Anti-kanser

advertisement
Anti-kanser
yeni bir yaşam tar zı
David Servan-Schreiber
Özgün Adı: Anticancer: A New Life Style
Varlık Yayınları, 1. Basım – 2008
328 Sayfa
ARK A K APAK
“Hepimizin içinde atıl kanser hücreleri var ve her birimiz onlarla savaşabilecek bir bedene sahibiz.”
Dr. David Servan-Schreiber, sinirbilim dalında yaptığı öncü çalışmalarla daha otuz yaşında ünlü
olmuştur. Derken beyin kanseri olduğunu öğrenir ve hayatı değişir. Alternatif tıp araştırmalarına başlar
ve psikiyatri bölümünde öğretim üyesi olduğu Pittsburgh Üniversitesi’nde Entegre Tıp Merkezi’ni
kurar.
Bu kitap, onun hem doktor hem de kanser hastası olarak yaşadığı deneyimlerin bir ürünü. Kendi
öyküsünü ve karşılaştığı vakaları anlattığı bölümlerin yanı sıra, kansere ve kanser mekanizmalarına
tamamen bilimsel ve tıbbi açıdan odaklanan bölümler de içeriyor. Özellikle beden-kanser ilişkisini;
çevre kirliliğinin yarattığı zararlardan kaçınmak, kanserin yayılmasına yol açan yeni kan damarlarının
oluşumunu durdurmak için alınacak önlemleri ve beslenme, duygusal yaşam, fiziksel etkinlik gibi
faktörlerin, bedenin kendini hastalığa karşı savunmasında hayati bir rol oynayan bağışıklık sistemi
üzerindeki etkilerini açıklıyor.
Servan-Schreiber geleneksel tıbbın ameliyat, radyoterapi, kemoterapi gibi yöntemlerini göz ardı
etmiyor, ancak bunların yanı sıra, kanseri kontrol altında tutmak için doğal savunma mekanizmalarını
harekete geçirmenin —ve daha önemlisi— kanserden topyekun kaçınmanın yollarını gösteriyor.
“Bilimsel tıbbın tek sorunu yeterince bilimsel olmaması, diye düşünmüşümdür hep. Modern tıp ancak,
doktorlar ve hastaları doğanın şifa gücü aracılığıyla işleyen bedenle zihnin kuvvetlerinden
yararlanmayı öğrendikleri zaman gerçekten bilimsel olacaktır.”
Prof. Ren Dubos, Rockefeller Üniversitesi, New York, ABD
İlk antibiyotiğin kaşifi, 1939 - İlk Birleşmiş Milletler Yeryüzü Zirvesi’ni başlatan kişi, 1972
GİRİŞ
Bedenimin kanserden korunmasına nasıl yardım edebileceğimi anlayabilmek için aylarca araştırma
yapmak zorunda kaldım.
Öğrendiğim şey şuydu: Hepimizin içinde atıl kanser hücreleri var ve her birimiz tümörlerin
oluşumuyla savaşabilecek bir bedene sahibiz. Doğal savunma mekanizmalarımızı kullanmak hepimize
düşen bir iş. Diğer kültürler bunu bizimkinden çok daha iyi yapıyorlar.
Batı’nın başına bela olan kanserler —örneğin meme, kolon ve prostat kanseri— Asya’da 7 ila 60 kat
daha az görülmekte. Bununla birlikte, istatistiklere göre kanser dışındaki hastalıklar yüzünden elli
yaşına varmadan ölen Asyalıların prostatında da Batılılardaki kadar kanser öncesi mikro-tümörler
bulunuyor.Onların yaşam tarzının bir yönü, bu tümörlerin gelişmesini engelliyor. Öte yandan, Batı’ya
yerleşmiş olan Japonlarda kanser oranı, bir-iki kuşak içerisinde bizimkine yetişiyor. Bizim yaşam
tarzımızın bir yönü, bu hastalığa karşı savunmamızı zayıflatıyor.
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 1
Hepimiz kanserle savaşma yetimize zarar veren söylencelerle yaşıyoruz. Örneğin birçoğumuz,
kanserin öncelikle yaşam tarzımızla değil de, genetik oluşumumuzla bağlantılı olduğuna inanıyoruz.
Oysa araştırmalara baktığımızda, bunun tersinin doğru olduğunu görebiliriz.
… Bu çalışma, yaşam tarzının kansere yakalanmakta temel bir rol oynadığını gösteriyor. Kanser
üzerine tüm çalışmalar aynı konuda mutabık: genetik faktörler kanserden ölüme en fazla % 15
oranında katkıda bulunuyor. Kısacası, genetik kader diye bir şey yok. Hepimiz kendimizi korumayı
öğrenebiliriz.
Hemen belirtmemiz gerekir ki, bugün kanseri iyileştirebilecek hiçbir alternatif yaklaşım yoktur. Batı
tıbbının geliştirdiği şu geleneksel yöntemlere başvurmadan kanseri tedavi etmeye çalışmak tamamen
mantıksızdır: ameliyat, kemoterapi, radyoterapi, imünoterapi ve çok yakında, moleküler genetik.
Aynı zamanda, yalnızca bu katışıksız teknik yaklaşıma dayanarak bedenimizin tümörlere karşı
korunma konusundaki doğal yetisini göz ardı etmek de tamamen mantıksızdır. İster hastalığı önlemek,
ister tedavilerin faydalarını artırmak için olsun, bu doğal korunmadan yararlanabiliriz.
Bu kitabın ilk bölümü kanser mekanizmaları hakkında yeni bir görüş sunuyor. Bu görüş, bağışıklık
sisteminin temel ama hala pek bilinmeyen işleyişine, tümör gelişiminin temelindeki iltihaba
[enflamasyon] yol açan mekanizmaların keşfine ve yeni kan damarlarından beslenmesini önleyerek bu
tümörlerin yayılmasını durdurma olasılığına dayanıyor.
Bu yeni bakış açısından dört yeni yaklaşım doğuyor. Herkes bunları uygulamaya koyup, hem bedenini
hem de zihnini kendi anti kanser biyolojisini yaratmaya yönlendirebilir. Bu dört yaklaşım şunlardan
oluşuyor:
(1) Çevremizin, 1940’tan bu yana gelişerek şimdiki kanser salgınını besleyen dengesizliklerinden
korunmak;
(2) beslenmemizi, kanseri teşvik eden unsurları azaltıp tümörlerle etkin biçimde savaşan en yüksek
sayıda bitkisel kaynaklı bileşenleri dahil edecek şekilde ayarlamak;
(3) kanserde rolü olan biyolojik mekanizmaları psikolojik yaraların beslediğini anlamak ve onları
iyileştirmek;
(4) bedenimizle, bağışıklık sistemini harekete geçirip tümör geliştiren iltihabı azaltacak bir ilişki
kurmak.
İstatistiklerden Kaçmak
Onkoloji gibi bir alanda, iki şey sürekli değişir: geleneksel tedavi ve bu tedavinin etkisini
güçlendirmek için her birimizin yapabileceği şeyler.
İstatistikler bilgi verir, hüküm giydirmez. Amaç, kansere yakalandığınızda ve kaderle savaşmak
istediğinizde, eğrinin uzun kuyruğunda yer alacağınızdan emin olmaktır.
California’daki Commonweal Merkezi’nin hazırladığı türden belli programlara katılan hastalar,
kanserlerinin sorumluluğunu üstlenmeye, bedenlerine ve geçmişlerine daha iyi uyum sağlayarak
yaşamaya, yoga ve meditasyon yoluyla ruhen huzur bulmaya ve kanserle savaşan yiyecekleri tercih
edip, gelişmesini teşvik edenlerden kaçınmaya çalışıyorlar. Bu kişilerin tarihçesi, aynı kansere
yakalanan ve aynı gelişme safhasında olan ortalama insandan iki ya da üç kat uzun yaşadıklarını
gösteriyor.
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 2
Gerçekten de, hastalıkları hakkında daha iyi bilgi edinen, bedenlerine ve zihinlerine özen gösteren ve
sağlıklarını düzeltmek için ihtiyaç duydukları şeyi elde eden insanlar, bedenin kanserle savaşacak
yaşamsal işlevlerini harekete geçirebiliyorlar.
Öteki grup için, Dr. Ornish tam bir fiziksel ve ruhsal sağlık programı hazırladı. Bu insanlar bir yıl
boyunca takviyeli (antioksidan E ve C vitaminleri, selenyum ve günde bir gram omega-3) vejetaryen
diyetle beslenip, spor (haftada 6 gün, 30’ar dakikalık yürüyüş), stres yönetimi çalışmaları (yoga
hareketleri, soluma egzersizleri, zihinsel imgeleme ya da aşamalı gevşeme yaptılar ve haftada bir saat
süreyle aynı programdaki diğer hastalarla birlikte bir destek grubuna katıldılar.
Yaşam tarzında hiç değişiklik yapmayan ve yalnızca hastalığın düzenli gözetimiyle yetinen 49
hastadan 6’sı, kanseri kötüleştiği için prostatını aldırmak, sonra da kemoterapi ve radyoterapi görmek
durumunda kalmıştı. Buna karşılık, fiziksel ve ruhsal sağlık programını izleyen 41 hastadan hiçbiri, bu
tür tedavilere başvurmak zorunda kalmamıştı.
Uyumu şu basit dörtlüde bulmuşlardır: kanserojen maddelerden arınma, anti kanser diyet, yeterli
fiziksel etkinlik ve duygusal huzur arayışı.
Kanserin Zayıf Yanları
Kanserin pençesindeyken, bedenin tamamı savaş halindedir. Kanser hücreleri gerçekten silahlı çeteler
gibi davranır, yasa tanımazlar. … Örneğin birkaç bölünmeden sonra ölme zorunluluğundan kurtulurlar.
“Ölümsüz”leşirler. Çevrelerindeki —yer sıkışıklığından paniğe kapılarak— çoğalmayı kesmelerini
söyleyen dokulardan gelen işaretleri görmezden gelirler. Daha da kötüsü, salgıladıkları özel maddelerle
bu dokuları zehirlerler. Bu zehirlerse, komşu bölgelere zarar verme pahasına kanserli hücrelerin
yayılmasını daha da fazla teşvik eden yerel bir iltihap yaratır. Son olarak, ikmal yapmak için ilerleyen
bir ordu gibi, yakınlardaki kan damarlarını ele geçirirler. Onları çoğalmaya ve yakında bir tümör haline
gelecek şeyin büyümesi için gerekli oksijen ve besinleri sağlamaya zorlarlar.
Bazı koşullar altında, bu vahşi çeteler bozguna uğrar ve tehlikeli olmaktan çıkarlar: 1) bağışıklık
sistemi onlara karşı seferber olduğunda; 2) beden, o olmadan ne büyüyebilecekleri ne de yeni bölgeleri
işgal edebilecekleri iltihabı yaratmayı reddettiğinde; 3) kan damarları çoğalmayı ve büyümek için
gereksindikleri takviyeyi sağlamayı reddettiğinde. Bunlar, hastalığın hakimiyeti ele geçirmesini
engellemek için güçlendirilmesi mümkün olan mekanizmalardır. Tümör bir kez yerleştiğinde, bu doğal
savunuların hiçbiri kemoterapinin ya da radyoterapinin yerini tutamaz. Ancak bedenin kansere karşı
direnişini tam olarak harekete geçirmek için, geleneksel tedavilerin yanı sıra onlardan da
yararlanılabilir.
Kansere Karşı Çok Özel Unsurlar
İnsanlardaki doğal katil hücreler de farklı türde kanserli hücreleri, özellikle de sarkoma, meme, prostat,
akciğer ya da kolon kanseri hücrelerini öldürebilirler.
Meme kanseri olan ve on iki yıl boyunca takip edilen 77 kadın üzerinde yapılan bir araştırma, bu
hücrelerin iyileşme açısından ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. İlk olarak, teşhis sırasında her bir
kadının tümöründen alınan örnekler, kendi doğal katil hücreleriyle birlikte geliştiriliyordu. Bazı
hastaların doğal katil hücreleri, doğal canlılıkları gizemli bir biçimde kösteklenmişçesine tepki
vermiyordu. Bazılarında ise bu hücreler tam tersine ciddi bir temizlenme sürecinden geçiyor, bu da
bağışıklık sistemlerinin etkin olduğunu gösteriyordu. On iki yıl sonra, incelemenin sonunda, doğal
katil hücreleri laboratuarda tepki vermeyen hastaların neredeyse yarısı (% 47’si) ölmüştü. Öte yandan,
mikroskop altında bağışık sistemleri etkin görünen hastaların % 95’i hala yaşıyordu.
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 3
Başka çalışmalarda da benzer sonuçlara ulaşıldı: Doğal katil hücreler ve diğer akyuvarlar mikroskop
altında ne kadar az aktif görünürse, kanser de o kadar hızlı ilerliyor, metastaz şeklinde vücudun her
yerine o kadar hızlı yayılıyor ve on iki yıl sonra hayatta kalma ihtimali o kadar azalıyordu. Bu nedenle
bağışıklık hücrelerinin canlılığı, tümörlerin büyümesini ve metastazların yayılmasını engellemekte çok
önemli görünmektedir.
“Doğa’nın Ders Kitaplarımızı Hiç Okumamış Olması
Vücudun kaynakları ve hastalıkla baş etme potansiyeli, günümüz bilimi tarafından hala sıklıkla hafife
alınıyor. … “Olağan” bir bağışıklık sisteminin olağandışı görevleri yerine getireceğine ne derece
güvenebiliriz?
Bu sorunun yanıtı, kanseri yenme yeteneğimiz bakımından çok önemli unsurlar olan bağışıklık
hücrelerimizin savaşçı ruhunda yatıyor. Canlılıklarını uyarabilir, ya da en azından, onları yavaşlatmayı
kesebiliriz. “Mighty Mouse”lar herkesten daha başarılı oluyor, ama her birimiz akyuvar hücrelerimizi,
kansere karşı ellerinden geleni yapmaları için “dürtebiliriz”. Birçok araştırma, insanların bağışıklık
hücrelerinin şu durumlarda asker gibi kıyasıya savaştığını gösteriyor: 1) kendilerine saygı
gösterildiğinde (beslendiklerinde, toksinlerden korunduklarında); 2) komutanları soğukkanlılığını
koruduğunda (duygularına hakim olup, ağırbaşlı davrandığında).
Doğal katil hücreler de dahil olmak üzere, bağışıklık hücresi etkinliği konusundaki çalışmalar, sağlıklı
beslendiğimizde, çevremiz “temiz” olduğunda ve fiziksel etkinliğimiz (yalnızca beynimizi ve
ellerimizi değil) tüm bedenimizi kapsadığında, bu hücrelerin en iyi şekilde çalıştığını göstermektedir.
Bağışıklık hücreleri duygularımıza karşı da duyarlıdır. Çevremizdekilerle aramızda neşe ve bağlantı
duygusunun baskın olduğu duygusal durumlarda olumlu bir tepki verirler. Bağışıklık hücrelerimiz,
nesnel açıdan yaşamaya değer bir hayatın hizmetindeyken sanki çok daha iyi seferber olmaktadırlar.
“Kanser: İyileşmeyen Bir Yara” İltihabın Çift Yüzü
Bedeni Ele Geçiren Bir Truva Atı
Son yıllarda, kanserin bir Truva atı gibi bedeni kuşatıp mahvetmek üzere bu onarma sürecinden
yararlandığını öğrenmiş bulunuyoruz. İltihabın çift yüzü budur: yeni dokunun oluşmasına yardım
ederek iyileştirmesi gerekirken, kanserin gelişmesini teşvik edecek şekilde saptırılabilir de.
İyileşmeyen Yaralar
Modern patolojinin —hastalık ile dokuları etkileyen süreçler arasındaki ilişkiyi inceleyen bilimin—
kurucusu olan Rudolf Virhov, büyük bir Alman doktordu. 1863’te, birçok hastanın tam da bir darbe
aldıkları noktada ya da bir ayakkabının veya bir iş aletinin sürekli sürtündüğü yerde kanser
geliştirdiğini gözlemlemişti. Mikroskop altında, kanserli tümörlerin içinde çok sayıda akyuvarın
bulunduğunu fark etmişti. Bunun üzerine, kanserin yolunda gitmeyen bir yara onarma girişimi olduğu
hipotezini ileri sürmüştü. Fazlasıyla anlatıya dayalı, neredeyse fazlasıyla şiirsel olan tanımlaması,
hiçbir zaman ciddiye alınmamıştı. Yüz otuz yıl kadar sonra, Harvard Tıp Fakültesi’nden Patoloji
Profesörü Dr. Harold Dvorak, bu hipotezi yeniden ele aldı. “Tümörler: İyileşmeyen Yaralar” başlıklı
bir makalede, Virchow’un özgün kuramını destekleyen güçlü argümanlar sundu. Bu makalede, doğal
olarak oluşan iltihabın harekete geçirdiği mekanizma ile kanserli tümörlerin oluşumu arasında şaşırtıcı
bir benzerlik bulunduğunu gösterdi.
Tıpkı bağışıklık hücrelerinin doku bozukluklarını onarmak için hızlanmaları gibi, kanser hücrelerinin
de gelişmelerini sürdürmek için iltihap yaratmaları gerekir. Bu amaç uğruna, yaraların doğal
onarımında gördüğümüz yüksek derecede iltihabın aynısına yol açan maddeleri —sikotinler,
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 4
prostaglandinler ve lökotriyenler— bol miktarda üretmeye başlarlar. Hücrelerin —bu kez, kanser
hücrelerinin— çoğalmasını teşvik eden kimyasal gübre işlevini görürler. Büyüyen tümörler kendilerini
geliştirmek ve çevrelerindeki bariyerleri daha geçirimli hale getirmek için bu maddelerden
yararlanırlar. Yarattıkları iltihap sayesinde, komşu dokulara nüfuz eder, kan dolaşımına sızar, göç eder
ve metastaz denilen uzak kolonileri oluştururlar.
Kanserin Özündeki Kısır Döngü
Lezyonların normal yoldan iyileşmesi örneğinde, iltihaba yol açan kimyasal maddelerin üretimi doku
yenilendiğinde durur. Kanserde ise bu maddeler sürekli üretilir.
Tümörler iltihap yangınına körükle giderek, bir başka bozukluk daha yaratırlar. Yakınlardaki
bağışıklık hücrelerini “silahsızlandırırlar”. Basit terimlerle ifade edersek, enflamatuar faktörlerin aşırı
üretimi, çevredeki akyuvarların düzenini bozar. Doğal katil hücreler ve diğer akyuvarlar etkisizleşir.
Savaşmaya bile çalışmadıklarından, tümör gelişir ve gözle görülecek kadar büyür.
Bir tümörün ardındaki itici güç büyük oranda, kanser hücrelerinin başarıyla yarattıkları kısır döngüdür.
Tümör bağışıklık hücrelerini iltihap üretmeye teşvik ederek, bedenin kendi gelişimi ve çevredeki
dokuların istilası için gerekli yakıtı oluşturmasını Sağlar. Tümör ne kadar büyükse, o kadar fazla
iltihaba neden olur ve kendi gelişmesini o kadar iyi sürdürür.
Bu hipotez, Science dergisinde incelenen yakın tarihli çalışmalarla yeterince doğrulanmıştır. Kanserler
yerel iltihabı kışkırtmakta başarılı oldukça, tümörün daha fazla saldırganlaştığı ve uzak mesafelere
daha iyi yayılarak en sonunda lenf boğumlarına ulaşıp metastaz yarattığı kanıtlanmıştır.
İltihabın Ölçülmesi
Bedenin temeldeki kronik iltihap durumu, sağlığı belirleyen birincil etken gibidir. Bu, iltihap ciddi
görünmediğinde ve eklem ağrısı ya da kardiyovasküler hastalık gibi saptanabilir işaretler vermediğinde
bile geçerlidir.
Kanserin Kara Şövalyesi
Kanser hücrelerinin gelişmesi ve yayılması büyük ölçüde tümör hücrelerinin salgıladığı tek bir
enflamatuar faktöre dayalıdır. Bu bir çeşit kara şövalyedir ve yokluğunda tümörler çok daha kırılgan
hale gelir. Bu faktöre verilen ad Nükleer Faktör-kappa B’dir (NF-kappa B) ve üretilmesinin önlenmesi,
çoğu kanser hücresini bir kez daha “ölümlü” kılar. Ayrıca metastaz yapmalarını da engeller.46 NFkappa B faktörünün kanserde oynadığı anahtar rol bugün öyle iyi belirlenmiştir ki, North Carolina
Üniversitesi’nden Profesör Dr. Albert Baldwin Science dergisinde şu sonuca varmıştır: “neredeyse her
kanser önleyicisi bir NF-kappa B inhibitörüdür.”
Aslına bakılırsa, birçok doğal yaklaşım bu anahtar maddenin enflamatuar etkisini durdurabilir. Science
dergisinde aynı makalede, biraz da ironiyle, tüm ilaç sanayisi günümüzde NF-kappa B inhibitörü
ilaçlar ararken, ona karşı etkili olduğu bilinen moleküllerin piyasada zaten yaygın olarak bulunabildiği
belirtilmektedir. Makalede bu moleküllerden yalnızca düşük teknoloji ürünü olarak nitelendirilen
ikisine değiniliyor: yeşil çayda bulunan “kateşinler” ve kırmızı şarapta bulunan “resveratrol”. Aslında,
yiyeceklerde bu türden pek çok molekül bulunur ve bazıları daha da etkindir.
Stres: Yangına Körükle Gitmek
Enflamatuar maddelerin birdenbire aşırı üretilmesinin kanserden söz edilirken nadiren değinilen bir
nedeni, psikolojik strestir. Her duygusal patlama, her panik ya da öfke hissi, (“savaş ya da kaç”
hormonu olarak bilinen) noradrenalinin ve kortisolün salgılanmasını başlatır. Bu hormonlar, kısmen
dokuların onarımı için gereken enflamatuar faktörleri uyararak, bedeni olası bir yaraya hazırlar. Bu
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 5
hormonlar aynı zamanda, atıl duran ya da kendini çoktan belli etmiş olan kanserli tümörlerin
gübresidir.
Kanserin İkmal Hatlarını Kesmek
Bir Donanma Cerrahının Sezgisi
Folkman’a göre, bir fark çok belirgindi: farelerdeki tümörlerin içine sızmış kan damarları bulunurken,
cam tüpte tecrit edilmiş tiroitteki tümörlerde bu damarlar yoktu. Bu gözlem onu şu olası sonuca
götürdü: kanserli bir tümör kan damarlarını kendi kullanımı için saptırmayı başaramazsa, kesinlikle
büyüyemez.
Kafasını bu hipoteze takan Judah Folkman, cerrahi çalışmalarında bir sürü olumlu delil buldu.
Ameliyat ettiği kanserli tümörlerin hepsi aynı özelliği sergiliyordu. Sanki çok çabuk üretilmişçesine,
bol miktarda kırılgan ve çarpık kan damarıyla bezeliydiler.
Folkman çok geçmeden, insan saçı kadar incecik, kılcal adı verilen minik kan damarlarıyla temas
halinde olmaması durumunda, hiçbir canlı hücrenin hayatta kalamayacağını anladı. Kılcal damarlar
gerekli oksijeni ve besinleri getirip, hücre metabolizmasının atıklarını götürürler. Kanser hücreleri de
besinlerini içeri getirtip atıklarını dışarı yollamalıdırlar. Tümörlerin hayatta kalabilmesi için de, kılcal
damarların içlerine derinlemesine nüfuz etmesi gerekir. Ancak tümörler çok hızlı büyüdüklerinden,
yeni kan damarları çabucak üretilmelidir. Folkman bu olguyu “anjiyogenesis” diye adlandırdı
(Yunanca damar anlamına gelen anjiyo ile doğum anlamına gelen genesis’in bileşimi).
Kan damarları genellikle istikrarlı bir altyapıdır. Çeper hücreleri çoğalmaz ve belli durumlar dışında,
yeni kılcal damar yaratmazlar. Yeni kan damarları, yaraların onarılması gerektiğinde ve adet
döneminden sonra gelişir. Bu “normal” anjiyogenesis mekanizması kendi kendini sınırlar ve sıkı
kontrol altındadır. Doğal yollardan sınırlanmış olması, çok kolay kanayacak kırılgan damarların
yaratılmasını önler. Kanser hücreleri büyüyebilmek için, bedenin yeni damarlar yaratma kapasitesini
gasp ederler. Folkman, kanserli hücrenin büyümesini durdurmak için, kan damarlarını gasp etmesini
engellemenin yeterli olacağı sonucuna vardı. Kanser hücreleri yerine onların kan damarlarına
saldırarak, bir tümörü kurutup gerilemesini sağlamak bile mümkün olabilir...
Çölü Geçmek
Judah Folkman üst üste deneyler yaparak yeni kanser kuramının kilit kavramlarını oluşturdu:
1. Mikro tümörler kendilerini besleyecek kan damarlarından oluşan yeni bir ağ yaratmadan tehlikeli
kanserlere dönüşemezler.
2. Bunu yapmak için, damarları kendilerine yaklaşıp yeni dallar sürmeye zorlayan, “anjiyogenin” adlı
bir kimyasal madde üretirler.
3. Vücudun geri kalanına yayılan yeni tümör hücreleri —metastazlar— ancak kendileri de yeni kan
damarlarını çekebildikleri zaman tehlikeli olurlar.
4. Büyük birincil tümörler metastazların kökenidir. Ancak sömürgeci bir imparatorlukta olduğu gibi,
bu uzak bölgelerin yeni kan damarlarının gelişmesini durduracak bir başka kimyasal madde —
“anjiyostatin”— üreterek fazlasıyla önemli hale gelmesini önlerler. (Bu da birincil tümör ameliyatla
alınır alınmaz metastazların birdenbire gelişebilmesinin nedenini açıklamaktadır).
Bilimci meslektaşlarının yeterince kanıt gördükten sonra gerçeği kabul edebileceklerine duyduğu
inancı hiç yitirmedi. Herhalde Schopenhauer’in şu deyişini düşünüyordu: Her büyük hakikat üç
evreden geçer. Önce gülünç düşürülür, sonra şiddetli bir saldırıya uğrar ve en sonunda gerçekliği
kabul edilir. Folkman, yeni damarların gelişmesini engelleyebilecek etkenlerin varlığını kanıtlamak
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 6
için uğraşıp durdu.
Olağanüstü Bir Keşif
Folkman daha sonra anjiyostatinin, farelere aşılanan insana özgü üç kanser de dahil olmak üzere,
birçok kanser türünün gelişmesini durdurabileceğini göstermeyi başardı. Bilimsel ve tıbbi çevreleri çok
şaşırtacak şekilde, yeni kan damarlarının yaratılmasının engellenmesi, kanserin kendisinde bile
gerilemeye neden oluyordu. … takviyeden yoksun kalan tümörler büzülmeye başlıyordu. Mikroskobik
boyuta indiklerinde, tamamen zararsız hale geliyorlardı. Ayrıca, anjiyostatinin hızla büyüyen kan
damarlarını hedef aldığı ve mevcut damarları hiç etkilemediği gösterildi. Kemoterapi ve radyoterapi
gibi geleneksel kanser tedavilerinin aksine, bedendeki sağlıklı hücrelere saldırmıyordu.
İkmal hatlarına saldırarak düşmanı kontrol altına alabiliyorsak, tümörün yeni damarlar yaratma
girişimlerini boşa çıkaracak uzun vadeli tedavileri de tasarlayabiliriz demektir. Askeri stratejide olduğu
gibi, bu tedaviler kemoterapi ve radyoterapi benzeri daha kesin darbelerle birleştirilebilir. Ama uzun
vadeli planlama, ilk tümörün ortaya çıkmasına, ilk tedavilerden sonra nüksetmeye ve ameliyattan sonra
metastazların olası alevlenmesine karşı koruma sağlayacak bir “atıl tümörler tedavisi”ni düşünmeyi
gerektirir.
Anjiyogenesisi Durduran Doğal Savunmalar
Kanser, tek bir müdahale türüne nadiren boyun eğen çok boyutlu bir hastalıktır. AİDS’in üçlü
tedavisinde olduğu gibi, etkili olması için birkaç yaklaşımın birleştirilmesi gerekir.
Şu da var ki, anjiyogenesisin kontrol altına alınması kanser tedavisinde merkezi bir önem taşımaktadır.
Mucize ilacı beklemenin alternatifi olarak, anjiyogenesis üzerinde güçlü bir etkisi olan, yan etkisi
bulunmayan doğal yaklaşımlar vardır. Geleneksel tedavilerle mükemmel biçimde birleştirilebilecek
söz konusu yaklaşımlar şunlardır:
1) özgül diyet uygulamaları (son zamanlarda birçok doğal antianjiyogenesis yiyecekler keşfedilmiştir
ve bunların arasında bilinen yenilebilir mantarlar, bazı yeşil çaylar, baharat ve otlar da vardır)
2) yeni kan damarlarının gelişmesine doğrudan neden olan iltihabın azaltılmasına katkıda bulunacak
her şey.
Aslında, bağışıklık sistemimizin doğal olarak yararlanabileceği gedikleri vardır. Savunma sistemimizin
ön cephelerindeki —doğal katil hücreler de dahil olmak üzere— bağışıklık hücrelerimiz, kanserleri
sürekli olarak filizlenme aşamasında yok eden güçlü bir kimyasal donanma gibidir. Tüm olgular bu
sonucu desteklemektedir; değerli bağışıklık hücrelerimizi güçlendiren her şey, aynı zamanda
kanserli tümörlerin büyümesini de engeller. Toplamda, bağışıklık hücrelerimizi uyararak, iltihaba karşı
(beslenme, fiziksel egzersiz ve duygusal denge yoluyla) savaşarak, anjiyogenesis sürecine müdahale
ederek, kanserin yayılmasını baltalamış oluruz. Geleneksel tıbbi yaklaşımlara paralel olarak,
bedenimizin kaynaklarını güçlendirebiliriz. Bunun için ödenecek “bedel”, daha bilinçli, daha dengeli
ve sonuçta daha güzel bir yaşam sürmektir.
ANTİKANSER ÇEVRE
Kanser Salgını
Zengin İnsanların Hastalığı
İlk harita şaşırtacak kadar net: aynı yaş gruplarında görülen meme, prostat ve kolon kanserleri,
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 7
sanayileşmiş dünyaya, özellikle de Batı ülkelerine özgü hastalıklar. ABD ve Kuzey Avrupa’da, Çin,
Laos ya da Kore’ye göre dokuz kat, Japonya’ya göre ise dört kat fazla kanser vakası var.
Dünya Sağlık Örgütü’nün Genel Direktörü, Uluslararası Kanser Araştırmaları Merkezi’nin raporuna
yazdığı giriş yazısında şu sonuca varmıştı: “Kanser vakalarının % 80’e varan bir bölümü yaşam tarzı
ve çevre gibi dış faktörlerden etkilenmiş olabilir.” Aslında, kansere karşı savaşta Batı tıbbının en
büyük başarısı, sanayileşmiş ülkelerde mide kanserinin neredeyse yok olmasıdır. 1960’lı yılların tüm
tıp öğrencileri her dahiliye koğuşunda mevcut olan bu ciddi ve yaygın kanserle üzücü bir biçimde
tanışmışken, bugün tıp fakültelerinde hemen hemen hiç sözü edilmeyen bir hastalıktır, bu. Mide
kanserlerinin kırk yıl içinde yok oluşu, yiyeceklerin daha iyi dondurulmasına ve nitratlarla tuza dayalı
muhafaza yöntemlerinin daha az kullanılmasına bağlanmaktadır: katışıksız “çevresel” bir müdahaledir
bu.
Hipokrat’tan Ayurveda’ya dek eski tıp geleneklerinin çoğunda köklü bir kavram olan
“detoksifıkasyon”, bugün mutlak biçimde gereklidir.
Sigara içmeyin. Size tavsiye edebileceğimiz tek şey bu. Doğru; tütün ve akciğer kanseri dışında, belli
bir yiyeceğin ya da belli bir yaşam tarzı veya mesleğin belli bir kanseri başlattığına dair çok az kesin
delil bulunmakta. Ama korunmaya hemen başlamamızı doğrulayacak kadar güçlü tahminler var.
Üstelik korunmak için çok büyük bir çaba da gerekmiyor.
20. Yüzyılda Bir Kırılma Noktası
Son elli yıl içinde, üç büyük etken çevremize feci zararlar verdi.
1. Arıtılmış şeker tüketimimizin büyük ölçüde artması
2. Tarım ve hayvan yetiştirme yöntemlerimizin, sonuç olarak da yiyeceklerimizin değişmesi
3. 1940’tan önce var olmayan çok sayıda kimyasal ürüne maruz kalmamız.
Bunlar rivayet edilen değişimler değil. Bu üç olgunun kanserin yayılmasında büyük bir rol oynadığına
inanmak için her türlü nedenimiz var. Kendimizi korumak için, önce bunları anlamaya çalışmalıyız.
Geçmişteki Yiyeceklere Dönmek
Genlerimiz hala avcı-toplayıcı olduğumuz binlerce yıl önceki gelişimlerinin izlerini taşıyor. Zamanla
atalarımızın çevresine, özellikle de yiyecek kaynaklarına uyarlandılar ve o zamandan bu yana pek
değişmediler. Bedenimiz bugün de, avlanma ve toplama ürünlerini yediğimiz zamanlardakine benzer
şekilde beslenmeyi bekliyor. Bu diyet pek çok sebze ve meyveden, arada bir de vahşi hayvanların
etinden ve yumurtasından oluşmaktaydı. Temel yağ asitleri (omega-6 ve omega-3) ile çok az şeker
arasında bir denge kuruyor ve un içermiyordu. (Atalarımızın tek arıtılmış şeker kaynağı baldı. Hububat
yemezlerdi.)
Bugün Batı’da yapılan beslenme araştırmaları, kalorimizin %56’sının, genlerimiz geliştiği sırada var
olmayan üç kaynaktan geldiğini ortaya koyuyor:
— arıtılmış şekerler (şeker kamışı, pancar, mısır şurubu, meyve şekeri, vb.)
— beyazlatılmış un (beyaz ekmek, beyaz makarna, beyaz pirinç, vb.)
— bitkisel yağlar (soya, ayçiçeği, mısır, trans-yağlar)
Ne var ki bu üç kaynak bedenimizi çalışır durumda tutmak için gereken proteinler, mineraller, ya da
omega-3 yağ asitleriden hiçbirini içermez. Öte yandan bunlar kanserin gelişmesini doğrudan
körüklemektedir.
Kanser Şekerle Beslenir
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 8
Alman biyolog Otto Heinrich Warburg, kanserli tümörlerin metabolizmasının büyük ölçüde glikoz
tüketimine bağlı olduğuna dair keşfiyle, Nobel Tıp Ödülü’ne layık görülmüştü. (Glikoz, çözümlenmiş
şekerin vücuttaki şeklidir.) Aslına bakılırsa, kanseri saptamak için yaygın biçimde kullanılan PET
taramaları sadece vücudun içinde en çok glikoz tüketen bölgeleri ölçer. Eğer bir bölge fazla şeker
tüketimiyle öne çıkıyorsa, nedeni büyük olasılıkla kanserdir.
Şeker ya da beyaz un tükettiğimizde —bunlar “glisemik endeksi” yüksek gıdalardır— kan şekeri
düzeyi hızla yükselir. Vücut hemen glikozun hücrelere girmesini mümkün kılacak dozda insülin
salgılar. İnsülin salgılanmasına, IGF (insülin-like growth factor-1 / insülin-benzeri büyüme faktörü-1)
denilen bir başka molekülün serbest bırakılması eşlik eder. Bu molekülün rolü, hücrelerin büyümesini
teşvik etmektir. Kısacası, şeker dokuları besler ve daha hızlı büyümelerini sağlar. Ayrıca, insülin ile
IGF’nin bir başka ortak etkisi de vardır: enflamasyon faktörlerini teşvik ederler; bunlar da hücrelerin
büyümesini teşvik eder ve tümörler için gübre işlevini görür.
Günümüzde, insülin zirveleri ile IGF salgısının yalnızca kanser hücrelerinin büyümesini değil, ayrıca
komşu dokuları istila etme kapasitesini de doğrudan uyardığını biliyoruz. Dahası, araştırmacılar
farelere meme kanseri hücreleri zerk ettikten sonra, farenin insülin sistemi şekerin varlığıyla
uyarıldığında kanser hücrelerinin kemoterapiye daha az tepki verdiğini ortaya koydular. Vardıkları
sonuç, kansere karşı artık yeni bir ilaç türünün, yani kandaki insülin zirvelerini ve IGF’yi azaltacak
ilaçların gerekli olduğuydu.
Bu yeni molekülleri beklemeden, her birimiz tükettiğimiz arıtılmış şeker ve beyaz un miktarını
şimdiden azaltabiliriz. Beslenmede sadece bu iki faktörü azaltmanın bile kandaki insülin ve IGF
düzeyi üzerinde hızlı bir etkisi olduğu ortaya konmuştur. Bu azaltmanın daha sağlıklı bir cilt gibi
ikincil etkileri de olacaktır.
Şeker patlamasının, bedenimizdeki insülin ve IGF patlamasıyla bağlantılı olması nedeniyle kanser
salgınına katkıda bulunduğuna inanmak için sağlam nedenlerimiz var. … Şeker düzeyin düşük olan
Asya diyetleriyle beslenenlerde, çoğu sanayi ülkesine özgü şeker düzeyi yüksek olan arıtılmış
yiyeceklerle beslenenlere kıyasla, hormonal nedenli kanserler on kat daha az görülmektedir.
Bütün tıp literatürü aynı yönü işaret ediyor: Kanserden korunmak isteyenler, işlenmiş şeker ve
beyazlatılmış un tüketimlerini azaltmalıdırlar. Bu, kahveyi şekersiz içmeye alışmak anlamına gelir.
(Çayda şekerden vazgeçmek daha kolaydır).
Buğday kökenli şekerlerin soğurulmasını yavaşlatmak için, çok tahıllı (yulaf, çavdar, keten tohumu,
vb. karışımı) ekmek yemek de çok önemlidir. Fırıncıların daha yaygın olarak kullandıkları, kan şekeri
düzeyini çok daha fazla yükselten kimyasal maya yerine geleneksel maya (“ekşi hamur”) ile yapılmış
ekmek seçilebilir. Aynı nedenle, beyaz pirinçten kaçınıp, onun yerine glisemik endeksi daha düşük
olan esmer ya da beyaz basmati pirinç tercih edilmelidir. Sebze ve kuru sebzelerin (fasulye, bezelye,
mercimek) yenmesi daha iyidir.
Bunların glisemik endeksi çok daha düşük olduğu gibi, güçlü fito-kimyasalları da kanserin
gelişmesiyle adım adım savaşır.
Yüksek Glisemik Endeks (kaçının)
Şeker: beyaz ya da esmer, bal, akçağaç,
früktoz, dekstroz şurupları
Düşük Glisemik Endeks (tercih edin)
Doğal şeker özleri: agav nektarı, stevya (Pasifik bitkisi),
ksilitol, mor salkım, bitter çikolata (> %70 kakao)
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 9
Beyaz/beyazlatılmış unlar: beyaz ekmek,
beyaz pirinç, çok pişirilmiş beyaz
makarna, muffin, açma, poğaça, ayçöreği
Karışık tam tahıllar: Çok tahıllı ekmek ya da mayalı
(“ekşi hamur”) ekmek, tam taneli ya da basmati veya tai
pirinci, al dente makarna ve şehriye (tercihen çok tahıllı),
kinoa, yulaf, darı, kara buğday
Patates, özellikle patates püresi (ender
bulunan Nicola cinsi hariç)
Mercimek, bezelye, fasulye, tatlı patates, yer elması
Cornflakes, Rice Krispies (ve kahvaltıda
yenen diğer beyazlatılmış ya da
tatlandırılmış tahıl gevrekleri)
Yulaf lapası (porridge), müsli, Ali Bran, Special K.
Reçel ve jöle, meyve kompostosu, şurup
halinde meyve
Doğal halinde meyve: özellikle kan şekeri düzeyinin
normale inmesine yardım eden yabanmersini, kiraz,
ahududu (gerekiyorsa tatlandırmak için agav nektarı
kullanın)
Tatlandırılmış içecekler: sanayi ürünü
meyve suları, sodalar
Yemekler dışında alkol
Limon, kekik, adaçayı aromalı su, kanserle doğrudan
savaşan yeşil çay (şekersiz, ya da agav nektarıyla)
Günde bir öğün, bir kadeh şarap
Sarımsak, soğan, taze sarımsak:
bunlar yiyeceklere katıldığında insülin zirvelerini azaltır
Şekerlemelerden ve iki yemek arası atıştırmaktan kaçınmak şarttır. Yeme aralarında kurabiye (ya da
şeker) yenirse, insülinin yükselmesini hiçbir şey engelleyemez. Ancak bunlar başka yiyeceklerle —
özellikle sebze ya da meyve lifleri, ya da zeytinyağı veya organik tereyağı gibi iyi yağlarla—
birleştirildiği takdirde şekerin özümlenmesi yavaşlar ve insülin zirveleri azalır. Aynı şekilde, soğan ya
da sarımsak, yaban üzümü, kiraz ve ahududu gibi bazı yararlı yiyecekler de şekerindeki yükselmeyi
azaltır.
Danaların ve Tavukların Kötü Beslenmesi
Doğal döngüde, inekler otların en gür olduğu ilkbaharda doğum yapar ve yaz sonuna kadar aylarca süt
üretirler. Bahar mevsiminde otlar, omega-3 yağ asitleri bakımından özellikle zengindir; dolayısıyla bu
yağ asitleri, meralarda yetiştirilmiş ineklerin sütün- de ve süt türevlerinde —tereyağı, krema, yoğurt ve
peynir— yoğunlaşmış olur. Omega-3’ler, benzer şekilde otla beslenen danaların etinde ve (tahıl
yerine) otla beslenen tavukların yumurtasında da bulunur.
1950’lerden itibaren, süt ürünleri ve dana eti talebi öyle çok arttı ki, hayvan yetiştiricileri süt
üretiminin doğal çevriminde kestirme yollar arayarak, 750 kiloluk bir danayı beslemek için gereken
otlak alanını küçültmek zorunda kaldılar. Böylelikle meralar terk edildi ve yerini hayvan yetiştirme
çiftlikleri aldı. Hayvanların temel besinleri haline gelen mısır, soya ve buğday, neredeyse hiç omega -3
içermez. Bu yiyecekler tam tersine omega-6 bakımından zengindir. Omega-3 ve omega-6 yağ asitleri,
insan vücudu tarafından üretilemediği için “elzem” diye nitelendirilir. Sonuç olarak, bedenimizdeki
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 10
omega-3 ve omega-6’ların miktarı, doğrudan doğruya yediğimiz yiyeceklerin içerdiklerine dayanır.
Yiyeceklerimizdeki omega-3 ve omega-6 yağ asitlerinin miktarı ise, yediğimiz dana ve tavukların ne
tükettiğine bağlıdır. Eğer ot yiyorlarsa, sağladıkları et, süt ve yumurtalar omega-3 ve omega-6’lar
bakımından mükemmel biçimde dengelidir (1/l’e yakın bir denge). Eğer mısır ve soya yiyorlarsa,
vücudumuzdaki dengesizlik 1/15, hatta 1/40’a varacak kadar yüksektir.
Bedenimizde bulunan omega-3 ve omega-6’lar, bedensel işlev1erimizi kontrol etmek için sürekli
rekabet halindedirler. Omega-6’lar, yağların depolanmasına yardımcı olur ve hücrelerin sertleşmesini,
pıhtılaşmayı, ayrıca dış saldırıya tepki olarak iltihabı teşvik ederler. Doğumdan itibaren yağlı
hücrelerin üretilmesini kamçılarlar. Omega—3’ler ise tam tersine, sinir sisteminin geliştirilmesine
katılır, hücre zarlarını daha esnek hale getirir ve iltihabı azaltırlar. Yağ hücrelerinin üretimini de
sınırlarlar. Fizyolojik dengemiz büyük ölçüde, bedenimizdeki omega-3’ler ile omega-6’lar arasındaki
dengeye, dolayısıyla da beslenmemize bağlıdır. Görüldüğü kadarıyla son 50 yıl içinde en çok değişen
şey de, yiyeceklerimizdeki bu denge olmuştur.
Son olarak, ottan mısır-soya bileşimine geçilmesinin bir başka sakıncalı yan etkisi daha vardır. Hayvan
kaynaklı besinlerimizin kansere karşı yararlı olabilecek çok nadir öğelerinden biri, CLA (konjüge
linoleik asit) adı verilen bir yağlı asittir. … CLA, esas olarak peynirde bulunur; ama yalnızca, söz
konusu peynir otla beslenen hayvanların sütünden üretilmişse. Kısacası, ineklerin, keçilerin ve
kuzuların beslenme tarzını altüst ederek, kansere karşı sunabilecekleri tek yararı yok etmiş olduk.
Basit Bir Gastronomik Çözüm
Antik zamanlardan beri yetiştirilen bir bitki olan keten tohumu, Romalıların yediği “Yunan
ekmeği”ndeki katkı maddelerinden biriydi. Görüldüğü kadarıyla keten tohumu, tüm bitki aleminde
omega-6’dan çok (3 kat fazla) omega-3 içeren tek tohumdur. Hayvanlar keten tohumu (gereğince
pişirildikten sonra) yediklerinde, besinlerinin sadece %5’ini oluştursa bile, bu tohum et, tereyağı,
peynir ve yumurtanın içerdiği omega-3’ü büyük oranda artırabilmektedir.
Yiyecekleri Toksinlerden Arındırmak
Her ülkede kanser oranı ile et, soğuk et ve süt ürünlerinin tüketimi arasında doğrudan bir bağlantı
vardır. Bunun aksine, bir ülkenin beslenme tarzı sebze ve kuru sebzeler (bezelye, fasulye, mercimek)
bakımından ne kadar zenginse, kanser oranı da o kadar düşüktür.
Hayvanlar üzerine çalışmalar ve insanlar üzerine epidemiyoloji araştırmaları kanıt oluşturmasa da,
beslenmemizin dengesini altüst ederek bedenlerimizde kanserin gelişmesi için en uygun koşulları
yarattığımızı işaret eden güçlü deliller sunmaktadır. Kanser gelişiminin büyük ölçüde çevredeki
toksinlerle kamçılandığını kabul ediyorsak, kanserle savaşabilmek için yediklerimizi toksinlerden
arındırmakla işe başlamamız gerekir.
Bu tartışılmaz deliller yığını karşısında, işte size kanserin yayılmasını yavaşlatmak için basit
tavsiyeler:
1. Şeker ve beyaz unu çok az tüketin: bunların yerine tatlandırıcı için Agav nektarı, makarna ve
ekmekler için çok tahıllı un kullanın, ya da geleneksel mayayla (ekşi hamur) yapılmış ekmekleri tercih
edin.
2. Tüm hidrojenize bitkisel yağlardan —“trans yağlar” (ki bunlar tereyağıyla yapılmamış hamur
işlerinde de bulunur)— ve omega-6 ile yüklü tüm hayvansal yağlardan kaçının. Zeytinyağı iltihabı
teşvik etmeyen mükemmel bir bitkisel yağdır. Omega-3 bakımından dengeli olan tereyağı (margarin
değil) ve peynirin de iltihaba katkısı olmayabilir. Omega-3’ler oda beslenmiş ya da yiyeceklerine keten
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 11
tohumu katılmış hayvanlardan elde edilen organik ürünlerde bulunur. Bedenimizin hastalıkla
savaşmasına yardımcı olmak için bu lipidlere sistematik olarak öncelik vermeliyiz.
Hasta Bir Gezegende Sağlıklı Yaşayamayız
ABD’de, Hastalık Kontrol Merkezi’nden araştırmacılar her yaştan Amerikalıların kanında ve idrarında
148 toksik kimyasal maddenin varlığını tespit etmişlerdir.
Şeker tüketimindeki sıçrama ve omega-6/omega-3 orantısındaki hızlı bozulma gibi, bu toksik
maddelerin çevremizde ve bedenimizde ortaya çıkışı da çok yeni bir olgudur. O da II. Dünya
Savaşı’yla başlar. Sentetik kimyasal maddelerin yıllık üretimi 1930’da bir milyon tonken, günümüzde
iki yüz milyon tona yükselmiştir.
Pek çok kanserojen madde yağda birikir; sigara dumanından çıkan —bilinen kanserojenlerin en
saldırganlarından biri olan, katkı maddelerindeki son derece toksik benzo[a]piren gibi—maddeler de
buna dahildir. Son elli yıldır Batı’da en çok artış gösteren kanserler arasında, yağ içeren ya da yağla
çevrili dokulardaki kanserler yer almaktadır: meme, yumurtalık, kolon, lenfatik sistem.
Bu kanserlerin bazıları bedende dolaşan hormonlara duyarlıdır. Bunlar “hormon bağımlısı” diye
nitelendirilir. Bu yüzden hormon karşıtı ilaçlarla tedavi edilirler — meme kanserinde Tamoxifen, ya da
prostat kanserinde anti-androjenler gibi. Hormonlar kanserin gelişmesinde nasıl etkili olurlar?
Hücrelerin yüzeyindeki belirli reseptörlere bağlanarak, anahtarın kilidi açması gibi bir etki yaratırlar.
Söz konusu hücreler eğer kanserliyse, hormon da yıkıcı biçimde büyümelerine izin veren zincirleme
reaksiyonları başlatır.
Çevredeki pek çok kirletici “hormon bozucu”dur. Yani yapıları insandaki belli hormonların yapısını
taklit eder; böylece kilitlerin içine girip onları anormal biçimde harekete geçirebilir. Aralarından
birçoğu östrojenleri taklit eder. Devra Lee Davis onlara “kseno-östrojen” adını vermiştir (“yabancı”
anlamına gelen Yunanca xeno sözcüğünden). Birtakım ot ve böcek ilaçlarıyla taşınarak, kesim
hayvanlarının yağına çekilir ve orada birikirler. Ama kimi ksenoöstrojenlerin kaynağı da yalnızca
belirli plastikler ve sanayi atıklarının düzenli olarak maruz kaldığımız bazı yan ürünleridir. Hatta
güzellik ve ev ürünlerinde de bol miktarda bulunurlar.
Harvard’ın epidemiyoloji bölümü, 91.000 hemşire üzerinde on iki yıl boyunca yaptığı uzun erimli bir
araştırmada, menopoz öncesi dönemde günde bir öğünden fazla kırmızı et yiyen kadınlarda meme
kanseri riskinin, haftada üç kereden az yiyenlere kıyasla iki kat fazla olduğunu gösterdi. Demek ki
sadece kırmızı et tüketimi azaltılarak meme kanseri riski yarı yarıya azaltılabilirdi. Avrupa’da, 10
farklı ülkede 470.000’den fazla insanı takıp eden büyük EPIC araştırması,kolon kanseri konusunda da
aynı sonuca vardı: Çok fazla et tüketen insanlarda bu risk, günde 20 gramdan az yiyenlere göre iki kat
fazlaydı. (Omega-3 bakımından zengin olan balığın düzenli tüketimi ise, riski yarı yarıya azaltıyordu.)
Et yemenin getirdiği riskin, etteki hayvan yağında depolanmış organoklorinli kirleticilere bağlı olup
olmadığı bilinmiyor; çünkü soğuk etlerde koruyucu olarak kullanılan bileşikler de bilinen kanserojen
maddelerdir. … Risk kısmen, çok fazla et yiyenlerin, neredeyse tümü sebzelerden oluşan anti kanser
yiyecekleri çok daha az tüketmelerine de bağlı olabilir.
Kesin olarak bilinen şeyse, et ve süt ürünlerinin (ayrıca besin zincirinin tepesindeki büyük balıkların),
insanları bulaşıcılara açık bıraktığı bilinen maddelerin % 90’ını oluşturduğudur. Bunların arasında
diyoksin, PCB’ler ve yıllardır yasaklanmış olmalarına karşın çevrede kalan bazı tarım ilaçları da
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 12
bulunmaktadır. Sebzelerin ette bulunan bulaşıcı maddelerin yüzde birini içerdiği ve organik sütün
sıradan sütten daha az etkilendiği çok açıktır.
Tarım ilaçları çevredeki toksinlerin başlıca kaynağıdır.
Epidemiyologlar “Emin” Olduklarında...
“Bugün genel olarak kabul edildiği gibi, kanserlerin sorumlusu çoğunlukla çevrenin maruz kaldığı
maddelerdir.” Tütün bunların yaklaşık %30’unu oluşturur. Geride kalanların çoğu hakkında resmi bir
açıklama yoktur. Kanser insanda genellikle 5 ila 40 yıl arasında gelişir.
Değişimin Önündeki Engeller
Kanser ile —omega-6 bakımından çok zengin ve toksik kimyasallarla yüklü— hayvansal yağlar
arasında, kanser ile tütün arasındaki kadar kesin bir bağlantı kurulamamıştır. Sigara içenlerin kanser
riskindeki artış yaklaşık 20 ila 30 kattır.141 Hayvansal yağların dengesizliği ve toksik etkisi nedeniyle
kanser riskindeki artış ise, incelemelere ve ne derece maruz kalındığına bağlı olarak 1,5 ila 8 kat
civarındadır. Ancak hayatı tehdit eden bir hastalık söz konusu olduğunda, bu kesinlikle göz ardı
edilemez.
Üç Detoks İlkesi
Kendimizi kanserden korumak için, çevredeki toksik faktörlere maruz kalışımızı sınırlayabiliriz. Zaten
tespit edilmiş olanlar ya da çok şüpheliler arasından, bana en fazla ilişkili görünen ve en kolay
değiştirilen üç tanesini seçtim:
1. Arıtılmış şeker ile beyaz unun aşırı tüketimi (bunlar hem iltihabı hem de insülin ve IGF (insülin-like
growth factor / insülin benzeri büyüme faktörü) aracılığıyla hücrelerin büyümesini kamçılar).
2. II. Dünya Savaşı’ndan bu yana tarım ve hayvancılık yöntemlerinin dengesizleşmesinden dolayı
margarinde, hidrojenize bitkisel yağlarda ve hayvansal yağlarda (et, süt ürünleri, yumurta) bulunan
omega-6’ların aşırı tüketimi.
3. 1940’tan itibaren çevrede görülen ve hayvansal yağlarda biriken kirleticilere maruz kalınması.
Kanserin gelişmesini teşvik eden iltihaptan büyük ölçüde, burada sıralanan ilk iki faktör sorumludur.
Bu detoks sürecinin ilk adımı, çok daha az şeker, beyaz un ve hayvansal yağ yemekle ve organik
etiketi taşımayan yiyeceklerin miktarını azaltmakla başlar. Organik olmayan yiyeceklerin tamamen
bertaraf edilmesi gerekmez, ama bunlar beslenmemizin temeli değil, arada bir yenen şeyler olmalıdır.
Yanında biraz sebze bulunan bir biftek yerine, zaman zaman ana yemek olarak bir tabak sebzenin
içinde (omega-3 bakımından iyi dengelenmiş) azıcık eti tahayyül etmeliyiz. Hintliler, Vietnamlılar ve
Çinliler böyle yapıyorlar.
Toprağın Başına Ne Gelirse, Toprağın Çocuklarının Başına da O Gelir
Ortalama bir Hintli yılda 5 kg et tüketmekte ve benzer yaşlarda bir Batılıya göre daha sağlıklı
yaşamaktadır. Bir Amerikalıyı doyurmak içinse 123 kg —yani Hintlinin tükettiğinden 25 kat fazla— et
gereklidir. Hayvan ürünlerini üretme ve tüketme biçimimiz gezegeni mahvediyor. Her şey, bunun aynı
zamanda bizi de mahvetmeye katkıda bulunduğunu işaret ediyor.
KANSERİN NÜKSETMESİNDEN ALINACAK DERSLER
TARIM İLAÇLARINDAN EN ÇOK VE EN AZ ETKİLENEN MEYVE VE SEBZELER
En çok etkilenen meyve ve sebzeler (organik
olanları tercih edin)
En az etkilenen meyve ve sebzeler (kökeni daha
az önemli)
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 13
MEYVELER
SEBZELER
MEYVELER
SEBZELER
Elma
biber
Muz
Brokoli
armut
kereviz
portakal
karnabahar
şeftali
yeşil fasulye
mandalina
lahana
nektarin
patates
greyfurt
mantar
çilek
ıspanak
kavun
bezelye
ananas,
marul
karpuz
kuşkonmaz
kiraz
salatalık
erik
domates
ahududu
kabak
kivi
soğan
üzüm
balkabağı
yaban üzümü mango
papaya
patlıcan turp
avokado
Çoğu hasta gibi ben de bilgi edindikçe kafamın daha çok karıştığını hissediyordum. Beni muayene
eden her doktor, okuduğum her bilimsel makale, baktığım her web sitesi, şu ya da bu yöntemin lehinde
ciddi, ikna edici argümanlar sunuyordu. Nasıl seçecektim? Sonuçta bana doğru gelen şeyi ancak kendi
içime dönerek “sezebildim”.
Mümkün olduğunca çok sayıda kanser hücresini yok etmek için, ameliyatın ardından bir yıl
kemoterapi görmeye karar verdim. Karşımdaki istatistikleri alt etmeye çalışmak için bilimsel literatüre
de o dönemde daldım. Bu kez mesajı almıştım “arazim”le ciddi olarak ilgilenmek zorundaydım.
Anti-kanser Yiyecekler
Yeni Gıda Tıbbı
Tibet İlkesi
Ancak aynı kentte, geleneksel Tibet tıbbının öğretildiği bir tıp fakültesi, Tibet bitkilerinden ilaç imal
eden bir fabrika ve hastalarını benim bildiklerimden tamamen farklı yöntemlerle tedavi eden Tibetli
doktorlar da vardı. Onlar insan bedenini bizim bahçe toprağına baktığımız gibi muayene ediyorlardı.
Orada hastalığın çoğunlukla bariz olan belirtilerini değil de, arazinin kusurlarını, bedenin hastalığa
karşı kendini savunmak için ihtiyaç duyduğu şeyi arıyorlardı. O bedenin, o toprağın, hastayı yardım
istemeye yönelten sorunla kendi başına yüzleşebilmesi için nasıl güçlendirileceğini anlamaya
çalışıyorlardı.
Hastalığı hiç böyle düşünmemiştim ve bu yaklaşım beni çok şaşırtıyordu. Üstelik Tibetli
meslektaşlarım, bedeni “güçlendirmek” için bana tümüyle esrarengiz ve muhtemelen etkisiz görünen
çarelere başvuruyorlardı. Akupunkturdan, meditasyondan, kaynatılmış otlardan ve sıklıkla da
beslenme tarzının düzeltilmesinden söz ediyorlardı. Benim kafamdaki kıstaslara göre, bunlardan
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 14
hiçbirinin etkili olamayacağı çok açıktı. En fazlası bunlar hastayı biraz rahatlatıp, kendine iyilik
yaptığını düşünerek oyalanmasını sağlayabilirdi.
Elli Araştırmacı ve “Nutrasötikler”
Birkaç yıldır tüm ilaç endüstrisi, tümörlerin büyümek için gereksindikleri yeni kan damarlarının
oluşumunu durdurabilecek yeni sentetik moleküllerin peşindeydi. Bu makalede, Stockholm’deki
Karolinska Enstitüsü’nden Yihai Cao ve Renai Cao (“Tsao” diye okunur) adlı araştırmacılar ilk kez,
(sudan sonra dünyanın en çok tüketilen içeceği olan) çay gibi sıradan bir gıdanın, mevcut ilaçlarla ayni
mekanizmaları kullanarak anjiyogenesisi durdurabildiğini gösterdiler. Günde iki ila üç fincan yeşil çay
bunun için yeterliydi.
Gerçekten de epidemiyolojik verilerin tümü bunu doğruluyordu. En yüksek ve en düşük kanser
oranının görüldüğü nüfuslar arasındaki temel fark, yiyecekleriydi. Asyalılarda meme ya da prostat
kanseri oluştuğunda, tümör genellikle bir Batılınınki kadar saldırgan olmuyordu. Aslında, yeşil çayın
bol miktarda içildiği her yerde kanser vakaları daha azdı. Beliveau ilk kez, birtakım yiyeceklerdeki
kimyasal moleküllerin güçlü anti kanser unsurlar olup olmadığını düşünüyordu.
Tohum ve Toprak
Kanseri azami düzeyde destekleyen gıdasal koşullar —Batılı diyetlerde olduğu gibi— bir araya
geldiğinde bile, 10.000 kanserli hücreden bir taneden azının dokuları istila edebilecek bir tümör haline
gelmeyi başardığı düşünülür. O halde bu kanser tohumlarının ekildiği toprak üzerinde etkili olarak,
gelişme olasılıklarını kayda değer biçimde azaltmak mümkündür. Bedenlerinde Batılılar kadar çok
sayıda mikro-tümör bulunan, ama bunların saldırgan kanserli tümörlere dönüşmediği Asyalılarda
meydana gelen şey de herhalde budur. Organik bir bahçede olduğu gibi, toprağın yapısını kontrol
ederek yabani otları kontrol etmeyi öğrenebiliriz: Onları besleyen “destekleyicileri” sınırlayıp,
büyümelerini durduran “köstekleyicileri” bol miktarda takviye edebiliriz.
İlaç İşlevi Gören Yiyecekler
Doğada, sebzeler saldırı karşısında ne savaşabilir ne de kaçabilirler. Hayatta kalabilmek için,
kendilerini bakterilere, böceklere ve kötü havaya karşı koruyabilecek güçlü moleküllerle donanmış
olmaları gerekir. Bu moleküller, potansiyel saldırganların biyolojik mekanizmaları üzerinde etkili olan,
mikroplara, mantarlara ve böceklere karşı koyma özelliklerine sahip fito-kimyasal bileşenlerdir.
Bitkinin hücrelerini nemden ve güneş ışınlarından koruyan antioksidan özelliklere de sahiptirler
(antioksidanlar, hücrenin narin mekanizmaları oksijenin aşındırıcı etkilerine maruz kaldığında,
hücresel “paslanma”yı engeller.)
Yeşil Çay Doku İstilasını ve Anjiyogenesisi Bloke Eder
Örneğin, özellikle nemli iklimlerde yetişen yeşil çay, kateşin adı verilen çok sayıda polifenol içerir.
Bunlardan biri olan epigalokateşin galat, ya da EGCG, kanserli hücrelerin yeni kan damarları
oluşturmasını engelleyen en güçlü gıda moleküllerinden biridir. Siyah çay yapımında gerekli olan
mayalanma sırasında yok edilir, ama mayalanma sürecinden geçmeyen, dolayısıyla “yeşil” kalan çayda
bol miktarda mevcuttur. İki-üç fincan yeşil çayın ardından, kanda büyük oranda EGCC bulunur. Bu
madde, her hücreyi kuşatan ve besleyen kılcal damarlar aracılığıyla tüm bedene yayılır. EGCG bu
hücrelerin yüzeyine yerleşir ve komşu dokuya kanserli hücreler gibi yabancı hücrelerin girmesine izin
veren sinyali başlatma işlevini gören anahtarları (“reseptörler”) bloke eder. EGCG yeni damarların
oluşturulması için emir veren reseptörleri de bloke edebilir. Reseptörler EGCG molekülleri tarafından
bir kez bloke edildiklerinde, kanserli hücrelerin enflamatuar faktörler yoluyla gönderdiği, “dokuyu
istila et ve tümörün gelişmesi için gereken yeni damarları oluştur” emrine artık tepki vermezler.
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 15
Yeşil çay, bedeni toksinlerden de arındırır. Karaciğerdeki, kanserojen toksinlerin bedenden daha çabuk
atılmasına izin veren mekanizmaları harekete geçirir. Farelerde meme, akciğer, boğaz, mide ve kolon
kanserine neden olan kimyasal kanserojenlerin etkisini engellediği gösterilmiştir.
Son olarak, Asyalıların diyetinde yaygın biçimde mevcut ol diğer moleküllerle birleştiğinde —örneğin
yeşil çay soyayla birleştirildiğinde— ECGC’nin etkisi daha da çarpıcıdır. Harvard’daki Gıda ve
Metobalizma Laboratuarı, birlikte alınan yeşil çay ve soya bileşiminin, ikisi ayrı ayrı alındığında
ortaya çıkan koruyucu etkileri artırdığını göstermiştir.
Soya Tehlikeli Hormonları Bloke Eder
Batılı kadınlarda doğal ve kimyasal östrojenlerin bolluğu, bilindiği kadarıyla meme kanseri salgınının
temel nedenlerinden biridir. Bunun içindir ki, günümüzde menopoza giren kadınlara hormon tedavisi
büyük bir ihtiyatla önerilmektedir. Soya fito-östrojenleri biyolojik olarak, kadınlardaki doğal
östrojenlerin yalnızca binde biri kadar etkindir. Meme kanserinin nüksetmesini önlemek için yaygın
biçimde kullanılan Tamoxifen adlı ilaçla aynı şekilde etki ederler. Kandaki varlıkları, bedenin
östrojenler tarafından aşırı uyarılmasını azaltır ve sonuç olarak östrojen bağımlısı tümörlerin
büyümesini yavaşlatabilir. Bununla birlikte, soyanın meme kanserine karşı koruyucu etkisi resmi
olarak, ancak onu ergenliğinden itibaren tüketen kadınlarda gösterilmiştir. Tüketimin yetişkinlikte
başlaması durumunda soyanın kansere karşı koruyucu etkisi kanıtlanmamıştır. Soya isoflavonlarından
biri olan genistein, prostat kanserinin gelişmesini kamçılayan erkek hormonlarına çok benzediğinden,
aynı koruyucu mekanizma düzenli olarak soya tüketen erkeklerde de çalışır.
Meme kanserli bazı hastalara soya bazlı ürünleri tüketmemeleri tavsiye edilmiştir. Oysa gerçekte, bu
konuda bilimsel literatürdeki uzlaşı, tavsiye edilmeyen yüksek dozda takviyelerle yapılan birtakım
deneyler dışında, soyanın meme kanserine tehlikeli bir etkisi olmadığını işaret etmektedir. Soyanın
düzenli olarak (her gün) tüketilmesi ksenoöstrojenlerin tehlikeli etkilerini azaltabilir; özellikle de soya,
(yeşil çay, yeşil sebzeler gibi) anti kanser maddeler bakımından zengin bir diyete dahil edildiğinde ve
yiyeceklerdeki normal miktarlarla yetinildiğinde (isoflavon takviyelerinden kaçının).
Daha özgül bilimsel verilen beklerken, gıda maddelerinin güvenliğinden sorumlu Fransız kurumu
AFSSA, meme kanseri geçirmiş kadınların soya tüketimini ılımlı miktarlarla sınırlamalarını (günde bir
soya yoğurdu ya da bir bardak soya sütü) salık veriyor.ı 59 Öte yandan, gıda takviyesi olarak satılan
konsantre isoflavon
Zerdeçal Güçlü Bir Anti-Enflamatuardır
Özellikle etkili olan bir başka dikkate değer bileşim de Asya’dan geliyor. Bu kez şaşırtıcı özellikleri
olan bir baharat söz konusu: Zerdeçal (Hint safranı).
Hintliler günde ortalama 1,5 ila 2 gr zerdeçal tüketirler (¼ ila ½ çay kaşığı). Zerdeçal kökünden elde
edilen sarı toz, sarı renkli körideki temel baharattır. Aynı zamanda, anti-enflamatuar özellikleri
nedeniyle Ayurveda tıbbında en sık kullanılan malzemelerden biridir. Başka hiçbir gıda malzemesinin
bu kadar güçlü bir anti-enflamatuar etkisi yoktur. Bu etkiyi yaratan temel molekül kurkumindir.
Laboratuarda, bu molekül çok sayıda kanserin gelişmesine ket vurur: örneğin kolon, böbrek, mide,
göğüs, yumurtalık kanseri ve lösemi gibi. Anjiyogenesiste de bir rolü vardır ve kanserli hücreleri
(“apoptosis” adı verilen bir hücre intiharı süreciyle) ölmeye zorlar.
Zerdeçal, büyük mutfak geleneklerinin, ayrı ayrı öğelerin tüketimine kıyasla sağladığı yararlara harika
bir örnek oluşturur. Tayvan’da, araştırmacılar kanserli tümörleri zerdeçalla tedavi etmeyi
denediklerinde, sindirim sistemince çok kötü özümsendiğini keşfettiler. Gerçekten de —köride her
zaman olduğu gibi— kara biberle karıştırılmadığında, zerdeçal bağırsak bariyerini geçemez.
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 16
Karabiber vücudun zerdeçal emilimini iki bin kat artırır. Hint bilgeliği yiyecekler arasında doğal
yakınlıklar bulmakta modern tıbbın fazlasıyla önüne geçmiştir.
Kendi kanserim hakkında bilgi ararken, şu en çok korkulan glioblastoma gibi saldırgan beyin
tümörlerinin bile, bir yandan zerdeçal tüketilerek uygulanan kemoterapiye karşı daha savunması
olduklarını öğrendiğimde şaşırmıştım.
Houston’daki Aggarwal ekibine göre, zerdeçalın olağanüstü etkisi büyük oranda, kanserin kara
şövalyesine yani kanser hücrelerini bedenin savunma mekanizmalarına karşı koruyan NF-kappaB’ye
doğrudan zarar verebilmesine bağlı görünmektedir. Tüm ilaç endüstrisi, kanseri teşvik eden bu
mekanizmayla savaşabilecek zehirli olmayan molekülleri arıyor. Zerdeçalın güçlü bir NF-kappaB
düşmanı olduğu artık biliniyor. Hint mutfağında iki bin yıldır her gün kullanılması, tamamen zararsız
olduğunun kanıtıdır. Zerdeçal, hayvan proteinlerinin yerini tutan ve yukarıda sözünü ettiğimiz
genisteini sağlayan soya ürünleriyle birlikte de tüketilebilir; genistein vücudu toksinlerden arındırıp
anjiyogenesisin kontrol edilmesine yardımcı olur. Bir fincan da yeşil çay katarsanız, hiçbir yan etkisi
olmaksızın, kanseri geliştiren temel mekanizmaları kontrol altında tutacak güçlü bir karışım elde
edersiniz.
Bağışıklık Sistemini Uyaran Mantarlar
Japonya’da şitake, maitake, kawaratake ve enokitake mantarları temel yiyeceklerdendir. Bunlar artık
kemoterapi tedavisi sırasında hastalara verilmek üzere hastanelerde de bulunmaktadır.
Beliveau’nun laboratuarında, farklı mantarların meme kanseri hücrelerine karşı yararları tetkik edildi.
Yararlı olanlar yalnızca Asya’daki mantarlar değildi. İstiridye mantarı gibi bazıları, kanserin hücre
kültürlerinde gelişmesini neredeyse tamamen durdurabiliyordu.
Yiyeceklerin Sinerjisi
Yeni Delhi’deki Tıp Fakültesi’nden araştırmacılar, hiç kuşkusuz büyük Ayurveda tıp geleneğinden
etkilenerek, belli yiyecek bileşimlerinin vücudu kanserojen maddelerden korumak için ne derece
sinerji içinde hareket edebildiklerini gösterdiler. Dişi farelerin bilinen bir kanserojen madde olan
DMBA’ya kronik biçimde maruz kalmaları, %100’ünde meme kanserine yol açıyordu. Bu, sağlıklı
yiyeceklerde yaygın biçimde bulunan belirli maddeler verilmediği sürece oluyordu. Test edilen gıda
maddeleri şunlardı: (organik olarak yetiştirilen tahıl ve sebzelerde, ayrıca balık ve kabuklu deniz
ürünlerinde bulunan) selenyum; (ıspanakta, fındıkta, cevizde, bademde, tam tahıllarda ve bazı maden
sularından bulunan) magnezyum; (çoğu sebze ve meyvede, özellikle turunçgiller ve yeşil sebzelerde,
ayrıca lahana ve çilekte bulunan) C vitamini; ve (tüm parlak renkli meyve ve sebzelerde, ayrıca
yumurtada bulunan) A vitamini. Kanserojen maddeyle birlikte bu öğelerin yalnızca birini alan farelerin
yarısında bir tümör oluşuyordu. Bu maddelerin ikisini aynı anda alanların yalnızca üçte birinde kanser
oluşuyordu. Üç öğenin birleştirilmesi durumunda, hasta farelerin oranı beşte bire; dördünü birden
tüketenlerde ise onda bire iniyordu. İstatistiklerin gösterdiği gibi, bu fareler sadece sıradan
yiyeceklerde bulunan öğelerin bir bileşimini tüketerek, %100 kansere yakalanma riskinden % 90
kurtulma olasılığına geçiyorlardı. Bu çarpıcı fark büyük olasılıkla, kanserin ilerlemesine katkıda
bulunan mekanizmaları yavaşlatmaya ya da durdurmaya çalışan farklı besin bileşikleri arasındaki
sinerjinin bir sonucudur. Bu sinerjik bileşimci yaklaşım, tam da Isaiah Fidler’ın önerdiği terapi
türüdür.
Kanserle Savaşan Bir Sebze Kokteyli
Her gün, her öğün, bedenimizi kanserin istilasına karşı şu yollardan savunacak yiyecekler seçebiliriz:
— vücudumuzu kanserojen maddelerden arındırarak
— bağışıklık sistemimizi destekleyerek
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 17
— tümörün büyümesi için gerekli olan yeni damarların gelişmesini durdurarak
— tümörlerin gübre işlevi gören iltihaplanmayı yaratmasını önleyerek
— komşu dokuları kuşatmalarını mümkün kılacak mekanizmaları bloke ederek
— kanserli hücreleri intihara yönelterek
Gıda Tavsiyeleri Geleneksel Kanser Tedavisinde Neden Hala Yer Almıyor?
“Doğru Olsaydı, Bilirdik”
Kansere karşı bir ilacın, insanlar üzerinde yürütülen deneylerin yeterli görüldüğü aşamaya kadar
geçerlilik denetimi yapılarak onaylanması, beş yüz milyon ila bir milyar dolara mal olmaktadır. Taxol
gibi görece önemsiz bir anti kanser ilacın bile patent sahibi şirkete yılda bir milyar dolar getirdiği
düşünülürse, böyle bir yatırım doğru görünür. Öte yandan brokoli, ahududu ya da yeşil çayı yararlarını
kanıtlamak için bu tür tutarların yatırılması mümkün değildir, çünkü bunların patenti alınamaz ve
satışları ilk yatırımın maliyetini asla karşılamaz. Yiyeceklerin kansere karşı yararlarına ilişkin insan
araştırmaları, yapılsalar bile, asla ilaç araştırmalarıyla aynı ayarda olmayacaklardır. Daha yaygın ve
mali bakımdan makul olan hayvan araştırmaları, doğru yönü bulmamıza yardım edebilir. Ancak fareler
üzerinde yapılan çalışmaların insanlar hakkında hiçbir şeyi kanıtlamadığına dair yaygın görüş ne yazık
ki doğrudur.
Günlük anti kanser yiyecekler
Yeni bir Standart Tabak
anti kanser diyet esas olarak, zeytinyağı (ya da keten tohumu yağı) veya organik tereyağı, sarımsak,
otlar ve baharatla birlikte sebzelerden (ve kuru sebzelerden) oluşur. Et ya da yumurta ihtiyaridir.
Tabaktaki ana yemeği oluşturmaz. Fazladan bir tat olsun diye orada yer alır. Bu, tipik bir Batı
yemeğinin (ortada büyük bir parça et ve kenarda birkaç sebze) tam tersidir.
Tahıllar: Çok tahıllı ekmek, Tam pirinç, Kinoa, Bulgur.
Yağlar: Zeytinyağı, Organik tereyağı
Hayvansal proteinler: (ihtiyari) Balık, Organik et, Organik yumurta
Ot ve baharat: Zerdeçal, köri, kekik, biberiye sarımsak
Sebze+meyve+ kuru sebze proteini: Nohut, mercimek, fasulye, tofu
Yeşil çay
Tümörlerin büyümesi ve metastazlar için gerekli yeni damarların oluşumunu azaltan kateşinler ve
özellikle epigallokateşin gallat-3 (EGCG) dahil olmak üzere, polifenoller bakımından zengin olan yeşil
çay, aynı zamanda güçlü bir antioksidandır (karaciğerdeki enzimleri harekete geçirerek vücudu
toksinlerden arındırır) ve kanser hücrelerinin apoptosis yoluyla ölümünü kolaylaştırır. Laboratuarda,
radyoterapinin kanserli hücreler üzerindeki etkisini artırır.
Dikkat: siyah çay mayalanmıştır; polifenollerin büyük bölümünü yok eden bir süreçtir bu. Oolon çayı,
yeşil çayla siyah çay arasındaki bir tür orta karar mayalanmaya tabi olmuştur. Kafeinsiz yeşil çay ise
hala tüm polifenollerine sahiptir.
Japonların yeşil çayı (Senşa, Giyokura, Matça, vb.) EGCG bakımından Çinlilerin yeşil çayından daha
da zengindir.
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 18
Kateşinlerini serbest bırakması için yeşil çay en az 5 ila 8 dakika —tercihan 10 dakika—
demlenmelidir.
Kullanım tavsiyeleri: 2 gram yeşil çayı bir demlikte 10 dakik demleyin ve bir saat içinde için (bu süre
aşıldığında, yararlı polifenolleri kaybolur). Günde 6 fincan için.
Dikkat: Bazı kişiler yeşil çaydaki kafeine duyarlıdır ve saat 16.00’dan sonra içerlerse uykuları
kaçabilir. Bu durumda kafeinsiz yeşil çay içilebilir.
Zerdeçal ve Köri
Zerdeçal (körinin bileşenlerinden biri olan sarı toz), günümüzde bilinen doğal anti-enflamatuarların en
güçlüsüdür. Kanserli hücrelerde apoptosisin başlamasına ve anjiyogenesise ket vurulmasına da katkıda
bulunur. Laboratuarda, kemoterapinin etkililiğini artırır ve tümörlerin büyümesini yavaşlatır.
Dikkat: Beden tarafından özümlenmesi için, zerdeçal karabiberle karıştırılmalıdır. İdeal olanı, ayrıca
yağda (tercihan zeytin ya da keten tohumu yağı) çözünmesidir. Dükkandan alınan körideki zerdeçal,
toplam karışımın ancak % 20’si kadardır. Bu nedenle doğrudan zerdeçal tozu almak daha iyidir.
Kullanım tavsiyeleri: ¼ çay kaşığı zerdeçalı ½ çay kaşığı zeytinyağı ve bir tutam karabiberle karıştırın.
Sebzelere, çorbalara, salata soslarına katın. Birkaç damla agav nektarı acımsı tadını giderebilir.
Zencefil
Zencefil kökü de güçlü (örneğin, E vitamininden daha güçlü) bir anti-enflamatuar ve antioksidandır.
Bazı kanser hücrelerine karşı etkilidir. Ayrıca yeni kan damarlarının oluşumunu azaltmaya katkıda
bulunur. Demlenmiş zencefil, kemoterapi ya da radyoterapinin sebep olduğu bulantıyı hafifletmeye de
yardımcı olur.
Kullanım tavsiyeleri: Rendelenmiş zencefili kızartma tenceresi ya da tavada pişen sebze karışımına
katın. Ya da meyveleri misket limonu suyu ve rendelenmiş zencefilde marine edin (daha tatlı olmasını
isteyenler biraz Agav nektarı ekleyebilirler). Demleme: küçük bir zencefil parçasını dilimleyip 10 ila
15 dakika kaynar suda tutun. Sıcak ya da soğuk olarak içilebilir.
Yapraklı sebzeler
Lahanalar (Brüksel ve Çin lahanası, brokoli, karnabahar, vb.) güçlü anti-kanser moleküller olan
sülforafan ve indo-3-karbinoller (13C) içerir. Sülforafan ve 13C’ler, bazı kanserojen maddeleri
toksinlerden arındırabilir. Kanser öncesi hücrelerin habis tümörlere dönüşmesini engeller. Ayrıca
kanserli hücreleri intihara teşvik eder ve anjiyogenesisi durdurabilir.
Dikkat: Lahana ve brokoliyi kaynatmaktan kaçının. Kaynatmak sülforafan ve I3C’leri yok edebilir.
Kullanım tavsiyesi: Üstünü kapatıp kısa süre buharda pişirin ya da biraz zeytinyağıyla kızartma tenceresinde
hızla çevirin.
Sarımsak, Soğan, Pırasa, Taze sarımsak, Çin Sarımsağı
Sarımsak en eski şifalı bitkilerden biridir (İÖ 3000 yılından kalma Sümer tabletlerinde sarımsak
reçeteleri bulunmuştur). Louis Pasteur sarımsağın anti-bakteriyel özelliklerini 1858’de gözlemlemişti.
I. Dünya Savaşı sırasında sarımsak, yaraları sararken enfeksiyonları engelleyebilmek için yaygın
olarak kullanılırdı. II. Dünya Savaşı’nda da antibiyotiksiz kalan Rus askerleri tarafından çok fazla
kullandığından, sarımsağa “Rus penisilini” denilirdi.
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 19
Bu familyanın (soğangiller) sülfür bileşikleri, çok fazla kızartılmış etlerde ve tütünün tutuşması
sırasında oluşan nitrosaminlerin ve n-nitroso bileşiklerin kanserojen etkilerini azaltır. Kolon, meme,
akciğer ve prostat kanserinde, ayrıca lösemide apoptosisi (hücre ölümü) teşvik eder.
Epidemiyoloji araştırmaları, en çok sarımsak tüketen insanlarda daha az böbrek ve prostat kanseri
görüldüğüne işaret etmektedir.
Dahası, tüm soğangiller kan şekeri düzeylerinin denetlenmesine yardım eder; bu da insülin ve IGF
salgısını, dolayısıyla kanserli hücrelerin gelişmesini azaltır.
Kullanım tavsiyesi: Rendelenmiş sarımsak ve soğan biraz zeytinyağında hafifçe kızartılıp, buharda
pişmiş ya da tavada kızartılmış sebzelerle karıştırılarak içine köri ya da zerdeçal eklenebilir. Salataya
karıştırılarak ya da çok tahıllı ekmek ve organik tereyağı (ya da zeytinyağı) ile yapılan bir sandviçte
çiğ olarak da tüketilebilir.
Karoten Bakımından Zengin Sebze ve Meyveler
Havuç, yerelması, tatlı patates, kabak, balkabağı, domates, hurma, kayısı, pancar ve tüm parlak renkli
—turuncu, kırmızı, sarı, yeşil— meyve ve sebzeler. İçerdikleri A vitamini ve likopenin, bazıları (beyin
gliyomaları gibi) özellikle saldırgan olan birkaç türde kanserli hücrenin gelişmesine ket vurma
kapasitesi kanıtlanmıştır.
Lutein, likopen, fıtoen ve kantaksantin, bağışıklık hücrelerinin çoğalmalarını teşvik eder ve tümör
hücrelerine saldırma kapasitelerini artırır. Doğal katil hücreleri daha saldırgan hale getirir.
Domates ve Domates Sosu
Domatesteki likopenin, haftada en az iki öğün domates sosu tüketen prostat kanserli erkeklerde yaşam
süresini uzattığı gösterilmiştir.
Dikkat: İçerdikleri likopenin serbest kalması için domatesler pişirilmelidir. Ayrıca, zeytinyağı domatesin daha
iyi özümlenmesini sağlar.
Mantarlar
Şitake, maitake, enoki, krimini, portobello, istiridye ve kayın türünden mantarların tümü, bağışıklık
hücrelerinin çoğalmasını ve etkinliğini teşvik eden polisakaridler ve lentinian içerir. Bu mantarlar
Japonya’da sıklıkla bağışıklık sistemini desteklemek için kemoterapinin tamamlayıcısı olarak
kullanılmaktadır (maitake ve kayın mantarları bağışıklık sistemi üzerinde herhalde en belirgin etkiyi
yaratmaktadır).
Otlar ve baharat
Biberiye, kekik, mercanköşk, fesleğen, nane, ıtırlarını borçlu oldukları terpen familyasının uçucu
yağları bakımından çok zengindir.
Bunlar kanserli hücrelerde apoptosisi teşvik eder ve komşu dokuları kuşatmak için ihtiyaç duydukları
enzimleri bloke ederek yayılmalarını azaltırlar. Biberiyedeki karnosol de güçlü bir antioksidan ve antienflamatuardır. Bazı kemoterapilerin etkililiğini artırma kapasitesi kanıtlanmıştır.
Maydanoz ve kereviz, apigenin içerir; bu, apoptosisi teşvik eden ve Gleevec adlı ilacınkine benzer bir
mekanizmadan yararlanarak anjiyogenesisi bloke eden bir anti-enflamatuardır.
Omega-3’ler
Yağlı balıklarda (ya da kaliteli saf balık yağlarında) bulunan uzun zincirli omega-3’ler iltihabı azaltır.
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 20
Hücre kültürlerinde, çok çeşitli tümörlerde (akciğer, meme, kolon, prostat, böbrek, vb.) kanserli
hücrelerin büyümesini geciktirir. Tümörlerin metastaz şeklinde yayılmasını azaltmaya da yarar.
İnsanlar üzerinde yapılan pek çok araştırma, en az haftada iki kez balık yiyenlerde birkaç kanser
riskinin çok daha düşük olduğunu göstermektedir.
Dikkat: balık ne kadar büyükse (örneğin orkinos, ama özellikle köpekbalığı ve kılıçbalığı), besin zincirinde o
kadar yukarıdadır ve okyanus dibinde bol miktarda bulunan cıva, PCB’ler ve diyoksinle o kadar kirlenmiştir.
En iyi yağlı balık kaynakları istavrit ve sardalye (omega-6 bakımından çok zengin olan ayçiçeği yağında değil
de zeytinyağında muhafaza edilmesi koşuluyla, konserve sardalye dahil) gibi küçük balıklardır. Somon da iyi bir
omega-3 kaynağıdır ve kirlenme düzeyi hala kabul edilebilir. Dondurulmuş balıklar muhafaza süresi içinde
yavaş yavaş içerdikleri omega-3’leri kaybederler.
Keten tohumu, kısa zincirli bitkisel omega-3 ve lignan bakımından zengindir. Bu fitoöstrojenler,
kanserin gelişmesini teşvik eden hormonların zararlı etkisini azaltır. Düzenli keten tohumu
kullanımının prostat tümörlerinin büyümesini kayda değer biçimde yavaşlattığı bulgulanmıştır.
Probiyotikler
Bağırsaklar normalde, sindirime yardımcı olan ve düzenli bağırsak hareketlerini kolaylaştıran “dost”
bakteriler içerir. Bunlar bağışıklık sisteminde önemli bir dengeleyici rol de oynarlar. Bu bakterilerin en
yaygın olanları laktobasillus asidofilus ile laktobasillus bifıdustur.
Bu probiyotiklerin kolon kanseri hücrelerinin büyümesine ket vurduğu kanıtlanmıştır. Bağırsak
hareketlerini kolaylaştırmadaki etkileri, bağırsakların yiyeceklerdeki kanserojen maddelere maruz
kalma süresini azaltarak kolon kanseri riskini de düşürür. Böylelikle probiyotikler toksinlerden
arınmada da bir rol oynarlar.
Organik yoğurtlar ve kefir, probiyotik kaynaklarıdır. Soya yoğurdu genellikle probiyotiklerle
zenginleştirilmiştir. Bu değerli bakteriler lahana turşusu ve kimçide de bulunur.
Son olarak, kimi yiyecekler probiyotiktir, yani probiyotik bakterilerin çoğalmasını teşvik eden früktoz
polimerleri içerirler. Örneğin sarımsak, soğan, domates, kuşkonmaz, muz ve buğday gibi.
Kırmızı Meyveler
Çilek, ahududu, böğürtlen, yabanmersini ve yaban üzümü, ellajik asit ve çok sayıda polifenol içerir.
Bunlar kanserojen maddeleri yok edici mekanizmaları uyarır ve anjiyogenesise ket vurur.
Antosiyanidinler ve proantosiyanidinler de kanserli hücrelerde apoptosisi kolaylaştırır.
Kırmızı meyveler, meyve salatalarına ya da ara öğün yiyeceklerine kan şekerini yükseltmeden taze,
tatlı bir tat verir. Kırmızı meyvelerin dondurulması anti kanser moleküllere zarar vermediğinden, kışın
taze yerine donmuşları tüketilebilir.
Turunçgiller
Portakal, mandalina, limon ve greyfurt, anti-enflamatuar flavonoidler içerir. Kanserojen maddelerin
karaciğer tarafından arındırılmasını da teşvik eder. Mandalina kabuğundaki flavonoidlerin
—tanjeritin ve nobiletin— beyin kanseri hücrelerine girdiği, apostosis yoluyla ölümlerini
kolaylaştırdığı ve komşu dokuları istila etme potansiyellerini azalttığı gösterilmiştir. (Kabuğunu
kullanacaksanız, mutlaka organik mandalinaları tercih edin.)
Nar Suyu
Narsuyu Fars tıbbında binlerce yıldır kullanılmaktadır. Antienflamatuar ve antioksidan özellikleri gibi,
(diğerleri arasında), en şiddetli biçimlerinde bile prostat kanserinin gelişmesini epeyce azaltma
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 21
kapasitesi de doğrulanmıştır. İnsanlarda, nar suyunun her gün tüketilmesi yerleşmiş bir prostat
kanserinin yayılmasını % 67 oranında yavaşlatır.
Kırmızı Şarap
Kırmızı şarap, şu ünlü resveratrol da dahil olmak üzere pek çok polifenol içerir. Bu polifenoller
mayalanma yoluyla dışarı çıkar; dolayısıyla şaraptaki konsantrasyonları üzüm suyuna göre çok daha
fazladır. Üzümün kabuğu ile çekirdeklerinden elde edildiği için, beyaz şarapta daha az polifenol
bulunur. Şarabı muhafaza etmek için kullanılan yöntemler onu oksijenden korur; bu da resveratrolün,
polifenollerinin çoğunu kaybetmiş olan yaş ya da kuru üzümde olduğu gibi hızlı oksidasyona maruz
kalmaması anlamına gelir.
Resveratrol, sağlıklı hücreleri yaşlanmaya karşı koruduğu bilinen (sirtuin adlı) genler üzerinde
etkilidir. NF-KappaB’nin etkisini engelleyerek kanserin üç aşamalı gelişimini —başlangıç, gelişme,
yayılma— de yavaşlatabilir.
Kullanım tavsiyesi: Bu sonuçlar günde bir kadeh kırmızı şarap tüketiminden sonra elde edilenlere
benzer konsantrasyonlarda gözlenmiştir (kanserde artışa neden olabileceğinden, günde bir kadehten
fazlası tavsiye edilmez). İklimin nemli olduğu Burgonya bölgesinin şarabı (Pinot Noir), resveratrol
bakımından özellikle zengindir.
Bitter Çikolata
Bitter çikolata (%70’in üzerinde kakao) belli sayıda antioksidan, proantosiyanidin ve pek çok polifenol
içerir (bir parça çikolatada, bir kadeh kırmızı şaraptakinden iki kat fazla ve bir fincan gereğince
demlenmiş yeşil çaydaki kadar polifenol bulunur). Bu moleküller kanserli hücrelerin büyümesini
yavaşlatır ve anjiyogenesisi sınırlar.
Günde 20 gramlık tüketim (bir tabletin beşte biri), kabul edilebilir miktarda kalori verir. Sağladığı
doyum çoğunlukla bir şekerleme ya da tatlıya göre daha fazladır ve iştahı kesmekte daha etkilidir.
Glisemik endeksi (kan şekeri düzeyini yükseltip zararlı insülin ve IGF zirvelerine yol açma kapasitesi)
hafif, beyaz ekmeğe göre çok daha düşüktür.
Dikkat: Çikolatanın sütle karıştırılması kakao moleküllerinin yararlı etkilerini yok eder. Sütlü çikolatadan
kaçının.
Kullanım tavsiyesi: Yemekten sonra (yeşil çayla birlikte) birkaç parça bitter çikolata.
Anti-kanser Zihin
Zihin-Beden Bağlantısı
Araştırmalara göre, meme kanseri teşhisi konan kadınların büyük bir bölümü, bu hastalığın —kürtaj,
boşanma, çocukların hastalanması ya da çok bağlı oldukları bir işi kaybetme gibi— büyük bir stres
sonucu ortaya çıktığı kanısındadır. Doktorlar da uzun süredir psikolojik stresi kanserle
ilişkilendiriyorlar. İki bin yıl önce Romalı hekim Galien, depresif insanların bu hastalığı geliştirmeye
özellikle eğilimli olduklarını gözlemlemiştir.
Hücre bozukluğu şeklindeki kanser “tohumu”nun saptanabilir bir kanserli tümöre dönüşmesi genellikle
10 ila 40 yıl arası bir zaman alır. Sağlıklı bir hücrede bu tohum, ya anormal genler yüzünden, ya da
daha yaygın olarak radyasyona, çevredeki toksinlere veya sigara dumanındaki bonzo(a)piren gibi diğer
kanserojen maddelere maruz kalındığı için oluşur. Bu kanser tohumunu kendi başına yaratabilecek
herhangi bir psikolojik etken şimdiye kadar tespit edilmemiştir.
Bununla birlikte, psikolojik stres bu tohumun geliştiği toprağı derinlemesine etkiler. Tanıdığım
hastaların çoğu, Bernard gibi kanser teşhisi öncesindeki aylar ya da yıllarda özellikle stresli bir dönem
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 22
geçirdiklerini hatırlıyorlar. Stres genellikle korkunç bir çaresizlik duygusu yaratan sıkıntılardan
kaynaklanır. Birçoğumuz çözümsüz görünen kronik bir anlaşmazlıkla ya da boğucu zorunluluklarla
karşı karşıya kalmışızdır. Bu durumlar kanseri başlatmaz, ama 2006’da Nature’da yayımlanan bir
makalede gözlemlendiği gibi, bugün artık bunların tümöre daha hızlı gelişme olanağı sağladığını
biliyoruz. Kansere katkıda bulunan etkenler öyle çok ve birbirinden öyle farklıdır ki, kimse bu hastalık
için kendini suçlamamalıdır. Yine de, kanser teşhisi konmuş bir kişi, farklı bir yaşam sürmeyi
öğrenerek tedavisine katkıda bulunabilir. Benim yapmak zorunda kaldığım şey de buydu.
Psiko-Nöro-İmmünolojinin “Hareketli Beyni”
Bugün stresin kanserin gelişmesi üzerindeki etkilerini çok daha iyi anlıyoruz. Stresin vücuttaki
enflamatuar tepki gibi “acil durum” sistemlerini harekete geçiren hormonların salgılanmasına yol
açarak, tümörlerin gelişmesini ve yayılmasını kolaylaştırdığı artık biliniyor. Stres aynı zamanda
sindirim, doku onarımı ve bağışıklık sistemi gibi “beklemeye alınabilecek” bütün o işlevleri de
yavaşlatıyor.
Nörolojik ve bilinçdışı stres reflekslerini harekete geçiren bu kimyasal maddeler, bağışıklık hücreleri
üzerinde de etkili olur. Akyuvarların yüzeylerinde stres hormonlarının varlığını saptayan ve kan
dolaşımında bu hormon düzeylerinin dalgalanmasına göre tepki veren reseptörler vardır. Bu hücrelerin
bazıları, enflamatuar sitokin ve kemokinleri serbest bırakarak tepki verir. Doğal katil hücreler
noradrenalin ve kortizol tarafından bloke edilir ve virüslere ya da anormal öncül kanser hücrelerine
saldırmak yerine edilgen bir biçimde kan damarlarının çeperlerine yapışık kalırlar.
Bağışıklık Hücreleri ve Yaşama İsteği
Dr. Herberman ayrıca, Washington dolaylarında Candace Pert’in Ulusal Kanser Merkezi’ndeki
laboratuarına yakın olan kendi laboratuarında, kanserle psikolojik olarak daha iyi yüzleşebilen meme
kanserli kadınlarda aktif doğal katil hücrelerin, depresyona girip çaresizliğe kapılanlara kıyasla sayıca
daha fazla olduğunu ortaya koydu. 2005’te, Iowa Üniversitesi’nden Dr. Susan Lutgendorf, bu
sonuçları yumurtalık kanseri olan kadınlarda da doğruladı. Sevildiğini ve destek gördüğünü hisseden
ve moralini yüksek tutan kadınlarda doğal katil hücrelerin sayısı, kendini yalnız, terk edilmiş ve
duygusal bakımdan perişan hissedenlere kıyasla daha fazlaydı.
Her şey, bağışıklık sisteminin akyuvarlarının —doğal katil hücreler, T ve B lenfositler— çaresizlik
duygusuna, yani hastalığı yenmek için hiçbir şey yapılamayacağı kanısına ve ardından yaşama
arzusunun yitirilmesine karşı özellikle duyarlı olduklarını işaret ediyor. … Fare —ya da kişi— hayatın
artık yaşanmaya değmeyeceği duygusuyla teslim olduğunda, bağışıklık sistemi de silahlarını bırakır.
Candace Pert’in tanımladığı gibi, bunlar gerçekten de aynı “beyin”in iki özelliğidir.
Buna karşılık yaşama isteğine yeniden kavuşmak, çoğu kez hastalığın gidişatında kesin bir dönüm
noktasının habercisidir.
Geçmişten Gelen Yaraları İyileştirmek
Bir inceleme, bu tür duygusal ve psikolojik zorluklarla boğuşan kadınlarda meme kanseri riskinin
dokuz kat fazla olabileceğini göstermiştir. Bu nedenle, kanserden kaçınmaya gayret ederken çaresizlik
psikolojisiyle savaşmak elzemdir.
Çaresizlik Duygusu Travmatiktir
“Travma”, hastanın beyninde acı ve derin bir iz bırakan bir şok (ya da bir dizi şok) için kullanılan
terimdir. Hayatın normal gidişatı içinde yaşanan küçük zorluklar ya da başarısızlıklar, kişiyi birkaç
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 23
gün rahatsız edebilir, ama beyin “şifa” yetisine sahiptir. Tıpkı küçük bir yaranın iz bile bırakmadan
kapanması gibi, beyin de duygusal yaraları iyileştirecek doğal bir mekanizmaya sahiptir. Bu yaralar
kalıcı bir iz bırakmaz ve genellikle hem olgunlaşmaya hem de kişisel gelişime saik oluştururlar.
Duygusal yara içimizdeki derin yaşamsal süreçleri de etkiler. Tıpkı derideki bir kesiğin onarım
mekanizmalarını harekete geçirmesi gibi, psikolojik bir yara da stres tepkisi mekanizmalarını devreye
sokar: kortizol, adrenalin ve enflamatuar faktörler salgılanır ve bağışıklık sisteminde bir yavaşlama
olur. Nature Cancer Reviews ve Lancet dergilerinde yayımlanan makalelerde gösterildiği gibi, bu
psikolojik stres mekanizmaları kanserin gelişip yayılmasına katkıda bulunabilir.
Ne var ki, iyileşmemiş travmalar kişiyi asılsız bir güçsüzlük duygusuna geri götürür. Geçmişte belki de
gerçek olan bu güçsüzlük, şimdiki zamanın gerçek bir yansıması değildir. Hastanın bu
yanılsamayı fark etmesini sağlamak, terapinin anahtarıdır.
(**) EMDR’nin etkililiği, bu satırları yazdığım sırada, on sekiz kontrollü çalışma ve altı meta-analiz
tarafından büyük ölçüde onaylanmıştır. Öte yandan, dikkatin göz hareketleriyle (ya da EMDR’de
kullanılan başka tekniklerle) uyarılması yoluyla travmatik anıların hızla iyileşmesini sağlayan
mekanizma henüz tam olarak açıklığa kavuşturulmamış olsa da, birçok hipotez sinirbilim
araştırmalarında etkin biçimde irdelenmektedir.
Yaşam Gücüyle Yeniden Bağlantı Kurmak
Stresten ne pahasına olursa olsun kaçınmak imkansızdır. Ama yapılabilecek şey, gerginlikleri düzenli
olarak boşaltmaktır. Deneyimler sayesinde, stresin üzerimizden —su gibi— akıp gitmesine izin
vermeyi öğrenebiliriz.
Eski Çincede “düşünce” sözcüğü için kullanılan imge iki karakterden oluşur: “beyin” ve “kalp”. Eski
Çin felsefesi zihinsel faaliyeti akılla duygunun kaynaşması olarak görürdü. Modern tıp bilimi bunun
yalnızca şiir değil, bedenin işleyişine dair derin ve yararlanılabilir bir sezgi olduğunu kanıtladı.
Bedenin Bütün Beyinleri
Aslında kalp, bir tür küçük, yarı-özerk beyin oluşturan 40.000 1 sinir hücresiyle donatılmıştır. Bu sinir
hücreleri sayesinde kalp, kafatasının içinde barınan esas beyinle sıkı bir ilişki halindedir. Bazı
kardiyologlar ve sinirbilimciler bütünleşmiş bir “kalp-beyin sistemi”nden bahsederler.
Sonuç olarak, kişinin bütün dürtüleri, arzuları, kararları, kendine özgü bir biçimde çevresindeki yaşamı
sürdürmeye çalışan bu moleküllerin işleyişinin dış tezahüründen ibarettir ve bunlar da söz konusu
işleyişi etkiler. “Sağlık” ise, bütün bu alışverişler arasındaki dengenin bir sonucudur. Uyumlu bir genel
titreşim; belirli bir organ içinde yer almayan, ama bütün bu etkileşimlerden ortaya çıkan bir “ruh”tur.
Şimdiki Zamanda Kendine Odaklanmak
Üçgenin ortaya çıkmasına yardım eden dengeyi korumanın yollarını herkes öğrenebilir. Son beş bin
yıldır, Doğu’nun —yoga, meditasyon, tai çi, ya da çikung gibi— tüm büyük tıbbi ve ruhsal
gelenekleri, her bireyin kendi iç varlığının ve bedensel işlevlerinin dizginlerini ele geçirebileceğini
öğretiyor. Bu, sadece zihni yoğunlaştırarak ve soluğuna odaklanarak başarılabilir. Bugün pek çok
inceleme sayesinde biliyoruz ki, bu hakimiyet stresin etkisini azaltmanın en iyi yollarından biridir.
Ayrıca kişinin fizyolojisinde uyumu yeniden oluşturmanın ve sonuç olarak, bedenin doğal savunmasını
kamçılamanın da en iyi yollarından biridir.
Fizyolojiye hakim olma sürecinde ilk adım, dikkatini toplayıp içeri çevirmeyi öğrenmekten ibarettir.
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 24
Joel ve “Maymun Zihni”
Gerçekte neredeydi acaba, görüldüğü kadarıyla ne işyerinde ne de evdeydi. Dikkatini ne konuştuğu
veya yazıştığı kişilere, ne de oğluna verebiliyordu. Dolayısıyla, bu uçucu etkinlik deneyimi içi boş bir
“tampon bölge”de yaşamaya benziyor olmalıydı. Doğu geleneklerinde buna “maymun zihni” denir. Bu
haldeyken, kişinin düşünceleri, kafesinin içinde sağa sola sıçrayan tedirgin maymunlar gibi, her yöne
gider.
Pozitif dikkat, dokunduğu her şeye iyi gelen bir kuvvettir. Çocuklar, köpekler, kediler, çoğunlukla
bunu bizden daha iyi bilirler. Belli bir amaç gütmeden, yaptıkları bir resmi, buldukları bir kemiği ya da
bahçede yakaladıkları bir fareyi bize göstermek için yanımıza gelirler.
Kabat-Zinn, kişinin her gün kendi başına zaman geçirmesinin “radikal bir sevgi edimi” olduğunu
ısrarla belirtiyor. Tek başına gerçekleştirilecek bir arınma ritüelini her zaman tavsiye eden büyük
şaman geleneğinde olduğu gibi, bu düşünce dolu yalnızlık, bedenin içindeki şifa güçlerini uyumlu hale
getirmenin temel koşuludur.
Soluk: Biyolojinin Kapısı
Yoga, meditasyon, çikung ve modern Batı yöntemlerinde, kişinin benliğine açılan kapı solumadır.
Sırtınız dik olarak, Tibetli üstat Sogyal Rinpoch’nin “vakur” duruş dediği konumda rahatça oturarak
başlayın. Bu konum, burun deliklerinden boğaza, oradan bronşlara, son olarak —geri dönmeden
önce— akciğerlerin dibine inen hava akışına tam bir hareket özgürlüğü verir. Yoğun bir dikkatle,
yavaşça iki derin nefes alarak gevşemeyi başlatın. Bir rahatlama, hafiflik ve esenlik duygusu
göğsünüze ve omuzlarınıza yerleşecek. Bu egzersizi tekrarladıkça, soluğunuzun dikkatiniz tarafından
yönlendirilmesine izin vermeyi öğreneceksiniz. Gevşerken, zihninizin altından geçen dalgalarla alçalıp
yükselerek su üstünde yüzen bir yaprak gibi olduğunu hissedebilirsiniz. Dikkatiniz her soluk alışınıza
ve verilen uzun soluğun bedenden nazikçe, yavaşça, zarifçe ayrılışına sonuna kadar eşlik eder, ta ki
ince, zor algılanabilir bir soluktan başka bir şey kalmayana dek. Sonra bir duraklama olur. Bu
duraklamada gitgide daha derinlere dalmayı öğrenirsiniz. Bedeninizle en mahrem teması çoğunlukla
orada kısa bir süre kaldığınızda hissedersiniz. Alıştırma yaptıkça, kalbinizin yıllardır bıkıp usanmadan
yaptığı gibi çarparak yaşamı sürdürdüğünü hissedebilirsiniz. Sonra da duraklamanın bitiminde, küçük
bir kıvılcımın kendi başına parlayarak yeni bir soluma döngüsünü başlattığını fark edersiniz. Daima
içinizde olan ve bu dikkat ve gevşeme süreci sayesinde belki de ilk kez keşfettiğiniz yaşam
kıvılcımının ta kendisidir bu.
Soluma, hem bilinçli zihne kıyasla tamamen özerk olan (sindirim ya da kalp atışları gibi, soluma da biz
onu düşünmesek bile süregelir), hem de irade tarafından kolayca denetlenebilen yegane vücut içi
işlevdir. Beynin tabanında yer alan solunum kontrol merkezi, duygusal beyin ile bedendeki bağışıklık
sistemini de içeren organlar arasında sürekli değiş tokuş edilen tüm moleküllere duyarlıdır. Solumaya
dikkat etmek insanları bedenlerindeki yaşamsal süreçlerin nabzına yakınlaştırır ve bilinçli düşünceye
bağlar. Neyse ki, bütün bunların gerçekleştiğini görmek ve yararlanmak için “inanmak” şart değildir.
Yoga ve meditasyon gibi egzersizlerle bedende olup bitenler arasındaki ilişkiyi ölçmenin tamamen
nesnel bir yolu vardır.
Mantra ve Tesbih Duası
2006’da, Ohio Üniversitesi ile ABD’deki Ulusal Sağlık Enstitü’nden Julian Thayer ve Esther
Sternberg adlı araştırmacılar, Annals of the New York Academy of Sciences’ta biyolojik ritimlerin
dalga büyüklüğü ve değişkenliği konusundaki tüm çalışmalarla ilgili bir inceleme yayımladılar.
Vardıkları sonuca göre, değişkenliği çoğaltan her şey sağlık açısından pek çok yararla ilişkilidir.
Özellikle de şunlarla:
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 25
—bağışıklık sisteminin daha iyi işlemesi
—iltihabın azalması
—kan şekeri düzeylerinin daha iyi denetlenmesi
Bunlar, kanserin gelişmesini engelleyen üç temel faktördür.
Tüm Meditasyonlar Birleşiyor
En eski içsel farkındalık öğretisi yogadır. Sanskritçede “yoga”, birlik ve iç huzuru uğruna bedenle
zihni birleştirme amaçlı bir çalışmalar kümesi —her kişide doğuştan var olan “üst varlık”a giden,
yol— demektir. Bu gelenek, tek bir yol olmadığı ilkesini öne çıkarır. Aksine, her kültür ve her birey
kendine en iyi uyan yolu bulmalıdır. Bu alıştırmaların merkezindeki ortak nokta, dikkati geçici olarak
dış dünyadan koparıp seçilmiş meditasyon konusuna yeniden odaklanmaktır.
Anahtar unsur, dikkatin kontrolüdür. Dikkatin titizce denetlenmesi sayesinde, bu yolların her biri
bedenin biyolojik ritimlerinin entegrasyonunu ve uyumlu işleyişini destekleyen aynı iç tutarlılık haline
girme olanağını sunar.
İşin püf noktası ne belirli bir tekniktir, ne de belirli bir uygulama biçimi. Kanseri iyileştirebilecek bir
sır, büyülü bir parola yoktur. Tantrik yogada bedenin tüm enerjisini tam olarak hizaya getirebilecek bir
pozisyon bulunmamaktadır. Bedenin kuvvetlerini seferber etmek için elzem görünen şey, içimizde
sürekli titreşen yaşam gücüyle temasımızı her gün —içtenlikle, cömertçe ve sükunetle— yenilemek ve
onu saygıyla selamlamaktır.
Korkuyu Etkisiz Hale Getirmek
Kanserle savaşmayı öğrenmek, içimizdeki yaşamı beslemeyi öğrenmek demektir. Ama bunun ille de
ölüme karşı bir savaş olması gerekmez. Bu öğrenimi başarmak; hayatın özüne dokunmak, onu daha da
güzelleştiren bir tamama ermişlik ve huzur bulmaktır.
Yaşamak
Bugün “kanser” sözcüğü ölümle eşanlamlı değil artık. Ama gölgesini çağrıştırıyor. Benim için olduğu
gibi, birçok başka hasta için de bu gölge hayatımızı ve hayatta ne yapmak istediğimizi, düşünme
fırsatıdır. Ölüm günümüzde geriye haysiyetle, dürüstçe bakabileceğimiz şekilde yaşamaya başlama
fırsatıdır. O gün huzur içinde veda edebileceğimiz şekilde... Bu gerçekçi tutuma, kansere
yakalandıktan sonra kendilerine verilen istatistiklerin çok ötesinde hayatta kalmış olan hemen herkeste
rastladım: “Evet, öngörülenden önce ölebilirim. Ama daha uzun yaşamam da mümkün. Ne
olursa olsun, bundan böyle hayatımı olabildiğince iyi yaşayacağım. Olacaklara hazırlanmanın en iyi
yolu bu.”
Anti-kanser Beden
Birkaç çok basit sır, bedenimizle bu yeni ilişkiye geçişi kolaylaştıracaktır.
Düzenli olarak ve her yerde egzersiz yapın. İlk adım, çok fazla egzersize ihtiyacımız olmadığını kabul
etmektir; önemli olan onu alışkanlık haline getirmektir. Meme kanseri araştırmaları, haftada iki ila beş
saat normal hızda bir yürüyüşün nüksetmeyi önlemekte güçlü bir etkisi olduğunu gösteriyor.
Kolay faaliyetleri deneyin. Yoga ya da tai çi gibi bedeni yavaşça uyaran egzersizler, durumları ne
olursa olsun neredeyse tüm kanser hastaları tarafından yapılabilir. Daha zorlayıcı faaliyetler kadar
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 26
etkili olduklarını gösteren bir inceleme yoktur, ama bedenle ve onun enerjileriyle özenli bir teması
korurlar.
Sonuç
Kanser tehdidi altındaki kişilere yardım etmek, bize artık sağlığımızı destekleyecek bir çevre
sağlayamayan yaralı gezegenimizi kurtarmak için hangi esasları aklımızda tutmalıyız? Bu kitapta
sunduğum ve kendimi korumak için her gün kullandığım fikirler, üç noktada özetlenebilir:
— içimizdeki “arazi”nin önemi
— bilincin etkileri
— doğal güçlerin sinerjisi
İçimizdeki “Arazi”nin Önemi
Tibetli meslektaşlarım, belirli bir hastalığı belirli bir müdahale ya da ilaçla tedavi eden Batı tıbbının bir
kriz durumunda son derece etkili olduğunu gönülden kabul ediyorlar. Apandisit için ameliyat, verem
için penisilin, akut alerjik reaksiyon için epinefrin sayesinde, bu tıp her gün pek çok hayat kurtarıyor.
Ama kronik bir hastalıkla uğraşırken de sınırlarını hemen belli ediyor.
Kanserin gelişme mekanizmalarına ilişkin son keşifler de bizi benzer bir sonuca götürmektedir. Kanser
tam anlamıyla kronik bir hastalıktır. Tüm çabalarımızı tümörlerin taranıp tedavi edilmesine
odaklayarak kanseri yok etmemiz pek olası değildir. Burada da “arazi”yle ilgilenmemiz gerekir. Dünya
Kanser Araştırmaları Fonu’nun 2007 raporunda vurgulandığı gibi, bedenin savunma mekanizmalarını
güçlendiren yaklaşımlar, aynı zamanda önleyici ve tedavi edici temel katkılardır. Doğal süreçlere
dayandıkları için, önlem ile tedavi arasındaki sınırı yok ederler. Bir yandan hepimizin içinde taşıdığı
mikro tümörlerin gelişmesini engellerler (önlem); diğer yandan ameliyat, kemoterapi ya da
radyoterapinin kanserin nüksetmesini önlemekteki yararlarını artırırlar (tedavi).
Bu açıdan bakıldığında, bizler paradoksal olarak Batı tıbbının muhteşem başarılarının kurbanıyız.
Ameliyat, antibiyotikler, radyoterapi olağanüstü ilerlemelerdir; ama bunlar bizi bedenin kendi şifa
gücünü hafife almaya yöneltiyor. Yine de hem tıbbi ilerlemelerden hem de bedenin doğal
savunmalarından yararlanmak —sizi ikna etmiş olduğumu umuyorum— mümkündür.
Bilincin Etkileri
Her birimiz korunmak ve kendimize bakmak için kanser konusundaki bu bilgi devriminden
yararlanabiliriz. Ama bunun için ilk olarak bir bilinç devrimi gereklidir. Her şeyden önce, içimizdeki
yaşamın değeriyle güzelliğinin bilincine varmalıyız. Ona dikkat edip, bize emanet edilen bir çocuğa
bakıyormuş gibi ilgi göstermeliyiz. Bu bilinç fizyolojimize zarar verip kanseri teşvik etmekten
kaçınmamıza yardımcı olur. Yaşam gücümüzü besleyen ve destekleyen her şeyi benimsememizi
sağlar.
www.altinicizdiklerim.com
Sayfa 27
Download