarak şu üç özelliği barındırmalıdır: amaçla ilgililik, makullük ve adillik, anlaşılabilirlik. AYM’ye göre, “Getirilen düzenleme herhangi bir
biçimde birbirini tamamlayan, biribirini doğrulayan ve biribirini güçlendiren bu üç ölçütten birine uymuyorsa, eşitlik ilkesine aykırı bir yön
vardır denilebilir. Çünkü eşitliği bozduğu öne sürülen kural haklı bir
nedene dayanmamakta ya da kamu yararı amacıyla yürürlüğe konulmamış olmaktadır”30.
Çoğulcu bir demokratik rejimde, hak ve özgürlüklerden yararlanmak bakımından yaratılacak eşitsizliğin “çoğunluk” gerekçesi çerçevesinde haklılaştırılması olası değildir. İnceleme konusu yapılan karara
katılmayan yargıçlardan Fulya Kantarcıoğlu’nun karşı oy yazısında belirtmiş olduğu gibi;
“Toplumun büyük çoğunluğunun İslâm dinine mensup olması …
yapılan ayırımcılığın nedeni olarak kabul edilemez. Çağdaş demokrasiler çoğunlukçu değil çoğulcu rejimlerdir. Anayasa’nın tanıdığı haklar28
Şekli hukuki eşitlik-maddi hukuki eşitlik hususunda bkz. Ergun Özbudun, Türk
Anayasa Hukuku, 13. Baskı, Ankara: Yetkin, 2012, s. 152-155; Merih Öden, Türk
Anayasa Hukukunda Eşitlik İlkesi, Ankara: Yetkin, 2003, s. 162-200.
29
Anayasa Mahkemesi’nin E. 1991/13, K. 1992/10 sayı ve 19.02.1992 tarihli kararı
(Resmi Gazete tarih/sayı: 17.11.1994-22114).
30
Ibid.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
198
Anayasa Mahkemesi’nin E. 2012/65, K. 2012/128 Sayı ve 20.09.2012 Tarihli
Kararı (R.G. Tarih-Sayı: 18.04.2013-28622) Üzerine Kısa Bir Not/Anayasa
Mahkemesi’nin Peygamberi ve Ayrımcılık Hususunda Yeni Bir Adım
dan yararlanmada vatandaşlar arasında çoğunluğu oluşturup, oluşturmamalarına göre ayırım yapılamaz.”
Hasılı, AYM’nin inceleme konusu yapılan karar gerekçesi, toplumun çoğunluğunun İslam dinini benimsemesine dayanmakla demokratik
toplum gerekleri ve çoğulcu demokrasi muvacehesinde “anlaşılabilir”
(ve dahi kabul edilebilir) olmadığından, dava konusu kuralın eşitlik ilkesini zedelemediğine gerekçe teşkil eder mahiyette değildir. İlgili kanun
hükmü ile yaratılan eşitsizliğin “anlaşılabilir” (ve kabul edilebilir) olmamasından hareketle dava konusu kuralın iptali gerekirken, AYM’nin
aksi yönde hüküm kurması isabetsizdir.
İnceleme konusu yapılan karar, bu kısmıyla, Anayasa Mahkemesi’nin son dönemlerde vermiş olduğu ve ayrımcılığa dayanan kararlarını tamamlamaktadır. Mahkeme, cinsiyet ayrımcılığına31 ve ırk
ayrımcılığına32 dayanan kararlarından sonra, ayrımcılık hususundaki
yeni adımını dine değgin ayrımcılık ile atmaktadır.
B. Dine Dayalı Ayrımcılığın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarına Atıflarla Saklanması Çabası
AYM, hükmünü gerekçelendirmek maksadıyla Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) iki kararına atıfta bulunmaktadır33.
31
Anayasa Mahkemesi’nin E. 2009/85, K. 2011/49 sayı ve 10.03.2011 tarihli kararı
(Resmi Gazete tarih/sayı: 21.10.2011-28091). Bu kararında “yasakoyucunun takdir
yetkisi kapsamında aile soyadı olarak kocanın soyadına öncelik vermesi”ni eşitlik ilkesine aykırı bulmayan AYM, maddi hukuki eşitliği temel alarak kamu yararı ve
kamu düzeni ölçütlerine dayanmakta ve fakat eşlerin hangi sebeplerle ve hangi yönlerden farklı hukuki durumlarda olduklarını belirtmemekte ve düzenlemeyi demokratik toplum gerekleri yönünden incelememektedir. Kararın bir eleştirisi için bkz. Sibel İnceoğlu, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa”, Ece Göztepe ve Aykut
Çelebi (hzl.), Demokratik Anayasa içinde (298-338), İstanbul: Metis, 2012, s. 333.
32
Anayasa Mahkemesi’nin E. 2009/47, K. 2011/51 sayı ve 17.03.2011 tarihli kararı
(Resmi Gazete tarih/sayı: 12.07.2011-27992). AYM’nin objektif millet anlayışına
dayanan bu kararı hakkında bkz. Ibid. s. 333-334.
33
AYM kararının AİHM kararlarına atıf içeren kısmı şöyedir: “AİHM’in Büyük Dairesi
de, Lautsi/İTALYA (2011) davasında, Hıristiyanlığın sembollerinden olan çarmıha
gerilmiş İsa figürünün sınıflarda asılı olmasının çoğunluk dini olan Hıristiyanlığın
okul ortamında baskın bir görünürlüğe sahip olması anlamına geldiğini kabul etmiştir. Ancak, Mahkeme’ye göre, bu durum tek başına çoğulculuk ilkelerinden uzaklaşma ve ideoloji aşılama (indoctrination) anlamına gelmemekte, dolayısıyla din
eğitimini güvenceye alan Sözleşme’nin 1 No’lu Protokolünün 2. maddesine aykırılık
teşkil etmemektedir (Başvuru No: 30814/06, K.T: 18.03.2011, par. 71).
AİHM, Hasan ve Eylem Zengin/TÜRKİYE (2007) kararında da, devletin laik
niteliğine karşın İslam’ın Türkiye’de çoğunluk dini olduğu gerçeği karşısında, “Din
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
O. Serkan Gülfidan
199
Belirtmek lazım gelir ki, bu durum, değerlendirme konusu yapmış olduğumuz karar hakkında bir üst başlık altında açıklamış bulunduğumuz
kanaati değiştirecek bir vasfa sahip değildir.
Bir defa, -AİHM’nin aksine- AYM vaka özelinde bir bağlam incelemesinde bulunmamaktadır. AYM, örneğin, ilgili seçmeli din derslerinin öğrenciler tarafından alınmaya başlanabileceği yaşı değerlendirmemiş ve bunların halihazırda zorunlu olan ve ağırlıklı olarak İslam dininin Sünni yorumuna yer veren bir din kültürü ve ahlak bilgisi dersini
ihtiva eden müfredata eklenmelerinin doğurması muhtemel neticeleri
tartışmamıştır. Yasama Organı’nın dersin ismine değgin tercihinin dersi
seçecekler/seçmeyecekler üzerinde baskı oluşturma potansiyelini tartmamış olan AYM, kanuni teminat ile müfredatta bulunması zorunlu olan
bu seçmeli derslerin seçilmelerine/seçilmemelerine dair usulün dersi
seçenler/seçmeyenler bakımından dini konum ifşası biçiminde yorumlanmaya müsait olup olmadığını tetkik etmemiştir34. AYM, içeriği belirsiz bir seçmeli ders havuzunda sadece iki seçmeli dersin müfredatta bulunmak bakımından kanuni bir teminattan/zaruretten faydalanıyor oluşlarının bu derslerin “seçmeli” karakterlerine tesir edip etmeyeceği meselesinin üzerinde durmuş da değildir.
Oysa, AİHM, bir hakka yapılan müdahalenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ihlalini oluşturup oluşturmadığını incelerken
ilgili vakayı bütün bağlamı çerçevesinde ele almaktadır. AİHM, AYM
tarafından atıf yapılan karar paragraflarında ilgili durumların tek başlarına çoğulculuk ve objektiflik ilkelerinden uzaklaşma ve endoktrinasyon
anlamına gelmediklerini tespit ederken, “tek başına” ifadesini hususi
olarak kullanmakta ve takiben vakayı bütün bağlamı çerçevesinde değerlendirmektedir.
Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi” müfredatında diğer dinlere kıyasla İslam dinine
daha fazla yer ve öncelik verilmesinin, tek başına çoğulculuk ve objektiflik
ilkelerinden sapma anlamına gelmeyeceğini belirtmiştir (par. 63)”.
34
AİHM’nin “Grzelak v. Polonya” vakası kararına göre (“Grzelak v. Polonya”, hudoc,
Başvuru No: 7710/02, Karar Tarihi: 15.06.2010); dini inanç, vatandaş olan bireyi
devletle olan ilişkileri bakımından ayırmak için kullanılacak bir bilgi olamayacağından (para. 93), bu tür (seçim/muafiyet gibi) düzenlemelerde, öğrencilerin dini inançlarını ya da bir inançlarının olmadığını dolaylı bir şekilde dahi olsa açıklanmaya
zorlanmama haklarına riayet edilmelidir (para. 92). Tercih olunan usulün belli çağrışımlara yol açmaması ve ilgilileri diğerlerinden farklılaştırmaması gerekmekte olup,
bu tespit nüfusun büyük çoğunluğunun belirli bir dine bağlılık gösterdiği ülkeler bakımından özel bir önem taşır (para. 95). Burada belirtelim ki, AYM’nin tetkik edilmekte olan kararına katılmayan yargıçlardan Mehmet Erten, karşı oy yazısında, başlı
başına Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin hayatının seçmeli ders olarak okutulmasını öngören kuralın sebep olacağı seçme veya seçmeme yönündeki tercihin
dini inanç veya kanaatin açıklanması anlamına geleceğini ifade etmektedir.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
200
Anayasa Mahkemesi’nin E. 2012/65, K. 2012/128 Sayı ve 20.09.2012 Tarihli
Kararı (R.G. Tarih-Sayı: 18.04.2013-28622) Üzerine Kısa Bir Not/Anayasa
Mahkemesi’nin Peygamberi ve Ayrımcılık Hususunda Yeni Bir Adım
AYM ise, AİHM kararlarının sadece birer paragrafına atıfta bulunmakla yetinmiştir. AİHM’nin özgül durumlar için vermiş olduğu kararların ancak bazı bölümleri itibarıyla kullanılmalarının AYM’nin kararını temellendirmeye yetmeyeceği açıktır. AYM, anayasallık denetimini
bağlam değerlendirmesi üzerine kurmadığı gibi, yollamada bulunduğu
AİHM kararlarını da bağlamları dışında kullanmaktadır.
AYM, “Lautsi ve Diğerleri v. İtalya”35 vakası kararının sadece 71.
paragrafına atıf yapmaktadır. Halbuki, izleyen paragrafta AİHM, hükümde AİHS’nin ihlal olunmadığı sonucuna varırken temel alacağı bir
gerekçesini açıklamaktadır. Burada AİHM, kamu okullarında sınıfların
duvarlarında asılı bulunan çarmıha gerilmiş İsa figürünün esasen pasif
bir sembol niteliğinde olmasının, devletin dinler karşısında tarafsızlığı
ilkesi dikkate alındığında kendisi için önem taşımakta olduğunu belirtmektedir36. AYM ise, “Hz. Peygamberimiz” ifadesinin “pasif” olup
olmadığını değerlendirmemiş, Yasama Organı’nın kullandığı bu ifadenin
devletin dinler karşısındaki tarafsızlığı ilkesi ile uyuşumunu incelememiştir.
AYM, “Hasan ve Eylem Zengin v. Türkiye”37 vakası kararının da
yalnızca 63. paragrafına atıfta bulunmaktadır. Altını çizelim ki, nihayetinde AİHS’nin ihlal olunmuş bulunduğu sonucuna ulaşacak olan bu
kararın ve kararda AİHM’nin izlemiş olduğu mülahazanın, AYM’nin
incelenmekte olan karar hükmüne gerekçe teşkil etmesi mümkün değildir. “Hasan ve Eylem Zengin v. Türkiye” vakası kararında AİHM, laiklik ilkesinin devletin belli bir inanca üstünlük tanımasını engelleyeceğini
ifade etmektedir38. AİHM’ye göre, devlet, eğitim ve öğretimle ilgili olarak üzerine düşen görevlerini yerine getirirken bir dini benimsetme uğraşından uzak durmalı ve müfredattaki bilgilerin, öğrencilerin dinle ilgili
olarak eleştirel bir düşünce tarzı oluşturmalarını sağlayacak şekilde, nesnel, eleştirel ve çoğulcu bir biçimde aktarılmalarına dikkat etmelidir39.
AİHM’nin değerlendirmeleri mucibince, demokratik bir toplumda, düşünce, vicdan ve din özgürlüğü çerçevesinde öğrencilerin dini konular
hakkında eleştirel bir düşünce tarzı geliştirmeleri ise ancak eğitimde
çoğulculuk ile sağlanabilir ve düşünce, vicdan ve din özgürlüğü, dini
35
AİHM’nin “Lautsi ve diğerleri v. İtalya” vakası kararı, hudoc, Başvuru No: 30814/06,
Karar Tarihi: 18.03.2011.
36
Ibid. para. 72.
37
AİHM’nin “Hasan ve Eylem Zengin v. Türkiye” vakası kararı, hudoc, Başvuru No:
1448/04, Karar Tarihi: 09.10.2007.
38
Ibid. para. 59.
39
Ibid. para. 52.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
O. Serkan Gülfidan
201
boyutuyla sadece inananlar bakımından değil, fakat ateistler, agnostikler,
septikler ve ilgisizler için de önemlidir40.
AYM kararındaki “çoğunluk” vurgusuna karşın AİHM’nin “çoğulculuk” vurgusu hemen ayırt edilmektedir. Bu yaklaşım tarzı farklılığına AİHM’nin muhakeme sistematiğinin benimsenmemesinin de eklenmesinin tabii sonucu olarak, AYM, bütün bağlam dikkate alındığında,
dava konusu kuralın devletin belli bir inanca üstünlük tanıması veya
belirli bir inancı benimsetmeye gayret etmesi anlamına gelip gelmediğini
incelememiş, müfredatın bir bütün olarak öğrencilerin dinle ilgili eleştirel bir düşünce tarzı oluşturmalarını sağlayacak şekilde, nesnel, eleştirel
ve çoğulcu bir yapıya sahip olup olmadığını değerlendirmemiş ve hatta,
laiklik tanımındaki dolaylaması hariç tutulursa, kararında din mefhumu
ile alakalı kimi konumlanmalara –mesela, deizme, ateizme, agnostisizme
- hiç değinmemiştir.
Görüldüğü üzere, AYM’nin atıf yapmış olduğu kararları ile sınırlı
tutulsa dahi, AİHM’nin içtihadı AYM’nin tetkik edilen kararı ile uyuşmamaktadır. Haliyle yollamada bulunulan AİHM kararlarının AYM’nin
hükmüne gerekçe teşkil etmeleri imkan dahilinde değildir41.
SONUÇ
AYM, “Kur’an-ı Kerim” ve “Hz. Peygamberimizin Hayatı”
derslerinin, ortaokul ve liselerde isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulmasını öngören kanun hükmünün anayasaya uygunluğunu inceleme
konusu ettiği E. 2012/65, K. 2012/128 sayı ve 20.09.2012 tarihli kararında (R.G. tarih-sayı: 18.04.2013-28622), hükmün Anayasa’ya aykırı
olmadığı sonucuna varmıştır.
AYM, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik nizamının değişimine
onay verme mahiyeti taşıyan bu kararında ayrıca “Hz. Peygamberimiz”in hangi peygamber olduğunu da açıklamıştır. AYM’ye göre, “peygamberimiz” İslam dininin peygamberidir.
E. 2012/65, K. 2012/128 sayı ve 20.09.2012 tarihli kararın bir diğer özelliği, ayrımcılık yönünden AYM’nin yakın dönem içtihadının
tamamlayıcısı olmasıdır. AYM, dava konusu kuralla sadece bir dinin
mensuplarına yönelik seçmeli din derslerinin kanuni bir zaruret olarak
müfredata eklenmesi karşısında diğer seçmeli derslerin okutulup okutulmaması hususundaki ihtiyarın Milli Eğitim Bakanlığı’na bırakılmasını
eşitlik ilkesine aykırı bulmazken, İslam dininin çoğunluk dini olmasına
dayanmıştır. Böylelikle AYM, anayasa ile güvence altına alınmış hak ve
özgürlüklerden yararlanmak bakımından, kişiler arasında çoğunluğu
40
41
Ibid. para. 69.
Aynı yönde bkz. Kaboğlu, “4+4+4 = 12 Çelişki”, a.g.m.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
202
Anayasa Mahkemesi’nin E. 2012/65, K. 2012/128 Sayı ve 20.09.2012 Tarihli
Kararı (R.G. Tarih-Sayı: 18.04.2013-28622) Üzerine Kısa Bir Not/Anayasa
Mahkemesi’nin Peygamberi ve Ayrımcılık Hususunda Yeni Bir Adım
oluşturup oluşturmamalarına göre ayrım yapılabileceğini belirtmiş olmaktadır. Karar çoğunlukçu bir bakış açısının sonucu ve din temelli bir
ayrımcılığın tezahürüdür.
Nihayet, karar, dilbilgisine dair, mantıki ve hukuki tutarsızlıklardan başka kendi içinde de insicamsızlıklar barındırmaktadır ve kararda
gerekçe olarak zikredilenlerin hükme temel oluşturmaları olasılık dahilinde bulunmamaktadır. Bu durum, AYM’nin yargı organı olma vasfıyla
birlikte meşruiyeti açısından da ehemmiyetli bir soruna işaret etmektedir.
KAYNAKÇA
Ayverdi, İlhan. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Cilt: 2. 2. Baskı.
İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2006
Gözler, Kemal. Türk Anayasa Hukuku. Bursa: Ekin, 2000
Hakyemez, Yusuf Şevki. Hukuk ve Siyaset Ekseninde Anayasa
Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve İnsan Hakları Anlayışı. Ankara: Yetkin, 2009
İnceoğlu, Sibel. “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Anayasa”,
Ece Göztepe ve Aykut Çelebi (hzl.). Demokratik Anayasa içinde. İstanbul: Metis, 2012, ss. 298-338
Kaboğlu, İbrahim Ö.. Anayasa Hukuku Dersleri. 8. Bası. İstanbul: Legal, 2012
Kaboğlu, İbrahim Özden. “İHL / “PEYGAMBERİMİZ” / AYM”,
BirGün. 20.09.2012, http://www.birgun.net/writer_index.php?category_
code=1187091898&news_code=1348130849&year=2012&month=09&
day=20 (22.04.2013)
Kaboğlu, İbrahim Özden. “4+4+4 = 12 Çelişki”, BirGün.
25.04.2013,
http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1187091898&n
ews_code=1366877989&year=2013&month=04&day=25 (26.04.2013)
Kuçuradi, İoanna. “Laiklik ve İnsan Hakları”. Türkiye Barolar
Birliği Dergisi. Sayı: 52, 2004, ss. 89-95
Öden, Merih. Türk Anayasa Hukukunda Eşitlik İlkesi. Ankara:
Yetkin, 2003
Özbudun, Ergun. Türk Anayasa Hukuku. 13. Baskı. Ankara:
Yetkin, 2012
Özbudun, Ergun. “Laiklik ve Din Hürriyeti”, Ece Göztepe ve Aykut Çelebi (hzl.). Demokratik Anayasa içinde. İstanbul: Metis, 2012,
ss. 169-227
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
O. Serkan Gülfidan
203
Sezer, Abdullah. “Türkiye’de Din-Vicdan Özgürlüğü ve DinDevlet İlişkisi”, Öget Öktem Tanör (hzl.). Bülent Tanör Armağanı
içinde. İstanbul: Legal, 2004, ss. 561-609
Tanör, Bülent ve Necmi Yüzbaşıoğlu. 1982 Anayasası’na Göre
Türk Anayasa Hukuku. 12. Bası. İstanbul: Beta, 2012
T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı.
İlkokullar ve Ortaokullar Haftalık Ders Çizelgesi. http://ttkb.meb.
gov.tr/www/ilkogretim-kurumlari-ilkokul-ve-ortaokul-haftalik-derscizelgesi-ve-kurul-karari/icerik/76 (22.04.2013)
T.C. Milli Eğitim Bakanlığı. 12 Yıl Zorunlu Eğitim Sorular –
Cevaplar. Ankara, 2012, http://www.meb.gov.tr/duyurular/duyurular
2012/12Yil_Soru_Cevaplar.pdf (22.04.2013)
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
ÖZPINAR v. TÜRKİYE KARARI İNCELEMESİ*
(JUDGEMENT REVIEW: OZPINAR V. TURKEY (JUDGEMENT OF THE
EUROPEAN COURT OF HUMAN RIGHTS))
Zülfiye Yılmaz**
ÖZET
Özpınar/Türkiye davası, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin(İHAS) hedeflerinin gerçekleştirilmesinde Hakimler ve Savcılar
Yüksek Kurulu’nun(HSYK) rolüne ilişkin İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin(İHAM) verdiği önemli kararlardan birini simgeler. Özel yaşama saygı hakkı, etkili başvuru hakkı ve ayrımcılık yasağı kararda tartışılan önemli başlıklardan bazılarıdır. İHAM, “özel yaşam” kavramının
profesyonel yaşamı dışlamadığını ve demokratik bir toplumda yargıçların
İHAS Madde 8 korumasından yararlanacağını vurgulamıştır. İHAM’a göre,
Türkiye, bağımsız ve tarafsız yargının sağlanması konusundaki meşru
çıkarları ile yargıçların Sözleşme bağlamındaki hak ve özgürlükleri
arasında gerekli dengeyi kuramamıştır.
Anahtar kelimeler: Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK),
yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, özel yaşama saygı hakkı, etkili başvuru
hakkı, ayrımcılık yasağı.
ABSTRACT
Ozpinar v. Turkey case symbolises one of the landmark judgments
of the European Court of Human Rights(ECtHR) regarding the role of
High Council for Judges and Prosecutors(HSYK) in accomplishing
objectives of the European Convention on Human Rights(ECHR). Right
to respect for private life, right to an effective remedy and prohibition of
discrimination are the most important topics discussed in the decision.
ECtHR reiterated that the notion of "private life" did not exclude
professional activities and in a democratic society, judges are entitled to
Article 8 protection. According to the ECtHR, Turkey has failed to
provide the necessary balance between its interests related to an
*
Özpınar v. Türkiye Davası, Başvuru No:20999/04, Karar Tarihi:19 Ekim 2010.
Ar. Gör., Bilgi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı
**
206
Özpınar v. Türkiye Kararı İncelemesi
independent and impartial judiciary and the rights and freedoms of
judges in the terms of the ECHR.
Keywords: High Council for Judges and Prosecutors(HSYK),
independence and impartiality of judiciary, , right to respect for private
life, right to an effective remedy, prohibition of discrimination.
***
I. DAVANIN ÖZETİ
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi(İHAM, Mahkeme) tarafından
karara bağlanan Özpınar/Türkiye davası, yargı mensuplarının özel ve
aile yaşamları dolayısıyla geçirdikleri disiplin soruşturmalarının, İnsan
Hakları Avrupa Sözleşmesi(İHAS, Sözleşme) tarafından korunan hakları
ihlal ettiğine yönelik önemli tespitler içermektedir. Disiplin soruşturması
sürecinde ve karar aşamasında usuli güvencelerin sağlanması, alınan
kararlara karşı etkili bir başvuru imkanının sunulması ve nihayet özel
yaşam hakkına müdahale teşkil eden yaptırımların orantılılığı kararda
öne çıkan konulardan bazılarıdır. Bu bağlamda iç hukukta gerçekleşen
süreci aktarmak ve İHAM önünde dile getirilen şikayetlerin esasına ilişkin bilgi sunmak amacıyla, ilk olarak dava konusu olayın özellikleri belirtilecek ve ardından da ihlal edildiği ileri sürülen hak ve özgürlüklere
ilişkin tarafların iddialarına yer verilecektir.
A. DAVA KONUSU OLAYLAR
Davanın temelinde, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Arzu
Özpınar’ın yaptığı bir başvuru söz konusudur. Başvurucu Özpınar, 1997
yılında ilk görev yeri olan Erzurum’un Karaçoban ilçesine hakim olarak
atanmıştır. 1999 yılında ise, üç buçuk yıl görev yapacağı Mersin’in Gülnar ilçesine tayin edilmiştir. 2002 yılında, “bir grup vatansever polis”
adına yapılan isimsiz ihbar ile Gülnar Cumhuriyet Savcısı ve Gülnar
Emniyet Müdürü tarafından yapılan şikayetler üzerine, birisi başvurucu
olan iki hakim ve bir savcı hakkında, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu(HSYK) tarafından disiplin soruşturması başlatılmıştır. Başvurucu,
20 Mayıs 2002 tarihli bir mektup ile 6 Mayıs 2002 tarihinde hakkında
başlatılan soruşturmadan haberdar edilmiş ve kendisinden hakkındaki
yedi başlık altında toplanan iddialara cevap vermesi istenmiştir. Buna
göre iddialar şunlardır:
• Bekar olmasına rağmen, bir tartışmadan sonra annesinin evinden
ayrılıp, kirası herkes tarafından bilindiği üzere, evli ve dört çocuk sahibi
bir avukat tarafından ödenen başka bir eve taşınması. İlgili avukatla yakın ilişki içinde olması, adliyeden söz konusu kişinin aracıyla ayrılması.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Zülfiye Yılmaz
207
Bu avukat tarafından yürütülen davaların onun lehine sonuçlanacağı
konusunda yaygın bir kanaat oluşturması.
• Adı geçen avukatın yanında Belediye Başkanı, Belediye görevlisi, bir jandarma, Orman İda-resi Müdürü ile de yakın ilişkiler içinde
olması, kapısı kapalı olmasına rağmen adı geçen jandarmayla ofisinde
yalnız kalması, yazın ya da haftasonları yalnız başına söz konusu Belediye Başkanı’nın yazlığında kalması.
• Başka bir evde yaşayan annesiyle adliye koridorlarında yüksek
sesle tartışması.
• Son altı aydır adliyeye veya diğer yerlere ücreti adı geçen avukat
tarafından ödenen bir taksiyle gidip gelmesi.
• Aynı avukatın savunduğu iki farklı davada sanık olan bir kişinin
serbest bırakılması: birinci davada savcının tutuklama talebine rağmen
sanığın teminatla salıverilmesine karar vermesi; ikinci davada ise yine
müessir fiille suçlanan aynı sanığı, 1 Nisan’da başlayan tatilinden 4 Nisan 2002 tarihinde erken dönmek suretiyle ikinci defa tahliye etmesi.
• Bazı günler aşırı makyajlı olması, görevi sırasında hakimlik sıfatıyla bağdaşmayan mini etek giymesi.
• Herhangi bir mazeret bildirmeksizin iş yerine geç gelmesi, erken
ayrılması ve birçok kereler makamında bulunmaması.
Özpınar, esasa ilişkin yazılı savunmasında, disiplin soruşturması
kapsamında kendisine yöneltilen tüm iddiaları reddetmiş; disiplin soruşturmasının tamamen özel ve aile yaşamı üzerinden gerçekleş-tiği gerekçesiyle yasal dayanağının bulunmadığını ifade etmiştir.
Yargıcın yazılı savunmasının ardından kırkın üzerinde tanık dinleyen müfettişin, ifadesine başvurduğu kişiler arasında Gülnar Kaymakamı, Askerlik Şubesi Müdürü, savcılar, hakimler, jandarmalar, Kadastro Müdürü, adliye görevlileri, çeşitli memur ve polisler yer almaktadır. İlgili tanıklar, Başvurucunun uygunsuz ilişkileri olduğunu ve iş
yerinde uygunsuz kıyafetler giydiğini duyduklarını ya da gördüklerini
ifade etmişlerdir. Tanıklardan birisi, Başvurucunun iffetsiz bir kadın
olduğunu, mini etek giydiğini; fakat kendi gözüyle görmediğini dile getirmiştir. Gülnar Belediye Başkanı, İlçe Milli Eğitim Müdürü, Tapu Dairesi Müdürü, Nüfus İdaresi Müdürü, Seçim Kurulu Müdürü, bazı adliye
görevlileri ise diğer tanıkların aksine, Başvurucunun giyimine ve mesai
saatlerine dikkat eden, iyi bir hakim olduğunu beyan etmişlerdir.
Tanık ifadeleri yanında müfettiş, yargıcın baktığı dosyaları da inceleme altına almıştır. Buna göre, lehine karar verildiği iddia edilen avukatın, Başvurucunun görev yaptığı mahkeme önündeki dosya sayısında
zaman içinde artış olmamıştır.
27 Mayıs 2002 tarihinde başvurucu görevden alınmış; fakat yaptığı
itiraz üzerine göreve iade edilmiş ve Konya’nın Seydişehir ilçesine
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
208
Özpınar v. Türkiye Kararı İncelemesi
atanmıştır. 31 Mart 2003 tarihinde soruşturmayı tamamlayan müfettiş,
raporunda, Özpınar’ın uygunsuz davranış ve ilişkileri nedeniyle
mesleğin saygınlığına ve onuruna zarar verdiğini ve kişisel onur ve haysiyetini yitirdiğini; abartılı makyaj yapıp uygunsuz kıyafetler giymek
suretiyle mesleğine saygı göstermediğini; özellikle kişisel duygularının
rehberliğinde mesleğini icra ettiğine ilişkin yaygın bir kanaat oluşturduğunu; hiçbir mazeret göstermeksizin iş yerine geç geldiğini, işinden erken ayrıldığını ve bazı zamanlar makamında hiç bulunmadığını ifade
etmiştir.
6 Kasım 2003 tarihinde HSYK, 2802 sayılı Kanunun 69. Maddesi
uyarınca, Başvurucunun, oy çokluğuyla meslekten çıkarılmasına karar
vermiştir. Sadece meslekten çıkarma kararının başvurucuya tebliğ edildiği gerekçesiz karara 7 üyenin 3’ü muhalefet etmiş ve söz konusu olguların ancak yer değişikliği cezası gerektirdiğini belirtmişlerdir.
Başvurucu, 12 Kasım 2003 tarihinde bir bekaret raporu almak suretiyle, meslekten çıkarma kararının yeniden incelenmesini talep etmiş;
ayrıca müfettişin tarafsız olmadığını ve savunma haklarına saygı göstermediğini yeniden dile getirmiştir. Bu itirazlar HSYK tarafından reddedilmiştir. Başvurucu, bunun ardından yasada öngörülen süreler içinde
meslekten çıkarma kararına itiraz etmiştir. HSYK bünyesinde oluşturulan itirazları inceleme kurulu, 12 Ocak 2004 tarihinde Başvurucuyu dinledikten sonra, itirazı reddetmiştir. 19 Ocak 2004 tarihinde, bu karar
gerekçesiz olarak Başvurucuya tebliğ edilmiştir.
Kararın verildiği dönemde, Anayasanın 159.maddesi uyarınca
HSYK kararlarına karşı yargı yolu kapalıdır. Dolayısıyla Başvurucuya
tebliğ edilen 19 Ocak 2004 tarihli itirazın reddi kararı, iç hukuktaki nihai
karardır.
B. HUKUKİ SORUN
Özpınar, İHAM’a yaptığı başvuruda, müfettiş tarafından yürütülen
disiplin soruşturması ile HSYK tarafından verilen meslekten çıkarma
kararının, Sözleşme’nin adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. Maddesini, özel yaşam ve aile yaşamına saygı hakkını düzenleyen 8. Maddesini, etkili başvuru hakkını düzenleyen 13. Maddesini ve nihayet ayrımcılık yasağını düzenleyen 14. Maddesini ihlal ettiğini savunmuştur.
Bu bağlamda Başvurucu öncelikle, İHAS Madde 6/1 kapsamında,
iç hukukta HSYK kararlarına karşı itiraz edebileceği bir hukuk yolunun
bulunmamasından şikayet etmiştir. Ayrıca, aynı maddenin 3.fıkrasının
(a), (b) ve (d) bentleri çerçevesinde, kendisine savunmasını hazırlamak
üzere gerekli zaman ve kolaylığın sağlanmadığını, gizli olan soruşturma
dosyasının bilgisine sunulmadığını; gerekçeli karar kendisine tebliğ
edilmediğinden HSYK’nın hangi suçlama, ifade ya da deliller üzerinden kendisini meslekten çıkardığını bilmediğini ve son olarak lehe
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Zülfiye Yılmaz
209
olan tanıklıkların dikkate alınıp alınmadığı hususunda şüpheleri olduğunu ifade etmiştir.
8. ve 13. Maddelerle ilgili olarak Başvurucu, disiplin soruşturmasının mesleğin icrası ile ilgili faaliyet ve davranışlarından çok, annesinden ayrı yaşaması, benzerleriyle yakın ilişkisi, mini etek giymesi, makyaj yapması gibi özel ve aile hayatının değişik veçheleri üzerinden yürütüldüğünü; meslekten çıkarma kararının ise şeref ve saygınlığına zarar
veren söylentilere dayanılarak alındığını; bu nedenle özel yaşama saygı
hakkının ihlal edildiğini ve buna karşı da etkili bir başvuru yolunun kendisine sunulmadığını iddia etmiştir.
8. Madde ile birlikte 14. Maddenin ihlali ile ilgili olarak ise Başvurucu, evlilik dışı ilişki yaşadığı tespit edilen erkek yargı mensuplarının,
daha hafif nitelikte bir ceza olan kınama cezası ile cezalan-dırılması olgusu karşısında, kendisinin sözde ilişkileri hakkındaki söylentiler nedeniyle daha ağır bir disiplin cezası ile cezalandırılmasının, cinsiyet temelinde ayrımcılık teşkil ettiğini dile getirmiştir.
Hükümete göre, Başvurucu iç hukuk yollarını tüketmemiştir. Zira
İHAM önünde dile getirilen şikayetlerin hukuk süreçlerinde ileri sürülmemiştir. Özel yaşama müdahale iddiası ile ilgili olarak Hükümet, bir
yargıcın hakimlik sıfatından kaynaklanan yükümlülükleri olduğunu,
yargıçların meslek yaşamlarında olduğu kadar, meslek dışındaki faaliyetleri bakımından da etik kurallara uymaları ve kişisel duygularının
etkisinde karar alıyormuş izlenimi vermemeleri gerektiğini, dolayısıyla
müdahalenin izlenen amaçla orantılı olduğunu savunmuştur. HSYK’nın
etkili bir başvuru yolu olmadığına ilişkin şikayete dair Hükümet,
HSYK’nın bağımsız bir makam olduğunu, itirazları inceleme kurulu
önünde meslekten çıkarma kararına karşı Başvurucuya itiraz etme imkanının sunulduğunu ve Sözleşme tarafından korunan hakların ihlal edilmediğini ileri sürmüştür.
Bu noktada Mahkeme, Özpınar’ın geçirdiği disiplin soruşturması
sonucunda verilen meslekten çıkarma kararının, Sözleşme açısından
meşru ve orantılı bir yaptırım olup olmadığına hükmedecektir. Yargı
mensuplarının yaptıkları işin gereği olarak uymak zorunda oldukları etik
yükümlülükler ile tabi oldukları disiplin kurallarının Sözleşme’de tanınan haklarla ne ölçüde bağdaştığı ve bu kuralları somutlaştıran iç hukuk
makamı olarak HSYK’nın somut olay bakımından uyguladığı usullerin
Sözleşme’ye uygunluğu bu değerlendirmede temel alınacak hususlardır.
II. KARARIN DEĞERLENDİRİLMESİ
Bu kısımda öncelikle İHAM’ın tarafların savları üzerinden nasıl
bir karara vardığı ve gerekçeleri üzerinde durulacak; ardından ise
Özpınar/Türkiye davasında belirlenen ilkelerin, iç hukuk ve Mahkeme
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
210
Özpınar v. Türkiye Kararı İncelemesi
içtihadı bakımından ne türden hukuki sonuçlar doğurabileceği tespit
edilmeye çalışılacaktır.
A. İHAM’IN GÖRÜŞÜ
İHAM, 6. Madde kapsamındaki iddialarla ilgili olarak Vilho
Eskelinen/Finlandiya(No: 63235/00, 19 Nisan 2007) davasında
belirlenen kriterleri hatırlatarak, iç hukukun HSYK kararlarına karşı
itiraz imkanı sunmaması hususunda, hakimlik sıfatının 6. Maddenin
olayda uygulanmasına engel teşkil ettiğini belirtmiştir(Serdal Apay/
Türkiye, No:3964/05, 11 Aralık 2007).Bununla birlikte, 8. Madde
bağlamında savunabilir bir şikayetin varlığı ihtimaline bağlı olarak,
olayların hukuki nitelendirmesini yapma hakkının kendisinde olduğunu
belirtmiş ve dile getirilen iddiaların 13. Madde temelinde değerlendirilmesinin uygun olduğuna hükmetmiştir.
Başvurunun özel ve aile yaşamına saygı hakkının ihlali iddiasına
ilişkin kısmı ile ilgili olarak Mahkeme öncelikle; özel yaşam kavramının
tüketici bir tanıma izin vermeyen geniş bir kavram olduğunu belirtmiştir(Sidabras ve Dziautas/Litvanya, No:55480/00 ve 59330/00, 27
Temmuz 2004). 8. Madde, gerek kişisel özerklik boyutuyla
(Pretty/Birleşik Krallık, No.2346/02, 29 Nisan 2002), gerekse kişisel
gelişim boyutuyla (Christine Goodwin/Birleşik Krallık, Büyük Daire,
No:28957/95, 11 Temmuz 2002) kişinin kendini geliştirme hakkını korumaktadır(K.A ve A.D/Belçika, No:42758/98 ve 4558/99, 17 Şubat
2005). Mahkeme, istenmeyen her türlü müdahaleden uzak bir özel yaşam sürme hakkını kabul etmekteyse de; özel yaşamı, herkesin kendi
inisiyatifinde yaşayabildiği ve dış dünyayı tamamen bu çemberden(cercle intime) uzak tuttuğu özel bir alan olarak tanımlamanın, çok
kısıtlayıcı olacağını ifade etmiştir(Niemietz/Almanya, No:13710/88, 16
Aralık 1992). 8. Madde, bireyin toplumsal kimliğini geliştirme imkanını
da içeren, geniş anlamıyla özel sosyal yaşam(vie privée sociale) sürdürme hakkını koruma altına almaktadır. Bu doğrultuda, ilişki kurmak
ve geliştirmek amacıyla kişinin benzerleriyle bir araya gelmesi, onlarla
temas kurma hakkı da 8. Madde kapsamındadır.
Bu ilkeler ışığında, özel yaşamın mesleki faaliyetleri içermediğini
düşünmek için hiçbir gerekçe yoktur. Mesleki yaşama getirilen sınırlamalar, şayet kişinin toplumsal kimliğini oluşturmak amacıyla benzerleriyle ilişki kurduğu alanda yankı buluyorsa, 8. Madde kapsamında değerlendirilebilir. Altını çizmek gerekir ki; kişilerin çoğu dış dünyayla
olan ilişkilerini geliştirme imkanını, mesleki hayatları çerçevesinde bulmaktadır.Somut olayda, kişinin mercek altına alınan özel ve aile yaşamı
ile birlikte kendisine yöneltilen ithamlar dikkate alındığında, kişinin pek
ala itibarının da tehlikeye atıldığını söylemek mümkündür. Haralambi/
Romanya (No:21737/03, 27 Ekim 2009) davasında tespit edildiği üzere,
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Zülfiye Yılmaz
211
kişinin itibarının korunması hakkı da 8. Madde kapsamındadır. Buradan
yola çıkarak, müfettişin, başvurucunun özel ve aile yaşamı çerçevesinde
yürüttüğü soruşturma ile başvurucunun davranış ve tutumları üzerinden
temellenen idari yaptırım, özel yaşama saygı hakkına müdahale olarak
kabul edilebilir (Diğerleri yanında Bkz. Vogt/Almanya, No:17851/91, 26
Eylül 1995;Smith ve Grady/Birleşik Krallık, No:33985/96, 27 Eylül
1999).
Mahkeme bu aşamadan sonra, müdahalenin meşruluğunu denetlemeye başlamıştır. Bunun için de, müdahalenin yasayla öngörülmüş olması, meşru bir amaç taşıması ve nihayet demokratik toplumda gerekliliği üzerine yerleşik içtihadında kabul ettiği testi uygulamıştır.
İHAM, yasayla öngörülmüş olma şartının; müdahalenin iç hukukta
yasal bir dayanağı olması koşulu yanında, yasanın içeriğinin ilgilisi tarafından ulaşılabilir, sonuçlarının öngörülebilir ve ayrıca uygulanan tedbirin hukukun üstünlüğüyle bağdaşır olmasını gerektirdiğini hatırlatır.
Müdahalenin iç hukuktaki yasal dayanağının, 2802 sayılı Kanun’un 69.
Maddesinin son bölümü olduğu konusunda bir uyuşmazlık söz konusu
değildir. Ulaşılabilirlik ve öngörülebilirlik açısından aranan belirlenebilirlik düzeyi ise metnin içeriğine, uygulama alanına ve ilgilisinin niteliğine göre değişmektedir. Somut olay bakımından, disiplin soruşturması
bahsedilen yasadaki düzenlemeler uyarınca gerçekleştirilmiş olsa da,
görevden alma yaptırımı yargısal denetime tabi değildir. Ayrıca Hükümet, 2802 sayılı yasanın 69/Son Maddesinde geçen “şeref, namus ve
mesleğin onuru” gibi kavramları açıklayan bir içtihat sunmamıştır. Bu
bağlamda Mahkeme, kararı alan makamların yetkilerinin sınırları konusunda şüphelerini dile getirmiştir (N.F./İtalya, No:37119/97, 2 Ağustos
2001).
Meşru amaç bakımından yaptığı değerlendirmede İHAM, Sözleşmeci Devletlerden bazılarının, giyimleri konusunda kamu görevlileri ve
hakimler bakımından sınırlamalar öngördüğünü; sınırlamaların temelinde ise yargıçların kararlarının etkisini koruma düşüncesi kadar, mesleklerinin icrasında bağımsızlıklarını sağlama amacının da etkili olduğunu
ifade etmiştir. Giyim ve tutumları konusunda hakimlerden beklenen ihtiyat
yükümlülüğü, Sözleşmenin 8/2. Maddesinde düzenlenen “başkalarının
hak ve özgürlüklerinin ve kamu düzeninin korunması” meşru
amaçlarının bir yansımasıdır.
Son olarak müdahalenin demokratik toplumda gerekli olup olmadığı değerlendirilmiştir. İHAM bu noktada, demokratik toplumun üç
unsuru olarak çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik kavramlarının önemini hatırlatmıştır (Smith ve Grady/Birleşik Krallık, No:33985/96, 27
Eylül 1999). Müdahalenin gerekliliği konusunda iç hukuk makamlarının
takdir yetkisi olsa da, nihai olarak gerekçelerin yeterli ve etkili olup ol-
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
212
Özpınar v. Türkiye Kararı İncelemesi
madığını karara bağlama yetkisinin kendisinde olduğunu ifade etmiş-tir
(Dudgeon/Birleşik Krallık, No:7525/76, 22 Ekim 1981).
Mahkeme’ye göre, kişisel duyguların rehberliğinde karar almak
gibi Başvurucuya atfedilen bazı davranışlar, Hükümetin, özel yaşam
hakkına müdahalesini meşru kılacak nitelikte kabul edilebilir. Fakat disiplin soruşturması, Başvurucunun hakkındaki ithamları kesin olarak
ortaya koymaya elverişli değildir. Üstelik soruşturma esnasında dinlenen
tanıkların, Başvurucunun şeref ve haysiyetini hedef alan beyanlarda
bulunması, Başvurucunun adı geçen dört kişiyle yakın ilişki kurduğuna
ilişkin yaygın kanaat oluşturduğunun iddia edilmesi makul olarak, müfettişin tanıkları bu yönde beyanda bulunmaya yönlendirmiş olabileceğini düşündürmektedir. Dahası söz konusu hakime, hakkındaki iddialara
ilişkin savunmasını dile getirebileceği çelişmeli yargılama imkanı ile
tedbirin hukuka uygunluğunun tespiti ve yetkinin kötüye kullanılması
durumunda sorumluların cezalandırılması için yetkili bağımsız ve tarafsız bir denetim organına başvurabilme imkanı sunulmamıştır.
Başvurucu keyfiyete karşı 8. Maddede öngörülen korunmadan asgari düzeyde bile yararlanamamış-tır. Oysa özel yaşam ile meslek yaşamının iç içe geçtiği ve bir kişinin hangi alanda hareket ettiği net olarak
belirlenemediğinde bu güvenceler daha da önemli bir hal almaktadır.
Somut olayda meslekten çıkarma kararı sonucunda, Başvurucunun otomatik olarak avukatlık yapma hakkını yitirecek olması, güvencelerin
önemini gösteren somut örnektir. Bu nedenlerle, özel yaşama saygı
hakkı ile demokratik bir toplumda devletin, sunduğu kamu hizmetinin
Sözleşme’nin 8/2. maddesine uygun yürütülmesini gözetmek hususundaki meşru menfaati arasındaki denge kurulamamış ve orantısız bir yaptırım uygulanmıştır.
Başvurucunun, ayrımcılık yasağının ihlaline ilişkin dile getirdiği
şikayet, Mahkeme tarafından usuli nedenlerle reddedilmiştir. Buna göre,
iç hukuktaki nihai karar 12 Ocak 2004 tarihinde alınmış ve 19 Ocak
2004’te Başvurucuya tebliğ edilmiştir. İHAS Madde 35/1 uyarınca, iç
hukuk yollarının tüketilmesinden itibaren 6 aylık süre içinde başvurunun
yapılması gerekmektedir. Hükümetin bu konuda ilk itiraz definde
bulunmamış olması, Sözleşmenin bu kuralının uygulanmaması imkanını
vermemektedir. Bu nedenle başvurunun bu kısmının tefrikine karar
verilmiştir (Walker/Birleşik Krallık, No:34979/97, 22 Ağustos 2006ve
Belaousuf ve Diğerleri/Yunanistan, No:66296/01, 27 Mayıs 2004).
B. KARARIN HUKUKİ SONUÇLARI
Özpınar davası, İHAM içtihadı açısından olduğu kadar iç hukuk
bakımından da önemli bir yere sahiptir. Başvurunun konusu bir yargıca
uygulanan disiplin yaptırımı olduğundan, devletlerin müdahalenin şekli
ve gerekliliği hususunda takdir yetkisi vardır. Buradan hareketle ikinAnayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Zülfiye Yılmaz
213
cil(subsidiaire) yetkiye sahip makam olan İHAM’ın temkinli yaklaşımı,
kararın birçok yerinde hissedilmektedir. Mahkeme, uluslararası alanda
kabul edilmiş bazı yargısal davranış ilkelerine paralel olarak, mesleğin
ifası kapsamında soruşturulan davranışların yaratmış olduğu sonuca
rağmen(somut olayda meslekten çıkarılma) özel yaşama müdahale olarak kabul edilemeyeceğini belirtmiştir.Bu bağlamda ifade ve inanç özgürlükleri temelinde kamu görevlilerine uygulanan sınırlamaların meşru
kabul edildiği içtihadına gönderme yapan Mahkeme, bir hakimin davranışının imajına veya mesleğinin saygınlığına zarar vermesi ihtimali söz
konusu olduğunda özel yaşamının sınırlandırılabileceği görüşündedir.
Fakat özel yaşama getirilen bu sınırlamalar bakımından, 8. Madde güvencelerinin işletilmesi de gereklidir. Dolayısıyla Sözleşmeci taraf,
kendi meşru çıkarlarıyla, hakimlerin özel yaşama saygı hakkı arasında
makul dengenin kurulmasına çalışmalıdır.
Somut olayda Başvurucunun kişisel duygularının etkisi altında karar vermesi olgusu, disiplin soruşturması sürecinde Sözleşme’de öngörülen asgari teminatlar sağlansaydı ve soruşturma bu ithamları sübuta
erdirmeye elverişli olsaydı, meslekten çıkarma gibi radikal bir tedbir
meşrulaştırılabilirdi. Oysa ne soruşturma esnasında ne de HSYK önünde,
mesleki faaliyetle ilgisi olan ve olmayan davranışlar arasında bir ayırım
yapılmamış; hatta mesleğin icrası dışındaki davranışlar üzerinden
soruşturma yürütülüp karar verilmiştir.
Buradan yola çıkarak denilebilir ki; HSYK’nın disiplin kararlarında gerekçeli olarak hangi davranış ya da tutumun, hangi yaptırıma
tabi tutulduğunu belirtmesi gerekmektedir. Fakat ulaşılabilen HSYK
kararlarında bunu gözlemlemek mümkün değildir. Bu yorum da karara
katılan, fakat ayrık görüşü kaleme alan Hakim Sajo ile Hakim
Popovic’in, 2802 sayılı Yasa’nın meslekten çıkarma konusunda öngörülebilir düzenleme sunmadığı ve dolayısıyla müdahalenin yasayla öngörülmüş olmadığı yönündeki eleştirilerini haklı kılmaktadır. Yasanın bu
eksiğini giderecek tek yol ise gerekçeli HSYK kararlarına ulaşmaktır.
Oysa yapılan bilgi edinme başvurularına verilen cevaplar düşünüldüğünde , HSYK’nın bu konuda yeterli bir çabası olduğunu söylemek
mümkün değildir.
Özpınar davasının bir diğer önemi, Sözleşmenin 6. Maddesinde
korunan adil yargılanma güvencelerinden yararlanma noktasında Başvurucunun hakimlik sıfatının buna engel teşkil etmesi hususundan kaynaklanmaktadır. Ayrık görüşü kaleme alan yargıçlar, bu konuda bir içtihat değişikliği çağrısında bulunmuştur. Buna göre, İHAM’ın atıf yaptığı
Vilho Eskelinen ve Diğerleri/Finlandiya kararı, meslekten çıkarma ve
başka bir mesleğin icrasını yasaklama yaptırımlarını içeren HSYK
önündeki disiplin sürecinin, 6. Madde bağlamında bir mahkeme önünde
yapılan yargılama olduğu ve adil yargılanma güvencelerinin uygulanması gerektiği sonucunu çıkarmamıza engel teşkil etmemektedir.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
214
Özpınar v. Türkiye Kararı İncelemesi
Meslekten çıkarma kararı, Hakim Sajo ile Hakim Popovic’e göre
sıradan bir iş ilişkisi uyuşmazlığıyla kıyaslanabilir bir durum arz etmektedir. Dolayısıyla prensip olarak maaşlar, ödenekler ya da benzeri haklarla ilgili olağan iş uyuşmazlıklarını, belirli bir devlet memuru ile söz
konusu devlet arasındaki ilişkinin özel niteliğine dayanarak Sözleşme’nin 6. maddesinin kapsamı dışında tutmak için herhangi bir sebep
bulunmamaktadır. Aslında, Sözleşme’nin 6. maddesinin uygulanacağına
dair bir karine söz konusudur(Vilho Eskelinen ve Diğerleri/Finlandiya ,
Parag.62).
Özpınar davası bakımından, bu kuralın uygulanmasını sağlayacak
genişletici bir yorum, Vilho kararında tespit edilen ilkelere aykırı düşmeyecektir. Çünkü somut olayda konu, bir yargıcın mesleğinin icrasına
devam edip etmemesidir. Meslekten çıkarma kararının aynı zamanda
Başvurucunun avukatlık mesleğini icra etmesini engellemesi, somut
olayda medeni bir hakkın varlığını gösteren önemli bir olgudur. Fakat
sorun, devletin, medeni bir hakka ilişkin olan uyuşmazlıkta bir kamu
görevlisini 6. Madde güvencelerinden yoksun bırakmasının koşullarının
sağlanmamış olmasıdır. Vilho kararında tespit edildiği gibi, bir kamu
görevlisinin 6. Madde güvencelerinden yoksun bırakılmasının haklı
gösterilebilmesi için devletin, söz konusu memurun kamu gücünün kullanımına katıldığını ya da Pellegrin/Fransa kararında ifade edildiği şekliyle “özel bir güven ve sadakat bağı”nın bulunduğunu göstermesi yeterli
değildir. Devletin ayrıca, olaydaki uyuşmazlığın konusunun devlet gücünün kullanımıyla ilgili olduğunu ya da özel bağa ilişkin şüphe doğurduğunu göstermesi gerekir. Oysa somut olayda İHAM tarafından söz
konusu objektif gerekçelerin var olup olmadığı araştırılmamıştır.
Bu noktada Mahkemenin gönderme yaptığı Serdal Apay/ Türkiye
(No: 3964/05, 11 Aralık 2007) davasıyla, Özpınar davası farklılaşmaktadır;
çünkü ilk davada Sözleşme tarafından korunmayan kamu görevine girme
hakkı söz konusuyken, somut olayda meslekten çıkarma ve avukatlık
mesleğinin icrasının yasaklanması mevzu bahistir. Kaldı ki, bir başka
mesleğin icrasının yasaklanması, kamu görevinin icrası ile ilgili değildir
ve bu noktada HSYK açıkça kamu gücünün kullanılması yetkisini
aşmaktadır. Dolayısıyla bir devletin, kamu görevini icra eden bir kişiyi,
medeni hakka ilişkin bir uyuşmazlıkta adil yargılanma güvencelerinden
yoksun bırakmasının gerekçelerini; bunu haklı kılan egemen devlet
çıkarlarının varlığını ortaya koyması gerekir. Somut olayda Hükümet, ne
türden bir sadakat ilişkisininbuna engel olduğunu açıklayamamaktadır.
Sözleşmeci devletlerin, kamu görevlilerinin İHAS kapsamındaki
haklarını sınırlandırırken, objektif ve somut gerekçeler sunması gerektiğine dair tespitler içeren ayrık görüşün, yakın tarihli Konstantin Markin/Rusya kararında başarıya ulaştığını söylemek mümkündür. Çocuklarının bakımını sağlamak üzere, kadın ordu üyelerinin ayrıldığı gibi üç
yıllığına doğum iznine ayrılmak isteyen erkek başvurucunun bu talebi
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Zülfiye Yılmaz
215
reddedilmiş ve kendisine ancak üç aylık bir izin verilebileceği belirtilmiştir. İHAM, silahlı kuvvetlerin savunma gücüne karşı gerçek bir tehdit
söz konusu olduğunda, objektif gerekçeler sunulmak kaydıyla askeri
personelin özel yaşam hakkı konusunda bazı sınırlamalar getirilebileceğini belirtmiştir. Somut davada, üç yıllık doğum izninin, ilgili kişinin ve
ordunun savunma gücüne karşı nasıl bir tehdit oluşturduğu ortaya konulamamıştır. Sonuç olarak kadın ordu mensuplarının üç yıla kadar istifa
etmeksizin bu haktan yararlanabilmesi olgusu karşısında, başvurucuya,
görevinden istifa ederek çocuklarının bakımını üstlenmekten başka seçenek sunulmaması, özel yaşam hakkı ile birlikte ayrımcılık yasağının ihlalini getirmiştir.
Özpınar davasındaki önemli iddialardan biri de, HSYK tarafından
verilen disiplin cezalarında, erkek yargı mensuplarının daha hafif cezalar
alması üzerinden temellenen ayrımcılık yasağının ihlalidir. HSYK’nın
ulaşılabilen sınırlı sayıdaki kararı, Başvurucunun iddialarını kanıtlamaya
yeterli olmasa da, toplumsal cinsiyet temelli bakış açısının HSYK önündeki disiplin süreçlerine etki ettiği gözlemini doğrulamaktadır. Hakim
Özpınar’ın davada adı geçen kişilerle samimiyeti ve bunlarla ilişkisi
olduğuna dair sabit olmayan iddialar meslekten çıkarma kararının gerekçelerinden birini oluştururken, erkek yargı mensuplarının evlilik dışı
ilişkilerinin diğer iddialarla birlikte kınama veya yer değiştirme yaptırımlarına tabi tutulması bu tezi desteklemektedir. Usuli nedenlerle incelenemeyen bu iddia gelecekteki başvurular bakımından değer taşımaktadır. Zira özel yaşamı dolayısıyla disiplin soruşturmasına uğrayan
kadın yargı mensuplarının İHAM’a yapacakları başvurular, HSYK süreçlerinin ayrımcılık yasağı bakımından değerlendirilmesine de imkan
tanıyacaktır.
Son olarak Mahkeme, Kayasu/Türkiye (No:64119/00 ve 76292/01,
13 Kasım 2008) davasında dile getirdiği gibi, HSYK’nın etkili bir başvuru yolu sunmadığı konusundaki içtihadını tekrarlamıştır. Mahkemenin
müfettişin soruşturma esnasında dinlediği tanıkları yönlendirmiş olabileceğine dair endişesi ve itirazları değerlendirilme kurulunda yer alan
üyelerden bazılarının aynı zamanda meslekten çıkarma kararında da oy
kullanan kişiler olması nedeniyle bağımsızlıkları konusunda ciddi şüpheler olması, 13. Maddenin ihlalini getiren gerekçeler arasındadır. Kararda bir kamu görevlisinin özel yaşama saygı hakkının ihlaline ilişkin
şikayetlerini dile getirebilmesi için etkili bir başvuru yolunun sağlanması
yükümlülüğüne vurgu yapılması, Mahkeme’nin, Sözleşme’de tanınan
temel haklarla ilgili taraf devletlerin yükümlülüklerini usuli güvencelere
bağlaması (La procéduralisation des obligations relatives aux droits
fondamentaux substantiels par la Cour européenne des droits de
l’homme) yönündeki eğiliminin bir örneği olarak kabul edilmektedir.
Bilindiği üzere, 2010 tarihli ve 6087 sayılı Hakimler ve Savcılar
Yüksek Kurulu Kanunu uyarınca bu konuda bazı düzenlemeler yapılJournal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
216
Özpınar v. Türkiye Kararı İncelemesi
mıştır. Yapılan görev dağılımına göre HSYK 3. Dairesi, yargı mensupları hakkındaki şikayetleri inceleyip gerekli gördüğü takdirde soruşturma
yapılmasını teklif edebilecektir. 2. Daire ise disiplin soruşturmaları hakkında karar veren makam olacaktır. 2. Dairenin kararına karşı Genel
Kurul’a itiraz edilebilecektir. Genel Kurul ise asgari 15 kişiyle toplanabilecek ve oy çokluğuyla karar alabilecektir. Bu durumda disiplin soruşturması açılması teklifini veren ve soruşturma sonucunda disiplin
cezasına hükmeden 3. ve 2. Dairenin bazı üyelerinin Genel Kurul’da
görüşülen itiraz hakkında da oy kullanabilme ihtimalleri söz konusudur.
Oysa İHAS 13.Maddedeki etkili başvuru hakkı; iç hukukta hem yasalarda hem de uygulamada etkili bir başvuru imkanının sağlanmasını,
özellikle de devlet makamlarının fiilleri ya da haklı gösterilemeyecek
ihmallerinin bu başvuru yolunun uygulanmasına engel teşkil etmemesini
gerektirmektedir (Aksoy/Türkiye, No: 21987/93, 18 Aralık 1996; Aydın/Türkiye, No: 57/1996/676/866, 25 Eylül 1997) . Etkili başvuru
hakkı, Sözleşme’de tanına haklara ilişkin usuli bir teminatı ortaya
koymaktadır. Oysa Türkiye bakımından somut durum bu koşulların
sağlanmadığını göstermektedir. Bu da İHAM’ın eleştirilerinin halen
giderilmediğinin, yeni ihlallerin gündeme gelebileceğinin bir işareti
olarak alınabilecektir.
KAYNAKÇA
A. KİTAP VE MAKALELER
Bancaud Alain, “ La réserve privée du juge”, Droit et société.
Revue internationale de théorie du droit et de sociologie juridique,
N:20/21, 1992, ss. 255-275.http://www.reds.msh-paris.fr/publications/
revue/pdf/ds20-21/ds020021-20.pdf, [E.T.10.10.2012].
Başlar Kemal, Anayasa Yargısında Mahkeme Kavramı, 1. Basım,
Ankara:Roma Yayınları, 2005.
Birinci Sınıf Olan Hâkim Ve Savcıların Çalışmalarının Değerlendirilmesi Esaslarına İlişkin Hâkimler Ve Savcılar Yüksek Kurulu İlke
Kararı, Karar No: 189/2, Karar Tarihi: 26.02.2009 http://www.hsyk.
gov.tr/Mevzuat/ilkekararlari/26-02-2009-189-2.html, [E.T. 18/09/2012].
Dutertre Gilles, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarından
Örnekler(Extraits clés de jurisprudence – Cour européenne des Droits de
l’Homme)”, Avrupa Konseyi Yayınları, 2003, http://www.yargitay.gov.
tr/abproje/belge/kitaplar/aihm_kararlarindan_ornekler.pdf,
[E.T.13/10/2012].
Hervieu Nicolas, “Vie privée des magistrats et déontologie:
misogynie à part, des citoyens pas tout à fait comme les autres( CEDH
19 octobre 2010, Özpinar c. Turquie)”, http://combatsdroitshomme.
blog.lemonde.fr/2010/10/23/vie-privee-des-magistrats-et-deontologieAnayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Zülfiye Yılmaz
217
misogynie-a-part-des-citoyens-pas-tout-a-fait-comme-les-autres-cedh19-octobre-2010-ozpinar-c-turquie/, [E.T.10.10.2012].
İnceoğlu Sibel, Devlette Etikten Etik Devlete: Yargıda Etik, İstanbul:TÜSİAD, 2012.
İnceoğlu Sibel, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi Kararlarında
Adil Yargılanma Hakkı: Kamu ve Özel Hukuk Alanlarında Ortak Yargısal Hak ve İlkeler, 3.Basım, İstanbul: Beta Yayınevi, 2008.
Rigaux François, “Vie privée et activités professionnelles (Cour
europénne des droits de l’homme, Özpinar c. Turquie, 19 Ekim
2010)”.Revue trimestrielle des droits de l’homme, N: 90, Avril 2012.
B. ULUSLARARASI BELGELER
Bangalor Yargısal Davranış İlkeleri(Bangalor Principles of Judicial
Conduct)(2002), http://www.ajs.org/ethics/pdfs/Bangalore_ principles. pdf,
[E.T.29.09.2012].
Bangalor Yargısal Davranış İlkeleri Yorumu (Commentary on
Bangalore Principles Of Judicial Conduct) (2007),
http://www.coe.int/t/dghl/cooperation/ccje/textes/BangalorePrincip
lesComment.PDF, [E.T.29.09/2012].
Birleşmiş Milletler Yargı Bağımsızlığı Hakkında Temel İlkeler
(Basic Principles on the Independence of the Judiciary)(1985),
http://www2.ohchr.org/english/law/indjudiciary.htm, [E.T.29/09/2012].
C. İHAM KARARLARI
Aksoy/Türkiye, No: 21987/93, 18 Aralık 1996.
Albayrak/Türkiye kararı, No: 38406/97, 31 Ocak 2008.
Aydın/Türkiye, No: 57/1996/676/866, 25 Eylül 1997.
Belaousuf ve Diğerleri/Yunanistan, No:66296/01, 27 Mayıs 2004.
Christine Goodwin/Birleşik Krallık, Büyük Daire, No:28957/95,
11 Temmuz 2002.
Dudgeon/Birleşik Krallık, No: 7525/76, 22 Ekim 1981.
Glasenapp/Almanya, No:9228/80, 28 Ağustos 1986.
Haralambie/Romanya, No:21737/03, 27 Ekim 2009.
K.A ve A.D/Belçika, No:42758/98 ve 4558/99, 17 Şubat 2005.
Kayasu/Türkiye, No:64119/00 ve 76292/01, 13 Kasım 2008.
Konstantin Markin/Rusya, No:30078/06, 22 Mart 2012.
Kosiek/Almanya, No:9704/82, 28 Ağustos 1986.
Kurtulmuş/Türkiye, No: 65500/01, 24 Ocak 2006.
N.F./İtalya, No:37119/97, 2 Ağustos 2001.
Niemietz/Almanya, No: 13710/88, 16 Aralık 1992.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
218
Özpınar v. Türkiye Kararı İncelemesi
Pretty/Birleşik Krallık, No.2346/02, 29 Nisan 2002.
Serdal Apay/Türkiye, No:3964/05, 11 Aralık 2007.
Sidabras ve Dziautas/Litvanya, No:55480/00 ve 59330/00, 27
Temmuz 2004.
Smith ve Grady/Birleşik Krallık, No:33985/96, 27 Eylül 1999.
Vilho Eskelinen/Finlandiya, No: 63235/00, 19 Nisan 2007.
Vogt/Almanya, No:17851/91, 26 Eylül 1995.
Walker/Birleşik Krallık, No:34979/97, 22 Ağustos 2006.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
ÇEVİRİLER /
TRANSLATIONS /TRADUCTIONS
SÜRDÜRÜLEBİLİR DEMOKRASİ*
(ABOUT CONTINUOUS DEMOCRACY)
Dominique ROUSSEAU**
Çeviren/Translated by: Nesrin Yılmaz Sales***
Temsili rejimde, demokrasi her zaman eksik kalır ya da en azından
kriz halinde bulunur. “Temsili demokrasi” ifadesinin elde ettiği başarı,
büyük bir olasılıkla temsili hükümet ile demokrasiyi tamamen karşı karşıya getiren SİEYES’in sözlerinin unutulmuş olmasından kaynaklanır. 7
Eylül 1789’da SİEYES’in ifade ettiği gibi “kendilerine temsilci seçen
yurttaşlar, bizzat kendileri kanun yapmaktan vazgeçerler ve vazgeçmelidirler; özel olarak kendi istediklerini zorla kabul ettiremezler. Şayet
yurttaşlar kendi istediklerini kabul ettirecek olurlarsa, Fransa temsili
yönetim değil demokratik bir yönetim olacaktır. Tekrar edecek olursam,
halk demokratik olmayan bir ülkede (ve Fransa demokratik değildir),
sadece temsilcileri aracılığıyla konuşabilir ve hareket edebilir”1.
Servet esasına dayalı oydan genel oy’a geçilmesi, siyasi partilerin
gelişimi, Parlamentonun güçlenmesi ve yakın bir tarihte Fransız Cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesi, görünürde rejimin yüzünü değiştirir gibi olsa da özüne pek dokunmamaktadır. Halkın siyasi alana yavaş
yavaş katılması ile, özellikle oy hakkının genelleşmesi sonrası, temsili
rejim gerçekten demokratlaşmış gibi görünüyor. Ayrıca hukuki veya
siyasi diller bu görüşün oluşmasına katkıda bulunuyor ve temsili rejiminin demokratik dönüşümü fikrinin doğruluğunu destekliyor: Oy kullanmak eylemi genellikle yurttaşların siyasi karara katılım yöntemi olarak
*
Bu makale Dominique Rousseau’nun yazmış olduğu “La démocratie continue”, Paris,
LGDJ-Bruylant, “La pensée juridique moderne”, 1995 kitabından alınmıştır.
**
Sorbonne-Paris I Üniversitesi Hukuk Okulu Anayasa Hukuku Profesöru, Hakimler
Yüksek Kurulu Eski Üyesi/Professor of Constitutional Law at the Scool of Law at
the Sorbonne (Paris I), Former Member of the Suprem Council judiciary/Professeur
de droit constitutionnel à l’Ecole de droit de la Sorbonne (Paris I), ancien membre du
Conseil Suprieur de la Magistrature
***
Montpellier Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, Fransa İç İşleri Bakanlığı Pasde-Calais Valiliği « ekonomik gelişme » büro şefi (bir ocak 2007’den itibaren uzun
izinli).
1
SİEYES, Sur l’organisation du pouvoir législatif et la sanction royale, in Les
orateurs de la Révolution française, La Pléiade, 1989, s.1026-1027.
220
Sürdürülebilir Demokrasi
gösterilir; meclisin feshi kararı, halkın bizzat güçler arası çatışmaya son
verebilmesini sağlayan bir araç olarak izah edilir; ve salt çoğunluğa dayanan oy sistemi ise seçmenlerin bir siyasi programı tercih ederek karar
vermelerini sağlayan sistem olarak anlatılır… Kısacası, o çok beğenilen
sloganları burada tekrar edersek; temsilcilerin özel stratejilerin ve milli
politikaya kendi başlarına ve sadece kendi aralarında karar verdikleri
“halksız demokrasi”2 sistemi, yurttaşların ortaya koydukları siyasi
tercihlerini ve ülkenin genel tutumunu uygulamakla yükümlü seçilmişlerin var olduğu “yurttaşların Cumhuriyeti”3 sistemine dönüşür. Böylece
halk, SİEYES'in ortaya koymuş olduğu demokrasi ile temsili hükümet
arasındaki o “büyük ayrımı” yok sayarak temsili yönetim biçimine adım
atmış sayılır.
Bu yöndeki kurgular ciddi ve göz kamaştırır olmalarına rağmen ve
elde edilen sonuçlar mantığa uygun görünmesine rağmen, modern simyacılar, iddia etmiş oldukları gibi ne kurşunu altına, ne de temsili rejimi
demokrasiye dönüştürebilmişlerdir. Yurttaşların siyasi kararlara doğrudan katılımının araçları olarak sunulan tüm kuruluşlar, tüm yöntemler ya
da mekanizmalar, aynı zamanda devredilmiş yetkiyi de destekleyen ve
mükemmeliyete yaklaştıran kuruluş, yöntem ve mekanizmalardır. Genel
oy, alınan kararlar üzerinde halkın hâkimiyetini sağladığı kadar, hatta
daha fazlasıyla temsilciliği de meşrulaştırır. Siyasi partiler temsilciliği
düzenledikleri ve devamlılığını sağladıkları kadar, hatta daha fazlasıyla,
üyelerine veya yurttaşlara siyasi tercihlere müdahalede bulunma araçlarını sağlarlar… Bu modern siyaset teknolojileri hiçbir zaman temsili
rejiminin özünü etkileyememiştir. Halkın adı daha çok anılıyor, ona
daha çok başvuruluyor olsa da halk hep tartışma alanının dışında kalır.
Anayasalar yurttaşın rolünü daha değerli kılıp “millet için, millet aracılığıyla milletin hükümeti” ilkesini bildiriyor olsalar da, anayasaların birçok hükmü, halkı gücünden yoksun bırakmaktadır. Çünkü temsilcilerin
varlıklarını ve sözlerini düzen altına alarak ve meşrulaştırarak, bir şekilde anayasalar temsil edilenlerin yokluğunu ve sessizliğini de düzenlemiş ve meşrulaştırmış olmaktadır. Tüm temsili biçimlerinin ortaya
çıkmasına sebep olan ve siyasi toplumların temel dilbilgisi kurallarından
biri, kararların “(biri)nin adına” alınmasıdır. Ve bu dilbilgisi kuralı tüm
tartışmaların ortaya çıkmasına da sebeptir. Çünkü mutlaka günün birinde, adlarına konuşulan, karar verilen ve düşünülen kişiler, kurumsallaşmış sözcülere karşı açıkça başkaldırırlar. Zarar görmeksizin “(biri)nin
adına” yönetmek kolay değildir. Halk temsili sistemin hem temelini hem
de zayıf noktasını oluşturur; çünkü halk her an ayaklanıp, temsili sistem
ile yüzleşerek, beklentilerinin, isteklerinin, kaygılarının temsilcilerin
2
3
DUVERGER, M. La démocratie sans le peuple, Seuil, 1967.
DUVERGER, M. La République des citoyens, Ramsay, 1982.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nesrin YILMAZ SALES
221
yansıtmış oldukları ile bağdaşmadığını söyleyerek itirazda bulunabilir.
Böyle bir durumda, yani Temsili sistem olanca çıplaklığınla gözler
önüne serildiğinde gözlemcilerin kaleminden çıkan tesadüfi ifadeler siyasi bir deprem ya da sarsılmadır…
Profesyonel siyasetçiler ve bu konuda bilgisi olmayanlar arasındaki kopma belirtilerinin çoğaldığı bu günlerde de benzeri bir durum
yaşanıyor. “Temsili demokrasinin” klasik yapıları sarsılıyor: Parlamentoda yer alan siyasi partilerin üyeleri ve seçmenleri azalıyor; Parlamento
siyasi tartışmaların temel alanı olmaktan çıkmış durumda, öyle ki ilk
defa bu kadar çok sayıda hayal kırıklığına uğramış milletvekilli vekâletlerinin yenilenmesi için talepte dahi bulunmuyor; halkın seçtikleri artık
toplu olarak güven uyandırmıyor; seçmenler sandıktan döndüğü için,
seçim sistemi nedeniyle seçmenlerden % 40’ı temsil edilmediği için, ya
da onlar, temsilci ve seçmenlerin arasındaki bağa süreklilik ve kararlılık
sağlayamayacak olan, bir anda verdikleri oyun artık onları bağlamadığını
düşündükleri için, söz konusu bağ yavaş yavaş yok oluyor. Bu yöndeki
davranışlar ya “anti parlamenter” olarak ya da ilkel poujadism hareketinin bir parçası olarak nitelenerek, saygınlıklarını yitirmiştir. Oysaki bu
davranışlar kamu işlerine duyarsızlıktan ziyade siyasetçilere yöneltilmiş
eleştirileri yansıtmaktadır. Siyasi partiler ve Parlamento dışında, siyasetçilerin yanında, yurttaşlar konuşmak, tartışmak, karar vermek, hareket
etmek ve kamusal işlere dahil olmak için bir araya geliyorlar….ve kendilerini “gerçekten” temsil etmek üzere yeni kişiler arıyorlar.
İçinde bulunduğumuz bu konjonktürü, temsili sistemin sonunu getiren kriz olarak değil de, bazılarının “modernleşme” sözcüğünü kullanarak değerini artırmaya çalıştıkları basit bir uyum sağlama krizi olarak
nitelemek mümkündür. Temsilciliğin tarihi her zaman demokratik taşkınlıklar ile bölünmüş ve bir süre sonra, birkaç reform ve yöneticilerin
yenilenmesi sonrası, tekrar “siyasi hayatın” durgun akışına dönmüştür.
Günümüzde yaşananların geçmiştekiler ile aynı olduklarını düşünmek ve
bilinmeyeni bilinenle örtüştürmek, her halde rahatlatıcı ve kolay geliyordur. Ancak bugünlerde yaşanan siyasi depremin şiddeti, temsili düzene dönüşün o kadar da kolay olmayacağının bir işaretidir; çünkü bu
deprem, geçmiş sarsıntılardan dolayı, zaten kırılgan ve esnekliğini kaybetmiş bir zeminde gerçekleşmektedir. Pierre BOURDİEU şunları yazmıştı: “Siyasi dünya ters yönde işleyen iki eğilimin bulunduğu yerdir: bir
yandan, siyaset gittikçe kendi içine, kendi oyunları ve kendi meseleleri
ile içine kapanıyor; öte yandan, yurttaş topluluğu tarafından daha doğrudan erişilebilir oluyor– ve televizyon her iki durumda da belirleyici bir
rol oynuyor-”4. Siyasetin ele almış olduğu konuları görebilme, tanıyabilme imkânı, bireylerin mesleklerinde daha geniş bilgilere erişmesi ve
4
BOURDİEU, P. La vertu civile, Le Monde gazetesi, 16 Eylül 1988.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
222
Sürdürülebilir Demokrasi
daha büyük sorumluluklar yüklenmesi, siyasi sınıfın otoritesini azaltır.
Yurttaşlar daha aydın, daha eğitimli, daha özgürlükçü oldukları zaman ya da kendilerini öyle gördükleri zaman- ve bizzat kendi başlarına karar
alabilecek kapasitede olduklarını ileri sürdüklerinde, yurttaşların kendi
gelecekleri, ‘Şehir Devleti’nin meseleleri, kanunların tartışılması ile ilgili işlevlerin seçilmiş temsilciler tarafından daha iyi biçimde yerine
getirileceğine dair inanç kaybolur. Böylece, ters yönde işleyen bu iki
inanç, siyasi toplumun şekillenmesini etkiler.
Bu çerçevede, “Sürdürülebilir demokrasi” teorisi bu gerilimi, bu
modern siyasi biçimin özünü açığa koyarak temsili sistemin yenilenmesi
ya da onun değiştirilmesi ile ilgili konuları gündeme getirir. Böylelikle
yanıt bekleyen sorular şunlardır: “Kurumsallaşmış bir şekilde yurttaşların temsilcilere devrettikleri işleri takibe almaları, devredilmiş vekâleti
daha meşru mu kılar, yoksa yeni bir siyasi bağın oluştuğunu mu ifade
eder?” “Kamusal tartışma çoğalarak sadece temsil alanının var olan sınırlarını genişletir mi, yoksa yurttaşlara, “temsili demokrasiyle” kaybetmiş oldukları, kararlar üzerindeki hâkimiyetlerini yeniden mi kazandırır?” Hem eskiyi sürdüren hem de yeni bir siyasi biçimi öngören sürdürülebilir demokrasi kavramı ile dikkatimiz daha çok seçeneklerden ikincisi üzerinde yoğunlaşıyorsa da hiç şüphe yok ki seçeneklerin her ikisi
de geçerlidir.
I. SÜRDÜRÜLEBİLİR DEMOKRASİ VE DENETLEME
HAKKI
Modern temsili şekil, ne kamuoyunun varlığını inkâr ederek, ne de
onun diğer ifade biçimlerini red ederek, oluşmuştur. Tarihte, 18. yüzyıl
boyunca, Sarayın ifadesi ve temsilciliğinden ayrı bir kamuoyunun yavaş
yavaş ortaya çıkması bu kamuoyunun intikali ile ilgili sorulara yol açmıştır: İlk önce, ortaya çıktığı alanlar - kahveler, salonlar ve topluluklar aracılığı ile kurumsallaşan kamuoyu modern temsil şeklini parlamenter
yapıda buluyor; oy hakkının sürekli genişlemesi sonucu “aydın” kamuoyu tarafından yaratılmış ve onun için düşünülmüş bu temsili sisteme
“halk kesiminden gelme” kamuoyu da dahil edilerek, temsili demokrasi,
meşru bir şekilde, genel kamuoyunun ideal ve eksiksiz modeli olarak
ortaya çıkıyor.
Ancak, ilk başlarda, kamuoyu ve parlamenter kurum birbirlerini
destekleyerek birlikte gelişiyorlarsa da, bu iki unsurun arasına hızlı bir
şekilde müphem ilişkiler girecektir. Anayasalar, bir yandan temsilcilik
mekanizmalarını düzenlerken, bir yandan da temsili sistem ile kamuoyunun varlığını sınırlamanın mümkün olmadığını ve de kamuoyuna belirli bir özgürlüğün tanınması gerektiğini de kabul ederler. Böylece,
Fransız halkını temsil edenlerin ilk işi, öncelikle ve resmi olarak, kendi
davranışlarına bir sınır oluşturması amacıyla, toplumun her bireyinin
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nesrin YILMAZ SALES
223
doğal, devredilemez ve kutsal haklara sahip olduğunu açık ve gösterişli
bir beyanla kabul etmiş olmalarıdır. Toplumun varlığı temsilcilerin varlığından bağımsız olarak ortaya koyulmuş ve bir grup haklar ile tanımlanmıştır; bunların içinde “insanoğlunun en değerli hakları arasında”
olduğu nitelenen ’fikir ve düşünceleri paylaşma hakkı’ yer alıyor. 26
Ağustos 1789 tarihli Beyanın 11.maddesinde belirtilen, her yurttaş özgürce konuşabilir, yazabilir ve yayın yapabilir olduğunu kabul ederek,
temsilciler bir düşüncenin onlar dışında hatta onlara karşı ifade edilebileceğini kabul etmişlerdir; karşı koyma hakkı veya dava açma hakkı ile
ilgili düzenlemeler, bu görüşü desteklemektedir.
Buna karşılık, temsilciler, aynı zamanda, siyasi oylama üzerinde
düzenlenmemiş tüm diğer temsili biçimlerini hesaba katmıyordurlar.
Tüm mesleki temsilcilikleri, tüm sosyal taban üzerinde örgütlenmiş
toplulukları yasaklayan ve her ne olursa olsun “sözde ortak menfaatlerine ilişkin idari karar veya kararların” alınmasına karşı çıkan 14 Haziran
1791 tarihli, “Le Chapelier” kanunun anlamı bu doğrultudadır. Hiçbir
şey toplumun ve siyasi temsilcilerin arasına girmemelidir; MARAT’ın
eleştirdiği gibi, yurttaşlar toplu bir halde kamu işleri ile ilgilenemez.
Böylece, kamuoyunun rekabete girdiği tüm diğer temsil biçimlerini red
etmesiyle, seçilmiş temsilciler kendilerini toplumun tek meşru aracı olarak ilan etmişlerdir. Ve sanki bu toplumun varlığını kendi sözcü görevlerine dayanak sağlamak ve meşrulaştırmak için “kabul etmişlerdir”.
Çünkü iyi anlamamız gerekir ki, SİEYES’in altını çizerek söylemiş olduğu gibi “halk sadece temsilcileri aracılığıyla konuşabilir ve hareket
edebilir”. Elbette, 1789’dan beri, seçim teknikleri, kurumsal ve siyasi
mekanizmalar gelişmiştir; ancak SİEYES’in sözlerinin ruhu bugünlerde
de canlanıyor ve düzenli olarak tüm parlamenterlerin söyleyişinde görülüyordur; 1962’de, Cumhurbaşkanının halk oyuyla seçilmesi projesine
tepkilerini göstermek amacıyla, Paul REYNAUD meclis kürsüsünde
şöyle dedi: “Fransa buradadır, başka bir yerde değildir”. Demokratik
temsilciliğin biçimleri ne olursa olsun, oluşturucu unsurlarından birisi
genel oy vasıtası ile seçilmişlerin kamuoyunun temsilinin ve ifadesinin
sadece onlara düştüğünü iddia etmeleri –ve bunu savunmaları dır.
Oysa, siyasi oyunların içine yeni temsili biçimleri kabul ederek,
sürdürülebilir demokrasi bu ayrıcalıkları yok ediyor. Ve biçimler arasındaki bu rekabet aralarındaki temsil “farklılıklarını” daha netleştirerek,
yurttaşlık görevi niteliğinde eleştirisel bir denetleme hakkına sahip olan
yurttaşlara, seçilmişlerin bağımsızlığını kısıtlayan, bir müdahale alanı
açıyor.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
224
Sürdürülebilir Demokrasi
A. DENETLEME HAKKI VE KAMUOYUNUN TEMSİL BİÇİMLERİNİN ÇOĞALMASI
Parlamento birbirine rakip üç yeni temsil biçimi ile “Fransa olmak” iddiasında bulunuyor. İlki “kamuoyu yoklaması” biçimindedir.
Burada, kamuoyunun kendiliğinden var olduğunu yoksa kamuoyu yoklaması aracılığıyla yapıldığını anlamak önemli değildir5; önemli olan,
toplumda, kamuoyu yoklaması ile, ve kamuoyu yoklaması aracılığıyla
kendini ifade eden bir kamuoyunun olduğuna dair bir inancın, özel çalışmalar sonrasında, oluşmasıdır. Ve bu inanç temsilciliğin “klasik” ilişkileri üzerinde etkide bulunuyor: seçim yönteminin gizeminden kaynaklanan temsilcilerin güvenilirliği ve otoritesi, gelecek oyların taksimini belirten kamu yoklamaları aracılığı ile eriyor, çünkü kamu yoklamaları ile oylama “sadece gelecek ile ilgili tahminleri doğrulama” mekanizması haline dönüşüyor6; güvenilirliğini yitiren seçilmiş bir kişi, toplum dışına da itilebiliyor çünkü kamuoyu yoklamaları sayesinde her zaman kendi varlığını algılayabilen bir toplum temsil edilmek için artık
temsilciye ihtiyaç duymuyor; Senatör SEILLER’nin sorduğu gibi : “kamuoyu yoklamalarının, kamuoyu tarafından hızla ilerleyen bu dünyada
temsili demokrasiden daha uygun doğrudan demokrasi sisteminin aracı
olarak algılanmasından korkmak gerekmiyor mu? Şimdiki seçimlerde
birkaç çekimser oyun bulunmasının sebebi bu inancın yayılmasından
kaynaklıyor olamaz mı?”7. Kamuoyunun, kamuoyu yoklaması ile temsili, parlamenter biçime doğrudan ve ciddi bir şekilde rakip olan yeni bir
temsil biçimini oluşturduğunu bundan daha iyi bir şekilde ifade etmek
mümkün değildir. İkincisi, “medyatik” biçimi ya da basın aracılığıyla
temsil biçimidir. Bu yeni bir durum değildir ve bir şekilde kamuoyu
yoklamaları medyalar ile aynı türden yöntemlerdir, çünkü gazeteciye
gerek kalmadan kamuoyunu “konuştururlar”8. Böylelikle gazeteci kendisini kamuoyunun sözcüsü olarak hemen ortaya koymuş ve bu iddiasının
meşruluğunu o kadar kabul ettirmiştir ki medyalara yönelik her bir
eleştiri doğrudan doğruya demokrasiye yönelik bir eleştiri olarak kabul
ediliyor. Seçilmiş kişi sadece seçim bölgesinde bulunan yurttaşlara haber
getiren ve nasıl düşünmesi gerektiğini söyleyen kişi olmaktan çıkmakla
kalmamış, aynı zamanda kamuoyu ihtiyaçlarının, ümitlerinin ve
iradesinin tek aracı olmasından elde ettiği konumunu da kaybetmiştir.
Medya mensupları siyasi çalışmanın bu kısmı üzerinde hak talep ediyorlar, çünkü çalışanlarının mesleki vicdanı ve uyguladıkları taban ça5
Bu konuda bakınız, CHAMPAGNE, P. Faire l’opinion, le nouveau jeu politique,
Minuit, 1990, Politix 1989, s.25.
6
LACROIX, B. A quoi servent les sondages ?, R.S.A.M.O, 1988, s. 22-23, s.123.
7
SEILER, B. Resmi Gazete, Deb. Sénat, 13 Haziran 1990, s.1559.
8
La Croix et Telerama dergisi, 14 Ocak 1992.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nesrin YILMAZ SALES
225
lışmaları nedeniyle, seçilmişlerden daha üstün bir otoriteye sahip olduklarını ileri sürüyorlar; buna karşılık seçilmişlerin, halkın ne düşündüğünü, ne arz ettiği ve de “gerçekten” ne istediğini seçim sayesinde bildiğini öne sürüyorlar. Cumhurbaşkanı, kamuoyunu bir hafta boyunca
Habache olayına kilitledikleri için gazetecilere tepki gösterirken; gazeteciler, kamuoyunun duygularını yansıtmakla yetindiklerini söylerler.
En son olarak, “anayasal” biçim ya da Anayasa Konseyi aracılığıyla temsil biçimi bulunmaktadır. Anayasa Konseyini, kamuoyun bir
sözcüsü olarak kabul etmek, genelde günümüzde, pek kabul gören bir
fikir değildir. 1929’da Maurice HAURIOU, özel yargıçları ve idari yargıçları kanunların anayasal denetimini uygulamaya ikna etmeye çalıştığında, şunları derdi : “yargıç ve kamuoyunu ne de olsa aynı şeydir” ve
bundan dolayı “halk onları destekliyor olduğunu biliyorlarmış kadar,
halkın menfaatini savunuyorlar”9. Yine de, bu sözlerin anısına pek gerek
kalmadan, şunları söylemek mümkün: Anayasa Konseyi çalışma mantığından dolayı sözcü konumuna gelir. Seçilmişlerin saygı göstermesi
gerektiği halkın yararına hak ve özgürlükler içeren bir temel kuralı tanımlayarak, Anayasa Konseyi, gerekirse, temsilcilerin kanunda ifade
etikleri iradenin halkın iradesiyle uyuşmadığını söyleyebilecek güçtedir.
Anayasa Konseyinin 16 Ocak 1982 tarihli tanınmış kararında10 olduğu
gibi, açık bir şekilde temsilcilerin iradesine karşı gelerek, kendisini halkın iradesinin tercümanı olarak ortaya koymuştur: “5 Mayıs 1946 tarihli
referandum ile halk, 1789 Beyannamesin 2. ve 17. maddelerinde öngörülmüş olan esaslardan uzak yeni bir insan hakları beyannamesinin kabulünü red etmiştir” diyor; Ve aynı şekilde “13 Ekim 1946 ve 28 Eylül
1958 referandumları ile Fransız halkı 1789’de ilan edilmiş ilke ve hakları anayasal düzeye dahil etmeyi öneren mevzuatları kabul etmiştir” der.
Anayasa Konseyi kendisini toplumun bireyleri hakları adına karar veren
kurum olarak tanıtarak –yönetilenlerin hakları garanti altına alan anayasa
anlamında11- kendisini halkın egemenliğini temsil ve ifade eden tek kurum olduğunu iddia eden parlamenter yapıyla doğrudan rekabet içindedir12.
9
HAURİOU, M. Précis de droit constitutionnel, Sirey, 1929, s.292.
C.C. 81-132 D.C, 16 Ocak 1982, R. s.18.
11
Bu konuda bakınız, ROUSSEAU, D. Une résurrection: la notion de constitution,
RDP, 1990, s.5.
12
Anayasa Konseyinin kamuoyunun sözcüsü olarak vermiş olduğu bu görüntünün
gerçekliği, medyalar aracılığıyla kararlarının tanıtılması ile kuvvetleniyor ve gelişiyor. Havaalanında transit bölgelerini düzenleyen kanunu anayasaya aykırı olduğunu
söyleyen Anayasa Konseyinin kararını yorumlayan Jean-Yves LHOMEAU, “akil insanlar ve sokaktaki insanlar” adlı makalesinde, şunları yazardı “Böylece 25 Ocak
1992 tarihinde sokaklara inen on binlerce göstericiyi Anayasa Konseyi haklı bulmuştur” Libération gazetesi, 26 Şubat 1992.
10
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
226
Sürdürülebilir Demokrasi
Sürdürülebilir demokrasinin ilk ayırıcı özelliği, parlamenter biçiminin şimdiye kadar elde etmiş olduğu o tekel konumunu zayıflatarak,
siyasi alanını örgütlenmiş yeni temsil biçimlerine açmış olmasıdır. Elbette, parlamenter biçimi hiçbir zaman, kendi dışında, toplumun ayrı bir
temsilciliğin düzenlenmiş olmasına karşı koyamamıştır. Ancak o zaman
rekabetli ilişkiler bulunsa da bu ilişkileri hâkimiyet altına almak mümkündü, çünkü parlamenter kurum kamuoyunun genelini temsil ederken,
sendikalar, partiler, dernekler ve diğer topluluklar sadece belirli düşünceleri ve özel menfaatleri temsil ediyorlardı. Kamuoyu yoklamaları,
medyalar ve Anayasa Konseyi yargıçları, seçilmişler kadar kendilerinin
de kamuoyunun genelini temsil ve ifade etiklerine dair iddiada bulundukları zaman, rekabete dayanan o ilişkiler kökten bir şekilde değişmektedir. Ve rekabetten kaynaklanan bu uyuşmazlıklar, temsili parlamenter sistemin esasını sorgulayarak çok önemli siyasi boyutlara ulaşmaktadır.
B. DENETLEME HAKKI VE KAMUOYUNUN TEMSİL BİÇİMLERİ ARASINDAKİ REKABET
Kamuoyunun temsil biçimlerinin çoğalması, bunların arasında
kamuoyunun düşündüğü, ümit ettiği ve ne istediğine dair ayrımlara ve
dahası çelişkilere yol açabilir. Böylece, Parlamentonun, kamuoyu yoklamalarının, medyanın ve Anayasa Konseyinin aracılığıyla ifade edilenlerin kamuoyunun tek meşru ifadesi olarak kabul ettirmeye çabaladıkları
bir rekabet alanı ortaya çıkıyor. Ve bu mücadele sırasında, seçilmiş temsilciler, daha eski olmalarına rağmen, pek üstün görülmüyorlar. Bu siyasi alanına yeni katılanlar, bazen aralarında hiçbir anlaşmaya dayanmayan doğal bir yardımlaşma sonrası, kamuoyunun kaygı ve iradesini, seçilmişlerin yansıtmalarına karşın, tamamen değişik ifadelerde bulunmalarına dâhi bir sürü örnek bulunuyor.
Seçilmişler, Temmuz 1984’te, kamu özgürlükleri meselesini referanduma götürmek istemedikleri halde, buna ilişkin bir kamuoyu yoklaması13 halkın % 70’nin bu konunun referanduma gidilmesini istediğini
göstermiştir. Bu yüzden de seçilmişler yurttaşların iradesini engellemekle suçlanırlar. Aynı şekilde, Nisan 1990’da, seçilmişlerin karşı çıktığı anayasal itiraz yolunun genişlemesine ilişkin, kamuoyu yoklamalarının ve gazetecilerin yorumlarına göre, kamuoyunun % 71’inin bunu hoş
görmesi, yeni ve eski temsil biçimleri arasında derin bir uyumsuzluğu
ortaya koyuyor. Daha genel bir şekilde, kamuoyu yoklamaları siyasetçilerin ele almış oldukları konuların, halkın % 62’si tarafından esasen
kendi hayatları ile ilgili olmadığını düşündüklerini – her anlamında –
13
DUVERGER, M. Les citoyens enchaînés par les notables, Le Monde gazetesi, 10
Ağustos 1984.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nesrin YILMAZ SALES
227
ortaya koyuyor14. Çoğu kez sipariş ettikleri bu kamuoyu yoklamalarına
dayanarak, medyalar yorumları ile kamuoyunun “iradesinin” bir olmadığını, değişik aracıların sundukları sürümlerin birbirini tutmadığını ve
siyasi sınıfın sunduğu ifade, halkın medyalar ve kamuoyu yoklamaları
aracılığıyla söylediği gibi, en çok hata içeren sürüm olduğu düşüncesini
pekiştiriyorlar. Son söz söylenmiş ve kamuoyunun çoğulcu ve değişken
ifadelerinin yarattığı gerçeklik etkisi kendini doğal bir şekilde apaçık
ortaya koymuştur. Medyalar ve kamuoyu yoklamalarının da birbirleriyle
de rekabet içinde bulunmaları mümkündür. Örneğin 1985’te olduğu gibi,
bazı çevreler kohabitasyonu kamuoyunun başta gelen kaygıları arasında
kabul ederken, diğer bazı çevreler kamuoyunun başka sorunları olduğunu göstermeye çalışmaktaydı.
Ancak bütün bu uyuşmazlıklar içinde, en önemlisi seçilmişlerin
yasama faaliyetlerinden beliren halkın iradesi ile Anayasa Konseyi yargıçlarının anayasa yorumundan beliren halkın iradesi arasındaki uyuşmazlıktır. Çünkü bu uyuşmazlık sadece halkın iradesi üzerinde farklılıkların var olduğunu göstermiyor, bu uyuşmazlık bir yaptırım ile sonuçlanıyor: Bu yaptırıma göre, Anayasa Konseyi, seçilmiş temsilcilerin
kamuoyuna vermiş oldukları ifadeyi, gerekirse şeklen ve içerikten dolayı, iptal edebilir. Mart 1986’da, sunduğu program sayesinde iktidara
gelip halkın iradesinin sözcüsü olarak görülen Chirac Hükümeti, meclisteki çoğunluğunu kullanarak, basın şirketlerinin aynı yönetim altında
toplanmasına engel tanımayan bir kanunu kabul ettirir; Anayasal denetimine başvurulur ve Anayasa Konseyi halk iradesinin bu yasal sürümünü iptal eder, çünkü Anayasa Konseyine göre, anayasada beliren halkın iradesince iletişim özgürlüğü temel bir hak olarak tanımlanmış ve
bilgi edinme araçlarının çoğulculuğu kabul edilmiştir, ve dolaylı bir şekilde basın şirketlerinin aynı yönetim altında toplanması mümkün değildir. Buna bağlı olarak kamuya yaptığı açıklamasında, Bakan François
LEOTARD, söz konusu kanunun içeriğini, meclis çoğunluğunun ifadesine dayanarak değil de Anayasa Konseyi yargıçlarının belirtmiş oldukları ifadeye göre yeniden yazmaya mecbur kaldıklarını söyler. Meclis
kürsüsünde Bakanın söylemiş olduğu gibi “Parlamento Anayasa Konseyi gölgesi altında kanun yapmaktadır”. Kamuoyunun meşru ifadesine
ilişkin bu rekabet, Başbakan Edith CRESSON’un, transit bölgeleri ile
ilgili Marchand diye adlandırılan değişikliklerin “hem meclisin hem senatonun çoğunluğu ile kabul edilmesi” ve bu “uzlaşma ve meşruluk yeterli geldiği halde”, Anayasa Konseyi iptali sonrası “yargıçların kararla-
14
SOFRES Kamuoyu Yoklamaları tarafından, Le Monde gazetesi için hazırlanmıştır, 6
Ekim 1984.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
228
Sürdürülebilir Demokrasi
rına tam tamına”15 uygun bir “yasal sürüm” aradığını söylediği zaman
çok güzel bir biçimde kendini açığa vuruyor.
Böylece, siyasi çalışmalar yeni bir işbölümüne göre düzenleniyor:
kamuoyunun temsili değişik kalıplar ve mesleki topluluklar aracılığıyla
gerçekleşiyor ve konu ve ifadesine bakarak, kamuoyunun muhtelif olduğunu gösteriyor. Eski iş bölümünden elde ettikleri tekel konumlarının
tartışılmasına karşın, seçilmişler tepki gösteriyor ve kendi tutumlarını
savunuyorlar. Örneğin kamuoyu yoklamaları konusunda, bunları düzenleyen Eylül 1977 tarihli kanun, kamuoyu adına konuşabilmek ile ilgili
doğal haklarını devre dışı bırakmaya çalışan bir işleve karşı, parlamenterlerin bir “açık tepkisi”16 olarak yorumlanabilir; meclis tartışması sırasında Senatör JAGER şöyle der: “Fransızların eğilimleri ve düşünceleri
sadece parlamenter temsil aracılığıyla kendini dışa vurabilir ve seçilmişlerin görevini bilgisayarların üstlenebileceğine inanmak demokrasi
için çok tehlikeli olabilir”. Bu kanuna dayanarak, Ağustos 1984’te üç
senatör Paris Büyük Asliye Mahkemesi başkanına, Fransızların %
70’nin anayasal referandumu uygun bulduklarını açıklayan kamuoyu
araştırmasının reklam amacıyla kullanılmasını yasaklaması için, “bu
kamuoyu yoklamasında karşılık gerektiren soruların gerçek soruları yansıtmadığı” ve “kurallara uygunluk içermeyen kamuoyunu tahrik edici bir
hareket olduğu” gerekçesiyle (boşuna) başvururlar17.
Medya konusunda da, siyasetçiler aynı defansif tepkiyi gösterirler.
Basının kamuoyunun düşüncelerini onlardan daha iyi yansıttığı iddiasını,
ve siyasi hayata kendi ritimlerini, takvimlerini ve sınıflandırmalarını
kabul ettirmeye çalışmalarını sık sık eleştirirler. Unutmamak gerekir ki
altı gün boyunca basın Habach olayına kilitlendiği sırada, Cumhurbaşkanı o günlerdeki faaliyetlerini tek tek televizyon karşısında açıklamaya
mecbur kalmıştır: New York’ta, Birleşik Milletler Güvenlik Konseyinin
olağanüstü toplantısı için bulunduğunu; Paris’te ilk kez buluşan Güney
Afrika Cumhurbaşkanı ve Nelson Mandela ile görüşmesini; Kıbrıs
Cumhurbaşkanı ile konuşmalarını - bu arada gazetecilere “Kıbrıs’ta
olayların yaşandığını biliyorsunuz herhalde” diye girişmişti; Boris Yeltsin’in düzenlediği töreni… Cumhurbaşkanınca bu sayımların mantığı,
kendisini halkın temsilcisi olarak ortaya atan basının, siyasetçilerin yetkisini gasp etmekte olduğunu ve gerçekten karşılık gerektiren siyasi soruları göz önünden uzak tutarak, kamuoyunu tahrik ettiğini göstermekti.
15
CRESSON, E. Etat Républicain, Etat de Droit, Le Monde gazetesi, 29 Şubat 1992.
LEHİNGUE, P. Usagers et effets politiques de la codification, la réglementation des
sondages d’opinion en France, in Les usagers du droit, CURAP 1989, s.55.
17
Bu konudaki tartışma için, bakınız Le Monde gazetesi, 11, 13, 14 ve 15 Ağustos
1984. Siyasetçiler bu kamuoyu yoklamalarını eleştiriyor olsalar da, seçmenlerin isteklerini daha iyi kavramak için, o “araç’a” sıkça başvururlar.
16
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nesrin YILMAZ SALES
229
Bu mantığın altında, siyasi sınıfın birçok kez azımsadığı bir gözdağı
bulunuyordu: “bir deontoloji kanununun” kabul edilmesi18.
Anayasa Konseyi yargıçları konusunda ise, kararlarında dayandıkları görkemli ilkelerden dolayı eleştiride bulunmak daha güç görünüyor; yine de halkın seçtikleri, Anayasa Konseyi yargıçlarının normların
açıklanma rejiminde edindikleri role karşı geliyorlar. Böylelikle,
1990’da meydana gelen itiraz yolu ile anayasal denetime ilişkin tartışma
sırasında, VİRAPOULLE ve LIMOUZY ile beraber, birçok parlamenter
“kendi otoritelerine karşı Anayasa Konseyi yargıçlarının otoritesinin
büyümesinden duydukları kaygıyı ve egemence kanun koyma yetkilerinden maruz kaldıkları izlenimini” belirtmişlerdi. 1986’da Adalet Bakanı Albin CHALADON, bakan sıfatı altında, “Anayasa Konseyinin
takdir yetkisine sahip olması anormaldir” demişti. Bu eleştirilerin sonucunda, sıkça, seçilmişler Anayasa Konseyi yargıçlarının kanun yorumunda sahip oldukları özgürlüğü kısıtlayabilmek amacını güderek yeni
bir “Ana Kanunu” yazabilecekleri tehdidini savururlar.
Bu savunma tepkilerinin, red etmeye çalıştıkları kamuoyunun rekabetli ifadesinin, aynı zamanda siyasi gerçekliğini de üretiyor olması
önemli değildir. Çalışmalarından çıkan sonuç, halkın seçtiklerini kamuoyunun tek meşru sözcüsü yapan alışılmış temsilciliğin kırılıyor olmasıdır. Böylelikle, sürdürülebilir demokrasi kamuoyunun temsili birlikteliğini bozan demokrasidir. Aynı zamanda, sürdürülebilir demokrasi, temsili demokrasinin başka bir esası olan yöneticilerin bağımsızlık alanını
da zayıf hale getirmektedir.
C. DENETLEME HAKKI VE SEÇİLMİŞLERİN BAĞIMSIZLIĞI
Anayasa hukuku dilinde, seçilmişlerin bağımsızlığı “temsili vekâlet” ile gerçekleşir ve bu kavram modern hükümet biçimlerinin temelini
oluşturur. 1789’da, milletvekillerinin ilk kararı ‘Yakınma Defterlerinin’
zorlayıcı yükümlülüğünden kurtulup, kendilerini üç temel sınıf (Etats
généraux) tarafından seçilmiş olarak değil de Ulusal Meclis ilan ederek,
karar alma faaliyetlerindeki bağımsızlıklarını göstermekti. Kral, seçilmişlerin seçmenlere ‘Yakınma Defterleri’ aracılığı ile bağlı olduklarını
hatırlatarak, bu özgürlüğü eleştirmişti; ve milletvekilleri kendileri de
“özgürlük sarhoşluğu içinde olduklarından kendilerine devredilmiş yetkilerinin sınırlarını aştıklarını”19 kabul etmişlerdir. Ancak, bununla birlikte, milletvekilleri davranışlarının doğru olduğunu göstermek için, em18
Kültür Bakanı Jack LANG şöyle yazmıştı: ”1992 yazında, Paris’te, “medyaların
gücüne karşın bir güç” konusuna dair bir oturumun düzenlemesini öneriyorum”,
L’Express gazetesi, 27 Şubat 1992.
19
DE LAMETH, Alexandre, Histoire de l’Assemblée constituante, Montardier, 1828,
Bölüm 1, s.342.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
230
Sürdürülebilir Demokrasi
redici vekâletlerini kökten bir şekilde iptalini ilan ederler: Kendilerine
vekâlet verenlerin seçmenlerin arzularını yerine getirmek için değil de,
müzakere için seçilmişlerdir ve bu durum seçmenlerin, düşündüklerinin
aksine, bağımsız olduklarını ortaya koymaktadır. SİEYES, bu konu ile
ilgili olarak, temsilcilerin tekrarlamakla yetinecekleri, daha önceden
oluşmuş bir iradenin varlığından şüphe duymaktaydı; bu irade sadece
tartışmanın, fikir alışverişinin ve görüşlerin birbiriyle yüzleşmesinin
mümkün kılındığı Ulusal Mecliste oluşabilir diye yazardı20.
Bu emredici vekâletin yasaklanması, temsilcilerin özgürlüğünü kısıtlayan tüm mekanizmaların yasaklanması gibi, temsili rejimi ayrı kılan
bir özelliktir. Bu yasakların var olmasını demokratik rejimin oluşturucu
koşulları olarak gören ROUSSEAU, bunu çok iyi anlamıştı. Ancak hiçbir anayasa, temsili vekâletin esasına dokunur. 4 Ekim 1958 Anayasanın
27.maddesine göre “tüm emredici vekâlet geçersizdir”. Ve Anayasa
Konseyi 9 Mayıs 1991 tarihli kararında21, açık bir şekilde bu maddeye
dayanarak, “parlamento üyelerinin halkın temsilci sıfatları” nedeniyle”
“kanun yapma usulü çerçevesinde bazı parlamenterlere, belirli seçim
bölgelerinden gelmiş olmalarından dolayı, bazı ayrıcalıklar” tanınmasının mümkün olmadığını söyler. Anayasa Konseyi, Korsika ilinden seçilmiş parlamenterlere, Korsika meclisinin görüşünü almak için sunulmuş teklifler üzerinde veya o meclisten gelen kanun tasarıları üzerinde
özel bilgi edinmelerini öngören kanun maddelerini iptal eder. Böylece,
Anayasa Konseyi temsilcilere, üstlendikleri vekâletin anlamını ve kendi
meşruiyetlerinin dayandığı esasları hatırlatır: bir parlamenter belirli bir
seçim bölgesinden seçilir ancak o seçim bölgesinin temsilcisi değildir;
Fransız halkının temsilcisidir, halkın “yetkilisi” değildir.
Seçilmiş kişi, konumunu seçmenden alıyor olmasına rağmen onun
iradesine bağlı olmaması üzerine kurulmuş olan bu özel siyasi ilişki biçimi, temsili demokrasinin bugünlerde yaşadığı krizin merkezinde yer
alıyor; ve böylelikle, bu özel siyasi ilişki biçimi sürdürülebilir demokrasi
tartışmasının merkezinde de bulunuyor. Sürdürülebilir demokrasi, seçilmişlerin bağımsızlıklarına dokunmuyorsa da, bağımsızlıklarını daha
görünür hale getirerek onu kısıtlıyor, eleştirileri kolaylaştırıyor ve temsil
edenler - temsil edilenler ilişkisinin yeni kalıplara göre düşünülmesini
sağlıyor.
Karar alırken seçilmişlerin özerklikleri ortadan kalkacağına, bir
şekilde destekleniyor. Siyasetin gittikçe bir meslek haline gelmesi ile
temsilciler karar aldıkları zaman, savunmayı üstlendikleri toplumun ihtiyaçları yerine “doğal” bir şekilde kendi yararlarına yakın kararlar alıyorlar. Siyasi topluluk, ROUSSEAU’nun gösterdiği gibi, halkın ortak
20
21
SİEYES, Orateurs de la Révolution française, La Pléiade, 1989, s.1019.
C.C 91-290 D.C, 9 Mayıs 1991, J.O. 14 Mayıs 1991, s.6350.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nesrin YILMAZ SALES
231
“ben”inin karşısında, bireye özgü “ben”in üzerinde gelişir ve böylelikle
halkın iradesinden bağımsız, özel bir irade ile kendini ortaya koyar. Siyasetçiler karşılıklı olarak birbirlerine yanıt verirler, kendi aralarında
konuşurlar, rekabet gibi mesleki “oyunların” içine kapanırlar; böylece,
siyasetçiler ile bu konuda bilgisi olmayanlar arasındaki uçurum biraz
daha derinleşir. Sonuç olarak, “politika dünyasının” siyasi ve hukuki
anlayışı, her biri kendine özgü terminolojisi ile aynı sonuca erişiyor.
Çünkü bir meslek olarak, temsili vekâlet, hukuk düzeni içinde siyasi
temsilciliğin sadece uygulama hukuku olarak yansıtılmasından ibarettir.
Zaten SİEYES “yöneticiliğin bir meslek haline getirilmesi” zorunluluğu
ile temsili vekâletin arasında doğrudan bir ilişkinin var olduğunu açık
seçik anlatmıştı22.
Sürdürülebilir demokrasi, bu temsili yönteme dayanan ilişkileri
ortadan kaldırmıyor olsa bile, siyasetçilerin, kararlarında, yönetilenlerden bağımsız bir iradeyi ifade ettiklerini açık seçik ortaya koyar; ve
böylece yurttaşların beklentileri ile profesyonel siyasetçilerin yansıtmış
olduklarının arasındaki farklılıkları daha görünür hale getiriyor. Bu görünürlüğün kaynağı kamuoyunda başka temsil biçimlerinin gelişmesine
bağlıdır. Kamuoyu yoklamaları, kamuoyunun beklentileri ile seçilmişlerin beklentilerinin aynı sıralamaya uymadığını ortaya koyarak ve özellikle basın, siyasetçilerin özel çıkarlarını “açıklayarak” temsilciliğin karanlıkta kalmış alanlarının azalmasına katkıda bulunuyor. Pierre
BOURDİEU şöyle yazardı: “televizyon görünmezlik hayaline kapılan
siyasetçilerin kapalı kapılar arkasında oynamış oldukları, hükümdara
yakışır oyunları üzerinde bir pencere açmıştır”23. Bu “kuklalar ” etkisidir. İlk aşamada, bu kukla etkisi siyasi veya medeni düş kırıklığına yol
açabilir: mantıklı ve sadece kamu yararını düşünen temsilcinin o ideal
imajı silinmekte ve yerine, genel oydan elde etmiş olduğu konumunu
kullanarak kendi çıkarlarını kollamak amacı ile kaygılı, edepsiz bir siyasetçi imajı yerleşmektedir. İşte o zaman kamuoyu seçim yoluyla devretmiş olduğu yetkiden doğan üzüntüsünü ve hayal kırıklığını iki davranışı
ile açığa vurabilir: oylama eylemi hiçbir paylaşma hareketi içermediğinden, ya çekimser oy kullanır; ya da “politikalara” karşı, alaycı olanlar da
dâhil olmak üzere tüm, eleştiri biçimlerini destekler.
Ancak bu hayal kırıklığı, sonuçta temsil edenler ve temsil edilenler
arasında, temsil edilenlerin temsil edenler üzerindeki kontrolünü sağlayarak ve bağımsızlıklarını sınırlayarak, denetleme hakkı üzerine kurulmuş yeni bir ilişkinin gelişmesine yol açabilir. Politika ile ilgili bir söyleşisinde, ALAİN şunları yazmıştı: “demokrasiyi tanımlayan unsur, siyasi iktidarın kaynağı değildir, yönetilenlerin yönetenleri devamlı ve
22
23
Bakınız SİEYES, Orateurs de la Révolution française, La Pléiade, 1989, s.1019.
BOURDİEU, P. La vertu civile, Le Monde gazetesi, 16 Eylül 1988.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
232
Sürdürülebilir Demokrasi
uygun bir şekilde kontrol etmesidir”. Sürdürülebilir demokrasi ile siyasi
dünyada beliren yeni iş paylaşımının anlamı bu doğrultuda düşünülebilir: Temsilciler hala seçim yoluyla gelseler de kamuoyunun gözetimi ve
kontrolü nedeniyle baskı altında bulunan faaliyetlerini özgürce yerine
getiremiyorlar. Bu yeni demokrasi biçimi, MOSES FINLEY’nin Antik
Yunan demokrasi sisteminde24 ortaya koyduğu özelliklerin bir kısmını
taşıyor. Atina toplumu “yüz yüze”’liğin toplumuydu. Bugünlerde,
medya politika dünyasını şeffaf hale getiriyor ve kamuoyu temsilcilerinin hayatları, hareketleri, çıkarları, kavgaları ve amaçları ile ilgili her
şeyden haberdar oluyor. Atina toplumu yazıya değil de daha çok sözlü
ifadeye dayalı bir toplumdu. Bugünlerde ise, televizyondan duyduğumuz
sözler –ve beraberindeki görsel ifade - özenle yazılmış herhangi bir siyasi programdan daha çok kişiyi etkiliyor. MOSES FINLEY’e göre
Atina’nın bir demokrasi olması, seçim yoluna dayanmış olmasından
kaynaklanmıyordu. Atina’nın bir demokrasi olması, siyasi görevlerin bir
elit kesim tarafından yerine getiriliyor olmasına rağmen, “yurttaşın –
çiftçisi, zanaatçısı ve esnafı ile - daima kamu hayatıyla temas halinde”
olmasından, kamu hayatını kavrayabilir, işleyişini, hedeflerini ve dilini
anlayabilir ve böylece yurttaşın Şehir Devletindeki siyasi oyunlarına
ulaşabilir olmasına bağlıydı. Bugünlerde de, medyanın güncel çalışmaları yeniden “kamu hayatı ile teması” sağlayarak, CHIRACBALLADUR veya MITTERRAND-ROCARD çatışmalarının kaynağının, seçim süresinden önce, çevre ya da konutlara ilişkin kararların alınmasının nedenlerinin kamuoyu için gizlisi saklısı kalmamıştır.
Doğal olarak, bu yakınlaşmanın sınırları belirlenmiştir. Ne de olsa
bu yakınlaşmanın iki avantajı bulunmaktadır: Birincisi, demokratik katılımın, yani yurttaşın gerçekten etkin olabilmesi için ilk koşul kamuoyunun siyasi oyunların mantığına ulaşabilmesidir. İkincisi ise, sürdürülebilir demokrasiyi, temsilcilerin, kapalı kapılar ardında ve gizlice, yönetilenlerin iradesine bağlı kalmayarak karar aldıkları, hem temsili demokrasiden, hem de temsil eden ve temsil edilenler arasındaki farklılıkları silmekte olduğunu iddia eden, doğrudan demokrasi sisteminden ayırt etmesidir. Eğer sürdürülebilir demokrasiyi temsilciliği aşmış bir rejim olarak
tanımlamak mümkün ise, bu, halkın katılım alanını değiştirmesi ve genişletmesine bağlıdır. Bunu, seçim zamanları dışında, yöneticilerin devamlı ve etkili kontrolünü sağlayarak, kamuoyunun siyasi çalışmalarını
yerine getirebilmesi için özel yöntem biçimleri keşfetme yoluyla gerçekleştirir.
Bunların arasında, Anayasa Konseyi yargıçlarının oluşturdukları
yöntem, denetleme hakkının en etkili düzeyini ortaya koyuyor. Bu gösterilenlerin, kamuoyu yoklamalarının ve medyanın siyasi eylemler üze24
MOSES FİNLEY, L’invention de la politique, Flammarion, 1985.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nesrin YILMAZ SALES
233
rinde gerçek etkide bulunmadığını göstermez: Siyasetçiler, buna sık sık
itiraz etseler de, söylemlerinin, kararlarının ve davranışlarının kamuoyunun düşündüklerine yakın kalmasını ayarlayabilmek için bu kontrol
yöntemlerini de göz önünde tutmaktadırlar. Ancak, niteliklerinden dolayı halkın bu toplumsal katılımlarının demokratik kapsamı yetersizdir:
Bu yöntemler temsilciler için bağlayıcı değildir; müzakere ve mantık
yerine daha çok izleme ve duygular üzerinde kurgulanmışlardır; gazeteci
ve yorumculuk görevlerinin titizlikle yerine getirildiğini farz etmektedirler25. Kamuoyunun uyguladığı kontrol, Anayasa Konseyi yargıçlarının müdahalesi şeklini aldığı zaman bu tür “açıkların” bulunması mümkün değildir. Anayasa metnine yansıyan halk iradesine dayanarak, Anayasa Konseyi yargıçları, temsilcilere kanun yoluyla dernek kurma özgürlüğünün varlığının tartışmasını yasakladıkları zaman, kararları hukuken Parlamentoyu bağlamaktadır; buna göre uygun görülmeyen kanun
resmen yürürlüğe giremez. Her ne kadar, atanma sistemleri tartışılabilir
olsa da, Anayasa Konseyi yargıçlarının mesleki değerlerinden dolayı bu
yargısal denetim, müzakere ilkeleri, mantıksal kanıtlar ve eğitimsel gerekçeler doğrultusunda gerçekleşir.
Ayrıca, kamuoyunun denetleme yöntemleri arasında bu farklılıkların olması yöntemler arasında bir kademelenmenin bulunduğunun göstergesi değildir, sadece birbirlerini etkileyip ve birbirlerinden etkilenmek
vasıtası ile ortaya çıkan karmaşık ilişkilerin bulunduğunu göstermektedir. Çünkü Anayasa Konseyi yargıçları kamuoyu yoklamalarında, anketlerde ve basında yansıtılan kamuoyuna karşı duyarsız değillerdir.
Mauro CAPELLETTI şunları yazmıştı “medya topluluğu aracılığıyla, ya
da uzman edebiyatçı ve başka araçlar sayesinde de, Anayasa mahkemesi
yargıçları ile kamuoyu sıkı ilişkiler içindeler, çünkü yargıçlar “kamunun
eleştirisini” özenle dikkate almaktadır”26. Topluca, bu değişik denetleme
yöntemleri, yönetilenlere karşı yöneticilerin - temsili demokrasinin
özünde bulunan - bağımsız bir şekilde karar alabilmelerini kısıtlıyor.
Bunu, ya siyasi, ya hukuki olarak, ya da hem siyasi hem hukuki olarak,
yöneticileri, kamuoyunun yansıyan iradesini devamlı, yani iki seçim
süresini ayıran süre içinde de, göz önünde tutmalarını zorunlu kılarak
gerçekleştiriyor.
25
26
Bu konuda, gazetecilik mesleki ile ilgili tartışmalara bakınız Timisoara, a.g.e.
CAPPELLETTİ, M. Le pouvoir des juges, Economica, 1990.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
234
Sürdürülebilir Demokrasi
II. SÜRDÜRÜLEBİLİR DEMOKRASİ VE MÜZAKERE
Sürdürülebilir demokrasi, tartışmanın yaşandığı, müzakereci bir
demokrasidir. Elbette, temsili hükümet rejimi de bir takım müzakereler
içeriyor: Partilerde, gruplarda ve meclis komisyonlarında parlamenterler
kendi aralarında veya bakanlar ile karar almak için tartışmaktadır. Ancak, SİEYES’in tasarlamış olduğu model açısından, müzakere tek meclis
sınırları içinde gerçekleşir. Sürdürülebilir demokrasi ile, müzakere bu
sınırları aşıp kanun yapma faaliyetini toplumsal zeminin tümüne yayılıyor. “Parlamento kanun yapar” deyişi, geçmişte bir siyasi gerçeğin ifadesini oluşturuyor olsa da, günümüzdeki yasama yönteminin gerçeğini
tam yansıtmıyor. Birçok “yasa yapıcının” (entrepreneurs législatifs)
araya girmesi ile ve müzakere alanının yayılması sonucu, kanun yapmak
anlaşılması güç bir işlev haline gelmiştir. Dolayısıyla, genel iradenin
içeriği ve anlamı değişmiş bulunuyor. Karar tamamlanmış matematiksel
bir işlem değil de, daha çok yapımı açık bir olgudur. Rekabete açık ve
müzakereci nitelikte olan bu normların yeni açıklanma rejimi temsili
demokrasiyi aşmış olduğumuzun işaretidir.
A. MÜZAKERE VE YASA YAPICILARIN ÇOĞALMASI
Çoğu zaman örgütlenmiş olarak, kamuoyu bu yasa yapıcılardan birisidir. Dernekler, sendikalar, koordinasyonlar, sosyal eylemler taleplerini hukuk dili ile kaleme almayı biliyor ya da öğreniyorlar: Kanun teklifleri yazıyor, anayasal veya yasal değişiklikler hazırlıyor, gerekçe sunuyor, medyayı harekete geçiriyor ve emredici vekâletin yasağını hesaba
katmayarak, çalışmalarının parlamenterler tarafından sahiplenilmesini,
savunulmasını ve onaylanmasını bekliyorlar. Örneğin, hukuki ve adli
mesleklerin reformu ile ilgili kamuoyu – avukatlar, danışmanlar, noterler, muhasebeciler - o kadar önemli yasal faaliyetlerde bulunmuşlardır ki
bir milletvekilli, meclis toplantısı sırasında, “parlamenterlerin mi yoksa
baskı gruplarından birinin mi kanun yapmakta olduğunu”27 sormuştur.
Aynı şekilde, karşılıksız çekler ile ilgili kanun tasarısı, banka işleriyle
ilgili kanunun öngördüğü Tüketici Komitesinin çalışmalarından kaynaklanıyor. Tarımsal kamuoyu ise çoktan ve etkili bir şekilde parlamenterlere yasama faaliyetlerinde yardımda bulunmayı biliyor. Son zamanlarda, kamuoyunun yasama üzerindeki müdahalesi akil insanların toplandığı komiteler şeklinde gerçekleşiyor. Sivil toplumun ifadesi olarak
belirtilen bu komisyonlar, mesleklerinde unvan kazanmış deneyimli ve
bağımsız kişilerden oluşuyor. Görevleri yasal değişikliklere konu olabilecek sorunları incelemektir: Üniversiteler, vatandaşlık, görsel-işitsel
basın, ceza muhakeme usulü üzerinde raporlar hazırlanmış, ve kanun
27
BELORGEY, J-M. Libération gazetesi, 25 Nisan 1989.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nesrin YILMAZ SALES
235
tasarılarında hükümet değişik düzeylerde bunlardan faydalanmaktadır.
Yasa yapıcıların kategorisi daha alışılmış kurumları da içeriyor. Örneğin
24 Aralık 1976 tarihli kanunun 9.maddesince yasal metinlerin gerektirdikleri değişiklikleri telkin etmek yetkisine sahip olan Kamu Denetçisi,
1991 tarihli faaliyet raporunda kendi bürosunun hazırladığı tasarıların
“parlamenterler tarafından benimsenmekte ve savunulmakta olduğunun”28 altını çizmiştir. Daha şaşırtıcı olarak, yıllık raporunda, Yargıtay
da yasama organına yasal değişiklikler sunuyor ve önerilerde bulunuyor.
Yargıtay’ın girişimine karşılık, yasama alanında daha çok Danıştay’ın
rolü bilinir. Bu konuda Danıştay’ın müdahalesi, yazmış olduğu raporlar
yolu ile gerçekleşiyor: Örneğin raporda sunmuş olduğu önerilerin “adalet bakanlığınca hazırlanan metinde % 75’nin veya % 80’nin yansıtıldığını”29 söyleyen Danıştay Rapor Daire Başkanı Guy BRAİBANT’nın
tıbbi etik üzerinde yazdığı rapor gibi. Ancak Danıştay’ın yasama alanında tercih ettiği müdahale yöntemi, Anayasanın 39.maddesinde öngörülen tüm kanun tasarılarının Bakanlar Kurulunca kararlaştırılmadan
önce Danıştay’ın görüşüne sunulmasıdır. Bu müdahale biçimi çerçevesinde, Danıştay kanunu madde madde inceler, yazım diline getirilen hukuki düzeltmeleri ele alır, bulunuyor ise Anayasa Konseyi içtihadına
bakarak anayasaya uygunluğunu ve de siyasi yerindeliğini değerlendirir.
İnceleme sonucu elde ettiği gözlemleri bir “görüşte” bildirir ve bazen
şekil ya da içerikten dolayı, tasarıyı, tamamen ya da kısmen, yeniden
yazar ve Bakanlar Kurulunu kanunun değişik sürümleri ile karşı karşıya
bırakabilir.
Yasa yapıcısı yabancı bir ülkeden de gelebilir: Avrupa Birliğinin
önemine inanan Senato’nun Başkanı Alain POHER şunları söylerdi:
“Fransız Parlamentosu yavaş yavaş Avrupa Birliği normlarını tasdik
etmekle yükümlü basit bir meclis haline gelmiştir”. Gittikçe daha çok
yetkinin Avrupa Birliğine devredilmesi ve Avrupa Birliğinin yönerge
sayılarının çoğalması sonucu, bundan sıkça yakınan Parlamento, yetkisinin büyük bir kısmını yitirmiştir: Siyasi hedeflerin üzerinde hâkimiyeti
kalmamıştır, Avrupa Birliği hukuk düzeninin iç hukuk düzenine göre
üstün sayılması nedeniyle Parlamento o düzeyde belirlenmiş kurallara
uymak zorunluluğundadır; ve özellikle, Avrupa Birliği yönergeleri o
kadar ayrıntı ve açıklamalar ile yazılmış bulunuyorlar ki, Senato Başkanının söylediği gibi, Parlamentoya sadece tasdik etmek düşüyor.
En sonunda, rekabete dayalı bu normların açıklanma rejiminde kanunların resmen ilanını etkileyebilen özel bir yasa yapıcısı bulunuyor:
Anayasa Konseyi yargıçları. İçtihadı sayesinde, parlamenterleri zorunlu
tuttuğu ilke, hak ve hürriyetlerin çoğalması ve gerçekleştirdiği denetimin
28
29
Kamu Denetçisi Raporü, 1991, s.38.
BRAİBANT, G. Le monde gazetesi, 1 Ocak 1992.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
236
Sürdürülebilir Demokrasi
derinleşmesi ile – açık hatta tekniği, ölçülülük ilkesi, yorumlu red kararıAnayasa Konseyi Parlamentonun düşüncelerini ve çalışmalarını etkileyebiliyor: Bir kanunun yürürlüğe girmesini engelleyebilir, içeriğini değiştirebilir ve de bir maddeyi veya cümleyi iptal ederek dolaylı bir şekilde anlamını da değiştirebilir; yorumlu red kararı ile, bir kanunun eksiklerini tamamlayabilir ve de /ya da uygulanmasına yönelik talimat verebilir, veya 23 Ocak 1987 tarihli kararında30 olduğu gibi, sunmuş olduğu gerekçesinde kanunun yeniden yazılmasını önerebilir. Anayasa
Konseyinin yasama alanında oynamış olduğu rol sadece onun denetimine sunulmuş kanunları içermiyor, çünkü olası bir başvuru karşısında
hükümet kanun hazırlarken ve parlamento bir yasayı tartışırken, Anayasa
Konseyinin içtihadını tedbir olarak dikkate alıyor.
Tabi ki bu yeni normların açıklanması rejiminde, yasal metinlerin
büyük bir kısmını hazırlayan hükümet kurumunun ve onları görüşen,
üzerlerinde değişikliklerde ve oylamada bulunan parlamento kurumunun
oynadığı rolleri de unutmamak gerekiyor. Tabii ki, bu kurumların kendilerine özgü rollerini küçümsememek gerekiyor: Hukuken Anayasa
Konseyinin vermiş olduğu kararlar bu kurumları bağlıyor, oysa ki hiçbiri
kamuoyunun, akil insanlar komisyonlarının, Kamu Denetçisinin, bilirkişilerin, Yargıtay’ın ya da Danıştay’ın önerilerini göz önünde tutmaya
zorunlu değildir. Ancak sürdürülebilir demokrasi modelinde, hükümet
ve parlamento kanunun yapılmasında başka yasa yapıcısının da bulunduğu çetrefil ilişkilerden oluşan bir bütünlüğün içinde yer alır. Başka bir
deyişle, kanun yapma usulüne başka aktörlerin de katılıp kararların müzakereye dayanarak alındığı bir bütünlüğün içinde.
Normların yapılma usulü üzerine faaliyet gösteren değişik kurumlar müzakere kuralına uymaktadırlar. Vatandaşlık kanunu, insan bedeninin hukuki statüsü, veya görsel-işitsel basın ile ilgili reformlar üzerinde
çalışan “akil insanlar”, değişik kesimlerden geldikleri için, başlangıçta
önerilecek çözüm hakkında aynı kanıda değildir. Önce karar vermek için
müzakerede bulundular, her biri, sosyoloğu, hukukçusu, tarihçisi, doktoru veya gazetecisi, karşısındakinin görüşünü dinleyip, kendi çözümü
ile ilgili düşünemediği sakıncaların veya yararların altını çizdi; ve sonunda, bu anlayışlı bilgi paylaşımı ve tartışma sayesinde ortaya çıkan
çözüme bağlı olarak, kendi görüşünü değiştirebildi. Aynı şekilde, Anayasa Konseyinde uygulanan usulün ilkel olgulara dayanması alınacak
kararın tartışmalı müzakereden ibaret olmasına engel değildir.
Normların ortaya çıkmasına ilişkin bir çok aktörün bulunması müzakereyi gerekli kılar. Belirli bir konuda, tüm yasa yapıcıların aynı
yönde çözüm sunmaları olasılığı düşük bir ihtimaldir, çünkü temsil ettikleri kesimin ayrı kaygı ve çıkarları sebebiyle, tamamen karşıt veya
30
CC 86-224 D.C 23 Ocak 1987.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nesrin YILMAZ SALES
237
değişik sonuçlara ulaşabilirler. En sonunda elde edilen karar, müzakere
sonucu mutlaka rekabet içindeki çözümlerin birbirleri ile karşılaştırılmış,
tartışılmış ve incelenmiş olmasından kaynaklanır. AIDS virüsünün araştırılmasını zorunlu hale getiren karar bu konuya iyi bir örnek oluşturuyor. Salgını önlemek için Aralık 1991’de Parlamentonun önerdiği bu
seçenek, Sağlık Bakanlığı tarafından “yetkili kurumların” görüşüne sunulmuştur. Sayısı beşe ulaşan bu kurumların içinde, ikisi – Milli Tıp
Akademisi ve Doktorlar Birliği - AIDS virüsünün araştırılmasının zorunlu hale getirilmesini uygun görürken, üç tanesi ise –Milli AIDS Konseyi, Kamu Sağlığı Yüksek Kurumu ve Milli Etik Komitesi- buna karşı
geliyor. Bu uyuşmazlıktan doğan tartışma “mantığa dayalı ve mantığa
uygun gerekçelerin paylaşımına” yol vererek, bakanın ifade etmiş olduğu gibi “eğer belirli koşullarda AIDS virüsünün araştırılması zorunlu
hale getirilir ise, araştırmaların yoğunluklarını çoğaltırız” sonucuna ulaşılmıştır. Bu nedenle, bakan virüsün araştırılmasının sistematik olması
önerisini kabul etmemiştir. Yine de müzakere sona ermemiştir, hem
Parlamento’da, hem de başvurulduğu takdirde Anayasa Konseyinde devam edecektir.
Bu iki müzakere türü, kamu tartışmalarının önünü açıp, onları verimli hale getiriyor. AIDS virüsü araştırmalarının zorunlu hale gelip
gelmemesi, insan bedeninin ticari nitelikte olup olmaması, Sosyal Sigortalar Kurumunun vergilendirilmesi veya vergilendirilmemesi… gibi
tüm bu konular ile ilgili değişik çözüm yolları özellikle de medya aracılığıyla kamuoyunun görüşüne sunulmuştur. Herkes yaygın ve çelişkili
bilgilere dayanarak kendiliğinden bir karar verebilir, aynı zamanda da şu
ya da bu çözümü tercih ettiğini belirterek, toplumsal müzakereyi etkileyebilir. Bu anlamda, bozuk kan içeren kan nakli sonucu mağdur olan
kişilerin uğradıkları zararın tazmini konusunda ve tazminat biçimi ile
ilgili olarak hükümetin tavır değiştirmiş olması kamuoyu yoklamalarının, medyanın ve derneklerin yansıtmış olduğu kamuoyu tepkisine bağlıdır. Aynı şekilde, İçişleri Bakanınca düşünülen transit bölgeler düzenlemesine karşı kamuoyunun sert tepkisinden dolayı, Başbakan hem senato, hem meclisin çoğunluğu tarafından bu kanunun oylanmış olmasına
rağmen bu konu üzerindeki tartışmanın kapanmadığını kabul etmiş ve
Anayasa Konseyinin kararından sonra yeniden tartışmayı sürdürmek
gerektiğini söylemiştir. Aynı zamanda, Başbakan, Anayasa Konseyinin
vermiş olduğu kararın hükümetin kararı doğrultusunda gerçekleşmesi
durumunda, yargı kararının “yasal sürümünü bulmak” gerektiğini de
itiraf etmiştir31.
31
CRESSON, E. Etat Républicain, Etat de Droit, Le Monde gazetesi, 29 Şubat 1992.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
238
Sürdürülebilir Demokrasi
B. MÜZAKERE VE GENEL İRADE
Müzakere ilkesinin genelleştirilmesi sadece karar alma tekniğiyle
ilgili bir genelleştirme değildir: Alınan kararın içeriği, anlamı ve daha
çok genel irade kavramının içeriği ve anlamı da bu müzakere olgusundan etkilenir32. Temsili demokrasi modelinde, genel irade askeri anlamda bir “kandırmacadır”; şöyle ki tamı tamına tüm bireysel iradelerin
genel toplamına benzeyen, fakat aslında genel toplamı ifade etmeyen bir
nesnedir; o sadece o andaki siyasi çoğunluğun iradesidir. Sadece çoğunluk olduğu bilinen bir iradeye genel niteliğinin yüklenmesine dayanan bu yapay durum, genel iradenin kuramcıları tarafından her şeyden
önce işlevsel nedenlerle açık bir şekilde tanınmış ve düşünülmüştür.
Toplumsal çeşitlilik gerçeği karşında herhangi bir konuda bireylerin oybirliğine ulaşması mümkün olmadığından, ancak bu oybirliğine itaat
etme ile yurttaşların siyasi özgürlüklerini bağdaştırmak için gerek duyulduğundan, SİEYES’in yazmış olduğu gibi “belirlediğimiz bir çoğullukta ortak iradenin niteliklerini tanımak mecburiyetindeyiz” yani çoğunluk iradesi içinde tanımalıyız33. Bu kuramsal gösteriş -yani çoğunluğun genel olması için ikisini aynı anlama geldiğine inandırmak –tabii ki
azınlıkta olan düşünceler bakımından bazı sonuçlar doğurur: En kötü
ihtimalle bu düşünceler yok sayılır, veya en iyi ihtimalle yanlış kabul
edilir, fakat her durumda da dikkate alınmamaları gerekir.
JJ.ROUSSEAU şöyle der: “milletin meclisine bir kanun sunulduğu zaman, herkes oyunu vererek görüşünü bildirir ve oyların hesaplanması
sonucu genel iradenin kararı elde edilir; fakat benimkine karşıt bir görüş
üstün gelirse bu durum, benim yanılmış olduğumdan başka bir şeyi kanıtlamaz ve genel irade olduğunu sandığım şeyin öyle olmadığını gösterir”34. Genel iradenin bu kavrayışıyla, azınlıkta olan görüş veya görüşler
hiçbir zaman geçerli, mantıklı ve saygı değer olarak kabul edilmezler;
onlar ancak hatadır. Bu hataları yapanların genel iradeye uygun olarak
karar verilmiş şeye katılmak üzere hatalarını kabul etmeleri, onlardan
vazgeçmeleri ve böylelikle bağımsız özneler olmaları beklenir. Bu durumda, temsili demokrasinin- en azından 1789’dan doğan Fransız anlayışına göre- neden hiçbir zaman azınlıkların konumu ve rolü üzerine
düşünmeyi başaramadığını; veya neden azınlıklara, genel irade hakkındaki çoğunluğun fikrine tabi olmak üzere, kendi bakış açılarından feragat etme hakkından başka bir hak tanımadığını anlamak kolaydır.
32
MANİN, B. Volonté générale ou délibération ? Esquisse d’une théorie de la
délibération politique, Le débat, no 33, 1985, s.72.
33
SİEYES, Vues sur les moyens d’exécution dont les représentants de la France
pourront disposer en 1789, Paris, op. cit., s.75.
34
ROUSSEAU, J.J. Le contrat social, Flammarion, 1966, s.149.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nesrin YILMAZ SALES
239
Normların rekabet halinde belirlenmesine ilişkin rejimin merkezine müzakere ilkesini koyarak, sürdürülebilir demokrasi modeli, genel
irade kavramını şimdiye kadar kabul edilen anlamından daha derine götürür: genel irade açıkça bir çoğunluğun basit onayı olarak görünür. Fakat çelişkili olarak bu onay, genellik idealine daha fazla yakındır, üstelik
bu yakınlık önceden olduğu gibi yapay bir durum da değildir. Bir şekilde, sürdürülebilir demokrasi ile, hepimizin iradesinden doğan kurallara itaat edilmesinin tek meşru dayanağı olarak düşünülen oybirliği, tam
anlamıyla bir kandırmaca değildir. İrade, çoğunluğun seçimi olsa bile
daha genel olur, çünkü bütün özel iradelerin göz önüne alınmış olmasından daha sonra ortaya çıkar. Eğer kararlar şeklen, belli bir zamanda,
parlamentoda matematiksel olarak çoğunluğa sahip kişiler tarafından
alınmışsa, salt çoğunluk iradesinin ürünü değildirler: kararlar, değişik
oranlarda, azınlıkta olan düşünceleri de içerir. Bu içerme, müzakere ilkesinin genelleştirilmesinin zorunlu bir sonucudur. Bu ilke, değişik yasa
yapıcıları tarafından önerilen çözümleri, hatalar olarak değil, dikkatli bir
incelemeyi gerektiren mantıklı olasılıklar olarak dikkate almaya davet
eder, ve gerektiğinde bu olasılıklara ait bazı önerilerin nihai olarak benimsenecek kararda yer almalarını sağlar. Guy BRAİBANT veya
Mireille DELMAS- MARTY insan bedeni statüsü veya adli reform ile
ilgili kanun tasarılarının kendi önerilerinin sadece bir kısmını içerdiğini
söyledikleri zaman – Guy BRAIBANT’na göre % 75ini - bu tasarılarda
başka aktörlerin görüşlerinin de göz önüne alındığını ve de çoğunluğun
almış olduğu kararın birçok özel iradenin genel ürünü olduğunu kabul
etmektedirler.
Genel irade kavramının anlam değişikliğinde Anayasa Konseyinin
oynamış olduğu rol önemlidir. Hükümetteki çoğunluğun iradesini yansıtmak olan basın şirketlerinin bir yönetim altında toplanması reformuna
azınlıktaki parlamenterler itiraz etmektedir; Anayasa Konseyine başvuran azınlık haklı bulunur ve böylece kanunun kısmen kendi görüşlerini
de yansıtması olanağını elde eder. Hükümetteki çoğunluğun iradesini
yansıtmakta olan “Korsika milleti Fransız milletinin bir parçasıdır” formülüne azınlıkta bulunan parlamenterler itiraz etmektedir: Anayasa
Konseyine başvuran azınlık bu cümlenin kaldırılmasını sağlar ve çoğunluğun yazdığı kanunda kendi iradesinin bir parçasını zorla kabul ettirir. Böylece genel irade çoğunluktaki ve azınlıktaki iradelerin veya tam
olarak sunulmuş olan birkaç önerinin toplamından ibarettir. Bunun için
bu toplamın ürünü olan siyasi karar, temsili demokrasi modelinde olduğundan daha çok, modern siyaset düşünürlerinin laik siyasi düzeni meşrulaştırmak amacıyla aramakta oldukları oybirliğine yakın kılmaktadır.
Anayasa Konseyi “kanun anayasaya uygun olduğu takdirde genel iradeyi
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
240
Sürdürülebilir Demokrasi
ifade etmektedir”35 dediği zaman anayasa yargıcı anayasa metninin tüm
yurttaşların oybirliği ile uzlaştıkları her şeyi ifade ettiğini söylemektedir
ve bundan dolayı çoğunluğun belirtmiş olduğu iradenin genel sayılması
için onun sıkı biçimde bireylerin tümünün kabulünü içeren Anayasa hükümlerine uyması gerekir. Bu anlamda “Korsika milleti” formülü çoğunluğun iradesini ifade ediyor olmasına rağmen genel iradeyi yansıtmamaktadır, çünkü Konseyin söylediği gibi “iki yüz seneden beri”36
yurttaşların tümü tarafından kabul edilmiş Fransız halkının bir bütün
olduğu ilkesine aykırıdır. Elbette, iradenin oybirliğine tam olarak ulaşılamaz, çünkü azınlığın sunmuş olduğu önerilerin, çözümlerin ve düşüncelerin bir kısmı göz önüne alınmamaktadır. Ancak sürdürülebilir demokrasinin mantığı azınlığa veya azınlıklara, genel iradeyi oluşturmaları
için yetki tanımak değildir. Bunun mantığı iki seçim arasındaki dönemde, çoğunluğun görüşlerinin incelenmesine, tartışılmasına ve gerektiğinde kararın son haline aktarılmasına zorlayarak, azınlığa, genel iradenin oluşumuna müdahalede bulunması için bir olanak tanımaktır. Ve
bu olanağın varlığının mümkün kılınması sadece sürdürülebilir demokrasinin içerdiği kanun yapma rejiminde yer alan kurumların sayıca çok
ve rekabet içinde olmaları nedeniyle genel iradenin oluşması için özel
iradelerin hesaba alınmasına bağlıdır.
C. MÜZAKERE, GENEL OY VE DEMOKRASİ
Her şeyden önce, bu normların yeni açıklanma rejimi, tüm yurttaşların kendileri ya da temsilcileri aracığıyla genel iradenin oluşumuna
katkıda bulunduklarına dair demokratik ilkeden çok uzak duruyormuş
gibi görünüyor. Öyle ki, bu rejimin özgünlüğünün temel özelliği genel
oy ile ilgisi olmayan yasa yapıcılarına yer vermesidir: Kanun yapmakta
her zaman bir görev üstlenmiş olsalar da, tercihleri siyasi rekabetin ve
yargı denetiminin baskı koşullarına maruz kalan halkın seçtikleri, sadece
normatif sistemin bir parçası ve sıradan bir unsuru haline gelmiştir. Bu
durumda, kanunun artık halkın seçtiği temsilcilerin eseri olmaktan çıktığı bir sistemi nasıl demokratik olarak nitelemeye devam edebiliriz ?
Zaten, seçilmişlerin rollerinin azımsanması tamamen yeni bir olgu
değildir; 19’uncu yüzyılın ortalarından bu yana, yani genel oy sisteminin
ortaya çıkmasıyla, belirgin bir eğilimin içinde yer almaktadır. Evelyne
PISIER, yasama organının genel oy ile seçilebileceği ihtimalinin var
olmasından itibaren demokratik isteğin normu tehdit ettiğini ve de kanunun yasa koyucunun iradesi dışında tutulmaya çalışıldığının görüldü-
35
36
C.C. 85-197, DC, 23 Ağustos 1985, R. s.70.
C.C. 91-200 DC, 9 Mayıs 1991, J.O., 14 Mayıs 1991, s.6350.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nesrin YILMAZ SALES
241
ğünü yazmıştı37. Ve, 1879’dan 1914’te, Fransız kamusal doktrinin kavramlarının gelişimi ile ilgili değerli çalışmasında, Marie-Joëlle
REDOR38 ekol ayrılıkların ötesinde, hukukçular, o günlerde, hukuk devleti teorisinin, büyük bir kısmını, genel olarak siyasi demokrasiye karşı
düzenlediklerini gösterir: Hukukçulara göre, oylama sistemin evrenselleşmesi, yetersizlikleri, bencil çıkarları yararına genel yararı unutmuş
olmaları, seçilmişlerin artık kanunun efendileri olarak kabul edilemez
oldukları fikrinin doğruluğunu gösterir, hatta bunu gerektirir. Kuşkusuz,
doktrin yargıcın denetim gücünü arzuladığı kadar benimsetmesi konusunda başarılı olmamıştır. Ancak, belirtmek gerekir ki kanun, o andan
itibaren, yasama organından daha çok yürütme güçlerinin ve iradenin
eseridir ve de, buna bağlantılı olarak, “genel eğilim hukukçuların, giderek yürütme işlevlerine katılmaları yönündedir”39. Tarihe bakılırsa, bu
günlerde geçerli olan normların açıklanma rejimin geçmiş doktrinin arzularını canlandırıyor olduğuna inanmak mümkün görünüyor. Çünkü
halk tarafından seçilmişlerin normatif gücü azalmış ve de yargıç ve hukukçular yalnız belirleyici yasa yapıcıları olarak değil, normun özünde
bulunan niteliğinin de destekçisi olarak düşünen kuruluşlar tarafından
zorunlu tutulmuştur. Ve gerektiğinde, bu normların yeni açıklanma rejimi, bir ilerlemeden daha çok bir demokratik gerilemeyi ifade ettiği
sonucuna ulaşmak mümkündür.
Bu sözler dayanaksız değildir. Ya da tam olarak demokraside gücün kullanılması için kabul edilebilir tek meşruiyetin seçimle gelen meşruiyet olduğu varsayımdan yola çıkarsak bu sözler dayanaksız değildir.
Eğer “demokrasi”nin anlamı ve tanımı “seçim şekli” ise ve sadece bu
yönde olabilirse, normların şimdiki açıklanma sistemi demokratik olarak
nitelenemez. Ancak, bu varsayım, özellikle, tartışılabilir. İlk önce, bilgi
kuramı açısından tartışılabilir: Çünkü bu “seçim” tanımını, kanun yapma
mekanizması ile karşılaştırdığı, Heideger’in düşündüğü anlamda, demokrasinin tam Varlığı olarak görür, oysaki bu mekanizmayı karşılık
olarak meşru kılan hangi “demokratik olabilirliğini”, hangi özel demokratik gerçeği, demokrasinin hangi anlamını üretmekte olduğunu ortaya
koymak gerekmektedir. Sonra, bu varsayım tarih açısından da tartışılabilir. Çalışmalarında ve özellikle demokrasinin keşfi ile ilgili kitabında,
Moses I. FINLEY açık bir şekilde göstermektedir ki eğer “antik yunanı
seçimler rejimi olarak nitelemek yanlış olsa de, yine de antik Yunanlıların demokrasi diye adlandırdıkları sisteme halkın gerçek bir katılımı
37
PISIER, E. L’obéissance et la loi : le droit, in Histoire des idéologies, Hachette,
1978, s.6350.
38
REDOR, M-J., De l’Etat légal à l’Etat de droit, Economica, 1992.
39
GAUDEMET, Y-H., Les juristes et la vie politique de la Troisième République, PUF
1970, s.30.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
242
Sürdürülebilir Demokrasi
bulunmaktaydı”40. Başka bir değişle, seçim kendiliğinden, ya da kaçınılmaz olarak, demokrasinin tek ve tekelci, yeterli ve ayırt edici ilkesi değildir; iktidarın kullanılmasına değin halkın tek katılım şekli, demokratik
meşruiyetin tek olanağı, değildi ve değildir.
Bu düşünceleri göz önünde bulundurarak, normların yeni açıklanma rejimi, halka seçim zamanları dışında bile, ya kuralların içeriğine
ilişkin müdahalesi yolu ile ya da temsil edildiği ve kendisini ifade ettiği
değişik biçimler aracığıyla kuralların denetimi ve değerlendirilmesi ile,
egemenliğini öne çıkartma olasılığını verdiği anlamda demokratiktir.
Böylece normların açıklanmasında rol oynayan bu biçimlerin birçoğu
genel oydan kaynaklanmamaktadır – dernekler, akil insanlar komisyonları, Anayasa konseyi…- yine de kamuoyunu temsil etmektedirler çünkü
temsil ilişkisini oluşturmakta olan seçim değildir; MARX’ın 18 brumaire
de yazmış olduğu gibi, temsilcilerin “teorik olarak yönelmiş oldukları
aynı sorunlara ve aynı çözümlere pratik olarak maddi çıkarlarının ve
sosyal durumları nedeniyle yönelen” temsil edilenlerin varlığıdır ve bu
da, yazarın belirtiği gibi, kültürleri ve özel durumları nedeniyle temsil
edenler ile, temsil edilenlerin arasında bir “uçurum41” fark olmasına rağmen. Hiç kimse akil insanlar komisyonların, Danıştay’ın ya da Anayasa
Konseyinin oluşumunun bu “uçurumu” görünür hale getirdiğini inkar
edemez; ancak, MARX’a bakacak olursak, kamuoyunun bizzat kendisinin kabul ettiği, düşündüğü ve tanıdığı sınırları aşmayan teklifler aracılığıyla kamuoyunun kaygılarını ifade edebilmesi durumunda bu, onların
temsilci sıfatlarından mahrum edilebilmeleri için yeterli değildir. Bu
şartlar altında, normların açıklanma sürecindeki müdahaleleri meşrulaşır
ve ayrıca halkın katılımını ya da/ ile kamuoyunu bu süreç üzerindeki
aralıksız denetim hakkını sağlar.
**
*
Sosyoloji derslerinde, DURKHEIM şunları yazmıştı: “demokrasi
topluluğun bizzat kendisinin en mutlak şuuruna ulaştığı bir siyasi biçimdir”. Ve şöyle devam etmiştir: “ Kamusal işlerin işleyişinde müzakerenin, mantığın, eleştirinin rolleri ne kadar çok önemli olursa, bir halk da o
kadar demokratik olur”. Ve onun için, demokraside gerekli ve ayırt
edilmesi gereken, temsilciliğin yokluğu ya da yok edilmesi değildir, bu
yönetimin temsilciliği çoğunluğunun dikkatine tabi tutulması, “aralıksız
şekilde” temsilcilerin ve yurttaşların arasında bir iletişimin bulunması,
temsilcilerin davranışlarının yurttaşların daimi denetimi altında kalmasıdır.
40
41
FINLEY, M I, L’invention de la politique, Flammarion, 1985, s.111.
MARX, K. Le 18 brumaire de Louis Bonaparte, Sociales yayın evi, 1969, s.51.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Nesrin YILMAZ SALES
243
Sürdürülebilir demokrasinin, geçici, tanımı bu anlamda olabilir.
Temsil eden ve temsil edilenler arasındaki farklılıkları silen doğrudan
demokrasinin tanımından farklıdır; temsili aracını denetimden kaçırmakla görevli, işleyişi ile temsili demokrasinin tanımından da farklıdır.
Temsilciliğin ötesinde bir durumu tanımlamaktadır; temsilciliği yok
edebilir olmasından dolayı değil, halkın katılım alanını biçimlendirdiği
ve genişlettiği içindir. Sürdürülebilir demokrasiyi temsilciliği aşmış bir
rejim olarak tanımlamak mümkündür, çünkü onu yok etmek yerine, halkın katılım alanını değiştirmekte ve genişletmektedir ve bunu da seçim
zamanları dışında, yöneticilerin devamlı ve etkili kontrolünü sağlayarak,
kamuoyunun siyasi çalışmalarını yerine getirebilmesi için özel yöntem
biçimleri keşfetmek yolu ile gerçekleştirir.
KAYNAKÇA
BOURDIEU, P. La vertu civile, Le Monde gazetesi, 16 Eylül
1988.
CHAMPAGNE, P. Faire l’opinion, le nouveau jeu politique,
Minuit, 1990, Politix 1989.
CRESSON, E. Etat Républicain, Etat de Droit, Le Monde gazetesi,
29 Şubat 1992.
DE LAMETH, Alexandre, Histoire de l’Assemblée constituante,
Montardier, 1828.
DUVERGER, M. Les citoyens enchaînés par les notables, Le
Monde gazetesi, 10 Ağustos 1984.
DUVERGER, M. La démocratie sans le peuple, Seuil, 1967.
DUVERGER, M. La République des citoyens, Ramsay, 1982.
FINLEY, M I, L’invention de la politique, Flammarion, 1985.
GAUDEMET, Y-H., Les juristes et la vie politique de la Troisième
République, PUF 1970.
HAURIOU, M. Précis de droit constitutionnel, Sirey, 1929.
LACROIX, B. A quoi servent les sondages ?, R.S.A.M.O, 1988.
LEHİNGUE, P. Usagers et effets politiques de la codification, la
réglementation des sondages d’opinion en France, in Les usagers du
droit, CURAP 1989.
MANİN, B. Volonté générale ou délibération ? Esquisse d’une
théorie de la délibération politique, Le débat, no 33, 1985.
MARX, K. Le 18 brumaire de Louis Bonaparte, Sociales yayın
evi, 1969.
MOSES FİNLEY, L’invention de la politique, Flammarion, 1985.
PISIER, E. L’obéissance et la loi : le droit, in Histoire des
idéologies, Hachette, 1978.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
Sürdürülebilir Demokrasi
244
REDOR, M-J., De l’Etat légal à l’Etat de droit, Economica, 1992.
ROUSSEAU, D. Une résurrection : la notion de constitution, RDP,
1990.
ROUSSEAU, J.J. Le contrat social, Flammarion, 1966.
SEILER, B. Resmi Gazete, Deb. Sénat, 13 Haziran 1990.
SIEYES, Sur l’organisation du pouvoir législatif et la sanction
royale, in Les orateurs de la Révolution française, La Pléiade, 1989.
SIEYES, Vues sur les moyens d’exécution dont les représentants
de la France pourront disposer en 1789, Paris.
SİEYES, Orateurs de la Révolution française, La Pléiade, 1989.
SOFRES Kamuoyu Yoklamaları tarafından, Le Monde gazetesi
için hazırlanmıştır, 6 Ekim 1984.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
EĞİTİM VE BİLİM EMEKÇİLERİ SENDİKASI v. TÜRKİYE
DAVASI (İNSAN HAKLARI AVRUPA MAHKEMESİ
İKİNCİ DAİRE KARARI)*
(EĞİTİM VE BİLİM EMEKÇİLERİ SENDİKASI v. TURKEY (EUROPEAN COURT
OF HUMAN RIGHTS: JUDGEMENT OF SECOND SECTION))
Çeviren/Translated by: Tolga Şirin**
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası v. Türkiye davasında,
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi aşağıda ismi sayılan üyelerden
kurulu bir daire halinde (İkinci Daire) toplanarak ve 28 Ağustos 2012’te
gizli müzakere yaparak, bu tarihte kabul edilen aşağıdaki kararı vermiştir:
Başkan, Françoise Tulkens,
yargıçlar, Danutė Jočienė,
Isabelle Berro-Lefèvre,
András Sajó,
Işıl Karakaş,
Paulo Pinto de Albuquerque,
Helen Keller
ve yazı işleri müdürü Françoise Elens-Passos,
USUL
1. Dava, Türkiye hukukuna gore kurulan bir sendika olan ve “Eğitim-Sen” olarak da bilinen Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (başvurucu sendika) tarafından, 3 Temmuz 2005’te, İnsan Haklarının ve Temel Hakların Korunmasına İlikin Sözleşme’nin (Sözleşme) 34’üncü
maddesi uyarınca, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yapılan bir başvurudan
kaynaklanmaktadır.
2. Başvurucu sendika, Ankara’da avukat olarak çalışan bay A.
Sayılır tarafından temsil edilmiştir. Türkiye hükümeti (Hükümet), vekilleri tarafından temsil edilmiştir.
*
Başvuru no : 20641/05, Karar tarihi: 25 Eylül 2012. Karar İngilizce resmi tercüme
esas alınarak çevrilmiştir.
**
Dr., Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı
246
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası v. Türkiye Davası
3. Başvurucu, Sözleşme’nin 6, 10 ve 11’inci maddelerinin ihlal
edildiğinden şikâyetçidir.
4. 6 Ekim 2009’ta başvuru bildirimi Hükümet’e iletilmiştir. Başvurunun kabul edilebilirliği ve esası hakkında aynı zamanda karar verilmiştir. (Sözleşme’nin 29 § 1 maddesi).
DAVANIN ESASI
I. DAVA KONUSU OLAYLAR
5. Eğitim ve bilim emekçileri sendikası Eğitim-Sen (Sendika) 13
Ocak 1995’te Ankara’da kurulmuştur. Sunulan bilgiye göre sendika, 90
dalda 167.000 üyeye sahiptir ve 430 ilçe ve şehirde bulunmaktadır. Eğitim Enternsyonali üyesi olan KESK’e (Kamu Emekçileri Sendikaları
Konfederasyonu) bağlıdır.
6. Sendika, 15 Eylül 2001’te, Tüzüğü’nün 2’inci maddesini şu şekilde değiştirmiştir:
“[Eğitim-Sen] toplumun bütün bireylerinin, temel insan hakları ve
özgürlükleri doğrultusunda, herkesin kendi anadilinde, cins ayrımcı olmayan, eşit demokratik, laik, bilimsel, parasız ve kamusal nitelikli eğitim görmesini savunur.”
A. İlk kapatma takibatı
7. Ankara Valisi, 15 Şubat 2002’de, başvurucu sendikadan,
“anadilinde” kelimesini, Anayasa’nın 3 ve 42’inci maddeleri ile 4688
sayılı Kamu Görevlileri Sendika Kanunu’nun 1 ve 20’inci maddelerini
ihlal ettiği gerekçesiyle, içtüzüğünden silmesini istemiştir
8. Başvurucu sendika, Vali’ye, çok yoğun olduğu bilgisini sunmuş
ancak 30 Haziran 2002 tarihine kadar tüzüğünü değiştirme taahüdünde
bulunmuştur
9. Vali, 29 Mart 2002’de, 4688 sayılı Kanun’un 37’inci maddesi
uyarınca, Ankara cumhuriyet savcısından başvurucu aleyhine tüzüğünün
2 (b) maddesinde gerekli değişikliği yerine getirmediği gerekçesiyle
kapatma davası açma talebinde bulunmuştur.
10. 3 Temmuz 2002’de başvurucu, içtüzüğünün 2 (b) maddesini şu
şekilde değiştirmiştir:
“[Eğitim-Sen] toplumun bütün bireylerinin ana dillerinde eğitim
görmesini ve anadillerinde öğrenim görmesini ve kültürlerini geliştirmesini savunur.”
11. Cumhuriyet savcısı, 16 Temmuz 2002’de, Vali’nin talebi üzerine başlatılan kapatma takibatı hakkında, delillerin ve suç isnadının yetersizliğinden dolayı takipsizlik kararı vermiştir. Cumhuriyet savcısı bu
kararında öncelikle, başvurucu sendikanın içtüzüğünün 2 (b) maddesinde
“kişilerin anadilinde öğrenim görebilmesini” düzenleyen bir değişiklik
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin
247
yaptığını beyan etmiş, ayrıca kamuoyunda ve siyasi partiler içinde konuyla ilgili bir tartışmanın sürmekte olduğunu ve konunun parlamento
müzakere edildiğini ifade etmiştir. Sacvı, bu koşullar altında başvurucu
sendika aleyhine kapatma davası açılması ve yönetim kurulu üyeleri
hakkında cezai takibat yapılmasının uygunsuz olacağına karar vermiştir.
12. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (Bakanlık), 15 Ekim
2002’de yapılan inceleme neticesinde, sendika içtüzüğünün 3 Temmuz
2002 tarihinde değiştirilmiş şekliyle, 4688 sayılı yasaya uygun olduğu ve
ihtilaflı maddenin yasayla uyumlu bulunduğuna karar verdiğine ilişkin
başvurucu Sendika’ya bilgi sunmuştur.
B. İkinci kapatma takibatı
13. Türk Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanlığı, 27 Haziran
2003’te bakanlıktan, 3 Temmuz 2002 tarihinde değiştirilmiş sendika
içtüzüğünün 2 (b) maddesinin Anayasa’nın 3 ve 42’inci maddelerini
ihlal ettiği gerekçesiyle, başvurucu sendika aleyhine gerekli tedbirlerin
alınmasını talep etmiştir.
14. Bakanlık, 15 Temmuz 2003’te Ankara cumhuriyet savcısından,
başvurucu sendikanın içtüzüğünün 2 (b) maddesi hükmünü 4688 sayılı
yasanın 6’ıncı maddesi ışığında incelemesi isteminde bulunmuştur.
15. Ankara cumhuriyet savcısı, 28 Ekim 2003’te, başvurucu sendikadan içtüzüğünün 2(b) maddesinde yer alan “anadilde öğrenim” ifadesini silmesini talep etmiştir.
16. Ankara valisi, 12 Nisan 2004’te, başvucuru sendika içtüzüğünün 2 (b) hükmüne atıfta bulunarak ve sendika aleyhine yürütülen ilk
soruşturmayı özetleyerek, yeniden kapatma takibatına başlatılması için
Ankara savcısına başvurmuştur. Vali, 14 Ekim 1983 tarihli 2923 sayılı
yabancı dil eğitimi ve öğretimi ile Türk vatandaşlarının farklı dil ve lehçelerinin öğrenilmesi hakkındaki kanun, her ne kadar bir takım dillerin
ve dilehçelerin öğrenimini öngörüyor olsa da, başvurucu sendika içtüzüğünün 2’inci maddesinin Türkçe’den başka bir dilde öğrenimi düzenliyor olmasının yasayı ihlal ettiğini belirtmiştir.
17. Ankara cumuriyet savıcısı, 10 Temmuz 2004’te, Eğitim-Sen
yönetim kurulunun yedi üyesi hakkında takibat başlatmıştır. Savcı, bu
dava bağlamında başvurucu sendikanın ihtilafa konu olan kelimeleri
tüzüğünden silmediği gerekçesiyle, 4688 sayılı yasanın 37’inci maddesi
uyarınca kapatılmasını talep etmiştir.
18. Ankara İş Mahkemesi, 4688 sayılı yasa gereğince başvurucu
sendikanın kapatılması davasını görmeyi kabul etmiştir.
19. 13 Temmuz 2004’te Ankara İş Mahkemesi, başvurucu sendikaya, içtüzüğündeki ihtilaflı maddeyi değiştirmesi için 60 günlük bir
müddet vermiştir.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
248
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası v. Türkiye Davası
20. Ankara İş Mahkemesi, 15 Eylül 2004’teki bir kararında,
sendikanın kapatılması istemini reddetmiştir. Gerekçesinde EğitimSen’in içtüzüğünün ilgili maddelerinin Türkiye Cumhuriyeti’nin ülke,
millet veya devlet bütünlüğünü veya mevcut ülke sınırlarını tehlikeye
atmadığını özellikle belirtmiştir. Eğitim-Sen içtüzüğünün ihtilaflı maddesi hükmünün, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğüne karşı kullanıldığını gösterebilecek herhangi bir hukuka aykırı sendika eyleminin
gerçektiği tespit edilmemiştir. Anayasa’nın 90’ıncı maddesi ve Sözleşme’nin 10 ve 11’inci maddelerine dayanan iş mahkemesi, 10 ve
11’inci maddeye ilişkin kendi yorumunu yapmıştır. Bu bağlamda ifade
özgürlüğünün demokratik ve çoğulcu bir toplumun temeli olduğu ve bu
özgürlüğün her bir bireyin kişisel gelişimi ve demokratik toplumların
ilerlemesi için gerekli bir şart olduğunu açıklamıştır. Bu bakımdan, özgürlük olmadan demokrasinin olmayacağnı vurgulamıştır. Eğitim-Sen
içtüzüğünün 2 (b) maddesi hükmünün, Sözleşme’nin 10 ve 11’inci maddesini ihlal etmediğine karar vermiştir. Ayrıca 4688 sayılı yasanın –bir
sendikanın altmış gün içinde yasaya uygunluğu sağlamasını öngören 6(8) maddesinin yasanın amacı ışığında yorumlanması gerektiğni belirtmiştir. İş mahkemesine göre bir sendika takip eden süre içinde yasaya
uygunluğu sağlamasa bile ilgili mahkeme, başvurunun haklı neden dayanıp dayanmadığını incelenmek ve davanın esasına ilişkin bir karar
vermek durumundadır.
21. Cumhuriyet savıcısı, 29 Eylül 2004’te temyiz başvurusu
yapmıştır.
22. Yargıtay, 3 Kasım 2004 tarihinde, Ankara iş mahkemesinin
4688 sayılı kanunu yanlış uyguladığı gerekçesiyle 15 Eylül 2004 tarihinde verilen kararı bozmuştur. Yargıtay, bu maddenin geniş yoruma
imkân tanımadığı ve altmış günlük müddet içinde yasaya uygunluğu
sağlamayan sendikanın kapatılmasının zorunlu olduğu yönünde bir yaklaşım savunmuştur. Bu nedenle Eğitim-Sen’in, vali ve mahkeme tarafından verilen müddet içinde yasaya uygunluğu sağlamamasından dolayı
kapatılmasının zorunlu olduğuna karar vermiştir.
23. Ankara iş Mahkemesi, 21 Şubat 2005’te, 3 Kasım 2004 tarihinde vermiş olduğu kararında direnmiştir. 15 Eylül 2004 tarihli karara
karşı, özellikle Türkiye Birleşik Komünist Partisi ile Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP) hakkındaki kararlar olmak üzere Strazburg’un
siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin içtihatlarına başvurmuştur. Ayrıca
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olduğunu ve Anayasa’nın
66’ıncı maddesine gore Cumhuriyet’e vatandaşlık bağıyla bağlı olan bir
kişinin Türk olduğunu söylemiştir. İş mahkemesinin yaklaşımına göre
resmi dil dışında bir dili öğrenmek, yasayı ihlal eden bir eylem veya
tutum değildir, fakat böyle bir davranış Türkiye devletine bağlılığın bir
ispatıdır. İş mahkemesi, resmi dilin Türkçe olduğu ve başka bir resmi
dilin olmayacağı konusunda mutabık olmakla birlikte, diğer dillerin öğAnayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin
249
renilmesine ilişkin özel bir engel bulunmadığı sonucuna ulaşmıştır. İş
mahkemesi, Sözleşme’nin 10 ve 11’inci maddelerine dayanan önceki
gerekçesine işaret ederek, bir sendikanın veya siyasi partinin kapatılması
için, “ yakın bir tehlike” ve “şiddet kriteri” olmak üzere iki temel nedenin bulunması gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Sendikanın kapatılmasının
tüzüğünde anadilinde öğrenim görme ve kültürün gelişimi ilkelerini savunmasından dolayı açıldığını ileri sürmüştür. Söz konusu kelimelerin
yasa dışı olduğu savunulsa bile, terimlerin içeriği ve ağırlığı, yakın bir
tehdit veya şiddete tahrik oluşturmadığını ve kapsamının Türkiye
Cumhruiyeti’nin mevcut sınırları veya ülke, ulus ve devlet bütünlüğünü
tehlikeye atmadığını vurgulamıştır. Aksine Sendika’nın kapatılmaması
kararının, toplumda süregelen toplumsal gerilimi, kargaşayı ve husumeti
yatıştıracağı sonucuna ulaşmıştır.
24. Yerel mahkeme kararı, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 22
Mayıs 2005’te çoğunluk oyuyla verdiği bir kararla reddedilmiştir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, gerekçesinde, Sözleşme’nin 10 ve 11’inci
maddelerinin ifade, toplanma ve örgütlenme özgürlüğünün, yasal sınırlama özgürlüğünün yasal sınırlamalarını düzenlediği ve demokratik bir
toplumda böyle sınırlamaların açıkça şart koşulduğunu belirtmiştir. Somut olayda iş mahkemesinin görevi, temel hak ve özgürlüklere ilişkin iç
hukukta konulan sınırlamaların Türkiye’nin uluslararası taahhütlerine
uygun olup olmadığını denetlemektir. Yüksek mahkeme, Türkçe dışında
bir anadilinde eğitim isteminin Anayasa’nın 3 ve 42’inci maddelerini
ihlal ettiği ve bunun üniter devlet kabulüne ve mevcut hukuk sistemine
aykırılık teşkil ettiği kanaatindedir. Yüksek mahkemenin görüşüne gore,
bir sendika kurma hakkı bu nedenle sınırlandırılabilir ve böyle sınırlandırmalar demokratik bir toplumda gereklidir. Bu bakımdan Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu, Türkçe dışında bir dilde eğitimin savunulmasının
Sözleşme’nin 10 ve 11’inci maddelerine dayanamayacağına karar vermiştir.
25. Yagıtay Hukuk Genel Kurulu’nun bazı üyeleri, muhalefet
şerhlerinde 4688 sayılı yasanın 6’ıncı maddesine dayanarak, yerel mahkeme hükmüne göre sendika tüzüğünün ihtilaflı hükümlerinin yasaya
uygun sayıldığını ileri sürmüşlerdir. Muhalefet şerhini yazan yargıçlar,
ulaştıkları sonuç itibariyle, sendika içtüzğünü altmış gün içinde değiştirmesi yönünde bir emrin hukuki temeli olmadığı görüşündedirler.
Hükmün iptal edilmesinin, sendikanın kapatılması için değil, yerel mahkemenin 4688 sayılı yasanın 6’ıncı maddesine uygun hareket etmesi için
zorunlu olduğunu ifade etmişlerdir.
26. Başvurucu sendika, 3 Temmuz 2005’te içtüzüğünün sorun
yaratan 2 (b) maddesini şu şekilde değiştirmiştir:
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
250
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası v. Türkiye Davası
“[Eğitim-Sen] Toplumun bütün bireylerinin temel insan hakları ve
özgürlükleri doğrultusunda demokratik, laik, bilimsel ve parasız eğitim
görmesini savunur.”
27. Ankara İş Mahkemesi, 27 Kasım 2005’teki kararında sendika
içtüzüğündeki değişikliği kaydederek, davaya sebebiyet veren maddi
unsurlar artık mevcut olmadığndan dolayı, sendikanın kapatılması için
herhangi bir nedenin bulunmadığına karar vermiştir.
II. İLGİLİ İÇ HUKUK
A. Anayasa
28. Türkiye Anayasası’nın, söz konusu zamandaki ilgili hükümleri
şu şekildedir:
Madde 3
“1. “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.
Dili Türkçedir. …”
Madde 13
“Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca
Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak
kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
Madde 25
“Herkes, düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir.
Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz
ve suçlanamaz.”
Madde 26
“Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.
Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir
almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Bu fıkra hükmü, radyo, televizyon, sinema veya benzeri yollarla yapılan yayımların izin sistemine
bağlanmasına engel değildir.
Bu hürriyetlerin kullanılması, millî güvenlik, kamu düzeni, kamu
güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve Devletin ülkesi ve milleti ile
bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının
yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama
görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin
251
Haber ve düşünceleri yayma araçlarının kullanılmasına ilişkin düzenleyici hükümler, bunların yayımını engellememek kaydıyla, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırlanması sayılmaz.
Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla düzenlenir.”
Madde 42
“1. Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz. ...
4. "Eğitim ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz.
9. Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında
Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim
ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tâbi olacağı esaslar kanunla düzenlenir.
Milletlerarası andlaşma hükümleri saklıdır.”
Madde 51
“Çalışanlar ve işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden
izin almaksızın sendikalar ve üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye
olma ve üyelikten serbestçe çekilme haklarına sahiptir. Hiç kimse bir
sendikaya üye olmaya ya da üyelikten ayrılmaya zorlanamaz.
Sendika kurma hakkı ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâk ile başkalarının hak
ve özgürlüklerinin korunması sebepleriyle ve kanunla sınırlanabilir.
Sendika kurma hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart
ve usuller kanunda gösterilir.
Aynı zamanda ve aynı işkolunda birden fazla sendikaya üye olunamaz.
İşçi niteliği taşımayan kamu görevlilerinin bu alandaki haklarının
kapsam, istisna ve sınırları gördükleri hizmetin niteliğine uygun olarak
kanunla düzenlenir.
Sendika ve üst kuruluşlarının tüzükleri, yönetim ve işleyişleri,
Cumhuriyetin temel niteliklerine ve demokrasi esaslarına aykırı olamaz.”
Madde 66
“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. ...”
Madde 90 § 6
“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler
içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma
hükümleri esas alınır”
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
252
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası v. Türkiye Davası
B. Kamu Görevlileri Sendika Kanunu (Yasa No. 4688 of 25 Haziran 2001)
29. 4688 sayılı yasanın ilgili hükümleri şu şekildedir:
Madde 6
“1. Sendika ve konfederasyonlar önceden izin almaksızın serbestçe
kurulurlar….
7. ... [Tespit edilen eksikliklerin] tamamlanmadığı takdirde sendika
veya konfederasyonun faaliyetinin durdurulması için ilgili valilik iş
mahkemesine başvurur. ...
8. Mahkeme, kanuna aykırılığın veya eksikliğin giderilmesi için
[sendika veya konfederasyona] altmış günü aşmayan bir süre verir. Verilen süre sonunda tüzük ve belgeler kanuna uygun hale getirilmemişse,
mahkeme sendika veya konfederasyonun kapatılmasına karar verir….”
Madde 20
“1. Bu Kanuna göre kurulan sendika ve konfederasyonların yönetim ve işleyişleri Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerine ve demokratik esaslara aykırı olamaz. …”
Madde 37
“1. Anayasada belirtilen Cumhuriyetin niteliklerine ve demokratik
esaslara aykırı faaliyetlerde bulunan sendika ve konfederasyon, merkezlerinin bulunduğu yer Cumhuriyet Başsavcısının istemi üzerine iş davalarına bakmakla görevli mahallî mahkeme kararı ile kapatılır. …”
C. 2 Ağustos 2002 tarihli 4771 sayılı kanunla değiştirilen 14 Ekim
1983 tarihli Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi ile Türk Vatandaşlarının
Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun
30. 2923 sayılı kanunun 2 (a) maddesi Türkçe dışında hiçbir dilin
eğitim ve öğretim kurumlarında, Türk vatandaşlarına Türkçeden başka
hiçbir dilin öğretilemeyeceğini öngörmektedir. Ancak, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve
lehçelerin öğrenilmesine, Milli Eğitim bakanlığı’nın çıkartacağı bir yönetmeliğe uygun olarak izin verilmektedir. Bu kurslar ve derslerde,
Cumhuriyetin Anayasada belirtilen temel niteliklerine, devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı öğretim yapılamaz.
III. AVRUPA KONSEYİ METİNLERİ
31. 10 Aralık 2010’da kabul edilen ve 8 Şubat 2011’de yayımalan,
Türkiye hakkındaki en son raporunda (§§ 60, 61, 62, 63, 70 ve 71) Irkçılığa ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu (ECRI) şu şekilde
bir raporlama yapmıştır:
“Lozan Antlaşmasınca kabul edilmiş olan azınlıkların dışındaki
gruplara mensup kişilerin Türkçeden başka dillerde öğretim görmeleri
ve bu dillerin öğretimi”
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin
253
...
60. Ağustos 2002’de kabul edilen ve 2923 sayılı yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi ile Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin
Öğrenilmesi Hakkında Kanunu değiştiren 4771 sayılı kanunu, “Türk
vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları
farklı dil ve lehçelerin öğrenimini” sağlayacak özel okullarnı açılmasına
zemin hazırlamıştır. Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenimi hakkında, 5
Aralık 2003’te yürürlüğe giren Öğrenim Yönetmeliğine uygun olarak,
Aralık 2003 ile Ekim 2004 arasında yedi şehirde Kürtçe kursları açılmıştır. Ancak, bu kursların hepsi kapanmış, Ankara’da bir Çerkezce dil
okulu açma girişimleri de, idari şartlar yerine getirilmediğinden sonuçsuz kalmıştır. Yetkililerin belirttiğine göre Adigece ve Abhazca özel
kursları açmak için yapılan başvurular, ilgili valiliklerce Öğrenim Yönetmeliğine uygunluk açısından hala incelenme aşamasındadır.
Dolasıyıslyla, Türkiye’de azınlıklar tarafından konuşulan dillerin eğitimini veren özel dil okulları şu anda mevcut değildir. ...
61. ... ECRI, Türk yetkililerin Ekim 2009’da, Mardin’deki Artuklu
Üniversitesine bağlı olarak, Kürtçe’nin de öğretileceği, bir Yaşayan
Dillel Enstitüsü kurma kararı almalarını memnuniyetle karşılamaktadır;
Şubat 2010’da açılacak olan Enstitüde aynı zamanda Süryanice, Farsça
ve Arapça programların yer almasının önerileceği bildirilmiştir. ECRI,
Yüksek Öğretim Kurulunun, üniversite bünyelerinde, farklı dilleri ve
lehçeleri kapsayan yeni kurumlar ve araştırma merkezleri kurmak için
sürdürdüğü çabaları ilgiyle izlediklerini belirtmekte ve bu çabaların en
kısa sürede meyvelerini vermesini ümit etmektedir. Diğer yandan Kurulun, Eylül 2009’da Diyarbakır Üniversitesinde bir Kürdoloji enstitüsü
ve Kürt dili ve edebiyatı bölümü açmak için yapılan başvuruyu, bu başvurunun terörü destekleyen bir kuruluş – Diyarbakır Barosu- tarafından
yapılmış olduğu gerekçesiyle reddetmiş olmasını ECRI esefle karşılamaktadır.
62. ECRI, Türk yetkililere, Anayasanın, okullarda Türkçe olmayan
anadillerin öğretimini yasaklayan 42. maddesinin metnini, uluslararası
antlaşma hükümlerinin saklı olması kaydıyla dışında, gözden geçirmelerini tavsiye etmektedir. ECRI, resmi dilde eğitimin yanı sıra bu dillerde
de eğitimin mümkün hale getirilmesinin sağlanmasını bir kez daha vurgulamaktadır.
63. Ayrıca, ECRI, Türk yetkililiere, Türkiye’de halkın geleneksel
olarak kullandığı diller ve lehçelerde eğitm verilebilmesi için gayret
göstermelerini kuvvetle tavsiye etmektedir. Özellikle gereksiz idari engellerin kaldırılarak, özel kurslar açılması için mevcut imkânların zorlanmasını tavsiye etmektedir.
(...)
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
254
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası v. Türkiye Davası
Anadilleri Türkçe olmayan çocukların Türkçe eğitimi
70. ECRI, Türk yetkililere, anadili Türkçe olmayan çocukların durumunu ele almayı ve eğitim dili olan Türkçe’yi ek dersler ya da
Türkçe’nin ikinci dil olarak öğretilmesi için geliştirilmiş olan yöntemlerle düzgün olarak öğrenebilmeleri için her türlü çabanın gösterilmesini
tavsiye etmektedir. Daha genel olarak ECRI, yetkililere, azınlık gruplarına mensup çocukların eğitim sisteminin bütünü içindeki konumları
hakkında araştırma yapılmasını, böylece bu alandaki eşitsizliklere çare
bulmak üzere hedeflenen önlemlerin alınmasını tavsiye etmektedir.
71. ECRI, Türk yetkililere, azınlık gruplarıyla diyalog kurularak
okullarda öğretilen şekliyle Türk devleti vatandaşlığı kavramının görüşülmesini, böylece çeşitliliğin istenmediği gibi bir izlenime yol açmadan
arzı edilen kapsayıcılık mesajının verilmesini tavsiye etmektedir.”
KARAR
(...)
II. SÖZLEŞME’NİN 11’İNCİ MADDESİNİN İHLALİ İDDİASI
41. Başvurucu sendika, kapatılmasını engellemek için içtüzüğünde
değişiklik yapmaya zorlanmasının Sözkleşme’nin 11’inci maddesinde
düzenlenen örgütlenme özgürlüğüne yönelik bir müdahale olduğunu
iddia etmektedir. Bu hüküm şu şekildedir:
“1. Herkes barışçıl bir biçimde toplanma özgürlüğü ile, kendi çıkarlarını korumak için sendika kurma ve sendikalara girme hakkı da
dahil, örgütlenme özgürlüğü hakkına sahiptir.
2. Bu hakların kullanılmasına ulusal güvenlik, kamu güvenliği, suçun ve düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması, başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amaçlarının dışında, hukukun öngörmediği ve demokratik bir toplumda gerekli bulunmayan hiç bir sınırlama konulamaz. Bu madde, bu hakların silahlı kuvvetler, polis teşkilatı ve kamu idaresi mensupları tarafından kullanılmasına hukuka uygun sınırlamalar konulmasını engellemez.”
42. Hükümet bu şikâyet hakkında yorum yapmamıştır.
A. Bir müdahalenin bulunup bulunmadığı
43. Başvurucu Sendika’nın -hükümet tarafından ihtilafa düşülmeyen- sunumunda, aleyhine yapılan takibatın ulusal makamlar tarafından
müdahalesinin örgütlenme özgürlüğünün uygulamasına bir müdahale
olduğu ve müdahalenin, tüzüğünde dizenlediği bireysel ve kollektif
amaçları izleme imkânından mahrum bıraktığı ifade edilmiştir. Mahkeme’nin görüşü de bu şekildedir.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin
255
B. Müdahalenin haklılaştırılması
44. Mahkeme, böyle bir müdahalenin, hukuken öngörülmedikçe,
Sözleşme’nin 11’inci maddesinin 2’inci paragrafındaki bir veya daha
fazla meşru amacı izlemedikçe ve bu amacı yerine getirmek için “demokratik bir toplumda gerekli” olmadıkça Sözleşme’nin 11’inci maddesini ihlal edeceğini yineler.
1. Hukuken öngörme
45. Mahkeme, mevcut davada, tarafların söz konusu müdahalenin
“hukuken öngörüldüğüne” ve bunun özellikle Anayasa’nın 3 ve 42’inci
maddelerine dayandığına ilişkin uyuşmazlık içinde olmadıklarını kaydeder. (bkz. yukarıdaki 28’inci paragraf)
2. Meşru amaç
46. Mahkeme’nin görüşüne göre ihtilaf konusu olan müdahale, düzensizliğin önlenmesi veya devletin toplak bütünlüğününün korunmasını
da içeren ulusal güvenliğin korunması gibi bir kaç meşru amacı izlemektedir. Bu konuda taraflar arasında bir anlaşmazlık bulunmamaktadır.
3. Demokratik bir toplumda gereklilik
(a) İlgili genel ilkeler
47. Mahkeme, örgütlenme özgürlüğü konusundaki ilgili içtihatlarında (bkz. Gorzelik ve Diğerleri v. Polonya [GC], no. 44158/98, §§ 8893, ECHR 2004-I, ve oradaki atıflar ve Association Rhino ve Diğerleris
v. İsviçre, no. 48848/07, § 61, 11 Ekim 2011) yer alan genel ilkelere
işaret etmekle birlikte, 11’inci maddede düzenlenen hakkın bir sendika
kurma hakkını da içerdiğini yineler. Yurttaşların karşılıklı menfaatler
alanında kolektif hareket etmek için hukuki bir yapı kurabilmeleri, örgütlenme hakkının en önemli görünümüdür. Bu olmadan hakkın bir anlamı kalmaz. (bkz. Sidiropoulos ve Diğerleri v. Yunanistan, 10 Temmuz
1998, § 40, Reports of Judgments and Decisions 1998-IV)
48. Mahkeme, ulusal mevzuatın bu özgürlüğü tanıma biçiminin ve
yetkililer tarafından partik uygulamasının ilgili ülkedeki demokrasinin
durumunu ortaya koyduğunu yineler. Mahkeme’nin içtihatlarında defalarca kez demokrasi, çoğulculuk ve örgütlenme özgürlüğü arasında doğrudan bir ilişki bulunduğu tekrar edilmiş ve sadece ikna edici ve zorlayıcı nedenlerin örgütlenme özgürlüğüne ilişkin sınırlandırmaları haklılaştırabileceği saptanmıştır. Bütün bu sınırlandırmalar, sıkı bir denetime
tabidir. ( bkz. diğer yetkililer birçok yetkili arasında Türkiye Birleşik
Komünist Partisi ve Diğerleri v. Türkiye, 30 Ocak 1998, §§ 42-45,
Reports 1998-I; Sosyalist Parti ve Diğerleri v. Türkiye, 25 Mayıs 1998,
§§ 41-45, Reports 1998-III; and Refah Partisi ve Diğerleri v. Turkey
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
256
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası v. Türkiye Davası
[GC], nos. 41340/98, 41342/98, 41343/98 ve 41344/98, §§ 86-89, ECHR
2003-II).
49. Sonuç itibariyle Devletler, 11 § 2 maddesinin anlamı dâhilinde
bir gerekliliğin olup olmadığına karar verirken, sınırlı bir takdir yetkisine
sahiptirler. Bu yetki, ulusal mevzuat ve bağımsız mahkemeler tarafından
verilen kararlar üzerindeki sıkı bir Avrupa denetimiyle yakın bir ilişki
içinde olunmasını gerekli kılar.
50. Buna ek olarak Mahkeme, denetim yaparkenki görevinin ilgili
ulusal makamların görüşlerinin yerine kendi görüşlerini koymak olmayıp, bu makamların takdir alanları içinde verdikleri kararları Sözleşme’nin 11’inci maddesine göre denetlemek olduğunu yineler. Ancak
bu, Mahkeme’nin, davalı devletin takdir yetkisini makulce, dikkatlice ve
iyi niyetle kullanıp kullanmadığını tespit etmekle sınırlı bir denetim
yapmak zorunda olduğu anlamına gelmez; Mahkeme, şikâyet konusu
müdahaleye mevcut olayın ışığında bir bütün olarak bakmak ve müdahalenin “izlenen meşru amaçla orantılı” olup olmadığına ve müdahaleyi
haklı kılmak için ulusal makamlar tarafından gösterilen gerekçelerin
“ilgili ve yeterli” olup olmadığına karar vermek zorundadır. Mahkeme
bunu yaparken, ulusal makamların Sözleşme’nin 11. maddesinde yer
alan ilkelerle uyumlu standartları uyguladığına ve dahası kararlarını ilgili
olayların kabul edilebilir bir takdirine dayandırdığına ikna olmak zorundadır. (bkz. yukarıdaki Türkiye Birleşik Komünist Partisi ve Diğerleri v.
Türkiye, §§ 46-47; Yazar ve Diğerleri v. Türkiye, nos. 22723/93,
22724/93 and 22725/93, § 51, ECHR 2002-II; ve yukarıdaki
Sidiropoulos ve Diğerleri, § 40).
(b) Yukarıda ifade edilen ilkelerin mevcut davada uygulanması
51. Mahkeme mevcut davada Eğitim-Sen aleyhine, sendika
tüzüğünün 2 (b) maddesi uyarınca kişilerin anadilinde “eğitim görmesi”
görüşünü savunduğu gerekçesiyle iki defa kapatma takibatı yapıldığını
kaydeder. Cumhriyet savcısı, ilk takibat hakkında, ihtilaf konusu maddede ifade edilen amaçların yasayı ihlal etmediği gerekçesiyle takipsizlik
kararı vermiştir. Akabinde Türk Silahlı Kuvvetleri Genel Kurmay Başkanı’nın istemi üzerine aynı gerekçelerle Eğitim-Sen aleyhine ikinci defa
takibat yapılmıştır. Eğitim-Sen, bu takibat ve Yargıtay’ın kararını
mütakiben, ulusal mahkemeler tarafından kapatılmasını engellemek için
tüzüğününde, ihtilaflı ifadeleri çıkartmak suretiyle değişiklik yapmıştır.
52. Mahkeme, Eğitim-Sen hakkındaki ikinci kapatma davasının
“izlenen meşru amaçları” yerine getirmek için “kuvvetli bir toplumsal
gereklilik” ve “demokratik bir toplumda gerekli” olup olmadığını değerlendirmek durumundadır.
53. Mahkeme, iş mahkemesi ile Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun Sözleşme’nin 10 ve 11’inci maddelerine yönelik aynı şekilde
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin
257
yaklaşım ve yoruma sahip olmadığını kaydeder. İş Mahkemesine gore,
bu maddelerde düzenlenen hak ve özgürlükler, özellikle şiddeti tahrik
etmedikçe demokratik bir toplumda esastır. İş mahkemesinin görüşüne
gore Eğitim-Sen içtüğüzünün 2 (b) maddesi, şiddeti tahrik etmemektedir.
Buna karşılık Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, Sözleşme’nin 11’inci
maddesinin 2’inci paragrafında düzenlenen istisnaları vurgulamıştır.
Eğitim-Sen’in Türkçe dışındaki diğer bir anadilinde eğitimi savunmasının, Anayasa’nın 3 ve 42’inci maddeleri ile üniter devlet prensibine aykırı olduğu görüşündedir.
54. Mahkeme, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun söz konusu
vakadaki değerlendirmesinin kabul edilebilir bir temele dayanabilir olup
olmadığını saptamak zorundadır. Öncelikle Eğitim-Sen tüzüğünün 2 (b)
maddesindeki anlatımın, izlenen amacı yerine getirmek için herhangi bir
şiddet kullanımını tahrik etmeyi içermediği kaydedilmiştir. Üstelik Yargıtay Hukuk Genel Kurulu da Eğitim-Sen’in Türk vatandaşlarının
Türkçe dışındaki anadillerinde eğitim almaları yönündeki amacını gerçekleştirmek için hukuka aykırı araçların kullanımını teşvik etmediğini
tespit etmiştir.
55. Mahkeme’nin yaklaşımına göre Eğitim-Sen tarafından savunulan Türkiye toplumunu oluşturan bireylerin Türkçe dışında bir anadilinde öğrenim alabilmeleri prensibi, demokrasinin temel ilkeleriyle
uyumsuz değildir. Eğitim-Sen tüzüğünün ihtilaflı maddesindeki hiçbir
şey, şiddete çağrı, ayaklanma veya demokratik ilkelerin diğer reddedilme biçimlerinden sayılamaz. Bu, dikkate alınması gereken önemli bir
husustur. (bkz. Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP) v. Türkiye
[GC], no. 23885/94, § 40, ECHR 1999-VIII). Eğitim-Sen içtüzüğünün 2
(b) maddesinin içeriğini, söz konusu zamandaki kamusal tartışmaların
bağlamı dâhilinde görerek okumak yeterlidir. Bu akımdan Mahkeme,
Eğitim-Sen hakkındaki kapatma takibatına ilişkin takipsizlik kararı veren cumhuriyet savcısı ile aynı fikirdedir. O süreçte, anadilinde eğitim
alma sorunu, kamuoyunda ve siyasi partiler arasında tartışılmaktadır ve
Parlamento müzakerelerinde gündeme alınmıştır. (bkz. yukarıda 11, 30
ve 31)
56. Mahkeme, böyle bir amacın kamuoyundaki çoğunluk görüşüne, mevcut Devlet teşkilatına veya Hükümet poltikasına dahi karşı
olabileceğinin farkındadır. Bununla beraber, Mahkeme, bir demokraside
çeşitli örgütlenmelerin veya siyasal grupların, bütün düşüncelerin siyasal
ve kamusal taraflarını ilgilendiren genel sorunlara çözüm bulmak için
kamusal tartışmalarda yer almasının, demokrasinin uygun biçimde işleyebilmesi için bir gereklilik olduğunu yineler. ( bkz. Vogt v. Almanya,
26 Eylül 1995, § 52, Series A no. 323, ve yukarıdaki Birleşik Komünist
Partisi ve Diğerleri, § 57).
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
258
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası v. Türkiye Davası
57. Ayrıca Mahkeme, son ECRI raporunda, Lozan Antlaşması
tarafından tanınan azınlıkılara –gayri-müslim azınlıklar da denilebilirmensup olup Türkçe eğitim alan çocukların yanında anadilleri Türkçe
olmayıp, Adigece, Abhazca veya Kürtçe olan Türk vatandaşlığındaki
başka çocukların da mevcut olduğunun görülebildiğini kaydeder. Bu
bağlamda 2923 sayılı yabancı dil eğitimi ve öğretimi ile Türk vatandaşlarının farklı dil ve lehçelerinin öğrenilmesi hakkındaki kanun’da 3
Ağustos 2002 tarihinde değişiklik yapan 4771 sayılı kanunun, Türk vatandaşlarının günlük yaşantılarında, geleneksel olarak kullanılan Türkçe
dışındaki diğer dillerde özel okul açılmasına izin verdiğine dikkat çekilmelidir. Mahkeme, ulusal makamların Eğitim-Sen içtüzüğünün 2 (b)
maddesinin Anayasa’nın 3 ve 42’inci maddelerini ihlal ettiğine karar
veren makamların pozisyonlarının aksine yasama organının bir kısmının
Türkçe dışındaki diğer dil ve lehçelerin öğretilmesi için özel okulların
açılması konusunda istekli olduğunu gözlemlemektedir.
58. Mahkeme, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun gerekçelerine
ikna olmamıştır, çünkü kararda Eğitim-Sen’in, Türkiye Cumhuriyeti’nin
bütünlüğünü yıkabilecek yasadışı faaliyetleri icra ettiğine ilişkin bir belirti yoktur. Eğitim-Sen’in izlediği amaçların demokratik ilkelerle
uyumlu olmadığı veya tüzüğünde öngördüklerine aykırı faaliyetlerinde
bulunduğuna ikna olunmamıştır. Mahkeme, iş mahkemesinin, sendikanın kapatılmamasının toplumda hâkim olan toplumsal gerilimi, kargaşayı ve husumeti yatıştıracağı ve toplumsal barışı yeniden tahsis edeceği
yönüneki görüşünü kaydeder. (bkz. yukarıdaki 23’üncü paragraf).
59. Bu nedenle Mahkeme, sendika tüzüğündeki “anadillerinde eğitim görmesi” teriminin sadece mevcudiyetinin, sendikanın gerçek amacının içtüzükteki ihtilaflı maddede ifade edilenden farklı olduğuna delalet eden veya bunu ispat eden başka bir unsur olmadıkça demokrasi ilkeleriyle uyumsuz sayılamayacağı görüşündedir. Eğitim-Sen tüzüğünün
önceki halinde toplumun bütün bireylerinin, temel insan hakları ve özgürlükleri doğrultusunda, herkesin kendi anadilinde, cins ayrımcı olmayan, eşit demokratik, laik, bilimsel, parasız ve kamusal nitelikli eğitim
görmesini savunulduğunu .” kaydeder. Mahkeme’nin görüşüne gore
böyle bir amaç, Türkçe’den başka bir anadili olan vatandaşların kendi
kültürlerini anadilinde eğitim alarak geliştirme amacıyla beraber, tek
başına ulusal güvenlikle uyumsuz değildir ve kamu düzenini tehlikeye
atıldığını göstermemektedir. Yetkili ulusal otoriterlerin, anadilinde eğitimin azınlık kültürünü geliştirdiği düşüncesinde olabilecekleri varsayılsa dahi Mahkeme, daha once de tespit edildiği üzere, bir ülkedeki
azınlıkların ve farklı kültürlerin mevcudiyetinin, demokratik toplumun
hoş görmek, hatta uluslararası hukukun ilkeleriyle uyumlu olarak korumak ve desteklemek zorunluluğu taşıdığı bir gerçeklik olduğunu gözlemler. (bkz. Tourkiki Enosi Xanthis ve Diğerleri v. Yunanistan, no.
26698/05, § 51, 27 March 2008)
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin
259
60. Yukarıda anlatılanlar ışığında Mahkeme, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun gerekçelerinin elverişli ve izlenen meşru amaçlara uygun
olmadığını görüşündedir. Başvurucu sendika aleyhine, “aadilinde öğrenim görmek” ifadesini silmek üzere tüzüğünün 2 (b) maddesini değiştirme yükümlülüğü ile sonuçlanan kapatma davası, makul biçimde
“kuvvetli bir toplumsal ihtiyaç” olarak görülemez.
61. Sonuç itibariyle, Sözleşme’nin 11’inci maddesi ihlal
edilmektedir.
III. SÖZLEŞME’NİN 10’UNCU MADDESİNİN İHLALİ İDDİASI
62. Başvurucu Sendika, kapatılmasını engellemek için tüzüğünde
değişiklik yapmaya zorlanmasının, Sözleşme’nin 10’uncu maddesindeki
ifade özgürlüğü hakkına bir müdahale olduğunu iddia etmiştir. Sözleşme’nin ilgili hükmü şu şekildedir:
“1. Herkes ifade özgürlüğü hakkına sahiptir. Bu hak kamu makamlarının müdahalesi olmaksızın ve ulusal sınırlarla kısıtlanmaksızın,
bir görüşe sahip olma, haber ve düşünceleri elde etme ve bunları ulaştırma özgürlüğünü de içerir. Bu madde Devletin radyo yayıncılığını,
televizyon ve sinema işletmeciliğini izne bağlamasına engel değildir.
2. Bu özgürlükleri kullanırken ödev ve sorumluluk içinde hareket
edilmesi gerektiğinden, ulusal güvenlik, ülke bütünlüğü veya kamu güvenliği, suçun veya düzensizliğin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın korunması, başkalarının şeref ve haklarının korunması, gizli bilgilerin açığa vurulmasının önlenmesi, yargı organının otorite ve tarafsızlığının korunması amacıyla, demokratik bir toplumda gerekli bulunan ve
hukukun öngördüğü formalitelere, şartlara, yasaklara ve yaptırımlara tabi
tutulabilir.”
63. Hükümet herhangi bir yorum yapmamıştır.
A. Kabul edilebilirlik
64. Mahkeme, bu şikâyetin iyukarıda incelenilenlerle ilgili olduğunu ve bundan dolayı da kabul edilebilir bulunmak zorunda olduğunu
kaydeder.
B. Esas
65. Görülen davada, başvurucu aleyhine yürütlen ikinci kapatma
davasının, başvurucunun ifade özgürlüğü hakkını kullanımına yönelik
ulusal makamlar tarafından yapılan bir müdahale olduğuna ilişkin taraflar arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Bu müdahale, Anayasa’nın 3 ve 42’inci maddeleri bakımından hukuken öngörülmüştür ve
Sözleşme’nin 10 § 2 maddesinde ifade edilen düzensizliğin önlenmesi
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
260
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası v. Türkiye Davası
veya Devletin ulusal bütünlüğünin korunması da dâhil olmak üzere ulusal güvenliğin korunması gibi meşru amaçlardan bir veya birden daha
fazlasını izlemektedir. Geriye ihtilaf konusu müdahalenin izlenen meşru
amaçları yerine getirmek için demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığını incelemek kalmaktadır.
1. İlgili genel ilkeler
66. Mahkeme, siyasi partilerin, faaliyetlerinin ifade özgürlüğünün
toplu kullanımının bir bölümünü oluşturduğunu ve bunun siyasi partileri
Sözleşme’nin 10 ve 11’inci maddelerinin korunmasını istemek konusunda yetkilendirdiğini yineler. (bkz. yukarıdaki Birleşik Komünist Partisi ve Diğerleri, §§ 42 ve 43, ve yukarıdaki Yazar ve Diğerleri Others, §
46).
67. Mahkeme ayrıca ifade özgürlüğünün demokratik toplumun asıl
temellerinden birini oluşturduğunu yineler. İfade özgürlüğü, 10’uncu
maddenin 2’inci paragrafına tabi olarak, sadece lehte olduğu kabul edilen veya zararsız veya ilgilenmeye değmez görülen 'haber' ve
'düşünceler' için değil, ama ayrıca Devletin veya nüfusun bir bölümünün
aleyhinde olan, onlara çarpıcı gelen, onları rahatsız eden haber ve düşünceler için de uygulanır. Bunlar, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık
fikirliliğin gerekleridir; bunlar olmaksızın demokratik toplum olmaz.
(bkz. Handyside v. Birleşik Krallık, 7 Aralık 1976, § 49, Series A no. 24;
Jersild v. Danimarka, 23 Eylül 1994, § 37, Series A no. 298; ve yukarıdaki Yazar ve Diğerleri, § 46). 10’uncu maddede ifade edildiği üzere,
ifade özgürlüğü, dar bir şekilde yorumlanmasının zorunlu olduğu istisnalara tabidir ve sınırlamalar ikna edici biçimde yapılmalıdır. (bkz.
Lindon, Otchakovsky-Laurens ve July v. Fransa [GC], nos. 21279/02 ve
36448/02, § 45, ECHR 2007-IV).
68. Mahkeme gereklilik sıfatının, 10 § 2 maddesinin anlamı içinde,
kuvvetli bir sosyal ihtiyacın mevcudiyetini zorunlu kıldığını ayrıca yineler. Sözleşmeci devletler böyle bir ihtiyacın mevcut olup olmadığını
değerlendirirken belli bir takdir marjına sahiptirler. Ancak bu yetki,
mevzuatı ve bağımsız mahkemeler tarafından verilmiş bile olsa bunların
uygulandığı kararları da kapsayan Avrupa denetimi ile uyumlu olmak
zorundadır. Makeme bundan dolayı, bir sınırlamanın 10’uncu madde
tarafndan korunan ifade özgürlüğü ile uzlaşabilir olup olmadığına ilişkin
son kararı vermek konusundan yetkilendirilmiştir. (bkz. Karataş v.
Turkey [GC], no. 23168/94, § 48, ECHR 1999-IV).
69. Mahkeme, ifade özgürlüğünün oldukça önem taşıdığı siyasal
konuşma veya tartışma alanlarındaki (bkz. Brasilier v. Fransa, no.
71343/01, § 41, 11 Nisan 2006) veya kamu yararının bulunduğu hallerde
(bkz. Sürek v. Türkiye (no. 1) [GC], no. 26682/95, § 61, ECHR 1999-IV;
yukarıdaki Lindon, Otchakovsky-Laurens ve July, § 46; Wingrove v.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin
261
Birleşik Krallık, 25 Kasım 1996, § 58, Reports 1996-V; ve Faruk Temel
v. Türkiye, no. 16853/05, § 55, 1 Şubat 2011).ifade özgürlüğüne yönelik
sınırlandırmalar için Sözleşme’nin 10 § 2 maddesi kapsamında çok küçük bir faaliyet alanı olduğunu yineler.
70. Mahkeme, son olarak hukukun egemenliğine dayanan
demokratik bir toplumda mevcut düzeni sorgulayan ve barışçıl yollarla
gerçekleştirilmesi savunulan siyasal fikirlerin, örgütlenme özgürlüğü
hakkının uygulanması yoluyla, uygun bir şekilde ifade edilme imkânı
bulması bir zorunluluktur (see Stankov ve the United Macedonian
Organisation Ilinden v. Bulgaristan, nos. 29221/95 ve 29225/95, § 97,
ECHR 2001-IX) Bu ise demokatik bir sistemin özünde bulunan, çoğulculuk, hoşgörü ve sosyal uyum gibi değerleri gerekli kılar. (bkz Ouranio
Toxo ve Diğerleri v. Yunanistan, no. 74989/01, § 42, ECHR 2005-X, ve
yukarıdaki Tourkiki Enosi Xanthis ve Diğerleri, § 56).
2. Bu ilkelerin mevcut davada uygulanması
71. Mahkeme, başvurucu sendika içtüzüğünün 2 (b) maddesinde
kullanılan ifadeleri ve bu hükümlerin tasarlandığı şartları dikkate alır. Bu
bağlamda Mahkeme, 10’uncu maddenin, herhangi bir dildeki bilgi ve
görüşleri alma ve açığa vurma hakkını kapsadığı görüşündedir. Bu, her
türden kültürel, siyasal ve sosyal bilgi ve fikrin kamusal değişiminde yer
alma imakanı sağlar. (bkz. mutatis mutandis, yukarıdaki Karataş, § 49).
Mahkeme, özellikle terörizme karşı mücadeleye ilişkin zorluklar olmak
üzere olayı çevreleyen koşulları da dikkate alır. (bkz. İbrahim Aksoy v.
Türkyie, nos. 28635/95, 30171/96 ve 34535/97, § 60, 10 Ekim 2000;
Zana v. Türkiye, 25 Kasım 1997, § 55, Reports 1997-VII; Incal v. Türkiye, 9 Haziran 1998, § 58, Reports 1998-IV; ve Savgın v. Türkiye, no.
13304/03, § 44, 2 Şubat 2010).
72. Başvurucu sendika içtüzüğünün 2 (b) maddesi, anadilinde
öğretim görüşünü savunmaktadır. Türkiye şartlarında ve bu ifadenin
birinci anlamıyla hüküm, Türkçe anadilinde öğretimin savunulduğu şeklinde anlamlandırılabilir. Bununla birilikte Türkiye’nin tarihsel ve toplumsal durumu gözönüne alındığında anadili ifadesi, anadili Türkçe dışındaki olan Türk vatandaşlarının dillerine de işaret edebilir. ECRI, Türkiye hakkındaki son raporunda, Adigece, Abhazca ve Kürtçe’nin bu
anadillerinden olduğunu bildirmiştir. (bkz. yukarıdaki 31’inci paragraf).
73. Bu bağlamda 10’uncu maddenin sadece fikirler ve bilgileri değil, aynı zamanda – bunların aktarılma kanalı veya diline bakılmaksızınifade biçimlerini de koruduğu hatırlatılmak zorundadır. (bkz. yukarıdaki
Savgın, § 32).
74. Görülen davada, başvurucu sendikanın amacının, anadili olarak Türkçe dilinin yanında sadece Kürtçe dilinde eğitimin gelişmesini
desteklemek olduğu varsayılsa dahi Mahkeme, Sözleşme’nin 10 § 2
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
262
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası v. Türkiye Davası
maddesi kapsamında, kamu yararının bulunduğu konulardaki ifade özgürlüğüne ilişkin sınırlandırmalar için çok dar bir alanın bulunduğunu
yineler. Olayı kuşatan önceki şartlar dikate alınmaktadır. Mahkeme, söz
konusu zamanda bu konuda mevcut olan kamusal tartışmanın, özel
alanda da olsa Türk vatandaşları tarafından kullanılan Türkçe dili dışındaki anadillerinde eğitime izin veren bir yasa değişikliği ile sonuçlandığı
kaydetmektedir.
75. Bu bağlamda Mahkeme, başvurucu sendika içtüzüğünün ihtilaf
konusu olan maddesinin şiddet kullanımına, silahlı direnişe veya ayaklanmaya çağrı yapmadığını veya nefreti tahrik etmediğini gözlemlemektedir. Bu, Mahkeme tarafından dikkate alınan temel bir unsurdur.
Madde, belli kişilere karşı yerleşik ve akılcı olmayan bir nefret aşılamak
suretiyle şiddeti besleme kapasitesine de sahip değildir. (aksi yönde yukarıdaki Sürek, § 62). Ulusal mahkemelerin, ülkenin bütünlüğünün riske
atıldığına dayanan argümanlarına ilişkin ise Mahkeme, Eğitim-Sen’in
programında, Türkiye toplumunu oluşturan bireylerin Türkçe dışındaki
anadillerinde eğitim ilkesini savunduğunu kaydeder. Ayrıca Mahkeme,
Hükümet’in, Eğitim-Sen’in gizli bir gündemi olduğu izlenimini uyandıran herhangi bir somut eylemi işaret etmediğini ve sendika programının
gerçeklik taşıdığına ilişkin şüphe bulunmadığını gözlemlemektedir. (bkz.
yukarıdaki Özgürlük ve Demokrasi Partisi (ÖZDEP) [GC], § 42). Mahkeme bundan dolayı devletin ülkesel bütünlüğüne yönelik açık ve yakın
bir tehlikenin olmadığı sonucuna ulaşmaktadır.
76. Sonuç olarak Mahkeme, başvurucu sendikanın kapatılması için
başlatılan – sendikayı, ihtilaflı maddenin içtüzüğünden silinmesine zorlayan- takibatın, izlenen amaç için orantısız olduğu ve demokratik bir
toplumda gerekli olmadığı kararına varmıştır.
77. Dolayısıyla, Sözleşme’nin 10’uncu maddesi ihlal edilmektedir.
...
MAHKEME BU GEREKÇELERLE,
...
2. oybirliğiyle, Sözleşme’nin 11’inci maddesinin ihlal edilmekte
olduğuna,
3. oybirliğiyle, Sözleşme’nin 11’inci maddesinin ihlal edilmekte
olduğuna karar vermiştir.
...
Fransızca olarak tamamlanmış ve Mahkeme İçtüzüğü’nün 77 §§ 2
ve 3 maddelerine uygun olarak 25 Eylül 2012 tarihinde kaleme alınmıştır.
Françoise Elens-Passos Françoise Tulkens
Yazı İşleri Müdürü
Başkan
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
KİTAP TANITIMI / BOOK REVIEW / BIBLIOGRAPHIE
“ANAYASAL YURTSEVERLİK”
(CONSTITUTIONAL PATRIOTISM)
Tolga Şirin*
“Anayasal yurtseverlik” kavramı, Türkiye’de 1990’lı yılların başından itibaren farklı sosyal bilimler disiplinlerinde karşılaştığımız bir
terim. Türkiye’de, sıklıkla Kürt sorunu bağlamında ve “anayasal yurttaşlık” kavramıyla beraber kullanılan anayasal yurtseverliğin aslında tam
olarak ne anlama geldiği, neleri içerip neleri dışladığı konusunda dolayımlı anlatımlar dışında– dört başı mamur ve tüketici bir kaynağa
Bu boşluk, Jan Werner Müller’in
rastlamak mümkün değildi.
“Constitutional Patriotism1” isimli kitabının Yrd. Doç.
Dr. A. Emre
Zeybekoğlu tarafından Türkçeye tercüme edilmesiyle2 büyük ölçüde
doldurulmuş oldu. Konuyla ilgili bu kitabın tercümesinin tercih edilmesi
yerinde. Zira anayasal yurtseverlik denince akla gelen ilk isim olan filozof Jürgen Habermas’ın kitap hakkındaki şu sözleri, kitabı oldukça değerli bir mertebeye taşıyor: “Anayasal yurtseverlik tartışmasının hem
politik hem de entelektüel-tarihsel bağlam içinde açıklığa kavuşturulduğu daha açık ve daha titiz bir inceleme bilmiyorum. Jan-Werner
Müller’in bu başat kavrama getirdiği usta işi yorum konuyu birçok yanlış anlamadan arındırıyor.”
J. Habermas’ın bu tespiti dikkate değer olmakla birlikte hemen en
başta, kitabın, genel olarak felsefe ve siyaset bilimine, özel olarak ise
Avrupa mekânında konuyla ilgili süregelen tartışmalar/polemikler ile bu
tartışmanın özneleri ve terminolojisine uzak okuyucular için açık bir dil
taşımadığını söylemek gerekiyor. J. W. Müller’in sıklıkla Latince deyişlere başvurması bir tarafa, kitapta, hususiyetçilik (particularism),
yurttaş
yetkilendirmesi
(civic
empowerment),
yersiz-yurtsuz
(deterritorialized), yukarıdan aşağıya keyfiyet (top-down affair),
dargörüşlü (illiberal), yadözerkçilik (immaterialism) gibi tam Türkçe
karşılığının ne olduğu konusunda ihtilafa düşülecek kelimelerin çokça
kullanılması, metnin Türkçe dilindeki akıcılılığına olumsuz biçimde tesir
ediyor. Bu bakımdan A. E. Zeybekoğlu’nun 138 sayfalık bu kitabı tercüme ederken, oldukça emek harcadığını kestirmek zor değil. Yine de
Türkiyeli okuyucular için Türkçe’de ilk defa ifade edilen konu ve kav*
Dr., Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı
Jan-Werner Müller, Constitutional Patriotism, Princeton Press, 20078, 186 s. Kitabın Almanca versiyonu için bkz. Jan-Werner Müller, Verfassungspatriotismus, Berlin: Suhrkap Verlag, 2010, 155 s.
2
Jan-Werner Müller, Anayasal Yurtseverlik, Ankara: Dost Yayınevi, A. Emre
Zeybekoğlu (çev.), 2012, 138 s.
1
264
Anayasal Yurtseverlik
ramlara ilişkin, dipnot yoluyla da olsa çevirmen açıklamalarına yer verilmemiş olması veya kimi terimler tercüme edilirken Türkçe’de yerleşmiş kullanımlar dışında yeni kelimelerin tercih edilmesi (örn. C.
Schmitt’in “Der Hüter der Verfassung” kullanımının Türkçe’deki yerleşmiş biçimiyle “anayasanın bekçisi” şeklinde değil de “anayasaya
nezaret eden” biçiminde tercüme edilmesi gibi) eleştiri konusu yapılabilir. Ancak bu yazıda kitabın eleştirilmesinden ziyade, çok genel hatlarıyla tanıtımı yapılacaktır.
Öncelikle J.W. Müller’in kitabı bizi, nükteli bir “teşekkür” bölümünden sonra on sayfalık Giriş’le karşılıyor. Bu bölümde yazar, biraz da
alaycı bir dille, (iktidarı sınırlama amacı taşıyan) anayasacılık ile (insanları kişisel fedakarlıkta bulunma ve grupsal anlamı itibariyle hak ve
özgürlükleri ihlal edebilecek olan) “yurtseverlik” kavramlarının bir arada
kullanımının paradoksal yanına dikkat çekiyor ve ardından anayasal
yurtseverlik kavramının ne anlama geldiği ve ne anlama gelmediği konusunda zekice açıklamalara yer veriyor. Yazar, yine giriş bölümünde
okuyucuları, takip eden üç bölümde ileri sürülecek olan savlara hazırlıyor. Bu yanıyla giriş bölümü, kitabın tamamı için “kuşbakışı” bir anlam
taşıyor.
Kitabın birinci bölümü “Anayasal Yurtseverliğin Kısa Bir Tarihçesi” başlığını taşımakta. Bu bölümde anayasal yurtseverliğin ortaya
çıkış serüveni oldukça tatmin edici biçimde anlatılıyor. Kendisi de bir
Alman olan J.W. Müller, “anayasal yurtseverlik” kavramının Almanya
düşünce tarihindeki serüveninde, sırasıyla Karl Jaspers, Rudolf Smend,
Dolf Sternberger ve Jürgen Habermas’ın katkılarını çözümlüyor. Yazar’a göre K. Jaspers’in İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’daki
demokratik siyasal kimliğin ve demokratik bütünleşmenin, Almanların
“kolektif sorumluluk” yüklenmesiyle sağlanabileceği yönündeki tespiti
son derece önemlidir. Çünkü K. Jaspers, ahlaki suçun, kişisel vicdana
ilişkin olduğunu, oysa “Almanların suçuyla” başa çıkmanın ise ahlaki
kınamalarla değil, özgür kamusal iletişim ve cömert dayanışma mücadelesiyle mümkün olduğunu savunmakla anayasal yurtseverliğin fikirsel
alt yapısını oluşturmuştur.
Kitabın ilk bölümünde K. Jaspers’le başlayan serüvende ikinci durağımız Rudolf Smend oluyor. Bu durakta ise yazar, Almanya anayasa
literatüründeki üç önemli ekol içinde en etkin ekolün temsilcisi olan3 R.
Smend’in, bütünleşme için plebisitler ve demokratik sembollere vurgu
3
Burada bir not düşmem gerekiyor. Almanya’da klasik anayasa öğretisinde üç temel
ekolden bahsedilir. Hans Kelsen’in başını çektiği saf hukuk öğretisi, bunlardan birisidir. Carl Schmitt’in savlarına dayanan kararcılık ve Rudolf Smends’in savlarına dayanan entegrasyon/bütünleşme öğretileri de diğer ekolleri oluşturmaktadır. Almanya’da, Konrad Hesse, Peter Häberle, Friedrich Müller gibi yazarlar tarafından da
desteklenen ve geliştirilen entegrasyon/bütünleşme öğretisinin hakim olduğu söylenir.
Bkz. Peter Badura, Staatsrecht: Systematische Erläuterung des Grundgesetzes,
München: Verlag C. H. Beck, 2010 s. 20. Almanya Anayasa Mahkemesi meşhur
Lüth kararıyla bütünleşme sürecinin merkezine oturmuştur.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin
265
yapan (ve bir hukuki pozitivizm karşıtı olarak hukuk-sosyoloji sentezine
dayanan) “bütünleşme teorisinin” özellikle “objektif düzenin bekçisi
olan” Almanya Anayasa Mahkemesi yoluyla anayasal yurtseverlik kavramına katkısını kaydediyor.
Anayasal yurtseverlik tarihine ilişkin açıklamaların yer aldığı bu
bölümde J.W. Müller’in uğradığı üçüncü durak ise D. Sternberger oluyor. Bu kısımda yazar, D. Sternberger’in başlarda anayasal yurtseverlik
yerine “devletle dostluk” (Staatsfreundschaft) biçiminde kavramlaştırdığı yaklaşımının, esas olarak ulusa vurgu yapmak yerine, yurttaşların
kendilerini demokratik devletlerle özdeşleştirmelerine ve icabında onu
anti-demokratik düşmanlarına karşı koruma refleksine dayandığını tespit
ediyor. Bu tespitin ardından yazarın, D. Sternberger’in görüşlerinin
“ulus öncesi yurtseverliğe dönüş” anlamı taşıdığı ve görüşlerine tutarlılık
kazandırmak için Aristotales ve Hannah Arendt’in cumhuriyetçiliğine
başvurduğu ve nihayetinde bu yurtseverlik biçiminin kurguladığı düşman kategorisinin “mücadeleci demokrasi” kavramını haklı kıldığı yönündeki tespitleri dikkat çekiyor.
Anayasal yurtseverlik kavramın zincirinin zon halkası ise Jürgen
Habermas’la tamamlanıyor. Anayasal yurtseverliğin J. Habermas tarafından kavranma biçiminin, diğer yazarlara nazaran çok daha ayrıntılı
biçimde ele alındığı bu son kısımda, J. Habermas’ın anayasal yurtseverliğin “siyasi ilkelerin bilinçli tasdiki” bakımından D. Sternberger’den
kalan mirası devraldığı, ancak “devletçi ve bazı cumhuriyetçi unsurları
bertaraf etmek”, “yurttaş dayanışmasını devlet temelinde değil, yurttaşların birbirlerini karşılıklı olarak tanımlamalarına ve daimi karşılıklı öğrenme sürecine zemin açan kamusal alana odaklanmak” bakımından D.
Sternberger’in teorisinden, ayrıldığı tespit ediliyor. Bu bağlamda J.
Habermas’ın anayasal yurtseverlik anlayışının (klasik liberal ulusçuluğun aksine) geçmişten gelen sorunlu yükü devralmak yerine, “arınma”
ve “evrensel ahlaki ilkeleri teşvik etme” yönündeki temelleri üzerinde
özellikle duruluyor.
Kitabın “Niteliksiz Uluslar mı? Bir Anaysal Yurtseverlik Teorisine Doğru” başlıklı ikinci bölümü ise anayasal yurtseverlik kavramına
yönelik eleştirilerin incelenmesine ayrılmış bulunuyor. Felsefenin çok
daha ön planda olduğu bu bölümde, bağlılık ve faillik ikilemi ve evrensel normlar ile ulus içindeki farklı öğelerin münferit geçmişleri arasında
süregelen gerilimin mevcudiyeti tespit ediliyor. J.W. Müller, bunlara
yönelik, göçmenler ve dışarıdan gelenlerin tek bir kimliğe sıkıştırmaya
çalışılmasına yönelik eleştirel örneklere başvurarak, bunların anayasal
yurtseverlik bünyesinde sorunlar taşıyabileceğini ileri sürüyor.
Yazar, Alman anayasal yurtseverliğinin ulusal gurudan ziyade,
nazizmin ardından demokratik devletin kurulması ve arınmaya dayalı bir
gurura dayanmasının ve bu bağlamda militanlık ile belleğin hukuksallaşmış sentezinin (Holokost inkar yasaları örneklerinde de olduğu gibi)
Avrupa’da 90’lı yıllardan sonra yaygınlaşmaya başladığını, ancak bunun, Avrupa’nın özgün bağlamı dikkate alındığında tüm Avrupa mekanına uyarlanmasına yönelik kuşkularını ortaya koyuyor.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
266
Anayasal Yurtseverlik
Öte yandan J.W. Müller bu bölümün devamında kültürel ve tarihsel kodlardan tamamen ayrı biçimde yukarıdan aşağıya kurgulanmış
siyasi kimlik kalıplarının sivil bir din yaratabileceği tehlikesine, farklı
örneklere dayanarak dikkat çekiyor.
Buna karşın anayasal yurtseverliğin, azınlıkta kalanların dahi
kendi siyasi kimliklerini sorunlaştırma tarzlarının, onları çoğunlukla
ortak hale getirdiği ve birbirlerini özgür ve eşit olarak kavrayan yurttaşların birbirlerine karşı mazur gösterebilecekleri adil siyasi işbirliği koşulları bulmaları gerektiği düşüncesine bağlılık sağladığı ve bu bakımdan “kolektif bir öğrenme sürecini” geliştirdiği tespit ediliyor. Bu bakımdan anayasal yurtseverliğin liberal (etnik veya sivil) ulusçuluktan
farklı olarak, dönüştürücü bir birlikte yaşam anlayışı temelinde özgün bir
psikoloji yarattığı yönündeki sav gerçekten dikkat çekici.
Kitabın son bölümü ise “Avrupalı Bir Anayasal Yurtseverlik
Mümkün Mü?” başlığını taşıyor. Bu bölümde J.W. Müller, anayasal
yurtseverlik kavramından daha çok Avrupa Birliği’nin getirileri, çelişkileri ve açmazları üzerinde duruyor ve özellikle Brüksel merkezli bürokratik süreçler ile sıradan insanların anlamakta güçlük çektiği 80000
sayfadan fazla olan Avrupa müktesebatı temelinde bir yurtseverliğin
gerçekçi olup olamayacağını sorguluyor. Bu bakımdan, meşruiyet yaratma aracı olarak yazılı ve tek bir metinde birleştirilmiş anayasa fikrinin
temelleri ve mümkünatı üzerinde duran yazar, ortak bir Avrupa belleğinin mevcudiyeti ve bu bellek konusunda yurttaşların/devletlerin aynı
hissiyat içinde olup olamayacağı hatta “Brüksel için ölüp ölmeyeceği”
gibi tahrik edici sorular ortaya atıyor ve “Avrupa uygarlığına” ilişkin
ileri sürülen tezlere karşı mesafeli bir pozisyon alıyor. Bu bakımdan
daha gerçekçi bir yorumla, anayasal yurtseverliğin bugünden yarına
ulus-devletlere yönelik liberal sadakat biçimlerinin yerini alamayacağını
sorgulayan yazar, yine de olumlayıcı bir yaklaşımla anayasal yurtseverliğin tamamlayıcı bir nitelik taşıdığını ileri sürüyor.
Değinildiği üzere kitap, (en azından benim gibi bir süredir pozitif
hukuk çalışmalarına yoğunlaşmış kişiler için) kolay okunabilir nitelikte
değil. Ne var ki bu kitabın -yorucu olsa da- konuyla ilgili tatmin edici bir
kaynak olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu kitabın, hala Ermeniler, Süryaniler, Aleviler ve Kürtler konusunda “Vichy sendromu” ile yüz yüze
gelememiş ve gerçek anlamda “temiz eller operasyonunu” tamamlayamamış Türkiye’de, tam da yeni bir anayasa ve anayasal kimlik tartışmasının cari olduğu bu süreçte okunmasının önemli olduğu malum.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
ANAYASA HABERLERİ / CONSTITUTIONAL NEWS /
INFORMATIONS CONSTITUTIONNELLES
BU SAYININ ANAYASA HABERLERİ
(CONSTITUTIONAL NEWS OF THIS ISSUE/INFORMATIONS SUR LES
DEVELOPPEMENTS CONSTITUTIONNELS DE CE NUMÉRO)
Tolga Şirin*
Serkan Köybaşı**
• İskoçya’nın Bağımsızlığı: Cameron ve Salmond Anlaştı /
Independence of Scotland: Cameron and Salmond agreed / L'indépendance
de l'Écosse: Cameron et Salmond sont tombés d’accord (15.10.2012)
İskoçya’nın bağımsızlık referandumuyla ilgili kuralları belirleyen
bir anlaşma Birleşik Krallık Başbakanı David Cameron ve İskoçya
İlkbakanı Alex Salmond tarafından imzalandı. Edinburgh’da imzalanan
anlaşma, 2014 Sonbaharı’nda yapılacak ve İskoçya’nın Birleşik Krallık’tan ayrılmasına dair tek bir Evet/Hayır sorusunun sorulacağı referanduma giden yolun taşlarını döşüyor. Ayrıca anlaşma, referandumda 16
ve 17 yaşında olanların da oy atabilmesini sağlıyor.
Anayasal konularda sorumluluğu bulunan Birleşik Krallık hükümeti, 30. Kısım (Section 30) adı verilen bir yöntemle yasal bir referandum düzenlemek için İskoçya Parlamentosu’na sınırlı bir yetki verecek.
• Türkiye’de Yeni Anayasa Değişiklik Önerisi Cumhurbaşkanı
Tarafından Meclise Geri Gönderildi / The new Constitutional
Amendment Proposal sent back to the Assembly by the President of the
Republic of Turkey / En Turquie la nouvelle proposition de révision
constitutionnelle a été renvoyée au Parlement par le Président de la
République (17.10.2012)
AK Parti ve MHP milletvekilleri tarafından anayasa değişikliği
teklifi kabul edildi. Değişiklik Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından
meclise iade edildi. Teklif metni şu şekildedir:
*
Dr., Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı
Ar. Gör., Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı
**
268
Bu Sayının Anayasa Haberleri
“Bu kanunun yürürlüğe girmesinden sonra yapılacak ilk mahalli
idareler genel seçiminde oy verme günü 2013 yılının Ekim ayının son
pazar günüdür.
Birinci fıkra uyarınca yapılacak mahalli idareler seçiminde, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 67.maddesinin son fıkrası, sadece 18
Ocak 1984 tarihli ve 2972 sayılı Mahalli İdareler ile Mahalle Muhtarları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanunun seçimin başlangıç
tarihi ve oy verme gününe ilişkin hükümleri bakımından uygulanmaz”
• İHAM Önündeki Makul Sürede Yargılanma Hakkına İlişkin
Davaların Ulusal Düzeyde Çözümü İçin Komisyon Kuruldu / Turkey,
as a country which recognized the jurisdiction of the ECtHR, adopted
the “Law (Law No: 6384) Settlement of Some Applications Filed
before the ECHR via Payment of Compensation” in order to resolve
the human rights – related problems within the domestic law by paying
compensation for the applications made before the ECHR / Création
de la Commission pour résoudre au niveau national par voie de
compensation les requêtes pendantes devant le CEDH concernant le
droit à un procès équitable dans un délai raisonnable (01.11.2012)
İHAM önündeki makul sürede yargılanma hakkına ilişkin Ümmühan Kaplan v. Türkiye başvurusunun pilot dava olarak kabul edilmesi ve
20.03.2012 tarihinde verilen kararda Türkiye’de makul sürede yargılanma hakkı ihlalinin yapısal ve sistematik bir sorun olduğu tespiti üzerine hazırlanan 6384 sayılı “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Yapılmış Bazı Başvuruların Tazminat Ödenmek Suretiyle Çözümüne Dair
Kanun” yürürlüğe girmiştir. Buna göre İHAM önündeki makul sürede
yargılanma hakkı ihlalini içeren derdest davaların, ulusal düzeyde kurulan Komisyon önünde tazmin edilmek üzere incelenmektedir.
• İzlanda Anayasası Zafere Doğru Yol Alıyor / The Constitution
of Iceland is heading towards victory / La Constitution islandaise
avance vers la victoire (01.11.2012)
İzlanda’da yeni anayasa taslağıyla ilgili 20 Ekim’de yapılan danışma referandumunun sonucu olumlu çıkınca, yeni anayasa zafere
doğru bir adım daha atmış oldu. Kayıtlı seçmenlerin neredeyse yarısının
sandığa gittiği referandumda, halka, önerilen yeni anayasanın altı önemli
konusuyla ilgili görüşü soruldu. Taslakta genişletilmiş bir haklar listesi,
yönetişimde daha fazla kamu girişimi ve doğal kaynakların devlet malı
olacağına dair bir hükümler bulunuyor.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin - Serkan Köybaşı
269
Referandumda sorulan sorular şunlardı: 1) Anayasa Konseyi önerisinin yeni taslak anayasanın temelini oluşturmasını istiyor musunuz? 2)
Yeni anayasada, özel mülk olmayan doğal kaynakların ulusal mülk olarak ilan edilmesini istiyor musunuz? 3) Yeni anayasada İzlanda’da ulusal bir kilise kuran hükümler görmek istiyor musunuz? 4) Yeni anayasada bireylerin Meclis’e seçilmelerine bugünkünden daha fazla izin veren hükümler olmasını istiyor musunuz? 5) Yeni anayasada, ülkenin
bütün bölgelerinde kullanılan oyların eşit ağırlıkta olmasını sağlayan bir
hüküm görmek istiyor musunuz? 6) Yeni anayasada, belli bir oranda
seçmenin konuları referanduma koyabilmesini saplayan bir hüküm görmek istiyor musunuz?
• Türkiye’de Kamu Başdenetçisi Seçimi Yapıldı / The firt
ombudsman of Turkey was elected / Le premier ombudsman a été élu
en Turquie (27.11.2012)
TBMM kamu başdenetçisi seçimi için üçüncü turda en çok oy alan
iki aday arasında yapılan dördüncü tur oylamada kullanılan 279 oyun
258'ini Mehmet Nihat Ömeroğlu, 14'ünü Halime Nuray Turcan aldı. 2
oy boş çıktı, 5 oy geçersiz sayıldı. Bu sonuçla eski Yargıtay üyesi Mehmet Nihat Ömeroğlu, Kamu Başdenetçisi oldu.İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) konuyla ilgili kamuoyundaki beynlar karşısında, Hrant
Dink v. Türkiye kararına konu olan yargı kararını veren heyette yer alan
Ömeroğlu’nun seçimine ilişkin olarak“Yeni atanan kamu başdenetçisi,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ifade özgürlüğünün ihlali olarak
şiddetle kınadığı bir mahkeme kararının arkasında durmaya devam ediyor. Hükümet yurttaşların haklarını savunacak bir halk denetçiliği kurumu oluşturma konusunda eğer ciddi ise, bu atamayı bir kez daha değerlendirmelidir.” şeklinde açıklamada bulundu.
• Meksika Yüksek Mahkemesi Eşcinsel Evlilik Yasağını İptal
Etti/ Mexican Supreme Court annulled Gay-Marriage Ban / La Cour
suprême du Mexique a aboli l'interdiction du mariage homosexuel
(06.12.2012)
Meksika Yüksek Mahkemesi 5 Aralık 2012 Çarşamba günü oybirliğiyle verdiği kararla ülke genelinde herkes için evlilik hakkının önünü
açtı. Mahkeme, güney eyaletlerinden Oaxaca’da evlenmek isteyen üç
eşcinsel çiftle ilgili karar verdi. Mahkeme 2010’da da Mexico City’de
geçerli olan bir yönetmelikle evlenen eşcinsel çiftlerin evliliklerinin ülke
genelinde geçerli olduğuna karar vermişti. Bu son kararla birlikte MekJournal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
270
Bu Sayının Anayasa Haberleri
sika eyaletlerindeki eşcinsel evlilik yasaklarının hızla kaldırılması bekleniyor.
Mahkeme’nin eşcinsel evlilik yasağının anayasaya aykırı bir ayrımcılık olduğuna dair kararı, kısmen, Amerikalılararası İnsan Hakları
Mahkemesi’nin Şubat ayında verdiği ve hükümetlerin cinsel yönelim
temelinde ayrımcılık yapamayacağını söylediği Karen Atala Riffo y
Ninas Şili’ye Karşı kararına dayanıyor.
• Yeni Mısır Anayasası Kabul Edildi / The new Egyptian
Constitution is adopted / La nouvelle Constitution d'Egypte a été
adoptée (26.12.2012)
Arap baharının tetiklediği yeni Mısır Anayasası, tüm seçmenler
içinde sadece % 32, 9’unun katıldığı referandumda % 63, 8 oranındaki
evet oyuyla kabul edildi. Yeni anayasaya yönelik en temel eleştiriler,
devletin niteliğinin İslami referanslarla tanımlanması, anayasanın siyasal
İslam akımının güçlenmesine uygun biçimde kurgulanması, kadın hakları ve ifade özgürlüğüne ilişkin olumsuz hükümler ile sivillerin askeri
mahkemelerde yargılanmasına konularındaki düzenlemeler üzerinde
toplanmıştır.
• Portekiz Cumhurbaşkanı Bütçe Kanununu Anayasa Mahkemesi’ne Gönderdi/ President of Republic of Portugal sent Budget Act
to the Constitutional Court / Le Président portugais a envoyé la loi
budgétaire à la Cour Constitutionnelle (02.01.2013)
Portekiz Cumhurbaşkanı bu yılın tartışmalı bütçesini Anayasa
Mahkemesi’ne göndereceğini açıkladı. Anibal Cavaco Silva bütçenin
vatandaşlara adil davranmadığını ve bazılarına diğerlerinden daha fazla
yük getirdiğini söyledi. 1 Ocak’ta yürürlüğe giren vergi artışları çoğu
Portekiz işçisinin bir aylık maaşlarından daha fazlasına denk geliyor. Bir
Portekiz devlet başkanı ikinci defa böyle bir eylemde bulunuyor. Geçen
sene Mahkeme, sivil memurların ücretlerinde yapılan kesintiyi iptal etmiş ve bu nedenle hükümet alternatif gelir kaynakları aramak zorunda
kalmıştı.
• TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu Çalışma Süresini Uzattı /
The Turkish Parliament Constitutional Reconciliation Commission
extended the term of her working period / La Commission de
réconciliation constitutionnelle a prolongé son délai de travail
(07.01.2013)
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin - Serkan Köybaşı
271
TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu, yeni anayasa çalışmaları
için öngörülen takvim sona ermesine rağmen çalışmalarını 2013 Nisan
sonuna kadar uzattığını açıklamıştı. Bu süre içinde anayasa taslağının
hazırlanamaması üzerine süre Temmuz ayına kadar tekrar uzatılmıştır.
• Fiji’de Anayasal Kriz Devam Ediyor/ Fiji Constitutional Crisis
has been continuing / La crise constitutionnelle aux Fidji continue
(16.01.2013)
Fiji’de bir süredir devam eden anayasal krizin son halkası, Anayasa Komisyonu’nun önerdiği yeni anayasa taslağının Fiji’nin askerî
hükümeti tarafından reddedilmesi oldu. Ordunun anayasa taslağını reddetmesinin nedeninin önerilen taslağın asklerin gücünü önemli oranda
azaltması olduğu belirtiliyor. Askeri hükümetin kendi anayasa taslağını
hazırlaması için Şubat ayının sonuna kadar süresi var.
Akademisyenler, aktivistler ve siyasetçilerden oluşan komisyon,
2012 yılının Temmuz ayının başlarında, Kurucu Meclis’e sunulmak
üzere bir anayasa taslağı hazırlaması amacıyla kuruldu.
• Türkiye İnsan Hakları Kurumu Üyeleri Seçildi ve Göreve Başladı / The Members of the National Human Rights Institution of
Turkey was elected / Les membres de l'Institution des Droits de
l'Homme de Turquie ont été élus et ont pris leurs fonctions
(24.01.2013)
6332 sayılı kanuna göre faaliyet gösterecek olan Türkiye İnsan
Hakları Kurumu Kanunu’na 9 üye seçildi. 6332 sayılı Yasa'nın 5'inci ve
geçici 1'inci maddeleri maddelerinin verdiği yetkiyle, Cumhurbaşkanı
tarafından; Prof. Dr. Serap Yazıcı (Bilgi Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr.
Levent Korkut (Medipol Üniversitesi), Bakanlar Kurulu tarafından; Selamet İlday (Yargıtay 8'inci Hukuk Dairesi), Prof. Dr. Yusuf Şevki
Hakyemez (Karadeniz Teknik Üniversitesi), Doç. Dr. Abdurrahman
Eren (İstanbul Üniversitesi), Fatma Benli (AKDER Bşk. Yrd./ Avukat),
Dr. Hikmet Tülen (Anayasa Mahkemesi Raportörü), Ömer Cihad Vardan (MÜSİAD), Yılmaz Ensaroğlu (Mazlum Der Eski Başkanı - SETA
İH Direktörü), Türkiye Barolar Birliği tarafından; İzzet Varan (Artvin
barosu başkanı) kurul üyeliğine seçilmiştir. Kurul’un ilk yapılan toplantısında Dr. Hikmet Tülen başkanlığa seçilmiştir.
• İHAM Aleyhine En Çok Başvuru Yapılan İkinci Devletin Türkiye Olduğunu İfade Etti / ECHR published that Turkey takes second
spot in ECHR violation cases in 2012 / CEDH a déclaré que la
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
272
Bu Sayının Anayasa Haberleri
Turquie est deuxième au nombre de requêtes individuelles en 2012
(25.01.2013)
2012 yılında Türkiye, İHAM önünde Rusya’dan sonra en fazla
mahkumiyet alan ülke oldu. İHAM’da bekleyen yaklaşık 128 bin dava
arasında Türkiye 16 bin 879 dosya (tüm başvuruların % 13.2’si) ile
ikinci sırada yer aldı. 31 Aralık 2012 tarihi itibari ile birinci sırada 28 bin
593 dava ile Rusya bulunuyor.
• Ceza Yargılamasında Anadilde Savunma Hakkı Tanındı / The
right ot defense in the mother tongue in criminal proceedings was
granted / Le droit à la défense dans la langue maternelle au procès
pénal a été reconnu en Turquie (25.01.2013)
Ceza Muhakemesi Kanunu ile Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun onaylanmıştır. Yeni Kanuna göre sanık; iddianamenin okunması ve esas hakkında mütalaanın verilmesi üzerine sözlü savunmasını kendisini daha iyi
ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde yapabilecektir. Değişikliğe göre tercüman parası sanık tarafından karşılanacaktır. ( Not: Bu durum, İHAM’ın Luedicke, Belkacem, Koç v. Almanya kararı ile uyumlu
görülmemektedir.)
• Fransa’da Yeni Anayasa Değişikliği Konusu Gündeme Taşındı
/ The new constituitonal amendment in France was brough up to
agenda / Une nouvelle révision constitutionnelle est à l’ordre du jour en
France (30.01. 2013)
Fransa başbakanı Jean-Marc Ayrault, yabancılara yerel seçimlerde
oy hakkı, cumhurbaşkanının dokunulmazlığı ve statüsü, yargı bağımsızlığı ile bölgesel diller konularını içeren yeni bir anayasa değişikliği paketi hazırlığı içinde olduklarını ifade etmiştir.
• Almanya’da Yabancılara Serbest Seçim Hakkı Tanınmasına
İlişkin İlk Yasal Adım Atıldı / The first legal step on the right to freee
election of foreigners in Germany were taken / En Allemagne, le
premier pas vers le droit de vote pour les étrangers (06.02.2013)
Almanya’da Bremen Eyalet Meclisi, Alman ve AB vatandaşı olmayan göçmenlere yerel seçimlerde oy hakkı tanınması yönündeki yasa
taslağı eyalet parlamentosu tarafından kabul edilmiştir.
• İskoçya’da bağımsızlık ve yeni anayasa için yol haritası açıklandı / The roadmap for independance and the new constitution in
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin - Serkan Köybaşı
273
Scotland was announced / En Ecosse, la feuille de route pour
l'indépendance et la nouvelle constitution a été annoncée (08.02.2013)
İskoçya Hükümeti, 2014’te yapılacak ve “evet” çıkacağını düşündüğü referandumu takip edecek bağımsızlık için bir yol haritası yayınladı. Hükümet, halkın hayal gücünü ateşleyecek katılımcı bir anayasa
yazım süreci planlıyor ve bir model olarak açık şekilde İrlanda deneyimine başvuruyor. Yol haritasının vizyonu, Birleşik Krallık ve Avrupa
Birliği içerisinde kalan bağımsız bir İskoçya. Katalonya gibi, Avrupa
Birliği içerisindeki ulusların ayrılmaya yönelik benzer adımları görülürken, Kraliçe’nin statüsünün korunacağı bir şekilde commonwealth statüsü edinmektense Birleşik Krallık içerisinde kalmanın olası sonuçlarının ne olacağı merak konusu olmaktadır.
• 4’üncü Yargı Paketi TBMM Genel Kuruluna Sunuldu / The
fourth judicial reform package was presented to Planery Session in
Turkey / Le 4ème paquet de réforme juridique a été introduit à
l'Assemblée Générale de Turquie (07.03.2013)
4’üncü yargı paketi insan hakları ve ifade özgürlüğü bağlamında
bazı kanunlarda değişiklik yapılmasında dair kanun tasarısı ismiyle
TBMM Genel Kurulu’na sunuldu. Bu bağlamda AYİM, İYUK, HMK
gibi usul kanunlarının yanında Kamulaştırma Kanunu, Terörle Mücadele
Kanunu ve Türk Ceza Kanunun’da bazı değişiklikler yapılması öngörülüyor. Kamuoyunda paketin yetersiz olduğu yönünde eleştirileri ileri
sürülmüştür.
• Yeni Macaristan Anayasasında Muhafazakar Değişiklikler Yapıldı / Conservative Amendments were been made in the New
Constitution of Hungary / Des révisions conservatrices ont été opérées
dans la nouvelle Constitution de Hongrie
1 Ocak 2012 tarihinde oldukça tartışmalı biçimde yürülüğe giren
Macaristan anayasasında başbakan Viktor Orban’ın liderliği yaptığı
Fidesz partisinin öncülüğünde anayasa değişikliğine gidildi. Değişiklik,
yerel yetkililere kamuya açık yerlerde yaşayan ve sokaklarda uyuyan
kişilere ceza verilmesi yetkisi tanıyor. Görsel basındaki siyasi reklamlara
sınırlama getiriliyor. Üniversite öğrencilerine verilecek bursla, mezun
olduktan sonra ülke için çalışmayı kabul etme şartına bağlanıyor. Eşcinsel evlilikler anayasal açıdan yasaklanıyor. Cumhurbaşkanı ve Anayasa
Mahkemesi’nin anayasada yapılacak değişikleri yeniden gözden geçirme
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
274
Bu Sayının Anayasa Haberleri
yetkisini iptal ediyor. Eski Anayasa döenminde alınan kararlara atıf yapılmasını yasaklıyor.
• İHAS’a ek 15 No’lu Protokol Taslağı Hazırlandı / Protocol
No.15 to the Europan Convention on Human Rights is drafted / Le
projet de Protocole no. 15 additionnel à la Convention européenne des
droits de l'homme a été élaboré (19.03.2013)
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Yönlendirme Komitesi, İnsan
Hakları Avrupa Sözleşmesi’ne ek 15 no’lu Protokol’ün taslağını hazırladı.
- Taslak metne göre başlangıç metnine şu paragraf eklenecektir:
“Sözleşmeci Devletler, ikincillik ilkesine uygun olarak, bu Sözleşme tarafından kurulan Mahkeme’nin denetimi altında ve tanıdığı takdir yetkisi
içinde, Sözleşme’deki hak ve özgürlüklerin güvencelenmesi konusunda
öncelikli sorumluluğa sahip olduklarını onaylarlar”
- Mevcut düzenlemede yargıçların göreve başlama yaşları konusunda bir üst sınır olmamakla birlikte, 15 no’lu Ek Protokol taslağı yargıçların görevlerine başlarken 65 yaşının altında olmalarını öngörmektedir.
- Mevcut düzenlemeye göre bir Dairenin görmekte olduğu bir davada Sözleşmenin veya Protokollerin yorumlanmasını gerektiren ciddi
bir sorun ortaya çıkması halinde veya Dairenin önündeki sorunun çözümü daha önce Mahkemenin verdiği bir kararla bağdaşmayacak bir
sonuç yaratacak olması durumunda Daire, -taraflardan birisinin itiraz
etmemesi şartıyla- bu davada yargılama yetkisini, hüküm vermeden önce
her hangi bir aşamada Büyük Daire lehine bırakabilmekteydi. 15 no’lu
Ek Protokol taslağı, “taraflardan birisinin itiraz etmemesi” şartının kaldırılmasını öngörmektedir.
- Mevcut uygulamaya göre bireysel başvuru süresi 6 aydır. 15
no’lu Ek Protokol taslağı, bu sürenin 4 ay olmasını öngörmektedir.- 14
no’lu Ek Protokol ile getirilen yeni kabul edilebilirlik kriterleri aynen
korunmakla birlikte, 15 no’lu Ek Protokol taslağı yeni bir kabul edilebilirlik kriteri olan önemli zarar kriterinin uygulanmasının istisnası olan
“ulusal bir mahkeme tarafından gereği gibi incelenmemiş olma” koşulunun kaldırılmasını öngörmektedir.
Dünyadan Önemli Bazı Mahkeme Kararları
- Almanya Anayasa Mahkemesi, Almanya'nın Avro Bölgesi'ndeki
borç krizi çerçevesinde geliştirilen ve krizdeki ülkelerde borçlanma tahvilleri satın alınmasını öngören Avrupa İstikrar Mekanizması'na
(European Stability Mechanism/ESM) katılımını, bazı kayıtlara birlikte
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin - Serkan Köybaşı
275
Anayasa'ya uygun görmüştür. Egemenlik ilkesinin etkisinin görüldüğü
kararda anayasaya uygunluk, ESM'nin -sır niteliğinde de olsa- önemli
bilgileri Almanya parlamentoları yetkililerine iletmesinin zorunlu olması, Almanya için belirlenen yükümlülüğün sınırsız olmayıp, 190 milyar avro üst sınırla kayıtlanmıştır. (2 BvR 1390/12, 2 BvR 1421/12, 2
BvR 1438-40/12, 2 BvR 6/12, 12.09.2012)
- Almanya’da aşırı milliyetçi (NDP) partisi, sürekli olarak kapatılma tehdidi altında olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne “anayasaya uygunluğunun tespit edilmesi” istemiyle başvuruda bulunmuştur.
Başvuru, anayasa şikâyeti yoluyla değil, genel yargısal başvuru yolu
hakkına dayanılarak yapılmıştır. (2 BvE 11/12 05.03.2013)
- Belçika Anayasa Mahkemesi Belçika’daki Burka/Çarşaf yasağının Anayasaya aykırı olmadığına karar vermiştir. Mahkeme’ye göre;
kişilerin yüzlerinin kapalı olması kimliğinin tespit edilmesi ve kontrolü
açısından bir sorun teşkil edecektir. Bu durumun yaygınlaşması, gerçek
bir tehlikeye neden olabilir. Hal böyleyken yasak, kamu düzeni ve kamu
güvenliği açısından haklıdır. Bu bakımdan, insan onurunu zedelemiş
sayılmaz. Hak özenesi kişilerin bir arada yaşayabilmeleri için birbirlerinin yüzlerini görebilmeleri gereklidir. Bu bakımdan yasama organının
kişisel ilişkileri koruma amacı meşrudur ve toplumsal bir gerekliliktir.
Anayasa her ne kadar kişilerin dini tercihlerini seçme ve istediği şekilde
dışa vurmalarını güvencelemiş olsa da bu hak, kadın erkek eşitliği ilkesini ve kadınların kişiliğini ortadan kaldıramaz. Bu bakımdan da anılan
yasak, sosyal yaşam ve sosyal ilişkiler bakımından gerekli sayılabilir.
Yasa ayrımcı değildir, zira orantılı ve demokratik toplum düzeni açısından gerekli sayılabilir. Başvurucuların, yasanın, kendileri için dini vecibelerini yerine getirmek ile yasaya saygı göstermek arasında bir tercihe
zorladığı ve yasaya saygı göstermeleri durumunda eve hapsolacakları,
bunun ise kişi özgürlükleri ile kişisel ve aile yaşamı hakkının ihlali olacağı yönündeki sav ise evde kalmak konusundaki pratiklerinin kişisel bir
tercih olacağı ve yasayı gayri meşru kılmayacağı gerekçesiyle reddedilmiştir. (145/2012, 06.12.2012)
- İHAM, Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası v. Türkiye
(20641/05) kararında, anadilde eğitim talebinin sendika kapatma nedeni
olarak sayılamayacağına ve Eğitim-Sen hakkında açılan kapatma davasının örgütlenme ve ifade özgürlüğünü ihlal ettiğine karar vermiştir.
(25.09.2012)- İHAM, Redfearn v. Birleşik Krallık (47335/06) kararında
azınlık grubu üyelerinin taşıyan servisin şoförü olarak çalışan başvuruJournal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
276
Bu Sayının Anayasa Haberleri
cunun aşırı sağcı BNP’nin belediye meclisi üyesi olarak seçilmesi üzerine işten çıkartılmasının örgütlenme hakkının ihlali olduğuna karar
vermiştir.(06.11.2012)
- İHAM, Disk ve Kesk v. Türkiye (38676/08) kararında, 1 Mayıs
2007’te 1 Mayıs kutlaması sırasında gerçekleştirilen kamu gücü müdahalesinin ifade özgürlüğünü ihlal ettiğine karar vermiştir. (27.11.2012)
- İHAM, Eweida ve diğerleri v. Türkiye (48420/10, 59842/10,
51671/10 ve 36516/10) British Airways’teki bagaj kayıt işinden haç
şeklinde kolye takmakta ısrar ettiği için çıkartılan başvurucunun inanç
özgürlüğünün ihlal edildiğine, kamuda hemşire olan çalışan bir başvurucunun ise kolyesinin açık yaraya temas edebileceği ve hasta tarafından
kopartılabileceği gerekçesiyle masa başı işine kaydırılmasını ise inanç
özgürlüğünü ihlal etmediğine karar vermiştir. (15.01.2013)
- İHAM, Şükran Aydın ve diğerleri v. Türkiye (49197/06,
23196/07, 50242/08, 60912/08 ve 14871/09) kararında Seçim Kanunu
gereğince seçimlerde Türkçe dışında bir dilde propaganda yasağını ifade
özgürlüğünün ihlali olarak görmüştür. (23.01.2013)
- İHAM, Güdenoğlu ve diğerleri v. Türkiye (42599/08, 30873/09,
38775/09, 38778/09, 40899/09, 40905/09, 43404/09, 44024/09,
44025/09, 47858/09, 53653/09, 5431/10 ve 8571/10) kararında 3713
sayılı Terörle Mücadele Kanununun 6/5’inci maddesi gereğince başvurucu gazetelerin ileriki basımlarını yasaklanmasının ifade özgürlüğünün
ihlali olduğuna karar vermiştir.
- Almanya Anayasa Mahkemesi, Nasyonel Sosyalist Yeraraltı
(NSU) örgütü davasında yeterli sayıda yabancı gazetecinin yer alması
yönönde geçici tedbir kararı verdi. Münih Eyalet Mahkemesi’nin, kurbanları arasında çok sayıda Türkiyeli’nin de olduğu ırkçı NSU davasında
Türkiye’den gazetecilere akreditasyon vermemesi üzerine yapılan başvuruyu inceleyen Mahkeme, haber alma özgürlüğü gereğince yargılama
sürecinde en az üç yabancı basın mensubunun bulunması gerektiğine
hükmetti. (1 BvR 990/13, 1 BvR 1002, 1007, 1010/ 13, 12 04. 2013)
- Bolivya Anayasa Mahkemesi, devlet başkanı Evo Morales’in
2014 yılında yapılacak seçimlere 3’üncü defa katılabileceğine karar
verdi. Bolivya Anayasa Mahkemesi, Bolivya Anayasası bir kişinin ikiden fazla kez devlet başkanı olamayacağı hükmü karşısında 2005 ve
2009 yıllarında iki defa devlet başkanı seçilen Evo Morales’in 2014 yılındaki seçimlerdeki durumuna ilişkin tartışmada son noktayı koydu.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin - Serkan Köybaşı
277
Mahkeme’ye gore 2009 yılında yürülüğe giren anayasanın anılan hükmü
bu anayasadan önceki dönemdeki seçimleri kapsamamaktadır. Bu bakımdan Evo Morales üçüncü defa devlet başkanlığına aday olabilecektir.
(30.04.2013)
Türkiye’den Önemli Bazı Mahkeme Kararları
- Türkiye Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanının görev süresi
hakkında karar verdi. Mahkeme’ye göre Anayasada 2007 yılında yapılan
değişiklikle 7 yıldan 5 yıla indirilen süre , 7 yıl için seçilmiş olan mevcut
Cumhurbaşkanı için uygulanamaz. Öte yandan aynı değişiklikte bir kişinin birden fazla defa seçilebileceğine ilişkin getirilen yenilik, mevcut
cumhurbaşkanı için uygulanabilir niteliktedir. (2012/30, 2012/96,
01.01.2013)
- Türkiye Anayasa Mahkemesi, 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun’un bazı maddelerine
karşı yapılan iptal istemini reddetti. Kanun’un 7’inci maddesi millî güvenliğin açıkça gerekli kıldığı hâllerde yahut kamu düzeninin ciddî şekilde bozulmasının kuvvetle muhtemel olduğu durumlarda, Başbakan
veya görevlendireceği bakan geçici yayın yasağı getirebilir hükmünü
içeriyor. (E. 2011/44, K. 2012/99, 13.03.2013)
- Türkiye Anayasa Mahkemesi, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) bürokratlarına ve bakanlık eğitim uzmanlarına verilen fazla çalışma ücreti
ila üst düzey bürokratlara yüzde 200’e kadar ek ödeme yapılması, yükseköğretim birimlerindeki fazla çalışma süreleri için ödenen ücretlerin
kaldırılmasını içeren 666 sayılı KHK’nın birçok hükmünü iptal etti.
(03.04.2013)
- Türkiye Anayasa Mahkemesi, TOBB Yasası’ndaki ‘iki dönem
başkanlık yapanların iki dönem geçmedikçe tekrar başkanlığa aday olmalarını’ engelleyen maddeyi iptal etti. (2012/128, 2013/7, 23.03.2013)
- Türkiye Danıştay’ı Türkiye Barolar Birliği meslek kurallarının
“Avukat ve avukat stajyerleri mesleğe yaraşır bir kılık ve kıyafetle başları açık olarak mahkemelerde görev yaparlar” şeklindeki 20’inci maddesinin iptali istemiyle açılan davada söz konusu hükmün, Anayasa’nın
13, 24 ve 48’inci maddeleri ile İHAS ve BM Medeni ve Siyasal Haklar
Sözleşmesi’nin din ve inanç özgürlüğü hükümlerine aykırı olduğu gerekçesiyle yürürlüğünün durdurulmasına karar vermiştir. Türkiye Barolar Birliği’nin İdari Dava Daireleri Kurulu’na yaptığı itiraz oy çokluğuyla reddedildi. (01.04.2013)
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
Bu Sayının Anayasa Haberleri
278
- Türkiye Anayasa Mahkemesi, Sayıştay Yasası’nın, Sayıştay denetçilerinin denetim raporunu görüşen bir daire raporu mevzuata uygun
bulunursa başka bir denetçi mevzuata aykırılık gerekçesiyle denetim
yapılamayacağı ve Sayıştay’a sadece hukuka uygunluk denetimi yetkisi
veren hükümleri iptal etti. (E.2012/102, K. 2012/207, 02.04.2013)- Türkiye Anayasa Mahkemesi, 4+4+4 Yasası olarak bilinen İlköğretim ve
Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanunu anayasaya uygun buldu. (E. 2012/65, K. 2012/128, 18. 04.2013)
YENİ ÇIKAN TÜRKÇE ANAYASA HUKUKU
MONOGRAFİ VE DERLEMELERİ
- Aykut Çelebi/ Ece Göztepe (der.), Demokratik Anayasa, İstanbul: Metis Yay, 2012.
- Vahap Coşkun, Kürt Meselesinin Anayasal Boyutu, Ankara:
Orion, 2013.
- Abdurrahman Eren, Ulusal İnsan Hakları Kurumları Uluslararası
Standartlara Uygunluğun Yorum İlkeleri, İstanbul: Oniki Levha Yay.,
2012.
- İzet Mert Ertan, Uluslararası Boyutlarıyla Sağlık Hakkı, İstanbul:
Legal Yay., 2012.
- Mehmet Semih Gemalmaz, Devlet, Birey, Özgürlük, İstanbul:
Legal Yay., 2012.
- Serdar Gülener, Türkiye’de Anayasa Yargısının Demokratik
Meşruluğu, İstanbul: Oniki Levha Yay., 2012.
- Serkan Gülfidan, İfade Özgürlüğü Hakkı Örneği Çerçevesinde
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde Kötüye Kullanma Yasağı, İstanbul: Oniki Levha Yay., 2012.
- İbrahim Özden Kaboğlu, Hangi Anayasa, İstanbul: İmge
Kitabevi, 2012.
- Ömer Keskinsoy, Cumhurbaşkanının Sorumluluğu, Ankara: Savaş Yay., 2013.
- Juan J. Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, Ergun Özbudun
(çev.), Ankara: Liberte Yay., 2012.
- Jan-Werner Müller, Anayasal Yurtseverlik, A. Emre Zeybekoğlu
(çev.), Ankara: Dost Kitabevi, 2012.
- Mert Nomer, ABD Başkanlık Sisteminde Başkanının Yetkileri,
İstanbul : On İki Levha Yay., 2013.
- Ergun Özbudun, 1924 Anayasası, İstanbul: Bilgi Üniversitesi
Yay., 2012.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
Tolga Şirin - Serkan Köybaşı
279
- Mahmut Fevzi Özlüer/ Ilgın Özkaya Özlüer/ Tolga Şirin/ Nazım
Sinan Odabaşı (der.), Bolivya Anayasası: Hukuk Demokrasi Özerklik,
Ankara: Phoenix Yay., 2012.
- Müge Demirkır Ünlü, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile – İçi Şiddet, İstanbul: Legal Yay., 2012.
- Sultan Tahmazoğlu-Uzeltürk, Anayasa Hukuku Açısından Sağlık
Hakkı, İstanbul: Legal Yay., 2012.
- Melike Batur Yamaner, Kitle İletişim Özgürlüğü, İstanbul: Beta
Yayınevi., 2012.
- Hasan Sayim Vural, Türkiye’de Din Özgürlüğüne İlişkin Anayasal Güvence, Ankara: Seçkin, 2013.
- Murat Yanık, Başkanlık Sistemi ve Türkiye’de Uygulanabilirliği,
Ankara: Adalet Yayınevi, 2013.
- Murat Yanık, Parti İçi Demokrasi, Ankara: Adalet Yayınevi,
2013.
- Dilara Yüzer, 1982 Anayasası’nda Basın Özgürlüğü Karşısında
Kişilik Hakkı ve Korunması, Ankara: Yetkin Yay., 2012.
- Hamide Gökçen Zabunoğlu, Türk Anayasal Düzeninde Siyasal
Hak ve Özgürlüklerin Kapsamı ve Sınırları, Ankara: Yetkin Yay., 2013.
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
ANAYASA HUKUKU DERGİSİ YAYIN İLKELERİ
PUBLICATION AND SUBMISSION REQUIREMENTS OF
JOURNAL OF CONSTITUTIONAL LAW
1. Anayasa Hukuku Dergisi, yılda iki sayı olarak yayımlanan hakemli bir dergidir.
Journal of Constitutional Law is a peer-reviewed journal published
two times in a year.
2. Dergi’de yayımlanabilecek yazılar, Anayasa Hukuku alanını ilgilendiren içerikte her türlü makale, karar incelemesi ve kitap incelemesi
ile çevirilerdir. Yazıların dili, Türkçe veya diğer Avrupa dilleridir.
This is a journal of law focusing on legal issues concerning
Constitutional law. Articles, case notes and comments, discussions of
legislative development, book reviews and other similar type of papers which
are written in Turkish and in other European languages are welcome.
3. Dergi’de yayımlanmak üzere gönderilen yazılar başka bir yerde
yayımlanmamış ya da yayımlanmak üzere gönderilmemiş olmalıdır.
Articles that will be sent to the editor should not be published
elsewhere nor be submitted to other journals simultaneously.
4. Yazılar microsoft word (microsoft office 98 ve üzeri versiyonlar) formatında (doc veya docx dosya uzantılı olarak) yazılmış olmalıdır.
Ayrıca yazılar, aşağıdaki şekil şartlarına uygun olarak kaleme alınmış olmalıdır.
Kağıt Boyu: A4
Üst: 2.5 cm; Alt: 2.5 cm; Sol: 2 cm; Sağ; 2 cm
Metin: Times New Roman, 12 punto, 1.5 satır aralığı, iki yana
yaslı
Dipnotlar: Sayfa altında, Times New Roman, 10 punto, 1 satır aralığı, iki yana yaslı
Articles should be submitted as microsoft word (either with doc or
docx file extensions) documents (microsoft office 98 or higher versions).
Articles should be written according to the following style guidelines:
Paper size: A4
Top: 2.5 cm; Bottom: 2.5 cm; Left: 2 cm; Right; 2 cm
Text body: Times New Roman, 12 points, at 1.5 line spacing,
justified
Footnotes: Times New Roman, 10 points, at 1 line spacing, justified
282
5. Her yazı, kaydedildiği bir CD ile ya da elektronik posta yolu ile
microsoft word formatında editöre teslim edilmelidir. Yazının basılı olarak teslimi gerekmemektedir.
Softcopy of the article either on a CD or as an attached microsoft
word document via e-mail should be submitted to the editor. There is no
need to submit any hardcopy of the article.
6. Yazıyla birlikte yazarın (veya yazarların) adına, unvanına,
çalıştığı kuruma, açık adresine, kolay ulaşım sağlanabilecek telefon numaralarına ve elektronik posta adreslerine ilişkin bilgiler de editöre ulaştırılmalıdır.
The name(s), formal position(s), institutional affiliation(s) and
contact details (especially e-mail(s)) of the author(s) must be clearly
included with the submission to the editor.
7. Dergi’ye gönderilen makaleler Türkçe ve İngilizce başlık ile
hem İngilizce hem de Türkçe özet kısmı içermelidir.
Each submission should contain a Turkish (only for Turkish
authors) and an English Title, as well as structured Abstract in Turkish
(only for Turkish authors) and English.
8. Dergi’ye gönderilen makalelerde, ilgili makaledeki konuyu tanımlayan Türkçe ve İngilizce uygun anahtar kelimeler bulunmalıdır.
All articles should be accompanied by sufficient number of
keywords in Turkish (only for Turkish authors) and English that reflect
the content of the article.
9. Dergi’ye gönderilen makalelerde kullanılan kaynaklar, makale
sonunda kaynakça olarak alfabetik sırada verilmiş olmalı ve kullanılan
kaynaklar dipnotunda veya metin içerisinde kısa olarak yer almalıdır.
All references cited in the text should be numbered in order of
mention in the text and should be given abbreviated form in footnotes.
They should be listed in full form at the end of the article in an
alphabetically arranged bibliography as well.
Anayasa Hukuku Dergisi - Cilt: 2 / Sayı:3 / Yıl:2013
283
10. Dergi’ye gönderilen makalelerin yazım bakımından son denetimlerin yapılmış olduğu ve basılmaya hazır olarak verildiği kabul edilir.
All submissions are regarded as ready to publish and already
proofread by the author himself or herself.
11. Yayın Kurulu’nda ilk değerlendirilmesi yapılan makaleler, anonim olarak hakeme gönderilecek, hakemden gelen rapor doğrultusunda
makalenin yayımlanmasına, hakemden gelen rapor çerçevesinde düzeltme istemesine ya da yayımlanmamasına karar verilecek ve yazar
durumdan en kısa zamanda ve genellikle e-posta yolu ile haberdar edilecektir. Tamamlanmış veya düzeltilmiş yazı, Yayın Kurulu’nca, tekrar
hakeme gönderilebilir.
Articles will initially be examined by the editorial board. After
initial evaluation by the editorial board, the submissions will be sent to
an anonymous peer reviewer, who is determined by the editorial board.
In case of rejection or proposed amendments, the contributer(s) will be
informed (generally via e-mail) in adequate detail and provided with a
copy of the reviewer’s report. Whenever needed or necessary, a
reviewed and amended submission may be sent to a second reviewer.
12. Dergi, hakemin yazarı bilmemesi esasına (kör hakemlik) dayanır. Hakeme gönderilecek makalelerde de yazarın kimliğine ilişkin bilgilerin gizliliği sağlanır.
All articles submitted are subject to a blind peer review. The
identity of the author(s) and reviewer(s) will not be revealed to the other
party.
13. Dergi basıldıktan sonra ilgili sayının yazarlarına ve bu sayıda
hakemlik yapmış olanlara ücretsiz olarak gönderilir.
Free copies of the published issue will be sent both to the author(s)
and to the reviewer(s).
Journal of Constitutional Law - Volume: 2 / Issue:3 / Year: 2013
LEGAL HUKUK DERGİLERİ SİPARİŞ FORMU
ORDERING FORM FOR THE LEGAL LAW JOURNALS
LEGALBANK ABONELİK FORMU
SUBSCRIPTION FORM FOR THE LEGALBANK LAW DATABASE
Download