ÜNİTE

advertisement
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
ESKİ DÜNYADA VE CAHİLİYEYE
KADAR ARABİSTAN’DA SİYASET
VE DİNİ HAYAT
• Eski Dünyada Siyaset ve Dini Hayat
• Mezopotamya uygarlıkları
• Cahiliyeye Kadar Arabistan'da
Siyaset ve Dini Hayat
• Güney Arabistan
• Kuzey Arabistan
• Orta Arabistan (Hicaz)
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Eski uygarlıkların siyasi ve kültür tarihini
kavrayabilecek
• Geçmişle bugün arasında köprü oluşturan
medeniyetlerin tarihi süreçleri ve insanlığa
katkıları hakkında daha sağlıklı
değerlendirmelerde bulunabilecek
• İslam dininin ortaya çıktığı ve yayıldığı
merkezlerin sosyo kültürel ve dini yapılarını
analiz etmiş olacak.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
1
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
GİRİŞ
Tarih birbirinden bağımsız olmayan olgulardan meydana gelir. Hadiseler,
zincirin halkaları misali birbiri ile bağlantılı olup sebep ve sonuç ilişkileri ile
hayatiyet kazanabilir. Dolayısıyla tarihin bir bölümünü cımbızla çekip öncesi ve
sonrasından bağımsız olarak değerlendirmek muhatabını hiçbir zaman sağlıklı bir
neticeye ulaştırmayacaktır. Semavi dinlerin birbirinin devamı ve tamamlayıcısı
olduğu düşünüldüğünde en son din olan İslam’ın ortaya çıktığı şartları ve etkilediği
toplum yapısını tetkik için hem İslam dininin doğduğu Arap Yarımadası’nın geçmiş
tarihinin ve hem de ona komşu olan diğer medeniyetlerin siyasi ve dini yapılarının
açıklığa kavuşturulması bir zorunluluktur.
İşte bu kaygı ile İslam dininin doğuş merkezi olan Arap Yarımadası’nın siyasi
ve dini yapısı, taşıdığı şartlar hakkında bilgi vermeden önce Araplara komşu olan
kadim/eski dünya devletlerini tanımak faydalı olacaktır.
ESKİ DÜNYADA VE CAHİLİYEYE KADAR ARABİSTAN’DA
SİYASET VE DİNİ HAYAT
ESKİ DÜNYADA SİYASET VE DİNİ HAYAT
MEZOPOTAMYA UYGARLIKLARI
Mezopotamya, Araplar tarafından “siyah” anlamına gelen “Sevâd”, Sâsânîler
ise ülkenin kalbi anlamına gelen Dîl-i İranşehr olarak isimlendirilmiştir. Tarihi
kaynakların bazılarına göre burası Hz. Nuh’un tufandan sonra yerleştiği ve insan
neslinin çoğaldığı bölgedir. Medeniyetin beşiği sayılan ve çoğunluğu sulanabilen
alüvyonlu topraklarla kaplı Mezopotamya’nın sınırlarını Fırat ve Dicle nehirleri
tayin etmektedir. Kuzey’de bugün Irak şehri olan Tikrit’ten, güneyde Basra
körfezine, doğuda Hulvan şehrinden başlayarak batıda Kadisiye’ye kadar
uzanmaktadır. Fırat ve Dicle nehirlerinin taşması sonucu oluşan bu verimli
topraklar insanlık tarihinin başlangıcından itibaren çok önemli medeniyetlere ev
sahipliği yapmıştır. Arkeolojik kazılarda ortaya çıkan tarihi bulgular bölgedeki
hareketliliğin M.Ö. 6000 yılına kadar uzandığına tanıklık etmektedir. Sümerler,
Akadlar, Babilliler, Asurlular bölgenin en eski sakinleri olarak kabul edilir. Hz. Ömer
döneminde fethedilen bu topraklar İslam kültürünün şekillenmesinde de önemli
pay sahibi olmuştur. Kültürel etkileşimin tarihi temellerini iyi analiz edebilmek için
bu topraklar üzerinde kurulan önemli medeniyetleri kısaca da olsa tanımak
gerekecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Sümerler ve Akadlar
Sümerler yazıyı ve tekerleği icat etmeleri, tarım sektöründe devrim
niteliğindeki yenilikleri ile şöhret kazanmışlardır. M.Ö. 3500 yıllarında
Mezopotamya’da ortaya çıkan bu kadim uygarlık tarım sektörüne bağlı bir gelişim
göstermiştir. Bölgenin ilk yerli halkı olarak tanınmaktadırlar. Bakır madenini ilk
keşfeden ve sanayide ilk defa kullanarak insanlığın hizmetine sunanlar da
Sümerler’dir. Deri işlemeciliği, demircilik, taş oymacılığı gibi zanaat dallarında çığır
açmışlardır. Tarım ve sanayi toplumu olmanın zorunlu bir sonucu olarak Sümerler
yerleşik hayatı benimsemiş ve etrafı muhkem surlarla çevrili sayıları otuzu aşkın
şehir kurmuşlardır. Larsa, Ur, Uruk, Kiş Umma bunların en meşhurlarındandır.
Ayrıca, Sümerce ismi Kadingirra olan Babil’in ilk sakinlerinin de Sümerler olduğu
bilinmektedir.
Şehir devletlerine ayrılan Sümerler krallar tarafından yönetilmekte olup
zaman zaman şehirlerin idari yapılanmaları tekelde toplanmaktaydı. Toplum din
adamları, askerler, halk ve köleler olmak üzere dört gruba ayrılmaktaydı. Toplumun
aristokrat sınıfını daha ziyade din adamları oluşturmaktaydı. Şehrin baş rahibi aynı
zamanda yönetici konumundaydı.
Çok tanrılı bir inanca sahip olan Sümerler kerpiçten yapılan Ziggurat adıyla
bilinen tapınaklarda ibadet etmekteydi. Yedi kattan oluşan mabetler; depo, okul ve
rasathane olarak kullanılmaktaydı. Tanrıları insan şeklinde olup ölümsüz olduğuna
inanılırdı. Anu, Enlil, Enki, Nimnah, Ecem, İnanna tanrılarına verdikleri adlardan
bazılarıdır.
Şehir devletleri arasındaki siyasi çekişmeler devletin zayıflamasına neden
olmuş, önce Elamlılar ve daha sonra Sami tarihinin ilk büyük ismi olan Akad
imparatorluğunun kurucusu Sargon tarafından sürdürülen saldırılar sonucu
yıkılmıştır.
Sümer çivi yazısı
Sümerler’in hâkimiyetinde olan Kiş şehri kralının muhasebecisi olan Sargon
darbe sonucu iktidarı ele geçirmiş ve onun soyundan gelen hanedanlar yaklaşık bir
asır boyunca şehirleri birleştirerek ele geçirdiği bu topraklarda varlığını
sürdürmüştür. Şehir devletinden merkezi devlet anlayışına geçen Akadlar 200 yıl
iktidarlarını devam ettirmişlerdir. Mezopotamya’nın tamamına hâkim olan ilk
devlet olma unvanına sahiptirler. Sümer kültürünü, kendi kültürleriyle
harmanlayan Akadlar, büyük bir medeniyetin oluşmasında önemli rol
oynamışlardır. Akadlılar, Sargon’dan sonra en ihtişamlı dönemini torunu Naram-Sin
döneminde yaşamıştır. o dönemde Akadca bütün Mezopotamya’da kullanılan
ortak dil hâline gelmiştir.
Akadlar arasında gök tanrı inancının yaygın olduğu anlaşılmaktadır. Güneş,
Ay, Venüs en fazla tapılan tanrılar arasındaydı. Meşhur kral Naram-Sin, kendisini
tanrı ilan eden ilk kral olmakla kalmamış dünya krallığına soyunmuştur. Bu güçlü
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
kralın ölümü sonrası Akadlar zayıflamış ve “dağ canavarları” olarak isimlendirilen
Gutiler tarafından yıkılmıştır.
Babil Krallığı (Amurrular-Keldaniler)
Babil’in asma bahçeleri
Krallık ismini Akadca Tanrının Kapısı anlamına gelen Babil şehrinden
almaktadır. Dünyanın yedi harikasından biri olan asma bahçelerine ev sahipliği
yapan ve kulesi ile ünlü Babil şehri Tevrat’a göre (Tekvin 10/10) Nemrud’un krallık
yaptığı dört önemli şehirden biridir. Hz. İbrahim de Peygamber olarak bu
coğrafyaya gönderilmiştir. Hz. İbrahim Nemrud’a karşı sürdürdüğü mücadeleden
sonra inananlarla birlikte önce Harran’a oradan Kenan İli’ne geçmiştir. Babil krallığı
Sümer ve Akad topraklarını içine alan büyük bir imparatorluktur. Babilliler, M.Ö.
4000 yılından itibaren bölgedeki kültürlerin tüm izlerini taşımaktadır. Akadca
yazılan ve 282 maddeden oluşan kanunları ile tanınan Hammurabi, devletin en
kudretli hükümdarıdır. Mezopotamya’da yeniden siyasi birliği kuran Hammurabi
eski töreleri bir araya toplayıp yeniden düzenlemiş ve ilk kanun yapıcı olarak ün
salmıştır. Onun ölümü ile beraber eski Babil krallığı zayıflamış ve 1595’te Hititler’in
saldırısı sonucu yıkılmıştır.
Uzun süre Asur egemenliği altında kalan Babil’liler başkent valisi
Nabupolassar’ın öncülüğünde M.Ö. 612 yılında Yeni Babil Krallığını (KaldelilerKeldaniler) kurdular. Devlet Nabupolassar’ın oğlu Buhtunnasr (Nabukadnezar)
döneminde en parlak dönemini yaşamıştır. Suriye, Filistin/Kudüs M.Ö.587 yılında
egemenlik altına alınmış ve Mısır ordusu mağlup edilmiştir. Devlet Persler
tarafından M.Ö. 338 yılında ortadan kaldırılmıştır. Bundan sonraki süreçte
Mezopotamya Krallıkları sona ermiş, bölgeye sırasıyla Persler, Helenler ve
Romalılar hâkim olmuştur.
Döneme ilişkin önemli bilgiler:

Yahudiler Yeni Babil devleti döneminde sürgün edilmiştir.

Hammurabi kanunları ilk yazılı anayasa niteliğindedir.

Babil şehri, imparatorluğun dünya harikası asma bahçeleri ile tarihe
damgasını vurmuş başkentidir.

Dini devlet yapılanmasından seküler bir devlet yapısına geçiş
sağlanmıştır.
Asurlar
Asurlular, Kuzey Irak bölgesinde Aşur veya Asur şehri çevresinde yaşayan
Sami ırka mensup bir topluluktur. Ticari alandaki başarıları sayesinde topraklarını
genişletmeyi başarmışlardır. Aynı zamanda savaşçı özelliğe sahip olan Asurlular,
M.Ö. 1200 yılında Mezopotamya, Suriye, Filistin ve Mısır’ı hâkimiyetleri altına
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
almışlardır. Başkentleri Ninova’dır. İlkçağda Ortadoğunun en geniş sınırlara sahip
imparatorluğunu kurmuşlardır. Anadolu’ya yazıyı taşıyanlar da Asurlular’dır. Aşırı
lüks düşkünlüğü ve savaşlar devletin zayıflamasına yol açmış ve M.Ö. 1208’den
itibaren gerileme dönemine girmişlerdir. İmparatorluğun ikinci kurucusu kabul
edilen III. Tiglat Pileser (M.Ö. 745-727) birliği sağlamış ve Yeni Asur Krallığı’nın
temellerini atmıştır. Asurlular Kur’an’da adı geçen Semud, Medyen ve Sebe
kavimleri başta olmak üzere Arap toplulukları üzerine dokuza yakın sefer
düzenlemişlerdir. Sanatta büyük bir gelişme sağlayan Asurlular M.Ö. 612-609 yılları
arasında bölgeye Keldaniler ve Medler tarafından düzenlenen saldırılar sonucunda
yıkılmıştır. Diğer halklar arasında eriyip gittikleri ifade edilmekle birlikte bugün
Süryani toplulukların Asurluların soyundan geldikleri de iddia edilmektedir.
İbraniler (İsrailoğulları)
İsrailoğulları, Sümerler ve Akadlar’ın son dönemlerinde tarih sahnesine
çıkmışlardır. Sami kökenli bu topluluk hakkındaki bilgiler daha ziyade kutsal
kitaplara dayanmaktadır. İsrailoğullarının atası olarak kabul edilen İbrahim Ur
şehrinde doğmuş daha sonra Harran’a oradan da Kenan diyarına yani, Beyt-i
Makdis’in bulunduğu bölgeye yerleşmiştir. Burada da kuraklık baş göstermesi
nedeniyle verimli arazilerden oluşan Nil deltasına göçmüştür. İsrailoğulları Kenan
iline yerleşene kadar İbranî olarak tanınmaktadır. İbrahim’in 12 oğlu ve onların
soylarından gelenler ise İsrailoğulları olarak adlandırılmaktadır. Mısır’a köle olarak
satılan ve sarayda üst kademelere yükselen Yusuf, akrabalarını da yanına alarak
M.Ö. 1700’lü yıllarda Mısır’a yerleşmiştir.
Firavunlar ailesinin iş başına gelmesi ile İsrailoğullarının buradaki düzeni
bozulmuş ve ağır inşaat işlerinde çalıştırılmaya başlanmıştır. İşçileri elinden
kaçırmak istemeyen Firavun II. Ramses’in tüm çabalarına rağmen Hz. Musa’nın
önderliğinde İsrailoğulları Mısır’dan çıkmayı başarmışlardır. Bir süre sonra
Musa’nın yol göstericiliğini kabul etmeyip sapkınlık içerisine düşmüşler ve kırk yıl
Sina çölünde kalmışlardır. Peygamber olduğuna inanılan Yeşû veya Yuşâ
öncülüğünde toparlanan İsraoğulları Kur’an’da Talut diğer kaynaklarda ise Saul
olarak bilinen şahsın krallığına kadar birlik ve beraberlik içerisinde olamamışlardır.
Talut’un başarılarına rağmen asıl birlik Hz. Davud döneminde sağlanmıştır. M.Ö.
1400 yılında Sion olarak bilinen Kudüs’ü ele geçirdikten sonra merkezi burası olan
büyük bir krallık kurulmuştur. Kırk yıllık iktidar sonrası yerine oğlu Süleyman
geçmiştir. Babası gibi Peygamber olan Hz. Süleyman döneminde İsrailoğulları altın
çağını yaşamış ve Süleyman Mabedi olarak bilinen Beyt-i Makdis inşa edilmiştir.
Böylelikle Kudüs Yahudilerin dini merkezi olmuştur. Hz. Süleyman sonrası birliği
bozulan devlet kuzey ve güney olmak üzere iki kısma ayrılmış ve M.Ö. 722 yılında
Asurlar tarafından yıkılmıştır. M.Ö. 587 yılında ise Babil kralı Buhtunnasr tarafından
Kuzey Yahuda krallığı ortadan kaldırılmış ve daha önce ifade edildiği gibi Yahudiler
Babil’e sürülmüştür. Pers Hükümdarının Babil Krallığını ortadan kaldırması sonrası
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
İsrailoğullarından bir kısmı Kudüs’e dönmüş ve kutsal mabet başta olmak üzere
şehri yeniden inşa etmişlerdir. Pers hâkimiyeti Büyük İskender’in bölgeyi ele
geçirmesine kadar devam etmiştir. Bölge, Müslümanların fethi öncesi sırasıyla
Helenler ve Romalılar tarafından ele geçirilmiştir.
İran
İran tarihine ilişkin bilgiler M.Ö. IX. asra kadar dayanmaktadır. Urmiye
gölünün batısında oturan Persler bölgeye Avrupa’dan gelen Medler’le ittifak
kurarak Mezopotamya uygarlıklarının sonunu hazırlamışlardır. Medlerin
hâkimiyetine son veren Ahameniler M.Ö. 525’te Mısır’a kadar uzanan büyük bir
bölgeyi ele geçirdi. Suriye ve Mısır’a hâkim olduktan sonra İran’a yönelen Büyük
İskender Ahameni İmparatorluğu’nu sonlandırdı. Büyük İskender, İran’ı valisi
Selevkos’a bıraktıktan sonra bölgeden çekilmiştir. M.Ö. 141 yılında Partlar Seleuko
Krallığını ortadan kaldırarak imparatorluk hâline gelmiştir. M.Ö. 53 yılından
itibaren Romalılar’la sürdürdükleri savaşlarda zayıflayan Partlar M.S. 224 yılında
yıkılmıştır. Ateşgede muhafızı olan Sâsân isimli şahıs M.S. 226 yılında Sâsânî
İmparatorluğu’nu kurmuştur. Bizans imparatoru Konstantinos ve Sâsânîler’e
komşu olan Ermeniler Hıristiyanlığı kabul edince, Sâsânî topraklarındaki
Hıristiyanlar bu ülkelerle ittifak içerisine girmişlerdir. Bu sıkıntılı süreci aşmak için
ek vergiler konmuş, dini alanda reformlar yapılmıştır. Her şeye rağmen bir türlü
başarı elde edilemeyince I. Hüsrev (Enûşirvan), ‘Şehinşah’ unvanıyla yönetime el
koyarak Sâsânî Devleti’ne en parlak dönemini yaşatmıştır. Hz. Peygamber’in
doğum tarihine tekabül eden yıllarda Arabistan’ın Güney bölgesini yani Yemen’i
Sâsânî topraklarına katmıştır. Yönetimi ele alan oğlu IV. Hürmüz döneminde Bizans
ile şiddetli savaşlar yaşandı. Gözlerine mil çekilerek öldürülen Hürmüz’ün yerine
oğlu II. Hüsrev tahta geçti. Başlangıçta Bizans’a karşı üstün başarılar elde etse de
Bizans İmparatoru Herakleios’un ordularına mağlup oldu ve bir ayaklanmada
öldürüldü. II. Hüsrev Hz. Peygamber’in elçi göndererek kendisini İslam’a davet
ettiği Sâsânî kralıdır. Sâsânî imparatorluğu Müslüman ordularınca son Sâsânî
hükümdarı III. Yezdücerd’in 651 yılında öldürülmesi ile son bulmuştur.
Zerdüşt Tapınağı
(Ateşgede)
Eski İran topraklarında adını kurucusundan alan Zerdüştîlik ya da Mecusîlik
dini yaygındı. En büyük tanrı kabul edilen Ahura Mazda’ya nispetle Zerdüştîliğe
Mazdeizim adı da verilmiştir. İyilik-kötülük, karanlık-aydınlık ikilemi üzerine
kurgulanan bu dinî inanışa göre ateş saflığı ve temizliği sembolize etmektedir.
İbadet mahallerine, merkezinde ateş yakıldığı için ateşgede denmiştir. İnanışa göre
öldükten sonra ruh bedenden ayrıldığı için kirli sayıldığından vahşi hayvanlara terk
edilmekte, geriye kalan kemikler ise yakılmaktaydı. I. Şapur döneminde devletin
resmi dini hâline gelen ve kurucusu Mani’den (216-276) ismini alan diğer bir din ise
Maniheizimdir. Sabiiliğin etkisi ile ortaya çıkan bu inanç biçiminin yaygınlık
kazanması Mecusi din adamlarını rahatsız etmiş ve baskılar sonucu Mani, Kral I.
Behram tarafından işkence ile öldürülmüştür. İran’da M. V. asırda bir başka dinî
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
hareket daha ortaya çıkmıştır. Bu günkü anlamda komünist sistemin temelini de
oluşturduğu iddia edilen ve Mazdekiyye olarak isimlendirilen inanç biçimi mülkte
ve kadında eşitlik temeline dayanmaktaydı. Bu anlayış, çatışmaların temeli olan
kıskançlığı ortadan kaldırmıştır. Mazdek dinine en fazla karşı çıkanlar aristokratlar
olmuştur. Enuşirvan bozulan ekonomik ve sosyal yapıyı düzene sokmak için
Mazdek dinini yasaklamış taraftarlarını ağır işkencelere maruz bırakmıştır. Eski İran
topraklarında izah etmiş olduğumuz dinler yanında Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi
semavi din mensuplarının varlığı da bilinmektedir.
Çin
Çin Seddi
Çin, tarihi oldukça eskilere dayanan köklü bir medeniyete sahiptir. İslam’ın
ilk ortaya çıktığı Arap yarımadasına uzak bir mesafede oluşu nedeniyle İran ve
Bizans tarihi kadar Müslümanların dikkatini çekmemiş görünse de, aslında en az ilk
fetihlerin gerçekleştiği komşu medeniyetler kadar İslam toplumu üzerinde
etkinliğinin olduğu söylenebilir. Çin tarihi Konfüçyüs (M.Ö. 551-479) ile özdeşleşmiş
ve onunla birlikte Çin, altın çağını yaşamıştır. Konfüçyanizm, daha sonraki
dönemlerde Çin medeniyetinin temel dinamiklerini oluşturmuştur. Bu günkü isimle
anılan Çin hanedanlığı Konfüçyüs sonrası kurulmuştur. Baskıcı bir yönetim şekli
benimseyen halkı ağır işlerde çalışmaya zorlayan bu yönetim anlayışı kısa sürmüş
ve yıkılarak yerine Han hanedanlığı kurulmuştur. Han hanedanlığının yıkılması ile
birlikte dört asır devam edecek parçalanma dönemi başlamıştır. İslam’ın ilk ortaya
çıktığı dönemlerde Çin’i Sui hanedanlığı yönetmekteydi. Daha sonra kurulan Tang
hanedanlığı ise Konfüçyanizm’i yeniden canlandırmıştır. Tangler döneminde İslam
dini Asya’ya doğru yayılmaya başlamıştır.
Hz. Peygamber’in “İlim Çin’de de olsa gidip onu arayınız” şeklindeki
ifadesinin aslında uzaklık ile ilim arasındaki mesafeyi ortadan kaldırmaya matuf
söylenmediği, Çin kültür ve medeniyeti incelendiğinde daha iyi anlaşılmaktadır. Hz.
Peygamber’in Uman bölgesine yaptığı ziyarette Çinliler’le karşılaşması sebebiyle,
onların kültür ve sanat alanında ne denli ileri olduklarına vakıf olması kuvvetle
muhtemeldir. Çinliler’in matematik, astronomi, müzik, fizik, kimya, coğrafya gibi,
bilim dallarında oldukça ileri bir seviyede olmaları, bunun en açık göstergesidir.
Ortaçağ İslam dünyasının altın çağını yaşamasında önemli bir faktör olan kağıdın
yaygın kullanımı ise yine Çinliler kanalıyla olmuştur.
Çin’de bir inanç birlikteliğinden bahsetme imkânı yoktur. M.S. tüccarlar
kanalıyla Çin’e Budizm ulaşmış ve çok sayıda taraftar bulmuştur. Bir süre sonra
Budizm’e karşı Taoculuk yaygınlaşmış ancak Sui hanedanlığı ile birlikte yeniden
Konfüçyüsçülük kabul görmeye başlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Hindistan
Hindistan Farsça Hind ülkesi anlamına gelmektedir. Hindu kelimesi ise eski
Sanskritçedeki nehir anlamına gelen ‘Sindhu’dan alınma bir kelimedir Bu nedenle
Arapça kaynaklarda bölge, çoğunlukla Sind olarak adlandırılmaktadır. Güney
kısmında Hint okyanusu, batısında Umman denizi, doğusunda Bengal körfezi ile
çevrili büyük bir üçgeni andıran yarımada şeklindeki Hindistan köklü bir tarih ve
kültüre sahiptir. Tarihi boyunca parçalanmış görüntü arz eden, yer üstü ve yer altı
zenginlikleri ile diğer kıtaların cazibe merkezi olan eski Hindistan bu gün Hindistan,
Pakistan, Bengladeş, Myanmar ve Sri Lanka arasında paylaşılmış olan genişçe bir
toprak parçasına sahiptir.
Taş devrinden sonra bölgede insan topluluklarının varlığı bilinmekle
beraber ilk uygarlık belirtilerinin M.Ö. 5000-1700 yılları arasında İndus medeniyeti
ile ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Harappa uygarlığı olarak da bilinen bu kadim
topluluğun icat etmiş olduğu yazı bugün dahi çözülememiştir. Muhteşem bir
şehircilik örneği de ortaya koyan bu medeniyet Ariler tarafından M.Ö. 1500 yılında
ortadan kaldırılmıştır. İranlılar’la akraba olan Ariler Hindistan’da M.Ö.1500-1000
yılları arasında Ganj medeniyetini oluşturmuşlardır. Hindular’a ait kutsal metinler
ve kast sistemi bu dönemde ortaya çıkmıştır. Zaten farklı etnik yapılanmalara sahip
olan Hint halkı kast sisteminin zorunlu bir sonucu olarak; din adamları
(Brahmanlar), aristokratlar (Kşatriyalar), çifçiler, sanatkârlar, tüccarlar (Vaisyalar),
İşçiler (Sudralar) olmak üzere dört ayrı sınıfa ayrılmıştır. Bu sınıfsal ayrım Ganj
uygarlığının sonunu hazırlamış, M.Ö. VI. yüzyılda Magadhalar bölgede kontrolü
sağlamıştır. M.Ö. 518 yılında Persler bölgeyi istila etmişler ve Büyük İskender’in
bölgeyi zaptına kadar hâkimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Büyük İskender ve
takipçileri ile birlikte kurulan koloniler sayesinde Greko-Hint medeniyeti olmuş ve
böylelikle İslam kültürünü de etkileyecek olan Helenizm akımı başlamıştır.
İskender’in bölgeye intikali ile Magadha krallığı yıkılmış ve M.Ö. 185 yılına kadar
varlığını devam ettiren Maurya imparatorluğu kurulmuştur. Bu imparatorluğun
yıkılması sonrasında birçok küçük devletçikler ortaya çıkmıştır. M.S. 330 yılında
kurulup 540 yılında yıkılan Gupta imparatorluğu döneminde Hint medeniyeti en
yüksek seviyesine ulaşmıştır. Akhunların saldırısı ile yıkılan Guptalar sonrası tekrar
siyasi istikrarsızlık baş göstermiş, bağımsız devletler doğmuştur. İslamiyetin ortaya
çıktığı ve yayıldığı dönemlerde (606-647) Kral Harşa bölgede yeniden birliği
sağlamıştır. Bu dönem aynı zamanda Hinduizm’in başlangıcı sayılmıştır. Kral Harşa
sonrasında birçok bölgesel krallıklar kurulmuş, X. yüzyıldan sonra ise bölge
Türkler’in ve Afganlılar’ın saldırılarına maruz kalmıştır. İslamiyet bölgeye 710-711
yıllarında Emevi devletinin Sind bölgesi komutanlarından Muhammed b. Kasım’ın
gerçekleştirdiği fetihlerle ulaşmıştır.
Ariler döneminde dini inanış olarak kast sistemini önceleyen Brahmanizm,
bir başka ismiyle Vedizm ortaya çıkmıştı. M.Ö. IV. yüzyılda Brahmanizm’e karşı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Budizm ağırlığını hissettirmeye başlamış Brahmanizm daha ziyade kırsal bölgelere
çekilmiştir. M.Ö. 600-850 yılları arasında ise Brahmanizm’in değiştirilmiş şekli olan
Hinduizm resmi din olarak kabul edilmiştir. Jainizm ve Sihizm de Hindistan kökenli
dinlerdir. Yine diğer medeniyetlerde olduğu gibi Zerdüştlük, Yahudilik, Hıristiyanlık
gibi bölgeye intikal eden diğer dinlere mensup tebaa ile de karşılaşmak
mümkündür. Bölgenin en yaygın dini olan Hinduizm hiçbir ayrıma gitmeden çeşitli
ibadet ve inanç sistemlerini de bünyesinde topladığından yaygın bir kabul
görmüştür.
Türkistan/Orta Asya
Türkler’in eski tarihlerine ilişkin bilgilere Çin vakayinamelerinden (kronolojik
cetvel) ve arkeolojik kazılardan ulaşılmaktadır. Tarihi geçmişlerinin M.Ö. 9000
yılına kadar ulaştığı bilinmekle beraber bazı tarihçilere göre Türk tarihinin
başlangıcı ilk defa aslı Türük olan Türk isminin kullanıldığı M.S. 545 yılına
dayandırılmaktadır. Bazı topluluklar Türklerin yaşadıkları bölgeleri Turan olarak da
isimlendirmişlerdir. Türkler, Tanrı Dağları ile Altay Dağları arasında kalan Orta Asya
diye tanınan bölgede yaşamaktaydı. Hayvancılıkla uğraşan göçebe bir topluluk olan
Türkler, sahip oldukları atlı birliklerle komşuları Çin üzerine akınlar düzenlemişler
ve bu bölgede hâkimiyet kurmuşlardır.
Türk Savaşçılar
Türklerin ilk kurdukları devlet Hun İmparatorluğudur (M.Ö. 220). Bugünkü
Moğolistan bölgesine hâkim olan Hunlar, yaptıkları saldırılarla Çinlileri, Çin Seddi
olarak ün yapan muhkem surları yapmaya mecbur bırakmıştır. İlk Hun hükümdarı
Türk birliğini gerçekleştiren Teoman Yabgu’dur. Oğlu Metehan döneminde ise
Hunlar en parlak dönemini yaşamış, imparatorluğun sınırları Japon Denizi’nden
Hazar Denizi’ne kadar uzanmıştır. Mete Han’dan sonra gerilemeye başlayan devlet
önce ikiye ayrılmış ve M.S. II. yüzyılda yıkılmıştır. Devletin parçalanması ve yaşam
koşullarının zorlaşması nedeniyle, tarihte “Kavimler Göçü” olarak bilinen büyük göç
Avrupa içlerine kadar uzanmıştır. Batı Roma imparatorluğu Hunlarla anlaşmak
zorunda kalmıştır. Doğuda ise Anadolu içlerine kadar ilerleme sağlamış ve Bizans
İmparatorluğu, Türklere vergi öder duruma gelmiştir. Hunluları Orta Asya’da
mağlup eden Tabgaçlar kendi kültürlerini koruyamayıp Çinlilerin arasında eriyip
gitmişlerdir. M.S. 552-745 yılları arasında varlığını sürdüren, Türk ismiyle anılan ve
bir süre sonra doğu ve batı olmak üzere iki kısma ayrılan Göktürkler döneminde
İslam dini bireysel olarak Türkler arasında yayılmaya başlamıştır. Göktürk
devletinin yıkılması sonucu Uygurlar ve Karluklar bölgeye hâkim olmuşlar ve doğal
olarak da bölgede fetih gerçekleştiren Müslüman Araplarla karşı karşıya
gelmişlerdir. 751 yılında Araplarla ittifak kurarak Çinlilere karşı düzenlenen savaşta
Çinliler mağlup edilmiş, bu da Türkler’in İslamlaşma sürecini hızlandırmıştır.
Türkler’in din olarak tek tanrılı ya da çok tanrılı bir dine sahip olduklarına
dair farklı görüşler mevcuttur. Türkler yaşam koşulları gereği basit bir dini inanışa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
sahipti. Dolayısıyla yerleşik hayatı benimseyen toplumlara göre hızlı din
değiştirmişlerdir. Birçok tarih kaynağında Türkler’in Şaman oldukları ifade edilir.
Türkler, Şaman yerine “tabiatüstü varlıklarla irtibata geçen insan” anlamında Kam
ifadesini de kullanmaktadırlar.
Türkler “Tengri” denen bir yaratıcıya inanıyorlardı. Her şeyi o yaratmış olup
göğün dokuzuncu katında oturmaktaydı. Tabiat kuvvetlerinin ruhu olduklarına
inanır, gökyüzüne ve güneşe saygı duyarlardı. Göktürkler zamanında Teoculuk ve
Budizm yayılma eğilimi göstermiştir. Uygurlar, Mani dinini kabul etmiş, bir kısmı ise
Budist olmuşlardır. Avrupa’ya göçen Türkler ise Yahudi ve Hıristiyanlığı kabul
etmişlerdir.
Roma-Bizans İmparatorluğu
Roma İmparatorluğunun
hâkim olduğu toprak
parçasını gösteren bir
harita.
Roma imparatorluğu, ismini İtalya’nın başkenti Roma’dan almakla birlikte
aslında bu şehrin veya civar vilayetlerin ahalisinden müteşekkil olmayıp bütün
İtalya ve Akdeniz topluluklarının ortak ismi olarak kullanılmıştır. Mezopotamya
uygarlıklarının en parlak dönemlerinde (M.Ö. VIII. yy) Roma’nın varlığı bile
bilinmemekteydi. Zira bu şehir, köylüler ve çobanlar tarafından henüz kurulma
aşamasındaydı. Sayıları otuzu bulan çoban grupları hayvan yetiştirerek ve harp
ederek güvenli dağ yamaçlarında köy grupları hâlinde yaşamaktaydı. Bu yerler
kendilerine kabile kralları tarafından verilmişti. Aslında Roma’nın kuruluşuna ilişkin
kaynaklarda birçok efsaneye yer verilmiştir. Bu anlatılan efsanelerin tarih
sahnesinde yer almış diğer medeniyetlerin kuruluş efsaneleri ile benzerlik
göstermesi aslında imparatorluğu mitolojik temele dayandırma teşebbüsünün
insanlığın eski bir alışkanlığı olduğu kanaatini uyandırmaktadır.
Roma devlet olma hüviyetini M.Ö. IV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren
göstermiştir. Yavaş yol kat eden, fakat azim ve kararlılıkla devam eden bu ilerleyiş
İtalya üzerinde ilk siyasi birliğin kurulmasını sağlamıştır. Devlet M.Ö. 200’de
Akdeniz’in batı kısmını, daha sonra doğusunu ele geçirerek imparatorluk hâline
gelmiştir. Roma, kuruluşundan altı asır sonra Atlantik’ten Fırat havzasına kadar
uzanan ve adından söz ettiren bir devlet olmuştur. Kuruluşu temel alınırsa on bir
asır devam edecek bir tarihi sürece imza atmıştır. Buna Roma imparatorluğunun
devamı olarak kabul edilen Bizans’ı da ilave ettiğimizde bir on asırlık dönemden
daha bahsetmek gerekecektir. Roma imparatorluğu bu uzunca hâkimiyetinden
daha çok bırakmış olduğu hukuk ve kültür mirası ile kendinden söz ettirmiştir. Şehir
devletinden cihan hâkimiyetine giden yolda etnisiteyi bir kenara atarak ülkü ve dil
birlikteliği oluşturmuştur. Bu yönüyle kültürel mirası üzerine kurulan batı
toplumuna bugün dahi esas kabul edilen hukuk nizamını bırakmıştır. Ayrıca Roma
birbirinden farklı doğu ve batı toplumlarını ilk defa tek bir toplum hâline getirme
yönünde önemli adımlar atmıştır. Kökenleri ve İtalya’ya gelişleri hakkında farklı
görüşler bulunmakla birlikte örf, adet, gelenek ve inançları irdelendiğinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Anadolu’dan göç etikleri kanaati kuvvetle muhtemel olan Etrüskler’in Roma
imparatorluğunun doğu ve batı arasındaki birliği sağlamada önemli bir kültürel alt
yapı oluşturdukları ihtimalini ciddiye almak gerekir.
Krallık dönemlerinde kralların görev süresi ölünceye kadar devam ederdi.
Ölüm sonrasında krallık babadan oğla geçmez, ölmeden kral yerine geçecek kişiyi
belirlerdi. Şayet tayini gerçekleştirmeden ölürse şehir meclisi konumundaki senato
tarafından kral tespit edilirdi. Roma nüfusu üç ayrı gruptan oluşmaktaydı.
Bunlardan ilki toplumun seçkinleri olan Gensler’di. Bu aristokrat grubun
hizmetinde bulunan ve onlara sürekli bağlılığını bildiren ikinci gruba Clientes, küçük
zanaatkâr ve çiftçilerden oluşan gruba ise Plebler denmekteydi. Halk devlet
yönetimine Comita’lar aracılığı ile iştirak ederdi. Comitalar’ın salahiyetleri siyasi
alanlardan öte sosyal içerikli idi.
Romalılar ilkel düzeyde çok tanrılı dinlere inanmaktaydı. Bir şahıs rahatlıkla
birden fazla dine girebilirdi. En büyük tanrıları kazandıkları zaferlerden sonra büyük
törenlerle önünde eğildikleri Mars isimli tanrı idi. Diğer tanrılardan bazıları Jüpiter,
Ianus, Saturnus, Quirunus, Juno, Minerva ve Vesta’dır. Bu tanrılardan bazıları
Greklerden alınmış ve zaman geçtikçe artış göstermiştir. Romalıya göre tanrı
görünmez bir kudrete sahip olup, onun bütün hayatını kuşatmaktaydı. O,
gerçekleştirdiği her işte kendisine karışan başka bir tanrının olduğunu düşünürdü.
Bu anlayış, onları olabildiğince dindarlaştırmıştı. Romalılar’ın Circus ve Saturnalia
adında iki dini bayramları mevcuttu. Özellikle cumhuriyet döneminde bu bayramlar
dini özelliklerini yitirmişlerdir. Falamines ve Augurlar adıyla devlet tarafından
atanan rahipler din işlerini yürütürlerdi.
İmparatorluk iç ve dış etkenler nedeniyle M.S. III. asırdan itibaren
zayıflamaya başlamış ve çöküş süreci içerisine girmiştir. Tahammül edilemez
Germen saldırıları başkent Roma’yı güvensiz hâle getirmiş ve yeni başkent
arayışlarına girilmiştir. İmparator Konstantinos bu gereklilik üzerine siyasi, askeri ve
coğrafi konumu itibariyle doğu ve batı arasında köprü olan İstanbul’u seçmiş,
inşasına M.S. 324 yılında başladığı yeni baş şehri 330 yılında muhteşem bir açılışla
Roma’ya kazandırmış ve ona nispetle Kostantinopolis olarak adlandırılmıştır. Artık
bu aşamadan sonra kökeni doğuya dayanan Hıristiyanlık devletin resmi dini hâline
gelmiştir. Yeni kurulan askeri sistem ve malî politikalardaki reformlar eski
Roma’dan Bizans’a geçisin habercisi idi. Doğu ve Batı Roma’yı bir arada tutan son
hükümdar Theodosios’dur. Onun zamanında Hıristiyanlık artık tam anlamıyla
resmiyet kazanmıştır. Ölümüyle Roma oğulları arasında doğu ve batı olmak üzere
iki kısma ayrılmış ve bir daha da hiç birleşememiştir.
Bizansın resmi dini hâlini alan Hıristiyanlık kendi içinde birliği sağlayamamış;
daha ilk İznik konsilinde (325) muhalif görüşlerle ortaya çıkan rahip Arius
reddedilmiştir. İstanbul’da toplanan ikinci konsilde ise aforoz edilerek imparatorluk
topraklarını terk etmek zorunda bırakılmıştır. Efes’teki üçüncü konsilde bu defa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Nesturiliğin görüşleri reddedilerek tabileri Harran bölgesine göç etmek zorunda
kalmıştır.
476 yılında Germen saldırıları sonrasında Batı Roma yıkılmış, doğu ise
saldırılar ve mezhepsel çatışmalara rağmen yeni imparator Anastasios’un önlemleri
sayesinde kurtulmuştur.
I. Lustinianos döneminde imparatorluk yeniden
şahlanmış; batıda elden çıkan topraklar yeniden kazanılmıştır. VI. yüzyılın ikinci
yarısına kadar devam eden parlak dönem, İtalya’nın işgali, Avarlar’ın balkanlar
üzerine saldırıları, İran’ın batıya doğru genişleme politikaları ile son bulmaya
başladı. İslam fetihlerinin başladığı dönemlerde Bizans İmparatorluğu’nu yeniden
toparlamaya başlayan Herakleios devletin başındaydı. Anadolu’da gerçekleştirmiş
olduğu askeri reformlar ve devleti yeniden canlandırma çabaları olumlu sonuçlar
vermiş; İran’ı Anadolu’dan püskürtmüş, Suriye, Filistin ve Mısır’ı geri almıştır.
Herakleios İran’a karşı göstermiş olduğu başarıyı bir zamanlar ciddiye dahi
almadıkları çölün derinliklerinden kopup gelen Müslüman Araplara karşı
tekrarlayamamış, üst üste aldığı mağlubiyetler sonucu Doğu Akdeniz, Cezire ve
Kuzey Afrika’dan çekilmek zorunda kalmıştır. Asırlar boyunca devam eden bu
mücadele İstanbul’un fethi ile birlikte son bulmuştur.
CAHİLİYEYE KADAR ARABİSTAN’DA SİYASET VE DİNÎ HAYAT
İslam tarihi kaynaklarında “cahiliye dönemi” olarak isimlendirilen zaman
diliminin başlangıç ve bitişine ilişkin birçok farklı görüşler ortaya atılmıştır. Ahzab
Suresi 33. Âyet-i kerime’de geçen “ilk cahiliye” tanımlamasından yola çıkarak
cahiliye dönemini ilk ve ikinci olmak üzere iki kısma ayıranlar dahi olmuştur. Ancak
cahiliye dönemi denildiğinde şöhrete kavuşmuş hâliyle daha ziyade peygamberlik
öncesi Arapların putperestlik dönemi akla gelmektedir. Dolayısıyla ‘Cahiliyeye
Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat ’ başlığı altında Miladi, V. yüzyıla kadar
Arabistan yarımadasının dini ve siyasi tarihi incelenecektir.
Arabistan’ın yerli halkı olan Araplar Sami ırka mensup olup dilleri Sami
dillerin en zengini olan Arapçadır. Arap kelimesinin kökeni ve ilk kullanıldığı dönem
hakkında tarihçiler arasında ortak bir görüş mevcut değildir. Bir kısmı tarafından ilk
defa Arap kelimesinin Fırat’ın batısındaki toplumlar için kullanıldığı ifade edilirken,
diğer bir kısmı göçebe toplumları ifade etmek için “çöl insanı” anlamında İbranice
dilinde kullanılan arabha veya erebhe kelimesinden türediğini iddia etmişlerdir.
Arapların tarihteki yaşam biçimleri göz önüne alındığında ikinci görüşün daha
isabetli olduğu söylenebilir.
Arap Yarımadasının eski
tarihini gösteren harita
Her ne kadar bazı görüş ayrılıkları olmuş olsa da Arapların anayurtlarının
Arabistan olduğu hususu genel bir kabul hâline gelmiştir. Arap yurdunun orijinal
kullanımı “Şibhu Cezireti’l-Arab”dır. Arap yarımadası anlamında bu isim
kullanılırken zamanla Ceziretü’l-Arab/Arap Adası veya Cezire/Ada olarak da
adlandırılmıştır. Ülkenin yarımada olmasına rağmen ada olarak isimlendirilmesini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
bazı tarihçiler kuzey sınır hattının çöllerle çevrili olmasına bağlamaktadırlar. Hz.
Peygamber’in bu topraklarda dünyaya gözünü açmış olması ve burada vefat
etmesi, İslam dininin buradan yayılmış olması, yine Kâbe gibi önemli bir merkezin
burada bulunması nedeniyle büyük bir şöhrete kavuşan yarımadanın aslında eski
tarihi hakkında, kesin verilere dayalı sonuçlara ulaşma imkânı yok denecek kadar
azdır. Üç milyon metrekareyi aşan geniş bir toprak parçasına sahip olan yarımada,
geniş bir dikdörtgeni andırmaktadır. Yarımadanın doğusunda, Uman ve Basra
körfezi, güneyde, Hint okyanusu, batıda, Kızıldeniz, kuzeyde ‘Münbit Hilal’ olarak
adlandırılan Mezopotamya/Irak, Suriye ve Filistin bulunmaktadır. Kara parçasıyla
çevrili olan ülkenin Kuzey sınırının nereye kadar dayandığı hususu tartışmalı olduğu
için kaynaklarda yarımadanın yüzölçümüne dair farklı rakamlar verilmiştir. Asya,
Avrupa ve Afrika kıtalarının birleşme noktası olan Arabistan, Yemen bölgesi dışında
tarıma elverişsiz olup daha ziyade çöllerle kaplıdır. Bu çöllerden Kuzeydeki Nüfûd,
ve güneydeki Rub’u’l-hâli (Ahkâf olarak da isimlendirilen bölge “boş çeyrek”
anlamındır), ülke yüzölçümünün büyük bir kısmını içermektedir. Güney sahil şeridi
volkanik dağlardan ve derin vadilerden oluşmaktadır. Batı kısmında Kızıldeniz sahili
boyunca uzanan şeridi (Tihâme), zaman zaman yüksekliği 3000 metreyi aşan
yüksek dağlarla iç kesimlerden ayrılmaktadır. Arabistan’ın üçüncü bölümü ise
merkezinde Necid adı verilen bir platodan oluşmaktadır.
Bu coğrafi malumatlar, ortaçağ insanlık tarihine damgasını vuracak olan
Arapların nasıl izole bir topluluk olduğunun ve bölgenin jeopolitik konumunun
anlaşılması açısından önemlidir. Ayrıca bölgelerarası nüfus kaymaları, yarımadanın
eski demografik yapısının tespitine yönelik rivayetlerin tetkiki için de fiziki haritanın
zihinlerde canlandırılması gerekmektedir. Yazılı tarihin bize sunmuş olduğu verilere
dayalı olarak bugün olduğu gibi geçmişte de, Arap yarımadasının belirli bölgeleri
dışında çoğunlukla kurak, tarıma elverişsiz, nüfus yoğunluğu az olan bir yapıda
olduğu belirtilmektedir. Caitani, P. K. Hitti başta olmak üzere bazı araştırmacılar
Arabistan yarımadasının eski tarihine dair nazariyeler ortaya atmışlardır. Bu görüşe
göre ‘Sami ırkın ana yurdu Arabistan’dır. Aslında bu coğrafya, tarihin eski
devirlerinde Anadolu’da olduğu gibi buzullarla kaplı olmayıp, ılıman iklime sahip,
sürekli yağış alan verimli arazilerden oluşmaktaydı. Eski Mezopotamya
uygarlıklarına mensup Babilliler Asurlular, Fenikeliler, İbranilerin anayurdu burası
olup, aşırı kuraklık ve buna bağlı olarak bölgenin çölleşmesi ile halk
Mezopotamya’ya göçmüştür.’ Henüz bu görüşü mutlak anlamda doğrulayacak
tarihi malumatlara ulaşılamamıştır.
Göç nazariyesini ortaya atanların en temel dayanağı, bölgedeki kadim
medeniyetlerin kullanmış oldukları diller arasındaki benzeşmedir. Çivi yazısının
deşifre edilmesinden sonra eski Mezopotamya uygarlıklarının kullanmış olduğu
diller ile Arapça arasındaki benzerlik, bu dillerin aynı temele dayandığı, dolayısıyla
bu toplulukların da aynı kökten geldiği görüşünün yaygınlaşmasına neden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
olmuştur. Örneğin fiil kökleri, bu dillerin hepsinde sülasi, yani üç harflidir. Geçmiş
(mazi) ve şimdiki zaman (muzari) fiil çekimleri aynıdır. Bazı isimler ve şahıs
zamirleri yakın benzerlik göstermektedir. Her şeye rağmen bu görüşler detaylı ve
uzun soluklu arkeolojik çalışmalarla desteklenmediği sürece, kesin bir yargıda
bulunmamıza imkan olmeyacaktır. Zira Sami ırkın aslında anayurdunun Güney
Mezopotamya olduğu, oradan dağıldığı veya Afrika ve Anadolu’dan Arap
yarımadasına geldikleri gibi farklı görüşleri benimseyenler de olmuştur.
Coğrafi bölge olarak üç ayrı kısımda ele aldığımız Arap yarımadası siyasi tarih
açısından da Kuzey, Güney ve Hicaz (Orta Arabistan) olmak üzere üç ayrı
kategoride değerlendirilecektir. Mekke, Medine ve Taif gibi orta Arabistan
bölgesinde yaşayanlar, Kuzey Arapları olarak tanımlanmakla birlikte, siyasi ve
kültürel olarak daha kuzey bölgedeki Araplardan farklıdır. Bu ayrışma her üç
toplumun dil ve kültürel farklılığına dayanmaktadır. Daha ziyade kutsal kitaplarda
bahsi geçen Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın soyundan gelenlerin, bölgeye iki ayrı koldan
yayılması sonucu kuzey ve güney Arapları’nın teşekkül ettiği görüşü, soy bilimciler
(Etnologlar) tarafından henüz doğrulanamadığı için inanç boyutuyla sınırlı kalmıştır.
Yine özellikle Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçen Ad ve Semud gibi topluluklar için Arabı Bâide (helak olan Araplar), günümüzde varlığını sürdüren Araplar için ise, Arab-ı
Bakiye tanımlamasında bulunan tarihçiler, Arap tarihini iki ayrı kısma ayırmışlardır.
İkincisi yaygın ve çok kabul gören bir tasnif değildir. Literatürde Arap tarihi daha
ziyade Güney, Kuzey, Orta (Hicaz) olmak üzere üç kısımda incelenmiştir.
Güney Arabistan/Yemeniler/ Kahtaniler
Güney Arabistan, dar bir şekilde uzanan Kızıldeniz sahil şeridinin Hint
okyanusuyla buluştuğu, bereket anlamındaki “yümn” kelimesinden türemiş Yemen
olarak isimlendirilen bölgedir. Güney Arabistan denildiğinde her ne kadar ilk akla
gelen Yemen bölgesi olsa da, tarihçiler tarafından farklı bölümlere ayrılmıştır.
Örneğin, coğrafyacıların bölgenin taksimatına ilişkin görüşlerini değerlendirenler,
Necran, Yemen, Hadramevt ve Uman olmak üzere Güney Arabistan’ı dört ayrı
bölgeye ayırmıştır. Verimli arazilere sahip, ayrıca iç bölgelerden gelen deve
kervanları ile deniz filolarının kesişme noktası olan güney Arabistan, değerli ticaret
ürünlerinin sergilendiği fuar alanını andırmaktadır. İhtiyaç fazlası mal toplumun
zenginleşmesine, buna paralel olarak sosyal tabaka içerisinde sınıfsal farklılıkların
ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ayrıca bölgenin ticari bir kavşak noktası olması,
karma toplumların oluşmasını da zorunlu hâle getirmiştir. Suriyelinin,
Hindistanlının, Habeşistanlının gelip Yemen’de bir Arap’la evlenmesi veya ticaret
amaçlı farklı bölgelere giden Arap tüccarların o bölge halkları ile izdivacı, bölgeyi
çeşitli din ve ırkların bir arada yaşadığı panayır hâline getirmiştir. Bütün bu
ekonomik ve sosyal farklılaşmalar bölgeyi Arap yarımadasının diğer kısımlarından
farklı bir konuma yükseltmiştir. Sermayeye dayalı güç, siyasi olarak da kendini
göstermiş; aristokrat sınıf, yönetimi eline almış ve güçlü kraliyetler oluşturmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Bunlardan bir kısmı yıkılmış ve beylikler oluşarak çözülme yaşanmış, ancak bir süre
sonra ortaya çıkan güçlü şahsiyetler yeniden birliği sağlamayı başarmıştır.
Güney Arabistan hareketli bir bölge olmasına rağmen ilk devirlere ilişkin
bilgiler oldukça sınırlıdır. Bölgede kısmi kalıntıları bulunan ilk devletin Maan veya
Mainliler tarafından kurulduğu ifade edilmektedir. M.Ö. 1200’lü yıllarda ortaya
çıktığı anlaşılan bu devlet, bölgenin ürünleri ile uzak doğu, kuzey Afrika ve
Ortadoğu mallarının ticaretle değişimini sağlayan önemli bir işlev üstlenmekteydi.
Elde etmiş olduğu gelirlerle zenginleşen Mainliler M.Ö. 750-650 yılları arasında
tarih sahnesinden çekilmiştir. Mainlilerin muasırı olan Kataban ve Hadramevt
devletleri hakkında ise yine detaylı bir bilgi mevcut değildir. Başkentleri Şebve olan
Hadramevt devleti, M.Ö. V. Asırda kurulmuş ve miladi ilk asrın sonlarına kadar
hüküm sürmüştür. Yıkılıncaya kadar Sebe Devleti hâkimiyetine girmişlerdir. Güney
Arabistan’da kurulan ve diğer iki devlete nazaran daha ön plana çıkan
Sebe/Saba/Seba ile Himyeri Devletleridir.
Sebe Devleti
Sebe Devleti, Güney Arabistan’da kurulan en eski krallıklardandır. İlk kuruluş
sürecine ilişkin fazla bir tarihi bilgi yoktur. Sebe devleti, Tevrat’ta ve Kur’an’ı
Kerim’de (Neml/27: 24-44) bahsi geçen Sebe kraliçesi Belkıs ve Hz. Süleyman
arasındaki olayla şöhrete kavuşmuştur. Sebe Devleti, Mainlileri ortadan
kaldırdıktan sonra güçlenmiş, başkent olarak Ma’rib şehrini seçmişlerdir. Sebe
Devletini tarihte ön plana çıkartan diğer bir husus da, ziraat alanında yapmış
oldukları reformlardır. Ticaret yanında zirai alanda da verimliliği artırmak için
birçok baraj inşa etmişlerdir. Bunların en önemlisi Kur’an da bahsi geçen (Sebe/34:
15-19) Ma’rib Seddi’dir. Kur’an’da bir sureye de ismini veren Sebeliler, yağışlı
mevsimlerde yağan yağmur sularının boşa gitmemesi ve bu suların arazilere
kanalize edilmesi için vadilerin dar bölgelerini, geliştirdikleri inşaat teknikleri ile
tutmuşlar ve başta Ma’rib olmak üzere önemli barajlar inşa etmişlerdi. Bu setler
hem sel baskınlarına mani oluyor, hem de arazileri sulayarak yılda iki defa ürün
alınmasını sağlıyordu. Aslında Sebe devletinin refah düzeyini zirveye çıkaran bu
atılım, diğer tali faktörlerle beraber devletin yıkılmasına ve halkın büyük
çoğunluğunun kuzeye göçmesine de yol açmıştır.
Me’rib Barajı kalıntıları
Afrika ve Akdeniz ülkeleri başta olmak üzere geniş bir bölgenin ticari
koordinasyonunu sağlayan Sebe Krallığı, milattan önceki tarihlerde özellikle
Afrika’da sömürgeciliği yaygınlaştırmıştır. Hz. Peygamber döneminde önemli bir rol
üstlenecek olan Habeş krallığının kuruluşu da bu saikle gerçekleşmiştir. Devlet
M.Ö. V. yüzyılda en ihtişamlı dönemini yaşamıştır. Bir taraftan Mısırlılar’ın
Kızıldeniz üzerindeki hedeflerini büyütmeleri ve Güney Arabistan kıyılarına keşif ve
ticari amaçlı seferler düzenlemeleri, diğer taraftan devletin ekonomik anlamda
güçlenmesinde en önemli rolü oynayan barajların bakımsızlık nedeni ile yılmaya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
yüz tutması, devletin zayıflamasına ve çökmesine neden olmuştur. Sebe Suresinde
belirtildiğine göre devletin çöküşü yine birçok kavim örneğinde olduğu gibi ilahi
cezalandırmayla gerçekleşmiştir. Elbette ki bu ceza doğrudan bir müdahâle ile değil
herhangi bir doğa olayına bağlı olarak vuku bulmuştur. “Seylü’l-Arim=Arim Seli”
olarak isimlendirilen felaket sonrasında, barajların patladığı, bağ ve bahçelerin
sular altında kaldığı anlaşılmaktadır. Halk yaşanamaz hâle gelen bölgeyi terk
ederek daha korunaklı Kuzey Arabistan’a göçmüş ve böylece M.Ö. 115 yılında Sebe
Devleti yıkılmıştır. Tarihçiler Ma’rib seddinin yıkılışının M.S. Himyeriler döneminde
gerçekleştiğini ifade etmektedirler.
Himyerî Devleti
Kahtanî Arapları’na mensup olan Himyerîler ismini ataları Himyer b.
Yeşcub’dan almaktadır. Anayurtları Güney Arabistan’ın yüksek stepleri olan
Himyeriler, zamanla Cened şehrini merkez seçmişlerdir. Sebe devletinin yukarıda
saydığımız nedenlerle zayıflamasıyla birlikte Himyerî kabileleri Yemen’i
egemenlikleri altına almaya başlamışlardır. Yeniden barajları ıslah etmiş ve ticarete
canlılık kazandırmışlardır. Başkent olarak ise, daha sonraları Zafâr veya Kataban
olarak isimlendirilen Reydân’ı seçmişlerdir. Hâlen bu şehrin günümüzde harabeleri
mevcuttur. Savaşçı bir yapıya sahip olan Himyeriler, kısa sürede Güney Arabistan’ın
tamamını ele geçirdikleri gibi İranlılar’la mücadele edecek hâle gelmişler ve
Arabistan’ın en güçlü devleti olmuşlardır.
Kuruluş tarihi olan M.Ö. 115 yılından M.S. IV. yüzyıla kadar olan süreç,
Himyerler’in birinci hâkimiyet dönemidir. Bu dönemde feodal bir yapı göze
çarpmaktadır. Geniş yetikleri elinde bulunduran hükümdar, mülkün sahibidir.
Kendi üstünlüğünü sembolize eden altın, gümüş ve bakır paralar bastırmıştır. Ne
ilginçtir ki, elde edilen bu madeni paralardaki figürler Bizans ve Sâsânî etkisini
yansıtmaktadır. Himyeri devletinin birinci döneminde ekonomik anlamda sıçrama
yapması ve Büyük İskender’in Dicle-Fırat havzasındaki ticaret güzergâhlarını tehdit
altında tutması, güney deniz yolunu canlandırmış; Himyerî devleti, bundan büyük
kâr sağlamıştır. Ticaretin yoğunlaşması nedeniyle baharat üretimi yapmayan
Yemen, baharat ülkesi olarak tanımlanır olmuştur. Ancak Mısır’ın güney denizlerde
hâkimiyet kurması ve daha sonra Mısır’ı ele geçiren Romalılar’ın aynı siyaseti
devam ettirmesi Himyerî devletinin ticari anlamda sonu olmuş, siyaseten
zayıflamışlardır.
Ebrehe’nin yaptırdığı
Kulleys kilisesi
M.S. IV. ve V. asırlar arasında Himyeri Devleti ‘Tebabia’ olarak da
isimlendirilen ikinci dönemini yaşamıştır. “Tubba” hükümdarlık ünvanı olarak
kullanılmıştır. Ancak sadece Hadramevt bölgesini ele geçirenler için bu unvan
kullanılmıştır. İkinci dönemde Himyeriler, yabancı din ve milletlerin baskısı altına
girmişledir. Yemen, Roma ve Sâsânîler’in rekabet alanı hâline gelmiştir. Bu rekabet
ortamında Doğu Romanın önemli merkezlerinden biri olan Suriye topraklarından
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
buralara gelen Hıristiyan misyonerler, bölgede faaliyet yürütmeye başlamışlar ve
etkinliklerini artırmışlardır. M.S. 500’lü yıllarda Necran bölgesinde Hıristiyanlık
toplu olarak kabul edilmeye başlamış ve kiliseler inşa edilmiştir. Bizans ve yine
Hıristiyan olan Habeşliler’in baskısı, Himyeri hükümdarları tarafından tepkiyle
karşılanmış ve onları Yahudiliği kabule itmiştir. M.S. 70’li yıllarda bölgede yayılma
sürecine giren Yahudilik, son Tebabia kralı Zûnuvâs tarafından kabul edilerek
devletin resmi dini hâline getirilmiş ve halk da bu dini kabule zorlanmıştır.
Hıristiyanları, Habeş yandaşı olarak gören kral onları hainlikle suçlayarak ateş
çukurlarına atıp yaktırmıştır. Kur’an’da ‘Ashâbu’l-Uhdûd’ (Burûc/85: 4-7) olarak
isimlendirilenlerin, Zûnuvâs tarafından ateş çukuruna atılanlar olduğu
düşünülmektedir. Bazı araştırmacılar ise bu olayın, Zûnuvasla alakalı olmadığını,
putperest bir kralın işi olduğunu ifade etmektedirler. Bu katliamdan canını kurtaran
bir kişi, olanları Bizans kralı I. Justinianos’a aktarmış, kral derhal Habeşistan
hükümdarı Necaşi’ye (Kaleb Ela Esbaha) mektup göndererek Yemen’e müdahale
etmesini istemiştir. Büyük bir ordu ile Yemen’e geçen Necaşi, Zûnuvas’ı mağlup
etmiş (523) ve böylelikle Himyeri Devleti yıkılarak ülke Habeşistan’ın hâkimiyetine
girmiştir.
Himyeri Devleti üzerine büyük bir orduyla gelip onları mağlup eden
başkomutan Habeşli Aryat’la, yardımcısı Ebrehe arasında anlaşmazlık çıkmış ve
Ebrehe hile ile Aryat’ı öldürerek iktidarı ele geçirmiştir. Hz. Peygamber’in dedesi
Abdulamuttalib’in Mekke lideri olduğu dönemde Yemen’in hâkimi Ebrehe idi. Hz.
Peygamber’in doğum yılında (570) gerçekleşen Fil Vak’ası, Ebrehe öncülüğünde
gerçekleşmiştir. Sana şehrinde Kulleys olarak isimlendirilen tapınağı inşa eden
Ebrehe, Kâbe’nin itibarını aşağı çekmek istemekteydi. Bunu başaramayacağını
anladığında fillerle donattığı ordusuyla Kâbe’ye saldırmış, fakat sonu bilindiği gibi
hüsran olmuştur.
Habeşliler’in idaredeki zafiyetleri ve halka karşı katı tutumları Himyeri
sülalesini yeniden harekete geçirmiş, Bizans’a karşı İran desteğini arkalarına alarak
iktidarı ele geçirmişlerdir. Hükümdar olan Seyf’i tebrik amacıyla Mekke lideri
Abdulamuttalib öncülüğünde bir grubun Yemen’e kadar geldiği tarih kaynaklarında
yer almaktadır. Bölgede sürekli emelleri olan İran, Yemen’e kendi desteği ile kral
tayin ettiği Seyf b. Zîyezen’in ölmesiyle birlikte yeniden bölgeye çıkarma yapmış ve
İslam fetihlerine kadar (629) Yemen İran’ın hâkimiyeti altında kalmıştır. Son İran
valisi Bazan ise İslam’ı kabul etmiş ve Müslümanların valisi olarak görevine devam
etmiştir.
Ziraat ve ticarette Arap yarımadasının en gelişmiş bölgesi olan Güney
Arabistan’da kurulan devletler, yarımadanın iç bölgelerinden siyasi, sosyal ve
kültürel açıdan çok farklı özelliklere sahiptir. Bölgenin İran, Bizans, Habeşistan,
Hindistan gibi muasırı olan devletlerle ticari bağları olduğu gibi, siyasi açıdan da
sürekli bir rekabet süreci yaşanmıştır. Habeşlilerden ve Sâsânîlerden binlerce asker
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Yemenli kızlarla evlenmiş ve bunun sonucu olarak farklı bir sınıf ortaya çıkmıştır.
Ticaret güzergâhlarındaki farklılaşma ve verimlilik ile zirai gelişmişlik düzeyleri,
devletlerin bekası için belirleyici olmuştur. Diğer bölgelerdeki Araplarla olan dil
farklılığı ve din farklılığı, daha ötesi yaşam farklılığı bölgenin jeopolitik konumuyla
ilgilidir. Yarımadanın bu bölümünde kutsal kitaplara konu olacak kadar tarihi
olayların yaşanmış olması, zaten Güney Arabistan’ın insanlık tarihi ve özellikle
İslam tarihi içerisindeki önemini ortaya koymaktadır. Din ilk çağlardan itibaren
bölgede belirleyici unsur olmuş, rekabetin merkezi hâline gelmiştir.
Arap yarımadasının, daha doğrusu bütün Sami ırk mensuplarının dini
inanışlarında benzerlik vardır. Güney, Kuzey ve Orta Arabistan inanç biçimleri,
ileriki sayfalarda değerlendirilecektir.
Kuzey Arabistan
Petra şehrinde tapınak
binası
Güneyle mukayese edildiğinde bu bölge tarihi hakkındaki bilgiler daha
sınırlıdır. Yeterli arkeolojik çalışmalar yapılmadığı için özellikle ilk çağlara ilişkin elde
edilen bilgilere kutsal kitaplardan, Asuri, İbrani, Sâsânî kaynaklarından
ulaşmaktayız. Zamanla Helen kültürünün Suriye üzerinden Arabistan’ın iç
bölgelerine intikali ile birlikte yeni devletlerin kurulması bölgeye canlılık
kazandırmıştır. Güneyden kuzeye uzanan deniz yollarındaki uluslararası ilişkilere
bağlı olarak ortaya çıkan güvenlik problemleri, orta Arabistan’dan Suriye’ye uzanan
kara yolunu canlandırmış çöllerin derinliklerinde yarı medeni topluluklar
oluşmuştur. Güneyde meydana gelen siyasi, sosyal ve ekonomik değişim halkı
kuzeye ve yarımadanın orta kısımlarına göçe zorlamış bu da bölgede yeni iskânları
beraberinde getirmiştir. Daha önce bahsettiğimiz göç nazariyesi kabul edilecek
olursa Arap yarımadasındaki iklimsel ve buna bağlı coğrafi farklılaşma nüfus yapısı
üzerinde gelgitlere sebep olmuştur. Komşu köklü medeniyetler, kültürlerinin
muhafazası açısından kuzeydeki Araplara olumsuz etkiler yapmıştır. Orta
Arabistan’da kurulan küçük çaplı devletler ise kendilerini her açıdan izole etmeyi
başarmışlardır. Ekonomik girdileri ağırlıklı olarak ticarete dayanan kuzey ülkeleri,
güneyde olduğu gibi salt askeri yapılanmalar üzerine tesis edilmemiştir. Kuzey
yerleşim bölgeleri güneye göre daha geniş, metrekareye düşen kişi sayısı ise daha
azdır. Düzensiz bir siyasi hayata sahip kuzey Arapları homojen hâle getiren unsur,
onların etnik kökenleridir. Bütün iç ve dış etkilere rağmen Arap olarak kalmayı
başarmışlardır. Çöl hayatını benimseyen göçebelerle sulak arazilerdeki yerleşik
halk, bir arada yaşama geleneğini asırlar boyunca devam ettirmişlerdir. Aslında
vahalarda şehirler oluşturan Araplar, geçmişin göçebe toplulukları idi. Münbit Hilal
olarak tanımlanan Suriye, Filistin, Irak topraklarına sınır bölgelerde ticaret
güzergâhları üzerinde kurulan Arap devletlerinin gelişim trendi doğrudan KuzeyGüney arasındaki ticaret potansiyelindeki değişime bağlı kalmıştır. Kuzey
Arabistanda kurulan devletlerin beklide en önemli ortak yanı tam bir bağımsızlık
zevkini hiçbir zaman tadamamış olmalarıdır. Daima etraftaki güçlü imparatorluklar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
siyasi ve ekonomik anlamda belirleyici olmuşlardır. Hireliler, Sâsânî; Nabatiler,
Helen ve Roma; Tedmürler, Sâsânî; Gassaniler, Bizans egemenliği altında
kalmışlardır.
Nabatîler
Akabe körfezinden Akdeniz’e kadar uzanan bir sahada hâkimiyetini sürdüren
Nabatîler, Kuzey Arabistan’da M.Ö. IV.yüzyılın sonlarında kurulduğu tahmin edilen
ilk önemli Arap devletidir. Kitabelere göre devletin ilk kralı Haris (Araethas) ve
başkenti de, bugün Ürdün sınırları içerisinde bulunan Petra (Arabia Patria) şehridir.
Tamamen taştan oyma olan bu şehir hâlen bütün ihtişamıyla ayakta durmaktadır.
Nabatilerin kökenine dair farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bazıları onların Arap
bazıları ise, Aramî kökenli olduklarını ifade etmişlerdir. Ağırlıklı olan görüş,
Nabatiler acemlerle karışmış olsalar da aslen Arap oldukları yönündedir.
Nabatiler başlangıçta çöllerde hayvancılıkla uğraşan göçebe bir topluluktu.
Vurkaç taktikleri ile civar yerleşkelere saldırılar düzenlerler, kendilerine bir saldırı
olduğunda ise çöl içlerine saklanarak hasımlarına pusu kurarlardı. Çöl yaşamının
belirgin özelliği olan asi ruha sahip Nabatiler, Buhtunnasr tarafından Yahudiler
Babil’e zorunlu göçe zorlandığı dönemde onlarla birlikte göçebe yaşamı terk
ederek Petra şehri civarına yerleşip kayaları oymuşlar ve kendileri için güvenli bir
şehir inşa etmişlerdi. Muhteşem kale görüntüsü arz eden ve daracık bir geçitten
girişi olan şehirde sizi ilk karşılayan tapınak olacaktır. Bütün yapılar estetik ön
planda tutularak kayalar oyulmak suretiyle yapılmıştır. Saraylar, depolar, mahkeme
binaları, su kanalları, ziyaretçilerine M.Ö. kurulmuş bu krallığın nedenli siyasi ve
ekonomik güce sahip olduğunu anlatmaya yetecektir. Arap yazısının ilk basamağını
oluşturan Nabat yazısıyla bezenmiş kitabeleri, şehrin yüksek kesimlerinde görmek
mümkündür.
M.Ö. 312 yılında Büyük İskender’in Suriye valisi Nabatiler üzerine saldırıya
geçmiş ancak mağlup olmuştur. Nabatiler sonraki dönemlerde Roma ile işbirliği
içerine girmiş Arabistan’ın iç kısımlarına ortak seferler düzenlemişlerdir. III. Haris
döneminde Romalılar’la irtibat daha da güçlendirilmiştir. II. Ubeyde döneminde
Arabistan içlerine Romalılarla birlikte tekrar bir askeri müdahalede bulunulmuştur.
Nabatiler en parlak dönemlerini M.S. I. asırda IV. Haris döneminde yaşamıştır ki, bu
da onun Hz. İsa’nın muasırı olduğunu göstermektedir. Şam’ı kendilerine bağlayarak
vali atamışlar, söz konusu bu vali, öğretileri ile Hıristiyanlığın ikinci kurucusu sayılan
Aziz Pavlos’u yakalamaya çalışmış fakat başarılı olamamıştır.
Petra Şehrinin girişi
Petra merkezli Nabati devletinin hızlı yükselişinden tedirgin olan Roma,
siyasi ve ekonomik anlamda birtakım önlemlere başvurmuştur. Nabatilerin en
önemli geçim kaynağı olan doğu-batı arasındaki ticaret güzergâhını kuzeydeki
deniz yoluna kaydırarak onların zayıflamasına sebep olmuş, buna karşılık Tedmür
devletinin yıldızının parlamasına katkı sağlamıştır. Bununla da yetinmeyen Roma
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
Petra şehrinden bir
görünüm
19
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
imparatoru Traianus saldırıya geçerek Petra şehrini ele geçirmiş ve M.S. 106 yılında
Nabati devletine son vermiştir. Yıkılışları sonrası daha önce hâkim oldukları
bölgelerde dağınık bir hâlde varlıklarını devam ettirmişledir. Tarihçi Belazurî,
Müslümanların Suriye topraklarına gerçekleştirdikleri fetihler esnasında Nabati
toplulukları ile karşılaşıldığından bahsetmektedir. Hatta Hz. Peygamber döneminde
Nabati tüccarlarının Medine ile ticari alışveriş içerisinde oldukları rivayetler
arasındadır. Nabatilerin orta Arabistan Arapları arasında iyi bir imaj bırakmadığını,
Arapların, aşağılamaya çalıştıkları kişiler için ‘Nabat’ ismini kullanmalarından
anlamaktayız. Hz. Ömer’in uzak bölgelere göndermiş olduğu askerlere ve
komutanlara söylemiş olduğu “Nabatlaşmayın” ifadesi, İslami dönemde Nabatların
Araplar arasında iyi tanınmadığının bir başka kanıtıdır.
Tedmür/Palmira
En eski Sami dilinde Tadmor olarak bilinen, Yunanlar’ın Palmira olarak
isimlendirdikleri Suriye’nin başkenti Şam’ın Kuzey doğusunda çöl içerisindeki bir
vahada kurulmuş olan şehrin tarihinin M.Ö. 1000’li yıllara dayandığı sanılmaktadır.
Bölge doğu ile Şam arasındaki ticaret güzergâhı üzerinde bulunmaktadır. Şehrin
çölle kaplı bir alanda kurulmasına rağmen ticari merkez hâlini alması, şöhretini gün
geçtikçe artırmıştır. Bölgenin önemli iki gücü Sâsânî ve Roma arasında dengeli
politika izlemeye çalışan Tedmür halkı bunun karşılığını görmüş, her iki devletin de
desteğini arkasına almıştır. Tedmür’ün yıldızı M.S. I. yüzyıldan itibaren parlamaya
başlamıştır. Romalılar’ın Hindistan’a kadar uzanan deniz ve kara yolundaki değişimi
Tedmür’ü güçlendirirken Nabatilerin zayıflamasına sebep olmuştur. Artık Romalılar
ticaret yollarını daha kuzeye yani Tedmür üzerine kaydırmış, bu da şehrin yakın
doğunun en zengin şehri olmasını sağlamıştır. Şehrin kalıntılarının ihtişamlı
görüntüsü tarihçileri de etkilemiş olacak ki, İbnü’l-Esir başta olmak üzere birçok
Arap tarihçi Hz. Süleyman’ın cinlere inşa ettirdiği şehrin burası olduğunu iddia
etmiştir.
Tedmür’ün M.S. I. asırda Roma himayesi altına girdiği ancak tam anlamıyla
bağımsızlığını kaybetmediği görülmektedir. M.S. 130-270 yılları arasında devlet en
parlak dönemlerini yaşamıştır. Roma ile gerçekleştirilen ittifak İran hükümdarı I.
Şapur’u kızdırmış, kendisine uzatılan barış elini kabul etmemiş ve Suriye
topraklarını ele geçirmeye başlamıştır. O zamanlar devletin başında bulunan
Uzayne (Odenathus) daha önce savaş alanlarında boy göstermemiş olan
ordularıyla saldırıları püskürtmüş, 295 yılında da Sâsânîleri ağır bir yenilgiye
uğratmıştır. Bu başarısının sonucu olarak Roma imparatoru tarafından kendisine
Doğu İmparatoru nişanesi verilmiştir. Bu başarı devletin şanını yüceltse de birkaç
yıl sonra Romalılar tarafından suikast sonucu öldürülmesine neden olmuştur.
Yerine güzelliği ile ünlü, Arap efsanelerine konu olan karısı Zeyneb (Zenobia-Zebba)
tahta geçmiştir. Zaferden zafere koşan doğunun imparatoriçesi Zeyneb, Mısır ve
Anadolu’nun büyük bir kısmını ele geçirmiş, Kadıköy önlerine kadar dayanmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Bizans kralı Aurelian bu ilerleyişi durdurmak için bölgeye sefer düzenlemiştir. Hıms
şehri yakınlarındaki savaşı kazanarak Kraliçenin oturduğu Tedmür’e girmiştir.
Kraliçe şehri terk edip hecin devesi ile çölün derinliklerine doğru kaçtığı esnada
yakalanmış ve altın zincirlere vurularak Roma’ya götürülmüştür. Şehirde tekrar bir
ayaklanmanın baş gösterdiğini duyan Aurelian geri dönerek Tedmür’ü tahrip edip
harabe hâline getirmiştir. Böylelikle Tedmür devleti yıkılmış oldu. Şehir
Müslümanların fethine kadar Bizans’ın hâkimiyetinde kaldı.
Tedmür’de oluşan medeniyet Yunan, Suriye ve Fars medeniyetinin
karışımından teşekkül etmiştir. Batı Arami dilini kullanmalarına rağmen, sıkça
geçen Arapça kelimeler onların Arap ırkından olduklarının en önemli kanıtları
arasında sayılmıştır. Petra gibi Tedmür şehri de Kuzeydeki çöl Araplarının ulaştığı
medeniyet seviyesinin en önemli kanıtıdır. Ticari girdilerle refah düzeylerini artıran
bu devletlerin yıkılışı ticaret yollarının değişimi sonrası gerçekleşmiştir.
Gassaniler
Nabat ve Tedmür krallıklarının yıkılması sonrası Arap çölünün
derinliklerinden gelen saldırılar, hem Bizans hem de Sâsânîler’i sıkıntıya
sokmaktaydı. Yapılan hücumlar sonrasında elde ettikleri ile birlikte çöle çekilen
Arapları takip imkânı da yoktu. Bu gerekçeyle Bizans ve Sâsânîler tampon bölge
oluşturmak amacıyla sınır bölgelerinde Arap toplumlarından oluşan yarı bağımsız
devletler oluşturma çabasına girmişleridir. Bu devletlerin ortaya çıkışında Sâsânî ve
Bizans arasındaki rekabetin de payının olduğunu ifade etmek gerekir.
Güney Arabistan’da kurulan Sebe veya Himyeri devletlerinin inşa ettikleri
barajların yıkılması sonucu bölgenin sular altında kalmasıyla, halkı kuzeye göçmüş
ve bunlardan bir kısmı Suriye topraklarına yerleşmişti. M. III. yüzyılda Kahtanilerin
Kehlan koluna mensup Güney Arabistan kabilesi reisi Amr Müzeykıya’nın oğlu
Cefne önderliğinde Gassani devleti kurulmuştur. Kurucusuna nispetle bu devlete
Cefneoğulları adı da verilmiştir. Gassaniler, göç sonrasında bir süre Selihoğulları
kabilesinin himayesi altında kalmışlardır. Güçlenen Gassaniler, Selihoğullarını
bölgeden sürerek Şam ve Tedmür bölgelerinin hâkimi oldular. Roma, Gassanilerin
güçlendiğini gördüğünde bunu kabul etti ve Kralı onlardan seçti. Miladi V. asırda
tam olarak Bizans’a bağımlı hâle gelen devlet Arap saldırılarına karşı koyan tampon
ülke konumundaydı. Devlet II. Haris zamanında (529-569) en ihtişamlı dönemini
yaşadı. Haris, Bizans’a karşı yapmış olduğu hizmetlerden dolayı “en büyük
hükümdar/Patricius” unvanını almıştır. ‘Topal veya Aksak Haris’ olarak da tanınan
bu kral döneminde Bizans hiçbir savaşta mağlup olmamıştır. Soydaşları olan
Hireliler’e karşı birçok savaş kazanmasına rağmen 544 yılında Hire kralı III. Münzir
ile yaptığı savaşta oğlu esir alınmış ve Münzir tarafından en büyük put olan Uzza’ya
kurban edilmiştir. Aradan geçen on yıl sonunda gücünü toplayan Haris tekrar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Lahmiler/Hireliler üzerine yürümüş ve Arapların “Halime Günü” olarak
isimlendirdikleri savaşta düşmanları ağır bir hezimete uğramıştır.
Elde etmiş olduğu başarıları taçlandıran olay ise 563 yılında Bizans
hükümdarı I. Jüstinye’nin, Haris’i başkent Kostantineye’ye çağırmasıdır. Burada
düzenlenen tören sonrasında Urfa başpiskoposluğuna getirilen Yakub el-Bardaî
Arapların başpiskoposu kabul edildi. Monofizit mezhebe mensup Urfa
başpiskoposluğu ile ona muhalif olan Bizans başkenti arasında uzlaştırıcı görevi II.
Haris üstlendi ve aranın yumuşamasına katkı sağladı. Haris’in bu diyalog ağırlıklı
politikası Hıristiyan olmayan diğer Arap kabilelerine karşı desteğinde de göze
çarpmaktadır.
Haris’in ölümü sonrası yerine oğlu Münzir geçmiştir. Aşırı Monofizit olması
nedeniyle Münzir’in Bizans’la arası açılmıştır. Aynı zamanda Hireliler saldırılarını
yoğunlaştırmış, ancak Gassani hükümdarı Münzir onları ağır bir yenilgiye
uğratmıştır. Bu başarı Bizans hükümdarının gözüne girmeye yetmemiş, tam tersine
kendisine suikast düzenlenmiş, Münzir bu suikasttan kurtulmayı başarmıştır. Bir
süre Bizans ile ilişkileri askıya alan Münzir, Bizans imparatorunun yakınlaşma
arzusu karşısında uzlaşma yoluna gitmiştir. Başkente çağrılan Münzir’e taç
giydirilmiş ve ‘Arapların Kralı’ namıyla anılır olmuştur. Dönüşte Hire başkentine
saldırmış ve şehri tahrip etmiştir. Bütün bunlara rağmen Bizans’ın Gassani içindeki
temsilcileri Münzir hakkında aleyhte propaganda yürütmüş ve o esir alınıp
Kostantiniye’ye götürülerek hapsedilmiştir. Tahta geçen Münzir’in oğlu Numan
babasının intikamını almak maksadıyla Anadolu içlerine seferler düzenlese de, o da
yakalanıp Bizans’a götürülmüştür. Numan sonrasında Gassani ülkesinde büyük bir
çalkantı başlamış her kabile kendi bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu fırsatı iyi
değerlendiren Sâsânî hükümdarı Hüsrev Perviz Gassani hâkimiyetine son vermiştir.
Bizans’ta iktidara Herakleios’un geçmesi sonrası Sâsânîler’den kaybedilen
topraklar tekrar geri alınmıştır. Gasaniler Bizans’ın bölgedeki hâkimiyeti sağlaması
sonrası onlarla ittifakını sürdürmeye devam etmiştir. Söz konusu dönemde
Gasaniler’in başında Cebele b. Eyhem’in bulunduğu anlaşılmaktadır. Cebele
Yermuk savaşında 12.000 kişi ile Bizans ordusu içerisinde yer almış, savaş sonunda
cizye vermeyi kabul etmediği için kabile mensupları ile birlikte Bizans’a sığınmıştır.
Hz. Peygamber döneminde dağınık hâlde bulunan Gassaniler’e liderleri
vasıtasıyla İslam’a davet mektubu gönderildiği bilinmektedir. Gassaniler’in
kendilerine gelen elçileri öldürmeleri sonrası Müslümanlarla Gassani birlikleri Mute
savaşında karşı karşıya gelmiştir. Gassaniler’in Medine üzerindeki tehditleri son
bulmamış olacak ki, Hz. Peygamber Tebuk bölgesine büyük bir ordu gönderme
zarureti hissetmiştir. Gassaniler’in bölgedeki kalıntılarının İslami dönemde bazı
fetih hareketlerine iştirak ettikleri rivayet edilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Gassaniler’in bölgede ulaştıkları medeniyet seviyesi soydaşları olan diğer
Arap devletlerinden daha üst düzeyde idi. Suriye’de harabeleri bulunan çok
sayıdaki Gassani şehri ve kasabaları bunun kanıtıdır. Gassani saraylarında ağırlanan
ünlü şairler, edebiyatçılar, İslam öncesi dönemde Yunan ve Suriye kültürü yanında
Arap kültürünün de canlı tutulmaya çalışıldığını göstermektedir.
Hireliler/Lahmiler
Gasaniler gibi Hireliler de Güney Arabistan’dan göçen Araplardan
oluşmaktaydı. Kahtani soyundan gelen Lahm b. Adi b. Haris’e dayandırıldığı için
Lahmiler olarak isimlendirilmişlerdir. Lahmiler Başkentleri Hire olduğu için Hireliler,
kurucularına nispetle Amr b. Adioğulları, üç hükümdarlarının ismi Münzir olduğu
için Menâzire adlarıyla da anılmıştır. Hire devletinin kurulmasında İran’ın içerisinde
bulunduğu siyasi durumun önemli etkisi olmuştur. Büyük İskender’in İran’da
tohumlarını attığı eyalet sistemine bağlı yönetim biçimi milattan sonraki
dönemlere kadar devam etmiş, bu da güneyden göçen Arapların yarı bağımsız bir
devlet kurmalarını kolaylaştırmıştır. Gassaniler nasıl Bizans sınırında tampon görevi
yürütmekteydilerse, Hireliler de Sâsânîler için aynı görevi görmekteydiler. Fırat
nehri kenarında, Kufe’ye yakın bir bölgede tarihi kökenleri M.Ö. 600’lü yıllara kadar
götürülen Hire şehrinde kurulan Arap devletinin ilk hükümdarı Amr. b. Adî’dir.
Amr, İran’da Erdeşir b. Babek’in birliği sağlaması sonucu Sâsânî devletini kurdu
(230). Hire’ye bedevi ve Bizans tehlikesine karşı özel bir statü verdi.
Hireliler’in en meşhur hükümdarı ise İmruulkays’tır (288-328). Hıristiyan
olduğu için Bizans’la da iyi ilişkiler içerisinde bulunmuş, Suriye üzerine düzenlediği
sefer esnasında ölmüştür. Zamanla Hireliler Sâsânîler’in iç işlerine karışacak kadar
güç kazanmıştır. Örneğin, Numan el-A’ver başkent Medâin’i basarak hükümdar
değişikliği yapacak kadar ileri gitmiştir. III.Münzir VI. yüzyıl içerisinde hükümdar
olduğunda Bizans’la olan mücadeleler hız kazanmış ve Bizans mağlup edilerek barış
imzalamak zorunda kalmıştır. Münzir, Gassaniler’le girdiği savaşta öldürülmüş ve
yerine geçen oğlu Bizans-Sâsânî arasındaki barış gereği çatışmadan uzak
durmuştur. Hire’nin son hükümdarlarından biri olan III. Numan b. Münzir
döneminde Hire’de Arap hâkimiyeti pekişmiştir. Siyasi başarılar yanında devlet
kültür ve sanat alanında da zirve dönemlerinden birini yaşamıştır. Kızıyla evlenmek
isteyen Sâsânî kralına ret cevabı veren Münzir, kralın huzuruna çağrılmıştır.
Mecburen başkent Medâin’e giden Münzir yakalanarak hapsedilmiş ve daha sonra
öldürülmüş ve böylece Hire devleti yıkılmıştır.
Fırat kenarında bereketli topraklarda hâkimiyetini sürdüren Hireliler tarım,
hayvancılık ve ticaretle meşgul olmuşlardır. Düzenlenen panayırlar bölgeyi ticari
merkez hâline getirmiştir. Siyasi anlamda Bizans-Sâsânî ilişkisinde denge görevi
gören her iki Arap devleti, bölgenin İslamlaşma sürecinde Arap topluluklarının
adaptasyon sürecini hızlandırmış ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemi ile birlikte iç siyaseti
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
belirleyen kabile dengelerinde Kuzeyli-Güneyli çekişmelerinin merkezinde yer
almıştır.
Orta Arabistan (Hicaz)
Hicaz, incelediğimiz dönemde siyasi ve ekonomik gelişmişlik düzeyi açısından
Arap yarımadasının en geri bölgesi olmasına rağmen bu gün tarihi geçmişi
açısından en fazla dikkat çeken bir merkez olmuştur. Elbette İslam dininin
Mekke’den yayılmış olması bunun temel nedenidir. Güney ve kuzeyde kurulan;
şehirleri, büyük imparatorluklarla ittifakları, sermaye birikimleri ile ün yapmış Arap
devletlerinin aksine, orta Arabistan kurak, tarıma elverişsiz arazilerle kaplı halkın
daha ziyade göçebe yaşam tarzını benimsediği bir merkezdi. Bu durum dünya
imparatorluğu kuran ve Güney Arabistan bölgesine kadar inen Büyük İskender
dahil olmak üzere güçlü devletlerin dikkatinin bu bölgeye yönelmemesine neden
olmuştur. Önemli siyasi olayların yaşanmadığı, içe kapalı bir bölgenin geçmiş tarihi
hakkındaki bilgiler de elbette sınırlı olacaktır. Bununla birlikte İslam tarihi
kaynaklarında cahiliye dönemi adı altında teyide muhtaç birçok bilgi ile karşılaşmak
mümkündür. Bunun asıl nedeni insanlık tarihi açısından dönüm noktası olan Hz.
Peygamber’in burada doğması ve İslam’ın buradan yayılmaya başlamasıdır. Her
şeye rağmen yazıdan çok sözlü edebiyata önem veren çöl Arapları, bizlere tarihi
aydınlatacak vesikalar bırakmadığı ve İslam öncesi Hicaz bölgesi hakkında çok sınırlı
bilgilere sahip olunduğu bilinmelidir.
Bağımsızlığına düşkün insanların bir arada yaşadığı Hicaz; İran, Bizans,
Habeşistan gibi güçlü devletlerin boyunduruğu altına hiç girmemiş, kültürel
anlamda safiyetini korumuşlardır. Onların sahip oldukları en büyük zenginlik
merkezlerinde barındırmış oldukları kutsal Kâbe idi.
Orta Arabistan denildiğinde üç önemli şehir akla gelmektedir. Bunlar;
Mekke, Medine ve Taif’dir. Pek tabiidir ki, Mekke bunlar arasında tarihi açıdan ayrı
bir yere sahiptir. Aslında Hicaz denildiği zaman ilk akla gelen önce Mekke sonra
Medine’dir. Mekke, etrafı üç yüzü aşkın dağlarla çevrili, Kur’an’ın ifadesiyle ‘hiçbir
ziraatın yapılmadığı’ verimsiz arazilerle kaplı bölgedir. Şehre otuzdan fazla isim
atfedilmektedir. Bugün de yaygın olarak kullanılan ‘Mekke’, bunların en fazla
bilinenidir. Kur’an’da zikri geçen ‘Bekke’ kelimesinin aynı anlamda olduğu, dilcilerin
ağırlıkla kabul ettikleri bir görüştür.
Mekke tarihine ilişkin birçok farklı görüşler ortaya atılmıştır. Mekke şehrinin
Hz. İbrahim tarafından kurulduğunu iddia edenler olduğu gibi, çok daha önce Hz.
Hud ve Hz. Salih’in burada yaşadıkları, şehir tarihinin onlarla başladığı da ifade
edilmektedir. Hatta İslami inanışa göre Kâbe’nin ilk temelleri Hz. Adem tarafından
atılmış, tufandan sonra yıkılan binayı Hz. İbrahim ile oğlu İsmail yeniden yapmıştır.
Mekke’nin ilk sakinleri Hz. Nuh’tan itibaren burada yaşadıklarına inanılan
Amâlika’dır. Bunların Kuzeyden yani Mezopotamya bölgesinden geldikleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Mekke’nin tepeden
görünümü
belirtilmektedir. Kalablık bir kabile olan Amâlika bugün Kâbe’nin bulunduğu
bölgede değil, suyun daha bol olduğu civar bölgelerde yaşamaktaydı. Bir süre sonra
Cürhümlüler Mekke’ye hâkim olmuşlardır. Cürhümlüler’in gelişinden kısa bir süre
sonra (M.Ö. 2000) Hz. İbrahim’in eşi Hacer ve oğlu İsmail’i buraya yerleştirdiği
rivayet edilmektedir. Mekke yakınlarındaki Faran dağına bırakılan Hz. İsmail’in, bu
esnada bazılarına göre henüz bebek, diğer bazılarına göre ise 12-13 yaşında olduğu
iddia edilmiştir. Dikenlik ve çalılıklarla kaplı olan Harem bölgesinde suyun çıkması
sonucu Amalika ve Cürhümlüler bu bölgede toplanmışlardır. Şehirleşmenin
başladığı tarihten itibaren Cürhüm kabilesinden bir kızla evlenen Hz. İsmail’in soyu
Araplaşmaya (Arab-ı Mustaribe) başlamıştır. Güney Arabistan’dan bölgeye göçen
Cürhümlüler’in hâkimiyeti M. 200’lü yıllara kadar devam etmiştir. Yine Yemen’den
buraya gelen Huzâa kabilesi Cürhümlüleri Mekke’den çıkartarak şehre hâkim
olmuşlardır. Huzalılar’ın iktidarı 300 yıl kadar sürmüştür. Kureyş kabilesi bu
dönemde yavaş yavaş güçlenmeye başlamış, Hz. Peygamber’in dördüncü göbekten
dedesi Kusay b. Kilâb Mekke idaresini ele geçirmiştir (M. 440). Huzaalıları
Mekke’den sürgün eden Kusay’ın etkinliği daha da fazla artmış, itibar kazanmanın
en önemli aracı olan Kâbe görevlerini (Sifaret (Elçilik) - Hicabet (Perdedarlık) - Liva
(Sancaktarlık) - Sikâyet (Hacılara su dağıtımı) - Rifadet (yemek dağıtımı) - Nizaret
(malların kontrol görevi), Nedve (Meclis başkanlığı) uhdesine almış ve şehir
meclisinin toplandığı Daru’n-Nedve’yi yaptırmıştır. Kusay, Kinaneoğulları’ndan
olup, kökenleri ise Adnan’a ve ondan Hz. İsmail’e kadar uzanmaktaydı. M. 540
yılına gelindiğinde, Mekke hâkimi Kusay’ın torunlarından Abdulmuttalib idi. Zaten
popüler bir kişiliği olan Kureyş lideri Abdülmuttalib’in ününü bir kat daha artıran
olay, Ebrehe ile olan karşılaşması ve Ebrehe ordularının Kur’an’ın Fil Suresinde
aktarıldığı şekliyle ağır bir hezimete uğraması olmuştur. Bu olayın olduğu yıl, Arab
yarımadasının kaderini değiştirecek olan Resulullah’ın (s) doğum yılıdır. Bundan
sonra Mekke’de, daha ötesi Arabistan’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
Mekke’nin, Kur’an vahyin indiği şehir olması ve vahyin iniş merkezi olarak
buranın seçilmesinin tesadüflere bağlı olmayıp birçok gerekçesinin olduğu ifade
edilmektedir. Gerçekten Mekke’nin kuruluşundan itibaren tarihi süreci
incelendiğinde, dinî merkez olarak seçilmesinin hiç de tesadüfü olamayacağı
anlaşılacaktır. Muhammed Hamidullah, Mekke’nin merkez olarak seçilmesinin
coğrafi, sosyolojik, psikolojik ve filolojik sebeplere bağlı olduğunu ifade etmiş ve
bunları başlıklar hâlinde inceleyerek temellendirmeye çalışmıştır. Mina, Zü’lMecaz, Mecenne, Ukaz adındaki dört önemli fuar alanı, senenin dört ayının Haram
Aylar (Eşhuru’l-Hurum) olarak ilan edilmesi ve hiçbir bölgede olmayan güvenli bir
ortamın oluşturulması, buna bağlı olarak Kur’an’da ‘kış ve yaz seferleri’
(Kureyş/106: 1-4) olarak isimlendirilen ve yılda iki defa tertip edilen büyük ticaret
filolarının buradan hareket etmesi, Mekke’yi dini olduğu kadar ticaret merkezi
hâline de getirmiştir. Bu nedenle Mekke Şehirlerin Anası (Ummu’l-Kura) olarak
isimlendirilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Mekke dışında verimli arazileri ve sularının bolluğu ile tanınan Medine
(Yesrib) ve Taif şehirleri de, Hicaz’ın’ın diğer iki önemli merkezlerindendi.
Mekke’nin 500 km. kuzeyinde yer alan, Yemen’le Suriye’yi birleştiren baharat yolu
üzerindeki Yesrib şehri, daha sonraları Aramice ‘Medine’ ismiyle anılır olmuştur.
Şehrin eski sakinlerinden olan Yahudi kabileleri hurma yetiştiriciliğine önem
vererek bölgeyi ziraat merkezi hâline getirmişlerdir. Yahudilerin buraya Filistin’in
Romalılar tarafından işgali sonrası gelip yerleştikleri sanılmaktadır. Yahudiler
dışında şehrin diğer sakinleri ise Kuzey’e göçen Araplarla aynı kökene sahip
Yemenli Evs ve Hazrec kabilesidir. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretine kadar
kozmopolit yapıya sahip Medine Yahudi ağırlıklı bir siyasi yapılanma ile varlığını
sürdürmüştür. Aynı kökene sahip Evs ve Hazrec ise, yıllardır süren savaşlara
tutuşarak barışı temin edecek bir kurtarıcı bekler hâle gelmişlerdir.
Medine hurma
bahçeleri
Taif, Mekke’den 150 km. uzaklıkta olmasına rağmen denizden yüksekliği
1000 m. civarında olup serin ve yağış alan bir şehirdir. Oldukça eski yerleşke alanı
olan Taif’te yağmur sularını tutan ve tarihi çok eskilere dayanan su bendi kalıntıları,
bölgenin geçmişte de önemli bir tarım şehri olduğunu göstermektedir. Taif,
yarımadanın nar, gül, incir, üzüm ve bademi ile ünlü bir şehridir. Halen tarihteki bu
özelliğini korumaktadır. Serin olması nedeniyle Mekke zenginleri tarafından sayfiye
olarak kullanılmaktaydı. Hz. Peygamber’in Taif kuşatması esnasında şehrin surlarla
çevrili olduğu görüldüğünde, doğal zenginliği nedeniyle şehrin saldırıya açık olduğu
düşünülebilir. Taif’ten tarihe damgasını vurmuş önemli komutanlar çıkmıştır.
Haşimi-Umeyye çekişmesinde, bölge kabilesi olan Sakifliler önemli rol oynamıştır.
Orta Arabistan’ın eski tarihi hakkında bilgilerin birçoğuna, ‘eyyâmu’l-Arab’
olarak isimlendirilen kabileler arası savaş hatıralarından ulaşılmaktadır. Sınır
anlaşmazlığı, otlak ve su paylaşımındaki çekişmeler gibi hususlardan ortaya çıkan
savaşlar, Arap çöl hayatının vazgeçilmezi hâline gelmiştir. Medine’li Hazrec ve Evs
kabileleri arasındaki Yevmu’l-Buâs, Kureyş ile Hevazin arasındaki Yevmü’l-Ficâr
bunlardan bazılarıdır.
Bölgedeki göçebe Araplarda, ortak mülkiyet söz konusudur. Kabile yönetimi
erkek egemen bir anlayışa dayanmaktadır. Özgürlüğüne düşkün Araplar tek adam
idaresini benimsemezler. Kabilenin en yaşlısı olan ve halkın itibar ettiği kişi yönetici
konumdadır. Kabile reisi seyyid, şeyh, arif gibi isimlerle anılmakta olup, görevi
kabile içinde hakemlik yapmaktır. Düzenli bir orduları olmadığı gibi vergi
mükellefiyetleri de yoktu. Yerleşik hayatı tercih edenler ise şehirlerde oturmakta
ve hayatlarını ziraat ve ticaretle sürdürmektedirler. Çok eşle evlilik ve kız
çocuklarının diri diri toprağa gömülmesi sanıldığı gibi yaygın değildi.
Kabile rekabetlerinde propaganda aracı olarak kullanılan şiir, bugünkü
anlamda medya gücünü temsil etmekte ve toplumda belirleyici bir rol
oynamaktaydı. Şairler ülke ülke gezmekte ve hünerleri karşılığında taltif
edilmekteydi. Hicaz bölgesinde okuma yazma oranı yok denecek kadar düşüktü.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Yaşam koşulları gereği gök cisimlerinin hareketleri ve bunların yeryüzüne etkileri
konusunda uzmanlaşmışlardı. Araplar ayrıca çok iyi iz sürmekteydi. İz sürmekle
kalmaz ayak izlerinden şahısları tanıyacak kadar uzmanlaşırlardı. Asabiyet
(kabilecilik) anlayışının zorunlu bir sonucu olarak İlmu’l-Ensâb (soy ilmi) konusunda
oldukça mahirdiler. Ağırlıklı olarak göçebe yaşamı benimsemiş olan Hicaz Arapları
dünya medeniyetlerinin en az etkileyebildiği kendine özgü bir yaşam biçimi
benimsemiş işlenmeye hazır bir hammadde görüntüsündeydi.
Arap toplumun dünya tarihinde söz sahibi olması son dinin temsilcileri
olmalarına bağlıdır. Yukarıda izah ettiğimiz gibi kuzey ve güneyde güçlü devletlerin
boyunduruğu altında olan, iç kesimlerde ise medeni bir toplum olma özelliğinden
uzak kabile anlayışını benimsemiş Arapların İslam’ı kabulleri, medeniyet
hazinelerine ulaşan kapıları açan anahtar olmuştur. Bu açıdan bakıldığında İslam
öncesi Arapların dini durumları önem arz etmektedir. Aslında sanıldığının aksine,
Arapların eski dini yaşantıları hakkında elimizde bol materyal mevcut değildir.
Kitabeler, diğer milletlerden kalma eserler ve kutsal kitaplardan Arapların dinleri
hakkında bilgiye ulaşabilmekteyiz.
İslami kaynaklarda Arapların en eski dinlerinin tevhit esaslı olduğu ifade
edilmektedir. Özellikle güney Arapları tarafından Rahmân ve Allah ifadelerinin
kullanıldığı görülmektedir. Allah kelimesi diğer putlardan ayrı olarak en yüce
yaratıcı için kullanılmaktaydı. Cahiliye şiirleri, onların Allah’ı tanıdıklarını ve ona
daha üstün sıfatlar atfettiklerini göstermektedir. Kur’an’ı Kerim bazı ayetlerle bunu
teyit eder. (Ankebut/29: 61-65, Lokman/31: 25, 32). Araplar zamanla Allah inancını
kabulle beraber ona “evsân”, ensâb” adlarıyla aracı putlar edinmeye
başlamışlardır. Putperestliği Arap yarımadasına getiren ilk kişinin Amr b. Luhay
olduğu rivayet edilmektedir. Çok tanrılı inancın yaygınlaştığı dönemlerde dahi
Haniflik olarak isimlendirilen İbrahimî dinin bazı inanç ve ibadetlerinin mevcut
olduğu bilinmektedir. Haklarında çok fazla bilgi olmayan Hanifler bir birlik
oluşturamadan bireysel olarak dinlerini yaşamaya çalışmışlardır.
Güney Arabistan’da Ay, Güneş, Zühre yıldızı üçlüsü tanrı olarak kabul
edilmiştir. Bu inancın Mezopotamya’dan bölgeye intikal ettiği düşünülmektedir. Ay
en büyük Tanrıdır ve adı Almakah veya Vedd’dir. Vedd isminin kuzey Arabistan
kitabelerinde ve Kur’an’da Nuh Suresinde bahsi geçmesi (Nuh/71: 23), bu ismin,
kuzeyde tanındığını göstermektedir. Ay kadar Güneş’e tapınma geleneği de
yaygındır. Güneyde Güneş, dişi; kuzeyde ise, erkek tanrı olarak bilinirdi.
‘Abduşems’ (güneşin kulu) isminin şahıslar için kullanılması, Lat, Menat, Uzza gibi
putların güneş tanrıçası olarak addedilmesi, bölgede güneşin tanrılaştırıldığının
kanıtıdır. Zühre yıldızı, eski Mezopotamya medeniyetlerinin Tanrılarından biri olan
Aster’i andırmaktadır. Cinsiyet farkı olsa da güneyde ve kuzeyde tanınan bir
tanrıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Mekke’de her evde bir put bulunmaktaydı. Lat, Menat, Uzza ve Hübel putları
dışında başka isimlerle anılan birçok put mevcuttur. Kur’an‘da da ismi geçen Yeuk,
Yegus, Suva, Nesr, İsaf, Naile bunlardan bazılarıdır. Üç yüz altmışa yakın put
bulunan Kâbe merkez olup, ayrıca imkânı olanlar evlerinde de put edinmekteydiler.
Kâbe dışında tapındıkları mahallere de bazen aynı ismi (Kâbe) vermişlerdir.
Güneyde Himyeriler’in putlarla bezenmiş Riyem adlı tapınakları vardı. Özellikle
Kâbeyi hac eden Araplar, kendi putları önünde durarak onlara saygı gösterirdi.
Putperestlerde tam bir ahiret inancı yoktu
Putlar’ın temsili
görünümü
Araplardan bazılarının ticari ilişki içerisinde bulundukları Yahudilerle
münasebetleri sonrası onların dinini kabul ettikleri, Himyeri kralını etkisi altına alan
iki Yahudi din adamının Himyerileri ikna edip Yahudileştirdiği, yine Evs ve Hazrec
kabilelerinden bir kısmının Medine’ye geldikten sonra bu dine katıldıkları rivayet
edilmektedir. Arap yarımadasında varlığı bilinen bu dine çok farklı teveccüh
gösterilmediği anlaşılmaktadır. Baskı altına alındıkları Filistin başta olmak üzere
farklı bölgelerden sığınmacı olarak Arabistan’a gelen Yahudilerle Arapların arası hiç
düzelmemiştir. Hıristiyanlığın Araplar üzerindeki etkinliği çok fazla olmuş ve birçok
Arap kabilesi Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Örneğin kuzey Araplarından Hireliler ve
Gassaniler, Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul etmiştir. Bunlar dışında Hıristiyan
misyonerlerin çabalarıyla Arap yarımadasında yaşayan kabilelerin birçoğu da
Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Hz. Peygamber’in doğumuna yakın Ebrehe’nin Kulleys
adında Yemen’de ihtişamlı bir kilise yaptırması, bölgede Hıristiyanlığın gücünü
göstermektedir. Putperestliğin Arap yarımadasının bütün bölgelerinde yaygın
olduğu, diğer semavi dinlerin de azımsanamayacak taraftarı bulunduğu bir süreçte,
bütün bu inanç sistemlerini boşa çıkarmak hedefiyle gönderilen İslam dini, Arap
ülkesinin kalbi Mekke’den doğmuş, Arab’ın tek çatı altında toplanarak dünya
medeniyeti kurmasında başat rol oynamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Özet
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
•Yeryüzünde insanlık tarihinin başlangıcından itibaren düşünen sosyal bir
varlık olma özelliğine sahip insanoğlu, güvenlik barınma ve iaşe temini
için en müsait ortamlarda varlığını sürdürmeyi tercih etmiş ve türdeşleri
ile acımasız mücadelelere girişmiştir. Devletlerin siyasi ve kültürel
anlamda kalkınmışlığı ile ekonomik gelişmişliklerinin paralellik arz ettiği
bilinmektedir. Daha ziyade tarıma ve hayvancılığa dayalı medeniyetlerde
vazgeçilmez olan verimli ve sulak arazilerdir. Elde edilen üründeki artış
sanayinin oluşmasına ve ihracatın gelişmesine yol açmıştır. Buradan yola
çıktığımızda eski çağlarda Mezopotamya ve Mısır’da nehirlerin taşması
sonucu oluşan deltalar güçlü medeniyetlerin oluşumuna zemin
hazırlamıştır.
•Mezopotamya’da kurulmuş en eski medeniyetlerden ilki M.Ö. 4000’li
yıllara dayanan Sümerlerdir. Tekerleğin ve yazının mucidi olmakla
ünlenen bu uygarlık, madenleri eriterek insanların hizmetinde
kullanmaya başlamış ve bölgede önemli şehir merkezleri inşa etmişlerdir.
Şehir devletlerine ayrılan ve zayıflayan Sümerleri yıkan Akadlar, bölgede
200 yıl iktidarlarını devam ettirmişler ve büyük bir imparatorluk
kurmuşlardır. Dünyanın yedi harikasından biri olan asma bahçeleri ile
ünlü Babil şehri sakinleri, en önemli kralları Hammurabi zamanında
oluşturdukları kanunlarla ulaştıkları medeniyet seviyesini ortaya
koymuşlardır. Ninova merkezli kurulan ve Suriye, Filistin, Mısır’ı ele
geçiren Asurlular, göçebe çöl Arapları üzerine bir çok sefer düzenlemiş,
sanatta büyük gelişmeler sağlamıştır.
•Sami ırka mensup İsrailoğulları, yakın tarihlerindeki görünümlerinden
farksız olarak hep çatışmanın merkezinde yer almış, defalarca
yurtlarından sürülmüş, her şeye rağmen varlıklarını sürdürmeye devam
etmişlerdir.
•Arapların İslam öncesi ve sonrasında en fazla irtibat içersinde oldukları
ve etkilendikleri kadim medeniyet Sasânilerdir. En önemli rakipleri olan
Bizans’la mücadelelerinde taraftarı olan Kuzey Araplarını hedeflerini
gerçekleştirmek için kullanmaktan geri durmamıştır.
•Kast sistemine bağlı farklı sınıfsal yapıların bulunduğu Hindistan-Yunan
kültürü transferi ile karma bir medeniyetin oluşumunda önemli rol
oynamıştır.
•Tanrı ve Altay dağları arasında at sırtında hayatını sürdüren savaşçı
Türkler Hun imparatorluğu ile ulaştıkları siyasi gücü kavimler göçü
sonrası Avrupa’dan Anadolu’ya birçok coğrafyaya taşımışlar ve tarihe
adını yazdıran imparatorluklar kurmuşlardır.
•İsmini İtalya’nın başkenti Roma’dan alan büyük Roma imparatorluğu
batıdaki tesirinden çok doğunun önemli merkezlerindeki baskın
konumları ile tanınmıştır. Doğu ve Batı olarak ikiye ayrıldıktan ve
Hıristiyanlığı resmi din olarak tanıdıktan sonra Arap sınırlarında baskın bir
güç olmuş, yarımadanın bazı bölgelerinin Hıristiyanlaşmasına katkı
sağlamıştır. İmparatorluğun İslam’ın yayılma sürecindeki siyasi buhranı,
müttefiki olan Kuzey Arapları’nın desteğini asgari düzeye indirmiş ve
bölge kolay bir şekilde İslamlaşmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Özet
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
•Büyük kısmı çöllerle ve verimsiz arazilerle kaplı Arap yarımadası, coğrafi
koşulların aksine mümbit bir manevi iklime sahiptir. Arap yarımadası
dendiğinde her ne kadar akla ilk gelen Orta Arabistan, yani Hicaz bölgesi
ise de, yarımadanın kuzey ve güney kısımlarının önemli bir yere sahip
olduğunu unutmamak gerekir. Kuzey bölgesi Arapları güneydeki
olağanüstü gerçekleşen doğa olayları sonrasında zorunlu olarak bölgeye
göçen Araplardan oluşmaktadır. Güney ise sahil, şeridi verimli arazilerle
kaplı dört ayrı bölgeye ayrılan Sebe ve Himyer devletlerine ev sahipliği
yapmış Arap yurdudur. Önemli limanları ile dünya ticaretinde söz sahibi
olmuş bölge, aynı zamanda ziraat alanındaki reformları ile ekonomik
olarak şaşırtıcı boyutlara ulaşmıştır. Bu zirve dönemi ticaret yollarındaki
değişim, barajların bakımsızlık sonucu yıkılması ile yerini kıtlık ve zorunlu
göçe bırakmıştır. Orta ve Kuzey Arabistan’a göçen Arap kabileleri yeni
bölgelerine komşu olan gelişmiş devletlerin siyasi ve kültürel etkileri
altına girmişlerdir. Buna rağmen onları bir arada tutan Arap asabiyeti
asimile olmalarına mani olmuştur. Kurdukları Petra ve Tedmür gibi hala
insanı şaşırtacak bir ihtişama sahip başkentler, kuzeydeki Arap
devletlerinin gücünü tescil etmektedir. Bizans ve Sasani uydusu
durumunda olan Gassani ve Hire devletleri, rollerini iyi oynamışlar ve
bölgenin İslamlaşma sürecine kadar varlıklarını devam ettirmişlerdir.
•Dünyanın mensubiyet itibarı ile en büyük dinlerinden biri olan İslam’ın
ortaya çıktığı, medeniyet düzeyi düşük Hicaz bölgesinin tarihi hakkında
çok az bilgi olsa da, üzerinde en çok konuşulan ve tanınmaya çalışılan
bölge olmuştur. Hiçbir ziraatın yapılmadığı bu bölgeyi ilk hareketlendiren
olay, yine buraya gelen ve kutsal Kâbe’yi inşa eden Peygamberler
olmuştur. Güney-Kuzey ticaret hattının konaklama yeri olması da
eklendiğinde, Mekke ve Medine tanınan bir mahal olmuş, fakat hiçbir dış
gücün istilasına değer dahi bulunmamıştır. Putperestliği ile ünlü Arap
toplumu tek bir dine mensup olamayıp diğer semavi dinlere de kapısını
açmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi eski Mezopotamya uygarlıkları arasında değildir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Akadlar
b) Himyeriler
c) Sümerler
d) Asurlar
e) Babiller
2. İsrailoğulları Hz. Davud sonrası altın çağını yaşamıştır. Bu dönemde
iktidarda hangi hükümdar vardı?
a) Talut
b) Calut
c) Buhtunasr
d) Süleyman
e) Kenan
3. Aşağıdakilerden hangisi eski Çin medeniyeti için söylenemez?
a) Konfüçyüs’le birlikte Çin altın çağını yaşamıştır.
b) Çin’de bir inanç birlikteliğinden bahsedilemez
c) Hz. Peygamber Çin’i tanımaktadır.
d) Çin beşeri bilimler alanında çağın en gerisinde kalmış bir ülkedir.
e) Çin zaman zaman parçalanma içerisine girmiştir.
4. Roma imparatorluğu insanlık tarihine önemli katkılarda bulunmuştur.
Aşağıdakilerden hangisi bunlar arasında sayılmaz?
a) Etnisiteyi bir kenara bırakarak ülke ve dil birlikteliği oluşturmuştur.
b) Güçlü kültür mirası bırakmıştır.
c) İnsanlık tarihine köklü bir hukuk nizamı hediye etmiştir.
d) Doğu ve batı toplumlarını tek bir toplum hâline getirmiştir.
e) Bir çağın kapanıp yeni bir çağın açılmasını sağlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
5. Nabat krallığının başkenti aşağıdakilerden hangisidir?
a)
b)
c)
d)
e)
Tedmür
Dimeşk
Petra
Babil
Sana
Cevap Anahtarı:
1. b 2.d 3.d 4.e 5.c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ağırakça, Ahmet, (1996), ‘Gassaniler’, DİA, İst.
Ağrakça, Ahmet, (2006), ‘Nabatîler’ DİA, İst.
Ahmed Hilmi, Şehbenderzâde, (2005), Filibeli, İslam Tarihi, İst.
Algül, Hüseyin, (1998), ‘Himyeriler’ DİA, İst.
Atlan, Sabahat, (1970), Roma Tarihi’nin Ana Hatları, İst.
Barthold, V.V., (1990), Moğol İstilasına Kadar Türkistan, Hazırlayan, H. Dursun
Yıldız, İst.
Bekrî, Ebû Ubeyd, (1998), Cahiliye Arapları, Çev. Levent Öztürk, İst.
Brockelmann, Carl, (1964), İslam Milletleri ve Devletleri Tarihi, Çev. Neşet Çağatay,
Ankara.
Buhl, Fr., (1974), ‘Tedmür’ İ.A., İst.
Cevad Ali, (1976), El-Mufassal fî Târîhi’l-ArabKablel İslâm, Beyrut.
Çağatay, Neşet, (1982), İslam Öncesi Arap Traihi ve Cahiliye Çağı, Ankara.
Çandarlıoğlu, Gülçin, (1993), ‘Çin’, DİA, İst. VIII, 321-323.
Çelikkol, Yaşar, (2003), İslam Öncesi Mekke, Ankara.
Demirkent, Işın, (1992), ‘Bizans’, DİA, İst. VI, 230-244.
Demricioğlu, Halil, (1998), Roma Tarihi, Ankara.
Eberhard, Wolfram, (1995), Çin Tarihi, Ankara.
Erdem, Sargon, (1991) ‘Babil’, DiA, İst., IV, 392-395.
Fayda, Musta, (1982), İslamiyetin Güney Arabistan’a Yyaılışı, Ankara.
Goiteın, S.D., (2004), Yahudiler Ve Arapla, Çev. Nuh Arslantaş, İst.
Gumilöv, L.N., (1999), Eski Türkler, Çev. Ahsen Batur, İst.
Güngör, Erol, (1993), Tarihte Türkler, İst.
Hamidullah, Muhammed, (1993), İslam Peygamberi, Çev. Salih Tuğİst.
Hasanh, İbrahim, (1985), Siyasi Kültürel İslam Tarihi, Çev. İsmail Yiğit-Sadreddin
Gümüş, İst.
Hdogson, M.G.S., (1993), İslam’ın Serüveni, Çev. Heyet, İst.
Herodotos, (1973), Herodot Tarihi, Çev. Müntekim Ökmen, İst.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
Eski Dünyada ve Cahiliyeye Kadar Arabistan’da Siyaset ve Dini Hayat
Heyet, (1986), Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Redaktör, H. Dursun Yıldız,
İst.
Heyet, (1997), İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, Çev. Heyet, İst.
Heyet, (2006), Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, edt. Vecdi Akyüz,
Hitti, Philip K., (1995), Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi, Çev. Salih Tuğ, İst.
Honigman, Ernst, (1970), Bizans Devletinin Doğu Sınırı, Çev. Fikret Işıltan, İst.
İbnmü’l-Esîr, (1989), İzzuddin Ebu’l-Hasen, el-Kâmil fi’t-Tarih, çev. Abdullah Köşe,
İst.
İnana, Afet, (1992), Eski Mısır Tarihi ve Medeniyeti, Ankara.
Kapar, M. Ali, (2003), ‘Lahmiler’ DİA, Ankara.
Lewis, Bernard, (1979), Tarihte Araplar, Çev. Hakkı dursun Yıldız, İst.
Mansel, Arif Müfid, (1971), Ege ve Yunana Tarihi, Ankara.
Naskali, Esko, (2000), ‘İran’ DİA, İst., XXII, 394-395.
Ostragorsky, Georg, (1981), Bizans Devleti Tarihi, Ankara.
Özcan, Azmi, (1998), ‘Hindistan’, DİA, İst.
Öztuna, Yılmaz (1969), Türk Tarihinden Yapraklar, İst.
Taberî, Muhammed b. Cerir, (1964), Tarîhu’r-Rusulve’l-Muluk, Kahire
Turan, Ömer, (tsz.) , Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu, İst.
Yıldız, Hakkı Dursun, (1991), ‘Arabistan’, DİA, İst.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
• Cahiliye Dönemi
• Hz. Peygamber'in Ailesi
• Hz. Peygamber'in Doğumu ve Çocukluğu
• Hz. Peygamber'in Gençliği
• Hz. Peygamber'in Evliliği ve Ailesi
• Hz. Peygamber'in Evliliğinden Vahiy
Alıncaya Kadarki Dönemi
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İSLAM ÖNCESİ ARAP TOPLUMU
VE HZ. MUHAMMED’İN
PEYGAMBERLİĞİNE KADARKİ
HAYATI
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Cahiliye denen İslam öncesi dönem hakkında
bilgi sahibi olacak
• Hz. Peygamber'in ailesi, soyu ve doğumunu
bilecek
• Hz. Peygamber'in gençliği, evliliği ve
çocukluğunu anlayıp değerlendirecek
• Hz. Peygamber'in evliliğinden Hira
mağarasındaki vahiy alışına kadarki süreci
kavrayabileceksiniz.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
2
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
GİRİŞ
Peygamberler
‘insanüstü insanlar’
değil, ‘üstün insanlar’
olarak görülmelidir.
63 yıllık hayatının 23 yılını peygamberlikle geçiren Resulullah’ın,
peygamberlik hayatı oldukça detayla bilinmesine rağmen, 40 yaşında aldığı risalet
görevinden önceki dönemi hakkında birtakım bilgilerimiz oldukça kısıtlıdır. Mesela
annesi ve babası hakkındaki çok sınırlı bilgilere sahip olmamıza rağmen, doğumu
hakkında çoğu mucize anlatımlı oldukça fazla sayılabilecek detaylı bilgilere sahibiz.
Yine 12 yaşına kadarki hayatı hakkında yeterince aydınlatıcı bilgiler bulunmakla
birlikte, bu yaştan 25 yaşına kadar çok az bilgimiz bulunmaktadır. Bu yaştaki evlilik
ve ticaret hayatına devamı, 35. yılda cereyan eden bazı olaylar ve risaletinin hemen
öncesine ait bazı anlatılar dışında bu dönemler hakkındaki bilgilerimiz oldukça
kısıtlıdır. Tabii 40 yaşında tanınan ve şöhret kazanan bir insanın, kendisini öne
çıkaran özelliğinden (ki bu Resulullah için risalet görevidir) önceki dönemi hakkında
gelen bilgilerin problemli ve yetersiz olmasını son derece normal karşılamalıdır.
Yaşadığı Mekke toplumunda Resulullah’ın İslamiyet’in gelişinden önceki
konumu da, sonraki konumu da bellidir. O ‘el-Emîn’dir. Ancak Allah Resulu
hakkındaki abartmalı ve yüceltici rivayetlerle, ideolojik ve ön yargılı yaklaşımların
oluşturduğu rivayetlerin çokluğunu da son derece normal ve kaçınılmaz
bulmaktayız. Bu yüzden onun hayatını incelerken bu durumlar göz ardı
edilmemelidir.
Hz. Muhammed’i
tanımak, İslam dini ve
tarihi ile medeniyetini
anlamak için de
gereklidir.
Sadece İslam Peygamber’i Hz. Muhammed’i değil, İslam dini ve tarihi ile
medeniyetini anlamak için de, İslam Dini ve Peygamberi’nin ortaya çıktığı ve İslam
medeniyetine beşiklik eden Hicaz bölgesinin (Mekke, Medine ve Taif) de İslam’dan
önceki (Cahiliye Devri) dinî, idarî ve ilmî durumunu çok iyi seviyede bilmek
gerekmektedir. Bu yüzden İslamiyet’in doğuşundan az önceki, yani V. asırdan
İslamiyet’in yayılışına kadar geçen zamana ait bölge hakkında öğreneceğimiz kısa
bilgiler, İslam dini ve Peygamberi ile medeniyetini daha iyi anlamamıza onu daha
iyi değerlendirmemize yardımcı olacaktır.
CAHİLİYE DÖNEMİ
Bir terim olarak Arapların İslam'dan önceki dinî ve sosyal hayat telakkilerini
ifade eden cahiliye kelimesi, Kur’an’da, hadislerde ve dinî literatürde, genel olarak
bu anlamda kullanılmıştır. Bu dönemin temel özellikleri, Allah’a şirk koşulması,
ahlaki duyu ve yaşantıda zayıflık, asabiyet, hurafelerin çokluğu, soygun, baskın ve
tecavüzlerde yaygınlık, aile kavramında yozlaşma, zenginlik ve asaletin insani bir
değer olarak öne çıkmasıdır.
Yine bu dönem denince akla gelen en önemli olgu Araplar, Hicaz bölgesi ve
buradaki şehirlerden bilhassa, Mekke, Medine ve Taif’tir. Hicaz bölgesi, jeopolitik
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
konumu dolayısıyla Arap yarımadasında yabancı tesirlerden ve işgallerden en çok
korunmuş bir bölge idi. Kiriş, Kumbîz ve diğer İran kisralarının civardaki kabile ve
toplulukların çoğunun varlığına son verdikleri dönemlerde dahi, Hicaz bölgesi
varlığını korudu. Hicaz, Makedonyalı İskender zamanında da istiklalini muhafaza
etmişti. Böylece herhangi bir işgal ve istilaya uğramayan Hicaz halkı, endişesiz bir
halde ve hiçbir toplumla karışmadan soy ve soplarının asaletini, dillerinin sadeliğini
ve geleneklerini korumuşlardı.
Toplum hür, köle ve mevaliden (azat edilmiş köle) oluşmaktaydı. Bu sosyal
ve hukukî ayrım, son derece sert ve tavizsiz olarak işlemekteydi. Sınıf atlama söz
konusu olmadığı gibi, hürler de kendi aralarında asiller ve asil olmayanlar diye
ayrılmaktaydı. Mekke ziraata elverişli olmadığı için, genellikle halk ticaret ve
vahalarda hayvancılıkla geçinirdi.
Din
Bütün Arabistan halkı gibi, Hicaz bölgesi halkı da putperest idi. Çok az sayıda
Hıristiyan, Yahudi, Zerdüşt ve diğer dinleri kabul edenler vardı. Ayrıca İbrahim
Peygamber’den (as) kaldığına inanılan dinî inanç ve geleneklerin taraftarı olan ve
kendilerine ‘Hanif’ denilen bir kaç kişi de bulunmaktaydı.
Araplar, hem Yüce,
Yaratıcı ve Bir olan
Allah’a inanırlar ve
Kâbe’ye saygı
gösterirler, hem de
Kâbe’ye doldurdukları
sayısız putlara
taparlardı.
Araplar, Peygamber olarak kabul ettikleri ve dinini benimseyip saygı
duydukları Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in dinini zamanla unutmuşlar ve putlara
tapmaya başlamışlardı. Hz. İbrahim’in kurduğu Kâbe’yi ziyarete devam ettirmeleri
de bu dinî yozlaşmaya uygun olarak, bir ticaret panayırı ve bir putperestlik
tezahürü halinde idi. Birçok Arap kabilesi, Kur’an’da isimleri geçen Vedd (erkek
şeklinde), Suva (kadın şeklinde), Yeğûs (arslan şeklinde), Yeuk (at şeklinde) ile Nesr
(kerkenes kuşu şeklinde) isimlerini verdikleri putlarına taparlardı. Umyanis, Sad,
Hubel, İsaf, Naile adındaki putlar da, bazı Arap kabilelerinin taptıkları, önlerinde
kurbanlar kestikleri putlardı. Bunlardan başka her aile bir put edinip, kendi evine
koyarak ona tapıyordu.
Hicaz halkı gelenek olarak Hz. İbrahim’in şeriatını kabul etmişlerdi ve Allah
fikrine yabancı değillerdi. Fakat aynı zamanda putların ve meleklerin Allah katında
kendilerine şefaat edeceklerine inanıyorlar, diğer taraftan ahiret hayatına ise
karmaşık bir şekilde de olsa pek azı inanıyordu. Bütün Arap yarımadasında olduğu
gibi Hicaz bölgesinde de din anlayışı, çok iptidaî bir durumda idi.
Arapların Kâbe’den başka, Hicaz ve diğer yerlerde yüz kadar Tağut denilen
tapınakları vardı. Araplar Kâbe’ye yaptıkları gibi onlara da saygı gösterirler, onları
tavaf ederler, önlerinde kura (fal) okları çekerler, onlara hediyeler sunarlar ve
kurbanlar keserlerdi. Bu tağutların başlıcaları el-Uzzâ, el-Menât, Zu’l-Halasa
Tapınağı, Fels Tapınağı, Ruda Tapınağı ve Zu’l-Kaabat Tapınağı idi. Araplar her ne
kadar bu putlara tapıyorlarsa da bazen bunlara hakaret de ederlerdi. İşlerine
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
geldiği durumlarda ve çekilen fal okları isteklerine uygun bir şekilde sonuçlandığı
zaman, memnun olurlar, aksi halde ise onlara hakaret ve hatta küfrederlerdi.
Hanifler
Bölgede yaşayan bazı kişiler, putlara asla tapmaz, başkalarının tapmalarına
rıza göstermez, putlara kesilen kurbanların etinden yemez ve putperestleri de, bu
eşyalara tapmamaları hususunda ikaz ederlerdi. Bu yüzden atalarının dinini
reddeden bu insanlara, ‘atalarının dininden çıkmış’ (mürted) anlamında ‘Hanif’
derlerdi. Halbuki diğer yandan Hanif, ‘doğru yolda olan, doğruyu bulmuş’ anlamına
da gelmekteydi. Kabileleri içinde saygınlıkları olmasına rağmen, çoğunlukla onlar
tarafından da dışlanan bu insanların, zaman zaman yaptıkları şehirlerarası
yolculuklarla ‘bir ve eşsiz olan Allah inancına bağlılık gösteren bir din’ arayışına
giriştikleri hakkında çok sayıda rivayetler mevcuttur. Hatta Yahudilik ve
Hıristiyanlığa meyledip orada karar kılan ve kılmayanlar da vardı. Haniflerin içinde
en meşhur olanların isimleri şöyleydi: Varaka b. Nevfel, Zeyd b. Amr, Osman b.
Huveyris, Ubeydullah b. Cahş, Ümeyye b. Salt ve Kus b. Saide.
Mekke’nin İdaresi ve Kâbe Hizmetleri
Mekke’nin çok eski sakinleri Kinâne ve Huzâ’a kabileleri arasında, Kâbe
hizmetleri sebebiyle mücadeleler olmuş ve Kinâne, Kâbe hizmetlerini müstakil
olarak yürütmeye başlamıştı. Mudar kabilesine de hac işlerini ifaya yarayacak bazı
vazifeler vermişti, Kureyş Kinâne’nin kollarındandı. Mekke’de ikamet eden
Kureyşlilere ‘Kureyşü’l-Bitâh’, Mekke civarında oturanlara ise ‘Kureyşü’z-Zevâhir’
denirdi. Mekke’deki Kureyşlilerin önemli vazifeleri vardı. Miladî V. asırda Kureyş’te
riyaset Kusay b. Kilâb’da idi. Kusay, Huzâ’a kabilesiyle uzun mücadelelerden sonra
idareyi eline geçirdi ve Mekke ile Kâbe’ye taalluk eden bir takım hizmetler ihdas
etti. Kureyş’i Mekke’de topladı ve hepsini belli yerlerde iskân ederek, onlar için elMele’ adlı bir de meclis tesis etti. Bu meclis Kâbe ile ilgili her türlü iş ve hizmetlere
bakacak, ticarî münasebetleri düzenleyecek, harp ve ittifak kararları alacaktı.
“Unutmayın, insanlık
için inşa edilen ilk
mabed, Bekke'dekiydi:
bereketli ve bütün
alemler için bir
rehber(lik kaynağı).”
(Âl-i İmrân/3: 96)
“Allah, Kâbe’yi, o Beytül-Haram’ı bütün insanlık için bir sembol kıldı ve (aynı
şekilde) kutsal (hac) ayı ve boyunlarında takı olan kurbanlıklar, Allah’ın göklerde
ve yerde olan her şeyin tam bilgisine sahip bulunduğunu size anlatmayı
amaçla(yan sembollerdi)r.” (Maide/5: 97)
Araplar putperest olmakla beraber, Kâbe’ye karşı her şeyden daha saygılı
idiler ve çoğunu Kusay’ın ihdas ettiği Mekke ve Kâbe hizmetlerine ait diğer vazife
ve hizmetleri ciddiyetle yerine getirirlerdi. Bu hizmet ve vazifeler şunlardır:
 Sidâne (Hicâbetü’l-Beyt): Kâbe’nin perdedarlığı, anahtar muhafızlığı veya
haciplik vazifesidir. Bu görev Kusay’ın elinde bulunurdu. Kâbe’yi bu zat açıp
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
kapardı. Araplarca en yüksek makamdı. Kusay’dan, liva, sikaye ve rifade
ödevleriyle birlikte oğlu Abdüddâr’a intikal etti. Mekke’nin fethinde (M. 63O)
Hz. Peygamber Kâbe anahtarlarını, yine Abdüddâroğullarına (Osman b.
Talha’ya) vermişti.
 Sikâye ve Rifâde: Cahiliye çağında Mekke’ye gelen hacılara tatlı su ve fakir
olanlarına yiyecek temin etmek görevidir. Her iki vazife de
Abdülmenafoğullarında idi.
“Çünkü İbrahim'e bu İbadet Evi'nin kurulacağı yeri gösterdiğimiz zaman (ona
demiştik ki:) "Bana kimseyi ortak koşma! Ve Benim Mabedimi, onu tavaf
edecek olanlar için, onun önünde (Rablerini tazim ve tefekkür ederek) dikilip
duranlar için, saygıyla eğilenler ve yere kapananlar için temiz tut!" (Hac/22: 26)
 Ukab (Liva): KureyşIilerin Ukab (Karakuş) adında bir sancakları vardı. Kusay,
ordu komutanlığı demek olan bu vazifeyi de bizzat elinde bulundururdu.
Kusay’dan sonra bu vazife Abdüddâroğullarına geçti. Savaş sırasında Ukâb bu
işle vazifeli bayraktara verilirdi. Bu vazifeye ‘Kıyâdetü’l-Cüyûş’ adı verilirdi.
 İdâre=Dârü’n-Nedve: Kusay’ın yaptırdığı ‘Dârü’n-Nedve’ adlı binada toplanan
kurula ‘en-Nedve’ denirdi. Buraya kırk yaşından yukarı olan Mekkeli aile reisleri
katılabilirdi. KureyşIiler’in nikâh merasimleri burada yapılır, savaş kararlan
burada alınır ve büluğ çağına giren kızlara burada gömlek giydirilirdi.
 Sifâre: Kureyş ile diğer bir kabile arasındaki bir muharebeden sonra sulh
yapmak istedikleri zaman bir sefir gönderirlerdi. Kabilelerarası müfaherette
(övgü yarışı) de sözcülüğü bu sefir yapardı.
 Nizâre: Bir yerden başka bir yere gidecek olan eşyanın muayene edilmesi,
mühürlenmesi, ruhsat kâğıdı hazırlama vazifesi idi.
 Kubbe: Savaş aletlerinin muhafızlığı vazifesidir. Kureyşliler harbe çıktıklarında
bir çadır kurar, silah ve mühimmatı orada toplarlardı.
 Eysar: ‘Ezlam’ denilen fal okları ile fal açma işidir. Sefer ve muharebe gibi
önemli işlere karar verileceği zaman oklarla kura çekerlerdi. Bu oklar ‘Hübel’
adlı putun yanında durur; fal, ona memur falcı tarafından açılırdı.
 Hâzin-i Emval: Harp için temin edilen malları, silahları muhafaza vazifesidir.
 Kıyâde (Kıyâdetü’l-Cüyûş): Ordu komutanlığı vazifesidir. Harp veya ticaret için
yola çıkan toplulukların bir emiri bulunur ve seferde önde giderdi.
 Meşvere: Mühim işlerde bazı kimselerin görüş ve kanaatlerine müracaat
etmektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Hz. Peygamber, hayatı boyunca, gerek amme işlerinde ve gerekse ailevî veya
şahsî işlerinde istişareyi yönetim ve yaşam prensibi olarak görmüş ve
uygulamıştır.
 Eşnak: Borçları ve para cezalarını takdir ve tadil hususlarına bakan bir görevdir.
 E’inne: Kureyş’in atlarına bakmak vazifesidir. Harp esnasında atların idaresi, bu
görevi elinde bulunduran kişiye aitti.
 Hükûme: Halk arasında çıkan ihtilafları ve davaları görme ve onları halletme
vazifesidir.
 Emvâl-i Muhaccere İdaresi: KureyşIiler’in Kâbe’deki putlar için vakfettikleri para,
mücevherat ve benzeri kıymetli eşyanın muhafaza edilmesi vazifesidir. Beytü’lMal memuriyetine benzerdi.
 İmâret: Mescid-i Haram’a hürmeti sağlamak, söğüp sayma yüksek sesle
konuşmak gibi saygısızlıklara mani olma vazifesidir.
Mekke’ye ve Kâbe’ye taalluk eden bu hizmetlerin hepsi aynı derecede ve
aynı ehemmiyette değillerdi. Ancak KureyşIiler bu tür vazifeleri çoğaltmak ve
hemen her kabileye bu vazifelerden birini vermekle hem onları mesuliyet altına
sokarak disiplin altına almış oluyorlar, hem de onları memnun etmiş
bulunuyorlardı. Basit olmakla beraber, bu tür bir idareyi Cumhuriyet idaresine
benzetmek mümkündür.
Cahiliye Devri Araplarında İlim ve Kültür
Cahiliye çağında Hicaz bölgesinde ilim ve maarif, bu iklimin ve göçebe
hayatın ihtiyaçlarından doğan adet ve geleneklerin geliştirdiği bilgilerden ibaretti.
Hicaz bölgesi halkı büyük ekseriyetle okuma yazma bilmeyen insanlardı. Okuma
yazma bilenlerin sayısı azdı. İlim ve irfan için ne bir tahsil tarzları, ne de kitap
okuma alışkanlıkları vardı. Onların bildikleri, asırlardır devam eden nakli bilgilerden
ibaretti. Bu bilgiler de bazı zeki ve imtiyazlı kimselere mahsustu. Okuyup yazmayı
da ticaretle uğraşanlar, nüfuzlu bazı asiller bilirlerdi. Büyük halk kitleleri ise
tamamen cahildi.
İlgili örnek videoyu
izleyiniz.
Cahiliye devrinde Araplarca bilinen ilimlerden bir kısmını kendileri icat
etmişlerdir; diğer bir kısmını ise başka milletlerden almışlardır:
İlm-i ensâb, şiir ve hitabet ilimleri Arapların kendilerine mahsus ilimlerdir.
İlm-i nücûm, ilm-i ahval-i cevviyye (meteoroloji), ilm-i tıb, ilm-i hayl (at
yetiştirme bilgisi), esatir (mitoloji), kehâne, ıyâfe (=zecr-i tayr: kuşların uçuşlarını ve
bir yere konmasını yorumlayarak anlamlandırma), kıyafet (iz takip etme) gibi
ilimleri de, başka milletlerden almışlardır ki, bunlara ulûm-i dâhile denir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
 İlm-i Nücûm (Astroloji): Araplar bu ilmi Arabistan’a hicret eden Keldânilerden
almış olmalıdırlar. Burçların isimlerini de Babilliler’den öğrenmişlerdi. Araplar
bazı yıldızların isimlerini eskiden beri biliyorlardı.
 İlm-i Ahval-i Cevviyye (Meteoroloji): Araplar, yağmurlara ve rüzgârlara ait
değişiklikleri yıldızlara bağlı zannederlerdi; yani bu ilim, ilm-i nücumun bir kolu
gibi telakki edilirdi. Yıldızların insan fiilleri üzerinde tesiri olduğuna inanırlardı.
Bulutların rengine bakarak yağmur yağıp yağmayacağını anlarlardı. “Beyaz bulut
boştur, kırmızı bulut az yağmurludur, siyah bulut ise en çok yağmur yağdırır”
sözleri dillerinde dolaşmaktaydı.
 Yolculuklarında yönleri ve yolları bilmek için rüzgârların estiği taraflara birer isim
vermişlerdi: Kuzeyden esen rüzgâra ‘Saba’; güneyden esene ‘Yebur’; batıdan
esene ‘Şimal’; doğudan esen rüzgâra da ‘Cenub’ derlerdi. Bazıları bunlara ilave
olarak ‘Saba’ ile ‘Şimal’ arasında esen rüzgâra ‘Nekbâ’ veya ‘Nükeybâ’, ‘Cenub’a
yakın yerden esen rüzgâra da ‘Mahvetü’ adını veriyorlardı.
 Esâtir (Mitoloji): Araplar bu ilmi de ilm-i nücûmun bir şubesi sayarlardı. Araplar
da Yunanlılar gibi yıldızlara ilahlık isnad ederek onlara taparlar ve onlar adına
putlar dikerlerdi. Meşhur ‘Lât’ putu, ‘Zühre’ yıldızı adına dikilmişti.
 Bundan başka ‘Güneş’, ‘Ay’ ve ‘Şi’ra’ yıldızına da ibadet ederlerdi. Yunanlılarda
olduğu gibi bazı yıldızlar insan şeklinde tasavvur edilir, onların birbirleriyle
evlendiklerine ve savaştıklarına inanılırdı.
 Kehâne ve Arâfe: Her iki kelime de ‘gaipten haber vermek’ manasına,
gelmektedir. Cahiliye çağında Araplar, kâhinlerin her şeye kadir olduklarına
inanırlardı. Aralarında ihtilaf çıktığında da, hastalandıklarında da onlara
başvururlar, rüyalarını onlara tabir ettirirlerdi. Araplara göre putların içinde
cinler bulunur, bu cinler kâhinlerle konuşur ve kâhinlere gökte neler olup
bittiğini haber verirlerdi. Her kabilede, Arap yarımadası tarihinde meydana
gelen önemli hadiseleri önceden bildiren kadın ve erkek meşhur kâhinler ve
falcılar vardı.
 Kıyafe: Kıyafe de kehanetin bir koludur. Kıyafe, ‘iz arama ve bu izlerin
incelenmesi ile sahiplerinin bulunması’ ilmidir. ‘Kıyafetü’l-eser’, insanların ve
hayvanların kum veya toprak üzerinde bıraktıkları izleri ile onların sahiplerini
bulmaya mahsus bir ilimdir. ‘Kıyafetü’l-beşer’ ise, iki kişinin organları arasındaki
benzerlikleri mukayese ile aralarındaki nesep bağını bulma ilmidir. Bu, feraset
nevinden bir ilimdir. ‘Beni Müdlic’, ‘Beni Leheb’ ve ‘Beni Mürre’ bu ilimde en
mahir kabilelerdi.
 İlm-i Tıb: Araplar tıp ilmini Keldânîlerden almışlar, ancak diğer komşu
milletlerden Yunanlılar, Romalılar ve İranlılar’dan da tıp sahasında istifade
ederek onlardan aldıkları bilgileri kendi malumatları ile bir araya getirmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Araplar bir hastayı manevî ve maddî olmak üzere iki türlü tedavi ederlerdi:
Okuyup üflemek, nüsha (muska) yazmak, Kâbe’ye kurban kesmek manevî tedavi
iken; ilaç vermek, şerbet ve bal içirmek, kan aldırmak ve dağlatmak da maddî
tedavi yoludur. Şaşıları tedavi için değirmen taşına baktırırlardı.
Şiir Arabın divanıdır;
tarihî her şeyini orada
bulabilirsiniz.
 Şiir ve Edebiyat: Araplar şiir söylemekte hususi bir kabiliyete ve zevke sahiplerdi.
Şiir ve edebiyat, onların fikri hayatlarının en başta gelen unsuru idi. En eski
devirlerden İslam devrine kadar şiir geleneği her kabilede sürüp gelmiştir. Neşe
ve kederlerini şiirle terennüm ederlerdi. Bütün kabilenin macerasını olduğu gibi,
şahsi kahramanlıklarını, ahlaki ve terbiyevi duygularını da şiirle dile getirirlerdi.
Şiirde bazen bin ölünün yokluğuna teessür olunur, bazen bir cengâverin
kahramanlığı tebcil edilir, bazen da bir kabilenin bir muharebede gösterdiği
şecaat ve cesaret tasvir edilirdi.
Araplar, şiirin nazımlı ve kafiyeli olmasına özen gösterirlerdi. İslam’dan önce
çok sayıda büyük Arap şairi yetişmiştir. Meşhur İmâmü’ş-Şu’ara ‘İmri’u’l-Kays’
bunların en büyüklerindendi. Onun dedesi ‘Mühelhel’ de, Araplarda ilk kaside
söyleyen şairdir. İmriu’l-Kays’ın şiir sanatını Yunanlılar’dan öğrenmiş olması
muhtemeldir.
Arapların bu devirde inşad ettikleri şiirlerin büyük kısmı, ‘gazel’, ‘medhiye’ ve
‘fahriye’den ibaretti. ‘Hecâ’, ‘itâb’, ‘itizâr’, ‘zühd’, ‘risa’, ‘temâsed’ ve ‘vâid’
tarzındaki şiirler de vardı. Kadın, erkek her Arap şiir söylerdi. Şairlerin birbirlerine
üstünlüğünü tayin için hususi meclisler kurulur, çocuklar bile şiir söylemeğe teşvik
edilirdi. Şairlerin kabile içinde önemli bir yeri vardı. Her şair, mensup olduğu
kabilenin şan ve şerefini yükseltmeğe hizmet eder; kabilenin tarihi meziyetlerini
gelecek nesillere aktarırdı. İslam devri Arapları, cahiliye devri Araplarının tarihlerini
de ancak bu şiirlerden öğrenerek yazabilmişlerdir. Sicistânî ancak bu sayede
‘Kitâbü’l-Mu’ammerîn’ adlı eserini yazabilmiştir. İbn Kuteybe, Câhız ve Dineverî,
eserlerinde bu şiirlerden istifade ettiler. Eski Arapların dinleri ve içtimaî yapılarının
tetkikinde de bunlara ihtiyaç duyulmuştur.
Araplar şairlere fevkalâde hürmet ederlerdi. Cahiliye devrinin çok sayıda şairi
arasında ‘Muallakat-ı Seb’a’ (Yedi Askı) şairleri İmriü’l-Kays, Tarefe, Amr, Haris,
Lebid, Züheyr ve Antere en meşhurları ve en itibarlıları idiler.
Araplar şairlerin hicivlerinden korkarlar, methiyeleriyle iftihar ederler ve
onlar tarafından methedilebilmek için her türlü fedakârlığı göze alabilirlerdi.
Araplar çok hassas bir kavim oldukları için beliğ ve sanatlı sözlerden de müteessir
olurlardı. Bu sebeple hitabet, Araplar arasında mühim bir yer işgal ederdi.
Hitabetin esasını haseb ve neseb, ahlâk ve terbiye gibi konular teşkil ederdi.
Hatipler başlarına sarık sararlar ve ellerindeki değneklere dayanarak ayakta bazen
de deve üzerinde nutuk irâd ederlerdi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Şairlerden çoğu hitabetle ve hatiplerden büyük bir kısmı da şiirle
uğraşmışlardır. Nutuklarında gayet beliğ cümleler kullanırlar, çocuklarını da güzel
konuşmaya ve hitabete alıştırırlardı. Hatipler aynı zamanda kabilelerinin sözcüsü
idiler. Cahiliye devrinin en meşhur hatibi ‘Kus b. Sâide’ idi. Hz. Peygamber bu zatı
tanımış; onun ‘Ukaz’ panayırında bir deve üzerinde irâd ettiği meşhur nutkunu
dinlemiş ve bundan daha sonraları bahsetmişti.
 Tarih: Cahiliye Arapları’nda bu gün anladığımız manada bir tarih ilmi mevcut
değildi. ‘Eyyâmu’l-Arab’ adıyla bilinen kabileler arası savaşlar, Yemen’de Me’rib
Seddi, onun yıkılışı ve Yemen’e ait bazı önemli tarihî hadiseler, ‘Zü-Nüvâs’ ve
‘Ashâb-ı Uhdûd’ (Yemen meliklerinden Zü-Nüvâs’ın Necrân ahalisinden yirmi
bin kişiyi Hıristiyanlıktan Museviliğe geçmedikleri için hendeklerde yaktırması)
hikâyesi, Habeşlilerin Yemen’i istilası, ashab-ı fil (istilâ için fillerle Kâbe’ye gelen
Yemen ordusunun) hikâyesi, putlara ait hikayeler, Cürhümlüler’e ait hikâyeler,
Zemzem’in kapanması ve bulunması, Kâbe’nin inşası ve tarihi, Hilfu’l-Füdul,
Hılfu’l-Mutayyibîn ve Ficâr harpleri gibi büyük tarihi olaylar, Araplarca bilinen
konulardı. ‘Ad’ ve ‘Semûd’ kabilelerine ait bilgiler, Tevrat’tan Belkıs ve
Süleyman hikâyeleri de yine Arapların malumu olan tarihi hadiselerdi.
HZ. MUHAMMED (S)
Araplar için soy sop çok
önemsenen bir
unsurdur. Bu yüzden,
çok gerilere giden
atalarına kadar
şecerelerini bilirlerdi.
İnsanlık tarihi içerisinde çeşitli yönleriyle şöhret bulmuş insanların hayat
hikâyeleri hakkında belki de en fazla bilgi sahibi olunan kişilerin başında İslam
Peygamberi Hz. Muhammed (s) gelmektedir. Buna rağmen onun da hayatının bazı
kesitleri hakkında hemen hiçbir malumat bulunmamaktadır. Yukarıda ifade
ettiğimiz gibi 63 yıllık hayatının 23 yılını peygamberlikle geçiren Resulullah’ın,
peygamberlik hayatı oldukça detaylı bilinmesine rağmen, 40 yaşında aldığı risalet
görevinden önceki dönemi hakkındaki bilgilerimiz oldukça kısıtlıdır. Mesela annesi
ve babası hakkında çok sınırlı bilgilere sahip olmamıza rağmen, doğumu hakkında
çoğu mucize anlatımlı oldukça fazla sayılabilecek detaylı bilgilere sahibiz. Yine 12
yaşına kadarki hayatı hakkında yeterince aydınlatıcı bilgiler bulunmakla birlikte, bu
yaştan 25 yaşına kadar çok az bilgimiz bulunmaktadır. Bu yaştaki evlilik ve ticaret
hayatına devamı, 35. yılda cereyan eden bazı olaylar ve risaletinin hemen öncesine
ait bazı anlatılar dışında, bu dönemler hakkındaki bilgilerimiz oldukça kısıtlıdır.
Soyu
Hz. Muhammed’in soyu hakkında oldukça zengin malumat vardır. Bu durum
sadece Hz. Peygamber’le ilgili olmayıp, diğer şahıslar için de geçerlidir. Bunu,
Araplarda gelişmiş olan ‘ensâb’ ilmine borçluyuz. Bu ilmin gelişmesinin sebebi,
Arapların asabiye sebebiyle atalarıyla övünmek için onları bilmeye ve sırasıyla
saymaya duydukları ihtiyaçtır. Allah Resulu’nün soyunun kesin bilinen en son ismi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Adnan olup bundan sonraki isimlerde ihtilaf vardır. Fakat soyunun Adnan
vasıtasıyla Hz İsmail’e ve dolayısıyla Hz İbrahim’e dayandığı kabul edilmektedir. İşte
bu mezkûr isimlerden dolayı Hz Peygamber’in soyunun mensup olduğu Kuzey
Araplarına, İsmâilîler veya Adnânîler denmektedir. Hz. Peygamber’in Adnan’a
kadar genel kabul gören nesebi şu şekildedir: Muhammed (s) b. Abdullah b.
Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b. Mürre b. Kâ’b b. Lüey b.
Gâlib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İyâs b.
Mudar b. Nizâr b. Mead b. Adnan. Bu tabloya göre Hz. Peygamber, Arapların, Hz
İsmail’in soyundan gelen Adnânîler kolundan, Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları
sülalesine mensup Abdullah b. Abdülmuttalib’in oğludur.
Hz. Resulullah, herkes tarafından bilinen asil, şerefli ve önemli bir ailenin
ferdi olarak dünyaya gelmiştir. Sevenleri kadar sevmeyen düşmanları da onu,
ailesiyle kınamamış; bilakis Arap geleneğinde kabul edildiği şekliyle asaleti tasdik
edilmiştir. Soyu hususunda her hangi bir boşluğun olmamasını, Arap geleneğinden
dolayı son derece normal görmelidir. Resulullah’ın büyük dedesi Kusay’ın Kâbe
hizmetlerini taksim ederek Mekke’yi teşkilatlandırması, dedesi Abdülmuttalib’in
Zemzem kuyusunu açarak Mekke’nin en büyük problemi olan su sıkıntısını çözmesi
ve Yemen valisi Ebrehe’yle yaptığı konuşmanın akabinde Kâbe’nin Ebrehe’nin
ordusundan korunması, bu sülaleye Mekkeliler nezdinde büyük itibar
kazandırmıştır. İşte Hz. Peygamber, ailesinden dolayı böyle itibarlı bir ortamda
doğmuş, büyümüş ve risalet görevine başlamıştır.
Hz. Peygamber’in hayatını anlamak için onun Arap toplumundaki soyunun ve
konumunun bilinmesi birçok açıdan önemlidir. Ona değer verilmesi, soyunun
asaletiyle ilişkilidir. Çünkü asabiyette, ferdin kendi kişiliğinden daha çok ailesinin
konumuna bakılıyor, daha sonra kişilik değerlendirmesi yapılıyordu. Öte yandan
Resulullah’ın yetim olarak büyümesinin onun dünyasında oluşturduğu yerinin
anlaşılması da önemlidir. Çünkü ezilmiş, itilip kakılmış ve horlanmış bir yetim ve
öksüz olarak değil, bilhassa asil ve görgülü bir aile ortamında büyümüş; kendisine
öksüz ve yetimliği hissettirilmediği gibi, tam tersine daha da kişilikli büyümesi için
son derece sevgi ve şefkatle, belki de biraz şımartılarak, dede ve amcasının
konumundan dolayı, başka çocukların görüp bilemeyecekleri hususları yaşayarak
büyümüştür. Bu yüzden onunla ilgili olarak ortaya atılan ‘eziklik’ polemiklerini
tamamen reddetmek gerekmektedir.
Coğrafi ve stratejik konumları itibariyle ticaretten başka geçim yolları
olmayan bu toplumun fertleri, ticaret sebebiyle kapalı toplum olmaktan kurtulmuş
ve Hindistan ve Çin’e kadar birçok devleti tanımışlardı. Hz. Peygamber’in
dedelerinin de geçimlerini bu şekilde sağladıklarını ve bu meslekî mirasın torunları
Muhammed’e (s) de kaldığını görmekteyiz.
Bu ticarî faaliyete önce amcası Ebu Talib’le, belli bir yaşa geldikten sonra da
kendi adına katılan Resulullah’ın, ailesinin geçimini sağlayacak şekilde kazançlı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
ticarî faaliyetlerde bulunduğunu söylemek mümkündür. Fakat burada daha önemli
olan, Allah Resulu’nün ticarî seyahatleri münasebetiyle tanıdığı ve muhtemelen
amcası ve dedelerinin de aynı şekilde yakınlık kurduğu Habeşistan’ı ve yöneticilerini
tanıması, Mekke’de işkence gören ashabını buraya göçe yönlendirmesidir.
Mekkelilerin yaz ve kış devam eden ve bu sayede zenginleştikleri ticari
seyahatlerine Kur’an-ı Kerim’de de vurgu vardır
“Kureyş'in emniyeti sağlanabilsin diye, kış ve yaz seferlerindeki emniyeti. O
halde bu Mabed'in Rabbine kulluk etsinler, O ki, aç kalmasınlar diye onları
beslemiş ve tehlikelerden emin kılmıştır.” (Kureyş/106: 1-4)
Resulullah’ın babası Abdullah gibi annesi Amine’nin de nesebi bilinmektedir.
O da yine Resulullah’ın dedelerinden Kilab’ın Zühre adlı oğlundan gelen kabileye
mensup olup, şeceresi şöyledir: Amine bt. Vehb b. Abdümenaf b. Zühre b. Kusay ….
Resulullah’ın Babası, Annesi ve Doğumu
Allah Resulu, yetim
olarak dünyaya gelmiş
ve altı yaşında da
annesini kaybederek
öksüz kalmıştı.
Fakat yetim ve öksüz
olmasının, onun manevi
dünyasında bir yıkıma
yol açtığını söylemek
asla mümkün değildir.
Allah Resulu’nün anne ve babası hakkında fazla bilgi sahibi değiliz. Babasıyla
ilgili olarak aktarılan birkaç bilgiden biri, daha sonra Resulullah’ın dilinden, “Ben iki
kurbanlığın oğluyum” rivayetiyle birleştirilerek anlatılacaktır. Buna göre, bu iki
kurbanlıktan biri, kurban ibadetinin temelini oluşturduğu rivayetiyle bahsedilen
babası tarafından İsmail’in (as) kurban edilme teşebbüsünü konu alan meşhur
olaydır. Diğeri ise, Resulullah’ın dedesiyle ilgili bir rivayettir: Resulullah’ın dedesi
Abdülmuttalib, bir gün Kâbe’de oturduğu yerde uyuya kalmış ve bu esnada
rüyasında Zemzem kuyusunun yerini görmüştür. Oğlu Haris’le birlikte rüyada
kendisine işaret edilen yeri kazarak kuyuyu açığa çıkarmış, fakat kuyu temizlenip
işlevsel hale gelince kabilesiyle arasında tartışma ve kavga çıkmıştır. Yalnızlığın
verdiği duyguyla, çevresindekilerle baş edemeyince çocukları çok olursa kimsenin
kendisine yan gözle bakamayacağını düşünerek, “bir gün on oğlu olursa, bunlardan
birini Allah’a kurban edeceğini” söyler. Oğullarının sayısı ona ulaşınca, oğlu
Abdullah’ı kurban etmek üzere ahdini yerine getirmek ister. Fakat toplumun ileri
gelenlerinin itirazı üzerine 100 deve diyet vermek suretiyle çocuk kurban
edilmekten kurtulur.
İLERİ OKUMALAR İÇİN
Araplarda çocuk kurbanı geleneği hakkında, Yavuz Yıldırım’ın “İslam Öncesi
Arap Yarımadasında Çocuk Öldürme Olgusu” (İstanbul Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi,
2003, sayı: 7, s. 79-111) başlıklı makalesini okuyabilirsiniz.
Diğer bir rivayet, yakışıklılığı ve duruşu ile dikkat çeken Abdullah’ın Amine bt.
Vehb ile vuku bulan evliliğidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Diğer bir rivayet de, neredeyse tüm Mekkeliler gibi ticaretle meşgul olan
Abdullah’ın, çıktığı ticaret yolculuğu esnasında, oğlunun doğumundan bir kaç hafta
önce Medine’de vefat etmesidir. Bunun üzerine Hz. Muhammed ve annesi
Amine’yi dede Abdülmuttalib himayesi altına aldı.
Mekke’de dul kalan Amine, rivayetlere göre rahat bir hamilelik geçirmiş ve
Resulullah’ın doğumu da oldukça rahat olmuştur. Doğum, genel kabule göre Fil
Vakasından 50 gün sonra Rebiülevvel ayının 12’sinde (20 Nisan 571) vuku
bulmuştur.
İLERİ OKUMALAR İÇİN
Fil Vakası hakkında, M. Mahfuz Söylemez’in “Fil Hadisesi’nin Arap
Yarımadasındaki Etkileri Üzerine Bir İnceleme” (İslami İlimler Dergisi, 2006, cilt: I,
sayı: 2, s. 115-130) başlıklı makalesini okuyabilirsiniz.
Torununun doğumunu müjdeleyenlere hediyeler veren dede Abdülmuttalib,
onu alıp Kâbe’ye giderek dualar etti, ‘herkesin onu övmesi ve yüceltmesi için’ ona
‘Muhammed’ ismini koydu ve bir ziyafet sundu. Yedi günlükken de onu sünnet
ettirdi.
Olağanüstü anlatımlara fazlaca yer veren kaynaklardan bir kısmı, Resulullah
doğduğu gece dünyanın birçok yerinde harikuladelikler meydana geldiğini
bildirmektedirler.
Sütanneyle Birlikte
Amine, oğlu Muhammed’i (s) birkaç gün emzirdirdikten sonra, sütanneye
verilinceye kadar o, Ebu Leheb’in cariyesi Süveybe tarafından emzirildi. Süveybe,
Hz. Hamza’yı da emzirdiği için, Allah Resulu aynı zamanda amcası Hamza ile
sütkardeş de olmaktadır. Arap geleneklerine göre çocuklar doğar doğmaz bir
sütanneye verilerek çöle gönderilirdi. Bunun birkaç sebebi vardı. En önemli sebep,
bebeğin sağlık durumu idi ki, çöl havası şehre göre daha uygun ve daha müsaitti.
İkinci sebep de, fasih dili benimsemek, öğrenmek ve geliştirmek, çölde, şehre göre
biraz daha kolay, elverişli ve gerçekçiydi. Çöl kalabalık yerlere göre tabiata daha
yakın ve insanı içine çekmekteydi. Bunu tüm Arapların yaşaması ve bilmesi istenir;
bu yüzden çocuklar genellikle iki yıl sütannelerinin yanında kalırdı. Hz. Peygamber,
sütannesi Halime, kocası Haris ve sütkardeşleri Şeyma ve Abdullah ile birlikte Beni
Sa’d yurdunda en az iki yıl kaldı.
Şakkus-Sadr (Şerhu’s-Sadr)
Sütannesinin yanında iken, rivayetlere geçen tek olay dışında Allah
Resulu’nün başından geçen herhangi bir önemli olay yoktur. Öyle anlaşılmaktadır
ki, Resulullah da tüm çocuklar gibi köy hayatını yaşıyor ve evi sütkardeşleriyle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
ortaklaşa paylaşıyordu. Bu olay da onun göğsünün yarılması olayıdır ki,
kaynaklarımızda ‘Şakkus-Sadr’ veya ‘Şerhu’s-Sadr’ diye geçmektedir. Bu rivayete
göre Resulullah, sütkardeşleriyle beraber köyün yakınlarında koyun güderken,
yanlarına gelen üç kişinin onu alıp bir düzlükte yere yatırdıkları ve göğsünü yararak
kalbini çıkarıp yıkadıkları ve şirk, günah, kötülük gibi her türlü pislikten
temizlediklerini ve daha sonra kalbi yerine koyarak göğsünü kapattıklarını
anlatılmaktadır. Bu olayı, Resulullah’ın bu yaşta günah ve kötülükten bir ameliyat
vasıtasıyla kurtarıldığını düşünmek yerine, daha sonraki dönemlerde meydana
gelebilecek her türlü zorluk ve sıkıntıya veya başarı ve zenginliğe karşı Allah
Resulu’nun gönül dünyasının dayanıklı ve olgun hale getirilmesi olayının bir anlatım
biçimi olarak değerlendirilmesinin daha doğru olduğunu düşünmekteyiz. Bu durum
Kur’an’da İnşirah sûresinde de vurgulanmaktadır. Hatta bu göğsün yarılması
rivayeti, birkaç kez vuku bulmuş olarak da anlatılmaktadır. Bunlardan biri vahiy
almaya başladığı yani risaletle görevlendirildiği zaman, bir diğeri ise risaletin 9.
yılında vuku bulan miraca çıkmasından öncedir.
“Biz kalbini açıp ferahlatmadık mı, ve üzerinden yük kaldırmadık mı, o belini
büken yükü? Şerefini ve itibarını yükseltmedik mi? Elbette her güçlükle birlikte
bir kolaylık vardır: Şüphesiz, her güçlükle bir kolaylık! Öyleyse sıkıntıdan
kurtulduğun zaman sağlam dur, ve yalnız Rabbine sevgiyle yönel.” (İnşirah/94:
1-8)
Bu dönemle ilgili diğer rivayetlerin tamamı, daha bu dönemde Allaha
Resulu’nun hayatında başkalıklar göründüğü ve bulunduğu her ortamda bereketler
ve bolluklar getirmesidir. Fakat çocuk, anlaşmaya uygun olarak iki yıl sonra geri
getirildiği zaman, hem Halime’nin çocukla özdeşleşmesinden ve elde ettiği bereket
ve bolluk hissinden dolayı ve hem de o esnada Mekke’de zuhur eden salgın bir
hastalık yüzünden, Amine’nin çocuğun geri götürülmesini ve bir müddet daha
çölde durmasının uygun olacağını söylemesinden dolayı, Hz. Peygamber’in
sütannesinin yanında kalması, akranlarına göre daha uzun sürmüştür. Bu hususta
kesin bir rivayet olmamakla beraber, annesinin Resulullah altı yaşında iken öldüğü
göz önüne alındığında ve annesiyle birkaç yıl geçirdiği düşünüldüğünde, onun dört
veya beş yaşına kadar çölde kaldığı tahmin edilebilir.
Halime’nin Resulullah’ı iade etmesinden sonra, annesiyle birlikte kaldığı bu
dönemde olanlar hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz veya dikkate değer bir
husus olmadığını söyleyebiliriz. Resulullah altı yaşındayken bir gün annesi, onu
Medine’deki Benu Adiy b. en-Neccâr kabilesinden olan dedesinin dayılarının yanına
götürdü ve Medine’de bir ay kaldılar. Mekke’ye dönüşte Âmine, Ebvâ denilen yerde
vefat etti ve orada defnedildi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Dedesi ve Amcasıyla Birlikte
Allah’ın Resulu, sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in şefkat ve
ihtimamıyla yaşadı. Abdülmuttalib onu hiç yanından ayırmaz, sürekli gönlünü okşar
ve her gittiği yere onu da yanında götürürdü. Tıpkı annesinin dediği gibi, “benim
bu oğlum ileride önemli biri olacak” diyerek torununda fark ettiği başkalığı
vurgulardı. Abdülmuttalib 82 veya diğer bir rivayete göre 110 yaşında ölürken
kendisinin torununa gösterdiği ihtimamı göstermesini tembihleyerek onu öz amcası
Ebu Talib’e emanet etti.
Zengin olmamakla beraber gönlü zengin ve cömert biri olan Ebu Talib
yeğenine gereken ihtimamı hayatı boyunca göstermiştir. Aynı şekilde karısı Fatma
bt. Esed de Resulullah’ı çocuklarından ayırt etmemiş; yetim ve öksüz Muhammed’e
durumunu hissettirmeyecek biçimde bir hayat yaşatmıştır. Allah Resulu ondan
bahsederken, “Annemin vefatından sonra, o benim annem olmuştu” diyecek ve
ölünceye kadar ona hürmet ve hizmette kusur etmeyecektir.
Hz. Muhammed, dedesinden gördüğü ihtimam ve sevgiyi amcasından da
görürken, bir yandan gelişmekte ve gençliğe erişmektedir. Maddi durumu bozulan
amcasına yardım etmek ve aile bütçesine katkıda bulunmak için, çok genç yaşta
hayatını kazanmak mecburiyetinde kalmıştır. Bu bağlamda onun daha ergenlik
yaşlarında Mekkeliler için çobanlık yapmaya başladığını; dokuz-on yaşında (başka
bir rivayette 13 yaşında) iken Suriye’ye bir kervan götürmekte olan amcasına
yardımcı olmak amacıyla refakat ettiğini (bir başka rivayete göre, amca Ebu Talib,
onun Mekke’de yalnız kalmaması ve yanından ayırmamak için yeğenini kervana
aldığını) biliyoruz. Aslında normal bir ticarî seyahat olan bu yolculukta, tartışmalı
bir rivayete göre, Dımaşk’ın güneyinde bulunan ‘Busra’ kasabası yakınında bir
manastırın rahibi olan ‘Bahira’ ile tanıştılar. Rahip Bahira aslında kimseyle
görüşmeyen biri olmasına rağmen, o sırada kervan hakkında tespit ettiği bir
harikuladelikten dolayı, tüm Kureyş kervanını misafir etmiş ve Resulullah’ı
tanıdıktan sonra, onun “çıkması beklenen peygamber olabileceğini” söyleyerek,
amcasına, “bu çocuğa çok dikkat etmesini ve Yahudiler’den uzak tutmaya özen
göstermesini” tembih etmiştir.
Hayatının bundan sonraki yıllarını Mekke’deki amcasıyla çalışarak ve
ticaretine yardım ederek geçirmiştir. Ancak Allah Resulu’nün bundan sonra
risaletine kadarki hayatı hakkındaki bilgiler oldukça az olup, şimdi o konulara temas
etmek istiyoruz.
Ficar Harplerine İştiraki
Cahiliye döneminde Araplar arasında bazen yıllarca devam eden savaşlar
meydana gelirdi. Ticareti güvenle yürütmek ve belli zamanlarda Kâbe’yi ziyaret
edebilmek için aralarında ‘Haram Aylar’ (savaşmanın haram kabul edildiği aylar)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
ihdas etmişler ve bu suretle rahat ve güvenle seyahat yapma imkânı elde
etmişlerdi. Yasağın ihlal edilerek bu aylarda harpler yapılmasından dolayı, Hz.
Peygamber’in gençliğin de Kureyşlilerin de katıldığı bir dizi harplere ‘Ficar Harpleri’
denilmiştir. Resulullah’ın bu harplere iştirakiyle ilgili farklı rivayetler vardır. Bunları
genel olarak şöyle değerlendirmek mümkündür. Ya onun çocukluk ve gençliğinde
tek bir harp olmuş veya Hz. Peygamber vuku bulan harplerden sadece birine iştirak
etmiştir ya da durum ve pozisyonuna göre, vuku bulan birkaç harbe iştirak etmiştir.
Çünkü bazı rivayetlerde onun savaş alanının gerisinde atılan okları toplayarak
amcalarına getirdiğinden bahsedilir. Bu durumda Resulullah çocuk yaşta olmalıdır,
yoksa bu iş, bir kabile toplumunda yetişkin bir genç için basit ve aşağılayıcı olabilir.
Yine bir başka rivayette ise ok veya mızrak kullandığından söz edilmektedir. Bu
durumda savaşa katılabilecek yaşta olduğu düşünülebilir. Hatta bu iki olay ayrı
zamanda meydana gelmiş olup, küçük olduğu bir savaşta ok, daha büyük olduğu
sonraki bir dönemde ise mızrak kullanmayı tecrübe etmiş olması muhtemeldir.
Hilfu’l-Fudûl Andlaşması
Resulullah (s)
gençliğinde katıldığı
‘Hılfu’l-Fudul’ için, yıllar
sonra, “bugün olsa aynı
işi yapar ve o
antlaşmaya iştirak
ederdim” demiştir.
Gençlik yıllarıyla ilgili diğer rivayet de, Allah Resulu’nun Hılfu’l-Fudûl
Antlaşması’na iştirak etmesi ve bu husustan bahsettiği sonraki yıllarda, “bugün olsa
aynı işi yapar ve antlaşmaya iştirak ederdim” diyerek, bu antlaşmayı övmesidir. En
çok kabul gören rivayete göre, Yemenli bir tüccarın getirdiği malı alan Âs b. Vâil,
ödemeyi yapmamış ve yapmayacağını da söyleyerek adamı terslemişti. Adam
malının karşılığını kesin olarak alamayacağını anlayınca, herkesin bulunduğu bir
sırada Kâbe’ye gidip feryat ve figanla durumunu anlatarak yardım istemiştir. Orada
bulunan herkes adama hem acımış, hem üzülmüş ve hem de utanarak, böyle bir
olayı yapanlardan bunun hesabını sormak gerektiği kanaatine varmışlardı.
Aralarında bazı aşiret lider ve ileri gelenleri ile Resulullah’ın da bulunduğu bir grup
insan, Abdullah b. Cüd’an’ın evinde toplanarak ne şekilde hareket edilmesi
gerektiği hususunda sözbirliği ettiler: “Mekkeli veya Mekke dışından gelmiş olan
herhangi bir insan, hangi sebeple olursa olsun zulme ve haksızlığa uğramış ise,
mazlumun hakkı geri alınıncaya kadar zalime karşı mazlumun yanında hareket
etmek” üzere yeminleştiler ve ilk icraat olarak Âs b. Vâil’den Yemenli’nin hakkını
alıp iade ettiler. Daha sonraki dönemlerde de bu kurum gerektiği durumlarda
benzer uygulamaları icra etmekten geri kalmamıştır.
Bundan sonraki dönemlerde Allah Resulu’nun yaptığı şey, rivayetlerde
herhangi bir detay olmamasına rağmen, ticarete devam etmesi ve bunun için de
gerektiği durumlarda Suriye, Yemen vb. yerlere gitmiş olmasıdır.
Hz. Hatice İle Evliliği
Bundan sonraki döneme ait rivayetler arasında sırasıyla zikredilecek olan,
öncelikle Resulullah’ın evliliğidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Allah Resulu hakkındaki rivayetlerden onun bazı yeteneklerini, huylarını ve
karakterine ait birçok ipuçlarını yakalamaktayız. Risalet öncesi dönemde onunla
ilgili bize kadar ulaşan bilgilerden anlıyoruz ki, o şair değildir, çok konuşmayı
sevmez, kahraman değildir (mesela adı Hamza gibi Aslan avcısına çıkmamıştır),
Mekke’de lider konumda değildir. Ama peygamberlik öncesinde ve sonrasında dost
düşman, seven sevmeyen herkesin ittifakla söylediği ve itiraf ettiği bir yönü vardır
ki, o da ‘emin’ (güvenilir) olmasıdır. Bu durumun onun ticari hayatında lehine
kazanç sağladığını düşünebiliriz. Bu da onun hem kazançlı çıkmasına hem de
çevresini genişletmesine yol açmıştır.
Güvenilir olmasının sonuçlarından biri de Hz. Hatice ile olan evliliğidir. Hz.
Peygamberin ticari hayatıyla ilgili rivayetlerden çıkardığımız sonuca göre o, bazen
amcası ve kendi adına seyahate çıktığı gibi, bazen de başkaları adına ticaret yaptığı
oluyordu. Bir gün Mekke’nin zenginlerinden olup, ticari işlerini daha çok emrindeki
adamları ve vekilleri vasıtasıyla yürüten dul bir hanım olan Hatice bt. Huveylid’in
mallarını satmak için anlaştı. Yemen yolundaki Hubaşe’ye gidecekti. Resulullah bu
ticaretten büyük bir karla döndü ve bu anlaşmayı diğerleri takip etti. Hz. Hatice
yapılan ticaretten elde ettiği kârdan memnundu. Hatta Resulullah’la birlikte
yolculuk yapan kölesi Meysere’nin Resulullah hakkında anlattıklarını ve onunla ilgili
saygı ve övgü dolu ifadelerini de dinlemekten kendisini alamıyordu.
Zenginliği ve güzelliğinden dolayı şimdiye kadar yapılan birçok evlilik teklifini
reddeden Hatice, kendisinin de beğendiği ve uzaktan uzağa tüm hal ve
hareketlerini takip ederek soruşturduğu Hz. Muhammed’e evlilik teklifi yaptı. Bu
sırada genel kabul gören rivayetlere göre Hatice 40, Peygamberimiz ise 25
yaşlarındaydı. Resulullah da bu teklifi amcasıyla paylaşarak değerlendirdi ve kabul
etti.
Hz. Hatice validemiz,
Resulullah (s) için, bir
eş olmaktan çok daha
fazla bir şeydir.…
Mekke’de çok eşlilik yaygın olmasına rağmen Allah Resulu, Hz. Hatice’nin
vefatına kadar, ikinci bir eş almadı ve bu evlilikten dördü kız olmak üzere altı
çocuğu oldu. İlk doğan çocuk Kasım'dı ve Peygamberimiz, ondan dolayı ‘Ebu'lKasım’ künyesini taşırdı. Kasım iki yaşlarında vefat etti. Peygamberimizin ikinci
çocuğunun ismi Abdullah olup, Tayyib ve Tahir lakaplarıyla da anılır. Bundan sonra
Hz. Hatice'den ilk doğan kızı, Hz. Zeyneb idi. Zeyneb doğduğu zaman,
Peygamberimiz (s) otuz yaşında bulunuyordu. Zeyneb'den sonra, Rukiyye doğdu.
Hz. Rukayye doğduğu zaman, Peygamberimiz (s) otuz üç yaşında idi. Hz.
Rukayye'den sonra, Hz. Ümmü Külsûm doğdu. Hz. Ümmü Külsûm'dan sonra,
Kâbe’nin inşa edildiği yıl Hz. Fâtıma doğdu.
Bu evliliğin verdiği huzur ve mutluluk vefatına kadar, Allah Resulu’nun
ağzından düşmeyecek ve her zaman Hz. Hatice’den hayır ve minnetle
bahsedecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Hz. Hatice Resulullah’a olduğu kadar onun hısım ve akrabası ile sütanne ve
kardeşlerine de her fırsatta izzet ve ikramda bulunmaktan geri kalmamıştır.
Resulullah’a peygamberlik görevi verildiği zaman dört kızı hayatta idi. Fakat
evindeki çocuklar sadece bunlardan ibaret değildi. Daha evliliğinin ilk yıllarında Hz.
Hatice, satın aldığı Zeyd b. Harise adındaki köleyi Allah Resulu’ne hediye etti ve o
da onu azad ederek evlat edindi. Bundan başka diğer bir kişi de amcası Ebu Talib’in
oğlu Ali idi. Onun Allah Resulu’nün ailesine katılması şöyle olmuştur:
Resulullah’ın amcası Ebu Talib kalabalık bir nüfusa sahipti. Ailesinin geçimini
sağlamakta zorlanan Ebu Talib’in sıkıntı yaşadığını fark eden Peygamberimiz,
Mekke’nin zenginlerinden olan amcası Abbas'a, zaten yokluk içindeki Ebu Talib’e
iyice sıkıntı veren kıtlığın onun belini iyiden iyiye büktüğünü hatırlatarak, yardımcı
olmaları gerektiğini söyledi. Her biri birer çocuğunu yanlarına almakla onun yükünü
paylaşabileceklerini düşündüler. Durumu Ebu Talib’e açtılar. O da, "Akîl ve Talib'i
bana bırakın, diğerlerinden istediğinizi alın." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
Hz. Ali'yi, Hz. Abbas da Hz. Cafer'i yanına aldı.
Kâbe Hakemliği
Allah Resulu 35 yaşlarındayken binası yıpranan Kâbe’nin onarımı için
Kureyş’in bir teşebbüsünden ve Resulullah’ın da burada Hacerülesved’i yerine
yerleştirmesinden bahsedilir. Rivayetlere göre daha önceleri de Kâbe birkaç yangın
ve sel felaketine uğramış bir durumda olup yıllardır herhangi bir tamir
geçirmemişti. Esasen halk da onun bir tamir görmesini istiyordu; ama onları
engelleyen iki şey vardı. Birincisi tamir malzemesini temin edememek, diğeri ise,
bu mübarek ve kutsal binanın tamirine yeltenme cesaretini kendilerinde
bulamamak. İşte tam bu sıralarda Cidde’de karaya vurmuş büyük bir geminin
enkazının bulunduğu haberini aldılar. Aralarında yaptıkları kısa bir istişareden
sonra, malzemeyi satın alıp tamire başlamaya karar vererek dediklerini de yaptılar.
Tamirin önündeki engel çözülmüş ancak yıkım ve yapım işinde ihtilaf çıkmıştı.
Sonunda onu da çözerek, bu işleri kabileler arasındaki bir taksimatla hallettiler.
Hayırlı ve doğru bir iş yaptıklarını söyleyerek ve birbirlerini yıkım işine de ikna
ederek inşaata başladılar.
İnşaat yapımı huzur ve sükûnet içinde devam ederken duvarlar yükselmiş,
fakat Hacerülesved’in yerine konması işinin kim tarafından yapılması gerektiği
hususunda ihtilaf çıkmıştı. Bu husus ciddi bir şekilde tartışılmış, herkes gerilmiş ve
kavga yapacak hale gelmişti ki, içlerinden biri, ‘Kâbe’nin çevre kapısından ilk
girecek kişinin hakemliğini’ teklif etti. Herkes bunu kabul etti ve beklemeye
koyuldular. Derken kapıdan ‘Muhammedü’l-Emin’in girdiğini görünce memnun
oldular. Çünkü onun, emin ve adil biri olduğuna, doğru ve yerinde bir karar
verebileceğine kanaat getiriyorlardı. Nitekim ona teklif yapılınca, o herkesi
memnun eden bir karar vererek, genişçe bir yaygı getirilip, Hacerülesved’in de
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
onun üzerine konmasını ve her kabilenin temsilcisinin yaygının bir kenarından
tutarak onu taşımalarını önerdi. Herkes bunu kabul ve icra edince, Hacerülesved’in
yerine konma işini de bizzat kendisi yaptı ve böylece herkes memnun oldu.
Yalnızlık Sevgisi ve Hıra’ya Çekilmesi
Bundan sonraki rivayetler, Allah Resulu’nün sebebini bilmediği bir biçimde
yalnız kalma arzusu duyması ve bunu gerçekleştirmek için de dedesi ve Mekke’deki
bazı insanların dağlara veya mağaralara çekildiği gibi bir mağaraya çekilmesi olayı
hakkındadır.
Rivayetlere göre 37-38 yaşlarında olduğu sıralarda Allah Resulu’nün
gönlünde uyanan ve sebebini bilmediği bir arzuyla yalnız kalmak istediğini ve derin
derin tefekküre daldığını görmekteyiz. Belki Mekkelilerin içinde bulundukları çok
karışık ve ibtidai dinî manzaradan sıkılıyor ve üzüntü duyuyordu; hayatın anlamını,
insanların neden yaratılıp kâinatın sonunda ne olacağını, bunca nimet ve varlığın
kimin için, neden ve nasıl yaratıldığını ve öldükten sonra ne olduğunu sormaya
başlamıştı.
Çok sık zuhur eden böyle günlerde Hz. Muhammed, Mekke’nin
kuzeydoğusunda ve 5 km.’lik mesafedeki ‘Cebelu’n-Nur’daki (Nur Dağı) ‘Gâr-ı
Hıra’ya (Hıra Mağarası) çekilerek kendini manevi murakabeye vermekteydi. Bu
tarzın dedesinden kaldığı ve belki de çocukluğunda bu mağaraya gelirken yanında
sevgili torununu da getirdiği ve Resulullah’ın da zihninde kalan bir uygulama
olduğu düşünülebilir. Bilhassa ramazan ayı boyunca yaptığı bu inzivaya çekiliş, çok
hoşuna gidiyor, onu ruhî ve manevî bir sükûn ve tatmine kavuşturuyordu. Burada
belki tefekkürün dışında bazı ibadetlerle de meşgul olduğu düşünülebilir, ama
bunların mahiyet ve biçimleri hakkında herhangi bir bilgiye sahip değiliz.
Rüyaları
İlk vahyin nüzulune
yakın zamanlarda, Allah
Resulu’nün (s) gördüğü
rüyalar, gündüz gibi
açığa çıkmaya
başlamıştı.
Yine Allah Resulu’nun 39 yaşından sonra müşahede ettiği hususlardan birinin
de, geceleyin gördüğü rüyaların ertesi gün aynen açığa çıkması ve kendisinin de
bunu fark etmesi olduğudur. Bunun ne sıklıkla ve nasıl olduğu hakkında detaylı bir
bilgimiz olmamakla beraber, Resulullah’ın bu duruma bir anlam veremediği veya
buna bir anlam yüklemediği anlaşılmaktadır. Ancak bu durumu, bu sürecin
sonunda aldığı ‘Risalet’ görevi ile irtibatlandıran bazı alimler, bu rüyaların ilk
vahiyler olduğunu veya ilk vahiylerin de rüya yoluyla gelmiş olduğunu
söylemişlerdir ki, buna katılmadığımızı belirtmek istiyoruz. Çünkü bu hali ne vahiyle
irtibatlandırmak doğrudur, ne de bizzat Allah Resulu’nün bu hususta bir beyanı
vardır. Bununla birlikte vahyin rüya yoluyla gelebileceğini söyleyen alimlerin
bulunduğunu da hatırlatmak istiyoruz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
•
Bu inziva ve itikaflarının sonunda bir gece ‘vahiy’ hadisesi vuku buldu.
Ramazan ayının sonuna doğru son on gün içinde bir gece Cebrail ona
Allah’ın kendisini insanlara peygamber olarak seçtiğini bildirdi. O 40
yaşındaydı ve tarihler 610 yılını gösteriyordu.
Tartışma
İlk Vahiy
•Hz. Muhammed'in (s) Hicaz bölgesine Peygamber olarak
gönderilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Konuyu gerekçeleri ile
forumda tartışabilirsiniz.
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma
forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
Bireysel Etkinlik
Hz. Peygamber’in (s) vahiy alışı, rivayetlerde ayrıntılı olarak bildirilmiştir.
Tarihî bir hadiseyi anlamanın yollarından biri de, o olayı zihnimizde hayal ederek
canlandırmak ve empati yaparak anlayabileceğimiz şekilde kurgulamaktır. Allah
Resulu’nün (s) vahiy alış sahnesini, biz de Hıra Mağarasına giderek ve onun halini
zihnimizde canlandırarak düşünebiliriz. Böyle bir süreci idrak edip anlayabilmenin
ve aynı şeyi diğer tüm tarihî hadiselere de uyarlamanın çok kere mümkün olduğu
akıldan çıkarılmamalıdır. Çünkü bunu yapacak kadar bol rivayete sahip
olduğumuzu düşünmekteyiz.
• Allah Resulu'nun (s), sizin en çok neyiniz olmasını
arzu ederdiniz? Empati ve hayalle düşününüz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Özet
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
• Allah Resulu Hz. Muhammed'in (s) hayatının bilinmesi kadar, Kur'an-ı
Kerim'in de hakkıyla anlaşılabilmesi için 'Cahiliye Dönemi' diye
adlandırdığımız İslam öncesi dönemin bilinmesi gerekmektedir.
Burada 'cahiliye' kelimesi, 'bilgisizlik' anlamında değil, 'Araplar'ın
İslam'dan önceki dinî ve sosyal hayat telakkilerini' ve bilhassa
'şirklerini' ifade eden bir kavram olarak anlaşılmalıdır.
• Araplar esas olarak Hz. İbrahim (as) ve oğlu İsmail'i (as) tanımışlar ve
peygamber olarak kabul etmişlerdi. Bu yüzden tüm Hicaz bölgesi
Arapları için önemli şahsiyetler olarak konumlandırılmışlar ve
getirdikleri dini gelenekleri sürdürmüşlerdi. Bunların başında
Mekke'ye önem ve kişilik katan Kâbe gelmekteydi. Kâbe'nin tüm
Araplar'ca kutsal kabul edilmesi, buranın ziyaretine ve diğer taraftan
da, ticaret ve kültür merkezi olmasına yol açmıştı.
• Coğrafi konumu itibariyle hiç cazip olmadığı için herhangi bir saldırı ve
işgale uğramadan asırlarca asıl kimliğini ve konumunu korumuş, bu
durum da toplumda bilhassa şiir ve efsane gibi sözlü kültür
unsurlarının iyi bilinmesine ve çok güçlü bir kabile dayanılşmasına yol
açmıştı. Öyle ki, herkes kabilesine dayanmak ve yaslanmak zorundadır
ve bu dayanışmanın dışında da asla hareket etmesi beklenemez.
• Toplum bir yandan İbrahim ve İsmail Peygamberler'in (as) şeriat ve
gelenekleri kısmen sürdürürken, diğer yandan da zamanla bu
unsurlara şirk ve putperestlik karıştırmıştır. Hatta her kabilenin, her
evin ve neredeyse her şahsın putu vardı. Bir ve Yüce olan Allah'ı biliyor
ve kabul ediyorlar, ancak onun yanında kendilerine şefaat
edeceklerine inandıkları diğer varlıklara da tapmak suretiyle, Allah'ın
zat ve sıfatına eş ve eşit varlıkları kutsuyorlardı. Bunların arasında
putlar kadar, melekler ve çok sayıdaki yıldızlar da vardı. Ahirete
inanmıyorlar ve 'zaman'a özel bir güç ve kutsiyet yüklüyorlardı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Özet
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
•Çok sayıdaki bu müşrikler yanında az sayıda da olsa Yahudi ve
Hıristiyan da vardı. Bunların bir kısmı yabancı kökenli olup köle ve
mevalidendi. Ayrıca o bölgeden olan ve toplumun dini geleneklerine
karşı çıktığı için 'Hanif' diye adlandırılan birkaç kişi de vardı ki, bunlar
Hz. İbrahim'in (as) dininin saflığını ve doğruluğunun arayıcıları olup ne
putlara taparlar, ne putlara kesilen kurbanların etinden yerler ve ne de
fısk ve günaha meylederlerdi.
•İşte Allah Resulu Hz. Muhammed (s) böyle bir ortamda doğdu ve
büyüdü. Ailesi, anne ve baba itibariyle Araplarca asil ve şerefli kabul
edilen bir aileden olup, Resulullah'ın doğumu ve ilk çocukluk yıllarında
Mekke'nin lideriydi. Dedeleri Mekke şehir ve halkına çeşitli hizmetler
etmiş ve toplum içinde saygın yer edinmiş bir aileydi. Mekke şehri,
Kâbe merkezli çeşitli görevleri üstlenmiş ailelerce yönetilir ve her aile
(kabile), yönetimde ortak hakka sahiptir. Ancak bu hakkı kabilesinin
gücü, nüfuzu ve zenginliği oranında kullanabilirdi.
•Mekke, Rebiülevvel ayının 12’sinde (20 Nisan 571), dünyanın kaderini
değiştirecek ve kıyamete kadar kendinden övgüyle söz ettirecek bir
şahsın doğumuna şahit oldu. Kırk yaşında peygamberlikle
görevlendirilecek Muhammed adı verilen bu bebeğin babası Abdullah,
doğumundan önce ölmüştü. Araplardaki geleneğe göre doğumdan
hemen sonra Beni Bekr kabilesinden Halime adlı bir kadına süt çocoğu
olarak verildi ve yaklaşık olarak 4-5 yaşına kadar orada kaldı. 6 yaşında
da annesini kaybeden Muhammed (s), vefatına kadar dedesinin sevgi
ve himayesinde büyüdü. Mekke'nin lideri olan dedesi Abdulmuttalib,
torununa özel bir ihtimam gösterir ve onu yanından ayırmazdı. Ancak
iki yıl sonra vefat etmeden önce, torununu büyük oğlu ve
Muhammed'in (s) öz amcası Ebu Talib'e emanet etti.
•Amcasının yanında ve onun çocuklarıyla birlikte büyüyen Muhammed
(s), amcasının mesleğini edindi ve genç yaştan itibaren ticaretle meşgul
oldu. Bu ticareti esnasında Şam'dan Yemen'e kadar birçok yeri görüp
tanıma imkânı buldu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Ödev
Özet
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
• Ticaret hayatı esnasında onun, kabilesi ve Mekke toplumuyla
münasebetleri de son derece olumlu olup, kişilik ve dürüstlüğüyle
tanınmış, 'Emin (güvenilir) Muhammed' anlamında 'Muhammedü'lEmin lakabını almıştı. Herkes tarafından sevilip güvenilen bir kişi
olmak, onun hem Hz. Hatice ile olan evliliğinde ve hem de Kâbe'nin
tamiri esnasında Hacerül Esved'in yerine konmasında belirleyici
olacaktır.
• Hz. Muhammed (s), kabilesinin bir üyesi olarak, cereyan eden birtakım
olayların içinde de yer almıştır. Mesela Ficar savaşları denen ve
çocukluk ve gençlik çağlarında vuku bulan harplere iştirak ederek
yaşına ve durumuna göre pozisyon almıştır. Yine daha sonraki
dönemlerde hakkında övgüde bulunduğu 'Hilfu'l-Fudûl' denen ve hakkı
yenenleri ve ezilenleri koruma ve kollama işini üstlenen bir cemiyette
fiili olarak yer almıştır.
• Hz. Peygamber'in Hz. Hatice ile olan evliliğinden 6 çocuğu olmuş,
Araplardaki çok eşlilik geleneğine rağmen, Hz. Hatice ölünceye kadar,
Allah Resulu başka bir kadınla evlilik yapmamıştır. Bir eş olduğu kadar,
arkadaş, danışman, yardımcı ve koruyucu da olan Hz. Hatice, Allah
Resulu'ne 'ilk inanan' kişi olarak da tarihe geçmiştir.
• Allah Resulu Hz. Muhammed (s), 40 yaşlarına doğru içinde yanlızlık
sevgisi ve yanlız kalma hissi duymuş ve bunu gidermek için de Mekke
yakınlarındaki Nur Dağında yer alan 'Hıra Mağarası'na gidip gelmeye
başlamıştır. Öyle ki, yanına bir miktar azık alır, o yiyecek bitinceye
kadar, günlerce bu mağarada kalır, tefekkürle vaktini geçirirdi.
• İşte böyle bir vakitte, yalnız başına mağarada tefekkürle meşgulken
Cebrail gelerek kendisine 'Peygamberlik Görevi'nin verildiğini
söylediğinde, kendisi 40 yaşındaydı ve tarihler 610 yılını gösteriyordu.
• Allah Resulu'nun zamanında mı yaşamak isterdiniz,
yoksa onun mu şimdi yaşamasını isterdiniz? Her ikisi
de olamayacağına göre, kendi durumunuzu ifade eden
algıyı, yani onun tebliğini kendi dünyanıza taşımayı 200
kelimeyi aşmayacak şekilde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında
yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Terim olarak ‘cahiliye’, aşağıdakilerden hangisine karşılık gelmektedir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Okuma yazma bilmeme
b) Cehalet içinde yüzme
c) Arapların İslam'dan önceki dinî ve sosyal hayat telakkileri
d) Arapların İslamiyet gelmeden önceki dinlerinin adı
e) Hz. Peygamber’e kadar geçen zaman dilimi
2. Mekkelilerin ahiret inancı açısından aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Çoğu Ahirete inanırlardı.
b) Ahiret yerine ‘zaman’ın her şeyi halleden bir gücü olduğuna inanırlardı.
c) Reenkarnasyona inanırlardı.
d) Ahireti hiçbir zaman duymamışlardı.
e) Azı ahirete inanmazdı.
3. Hz. Peygamber’in nesbî kimliğini aşağıdakilerden hangisi daha iyi ifade eder?
a) Asil, hür, Kureyş
b) Arap, Adnani, Kureyşi, Haşimi
c) Abdullah’ın oğlu
d) Mekki, hür
e) Muttalibi, Kureyşi , Mekki
4. Hz. Peygamber’in sütannesi hakkında aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Kureyş-Halime
b) Kureyş-Fadime
c) Sa’d-Halime
d) Bekr-Şeyma
e) Kureyş-Ümmü Eymen
5. Ficar harpleri ne zaman olmuştur?
a) Hicretten sonra
b) Peygamberimizin çocukluk ve gençliğinde
c) Peygamberimizin doğumundan çok önce
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
d) Fil olayının akabinde
e) Vahiy almaya başladıktan sonra
Cevap Anahtarı:
1.c 2.b 3.b 4.c 5.b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Apak, Adem, Asabiyet ve Erken Dönem İslam Siyasî, Düşünce Kitabevi, Bursa 2004.
Apak, Adem, Anahatlarıyla İslam Tarihi (I) Hz. Muhammed (sav) Dönemi, Ensar
Yay., 4. Baskı, İstanbul 2009.
Azimli, Mehmet, Siyeri Farklı Okumak, Ankara Okulu Yay. Ankara 2010.
Belâzurî, Ebû’l-Abbâs Ahmed b. Yahyâ b. Câbir, Ensâbu’l-Eşrâf, Mısır 1379/1959.
Berki, Ali Himmet-Osman Keskinoğlu, Hatemü’l Enbiya Hz. Muhammed ve Hayatı,
DİB Yay., Ankara 1966.
Çağatay Neşet. İslâm Dönemine Dek Arap Tarihi, Ankara 1993.
Çağrıcı, Mustafa, “Asabiyet” maddesi, DİA, III,453-455.
Dahlan, Ahmed Zeynî, Sîretü’n-Nebî, Beyrut, tsz..
Derveze, İzzet, Kur’ân’a Göre Hz. Muhammedin Hayatı I-III, çev.: Mehmet Yolcu,
Ekin Yay., 3. Baskı, İstanbul 1988.
Diyârbekrî, Hüseyin b. Muhammed b. Hasan, Târîhu’l-Hamîs fî Ahvâli Enfesi Nefîs III, Beyrut tsz..
Esed, Muhammed, Kur’ân Mesajı, Meal-Tefsir, çev.: C. Koytak-A. Ertürk, İşaret Yay.,
6. Baskı, İstanbul 2004.
Ezrakî, Ebû’l-Velîd Muhammed b. Abdillâh, Ahbâru Mekke ve mâ Câe fîhâ mine’lÂsâr, Mekke 1385/1965.
Hamidullah, Muhammed, İslâm Peygamberi (Hayatı ve Faaliyeti) I-II, çev. Salih Tuğ,
İrfan Yay., 5. baskı, İstanbul 1990.
Hamidullah, Muhammed, “Hilfü’l-Fudûl” maddesi, DİA, XVIII,31-32
Heykel, M. Hüseyin, Muhammed, Hz. Muhammed’in Hayatı I-II, çev. Vahdettin
İnce, Yöneliş Yay., İstanbul 2000.
Hitti, Philip, Siyasi ve Kültürel İslam Tarihi I-IV, çev. SalihTuğ, İstanbul 1980
Hizmetli, Sabri, İslam Tarihi-İlk Dönem, 5. Baskı, Ankara Okulu Yay., Ankara 2006.
İbn Habib, Ebû Ca’fer Muhammed b. Habîb b. Ümeyye Bağdâdî, Kitâbu’lMünemmak fi Ahbâri Kureyş, Beyrut 1405/1985.
İbn Hacer, el-Askalânî, Ebü’l-Fazl Şihâbüddin Ahmed b. Ali, el-İsâbe fî Temyîzi’sSahâbe, Kahire 1358/1939.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
İbn Hazm, Ebû Muhammed b. Ali b. Ahmed b. Saîd ez-Zâhirî, Cevâmi’u’s-Sîreti’nNebeviyye, Mısır tsz..
İbn Hazm, Cemheretu Ensabi’l- Arab, Beyrut 1983
İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik b. Eyyûb el-Himyerî, es-Sîretü’nNebeviyye, Beyrut 1391/1971.
İbn İshâk, Ebû Abdillah Muhammed b. İshâk b. Yesâr, Sîre, Konya 1981.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Ebu Abdullah Şemseddin Muhammed, Zâdü’l-Me’âd fî
Hedyi’l-Hayri’-l-’İbâd, Mısır 1390/1970.
İbn Kelbi, Putlar Kitabı-Kitabu’l- Asnam, çev. Beyza Düşüngen, Ankara 1969
İbn Kesîr, İmâmüddin İsmâil b. Ömer, Ebü’l-Fidâ, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut
1386/1966.
İbn Kesîr, İmâmüddin İsmâil b. Ömer, Ebü’l-Fidâ, es-Sîretü’n-Nebeviyye, Beyrut
1396/1976.
İbn Sa’d, Ebû Abdillah Muhammed ez-Zührî, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut
1380/1960.
İbn Seyyidinnâs, Ebü’l-Feth Fethuddin Muhammed b. Muhammed, ‘Uyûnü’l-Eser fî
Fünûni’l-Meğâzî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer, Beyrut tsz..
İbnü’l-Esîr, İzzeddun Ebû’l-Hasan Ali b. Ebi’l-Kerem Muhammed b. Abdi’l-Kerim eşŞeybânî, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut 1385/1965.
İslamoğlu, Mustafa, Hayat Kitabı Kur’ân, Gerekçeli Meal-Tefsir, Düşün Yay.,
İstanbul 2008.
Cevad Ali, el-Mufassal fî Tarihi’l-Arab Kable’l-İslam I-IX, Bağdad 1993
Kâdî İyâd, Ebû’l-Fadl İyâd b. Mûsâ b. İyâd el-Yahsubî, eş-Şifâ bi-Ta’rîfi Hukûki’lMustafâ, Kahire tsz..
Köksal, Mustafa Asım, İslam Tarihi I-XVIII, Şamil Yay., İstanbul 1987.
Lıngs, Martin, Hz. Muhammed’in Hayatı, (Çev. Nazife Şişman), İnsan Yay.
Mahmud Esad (Seydişehrî), İslâm Tarihi, Tarih-i Dîn-i İslâm, yay. haz. A. L. KazancıO. Kazancı, İstanbul 1983
Mes’ûdî, Ebû’l-Hasen Ali b. Hüseyin, Murûcu’z-Zeheb, thk. Yusuf Es’ad Dâğir, 2.
Baskı, Kum 1404/1984.
Müslim, Ebû’l-Hüseyn Müslim b. Haccâc, Sahîh, İstanbul 1329/1911.
Palabıyık, M. Hanefi, “Cahiliye Dönemi ve İslam’ın İlk Yıllarında Okuma-Yazma
Faaliyetleri”, Atatürk Üniv. İlahiyat Fakültesi. Dergisi, Erzurum, 2007, sayı: 27, ss.
31-68.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
İslam Öncesi Arap Toplumu ve Hz Muhammed’in Peygamberliğine Kadarki Hayatı
Sarıçam, İbrahim, Başlangıçtan Abbasilere Kadar Emevî-Haşîmî İlişkileri, Ankara,
1997.
Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2001.
Suyûtî, Ebû’l-Fazl Celâlüddin Abdurrahman b. Ebî Bekr, el-Hasâisü’l-Kübrâ, Kahire
1387/1967, I,312-314 (çevirisi: İmâm Suyûtî, Olağanüstü Yönleriyle
Peygamberimiz-el-Hasâisu’l-Kübrâ I-III, çev. Naim Erdoğan, thk. ve red.: Muharrem
Tan, Gerçek Hayat Yay. (İz Yay.), İstanbul 2003.
Süheyli, Ebû’l-Kasım Abdurrahman b. Abdullah b. Ahmed, er-Ravdu’l-Ünüf, Mısır
1332/1913.
Şâmî, Muhammed b. Yusuf es-Sâlihî, Sübülü’l- Hüdâ ve’r- Reşâd fî Sîreti Hayri’l‘İbâd I-XIV, thk. Adil Ahmed Abdulmevcûd-Ali Muhammed Mu’avvez, Dâru’lKütübü’l- ‘İlmiyye, Beyrut, 1414/1993.
Şibli, Mevlana, Asr-ı Saadet I-V, çev. Ö. Rıza Doğrul, Eser Yay., İstanbul 1977-1978.
Şulul, Kasım, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İnsan Yay., 2.
baskı, İstanbul 2008.
Taberî Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Mısır
1326/1908.
Ya’kûbî, Ahmed b. Ebî Ya’kub b. Ca’fer b. Vâdıh el-Kâtip, Târîhu’l-Ya’kûbî, Necef
1358/1939.
Zehebî, Ebû Abdillah Şemsüddin Muhammed b. Ahmed b. Osman, Târîhu’l-İslâm IVI, Siyer I, çev. Muzaffer Can, Cantaş Yay., İstanbul 1994-2002.
Zeydan, Corci, Medeniyet-i İslamiyye Tarihi, (Çev. Z. Megamiz), İstanbul 1328.
Zübeyrî, Ebû Abdillah Mus’ab b. Abdillah b. Mus’ab, Nesebu Kureyş, Kahire
1373/1953.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
• İlk vahiy
• Fetretü'l-vahiy
• İlk namaz
• İslam'a davet ve ilk müslümanlar
• Hz. Ali'nin müslüman oluşu
• Açık davetin başlaması
• Daru'l-Erkam'a geçiş
• Müşriklerin ilk tepkileri
• Baskı ve işkenceler
• Müşriklerin uzlaşma teklifleri
• Hz. Hamza'nın müslüman oluşu
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
HZ MUHAMMED’İN
PEYGAMBERLİĞİNİN İLK YILLARI,
İLK MÜSLÜMANLAR VE İLK
TEPKİLER
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Hz. Peygamber'in ilk vahyi alışını kavrayabilecek
• İslam davetinin ilk aşamalarını izleyebilecek
• İlk müslümanları tanıyabilecek
• İslam'ın zuhurunda çekilen sıkıntıları
değerlendirebilecek
• Müşriklerin tepki ve baskılarıyla müslümanların
karşı duruşlarını kavbileceksiniz.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
3
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
GİRİŞ
Herhangi bir insanın zihninin tamamen silinmesi veya hafızasının geri
gelmesi anında duyulup hissedilen ne ise, herhâlde hidayet ve yeni bir dinle
başlangıç yapma da aynı olmalıdır. Allah’ın neden, ne durumda, ne zaman, niçin,
nereye ve nasıl vahyi göndererek tarihin akışını değiştirmeyi murat ettiği
bilinmemekte, âlimler bu hususta ancak Allah’ın peygamber göndermedeki
hikmetini anlamaya çalışmaktadırlar. Ayrıca Yüce Allah’ın Mekke’de Hz.
Muhammed’e Arapça bir kitabı indirmesinin sebepleri de belli değildir. Ancak
Allah’ın, Peygamberi’nin durumuna bağlı olarak, onun bulunduğu yer olan
Mekke’yi seçtiğini ve Kitabını da onun dili olan Arapçayla gönderdiğini söylemek
mümkündür. Acaba Hz. Allah neden bu tarihi tercih etmiştir, bu da belli değildir.
Tüm bu konularda hikmet adına çeşitli araştırma ve spekülasyonlar yapılmış
olsa da sonuçta elimizde, vakıa ile karşı karşıya olduğumuzun bilinci kalmaktadır.
Ancak şunu unutmamalıdır ki, buna rağmen geliştirilen birçok teori öne sürülmüş
ve bu teoriler üzerine inşa edilen bir ‘İslam Düşüncesi’ geleneği ve medeniyeti
oluşmuştur.
Genel anlamda nübüvvet (risâlet), insanların dünya ve ahiretle ilgili
ihtiyaçlarının giderilmesi amacıyla Allah ile insanlar arasında yapılan elçilik
görevidir. Elçi olarak seçilen kişi, Allah’ın vahiy yoluyla öğrettiklerini, emirlerini ve
yasaklarını insanlara ulaştırma görevi almıştır. Bu kişiye nebi ve resul denmektedir.
Hz. Muhammed Allah’ın insanlara gönderdiği ilk peygamber değildir ve kendisine
gelinceye kadar, daha çok sayıda peygamberler gönderilmiştir. Gönderilen
peygamberlerden bir kısmı kitap getirmiştir ve diğer bir kısmı ise kitaplı değildir.
Kur’an’ın kendilerinden bahsettiği peygamberler, çoğunlukla Hicaz bölgesinde
bilinen ve iyice tanınıp haberdar olunan peygamberlerdir.
İslam kültürü ve düşüncesine göre, Hz. Muhammed (s) peygamber olarak
gönderildiği sıralarda, başta Yahudiler ve Hıristiyanlar olmak üzere, çeşitli dinî ve
sosyal gruplar arasında bir peygamberin yakınlarda çıkmak üzere olduğu inancı
hâkimdi. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğine göre, Allah
tüm peygamberlerden kendilerinden sonra gelecek olan peygamberi
müjdelemeleri ve ona iman etmeleri hususunda söz almıştır. (Âl-i İmran/3: 81) Bu
yüzden her peygamber kendilerinden sonra gelecek olanı müjdelemiştir. Hz. İsa
(as) da Hz. Muhammed’i (s) müjdelemiştir. İşte Resulullah’ın gelişinin Ehl-i Kitap
tarafından bilinmesinin sebebi budur. İkincisi ise, Kitap Ehli’nin bildirdikleri dışında,
kendilerine itibar kazandırmak isteyen çeşitli yerlerdeki kâhinler/arrâflar,
tarafından da yakında bir peygamberin geleceğinin bilgisi anlaşılmış ve yayılmaya
başlamıştır. Bunu, Mekke’de yaşayan hanifler hakkında bilgi veren çeşitli
rivayetlerde de görmekteyiz. Mesela “… Gelmesi yakın olan ve gölgesi üzerimize
düşen peygambere inananlara ne mutlu! …” diyen Kus b. Saîde’nin Ukaz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
panayırında verdiği nutku, gençlik yıllarında Allah Resulu de dinlemiş ve ondan
övgüyle bahsetmiştir.
Rivayetlere göre, Kitap ehli, gelecek peygamberin fizikî ve sosyal vasıflarını
biliyorlardı. Hatta bu iddianın desteklenmesi için, klasik ve çağdaş kaynaklarda
anlatılan çok sayıda rivayet vardır. Bu iddiaların bazı tezahürleri Allah Resulu’nün
risaletinin bilhassa Medine döneminde Yahudilerle olan münasebetinde kendini
gösterecektir.
RİSALET DÖNEMİNİN BAŞLAMASI
İlk Vahiy
Önceki ünitede Hz. Muhammed’in (s) 40 yaşlarına geldiğinde yalnızlığı
sevdiğinden ve bunun için de Hira Mağarasına çekildiğinden, orada tefekkürle ve
tedebbürle meşgul olduğundan söz etmiştik. İşte bu inziva ve itikâflarının sonunda
bir gece ‘vahiy’ hadisesi vaki oldu. Ramazan ayının sonuna doğru bir gece (son on
gününün herhangi bir veya 27. gecesinde) Cebrail ona, Allah’ın, kendisini insanlara
peygamber olarak seçtiğini bildirdi. İkrâ suresinin ilk beş ayetini tebliğ etti. Böylece
nübüvvet dönemi başlamış oluyordu.
Resulullah Hira
Mağarasındayken,
vahiy meleği Cebrail
gelerek, ona “oku!”
der... Böylece Risalet
başlamış olur.
Allah Resulu’nün vahiy alışının bu ilk anını, kabul edilen rivayetiyle vererek
değerlendirmek istiyoruz: “Hz. Peygamber mağaradayken (veya uyurken) birden
bir varlığın kendisine yaklaştığını görmüştür. Vahiy meleği Cebrail olduğunu
sonradan anlayacağı bu varlık, bir kitapla gelip Hz. Peygamber’e (s), “oku!” der.
Allah Resulu (s), “Ben okuma bilmem!” deyince, Cebrail, Allah Resulu’nü (s), takati
kesilinceye kadar sıkar ve bırakır. Öyle ki, Allah Resulu bununla kendisinin öleceğini
zanneder. Bundan sonra Cebrail Allah Resulu’ne, “Oku!” der. Allah Resulu (s) yine,
“Ben okuma bilmem!” deyince, Cebrail, Allah Resulu’nü (s) tekrar nefesi
kesilinceye kadar sıkar ve bırakır. Allah Resulu (s), yine bununla kendisinin öleceğini
sanır. Sonra, Cebrail Allah Resulune yine, “Oku!” der. Allah Resulu (s), Cebrail’in
sıkmasından kurtulmak için, “Neyi okuyayım!” diye sorunca, Cebrail, Alâk suresinin
başındaki beş ayeti okur ve gider. Cebrail ayrılıp gittiği zaman, o ayetler Allah
Resulu’nün (s) zihnine yazılmış gibidir.
Allah Resulu (s) çok korkmuştu. Mağaradan ayrılıp hızla evine gitmek için
Hira dağının ortasına geldiği zaman, gökten bir ses işitti: “Ey Muhammed! Sen,
Allah’ın Resulu’sün; ben de Cebrail’im!” diyordu. Allah Resulu (s), başını kaldırıp
bakınca, Cebrail’i, ayaklarını göğün ufkuna basmış bir insan suretinde gördü! “Ey
Muhammed! Sen, Allah’ın Resulu’sün; ben de, Cebrail’im!” diyordu. Allah Resulu
(s) duraklamış, ona bakakalmıştı. Ne bir adım ilerleyebiliyor, ne de
gerileyebiliyordu. Cebrail’i görmemek için, yüzünü göğün ufuklarından ne tarafa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
çevirip baksa, hep onu öylece görüyordu! Cebrail’in sesi, Allah Resulu’ne (s) kâh
gökten, kâh yerden, kâh ağaçtan, kâh dağdan geliyordu.”
Rivayetlere göre Allah Resulu’nün Cebrail’i aslî suretiyle gördüğü yerlerden
biri burasıdır. Bu anlatıya göre, Resulullah, mağaradayken Cebrail kendisine, “Oku
(yani duyur)” demek suretiyle “Risaletle görevlendirildiğini duyurmasını” istemiştir.
Hz. Peygamber de “Ben okuma bilmem” derken “Neyi duyuracağını bilmediğini”
ifade etmek istemiştir. Sonunda Hz. Peygamber, ilk anda pek anlam verememişse
de Cebrail’le olan münasebetini anlamış ve ilk nazil olan ayetleri kavramıştır.
Hz. Peygamber ciddi bir telaş ve ürperti içerisinde evine girdiğinde, Hz.
Hatice bir şeyler olduğunu anlamış, ancak Resulullah’ın “üzerimi ört, biraz uyumak
istiyorum” demesi üzerine bir şey sormamıştır. Resulullah uyanınca başından
geçenleri sevgili eşine anlatmış ve endişelerini bildirmiştir. Buradaki konuşmalar,
son derece önemli ve birçok durumu aydınlatıcıdır. Resulullah, “Ben
mağaradayken, bana bir şey uğradı, onun cin veya başka bir şey olmasından
korkuyorum. Bilirsin zaten kâhin ve büyücülerden nefret ederim, bana da bir şey
musallat olmasın?” diyerek, sözlerini bağlayınca, eşi, “hayır!” dedi ve daha sonra
“Sen etrafına karşı iyilik yaparsın, herkese karşı hayırlısın, akrabanı gözetir, yolda
kalmışa, yoksula ve düşküne el atarsın. Allah sana bir zarar vermez Bence hiç
endişelenme!” diyerek kocasını teselli etti.
Allah Resulu ertesi gün işine gücüne dönünce Hz. Hatice, Hıristiyan olan ve
Tevrat ve İncil’i iyi bilen yakın akrabası Varaka b. Nevfel’e giderek Resulullah’ın
anlattıklarını ona olduğu gibi anlattı. Anlatılanları dikkatle dinleyen Varaka,
“anlattıklarından anlaşılan şudur” dedi ve devam etti: “Muhammed’e Cebrail
gelmiş ve onu peygamberlikle görevlendirmiştir. Ona gelen daha önce Musa ve
İsa’ya da gelmişti.” Daha sonra, Hz. Muhammed’le görüşünce, Hz. Hatice’nin
anlattıklarını bizzat onun ağzından da dinledi ve Hz. Muhammed’e, “keşke kavmin
senin yerinden yurdundan çıkardıklarında yanında olsam da sana destek
olabilsem” dedi. Allah Resulu bu ifadeyi şaşkınlıkla karşılamış ve “kavmim beni
yurdumdan mı uzaklaştıracak?” diye sormaktan kendini alamamıştır. Bunun
üzerine Varaka, “evet! bu, tüm peygamberlerin başına gelmiştir!” diyerek cevap
vermiştir.
Vahyin İnişinin Kesilmesi (Fetretü’l-Vahy)
Hz. Muhammed (s) olanları anlamlandırmaya çalışırken Cebrail’in yeniden
kendisine gelmesini beklemeye başladı. Olay Mekke’de duyulmuş, fakat Cebrail de
bir daha görünmez olmuştu. Bu durum Hz. Peygamber’i çok üzmüş, ümitsizliğe
düşürmüş ve yaşadığı tecrübenin söylenen ve düşünülenden farklı bir şey
olabileceği endişesini taşımaya başlamıştı ki, üç ay kadar devam bu aradan sonra
Cebrail yeniden geldi ve kendisine bir daha kesilmemek üzere Kur’an’ı vahyetmeye
başladı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Hira Mağarasında ilk
vahiy alıştan sonra, üç
ay boyunca vahiy
kesilmiştir. Buna
‘Fetretü’l-Vahy’
denmektedir. Vahiy, bu
hadise dışında aralıksız
23 yıl devam etmiştir.
Bazı rivayetler vahyin üç yıl kadar kesildiğini ve bu esnada Allah Resulu'nün
iyice vahye hazırlatıldığını ifade ederler. Bunu kabul etmek uygun
görünmemektedir. Çünkü üç yıl çok uzun bir süre olarak, risalete hazırlanmayı
değil, bilhassa yaşanan tecrübenin anlamını yitirmesine ve unutulup ciddiye
alınmamasına sebebi olması daha muhtemeldir. Ayrıca bu üç yılın ‘gizli tebliğ’
faaliyetinin üç yıl sürmesiyle karıştırıldığını düşünüyoruz, çünkü süre itibarıyla 3 yıl
fetret ve 3 yıl da gizli tebliğ dönemi altı yıl eder ki, bu süre sonunda yani 6. yılda
başlayan Habeşistan’a Hicret’in gerekçesi olan işkence ve baskıya zaman
kalmamaktadır. Yani en azından hicrete gerekçe olacak birkaç yıla daha ihtiyaç
duyulmaktadır. Bu gerekçelerle fetretü’l-vahyin çok kısa sürdüğünü, ancak merak
ve endişe doğuracak kadar da devam ettiğini kabul etmelidir ki, bunu ifade eden
‘üç ay’ rivayetleri makul ve tercihe şayan görünmektedir.
Rivayetlere göre, Allah Resulu, belki yeniden gelir ve görürüm diye Hira
mağarasına gittiği bir sırada Cebrail’i, yine gökyüzünü kaplamış bir hâlde görmüş ve
aynı şekilde korkuya kapılarak evine gelmiş ve evde üzerini örterek yatmıştı. İşte
bundan sonra gelen vahiyle artık görevine başlamıştır. “Ey örtüye bürünen!” diye
başlayan Müzzemmil ve Müddessir surelerinin ilk ayetleri nazil olmuştur.
Resulullah kendisine gelen bu vahiyleri anlamaya ve kavramaya, verilen
talimatları da ifaya çalışmaktan başka bir şey yapmıyordu. Ancak zaten hemen inen
bu ayetler onu göreve de davet ediyordu:
“Ey örtülere bürünen (insan)! Gece biraz ilerleyince (namaz için) kalk;
gece yarısı -biraz önce ya da sonra- (kalk) ve ağır ağır, duyarak Kur'an oku. Biz
sana (sorumluluğu) ağır bir mesaj tevdi edeceğiz; (ve) gerçek şu ki, gece vakti
zihin daha zinde ve güçlü olur ve okuma daha da berraklaşır, halbuki gündüzleri
seni meşgul edecek yığınla iş var, ama (hem gece hem gündüz) rabbinin adını
an ve bütün varlığınla kendini O’na ada. (O’dur) doğunun ve batının rabbi;
O’ndan başka tanrı yoktur. Öyleyse, kaderini belirleme gücünü yalnız O’na izafe
et, halkın (senin aleyhinde) söyleyebileceği her şeye sabırla katlan ve onlardan
uygun şekilde uzaklaş.” (Müzzemmil/73: 1-10)
“Sen ey (yalnızlığına) bürünmüş olan! Kalk ve uyar! Rabbinin
büyüklüğünü ve yüceliğini an! Öz benliğini temiz tut! Ve bütün pisliklerden
kaçın! İyilik yapmayı kendine kazanç aracı kılma, ama sabırla Rabbine yönel.”
(Müddessir/74: 1-7)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
İlk Namaz
Namaz, daha vahyin
gelişinin ilk başında ve
sabah ve akşam olmak
üzere günde iki vakit
olarak kılınmaya
başlamıştır.
Şüphesiz namazı ve abdesti emreden ayetler daha sonra nazil olmuştur. Yani
abdest ve namazın farz kılınması daha sonradır. Bununla birlikte, yeni dinin ibadet
biçiminin uygulanmasının mahiyeti hakkındaki rivayetlere göre Cebrail bir gün Hz.
Peygamber’e gelerek, abdest almayı, Allah’a ibadet için namazı nasıl kılacağını
öğretmiş ve böylece sabah ve akşam vakitlerinde namaz kılınmaya başlamıştır.
Burada şunları hatırlatmak istiyoruz: Namaz, ayetlerden anlaşıldığına göre, Allah’ın
göndermiş olduğu tüm dinlerin ortak ve aşikâr ibadetidir (Bakara/2: 83, 125;
Maide/5: 12; Yunus/10: 87; Hud/11: 87; Lokman/3 1:17; Beyyine/98: 5). Oruç ve
sadaka da böyledir. Diğer yandan cahiliye döneminde bilhassa Haniflerin namaz
kıldıklarına dair rivayetler de vardır. Hatta bazı rivayetlere göre Allah Resulu, Hira
mağarasında tefekkürle beraber ibadet de etmekteydi ve bu ibadeti namazdı.
Zaten namazla ilgili tüm ayetler incelendiğinde görülecektir ki, içeriklerinde
namazın biçimi hakkında herhangi bir detay yoktur. Bu da namazın o toplumda
iyice bilindiğinin ve hatta icra edildiğinin göstergesidir. Ayetlerdeki emir ise, işin
farziyyet tarafıdır, namazın bilinip bilinmediğiyle alakalı değildir.
Ayrıca ilk dönem ayetlerinden anlaşıldığı kadarıyla, Resulullah’tan sürekli
Kur’an’ı okuması emredilmektedir ve namazdaki okuma da bu okumanın bir
parçasıdır. Yani neredeyse ‘okumak için namaz’, ‘namaz için okumak’ önem
kazanmıştır. Ayrıca ibadet esnasındaki okumanın da, Kur’an’ın muhafazasını
sağladığı hatırdan çıkarılmamalıdır. Resulullah her aldığı vahyi ezberleyebilmek için
bir yandan yüksek sesle tekrar ederken, akabinde de aldığı vahyi etrafındakilere
tebliğ eder ve kâtiplerine de yazdırırdı. Yine inen ayetleri hem namazlarında okur
ve okunmasını emreder hem de bazılarına ezberlemelerini emrederdi. Bütün
hayatı boyunca hem vahyedilenlerin muhafazası, hem de tebliğ vazifesinin ifası için
bu usulü devam ettirdi.
İSLAM’A DAVET VE İLK MÜSLÜMANLAR
Allah Resulu, peygamberlikle görevlendirildikten sonra, etrafındakilere
öncelikle sessiz sedasız bir şekilde aldığı emirleri tebliğ etmeye başladı. Bu
faaliyetini Allah Resulu, vefatına kadar devam ettirmiş, yüksek bir vazife şuuru ve
bilinciyle her durum ve fırsatta insanları Allah’ın dinine çağırmıştır. Bu çağrı, yapı ve
özellikleri itibarıyla birkaç safhaya ayrılabilir. Bi’setin Mekke dönemini üç kısma
ayırarak incelemenin uygun olacağını düşünüyoruz. Birinci kısım risaletin
başlangıcından Habeşistan’a hicrete kadar, ilk beş yıl; ikinci kısım Habeşistan’a
hicretten Taif seferine kadar, ikinci beş yıl, yani bi’setin onuncu yılına kadarki
dönem; üçüncü kısım ise Medine’ye hicrete kadar olan üç yıllık dönemdir. Birinci
dönemi ‘doğuş ve başlangıç dönemi’; ikinci dönemi ‘direniş ve var oluş dönemi’;
üçüncü dönemi ise ‘varlığı sürdürme ve arayış dönemi’ olarak adlandırmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
mümkündür. Tabii başka türlü tasnif ve isimlendirmeler de yapılmıştır. Mesela ‘gizli
davet dönemi’, ‘acıma ve alay dönemi’, ‘işkence ve baskı dönemi’, ‘yeni yurt arayışı
dönemi’ şeklindeki yaklaşım yerleşmiş bir tasnif olarak kabul edilebilir. ‘Yıldan yıl’a
yapılan tasnifler de vardır: ‘Bi’setin birinci yılı’, ‘bi’setin ikinci yılı’ … gibi. Konumuz
itibariyle Doğuş ve Başlangıç Dönemi (Gizli Davet Dönemi) safhasını da iki kısma
ayırmak mümkündür. İlki ‘doğuş/gizli davet’ dönemidir ki, üç yıl kadar sürmüştür.
Daha sonra ‘yürüyüş/aleni davet’ dönemi gelmektedir ki, o da iki-üç yıl sürmüştür.
Doğuş ve Başlangıç Dönemi (Gizli Davet Dönemi)
Gizli davet, hiç kimsenin duymayacağı şekil ve tarzda yapılan bir davet
anlamında değildir. Öyle olsaydı, zaten kimsenin Müslüman olması mümkün
olmayacaktı. Burada kastedilen aşağıda temas edeceğimiz üzere, Allah Resulu'nün
aşikâr bir şekilde herkesi her yer ve zeminde toplu olarak imana davet
etmemesidir. Burada birebir ilişkiyle, tanıdık ve bildiklere, dostlara ve yakınlara
tebliğde bulunulmaktadır. Öyle ki kısa süre içerisinde herkes Hz. Muhammed’in
‘peygamberlik iddia ettiği’ni duymuş ve ona göre farklı yaklaşımlar başlamıştı.
Mesela kimi yaptıklarından dolayı onu kınıyor; kimi hastalandığı veya cinlerin
kendisine musallat olduğu düşüncesiyle ona acıyor ve hâline üzülüyor; kimi de onu
ve etrafındakileri kendisinden uzak tutmaya çalışırken, Resulullah’la alay ediyordu.
Buna rağmen gerek Resulullah’a ve gerekse diğer müminlere bir şey
demiyor, onları hiçbir şekilde ciddiye almıyorlardı. Sadece, “demek Muhammed
göklerden haber getiriyormuş ha!” diyerek gülüp geçiyorlardı. Hz. Peygamber bu
sıralar çok kez Kâbe’de namaz kılıyor ve hiç kimse onun namazına engel
olmuyordu. Namazını bazen Hz. Hatice ve Hz. Ali ile birlikte kıldığı da olurdu, ama
kimse bir şey demezdi.
Örnek olarak Afif el-Kindî’nin anlattıklarını hatırlayalım: “Ben ticaretle
uğraşan bir kişi idim. Hac günlerinde Mekke’ye varmış ve Abbas’la görüşmüştüm.
Onun yanında oturmakta iken, bir adam çıkıp Kâbe’ye yönelerek namaz kılmaya
başladı. Arkasından bir kadın daha çıkıp onunla birlikte namaz kıldı. Derken bir
çocuk daha çıkarak onunla birlikte namaz kılmaya başladı. Bunu görünce, “ey
Abbas, bu yeni din de ne oluyor?” diye sordum. Abbas: “Bu kardeşimin oğlu
Muhammed b. Abdullah’tır. ‘Allah’ın kendisini peygamber olarak gönderdiğini,
Kisra ve Kayser’in hazinelerinin fethinin kendisine müyesser kılınacağını’ ileri
sürüyor. Bu da onun hanımı Hatice’dir ve ona iman etmiştir. Bu genç de Ali b. Ebî
Tâlib olup ona iman etmiştir. Allah’a yemin ederim, yeryüzünde bu din üzere ilk
olarak bu üçünden başka kimseyi tanımıyorum.” dedi. Afif şunu da ekledi: “ keşke
ben de onların dördüncüsü olsaydım!”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
İlk Müslümanlar
Bu durum yaklaşık üç yıl sürdü. Bu esnada epey insan Allah Resulu'nün
tebliğini kabul ederek Müslüman olmuş, diğer bir kısmı birbirlerine vesile olarak
Müslüman olmuşlardır.
Asım Köksal bu isimleri şu şekilde sayar:
1. Allah Resulu’ndan (s) sonra, Yüce Allah’a ve O’nun Resulu’ne ilk inanan, Allah
Resulu’nun (s) sevgili eşi Hz. Hatice idi.
2. Kızı Hz. Rukayye bt. Resulillah
3. Kızı Hz. Ümmü Külsûm bt. Resulillah
4. Kızı Hz. Fâtıma bt. Resulillah
5. Zeyd b. Harise, sekiz yaşından beri Resulullah’ın yanında olan Zeyd, vefatına
kadar Allah Resulu’nün (s) yanından ve hizmetinden hiç ayrılmamıştır.
6. Hz. Ali
7. Hz. Ebubekir, İslamiyet’ten önce de Allah Resulu’nün (s) en samimi arkadaşı ve
dostuydu. Çocukluğundan beri, onun doğruluğunu, dürüstlüğünü, güzel ve üstün
ahlâkını yakinen biliyordu. Kendisinin böyle bir ahlaka sahip oluşu başkalarına
yalan söylemesine engel olup dururken, Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceği
kanaatinde idi. Nitekim Resulullah (s), onu İslamiyet’e davet eder etmez, hemen
Müslüman olmuştur.
Allah Resulu (s), Hz. Ebubekir hakkında, “İslamiyet’e davet ettiğim herkes,
ağırdan aldı, tereddüt etti ve düşündü. Ancak, Ebubekir, İslamiyet’i kendisine arz
ve teklif ettiğim zaman, kabulde hiç gecikmedi ve tereddüde de düşmedi”
buyurmuşlardır.
8-9. Bilal-i Habeşî ve annesi Hamâme. Annesi de köle olan Bilal, dininden
döndürülmek için ağır işkencelere uğradı. Her ikisi de Hz. Ebubekir tarafından satın
alınıp azat edilerek kurtarıldı.
10. Ebu Fükeyhe de köle olup müşriklerin ağır işkencelerine uğradı. O da Hz.
Ebubekir tarafından satın alınıp azad edildi.
11-12. Hâlid b. Saîd ve eşi Ümeyne de ilk Müslümanlardandır. Hâlid gördüğü
korkulu bir rüya üzerine Müslüman olmuştur. Hâlid b. Saîd’in
13-14. Amr b. Saîd ve eşi Fâtıma da kardeşi Hâlid b. Saîd’den biraz sonra Müslüman
olmuştur.
Bu aralarda tıpkı Allah Resulu’nün yaptığı gibi, Müslüman olan zevat da,
İslam’ı tebliğ ve teşvik ediyordu. Bunlardan Hz. Ebubekir ve onun vasıtasıyla
hidayete erenler de bulunmaktadır:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
15. Hz. Osman, Mekke döneminde Müslüman olan ilk Ümeyyeli olup, zengin bir
tüccardı.
16. Zübeyr b. Avvam,
17. Abdurrahman b. Avf,
18. Sad b. Ebu Vakkas,
19. Talha b. Ubeydillah.
İlk sırayı alan bu zatları aşağıdaki isimler takip etmektedir:
20. Ebu Ubeyde b. Cerrah,
21. Ebu Seleme,
22. Erkam b. Ebi’l-Erkam,
23. Osman b. Mazun,
24. Kudâme b. Mazun,
25. Abdullah b. Mazun,
26. Ubeyde b. Haris,
27-28. Saîd b. Zeyd ve eşi Fâtıma bt. Hattab,
29. Esma bt. Ebubekir,
30. Habbab b. Eret,
31. Abdullah b. Mesud,
32. Mes’ud b. Rebi (Rebia),
33-34. Ayyaş b. Ebi Rebia ve eşi Esma bt. Selame,
35. Huneys b. Huzâfe,
36. Âmir b. Rebia,
37. Abdullah b. Cahş,
38. Ebu Ahmed b. Cahş,
39-40. Cafer b. Ebi Talib ve eşi Esma bt. Umeys,
41. Âmir b. Ebi Vakkas,
42. Ma’mer b. Haris,
43. Nuaym b. Abdillah,
44. Hâtıb b. Amr,
45. Ebu Huzeyfe b. Utbe b. Rebia,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
46. Âmir b. Füheyre,
47. Vâkıd b. Abdillah,
48. Süheyl b. Beyzâ,
49. Salît b. Amr,
50-51. Muttalib b. Ezher ve eşi Remle bt. Avf
Yine Asım Köksal’a göre aşağıda isimleri sunulan sahabiler de, ilk üç-dört yıl
içinde veya biraz sonra bahsedeceğimiz Dârü’l-Erkam’da Müslüman olmuşlardır:
52- Ümmü Seleme,
53- Utbe b. Mesud,
54- Hz. Ebubekir’in eşi Ümmü Ruman
55- Umeyr b. Ebi Vakkas,
56- Salît b. Amr’ın eşi Fâtıma bt. Alkame,
57-58. Hâtıb b. Hâris ve eşi Fâtima,
59-60. Hattab b. Hâris ve eşi Fükeyhe,
61. Sâib b. Osman,
62- Hâlid b. Hizam,
63- Esved b. Nevfel,
64- Amr b. Ümeyye,
65- Yezid b. Zema,
66- Ebu’r-Rum b. Umeyr,
67-68. Kays b. Abdullah ve eşi Bereke bt. Yesar,
69- Firas b. Nadr,
70- Cüheym b. Kays ve eşi Harmele
71- Muaykıb b. Ebi’l-Fâtıma,
72- Şurahbil b. Hasene,
73-74 Haris b. Hâlid ve eşi Reyta bt. Haris,
75- Amr b. Osman,
76- Seleme b. Hişam,
77- Hâşim b. Ebi Huzeyfe,
78. Hebbar b. Süfyan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
79- Abdullah b. Süfyan,
80- Mamer b. Abdullah,
81- Adiyy b. Nadle,
82- Urve b. Üsâse,
83- Mesud b. Süveyd,
84- Abdullah b. Huzafe,
85- Kays b. Huzâfe,
86- Hişam b.Âs,
87- Ebu Kays b. Haris,
88- Mahmiyye b. Cez,
89- Süfyan b. Mamer.
90-91. Sekran b. Amr ve eşi Sevde,
92-93. Mâlik b.Zema ve eşi Amre,
94- İbn Ümmi Mektum,
95- Amr b. Haris,
96- Osman b. Abdiganm ,
97- Sad b. Abdigays,
98- Abdullah b. Hübeyb,
99- Abdurrahman b. Hübeyb,
100- Cuayl b. Sürâka,
101-102- Yâsir b. Âmir ve eşi Sümeyye,
103- Âkil b. Ebi’l-Bükeyr,
104- Hâlid b.Ebi’l-Bükeyr,
105- İyas b. Ebi’l-Bükeyr,
106- Âmir b. Ebi’l-Bükeyr,
107- Ammar b. Yâsir,
108- Abdullah b. Yâsir,
109- Suheyb b. Sinan,
110- Utbe b. Gazvan,
111- Mikdad b. Amr,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
112- Musab b. Umeyr,
113-114. Ebu Sebre ve eşi Ümmü Külsûm,
115- Şemmas Osman b. Osman,
116- Ebu Musa Abdullah b. Kays el-Eşarî,
119- Zinnîre,
120- Zinnîre’nin kızı Ümmü Ubeys.
Bu isimleri bu şekilde detayla vermemizin sebebi, ilk Müslümanların
isimlerinin her zaman ve her durumda çok geçmesi ve birçok işte bunların
görevlendirilmesidir.
İlk Müslümanın Kim Olduğu Hakkında Bir Tartışma
Her hususta olduğu
gibi, ilk olmak, özel
olmaktır. Bu yüzden ilk
Müslümanların
hepimizin gönlündeki
yeri başkadır.
Kimin ilk Müslüman olduğunun, hem Kur'ân ve hem de bizim gibi nüzul
sonrası dönemi Müslümanları açısından dinen hiçbir öneminin olmadığı rahatlıkla
söylenebilir. Ancak halife seçimleriyle gündeme gelen ve Ali-Muaviye
mücadelesiyle şiddetini artıran asabiyenin Emevî-Haşimî gibi soy-sop çekişmesinin
etkisiyle, aynı zamanda ve buna bağlı olarak ‘sâbıku’l-İslam/esbaku’l-İslam’
meselesinin gündeme gelerek önem kazandığını kabul edebiliriz. Yoksa birkaç
satırda ifade edilebilecek böylesine bir konunun, kaynaklarımızda satırlarca veya
sayfalarca ele alınmasını başka türlü izah edememekteyiz.
Aşağıda görülebileceği gibi iddialar iki türlüdür:
 İlk Müslüman Hz. Hatice mi, yoksa Hz. Ali midir?
 Hz. Hatice’den sonra ilk Müslüman Hz. Ali mi, yoksa Hz. Ebubekir midir?
Bu tartışmaların neticesi şudur: Bazılarının iddiasına göre ilk Müslüman
olması gereken kişi, Hz. Ali'dir, ilk olmazsa bile, Hz. Hatice’den sonra ilk Müslüman
o olmalıdır, ama asla Hz. Ebubekir olmamalıdır. Bu görüşün Şiiler veya Hz. Ali
taraftarlarınca ısrarla gündeme getirilip Resulullah'ın dilinden hadisleştirildiği veya
sahih rivayetlere dönüştürüldüğü söylenebilir. Buna göre daha ılımlı olan diğer
görüş, Hz. Hatice’den sonra Hz. Ebubekir’in ilk Müslüman olduğu yolundadır.
Önceki kadar iddialı olan, fakat Hz. Hatice’den sonraki sırayı kabullenen bu görüş
de, çoğu Ehl-i Sünnet alimlerinin ve klasik kaynaklarımızın desteklediği görüştür.
Burada üçüncü bir orta görüş daha vardır ki, bu görüş ya rivayetleri
uzlaştıramayanlar ya da iki tarafı da idare etmek isteyenlerin ve sonraları tamamen
öne çıkan ve kaynaklarımızın da genelde netice olarak zikrettiği görüştür:
Kadınlardan Hz. Hatice, büyüklerden Hz. Ebubekir, çocuklardan Hz. Ali ve
kölelerden de Zeyd b. Harise ilk Müslüman olanlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Kaynaklarımızda bu isimlerin ihtidası ile ilgili olarak çeşitli ve bol malzeme
olduğunu da hatırlatalım. Buna birkaç örnek vermek istiyoruz.
Hz. Ali’nin Müslüman Oluşu
Hz.
Ali
10
yaşlarındayken,
Resulullah’ın
risalet
vazifesiyle
görevlendirilmesinden sonra, bir gün onu ve ona ilk iman eden kişi olan eşi Hz.
Hatice’yi, birlikte namaz kılarken görür ve olay dikkatini çektiğinden yaptıkları şeyin
ne anlama geldiğini sorar. Bunun üzerine Resulullah durumunu izah etmek için,
“şimdi yapmış bulunduğumuz şey, Allah katında makbul olan dinin ibadetidir. Seni
de bir olan Allah’a inanmaya ve O’na ibadete, Lât ve Uzza’yı inkâra davet
ediyorum.” der. Hz. Ali’nin, bunun şimdiye kadar görüp duymadığı bir şey
olmasından dolayı, babasıyla konuşmadan karar veremeyeceğini söylemesi
üzerine, Hz. Peygamber ona, teklifini hemen kabul etmeyecekse, meseleyi gizli
tutmasını ve babasına şimdilik açmamasını söyler. O gece Allah’ın Hz. Ali’nin
kalbine Müslüman olma arzusunu düşürmesi üzerine, sabahleyin Hz. Peygamber’e
gelerek, “sen dün bana ne teklif etmiştin Ey Muhammed?” diye sorar. Hz.
Peygamber ona, “Bir olan Allah’tan başka hiçbir ilah olmadığına ve onun ortağı
bulunmadığına inanacak, Lât ve Uzza’yı da reddederek benzerlerinden uzak
duracaksın.” deyince, Hz. Ali söylenenleri kabul ederek Müslüman olur.
Ebu Zer’in Müslüman Oluşu
Ebû Zer, Gıfar kabilesindendir. Mekke’de bir peygamber çıktığını duyunca,
önce kardeşini Mekke’ye gönderdi; onun topladığı bilgilerden tatmin olmayınca da
bizzat kendisi geldi. Mescid-i Haram’a vararak Hz. Peygamber’i araştırmaya başladı.
Onu tanımamakla birlikte kimseye bir şey sormayı da doğru bulmuyordu. Hz.
Peygamber’i Kâbe’de bulabileceği ümidi ile maksadını hiç kimseye belli etmeden üç
gün boyunca Kâbe’de bekledi. Fakat bu müddet zarfında her nedense Hz.
Peygamber Kâbe’ye hiç gelmemişti. Kâbe’yi ziyareti esnasında giyim kuşam ve
tavırlarından onun yabancı biri olduğunu anlayan Hz. Ali, onu evine davet etti. Ebû
Zer, sabah olunca kırbasını ve azığını yüklenip tekrar Hz. Peygamber’i aradığı
mescide döndü. O gün de akşam olmuş, ama o Hz. Peygamber’i yine görememişti.
Tekrar mescide uzanmışken yanına Hz. Ali geldi ve “ey adam, artık gelip
geceleyeceğin evi bilmenin vakti gelmedi mi?” diyerek onu tekrar alıp eve götürdü.
Yine birbirlerine bir şey sormadılar. Üçüncü gün olunca Hz. Ali aynı şekilde mescide
vararak Ebû Zer’in yanına geldi. Onu alıp evine götürdü ve misafir etti. Akşam Hz.
Ali, “seni buraya getiren sebebi anlatmayacak mısın?” diye sorunca, Ebû Zer, “eğer
beni doğru yola ileteceğine ve yardımcı olacağına söz vereceksen geliş sebebimi
anlatırım.” diye cevap verdi. Hz. Ali de söz verince, Ebû Zer geliş sebebini anlattı.
Bu kez Hz. Ali şöyle dedi: “O gerçek bir nebidir, Allah’ın Resulu’dür. Sabah olunca
beni takip et. Eğer endişelenecek bir şey görmezsem, bevl yapmak bahanesiyle
yerimden kalkar giderim, sen de beni takip eder ve gireceğim yere girersin.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Ebû Zer sabah olunca Hz. Ali’yle beraber evden çıkarak onu takip etmeye
başladı ve nihayet Hz. Peygamber’in yanına vardılar. Ebû Zer onun sözlerini
duyunca, hemen orada Müslüman oldu. Daha sonra Hz. Peygamber ona, “kavmine
dön; emrim sana gelince onlara risaletimi duyur.” deyince, o, “seni hak ile
gönderen Allah’a yemin ederim ki, bu gerçeği halkın ortasında yüksek sesle
haykıracağım.” dedi. Resulullah’ın yanından ayrılıp Kâbe’ye giderek orada en
yüksek sesiyle haykırmaya başladı: “Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne
Muhammeden Resulullâh.” Bu haykırış üzerine orada bulunanlar, ayaklanarak
üzerine saldırıp yere düşünceye kadar ona vurdular. Abbas gelip Ebu Zer’in üzerine
kapanarak, “yazıklar olsun size!” diye bağırdı. “Bunun Gifar kabilesinden olduğunu
ve Şam’a ticaret için giderken yolunuzun bunların yanından geçtiğini bilmiyor
musunuz?” diyerek onu saldırganlardan kurtardı. Ertesi gün Ebu Zer, tekrar
Kâbe’ye gelerek kelime-i şehadet getirip Müslümanlığını yüksek sesle ilan etti.
Onlar, yine onu dövüp yere yıktılar. Abbas da yine gelip üzerine kapanarak onu
korudu. Bir müddet sonra Ebû Zer, memleketine döndü.
İlk Müslümanların
sosyal durumlarına
bakıldığında, onların
zengin-fakir, hür-köle,
kadın-erkek, yaşlı-genç
toplumun her
kesiminden insanlar
olduğu görülecektir.
Bu olay hakkında bir değerlendirme yapmanın uygun olacağına inanıyoruz:
Aşağıda bahsedeceğimiz gibi, Hz. Peygamber ve arkadaşlarına, bilhassa hür olan
arkadaşlarına yapılan işkence, eziyet ve hakaretlerin, bi’setin 4. yılında başladığını
düşünmekteyiz. Çünkü zaten üç yıl gizli davet dönemi vardı. Bu dönemin ilk
yıllarından itibaren ve açık davetin başlangıcında, Resulullah’ı ciddiye almadıklarını
hatta ona, ‘mecnun’ olduğu için(!) acıdıklarını ve onunla alay ettiklerini söylemiştik.
Müslümanların sayılarının artması üzerine meselenin ciddiyeti biraz anlaşılmış ve
baskı ve işkenceler de artarak onları yıldırma ve dinlerinden döndürme faaliyet ve
beklentileri de baş göstermiştir. İşte anlattığımız Ebû Zer olayı, Resulullah'ın risalet
görevinin başlangıçtan itibaren duyulduğunu, fakat ciddiye alınmadığını;
müşriklerin de, putlarının herhangi bir hakarete uğramadığını düşündükleri zamana
rast geldiğini göstermektedir. Ancak bu durumda onun dövülmesini de
yorumlamak gerekmektedir: Yabancı birinin, kendilerine meydan okuması,
müşriklerin zorlarına gitmiş, onlar da buna cevap vermişlerdir. Yahut bu olayın yani
Ebû Zer’in Müslüman oluş tarihinin daha sonraya mesela 4. veya 5. yıla
kaydırılmasının doğru olduğunu düşünmek durumundayız. Bilhassa Habeşistan’a
hicrete kadar Müslüman olanlar, genellikle “İlk Müslümanlar” olarak zikredilenler
arasında oldukları için, bu olayın 4. veya 5. yılda meydana geldiğini kabul etmenin
de mümkün olduğunu düşünmekteyiz.
İlk Müslümanlar Hakkında Bir Açıklama
İlk Müslümanlara bakıldığı zaman onların, toplumun çeşitli katmanlarından
olduğu görülecektir: Zengin- fakir, hür- köle, kadın- erkek, yaşlı-genç... Bu durum
İslam’ın aslında herkes tarafından tam olarak anlaşıldığı ve karşılık gördüğünün de
delilidir. Bazılarının genelde ilk iman edenlerin, toplumun ‘düşük’ ve ‘ezilmişleri’
olduğu iddiası, yukarıdaki tabloya göre tamamen çürümektedir. Tabii ki, bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
muhalefeti veya başkaldırıyı ilk destekleyenlerin ‘mağdurlar’ olması uygun ve
doğrudur. Ancak bu durum Allah Resulu’nün risalet davasını başka bir şeye
indirgemek anlamına gelmektedir ki, bu iddia vuku bulan durumu açıklamaya
yetmemektedir.
Bu insanlar tamamen dinî duygu ve hissiyatla, bir ihtida ile canu gönülden
Hz. Muhammed’in davetine koşmuşlardır. Bu hususta onlar bir zorlama ve baskı
görmedikleri gibi, her hangi bir yönlendirme ve özentiyle de bu çağrıya
yönelmemişlerdir. Bunu daha sonraki baskı ve işkence dönemlerindeki
sebatlarında aileleriyle yaptıkları tartışma ve bizzat kendilerini imanlarını muhafaza
ve müdafaa için gösterdikleri fedakârlıklardan da anlamak mümkündür.
Allah Resulu, davetinde iki şeye dikkat ediyordu. Birincisi görevini ifadır ki,
bu da Kur’an’da açıkça belirtilmiştir: Şahit, müjdeci, ve uyarıcı olmak (Bakara/2:
213; İsra/17: 105; Furkan/25: 56; Ahzab/33: 45; Sebe/34: 28; Fatır/35: 24;
Fetih/48: 8), öğüt vermek (Nisa/4: 63; Araf/7: 21, 68; Saffat/37: 13; Kâf/50: 45),
hayrı ve azabı hatırlatmak (Kâf/50: 45; Zariyat/51: 55; Tur/52: 29; A’lâ/87: 9;
Ğaşiye/88: 21) ve kendisine emredileni tebliğ etmek (Ali İmran/3: 20; Maide/5: 67,
92, 99; A’raf/7: 62, 68; Hud/11: 57; Ra’d/13: 40; Nahl/16: 35; Ankebut/29: 18;
Yasin/36: 17; Cin/72: 23). İkincisi ise söylediklerini önce kendisinde tatbik etmek,
her hususta önce kendi nefsini ıslah, terbiye ve tezkiye ile güzel ahlakı yaşamak.
Bunları yaparken muhataplarının durumu, yaşı, tarzı ve tavrını göz önünde
bulundurur, iyilik ve güzellikle hitap eder, sevdirmeye ve nefret ettirmemeye
dikkat ederdi. Eşrafa, şaire, yetkili ve etkili muhataplarının durumunu göz önünde
bulundurarak hitap ederdi.
Tabii şunu asla unutmamalıdır ki, Allah Resulu bütün gücünü Allah’tan ve
Kur’an’dan almaktadır. Kur’an’la insanlara meydan okumakta ve tüm halkı ona
davet etmektedir.
YÜRÜYÜŞ DÖNEMİ (AÇIK DAVETİN BAŞLAMASI)
Resulullah bi’setten sonra, ‘açık davet’ emri gelene kadar gizli bir şekilde,
güvendiği yakınlarına, dostlarına ve arkadaşlarına peygamberliğinden bahsediyor,
onlara kendisine gelen hakikati anlatıyordu. Hz. Peygamber, risaletinin üçüncü
senesinin sonunda “Ve en yakınları(ndan başlayarak erişebildiğin herkesi) uyar ve
seni izleyen müminlere kol kanat ger; buna rağmen sana karşı çıkarlarsa, de ki:
“Ben sizin yapıp ettiklerinizden sorumlu değilim!” (Şuara/26: 214-216) emrini aldı
ve böylece açık davet dönemi başlamış oldu.
Hz. Peygamber, diğer bazı arkadaşları gibi Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evinde
belli aralıklarla bulunuyor, Hz. Ebubekir, Hz. Osman ve emsali ileri gelen
Müslümanların oraya getirdiği kişilere dinini tebliğ ediyordu. Fakat “Ve en
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
yakınları(ndan başlayarak erişebildiğin herkesi) uyar” ayeti, zorunlu olarak gizlilik
sürecin artık sona erdiğini bildiriyordu. Bundan sonra Hz. Peygamber emrolunduğu
hakikati, her şeye rağmen, başta akrabaları olmak üzere herkese açıktan açığa
anlatmakla görevlendiriliyordu.
Yakınlarını gereği gibi İslam’a çağırabilme vazifesi, muhtemelen nasıl
yapacağını veya nasıl yapması gerektiğini kestiremediğinden onu derin bir
düşünceye, çaresizliğe ve sıkıntıya sokmuş, aç susuz bırakmış, adeta hasta etmişti.
Yakınları, sıkıntıdan onun helak olacağını sanmışlardı. Rivayetlere göre bir ay kadar
bu ilahi emrin büyük sorumluluğunu tefekkürle geçirdi. Bu esnada Cebrail (as)
gelerek, yakınlarını ilahî azapla korkutmasını peygamberimize tekrar hatırlattı.
(“Öyleyse artık, sana (açıklaman) emredilen şeyi açıkça ortaya koy ve Allah'tan
başkasına tanrısal nitelikler yakıştıran o kimseleri kendi hallerine bırak: çünkü, ilahi
mesajı küçümseyen, onunla alay edenlere karşı Biz sana yeteriz….”) (Hicr/15: 9499) Bunun üzerine tasarladıklarını uygulamak için Hz. Peygamber, önce Safa
tepesine çıktı. Tüm halkı topladı; Haşimoğulları ile Abdülmuttaliboğulları’na ve
Kureyş’in diğer kollarına tek tek seslendi. Orada toplananlara peygamberliğini
açıkça duyurarak, gelecek günün azabını da bildirerek, onları Allah’a ve Resulu’ne
imana davet etti, fakat Kureyş büyükleri onunla alay ettiler.
Allah Resulu, yakın
akrabalarını İslam’a
davet ettiği zaman,
onlara bir ziyafet verdi,
çağrısını yaptı; fakat
istediği cevabı alamadı.
Fakat yılmadı…
Bundan sonra Resulullah, yakın akrabalarıyla yemekli bir toplantı tertip
etmeyi planlamış ve Hz. Ali’yi çağırıp, “ey Ali, bize koyun etiyle bir miktar yemek
yap ve bolca ayran hazırla!” dedi veya başka bir rivayette, “bir koyun, bir ölçek
buğdaydan yemek ve bir büyük bardak sütten ibaret bir yemek hazırla, sonra da
Abdulmutâliboğullarını topla” talimatını verdi. Hz. Ali Resulullah'ın dediklerini
aynen yaptı. Olayın devamını Hz. Ali'den dinleyelim: “Bana emredileni yaptım.
Abdülmuttaliboğulları o gün kırk kişi kadar toplandılar. Aralarında Resulullah’ın
amcaları Ebu Tâlib, Hamza, Abbas ve Ebu Leheb de vardı. Yemek tabağını önce
Resulullah’a takdim ettim. Kendileri o tabaktan bir parça et alıp dişleriyle parçaladı.
Sonra tabağın etrafına bıraktı ve “Allah’ın adıyla yiyin!” dedi. Oradakiler doyuncaya
kadar yemek yedikleri hâlde bitiremediler, onların sadece parmak izlerini
görebiliyorduk. Oradakilerden bazıları bir koyunu tek başına yese dahi doymazdı.
Sonra Resulullah bana, “Sütü ikram et.” dedi. Ben de o büyük bardak içindeki sütü
kendilerine sundum. Kana kana içtiler, yine de tüketemediler. Allah’a and olsun ki,
kişi ancak o kadar içebilirdi. Yemekten sonra Resulullah, onlara hitap etmek
isteyince, Ebu Leheb hemen söze girişip, “hayret şimdiye kadar bunun gibi bir sihir
görmedik (o kadar yedik de yemekte hiç eksilme olmadı), sakın Muhammed bizi
büyülemiş olmasın?” dedikten sonra Resulullah'a hitaben şöyle devam etti: “Bunlar
senin amcaların ve amcalarının oğullarıdır. Onlara birtakım şeyler söyleyeceğine,
asıl sen, dinî sapkınlığını bırak ve şunu da aklından çıkarma: Kavmin, senin için
bütün Arap topluluklarına karşı koymayı göze alacak değildir. Bana kalırsa Kureyş
senin üzerine çullanmadan, bizim senin başına dikilip seni hapsetmemiz gerekir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Bizim böyle yapmamız, ötekinden daha kolaydır. Ey kardeşimin oğlu! Ben,
amcaoğullarına senin getirdiğin gibi şer ve kötülük getiren bir kimse daha
görmedim.” dedi. Bu sözler üzerine oradakiler dağılıp gittiler. Resulullah, onlara bir
şey söyleyemedi.
Ali devamla şöyle der: “Ertesi gün Resulullah bana şöyle emir verdi: “Ey Ali,
dünkü gibi yine bize yiyecek ve içecek hazırla. O adam ben söze başlamadan
hemen söze girişti ve sözümü kesti, ben konuşamadım.” dedi. Ben de verilen emri
yerine getirdim, onları topladım. Resulullah bir önceki gün gibi yaptı. Yemeğe
başladılar. Doyuncaya kadar yedikleri hâlde bitiremediler. Sonra o büyük kaptan
kendilerine süt içirdim. Allah’a and olsun ki kişi, ancak o kadar yiyebilir, o kadar
içebilirdi. Hamd ve senadan sonra Resulullah şöyle konuştu:
“Herhâlde, gözcülük yapan kimse, gelip de ailesine yalan söylemez. Vallahi,
ben bütün insanlara yalan söylemiş olsam, size karşı yalan söyleyemem. Bütün
insanları aldatmış olsam, yine sizi aldatamam. Sizi kendisine davet ettiğim Allah
öyle bir Allah'tır ki, O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Vallahi, sizler, uyur gibi
öleceksiniz; uykudan uyanır gibi de, dirilecek ve bütün yaptıklarınızdan hesaba
çekileceksiniz. İyiliklerinizin mükâfatını görecek, kötülüklerinizin de cezasını
çekeceksiniz. Bunların sonucu ya temelli cennette, ya da temelli cehennemde
kalmaktır. İnsanlardan, ilk inzar ettiğim kimseler, sizlersiniz.
Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde, benim size getirdiğim,
dünya ve ahiretiniz için hayırlı olan şeyden daha üstününü ve hayırlısını kavmine
getirmiş bir kimse bilmiyorum. Ben, sizi, dile kolay gelen Mîzân'da ağır basan iki
kelimeye davet ediyorum ki, o da: Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına ve benim
de Allah'ın kulu ve Resulu olduğuma şahadet etmenizdir. Yüce Allah, sizi buna
davet etmemi bana emir buyurdu.
Ey Abdülmuttalib oğulları! Ben, özel olarak size, genel olarak da bütün
insanlara peygamber gönderildim. Siz, bu hususta, görmediğiniz mucizelerden
bazısını da görmüş bulunuyorsunuz. Üzerinde bulunduğum şeyde bana yardımcı ve
kardeşim olmayı, cennet kazanmayı hanginiz kabul eder? Hanginiz, bu yolda
kardeşim ve sahabim olmak üzere bana biat eder?' buyurdu. Hiç kimse ayağa
kalkmadı; hemen ben ayağa kalktım, yaşça, oradakilerin en küçüğü idim. Resulullah
bana: “Sen, otur.” buyurdu. Sorusunu üç kere tekrarladı. Her defasında, ben ayağa
kalkıyordum. O da: “Sen, otur.” buyuruyordu. “Ey Allah’ın Resulu, bunların yaşça
en küçükleri ve bacakça en inceleri olsam da, sana ben kardeş ve yardımcı olurum”
dedim. Herkes sustu, Resulullah sorularının üçüncüsünden sonra, elini elimin
üzerine koyup “içinizde, bu, benim kardeşim, vasim ve vekilimdir. Onun sözlerini
dinleyiniz ve kendisine itaat ediniz. Bu işe, amcamsız, amcamın oğlu varis oldu”
buyurdu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Davetliler gülüşerek ayağa kalktılar ve Ebu Tâlib'e: “Bak! Sana, oğlunu
dinlemeni emrediyor, ona itaat et” diyerek onunla alay ettiler. Ebu Tâlib: “Bırakın
onunla uğraşmayı. Amcasının oğlu, onun başını, hayırdan başka yana bükmez.”
dedi. Resulullah’a dönerek, “bizim katımızda, sana yardım etmek kadar sevgili bir
şey yoktur. Öğütlerini benimseyip kabullendik. Sözlerini tamamıyla tasdik edip
doğruladık. Bu toplananlar, senin atalarının oğullarıdır. Tabi ki, ben de onlardan
birisiyim. Senin istediğin şeye onlardan koşacak olanların, andolsun ki, en çabuğu,
en hayırlısı da benden başkası değildir. Sen, emrolunduğun şeye devam et.
Andolsun ki, etrafını kuşatıp seni korumaktan bir an geri durmayacağım. Nefsimi,
Abdülmuttalib'in dininden ayrılmak hususunda bana boyun eğer bulmadım. Artık,
ben, onun üzerinde öldüğü dinle öleceğim.” dedi.
Ebu Leheb'den başka herkes yumuşak ve olumlu sözler söylediler. Ebu Leheb
ise: 'Ey Abdülmuttalib oğulları. Bu, vallahi, bir şerdir, kötülüktür. Başkaları onun
elini tutup bundan alıkoymadan önce, sizler onun ellerini tutup bundan alıkoyunuz.
Eğer siz bugün ona boyun eğecek olursanız, zillete, hakarete uğrarsınız. Bunu
korumaya kalkışacak olursanız, öldürülürsünüz.” dedi. Peygamberimizin halası
Safiyye bt. Abdülmuttalib, Ebu Leheb'e: 'Ey kardeşim. Kardeşinin oğlunu ve onun
dinini yardımsız, hor ve hakir bırakmak sana yakışır mı? Vallahi, bilginler, öteden
beri, Abdülmuttalib'in soyundan bir peygamberin çıkacağını haber vere
gelmişlerdir. İşte o peygamber budur.” dedi. Ebu Leheb: “Bu, andolsun ki, boşuna
bir avuntudur. Zaten, kadınların sözleri erkeklere ayak bağı ve köstek
mesabesindedir. Kureyş aileleri ve onlarla birlikte bütün Araplar ayaklandığı
zaman, onlara karşı koyacak bizim ne gücümüz var? Vallahi, biz onların yanında bir
lokmayız.” dedi. Ebu Tâlib ona, ey korkak adam, vallahi, biz, sağ oldukça, ona
yardım edecek, onu savunacak ve koruyacağız” dedi.
Allah Resulü, Kâbe’yi
tavaf için gelenlere,
pazar ve panayırlara
gidiyor, oradakilere
tebliği yapıyor ve dine
davet ediyordu. Bu
durum, bir müddet
sonra Kureyş’i tedirgin
ve hatta rahatsız
etmeye başladı.
Bu rivayetin mucizeli anlatılar yanında bir takım problemler ve çelişkiler
içerdiğini söylemek mümkündür. Kısaca bunlara değinerek değerlendirmek
istiyoruz: Öncelikle bu rivayet, birkaç safhalık bir konuşmanın birleşik hâli gibi
görünmektedir; yani bir defada yapılmış bir konuşma intibaını vermemektedir.
Gerçi bu durum, yazıya dönüşen sözlü gelenek açısından veya ravi tasarrufları
olarak kabul edilebilirse, barındırdığı bir takım problemlerle birlikte normal
görülebilir. Ancak bir diğer problem de, Resulullah’ın meramını tam anlatmadan
önce mahiyeti belirsiz ve hatta yersiz bir şekilde, bir yardımcı peşine düşmesi ve
ısrarla kendisine sanki ölümü yaklaşmış ve davasının sonuna gelmiş biri gibi,
halefini tayin etme derdinde olmasıdır. Burada ya bir kopukluk olduğunu veya
karşıdan gelen bir itiraz veya teklif üzerine Resulullah'ın konuşmasını bu şekilde
sürdürdüğünü düşünmekteyiz. Burada başka sorular da cevap beklemektedir:
Resulullah’ın yaptığı ilk konuşmanın böyle bir kısım içermesinin temel sebebi
aydınlatılamamaktadır. Resulullah gibi söz ustası bir hatip akrabalarına yaptığı ilk
konuşmada neden hemen böyle bir hususu gündeme getirsin ki? İkincisi, eğer
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
kendisine yardımcı olmaya Ali’den başka bir talip çıksaydı durum ne olacaktı? Kaldı
ki, Ebu Leheb’le yapılan tartışmalar asabiyet ve akrabalık duygusundan başka bir
şeyle açıklanamamakla birlikte, başka yardımcıların çıkabileceğini de
çağrıştırmaktadır. Buradaki en önemli diğer sorun da, eğer Hz. Ali'nin buradaki
tayini -Şia’nın iddia ettiği gibi- Allah tarafından yapılmış ve onaylanmışsa,
Resulullah neden buna üç kez onay vermeyip, daha başkalarının cevap vermesini
beklemektedir? Eğer bu talimat Allah’tan gelmişse, Resulullah’ın buna itiraz etmesi
veya bunu beğenmemesi nasıl mümkün olabilir? Hem Allah hem de Resulu, nasıl
olur da bir çocuğu vekil ve halef olarak kabul edebilir? Öyle ki, ciddiye bile
alınamayacak bu duruma hem Ebu Tâlib, hem de diğer akrabalar şaşmış ve işi alaya
almışlardır. Bu durum tabii ve normal bir sonuç olarak görülmelidir. Ayrıca
Resulullah'ın hayatının daha sonraki kısımlarına baktığımızda, onun bu anlamda bir
yardımcı ve halefe ihtiyaç duymadığını ve Hz. Ali'yi de bir yardımcısı ve halefi olarak
kullanmadığını görmekteyiz. Tam tersine Resulullah'ın vekil bırakması hususundaki
örneklerin, başta Hz. Ebubekir olmak üzere, diğer birçok sahabe hakkında olduğu
da görülebilir.
Burada kanaatimize göre kabul edilecek tek husus, genel anlamda değil de
özel anlamda ve sadece aile ve çocuklarının gözetilmesi hakkında Resulullah’ın bir
yardımcı istemiş olabileceğidir.
Bu olaydan sonra Allah Resulu Hz. Muhammed, dur durak demeden, zaman
ve mekân gözetmeden, her durum ve fırsatta insanları Allah’ın yüce dinine
çağırmış ve onlara dini hayata geçirme ve yaşatma hususunda örnek olmuştur.
Resulullah şimdiye kadar birebir ve yakınındakilere yaptığı tebliğ davetini,
artık toplu olarak ve grup hâlindeki insanlara da yapıyordu. Kâbe’yi tavaf için
gelenlere, pazar ve panayırlara giderek tebliğ tebliği yapıyor ve dine davet
ediyordu. Fakat kendisi gibi diğer Müslümanların da tebliğ faaliyetlerine açıkça
başlaması ve hız vermesi, artık Kureyş’i tedirgin ve hatta rahatsız etmeye başladı.
Bu yüzden Peygamberimiz’i bazen tersliyorlar, bazen itip kakıyorlar ve bazen
de konuşmasına imkân vermiyorlardı. Bu durum tebliğ yapan diğer sahabe için de
söz konusuydu. Durum öyle bir hal almıştı ki, Müslümanlar artık rahat değillerdi,
tedirgindiler ve bazen de birbirlerinden endişe etmeye başlamışlardı. Çünkü bazı
aileler çocuklarının Müslüman olmasından rahatsızlık duyuyorlar, birbirleriyle ve
Allah Resulu’yle konuşmasına fırsat vermemeye çalışıyorlardı.
Bu durum Allah Resulu’nü bir tedbir almaya ve din kardeşleri için toparlayıcı
bir çare aramaya itti. Bunun için en uygun yerin ilk Müslümanlardan olan Erkam’ın
evi olduğuna karar verdi ve artık günlerinin çoğunu burada geçirmeye başladı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Dâru’l-Erkam
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber ve arkadaşlarına, bilhassa hür
olan arkadaşlarına yapılan işkence, eziyet ve hakaretlerin, bi’setin 4. veya 5. yılında
başladığını görmekteyiz. Çünkü zaten 3 yıl gizli davet yapılmıştı. Bu süreçte
Resulullah’ı ciddiye almamak hatta ona, ‘mecnun’ olduğu için (!) acımak ve onunla
alay etmek vardır. Müslümanların sayılarının artması üzerine baskı ve işkenceler de
artarak onları yıldırma ve dinlerinden döndürme faaliyet ve beklentileri baş
göstermiştir. Bu yüzden Allah Resulu, ashabıyla daha rahat görüşmek, onların
sıkıntı ve ihtiyaçlarına yardımcı ve destek olmak, İslam’ı ve yeni inen ayetleri tebliğ
etmek için bir yere ihtiyaç duydu. Erkam’ın evi bu iş için ideal bir yerdeydi, hem
Kâbe’ye yakın ve onu görüyor, hem müşriklerin karargâhı olan Daru’n-Nedve’yi
görüyor ve hem de merkezî bir konumda bulunuyordu. Erkam’ın evinin davet
merkezi olarak seçilmesini, bi’setin ilk yıllarına hasredenler olmasına rağmen,
doğru rivayetlerin 4. yılı işaret ettiğini düşünmekteyiz. Çünkü ilk yıllarda Erkam’ın
evinin kullanılmasını gerektirecek bir ortam olmadığı için, oraya sığınmanın önceki
yıllara kadar gidebileceğini de düşünmüyoruz.
Müminler burada toplanıp sadece bilgilenme ve yakınlaşma için konuşuyor,
ayetleri ezberlemeye çalışıyor ve yeni inen ayetlerden herkes haberdar ediliyordu.
Çünkü bu evin Kâbe’nin yakınında oluşu, Mekke’ye umre veya hac için gelenlerle
irtibat kurma kolaylığı sağlaması, herkes için rahatça erişilebilecek merkezî bir
konumda olması önemliydi. Tabii olarak bilgilenme, yakınlaşma ve inen ayetlerden
haberdar olma gerekçesi, evin birinci yıldan itibaren kullanılabileceğini de ima
edebilir. Ancak bu durumda Erkam’ın evinin, sosyal ve siyasal bir karargâh, kültürel
bir ortak altyapı oluşturmak için bir araya gelme ve düşmandan ve işkenceden
kaçacak bir sığınma yeri olmak yerine; oturup konuşulan, sohbet edilen eğitim
ocağı ve Kur’an öğretim merkezi olarak görülmesi gerekmektedir. Hamidullah da
işkence ve eziyetlerin artışı üzerine Erkam’ın evinin seçildiğini ve evin hem tebliğ ve
hem de eğitim maksatlı kullanıldığını söyler. Buna göre, Erkam’ın evinin
kullanılmasının 3. yıldan sonra olduğunu düşünmek daha makul gelmektedir.
Yine yukarıda ifade ettiğimiz gibi Erkam’ın Evi, Müslümanlar için öylesine bir
sembol olmuştur ki, orada Müslüman olanlar ve Allah Resulu’nün sohbetine ilk
olarak orada muhatap olanlar, buraya geçişi bir tarih başlangıcı yapmışlar ve
“Erkam’ın Evinden Sonra …” deyimini kullanmışlardır. Bu yüzden ilk
Müslümanlardan bir kısmı, Erkam’ın evinde İslam’ı kabul ettiği için, ‘ilk
Müslümanlardan’ unvanını almışlardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
İLK TEPKİLER
Kureyş’in Allah
Resulu’nün davetine
itiraz veya muhalefeti,
birçok sebeplere mebni
idi.
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, risaletin üçüncü senesinin sonlarına kadar
Kureyş, Müslümanlara karşı şiddete başvurmamıştır. Önceden ciddiye almadıkları
bu insanlar, sanki belli bir güç oluşturuyor, toplumda ayrılık meydana getirmeye
çalışıyorlardı. Zaten yeni bir grup olarak ortaya çıkanlara karşı dün de bugün de
gösterilen tepki budur. Resulullah'ın davetine karşı çıkanların genel tavırları,
günümüzde de doğru da olsa yeniliklere karşı çıkanlarla aynı gerekçeye sahipti:
Gelenek yani statüko. Allah Resulu’nü asırlardır sürdürdükleri atalarının dinine
karşı çıkmak, onu terk etmek ve yermekle suçluyorlardı. Bu durumda en etkili
unsuru, Araplardaki kabile yapısı ve atalar kültü oluşturmaktaydı.
Aslında Araplar kimsenin dinine karışmazlar ve kendi dinleri olan
putperestliğe de sahip çıkarlardı. Bu yüzden gerek Hz. Peygamber ve gerekse diğer
müminler, ilk başlarda Kâbe’de de namazlarını kılarlardı ve onları gören müşrik
liderler onlara herhangi bir şey demez, sadece güler geçerlerdi. Ancak ne zaman ki,
İslamiyet yayılmaya ve her kesimden taraftar bulmaya başladı, bunu kendileri,
dinleri, gelenekleri, ataları ve menfaatleri için bir tehlike görmeye başladılar. Bu da
onları, başta Allah Resulu olmak üzere, tüm Müslümanlarla mücadeleye sevk etti.
Yukarıda verdiğimiz Afif el-Kindî’nin anlatısı Kâbe’de yapılan serbest ibadete
örnek verilebilir. Ancak artık tepkiler başlamış ve Müslümanlar da namazlarını
sadece evlerinde veya birlikte şehir dışında bir yerde, açık arazide kılmayı tercih
eder olmuşlardı.
Artık her yerde Müslümanlar konuşuluyor, çarşıda, pazarda, evde, sokakta,
hazarda ve seferde onlardan bahsediliyordu. Kimi bunu işin önünün bir an önce
alınmasını, Muhammed ve yanındakilere engel olunmasını istiyor, kimi bunun için
sert tedbirler öneriyor ve kimi de daha yumuşak çareler teklif ediyordu. Aileler de
tedirgindi. Çünkü bir evde iki kardeşten biri mümin diğeri müşrik veya anne-baba
müşrik, oğlan veya kız mümin veya ebeveynden biri mümin diğeri müşrik,
kabileden birinde müminler var, diğerinde yoktu. Sonuç olarak bu işten
etkilenmeyen ev ve aşiret kalmamıştı. Herkes aynı gerekçeyle değilse de çok çeşitli
sebeplerle Allah Resulu’nün davetine itiraz veya muhalefet ediyordu. Kureyşlilerin
Allah Rasulu’nün getirdiği ilahi mesaja karşı çıkmalarının sebeplerini şöyle
sıralamak mümkündür:
 Kureyşîler yüzlerce yıldan beri putperest idiler. Atalarının putperest dinini
terk etmekte zorlandıkları gibi, ona muhalefetin de kendilerine bir zarar ve
uğursuzluk getireceğini düşünüyorlardı. Put ticareti de bundan geliri
olanların muhalefetine yol açıyordu.
 Mekke barındırdığı Kâbe ile Hicaz bölgesinin biricik dinî merkezi olup, her yıl
oraya hac mevsiminde hac için, diğer zamanlarda da umre için, her taraftan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
çok sayıda insanı çekmekteydi. Bu insanların ihtiyaçları yukarıda bahsedilen
birtakım Kâbe hizmetleriyle karşılanıyordu. Babadan evlada geçen Kâbe
hizmetleri, kendilerine hem büyük nüfuz, hem de büyük çıkarlar sağlamakta
idi. Aynı zamanda bu, ticari faaliyetleri oluşturan panayırlara da imkân
tanıyordu. Bunun için, müşrik uluları, kendilerinin dinî ve ticari durumlarını
sarsabilecek her harekete karşı koymayı çıkarlarının bir gereği saymakta
idiler. Aksi takdirde hem yoksul ve hem de itibarsız olacaklardı.
 Hz. Peygamber (s), Kureyş’in ileri gelen azılı müşriklerinin kötülüklerini ve
çıkar sağlamak için yaptıklarını ortaya döken ayetleri okuyup duruyordu.
Müşrik ileri gelenlerinden kimi, bu ve benzeri ayetlerde sıralanan
kötülüklerin tümünü, kimisi de bir kısmını kendisinde bulup rahatsız
olmakta; bu kötülüklerle teşhir edilmesinin, kendilerini bir gün gözden
düşürebileceğinden kaygılanmakta idiler.
 Kendilerini toplumun üzerinde ve seçkinleri olarak gören Kureyş ileri
gelenleri, kendileri için üstün bir hak tanımayan, herkesi bir tarağın dişleri
gibi eşit tutan ve “Ey insanlar! Bakın, Biz sizi bir erkek ve bir kadından
yarattık ve sizi kavimler ve kabileler hâline getirdik ki, birbirinizi
tanıyabilesiniz. Şüphesiz, Allah katında en üstün olanınız, ona karşı derin bir
sorumluluk bilincine sahip olanınızdır. Allah her şeyi bilendir, her şeyden
haberdar olandır.” (Hucurat/49: 13) diyen bir dini, kabullenip benimsemekte
zorluk çekiyorlardı.
 Kureyş aşiretleri arasında, öteden beri, birbirlerine karşı çekememezlik
huyları ve üstünlük davaları vardı. Bunun için Peygamberimiz’in (s),
Hâşimoğulları arasından peygamber olarak ortaya çıkmasıyla Hâşimoğulları
ailesinin diğerlerine karşı ezici bir üstünlük sağlayacağını düşünerek bundan
telaşlananlar olmuştu. Nitekim Ebu Cehil bu yoldaki duygusunu şöyle
açıklıyordu: “Biz ve Abdi Menafoğulları, şeref ve şan hususunda şimdiye
kadar çekiştik durduk. Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yemek yedirdik.
Onlar arabuluculuk ederek diyet yüklendiler, biz de arabuluculuk ederek
diyet yüklendik. Onlar halka bağışta bulundular, biz de bağışta bulunduk.
Onlarla kulak kulağa giden iki yarış atı durumuna gelince, onlar, 'işte, bizden,
kendisine gökten vahiy gelen bir peygamber de var!' dediler. Biz bunun
dengini nereden bulup da onların seviyesine ulaşacağız? O hâlde vallahi, biz
hiçbir zaman ona inanmayacağız ve onu tasdik etmeyeceğiz.”
 Kureyş ileri gelenlerinin telakkilerine göre, Kur'an inecek idiyse, ne diye
Kureyş ileri gelenlerinin yaşlı ve zengin olanlarına değil de, sıradan, fakir ve
yetim birisine iniyordu? Nitekim, Velid b. Mugîre: “Ben Kureyşlilerin seyyidi,
ulu kişisi olduğum hâlde, nasıl geri bırakılırım da, Muhammed'e vahiy iner?
Yahut, Sakîf kabilesinin seyyidi, ulu kişisi Ebu Mesud Amr b. Umeyr es-Sakafî
de bu hususta nasıl geri bırakılır? Biz, bu iki kentin ulu kişileriyiz. Biz Umeyr
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
es-Sakafî dururken başkasına vahiy inmesi olacak şey değil!” diyordu
(Furkan/25: 41).
 Mekke aristokrasisinin oluşturduğu bir sömürü düzeni ve yolsuzluklar vardı.
Kur’an bunları yasaklıyor ve insanları adil ve hak bir düzene çağırıyordu. Tabii
ki, bu düzenden beslenenler muhalefet edeceklerdi.
 Ahiret düşüncesini anlamak istemiyorlar, dünyada yaptıkları haksızlıkların
hesabını verme korkusu, onları kendilerini düzeltecek yerde, karşı çıkmaya
itiyordu.
 Kur’an muarızlarının, Kur’an karşısında aciz kalmaları, hatip ve şairlerin
Kur’an’ın benzerini getirememeleri, onları ve diğer düşmanları iyice azgınlığa
itmekteydi.
 İtiraz edecek husus bulamadıkları zaman, peygamberinin kendileri gibi bir
‘beşer’ olmasına itiraz ederek, onun bir ‘melek’ olması gerektiğini
söylüyorlardı (İsra/17: 94; Zuhruf/43: 31).
Resulullah'ı ve diğer Müslümanları konuşma ve tartışmalarıyla ikna
edemeyenler, Kur’an karşısında suskun kalanlar, Müslümanların sayısındaki artışı
gördükçe tepkileri iyice artıyor ve artık baskı ve işkencelere başvuruyorlardı.
Baskı ve İşkenceler
Öncelikle baskı ve işkencenin psikolojik ve sosyal olduğunu görmekteyiz.
Anne ve baba çocuklarına tavır alıyor ve onlara karşı ilgisiz kalıyorlardı. Her fırsatta
konuyu açarak, onları saygısızlıkla itham ediyor, kendilerine ve toplumlarına bir
felaket getireceklerini söylüyorlar, her şeyi başlarına kakıyorlardı.
Kureyş’in Müslümanlara
uyguladığı baskı ve
işkencelerden hiçbir
Müslüman istisna
edilmemiştir.
Resulullah bile…
Müslümanlar, anne ve babalarından sonra aynı şeyi, kendi aşiret ve
akrabalarından da görüyorlardı. Bu durum bir müddet böyle devam etti ve görüldü
ki, hiç kimse İslam’dan ve Hz. Muhammed'den ayrılmak istemiyor, bundan sonra
hapis, işkence, dayak ve diğer her türlü eza ve cefaya başladılar. Arapların kendi
geleneklerini göz önüne aldığımızda, birinin başka kabileden olan birine aslında
herhangi bir şekilde baskı kurması ve eza-cefa çektirmesi mümkün değildi. Bu
yüzden herkes öncelikle kendi akrabalarına ve kimsesiz köle ve cariyelere işkence
ediyorlardı.
Bu baskı ve dayaklardan hiç kimsenin istisna edilmesi mümkün
görünmemektedir. Hatta Resulullah'ın bile uygun görüldüğü yerlerde saldırıya
uğradığını söyleyebiliriz. Çünkü artık dostluk ve düşmanlık ayrılıp saflar
belirginleşmiş ve bu durum tüm kabileleri bile neredeyse Müslüman olan herkese
karşı ortak bir tavra itmişti. Baskılar zamanla iyice artmakta ve yayılmakta olup tek
istisnasını, ‘öldürmeler’ oluşturmaktadır. Aşiret mensupları kendilerinden birinin
dövülüp sövülmesine bir noktaya kadar ses çıkarmasalar da, işin içine öldürme
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
girince, ne olursa olsun akrabalık devreye giriyor ve kan davasına dönüşüyordu. Bu
yüzden işkenceciler de dozlarını ona göre ayarlıyorlardı.
Mesela bir gün Erkam’ın evindeyken, ashab hep beraber Kâbe’ye gidilmesini
istemişler, fakat Resulullah buna yanaşmamıştı. Ancak Ebubekir’in ısrarına
dayanamadı ve hep birlikte Harem’e gittiler. Biraz sonra burada toplanmış bulunan
müşriklere Ebubekir, birtakım nasihatler etti, konuşmalar yaptı. Buna tahammül
edemeyen müşrikler, Müslümanlara saldırarak dövüşmeye başladılar. Utbe b.
Rebia, eline düşürdüğü Ebubekir’i çok fena bir şekilde dövdü. Bitkin ve baygın bir
şekilde evine götürülen Ebubekir, akşama doğru kendine geldiğinde, ilk işi kendi
durumuna düşmüş olmasından endişe ettiği Resulullah’ı sormak ve sağlık
durumunu görmek için annesi ve Ümmü Cemil’in yardımıyla, Erkam’ın evine
gitmek oldu. Hz. Peygamber’in sağlıklı olduğunu görünce çok sevindi, ona sarıldı ve
Müslümanlarla kucaklaştı. Burada, kendisine yardım eden annesinin hidayete
ulaşması için Hz. Peygamber’den Allah’a dua etmesini istedi. Yine bir gün Ebubekir,
Resulullah’ı müşriklerin elinden kurtarmaya koşmuş, ama fena hâlde dövülmüştü.
Rivayetlerin serdedilişine göre, her ne kadar ne zaman yapıldığı belli değilse
de Resulullah'a yapılan baskılardan örnek vermek istiyoruz:
Übeyy b. Halef’le Ukbe b. Ebi Muayt, birbirlerinin yakın dostu idiler. Ukbe b.
Ebi Muayt’ın, bazen Peygamberimiz’in yanına gelip konuştuklarını dinlediği olurdu.
Ukbe’nin bu hareketi Übeyy b. Halef’e anlatılınca, Übeyy b. Halef Ukbe’ye, “senin
Muhammed’le birlikte oturup konuşmasını dinlediğini işittim. Bir daha onunla
oturup da söylediklerini dinlemek yerine, onun yüzüne tükürmezsen, seninle
görüşmek de konuşmak da bana haram olsun.” dedi ve ağır yemin etti. Bunun
üzerine, Ukbe b. Ebi Muayt, Peygamberimiz’in yanına varıp Übeyy b. Halefin
istediğini yerine getirdi.
Peygamberimiz, bir gün, Kâbe’yi tavaf ediyor, o sırada Kâbe’nin Hicr
mevkiinde de ileri gelen müşriklerden Ukbe b. Ebî Muayt, Ebu Cehil ve Ümeyye b.
Halef oturuyorlardı. Peygamberimiz onların hizasından geçerken, ona laflar attılar.
Resulullah’ın bu laflardan hoşlanmadığı, yüzünden belli oluyordu. Hz. Ebubekir’le
Hz. Osman Peygamberimiz’in yanına giderek onu aralarına aldılar. Peygamberimiz
parmağını onların parmakları arasına geçirdi ve bütün tavafları böylece, el ele
tutuşarak yaptılar. Ebu Cehil ve arkadaşlarının hizasına geldikleri zaman, Ebu Cehil,
Peygamberimiz’e: “Vallahi, sen atalarımızın tapageldikleri tanrılara tapmaktan men
ettiğin müddetçe, deniz bir kıl parçasını ıslatacak suya malik bulundukça, seninle
barışmayacağız.” dedi. Peygamberimiz de: “Ben de size karşı öyleyim.” buyurdu.
Sonra, tavafın üçüncü şavtını yapıp dördüncü şavtı yapmaya geldiği zaman, Ebu
Cehil yerinden sıçradı ve Peygamberimizin yakasından tutmak isteyince, itilip sırt
üstü düşürüldü. Hz. Ebubekir Ümeyye b. Halef’i, Peygamberimiz de Ukbe b. Ebî
Muayt’ı def ettiler. Onlar uzaklaşınca, Peygamberimiz ayakta durarak, “Vallahi, size
acil azab mubah oluncaya kadar siz bu yaptıklarınızdan vazgeçmeyeceksiniz. Sizler,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
içinizden çıkan Peygamberiniz için, ne kötü kavimsiniz!” buyurduktan sonra, evine
döndü. Hz. Ebubekir’le Hz. Osman da onu evine kadar takip ettiler, daha sonra
ayrıldılar.
Mahzumoğullarından Ebu Cehil, Velid b. Mugîre ve üçüncü bir arkadaşları,
Resulullah’ı öldürmeyi aralarında tasarladılar. Ebu Cehil, ‘Peygamberimiz’i namaz
kılarken görürse, başını taşla ezeceğine’ yemin etti. Bir gün, Peygamberimiz’in
Kâbe’de namaz kıldığı bir sırada, Ebu Cehil’e, “işte, Muhammed orada.” dediler.
Ebu Cehil ise, “nerede o?” diye sorup duruyor, fakat Resulullah’ı göremiyordu.
Resulullah’ın, Kâbe’de namaz kılmaya devam ettiği ve Mahzumoğullarının da onun
okumasını işittikleri hâlde, Ebu Cehil ne onu görmüş ne de ona ilişebilmişti.
Oradakiler Resulullah’ı öldürmesi için, bu defa Velid b. Mugîre’yi gönderdiler. Velid
de Resulullah’ın namaz kıldığı yere kadar gelip okumasını işittiği hâlde kendisini bir
türlü göremiyordu. Arkadaşlarının yanına dönüp bunu onlara bildirdi: “Vallahi,
sesini duyduğum hâlde, kendisini göremiyordum.” dedi.
Bunun üzerine, arkadaşlarından üçüncüsü, “Vallahi, gidip onun başını bu kez
ben ezeceğim.” dedi. Eline bir taş alıp gitti ve birden peşi sıra geri dönerek, oracıkta
baygın düştü. Kendisine gelince: “Sana ne hâl oldu?” diye sordular. “Bana
anlayamadığım bir şeyler oldu. Onun yanına yaklaşınca, kulaklarını sallayan bir
puğur deve ile karşılaştım. Ben, bu ana kadar, ondan daha iri bir puğur görmedim.
O, Muhammed’le benim arama gerilmiş, duruyordu. Lât ve Uzzâ’ya yemin ederim
ki, eğer ona biraz daha yaklaşsaydım, muhakkak beni yerdi.” dedi.
Daha sonra orada bulunan Mahzumoğulları, Peygamberimiz’in namaz kıldığı
ve okumasını işittikleri yere kadar hep birlikte ilerlediler. Sese yaklaştıkları zaman,
ses arkadan gelmeye başladı. Bu sefer işittikleri yere doğru gidince de, ses, tekrar
arkalarından gelmeye başladı. Bu böyle devam etti. Peygamberimiz’e bir şey
yapamayarak gerisin geri döndüler.
Allah Resulu’nün evi Ebu Leheb ile Ukbe b. Ebi Muayt'ın evleri arasında idi.
Bunlar, hayvan işkembesini getirip Peygamberimiz’in kapısının önüne atarlardı.
Ebu Leheb, kendi evinden ve komşusu Adiyy b. Hamra es-Sakafî’nin evinden,
Peygamberimiz’e taş atar dururdu. Ebu Süfyan'ın kız kardeşi olan Ebu Leheb'in
karısı Ümmü Cemil de, Hz. Peygamber'e düşmanlıkta aşırı gider; küfründe,
inkârında ve inadında kocasına yardımcı olurdu. Ümmü Cemil her gece pıtrakları,
dikenleri ve dikenli ağaç dallarını toplayıp büyük demet yapar, boynuna bağlar,
geceleyin ayağına batsın, yaralar açılsın diye Peygamberimizin geçeceği yollara
saçardı. Tebbet Suresi, Resulullah'ın amcası Ebu Leheb ve Karısı Ümmü Cemil
hakkında inmiştir:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
“Kahrolsun o parlak yüzlünün iki eli ve kahrolsun kendisi! Ne faydası olacak
servetinin ve kazancının? (Öteki dünyada) şiddetle parlayan bir ateşe atılacak,
iğrenç söylentilerin taşıyıcısı olan karısı ile birlikte, (o ki,) boynunda bükülmüş
iplerden bir halat (taşır)!” (Tebbet/111: 1-5)
Peygamberimize peygamberlik gelmeden önce, kızı Ümmü Külsûm Ebu
Leheb'in oğlu Uteybe ile, Rukayye de Ebu Leheb'in diğer oğlu Utbe ile nişanlanmış
olup henüz evlenmemişlerdi. Tebbet suresi nazil olunca, Ebu Leheb'in karısı Ümmü
Cemil, oğullarını, Rukayye ve Ümmü Külsûm’den dinden çıktıkları ve atalarının
dininden ayrıldıkları gerekçesiyle boşattı.
Abdullah b. Mesud anlatmaktadır: “Peygamberimiz (s) Beytullah'da namaz
kılıyordu. Ebu Cehil b. Hişam, Şeybe b. Rebia, Utbe b. Rebia, Ukbe b. Ebi Muayt,
Ümeyye b. Halef ve daha başka iki kişiden oluşan yedi kişilik bir topluluk da Hicr'de
oturuyorlardı. Allah Resulu (s) namazını kılarken secdesini uzattı. Ebu Cehil, 'hele şu
gösterişçiye bakın!” dedi. “Hanginiz varıp filan oğullarının dün boğazlanan
devesinin dölyatağını, işkembesini, kanını getirir de secdeye vardığı zaman
Muhammed'in iki omzunun arasına koyar?” diye sordu. Oradakilerin en bedbahtı
olan Ukbe b. Ebi Muayt, “Ben yaparım” dedi ve kalkıp gitti. Döl yatağını ve
işkembeyi alıp getirdi ve Resulullah secdeye vardığı zaman, onları iki omuzunun
arasına bıraktı. Hepsi katıla katıla gülerken, Allah Resulu ise secdeden ayrılamıyor
ve başını kaldıramıyordu. Nihayet, biri gidip Fâtıma'ya haber verdi. Fâtıma o zaman
küçük bir kızdı. Koşarak geldi ve Resulullah’ın (s) üzerinden onları alıp attı. Bunu
yapanlara ağır sözler söyledi. Onlar Fâtıma'ya hiçbir karşılık vermediler.
Bir gün Peygamberimiz (s) Kâbe'de namaz kılarken, Ukbe b. Ebi Muayt
gelmiş, onu boğmak için ridasını boynuna dolayarak şiddetle çekmeye başlamış,
Hz. Ebubekir yetişerek onu omuzundan tutup Hz. Peygamber’in (s) üzerinden def
etmiştir.
Peygamberimiz (s) Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden birtakım kişilerin
güneş battıktan sonra Kâbe'nin arkasında toplanarak konuşmak bahanesiyle
kendisini çağırıp peygamberlikten vazgeçirtmek için kendisine türlü hakaret ve
yersiz tekliflerde ve ölümle tehditlerde bulundular.
Allah Resulu, hem Mekke lideri Ebu Talib’in yeğeni ve hem de onun
koruması altında olduğu hâlde durumu böyleyken, diğer Müslümanların ve bilhassa
koruması olmayanlar ile köle ve cariyelerin durumunun çok daha kötü olduğunu
anlayabiliriz. Kaynaklarımız bunların örnekleriyle doludur. Onlara yapılan baskılar
bazen dayanılmaz hale gelince, Resulullah'tan kendileri için bir yol bulmasını
isterler ve “ey Allah’ın Resulu! Bizi dinimizden döndürmelerinden korktuğumuz şu
kavme karşı bizim için Yüce Allah'tan yardım dilemez misin? Bizim için, Allah'a dua
etmez misin?” diye rica ederlerdi. Resulullah da onlara sabrı yani direnmelerini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
tavsiye ederek şöyle derdi: “Vallahi, sizden öncekiler içindeki müminlerden bir
kimse yakalanır, kendisi için yerde bir çukur kazılır, o kimse o çukura dizlerine
kadar gömülür sonra bir testere getirilir, başının üzerine konulup biçilerek ikiye
bölünürdü de bu işkence kendisini dininden döndüremezdi. Yahut onun kemiğinin
üzerinden eti ve siniri demir taraklarla taranır, kazınırdı da yine, bu işkence
kendisini dininden döndüremezdi! Allah'tan sakınınız! Hiç şüphesiz, Allah sizin için
fetih ihsan edecek ve bu işi muhakkak tamamlayacaktır. O kadar ki, hayvanına
binmiş bir kimse, San’a ile Hadramevt arasında, San'a’dan çıkıp Hadramevt’e kadar
gidecek de, Yüce Allah'tan başka, hiçbir şeyden korkmayacak; sadece kişi, koyunu
hakkında kurt saldırmasından kaygı duyacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz,
sabredin!” buyururdu.
Kureyş’in işkencelerine
dayanamayan
Müslümanlar, Allah
Resulu’nün kapısını
çalıp, ondan dua ve
yardım istiyorlardı. Ama
tek çare sabırla
direnmekti…
Müşriklerin Resulullah’ı ve ashabını maruz bıraktıkları daha birçok işkence ve
sıkıntılar ile bunlara karşı gerçekleşen mucizeli anlatımlar, kaynaklarımızda çokça
yer almakla birlikte, biz sadece bu kadar örnekle yetinmeyi uygun görüyoruz.
Anlatılanların bir kısmının ise abartılı ve o zamanki Arap toplumun
geleneğine ve sosyokültürel ortama uygun anlatılar olmadığı için kabul edilemez
olduklarını da düşünmekteyiz. Diğer bir problem ise, olayların, onlarla
irtibatlandırılmaya çalışılan ayetlere sebebi nüzul olarak gösterilmesidir ki, bu da
tartışmalıdır. Bu olaylar bi’setin onuncu yılda cereyan etmesine rağmen Furkân ve
Yâsîn surelerinin nüzulünü, beş veya altıncı yıla tarihlemenin uygun olduğuna
inanmaktayız.
Resulullah’ın, toplumunun geleneğinde karşımıza çıkan telakkilerin dışında
tutularak anlatılmasını problemli bulmaktayız. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, burada
da Resulullah’ın öldürülmesi hakkındaki rivayetleri, ne kadar sahih görünürse
görünsünler, kabule şayan bulamamaktayız. Bu hususta tek kabul edilebilir
rivayetin, Medine’ye hicret öncesi, “tüm kabile üyelerinin iştirakiyle” kararlaştırılan
suikast teşebbüsü olduğunu düşünmekteyiz. Gelenek, kabile taassubunu o kadar
öne çıkarmaktadır ki, ne durumda olursa olsun, kabile, kendi üyelerinden birine
karşı işkence ve eziyete göz yumarken, cinayet ve katliamı asla affetmiyordu. Bu
yüzden öldürme işi kabileler birliğinin karar ve teşebbüsüyle icra edilebilmekteydi.
Bu durumda rivayetlerdeki abartılı ve mucizemsi ifadelerle anlatılmak
istenenlerin, Resulullah ve müminlerin, öldürülmeye varacak kadar büyük eziyet ve
işkencelere uğradıkları, bunlara rağmen onların da buna karşı koyarak, direnerek
mücadelelerini sürdürmekten geri durmadıkları olduğunu düşünmekteyiz.
Himayesiz kişilerin ne kadar sıkıntıya ve zulme maruz kalmaları söz konusuysa,
Resulullah’ın da aynı sıkıntılara uğradığını düşünmek durumundayız. Onun
korunması ise, sadece direnme gücü, mücadele azmi ve kararlığının kırılmaması,
tebliğine devam etmesi ve bunun için her türlü fırsatı kollamasıdır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
İslamiyet Mekke'de yayılmaya başlayınca, müşriklerin ileri gelenlerinden
bazıları, Allah Resulu'ne ve Müslümanlara karşı, baskıya, işkenceye, kıskançlığa ve
azgınlığa başladılar. Bu müşriklerden bazıları, kıskançlık ve düşmanlıklarını açıkça,
bazıları da kapalı ve sinsi bir biçimde sürdürmüşlerdir. Onlardan bazılarını en
düşmandan sadece muhâlife doğru şöyle sıralayabiliriz:
Kureyş’in Allah Resulü
ve Müslümanlara en
çok baskı yapanları, 23
kişi olarak
sayılmaktadır.
1. Ebu Cehil Amr b. Hişam,
2. Ebu Leheb b. Abdilmuttalib,
3. Ukbe b. Ebi Muayt,
4. Ümeyye b. Halef,
5. Übeyy b. Halef,
5. Nadr b. Haris,
6. Züheyr b. Ebi Ümeyye,
7. Ebu Kays b. Fâke,
8. Hakem b. Ebi'l-Âs,
9. Muaviye b. Mugîre,
10. Münebbih b. Haccac,
11. Sâib b. Ebi Sâib,
12. Esved b. Abdilesed,
13. Âs b. Saîd,
14. İbnül- Asda,
15. Adiyy b. Hamra,
16. Ebu Süfyan b. Haris,
17. Hanzale b. Ebi Süfyan,
18. Esed b. Abduluzzâ,
19. Ebu Zem’a Zem’a b. Esved,
20. Safiy b. Sâib,
21. Amr b. Âs,
22. Haris b. Kays
22. Nübeyh b. Haccac,
23. Üneys b. Miyer,
24. Tuayme b. Adiyy,
25. Rükâne b. Abdi Yezid
26. Mâlik b. Tulatıla,
27. Hübeyra b. Ebi Vehb,
28. İbn Gaytala Haris b. Gays,
29. Esved b. Muttalib,
30. Esved b. Abdi Yağus,
31. Velid b. Mugire,
32. Âs b. Vâil,
33. Haris b. Tulatıla (Gaytala)
34. Utbe b. Rebia,
35. Şeybe b. Rebia,
36. Ebu Süfyan b. Harb
İsimlerinde ittifak olmasa da, 23 kişi en azılı düşmanlar arasında
sayılmaktadır. Resulullah'a düşman olan bu müşrik ileri gelenlerinden Ebu Süfyan
b. Haris, Ebu Süfyan b. Harb, Amr b. Âs ve Hakem b. Ebi'l- Âs'tan başka, hiçbirisi
Müslüman olmamıştır.
Müşriklerin Bazı İtiraz ve İftiraları
Yukarıda kısaca temas etmekle birlikte, burada da bir kısım ayetler ışığında
müşriklerin Allah’a, Peygamber’e ve Kur’an’a itiraz ve iftiralarına kısaca temas
etmek istiyoruz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
 Kur’an’ın Allah katından gelme onun kelamı olduğuna değil, beşer olarak Hz.
Muhammed'in sözü olduğunu iddia etmektedirler:
“Bu, ölümlü beşer sözünden başka bir şey değildir!” der.” (Müddessir/74:
25)
“De ki: “Göklerin ve yerin bütün sırlarını bilen (Allah) indirdi onu! Doğrusu
O, çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır!”“ (Furkan/25: 6)
“… senin kalbine, ki (ey Muhammed, onunla) uyaran kimselerden biri
olasın…” (Şuara/26: 194)
“De ki: “Göklerin ve yerin bütün sırlarını bilen (Allah) indirdi onu! Doğrusu
O, çok acıyıp esirgeyen gerçek bağışlayıcıdır!”” (Furkan/25: 6)
“Ve o, katımızda bulunan bütün vahiylerin kaynağında(n çıkmış)tır; o,
gerçekten yücedir, hikmet doludur.” (Zuhruf/43: 4)
“… (hâl böyleyken:) ne zaman ayetlerimiz bütün açıklığıyla kendilerine
okunup ulaştırılsa, o Bizim huzurumuza çıkacaklarına inanası gelmeyen
kimseler, “Bize bundan başka bir söylem/bir öğreti getir ya da bunu değiştir”
diyecek olurlar. (Ey Peygamber) de ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem olacak
şey değil; ben ancak bana vahyedilene uyarım. Bakın, (bu konuda) rabbime baş
kaldıracak olursam, dehşet veren o (Büyük) Gün (gelip çattığında) azabın (beni
bulmasın) dan korkarım!”” (Yunus/10: 15)
“İşte sana da (ey Muhammed,) kendi buyruğumuz altında hayat veren bir
mesaj vahyettik. (Bu mesaj sana gelmeden önce,) sen vahiy nedir, iman (nedir)
bilmezdin ama (şimdi) bu (mesajı) bir ışık yaptık ki onunla kullarımızdan
dilediğimizi doğru yola ulaştıralım; şüphesiz sen de (insanları onunla) doğru
yola ulaştıracaksın.” (Şura/42: 52)
“İmdi, bu Kur’an, asla Allah'tan başkası tarafından tasarlanmış, uydurulmuş
olamaz; üstelik o, önceki vahiylerden hakikat adına bugüne kalmış ne varsa
onu doğrulayıp, alemlerin rabbinden (geldiğinden) şüphe olmayan vahyi özlü
bir biçimde açıklıyor.” (Yunus/10: 37)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
 Allah Resulu, Kur’an’ın kendisine bir elçi yani Cebrail tarafından getirildiğini
söylemektedir. Müşrikler de onun bu ifadeleri karşısında, bir yandan kendisine
diğer yandan da, onlarını akıbetlerini haber veren Cebrail’e düşmanlık
beslemeleri:
“(Ey peygamber, onlara) şunu anlat: “Kim ki, Allah'ın izniyle senin kalbine,
önceki çağlarda indirdiklerini doğrulayan, inananlara bir muştu ve rehber olan
bu (ilahi kelam)ı indirdiği için Cebrail'e düşmanlık besliyorsa; kim ki Allah'a,
O’nun meleklerine, Cebrail ve Mikail de dâhil O’nun elçilerine düşmanlık
besliyorsa, bilsin ki, Allah da hakikati inkâr eden herkese düşmanlık
beslemektedir.” (Bakara/2: 97–98)
“Bakın, bu (Kur’an) gerçekten şerefli bir Elçi'nin (vahyedilmiş) sözüdür…”
(Hakka/69: 40)
 Kur’an’ın daha ilginç ve daha başka bir biçimde inmiş olmasını istemeleri:
“Eğer bu (ilahi kelamın) Arapça dışında bir dilde (indirilmiş) bir hitabe
olmasını dileseydik, onlar, (şimdi onu reddedenler,) bu defa, “Neden onun
mesajları anlaşılır bir şekilde ifade edilmemiş? Hayret! Arapça dışında bir dil(de
indirilmiş bir mesaj bu) ve (tebliğ eden de) bir Arap (elçi)?” diyeceklerdi. De ki:
“Bu (ilahi kelam,) iman edenler için bir rehber ve bir şifa kaynağıdır; ona
inanmayanlara gelince, onların kulaklarında bir sağırlık var ve bundan dolayı
(Kuran) onlara kapalı, anlaşılmaz gelir. Onlar çok uzaklardan seslenilen
(insanlar gibi)ler.”” (Fussilet/41: 44)
“İmdi, hakkı inkâra şartlanmış olan kimseler: “Kur’an ona bir bütün olarak
bir kerede indirilseydi ya!” diyorlar. Oysa biz onu (sana) böyle tutarlı bir bütün
oluşturacak şekilde belli bir düzen içinde ağır ağır vahyediyoruz ki, onunla
senin kalbini pekiştirelim.” (Furkan/25: 32)
 Allah Resulu’nün ayetleri okumasına karşı onların da karşı propaganda
oluşturmaları:
“Hakikati inkâr edenler (birbirlerine): “Bu Kuran'ı dinlemeyin ve onun
hakkında saçma, anlamsız şeyler uydurun ki onu(n gücünü) bastırasınız!”
derler.” (Fussilet/41: 26)
 Kur’an’ı Hz. Muhammed'in kendisinin
gönderilmediğini iddia etmeleri:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
uydurduğu,
Allah
tarafından
30
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
“De ki: “Allah (başka türlüsünü) dileseydi, size bu (ilahi kelamı) okuyup
duyurmazdım; O da size ulaştırmazdı onu. Gerçek şu ki, bu (vahiy bana
gelmezden) önce bir ömür boyu aranızda bulundum: öyleyse, yine de aklınızı
kullanmayacak mısınız?”” (Yunus/10: 16)
“Ve (sen ey inanan kişi,) bu kitabın sana ulaşacağını ummazdın; fakat işte
rabbinden bir rahmet olarak (sana ulaştı). Öyleyse, artık hakkı inkâra kalkışan
kimselere asla arka çıkma…” (Kasas/28: 86)
“… çünkü, (ey Muhammed,) sen bu (vahyin gelmesi)nden önce herhangi bir
ilahi kelamı okumuş ya da onu kendi ellerinle yazmış değildin; öyle olsaydı,
(sana vahyetmiş olduğumuz) hakikati çürütmeye çalışanlar, insanları (onun
hakkında) kuşkuya sevk edebilirlerdi.” (Ankebut/29: 48)
“Şimdi o, (kendisine bunu emanet ettiğimiz kişi,) (kendi) sözlerinden bir
kısmını bize isnat etmeye kalkışsaydı, O’nu sağ elinden yakalardık ve şah
damarını keserdik ve hiç biriniz onu koruyamazdı!” (Hakka/69: 44-47)
 Kur’an’a karşı koyamayınca, onun hakkında “bu eskiden beri duyduğumuz
masallardır” demeleri:
“Ve kendilerine her ne zaman ayetlerimiz ulaştırılsa, “Biz (bütün bunları)
önceden de işitmiştik,” derlerdi, “istesek, şüphesiz, biz (kendimiz) de bu tür
sözler düzebiliriz. Eski zamanlara dair masallardan başka bir şey değil,
bunlar!”” (Enfal/8: 31)
“Gerçek şu ki, bize de bizden önce atalarımıza da aynı şey vaad edilmişti!
Eskilerin masallarından başka bir şey değil bu!” (Müminun/23: 83)
 Kur’an’ın bir şair veya kâhin sözü olduğunu söylemeleri. Çünkü Arapların
inancına göre, mükemmel sözler ancak şair ve kâhinler tarafından
söylenmektedir:
“ve o, inanmaya ne kadar az (eğilimli) olsanız da bir şair sözü değildir ve
ders almaya ne kadar az (hazır olsanız) da bir kâhin sözü de değildir…”
(Hakka/69: 41-42)
“Ve (bu ilahi mesaj öylesine katıksız vahiy ürünüdür ki) onu asla şeytani
güçler indirmemiştir…” (Şuara/26: 210)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
“Ve (işte böyle:) Biz bu (Peygamber'e) şiir (yeteneği) bahşetmedik, zaten
(şiir) bu (mesaj)a uygun düşmezdi. O yalnızca bir uyarı ve öğüttür ve o özünde
apaçık olan ve gerçeği dosdoğru gösteren bir (ilahi) hitabedir…” (Yasin/36: 69)
 Kur’an’ın etkileyiciliğine karşı duramayınca, onu ‘söz büyüsü’ olarak
adlandırılmak istediler:
“İşte böyle, kendilerinden önce yaşamış olanlara da hangi elçi geldiyse,
mutlaka, “(O) bir göz boyayıcı(dır), yahut bir deli!” dediler.” (Zariyat/51: 52)
“ve “mecnun bir şairin sözüyle biz ilahlarımızı mı terk edeceğiz?” derlerdi.”
(Saffat/37: 36)
“ve “bu, bir (beşerin) büyülü sözlerinden başka bir şey değildir!” derler…”
(Saffat/37: 15)
“Ama mesajlarımız ne zaman onlara bütün açıklığıyla iletildiyse, hakikati
inkâra şartlanmış olanlar, hakikat kendilerine iletilir iletilmez onun hakkında,
“Bu, göz boyayan bir büyüden başka bir şey değil!” diye konuşurlar.”
(Ahkaf/46: 7)
“Şimdi bu (insanlar) aralarından bir uyarıcının çıkmasına şaşmaktadırlar ve
hakikati inkâr edenler şöyle diyorlar: “O (sadece) bir büyücü, bir yalancıdır!”
(Sad/38: 4)
 Allah Resulu'nü reddetmek için ısrarla ondan mucize istemeleri:
“Ve bir de şöyle derlerdi: “Ey Allahımız, eğer bu gerçekten Senin katından
(indirilen) hakkın kendisi ise, o zaman gökten taş yağdır başımıza, yahut (daha)
can yakıcı bir azap çıkar karşımıza!”” (Enfal/8: 32)
“Onlar, hâlâ, “Neden O'na Rabbinden hiç mucizevi işaretler indirilmiyor?”
diye sorarlar. De ki: “Mucize (göstermek) yalnız Allah'ın kudretindedir; ben ise
sadece bir uyarıcıyım”.” (Ankebut/29: 50)
“Hayret! Bu ilahi kelamı, kendilerine iletmen için sana göndermiş olmamız
onlara yetmez mi? Kuşkusuz onda rahmet(imizin tezahürü) ve iman edecek
kimseler için bir uyarı vardır.” (Ankebut/29: 51)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
“Hiç şüphesiz, senden önce de elçiler gönderdik ve onlara da eşler ve
çocuklar verdik; Allah'ın izni olmadıkça hiçbir peygamberin bir mucize
göstermesi düşünülemez. Her çağa özgü vahyi bir mesaj vardır…” (Ra’d/13: 38)
“Şimdi en emin ve kararlı şekilde Allah’a yemin ediyorlar ki eğer kendilerine
bir mucize gösterilmiş olsaydı bu (ilahi kelam)a gerçekten inanmış olacaklardı.
De ki: “Mucizeler yalnız Allah’ın elindedir!” Ve hepinizin bildiği gibi, onlara bir
mucize gösterilmiş olsaydı bile ona inanmazlardı.” (En’am/6: 109)
“Bizi (öncekiler gibi, bu mesajı da) mucizevi belirtilerle birlikte
göndermekten alıkoyan tek sebep, önceki toplumların onları hep yalanlamış
olmalarıdır; nitekim Semud kavmine uyarıcı ve aydınlatıcı bir belirti olarak o
dişi deveyi verdik, ama onlar bunu kale almadılar. Oysa biz bu kabil belirtileri
yalnızca korkutup uyarmak amacıyla göndermişizdir.” (İsra/17: 59)
Tartışma
Bu konularda daha çok sayıda ayet örnekleri zikretmek mümkündür. Biz bu
kadarıyla yetinmek istiyoruz.
•Günümüzde, gerek müslümanlar ve gerekse gayri müslimlerin
Kur'an'a bakışlarını, ilk dönem müslümanları ve müşrikleriyle
mukayese ediniz.
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma
forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
MÜŞRİKLERİN HZ. PEYGAMBER’E UZLAŞMA TEKLİF ETMELERİ
Müşrikler, Resulullah'a Kur'an-ı Kerim hakkında birtakım acayip tekliflerde
bulundular. Onlar, Allah Resulu'nün ümmi olduğunu, hiçbir kitap okumadığını çok
iyi bilmekte, soy ve ahlaki faziletleri bakımından herkese üstünlüğünü itiraf
etmekte ve kendisini el-Emîn diye anmakta idiler. Peygamberimiz Hz. Muhammed
(s), böylece kırk yaşına bastıktan sonra, onlara öyle fesahatli bir Hitab getirmişti ki,
o her fesahatli kelamı susturuyor, her manzum ve mensur kelama üstün geliyordu.
Onun içi, usul ve fürû ilimleriyle dolu idi. İlmin en nefislerini, ahkâm ve ahlâk
ilminin en incelerini, geçmiş ümmet ve peygamberlere ait kıssaların en gizli
noktalarını, Allah’tan başkasının bilemeyeceği gayp haberlerini bildiriyordu.
Edebleri ve ahlaki faziletleri öğretiyordu. Bütün belagat ve fesahat sahipleri ve ilim
adamları, Kur'an-ı Kerim'in fesahat ve belagatı, derinliği, genişliği karşısında acizlik
ve hayranlık içinde kalıyorlardı. Bu mübarek ‘Kitab’da yer alan ve putperestliği
yeren, putperestlerin cehenneme atılacaklarını bildiren ayetler, Kureyş müşriklerini
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
kızdırmaktaydı. Bunun için, müşriklerin ileri gelenleri, Resulullah'a şu tekliflerde
bulundular: "Eğer bizim sana iman etmemizi istiyorsan, bize; içinde Lât’a, Uzzâ’ya,
Menât'a tapmayı bırakmak ve ilahlarımızı yermek, gibi, hoşumuza gitmeyen, bizi
kızdıran; öldükten sonra dirilmek, ahiret mükâfat ve cezası, gibi imkânsız
saydığımız şeyler bulunmayan başka bir Kur’an getir. Eğer Allah sana öyle bir
Kur'an indirmezse, sen kendinden uydur! Yahut şu elinde bulunandakinin tehdit
ayetlerini tebşir ayetine, tebşir ayetini tehdit ayetine, haramı helale, helali harama
çevir; azab ayeti yerine rahmet ayetini koy. İlahları ve onlara tapmayı yeren
ayetleri onun içinden çıkar. Böylece sana inanalım, sana tabi olalım!" dediler.
Onların bundan maksatları, alay etmek, Peygamberimizi (s) susturmaktı. Bunun
üzerine Yüce Allah, indirdiği ayetlerde şöyle buyurdu:
“Ve (hal böyleyken) ne zaman ayetlerimiz bütün açıklığıyla kendilerine
okunup ulaştırılsa, o Bizim huzurumuza çıkacaklarına inanası gelmeyen
kimseler, "Bize bundan başka bir söylem/bir öğreti getir; ya da bunu değiştir"
diyecek olurlar. (Ey Peygamber) de ki: "Onu kendiliğimden değiştirmem olacak
şey değil; ben ancak bana vahyedilene uyarım. Bakın, (bu konuda) Rabbime
baş kaldıracak olursam, dehşet veren o (büyük) gün (gelip çattığında) azabın
(beni bulmasın)dan korkarım!" De ki: "Allah (başka türlüsünü) dileseydi, size bu
(ilahi kelamı) okuyup duyurmazdım; O da size ulaştırmazdı onu. Gerçek şu ki,
bu (vahiy bana gelmezden) önce bir ömür boyu aranızda bulundum: öyleyse,
yine de aklınızı kullanmayacak mısınız?" Hem, kendi uydurduğu yalanları
Allah'a yakıştıran ya da O’nun ayetlerini yalanlayan kimseden daha zalim kim
olabilir? Doğrusu, (böyle yaparak) günaha gömülüp giden kimseler kurtuluşa
asla erişemeyeceklerdir ve (ne de) Allah'la beraber, kendilerine ne bir yarar ne
de zarar verebilecek durumda olmayan şeylere veya varlıklara kulluk edip
(kendi kendilerine), "Bunlar bizim Allah katındaki kayırıcılarımızdır" diyen
(kimse)ler! De ki: "Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber
verebileceğinizi sanıyorsunuz? (Yoo,) kudret ve egemenliğinde sınırsız olan
odur, ve insanların O’na, ilahlığında ortak yakıştırdıkları her şeyden
sonsuzcasına yücedir.” (Yunus/10: 15-18)
Müşrikler Resulullah ile
biraz alay olsun diye ve
biraz da onu
davasından
vazgeçirmek için, ona
olmadık tekliflerde
bulunuyorlardı…
Yine bir gün Peygamberimiz (s) Kâbe'yi tavaf ederken, Kureyş müşriklerinden
Esved b. Muttalib, Velid b. Mugîre, Ümeyye b. Halef, Âs b. Vâil gibi yaşlı birtakım
kimseler, Peygamberimiz’e, "biz sana bir haslet teklif edeceğiz ki, onda hem senin
için, hem bizim için iyilik vardır!" dediler. Peygamberimiz (s) de, "Ne imiş o?" diye
sorunca, onlar, "ey Muhammed! Gel, sen bizim dinimize tabi ol; biz de senin dinine
tabi olalım! Sen bizim ilahlarımıza bir gün veya bir ay veya bir yıl tap; biz de senin
İlahına bir gün veya bir ay veya bir yıl tapalım. Böylece bizimle senin aramızda barış
meydana gelsin ve aramızdaki düşmanlık gitsin. Ey Muhammed! Eğer senin taptığın
bizim taptığımızdan daha hayırlı, senin işin bizimkinden daha doğru ise, biz ondan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
nasibimizi almış oluruz. Eğer bizim işimiz daha doğru ise, sen de ondan nasibini
almış olursun." dediler. Peygamberimiz (s) de, "Ben Allah'a ibadet ederken,
başkasını ona ortak koşmaktan Allah'a sığınırım!" buyurdu. Bu hususta Yüce Allah
şöyle buyuruyor: “Peki kimdir karanın ve denizin karanlıklarında yolunuzu
bulmanızı sağlayan ve rüzgârları rahmetinin önünden müjdeci olarak gönderen?
Allah'la beraber başka bir tanrı, öyle mi? Allah, insanların tanrısal nitelikler
yakıştırabileceği her şeyin ötesinde, her şeyden yücedir! (Neml/27: 63) “De ki:
"Hayat veren ve hiçbir şeye muhtaç olmayan o dururken göklerin ve yerin yaratıcısı
olan Allah’tan başka birini mi dost edineceğim?" De ki: "Ben, Allah’a teslim
olanların öncüsü olmakla emrolundum, Allah’tan başkasına ilahlık yakıştıranlar
arasında bulunmakla değil". (En’am/6: 14) ayetlerini okudu. Bunun üzerine
Müşrikler: "Öyle ise, bazı ilahlarımıza elini sür! Biz de seni tasdik edelim. Senin
İlahına tapalım" dediler. Bunun üzerine “De ki: "Siz ey (doğru ile eğriden) habersiz
olanlar! Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi teklif ediyorsunuz?" (Zümer/39: 64)
ve Kafirun suresi (1-6 ayetleri nazil oldu) “De ki: "Siz ey hakikati inkâr edenler! Ben
tapmam sizin taptığınıza, siz de tapmazsınız benim taptığıma. Ve ben
tapmayacağım (asla) sizin tapıp durduğunuza, siz de (hiç) tapmayacaksınız benim
taptığıma. Sizin dininiz size, benimki bana!" Peygamberimiz sureyi okuyunca,
Kureyş müşrikleri Peygamberimiz’e (s) sövüp saydılar ve ümitlerini kestiler.
Peygamberimize ve ashabına işkenceye devam ettiler.
MÜŞRİKLERİN HZ. PEYGAMBER’İ KENDİLERİNE TESLİM ETMESİ
İÇİN AMCASI EBU TALİB’E MÜRACAATLARI
Ebu Talib, Araplardaki
asabiye geleneğine
uygun olarak,
Müslüman olmadığı
halde Allah Resulu’nü
vefatına kadar korumuş
ve bu uğurda her
sıkıntıya katlanmıştır.
Her türlü baskıya rağmen Müslümanların sayılarının günden güne arttığının
görüldüğü sıralarda idi. Aralarında Ebu Cehil’in de bulunduğu Kureyş müşriklerinin
ileri gelenleri, bir gün toplantı yaparak Resulullah’ı davasından vazgeçmeye ikna
olması için bir teklif götürmeye karar verdiler. Çünkü ne yaparsa yapsınlar
Müslümanlarda bir direnç kırılması meydana getirememişler, bir gerileme
görememişler ve onlardan hiçbirini -ölüm ve işkenceye rağmen- yollarından
vazgeçirememişlerdi. Bir yandan dayak, işkence ve psikolojik baskılarına devam
ederken diğer yandan da bu işin başında bulunan Muhammed’i (s) ikna veya elde
etmeyi, yolundan ve davasından vazgeçirmeyi düşünmekteydiler. Çünkü o hiçbir
surette ve şartta tebliğden vazgeçmemekteydi.
Araplarda asabiye duygusu çok güçlü olduğu için, bir noktada hemen
devreye girer ve herkes kendi kabilesinden yana davranırdı. Her ne kadar
Müslüman olmadıysa da Resulullah'ın amcası Ebu Talib her durumda Hz.
Peygamber'i koruyor ve koruduğunu hissettiriyordu. Bu yüzden Hz. Muhammed'i
işinden vazgeçirmenin önemli yolunun amcası ve hamisi Ebu Talib olduğunu
bildikleri için ona gidip, yeğenini bu işten vazgeçmesi için ikna etmeye çalışmasını
istediler ve ona, "Ey Ebu Talib! Sen aramızda yaş, şeref ve mevkice bizden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
35
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
ileridesin! Biz senden kardeşinin oğlunu bizimle uğraşmaktan men etmeni
istemiştik. Sen onu bizimle uğraşmaktan men etmedin! Biz, vallahi, artık onun
atalarımıza dil uzatmasına, akıllarımızı akılsızlık saymasına, ilahlarımızı yermesine
dayanamayacağız! Sen ya onu bizimle uğraşmaktan vazgeçirirsin ya da iki taraftan
birisi yok oluncaya kadar, onunla da, seninle de çarpışırız!" dedikten sonra, dönüp
gittiler. Kavmi ile ilgisini kesmek ve onlara düşman kesilmek gibi bir durumla
karşılaşmak, Ebu Talib'e çok ağır gelmişti. Fakat Resulullah’ı yardımsız bırakmak da,
müşriklere teslim etmek de, gönlünün asla razı olamayacağı bir keyfiyetti. Ebu Talib
Resulullah’ı çağırttı ve ona, "Ey kardeşimin oğlu! Kavminin ileri gelenleri bana
geldiler. Şöyle şöyle söylediler. Senden, bana şikayetlendiler. Senden dolayı beni
çok üzdüler. Atalarına dil uzatmak, ilahlarını yermek gibi, onların
hoşlanmayacakları şeylerden vazgeç! Hem bana, hem kendine acı! Güç
yetiremeyeceğim, altından kalkamayacağım bir işi bana yükleme!" dedi.
Peygamberimiz (s) de, amcasının bu sözlerinden, fikir değiştirdiğini, artık yanında
dikilip kendisine yardım etmekten aciz kaldığını, desteklemeyi bırakacağını,
kendisini müşriklere teslim edeceğini sandı ve, "ey amca! Vallahi, bu işi bırakmam
için Güneşi sağ elime ve Ayı da sol elime koysalar, Allah onu üstün kılıncaya ya da
ben bu yolda ölüp gidinceye kadar davamdan vazgeçmem." dedi. Gözleri yaşardı ve
ağladı. Ayağa kalkarak dönüp giderken, Ebu Talib: "Gel ey kardeşimin oğlu, gel!"
diye seslendi. Peygamberimiz (s) dönüp gelince, Ebu Talib, "ey kardeşimin oğlu!
Git, istediğini söyle, işine devam et, istediğini yap! Vallahi, ben seni hiçbir zaman
onlara teslim edecek değilim!" dedi
Kureyş müşrikleri, Ebu Talib'in Hz. Peygamber'i yardımsız bırakmaktan ve
kendilerine teslim etmekten kaçındığını ve bu uğurda kavminden ayrılmayı ve
onlara düşman olmayı bile göze aldığını anladıkları zaman, Umâre b. Velid b.
Mugîre’yi, Ebu Talib'e götürdüler ve ona, "sen, bizim içimizde, seyyidimiz ve
üstünümüzsün. Bu Umâre b. Velid b. Mugîre, Kureyş gençleri içinde en güçlü, en
yakışıklı gençtir. Sen, bunu al, kendisinin aklından ve yardımından yararlan. Onu
kendine oğul edin. Senin dinine, baba ve atalarının dinine karşı olan, kavminin
topluluğunu bölen, akıllarını akılsızlık ve beyinsizlik sayan şu kardeşinin oğlunu bize
teslim et, öldürelim. İşte, sana adam yerine adam!" dediler. Ebu Talib, "vallahi, siz
bana ne kötü şey teklif ediyorsunuz! Bu insaflı bir davranış mıdır? Siz bana
oğlunuzu vereceksiniz, ben onu sizin için besleyeceğim. Ben oğlumu size
vereceğim, siz ise onu öldüreceksiniz, öyle mi? Vallahi, bu hiçbir zaman olur şey
değildir!” diyerek onları reddetti.
Yine bir gün aralarında şöyle dediler: “Muhammed’in işi çığırından çıktı,
işlerimiz karıştı. Sihirde, kehanette, şiirde en bilgilimizi araştıralım da,
topluluğumuzu dağıtan, işimizi karıştıran, dinimizi ayıplayan şu adamın yanına
gönderelim, kendisiyle bir konuşsun; üzerinde direndiği şeyle ne yapmak istediğine
bir baksın, durumu öğrensin.” dediler. Tartışmaları sonucunda bu iş için, Utbe b.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
36
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Rebia’dan daha uygun birinin olamayacağına kanaat getirdiler. Peygamberimiz de
toplantı yerine yakın bir tarafta yalnız başına oturuyordu.
Utbe b. Rebia: “Vallahi ben şiir, kehanet ve sihrin her çeşidini işitmişim ve
bunlar hakkındaki bilgilere vakıfım; bana bu konulardan kapalı kalan bir taraf
yoktur. Ey Kureyşliler! Ben Muhammed’in yanına gidip onunla konuşayım,
kendisine bazı şeyler teklif edeyim. Teklif edeceğim şeylerden hangisini kabul
ederse, istediğini kendisine veririz, belki artık bizimle uğraşmaktan vazgeçer.” dedi.
Müşrikler de: “Tamam, kalk yanına git, hepimiz adına kendisiyle konuş.” dediler.
Utbe hemen kalktı, Peygamberimiz’in yanına varıp oturdu ve: “Ey kardeşimin
oğlu! Sen de biliyorsun ki, kabile içinde, şeref ve soyca aramızda üstün bir
mevkidesin. Fakat kavminin başına büyük bir iş, bir sıkıntı getirdin. Onunla,
birliklerini dağıttın, akıllarını akılsızlık saydın, ilahlarını ve dinlerini ayıpladın,
babalarından gelip geçmiş olanları tekfir ettin. Ey Muhammed! Sen mi daha
hayırlısın, yoksa Hâşim mi daha hayırlı? Ey Muhammed! Sen mi daha hayırlısın,
yoksa Abdülmuttalib mi daha hayırlı? Sen mi daha hayırlısın, yoksa Abdullah mı
daha hayırlı?” diye sordu. Peygamberimiz, Utbe’nin bu sorularına hiç karşılık
vermedi. Utbe: “Eğer bunların senden daha hayırlı olduğunu kabul ediyorsan,
bunlar ayıplamakta olduğun ilahlara tapıyorlardı. Yok, eğer sen onlardan hayırlı
olduğunu sanıyorsan, konuş, bu yoldaki sözünü de dinleyelim? Biz hiçbir zaman
kavmine senin yaptığından daha uğursuz ve ağır gelen bir şey görmedik.
Topluluğumuzu dağıttın, işimizi karıştırdın, Araplar içinde bizi rezil ettin.
‘Kureyşliler içinde bir sihirbaz, bir kâhin türemiş’ dedirttin. Vallahi, biz kılıçlarımızla
birbirimizi yok etmeye kalkacağımız, çığlık koparılacak andan başkasını
bekleyemiyoruz. Gel, sen beni dinle, sana bazı şeyler teklif edeceğim; onların
üzerinde dur, düşün; belki bazısını kabul etmeyi uygun bulursun.” dedi.
İlk Müslümanların,
İslam’ı kabul
etmelerindeki tek ve en
önemli etken, bizzat
Kur’an’dır…
Bu da, Kur’an’ın mucize
olduğunun bir
alametidir.
Peygamberimiz: “Söyle ey Ebu’l-Velid, seni dinliyorum” buyurdu. Utbe: “Ey
kardeşimin oğlu! Eğer sen bu yaptığın işle mal elde etmek istiyorsan, malca en
zenginimiz oluncaya kadar, mallarımızdan senin için mal toplayalım. Eğer
yaptıklarınla şeref ve şan kazanmak istiyorsan, seni üzerimize seyyid yapalım ve
sensiz hiçbir işe karar vermeyelim. Eğer bu sana geldiğini söylediğin şey, sana
musallat olup da kurtulmaya güç yetiremediğin bir cin işi ise, seni tedavi ettirelim.
Seni ondan kurtarıncaya kadar, mallarımızı bu uğurda saçarcasına harcayalım.
Tedavi edilinceye kadar cinin adama sataşıp durduğu olabilir. Ne dersin?” dedi.
Utbe sözlerini bitirinceye kadar Peygamberimiz onu dinledi ve: “Ey Ebu’lVelid! Söyleyeceklerini söyleyip bitirdin mi?” diye sordu. Utbe “Evet” deyince,
Peygamberimiz: “O hâlde şimdi beni dinle!” buyurdu ve Fussilet suresini okumaya
başladı. Utbe de susup, sakince onu dinledi. Peygamberimiz, Fussilet suresini
okuyup secde ettikten sonra: “Ey Ebu’l-Velid! Hiç işitmediğini dinlemiş
bulunuyorsun. Artık işte sen, işte o! Benim diyeceğim budur.” buyurdu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
37
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
Bundan sonra, Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına döndü. Arkadaşları
birbirlerine: “Vallahi, Ebu’l-Velid buradan gittiğinden başka bir yüzle geliyor.”
dediler. Gelip yanlarına oturduğu zaman, Utbe’ye: “Ey Ebu’l-Velid! Ne haber
getirdin?” diye sordular. Utbe: “Vallahi, ben şimdiye kadar bir benzerini daha önce
işitmemiş olduğum bir sözü işittim. Vallahi, o ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânettir.
Ey Kureyşliler! Gelin, beni dinleyin, bana uyun. Şu adamı, üzerinde durduğu şeyle
baş başa bırakın. Siz aradan çekilin, ondan uzak durun! Vallahi, kendisinden
dinlemiş olduğum söz, büyük bir haber olacaktır. Eğer onu Araplar öldürürlerse,
sizden başkasıyla onun hakkından gelmiş olursunuz. Eğer o Araplara hâkim olursa,
onun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, onun kudret ve şerefi de sizin kudret ve
şerefiniz demektir. Siz böylece, onun sayesinde, insanların en mutlusu olursunuz. Ey
kavmim! Gelin, bugün bana itaat edip sözümü dinleyin de, başka zaman isyan
ederseniz edin.” dedi. Kureyşliler: “Vallahi, ey Ebu’l-Velid! O, diliyle seni de
büyülemiş.” dediler. Utbe: “Bu, benim onun hakkındaki görüşümdür. Siz nasıl
istiyorsanız öyle yapın.” dedi.
Utbe’nin, Kureyş müşriklerine devamla, “Muhammed, ‘Onlar bu beyandan
sonra yine imandan yüz çevirirlerse, ‘Âd ve Semûd’u çarpan yıldırım gibi, size de bir
azabın gelip çatabileceğini hatırlatırım’ de” (Fussilet/41: 13) dediği zaman, ağzını
elimle kapatarak, daha fazla okumaması için, kendisine akrabalık adına and verdim.
Çünkü Muhammed bir şey söylediği zaman hiç yalanlanmadığını bildiğim için,
üzerinize azab ineceğinden korktum.” dediği de rivayet edilir.
Müşriklerin bu ve benzeri teşebbüsleri de bir fayda etmiyor; sonuç, inadına
inkârdan ve daha da sertleşen mücadeleden başka bir yere varacak gibi
görünmüyordu. Nitekim öyle de olmuş, müşrikler, Müslümanlara karşı daha da
aşırı ve şiddetle davranmaya devam etmişler ve bu durumdan taviz de
vermemişlerdir, ki kendi açılarından haklı olarak yapacakları başka şeyleri de yoktu.
HZ. HAMZA’NIN MÜSLÜMAN OLMASI
Hz. Hamza’nın
Müslüman olması,
Müslümanlar için güç,
kâfirlere ise, korku ve
üzüntü olmuştur.
Rasulullah’tan iki ya da dört yaş büyük olan amcası ve sütkardeşi Hz.
Hamza’nın, bi’setin ikinci ya da altıncı senesinde Müslüman olduğu rivayet olunur.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber ve arkadaşlarına, bilhassa hür olan
arkadaşlarına yapılan işkence, eziyet ve hakaretlerin, bi’setin 4. veya 5. yılında
başladığını görmekteyiz. Çünkü zaten 3 yıl gizli davet dönemi vardı. Müslümanların
sayılarının artması üzerine baskı ve işkenceler de artarak, onları yıldırma ve
dinlerinden döndürme faaliyet ve beklentileri baş göstermiştir. Dolayısıyla
Hamza’nın bi’setin 2. yılında Müslüman olduğuna dair rivayetleri kabule şayan
görmüyoruz. Hz. Hamza’nın Müslümanlığı kabul etmesi şöyledir:
Müslümanlara eziyet ve işkence edildiği zamanlarda, Ebu Cehil, Kâbe’de
Resulullah’a sövüp saymış, hakaretler etmişti. Bu, Resulullah’ın canını çok sıkmış ve
üzüntüyle çıkıp evine gitmişti. Safa’da meydana gelen bu olay aleni olmuş, insanlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
38
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
da buna şahit olmuştu. Olayı görenlerden Abdullah b. Cüd’ân’ın azatlı cariyesi,
avdan döndükten sonra Kâbe’yi tavaf ederek evine gitmekte olan Hamza’ya
rastlamış ve gördüğü olayı ayrıntısıyla ona nakletmişti. Bu duyduklarına çok
sinirlenen ve öfkeyle Mescid-i Haram’da oturmakta olan kalabalığa yönelen Hz.
Hamza, Ebu Cehil’in karşısına dikildi. Elindeki yayı kaldırıp şiddetle onun başına
vurarak yardı ve: “Yeğenime sövüp sayan sen misin? İşte ben de onun dinindenim!
Elinizden geleni ardınıza koymayın!” dedi. Ardından, Resulullah’ın dininin hak
olduğunu, Allah’a ve Muhammed’in onun Resulu olduğuna inandığını söyledi.
Müşriklerle bir miktar söz dalaşına girdikten sonra evine gitti. Rivayetlere göre
Hamza, evine döndükten sonra, gösterdiği bu tepkiyi ve konuşmaları gözden
geçirir, öfkesine yenildiğini, bu yüzden dinini değiştirdiğini ve atalarına ihanet
ettiğini düşünür. Ertesi sabah Resulullah’a giderek konuşur, tereddütleri gider ve
kalbi mutmain olur. Şükrünü ve Resulullah’ı himaye edeceğini beyan eden bir şiirle
oradan ayrılır.
Araplarda çok sık örneklerine rastladığımız akrabalık duygusuyla oluşan
kayırma ve tarafgirlik, Hz. Hamza’da Resulullah lehine tecelli etmiştir. Bununla
birlikte biz, diğer amcası Ebu Leheb’e, bu duygunun hiç tesir etmediğini de
biliyoruz. Ancak Ebu Leheb’le ilgili durumun çok istisna olup aslında Araplarda her
hâlükârda akrabaların kayrılıp gözetilmesinin (asabiye) baskın bir duygu olduğunu,
her yer ve dönemdeki örnekleriyle görmekteyiz. İşte Hamza da başlangıçta bu
duygularla Müslümanlığı kabul ederek Hz. Peygamber’in yanında yer almıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
39
Özet
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
•Allah Resulü, vahiy aldığı zaman 40 yaşındaydı ve bu onun beklemediği
bir anda vuku bulmuştu. Hıra mağarasında vuku bulan bu olaydan
sonra 3 ay boyunca hiç vahiy gelmemiştir. Bu durum Resulullah'ı
endişelendirmişse de bundan sonra vahiy 23 yıl boyunca hiç
kesilmemek üzere devam etmiştir.
•Hz. Peygamber almış olduğu risalet görevini ilk önce çok yakın eş ve
dostlarına duyurmuş onlarla beraber ve onların da çabalarıyla ilk
müslüman cemaat oluşmuştur. Gizli davet dönemi adını alan bu 3 yıllık
sürede, müşriklerin herhangi bir tepkisi olmamış sadece onlara alay ve
acıma duygusuyla bakılmıştır. Bu dönemde Resulullah'ın daveti
Mekke'nin dışında da duyulmuş; Ebu Zer gibi bazıları böylece
Müslüman olmuşlardır.
•İlk Müslümanların müsteşriklerin iddia ettikleri gibi toplumun mağdur
kesimlerinde değil, zengin-fakir, hür-köle, kadın-erkek, genç-ihtiyar her
grubundan oluştuğu görülmektedir. Bu da İslam davetinin kabul
gördüğünün anlaşıldığının alametidir.
•Yüce Allah'ın davetini açıktan yapması emri üzerine Resulullah,
Mekke'nin Ebu Kubeys tepesine çıkarak tüm Mekkelileri İslam'a davet
etti. Ardından yakın akrabalarına bir ziyafet vererek tümünü İslam'a
çağırdı.
•Bundan sonra Allah Resulü Kâbe'de, çarşıda, pazarda kısacası heryerde
insanları İslam'a davet etti. Müslümanlar'ın rahatça görüşüp
Rasulullah'la buluşması için Erkam'ın Evi uygun bir mekan olarak
seçilmişti.
•Müslümanlar'ın sayısının gittikçe artması üzerine gelecekleri ve
menfaatleri açısından bunu tehlikeli gören Mekke'nin ileri gelen
müşrikleri Allah Rasulu'nü ve Müslümanları engellemek ve onları
putperestliğe dündürmek için çok büyük baskı ve işkencelere
başvurdular. Ne yaparsa yapsınlar hiçbir şey elde edemeyince hem
Resulullah'la hem de amcasıyla görüşerek davetin sona erdirilmesini
istediler. Bu durum daveti engelleyemediği gibi Müslümanların
sayılarının her geçen gün artmasının önüne de geçememişti.
•Bütün bunlar müşrikleri dahada kızdırmış ve sert davranışlarının
devamını sağlamıştır. Hz. Hamza'nın Müslüman olması baskılara
duyulan tepkinin sonucudur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
40
Ödev
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
• Müslümanların müşriklerle mücadelesini ve müşriklerin
Kur'an'a tepkilerini, Kur'an'dan hareketle yorumlayınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında
yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Allah Resulu ilk vahiyi nerede almıştır?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Sevr Mağarasında
b) Kâbe’de
c) Hira Mağarasında
d) Erkam’ın evinde
e) Kendi evinde
2. İlk namaz nasıl kılınıyordu?
a) Günde 5 vakit
b) Günde 1 vakit
c)
Günde 2 vakit
d) Haftada bir vakit
e) Ayda bir vakit
3. Gizli davet döneminin süresi aşağıdakilerden hangisidir?
a) 1 yıl
b) 2 yıl
c) 2.5 yıl
d) 4 yıl
e) 3 yıl
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
41
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
4. Allah Resulu açık davete ilk olarak nerede başlamıştır?
a) Hira’da
b) Medine’de
c) Ebu Kubeys Tepesinde
d) Kâbe’de
e) Panayırda
5. Allah Resulu’ne ve Müslümanlara işkence yapan en azılı müşriklerin sayısı
kaynaklarımızda kaç kişi olarak verilmektedir?
a) 20
b) 23
c) 27
d) 30
e) 33
Cevap Anahtarı:
1. c 2.c 3.e 4.c 5.b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
42
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ahmet Cevdet Paşa, Kısas-ı Enbiya ve Tevârih-i Hulefâ I-II, Bedir Yay., İstanbul,
1986
Algül, Hüseyin, İslam Tarihi I-IV, Gonca Yay., İstanbul, 1986
Aydınlı, Abdullah, “Ebu Zer el-Gıfârî” maddesi, DİA, X,266-269
Aykaç, Mehmet, “Fâtıma bint Esed” maddesi, DİA, XII,225
Azimli, Mehmet, Siyeri Farklı Okumak, Ankara Okulu Yay., Ankara, 2010
Belâzürî, Ebul-Abbas Ahmed b. Yahyâ, Ensâbu’l-Eşraf, thk. Süheyl Zekkar-Riyâd
Ziriklî, Beyrut, 1417/1996
Çağatay, Neşet, “Zeyd b. Hârise” maddesi, İA, XIII,547-548
-----------------, “Zübeyr b. Avvâm” maddesi, İA, XIII,534-536
Fayda, Mustafa, “Ebubekir” maddesi, DİA, X,101-108
Fığlalı, Ethem Ruhi, İmam Ali (Ali İbn Ebî Tâlib), TDV Yay., Ankara, 1996
-----------------, “Ebu Tâlib” maddesi, DİA, X,237-238
Halebî, Ebü’l-Ferec Nûreddin ‘Ali b. Burhâniddin, İnsânü’l-Uyûn fî Sîreti’l-Emîni’lMe’mûn, es-Sîretü’l-Halebiyye I-II, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1400/1980
Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi (Hayatı ve Faaliyeti), çev. Salih Tuğ,
İrfan Yay., 5. baskı, İstanbul, 1990
Hasan İbrahim Hasan, İslam Tarihi I-VI, çev. İ. Yiğit-S. Gümüş, Kayıhan Yay., 2. baskı,
İstanbul, 1987
İbn Abdi’l-Berr, Ebu Ömer Yusuf b. Abdullah b. Muhammed, el-İstîâb fî Marifeti’lAshâb, thk. Muhammed el-Becâvi, Kahire, tsz.
İbn Hacer, Ahmed b. Ali el-Askalânî, el-İsâbe fî Temyîzi’s-Sahabe, Kahîre, 1328
İbn Hişâm, Ebu Muhammed Abdülmelik b. Eyyûb el-Himyerî, es-Sîretü’nNebeviyye, Beyrut 1391/1971.
İbn İshâk, Ebu Abdillah Muhammed b. İshâk b. Yesâr, Sîre, thk. Muhammed
Hamîdullâh, Konya 1981.
İbn Kesîr, Ebu’l-Fida İsmail, el-Bidâye ve’n-Nihâye-Büyük İslam Tarihi, Beyrut
1386/1966.
İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah b, Muslim ed-Dîneverî, el-Meârif, Beyrut,
1970
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
43
Hz. Muhammed’in Peygamberliğinin İlk Yılları, İlk Müslümanlar ve İlk Tepkiler
İbn Sa’d. Ebu Abdillah Muhammed, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut 1380/1960.
İbn Seyyidinnâs, Ebü’l-Feth Fethuddin Muhammed b. Muhammed, ‘Uyûnü’l-Eser fî
Fünûni’l-Meğâzî ve’ş-Şemâil ve’s-Siyer I-II, 2. baskı, Dâru’l-Cîl, Beyrut, 1974
İbnü’l-Esîr, İzzeddun Ebu’l-Hasan Ali b. Ebi’l-Kerem Muhammed b. Abdi’l-Kerim eşŞeybânî, el-Kâmil fi’t-Târih, Beyrut 1385/1965
-----------------, Üsdü’l-Ğâbe fî Marifeti’s-Sahâbe, thk. Muhammed İbrahim el-Benna,
İslamoğlu, Mustafa, Hayat Kitabı Kur’ân, Gerekçeli Meal-Tefsir, Düşün Yay., 2.
baskı, İstanbul, 2008
Kara, Seyfullah, Peygamber Döneminde Gençlik, Ağaç Yay., İstanbul, 2003
Köksal, M. Âsım, İslam Tarihi I-XVIII, Şamil Yay., İstanbul, 1987-1989
-----------------, “Darülerkam”, maddesi, DİA, VIII,520-521
Mes’ûdî, Ebü’l-Hasen Ali b. el-Hüseyn b. Ali, Mürûcu’z-Zeheb ve Meâdinu’lCevahir, thk. M. Muhyiddin Abdulhamid, Kum, tsz.
-----------------, et-Tenbîh ve’l- İşrâf, thk. A. İsmail es-Sâvî, Bağdâd, 1357/1938
Mustafa (Kadı) Darir Efendi, Erzurumlu, Siyer-i Nebi, yay. haz. Selman Yılmaz,
başucu Kitapları Yay., İstanbul, 2004
Said Havva, Elesas fi’sünne, Siyteün Nebeviyye I-VI, çev. A.Ali Ural vdd., Aksa Yay.,
İstanbul, 1991
Sallabî, Ali Muhammed, Siyeri Nebi I-II, çev. M. Kasadar vd., Ravza Yay., İstanbul,
2009
Suyûtî, Celalüddîn Abdirrahman b. Ebî Bekir, Tarîhu’l-Hulefâ, thk., M. Muhyiddin
Abdulhamid, Mısır, 1952
Şiblî, Mevlâna, Asr-ı Saadet, İslam Tarihi, çev. Ö. Rıza Doğrul, Eser Yay., İstanbul,
1978
Şulul, Kasım, İlk Kaynaklara Göre Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İnsan Yay., 2.
baskı, İstanbul 2008
Taberî, Ebu Ca’fer Muhammed b. Cerir, Târîhu’t-Taberî-Tarihu’l-Umem ve’l Mülûk,
Darü’l Kütübü’l İlmiye, Beyrut, 1987
Topaloğlu, Bekir, “Âmine” maddesi, DİA, III,63-64
Ya’kûbî, Ahmed b. Ebî Ya’kub b. Ca’fer b. Vehb, Târihu’l-Ya’kûbî, Beyrut, tsz.
Yıldız, Hakkı Dursun, (Redaktör) Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Çağ Yay.,
İstanbul, 1986
Zehebî, Şemsuddin Muhammed b. Ahmed b. Osman, Tarihu’l-İslam, Beyrut, 1995
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
44
HABEŞİSTAN’A HİCRETTEN
MEDİNE’YE KADAR
İSLAM’IN MEKKE DÖNEMİ
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
4
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
GİRİŞ
Hz. Muhammed (s), kırk yaşında Cenâb-ı Allah tarafından ilk kez vahye
muhatap oldu ve son peygamber olarak görevlendirildi. Onun, başlangıçta yakın
akraba ve arkadaşlarına yönelik olarak gizlice yürüttüğü tebliğ faaliyetleri
Mekke’nin ileri gelen müşriklerince, geçici bir durum gibi algılanmış, büyük bir
tepki ile karşılanmamıştı. Alenen tebliğ sürecinin başlaması ile İslamiyet’i seçerek,
ona tabi olan insanların, -kadın-erkek, zengin-fakir, çocuk-genç-ihtiyar, hür-köle
demeden- sayılarında görülen görece artışın zamanla belirgin hâle gelmesi,
Kureyş’in ileri gelenlerinin (mele’), Hz. Hamza ve Hz. Ömer gibi toplumun seçkin
şahsiyetlerinin Müslüman olmalarından duydukları kaygı ve endişe ile Mekke’nin
yerleşik dinî, iktisadi, ticari yapısının değişeceği, geleneksel toplumsal düzeninin
yıkılacağı kaygısından duyulan endişe, süreç içerisinde Müslümanlara karşı alay,
küfür, iftira vb. sözlü tepkiden ve fiili şiddete doğru çevrilmesine yol açmıştı.
Her şeye rağmen Hz. Peygamber, bütün gayreti ile Mekke’de İslamiyet’i
anlatmak ve tevhit mücadelesinde başarılı olmak istiyordu. Ancak bütün
samimiyeti ve çabasına rağmen bu mümkün olamayacağını anladı. O, insanlığın ilk
mabedi olan Kâbe ve kutsal Mekke şehrini pagan kültüründen arındırmak için artık
merkezden değil, çevreden mücadeleyi sürdürmeyi tercih edecekti. Tek çare
gözüküyordu: o da Hicret.
İşte bu ünitede Hz. Muhammed’in tebliğ faaliyetleri çerçevesinde Mekke
döneminde yaşadığı önemli olaylar çerçevesinde, Medine’ye hicrete kadar uzanan
süreç ana safhaları ile ele alınacaktır.
HABEŞİSTAN’A GÖÇ
İslamiyet Mekke’de yavaş yavaş yayılırken müşriklerin Müslümanlara karşı
tutumları gittikçe sertleşmiş, sözlü tepkilerine şiddet ve işkenceyi de içeren fiili
müdahaleleri eklenmişti. Ashabının maruz kaldığı zulüm ve işkencelere son
derecede üzülen fakat engellemeye gücü yetmeyen Resulullah, Müslümanlara,
dinlerini yaşayabilecekleri ve can güvenliğine sahip olabilecekleri bir yer olarak
adaletli idaresiyle bilinen hükümdar Ashame en-Necâşî yönetimindeki Habeşistan’a
gitmeyi tavsiye ederek:
“Allah sizi içinde bulunduğunuz sıkıntıdan kurtarıncaya kadar Habeş ülkesine
göç etseniz iyi olur, çünkü orada hiç kimsenin zulüm görmediği bir hükümdar
vardır, ayrıca orası doğruluk ve hakikat ülkesidir, Allah bir kolaylık verene kadar
orada kalın” buyurdu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Habeşistan’a hicretin başlıca sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:
 Mekke’de Müslümanlara karşı uygulanan şiddete paralel olarak yaşama
şartlarının zorlaşması.
 Kabile esasına dayalı bir toplum özelliği taşıyan Mekke şehri ve çevresinde,
İslam’a giren hür insanların, kendi kabileleri tarafından ötekileştirilmesi
neticesinde eman hakkını kaybetmeleri. Muhacirlerin toplumsal statülerine
bakıldığında aralarında kölelerin bulunmaması ve tamamının eman hakkını
kaybedenlerden hür insanlardan oluşması.
 Bu dönemde, Mekke ve çevresindeki kabileler ve şehirler doğru ya da dolaylı
olarak Mekke ile ilişkisi mevcuttu ve henüz tamamı müşrik idi. Dolayısıyla
Hicaz ya da Arap yarımadasının içerinde başka bir yere hicret söz konusu
değildi.
 Yarımada’da bulunan Hıristiyan ve Yahudi topluluklar kendi aralarında
çekişme ve mücadele içerisinde bulundukları için, kendilerine rakip olacak
Müslüman Muhacirleri içlerine dâhil edemezlerdi.
 Habeşistan’da emana vb. kurumlara gerek duymadan Müslüman
Muhacirlerin rahatça yaşayabilecekleri bir ortamın bulunması hicret mahalli
olarak tercih sebebi idi.

Arabistan’ın diğer bölgelerine nazaran, Kızıldeniz gibi doğal bir sınır ile
yarımadadan ayrılan Habeşistan’ın Bizans’a bağlı bir eyalet olarak nispeten
daha sistemli ve adil bir yönetime sahip olması sebebiyle Mekke
müşriklerinden gelecek tehlikelere karşı korunabilecekleri emniyetli bir
coğrafya olarak kabul edilmesi. (Öztürk, Levent. (2001). s. 55-66.)
Nitekim İlk Muhacir kafilesi, bi'setin 5. (m. 615) yılı Recep ayında adil bir
hükümdar olarak bilinen Habeşistan hükümdarı Necâşî’nin ülkesine hicret etti. İlk
hicret kafilesi toplam on bir erkek, dört kadınla (veya on ikisi erkek dört kadın
toplam on altı kişi ile) birlikte hareket ederek, gizlice Kızıldeniz kenarında bulunan
Şuayba limanına kimi yaya kimi de binekli olarak ulaştılar. Bu ilk Muhacir kafilesi,
reisleri Osman b. Maʻzun dışında, Hz. Peygamber’in kızı Rukiye ile eşi Hz. Osman (b.
Affan), Ebu Seleme ile eşi Ümmü Seleme, Âmir b. Ebî Rebîa ile eşi Leylâ b. Ebî
Hamse, Ebû Huzeyfe b. Utbe ile eşi Sehle bt. Süheyl, Zübeyr b. Avvâm, Mus‘ab b.
Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Ebû Sebre, Hâtıb b. Amr, Süheyl b. Beydâ’dan
oluşuyordu. Müşrikler, yakalamak ve geri çevirmek için ilk Habeşistan
Muhacirlerini Kızıldeniz kıyısına kadar takip ettilerse de onlara yetişemediler,
Mekke’ye geri dönmek zorunda kaldılar. Zira Muhacirler kiraladıkları bir gemi ile
denizin karşı kıyısına geçerek Habeşistan topraklarına ayak bastılar. Bu olay, İslam
tarihinde “ilk hicret” olarak bilinir.
Hz. Peygamber'in Mekke’de işkence ve eziyet gören Müslümanları
Habeşistan’a hicret etmeye teşvik etmesi O’nun, Arap yarımadası ve çevresinde
olup biten hadiseler ve yöneticileri hakkında bilgi sahibi olduğu anlamına gelir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Nitekim Habeşistan’a giden Muhacirler bu ülkede başta hükümdar Necaşî olmak
üzere gerek yöneticiler gerekse Habeş halkı tarafından hoş karşılanmışlar, dinlerine
ve ibadetlerine herhangi bir müdahalede bulunulmamıştır.
Bu arada, Hz. Peygamber’in, Müslümanları teşvik ederken, kendisinin niçin
Habeşistan’a hicret etmediğine dair bir soru akla gelebilir? Bu sorunun cevabı
muhtemelen şu olabilir: Hz. Peygamber’in Arap yarımdasında Mekke ile ilişkisini
koparmayacağı, oradaki mücadelesini dışarıdan sürdürebileceği, coğrafi ve tarihsel
olarak Mekke ile irtibatlı ve fakat yerel siyasi ve kabilesel güçler dengesinden
bağımsız ve hatta lider olma imkânı doğabilecek ve süreci nispeten daha kolay
yönlendirebileceği ve zorlukları aşabileceği bir yere göç etmeyi düşünmüş
olmalıdır.
Peygamberliğin 5. yılı Receb ayında hicret eden Muhacirlerden bazıları,
Şaban ayını da Habeşistan’da geçirdikten sonra Ramazan ayında, Mekke’de
döndükleri, ancak şevval ayında tekrar Habeşistan’a gittikleri söylenir.
Garanik Meselesi
Habeşistan Muhacirlerinin iki ay sonra Mekke’ye gelişlerinin sebebini de
teşkil eden olay, İbn Saʻd ve Taberî gibi bazı tarihçilerin eserlerinde yer alan
“Garanik” hadisesidir. Rivayetlere göre Peygamberimiz Kâbe’nin yanında iken,
“Gördünüz mü o Lat ve Uzza’yı? Ve üçüncüleri olan diğeri; Menât’ı” mealindeki
Necm Sûresi’nin 19.-20. ayetlerini okuduktan sonra, “Bunlar yüksek kuğulardır,
onların şefaatleri umulur” mealindeki ‘sözde ayetleri’ şeytanın telkini ile
söyledikten sonra sıra Secde ayetine gelince secdeye etmiş, bu olaya şahit olan
müşrikler de güya putlarının Hz. Peygamber tarafından övülmesine sevinerek
hemen secdeye varmışlar! Akşam olunca Cebrail (a.s.) gelerek Hz. Peygamber’e
“Allah tarafından vahyedilmeyen sözleri söylediğini” bildirmiş. Hz. Peygamber buna
çok üzülmüş, şeytanın ilkâ ettiği bu sözleri kaldırıp atmış! (Sarıçam, İbrahim.
(2003). Hz. Muhammed, 103).
Bazı klasik İslam tarihi kaynaklarında da zikredilen Garanik olayı ile ilgili bu
rivayet, İslam âlimleri tarafından çeşitli yönlerden eleştiriye tabi tutulmuştur.
Yeryüzünde inşa edilen ilk mabedi Kâbe ve çevresinden putları temizlemek
maksadıyla hayatını tevhit mücadelesine vakfetmiş bir peygamber olarak Hz.
Muhammed’in, böyle bir söz sarf etmesi hatta müşriklerin putlarını övmesi asla
mümkün değildir. Kaldı ki, Necm Suresi’nin 19. ve 20. ayetleri, lafzı ve bağlamı
dikkate alındığına putların anlamsızlığını ve kötülüğünü ortaya koymak için nazil
olmuştur. Belki de putları öven yukarıda zikrettiğimiz ifadeler, edip ve şair bir
müşrik tarafından okunmuş, orada bulunan insanlar bunu ayetmiş gibi algılamış da
olabilirler. Yalnız bunu destekleyecek rivayetler elimizde mevcut değildir.
Dikkatsizlik ve ilmî süzgeçten geçirilmeden kaynaklara girmiş olabilir. Nitekim
Kur’an’ın şirk ile mücadelesi yanında ilk dönemlerden itibaren sahih rivayetlerde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
putları övmek bir yana, onları tamamen ortadan kaldırmaya yönelik bir muhtevanı
yer aldığı ve kuşkuya yer bırakmayacak ölçüde bir retorik ve üslubun kullanıldığı
aşikârdır.
İkinci Habeşistan Göçü
Bazı kaynak ve araştırmalar, Habeşistan’a hicretin peyderpey devam ettiğini
bildirirler. Ancak meşhur kanaat ise, Habeşistan hicretinin iki ana göç dalgası
şeklinde gerçekleştiği yönündedir. Buna göre, yukarıda sözü edilen birinci
Habeşistan muhaceretinin ardından (nübüvvetin 6./m. 616’da) Cafer b. Ebî Tâlib
başkanlığında tertip edilen ikinci hicret kafilesi Habeşistan’a ulaştı. İkinci kafile
seksen iki erkek ve on seksiz kadından oluşuyordu.
Habeşistan Muhacirleri bu ülkede güvenlik içinde hayatlarını idame ettirip
dinlerini yaşarlarken, Mekkeli Müşrikler burada da Müslümanları rahat bırakmak
niyetinde değildi. Amr b. Âs ve Abdullah b. Ebî Rebîa’yı Necâşî’ye takdim edilmek
üzere bolca hediyelerle Habeşistan’a elçi olarak gönderdiler. Kureyş temsilcileri,
Necâşî’nin Muhacirleri iade etmesini talep ediyorlardı. Onların konuşmalarının
ardından, Muhacirleri temsilen söz alan Cafer b. Ebî Tâlib şunları söyledi:
“Ey hükümdar! Biz Cahiliye zihniyetine sahip bir kavimdik; putlara tapar, ölü
hayvan eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına riayet etmez, komşularımıza
kötülük ederdik. Güçlü olanlarımız zayıflarımızı ezerdi. Allah aramızdan doğruluk ve
iffetini bildiğimiz, güven duyduğumuz peygamberi gönderdi. O bizden putlara
değil, sadece Allah’a tapmamızı, emanete riayet etmemizi, akraba ve komşuları
gözetmemizi, doğru davranıp yalan, iftira, kan davası ve yetim malı yemekten uzak
durmamızı istedi. Biz de ona iman ettik”
Yukarıda kısa bir özetini naklettiğimiz Cafer’in bu maharetli ve etkili
konuşmasını, dinleyen Ashame en-Necâşî Muhacirlerin müşrik elçilerine iade
isteğini geri çevirdi.
Bu duruma çok öfkelenen Kureyşliler Mekke içerinde Müslümanlara karşı
şiddeti ve eziyeti daha da artırdılar. Nitekim Ammar b. Yasir’in annesi Sümeyye ile
babası işkence edilerek şehit edilirken, Bilâl b. Ebî Rebâh gibi birçok Müslüman
acımasız işkencelere maruz kaldılar.
Bazı araştırmalarda Habeşistan’a hicretin iki ana göç dalgası şeklinde değil de
küçük gruplar şeklinde peyderpey devam ettiği ifade edilmektedir. Bu görüşün
doğru olma imkânı da söz konusu olabilir.
Habeşistan’a giden Muhacirlerin bir müddet bu ülkede kaldıktan sonra çeşitli
zamanlarda bazılarının Mekke’ye, bazılarının da Medine’ye döndükleri
bilinmektedir. Nitekim Habeş Muhacirlerinden otuz üç kişilik bir grubu ileride
bahsedilecek olan Şi‘bu Ebû Tâlib’deki boykotun sona ermesinden sonra (620)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Mekke’ye döndükleri, 33 erkek 8 kadından oluşan diğer bir grubun da Hz.
Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra buraya geldikleri ve bunlardan 24’nün
Bedir Savaşına iştirak ettikleri bilinmektedir. Cafer b. Ebî Tâlib başkanlığındaki son
Habeşistan kafilesinin ise, hicretin 7. senesinde Hayber kuşatması sırasında
Medine’ye geldikleri kaynaklarımız tarafından nakledilmektedir.
Hz. Ömer’in Müslüman Oluşu
Habeşistan’a hicrette sonra önem arz eden olaylardan biri de İlk dönem
İslam tarihinin önemli simalarından II. Halife Ömer b. el-Hattab’ın Müslüman
olmasıdır.
Kureyş’in Adiyy boyundan olan Ömer b. el-Hattâb, Mekke’nin sefaret (elçilik)
işlerini yürüten, sert mizaçlı, içkiye düşkün, iyi ata binen, şiire düşkün, ensâb
bilgisine vâkıf, putperestliğe bağlı, İslamiyet’e karşı, Müslümanlara işkence geri
durmayan bir kişi idi. Hz. Peygamber, Kureyş’in ileri gelenlerinden Hz. Ömer ve Ebû
Cehil’in Müslüman olmasını çok arzuluyor; “Ya Rabbi! İslamiyet’i Ömer b. Hattâb
veya Amr b. Hişâm (Ebû Cehil) ile güçlendir” buyurarak, dua ediyordu.
Nitekim bi’setin 6. yılında (m.616) Müslüman oldu. Onun Müslüman oluşu
ile ilgili olarak kaynaklarda iki rivayet nakledilmekte olup, meşhur ve çok bilineni
şöyledir:
“Hz. Hamza’nın Müslüman olduğunu işiten Ömer, Hz. Peygamber’i öldürmek
üzere yola çıkar. Yolda karşılaştığı Nu’aym b. Abdillah’dan, kardeşi Fatıma ve
eniştesi Said b. Zeyd’in de Müslüman olduklarını öğrenir. Doğruca onların evlerine
gider. Bu sırada onlar Tâhâ suresini okumaktadırlar. Ömer eve yaklaşınca
okudukları şeyi duyar. Önce ne okuduklarını sorar. Ardından okudukları şeyleri
kendisine getirmelerini ister. Ömer isteklerini geri çeviren kardeşi ve eniştesini
döver. Fatıma ve Zeyd’e Kur’an öğretmek üzere evde bulunan fakat Ömer’den
saklanan Habbâb b. Eret, Müslüman olduklarını onun yüzüne karşı söyler. Bunun
üzerine kalbi yumuşayan Ömer, Müslüman olmaya karar verir. Habbâb’dan Hz.
Peybamber’in Dâru’l-Erkâm’da (Erkâm b. el-Erkâm’ın evi) bulunduğunu öğrenir ve
derhal oraya gider. Hz. Peygamber’e biat ederek, orada Müslüman olur” (İbn İshak
(1981), 160-163; İbn Sa‘d (1968), III, 267-269).
İkinci ve daha az bilinen rivayet ise şu şekildedir:
“Ömer bir gece şarap içmek için arkadaşlarını arar, kimseyi bulayınca
Kâbe’ye gider. Orada, Kâbe’yi önüne alarak Mescid-i Aksâ’ya doğru namaz kılan
Hz. Peygamber’i görür. Görünmemek için, Kâbe örtüsünün altına saklanarak
yaklaşır. Bu esnada Allah Resulü, müşriklerin “Kur’an, şairlerin, kâhinlerin ve ya
Muhammed’in uydurmasıdır” iddialarına cevap niteliğindeki Hâkka suresinin 4146. ayetlerini okumaktadır. Ömer, okunan ayetleri işitir. Müslüman olmaya karar
verir ve evine dönen Hz. Peygamber’i takip eder. Evine girmeden önce Ömer’i fark
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
eden İslam Peygamberi, “Ne var Ya Ömer?” diye sorar. Ömer’in cevabı, “Allah’a,
Resulü’ne ve onun katından getirdiği şeylere iman etmeye geldim” olunca, “Allah
sana hidayet nasip etti, Ey Ömer!” diyen Hz. Peygamber, onun göğsünü sıvazlar ve
imanda sebat etmesi için ona dua eder” (İbn Hişâm. (1936). I, s. 346; İbn Saʻd.
(1968). III, 267-269).
İslam tarihçileri bu rivayetlerden ikincisini daha tercihe değer bulmaktadırlar
(Fayda, Mustafa, (2007), “Ömer”, XXXIV, 44). Zira Hz. Ömer’in daha önce
Habeşistan’a hicret etmeye hazırlanan bir kadına rastladığı, işkence gören bir
kadının şikâyetini dinlediği, ona iyi davranıp, dua ettiği ve bundan dolayı İslam’a
karşı kalbinde bir yumuşama meydana geldiğine dair rivayetler göz önüne
alındığında Hz. Peygamber’i öldürme kastıyla hareket etmesi ve bundan kolayca
vazgeçmesi pek de makul görünmemektedir (Azimli, (2008), 98-111).
Hz. Ömer, Müslüman olunca, İslam’ı kabul ettiğini başta Ebû Cehil olmak
üzere Kureyş’in bütün ileri gelenlerine açıkça bildirdi. Onun Müslüman olmasına
çok sevinen Hz. Peygamber ve arkadaşları ilk defa toplu olarak Kâbe’de namaz
kıldılar.
Müslümanlara Uygulanan “Boykot”
Hz. Peygamber’in tebliğ faaliyetleri başlangıçta zararsız gibi görülmesine
rağmen Müslüman sayısında artışında kaydedilen gelişmeye, Hz. Hamza ve Hz.
Ömer b. el-Hattâb’ın Müslüman olmaları, Habeşistan’a göç eden Muhacirler
arasında Mekke’nin ileri gelen ailelerine mensup kişilerin de iştirak etmeleri,
Muhacirlerin orada Necâşî tarafından hoş karşılanması ve Mekke’ye iade
edilmemesi de eklenince, müşriklerin moralleri daha da bozuldu. Fakat bütün bu
sıkıntı, zorluk ve şiddete rağmen, Resulullah, insanlara İslam’ı anlatmaktan geri
durmadı.
Böyle bir ortamda müşriklerin Müslümanlara karşı tavırlar daha da sertleşti,
onlara karşı kin ve nefretleri daha da arttı. Nihayet, müşrikler Hz. Muhammed’in
bertaraf edilmesi ile bu sıkıntının ortadan kaldırılacağına inanmaya başladılar.
Bunun ilk adımı olarak, peygamberliğinin 7. yılında Kureyşliler ve Ehabiş
kabilelerinden oluşan müttefikleri bir araya gelerek kendi aralarında bir yazılı
anlaşmaya vardılar. Hâşimoğulları ve Muttaliboğullarını düşman ilân ederek,
muhtemelen bu tavırlarına dinî bir kılıf da uydurarak, anlaşma maddelerini
Kâbe’nin duvarına astılar. Artık, Benî Hâşim ve Benî Muttaliboğullarına karşı boykot
uygulayacaklardı. Söz konusu anlaşmaya göre,

Haşim ve Muttaliboğulları ailelerinden kız alınıp, kız verilmeyecek,

Haşim ve Muttaliboğullarından hiçbir şey alınıp, satılmayacak,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi

Haşim ve Muttaliboğulları ile insani ilişkiler kesilecek, toplumdan tecrit
edileceklerdi,

Haşim ve Muttaliboğullarının mahallesine yiyecek, içecek, gıda vs. girişi
yasaklanacak.
Kureyşliler, ittifakla aldıkları bu karar neticesinde Müslüman-müşrik ayırt
etmeksizin Benî Hâşim ve Benî Muttaliboğullarını “Şi‘bu Ebî Tâlib” denilen
mahallelerine hapsettiler. Yalnız, Ebû Leheb kendi mahallesini ve akrabalarını terk
ederek, Kureyşlilerin yanında yer aldı. Baskı, düşmanlık, tecrit ve eziyet had
safhaya ulaştı. Buldukları yerde Müslümanları dövmeye, işkence etmeye başladılar.
Şi‘bu Ebî Tâlib’de izole edilen insanlar açlıktan inlemeye başladılar. Mahalleye gizli
de olsa yiyecek vb. şeyler oldukça zor sokulabiliyorsa da boykotu kırmaya yönelik
teşebbüsler çok sert karşılık buluyordu. Üç sene devam eden (nübüvvetin 7-10
seneleri) boykot esnasında özellikle çocukların elem ve ıstırap dolu bağırışlarının ta
mahallenin dışından duyulur hâle gelmesi, yaşanan trajedinin ne büyük şiddete
ulaştığını anlamaya kâfidir.
Müşrikler tarafından uygulanan boykotun, sadece Hz. Peygamber ile birlikte
olan Müslümanlara değil, Ebu Leheb dışında bütün Hâşimoğullarını kapsaması,
amcası Ebu Leheb’in, yeğenine olan düşmanlığı dönemin kabile anlayışının gereği
olan koruma, kollama ve dayanışma ruhunun önüne geçtiğinin açık bir işaretidir.
Son tahlilde, müşriklerin ambargo uygulaması hedefine ulaşamadı. Bunda
elbette, akrabalık ilişkilerinin de etkili olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir.
Nitekim Hişâm b. Amr el-Âmirî başkanlığında beş kişilik bir heyet ambargonun
kaldırılması için ön ayak oldular. Bundan sonra, Kureyşliler, Kâbe’nin duvarına
iliştirdikleri anlaşma metnini, ona musallat olan bir kurt tarafından “Allah” lafzı
dışındaki ifadelerin yenilmesi bahane ederek yırtıp attılar ve uyguladıkları boykot
faaliyetinden böylece vazgeçmek zorunda kaldılar.
Bu üç senelik muhasara sürecini Resul-i Ekrem Efendimiz seneler sonra
unutmamış, Mekke’yi fethetmek (h.8) üzere şehre doğru ilerlerken Minâ
yakınlarına geldiğinde, “Yarın Kureyş ve Kinâneoğullarının, küfür ve inkâr üzerine
söz ve fikir birliği yaptığı yerde olacağız” diyerek arkadaşlarına hatırlatmış, o acı
günleri yâd etmişti.
Hüzün Yılı
Kureyşliler tarafından Resulullah’ın şahsına ve Müslüman-müşrik ayrımı
yapılmaksızın akraba ve yakınları Benî Hâşim ve Benî Abdulmuttalib’e karşı
uygulanan ambargonun ortadan kalkmasının sevinci ve heyecanını acı olaylar takip
etti.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Allah Resulü, bu acılar zincirinin ilk halkası olmak üzere, önce amcasını
ardından eşini kaybetti. Art arda meydana gelen bu acı hadiselerin, Hz.
Peygamber’de bıraktığı derin iz ve elem sebebiyle, bisetin 10. yılı İslam Tarihinde
"Senetü`l-hüzn/Âmu’l-hüzn (Hüzün Yılı)" olarak isimlendirdi.
Ebu Tâlib’in Vefatı
Üç sene süren zorlu boykot sürecinin ardından küçük yaşından beri ona evini
açan, bakımını üstlenen, özellikle tebliğ ile görevlendirildikten sonra her türlü
tehlikeyi göze alarak onu himaye eden amcası Ebû Tâlib, bisetin 10. senesinde
hastalanarak, ölüm döşeğine düştü. İslam Peygamberi, amcasını son derecede
sevdiği, saydığı için onu kaybedeceğine çok üzülüyor, son nefesine kadar onun
Müslüman olması için çırpınıyor, ebedî âleme böylece göç etmesini arzuluyordu.
Ebû Tâlib, yeğeninin çok arzu ve ısrarına rağmen, Kureyş’in, bunaklık ve ölüm
korkusu ile Müslüman olduğunu zannedecekleri gerekçesiyle iman etmeden 87
yaşında vefat etti. Bazı kaynaklarda, Ebû Tâlib’in Müslüman olarak bu dünyadan
göçtüğü ileri sürülmekle birlikte, Kasas suresi 56. ayetinin sebeb-i nüzulü olması
sebebiyle bu husus, açığa kavuşturulmuştur: “Sen, sevdiğin kişiyi hidayete
erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir. Doğru yolda olanları en iyi bilen
de O’dur.”
Hz. Hatice’nin Vefatı
Hz. Peygamber, amcası ve yegâne hamisi Ebû Tâlib’in ölümünden kısa bir
süre sonra yirmi beş yıl boyunca mutlu bir aile hayatı yaşadığı eşi ve en büyük
destekçisi Hatice’yi de kaybetti (10 Ramazan/19 Nisan 620). Onu, Hacun (şimdi
Cennetü’l-Muallâ) kabristanına defnederken ziyadesiyle üzgün idi. Zira Hz. Hatice,
teslimiyeti, itaati, inceliği, vefası, sevgisi, şefkati, imanının kuvveti, sadakat ve
faziletiyle Allah’ın Elçisi’nin yeryüzünde en büyük destekçisi ve teselli kaynağı idi.
Resulullah Efendimiz Hira’ya gittiğinde Hz. Hatice de ona yiyecek taşırdı.
Peygamberliğini ilk önce o tasdik etmişti. Hz. Peygamber de altı çocuğunun annesi
sevgili eşi Hz. Hatice’yi çok sever, Vefatından sonra da onu takdir, rahmet ve
muhabbetle anar, hatırasını yâd ederdi.
Tâif Seferi: Yeni Bir Vatan Arayışı
Uğradığı zulüm ve baskı yanında, evlatlarının, eşinin ve yakınlarının ölümü
gibi üzüntü verici gelişmeler, Hz. Peygamber’in çilesi birkaç kat daha artmış
olmalıdır. Ebû Tâlib’in vefatının ardından Ebû Leheb’in, Hâşimoğullarının liderliğine
gelmesi ile Resulullah’a kısa bir süre eman vermek zorunda kalmış, kısmi bir
rahatlık sağlamış gibi gözükmüşse de süreç fazla uzun sürmemişti. Esasen, Hz.
Muhammed, İslamiyet’i tebliğ açısından Mekke’de şartlar ciddi anlamda
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
kötüleşmiş, Kureyşliler’e yapabilecek bir şey de kalmamış, eza ve cefa tahammül
edilemez noktalara ulaşmıştı.
Elbette, o her fırsatta risalet görevini en iyi şekilde yerine getirmekten
durumunda idi. Bundan uzak kalamazdı. Bu nedenle, çeşitli fırsatlarla, İslam
davetini Mekke dışına taşımayı arzu ediyordu. Nitekim nübüvvetin 10. yılı, Şevval
ayının sonlarında yeni bir tebliğ çevresi bulmak ve İslam’ı onlara anlatmak üzere
azatlısı Zeyd b. Hârise ile birlikte Mekke yakınlarındaki Tâif’e gizlice gitti. Orada
Sakîf kabilesinin reisleri ve eşrafı konumunda Abd Yalîl b. Amr b. Umeyr, Mesud b.
Amr ve Hubeyb b. Amr adında üç kardeş bulunuyordu. Bunlar, Resulullah’ın
uzaktan akrabaları idi. Resulullah burada İbn Saʻd’ın rivayetine göre on gün kadar
kaldı.
Hz. Peygamber, bunlarla görüşme yaparak onları İslam’a davet etti. Ancak,
onun davetine olumlu cevap vermeleri bir yana, rivayetlere göre, birincisi, “Eğer
seni Allah gönderdiyse, Kâbe’nin örtüsünü yırtarım”, ikincisi, “Allah senden başka
gönderecek kimse bulamadı mı?”, üçüncüsü; “Yemin ederim, seninle hiçbir zaman
konuşmayacağım. Eğer Allah tarafından gönderilmişsen benden yüksek mertebede
bulunduğun için elbette sana cevap veremem. Şayet Allah’a karşı yalan
söylüyorsan zaten seninle konuşmak bana yakışmaz” diyerek çok sert bir şekilde
tepkilerini açığa vurdular.
Bu arada, Resulullah, İslamiyet’in Tâifliler’e arzından Kureyş’in haberdar
olmaması için aralarındaki görüşmenin gizli tutulmasını talep etti. Şehrin ileri
gelenleri bunu da reddetmekle kalmadılar, derhal Hz. Peygamber’in Tâif’i terk
etmesini bildirdiler. Ardından, şehrin ayak takımını ve kölelerini ona karşı
saldırtarak küfürler ettirdiler, hatta geçtiği yolun iki tarafına dizilerek taşlattılar.
Resulullah aldığı darbeler neticesinde yara almış, ayakkabıları kana boyanmıştı. Bir
kenara oturup dinlenmesine dahi müsaade etmediler, alaya aldılar, gülüştüler.
Zeyd de bir taraftan Hz. Muhammed’i korumaya çalışırken, bir taraftan da atılan
taşlardan nasibini alıyordu. Onun da başı yarılmıştı.
Nihayet, Tâif’te İslam’ı tebliğ vasatının oluşmamasına çok üzülen Resulullah,
şehir halkına hidayeti bulmaları için dua etti. Her ikisi de Tâif’ten uzaklaşırken
Mekkeli Utbe b. Rebîa ile Şeybe b. Rebîa kardeşlerin bahçesine sığınmak zorunda
kaldılar. Bu arada bağ sahiplerinin kölesi Addas Hz. Peygamber’e bir tabak üzüm
getirdi. Hz. Peygamber’in üzümü Allah’ın adını anarak (Bismillah) ile yemeye
başlaması Addâs’ın dikkatini çekti. Addâs Ninovalı kökenli bir Hristiyan olduğunu
dile getirince Hz. Peygamber, Ninova’nın Hz. Yunus’un vatanı olduğunu söyledi.
Addâs, bunu nerden bildiğini sordu. Resulullah: “O benim kardeşim ve Allah’ın bir
elçisidir. Ben de Allah’ın elçisiyim” deyince konuşmalardan etkilenen Addâs orada
Müslümanlığı kabul etmesi, onu Tâif seferinin ardından teselli etti.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Mekke’ye dönmeden önce Resulullah, Ebû Leheb tarafından istenmeyen
adam ilan edilmişti. Bu sebeple, Mekke’ye girme konusunda tereddüt etti. Şehrin
ileri gelenlerinden iki kişiye haber göndererek eman vermelerini istedi, fakat kabul
etmediler. Üçüncü bir zat olarak kendisine haber ulaşan, Mut‘im b. ‘Adiyy onu
himayesini üstlendi. Silahlarını kuşanıp gelen oğullarıyla birlikte Hz. Muhammed’i
yolda karşıladılar. Kâbe’yi tavaf etmesine müzahir olduktan sonra onu evine
götürdüler. Mutim bundan sonra Hz. Peygamber’e eman verdiğini açıkça Mekke’ye
ilan etti.
İSRA ve MİRAÇ
Hz. Peygamber, Müslümanlara ve mensubu olduğu kabilesine üç yıl
boyunca uygulanan ambargo, Hüzün senesinde eşini ve amcası kaybetmesi neticesi
ve Tâif seferinden arzu ettiği neticeyi bulamamasının ardından son derece üzüntü
duyuştu. Onun bu sıkıntılarını ve üzüntülerini hafifletmek, bazı dinî emirler ve
talimatları almak ve Müslümanlara iman ve moral desteği olması bakımından İsra
ve Miraç hadisesi vuku bulmuştur. Müslümanların çoğunluğu İsra ve Miraç’ın
hicretten bir yıl önce Receb ayının 27. gecesinde gerçekleştiğine inanarak,
kutlarlar.
Hz. Peygamber’in Mekke şehrindeki Mescid-i Haram’dan, çevresi mübarek
kılınan Mescid-i Aksâ’ya yaptığı gece yolculuğuna “İsra”, Mescid-i Aksa’dan göğe
yükselmesine ise “Miraç” denir. Kur’an-ı Kerim’de İsra hadisesi şu şekilde
zikredilmektedir: “Kendisine ayetlerimizin bir kısmını gösterelim diye kulu
(Muhammed’i) bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i
Aksâ’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz ki O, hakkıyla işiten ve
görendir.” (İsra/17: 1)
Kur’an’da Miraç kelimesi geçmemektedir. Ancak, Hadis ve İslam Tarihi
kaynaklarında bolca detay sunulmaktadır. Klasik kaynakların naklettiği
rivayetlerdeki ortak noktalarına göre İsra ve Miraç olayı özetle şu şekilde vukû
bulmuştur:
“Hz. Peygamber bir gece Kâbe’nin yanında Hicr (Hatim) denilen yerde ya da
Ebu Tâlib’in amcası Ümmü Hani’nin evinde bulunurken, Cebrail gelerek onu Burak
isimli bir binite bindirerek Kudüs’teki Beytü’l-makdis’e götürdü. Burada
peygamberler topluluğuna namaz kıldırdı. Ardından onu dünya semasına
yükseltildi. Semaların her birinde peygamberlerle görüştü. Beytü’l-ma’mûr’un
bulunduğu yedinci kat göğe geldiğinde Hz. İbrahim ile buluştu. Sidretü’lmüntehâ’ya vardıklarında Cenâb-ı Hak ile buluştu. Burada elli vakit namaz farz
kılındı. Hz. Musa’nın ümmetine ağır geleceğini söyleyip Allah’tan hafifletilmesini
istemesi tavsiyesi üzerine, farz namazlar beş vakte indirildi. Burada Hz.
Peygamber’e hediye olarak Allah’a şirk koşmayanların affedileceği müjdesi ile
Bakara suresinin son iki ayeti verildi…”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Ancak, bu yaygın ve bilinen anlatımdan farklı olarak bazı kaynak ve modern
araştırmalarda; İsra ve Miraç’ın mahiyeti ile ilgili bazı hususlar da tartışılmıştır. İsra
ve Miraç’ın meydana geliş tarihi, her ikisinin aynı zamanda meydana gelip
gelmediği, ruh ile mi yoksa bedenle mi, rüyada mı uyanık iken mi vuku bulduğu,
İsra suresinin ilk ayetinde zikredilen Mescid-i Aksa’dan kastın Kudüs’deki Beytü’lmakdis mi yoksa başka bir yer mi olduğu, İsra ve Miraç’ın Hz. Peygamber’in
hayatında kaç defa gerçekleştiği ve Miraç’ta Allah’ı görüp görmediği meselesi gibi
meseleleri burada örnek olması bakımından zikredilebilir (Bkz. Yavuz (2005),
“Mi’râc”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXX, 132-135).
İsra ve Mi‘rac, Hz. Peygamber ve Müslümanlar açısından kuşkusuz büyük
ehemmiyeti haizdir. Bu hadise ile Hz. Peygamber’in maneviyatını yükseltmiş,
müminlerin inanç ve cesaretleri kuvvetlenmiş, Allah’ın elçisine destek, güven ve
bağlılıkları güçlenmiştir. Nitekim Hz. Peygamber bu olayı Mekkeliler’e anlattığı
zaman onlar alaylı bir şekilde olayı Hz. Ebubekir’e de anlatıp onu zor durumda
bırakmak istemişlerse de o: “Bu söylediklerinizi Muhammed mi anlatıyor? O
söylüyorsa doğrudur” diyerek tasdik etmiş ve böylece “Sıddîk” lakabını almıştır. İsra
suresinde işaret edilen (el-İsra 17/22-29) evrensel dinî ve ahlaki prensipler,
İslam’ın özelde Müslümanlara genelde insanlığa vaat ettiği faziletli insan ve toplum
yapısının temel yapıtaşlarını göstermesi bakımından önemlidir:
 Allah’tan başkasına kulluk etmemek,
 Ana-babaya iyi davranmak,
 Akraba, yoksul ve yolcuya hakkını vermek,
 Cimrilik ve israftan kaçınmak,
 Yoksulluk endişesi ile çocukları katletmemek,
 Fuhuş ve zinadan uzak durmak,
 Cana kıymamak,
 Yetim malına el uzatmamak,
 Verilen sözü yerine getirmek,
 Ölçü ve tartıda adaletten ayrılmamak,
 Hakkında bilgi sahibi olunmayan bir konunun peşine düşmemek,
 Gurur ve kibirle yürümemek, büyüklük taslamamak.
Artan Şiddet, Hicrete Zorluyor
Tarihçiler, Resulullah’ın Tâif seferinden umduğu neticeyi elde edemeyince
Mekke’nin tarih boyunca Hac ve ticaret merkezi olma özelliğinden faydalanmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
amacıyla, İslamiyet’e davet gayretini Mekke’ye gelen yabancılar üzerine
yoğunlaştırdığını dile getirmektedirler. O, gerekirse, Mekke’yi terk ederek başka bir
yere göçmek ve kendini ve inananları muhafaza ve müdafaa ettirmek için ittifak
yapmayı dahi düşünüyordu.
Hz. Muhammed, hac ziyareti ve panayırları için Mekke’ye Hac maksadıyla
gelen yaklaşık on beş kabile ile ayrı ayrı görüşüyordu. Bu kabileler, Benî Âmir b.
Saʻsaʻa, Muhârib, Fezâra, Ğassân, Mürre, Hanîfe, Süleym, Abs, Benî Nadr, Benî
Bükka, Kinde, Kelb, Hâris b. Kab, Uzre ve Hudârime idi. Resulullah’ın davetine karşı
bu kabilelerin tavrı, bazen kibar, bazen kaçamaklı bazen de alaycı, fakat sonucu
itibariyle daima menfî idi. Öte yandan Ebû Leheb de, propagandasını İslam
Peygamberi’ni takip ederek sürdürüyor, dolayısıyla hiçbiri İslam’ı kabule
yanaşamıyordu.
 Mekkeli müşriklerin İslam davetine karşı düşmanlığının arka planında özetle
şu düşüncelerin yattığı söylenebilir:
 Yerleşik putperestlik inanç ve bunun yansımalarının temelden sarsılarak yok
olması endişesi.
 Ümeyye ve Mahzûmoğullarının, Hz. Muhammed’in mensubu olduğu
Haşimoğullarıyla öteden beri var olan ezelî rekabetleri gereği mevcut
statülerini yitirme kaygıları.
 Kendilerini Mekke’nin müstakbel liderliğine hazırlayan kişilerin emel ve
planları.
 Zulme, zorbalığa ve haksızlığa dayanan şehrin siyasal ve ekonomik
yapısından hoşnut olanların bu erkten mahrum kalma kuşkuları.
Yesriblilerle Görüşmeler: “Akabe Biatleri”
Resulullah, bütün gayretlerine rağmen, haram aylarda ve hac mevsiminde
görüştüğü on beş kabileden hiçbirinden davetine olumlu bir cevap alamayınca, on
altıncı olarak karşısına çıkan Yesribli (Medine’nin eski adı) Hazrec kabilesine
mensup altı kişilik bir grupla temasa geçti. Bunlar Neccârdan; Esad b. Zürâre ve Avf
b. el-Hâris, Zuraykdan; Râfi b. Mâlik, Selîme’den; Kutbe b. el-Âmir, Harâm’dan;
Ukbe b. Âmir ve Ubeyd (Selime)’den; Câbir b. Abdillâh b. Riâb idi. Nübüvvetin 11.
yılında, Mekke ile Minâ arasında Akabe adı verilen mevkide bir araya geldiler. Allah
Resulü, onlara kendini tanıttı, Kur’an okudu, İslam’a davet etti. Artık hayal
kırıklığının yerini ümit alıyordu. Son tahlilde, Resulullah’ın söylediklerini tasdik
edip, Müslüman olarak Yesrib’e döndüler. Burada insanlara Hz. Peygamber’i
tanıttılar ve ondan öğrendikleri kadarıyla İslam’ı anlatmaya başladılar. O kadar ki,
kısa bir süre içinde, neredeyse, Yesrib’de Resulullah’ın adının anılmadığı hiçbir ev
kalmadı. Medine’den Mekke’ye ihtida haberleri geldikçe ve bunlara eski
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
müttefikleri olan Evs kabilesi mensuplarının da dâhil olmaya başlaması, Kureyş
müşriklerini çileden çıkarmaya, sıkıntıya ve endişeye sevk etmeye yetiyordu.
Bundan tam bir sene sonra (nübüvvetin 12. yılı) hac için Mekke’ye gelen ve
bu sefer on iki kişiden oluşan toplulukla aynı yerde tekrar bir araya gelindi. Bu
görüşme, önceki altı kişilik gruptan Câbir b. Abdillâh b. Riâb dışında, onu el-Hazrec,
ikisi ise el-Evs’den olmak üzere on iki kişilik Yesribli ile yapılmıştı İslam tarihine “I.
Akabe Biati” olarak geçen bu görüşmede, Hz. Peygamber, kendisine bağlılıklarını
(biat) deklare eden bu gruptan “savaş hariç olmak üzere” “Allah’a şirk koşmama,
hırsızlık yapmama, zina etmeme, çocukları öldürmeme, iftiradan uzak durma ve
iyiliğe nankörlük etmemeleri” kaydıyla söz aldı.
I. Akabe görüşmelerine katılan ‘Ubade b. es-Sâbit, Hz. Peygamber’den
aldıkları biatin ayrıntısını açıklarken, “Resulullah’a kadınların biatleri gibi biat ettik”
ifadesini kullanmaktadır. Ubâde, bu ifadesiyle, Medine döneminde daha ileri bir
tarihte yapılan ve içerisinde savaş zorunluluğunun zikredilmediği Mümtahine (60)
Suresi’nin 12. ayetine atıfta bulunmaktadır.
Söz konusu on iki kişilik topluluk Mekke’yi terk ettikten sonra, Resulullah,
arkalarından İslam’ı anlatma ve Kur’an’ı öğretme göreviyle Mus‘ab b. ‘Umeyr’i
Yesrib’e gönderdi. Onun buradaki işi hiç de kolay değildi. Sadece eğitim işleriyle
yetinmedi, Evs ve Hazrecli Müslümanlara namazlarında imamlık yaptı. Öte yandan
İslam öncesi dönemde, bu iki kabile arasındaki geçmişe dayanan husumetin
sebeplerinden biri, kendi kabileleri dışında bir reisin çıkmasını istemiyor
olmalarıydı. Bu itibarladır ki, Musʻab iki kabile arasında bir anlamda denge vazifesi
gördüğü söylenebilir. Bütün bir sene boyunca çalıştı, çabaladı. Yesrib’deki
gelişmeleri Resulullah’a bildirmek için Mekke’ye doğru yola çıktığında buradaki
insanların bir kısmı İslam’ı kabul etmiş, çoğunluğu da tamamen haberdar olmuştu.
II. Akabe görüşmeleri
Yesribliler, ertesi yıl hac mevsiminde (nübüvvetin 13. senesi/m.622’de)
büyük kısmını Hazreclilerin teşkil ettiği, yetmiş iki erkek ve üç kadından oluşan
yetmiş beş kişilik bir heyetle tekrar Mekke’ye geldiler. Merhum Hamidullah’a göre,
Mus‘ab marifetiyle Yesribliler ile yapılacak askeri bir antlaşmanın ilk tasarısı daha
önceden hazırlanmıştı. Bu toplantıda ilk defa hicret konusu ele alınmış, Medine
İslam toplumu ve site devletinin tohumları burada atılmış, Yesribliler de Hz.
Muhammed’i ve Müslümanları koruyacaklarına dair teminat vererek ona biat
etmişlerdi. Bu biat savaşla ilgili mevzuları içerdiği için “Beyʻatül-Harb” adı da
verilmiştir. Hz. Peygamber onların içerisinden dokuzu Hazrec’e, üçü Evs’e mensup
olmak üzere, on iki kişiyi “nakîb/reis” olarak tayin etti. Bunların başlarına da
Nakîbü’n-Nukebâ olarak Es‘ad b. Zürâre’yi atadı. Hz. Peygamber, bu görüşmeye
katılanlardan, “Darda ve sıkıntıda, sevinçte ve kederde dinleme ve itaat etme
üzerine, başkasını kendine tercih edeceklerine, yönetimin ehline verilmesi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
konusunda tartışmaya girmeyeceklerine ve nerede olursa olsun hakkı
söyleyeceklerine, Allah yolunda hiçbir kimsenin kınamasına aldırış
etmeyeceklerine” dair yemin aldı. Artık bu ahidleşme ilkinde olduğu gibi, sadece
ahlaki ilkelere değil, bizatihi savaş ve stratejiye yönelik maddeler içeriyordu.
Nitekim İbn İshak’ın Urve b. Zübeyr’den naklettiğine göre, II. Akabe biatinden önce
savaş ve hicret izni veren ayet nazil olmuştu. Böylece, her iki tarafta dönüşü
olmayan bir sürece giriyor, karşılıklı risk alıyor, eski ittifaklar ortadan kaldırılıyor ve
birbirilerine tam anlamıyla güvence vermiş oluyordu. Şu kadar ki, Yesribliler,
neticede davasında muvaffak olması durumunda Hz. Muhammed’in Mekke’ye geri
dönüp dönmeyeceğini dahi sormuşlar, Resulullah da kesinlikle onları yalnız
bırakmayacağına dair söz vermişti. Artık, “İki kara taşlık arasında hurmalıkları olan
hicret yurdunuz bana gösterildi” (Buhâri, Kitâbu’l-Kefâle: 4) buyurarak, Hz.
Peygamber rüyası gerçekleştiğini ve hicret yurdunun Yesrib olduğunu bildiriyordu.
Hicretle birlikte Yesrib, Resulullah ve ilk Müslümanları özgürlük ve güven ortamıyla
bağrına basarken, aslında bu defa farklı sıkıntılara sahne olacaktı.
Sonuçları itibariyle, Hz. Peygamber’in yüklendiği mukaddes görevi ifa
ederken maruz kaldığı tüm zorluklara, zulme ve baskılara boyun eğmemesi,
engelleri aşmak için sürekli mücadele ederek yeni stratejiler ve alternatif çıkış
yolları geliştirmesi, -bütün bunlara şahitlik eden Medine şehrinin ilk Müslümanların
vatanı haline gelmesinin ardından dünya tarihi açısından kısa sayılabilecek on
senede, Müslümanların gücünün Arap yarımadasını aşarak, Bizans ve Sâsânî
devletlerinin sınırlarını zorlayacak ölçüde büyük bir başarıya erişmesinde Akabe
biatlerinin, İslam tarihi açısından önemli bir dönüm noktasını teşkil ettiğinde şüphe
yoktur.
Yesribliler (Medine) muhtemelen şu sebeplerle Hz. Peygamber’in İslam’a
davetine ve hicretine olumlu yanıt vermiş olabilirler:
 Araplar’da, gelecek olan bir peygamber beklentisi dolayısıyla Medineliler’in,
kendi doğduğu, yetiştiği kabilesi içerisinde dışlanan Hz. Muhammed’in
tebliğini ve mesajını önyargısız dinleyerek, ikna olmaları.
 Bitip tükenmeyen savaşlardan bıkan Medineli Evs ve Hazrec gruplarının
istikrar arayışı.
 Medineli Araplar’ın, Yahudi unsurunun eski güçlerini toparlayarak Medine’ye
hâkim olmasından duydukları endişe.
MEDİNEYE HİCRET
II. Akabe Biatinden sonra Kureyşliler Mekkeli Müslümanlara karşı şiddet ve
zulümlerini gittikçe artırmışlar, artık maruz kalınan işkenceler katlanılamaz hâle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
gelmişti. Akabe biatleri sonunda Mekkeli Müslümanlara Ensâr kucak açıp onları
bağırlarına basınca, hicret başlamış oldu.
Yesrib (Medine)’in hicret yurdu seçilmesinin başlıca sebepleri ise şunlar
olabilir:
 Mekkelilerin, alay, küfür, işkence ve tertiplerine karşı, Medineliler’den
yardım, sıcak ilgi ve destek bulması. Dolayısıyla Mekke ve Tâif tecrübesinden
sonra, İslamiyet’i tebliğe daha elverişli görünen imkân ve şartları
değerlendirmek istemesi.
 Mekke ile Medine şehirlerinin arasının (nispeten Habeşistan’a göre) yakın
olması.
 Hz. Peygamber’in Mekke ile olan alakasını kesmek istememesi. Zira o,
peygamberlik vazifesinin bir gereği olarak Müslümanların kıblesi, kutsal
mabet Kâbe ve onun bulunduğu şehri pagan kültüründen arındırarak yerine
tevhit akidesini ikame arzusunda idi.
 Medine’deki otorite boşluğu, Hz. Peygamber’e rahat hareket etme imkânı
verebilirdi.
 Medine’de yaşayan Hazrec’e bağlı Neccaroğulları ile olan akrabalık bağı, Hz.
Peygamber’in kendine destek bulması açısından önemli bir faktördü. Zira
kabile bağı Arap toplumunda önemli bir güç ve dayanışma vesilesi idi.
 Henüz şehir statüsünden uzak dağınık köylerden oluşan Medine’nin
muhtemel Muhacir potansiyelini kaldırabilecek topografik ve coğrafik
özelliklere sahip olması. Mevcut nüfusuna rağmen kendi dönemi itibariyle
“şehri” oluşturacak unsurlara (Camiler, pazarlar, mezarlar, yollar vs.) elverişli
bir mekân özelliğini taşıması.
Kur’an’da Müslümanları erkek-kadın ayırt etmeksizin hicrete teşvik eden
ayetlerin çokça yer alması, Muhacirlerin övülmesi ve hicret etmekten mazeretsiz
geri kalanların yerilmesi hicretin başarılı olmasının sebeplerinden sayılabilir.
“Ben, erkek olsun, kadın olsun, sizden hiçbir çalışanın amelini zayi
etmeyeceğim. Sizler birbirinizdensiniz. Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar,
yolumda eziyet görenler, savaşanlar ve öldürülenlerin de and olsun, günahlarını
elbette örteceğim. Allah katından bir mükâfat olmak üzere, onları içinden
ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfatın en güzeli Allah katındadır.” (Âli İmrân/3: 195.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
“Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: «Ne işde
idiniz!» dediler. Bunlar: «Biz yeryüzünde çaresizdik» diye cevap verdiler.
Melekler de: «Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!» dediler.
İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir. Erkekler,
kadınlar ve çocuklardan (gerçekten) aciz olup hiçbir çareye gücü yetmeyenler,
hiçbir yol bulamayanlar müstesnadır. İşte bunları, umulur ki Allah affeder;
Allah çok affedicidir, bağışlayıcıdır. Kim Allah yolunda hicret ederse,
yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de. Kim Allah’a ve Peygamberine
hicret etmek amacıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse,
şüphesiz onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet
edicidir.” (Nisa/4: 97-100)
“İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihat
edenler ve (Muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar
birbirlerinin velileridir. İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye
kadar, onların velayetleri size ait değildir. Eğer din konusunda sizden yardım
isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça,
yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendi.”(Enfal/8:
72)
“İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden
kimselerin mertebeleri, Allah katında daha üstündür. İşte onlar, başarıya
erenlerin ta kendileridir”. (Tevbe/9: 20)
“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, elbette
onları dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Ahiret mükâfatı ise daha
büyüktür. Keşke bilselerdi...” (Nahl/16: 41)
“Sonra şüphesiz ki Rabbin, eziyete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra
Allah yolunda cihad edip sabreden kimselerin yanındadır. Şüphesiz Rabbin
bundan sonra da çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nahl/16: 110)
“Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülmüş veya ölmüş olanlara
gelince, Allah onlara muhakkak güzel bir rızık verecektir. Şüphe yok ki Allah,
rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Hacc/22: 58)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Bundan sonra Hz. Muhammed Mekkeli mazlum Müslümanların artık
Medine’ye hicret etmelerine izin verdi. Artık Müslümanlar ferdi ya da topluluklar
hâlinde Mekke’den çıkarak Medine’ye göç etmeye başladılar.
Muhacirler için durum bu merkezde iken Hz. Peygamber ise, hicret için
Allah’tan izin bekliyordu. İbn Hişâm’ın Sîre’sinde Medine’ye -Akabe biatlerinden
bir sene önce- ilk hicret eden şahsın Benî Mahzûm kabilesinden Ebû Seleme b.
Abdilesed olduğu zikredilmektedir.
Buhari, ilk Muhacirler olarak, I. Akabe biatinden sonra Medine’ye İslam’ı
tebliğ için gönderilen Mus’ab b. Umeyr ve Abdullah b. Ümmü Mektûm’un isimlerini
nakleder.
II. Akabe biatinden sonra Hz. Peygamber’in hicrete izin verilmesiyle birlikte,
yanında karısı Leylâ ile birlikte ilk hicret eden şahıs, Âmir b. Rebîa’ydı. Bunları,
Abdullah b. Cahş ve beraberindeki insanların hicreti takip etti. Abdullah b. Cahş’ın
ailesinden Mekke’de kimse kalmamıştı. Eşleri ve çocukları, âmâ kardeşi Ebû
Ahmed, Ukkâşe b. Mihsân, Şüca b. Vehb, Ukbe b. Vehb ve Erbed b. Hümeyriyye de
ilk Muhacirler arasında idi. Bunlardan sonra Muhacirler ardı ardına, fert ya da
topluluk hâlinde hicret için gizlice yola koyuluyorlardı. Mekkeliler, hicret yolunda
yakaladıkları Muhacirleri şehre geri getiriyorlar, onları hapsedip, cezalandırmaktan
geri durmuyorlardı.
Bu noktada, Ümmü Seleme’nin hicret uğruna çektiği sıkıntı ile anekdotu
hatırlayalım. Ümmü Seleme, amcasının oğlu olan Ebu Seleme ile evli idi. Bir de
küçük oğlanları vardı. Ümmü Seleme, eşi ve bebeği ile birlikte Akabe biatlerinden
bir yıl önce Medine’ye gitmek üzere yola çıktılar. Fakat bebeğin dayıları, önce
Ümmü Seleme’yi eşinden ayırarak hicret etmesine müsaade etmediler, daha sonra
da amcaları küçük yavrunun kolunu kırarak annesinin elinden aldılar. Bu ayrılık bir
yıl kadar sürdü. Daha sonra, Ümmü Seleme’nin durumuna acıyan akrabaları,
kocasının yanına gitmesine izin verdiler. Bunun üzerine, küçük bebeğini de yanına
alarak, bir deveye bindi ve Medine’ye gitmek üzere yola koyuldu. Bir süre
bebeğiyle birlikte tek başına yolculuk yaptı. Yolda karşılaştığı ve henüz Müslüman
olmamış olan Osman b. Talha isimli şahıs, kocasının yanına ulaşıncaya kadar ona bu
yolculukta refakat etti.
Müşrikler kendi kabilelerine mensup bazı Muhacirlerin Medine’ye gidişini
yukarıda örneğini verdiğimiz gibi engellerken bazı Muhacirlere de göz yummuşlar,
yeterli tedbir alamamışlardı. Bunun sebebi şöyle açıklanabilir:
 Müşrikler, hicretin doğuracağı sonuçları öngörememiş olabilirler,
 Müslümanların hicret faaliyeti ani geliştiği
değerlendirebilecek zaman bulamamış olabilirler,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
için,
sonuçlarını
18
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
 Hicret gizlice gerçekleştiği için, yeterli istihbarat temin edememiş, gidenleri
sonradan öğrenmiş olabilirler,
 Mekke’nin kabile toplumu olması sebebiyle müşrikler, kendi boylarından
olan Muhacirleri engelleyecek tedbirleri alabilirlerdi. Kendi kabilesi
tarafından görmezden gelinen bir Muhacire, başka bir kabilenin müdahalesi
düşmanlık getirebilirdi. (Demircan, Adnan, (2000), 104).
Alenen hicret eden kişi olarak, kaynaklarımız, Hz. Ömer’i zikrederler. Zira o,
Kâbe’yi tavaf edip iki rekât namaz kıldıktan sonra müşriklere meydan okuyarak
ailesi ve arkadaşlarını da yanına alarak yola çıkmış, müşrikler ise onun bu meydan
okumasına karşı bir tepki gösterememişlerdi.
Bütün zorluk ve meşakkatine rağmen Müslümanlar hicret kervanına
katılmak için koşturuyorlar, adeta hicrette birbirleriyle yarışıyorlardı. Nitekim Hz.
Ebu Bekir de ne zaman kendisi için hicret yolunun gözükeceğini merak ediyor, bir
iki defa Hz. Peygamber’e hatırlatıyor, sabırsızlanıyordu. Hz. Peygamber de her
defasında ona, “Acele etme! Umulur ki, Yüce Allah sana bir yol arkadaşı ihsan
eder.” cevabını veriyordu.
Mekke’de, hapsedilenler, hicrete imkân ve fırsat bulamayanlar, köleler,
kadınlar, yaşı henüz küçük çocuklar, eman vb. sebeplerle başkalarının
himayelerinde yaşamak zorunda olanlar gibi, bazı istisnalar dışında Müslüman
neredeyse kalmamıştı. Ani gelişen ve gizlilikle yürütülen hicret faaliyeti sonucunda
Mekke’de Hz. Peygamber ve ailesi, en yakın dostu Hz. Ebubekir ve ailesi, yeğeni Hz.
Ali, azatlısı Hz. Zeyd. b. Hârise ve eşi Ümmü Eymen gibi şahıslar dışında kısa sürede
Müslümanların önemli bir kısmının Medine’ye hicret ettikleri bilinmektedir.
Bunların, hicrete imkân ve fırsat bulduğu halde, hicret etmeyen bazı
Müslümanların Mekke’de mevcut olduğu da Ayet-i Kerime ile sabittir. (Nisa/4: 97).
HZ. PEYGAMBER’İN HİCRETİ
Bütün gayretlerine rağmen, bilindiği gibi, Hz. Peygamber ve arkadaşlarının
Mekke’de dinlerinin tebliğ ve tatbikine imkân sağlayacak bir ortamı elde etmek için
verdikleri sıkıntılı mücadele süreci, son tahlilde, onların can ve mal güvenliklerini
tehdit edecek noktaya gelmişti. Daha sonra Yesribli Müslümanlarla yapılan II.
Akabe biatiyle hicret imkânı bulan Mekkeli Müslümanlar, bunu bir kurtuluş vesilesi
olarak değerlendirerek önemli bir kısmı göç etmeye başlamıştı. Bu durumdan son
derece tedirgin olan müşriklerin ileri gelenleri –Hâşimoğulları dışında-, Dâru’nNedve’de toplanarak yeni durumu istişare etme ihtiyacı duydular. Herkes kendi
düşüncesini ortaya koydu. Burada, Kur’an’da “Kâfirler seni tutup bağlamaları,
öldürmeleri ya da sürmeleri için tuzak kuruyorlardı. Allah ise, tuzak kuranların en
iyisidir.” (Enfâl/8: 60) ayetinde de işaret edildiği gibi Resulullah’ın farklı yöntemlere
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
cezalandırılması gündeme geldi. Neticede, Ebû Cehil’in teklifiyle onun öldürülmesi
konusunda anlaştılar. Nitekim evinde Hz. Peygamber’e karşı bir suikast girişiminde
bulunarak onu ortadan kaldıracaklardı. Şehrin bütün kabilelerinden seçilmiş
gençlerden oluşan bir çete gece vakti evine girerek onu ansızın öldürüvereceklerdi.
Suikastçıların teşebbüsünü boşa çıkarmak üzere Allah Resulü, Hz. Ali’yi
yatağında bırakarak, evini terk etti. Resulullah’a kendisine karşı tertip edilen bu
tuzaktan Cebrail vasıtası ile haberdar olduğunu ve Yasin Suresi’nin ilk on ayetini
okuyarak suikastçıların arasından geçip gittiğini bildiren rivayetler meşhur olmakla
birlikte, tarihçi İbn Saʻd, Hz. Muhammed’e bu suikast teşebbüsünü halası Rukayka
bt. Sayfî b. Hâşim’in haber verdiği bildirmektedir. (İbn Sa‘d, (1957), VIII, 52),
Hz. Ali, Mekke’de bir müddet kalarak Hz. Peygamber’in emanetlerini
sahiplerine teslim etme görevini üstlenmiş, Medine’ye hicretlerinde Resulullah’ın
ailesine refakat etmişti. Hz. Ali, üç gün sonra Resulullah’ın eşi Sevde, kızları Fâtıma
ve Ümmü Gülsüm, azatlıları Ümmü Eymen ve eşi Zeyd b. Hârise ile birlikte hicret
ederek, Medine’de bulunan Resulullah’a kavuşmuştu.
Müşrikler, sabahleyin Hz. Peygamber’in yatağında Hz. Ali’yi görünce çok
şaşırdılar. Evinden çıkar çıkmaz, yol arkadaşı, Ebubekir’in evine gitti. Burada,
kendileri için hazırlanan yiyecekleri ve binekleri Kasvâ’yı alarak şehri terk ettiler.
Hz. Peygamber’in hicreti kolay olmadı. Önce takip edilme endişesi ile kuzeye doğru
normal güzergâha değil, şehrin güneyine doğru yönelerek izlerini kaybettirmek
istediler. Bu yönde bir saat ilerledikten sonra, Sevr dağının tepesindeki bir
mağaraya sığındılar. Burası bilinen bir mağaradan ziyade üç büyük kaya kütlesinin
arasında oluşan iki kişinin zor-zahmet sığabileceği bir boşluktan ibaretti. Burada
Ebubekir ile birlikte üç gece kaldılar. Geceleri Ebubekir’in oğlu Abdullah, onlara
yiyecek getiriyor, Mekke’de olup biten olayları Hz. Peygamber’e naklediyordu.
Mağara Arkadaşları
Müşrikler, Hz. Peygamber’in şehri terk ettiğini öğrenince telaşlandılar. Onu
bulana, yakalayana ve öldürene yüz deve ödül verileceğini ilan ettiler. İz
sürücülükte mahir olanların yardımıyla bunu başarabileceklerini düşünüyorlardı.
Nitekim Kurz b. Alkame adlı iz sürücü ile birlikte Sevr mağarasının yakınlarına kadar
geldiler. Ebubekir, büyük bir heyecan ve endişe ile Rasülullah’a, “Eğilip baksalar bizi
görecekler” dedi. Hz. Peygamber’in ona cevabı şöyle oldu: “Ey Ebu Bekir!
Üçüncüleri Allah olan iki kişiyi ne zannediyorsun! Üzülme, Allah bizimledir.”
Hz. Ebubekir ve Hz. Peygamber’in mağara arkadaşlığını ve yaşadıkları
tehlikeyi Kur’an ayetleri şu şekilde tasvir etmektedir: “… Bilin ki, inkâr edenler onu
Mekke'den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah ona
yardım etmişti. Arkadaşına (Ebubekir'e) "Üzülme, Allah bizimledir" diyordu; Allah
da ona güven vermiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş, inkâr edenlerin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
sözünü alçaltmıştı. Ancak Allah'ın sözü yücedir. Allah güçlüdür, hâkimdir.”
(Tevbe/9: 40)
Gece sabaha kadara babası ve Hz. Peygamber ile kalan Abdullah sabaha
doğru mağaradan ayrılırken, Amir b. Füheyre isimli çoban sürüsünü Sevr
mağarasının önünden yürütüyor, sağdığı sütlerden Hz. Peygamber’e ikram ediyor,
giderken de kumda oluşan ayak izlerini kaybediyordu.
Üçüncü gecenin sabahında, Abdullah b. Uraykıt isimli kılavuz birlikte yola
çıktılar. Abdullah, yakalanma tehlikesinden dolayı onları akla gelmeyen ve pek de
fazla bilinmeyen bir güzergâhtan Medine’ye doğru yola çıkardı.
Takip Devam Ediyor
Kureyşliler’in, Hz. Peygamber’i yakalayana ödül vereceklerine dair Mekke
çevresindeki diğer Arap kabileleri tarafından da duyuldu. Nitekim
Müdlicoğullarından Sürekâ b. Mâlik, onu yakalayarak tek başına ödülü almak istedi;
buna teşebbüs etti ise de başarılı olamadı.
Yine aynı maksatla, Elsem kabilesi liderlerinden Büreyde b. Husayb
beraberinde bulunan bir müfreze ile Hz. Peygamber’in önüne geçti. Bir müddet
onunla sohbet etme imkânı doğdu. Burada Hz. Peygamber’in tebliğini kabul ederek
Müslüman oldu ve Elsem arazisinden çıkıncaya kadar refakat etti.
Bütün gayretlerine rağmen müşriklerin onu takip ve yakalama girişimleri
sonuçsuz kaldı. On gün süren yolculuğun ardından ve Medine’ye yaklaştılar.
Hz. Peygamber Medine’de
Hz. Peygamber ve yol arkadaşı Ebubekir’in hicret ettiğini öğrenen Medineli
Müslümanlarda heyecanlı bir bekleyiş başladı. Onlar her gün sabah namazından
sıcağın yükseldiği ana kadar Kuba yakınlarında bulunan Seniyyetü-l-Vedâ adlı
tepeye çıkar, ufka bakarlar, Hz. Peygamber’in yolunu gözlerler, gelmediğini
anlayınca da evlerine dönerlerdi. Nihayet, yine sıcaklığın şiddetli olduğu bir günde
kendine ait “utum”dan (Utum: Medine’nin kale evleri) bir Yahudi Hz. Peygamber’in
gelişini haber verdi.
Nihayet Hz. Peygamber, 8 Rebiülvvel Pazartesi günü (20 Eylül 622) Yesrib’e
ulaştı. Resulullah, Yesrib’e hicret ettikten sonra ilk önce Kuba köyüne indi. Burası
Yesrib’in güneyinde olup ona yaklaşık 6.3 km. uzaklıktadır. Resulullah’dan önce
Yesrib’e hicret eden ilk Muhacirlerin gelerek yerleştikleri ve Muhacirlerin
toplandıkları yer de Kuba mevkii, özellikle de “el-‘Asabe” bölgesi idi.
Böylece Hz. Peygamber’in ilk anda himaye edilmesi ve korunması daha kolay
olacaktı. Zira o, aynı kaderi paylaşan, aynı ideali paylaşan arkadaşları yanında
kendini daha güvenli hissedecekti. O, evvel emirde düşmanlarıyla uğraşmaksızın,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
kendine inanmış, bağlanmış ve güvenmiş bir avuç insanla İslam toplumunu
oluşturmaya ve onların hoşnutluğunu kazanmaya çalışacaktı.
Resulullah’ın Kuba’da ne kadar kaldığı konusunda rivayetler farklılık arz
etmektedir. Bazı rivayetler, bu sürenin dört gün gibi az bir müddete işaret ederken,
diğer bazı rivayetler ise, Kuba’da kalışını 10-14 güne kadar çıkarmaktadırlar. Son
rivayet, (10-14 gün) daha makul gözükmektedir. Zira bu süre Kuba mescidinin
inşası için de yeterli bir süredir. Çok sade ve basit bir yapı da olsa, Kuba mescidinin
inşası dört gün gibi kısa bir sürede bitmiş olması makul görünmemektedir.
Müslümanlar açısından Medine’ye Hicretin Sonuçları
 Müslümanların üzerinden Mekkeli Müşrikler’in uyguladıkları, eza, cefa,
işkence ve can, mal güvensizliği gibi kötü muamelelerin ortadan kalkması,
 Hz. Peygamber’in İslamiyet’i tebliğ mücadelesinin, ilk defa Mekke dışında bir
yerde devam ederek büyüme ve başarılı olma imkânına kavuşması,
 Medine’ye hicretle birlikte, cahiliyenin şeref ve üstünlük, asabiyet anlayışı
yerine kan bağına değil, din ve ideal birliğine dayanan kardeşlik yerini aldı.
Hicret eden kardeşler Muhacir, yerli kardeşleri Ensar adını aldı.
 Ensar’a mensup Medineli Müslümanların, başta Hz. Peygamber olmak üzere
bütün Muhacirlere kucak açarak, evlerini, mallarını, yurtlarını paylaşmaları,
din kardeşlerinin canlarına, mallarına kefil olmaları, onları koruyup
kollayacaklarına dair güvence vermeleri, göçten doğacak ekonomik, sosyal
vb. sıkıntıların önünü kesmeleri,
 Medine’de 120 yıla yakın devam eden Arap kabileleri Evs ve Hazrec
arasındaki düşmanlık ve bu durumdan faydalanan Yahudi toplulukları
aralarında süre gelen rekabet ortamı, yerini istikrara ve Hz. Peygamber’in
liderliği etrafında ideal birliği yapmış İslam ümmetine yerini bıraktı.
 Müslümanlar için, hicret ile birlikte Medine’de yeni bir dönem başladı. Bu
dönemi tarihçiler, Mekke’ döneminden ayırarak Medine dönemi diye
adlandırırlar.
 Hicretten sonra Medine, siyasi bir merkez haline geldi. Ayet ve hadislerin
teşvikleri ile Dârul-Hicre (Hicret yurdu) haline geldi. İslam dünyasının kalbi,
Haremeyn şehirlerinin ikincisi (diğeri Mekke), Müslümanların ilk başkenti
oldu.
 Kur’an vahyine beşiklik eden ikinci şehir olma özelliği ile burada inen ayet ve
surelere adını verdi. (Mekke’de inen ayetler; Mekkî, Medine’ne nazil olanlar
ise, Medenî diye isimlendirilirler.)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
 İlk İslam toplumunun ve devletinin teşekkül ettiği bu şehrin adı, hicretten
önce Yesrib iken, hicretten sonra Hz. Peygamber bunu beğenmeyerek,
değiştirmiştir. Bu noktada, Hz. Peygamber’in bölgeye, “şehri ve medeniyeti”
çağrıştıran “Medine” adını vermesindeki hikmet ve isabet dikkat çekicidir.
 Müslümanların Mekke dışında bir şehirde organize olarak devletleşme
sürecine girmesi suretiyle kısa zamanda Mekke’yi tehdit edecek güce
ulaşması.
 Hicretle birlikte, İslam’a davetin önündeki engeller birer birer kalktı, son
dinin yeni ve değişik kitlelere ulaşmasının önü açıldı. Nitekim Hz.
Peygamber’in vefatından önce Arap yarımadasının tamamına
Müslümanların hâkimiyeti altına girmişti.
Mekkeliler açısından Medine’ye Hicretin Sonuçları
 Hz. Peygamber’den geçici süre kurtulduğunu zanneden Kureyşliler, Hicret
hareketinin sonlarını hazırlayacak bir gelişme olduğunu geç fark ettiler.
 Mekkeliler açısından iç tehdit olarak algılanabilecek “İslam/Müslüman”
tehlikesinin, şehirden uzaklaşarak dış tehdit haline gelerek, kontrol edilemez
noktaya dönüşmesine sebep oldular.
 Mekke’de alt edilemeyen ve kendilerini tehdit edebilecek bir gücün, yakın
bir şehirde güç ve kuvvet kazanabilecek potansiyel taşımasına yol açtılar.
Bunun için Medine’nin Yahudileri ile çevresindeki müşrik kabileleri
Müslümanlara karşı kullanmaktan geri durmadılar.
 Mekke-Şam ticaret yolu üzerinde yer alan Medine’nin hicret neticesinde
Müslümanların hâkimiyetine geçmesi Mekkeli müşriklerin iktisadi
faaliyetlerine zarar verdi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Müslümanların Habeşistan’a hicretinden sonra Kureyşliler’in, onları geri
getirmek üzere gönderdiği elçilerinin adı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Âs b. Vâil - Şeybe b. Rebia
b) Amr b. Âs - Abdullah b. Ebî Rebîa
c) Utbe b. Rebîa - Ümeyye b. Halef
d) Amr b. Hişâm e) Ebu Süfyan - Vahşî
2. Müslümanların Habeşistan’a hicret etmelerinde adaleti ve hoşgörülü yönetim
anlayışı ile etki ettiği bilinen Necaşî hangi büyük devlete bağlı idi?
a) Sâsânîler
b) Mervaniler
c) Safeviler
d) Bizanslılar
e) Hireliler
3. Müşriklerin Hz. Peygamber’in akrabalarını ve yakınlarını ambargo altında
tuttukları Mekke’de bulunan mahallenin adı aşağıdakilerden hangisidir?
a) Mesfele
b) Müzdelife
c) Şiʻbu Ebil-Kâsım
d) Şiʻbu Ebit-Turâb
e) Şiʻbu Ebî Tâlib
4. Aşağıdakilerden hangisi İslam tarihi kaynaklarında Hicret öncesi Medine
şehrinin sakinleri arasında zikredilmez?
a) Evs Kabilesi
b) Beni Mustalik
c) Hazrec Kabilesi
d) Beni Kaynuka
e) Beni Nadir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
5. Aşağıdakilerden hangisi Medine’ye hicretin sebeplerinden biri değildir?
a) Hz. Peygamber’in Medine’de İslam’ı tebliğ ortamının daha hızlı ve etkili
gelişeceğine olan inancı
b) Müslümanlara Kureyşliler tarafından uygulanan baskı ve şiddetin dayanılmaz
noktaya yükselmesi
c) Medineli Müslümanların Hz. Peygamber ve arkadaşlarını şehirlerine davet
etmeleri
d) Medine’nin, Mekke’ye oranla daha fazla zirai alan ve su kaynaklarına sahip
olması
e) Kur’an ve hadislerin Müslümanları hicrete teşvik etmesi
Cevap Anahtarı:
1. b 2.d 3.e 4.b 5.d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Habeşistan’a Hicretten Medine'ye Kadar İslam’ın Mekke Dönemi
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Apak, Adem. (2006). Anahatlarıyla İslam Tarihi -I-, Ensar Yayınaları, İstanbul.
Azimli, Mehmet. (2008). Siyeri Farklı Okumak -I- (Mekke Yılları), Ankara Okulu Yay.,
Ankara.
el-Belâzurî. (1987). Ensâbu’l-Eşrâf, thk.: Muhammed Hamidullah, Kahire.
el-Buharî. (1981). el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul 1981.
Demircan, Adnan. (2000), Nebevî Direniş Hicret, Beyan Yayınları, İstanbul 2000.
Fayda, Mustafa. (2005), “Muhammed”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
İstanbul.
Fayda, Mustafa. (2007).“Ömer”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XXXIV,
İstanbul.
Hamidullah, Muhammed (2004). İslam Peygamberi, (çev.: M. Yazgan), İstanbul.
İbn Hişâm. Sîretu’n-Nebî, thk.: M. Muhyiddin Abdulhamid, Kahire ty.
İbn Saʻd. (1957), et-Tabakâtu’l-Kübrâ, I-VIII, Dâru Sadır, Beyrut.
Komisyon. (2010). İlk Dönem İslam Tarihi, Anadolu Üniversitesi Yayınları, Eskişehir.
Önkal, Ahmet. (1998). “Hicret”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. XXX.,
İstanbul.
Öztürk, Levent. (2001). Etiyopya’da İslamiyet -I- (Asr-ı Saadette Habeşistan’la
Münasebetler, İstanbul.
Sarıçam, İbrahim. (2003). Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara.
Yavuz, Salih Sabri. (2005). “Mi’râc”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
• Medine’nin Dinî, Siyasî, İdarî ve Sosyal
Bir Merkez Haline Getirilmesi
• Çok Amaçlı Bir Merkez Tesisi - Mescid-i
Nebî
• Medine’de Yaşayanların Toplum Haline
Getirilmesi
• Kardeşliğin Tesisi - Muâhât
• Medine Sözleşmesi
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
İLK İSLÂM TOPLUMUNUN
TEŞEKKÜLÜ VE HUDEYBİYE
ANTLAŞMASINA KADAR MEDİNE
DÖNEMİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Medine’nin dinî, siyasî, idarî, ve sosyal bir
merkez haline getirilmesinin önem ve
gerekliliğini kavrayabilecek
• Mescid-i Nebî'nin çok amaçlı bir merkez
olduğunun önemi ve gerekliliğini anlayabilecek
• Ensar-Muhacir kardeşliğinin oluşturulması ile
Medine Sözleşmesi'ni değerlendirebileceksiniz.
İLK DÖNEM İSLÂM
TARİHİ
ÜNİTE
5
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
GİRİŞ
Medine’nin önceki adı fesat anlamına gelen Yesrib olup, Hz. Muhammed (s)
hicretten sonra buraya hoş ve güzel anlamına gelen Tabe veya Taybe adlarını
vermiştir. Ancak Müslümanlar, Hz. Peygamber (s)’ın yaşadığı şehir olması sebebiyle
Peygamber Şehri anlamında Medinetü’n-Nebî ya da kısaca Medine demişlerdir.
Dört tarafı kayalıklarla çevrili olan Medine’nin kuzeyinde Uhud, güneybatısında Âir
dağları bulunur. Çok sayıda vadisi vardır. En meşhurları Bathan, Müzeynib, Mahzur
ve Akik vadileridir.
Medine’de hicret öncesinde Kahtânîlerin Ezd kolundan Evs ve Hazrec
kabilelerine mensup Araplar ile Kurayza, Kaynuka ve Nadîr oğulları kabilelerine
mensup Yahudiler yaşıyordu. Yahudiler, Roma’nın Suriye ve Mısır’a hâkimiyetinin
ardından bölgeye gelmişler ve zamanla Arap kültürünü benimsemişlerdir. Arapların
büyük çoğunluğu ise Yemen’deki Merib barajının yıkılmasından sonra bölgeye
yerleşmişlerdir.
Evs ve Hazrec’in iç
savaşı, Medine’de siyasî
birliğin sağlanmasına
bir türlü imkân
vermediği gibi onları
oldukça da zayıflatmıştı.
Merkezî bir otoritenin bulunmadığı Medine’de, Mekke’dekine benzer siyasî
bir yapı da yoktu. Her kabile, kalelerle çevrilmiş ayrı mahallelerde ve kendi
başkanlarının yönetiminde yaşıyordu. Zamanla hem Arapların kendi arasında hem
de Araplarla Yahudiler arasında ihtilaflar ortaya çıktı. Özellikle Araplar kabile
savaşları, Medine’deki siyasî birliği tahrip ettiği gibi, kabileleri de oldukça zayıflattı.
Hz. Peygamber (s)’ın Medine’ye hicretinden kısa bir süre önce meydana gelen Buas
savaşı, Evsliler’in üstünlüğüyle neticelenmişti. Evs ve Hazrec kabilelerinin, Abdullah
b. Ubey’i ortak bir başkan olarak seçme teşebbüsleri ise Hz. Peygamber (s)’ın
hicretiyle sonuçsuz kaldı.
Hz. Muhammed (s)’ın Medine’ye girişi sevinçle karşılandı. Medine’ye
geldiğinde şehirdeki kabilelerin her biri, kendilerinde konuk olmasını teklif etiyse
de kabileler arasındaki hassas dengeleri dikkate alarak hiç kimsenin incinmeyeceği
bir çözüm buldu. Devesinin kendiliğinden çökeceği yere en yakın evde misafir
olacağını açıkladı. Deve, Malik b. Neccar oğullarından Sehl ve Süheyl adlı iki yetim
kardeşin hurma kurutma işinde kullandıkları arazide çökünce, buraya en yakın olan
Ebu Eyyüb el-Ensarî lakabıyla meşhur Halid b. Zeyd’in evinde misafir kalacağı
anlaşılmış oldu.
İSLAM TOPLUMUNU OLUŞTURMA SÜRECİ
Hz. Muhammed (s), Medine’ye hicret sonrasında işe, şehirde hâlâ İslam’a
girmemiş olanları davetle başladı. Bunun sonucunda pek çok Medineli onun
huzurunda Müslüman oldu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Şehirde yaşayan Arapların yanı sıra Yahudi ileri gelenlerinden Abdullah b.
Selâm da Hz. Peygamber (s) ile yaptığı görüşmeler neticesinde ailesiyle beraber
İslam’a girdi. Onunla birlikte Sa’lebe b. Sa’ye, Esîd b. Sa’ye, Esed b. Ubeyd,
Muhayrık, Meymûn b. Yâmin adlarında az sayıdaki Yahudi de Müslüman oldular.
Hz. Muhammed (s)’ın
Medine’de
gerçekleştirmek istediği
en önemli hedef, yeni
bir toplum
oluşturmaktı.
Hz. Muhammed (s)’ın Medine’de gerçekleştirmek istediği en önemli hedef
yeni bir toplum oluşturmaktı. Bu hedefe ulaşabilmek için öncelikle Medineli
Müslümanlar bir cemaat hâline getirilecek, sonra da çerçeve bütün Medinelileri
içine alacak şekilde genişletilecekti. Bu nedenle Allah Rasûlü (s), işe Medine’yi dinî,
siyasî, idarî ve sosyal bir merkez hâline getirmekle başladı. Sonra da
gayrimüslimleriyle birlikte Medine’de yaşayanların tamamını kuşatacak bir
antlaşma düzenledi.
MEDİNE’NİN DİNÎ, SİYASİ, İDARİ VE SOSYAL BİR MERKEZ
HALİNE GETİRİLMESİ
Müslümanların yavaş yavaş Mekke’yi terk etmeleri ve akabinde Hz.
Peygamber (s)’ın da Medine’ye hicret etmesi Kureyşliler’i aşırı derecede rahatsız
etmişti. Hemen Hz. Muhammed (s)’ın orada barınmasını engellemek için
girişimlere başladılar ve o sırada Medine’de sözü dinlenir bir kimse olan Abdullah
b. Ubey’e tehditkâr bir mektup yazdılar. Mektupta, Hz. Muhammed (s) ile
savaşarak onu öldürmelerini veya şehirden çıkarmalarını, aksi takdirde
Mekkelilerin saldırıp buldukları herkesi öldüreceklerine dair ifadeler vardı. Mektup,
Abdullah b. Ubey’in de menfaatine yarayacak gibi görünüyordu. Çünkü İslam’ın ve
Hz. Muhammed (s)’ın Medine’ye gelişi, onun Medineliler’e lider olma düşüncesini
iyice zorlaştırmıştı.
Çok Amaçlı Bir Merkez Tesisi - Mescid-i Nebî
Müslümanlar Medine’de de birtakım sıkıntılar yaşıyorlardı. Bununla birlikte
genel şartlar Mekke’dekiyle kıyaslanamayacak derecede olumluydu. Mekke
döneminde bir araya gelip ibadet etme ve Resulullah (s)’ı dinleme imkânları çok
kısıtlı olan Muhacirler, yıllarca gizli bir şekilde ibadet yapmak zorunda kaldıkları için
açıktan ibadet etme arzusu içindeydiler. Ensar ise hem Hz. Peygamber (s)’la hem
de Muhacir kardeşleriyle daha fazla beraber olabilmeyi istiyorlardı. Ayrıca sayıları
gün geçtikçe hızla artan yeni Müslümanlar vardı. Bunların da bir an önce eğitilmesi
gerekiyordu. Zaten hicret de, Hz. Muhammed (s)’ın risalet görevini daha iyi
şartlarda yerine getirmesi, İslam dininin daha güçlü bir şekilde yayılması amacıyla
gerçekleştirilmişti. Bu nedenle Hz. Peygamber (s), henüz kendine ait barınacağı bir
ev inşa etmeden, Medine’de öncelikle Müslümanların ibadet, eğitim-öğretim,
toplantı vb. ihtiyaçlarını karşılayabilecek büyüklükte bir mekânın yapılmasıyla
ilgilendi. Hz. Peygamber (s)’ın Medine’de inşa ettirdiği bu mescide, Peygamber
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Hicret’in amaçlarından
biri de, İslam’ı daha
güçlü bir şekilde
yaymaktır.
Mescidi anlamında Mescidü’n-Nebî, Mescid-i Nebî ya da Mescid-i Nebevî gibi adlar
verildi. Mescid yeri olarak Medine’ye hicretin son bulduğu nokta, yani Medine’de
devesinin çöktüğü yer civarındaki uygun bir alan tercih edildi. Mescidin yapımına
hicretin birinci yılı Rebiülevvel (h.1/m.622 Eylül) ayında başlandı.
Mescid, her çeşit süs ve ihtişamdan uzak oldukça sade bir yapıydı. Temelleri
ve kapı kenarları taştan, duvarları kerpiçtendi. Kıblesi kuzey tarafta bulunan
Kudüs’e yani Beytü’l-Makdis’e doğruydu. Mihrap yeri hurma kütüklerinin üst üste
dizilmesiyle belirlendi. Üç kapısı vardı. Bunlardan biri Bâbü’s-Selâm adında olup
güney tarafındaki arka duvarda (bugünkü kıble duvarında), ikincisi Bâb-ı Âtike
adında olup batı tarafındaki duvarda, üçüncüsü ise Bâb-ı Cibrîl adında olup
hücrelerinin bulunduğu doğu tarafında idi ve Hz. Muhammed (s) da bu kapıyı
kullanırdı. Mescidin güney duvarının bir kısmında ise Suffe denilen bir gölgelik
bulunmaktaydı. Kıblenin, güney tarafta bulunan Kâbe’ye çevrilmesiyle mescitte
küçük bir tadilat yapıldı. Buna göre güneydeki kapı kapatılarak mihrap yapıldı,
kuzey tarafa aynı adla yeni bir kapı açıldı ve Suffe, kuzey tarafa nakledildi. Diğer
kapıların yerleri ise değiştirilmedi.
Mescid-i Nebî’nin Diğer Fonksiyonları
Hz. Peygamber (s)’ın inşa ettiği Mescid-i Nebî, her şeyden önce bir ibadet yeri
olarak yapılmıştı. Bununla birlikte Hz. Muhammed (s), namazlardan sonra mescitte
oturduğunda sahabiler hemen etrafında toplanır, o da ashabına nasihatte bulunur
ve kendileriyle sohbet ederdi. Ancak Mescid-i Nebî, dinî ve ilmî faaliyetlerin yanı
sıra zamanla Hz. Peygamber (s)’ın idarî, siyasî, askerî, adlî birtakım işleri görüştüğü
bir merkez olma hüviyetini de kazandı.
Mescid-i Nebî’nin diğer işlevlerine yönelik olarak şu örnekler verilebilir:
Medine’ye yönelecek tehdit ve saldırıların nerelerden gelebileceği ve bunlara nasıl
karşı konulacağı veya nerelere asker gönderileceği burada görüşülür ve karara
bağlanırdı. Hz. Muhammed (s) bizzat kendi kumandasında bir sefere çıkacağı
zaman, burada iki rekât namaz kılar, sonra zırhını burada kuşanır ve mescidin
kapısına getirilen atına binerek harekâtı başlatırdı. Seferden döndüğünde de önce
mescide gider, yine iki rekât namaz kılar ve harekâtın değerlendirmesini yapardı.
Diğer askerî birliklerin komutanları da seferden döndüklerinde önce mescide gelir
ve sefer hakkında bilgi verirlerdi.
Medine, aynı zamanda İslam devletinin başkenti olduğu için şehre, sıklıkla
çevredeki kabile veya şehirlerden elçiler gelmekteydi. Medine dışından gelen elçi
ve misafirler, mescitte kabul edilip ağırlanmakta ve heyetler arası görüşmeler yine
burada yapılmaktaydı. Ancak bu görüşmelerin gelişigüzel bir yerde yapılmadığı ve
Hz. Muhammed (s)’ın, elçileri kabul etmek ve onlarla görüşmek üzere sabit bir yer
belirlediği bilinmektedir. Buraya üstüvanetü’l-vüfûd (elçiler sütunu) adı verilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Mescid-i Nebî:
 İdarî, siyasî, sosyal ve askerî gelişmelerin görüşüldüğü meclis,
 Elçi ve misafirlerin kabul edilip ağırlandığı devlet konuk evi,
 Davaların görüldüğü ve anlaşmazlıkların karara bağlandığı mahkeme,
Mescid-i Nebî, pek çok
İslâmî kurumun
homojen yapısını
meydana getirmiştir.
 Bağış, cizye ve zekât mallarının toplanıp dağıtımının yapıldığı hazine,
 Savaş esirlerinin ve suçluların gözaltında tutulduğu nezaret ve hapishane,
 Yaralıların tedavi edildiği hastane,
 Nikâhların ilân edildiği nikâh salonu,
 Gösteri ve merasimlerin yapıldığı salon olarak da kullanılmıştır.
Kısaca Mescid-i Nebî’nin, pek çok İslam kurumun homojen (farklılaşmamış)
yapısını meydana getirdiği, sonraki asırlarda ortaya çıkan ve cami, mektep,
medrese, türbe, han, çarşı vb. birimlerden oluşmuş binalar topluluğu anlamına
gelen külliyelerin ilk örneği sayılabileceği söylenebilir.
Mescid-i Nebî’nin Diğer Birimleri
Çok fonksiyonlu bir yapı olan Mescid-i Nebî’de bazı faaliyetler onun içinde
bir tarafında, bazıları ise dışında bitişik bir kenarında yürütülmüştür. Bu nitelikte üç
birim vardır. Onlar da Hücre-i Saâdet, Suffe ve Hızânedir.
Hücre-i Saadet - Hz. Peygamber (s)’ın Evi
Medine’de, Hz. Peygamber (s)’ın dayıları bulunmasına rağmen şahsına
mahsus bir evi yoktu. O, kendisine bir ev inşa edilinceye kadar Ebu Eyyüb elEnsarî’nin evinde misafir oldu. Buradaki misafirliği yaklaşık yedi ay devam etti. Enes
b. Malik de bu dönemde annesi Ümmü Süleym ya da üvey babası Ebu Talha
tarafından Hz. Peygamber (s)’a hizmet etmesi amacıyla bırakılmıştı.
Hz. Peygamber (s)’ın
evi, Mescid-i Nebî’nin
doğu tarafında yapılan
odalardan ibaretti.
Mescid-i Nebî’nin yapımı tamamlandığında, Hz. Peygamber ve ailesinin
barınma ihtiyaçlarını karşılayacak konutun inşasına başlandı. Onun evi, mescidin
doğu duvarının güney tarafında yapılan hücrelerden (odalar) ibaretti. Oda sayısı
Hz. Peygamber (s)’ın eşlerinin sayısına göre belirlenmişti. Bu nedenle de
başlangıçta iki idi. Bunlardan biri Hz. Hatice’nin vefatından sonra evlendiği eşi Hz.
Sevde’ye ait olup kapısı Hz. Ali’nin evinin koridoruna açılmaktaydı. Diğeri ise henüz
zifafa girmediği nikâhlısı Hz. Aişe için inşa edildi. Bunun kapısı ise doğrudan
mescide açılmaktaydı. Ayrıca bu odaların yanında kızları Ümmü Gülsüm ve
Fatıma’ya ait de odalar yapıldı. Hz. Peygamber (s)’ın odalarının duvarları kerpiçle
örülmüş, üstleri hurma dal ve yaprakları ile örtülmüş, kapı açıklıkları ise kilim vb.
malzemeyle kapatılmıştı.
Odalar hazır hâle geldiğinde Hz. Peygamber kendi konutuna yerleşti ve
ailesini getirtme amacıyla azatlıları Zeyd b. Harise ile Ebu Râfi’e iki deve vererek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Mekke’ye gönderdi. Zeyd, hanımı Ümmü Eymen ve oğlu Üsame ile Hz. Peygamber
(s)’ın eşi Sevde, kızları Fatıma ve Ümmü Gülsüm’ü alarak Medine’ye getirdi. Hz.
Ebu Bekir de eşi Ümmü Rûmân ile kızları Esma ve Hz. Peygamber (s)’ın nikâhlı
nişanlısı Âişe’yi oğlu Abdullah vasıtasıyla Mekke’den getirtti. Hz. Peygamber (s)’ın
kızlarından Rukiyye daha önce eşi Hz. Osman ile birlikte Medine’ye hicret etmişti.
Zeyneb’in hicreti ise eşi Ebu’l-Âs b. Rebî o zamanlar müşrik olduğu için ancak Bedir
savaşından sonra gerçekleşebildi.
Suffe - Yatılı Okul
Suffe’de kalanlar
arasında zâhidane bir
hayatı tercih edenlerle
kendilerini ilim tahsiline
adayanlar da vardı.
Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicretleri sonrasında Ensar ile
Muhacirler arasına oluşturulan kardeşliğe rağmen yine de bazı Muhacirler açıkta
kalmıştı. Resulullah bunlar için Mescid’in güneybatısında üzeri yapraksız hurma
dallarıyla örtülü bir yer ayırdı. Buraya güneşe karşı yapılan gölgelik ya da sofa
anlamında Suffe, burada barınanlara ise ashab-ı suffe, suffe ashabı veya suffe ehli
denildi. Suffe’nin, hicretten on altı ay sonra kıblenin Kudüs istikametinden Kâbe’ye
çevrilmesi sonrasında boş kalan önceki kıble duvarının üzerinin örtülmesiyle
oluşturulduğuna dair rivayetler de vardır. Suffe, günümüzde bazı İslam tarihi
kaynaklarında, dünya tarihinde bilinen ilk yatılı okul olarak nitelendirilmektedir.
Suffe’nin Sakinleri
Suffe’de öncelikle barınacak yer bulamayan bekâr Muhacirler kalırdı.
Evlenme imkânı bulanlar ise ayrı bir eve taşınırdı. Hz. Peygamber (s) ile görüşmeye
gelen ve Medine’de bir tanıdığı bulunmayan kimsesiz misafirler ile Arap
kabilelerinden Müslüman olup da Medine’ye göç edenler de suffenin
sakinlerindendi. Suffede kalanlar arasında iki grup insan daha vardı. Bunlar da
Medine’de evleri bulunduğu hâlde zâhidane bir hayatı tercih eden Ka’b b. Malik,
Hanzala b. Ebi Amir ile Haris b. Numan gibi Ensardan bazıları ile kendilerini ilim
tahsiline adayan sahabilerden oluşmaktaydı. Ashab-ı suffeye mensup başlıca
sahabiler arasında Ebu Zer el-Gıfârî, Huzeyfe, Talha b. Ubeydullah, Ebu Said elHudrî, Bilal-i Habeşî, Abdullah b. Ömer, Ammar, Habbâb, Ebu Hüreyre, Selmân-ı
Fârisî, Suheybi’r-Rûmî, Ukbe b. Âmir, Ukkâşe, Abdullah b. Mes’ud, Berâ b. Mâlik
gibi önemli sahabiler vardır.
Suffe Ashabı’nın Sayısı
Zamanla suffede
kalanların sayısı
azalmaya başladı.
Suffede yaşayanların sabit bir sayısı bulunmadığı gibi bunların toplam sayısı
hakkındaki rivayetler de çok farklıdır. Nitekim kaynaklarda on kişi ile dört yüz kişi
arasında olduklarına dair bilgiler vardır. Rivayetlerdeki farklılığın sebebi büyük
ihtimalle Medine’ye gelen misafirlerden kaynaklanmaktadır. Zira bunların sayısı
artıp eksildikçe suffede misafir olanların sayısı da fazlalaşıyor ya da azalıyordu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Bununla birlikte sayılarının ortalama olarak yetmiş kişi civarında olduğu kabul
edilir.
Zamanla suffede kalanların sayısı azalmaya başladı. Çünkü yapılan savaşlarda
elde edilen ganimetler Müslümanların ekonomik durumlarını oldukça iyi bir
konuma getirdi. Hatta Hz. Peygamber (s) hayattayken suffedekilerin hepsi kendi
evlerine taşındılar. Böylelikle fakir Muhacirlerin mescitte barınmaları da sona erdi.
Suffe Ashabı’nın Günlük Hayatı
Ashab-ı suffe daima Hz. Peygamber (s)’ın yanında bulunur ve onun ilim ve
feyzinden yararlanır; Kur’an okur; hadis-i şerifler, çeşitli dinî bilgiler ve yazı yazmayı
öğrenir; zikir ve ibadetle meşgul olurlardı. Dinlenme ve ders çalışma yerleri Suffe,
dershaneleri ise Mescid idi. Hocaları arasında başta Hz. Peygamber (s) olmak üzere,
Abdullah b. Mes’ud, Ubey b. Ka’b, Muâz b. Cebel ve Ebu’d-Derdâ gibi ilim sahibi
sahabiler idi.
Ailevi kaygıları olmadığı için dünya meşguliyetlerinden uzak bir şekilde
kendilerini ilme verebiliyorlardı. Bu nedenle Suffe, gelişigüzel bir toplanma yeri
olmayıp bir ilim müessesesiydi. Nitekim burada Ubâde b. Sâmit gibi okuma-yazma
ve Kur’an öğretmek üzere öğretmenlik yapanlar da vardı. İçlerinden Ebu Hüreyre
gibi bazıları ise kendilerini ilme adadılar.
Suffe Ashabı’nın Hayat Standardı
Suffe ashabı, fakir insanlardı ve kendilerini tamamıyla ilme verdikleri için
belirli bir gelirleri de yoktu. Gücü kuvveti yerinde olanlar odun kesmek, su taşımak
gibi sınırlı işler yaparak mümkün mertebe ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyor; ihtiyaç
içinde bulunsalar dahi iffet ve vakarları sebebiyle kimseden bir şey istemiyorlardı.
Nitekim bu hususa, suffe ashabı hakkında nazil olduğu belirtilen aşağıdaki ayette
de değinilmiştir:
“Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna adayıp, yeryüzünde dolaşmaya güç
yetiremeyenlere, hayâlarından dolayı kendilerini tanımayanların zengin
sandıkları yoksullara verin. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanlardan
yüzsüzlük ederek bir şey istemezler” (Bakara/2: 273)
Suffe Ehli, İslam’ın
yayılmasında ve İslami
ilimlerin öğretiminde
önemli hizmetler verdi.
Ashab-ı suffe, genellikle kendilerini soğuktan koruyacak bir elbiseye sahip
değillerdi. Aralarında, ancak diz kapaklarına kadar örtünebilenler olduğu gibi yeterli
elbisesi bulunmadığı için toplum içine çıkamayanlar bile vardı. En lüks yiyecekleri
hurmaydı. Bu nedenle Hz. Muhammed (s), çoğunlukla kendi ailesinden önce
onların ihtiyaçlarını karşılamaya özen gösterir, onları yatsı namazından sonra
akşam yemeği yemeleri için ashabına dağıtırdı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Hicretin ilk yıllarındaki bu sıkıntılı şartlar, zamanla elde edilen ganimetler
sayesinde sona erdi ve onların da hayatları normale döndü.
Suffe Ashabı’nın Tarihteki Yeri ve Önemi
Ashab-ı suffe, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber (s)’ın anlaşılmasında son derece
önemli hizmetler yaptı. Onların, diğer ashaba oranla Hz. Muhammed (s) ile daha
fazla beraber olup sohbetinde daha çok bulunmaları pek çok hadisin sonraki
kuşaklara ulaşmasında önemli katkı sağladı. Gerçekten de en çok hadis rivayet
eden yedi sahabiden üçünün (Ebu Hüreyre, Abdullah b. Ömer ve Ebu Said el-Hudrî)
onların arasından çıkmış olması da bu görüşü doğrulamaktadır.
Suffe ehli, İslam’ın yayılmasında ve İslamî ilimlerin öğretiminde önemli
hizmetler verdi. Hatta onlardan bazıları kendilerini çok iyi yetiştirdi. Hz.
Muhammed (s), suffede yetişen bu kişileri bilgi, beceri ve birikimlerine göre
muhtelif hizmetlerde görevlendirdi. Mesela, Medine dışına gönderilecek tebliğ ve
irşad elemanları ile muallimler kurrâ denilen bu kişiler arasından seçildi. Nitekim
Reci’ ve Bir-i Maûne (h.4/m.625) hadiselerinde şehit edilen yetmiş hafız ve âlim
sahabiden çoğu bunlardandı.
Bunlara ek olarak ashab-ı suffe arasında müezzinlik yapanlar ve diplomatik
faaliyetlerde görevlendirilenler olduğu gibi cihada katılıp şehit olanlara da
rastlanmaktadır. Hatta Ebu Hüreyre’den nakledilen bir rivayete göre suffede
kendisiyle beraber kalan üç yüz kişinin büyük çoğunluğu zamanla bir yere vali ya da
komutan olarak görevlendirilmiştir.
İslam tarihinde örnek ve öncü bir eğitim yuvası olarak hizmet gördüğü
bilinen suffe mensuplarından fakir, muhtaç ve kimsesiz olmadığı halde sırf
zahidane bir hayatı tercih ettiği ve kendilerini tamamen ruhi-manevi bir hayata
adadıkları için burada bulunanların, İslam düşünce tarihi içinde yer alan Tasavvuf
ekolünün ilk örneklerini oluşturdukları kabul edilir. Hatta tasavvuf kavramı da bir
görüşe göre Suffe’den gelmiştir.
Hızâne - Beytü’l-Mal
Mescidi-i Nebî’nin dışında, Hz. Peygamber (s)’ın odaları gibi mescidin bitişik
kenarında yapılan bir oda daha vardı. Yeri tam olarak belirlenemese de buranın
gıda maddeleri ile silahlar vs. eşyanın saklandığı bir depo olarak kullanıldığı
bilinmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla o günkü şartlarda devlet hazinesi olarak hizmet
gören bu odaya meşrube, gurfe, ulliyye veya hızâne adları verildi ve buranın
muhafaza ve idareciliğine ise Bilâl-i Habeşî getirildi. Odaya verilen ulliye isminden,
buranın nispeten yüksek bir yer olduğu anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber (s),
eşlerinden ayrıldığı ve uzak durduğu dönemde bir ay süreyle bu odada kalmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Zevr - Devlet Konuk Evi
Mescid-i Nebî’nin doğusunda zevr adı verilen ve elçilerin kabul mekânı
olarak kullanılan odalar bulunmaktaydı. Aslında bunlar Hz. Peygamber (s)’ın kızı
Fatıma ve Ümmü Gülsüm’ün kaldıkları odalardı. Fatıma ve Ümmü Gülsüm’ün
buradan ayrılmalarıyla odalar boş kalmıştı (h.4/m.626). Hz. Muhammed (s) da boş
kalan bu odaları misafir ve ziyaretçilerin kabul mekânı olarak kullanmaya başladı.
Medine’deki Diğer Mescitler
Medine’de, Mescid-i Nebî ile Hz. Peygamber (s)’ın hicret yolculuğundaki
misafirliği esnasında Kuba’da inşa ettirdiği mescidin dışında da mescitler vardı.
Bunlar genellikle kabile adlarıyla anılırdı. Bununla birlikte bir kısmı adlarını
bulundukları mekânlardan ya da bazı olaylardan almıştı. Bunların arasında Mescid-i
Nebî’den daha önce ibadete açılanlar bile vardı. Nitekim Esad b. Zürâre’nin, Birinci
Akabe Biati sonrasında (m.621) Medine’deki Müslümanların sayısının artmasıyla,
Mescid-i Nebî’nin inşa edileceği arsanın bir kenarında yaptırdığı mescit, hicretten
önce faaliyete geçmişti. Kaynaklarda Medine içinde ve civarında çeşitli kabilelerin
kendi yurtlarında inşa ettikleri on kadar mescidin ismi geçer. Müslümanlar her ne
kadar vakit namazlarını bu mescitlerde kılıyorlarsa da cuma namazı için Mescid-i
Nebî’ye geliyorlardı.
MEDİNE’DE YAŞAYANLARIN TOPLUM HALİNE
GETİRİLMESİ
Hz. Peygamber (s),
toplum oluşturma
çabaları çerçevesinde
öncelikle Ensar ile
Muhacirler arasında bir
işbirliği ve dayanışma
tesis etmeyi hedefledi.
Medine’ye hicret edildiğinde Hicaz bölgesinin diğer yerlerinde olduğu gibi
burada da teşkilatlanmış bir devlet yoktu. Hz. Muhammed (s), Medine’ye hicret
gerçekleştirildikten sonra burada yeni bir toplum meydana getirebilmek için
önemli adımlar attı. Bunların bir kısmı Medine’nin sadece Müslüman nüfusuna,
diğer bir kısmı ise hem Müslüman ve hem de gayrimüslim nüfusu yönelikti.
Sadece Müslümanlara Yönelik Olanlar
Hz. Peygamber (s), toplum oluşturma çabaları çerçevesinde öncelikle
Medine’de Evs ve Hazrec Araplarından oluşan Ensar ile Muhacirler arasında bir iş
birliği ve dayanışma tesis etmeyi hedefledi. Çünkü bunlar samimi bir şekilde
kendisine değer veriyor ve tavsiyelerini tereddütsüz yerine getiriyorlardı. Ancak
böylesi bir kenetlenmiş çekirdek kadro, kendilerinden sayıca çok fazla olan kitlelere
kendini kabul ettirebilirdi. Hz. Muhammed (s), İslam toplumu düşüncesini
gerçekleştirebilmek için de sosyal, ekonomik, idari, dinî ve ahlaki birtakım
teşebbüslerde bulundu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Sosyal ve Ekonomik Olanlar
Kardeşliğin Tesisi - Muâhât
“Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve
Allah'tan korkun ki esirgenesiniz” (Hucurat/49: 10)
Kur’an’a göre Müminler
ancak kardeştirler.
Hz. Peygamber (s)’ın, İslam toplumunu meydana getirme sürecinde attığı
adımların en önemlisini bütün varlıklarını Mekke’de bırakıp Medine’ye hicret eden
Muhacirler ile onlara yurtlarını açıp yardım eden Ensar arasında kurmuş olduğu çok
özel bir bağ oluşturur. Bu bağ, kaynaklarda muâhât olarak da adlandırılan kardeşlik
sistemidir. Kardeşlik kelimesi, İslam’a inananlar birliğine üye olan kişinin vasfıdır.
Nasıl ki bir devletin üyesine vatandaş ya da yurttaş adı veriliyorsa, İslam dinine
mensup olan müminlere de Kur’an’ın ifadesiyle ihve (kardeş) adı verilmiştir.
Hz. Peygamber (s)’ın uygulamalarından öyle anlaşılıyor ki Kur’an-ı Kerim,
kardeş kelimesine bilindiğinden daha fazla bir anlam yüklemiş ve Hz. Peygamber (s)
da bu yeni anlamıyla kardeşliği Müslümanlar arasında oturtmaya ve
yaygınlaştırmaya gayret göstermiştir.
Kardeşliğin İlk Örnekleri
Aslında Hz. Muhammed (s), henüz Mekke’de iken ve İslam’ı ilk tebliğ etmeye
başladığından itibaren insanları kabile ve ırk, dil ve ülke, hür ve köle ayırımına
bakmaksızın eşit kabul etmiş ve onları cahiliye toplumunun önem verdiği kabile
dayanışması yerine inanç esasına dayalı İslam kardeşliği merkezinde birleşmeye
davet etmişti. Böylece o, bir taraftan eşref-i mahlûk olarak yaratılmış olan insanı
hakir gören ve köleleştiren katılaşmış şirk izlerini toplumdan temizlemeye gayret
gösterirken, diğer taraftan insanlara Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmaya, onları
yeni bir potada, din kardeşliği etrafında kaynaştırmaya çalışıyordu. Sadece
Arapların değil, diğer toplumların da o döneme kadar şahit olmadıkları bu yeni
anlayışa göre bir köle ile bir asilzade, bir yerli ile bir yabancı arasında fark
kalmıyordu. O, insanlık tarihinin en önemli devrimi niteliğindeki bu sistemin sadece
teorisini ortaya koymakla yetinmedi. Müslümanların en zayıf oldukları ve Kureyş
müşriklerinin de en güçlü oldukları bir ortamda kardeşlik sistemini uygulamaya
koydu. Nitekim Ebu Ubeyde b. Cerrâh ile Ebu Huzeyfe’nin azatlısı Sâlim, Ubeyde b.
Hâris ile Hz. Ebu Bekir’in azatlısı Bilâl b. Rebâh el Habeşî ve Hz. Hamza ile Hz.
Peygamber (s)’ın azatlısı Zeyd b. Hârise Mekke’de iken kardeş ilan edilmişlerdi.
İslam tarihinde kardeşliğin, biri Mekke diğeri ise Medine döneminde olmak
üzere iki kez ilan edildiğini söylemek mümkündür. Ancak Mekke’de yürürlüğe
konulan kardeşliğin, sadece köle kökenli Müslümanları korumayla sınırlı kalmadığı
görülmektedir. Bu çerçevede Hz. Muhammed (s) ile Hz. Ali, Hz. Osman ile
AbdurrahmanHata! Yer işareti tanımlanmamış. b. Avf, Zübeyir b. Avvam ile
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Abdullah b. Mes’ud, Sa’id b. Zeyd ile Talha b. Ubeydullah ve Mus’ab b. Umeyr ile
Sa’d b. Ebu Vakkas arasında kardeşlik akdi yapıldığı bilinmektedir.
Kardeşliğe Olan İhtiyaç
Mekke’de ilk örnekleri başarıyla sergilenen İslam kardeşliği anlayışı,
Medine’ye hicret sonrasında daha da bir anlam kazandı. Çünkü Medine’deki Arap
toplumunun çoğunluğunu oluşturan Evs ve Hazrec kabileleri, aynı atadan
gelmelerine rağmen yüzyılı aşkın bir zamandır bitmez tükenmez bir savaş
içindeydiler. Hatta Birinci Akabe Biatı öncesinde yapılan görüşmelerde (m.620)
Müslüman olan sağduyulu altı Medineli, içlerine düştükleri vahameti Hz.
Muhammed (s) ile paylaşmışlar ve onunla tanışmalarının aralarındaki kin, nefret ve
düşmanlığın kalkmasına vesile olmasını temenni etmişlerdi.
Medineliler hicretten
önce, kendilerini
birleştirecek bir lider
arayışı içinde idiler.
Medine toplumunun birlik ve beraberliğe olan şiddetli ihtiyacı, Hz.
Peygamber (s)’ın din kardeşliği prensibini başarıyla uygulamasına önemli bir
kolaylık sağladı. Hz. Muhammed (s) altı ay kadar Ensar ve Muhacirlerin birbirlerini
tanımalarına fırsat tanıdı. O, kardeşliğe çok önem verdiği ve mutlaka yürürlüğe
konulmasını istediği için bu hususta genel bir davet ve çağrıyı yeterli görmedi.
Hicretin birinci yılı ortalarında onları Enes b. Malik’in evinde ya da Mescid-i Nebî’de
toplayarak ikişer ikişer kardeşleştirdi. Bunların sayısı hakkında karşılıklı olarak kırk
beşerden doksan veya ellişerden yüz kişi ya da yüz seksen altışardan üç yüz yetmiş
iki kişi oldukları gibi farklı rivayetler vardır. Hatta bir rivayette Ensardan biriyle
kardeşleştirilmeyen hiçbir Muhacirin kalmadığı da belirtilmiştir.
Ensar, Muhacirleri öz kardeşleri gibi kabul etmiş; hatta onlara ellerindeki
hurmalıkları paylaşmayı bile teklif etmişti. Ancak Hz. Muhammed (s) bunu uygun
görmedi. Bunun üzerine onların beraber çalışmak suretiyle üretilen mahsule ortak
olmaları kararlaştırıldı.
Kardeşliğin, savaşlara yansıyan yönü de vardı. Bilindiği gibi o dönemde henüz
düzenli bir ordu teşkilâtı yoktu. Bu nedenle savaş kararı alınıp ilan edildiğinde
kardeşlerden biri orduya gönüllü asker olarak yazıldı, diğeri ise geride kalarak iki
ailenin sorumluluğunu üstlendi. Bu nöbet anlayışı aslında barış ortamında da
geçerli idi. Yani kardeşlerden biri çalışmaya giderken diğeri Hz. Peygamber (s)’ı
izledi ve olup bitenleri kardeşine aktardı.
Kaynaklarda Ensarın Hz. Peygamber (s)’a ve Muhacirlere olan yakın ve
samimi ilgileri ile gönülden gösterdikleri sevgi ve saygıya değinen birçok olay
nakledilir. İnsanlık tarihinde benzeri görülmeyen bu İslam kardeşliğini Kur’an-ı
Kerim de şu ifadelerle övmüş ve takdir etmiştir:
“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan
kimseler kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı
içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsalar dahi
onları öz canlarına tercih ederler” (Haşr/59: 9).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Kardeşlerin Birbirine Vâris Olmaları
Ensar-Muhacir
kardeşliği başlangıçta
varis olmayı da
kapsıyordu.
Ensar-Muhacir kardeşliğinin kurulması akabinde, aralarında kan bağı
olmayan, ancak karşılıklı olarak kardeş kabul edilen Müslümanlar Enfâl suresinde
belirtildiği üzere başlangıçta birbirlerine mirasçı kabul edildi (Enfâl/8: 72). Ancak
kardeşliğin miras hükümleriyle ilgili kısmının uzun süre geçerli olmadığı
görülmektedir. Çünkü yapılan savaşlarda elde edilen ganimetlerle Müslümanların
ekonomik durumunda iyileşmeler oldu. Bir rivayete göre Bedir (h.2/m.624), diğer
birine göre ise Uhud gazvesinden (h.3/m.625) sonra nazil olan Enfâl suresindeki
başka bir ayet ile tevarüs uygulamasına son verilerek miras sadece nesep
yönünden yakınlığı olanlara hasredilmiştir.
“Sonradan iman eden ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenler de
sizdendir. Allah’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (varis olmaya) daha
uygundur. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir”. (Enfâl/8: 75)
Muâhât Ne Zamana Kadar Devam Etti?
Ensar-Muhacir kardeşleştirmesinin, tevarüsün kaldırılmasından (h.2-3 /
m.624-625) sonraki yıllarda da devam ettiğine dair örnekler vardır. Nitekim Hz.
Muhammed (s), Uhud savaşından sonra Müslüman olduğu bilinen Selmân-ı Fârisi
ile Ebu Derdâ’yı (h.3/m.625), Habeşistan’dan Medine’ye dönen Cafer b. Ebu Talib
ile Muâz b. Cebel’i (h.7/m.629) kardeş ilan etmiştir. Ancak bu dönemdeki
kardeşliğin nasihat ve yardımlaşma ile sınırlı olduğu belirtilmiştir.
Muhacirlerin Medine’de Yerleştirilmesi
Hz. Muhammed (s), Medine’ye hicret eden veya edecek olanlar için bir
yerleşim planı hazırladı. Öncelikle Muhacirler için uygun arsalar üretti. Bunu da
bağış ve boş yerlerin iskâna açılması yollarıyla gerçekleştirdi. Nitekim Ensar,
ellerindeki fazla arazilerini hiç tereddüt etmeden Muhacirlere vermek üzere Hz.
Peygamber (s)’a bağışladı, o da üretilen bu arsaları Muhacirlere tahsis etti. Ailesi
olmayan ya da yanında bulunmayan bekâr Müslümanların bir kısmı, kendisi de
bekâr olan Sa’d b. Heyseme’nin evine yerleştirilerek onların da dayanışma içinde
olmaları sağlandı.
Özetle Ensar-Muhacir kardeşliği:
 Evs ve Hazrec arasındaki savaşları sona erdirdi
 Her iki tarafa da birtakım sorumluluklar yükledi
 Ensarı, varlıklarını paylaşmaya yönelik fedakârlık sınavına; Muhacirleri ise
bütün servetlerini terk etmiş olmalarına rağmen yük olmadan yaşayabilme
imtihanına tabi tuttu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
 Muhacirlerin Medine’deki hayata daha kolay bir şekilde ve kısa sürede
intibaklarını sağladı ve onların gurbet hissiyatını en aza indirdi
 Ortak bir kimlik ve zihniyet birliğinin oluşturulmasına katkı sağladı
 Dayanışma anlayışını kan unsurundan çıkarıp manevi bir temele dayandırdı
 Soya dayalı kabilevî ittifakı akidevî ittifaka çevirdi
 Kabile ve aşiretin yerini ümmet ve milletin almasını sağladı
Muâhât, ortak bir kimlik
ve zihniyet birliğinin
oluşturulmasına katkı
sağladı.
 İçeride Yahudi ve münafıkların hile ve tuzaklarını boşa çıkardı
 Dışarıda müşrik Arapların baskılarına karşı koyabilme gücü sağladı
 Bilgi ve tecrübelerini paylaşarak ortaklaşa iş yapabilmeleri kendilerine olan
güvenlerini daha da arttırdı
 Müslümanlar arasında paylaşma kültürünün iyice yerleşmesine imkân
sağladı
 Kardeşliğin gereğini yerine getirme Muhacirlerle Ensarı birbirine daha da
yakınlaştırdı.
Evlenmenin Teşviki
“Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve cariyelerinizden elverişli olanları
evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfu ile onları zenginleştirir.
Allah, (lütfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir” (Nûr/24: 32)
Hz. Muhammed (s), bekârların evlendirilmesini teşvik eden ayetlerin de
katkısıyla İslam toplumunun nüfusunu arttırmaya yönelik birtakım tedbirler de aldı.
Bu çerçevede, hiçbir maddi gücü olmayan Müslümanlara mihir konusunda birtakım
kolaylıklar getirdi. Ayrıca fey ganimetlerinden evlilere iki, bekârlara ise bir hisse
verilmesi, onun evlenmeye teşvik edici uygulamaları arasında yer alır.
Evliliğin, nüfus artışına katkı sağlaması yanında başka etkileri de oldu. Söz
gelimi Muhacirlerden bazılarının hicretten sonra Medineli kadınlarla evlenmeleri,
Arapların geleneğine uygun olarak, evlilik bağına dayalı dayanışmayı arttırdı ve
sosyal bütünleşmeye katkı sağladı.
Medine Pazarı
Hicret öncesinde
Medine’deki ekonomik
hayat büyük oranda
Yahudilerin
kontrolündeydi.
İslam öncesi Medine’de, meşhur Kaynukaoğulları Çarşısı’yla birlikte dört
tane pazar vardı. Bunların tamamı Rânûna vadisinde olup Medine’nin batı
tarafında güneyden kuzeye doğru sıralanmış olan Safâsif, Müzâhim, Kaynuka ve
Zübâle adlarındaki pazarlardır. Bunlardan Kaynuka ve Zübâle pazarlarının kontrolü
doğrudan Yahudilerin elinde idi. Müzâhim ve Safâsif pazarları ise her ne kadar Arap
kabilelerinin elinde görünüyorsa da dolaylı olarak onlar da Yahudilerin
kontrolündeydi. Çünkü Medine’deki Arap kabileleri, Abdullah b. Ubey’in
Kaynukalılarla yaptığına benzer şekilde Yahudi kabileleriyle ittifak içindeydiler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Hz. Peygamber (s), yeni oluşturduğu İslam toplumunda, ekonomik güç ve
istikrarın, siyasî bağımsızlığın kazanılmasında ne derecede önemli rolü olduğunu
biliyordu. Ayrıca uluslararası ticareti çok iyi bilen Mekkeli Muhacirlerin, Medine’de
bir çarşı ve pazar yerine olan ihtiyacı da hemen fark ettikleri söylenebilir. Bu
sebeple Hz. Peygamber (s), Medine’deki ticari hayatı büyük oranda kontrolünde
bulunduran Yahudilere karşı alternatif bir pazar oluşturmayı düşündü. Bu amacını
gerçekleştirmek üzere Yahudilerin pazarlarında gözlemlerde bulundu ve Medine’de
Müslümanlara mahsus olmak üzere bir pazar yeri belirledi.
“…Bu ıslak kısmı üstte bırakıp herkesin görmesini sağlayamaz mıydın? Aldatan
benden değildir” (Müslim, İman: 164).
Hz. Muhammed (s) çarşı ve pazarla yakından ilgilendi, tüccarları ve ticaret
mallarını teftiş etti. Bazen teftiş esnasında bile kurallar koydu.
Mezarlık Alanı
Mezarlıklar da din ve kültürler arasında belirleyici rolü olan alanlardır. Hz.
Peygamber (s)’ın Medine’de Müslüman kimliğini oluşturma sürecinde yaptığı
yeniliklerden biri de mezarlık konusunda idi. Bu çerçevede Mescid-i Nebî’nin
güneydoğu tarafındaki alanı Müslümanlara mahsus mezarlık alanı olarak belirledi.
Bu mezarlığa Cennetü’l-Bakî’ ya da kısaca el-Bakî’ adı verildi.
Bakî’ Mezarlığı’na ilk defnedilen sahabi, bir rivayete göre İslam’ın Medine’de
yayılmasında büyük emeği geçen ve İslam’da ilk defa Müslümanlara cuma namazı
kıldıran Esad b. Zürare, başka bir rivayete göre ise Hz. Peygamber (s)’ın sütkardeşi
Osman Maz’un’dur.
İdari Olanlar - Nüfus Sayımı
Hz. Muhammed (s), Müslümanların henüz yeterince güçlenemediği
Medine’deki ilk yıllarda gerek Mekke’den gerekse Medine çevresinden biat etmek
üzere gelenlere Medine’ye hicret etmelerini şart koşuyor, hicret edenlerin ise daha
sonra oradan ayrılmalarına gönlü razı olmuyordu. Gerçekten de onun bu
hassasiyeti sayesinde Müslümanlar Medine’de toplanmaya başladılar ve
birbirinden aldıkları destekle kendilerini daha güçlü hissettiler.
Mekke’de henüz Müslümanların sayısı oldukça sınırlı iken Hz. Peygamber (s),
ümmetinin durumunu yakından takip etti, ihtiyaç ve sıkıntılarına çözüm bulmaya
çalıştı. Hicretle birlikte Müslümanların sayısı hızla artmaya başlayınca bir durum
tespitine gerek duyuldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s) da bir nüfus sayımı
yaptırdı. İlk nüfus sayımının yapıldığı yıl ve sayımın sonucu hakkındaki rivayetler
farklıdır. Bununla birlikte hicretin ilk yılında yapıldığı ve Müslüman nüfusun yedi
yüz ya da bin beş yüz kişi olduğu genel kabul görmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Medine’de yaşayan gayrimüslimlerin sayısı hakkında da kesin bir rakam
verilememekle birlikte dört bin civarında Yahudi, kırk - elli gibi çok az sayıda da
Hıristiyan nüfusun bulunduğu belirtilmektedir. Kaynaklarda şehrin toplam nüfusu
da ancak tahmini olarak verilebilmektedir. Meselâ Muhammed Hamidullah’a göre
Medine’de Yahudilerle Arapların nüfusları birbirine yakın olup, Müslümanlarla
birlikte şehrin toplam nüfusu on binden fazladır.
Dinî-Siyasî ve Dinî-Ahlakî Olanlar
İlk cuma namazı
hicretten önce kılındı.
Müslümanların Mescid-i Nebî gibi çok fonksiyonlu bir merkezde baştan aşağı
yeniden yapılandırılmaları, muâhât ile maddi ve psikolojik sıkıntıların üstesinden
gelmeleri İslam toplumunun oluşumu açısından gerçekten çok anlamlı girişimlerdi.
Ancak bunlar sağlıklı bir toplum oluşturulması, özellikle de sonraki nesillere örnek
bir çekirdek kadro meydana getirilmesi amacıyla cuma namazı, cemaatle namaz,
ezan, kıblenin çevrilmesi, içki ve kumarın yasaklanması gibi birtakım emir ve
yasaklarla da tezyin edildi. Bunların bir kısmının dinî-ahlakî, bir kısmının ise dinîsiyasî nitelikli oldukları görülmektedir. Böylece atılacak olan yeni adımlarla sıradan
bir siyasî birlik seviyesinin üzerine çıkılması hedeflenmiş oldu.
Toplumsal Farklılığın Vurgulanması - Cuma Namazı
Cuma namazı ilk defa hicretten önce Medineli Müslümanlar tarafından eda
edilmişti. O vakit Hz. Muhammed (s) Mekke’dedir ve cuma namazı da henüz farz
kılınmamıştır. Medine’de kılınan cuma namazı ile ilgili farklı rivayetler vardır. Bir
rivayete göre Medineliler, Yahudiler ile Hıristiyanların her hafta toplanıp ibadet
ettikleri belirli bir günün benzerinin Müslümanlar için de olmasını aralarında
müzakere ettiler. Müzakere sonucunda Cahiliye dönemindeki adıyla arûbe
gününün, yani haftanın altıncı gününün haftalık toplantı günü olmasını
kararlaştırdılar. O gün, Es’ad b. Zürare’nin evinde toplandılar ve bu güne toplanma
günü anlamında cuma günü adını verdiler. Es’ad iki rekât namaz kıldırdı ve Sa’d b.
Üsâme de bir koyun keserek ikramda bulundu. Bu hadiseden sonra ise cuma
namazını farz kılan ayet indirildi. Cuma namazının, Yahudi ve Hıristiyanlara karşı bir
varlık gösterisi mahiyetinde olduğu ifade edilebilir.
“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman,
hemen Allah’ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette
bu, sizin için daha hayırlıdır” (Cuma/62: 9).
Cemaatle namaz, bir
Müslümanın toplumsal
eğitimini sağlayan ilk
eylemdir.
Birlikte Hareket Etme Bilincinin Gelişmesi - Cemaatle Namaz
Hz. Muhammed (s), farklı kabile, ırk ve statüden gelen Müslümanlarda
cemaat bilinci oluşturabilmek ve birlikte hareket edebilme becerisini
geliştirebilmek amacıyla farz namazları cemaatle kılmayı teşvik etmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
“Bir köy veya kırda üç kişi birlikte bulunur da namazı aralarında cemaatle
kılmazlarsa, şeytan onları kuşatıp mağlup eder. Şu hâlde cemaate devam ediniz.
Muhakkak ki sürüden ayrılan koyunu kurt kapar” (Ebu Davud, Salât: 46).
Gerçekten de bir Müslümanın toplumsal eğitimini sağlayabilecek ilk eylem,
cemaatle namaz kılmaktır. İslam toplumunda cemaatle namaza o kadar önem
verilmiştir ki savaş esnasında bile cemaatin ertelenmesi ya da terk edilmesi söz
konusu değildir.
“Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı
seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını (yanlarına) alsınlar, böylece
(namazı kılıp) secde ettiklerinde (diğerleri) arkanızda olsunlar. Sonra henüz
namazını kılmamış olan (bu) diğer grup gelip seninle beraber namazlarını
kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar...” (Nisa/4: 102).
Dinî İletişim Aracı Oluşturulması - Ezan
Ezan, hicretin birinci (h.1/m.622) ya da ikinci (h.2/m.623) yılında tespit
edilmiştir. Namaz Mekke döneminde farz kılındığı hâlde, Medine’ye hicret
edinceye kadar namaz vakitlerinin bildirilmesini sağlayacak herhangi bir yöntem
düşünülmemişti. Zaten Mekke’deki ortam da buna müsait değildi.
Ezan, hem bir çeşit
davet, hem de din
hürriyetinin bir
sembolüdür.
Ezan, hem namaz vaktinin geldiği ilan eden bir işaret, hem de İslam’ın
esaslarının yayılmasını sağlayan bir çeşit davettir. Mekke’de baskı altındayken
okunamadığı göz önüne alındığında ise ezanın, din hürriyetinin bir sembolü olduğu
da belirtilebilir. Ezanın aynı zamanda siyasî bir niteliği de vardır. Nitekim düşman
işgaline uğrayan Müslüman topraklarında uygulanan ilk yasaklama ezan okumaya
yönelik olmaktadır.
Dinî Kimliğin Belirginleşmesi - Kıblenin Çevrilmesi
Hz. Muhammed (s) Mekke’de iken Kâbe’yi, Beyt-i Makdis ile arasına alarak
namaz kılıyordu. Hicretten sonra ise Kâbe’yi araya alma imkânı kalmamıştı. Bu
nedenle yaklaşık bir buçuk yıl boyunca namazlarını Kudüs’e doğru kıldı. Bu
durumdan antlaşmalı olduğu Yahudiler hoşnut olurken müşrik Araplar ise
rahatsızlık duyuyorlardı. Bu arada o, Allah’ın birliğini ikrar ve ona ibadet için
kurulmuş ilk mabet olan Kâbe’ye, İbrahim (s)’ın kıblesine yönelmeyi düşünüyordu.
Bu arzusu ancak hicretten on altı ay ya da on yedi ay sonra, Recep ayı ortalarında
bir Pazartesi günü ashabıyla birlikte Selimeoğulları’na ait mescitte öğle namazının
ilk iki rekâtını tamamladığında nazil olan ayetler (Bakara/2: 115, 142, 143, 144,
149-150) ile gerçekleşti ve kıble Kâbe’ye çevrildi (h.2/m.624).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
“Nereden yola çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.
Bu emir, Rabbinden sana gelen gerçektir. (Biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan
habersiz değildir” (Bakara/2: 149).
Hz. Peygamber (s)’ın aynı namazda iki ayrı kıbleye dönerek namaz kılması
sebebiyle Selimeoğulları’na ait bu mescid Mescidü’l-Kıbleteyn (İki Kıbleli Mescid)
adıyla meşhur oldu.
Müslümanlar, kıblenin
değişmesiyle Yahudi ve
Hıristiyanlara karşı kıble
bağımsızlığını da
kazandılar.
Kıblenin Kâbe’ye doğru çevrilmesinin, Müslümanlara, Mekke’nin fethine ve
Kâbe’nin şirk izlerinden ve putlardan arındırılmasına yönelik bir hedef gösterdiğini
söylemek mümkündür. Ayrıca kıblenin değişmesi, her ne kadar ilk bakışta dinî bir
hadise olarak görünse de sonuçları ve oluşturduğu etki bakımından bir cephesinin
de siyasî olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Müslümanlar siyasî bağımsızlıklarının
ardından Kâbe’ye yönelmek suretiyle Yahudi ve Hıristiyanlara karşı kıble
bağımsızlığını da kazandılar.
Toplumun Sağlıklı Bireylerden Oluşması - İçki ve Kumarın
Yasaklanması
“Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için bir kısım faydalar vardır. Ancak
her ikisinin de günahı, faydalarından daha büyüktür…” (Bakara/2: 219).
Hz. Muhammed (s), oluşturmayı hedeflediği toplumun aynı zamanda
kötülüklerden arınmış bireylerden meydana gelmesine oldukça fazla özen gösterdi.
Bu çerçevede Müslümanlara bir taraftan iyi ve güzel şeyler tavsiye ederken, diğer
taraftan birtakım kötülüklerden uzak durmalarını istedi. Bütün bunlar insan fıtratı
da dikkate alınarak yerine getirildi. Meselâ içki ve kumar hakkındaki hükümler,
İslam’ın ilk yıllarında ortaya konulmadı. Mekke döneminde sarhoşluk veren
şeylerin, güzel ve makbul bir içecek sayılmadığını belirten ayet (Nahl/16: 67) ile
başlayan süreç Medine’de içki ve kumarın hem büyük günah olduğu, hem de
insanlar için bir kısım faydaları olduğunu ifade eden ayet ile (Bakara/2: 219) devam
etti. Sonra sarhoş iken namaza yaklaşılmaması emredildi (Nisa/4: 43) ve nihayet
tamamen yasaklandı (Mâide/5: 90-91) (h.4/m.626). Hz. Peygamber (s) da içkiye
farklı isimler vererek içilmesinin yasağı kaldırmayacağını belirterek Müslümanları
uyardı.
“Ümmetimden birtakım kimseler, içkiye başka isimler vererek onu
içeceklerdir!” (Ebu Davud: 3688).
Medine Dönemi Başlarındaki Diğer Bazı Önemli Gelişmeler
 Mukim iken kılınan öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzları dört rekâta
çıkarıldı (Rebiulahir h.1/m.622).
 Ramazan orucu farz kılındı (Şaban h.2/m.624).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
 Fıtır sadakası ile ilgili hükümler açıklandı (Ramazan h.2/m.624).
 Zekât farz kılındı (Şevval h.2/m.624).
 Ramazan bayramı namazı kılındı (1 Şevval h.2/m.624).
 Kurban bayramı namazı kılındı (10 Zilhicce h.2/m.624).
 Erkek ve kadınlara yönelik tesettür kuralları belirlendi (h.3/m.625,
h.5/m.627).
Hem Müslümanlara Hem de Gayrimüslimlere Yönelik Olanlar
Medine Sözleşmesi
sayesinde Medine’de
yaşayan gayrimüslimler,
Müslümanların tarafına
çekildi ve düşman
cephesi küçültüldü.
Hz. Muhammed (s), çekirdek kadrosunu Ensar-Muhacir kardeşliği ile
oluşturduğu İslam toplumunun daha da güçlenmesini istiyordu. Bu nedenle yeni
bir hedef belirledi. Bu hedef, kısaca dışa açılım şeklinde de ifade edilebilir. Yani
Müslüman olmadığı hâlde bazı kesimlerle işbirliği yapabilmek için onların sadece
İslam hâkimiyetini kabul etmeleri yeterli görüldü. Böylece gayrimüslimlerin en
azından Medine’de birlikte yaşayan kesimi, kendi tarafına çekilecek ve düşman
cephesi küçültülmüş olacaktı. Hz. Muhammed (s), bu çerçevede Medine’deki
Müslümanlar ile Yahudiler arasında şehirde birlikte yaşamaya yönelik birtakım
kurallar konulmasına öncülük etti ve bu prensiplerin geçerli olacağı coğrafyayı
belirledi.
Medine Sözleşmesi
Hz. Muhammed (s), Araplar ile Yahudilerden oluşan Medineliler arasındaki
ilişkileri düzenleyen yazılı bir antlaşma yaptı. Burada Medine’deki tarafların hakları,
görev ve sorumlulukları ayrı ayrı belirlendi. Antlaşma, bizzat metnin içinde ve ilk
dönem İslam tarihi kaynaklarında Kitap, Sahife ve Müvadea, çağdaş kaynaklarda
ise Medine Vesikası, Medine Sözleşmesi, Medine Belgesi veya Medine Anayasası
adlarıyla anıldı.
Medine Sözleşmesinde
ülke Yesrib Vadisi, halk
Müslümanlar, Yahudiler
ve bunlara tabi olanlar
ve iktidar sorumlusu Hz.
Muhammed olarak
belirlenmiştir.
Medine Sözleşmesi, Hz. Peygamber (s)’ın Medine’ye gelişinden kısa bir süre
sonra, hicretin birinci yılında yürürlüğe girdi. Medine Sözleşmesi’nin Müslüman
tarafa ait ilk yirmi üç maddesi Enes b. Malik’in evinde, Müslümanlar ile Yahudiler
arasındaki ilişkileri düzenleyen müteakip yirmi dört maddesi ise Bint-i Haris’in
evinde ve karşılıklı görüşmeler sonucunda imzalandı.
Müslümanlar vesikanın şartlarına riayet ettiler ise de tarihi hadiseler
Yahudilerin benzer hassasiyeti göstermediklerini, ahde vefasızlık yaptıklarını,
Kureyş müşriklerini Müslümanlara karşı kışkırttıklarını, üstelik Evs ve Hazrec
kabilelerinin aralarını bozmaya çalıştıklarını ortaya koymuştur. Bu ve benzeri
nedenlerden dolayı önce Kaynuka (h.2/m.624) akabinde de Nadîroğulları
(h.4/m.625) anlaşmayı bozmaları sebebiyle Medine’den çıkarıldı. Son olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Kurayzaoğulları’nın (h.5/m.627) cezalandırılmasıyla da Medine Sözleşmesi
yürürlükten kalkmış oldu.
Maddeleri
Medine Belgesi, ilk kaynaklarda düz bir metin hâlinde yer almış olmasına
rağmen sonradan maddeleştirilmiştir. Madde sayısı ise bazı konu başlıklarının ayrı
kabul edilmesine göre 47 veya 52 olarak belirlenmiştir.
Medine Sözleşmesi’nde devletin kurulduğu toprak parçası yani ülke Yesrib
Vadisi (39. madde), halk Müslümanlar, Yahudiler ve bunlara tabi olanlar (1-2, 20b,
25-35) ve iktidar sorumlusu ise Hz. Muhammed (s) (23-42) olarak belirlendi.
Sözleşmede temel hak ve özgürlükler çerçevesinde can (21-39, 40, 47) ve mal
emniyeti (46) ile inanç özgürlüğü (25) güvence altına alındı ve hukukun üstünlüğü
(46) ile herkesin hukuk önünde eşit (15, 16, 45) olduğu prensibi kabul edildi. Ayrıca
maddeler arasında ülke savunması (37, 44, 45b), devletin bağımsızlığı (2), hisbe
teşkilatı (12, 13) ile savaş ve barışın bağlı olduğu şartlar (17, 18, 24, 38) da
bulunmaktadır.
Medine Sözleşmesi’ne göre
 Burada söz edilen topluluk diğer bütün insanlardan ayrı bir mahiyettedir.
 İhtilaf çıktığında kanunların ve adaletin yegâne kaynağı olarak Allah, en
yüksek hakem olarak da Hz. Muhammed (s) belirlenmiştir.
 Yahudilerin, Mekke müşriklerine veya onların iş birlikçilerine bir yardım ya
da himaye hakkı vermeleri yasaklanmıştır.
 Medine’ye düşman saldırısı hâlinde buna karşı çıkmak üzere bir Müslüman Yahudi ittifakı oluşturulacaktır.
 Şehrin savunulması için girişilecek savaşların masrafları taraflarca
karşılanacaktır.
 Medine dışında yapılacak savaşlarda hiçbir topluluk diğerine yardımda
bulunma sorumluluğu altında olmayacaktır.
 Tarafların birbirine karşı hile ve vefasızlık yapmaları yasaklanmıştır.
 Müslümanların çıktıkları savaşlara Yahudilerin katılması, Hz. Peygamber
(s)’ın izin ve rızasına bağlıdır.
 Yahudiler, Müslümanlara
vermeyeceklerdir.
düşman
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
olan
Mekkelilere
eman
hakkı
19
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Değerlendirmeler
Medine Sözleşmesi;
 Dünyada yazılı hâle getirildiğinde uygulanabilmiş ilk anayasadır. Bu
bakımdan önceki uygulamaların bir tasviri niteliğinde olan Aristo’nun Atina
Anayasası’ndan farklıdır.
Medine Sözleşmesi,
tarihte, yazılı hale
getirildiğinde
uygulanabilmiş ilk
anayasadır.
 Her şeyden önce Hz. Peygamber (s)’ın göz kamaştırıcı diplomatik yeteneğinin
sonucudur.
 Medine toplumunun iç ve dış tehditlere karşı barış ve güven içinde
yaşamasını sağlama amacı taşır.
 Farklı din ve etnik kökene mensup grupları bir vatandaşlık potası altında
birleştirme projesidir.
 Arap tarihinde benzerine rastlanmayan bir siyasî-sosyal yapıyı öngörmüştür.
 Medine’de siyasî bir topluluk meydana getirmeyi amaçlamıştır.
Medine Sözleşmesi sayesinde;
 Medine’deki Yahudiler ve Araplar İslam dinini ve Müslümanları hukukî, siyasî
ve sosyal olarak tanımış oldular. (Kureyş müşrikleri de Hudeybiye Antlaşması
(h.6/m.628) ile tanıdılar.)
 Medine’deki Yahudiler ve Araplar Mekkelilerle ittifaklarını bozup bilakis
onlara karşı Müslümanlarla işbirliğine girmiş oldular.
 Müslümanlar gayrimüslimlere inanç ve fikir hürriyeti ile mal ve can güvenliği
sağlamış oldu.
 Müslümanlar nazarında peygamber ve başkanlık vasıflarını birlikte taşıyan
Hz. Muhammed (s), gayrimüslim gruplar nazarında Medine’nin siyasî lideri
olarak kabul edildi.
Özetle Medine Vesikası, farklı din ve etnik kökene sahip olan Müslümanlara
ve Yahudilere Medine’de hürriyet ve emniyet içinde yaşayabilme, istediği gibi
inanabilme ve istediği şekilde ibadet edebilme özgürlüğü verdi. Ayrıca dünyaya,
Müslümanların, İslam’a inanmayanları dışlamadan ve ötekileştirmeden birlikte
yaşayabilecekleri örneğini gösterdi.
Medine’nin Sınırlarının Belirlenmesi - Harem Olarak İlanı
“Medine’nin iki kara taşlığı arası haremdir” (Müslim, Hac: 471)
Hicretten sonra yapılan önemli işlerden biri de Medine’nin sınırlarının
belirlenmesidir. Bu husus Medine Sözleşmesi’ne de eklenmiş ve Yesrib Vadisi
harem bölgesi olarak ilan edilmiştir. Hz. Muhammed (s), sınırların işaretlenmesi
görevini Hazrec kabilesinden Kaʻb b. Malik’e vermişti. Belirlenen yerlere taşlar
dikilerek Medine Devleti’nin sınırları tespit edildi. Sınırları belirlenen Medine’ye
Harem-i Resul denildi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Ödev
Özet
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
•Hz. Muhammed (s)’ın yirmi üç yıllık peygamberlik hayatının son on
yılına Medine Dönemi denir. Bu dönem de kendi içinde Kureyş’in
Medine’deki siyasi oluşumla yani Müslümanlarla barış masasına
oturduğu Hudeybiye Antlaşması'na (h.6/m.628) kadar ve Hudeybiye
sonrası olmak üzere ikiye ayrılır.
•Hicret öncesindeki adı Yesrib olan Medine’ye Müslümanlarla birlikte
Hz. Muhammed (s)’ın da yaşadığı şehir olması sebebiyle Peygamber
Şehri anlamında Medinetü’n-Nebî denildi. Mekke’den gelen
Müslümanlara hicret eden manasına Muhacir, onlara gönüllerini açıp
yurtlarını paylaşan Medineli Müslümanlara ise yardımcı anlamında
Ensar adı verildi.
•Bir bütün olarak bakıldığında Medine dönemi, İslam’ın uygulamaya
yönelik temel prensiplerinin belirlendiği bir dönem olarak kabul edilir.
• Gerçekten de dinin birçok hükmü Medine’de tebliğ olunduğu gibi
ibadetlerin çoğu da burada farz kılınmıştır.
•Hz. Peygamber (s)’ın ilk İslam toplumunu oluşturma çerçevesindeki
faaliyetlerinin başında gelen mescid bu dönemde inşa edilmiştir.
•Ensar-Muhacir kardeşliği ile Müslümanlar ile Yahudiler arasındaki
antlaşma da Medine'de yapılmıştır.
• Diğer bilim dallarından istifade ederek Hicret
sonrasında Medine'de Müslümanların karşılaştığı
problemleri araştırarak 200 kelimeyi aşmayacak
şekilde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi Hicret öncesinde Medine’de yaşayan kabilelerden biri
değildir?
a) Kurayza kabilesi
b) Hazrec kabilesi
c) Nadîr kabilesi
d) Evs kabilesi
e) Kureyş kabilesi
2. Aşağıdakilerden hangisi Mescid-i Nebî’nin kapılarına verilen isimlerden
biridir?
a) Âtike
b) Muâhât
c) Zevr
d) Vüfûd
e) Hızâne
3. Aşağıdakilerden hangisi hicret öncesinde Medine’de kurulan pazarlardan biri
değildir?
a) Müzâhim
b) Kurayza
c) Kaynuka
d) Safâsif
e) Zübâle
4. Hz. Peygamber (s)’ın uyguladığı Ensar-Muhacir kardeşliği için hangisi yanlış bir
ifadedir?
a) Kardeşlik sayesinde Evs ve Hazrec arasındaki savaşlar sona erdi.
b). Kardeşlik sayesinde Müslümanlar dışarıda müşrik Arapların baskılarına daha
rahat karşı koyabildiler.
c) Kardeşlik, ortak bir kimlik ve zihniyet birliğinin oluşturulmasına katkı sağladı.
d) Kardeşlik sayesinde Medine’de siyasî bir topluluk da meydana getirildi.
e) Kardeşlik sayesinde Muhacirler Medine’deki hayata daha kolay bir şekilde ve
kısa sürede intibak edebildiler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
5. Aşağıdakilerden hangisi Medine Sözleşmesi ile ilgili doğru bir ifade değildir?
a) Hz. Muhammed (s), gayrimüslim gruplar nazarında Medine’nin siyasî lideri
olarak kabul edildi.
b) Hz. Peygamber (s)’ın göz kamaştırıcı diplomatik yeteneğinin sonucunda
gerçekleşmiştir.
c) Kureyş müşrikleri İslam dinini ve Müslümanları hukukî, siyasî ve sosyal olarak
tanımış oldular.
d) Medine toplumunun iç ve dış tehditlere karşı barış ve güven içinde
yaşamasını sağlamayı amaçlar.
e) Arap tarihinde benzerine rastlanmayan bir siyasî-sosyal yapıyı öngörmüştür.
Cevap Anahtarı:
1.e 2.a 3.b 4.d 5.c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ağırman, Mustafa. (1997). Hz. Muhammed (S.A.V.) Devrinde Mescid ve
Fonksiyonları, Ravza Yay., İstanbul
Algül, Hüseyin. (1986). İslam Tarihi, Gonca Yay., İstanbul
Apak, Apak. (2006). Anahatlarıyla İslam Tarihi 1, Ensar Neşriyat, İstanbul
Apaydın, Mehmet. (1995). Resulûllah’ın Günlüğü: Medine Dönemi Yeni Kronolojisi,
İnsan Yay., İstanbul
Aydın, Mustafa. (1991). İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, Pınar Yay.,
İstanbul
Baktır, Mustafa. (1990). İslam’da İlk Eğitim Müessesesi Ashâb-ı Suffa, Timaş Yay.,
İstanbul
Berki, Ali Himmet, Keskioğlu, Osman. (1978). Hâtemü’l-Enbiya Hazret-i
Muhammed ve Hayatı, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., Ankara
Daryal, Ali Murat. (1993). İslamın Doğuş ve İlk Yayılışının Psiko-Sosyal Açıdan
Tahlîli, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yay., İstanbul
Demircan, Adnan. (2000). Nebevî Direniş Hicret, Beyan Yay., İstanbul
Derveze, İzzet. (1995). Kur’an’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, (Çev. Mehmet
Yolcu), Yöneliş Yay., İstanbul
Devalibî, Ma’ruf. (1985). İslam’da Devlet ve İktidar, (Çev. Mehmet Sait Hatiboğlu),
Dergâh Yay., İstanbul
Hamidullah, Muhammed. (1980). İslam Peygamberi I-II, (Çev. Salih Tuğ), İrfan Yay.,
İstanbul
Hamidullah, Muhammed. (1997). Hz. Peygamber Döneminin Siyasi - İdari Belgeleri
---------, el- Vesaiku’s-Siyasiyye, (Çev. Vecdi Akyüz), Kitabevi Yay., İstanbul
Kettâni, Muhammed Abdülhayy b. Abdülkebir. (1990). Hz.Peygamber’in Yönetimi
(et-Terâtîbu'l-İdâriyye) I-III, (Çev. Ahmet Özel), İz Yay., İstanbul
Köksal, Mustafa Âsım. (1987). İslam Tarihi I-XVIII, Şâmil Yay., İstanbul
Mahmud Esad. (1983). İslam Tarihi, Tarih-i Din-i İslam, (Haz. Ahmet Lütfi Kazancı,
Osman Kazancı), Marifet Yay., İstanbul
Sarıçam, İbrahim. (2007). Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yay., Ankara
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
İlk İslâm Toplumunun Teşekkülü – Medine Dönemi’nin İlk Yılları
Sırma, İhsan Süreyya. (1986). İslamî Tebliğin Medine Dönemi ve Cihad, Beyan Yay.,
İstanbul
Şiblî, Mevlânâ. (1975). Asr-ı Saadet I-V, (Çev. Ömer Rıza, Sad. Osman Zeki
Mollamehmetoğlu), Eser Neşriyat, İstanbul
Tuğ, Salih. (1969). İslam Ülkelerinde Anayasa Hareketleri, İrfan Yay., İstanbul
Uğur, Mücteba. (1980). Hicrî Birinci Asırda İslam Toplumu, Çağrı Yay., İstanbul
Umerî, Ekrem Ziya. (1992). Medine Toplumu, (Çev. Nureddin Yıldız), Risale Yay.
İstanbul
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
HUDEYBİYE’DEN HZ.
PEYGAMBER’İN VEFATINA KADAR
MEDİNE DÖNEMİ
• Hudeybiye Andlaşması
• Hükümdarları İslam’a Davet
• Hayber’in Fethi
• Umretu’l-Kazâ
• Mûte Savaşı
• Zâtu’s-Selâsil Seriyyesi
• Mekke’nin Fethi
• Huneyn Savaşı
• Tâif Kuşatması
• Ganimetlerin Taksimi
• Tebük Seferi
• Heyetler Yılı
• Vedâ Haccı
• Yalancı Peygamberlerin Zuhuru
• Üsâme Ordusu Hz. Peygamber’in Vefatı
• Hz. Peygamber’in Mirası
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Hz. Peygamber’in Medine hayatını daha iyi
kavrayabilecek
• Medineli Müslümanlar ile Mekke Müşrikleri arasındaki
münasebetleri daha iyi bilecek
• Hz. Peygamber ile Bizans imparatorluğu arasındaki
münasebetleri bilecek
• Mekke’nin Fethini ve İslâm’ın Arap Yarımadsına
yayılmasını bilecek
• Hz. Peygamber’in Veda haccını ve Vedâ hutbesini daha
iyi kavrayacak
• Hz. Peygamber’in vefatını ve geriye bıraktığı mirası
öğreneceksiniz.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
6
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
GİRİŞ
Yüce Allah tarafından peygamberlik görevi ile görevlendirildikten sonra bu
görevinin on üç yılını Mekke’de yerine getiren Hz. Peygamber, 622 yılında
Medine’ye hicret etti. Mekke’de müşriklerle mücadele eden Hz. Peygamber
Medine’de de Yahudilerin ve münafıkların muhalefeti ile karşılaştı. Birincilerin
muhalefeti dıştan ve görünür, ikincilerin muhalefeti ise içten ve görünmezdi. Hz.
Peygamber, hicretten hemen sonra Medine şehrinde yaşayanları bir araya
getirerek gerçekleştirdiği hukuki düzenleme ve hayata geçirdiği Medine
sözleşmesiyle, Medine’de bağımsız bir İslam Devleti kurdu. Kurulan bu devleti daha
kuruluş aşamasında yok etmek isteyen Mekke müşrikleri Hz. Peygamber’in
Medine’deki düşmanları ile gizliden gizliye anlaştılar. Medine Müslümanlarına karşı
açtıkları Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında istedikleri neticeyi elde edemediler.
Yüce Allah’ın yardımı, Hz. Peygamber’in başarılı taktikleri ve Müminlerin üstün
gayretleri sayesinde Mekke müşrikleri her seferinde elleri boş döndüler.
Medine’de oturan üç Yahudi kabilesi Kaynukaoğulları, Nadîroğulları ve
Kurayzaoğulları, Hz. Peygamber’in kendilerine uzattığı barış elini tutmadılar.
Kendilerine, dinlerinde serbestçe yaşama imkânı veren Hz. Peygamber’e ve onun
getirdiği İslam dinine düşmanlıkta birbirleri ile yarışa girdiler. Birinin başına gelen
felaketten diğeri ders ve ibret almadı. Neticede hepsi Medine’den sürgün edildi. Bu
arada da Hz. Peygamber, Mekke müşrikleri ile barış yolunu aradı ve Hudeybiye
musalahasını imzaladı. Bu bölümde Hudeybiye musalahası ile Hz. Peygamber’in
vefatına kadar olan olayları göreceğiz.
Hudeybiye Musalahası (Zilhicce 6 / Nisan 628)
Hudeybiye Barış antlaşması Hicretin altıncı yılında Zilkade ayında (Mart 628)
Mekke müşrikleriyle Hudeybiye kuyusu yanında yapılmıştır. Bu antlaşmadan önce
Hz. Peygamber, rüyasında ashabıyla birlikte Mekke’ye gittiğini ve Kâbe’yi tavaf
ettiğini görmüştü. Gördüğü bu rüyadan sonra ashabına, umreye gidileceğini ve
gitmek isteyenlerin hazırlanmaları gerektiğini söyledi. Umre için hazırlık yapanlara
yanlarına yol emniyeti için gereken kılıçtan başka bir silah almamalarını emretti.
Hz. Peygamber, bununla Mekkeliler’e savaş için gelmediklerini ve maksatlarının
barış olduğunu göstermek istiyordu. Ayrıca kurbanlık olarak yetmiş deve hazırlattı.
Hz. Peygamber, Medine’den her ayrıldığında yerine birini vekil bırakırdı. Bu
sefer de Abdullah b. Ümmü Mektûm’u bıraktı. Zilkade ayının ilk pazartesi günü
1400 (veya 1500) sahabi ile birlikte Medine’den yola çıktı. Hanımlarından Ümmü
Seleme’yi de yanına aldı. Ümmü Seleme ilk Müslümanlardan ve Habeş
Muhacirlerindendir. Eşi Ebû Seleme, Uhud savaşında yaralanmış ve kısa bir müddet
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
sonra da vefat etmişti. Hz. Peygamber, dört çocuğu ile dul kalan bu hanımefendi ile
evlenmiş, kendisini ve çocuklarını koruma altına almıştı.
Hz. Peygamber, beraberindeki sahabilerle birlikte öğle vakti Zulhuleyfe’ye
geldi. Öğle namazını kıldırdıktan sonra umre için ihrama girdi. Abbâd b. Bişr
başkanlığındaki yirmi kişilik bir süvari birliğini müşriklerin durumu hakkında bilgi
toplamak için önden gönderdi. Savaş yapılması yasak olan aylar Zilkade ile başlardı.
Zilhicce ise hac ayı idi. Mekke hac ayında kalabalık olurdu. Hz. Peygamber, diğer
kabilelerle karşılaşmamak için, Kâbe ziyaretini bir ay önce yapmak istedi.
Muhacirler, içinde çocukluk yılları geçen Mekke’ye altı yıldan beri hasret
kalmışlardı. Mekke’ye gitmek ve Kâbe’yi ziyaret etmek için can atıyorlardı.
Birçoklarının aileleri hâlen daha Mekke’de bulunuyordu. Medineli Ensar’ın birçoğu
da Hz. Peygamberle birlikte Kâbe’yi ziyaret etmeyi çok istiyorlardı.
Hz. Peygamber’in bu hareketi Mekke’de duyuldu. Müşrikler, geliş maksatları
ne olursa olsun Müslümanları Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Hatta bu
yüzden çıkacak bir savaşı da göze alarak savaş hazırlığı yapmaya başladılar. Ayrıca
Hâlid b. Velid kumandasında 200 kişilik bir süvari birliğini Müslümanların gelişini
engellemek üzere yola çıkardılar. O sırada Mekke civarında yaşayan ve öteden beri
Hâşimoğullarına dostluk besleyen Huzâa kabilesine mensup bir şahıs gelip durumu
Hz. Peygamber’e bildirdi. Bu haberden bir süre sonra da Hâlid b. Velid,
Müslümanların yolunu kesti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Mekke’ye 20 km.
uzaklıktaki Hudeybiye kuyusu yanında konakladı.
Mekkeliler, Hudeybiye kuyusu yanında konaklayan Hz. Peygamber’e Huzâa
kabilesi reisi Büdeyl b. Verka’yı elçi gönderdiler. Büdeyl, müşriklerin aldıkları karar
ve savaş hazırlıklarını anlattıktan sonra Hz. Peygamber’den geri dönmesini istedi.
Hz. Peygamber de Mekke’ye sadece ziyaret için geldiklerini söyleyerek izin
verilmesini istedi. Büdeyl, Hz. Peygamber’in bu teklifini Mekkeliler’e ulaştırdı.
Mekkeliler, Büdeyl’i Hz. Peygamber için çalışmakla itham ederek Ehâbiş kabilesinin
reisi Huleys’i, onun ardından da Tâif’te oturan Sakîf kabilesinin reisi Urve b.
Mesûd’u göndererek Müslümanları umre yapmaktan vazgeçirmeye çalıştılar.
Kurbanlık develerden etkilenen Huleys, dönüşünde Mekkeliler’e, Kâbe’yi ziyaret
için gelenlere izin verilmesini tavsiye ederken, ashabın Hz. Peygamber’e
bağlılıklarını yakından gören Urve, bu arkadaş topluluğunun O’nu hiçbir zaman
yardımsız bırakmayacakları kanaatine ulaştığını bildirdi. Bütün bunlara rağmen
müşrikler kararlarından dönmediler. Müslümanlara bir baskın yapmaları için askeri
bir birlik bile gönderdiler. Fakat Müslümanlar, savaş niyetinde olmadıklarını
göstermek için, esir ettikleri bu birliği serbest bıraktılar.
Hz. Peygamber, niyetlerinin savaş değil, umre yapmak olduğunu bildirmek
ve izin sağlamak için bu sefer Huzâa kabilesinden Hıraş b.Ümeyye’yi gönderdi.
Mekkeliler, elçiye kötü davrandılar. O da son olarak Hz. Osman’ı gönderdi. Mekke
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
liderleri, Hz. Peygamber ve arkadaşlarını Mekke’ye sokmayacaklarını tekrar ettiler
ve Hz. Osman’a kendisi isterse Kâbe’yi ziyaret edebileceğini bildirdiler. Hz. Osman,
hep birlikte ziyaret için ısrarlarını sürdürünce onu üç gün gözaltında tuttular. Hz.
Osman: “Ben Kâbe’yi ancak Hz. Peygamber’in arkasında ziyaret ederim” demiş,
yalnız başına tavaf etmemişti.
Hz. Osman, beklenen zaman içinde geri dönmedi. Müslümanlar arasında
onun Mekke’de öldürüldüğüne dair bir söylenti çıktı. Bu haber, gergin olan havayı
iyice gerginleştirdi. Eğer bu haber doğruysa müşriklerle savaş kaçınılmazdı. Hz.
Peygamber, bu işi Kureyş’in yanına bırakmak istemedi. Hemen ashabını topladı ve:
“Müşriklerle vuruşmadıkça, buradan ayrılamayız!” buyurdu. Müslümanlık uğrunda
canlarını feda için ashabını biate çağırdı. Ashab-ı kiram da, “ölünceye kadar
savaşmak ve asla savaştan kaçmamak” şartıyla biat ettiler. Ashabın, Hz.
Peygamber’in ellerini tutarak biat etmesinden sonra; Hz. Peygamber, Osman adına
bir eliyle diğer elini tutarak onu da biat işlemine kattı. Yüce Allah’ın, biate
katılanlardan razı olduğunu bildirmesi sebebiyle (Fetih/48: 18) bu biat
“Bey’atürrıdvan” denildi. Bu biatin haberi Mekke’ye ulaşınca müşrikler, ölüm-kalım
savaşı için sözleşen Müslümanlarla savaşı göze alamadılar ve Hz. Osman’ı serbest
bıraktılar. Daha sonra da Süheyl b. Amr ve arkadaşlarını elçi olarak Hz.
Peygamber’e gönderdiler. Neticede Hz. Peygamber ve Kureyş heyeti arasında,
Medine İslam Devleti’nin Kureyş tarafından resmen tanındığı Hudeybiye antlaşması
imzalandı (Zilhicce 6 / Nisan 628). Bu antlaşmanın metni şudur:
“Bismikallâhümme! Bu, Muhammed b. Abdullah ve Süheyl b. Amr arasında
yapılan antlaşmadır:
 Halkın (Müslümanlarla müşriklerin) emniyet ve selamet içinde yaşamaları ve
birbirlerine zarar vermemeleri için on yıl iki taraf arasında savaş
yapılmayacak. Taraflardan biri, bu ittifaka dâhil olmayan herhangi bir kabile
ile savaşa girerse, diğeri bu savaşa müdahil olmayacaktır.
 Bu antlaşma aramızda ağzı kilitli heybe gibi olup antlaşma hükümleri
herhangi bir suretle bozulmaktan veya geri bırakılmaktan korunmak;
taraflar, birbirlerine karşı olan her türlü kinlerini ve düşmanlıklarını heybede
kilitlemek, onları açığa vurmaktan kaçınmak üzere, aramızda hırsızlık ve
hainlik olmayacaktır.
 Muhammed’in akit ve ahdine girmek isteyen kimse, bu konuda serbest
olacaktır.
 Kureyş’in akit ve ahdine girmek isteyen kimse de, bu hususta serbest
olacaktır.
 Kureyşliler’den velisinin izni ve haberi olmadan Muhammed’in yanına
gelecek kimseler, Kureyşliler’e geri gönderilecektir.
 Muhammed’in yanında bulunanlardan Kureyşliler’e gelecek olanlar,
Muhammed’e geri çevrilmeyecektir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
 Muhammed ile ashabı bu yıl geri dönüp gidecekler; gelecek yıl, yanlarında
yalnız yolcu silahı olarak kınlarında sokulu kılıçlar bulunduğu hâlde Mekke’ye
girip orada üç gün kalacaklardır.” (İbn Hişâm, III, 248; Vâkıdî, II, 611-612)
Hudeybiye barış antlaşmasını Hz. Ali kaleme aldı. İki nüsha olarak hazırlanan
antlaşma metnini, iki tarafın şahitleri imzaladı. Kaynaklarımızda antlaşmanın
şahitleri olarak Ebubekir b. Ebî Kuhâfe, Ömer b. Hattâb, Ebû Ubeyde b. Cerrâh,
Muhammed b. Mesleme, Huveytıb b. Abdüluzza ve Mikrez b. Hafs b. Ahyaf’ın
isimleri geçmektedir.
Antlaşma şartlarının ağırlığından dolayı üzülen Hz. Ali, bir iki defa kalemi
elinden bırakmıştı. Ayrıca Kureyş’in temsilcisi Süheyl b.Amr, antlaşma metni
üzerine “besmele ve Allah’ın Resulü” yazılmasına itiraz etmiş, yerine Abdullah oğlu
Muhammed yazılmasında ısrar etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber de “Vallahi,
siz yalan saysanız da ben Allah’ın elçisiyim.” diye cevap vermişti. Hz. Ali de :
“Vallahi, ben, Resulullah ünvanını kesinlikle silmem!” deyince Hz. Peygamber,
Ali’ye dönmüş ve: “Sen, bana o kelimelerin yerini göster!” demiş, o ifadeleri kendi
eliyle çizerek yerine “Abdullah oğlu Muhammed” ifadelerini yazdırmıştır.
Mekke müşriklerinin temsilcisi Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel, evvelce
Müslümanlığı kabul ettiği için babası tarafından zincirle bağlanmış ve Mekke’de
hapsedilmişti. Antlaşma yazılırken hapisten kurtulmuş, zincirini sürüyerek bin bir
güçlükle Hz. Peygamber’in huzuruna can atabilmişti. Süheyl, biraz önce imzalanan
antlaşma gereği oğlunun kendisine geri verilmesini istedi ve bu konuda ısrar etti.
“Bu antlaşmaya göre sizden ilk isteyeceğim adam budur.” dedi. Aksi takdirde,
barışın bozulacağını kesin bir dille söyledi. Hz. Peygamber, barışı kurtarmak için
Ebû Cendel’i babasına teslim etmeğe razı oldu. Fakat Ebû Cendel, babasının bu
inadı karşısında sonsuz derecede üzüldü ve acıklı hâlinden Müslümanları haberdar
etmek istedi. O zaman Hz. Peygamber:
-“Ey Ebû Cendel! Sabret ve Allah’tan ümidini kesme! Yüce Allah, Yakında
sana da senin gibi olanlara da kurtuluş yolu gösterecektir.” sözleriyle kendisini
teselli etti. Ancak durum nazik ve sinirler gergindi. “Resulullah” ifadesinin
metinden silinmesi, bir iki maddenin ağır gibi görünmesi ve Ebû Cendel’in uğradığı
felaket, Müslümanların sabrını taşırdı. Hatta Hz. Ömer dayanamadı ve Hz.
Peygamber’ in huzuruna çıkarak şöyle dedi:
-“Ey Allah’ın Resulü! Sen, Allah’ın elçisi değil misin? Dinimiz hak değil mi? Bu
zilleti neden kabul ediyoruz?” Hz. Peygamber de ona şöyle cevap verdi:
-“Muhakkak ki ben, Allah’ın elçisiyim ve hiçbir zaman Allah’a isyan etmiş
değilim. Allah da beni zarara uğratmaz.” Hz Ömer, sonradan pişmanlık duyacağı
sözlerini şöyle devam ettirdi:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
-“Sen, bize Kâbe’yi tavaf edeceğiz dememiş miydin?” Bunun üzerine Hz.
Peygamber:
-“ Evet, söyledim. Fakat “bu sene tavaf edeceğiz” demedim. Yine tekrar
ederim ki, Mekke’ye girecek ve Kâbe’yi ziyaret edeceksiniz! “ buyurdu.
Bu cevaplar üzerine Hz. Peygamber’in yanından ayrılan Hz. Ömer, doğru Hz.
Ebubekir’in yanına gitti. Aynı soruları ona sordu ve ondan da aynı cevapları aldı.
Daha sonra Hz. Peygamber, ashabına seslenerek : “Haydi, kurbanlarınızı
kesiniz, başlarınızı tıraş ediniz!” buyurdu. Fakat Ashab-ı kiramdan hiçbiri yerinden
kımıldamadı. Hz. Peygamber, emrini üç kere tekrarladı. Ashab’ın bu kırgınlığına
sebep, barış şartlarının görünüşte ağır olmasıydı. Ancak Hz. Peygamber, ashabının
bu haline çok üzüldü. Hemen eşi Ümmü Seleme’nin çadırına girdi. Üzüntüsünü ona
bildirdi. O zaman Ümmü Seleme, büyük ve tarihi bir görev yaptı.
-“Ey Allah’ın elçisi! Siz çıkınız, kurbanınızı kesiniz ve tıraşınızı olunuz.
Ashabınız da size uyacaktır.” dedi ve Hz. Peygamber’i teselli etti. Ümmü Seleme’nin
yanından çıkan Hz. Peygamber, hiç kimseye bir şey demeden kurbanlık develerini
kesti. Daha sonra da berberini çağırarak tıraş oldu. Hz. Peygamber’in bu hareketini
gören Ashab-ı kiram da birer birer kurbanlarını kesti ve başlarının saçını tıraş
ettiler. Hz. Peygamber, Hudeybiye’de 19 veya 20 gün kaldıktan sonra, ashabı ile
birlikte Medine’ye döndü. Ashabı, Kâbe’yi ziyaret edemedikleri için üzüntü
içindeydiler. Yüce Allah, onların üzüntülerini Fetih Suresini göndererek giderdi.
Müslümanlar, daha Mekke ile Medine arasında yolda iken Fetih Suresi nazil
oldu. Bu sure, Hudeybiye barış antlaşmasının, birçok fethe başlangıç olacağını
bildirdi, gelecek fetihleri müjdeledi. Bu müjdeler, Müslümanların üzüntüsünü
büyük bir sevince çevirdi ve gönül rahatlığıyla Medine’ye geldiler.
İlk bakışta Müslümanların aleyhine görünen Hudeybiye antlaşması,
Müslümanların ve İslam’ın lehine döndü. Bu antlaşma, İslam’ın yayılışı açısından bir
dönüm noktası oldu. Başta o zamana kadar Hz. Peygamber’i hiç bir şekilde
muhatap kabul etmeyen Mekkeli müşrikler, bu antlaşma ile onun kurduğu Medine
İslam Devleti’ni resmen tanımış oldular. Ayrıca Hz. Peygamber, bu antlaşmayla
Hendek savaşında Medine’yi kuşatan düşman ittifakını parçalamış oldu.
Müslümanların aleyhine gibi görünen maddeler kahraman Ebû Basîr, Ebû Cendel
ve arkadaşlarının fedakârlıkları ile lehe çevrildi.
Hz. Peygamber, imzaladığı antlaşmanın şartlarına son derece saygı gösterdi.
Hudeybiye’den Medine’ye döndükten sonra, bazı Mekkeli kadınlar, İslam dinine
girerek Medine’ye geldiler. Hz. Peygamber bu kadınları Mekkeliler’e teslim etmedi.
Çünkü imza edilen antlaşmanın, geri çevrilmesini mecbur ettiği madde yalnız
Müslüman erkekler içindi; kadınlar buna dâhil değildi. Bu sırada Ebû Basîr adında
bir kişi Müslüman olarak Mekke’den Medine’ye gelmiş ve Hz. Peygamber’e
sığınmıştı. Ebû Basîr de Ebû Cendel gibi Mekke’de hapsedilen Müslümanlardandı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Hz. Peygamber evvelce Ebû Cendel’i nasıl babası Süheyl’e teslim etmişse, şimdi de
Ebû Basîr’i Mekkeliler’e hiç itiraz etmeden geri verdi. Yolcu ederken de Ebû Basîr’e
şunları söyledi:
-“Ey Ebû Basîr! Biz antlaşmamızı bozamayız. Sen de biraz sabret! Allah, elbet
sana ve müşrikler içinde kalan senin gibi Müslümanlara bir kurtuluş yolu
gösterecektir.”
Ebû Basîr, kendisini Mekke’ye götüren müşriklerden kurtulmayı başarıp
Kureyş’in ticaret yolu üzerinde “İys” denilen yere giderek oraya yerleşti. Bu durum
Mekke’de duyulunca, Müslüman olan diğer Mekkeliler de onun yanına gittiler. Ebû
Cendel de oraya gitti. Sayıları üç yüze ulaşan bu Müslümanlar, Kureyş’in Şam’a
giden ticaret kervanlarının geçişini engellemeye başladılar. Neticede Mekkeliler,
“Mekke’den Medine’ye sığınan Müslümanların geri verilmesi” şartının
kaldırılmasını teklif etmek zorunda kaldılar. Bu şart Mekkeliler’in isteği üzerine
kaldırıldıktan sonra Hz. Peygamber, Ebû Basîr ve arkadaşlarını Medine’ye davet
etti. Fakat bu sırada mücahit Ebû Basîr hastaydı, ölüm döşeğindeydi; vefat edince,
cemaatini Ebû Cendel alıp Medine’ye getirdi.
Hudeybiye antlaşması, Müslümanlar için gerçekten bir fetih oldu. Bu
antlaşmadan sonra İslam’ın yayılışı hızlandı. Bundan sonraki iki yıl içinde Müslüman
olanların sayısı, antlaşmaya kadar geçen on sekiz yılda İslam’a girenlerin sayısını
aşmıştı. Bu arada Hâlid b. Velid, Amr b. el-Âs ve Osman b. Talha gibi Kureyş’in üç
önemli şahsiyeti Medine’ye gelerek Müslüman oldular. Diğer taraftan Hz.
Peygamber bu barış ortamından yararlanarak komşu ülkelerin hükümdarlarını
İslam’a davet etti. Hudeybiye barış antlaşması iki yıl devam etti. İki yıl sonra
antlaşmayı bozanlar ve hükümlerine saygısızlıkta bulunanlar Kureyşliler oldu.
HİCRETİN YEDİNCİ YILI OLAYLARI (628-629)
Hükümdarları İslam’a Davet (7/628)
Hudeybiye antlaşması ile Müslümanlar ve Mekke müşrikleri arasında barış
kurulmuş ve güven sağlanmıştı. Bütün insanlığa peygamber olarak gönderilen Hz.
Peygamber, bu yeni dönemi iyi değerlendirdi ve davetini bütün insanlığa duyurdu.
Başta zamanın iki büyük devleti Bizans ve Sâsânî imparatorlukları olmak üzere,
komşu ülkelerin hükümdar ve idarecilerine İslam’a davet mektupları gönderdi.
Mektuplarını “Muhammedün Resulullah” (Muhammed Allah’ın elçisidir) ibaresinin
yazılı olduğu bir mühür ile mühürledi.
Bizans kayseri (imparatoru) Herakliyus’a elçi olarak Dıhye b. Halife
gönderildi. O sırada imparator Kudüs’te bulunuyordu. Mektubu alıp okuyan
Herakliyus, mektubu yazan Hz. Peygamber hakkında bilgi almak için onu tanıyan
birinin bulunmasını emretti. İşte o sırada ticaret için Kudüs’te bulunan Ebû Süfyan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
imparatorun huzuruna getirildi. İmparator ona, Hz. Peygamber’in soyu, hayatının
safhaları, kendisine inananların durumu, ahlaki özellikleri hakkında sorular sordu.
Aldığı cevaplardan, onun peygamber olduğuna kanaat getirdi ve Ebû Süfyân’a şöyle
dedi: “Eğer bu söyledikleriniz doğruysa, ben de size haber vereyim ki, şu
ayaklarımın bastığı yerler pek yakında o zatın olacaktır.” Ayrıca Hz. Peygamber’in
elçisine çok iyi davrandı, güzel bir şekilde ağırladı ve onunla Hz. Peygamber’e
hediyeler gönderdi.
İran kisrâsı (hükümdarı) II. Hüsrev Perviz’e elçi olarak Huzâfe b. Abdullah
gönderildi. İranlılar, o zaman adına “mecûsîlik” denilen “ateşe tapma” sapıklığı
içindeydiler. Huzâfe, devletin başkenti Medâin’e giderek Hz. Peygamber’in
mektubunu Hüsrev Perviz’e takdim etti. Besmele ile başladığı mektubunda Hz.
Peygamber: “Allah’ın Resulü Muhammed’den Fars (İran)’ın ulusu Kisrâ’ya!” diye
hitap ediyordu. Kendi adının Muhammed’in adından sonra yazılmasına sinirlenen
Kisrâ, mektubun tamamının okunmasını beklemeden yırttı ve elçiye de hakaret
etti. Bununla da kalmadı, o zaman İran’ın idaresi altında bulunan Yemen valisi
Bâzân’a, Hz. Peygamber’i yakalatıp kendisine göndermesini emretti. Bâzân da Hz.
Peygamber’i yakalayıp Kisrâ’nın huzuruna getirecek iki adamını Medine’ye
gönderdi. Hz. Peygamber de bunlara Kisrâ’nın, oğlu tarafından öldürüldüğünü
haber verdi ve bunlar aracılığı ile Bâzân’a davetini ulaştırdı. Daveti aldıktan sonra
Müslüman olan Bâzân, Hz. Peygamber’in Yemen valisi olarak göreve devam etti.
Hz. Peygamber, gönderdiği mektubun Kisrâ tarafından yırtıldığını duyunca
şöyle dedi: “O, benim mektubumu nasıl parçaladıysa yüce Allah da onun
memleketini öyle parçalayacak!” Aradan çok zaman geçmeden Hz. Ömer
zamanında (16/637) Kisrâların imparatorluğu parçalandı. Sâsânî sülâlesi yıkıldı ve
İran toprakları İslam Devleti’nin sınırlarına dâhil oldu.
Habeş Necâşi’si (hükümdarı) Ashame’ye elçi olarak Amr b. Ümeyye
gönderildi. Elçiyi çok iyi karşılayan Necâşi’nin Müslüman olduğu ve fakat
Müslümanlığını çevresinden gizlediği rivayet edilir. Bilindiği gibi Necâşi, Mekke
döneminde ülkesine hicret eden Müslümanlara çok iyi davranmıştı. Ülkesinde
bulunan Müslümanları, davet mektubunu aldıktan sonra Cafer b. Ebî Tâlib
başkanlığında bir gemiyle yola çıkardı. Bu kafilede Necâşi’nin, Hz. Peygamber’e
nikâhladığı Ümmü Habîbe (Ebû Süfyân’ın kızı) de vardı. Kafilede bulunanlar,
Hayber’in fethinden sonra gelip Medine’ye ulaştılar. Bilindiği gibi, Hz. Peygamber,
Hicretin dokuzuncu yılında Medineliler’e Necâşî’nin vefatını haber verdi ve onun
için Cennetü’l-baki’de gıyabi cenaze namazı kıldırdı.
Mısır Mukavkısı’na elçi olarak Hâtıb b. Ebî Beltea gönderildi. Hristiyan olan
Mukavkıs, İslam’ı kabul etmedi, ama Hz. Peygamber’in mektubuna cevap yazdı. Hz.
Peygamber’e iki cariye ve ayrıca değerli hediyeler gönderdi. Hz. Peygamber, bu
cariyelerden Mâriye’yi kendine aldı, Sîrîn’i de Hassan b. Sâbit’le evlendirdi. Hz.
Peygamber’in son çocuğu İbrahim, Mâriye’den dünyaya gelmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Kuzey Arabistan topraklarında yaşayan ve Bizans’a tâbi bir devlet olan
Gassân Devleti’nin kıralı Hâris b. Ebî Şemir’e, Şüca’ b. Vehb gönderildi. Hâris, Hz.
Peygamber’in mektubunu öfkeyle yere attı ve ardından da Müslümanlara karşı bir
saldırı için hazırlık yapmaya başladı. Ancak bağlı olduğu Bizans imparatoru buna
izin vermeyince o da bu saldırıdan vazgeçti.
Arap beyliklerinden Yemâme kıralı Hevze’ye Selît b. Amr gönderildi.
Hristiyan olan Hevze, Hz. Peygamber’e, Müslüman olma karşılığında bazı şartlar
ileri sürdü. Hz. Peygamber de bu şartları kabul etmedi.
Busra emirine gönderilen elçi, Gassânîlerin Mûte valisi Şurahbil b. Amr
tarafından yolda yakalanıp öldürüldü. Bu olay Mûte savaşının sebebi oldu.
Hz. Peygamber, Arabistan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan diğer kabile
liderlerine ve bazı şahıslara da davet mektupları göndermiştir. Bu mektuplarda
muhataplara isimleriyle hitap edilmiş ve kendileri Allah’ın birliğine ve Hz.
Peygamber’in onun kulu ve elçisi olduğunu kabul ederek Müslüman olmaya davet
edilmiştir. Muhtevaları aynı olan bu mektuplar, kısa ve anlaşılır bir biçimdeydi. Hz.
Peygamber, bu mektupları, göndereceği ülkeleri bilen arkadaşlarından seçtiği
elçilerle gönderdi. Hz. Peygamber, tebliğ maksatlı olan diplomatik işlerde
görevlendirdiği kişileri güzel konuşan, cesur, insan ilişkilerinde başarılı, temsil
kabiliyeti yüksek ve tebliğin muhtevasına vakıf kişilerden seçerdi. Tebliğ maksatlı
olmayan ve iş bitirmeye yönelik işlerde ise cesur, gözü pek, söz sanatını iyi kullanan
kimseleri tercih ederdi.
Hayber’in Fethi (7/628)
Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiği zaman Medine’de üç
Yahudi kabilesi vardı. Ayrıca Hayber, Fedek, Teymâ ve Vadilkurâ’da yaşayan
Yahudiler de vardı. Medine’den sürgün edilen Yahudilerden bir kısmı buralara
yerleşmişti.
Medine-Suriye yolu üzerinde, Medine’ye 150 km. uzaklıkta bulunan
Hayber, sadece Yahudilerin yaşadığı önemli bir şehirdi. Şehir, üç ayrı bölgedeki
sekiz kaleden oluşuyordu. Hayber’e yerleşen Nadîroğulları liderleri, Hayber
Yahudilerini Müslümanlara karşı düşmanca bir siyaset takip etmeye sevk ettiler.
Hendek savaşından önce Arap kabilelerini Kureyş’in etrafında toplamayı başaran
bu liderler, istediklerini elde edemeyince yeni arayışlara girdiler. Bu sefer Fedek,
Teymâ ve Vadilkurâ Yahudilerini ve Gatafanoğullarını yanlarına alarak Hayber’de
yeni bir hazırlığa başladılar.
Hz. Peygamber, Yahudilerin bu faaliyetini haber alınca düşmana saldırı
fırsatı vermemek için onlardan önce harekete geçti. İki yüzü atlı, bin dört yüzü yaya
olan 1600 kişilik ordusuyla Medine’den yola çıktı. Ordunun içinde 20 hanım vardı.
Bunların içinde Hz. Peygamber’in hanımı Ümmü Seleme ve halası Safiyye’de vardı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Bunlar, yaralıları tedavi edecek, yemek yapacak ve geri hizmette orduya yardımcı
olacaklardı.
İslam ordusu hızlı bir yürüyüşle, önce Gatafan üerine yürüyormuş gibi bir
hava vererek dört gün sonra bir gece vakti Hayber şehrine ulaştı. Hz. Peygamber,
gece baskını yapmadı ve sabahı bekledi. Gatafanoğullarından ve daha başka
yerlerden Hayber’e gelebilecek yardımı engellemek için yollara birlikler yerleştirdi.
Bu sırada da şöyle dua ediyordu: “Allah’ım! Biz, bu şehir halkının hayrını istiyoruz.
Bu şehrin halkının kötülüklerine karşı sana sığınıyoruz.”
Hayber de Medine gibi ziraate elverişli bir yerdi. Oranın halkı da
Medineliler gibi ziraatle meşgul olurdu. Sabah erkenden bahçelerine ve tarlalarına
gitmek için kalelerinden çıkan Hayberliler, İslam ordusunu görünce korku içinde
kalelerine çekilip kapılarını kapattılar. Hz. Peygamber, her zaman yaptığı gibi önce
Yahudileri İslam’a davet etti. Teklifinin reddedilmesi üzerine Hayber kalelerini
kuşatma altına aldı. Yapılan çarpışmalar neticesinde kaleler birer birer alındı. İlk
anda alınamayan Kamûs kalesini de Hz. Ali’nin kumanda ettiği birlik aldı. Neticede
Hayber fethedildi.
Çeşitli rivayetlere göre Yahudilerin 20.000 veya en az 10.000 savaşçıları
vardı. Ayrıca müstahkem kalelerinde savunma avantajına sahiptiler ve silahları da
boldu; yine de mağlup oldular. Hayber’in fethi esnasında Müslümanlar on beş şehit
verdi. Yahudilerden de doksan üç kişi öldü. Yenik duruma düşen Hayberliler, ziraat
işlerini iyi bildiklerini söyleyerek topraklarında yarıcı olarak kalma teklifinde
bulundular. Hz. Peygamber, İslam Devleti’nin gerekli gördüğünde onları
topraklarından çıkarma hakkını saklı tutarak bu tekliflerini kabul etti. Buna göre
Yahudiler, her yıl ziraattan elde ettiklerinin yarısını İslam Devleti’ne vereceklerdi.
Hayber’in fethinde ele geçirilen taşınabilir ganimetlerin dağıtımında Hz.
Peygamber, savaşa katılan kadınlara da pay verdi. Savaşta öldürülen Nadîroğulları
lideri Huyey b. Ahtab’ın gizlediği hazinesi bulunarak yoksullara dağıtıldı. Hayber
savaşı sırasında Habeş Muhacirleri de Medine’ye dönmüşlerdi. Medine’den
Hayber’e gelen Cafer ve arkadaşlarına da ganimetten pay ayrıldı.
Hayber çevresindeki Yahudi yerleşim merkezleri olan Fedek, Teymâ ve
Vadilkurâ’da oturan Yahudiler de topraklarında yarıcı kalarak İslam Devleti’nin
hâkimiyetini kabul ettiler. Fetihten sonra birkaç gün Hayber de kalan Hz.
Peygamber’i Zeynep adındaki bir Yahudi kadın zehirlemek istedi. Kendisine ikram
edilen oğlak etindeki zehiri fark eden Hz. Peygamber, lokmayı ağzından çıkardı.
Ancak etten yiyen Bişr b. Berâ isimli sahabi zehirlenip öldüğü için bu kadına kı
Sâsânî uygulandı. Affedildiği de rivayet edilir.
Hayber’in fethinde alınan esirler arasında Huyey b. Ahtab’ın kızı Safiyye’de
vardı. Safiyye’nin kocası Kinâne b. Rebî, bu savaşta ölmüştü. Hz. Peygamber,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Safiyye’yi Müslüman olup kendisiyle evlenme veya ailesine geri dönme hususunda
serbest bıraktı. Safiyye de Müslüman oldu ve Hz. Peygamber ile evlendi.
Umretu’l-Kazâ (Zilkade 7 / Mart 629)
Hudeybiye musalahasının üzerinden bir yıl geçmişti. Hz. Peygamber, bu
musalahada hicretin yedinci yılının Zilkade ayında yapılması kararlaştırılan umre
için hazırlık yapmaya başladı. Hudeybiye’de bulunanlar başta olmak üzere 2.000
kişiyle birlikte umre yapmak için Mekke’ye doğru yola çıktı. Yanına 70 kurbanlık
deve aldı. Müslümanların Mekke’ye yaklaştığını duyan müşrikler üç günlüğüne
şehri terk ederek civardaki tepelere ve dağ yamaçlarına çekildiler. Müslümanlar
büyük bir sevinç içinde telbiye getirerek şehre girdiler. Kâbe’yi görünce de tekbir
getirdiler. Hz. Peygamber’in peşine takılarak tavaflarını yaptılar; Safâ ile Merve
arasında say ettiler. Güçlü ve kuvvetli olduklarını göstermek için tavaf ve say
esnasında dimdik bir hâlde, koşarcasına ve omuzlarını silke silke yürüdüler.
Müslümanların tavaf ve saʻy bitirmelerinden sonra Hz. Bilal, Kâbe’nin
damına çıkarak öğle ezanını okudu. Sonra da Müslümanlar cemaat hâlinde öğle
namazını kıldılar. Daha sonra saçlarını tıraş ettiler, sonra da kurbanlarını kestiler ve
ihramdan çıktılar. Bir yıl önce yapılmayan umre, şimdi yapıldığı için “el-umretu’lkazâ” diye anıldı. Hz. Peygamber’in bir yıl önce gördüğü rüya gerçekleşmiş ve
Müslümanlar huzura kavuşmuş oldular.
Müslümanlarla yan yana olmamak için şehri terk eden müşrikler,
bulundukları yerlerden Müslümanları izledi ve onların olgun davranışlarından
etkilendiler. İçlerinde İslam’a ve Müslümanlara karşı bir ilgi ve alaka uyandı. Bu
açıdan umre, Mekkeliler’in gönüllerini fetheden bir ibadet oldu.
Hz. Peygamber’in amcası Abbas, İslam’ı kabul ettiği hâlde hâlen Mekke’de
ikamet ediyordu. Hz. Peygamber, amcası Abbas’ın dul ve Müslüman olan baldızı
Meymûne’nin teklifini kabul ederek onunla evlendi. Bu evliliğinden dolayı
Müslümanlara ve Mekkeliler’e bir düğün yemeği vermek ve iki toplumu bir araya
getirmek istiyordu. Mekkeliler, verdikleri üç günlük sürenin dolduğunu ileri sürerek
bu daveti kabul etmediler. Üç gün Mekke’de kalan Müslümanlar, büyük bir sevinç
içinde Medine’ye döndüler. Hz. Peygamber, dönerken şehit amcası Hamza’nın
öksüz kızı Ammâre’yi, onun isteği ve bazı sahabilerin dilekleri doğrultusunda
beraberinde Medine’ye getirdi. Zeyd b. Hârise, Ali b. Ebî Tâlib ve Cafer b. Ebî Tâlib
arasında Ammâre’nin bakımı ve himayesini üstlenme konusunda çıkan anlaşmazlığı
tatlıya bağlayan Hz. Peygamber, bu görevi Cafer b. Ebî Tâlib’e verdi. Hz.
Peygamber, Ammâre’yi Cafer’e vermesinin sebebini ise Cafer’in, Ammâre’nin
teyzesi Esmâ bt. Umeys ile evli olması, teyzenin ise anne makamında olduğu,
dolayısıyla bir kızın teyzesi ve halası üzerine nikâhlanamayacağı şeklinde açıkladı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
HİCRETİN SEKİZİNCİ YILI OLAYLARI (629-630)
Mûte Savaşı (Cemaziyülevvel 8 / Ağustos-Eylül 629)
Hz. Peygamber’in, Mekke’den Medine’ye hicret ettiği ve Medine’de İslam
Devletini kurduğu sırada dünyanın en büyük devletlerinden biri de Bizans
imparatorluğuydu. Bizans imparatorluğu, Arap yarımadası ile kendi toprakları
arasında bir tampon devlet kurarak kendini emniyete almıştı. Bu devlet, Gassânîler
Devleti’ydi. Arap olan Gassânîler, Bizanslılar gibi Hristiyan dinine mensuptular.
Hudeybiye musalahasından sonra hükümdarlara İslam’a davet mektupları
gönderen Hz. Peygamber, hem Bizans imparatoruna hem de Gassân emirine davet
mektubu göndermişti. Müslümanlarla Bizanslılar arasında yapılan ilk savaş olan
Mûte savaşının sebebi, Gassânî emirlerinden birinin, bu davet mektubunu götüren
Müslüman bir elçiyi öldürmesidir.
Hz. Peygamber’in İslam’a davet için Busrâ emirine gönderdiği elçi Hâris b.
Umeyr, Mûte’den geçerken, Bizans adına bölgeyi idare eden Hristiyan Gassânî
emiri Şurahbil b. Amr tarafından öldürüldü. Diğer taraftan Hz. Peygamber’in aynı
yıl içinde (Rebiülevvel 8/Temmuz 629) bölge halkını İslam’a davet için Belkâ’ya bir
günlük mesafedeki Zatuatlâh’a gönderdiği on beş kişilik heyet üyeleri, ok
yağmuruna tutularak şehit edildiler. İçlerinden sadece Kaʻb b. Umeyr yaralı olarak
kurtuldu ve acı haberi Medine’ye getirdi.
Elçisinin öldürülmesini bir savaş sebebi sayan Hz. Peygamber, bölgeye
göndermek üzere 3.000 kişilik bir ordu hazırladı. Bu ordunun başına Zeyd b.
Hârise’yi komutan tayin etti sonra da şöyle buyurdu: “Şayet, Zeyd, savaşta şehit
olursa, komutayı Cafer alsın! Cafer de şehit düşerse, Abdullah b. Revâha orduya
komutanlık etsin! O da şehit olursa, artık Müslümanlar kendi aralarından birini
komutan olarak seçsinler.”
Hz. Peygamber, orduyu yolcu etmek için Medine’nin “Seniyyetü’l-veda”
denilen tepesine kadar gitti ve onlardan Mûte’ye kadar giderek elçiyi öldüren
Şurahbil b. Amr’ı ve halkını önce İslam’a davet etmelerini, kabul etmezlerse
savaşmalarını istedi. Kadınları, çocukları, yaşlıları ve manastırlara çekilmiş din
adamlarını öldürmemeleri, evleri yıkıp tahrip etmemeleri, ağaçları kesmemeleri
emrini verdi.
İslam ordusunun Medine’den hareket ettiğini öğrenen Şurahbil b. Amr, o
sırada bölgede bulunan Bizans imparatorundan yardım istedi. İmparator,
Sâsânîlerle savaş için hazırladığı birlikleri onun yardımına gönderdi. Bölgede
yaşayan Arap kabilelerinden savaşçıların da bu orduya katılmasıyla Bizans
ordusunun sayısı yüz bine (bir rivayete göre iki yüz bine) ulaştı. Maân’a gelip
karargâh kuran Zeyd b. Hârise, düşmanın gücünü öğrenince durumu arkadaşlarıyla
müzakere etti. Vaziyetin derhal Hz. Peygamber’e bildirilmesi ve alınacak cevaba
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
göre hareket edilmesi fikri kabul edilmek üzere iken Abdullah b. Revâha, etkili bir
konuşma yaparak, düşmanla derhal savaşılması gerektiğini, yenseler de yenilseler
de iki güzel neticeden birine ulaşacaklarını, ya gazi ya da şehit olacaklarını söyledi.
Abdullah’ın bu konuşmasından sonra savaş kararı alındı. Yürüyüşe geçen ordu
Mûte’ye vardı.
İslam ordusu, kendisinin otuz (veya altmış) katı bir ordu ile savaşa girmeye
çekinmeden düşman üzerine atıldı. Çarpışmanın ilk safhasında Zeyd b. Hârise, ikinci
safhasında da Cafer b. Ebî Tâlib kahramanca savaşarak şehit oldular. Sancağı
devralan ve şiirler okuyarak savaşan Abdullah b. Revâha’nın da şehit düşmesinden
sonra İslam ordusu Hâlid b. Velid’i komutan seçti. Akşama doğru kumandayı eline
alan Hâlid, hava kararıncaya kadar savaştı. Onun etrafında saf bağlayan sahabiler,
ani saldırıyla pek çok düşman askerini öldürdüler. Gece olunca iki taraf da
karargâhlarına çekildi.
Düşman ordusunun büyüklüğünü dikkate alan Hâlid, ertesi gün değişik bir
taktik uygulamayı düşündü. Ordunun sağ tarafındaki askerleri sola, soldakileri sağa,
öndekileri arkaya ve arkadakileri öne almak suretiyle, düşman üzerinde, geceleyin
kendilerine yardım birliklerinin geldiği intibaını uyandırmaya ve ani bir taarruzdan
sonra birliklerini emniyet içinde çöle doğru çekmeye karar verdi. Sabah olunca,
düşman üzerine ani bir taarruza geçti. Karşılarında değişik simalar gören düşman
askerleri, Müslümanlara yardım geldiğini sanarak korkuya kapıldılar ve gerilemeye
başladılar. Beklediği anın geldiğini gören Hâlid, ordusunu hızlı bir şekilde geri çekti.
Kendileri için bir tuzak kurulmasından ve Hâlid’in kendilerini çöle çekerek orada
savaşmak istemesinden endişeye kapılan düşman askerleri, Müslümanları takip
etme cesaretini gösteremeyince savaş sona erdi. Hâlid b. Velid, ordusunu sağ salim
Medine’ye getirmeyi başardı.
Mûte savaşının olduğu gün Hz. Peygamber, Medine’de mescidin minberine
oturup savaş meydanına bakarak olup bitenleri mescitte bulunanlara anlattı. Üç
komutanın şehit düşmesini şöyle dile getirdi: “Zeyd, sancağı eline aldı; şimdi
vurulup şehit düştü. Sonra sancağı Cafer aldı, o da şehit oldu. Daha sonra sancağı
Revâha’nın oğlu aldı ve oda şehit düştü. Son olarak sancağı Allah’ın kılıçlarından
biri aldı. Nihayet Allah, mücahitlere fethi müyesser kıldı.” Bundan sonra Hâlid,
Seyfullah (Allah’ın kılıcı) olarak anıldı.
Hz. Peygamber, bu savaşta kesilen iki kolunun yerine iki kanat verilen ve bu
kanatlarıyla cennete uçtuğunu müjdelediği Cafer’in evine gidip ev halkına baş
sağlığı dileğinde bulundu. O günden sonra Cafer, uçan Cafer manasında Cafer-i
Tayyar olarak anıldı. Bu çetin savaşta İslam ordusu üçü komutan, dokuzu da asker
olmak üzere 12 şehit verdi. Bu netice, İslam ordusu için büyük bir zaferdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Zâtü’s-selâsil Seriyyesi (Cemaziyülahir 8 / Ekim 629)
Hudeybiye musalahasının şartlarından biri de çevredeki kabilelerin durumu
ile alakalıydı. Arap kabileleri Mekke müşriklerinin veya Müslümanların yanında
bulunma konusunda serbest bırakılmışlardı. Müşriklerle birlikte hareket etmeyi
seçen bazı kabileler, Medine’ye saldırılar düzenleyerek insanlara ve hayvanlara
zarar veriyorlardı. Kudâa kabilesinin bazı kollarının, Medine’nin otlaklarında
otlayan sürüleri yağmalamak için hazırlık yaptıkları duyuldu. Hz. Peygamber, onlara
fırsat vermemek için Amr b. el-Âs komutasındaki 300 kişilik bir askeri birliği onların
üzerine gönderdi. Düşmanın kalabalık ve güçlü olduğunu öğrenen Amr, Medine’ye
adam gönderip Hz. Peygamber’den yardım istedi. Ebû Ubeyde b. Cerrâh
komutasında gönderilen yardım birliğinin içinde Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de vardı.
Amr b. el- Âs, iyi bir asker ve başarılı bir diplomattı. Hudeybiye
musalahasından sonra Medine’ye gelerek Müslüman olmuştu. Vaktiyle Habeş
Muhacirlerini geri istemek için Kureyş adına Necâşi’nin huzuruna çıkmıştı. Şimdi ise
İslam’la şereflenmiş ve bir seriyyeye komutan olmuştu. Amr b. Âs, başarılı olmak
için gerekli olan bütün tedbirleri aldı ve itirazlara kulak asmadı. Havanın çok soğuk
olmasına rağmen gece ateş yakılmasına izin vermedi. Ayrıca ihtilam olup gusletmek
mecburiyetinde kalanlara da yıkanma izni vermedi, teyemmümle namazlarını
kılmalarını emretti. Sabah erkenden düşman üzerine hücum etti ve galip geldi.
Düşman geride birçok ganimet malı bırakarak kaçtı. Amr, birkaç gün orada
kaldıktan sonra elde ettiği ganimet mallarıyla birlikte Medine’ye geri döndü.
Hz. Peygamber, her seriyye dönüşünde, seriyye komutanı ve askerlerin
intibalarını dinlerdi. Bu seriyyede bulunanlar Amr’ın uygulamalarından şikâyetçi
oldular. Amr b. el-Âs kendisini şöyle savundu:
“Ateş yakmalarına izin verseydim, düşman bizim az olduğumuzu anlardı.
Kaçan düşmanı, muhtemel bir pusuya düşürmemek için takip ettirmedim. Hava
soğuktu, ihtilam olanların su ile yıkanmaları tehlikeliydi. Bu sebepten dolayı buna
da izin vermedim.” Hz. Peygamber, komutan Amr b. Âs’ın hareket tarzını beğendi
ve kendisini takdir etti.
Mekke’nin Fethi (20 Ramazan 8 / 11 Ocak 630)
Mekke müşrikleri, Hudeybiye antlaşmasından sonraki gelişmelerin
Müslümanların lehine dönmesinden rahatsız oldular. Bu antlaşmanın üzerinden
henüz iki yıl geçmeden antlaşmayı bozdular. Bilindiği gibi antlaşmanın şartlarından
biri de “Diğer Arap kabileleri, iki taraftan biriyle ittifak kurmada serbesttirler.”
şeklindeydi. Bu maddeye göre Mekke yakınlarında oturan Huzâa kabilesi
Müslümanlarla, Bekiroğulları kabilesi de müşriklerle ittifak kurmuştu. Bekiroğulları,
hicretin sekizinci yılı Şaban ayında Huzâa kabilesine bir gece baskını düzenleyerek
23 kişiyi öldürdüler. Bu baskından canlarını kurtarmak için Harem’e sığınanları da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
öldürdüler. Mekke müşrikleri, tamamen haksız olan bu saldırıda Bekiroğullarına
silah ve binek desteği verdiler. Hatta Safvan b. Ümeyye, İkrime b. Ebî Cehil ve
müşriklerden bazı gençler yüzlerini gizleyerek baskına katılmışlardı.
Huzâa kabilesinin reisi, durumu bildirmek ve yardım istemek için kırk kişilik
bir heyetle Medine’ye geldi. Hz. Peygamber de yardım sözü verip kendilerini
kabilelerine gönderdi. Huzâalılar’ı yolcu ettikten sonra Mekke’ye bir elçi
göndererek, kendilerine şu üç tekliften birini kabul etmelerini sundu:
 Öldürülen Huzâalılar’ın ailelerine diyet ödenmesi,
 Bekiroğullarını himaye etmekten vazgeçilmesi,
 Bu iki şarttan herhangi birinin kabul edilmemesi hâlinde iki taraf arasında
yapılmış olan Hudeybiye barış antlaşmasının bozulmuş sayılması.
Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamber’in çok makul olan birinci teklifini kabul
etmek yerine, üçüncü teklifini kabul ettiler. Aslında bu, Müslümanları Mekke
fethine davet etmek demekti. Bunun böyle olacağını sonradan anladılar ve
yaptıklarına pişman oldular. Bir çözüm yolu bulması veya antlaşmayı yenilemesi
için reisler Ebû Süfyan’ı Medine’ye gönderdiler. Medine’ye gelen Ebû Süfyan,
burada hiçbir iş göremedi. Hz. Peygamber’in kendisine olumlu veya olumsuz
herhangi bir cevap vermemesi üzerine, Hz. Peygamber’in eşi olan kızı Ümmü
Habibe ve ardından da ashabın ileri gelenlerini dolaşarak yardımlarını istedi. Ancak
hiç kimseden destek bulamayınca Mekke’ye eli boş döndü.
Hz. Peygamber, Ebû Süfyan’ın Medine’den ayrılmasından sonra, nereye
gidileceği ve kiminle savaşılacağını açıklamadan ashabına savaş için
hazırlanmalarını emretti. Çevredeki Müslümanlara da haber göndererek silahlarını
kuşanıp ramazanın ilk günlerinde Medine’ye gelmelerini bildirdi. Yapılan
hazırlıkların Mekkeliler tarafından duyulmaması için Mekke’ye giden yolları kontrol
altına aldı.
Hz. Peygamber, bir savaşa çıkacağı zaman asıl hedefini saklar, başka bir
hedefe gidecekmiş intibaını verirdi. Şimdi de Mekke üzerine gidileceğini gizleyerek
Necid taraflarına gidecekmiş gibi o tarafa birlikler gönderdi. Niyeti, Mekkelileri
hazırlıksız yakalamak ve kan dökülmeden teslim olmalarını sağlamaktı. Bu arada
istenmeyen bir durum oldu. Hâtıb b. Ebî Beltea isimli sahabi bir yanlışlık yaparak,
yazdığı bir mektupla, yapılan savaş hazırlıklarını Mekkeliler’e bildirmek istedi. Yüce
Allah bu durumu vahiy yoluyla Hz. Peygamber’e haber verdi. Hz. Peygamber’in yola
çıkardığı Ali, Zübeyir ve Mikdat isimli sahabiler mektubu götüren meczup kadını
yolda yakaladılar, mektubu alıp getirdiler. Hz. Peygamber tarafından sorguya
çekilen Hâtıb, asla İslam’dan dönmediğini, bu mektubu Mekke’deki kimsesiz
yakınlarına faydası olur düşüncesiyle yazdığını söyledi. Hâtıb, ilk Muhacirlerden ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Bedir ashabındandı. Hz. Peygamber, Yüce Allah’ın Bedir gazileri hakkındaki umumi
af vadine dayanarak onu affetti.
Hz. Peygamber, Medine’den her ayrıldığında yerine sahabilerden birini vekil
bırakırdı. Şimdi de bu görevi Ebû Ruhm’a (veya Abdullah b. Ümmü Mektûm’a)
bırakarak on bin kişilik ordusuyla Medine’den ayrıldı (10 Ramazan 8/1 Ocak 630).
Yolda, o sırada Mekke’den Medine’ye hicret eden amcası Abbas ile karşılaştı.
Abbas, eşini ve çocuklarını Medine’ye göndererek Hz. Peygamber’in ordusuna
katıldı. Ordu, Mekke yakınlarındaki Merrüzzahran vadisine kadar gelerek orada
konakladı. Hz. Peygamber, Mekkeliler’in gözünü korkutmak ve çarpışmadan teslim
olmalarını sağlamak için geceleyin her askerin bir ateş yakmasını emretti.
Müslümanların kendilerine savaş açabilecekleri korkusu içinde olan ve şehir dışına
çıkarak gelip gidenlerden bir haber almaya çalışan Ebû Süfyan ve iki arkadaşı bu
ateşlerin mahiyetini öğrenmeye çalışırken Müslüman gözcüler tarafından yakalanıp
Hz. Peygamber’in huzuruna getirildiler. Ebû Süfyan, Hz. Peygamber’in huzurunda
Müslüman oldu.
Sabah olunca Hz. Peygamber, Ebû Süfyan’ı amcası Abbas’ın nezaretinde
İslam ordusunun resmigeçit yapacağı daracık yol geçidine gönderdi ve ordunun
geçişini izlettirdi. Sonra da onu, Mekkeliler’in savaşsız teslim olmalarını sağlamak
üzere şu üç talimatla Mekke’ye gönderdi.
 Kâbe’ye sığınanlara dokunulmayacak.
 Ebû Süfyan’ın evinde toplananlara dokunulmayacak.
 Kendi evinde kalanlara dokunulmayacak.
Ebû Süfyan’ı bu talimatlarla Mekke’ye gönderen Hz. Peygamber,
resmigeçitten sonra ordusunu dört kola ayırdı. Mecbur kalmadıkça kan
dökülmemesini emretti. Önceden işledikleri ağır suçlar sebebiyle on bir erkek ve
altı kadın af dışında tutuldu. Fetihten sonra bunların üçü hariç diğerleri affedildi.
Dört kola ayrılan birliklerden birinin başında Hâlid b. Velid vardı. Diğer kolların
komutanları da Zübeyir b. Avvâm, Saʻd b. Ubâde ve Ebû Ubeyde b. Cerrâh idi.
Hâlid’in kumandasındaki birlik hariç, diğer üç kol Mekke’ye çarpışma olmadan
girdiler. Hâlid’in birliği küçük bir gurubun saldırısıyla karşılaşınca çatışma çıktı. Bu
arada iki Müslüman şehit oldu, müşriklerden on üç kişi öldü. Bu duruma üzülen Hz.
Peygamber, çatışmanın müşriklerin saldırıları yüzünden çıktığını öğrenince
rahatladı.
On bin kişilik İslam ordusu (20 Ramazan 8/11 Ocak 630) Cuma günü
sabahleyin Mekke’ye girdi. Şehre, merkezi birliğin başında giren Hz. Peygamber,
sancağını Hacûn mevkiine diktirdikten sonra biraz dinlendi, sonra da Kâbe’ye geldi,
Hacerülesved’i selamladı ve öptü. Elindeki sopa ile putları devirdi, Kâbe’yi tavaf
etti. Daha sonra da ashabına Kâbe’nin içinde ve çevresinde hiçbir put
bırakılmamasını emretti. Kâbe kapısının eşiğinde durarak şu konuşmayı yaptı:
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
“Allah’tan başka ilah yoktur. O’nun eşi ve ortağı yoktur. Allah, vaadini
yerine getirdi ve kuluna yardım etti. İyi biliniz ki, bütün cahiliye âdetleri, bütün
mal ve kan davaları ayağımın altındadır. Sadece Kâbe hizmeti (hicâbe) ve
hacılara su dağıtılması (sikâye) bunun dışındadır. Ey Kureyş topluluğu! Allah,
sizden cahiliye gururunu, soyla ve babayla övünmeyi gidermiştir. Bütün insanlar
Âdem’den Âdem de topraktan yaratılmıştır…”
Hz. Peygamber, bu konuşmasının ardından kendilerine nasıl muamele
edileceğini endişe içinde ve merakla bekleyen Mekkeliler’e şu genel af ilanını
duyurdu: “Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz!” Hz. Peygamber, Mekke döneminde
kendisine ve arkadaşlarına her türlü olumsuz muameleyi yapan ve Medine’ye
hicret ettikten sonra kurulan İslam Devleti’ni yıkmak için savaşlar açan Mekkelileri,
isteseydi kılıçtan geçirebilirdi, ama bunu yapmadı ve hepsini affetti. Çünkü onun
hedefi insanları yok etmek değil, onları diriltmekti.
Mekke’yi fetheden Hz. Peygamber, hiç kimsenin malına mülküne
dokunmadı. Muhacirlerin geride bıraktıkları ev ve gayrimenkul malların peşine
düşmedi. Hz. Peygamber, bu davranışlarıyla Mekkeliler’in en kısa zamanda
Müslüman olmalarına zemin hazırlamış, onlara dünyanın en büyük fırsatını
sunmuştu. Çok geç de olsa gerçeği anlayan Mekkeliler, bu defa onu yanıltmadılar.
Öğle namazının ardından önce Müslüman olan erkekler, ardından da kadınlar
kendisine biat ettiler. Henüz buna hazır olmadığını bildirenlere istediklerinden fazla
mühlet verdi. Mekke fethinden sonra Mekkeliler’in Müslüman olması Hz.
Peygamber’i çok sevindirdi. Fetihten sonra birkaç gün Mekke’de kalan Hz.
Peygamber, bu günlerde bazı sahabileri Mekke civarındaki kabilelere ait putları
yıkmakla görevlendirdi. Ardından da bazı kabileleri İslam’a davet için elçiler
gönderdi. Neticede İslam dini her tarafa yayıldı.
Hz. Peygamber, etrafa elçiler ve seriyyeler gönderdiği bu günlerde Hâlid b.
Velid’i de 350 kişilik birliğin başında Cezîme b. Amir kabilesine gönderdi. Hâlid,
onlardan silahlarını bırakıp Müslüman olmalarını istedi. Tartışmalardan sonra
silahlarını bırakmaya razı oldular ve “sabe’nâ=dinimizi değiştirdik” ifadesini
kullandılar. Ancak Hâlid, bu ifadeden onların Müslüman olmadıkları anlamını
çıkardı ve kendilerini esir alıp askerleri arasında taksim etti; ertesi sabah da
öldürülmelerini emretti. Ensar ve Muhacirlerden oluşan askerler, onların
Müslüman olduklarını düşünerek esirleri öldürmediler. Ancak Süleymoğullarından
olan askerler, otuz kadar esiri öldürdü. Hz. Peygamber, bu durumu öğrenince çok
üzüldü. Hâlid’i onların durumu hakkında acele etmekle suçladı ve “Allah’ım! Ben
Hâlid’in yaptıklarından beriyim” dedi. Hz. Ali’yi Cezîme kabilesine gönderip
öldürülenlerin diyetlerini ödetti ve uğradıkları maddi zararı tazmin ettirdi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Huneyn Savaşı (11 Şevval 8 / 1 Şubat 630)
Hz. Peygamber, Mekke’nin fethinden sonra çevre kabileler üzerine ya
seriyyeler gönderiyor, onlardan gelebilecek tehlikeleri önlüyor veya onlara elçiler
gönderiyor, kendilerini İslam’a davet ediyordu. İşte bu sırada Hevâzin ve Sakîf
kabilelerinin savaş hazırlığı yaptıklarını öğrenince, yeni Müslüman olan Attâb b.
Esîd’i Mekke’de vali olarak bırakıp Huneyn vadisine doğru hareket etti.
Büyük bir kabile olan Hevâzin ve Tâif’te oturan Sakîf, şimdiye kadar
Mekkeliler’in yanında yer alıyorlardı. Mekke’nin fethi ile sarsılan Hevâzin ve Sakîf
sıranın kendilerine geldiğini anladılar. Bu iki kabile, Müslümanlara karşı ittifak
kurarak savaş hazırlığına başladılar. İstihbarata çok önem veren Hz. Peygamber,
Hevâzin lideri Mâlik b. Avf’ın kumandasında yürütülen savaş hazırlığını duyunca,
durumun tespiti için Abdullah b. Ebî Hadred’i onların oturduğu bölgelere gönderdi.
Haber doğrulanınca, ordusunun başında Huneyn vadisine hareket etti.
Huneyn vadisi, Mekke’nin kuzeydoğusunda ve Mekke’ye 36 km. uzaklıktaydı.
Hz. Peygamber, buraya on iki bin kişilik ordu ile hareket etti. Mekke fethine gelen
on bin kişiye, iki bin kişi de Mekke’den katıldı. Henüz iman etmeyen 80 kişi de bu
orduya katılmıştı. Ordunun azameti bazı Müslümanları gururlandırmış ve “bu ordu
yenilmez” diyenler olmuştu.
Hevâzin ve Sakîf kabilelerinin oluşturduğu orduyu idare edecek olan Mâlik b.
Avf, otuz yaşlarında genç bir liderdi. Askere cesaret vermek, cepheden kaçmalarını
önlemek ve bir ölüm kalım savaşına girmelerini sağlamak maksadıyla, kabilesinin
kadınlarını, çocuklarını ve tüm hayvanlarını savaş meydanına getirdi. Bu genç lider,
yaşlı lider Düreyd b. Sımme’nin, “yenilgiye uğrayan askeri, hiçbir şeyin geri
çeviremeyeceği” uyarılarına aldırmamıştı.
Düşman, Huneyn vadisinin dar bir noktasındaki yamaçlara okçularını
yerleştirerek İslam ordusuna pusu kurdu. 11 Şevval 8/1 Şubat 630 günü sabahın
alacakaranlığında vadiye giren İslam ordusunun Hâlid b. Velid komutasındaki öncü
birlikleri, iki taraftan ok yağmuruna tutuldu. Öncü birlik geri çekilmek zorunda
kalınca panik hali tüm orduyu etkiledi ve askerler kaçışmaya başladılar. Ancak Hz.
Peygamber, bu zor anda olduğu yerde kaldı ve kaçışan askerlerine seslenerek
onları etrafında toplamaya çalıştı. Amcası Abbas da gür sesiyle ona yardımcı
olmaya çalışıyordu. Bu sırada askerlerin büyük bir bölümü savaş alanından
uzaklaşmıştı. Hz. Peygamber’in etrafında Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Ali başta
olmak üzere yüz kadar sahabi kalmıştı. Hz. Peygamber’in gösterdiği sebat ve
metaneti ayrıca Abbas’ın uzak noktalardan duyulabilen gür sesi sayesinde İslam
askerleri yeniden toparlandı. Hz. Peygamber’in emriyle başlayan taarruz, kısa süre
içinde kazanılan bir zaferle sonuçlandı. Müslümanların taarruzu karşısında bozguna
uğrayan düşman, kadınlarını, çocuklarını ve mallarını savaş alanında bırakıp kaçtı.
Bu savaşta Müslümanlardan dört şehit, düşmandan 170 (yüz yetmiş) ölü vardı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Ayrıca Müslümanlar, bu savaşta düşmandan çok büyük miktarda ganimet elde
ettiler. Düşmanın savaş alanına getirdiği kadınlar, çocuklar ve malları oldukları
yerde bırakıp kaçmaları sebebiyle, çok sayıda esir ve bol miktarda ganimet ele
geçirildi.
Hz. Peygamber, kaçan düşmanın takip edilmesi için, esirler ve ganimetlerin
Cirâne denilen yerde koruma altına alınmasını emretti. Düşman ordusunun büyük
bir kısmı, komutanlarıyla birlikte Tâif’e, bir kısmı Evtâs’a, geri kalanları da Nahle’ye
doğru kaçmışlardı. Savaşın ertesi günü bir birliği Evtâs’a, bir birliği Nahle’ye sevk
eden Hz. Peygamber, ordunun büyük bir kısmıyla Tâif üzerine yürüdü. Nahle’ye
doğru kaçanlar, Müslümanlar tarafından takip edildi ve zararsız hale getirildiler.
Hz. Peygamber, Evtâs’a gönderdiği birliğin başına Ebû Musa el-Eşʻarî’nin
amcası Ebû Amir’i komutan tayin etti. Evtâs’ta toplanan düşmanların başında da
Düreyd b. Simme vardı. Yapılan savaşta Düreyd öldürüldü. Ebû Amir’de yaralandı.
Yanında bulunan Ebû Musa’yı kendi yerine komutan yaptıktan sonra da vefat etti.
Ebû Amir, Düreyd’in oğlu tarafından yaralanmış ve İslam sancağı elinden alınmıştı.
Yerine geçen Ebû Musa, düşmana karşı hücuma geçti. Hem sancağı kurtardı, hem
de savaşı kazandı. Pek çok esir ve ganimetle geri döndü.
Tâif Kuşatması (Şevval 8 / Şubat 630)
Tâif’e ulaşan Sakif ve Hevâzinliler, şehir surlarının kapılarını kapatıp şehrin
kalesinde savaşa hazırlanmışlardı. Bir yıllık erzak depolamışlar ve savunmada
kullanmak üzere taş toplayıp bunları atacak sapanlara yerleştirmişlerdi. Onların
peşinden Tâif’e kadar gelen Hz. Peygamber, sağlam bir surla çevrili şehri kuşatma
altına aldı. İslam’a girmeyi veya teslim olmayı reddeden Tâifliler, erzakları
tükeninceye kadar savunmayı devam ettirip sonunda ölüm kalım mücadelesine
gireceklerini söylüyorlardı. Kuşatmanın ilk safhasında kalelerden Müslümanları ok
yağmuruna tuttular. Atılan oklardan Müslümanlardan yaralananlar ve şehit
düşenler oldu. Bunun üzerine ordugâhını biraz geriye çeken Hz. Peygamber, sur
içine taş ve yanıcı maddeler atabilen mancınık; ayrıca surlara yaklaşıp tahrip
etmekte yararlanılan sığır derisiyle kaplı tahtadan yapılmış debbâbe ve debr
denilen savaş araçlarını kullandırdı. Ancak savunma savaşını iyi bilen Tâifliler,
surlara yaklaşmaya çalışan debr ve debbâbelerin üzerine kızgın yağ veya kızgın
demir atarak içindeki askerlerin surlara yaklaşmasına izin vermediler. Hz.
Peygamber Tâif’ten çıkıp kendilerine sığınacak kölelerin azat edileceklerini ilan etti.
Bunun üzerine 20 civarında köle kaleden inmeyi başararak Müslümanlara katıldı.
Bir ay civarında sürdürülen kuşatmanın uzayacağı anlaşılınca, Resulullah,
arkadaşlarıyla bir durum değerlendirmesi yaptı. Muâviye b. ed-Di’lî’nin, uzun süre
beklenilirse Tâifliler’in teslim olmak zorunda kalacağı, kuşatma kaldırılırsa da artık
onlardan Müslümanlara bir zarara gelmeyeceği şeklindeki görüşünü, yerinde bulup
kuşatmayı kaldırdı (8/630). Kuşatma sırasında on bir (veya on dört) şehit verilmişti.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Tâif’ten ayrılırken, Tâifliler aleyhinde bedduada bulunması istenince, Allah’tan
onlara hidayet nasip etmesini ve onları Müslüman olarak kendisine göndermesini
istedi. Resul-i Ekrem’in bu sözleri, Tâif’in kan dökülerek fethedilmesini istemediği
ve Tâif halkının Müslüman olarak kendisine gelmeleri beklentisi içinde fethi tehir
ettiği şeklinde de yorumlanmıştır. Gelişmeler bu yorumu teyit etmektedir. Şöyle ki,
Mekke pazarını kaybeden ve İslamiyet’e giren komşu kabileler tarafından
çepeçevre kuşatılan Sakifliler Müslümanlarla savaşarak başa çıkamayacaklarını
anlayınca 9/630 yılında Medine’ye bir heyet göndererek İslam’ı kabul ettiler.
Kuşatmayı kaldıran Hz. Peygamber, Huneyn’de alınan esir ve ganimetlerinin
bekletildiği Cirâne’ye hareket etti.
Ganimetlerin Taksimi
Hz. Peygamber, 6 Zilkade 8 / 25 Şubat 630’da Cirâne’ye ulaştı. Altı bin
civarında esir ile birlikte, büyük miktarda para, kıymetli eşya ve binlerce küçük ve
büyükbaş hayvandan oluşan ganimetin taksimi işine başladı. Bu sırada Hevâzin
kabilesinden bir heyet, Resulullah’ın huzuruna gelerek pişmanlıklarını arz ettiler.
Bu kabileye mensup olan sütannesi Halime ve esirler içinde olan sütkardeşi Şeyma
dolayısıyla akraba olduklarını söyleyip kendilerini affetmesi ve esirlerle mallarını
geri vermesini istediler. Hz. Peygamber, onlara esirlerle malları arasından birini
tercih etmelerini söyledi. Heyet üyeleri savaş esirlerini tercih ettiklerini bildirdiler.
Bunun üzerine, kendisi ve ailesinin payına düşen esirleri serbest bıraktığını söyledi.
Namazın ardından ashabına hitap ederek onların da hisselerine düşen esirleri
serbest bırakmalarını isteyeceğini ifade etti. Namazdan sonra askerler arasında
taksim edilen esirlerin geri verilmesi için bir konuşma yaptı. O’nu dinleyen
sahabiler, ellerindeki esirlerin tamamını serbest bıraktılar. Bundan çok etkilenen
Hevâzinliler, vakit geçirmeden İslam’a girdiklerini açıkladılar.
Ganimetlerin beşte biri beytülmale ayrıldı, kalanı gaziler arasında
paylaştırıldı. Bütün askerlerin hisseleri dağıtıldıktan sonra, yeni Müslüman olmuş
Mekke eşrafı ve diğer kabile liderlerine beytülmale ayrılan beşte birlik hisseden
fazla miktarda pay ayrıldı. Kur’an’da “müellefe-i kulûb=kalpleri İslam’a ısındırılmak
istenenler” adıyla anılan bu şahıslara yapılan ayrıcalıkta, onların bu lütuf sayesinde
samimi birer Müslüman olmalarını sağlamak hedefleniyordu.
Hz. Peygamber’in, Cirâne’de yeni Müslüman olmuş Mekke eşrafına ganimet
malından bol miktarda hisse vermesi, Ensar gençlerinin kıskançlığına yol açmıştı.
Bunu duyan Hz. Peygamber, sadece Ensar’ın katıldığı bir toplantıda, bunun
sebebini açıkladı. Onları son derece etkileyen sözlerini şöyle bitirdi: “Eğer hicret
şerefi ve fazileti olmasaydı, muhakkak Ensardan bir fert olmak isterdim.” (İbn
Hişâm, II, 490).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Bazı Arap Emirliklerine Elçiler Gönderilmesi
Huneyn savaşından sonra, Arabistan yarımadasında Müslümanlara karşı
koyabilecek ve onlarla boy ölçüşebilecek askeri veya siyasi bir güç kalmamıştı.
Dolayısıyla bu savaş, yarımada halkından putperest Araplarla yapılan son büyük
çarpışma oldu. Bu gruplara karşı daha sonra yapılan çarpışmalar, küçük çarpışmalar
şeklinde geçti. Ganimetleri taksim edip ardından umre yaptıktan sonra Medine’ye
dönen Resulullah, Arabistan’da yaşayan Arap kabilelerinin aşağı yukarı tamamına
elçiler gönderdi. Yarımadada yaşayan Ehl-i kitap mensuplarına da heyetler
göndererek onları İslam’a girmeye davet etti. Diğer taraftan Arap kabilelerinin pek
çoğu Medine’ye heyetler göndermeye başladılar.
Peygamberimiz’in Oğlu İbrahim’in Doğumu
Peygamber Efendimiz’in son çocuğu İbrahim, hicretin sekizinci yılı içinde
doğdu. Daha önce belirtildiği gibi İbrahim’in annesi Mısır Mukavkısı tarafından
hediye olarak gönderilmiş olan Mâriye isimli kadındı. Peygamberimizin kızlarından
Zeynep de bu yıl vefat etti.
Mescid-i Nebevî’ye Minber Yapılması
Hicri sekizinci yılın sonlarına doğru, önceden minberi olmayan Mescid-i
Nebevî’ye üç basamaklı bir minber yapıldı. Resulullah (s) bundan itibaren
hutbelerini bu minberin üçüncü basamağında okumaya başladı.
HİCRETİN DOKUZUNCU YILI OLAYLARI
Tebük Seferi (Receb 9 / Ekim- Kasım 630)
Tebük, Medine’nin kuzeyinde, Suriye ticaret yolu üzerinde, Medine’ye 700
km. uzaklıktadır. Kur’an’da, Tebük Seferi’nin düzenlendiği zamana “Sâatü’lusre=güçlük zamanı” denildiği için (Tevbe/9: 117) orduya “ceyşü’l-usre=güçlük
ordusu”, gazveye de “Gazvetü’l-usre=güçlük gazvesi” adı verilmiştir. Tebük
Seferi’nin sebebi, Bizanslılar’ın Medine’ye saldırı için savaş hazırlığı yaptığı,
Suriye’deki Hristiyan Arap kabilelerinin de onlara katıldığı haberinin alınmasıdır.
Bu haber yaz mevsiminin en sıcak günlerinde alınmıştı. Ayrıca önemli bir
kıtlığın yaşandığı bu günlerde, hurmalar ve diğer meyveler olgunlaşmak üzereydi.
Hz. Peygamber, bu haber üzerinde derhal savaş hazırlığını başlattı. Daha önceki
gazvelerinde kiminle savaşılacağını son ana kadar gizler, hatta başka bir tarafa
gitmek istediğini göstermeye çalışırdı. Ancak bu defa şartların ağırlığı ve özellikle
düşman ordusunun büyüklüğü sebebiyle, kiminle savaşılacağını baştan itibaren
açıkladı. Çünkü askerlerin ona göre hazırlık yapmasını istiyordu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Bu arada münafıklar, bozgunculuk yapıyorlar, bu sıcakta sefere çıkılmaz
diyerek Müslümanları seferden alıkoymaya çalışıyorlardı (Tevbe/9: 91). Onlardan
bazıları, bu maksatla bir Yahudi evini merkez edinmişlerdi. Bu ev ateşe verilerek
yakıldı. Birtakım bedeviler savaşa gitmemek için izin istiyorlardı. Müslümanların bir
kısmında da, sefere karşı bir isteksizlik vardı. Bu yüzden nazil olan ayetlerle
uyarıldılar:
“Ey iman edenler! Size ne oldu ki “Allah yolunda seferber olunuz!” denilince
Bu yığıldınız
ayetlerinkaldınız?
inmesinin
ardından vazgeçip
seferberlik
hızlandı.
yerinize
Yoksa ahiretten
dünya hazırlığı
hayatına razı
mı
Peygamberimiz
kıtlık
ve
asker
fazlalığı
dolayısıyla
savaş
hazırlıkları
için
yardım
oldunuz. Fakat o dünya hayatının saadeti, ahiret saadetinin yanında pek az bir
kampanyası
Ebubekir Allah
bütünsize
malını,
Hz.bir
Ömer
getirdi.
şeydir. Eğerbaşlattı.
seferberHz.
olmazsanız,
sızlatıcı
azapise
ile yarısını
azap eder
ve
Miktar
olarak
en büyük
yardımı
yapan
Osman, bütün
levâzımâtıyla
üç yüz
yerinize
başka
bir kavim
getirir
(veHz.
emirlerini
o kavme
infaz ettirir)
de deve
siz
vePeygamber’e
bin dinar bağışladı.
Müslüman ona
kadınlar
mücevherlerini
teslim kadar
ederek
yardım etmezseniz,
Allah da
yardım
eder. Ve şimdiye
kampanyaya
yardım etti katıldılar.
de…” (Tevbe/9: 38–40).
Bu ayetlerin inmesinin ardından seferberlik hazırlığı hızlandı.
Peygamberimiz kıtlık ve asker fazlalığı dolayısıyla savaş hazırlıkları için yardım
kampanyası başlattı. Hz. Ebubekir bütün malını, Hz. Ömer ise yarısını getirdi.
Miktar olarak en büyük yardımı yapan Hz. Osman, bütün levazımatıyla üç yüz deve
ve bin dinar bağışladı. Müslüman kadınlar da mücevherlerini teslim ederek
kampanyaya katıldılar.
Resulullah (s), kısa sürede toplanan 30 bin kişilik ordusuyla yola çıktı.
Medine’de vekil olarak bu defa Hz. Ali’yi bırakmıştı. Orduyla Veda tepesine kadar
gelen baş münafık Abdullah b. Übey, adamlarıyla birlikte geri döndü. Bazı
münafıklar, ganimet arzusuyla bu sefere katılmışlardı. Sefer esnasında yine fitne
çıkarmaya çalıştılar. Bu sefer hakkında inen ayetlerde, münafıkların gerçek yüzleri
bütün açılığıyla ortaya konulmuştur.
İslam ordusu, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Tebük’e ulaştı. Ancak
Bizans ve onu destekleyen Araplarda bir hareket görülmüyordu. Neticede alınan
haberin asılsız olduğu anlaşıldı. Peygamberimiz, 20 gün civarında Tebük mevkiinde
bekledi. Orada kaldığı bu süre içinde, Eyla, Cerbâ ve Ezruh gibi merkezlerin yerel
yöneticileriyle anlaşmalar yaptı. Bu idareciler, Tebük seferinin hazırlıkları sırasında
inmiş olan Tevbe suresindeki cizye ayeti (ayet 29) hükmünce, cizye vergisini
ödemek şartıyla İslam devletinin hâkimiyetini tanıdılar. Bu ayete göre Ehl-i Kitap
olanlar önce İslam’a davet edilir, kabul etmeyip kendi dinlerinde kalmak isterlerse,
cizye ödemeleri şartıyla İslam Devleti’nin egemenliğini kabul etmeleri teklif edilirdi.
Bunu da kabul etmedikleri takdirde onlarla savaşılırdı. Cizye ayeti ilk defa Tebük
seferi esnasında bu yerleşim merkezlerinde yaşayan Yahudi ve Hristiyanlara
uygulandı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Düşmanın harp etmek niyetinde olmadığı kesin olarak anlaşılınca Resulullah,
daha fazla beklemenin faydasız olacağı kanaatine vardı ve ordusuna geriye dönüş
emrini verdi. Sefer dönüşü Medine‘ye yaklaşıldığı sırada, Peygamberimiz’i
karşılayan bir grup münafık, Kubâ köyünde yapmış oldukları bir mescitte namaz
kılmasını istediler. Bu sırada inen ayette, bu yapının münafıkların toplanması için
yapılmış bir fitne yuvası olduğu haber verildi (Tevbe/9: 107). Resulullah, birkaç
sahabi göndererek Kur’an dilinde “Mescid-i Dırar” diye isimlendirilen bu yapıyı
yıktırdı.
Seferden Geri Kalanlar
Peygamberimiz, her sefer dönüşünde, Medine mescidinde sefere
katılmayanların mazeretlerini dinlerdi. Tebük seferine katılmayan 80 kişi, Mescid-i
Nebevî’ye gelerek uydurdukları mazeretlerini açıkladılar. Peygamberimiz, onların
dilleriyle söylediklerini e Sâsânî alarak, kalplerinde gizledikleri gerçeği Allah’a
havale etti. Bu arada Ensar’dan savaşa katılmayan üç kişi (Kaʻb b. Mâlik, Mürâre b.
Rebî ve Hilal b. Ümeyye) doğruyu söylediler. Geçerli bir mazeretleri olmadığı hâlde
seferden geri kaldıklarını beyan ettiler. Peygamberimiz, onları toplumdan tecrit
etmekle cezalandırdı. Diğer Müslümanların onlarla konuşmasını yasakladı. Bu
yasak üzerine, 50 gün boyunca hiçbir Müslüman onlarla konuşmadı. Allah’tan
başka sığınacak kapı olmadığını anlayan bu üç kişi, büyük bir pişmanlık içine
girmişlerdi. Geniş yeryüzü, artık kendilerine dar geliyordu. Nihayet Cenâb-ı Allah,
indirdiği ayetle, büyük bir imtihana tabi tuttuğu üç kulunu affettiğini bildirdi
(Tevbe/9: 118-119). Bu hadise, İslam toplumunda sosyal sorumlulukların
dağılımındaki has Sâsânîiyeti göstermesi açısından çok dikkat çekicidir.
Heyetler Yılı
Müzeyne kabilesi, hicretin beşinci yılında İslam’a girdiklerini bildirmek için
Medine’ye bir heyet göndermişti. Ancak Mekkelilerle Hudeybiye Antlaşması
yapılıncaya kadar, Medine’ye gelen kabile heyetleri yok denecek kadar azdı. Mekke
müşriklerinin bu antlaşmayla İslam devletini resmen tanımaları, dinî, siyasi ve ticari
nüfuzları altındaki müşrik Arap kabilelerinin tümünü etkiledi. Bu kabilelerden
bazıları, bu sulhun yapılmasından itibaren Medine’ye siyasi heyetler göndermeye
başladılar.
8 / 630 yılında Mekke’nin fethinin ardından Kureyşliler’in, Huneyn Savaşı’nın
ardından da kalabalık Hevâzin kabilesinin İslam’ı kabul etmesi, İslamiyet’in kısa
süre içinde bütün Arabistan’a yayılmasına zemin hazırladı. Tebük seferiyle de
önemli siyasi bir zafer kazanılmış; ayrıca Arabistan’ın kuzey kısmı İslam
hâkimiyetine girmişti. Bu gelişmeler üzerine, Arabistan’ın çeşitli bölgelerinde
yaşayan kabileler, Medine’ye heyetler göndermeye başladılar. İslam’a girmek için
adeta Kureyş’in İslamiyet’i kabulünü bekleyen bu kabileleri temsil eden heyetlerin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
sayısı gittikçe artıyor; Medine’ye gelen heyetler Hz. Peygamber’e İslam’a
girdiklerini açıklıyorlardı. Nasr suresinde bu hususa şöyle işaret edilmiştir:
“Allah’ın yardımı ve fetih geldiği, insanların dalga dalga Allah’ın dinine
girdiklerini gördüğün zaman, rabb’ini överek tesbih et. Ondan mağrifet dile.
Çünkü o, tevbeleri çok kabul edendir.” (Nasr/110: 1-3)
Kabile heyetleri en yoğun olarak hicretin 9. yılında (630-631) geldiler. Onun
için bu yıla “heyetler yılı=senetü’l-vüfûd” denildi. Heyetlerin gelişi onuncu yılda da
devam etti. Heyet gönderen kabilelerin sayısı 70’i aşıyordu. Medine’de bazen on
gün bazen daha uzun süre kalan heyetler önceleri ashabtan bazılarının evlerinde
ağırlanıyorlardı. Bazı evler misafirhane olarak tahsis edilmişti, ayrıca Mescid-i
Nebevî’nin bitişiğindeki Suffe ve mescidin yanında kurulan çadır misafirhane olarak
kullanılıyordu. Heyetlerin büyük bir kısmı, İslam’a girdiklerini açıklamak üzere
geliyordu, bunların arasında Sakîf heyeti gibi İslam’ı kabul etmek için bazı şartlar
ileri sürenler oluyordu. Tağlib kabilesi ve Necran Hristiyanları gibi Ehl-i Kitab’a
mensup birkaç kabile de eski dinlerinde kalarak İslam devletinin hâkimiyeti altına
girmeyi kabul ettiler.
Hz. Peygamber, heyetleri çok iyi karşılıyor, onları Mescid-i Nebevî’de
“Üstüvânetü’l-vüfûd=heyetler sütunu” denilen direğin önünde kabul ederek, her
biriyle, kabilelerinin âdetleri üzerine muhatap oluyordu. Onlarla yakından ilgilenip
onlara karşı çok nazik davranıyordu. Müslüman olan heyet üyelerinin bir süre
Medine’de kalmalarını, bu süre içinde Kur’an okumayı ve dinin temel prensiplerini
ve ibadet ahkâmını öğrenmelerini sağlamaya çalışıyordu. Muhacirler ve Ensarla
birlikte olmalarını ve onların davranışları ve İslam’ı nasıl yaşadıklarını görmelerini
arzuluyordu. Bazılarına emanname ve kendilerine tahsis edilen arazileri bildiren
yazı veriyor, bazı kabilelere kendilerinden valiler tayin ediyordu. Hz. Peygamber,
İslam’ı kabul eden bu kabilelere, İslam dinini öğretecek muallimler gönderiyor;
onlara vazifelerini ve takip edecekleri politikayı belirleyen ahitnameler veriyordu.
Kabile halkına İslam dininin e Sâsânîlarını ve Kur’an okumasını öğretmelerini,
onların dini meselelerle ilgili her türlü problemlerini çözmelerini istiyordu.
Vazifelerini yürütürken Allah rızasını e Sâsânî almalarını, halka iyi davranmalarını ve
dini kuralların tatbikinde ihmal göstermemelerini bildiriyordu.
Bu kabilelere, idareciler, zekât ve vergi memurları, öğretmenler gönderildi.
Neticede İslam dini tüm yarımadaya yayıldı, bazı bölgelerde yaşayan ve cizye
vergisi ödemek şartıyla İslam Devleti’nin hâkimiyetini kabullenen birkaç Yahudi ve
Necran halkı gibi Hristiyan kabileler dışında, bütün Araplar Müslüman oldu. Ancak
bu süreçte, Medine’ye gelen bazı bedevi kabile heyetleri ve heyet içindeki bazı
şahıslar, İslam’ı kabul noktasında samimi değillerdi. İslam’ı kabul ettiklerini
söyleyerek dönmüş olsalar da bunu kendilerini Müslüman görünmek zorunda
hissettikleri için yapmışlardı. Nitekim Esedoğulları ve Hanifeoğulları başta olmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
üzere bu kabileler, Hz. Peygamber’in hastalandığını duyunca peygamberlik
iddiasıyla ortaya çıkan liderlerinin etrafında dinden döndüler.
Hz. Ebubekir'in Hac Emiri Olarak Görevlendirilmesi ve
Müşriklere Verilen Ültimatom
Mekke’de bulunan ve kıblemiz olan Kâbe, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail
tarafından yapıldı. Yapar yapmaz Kâbe’yi ilk tavaf eden de bunlar oldu. Sonra da
Hz. İbrahim, halkı Beytullah’ı ziyaret etmeye ve hacı olmaya davet etti. O günden
beri insanlar bu ibadeti devam ettirmektedirler. Mekke’nin fethi ile Cahiliye devri
Araplarının Kâbe’ye doldurduğu putlar temizlenince Yüce Allah tarafından hac
ibadeti de farz kılındı. Hac, hicretin 9. yılında (631) farz kılındı. Ancak Hz.
Peygamber, henüz İslam'a girmeyen müşriklerin de hacca geleceğini ve bazılarının,
âdetleri olduğu üzere, Kâbe'yi çıplak tavaf edeceğini bildiğinden bu yıl bizzat hacca
gitmedi ve Hz. Ebubekir'i hac emiri olarak görevlendirdi. Hz. Ebubekir'in, 300 hacı
adayıyla birlikte Mekke'ye hareket etmesinden kısa bir süre sonra, Tevbe suresinin
müşriklerle daha önce yapılmış olan antlaşmaları konu alan ilk ayetleri nazil oldu.
Bunun üzerine Resulullah, Mekke'ye giderek bu ayetlerdeki müşriklere yönelik bir
ültimatom mahiyetindeki hükümlerini bildirmesi için kendi ailesinden Hz. Ali'yi yola
çıkardı. Hz. Ali yolda kafileye yetişti ve durumu Hz. Ebubekir'e anlattı. Hac ibadeti
Hz. Ebubekir'in idaresinde ifa edilirken, Hz. Ali bayramın birinci günü Minâ'da
Tevbe suresinin ilk ayetlerini okuduktan sonra müşriklere dört maddelik şu
ültimatomu açıkladı:
 Müşrikler bu seneden sonra Kâbe'ye yaklaştırılmayacaktır.
 Kâbe'yi çıplak tavaf etmek artık yasaklanmıştır.
 Müminlerden başkası cennete giremeyecektir.
 Önceden yapılmış olan antlaşmalar, süresi doluncaya kadar bozulmayacak,
daha sonra Müslüman olmadıkları takdirde can güvenlikleri kalkacaktır.
O günden sonra hiçbir müşrik, hacca gelmedi; hiçbir çıplak, Kâbe’yi tavaf
etmedi. Yani bu ültimatom etkisini gösterdi. Başta itiraz edenler olmakla birlikte,
dört ay beklemeye gerek duymaksızın müşrik kabilelerin tamamı Müslüman oldu.
HİCRETİN ONUNCU YILI OLAYLARI
Veda Haccı Ve Veda Hutbesi
Hz. Peygamber, Ramazan aylarında her gece Cebrail ile buluşur ve o zamana
kadar nazil olan ayetleri onunla mukabele ederdi. Hicretin 10. yılı Ramazan ayında
ise Cebrail, kendisine Kur'an-ı Kerim'i iki defa tilavet ettirdi. Resulullah'ın, bunu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
ecelinin yaklaştığına işaret olarak gördüğü nakledilmiştir. Diğer taraftan her yıl
Ramazan ayında on gün itikâfa girerken 10. yılın ramazan ayında yirmi gün itikâfa
kalmıştı.
Hz. Peygamber, aynı yıl Zilkade ayının başında hac hazırlığına başladı.
Ashabına da hacca hazırlanmalarını söyledi; habercilerle durum bütün
Müslümanlara bildirildi. Hazırlıklarını tamamlayan hacı adayları, kafileler hâlinde
Medine'ye gelmeye başladılar. Medine'de Ebû Dücâne'yi vekil olarak bırakan Hz.
Peygamber; 26 Zilkade 10 /23 Şubat 632 günü öğle namazının ardından Medine'de
toplanan sahabilerle birlikte yola çıktı. Hanımlarını ve kızı Fâtıma'yı da beraberinde
götürüyordu. Kurbanlık yüz deve aldırmıştı. İkindi namazı, Medine’nin mikat
mahalli olan Zülhuleyfe'de seferi olarak kılındı. Gece orada geçirildi ve sabahleyin
ihrama girildi. Resulullah, buradan itibaren telbiye getirmeye başladı. O "Lebbeyk"
dedikçe, her taraftan aynı nida yükseliyor, dağ-taş bu sesle yankılanıyordu. On gün
sonra 4 Zilhicce Pazar günü Mekke'ye ulaşıldı ve Mekke'yi dolduran hacı adaylarıyla
birlikte Kâbe tavaf edildi ve ardından Safa ve Merve tepeleri arasında say yapıldı.
Pazartesi, Salı ve Çarşamba günlerini de Mekke'de geçiren Resulullah, bu
günlerde de Kâbe'yi tavaf etti. 8 Zilhicce Perşembe (tevriye) günü Minâ'ya hareket
etti. Geceyi orada geçirdi. Arefe günü güneş doğduktan sonra Minâ'dan hareketle,
Müzdelife'yi geçerek Arafat'ta kurulmuş olan çadıra indi.
Zeval vaktinden sonra çadırından çıkıp devesi Kasvâ'ya binen Resulullah,
Arafat vadisinin ortasına geldi ve burada meşhur hutbesini okudu. Öğle ve ikindi
namazları Cem’i takdim ile birlikte kılındı. Ardından akşama kadar dua ile meşgul
oldu. Aynı gün akşamüzeri Arafat'ta iken, artık dinin tamamlandığını bildiren
Kur'an-ı Kerim'in son ayeti nazil oldu: “Bugün size dininizi kemale erdirdim. Size
olan nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslam'ı seçtim." (Mâide/5: 3).
Hz. Peygamber, güneş battıktan sonra, devesi Kasvâ'ya binip Arafat'tan
ayrıldı. Müzdelife'de konaklayıp yatsı vakti girince akşam namazı ile yatsı namazını
cem'i te'hir ile birlikte kıldı ve geceyi orada geçirdi. Bayramın birinci günü sabah
namazından sonra el-Meş'arü'l-Haram'a geldi. Ardından Cemre-i Akabe'de şeytana
ufak taşlardan yedi tane attı. Daha sonra Minâ'ya geldi ve yüz bini aşan ashabına
bir konuşma daha yaptı. Hutbesini bitirdikten sonra kurban kesim yerine geçti ve
kurbanlık develerinden altmış üçünü, ömrünün her yılı için bir tane hesabıyla,
bizzat kendisi kesti. Diğer develeri Hz. Ali kesti. Daha sonra tıraş olup ihramdan
çıktı. Kurban etinden bir parça yiyen ve kalanının Müslümanlara dağıtılmasını
söyleyen Hz. Peygamber, Kâbe'ye geldi ve Tavaf-ı Sadr'ı yaptı. Zemzem kuyusuna
gidip su içti. Sonra tekrar Minâ'ya dönerek bayram günlerini burada geçirdi.
Çarşamba günü Harem-i Şerife dönüp veda tavafını yaptı. Böylece haccını
tamamlayıp Medine'ye doğru yola çıktı (29 Zilhicce 10 /26 Mart 632)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Hz. Peygamber'in Arefe günü Arafat'ta 120.000 civarındaki topluluğa
okuduğu ve sahabileriyle vedalaştığı bölümler dolayısıyla "Veda Hutbesi" olarak
isimlendirilen ve İslam dininin temel prensiplerini özet bir şekilde sunan hutbesi,
temel insan hakları bakımından eşsiz bir vesikadır. Bu hutbenin ilgili kaynaklardan
yapılan bir derlemesi şöyledir:
"Hamd ve şükür Allah'a mahsustur; O’na hamd eder ve O’ndan yardım
isteriz. Allah kime hidayet nasip ederse, artık onu kimse saptıramaz, sapıklığa
düşürdüğünü de kimse hidayete ulaştıramaz. Şehadet ederim ki, Allah'tan başka
ilah yoktur, tektir, eşi ortağı ve dengi benzeri yoktur. Yine şehadet ederim ki,
Muhammed O’nun kulu ve Resulüdür.
Ey insanlar! Sözlerimi iyi dinleyin. Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle
burada bir daha buluşamayacağım. Ey insanlar! Bu günleriniz nasıl mukaddes bir
gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz Mekke nasıl mübarek bir
şehir ise, canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da öyle mukaddestir, her türlü taarruzdan
korunmuştur.
Ashabım! Yarın rabbinize kavuşacak ve bugünkü her hâl ve hareketinizden
muhakkak sorguya çekileceksiniz. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de
birbirinizin boynunu vurmayın. Bu vasiyetimi burada bulunanlar bulunmayanlara
bildirsin. Olabilir ki bildirilen kimse, burada işitenden daha iyi anlayarak itaat eder.
Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine iade etsin. Faizin her
türlüsü kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Ancak borcunuzun aslını vermeniz
gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme maruz kalınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık
yasaktır. Cahiliyeden kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır.
Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamıyla kaldırılmıştır.
Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah'tan
korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınlarınızı Allah emaneti olarak aldınız. Onların
namus ve iffetlerini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde
hakkınız olduğu gibi, onların da sizin üzerinizde hakları vardır.
Ey Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Müslüman
Müslümanın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Din
kardeşinize ait olan hakka tecavüz helâl değildir. Ashabım! Nefsinize de
zulmetmeyiniz. Nefislerinizin de üzerinizde hakkı vardır.
Ey Müminler! Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi muhafaza ediniz. Arabın Arap
olmayana, Arap olmayanların da Araplara karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Bütün
insanlar Âdem’dendir. Âdem de topraktandır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde soy
üstünlüğü yoktur. Allah katında üstünlük Allah'tan hakkıyla korkma, takva iledir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
Ey inananlar! Size iki emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça asla
yolunuzu şaşırmazsınız. Bu emanetler, Allah'ın kitabı Kur'an ve O'nun
peygamberinin sünnetidir.
Ey insanlar! Devamlı dönmekte olan zaman, Allah'ın gökleri ve yeri yarattığı
günkü durumuna dönmüştür. Bir yıl on iki aydır, bunlardan dördü, Zilkade, Zilhicce,
Muharrem ve Receb, mukaddes aylardır.
Ashabım! Bugün şeytan sizin şu topraklarınızda yeniden saltanat ve nüfuz
kurma gücünü ebedî olarak kaybetmiştir. Fakat size yasakladığım bu şeyler dışında,
küçük gördüğünüz şeylerde şeytana uyarsanız, bu da onu sevindirir, ona cesaret
verir. Dininizi muhafaza etmek için bunlardan da uzak durunuz.
Ashabım! Allah'tan korkun, beş vakit namazınızı kılın, Ramazan orucunuzu
tutun, malınızın zekâtını verin, amirlerinize itaat edin. Böylece Rabbinizin
cennetine girersiniz.
Peygamberimiz, hutbesinin sonunda ashabına şöyle dedi: "Tebliğ ettim mi?
Bu muhteşem kalabalık hep bir ağızdan:
"Evet! Ey Allah'ın Resulü tebliğ ettin." karşılığını verdiler. Bunun üzerine
Sevgili Peygamberimiz, üç defa:
"Şahit ol ya Rab!" dedikten sonra, "Burada hazır olanlar, benim
söylediklerimi burada bulunmayanlara tebliğ etsinler." buyurdu.
Bu veciz konuşma, dinleyenlerin tamamının işitebilmesi için gür sesli
sahabiler tarafından tekrarlanmıştı.
Bu konuşmayı yaptıktan yaklaşık üç ay sonra vefat eden Hz. Peygamber,
vasiyeti özelliğini taşıyan ve en önemli hususları dile getirdiği bu hutbesinde, insan
hayatının, malının ve namusunun mukaddes ve dokunulmaz olduğunu beyan
etmiş; can, mal ve ırz emniyetinin önemini açıklamıştır. Toplum düzenini bozan,
can, mal ve ırz emniyetini ortadan kaldıran Cahiliye devrinin içki, kumar, faiz ve kan
davası gibi bütün kötü âdetlerinin kaldırıldığını bir kere daha ilan etmiştir. Bu yanlış
inançların yerine insanların insan olma açısından eşit olduklarını, bütün insanların
Hz. Âdem'den, onun ise topraktan yaratıldığını hatırlatmıştır. Müminlerin kardeş
olduğunu; erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler
üzerinde hakları bulunduğunu vurgulamak suretiyle toplumda dirlik ve düzeni
sağlayan üstün değerleri dile getirmiştir. Kısaca insanlığın birinci derecede dikkate
alması gereken temel ilkeleri özetlemiştir.
Hz. Peygamber, bir daha hac yapamadığı ve haccı esnasında ashabıyla
vedalaştığı için bu haccına "Veda Haccı" denilmiştir. Daha ziyade bu isimle meşhur
olmakla birlikte, Hz. Peygamber'in ilk haccı olması dolayısıyla "Haccetü'l-İslam",
hac esnasında hac ibadetinin bütün hükümlerini ve rükünlerini açıklamış ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
uygulamış olması bakımından "Haccetü'l-Belâğ", İslam ahkâmının hac ibadetiyle
tamamlanmış olması dolayısıyla da "Haccetü'l-kemâl ve't-tamâm" adları verilmiştir.
Yalancı Peygamberlerin Zuhuru
Veda haccından döndükten bir süre sonra Hz. Peygamber'in sağlığı bozuldu.
Aynı günlerde Yemen'de Esved el-Ansî isimli birinin peygamberlik iddiasıyla ortaya
çıktığı duyuldu. Mensubu olduğu Ans ve Mezhic kabilesinin diğer kollarının
desteğini sağlayan Esved, 600 kadar taraftarıyla San'a'ya saldırdı. Vali Şehr b.
Bâzân'ı öldürdü ve onun karısı Âzâd'la zorla evlenip bölgeye hâkim oldu. Hz.
Peygamber, bölgedeki valilere ve ileri gelenlere onun ortadan kaldırılması için
mektup gönderdi. Sonunda Esved, zorla evlendiği Âzâd'ın yardımıyla öldürüldü.
Onun Hz. Peygamber'in vefatından beş veya bir gün önce öldürüldüğü zikredilir.
Öte yandan hicretin onuncu yılında Benî Hanife kabilesi heyetiyle Medine'ye gelip
İslam'ı kabul ettiğini açıklayan Müseylimetülkezzâb da Yemâme'ye döndükten
sonra peygamberlik iddiasında bulundu. Kendisine gönderilen elçinin yeniden
İslam'a dönme teklifini reddettiği gibi, yazdığı bir mektupla Hz. Peygamber'e
Arabistan'ı paylaşmayı teklif etti. Resul-i Ekrem, ona verdiği cevapta, yeryüzünün
Allah'a ait olduğunu ve kullarından dilediğini ona varis kılacağını bildirdi. Gelişmeler
böyle devam ederken Hz. Peygamber vefat etti ve Müseylime, Hz. Ebubekir
döneminde ortadan kaldırıldı.
Üsâme Ordusunun Hazırlanması
Hz. Peygamber, hicretin 11. yılı Safer ayının sonlarına doğru (632 Mayıs
sonları), Mûte savaşının cereyan ettiği bölgeye göndermek üzere bir ordu
hazırlamış; ordunun başına komutan olarak Mûte şehidi Zeyd b. Hârise'nin 18-19
yaşlarında olan oğlu Üsâme'yi tayin etmişti. Ancak tam o günlerde Hz. Peygamber
son hastalığına yakalandı. Hazırlanan ordu Medine'nin dışında Cüruf mevkiinde
karargâh kurmuştu. Bazı sahabiler, Hz. Ebubekir ve Ömer gibi yaşlı sahabilerin
bulunduğu bir orduya genç ve tecrübesiz olan Üsâme'nin komutan yapılmasını
eleştirmeye başlamışlardı. Bunu duyan Hz. Peygamber, mescide gitti, “Daha önce
onun babasını kumandan tayin etmeme de karşı çıkmıştınız! Babası komutanlığa
nasıl layık idiyse, oğlu da layıktır." diyerek itirazların yersizliğini açıkladı. Bu sırada
Resulullah'ın hastalığı ağırlaşınca Üsâme beklemeyi tercih etti. Onun vefatı
dolayısıyla hareketi, Hz. Ebubekir dönemine kaldı.
Hz. Peygamber’in Vefatı (8 Haziran 632 / 13 Rebiülevvel 11)
Hz. Peygamber, Safer ayının son günlerinde rahatsızlandı. Hz. Meymûne'nin
odasında tutulduğu hastalığının ilk günlerini, yine sırayla eşlerinin odalarında
kalarak geçirdi. Ancak rahatsızlığı giderek arttığı için, beşinci gününden itibaren,
diğer hanımlarının rızasıyla Hz. Âişe'nin odasında kalmaya başladı ve son günlerini,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
içinde defnedileceği bu odada geçirdi. Önceleri hasta hâlinde mescide çıkıp
namazları kıldırdığı hâlde, son üç gününde mescide çıkamaz hâle geldi. Mescide
son çıkışlarında ashabına önemli hatırlatma ve tavsiyelerde bulundu. Camiye
çıkamadığı üç gün içinde, namazları Hz. Ebubekir'in kıldırmasını emretti. Bu üç gün
zarfında ancak bir vakit namaza çıktı ve ashabına son defa namaz kıldırdı. Bu
namazın ardından yaptığı son konuşmasında şu tavsiyelerde bulundu:
"Ey insanlar! Size Ensar hakkında hayırlı olmanızı, onlara karşı iyi
davranmanızı tavsiye ederim. Onlar benim has cemaatim ve sırdaşlarımdır. Onlar
sizi vaktiyle evlerinde misafir etmediler mi? Her hususta sizi nefislerine dahi tercih
etmediler mi?
Ey insanlar! Bugün halk, Medine'de günden güne çoğalmakta, hâlbuki Ensar,
yemek içindeki tuz kadar azalmaktadır. Sizden biriniz iş başına geçer de iyilik veya
kötülük edebilecek nüfusa sahip olursa, Ensar'ın iyiliklerinin karşılığını versin,
kusurlularının da günahlarını bağışlasın.
Ashabım! İlk Muhacirlere de hürmet etmenizi vasiyet ederim. Bütün
Muhacirler de birbirlerine karşı iyi davransınlar. Her iş Allah'ın izin ve iradesiyle
cereyan eder. Allah'ın iznine, iradesine karşı gelmeye çalışanlar en sonunda
muhakkak yenik düşerler. Allah'ı aldatmak isteyenler de muhakkak aldanırlar.
Ey insanlar! Peygamberinizin irtihalini düşünerek telaşa kapıldığınızı işittim.
Hangi peygamber gönderildiği ümmeti arasında ebedî kalmıştır ki, ben de sizin
aranızda sonsuza kadar kalayım? Biliniz ki, ben de Rabbime kavuşacağım ve buna
hepinizden daha müstahakım. Yine biliniz ki siz de bana kavuşacaksınız.
Buluşacağımız yer de Kevser havuzunun kenarıdır. Orada benimle buluşmak
isteyenler, ellerini ve dillerini günahlardan çeksinler. Allah Teala, bir kulunu dünya
hayat ve nimeti ile kendi nezdindeki ahiret hayat ve saadeti arasında muhayyer
bıraktı. O kul da Allah nezdindekini seçti. (Bu sırada Hz. Ebubekir ağlamaya
başlamıştı. Resulullah, ona hitap ederek konuşmasını devam ettirdi) Ey Ebubekir
ağlama! Gerek arkadaşlık gerek mal fedakârlığı itibariyle bana en çok yardımcı olan
Ebubekir'dir. Ümmetimden birini kendime halil (dost) edinseydim hiç şüphesiz
Ebubekir'i seçerdim. Ancak din kardeşliği, şahsi kardeşlikten üstündür. Mescitte
Ebubekir'in kapısından başka kapatılmadık hiçbir kapı kalmasın."
Bir gün öğle üzeri hastalığının biraz hafiflediğini hissetti. Hz. Abbas ve Hz.
Ali'nin yardımıyla mescide çıktı. O esnada cemaat namaza durmuştu; Hz. Ebubekir
onun geldiğini anlayınca mihrabı ona bırakmak istedi. Ancak Hz. Peygamber
namaza devam etmesi için işaret etti onun yanında namaza durdu. 13 Rebiülevvel
Pazartesi günü hastalığı yine biraz hafiflemişti. Hz. Âişe'nin odasından, sabah
namazını kılmakta olan ashabına baktı. Durumu fark eden sahabiler, onun
iyileşmekte olduğunu sanıp sevinmişlerdi. Ancak tekrar yatağına uzandı, son
nefesini vermeden kölelere iyi davranmayı, onları giydirmeyi, yedirmeyi, yumuşak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
30
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
söz söylemeyi ve namazı aksatmamayı tavsiye etti. Ateşi oldukça yüksekti, ellerini
yanındaki su kabına batırıyor ve devamlı Kelime-i tevhit getiriyordu. Aynı gün
"Refîk-i A'la'ya" (en yüce dosta) diyerek ruhunu teslim etti. Ebedî âleme göçtüğü
sırada 63 yaşında bulunuyordu (13 Rebiülevvel 11/8 Haziran 632).
Resulullah'ın vefatı Müslümanları son derece üzmüş, onları mateme
boğmuştu. Öyle bir şaşkınlığa düşmüşlerdi ki, peygamberlerin de diğer insanlar gibi
öleceği gerçeğini sanki unutmuşlardı. Hâlbuki daha bir iki gün önce Resulullah, son
konuşmasında bu gerçeği kendilerine tekrar hatırlatmıştı. Ne var ki, metanetiyle
bilinen Hz. Ömer bile onun ölmediğini söylüyor, bu haberin doğruluğuna inananları
ölümle tehdit ediyordu.
Onları bu şaşkınlıktan kurtaran Hz. Peygamber'in en yakın arkadaşı Hz.
Ebubekir oldu. Acı haberi Sunh mevkiindeki evinde alan Hz. Ebubekir, doğruca
Mescid-i Nebevî'ye geldi. Etrafa bakmaksızın Hz. Peygamber'in bulunduğu odaya
girdi. Yüzünü açıp gözyaşları içinde, "Babam ve anam, yolunda feda olsun ya
Resulallah! Sağlığında güzeldin; ölümünde de aynı şekilde güzelsin." dedi. Sonra
eğilip yüzünü öperek üzerini örttü. Ardından dışarı çıktı ve şaşırmış bir hâlde
bekleşen Müslümanları teskin eden önemli bir konuşma yaptı. Konuşmasının
sonuna doğru, "İçinizde Muhammed'e tapanlar varsa, iyi bilsinler ki, Muhammed
artık ölmüştür. Allah'a tapanlara gelince, bilsinler ki, Allah bakîdir, asla ölmez."
dedi. Arkasından şu ayeti okudu:
"Muhammed sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelipgeçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse geriye mi döneceksiniz? Her kim ökçeleri
üzerinde geriye dönerse Allah'a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri
mükâfatlandıracaktır." (Âl-i İmrân/3: 144).
Hz. Ebubekir'in bu konuşması, ashabı sakinleştirdi. Resulullah'ın öldüğü
gerçeğini acı da olsa kabullenmişlerdi. Bunun ardından Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer,
Hz. Peygamber'in yakın akrabalarıyla birlikte, cenazenin bulunduğu odaya girdiler.
Bu sırada Ensar'ın aralarından birini halife seçmek üzere Benî Sâide gölgeliğinde
toplandığı haberini alan Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde'yi alarak oraya gitti.
Orada yapılan görüşmelerin sonunda Hz. Ebubekir halife seçildi. Pazartesi günü
öğleden sonra vuku bulan vefatının ardından, Hz. Peygamber'in cenazesi ancak salı
günü hazırlanabildi. Onu Hz. Ali yıkadı, Hz. Abbas ve oğullarıyla Üsâme ve Şükran
ona yardımcı oldular. Kefenlendikten sonra cenaze sedirin üzerine konuldu. Onun
cenaze namazı, vefat etmiş olduğu odada, önce erkekler, arkasından kadınlar, daha
sonra da çocuklar olmak üzere küçük gruplar hâlinde imamsız olarak kılındı.
Resulullah'ın defnedileceği yer hususunda ihtilaf çıkmıştı. Mescid-i Nebevî'ye
veya Bakî kabristanına defnedilmeli diyenler oldu. Bu esnada Hz. Ebubekir,
peygamberlerin öldükleri yerlere gömüleceklerini bildiren hadisi hatırlattı. Bunun
üzerine, Hz. Âişe'nin odasına kazılan kabre, Salı'yı Çarşamba'ya bağlayan gece
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
31
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
defnolundu. Daha sonraki yıllarda Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer de onun yanına
defnedildiler.
Hz. Peygamber’in Mirası
Hz. Peygamber, yetim olarak dünyaya geldi, annesinin, dedesinin ve
amcasının himayesinde büyüdü. Çocukluğunda önce çobanlık yaptı, ardından
ticaretle uğraşıp amcasının geçimine katkı sağladı. Zengin bir hanım olan Hz. Hatice
ile evlenince onun evine geçti ve maddi durumu iyileşti. Ancak Medine'ye hicret
ettiğinde herhangi bir mal varlığı yoktu. Diğer Muhacirler gibi bir süre Ensarın
yardımıyla geçindi. Bedir Gazvesi'nden sonra nazil olan ve ganimetlerin beşte
birinin Allah'a, Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait
olduğunu bildiren ayet (Enfâl/8: 41), Peygamber ailesinin başlıca geçim yolunu
belirlemiş oldu. Hz. Peygamber, savaşa katılan asker sıfatıyla, gaziler arasında
paylaştırılan ganimetten kendisine düşen hisseyi de alırdı. "Safiy" denilen ve
ganimetlerin taksiminden önce komutanın tercihine bırakılan komutanlık hakkı
hususunda ise, bazen bir kılıç, bazen bir at, bazen bir köle veya cariye gibi sembolik
bir tercih yapar, hiçbir şekilde maddi değeri fazla olan bir mal almazdı.
Hz. Peygamber'i öldürmek maksadıyla tuzak kurmaları sebebiyle Medine'den
savaşsız bir şekilde sürgün edilen Benî Nadîr Yahudilerinin ganimet "fey" denilen
toprakları da, bu konuda inen ayet gereğince onun tasarrufuna bırakıldı. Hayber ve
Fedek arazilerinden gelen yıllık ürünün belli bir miktarı da ilave edildi. Fethedilen
yerlerden alınan bazı malların yanı sıra Uhud Gazvesi'ne katılan mühtedi sahabi
Muhayrîk en-Nadrî, savaşta şehit düşerse, hurma bahçelerinin gelirinin Resul-i
Ekrem'e bırakılmasını vasiyet etmişti. Hz. Peygamber, kendisine verilen hediyeleri
de kabul ederdi.
Hz. Peygamber, peygamberliği veya devlet başkanlığı dolayısıyla herhangi bir
ücret almıyordu. Fakirlere verilmesi gereken zekâttan ve diğer vergi gelirlerinden
de hiçbir şekilde yararlanmazdı. Zekâtın ve vergi gelirlerinin kendisi ve aile fertleri
için helal olmadığını söylerdi. Buna göre, Hz. Peygamber'in ana gelirleri;
 Enfâl suresinin 41. ayetine göre, ganimetlerin beşte birinden kendisine tahsis
edilmiş olan hisse ve ayrıca asker sıfatıyla ganimetlerden payına düşen
miktar.
 Sulh yoluyla ele geçirilen arazilerden elde edilen gelir. Fedek arazisi bunun
en meşhur örneğidir.
 Çeşitli hediyelerden ibaretti.
Hz. Peygamber kendisi son derece mütevazi bir hayat sürer, bu kalemlerden
elde edilen malını Müslümanların ihtiyaçlarına harcardı. Elde ettiği geliri hemen
ihtiyaç sahiplerine dağıttığı için bazen birkaç gün yemek yemediği, gün boyu aç
kaldığı, evinde bir iki ay boyunca yemek pişmediği olurdu. Hz. Peygamber vefatı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
32
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
öncesinde zırhını rehin bırakarak bir Yahudiden 30 ölçek arpa almıştı. Vefatı
sırasında zırhı Yahudinin elinde bulunuyordu (Buhârî, Cihâd: 89, Megâzî: 86;
Müslim, Müsâkât: 124-126). Ölümünden kısa bir süre önce elinde kalan 7
dirhemin, bununla Allah'ın huzuruna çıkmaktan hayâ edeceğini söyleyerek fakirlere
dağıtılmasını istedi. Dolayısıyla Hz. Peygamber, geride para veya mal olarak
zikredilmeye değer maddi bir miras bırakmadı. Mirasının tamamı sadece bir katır,
birkaç silah ve sadaka olarak ayırdığı birkaç araziden ibaretti. Arazilerin gelirinin
ailesi için harcanmasını ve kalanının devlet hazinesine devredilmesini emretmişti.
Ashab-ı kiramdan Amr b. Hâris, Peygamberimiz'in terekesiyle ilgili olarak
şöyle demiştir:
"Resul-i Ekrem, ölümünde ne bir dirhem ne bir dinar ne bir cariye ne de bir
mal bırakmıştı. Onun geriye bıraktığı şeyler, beyaz katırı, silahı ve tasadduk ettiği
birkaç arazi parçasından ibaretti (Buhârî, Vesâyâ: 1, Cihâd: 61, 86)".
Resulullah (s), savaşsız ele geçirilen ve hukuki bakımdan kendisinin
tasarrufuna bırakılan Fedek hurmalıklarını, Medine'deki bir bağı ve Hayber
arazisindeki hissesini vakfetmişti. Hz. Fâtıma, babasının bu arazilerinin kendisine
kaldığını düşünerek Hz. Ebubekir'e müracaat ettiğinde, Hz. Ebubekir,
Peygamberimiz'in, "Biz peygamberler, miras bırakmayız. Bıraktığımız mal
sadakadır." hadisini aktardıktan sonra şöyle dedi:
"Şimdi bu vakıf malından Muhammed ailesi yiyerek istifade edebilir. Ancak
bundan fazla hakları yoktur."
Hz. Peygamber, maddi olarak zikredilmeye değer bir miras bırakmamasına
karşılık, başta ümmetine olmak üzere bütün insanlığa, onların kurtuluşunu
sağlayacak, son derece büyük manevi bir miras bıraktı. Veda hutbesinde de
belirttiği gibi Kur'an ve sünnetten meydana gelen bu miras, insanları hidayet ve
selamete kavuşturan ve bu açıdan hiçbir alternatifi olmayan tek miras olarak
kalacaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
33
Özet
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
•Hudeybiye Antlaşması, İslam'ın Medine döneminde yeni bir sürecin
başlangıcı oldu. Mekke müşriklerinin Medine İslam Devleti'ni resmen
tanıdığı bu antlaşmayla, davet için bir sulh ortamının sağlanmasının
yanı sıra, düşman ittifakı da parçalanmış, İslâm düşmanlığının ikinci
merkezi haline gelen Hayber yalnız bırakılmıştı. Hz. Peygamber, bir
taraftan hükümdar ve emirlere dâvet mektupları gönderdi, bir taraftan
da Hayber'in fethini gerçekleştirdi. Ayrıca İslam'ın yayılışı hızlandı, bazı
kabileler, kendiliklerinden Medine'ye siyâsî heyetler göndermeye
başladılar. Bu arada Kazâ umresi yerine getirilip Kâbe ziyaret edildi. Bu
ziyaret Mekkeliler'in Müslümanlar hakkındaki düşüncelerini müsbet
yönde etkiledi.
•Resul-i Ekrem bütün insanlığa son peygamber olarak gönderilmiştir.
Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra Bizans ve Sasani imparatorlarına,
Habeş hükümdarına, Mısır mukavkısı'na, Umân melikine mektup
gönderip İslam'a dâvet etmesi bunu göstermektedir.
•Hz. Peygamber'in amacı insanlara İslam'ı anlatmaktı. Son çare olarak
başvurduğu savaş ise caydırıcı olmak ve İslam'ın önündeki engelleri
kaldırmak içindir. Bununla birlikte o, savaş durumunda da insani
ilkelerden taviz vermemiştir. Gönderdiği birliklere önce muhataplarını
İslam'a dâvet etmelerini istemiş, savaş sırasında kadın, çocuk ve
yaşlıların öldürülmemesini, ağaçların kesilmemesini, mamur yerlerin
yıkılmamasını emretmiştir.
•8 /630 yılında Mekke'nin fethinin ardından Kureyşliler'in, Huneyn
Savaşı'nın ardından da kalabalık Hevâzin kabilesinin İslam'ı kabul
etmesi, İslamiyet'in kısa süre içinde bütün Arabistan'a yayılmasına
zemin hazırladı. Tebük seferiyle de, önemli siyasi bir zafer kazanılmış;
ayrıca Arabistan'ın kuzey kısmı İslam hâkimiyetine girmişti. Bu
gelişmeler üzerine, Arabistan'ın çeşitli bölgelerinde yaşayan kabileler,
Medine'ye heyetler göndermeye başladılar. İslam’a girmek için adeta
Kureyş'in İslamiyeti kabulünü bekleyen bu kabileleri temsil eden
heyetlerin sayısı gittikçe artıyor; Medine'ye gelen heyetler Hz.
Peygamber'e İslam’a girdiklerini açıklıyorlardı. Kabile heyetleri en
yoğun olarak hicretin 9. yılında (630-631) geldiler. Onun için bu yıla
"heyetler yılı/senetü’l-vüfûd" denildi. Heyetlerin gelişi onuncu yılda da
devam etti. Hz. Peygamber'in vefatı sırasında İslam bütün Arap
yanmadasına yayılmış bulunmaktaydı.
•İslam'da insanın sadece insan olması itibariyle birçok hakkı vardır. Can
ve mal emniyetinin sağlanması, din ve vicdan hürriyeti bunların başında
gelir. Irk ve renk ayırımı yoktur. Allah katında herkes eşittir. Üstünlük
takva iledir. Hz. Peygamber, hicretin onuncu yılında ashabıyla birlikte
hacca giderek ilk ve son haccı olan Veda Haccı'nı ifa etti. Bu haccı
sırasında yaptığı konuşmalarda, İslâm dininin en önemli ilkelerini veciz
bir şekilde açıkladı. Temel insan haklarını dile getirdiği Veda Hutbesi
sırasında ashabıyla vedalaştı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
34
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Hudeybiye Musalahası’nda Mekke müşriklerini kim temsil etti?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Ebû Sûfyan
b) Ebû Cehil
c) Süheyl b. Amr
d) Ebû Leheb
e) Safvân b. Ümeyye
2. Hayber Yahudilerinin akıbeti ne oldu?
a) Yarıcı olarak topraklarında kaldılar.
b) Hayber’den Suriye’ye sürgün edildiler.
c) Mekke’ye yerleştiler.
d) Toptan idam edildiler.
e) Müslüman olup Medine’ye yerleştiler.
3. Mûte savaşında Hz. Peygamber’in tayin ettiği üç komutan sırasıyla şehit
oldu. Askerlerin kendi aralarından seçtikleri dördüncü komutan kimdir?
a) Hz. Hamza b. Abdülmüttalib
b) Hz. Ali b. Ebî Tâlib
c) Hz. Ömer b. el Hattab
d) Hz. Hâlid b. Velid
E) Hz. Amr b. el-Âs
4. Huneyn savaşında İslam ordusu hangi kabile ile savaştı?
a) Hevâzin kabilesi
b) Müzeyne kabilesi
c) Mustalıkoğulları kabilesi
d) Gatafan kabilesi
e) Hazrec kabilesi
5. Tebük seferi için aşağıdaki cümlelerin hangisi doğrudur?
a) Bu sefer Mekke müşriklerine karşı yapılmıştır.
b) Hz. Peygamber’in katıldığı son seferdir.
c) Hz. Peygamber, bu sefere katılmamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
35
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
d) İslam ordusunun hiçbir zorluk çekmediği bir seferdir.
e) Düşman ordusu savaştan sonra İslam’ı kabul etti.
Cevap Anahtarı:
1. c 2.a 3.d 4.a 5.b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
36
Hudeybiye’den Hz. Peygamber’in Vefatına Kadar Medine Dönemi
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ağırman, Mustafa, “Hz. Peygamber’in Savaş Stratejisi”, Bütün Yönleriyle Asr-ı
Saadette İslam, Editör: Vecdi Akyüz, İstanbul 2006.
Algül, Hüseyin, İslam Tarihi, İstanbul 1986.
Apak, Âdem, Anahatlarıyla İslam Tarihi, İstanbul 2006.
Bûtî, Said Ramazan, Fıkhu’s-Sîre, Çevirenler: Ali Nar-Orhan Aktepe, İstanbul 2003.
Fayda, Mustafa, "Muhammed", TDV İslam Ansiklopedisi, XXX, 408-423.
Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, Çeviren: Salih Tuğ, İstanbul 1980.
Hamidullah, Muhammed, Hz. Muhammed’in Savaşları, Çeviren: Salih Tuğ, İstanbul
1972.
Heykel, Muhammed Hüseyin, Hz. Muhammed’in Hayatı, Çeviren: Vahdettin İnce,
İstanbul 2000.
Karakılıç, Celaleddin, Hz. Muhammed’in Hayatı ve Eşsiz Ahlâkı, Ankara 2006.
Köksal, M. Asım, İslam Tarihi, İstanbul 1980.
Mahmudov, Elşad, Sebepleri ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamber'in Savaşları,
İstanbul 2010.
Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Diyanet İşleri Başkanlığı,
Ankara 2007.
Şibli, Mevlânâ, Asr-ı Saadet, Çeviren: Ömer Rıza Doğru, İstanbul 1977.
Şulul, Kasım, Hz. Peygamber Devri Kronolojisi, İstanbul 2003.
Yeniçeri, Celal, Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat, İstanbul 2000.
Yiğit, İsmail-Küçük, Raşit, Hz. Muhammed, İstanbul 2007.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
37
• Hz. Peygamber'in Yahudilerle İlişkileri
• Hz. Peygamber'in Hıristiyanlarla İlişkileri
• Hz. Peygamber'in Mecusilerle İlişkiler
• Ehl-i Kitab ve Cizye Uygulaması
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
HZ. PEYGAMBER’İN YAHUDİLER,
HRİSTİYANLAR VE MECUSİLER’LE
İLİŞKİLERİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• İslam’ın doğuş dönemindeki kitaplı dinleri
tanımlayabilecek
• Müşrik ve Ehl-i Kitap ayrımını yapabilecek
• Medine, Yemen, Necran, Mısır, İran, San’a ve
Aden’in coğrafi konumunu gösterebilecek
• Ehl-i Kitap, Gayr-i Müslim, Zimmî, Mecusi ve
Sabiî kavramlarını açıklayabilecek
• Cizye uygulamasını kavrayabilecek
• Ehl-i kitaba bütüncül bir şekilde
bakabileceksiniz.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
7
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
GİRİŞ
Hz. Muhammed, İslâm dinini tebliğ etmeye başladığı sırada Arap
yarımadasında putperest Müşrikler, Hristiyanlar, Yahudiler, Mecusiler ve Sabiîler
gibi farklı inanış sahipleri bulunuyordu. Hz. Peygamber Mekke ve Medine
dönemlerini içine alan tebliğ süreci boyunca din, dil, millet farkı gözetmeksizin
mesajını herkese ulaştırmaya çalışmıştır. Bu safhada en çok muhatap olduğu kesim
ise Arap Müşrikler’di. Önceki altı ünitede Hz. Peygamber’in Arap Müşrikler’le olan
ilişkileri ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır.
Hicaz bölgesinde genellikle kabileler hâlinde ve belli bölgelerde yaşayan
semâvî din mensupları olan kitap ehli gayrimüslimler de nüfuzlu ve etkin
topluluklardı. Bu toplulukların yanı sıra komşu devletlerden Bizans Devleti ve
Habeş Devleti Hristiyanlığı, Sâsânî Devleti ise Mecusiliği resmî din olarak
benimsemişlerdi. Araplar arasında da bu devletlere ve dinlerine tâbî olan kabileler
mevcuttu. Bilindiği üzere Hz. Peygamber’in risaleti öncesinde Yahudi ve
Hristiyanlar kendi kutsal kitaplarında haber verildiği şekilde bir son peygamberin
gelmesini bekliyorlardı. Ancak, pek azı dışında Hz. Muhammed’in peygamberliğini
kabul etmeğe yanaşmadılar. Bununla birlikte Hz. Peygamber Kur’an-ı Kerim’de
belirtilen usul ve kurallara bağlı kalarak Ehl-i kitap mensupları ile iletişimini her
şekilde devam ettirmiştir.
Hz. Peygamber’in gayrimüslimlerle ilişkilerinde öne çıkan önemli gelişmeleri
ise bir arada şu şekilde ele almak mümkündür:
HZ. PEYGAMBER’İN YAHUDİLERLE İLİŞKİLERİ
Yahudiler Hicaz yarımadasının değişik bölgelerinde yaşamaktaydılar.
Özellikle Medine, Hayber, Fedek, Teyma şehirleri Yahudilerin toplu olarak
yaşadıkları merkezler arasında yer alıyordu. Yemen bölgesinde hüküm süren
Himyerliler’in son hükümdarı Zû Nuvas zamanında ise Yahudilik devletin resmi dini
olmuştu. Hz. Peygamber’in dünyaya geldiği zaman diliminde Hicaz bölgesindeki
Yahudi ve Hristiyanlar son peygamberi bekliyorlardı. Kendi kitaplarında verilen
bilgiler ışığında son peygamberin doğumunun yaklaştığını müjdeliyorlardı. Bu
durum Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber verilmiştir:
“Meryem oğlu İsa: ‘Ey İsrailoğulları, doğrusu ben, benden önce gelmiş olan
Tevrat’ı doğrulayan, benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi
müjdeleyen, Allah’ın size gönderilmiş bir peygamberiyim’ demişti. Ama o elçi,
kendilerine belgelerle geldiği zaman: ‘Bu apaçık bir sihirdir’ demişlerdi.” (Saff/61: 6)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
Ancak Yahudi ve Hristiyanlar bu son peygamberin Araplar arasından
çıkmasını kabullenmek istememişlerdir. Bu sebeple Hz. Muhammed’in (s)
peygamber kimliğini tanımamışlar ve İslamiyet’e davetine uymamışlardı. Tarihte ve
Asr-ı Saadet’te Yahudilerin ve Hristiyanların tutumlarına dair Kur’an-ı Kerim’de
geniş bilgiler verilmektedir. Bu semavi din mensupları “kendilerine kitap verilenler”
anlamında kitap ehli, yani Ehl-i kitap veya “Müslümanların dışındaki kimseler”
manasında gayrimüslim şeklinde adlandırılmışlardır.
Ehl-i kitap: Kur’an-ı Kerim’de kutsal kitap sahibi din mensupları olan
Yahudiler ve Hıristiyanlar için kullanılan bir tabirdir. (Bakara/2: 101, 121, 144146; Âl-i İmrân/3: 19-20)
Gayrimüslim: Müslim/Müslüman olmayan anlamında, İslam dinine
inanmayan bütün inanç sahiplerini kasteden bir ifade biçimidir.
Mekke’de az sayıda Yahudi olmakla birlikte, Medine’de önemli bir Yahudi
nüfusu bulunmaktaydı. Tanınan Medineli Yahudi kabileleri Kaynukaoğulları,
Nadîroğulları ve Kurayzaoğulları’dır. Bilindiği üzere Hz. Peygamber Medine’ye
hicretinin ardından ilk olarak Medine’de yaşamakta olan Arap ve Yahudi toplulukla
Sahîfe, Medine Vesikası veya Medine Anayasası adı verilen bir antlaşma yapmıştı.
Bu Medine sözleşmesi ile müşterek bir düşman saldırısı durumunda ortak savunma
yapılması, taraflardan birisinin savaşa girmesi durumunda diğerlerinin tarafsızlığını
koruması ve bir Müslüman ile bir Yahudi’nin anlaşmazlığa düşmesi hâlinde Hz.
Peygamber’in hakemliğine başvurulması kararlaştırılmıştı. Ancak Yahudiler,
görünüşte bu anlaşmaya uyduklarını beyan etseler de Hz. Peygamber’e
muhalefetlerini sürdürerek Mekkeli müşriklere destek vermekten geri
durmamışlardır.
Medine’de Müslümanlarla Yahudiler Kaʻb b. Eşref’in Medine Sözleşmesi’ne
aykırı bir şekilde davranması sebebiyle karşı karşıya gelmişlerdir. Aynı zamanda şair
olan Kaʻb b. Eşref, Müslümanların Bedir’de galip gelmeleri üzerine büyük üzüntü
duymuştu. Hem taziyede bulunmak hem de Kureyş’i Müslümanların aleyhine
tahrik etmek amacıyla yaklaşık kırk adamıyla Mekke’ye gitmiş ve Ebû Süfyân ile
ortak savaş kararı almışlardı. Medine’de de bu tutumunu açıktan sürdürmesi
üzerine Hz. Peygamber, Kaʻb b. Eşref’in öldürülmesini uygun görmüştür. Bunun
üzerine Rebîülevvel 3/Eylül 624’te Muhammed b. Mesleme ve arkadaşları
tarafından öldürülmüştür. Bu hadiseden sonra hayatlarından endişe duyan
Yahudiler, Hz. Peygamber’e müracaat ederek anlaşmalarını yenilemişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
Kaynukaoğulları (Benî Kaynuka)
Kaynukaoğulları Medine’nin güneybatısında oturuyor, Arapça konuşuyor,
ticaret, silah üretimi ve kuyumculukla uğraşıyorlardı. Medineli Araplar’dan Hazrec
kabilesiyle müttefiktiler. Müslümanların Bedir galibiyetini hazmedemeyerek
Müslümanları rahatsız edecek tavırlar sergilemişlerdir. Çarşıda alışveriş yapan bir
Müslüman hanıma tacizde bulunmaları ve olaya karışanların birbirlerini
öldürmeleri ile de ilişkiler tamamen bozulmuştur.
Benî Kaynuka’nın bu olumsuz tutumunu karşılıksız bırakmak istemeyen Hz.
Peygamber Kaynukaoğulları’nın mahallesini on beş gün kuşatarak teslim aldı. Hz.
Peygamber’in emriyle Zilkade 2/Mayıs 624’te Kaynukaoğulları’nın tamamı, verilen
üç günlük mühletin bitiminde Medine’den sürülmüşler ve Suriye bölgesinde
Ezrîat’a yerleşmişlerdir. Kaynukaoğulları taşıyabilecekleri kadar mal varlıklarını
giderken yanlarına almışlardır. Götüremedikleri eşyaları ise Medine’de kalmış ve
bu mallar ganimet hükmünde kabul edilmiştir. Hz. Peygamber, humus hissesinin
taksimini ilk olarak bu ganimetleri paylaştırırken uygulamıştır. “Ganimetin beşte
biri” anlamına gelen humus hissesi, Enfâl suresinin 41. ayetinde şöyle açıklanmıştır:
“Eğer Allah’a ve bir de hak ile batılın ayrıldığı, iki ordunun karşılaştığı gün,
kulumuza indirdiğimize iman etmişseniz ganimetlerin beşte biri Allah’a,
Peygamber’e, yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış olanlara aittir.
Allah, her şeye gücü yetendir.” (Enfâl/8: 41)
Nadîroğulları (Benî Nadîr)
Medineli en kalabalık Yahudi topluluğu olan Nadîroğulları, şehrin dışında
Benî Hatme Mezarlığı civarında oturuyorlardı. Evs kabilesi ile müttefik
durumdaydılar. Bedir Gazvesi’nin ardından Benî Kaynuka’nın sürülmesi ve kendi
kabilelerine mensup şair Kaʻb b. el-Eşref’in öldürülmesi üzerine müşriklerin safında
hareket etmeye başladılar. Nadîroğulları, Hz. Peygamber’le yeniden antlaşma
yapmalarına rağmen Uhud Gazvesi’nin hazırlıkları sırasında Müslümanlar hakkında
Ebû Süfyân’a bilgi sızdırdılar. Uhud’da Müslümanların açık bir üstünlük
kazanamamasından aldıkları cesaretle müşriklerin Hz. Peygamber’e suikast
düzenleme teklifini kabul ederek antlaşmalarını bozmaya kalkıştılar.
Bu suikast girişimini öğrenen Hz. Peygamber, on gün içinde Nadîroğulları’nın
Medine’yi terk etmelerini istemiştir. Benî Nadîr önce bu teklifi kabul etti; ancak
münafıkların ve bazı Arap kabilelerinin yardım gönderecekleri vaadinde
bulunmaları üzerine kalelerine kapanarak yerlerinden çıkmayacaklarını ve
savaşacaklarını ilan ettiler. Önce Benî Kurayza ile tarafsızlık antlaşması yapan Hz.
Peygamber Rebîülevvel 4/Ağustos 625’te Benî Nadîr’in kalesini kuşatmıştır.
Bekledikleri yardım gelmeyen Nadîroğulları, kuşatmaya on beş gün dayanabilmişler
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
ve teslim olmuşlardır. Kendi talepleri üzerine Medine’yi terk etmelerine izin
verilmiş; bir kısmı Suriye ve Ezrîat’a, bir kısmı da Hayber’e yerleşmişlerdir.
Benî Nadîr Yahudilerinin geride bıraktığı mallar, Medine’den
sürülmelerinden sonra nazil olan ve bir adı da Benî Nadîr olan Haşr suresinin 6-10.
ayetlerine dayanarak fey statüsünde kabul edilmiş ve Hz. Peygamber’e tahsis
edilmiştir. Hz. Peygamber bu malların bir kısmını kendisinin ve ailesinin
ihtiyaçlarına sarf etmiş; bir kısmını da ordunun hazırlıkları ve muhtaçlar için
ayırmıştır.
Fey: Barış yoluyla ele geçirilen taşınır veya taşınmaz malları ifade eden bir
terimdir. Halifeler döneminde, İslam devletinin gayrimüslim tebaadan aldığı
cizye, haraç ve ticaret malları vergilerinin ortak adı olmuştur.
Kurayzaoğulları (Benî Kurayza)
Kurayzaoğulları da diğer iki kabile gibi Medine’nin Yahudi nüfusunu
meydana getiriyorlardı. Yerleşim yerleri şehrin güneydoğusunda yer alıyordu. Benî
Nadîr ile birlikte Evs kabilesinin müttefiki idiler. Benî Kurayza, sürgün sonrasında
Hayber’e yerleşmiş olan Nadîroğulları’nın kışkırtmasıyla Hendek Savaşı sırasında
Müslümanlara ihanet etmiştir. Bu durum Medine sözleşmesini bozmaları anlamına
geliyordu. Bu sebeple Hz. Peygamber, Hendek Gazvesi’nin bitiminde vakit
geçirmeden, kalelerine sığınan Benî Kurayza’yı kuşatmıştır.
“Allah, kitap ehlinden, kâfirleri destekleyenleri kalelerinden indirmiş,
kalplerine korku salmıştı; onların kimini öldürüyor, kimini de esir alıyordunuz.
Yerlerini, yurtlarını, mallarını ve henüz ayağınızı dahi basmadığınız yerleri Allah
size miras olarak verdi. Allah her şeye kadir olandır.” (Ahzâb/33: 26-27)
Hz. Peygamber’in İslam’a davetini ve teslim çağrısını reddeden
Kurayzaoğulları, yaklaşık yirmi gün kuşatma altında tutuldular. Çaresiz kalan ve
münafıklardan da bekledikleri yardım gelmeyen Benî Kurayza, mal ve silahlarını
bırakarak birer deve yükü eşyalarını alarak Medine’yi terk etme teklifinde
bulundular. Bu önerileri kabul edilmeyince de kayıtsız şartsız teslim olmak zorunda
kaldılar. Müttefikleri olan Evsliler’in aracılık etmesi üzerine Evsli Saʻd b. Muâz,
Kurayzaoğulları hakkında hüküm vermek üzere tayin edildi. Verdiği hükme
uyacaklarına dair hem Hz. Peygamber’den hem de Benî Kurayza’dan söz alan Saʻd
b. Muâz, savaşabilecek durumdaki erkeklerin öldürülmesini, kadın ve çocukların
esir alınmasını ve mallarına el konmasını karara bağlamıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
Hayber Gazvesi
Hayber, Hicaz yarımadasının kuzeyinde, Medine-Suriye ticaret yolunun
üzerinde bulunan, tarihi milattan önceye giden eski bir yerleşim yeridir.
Medine’den sürüldükten sonra Hayber’e yerleşen Nadîroğulları Suriye-Medine
arasındaki ticaret yolunu kullanan Müslümanların kervanları için tehdit
oluşturmaya başlamışlardı. Ayrıca Mekkeli müşriklerle iş birliği içine girerek onları
ve özellikle de Medine civarındaki Arap kabilelerini Müslümanların aleyhinde
sürekli tahrik ediyorlardı. Hendek Gazvesi’nde (5/627) bu teşviklerinin önemli etkisi
olmuştu.
Hz. Peygamber bu tehlikenin farkındaydı. Hudeybiye’de Mekkeli müşriklerle
saldırmazlık antlaşması yaparak, Yahudilerle aralarında çıkabilecek bir savaş
durumunda onların tarafsız kalmasını sağlamış oldu. Hazırladığı 1500 kişilik bir ordu
ile Hayber’e ulaşarak bazısını savaşla, bazısını barış yoluyla olmak üzere Nâim,
Kamûs, Şık, Netâh, Ketîbe, Vatîh ve Sülâlim kalelerini teslim aldı. Önce bütün
Hayberliler’in yerlerini terk etmelerini isteyen Hz. Peygamber daha sonra
Hayberliler’in yerlerinde kalmalarına, ortakçılık yoluyla topraklarını işlemelerine ve
böylece mahsulün yarısını almalarına izin verdi.
Hayber’in fethi Hicaz yarımadasındaki diğer Arap kabilelerini de etkilemiş,
Müslümanların gerçek gücünü tanımalarına yol açmıştır. Bundan sonra artık
açıktan Müslümanların karşısına çıkmamışlardır. Ayrıca bu zafer ile kuzeyden
gelebilecek Yahudi tehlikesi bertaraf edilerek Mekke’nin fethine giden yoldaki en
önemli engellerden birisi daha aşılmıştır.
HZ. PEYGAMBER’İN HIRİSTİYANLAR’LA İLİŞKİLERİ
Hristiyanlık, Hz. Peygamber İslamiyet’i tebliğ etmeye başladığı sıralarda
Güney Arabistan’da yaygın durumda idi. Ancak Hristiyanlık Araplar arasında geniş
halk kitleleri tarafından benimsenmemiştir. İslam öncesi dönemde Yahudiler ve
Hristiyanlar Yemen’de mücadele hâlinde idiler. VI. yüzyılda son Himyer hükümdarı
Zû Nuvas Yemen’de Hristiyanlığın yayılışına mani olmak için Necranlı Hristiyanlara
baskı yapmış ve dinlerini değiştirmeyince onları ateşli kuyuların içerisinde yakmaya
teşebbüs etmiştir. Burûc suresinin 4-7. ayetlerinde bu hadiseye işaret edilir:
“Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun
çevresinde oturup, inanmış kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları
işkenceleri seyredenlerin canı çıksın” (Burûc/85: 4-7).
Hz. Muhammed’in (s) dünyaya gelişi yaklaştığı sıralarda Necran,
Hristiyanlığın merkezi durumundaydı. Yemen’de Himyerli Zû Nuvas’ı mağlup
ederek hâkimiyeti ele geçiren Habeşliler bölgede Hristiyanlığı yaymaya
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
çalışıyorlardı. Necran, Sana, Aden, Me’rib ve Zafer gibi bölgelerde kiliseler inşa
edilmişti. Habeşli yönetici Ebrehe de Hicaz yarımadasındaki Araplar’ı Sana’da
yaptırdığı kiliseye yönlendirmek için Kâbe’yi yıkma girişiminde bulundu. Ebrehe
içinde filler bulunan ordusuyla Kâbe’yi yok etmek için Mekke’ye geldiğinde
ağızlarında taş taşıyan kuş sürülerinin saldırısına uğramışlar ve geri dönmek
zorunda kalmışlardı. Hz. Peygamber bu hadiseden kısa bir süre dünyaya gelmiş ve
bu seneye “fil yılı” denmiştir.
“Ey Muhammed, fil sahiplerine Rabbinin ne yaptığını görmedin mi?
Onların düzenlerini boşa çıkarmadı mı? Onların üzerlerine, sert taşlar atan
sürülerle kuşlar gönderdi. Sonunda onları yenilmiş ekinler gibi yaptı.” (Fîl/105:
1-5)
Peygamberlik dönemine kadar Hz. Peygamber’in karşılaştığı Hristiyanlar
arasında Busrâ’daki Rahip Bahîra’nın adı geçer. Mekke’de ise az sayıda Hristiyan
bulunmaktaydı. Hz. Peygamber’in eşi Hz. Hatice’nin amcasının oğlu Varaka b.
Nevfel bu kişiler arasında sayılır. Varaka b. Nevfel, Hz. Muhammed’in (s) Hira’da
gördüğünün vahiy meleği Cebrail olduğunu teşhis etmiş ve onun beklenen
peygamber olduğunu açıklamıştır.
Müslümanlar, İslamiyet’in tebliğinin beşinci yılında Habeşistan’ın devlet
başkanı Hristiyan Necâşî Ashame’nin himayesine sığınmışlardır. Hz. Peygamber
müşriklerden işkence gören Müslümanların Habeşistan’a hicret etmelerine izin
vermişti. Hz. Peygamber onu adil bir hükümdar olması sebebiyle övmüştür. Necâşî
de, Mekkeli müşriklere karşı Müslümanları savunmuş ve korumuştur. Bu Mekkeli
Müslüman mültecilerin geriye iadesini talep etmek üzere Necâşî ile görüşmeye
gelen Mekkeli müşriklerden Amr b. el-Âs ve Abdullah b. Ebî Rebîa’nın girişimleri ise
sonuçsuz kalmıştır. Müslümanlar bu şekilde iki kez Habeşistan’a hicret etmişlerdir.
Nasrânî: Kur’an-ı Kerim’de Hıristiyanlar “nasrânî (Âl-i İmrân 3/67)” veya
çoğul şekilde “nasârâ (Bakara/2: 62, 111, 113; Mâide/5: 14, 18)” olarak
adlandırılırlar.
Hristiyan Komşu Devlet Başkanlarına Yazılan İslam’a Davet
Mektupları
Hz. Peygamber hicretin altıncı yılında komşu devletlerin Hristiyan devlet
başkanlarına İslamiyet’e davet mektupları göndermiştir. Bu devletler arasında
Habeşistan, Bizans, Mısır ve Gassânî Melikliği yer alır.
Habeşistan Necâşîsi Ashame’ye giden elçinin adı Amr b. Ümeyye edDamrî’dir. Amr b. Ümeyye, biri İslam’a davet eden, diğeri Habeşistan’da Muhacir
olarak bulunan Ebû Süfyân’ın kızı Ümmü Habîbe’nin Hz. Peygamber ile nikâhının
kıyılmasını ve onunla birlikte Muhacirlerin Medine’ye gönderilmesini isteyen iki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
mektup ve bazı hediyeler götürmüştür. Necâşî Ashame bu davete olumlu cevap
vermiş ve Müslüman olmuştur.
“Resulullah Muhammed’den, Habeşliler’in kralı Necâşî’ye. Kendisinden
başka tanrı olmayan, Melik, Kuddûs, Selam, Koruyucu, Kurtarıcı olan Allah’ın
övgüsünü sana iletirim. Tasdik edip şehadet ederim ki Meryem oğlu İsa, Allah’ın
ruhu ve kelimesidir ve afife, dokunulmamış Meryem’e bırakılmıştır; böylece o
İsa’ya hamile olmuş ve Allah da onu, kendi ruh ve nefesinden olmak üzere
Âdem’i eli ve nefesi ile nasıl yarattı ise onu da öylece yaratmıştır.
Seni tek olan Allah’a çağırıyorum ki onun hiç şeriki yoktur. O’na itaat
konusunda karşılıklı yardıma çağırıyorum; beni takip et, bana uy, bana gelen
şeye iman et! Zira ben Allah’ın elçisiyim. Bu duruma göre seni ve etrafındaki
askerlerini Kâdir ve Azîm olan Allah’a dâvet ediyorum. Nasihat ve sözlerimi kabul
etmenizi tavsiye ederim.
Amca tarafından yeğenim olan Cafer’i beraberinde az sayıda bir
Müslüman kümesiyle birlikte sana doğru hemen yola çıkarıyorum. O, sana varır
varmaz taşıdığın boş ve faydasız gurur ve azameti bir kenara koyup onlara
misafirperverlik göster! Selam, gerçek hidayet yolunu takip eden kimsenin
üzerine olsun. (Mühür:) Muhammed-Resul-Allah.”
Necâşî Ashame bu Muhacirlerin yanı sıra altmış kişilik bir toplulukla birlikte
oğlu Erhâ’yı ve ayrıca yetmiş kişilik Habeşli bir heyeti de yollamıştır. Hz.
Peygamber, Medine’ye gelen heyete Yâsîn suresini okumuş, kalplerinde oluşan
İslam sevgisi üzerine de Mâide suresinin 82. ayeti inmiştir. Hz. Peygamber, bu
heyete bizzat kendisi hizmet etmiştir. Hz. Peygamber 9/630 yılında vefat eden
Ashame için Medine’de Cennetü’l-Bakî’de gıyabî cenaze namazı kılmıştır.
Hz. Peygamber döneminde Mısır, Bizans hâkimiyeti altında yaşıyordu ve
Hristiyanlaşmıştı. Mısır’a davet mektubunu iletmekle görevlendirilen Hâtib b. Ebî
Baltaa Mısır’ı iyi tanıyan bir sahabi idi. O gün Mısır hâkimi olan Mukavkıs’a yazılan
mektubun metni şu şekildedir:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
Allah’ın kulu-kölesi ve Resulü Muhammed’den, Koptlar’ın Büyük Başkanı
el-Mukavkıs’a. Allah’ın selamı, hidayet yoluna girmiş bulunan kimse üzerinde
olsun. Buna göre ben seni, tam bir İslâm dâveti ile çağırıyorum. İslâm’a gir,
sonunda emniyet ve selamet içinde olursun ve Allah sana iki defa sevap
verecektir; şayet bundan kaçınacak olursan, bütün Koptlar’ın günahı senin
üzerinde toplanacaktır. Ve siz ey Kitap sahipleri! Gelin, sizinle bizim aramızda
müşterek olan bir tek kelimede, Allah’tan başka tanrıya tapmamak, O’na hiçbir
şeyi şerik ve ortak koşmamak, Allah’tan başka aramızda hiçbir kimseyi amir ve
efendi yapmamak hususunda birleşelim. Şayet onlar sırtlarını dönüp kaçınacak
olurlarsa şöyle deyiniz: ‘Siz şahit olun ki kesinlikle bizler, Allah’a itaat edip teslim
olan Müslümanlarız.’ (Mühür:) Muhammed-Resul-Allah.”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
Mukavkıs, bu davet mektubuna nazik bir şekilde ret cevabı vermiştir.
Cevabını götüren elçi ile birlikte de Hz. Peygamber’e iki kadın köle, bir elbise ve bir
katırı hediye olarak göndermiştir. Bu hanımlardan Mâriye, Hz. Peygamber ile
evlenmiş ve İbrahim’i dünyaya getirmiştir.
Bizans ve Sâsânî devletlerinin arasında uzun seneler devam eden savaşlar
olmuştur. Bu savaşları uzaktan takip eden Mekkeli müşrikler Sâsânî Devleti’nin
tarafını tutuyorlardı. Hz. Peygamber ise İranlılar’a karşı yaptıkları savaşta Bizans’ı
desteklemiş ve on yıldan daha az bir zaman içerisinde Bizans’ın galip geleceğini
haber vermiştir. Kur’an-ı Kerim’de açık bir şekilde işaret edildiği şekilde Bizans
Devleti 628 senesinde Ninova’da Sâsânî Devleti’ne karşı zafere kavuşmuştur:
“Rumlar en yakın bir yerde yenildiler; onlar bu yenilgilerinden sonra üç
ile dokuz yıl arasında galip geleceklerdir. İş, eninde sonunda Allah’a aittir. İşte o
gün, inananlar, istediğine yardım eden Allah’ın yardımına sevineceklerdir. O
güçlüdür, merhametlidir. Bu Allah’ın vaadi; Allah verdiği sözden caymaz, fakat
insanların çoğu bilmezler.” (Feth/30: 2-6)
Bu zaferden birkaç ay sonra imzalanan Hudeybiye sulh antlaşmasının
ardından Hz. Peygamber, elçi Dihye el-Kelbî’nin eliyle Heraklius’a şu mektubu
göndermiştir:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
Allah’ın kulu-kölesi ve Elçisi Muhammed’den, Rumlar’ın Başbuğu
Heraklius’a. Allah’ın selamı, hidayet yoluna girmiş bulunan kimse üzerinde olsun.
Buna göre ben seni, tam bir İslam daveti ile çağırıyorum. İslam’a gir, sonunda
emniyet ve selamet içinde olursun ve Allah sana iki defa sevap verecektir; şayet
bundan kaçınacak olursan, köylülerin günahları da senin üzerinde toplanacaktır.
Ve siz ey Kitap sahipleri! Gelin, sizinle bizim aramızda müşterek olan bir tek
kelimede, Allah’tan başka hiçbir tanrıya tapmamak, ona hiçbir şeyi şerik ve ortak
koşmamak, Allah’tan başka aramızdan hiçbir kimseyi amir ve efendi yapmamak
hususunda birleşelim. Şayet onlar sırtlarını dönüp kaçınacak olurlarsa şöyle
deyiniz: ‘Siz şahit olun ki kesinlikle bizler, Allah’a itaat edip teslim olan
Müslümanlarız.’ (Mühür:) Muhammed-Resul-Allah.”
Bizans İmparatoru, elçiye iyi davranmış; fakat olumlu bir cevap vermemiştir.
Hz. Peygamber ileri gelen bir Hristiyan din adamına da benzer şekilde bir davet
mektubu göndermiştir.
Arap yarımadasının kuzeyinde Bizans Devleti ile sınır bölgesinde yaşayan
Araplar arasında da Hristiyanlığı benimseyen kabileler bulunmaktaydı. Bu bölgede
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
yerleşik olan ve her zaman Bizans’a bağlılık gösteren Gassân kabilesi güçlü bir
krallıktı. Bizans’ın 628 yılında Ninova’da İranlılar’ı yenmesi üzerine, Hz. Peygamber
Gassânîler’in kıralı Hâris b. Ebî Şemr’e bir davet mektubu göndermiştir. Bu
mektupta şunlar yazılıdır:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
Allah’ın Resulü Muhammed’den Hâris b. Ebî Şemr’e. Allah’ın selâmı,
hidayet yoluna girmiş bulunan, Allah’a inanan ve bunu ikrar edenin üzerinde
olsun. Buna göre, seni mülkünün senin elinde kalması için, hiçbir şeriki ve ortağı
bulunmayan bir ve teklik sıfatında olan Allah’a inanmaya davet ederim. (Mühür:)
Muhammed-Resûl-Allah”
Gassânî Melîki bu mektuba olumlu cevap vermemiştir. Başka bir Gassânî
Melîki Şurahbil b. Amr ise, Busrâ valisine mektup götüren Hz. Peygamber’in elçisini
kendi topraklarından geçerken yakalayıp öldürtmüştür. Hz. Peygamber, Cebele
adında bir başka Gassânî yöneticiye daha İslam’a davet mektubu göndermiştir.
Gassânîler, ancak hicretin 9. yılında kabilelerinden üç kişinin Medine’ye gelip
Müslüman olmaları ile İslam’a girmişlerdir.
Mekke’de olduğu gibi Medine’de de cemaat şeklinde yaşayan Hristiyan
toplulukları yoktur. Medine döneminde Müslümanlar komşu ülke Bizans
yönetimindeki ordulara karşı iki sefer düzenlemiştir. Bunlardan birincisi Mûte
savaşı, ikincisi Tebük seferidir.
Mûte Savaşı
Mûte, Lût gölünün güneyinde Kudüs’e 50 km. uzaklıkta bir yerdir.
Müslümanlar Suriyeli Hristiyan Araplar ve Bizans ordusuyla ilk kez 8/629 yılında
Mûte’de karşı karşıya gelmişlerdir. Savaşın sebebi Gassânî-Hristiyan Arap meliki
Şurahbil b. Amr’ın, Hz. Peygamber’in elçisi Hâris b. Umeyr’i öldürmesidir. Bunun
üzerine Hz. Peygamber kısa zamanda 3000 kişilik bir ordu hazırlayarak biri şehit
olduğunda diğerinin başa geçmesi şartıyla üç komutan tayin etmiştir. Bu üç
kumandanın da şehit olması durumunda Müslümanlar aralarından birini komutan
seçeceklerdi. Hz. Peygamber ordunun, elçisinin öldürüldüğü yere ulaşmasını,
karşılarına çıkanları İslamiyet’e davet etmelerini, kabul ettikleri takdirde
savaşmamalarını, çocukları, kadınları, yaşlıları, manastıra çekilmiş insanları
öldürmemelerini, hurmalıklara zarar vermemelerini, ağaçları kesmemelerini ve
binaları yıkmamalarını emretmiştir.
Müslümanlar, Mûte’de sayısı 100.000’i bulan Bizans İmparatoru
Herakleios’un ordusuyla karşılaştılar. Birinci kumandan Zeyd b. Sâbit savaşın
başında şehit düşünce yerine Cafer b. Ebî Tâlib geçti. Onun da şehit olmasıyla son
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
olarak sancağı Abdullah b. Revâha teslim aldı. Bir süre sonra o da şehit düşünce
Hâlid b. Velîd komutan seçildi. Hâlid b. Velîd kanatlardaki askerlerin yerlerini
değiştirerek, Medine’den takviye birlikleri gelmiş izlenimi uyandırmış ve İslam
ordusunu daha fazla zayiat vermeden Medine’ye getirmeyi başarmıştır.
Hz. Peygamber Mûte’de savaş alanında yaşananları Medine’de Mescid-i
Nebevî’de Müslümanlara olduğu gibi nakletmiştir. Savaşın neticesini ise şu
cümleleri ile aktarmıştır:
“En sonunda sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. Nihayet Allah
mücahidlere fethi müyesser kıldı.” (Buhârî, Meğâzî: 44)
Tebük Seferi
Hz. Peygamber Mûte savaşı sonrasında hicretin 9. (630) senesinde
Gassânîler’in endişe uyandıracak şekilde savaş hazırlıkları yaptıklarını haber alınca
bir ordu hazırlamıştır. Sıcak yaz günlerinde zor şartlarda hazırlanan bu ordu yola
çıkarak Tebük’te konaklamıştır. Savaş meydanında Hz. Peygamber, Heraklius’a
yeniden İslamiyet’i tebliğ eden bir mektup göndermiştir. Tebük’te ordugâh kuran
Hz. Muhammed (s) her istikamete birlikler sevk etmiştir. Müslümanlar, Tebük’te
her hangi bir düşmanla karşılaşmadan geri dönmüşlerdir.
Bizans İmparatoru, Müslüman olması sebebiyle Maân valisi Fervâ’yı
öldürtünce, Hz. Peygamber tekrar bir ordu hazırlamıştır. Başına Üsâme b. Zeyd’i
getirdiği bu askerî birlik, Hz. Peygamber’in vefat etmesi üzerine, Hz. Ebubekir
tarafından Suriye’ye gönderilmiştir.
Hz. Peygamber’in Hristiyanlarla ilişkilerinde önemli safhalardan bir diğeri
Medine döneminde Necranlı Hristiyanlarla olan görüşmesidir. Hz. Peygamber
Necran bölgesindeki Hristiyanlara da İslam’a davet mektubu göndermişti. Bunun
üzerine Necran’dan altmış kişilik bir heyet Medine’ye geldiler. Hz. Peygamber
tekrar İslam’a davetini yineledi; ancak Necranlılar bu davete cevap vermek yerine
Hz. Peygamber’e Hz. İsa hakkında sorular sordular. Hz. Peygamber, Âl-i İmrân
suresinin Hz. İsa’nın şahsiyeti ve Hristiyanlıkla ilgili bilgiler içeren ilk seksen ayeti
inene kadar sessizliğini korudu. Daha sonra kendisi ile münakaşa eden heyet
mensuplarına gereken cevapları verdi. Son olarak da aynı surenin 61. ayetinde
bildirildiği şekilde onları mübaheleye, yani yalancı kim ise ona karşı lanet okumaya
davet etti:
“Ey Muhammed! Sana ilim geldikten sonra, bu hususta seninle kim
tartışacak olursa de ki: ‘Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve
kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım; sonra lanetleşelim de, Allah’ın
lanetinin yalancılara olmasını dileyelim.” (Âl-i İmrân/3: 61)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
Hz. Peygamber Hz. Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i yanına alarak
mübaheleye hazır olduğunu bildirmiştir. Ancak Necranlı heyet aralarındaki
görüşmede bir peygamberle lanetleşenin zürriyetinin kesileceğini söyleyerek Hz.
Peygamber’in karşısına çıkmaya cesaret edememişlerdir. İstediği şartlar üzerinden
Hz. Peygamber’le antlaşma imzalayıp yurtlarına dönmüşlerdir.
HZ. PEYGAMBER’İN MECUSİLERLE İLİŞKİLERİ
İslam öncesi Arabistan’da putperest Müşrikler, Hristiyanlar ve Yahudilerin
dışında başka inanç mensupları da yaşamaktaydı. Bunlar arasında özellikle
Mecusiler’i ve Sabiîler’i zikretmek gerekir.
Mecusiler
Mecusilik, Zerdüştlüğün eski İran inanç ve gelenekleriyle karışmasından
oluşan bir dindir. Bu din Müslümanlar arasında Mecusilik, Batı kaynaklarında
Zoroastrianism veya Ahura Mazda isminden hareketle Mazdeizm olarak
adlandırılır. Ayrıca ateş kültüyle ilgili inanç ve ritüelleri sebebiyle Ateşperestlik ismi
de verilmiştir.
Hz. Peygamber dünyaya geldiği gün Mecusiler’in bin yıldır yanmakta olan
ateşi sönmüştü. Kur’an-ı Kerim’de Hac suresinin 17. ayetinde Mecusiler’den
bahsedilmektedir. Bu ayette “Mecusiler” anlamına gelen mecûs kelimesi
geçmektedir:
“Gerçekten de Allah, Müminler, Yahudiler, Sabiîler, Nasranîler, Mecusiler
ve Allah’a ortak koşup şirke sapanlar hakkında hükmünü verecektir. Muhakkak
ki Allah her şeye şahittir.” (Hacc/22: 17)
Mecusilik Zerdüşt’le başlayan ilk inanç döneminde İran sınırları dışında
Anadolu ve Avrupa’ya kadar yayılmıştır. Bu dönemde Mecusiler, tanrı inancı olarak
tek tanrılı bir özellik göstermekteydi. Persler’in yıkılmasından sonra Mecusiler’in
yaşadıkları bölgeler Yunan hâkimiyeti altına girmiştir. Bu dönemde Zerdüşt öncesi
İran dinî inançları ve Helenistik inanç ve ritüeller Zerdüştlüğü etkilemiş ve tek
tanrılı yapısından uzaklaşmaya başlamıştır. Milattan sonra 272’de ise Sâsânî
Devleti’nin resmi dini hâline gelmiştir.
Mecusilik, Sâsânîler yönetimde bulunduğu sürede Irak, Bahreyn, Uman ve
Yemen’de hâkim din olmuştur. Sâsânîler’in yıkılması ve İran’ın İslam yönetimine
geçmesinin ardından Mecusilik zayıflamıştır. 6/628’te Hz. Peygamber, İslam’a
davet mektubunu Kisrâ’ya iletmek üzere Mekkeli Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî’yi
elçi olarak göndermiştir. Kisrâ, okunurken daha tamamlanmasını beklemeden,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
hitabe kısmının kendi imparatorluk şanına denk düşmediğini söyleyerek mektubu
yırtmıştır. Bu mektubun içeriği şu şekildeydi:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla!
Allah’ın Resulü Muhammed’den, İranlılar’ın Büyük Başkanı Kisrâ’ya.
Hidayet yoluna girip ona tabi olana, Allah’a, O’nun kulu Resulü’ne iman edene,
Allah’tan başka tanrı olmadığına, O’nun bir tek ve ortaksız bulunduğuna,
Muhammed’in O’nun Resulü ve kulu-kölesi olduğuna şehadet edip bunu kabul
edene selam olsun. Buna göre ben seni, tam bir İslam daveti ile çağırıyorum. Zira
ben, kim olursa olsun can taşıyan herkese belli bir tehlikeyi haber verip bunları
uyandırmak ve inanmayanlar üzerinde Allah’ın sözünü gerçekleştirmek için
istisnasız bütün insanlara gönderilmiş bir Allah Resulüyüm. O hâlde sen İslam’a
gir, sonunda emniyet ve selamet içinde olursun. Şayet kaçınacak olursan, bu
hâlde hiç şüphesiz Mecusiler’in günahları da senin üzerinde toplanacaktır.
(Mühür:) Muhammed-Resul-Allah.”
Kisrâ’nın bu hakaret içeren tavrını işiten Hz. Peygamber, şöyle dua etmiştir:
“Allah da onun hükümranlığını tamamen yırtarak parçalasın.”
Daha sonra Hz. Peygamber’in bu duasının gerçekleştiğini ve İran kisrâsının
öldürüldüğünü haber alan İran’ın Yemen valisi Bâzan ve adamları İslamiyet’e
girmişlerdir.
Sabiîler
Hz. Peygamber döneminde bölgede mevcut olduğu bilinen farklı inanç
biçimlerinden bir diğeri ise Sabiîliktir. Hz. Peygamber ile doğrudan münasebetleri
olduğuna dair bir bilgi bulunmayan, ancak Kur’an-ı Kerim’de üç yerde
mensuplarından ismen bahsedilen Sâbiîlik, Güney Mezopotamya’da yaşamış olan
ve ışık-karanlık düalizmine dayalı gnostik inançlarıyla tanınan topluluğun bağlı
olduğu bir dindir. Sabiîliğin tarihçesi bugünden iki binyıl geriye gider. Sabiîlik,
Filistin-Ürdün bölgesinde mevcut bulunan heterodoks Yahudi akımlarından
doğmuştur. Sabiîler, büyük bir önder ve ışık peygamberi şeklinde tanımladıkları Hz.
Yahya tarafından getirilen bir dindir. Yahudi olan Hz. Yahya, peygamber olunca
Yahudiliğe karşı çıkarak Kudüs dışında kendi cemaatini kurmuştur. Ancak
Yahudilerce kışkırtılan Roma valisi, Hz. Yahya’yı başını kesmek suretiyle idam
edince Sabiîler göç ederek Güney Mezopotamya’ya yerleşmişlerdir. VII. yüzyılda
Irak’ın Müslümanların eline geçmesiyle de Sabiîler zimmi statüsü ile İslam
hâkimiyeti altına girmişlerdir.
Zimmî: İslam devletinin hâkimiyetini kabul eden, cizye vermek suretiyle
can, mal ve din hürriyetini her şartta korumak Müslüman yöneticinin
zimmetinde bulunan gayrimüslim vatandaşları ifade eden bir terimdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
Kur’an-ı Kerim’de Sabiîler anlamına gelen “sâbiûn/sabiîn” kelimesi üç ayrı
ayette geçmekte, bazı hadis metinlerinde de bu kelimeye rastlanmaktadır.
“Şüphesiz inananlar, Yahudi olanlar, Hristiyanlar ve Sabiîler’den Allah’a ve
ahret gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri rableri katındandır. Onlar için
artık korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara/2: 62)
“Doğrusu inananlar, Yahudiler, Sabiîler ve Hristiyanlardan Allah’a ve ahret
gününe inanan, yararlı iş yapan kimselere korku yoktur, onlar
üzülmeyeceklerdir.” (Mâide/5: 69)
“Gerçekten de Allah Müminler, Yahudiler, Sabiîler, Nasranîler, Mecusiler
ve Allah’a ortak koşup şirke sapanlar hakkında hükmünü verecektir. Muhakkak
ki Allah her şeye şahittir.” (Hac/22: 17)
Kur’an’da geçen Sabiîler ile tam olarak kimlerin kastedildiği konusunda
çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Sabiîler’in inanış biçimleri ve kimlikleri hakkında
yeterli bilgi bulunmamaktadır. Hz. Peygamber devrinde doğduğu yer olan Irak da
dahil olmak üzere diğer bölgelerde de bu dinin bağlılarının azlığı bilinmektedir.
Sabiîler’in esasında yıldızlara tapmakta oldukları kabul edilmektedir.
EHL-İ KİTAB VE CİZYE UYGULAMASI
İslam devletinin hâkimiyetini kabul eden ve bu şartla kendi dininde kalmakta
serbest bırakılan kitap ehlinden alınan baş vergisi olan cizye, Tevbe suresinin 29.
ayeti ile kayıt altına alınmıştır. Bu ayet hicretin 9. yılında Tebük seferinin hazırlık
safhasında nazil olmuştur:
“Kitap verilenlerden, Allah’a, ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve
peygamberinin haram kıldığını haram saymayan, hak dinini din edinmeyenlerle,
boyunlarını büküp kendi elleriyle cizye verene kadar savaşın.” (Tevbe/9: 29)
Müslümanlar aldıkları bu verginin karşılığında kitap ehlinin can, mal ve din
hürriyetini her şartta korumak mesuliyetini üstlenmiş olurlar. Himaye sorumluluğu,
bu şekilde Müslüman yöneticinin zimmetinde bulunan kişi aynı zamanda Zimmî
olarak adlandırılır.
Yahudi ve Hristiyanların kitap ehli olduklarında şüphe yoktur. Hz. Peygamber
ilk olarak Tebük’te Heraklius’a yazdığı mektupta cizye şartlarından bahsetmiştir.
Hz. Peygamber Tebük’te iken Eyle, Cerbâ ve Ezruh’lu Hristiyanlarla da cizye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
antlaşması yapmıştır. Yine Yemen, Necran, Maknâ, Dûmetü’l-cendel, Teymâ,
Bahreyn ve çevresindeki Ehl-i kitap cizye ödemesi yapılan topluluklar arasında yer
alırlar. Bu kitap ehli yaptıkları cizye antlaşması ile can, mal ve din himayesini
kazandıkları gibi, hürdürler, harp esiri ve köle muamelesi görmezler.
Kur’an-ı Kerim’de Yahudi ve Hristiyanlarla birlikte Mecusiler de
zikredilmektedir. Hz. Peygamber, o gün Ehl-i kitaptan farklı özellikler taşımakla
birlikte Mecusiler’den de cizye almıştır. Hz. Peygamber, bu uygulamayı özellikle
Yemen ve Hecer Mecusileri’ne karşı tatbik etmiştir. Aynı şekilde Sâmirî ve Sabiîler
de Hz. Peygamber zamanında cizye alınan farklı din mensupları arasında yer alırlar.
Hz. Peygamber’in Mecusiler’in hukukî durumu ile ilgili sözü ise şudur:
“Onlara Ehl-i kitap muamelesi yapın.” (Muvattâ, Zekât: 42)
Cizye uygulamasında Mecusiler ile Hristiyan ve Yahudiler aynı statüde kabul
edilirler. Ancak Müslümanların Hristiyan ve Yahudi hanımlarla evlenmeleri ve
kestikleri hayvanları yemeleri serbest iken, Mecusi hanımlarla nikâhlanmalarına ve
Mecusiler’in kestiklerini yemelerine izin verilmemiştir. Dört halife döneminde de
bu uygulama aynı şekilde devam etmiştir.
Cizye: İslam devleti sınırları içerisinde yaşayan kitaplı din mensuplarından
alınan baş vergisidir.
Asr-ı Saadet’te her kabile ve bölgenin durumuna göre cizye miktarları
belirlenmiştir. Bazı bölgelerden ise, toplu cizye miktarı hesaplanarak müşterek
cizye alınmıştır. Cizye miktarı nakdî olabildiği gibi, aynî olarak da tahsil edilmiştir.
Cizye ödeyecek kişi yetişkin, sağlıklı ve erkek olmak zorundadır. Müslüman olan
gayrimüslimin cizye mükellefiyeti düşer.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Özet
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
•Arap yarımadası farklı din, dil, ırk ve medeniyetlere beşiklik etmiş bir
coğrafyadır. İslamiyet’in geldiği sırada Arap yarımadasında dinî merkez
Kâbe idi. Araplar putperest olmakla birlikte Beytullah/Allah'ın evi
olduğuna inandıkları Kâbe’yi Hac mevsiminde tavaf ediyorlardı. Kâbe’yi
ayrıcalıklı kılan ise üç semavi dinin de atası olan Hz. İbrâhim tarafından
hem fizikî hem de manevî olarak inşa edilmiş olmasıydı. Hz. Peygamber
İslâmiyet’i bu kutsal mâbedin bulunduğu Mekke’de tebliğ etmeye
başlamıştır.
•Arap yarımadasında Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusiler, Sabiîler gibi
farklı din mensupları da var olagelmiştir. Özellikle ehl-i kitap, kendi
kutsal kitaplarında geleceği müjdelenen son peygamberi
beklemekteydiler. Ancak beklenen peygamber olduğunu teşhis etmekle
birlikte Hz. Peygamber’e ve getirdiği Kur’an-ı Kerim’e inanmadılar.
Zaman zaman Hz. Peygamber’e alenen muhalefet ederek müşriklerle
işbirliği yaptılar ve onun konumunu sarsarak risaletini zayıf düşürmek
gayreti içinde oldular. Muhalefet, saldırı ve ihanet içerdiği takdirde Hz.
Peygamber bu girişimlere misliyle mukabelede bulunmuş ve yeri
gelince de cezaî müeyyideye başvurmuştur.
•Kimi olumsuz tutumları dışında Hz. Peygamber kitap ehli ile iletişim
içinde olmuş ve her zaman anlaşma zeminini muhafaza etme ilkesini
benimsemiştir. Her fırsatta öncelikle onları İslam’a dâvet etmiş, kabul
etmemeleri durumunda da belli şartlarla anlaşmalar yapmıştır. İslam
devletinin siyâsî hâkimiyetini kabul eden gayrimüslimler cizye vergisi
ödemek koşuluyla din serbestîsi kazanmışlar, can ve mallarının
korunması güvencesini elde etmişlerdir.
•Hz. Peygamber’in gayrimüslimlerle olan ilişkilerinin çerçevesi Kur’an-ı
Kerim’in ortaya koyduğu ilkeler doğrultusunda belirlenmiştir. Hz.
Peygamber’in bu konudaki uygulamaları, kısa sürede Hicaz
yarımadasında farklı din mensuplarının uyum ve anlayış içinde
yaşayabilecekleri çatışmasız bir ortamın doğmasını sağlamıştır. Hz.
Peygamber’in önderliğinde Müslümanlar, dinleri sebebiyle dışlanan
küçük bir toplulukken, içinde doğdukları toplumu dönüştüren ve
yaşadıkları coğrafyaya huzur getiren hâkim bir zümre hâline
gelmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi kitap ehli olarak kabul edilebilir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Mecusiler
b) Kureyşliler
c) Müşrikler
d) Gatafanlılar
e) Putperestler
2. Benî Nadîr’in Medine’den sürülmesinin sebebi ne olmuştur?
a) Kâ‘b b. el-Eşref’i öldürmeleri
b) Müslümanların aleyhinde şiirler söylemeleri
c) Hendek Gazvesi sırasında Müslümanlara ihanet etmeleri
d) Hz. Peygamber’e suikast düzenlemiş olmaları
e) Çarşıda bir Müslümanı öldürmüş olmaları
3. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in davet mektubunu götürmekle
görevli elçilerinden birisidir?
a) Amr b. el-Âs
b) Ömer b. el-Hattâb
c) Câfer b. Ebî Tâlib
d) Abbâs b. Abdulmuttalib
e) Dihye el-Kelbî
4. Aşağıdakilerden
hangisi
değerlendirilebilir?
Mûte
Savaşı’nın
sonuçları
arasında
a) Müslüman ordusunun olabilecek en az zararla Medine’ye dönmeyi
başarması
b) Müslümanların Bizans Devleti ile antlaşma imzalamaları
c) Hâlid b. Velîd’in girişimiyle Müslümanların teslim olmaları
d) Kumandan tayin edilen üç kişinin, Mûte dönüşü ödüllendirilmeleri
e) Suriye-Medine ticaret yolunun Müslümanların kontrolüne geçmesi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
5. Âl-i İmrân suresinin 61. ayeti ile emredilen mübahelenin amacı nedir?
a) Medine’ki Yahudilerle antlaşma yapmak
b) Mucizelere inanmayan müşriklere meydan okumak
c) Necranlı Hristiyanları karşılıklı lanetleşmeye davet etmek
d) Medine antlaşmasını bozup ihanet eden Benî Kurayza’yı cezalandırmak
e) Hristiyanların soruları üzerine Hz. İsa ve Meryem hakkında bilgi aktarmak
Cevap Anahtarı:
1.a 2.d 3.e 4.a 5.c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hz. Peygamber’in Yahudiler, Hristiyanlar ve Mecusiler’le İlişkileri
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ağarı, Murat, “Hz. Muhammed'in Hristiyan ve Yahudi Siyasetlerine Genel Bir
Bakış”, İslamî Araştırmalar, 2007, cilt: 20, sayı: 2, ss. 135-144.
Algül, Hüseyin, “Mûte Savaşı”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul
2006, XXXI, 385-387.
Arslantaş, Nuh. (2005). Emeviler Döneminde Yahudiler, Gökkubbe, İstanbul.
Arslantaş, Nuh. (2008). İslam Toplumunda Yahudiler: Abbasi ve Fatımi dönemi
Yahudilerinde Hukuki, Dini ve Sosyal Hayat, İz Yayıncılık, İstanbul.
Atçeken, İsmail Hakkı. (1996). Hz. Peygamber’in Yahudiler’le Münasebetleri,
Marifet Yayınları, İstanbul.
Bostancı, Ahmet. (2001). Hz. Peygamber’in Gayri Müslimlerle İlişkileri, Rağbet
Yayınları, İstanbul.
Duman, Abdullah. (1995). Asr-ı Saadette Müslüman-Yahudi İlişkileri, (yüksek lisans
tezi), Van.
Fayda, Mustafa. (1982). İslamiyet’in Güney Arabistan’a Yayılışı, A.Ü. İlahiyat
Fakültesi Yayınları, Ankara.
Fayda, Mustafa. (2006). Hz. Ömer Zamanında Gayr-i Müslimler, İFAV, İstanbul.
Gündüz, Şinasi, “Mecusilik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Ankara
2003, XXVIII, 279-284.
Gündüz, Şinasi, “Sabiîlik”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2008,
XXXV, 341-344.
Gündüz, Şinasi. (1995). Sabiîler Son Gnostikler, Vadi Yayınları, Ankara.
Hamîdullah, Muhammed. (1990). İslam Peygamberi, (çev. Salih Tuğ), 5. Baskı, İrfan
Yayıncılık, İstanbul.
Mahmudov, Elşad. (2010). Sebep ve Sonuçları Açısından Hz. Peygamber’in
Savaşları, İSAM Yayınları, İstanbul.
Özkuyumcu, Nadir. (1985). Hz. Peygamber Devrinde Yahudiler’e Karşı Güdülen
Siyaset (yüksek lisans tezi), Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Öztürk, Levent, “Necâşî Ashame”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,
İstanbul 2006, XXXII, 476-477.
Öztürk, Levent. (2001). Etiyopya’da İslamiyet I: Asr-ı Saadet’te Habeşistan’la
Münasebetler, İz Yayıncılık, İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
İÇİNDEKİLER
• Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Eşleri ve
Çocukları
• Hz. Peygamber’in Ahlaki Güzellilkleri
• Hz. Peygamber’in Şemaili
• Hz. Peygamber’in Siyasi ve Askeri Kişiliği
HEDEFLER
HZ. PEYGAMBER’İN AİLE
HAYATI, AHLAKI, SİYASİ VE
ASKERİ KİŞİLİĞİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Hz. Peygamber’in aile hayatını, eşlerini,
çocuklarını ve yakınlarını daha iyi tanıyabilecek
• Hz. Peygamber’in bedeni ve ahlaki güzelliklerin
bilecek
• Hz. Peygamber’in siyasi ve askeri dehasını daha
iyi kavrayacak
• Hz. Peygamber’in çevresindeki insanlara verdiği
değeri ve onlarla olan geçimini çok iyi
bileceksiniz.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
8
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
GİRİŞ
Yüce Allah, Hz. Âdem’i topraktan yaratmış sonra ona kendinden ruh
üflemiştir. “Bir zaman rabbin meleklere demişti ki: “Ben kupkuru bir çamurdan,
şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve ona
ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın” (Hicr/15: 2829). İnsan, Yüce Allah’tan aldığı ruh sebebiyle meleklerin kendisine secde ettiği bir
varlıktır. Bu sebepten dolayı İslam dini, insanı saygıdeğer bir varlık olarak görür.
Kur’an-ı Kerim’de belirtildiğine göre insan, Yüce Allah tarafından hem beden hem
de ruh yapısı bakımından en güzel şekilde yaratılmış, yerde ve gökte olanlar
buyruğu altına verilmiş, temiz gıdalarla rızıklandırılmıştır. İnsan, yaratılıştan hak
dine yönelebilecek ve güzel ahlaka erişebilecek iyi eğilimlerle donatılmıştır. İnsana
bahşedilen bu temel özelliği koruyup geliştirebilmek, onu güzel ahlakla
donatabilmek için peygamberler gönderilmiştir. Peygamberler, yaşantıları ve ahlak
güzelliğiyle çevrelerine örnek olmuşlar, insanları tevhide ve güzel ahlaka davet
etmişlerdir. Bu gaye ile gönderilen peygamberler zincirinin son halkası, Peygamber
Efendimizdir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir. Onun ahlakı, kıyamete kadar
tüm insanlık için örnektir.
“Andolsun ki, Resulullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı
umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir” (Ahzâb/33: 21).
Bu ayetten anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber’in aile hayatı, ahlaki üstünlüğü,
siyasi ve askeri kişiliği onun yolundan gidenler için güzel örneklerle doludur.
AİLE HAYATI
Yüce Allah, Hz. Âdem’i yarattıktan sonra eşi Havva’yı yaratmış ve ikisini
cennete koymuş sonra da cennetten dünyaya göndermiştir. Dünya üzerinde ilk aile
yuvası kuran ve çocuk sahibi olan bu ikisidir. Aile, inanç, ibadet ve ahlak
değerlerinin aktarımı açısından vazgeçilmez bir kurumdur. Yeni nesillerin sevgi,
şefkat ve merhametin hâkim olduğu huzurlu bir aile ortamında yetişmeleri
fevkalâde önemlidir.
Aile, toplumun en küçük birimidir. Toplumun sağlam olması aile yapısının
sağlam olmasına bağlıdır. Yüce Allah Kur’an-Kerim'de sağlıklı nesillerin
yetiştirilmesi için ailenin kurulmasını emreder, ailenin temelini oluşturan eşler
arasındaki sevgi ve merhameti de varlığının delillerinden biri kabul eder (Nûr/24:
32; Rûm/30: 21). Peygamber Efendimiz de sürekli ailenin önemine dikkat çekmiş,
gençleri yuva kurmaya teşvik etmiş, yoksul gençlerin aile kurabilmeleri için çaba
göstermiştir. Ailede huzur için eşlerin birbirlerine sevgi ve saygılı davranmalarını,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
olumsuzlukları değil, güzellikleri öne çıkararak iyi geçim ortamını oluşturmalarını
istemiştir.
Hz. Peygamber, "En hayırlınız ailesi için hayırlı olandır. Bana gelince ben,
aileme karşı en hayırlı olanınızım" buyurmuştur (İbn Mâce, Nikâh: 50). Hanımlarına
iyi davrananların en hayırlı kişiler olduğunu bildiren Hz. Peygamber, müminlerin
iman bakımından en mükemmel ve ahlakça en güzel olabilmelerini de aileleriyle
sağlıklı ilişkilerine bağlamıştır. Çocuklarına sarfettiği her şeyin sadaka olduğunu
söyleyen Peygamberimiz;
"Sen, ev halkına bir harcamada bulunduğun zaman şüphesiz ki ondan
sevap alırsın, hatta hanımına ikram ettiğin lokmadan bile" demiştir. (Buhârî,
Nafakât: 1; Müslim, Vasiyyet: 1)
Eşleri ve Ev Hayatı
Hz. Peygamber Efendimiz de diğer peygamberler gibi zamanı gelince
evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştur. Kurduğu yuvada çocuklarını çok güzel bir
şekilde yetiştirmiş, eşleri ile çok güzel bir evlilik hayatı yaşamış ve müminlere bu
yönüyle de örnek olmuştur. Peygamberimizin ilk eşi, yirmi beş yaşında iken
evlendiği Hz. Hatice'dir. O sırada kırk (veya yirmisekiz) yaşında dul bir hanım olan
Hz. Hatice, ticaretle meşgul oluyordu ve Mekkeliler arasında Tâhire yani, saf, temiz
unvanıyla tanınıyordu. Kendisine yapılan evlenme tekliflerinin hepsini geri çevirmiş
ve el-Emîn (doğru, güvenilir) unvanıyla tanınan Hz. Peygamber'le evlenmeyi tercih
etmişti.
Hz. Peygamber ile yirmi beş yıl evlilik hayatı yaşayan Hz. Hatice, ölünceye
kadar Peygamberimize içten bir sevgi duymuştur. Hz. Peygamber’in davetini kabul
ederek İslam'a giren ilk mümin olma şerefini kazanmış, çeşitli sıkıntılara karşı O’na
her zaman destek olmuştur. Peygamberimiz de onu çok sevip saymış, iyiliklerini
hiçbir zaman unutmamış, ölümünden sonra da onu sürekli rahmet ve minnetle
anmış, kabrini ziyaret etmiş, geride kalan yakınları ve dostlarıyla ilgilenmiştir. Hz.
Âişe, Hz. Peygamber’in ona olan bu ilgisini zaman zaman kıskanmıştır (Buhârî,
Menâkıbü’l-Ensar: 20; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe: 74-76).
Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Hatice'nin vefatına kadar başka bir evlilik
yapmadı. İlk eşi vefat ettiğinde kendisi elli yaşına ulaşmıştı. Diğer evliliklerinin
tümünü bu yaşından sonra gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla sonraki evliliklerinde
bazen iddia edildiği gibi cinselliğin değil, birtakım özel sebepler ve hikmetlerin söz
konusu olduğu açıktır. Peygamberimiz'in Hz. Hatice'nin vefatından sonra çeşitli
gayelerle, çeşitli zamanlarda evlendiği hanımlar, Hz. Şevde, Hz. Âişe, Hz. Hafsa, Hz.
Zeyneb bint Huzeyme, Hz. Ümmü Seleme, Hz. Cüveyriye, Hz. Zeyneb bint Cahş, Hz.
Ümmü Habîbe, Hz. Safıyye, Hz. Meymûne ve Hz. Mâriye'dir. Hz. Peygamber'in
eşleri "müminlerin anneleri=ümmehâtü'l-müminîn” olarak kabul edilirler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Hiçbir şeyi sebepsiz ve boş yere yapmayan Hz. Peygamber'in evliliklerinde de
çeşitli hikmetler vardır. Bu hikmetleri şu şekilde sıralayabiliriz:
 Hz. Âişe ve Hz. Hafsa annelerimiz vasıtasıyla hanımlara dînî alanda bilgi
aktarımı yaptığı ve İslamî hizmetlerde önceliği olan Hz. Ebubekir ve Hz.
Ömer'le dostluğunu pekiştirdiği düşünülebilir.
 Bazı hanımlarla evliliği, onların İslam'daki fedakârlığına bir vefa şeklinde
gerçekleşmiştir. Habeşistan'a göç etmiş olan Hz. Ümmü Habîbe ile Hz. Sevde
buna örnektir.
 Peygamber Efendimiz bir kısım evlilikleriyle de bazı kabilelere dostluk
mesajları vermek istemiştir. Necid bölgesinin en büyük kabilelerinden Âmir
b. Sasaa'ya mensup olan Hz. Zeyneb bint Hüzeyme ile Hz. Meymûne buna
örnek sayılır.
 Hz. Cüveyriye ve Hz. Safiyye ile evliliği ise siyasi amaçlıydı. Bunlardan
Cüveyriye ile evliliği, Mustalik oğulları kabilesinin İslam'a girmesine vesile
olmuştur. Safiyye ile evlilikten maksat ise Yahudilerin dostluğunu
kazanmaktı.
 Zeyd b. Hârise'den boşanan Zeyneb bint Cahş ile evliliği ise Cahiliye
döneminde evlâtlıkları öz çocuk olarak gören anlayışa karşı İslam hukukunda
yeni bir ilkenin uygulanması şeklinde olmuştur. Bütün bu gerçekler ortada
iken çok evliliği sebebiyle Hz. Peygamber'i şehvete düşkünlükle itham etmek
hakikate aykırı bir durum olup, yalan ve yanlış bir iddiadan ibarettir.
Hz. Peygamber, aile fertlerini vahyin ışığında eğitirdi, İslamî konularda sürekli
bilgilendirir, onların din ve ibadet hayatlarıyla yakından ilgilenirdi. Aile fertlerinin
görüşüne önem verirdi. Hanımlarına nazik ve güleryüzlü davranırdı; selâm verir, hal
hatır sorar, elini tutup yüzüne sevgi ile bakardı. Aile fertlerinin yakınlarıyla da
ilgilenir, bunlardan ziyaretine gelenlere iltifat eder, hediyeler verirdi. Nitekim ev
halkından saydığı Hz. Enes'in annesi, teyzesi, dayısı ve büyük annesiyle ilgilenirdi.
Peygamber Efendimiz, eş ve çocuklarına zaman ayırır, onlarla gezintiye çıkar
ve kendileriyle çok güzel sohbetler ederdi. Geleneksel folklor gibi meşru
eğlenceleri seyretmelerini teşvik ederdi. Bayramlara aile fertleriyle birlikte katılırdı.
Spor amaçlı yürüyüşe çıkar, bazen Hz. Âişe örneğinde olduğu gibi koşu yarışı
yapardı. Bir defasında Hz. Âişe ile yarışmışlar, Hz. Âişe geçmişti. Birkaç yıl sonra
tekrar yarıştıklarında bu sefer yarışmayı Hz. Peygamber kazanmış ve Hz. Âişe'ye
gülümseyerek "bu önceki yarışmanın rövanşıdır" demişti (Ebû Dâvûd, Cihâd: 61;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI,264).
Hz. Âişe'nin anlattığına göre Peygamber Efendimiz ev işleriyle de yakından
ilgilenirdi. Gerektiğinde kendi elbisesinin söküğünü diker, ayakkabılarını tamir eder,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
koyunları sağar, ev işlerinde hanımlarına yardımcı olurdu. Çarşıya pazara gittiğinde
alışveriş yapar, yükünü de kendisi taşırdı.
Hz. Peygamber, Arap toplumunda yaygın olarak görülen hanımlara şiddet
uygulanmasına kesinlikle karşı çıkardı. Ashabını da "Dövdüğünüz kadınla
akşamleyin aynı yatağı utanmadan nasıl paylaşırsınız?" sözleriyle uyarırdı (Ahmed
b. Hanbel, Müsned, IV,17). Hanımlarına kötü davrananların iyi kimseler olmadığını
söylerdi.
Çocukları
Hz. Peygamber Efendimizin çocukları biri dışında Hz. Hatice'den doğmuştur.
Tercih edilen görüşe göre bunlar Kâsım, Abdullah, Zeyneb, Rukıyye, Ümmü Gülsüm
ve Fâtıma'dır. Oğlu İbrahim ise Mısırlı Mâriye'den dünyaya gelmiştir. Bilindiği gibi
oğulları Kâsım, Abdullah ve İbrahim küçük yaşta vefat etmişlerdir.
Araplar’da herkesin bir ismi, bir künyesi, bir nisbesi bir de lakabı vardı. İsmi
doğdukları zaman anne-babalarından veya büyüklerinden alırlar, künyeyi de ilk
çocuklarının ismine göre alırlardı. Peygamberimiz, ilk çocuğu Kâsım sebebiyle
"Ebü'l-Kâsım" künyesini almıştır. Kureyş kabilesinin Hâşim oğulları koluna mensup
olduğu için Hâşimî nisbesiyle, ayrıca doğruluğundan ve güvenilirliğinden dolayı
herkesin ittifakla uygun gördüğü el-Emin lakabıyla anılmıştır.
Peygamberimizin kızı Zeyneb, peygamberlikten 10 yıl önce doğdu. Mekke'de
teyzesi Hâle bint Huveylid'in oğlu Ebül-Âs b. Rebî ile evlendi. Bedir'de müşrikler
tarafında savaşarak esir düşen kocası serbest bırakılırken Hz. Peygamber Zeyneb'in
Medine'ye gönderilmesini şart koştu. Hicret yolculuğunda bir müşriğin saldırısına
uğrayan Zeyneb, bineğinden düştü ve karnındaki çocuğunu kaybetti. Daha sonra
Ebül-Âs, Müslüman olarak Medine'ye geldi, aile birliği yeniden kurulmuş oldu. Çok
geçmeden Hz. Zeyneb 8 /630 yılında vefat etti. Ebül-Âs ile Zeyneb'in, Ali ve Ümâme
adlarında iki çocukları dünyaya gelmiş, bunlardan Ali küçük yaşta ölmüştür. EbulÂs, eşi Zeyneb’in vefatından dört yıl sonra 12/634 yılında vefat ederken kızı
Ümâme’yi dayısını oğlu Zübeyir b. Avvâm’ın himayesine bırakmıştı. Zübeyir de
Ümâme’yi Hz. Ali ile evlendirdi (Ümâme’nin Hz. Ali ile evliliğinin teyzesi Hz.
Fâtıma’nın ölümünden sonra olduğu unutulmamalıdır). Bu evlilik, Hz. Ali’nin şehid
edilmesine kadar devam etmiştir. Hz. Ali ve Ümâme çiftinin Ali Evsat adında bir
oğulları dünyaya gelmiş ve bu çocuk küçük yaşta vefat etmiştir. Ümâme, Hz. Alinin
şehadetinde sonra Muğîre b. Nevfel b. Hâris b. Abdülmüttalib ile evlenmiş; ondan
da Yahya adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Yahya da küçük yaşta vefat ettiğinden
Zeyneb’in nesli de tükenmiştir.
Hz. Peygamber'in ikinci kızı Rukıyye, Zeynep'ten üç yıl sonra dünyaya geldi.
Yetişkin bir kız olduğunda Ebû Leheb'in oğlu Utbe ile, kızkardeşi Ümmü Gülsüm de
diğer oğlu Uteybe ile nişanlanmıştı. Resul-i Ekrem'in, peygamber oluşunun hemen
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
ardından Ebû Leheb nişanı bozdurdu. Nişanın bozulmasından sonra Hz. Osman,
Rukıyye ile evlendi ve eşi ile birlikte Habeşistan'a hicret etti. Bir müddet sonra
Mekke’ye döndüler, ordan da Medine’ye hicret ettiler. Rukıyye, hicretin ikinci
senesinde Medine'de hastalandı ve Bedir Savaşı günlerinde (2/624) vefat etti. Hz.
Osman ve Rukıyye'nin Abdullah adlı bir çocukları dünyaya gelmiş, ancak küçük
yaşta ölmüştür. Daha sonra Hz. Osman, Ümmü Gülsüm’le evlenmiş, o da 9/631
yılında Medine'de vefat etmiştir. Hz. Osman ve Ümmü Gülsüm çiftinin çocukları
olmamıştır.
Hz. Fâtıma, Peygamber Efendimizin Hz. Hatice'den dünyaya gelen çocukları
arasında en küçüğü olup peygamberliğin ilk yılında doğdu. Hicretten sonra 2/624
yılında Hz. Ali ile evlendi. Bu evlilikten Hasan, Hüseyin, Muhassin, Ümmü Gülsüm
ve Zeyneb adlarında beş çocuğu dünyaya geldi. Hz. Fâtıma, Peygamberimizin
vefatından altı ay sonra vefat etti. Peygamber Efendimiz, Fâtıma'yı çok severdi.
Kendisi henüz altı yaşındayken kaybettiği annesinin hasretini onunla gidermeye
çalışırdı. Bu sebeple Fâtıma "Ümmü ebîhâ=babasının annesi” künyesiyle de
anılmaktadır. Ayrıca "beyaz, parlak ve aydınlık yüzlü kadın" anlamında Zehra,
"iffetli ve namuslu kadın" anlamında Betûl lakaplarıyla da bilinmektedir (Ebû
Nuaym, II,39).
Hz. Peygamber'in son çocuğu İbrahim'dir. Mısırlı Mâriye'den dünyaya gelen
İbrahim, yaklaşık iki yaşında iken vefat etti. Resulullah'ın Hz. Fâtıma dışındaki bütün
çocukları kendisinden önce vefat etmiştir.
Peygamber Efendimiz, çocuklarını ve torunlarını çok sever, onların her biriyle
ayrı ayrı ilgilenirdi. Çocuk ve torunlarının dünyaya gelişinde sevincini belli eder,
doğum müjdesi getirenlere bahşiş ve Allah'a şükür için yoksullara sadaka verir,
akika kurbanı keserdi.
Peygamberimiz, Hz. Fâtıma' yı çok severdi. Hz. Peygamber, onun eğitimiyle
özel olarak ilgilenmiş, o da babasının tüm edep ve nezâketini kapmıştı.
Peygamberimiz, Fâtıma'yı görünce sevinir, onu ayakta karşılar, elini tutarak
yanaklarından öper, ona iltifat ederek yanına oturturdu. Hz. Fâtıma da babası kendi
evine geldiğinde onu, sevgisine layık olacak bir içtenlikle karşılardı. Hz. Peygamber
bir yolculuğa giderken aile fertlerinden en son onunla vedalaşır, yolculuktan
dönünce de ilkönce onunla görüşürdü. Peygamberimizin bildirdiğine göre "Fâtıma,
cennet ehli hanımların öncülerindendir. Fâtıma onun yüreğinden bir parçaydı, Onu
üzen Peygamberimizi üzmüş olurdu" (Buhârî, Fedâilü Ashabi'n-Nebî: 12, 31).
Peygamber Efendimiz, torunları Hz. Hasan ve Hüseyin'i çok severdi; onlar
için "dünyada kokladığım reyhanlarım, çiçeklerim" derdi, "cennet gençlerinin
beyefendileri olduğunu" söylerdi ve "Allahım! Ben bunları seviyorum sen de sev
bunları" diye dua ederdi (Buhârî, Fedâilü Ashabi'n-Nebî: 24). Peygamber
Efendimiz, kızı Zeyneb'ten torunu olan Ümâme ile ve diğer bütün torunlarıyla
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
ilgilenirdi. Deve taklidi yaparak onları sırtında taşır, namazda omuzuna
tırmanmalarına müsaade ederdi. Aile fertleriyle birlikte iken torunlarından biri su
istese müsaitse hemen kalkıp su verirdi. Sık sık verdiği hediyelerle onları
sevindirirdi.
HZ. PEYGAMBER'İN AHLAKİ ŞAHSİYETİ
İslam âlimleri, Kur’an-ı Kerîm’in ve Hz. Peygamber’in iyi anlaşılabilmesi için
çok gayret göstermişler ve bu iki kaynağı bize öğretecek ilim dalları ihdas
etmişlerdir. Yüce kitabımızın iyi anlaşılabilmesi için, Tefsir ve Tefsir Usûlü ilimlerin
geliştiren âlimler, Hz. Peygamber’i de bütün yönleriyle inceleyecek ilim dalları
geliştirmişlerdir. Hz. Peygamber Efendimiz konusunda söz sahibi olmak isteyen
herkesin bilmesi lazım gelen bu ilim dallarını şu şekilde sıralayabiliriz:
 Siyer: Sîret kelimesinin çoğulu olan Siyer, Hz. Peygamber’in doğumu ile
vefâtı arasında geçen altmış üç senelik hayatını anlatan bir ilim dalıdır.
 Meğâzî: Hz. Peygamber’in savaşlarını bütün tafsilatıyla anlatan bir ilim
dalıdır. Meğâzî, Hz. Peygamber’in son on senelik Medine hayatının yalnızca
kurmay ve diplomat yönünü özel olarak ele alan bir ilim dalıdır.
 Hadis: Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerine ait haberlere hadis denildiği
gibi bu üç konuyu mevzû edinen ilim dalına da Hadis ismi verilmiştir.
 Şemail: Hz. Peygamber’in beşerî yönünü kendine konu edinen ilim dalına da
Şemail adı verilmiştir. Fiziki özelliklerinden ve güzelliklerinden bahseden ilim
dalına Şemail, huy ve ahlak güzelliğinden bahseden ilim dalına da Hilye adı
verilir.
 Delâil: Şemail, Hz. Peygamber’in beşerî yönünü ele alırken Delâil de nebevî
yönünü ele almış bir ilim dalı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği gibi Hz.
Peygamber’in sıradan insanlarda bulunmayan birtakım özellikleri vardır. Bu
özellikler ona, peygamberlik sıfatı ile birlikte Yüce Allah tarafından
verilmiştir. Delâil, işte bu özellikleri konu edinir.
Sevgili Peygamberimiz, güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildiğini ifade
etmiştir. Kur'an'da belirtildiğine göre Yüce Allah onu en güzel ahlakla donatmıştır.
Bu sebeple onun ahlaki kişiliği, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar, Allah'ı
çok zikredenler ve tüm insanlık için en güzel örnektir (Kalem/68: 4; Ahzâb/33: 21).
Nitekim Hz. Âişe, Peygamber Efendimizin ahlakını soranlara "Onun ahlakı Kur'andı"
cevabını vermiştir (Müslim, Müsâfirîn: 139).
Peygamberimizi görerek Müslüman olma şerefine erişen ashabın bildirdiğine
göre Sevgili Peygamberimiz, hem fiziki hem de ahlak yapısı itibariyle insanların en
güzeli idi. Bir insanın ahlaki şahsiyeti hakkında en doğru bilgileri aile fertlerinin ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
diğer yakınlarının verebileceğinde hiç kuşku yoktur. Peygamber Efendimizin ahlak
güzelliğine en ayrıntılı biçimde şahit olanlar da onun aile fertleri ve yakın
çevresinde yer alan ashabıdır. Biz de Peygamberimizin örnek ahlakı ile ilgili bilgileri
onların anlatımlarından öğrenmekteyiz.
Peygamber Efendimizin tüm insanlık için örnek olan ahlak güzelliğini
tanıyabilmek için ilkönce onun şemailini ve hilyesini yani fiziki özelliklerini, huy
güzelliğini ve davranışlarındaki mükemmelliği sonra da ahlaki şahsiyetini incelemek
gerekir.
Fiziki Özellikleri ve Gündelik Hayatı
Peygamber Efendimizin fiziki özelliklerine şemail, bunların anlatıldığı edebî
eser ve levhalara hilye denilmektedir. Onun fiziki görünüşü yanında ahlaki
özelliklerine ve bu konuda yazılan eserlere de Şemail ve Hilye adı verilmektedir.
Şemail ve Hilye kaynaklarına göre Hz. Peygamber, uzuna yakın orta boylu idi. Başı,
insanlar arasında hoş ve güzel sayılacak ölçüdeydi. Yüzünün rengi beyazdı. Gözleri
siyah, kaşlarının arası az açıktı. Kirpikleri sık ve uzundu. Sakalı sık, omuz başları ve
omuzlarının arası geniş, elleri ve ayakları itidal üzere idi. Saçı kumral olup hafifçe
dalgalı idi.
Peygamberimiz, güler yüzlüydü. Dinleyenlerin eksiksiz anlayabilmelerini
sağlamak amacıyla yavaş yavaş konuşur, daha iyi anlaşılabilmesi için de önemli
konuları birkaç kere tekrarlardı. Zaman zaman insanları rahatsız etmeyecek hafif
kokular kullanır, ikram edilen çiçekleri kabul ederdi. Gürültü çıkarmadan son
derece dikkatli bir şekilde yürürdü, bakışlarıyla kimseyi rahatsız etmezdi. Diz üstü
oturur, bağdaş kurar, bazen de uyluklarını karnına çekip ellerini dizlerinin üstüne
bağlardı. Geceleyin yatarken, kendisine nimetler veren, ihtiyaçlarını gideren,
evinde huzura erdiren Allah'a hamd eder, O'nun adını anarak uykuya yatar,
uyandığında da yine Allah'a hamd ve şükreder, dönüşün O'na olacağını söylerdi.
Temizliğe çok önem verir, özellikle ağız ve diş temizliğine dikkat ederdi. Her
abdest alışında, o günkü şartlarda bir çeşit diş fırçası sayılan misvakla dişini
temizlerdi. Estetiğe, tertipli ve düzenli olmaya önem verirdi.
Peygamber Efendimiz giyiminde titizdi, dağınıklıktan hoşlanmazdı. Ev
döşemesi olarak, yaşadığı dönemdeki yaygın eşyayı kullanırdı. Gerek giyim, gerekse
ev eşyasında ihtiyacı karşılamaya, sadeliğe, temizliğe ve tertipliliğe özen gösterirdi.
Yemekten önce ellerini, yemekten sonra hem ellerini hem de ağzını yıkardı.
Yemeğe besmele ile başlar, bitince Allah'a hamd ve şükrederdi. İyice acıkmadan
sofraya oturmaz, karnını tıka basa doldurmadan da sofradan kalkardı. Şartların
elvermesi durumunda yemek davetlerine katılırdı. Sofrayı paylaştığı kişilerle hoş
sohbet ederdi. Gerek yiyecekler, gerek giyim, gerekse ev eşyasının helâl yollardan
kazanılmış para ile alınmış olmasına önem verirdi. Gündelik hayatta her zaman
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
güler yüzlü, tatlı sözlüydü; kimseyi, üzmez, kimseyi hor görmez ve azarlamazdı.
Herkes onun yanında kendisini rahat hissederdi.
İbadet Hayatı
İbâdet, kulluk demektir; Yüce Allah’ın razı olduğu amel demektir. Hz.
Peygamber, Yüce Allah'a kulluğunda samimi idi. İbâdetlerini huşu üzere, Allah'a
gönülden bağlılıkla, samimiyetle ve sürekli olarak yapardı. Onun kulluğu, ihsan
mertebesindeydi. Yani ibadetlerini, Allah'ı görüyormuşçasına yerine getirirdi.
Gerçekten de o, namazda kendisini o denli Allah'a teslim ederdi ki, okuduğu Kur'an
ayetlerinin anlamlarına göre duygulanır ve kendinden geçerdi.
Sevgili Peygamberimiz, ibadetleri Allah'ın sonsuz nimetlerine karşı bir şükür
olarak görürdü. Namazlarını, haccını, umresini, orucunu, zekâtını, kurban ibadetini,
teheccüdü ve diğer nafileleri hep aynı derinlikte yerine getirirdi; namazla hayatı
birbirinden ayırmazdı. Onun anlayışında yoldaki bir engeli kaldırmak, bir yoksulun
ihtiyacını karşılamak, Allah'ı zikretmek, O'na dua ve tövbe etmek, Kur'an okumak
ve dinlemek de kulluğun gereklerindendi. İbâdet eden insan, aynı zamanda yararsız
söz ve davranışlardan uzak durmalı, iyilik yapmalı, yardımsever olmalı, namus ve
şerefini korumalı, sözünde durmalı, emaneti gözetmeliydi (Müminûn/71: 1-11).
Onun ibadetlerdeki ilkesi huşu, devamlılık ve ölçülü olmaktı. Her konuda olduğu
gibi ibadetlerde de aşırılığa karşıydı. Dünya ile ilgilenir, aile fertlerine zaman ayırır,
bedenini dinlendirir, zamanı gelince de ibadetlerini yerine getirirdi.
Peygamber Efendimiz, zühd ve takva sahibiydi. Dünyevi ihtiraslardan uzak
dururdu. Ebedî hayatın önemini aklından hiç çıkarmazdı. Her zaman ebedî olanı
geçici olana tercih ederdi. Harama, günaha yaklaşmazdı. Allah'ın rızasına engel
olacak davranışlardan kaçınırdı. Dünyalığa erişince taşkınlık göstermez, Dünyevi
kayıplara uğradığı zaman da ölçüsüz bir şekilde üzülmezdi, şükredilecek yerde
şükreder, sabredilecek yerde de sabrederdi.
Alçak gönüllülüğü
Alçak gönüllülük, Yüce Allah’ın büyüklüğünü ve kendi küçüklüğünü anlamak
ve idrak etmek esası üzerinde gelişen , fikre ve vicdana dayalı bir histir.
Büyüklenmenin zıddı olup, şeref ve yükselmenin merdivenidir. Yüce Allah, alçak
gönüllü olmayı emretmiş, kibirli olmayı da yasaklamıştır. Kur’an-ı Kerîm’de şöyle
buyurmuştur:
“Sana tâbi olan müminlere tevazu kanadını indir” (Şuarâ/26: 215).
“Yeryüzünde kibirlenerek yürüme. Çünkü sen ne yeri delebilir, ne de boy
bakımından dağlara ulaşabilirsin” (İsrâ/15: 37).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Hz. Peygamber'in Allah'a samimi kulluğu ve dinî duyarlılığı, toplum hayatına
engin bir tevazu olarak yansırdı. Nitekim bir gün bir şahıs onu ziyarete gelmiş,
huzuruna girince titremeye başlamıştı. Bunu gören Peygamberimiz, "Arkadaş,
titreme! Ben bir kral değilim. Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum"
diyerek muhatabını rahatlattı. Yine bir gün Peygamberimizin huzuruna bir kadın
geldi, belli ki bir ihtiyacının karşılanmasını istiyordu. Yaşlı olması sebebiyle derdini
tam anlatamıyordu. Herkese ayıracak bu kadar zamanı olmasa da Peygamber
Efendimiz, bu hanıma yaşlılık sebebiyle bunamış biri gibi davranmadı, herhangi bir
usanç belirtisi göstermeksizin onunla ilgilendi.
Ashab–ı Kirâm’dan bir zat, Peygamber Efendimizin insanlara elbise
dağıttığını duymuş, bir elbise edinebilmek için oğlunu göndermek istemiş, fakat
oğlu böyle bir sebeple Peygamberimizin yanına gitmekten çekinmişti. Bunun
üzerine babası herhangi bir endişe taşımamasını, Hz. Peygamber'in huzuruna
rahatlıkla çıkabileceğini bildirdi.
Adiy b. Hâtim, Müslüman olmadan önce bir gün Peygamberimizi görmeye
gelmişti. Hz. Peygamber, onu evine götürürken yolda bir kadınla karşılaştı, uzunca
bir süre onu dinledi. Eve vardıklarında minderini misafirine verip kendisi yere
oturdu. Onun tevazuundan etkilenen Adiy, Hz. Peygamber'in bir kral değil, Allah'ın
elçisi olduğunu anladı ve Müslüman oldu.
Hilmi, Sabrı ve Şükrü
Hilm, yumuşak huyluluk demektir. Acele etmemek, hiddetlenmemek
mânâların da gelir. Peygamber Efendimiz, yumuşak huyluydu, ağırbaşlı ve
sabırlıydı; öfkesine galip gelir, intikam fikrinden uzak dururdu. Zira Yüce Allah, onu,
kaba ve katı yürekli olmaktan uzaklaştırmış, insanları bağışlamayı, doğru yola
ulaşmaları için onlara dua etmeyi öğretmişti (Âl-i İmrân/3: 159).
Sevgili Peygamberimiz, kadın-erkek, genç-yaşlı, zengin-fakir herkese eşit
davranır, kimseye ayrıcalık yapmazdı. Namaz kılarken, çocuklar secdede omuzuna
tırmansalar da onları azarlamazdı. Omuzunda iz bırakacak derecede onu sarsarak
devesine erzak yüklenmesini isteyen bedeviyi bile yumuşaklıkla karşılamış,
kolaylıkla isteğini yerine getirmişti. Zaman zaman İslam'ın özüne aykırı soru
soranları da soğukkanlılıkla dinler, onlara uygun cevaplar verirdi. Duygularına
hâkimdi. Rastgele ve tepkisel davranmaz, sözü düşünerek söyler, işi tartarak
yapardı. Tatsız gelişmeler karşısında rahatsız olsa bile bunu dışarıya yansıtmazdı. O,
"Güçlü kişi, güreşte hasmını yenen değil, öfkelenince öfkesini yenebilendir"(Buhârî,
Edeb: 76; Müslim, Birr: 108) buyururdu.
Hz. Peygamber, risaletle görevlendirildikten sonra müşriklerin türlü baskı ve
eziyetlerine mârûz kaldı. Öte yandan inkârcılar ona büyücü, şair ve deli diye iftira
attılar. Peygamberliğin onuncu yılında Tâif ten dönerken taşlayıp hakaret ettiler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Kısacası Hz. Peygamber, sıradan bir insanın asla dayanamayacağı bu tür sıkıntılar
karşısında sabırlı, fedakâr ve cesur davranmayı bildi.
Peygamber Efendimiz, sabırlı olduğu kadar şükür sahibiydi de. Allah'ın ihsan
ettiği sayısız nimetlere karşı şükretmeyi bir görev bilirdi. Çünkü Yüce Allah,
kendisine şükredilmesini, nankörlük edilmemesini belirtiyor; şükretmenin,
nimetlerin artmasına vesile olacağını bildiriyordu (Bakara/2: 152-153).
Allah Resulü (s), sürekli Allah'a şükrederdi. Bir gece kalkıp namaza durdu.
Uzunca bir süre namazda kaldı. Bu durum, Hz. Âişe'nin dikkatini çekti ve "Ey
Allah'ın Resulü! Senin geçmiş-gelecek tüm günahların affolunmuşken namazı bu
denli uzatmanın sebebi nedir?" diye sorduğunda Hz. Peygamber "Allah'a şükreden
bir kul olmayayım mı?" cevabını verdi (Buhârî,Teheccüd: 6; Müslim, Münâfikîn: 79).
Allah'a gereği gibi şükretmesini bilmeyenler, insanlardan gördüğü iyiliklere
de teşekkür etmezler. İnsanlardan gördüğü iyiliğe karşı teşekkür etmeyenler de
Allah'a gereği gibi şükretmezler. Sevgili Peygamberimiz, hem Allah'a şükreden hem
de gördüğü iyilikler karşısında insanlara teşekkür eden yüksek bir ahlaki kişiliğe
sahipti.
Şefkat ve Merhameti
Yüce Allah Kur'an'da Peygamberimizin alemlere rahmet olarak gönderildiğini
bildirmektedir (Enbiyâ/21: 107). Hz. Peygamber, inananlara çok şefkatli ve
merhametli idi. Allah da onun hakkında "çok şefkatli ve merhametli" anlamına
gelen "raûf ve rahîm" sıfatlarını kullanmıştır (Tevbe/9: 128).
Peygamber Efendimiz, düşmanlara lanet okumasını isteyen birine, kendisinin
lanet için değil, alemlere rahmet için gönderildiğini söylemiştir.
Nitekim Tâif’ten dönerken kendisini taşlayanlara bile beddua etmemiş, onlar
hakkında Yüce Allah'tan hidayet dilemiştir.
Bir gün ashabından birinin Allah'ın rahmetinin sadece şahsına ve
Peygamber'e ait olması için dua ettiğini duyan Peygamberimiz, "Allah'ın lütuf ve
rahmet dairesini çok daralttın" diyerek o kişiyi uyarmıştır. Kendisi de bir yandan,
merhamet etmeyenin merhamet göremeyeceğini hatırlatırken, "Siz
yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösterin ki, göktekiler de size merhamet
etsinler" diyerek merhamet yollarını genişletiyordu (Ebû Dâvûd, Edeb: 58).
Hoşgörüsü ve İnsanların Kalbini Kazanması
Peygamber Efendimiz hoşgörü sahibiydi. Bunun doğal bir sonucu olarak
insanları farklılıklarıyla kabul ederdi. Hoşlanmadığı bir şey, yüzünden anlaşılırdı. Bir
kişide olumsuz bir durum görse onu düzeltirken şahsiyetini incitmemeye özen
gösterirdi. Düzeltilmesi gereken davranışları, "içinizde şöyle şöyle yapanlar var,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
bunlardan vazgeçsinler" diyerek herkesi kapsayacak tarzda söylerdi. Böylece hiç
kimse rahatsız edilmeden yanlışlıklar düzeltilmiş olurdu.
Sevgili Peygamberimiz, şartlar ne olursa olsun her zaman ve her yerde
hoşgörülü olmayı benimsemiştir. Bu sebeple Mekke fethinden sonra Kâbe önünde
toplanmış olan düşmanları hakkında genel af ilan ederek gönüllerini İslam'a
kazanmak istemiştir. Bu durum, Ebû Süfyan ve oğlu Muâviye ile Süheyl b. Amr gibi
çok sayıda Kureyş ileri gelenlerinin İslam'a adım atmalarına sebep olmuştur.
Azim ve Cesareti
Hz. Peygamber, yumuşak huylu ve hoşgörülü olduğu kadar azimli ve
cesurdu. Mekke döneminde İslam'ın yayılmasını engellemek için akla gelmedik
zorluklarla karşılaştı. Fakat o, bunlardan yılmadı, engelleri azim ve cesaretiyle aştı.
Hz. Ali diyor ki: "Savaşlarda Hz. Peygamber kadar düşmana yaklaşan bir kişi
olmazdı, ne zaman savaş kızışıp da darlansak ona sığınırdık." Hz. Enes de: "Başımız
dara düşünce Peygamber Efendimizle korunurduk" diyor. Yine Hz. Enes,
Peygamberimizin cesaretiyle ilgili ilginç bir olay anlatır: “Bir gece Medineliler bir
gürültü ile sarsılmışlar, korku içinde ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Peygamber
Efendimiz, ashabını korkutan bu gürültüyü işitince kılıcını almış, bir ata binerek
gürültünün duyulduğu tarafa tek başına gitmiş, olayı inceledikten sonra geride
kalan Medineliler’in yanına dönüp korkulacak bir şey olmadığını söyleyerek onları
rahatlatmıştı (Müslim, Fedâil: 48).
Uhud Savaşında bazı Müslüman askerlerin disiplinsizliği sebebiyle meydana
gelen karışıklıkta 70 şehit verilmesine rağmen Hz. Peygamber dağılan askerlerini
toplayarak düşmanı durdurmuş ve Mekkeliler’i dönemeyecekleri bir yere kadar
takip etmişti. Hz. Peygamber'in bu azmi karşısında düşman geri dönme cesaretini
gösteremedi. Benzer bir gelişme de Hevâzin Savaşı'nda yaşanmıştır. Şöyle ki Hz.
Peygamber, ilk hücumda neye uğradığını şaşırarak dağılan İslam ordusunu, "Dağılıp
kaçmayın! Buraya gelin...Ben Allah'ın Resulüyüm!.." diyerek etrafında toplamış ve
yeni taktiklerle parlak bir zafer kazanmıştır. Bu olaya şahit olan bir sahabi şöyle
diyor: "Şehadet ederim ki Allah Resulü, bir adım bile gerilemedi. Savaş vahşi bir
yangın gibi yayıldığı zaman hepimiz Peygamber Efendimizin çevresine sığındık."
Peygamber Efendimiz, zulmün, haksızlığın, baskı, şiddet ve saldırganlığın
önünde asla eğilmedi, korkmadı, yılmadı. Zulme ve haksızlığa karşı azim, kararlılık
ve cesaretle, kahramanca mücâdele etti, Müslümanlığın önündeki engelleri aştı.
Duyarlılığı ve Duygulu Oluşu
Sevgili Peygamberimiz, çevesinde yaşadıklarından etkilenen duygulu bir
kişiliğe sahipti. Bunun doğal bir yansıması olarak güzel sesli birinin okuduğu Kur'an,
Yüce Allah'ı zikir ve tefekkürle O'na huşu üzere ibadet, kimsesiz bir çocuğun
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
sıkıntısı ve ölüm hâli onu hislendirirdi. Küçük oğlu İbrahim, hastalandığında onu
bağrına basıp şefkatle öptü ve gözyaşlarını tutamadı. Bu sırada şöyle diyordu:
"Allah'ın takdiri karşısında elden ne gelir ey İbrahim! Göz yaşarır, kalp
hüzünlenir. Biz, Allah'ın rızasına aykırı bir söz söylemeyiz. Ey İbrahim, senin
ölümün sebebiyle derin bir üzüntü içindeyiz..." (Buhârî, Cenâiz: 43).
Benzer şekilde kızı Zeynep'ten olan torunu Ali’nin vefatı üzerine
Peygamberimiz gözyaşlarını tutamadı. Bunu yadırgayan bir şahsa ise şunları
söyledi:
"Bu gözyaşı, Allah'ın, dilediği kullarının kalbine koyduğu bir rahmettir..."
(Buhârî, Merdâ: 9).
Doğruluğu ve Güvenilirliği
Peygamber Efendimiz, Müslümanı, insanların kendisine güvendiği, elinden
ve dilinden diğerlerinin zarar görmediği kişi olarak tanımlar. "Söz söylerken
yalancılık edeni, söz verdiği zaman sözünde durmayanı, kendisine bir şey emanet
edilince hıyanet edeni" de ikiyüzlülükle niteler (Müslim, İman: 107). Bu
örneklerden anlaşılacağı üzere Peygamber Efendimizin, kişiliğiyle bütünleşmiş
özelliklerinden biri de onun doğruluğu ve güvenilirliğidir.
Hz. Peygamber, doğup büyüdüğü Mekke çevresinde henüz peygamber
olmadan önce doğru ve güvenilir anlamında "el-Emîn" olarak tanındı. Bir kısım
Mekkeliler bu özelliği sebebiyle emanetlerini ona teslim ederlerdi. Ticari
faaliyetlerinde de o hep dürüstlüğüyle ün yapmıştı. Her zaman insanların yardımına
koşar, verdiği sözde dururdu. Dürüstlüğü, düşmanlarının bile dikkatini çekerdi.
Nitekim Bizans İmparatoru ticaret amacıyla Suriye'ye giden Mekkeliler’den Hz.
Peygamber hakkında bilgi isteyince heyet içerisinde yer alan müşrik liderlerinden
Ebû Süfyan bile, onun, Mekkeİiler arasında emin olarak tanındığını itiraf etmiştir.
Kur’an-ı Kerim'de, Peygamberimizin şahsında bütün Müslümanlara dosdoğru
ve doğrularla beraber olmaları gerektiği vurgulanmaktadır (Hûd/11: 112; Tevbe/9:
119). Doğruluktan ayrılmayan tevhit ehli kişilere korku ve keder olmayacak,
doğruluklarının karşılığı olarak onlar ebediyen cennette olacaklardır (Ahkâf/46: 13).
Bir gün ashabtan bazıları Hz. Peygamber'e "Yaşlandınız ey Allah'ın elçisi!" diye
seslenince Peygamber Efendimiz, "Beni, Hûd ve Şûrâ sureleri yaşlandırdı" demiştir.
Çünkü her iki surede de "Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!" buyurulmuştur (Hûd/11:
112; Şûrâ/42: 15).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Cömertliği
Cömertlik, malı ve zenginliği Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine vermek
demektir. Peygamberimiz, cömertlikte de Müslümanlara örnekti. Bu hususta şöyle
buyurmaktadır: "Allah cömerttir, cömertliği sever" (Tirmizî, Edeb: 41). Yine ona
göre cömert kişi, Allah'a, cennete ve insanlara yakın, cehennem ateşinden ise
uzaktır.
Hz. Peygamber'den dünya ile ilgili bir şey istenilince reddetmezdi; istenilen
şey varsa verir, yoksa vaat ederdi; duruma göre kimine yemek yedirir, kimine
elbise giydirir, kimine para verirdi. Yardım isteyen kişi, sağlıklı ve çalışabilecek
durumda ise onu çalışma hayatına yölendirerek kendi kazancıyla ayakta durmasını
sağlardı.
Kendisine bir hediye verildiği zaman daha değerlisiyle karşılık verirdi. Ashab-ı
Kirâm, Hz. Peygamber'in cömertliğini bereketli yağmur taşıyan rüzgârlara
benzetirdi. Onun cömertliği, ramazan ayında daha da artardı.
Peygamber Efendimiz, cömert kişinin rızkının bereketleneceğini, cömertliğin
yoksulluk sebebi olmayacağını söylerdi. Ona göre cömertlik, sağlıklı bir toplum
inşasında önemli bir etken olup cimrilik de toplumların zayıflayıp çökmesine
sebeptir. Cimrilik, kişiyi mal hırsına götürür, demir bir zırh gibi sıkar ve rahatsız
eder. İnsanı bu huzursuzluktan kurtaracak erdem ise cömertliktir. Bir defasında
yanına gelen bir kişiye Hz. Peygamber bol miktarda yardımda bulununca o kişi
kabilesine giderek "Ey kavmim, Müslüman olun! Çünkü Muhammed yoksul
düşmekten korkmaksızın büyük iyilik yapıyor" demiştir (Müslim, Fedâil: 57).
Vefakârlığı
Vefakârlık, Sevgili Peygamberimizin ruhunu süsleyen erdemlerden biriydi.
Sözünde durur, vaadinden dönmezdi. İslam'a hizmet edenleri hiçbir zaman
unutmaz, arkadaşlarını ve aile dostlarını sık sık arar ve anardı. Bir defasında
Habeşistan hükümdarının elçileri Medine'ye geldiklerinde onlarla bizzat
ilgilenmişti. Bunun sebebi, vaktiyle Habeşliler’in, ülkelerine sığınan Müslümanlara
gösterdikleri konukseverlikti.
Peygamber Efendimiz, bir sefer esnasında yolunu Ebvâ'dan geçirerek annesi
Âmine'nin kabrini ziyaret etti; eliyle toprağı düzelterek kendisine olan şefkatini
hatırladı ve hüzünlendi. Kendisine süt emziren Süveybe hanıma çeşitli yardımlarda
bulundu. Yine sütannesi Halîme'ye hürmet eder ve ihtiyaçlarını karşılardı. Dadısı
Ümmü Eymen'e, "Sen benim ikinci annem sayılırsın" diyerek iltifat ederdi. Amcası
Ebû Tâlib'in eşi, yengesi Fâtıma Hanım için de sık sık şöyle derdi: "O, benim
annemdi!"
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Mut'im b. Adiy, Kureyş'in ileri gelenlerinden olup İslam'a girmemişti. Hz.
Peygamber, risaletin onuncu yılında Tâif'ten dönerken Mekke müşriklerinden eman
istemek zorunda kaldı. Onun talebine sadece Mutim cevap verdi. Hz. Peygamber bu
sayede Mekke'ye girebildi. Mut'im, Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinden sonra
Mekke’de öldü. Ölümü dolayısıyla Mekke’de bir yıl yas tutulduğuna dair rivayetler,
Mekke halkının onu ne kadar çok sevdiğini göstermektedir. Onun ölümü
Medine’deki Müslümanları da üzmüştür. Hz. Peygamber devrinin Müslüman
şairlerinden Hassan b. Sâbit, onun ölümünün ardından bir mersiye yazmış, şiirinde
vaktiyle Peygamberimizi himaye ettiğinden bahisle onu iyilikle anmıştı. Peygamber
Efendimiz, kendisi adına gösterilen bu vefakârlıktan hoşnut oldu. Ayrıca
Peygamberimiz, Bedir esirlerinin serbest bırakılmasını sağlamak için Medine’ye
gönderilen heyette yer alan oğlu Cübeyr’e söylediği şu sözlerle ona olan vefasını
ifade etmiştir: "Şayet babanız Mut'im b. Adiy sağ olsaydı ve benden esirleri
isteseydi fidye istemeden hepsini serbest bırakırdım"(Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV,
80).
Çeşitli Toplum Kesimleriyle İlişkileri
Peygamber Efendimiz çocukları çok severdi, onların arasına katılır,
selâmlaşır, onlarla konuşur ve şakalaşırdı. Bu sebeple çocuklar, bir yolculuğa
çıkacağında onu uğurlar, dönüşünü de özlemle beklerlerdi.
Hz. Enes, çocukluk ve gençlik yıllarını onun yanında geçirdi. Ona göre Hz.
Peygamber, çocukları sevmeyi, onlarla ilgilenmeyi, tehlikelere karşı onları korumayı
cehennemden kurtuluşa vesile ve merhametli olmanın gereği sayardı.
Peygamberimiz, iman, ibadet ve ahlak bilgilerinin çocuklara seviyelerine uygun bir
şekilde öğretilmesini isterdi. Kendisi de bu konuda örnek olur, torunları Hasan,
Hüseyin ve kızı Zeyneb'ten torunu olan Ümâme'nin namazda omuzuna binmesini
hoşgörürdü. Özellikle yoksul, kimsesiz, hizmetçi ve öksüz çocuklarla ilgilenilmesini
isterdi.
Bir defasında Peygamberimiz, küçük bir kızın ağladığını gördü. Sebebini
sorduğunda evine un almak için yanında bulunan parasını kaybettiğini söyledi.
Peygamberimiz, kaybettiği parayı ona verdi, ama çocuğun bu sefer de geciktiği için
evdekilerin azarlamasından korktuğunu fark etti ve unu aldıktan sonra çocuğu
evine kadar götürdü. Ev sahipleri, Peygamberimizin evlerine kadar gelişine sebep
olduğu için, çocuğa kızmak yerine memnuniyetlerini ifade ettiler.
Hz. Peygamber şehit yetimi olan çocuklarla özellikle ilgilenilmesini istemiştir.
Hz. Hamza'nın yetimi olan kız çocuğunun bakımının üstlenilmesi hususunda çok
istekli olan Hz. Zeyd b. Hârise'ye, Hz. Cafer ve Hz. Ali'ye duyarlı davrandıkları için
çok teşekkür etti ve teyzesiyle evli olması dolayısıyla onun eğitimini Hz. Cafer'e
verdi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Hz. Peygamber, kız ve erkek çocuklar arasında ayırım yapılmasına karşı
çıkardı. Halbuki İslamiyetten önce Cahiliye çağında kız çocukları doğuştan
potansiyel suçlu gibi algılanırlardı. Bu anlayış, kimi kabilelerin kız çocuklarını
öldürmelerine sebep olurdu. Hz. Peygamber, bu Cahiliye anlayışını yıktığı gibi kız
çocuklarına gereken önemin verilmesini emretmiş, onları eğitip hayata
hazırlayanların büyük sevaba erişeceğini ve cennete gireceğini müjdelemiştir.
Peygamber Efendimiz, İslam'ı yaymaya başladığı ilk günlerden itibaren
gençlere değer vermiştir. Çünkü İslam'a ilk girenler arasında çok sayıda genç vardı.
Bu genç insanlar, çevreden gelen baskılara boyun eğmediler, yılgınlık
göstermediler, sabırla engelleri aştılar ve İslam'ın yayılmasında önemli hizmetler
yaptılar. Hz. Ali, Abdullah b. Ömer, Zeyd b. Hârise, Zübeyr b. Avvam, Abdullah b.
Mes'ûd, Abdurrahman b. Avf, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebû Vakkas, Erkam b.
Ebi'l-Erkam, Mus'ab b. Umeyr, Cafer b. Ebû Tâlib, Hz. Osman, Ebû Ubeyde b.
Cerrah bunlardan bazılarıdır.
Gençlerin, İslam'ın yayılmasına katkıları Medine döneminde de devam etti.
Nitekim henüz hicretten önce Medine'ye öğretmen olarak görevlendirilen ilk şahıs,
Mus'ab b. Umeyr adlı bir gençti. Bir yıl içinde İslam'ın Medine'de duyulmasına ve
yayılmasına önemli katkı sağladı. Medine'de bu gençler arasına Zeyd b. Sâbit, Muâz
b. Cebel gibileri eklendi. Özellikle Zeyd b. Sâbit, Hz. Peygamber'in isteğiyle İbranice,
Süryanice ve diğer bazı yabancı dilleri öğrenerek yabancı misafirlerle
Peygamberimiz arasında tercümanlık yaptı.
Hz. Peygamber, gençlerle olduğu kadar yaşlılarla da iyi ilişkiler geliştirmiştir.
Nitekim, "Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen
bizden değildir"(Tirmizî, Birr: 15) diyerek çocuklara şefkatin, yaşlılara da hürmetin
ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır.
Allah Resulü, herkese, en başta ana-babalar olmak üzere yaşlılara saygılı
davranmalarını tavsiye ederdi. Yaşlı kimselere ikramda bulunmanın Allah'a itaatin
bir eseri olduğunu söylerdi. Bir gün huzuruna biri genç, biri orta yaşlı ve biri yaşlı
olmak üzere üç kişi gelmişti. Söze ilkönce en genç olan başlamak isteyince
Peygamberimiz, yaşlı şahsı göstererek ilkönce onun konuşmasının daha doğru
olacağını belirtti. Yine bir gün Peygamber Efendimiz, yanında bulunanlara süt ikram
ediyordu. Kâseye sütü koyup önce en yaşlı olana sundu ve "Buyurunuz, bereket
büyüklerimizdedir" buyurdu.
Hz. Peygamber, hanımlarla da sağlıklı ilişkiler geliştirmiş, bu da hanımların
İslam'ın yayılmasına büyük katkı sağlamalarına vesile olmuştur. Unutulmamalıdır
ki, İslam tarihinde ilk Müslüman, Hz. Peygamberin hanımı Hz. Hatice'dir. İslam
tarihinde Allah yolunda şehitlik derecesine erişen ilklerden birinin Sümeyye Hanım
olması da dikkat çekicidir. Hicret aşamasında eşinden ve çocuğundan ayrı kalmaya
zorlanan Ümmü Seleme' nin Medine'ye hicreti de önemlidir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Mekke dönemi itibariyle Hz. Âişe ve ablası Esma gibi hanımlar ve anneleri,
Hz. Ömer'in kız kardeşi Fâtıma Hanım gibileri İslam'a önemli hizmet vermişlerdir.
Hicret sürecinde Hz. Esma'nın, Babası Hz. Ebubekir'in ve Peygamberimizin erzak
torbalarını kuşağından kopardığı iplerle bağlayarak onları Sevr mağarasına
uğurlaması önemli bir hizmet olarak İslam tarihine geçmiştir.
Hanımların İslam'a hizmeti Medine döneminde artarak devam etmiştir.
Ensar’dan Ümmü Süleym'in hizmet için oğlu Enes'i Peygamber Efendimize getirip
bırakması ve sahip olduğu küçük bir hurma bahçesini Müslümanların kullanımına
sunması oldukça anlamlıdır.
Ümmü Umâre, Uhud Savaşı'nda kocası ve iki oğlu ile birlikte savaşırken
yaralanmıştı. Savaşın ardından düşmanı takip için hazırlanan birliğe de katılmak
istedi. Ancak Hz. Peygamber, yaralı olması sebebiyle buna izin vermedi.
Peygamberimizin, düşman takibinden döndükten sonra ilk sorduğu kişi, Ümmü
Umâre oldu. Yine Uhud Savaşı'nda kocası, kardeşi ve oğlunu şehit vermiş olan
Sümeyra Hanım, sürekli Peygamberimizi sorup araştırmış, onu sağ olarak görünce
de, "Değil mi ki sen sağsın, bütün musibetler bana hiç gelir" diyerek sevincini dışa
vurmuştur.
Ashab'ın eşleri ve kızları arasında okuma yazma bilenlerle Peygamberimizin
eşleri Hz. Âişe ve Hz. Hafsa gibileri, İslam'ın özellikle hanımlara öğretilmesinde
önemli hizmetler yapmışlardır. Hz. Peygamber'in sağlığında hanımlar, istedikleri
zaman cuma ve bayram namazlarına gidebiliyorlardı. Peygamberimiz, hanımlardan
gelen istek üzerine Mescid-i Nebevî'de onlara haftada bir gün sohbet etmiştir. Hz.
Peygamber'in sağladığı imkânlarla hanımlar, İslami dönemde savaşta ve barışta her
zaman önemli sorumluluklar üstlenmişlerdir.
Resul-i Ekrem, tüm toplum kesimleriyle ilişki kurmuş, herkesin yeteneğine
uygun ilerleme yollarını açmış, hiç kimseyi ihmale ve ilgisizliğe terk etmemiştir.
Sosyal hayatı oluşturan kesimler arasında onun ilgi ve şefkatinden sadece çocuklar,
gençler, yaşlılar ve hanımlar değil, yoksullar, muhtaçlar, işsizler, iş sahipleri, işçiler,
hizmetçiler, öksüzler, şehit aile çocukları ve özürlüler de nasibini almıştır. O,
toplumda her kesimle ilgilenmiş, insanlara moral, sevinç, ümit ve huzur veren
projelerinden her kesimi yararlandırmıştır. Dolayısıyla hiçbir yoksul, hiçbir yetim, başta Abdullah b. Ümmü Mektûm olmak üzere- hiçbir özürlü onun geliştirdiği
toplumda ilgisizliğin ve duyarsızlığın karanlığına terk edilmemiş, onun rehberliği
sayesinde hayatlarını hep bir ümit, neşe ve moral içinde yürütüp gitmişlerdir.
Sosyal Çevreye Önem Vermesi
Kur’an-ı Kerim'de Müslümanların kardeş oldukları, birlik-beraberlik içinde
olmaları, birbirleri aleyhine dedikodu yapmamaları, iftira etmemeleri, ön yargılarla
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
birbirlerini töhmet altında bırakmamaları, birbirlerinin hatalarını açıklayıp
yaymamaları hatırlatılmaktadır (Hucurât/49: 1-15).
İslam bilginleri, Peygamber Efendimize "Yaşayan Kur'an" demişlerdir.
Dolayısıyla o, Kur'an'da işaret edilen kardeşliği, birlik ve beraberliği Müslümanlar
arasında gerçekleştirmeye çok çalışmıştır. Ona göre nasıl ki, insanın organlarından
biri rahatsızlandığı zaman diğer organlar da o ağrıyı hissederse Müslümanlar da
birbirlerinin dertleriyle, sıkıntılarıyla ilgilenmelidirler (Buhârî, Edeb: 27; Müslim,
Birr, 66). Peygamber Efendimiz, din kardeşlerinin birbirlerine destek olmalarını bir
duvarı sağlamca tutan örülmüş tuğlalara ve birbirine kenetlenmiş sağlam binalara
da benzetir (Buhârî, Edeb, 36; Müslim, Birr: 65) ve Müslümanlara birlik hâlinde
olmalarını, ayrılıp dağılmaktan şiddetle kaçınmalarını tavsiye eder(Tirmizî, Fiten: 7).
Müslümanlar, birbirlerine kin tutmamalı, haset etmemeli, sırt çevirmemeli,
ilgiyi kesmemelidirler. Din kardeşleri arasındaki ilişkilerde barış üzere olmak
esastır; kin, haset, kovuculuk, gıybet gibi şeylere yer yoktur. Temel gaye, toplumun
birliği, sosyal hayatın huzur ve barışı olmalıdır. Peygamber Efendimiz, "Mümin
olmadıkça cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçek anlamda iman
etmiş olmazsınız" buyurmuş (Müslim, iman, 93), Müslüman ve mümini şöyle tarif
etmiştir: "Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu; mümin ise,
insanların, canları ve malları hususunda kendisinden güvende olduğu kimsedir."
(Tirmizî, iman: 12; Nesâî, iman: 8)
Peygamber Efendimiz, hicretten sonra Medine'de İslam toplumunda barışı
tesis için gayret göstermiştir. Bu amaçla ilkönce Müslümanlar arasında
selamlaşmayı yaygınlaştırmış, muhtaçlara yardımcı olmayı tavsiye etmiş, akraba ve
komşularla ilgilenmek gereğini vurgulamış, bu hizmetlerin ibadetle olgunluk
kazanacağına işaret etmiştir.
Peygamber Efendimiz, "Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimse,
akrabasını görüp gözetsin" (Buhârî, İlim: 37; Müslim, iman: 74-77) sözleriyle akraba
ile ilgilenmenin önemini vurgulamıştır. Kur'an'da da akrabalık bağlarını kesmenin
yanlışlığına ve komşulara iyiliğin önemine dair ayetler mevcuttur (Ra'd/13: 21-22;
en-Nisa/4: 36).
Allah Resulü (s), toplumun birliğini sadece ilke bazında ele almakla kalmamış,
bu ilkeleri pratiğe yansıtacak kurumları da oluşturmuştur. Bunların başında camiler
gelir. Hz. Peygamber, hicret yolculuğunun nihayetinde henüz Medine'ye girmeden
Kubâ'da birkaç gün içinde İslam tarihinin beş vakit açık ilk mescidini yapmıştır.
Daha sonra Mescid-i Nebevî'yi inşa etmiş, bitişiğine de Suffe Okulu'nu yaparak
hizmete açmıştır. Böylece iç huzuru, camide yan yana saf tutan Müslümanların
birliğiyle görünür hâle getirmiş, Suffe Okulu'nda eğittiği öğrencilerle söz konusu
birliği pekiştirmiştir. Bununla birlikte Peygamberimiz, Muhacirlerle Ensar arasında
sosyal birliği sağlama adına kardeşlik kurmuştur. Buna göre, Ensar Muhacirlere
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
ekonomik alanda destek verirken, Muhacirler de onlara sabır ve fedakârlık
tecrübelerini aktarmışlardır.
Resulullâh (s), Müslümanlar arasında kurulmuş olan barışın bozulmasına asla
izin vermemiş, barışı bozabilecek herhangi bir tartışma meydana geldiğinde hemen
müdâhale etmiştir. Örnek vermek gerekirse, aralarındaki tartışma esnasında Bilâl-i
Habeşî'yi "Kara kadının oğlu!" diye küçük gören bir sahabiyi, "Ben aranızda iken
hâlâ mı Cahiliye gayreti güdüyorsun?" diye uyarmış, bunun üzerine o sahâbi,
Bilâl'den özür dilemiştir. Benzer şekilde Kubâ’lılar arasında bir kavga çıktığını duyan
Peygamberimiz, hemen bir ata binip oraya ulaşmış ve ikindi namazının vakti biraz
gecikse de kavga edenleri barıştırmadan Medine'ye dönmemiştir.
Ashab-ı Kirâm'dan bir zat, Müslümanlar arasındaki dayanışmanın korunması
hususunda ilginç bir olay anlatıyor: “Bir gün birkaç sahabi Peygamberimizin
huzurunda otururken âniden Hz. Ebubekir bir telaş içinde gelir. Peygamberimiz,
onun, biriyle çekiştiğini tahmin eder. Sebebini sorduğunda Hz. Ebubekir, Ömer'le
arasında bir tartışma yaşandığını, kendisinin biraz ileri gittiğini ve özür dilediğini
söyler. Bunun üzerine Resulullâh (s), onun için Allah'tan mağfiret diler. Aynı anda
Hz. Ömer de pişmanlık duyarak özür dilemek üzere Hz. Ebubekir'i aramaya koyulur
ve Peygamberimizin huzuruna gelir. Bu esnada Peygamberimizin yüz ifadesinin
değiştiğini fark eden Hz. Ebubekir, onun, Ömer'i azarlamasından endişe duyarak bu
işte kendisinin daha ileri gittiğini ısrarla belirtir. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
orada bulunan herkese hitap ederek, peygamberlikle görevlendirildiği ilk günlerde
kimi davet ettiyse şüphe ve itirazla karşılaştığını, hiçbir endişe taşımaksızın ilk iman
edenin Ebubekir olduğunu söyler, ardından da, "Şimdi ashabım! Siz bu aziz
dostumu, bu nisbetiyle ve özelliğiyle bana bırakırsınız değil mi?" (Buhârî, Fedâilü
Ashabi'n-Nebî: 5, 13) diyerek onun Müslümanların birliği ve huzuru adına
gösterdiği fedakârlık ve gayreti takdir eder.
Fiziki Çevreye Duyarlılığı
Peygamber Efendimizin şefkat ve merhameti, sadece insanlarla sınırlı
değildi. O, aynı zamanda fiziki çevrenin korunması ve yaşatılmasına da önem
vermiştir. Bu anlamda Müslümanlarda sürekli çevre bilinci uyandırmayı
hedeflemiştir. Nitekim kuru ve çorak bir araziyi işe yarar hâle getirene Allah'ın
mükâfat vereceğini, insan ve hayvanlar ondan yararlandıkça araziyi verimli hâle
getirene sadaka sevabı yazılacağını müjdelemiştir. Buna karşılık bir serçeyi haksız
yere öldürenden kıyamet gününde Yüce Allah'ın hesap soracağını haber vermiştir.
Hayvan haklarının gözetilmesine işaret eden Peygamberimiz, çölde giderken
susuz bir köpeğe su veren kişinin cenneti kazandığını, aç-susuz bırakılarak ölüme
terk edilen bir kedi yüzünden de bunu yapanın cehennemlik olduğunu bildirmiştir.
Peygamber Efendimiz, yolculuk sırasında ibadet için mola verdiğinde, ilk önce
hayvanların yükünü indirir, istirahatlarını sağlar, ibadetini ise sonra yapardı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
Hz. Peygamber, çevre temizliği ve insan sağlığı için Müslümanlardan,
evlerinin etrafını, sokakları, park-bahçe gibi dinlenme yerlerini temiz tutmalarını
istemiştir. Peygamberimizin öğretilerine ve uygulamalarına göre Müslüman, çevre
dostudur, ona asla zarar vermez.
Resul-i Ekrem, Medine'de bazı bölgeleri herkesin yararlanacağı park alanı
ilan etmiş, buradaki tüm canlıları şu sözleriyle koruma altına aldığını açıklamıştır:
"Ya Rabbi! İbrahim Peygamber'in Mekke'yi haram (korumaya alınmış
yeşil alan) kıldığı gibi ben de Medine'yi haram kıldım. Onun iki kayalığı arası
haram bölgesidir; ağaçları kesilmez, ağaçların yaprakları koparılmaz, otları
yolunmaz, hayvanları avlanmaz!"
Peygamberimiz, benzer şekilde Tâif şehri için önem taşıyan Vecc Vadisi'ni de
korumaya almıştır. Bu gibi mekânlarda mecburiyet olmadıkça ağaç kesilmesini
yasaklamış, kesilmek zorunda kalınırsa yerine bir ağaç dikme ilkesini insanlara
benimsetmiştir.
SİYASÎ VE ASKERİ KİŞİLİĞİ
Yönetimin Oluşumu
Hz. Peygamber’in hayatında iki dönem vardır. Biri Mekke dönemi, diğeri de
Medine dönemidir. Mekke dönemi, Medine dönemi için bir hazırlık safhasıdır. Hz.
Peygamber Mekke'de 610 yılı Ramazan ayında peygamberlikle görevlendirildiği
andan Medine'ye hicret edinceye kadar Mekke şehir devletinin çeşitli engelleriyle
karşılaştı. Müslümanlara yapılan eziyet ve işkenceler bir yana, bi'setin yedinci
yılında Müslümanlar aleyhine üç yıl boyunca ekonomik ve sosyal boykot kararı
almış olmaları, 10. yılında Tâif'ten dönerken Hz. Peygamber'i müşrik olan Mutim b.
Adiy’in himayesinde şehre girmeye mecbur bırakmaları ve 13. yılında Hz.
Peygamber hakkında ölüm kararı almış olmaları, Mekke şehir devletinin siyasi
gücünü Müslümanlar aleyhine kullandıklanı açıkça ortaya koyar. Hz. Peygamber de
buna karşılık tebliğin başarıya ulaşması için siyasi örgütlenmeye ihtiyaç duydu.
Bunun ilk adımı Akabe biatlarıyla atıldı. Bu amaçla Hz. Peygamber, ikinci Akabe
biatında dokuzu Hazrec'ten, üçü de Evs'ten olmak üzere oniki kişiyi hicretten sonra
Medine'de oluşturacağı siyasi organizasyonun ilk temsilcileri olarak tayin etti. Bu
oniki kişden biri olan Es’ad b. Zürâre’yi de teşkilatın başkanı olarak tayin etti.
Böylece teşkilatlanmada ilk adım atılmış oldu.
Hz. Peygamber, 622 yılında Mekke'den Medine'ye hicret edince henüz şehre
girmeden Kubâ'da Müslümanların varlık ve bağımsızlığının sembolü olarak ilk
mescidi bina etti. Sâlim b. Avf oğulları yurdundan geçerken Rânûna vadisinin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
ortasına varıldığında Hz. Peygamber, Müslümanların birliğini temsilen ilk Cuma
hutbesini okudu ve namazı kıldırdı. Hicretin tamamlanmasından sonra da
Muhacirlerle Ensar arasında kardeşliği kurmak suretiyle ilk Müslüman toplumu ve
siyasi birliği oluşturmuş oldu.
Bunun ardından Hz. Peygamber, Müslümanlar dışında şehrin sakinleri olan
Yahudi ve başka inanç sahiplerini de adalet ve insaf ölçülerinde kapsayacak hukukî
bir metin ortaya koydu. Medine Vesikası adı verilen bu metinde karşılıklı ilişkiler,
görev, sorumluluk ve haklar açık bir şekilde belirlenmişti.
Bu şekilde ortaya çıkan teşkilatlanmanın kaynağı, Kur'an ve onun uygulayıcısı
durumunda olan Hz. Peygamber'di. Kurulmakta olan yönetimin amacı, yeryüzünde
düzen ve huzurun, Hakk'a teslimiyet ve hukukun üstünlüğüyle adaletin sağlanması
idi. Bunun için, sosyal hayatı ayakta tutacak tüm hukukî ve ahlaki değerlerin
korunması, iyiliğin yayılması, kötülüğün önlenmesi, danışma (müşâvere), sosyal
adaletin gerçekleştirilmesi, devletler arası ilişkilerin kurulması, din ve vicdan
hürriyeti, ehliyet ve liyakata önem verilmesi yönetimin temel ilkeleri olmuştur.
Hz. Peygamber, kurduğu yönetimle asayiş ve güvenliği sağlamış, ekonomik
hayatın temellerini atmış, eğitim öğretimi planlamış, zekât, cizye, öşür gelirlerinin
ve vergilerin toplanması için görevliler, mülki yönetim için valiler, hukukla ilgili
meseleler için hâkimler, ilmi ve dini yaymak için öğretmenler, resmî yazışmaları
yürütmek için kâtipler, askerin sevk ve idaresi için komutanlar görevlendirmiştir.
Hz. Peygamber, Başta Necran Hristiyanları olmak üzere gayrimüslim
zimmîlerle yaptığı anlaşmalarda onlara can ve mal güvenliğiyle din ve vicdan
özgürlüğü tanımıştır. Diplomasiye önem vermiş, özellikle Hudeybiye Barışı'ndan
sonra komşu devlet başkanlarına ve önemli kabile reislerine elçiler ve mektuplar
göndererek iyi ilişkiler kurmayı amaçlamıştır.
Bürokrasi
Peygamber Efendimizin yönetim ilkelerinden biri de halkın işlerinin hızla ve
kolaylıkla yürütülmesidir. Bunun için "Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız; müjdeleyiniz,
nefret ettirmeyiniz!" talimatını vermiştir (Buhârî, İlim: 11; Müslim, Cihâd: 51).
Kamu görevlilerinin uygulamalarıyla ilgili olarak Peygamberimizin yaptığı bir dua bu
açıdan mühimdir:
"Allahım! Her kim Müslüman toplumun bir işini üstlenir de güçlük
çıkarırsa sen de ona meşakkat ver! Her kim de merhametle davranıp kolaylık
gösterirse sen de ona merhamet et!" (Müslim, İmâre: 19).
Hz. Peygamber'e göre halka ait işlerin yürütülmesi, sosyal bir sorumluluktur.
Dolayısıyla görevliler, bu yükümlülüğün gereğini yerine getirecek bilgi ve ehliyete
sahip olmalıdırlar. Nitekim Hz. Peygamber, Kur’an-ı Kerim'de yer alan "emanetlerin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
ehline verilmesi" (Nisâ/4: 58) prensibini kamu görevlerinde önemle uygulamış ve
"İş, ehil olmayana verildi mi kıyameti bekle!" buyurmuştur (Müslim, İmâre: 16).
Allah Resulü, aynı şekilde kamu görevi için aşırı istekli olmayı uygun bulmamıştır.
Çünkü ona göre ihtiras, kişinin görevini kötüye kullanmasına, rüşvete ve adam
kayırmaya yol açabilirdi. Bu hususta şu talimatı vermiştir:
"Bir devlet görevini ısrarla istemeyiniz. Zira ısrar ettiğin göreve
getirilirsen, işin yürütülmesi esnasındaki yetersizliğinden dolayı sorumlu
tutulursun. Şayet böyle bir görev ısrarın dışında sana verilirse yardım ve destek
görürsün!" (Müslim, İmâre: 13; Ebû Dâvûd, İmâre: 2).
Hz. Peygamber, devletin çeşitli işleri için tayin ettiği memurlarına, aile
fertleriyle birlikte geçinebileceği bir maaş, barınabileceği bir ev, iş yerine gidip
gelebileceği bir binek tahsis ediyordu. Memurun, bunun dışında alacağı hediyeyi
bile bir çeşit rüşvet sayıyor, en küçük bir devlet malını şahsi işinde kullanmayı
hıyanet ve hırsızlık olarak değerlendiriyordu.
Ekonomik Hayat
Hz. Peygamber, kişisel kazanca önem verirdi. Bu sebeple hicretten sonra
Medine'de Müslümanlar için alışveriş merkezi kurarak çalışma hayatının
temellerini attı; iş hayatı, işveren, işçi, esnaf, tüketici, hububat ve meyve üreticisi
ve ticari ortaklığa dair çeşitli düzenlemeler yaptı. Alışverişte güvenliğin sağlanması
için denetçiler görevlendirdi, kendisi de denetlemeler yapardı. Bir defasında hileli
satış yapmaya çalışan birini, "Alışverişte Müslümanları kandırmayınız. Aldatan,
bizden değildir" diyerek uyarmıştır (Müslim, İman: 10). Zaman zaman
Müslümanların alışveriş yaptıkları mekânları ziyaret edip ölçü ve tartı aletlerinin
başına geçerek ticarette dürüstlüğün önemini vurgular, böyle davrananların
cenenette peygamberler, sıddîklar ve şehitlerle beraber olacağını söylerdi (Tirmizî,
Büyû’: 4). Hz. Peygamber, alışverişte güven ortamının yaygınlaşmasına önem
verirdi. Pazarda bir Müslümanın kesinlik kazanan alışverişini bozacak tarzda
yeniden pazarlık yapılmasını, üreticinin malını pazara intikal ettirmeden önce hile
ile ucuza kapatılmasını, karaborsacılığı, satılan malın kusurlarının gizlenmesini,
gereğinden fazla abartı ile övülmesini, yalan yere yeminle malın sürümünün
artırılmak istenmesini doğru bulmazdı.
Hz. Peygamber, zenginlerin dinî, sosyal, mali sorumluluklarının gereğini
yerine getirmelerini isterdi. Darda kalan iyi niyetli borçluya mühlet verilmesini
tavsiye eder, ribâ (faiz) ile borç alıp vermeyi kesinlikle yasaklardı. Çünkü Kur’an-ı
Kerim'de ribâ kesin bir dille yasaklanmıştır (Bakara/2: 279; Âl-i İmrân/3: 130).
Hz. Peygamber döneminde beytülmal (hazine) gelirlerini humus denilen
ganimetin beşte biri, Müslümanlarla anlaşmalı olan gayrimüslimlerden can, mal
güvencesi ve inanç hürriyetinin sağlanmasına karşı belirli kurallara göre alınan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
cizye, Müslümanlardan alınan zekât ve toprak mahsullerinin zekâtı olarak bilinen
öşür oluştururdu. Bunlar amil denilen vergi memurları tarafından toplanırdı. Bazen
bu görevi valiler de yapardı. Toplanan vergiler, Kur'an ve Sünnet ölçülerine göre
sarf olunurdu.
Askeri Hayat
İslam’da esas olan barıştır. İslam, bütün insanların barış içinde yaşamalarını
esas alır ve müminleri hep birden barışa davet eder (Nisâ/4: 128; Bakara/2: 208).
Savaş arızî ve geçici bir durumdur. İslam’da,Temel hak ve özgürlükler engellendiği
takdirde savaşa izin verilmiştir. Anarşiye, karışıklığa, kargaşaya, hiçbir zaman izin
verilmemiştir. Mekke döneminde müşriklerin baskısından bunalan Müslümanlar,
peygamberimize gelerek onlara karşılık vermek istemişler, ancak Peygamber
Efendimiz savaşa izin verilmediğini bildirerek sabır tavsiyesinde bulunmuştur .
Mekke’den Medine’ye hicret edildikten ve devlet kurulduktan sonra savaşa izin
verilmiştir. Hudeybiye musâlahasına kadar olan savaşlar savunma savaşlarıdır,
ondan sonra cereyan eden savaşlar da İslam’ı ve İslam devletini koruma altına
almak için yapılmış savaşladır. Hz. Peygamber’in savaşlarında güdülen gaye ve
hedef, düşmanları yok etmek değil; onları İslam ile buluşturmak ve hidayetlerine
vesile olmaktır. Bizans İmparatorluğuna karşı yapılan Mûte ve Tebük savaşları
hariç, Hz. Peygamber’in katıldığı bütün savaşlarda bu hedefe ulaşılmıştır.
Hz. Peygamber, insanları ve insanlığı imhâ için değil, ihyâ için gönderilmiş bir
peygamberdir. Yüce Allah, O’nu alemlere rahmet olarak göndermiştir (Enbiyâ/21:
107). Dünya ve ahiret adına her şeyi kendisinden öğrendiğimiz sevgili
Peygamberimiz, savaşın nasıl yapılacağını bile bize öğretmiştir. Hem de tatbikatını
yaparak öğretmiştir. Katıldığı savaşlarda zâyiâtın fazla olmaması için komutanlarına
ve askerlerine şu emirleri vermiştir:
 Kadınları öldürmeyiniz,
 Çocukları öldürmeyiniz,
 Çok yaşlı olanları öldürmeyiniz,
 Din adamlarını öldürmeyiniz,
 Geri hizmette çalışan işçileri ve himetçileri öldürmeyiniz,
 Mâmur (bayındır) yerleri tahrip etmeyiniz,
 Ekili araziye zarar vermeyiniz,
 Mabedleri (tapınakları) yıkmayınız,
 Öldürmek mecburiyetinde kaldığınız insanı bir hamlede öldürünüz.
 Müsle yapmayınız (öldürmek mecburiyetinde kaldığınız insanın organlarını
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
vücudundan ayırmayınız).
Hz. Peygamber Efendimiz, bir Hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır:
“Ben, rahmet peygamberiyim; ben, savaş peygamberiyim” (Ahmed b.
Hanbel, Müsned, IV,395).
Hz. Peygamber, savaşlarında bile rahmet olan bir peygamberdir. O, hiç
kimsenin evini, ocağını ve yuvasını yıkmamıştır. Kadınları ve çocukları
öldürmemiştir. Askerlerine, mecbur kalmadıkça düşmandan kimseyi
öldürmemelerini emretmiştir. Bu sebepten dolayı az zayiatla çok büyük neticeler
elde etmiştir. Dünyanın, bugün bile Hz. Peygamber’den öğreneceği çok şey vardır.
Hz. Peygamber,Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra başlattığı askeri
faaliyetlerini vefatına kadar devam ettirdi. Bilindiği gibi bizzat Hz. Peygamber’in
katıldığı savaşlara gaza, katılmadıklarına da seriyye adı verilirdi. Hicretten vefatına
kadar olan on yıllık zaman zarfında Medine’den çıkan 120 askeri hareket
neticesinde Müslümanlardan 340, düşman birliklerinden ise yaklaşık 800 olmak
üzere toplam 1200 kadar insan hayatını kaybetmişti. Bu rakamlar gösteriyor ki , Hz.
Peygamber’in hedefi kan dökmek değil,insanları İslam’la buluşturmaktır.O, bu
hedefe varmak için savaşı bile barışa çevirebilecek taktikler ve stratejiler kullandı.
Birçok yeri cephe açmadan aldı, birçok kabilenin gönlünü dostlukla fethetti.
Siyaset,diplomasi ve istihbaratı birleştirerek çok kere silah kullanmadan hedefine
ulaştı. Vefat ederken geriye bıraktığı Arap yarımadası,az zayiatla elde edilmiş
büyükbir toprak parçasıdır.
Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin katıldığı yirmi dokuz savaştan on altı
tanesinde fiilî çatışma çıkmış, bunlarda Müslümanlardan 135 şehid verilirken
düşman saflarından da 335 kişi hayatını kaybetmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Özet
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
•Hz. Peygamber, ilk evliliğini yirmi beş yaşına geldiğinde dul bir kadın
olan Hz. Hatice ile yaptı. Bu evlilik yirmi beş yıl sürdü. Hz. Peygamber’in
bu evlilikten ikisi erkek, dördü kız olmak üzere altı çocuğu oldu. İlk
çocuklarına Kâsım ismini verdikleri için kendisi de Ebul-Kâsım künyesi
ile anıldı. Oğulları Kâsım ve Abdullah, küçük yaşlarda vefat ettiler.
Kızlarından Zeyneb, Mekke döneminde teyzesinin oğlu Ebul-Âs ile
evlendi; 8/630 yılında Medine’de vefat etti. Rukıye de Mekke
döneminde Hz. Osman ile evlendi. Bedir savaşının hazırlıkları yapılırken
hastalanan Rukıye, zafer haberi Medine’ye geldiğinde (2/624) vefat
etmişti. Bu sefer Hz. Osman, Ümmü Gülsüm ile evlendi. Oda 9/631
yılında Medine’de vefat etti. Hz. Peygamber, en küçük kızı Fâtıma’yı
2/624 yılında Hz. Ali ile evlendirdi. Ümmü Gülsüm’ün çocuğu olmadı.
Rukıye ve Zeyneb’in çocuklarının da soyu devam etmedi. Hz.
Peygamber’in soyu kızı Fâtıma kanalıyla devam etti. Bilindiği gibi Mısırlı
Mâriye’den olan oğlu İbrahim de küçük yaşta vefat etmişti.
•Hz. Peygamber, ilk eşi Hz. Hatice vefat edinceye kadar ikinci bir evlilik
yapmadı. Hz. Hatice vefat ettiğinde Hz. Peygamber elli yaşındaydı.
Diğer hanımlarıyla olan evliliklerini bu yaştan sonra yaptı. İkinci evliliğini
Hicretten önce Mekke’de yaşlı bir hanım olan Hz. Sevde ile yaptı. Hz.
Âişe ve diğer hanımlarıyla Medine’de evlendi. Hz. Peygamber’in bâkire
olarak evlendiği tek eşi Hz. Âişe’dir. Evlendiği hanımlar içerisinde
önceki eşlerinden çocuk sahibi olanlar ise, Hz. Hatice, Hz. Ümmü
Seleme ve Hz. Ümmü Habibe’dir. Hz. Peygamber, onların çocuklarına
çok iyi baktı ve yaşları gelince kendilerini evlendirdi, yuvalarını kurdu.
•Hz. Peygamber’in, hanımları, çocukları, torunları ve hanımlarının
yakınları ile çok güzel bir geçimi vardı. Hanımlarına değer verir,
çocuklarını ve torunlarını çok severdi. Her biri ile dini, sosyal ve siyasal
bir gerekçe ile evlendiği hanımlarının yakınlarına da ayrı bir değer verir
ve onlarla güzel diyaloğlar kurardı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Özet
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
•Hz. Peygamber, hem dış görünüş itibariyle hem de ahlak itibariyle
insanların en mükemmeliydi. Ahlak ve şemail bakımından eşsizdi.
Görenleri etkileyen tatlı bir fiziki görüntüsü ve herkese örnek olacak
üstün bir ahlakı vardı. Dış görünüşü güzel olan Hz. Peygamber’in iç
dünyası da güzeldi. Rabbine çok ibadet eden takva sahibi bir kuldu.
Alçak gönüllü, güvenilir, yumuşak huylu, sabırlı ve devamlı şükreden
bir kuldu. Şefkat ve merhamet sahibiydi. Hoşgörüsü ile herkesin
kalbini kazanmıştı.
•Hz. Peygamber, azim ve cesaret sahibi bir liderdi. Doğruluk ve
güvenilirlik O’nun ayrılmaz vasıflarındandı. Cömertti, daima verirdi.
Toplumun her kesimiyle iyi ilşkileri vardı. Kendisine yapılan iyiliği
unutmazdı, vefalıydı. Çok geniş bi çevresi vardı. Çok evliliklerinin
hedeflerinden biri de buydu. Evinde, mescidinde ve çevresinde
temizliğe dikkat ederdi. Fizikî çevrenin korunmasına düşkündü.
•Hz. Peygamber, dünyanın gördüğü eşsiz bir liderdi. O,Siyasi, ictimai ve
askeri yönden bir dâhiydi. Hicretten sonra Medine’de güçlü bir devlet
ve iyi bir yönetim kudu. Bürokraside görev verdiklerini ehil olanlardan
seçti. Tayin ettiği komutanların hepsi başarılı oldu. Düşmanlarından
hiçbir zaman korkmadı. Onlarla yaptığı savaşlarda adil olmayı elden
bırakmadı. Eşi bulunmaz bir lider, gerçek bir devlet reisiydi.
Rabbimizin buyurduğu gibi “Âlemlere rahmetti.” Unutmayalım ki,
insanlığın bugün ve kıyamete kadar her gün O’ndan öğreneceği çok
şey vardır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Hz. Peygamber’in ilk eşi ve altı çocuğunun annesinin adı nedir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Hz. Âişe
b) Hz. Hafsa
c) Hz. Hatice
d) Hz. Mâriye
e) Hz. Safiye
2. Hz. Peygamber’in fiziki özelliklerinden baseden ilim dalının adı nedir?
a) Delâil
b) Siyer
c) Hilye
d) Şemail
e) Hadis
5. Aşağıdaki özelliklerden hangisi Hz. Peygamber’de bulunmazdı?
a) Hilim, sabır, şükür.
b) Cömetlik, vefakârlık, duyarlılık.
c) Sadakat, emanet, fetanet.
d) Acelecilik, cimrilik, kibirlilik.
e) Adalet, ihsan, takva.
7. Hz. Peygamber’in, hakkında “Şayet sağ olsaydı ve benden Bedir esirlerinin
serbest bırakılmasını isteseydi, fidye istemeden hepsini serbest bırakırdım.”
dediği şahıs kimdir?
a) Mut’im bin Adiy
b) Adiy bin Hatem
c) Cübeyr bin Mut’im
d) Ebu Leheb
e) Ebu Cehil
9. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in savaş öncesinde verdiği emirlerden
biri değildir?
a) Çocukları öldürmeyiniz
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
b) Kadınları öldürmeyiniz.
c) Din adamlarını öldürmeyiniz.
d) Çok yaşlıları öldürmeyiniz.
e) Müsle yapınız.
Cevap Anahtarı:
1. c 2.d 3.d 4.a 5.e
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Hz. Peygamber’in Aile Hayatı, Ahlakı, Siyasi ve Askeri Kişiliği
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ağırman, Mustafa, “Hz. Peygamber’in Savaş Stratejisi”, Bütün Yönleriyle Asr-ı
Saadette İslam, Editör: Vecdi Akyüz, İstanbul 2006.
Algül, Hüseyin, Peygamberimizin Şemaili, Ahlak ve Âdâbı, İstanbul 2010.
Algül, Hüseyin, Sevgi ve Rahmet Peygamberi, Bursa 2007.
Apak, Apak, Hz. Peygamber'in Etrafındaki Çocuklar ve Gençler, Bursa 2009.
Avcı, Casim, Muhammedü'l-Emîn - Hz. Muhammed'in Peygamberlik Öncesi Hayatı,
İstanbul 2008.
Çelik, Ömer-Öztürk, Mustafa-Kaya, Murat, Üsve-i Hasene, İstanbul 2004.
Çetin, Abdurahman, Örneklerle Peygamberimiz, İstanbul 2007.
Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, çeviren: Salih Tuğ, İstanbul 1990.
Hamidullah, Muhammed, Hz. Peygamber’in Savaşları, çeviren: Salih Tuğ, İstanbul
1972.
Kandemir, M. Yaşar, Hayatımıza Peygamber Modeli, İstanbul 2005.
Karakılıç, Celaleddin, Hz. Muhammed’in Hayatı ve Eşsiz Ahlakı, Ankara 2006.
Kazıcı, Ziya, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Eşleri ve Aile Hayatı, İstanbul 1991.
Sarıçam, İbrahim, Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, Ankara 2003.
Savaş, Rıza, Hz. Muhammed Devrinde Kadın, İstanbul 1992.
Savaş, Rıza, "Asr-ı Saâdet'te Hz. Peygamber'in Aile Hayatı ve Evlilikleri", Bütün
Yönleriyle Asr-ı Saâdet'te İslam, Editör: Vecdi Akyüz, İstanbul 2006.
TDV İslam Ansiklopedisi'nin "Hilye", "Şemail", "Cihad", "Gazve", "Muhammed"
maddeleri.
Yardım, Ali, Peygamberimizin Şemaili, İstanbul 2005.
Yeniçeri, Celal, Hz. Muhammed ve Yaşadığı Hayat, İstanbul 2000
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE
İDARİ YAPI, EKONOMİK, SOSYAL
VE KÜLTÜREL HAYAT
• Hz. Peygamber Döneminde İdarî
Yapı
• Hz. Peygamber Döneminde
Ekonomik Hayat
• Hz. Peygamber Döneminde Sosyal
Hayat
• Hz. Peygamber Döneminde Kültürel
Hayat
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Hz. Peygamber dönemindeki idarî kurumların ortaya
çıkışını ve gelişimini kavrayabilecek
• Hz. Peygamber dönemindeki ekonomik hayat
hakkında bilgi sahibi olabilecek
• Sosyal hayattaki dönüşümü anlayabilecek ve
• Kültürel hayatı değerlendirebileceksiniz.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
9
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
GİRİŞ
İslam medeniyetinin temel dinamiklerinin şekillendiği vahiy döneminde
birçok kurumun temeli atılmış; Allah Resulü’nün oluşturduğu toplumun
ihtiyaçlarını karşılayacak kurumlar bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Mekke döneminde İslam topluluğu, baskılara maruz kaldığı için özgürce bir
kurumsallaşma olmadı; ancak Medine döneminde Müslümanların yaşadıkları
ortam ve ümmet kimliğine ihtiyaç duyulması, ilk İslam toplumu açısından önemli
bir dönüşüme imkân verdi.
Kuşkusuz Hz. Muhammed’in aslî görevi insanlara ilahî vahyi duyurmak ve
onlara rehberlik etmekti; ancak Mekke’deki baskılar, bu görevini özgürce yerine
getirmesine izin vermemekteydi. Baskı ve engellemeler Hz. Peygamber’in yeni bir
yurt arayışına girmesine sebep oldu. Nihayet iktidar boşluğunun olduğu Medine’ye
hicret eden Hz. Peygamber, burada dinî alandaki değişimi gerçekleştirmekle
kalmadı; aynı zamanda toplumu yeniden yapılandırarak temel özelliklerini İslam
dininin ahlakî ve hukukî ilkelerinden alan bir toplum meydana getirdi. Medine
toplumunda şekillenen idarî, sosyal, ekonomik ve kültürel yapı, ahlakî ilkelerini
İslam’dan alan İslam Medeniyetinin mayasını oluşturdu.
HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE İDARİ YAPI
Allah Resulü, Müslümanların gözünde her şeyden önce itaat edilmesi
gereken bir peygamberdi. Ona itaatin sınırlarını yine kendisinin naklettiği vahiy
belirliyordu. Yüce Allah birçok ayette Müslümanlara Allah Resulü’ne itaati
emretmektedir.
“De ki: "Allah'a ve Peygamber'e itaat edin.” (Âl-i İmrân/3: 32)
“Allah'a ve Peygambere itaat edin ki, size merhamet edilsin.” (Âl-i
İmrân/3: 132)
Müslümanların önderi Hz. Muhammed, Mekke’de İslam topluluğunun
birlik ve beraberliğini sağlamak için çaba harcamaktaydı. Birlikte hareket
edilmediği takdirde kabilelerin, mensuplarına yaptıkları baskıların önüne geçmek
mümkün değildi. Müslümanların Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evinde toplanmaları, bu
çabaların göstergelerindendir. Erkam’ın evi Mekke döneminde Müslümanların
sığınağı olmuştur.
Mekke, Kureyş kabilesine bağlı bazı boyların üstlendiği sosyal, siyasî, dinî,
askerî ve hukukî bazı görevleri paylaşmaları suretiyle idare ediliyordu. Hz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
Peygamber’in getirdiği yeni din, Mekkeliler tarafından bu yapıyı bozan bir unsur
olarak değerlendirilmekteydi.
Allah Resulü’nün asıl
hedefi devlet kurmak
değil, insanların takva
sahibi müminler
olmalarını sağlamaktı.
Hz. Peygamber, daha Mekke’deyken Akabe görüşmelerinde Medine’ye bir
lider olarak hicret edeceğinin ilk işaretlerini verdi. Hicretten sonra da Medine’de
sadece Müslümanların lideri olarak değil, aynı zamanda şehrin lideri olarak bazı
düzenlemeler yaptı.
Medineli Yahudilerle ve daha sonra da müşriklerle yaptığı antlaşma,
Müslümanları kardeşleştirmesi, Müslümanların nüfus sayımını yaptırarak strateji
belirlemeye çalışması zikredilebilecek ilk uygulamalarıdır.
Allah Resulü, Medine’de yaşadığı on yıllık süreçte idarî birçok tasarrufta
bulundu; görevlendirmeler yaptı, memurlar atadı, anlaşmalar imzaladı ve bizzat
komutan olarak İslam ordusunun başında seferlere çıktı ya da atadığı komutanların
emrinde çevreye askerî birlikler gönderdi.
Resulullah, görevlendirdiği memurlara işlerine uygun ücretler öder; rüşvet
almak ve adam kayırmak gibi gayriahlakî davranışlardan kaçınmalarını özellikle
isterdi. Hatta görevlilerin aldıkları hediyelerin dahi rüşvet olduğunu ifade etmiştir.
Hz. Peygamber birisini zekât toplama memuru olarak görevlendirmişti.
Adam görevden dönünce topladığı malları Resulullah’a takdim ederek, “Bunlar
sizin. Bunlar da bana verilen hediyelerdir.” dedi. Bunun üzerine Allah Resulü
minbere çıkarak bir konuşma yaptı. Konuşmasında, “Görevlendirdiğim memura
ne oluyor da, ‘Bu mallar sizin, bunlar da bana verilen hediyelerdir.” diyor.
Babasının ya da annesinin evinde oturduğu halde bu hediyeler kendisine gelsin
de görelim!” dedi. (Müslim, İmâra: 26)
Hz. Peygamber’in İdarede Dikkat Ettiği İlkeler
Allah Resulü’nün yönetimde dikkat ettiği temel ilkeler, aynı zamanda
İslam’ın sosyal, siyasî ve idarî ilişkilerde yerleştirmeyi hedeflediği önemli ahlakî
prensiplerdir.
Dürüst olmak, ihanet
etmemek ve
başkalarına güven
telkin etmek Hz.
Peygamber’in dikkat
çeken
özelliklerindendir.
 Kulluk Bilincini Terk Etmemek
Allah’ın insana bahşettiği dünyevî servet ya da iktidar, onun
büyüklenmesine ve Allah’a itaati terk etmesine sebep olmamalıdır. Aksine insana
verilen her imkân onun yükümlülüğünü artırır. Allah Resulü hem günlük
ilişkilerinde, hem de çevredeki devletlere gönderdiği mektuplarda ve Arap
kabileleriyle imzaladığı antlaşma metinlerinde Allah’ın kulu olduğunu özellikle
vurguluyordu.
Büyüklenmek ve güçlü olduğunu iddia etmek, insanın elindeki iktidarı sırf
kendi marifetiyle elde ettiği düşüncesine kapılmasına sebep olur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
“De ki: ‘Ey mülkün sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü dilediğine verirsin.
Dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini zelil edersin.
Hayır senin elindedir. Şüphesiz sen her şeye hakkıyla gücü yetensin.’” (Âl-i
İmrân/3: 26)
 Sadakat
Hz. Peygamber dönemi idaresinde dikkat edilen temel ilkelerden biri
sadakattir. Allah Resulü verdiği sözü mutlaka tutar; ihanete asla izin vermezdi. Ona
göre ihanet etmek ve sözünde durmamak münafıkların alametlerindendir.
“Münafığın alameti üçtür; konuştuğunda yalan söyler, vaat ettiğinde
vaadinden döner ve kendisine bir şey emanet edildiğinde emanete hıyanet
eder.” (Buhârî, Şehâde: 28; Müslim, İmân: 107, 109; Tirmizî, İmân: 14)
Hz. Peygamber, insanları kandırmaktan ve yalan söylemekten şiddetle
kaçındığı gibi, elçilerine de dürüstlükten ayrılmamalarını ve yalan söylememelerini
tavsiye ederdi. Allah Resulü, ihaneti sevmediği gibi, ihanet edenleri de affetmezdi.
Zaman zaman şahsına karşı işlenen birçok suçu affetmesine rağmen kendisini
kandıran kişilere hoşgörüyle bakmazdı.
Uhud savaşından hemen sonra meydana gelen Hamrâu’l-Esed gazvesinden
Medine’ye dönerken, Müslümanlar Mekke müşriklerinden Muaviye b. Muğire ve
Ebû Azze el-Cumahî’yi yakaladılar. Daha önce Bedir’de esir düşen ve Hz.
Peygamber tarafından affedilen Ebû Azze tekrar serbest bırakılmasını istedi. Hz.
Peygamber onun talebini reddederek, “Allah’a and olsun ki hayır! Artık bundan
sonra Mekke’de ellerini ovuşturup, ‘Muhammed’i iki defa kandırdım’
diyemeyeceksin.” diyerek ölüm cezasıyla cezalandırılmasını emretti.
 Biat
Biat, Müslümanların Allah Resulü’nü lider olarak kabul ettiklerine dair
verdikleri itaat sözüdür. Hz. Peygamber, Medine’ye hicret etmeden önce Akabe’de
Müslümanlardan biat aldığı gibi daha sonraları karşılaştığı çeşitli olaylar sırasında
da Müslüman erkeklerden ve kadınlardan biat almıştır. Onun vefatından sonra
kurulan devletlerde de biat, ‘halifenin tebaa tarafından kabulü’ anlamını taşımaya
devam etti ve biat alma uygulaması sürdürüldü.

Ortak akıl üretme
yöntemi olan meşveret
Müslümanların
özelliklerinden biridir.
İstişare
Hz. Peygamber’in hem özel hayatında hem de kamu işlerinde çok
önemsediği ilkelerden biri de istişaredir. İstişare, Kur’an’da Müslümanların özelliği
olarak zikredilir.
“Onların işleri aralarında istişare (danışma) iledir.” (Şura/42: 38)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
Allah Resulü, birçok konuda Müslümanların düşüncelerini öğrenmek
amacıyla Mescid-i Nebevî’de toplantılar yapar; ortaya çıkan görüşlere değer verir,
kendi görüşüne aykırı da olsa çoğunluğun görüşüne uyardı. Örneğin Uhud savaşının
savunma ya da meydan savaşı şeklinde yapılması hususunda ortaya çıkan görüş
ayrılığı sırasında, çoğunluğun görüşüne uymuş ve meydan savaşı yapmak üzere
hazırlıklara başlamıştır.
“İş konusunda onlarla istişare et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık
Allah'a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri
sever.” (Âl-i İmrân/3: 159)
Allah Resulü, Müslümanlara danışmaya önem verdiği gibi kendisine yapılan
önerileri dikkate alır ve uygun gördüklerini yerine getirirdi. Bedir savaşından önce
belirlediği karargâh yerini Hübâb b. Münzir’in önerisiyle değiştirmesini bu
davranışına örnek olarak zikredebiliriz.
 Adalet
İslam’ın insanlar arasında yerleştirmeyi hedeflediği temel ilkelerden biri
adalettir. Allah Resulü, adaletli olmaya ve zulümden kaçınmaya büyük önem
verirdi.
 Liyakat ve Ehliyet
Allah Resulü görevlendirmelerinde yeterliliğe çok önem verir; işin ehli
olmayan kimseleri görevlendirmezdi.
Ehil olmayan insanların
göreve getirilmeleri
toplumu ifsat eder.
“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında
hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla
size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
(Nisa/4: 58)
 İtaat
Allah Resulü, Müslümanların liderlerine samimi olarak itaat etmelerini
isterdi. Bununla birlikte itaat, körü körüne teslimiyet anlamına gelmemektedir.
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e itaat edin ve sizden
olan idarecilere de.” (Nisa/4: 59)
 Tevazu
Allah Resulü günlük hayatında mütevazı bir insan olduğu gibi bir idareci
olarak da insanları küçümseyen, onlara değer vermeyen tavırlardan kaçınırdı.
İnsanlarla konuşurken yüzlerine bakar, onlara değer verdiğini hissettirirdi.
Bir gün Allah Resulü’yle konuşan bir bedevi heyecanlanınca, “Sakin ol! Ben
kral değilim. Kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum.” diyerek adamı
sakinleştirmeye çalışmıştır. (İbn Mâce, Et’ime: 30)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
İslam’a Davet
Hz. Peygamber, hem bizzat kendisi ortam bulduğunda dini tebliğ etmiş;
hem de talep gelmesi hâlinde başka yerlere tebliğciler göndermiştir. Bi’ru Maûne
olayında saldırıya uğrayan 70 kadar davetçinin, talep üzerine görevlendirildiklerini
biliyoruz. Yine Racî olayında ihanete maruz kalan Müslümanlar da davet amacıyla
Hz. Peygamber tarafından görevlendirilmişlerdi.
“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir
topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Âl-i İmrân/3: 104)
Hz. Peygamber, davetini kendi konumunu ve Müslümanların durumunu
dikkate alarak aşamalı olarak yapmıştır. Önce Müslümanların yeni dinin inanç
esaslarını özümsemelerini sağlamış; daha sonra tebliğ görevini yerine getirebilecek
Müslümanları yetiştirmiş ve böylece İslam’ın kitlelere çabuk ulaşmasını sağlamıştır.
Bundan sonra Allah Resulü’nün, diğer ülkelere yönelik tebliğ faaliyetlerine
giriştiğini görüyoruz.
Elçilik
Allah Resulü, komşu
ülkelerin yöneticilerini
İslâm’a davet etti.
Çünkü her insan onun
davetine muhataptır.
Allah Resulü, İslam’ı yaymak amacıyla komşu devletlere davet mektupları
göndermiştir. Habeş Meliki Necaşî’ye Amr b. Ümeyye ed-Damrî’yi; Bizans Kayseri
Herakleios’a Dihye b. Hâlife el-Kelbî’yi; Mısır Mukavkısı’na Hâtıb b. Ebû Beltea’yı;
Sâsânî Kisrası Hüsrev Perviz’e Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî’yi göndermiştir.
Bunlardan başka Hz. Peygamber, Gassanî melikine, Belkâ, Yemâme, Busra, Umân
ve Bahreyn’deki yöneticilere İslam’a davet amacıyla elçiler göndermiştir. Komşu
devletlerin liderleri Allah Resulü’nün davet çağrısına ve elçilerine farklı şekillerde
tepki göstermişlerdir.
Allah Resulü’nün Bizans Kralı Herakleios’a elçisi Dihye el-Kelbî ile
gönderdiği mektup:
“Rahman ve Rahim Olan Allah’ın adıyla! Allah’ın kulu ve elçisi
Muhammed’den, Rumların kralı Herakleios’a…
Allah’ın selamı, hidayet üzere olan kimsenin üzerine olsun! Seni tam bir
teslimiyetle dine çağırıyorum. İslam’a tabi olursan esenlik içinde olursun ve
Allah sana iki kat sevap verir. Ama bundan kaçınacak olursan, hükmün altındaki
tebaanın günahları da senin üzerine olacaktır. “Ve (siz) ‘Ey kendilerine kitap
gönderilenler! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan
başkasına kulluk etmeyelim; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve aramızdan
hiç kimse çıkıp da Allah’tan başkasını tapınacak Rab edinmesin.’ Eğer tüm
bunlardan sonra onlar yine yüz çevirirlerse, işte o zaman ‘Şahit olun ki kuşkusuz
biz Allah’a teslim olup inananlardanız’ deyiniz.” (Âl-i İmrân/3: 64)” (Hamidullah,
2004: 280-281)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
Hz. Peygamber, savaş hâlinde olduğu kabilelerle bazen iletişim kurma
ihtiyacı duyuyordu. Umre yapmak için Mekke’ye gittiğinde, umre yapmalarına
engel olmamaları için Mekkeliler’e Hz. Osman’ı elçi olarak göndermiştir.
Hz. Peygamber’in, kendisine gönderilen elçileri kabul etmiş ve elçilere iyi
muamele edilmesini tavsiye etmiştir. Ayrıca Allah Resulü, elçilerin lider olarak
kendisini yüceltmek amacıyla rükûa benzer şekilde öne eğilmelerine ya da secdeye
kapanmalarına izin vermemiştir. Sahabiler, elçilerin kabulünden önce bu ve benzeri
davranışlardan sakınmaları hususunda elçilere uyarılarda bulunurlardı.
Allah Resulü, elçileri karşılarken güzel ve temiz elbiseler giymeye dikkat
eder, imkânlar ölçüsünde onlara ikramda bulunurdu. Allah Resulü, yanına gelen
elçilerin kendi dinlerine göre ibadet etmelerine de yardımcı olmuştur. Nitekim
Necrân’dan Medine’ye gelen Hristiyan heyetinin, kendi dinlerine göre Mescid-i
Nebevî’de ibadet etmelerine izin vermiştir.
Hicretin 9. yılında Arap yarımadasının çeşitli bölgelerinden birçok heyet
Allah Resulü’yle görüşmeye geldi. Bu sebeple 9. yıla “senetü’l-vüfûd” (heyetler yılı)
denmiştir.
İLERİ OKUMALAR İÇİN
Hz. Peygamber’in gönderdiği elçiler ve davet mektuplarıyla ilgili olarak
aşağıdaki kitapları okuyabilirsiniz:
 Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in Altı Orijinal Diplomatik Mektubu,
Çeviren: Mehmet Yazgan, Beyan Yayınları, İstanbul 1998.
 Abidin
Sönmez, Resulullah’ın Diplomatik Münasebetleri ve Sulh
Muahedeleri, Bayrak Matbaası, İstanbul 1984; Resulullah’ın Diplomatik
Münasebetleri, İnkılâp Yayınları, İstanbul 1987.
 Abidin Sönmez, Resulullah’ın İslam’a Davet Mektupları, İnkılâp Yayınları,
İstanbul 1984
Antlaşmalar
Hz. Peygamberin yaptığı
antlaşmalar, barış
ortamında İslâm’ı
özgürce tebliğ etme
amacına yönelikti.
Allah Resulü, davetinin
muhatabı olan her
insanla ilişki kurmaya
önem vermiştir.
Allah Resulü, bir lider olarak Ehl-i kitaptan Yahudiler ve Hristiyanlarla
antlaşmalar yaptığı gibi başka dinlere mensup insanlarla ve birçok müşrik kabileyle
de antlaşmalar yapmıştır.
Medine’ye gelişini takip eden aylarda buradaki Yahudilerle karşılıklı hak ve
yükümlülüklerin belirlendiği bir antlaşma yaptı. Yahudiler uyduğu sürece bu
anlaşma yürürlükte kaldı.
Mekkeliler’le yaptığı Hudeybiye antlaşmasında Mekke heyetinin sözcüsü
olan Süheyl b. Amr, onu peygamber olarak tanımadıklarını ifade ederek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
antlaşmaya isminin “Abdullah’ın oğlu Muhammed” şeklinde yazılmasını talep etti;
Allah Resulü, bu talebi kabul etti.
Hz. Peygamber, Medine civarında yaşayan birçok kabileyle ve çıktığı
gazveler sırasında karşılaştığı kabilelerle antlaşmalar yapmaya, dolayısıyla barış
ortamında İslam’ı tebliğ etmeye çalışmıştır.
Valilik
Hz. Peygamber
döneminde valilerin
yönetim dışında namaz
kıldırma, hukukî
problemleri çözme gibi
görevleri de vardı.
Hz. Peygamber, idareyle ilgili çeşitli görevlendirmeler yapmış; İslam
Devleti’ne katılan bölge ve şehirlere yöneticiler tayin etmiştir. Hz. Peygamber’in
görevlendirdiği valilerin sayısı otuz civarındadır. Görevlendirilen yöneticilerin
bazıları kabilelerin işlerini yürütmek üzere atanmıştır. Kabile liderinin, Müslüman
olduktan sonra kabilesinin başında Hz. Peygamber adına yönetici olarak
bırakıldığını görüyoruz. Bu durum, kabilelerin iç işlerinde önemli ölçüde merkezden
bağımsız hareket etmelerine imkân vermiştir.
Allah Resulü’nün tayin ettiği valilerden biri, Müslüman olmadan önce
İran’ın Yemen valisi olan Bâzân’dır. Müslüman olduktan sonra Allah Resulü
tarafından eski görevinde bırakılmıştır.
Atanan valiler sadece bulundukları bölgeyi yönetmiyorlar; bazen aynı
zamanda, dinî talim, zekâtların toplanması, namaz kıldırma ve ortaya çıkan hukukî
problemleri çözme gibi görevleri de yerine getiriyorlardı.
İLERİ OKUMALAR İÇİN
Valilikle ilgili, Ünal Kılıç’ın Peygamber ve Dört Halife Günlerinde Şehir
Yönetimi ve Valilik (Yediveren Kitap, Konya 2004) adlı kitabını okuyabilirsiniz.
Kâtiplik
Allah Resulü’nün hem
mektuplarını hem de
gelen vahyi yazan
kâtipleri vardı.
Hz. Peygamber, Mekke döneminden itibaren kendisine gelen vahyi, okuma
yazma bilen kâtiplere yazdırıyordu. Hicretten sonra okuma-yazma öğrenenlerin
sayısında ciddi bir artış oldu. Bunda hem Bedir’de esir edilip kurtulmalık bedelini
ödeyemeyen okuma yazma bilen kişilerin onar Müslüman çocuğa okuma yazma
öğretmeleri, hem de Suffa’da Hz. Peygamber’in nezaretinde Müslüman çocuklara
okuma yazma ve dinî bilgilerin verilmesinin büyük etkisi olduğu kuşkusuzdur.
Allah Resulü vefat edinceye kadar kendisine onlarca kişi kâtiplik yapmıştır.
Bu kâtiplerden bazıları, Resulullah’ın diğer devletlere gönderdiği mektupları ve
yaptığı anlaşmaları da yazmışlardır.
Hz. Peygamber, diğer din mensuplarının kendisini yanıltabilecekleri
ihtimalini göz önünde bulundurarak kâtiplerinden Zeyd b. Sâbit’e Süryanice ve
İbranice öğrenmesini emretmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
Yargı
Allah Resulü, Medine’de Müslümanlar arasındaki ihtilafların çözümü için
müracaat merciiydi. Bu sebeple yargılama görevi Medine’de bizzat kendisi
tarafından yerine getiriliyordu. Bazı sorunların çözümü için Sahabilerden bazılarını
görevlendirdiğine dair rivayetler de mevcuttur.
Adaleti ayakta tutma
ilkesi İslâm Tarihi
boyunca iktidarı elinde
bulunduran
yöneticilerin temel
hedefi olmuştur.
Bu arada Allah Resulü’nün Medine dışındaki bölgelere atadığı yöneticiler,
yargılama görevini de yerine getirmişlerdir. Hz. Peygamber, gönderilen görevlilere,
kendilerine bir dava gelmesi hâlinde nasıl davranacakları hususunda yol gösterici
tavsiyelerde bulunmuştur. Hz. Ali’yi Yemen’e gönderirken yanına iki hasım
geldiğinde ikisini de dinlemeden karar vermemesi tavsiyesinde bulunmuştur.
Yemen’e gönderdiği Muâz b. Cebel ile aralarında geçen konuşma,
yargılamanın nasıl yapılacağı hususunda açıklayıcı bilgiler ihtiva etmektedir.
Allah Resulü, Yemen’e tayin ettiği Muâz’a, “Sana bir mesele getirildiğinde
nasıl çözeceksin?” diye sordu. Muâz, “Allah’ın kitabına bakarak çözerim.” diye
cevap verdi. Allah Resulü, “Ya orada bulamazsan?” diye sordu. Muâz,
“Resulünün uygulamalarına bakarım.” dedi. Allah Resulü, “Orada da bulamazsan
ne yaparsın?” diye tekrar sordu. “Bu durumda içtihat ederim.” diye cevap verdi.
Allah Resulü, bu cevaptan memnun kaldı. (Tirmizî, Ahkâm: 3)
Allah Resulü, tarafları dinleyip aradaki sorunu iyice anladıktan sonra karar
verirdi. Aralarında ihtilaf olan kimselerin hakem tayin etmek suretiyle sorunu
gidermeleri ya da İslam’ın herhangi bir helal hükmünü harama, haramı helale
dönüştürmemek kaydıyla kendi aralarında anlaşmaları yolunu da açık tutmuştur.
Bağışlama ve af yolu ahlakî olarak tavsiye edilmiş; ancak bunun da bir haksızlığa yol
açmamasına özen gösterilmiştir.
Hz. Peygamber döneminde yargı faaliyetinin yürütüldüğü, bu işe tahsis
edilen özel binalar yoktu. Hz. Peygamber, zamanının çoğunu mescitte geçirdiği için
kendisine gelen davalara genellikle burada bakardı. Ancak mescit dışında
bulunduğu zamanlarda gelen davaları bulunduğu yerde çözerdi.
Allah Resulü’nün
komuta ettiği seferlere
gazve, komutan
görevlendirdiği
seferlere ise seriyye
denir.
İslam medeniyetinde yargı faaliyeti, Allah’ın kitabı, Resulünün sünneti,
âlimlerin icmaı ve örf dikkate alınarak, daha önce yargı işini görenlerin
uygulamaları da göz önünde bulundurularak yerine getirilmiştir.
Askerî Yapı ve Komutanlık
Müslümanlar Mekke’de can güvenliklerini sağlamak için bir araya gelerek
müşriklerle mücadele edebilecek durumda değillerdi. Hz. Peygamber, Medine’ye
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
hicret ettikten sonra, Müslümanların büyük mağduriyetlere uğratıldıkları
Mekke’den gelebilecek tehlikelere karşı hazırlıklı olmak, diğer kabilelerin
faaliyetlerini gözetlemek ve barış anlaşmaları yapmak amacıyla muhtelif seriyyeler
göndermiştir. Zaman zaman kendisi de küçük ya da büyük askeri birliklerin başında
gazvelere çıkmıştır. Bu seriyye ve gazvelerin çoğunda fiilî çatışma meydana
gelmemiştir.
Hz. Peygamber, kendisi sefere katılıyorsa, ordusunun komuta görevini
bizzat üstlenirdi. Sefere katılmayacaksa gönderdiği askerlerden birisini komutan
olarak tayin eder; birlikteki askerlere de komutana itaat etmelerini tembihlerdi.
Allah Resulü, komutanı hangi amaçla görevlendirmişse o görevin gereği olan
talimatları verir; savaş meydana gelmesi hâlinde bizzat çatışmalara
katılmayanların, kadınların, çocukların, ibadetle meşgul olan din adamlarının
öldürülmemelerini, ağaçların kesilmemesini ve hayvanlara zarar verilmemesini
tavsiye ederdi.
Görevlendirdiği komutanlara itaat edilmesini özellikle isterdi. Kur’an,
itaatin dinî bir görev olduğunu hatırlatmaktadır. Uhud savaşında Allah Resulü’nün
Aynen (Rumât) tepesinde görevlendirdiği askerlerin emre itaatsizlik yapmaları,
birçok Müslümanın şehit olmasına sebep olmuştur.
Allahiman
Resulü
bir kişiyiAllah'a
komutan
ettiğinde
ona bir itaat
sancak
verir;
“Ey
edenler!
itaattayin
edin.
Peygamber'e
edin
ve sizden
kendisiyle
birlikte(idarecilere)
gidecek askerleri
belirler; gidilecek
yereanlaşmazlığa
göre yeterli bir
hazırlık
olan ulul-emre
de. Herhangi
bir hususta
düştüğünüz
yapmalarını
sağlardı.
Bu
arada
gizlilik
gerektiren
durumlarda
askeri
birliğin
gideceği
takdirde, Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah
ve
yönü
ve
hedefi
gizler
ve
askerlerin
güvenliğini
tehlikeye
atacak
zafiyetlerden
Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir; sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa/4:
kaçınmalarını
emrederdi.
59)
Hac Emirliği
Hz. Peygamber döneminde Mekke fethedildikten sonra üç defa hac
yapılabilmiştir. Fetihten sonra Hz. Peygamber Mekke’deki idarî, siyasî, dinî ve
ekonomik özellikler taşıyan görevlerin bir kısmını kaldırmış; ancak Kâbe’nin
anahtarını eskiden olduğu gibi Abduddar oğullarının elinde bırakarak Osman b.
Talha’ya vermiştir.
Mekke’nin fethedildiği yıl Allah Resulü ayrıca bir hac emiri tayin etmemiş;
Mekke valisi Attâb b. Esîd hac emirliği yapmıştır. Hicretin 9. yılında Hz. Ebubekir’in,
10. yılda ise bizzat Hz. Peygamber’in hac emirliğinde hac ibadeti ifa edilmiştir.
Hz. Ebubekir hac emiri olarak görev yaptığı sırada hac ibadetiyle ilgili olarak
nazil olan bazı ayetler Hz. Ali aracılığıyla Hz. Ebubekir’e bildirilmiş; o da ayetleri
duyurarak gerekli düzenlemeler yapmıştır.
“Ey iman edenler! Allah'a ortak koşanlar ancak bir pislikten ibarettir. Artık
bu yıllarından sonra, Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar.” (Tevbe/9: 28)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
Hac emirliği, Allah Resulü’nün uygulamasından sonra asırlarca devam
etmiştir. Halifeler ya bizzat kendileri hacca giderek bu görevi ifa etmişler ya da
yerlerine bir hac emiri görevlendirerek hac ibadetinin huzur içinde yapılmasını
sağlamışlardır.
Zekât Amilliği
İslam’ın, imkânı olan Müslümanlara yüklediği mali bir ibadet olan zekâtın
kime verileceği Kur’an’da bildirilmiştir.
Zekât sosyal adaleti
tabana yayan bir
ibadettir.
“Sadakalar (zekâtlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler,
zekât toplayan memurlar, kalpleri İslam'a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne
kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihat edenler ve yolda kalmış
yolcular içindir. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Tevbe/9:
60)
Ayette zikredilen sınıflardan biri zekât memurlarıdır. Hz. Peygamber
döneminde zekât, memurlar tarafından toplanır ve Allah Resulü’nün uygun
gördüğü kimselere dağıtılırdı.
HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE EKONOMİK HAYAT
Allah Resulü’nün doğup hayatının çoğunu geçirdiği Mekke şehrinin en
önemli ekonomik kaynağı ticaretti. Ticaretin yanı sıra hayvancılık da yapılırdı.
Resulullah’tan birkaç nesil önce büyük gelişme gösterdiği anlaşılan Mekke
ticaretinin ağırlığını Yemen ile Şam arasındaki transit ticaret oluşturur. Ticarî
faaliyetler, Mekkelilerin çoğunda ticaret yeteneğini geliştirmiştir. Hz. Peygamber
de peygamber olmadan önce ticaretle uğraşmıştır. Hz. Hatice ile evlenmeden önce
onun ticarî ortağı olarak Şam’a gittiği gibi onunla evlendikten sonra da ticarî
faaliyetlerine devam etmiştir.
İLERİ OKUMALAR İÇİN
Hz. Peygamber dönemindeki ekonomik faaliyetler hakkında geniş bilgi için
Cengiz Kallek’in Asr-ı Saadette Yönetim-Piyasa İlişkisi (İz Yayıncılık, İstanbul 1997)
adlı kitabını okuyabilirsiniz.
Medine’de Ekonomik Durum
Cami ve Pazar, İslâm
şehrinin kalbinde yer
alan ayrılmaz ikilidir.
Hz. Peygamber’in hicret yurdu olan Medine’de yaşayan Evs ve Hazrec
kabileleri daha çok tarımla uğraştıkları için ticaret büyük ölçüde Yahudilerin
elindeydi. Yahudi kabilelerinden Kaynuka oğulları daha çok ticaret, silah imalatı ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
kuyumculukla uğraşırlardı. Nadir oğulları geçimlerini tarımla, Kurayza oğulları ise
tarım ve ticaretle sağlıyorlardı.
Muhacirler, hicret günlerinde maddî açıdan büyük sıkıntılar çekmişlerdi.
Zira maddî varlıklarının önemli bir kısmını Mekke’de bırakmak zorunda kalmışlardı.
Mekkeli Müslümanların önemli bir sıkıntıları da Medineliler gibi ziraattan
anlamamalarıydı. Medineli Müslümanlar, Muhacirler’e büyük bir özveriyle yardım
ediyorlardı; ancak onların imkânları da sınırlıydı. Allah Resulü, mağduriyetlerin
engellenmesi, yardımlaşmanın düzene sokulması ve dayanışmanın artırılması için
kardeşleştirme uygulamasıyla hangi Ensarî’nin hangi Muhacir’e yardım edeceğini
belirledi.
Medine Pazarı
Allah Resulü, hicret ettikten sonra ticareti canlandıran önemli adımlar attı.
Bunlardan biri Müslümanların ekonomik alanda Yahudilere bağımlı kalmasını
engellemek için bir pazar oluşturmak oldu. Mescid-i Nebevî’nin yakınına kurulan bu
pazarda yapılan alışveriş için vergi alınmaması, ticarî hayatı kısa sürede canlandırdı.
Muhacirlerin ticarî yeteneği de Medine’de ticaretin gelişmesinde etkili oldu.
Ticaretin Teşvik Edilmesi ve Yapılan Bazı Düzenlemeler
Hz. Peygamber birçok konuşmasında Müslümanları ticaret yapmaya teşvik
etmiştir. Ancak ticaret yaparken insanları kandırmamak, tartıda ve ölçüde hile
yapmamak, yalan söylememek, hakkaniyet ölçüsünü zedeleyecek şekilde aşırı kâr
etmekten kaçınmak gerektiği hususunda uyarılarda bulunmuştur. Öte yandan
büyük ekonomik mağduriyetlere sebep olabilen faiz kaldırılarak haksızlıkların
önüne geçilmiştir.
“Güvenilir tacir, peygamberler, sıddîkler ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî,
Buyû’: 4)
Bunların dışında Cahiliye döneminde bilinen ve haksızlıklara yol açan her
türlü alışveriş şeklinin kaldırıldığını da biliyoruz. İslam’ın ticaret hayatına getirdiği
bu yeni düzenlemeler, insanların birbirlerine zulmederek haksız kazanç
sağlamalarını ve dengesiz gelir dağılımının sosyal adaleti ortadan kaldırmasını
engelleme amacına yöneliktir.
İLERİ OKUMALAR İÇİN
Hz. Peygamber dönemindeki ticarî faaliyetler hakkında daha fazla bilgi
edinmek için Ahmet Turan Yüksel’in İslam’ın İlk Döneminde Ticari Hayat (Beyan
Yayınları, İstanbul 1999) adlı kitabını inceleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
Ekonomik Dengelerde Sosyal Adaleti Sağlamak
Sosyal adaleti sağlamak için o günkü örfe göre varlıklı sayılabilecek
kimseler maddi varlıklarının asgari bir miktarını fakir insanlara vermekle yükümlü
tutulmuşlardır. Ticarî ve nakdî varlıkların kırkta biri, tarımsal ürünlerin onda biri ve
hayvanların cinsine göre belli bir miktarı fakirlerin hakkı olarak görülmüştür. Zekât
dediğimiz bu malî ibadetin dışında Müslümanların birbirlerine yardım etmesi,
imkânı olanların infakta bulunması da emredilen davranışlardandır.
HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE SOSYAL HAYAT
İlk İslam Toplumu
 Müslümanlar
Allah Resulü
döneminde İslâm
toplumu inanç
etrafında
yapılandırılmış bir
toplumdur.
Hz. Muhammed’in Mekke’deki on üç yıllık tebliğ hayatı boyunca Müslüman
olanların sayısı yaklaşık 230 kişi kadardı. Bu yıllarda Müslüman olanların büyük
sıkıntılarla karşı karşıya kaldıkları aşikârdır. Allah Resulü, ilk İslam cemaatinin maruz
kaldığı baskıları atlatmak için çaba harcıyordu. Rahat görüşme ve ibadet etme
imkânının olmadığı Mekke’de Allah Resulü Erkam b. Ebi’l-Erkam’ın evinde
müminlerle görüşmeler yapıyordu.
Mekke’de Müslüman olanların profiline baktığımızda kadınlar arasında yer
alan bazı istisnalar dışında Müslümanların hemen hepsi yaşça Resulullah’tan genç
kimselerdi. Müslümanlar arasında kabile liderlerinden kimse yoktu. Sayıları
zannedildiği kadar fazla olmasa da İslam’a giren köleler de vardı. Genç erkek ve
kadınların yeni dine ilgisi dikkat çekiciydi. Bu Müslümanlardan 104 kişi, müşriklerin
baskıları üzerine Allah Resulü’nün isteğiyle Habeşistan’a hicret ettiler.
Allah Resulü ve birçok Müslüman ise Medine’ye hicret ettiler. Hicretle
birlikte Müslümanların kimliklerini sosyal hayatta ifade etme ve bu kimlikle hayata
katılma imkânları oldu. Hz. Peygamber, hicretten sonra Medine’deki Müslümanları
saydığında 1500 kişi olduklarını tespit etti.
 Gayrimüslimler
İslam, diğer din mensuplarının, inançlarını yaşama haklarını temel
haklardan biri olarak görür. Allah Resulü’nün yaşadığı dönemden günümüze kadar
İslam toplumlarında çeşitli dinlere mensup Gayrimüslimler bulunmuştur. Allah
Resulü, onlarla anlaşmalar yapmış, kendilerine ahitler verilmiş ve bu ahitlere
sonuna kadar uyulmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
Hz. Peygamber döneminde Yahudiler ve Hristiyanlar, zimmet ehli olarak
İslam toplumunda hayatlarını rahat bir şekilde yaşamışlardır. Kendi aralarında ticarî
ve sosyal ilişkilerini inançlarına uygun bir şekilde yürütme imkânına da sahip
olmuşlardır. Allah Resulü’nün bu uygulaması, başka dinlere mensup insanların
İslam havzası içinde dinî ve millî kimliklerini asırlarca koruyabilmelerini sağlamıştır.
İLERİ OKUMALAR İÇİN
Medine toplumu hakkında daha geniş bilgi için aşağıdaki kitapları
okuyabilirsiniz:
 Ekrem Ziya Umeri, Medine Toplumu, Çeviren: Nureddin Yıldız, Risale
Yayınları, İstanbul 1988.
 Mustafa Aydın,
İlk Dönem İslam Toplumunun Şekillenişi, 2. Basım, Pınar
Yayınları, İstanbul 2001.
Kardeşlik
Müminler kardeştir.
Hz. Peygamber, Medine’de yaşayan ahali arasında dayanışmayı artırmak
için önemli adımlar attığı gibi, Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliği
sağlamak amacıyla da bazı adımlar attı. Medine sözleşmesi olarak bilinen belgenin
ilk 23 maddesi Müslümanlar arasındaki hak ve yükümlülüklerle ilgili düzenlemeler
getirmektedir. Aslında Müslümanlar arasında dayanışmayı artıran ilk anlaşmalar
daha Mekke’de Akabe biatiyle yapılmıştı.
Hz. Peygamber, Muhacirlerin karşılaştığı sorunları asgariye indirmek
amacıyla hicretin ilk yılında Muhacirlerle Ensar’ı kardeşleştirdi. Bireysel
sorumluluklar yükleyerek aralarındaki dayanışmayı artırdı. Ensarîler’in Muhacir
kardeşleri için yaptıklarını anlatan çok etkileyici fedakârlık hikâyeleri kaynaklarda
yer alır.
Sosyal İlişkiler
İslam, Müslümanları kardeş olarak tanımlamaktadır. Cahiliye döneminde
Araplar arasındaki dayanışma, kabile ilişkileri çerçevesinde gelişiyordu. Hz.
Peygamber hicretten sonra Müslümanların birbirlerinin aleyhine olacak şekilde
herhangi bir anlaşmaya taraf olmalarını yasaklamıştır. Çünkü Müslüman olmak,
Allah ve Resulü’nün tarafında olmak anlamına geliyordu. Bu nedenle
Müslümanların birliğini bozan uygulamalardan kaçınılmıştır.
“İslam’dan sonra hilf (kabileler ya da bireyler arası anlaşmalar) yoktur.”
(Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe: 204, 206)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
Sosyal Dayanışma
Zekât ve sadaka gibi sosyal dayanışmayı sağlayan uygulamaların dışında Hz.
Peygamber’in İslam birliğini pekiştirmek için yardımlaşma ve dayanışmaya çok
önem verdiğini biliyoruz. Allah Resulü Müslümanları bir vücut gibi nitelendirir.
“Müminler birbirini sevmede, acımada ve korumada bir vücuda
benzerler. Vücudun bir uzvu hastalandığı zaman diğer uzuvlar da bu sebeple
uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb: 27)
“Müminin mümine karşı durumu, birbirlerini tutan binalar gibidir.”
(Buhârî, Edeb: 36)
Toplumun Eğitimi
İnsanların hem dinî eğitimleri, hem de hayata hazırlanmaları önemsenen
temel görevlerdendir. Hz. Peygamber, çocuklara küçük yaşlardan itibaren kişilik
kazandıracak bir eğitim verilmesini önemsemiştir.
Asr- Saadet’te
insanların eğitimine
büyük önem verilmiştir.
Eğitimin en yaygın şekilde verildiği yerler mescitlerdir. Mescitler, Hz.
Peygamber döneminde hayatın içinde daha aktif yer almaktaydı. Mescid-i
Nebevî’de bir yandan verilen hutbelerle ve yapılan sohbetlerle eğitim verilirken öte
yandan Suffa’da, Hz. Peygamber’in kontrolünde görevlendirilen öğretmenler
tarafından örgün eğitim veriliyordu. Suffa’da yetiştirilen Müslümanlar, İslam’ın
tebliğ edilmesinde aktif rol oynadılar. Burası aynı zamanda kalacak yeri olmayan
Müslümanların geceledikleri bir mekân olarak kullanılmıştır. Orada geceleyenler
aynı zamanda Hz. Peygamber’in eğitiminden geçme imkânı da buluyorlardı.
Erkek çocukların hayata hazırlanması babalarının gözetiminde gerçekleşirken
kızların temel eğitimleri anneleri tarafından veriliyordu. Bunun dışında bütün
Müslümanların asgari düzeyde de olsa din eğitimi almalarına özen gösterilmiştir.
Aile
Aile bireyleri arasında
doğruluk üzere
dayanışma, Hz.
Peygamber dönemi
İslâm toplumunun
önemli özelliklerinden
biridir.
Aile, İslam toplumunun en temel kurumlarından biridir. Aile bireylerinin
birbirlerine karşı yükümlülükleri vardır. Baba ailenin geçimini sağlamak, eşine ve
çocuklarına iyi davranmakla mükelleftir.
“Sizin hayırlınız ailesine hayırlı olandır.” (Tirmizî, Menâkıb: 64)
Anne, çocuklarının bakımıyla ve yetiştirilmeleriyle ilgilenir. Çocuklar,
ebeveynlerine saygıda kusur etmezler, onlara “öf” bile demezler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
“Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya-babaya iyi
davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin
yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘öf!’ bile deme; onları azarlama;
onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve
‘Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.’ de.”
(İsra/17: 24)
Allah Resulü, akraba ziyaretine ve akrabalar arasında dayanışmaya çok
önem vermiştir. Ancak bu dayanışma, haksızlık ve zulüm üzere olmamalıdır.
“Bir defasında Allah Resulü, “Zalim de mazlum da olsa kardeşine yardım
et.” buyurur. Bu söz, Araplar arasında “Zalim de olsa kardeşine yardım et.”
şeklinde bilinen bir atasözüne benzemektedir. Oradakiler, “Ey Allah’ın Resulü!
Mazlum olana yardım etmeyi anladık da zalime nasıl yardım edeceğiz?” diye
sorduklarında Allah Resulü, “Onu zulmünden engelleyerek!” buyurmuştur.” (Bk.
Buhârî, Mezâlim: 4)
Evlilik
Hz. Peygamber, Müslümanları evliliğe teşvik etmiş; evliliği zorlaştırıcı tavır
ve uygulamalardan kaçınılmasını istemiştir. Kur’an, kadın ve erkeğin birbirlerinin
elbisesi olduğunu vurgular. Örtü insanın hem ayıplarını örter, hem de onu
kötülüklerden korur.
“Onlar, size örtüdürler, siz de onlara örtüsünüz.” (Bakara/2: 187)
İlk İslam toplumunda evlilik, günümüzde benzeri olan uygulamalarla
gerçekleşirdi. Gelin namzedi olan kızın isteneceği bildirilir. Kız tarafının razı
olmasıyla kız istenir; hazırlıklar tamamlandıktan sonra düğün yapılırdı. Düğünde
evliliğin duyurulması anlamına da gelen bir yemek verilmesi, önemsenen bir
gelenekti. Hz. Peygamber, imkânlar ölçüsünde bir düğün yemeğinin verilmesini
tavsiye etmiştir. Düğünlerde ölçüyü kaçırmayacak şekilde eğlence düzenlenmesine
de izin verilmiştir.
Müslümanlar, müşrik kadınlarla ve erkeklerle evlenemezler. Ayrıca
evlenilemeyecek akrabalar da Kur’an’da belirtilmiştir.
“İman etmedikleri sürece Allah'a ortak koşan kadınlarla evlenmeyin.
Allah'a ortak koşan kadın hoşunuza gitse de mümin bir cariye Allah'a ortak koşan
bir kadından daha hayırlıdır. İman etmedikleri sürece Allah'a ortak koşan
erkeklerle, kadınlarınızı evlendirmeyin. Allah'a ortak koşan hür erkek hoşunuza
gitse de, iman eden bir köle, Allah'a ortak koşan bir erkekten daha hayırlıdır.”
(Bakara/2: 221)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
Evlilik sırasında erkeğin kadına vereceği mehir hususunda karşılıklı rıza ile
anlaşmaları istenir. Mehir, kadının kendi hakkıdır; karşılaşabileceği bir sıkıntıda
onun için maddi güvencedir. Bu mehri babasına vermek zorunda olmadığı gibi
kocasına da vermeyebilir. Kendisine ait olan mehirde dilediği gibi tasarrufta
bulunabilir.
Aile bireyleri arasında
karşılıklı saygı ve sevgi
esastır.
Ailenin geçimini sağlamak erkeğin yükümlülüğündedir. Bununla birlikte
kadının çalışmasına mani bir durum yoktur. Ancak kadın, kazandığı parayı evin
temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere harcamak zorunda değildir. Hz. Peygamber
zamanında bazı kadınların çeşitli işler yaparak para kazandıklarını biliyoruz. Hatta
Allah Resulü’nün hanımlarından Zeyneb bt. Cahş’ın dikiş diktiği, Sevde bt.
Zem’a’nın deri işleyerek aile bütçesine katkıda bulunduğu nakledilir.
Allah Resulü, kişinin ailesi için yaptığı harcamaların sadaka hükmünde
olduğunu vurgular.
“Bir Müslüman, Allah’ın rızasını umarak ailesinin geçimini sağlarsa, yaptığı
harcamalar onun için birer sadaka olur.” (Buhârî, Nafakat: 1)
Boşanma
Evlilik, dünyevi ve uhrevi mutluluk getirmesi için yapılır. Fakat her evlilik
insana mutluluk getirmeyebilir. Evliliğin yürütülemediği durumlarda boşanma
gerekebilir. İslam, aile birlikteliğini devam ettirmeleri mümkün olmayan kimselerin
ayrılmasının önünü kapatmamıştır. Allah’ın en sevmediği helal olan boşanma,
kimseyi kırmadan yapılmalıdır.
“Allah’ın helal kıldıkları arasında en sevmediği şey boşanmadır.” (Ebû
Dâvud, Talâk: 3)
İslam dini, zulmetmeden boşanmaya izin vermiştir. Boşama yetkisi erkeğe
verilmiş olmakla birlikte, nikâh sırasında kadının boşama haklarından bazılarını
alabilmesi mümkün olduğu gibi, haklı bir gerekçesi olduğu takdirde kadın
hâkimden nikâhını feshetme talebinde bulunabilir. Bu yolların dışında hukuki bir
gerekçesi olmadığı hâlde boşanmak isteyen bir kadın kocasıyla anlaşma yaparak
boşanabilir. Ancak hangi yöntemle olursa olsun tarafların birbirlerine zulmetme
düşüncesiyle hareket etmemeleri esastır.
Kadınlar
İslam, kadınlara çok önemli haklar getirmiştir. Cahiliye döneminde itibarı
olmayan kadın, Hz. Peygamber döneminde anne ve eş olarak hak ettiği itibarı elde
etmiş; toplumda aktif olarak görev üstlenmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
Kadınlar, eşleriyle ya da akrabalarıyla birlikte hicret etmişler; ihtiyaç
duyulduğu yerlerde yaralıların tedavisi, yemek yapma gibi geri hizmetlerde görev
almak üzere savaşlara ve yolculuklara katılmışlardır.
Hz. Peygamber, bizzat kadınların dinî eğitimiyle de ilgilenmiştir. Kadınlar,
çocukların bakımıyla ilgilendikleri ve erkekler gibi her zaman Mescid-i Nebevî’ye
gidemedikleri için Hz. Peygamber’den istifade amacıyla haftanın belirli bir gününün
kendilerine tahsis edilmesini istemişler; Hz. Peygamber de onlara bir gün tahsis
etmiştir.
İLERİ OKUMALAR İÇİN
Hz. Peygamber döneminde kadınların durumu için Rıza Savaş’ın Hz.
Muhammed (s.a.v.) Devrinde Kadın (Ravza Yayınları, İstanbul 1991) adlı kitabını
okuyabilirsiniz.
Köleler
İslam öncesi dönemlerden itibaren mevcut olan kölelik sistemi Cahiliye
Araplarında da mevcuttu. Mekke’de Hz. Ebubekir’in akrabalarından Abdullah b.
Cüdân, köle ticaretiyle uğraşırdı. Cahiliye döneminde köleler diğer insanların sahip
oldukları haklara sahip değillerdi. Bundan dolayı sahipleri, onlara her türlü
muameleyi reva görebiliyorlardı.
Hz. Peygamber’in getirdiği din, insanların sosyal statüleri ya da ekonomik
durumları ne olursa olsun, onları üstün kılan şeyin Allah’a hakkıyla kulluk yapmak
(takva) olduğunu ifade etmiştir.
Allah’a kulluk insanı
özgürleştirir.
“Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve
birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en
değerli olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah
hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurat/49: 13)
Bazı köleler, her türlü baskıyı göğüsleyerek erken dönemde Müslüman
oldular. Sahipleri müşrik olan bazı köleler büyük sıkıntılar çektiler. Bunlardan biri
olan Bilal-i Habeşî, günün sıcak vakitlerinde kızgın kumlarda güneşin altında
işkencelere maruz kaldı. Hz. Ebubekir, İslam’a girdiği için eziyet gören bazı köleleri
bedellerinden fazla paralar ödeyerek sahiplerinden satın alıp hürriyete
kavuşmalarını sağladı.
İLERİ OKUMALAR İÇİN
Cariyelerin durumu hakkında Ali Rıza Demircan’ın Kur'an ve Sünnet Işığında
Cariyeler ve Sömürülen Cinsellikleri (Ensar Yayınları, İstanbul 2010) adlı kitabını
okuyabilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Tartışma
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
•İslam’ın köleliğe yaklaşımı hakkında neler düşünüyorsunuz? Konuyu
forumda tartışabilirsiniz.
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma
forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
HZ. PEYGAMBER DÖNEMİNDE KÜLTÜREL HAYAT
Hz. Peygamber dönemi, Cahiliye dönemi Arap kültürünün ilahî iradeye
göre yeniden şekillendiği bir dönemdir. Bu dönem aynı zamanda geçmişten gelen
geleneklerle İslami değerlerin çatıştığı bir zaman dilimidir.
İslam ilme ve âlime değer verir. Bundan dolayı Allah Resulü’nün yaşadığı
dönemden itibaren insanlar ilme teşvik edilmişlerdir. Burada hedeflenen bilgi, kuru
kuruya, gereksiz bir bilgi değil, Allah’ı bilmeye ve tanımaya vesile olacak bilgidir.
“(Böyle bir kimse mi Allah katında makbuldür,) yoksa gece vakitlerinde,
secde halinde ve ayakta, ahiretten korkarak ve Rabbinin rahmetini umarak
itaat ve kulluk eden mi? De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Ancak
akıl sahipleri öğüt alırlar.” (Zümer/39: 9)
İlimde derinleşenler, Allah’a daha itaatkâr kullar olurlar. Her Müslümanın
ise iyi bir kul olma hedefi vardır.
“İlimde derinleşmiş olanlar, "Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır"
derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmrân/3: 7)
Dil
Arapların ana dili olan Arapça, Sami dil ailesine mensuptur. Vahiy
döneminde önemli farklılıklar gösteren lehçelere sahipti. Özellikle Kuzey ve Güney
Arapları’nın kullandığı lehçeler arasındaki fark daha ileri düzeydeydi. Bununla
birlikte Araplar’ın birbirlerinin lehçelerine kısa sürede vakıf olabildiklerini
söyleyebiliriz. Kur’an’ın varlığı, Arapça’nın birbirinden uzaklaşmış lehçelere
ayrılmasını engellemiş; böylece Kur’an, Arap dili için temel referans olmuştur.
Araplar, güzel ve anlaşılır bir dille konuşmaya önem verirlerdi. Sözün fazla
uzatılmaması, az kelimeyle çok şey anlatmak, konuşmada dikkat edilen bir husustu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
Yazı
Hz. Peygamber döneminde Araplar’ın kullandığı yazı, bugünkü Arapça
yazıya benzer bir yazı olmakla birlikte aralarında bazı farklılıklar vardır. Bugünkü
Arap yazısının önemli farklarından biri harfleri birbirinden ayırmamızı kolaylaştıran
noktalardır. O dönemde noktalar olmadığı için birçok farklı ses aynı harflerle
gösteriliyordu.
Cahiliye döneminde okuma yazma bilenlerin sayısı oldukça azdı. Zira
Araplar, günlük hayatta okuma yazmaya pek ihtiyaç duymuyorlardı. Hz.
Peygamber, hem Mekke’de hem de Medine’de kendisine gelen vahyi düzenli bir
şekilde o günkü imkânlarla temin edilen malzemeye yazdırıyordu. Medine
döneminde okuma-yazma öğretimine çok önem verildi. Bu dönemde yetiştirilen
Müslümanlar, İslam medeniyetinde bilim geleneğinin gelişmesine öncülük ettiler.
Edebiyat
Cahiliye döneminde Araplar’da yazılı edebiyat gelişmemişti. Yazıya çok
ihtiyaç duyulmayan dönemlerde yazılı bir kültürden söz etmek mümkün değildir.
Yazının çok kullanılmaması, insanların hafızaya daha çok dayanmalarına
sebep olmuş; duydukları güzel sözleri ve şiirleri ezberleme yetenekleri gelişmiştir.
 Hitabet
Konuşmada esas olan,
az sözle çok şey
anlatmaktır.
Hitabet, gereksiz uzatmalardan kaçınarak insanları etkileyici bir şekilde
konuşma sanatıdır. Arap kültüründe hitabet yeteneği önemsenmektedir. Muhatabı
yormadan yapılan kısa ve özlü konuşmalar bazı dinleyiciler tarafından ezberlenir;
daha sonra uygun ortamlarda tekrar edilirdi. Hz. Ebubekir, Cahiliye döneminde
dinlediği Kus b. Sâide’nin tevhit konulu hitabesini Medine döneminde hafızasından
okumuştur.
Hz. Peygamber, hem her hafta Cuma namazından önce, hem de çeşitli
vesilelerle konuşmalar yapardı. Allah Resulü’nün Veda haccı sırasında verdiği veda
hutbesi önemli konuşmalarından biridir.
 Şiir
Araplar arasında şairler itibar sahibiydi. Kabileler iyi şairlere sahip olmak
istiyorlar; iyi şairleri olan kabileler bununla övünüyorlardı. Bununla birlikte
müşrikler Hz. Peygamber’i şair olmakla itham ederek onun itibarını sarsmaya
çalışmışlardır.
“Biz, deli bir şair için ilahlarımızı mı terk edeceğiz? diyorlardı.”
(Saffat/37: 35)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
“Biz o Peygamber'e şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. O(na
verdiğimiz) ancak bir öğüt ve apaçık bir Kur'an'dır.” (Yasin/36: 69)
Şairler tarafından övülmenin itibar getirdiği, yerilmenin ise arzu edilmediği
böyle bir dönemde şairlerle iyi geçinilmeye çalışılırdı.
Hz. Peygamber döneminde şiir, önemli bir propaganda ve etkileme
aracıdır. Allah Resulü’nün düşmanları şiiri kullandıkları gibi Allah Resulü de
kendisini, davasını ve Müslümanları savunmak için şiiri kullanmıştır. Onun Hassân
b. Sâbit gibi şairleri vardı.
İlimler
Hz. Peygamber döneminde insanların ihtiyaç duydukları düzeyde, o günkü
imkânların el verdiği ölçüde ilmî gelişmelerden söz etmek mümkündür.
Dinî İlimler
Allah Resûlü, dönemin
bilgisi çerçevesinde
zaman zaman tıbbî
tavsiyelerde
bulunmuştur. Bununla
birlikte onu bir tabib
olarak değerlendirmek
yanlıştır.
Resulullah’ın hadislerinde ya da Kur’an’da ilimden söz edildiğinde
kastedilen daha çok dinî bilgidir. Bu dönemde henüz dinî ilimler inkişaf etmediği
için, insanların üzerinde en çok durdukları husus Kur’an’ı öğrenme ve Allah
Resulü’nü dinlemedir. Bu sebeple Kur’an hem hıfzediliyor, hem de bazı
Müslümanlar tarafından kayda geçiriliyordu. Hz. Peygamber’in, ilk dönemlerde
Kur’an’la karıştırılabileceği kaygısıyla hadisleri yazmaya izin vermediği rivayet edilir.
Ancak bu ihtimal ortadan kalktıktan sonra arzu eden bazı Sahabilerin Allah
Resulü’nün sözlerinden hoşlandıklarını yazdırdıklarına dair bilgiler mevcuttur.
Diğer İlimler
 Tıp
Cahiliye döneminde hastalar, ya kâhinlere giderek dua ve sihirle tedavi
olurlardı ya da bitkilerle tedavi eden doktorlara başvururlardı. Hz. Peygamber
zamanında tıpla uğraşan insanlar vardı. Hastalananlar tedavi için onların
hazırladıkları ilaçları kullanırlardı.
Hz. Peygamber’in hadislerinde tedavi ile ilgili bazı tavsiyeler
bulunmaktadır. Bunlardan çörekotu ve balın faydalarıyla ilgili olanlar meşhurdur.
Tıbb-ı nebevî, Hz. Peygamber’in yaşadığı döneme ait tecrübelerine dayanan
bilgilerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
İLERİ OKUMALAR İÇİN
Tıbb-ı nebevî hakkında daha geniş bilgi için aşağıdaki kitapları
inceleyebilirsiniz:
 İbrahim Canan, Hz. Peygamber’in Sünnetinde Tıp, Akçağ Yayınları, Ankara
1995.
 Levent Öztürk, Hazreti Peygamber Döneminde Sağlık Hizmetlerinde
Kadınların Yeri, Ayışığı Kitapları, İstanbul 2001.
 Astronomi - Takvim
İnsanların gece yolculuklarında yollarını bulmalarına imkân verecek kadar
yıldızlar hakkında bilgiye ihtiyaçları vardı.
Bunun dışında bazı ibadetlerin yerine getirilmesi için zamanın hesap
edilmesi gerekir. Günde beş vakit namaz, cuma ve bayram namazlarının zamanının
tespiti için takvim ve hesap bilgisine başvurulurdu. Ayrıca oruç ayının belirlenmesi,
orucun başlangıç ve bitiş vaktinin tespiti, yılın son ayı olan Zilhicce’de yapılan hac
ibadetinin vaktinin belirlenmesi, zekât mallarının üzerinden bir yıl geçtiğinin tespiti
astronomi bilgisi ile mümkündür.
“Sana, hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar, insanlar ve hac için vakit
ölçüleridir.” (Bakara/2: 189)
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Özet
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
•Nübüvvetin Mekke döneminde Müslümanlar baskılara maruz kaldıkları
için özgürce örgütlenme imkânına sahip olamamışlar; bu fırsatı ancak
Medine'de bulmuşlardır.
•Hz. Peygamber, sosyal ilişkilerinde olduğu gibi idarî ve siyasi
ilişkilerinde de Allah’ın kulu ve Resulü olduğunu unutmadı. Sadakatten
ayrılmamak, otoritesinin etrafındaki insanlar tarafından tanınmasını
önemsemek, ilk dikkat çeken özelliklerindendir. Şahsi ya da kamuya ait
işlerde danışmaya önem verirdi. Adil olmak, temel hedefiydi.
Görevlendirdiği kişilerde liyakati arar; Allah’a isyan hususunda
olmaması kaydıyla itaate önem verirdi. Bütün bunların yanında tevazu,
terk etmediği bir hasletti.
•Allah Resulü, Medine döneminin başından itibaren antlaşmalar yapmış;
İslam’a davet faaliyetlerini yürütmüş; elçiler, valiler, kâtipler, kadılar,
komutanlar görevlendirmiştir. İbadetin düzenli yürütülebilmesi için hac
emiri tayin etmiş; zekâtı da zekât memurları eliyle toplamıştır.
•Hz. Peygamber, Müslümanların ekonomik alanda çektikleri sıkıntıları
bertaraf etmek amacıyla Medine’de pazar yeri belirlemek gibi
çalışmalara önem vermiştir. Kendisi de bir tacir olan Allah Resulü,
ticareti teşvik etmiş; sağlam bir ticarî ahlakın yerleşmesi için
tavsiyelerde bulunmuştur. Öte yandan zulme ve haksızlıklara sebep
olan faiz ve bazı ticaret yöntemlerini kaldırmıştır.
•Hz. Peygamber döneminde toplum, Müslümanlar ve Gayrimüslimler
olarak ayrılıyordu. Müslümanların dinlerini özgürce yaşama hakları
olduğu gibi Gayrimüslimler de bu haklara sahip olmuşlardır.
•Müslümanlar arasındaki ilişkileri pekiştirmek için kardeşleştirme
yapması, Hz. Peygamber'in Medine’de ilk önemli icraatlarından biridir.
•Toplumun eğitimi için hem yaygın eğitim yöntemi olarak hutbe ve
vaazlara hem de okuma-yazma öğretimine önem verilmiştir.
•Sosyal adaletin sağlanması için zekât ve infak üzerinde durulmuştur.
•Aile, Peygamber döneminin önemli sosyal kurumlarının başında gelir.
Aile bireyleri arasında dayanışma, saygı, sevgi ve fedakârlık esastır.
Ailenin kurulması için meşru şekilde evlilik gerekir. Evlilik beraberliğinin
sonlandırılması istenirse, bu meşru ve zulüm doğurmayacak şekilde
olmalıdır.
•Kadınların ve kölelerin durumu cahiliye dönemiyle mukayese
edilmeyecek şekilde iyileştirilmiştir.
•Hz. Peygamber döneminde ilme ve âlime büyük değer verilmiştir.
•Yazı kullanımı yaygın olmamakla birlikte Hz. Peygamber döneminde
okuryazar oranında ciddi bir artış olmuştur.
•Hitabet ve şiir, cahiliye döneminden beri önemsenen edebiyat ve
iletişim sanatlarıydı. Hz. Peygamber, iyi bir hatip olduğu gibi çevresinde
çirkin ve gayriahlaki konuşmalardan kaçınan, İslam’ı ve Müslümanları
savunan şairler vardı.
•Asr-ı Saadet’te dinî ilimler daha çok Kur’an’ın anlaşılması çerçevesinde
gelişmiştir. Ayrıca tıp, astronomi gibi alanlarda günün ihtiyacını
karşılayacak gelişmelerden söz edilebilir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Ödev
Araştırma
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
• İlahiyat alanında yazılmış, pdf formatındaki binlerce
makaleye İSAM kütüphanesinin İlahiyat Makaleler
Veri Tabanı'ndan ulaşabilirsiniz.
http://ktp.isam.org.tr/
• Hz. Peygamber dönemindeki askeri faaliyetlerin
İslam Medeniyetinde askeri teşkilatın yapısı
üzerindeki etkisi hakkında 200 kelimelik bir yazı
yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in görevli atamalarında aradığı
özelliklerdendir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Kabilesinin güçlü olması
b) Liyakatli olması
c) Yeni Müslüman olması
d) Akrabalarından olması
e) Kavgacı olması
2. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in
göndermesinin amaçlarından olabilir?
komşu
devletlere
elçiler
a) Komşu devletleri haraca bağlamak istemesi
b) Komşu devletlere İslam’ı duyurmak istemesi
c) Komşu devletlere gözdağı verme arzusu
d) Karşılıklı olarak elçi bulundurma talebi
e) Kendisine elçi gönderilmesi sebebiyle mukabelede bulunma isteği
3. Aşağıdakilerden hangisi Medine döneminde okuryazar sayısının artmasının
sebeplerindendir?
a) Hz. Peygamber’in sık sık okuma yazma kampanyaları yapması
b) Medine’de Hz. Peygamber’in hicretinden önce okuryazarlığın yaygın olması
c) Medine’de çok sayıda üniversite açılmış olması
d) Hz. Peygamber’in yeni evlenenlere okuryazar olma koşulu getirmesi
e) Bedir savaşından sonra kurtulmalık bedelini ödeyemeyenlerin on çocuğa
okuma-yazma öğretmeleri
4. Aşağıdakilerden hangisi
talimatlardandır?
Hz.
Peygamber’in
komutanlarına
verdiği
a) Düşman tarafında olan herkesi öldürebilirler.
b) Kadınların yeni düşmanlar doğurmamaları için öldürülmeleri gerekir.
c) Düşmana ait hayvanlar telef edilmelidir.
d) Beş yaşından büyük çocuklar öldürülmelidir.
e) Din adamlarının öldürülmesi yasaktır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
5. Aşağıdakilerden hangisi
özelliklerindendir?
Hz.
Peygamber
dönemi
İslam
toplumunun
a) Kabile ilişkileri esastır.
b) İslam kardeşliği sosyal ilişkilerde önemli bir belirleyicidir.
c) Bireysellik öne çıkmaktadır.
d) Müşriklerle evlilik yapmak serbesttir.
e) Ehl-i kitaptan kimselerle her türlü ilişki kesilmiştir.
Cevap Anahtarı:
1. b 2.b 3.e 4.e 5.b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Ahmed b. Hanbel, Ebû Abdullah b. Muhammed b. Hanbel eş-Şeybânî, 1992. elMüsned, İstanbul.
el-Belâzurî, Ahmed b. Yahya b. Câbir, *1987+. Ensâbü'l-Eşrâf, Thk.: Muhammed
Hamidullah, 3. Basım, Kahire.
el-Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail, 1992. Sahîh, İstanbul.
Çağırıcı, Mustafa. 1994. “Da’vet”, DİA, İstanbul, IX, 16-19.
Ebû Dâvud, Süleyman b. Eşʻas es-Sicistânî, 1992. Sünen, İstanbul.
İbn Hişâm. (t.y.). Siretü’n-Nebi, Thk.: Muhammed Muhyiddin Abdulhamid, Kahire.
İbn Sa‘d, Muhammed, 1985. et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Beyrut.
İpşirli, Mehmet. 1995. “Elçi”, DİA, İstanbul, XI, 3-15.
Hamidullah, Muhammed. 2004. İslam Peygamberi: Hayatı ve Eseri, Çeviren:
Mehmet Yazgan, Beyan Yayınları, İstanbul.
Kılıç, Ünal. 2004. Peygamber ve Dört Hâlife Günlerinde Şehir Yönetimi ve Valilik,
Yediveren Kitap, Konya.
Müslim, Ebu’l-Hüseyn b. el-Haccâc el-Kuşeyrî en-Nîsâbûrî, 1992. Sahîh, Thk.: M.
Fuâd Abdulbâkî, İstanbul.
Özaydın, Abdülkerim. 1996. “Hac”, DİA, İstanbul, XIV, 399-400.
Sarıçam, İrahim, 2007. Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, 5. Basım, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara.
et-Tirmizî, Ebû İsa Muhammed b. İsa, 1992. Sünen, İstanbul.
el-Vâkıdî, Muhammed b. Ömer, 1984. Kitâbu’l-Meğâzî, Thk.: Marsden Jones, 3.
Basım, Beyrut.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Hz. Peygamber Döneminde İdarî Yapı, Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hayat
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
•
•
•
•
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
HİLAFET VE HZ. EBUBEKİR
DÖNEMİ
Mekke ve Medine Yılları
Hilafet
İrtidat Hareketleri
Fetihler
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Hz. Ebu Bekir'in halife seçilmesi olaylarını
anlayacak
• Hz. EbuBekir dönemi irtidat hareketlerini
kavrayacak
• Sakife Olayı ve Hilafet sorununu öğrenecek
• Hz. Ebu Bekir dönemi fetihleriyle ilgili bilgi
sahibi olacaksınız.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
10
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
GİRİŞ
Sahabenin Hz. Peygamber sonrası hayata alışma süreci oldukça sıkıntılı
olmuştur. Hz. Peygamber’den hilafet konusunda net bir talimat olmayınca Medine
bir anda çalkantı içinde kalmıştır. Üstelik Müslümanlara iki yıl boyunca çok zor
anlar yaşatan Ridde Hareketleri de hız kazanmıştır. İşte bu iki yıllık dönem
Müslümanlar için tarihte var olup olamayacaklarının belirleneceği önemli bir tarih
dilimidir. Bu süreçte Müslümanları en uygun şekilde yönetip esenliğe çıkaran şahıs
Hz. Ebubekir’dir.
Vahyin ilk günlerinden itibaren Hz. Peygamber’in yanından ayrılmayan Hz.
Ebubekir, ondan aldığı ilham, metot ve güvenle bu zor yılların üstesinden gelmeyi
bilmiş ve Müslümanların tarihin bir öznesi olmak üzere yola (fetihlere) çıkmalarını
gerçekleştirmiştir. Dikkatle düşünülürse bu işi o dönemde yapabilecek yegâne
insanın o olduğunu her akl-ı selim insan kabul etmek zorunda kalır.
Hz. Ebubekir ilk Müslümanlardan olduğu gibi, aynı zamanda Hz.
Peygamber’den sonra Müslümanların ilk halifesidir. O, Hz. Peygamber’in yakın
arkadaşı, kayın pederi ve onun için canını-malını harcayan şahıstır. Halifeliği
günlerinde ise cesaret ve azmiyle iki yıl boyunca mürtetlerin hareketlerini
bastırmayı bilmiş, bu konuda geri adım atmamıştır. Şimdi onun hayat hikâyesinin
Hz. Peygamber dönemini kısaca tanıttıktan sonra, hilafet günlerini aktarmak
istiyoruz.
HİLAFETTEN ÖNCEKİ HAYATI
Hz. Ebubekir, 573 yılında Mekke’de doğdu. Hz. Peygamber’den iki yaş
küçüktür. Babası Ebû Kuhâfe, annesi ise Ümmu’l-Hayr Selma’dır. Hz. Ebubekir’in
ailesinin mensup olduğu Teym kabilesi, Hz. Peygamber’in soyuyla Murre b. Kaʻb’ta
birleşir. Annesi, Mekke döneminde, babası ise Mekke’nin fethinden sonra
Müslüman olmuştur. Asıl adı Abdullah olup Atik lakabıyla meşhur olmuştur. Aynı
zamanda ona eskiden beri “Sıddîk” lakabı da verilmişti.
Hz. Ebubekir, İslam’dan önce Mekke’nin önemli simalarından olup, Daru’nNedve’de Eşnak denilen diyetlerin ödenmesi görevini yürütüyordu. Cahiliye
döneminde fakirlere ve akrabalarına yardım ettiği, iyi huylara sahip olduğu
aktarılmaktadır. Eskiden beri Hz. Peygamber’in arkadaşı olan Hz. Ebubekir,
peygamberliği duyduktan sonra ona ilk inanan erkeklerden arasında olmuştur.
Mekke yıllarında ticaretle uğraşan Hz. Ebubekir, malının bir kısmını İslam’a
hizmet yolunda harcadı; Müslümanlığı kabul eden birçok köle ve cariyeyi satın
alarak hürriyete kavuşmalarını sağladı. Müslüman olduğunda 40.000 dirhem olan
servetinin büyük bir kısmı, muhtemelen müşriklerin Müslüman tüccarlara
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
koydukları mali boykot karşısında eridi. Hicret ettiğinde 5.000 dirhem parası
kalmıştı.
Hz. Ebubekir, Mekke’de Müslümanların işkencelere uğradığı bir dönemde
saygın ailelerin çocuklarından önemli bir kesimin Müslüman olmasını sağladı.
Bunlardan bazıları şunlardır: Osman b. Affân, Zübeyir b. Avvâm, Abdurrahman b.
Avf, Saʻd b. Ebî Vakkâs ve Talha b. Ubeydullah.
Hz. Ebubekir, müşriklerin yaptıkları işkencelere de uğradı. Baskılardan dolayı
Habeşistan’a hicret etmek için Mekke’den ayrıldıktan sonra İbnü’d-Duğunne ile
karşılaştı. Bu durumu kabullenemeyen İbnü’d-Duğunne, onu himayesine alarak
Mekke’ye geri getirdi. Müşrikler bir müddet ses çıkarmasalar da, Hz. Ebubekir'in ev
avlusunda namaz kılmasından rahatsız olarak İbnü’d-Duğunne’ye şikâyet ettiler.
İbnü’d-Duğunne, avluda da ibadet etmemesini isteyince, Hz. Ebubekir onun
himayesini reddetti.
Hz. Ebubekir, Müslümanlar Medine’ye hicret etmeye başlayınca hicret için
izin istediyse de Hz. Peygamber, kendisine beklemesini tavsiye etti. Sonunda Hz.
Ebubekir, Hz. Peygamber ile birlikte hicret etti. Müşrikler öldürmek için evini
kuşatacakları sırada, Hz. Peygamber evden çıktı ve Hz. Ebubekir’i de yanına alarak
Mekke’den ayrıldı. Önce müşrikleri şaşırtarak izlerinin bulunmasını engellemek için
Mekke’nin güneyinde bulunan Sevr mağarasına giderek orada birkaç gün kaldılar.
Daha sonra Hz. Ebubekir’in azatlısı Âmir b. Füheyre ve yolda kendilerine kılavuzluk
yapmak için tuttukları müşrik Abdullah b. Uraykıt’ı alarak zor bir yolculuk sonunda
Kuba’ya, sonra da Medine’ye ulaştılar. Hz. Ebubekir, bir süre sonra ailesini
Mekke’den getirtti.
Hz. Ebubekir, Medine’de Hz. Peygamber’in bütün faaliyetlerine ve
savaşlarına katıldı. Hz. Peygamber’in danışmanı ve yardımcısı idi. Malını da İslam
yolunda harcamaktan kaçınmadı. Tebük seferi öncesinde malının tamamını
ordunun gereksinimleri için bağışlamıştı. 9/631’de Hz. Peygamber tarafından hac
emiri olarak görevlendirildi. Hz. Peygamber’in Veda Haccı dönüşü hastalığının
şiddetlenmesi üzerine onun tarafından Müslümanlara namaz kıldırmak üzere
görevlendirildi. Hz. Peygamber’in vefatından sonra halkın yatıştırılmasında önemli
rol oynadı.
HİLAFET
İslam tarihinde ilk ve en önemli tartışma hilafet konusudur. Hilafet
kurumunun temeli, ilk defa Hz. Peygamber'in vefatı sonrası Sakife’de atılmıştır. Dört
halife döneminde yapılanan bu müessese, tarihi gerçeklere, dönemin örfüne uygun
olarak oluşturulmaya çalışılmıştır. Çünkü dinîn temel verileri içinde yönetim
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
biçiminin nasıllığı konusunda detaylı bilgi mevcut değildir. Halifenin seçiminde Arap
siyasi aklının ve o dönem örfünün etkisi inkâr edilemez.
Hilafet, kurum olarak
Hz. Ebubekir’le başlar,
son Osmanlı Halifesi
Vahdettin’e kadar
devam eder.
Hilafet kurumu, Hz. Ebubekir'e biat edilmesiyle başlamıştır. Dört Halife,
Medine ehlinin istekleri doğrultusunda seçilmiştir. Daha sonra Hz. Ali ile Muaviye
arasındaki mücadele sonucu hilafet Emevilerin Süfyani koluna geçmiş, ilk üç Emevi
halifesinden sonra ise bu ailenin diğer bir kolu olan Mervani soyuna geçmiştir.
Miladi 750’de Abbasiler’in Emeviler’i yıkması sonucu Abbasiler’in eline geçen
hilafet kurumu, 1258’e kadar Abbasi hilafeti olarak devam etmiştir. Ancak bu
dönemde hilafet kurumu ilk asırda Abbasi halifeleri tarafından etkili kullanılsa da
Abbasilerin ikinci asrı (837-945) Türklerden kurulan ordu komutanlarının halifeler
üzerindeki baskı ve etkisi ile “Türk Asrı” diyebileceğimiz bir sürecin içinde kalmıştır.
Daha sonra 110 yıl süren Büveyhi hanedanı dönemi vardır ki; bu dönemde de
Abbasi halifeleri bir noter durumundan farksızdırlar. 1055 tarihinde Bağdat’a giren
Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, Büveyhi hanedanlığına son vermiştir. Bundan sonra
hilafet, Selçukluların etkisine girse de halifeler, bundan önceki iki dönem kadar
çaresiz durumda değillerdir. Nitekim zaman zaman ordu kurup Selçuklulara karşı
savaştıkları bile olmuştur. Abbasi halifeleri son asırlarını biraz daha muktedir
geçirseler de 1258’deki Moğol saldırısıyla Abbasi hilafeti son bulmuştur. Bundan
sonra üç asır kadar Mısır Memlukluları’nın emrinde devam eden halifelik, 1517’de
Osmanlılar’ın Mısır’a girmesiyle Osmanlılara geçmiştir. Ancak Memluklular’da
olduğu gibi halifelik ve sultanlık ayrılmamış, tek şahısta birleştirilmiştir. Osmanlılar
özellikle son asırda hilafetin ümmet üzerindeki etkisini kullanmaya çalışmışlardır.
Zaman zaman bu konuda başarılı da olmuşlardır. Hilafet kurumu, nihayet 3 Mart
1924’te Büyük Millet Meclisi’nin uhdesine devredilmiştir.
Sakife Toplantısı
Hz. Peygamber’in vefatı, Müslümanları sıkıntılı bir sürece soktu. Bunun en
önemli göstergesi, Hz. Ebubekir’in halife seçilmesi konusu olmuştu. Hz. Peygamber
vefat edince Ensar, toplanarak yerine kimin geçeceğini görüşmeye başladılar ve
neredeyse Hazrec lideri Saʻd b. Ubâde’nin liderliği üzerinde görüş birliğine varılmak
üzereydi.
Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh, toplantıdan haberdar
olunca hemen oraya gittiler. Onların gidişiyle tartışma konusu, Hz. Peygamber’in
yerine geçecek kişinin Muhacirlerden mi yoksa Ensar’dan mı olması gerektiğine
döndü. Bu sırada iktidarı ele geçiremeyeceğini anlayan Ensar, iki emirlik önerisi
getirdi. Ancak bu kabul görmedi. Toplantıda Hz. Ebubekir’in yaptığı konuşma etkili
oldu. Ensar’ı yaptığı iyiliklerle övdükten sonra Arapların ancak bir Kureyşliye biat
edebileceğini söyleyerek halifenin Muhacirler’den seçilmesi gerektiğini söyledi. Hz.
Ebubekir'in o dönem için gerekli olan ve doğru olan bu görüşü, daha sonraları
iktidar yanlısı Kureyşliler tarafından “İmamlar Kureyş’tendir” şeklinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
hadisleştirilmiştir. Toplantıda Ensar’dan bazıları da Muhacirler’in görüşünü
destekledi. Özellikle Evsliler Hazrecli bir yönetici olmasındansa Muhacirlerden bir
yöneticinin seçilmesini tercih ediyorlardı.
Bu sırada Hz. Ebubekir, Muhacirler’den birinin halife seçilmesi gerektiği
tezinden hareketle Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde’den birisine biat edilmesini istedi.
Ancak onlar Hz. Ebubekir'in İslam’a hizmetteki önceliğini ve Hz. Peygamber’in
kendisine verdiği değeri hatırlatarak kendisine biat ettiler. Ensar’da destek verince
Hz. Ebubekir ilk halife olarak seçilmiş oldu.
Toplantı, Araplar’ın kabile şefini seçme sistemine benziyordu. Kabile liderinin
ölümü sonrasında kabileye bağlı kişiler arasından, kabilede söz sahibi kimselerin
katıldığı bir toplantıda, müzakere yöntemiyle lider belirlenirdi. Ancak, toplantının
seyrinin değişmesindeki önemli etken, Ensar arasında cahiliye döneminde
meydana gelen savaşlar sonunda birçok insanın ölümüne de neden olan kan
davaları olmalıdır. Evs ve Hazrec kabileleri, hicretten sonra düşmanlığa son
vermişlerse de bazen eski düşmanlıklar hortluyordu. Bu sebeple toplantıda Ensar
arasında Hazrec’ten olan Saʻd b. Ubâde’nin ismi üzerinde mutabakat sağlanmışken
Muhacirlerin gelmesiyle Evsliler tavırlarını onlardan yana koydular. Bir Hazrecli’nin
yerine bir Muhacirin Müslümanların başına geçmesini tercih ettiler. Toplantıya
katılan ve Mekke’de idari yapıda bazı görevler üstlenmiş olan Hz. Ebubekir, Hz.
Ömer ve Ebû Ubeyde’nin siyasi birikimlerinin ve yeteneklerinin etkisini de
belirtmek gerekir.
Hz. Peygamber'in yerine birini görevli olarak bırakıp bırakmadığı konusu
itikadî mezhepler arası tartışmalara konu olmuştur. Şia, Hz. Ali’nin Hz. Peygamber
tarafından yerine bırakıldığını iddia ederken, buna karşın içlerinde Ehl-i Sünnet’in
de bulunduğu bazı mezhepler, Hz. Ebubekir'in Hz. Peygamber tarafından halife
olarak bırakıldığını iddia ederler. Esasen Hz. Peygamber'in yerine birini görevli
olarak bırakmadığına en büyük delil, bizzat Sakife toplantısıdır diyebiliriz.
Hz. Ebubekir'in Halifeliği
Benû Saide gölgeliğinde Hz. Ebubekir’e yapılan biate “özel biat”, daha sonra
mescitte yapılan biate ise “genel biat” dendi. Hz. Ebubekir, biatten sonra yapacağı
icraat politikasını özetlediği kısa, fakat anlamlı bir hutbe okudu. Hutbenin metni
şöyledir:
“Ey insanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde sizi yönetmek üzere seçildim.
Doğruluktan ayrılırsam beni düzeltin. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir.
İçinizde zayıf olan, hakkını alıncaya kadar benim yanımda kuvvetlidir; kuvvetli olan
ise, ondan başkasının hakkını alıncaya kadar zayıftır. Bir millet, Allah yolunda
cihattan vazgeçerse Allah’ın gazabına uğrar, perişan olur. Bir millette kötülük
yaygın olursa Allah o milleti belaya düşürür. Allah ve Resulü’ne itaat ettiğim sürece
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
bana itaat ediniz. Bu itaatten ayrılırsam artık sizin üzerinizde itaat görevi kalmaz.
Haydi, namaza kalkın... Allah’ın rahmeti üzerinize olsun.”
Hz. Ebubekir, hutbesinde yöneticinin doğruluktan ayrılmaması, yönetimi
denetleme görevinin halkın elinde bulunması, halifenin zalimin değil, mazlumun
yanında yer alması ve mazlumun hakkı alınıncaya kadar kendisine destek olunması,
İslami tebliğin temel görev olduğu, halifenin Allah’a ve Resulü’ne itaatten
ayrılmaması gerektiğini net olarak ortaya koymaktadır.
Biat Etmeyenler
Sakife’de seçilmek üzere iken Muhacirler’in gelişi ile halifeliği
gerçekleşmeyen Saʻd b. Ubâde, ömrünün sonuna kadar Hz. Ebubekir’e biat etmedi.
Yine Emeviler’den bazı kişiler biat etmedi. Hz. Ali, kendilerine danışılmadan Hz.
Ebubekir’e biat edilmesinden rahatsız olduğu için biatini bir süre geciktirdi. Çünkü
Hz. Ali, hilafeti kendine layık görüyordu ve hilafet işinde kendilerine
danışılmamasından dolayı kırgındı. Hâşimoğullarına danışılmamasından dolayı
duyduğu üzüntüyü Hz. Ebubekir’e biati sırasında ifade etmişti. Onun, biati
duyduktan hemen sonra giderek biat ettiği şeklindeki anlatımlar doğru değildir.
Hz. Ebubekir, çok kısa
bir süre görev
yapmasına rağmen,
halifeliğinin hakkını
vermiştir.
Hz. Ali’nin biati geciktirmesinin esas nedeni olarak, Hz. Fâtıma ile Hz.
Ebubekir arasında meydana gelen, Hz. Peygamber’in mirası hususundaki ihtilaf
olduğu nakledilse de bu doğru değildir. Çünkü Hz. Ebubekir'in bu uygulaması ilk üç
halife döneminde devam ettiği gibi, Hz. Ali de halife olunca bu uygulamayı devam
ettirmiştir. Değilse iddia edildiği gibi bir mağduriyet olsaydı, Hz. Ali halife olunca
bunu elbette düzeltirdi. Ancak bu meselenin Hz. Ali’nin halife seçimi sırasında
kendilerine danışılmamasından dolayı duyduğu üzüntüye ve kırgınlığa katkısı
olduğu ihtimali vardır.
Hz. Ebubekir’in halife seçilmesinde Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde’nin anlaşmalı
olarak birlikte hareket etmeleri ve Hz. Ali’nin dışlandığı şeklindeki bir iddia, doğru
değildir. Çünkü Sakife toplantısının organize edilmesinde Hz. Ebubekir’in hiçbir
katkısı yoktu. Bu toplantı, daha önceden bir hazırlık olmadan yapılmış; Hz.
Ebubekir, Hz. Ömer ve Ebû Ubeyde’nin toplantıdan tesadüfen haberleri olmuştur.
Doğrusu cenaze işleri gibi ani ve mecburi gelişmeler, Hz. Ali’yi Sakife toplantısının
dışında bırakmıştı. Ayrıca Sakife’ye katılmayan tek kişi Hz. Ali değildi. Halife
olabilecek kapasiteye sahip birçok Sahabi de toplantıya katılamamıştı ve onlardan
hiçbirinin toplantıda bulunmaması, Hz. Ali’nin orada bulunmaması kadar problem
hâline getirilmemiştir. Bu da bu iddianın siyasi olduğunun göstergesidir.
Ordunun Suriye’ye Gönderilmesi
Hz. Peygamber, vefatından kısa bir süre önce Şam taraflarına gönderilmek
üzere bir ordu hazırlamış ve komutasına da Mûte savaşında şehit olan ordu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
komutanı Zeyd b. Hârise’nin oğlu Üsâme’yi tayin etmişti. Hz. Peygamber’in vefatı
üzerine yaşının genç olmasından dolayı Üsâme’nin komutanlık yapmasını
istemeyen bazı sahabilere rağmen Hz. Ebubekir Üsame’nin komutanlığı ve ordunun
gönderilmesi konusunda ısrar etti.
Ancak bu sırada Medine, büyük bir tehlike ile de karşı karşıya idi. Hz.
Peygamber’in vefat edeceği günlerde peygamberlik iddiasıyla ortaya çıkan ve
dinden dönenlerle, vefatından hemen sonra zekât vermeyi reddeden bazı
kabileler, ayaklanmışlardı. Bu durumda ordunun gönderilmesi bir anlamda Hz.
Ebubekir'in hâkimiyetini ve liderliğini perçinleme açısından önem arz ediyordu.
Sonuçta Hz. Ebubekir, bütün itirazlara rağmen bu kritik dönemde bu riski aldı ve
orduyu gönderdi. Hz. Ebubekir, Curf denilen Medine ordu karargâhında toplanan
orduyu onlarla beraber yaya yürüyerek uğurladı. Ayrıca komutan Üsâme’den, Hz.
Ömer’in Medine’de kalması için izin istedi ve böylece Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’in
yanında yardımcı olarak kaldı.
Hz. Ebubekir orduyu uğurlarken savaş ilkeleri açısından önem arz eden bir
konuşma yaptı:
“Emanete hıyanet etmeyin. Ahde vefa gösterin. Ganimetlerden çalmayın.
Ölülerin organlarını kesmeyin. Çocukları, yaşlıları ve kadınları öldürmeyin. Hurma
ağaçlarını kesip yakmayın. Ekin tarlalarını tahrip etmeyin. Yiyecek ihtiyacı dışında
deve, koyun gibi hiçbir hayvanı kesmeyin. Gittiğiniz yerlerde dünyadan el etek
çekmiş manastırlarda sadece ibadetle meşgul olan birtakım insanlara
rastlayacaksınız. Sakın onlara dokunmayın. Onları kendilerini adadıkları şeyle baş
başa bırakın. Gideceğiniz yerlerdeki insanlar sizlere yiyecek sundukları zaman
Allah’ın adını anarak yemeye başlayın. Haydi, şimdi Allah’ın adıyla ilerleyiniz. Allah
sizi taun ve yaralamalardan korusun”
İSYAN HAREKETLERİ
Hz. Peygamber vefat etmeden bir müddet önce, Arabistan yarımadasının
çeşitli yerlerinde isyan hadiseleri görülmeye başladı. Hz. Peygamber’in vefatı ile
birlikte bu isyanlar, genişleyerek Arap yarımadasının her tarafına yayıldı. Mekke,
Medine ve Tâif şehirleri dışındaki her yerde Medine’ye karşı isyanlar gelişmişti.
Bunların içinde mürtedler olduğu gibi, Müslümanlığı reddetmemekle birlikte zekât
vermeyi kabul etmeyen gruplar da vardı.
Bu isyancılara karşı nasıl bir tavır alınacağı Medine’de tartışma konusu oldu.
Halife, bunlara karşı kesin savaşın gerekliliğini savunuyordu. Oysa bir kısım sahabe,
Allah’ı birleyen bir kimseyle savaşılamayacağını söylüyorlardı. Halife ise, “Hz.
Peygamber'e verdikleri bir yuları bile bana vermeyi reddederlerse savaşırım.”
diyerek kararlılığını ortaya koydu. Hz. Ebubekir’in bu kararlı tutumu, İslam’ın
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
Arabistan yarımadasında varlığını devam ettirmesine ve dünyaya açılım
sağlamasına sebep oldu. Eğer bu tutumunda ısrar etmeyip taviz vermiş olsaydı
muhtemelen Müslümanlık Arabistan yarımadasının dışına çıkması ve yayılması
mümkün olmayacaktı.
İsyanların Nedenleri
Arabistan’daki zayıf kabileler, genelde güçlü olan kabilelerle ittifak kurup
himayelerine sığındıkları için, Hz. Peygamber'in güçlenmesi üzerine ona tabi
olmuşlar ve bu sayede onlara güven gelmiş, oluşan yeni düzende daha önce ezilen
güçsüz kabileler rahat bir nefes almıştı. Ancak bu durumdan eskiden beri zayıfı ezip
yağmalamakla geçinen güçlü kabileler hoşlanmamıştı.
Ridde, aynı zamanda
merkezi otoriteye
isyandır.
Hz. Peygamber'in hastalanmasının duyulması ve ardından vefatı, bunlar için
iyi bir fırsat olmuş, sahabenin arasındaki halife seçimi ile ilgili problemleri de hesap
edip fırsatı değerlendirmek istemişlerdi. Bir de bunlara liderlik arzusu ile kabilelerin
önüne düşen bir kısmı kâhin veya siyasi liderlik arzusu içinde bulunan kişiler de
eklenmişti. Bir kısmına yalancı peygamberler denilen bu kimseler, Medine’ye
boyun eğmiş bulunan bu kabileleri, kendi nüfuzları etrafında toplamak amacıyla
Hz. Peygamber'i taklit ederek yeni bir din kisvesi altında hareket ettiler. Hilafetinin
ilk günlerinde ortaya çıkan bu sorunu çözmek için Hz. Ebubekir, mürtedlere ve
zekât vermeyenlere karşı ordular gönderdi.
Bu isyancıların mürted olduğu için savaşıldığı şeklindeki bir düşünce doğru
değildir. Çünkü isyancıların isyan sebepleri yekpare değildi. İçlerinde Müslümanlığa
devam edenler vardı. Dinden dönmeyenler vardı. Bunlar sadece vergi anlamındaki
zekâtı vermek istemiyorlardı. Hz. Ebubekir'in haklı olarak bunlara savaş açması
doğaldı. Ancak bu savaşı dinî bir gerekçe ile açmamıştı. Bu sebeple “mürted
öldürülür” şeklindeki bir hükmün gerekçesi olarak bu savaşlar delil alınamaz.
Arabistan’da meydana gelen bu isyanları tek bir nedene bağlayıp
değerlendirmek yanlıştır. Hz. Peygamber döneminde başlayıp Hz. Ebubekir
döneminde devam eden ve sonuçta Hz. Ebubekir'in kararlılığı ile bastırılan ridde
hareketlerinin sebeplerini kısaca şu başlıklar halinde inceleyebiliriz:
Dinî Zayıflık
Hz. Ebubekir döneminde isyan eden grupların bir kısmı, dinî gerekçelerle isyan
etmişti. Yeni din, bir kısım Araplar arasında istenilen derecede yayılmamış, dinî
bilgileri sathi olmaktan öteye geçememiş, bir anlamda Müslümanlara sığınmaya
mecbur kaldıkları için dinî kabullenmiş gibi görünmüşlerdi. Kur’an’ın tabiriyle İslam,
onların gönüllerine yerleşmemişti. (Hucurat/49: 14) Bu sebeple bunların
Müslüman topluluktan ayrılmaları kolay oldu. Nitekim isyana katılan liderlerden
yakalanıp getirilen Uyeyne b. Hısn’a hitaben Medineli çocuklar, "Ey Allah'ın
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
düşmanı iman ettikten sonra kâfir mi oldun?" dediklerinde o, "Allah'a yemin
ederim ki bir an olsun bile iman etmemiştim" demişti.
Kabilelerin Rekabeti
İsyanlarda etkili olan bir diğer faktör de kabileler arasındaki rekabettir. Hz.
Ebubekir’e biat etmeyi, içlerindeki gizli bir Kureyş düşmanlığı ile “Kureyş’in
otoritesini kabul etmek ve Kureyş’in kölesi olmak” şeklinde değerlendirenler
bulunuyordu. Bazı Müslümanlar, isyancılara sırf kendi kabilelerinden olduğu için
destek vermişlerdi. Müseylime’nin kabilesinden Talha en-Nemrî, Müseylime’ye
hitaben, “Senin yalancı olduğuna şehadet ederim; Muhammed’in de doğruluğuna
şehadet ederim, fakat Rabiaoğulları’ndan olan bir yalancı, bizim için Kureyş’in
doğru olan peygamberinden daha iyidir” demişti.
Bağımsızlık Arzusu
Sâsânî imparatorluğunun yıkılmaya yüz tutması ve Mekke'nin fethiyle
gittikçe artan Müslümanların gücü sonucu, bazı kabileler Hz. Peygamber'in
risaletini ve Medine'nin siyasi otoritesini kabul etmenin bir zaruret olduğunu
düşündüler. Medine’ye bağlılıklarını bildiren bu kabileler, bu bağlılığı Hz.
Peygamber'in vefatıyla sona eren bir antlaşma olarak görüp Hz. Ebubekir'e itaat
etmek istemediler ve ayrılık ilan ettiler.
Özellikle Hicaz bölgesinde yaşayan Araplar, merkezi bir idareye bağlı olarak
yaşamaya alışkın değillerdi. Kabileleri içinde denetimsizce yaşıyorlardı. Bu yapının
değişmesi, gerçekten zordu. Hiç kimsenin gözetim ve denetimi altında olmadan,
devlete ve sisteme bağlı kalmadan çölde serbest bir hayat süren bedevi Arapların
bir otoriteye boyun eğmeleri, işlerini birilerine teslim edip ona itaat etmeleri çok
zor bir olaydı. Bedevilerin Hz. Peygamber'in otoritesini tanımalarında siyasal
nedenlerin yanı sıra, onun dinî otorite olmasının büyük bir etkisi vardı. Yani onun
hâkimiyetini kabul etmek, bir Peygamber olduğu için zillet olarak
değerlendirilmiyordu. Şimdi ise Hz. Peygamber’in vefatıyla bu durum ortadan
kalkmış ve yerine geçecek kimse dinî otorite olmaktan çıkmıştı.
Hz. Peygamber'in yaklaşık bütün Arabistan’a hâkim bir düzen kurması, birçok
güçlü kabilenin istediği gibi davranmasına engel olmuş, her kabile belli
anlaşmalarla kayıt altına alınmıştı. İşte bu durum, eskiden beri yağmalamaya, gasp
etmeye ve tahakküm kurmaya alışmış kimi güçlü kabilelerin işine gelmedi. Onlar bu
yapıyı sevmiyorlar, eskiden olduğu gibi yağma ve talan dönemine dönmeyi,
zayıfları ezmeye devam etmeyi arzuluyorlardı.
Hâlbuki Hz. Peygamber'in kurduğu düzen ile artık en ücra bölgedeki kabileler
bile, yağma ve talandan Hz. Peygamber'e sığınarak emin olmuş, Arap toplumları bir
anlamda saldırmadan, yağmalamadan barış içinde paylaşım düzeni ile birlikte
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
yaşamayı denemeye başlamıştı. Araplar’ın anlamadıkları şey ise artık eski düzenin
devamının mümkün olmadığı ve bundan böyle Arabistan’ın bir idari yapı içerisinde
yaşayacağı gerçeği idi. Bu isyanlarla Medine’nin mevcut düzenine darbe vurulmak
isteniyordu.
Ekonomik Sebep
Araplar, bir kabileye bağlı olmakla birlikte, bir devlet disiplini içinde mali
yükümlülüklerinin olmasını kabul edemiyorlardı. Zekât, Hz. Peygamber döneminde
memurlar tarafından toplanıyor ve Kur’an’da zikredilen yerlere harcanıyordu. Bu
bir ibadet emri olmasının yanı sıra aynı zamanda otoriteyi tanımanın da bir
göstergesiydi. Hz. Ebubekir’e zekât vermeyen kabileler böylece onun yönetimini de
tanımamış oluyorlardı. Bu başkaldırı, aynı zamanda merkezî yönetime de başkaldırı
anlamına geliyordu. Esasen isyan eden kabileler, Medine’ye karşı çıkmanın
bahanesi olarak zekâtı öne sürmüşlerdi. Çünkü zekât, onların yaşam tarzlarına
uygun kabul etmedikleri bir ibadet olarak ileri sürülebilecek en uygun bahaneydi. O
dönemin şartları içinde vergi olarak verdikleri zekâtı, Kureyşlilerin kullandığını
düşünerek bir taşra ırkçılığı içerinde düşmanlık besledikleri Kureyş’e bu vergiyi
vermek istemiyorlardı. Bu tavrın temelinde gizli bir Kureyş karşıtlığı, Kureyş’e siyasal
bağlılığın reddi ile birlikte, onlara mal vermeme arzusu bulunuyordu. Zekât
toplamayı “Kureyşliler’in mallarını yağmalaması” şeklinde değerlendiriyorlardı.
Mallarının paylaşımına taraf değillerdi.
İrtidat ve İrtica Hareketlerine Karşı Mücadeleler
Esved el-Ansî
Yemen bölgesinde yaşayan Esved el-Ansî, Hz. Peygamber veda haccından
sonra hastalanması üzerine peygamberlik iddiasıyla ortaya çıktı. Esved’in
ayaklanmasına yerli halktan önemli destek geldi. Esved, yıllardır halkta biriken
İran’dan gelip Yemen’i yöneten Ebnalar’a karşı olan tepkiyi güzel kullandı ve
Ebnalar’dan olan Hz. Peygamber'in temsilcisi Şehr b. Bazan’ı öldürdükten sonra
karısı Azad ile evlendi. Kocasını öldürüp kendisini zorla nikâhladığı için Esved’ten
nefret eden Şehr’in eşi Azad’ın yardımıyla bölge ileri gelenlerinden Kays b. Mekşuh,
Firuz, Cuşeyş ve Dazeveyh isimli kişiler bir gece yarısı evine girerek Esved’i
öldürdüler. Esved’in öldürüldüğü haberi Hz. Peygamber vefat ettikten sonra
Medine’ye ulaştı. Sonuçta bu bölgeye ordu gönderilmeden mesele halledilmişti.
Tuleyha b. Huveylid
Bir diğer yalancı peygamber, Tuleyha b. Huveylid, Hendek savaşında
Medine’yi kuşatanlar arsında yer alan Esedoğullarının komutanıydı. 9/630 yılında
Medine’ye gelerek Müslümanlığını ilan etti. Hz. Peygamber’in vefatından önce,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
peygamberliğini ilan etti. Tuleyha’ya Esed, Gatafan ve Tayy kabilelerinden bazı
kimseler tabi oldu.
Hz. Ebubekir tarafından görevlendirilen Hâlid b. Velîd, Buzaha’da 6.000 kişilik
kuvvetiyle Tuleyha’ya karşı harekete geçti. Savaş devam ederken Fezareliler’in
lideri Uyeyne b. Hısn, 700 kişi ile savaş alanından çekildi. Durumunun kötüye
gittiğini gören Tuleyha, Şam bölgesine kaçarak Kelb kabilesine sığındı ve Müslüman
oldu. Hz. Ömer döneminde Irak’ın fetihlerinde yer aldı, Nihavend savaşında
başarılar gösterdi. Tuleyha sonrasında takipçileri Müslümanlığı kabul etse de bazı
insanlar İslam’ı kabul etmeyerek Ümm Ziml Selma bt. Malik b. Huzeyfe adındaki bir
kadının etrafında toplandılar. Hâlid b. Velîd, Selma’nın üzerine yürüyerek onu
öldürdü.
Secah bt. Hâris
Secah bt. Hâris, peygamberlik iddiasında bulunanlardan birisidir. Temim
kabilesine mensup olup Tağliboğulları arasında ikamet eden Hıristiyan ve kâhine
olan bir kadındı. Müslümanlara karşı savaşmak üzere yola çıkan Secah, Malik b.
Nüveyre ve Utarid b. Hacib gibi Temimoğulları’nın liderleriyle anlaştı. Önce
Temim’e olup irtidat etmeyen Ribablılar arasında savaş oldu ve çatışmalarda iki
taraftan da çok sayıda insan hayatını kaybetti. Secah, daha sonra kuvvetlerini
Yemame bölgesindeki yalancı peygamber Müseylime üzerine sevk etti. Onunla
savaşmak niyetinde idi. Ancak onunla savaşmadan anlaştı ve kavminin arasına
döndü. Secah daha sonra Müslüman oldu.
Malik b. Nüveyre’nin Öldürülmesi
Secah ile birlikte hareket eden Malik b. Nüveyre’nin teslim oldu. Hâlid b.
Velîd, Malik b. Nüveyre ile görüşüp zekât verip vermeyeceğini sordu. Malik, namaz
kılacağını, ancak zekât vermeyeceğini söyledi. Bunun üzerine Hâlid onu
öldüreceğini söyleyince, Hâlid’in yanında bulunan Ebû Katade gibi sahabiler
Malik’in namaz kıldığı için öldürülmemesini istedilerse de Hâlid fikrinden
vazgeçmedi. Malik b. Nüveyre ise hakkında hüküm vermesi için kendisinin
Ebubekir’e gönderilmesi teklif etse de Hâlid bunu da kabul etmedi. Neticede Malik,
Hâlid b. Velîd’in emriyle öldürüldü. Malik’in öldürülmesinden bir süre sonra Hâlid,
onun hanımı Ümmü Temim ile evlendi. Hâlid b. Velîd’in Malik’i öldürtüp sonra eşi
ile evlenmesi başta Hz. Ömer, olmak üzere birçok sahabi tarafından tenkide
uğramış ve derhal görevden alınması gerektiği belirtilmişse de Hz. Ebubekir, Hâlid’i
görevden almamıştır. Hz. Ebubekir, Hâlid’in yaptığını hata olarak kabul etti ve
Malik’in diyetini kardeşi Mütemmim b. Nüveyre’ye ödedi. Hâlid b. Velîd,
Medine’ye çağrılarak ifadesi alındı ve yaptıklarından dolayı eleştirildi.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
Müseylime
Hz. Peygamber döneminde ortaya çıkan ve Hz. Ebubekir döneminde
faaliyetlerini artıran yalancı peygamberlerden biri de kabilesi Benû Hanife’nin
desteği ile ortaya çıkan Müseylime’dir. Halife, Müseylime’ye karşı İkrime b. Ebî
Cehil’i, ardından da Şurahbil b. Hasene’yi takviye olarak gönderdi. İkrime,
Müseylime’ye karşı harekete geçmek için aceleci davranınca yenildi. Bunun üzerine
Hz. Ebubekir, Hâlid b. Velîd’i Muhacir ve Ensar’dan kurulu bir ordunun başında
Müseylime’ye karşı takviye kuvveti olarak gönderdi.
Hâlid b. Velîd, Yemame yakınlarında, Müseylime’nin kuvvetlerinin karşısında
karargâh kurdu. Sağ kanada Zeyd b. Hattâb’ı, sol kanada ise Üsâme b. Zeyd’i
görevlendirdi. Taraflar arasında şiddetli çatışmalar oldu. Savaşta Salim, Ebû
Huzeyfe ve Zeyd b. Hattâb gibi sahabeden önemli birçok Müslüman şehit oldu.
Çatışmalar sırasında Hanifeoğulları bir bahçeye çekilmek zorunda kaldılar.
Arkadaşlarının yardımıyla duvarı aşıp bahçeye atlayan Bera b. Malik,
Hanifeoğullarıyla çarpışarak kapıyı açmayı başardı. Böylece Müslümanlar bahçenin
içine girdiler. Meydana gelen çatışmalarda iki taraf da büyük kayıplar verdi.
Çatışmalarda Uhud savaşında Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi, Ensardan bir
arkadaşıyla birlikte Müseylime’yi öldürdü. Müseylime’nin öldürülmesinden sonra
Hanifeoğulları bozguna uğrayıp kaçışmaya başladılar. Müseylime ile yapılan savaşta
Müslümanların, 700 ile 1200 kişi arasında bir kayıp verdikleri nakledilmektedir.
Savaş sırasında Kur’an hafızlarından 70 kişinin şehit olduğu söylenmiştir ki bu
gelişme, Kur’an-ı Kerim’in mushaf olarak bir araya getirilmesine neden olmuştur.
Hz. Ebubekir, Ridde
olarak adlandırılan
isyan olaylarını
bastırmada son derece
başarılı olmuştur.
Diğer İrtidat Olayları
Hz. Peygamber’in vefatından sonra Bahreyn’de bir kısım kabileler irtidat
ettiler. Ancak Abdulkays kabilesi irtidat etmedi. Bekir b. Vail kabilesinin
mürtedlerinden bazı kimseler Kisra’ya başvurarak başlarına birisini getirmesini
istediler. Bunun üzerine Kisra, Munzir b. Nu’man’ı başlarına atadı. Hz. Ebubekir,
Bahreyn’de irtidat edenlerle savaşmak için Ala b. Hadramî’yi gönderdi. Ala b.
Hadramî bölgede Müslüman olanların desteğini de alarak mürtedlere karşı başarı
kazandı.
Umman’da oturanların büyük bir kısmını oluşturan Ezd kabilesinden Lakit b.
Malik irtidat ederek Umman’ı ele geçirdi. Hz. Ebubekir, Umman’a Huzeyfe b.
Mıhsan ile Arfece b. Herseme’yi onların üzerine gönderdi. Daha önce
Müseylime’ye karşı gönderilen İkrime’nin de bölgeye gitmesi emredildi. Bölgeye
gelen komutanlar, Lakit’in komutanlarına mektuplar atarak Lakit’in çevresinin
boşalmasını sağladılar. Daha sonra gücü zayıflayan Lakit’in ordusuyla Müslüman
kuvvetleri arasında meydana gelen savaş sonunda Müslümanlar kazandı.
Müslümanlar burada pek çok ganimet elde ettiler.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
Kur’an-ı Kerim’in Toplanması
Şu anda elimizde
bulunan Kur’an’ın, Allah
Resulü dönemindeki ile
hiçbir farklığı yoktur.
Kur’an nazil olurken ayetler hafızlar tarafından ezberleniyor, ayrıca o gün için
bulunabilen yassı taşlar, deri ve kemik parçaları, hurma dalları gibi yazı
malzemeleri kullanılarak korunuyordu. Mürtedlerle yapılan savaşlar esnasında
özellikle 11/632 yılında Müseylime ile yapılan savaşta Kur’an hafızı pek çok sahabi
hayatını kaybetmişti. Bunun üzerine Hz. Ömer, bu gelişmenin Kur’an’ın
muhafazasına zarar verebileceğinden endişe ederek Kur’an-ı Kerim’in mushaf
olarak bir araya toplanmasını teklif etti. Hz. Ebubekir, önce Hz. Peygamber’in
yapmadığı bir işi yapmaktan kaçındıysa da, Hz. Ömer’in ısrarı ve onu ikna etmesiyle
bu işi yapmaya karar verdi.
Halife, Hz. Peygamber’in vahiy kâtipliğini yapmış Zeyd b. Sabit’i Kur’an-ı
Kerim’in toplanması için görevlendirdi. Zeyd b. Sabit de önce kendisinin ifadesiyle
“bir dağı taşımaktan daha ağır” bir iş olduğu için itiraz etse de daha sonra ikna
olarak bu görevi yerine getirmiş ve Kur’an’ı Kerim’i yazılı malzemelerden ve
insanların hafızalarından toplamıştır. Onun hazırladığı mushaf, halifenin yanında
kalmış, sonra Hz. Ömer’e onun vefatıyla da kızı ve Hz. Peygamber’in eşi Hz.
Hafsa’ya geçti. Bu olay, İslam tarihinin belki de en önemli olaylarından birisidir. Bu
gün elimizdeki Kur’an-ı Kerim’i görebiliyorsak ve Kuran, İncil ve Tevrat gibi tahrifata
uğramadıysa onların Hz. Peygamber'den hemen sonra bu işe girişmeleri ve sonuçta
Kur’an’ı iki kapak arasına almaları sebebiyle olmuştur.
Fetihler
Irak Bölgesindeki Fetihler
Ridde savaşları devam ederken Irak bölgesinde Müslümanlar adına Müsenna
b. Hârise, Farslar’la bir mücadele içindeydi. Hz. Ebubekir, ridde savaşları sonrası
12/633 yılında Hâlid b. Velîd’i de Yemame’den Irak bölgesine ona yardım etmek ve
onunla güçlerini birleştirmek üzere gönderdi. Hâlid, Sâsânî ordusunun başındaki
Câbân adlı komutanından sonra Hürmüz adındaki komutan emrindeki orduyu da
mağlup etti. Müslümanlar Hürmüz'ü öldürünce düşman kuvvetler dağıldı. Bu olaya
savaş sonunda meydanda bırakılan birçok zincir bulunmasından dolayı "Zatu'sSelasil" adı verilmişti. Hâlid, Hürmüz’ü yenip öldürdükten sonra Kisra’nın
gönderdiği Karin isimli komutanla el-Mezar’da karşılaştı. İranlılar bu savaşta da
büyük bir yenilgiye uğradılar.
Hire ve Anbar’ın Fethi
Müslüman orduları, Amgişiyye’yi fethettikten sonra Hire’yi kuşattı. Kuşatma
sonrası şehrin ileri gelenleriyle müzakerelere başlandı. Yapılan görüşmelerden
sonra Hireliler’in temsilcisi İyas b. Kabisa, cizye ödeyerek barış yapmak isteğinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
bulundu. Yapılan görüşmeler sonunda Müslümanlara yıllık 90.000 dirhem
müşterek cizye ödeme ve bunun karşılığında ibadetlerini serbestçe yapabilme
özgürlükleri teminat altına şartıyla 12/633 yılında anlaşma yapıldı. Ayrıca kimseyi
isyana teşvik etmeyeceklerine dair ahit alındı. Hire’nin ele geçirilmesinden sonra
Müslümanlar Anbar’ı kuşattılar. İranlılar, şehrin etrafına hendek kazarak
savunmaya geçseler de, Hâlid b. Velîd, güçsüz develeri keserek hendeği doldurdu
ve hendeği geçti. Sonuçta Anbar şehri de Müslümanların eline geçti.
Suriye Bölgesindeki Fetihler
Hz. Ebubekir, yaptığı istişarelerden sonra Şam bölgesine sefere karar verince
dört ayrı komutana görev verdi. Amr b. el-Âs’ı Filistin’e, Şurahbil b. Hasene’yi
Ürdün’e, Yezid b. Ebî Süfyân’ı Şam bölgesine fetihler yapmaları için görevlendirdi.
Şam bölgesine giden ordu komutanları, kalabalık Bizans birlikleriyle karşılaşınca
durumu Hz. Ebubekir’e bildirdiler. Hz. Ebubekir de Irak bölgesinde fetihlerde
bulunan Hâlid b. Velîd’e mektup yazarak yerine Müsenna b. Hârise’yi bırakıp Şam’a
yardıma gitmesini bildirdi.
Ecnadeyn Savaşı
Hz. Ebubekir'in emri üzerine, Hâlid b. Velîd, Irak cephesinden ayrıldı; yolda
Dumetu’l-Cendel’i fethederek Şam cephesine gitti ve bölgedeki komutanlar
tarafından Müslüman orduların başkomutanı tayin edildi. Hâlid b. Velîd’in bölgeye
gelip Mercu Rahıt’taki Bizans birliklerini yenmesinin ardından (13/634) Busra
şehrini kısa bir kuşatmadan sonra fethetti. Busra halkıyla ergenlik çağına gelen
herkesten cizye ödemeleri hususunda anlaşma yapıldı.
Daha sonra sayıları 24.000 ulaşan Hâlid’in liderliğindeki Müslüman
kuvvetleri, Ecnâdeyn'e doğru hareket etti ve ordugâh orada kuruldu. Hâlid’in
komutasındaki ordu ile Bizans ordusu Kudüs’ün batısında Remle ile Beytülcibrin
arasındaki Ecnadeyn mevkiinde karşı karşıya geldiler. Bu savaşta Müslümanlar
kesin bir başarı elde ettiler. (13/634) Savaşta Bizanslılardan 3.000 asker
öldürülürken Müslümanlar 14 şehit verdiler. Bu savaş, zihinlerdeki Bizans’ın gücü
ile ilgili imajları ve bölgedeki dengeleri alt üst etti. Hz. Ebubekir, bu savaşın
sonucunu öğrendikten kısa bir süre sonra vefat etti.
Hz. Ömer’in Halife Tayin Edilmesi
Hz. Ebubekir, 13/634’te hastalandı ve Hz. Ömer’i namaz kıldırmak için imam
tayin etti. Ayrıca kendisinin vefatı sonrası belirlenememiş olan halife seçimi
meselesinin doğurabileceği problemleri vefat etmeden önce halletmek üzere
harekete geçti. Kendinden sonra Hz. Ömer'in halife olmasının uygun olduğunu
düşünerek ashabın ileri gelenleriyle istişare etmeye başladı. Ashabın çoğunluğu Hz.
Ömer’in halife olması fikrini destekledilerse de bazıları onun sert karakterinden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
çekiniyorlardı. Sonuçta Hz. Ebubekir, yerine yazılı bir vasiyetname ile Hz. Ömer'i
bırakarak vefat etti.
Ödev
Özet
Hz. Ebubekir, vefat ettikten sonra vasiyetine uygun olarak Hz. Peygamber’in
yanına defnedildi. 63 yaşındaydı. Cahiliye döneminde evlendiği Kuteyle’den
Abdullah ve Esma, Ümmü Ruman’dan Aişe ve Abdurrahman, Esma b. Umeys’ten
Muhammet, Hazrec kabilesinden olan eşi Habibe bt. Harice’den Ümmü Gülsüm
adlı çocuğu dünyaya gelmiştir.
•Hz. Ebubekir Dönemi (632 - 634) iç olaylarda Hz. Peygamber'in
vefatından sonra mürtedlerle mücadele edilerek düzen sağlanmış,
bunlar ortadan kaldırılmıştır. İki yıl boyunca süren bu mücadele, merkezi
hilafeti oldukça yıpratsa da Hz. Ebubekir'in kararlılığı sonucu problem
aşılmıştır.
•Bu dönemde Kur’an-ı Kerim ayetleri toplanarak bir kitap hâline
getirilmiştir. Bunun sebebi Hz. Peygamber'in vefat etmesinden sonra
yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarda oldukça yoğun bir şekilde
Kuran hafızlarının şehit olmalarıdır. Ayrıca vahyin kesilmesi Kuran’ın
yazılı olduğu malzemenin (deri, taş, ağaç gibi) korunmasındaki zorluklar
bunun etkenlerindendir.
•Hz. Ebubekir dönemi dış olaylar olarak Hz. Ebubekir'in Hz. Peygamber'in
hazırladığı orduyu Hz. Ebu Bekir tarafından Suriye’ye göndermesi, ayrıca
Irak ve Suriye fetihlerine başlanması sayılabilir.
• İslam'da fetih anlayışını araştırarak 200 kelimeyi aşmayacak
şekilde yazınız ve hazırladığınız belgeyi göndermek için
yandaki ödev gönderme linkini kullanınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer
alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Ebubekir'in Daru’n-Nedve’deki görevidir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Hicabe
b) Sikaye
c) Elsine
d) Rifade
e) Eşnak
2. Aşağıdakilerden hangisi Sakife’de bulunmamıştır?
a) Hz. Ebû Ubeyde
b) Hz. Ebubekir
c) Hz. Saʻd b. Ubade
d) Hz. Saʻd b. Ebi Vakkas
e) Hz. Ömer
3. “İmamlar Kureyş’tendir” sözü kime aittir?
a) Hz. Peygamber
b) Hz. Ömer
c) Hz. Ebubekir
d) Hz. Ebû Ubeyde
e) Saʻd b. Ubade
4. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Ebubekir dönemi Şam’a gönderilen
komutanlardan değildir?
a) Şurahbil b. Hasene
b) Hz. Ebû Ubeyde b. Cerrah
c) Amr b. As
d) Ebû Amr b. As
e) Yezid b. Ebi Süfyan
5. Öldürülmesi Müslüman toplumunda tartışmalara sebep olan komutan
kimdir?
a) Malik b. Nüveyre
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
b) Nüveyre b- Tuleyha
c) Esvedu’l-Ansi
d) İkrime b. Ebi Cehil
e) Secah
Cevap Anahtarı:
1. e 2.d 3.c 4.d 5.a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hilafet ve Hz. Ebubekir Dönemi
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Acar, Cafer, Dört Halife Dönemi Fetihlerinin Arka Planı, Ankara, 2000, (Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi).
Ağırakça, Ahmet, Hz. Ebubekir, İstanbul, 1998.
Akkat, Mahmut, Hz. Ebubekir'in Şahsiyeti ve Dehası, Çev; Ali Özek, İstanbul, 1968.
Algül, Hüseyin, “Hz. Ebubekir'in Hicretten Vefatına Kadar Dönemdeki Faaliyetlerine
Genel Bakış”, İSTEM, sayı: 6, 2005.
Apak, Adem, Hulefa-i Raşidin Dönemi, İstanbul, 2007.
Arı, Salih, Hz. Ebubekir ve Ridde Savaşları, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Van,
1995.
Bakkal, Ali, “Hz. Ebubekir'in Halife Seçilmesinde “İmamlar Kureyştendir” Hadisinin
Rolü Üzerine”, İSTEM, s. 6, 2005.
Balcı, İsrafil, Hz. Ebubekir Dönemi, Samsun, 2007.
Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, Çev; Mehmet Yazgan, İstanbul, 2004.
Rıza, Muhammed, Ebubekir es-Sıddîk Evvelü'l-Hulefai'r-Raşidin, Beyrut, 1983.
Suyuti, Tarihu’l-Hulefa, Mısır, 1952.
Şakir, Mahmut, Dört Halife, Çev, Ferit Aydın, İstanbul, 1995.
Şibli, Mevlana, Asr-ı Saadet, Çev; Ömer Rıza Doğrul, İstanbul, 1977.
et-Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mulük, Beyrut, 1995.
Üçok, Bahriye, İslam’dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, İstanbul, 1996.
el-Vâkıdî, Kitabu’r-Ridde, Paris, 1989.
el-Yaʻkûbî, Tarihu’l- Yaʻkûbî, Beyrut, 1960.
ez-Zehebî, Siyeru Aʻlami’n-Nübela (el-Hulefau’r-Raşidun), Beyrut 1990.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
HZ. ÖMER DÖNEMİ
• Devlet İdaresi
• Halife Seçilmesi
• Yönetim Anlayışı
• Fetihler
• Irak ve İran Cephelerindeki Fetihler
• Şam Bölgesindeki Fetihler
• İdari Kurumlar
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
(13-23/634-644)
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Hz. Ömer dönemini tarihi, dinî, idarî ve siyasî
yönleriyle tanıyacak,
• Hz. Ömer döneminde meydana gelen gelişme ve
değişmelere karşı halifenin çözüm önerilerini ve
açılımlarını öğrenecek,
• Hz. Ömer’in fetih politikası ve başarılı bir şekilde
devam eden İslam fetihlerinin arka planındaki
gerçekleri öğrenecek,
• Hz. Ömer dönemindeki kurumsallaşma sürecini ve
bu kurumların işleyişini tanıyacak,
• İslam toplumunda yaşanan hızlı gelişme ve
değişmelerin dinî veya toplumsal hayata etkisinin
hangi boyutta olduğunu öğreneceksiniz.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
11
Hz. Ömer Dönemi
GİRİŞ
Hz. Ömer, yaklaşık olarak on yıl kadar hilafette kalmıştır. Bu süre içerisinde
İslam devletinde idarî ve siyasî yönden birçok gelişme ve değişmeler yaşanmıştır.
Hz. Ebubekir döneminde başlatılmış olan askeri faaliyetler bu dönemde kapsamlı
bir fetih dalgasına dönüşmüş ve İslam orduları Şam, Mısır, Irak, İran ve el-Cezîre
topraklarını fethetmişlerdir. Sâsânî imparatorluğu yıkılırken İslam orduları İran
serhatlarına, bir kolu günümüzdeki Afganistan topraklarına kadar ulaşmıştır.
Devletin sınırlarının oldukça geniş coğrafyalara yayılması aynı zamanda birçok
gelişme ve değişmeleri beraberinde getirmiştir. Bu yüzden Hz. Ömer dönemi,
devletin hızla müesses bir yapı kazandığı dönem olarak nitelenir.
Bu dönemde ortaya çıkan hızlı gelişme ve değişmeler, aynı zamanda İslam
toplumunu da etkilemiştir. Hz. Ömer temel politika olarak Hz. Peygamber ve selefi
Hz. Ebubekir’in yönetim anlayışını benimsemekle birlikte, yeni gelişme ve
değişmelere paralel olarak idarî, siyasî veya hukukî konularda kendisinden önceki
dönemden farklı uygulamalara gidebilmiştir. On yıl süren hilafeti döneminde
devlet, hemen her alanda değişme ve gelişme göstermiştir. Bu nedenle Hz. Ömer
dönemi, idealize edilerek örnek gösterilir ve İslam tarihinde müstesna bir yere
oturtulur.
DEVLET İDARESİ
Halife Seçilmesi
Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’in kendisini tayin etmesi ve bu karardan sonra
halkoyuna başvurulması sonucunda halife seçilmiştir. Hz. Ebubekir’in Hz. Ömer’i
halife adayı olarak önermesinin arka planında kendi halifeliği seçiminde olduğu
gibi, İslam toplumunun tekrar bir tartışma ortamına veya belirsizliğe sürüklenme
endişesi ve aynı zamanda Hz. Ömer’in hilafet için uygun bir isim olması gibi
nedenlerden söz etmek mümkündür. Her ne kadar seçimden önce, bir atama söz
konusuysa da Müslümanların neredeyse tamamı özgür iradeleriyle Hz. Ömer’e biat
ettiği için, onun seçimle işbaşına geldiğine dair genel bir kabul vardır. Dolayısıyla
ona yapılan biat, seçim niteliği taşımaktadır ve bu biat aynı zamanda halifeliğine
hukukî statü kazandırmıştır.
Yönetim Anlayışı
Hz. Ömer, Hz. Muhammed (s) ve Hz. Ebubekir dönemlerinden farklı bir
yönetim anlayışı benimsememiştir. Onun idare anlayışının temelini Kur’an-ı
Kerim’in sınırlarını çizmiş olduğu prensiplerle Hz. Muhammed’in fiili uygulamaları
şekillendirmiştir. Ancak bir taraftan Hz. Muhammed ve selefi Hz. Ebubekir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hz. Ömer Dönemi
dönemindeki idarî anlayışa sıkı sıkıya bağlı kalmaya özen gösterirken, bir taraftan
da yeni koşulların ortaya çıkardığı gelişmelere paralel olarak kendisinden önceki
dönemden farklı kararlar almaktan çekinmemiş ve bu noktada yeni açılımlar
yapabilmiştir. Bilindiği üzere Hz. Ebubekir, Hz. Muhammed tarafından alınan
kararlara titizlikle uymuş ve onun atadığı idarecileri değiştirmemeye özen
göstermiştir. Oysa Hz. Ömer kendi döneminin koşulları gereği ortaya çıkan yeni
şartlar çerçevesinde dinî, idarî veya siyasî konularda selefi Hz. Ebubekir’den veya
Hz. Peygamber’in kimi uygulamalarından farklı kararlar alabilmiştir. Örneğin Hz.
Ebubekir’den farklı olarak komutan veya idareci atamalarında değişikliğe gitmiş
veya Hz. Ebu Bekir tarafından atanan komutanları görevden almıştır. Bunun yanı
sıra dinî veya hukukî konularda kimi uygulamalarıyla farklı açılımlar getirebilmiş ve
değişik yorumlarda bulunabilmiştir.
Hz. Ömer, Hz. Peygamber’in sünneti olan ve Hz. Ebubekir tarafından da
işletilen istişareye önem vermiş ve danışma kurulunu aktif bir şekilde çalıştırmıştır.
Önemli bir karar alacağı zaman aceleci davranmamış ve konuyu müzakere ederek
çözüme kavuşturmuştur. Hatta komutanlarına da aynı yönde tavsiyelerde
bulunarak kararlarında aceleci davranmayıp emirleri altındaki fikir sahibi insanlara
mutlaka danışmalarını şart koşmuştur. Hukukî veya idarî konularda karşı karşıya
kaldığı problemleri genelde şûraya taşımış ve burada dile getirilen görüşleri
dinledikten sonra nihai karara varmıştır. Örneğin Kadisiye savaşı öncesi orduya
komutan tayin edeceği kişiyi belirlemek için şûra üyelerinin görüşüne
başvurmuştur. Keza Şam bölgesinde veba salgını olunca kendisinin bölgeye gidipgitmeme meselesi bile şûrada tartışılmıştır. Onun danışma kurulunda ilk
Müslümanların önde gelenlerinin yanı sıra, Ensar’ın temsilcileri de yer almıştır.
Bunun yanı sıra şûrada olmayıp fikir sahibi olan kişilere de danışmıştır. Nitekim
Tüster’in fethinden sonra esir alınıp Medine’ye getirilen ve daha sonra Müslüman
olan ünlü İranlı asilzade Hürmüzan’ı yanına çağırıp bu bölgede devam eden
fetihlerin seyriyle ilgili fikir danışmıştır.
Hz. Ömer danışma kurulunu aktif olarak işletip toplumun her kesiminden
temsilci bulundurmaya özen gösterirken, kimi konularda ise tartışılabilecek
tercihlerde bulunmuştur. Örneğin kendisinden sonra halife seçecek olan şûra
üyelerinin hepsini Kureyşlilerden belirlemiştir. Bu üyeler Hz. Ali, Hz. Osman,
Abdurrahman b. Avf, Sad b. Ebî Vakkâs, Talha ve Zübeyr oluşuyordu. Oysa diğer
konularda şûra üyelerini daha geniş tutmuş ve Ensar’dan da temsilci
bulundurmuştur. Ancak halife seçimi işini bütünüyle Kureyşlilere bırakmıştır. O,
halife seçimi için böyle bir şûra oluşturunca, bu üyeler daha sonradan hilafet
hakkında söz söyleme hakkını kendilerinde gören veya bu konuda toplumda etkili
olan birer güç odağı hâline gelmişlerdir. Örneğin Hz. Osman’ın hilafeti döneminde
Hz. Ali, Talha ve Zübeyr bazı icraatlardan dolayı rahatsızlıklarını dile getirirlerken,
aynı şekilde Hz. Ali döneminde de Talha ve Zübeyr yine birer muhalif odak olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hz. Ömer Dönemi
ortaya çıkmışlar, hatta Hz. Ali onlarla Cemel savaşında karşı karşıya gelmiştir.
Dolayısıyla halife belirlemek için oluşturulan şûra üyeleri, özelikle yönetim veya
hilafet konusunda kendilerinde söz söyleme veya yönetimi eleştirme hakkını
görmüşler ve bu durum işbaşındaki halifelerin başına kimi zaman sorun olmuştur.
Hz. Ömer suikasta uğrayıp hastalandığı zaman, bazı Müslümanlar yerine
halife adayı tayin edip etmeyeceğini sormuşlardır. Ancak kendisi herhangi bir aday
belirlemeyip bu işi az önce adı geçen şûra üyelerinin sorumluluğuna bırakmıştır.
Bununla birlikte şayet sağ olsaydı Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ve Huzeyfe’nin kölesi
Salim’i aday gösterebileceğini de dile getirerek, bir bakıma kafasında uygun bir
ismin olmadığını ima etmiştir. Dikkat edilirse Salim, Huzeyfe’nin kölesidir ve halife
bu ismi zikrederek köle kökenli birisinin bile Müslümanların en üst düzey idarecisi
olabileceğini dile getirmiş, ancak oluşturduğu şûra üyelerini sadece Kureyşliler
arasından belirlemiştir. Bunların yanı sıra geleneksel yorumlarda kimi
Müslümanların, oğlu Abdullah’ı halife adayı olarak göstermesini teklif ettikleri,
ancak Hz. Ömer’in bu öneriyi kabul etmediği, buna mukabil oluşturduğu altı kişilik
şûranın eşit tercihte bulunması durumunda seçimin çıkmaza girmemesi için
seçilmemek koşuluyla oğlunu şûraya dâhil ettiğine dair genel bir kabul vardır.
Ancak her ne kadar bu konuda yaygın bir anlayış varsa da, ne Hz. Osman’ın halife
seçilmesinde ne de daha sonraki dönemde Hz. Ali’nin halifeliğe gelişi sırasında Hz.
Ömer’in oğlu Abdullah’ın da şûra üyesi olduğu veya herhangi bir tercihte
bulunduğuna dair bir rivayetten bahsedilmez. Örneğin Hz. Osman’ın seçimiyle ilgili
rivayetler arasında altı kişilik şûra üyelerinin tutumu veya tercihleriyle ilgili birçok
haber aktarılırken, Abdullah’ın tercihi veya konumuyla ilgili bir netlik yoktur.
Kanaatimize göre Abdullah isminin şûra üyeleri arasında gösterilmesi olayı daha
sonradan kaynaklara girmiş bir yorumdur. Özellikle Hz. Osman’ın hilafetiyle birlikte
İslam toplumu içerisinde ciddi ayrışmaların yaşanması, ardından Hz. Ali’nin halife
seçilmesi ve Ali-Muaviye kavgası gibi gelişmeler sırasında Abdullah’ın siyasî
hadiselere karışmaması, onun halife adayı olarak düşünülmesinde etkili olmuşa
benziyor. Muhtemelen bu nedenle onun ismi adeta bir şûra üyesi gibi düşünülmüş
ve kaynaklara bu tür haberler sokuşturulmuştur.
Her ne kadar Hz. Ömer, oğlunu veya Hz. Peygamber’in soyu olan
Haşimilerden birisini halife adayı göstermeyerek bir bakıma hilafet işinin hanedan
statüsüne dönüşmesine fırsat vermemişse de, bu işi Kureyş’in tekeline bırakarak
Ensar’ın durumunu dikkate almamıştır. Nitekim oluşturulan şûra Müslümanların
halifesinin Kureyş merkezli bir idarî statükonun tekeline geçmesine zemin
hazırlamıştır. Oysa diğer konularda Ensar’ın da şûrada temsil edildiğini unutmamak
gerekir. Üstelik Ensar, Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte hilafet konusunda ne
derece ısrarcı olduğunu ortaya koymuştu. Bütün bunlarla birlikte üç gün içinde
halife seçme sorumluluğunun Hz. Ömer tarafından Ensar’a verilmiş olması da
dikkat çekici bir tercih olarak değerlendirilebilir. Hz. Ömer’in şûra konusundaki
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hz. Ömer Dönemi
tutum veya tercihiyle ilgili bu tür eleştiriler yapmak mümkün olmakla birlikte, bu
eleştirilerin günümüz koşullarına göre dile getirilen hususlar olduğunu, dönemin
koşulları göz önüne alındığında halifeyi böyle bir karar almaya zorlayan birtakım
nedenlerin olabileceğini de göz ardı etmemek gerekir.
On yıllık hilafeti döneminde pek çok gelişme ve değişme yaşanırken, Hz.
Ömer bu değişim veya dönüşümün dışında kalmamış ve mevcut koşullara göre
düzenlemeler yapabilme esnekliği göstermiştir. Dolayısıyla yeri geldiğinde selefine
göre farklı içtihatlara gidebilmiştir. Örneğin Hz. Peygamber’den beri devam eden
uygulamaya göre, savaşlarda düşmanını öldüren bir Müslüman rakibinin üzerindeki
eşyaları (seleb), ganimet taksimine tabi tutmadan alabiliyordu. Ancak kendi
döneminde Berâ b. Mâlik bir mübarezede rakibini öldürdüğü zaman üzerinden çok
değerli eşyalar çıkınca, halife eşyaların değerinin fazla olduğu gerekçesiyle bunları
ganimet malı statüsünde değerlendirmiş ve Berâ’nın alması gereken eşyaları
bölmüştür. Bunun yanı sıra yine Ebubekir’den farklı olarak halife adayı
belirlememiş veya onun aksine insanlara İslam’daki konumlarına göre hazineden
pay vermiştir. Ayrıca vaktiyle irtidat edip pişman olanları ya da Hıristiyan olan
kuzeydeki Arap kabilelerini orduya dâhil etmiştir. Oysa Hz. Ebubekir sadece samimi
Müslümanları orduya almıştır.
Hz. Ömer’in, selefine göre en radikal kararlarından birisi Şam ve Irak
cephelerindeki komutan değişiklikleridir. Dikkat edilirse her iki cephe de Hz.
Ebubekir döneminde açılmıştır. Irak cephesinde Müsennâ b. Hârise, Şam
cephesinde ise Halid b. Velîd oldukça başarılı bir şekilde başkomutanlık görevlerini
yürütmekteydiler. Hz. Ömer halife olduğu zaman bu cephelerdeki mücadeleleri
sürdürme kararı almış, ancak her iki komutanı da değiştirmiştir. Böylece Müsennâ
b. Hârise’nin yerine Ebû Ubeyd b. Mesûd es-Sakâfî’yi, Halid b. Velid’i yerine ise Ebû
Ubeyde b. el-Cerrah’ı tayin etmiştir. Halifenin diğer konularda da farklı
uygulamaları veya görev değişiklikleri olmasına rağmen, bunlar pek
sorgulanmamış, ancak özellikle Hâlid b. Velîd’i görevden almasıyla ilgili birçok
rivayet aktarılmıştır. Genel olarak bakıldığında sıcak savaşın devam ettiği bir sırada
halifenin başarılı bir komutanı görevden alması eleştirilmek yerine, bu tercihini
haklı göstermek için bir dizi zoraki açıklamalar yapılmış ve bu şekilde Hz. Ömer’in
kararı haklı gösterilmek istenmiştir. Ancak tatmin edici bir açıklama yapılamadığı
gibi, ileri sürülen gerekçeler de anlaşılması zor açıklamalara dönüşmüştür. Örneğin
halife olur olmaz Hz. Ömer’in Hâlid’i görevden aldığı veya Müslümanlar Hâlid
olmadan da savaş kazanabildiklerini görsünler diye onu azlettiği gibi ilginç yorumlar
aktarılmıştır. Oysa Hz. Ömer halife olur olmaz değil, hilafetinden yaklaşık olarak bir
yıl sonra görevden almıştır. Örneğin Hz. Ebubekir 22 Cemaziyelahir 13/23 Ağustos
634 tarihinde vefat etmiş ve o gün Hz. Ömer Mescid-i Nebî’de halktan biat almıştır.
Oysa Hâlid, Dımeşk’ın (Receb 14/Eylül 635) fethi sırasında görevden alınmıştır Hz.
Ebubekir’in vefat tarihiyle Dımeşk’in fethedildiği tarih arasında yaklaşık bir yıllık bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hz. Ömer Dönemi
süre söz konusudur. Dolayısıyla Hâlid hemen görevden alınmamıştır. Yapılan
açıklamalar bir tarafa, bize göre Hz. Ömer’in Hâlid’i görevden almasının daha farklı
sebeplerinden söz edilebilir. Dikkat edilirse Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh Hz.
Peygamber’in vefatının hemen akabinde Sakife’de yapılan hilafet tartışmalarına Hz.
Ebubekir ve Hz. Ömer’le birlikte Muhacirleri temsilen katılan üç sahabiden birisidir
ve kendisini bu toplantıya Hz. Ömer çağırmıştır. Bunun yanı sıra vefatına yakın
zamanda yerine bir halife adayı belirleyip belirlemeyeceği konusu sorulduğunda,
şayet Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh sağ olsaydı onu tayin edebileceğini söylemiştir. Bu
hususlar dikkate alındığında Hz. Ömer’in Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh’a karşı özel bir
yakınlığının olduğunu söylemek mümkündür. Dolayısıyla Hz. Ömer kendisine daha
yakın bulduğu Ebû Ubeyde’yi tercih etmiştir. Kaldı ki, Hz. Ebubekir dönemindeki
kimi icraatları nedeniyle Hâlid b. Velid’i açıktan eleştirdiği gibi, aynı zamanda
görevden alınmasını bile istemiştir. Günümüzde bile iktidarlar işbaşına geldikleri
zaman birtakım bürokratları görevlerinden alıp kendi ekipleriyle çalışmayı tercih
ederler. Dolayısıyla Hz. Ömer de selefinin icraatlarını sürdürme kararı alırken, bu
icraatları kendisine yakın bulduğu ve bizzat kendisi tayin ettiği komutan veya
idarecilerle gerçekleştirmek istemiştir.
Irak cephesindeki komutan değişikliği ise Hz. Ömer’in idarî anlayışıyla ilgili
farklı bir yönünü de ortaya koymaktadır. Rivayete göre Ebubekir’in hastalığının son
günlerinde Müsennâ b. Hârise Medine’ye gelmiş ve halifeden yardım talep emişti.
Ancak hasta yatağında yatan Ebubekir kendisinden sonra halife olacak olan Hz.
Ömer’e vasiyette bulunarak, Müsennâ’ya yardım etmesini istemiştir. Ebubekir’in
vefatından sonra Hz. Ömer, Mescid’de biat alırken aynı zamanda Irak bölgesine
gitmeleri için halka çağrı yapmış, ancak Sâsânîlerin gücünden çekinen Araplar onun
çağrısına kulak asmamıştır. Halkın duyarsızlığı karşısında hayli rahatsız olan halife,
insanlara seslenirken cihadın önemini vurgulayan konuşmalar yapmış ve “Allah’ın
samimi kulları nerede?” diye serzenişini dile getirmiştir. Onun çağrıları üzerine
Sakif kabilesinden 20 yaşlarında bir genç olan Ebû Ubeyd b. Mesûd es-Sakâfî ilk
gönüllü olarak cepheye gitmeyi kabul etmiştir. Ardından onu aynı kabileden diğer
gönüllüler ile değişik kabilelerden Müslümanlar izlemişlerdir. Bu şekilde toplanmış
olan yaklaşık 1000 kişilik ordunun başına Ebû Ubeyd b. Mesûd es-Sakâfî’yi
komutan tayin eden Hz. Ömer onu cepheye göndermiştir. Ancak halifenin bu kararı
kendilerini daha öncelikli ve üstün gören bazı sahabileri rahatsız etmiş ve ashap
dururken onların başına genç birisini tayin edilmesini eleştirmişlerdir. Hz. Ömer ise
onların eleştirilerine şu karşılığı vermiştir: ‘Şayet sahabe Resulullah’ın arkadaşları
olmaları nedeniyle kendisini diğer insanlardan üstün görüyor ve kendilerinin daha
hayırlı olduğunu düşünüyorsa, o zaman üzerlerine düşeni yapmalıdır. Şayet
sahabeden beklenen bir davranışı sahabe olmayan birisi gösteriyorsa Ömer’in
gözünde o şahıs sahabeden daha hayırlıdır’ (Taberî, IV, 61, 63).
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hz. Ömer Dönemi
Bu örnekler Hz. Ömer’in idare anlayışını ve göreve getireceği insanlarda ne
tür özellikler aradığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Halife bir taraftan
liyakate önem verirken bir taftan da görev vereceği kişilerde samimiyet ölçülerine
dikkat etmiştir. Dolayısıyla göreve getireceği insanların sahabe, akraba veya
toplumsal statüleri gibi konumlarına önem vermemiş ve kimseye ayrıcalıklı
davranmamıştır. Bununla birlikte bazı idarî görevlerde ise insanların toplumsal
konumlarına dikkat etmiştir. Örneğin kadı veya hâkimler tayin ederken, güçlü
insanlar karşısında aciz duruma düşmemeleri veya nüfuzlu insanların tesiri altında
kalmamaları için liyakatin yanı sıra aynı zamanda zengin ve nüfuzlu kabilelerden
insanları tercih etmiştir.
Hz. Ömer göreve getireceği idarecileri titizlikle seçerken özellikle
akrabalarına görev vermemiştir. Kendisine teklif edilmesine rağmen oğlunu halife
adayı göstermemesi bu konudaki hassasiyetini ortaya koyması bakımından dikkat
çekicidir. Dolayısıyla o, makamını adam kayırma yeri olarak görmemiştir. Samimi
olan ve işini hakkıyla yapanları göreve getirmeye çalışmıştır. Nitekim şayet sağ
olsaydı, Huzeyfe’nin kölesi Salim’i bile halife adayı olarak belirleyecek kadar ilkeli
davranmış ve insanların kökenine göre bir tercihte bulunmamıştır. O, uygun
gördüğü kişilere sorumluluk vermiş, ancak bazı durumlarda ise danışma kurulunun
görüşünü almıştır. Örneğin Kadisiye (15/637) ve Nihavend (21/642) savaşları
öncesi, başkomutan adayı belirlemek için şûra üyelerinin görüşüne başvurmuş,
öneriler üzerine Kadisiye savaşında Sad b Ebî Vakkâs’ı, Nihavend savaşında ise
Numân b. Mukarrîn’i başkomutan tayin etmiştir.
Hz. Ömer halife olduğu zaman yapmış olduğu konuşmayla yönetim anlayışını
hak ve adalet prensipleri üzerine oturtacağının ipuçlarını vermiştir. Bu
konuşmasına başlarken Allah’a yemin ederek ümmeti doğru yola iletmeye
çalışacağına söz vermiştir. Aynı zamanda idarede şeffaf bir yönetim anlayışı
sergilemiş ve denetime açık yönetim anlayışı benimsemiştir. Nitekim sık sık
idarecilerle valilerini karşı karşıya getirip halkın şikâyetlerin dinlemiştir. Hatta her
hac mevsiminde mutat bir şekilde halkla yöneticileri bir araya getirip
yüzleştirmiştir. Bunun yanı sıra yukarıda işaret edilen bir iki istisna dışında şûrada
her kesimden temsilci bulundurmuştur. İdarecilerine talimatlar verirken de
‘Haksızlık ile karşıma gelmeye kalkışmayın’ diye sıkı sıkıya tembihatta bulunmuştur.
Halkın şikâyetlerini dinleyen halife, aynı zamanda idarecilere isnat edilen
suçların doğru olup olmadığını da ayrıca araştırmıştır. Örneğin Basra valisi Muğîre
b. Şube hakkında şikâyetler gelince, önce tahkikat yaptırmış ve şikâyetin haklılığını
tespit ettikten sonra valisini görevden alıp yerine Ebû Mûsâ el-Eşârî’yi atamıştır.
Keza Kûfe valisi Ammâr b. Yâsir’den rahatsız olan halkın şikâyetlerini dinlemiş ve
aynı usulle onu da görevden almıştır. Bunlara mukabil Kûfe valisi Sad b. Ebî Vakkas
hakkında şikâyette bulunan kişiyle valiyi yüzleştirmiş ve neticede valinin suçsuzluğu
ortaya çıkmıştır. Ancak bir başka zaman yine Sad’la ilgili şikâyet olunca, en önemli
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hz. Ömer Dönemi
müfettişlerinden olan Muhammed b. Mesleme’yi Kûfe’ye göndermiş ve yapılan
tahkikattan sonra Sad suçlu bulunup görevden alınmıştır.
İdarî konularda denetime önem veren halife bir teftiş heyeti kurmuş ve
başına Muhammed b. Mesleme’yi getirmiştir. Bu heyet idarecileri teftiş etme
görevini yerine getirirken, aynı zamanda atanacak kişilerin görev öncesi veya görev
sırasındaki mal varlıkları gibi hususları araştırıp halifeye bilgi vermekteydi. Şayet
maaşından yüksek miktarda mal biriktiren idareci tespit edilirse, o şahsın
kazancının kaynağı hakkında araştırma yapılırdı. Örneğin Amr b. Âs’ın çok mal
edindiğine dair haberler gelince Muhammed b. Mesleme’yi Mısır’a gönderen halife
yapılan tahkikatın ardından Amr’ın malının bir kısmını müsadere ettirmiştir. Ona
göre devlet memurları görevi dışında başka bir işle uğraşmamalı ve sadece sorumlu
oldukları işi yapmalıdırlar.
Hz. Ömer valilerinin yanı sıra cepheye gönderdiği komutanları da sıkı bir
takibat altında tutmuş ve teftiş ettirmiştir. Hatta orduda bile gizli haberci
bulundurmuştur. Bunun yanında komutanlarına talimatlar vererek sık sık cephede
olup bitenleri kendisine bildirmelerini istemiştir. Hatta bir mektubunda
komutanlarına talimatlarda bulunurken aynen şu ifadeyi kullandığı nakledilir: ‘Bana
yazın, öyle yazın ki adeta cepheyi görür gibi olayım.’ Böylece merkezle taşra
arasındaki kontrolü sağlamak için sıkı bir haberleşme ağı kurmuştur.
Devlet idaresinde sıkı bir merkeziyetçi anlayış benimseyen Hz. Ömer,
taşradan gelecek haber geciktiği zaman günlerce yol gözler, hatta kimi zaman
şehrin dışına kadar çıkıp postacı beklerdi. Haberciyi ilk o karşılar ve gelen mesaj
olumlu haber içeriyorsa, halkı mescitte toplayıp bizzat postacıyı minbere çıkararak
onun ağzından gelişmeleri halka duyururdu. Böylece elde edilen başarıları halkıyla
paylaşarak toplumsal morali zinde tutmaya çalışırken, kimi başarısızlıkları ise halka
duyurmamaya gayret etmiştir. Örneğin halk üzerinde olumsuz etki bırakacağından
çekindiği için Köprü savaşında alınan yenilgiyi saklamaya çalışmış ve mümkün
mertebe dillendirmemeye gayret etmiştir. Kimi rivayetlerde halifenin bir yıl kadar
bu yenilgiyi ağzına almadığından bahsedilir.
İdarecilerin icraatlarını sıkı bir şekilde takip eden Hz. Ömer, kendi bilgisi
dışında devlet adına karar alan idarecilere karşı müsamahakâr davranmamıştır.
Örneğin Bahreyn valisi olan Alâ b. Hadramî, izinsiz olarak deniz üzerinden
sandallarla geçip Istahr şehrini kuşatmış ve buradan bir cephe açarak Basra
üzerinden ilerleyen kuvvetlerle Sâsânîleri kıstırmayı hedeflemişti. Ancak her ne
kadar giriştiği mücadelede Sâsânîlere karşı başarı kazanmışsa da, ordusu hayli
sıkıntılı bir duruma düşmüştü. Sâsânîler onun ilerlemesine fırsat vermedikleri gibi,
dönüş yolunu da kontrol altına almışlardı. Alâ ve ordusunun iki ateş arasında
kaldığını duyan halife, Utbe b. Ğazvân’ı yardıma göndermiş ve bu orduyu
kurtarmıştır. Ancak Alâ’yı derhal görevden alıp Sad b. Ebî Vakkâs’ın emrine
vermiştir. Bunun yanı sıra başarılı idarecileri ise işbaşında tutmaya çalışmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hz. Ömer Dönemi
Örneğin Utbe b. Ğazvân Ehvâz’ın fethinden sonra Hac ibadeti için Mekke’ye
geldikten sonra, özellikle Sa’d b. Ebî Vakkâs’ın sık sık kendisine talimatlar verip
bundan rahatsız olması nedeniyle görevden azlini istemiştir. Ancak halife onun
talebini kabul etmeyip görevine devam etmesini istemiştir.
Yönetiminden sorumlu olduğu halkın güvenliği ve ihtiyaçlarını karşılamak
için son derece hassas ola halife, idarecilerinin de aynı hassasiyetle hareket
etmelerini istemiştir. Göreve getirdiği idarecilere nasihatte bulunurken ‘Ben sizi
halk üzerine zorba ve zorlayıcı olarak’ göndermiyorum diye hatırlatmalarda
bulunmuş ve halka karşı yumuşak davranmalarını istemiştir. Hz. Ömer’in kişisel
özelliklerinden bahsedilirken genellikle onun sert mizaçlı olduğuna işaret edilir.
Hatta Abdurrahmân b. Avf gibi adamlar aracılığıyla bazı sahabilerin halka daha
yumuşak davranması için halifeye haber gönderdiklerine dair rivayetler
bulunmaktadır. Abdurrahmân aracılığıyla halkın isteklerini dinleyen halife, onlara
karşı sert veya yumuşak davranırken sadece Allah rızasını gözettiğini dile getirmiş
ve herhangi bir art niyetinin olmadığını ifade etmiştir. Halka karşı her konuda
kendisini sorumlu hisseden halife, ‘Şayet Fırat kenarında bir koyun helak olsa, Allah
bunun hesabını Ömer’den sorar’ sözleriyle bu konudaki hassasiyetini ortaya
koymuştur.
Devletin imkânlarını halkın ihtiyaçları için harcayan Hz. Ömer, halka dağıttığı
yıllık atıyyelerin (maaş) yanı sıra aynı zamanda ihtiyaç sahiplerine aylık yardımlar
yapmıştır. Hatta kimi zaman bizzat kendisi erzak defterini alıp halk arasında
dolaşarak muhtaçları tespit etmiş ve onlara yardım etmiştir. Bu amaçla Huzaa ve
Eslem kabilelerine kadar gittiğine dair rivayetler bulunmaktadır. Nitekim Eslem
kabilesine gittiği zaman burada, açlıktan çocukları ağlayan fakir bir hanıma yaptığı
yardımla ilgili hayli dikkat çekici anekdotlar anlatılır. Halkın ihtiyaçları konusunda
hayli hassas olan halife, uzak diyarlardaki insanların kendisine dertlerini
iletemediklerini düşünerek onların durumunu yakından görmek için uzun vadeli
seyahatlere çıkacağından söz etmiş, ancak buna fırsat bulamadan vefat etmiştir.
Örneğin bu amaçla Şam’a gidip burada iki ay kadar kalacağını söylemiştir.
Kendi halkının ihtiyaçları için hazineden yardım yapan Hz. Ömer aynı
zamanda zimmi tebaaya karşı da aynı hassasiyetle yaklaşmıştır. Örneğin Şam
bölgesini ziyaret ettiği zaman burada karşılaştığı yaşlı ve aciz durumdaki bir
Hıristiyan’ın fakir ve çaresiz olduğunu öğrenince bu şahsa hazineden yardım
yapılmasını emretmiştir. Kendisiyle yakından ilgilenmesine şaşıran bu zimmiye
karşı halifenin söylediği şu sözler oldukça dikkat çekicidir: ‘Gençliğinde senden
cizye alıp, yaşlanınca seni kaderine terk etmek bizimi inancımıza aykırıdır.’ Halife
aynı zamanda zimmi tebaadan vergi alırken, memurlarının adil ve yumuşak
davranmalarını şart koşmuştur. Keza Müslüman halktan zekât toplayan memurlara
da benzer talimatlar verip halkı sıkıştırmamalarını ve zekât toplarken halkın en
gözde mallarını seçip onların gönüllerini kırmamalarını emretmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hz. Ömer Dönemi
Hz. Ömer’in en dikkat çekici yönlerinden birisi yeniliklere açık olmasıdır.
Kendi döneminde yaşanan hızlı gelişme ve değişmeler karşısında ortaya çıkan yeni
koşullara süratle ayak uydurmuştur. Örneğin Şam ve Irak bölgesi fethedildiği
zaman bu bölgelerde daha önce var olan Bizans ve Sâsânî devlet idaresine ait
müesseseleri İslami kurallara göre tanzim edip işlevsel hâle getirmede tereddüt
etmemiştir. Bunun yanı sıra divanların kurulması için ihtiyaç ortaya çıktığı zaman,
rahatlıkla Sâsânî ve Bizans devletinin modelini alabilmiştir. Ayrıca bu devletlerin
idarî ve malî uygulamalarını ıslah etmiş ve bunlardan da yararlanmıştır.
Hz. Ömer dinî, idarî veya siyasî konularda birçok yenilikler yapmıştır. İlk kez
onun döneminde resmi evraklara tarih konulması uygulaması başlatılmıştır. Yine
Müslümanların kullandığı hicri takvim ilk kez onun tarafından ihdas edilmiştir. Hz.
Ömer ay takvimi sistemini kullanmış ve 1 Muharrem’i esas alarak önemine binaen
Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye hicret tarihi olan 622 yılını başlangıç yılı
kabul etmiştir. Yine onun döneminde teravih namazı cemaatle kılınmaya başlanmış
ve günümüze kadar bu şekilde gelmiştir. Ayrıca Iraklılar için ihrama girilecek yer
tespit etmiş ve onun içtihadına göre Zâtü Irk, mikat mahalli olarak belirlenmiştir.
Bunların yanı sıra müellefe-i kulûbe ödenen paraları kesmiştir.
FETİHLER
Hz. Ömer hilafete geldiği zaman Şam ve Irak cephelerinde fiili savaş durumu
devam ediyordu. Yeni halife öncelikli olarak bu cephelerde devem eden
mücadeleleri sonuçlandırmakla karşı karşıya kalmıştır. Nitekim yönetimi devraldığı
zaman Mescitte biat alırken halkın Irak cephesine gidip savaşması için çağrı
yapmıştır. Devam eden süreçte de Şam cephesine takviye birlikler göndermiştir.
Irak ve İran Cephelerindeki Fetihler
Irak cephesi ilk kez Hz. Ebubekir döneminde açılmıştır. Aslında buradaki
mücadeleler Medine’den bağımsız olarak bölgedeki Arap kabileleri tarafından çok
daha önceden başlatılmıştı. Hz. Ebubekir’in halifeliği döneminde Sâsânîlere karşı
bölgedeki Arap kabilelerinin mücadelesini yürüten komutanlardan Müsennâ b.
Hârise, kendisine destek aramaktaydı. Bu nedenle Hz. Ebubekir’den yardım istemiş
ve şayet destek verirse Sâsânîlere karşı Irak tarafındaki sınırları koruyacakları
teklifinde bulunmuştu. O sırada Hz. Ebubekir henüz iç savaştan yeni çıkmış ve ordu
son savaşın yapıldığı Yemâme bölgesindeydi. Müsennâ’ya destek verme kararı alan
Hz. Ebubekir Yemâme’de bulunan Hâlid b. Velid’e haber göndermiş ve ordusuyla
birlikte Irak bölgesine gidip komutayı devralmasını emretmiştir. Hâlid bölgeye
intikal ettikten sonra Müsennâ ile birleşmiş ve böylece daha önceden Arap
kabilelerinin Sâsânîlere karşı başlatmış olduğu mücadele Müslüman Arapların
mücadelesine dönüşmüştür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hz. Ömer Dönemi
Hâlid b. Velid, başta Hîre şehri olmak üzere bölgede irili ufaklı birtakım
yerleri fethettikten sonra, Şam’daki komutanların yardım talebi üzerine yine
Ebubekir’in emriyle Şam’a gidince, Irak cephesi yeniden Müsennâ’nın
sorumluluğunda kalmıştır. Hâlid’in ayrılmasından sonra gücü azalan ve o sırada
Sâsânîlerin savaş hazırlığı yaptığına dair haber alan Müsennâ, tekrar yardım
istemek için Medine’ye gelmiş, ancak o sırada Hz. Ebubekir hastalanmıştı. Yerine
Hz. Ömer’i halife adayı olarak göstermiş ve Müsennâ’ya destek vermesini istemişti.
Dolayısıyla Hz. Ömer halife olduğu zaman ilk önce bu bölgeye ordu göndermek gibi
bir sorumlulukla karşı karşıya kalmıştır.
Yeni halife biat alırken Irak bölgesine gitmeleri için halka çağrı yapmış, ancak
Müslümanlar Sâsânîlerden çekindikleri için halifenin bu çağrısına kulak asmamıştı.
Rivayete göre üç gün arka arkaya yapılan çağrılardan sonra yine bir ses çıkmayınca,
halife mescitte toplanan halka yapmış olduğu konuşmada artık Hicaz’ın Arapların
ihtiyaçlarını karşılamak için yetersiz kalacağını, bu nedenle verimli topraklara
yayılırlarsa muhtemel açlık ve sıkıntılardan kurtulacaklarını dile getirmiştir. Bu
nedenle Allah’ın kendilerini vâris kılacağı yerlere gitmeleri gerektiğini belirtip
konuşmasını Kur’an’dan ayetlerle (Tevbe/9: 33, 48; Enfâl/8: 28) destekleyerek,
çağrısına kulak asmayan Müslümanları ‘Allah’ın samimi kulları neredesiniz?’
sözleriyle eleştirmiş ve cepheye gitmenin dinî bir görev olduğunu vurgulamaya
çalışmıştır.
Halifenin çağrısı üzerine Sakif kabilesinden bir genç olan Ebû Ubeyd b.
Mesûd es-Sakâfi cepheye gitmek isteyen ilk gönüllü olmuştur. Ardından bu
kabileden bazı kişiler de onu takip etmiş ve yavaş yavaş ordu toplanmaya
başlamıştır. Yeteri kadar asker toplanınca Hz. Ömer başlarına savaş çağrısını ilk
kabul eden Ebû Ubeyd b. Mesûd es-Sakâfî’yi komutan tayin edip cepheye sevk
etmiştir. Ayrıca Müsennâ’ya da haber gönderip onunla birlikte hareket etmesini
istemiştir. Ebû Ubeyd cepheye gittikten sonra, Nemârık, Sakâtıyye ve Kesker’de
önemli başarılar kazanmıştır. Ardından Bârusmâ’da bulunan İranlı komutan
Calinos’un birliklerini dağıtmış ve Zendâverd’i ele geçirmiştir. Başarılı bir şekilde
bölgede fetihlere devam eden Ebû Ubeyd, Behmen b. Hürmüzân (Zü’l-Hâcib,
Behmen Cezeveyh) komutasındaki Sâsânî ordusu karşısında şok bir yenilgi almıştır.
Köprü Savaşı (el-Cisr) olarak bilinen bu mücadele bölgede alınan ilk yenilgiydi.
Savaşta Ebû Ubeyd dâhil peş peşe Sakif kabilesinden altı komutan şehit düşmüştü.
Canlarını kurtaran Müslümanlar Hicaz’a doğru kaçıp evlerine sığınmışlar ve
savaştan kaçmanın toplumsal baskısından çekindikleri için halk için çıkamamışlardı.
Dağılan birliklerin komutasını devralan Müsennâ b. Hârise, yedinci komutan olarak
orduyu emniyetli bir bölgeye çekmiş, ancak yanında sadece Iraklı askerler kalmıştı.
Ardından Hz. Ömer’e haber gönderip olup biteni anlatmıştı. Hz. Ömer, zaten
Sâsânîlere karşı savaşmakta çekingen davranan halk üzerindeki olumsuz baskıyı
gidermek ve aynı zamanda Köprü yenilginsin kötü izlerini silmek için önemli bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hz. Ömer Dönemi
karar aşamasına gelmiş ve meseleyi şûrada tartıştıktan sonra bölgeye tekrar ordu
gönderme kararı almıştı. Ancak halkın çekingen tavrını kırmak için birtakım
girişimlerde bulunmuştu. Örneğin savaşın olumsuz etkisini olabildiğince gündeme
getirmemeye gayret etmiştir. Bunun yanı sıra cepheden kaçmanın ezikliğiyle
evlerine sığınan Müslümanlara haber gönderip kendisinin başkomutan olduğunu,
dolayısıyla aslında onlarında cepheden kaçmayıp başkomutanın yanına
döndüklerini söylemiş ve ‘Sizin sığınağınız benim’ sözleriyle onlara sahip çıkmıştır.
Halifenin bu yaklaşımıyla birlikte cepheden kaçanlar daha rahat halk arasına
çıkabilmişlerdir. Bu tür konuşmalarla Müslümanlara moral veren Hz. Ömer, aynı
zamanda tekrar cepheye asker gönderebilmek için alınacak ganimetlerden daha
fazla pay verme gibi önemli bir karar almış ve bu yolla halkı cepheye sevk etmeye
çalışmıştır.
Öte yandan Hz. Ömer asker ihtiyacını karşılamak için vaktiyle irtidat veya
isyan edip tekrar denetim altına alınan bedevilerin de savaşa iştirak etmelerini
sağlamıştır. Oysa kendisinden önceki halife Hz. Ebubekir bu tür eylemlere karışan
bedevileri orduya dâhil etmemişti. Ancak Hz. Ömer bu politikayı sürdürmeyip, söz
konusu kitlelerin de orduya dâhil edilmesini sağlamış ve bu yolla hem asker
ihtiyacını karşıladı hem de onların Müslümanlarla birleşmelerinin önünü açmıştır.
Ayrıca komutanlarına talimatlar veren halife, cepheye giderlerken yol boylarındaki
kabilelerin de savaşa katılmalarını sağlamalarını istemiş ve gerekirse mecbur
tutmaları şart koşmuştur. Aynı talimatın Şam ve Irak bölgesinde yaşan ve büyük bir
çoğunluğu Hıristiyanlığı benimsemiş olan Arap kabileleri için de geçerli olduğunu
söyleyen halife, onların Müslüman Araplarla ortak hareket etmelerini sağlamaları
için bu kabilelerle olumlu ilişkiler kurmalarını istemiştir. Sâsânîler ve Bizans’a karşı
mücadelelerini büyük oranda bu ülkelerin denetimindeki Arap kabileleri üzerinden
yürütmeyi planlayan Hz. Ömer, ‘Kisra ve Kayserleri, Arap kabile şefleriyle
çökerteceğim’ (Taberî, Târîh, IV, 87) sözüyle bölgedeki kabilelerin kendisi için ne
derece önemli olduğunu ortaya koymuştur. Hatta bu nedenle Bizans’a sığınmak
isteyen Arap kabilelerine engel olmuş ve ilticaları önlemek için sınırlardaki geçitleri
kontrol altında tutmuştur.
Hz. Ömer halkı cepheye sevk edebilmek için kimi zaman cihâda vurgu yapan
ayetleri okuyup halkın dinî duygularına hitap ederken, kimi zaman da az önce
işaret edildiği gibi, elde edilecek ganimetlerden daha fazla pay vereceğini vaat
ederek asker toplamaya çalışmıştır. Savaş için gerekli teçhizat ve insan gücünü bu
yollarla gidermeye çalışan Hz. Ömer’in bu hazırlıklarından sonra, Arabistan’nın
değişik bölgelerindeki kabilelerden gönüllüler cepheye gitmek için toplanmaya
başladılar. Örneğin Becîle kabilesinin neredeyse tamamı cepheye gitmek için
Medine’ye gelmiştir. Onları diğer kabile mensupları izlemiştir. Böylece toplanan
kuvvetlerin başına Cerîr b. Abdullah el-Becelî’yi komutan tayin eden halife, bu
orduyu tekrar Irak cephesine sevk etmiştir. Cerîr komutasındaki ordu, Müsennâ
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hz. Ömer Dönemi
komutasındaki askerlerle birleşerek Fırat nehri yakınlarındaki Büveyb’de Sâsânî
birliklerine karşı önemli bir zafer kazanmıştır. Bu savaşta İranlı komutan Mihrân b.
Mihrbandâd öldürülmüştür (635). Devamında Bağdat ve Hanafis pazarları ele
geçirilerek yüklü miktarda ganimetler alınmıştır. Ancak bu başarıların ardından iki
komutan arasında ganimet taksimi yüzünden sorun yaşanmış ve bu sorun yetki
tartışmasına dönüşmüştür. Cephedeki ko9mutanlar arasında sorun yaşandığını
öğrenen Hz. Ömer her ikisini görevden alıp şûra üyelerinin de görüşleri
doğrultusunda Sad b. Ebî Vakkâs’ı İran orduları başkomutanlığına getirmiş ve bu
sorunun muhtemel bir bölünmeye dönüşmesine fırsat vermemiştir.
Hz. Ömer bu hazırlıkları yaparken, Sâsânîler de Arap akınlarına son vermek
amacıyla köklü bir hazırlığa girişmişlerdi. Örneğin yönetim sorunlarını hallederek
Kisra ailesinin tek erkek üyesi olan III. Yezdecird’i tahta geçirmişlerdir. İran merkezi
kuvvetlerinin başına ise ünlü komutan Rüstem getirilmiş ve böylece her iki taraf
birbirlerine karşı üstünlük sağlamak için kapsamlı bir hazırlığa girişmişti.
Sad b. Ebî Vakkâs cepheye intikal ettikten sonra, kış ayının bitmesini bekledi.
Mevsim koşulları uygun olunca Necef yakınlarındaki Şerâf’a taşınmış ve Sâsânî
kuvvetlerinin gelmesini beklemeye başladı. Neticede iki taraf Kûfe yakınlarındaki
Kadisiye’de (15/636) karşı karşıya gelmiş ve yapılan savaşta Rüstem öldürülerek
Sâsânî kuvvetleri dağıtılmıştı. Büyük bir zafer kazanan Müslümanlar bir yıl sonra
İran’ın başkenti Medâin’i (16/637) ele geçirmişlerdir. Gelişmeler üzerine Yezdicer
Hulvan’a kaçmıştı. Tekrar toparlanmasına fırsat vermek istemeyen İslam orduları
onu takip etmeye başladı. Dağılan Sâsânî ordusunun önemli bir bölümü Celûla’da
toplanmıştı. İranlı komutanlar şehri tahkim ederek önemli savunma tedbirleri
aldılar. Sad b. Ebî Vakkâs gelişmeleri Hz. Ömer’e bildirerek yardım istemişti. Onun
talebi üzerine Hişâm b. Utbe komutasında takviye kuvvetler gönderilmiştir. Yapılan
hazırlıklardan sonra Celûlâ’da çetin bir direnişle karşılaşan İslam ordusu özellikle
Kaka b. Amr ve Hişâm b. Utbe gibi komutanların önemli hamleleriyle savunmayı
yarıp büyük bir zafer kazanmıştır. Bu yenilgi üzerine Yezdicerd Hulvan’dan çıkıp Rey
şehrine çekilmek zorunda kalmıştı. Ancak Celûlâ (16/637) zaferinden sonra Hulvan
da ele geçirilmiştir.
Kadisiye savaşından sonra, dağılan Sâsânî ordusunun bir kısmı günümüzdeki
Basra şehri yakınlarında bulunan antik Ubulle şehrine sığınmıştı. Hz Ömer buradan
olası bir saldırı gelebileceği ihtimalini göz önünde bulundurarak Utbe b. Ğazvân’ı
bu bölgeye göndermiştir. Onun girişimleri sonucunda Ubulle şehri ele geçirilmiş ve
bölgedeki İslam ordularının karargâh merkezi olarak günümüzdeki Basra şehri
kurulmuştur. Ayrıca Tekrît şehri civarındaki yerli halkın Sâsânî saldırılarına yataklık
yapabilecekleri ihtimaline karşı Abdullah b. Mutîm komutasında bir birlikte de bu
bölgeye gönderilerek burası kontrol altına alınmıştır. Bu arada Dırâr b. el-Hattâb
Mâsebezân, Ömer b. Malik ise Karkisya’ya gönderilerek bu şehirler de ele
geçirilmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hz. Ömer Dönemi
Celûla savaşından sonra, İslam ordularının bir kolu Basra’nın batı tarafına
kalan Ehvâz üzerine gönderilmiştir. Burada ünlü İranlı asilzade olan Hürmüzân
bulunuyordu. Olası baskın ve saldırının önüne geçebilmek için Utbe b. Ğazvân, Sad
b. Ebî Vakkâs’tan da destek alarak Ehvâz (17/638) üzerine yürümüştü. Muhasara
devam ederken Mihricankazef’in Müslümanlara teslim edilmesi koşuluyla anlaşma
imzalanmıştı. Ancak anlaşma yapıldıktan sonra, İslâm ordusu bölgeden uzaklaşınca
Hürmüzân anlaşmayı tanımadığını bildirmiştir. Durum Hz. Ömer’e ulaşınca halife
ikinci kez bu bölgenin alınmasını emretmiştir.
İslam ordusu bir taraftan Yezdicerd’i takip edip Sâsânîlerin tekrar
toparlanmalarına fırsat vermemeye çalışırken, bir taraftan da Hürmüzan gibi yerel
idarecilerle mücadele etmek zorunda kalmıştı. Zira Yezdicerd ve yerel idarecilerin
tahrikleriyle değişik bölgelerde toplanan kuvvetlerle sürekli mücadeleler
yaşanmaktaydı. Hz. Ömer, Kufe valisi Sad b. Ebî Vakkâs’a emir verip Hürmüzan
üzerine ordu göndermesini emretmişti. Sa’d da topladığı kuvvetlerin başına
Nu’mân b. Mukarrin’i geçirdi ve Ehvâz bölgesine doğru sevk etti. Ayrıca yeni göreve
atanan Basra valisi Ebû Mûsâ el-Eş’ârî de halifenin talimatı üzerine Sehl b. Adî
önderliğinde hazırladığı orduyu bu bölgeye gönderdi. Daha önce hareket etmiş
olan Numân b. Mukarrin Ramehürmüz’deki isyancıları denetim altına aldıktan
sonra Tuster’de bulunan Hürmüzan üzerine yürüdü. Sıkı bir şekilde şehri muhasara
altına alan Nu’mân, Sehl’in kuvvetleriyle birleşti ve Tuster (20/641) şehri ele
geçirildi. Sığındığı kalede çaresiz kalan Hürmüzan, can güvenliğinin sağlanması
koşuluyla teslim olup Medine’ye gönderilmiştir. Sorgulandıktan sonra Hz. Ömer
tarafından affedilen Hürmüzan, Müslüman olmuş ve Medine kalmıştır. Zaman
zaman Hz. Ömer’in onunla istişare ettiği ve özellikle İran cephesindeki askeri
harekât hakkında fikir aldığına dair haberler aktarılmıştır.
Tuster’deki mağlubiyetten sonra Yezdicerd Hemedan’ın güney tarafındaki
dağlık bölge olan Nihavend’i merkez edinmiş ve geniş çaplı bir ordu hazırlığına
girişmişti. Bu bölgedeki askeri mücadelenin sorumluluğunu Numân b. Mukarin’e
veren Hz. Ömer, ona Basra ve Kufe halkından oluşan seçkin bir ordu kurmasını ve
bölgeye intikal etmesini emretmiştir. Numân Nihavend bölgesine geldikten sonra
kalelere sığınmış olan Yezdicerd ve ordusunu bulundukları müstahkem
mevkilerden çıkarmak için vur kaç taktiği uygulamıştır. Bu stratejiyi
gerçekleştirmek için Kaka b. Amr’ı görevlendirmiştir. Her ne kadar başkomutan
Numân b. Mukarrin şehit düşmüşse de, onun planladığı bu taktik sayesinde
düşmanın çözülmesini sağlanmış ve çetin bir savaşın ardından İslâm ordusu önemli
bir zafer daha kazanmıştır. Rivayetlere göre Nu’mân şehit düştüğü zaman ordunun
moralinin bozulmaması için onun ölümü bir süre gizlenmiş ve vekili Huzyefe b.
Yemân komutayı devralmıştır. Böylece yoğun süren çatışmalardan sonra
Müslümanlar Nihaved’de büyük bir zafer kazanmışlardır (641). Dağılan düşman
birliklerini peşine giden Kaka b. Amr, Hemedan’a kadar ilerlemiş ve burayı ele
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hz. Ömer Dönemi
geçirmiştir. Nihavend halkı da zaten teslim olunca, böylece Nihaved ve Hemedân
bölgelerindeki fetihler tamamlanmıştır. Nihavend’de kazanılan savaşın önemi
nedeniyle bu mücadele kaynaklarda fetihler fethi (fethu’l-fütûh) olarak
nitelenmiştir.
Sâsânîlere karşı sürdürülen mücadelelerde Nihavend savaşı önemli dönüm
noktalarından birisi olarak nitelenebilir. Bu savaşa kadar Müslüman komutanlar irili
ufaklı birçok mücadele yapmak zorunda kalmışlardır. Zira İslam ordusunun
önünden kaçan Yezidcerd sığındığı her yerde nüfuzunu da kullanarak tekrar ordu
toplayıp Müslümanların karşısına çıkıyordu. Bu durumun önüne geçebilmek için
bölgedeki komutanlar İran içlerine doğru ilerleyip kesin sonuç almak
düşüncesindeydiler. Neticede bu görüşlerini Hz. Ömer’e bildirdiler ve halifenin
muvafakatiyle bu plan uygulamaya kondu. Böylece İran toprakları birkaç cepheye
bölünmüş ve her bir bölgeye ayrı ayrı komutanlar tayin edilmiştir. Örneğin Ahnef b.
Kays, Horasan’a, Mücâşî b. Mesûd Erdeşir-Sabûr’a, Osman b. Ebil-As Istahr’a,
Sâriye b. Zenîm Fesâ-Derabcırd’a, Süheyl b. Adî Kirman’a, Âsım b. Amr Sîcistan’a,
Hakem b. Umeyr, Mekran’a ordu sevk etmek üzere görevlendirildiler. Bu
komutanlar sorumlu oldukları bölgelere doğru fetihlere giriştiler ve ilerleme
sonunda İslam orduları İran topraklarının tamamını fethetmeyi başarmışlardır.
Hatta İran serhatlarına ulaşan ordular Horasan önlerine dayanmıştır. Bu ilerlemeler
sonunda ilk kez bazı Türk boylarıyla savaşlar yapılmıştır. Ahnef b. Kays komutasında
ilerleyen ordunun bir kolu ise, günümüzdeki Afganistan şehri olan Herat’a kadar
ilerlemiştir. Gelişmelere bakıldığında Nihavend savaşı bir bakıma İran
imparatorluğunun çöküşünü resmileştirmiştir.
İran topraklarındaki fetihlerin tamamlanmasından sonra Horasan ve
Derabcırd bölgelerinde önemli mücadeleler yaşanmış ve irili ufaklı birtakım yerler
fethedilmiştir. Hz. Ömer döneminde başlayan Horasan’daki mücadeleler daha
sonra Hz. Osman döneminde sürdürülmüş ve bu bölge onun döneminde ele
geçirilmiştir. Horasan’daki mücadeleler devam ederken Fesâ ve Derabcırd
bölgelerine gönderilen Sâriye b. Zenîm komutasındaki İslam ordusunun oldukça
çetin bir savaşa giriştiği ve Müslümanların çok zor anlar yaşadıklarından bahsedilir.
Müslümanların yaşamış oldukları sıkıntılar bazı gizemli rivayetlere bile ilham
kaynağı olmuştur. Örneğin Sâriye’nin zor durumda olduğu sırada Medine’de cuma
hutbesindeyken Hz. Ömer’in ‘Ey Sâriye! Dağa çekil, dağa çekil’ (Yâ Sâriye! İlâ cebel,
ilâ cebel) uyarısında bulunduğundan bahsedilir. Onun uyarısı üzerine İslam
ordusunun bir hamleyle arkasını dağa vererek imha olmaktan son anda kurtulduğu
ve zafer kazandığına dair haberler aktarılır. Ancak bu tür rivayetler inandırıcılıktan
uzak olup muhtemelen yaşanan mücadelenin zorluğu nedeniyle daha sonradan
kaynaklara sokuşturulmuş menkıbe türündeki haberlerden müteşekkildir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hz. Ömer Dönemi
Şam Bölgesindeki Fetihler
Şam cephesi, Hz. Peygamber döneminde sürdürülen tebliğ faaliyetlerinin bir
devamı olarak açılmış ve buradaki mücadeleler Hz. Ebubekir tarafından devam
ettirilmiştir. Hz. Ebubekir irtidat ve isyan hadiselerini bastırıp bozulan dengeleri
tesis ettikten sonra hiç vakit kaybetmeden Şam bölgesine ordu sevk etmiştir. Onun
döneminde başta Ecnadeyn (30 Temmuz 634) savaşı olmak üzere irili ufaklı önemli
başarılar kazanılmıştır. Hz. Ömer halife olduğu zaman burada var olan mücadeleleri
aynen sürdürme kararı almış ve onun döneminde her iki cephede verilen
mücadeleler kapsamlı bir fetih dalgasına dönüşmüştür. Her ne kadar Hz. Ömer
selefi tarafından başlatılan mücadeleyi sürdürme kararı almışsa da hilafete
geldikten bir süre sonra, buradaki savaşları idare eden komutan Hâlid b. Velîd’i
görevden alıp yerine Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh’ı atamıştır.
Ecnadeyn savaşı kazanıldıktan sora dağılan Bizans ordusunun çeşitli şehirlere
sığınması üzerine, onları takip eden Hâlid b. Velid önce Fihl (Zilkade 13 /Ocak 635)
üzerine yürümüş ve buradaki savaşı kazandıktan sonra yine Bizanslı birlikleri
sığınmış olduğu bir başka şehir olan Dımeşk’ı kuşatmıştır. Kendisi doğu kapsından
muhasarayı başlatırken Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh da Cabiye kapısından şehri
kuşatma altına almıştır. Belirlenen stratejiye göre değişik noktalardan muhasaraya
girişen komutanlar merkeze doğru ilerleyip burada buluşacaklardı. Muhasara
devam ederken Hz. Ömer’in komutan değişikliği kararı Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh’a
ulaşmıştır. Rivayetlere göre sıcak savaş devam ettiği için yeni komutan Ebû Ubeyde
bir süre bu kararı açıklamayı ertelemiş ve fethin ardından (Receb 14/Eylül 635)
kararı açıklamıştırı. Böylece Dımeşk’ın fethini başlatan Hâlid b. Velîd iken anlaşmayı
Ebû Ubeyde b. el-Cerrah yapmıştır. Dolayısıyla şehri kimin fethettiğine dair farklı
rivayetler aktarılmıştır.
Dımeşk’ın fethinden sonra komutayı devralan Ebû Ubeyde, Hıms üzerine
yürümeye karar vermiştir. Bu amaçla öncü birliklerin başında gönderdiği Sımt elEsved şehri fethedip halka emân vermiştir. Ardından Ebû Ubeyde gelip bu
anlaşmayı onaylamıştır. İslam orduları karşısında alınan peş peşe yenilgilerden
sonra Müslümanları Şam bölgesinden söküp atmak için harekete geçen Bizanslı
komutanlar Theodore (Tozarik) ve Ermeni kökenli Vahan kapsamlı bir savaş
hazırlığına girişmiştir. Ebû Ubeyde Bizanslıların savaş hazırlığı yaptığına dair haber
alınca, Hz. Ömer’den yardım istemiştir. Muhtemelen yeteri kadar kuvvet
bulamayan Halife, onun talebine olumlu cevap verememiş ve gönderdiği cevabi
yazıda, Allah’ın yardımına sığınmasını önermiştir. Ayrıca şayet samimi bir şekilde
mücadele ederlerse mutlaka galip geleceklerine vurgu yapıp ‘nice az toplulukların
kalabalık topluluklara galip geldiğine’ dair âyeti (2. Bakara, 249) hatırlatmış ve bu
nedenle Allah’ın yardımına sığınmalarını tavsiye etmiştir (Ezdî, 182-83). Ebû
Ubeyde istediği desteği sağlayamayınca elindeki kuvvetleri etkili bir şekilde
değerlendirmek için harekete geçmiştir. Bu nedenle ilk önce bölgedeki dağınık
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hz. Ömer Dönemi
askerî birlikleri tek çatı altında toplamaya karar verdi. Hatta bu nedenle daha
önceden fethedilmiş olan Dımeşk, Fihl ve Hıms gibi şehirlerde güvenlik amacıyla
konuşlandırılan birlikleri geri çekerek bu şehirleri geçici süreliğine boşaltmıştır.
Oysa bu şehirler fethedilerek can ve mal güvenliklerinin karşılığı olarak halktan
cizye alınmıştı. Ancak ortaya çıkan olağanüstü şartlar nedeniyle verilen emânın
yerine getirilmeme ihtimali üzerine Ebû Ubeyde yapılan anlaşmaları karşılıklı rızaya
dayalı olarak askıya almayı teklif etmiş ve aynı zamanda koruma karşılığı olarak
aldığı cizye vergilerini de ödemiştir. Onun bu samimi yaklaşımı üzerine Hıms
halkının anlaşmayı aynen devam ettirmek istediğinden ve Bizanslıları şehre
sokmayacaklarına dair söz verdiklerinden bahsedilir.
Yapılan hazırlıklardan sonra Cabiye yakınlarında konuşlanmış olan Bizanslı
komutanlar İslam ordusunun cesaretini kırmak için taktik gereği Yermûk ırmağı
üzerindeki vadiye çekilmiş ve burada Müslüman askerleri sıkıştırmayı
hedeflemişlerdir. Ancak Ebû Ubeyde ve kurmaylarının karşı hamlesiyle Bizanslı
komutanların hazırlamış oldukları plan aleyhlerine dönmüş ve İslam ordusu
karşısında bozgun yaşayan Bizanslı birlikler vadide sıkışıp kalmıştır. Bozgundan
sonra silah bırakıp kaçmak isteyen Bizanslı askerler vadide sıkışınca, Ebû Ubeyde
askerlerini geri çekmiş ve onların kaçmalarına müsaade etmiştir (Taberî, IV, 31-32).
Yermük’da (30 Ağustos 636) büyük bir zafer kazanan Müslümanlar, bu savaştan
sonra Şam bölgesinde kalıcı olarak yerleşmeye başlamışlardır. Savaşın akabinde
dağılan Bizanslı birlikler boşaltılmış şehirlere sığınınca, Ebû Ubeyde hem bu
şehirleri geri almak hem de buradaki askerlerin toparlanmasına fırsat vermemek
için vakit kaybetmeden onlar üzerine yürümüştür. Hz. Ömer’in de talimatı üzerine
ilk önce Şam’ın merkezi konumundaki Dımeşk’e yönelmiş ve burası Yermük
savaşından sonra ikinci kez fethedilmiştir. Ardından Hıms, Kınnesrîn ve Balbek
şehirlerini fethetmiştir. Bu başarılardan sonra Şam’ın kuzey tarafındaki önemli
şehirler kontrol altına alınınca Ebû Ubeyde güneyde hala Bizans’ın denetiminde
bulunan Kudüs ve Kyasâriyye üzerine yürüme kararı almıştır. Uzun süre
muhasaraya direnen Kudüs idarecisi Sophronius ve beraberindekiler çaresiz
kalınca, bizzat Hz. Ömer’in gelip kendileriyle anlaşma yapması koşuluyla teslim
olacaklarını bildirmişlerdir. Bu talep üzerine Hz. Ömer Kudüs’e kadar gidip şehir
halkına bir emannâme vermiş ve böylece Kudüs fethedilmiştir. Ardından son olarak
Kaysâriyye şehir de fethedilerek bu bölgedeki fetihler tamamlanmıştır. Şam
bölgesinin ele geçirilmesinden sonra buradaki ordular iki kola ayrılmış ve bir kolu
Mısır üzerinden Afrika’ya doğru ilerlerken, diğer kolu ise el-Cezîre üzerinden
İrminiyye ve Kafkaslar’a doğru fetihlere devam etmiştir.
Kudüs’ün alınmasından sonra bu bölgede görevli olan Amr b. Âs Hz. Ömer ile
bir görüşme yapmış ve Mısır’ın fethedilmesi için halifeden izin istemiştir. Amr
halifeyi ikna etmeye çalışırken, Bizans’ın bir ayağının Mısır’da olduğunu ve bu
bölgenin kontrol edilmemesi durumunda, Müslümanların buradan muhtemel bir
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hz. Ömer Dönemi
Bizans saldırısıyla karşı karşıya kalabileceklerine dikkat çekmiştir. Onun ısrarları
üzerine Hz. Ömer bu bölgeye ordu göndermeye karar vermiş ve böylece Mısır
cephesi açılmıştır. Ancak bu kararın daha önceden planlanmış bir politika olmayıp
özellikle Amr b. As’ın ısrarları üzerine alındığını anlıyoruz. Nitekim halife Medine’ye
döndükten sonra danışmanlarıyla bu meseleyi konuştuğu zaman, şûra üyelerinin
bir kısmı bu kararı doğru bulmamış ve bölgeye ordu gönderilmesine gerek
olamadığı yönünde görüş bildirmişlerdir. Onların itirazı üzerine bu orduyu geri
çekmeye karar veren Hz. Ömer, komutanı Amr b. As’a bir mektup yazmış ve şayet
kendisine haber geldiği zaman henüz Mısır topraklarına girmemişse, geri
dönmesini emretmiş. Ancak ordu Mısır topraklarına ulaşmışsa ilerlemeye devam
etmesini bildirmiştir. Kimi rivayetlerde Müslüman postacı İslam ordusuna yetiştiği
zaman durumdan kuşkulanan Amr b. Âs, halifenin kararını tahmin etmiş ve bir
yolunu bulup Mısır topraklarına ulaştıktan sonra mektubu açmış ve böylece
halifenin kararının geçersiz olmasını sağlamıştır. Bu tür rivayetler aktarılmakla
birlikte şu çok açık ki, bu bölgeye ordu gönderme kararı Amr b. Âs’ın önerisiyle
ortaya çıkmış ve böylece bu cephe açılmıştır.
Amr b. Âs’ın ısrarcı tutumundan sonra bölgeye gönderilen ordular daha
sonra Abdullah b. Zübeyr komutasında gönderilen takviye kuvvetlerle
desteklenmiş ve Mısır topraklarının tamamı fethedilerek İslam orduları
günümüzdeki Libya çöllerine kadar ulaşmıştır. Bu başarılardan sonra Hz. Ömer’e
haber gönderen Amr, şayet müsaade ederse Afrika içlerine doğru gitmek istediğini
belirtmiş ve bu bölgenin tamamını fethedebileceğini söylemiştir. Ancak Hz. Ömer
onun isteğini kabul etmeyip Mısır’a dönmesini emretmiştir. Hz. Ömer’in bu kararı
aynı zamanda, daha fazla ülke veya topraklar fethetme gibi bir politikayla hareket
etmediğini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Onun fetih politikasının genel
karakteristiği, öncelikli olarak Müslümanların fiili olarak önlerinde bulunan
tehditleri kaldırmaya yöneliktir. Bu bağlamda ülkeler fethetme ve daha geniş
topraklara yayılma gibi bir siyasete odaklanmadığını söyleyebiliriz. Nitekim Şam
fethinden sonra Mısır’a ordu göndermesi askeri stratejinin gereği alınmış bir
karardır. Dikkat edilirse hedef gerçekleştirildiğinden sonra, halife ihtiyatlı
davranmış ve bilinmeyen bir bölgeye İslam ordusunu sürüklememeye özen
göstermiştir. Diğer cephelerde de Hz. Ömer’in aynı hassasiyet nedeniyle ihtiyatlı
davrandığını görüyoruz. Nitekim Sâsânîlerle savaşacağı zaman ‘Keşke onlarla
aramızda ateşten dağlar olsaydı da hiç karşı karşıya gelmeseydik’ temennisini dile
getirdiğinden bahsedilmektedir. Aynı şekilde onun henüz yetersiz olduğu için Şam
valisi Muaviye’nin ısrarlarına rağmen, deniz savaşlarına müsaade etmediği
bilinmektedir. Keza İran sınırlarını aşan ordular günümüzdeki Afganistan’ın Herat
şehrine kadar ilerledikleri zaman, Hz. Ömer ordunun daha fazla ilerlemesine
müsaade etmemiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hz. Ömer Dönemi
Dikkat çeken önemli hususlardan birisi de Şam bölgesinin fethinden sonra
Hz. Ömer’in Anadolu içlerine doğru ordu göndermek istememesidir. Bu bağlamda
o, Şam bölgesinden Anadolu içlerine doğru açılan birtakım geçitleri kontrol altında
tutmakla yetinmiştir. Bu politikasıyla bir bakıma Toros Dağları boyunca uzanan
Antakya, Misis (Massisa-Ceyhan), Maraş ve Urfa hattını doğal sınır kabul etmiş ve
buradaki geçitleri kontrol altında tutarak olası Bizans saldırılarını önlemeye
çalışmıştır. Hz. Ömer sınır bölgelerindeki güvenliği sağlamak için buralarda yaşayan
nüfusa büyük önem vermiştir. Bu nedenle sınır boylarında yaşayan Arap nüfusu
kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Hatta Bizans’a iltica etmek isteyen kimi Arap
kabilelerini engellemiştir. Bir rivayete göre bu kabileleri himaye etmek isteyen
Heraklios’a mektup yazmış ve şayet iltica eden Araplara yardım ederse tebaası
içinde bulunan Hıristiyan halk üzerine ordu göndermekle tehdit etmiştir. Bütün
bunlarla birlikte Heraklios, el-Cezîre üzerinden Ermeni ve Araplardan oluşturduğu
ordularla karşı saldırı başlatmak için hazırlıklar yapınca, halife Iyâd b. Ğanm’i elCezîre üzerine göndermiş ve böylece bu cephe açılmıştır. Daha sonra buradaki
ordular Irak bölgesinden gönderilen kuvvetlerle desteklenmiş ve bu ordu Doğu
Anadolu ve İran platosuna doğru ilerleyerek İrminiyye, Azerbaycan ve Kafkaslar’a
kadar ulaşmıştır.
Irak, İran, Şam ve Mısır gibi bölgelerin fethinden sonra, Hz. Ömer’in önemli
kararlarından birisi Hayberli Yahudilerle Necranlı Hıristiyanları Arap Yarımadası
dışına çıkarmasıdır. Hayberli Yahudileri yurtlarından çıkarırken (20/641), Hz.
Peygamber’in taksimatını esas alarak topraklarını paylaştırmıştır. Ancak onların
tamamen mağdur olmamaları için Arabistan’ın kuzeyinde geniş araziler vermiştir.
Aynı şekilde gelirleri Hz. Peygamber’e ait olmak üzere barış yoluyla ele geçirilmiş
olan Fedek bölgesindeki Yahudilere ait arazilerin değerini de tespit ettirmiş ve bu
değerin yarısını sahiplerine ödeyip kendilerine kuzeyde toprak vermiştir. Ardından
Necranlı Hıristiyanları Kûfe yakınlarındaki Necrâniyye’ye gönderirken onlara da bu
bölgede toprak vermiştir. Arıca götüremedikleri eşyalarını satın alarak bu yolla
mağduriyetlerini gidermeye çalışmıştır. Hz. Ömer’in gayrimüslimleri Arap
Yarımadası dışına çıkarmasının en önemli gerekçelerinden birisinin, Hz.
Peygamber’e isnat edilen ‘Arap Yarımadası’nda iki din bir arada bulunmaz’ hadisi
olduğu ve bundan dolayı onlara karşı bu uygulamayı başlattığı söylenir.
İDARÎ KURUMLAR
Hz. Ömer döneminin en önemli özelliklerinden birisi, devletin hızlı bir şekilde
kurumsal yapı kazanmasıdır. Başarılı bir şekilde devam eden fetihlerle birlikte
devletin sınırları genişlerken, Müslümanlar giderek zenginleşmiş ve refah seviyesi
yükselmiştir. İslam toplumunda yaşanan hızlı ilerleme ve gelişmeler yeni sorunlar
veya yeni ihtiyaçları beraberinde getirmiştir. Teşkilatçı bir idareci olan Hz. Ömer,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hz. Ömer Dönemi
yaşanan hızlı değişim veya dönüşümün dışında kalmayarak yeni kurumlar veya yeni
açılımlarla İslam toplumunun dinî, siyasî, idarî, iktisadî ve kurumsal olarak
gelişmesinin önünü açmıştır. Bir taraftan yetersiz kalan kurumları geliştirirken bir
taraftan da fethedilen ülkelerin veya beldelerin kurumsal yapısından yararlanarak
karşı karşıya kaldığı eksiklikleri gidermeye çalışmıştır.
Merkezi Medine olan Hz. Ömer dönemindeki idarî yapının başında en yetkili
kişi olarak halife bulunuyordu. Halife yürütme, yargı ve önemli ölçüde de yasama
yetkisine sahipti. Bu tür yetkilere sahip olmakla birlikte halife kendi başına buyruk
hareket eden bir konumda değildi. Özellikle kamuyu ilgilendiren meselelerde
şûranın aktif olarak rol aldığını görüyoruz. Dolayısıyla önemli kararlar şûraya
getirilerek burada çözülür ve halife yönetimi halkla paylaşırdı. Buna ilaveten halife
elindeki yetkiyi kullanırken en önemli referans olarak Kur’an ve sünneti esas
almıştır. Ayrıca selefi Hz. Ebubekir’in yolundan gitmeye çalışmıştır.
Başlangıçta Hz. Ömer de selefi gibi halife sıfatını kullanmış, ancak daha sonra
ilk kez onun döneminde halife için Emîru’l-müminîn (Müminlerin emîri, idarecisi)
unvanı kullanılmıştır. Halifeden sonra merkezden uzak yerlerdeki vilayetler
konumunda olan idarî birimlerde valiler, komutanlar, kadılar, maliye görevlileri ve
değişik hizmet birimlerindeki devlet memurları görev yapıyordu. Onun döneminde
Hicaz bölgesinde Mekke, Medine ve Taif şehirleri önemli merkezlerdi. Hicazın
güneyinde ise Necran ve Yemen bulunuyordu. Şam vilayeti kuzeydeki en önemli
merkezlerden birisiydi. Burada Dımeşk, Fihl (Ürdün), Filistin (Îlîyâ), Hıms, Kınnesrîn
gibi önemli şehirler bulunuyordu. Irak bölgesinde ise bu dönemde kurulmuş olan
Kûfe ve Basra’nın yanı sıra Ehvâz, Sicistan, Fâris gibi önemli şehirler vardı. Bunlara
ilaveten Bahreyn, el-Cezîre ve Mısr vilayeti ve buradaki Fustat şehri önemli idarî
merkezler olarak zikredilebilir.
Merkezden uzak yerlerdeki vilayetlerde vali, kadı, muhtesib, polis (şurta),
ases (gece bekçisi) gibi değişik hizmet birimlerinde görev yapan memurlar vardı.
Henüz devletleşme süreci devam edip güçler ayrılığı olmadığı için merkezden uzak
yerlerde görev yapan vali, görevli olduğu bölgenin en üst düzey idarecisi olarak
hem imam, hem vali, hem komutan hem de yargıçlık gibi sorumlulukları uhdesinde
bulunduruyordu. Birçok idarî kararı kendi başına alabildiği gibi, içinden çıkamadığı
hukukî veya idarî meseleleri halifeye bildirir ve onun görüşünü aldıktan sonra
sonuçlandırırdı. Aynı şekilde Medine’de de halifenin yanı sıra, değişik görevler
yapan memurlar bulunuyordu.
Divanlar
Hz. Ömer dönemindeki önemli devlet kurumlarından birisi divanlardır. Divan
teşkilatı ilk kez onun zamanında kurulmuştur. Divanların kurulmasıyla bu dönemde
ortaya çıkan hızlı gelişme ve değişmeler arasında sıkı bir ilişkiden söz edilebilir. Bu
dönemde gelirler muazzam bir şekilde artmış ve Müslümanlar tahmin
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hz. Ömer Dönemi
edemeyecekleri zenginliklere erişmişlerdir. Gelirler muazzam bir şekilde artarken
bunları sistemli bir şekilde değerlendirecek kurumsal yapı henüz yoktu.
Divanların kurulmasında devlet gelirlerinin sistemli ve düzenli bir şekilde
toplanıp değerlendirilmesinin yanı sıra, orduya katılanların isimlerinin tespit
edilmesi ve kayıt altına alınması gibi yeni ihtiyaçların da rolü bulunmaktadır.
Bilindiği üzere savaş öncesi kabilelere çağrı yapılır ve toplanan askerler belirlenen
bir komutan öncülüğünde cepheye gönderilirdi. Ancak orduya katılanların ismi,
sayısı veya ordunun gücüne dair herhangi bir kayıt tutulmamaktaydı. Daha
önceden bu tür hususlar ciddi bir eksilik olarak gözükmezken giderek cephenin
genişlemesi ve ordunun gücünün artması, bunun yanı sıra ganimetler ile diğer
gelirlerinin düzenli bir şekilde dağıtılması ve kontrol edilmesi önemli bir sorun
hâline gelmiştir. Bu dönemde kurulan divanların arka planında sözü edilen
hususların önemli etkisi bulunmaktadır.
Devlet gelirlerinin giderek artması, bunların miktarını ve değerini tespit edip
asker ve halka taksim edebilmek önemli bir sorun hâline gelmişti. Özellikle büyük
askerî başarılardan sonra ordu mensupları ve halkın önemli bir kısmı fethedilen
Irak, Şam ve Mısır toprakları gibi geniş arazilerin paylaştırılmasını istiyordu. Halife
ise gelecek nesillere paylaştırılacak arazi kalmayacağı ve böyle bir uygulamanın
üzerindeki halkı nesiller boyu köle statüsünde bırakacağı gerekçesiyle karşı
çıkıyordu. Bu sorun uzun uzun şûrada tartışılmış ve sonunda halife Haşr suresinin
6-10 âyetlerine dayanarak toprakların taksimini kabul etmemiştir. Buna mukabil
asker ve halkın arzularına cevap verebilmek için yıllık maaş (atâ) uygulamasını
başlatmış ve böylece fethedilen toprakların gelirlerini direkt olarak halka
yansıtmıştır. Ancak elde edilen muazzam gelirlerin düzenli bir şekilde toplanıp
dağıtılması için o günkü şartlarda henüz yeterli bir sistem yoktu. Halife bu sorunu
aşmak için meseleyi şûrada tartışmaya açmış ve sonunda o dönemde Irak ve Şam
bölgesinde bulunan veya bu bölgelerdeki Sâsânî ve Bizans idarî sistemi hakkında
bilgi sahibi olan Müslümanların önerisi üzerine divanların kurulması
kararlaştırılmıştır. Böylece Hz. Ömer, Bizans ve Sâsânîlerde kullanılan bu sistemden
esinlenerek divanları kurmuştur. Dolayısıyla divanların kurulmasında yeni gelişme
ve değişmeler etkili olurken, aynı zamanda bu sistemin ihdasında yabancı tesirler
bulunmaktadır.
Genel kabule göre divanlar 641 yılında kurulmuştur. Hz. Ömer döneminde
ihdas edilen bu kurum, daha sonraki dönemlerde giderek geliştirilmiş ve farklı
hizmet alanlarında oluşturulan divanlarla birlikte yönetim organına dönüşmüştür.
Hz. Ömer Müslümanların isimlerini ‘levh’ denen geniş sahifelere yazdırmış ve
böylece yılda bir kez olmak üzere onlara atâ dağıtmıştır. Ayrıca ihtiyaç sahiplerine
de aylık aynî yardımlar yapmıştır. Bunların yanı sıra divanlar sayesinde ordu
mensuplarına da ganimetlerin düzenli bir şekilde dağıtılması sağlanmıştır. Böylece
kendilerine atâ verilen tebaanın isimleri kayıt alındığı gibi, ordu ve askerlik
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hz. Ömer Dönemi
hizmetleri de daha düzenli bir şekilde yürütülmüştür. Divan defterlerine yazılan bu
isimler daha sonraki dönemlerde oluşturulacak olan tabakat, teracim veya ensâb
kitaplarına kaynaklık etmiştir.
Hz. Ömer insanlara ödeme yaparken İslam’daki konumlarını dikkate almıştır.
Hz. Ebubekir ise herkese eşit miktarda pay vermekteydi. Ancak kazanılan büyük
savaşlardan sonra elde edilen yüklü miktardaki ganimetler ile diğer devlet
gelirlerinin büyük kısmı ilk Müslümanlar veya belli kişilerin elinde toplanınca, bu
durum giderek zengin bir sınıfın doğmasına yol açmış ve bazı sıkıntıların doğmasına
neden olmuştur. Nitekim halife bu durumun farkına varınca herkese eşit miktarda
pay vermeyi kararlaştırmış, ancak ömrünün sonlarında aldığı bu kararı uygulamaya
fırsat bulamadan vefat etmiştir.
Ordu ve Askerlik Hizmetleri
Hz. Ömer dönemine kadar ordu ve askerlik hizmetleri gönüllülük esasına
dayalıydı. Aynı şekilde bu dönemde de askerlik hizmetleri yine gönüllülük esasına
göre yürütülüyordu. Ancak Hz. Ömer döneminde divanların kurulmasıyla birlikte
askerlik hizmetleri daha düzenli bir şekilde yürütülmeye başlandı. Örneğin orduya
katılanların isimleri defterlere yazılıp kayıt altında alınmıştır. Böylece ordunun
askeri gücü, elde edilen veya dağıtılan gelirlerin miktarı ya da hangi cephede ne
kadar asker bulundurulduğuna dair bilgileri kayıt altına alınmıştır.
Hz. Ömer ganimetleri askere pay etmede son derece titiz davranırken, buna
karşılık olarak fethedilen toprakları ve bu topraklarda yaşayan halkı ganimet malı
(köle) kapsamı dışında tutmuştur. Bu uygulamayla o, cephedeki askerleri kendi asli
göreviyle baş başa bırakmış ve bir bakıma maaşlı askerlerden oluşan düzenli
orduların kurulmasının ilk adımlarını atmıştır. Askerlik hizmetleri büyük oranda
gönüllülük esasına göre yürütüldüğünden kimi zam cepheye asker göndermekte
veya asker toplamakta problemler yaşanmıştır. Ancak Hz. Ömer bu gibi durumlarda
yeni çözüm önerileri getirmiştir. Örneğin Arap kabilelerini cepheye gönderebilmek
için alınacak ganimetlerden daha fazla pay vermeyi vaat etmiştir. Bunun yanı sıra
her geçen gün cephenin genişlemesi ve insan gücüne duyulan ihtiyacın artması
üzerine, dinî hassasiyetleri zayıf olan ve daha çok ganimet elde etmeyi hedefleyen
bedevileri de orduya dâhil etmiştir. Oysa kendisinden önceki halife Hz. Ebubekir
vaktiyle irtidat veya isyan etmiş olanların orduya katılmasına izin vermemişti.
Ancak Hz. Ömer bu uygulamadan vazgeçerek söz konusu unsurları orduya dâhil
etmiştir. Hz. Ömer’in bu politikası aynı zamanda bedevi unsurların İslam potası
içinde erimesini ve Müslüman Araplarla bütünleşmelerini hızlandırmıştır. Bunlara
ilaveten Hz. Ömer aynı zamanda Arabistan’ın kuzeyinde yaşayan ve birçoğu
Hıristiyanlığı benimsemiş olan Arap kabilelerinin de orduya katılması yönüne
adımlar atmıştır. Hatta bu kabilelere karşı özenli bir politika güderek tabi oldukları
Sâsânî ve Bizanslılardan koparıp kendi yanına çekmeye çalışmıştır. Nitekim bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hz. Ömer Dönemi
kabilelerin büyük bir kısmı bağlı bulundukları ülkelerden ayrılıp Müslüman
Araplarla ortak hareket etmişlerdir.
Yargı
Hz. Ömer dönemindeki en önemli kurumlardan birisi adlî teşkilatın daha
müesses bir hâle gelmesi ve yargılamayla ilgili önemli düzenlemelerin yapılmasıdır.
Onun dönemindeki en önemli yeniliklerden birisi her idarî birime ayrı bir kadı tayin
edilmesi ve bu yolla yargılama işinin valilerin uhdesinden alınıp bağımsız yargıçlara
devredilmesidir. Böylece yargı, yürütmeden ayrıldığı gibi yargıçlar da direkt olarak
halifeye bağlı bir konuma getirilmiş ve kısmen de olsa bağımsız yargının ilk adımları
atılmıştır. Keza ordularda da ordu kadıları görevlendirmiştir.
Davalar çözülürken Kur’an’ın belirlediği çerçeve ve Resul-i Ekrem’in
uygulamaları esas alınmıştır. Kitap ve sünnette yer almayan hukukî meseleler ise
benzer davalarla kıyas yapılarak çözüme kavuşturulmuştur. Hz. Ömer adaletiyle
meşhur olmuş bir idarecidir. Bu nedenle kadılık görevine getirdiği kişileri özenle
seçmiştir. Onun döneminde Kûfe’de tabiinden Kadı Şureyh b. el-Hâris, Mısır’da
Kays b. Ebil-Âs, Medine’de Ebû Derdâ yargıçlık yapmıştır. Şam bölgesi kadıları
arasında ise Ubade b. Samıt’ın adına rastlanmaktadır. Keza Ebû Mûsâ el-Eşârî de
Irak bölgesindeki en önemli kadılardan birisidir. Başta Ebû Mûsâ el-Eşârî olmak
üzere diğer kadılara gönderdiği yazılı talimatlar aynı zamanda onun dönemindeki
kazaî konuların hangi esaslar çerçevesinde yürüdüğünü ve bu kurumun nasıl
işlediğini göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Özellikle Ebû Mûsâ el-Eşârî’ye gönderdiği genelde bu dönemdeki adlî
teşkilatın işleyişiyle ilgili önemli ipucu niteliğindedir. Bu genelgeye göre Hz. Ömer,
yargılamada Kur’an’ın muhkem hükümlerini ve Hz. Peygamber’in sünnetini esas
alınmasını istemiştir. Tatbiki mümkün olmayan delillerin faydasızlığına işaret
ettikten sonra yargıcın tarafsız ve adil olmasına dikkat çekmiştir. Bu yolla kendisini
güçlü görenler adalet karşısında yargıcın nüfuzundan korkar ve aynı zamanda zayıf
olanlar da bu sayede haklarını alabileceklerine inanarak adalete sığınırlar. Bunların
yanı sıra tarafların delil getirme, somut delil getiremeyen ve inkâr edenlere yemin
verdirme, taraflar arasında barışı sağlama, hâkimin yanlış karardan dönmesi, kitap
ve sünnette olmayan bir meselenin kıyas yoluyla çözülmesi, yalancılığı
ispatlanıncaya kadar her Müslümanın şahit olabileceği, bunun yanı sıra yalancılığı
belgelenmiş olanların ise şahitliklerinin kabul edilmeyeceği gibi hükümler bu
genelde yer alan hususlardır. Ayrıca halife yargılamanın sükûnet ve güvenli bir
ortamda yapılmasını istemiş ve tarafların birbirlerinin kişiliklerine hakaret
etmelerine müsaade edilmemesini hatırlatmıştır. Halifeye göre hâkimin görevi
Allah’ın rızk ve rahmet hazinelerini kulları arasında adaletle dağıtmaktır.
Hz. Ömer yargıçları seçerken özellikle zengin ve soylu kişilerden olmasına
özen göstermiştir. Gözü tok insanları tercih ederek bu yolla nüfuzlu kişilerin onlar
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Hz. Ömer Dönemi
üzerinde kurabileceği muhtemel baskının önüne geçmeyi hedeflemiştir. Diğer
devlet memurlarında olduğu gibi, göreve getireceği kadıların mal varlıklarını tespit
edip kayıt altına almış ve görev süreleri içerisinde muhtemel suiistimallerin önüne
geçmeye çalışmıştır. Her hac mevsiminde kadılarla halkı yüzleştirip şikâyetleri
dinlemiştir.
Maliye
Hz. Ömer döneminin en önemli gelişmelerinden birisi, devlet gelirlerinin
yüksek miktarda artması ve toplumun refah seviyesinin hayli yükselmesidir.
Müslümanlar belki de hayal bile edemeyecekleri zenginliklere kavuşurlarken, bu
durum birtakım sorunları da beraberinde getirmiştir. Örneğin muazzam bir şekilde
artan gelirlerin yerli yerinde harcanması veya değerlendirilmesi sorunu ortaya
çıkmıştır. Devlet henüz müesseseleşme ve gelişme aşamasındaydı. Hz. Ömer
divanları kurarak elde edilen gelirleri daha sistemli bir şekilde değerlendirmeye
çalışmıştır. Onun en hassas olduğu konulardan birisi kamu malı üzerindeki
titizliğidir. Bu konudaki hassasiyeti idealize edilerek örnek gösterilmiştir. Onun
uygulamalarından bahsedilirken bireysel işleriyle devlet işlerini birbirinden
ayırdığına ve özel işlerini yaparken kendi eşyalarını, devlet işlerini yürütürken ise
devlete ait malzemeleri kullandığına dair örnekler aktarılır. Onun döneminde
devletin gelirlerinin toplandığı beytü’l-mâl (maliye) kurumu, daha işlevsel bir yapı
kazanmıştır
Maliyenin gelir kaynakları: Devletin en önemli gelir kaynakları arasında
savaşlarda elde edilen ganimetler ve zimmi statüsündeki tebaadan alınan haraç ve
cizye vergileridir. Bu dönemde ‘bereketli hilal’ olarak adlandırılan verimli Şam,
Mısır ve Mezopotamya topraklarının tamamı fethedilmiş ve devletin gelirleri hayli
artırmıştır. Mısır toprakları devletin erzak deposu olarak işlev görmüş ve kıtlık
durumundan buradan Medine’ye yardımlar gönderilmiştir. Bunlara ilaveten
kazanılan birçok başarılı mücadelelerle birlikte yüklü miktarda ganimetler elde
edilmiştir.
Hz. Ömer fethedilen toprakları ve bu topraklarda yaşan halkı ganimet malı
kapsamı dışında tutmuştur. Fethedilen toprakları devlet mülkü olarak
kamulaştırmış ve bu nedenle asker arasında paylaştırmayıp bunları, üretim
karışlığında yerli halkın işletimine bırakmıştır. Bu yolla hem topraktan yıllık haraç
vergisi almış, hem de bu halkın günlük hayatlarını sürdürmelerini sağlayıp köle
statüsüne tabi tutulmalarının öne geçmiştir. Ayrıca devlet haraç gelirlerinin yanı
sıra, yine zimmi statüsündeki halktan koruma karşılığı olarak cizye vergileri almıştır.
Toprakların paylaşılmasını isteyen kimi sahabiler onun bu uygulamasına şiddetle
karşı çıkmışlardır. Ancak Hz. Ömer Haşr suresinin 6-10. ayetlerini delil göstererek
içtihadına şeri bir dayanak bulmuş ve toprakları taksim etmemiştir. Bu kararı
almasındaki en önemli gerekçesi ise, şayet fethedilen topraklar paylaştırılırsa
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Hz. Ömer Dönemi
gelecek nesillere paylaştırılacak toprak kalmaz. Ayrıca topraklar paylaştırıldığı
zaman üzerine yaşayan halk da köle statüsüne alınmış olur ve bir daha bu
durumdan kurtulamazlar. Böylece Müslümanlar onlara zulmetmiş olur. Bu tür
gerekçelerle toprakların taksimine karşı çıkan halife, aynı zamanda gayrimüslim
halkın köleleştirilmesinin de önüne geçmiştir.
Gayrimüslimlerden alınan vergilerin toplamı fey olarak isimlendirilmiştir. Bu
bağlamda koruma karşılığı olarak alınan cizye ile toprak işletimi karşılığı olarak
alınan %10’luk haraç gelirleri, fey kategorisinde değerlendirilmiştir. Bunların yanı
sıra önemli gelir kaynaklarından birisi de ticaret mallarından alınan %10’luk
gümrük vergisidir. Uşûr olarak bilinen bu vergi, Müslüman pazarlarında ticaret
yapan gayrimüslim tüccarlardan alınıyordu ve ilk kez Hz. Ömer tarafından
uygulanmıştır. Bunların yanı sıra madenler ile devlet yetkililerine hediye edilen
eşyalar da diğer gelir kalemleri arasında sayılabilir. Örneğin Halife kendi şahsına
veya hanımlarına verilen hediyeleri kamu malı statüsünde değerlendirmiş ve
hazineye aktarmıştır.
Maliyenin giderleri: En önemli gider kaynaklarının başında idarecilere
ödenen maaşlar ve aynı zamanda ordu ve askeri hizmetlerine ait harcamalar
gelmektedir. Bunun aynı sıra halka ödenen yıllık maaşlar (atıyye) önemli
giderlerdendir. Henüz devletleşme süreci devam ettiğinden elde edilen gelirler
kamu yatırımı olarak değerlendirilmekten ziyade, daha çok direkt olarak halkın
ihtiyaçları için kullanılmış ve bu nedenle devlet halkına yıllık maaş verirken aynı
zamanda, aylık olarak da muhtaçlara yardım yapmıştır.
Bunların yanı sıra imar faaliyetlerine ait kamu harcamalarını unutmamak
gerekir. Örneğin Hz. Ömer Kâbe etrafındaki binaları istimlak ederek parasını
ödemiş ve Kâbe’nin harem bölgesini genişletip bu alanı duvarla çevirmiştir. Ayrıca
sellerin Kâbe’ye zarar vermemesi için tedbirler almıştır. Yine Mescid-i Nebî’yi
genişletmiş ve burada da birtakım düzenlemeler yaptırmıştır. Mescidin etrafını
genişletirken Abbas b. Abdulmuttalib’in evini istimlak etmiş ve parasını hazineden
ödemiştir. Yine bu dönemde Kûfe, Basra veya Fustat gibi birtakım şehirler
kurulmuştur. Yeni yerleşim merkezlerinde kurulan idarî binaların yanı sıra, inşa
edilen camiler, eğitim ve diğer kamu harcamaları gibi giderler devlet hazinesinden
karşılanmıştır. Bunlara ilaveten şehirlere içme suyu getirme veya sulama kanalları
yapma gibi bayındırlık harcamaları da yine hazineden ödenmiştir. Ayrıca hac
ibadetine ait bazı harcamalar da yine hazineden karşılanmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Özet
Hz. Ömer Dönemi
•Yaklaşık on yıl kadar hilafette kalan Hz. Ömer döneminde İslam
toplumu, dinî, idarî, siyasî, askerî ve ekonomik yönlerden birçok
ilerleme kaydetmiştir. Bu hızlı ilerleme beraberinde birtakım gelişme ve
değişmeleri getirmiştir. Bu nedenle onun döneminde devlet daha
kurumsal bir yapı kazanmıştır. Hz. Ömer hızlı gelişme ve değişmelerle
birlikte ortaya çıkan sorunlara, yeni açılımlar veya yeni çözüm önerileri
getirerek problemleri çözebilmiştir.
•Yönetim anlayışını Hz. Peygamber ve selefi Hz. EbuBekir’in icraatlarına
göre şekillendiren Hz. Ömer, yeri geldiği zaman kendisinden önceki
dönemin uygulamalarından farklı kararlar alabilmiştir. Örneğin selefinin
başlatmış olduğu fetihleri devam ettirip İslâm hakimiyetini geniş
coğrafyalara yayarken, bu icraatlarını kendi belirlediği komutan veya
idarecilerle sürdürmeyi tercih etmiştir. Onun döneminde Irak, İran,
Şam, el-Cezîre ve Mısır toprakların fethedilmiştir. İslam ordularının bir
kolu Libya çöllerine kadar ulaşırken bir kolu günümüzdeki Afganistan
topraklarına kadar ilerlemiştir. Yine Hicaz’dan çıkan ordular İran
serhatlarını aşıp bazı Türk illeri ve Kafkaslar’a kadar ulaşmıştır. Hz.
Ömer böylesine geniş coğrafyayı fethederken sergilemiş olduğu
yönetim anlayışıyla yeni yerlerdeki şehirlerin birer İslam beldesi
olmasını sağlamıştır.
•Onun döneminde Bizans İmparatorluğu Şam ve Mısır’da mağlup
edilerek bu topraklardan çıkarılmış ve buralar İslâm idaresinin
hakimiyetine girmiştir. Sasani İmparatorluğu ise çökertilmiş ve tarihten
silinmiştir.
•Hz. Ömer güçlü bir adlî, idarî, askerî ve malî yapı kurmuştur. Örneğin
ileride devlet yönetiminin önemli organlarından birisi hâline gelecek
olan divanlar onun döneminde kurulmuştur. Yine ilk kez onun
döneminde hicrî takvim oluşturulmuştur. Ay takvimine göre belirlenen
bu takvimin başlangıç yılı olarak Hz. Peygamber’in Mekke’den
Medine’ye hicret ettiği tarih esas alınmıştır.
•Maliyenin gelirleri hayli artmış ve Müslümanların refah seviyesi
yükselmiştir. İslam hakimiyeti geniş coğrafyalara yayılmıştır. Özellikle
adaletiyle şöhret bulan Hz. Ömer, adliye teşkilatını sağlam temeller
üzerine oturtmuştur. Medine dışındaki merkezlere ilk kez bağımsız
yargıçlar atayarak yargıyı valilerin denetiminden çıkarıp direkt halifeye
karşı sorumlu hâle getirmiştir. Vefat ettiği zaman sorunsuz bir devlet,
sağlam bir merkezi yapı, güçlü bir ordu ve gelirleri hayli yüksek olan
zengin bir maliye bırakmıştır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
Hz. Ömer Dönemi
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Ömer dönemindeki gelişmelerden birisi değildir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Şam topraklarının fethi
b) El-Cezîre’nin Fethi
c) Mısır’ın Fethi
d) Irak topraklarının fethi
e) Horasan’ın fethi
2. Hz. Ömer, Hz. Ebubekir tarafından aday gösterilmekle birlikte, onun hilafete
gelişinin seçim özelliği taşıması aşağıdakilerden hangisiyle açıklanabilir?
a) Hz. Ebubekir’in tercihinin yeterli gözükmesi
b) Halkın Hz. Ömer’i halife adayı görmek istemesi
c) Aday belirlemesinden sonra biatin gerçekleşmesi
d) Hz. Ebubekir’in sağlığında referandum yapılması
e) Şûra üyelerinin onu kabul etmesinin yeterli gözükmesi
3. Hz. Ömer, yönetimde Hz. Peygamber ve selefi Hz. Ebubekir’in yolundan
gitmekle birlikte, bazı kararlarda kendisinden önceki dönemden farklı
uygulamalarda bulunmuştur. Halifenin farklı uygulamaları tercih etmesi
aşağıdakilerden hangisiyle açıklanamaz?
a) Gelişmelerin yeni yorumlara gereksinimi zorunlu kılması
b) Karşılaşılan yeni sorunlara karşı yeni çözüm önerileri getirme ihtiyacı
c) Geçmişteki uygulamaların bazen yetersiz kalması
d) Muhalif odakları susturma düşüncesi
e) Karakter olarak Hz. Ömer’in yeniliklere açık bir yapıda olması
4. Aşağıdakilerden hangisi el-Cezîre cephesinin açılması ve bu bölgenin
fethedilmesinde etkili olan nedenlerden değildir?
a) Herkalios’un bu bölgeden karşı saldırı girişiminde bulunma hamlesi
b) Yermük savaşı sonrası dağılan Bizanslı birliklerin önemli bir bölümünün
buraya çekilmesi
c) Bölgedeki Arap kabilelerinin Bizans’a destek vermeleri
d) Bu bölgeden elde edilecek ganimetlerin fazlalığı
e) Şam’ın güvenliğini sağlamak için bölgeyi kontrol altına alma gerekliliği
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
27
Hz. Ömer Dönemi
5. Aşağıdakilerden hangisi Şam bölgesinde en son fethedilen şehirdir?
a) Hıms
b) Kaysâriyye
c) Kınnesrîn
d) Kudüs
e) Dımeşk
Cevap Anahtarı:
1. e 2.c 3.d 4.d 5.b
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
28
Hz. Ömer Dönemi
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
Apak, A. (2007) İslam Tarihi II (Hulefâ-i Râşidîn Dönemi), İstanbul: Ensar Neşriyat
Balcı, İ. (2003), “Diplomat ve Devlet Adamı Yönüyle Hz. Ömer” Ondokuz Mayıs
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 16, 185-204.
Balcı, İ. (2005) “Hz. Ömer’in Komutan Atama Stratejisi; Sa’d b Ebî Vakkâs ve Ebû
Ubeyde b. el-Cerrâh Örneği”, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,
20-21, 171-210.
Balcı, İ. (2006), Hz. Ömer Döneminde Diplomasi, Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
Belâzurî, (1987) Fütûhu’l-Büldân, (Çev., Mustafa Fayda), Ankara: Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları
Doğuştan Günümüze Günümüze Büyük İslam Tarihi, (1986) İstanbul: Çağ Yayınları
Ezdî, (1970) Fütûhu’ş-Şâm, (thk. A. Abdullah Âmir), Kahire.
Fayda, M. (2006) “Hz. Ömer Zamanında Gayr-ı Müslimler” İstanbul: Marmara
İlahiyat Vakfı Yay.,
Fayda, M. (2007) “ Ömer” DİA. (XXXIV), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
Sallabi, A. M. (2008) Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer; Hayatı, Şahsiyeti, Yaşadığı Çağ,
(Çev. Mehmet Akbaş), İstanbul: Ravza Yayınları.
Sarıçam, İ. (2010) Hz. Ömer, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları
Şibli, N. (1975) Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, (Çev. Talip Yaşar Alp)
İstanbul: Hikmet-Dava-Çağ Yayınları.
Taberî, (Tarihsiz) Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk, Beyrut.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
29
HZ. OSMAN DÖNEMİ
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
12
Hz. Osman Dönemi
GİRİŞ
Hz. Osman, Hulefâ-yi Raşidîn’in üçüncüsüdür. Bu dönemde yaşanan olaylar
ve özellikle Hz. Osman’ın siyaset anlayışı, kabilesi olan Ümeyyeoğullarına her
açıdan öncelik vermesi ve bir takım uygulamaları sonucu öldürülmesi, İslam
tarihinin önemli olaylarındandır. Bu olaylar sadece kendi dönemiyle sınırlı
kalmamış, sonraki dönemlerde meydana gelen olaylara da etki etmiştir. Hz. Osman
dönemi bilinmeden ve iyi analiz edilmeden Hz. Ali dönemi olayları sağlıklı bir
şekilde anlaşılamaz. Keza, sosyal değişimin tarihi ve mezheplerin ortaya çıkışı da
doğru bir şekilde okunamaz. Dolayısıyla Hz. Osman’ın hayatı ve şahsiyeti bilinmeli
ki uyguladığı siyaseti doğru anlaşılsın. Hz. Osman döneminde meydana gelen sosyal
değişim ve bunun sebepleri iyi tahlil edilmeli ki, sonraki dönemlerde meydana
gelen olaylara daha objektif bir şekilde yaklaşılabilsin. İşte bütün bu gerçeklerin
ortaya çıkması için bu ünitede Hz. Osman’ın hayatı, kişiliği, döneminde meydana
gelen siyasî, sosyal ve askerî olaylar özetle anlatılacaktır.
Mekke Döneminde Hz. Osman
Hulefâ-yi Râşidîn’in üçüncüsü olan Hz. Osman, 576 yılında Mekke’de doğdu.
Kureyş kabilesinin Benî Ümeyye koluna mensuptur. Babası Affan b. Ebü’l-Âs’dır.
Affan, Mekke’nin ileri gelen ve sayılı tüccarlarından biriydi. Annesi ise, Ervâ bt.
Kureyz’dir.
Hz. Osman, çocukluğunu Mekke’de geçirdi. Araplarda yaygın bir adet vardı.
Çocuklar daha küçük yaştan itibaren işe atılırlardı. Hz. Osman da tüccar olan
babasıyla birlikte ticaret seyahatlerine katıldı. Babasının ölümünden sonra ticaret
işlerini kendisi yürüttü.
Hz. Osman, Hz. Ebubekir vasıtasıyla Müslüman oldu. Emevî ailesi içerisinde
ilk Müslüman olan kimsedir. Müslüman olduktan sonra da ticaret hayatını
sürdürdü. Hz. Osman’ın çocuk yaştan itibaren ticaret ile uğraşması, onu daha çok
ticari haya hazırlamıştır. Bir başka ifadeyle Hz. Osman, idareden çok ticaretle
uğraşmıştır. Bu da sonraki dönemde idari tecrübeden yoksun olmayı beraberinde
getirmiştir.
Hz. Osman, Müslüman olduktan sonra amcası Hakem b. Ebü’l-Âs’ın tepkisi
ile karşılaştı. Amcası onu iple bağlayarak hapse attırdı. Aslında Hakem’in böyle
yapmasının sebebi, onu İslam dininden tekrar kendi dinlerine yani şirke
döndürmekti. Ne var ki Hz. Osman, bütün bu yıldırmalara rağmen İslam dininde
kalmayı sürdürdü. Sonra da amcası onu serbest bıraktı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hz. Osman Dönemi
Müslüman olmadan önce Mâhiye adında bir kadınla evlendi. Müslüman
olduktan sonra Hz. Peygamber’in kızı Rukiye ile evlendi. Hz. Osman, Mekke’de
Müslümanlara karşı yapılan baskı ve şiddetin iyice artması üzerine eşi ile birlikte
Habeşistan’a hicret etti. Mekke’ye tekrar dönen Hz. Osman, ardından Medine’ye
hicret etti. Medine’de daha sonra Hz. Peygamber’in şairi olacak olan Hassan b.
Sabit’in evinde kaldı. Muhacirlerin Ensar ile kardeş yapılmasında Hz. Osman, Evs b.
Sabit ile kardeşleştirildi.
Hz. Osman’ın eşi Rukiye, Bedir Gazvesi öncesinde hastalandı. Eşinin hastalığı
nedeniyle Bedir Gazvesine katılamadı. Bizzat Hz. Peygamber ona eşinin yanında
kalmasını söyledi. Bedir Gazvesi esnasında Rukiye vefat etti. Hz. Peygamber,
Bedir’e katılamayan Hz. Osman’a Bedir ganimetlerinden hisse ayırdı.
Hz. Peygamber, Hz. Osman’ı Rukiye’nin vefatından sonra diğer kızı Ümmü
Gülsüm ile evlendirdi. Hz. Osman, Hz. Peygamber’in iki kızıyla yapmış olduğu
evliliğinden dolayı “Zün-nûreyn” (iki nur sahibi) lakabını aldı. Hz. Osman, Ümmü
Gülsüm’ün vefatından sonra pek çok evlilik yaptı. Fâhite bt. Gazvân, Ümmü Amr bt.
Cündüb, Fâtıma bt. Velîd b. Muğire ve Nâile bt. Ferâfisa ile evlendi. Hz. Osman’ın
evinin kuşatılması sırasında hanımı Nâile’nin yanındaydı.
Hz. Osman’ın künyesi, “Ebû Amr” idi. İlk hanımı Mâhiye’den dünyaya gelen
Amr adındaki çocuğuna izafeten bu künye verilmiştir.
Hz. Osman, orta boylu, güzel yüzlü, geniş omuzlu, buğday tenli, gür saçlı ve
sık sakallı idi. tabiat olarak ince ruhlu ve yumuşak bir kişiliğe sahipti. Hayâ sahibi
biriydi. Bu yüzden Hz. Peygamber ona özel saygı göstermiştir. Hz. Osman, zengin ve
aynı zamanda cömertti. Kureyş içerisinde sevilen biriydi. Yakınlarına karşı oldukça
düşkündü. Sılay-i rahime önem verirdi. Okuma-yazma oranının çok düşük olduğu
Mekke toplumunda o okur-yazardı. Hz. Peygamber’in vahiy kâtiplerindendi. Hz.
Peygamber’den 146 hadis rivayet etmiştir. Hz. Ali gibi savaşçılığı ile ön plana
çıkmamıştır. Halifeliği öncesinde siyasi bir tecrübesi yoktu. Hz. Osman, kıraat
farklılıklarının neden olduğu tartışmaları önlemek amacıyla Hz. Ebubekir
döneminde bir araya getirilen Kur’an-ı Kerim’i beş veya yedi nüsha olarak
çoğalttırdı.
Medine Döneminde Hz. Osman
Bedir’e katılamayan Hz. Osman, Uhud Gazvesi’ne katıldı. Hz. Osman’ın
Ümmü Gülsüm ile evliliği çok fazla sürmedi. Ümmü Gülsüm, hicretin 9. yılında vefat
etti. Hz. Peygamber, damadı Hz. Osman’dan memnun kalmış olacak ki kızı Ümmü
Gülsüm’ün vefatından sonra “Eğer üçüncü kızım olsaydı onu da Osman ile
evlendirirdim” demiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hz. Osman Dönemi
Hz. Osman, Zâtürrika’ ve Zûemer gazvelerinde Hz. Peygamber’in yerine
Medine’de vekil olarak kaldı. Hz. Osman, bazı savaşlara katıldı, ancak mizacı gereği
bir Hz. Ali gibi kahramanlıklar sergileyemedi. Daha önce de belirtildiği üzere Hz.
Osman ne idarecilik ne de savaşçı vasfına sahipti. O, idarecilik yetişme tarzı ve
mizacı gereği ticarete yatkındı.
Hz. Osman, Hudeybiye anlaşması esnasında Hz. Peygamber tarafından
Mekkelilere elçi olarak gönderildi. Ondan önce elçi olarak Hz. Ömer
görevlendirilmişti. Ancak Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e Mekke’de kendisini himaye
edecek kimsesi olmadığını ifade etti, ardından da Resulullah’a Mekke’de çok sayıda
akrabası bulunan ve dolayısıyla can güvenliği problemi yaşamayacak olan Hz.
Osman’ın elçi olarak gönderilmesinin daha isabetli olacağını belirtti. Hz. Peygamber
de Hz. Ömer’in elçiliği kabul etmemesi üzerine Hz. Osman’ı Mekke’ye elçi olarak
gönderdi. Hz. Osman’ın elçi olarak gönderilmesi önemlidir. Neden Hz. Osman
gönderildi? Çünkü o dönemde şehrin en önemli ve en nüfuzlu kabilesi Hz.
Osman’ın kabilesi olan Ümeyyeoğulları idi. Ayrıca bu kabilenin lideri durumunda
olan Ebû Süfyan da Ümeyyeoğullarından idi. Hz. Osman, Mekke’ye kabilesinden
Ebân b. Sa’id b. el-Âs’ın himayesine almasıyla birlikte girebildi. O, Kureyşin ileri
gelenleriyle görüştü. Kureyşliler, Hz. Osman’a Müslümanlara Ka’be’yi ziyaret için
asla izin vermeyeceklerini, ancak isterse kendisinin Ka’be’yi ziyaret edebileceğini
söylediler. Hz. Osman, bu teklifi kabul etmedi. Bunun üzerine onu göz hapsine
aldılar. Bu olay, Hz. Peygamber’e Hz. Osman’ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Bu
nedenle Hz. Peygamber, müşriklerle savaşmadan oradan ayrılmayacağına dair
beraber yola çıkanlardan biat aldı. İslam tarihinde bu biate “Beyatür’rıdvân”
denilmektedir. Bu biatte Hz. Peygamber, sağ elini Hz. Osman’ın eli kabul ederek sol
eliyle onun yerine biat aldı. Hz. Osman, sağ salim bir şekilde Hz. Peygamber ve
beraberindekilerin yanına ulaştı. Hz. Osman, Bedir Gazvesi hariç önemli savaşların
tamamına katıldı. Tebük Savaşı hazırlıklarına maddî açıdan büyük miktarda destek
verdi.
Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer Dönemlerinde Hz. Osman
Hz. Osman, Hz. Ebubekir’in halife seçilmesiyle ona biat etti. Hz. Ali ve Zeyd
b.Sabit ile beraber Hz. Ebubekir’in kâtipleri arasında yer aldı. Zeyd b. Sabit
başkanlığındaki Kur’an-ı Kerim’in toplanması heyetinde görev aldı. Hz. Ebubekir
döneminde halifenin 12/633. yılında hacca gitmesi üzerine Medine’de vekil olarak
kaldı. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer’i yerine halife tayin ettiği ahitnameyi Hz. Osman’a
yazdırdı. Hz. Osman, Hz. Ebubekir ve Hz. Osman dönemlerinde halifelerin istişare
ettiği kimseler arasında yer aldı. Hz. Osman’ı gerek Hz. Ebubekir gerek Hz. Ömer
dönemlerinde savaşlara katılan ve kahramanlık gösteren birisi olarak
görememekteyiz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hz. Osman Dönemi
Hz. Osman’ın Halife Seçilmesi
Hz. Ömer’in, Muğire b. Şu’be’nin kölesi Ebû Lü’lüe tarafından hançerlenerek
yaralanması sonucu şehit oldu. Müslümanlar Hz. Ömer’den vefat etmeden önce –
tıpkı Hz. Ömer’in yaptığı gibi- yerine birini halife tayin etmesini istediler. Hz. Ömer,
eğer yaşıyor olsalardı Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ve Ebû Huzeyfe’nin kölesi Sâlim’i
halife tayin etmekten hiç çekinmeyeceğini belirtti. Burada Hz. Ömer, Hz. Osman,
Hz. Ali gibi halen hayatta olup Müslümanların ileri gelenlerinden olanların
isimlerini zikretmemiştir. Bu da gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir
husustur. Müslümanlar bu sefer de Hz. Ömer’den oğlu Abdullah’ı halefi olarak
tayin etmesini istediler. Ancak Hz. Ömer buna şiddetle karşı çıktı. Çünkü o,
yönetimin hanedana dönüşmesini asla istemiyordu. Kaldı ki kendi döneminde
kabilesinden hiçbir kimseye idarede görev vermemesi de bunu açıkça
göstermektedir. Müslümanları kendilerini idarecisiz bırakmaması yönündeki
talepleri göz önünde bulunduran Hz. Ömer, seçim işini bir kişinin belirlemesi yerine
şûraya bırakma yönünde karar aldı. Halifeyi seçecek şûrayı oluşturdu. Hz. Osman
da halifenin oluşturduğu altı kişilik şûra arasında yer aldı. Diğer şûra üyeleri ise, Hz.
Ali, Saʻd b. Ebî Vakkâs, Zübeyir b. el-Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve Abdurrahman
b. Avf idi. Hz. Ömer, aslında bu üyeler arasından halifeliğe en yakın olarak Hz. Ali ve
Hz. Osman’ı görüyordu. Bunun sebebi de, bu Müslümanların mensubu
bulundukları kabileleridir. Hâşimoğulları ve Ümeyyeoğullarının üstün konumda
olmalarından ve yine bu iki sahâbînin İslam’a yaptıkları hizmet ve Allah Resulüne
olan yakınlıkları bunları halifelikte ön plana çıkarıyordu. Bunun için Hz. Ömer, Hz.
Osman ve Hz. Ali’yi yanına çağırdı ve onları eğer halife seçilmeleri halinde
kabilelerini, yakınlarını Müslümanların başına musallat etmemeleri konusunda
uyardı. Özellikle de bu konuda Hz. Osman üzerinde daha fazla durdu. Bunun sebebi
muhtemelen Hz. Osman’ın yumuşak huylu olmasından dolayı halife olması halinde
yakınları üzerinde hâkimiyet kuramayacağı konusundaki kanaatleridir.
Halifeliğe adaylıktan çekilen ve seçim işlerini üstlenen Abdurrahman b. Avf,
seçim sürecini başlattı. Hz. Osman ve Hz. Ali hakkında kamuoyu yoklaması yaptı.
İleri gelenlerle müzakere etti. Bu arada Hâşimoğulları Hz. Ali’ye, Ümeyyeoğulları da
Hz. Osman’a halife olmaları konusunda baskı yaptılar, seçim çalışmalarında destek
oldular. Aslında bunun arkasında cahiliye döneminden itibaren süregelen asabiyet
mücadelesi yatmaktadır. Sonuçta Abdurrahman, Hz. Osman’a biat etti.
Abdurrahman, Hz. Ali’den de Hz. Osman’a biat etmesini istedi. Hz. Ali de biat etti.
Hz. Ömer’in belirlediği şûra, sonuçta yaşlı olan Hz. Osman’ı devletin başına getirdi.
Şûra üyelerine baktığımızda tamamının Mekkeli Muhacirlerden olduğunu,
Ensardan hiçbir kimsenin yer almadığını görmekteyiz. Bu açıdan şûranın sağlıklı
olmadığı belirtilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hz. Osman Dönemi
Sonuçta Hz. Osman, üçüncü halife olarak göreve başladı. Böylelikle Hz.
Osman’ın halife olmasıyla birlikte uzun yıllar insanları idare etmekten mahrum
kalan Ümeyyeoğulları yeniden eski konumlarına kavuşmuş oldular. Hz. Osman’ın
halifeliğinin ilk altı yılı Hz. Ömer döneminin bir devamı olarak sükûnetle ve
fetihlerle geçti. Ancak ikinci altı yıllık dönemi iç karışıklıklar ve huzursuzluklarla
geçti. 35/656 yılında Hz. Osman’ın isyancılar tarafından öldürülmesiyle noktalandı.
Hz. Osman’ın Halife Olduğunda Karşılaştığı İlk Mesele:
Ubeydullah b. Ömer Meselesi
Hz. Osman’ın halife olduğunda yetmiş yaşının üstünde olduğu ifade
edilmektedir. Hz. Osman’ın halife olarak karşılaştığı ilk problem, Ubeydullah b.
Ömer meselesi idi. Hz. Ömer’in yaralanmasından sonra Hz. Ömer’in oğlu
Ubeydullah, intikam hırsıyla babasının katili Ebû Lü’lü’e’nin kızını, Hürmüzan’ı ve
Cüfeyne’yi öldürdü. Bunun üzerine Ubeydullah hapse atıldı. Sahabe arasında
Ubeydullah’a verilecek ceza tartışılmaya başlandı. İslam hukukuna göre kısas
gerekiyordu. Zaten yapılan istişarenin sonucu da bu yöndeydi. Fakat Hz. Osman
kısas uygulamaktan vazgeçti, Ubeydullah’ı affetti ve diyetini de kendi parasından
ödedi. Hz. Osman’ın bu yaklaşımına en sert tepkiyi Hz. Ali verdi.
Aslında Ubeydullah b. Ömer meselesi, tamamen hukukî bir meseleydi. Ancak
Hz. Osman bunu siyasî bir olay olarak değerlendirdi. Hz. Osman’ın bu ilk olayı ve
olaya yaklaşımı, onun idaresi hakkında bir ipucu vermektedir. Bu da, Hz. Osman’ın,
Hz. Ömer gibi âdil bir yönetim sergileyemeyeceğini göstermektedir.
Hz. Osman, halife olur olmaz hemen valilerine bir mektup yolladı.
Mektubunda Hz. Osman, valilerin sadece zekât toplayan kimseler olmadıklarını,
öncelikle idareci olduklarını vurguladı, adaletten bahsetti, zımmîlerin haklarına
riayet etmelerinin gereğini belirtti. Hz. Osman, sınırlarda görevli komutanlara da
birer mektup gönderdi. Mektubunda Hz. Ömer’in kendilerine uyguladığı siyasetin
aynen devam edeceğini bilmelerini ifade etti. Ardından bu düzeni değiştirmeye
kalkmamalarını, kendisinin de emanete riayet edeceğini yazdı.
Önceki halifelerden Hz. Osman’a kadar gelen uygulamalardan biri de,
iktidara geçen halifelerin birer konuşma yapmalarıdır. Halifeler, halife
seçildiklerinde yaptıkları bu ilk konuşmalarında aslında uygulayacakları siyaseti
vurgulamaktadırlar. Bu yüzden ilk konuşmalar önemlidir. Bu gün de durum aynıdır.
Hz. Osman yaptığı ilk konuşmasında dünya hayatının gelip geçici olduğunu,
önceden lüks hayat yaşayanların şu anda hayatta olmadıklarını ve bunlardan ders
alınması gerektiğini vurguladı.
Hz. Osman’ın idarecilerine yazıp gönderdiği bu mektuplarına ve halife
olduğunda yapmış olduğu ilk konuşmasına baktığımızda gerçekten de halife olduğu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hz. Osman Dönemi
yıllarda Hz. Ömer’in siyasetini devam ettirmek arzusu içerisinde olduğunu
söyleyebiliriz. Ancak ne var ki ilerleyen yıllarda Hz. Osman, özellikle idareciliğe
getirdiği yakınları üzerinde hâkimiyet kuramadı.
Hz. Osman döneminde yapılan icraatlardan biri de hiç şüphesiz Kur’an-ı
Kerim’in çoğaltılıp birer nüshasının değişik bölgelere gönderilmesidir. Hz. Osman,
kıraat farklılıklarının neden olduğu tartışmaları önlemek amacıyla Hz. Ebubekir
döneminde bir araya getirilen Kur’an-ı Kerim’i beş veya yedi nüsha olarak
çoğalttırdı. Bunları Mekke, Basra, Kûfe, Şam, Yemen ve Bahreyn’e birer nüsha
halinde gönderdi. Bir nüshayı da başkent Medine’de bıraktı.
Hz. Osman Dönemi Fetihleri
Kaynaklar Hz. Osman dönemi fetih hareketlerinin, sükûnet dönemi olarak da
belirtilen ilk altı yıllık dönemde gerçekleştiğini belirtmektedir. Hz. Osman dönemi
fetihler açısından Hz. Ömer döneminin bir devamı niteliğindedir. Hz. Ömer
döneminde başlamış olan İran bölgesinin fethi bu dönemde tamamlandı. Hemedân
ve Kirmân’ın fethiyle birlikte İran’ın fethi büyük ölçüde tamamlandı. Belûcistân’ın
ele geçirilmesiyle birlikte Sâsânîlerin son hükümdarı II. Yezdücerd Merv şehrine
kaçtı. Sonunda onun 31/651 yılında öldürülmesiyle birlikte Sâsânî İmparatorluğu
tamamen yıkılmış oldu ve bütün İran bölgesi İslam hâkimiyeti altına girdi.
Horasan bölgesine akınlar, Hz. Osman döneminde başladı. Horasan
bölgesinin çoğu, yine bu dönemde fethedildi. Ahnef b. Kays, Horasan üzerine
yürüdü ve Toharistan’a kadar uzanan bütün toprakları ele geçirdi. Bugünkü
Ermenistan, Gürcistan, Dağıstan ve Azerbaycan Hz. Osman döneminde fethedildi.
Saîd b. el-Âs’ın Kûfe valiliği döneminde Taberistan’ın fethi gerçekleştirildi. Bu
bölgeye gönderilen büyük ordunun içerisinde Hz. Ali’nin iki oğlu Hz. Hasan, Hz.
Hüseyin ile birlikte Abbas, Amr b. el-Âs, Zübeyir b. el-Avvâm ve Huzeyfe b. Yemân
gibi ileri gelen sahabi ve sahabi çocukları da bulunuyordu. Yine Hz. Osman
döneminde Abdurrahman b. Rebîa el-Bâhilî komutasında Hazar hakanı üzerine bir
ordu gönderildi. İslam ordusu, Hazar Türkleriyle karşılaştı ve bu savaşta yenilgiye
uğradı. Basra Valisi Abdullah b. Amir, büyük bir orduyla Horasan üzerine yürüdü.
Diğer taraftan da Ahnef b. Kays komutasında bir birlik de Toharistan üzerine
hareket etti. Ahnef, bu bölgede pek çok yeri fethetti.
Şam Valisi Muaviye de Hz. Osman döneminde Bizans ile mücadeleyi
sürdürdü. Hz. Osman, Habib b. Mesleme komutasında bir orduyu da Ermeniye
üzerine gönderdi. Erzurum’a kadar ilerleyen Habib b. Mesleme, burada bölge halkı
ile barış imzaladı. Ardından Tiflis’e kadar ilerledi.
Hz. Osman döneminde Kuzey Afrika fetihleri, Hz. Ömer döneminde kaldığı
yerden devam etti. Hz. Ömer döneminde fethedilen İskenderiye 24/645 yılında
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hz. Osman Dönemi
Mısır Valisi Amr b. el-Âs’ın Medine’de bulunması sebebiyle tekrar Bizans’ın eline
geçti. Amr b. el-Âs yaptığı seferle İskenderiye’yi Bizanslılardan geri aldı. Mısır fatihi
Amr b. el-Âs, Hz. Osman tarafından Mısır valiliğinden alındı. Onun yerine Abdullah
b. Saʻd b. Ebî Serh atandı. Abdullah b. Saʻd, Kuzey Afrika bölgesini fethetti.
Ardından bugünkü Sudan topraklarına kadar ilerledi. Kartaca bölgesini fethetti.
Mısır halkı bu kadar başarılı fetihlerde bulunmasına rağmen Abdullah b. Saʻd’ın
valiliğine rıza göstermediler. Bunun sebebi muhtemelen Abdullah b. Saʻd’ın
Müslüman olduktan sonra irtidat etmesi, sonra tekrar İslamiyet’i kabul etmesidir.
Bilindiği üzere o, Mekke’nin fethinde Resulullah’ın “görüldükleri yerde
öldürülenler” arasında saydığı kimselerdendi. Hz. Osman’ın araya girmesiyle Hz.
Peygamber onu affetmişti.
Hz. Osman dönemi fetih hareketlerinin önemli özelliklerinden biri de hiç
şüphesiz deniz seferlerinin yapılmış olmasıdır. Bu deniz seferlerinde Suriye ve Mısır
bölgelerindeki Bizans’tan kalma tersanelerden istifade edilmiş ve buralardan deniz
seferleri yapılmıştır. Bilindiği üzere Hz. Ömer, Suriye Valisi Muaviye b. Ebî Süfyan’a
deniz seferleri için izin vermemişti. Muaviye, Hz. Ömer’den alamadığı izni, Hz.
Osman’dan kolayca aldı. Muaviye, 28/648 yılında Anadolu, Suriye ve Mısır için
gerek ticarî gerekse stratejik bakımdan büyük bir önem taşıyan Kıbrıs’a sefer
düzenledi. Kıbrıs, barış yoluyla fethedildi ve vergiye bağlandı. Kıbrıs’tan başka
Rodos ve Sicilya üzerine fetihler düzenlendi. Kıbrıs’ın vergiyi ödememesi üzerine
buraya ikinci sefer düzenlendi.
Bu dönemde Bizans’a karşı en büyük deniz seferi gerçekleştirildi. İskenderiye
veya bir başka rivayete göre Finike açıklarında Bizans donanmasına karşı “Zâtü’ssavârî” Savaşı yapıldı ve zafer elde edildi. Bizans donanmasının üstün olmasına
rağmen Müslümanlar, düşman gemileriyle kendi gemilerini birbirlerine bağlayarak
saldırıya geçtiler. Böylelikle alışkın olmadıkları deniz savaşını adeta kara savaşı
haline dönüştürdüler ve büyük bir zafer kazandılar.
Hz. Osman’ın Siyaset Anlayışı
Hz. Osman, hayâ sahibi ve yumuşak huylu biriydi. Hayâ, sahibinin
hoşlanılmayan birçok şeye göz yummasına sebep olur. Yumuşak huyluluğa gelince,
o da kişiyi Müslümanlar arasında fitne çıkarmasından korkarak ve bu fitne kapısının
kendi eliyle açılmamasını arzu ederek fedakârlığı kendi nefsinde yapmaya zorlar.
Hz. Osman, hayâsı ve yumuşak huyluluğu sebebiyle, şahsına eziyet yapan ve
hakkında çirkin şeyler söyleyenler için bile kötü bir söz söylemekten kaçınmıştır.
Hz. Osman’ın yumuşak huyluluğu, onu kendisine karşı ayaklanan isyancıların
cezalandırılması için herhangi bir tedbir almaktan alıkoymuştur. Bu da fitnecilerin
fazla zorlanmaksızın organize olmalarına imkân sağlamıştır. Örneğin Hz. Osman,
hac mevsiminde valileri Medine’de topladığında valiler ona halkı ayaklandırmak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hz. Osman Dönemi
isteyen fitnecilere karşı şiddet kullanılmasını teklif etmişlerdi. Hâlbuki Hz. Osman,
valilerinin sözlerine aldırmamış, aksine fitnenin kapısını açmamak için şiddet yerine
yumuşaklığı seçmiştir. Hz. Osman’ın bu yumuşak huylu olması, takip edeceği devlet
yönetimi anlayışına da yansımıştır. İsyancılara karşı sert önlemler almak yerine
yumuşak davranmıştır. Valilerine karşı da Hz. Osman yumuşak huyluluğunu
yansıtmış, yerine göre sert olunması gerektiği halde olamamıştır. Keza yakınlarına
karşı da yumuşak huylu oluşunu göstermiştir. Kısacası Hz. Osman’ın siyasetinin
temelini, yumuşak huylu oluşu etkilemiştir.
Hz. Osman’ın siyasetinde kabilecilik de önemli rol oynamıştır. O, özellikle
daha faydalı olacağı ve güvenilir bulduğu için kabilesi Ümeyyeoğullarından
atamalar yapmış, diğer kabileleri göz ardı etmiştir. Hz. Osman’ın idaresinde Hz.
Ömer’in göz önünde bulundurduğu kabileler arası denge politikası uygulanmadı,
tam aksine yönetimde Emevî hanedanı unsuruna ağırlık verildi. Bu da İslam öncesi
dönemde var olan Emevî-Hâşimî mücadelesinin yeniden gün yüzüne çıkmasına
neden oldu. Ancak Hz. Osman’a göre ise Emevî unsurunun ön plana çıkması, devlet
yönetiminde kendine bağlılığı ve huzuru sağlamak için gerekliydi.
Hz. Osman, ne İslam öncesi dönemde ne de hilafeti öncesi dönemde idari bir
tecrübesi yoktu. Yumuşak huylu olmasından da kabilesi Beni Ümeyye istifade
etmiştir. Amcasının oğlu olan Mervan b. el-Hakem, idarede söz sahibiydi. Devleti
Hz. Osman’dan ziyade Mervan yönetiyordu. Emevîlerin yönetimde bu kadar etkili
olmaları, başta Hâşimîler olmak üzere diğer Müslümanların da Hz. Osman’dan
uzaklaşmaları sonucunu doğurmuştur. Hatta öyle noktaya gelinmiştir ki
Müslümanların bir kısmı Hz. Osman’ın görevi bırakmasını ve yerine bir başkasının
getirilmesini dahi dillendirmişlerdir.
Hz. Osman’ın siyaseti konusunda belirtebileceğimiz bir başka husus da
monoton bir siyaset izlemiş olmasıdır. Hz. Ömer ile birlikte devlet olma özelliğini
kısmen de yakalamış olan Müslümanlar monoton bir siyasetin yerine her an
değişken ve hareketli bir yönetime alışmışlardı. Gerçekten de Hz. Osman dönemine
baktığımızda kurumsallaşma alanında herhangi bir siyaset geliştiremediğini
görmekteyiz.
Hz. Osman’ın Eleştirildiği Hususlar
Hz. Osman, pek çok konularda tenkite uğramıştır. Bunları aşağıdaki başlıklar
altında inceleyebiliriz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hz. Osman Dönemi
Hz. Osman’ın İleri Gelen Müslümanların Yeni Fethedilen Yerlere
Yerleşmelerine Müsaade Etmesi
Hz. Ömer, Kureyş eşrafının Medine’den uzaklaşmasına izin vermemişti. Hz.
Osman ise, onların Kûfe ve Basra gibi taşraya yerleşmelerine ses çıkarmadı. Hz.
Ömer, Kureyşli Müslümanların ileri gelenlerine ancak izin almaları şartıyla ve geçici
bir süre çeşitli bölgelere gitmelerine izin veriyordu. Neden Hz. Ömer böyle bir
uygulamada bulunuyordu? Söz konusu Müslümanların Medine dışına gitmelerine
hatta yerleşmelerine dini bir engel yoktu. Ancak Hz. Ömer böyle bir neslin malmülk yani dünyalık şeylerin hevesine kapılarak bozulacağından, ileri gelenlerin
birbirleriyle anlaşmazlığa düşmelerinden ve anlaşmazlıkların çözülememesi
sonucunda İslam toplumunun dağılmasından endişe duyuyordu. Fakat Hz. Osman,
Hz. Ömer gibi yapmadı. O, Kureyş eşrafının çeşitli şehirlere gidip yerleşmelerine ve
orada mal-mülk edinmelerine müsaade etti. Bu, Hz. Osman’ı onlara sevimli
gösteren işlerden biriydi. Ancak Hz. Ömer’in sakındığı tehlike, Hz. Osman’ın başına
geldi. Hâlbuki toplumun önde gelenleri, birbirlerine karşı samimi olup, genel
menfaatlerin yerine getirilmesi hususunda kendi aralarında yardımlaştıkları sürece,
kötü düşüncelilerin, fitne ve ayaklanmalar için bahane bulması ihtimali de o
derecede azalıyordu. Toplumu, fitneye düşmekten koruyacak olan ancak toplum
içerisinde sözü dinlenen, düşüncesine saygı gösterilen akıllı kimselerin varlığıdır.
Çünkü ancak aklı başında insanlar, toplumuna iyilik ve başarının ne ile
sağlanacağını gösterebilirler. Gönül ve dava birlikteliği dağılıp, sevginin yerini
nefret ve yardımlaşmanın yerini de haset alınca, fitne için fırsat kollayan ve
karışıklığı sevenler için fırsat verilmiş ve meydan boşalmış oluyordu. İşte Hz. Osman
döneminde hilafet merkezinde yani Müslümanların ileri gelenleri ile halifelik
görevini üstlenecek adayların bulunduğu Medine’de durum bundan ibaretti.
Hz. Osman’ın Valiliklere Akrabalarını Tayin Etmesi
Hz. Osman, önceliği Kureyş kabilesine verdi. Böylelikle Medineli
Müslümanları üzdü. Ensarın Hz. Osman’ın muhasarası esnasında Hz. Osman’ın
yanında yer almamasında bunun da etkili olduğunu söyleyebiliriz. Zaten Ensar, Hz.
Ebubekir ve Hz. Ömer dönemlerinde de ciddi anlamda idarede yer alamamıştı. Hz.
Osman Kureyş içerisinde de idarede önceliği kabilesi Ümeyyeoğullarına verdi.
Hemen hemen valilerinin tamamı kendi kabilesindendi. Bu da tarihten gelen
Emevî-Hâşimî çekişmesini yeniden canlandırdı. Ayrıca başta Hâşimîler olmak üzere
Kureyş’in diğer kabilelerinin Hz. Osman’dan hoşnutsuz olmalarına vesile oldu. Hz.
Osman’ın kabilesinden atadığı valileri şu şekilde sayabiliriz: Hz. Osman, Amr b. elÂs’ın yerine Mısır valiliğine sütkardeşi Abdullah b. Saʻd b. Ebî Serh’i, Saʻd b. Ebû
Vakkâs’ın yerine Kûfe valiliğine ana bir kardeşi Velîd b. Ukbe’yi, sonra onun yerine
yine kabilesinden Saîd b. Âs’ı, Basra’ya dayısının oğlu Abdullah b. Âmir’i, kâtiplik
görevine Mervan b. el-Hakem’i getirdi. Muaviye zaten Suriye valisiydi ve bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hz. Osman Dönemi
görevini devam ettirdi. Hz. Osman’ın uyguladığı bu idareci atama siyaseti, ne Hz.
Peygamber’in ne de Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in siyasetine uygundu. Çünkü Hz.
Peygamber Hz. Ali hariç, kabilesi Hâşimoğullarından hiç kimseyi idareye
getirmemiştir. İlk iki halife kendi kabilelerinden yine hiçbir kimseye idarecilik görevi
vermemiştir.
Hz. Osman’ın Akrabalarına Devlet Hazinesinden Bolca Bağışta
Bulunması
Hz. Osman’ın yakın akrabalarına bolca ihsanda bulunması da onun
eleştirildiği hususlardan biridir. Hz. Osman, akrabalarını bolca ihsana boğarken
diğer taraftan da bazı sahabilerin maaşlarını kesmiş veya azaltmıştır. Örneğin
Ifrikiyye’de elde edilen ganimetin humusunu yani beşte birini Abdullah b. Saʻd b.
Ebî Serh’e vermişti. Fedek arazisini de Mervan b. el-Hakem’e tahsis etmişti. Bu ve
buna benzer bağışlar, Hz. Osman’ın öncelikle diğer kabileler karşısında Kureyş
ayrımcılığına, sonra da kabilesi Ümeyyeoğullarının imtiyazlı hale gelmesine neden
olmuştur. Bu da Hz. Osman’ın eleştirilmesine ve ona karşı tavır sergilenmesine
sebep teşkil etmiştir. Hz. Osman, akrabasına devlet hazinesinden bolca bağışta
bulunmasını, sılay-ı rahim yani akrabayı koruma ve gözetme ile yorumluyordu. Bu
da ne Hz. Peygamber’in ne de ilk iki halifenin uygulamasıydı.
Kendisine Muhalif Bazı Sahabeye Karşı Tutumu
Hz. Osman’ın eleştirildiği hususlardan biri de bazı ileri gelen Müslümanlara
karşı sergilediği tutumudur. Hz. Osman, Ebû Zer’i sürgüne göndermiş, Abdullah b.
Mes’ud ve Ammâr gibilerine karşı sert davranmıştır. Hz. Osman’ı değişik
sebeplerden dolayı bazı Müslümanlar tenkit etmişlerdir. Bunların başında Ebû Zer
el-Ğıfari, Abdullah b. Mes’ud ve Ammâr b. Yasir gelmektedir. Ebû Zer’in Hz. Osman
ve yönetimini eleştiri noktasını, Suriye Valisi Muaviye’nin bir takım harcamaları ve
iktidarın Müslümanlara ait malların ihtiyaç fazlasını Allah yolunda sarf etmemeleri
ve mal biriktirip yığmaları oluşturuyordu. Bütün bunları Ebû Zer şiddetle kınadı ve
eleştirdi. Ebû Zer’in bu girişimi, özellikle fakir ve yoksul halk tarafından destek
gördü. Ayrıca Hz. Osman’ın yönetimine ve özellikle de Muaviye’ye muhalif olanlar
Ebû Zer’in bu aktif muhalefetini desteklediler. Durumdan rahatsız olan Muaviye,
Ebû Zer’i Hz. Osman’a bildirdi. Hz. Osman, Muaviye’yi destekledi ve Ebû Zer’e karşı
sert davrandı. Bunun üzerine Ebû Zer, Rebeze’ye gitmek ve orada yaşamak için Hz.
Osman’dan izin istedi. Hz. Osman da izin verdi. Bazı kaynaklar ise, Ebû Zer’in kendi
isteğiyle değil de Hz. Osman’ın iradesiyle Rebeze’ye sürgüne gönderildiğini
belirtmektedir.
Abdullah b. Mes’ud da Hz. Osman’a hem Ebû Zer’in sürgüne
gönderilmesinden hem de Hz. Osman’ın resmi mushafların dışındakilerin
yakılmasından dolayı Hz. Osman’a karşı tavır aldı. Aktif olarak muhalefet
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hz. Osman Dönemi
sergilemedi, ancak ona karşı dargın olduğunu da açıkça gösterdi. Abdullah b.
Mes’ud, Hz. Ömer tarafından Kûfe beytülmali görevine atanmıştı. Bu görevini Hz.
Ömer’in şehit edilmesine kadar sürdürdü. Hz. Osman döneminde Medine’ye
döndü. Hz. Osman, onu tekrar eski görevine atadı. Ancak burada İbn Mes’ud, Kûfe
Valisi Saʻd b. Ebî Vakkâs ve bazı ileri gelen sahabilerle bazı konularda görüş
ayrılığına düştü. Daha sonra Hz. Osman, İbn Mes’ud’u Medine’ye çağırdı, yani
görevinden aldı. Ammâr b. Yasir de Abdullah b. Mes’ud gibi Ebû Zer’in Rebeze’ye
sürgüne gönderilmesinden ve Hz. Osman’ın Ümeyyeoğullarını iş başına
getirmesinden dolayı halifenin icraatına karşı çıktı. Hz. Osman, Ammâr’ı Abdullah
b. Mes’ud’un cenazesini kendisine haber vermeden defnettiği için sürgüne
göndermek istedi; ancak araya Hz. Ali girdi ve Ammâr sürgüne gönderilmedi. Hz.
Osman’ın yönetiminden memnun kalmayan ve ona karşı aktif muhalefette
bulunanlar sadece isimlerini zikrettiklerimizden ibaret değildi. Bunların dışında
Muhammed b. Huzeyfe ve Muhammed b. Ebî Bekir de Hz. Osman’a karşı
çıkanlardı. Hatta bazı rivayetlerde Hz. Osman’ın halife olmasını sağlayan
Abdurrahman b. Avf dahi ona karşı memnuniyetsizliğini açıkça dile getirmiştir. Hz.
Osman’ın Mısır valiliğinden aldığı Amr b. el-Âs da halifeyi Hz. Peygamber’in sünneti
ve uygulamasında değişiklik yaptığı iddiasıyla suçladı. Hz. Osman, ona kendisini
valilik görevinden azlettiği için kendisine karşı olduğunu belirtti.
Hz. Peygamber Tarafından Sürgüne Gönderilen Hakem b. Ebü’lÂs’ın Medine’ye Getirtilmesi
Hz. Osman’ın eleştirildiği hususlardan biri de, amcası Hakem’in sürgün
hayatına son vermesi ve onu Medine’ye getirtmesidir. İslamiyet’i kabul etmeden
önce Resulullah’a eziyet edenler arasında olan Hakem b. Ebi’l-Âs, Mekke’nin
fethinde Müslüman oldu. Ardından Medine’ye geldi ve burada kaldığı sürede Hz.
Peygamber’i üzecek bazı davranışlarda bulundu. Hz. Peygamber’in yürüyüşünü ve
hareketini alaylı şekilde taklit ettiği ve kapısını dinlediği gibi sebeplerden dolayı
Resulullah tarafından Tâif’e sürgün edilmişti. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer, Hakem b.
Ebi’l-Âs’ın Medine’ye dönmesine müsaade etmemişlerdi. Hz. Osman ise, buna
müsaade etti. Hz. Osman’a bu yaptığının yanlış olduğu söylendiğinde o, Hz.
Peygamber’den sağlığında iken amcasının geri getirilmesi hususunda ondan söz
aldığını ileri sürmüştür. Ayrıca Hz. Osman, Hakem’e yüz bin dirhem para verdi. Hz.
Osman’ın bu tutumunun daha sonra kendisine karşı gerçekleştirilecek
ayaklanmanın sebeplerinden birin teşkil ettiği belirtilmektedir.
Hz. Osman’ın Valilerinin Bazı İstenmeyen İcraatı
Hz. Osman, valiliklerin çoğuna kendi kabilesi olan Ümeyyeoğullarından
atama yapmıştı. İdarecilikte bulunan Emevîlerin neredeyse tamamı, Mekke’nin
fethi sonrasında Müslüman olmuşlardı. Dolayısıyla dinî bir hassâsiyetleri yoktu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hz. Osman Dönemi
Özellikle Kûfe, Basra ve Mısır gibi vilayetlerdeki halk, Hz. Osman’ın tayin ettiği
valilerin dinî yaşamlarından, ahlaklarından, bir takım keyfî söz ve davranışlarından,
adaletsiz uygulamalarından, kendileriyle olan ilişkilerinden memnun değillerdi.
Örnek vermek gerekirse Kûfe Valisi Velîd b. Ukbe’nin içki içtiği, hatta içkili iken
namaz kıldırdığı, sonra da durumun Hz. Osman’a bildirildiği belirtilmektedir. Hz.
Osman bunun üzerine onu görevden almış yerine yine kendi kabilesinden Saʻd b.elÂs’ı tayin etmiştir. Saʻd’ın Kûfe’de Kureyş özellikle de Emevî asabiyetini kışkırtan,
tahrik eden toplantılar düzenlemiştir. Bu yüzden Kûfe’de olaylar patlak vermiştir.
Hz. Osman’ın Bazı Fıkhî Uygulamaları
Hz. Osman’ın eleştirildiği hususlardan biri de, onun bazı fıkhî konulardaki
uygulamalarıdır. Bu fıkhî uygulamalarının arasında Ka’be’nin ensabının
yenilenmesini emretmesi, Mescid-i Nebevî’de bazı tadilâtın yapılması, Cuma
namazından sonra iç ezan okutması, Mina’da seferi olarak kılınması gereken
namazı mukîm olarak kıldırmasını sayabiliriz.
Hz. Ali, Hz. Osman’ı vali ataması konusunda eleştirmesinin yanında bazı
hukukî kararlarından dolayı da tenkit etmiştir. Hz. Ali, halifeyi bazı icraatı özellikle
şer’i cezaların uygulanmaması nedeniyle Kur’an ve sünnetten uzaklaşmakla
suçlamıştır. Hz. Ali’nin tenkit ettiği konular arasında, Hürmüzân’a farklı bir kısas
uygulaması, içki içtiği ve sarhoş olduğu halde namaz kıldırdığı belirtilen Kûfe valisi
Velîd b. Ukbe’yi ancak ısrar karşısında cezalandırması, hac sırasında Mina’da önceki
halifelerin aksine namazı iki yerine dört rekât kıldırması, Muaviye’yi eleştirdiği için
Ebû Zer’i Rebeze’ye sürmesi gibi hususlar yer almaktadır. Hz. Ali, Hz. Osman’ın
bütün bu uygulamalarına karşı çıkmış, onu önce uyarmış, uyarısı dikkate
alınmadığında da eleştirmiştir. Hz. Ali, Hz. Osman’a özellikle Ebû Zer’i sürgüne
göndermesi konusuna daha fazla tepki göstermiştir. Hz. Osman’ın uyarısına
rağmen Hz. Ali, Ebû Zer’i oğullarıyla birlikte Medine’den uğurlamıştır. Bu konuda
şûra üyelerinden Talha b. Ubeydullah ve Zübeyir b. el-Avvâm da Hz. Ali’nin yanında
yer almışlar, onlar da aynı konularda Hz. Osman’ı tenkit etmişlerdir.
Hz. Ali ve diğer önde gelen sahabîlerin Hz. Osman’ı haklı ve samimi olarak
eleştirmeleri, ister istemez Hz. Osman’a karşı farklı amaçlar için tepki gösteren
muhaliflere güç vermiş, onları cesaretlendirmiştir. Ancak şunu özellikle
vurgulamalıyız ki Hz. Ali, Talha ve Zübeyir gibi önde gelenlerin Hz. Osman’ı tenkit
etmeleri ile isyancıların tenkitlerinin amaçları aynı değildir. Bunun böyle olmadığını
muhasara esnasında Hz. Ali ve diğer sahabîlerin çocuklarının Hz. Osman’ı korumaya
çalışmaları göstermektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hz. Osman Dönemi
Hz. Osman’ın Kendisine Miras Kalan Yüzüğü Erîs Kuyusuna
Düşürmesi
Hz. Osman bu konuda da eleştirilmiştir. Belirtildiğine göre bu yüzüğün
önemi, onun Hz. Peygamber tarafından mühür olarak kullanılmış olması ve bunun
Hz. Osman’a kadar sağlam bir şekilde gelmiş olmasıdır. Hz. Osman bu yüzüğü Erîs
kuyusuna düşürmüş, kuyunun bütün sularının boşaltılmasına ve aranmasına
rağmen bulunamamıştır. Bazıları bunu Hz. Osman aleyhine eleştiri konusu
yapmıştır.
Bedir Gazvesi’ne Katılmaması
Hz. Osman, Hz. Peygamber’den miras kalan yüzüğü kaybetmesi gibi Bedir
savaşına katılmadığı yönünde de basit nedenlerden dolayı eleştirilmiştir. Hâlbuki
Hz. Osman, Bedir Gazvesi’ne eşi Hz. Peygamber’in kızı Rukiye’nin hastalığı
nedeniyle katılamamıştır. Hz.Peygamber de zaten ona katılmaması, Rukiye’nin
yanında bulunması yönünde ısrar etmiştir. Kaldı ki Hz. Peygamber, Bedir Gazvesi
sonrası elde edilen ganimetten Hz. Osman’a da katılamamasına rağmen katılmış
gibi muamele yapmış ve ona da ganimetten pay vermiştir.
Bazı Arazileri Devletleştirmesi
Hz. Osman, devletin develerinin otlatılması, beslenip korunması, savaş
halinde ordunun hazır halde beklemesi için bir takım arazileri devlet malı haline
getirdi. Ancak onun bu icraatı daha sonra bazı çevreler tarafından tenkit edildi.
Hâlbuki Hz. Osman bu davranışı ile şahsî menfaatini değil, devletin menfaatini
gözetmiştir.
Sonuç olarak Hz. Osman’a yapılan bazı eleştirilerde haklılık payı bulunabilir.
Örneğin valilerin neredeyse tamamını kabilesi Ümeyyeoğullarından ataması,
valilerinin bazı icraatı ve Hz. Osman’ın onlar üzerinde hâkimiyet kuramaması gibi
eleştirileri gösterebiliriz. Hz. Peygamber’in mührünü Eris kuyusuna düşürmesi,
Bedir Gazvesi’ne katılamaması, Mina’da iki rekât namazı dört rekât şeklinde
kıldırması gibi tenkitlerin pek de haklılık paylarının bulunduğu söylenemez. Genel
olarak söylemek gerekirse, bütün bu isnat ve eleştiriler, iktidarda bulunan bir
halifeyi öldürmek için asla yeterli mazeretler değildir.
Hz. Osman’ın Vilayetlerdeki Huzursuzluklara Çözüm
Arayışı
Hz. Osman, Mısır, Kûfe ve Basra gibi vilayetlerde huzursuzlukların
nedenlerini araştırmak için bu bölgelere müfettişler gönderdi. Mısır’a müfettiş
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hz. Osman Dönemi
olarak Ammâr b. Yasir’i gönderdi. Ammâr, tuttuğu rapor sonucunda Hz. Osman’ı
suçladı.
Hz. Osman’ın sergilediği yönetime karşı şikâyetlerin artması üzerine Hz. Ali
devreye girdi. Hz. Ali, ondan halkın şikâyetlerini göz ardı etmemesini, dikkate
almasını tavsiye etti. Aksi halde istenmeyen ve önü alınamayan olayların patlak
verebileceği uyarısında bulundu. Ancak bunu söyleyen Hz. Ali’nin
Ümeyyeoğullarının ezeli rakibi ve düşmanı olan Hâşimoğullarından biri olması, Hz.
Osman’ın gerçekleri görmesine engel oldu. Hz. Osman, yaptıklarının doğru
olduğunu, yönetim anlayışında herhangi bir yanlışın bulunmadığını belirtti. Aslında
bütün bu gerçekleri görememesinin önünde danışmanı konumunda olan Mervan
ve Emevîler bulunmaktaydı. Hâlbuki Hz. Ömer, halkın düşüncelerini göz ardı
etmemiş, halk ile valilerini bir araya getirerek gerçeklerin ortaya çıkmasını
sağlamıştır.
Hz. Osman, Hz. Ali’nin uyarılarını dikkate almadı. Ancak daha sonra bir grup
Müslümanın bir araya gelerek aynı uyarıları yaptılar, halifeden iktidardan
çekilmesini dillendirdiler. İşin ciddiyetini geç de olsa anlayan Hz. Osman, bu sefer
valilerini hac mevsiminde Mekke’de topladı. Toplantıda valiler kendi
uygulamalarının doğru, halkın tepkisinin yersiz olduğunu belirttiler. Kısacası
Mekke’de yapılan valiler toplantısında fatura halka kesildi.
Valilerle yapılan toplantıya Suriye valisi Muaviye de katılmıştı. Muaviye, Hz.
Osman’ın akıbetinden endişe duydu. Medine’de durumun iyi olmadığını gördü ve
Hz. Osman’a Şam’a gelmesi teklifinde bulundu. Ancak Hz. Osman, Muaviye’nin bu
teklifini kabul etmedi. Sonuçta ölüm dahi olsa Medine’den ayrılmayacağını ifade
etti.
Hz. Osman’ın Kuşatılması ve Öldürülmesi
Halife Hz. Osman’ın kuşatılmasına kadar giden olay, hicretin 35. yılında
başladı. Bu yılda Basra, Kûfe ve Mısır’dan bir grup Müslüman Hz. Osman’a
valilerinin görevlerinden alınması isteğiyle Medine’ye doğru harekete geçtiler. Hz.
Osman, onların bu isteğini şiddetle reddetti. İsyancılar da görüşlerinde ısrar ettiler.
Anlaşma sağlanamaması üzerine Hz. Osman, Hz. Ali’den bir anlamda arabuluculuk
yapmasını istedi. Sonuçta bu bölge valilerinin görevlerinden alınacakları konusunda
mutabakata varıldı. Halifenin anlaşmaya sadık kalmayacağı konusunda endişe
duyan isyancılara Hz. Ali garanti verdi, kefil oldu. Bunun üzerine isyancılar geldikleri
şehirlere dönmek için yola koyuldular. İsyancılar dönüş yolunda iken yolda
şüpheleri üzerine çeken Hz. Osman’ın kölesinin taşıdığı bir mektup, olayın farklı
boyutta gerçekleşmesine vesile oldu.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hz. Osman Dönemi
Halife adına Mısır Valisine bir mektup yazılmış, altına da Hz. Osman’ın mührü
basılmıştı. İsyancılar köleyi durdurdular ve üzerinde taşıdığı mektubu aldılar.
Mektupta Hz. Osman’ın Mısır Valisinden Medine’ye gelen isyancıların
cezalandırılmaları isteniyordu. İşte bu mektup olayı, Hz. Osman’ın kuşatılmasına
sebep oldu. Mektubu kimin yazdığı konusu tartışmalıdır. Ancak kaynaklar genelde
mektubu Hz. Osman’ın kâtibi Mervan b. el-Hakem’in yazdığını belirtmektedirler.
İsyancılar tekrar Medine’ye geldiklerinde önce durumu Hz. Ali’ye bildirdiler.
Hz. Ali kefil olduğu için Hz. Osman ile durumu değerlendirdi. Halife Hz. Osman,
mührün kendisine ait olduğunu kabul etti, ancak böyle bir mektubu yazmadığını
belirtti. İsyancılar, bu mektup olayı üzerine Hz. Osman’dan halifeliği bırakmasını
istediler. Hz. Ali ve diğer pek çok sahabe mektubun Mervan tarafından yazılmış
olabileceği konusunda karar kıldılar. Hz. Osman ise, her halükarda halifelikten
çekilmeyeceğini belirtti. İsyancılar, Hz. Osman’a halifelikten çekilmesi için belli bir
mühlet verdiler. Mühlet doldu ancak Hz. Osman onların isteklerini yerine
getirmedi. Bu yüzden Hz. Osman’ın evini kuşattılar. Sonunda Hz. Osman’ı
öldürdüler.
Hz. Osman’ın Öldürülmesi ile İlgili Bilgilerin Kaynağı
Hz. Osman döneminde ortaya çıkan bu fitne hareketi ile ilgili
kaynaklarımızda oldukça fazla bilgi bulunmaktadır. Ancak bu rivayetler, birbirlerini
destekleyen, açıklayan rivayetler değildir. Aksine bu rivayetler birbirleriyle çelişen
rivayetlerdir. Bu nedenledir ki bugün de dahi Hz. Osman döneminde meydana
gelen bu olaylar karşısında sağlıklı bir bilgi elde etmemiz mümkün
gözükmemektedir. İslam tarihindeki bu ilk fitne hareketi, farklı mezheplerin ortaya
çıkmasına sebep olmuştur.
Rivayetlerin farklılığının sebebi, olayı anlatanların farklı mezheplere mensup
olmalarıdır. Bu dönemdeki olaylar, çoğunlukla Şiî mezhebine mensup Ebû Mihnef
kanalıyla gelmektedir. Ebû Mihnef’in rivayetlerinde çoğunlukla Hz. Osman
suçlanmıştır. Bu suçlamalar konusunda Belâzürî ve Vâkıdî de Ebû Mihnef’i
aratmamaktadırlar. Bu tarihçilerin aksine Seyf b. Ömer, Hz. Osman’ı bu olaylar
karşısında suçsuz olarak görmekte ve bu yönde değerlendirmektedir. Bu fitne
olaylarından Seyf b. Ömer’e göre Abdullah b. Sebe sorumlu tutulmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hz. Osman Dönemi
Hz. Osman’ın Kuşatılması Esnasında Müslümanların
Tutumu
Hz. Osman’ı özellikle yönetimi konusunda eleştirenlerden biri de hiç
şüphesiz Hz. Aişe’dir. Hz. Osman’ın yönetiminden şikâyette bulunanlar, müminlerin
annesi olması sebebiyle şikâyetlerini Hz. Aişe’ye iletiyorlardı.
Hz. Aişe’nin de Hz. Ali, Talha b. Ubeydullah, Zübeyir b. el-Avvâm,
Abdurrahman b. Avf daha isimlerini çoğaltabileceğimiz diğer sahabiler gibi Hz.
Osman’ı uyardığını görmekteyiz. Hz. Osman, Hz. Aişe’nin uyarılarını dikkate
almamış olacak ki kuşatılması esnasında Hz. Aişe, Medine’yi terk edip hac amacıyla
Mekke’ye gitmeye karar verdi. Hz. Osman’ın kâtibi Mervan, böylesi önemli bir
zamanda Hz. Aişe’den halifeye destek olmasını, dolayısıyla Medine’yi terk
etmemesini istedi. Ancak Hz. Aişe, Mekke’ye hareket etti.
Şura üyelerinden olan Talha b. Ubeydullah ve Zübeyir b. el-Avvâm da zaman
zaman Hz. Osman’ı yönetim anlayışından dolayı uyarıda bulunmuşlardır. Hz.
Osman, her ikisinin de uyarılarını dikkate almamıştır. Ancak buna rağmen Talha ve
Zübeyir de –tıpkı Hz. Ali’nin oğulları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i Hz. Osman’a yardım
için gönderdiği gibi onlar da çocuklarını göndermişlerdir.
Hz. Osman’ın muhasarası esnasında Ensarın tutumuna gelince, onların
çoğunluğunun Hz. Osman’a yardım etmediklerini söyleyebiliriz. Bu durum, belki de
Hz. Ebubekir’in halife seçilmesi sonucu Ensarın siyasi hayattan uzaklaştırılmasıyla
izah edilebilir. Zeyd b. Sâbit gibi az da olsa Hz. Osman’ın yanında yer alan ve ona
yardım edilmesi gerektiğini düşünenler de bulunmaktaydı. Kısacası Emevîlerin
dışında Muhacirlerin ve Ensarın çoğu, muhasara esnasında ne Hz. Osman’ın, ne
ona karşı koyan isyancıların yanında yer aldı. Bilinen bir başka gerçek de,
Müslümanların çoğunun, Hz. Osman’ı yönetiminden dolayı uyarıda bulunmuş
olmalarıdır.
Müslümanlar, Hz. Osman’ın öldürülmesiyle sonuçlanacak bir olayın meydana
gelmesini düşünmüyorlardı. Zaten böyle bir şey de daha önceden hiç
yaşanmamıştı. Fakat Hz. Osman’ın yönetim anlayışı sonucu huzursuzlukların
çıkmasını da yadırgamıyorlardı. Çünkü halkın tepkisini göstermesi bekleniyordu.
Dolayısıyla Hz. Osman öldürülünce halk büyük bir tepki göstermedi. Halk aslında
Hz. Osman’ın öldürülmesini değil, görevden çekilmesini bekliyordu.
Hz. Osman’ın öldürülmesi, Hz. Ali karşısında Muaviye’nin siyasi bir koz olarak
kullanması fırsatını verdi. Muaviye, kabile rekabetinin de etkisiyle Hz. Ali’ye karşı
olan güçleri harekete geçirdi. Hz. Osman’ın öldürülmesi, Cemel Savaşında iki
Müslüman grubun karşı karşıya gelmelerini sağladı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hz. Osman Dönemi
Sonu halifenin öldürülmesiyle biten bu olayda kitle psikolojisi de etkili
olmuştur. Bilindiği üzerinde kitle psikolojisinde kolay etkilenme ve çabuk
provokasyona gelme özelliği vardır. Bir şeye sevip bağlanırken de, nefret edip
uzaklaşırken de bu kolay etkilenme kendini göstermektedir. Hz. Osman döneminde
meydana gelen olaylarda bunun da etkisi göz ardı edilmemelidir.
Hz. Osman’ın Öldürülmesinin Sonraki Dönemlere
Yansıması
Hz. Osman’ın ilk altı yılında ciddi olaylar yaşanmamıştır. Her dönemde
karşılaşılabileceği gibi bu dönemde bazı şikâyetler görülmüştür. Yine bu dönemde
fetihlerin devam etmesi sonucunda toplumun refah düzeyi artmıştır. Ancak ikinci
altı yıllık dönemi İslam tarihinde görülen ilk fitne hareketinin ortaya çıktığı
dönemdir. Bu fitne hareketinin etkileri günümüze kadar devam etmiştir. Önce Hz.
Osman’ın yönetimine ve idarecilerine ciddi şikâyetlerle başlayan bu dönem, onun
öldürülmesine, arkasından da Hz. Ali döneminde buna bağlı olarak Cemel ve Sıffîn
Savaşlarının patlak vermesine neden olmuştur.
Hz. Osman döneminde yaşanan bu fitne hareketi, öncelikle Hz. Ali dönemini
etkilemiştir. Bu etkileme siyasî, sosyal ve ekonomik alanda kendisini göstermiştir.
Siyasî alanda Hz. Osman’ın kanının yerde kalmasını istemeyen, onun katillerinin
derhal bulunmasını isteyen Ümeyyeoğulları ile samimi Müslümanların Hz. Ali’ye
karşı cephe almasını beraberinde getirmiştir. Bu da İslam tarihinde pek çok
Müslümanın öldürülmesine ve kanının akmasına sebep olan Cemel ve Sıffin
savaşlarına sebep olmuştur.
Hz. Osman’ın öldürülmesi, Hz. Ali’nin halife oluşunu da etkilemiştir. Pek çok
Müslüman Hz. Osman’ın öldürülmesi sebebiyle Hz. Ali’ye biat etmemiştir. Bu da
Hz. Ali’nin meşru halife oluşunu veya diğer bir ifadeyle Müslümanların tamamının
halife olmasını engellemiştir.
Hz. Osman’ın öldürülmesi, sosyal birlikteliği zedelemiştir. Cahiliye
döneminden itibaren süregelen Emevî-Hâşimî çekişmesini, bir başka ifadeyle kabile
çekişmelerini beraberinde getirmiş, bu da siyasi birlikteliği ve sosyal barışı
bozmuştur. Aynı zamanda isyancılara ve sosyal barışı bozmak isteyen Abdullah İbn
Sebe gibilerine fırsat vermiştir.
Hz. Osman’ın öldürülmesi, kendisinin ikinci altı yıllık döneminde olduğu gibi
Hz. Ali döneminde de fetih hareketlerinin tamamen duraksamasına neden
olmuştur. Fetihlerin duraksaması da ekonomik gerilemeye, ekonomik gerileme de
sosyal buhrana sebep olmuştur. Bütün bu belirttiklerimiz olayın o döneme
yansımalarıdır. Biraz önce de belirttiğimiz gibi Hz. Osman’ın öldürülmesinin
yansıması, sadece o dönemle sınırlı kalmamış, bugüne kadar devam etmiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hz. Osman Dönemi
Özellikle daha sonraki dönemlerde Şia, Ehli Sünnet, Mutezile, Mürcie, Cebriye,
Kaderiye gibi mezheplerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur. İmamet-hilafet,
büyük günah işleyenlerin durumu, kaza ve kader gibi kelamî konuların ortaya
çıkmasına ve bu yönde pek çok eserlerin telif edilmesine de vesile olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hz. Osman Dönemi
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hz. Osman Dönemi
DEĞERLENDİRME SORULARI
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
1. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Osman’ın doğum tarihi ve yeri hakkında
söylendiğinde doğrudur?
a) Bi’setten altı yıl sonra Tâif’te doğmuştur.
b) Fil Vakasından altı yıl sonra Tâif’te doğmuştur.
c) Fil Vakasından altı yıl sonra Mekke’de doğmuştur.
d) Bi’setten altı yıl önce Tâif’te doğmuştur.
e) Bi’setten altı yıl önce Mekke’de doğmuştur.
2. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Osman’ın Medine dönemindeki hayatıyla ilgili
söylendiğinde doğru değildir?
a) Hz. Osman, Hz. Peygamber’in bütün savaşlarına katılmıştır.
b) Hz. Osman, Hudeybiye’de Mekkelilere elçi olarak gönderilmiştir.
c) Hz. Osman, Bedir Gazvesine katılamamıştır.
d) Hz. Osman, Tebük Gazvesi için maddi destekte bulunmuştur.
e)
Hz. Osman, eşinin rahatsızlığı sebebiyle Uhud Gazvesi’ne katılamamıştır.
3. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Osman’ın halife seçilmesi ile ilgili söylendiğinde
doğrudur?
a) Hz. Osman, halkın seçimi ile halife olmuştur.
b) Hz. Osman, Hz. Ömer’in yerine halife tayin etmesiyle halife olmuştur.
c) Hz. Osman, on iki kişiden oluşan şûra yoluyla halife olmuştur.
d) Hz. Osman altı kişiden oluşan şûra yoluyla halife olmuştur.
e) Hz. Osman, Hz. Ebubekir’in tavsiyesi üzerine halife olmuştur.
4. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Osman dönemi ile ilgili söylendiğinde doğru
değildir?
a) Hz. Osman’ın ilk altı yılında fetihler devam etmiştir.
b) Hz. Osman, Hz. Ömer’in siyasi, sosyal ve ekonomik politikalarını aynen
devam ettirmiştir.
c) İkinci altı yılında İslam tarihindeki ilk fitne hareketi başlamıştır.
d) Hz. Osman’ın baktığı ilk dava Ubeydullah b. Ömer meselesidir.
e) Hz. Osman, iktidarda iken öldürülen ilk halifedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hz. Osman Dönemi
5. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Osman’ın kişiliği hakkında söylendiğinde doğru
değildir?
a) Yumuşak huylu idi.
b) Yakınlarına düşkündü.
c) Haya sahibiydi.
d) Cimri idi.
e) Sılay-ı rahîme önem verirdi.
Cevap Anahtarı:
1. b 2.a 3.d 4.b 5.d
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hz. Osman Dönemi
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
(1989). Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Komisyon, Çağ Yayınları,
İstanbul.
Apak, Adem. (2003). Hz. Osman Dönemi Devlet Siyaseti, İnsan Yayınları, İstanbul.
Apak, Adem. (2009). Anahatlarıyla İslam Tarihi, II, Ensar Yayınları, İstanbul.
Apak, Adem. (2005). “Hz. Osman’ın Halifeliği Döneminde Meydana Gelen Siyasi
Problemler ve Sebepleri Üzerine Bazı Değerlendirmeler”, Usûl İslam Araştırmaları,
sayı:4, Temmuz-Aralık, Adapazarı.
Akarsu, Murat. (1993). Hilafetine Kadar Hz. Osman, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi)
Ankara Üniv. Sos. Bil. Enst. Ankara.
Yiğit, İsmail. (2007). “Osman”, DİA., İstanbul, XXXIII, 438-441.
Keskin, Hasan. (2001). Hz. Osman’ın Devlet Politikası ve Valileri, (Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi) Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Elazığ.
Hizmetli, Sabri. (1999). İslam Tarihi, İstanbul.
Hizmetli, Sabri. (1985). “Tarihi Rivayetlere Göre Hz. Osman’ın Öldürülmesi”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: XXVII, Ankara.
Hasan İbrahim Hasan. (1987). Siyasi, Dini, Kültürel, Sosyal İslam Tarihi, (Çev. İsmail
Yiğit vd.,) İstanbul, I, 323-339.
Atçeken, İsmail Hakkı. (1999). “Hz. Osman Dönemi İç Olaylarında Mervan b.
Hakem’in Rolü”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, sayı: 9, Konya.
Demirci, Mustafa. (2004). “Hz. Osman Devri Fitne Olaylarının Sosyoekonomik
Boyutları”, İslâmiyât, cilt:7, sayı:1, Ankara.
İpek, Ali. (1993). Hz. Osman Dönemi İran Fetihleri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi)
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul.
Kılıç, Ünal. (2002). “Kûfelilerin Hz. Osman’a Muhalefet Etmelerinin Sebepleri”,
Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: 6, sayı: 2, Sivas.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
HZ.ALİ VE HZ.HASAN
• Hz. Ali'nin Hilafete Gelişi
• Hz. Ali'nin İlk İcraatları
• Muhalefet Cephesinin Oluşması
• Cemel Savaşı
• Sıffîn Savaşı ve Tahkim
• Hz. Ali'nin Haricîlerle Mücadelesi
• Hz. Ali'nin Vefatı
• Hz. Hasan'ın Halife Seçilmesi
• Hz. Hasan'ın İktidarı Muaviye'ye Teslimi
ve Vefatı
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
DÖNEMLERİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra
• Hz. Ali - Hz. Hasan dönemlerini ve İslam
Tarihindeki önemlerini kavrayabilecek
• Fitne olaylarının sebep ve sonuçlarını öğrenecek
• Bu dönemdeki iktidar mücadelesinin kısa ve
uzun dönemdeki etkilerini
değerlendirebileceksiniz.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
13
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
GİRİŞ
İlk dönem İslam Tarihi’nin en problemli ve karışık dönemi Hz. Ali dönemidir.
Gelişen ve genişleyen olaylar zincirinin sonunda Müslümanlar bu dönemde
birbirleriyle karşı karşıya gelerek mücadele etmişlerdir. Bu süreçte meydana gelen
olayları sadece bir sebebe bağlı olarak açıklamak mümkün değildir. Diğer sosyal
olaylarda olduğu gibi bu dönemdeki hadiseler de önceki dönemlerden devam
edegelen bazı gelişmelerin sonucu olarak patlak vermişlerdir.
Hz. Ali, Hz. Peygamber’in amcası Ebû Tâlib’in oğludur. Hz. Peygamber onu
küçük yaşlarda iken babasının yaşadığı zorluklara yardımcı olmak maksadıyla
yanına almış, bundan sonra Hz. Peygamber’in ailesinden biri gibi onun eğitimi
altında yetişmiştir. İlk Müslümanlardandır. Onun Hz. Hatice’den sonra Müslüman
olduğu kabul edilmektedir. Hz. Ali’nin Hz. Peygamber nezdinde ve ilk İslam
toplumundaki önem ve değeri bunlardan ibaret değildir. İslam tebliğinin başlayıp
devam ettiği süreçte başından itibaren Hz. Peygamber’in yanında olmuş ve ona
destek vermiştir. Medine’de Hz. Fatıma ile evlenerek ona damat olmuş, Hz.
Peygamber’in nesli onun oğulları Hasan ve Hüseyin’in neslinden devam etmiştir.
Kendisine verilen siyasî, idari ve askeri her türlü görevi canı pahasına da olsa hiç
tereddüt etmeden yerine getirmiştir. Onun bu sadakat ve sebat timsali fedakâr
tavrı ile savaş meydanlarında gösterdiği kahramanlıkları, içinde yaşadığı ilk İslam
toplumunda farklı ve önemli bir konum kazanmasına neden olmuştur.
Hz. Ali’nin hilafet
problemindeki etki ve
rolü
Hz. Peygamber’in vefatından sonra bazı konularda ortaya çıkan görüş
farklılıklarının neden olduğu tartışmalı ortam, Hz. Ali’nin konumunu daha da
önemli hâle getirmiştir. Özellikle hilafet konusunda takındığı tavır, kendi dönemi ve
sonrasında ortaya çıkan birçok dini, fikri ve siyasî gruplar tarafından farklı farklı
yorumlanmıştır. Hz. Ebubekir’in halife seçildiği süreçte bazı taleplerle ona biatte
isteksiz davranması birçok tartışmanın nedeni olmuştur. Hz. Ömer’in halifeliğine
karşı olumsuz bir tavrı görülmemiş olmasına rağmen, Hz. Osman’ın halife
seçilmesinde ise tepkisini dile getirmiştir. Hz. Ömer’in belirlediği şuranın
sürdürdüğü çalışmalar ve Medine halkının tercihiyle Hz. Osman’a biat edilince
gerek seçim usulü gerekse karar Hz. Ali’yi memnun etmemiş ve açıkça tepki
göstermesine neden olmuştur. Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte Hz. Ali’nin halife
olmasını isteyen Hâşimoğulları ile bir kısım sahabenin varlığı ve sürekli olarak onu
ön plana itme gayretleri İslam Tarihi kaynaklarında verilen bilgilerdendir.
Toplumsal değişmeye paralel olarak ortaya çıkan fırkaların birçoğu kendisini bu
konu hakkında birşeyler söylemek zorunda hissetmişlerdir. Hatta bu fırkalardan
Şîa, hilafetin Hz. Ali’nin hakkı olduğu ve kendisinden önce bu makama gelenlerin
bu hakkı gasp ettiklerini iddia etmiş, buna bağlı olarak geliştirdiği “İmamet”
teorisini inanç sisteminin temeline yerleştirmiştir. Görüldüğü gibi Hz. Ali merkezli
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
hilafet tartışmaları, geriye dönük süreçte çeşitli faktörlerin de tesiriyle İslam
toplumundaki ayrışma ve çatışmanın temel nedeni olmuştur.
Tavırlarındaki isteksiz ve tepkisel duruşa rağmen Hz. Ali’nin kendisinden
önceki halifeler, yani Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a biat etmiş ve fitneye
sebep olmamıştır. Bu süreçte halifelerin önemli konuları kendisiyle istişare ettiği
kişilerden biri olmuş ve ortaya çıkan ihtilafların giderilmesinde de önemli rol
oynamıştır. Onun hilafet tartışmalarında bir taraf olarak gösterilip problemlerin
kaynağı gibi sunulması kendisinden sonra ortaya çıkmıştır.
HZ. ALİ DÖNEMİ
Hz. Ali’nin Hilafete Gelişi
Hz. Ömer’in görevlendirdiği şura tarafından halifelik makamına getirilen Hz.
Osman, yaklaşık on iki yıl bu görevde kalmıştır. Ancak onun hilafetinin son
dönemlerinde ortaya çıkan ve giderek artan fitne olayları önlenememiştir. Sonuçta
çevre vilayetlerden gelen isyancılar halife Hz. Osman’ı evinde kuşatmışlar ve şehit
etmişlerdir.
İslam Toplumunda
ortaya çıkan büyük
fitneler
Hz. Ali’nin özellikle isyancıların Medine’yi işgal etmelerinden sonra onları
vazgeçirip şehirlerine geri dönmeleri ve fitneyi sona erdirmek için çeşitli
girişimlerde bulunduğu görülmektedir. Mısır’dan gelen insanlarla görüşen Hz. Ali
zor da olsa onları ikna edip geri dönmelerini sağlamıştır. Ancak onlar yolda bir
postacının üzerinde Hz. Osman tarafından Mısır valisine yazılmış ve kendilerinin
öldürülmesini emreden bir mektup buldukları iddiası ile tekrar Medine’ye geri
dönmüşlerdir. Durumun vahametini anlayan Hz. Ali, Hz. Osman’a başvurmuş, o da
kesinlikle böyle bir şey yazmadığını söylemiştir. Bunun üzerine Hz. Ali hiç bir şeye
karışmamak üzere evine çekilmiştir.
Mısırlı isyancı grubun Medine’ye geri dönmesinden sonra isyanın şiddeti
daha da artmış, Hz. Osman’ın evi muhasara edilerek onun yiyecek ve su ihtiyacını
karşılamasına dahi engel olunmuştur. Bu esnada Hz. Ali tekrar onlarla görüşerek bu
yaptıklarından vazgeçirmeye çalışmıştır. Ancak bu girişimlerinden bir sonuç
alamayan Hz. Ali oğulları Hasan ve Hüseyin’i korumak üzere Hz. Osman’ın yanına
göndermiştir. Çeşitli sebeplerle sahabilerin birçoğu Medine’den uzaklaşmışlardı. O
esnada Medine’de bulunan az sayıdaki Ashab çaresizlik içerisinde evlerine
çekilerek olayların yatışmasını beklemişlerdir. Ortaya çıkıp müdahale etmek
isteyenlere ise isyancılar fırsat vermemişlerdir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen
Hz. Ali son ana kadar bir takım gayret ve girişimlerde bulunmuş, ancak Hz.
Osman’ın şehit edilmesine engel olamamıştır.
Hz. Osman’ın şehit edilmesi gerek İslam toplumu için gerekse Hz. Ali için yeni
bir dönemin başladığının habercisi olmuştur. Bu süreçte Hz. Ali, siyasî ve idari
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
kararları veren, gelişmeleri yönlendiren kişi konumunda olacak, hadiseler hep onun
çevresinde meydana gelecektir.
Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra isyancı güçler Medine’den
ayrılmamışlar, yeni halifeyi seçmek için bazı girişimlerde bulunmuşlardır. Bu
esnada isyancıların Medine’de kalan az sayıdaki ashaba teklif götürdüklerinden
bahsedilmektedir. Mısır’dan gelen insanlar halife olması için Hz. Ali’ye teklif
götürmüşler, ancak o bu teklifi kabul etmemiştir. Onun bu teklife: “Acele
etmeyiniz, Ömer bu işi şuraya havale etmişti. İnsanların toplanıp istişare etmeleri
için fırsat veriniz” diye cevap vermiştir. Hz. Ali’nin halifelik teklifini geri
çevirmesinden sonra Talha ve Zübeyir’e de aynı teklifle giden isyancılar onların da
reddiyle karşılaşınca ne yapacaklarını şaşırmışlar ve bu konuda zorlama ve baskıyla
insanları korkutmaya başlamışlardır.
Medine’nin içerisinde bulunduğu nazik durum ve giderek artan terör
nedeniyle insanların ısrarları, Hz. Ali’nin halifeliği kabul etmesine neden olmuştur.
Halk mescide toplanmış, başta Muhacirler ve Ensar olmak üzere tüm Medine halife
olarak ona biat etmişlerdir. (21 Zilhicce 35/20 Haziran 656-Pazartesi) Buradaki
biatte Talha ve Zübeyir de bulunmuştur. Kaynaklar ona biat etmeyenlerin de
bulunduğunu haber vermektedirler. Saʻd b. Ebî Vakkâs, Abdullah b. Ömer, Suheyb
b. Zeyd, Muhammed b. Mesleme ve Üsâme b. Zeyd bunlardan bazılarıdır. Önceki
halifelere biat etmeyenlerin varlığı nasıl ki onların halifeliklerine herhangi bir zarar
vermemişse, Hz. Ali’ye biat etmeyenlerin varlığı da onun halifeliğine zarar
vermemiştir.
Önceki halifeler ile Hz.
Ali’ye yapılan biat
arasındaki farklar
Hz. Ali’ye yapılan biat ile önceki halifelere yapılan biatler karşılaştırılacak
olursa bazı farkların olduğu görülecektir. Çünkü Hz. Ali’ye yapılan biat, huzur ve
asayişten yoksun bir ortamda gerçekleşmiştir. Ayrıca, ilk üç halifeye yapılan biatte
herhangi bir baskı unsuru olmamasına karşın burada Medine’ye hâkim olan isyancı
grubun baskısı etkili olmuştur. Bu biatin farklılık arz eden diğer bir yönü de biat
etmeyen kişilerin Şam’a veya istemeyerek biat eden bazılarının da Mekke’ye gitmiş
olmasıdır. Nitekim Medine’de kendisine verilen desteğin azlığı nedeniyle Hz. Ali
Kûfe’ye gidecek ve mücadelesini orada sürdürecektir.
Biatin tamamlanmasından sonra Hz. Ali, Müslümanlara hitabında Allah’a
hamd ettikten sonra şöyle demiştir: “Hiç şüphe yok ki, şanı, yüce olan Allah
insanları kurtuluşa götüren bir kitap indirdi. Bu kitabında hayrı ve şerri açıkladı.
Öyleyse hayra sarılın ve şerri terk edin. Farzları Allah için yerine getirin ki sizi
cennete götürsün. Allah, aşikâr olan bir haram koydu ve Müslümanların hürmetini
bütün haramlardan daha ileride tuttu. İhlasa ve Müslümanların birliğine önem
verdi. Müslüman, hak edilen durumlar dışında insanların elinden ve dilinden emin
olduğu kimsedir. Müslüman’a eziyet vermek ancak eziyetin vacip olması
durumunda helal olur. Umumun işini görmek için gayret edin. Özellikle
ölenlerimize son hizmeti yerine getirin. Zira insanlar önünüzden, kıyamet ise
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
arkanızdan sizi kuşatmıştır. Güçlük çıkartmayınız ki ayıplarınız gizli tutulsun, çünkü
insanlar başkalarına bakarlar. Allah’ın kullarına kötü davranmaktan sakının, ondan
korkun, üzerinde bulunduğunuz topraklardan ve sahip olduğunuz hayvanlardan
sorumlusunuz. Yüce Allah’a itaat edin. Ona isyanda bulunmayın. Hayır
gördüğünüzde onu alın şer gördüğünüzde ise onu terk edin. Hatırlayın... Bir
zamanlar siz yeryüzünde az ve güçsüz idiniz...” (Seyf b. Ömer, el-Fitnetü ve
Vak’atü’l-Cemel, s.95).
Hz. Ali’nin İlk İcraatları
Medine’deki işgalcilere
karşı neden bir direniş
oluşturulamamıştır?
Halife olarak kendisine biat edilmesinden sonra Hz. Ali’yi bekleyen önemli
problemler vardı. İlk olarak Medine’de halife Hz. Osman’ın öldürülmesine neden
olan bir kaos ortamı hakimdi. İsyancılar Medine’yi terk etmemiş, oradaki baskı ve
terörü devam ettirmekteydiler. Diğer taraftan Müslümanların genelinde Hz.
Osman’ı şehit eden katillerin bulunup cezalandırılması yönünde bir beklenti
hâkimdi. Nitekim halife olarak kendisine biat edilmesinden sonra Talha ve
Zübeyir’in de içerisinde bulunduğu bir grup Hz. Ali’ye gelerek Hz. Osman’ın
katillerinin bulunup cezalandırılmasını istemişlerdir. Hz. Ali ise onlara Medine’deki
durumun henüz kontrol altına alınmadığını, ortalığın sakinleşmesinden sonra
hakların alınarak gereken cezalandırmanın yapılacağını belirterek içerisinde
bulunduğu çaresizliği ifade etmek istemiştir.
Devam eden süreçte Hz. Ali’nin Hz. Osman’ın katillerinin bulunması için
girişimlerde bulunduğu, bu amaçla çeşitli kişiler ve özellikle Hz. Osman’ın eşi
Nâile’nin ifadelerine başvurduğu, ancak herhangi bir sonuca ulaşamadığı
kaydedilmektedir. İsyancıların onları gizlemeleri nedeniyle katilleri bulmak ve
cezalandırmak mümkün olmamıştır.
İkinci iş olarak Hz. Ali çevre illerdeki valiliklere atamalar yapmış, yeni halife
olarak kendi idari yapısını oluşturmaya çalışmıştır. Bu durumun birtakım sakıncalar
doğurabileceği hususunda Muğîre b. Şuʻbe ve Abdullah b. Abbas’ın uyarılarına
rağmen Hz. Ali bu değişiklikleri gerçekleştirmiştir. Bu çerçevede Basra’ya Osman b.
Huneyf, Kûfe’ye Umâre b. Şihâb, Yemen’e Ubeydullah b. Abbas, Mısır’a Kays b. Sad
ve Şam’a da Sehl b. Huneyf vali olarak görevlendirilmişlerdir. Bu valilerden Sehl b.
Huneyf hariç diğerleri görev yerlerine giderek idareyi teslim almışlar, Sehl ise yolda
Şamlılar tarafından engellenerek geri çevrilmiştir. Hz. Ali’nin görevlendirdiği bu
valilerin önceki dönemlerde görevlendirilmeyen Ensar ve Hâşimoğullarından
olduğu dikkat çekmektedir.
Muhalefet Cephesinin Oluşması
Hz. Ali’nin bundan sonraki faaliyetleri halifeliğini tanımayan Şam valisi
Muaviye b. Ebî Süfyan ile girişeceği mücadele ile şekillenecektir. Muaviye,
Mekke’de aristokrat bir ailenin çocuğu olarak 602 veya 603 yılında dünyaya gelmiş,
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
mensup olduğu Ümeyyeoğulları içerisinde İslam’a karşı cephe alan bir ortamda
yetişmiştir. Bedir savaşından sonra Mekke’nin liderliğini üstlenen babası Ebû
Süfyan ile Mekke fethinde Müslüman olmuş ve Hz. Peygamber’e kâtiplik yapmış bir
kişidir. Daha sonra Suriye üzerine gönderilen orduda komutan yardımcılığı görevini
üstlenmiş, Hz. Ömer döneminde ise önce Ürdün, sonra Dımaşk’a vali tayin
edilmiştir. (17/638) Hz. Osman döneminde bölgedeki etkinliğini artmış ve tüm
Suriye bölgesinin sorumluluğu kendisine verilmiştir. Gerçekleştirdiği kara ve deniz
fetihleriyle önemli başarılara imza atan Muaviye, geçen süre boyunca burada
büyük bir nüfuza sahip olmuştur. Orada sahip olduğu bu güç ve etki sayesinde Hz.
Ali’nin halifeliğini kabul etmeye yanaşmamış, ondan Hz. Osman’ın katillerinin
bulunup cezalandırılmasını talep etmiştir. Hz. Ali ona gönderdiği elçilerle kendisine
itaate çağırmış ancak o bu taleplere cevap vermemiştir.
Hz. Osman’ın
katillerinin bulunup
cezalandırılması isteği
Muaviye, Hz. Ali ile giriştiği siyasî mücadelede, bu alandaki tecrübe ve
kabiliyetini çok etkili bir biçimde kullanmıştır. Gerek bu süreçte sergilediği
manevralar gerekse kendi halifeliği dönemindeki uygulamalar nedeniyle siyasî
arenadaki “Arap Dâhileri”nden biri olarak kabul edilmiştir. Arap kültür yapısının
temel unsurlarından olan kabile taassubuna (asabiyet) dikkat ederek dengeli ve
ölçülü siyasetiyle gerek Yemeni ve Mudarilerʻin gerekse Kureyş’in desteğini almayı
başarmıştır. Hz. Ali’ye karşı yürüttüğü mücadelenin temel gerekçesini de, Hz.
Osman’ın intikamının alınması, katillerin bulunup cezalandırılması gibi toplum
nezdinde çok taraftar bulabilecek önemli bir talebe dayandırmıştır. Hz. Osman’ın
kendi ailesine yani Ümeyyeoğulları’na mensup olması nedeniyle, onun intikamının
alınmasının kendi hakkı olduğu gibi bir iddia ile de diğer muhaliflerden bir adım
önde olmuştur.
Diğer taraftan Hz. Ali’ye biat etmekle birlikte, bu biatlerinin rıza ile değil,
isteksizce olduğunu söyleyerek vazgeçen Talha ve Zübeyir ile o esnada hac için
Mekke’ye gitmiş olan Hz. Peygamber’in eşi Hz. Aişe’nin de destek verdiği ikinci bir
muhalefet cephesi ortaya çıkmıştır. Hz. Aişe, Talha b. Ubeydullah ve Zübeyir b.
el-Avvâm üçlüsünün liderliğini yaptığı bu grup ta, Hz. Osman’ın katillerinin bulunup
cezalandırılmasını ve anarşi ortamının sona erdirilmesini talep ederek Hz. Ali’ye
karşı cephe almışlardır.
Cemel Savaşı
Hz. Ali kendisine itaat etmeye yanaşmayan Muaviye’yi itaat altına almak için
yaptığı girişimlerden sonuç alamayınca sefer hazırlıklarına başlanmasına karar
vermişti. Ancak bu esnada Hz. Aişe, Talha ve Zübeyir üçlüsü liderliğindeki diğer
muhalif grubun Basra’ya giderek vali Osman b. Huneyf’i oradan uzaklaştırdıkları
haberi kendisine ulaşmıştı. Bunun üzerine Muaviye üzerine gitmeden önce bu
problemi halletmek için ordusuyla birlikte Basra’ya hareket etti.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
Cemel Ashabı
Hz.Aişe, Talha ve
Zübeyr
Önceki bölümlerde ifade edildiği gibi Hz. Osman’ın son dönemlerinde
yaşanan kaos ortamından uzaklaşmak maksadıyla sahabiler Medine’den
ayrılmışlardır. Hz. Ali’nin halife olmasından sonra ise ona biat etmeyen bazı
kimselerin Mekke’ye gittikleri bildirilmiştir. Hz. Aişe de bu süreçte hac için
Mekke’ye gitmiş, Medine’ye dönerken yolda Hz. Osman’ın şehit edildiğini
öğrenince tekrar Mekke’ye geri dönmüştü. Onun Hz. Osman döneminde
Medine’de iken, çeşitli problemlerle çevre vilayetlerden gelen kişilerin sorunlarını
dinleyen ve bunları Hz. Osman’a ulaştırıp çözüm bulunmasını isteyenlerden olduğu
bilinmektedir. Onun bu çerçevede Hz. Osman’a yönelttiği eleştiriler İslam Tarihi
kaynaklarındaki çeşitli rivayetlerde anlatılmaktadır. Bir defasında onun, Hz.
Peygamber’in hırka ve terliğini alarak: “Bakın bu Resulullah’ın hırkası bu da terliği…
Bunlar eskimeden Resulullah’ın sünnetini ne çabuk eskittiniz” diyerek tepkisini dile
getirdiği ifade edilmektedir. (Belâzürî, Ensâb, VI, 162).
Hz. Osman’ın şehit edilip Hz. Ali’ye biat edilmesinden sonra Hz. Aişe’nin
tepkisinin Hz. Osman’ı şehit edenlere ve Hz. Ali’ye yöneldiği görülmektedir.
Mekke’deki durumdan memnun olmayanlar ile Ümeyyeoğulları’na mensup
kişilerin oluşturduğu muhalefet cephesi Talha ve Zübeyir’in teşvik ve tahrikleriyle,
Hz. Aişe’nin de desteğiyle giderek gelişmiştir. Kendilerine daha fazla taraftar
bulabilecekleri ümidiyle Basra’ya gitmeye karar vermişlerdir.
Hz. Ali, Basra’ya giden bu muhaliflere doğru ilerlerken elçilerle bazı
mektuplar göndererek problemi barış yoluyla çözüme kavuşturmak için
girişimlerde bulunmuştur. Onun bu girişimleri Basra’da onlarla karşı karşıya
geldiğinde de devam etmiştir. Bir ara bu görüşmelerin sonuç verdiği, Hz. Ali’nin
onların isteklerini kabul ettiği ve barış sağlandığı ifade edilse de yine de çarpışma
gerçekleşmiştir. Zira barış haberi ordular tarafından duyulunca Hz. Osman’ın şehit
edilmesine iştirak eden bazı kişiler bu anlaşmadan rahatsız olarak birtakım hilelerle
barış ortamını bozarak iki orduyu karşı karşıya getirmişlerdir.
Hz. Ali’nin bütün engelleme gayretlerine rağmen iki taraf arasında şiddetli
bir savaş meydana gelmiştir. (15 Cemaziyelahir 36/Kasım 56) Başta Talha ve
Zübeyir olmak üzere 10 bin civarında kişinin ölümüne sebep olan bu çarpışmaya Hz.
Aişe’nin bir deve üzerinde katılması sebebiyle “Cemel Savaşı” denmiştir. Savaşın
onu korumak amacıyla Hz. Aişe’nin devesi etrafında yoğunlaştığını gören Hz. Ali,
devenin vurulmasını emretmiş, devenin düşmesiyle de savaş, Hz. Ali’nin güçlerinin
üstünlüğüyle sona ermiştir. Savaş sonrasında Hz. Ali, ordusundan gelen itiraz
seslerine rağmen ele geçirilen insan ve mallara esir ve ganimet muamelesi
yapmamıştır. Bütün ölüler için cenaze namazı kılıp onları defnettirmiş, kimseye bir
zarar verilmemesini emretmiştir. Hz. Aişe’yi Basra’da kaldığı evde ziyaret etmiş,
ihtiyaçlarını karşılayarak Medine’ye gitmesine ve yol güvenliğinin sağlanmasına
yardımcı olmuştur.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
Cemel savaşı o gün için sona ermiş bir olay olmakla beraber tarih boyunca
birçok farklı yorum ve yaklaşımlara, bu çerçevede tartışma ve ayrışmalara neden
olmuştur. İki Müslüman grubun karşı karşıya gelerek birbirlerini öldürmelerinin
yanı sıra ashabın böyle bir mücadelede nasıl bulunabildiği ve Hz. Aişe’nin neden
böyle bir mücadelede ve savaş alanında yer aldığı birçok soru işaretlerine neden
olmuştur. Kimin haklı olduğu konusu tarih boyunca tartışılmış ve tartışılmaya da
devam edilmektedir. Hz. Ali İslam toplumunun meşru halifesi olarak muhalefet
edenlere karşı mücadele etme hakkını kendinde görmüş, Cemel Ashabı ise
halifenin öldürülmesi gibi ağır bir durumun suçlularının bulunarak cezalandırılması
ve toplumdaki fitnenin sona erdirilmesi düşüncesiyle hareket etmişlerdir.
Sıffîn Savaşı Ve Tahkim
Sıffîn Savaşı
Bu bölgedeki muhalefeti sona erdiren Hz. Ali Basra’da yaptığı idari
düzenlemeden sonra kendisi için asıl muhalefet olan Muaviye üzerine
düzenleyeceği sefer hazırlıklarına başlamıştır. Ancak o askeri harekâta girişmeden
önce bir kez daha Muaviye’yi kendisine itaate çağırmayı düşünmüş, bu amaçla
Cerîr b. Abdullah el-Becelî’yi bir mektupla ona göndermiştir. Muaviye, Cerîr’i üç ay
gibi bir süre oyaladıktan sonra tekrar Hz. Ali’ye geri göndermiştir. Bu süre zarfında
Şam halkını görüp onların durumları hakkında bilgi edinen Cerîr b. Abdullah, geri
döndüğünde onların Muaviye etrafında kenetlendiklerini ve savaşma konusundaki
kararlılıklarını haber vermiştir.
Her iki tarafta savaş hazırlıkları devam ederken, Muaviye elini güçlendirmek
adına Mısır’daki idareyi hedef alan birtakım girişimlerde bulunmuştur. Bu
çerçevede Hz. Ali tarafından Mısır’a vali tayin edilen Kays b. Sad’ın kendi tarafına
meylettiği haberlerini yayarak Hz. Ali tarafından azledilmesini sağlamıştır. Dirayetli
ve güçlü bir idareci olan Kays b. Sad’ın valilikten azledilmesi ve yerine tecrübesiz
Muhammed b. Ebubekir’in tayin edilmesi Muaviye açısından bir kazanım olarak
değerlendirilmiştir.
Devam eden süreçte meseleyi barışla çözme niyetinde olan Hz. Ali’nin elçi
diplomasisini sürdürdüğü görülmektedir. Bu amaçla Beşîr b. Ahmed el-Ensari, Saîd
b. Kays el-Hemedânî ve Şebes b. Rebi et-Temîmî’yi Muaviye’ye göndererek onu
kendisine itaate çağırmıştır. Bu girişimlerden bir sonuç alınamayınca iki ordu
harekete geçerek, Rakkâ ile Balîs bölgesi arasında Fırat nehrinin sağ kıyısında yer
alan Sıffîn ovasında karşı karşıya gelmişlerdir (Zilhicce 36/Mayıs 657). Buradaki
orduların sayıları hakkında 50 bin ile 150 bin arasında değişen farklı bilgiler
verilmekle birlikte genel olarak her iki ordunun da 90 bin kişi civarında oldukları
kabul edilmektedir. Hz. Ali’nin bu esnada yaptığı barış ve kendisine itaat daveti
sonuçsuz kalınca, mübareze ve küçük çaplı çarpışmalar şeklinde başlayan mücadele
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
Zilhicce ayı boyunca bu şekilde devam etmiştir. Muharrem ayı sebebiyle ara verilen
çarpışmaları fırsat bilen Hz. Ali barış için tekrar girişimlerde bulunmuştur. Ancak
Muaviye tarafı bu girişimlere olumlu cevap vermemişlerdir. Onlar öteden beri
savundukları Hz. Osman’ın katillerinin bulunup cezalandırılması talebine ilave
olarak Hz. Ali’nin halifelikten çekilip halifenin şura ile seçilmesini de dile getirmeye
başlamışlardır. Bu taleple onlar Hz. Ali’nin halifeliğini de tartışmaya açmış
oluyorlardı. Bu yaklaşım aslında Muaviye’nin gerçek düşünce ve isteğini de ifade
etmesi açısından önemlidir. Onun bu teklifini getiren elçilere Hz. Ali, kendisinin
meşru halife ve buna Muaviye’den daha hak sahibi olduğunu belirttiği uzun bir
konuşmayla cevap vermiştir.
Hz. Ali’ye güçlü
muhalefetin adı:
Muâviye b. Ebî Süfyan
Hz. Ali yapılan bu son görüşmeden de bir sonuç çıkmadığını görünce
ordusuna hazırlık emri vermiş, Muharrem ayının sona ermesiyle birlikte
çarpışmalar tekrar başlamıştır (1 Safer 37/19 Temmuz 657). Her iki taraftan birçok
kaybın verildiği çarpışmalar günlerce sürmüştür. Muaviye güçlerinin yavaş yavaş
geri çekildiğini gören Amr b. el-Âs Muaviye’ye, Hz. Ali’nin ordusundaki farklılıkları
ortaya çıkarıp birliklerini bozacak bir plan teklif etmiştir. Bu, bir grubun Kur’an
sayfalarını mızrakların uçlarına takarak her iki tarafı Allah’ın hükmüne tabi olmaya
çağırmasıydı. Muaviye’nin emriyle uygulamaya konan bu plan gerçekten de
istenen sonucu sağlamış, savaştan yorulan Iraklılar “Allah’ın kitabına razı
olunmuştur” diyerek savaşı bırakmışlardır. İşte iki taraf arasında günlerdir süren
savaş böyle bir teklif ile sona ermiştir.
Bu aşamadan itibaren Hz. Ali’nin ordusunun kontrolünü kaybettiği ve onların
istediği doğrultuda hareket etmek mecburiyetinde kaldığı görülmektedir. Zira
ordusunun savaştan çekildiğini görünce onların samimi olmadıklarını, savaşa
devam edilmesi gerektiğini, aslında onların Mushaf’ı bilmediklerinin, bunu
kendilerini kandırmak için yaptıklarını belirterek ikaz etmiş, ancak onların kendi
sözlerine itibar etmediklerini görmüştür. Hz. Ali’nin ordusunun onun emrine itaat
etmeme örneklerinin buraya gelmeden daha Basra’da iken de görüldüğüne dair
bilgiler vardır. Hz. Ali’nin ısrarlı istekleri karşısında ordusundaki bir grup onu,
ordudan ayrılmak ve hatta kendisini Muaviye’ye teslim etmekle tehdit etmişlerdir.
Bu durum karşısında çaresiz kalan Hz. Ali bu çaresizliğini: “Dün sizin için emirdim bu
gün memur oldum” ifadeleriyle dile getirmiştir (Mes’ûdî, Murûcü’z-Zeheb, II,400).
Orduların kendi karargâhlarına çekilmelerinden sonra Hz. Ali Eşʻas b. Kays’ı
Muaviye tarafına göndererek niyetlerinin ne olduğunu öğrenmek istemiştir. Geri
dönen Eşʻas, Şamlılar’ın her iki taraftan seçilecek temsilciler vasıtasıyla problemin
görüşmeler yoluyla halledilmesini istediklerini, kendileri için de Amr b. el-Âs’ı
seçtiklerini söyleyerek İslam Tarihinde “Tahkim” olarak adlandırılan uygulamanın
teklifini getirmişti. Amr b. el-Âs siyasî arenadaki kritik zamanlarda attığı adımlar ve
ileri sürdüğü görüşlerle durumu lehine çevirmesini bilen ve bu özelliği nedeniyle de
“Arap Dahileri”nden kabul edilen bir kişi idi. Bu arada Eşʻas b. Kays ve taraftarları
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
Tartışma
Hz. Ali’ye fırsat vermeden kendi adlarına Ebû Musa el-Eşʻarî’yi hakem olarak tespit
etmişlerdi. Hz. Ali hakem olarak İbn Abbas’ı ya da Eşter en-Nehâî’yi önerse de
ordusundaki bu güçlere bunu kabul ettirememiştir.
•Müslümanların ilk defa karşı karşıya gelerek mücadele etmelerinin
sebepleri neler olabilir?
•Bütün bu olayların oluşum sürecinde barış ve sükûnun sağlanmasında
neden hayatta olan Sahabenin etkisi hissedilememiştir? Konuyu farklı
boyutları ile forumda tartışabilirsiniz.
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma
forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
Tahkim
Karşılıklı cereyan eden bu hadiselerden sonra hakemlerin öncülüğünde
hazırlanan bir anlaşma imzalanarak yürürlüğe konmuştur. Bu anlaşma gereğince
her iki tarafın ordusu hakemlerin karar vereceği günü beklemek üzere geldikleri
yere geri dönmüşlerdir. (15 Safer 37/2 Ağustos 657)
Tahkimname gereğince hakemler 37 senesinin ramazan ayında (Şubat 658)
Dûmetül-Cendel bölgesinin Ezruh mevkiinde bir araya gelerek müzakerelere
başlamışlardır. Bazı kaynaklarda söz konusu buluşmanın iki defa cereyan ettiği,
birincisinin Dûmetül-Cendel’de, ikincisinin de Ezruh’ta gerçekleştiğine dair bilgiler
verilmektedir. Her iki durum da sonuç açısından bir değişiklik ortaya
çıkarmamaktadır. Konu ile ilgili verilen bilgilerde farklılıklar ve çelişkiler
bulunmasında rağmen genel olarak her iki hakemin de temsil ettikleri şahısların
hilafetten uzak tutulması ve yeni halifeyi Müslümanların oluşturacağı şura ile
seçilmesi kararına vardıkları kabul edilmektedir. Hz. Ali tarafının hakemi olan Ebû
Musa el-Eşʻarî Şamlıların onu halife olarak tanımaya yanaşmayacaklarına kesin
kanaat getirince ümmetin kendi içerisinden seçeceği birisine bu görevin
verilebilmesi için Hz. Ali’nin halifelikten alınmasına rıza göstermiştir. Kimin halife
olacağı konusunda ittifak sağlanamayınca da durum Müslümanlara bırakılarak
anlaşma metnine yazılmış ve karşılıklı olarak kabul edilmiştir. Yapılan bu görüşme
ile Hz. Ali halifelikten uzaklaştırılmış, yerine de kimse teklif edilmemiştir. Ortaya
çıkan bu boşluktan yararlanan Şam bölgesi halkı hemen Muaviye’ye halife olarak
biat etmişlerdir.
Hz. Ali hakemlerin aldığı kararları ve Şam bölgesinde halife olarak
Muaviye’ye biat edildiğini öğrenince ne kararları ne de Muaviye’nin oldubittiye
getirilen halifeliğini kabul etmemiştir. Ona göre hakemler söz verdikleri hâlde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
Kur’an ve Sünnet’i bir kenara bırakarak arzu ve isteklerine göre hüküm
vermişlerdir. Bu nedenle alınan kararları ve Muaviye’nin halifeliğini reddederek
onun üzerine yürümek üzere bir ordu hazırlanmasını emretmiştir.
Sıffîn savaşı sonunda kaybetmek üzereyken tahkimnamenin kabul
edilmesinde olduğu gibi, Tahkim’in sonucu da Muaviye’nin istediği şekilde
gerçekleşmiştir. Yapılan bütün görüşmeler, alınan kararlar ve yapılan çalışmalar
ümmetin birliğinin sağlanması noktasında hiçbir katkı sağlamamıştır. Aksine ortaya
çıkan ayrışmalar ilerleyen dönemlerde İslam toplumunu derinden sarsan fikri
mücadelelere kapı aralamıştır.
Hz. Ali Ve Haricîler
Haricîliğin Ortaya Çıkışı
Muaviye ile giriştiği mücadeleden kararın hakemlere bırakılmasıyla kesin bir
sonuç alamadan Kûfe’ye dönmek zorunda kalan Hz. Ali, burada ordusu içerisinde
yer alan ve kendisine karşı çıkan yeni bir muhalefetle karşı karşıya kalmıştır.
Tahkimnamenin imzalanmasından sonra hakemlerin bir araya gelerek karar
verecekleri zamana kadar geçen süre içerisinde Kûfe’de Hz. Ali’nin ordusunda
birtakım gelişmeler ortaya çıkmıştır. Tahkimi kabul etmesinden dolayı Hz. Ali’yi
eleştiren bir grup “Lâ hükme illâ Lillah” (Hüküm Ancak Allahındır) “Allah’ın dininde
hakemlere mi başvuruyorsun” diyerek, tahkimi kabul etmenin büyük günah
olduğunu ve ondan tahkimi reddetmesini istemişlerdir. Hz. Ali ise bir anlaşma
yapıldığını bundan dönülemeyeceğini belirtmiştir.
Hz. Ali ile görüş ayrılığına düşen ve yaklaşık 12 bin kişi civarında oldukları
bildirilen bu kişiler ondan ayrılıp Harûra denilen bir yere çekilmişlerdir. Başlarına
askeri komutan olarak Şebes b. Ribʻî’yi, namaz kıldırmak için de Abdullah b. Vehb
er-Râsıbî’yi seçmişlerdir. İslam Tarih’inde “Haricîler” olarak isimlendirilen grubun
çıkış noktası işte burası olmuştur. Birtakım düşünce ve sloganlar etrafında bir araya
gelen bu grup Hz. Ali’yi tahkime başvurduğu için kâfir olmakla itham etmişler,
Muaviye’yi de halife kabul etmemişlerdir. Halifenin şura yoluyla seçileceğini
savundukları ilk oluşumları sonrasında daha birçok farklı görüşlerle çeşitli fırkalar
hâlinde varlıklarını devam ettirmişlerdir.
Hz. Ali’nin Haricîlerle Mücadelesi
Hz. Ali Muaviye ile arasında yarım kalan meseleyi çözmek için ordusunu
toplamıştı. Bu esnada kendisinden ayrılan Haricîleri de kendisine katılmaya çağıran
bir mektup yazmış, ancak onlar: “Sen küfre girdiğini kabul eder ve tövbe edersen
sana dönebiliriz, aksi hâlde sana muhalefet etmeye devam ederiz” diye cevap
vermişlerdir. Hz. Ali onların düşüncelerindeki saplantıyı görünce onların
dönüşünden ümidini kesmişti. Ancak yolda Haricîler’in etrafa zarar verip insanlara
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
Hz.Ali ile Haricîlerin
ilişkilerinin kopma
noktası:
Nehrevan Savaşı
zarar verdikleri haberi gelince önce bu tehlikenin bertaraf edilmesinin gerektiğini
düşündü. Nuhayle bölgesindeki Haricîler’in durumunu tetkik için gönderdiği elçiyi
de öldüren Haricîler artık müdahaleyi hak eden bir durum almışlardı. Hz. Ali her
şeye rağmen onlarla görüşmeyi denedi. Onun Hâricîler ile arasında geçen diyalog,
onların saplandıkları düşüncelerin yanında Hz. Ali’nin onları ikna etme hususunda
gösterdiği gayreti ortaya koyması açısından önemlidir. Hz. Ali onlara: “Allah
şahittir, Sıffîn savaşında ortaya atılan tahkim fikrine içinizde en çok ben karşı
çıkmadım mı? İstemediğim hâlde beni tahkime zorlamadınız mı?” deyince onlar:
“Evet” diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hz. Ali: “Öyleyse niçin bana isyan
ediyorsunuz?” dedi. Hâricîler: “Biz bu yaptığımız hareketlerden dolayı büyük
günaha girdik, bu günahımız için de tövbe ettik. Sen de bundan dolayı Allah’a tövbe
edersen, sana döneriz” dediler. Hz. Ali de buna: “Ben zaten her günahtan dolayı
Allah’a tövbe ederim” diye cevap vermiştir. Yapılan bu fikri tartışmalardan sonra
onlardan 6 bin kişilik bir grup ikna olarak Hz. Ali’ye katılmışlardı.
Geriye kalan grup Nehrevan’a gitmiş, taşkınlıklarını burada devam
ettirmişlerdir. Hz. Ali’nin bütün gayretlerine rağmen ikna olmayan ve
direnişlerinden vazgeçmeyen bu Haricîler’le çarpışma kaçınılmaz olmuştur. 9 Safer
39/6 Temmuz 659 tarihinde yapılan şiddetli bir savaş sonrasında Nehrevanda
bulunan Haricîler’in hemen hemen tamamı kılıçtan geçirilmişlerdir. Nehrevan
savaşı Haricîler’in tek bir komuta altında ve tek bir düşmana karşı yaptıkları ilk ve
son savaş olmuştur. Artık bundan sonra ne kendi içlerinde ne de mücadele
edecekleri düşmanları konusunda bir birlik sağlayamamışlardır.
Nehrevan savaşının en önemli sonuçlarından birisi, Haricîler ile ilişkilerin
kesilmesi ve onların artık Hz. Ali saflarına katılmaları ümidinin kesin olarak
kalmamasıdır. Çünkü Haricîler Nehrevan’da dostlarının başlarına gelenleri
hatırladıkça intikam duyguları kabarıyor ve kinleri şiddetleniyordu. Bu savaşın
sonunda az da olsa sağ olarak kurtulanların İslam coğrafyasının çeşitli bölgelerine
dağılması ve düşüncelerini bu bölgelerde yaymaları, Haricîliğin yayılmasının temel
nedenlerinden birisi olmuştur.
Diğer taraftan Haricîler’le girişilen mücadele sonrasında Hz. Ali’nin
ordusunda yorgunluk belirtileri görülmüş, ordunun hemen Şam’a yürümesini
isteyen Hz. Ali’nin bu isteği gerçekleşmemiştir. Ordu dinlenmek ve hazırlık yapmak
üzere Kûfe’ye geri dönmüştür. Bu esnada Muaviye’nin Mısır’ı ele geçirme
konusunda çeşitli girişimlerde bulunduğu, bu çerçevede Amr b. el-Âs’ı bir orduyla
bölgeye gönderdiği haberi Kûfe’ye ulaşmıştır. Bu duruma bir son vermek ve
Muaviye’nin etki ve gücünü artırma faaliyetlerini durdurmak için bir ordu toplamak
arzusunda olan Hz. Ali, bu noktada Kûfe halkından destek alamamıştır. Hz. Ali
onlara: “Ey Kûfeliler… Yaklaşmakta olan Şam süvarilerinin ayak seslerini
duyuyorsunuz. Sizler evlerinize kapandınız, içinizdeki aslan görünen tehlikeden
habersizdir…” sözleriyle başlayan ve devam eden konuşmasında onları kör, sağır ve
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
Tartışma
dilsiz olmakla suçlamış, insanların Allah’tan geldiğini ve yine ona döneceklerini
ifade ederek konuşmasını tamamlamıştır.
•Medine'de yeterli desteği bulamadığı için hilafet merkezini Kûfe'ye taşıyan
Hz.Ali'nin burada da istediği desteği bulamasının nedenlerini forumda
tartışabilirsiniz.
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma
forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
Hz. Ali’nin Vefatı
Devam eden süreçte Haricîler, İslam coğrafyasının çeşitli yerlerine giderek
fikir ve düşüncelerine oralarda taraftar toplama gayreti içerisinde olmuşlardır.
Bunlardan bir grup hicretin 39. (M.639) yılında hac için Mekke’de bir araya
gelmişlerdi. Hz. Ali ve Muaviye’nin siyasî ve idari alanlardaki mücadelesi devam
ediyordu. Buradaki Haricîler İslam toplumunun içinde bulunduğu durumu
müzakere ederek bu fesadın sona erdirilmesini seslendirmeye başladılar. Bu amaçla
Hz. Ali, Muaviye ve bu olayların sebeplerinden birisi olarak gördükleri Amr b. el-Âs’ı
öldürmeye karar verdiler. Yapılan gizli görüşmeler sonunda Abdurrahman b.
Mülcem’in Hz. Ali’yi, Burek b. Abdullah’ın Muaviye’yi ve Amr b. Bekir’in de Amr b.
el-Âs’ı öldürmesi kararlaştırıldı. Her biri 17 Ramazan 40/24 Ocak 661’de sabah
namazında bu suikastları gerçekleştirmek üzere söz vererek oradan ayrıldılar.
Muaviye’yi öldürmek üzere Şam’a giden Burek b. Abdullah amacını
gerçekleştiremeden onun korumaları tarafından etkisiz hale getirilmişti.
Muaviye’nin saldırıyı hafif yaralanmayla atlattığı ifade edilir. Amr b. el-Âs’ı
öldürmek için hazırlanan suikastçı ise o gün vali konağından çıkan kişiyi
öldürmüştü. Ancak Amr b. el-Âs o gün rahatsızlığı sebebiyle namazı kıldırmak için
yerine şehrin emniyet görevlisi Harice b. Ebî Habibe’yi göndermişti. Bu nedenle
saldırıda bu kişi öldürülmüştü.
Hz. Ali’yi öldürmek üzere Kûfe’ye giden İbn Mülcem ise orada kendisine
başka yardımcılar da bularak hazırlıklarını sürdürmüştür. Bu amaçla Şebib b.
Becere ve İbn Verdân isimli kişiler ona destek sözü vermişlerdir. Hatta burada
kaldığı süre içerisinde Katâm bt. Alkame isimli haricî zihniyetli bir kadınla, mehir
olarak Hz. Ali’nin öldürülmesi karşılığında evlendiği haber verilmektedir.
Kararlaştırılan günün sabahında mescidin kapısında pusu kuran Haricîler kapı
girişinde Hz. Ali’ye saldırmışlardır. İlk hamleyi Şebib yapmış, ancak Hz. Ali bundan
kurtulmuştur. İkinci hamleyi yapan İbn Mülcem ise Hz. Ali’nin başına vurarak onu
ciddi şekilde yaralamıştır. İbn Mülcem hemen orada yakalanmış, Şebib ise
kargaşadan yararlanarak kaçmıştır. Hz. Ali kendisine saldıran kişinin intikam hissiyle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
öldürülmemesini, şayet yaşarsa kararı kendisinin vereceğini, vefat edecek olursa da
ona kısas uygulanmasını istemiştir. İki gün yaralı vaziyette kalan Hz. Ali 19 Ramazan
40/26 Ocak 661 tarihinde 63 yaşında iken vefat etmiş ve Kûfe kabristanına
defnedilmiştir.
Halife seçildiği 35/656 yılı Zilhicce ayından şehit edildiği 40/661 yılı Ramazan
ayına kadar geçen yaklaşık beş yıllık süre Hz. Ali dönemi olarak isimlendirilmiştir.
Bu dönemde yaşanan ayrılık ve mücadeleler, sadece bu döneme değil, tarih
boyunca İslam dünyasındaki birçok fikir, düşünce ve tartışmalarda etkisini
sürdürmüştür. Bu süreçte Hz. Ali ümmetin meşru halifesi olarak Kur’an ve Sünnet
çerçevesinde meseleleri çözmeye gayret etmiş, özellikle çarpışmalarda kan
dökülmemesi için büyük gayret sarf etmiştir. Ancak kendisi dışındaki birçok faktör
sebebiyle bunu gerçekleştirememiştir. Diğer taraftan Hz. Ali’nin şehit edilmesiyle
Muaviye, iktidar yolunda çok önemli bir avantaj sağlamıştır. Zira Hz. Ali’den sonra
onunla mücadele edecek aynı düzeyde bir kişi daha bulunmuyordu.
Hz. Ali Döneminde İslam Toplumu
Raşit Halifeler dönemi genel anlamda İslam toplumundaki değişime işaret
eden görüntülerle İslam Tarihi’ne yansır. Hz. Ebubekir’in halifeliğiyle başlayan bu
süreçte Müslümanların yokluğunu hissettiği en önemli şey Hz. Peygamber’dir.
Onun Müslümanlara bıraktığı iki esas Kur’an ve sünnet bu dönemde
Müslümanların en önemli rehberi olmuştur. Ancak bu durum ortaya birtakım görüş
farklılıklarının ve buna bağlı tartışma ve çatışmaların çıkmasını engelleyememiştir.
İşte Hz. Peygamber olmadan Müslümanların kendi ayakları üzerinde durabilme
tecrübesini yaşadıkları bu süreçte siyasî, sosyal, ekonomik, kültürel, etnik ve dini
önemli değişimler meydana gelmiştir. Fetih hareketleri coğrafi genişlemenin
ötesinde ekonomik girdilerin artmasına, yine fethedilen bölge insanlarına bağlı
olarak etnik, kültürel ve fikri değişimlere sebep olmuştur. Bütün bu etkenler
merkezdeki halifenin siyasî ve dini gücünün zayıflamasına, sonuçta önü alınamayan
fitnelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.
İşte Hz. Ali, karışıklıkların zirveye çıktığı bir dönemde halife olmuş ve halifelik
süresince bu durumla mücadele etmek mecburiyetinde kalmıştır. Onun her türlü
iyi niyet ve barış girişimlerine rağmen problemlerin üstesinden gelmesi mümkün
olmamıştır. Ortaya çıkan istenmeyen durumları sadece işin başındakileri sorumlu
tutarak izah etmek mümkün değildir. Zira yukarıda işaret edilen söz konusu
değişimleri ve toplumsal gidişatı göz ardı ederek yapılacak yorumlar sağlıklı
sonuçlar vermeyecektir.
Kendisine biat edilmesinden sonra Hz. Ali, halifeliğini tanımayan ve
kendisine itaat etmeyenlere karşı haklı bir mücadele yürütmüştür. Bu konuda en
ciddi muhalefet olarak görülen Şam valisi Muaviye ile mücadeleye girişmeden, Hz.
Aişe, Talha ve Zübeyir’in başkanlığındaki muhalefetle karşı karşıya kalmıştır. Tarihe
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
Cemel Savaşı olarak geçen bu çatışma, Müslümanların ilk defa olarak karşı karşıya
gelerek çarpışmaları ve kanlarını dökmeleri anlamına geliyordu. Bu durum o
dönem için olmasa da devam eden süreçte cevaplanması zor birçok sorunun,
bunlara bağlı siyasî ve itikadî bölünmelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Daha
sonra cereyan eden Sıffîn savaşı ve devamındaki Tahkim hadisesi ise bu noktadaki
sorunların katlanarak artmasına neden olmuştur. Nitekim henüz o dönemde farklı
görüş ve düşüncelerle ortaya çıkan Haricîler grubu bu etki ve sonucun en somut
görüntüsünü oluşturmuştur. Siyasî-itikadî fırka görünümündeki bu oluşum zaman
içerisinde birçok farklı kollara ayrılarak, İslam toplumu içerisinde adeta bir
çıbanbaşı olmuştur. İslam coğrafyasının her bölgesinde çıkardıkları isyanlar
dönemin siyasî otoritesi için büyük problemler oluşturmuştur. İtikadî alanda
ürettiği söylem ve argümanlarla varlığını ve etkisini uzun yıllar devam
ettirebilmiştir.
Siyasî mücadelenin bir tarafında Muaviye’nin temsil ettiği Ümeyyeoğulları,
karşısında ise Hz. Ali etrafındaki Hâşimoğulları ve taraftarları vardı. Hz. Ali’ye
Medine ve Mekke’den yeterli destek verilmediği için o, hilafet merkezini Kûfe’ye
taşımak zorunda kalmıştı. Ancak bölgenin karışık, çıkarcı ve menfaatine göre sık
karar değiştiren insanları, güven vermekten çok uzaktı. Yine bu insanlara
Hâşimoğulları gibi kabilevî temele dayalı bir söylem de etki etmiyordu. İşte bu
noktada, bu söylemin yerine geçecek, kitleleri altında toplayabilecek ve uğrunda
canların feda edileceği “Ehli Beyt” kavramının ortaya çıkışına şahit olunmuştur.
Kelime anlamıyla Arap dili içerisinde her zaman kullanılan Ehli Beyt, farklı yorum ve
yaklaşımlarla bir mefhum haline dönüştürülmüştür. Hz. Ali taraftarı olan grup
devam eden süreçte taraftarlık alanını Ehli Beyt kavramı çerçevesinde genişleterek
Şîa’nın ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Siyasî-itikadî fırka özelliğiyle Şîa,
itikadî sisteminin temeline yerleştirdiği imamet ilkesiyle tarih boyunca siyasî
taleplerle kendisini göstermiştir.
Bazı İslam tarihçileri Hz. Hasan’ı da bu sürecin bir parçası olarak görme
eğilimlerine rağmen, genel olarak Hz. Ali’nin vefatıyla Hulefâ-i Râşidîn döneminin
tamamlandığı kabul edilir. Bundan sonra yaklaşık altı ay sürecek olan Hz. Hasan
döneminden sonra Muaviye’nin işbaşına gelmesiyle İslam Tarih’inde Emeviler
Dönemi başlayacaktır. Hulefâ-i Râşidîn dönemi, yaşanan kimi olumsuzluklar ve
acılara rağmen, Hz. Peygamber’in eğitimi altında yetişen ashabın İslam’ın temel
ilkeleri çerçevesinde, büyük bir fedakârlıkla taşıdıkları sorumluluğu Müslümanlara
gösterdikleri bir dönem olmuştur. Müslümanlar da tarih boyunca onlara olan sevgi
ve saygılarını muhafaza etmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
HZ. HASAN DÖNEMİ
Hz. Hasan’ın Halife Seçilmesi
Hz. Ali’nin şehit edilmesi, İslam toplumunda zaten var olan siyasî belirsizliğin
daha da artmasına neden olmuştu. Bu esnada Muaviye’nin Hz. Ali’nin halifeliğini
tanımaması en temel problemdi. Mekke ve Medine’deki sahabe ve onların
çevrelerindeki sessiz kitle olanı biteni izlemekteydi. Hz. Ali ve çevresindekilerin,
destekçileri olarak gördükleri Basra ve Kûfe halkının samimiyetsiz duruşları farklı
bir problem alanı oluşturuyordu. Diğer taraftan sosyal değişimin etkisiyle,
sahabenin yaptırım gücünden öte sevgi ve saygı temeline dayalı bir etkiye sahip
olabileceği bir toplum da yoktu. En belirgin görüntüsü Haricîler olan fikrî ve itikadî
sapmalar önü alınamaz bir hızla gelişiyordu. Bütün bunların yanında istikrar
bozulmuş ve toplumda güven kaybolmuştu. Yukarıda işaret edildiği şekliyle İslam
toplumunda yaşanan problem ve sıkıntılar Ehli Beyt fertlerine dönük bir
beklentinin ortaya çıkmasına neden olmuştu. İşte Hz. Ali sonrasındaki genel
manzara bu şekilde idi.
Hz. Ali’nin şehit edilmesi, toplumsal düzeni sağlama ve Şam merkezli
muhalefet cephesi ile mücadeleyi sürdürmek için ailenin diğer fertlerine dönük
oluşan beklentiyi bir kat daha artırmıştır. Bu esnada gözler Hz. Hasan’a
odaklanmıştır. Babasının mücadelesini kaldığı yerden devam ettirecek yegâne kişi
olarak kabul edilmiştir. O, geriye dönük mücadelelerin hepsinde babasının yanında
olan, süreci ve gelişmeleri bilen, kazandığı tecrübelerini fiili alanda kullanabilecek,
nesep bakımından Hz. Peygamber’e yakınlığıyla yani Ehli Beyt’ten olma yönüyle
kitleleri etkileyebilecek bir potansiyele sahip olarak görülüyordu. Hz. Ali’nin yerine
Hz. Hasan’ın halife olması sadece siyasî bir gereklilik değil, aynı zamanda toplumsal
beklentinin de bir sonucu idi.
Hz. Ali’ye yaralı olarak geçirdiği iki günde halifelik konusunda bazı tekliflerde
bulunulduğu belirtilmektedir. “Seni kaybedersek Hasan’a biat edelim mi?”
sorusuna O: “Bunu size ne emrederim ne de nehyederim” (Taberî, Târîh, V, 146)
diye cevap vermiştir. Yine bu günlerde kendisinin, insanlara bir halife tayin
etmesini isteyenlere: “Sizi Resulullah’ın bıraktığı gibi bırakıyorum.” diyerek
kendisinden sonraki duruma müdahale etmek istememiştir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Tartışma
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
•Hz.Peygamber'in vefatından sonra halifelik konusunda beklenti
içerisine girdiği belirtilen Hz.Ali, tam da halifeliği ele geçirmişken
hilafetin Ehli Beyt'ten devam etmesini sağlamak adına neden oğlunun
halife olmasını istememiştir. Konuyu farklı boyutları ile forumda
tartışabilirsiniz.
•Düşüncelerinizi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan “tartışma
forumu” bölümünde paylaşabilirsiniz.
Hz. Ali’nin vefatından iki gün sonra 21 Ramazan 40/ 28 Ocak 661’ de Hz.
Hasan’a biat edilmiştir. O, kendisine bazı şartlarla biat etmek isteyenlere barış
yaptığıyla barış, savaş yaptığıyla savaş sözü vermedikçe kendilerinden biat
almayacağını belirtmiştir. Hz. Hasan’ın çevresindeki insanlardan tam teminat alma
amacına dönük bu hareketi, onun ilerleyen günlerde atacağı adımlar açısından
oldukça önemli olacaktır. Zira savaş isteyen insanların barışa, barış isteyenlerin de
savaşa sevk edilmesi oldukça zor bir durumdur. Hz. Hasan tercihi ne olursa olsun
insanlardan böyle bir teminatla biat alması, ilerde vereceği kararlarda onun elini
güçlendiren bir durum olmuştur.
Hz. Hasan’ın genel biat öncesinde halka yaptığı konuşmada kendilerinin
Resulullah’a yakınlıklarından bahsederek kendisine destek verilmesini istemiştir.
Onun halifeliğindeki ilk icraatı babasının katili İbn Mülcem’e kısas tatbik etmesidir.
Daha sonra valilere gönderdiği mektupla idareci ve halkın kendisine biatini talep
etmiştir. Onun bu talebine Şam ve Mısır dışında olumlu cevaplar gelmiş ve İslam
toplumunun halifesi olarak kabul edilmiştir. Bu arada Muaviye’ye de bir mektup
yazarak insanların kendisine biat ettiklerini haber vermiş ve kendisinin de itaatini
istemiştir. Bunu haber alan Muaviye ise kendi cephesinde çeşitli hazırlıklara
girişmiştir.
Hz. Hasan Muaviye’ye karşı gerçekleştireceği harekâta hazırlık için Kûfe
halkına bir konuşma yapmış ve insanları ordusuna katılmaya davet etmiş ancak
halk bu davete ilgi göstermemiştir. Bunun üzerine Hz. Hasan Ubeydullah b. Abbas’ı
çağırarak kendisine destek verenlerden oluşan 12 bin seçkin süvari ile Enbar’a
gitmesini söylemiş ve ona bazı uyarılarda bulunmuştur. Kendisi de Kûfe’den
ayrılarak Medâin’e doğru yola çıkmıştır. Ubeydullah b. Abbas komutasındaki ordu
Şam’a doğru ilerlerken Muaviye, Ubeydullah’a bir mektup yazarak ona cazip
teklifler sunmuş ve onun kendi saflarına geçmesini sağlamıştır. Bu esnada
Medâin’e giden Hz. Hasan’ın ordusu içerisinde çıkan bir kargaşa neticesinde
yaralanmasına kadar giden bir olay yaşadığı bildirilir. Bu durumun birinci sebebi
olarak, bir kişinin ordu komutanı olan Kays b. Saʻd’ın öldürüldüğüne dair bir haberi
yayması, diğer bir sebep olarak da Hz. Hasan’ın çevresindekilere barış yapma
isteğini söylemesi olarak belirtilmiştir. Kendisinin ölümüne sebep olabilecek bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
olaydan sonra Hz. Hasan oradan uzaklaşıp Medâin’deki Beyaz Saray’a gitmiştir.
Kendisine saldıran haricî zihniyetli kişi ise hemen orada yakalanarak öldürülmüştür.
Muaviye İle Yapılan Anlaşma ve İktidarın Teslimi
Kendisine biat edilmesinden sonra Medâin’e gelmesine kadar geçen sürede
kendi ordusu ve destekçileri içerisinde gördüğü samimiyetten uzak bu durum, Hz.
Hasan’da bu mücadelenin nasıl sürdürülebileceği konusunda ciddi endişeler
oluşturmuştur. Onun kan dökülmesine karşı olan kişiliğinin yanı sıra yaşanan bu
durum, Hz. Hasan tarafından Muaviye ile barış yapma konusunda yeterli bir sebep
olarak görülüyordu. Onun idari tecrübesizliğini ve güçlerindeki zafiyeti bilen
Muaviye, siyasî manevralarla farklı alternatifleri devreye koyuyordu. Bu çerçevede
başlatılan barış görüşmelerinin kimin tarafından başlatıldığı net olarak tespit
edilemese de Muaviye’nin Hz. Hasan’a gönderdiği imzalı ve mühürlü boş sayfaya,
idareyi teslim etme karşılığında ne isterse yazmasını istemesi, bu süreçteki ilk adım
olarak kabul edilmektedir. Bu teklif, çevresinde gelişen olumsuzluklardan etkilenen
ve iktidar uğruna kan dökülmesini istemediği için zaten barış yapma niyetinde olan
Hz. Hasan için bir fırsat oluşturmuştur. Muaviye’nin gönderdiği kâğıda isteklerini
yazan Hz. Hasan hilafetin ona tesliminde ilk aşamayı gerçekleştirmiştir.
Çevresindekilerin şiddetli eleştiri ve ağır ithamlarına rağmen Hz. Hasan bu
kararından geri adım atmamıştır.
Rivayetlerdeki bilgilerin karışık ve çelişkili olması nedeniyle Hz. Hasan ile
Muaviye arasında yapılan anlaşmanın maddelerinin neler olduğu tam olarak tespit
edilemeyen hususlardandır. Rivayetlerdeki ortak noktalardan hareketle bu
maddelerin şunlar olduğu söylenebilir.
 Hz. Hasan’ın can güvenliği ve Medine’ye intikali sağlanıp ona gizli ya da açık bir
entrika düzenlenmeyecek ve onun dostlarına/taraftarlarına da hiçbir şey
yapılmayacak.
 Hilafette Allah’ın kitabı, Resulünün sünneti ve Hulefâ-i Sâlihîn’in yolundan
gidilecek.
 İnsanların mallarına, canlarına ve ailelerine zarar verilmeyecek.
 Muaviye kendisinden sonra veliaht tayin etmeyecek ve halife şura ile
belirlenecek.
 Hz. Ali’ye hakaret edilmeyecek.
 Kûfe beytülmali ile Fesâ ve Darabcerd bölgesinin haracı Hz. Hasan’a verilecek.
41/661
“Birlik Yılı”
 Medine, Hicaz ve Irak bölgesine Hz. Ali dönemindekinden fazla herhangi bir şey
(vergi vs.) istenmeyecek.
Görüldüğü gibi şartlar her iki taraf için de ağır yükümlülükler getirmeyen bir
çerçeveye sahiptir. Hz. Hasan’ın bu barışı yapmaktaki “Kan dökülmemesi”
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
gayesinin gerçekleşmiş olması belki de bütün şart ve durumların üzerinde
değerlendirilmesi ve görülmesi gereken bir durumdur.
Bireysel Etkinlik
Anlaşmanın imzalanmasından sonra Hz. Hasan ve Muaviye Kûfe’ye gelmişler
ve halkın huzurunda devir teslim gerçekleşmiştir (25 Rebiülevvel 41/29 Temmuz
661). Hz. Hasan halka yaptığı konuşmasında hilafeti Muaviye’ye bıraktığını açık bir
ifadeyle belirtmiş, daha sonra da yakın çevresiyle birlikte Medine’ye dönmüştür.
İnsanlar Hz. Hasan’ın insanların kanlarının dökülmemesi ve ümmet içerisindeki
tefrikanın sona ermesi için yaptığı bu büyük fedakârlık nedeniyle rahatlamışlar, bu
nedenle de bu yıla “Birlik yılı” demişlerdir.
• Hz. Ali ve Hz.Hasan ile mücadelesinde Muâviye'yi
başarıya ulaştıran sebepler üzerinde düşününüz.
Hz. Hasan’ı Anlaşmaya İten Sebepler
Hz. Hasan’ın Muaviye ile yaptığı bu anlaşma, kendisine yönelik eleştirilerin
kaynağı olmuştur. Kimi zaman korkaklığı ve hayatı sevmesi kimi zaman da paraya
ve dünya zevklerine düşkünlüğü ile itham edilmiştir. Ancak onu böyle bir
anlaşmaya iten sebepleri ve o günkü psiko-sosyal durumu görmeden yorumlarda
bulunmanın doğru olmayacağı açıktır. Hz. Hasan’ı böyle bir anlaşmaya iten ilk
sebep onun halim selim ve barışı tercih eden kişiliğidir. Onun bu kişilik özelliği daha
önceki yaşamında da belirgin bir özellik olarak dikkatleri çekmektedir. Onun ordusu
ve destekçilerindeki samimiyetsizlik nedeniyle onlara güvenilmeyeceği kanaati de
bu konudaki önemli bir neden olarak görülmelidir. Bir defasında ona: “Seni barış
yapmaya zorlayan şey nedir?” diye sorulunca o: “Dünya hayatını terk etmeyi tercih
ettim, Kûfeliler’in asla kendilerine güvenilemeyeceğini, onlara güvenerek bir işe
kalkışmanın sonunda mutlaka mağlup olacağını gördüm” demiştir. (İbnü’l-Esîr, elKâmil, 466.) Bütün bu süreçte Muaviye’nin sürekli barış ve anlaşma konusunda
gösterdiği yaklaşım da etkili olmuştur. Diğer yandan Hz. Hasan’ın bundan sonraki
yaşamında ihtiyaç duyacağı maddi imkân ile kendisinin ve taraftarlarının can ve
mal güvenliklerinin sağlanması da bu anlaşmanın yapılmasını kolaylaştıran diğer
sebepler olarak zikredilebilir.
Anlaşma Sonrasında Hz. Hasan ve Vefatı
Hz. Hasan ile Muaviye arasında 41/661 yılında yapılan bu anlaşma, herhangi
bir anlaşma gibi olmayıp İslam Tarihi’nde etkileri ve sonuçları yönüyle çok önemli
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
yere sahiptir. Geriye dönük hilafet tartışmalarında Hâşimoğulları-Ümeyyeoğulları
mücadelesine dayanan bir yönü vardır. Bu mücadeleyi devam ettirecek ümidi ile
kendisine biat edilen Hz. Hasan’ın böyle bir anlaşma yapması, beklenti içerisindeki
taraftarları arasında büyük bir hayal kırıklığına sebep olmuştur. “Ali taraftarlığı”
şekliyle başlayıp daha sonraları siyasî-itikadî bir yapıya dönüşen Şîa, Hz. Hasan’ın
Muaviye’ye biat etmesiyle, hilafet talebinde çok önemli bir kayıp yaşamıştır.
Bireysel Etkinlik
Muaviye ile anlaşma yapan Hz. Hasan’a burada yöneltilen eleştiriler daha
sonra gittiği Medine’de devam etmiştir. Hz. Hüseyin ona: “Senin kabrindeki Ali’yi
yalanlayıp Muaviye’yi tasdik etmenden Allah’a sığınırım” derken, yakın
dostlarından olan ve sonuna kadar ona destek veren Hucr b. Adiy ise: “Ey Allah
Resulü’nün oğlu, barış yapmakla onları sevdikleri şeye ulaşmalarına, bizim de
istemediğimiz bir duruma düşmemize neden oldun” deyince Hz. Hasan: “Ey Hucr,
diğer insanlar senin sevdiğin gibi sevmiyor, senin düşündüğün gibi düşünmüyorlar.
Bu yaptığımdan başka ne yapabilirdim ki? Vallahi her günün kendine has bir
durumu vardır” diye cevap vermiştir. Medine’de ona gelen kişiler:: “Selam sana ey
müminlerin zelili” deyince Hz. Hasan: “Selam size gelin, oturun. Ben müminlerin
zelili değil izzetlisiyim. Muaviye ile anlaşmam da kendi menfaatimi düşünmedim.
Ancak çevremdeki insanların harpten çekindiklerini görünce, sizden ölümü
uzaklaştırmak istedim. Bu konuda sizlerden hiçbir şey gizlemiş değilim” diye cevap
vermiştir. Onun yaptığı bu anlaşma nedeniyle Resulullah’ın: “Benim şu oğlum
seyittir. Umulur ki Allah onunla iki Müslüman grubu barıştıracaktır” (Buhârî, Fiten,
20; Sulh, 9) hadisi onun için bir fazilet kabul edilmiş ve adeta isminin geçtiği her
yerde zikredilmiştir.
• Hz. Hasan'ın yaptığı anlaşma ile ilgili siz ne
düşünüyorsunuz?
Hz. Hasan’ın siyasî faaliyetlerden uzak yaklaşık on yıl süren Medine
günlerinin ardından bir gün hastalandığı ve kırk gün süren bu hastalığının
sonucunda da vefat ettiği bildirilmektedir. Hz. Hasan’ın vefatıyla ilgili üzerinde en
çok tartışmanın olduğu konu onun zehirlenerek öldürüldüğü iddiasıdır. Onun
kardeşi Hz. Hüseyin’e, kendisinin daha önce üç defa zehirlendiğini, ancak bu
sonuncusunun çok şiddetli olduğunu söylediği nakledilmektedir. Ancak kardeşinin
ve diğer yakınlarının tüm ısrarlarına rağmen kendisini kimin zehirlediğini
söylememiştir. Kendisine bu yönde yöneltilen sorulara: “Eğer zannettiğim gibiyse
Allah en şiddetli intikam alıcıdır. Eğer değilse benim için birisini öldürmeyin. Vallahi
ben böyle bir şey yapmaktan uzağım” diye cevap vermiştir. Onun zehirletilmesiyle
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
ilgili olarak hanımı Cade bt. Eşʻas tarafından zehirlendiği yönündeki ifadeler ise
ispatlanamamış iddiadan öteye geçememiştir.
Hz. Hasan vefatından sonra dedesi Resulullah’ın yanına, ancak bu konuda bir
engelleme ile karşılaşılacak olursa Baki mezarlığına defnedilmesini istemiştir.
Kardeşine bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra 25 Rebiülevvel 50’de (M.660) 47
yaşında iken vefat etmiştir. Onun Resulullah’ın yanına defnedilmesine Mervan b.
Hakem liderliğindeki Emeviler engel olmuşlardır. Karşılıklı gerginlik o derece
artmıştır ki kılıçlar çekilmiş ve çarpışma için her türlü hazırlıklar yapılmıştır. Bu
esnada araya giren Sad b. Ebî Vakkâs, Ebû Hureyre, Câbir b. Abdullah, Abdullah b.
Ömer ve Misver b. Mahreme gibi kişiler Hz. Hüseyin’i ikna etmişlerdir. Cenaze
namazını o sırada Medine valisi olan Saîd b. el-Âs kıldırmış ve Baki mezarlığına
defnedilmiştir. Her ne kadar bazı görüş farklılıklarıyla ortaya çıkan eleştirilere
muhatap olsa da Hz. Hasan herkes tarafından sevilen bir kişi idi. Büyük bir katılımın
olduğu cenazesinden sonra Müslümanlar onun için derin bir üzüntü yaşamışlardır.
Ödev
Hz. Hasan’ın vefatı İslam Tarihi’nde yeni bir dönemin başlangıcıdır. Bu
dönem halifeliğin saltanata dönüşmesi şeklinde ifade edilen, Muaviye’nin oğlu
Yezid’i veliaht tayin etmesi ve bu yöndeki faaliyetleri ile İslam toplumunda buna
karşı ortaya çıkan tepki hareketleriyle şekillenecektir. Müslümanları üzen,
istenmeyen hadiseler daha önce olduğu gibi bundan sonra da olmaya devam
edecektir. Hz. Hasan gerek babası Hz. Ali, gerekse kendinden sonra kardeşi Hz.
Hüseyin’le başlayan bu tarihi seyir içerisinde farklı bir duruşun simgesi olmuştur.
• Kaynaklardan yararlanarak Hulefâ-i Râşidîn dönemindeki
toplumsal değişmenin boyutlarını ve sonuçlarını 500 kelimeyi
aşmayacak şekilde yazınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı altında yer alan
“ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Özet
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
•Hz. Ali, küçüklüğünden Hz.Peygamber’in eğitimi altında yetişmiş, İslam
tebliğinde önemli görevler üstlenmiş, Hz. Fatıma ile evlenerek
Hz.Peygamber’e damat olmuş önemli bir şahsiyettir. Hz. Ebubekir’in
halifeliğiyle başlayan süreçte, Resulullah’a olan yakınlığı ve hilafet
çevresindeki tartışmalar sebebiyle bu dönemdeki önemi daha da
artmıştır. Hz. Osman dönemindeki ihtilaf ve problemleri giderme
noktasında elinden gelen gayreti göstermiştir.
•İsyancıların işgali altındaki Medine’de Hz. Osman’ın şehit edilmesinden
sonra halife olmuştur. Halifeliği döneminde de İslam toplumunun karşı
karşıya kaldığı problemleri çözme yolunda gayret göstermiştir. Bu
süreçte halifeliğini tanımayan ve Hz. Osman’ın katillerinin bulunup
cezalandırılmasını isteyen muhaliflerle mücadele etmiştir. İlk olarak Hz.
Aişe, Talha ve Zübeyr’in başkanlık ettiği muhaliflerle Cemel Şavaş'ında
karşı karşıya gelmiştir. Daha sonra Muaviye güçleriyle Sıffîn’de
karşılaşmıştır. Muaviye güçlerinin kaybetmek üzere olduğu bir anda
ortaya attıkları Tahkim teklifiyle savaş meydanından çekilmek zorunda
kalmıştır. Tahkim sadece o anda savaşı kazanmasına engel olmakla
kalmamış daha sonra ordusunda parçalanmasına da sebep olmuştur.
Tahkim’in uygulama aşamasında hakemlerin verdikleri karar, problemi
çözmekten öte daha da derinleştirmiştir.
•Hz. Ali bundan sonra farklı düşüncelerle ordusundan ayrılan “Haricîler”
ile mücadele etmek zorunda kalmıştır. Onları tekrar kazanma adına
yaptığı tüm girişimlerin başarısızlığa uğramasından sonra onlarla
Nehrevan savaşında çarpışmak zorunda kalmıştır. Bundan sonra
Haricîlik düşünce İslam toplumunda bir problem olarak varlığını devam
ettirmiştir. Sonuçta Hz. Ali İbn Mülcem adında haricî bir suikastçı
tarafından şehit edilmiştir.
•Hz. Ali’nin vefatından sonra babasının mücadelesini devam ettirmesi
düşüncesiyle Hz. Hasan’a halife olarak biat edilmiştir. Halim selim bir
kişiliğe sahip olan Hz. Hasan, iktidarı korumak için
yapılacak
mücadelelrde müslümanların kanının dökülmesini hogörmemiş, bunu
önlemek adına Muaviye ile bir barış anlaşması imzalayarak iktidarı ona
teslim etmiştir. Bu anlaşma ve idareyi teslimden sonra yaklaşık on yıl
daha yaşayarak Medine’de vefat etmiştir.
•Söz konusu süreçte ortaya çıkan gelişmeler tarih boyunca
müslümanları rahatsız eden görüntüler olarak zihinlerde kalmıştır.
Bütün bu olaylara dönük fikir ve düşünceler siyasi, itikadi ve fikri
alanlarda tartışılmış ve tartışılmaya da devam edilmektedir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Ali için yanlıştır?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Hz. Ebubekir’e halife olarak biat etmiştir.
b) Sadakat ve sebatıyla Hz. Peygamber döneminde toplumda önemli bir yere
sahip olmuştur.
c) Hz. Osman’ın halife seçildiği şura kararına tepki göstermiştir.
d) Hz. Peygamber ailesi ile birlikte, onun terbiyesi altında yetişmiştir.
e) Hz. Osman’a biat etmemesi problemlere sebep olmuştur.
2. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Ali’nin halifeliği için doğrudur?
a) Kendisine biat edilmesinden sonra isyancıları Medine’den çıkarmıştır.
b) Hz. Osman’ın valilerini değiştirmeyerek yerinde bırakmıştır.
c) İlk işi Hz. Osman’ın katillerini bulup cezalandırmak olmuştur.
d) Kendisine biat etmeyenlerin varlığı halifeliğine zarar vermemiştir.
e) Hz. Aişe’yi Medine’den uzaklaştırmak için Mekke’ye göndermiştir.
3. Cemel Savaşı için aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Hz. Ali ve muhalifleri arasındaki bir savaştır.
b) Muhalefet cephesi Hz. Aişe, Talha ve Zübeyir’in liderliğinden oluşuyordu.
c) Tarafların karşılıklı olarak çekilmesi ve tahkimle sonuçlanmıştır.
d) Hz. Aişe savaşa bir deve üzerinde katılmıştır.
e) Savaş sonunda esir ve ganimet ele geçirilmiştir.
4. Tahkim için aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Toplumdaki fitneyi sona erdirerek barışı sağlamıştır.
b) İlk dönem İslam Tarihinin en önemli hadiselerindendir.
c) Muaviye tarafını Amr b. el-Âs, Hz. Ali tarafını ise Ebû Musa el-Eşʻarî temsil
etmiştir.
d) Hz. Ali Tahkim’in sonuçlarını kabul etmemiştir.
e) Bundan sonra Şam bölgesinde Muaviye’ye halife olarak biat edilmiştir.
5. Haricîlik ile ilgili olarak hangisi yanlıştır?
a) Muaviye’yi kâfirlikle itham ederek ilk onunla mücadele etmişlerdir.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
b) Nehrevan savaşıyla birlikte ilişkiler kopup, geriye dönme ihtimalleri
kalmamıştır.
c) Tahkim sonrası Hz. Ali’nin ordusundan ayrılmışlardır.
d) Önceleri Tahkim’i kabul edip, sonradan reddederek ortaya çıkmışlardır.
e) Hz. Ali’nin kendilerini sürekli ikna gayretlerine rağmen muhalefetlerini sona
erdirmemişlerdir.
Cevap Anahtarı:
1. e 2.d 3.c 4.a 5.c
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
“Hulefâ-i Râşidîn Dönemi Bibliyografyası”. (2005). İstem Dergisi, Sayı: 6, Konya.
Apak, Adem. (2005). “Hz. Ali’nin İlk Dönem Siyasî Hadiselerdeki Rolü”, Marife, Yıl:5,
Sayı: 1, Konya.
Belâzürî, Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Yahyâ (1996), Ensâbü’l Eşrâf (I-XIII), Neşr: Süheyl
Zekkâr, Riyâd ez-Ziriklî, Dâru’l-Fikr, Beyrut.
Demircan, Adnan. (1996). İslam Tarihi’nin İlk Asrında İktidar Mücadelesi, Beyan
Yayınları, İstanbul.
Demircan, Adnan. (2002). Ali-Muaviye Kavgası, Beyan Yayınları, İstanbul.
Demircan, Adnan. (2005). “Ali b. Ebî Tâlib’i, Tahkimi Kabule Zorlayanlar Üzerine”,
İSTEM Dergisi, sayı: 6, Konya.
Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi (I-XIV) (1986) Red.: Hakkı Dursun Yıldız,
Çağrı Yayınları, İstanbul.
Fığlalı, Ethem Ruhi. (1989). “Ali”, TDV. İslam Ansiklopedisi, c. II, İstanbul.
Fığlalı, Ethem Ruhi. (1997). “Hasan”, TDV. İslam Ansiklopedisi, c. XVI, İstanbul.
İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İsmail. (2004). el-Bidâye ve’n-Nihâye (I-II), Beytü’l-Efkâri’dDevliyye, Lübnan.
İbn Saʻd, Muhammed. (1957). et-Tabakâtü’l-Kübrâ (I-VIII), Dâru’s-Sadr, Beyrut.
İbnü’l-Esîr, İzzüddin Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed. (2004). el-Kâmil fi’t-Târîh,
Beytü’l-Efkâri’d-Devliyye, Lübnan.
İbnü’l-Esîr, İzzüddin Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed. (1970). Üsdü’l-Ğâbe fî
Ma’rifeti’s-Sahabe (I-VI), Thk: Muhammed İbrahim el-Bennâ vdğ. Kahire.
Kapar, M. Ali. (1998). İslam’ın İlk Döneminde Bey’at ve Seçim sistemi, Beyan
Yayınları, İstanbul.
Kılıç, Ünal. (2008). “Hz. Ali’nin Şehirlerin İdarecileriyle İlgili Politikaları”, Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, cilt: XII, sayı: 2, Sivas.
Mes’ûdî, Ebü’l-Hasen Ali b. Hüseyn b. Ali. (1987). Murûcü’z-Zeheb (I-IV), Thk:
Muhammed Muhyiddin Abdülhamid, Beyrut.
Mevlana Şiblî. (1977). Asrı Saadet (I-V), çev: Ömer Rıza Doğrul, Ensar Neşriyat,
İstanbul.
Minkarî, Nasr b. Müzâhim. (1981). Vak’atü Sıffîn, Thk: Abdüsselam Muhammed
Harun, Mısır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Hz. Ali ve Hz. Hasan Dönemleri
Önkal, Ahmet. (2003). “Tahkim Olayı Üzerine Bir Değerlendirme”, İSTEM Dergisi,
Yıl:1, Sayı:2, Konya.
Seyf b. Ömer ed-Dabî el-Esedî. (1993). el-Fitnetü ve Vak’atü’l-Cemel, Tasn: Ahmet
Râtib Armûş, Beyrut.
Söylemez, M.Mahfuz. (2001). “Hz. Hasan’ın Hilafeti Muaviye’ye Devrinin
Arkaplanı”, İslami Araştırmalar Dergisi, c.14, sayı: 3-4, Ankara.
Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed b. Cerîr (THz. ), Târîhu’l-Ümemi ve’l-Mulûk (I-XI),
Thk: Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Beyrut.
Varol, M. Bahaüddin. (2006). “Emevîler’in Hz. Ali ve Taraftarlarına Hakaret
Politikası Üzerine” , İSTEM Dergisi, sayı: 8, Konya.
Varol, M.Bahaüddin. (2004). Siyasallaşma Sürecinde Ehli Beyt, Konya.
Varol, M.Bahaüddin. (2009). “Hz. Hasan’ın Çok Evliliğine Dair Rivayetler Üzerine”,
İSTEM Dergisi, sayı:13, Konya.
Varol, M.Bahaüddin. (2010). Temel Kaynak ve Rivayetler Işığında Hz. Hasan, Konya.
Wellhausen, Julius. (1989). İslamiyetin İlk Devrinde Dini ve Siyâsî Muhalefet
Partileri, çev: Fikret Işıltan, Ankara.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
26
HULEF Â-Yİ RAŞİDİN
DÖNEMİ
• Toplumsal hayat
• Devlet yönetimi
• Düşünce Hayatı
• Eğitim ve Öğretim Faaliyetleri
• İmar Faaliyetleri
• Sosyal Hizmetler
• Takvim
HEDEFLER
İÇİNDEKİLER
ââ
KÜLTÜR
VE MEDENİYETİ
• Bu üniteyi çalıştıktan sonra;
• Hulefâ-yi Raşidin dönemi toplumsal yaşamını
öğrenecek
• Hulefâ-yi Raşidin döneminde devletin nasıl
idare edildiğini anlayacak
• İlim ve kültür tarihi hakkında önemli bilgilere
sahip olacak
• Hulefâ-yi Raşidin döneminde sosyal hizmetler
ve bu hizmetleri veren kurumlar hakkında bilgi
sahibi olacaksınız.
İLK DÖNEM İSLAM
TARİHİ
ÜNİTE
14
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
GİRİŞ
Hulefâ-yi Râşidîn dönemi 11/632 yılında vefat eden Hz. Peygamber’in yerine
geçen Hz. Ebubekir ile başlamakta ve Hz. Ali’nin 40/661 yılında vefatıyla son
bulmaktadır. Oldukça geniş bir coğrafyayı kontrol altına alan devlet, bu dönemde o
güne kadar bilinen en parlak medeniyetlerden birini kurmuştur. Bu ünitede söz
konusu medeniyettin bir kısmına işaret edilecektir.
TOPLUM HAYATI
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde toplum hürler, mevali, zimmi ve köleler
olmak üzere kendi içerisinde bazı sosyal tabakalara ayrılmış vaziyetteydi.
Hürler
İslam dini köleliğe
karşıdır.
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde toplumun en büyük bölümünü Arap kökenli
hürler oluşturmaktaydı. Temelde Güneyli ve Kuzeyli şeklinde ikiye ayrılmış olan
Araplar, öteden beri birbirleriyle sürtüşme halindeydiler. Daha köklü bir tarihe
sahip olan Güney Arapları ile Cahiliye döneminde de dini hiyerarşinin tepesinde
bulunan Kuzey Arapları arasındaki bu çekişme, Hulefâ-yi Râşidîn döneminde
cereyan eden siyasi hadiselerin temel nedenlerini teşkil etmektedir.
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde –bir önceki dönemde olduğu gibi- hür Araplar
temelde “bedevî” ve “hadarî” şeklinde iki katmana ayırmış vaziyette idi. Hz.
Peygamber zamanında İslam dinini kabul eden ve bu dini benimseyenlerin bir
parçası haline gelen Mekke, Medine ve Tâif’e Hz. Ebubekir ve Ömer döneminde
birçok meskûn mahal veya bir başka ifade ile hadarî bölge katılacaktır. Ancak bu
durum İslam toplumu içerisindeki bedevî karakterin tamamen yok olmasını
mümkün kılamayacaktır. Nitekim bunun farkında olan Hz. Ömer, söz konusu
bedevî karakteri yıkmak ve bunların yerleşik hayata geçmelerini sağlamak için
büyük bir mücadele verdi. O, kendisi tarafından kurulan şehirlere bedevilerin
yerleşmesi için çaba sarf etmiş, yerleşik olmayan Arapların devletin gelirlerinden
faydalanmalarına müsaade etmeyerek, hadarîliği teşvik etmiştir. Bedevîlerin divan
defterlerine kaydedilmesine müsaade etmeyen Hz. Ömer, onları irafet teşkilatının
da dışında tutmuştur. Bununla birlikte adı geçen halife, yerleşik kültüre geçmek
istemeyen vatandaşları İslam devletinin tamamen dışında kabul etmemiş, onların
da gelirler dışındaki devlet hizmetlerinden faydalanmaları için çaba sarf etmiştir.
Bedevî obalarına gezici vaiz ve öğretmenler göndererek kendilerine İslam dinini
öğretmeye çalışmasını bu bağlamda değerlendirmek mümkündür.
Kuşkusuz Hulefâ-yi Râşidîn döneminde hürlerin ikinci kümesini gayr-ı Arap
unsur oluşturmaktadır. Hz. Ebubekir’in halifeliği zamanında başlayan ve Hz. Ömer
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
2
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
dönemiyle devam eden İslam fetihleriyle birlikte, bu devlete Arpların dışında daha
başka milletler de katıldılar. Bu milletleri kendi içerisinde iki ayrı küme halinde
incelemek gerekir. Bu kümelerin ilki İslam dinini kabul etmiş ve Arap
Müslümanlarla eşit haklara sahip olan insanlar; ikincisini ise kendi dini
düşüncelerini korumaya çalışan kitleler oluşturmaktadır. İslam’ı kabul etmiş olan
kitle, aynen dindaşları Araplar gibi divan defterlerine işlenmiş ve onlarla eşit
haklara sahip olmuşlardır. Kuşkusuz bu durum daha sonra yani Emevîler
döneminde değişecek ve bu kitle Mevali olarak isimlendirilerek hür Araplarla
köleler arasında değişik bir sınıf olarak kabul edileceklerdir.
Zimmîler
Hulefa-i Raşidin
döneminde mevali ile
hürler eşit haklara sahip
idiler.
Hz. Ebubekir’in halifeliği zamanında başlayan ve Hz. Ömer döneminde
hızlanan İslam fetihleri ile birlikte, sınırları giderek genişleyen devlete yeni
gayrimüslim kitlelerin katılmaya başladığını yukarıda ifade etmiştik. Irak ve elCezire bölgelerinin fethiyle Mecusilerin yanı sıra çoğunluğunu Nasturîlerin
oluşturduğu Keldanî ve Süryaniler ile Sabiiler, hatta Yahudiler; Suriye’nin fethiyle
Romalı Hıristiyanlar; İran’ın fethi ile Mecusiler ve Maniheistler; Ermenistan’ın
fethiyle Doğu Ermeni Kilisesi’ne mensup olan Gregorian Hıristiyanlar bu yeni
devletin tebaası haline geldiler. Yine Hz. Ömer döneminde Mısır ve Nubye’nin bir
bölümünün fethiyle Kıpt kökenli monofizistler Müslümanların hâkimiyetine girmiş
oldular. İşte bu kitleye, devlet ile yaptıkları antlaşmalar nedeniyle, zımmi
denilmektedir.
Askerlikten muaf olan bu kesim devletin en rahat sınıfını teşkil etmekteydi.
Devlet ile savaş halinde olmamak koşuluyla dinî ve adlî otonomlarını muhafaza
etmekte olan gayrimüslimler, devletin doğal vatandaşları olarak kabul
edilmekteydi. Hz. Peygamber tarafından zimmilerin korunmasına yönelik olarak
konan ilkelerin Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de tamamen uygulandığını rahatlıkla
söyleyebiliriz. Öyle ki Hz. Peygamberle aynı hassasiyetlere sahip olan Hz. Ömer,
vefat edeceği zaman kendisinden sonraki halifeye bunların haklarına riayet
etmesini vasiyet etmiş ve şöyle demiştir: “Benden sonra halife olacak şahsa
“Resulullah’ın zimmeti altında bulunan milletlerin antlaşmalarına riayet etmesini,
onları zulüm ve haksızlıktan korumasını, güçlerinin üzerinde bir vergi koymamasını”
vasiyet ediyorum.” Hulefâ-yi Râşidîn döneminde yargıçlarını ve din adamlarını
kendilerinin belirleyebildiği bu kitlenin, söz konusu seçimine devlet hiç bir şekilde
müdahale etmemekteydi. Devlet nezdinde Müslümanlardan ayrılmayan
zimmilerin, onlardan toplanan zekâtlardan faydalanıyor olmaları İslam toplumu
içerisinde sahip oldukları konumu göstermesi açısından büyük bir öneme sahiptir.
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde gayrimüslimlerin sahip oldukları haklar şunlardır:
 Hukuk adamlarını yetiştirme hakkı
 Kendi hukuklarını uygulama hakkı
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
3
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
 İskan hürriyeti ve özgürce seyahat hakkı
 Mal edinme hakkı ve mal emniyeti
 Eğitim ve öğretim hakkı
 Sosyal hizmetlerden faydalanma hakkı
 İş ve meslek edinme hakkı
Kuşkusuz zimmiler bu haklardan faydalanabilmek için adına cizye denilen bir
vergi ödemek zorundaydılar. Kaynaklarımızda zaman zaman haraç ile eş anlamlı
olarak da kullanılan cizye, İslam devletinin sınırları içinde yaşayan gayrimüslim
vatandaşlardan alınan koruma vergisidir. Gayrimüslimler askere alınmadıkları ve
İslam devletinin sınırlarını muhafaza edemedikleri için kendilerini koruyan
Müslümanlara, buna karşılık söz konusu vergiyi ödüyorlardı. Müslümanlar bu
insanları koruyamadıkları zaman, adı geçen vergiyi almamakta, almış iseler geri
ödemekteydiler. Örneğin Hulefâ-yi Râşidîn döneminde gerçekleşmiş olan
Suriye’nin fethi esnasında, Müslümanlar Hıms kentini ele geçirmişler ve halktan
cizyelerini toplamışlardı. Bizans’ın büyük bir ordu ile üzerlerine gelmekte
olduklarını öğrenenince Hâlid b. Velîd komutasında güçlerini birleştirmeye karar
vermişlerdi. Dolayısıyla Hıms kentinden çekilmek zorunda kalmışlardı. Şehri
boşaltmadan önce de, tellallar çıkararak, kendilerini koruyamayacaklarını;
dolayısıyla topladıkları cizyeleri geri ödeyeceklerini ilan etmişler ve söz konusu
vergileri halka geri ödemişlerdi.
Cizye korumalık
akçesi olarak alınırdı.
Cizye, sadece eli silah tutan erkeklerden alınmaktaydı. Kadın, çocuk, yaşlı ve
din adamlarından alınmazdı. Bunlar söz konusu vergiden muaftılar. Herkesten de
aynı oranda alınmazdı. Cizye ödemesi gereken halk zengin, orta halli ve fakir olmak
üzere üç gruba ayrılmıştı. Zenginden daha fazla, fakirden daha az cizye
alınmaktaydı. Irak’ı örnek alacak olursak; Hz. Ömer döneminde zenginden 48
dirhem, orta halliden 24 ve fakirden ise 12 dirhem cizye alınmıştır. İşsiz ve hiç cizye
ödeyemeyecek durumda olan gayrimüslimler de bu vergiden muaf tutulmuşlardır.
Devlet bu tür vatandaşlarından cizye almak bir yana kendilerine yardım etmekte,
işlerini kurmaları için faizsiz krediler ile desteklemekteydi.
Mevali
Hulefâ-yi Râşidîn döneminin üçüncü toplumsal katmanını mevali
oluşturmaktadır. Temelde savaşta esir edilen ve zamanla özgürlükleri bağışlanan
şahıslara mevali denilmektedir. Her ne kadar İslam öncesi dönemde hürler ile
köleler arasında bir statüye sahip olsalar da, Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn
dönemlerinde hür Araplar ile aynı statüye yükseldiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Nitekim Hz. Ömer’in ölüm döşeğinde iken kendisine, bize bir halife belirle diyen
Müslümanlara: “Eğer Huzeyfe’nin mevalisi *Sâlim+ yaşamış olsaydı size onu halife
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
4
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
İslam ve kölelikle ilgili
videoyu izleyiniz
tayin ederdim.” cevabı da bunu açıkça ortaya koymaktadır. Zaten söz konusu
dönemde her iki kesimin devlet gelirlerinden eşit pay alıyor olmaları mevali ile
kendisini azat eden efendisi arasında hiçbir sosyal statü farkı bulunmadığını gözler
önüne sermektedir. Ancak bu durum daha sonraki dönemlerde, özellikle de
Emevîler zamanında değişecek; mevali denince Müslüman olsa bile Arap olmayan
kişiler anlaşılacaktır.
Köleler
Hulefâ-yi Râşidîn döneminin dördüncü toplumsal katmanını köleler
oluşturmaktadır. Bununla birlikte İslam dininin temelde köleliğe karşı olduğunu
ifade etmek gerekir. Nitekim Hz. Peygamber döneminden itibaren köleliğe sıcak
bakılmamış; karşı taraf bu uygulamaya başvurmadıkça de insanların köleleştirmesi
uygun görülmemiştir. Dahası Hz. Peygamber döneminde Bedir, Uhud, Hendek,
Mekke’nin fethi ve Huneyn savaşlarında esir edilmiş olan insanlar hep
salıverilmişlerdir. Hz. Ebubekir döneminde Ridde savaşları esnasında da aynı
durum devam ettirildiği gibi Hz. Ömer döneminde de bu durum büyük ölçüde
sürdürülmüştür. Nitekim Hz. Ömer, Mezopotamya’nın fethi esnasında esir edilen
insanların köle edinilmesi gerektiği ile ilgili kendisine yapılan baskılara “Allah’ın hür
olarak yarattığı insanları ne hakla köleleştirirsiniz” diyerek karşı durmuş ve bunu
savunanlarla amansız bir mücadelenin içerisinde olmuştur.
Allah’ın hür olarak
yarattığı insanları ne
hakla köleleştirirsiniz.
Hz. Ömer
Ancak kölelik konusundaki Hz. Peygamber ve İlk halifelerin bu
uygulamalarına daha sonraki dönemlerde uyulmamıştır. Özellikle Emevîler ve
Abbasîler döneminde köle edinilen birçok insan bulunmaktadır. Fakat bu insanlara
çoğunlukla İslam’ın prensipleri doğrultusunda muamelede bulunulduğu
söylenilebilir.
Hulefâ-yi Râşidîn dönemi toplumsal yapısı hakkında bu bilgilerden sonra
şimdi de o dönemin devlet yönetimini inceleyelim.
DEVLET YÖNETİMİ
Hulefâ-yi Râşidîn dönemi devlet teşkilatını merkez ve taşra teşkilatı şeklinde
ikiye ayırarak incelemek uygun olacaktır. Bununla birlikte merkez ve taşra
teşkilatında ortak birimlerin varlığını da kabul etmek gerekir ki bu birimlere yeri
geldikçe işaret edilecektir.
Merkez Teşkilatı
İslam devleti ilk kurulduğu zaman, başında Hz. Peygamber bulunuyordu.
Hem peygamber hem de devlet başkanı olan Hz. Muhammed’in vefatından sonra
devleti yönetenlere halife denilmektedir. Peygamberden sonra devleti idare eden
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
5
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
ilk dört halife yani Hz. Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’ye Raşid halifeler denilmekte
olup bunlardan Hz. Ebubekir ve Hz. Ali bir tür seçimle; Hz. Ömer halef bırakılmak
suretiyle; Hz. Osman ise istişare heyetinin kararıyla iş başına gelmişlerdir.
Halifelerin hiç biri kendisinden sonra bir yakınını işbaşına getirmemiştir. Devletin
yegâne temsilcisi olan halife, İslam hukukuna bağlı olarak hareket eder ve onunla
çelişmeyen konularda büyük bir yetkiye sahip olurdu. Temel görevleri;
 Vatandaşları idare etmek
Devletin yegâne
temsilcisi olan halife,
İslam hukukuna bağlı
olarak hareket eder ve
onunla çelişmeyen
konularda büyük bir
yetkiye sahip olurdu.
 İslam dinini korumak ve yaymak
 Adaleti sağlamak
 Devleti yönetmek
 Dini ibadetlerin yerine getirilmesini sağlamak (zekâtların toplanıp
dağıtılmasını sağlamak, namazlarda imamlık yapmak vs)
 Orduyu sevk ve idare etmek olan halifelerin, hilafetlerinin meşru olabilmesi
için kendilerine bir tür bağlılık yemini olan biat edilmesi bir zorunluluktu.
Biat almamış olan kişilerin hilafeti geçerli sayılmazdı.
Halifeler devletin yegâne yöneticileri olmakla birlikte başkentte özel
danışmanları bulunurdu. Örneğin Hz. Ebubekir halife olduktan sonra kendisine Hz.
Ömer’i özel danışman olarak seçmiş ve hemen hemen her işini onunla istişare
ederek yapmaya çalışmıştır. Hz. Ömer’in de bazı özel danışmanlarının olduğu
bilinmektedir. Bunlardan biri İran ile ilgili hususları danıştığı Hürmüzan’dır.
Halifelerin yanlarında mühürleri olur, özellikle devlet görevlilerine
gönderilen fermanların bunlarla mühürlenerek resmi hüviyet kazanmaları
sağlanırdı. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde devletin bir arşivi bulunmadığı için söz
konusu vesikaların kaydedilmesinden bahsedilemez. Halife devletin başındaki zat
olmakla birlikte halk arasındaki davalara bakan bir yargıç gibi de görev yapmıştır.
Halifelerin unvanlarına gelince; Hz. Ebubekir Halifetu Resulillah (Resulullah’ın
Halifesi) unvanı kullanıyordu. Hz. Ömer halife olunca bir süre Halifetu Halifeti
Resulillah (Allah elçisinin halifesinin halifesi) unvanı kullanmıştır. Ancak gerek bu
unvanın uzun olması; gerekse kendisinden sonra gelecek olanların daha uzun
unvanlar kullanmak zorunda kalacakları gerçeği onu bir arayışın içine itmiştir. Bu
dönemde Müslümanlardan birinin kendisine ey Emiru’l-Müminin (müminlerin
lideri) demesi hoşuna gitmiş ve bu unvanı benimsemiştir. Hz. Osman ve Hz. Ali de
onun tarafından benimsenen bu unvanı kullanmışlardır.
Halifelerin geçim kaynaklarına gelince; Hz. Ebubekir devlet başkanı olmazdan
evvel deve çobanlığı yapıyordu. Halife olunca da bir süre bu işe devam etti. Ancak
onun deve çobanlığı yapması devlet işlerinin aksamasına neden olunca Hz. Ömer’in
önerisi üzerine kendisine bir maaş bağlandı. Hz. Ömer halife olunca aynı uygulama
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
6
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
onun için de geçerli oldu. Çok cüzi bir meblağ olduğu ifade edilen bu paranın ay
sonuna kadar ancak yettiği kaydedilmektedir. Hz. Osman’a gelince çok zengin
olduğu için hilafeti döneminde maaş almıyor; bu hizmeti Allah rızası için yerine
getiriyordu. Zengin olmayan Hz. Ali de aynen ilk iki halife gibi cüzi bir maaş
almaktaydı.
İstişare Meclisi (Şura)
Merkez teşkilatının ikinci önemli birimini istişare meclisi oluşturmaktadır.
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde, özellikle de Hz. Ömer döneminde istişare meclisi iki
parçadan oluşurdu:
Ensar ve Muhacirin Meclisi
Beşi Ensar ve beşi Muhacirinden olmak üzere on kişiden oluşurdu. Hz. Ömer
devlet ile ilgili işlerin önemli bir kısmını bu meclise danışır, ancak son kararı kendisi
verirdi.
Medineliler Meclisi
“Onların İşleri
aralarında istişare
iledir” ayeti kerime.
Özellikle Hz. Ömer döneminde faal olarak hizmet veren bu meclise
Medinelilerin tamamı üye idi. Devletin bütününü ilgilendiren konular bu mecliste
görüşülür ve bir sonuca varılırdı. Hz. Ömer’in emri ile münadiler Medine
sokaklarında gezerek halkı toplantıya çağırırlar, Mescide toplanan halkın önüne
geçen Hz. Ömer iki rekât namaz kılar; toplantının konusu hakkında bilgi verir ve
istişareyi başlatırdı. Konunun önemine göre tartışmanın günlerce sürdüğü olurdu.
Divan teşkilatının kuruluşu ve Mezopotamya arazilerinin dağıtılması meselesini
buna örnek olarak verebiliriz. Nitekim bu toplantılar üçer gün sürmüştür.
Hz. Ömer dönemi istişare meclisinden bahsetmişken üzerinde durulması
gereken konulardan bir başkası ise şudur: Bilindiği gibi Hz. Ömer mutlaka her sene
hacca gider ve bütün valilerinin de görev yaptıkları şehirden birkaç kişi ile birlikte
hacca gelmelerini isterdi. Haccı valilerinin durumunu gözden geçirmek için bir fırsat
olarak değerlendiren Hz. Ömer, gelen vatandaşlara valileri ile ilgili sorular sorar
böylece onlar hakkında bir sonuca varmaya çalışırdı. Onun bu uygulamasıyla
vatandaşların tamamını yönetime katmaya çalıştığı anlaşılmaktadır.
Başta Hz. Ömer olmak üzere halifeler her ne kadar istişare meclislerine
başvurmuşlarsa da aslında son karar mercii her zaman kendileri olmuşlardır. Bir
başka
ifadeyle
istişareye
başvurmakla
birlikte
yetkilerini
onunla
sınırlandırmamışlardır. Zaten özellikle Hz. Osman döneminden itibaren istişare
meclislerinin lağvedildiğini söylemek de mümkündür.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
7
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
Kâtip
Hulefâ-yi Râşidîn dönemi merkez teşkilatının bir başka bürokratı kâtiptir. Hz.
Ebubekir ve Ömer’in kâtibi yoktu. Ancak Hz. Osman, yaşının ilerlemiş olmasından
dolayı bir kâtibe ihtiyaç hissetmiştir. Aynı zamanda hâcip gibi de görev yapmış olan
bu zat amcasının oğlu Mervan idi. Hz. Osman’ın mührünü yanında taşıdığı rivayet
edilen Mervan’ın zaman zaman onun mührünü kullanarak bazı gayri meşru
hadiselere bulaştığı rivayet edilmektedir.
Müftü
Hulefâ-yi Râşidîn dönemi merkez teşkilatının bir başka birimini ise ifta
müessesesi oluşturmaktadır. Her ne kadar Hz. Peygamber ve kendinden sonra
devlet başkanlığını üstlenmiş olan Hz. Ebubekir döneminde fetva veren sahabeler
olsa da dini meselelere çözüm üreten bir kurum olarak ifta müessesesi ilk kez Hz.
Ömer tarafından kurulmuştur. Onun döneminde başkent Medine’de Hz. Aişe, Hz.
Ali, Hz. Osman, Muâz b. Cebel, Abdurrahman b. Avf, Übey b. Ka’b, Zeyd b. Sâbit,
Ebû Hüreyre ve Ebû Derda’dan oluşan heyet fetva verebilmekteydi. Bunun
dışındakilerin fetva vermesine müsaade edilmezdi. Hz. Ömer ve ondan sonraki
dönemlerde başkent dışındaki şehirlerde de müftüler görev yapmaktaydılar.
Taşra Teşkilatı
Vali
Hz. Peygamber döneminden itibaren İslam devleti eyaletlere bölünerek
yönetilmiştir. Devletin sınırlarının genişlemesi bu eyaletlere yenilerini kattığı gibi
zaman zaman eyaletlerde bazı idari değişikliklerin yapılmasına da neden olmuştur.
Nitekim Hz. Ebubekir devleti Hicaz, Necid, Bahreyn, Uman, Yemen, Hadramevt,
Irak ve Suriye şeklinde eyaletlere bölmüş iken; Hz. Ömer, İslam devletinin
sınırlarının genişlemesine rağmen bu eyaletleri (Hicaz, Yemen, Bahreyn, Suriye
(Şam), Aşağı Irak *merkezi Basra+, Yukarı Irak *merkezi Kûfe+ ve Mısır) şeklinde
yediye indirmiştir. Bu sistem Hulefâ-yi Râşidîn döneminin sonuna kadar büyük
ölçüde aynı şekilde devam etmiştir.
Eyaletlerin başında valiler bulunmaktaydı. Valiler, eyalet merkezlerinde
ikamet etmekteydiler. Diğer şehirler ise onlar adına, amil denilen idareciler
tarafından yönetilmekteydi. Halifeye karşı sorumlu olan valiler, bulundukları
eyaletlerde;
 Devleti temsil etmek
 Halka namaz kıldırmak
 Savaş esnasında orduyu sevk ve idare etmek
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
8
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
 Devletin gelirlerin toplanmasında Beytu’l-mâl (hazine) sorumlusuna yardımcı
olmak.
 Zekâtların toplanmasını sağlamak ve ihtiyaç sahiplerine dağıtmak
 Savaş sonucunda fethedilen bölge halkıyla antlaşmalar yapmak
 Devlet görevlilerinin maaşlarının dağıtmak
 Ganimetleri taksim etmek, devletin hakkı olan ganimeti merkeze göndermek
 Emniyet ve asayişi sağlamak
 Halk arasında adaleti sağlamak, hatta zaman zaman davalara bakmak gibi
değişik sorumluluklar üstlenmişlerdir. Halife tarafından genelde istişare ile
belirlenmiş olan valiler, atanmazdan önce mal beyanında bulunmak ve
atandıktan sonra da beyanlarını yenilemek zorundaydılar. Hz. Ömer
döneminde şayet mallarındaki artış, maaşları ile sağlanacak bir durumda
değilse, söz konusu mallar müsadere edilirdi. Göreve giderlerken kendilerine
bir beraat verilirdi. Onlar da bu beraatı göreve başladıkları vilayetlerde halka
okurlardı. Hz. Ömer valilerini gönderince onlara şu şekilde nasihat ederdi:
“Sizi saltanat sürmek, halka tahakküm etmek için tayin etmedim. Siz hidayet
rehberi olacaksınız; herkes de size uyacaktır. Müslümanların haklarını koruyunuz;
onları kötülemeyiniz ki zillete duçar olmasınlar; onları haksız yere övmeyiniz ki
şımarmasınlar. Kapılarınızı yüzlerine kapamayınız ki kuvvetliler zayıfları ezmesinler.
Kendinizi Müslümanlardan üstün görmeyiniz ki haksızlığa uğramasınlar” (Mustafa
Fayda, “Hulefa-yi Râşidîn” DİA, 332)
Ancak Hz. Osman döneminde bu sistemin uygulanmadığı bilinmektedir. Yine
Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer, atadıkları valilerin yakın akrabalarından olmamasına
dikkat etmiş olmalarına rağmen Hz. Osman ve Hz. Ali döneminde buna da dikkat
edilmemiş; her iki halife de yakınlarını göreve getirmişlerdir. İki halifenin söz
konusu tercihlerini, dönemin siyasi hadiselerinin başat nedeni olarak görenler
olmuştur.
Hz. Peygamber ve kendisinden sonra gelen Hz. Ebubekir döneminde valilik yapan
şahıslara maaş ödenmezken Hz. Ömer döneminde bunlara yüksek meblağlarda
maaşlar verilmekteydi. Örneğin Hz. Ömer döneminde Kûfe valisinin günlük ücreti
bir koyunun dörtte biri idi.
Kadı
Taşra teşkilatının validen sonraki en büyük yetkilisi kadı yani yargıçtır. Hz.
Peygamber döneminden itibaren bazı şehirlere kadılar atanmıştır. Hz. Ömer bu
uygulamayı geliştirmiş ve istisnasız bütün merkez şehirlere kadı tayin etmiştir.
Kadılık Hulefâ-yi Râşidîn döneminde son derece önemli ve itibarlı bir meslek olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
9
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
kabul gördüğü için, kurumun başında bulunan şahıs direkt halife veya eyalet genel
valileri tarafından atanmıştır.
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde kadının giydiği özel bir mahkeme kıyafeti
yoktu. Günlük kıyafeti ile mahkemeye katılan kadı, esasen camide oturur, burada
davalara bakmanın yanı sıra Müslümanlara öğretmenlik de yapardı. Mescidin her
hangi bir bölümüne bir kilim, halı ya da hasır serilir kadı onun üzerinde oturur,
davalara burada bakardı. Kadının yargıçlık yaptığı bu yere Meclisu’l-Kadâ denirdi.
Sürekli burada oturmak zorunda olmayan kadı şartlar gereği bazen evlerinde
zaman zaman çarşı veya pazarda davalara baktıkları da olurdu.
Şehrin valisiyle eşit maaş alan dönemin kadılarının, esasen Müslümanlar
arasındaki davalara bakmakla birlikte gayrimüslimlerden kendilerine başvuranların
meselelerini de çözüme bağladıkları olurdu. Bununla birlikte yukarıda da ifade
ettiğimiz gibi gayrimüslimlerin davalarına aslında kendi yargıçları bakardı.
Verdikleri hüküm de devlet tarafından kabul edilirdi.
Hz. Ömer döneminden itibaren askeri kadıların da İslam medeniyetinde
yerini aldığı görülmektedir. Kadılarda aranan özelliklere gelince: bunların alim,
feraset sahibi ve hukuk bilen şahıslar olmasına dikkat edilirdi.
Sahibu Beyti’l-Mal
Taşra teşkilatının ikinci önemli bürokratını Beytülmal bir başka ifade ile
hazine sorumlusu oluşturmaktadır. Müessese Hz. Ebubekir döneminde kurulmuş
olmasına rağmen Hz. Ömer döneminde yapılandırılmıştır. Hz. Ömer döneminde –
valiye değil- bizzat kendisine karşı sorumlu olan eyalet merkezlerindeki Beytülmal
yöneticisi, onun tarafından atanır ve eyalet valisiyle aynı maaşı alırdı. Hulefâ-yi
Râşidîn döneminde Beytülmal sorumlularının fıkhı iyi bilen kişiler arsından seçildiği
görülmektedir. Kûfe’de uzun yıllar bu görevi yürüten Abdullah b. Mesud’u buna
örnek olarak zikredebiliriz.
Sahibu’s-sûk (Pazar İdaresi)
Hz. Peygamber döneminde kurulmuş olan valiyu’s-suk müessesesinin
devamıdır. Merkez ile birlikte taşrada da yapılandırılmıştır. Merkezde halifeye;
taşrada ise valiye karşı sorumludur. Pazar idaresi ve ahlak zabıtalığı görevlerinin
yanı sıra belediye görevi de üstlenmiştir. Şehir temizliği, ölçü ve tartıların
kontrolünün yanı sıra pazarlarda satılan malların kalitesi ve fiyatlarının tespiti,
esnaf arasındaki anlaşmazlıkların çözümü de bu teşkilatın görevleri arasındaydı.
Küçük birimlere ayrılmış olan teşkilatın her bir biriminin başında arif denilen bir
yetkili bulunurdu. Arifler sahibu’s-suk’a karşı sorumlu olurlardı. Teşkilatın
sorumlusunun aynı zamanda pazarda meydana gelen anlaşmazlıklara bakıyor
olması nedeniyle fıkhı iyi bilenlerden seçilmesi bir gelenekti. Her gün mutat olarak
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
10
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
pazara giden sahibu’s-suk’un belli bir mekânı olmadığı gibi resmi bir kıyafeti de
yoktu. Hz. Ömer döneminde bu işle bizzat kendisi ve Şifa el-Adeviye Hanımefendi
ilgilenmişlerdir.
Şurta
Şehirlerin emniyetinden sorumlu olan şurta (polis) teşkilatı Hz. Osman
döneminde kurulmuştur. Daha sonra merkez ve taşra teşkilatının bir parçası haline
gelmiştir. Müessesenin başında bulunan şahsa Sahibu’s-Şurta denilmekteydi. İslam
kentlerinde halkın geceleri mal, can ve namusunu ise Ases adı verilen gece
bekçileri korunmaktaydı. Şurtanın görevi akşam namazına kadar devam eder;
ondan sonra yetki asese geçerdi. Ases sabah namazının kılınmasından sonra görevi
şurtaya devrederdi. Her iki birim de valiye bağlı olarak hizmet verirdi.
Sahibu’s-sicn
Adliyenin bir birimi olan ceza ve tevkif evleri yani hapishaneler ilk kez
Hulefâ-yi Râşidîn döneminin muktedir halifesi Hz. Ömer tarafından kurulmuştur.
Kadıya bağlı olan bu müessesenin başında adına sahibu’s-sicn denilen bir görevli
bulunurdu. Koğuş sisteminin hâkim olduğu hapishanelerde adi suçluların diğer
suçlulardan ayrı tutulmasına dikkat edilirdi. Mahpusların iaşeleri de devlet
tarafından karşılanır, kendilerine yazlık ve kışlık olmak üzere yılda iki takım elbise
de verilirdi.
Divan Teşkilatı
Hz. Ömer döneminde İslam fetihleri ile birlikte devletin gelirlerinde çok ciddi
artışlar meydana geldi. Vatandaşların bu gelirlerden adil bir şekilde
faydalanmalarını arzulayan Hz. Ömer, yaptığı istişare sonucunda Sâsânî divan
teşkilatını esas alarak bir sistem oluşturdu. Hulefâ-yi Râşidîn döneminin sonuna
kadar varlığını koruyan bu sisteme göre vatandaşların tamamı hizmetleri esas
alınarak üç ayrı gruba taksim edildi. Bedir savaşından önce İslam dinini kabul
edenler birinci derece; Kadisiye savaşından önce İslam dinini kabul etmiş olanlar
ikinci derece; diğer Müslümanlar ise üçüncü dereceye sahip görevliler olarak kabul
edildiler. Birinci dereceye giren vatandaşlara 5000; ikinci dereceye dâhil olanlara
2000–3000; diğer vatandaşlara ise 1500 dirhem ile 200 dirhem arasında maaş
bağlandı. Hz. Peygamberin hanımları ile amcası Hz. Abbas istisna kabul edildi,
kendilerine on ile on iki bin dirhem arasında maaş verildi. Yerleşik olmayanlar ise
bu sistemin dışında tutuldu. Merkez ve taşrada organize olmuş olan Divan
teşkilatlarının başında görev yapanlara çoğu zaman kâtip veya Sahibu’d-Divan
denilirdi. Gelirlerin işlendiği deftere harac divanı; giderlerin işlendiği defterlere ise
atâ divanı adı verilirdi. Divan kayıtlarının diline gelince; Hulefâ-yi Râşidîn
döneminde divan kayıtları bu kayıtların tutulduğu bölgede kullanılan dile göre
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
11
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
oluşturulmuştur. Bir başka ifadeyle söz konusu kayıtlar Irak bölgesinde Pehlevice;
Mısır bölgesinde Kıptça tutulmuşlardır. Emevîlerin ünlü hükümdarı Abdülmelik b.
Mervan döneminde bu kayıtların tamamı Arapçalaştırılacaktır.
Hz. Ömer döneminden sonra devlet gelirlerinin düşmesi ile birlikte, divan
sisteminin tam olarak uygulanamadığı bilinmektedir.
Berid Teşkilatı
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde merkez ve taşta teşkilatı bulunan
müesseselerden bir başkası ise berid yani posta teşkilatıdır. Son yapılan
araştırmalara göre bu teşkilat Hz. Ömer tarafından kurulmuştur. Fetihlerin sürdüğü
bölgeler ile merkezin haberleşmesini sağlamak amacıyla oluşturulmuştur. Sınır
boylarından merkeze gelen mektuplar bizzat Hz. Ömer tarafından dağıtılır, hatta
sahiplerine kendisi tarafından okunurdu. Yine okuma yazma bilmeyenlerin
mektupları bizzat onun tarafından yazılırdı. Emevîlerin kurucusu Muaviye b. Ebû
Süfyan tarafından yeniden yapılandırılmıştır. Bundan dolayı da kimi
kaynaklarımızda Emevîler tarafından kurulduğu iddia edilmektedir.
ORDU
İlk dönem İslam
fetihleriyle ilgili videoyu
izleyiniz.
Hz. Peygamber döneminde Müslümanların tamamının asker olarak kabul
edildikleri; savaş zamanında savaşa gittikleri, barış zamanında ise evlerinde
oturdukları bilinmektedir. Düzenli ordu ilk kez Hz. Ömer döneminde kurulmuştur.
Kaynakların ifadesine göre o, önceleri sadece Muhacirler ile Ensar’ı asker kabul
etmiş, ancak daha sonra Arapların tamamını buna dâhil edip kendilerine maaş
bağlamıştır. İleriki yıllarda İslam dinini kabul etmiş olan gayr-ı Arap unsur da buna
ilave edilmiştir. Örneğin Kûfe’de Deylem kökenli dört bin kişilik birliği buna örnek
olarak zikredebiliriz. Maaş oranları da hizmetlerine göre belirlenmiştir. Sadece
askerlere değil, aynı zamanda onların bakmakla yükümlü oldukları yakınlarına da
maaş bağlanmıştır. Asker maaşları yıllık olarak ödenirdi. Yılda bir de kendilerine
gıda ve giyecek yardımında bulunulurdu. Buna “rızık” denilirdi.
Hz. Ömer döneminde tam teçhizatlı bir milyon askerden oluştuğu
kaydedilen ordu, adına irafet denilen ve 40-ile 100 arasındaki kişiden oluşan
birliklerden meydana gelmişti. Barışta tamamen sivil görevler yürüten bu birlikler,
savaş esnasında başlarında adına arif denilen komutanları ile birlikte cepheye
gidiyorlardı. Bu birliklerin tamamı ordu komutanına bağlı idiler. Ordu
komutanlarına emiru’l-cünd veya emiru’l-ceyş denilirdi. Ordu şu birimlerden
oluşuyordu:
 Müşat veya recale: yani piyade sınıfı; hançer, kılıç, kalkan, mızrak, gürz,
topuz gibi hafif silahlar kullanmaktaydı.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
12
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
 Fürsan da denilen süvari birliği; kılıç, kalkan, savaş baltası, yay ve ok
kullanmaktaydılar.
 Rumat yani okçular.
Hz. Ömer döneminden sonra, özellikle de iç çekişmelerden dolayı, ordunun
asker sayısında düşüş olsa da yukarıda özet olarak verdiğimiz sistemde bir
değişiklik olmamış, aynen devam etmiştir.
Hz. Osman döneminde biri Suriye, diğeri ise Mısır’da bulunmak üzere iki
donanma (ustul) bulunmaktaydı. Dönemin en büyük savaş gemilerine sahip olan
bu donanmalardan biri -Suriye donanması- Hz. Osman’ın Suriye valisi Muaviye b.
Ebû Süfyan tarafından kurulmuştur. Suriye gelirlerinin tamamına yakınını buraya
harcayan Muaviye, halife olduktan sonra bu donanmadan faydalanarak Kıbrıs
adasını fethetmiştir.
Donanma emiru’l-ma denilen amiral tarafından sevk ve idare ediliyordu.
Emiru’l-ma valiye bağlıydı.
DÜŞÜNCE HAYATI
Kureyş lehçesi dönemin
şiir ve edebiyat dili idi.
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde devletin sosyal yapısı ve idari kurumları
hakkında bilgi verdikten sonra şimdi de kısaca, dil ve edebiyat çalışmalarından
başlamak suretiyle düşünce yaşamına bakalım.
Dil ve Edebiyat
Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminde devletin resmi ve bilim dili
Arapça idi. Arapça, İbranice, Habeşçe, Fenikeçe ve Aramice gibi Sami diller
ailesindendir. Temelde Güney ve Kuzey lehçeleri olmak üzere ikiye ayrılmakta olan
Arapça’nın İslam öncesi dönemde Kureyş ve müttefikleri tarafından konuşulan ve
Kureyş lehçesi olarak kabul edilen kısmı aynı zamanda bir şiir dili idi. Arap
yarımadasında farklı lehçeler konuşuluyor olmasına rağmen, şiirler Kureyş lehçesi
ile inşad edilmek idi. Cahiliye döneminde bu lehçe ile inşad edilen şiirlerin en iyileri
Kâbe duvarına asılırdı. Nitekim İslam’ın indiği dönemde Muallakutu’s-Sab’a denilen
ve Kâbe’nin duvarına asılmış olan yedi şiir bulunmaktaydı. Bu şiirlerin hiç biri
Kureyşli şairlere ait değildi, hepsi de diğer kabile şairleri tarafından inşad edilmiştir.
Güney Arap Alfabesiyle
Yazılmış bir kitabe
Örneği
Kur’an-ı Kerim’in, şiir dili olan Kureyş lehçesi ile inişinden sonra, bu lehçe
gelişmiş, İslam öncesi dönemden kalan birçok kitabede karşılaştığımız Güney
lehçesi ise gerileme sürecine girmiştir. Adı geçen lehçe her ne kadar İslam öncesi
dönemde yazı dili olarak kullanılmışsa da İslamî dönemde yerini Kuzey lehçesine
bırakmak zorunda kalmıştır. Bu tarihten itibaren yazılan ve kısmen günümüze
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
13
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
ulaşan çalışmaların tamamına yakını bu lehçe ile kaleme alınmıştır. Burada
üzerinde durulması gereken konulardan bir başkası ise alfabe meselesidir.
İslam öncesi dönemde Araplar birden fazla alfabe kullanmaktaydılar. Güney
Arapları çoğunlukla müsned alfabesi kullanıyorlardı.
Kültürel olarak onların etkisinde olan Mekkelilerin önemli bir kısmı da bu
alfabeden faydalanıyorlardı. Yahudilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde ise
İbrani alfabesinden de faydalanılıyordu.
Onbirinci yüzyıla ait bir
Tanah sayfası
Abbasiler döneminde
yazılmış bir Kuran
sayfası
Irak ve dolaylarında ise Hiri alfabe kullanılmaktaydı. Kuran’ın nüzulünden
kısa bir süre önce Mekkeliler tarafından öğrenilen bu alfabe, kısa süre içerisinde
kabul görmüştür. İslam’ın ilk yıllarında Mekke’de bu alfabeyi kullanan on yedi
kişinin bulunduğu ifade edilir. Müslümanların bu alfabeyi benimsemeleri ve
kullanmaya başlamaları, Hiri yazının yaygınlık kazanması ve müsned yazısının
ölmesine neden olmuştur. Hiri alfabe zamanla gelişerek günümüzdeki şeklini
almıştır. Bu gün bu yazıya “Arap yazısı” denilmekte olup, birçok İslam ülkesinde
kullanılmaktadır.
Arap dili ile ilgili çalışmalara gelince, Kur’an-ı Kerim’in Arap olmayan yeni
Müslümanlar tarafından yanlış okunabileceği endişesinden hareketle Hz. Ali
döneminde başlamıştır. Hz. Ali, Ebû Esved ed-Duelî’yi görevlendirerek Arap
grameri ile ilgili ilk çalışmaları yaptırmıştır. Onun tarafından başlatılan bu çalışmalar
yıllar sonra meyvesini verecek ve Abbasîlerin ilk döneminden itibaren Arap dili ile
ilgili ekoller doğmaya başlayacaktır. Kûfe dil ekolü ile Basra dil ekolünü örnek
olarak zikredebileceğimiz bu dönemde Kisâî ve Ferra gibi büyük dil bilginleri
yetişecektir. Bunlar Arapça gramerini en ince detaylarına kadar tespit edeceklerdir.
Dini ilimler
Tefsir
Günümüzde
mescitlerde kurulan
ders halkalarıyla ilgili
videoyu seyrediniz.
Kuran’ın anlaşılması ve yorumlanması İslam’ın başlangıcından beri
müminlerin en önemli ilgi alanlarından biri olagelmiştir. İbadetlerin yapılmasından
dini esasların tespitine, insanlar arası ilişkilerden, toplum yapısına kadar her alanda
Müslümanlar, öncelikle Kuran’a bakarak hayatlarını şekillendirmeye çalışmışlardır.
Yaptıkları işlerin, takındıkları tutum ve davranışların Kuran’a uygun olup olmadığını
öğrenmek onların zihinlerini ciddi şekilde meşgul etmiştir. Bu da doğal olarak tefsir
ilminin doğuşunu hızlandırmıştır. Hz. Peygamber hayattayken ashap
anlayamadıkları konuları ona sorarak Kuran’ı anlama ve yorumlamaya
çalışmışlardır. Bu anlamda Kuranın ilk müfessirinin yani ilk açıklayıcısının Hz.
Peygamber olduğunu söyleyebiliriz. Hz. Peygamberin vefatından sonra sahabe
arasında Hz. Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mesud gibi bazılarının bu
alanda diğerlerine oranla daha fazla öne çıktıkları görülmektedir. Onların da
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
14
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
Kuran’ı açıklanmaya çalışırlarken Hz. Peygamberin tefsirinden faydalanmanın yanı
sıra yerine göre kendi içtihatları ile hareket ettiklerini görmekteyiz. Tefsir ilminin
gelişmesinde Hz. Ömer’in müstesna bir yeri bulunmaktadır. O, emsar denilen
eyalet merkezlerinin tamamına muallimu’l-medine unvanıyla başöğretmenler
atamış; bunların merkez camiinde oturarak halka Kuran öğretmelerini emretmiştir.
Bu amaçla Kûfe’ye İbn Mesud; Basra’ya Ebû Musa el-Eşarî; Medine’de Übey b.
Ka’b; Şam’a Ebu’d-Derda; Medâin’e ise Selman el-Farisî gönderilmiştir. Hz. Ömer’in
emriyle merkez camilerde oturan bu zevat, halka günde on ayet okuturlardı.
Onların ders halkalarında yetişen birçok ilim adamı ileriki dönemlerde büyük
hizmetlere imza atmışlardır.
Hadis
Peygamber efendimizin söz, fiil ve takrirlerine, yani görüp de itiraz etmediği
amellerin tamamına hadis denilmektedir. Hadis âlimleri peygamber efendimizin
fiziki yapısı ile ilgili rivayetleri de hadis ilmi içerisinde ele almaktadırlar. Hatta bazı
hadis âlimleri bu bilim dalının kapsamını daha da genişleterek sahabe ve tabiin yani
sahabeden sonra gelen neslin de haberlerini içine alır vaziyete getirmişlerdir.
Kuranıkerim’den sonraki en değerli kültür hazinemiz olan hadisler, Hz.
Peygamber döneminden itibaren bir araya getirilmeye çalışılmıştır. Nitekim o,
İslam’ın ilk yıllarında yani Mekke’de Kuranıkerim’in ayetleri ile karışacağı
endişesiyle hadislerin sahabe tarafından yazılmasına müsaade etmemekteydi.
Fakat şifahi olarak yani sözlü olarak aktarılmasına ses çıkarmıyordu. Medine’ye
hicretten sonra sahabenin kültür seviyesinin yükselmesi ile beraber hadislerin
Kuranıkerim’e karışma endişesi ortadan kalktı. Bunun akabinde de hadislerin
yazılmasına müsaade etti. Bu dönemde yazılmış olup günümüz gelen bazı hadis
mecmuaları da meydana geldi. Abdullah b. Amr b. Âs, Vehb b. Münebbih ve
Semüre b. Cündeb tarafından yazılmış olan sahifeleri buna örnek olarak
zikredebiliriz. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de benzer örnekleri görmek
mümkündür. Hatta bu dönemde mescitlerde oturup hadis rivayet eden sahabeler
de vardı.
Fıkıh
Fıkıh, kişinin lehinde ve
aleyhinde olan şeyleri
bilmesidir.
Fıkıh, sözlükte bir şeyi bilmek, iyi ve tam olarak anlamak, derinlemesine
kavramak anlamına gelmektedir. Teknik ifade olarak dinin füruu ve pratik yaşama
dair bilgileri ve hükümleri ihtiva eden ilim dalına denmektedir. Fıkıh, içinde
yaşadığımız çağımıza kadar ilmihal, hukuk ve hukuk metodolojisi, ekonomi, siyaset
gibi birçok alan ile ilgilenmekteydi.
Fıkıh, doğuşundan gelişmesine ve kurumsallaşıp ekoller haline gelmesine
kadar birçok evre geçirmiştir. Peygamber dönemi kuşkusuz bu evrelerin en
önemlisidir. Çünkü vahye dayalı bir hukuk sistemi bu dönemde kurulmuştur. Bu
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
15
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
sistem daha sonraki dönemlerde de örnek alınmış ve bu genel çerçevenin yol
göstericiliği ile adı geçen disiplin geliştirilmiştir. Peygamber dönemini de fıkıh tarihi
açısından ikiye ayırıp incelemek gerekmektedir. Bu dönemlerden biri olan Mekke
daha çok inanç sisteminin oluştuğu, ahlakın geliştirildiği ve ibadetlerin öğretildiği
bir devre iken, Medine dönemi ise devletin kurulduğu, bireysel ve toplumsal bir
takım yeniliklerin meydana geldiği bir evreyi oluşturmaktadır. Devlet
mekanizmaları için yeni düzenlemeler de Medine’de oluştu. Dolayısıyla bu
dönemde Hz. Peygamber bir taraftan ibadetler, cihat, aile, miras diğer taraftan da
anayasa, ceza, muhakeme usulü muamelat, devletlerarası ilişkiler alanında yeni bir
takım düzenlemeler yapmıştır. Peygamberin yaptığı bu düzenlemelerin büyük bir
kısmının vahiy ürünü olduğu, yani Yüce Allah’ın emriyle meydana geldiğini
unutmamamız gerekir.
Fıkıh tarihinin ikinci evresini ise Hulefâ-yi Râşidîn ve Emevîler dönemi
oluşturmaktadır. Bu dönemde sahabe nesli fıkıh konusunda belirleyici bir role
sahip olmuştur. İslam toplumunun yeni sosyal şartlar çerçevesinde yüz yüze
geldiği, bireysel ve toplumsal sorunlar Hz. Peygamberin ve bizzat Kuranıkerim’in
yol göstericiliğinin ışığında çözülmeye çalışılmıştır. Bu dönemde özellikle farklı etnik
unsurların İslam dinini kabul etmeleri ve geçmişlerinden getirdikleri sosyal ve dini
sorunların, İslam toplumu içerisinde bir değişimin veya bir dönüşümün meydana
gelmesine neden olmuştur. Bunun sonucunda da İslam fıkhında büyük bir gelişme
yaşanmıştır. Fıkıh tarihçileri bu dönemi İslam fıkıh sisteminin tam olarak teşekkül
ettiği, gelişip serpildiği, fıkıh ekollerinin doğmasına zemin hazırladığı bir devre
olarak bakmaktadırlar. Bu dönemde başta Hz. Ömer, Hz. Ali, Muâz b. Cebel,
Abdullah b. Mesut olmak üzere bir fakih sahabe de yetişmiştir.
EĞİTİM VE ÖĞRETİM
İslam öncesinde hem Mekke ve hem de Medine’de az sayıda insan okuma
yazma biliyordu. İslam dininin inişi ile beraber bu hızla değişmeye başlamıştır.
Çünkü Kuran’dan inen ilk ayetler sahabeleri okuma ve yazmaya teşvik ettiği gibi
inen ayetlerin öğrenilmesi veya yazılıp korunması için de okuma yazma bilen
insanlara ihtiyaç duyulmaya başlanmıştır. Özellikle Mekke’de gizli tebliğ
döneminde Peygamberin can emniyetini düşünen sahabiler sürekli onunla
görüşmeye gitmemekte, kâtipleri tarafından yazılmış ve sonra da çoğaltılmış olan
Kuran pasajlarını okumaktaydılar. Nitekim bu parçalardan biri Hz. Ömer’in eniştesi
Said ve kız kardeşi Fatıma’da bulunuyor iken Hz. Ömer tarafından yakalanmış ve
onun İslam dinini kabul etmesine vesile olmuştur.
Medine’de İslam devletinin kurulmasıyla beraber civardaki Arap kabileler ve
komşu devletlerle diplomatik ilişkiler gelişti. Bu yeni durum peygamberin birçok
kâtibe ihtiyaç duymasına neden oldu. Dahası din ve devlet işlerinin yazı olmadan
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
16
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
gelişmeyeceğini gören Müslümanlar bu konuya daha çok eğilmeye başladılar ve
okuma yazma öğrenmeye çalıştılar. Nitekim Bedir savaşında esir edilen müşrikler
Medine’ye getirildiklerinde, Hz. Peygamber bunlardan okuma yazma bilenlerin en
az on Müslüman çocuğa öğretmesi koşuluyla özgür bırakılacaklarını bildirdi.
Böylece bir okuma–yazma seferberliği başlatılmış oldu. Bu kurslardan çok sayıda
çocuğun yararlandığı bilinmektedir.
Hz. Peygamber sadece okuma yazmaya değil, aynı zamanda sahabileri dil
öğrenmeye de teşvik ediyordu. Nitekim Zeyd b. Sabit’i İbranice öğrenmeye teşvik
etmiş, bu dili öğrenince de onu özel mütercimi olarak görevlendirmiştir.
Peygamberimiz döneminde sahabelerin eğitim ve öğretimi için büyük ölçüde
mescitten faydalanılmıştır. Nitekim onun döneminde burada okuma- yazmanın
yanı sıra başta Kuran ilimleri olmak üzere birçok ders de verilmekteydi. Kuran’ı
öğretmek ve insanları cahiliye kalıntılarından temizlemek işini Hz. Peygamber
üstlenmişti. Bunun yanında sahabeden okuma yazma bilenler de mescitte dersler
veriyorlardı.
Hz. Peygamberden itibaren birçok eğitim kurumu gelişti. Şimdi bu kurumlara
kısaca bakalım:
Mescit
Mescitlerimiz ile ilgili
videoyu izleyiniz.
Camilerin bir eğitim kurumu olarak kullanılması, Hulefâ-yi Râşidîn
döneminde de devam etti. Bu dönemde mescitlerde dini bilimlerin hemen hemen
tamamının yanında, edebiyat, tarih, dil bilimleri vb. birçok sahada ders halkaları
oluştu. Sadece erkeklerin katılabildikleri bu ders halkalarının belli bir programı
bulunmamaktaydı. Halkın veya talebelerin sorularına göre konunun akışı
sağlanmaktaydı. Hangi hocanın hangi camide ders halkası oluşturduğu bilinirdi. O
konuya ilgi duyanlar söz konusu camide toplanırdı. Bir camide aynı anda birden
fazla ders halkasının oluşturulduğu da olurdu. Bu konuda en çok şöhret kazananlar
ise Mekke’deki Mescidu’l-Haram, Medine’de Mescidu’n-Nebevi, Kûfe, Basra ve
Fustat’daki Cuma mescitleridir.
Küttap
Küttaplara kızlar ve
erkekler birlikte devam
ediyorlardı.
Çocuklara ilköğretim veren kurumlar olan küttaplar, Hz. Peygamber
döneminden itibaren İslam tarihindeki yerini almıştır. Hz. Peygamber döneminde
okuma-yazma seferberliği çerçevesinde onun teşvikleri sonucunda Medine’nin
muhtelif mahallelerinde birçok küttap oluştu. Müslüman çocuklara ücretsiz eğitim
veren bu kurumlarda okuma-yazmanın yanı sıra temel İslami bilgiler de
verilmekteydi. Toplumdan her kesin katılabildiği bu okullara köle veya cariye
çocukları da yer alabilmekteydi. İslam öncesi dönemde bırakın kız çocuklarının
eğitilmesi, yaşam hakkı bile tanınmıyor, diri diri gömülüyordu. İslam dini kız ile
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
17
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
erkek arasındaki farkı kaldırıp eğitim eşitliği getirince onlar da eğitim
kurumlarındaki yerlerini aldılar. Hulefâ-yi Râşidîn döneminde bu okulların sayısında
ciddi bir artış oldu. Hz. Ömer döneminde burada dersler veren hocaların maaşları
devlet tarafından ödendiği gibi buralarda okuyan çocuklara küçük bir de müfredat
belirlenmiştir. Buna göre çocuklara şiir ve edebiyatın yanı sıra Kuran ve hadis de
öğretiliyordu.
İlim Adamlarının Evleri ve Dükkânları
Peygamber efendimiz
sağlıklı büyüme ve
doğru Arapça
öğrenmek amacıyla
Sa’d oğullarının obasına
gönderilmişti.
Hulefâ-yi Râşidîn döneminin başından itibaren ilim ile uğraşan bir gurup
oluştu. İslami ilimlerin yavaş yavaş teşekkül etmesinden sonra söz konusu ilim
dalları ile uğraşan âlimlerin sayında ciddi artış oldu. Camilerde ders halkası kurup
burada eğitim veren bilginlerin yanında dükkânlarında ders verenler, hatta evlerini
okula dönüştürenler de bulunmaktaydı.
Çöller
İslam öncesi dönemde Araplar çocuklarını, Arapça’yı hatasız öğrenmeleri için
çöle göndermekteydiler. Burada sekiz, dokuz yaşına kadar kalan çocuklar iyi bir
Arapça öğrenmiş olarak dönerlerdi. Bu gelenek Hulefâ-yi Râşidîn döneminde de
devam etmiştir.
İMAR FAALİYETLERİ
Hulefâ-yi Râşidîn dönemi bir taraftan fetihlerin genişlediği, diğer taraftan
İslam devletinin yapılandırıldığı bir dönem iken; öte taraftan da imar faaliyetlerinin
en yoğun yaşandığı bir zaman dilimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Kûfe,
Basra, Fustat ve Musul şehirleri bu dönemde kurulmuşlardır.
Hz. Ömer Döneminde
İnşa edilen Kufe Daru’lİmaresinin kalıntıları
Hz. Ömer döneminde inşa edilen bu şehirler önceleri birer askeri garnizon
olarak düşünülmüş olmakla birlikte sonraları tamamen sivil karaktere sahip
olmuşlardır. Yuvarlak olarak tasarlanmış olan bu şehirlerin merkezinde camii,
pazar, meydan ve hükümet konağı olan daru’l-imareler bulunuyordu. Cadde ve
sokakların tamamı bu merkezi unsura açılıyordu. Yirmi beş metre genişliğinde
caddelere sahip olan bu şehirlerin cadde ve sokaklarının henüz o dönemlerde
aydınlatılmış olması; şehir temizliği için bir birimin kurulmuş olması; şehirde bir
içme suyu şebekesi ile buraya bakan bir müessesenin varlığı; yine şehirlerde
kanalizasyon sisteminin kurulması söz konusu dönemde ileri düzeyde bir şehircilik
anlayışına sahip olunduğunu göstermektedir.
Hz. Ömer tarafından tasarlanan bu şehirler sadece Müslümanların ikamet
ettiği mekânlar olmamıştır. Müslüman kabileler kendi mahallelerini kurarlarken;
Yahudi ve Hıristiyanlar da kendi mahallelerini kendi dini anlayışları çerçevesinde
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
18
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
dizayn etmişlerdir. Bu durum Hulefâ-yi Râşidîn döneminde gayrimüslimlere
tanınan hürriyeti göstermesi açısından öneme değer bir konudur.
Kufe Daru’l-İmare
Kazılarından bir görüntü
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde sadece şehirler kurulmamıştır. Kadim şehirlerin
bir kısmı genişletilmiş; hemen hemen her şehirde hükümet konakları (daru’limareler) inşa edilmiştir. Yine başta Medine olmak üzere bazı şehirlerde mescitler
ya genişletilmiş veya sıfırdan kurulmuştur. Keza içme suyu için kuyuların kazılması
veya su şebekelerinin kurulması; tarım için kanalların kazılması veya kadim
kanalların ihya edilmesi; kale yapımı ve onarılması; yeni köprülerin inşa edilmesi bu
dönemde karşılaştığımız imar faaliyetlerinden bazısıdır. Hatta Hz. Ömer döneminde
çıkan bir kıtlık nedeniyle Mısır’dan Hicaz’a hububat taşımak için Nil Nehrini Kızıl
Deniz’e bağlayan ve altı ayda tamamlanan bir kanal kazılmıştır ki orta boy tekneler
tarafından rahatlıkla kullanıla bilen bu kanal, Ömer b. Abdülaziz döneminin sonuna
kadar yıllarca kullanılmıştır. Altmış dokuz mil olan bu kanal günümüz Kahire’sine
yakın bir yerde inşa edilmiştir.
SOSYAL HİZMETLER
Hulefâ-yi Râşidîn döneminde sosyal hizmetler alanında da birçok yenilik
yapılmıştır. Örneğin Hz. Ömer döneminde kimsesiz çocukların bakımını üstlenen bir
kurum oluşturulmuştur. O yayınladığı bir genelgede bütün kimsesiz çocukların
bakımının devlet tarafından üstlenildiğini ilan etmiştir. Yine onun döneminde
dinine bakılmaksızın yardıma muhtaç yaşlıların tamamının bakımı da devlet
tarafından üstlenilmiştir.
Burada üzerinde durulması gereken konulardan bir başkası ise daru’dduyuflardır.Hz. Peygamber döneminde devlet konuk evleri olarak kurulan bu
müesseseler Hz. Ömer döneminde devletin tamamında yaygınlaştırılmış ve bir
taraftan aş evleri diğer taraftan ise birer misafirhane olarak hizmet vermişlerdir.
Yolculara üç gün barınma ve iaşe sağlayan bu müesseseler daha sonraki asırlarda
kurulacak olan han ve kervansarayların ilk nüveleri; hatta ilk vakıf müesseseleri
olarak da zikredilebilirler.
Hulefâ-yi Râşidîn Dönemi ve Takvim
İslam öncesi dönemde Araplar belli bir takvim kullanmazlardı. Önemli
hadiseler takvim başı olarak kabul edilirdi. Örneğin uzun süre Amr b. Luhay’ın
ölümü, Kusay’ın ölümü, Fil hadisesi, hatta Ficar savaşları, Abdulmuttalib’in ölümü
takvim başı olarak kullanılmıştır. Bilindiği gibi Hz. Peygamberin doğumunda da fil
hadisesi kullanılmış ve onun bu hadisenin gerçekleştiği yılda doğduğu ifade
edilmiştir. İslam dininin nazil olmasından sonra bi’set takvim başı olarak
kullanılmaya başlanmıştır. Bi’setin birinci veya beşinci yılı şeklinde hadiseleri
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
19
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
tarihlendirmek bir gelenek olmuştur. Hz. Peygamber ve Hz. Ebubekir döneminde
de belli bir takvim kullanılmamıştır.
Hz. Ömer döneminde yani hicretin on altıncı yılında, valilerinden biri
tarafından, üzerinde tarih olarak sadece Şaban ayının yazılı olduğu bir belge
merkeze gönderilmiştir. Hangi senenin Şaban ayından bahsedildiği anlaşılamayınca
takvim kullanılma zarureti ortaya çıkmıştır. Bunun üzerine Medine’de yapılan
istişareler sonucunda danışmanlarından İranlı Hürmüzan’ın önerisi ile mah-ruz yani
ay ve gün takviminin kullanılmasına karar verilmiştir. Ancak takvim başı olarak
hangi hadisenin kabul edileceği tartışma yaratmıştır. Bunun üzerine Hz. Ali’nin
önerisi dikkate alınarak, Müslümanlar için bir dönüm noktası olan hicret, takvim
başı olarak belirlenmiştir. Bununla birlikte eski gelenek de dikkate alınmış ve
Hicretin cereyan ettiği Rebiülevvel ayı değil de eskiden beri Araplar arasında yılbaşı
olarak kabul edilen Muharrem ayı yılın ilk ayı olarak kabul edilmiştir. Hz. Ali
tarafından önerilen bu durum bu gün hala Müslüman ülkelerin önemli bir kısmı
tarafından kullanılmaktadır.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
20
Ödev
Özet
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
•Hulefa-i Raşidin döneminde devlet hür, mevali ve kölelerden
oluşmaktaydı. Devletin başında halife bulunurdu. Halifeye bağlı
merkez ve taşra teşkilatı devletin idari müesseseleri olarak hizmet
verirlerdi. Bu dönemde başta tefsir ve hadis olmak üzere fıkıh vb. dini
ilimlerin yanı sıra dil ve edebiyatta da birçok gelişme yaşanmıştır. Yine
bu dönemde eğitime ciddi ağırlık verilmiş, her mahalleye okullar
kurulmuş, eyalet merkezlerine öğretmenler atanmıştır. Kurulan birçok
sosyal müessese ile devletin şefkat eli toplumun tamamına uzanmıştır.
Yine bu dönemde birçok imar faaliyetine de imza atılmıştır.
• İslam medeniyetinin kaynaklarını araştırınız.
• Hazırladığınız ödevi sistemde ilgili ünite başlığı
altında yer alan “ödev” bölümüne yükleyebilirsiniz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
21
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
DEĞERLENDİRME SORULARI
1. Zimmi kimlere denilmektedir?
Değerlendirme
sorularını sistemde ilgili
ünite başlığı altında yer
alan “bölüm sonu testi”
bölümünde etkileşimli
olarak
cevaplayabilirsiniz.
a) Medineli Müslümanlara
b) İslam devleti içerisinde yaşayan gayrimüslimlere
c) İslam’ı henüz kabul etmiş olan insanlara
d) Âlimlere
e) el-Cezire bölgesi halkına
2. İslam toplumu içerisinde yaşayan gayri Müslimlere aşağıdaki haklardan
hangisi verilmemiştir?
a) Hukuk adamlarını yetiştirme hakkı
b) Kendi hukuklarını uygulama hakkı
c) İskân hürriyeti, mal edinme hakkı ve mal emniyeti
d) Eğitim ve öğretim ve sosyal hizmetlerden faydalanma hakkı
e) Diğer dinleri aşağılama hakkı
3. Ases teşkilatı hangi görevleri üstlenir?
a) Posta
b) Gece bekçiliği
c) Devletin gelir ve giderlerini toplamak
d) Sadece valiyi korumak
e) Hiç biri
4. Aşağıdakilerden hangisi sosyal hizmetler için söylenemez?
a) Sadece Müslümanlar yararlanırlardı
b) Dinine ve diline bakılmaksızın herkese eşit hizmet verirlerdi.
c) İlk daru’d-duyuflar peygamber tarafından kurulmuştur.
d) Hz. Ömer döneminde yaşlılara yönelik müesseseler kurulmuştur.
e) Hz. Ömer tarafından yetimlerin faydalandığı kurumlar inşa edilmiştir.
5. Cizye ile ilgili aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Sadece Yahudi ve Hıristiyanlardan alınan bir vergi türüdür.
b) Koruma mukabili alınır.
c) Kadın, çocuk ve din adamlarından alınmaz.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
22
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
d) Herkesten eşit olarak alınmaz.
e) Eli silah tutmayanlardan alınmaz.
Cevap Anahtarı:
1. b 2.e 3.b 4.a 5.a
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
23
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
YARARLANILAN VE BAŞVURULABİLECEK DİĞER
KAYNAKLAR
el-Âlûsî, Mahmud Şükrî el-Bağdadî (1250/1853). (tsz). Bülûğu’l-Ereb fi Ma’rifeti
Ahvali’l-Arab, I-III, (Muhammed Behcet el-Eserî) Beyrut.
Ali, Cevâd. (1993). el-Mufassal fi Tarihi’l-Arab Kable’l-İslâm, I-IX, Bağdat.
Ali, Salih Ahmed. (1986). Hitât’ul-Basra ve Mıntıkatuha, Bağdat.
el-Belâzürî, Ahmed b. Yahya b. Câbir (279/892). (1987). Futûhu’l-Buldân, (trc.
Mustafa Fayda), Ankara.
el-Cehşiyarî, Ebû Abdullah Muhammed (310/922). (1980). Kitabu’l-Vüzerâ ve’lKüttâb, (thk. Mustafa es-Saka, İbrahim el-Ebyarî, Abdulhafız Şelebî), Mısır.
Fayda, Mustafa. (1982). İslamiyet’in Güney Arabistan’a Yayılışı, Ankara.
Fayda, Mustafa. (1982). “Hz. Ömer ve Fey”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İslam İlimleri Enstitüsü Dergisi, V, s. 193-203.
Fayda, Mustafa. (1983). “Hz. Ömer’in Hayber ve Çevresi ile Necran’dan Gayr-ı
Müslimleri Çıkarması”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, I, İzmir, s.
51-67.
Fayda, Mustafa. (1983). “Hz. Ömer ve Ticaret Malları Vergisi II”, Ankara
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXVI, Ankara, s. 327-334.
Fayda, Mustafa. (1992). “Hz. Ömer Döneminde Divân Teşkilatı”, Doğuştan
Günümüze Büyük İslâm Tarihi, (Edit: Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul, II, 133-176.
Fayda, Mustafa. (1998). “Hulefa-yi Râşidîn”, DİA, XVIII, İstanbul.
Hamidullah, Muhammed. (1979). İslam Peygamberi, I-II, (trc. Salih Tuğ), İstanbul.
Heyde, W. (1975). Yakın-Doğu Ticaret Tarihi, (trc. Enver Ziya Karal) Ankara.
Halife b. Hayyat, Ebû Amr, (240/854). (1993). Tarihu Halife b. Hayyat, (thk. Süheyl
Zekkâr), Beyrut.
İbn Hişâm, Ebû Muhammed Abdulmelik (218/833). (tsz). es-Siretu’n-Nebeviyye, IIV, (thk. Mustafa Saka ve arkadaşları), Beyrut.
İbnü’l-Cevzî, Cemaluddin Ebû’l-Ferec Abdurrahman b. Ali, (597/1200). (1995). elMuntazam fi Tevârihi’l-Mulûk ve’l-Ümem, I-XII, (thk. Süheyl Zekkâr), Beyrut.
İbnü’l-Esîr, İzzüddin Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed (630/1232). (1991). el-Kâmil
fi't-Târih, (trc. Ahmet Ağırakça), I-XII, İstanbul.
İbn Miskeveyh, er-Razi,(421/1030). (1987). Tecâribu'l-Ümem, I-II, (thk. Ebû'l-Kasım
İmamî), Tahran.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
24
Hulefa-i Raşidin Dönemi Kültür ve Medeniyeti
İbn Saʻd, Ebû Abdullah Muhammed (230/844). (tsz). et-Tabakâtu’l-Kübra, I-IX,
Beyrut.
İbn Şebbe, Ebû Zeyd Ömer el-Basrî (262/876). (tsz). Târihu'l-Medineti'l-Münevvere,
I-III, Kahire.
Sarıçam, İbrahim. (1997). Emevî-Hâşimî İlişkileri -İslâm Öncesinden Abbasilere
Kadar-, Ankara.
Söylemez, Mehmet Mahfuz. (2001). Bedevilikten Hadariliğe Kûfe, Ankara.
et-Taberî, Ebû Cafer Muhammed b Cerir (310/922). (1987). Tarihu'l-Ümem ve'lMülûk, I-XIII, Beyrut.
Tuğ, Salih. (1963). İslam Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı, Ankara.
el-Vakidî, Muhammet b. Ömer Vakid (207/822). (1989). Kitâbu'r-Ridde ve
Nebzetunmin Futuhi’l-Irak, (thk. Muhammed Hamidullah), Paris.
el-Yaʻkûbî, Ahmed b. Ebî Yaʻkûb b. Vâzıh (294/897). (1992). Tarihu Yaʻkûbî, I-II,
Beyrut.
Zeydan, Corci. (1971). İslam Medeniyeti Tarihi, I-V, (trc. Zeki Meğamiz), İstanbul.
Atatürk Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi
25
Download