Ingmar Bergman`in Tystnaden (Sessizlik) (1963) Filmi

advertisement
Ingmar Bergman’in Tystnaden (Sessizlik) (1963) Filmi Üzerine Bir Değini
Tamer Ertangil

Tüm canlılar gibi insan da iletişim kurar. İletişim kurarken jest ve mimiklerin yanı sıra
karmaşık ve kapsamlı diller kullanıyor oluşumuz bizi farklılaştırır. Öte yandan, iletişim
kurmak için, soyut konuları dahi aktarabildiğimiz ve tartışabildiğimiz bir dilimizin olması,
sağlıklı bir iletişim kurabilmemizin teminatı değildir. Sanıyorum, Bergman, Sessizlik’te söz
konusu iletişim sorununu ele alıyor.
Filmin başında, birisi güzel ve alımlı, diğeri ise ağır bir hastalığa yakalanmış olan iki
kız kardeş ve güzel olan kadının oğlu, hem sıcak ve dolayısıyla boğucu, hem de iç bunaltıcı
bir tren yolculuğu yapmaktadır. Çocuk, vagonun penceresinden güneşin doğuşunu
seyrederken, gitmekte oldukları ülkenin dilinde, yabancı, anlamadığı, anlamlandıramadığı bir
dilde konuşan görevlilerin sesini işitir. Tam da o anda tren karanlık bir tünele girer.
Anlaşılmaz bir gürültü, kelimelerin dahi birbirinden ayırt edilemediği bir kakofonidir işittiği.
Karanlık bir tünelde nasıl ki hiçbir şey görünmezse, yabancı bir dilde de bir şeyler işitilir belki;
ama hiçbir şey anlaşılmaz. Yalnızca işitir fakat işittiğimizin taşıdığı anlama erişemeyiz. Dilini
bilmediği bu ülkede yalnızca trendeyken değil, gündelik hayatın her anında, gerek çocuk,
gerekse yetişkin iki kadın, hayatı dışarıdan seyreder konumdadır. Hayatla hemhâl olmak
şöyle dursun, ondan yabancılaşmış, araya mesafe konmuş, vitrinde sergilenen eşyalara bakar
gibi, dışarısıyla aralarına aşılması zor bir engel girmiştir.
Yine de, iki kız kardeşin hayata karşı takındıkları tavrın birbirine karşıt olduğu
gözlerden kaçmamaktadır. Ciğerlerinden rahatsız, hastalıktan bitkin düşmüş hâlde, yataktan
çıkmayan büyük kız kardeş hayatı vitrinden seyredenlerdendir. Hayata tutunamadığı apaçık
olan kadın, rahatsızlığına ve öksürmesine rağmen sigara üstüne sigara içmeye devam eder.
Hayatının sonlanmasını arzu eder gibidir. Uzaktan, güvenli bir mesafeden seyretmekle
yetindiği dış Dünya ile iletişim kurmayı denemez. Yatağında, içkisi, sigarası ve kitaplarıyla
meşgul hâlde, tüm gün oturur. Dışarısıyla olan bağlantısızlığını, kitaplarla ve klasik müzikle
inşa ettiği iç dengesiyle telafi etmektedir. Somut olanla, nesnelerle ve insanlarla, dolaysız
temasla, kısacası dış Dünya ile ilgili değildir.
Bir ara kalkıp otel odasının penceresinden dışarıya bakar. Yalnızca bakar. Dışarıdaki
hayatın hengâmesindense yalnızlığından hoşnut, kitap ve müzik gibi -yine insan ürünü
olmakla birlikte- daha dolaylı bir iletişim sağlayan nesnelerle kurduğu özel alanında
huzurludur. Huzurludur belki; ama mutlu olduğu söylenemez; zira üst üste yaktığı

tertangil@gmail.com
145
sigaralarla, öksürerek, kan kusarak, adeta ölümünü hızlandırmak arzusundadır. Bilinçli bir
şekilde arzularını törpülediği, tensel ve nicel arzulardan kendisini uzak tuttuğu, neredeyse bir
rahibe gibi yaşadığı söylenebilir: Dinsel olmayan bir manastır yaşamı sürdürmektedir adeta.
Genç ve güzel olan kız kardeş ise tam tersi bir karakter taşımaktadır. Otele geldikten
kısa bir süre sonra derhâl kendisini dışarı atar. Dilini bilmediği bir ülkede bulunmaktadır
belki; ama bu engeli aşmaya kararlıdır. Toprağa bağlı, ayakları yere basan, tuttuğunu koparan,
insanlarla temas hâlinde olmayı tercih eden bir yapıya sahiptir. Ne var ki, ablasının “büyük
birader” misali denetleyici ve müdahaleci yönünden rahatsız olduğunu da gizlemez. Küçük
kız kardeş hayatı olduğu gibi yaşarken, ablası sakınımlıdır. Küçük kız kardeş cesurca yeni
deneyimlere yelken açarken, ablası onun yaşadıklarını dinlemekle yetinmekte, yaşantıları
bizzat deneyimlemekten sakınmaktadır. İçten içe onun hayata dair tutkusunu kıskanmakta,
onun gibi olmak istemekteyse de, kardeşinde daima kusur bulmaktan ve ona akıl vermekten
geri durmaz. “Birbirimizin dilinden anlamıyor olmamız ne hoş!” diye tepkisini dillendirir
genç kadın. Nihayet, ablasına hep hayran olduğunu, onun ilkeli, çalışkan ve entelektüel
kişiliğine saygı duyduğunu ima ederken, “ama o ilkelerinle hep kafamızı şişirdin” diye
serzenişte bulunur.
Ablasının hayattan, daha doğrusu hayatı dolaysız yaşamaktan neden bu denli
korktuğuna anlam veremeyen genç kadın, geceleri kendisini dışarıya, yeni maceralara
attığında, ablası ona kendisini aşağılanmış hissettiğini söyler. Hastalığından ötürü gece
hayatına katılamıyor, karşı cinsle irtibata geçmesine sağlığı el vermiyordur belki. Gelgelelim,
kardeşiyle aralarında geçen konuşmalardan, ablanın hayatı boyunca ve muhtemelen
sağlıklıyken de hep sakınımlı ve mütereddit olduğunu anlarız. “İlkelerinle kafamızı şişirdin”
diyen kardeşi, “sen hep haklıydın” diye de ekler. Muhtemelen, ablasının, her ne kadar bilgili
ve kültürlü olsa da, her ne kadar her daim haklı olsa da, haklılığıyla despotlaşmış olmasından,
haklılığından ötürü kendisini üst bir yerde konumlandırmış olmasından ve haklı olmakla
kalmayıp kardeşinin yaşam tarzına müdahale etme cüretini kendisinde bulmasından ötürü,
bir nevi sınır ihlâlinde bulunduğunu düşünmekte, ablasının “haklıyım; öyleyse seni
bezdireceğim, yaptıklarını burnundan fitil fitil getireceğim” tarzı bir tutum benimsediğinden
yakınmaktadır. Herhangi bir konuda kişiler haklı ya da haksız olabilir; öte yandan kişinin
kişiselliği, bireyin biricikliği bakidir. Bu bakımdan kontrolcü ablanın -çoktan bir erişkin
olmuş- kız kardeşinin yaptıklarına burnunu sokması adil değildir; zira genç kadın ablasına
karışmazken, ablasının kendisinde böyle bir hak görmesinin meşru bir zemini olamaz.
O esnada çocuk, bir sirkle beraber kente gelmiş cücelerle hemhâl hâlde, elinde bir silah,
konuşarak iletişim kuramadığı insanlara ateş eder gibi yapmaktadır. Anlayamadığı, iletişim
kuramadığı, dilini bilmediği insanlara silahını doğrultan çocuk, belki de iletişimsizliğin
doğurduğu örtük bir öfkeyi dışavurmaktadır. Anlayamadığımız şey bizim düşmanımızdır;
bilmediğimizden, tanımadığımızdan korkar, onu tehdit olarak görürüz. Bu nedenle,
farklılıklarla karşılaşma anı kişi için büyük bir sınavdır, öyle ki, bu şok deneyimiyle birlikte ya
hoşgörümüz artacak, ya da katı bir muhafazakârlığa, hatta kategorik bir dışlayıcılığa
varacağızdır. Çocuğun silahla oynaması bir umutsuzluk işaretiyken, bir yanda büyük kız
kardeş yavaş yavaş hayata veda etmektedir. Karamsar bir atmosfer filme hâkim olur bire süre
için.
146
Yatak döşek, ölüme doğru hızla yol alan kadın, küçük çocuğa bir zarf verir. Tüm bu
umutsuz ve karamsar atmosferin içerisinde, iletişimsizliğin imkânsızlığına neredeyse ikna
olmuşken verilen o zarf, umudu simgeler gibidir: Yazılı bir iletişim aracı, bir metin.
Haklılığıyla despotlaşan “büyük biraderin” ölümüyle birlikte yeni bir tren yolculuğu başlar.
Ferah bir geleceğe doğru, sağlıklı iletişimin, karşılıklı anlayışın ve hoşgörünün muştulandığı,
iyiliğe, güzelliğe doğru bir yolculuk.
Çocuk, yeni bir iletişimin imkânı olarak görünür: Geleceğin dengeli, ölçülü, rasyonel
ve bir o kadar eğlenceyi, karnavalı, hayatı dolaysız deneyimlemeyi ve duygusalı dışlamayan,
bütünsel bir anlayışın taşıyıcısı, müstakbel bir yeni-insan olarak.
147
Download