Prof. Dr. Birol AKGÜN - Stratejik Düşünce Enstitüsü

advertisement
Türkiye’nin Gücünü Test Etmek
Türkiye’de siyaset son iki yıl içinde ardı ardına
yapılan dört seçimin ardından 1 Kasım itibariyle
istikrara kavuştu. Böylece Gezi olayları ile başlayan
ve ülkenin ufkunu karartan süreç sona erdi. Artık
ülke gelecek dört yılda yeni bir seçim yaşamayacak.
Şimdi Anadolu insanının seçimlerde gösterdiği
feraseti ve demokratik süreçlere ilişkin güveni
boşa çıkarmayacak politikaları hayata geçirme
zamanıdır.
Kurulan yeni kabinenin öncelikli hedefi ekonomik
ve siyasi anlamda yeniden yapılanma ve reform
projelerini öncelemek olmalı. AK Parti hükümetleri
son yıllarda özellikle Anadolu’nun her yerinde iz
bırakacak güzel hizmetler yaptı. Duble yollardan,
şehirlerin ve köylerin imarına ve hızlı tren ağlarına kadar Türkiye’nin fiziki altyapısı büyük ölçüde
tamamlandı. Siyasi olarak da halkın iradesine saygı duymayan bürokratik vesayetçi sistemi milletin
desteği ile geriletti. Şimdi bir yandan eksik kalan
yatırımları tamamlamaya ve ekonomiyi rayında tutmaya devam ederken, diğer yandan bu ülkenin
temel sorunları olan eğitim ve kültür gibi insanımızın medeniyet ufkunu açacak alanlara yönelmek
gerekiyor. Güçlü ekonomi elbette olmazsa olmazımızdır, ancak Türkiye küresel düzlemde merkez bir
ülke olacaksa bunun yolu Türkiye’yi bilimsel, siyasi
ve kültürel anlamda epistemolojik bir merkez haline getirecek yatırımlar ve zihniyet değişiminden
geçiyor.
Antalya’da yapılan ve adeta küresel bir BM
Kabinesi’ni andıran G-20 liderler zirvesi Türkiye’nin
organizasyonel kapasitesini ispat etme ve dünyadaki saygınlığını görme açısından son derece öğreticiydi. Güçlü Türkiye’nin yeniden tarih sahnesine dönüşünde Antalya zirvesi hafızalarda önemli
bir enstantane olarak yer edecektir. Diğer yandan
Türkiye’nin hava sahasını ihlal eden bir Rus uçağının düşürülmesi de benzer şekilde ciddi bir devlet
olduğu imajını pekiştirecektir. Zira Baltık ülkelerinden Doğu Akdeniz’e uzanan coğrafyada yer alan
tüm ülkelerin hava sahasını adeta kevgire çeviren
ve tarihinde ilk kez balistik füze kullanarak Suriye’ye
müdahale eden Rusya ve diğer ülkeler Türkiye’nin
egemenlik haklarını koruma konusundaki kararlılığını ve bu gücünü not edeceklerdir. Bu yeni olay
adeta altın çağını yaşayan Türk-Rus ilişkilerinde
elbette bir kırılma yaşatacaktır. Ancak iki ülkedeki
devlet geleneğinin ve liderlerin bu krizi daha fazla
derinleştirmeden hızla aşacaklarını umuyoruz.
Bu arada yalnızca kendi ülkelerine yönelik mülteci
akımı olduğunda harekete geçen Batılı dostlarımızın da Suriye’deki insani krizin temelinde yatan
siyasi krizi artık görmeleri gerekir. Türkiye’nin gösterdiği tüm fedakârlıklara ve aldığı risklere rağmen
Suriye Krizi tek bir ülke tarafından çözülmeyecek
kadar çetrefilleşmiştir. Suriye halkını Putin-Esed ikilisinin merhametine terk etmek demokratik Avrupa
adına tarihe kara bir leke olarak geçecektir.
Kalın sağlıcakla.
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
İÇİNDEKİLER
STRATEJİK DÜŞÜNCE • SAYI: 73 • ARALIK 2015
108
“Normalleşme” Muhalefet Partlernden Başlamalı
Surye’de Bayır Bucak ve Vurulan Uçak
Dr. Murat Yılmaz..................................................................................... 6
Aydın Bolat ............................................................................................62
MHP 1 Kasım’da Neden Kaybett?
2015 G-20 Antalya Zrves’nde Çn
Prof. Dr. Turgay Uzun .........................................................................12
Doç. Dr. Erkn Ekrem...........................................................................66
CHP 1 Kasım Seçmlernden Ders Alacak Mı?
Surye: Türk–Rus İlşklernde Keskn Dönemeç
Selvet Çetn............................................................................................16
Fert Temur ............................................................................................70
Burda Kmse Yoğtıırr!..
Surye’ye Rus Müdahales ve Arka Planı
Snan Başak ..........................................................................................19
Vahteddn Bngöl .................................................................................73
1 Kasım Sonrasında Terör Devam Eder M?
Gündem: Rus-Türk İlşkler
Bülent Orakoğlu ...................................................................................22
Başkanlık Sstem Üzerne Kısa Br Değerlendrme
59
İbrahm Şahbazov ...............................................................................76
Prof. Dr. Haluk Alkan...........................................................................28
Cumhuryetç Partnn Geleceğ ve
2016 Başkanlık Seçmler
Seçm Hükümet
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Kocaoğlu .......................................................82
Prof. Dr. Faruk Blr ..............................................................................32
Kuşatılan İran-2
Snan Tavukcu ......................................................................................90
Nusaybn’de Ne Oluyor?
Orhan Mroğlu .......................................................................................35
Netanyahu’nun ABD Zyaret
Öner Buçukcu .......................................................................................96
7 Hazran’dan 1 Kasım’a Neler Değşt?
İbrahm Uslu Röportajı .......................................................................38
1 Kasım, G20 ve Ekonom
Dr. M. Levent Yılmaz ........................................................................ 100
Yen Terör Dalgası ve
Radkalzmle Doğru Mücadele
Prof. Dr. Brol Akgün............................................................................46
Türkye’nn Başkanlığında G-20:
Değşen Roller ve Küreselleşen Meseleler
Fransa’dan Bayır Bucak’a Br Kalın Çzg
Doç. Dr. Selm Kayhan ..................................................................... 102
Prof. Dr. Yasn Aktay ...........................................................................52
Yenden Fransa’da Saldırılar…
Seçm Sonrası Türkye Syasetnn Dünya ve
Ülke Dnamkler Açısından Değerlendrlmes
Zeynep Songülen İnanç .....................................................................59
Prof. Dr. Talp Özdeş ......................................................................... 108
62
82
35
16
46
Stratejik Düşünce ve
Araştırma Vakfı İktisadi
İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Birol Akgün
www.sde.org.tr
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Dr. Murat Yılmaz
Dr. Cemil Ertem
Orhan Miroğlu
Aydın Bolat
Alper Tan
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Muhsin Kar
Prof. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. B. Berat Özipek
Bülent Orakoğlu
Dr. M. Levent Yılmaz
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. H. Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Haluk Alkan
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Osman Can
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Sinan Tavukcu
Yazı İşleri Müdürü
Mehmed Cahid Karakaya
Yayın Asistanları
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
Hasan Gökmeşe
Reklam Rezervasyon
yayin@sde.org.tr
Fotoğraflar
AA, ShutterStock
Yönetim Yeri
Ç. Emeç Bulv. A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12
Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve
Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Tel: 0 312 397 16 17
www.basakmatbaa.com
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik
Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846
Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu
uyarınca kaynak gösterilerek kısmen
yapılacak alıntılar dışında önceden izin
alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz
ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide
yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri
ile
SDE
Akademik
Personeli’nin
çalışmaları dışındaki diğer görüş ve
değerlendirmeler, yalnızca yazarının
düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin
kurumsal görüşünü temsil etmemektedir.
06
“Normalleşme” Muhalefet Partlernden Başlamalı
Dr. Murat Yılmaz
MHP 1 Kasım’da Neden Kaybett?
Prof. Dr. Turgay Uzun
16
CHP 1 Kasım Seçmlernden Ders Alacak Mı?
Selvet Çetn
Burda Kmse Yoğtıırr!..
Snan Başak
22
Bülent Orakoğlu
Prof. Dr. Haluk Alkan
28
Seçm Hükümet
Prof. Dr. Faruk Blr
Nusaybn’de Ne Oluyor?
Orhan Mroğlu
38
19
1 Kasım Sonrasında Terör Devam Eder M?
Başkanlık Sstem Üzerne Kısa Br Değerlendrme
32
12
7 Hazran’dan 1 Kasım’a Neler Değşt?
İbrahm Uslu Röportajı
35
İÇ POLİTİKA
“NORMALLEŞME”
MUHALEFET PARTİLERİNDEN
BAŞLAMALI
CHP ve havzasında bu ş tartışacak ve hayata geçrecek yen br hareket ve kadrodan bahsedlemeyeceğne
göre, bu değşmn daha başlangıçta sınırlı olacağı söyleneblrd. Ntekm değşm hamlesnn etks CHP
çersndek tartışmalarla kırıldı, kna edclk vasfı azaldı, Genel Başkan Kılıçdaroğlu ve genel merkezn
hareket alanı daraltıldı. Bu durum, en çok başörtüsü ve Çözüm Sürec tartışmalarında yaşandı.
Anayasa yapmak için idam gömleğini giymeyi göze
almak lazım, Kürt sorunundaki reformlar için önce
MGK ve Genelkurmaydan izin almak lazım, terörle
mücadeleyi Kara Kuvvetlerine havale etmek lazım
ifadeleri bu muhalefet anlayışının tezahürleridir.
Muhalefetin vesayet sistemi hâkimken, dar alanda
siyaset yapması en azından reel politik bakımdan
anlaşılabilirdi. Ancak 14 yıllık reformlarla vesayet
sistemi yıkıldıktan sonra da, muhalefetin siyasetin genişleyen sınırlarına rağmen dar alanda siyasette ısrar etmesi anlaşılabilir değildir. Muhalefet,
Türkiye’nin normalleşmesine katkıda bulunabilmek
için evvela iktidara şunları konuşamazsınız, bunları
yapamazsınız hatta teklif dahi edemezsiniz demekten vazgeçerek genişleyen alanda siyaset yapmaya
yönelmelidir.
Kutsal Dava, Örgüt ve Lider
Muhalefet açısından ikinci büyük engel, kimlik politikalarına hapsolması ve kimliklerin temsilcisi sıfatıyla
eleştiriden münezzeh bir kutsallık halesine bürünmesidir. Bu haliyle muhalefet, siyaset yapmak yerine
kimliklerin, ardına sığınarak kutsal bir dava, kutsal bir
teşkilat ve kutsal bir lider kültü etrafında şekillenmektedir. Böyle olunca muhalefet kendisinde ülkenin bir
altın hissesinin olduğu zehabına kapılıyor.
Dr. Murat YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Programı Koordinatörü
S
eçimlerden sonra ilk tartışılan kazanan
partinin balkon konuşması oluyor. Arkasından da herkes kazanan partiye ve lidere
öğütler vermeye başlıyor. Kaybeden ve 15 yıldır
kaybeden partiler ise genel başkanlar değişecek
mi, olağanüstü kongre toplayacaklar mı dedikodularıyla asıl tartışmayı geçiştiriyorlar. Hâlbuki
bir ülkede 15 yıldır iktidar değişmiyorsa ve ana
muhalefet ancak iktidar partisinin yarısı kadar oy
alabiliyorsa, öncelikle tartışılması gereken muhalefet partileridir.
Türkiye’deki muhalefet partilerinin temel sorunu,
çöken vesayet sisteminin içinde düşünmekten
6
ARALIK 2015
kurtulamamalarıdır. Muhalefet, çoğunluğun yönetme hakkını ve Türkiye’nin temel problemlerini
siyasetin çözmesi gerektiğini hazmetmekte zorlanıyor.
Muhalefetin “Öğrenilmiş Çaresizliği”
Vesayet sistemine göre temel tartışma konuları bürokrasi tarafından karara bağlanır, iktidarın
bütçe ve atamalardan ibaret bir alanı vardır. Siyasetin alanını genişletmek isteyen partilerin ve
siyasetçilerin sistemle başı belaya girer: Hatta
“Muhtar bile olamaz.” Muhalefet, vesayet isteminin “öğrenilmiş çaresizlik” terbiyesiyle adeta
zehirlenmiştir.
Hafızamızı yoklarsak CHP, MHP ve HDP için ayrı
ayrı dava, teşkilat/örgüt ve lider kutsamaları zihnimize gelecektir. Son zamanlardaki “Yeni CHP”
söylemine rağmen, CHP de maalesef hala bu sınıfın
içinde yer alıyor. Hal böyle olunca muhalefetin içinden veya dışından makul eleştiri ve değişim teklifleri
kendilerine uygun mecralar bulamıyor. Bu yüzden
de muhalefet dönüşmek ve yenilenmek yerine ayrılma ve tasfiye sarmalından kurtulamıyor.
Türkiye’nin normalleşmesi, ancak müşterek bir
“norm”da anlaşmasıyla mümkün... Muhalefet vesayet sisteminin çöktüğünü, altın hissesi olanların
değil çoğunluğun yönetme hakkının olduğunu ve
kendilerinin seçime giren diğer partilerden bir üstünlüğünün olmadığını kabul etmedikçe normalleşmenin yolları kapalıdır. Muhalefet bu normları kabul
ettiğinde kutsal dava, teşkilat/örgüt ve liderlerin
tartışılmazlığı yerine kendi siyaset performanslarını
değerlendirmeye yönelebilir. Muhalefet artık evinin
önünü ve hatta içini temizlemelidir.
Dikkat edilirse bütün dünya AK Parti Genel Başkanı
Ahmet Davutoğlu’nu arayıp tebrik ederken, muhalefetten hala bir tebrik telefonu veya ziyareti duyulmadı. Muhalefetin seçim sonuçlarını centilmence
kabul ederek rakiplerine, hakeme, millete, sahaya
suç bulmayı bırakarak kendine yönelmesi ve A’dan
Z’ye her şeyi tartışması gerekiyor.
CHP
CHP 1 Kasım seçimlerinde başarılı olamadı. Başarısızlık CHP için yeni değil. Çok partili hayatın başlangıcı 1946’dan bu yana CHP başarısız. CHP için
yeni olan, “Yeni CHP” söylemlerine ve genel başkan
değişikliğine rağmen başarısızlığın devamında...
Yeni Genel Başkan ve Yeni CHP söylemleri de,
seçmenlerin çoğunluğunu CHP’nin değiştiğine ikna
edemiyor. Bu durum, CHP değişebilir mi sorularını
gündeme taşıyor? Bu bakımdan 1 Kasım seçimleri
sonrasındaki CHP tartışmaları, genel başkan değişikliği ötesinde bir derinlikte gelişiyor.
CHP 1946’dan bu yana sürdürdüğü laiklik ve rejim
krizi üzerinden yürüttüğü siyasetten, bürokratik vesayetin çöküşüyle ağır bir yenilgiyle çıktı. Bürokratik
vesayet sistemindeki ortaklarının güç kaybetmesi
karşısında topluma dönmek zorunda kalan CHP,
yeni bir arayış içine girdi.
Deniz Baykal’ın son döneminde başlayıp Kemal
Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olmasıyla hız kazanan bu arayış, CHP’nin tek parti dönemi ve 27
Mayıs sonrasındaki bürokratik vesayet döneminde
oluşmuş ideoloji, teşkilat ve zihniyetin adeta CHP
paradigmasının tartışılması anlamına geliyordu.
ARALIK 2015
7
CHP ve havzasında bu işi tartışacak ve hayata geçirecek yeni bir hareket ve kadrodan bahsedilemeyeceğine göre, bu değişimin daha başlangıçta
sınırlı olacağı söylenebilirdi. Nitekim değişim hamlesinin etkisi CHP içerisindeki tartışmalarla kırıldı, ikna
edicilik vasfı azaldı, Genel Başkan Kılıçdaroğlu ve
genel merkezin hareket alanı daraltıldı. Bu durum,
en çok başörtüsü ve Çözüm Süreci tartışmalarında
yaşandı.
Değişmiyor, Savruluyor
CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkan olmasından sonra Yeni CHP inşa edilemediği sürece,
yeni toplumsal kesimlere açılarak partinin büyütülmesi çabası, bir siyasi program ve tutarlılık ekseninde yapıl(a)mayınca “savrulmalar” şeklinde telafi
edilmeye çalıştı, çalışıyor.
“Yeni CHP” söylemi ve iddiası, başarılı olamadıkça
yeni toplumsal kesimlere açılabilmek için Gezi’ye,
sağa, Sarıgül’ün popülizmine, Cemaatin yolsuzluk kampanyasına, HDP’nin muhalefetine savrulan
CHP’nin Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı dışında ortak
paydasının azaldığı ve bu savrulmalardan zarar gördüğü söylenebilir.
8
ARALIK 2015
Herkesi Yakalayabilir Mi?
Bu savrulmaların aşılması ve CHP’nin “herkesi yakalamak” isteyen bir partiye dönüşmesi de mümkündür. Ancak bu tercihin CHP’nin tarihi, ideolojik
ve teşkilat mirasıyla bağdaşmasının zor olduğu kaydedilmelidir. CHP “herkesi yakala” partisi olmaya
karar vermesi ve bunu uygulaması, partinin taban
ve teşkilatının ikna edilmesinin yanı sıra, ülkedeki
genel siyasi iklime de bağlı görünüyor.
CHP birbiriyle telif edilemeyecek açıklamalar, değişim ve yenileşme tartışmalarıyla bir tutarsızlık ve
yönsüzlük girdabına sürükleniyor. Hâlbuki değişim
ve yenilenme dönemlerinde en tehlikeli olan şey,
işte bu yönsüzlük halidir. Çünkü değişim ve yenilenme, korku ve umudu harekete geçirir.
Değişim eskiden memnun olanları ve yeniyle tasfiye olacakları korkuturken, vaat ettikleriyle de umut
yaratır. Yönsüzlük işte bu korkuyu arttırırken, umudu ortadan kaldırır. Böylece değişim ve yenilenme
için ihtiyaç duyulan temel dinamikten, yani umuttan
mahrum kalınır. Bu durumda korku ve umudun yarattığı makası karşı cephe için kullanabilecek değişim ve yenilenmeyi taşıyan aktör, cephede ters dö-
nerek kendi makasının hedefi haline gelebilir. CHP
ve Kemal Kılıçdaroğlu, böyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalmış görünmektedir.
CHP’nin içine düştüğü derin kuyudan kendi başına çıkması zor görünüyor. CHP kriz yerine işbirliğini
seçer ve siyasi merkezin demokratik bir rol oynarsa
değiştiğini kendi tabanına ve Türkiye’ye gösterebilir.
MHP
MHP, son dönemin merakla takip edilen partisi
oldu. 7 Haziran seçimlerinden sonra kilit parti MHP
oldu. Bu yüzden de MHP bütün tarafların hedefi haline geldi. İçeriden bakınca ise, MHP hala içinden
çıkamadığı bir paradoksa hapsolmuştu. MHP iki
bloğa ayrılan siyasi tabloda kendisine yer bulamadı
ve ayrı bir blok oluşturmayı denedi. Ancak MHP ayrı
bir blok olmayı başaramadı ve seçimlerden küçülerek çıktı. Şimdi dışarıdan ve içeriden artan eleştirilerle yüzleşmek zorunda.
Kurucu lideri Alpaslan Türkeş’in vefatından sonra
bir lider partisi olmanın ötesinde ideolojik bir tabana
sahip olduğunu gösteren MHP, 18 Nisan 1999 seçimlerinde sürpriz başarıyla % 18 oy almıştı. Bu süp-
riz başarıya rağmen, kendi liderliğinde bir koalisyon
yerine Bülent Ecevit liderliğinde bir koalisyonu kabul
eden Genel Başkan Devlet Bahçeli, böylece MHP’yi
yeni bir güzergâha soktu. Belki gerçekçi bir değerlendirmeye dayanan bu tercih, DSP-MHP-ANAP
koalisyonun çok açık başarısızlığı ile tarihe geçti.
MHP Yenilenmeyi, Değişmeyi Başaramadı
MHP, bu koalisyon sürecinde sadece Türkiye’de
değil, bütün dünyada milliyetçilerin küreselleşmeye cevap veremeyen ideolojik baskısı altında ezildi.
Bu yüzden bazen çok uyumlu bazen çok uyumsuz
bir parti görüntüsü ortaya çıktı. MHP aynı zamanda
Türkiye’deki milliyetçilerin entelektüel seviye kaybının sonucu olarak, değişen şartlar karşısında kendini yenilemeyi ve değişmeyi başaramadı.
Bahçeli’nin bu dönemde, MHP’yi mafyöz ilişkilerden
temizlemek başarısının yanında, değişime direnen
bu milliyetçi elitlerle tatmin etmek durumunda kaldı.
Buna bir de MHP tabanının yükselen sınıf ve zümrelerle ilişki kuramayışı, MHP’nin otoriter liderlik ve teşkilat anlayışı da eklenince, başarısızlık kaçınılmazdı.
Nitekim MHP bu hükümette başarılı olamadığı gibi,
daha sonra da muhalefette de başarılı olamadı.
ARALIK 2015
9
Çözüm Sürec’nn muhatap ve muhtevasındak muğlaklık, HDP’nn anlaşılmasını zorlaştırdı. HDP bu muğlaklıktan azam
ölçüde faydalandı. HDP’nn Cumhurbaşkanlığı seçmnde Türkyellk, demokratk syaset ve barış üzernden oluşturduğu
şal, HDP’nn netleşmes yerne muğlaklığın ardına sığınmasını kolaylaştırdı. Çözüm Sürec’nn belk de en öneml eksklğ,
bu muğlaklıkla slahlı br hareketn syasleşmesnn, değşmesnn ve taleplernn tartışılmasının önünün keslmesyd.
3 Kasım 2002 seçimleri sonrasında, bu seçimleri
tahlil ederek bir muhasebe yapmak yerine, sessizce beklemeyi tercih eden MHP, bu dönemde milliyetçilik tartışmalarında sokaktan uzak duran tavrıyla
takdir topladı. Ancak MHP’nin yaptıklarıyla değil,
yapmadıklarıyla beğenilmesi MHP’den pozitif değil
negatif bir tavır beklendiğini gösteriyordu.
MHP Sessizlikten Kriz Politikasına
MHP, bu dönem zarfındaki sessizlik politikasını son
zamanlarda terk etti. MHP’nin uzun zamandır sessiz kalmanın verdiği gerginlikle bir anda sert çıkışlara başlaması, kutuplaşmasının yarattığı ufalanmayı
telafi etmek kaygısının izlerini taşıyordu. Ancak bu
sertlik politikasının dozajının ciddi olarak aşılması
MHP’yi, CHP’nin kriz politikasına dâhil etti.
MHP 7 Haziran’dan sonra dışında kalmaya çalıştığı
blok siyasetinden, 7 Haziran seçimleri öncesinde
uzak durmadı. 7 Haziran sonrası ise bu blokların
altında ezilme korkusuyla iki bloğa da “hayır” diyen
bir siyasi çizgiye savruldu.
Tabanındaki farklılaşma ve birbiriyle telif edilmesi
zorlaşan öbekleşme MHP’nin hareket kabiliyetini giderek kısıtlıyor. Bu durum, MHP’nin geleceği
açısından da ciddi bir kırılmaya işaret ediyor. MHP
bu haliyle kendi içindeki ideolojik dengeyi ve tabantavan paradoksunu taşımakta zorlanacaktır. MHP,
barajı geçse de artık engellenemeyecek bir sosyolojik fay hattını harekete geçirmiştir. MHP, seçim
barajını aşsa dahi sosyolojik barajda boğulma tehlikesi altındadır.
MHP tavanı değişmekte zorlandıkça ve bir tercihte bulunamasa da, taban değişiyor. MHP tabanı
değiştikçe, siyasi pozisyonu tavanla farklılaşıyor.
MHP tavanı değişmedikçe, MHP tabanı değişiyor
ve MHP zorlanıyor. Tabanın değişimi partiye yansımayınca taban, parti değiştirebiliyor. MHP tavanı,
tabanın aksine genel başkan tartışmasının ötesinde
bir tartışmadan hala uzak görünüyor.
10
ARALIK 2015
HDP
Türkiye siyasi hayatının temel problemlerinden biri
nominalizmdir. Bir şeyi gerçekte ne olduğu ve hangi işlevi üstlendiği üzerinden değil adı üzerinden
tanımlamak, bizi gerçekliğe ulaştırmaz. Gerçekliği
değil adları konuştuğumuzda ise siyasi ve sosyal
gerçekliği anlayamayız.
HDP de bu nominalizme kurban gidiyor. HDP her
şeyden önce müstakil bir siyasi parti midir sorusuna cevap vermedikçe, HDP’yi anlamak mümkün
değildir.
HDP Muğlaklığın Arkasına Saklandı
Çözüm Süreci’nin muhatap ve muhtevasındaki
muğlaklık, HDP’nin anlaşılmasını zorlaştırdı. HDP
bu muğlaklıktan azami ölçüde faydalandı. HDP’nin
Cumhurbaşkanlığı seçiminde Türkiyelilik, demokratik siyaset ve barış üzerinden oluşturduğu şal,
HDP’nin netleşmesi yerine muğlaklığın ardına sığınmasını kolaylaştırdı. Çözüm Süreci’nin belki de en
önemli eksikliği, bu muğlaklıkla silahlı bir hareketin
siyasileşmesinin, değişmesinin ve taleplerinin tartışılmasının önünün kesilmesiydi.
PKK, Çözüm Süreci’nde HDP üzerinden normal
bir demokratik siyasi partiye dönüşmeyi değil, demokratik özerklik ve özsavunma adı altında silahlı
güçlerinin hâkimiyetini anlıyordu. Bu, Türkiye’nin
egemenliğini paylaşacak bir statü anlamına gelmektedir.
HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş bu muğlaklığı
kullandı ve halkla ilişkiler tekniği replikleriyle üzerini
örttü. Böylece HDP ve PKK’nın dönüşümünün tartışılması engellenmiş oldu. Hâlbuki Çözüm Süreci’nin
başlangıcı da nihai amacı da bu kesimin değişmesi
ve normal bir siyasi parti olarak Türkiye siyasi hayatına dâhil olmasıydı.
PKK bu haliyle Türkiye’yi Lübnan’a, kendisini Lübnan
Hizbullah’ına dönüştürecek bir formül peşinde... PKK
7 Haziran seçim sonuçları üzerinden Türkiye siyasetini ve Suriye’deki dengeleri bu formülü hayata geçirecek bir fırsat olarak yorumladı. Kontrollü bir şekilde
şiddeti arttırması ve 14 Temmuz’da devrimci halk
savaşı ilanı, Türkiye’nin PKK ile Çözüm Süreci’ne
mahkûm olduğu varsayımına dayanıyordu.
Demirtaş üzerinden HDP ve PKK’nın dönüşümü
yerine, Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı tartışılmaya
başlandı. HDP/PKK hattı bu tartışmanın üzerini
örterek Kürt seçmenlerin yanına Erdoğan karşıtlarından bir blok eklemeyi tercih etti. Bu tercih ne
kadar başarılı olursa olsun, nihayetinde örtülen tartışmanın gündeme gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim 7
Haziran seçimlerinden sonra PKK muğlaklıktan ne
anladığını silahlı güçleri marifetiyle gösterdi.
Türkiye Lübnan Değil,
Türkiye 23 Temmuz’da başlayan operasyonlarla,
PKK’nın varsayımlarının ne kadar yanlış bir temele
dayandığını gösterdi. HDP/PKK hattı bu yanlışı devam ettirerek, operasyonları salt seçime endeksli bir
hamle olarak takdim ettiler. Seçimlerden sonra devam eden operasyonlar, HDP/ PKK hattını bunalttı.
Şimdi yeni anayasa ve başkanlık ifadeleriyle operasyonları sona erdirebilecek ve yeniden siyasi
denkleme girebilecekleri bir yol arıyorlar. Ancak
HDP/PKK hattında çok önemli değişiklikler olmadıkça, siyasi denkleme giremeyeceklerini anlamaları
zaman alacak.
HDP/PKK hattı önce kendilerine yönelerek evvela
bu hatalı politikaları yapan yönetici kadrolarını değiştirmedikçe kamuoyunu ikna edemezler. İkinci
olarak artık arkasına sığınabilecekleri bir muğlaklık
kalmadığını görmeliler.
Bugün hendekler ve devrimci halk savaşı etrafında ortaya çıkan HDP, Demirtaş ve PKK imajı, net
bir şekilde şiddetle resmediliyor. Türkiye’nin Lübnan, PKK’nın da Hizbullah olamayacağını kabul
etmedikçe, HDP’nin siyasi bir denkleme girmesinin
mümkün olmadığı da artık netleşmiş durumda.
PKK silah bırakmayı ve HDP’nin normal bir siyasi
parti olmasını kabul etmedikçe, sosyolojik tabanını
hendeklerin etrafında öğüten bir stratejik açmaza
girmiş durumdadır. Bu açmazdan hatalarını kabul ederek ve değişerek çıkmak yerine, Öcalan’a
dayanarak çıkmak istiyor. Bu bağlamda Öcalan’a
mahkûm olan devlet değil, PKK’dır. Ancak onlar
değişmedikçe, Öcalan artık onları kurtaramaz.
ARALIK 2015
11
İÇ POLİTİKA
MHP Nerede Hata Yaptı?
MHP
1 KASIM’DA NEDEN KAYBETTi?
Prof. Dr. Turgay UZUN*
Akademisyen
1
Kasım 2015 seçimlerinin sonucu belki de
en çok MHP için merak ediliyordu çünkü
MHP’nin oylarında yaşanacak bir artış ya da
7 Haziran’da aldığı oy oranını koruması tekrar koalisyon kurma sürecini başlatacak, buna karşılık 7
Haziran’da AK Parti’den gelen oyların geldiği yere
dönmesi tek başına iktidar kilidini açabilecekti. Nitekim seçim akşamında sonuçlar belli olmaya başladıkça MHP’de ciddi bir oy kaybının yaşandığı ve bu
kaybın AK Parti’ye iktidar yolunu tekrar açtığı görüldü. Burada cevaplanması gereken soru beş aylık
kısa bir süre içerisinde hangi etkiler altında bu kadar
yüksek oranda bir seçmenin MHP’den desteğini
12
ARALIK 2015
çekerek adres değiştirdiğidir. Bu sorunun cevaplanmasında, MHP yönetiminden ve propaganda
sürecinden kaynaklanan nedenler, dönemsel etkiler
ve özellikle AK Parti’nin iktidara giden yolu doğru bir
biçimde, seçim stratejisini MHP’ye giden oyları geri
alma üzerine kurmuş olması önem kazanmaktadır.
Diğer yandan, 7 Haziran öncesi dönemde “Çözüm
Süreci” nedeniyle kopan oyları tekrar kazanma çabası içerisinde olan AK Parti’nin, terör olaylarının
önüne geçebilmek için askeri çözüme tekrar dönüş
yapması da Çözüm Süreci’ne karşı olan seçmeni
kendisine çekmesinde etkili olmuştur.
MHP gibi kırk yılı aşkın siyasal tecrübesi ve köklü bir geçmişi olan siyasi bir
partinin daha güçlü ve etkin bir halkla
ilişkiler mekanizmasına sahip olması
gerekirken, yaşadığımız gibi çok kritik bir dönemeçte partinin görüşlerini
ve duruşunu seçmen ile paylaşma
sorunları yaşadığını söylemek mümkün. Bu durumun sadece 1 Kasım
seçimleri ile sınırlı bir durum olmadığı
diğer seçimler ve farklı süreçlerde de
benzer bir durumun oluştuğunu söylemek yanlış olmayacak. Bu sorunun
arka planında aslında MHP’nin sahip
olduğu ideoloji ve örgütsel yapının da
etkili olduğu görülmektedir. Aslında
bu problem sadece MHP’ye özgü bir
sorun olmanın ötesinde tüm siyasal
partileri de ilgilendirmektedir. Ancak,
MHP’nin yapısal farklılığı bu sorunu
daha da derinleştirmekte, özellikle
“lider, teşkilât, doktrin” üçlemesinde
karşılığını bulan bu yapı, alttan gelen iletilerin daha geç ve daha zor bir
biçimde yönetim katmanına iletilmesine neden olmaktadır. Beş ay gibi kısa bir sürede çok önemli
siyasal olayların ve süreçlerin yaşandığı Türkiye’de
MHP’nin mevcut, katı hiyerarşik yapısı gerekli değişimlere hızlı biçimde adapte olunmasını sağlayamamış ve duruma göre hareket etmek anlamında,
“durumsallık yaklaşımının” hayata geçirilmesine de
engel olmuştur. Bu sorunu çözebilmek ve benzer
durumlarda tekrar aynı sorunların yaşanmaması için
MHP’nin iletişim ve halkla ilişkiler konusunda daha
etkin yöntemler kullanması gerekmektedir. Politik
arena çok zengin ve birçok dinamiğin birlikte etkili olduğu bir alandır. Bu nedenle tüm seçeneklerin
masada olması ve en makul seçimin bunlar arasında ve olası değişiklikleri göz önüne alarak gerçekleştirilmesi yöntemi etkin bir yol olarak gözükmektedir. MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 7 Haziran gecesi
yaptığı konuşma, tüm uzlaşma kanallarını kolaylıkla
kapatıp tekrar erken seçime gitme tercihini güçlü bir seçenek olarak ortaya çıkartmıştır. Bu da 7
Haziran seçimlerinde AK Parti’den ayrılıp MHP’de
karar kılan ama bir AK Parti-MHP koalisyonuna da
sıcak bakan seçmen açısından olumsuz bir mesaj
olmuştur. Parti içerisinde yaşanan gelişmelerin kamuoyuna yansımasında yaşanan sıkıntılar, sevilen
ve kamuoyunun tanıdığı isimlerin liste dışı kalması,
parti yönetiminin kararının aksine, karizmatik lider
Alparslan Türkeş’in oğlunun seçim hükümetinde
yer alması seçimlere giderken MHP’yi negatif anlamda etkilemiştir.
Strateji Geliştirme Sorunu
7 Haziran sonrası süreçte on üç yıldır tek başına iktidar da olan AK Parti’nin doğal olarak bir koalisyon
hükümetinde büyük ortak olarak yer almayı içine
sindirememesi ve böylesi bir kompozisyon içerisinde ülke yönetiminde eski etkinliğini sürdüremeyeceği endişesi aslında koalisyona giden yolu oldukça
zorlaştırmıştır. Bu bağlamda AK Parti dinamik bir
strateji üreterek hem koalisyon görüşmelerine devam edip hükümet kurma sorumluluğunu yerine getirdiğini göstermiş hem de bir yandan yeni seçimin
ARALIK 2015
13
Beş ay gb kısa br sürede çok
öneml syasal olayların ve
süreçlern yaşandığı Türkye’de
MHP’nn mevcut, katı hyerarşk
yapısı gerekl değşmlere hızlı
bçmde adapte olunmasını
sağlayamamış ve duruma göre
hareket etmek anlamında,
“durumsallık yaklaşımının”
hayata geçrlmesne de engel
olmuştur. Bu sorunu çözeblmek
ve benzer durumlarda tekrar
aynı sorunların yaşanmaması
çn MHP’nn letşm ve halkla
lşkler konusunda daha
etkn yöntemler kullanması
gerekmektedr.
alt yapısını oluşturmuştur. CHP ve MHP bu strateji karşısında sadece aktör rolü oynayarak seçime
gidilmesini kolaylaştırmış ve bir yandan da “koalisyonu zora sokan muhalefet” imajının yerleşmesine
zemin hazırlamışlardır. AK Parti, MHP’nin kendisiyle
koalisyona yanaşmaması üzerine CHP ile masaya
oturmuş ve bu görüşmeleri kırk beş günlük anayasal sürenin neredeyse sonuna kadar “canlı” tutmayı
başarmıştır. Görüşmelerde anlaşma sağlanmayacağı yönünde güçlü belirtiler olmasına karşın MHP,
her nedense son ana kadar AK Parti-CHP koalisyonunu zorlamış, bu da seçmen gözünde “iktidardan
kaçan parti” imajının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Gerek AK Parti gerekse de MHP tabanının
aslında bir koalisyona sıcak bakmasına hatta her
iki partinin yönetiminde de bu koalisyonun kurulabileceğini düşünenler bulunmasına rağmen liderler
arasında bir yakınlaşma sağlanamamış, AK Parti,
muhalefete yönelik oluşturduğu imaj doğrultusunda ülkeyi yeni seçime götürme stratejisini başarıyla
uygulamaya devam etmiştir. Bu süreçte CHP, AK
Parti’nin stratejik hamlesini boşa çıkarmak için kısa
sürede masadan kalkmış olsaydı, Cumhurbaşkanı
hükümet kurma görevini ana muhalefet partisi lide-
14
ARALIK 2015
rine verebilir ve başka bir süreç ortaya çıkabilirdi. Bu
bağlamda, her iki muhalefet partisi açısından seçim
yenilgisinin altında AK Parti karşısında dinamik bir
strateji geliştirememe sorununun da önemli oranda
pay sahibi olduğu söylenebilir.
MHP İçin “Hayırcı” Algı Nasıl Oluştu?
MHP’nin 7 Haziran gecesinden itibaren kullandığı
söylem diğer rakip partiler açısından oldukça zengin bir malzeme kaynağı oluşturmuştur. Özellikle
AK Parti, MHP yönetiminden gelen bu mesajları
“MHP’nin ülke menfaatlerinin gerektirdiği bir koalisyonu istemediği ve bütün kapıları kapattığı” biçiminde kamuoyuna yönlendirmiştir. MHP’nin kendisini
ana muhalefet partisi olarak peşinen konumlandırması ve CHP ile AK Parti’yi ortak hükümeti kurmaları yönünde oldukça güçlü bir biçimde motive
etmesi de özellikle 7 Haziran’da MHP’ye ilk defa oy
veren kitleyi kendisinden uzaklaştırmıştır. MHP seçmeni içinde yer alan çekirdek kitleyi temsil eden ve
kendisini “ülkücü” olarak tanımlayan kesimin iktidar
beklentisi daha güçlü bir biçimde bu süreçte kendini göstermiştir. Bu kitle, parti yönetiminin tutumu ve
başkaca olumsuz etkilerden bağımsız hareket eden
bir kitledir. Parti ideolojisine bağlılık, “kol kırılır, yen
içerisinde kalır” düşüncesi bu kesimi en olumsuz
koşullarda bile partiye oy vermekten alıkoymamaktadır. Bu kitlenin ortak beklentisi on üç yıllık iktidar
özlemini gidermek ve bu süre boyunca özellikle
bürokratik katmanlarda yaşadıkları olumsuzluklara
son vermek isteğidir. Bu beklentiye rağmen parti yönetiminin peşinen hükümet ortaklığı için kapıları kapatması tüm bağlılık unsurlarına rağmen
yönetim ile taban arasını açarak bu kitlenin seçim
motivasyonunu ciddi biçimde sekteye uğratmıştır.
Seçim sonrası yapılan yorumlarda bazı teşkilatların
çalışmadığı ve hatta AK Parti lehine hareketsiz kaldıkları iddiaları de bu savı doğrular niteliktedir. Genel merkezin performansına bakıldığında 1 Kasım
öncesinde oldukça az sayıda miting düzenlendiği,
bunların da daha çok bölge mitingleri niteliğinde
olduğu görülmektedir. AK Parti ile kıyaslandığında
halk ile buluşma ve seçmen motivasyonu açısından oldukça etkili gözüken mitinglerin sınırlı sayıda
yapılmasının da seçim sonuçlarına olumsuz etki
yaptığı söylenebilir. Seçim kampanyasının etkinliği
açısından değerlendirildiğinde, 7 Haziran seçimleri
ile kıyaslandığında oldukça zayıf bir kampanya yürütüldüğü söylenebilir. Haziran seçiminde kullanılan
“Bizimle Yürü Türkiye” sloganı daha etkili bir mesaj
oluşturmuşken, 1 Kasım’da kullanılan “Sen Bilirsin
Türkiye” mesajı doğrudan MHP’ye oy verme çağrısında bulunmayan bir mesaj etkisi göstermiştir.
Sonuç olarak MHP’nin, 7 Haziran’a kıyasla oy kaybı 1,8 milyon seçmendir. Bu sayının özellikle Orta
Anadolu ve Karadeniz bölgesinde yoğunlaştığı ve
bu nedenle 7 Haziran’da AK Parti’den alınan milletvekilliklerinin de tekrar geriye döndüğü, MHP’nin
otuz yedi vekili AK Parti’ye, üç vekili de CHP’ye
kaptırdığı görülmektedir. Özellikle bu bölgelerde
az farkla AK Parti’den alınan milletvekillikleri başta
olmak üzere MHP ciddi sayıda milletvekilliği kaybı
yaşamış, partinin Merkez Yönetim Kurulu’ndan on
dört yönetici Meclis dışında kalmış, yirmi bir kişi ise
Meclis’e girmeyi başarmıştır. MHP, 1 Kasım seçimlerinde sadece Ardahan’da oy artışı sağlayabilmiş, Kilis’te % 16,82, Iğdır’da % 13,02, Bilecik’te
% 11,50, Bayburt’ta % 10,73, Artvin’de % 9,08
oranında oy kaybı yaşamış, 23 ilde de yüzde onluk seçim barajının altında kalmıştır. MHP’nin, 7
Haziran’da 32 ilde milletvekili çıkaramamasına karşın 1 Kasım seçiminde ise bu sayı 58’e çıkmış, 7
Haziran’da vekil çıkardığı 22 kentten bu kez mil-
letvekili çıkarmayı başaramamıştır. MHP’nin, 1 Kasım sonrası Aksaray, Burdur, Bayburt, Çanakkale,
Elazığ, Eskişehir, Giresun, Gümüşhane, Karabük,
Kastamonu, Kırşehir, Kilis, Kütahya, Nevşehir, Niğde, Sivas, Tekirdağ, Tokat, Trabzon, Uşak, Yozgat
ve Zonguldak’taki vekillerini kaybettiği ve özellikle
“Selçuklu Hilali” olarak adlandırılan bölgede başta,
Tokat, Nevşehir, Kırşehir, Niğde, Yozgat, Çorum ve
Kayseri olmak üzere oy oranlarında ciddi azalma
yaşadığı görülmektedir.
MHP’nin iktidar alternatifi olabilmesinin yolu geniş kitlelere açılmayı başarması ve kendisine olan
seçmen desteğini de devamlı kılabilmesine bağlıdır. MHP’nin temel toplumsal tabanını oluşturan
ve ideolojik bağlılığa sahip olan “ülkücü” seçmene
ek olarak, başta AK Parti olmak üzere diğer sağ
partilere her zaman için oy verebilecek olan daha
merkezde yer alan seçmeni kendi yanına çekebilmesi gerekmektedir. Bunun yolu, ülke sorunlarına
gerçekçi çözümler üretmek ile dinamik bir siyasal
strateji geliştirip uygulamanın yanında, halkla daha
yakın ve etkin bir iletişimi sağlayabilmesi ile güçlü bir
iktidar alternatifi olduğunu açık biçimde göstermesinden geçmektedir.
* Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü
öğretim üyesidir.
ARALIK 2015
15
İÇ POLİTİKA
oy bandını bırakmamakta kararlı görünüyor. Nitekim
1 Kasım seçimlerindeki % 25.56’lık oy oranı, CHP’nin
bir Türkiye Partisi olamama sorununu yeniden gündeme getirdi.
CHP 1 KASIM SEÇİMLERİNDEN
DERS ALACAK MI?
Selvet ÇETİN
Araştırmacı
T
ürkiye’nin siyasi tarihinde ilklerin yaşandığı alışılmadık bir seçim maratonu daha geride kaldı.
7 Haziran seçimlerinden hükümet çıkaramayan
Türk siyaseti, bölgesel ve küresel düzeyde meydana
gelen olağanüstü gelişmelerin gölgesinde önemli bir
sınav verdi. 1 Kasım seçimleri, toplumun parçalı bir
yönetim tarzına kapıyı kapattığını, istikrarın tek parti
iktidarıyla devamı yönünde tercihte bulunduğunu
gösterdi. 7 Haziran ile 1 Kasım seçim sonuçları kıyas-
16
ARALIK 2015
landığında CHP hariç, diğer siyasi partilerin ciddi bir
oy değişkenliği yaşadığı görüldü. 1 Kasım seçimlerinden sonra tek başına iktidarı garantileyen AK Parti,
7 Haziran’da aldığı % 40,9’luk oy oranını % 49.32’ye
çıkararak bu oy değişkenliğinden en fazla yararlanan
parti oldu. Her iki seçim sonuçları kıyaslandığında,
en dramatik oy kaybı MHP’de yaşanırken, 7 Haziran
seçimlerinde oy patlaması yapan HDP, 1 Kasım’da
barajı kıl payı geçebildi. CHP ise tutunduğu % 25’lik
CHP’nin seçim beyannamesinde ortaya koyduğu
siyasi, ekonomik ve sosyal vaatlerinin hedef kitleler üzerindeki inandırıcılığının oldukça sınırlı düzeyde kaldığı ve özellikle genç seçmenlerin ikna edilemediği anlaşıldı. Türkiye’de uzun yıllar boyunca
ideolojik devletin egemen sınıfını temsil eden ve
bu yönüyle “elitlerin partisi” olarak sıkça eleştirilen
CHP’nin değişim arayışlarının, toplumsal çevrelerde
beklenen siyasi karşılığı bulamadığını söyleyebiliriz.
1 Kasım seçimleri, özellikle Anadolu’nun dindarmuhafazakâr seçmen kitlesinin CHP’ye hala çok
mesafeli olduğunu gösterirken, Kürt seçmenlerin de
mevcut CHP politikalarından bir beklentisinin bulunmadığını ortaya koydu. Aslında son iki seçimde
de Gezi sürecinden bu yana CHP’nin siyasi iktidara
karşı izlediği sert politika ve AK Parti’ye yönelik algı
operasyonlarına sağladığı desteğin kamuoyu tarafından benimsenmediği görüldü. Toplum, CHP’nin
ülkeyi yönetme kabiliyetinden uzak olduğuna dair
güçlü bir mesaj verdiği gibi, AK Parti ile yapılan koalisyon görüşmelerinde uzlaşmaz tutumu nedeniyle
de CHP’yi cezalandırmış oldu.
CHP açısından, son on yılda gerçekleşen seçimler
iki ana değerlendirme konusunu oluşturuyor. Bun-
lardan ilki, CHP kurmaylarının sıklıkla ifade ettikleri
yapısal değişim ve “Yeni CHP” söylemidir. Siyasi
katılımcılık ve çoğulculuğun, insan hakları ve özgürlükler hukukunun bu değişim perspektifinde kilit
bir rolü olduğu parti yönetimi tarafından ifade edilse
de, mevcut seçmen profili bu değişim iradesini yeterince yansıtmıyor. Parti kadrolarının genel olarak
ulusalcı-laik karakterini muhafaza ediyor oluşu ve
statükocu çevrelerle bağların hala çok güçlü görünmesi, Türkiye’nin en eski partisinin köklü bir yapısal
reforma hazır olmadığını yeterince anlatıyor. Diğer
taraftan her genel seçim sonrası, CHP’nin tek başına iktidar olabilme kapasitesinin sorgulandığı bir süreç yaşanıyor. 1 Kasım seçim sonuçları, CHP parti
programının öngördüğü hedefleri geniş toplumsal
çevrelerin tatmin edici bulmadığını ve değişim-açılım söylemlerinin inandırıcı görülmediğini deklare
etti. Bu durumda CHP’nin kendi içinde gerçekçi bir
yüzleşme yaşaması gerekecektir.
AK Parti’nin 2002’den bu yana Türk siyasetine damgasını vurmasıyla birlikte yaşanan reform
ve kalkınma süreci, ana muhalefet konumundaki
CHP’nin siyasi manevra alanını ister istemez daralttı. Emeklilere verilecek ikramiye, asgari ücret artışı
ve gençlere sağlanacak imkânlar çerçevesinde bir
seçim stratejisi izleyen CHP’yi kaynak sorunu üzerinden köşeye sıkıştıran siyasi iktidar, geleneksel
CHP zihniyetinin kolay kolay değişemeyeceğine
ARALIK 2015
17
İÇ POLİTİKA
Maddi refah düzeyi, inanç
ve yaşam tarzı itibariyle
genel halk kitlesinden kopuk
çevrelerin siyasi ve ekonomik
gücü üzerinden siyaset
yapma tarzı “Eski Türkiye’ye”
özgüydü. Bugünkü şartlarda
fırsat eşitliğine sahip, bilgi
ve becerisiyle yükselen,
devlet sermayesiyle değil, öz
kaynaklarıyla rekabet gücüne
kavuşan “Yeni Türkiye”
gerçeğini konuşuyoruz.
ilişkin tarihsel örnekleri kullanarak seçmen davranışını güçlü şekilde etkiledi. Türkiye’nin 34 ilinden
milletvekili çıkaramayan, yine Ege ve Trakya kıyılarına hapsolan CHP’nin Türkiyelileşme sorunuyla nasıl ana muhalefet partisi hüviyetini taşıyacağı önemli
bir tartışma konusu haline geldi.
CHP, Marmara ve Ege bölgesindeki altı ilde birinci
parti olmasına rağmen, her iki bölge genelinde ikinci parti durumundadır. Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde % 10’un altında kalan, İç
Anadolu ve Karadeniz bölgelerinde % 15’i göremeyen CHP’nin siyasi temsil gücü bakımından değil,
meclis aritmetiğine göre ana muhalefet partisi olması yanıltıcı bir husustur. Dolayısıyla CHP’de siyasi
figürlerin değişmesiyle yapısal bir değişimin yaşanacağını beklemek ham hayalcilik olur. Mevcut kapasitesiyle ana muhalefet görevini bile üstlenmekte
zorluk çekecek olan CHP’yi yeni hizip tartışmaları
ve kurultay kavgaları beklemektedir.
1 Kasım sonuçları, CHP’nin ülkedeki değişim ve
dönüşüm sosyolojisinin dinamiklerini kavramakta
hala zorlandığını gösteriyor. Anadolu halkı, siyasi
ve ekonomik özgürlüğün sağladığı fırsatları teknolojik gelişmeyle de bütünleştirip ülke geleceğinde
söz sahibi olurken, CHP seçkinci zümrelerin siyasal
tercihleriyle şekillenen geleneksel tutumunu bir türlü
terk edemedi. Sol Kemalist grupların, Cumhuriyetçi
Alevi kitlenin, eski dönem yerleşik Balkan göçmenlerin ve Ortodoks laiklerin temsil edildiği bir platform
olarak CHP’nin Anadolu’daki dindar toplumsal çevrelerle arasındaki doku uyuşmazlığı görmezden ge-
18
ARALIK 2015
linemez. Bu kitlenin hassasiyetlerini sadece “İmamHatipleri kapatmayacağız” söylemiyle tatmin edebilme eşiğinin çoktan aşıldığını kavramak gerekir.
Öte yandan, orta sınıf kentli seçmenleri hedef kitle
olarak lanse eden CHP, göç hareketleriyle birlikte
büyük şehirlerdeki sosyal dokunun da çeşitlendiğini
fark edebilmeliydi. Yani maddi refah düzeyi, inanç
ve yaşam tarzı itibariyle genel halk kitlesinden kopuk çevrelerin siyasi ve ekonomik gücü üzerinden
siyaset yapma tarzı “Eski Türkiye’ye” özgüydü. Bugünkü şartlarda fırsat eşitliğine sahip, bilgi ve becerisiyle yükselen, devlet sermayesiyle değil, öz kaynaklarıyla rekabet gücüne kavuşan “Yeni Türkiye”
gerçeğini konuşuyoruz.
CHP’nin geleneksel siyasi çizgisinin toplumsal hafızada bıraktığı ürkütücü hatıra, 1 Kasım seçimlerindeki vaatlere güven duyulmasını zorlaştırdı. Cumhuriyet tarihi boyunca sistemin muhalifleriyle yıldızı
barışmayan, ideolojik devlet aklının ürettiği baskıcı
ve yasakçı uygulamaları savunan CHP’deki yenilenme arayışı ve değişim isteğinin hangi düzeyde sahici
olup olmadığını zaman gösterecek. Ancak partideki
huzursuzluk ve iç hesaplaşma kurultay tartışmalarıyla
başlamış görünüyor. Genel Başkan Kılıçdaroğluna
karşı muhalefet bayrağını çekenler arasında Muharrem İnce ilk sıradaki yerini korurken, İzmir Milletvekili
Mustafa Balbay ve İstanbul Milletvekili Umut Oran’ın
sahneye çıkması, CHP’nin hangi yöne doğru ilerleyeceğine dair soru işaretlerini artırıyor. Önder Sav ve
Deniz Baykal tecrübesini yaşamış olan Kılıçdaroğlu
ve ekibi, Alevi kesimden önemli bir destek alacaktır.
Muharrem İnce’nin, “6 seçimde başarılı olamamış
bir CHP var. 7’nci seçimde bunun başarılı olabileceğini söyleyen bir Allah’ın kulu var mı? Başkanlık
referandumu gelirse CHP bir kez daha yenilecektir.
Önce Muhalefetin değişmeye ihtiyacı var” sözleri,
partideki çekişmenin nedenini özetliyor. Bununla birlikte, CHP yönetiminin değişmesinden çok, partide
bir zihniyet ve siyasi perspektif değişimine ihtiyaç var.
Genel başkan adaylarını değerlendirdiğimizde böylesi bir zihniyet dönüşümünü sağlayabilecek liderliğin
şimdilik ufukta görünmediğini söylemek mümkün.
Sonuç olarak, 1 Kasım seçimlerinde aradığını bulamayan CHP’nin, hem nicel hem de nitel açıdan
statükocu özelliğini koruduğu, meclis aritmetiği bakımından ana muhalefet partisi olarak gözükse de,
siyasi temsil yönüyle bu görevi yerine getirmekte
zorlanacağı bir tablo ortaya çıktı.
BURDA KİMSE YOĞTIIRR!..
Sinan BAŞAK
Gazeteci - Yazar
B
u feryat, 6-8 Ekim hadiselerinde Kurban eti
dağıtan Yasin Börü ve arkadaşlarının sığındıkları evin sahibesinin feryadıdır.
Bu feryadın aslında “burda devlet yoğtııır” olması
lazımdı.
Yasin Börü ve arkadaşlarının teslim edilmesi meselesini herkes konuştu, hakkında makaleler yazıldı,
siyasiler ve savcılar kararlar aldı.
O evin sahibine küfretmedik bir Allah’ın kulu kalmadı bu ülkede. Lanetlenmiş Kürtler, evlerine sığınmış
birkaç çocuğu PKK teröristlerine teslim etti diye.
Bendeniz bu adresten dinledim feryadı. http://www.
haksozhaber.net/yasin-borunun-sigindigi-evden-polisetelefon-68250h.htm Dikkatle dinlemenizi tavsiye ede-
rim kadının feryadını ve var olmayan(!) devletin vurdumduymazlığını.
Yasin Börü ve arkadaşlarının katledilmeleri halen
konuşulmakta ve yazılmaktadır. Eski Türkiye dönemlerini çağrıştıran bu feryat, o günlerde karşılık
bulmadığı gibi Yasin Börü ve arkadaşları hunharca,
kalleşçe şehid edilmişlerdi.
Kürtlerin yaşadığı coğrafya savaşların yapıldığı ve
yazıldığı coğrafyadır. Çetin şartların var olduğu coğrafyasında mazlum oldu ve dış müdahalelerle hep
mağdur edildi Kürtler. Hz. Ömer (Allah ondan razı
olsun) döneminde ve takip eden senelerde Müslüman olan Kürtler, İslam’la şereflendikten sonra
Müslüman kalmakta hep ısrarlı oldular. Sırasıyla
Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı Cihan devleti-
ARALIK 2015
19
olsa bir tercihte bulunarak, devletin kendilerine de
ait olduğunu ve sahiplenilmelerinin gerektiğini haykırarak üstü örtülü mesaj vermiştir.
ne bağlı kalan Kürtler, İslam’ın emirlerini yerine getirmekte titiz davrandılar. Osmanlı’nın her cihadına
katılmış, Osmanlı akıncılarıyla Viyana önlerine kadar
gitmiş olan Kürtler bugün Macaristan’da bile 14
köyle varlıklarını sürdürmektedir.
Lütfi ilahinin sağanağını Müslüman olmakla ve kalmakla hep üzerlerinde gören bu topluluk, ne yazık
ki (Allah-u âlem) ilk defa başlıktaki feryadı, içinden
devşirilmiş katiller ve caniler için seslendirmiştir. Tarih boyu cihada katılmakta her zaman istekli olan
Kürtler, 50 yılı aşkın bir süredir yoz kültürle yetişmiş,
tarihine ve inançlarına düşman evlatları tarafından,
Komünist bir sistemin oluşturulmasında kullanılıyor.
Bunu da kendi evlatlarını katlederek yapıyor. Yetmediği gibi ele geçirdikleri belediyeler vasıtasıyla
oluşturdukları halk evleri, mahalle meclisleri gibi
yaftalarla genç, yaşlı, kadın, erkek demeden “24
saatte Marks, 24 saatte Stalin” diye sayıklayıp, yedikleri herzeleri barış, özerklik, devrim ve aydınlanma diye kusuyorlar. Yezit gibi kan nehrinin üzerine
fırın kurup, Kürtlere ekmek yedirmenin adını devrim,
özerklik koymak, bu özerklik isteklerine barış demek ise habennekeliktir. Günü geldiğinde ki sanırım
bugün o gündür, bu habennekeler boyunlarındaki
gerdanlığı aramaya başlarlar.
7 Haziran seçimlerinde HDP’nin nasıl başarılı olduğunun en açık delili “burda kimse yoğtıır” diye feryad eden kadının çığlığında yatıyor.
Burada devlet yoğtıır demesi lazım gelen bir kadının feryadına, “biz Parti olarak aşıyoruz barajı, siz
HDP’ye yönelin, ona oy verin barajı aşsın” diyerek
verilen cevaplar yetmediği gibi yapılan hakaretler ve
küfürler, mağdur ve mazlum kelimelerinin Kürtler
için yetersiz kaldığını da gösteriyor. Hep derler ya
Kürtler istemeye alışmış, vermesini bilmezler diye.
6-8 Ekim hadiselerinde Kürtler kendi çocuklarını
kurban verdiler. Kurban veren bir topluluk hakarete maruz kalınca, 7 Haziran seçimlerinde yanlış da
20
ARALIK 2015
Diyarbakır’da Özturan apartmanından yükselen
“burda kimse yoğtıır” feryadını, o gün duymayan
devlet; 2015 Temmuz’undan beri bu feryada kulak
verdiğini ve Kürtlerin devşirilmiş evlatları tarafından
katledilmelerini önlemeye çalıştığını herkese açıkça
göstermiştir.
Tarih boyu İslam olmakla iftihar eden Kürtler, devşirilmiş, yozlaşmış evlatları tarafından dinsizlik, imansızlık çamuruna, batağına saplanmak isteniyor.
PKK denen ve Kürt evlatlarının başını yeme mekanizmasına dönüşen Yezit mantığı, akarsu üzerine
değirmen kurmuş, evlatlarının kanını içmektedir.
Asıl kan içici PKK, orak-çekiç markalı göndermelerle neyin özlemini taşıdığını göstermesine rağmen,
devlet erki Müslüman ahalinin temsilcisi diyerek
adeta bugüne kadar PKK ve siyasi temsilcilerini
onurlandırmıştır. Hâlbuki şu anda devleti idare eden
zevat İslam ve ümmet meselelerinde çok hassas...
İslam âlemine liderlik edecek kapasitede bir liderlik
ve devlet yapılanmasına doğru gidilirken belli bir etnisitenin lehine, düz lakırdılı kelimelerle hangi doğruyu ağzına alıyor ki PKK ve HDP’nin taassuplarına
değer verilsin?
PKK ve HDP taassubu, durağan su gibi, pis kokular yayarken, Yezit olup ırmak üzerine kurduğu
değirmende kendi evlatlarının kanını içerken nasıl
muhatap olarak alınabilir ki?
Çözüm meselesinde Kürtlerin Müslümanlığını bir kenara iterek, PKK’ya ırmak olun(!), ab-ı hayat sunun(!)
diyen devlet aklı, onların Yezitleşebileceğini ve sosyalist herzelerle Müslüman ahaliyi, sosyalist bakışlı
bir kitle haline sokabileceğini hesap edemedi mi?
Mü’min Sokulduğu Delikten Bir Kere Geçer
1 Kasım seçimlerinden sonra hem Doğu Anadolu’
da, hem Türkiye’de ve hem de İslam beldelerinin
birçoğunda büyük sevinçler yaşandı.
Ümmetin diriliş hamlelerinin başladığı bir tarih oldu
1 Kasım.
Devletin seçim sonrasında devam ettirdiği operasyonların halk üzerindeki müspet etkileri sosyal,
siyasi ve ekonomik alanlarda kendisini göstermeye
başladı. PKK adeta yok hükmünde şu anda. Bütün çırpınmalarına rağmen halk için PKK’nın önceliği çok gerilere düştü. Siyasi, ekonomik ve sosyal
rant çevrelerinde dahi, PKK operasyonlarına tepki
gerilerde. Küçük bir azınlık dışında operasyonları
“adeta” ipleyen yok.
Peki, bu ne kadar sürer? Devletin kararlılığına bağlıdır. Şu anda halka karşı gösterilen müşfik yaklaşım
devam ederse, önemsememe devam eder ve hatta bazı devlet yetkililerinin çok önceleri öngördüğü
gibi küçülen, sıra dışı bir PKK ile karşı karşıya kalırız.
HDP ne olur derseniz? PKK olmazsa HDP asla olmaz, olsa da Doğu’daki CHP’nin akıbetine uğrar.
Kürtler Müslüman,
PKK İse Tam Tersine Komünist
Şu anda devleti idare eden mekanizma ve siyasi
erk Müslüman... 2023 ve 2071 hedefi ortaya koyan
siyasi erk ve devlet Müslümanlığının gereğini yapmalıdır.
Öncelikle operasyonlar durmamalıdır. Kürtlere dair
meselelerde ise PKK ve HDP muhatap alınmamalıdır. Terörün durması için PKK ve eğer istekli olursa
HDP muhatap alınabilir, lakin Kürtlere ait konularda
asla muhatap alınmamalıdır. Geçen makalemde
yazdığım gibi devlet Kürtlere dair meseleleri kendisi
halletmelidir.
Ayrıca, hem Türkiye sathında ve hem de bölgemizde yeni bir ihya hareketi başlatılmalıdır. Çocuklara ve gençlere yönelik İslami ve milli programların
yoğun şekilde her vasıta kullanılarak çoğaltılması
gerekir. İslam dışılığı ilke edinmiş gruplara yönelik
olarak İslam hakikatlerinin Ehl-i Sünnet çizgisinde
anlatılması elzemdir. İhya hareketinde Ehl-i Sünnet olmayan Şia ve Vehhabi grupların olmamasına özen gösterilmelidir. Kürt medreselerinin
sayılarının bir hayli arttığı gözlenmekle birlikte,
sosyal ihya hareketlerinde varlık göstermemektedirler. Medreselerin sayılarının artması
yetmez, bu grupların sosyal hayatın içinde her
yönden kendilerini gösterme zamanı gelmiştir.
PKK’lı gençlerin de bir an evvel Yezit değirmeninden kurtulması için ne gerekiyorsa o yapılmalıdır.
1980 öncesi yok edilen gençlerimiz gibi olmadan,
PKK’ya katılmış gençler tamamen yok olmadan bir
an evvel ölümlerin önüne geçilmelidir.
Kandil ağalığına son verilirse, bu gençler katliamlara
katılmaktan kurtulup yuvalarına döneceklerdir.
Bunlar kolaycı bakış gibi gelebilir. Ama kolaycı yaklaşım değildir. Bu yaklaşım Kürt meselesine içeriden bakan birisi olarak gerçekçi bir yaklaşımdır. Ne
siyasidir ve ne de rant kaygısı vardır. Sadece Müslüman olarak, halkın düşüncelerinin ve beklentilerinin bu satırlarda dillendirilmesidir.
Bazı aklı evvel yazar ve çizerler İmralı sakininin ve
HDP’nin yeniden muhatap alınmasının faydalarından(!) bahsetmeye başladılar. Onlar için kolay, ver
Doğu’yu PKK’ya, HDP’ye(!) özerk olsunlar, sen de
kurtul(!)..
Ama kazın ayağı öyle değil. PKK Yeni Türkiye’nin
ve İslam’ın düşmanıdır. HDP ise PKK sözcüsü, attığı sözde demokratik(!) adımların değeri yok. Kandil
hop dediğinde oturan bir siyasi(!) yapıdan demokrasi adına beklenti saftoriklerin işi olmalı.
Yeni Türkiye’nin kurucuları ve bugünkü siyasi erk
ise saftorik değildir.
Hülasa, 1 Kasım seçimleri Kürtlerin hürriyetlerine
yelken açma seçimleri olmuştur.
Kaptan köşkünde oturan Cumhurbaşkanı Sayın
Recep Tayyip Erdoğan ve Yeni Türkiye’nin kurucu
iradesi, Kürtlerin hürriyetlere açtığı yelkenlerin indirilmesine İnşaAllah müsaade etmeyecektir.
Hem Türkiye sathında
ve hem de bölgemizde yeni bir
ihya hareketi başlatılmalıdır. Çocuklara
ve gençlere yönelik İslami ve milli
programların yoğun şekilde her vasıta
kullanılarak çoğaltılması gerekir. İslam
dışılığı ilke edinmiş gruplara yönelik olarak
İslam hakikatlerinin Ehl-i Sünnet çizgisinde
anlatılması elzemdir. İhya hareketinde
Ehl-i Sünnet olmayan Şia ve
Vehhabi grupların olmamasına
özen gösterilmelidir.
ARALIK 2015
21
İÇ POLİTİKA
kontrolündeki AİPAC yazılı ve görsel medyası, nedenleri farklı olsa da bu konuda konsensüs içinde görünüyorlar. Tıpkı, Türkiye’nin DAİŞ ile işbirliği
içinde olduğuna yönelik, Türkiye’nin uluslararası
imajını etkisizleştirerek, üst düzey yöneticilerini Lahey Adalet Divanı’nda yargılanmalarını hedefleyen
psikolojik harp ürünü olan Asparagas algı operasyonunun bir benzeri yurt içinde ve dışında uygulanmaya çalışılıyor.
Aslında darbe ve iç savaş çığırtkanlığı yapan dış
şer cephe ile mankurtlaşmış iç cephe işbirlikçilerinin, Türkiye’nin gerek Suriye’de gerekse dünyada
sert ve yumuşak caydırıcı gücü ve ağırlığının bilincinde ve farkında oldukları yadsınamaz bir gerçek.
Bu şer cephe, 7 Haziran’da olduğu gibi 1 Kasım
seçimlerinde de, AK Parti ve saray üzerinden psikolojik harp teknikleriyle oluşturmaya çalıştıkları kişilik suikastları ve nefret dalgası üzerinden seçmeni
etkileyerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kamuoyunun
gözünden düşürüp etkisizleştirmek, AK Parti’yi de
tek başına iktidar olabilecek bir sayı ile meclise girmesini engellemek için epey gayret sarf ettiler.
Ancak bu iki hedefi de etkisiz hale getirdikleri takdirde, Türkiye’nin Suriyeleştirilmesi veya Iraklaştırılmasına yönelik beşinci kol faaliyetlerinin daha başarılı
olabileceği kanaatinde oldukları, son üç seçimde ve
1 Kasım’da Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’yi
iç ve dış şer koalisyonu ve algı operasyonları ile kuşatma faaliyetlerinden anlaşılıyor.
1 KASIM SONRASINDA
TERÖR DEVAM EDER Mİ?
Bülent ORAKOĞLU
SDE Başkan Danışmanı
1
Kasım seçimleri öncesinde Türkiye, kolonyalist ülkelerin kontrolünde ulusal kimliğini, milli
ve manevi değerlerini yitirmiş, mankurtlaşmış
zihinlerin, 30 Mart Yerel seçimleri öncesinde başlatıp
günümüze kadar sürdürdükleri önemli bir algı operasyonu ile karşı karşıya bırakılmış görünüyordu. Milli
İradeden kopmuş, ülkemizin birlik ve beraberliğini,
kardeşliğini, siyasi ve ekonomik istikrarını ve ulusal
22
ARALIK 2015
güvenliğini hedef alan mankurtlaşmış çevreler, vesayetçi iç ve dış yapıları ajite edecek şekilde 1 Kasım
seçimleri sonrasında Türkiye’de ordunun devreye
girmesi gerektiğini çeşitli mahfillerde ve medya organlarında dillendirmeye devam ediyorlardı.
Enteresan bir şekilde PKK/PYD ve HDP’nin drijan
kadroları, 28 Şubat ve Fethullahçı Terör Örgütü ile
ABD ve Avrupa’da faaliyet gösteren İsrail Lobisi
Küresel Merkez’in, PKK koridorunu oluşturarak bu
hat üzerinde tampon devlet kurma faaliyetleri için
PKK/PYD ve DAİŞ’i taşeron olarak kullandıklarını
tespit eden Türkiye, milli güvenliğini ve toprak bütünlüğünü tehdit ettiği savıyla PKK koridoruna karşı
olduğunu, bu durumun Türkiye’nin kırmızı çizgisi
olduğunu, bu duruma izin verilmeyeceğini başta
ABD, NATO ve ilgili ülkelere iletmişti. PYD/YPG’nin
PKK’nın Suriye kolu olan bir terör örgütü olması
nedeniyle, ABD’nin DAİŞ ile savaştığı bahanesiyle YPG’ye verilen silah ve mühimmatların PKK ve
PYD/YPG tarafından Türkiye’de terör amaçlı kullanılması durumunda bu terörist odakların vurulacağı
da ayrıca ikaz edilmişti. Ayrıca PKK koridorunu tamamlamak için DAİŞ ve PYD/YPG arasında mizansen savaşlarla Mare, Cerablus ve Azaz bölgelerinin
Küresel Merkez’n, PKK kordorunu oluşturarak
bu hat üzernde tampon devlet kurma
faalyetler çn PKK/PYD ve DAİŞ’ taşeron
olarak kullandıklarını tespt eden Türkye, mll
güvenlğn ve toprak bütünlüğünü tehdt ettğ
savıyla PKK kordoruna karşı olduğunu, bu
durumun Türkye’nn kırmızı çzgs olduğunu,
bu duruma zn verlmeyeceğn başta ABD,
NATO ve lgl ülkelere letmşt.
DAİŞ tarafından PYD/YPG’ye hülle yöntemleri ile
devredilmesine izin verilmeyeceği de ikaz edilmişti.
Bu şer cephe 1 Kasım seçimleri öncesinde, AK
Parti’nin tek başına iktidar olması durumunda
PKK/PYD’nin yeni bir terör dalgası ile birlikte büyük
bir ayaklanma (Serhildan) başlatacağı iddiasında
bulunarak seçmeni açıkça tehdit ediyorlardı. Bu
durumdan aşırı rahatsızlık duyan kamuoyu haklı
olarak 1 Kasım seçimleri sonrasında “Terör devam
eder mi? Ne olacak bu terör” sorusunu gerek katıldığımız konferanslarda bizlere, gerekse yetkililere
soruyordu.
Başbakan Davutoğlu’nun da birçok kez açıkladığı
gibi Türkiye, “PKK/PYD, DAİŞ, DHKP-C ve Fethullahçı Terör örgütlerini” kullanarak Türkiye’de siyasi
istikrarsızlık ve kaos yaratmak amacıyla birlik ve beraberliğimize kasteden ülkeleri ve faaliyetlerini adım
adım takip ediyor. İstihbarat birimlerimiz “Çözüm
Süreci’nin bozulması ve çatışma sürecinin başlatılması için Kandil’e hangi ülkelerin istihbarat birimlerinin gittiğini, PYD’nin Suriye rejimi ile Haseke’de
Türkiye aleyhine hangi kararları aldıklarını, PKK üst
düzey yöneticileri ile Paralel Yapı’nın Kuzey Irak
imamının Ocak ve Ekim 2014’te Kuzey Irak’ta gizlice görüşüp Türkiye’ye karşı ittifak kararı aldıklarını,
Paralel Yapı’nın polislerinin MİT’in PKK muhbirlerinin listesini örgüte vermesi sonucu örgütün bu isimleri infaz ettiğini” deşifre etmişlerdi.
Bir merkezden idare edildiği anlaşılan terör örgütlerine güvenlik güçlerimiz Cumhuriyet tarihinde bir
ARALIK 2015
23
ilk olarak nokta operasyonlar ve yerli elektronik
sistemlerle donatılmış F-16 uçakları ile darbe üstüne darbe vuruyor. Türkiye içindeki Kandil olarak
adlandırılan Yüksekova’daki İki Yaka Dağları’nda
ve Kandil’e yapılan operasyonlarda tabiri caizse
PKK’nın beli kırıldı. Aynı şekilde DAİŞ ve Fethullahçı
Terör Örgütü’ne son dönemde yapılan operasyonlarla da bu örgütler terör eylemlerini gerçekleştiremeden güvenlik güçlerince etkisiz hale getirildiler.
Türkiye 23 Temmuz’da başlatılan terörle mücadele operasyonlarını kararlılıkla ve büyük bir başarı ile
sürdürüyor. Yerli insansız hava araçları, elektronik
harp araç ve gereçleri ve tamamen yerli, istihbarata
destek olarak üstün nitelikli modern silah sistemlerinin yerli imkânlarla geliştirilerek üretime geçmesi
sağlanıyor. Tamamen yerli olarak geliştirilen milli seyir füzesi, beton delici bomba, lazer güdümlü füze
dedektörü, F-16’ların harp sistemlerinin milli olarak
tasarlanması TSK’nın ve Türkiye’nin caydırıcı gücünü arttırdığı gibi bölgesinde ve dünyada çok daha
fazla söz sahibi olmasının önünü açıyor.
AK Parti’nin yaklaşık % 50 oy oranı ile tek başına iktidar olduğu 1 Kasım seçimlerinin en önemli sonucu,
24
ARALIK 2015
Türkiye’yi Suriyeleştirmek ve Iraklaştırmak isteyen iç
ve dış şer mihraklarına karşı milli iradeyi temsil eden
seçmenin, birlik ve beraberliğimizin, kardeşliğimizin
bozulmasına izin vermeyeceği yönündeki mesajıydı.
Yüce Türk Milleti, 1 Kasım’da Türkiye üzerinde oynanan oyunların farkında olarak milli güvenliğimize,
toprak bütünlüğümüze yönelik tehditlere karşı başta Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan olmak üzere AK
Parti’ye güven ve itimadını yenilemek suretiyle kritik
bir süreçte iç ve dış sorunlara karşı Türkiye’nin elini güçlendirmişti. Bu durum öncelikle milli iradenin
ferasetini ortaya koyarken vesayetçi dönemlerde
mumla aradığımız devlet-millet kaynaşmasının bariz
ve tipik bir örneğini sergilemesi açısından da ayrı bir
öneme sahip sanırım.
G-20 liderlerinin onuncu toplantısı, 2015 yılında
dönem başkanlığını üstlenen Türkiye’nin ev sahipliğinde, 15-16 Kasım tarihlerinde Antalya’da yapıldı.
Bu toplantıya katılan ABD Başkanı Obama’nın bu
zirvede Cumhurbaşkanı Erdoğan’a PYD/YPG’nin
ABD için terör örgütü olmadığı yönündeki kırmızı
çizgilerini ileteceği bir süre öncesine kadar Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey danışman olarak görev
yapan Prof. David Phillips tarafından iddia edilmişti.
Phillips ayrıca Türkiye’nin DAİŞ ile mücadele koalisyonuna katılma kararının Erdoğan tarafından
PKK’ya saldırmak için bir kılıf olarak kullanıldığını
iddia ederek iki ülke arasında dostluk ve güvenin(!)
giderek azaldığını öne sürmüştü. ABD ve PYD arasında güvenlik konusunda işbirliğine dikkat çeken
Phillips, ABD tarafından PYD’ye Kobani’de hava
desteği verilerek havadan silah ikmali yapıldığını,
bundan sonra PYD/YPG ile daha fazla işbirliğine gireceklerini açıklamış, Türkiye’nin buna cevabını ise
YPG güçlerine ateş açarak verdiğini belirtmişti.
Bu açıklamalardan sadece birkaç gün sonra, 1
Kasım seçimlerinde Türk Kamuoyunun Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’ye verdiği destek
karşısında, ABD’nin DAİŞ’e karşı Irak ve Suriye’de
yürüttüğü Doğal Kararlılık Operasyonu’nun sözcüsü Albay Steve Warren’in, sinevizyon aracılığıyla Pentagon’da düzenlenen basın toplantısında,
“ABD’nin artık YPG’ye silah ve mühimmat vermeyeceklerini” açıklaması bir kez daha “küresel kumpas ve algı operasyonlarına” karşı “Kamuoyu desteğinin” gücünü ortaya koyması açısından hayati
öneme sahip görünmektedir. Bu durum Küresel
Merkez’in hedef aldığı ülkelerde etki ve nüfuz ajanları vasıtasıyla kamuoyunu etkilemek amacı ile neden algı operasyonlarına giriştiğinin açık işaretlerini
de veriyor zannımca.
7 Haziran’dan 1 Kasım’a ne değişti de AK Parti böylesine büyük bir zafere imza attı sorusunun
cevabı ile ilgili olarak yazılı, görsel ve sosyal medya platformlarında çeşitli analizler ve yorumlar yapıldı, yapılmaya devam ediyor. Kimilerine göre 1
Kasım’da toplumun tamamı kucaklanmıştı. Toplumun tanımadığı adaylar yerine eski siyasi tecrübesi
olan adayların devreye sokulması AK Parti’nin en
büyük kozu olmuştu. Toplumun çeşitli kesimlerine
yönelik vaatler, siyasi ve ekonomik istikrar vurgusu
bu sonucun alınmasında en büyük etkendi.
Şüphesiz 1 Kasım zaferinin kazanılmasında bu
yönde yapılan analiz ve açıklamaların büyük bir
bölümü iyi niyetli, yapıcı ve gerçekleri ifade etse de
bazı araştırma şirketlerine göre MHP ve HDP’de yaşanan sert düşüş ve bunun bir sonucu olarak AK
Parti’nin aynı anda hem MHP’den hem HDP’den
oy almış olmasının ne sosyolojik olarak, ne siyaset
ARALIK 2015
25
bilimi açısından, ne de istatistiki olarak izahı yoktu.
Aslında Adil Gür haricindeki kamuoyu araştırma şirketlerinin neredeyse tamamı sınıfta kalmıştı.
Zira Türk Milleti hem araştırma şirketlerini ve özelikle
de Türkiye’yi koalisyonlar sürecine mahkûm etmek
isteyen “1 Kasım’da değişen bir durum yok lobisi”ni
ters köşe yapmıştı. Türkiye’yi terör kartını kullanarak dize getirmek isteyen Küresel Merkez’in kontrolündeki terör örgütlerine karşı güvenlik güçlerimize
terörle mücadelede büyük destek veren siyasi iktidar ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kararlı tutumları
sayesinde, terör örgütleri PKK/PYD-DAİŞ, FETÖ,
DHKP-C ye ağır zayiat verdirildi. Lojistik destekleri
yok edildi. Bu terör örgütlerinin 1 Kasım seçimlerini
kana bulamaya yönelik faaliyetleri Diyarbakır, Gaziantep ve İstanbul’da hücre evlerine yapılan baskınlar sayesinde önlendi.
Aslında eski Türkiye’de terör yaratarak mevcut iktidarları antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştıran küresel merkez bu kez kendi oyunu ile ters
köşe oldu. Yüce Türk Milleti bu kez milli güvenliğini
tehdit eden terörle ve bu terörü besleyen ülkelerle
en iyi mücadeleyi Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK
Parti’nin verebileceğinin bilincinde AK Parti’yi tek
başına iktidara taşıdı. Bu süreçte kamuoyunun bu
Globalleşen terörzmn, “Küresel Merkez”
tarafından hedef alınan ülkelerde yen ve
örtülü br savaş yöntemne dönüştürülmes
stratejs sonucu tüm dünya devletlernn,
özellkle dış poltkalarının terbye edlmesne
yönelk olarak uluslararası terörzmn tehdt
ağı çnde olduğu gerçeğn unutmamamız ve
bu konuda devlet ve mllet dayanışması çnde
olmamız gerekyor.
anlamda bilinçlenmesine neden olan her kesimin
ülkemizin birlik beraberliğine, kardeşliğine, ulusal
güvenliğine olumlu katkılarını da unutmamamız gerekir diye düşünüyorum
Bu nedenlerle, “Ne olacak bu terör?” endişesi içinde olan vatandaşlarımız merak etmesinler “Türkiye
ehil ellerde.” Ancak Globalleşen terörizmin, “Küresel Merkez” tarafından hedef alınan ülkelerde yeni
ve örtülü bir savaş yöntemine dönüştürülmesi stratejisi sonucu tüm dünya devletlerinin, özellikle dış
politikalarının terbiye edilmesine yönelik olarak uluslararası terörizmin tehdit
ağı içinde olduğu gerçeğini unutmamamız ve bu konuda devlet ve millet
dayanışması içinde olmamız gerekiyor. Dünyanın uzak bir köşesinde gerçekleştirilen uluslararası terör saldırıları Globalleşen dünya konjonktüründe
pek çok ülkeyi güvenlik ve ekonomileri
başta olmak üzere birçok açıdan tehdit edebiliyor.
Paris’te Çarli Hebdo saldırısından
yaklaşık 10 ay sonra, 13 Kasım’da
Almanya ve Fransa futbol milli takımlarının hazırlık ve dostluk karşılaşmasının oynandığı saatlerde, Paris’in çeşitli
noktalarında eş zamanlı 7 terör saldırısında ilk belirlemelere göre 129 kişi
hayatını kaybederken 99’u ağır 352
kişi yaralandı. 2’nci Paris saldırısını
26
ARALIK 2015
da üstlenen DAİŞ terör örgütüne mensup 7 militanın maskesiz olarak üzerlerinde patlayıcı düzenek
(canlı bomba) ve makineli tüfeklerle 7 noktada bu
kanlı eylemleri 3 ekip olarak gerçekleştirdikleri soruşturmalar sonrasında anlaşıldı. 7 DAİŞ militanı
Fransız güvenlik güçlerince ölü olarak ele geçirildi.
DAİŞ Fransızca ve Arapça yayımladığı açıklamalarla
saldırıları üstlendi. Terör örgütü Paris’te gerçekleştirilen saldırıların “Fransa’nın mevcut Suriye ve Irak
politikalarını sürdürmesi halinde en büyük hedef
olarak kalmaya devam edeceğini göstermek için
yapıldığını iddia ve ifade ederek, DAİŞ kontrolündeki topraklara düzenlenen hava saldırılarına karşı
misilleme olarak yapıldığını” duyurmuştu.
2’nci Paris saldırısı bugüne kadar Fransa’da gerçekleştirilen en kanlı ve kapsamlı profesyonel bir terör saldırısına işaret ederken, zamanlaması da 1’nci
Paris saldırısında olduğu gibi ilginç ve manidar bir
tarihte gerçekleştirilmişti. 2’nci Paris saldırısından
yalnızca 2 gün sonra, Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Başkanlığı’nda Antalya’da yapılacak
G-20 Liderler Zirvesi’ne Türkiye, 1 Kasım’da kamuoyundan aldığı büyük destekle eli çok güçlendirilmiş olarak ev sahipliği yapacak. Bu Zirve’de ekonomi dışında Suriye, PKK/PYD, DAİŞ, mülteci sorunu,
Kıbrıs, Filistin ve BM’nin yapısına ilişkin dosyalar
olacağı belirtiliyor. Ayrıca bu zirvede alınacak kararlarda Esed’in geleceği belirlenirken, DAİŞ’e yönelik
yapılması muhtemel kara operasyonuna Türkiye’nin
katılıp katılmayacağı veya hangi şartlarda katılacağı
belirlenecek. En önemlisi de Türkiye’nin Suriye’nin
kuzeyinde “güvenli bölge” oluşturma tezindeki kararlılığın bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından
zirveye katılan liderlere iletileceği güvenilir kaynaklardan alınan bilgilerden anlaşılıyor.
Bu terör eylemlerinde DAİŞ terör örgütünü tetikçi
bir yapı olarak kullanan Küresel Merkez’in 2’nci
Paris saldırısıyla G-20 Zirvesi’nde, Türkiye’nin tezlerini benimseyen Fransa’ya verdiği gözdağı ile AB
ülkelerini de dolaylı olarak terör kartı ile etkilemek
veya zımnen tehdit etmek suretiyle, Türkiye’nin elini
zayıflatmak niyetinde olduğu açıkça görülebiliyor.
Ayrıca İstanbul’da, G-20 Zirvesi öncesinde önleyici
istihbarat çalışmaları çerçevesinde, DAİŞ hücrelerine yapılan operasyonlarda Paris saldırısı ile eş
zamanlı olarak İstanbul’da da saldırı planlandığı
düşünülen 5 DAİŞ örgüt militanının güvenlik güçlerince yakalandığı, soruşturmanın büyük bir gizlilik
içinde devam ettiği, ismi açıklanmayan Türk yetkililerinin bu yönde AFP ve Reuters’a bilgi verdikleri
iddia ediliyor.
ARALIK 2015
27
İÇ POLİTİKA
önceliklidir.1 Başkanlık sistemlerinde katı kuvvetler
ayrılığının diğer bir yansıması parlamento üyelerinin
bakanlık gibi yürütme ile ilgili görevlere getirilmelerinin tamamen yasaklanmış ya da oldukça kısıtlanmış olmasıdır. Yürütme yetkililerinin de yasama
faaliyetlerine katılımı aynı şekilde kısıtlanmıştır. Örneğin ABD’de başkan doğrudan bir yasa tasarısı
hazırlayarak Kongre’ye sunamaz. Latin Amerika
ülkelerinde başkanlara yasa tasarısı sunma yetkisi
genellikle tanınmıştır, ancak bu ülkelerde de başkan
ya da bakanların yasama çalışmalarına katılımlarına
ilişkin kısıtlayıcı hükümler bulunmaktadır.
BAŞKANLIK SİSTEMİ ÜZERİNE KISA BİR DEĞERLENDİRME
Prof. Dr. Haluk ALKAN
SDE Uzmanı
Temel Özellikler
B
aşkanlık sisteminin belirleyici özelliklerinden
biri yasama ve yürütme arasında geçişkenliğe izin vermeyecek şekilde daha katı bir kuvvetler ayrılığı prensibine dayanmasıdır. Bu özelliğin
kurumsal düzeyde bu sisteme özgü bir takım yansımaları vardır.
Bu yansımalardan ilki yasama ile yürütmenin iki ayrı
seçimle halk tarafından seçilmesidir. Parlamenter
sistemlerden farklı olarak yürütme otoritesi meşrui-
28
ARALIK 2015
yet açısından yasama iktidarına bağımlı değildir. Bu
nedenle başkanlık sistemi çift meşruiyete sahip bir
sistemdir. Yasama ve yürütme doğrudan halktan
aldıkları yetkiyi kullanan iki otoritedir. İkinci olarak,
yasamanın yürütmenin başı olan başkanın görev
süresine herhangi bir müdahale yetkisi bulunmamaktadır. Başkanın da parlamentoyu tek taraflı
doğrudan fesih yetkisi yoktur. Başkanlık sisteminde
erken seçim istisnai bir durumdur ve yürütme ve
yasama otoritelerinin kendi görev sürelerini dışarıdan bir müdahale olmaksızın tamamlamaları amacı
Başkanlık sisteminin dayandığı felsefe ortaya parlamenter sistemden oldukça farklı bir yürütme yapısı
çıkartmıştır. Yürütme otoritesi kişi tarafından temsil
edilir ve bu kişi yürütme alanından doğrudan sorumlu ve yine yürütme alanında yetkili kılınmış bir
otoritedir. Bu çerçevede yürütme birimleri seçilmiş başkanın otoritesine tabi kılınmıştır. Bakanlar
parlamento dışından atanır ve bir kurul olarak çalışmazlar. Bireysel olarak başkanın sekreterleri konumundadırlar.2 Başkan yürütme alanında yalnızca
kendi atadığı bakan ve yöneticilerle çalışmaz, aynı
zamanda başkana yürütme alanında geniş bir düzenleyici işlem yapma yetkisi tanınmıştır. Başka bir
ifade ile başkanlık sisteminde seçimli başkan yürütme alanında başkanlık kararnameleri yolu ile kural
koyan, kuralın uygulanması ile ilgili bürokratları atayan, uygulama ile ilgili stratejik kararları alan ve tüm
bunların bir sonucu olarak halka hesap veren bir
otoritedir. Dolayısıyla başkanlık sisteminde başkan
politikalarla ilgili sorumluluğunu başka bir kurum
ve otoriteye delege edemez. Başkanlık sisteminde
bakanlıklar yürütme iktidarının temel örgütleri değil,
farklı yürütme birimlerinden biridir. Başkan bakanlık
statüsü dışında doğrudan kendisine bağlı farklı yürütme birimleri oluşturabilir. Bunların yetki ve personel sistemini belirleyebilir.
Başkanlık sistemi, yukarıda açıklandığı gibi, yasama
ve yürütme iktidarına birbirlerini frenleyip dengeleyecek bir takım karşılıklı yetkilerin tanınmış olmasını
gerektirmektedir. Parlamentodan çıkan yasalara
karşı başkana genellikle güçleştirici veto yetkisi tanınmıştır. Bu durum başkanın yasamaya geri
gönderdiği bir düzenlemenin tekrar başkana onay
için gönderilebilmesi olasılığını oldukça düşürmektedir. Yasamada hangi bileşim olursa olsun temsilciler çıkarılacak yasa konusunda başkanın eğilimini
Başkanlık sstemnn
dayandığı felsefe ortaya
parlamenter sstemden
oldukça farklı br yürütme
yapısı çıkartmıştır. Yürütme
otortes kş tarafından temsl
edlr ve bu kş yürütme
alanından doğrudan sorumlu
ve yne yürütme alanında
yetkl kılınmış br otortedr.
dikkate almak zorundadırlar. Buna karşılık yasama
organı cezai konularda, sınırlandırılmış bir biçimde,
başkanı yargılayıp görevden alma yetkisine sahiptir (Impeachment). Impeachment, gensoru gibi bir
siyasi sorumluluk mekanizması değildir. Belirtildiği
gibi konusu suç teşkil eden durumlarda başkanın
yasama organı tarafından suçlanıp, görevden alınmasını içermektedir.
Başkanlık sisteminde yasama ve yürütme arasında
dengenin sağlanmasına yönelik diğer bir mekanizma belli konularda her iki organın bir arada karar
almaları zorunluluğunun getirilmesidir. Başkan tarafından atanacak bakan, üst düzey bürokratlar yasama organının onayı ile göreve getirilebilirler. Aynı
şekilde üst düzey yargıçlar yine başkanın önerisi ve
yasamanın onayı ile atanabilirler. Uluslararası antlaşmaların yürürlülük kazanması, hatta bazı başkanlık sistemlerinde başkanın belli bir süreyi aşan
yurtdışı gezileri yasamanın onayına bağlanmıştır.
Ayrıca bazı başkanlık sistemlerinde, parlamentonun başkanlık kararnamelerini denetleme yetkisi
bulunmaktadır.3
Başkanlık Sisteminin Sonuçları
Bu kurumsal özellikleri ile başkanlık rejimi siyasal
sistemin işleyişi üzerinde bir takım etkilerde bulunmaktadır. Bunlardan ilki, yasama ve yürütmenin görev sürelerine herhangi bir müdahalenin olmaması
ve başkanın yürütmeden sorumlu tek otorite olarak
hareket edebilmesinin hükümet istikrarı açısından
bu sistemi güçlü kılmasıdır. Koalisyon hükümetlerinin yol açtığı pazarlıklar, parlamenter denetimin
hükümeti bloke etmek amacıyla kullanılması, mil-
ARALIK 2015
29
letvekili transferleri, parti içi anlaşmazlıkların neden
olduğu kopmalarla oluşan parlamento partilerinin
siyasal parçalanmaya yol açması gibi nedenlerle
hükümetlerin kurulamaması veya istikrarını olumsuz
etkileyen durumlar başkanlık sisteminde görülmemektedir. Başkanlık koalisyonları istisnai bir durumdur ve yürütmenin istikrarı üzerindeki olumsuz etkileri daha sınırlıdır.
Linz,4 başkanlık rejiminin çifte meşruiyet anlayışına
dayandığını belirtmektedir. Yasama ve yürütme iktidarları ayrı seçimlerle belirlendikleri ve meşruiyetlerini birbirlerinden almadıkları için birbirlerine bağımlılıkları da asgari düzeye indirgenmiştir. Böylelikle
halkın denetimi dışında güçlü yetkiler kullanan özerk
otoritelerin sistem içinde etkinlik kazanabilmesi önlenmiş olmaktadır. Bu nedenle başkanlık sistemleri
halka hesap vermeyen ancak politika sürecinde etkili rol oynayan vesayet alanlarının oluşumuna karşı
dirençli sistemlerdir. Belirtildiği gibi bu yapı yetkilerin
delege edilerek, kamuoyu tercihleri ile politikaların
arasındaki mesafenin açılması olasılığına karşı da
daha işlevsel bir kurumsal zemin oluşturmaktadır.
Başkanlık sisteminde yürütme alanında politika belirleme ve bu politikaları hayata geçirme noktasında
güçlü yetkilerle donatılmış bir yürütme yapısı kurgulandığından, politika ile bu politikaları hayata geçirecek bürokratların uyumu konusunda da işlevsel
bir zemin oluşmaktadır. Başkan ile birlikte göreve
gelen ve onunla birlikte görevinden ayrılan bürokratlar politika odaklı olarak ve başkana doğrudan
sorumlu şekilde görev yapmaktadırlar. ABD’de
Kurumsal anlamda başkanlık
sstemnn demokratk
anlamda y şleyeblmes çn,
sstemn çnde kltlenmey
önleyc mekanzmalara
yer verlmes, başkanlık
kararnamelernn alanının
açık br bçmde belrlenmes,
yne başkanlık çn süre ve
dönem kısıtının getrlmes
önem kazanmaktadır.
30
ARALIK 2015
başkan ile birlikte göreve atanıp, ayrılan personel sayısı yaklaşık dokuz bini bulmaktadır.5 Üstelik başkan bürokratlarını görevden alma yetkisine
sahip olduğundan, gerekli gördüğünde müdahale
edebilmektedir. Başkana tanınmış kararname yetkisi, gereksinimlere göre yeni yürütme birimlerinin
oluşturulabilmesinde, bunların değişen koşullara
göre fonksiyonel hale getirilmelerinde, kaynak ve
personel verimliliğinin sağlanmasında başkana büyük avantajlar sağlamaktadır. Başkanlık sisteminde
bir başkanın bürokratik vesayetten bahsedebilmesi
oldukça zordur.
Başkanlık Sistemine Yöneltilen Eleştiriler
Başkanlık sistemlerine getirilen eleştirilerin başında
birbirlerinden katı şekilde ayrılmış, ayrı meşruiyet
iddialarında bulunan iki otorite arasında ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkların sistemde bir kilitlenmeye
yol açabilme tehlikesi gelmektedir. Bu eleştiri başkanlık sistemlerinde yasama ile yürütme arasında
anlaşmazlık yaşandığında kilitlenmeyi aşacak mekanizmalara yeterince yer verilmemiş olmasına dayandırılmaktadır. Yasama ve yürütmenin ayrı siyasal
partiden ya da eğilimden geldiği durumlarda veya
parlamentoda çok partili bir bileşim ortaya çıktığında, yasama ve yürütme arasında bir uzlaşma sağlanamadığı durumlarda bu sistemde çifte meşruiyet
krizinin ortaya çıkması söz konusu olabilmektedir.
Nitekim 1995 ve 1996 ve en son 2013 yılı sonunda bütçe konusunda Başkan ile Kongre arasındaki
anlaşmazlık yüzünden ABD hükümeti maaşlarını
ödeyemediği için federal memurlara izin vermek
zorunda kalmıştır.6
Başkanlık sistemine yöneltilen bir diğer eleştiri bu
sistemde yaşanacak kilitlenmelerin siyasal sistemin
otoriterleşmesine neden olacağı iddiasıdır. Öncelikle
yasama ve yürütme arasında yaşanacak bir kilitlenme sisteme dışarıdan müdahaleyi kolaylaştırıcı bir
sonuç doğurabilir. Yine güçlü yetkilerle donatılmamış veya çok partili bir parlamentoya karşı yetkilerini
daha rahat kullanabilen başkan, sistemi otoriter bir
rejime yönlendirebilir. Ancak burada bir noktanın
altının çizilmesi gerekmektedir. Otoriter sistemler,
hükümet sisteminin bir sonucu olarak ortaya çıkmazlar. Aksine sistemi otoriterleştiren dinamiklerin
bir sonucu olarak kurgulanırlar. Bu nedenle otoriter
rejim çok farklı dinamiklerden beslenen bir olgudur.
Aslında başkanlık sistemleri otoriterleşmeye karşı,
parlamenter sistemlerden daha dirençlidir. Onca
sapma girişimine karşı, Latin Amerika ülkelerinde
barışçıl iktidar değişimlerinin yaşanabilmesi bunu
göstermektedir. Parlamenter sistemler ise otoriterleşme eğilimlerine karşı daha zayıf sistemlerdir.
Mevcut kurumları yönlendirebilecek güçte bir liderin
ortaya çıkması durumunda parlamenter sistemler
dağılmakta ve yerlerini otoriter rejimlere bırakmaktadırlar. Hitler Almanya’sı, Mussolini İtalya’sı, Franco İspanya’sı bu duruma örnek olarak verilebilir.
Buna karşılık, başkanlık sistemlerinde, başkanlık seçimlerine adaylık, dönem ve süre kısıtları getirilmediği durumlarda yapılan seçimlerde uzun sürelerle
iktidarda kalan liderlerin, kararname ve atama yetkileri nedeniyle yasama ve yargı üzerinde hâkimiyet
kurabilmeleri söz konusu olabilir. Böyle bir süreç,
O’donnell’in ifade ettiği gibi delegasyoncu demokrasi adı verilen bir işleyiş ortaya çıkarabilir.7
Başkanlık sisteminin kurumsal özelliklerinin bir diğer sonucu, siyasette “kazanan her şeyi alır” ilkesini pekiştirmesi ve yarışmacı güçlü bir sivil toplum
yapısı ile desteklenmediğinde çoğunlukçu bir demokrasi anlayışını güçlendirme olasılığıdır.8 Yapılan
başkanlık seçimlerinde küçük oy farkları ile güçlü bir
yürütme iktidarına ulaşılabilmesi, lider imajı ve kitle
manipülasyon araçları ile seçimlerin yönlendirilmesi
arayışlarını öne çıkarabilmektedir. Bu durumlarda
gerçekte halkın taleplerine duyarlı olmayan, ancak
seçim sürecini manipüle eden bir aday, başkanlığa seçildiğinde seçmen desteğinin ve taleplerinin
dışında hareket edebilir. Sistem içinde muhalefete
hareket alanı bırakılmadığı durumlarda sistem başkanlık sisteminin temel felsefesinden uzaklaşabilir.
Bu nedenle başkanlık sistemleri muhalefete tanınacak alanın kurumsal düzeyde iyi dizayn edilmesine
gereksinim gösterirler.
Bir siyasi değişim, yalnızca hükümet sistemi üzerinden gerçekleştirilemez. Aslında hükümet sistemi
bir siyasal bütünlüğün küçük bir kısmını oluşturmaktadır. Kurumsal anlamda başkanlık sisteminin
demokratik anlamda iyi işleyebilmesi için, sistemin içinde kilitlenmeyi önleyici mekanizmalara yer
verilmesi, başkanlık kararnamelerinin alanının açık
bir biçimde belirlenmesi, yine başkanlık için süre
ve dönem kısıtının getirilmesi önem kazanmaktadır. Bunun dışında ülkedeki siyasi parti rejiminin
demokratikleştirilmesi, seçmen temsilci ilişkisini
güçlendiren bir seçim sistemine geçilmesi ve yarı
doğrudan demokrasi mekanizmalarının güçlendirilmesi gibi düzenlemeler kurumsal boyutu destekleyici faktörlerdir.
Dipnotlar
1
2
3
4
5
6
7
8
Arend Lijphart, Patterns of Democracy: Government
Forms and Performance in Thirty-Six Countries, Yale
University Press, New Haven, 1999, s. 17.
Douglas V. Verney, 1959. The Analysis of Political
Systems, Routledge & Kegan Paul Limited, London
ss. 46-47; Edward Ashbee, 2004. US Politics Today,
Manchester University Press, New York, ss. 146-148.
Gary L. Gregg, The Presidential Republic: Executive
Representation and Deliberative Democracy, Rowman
& Littlefield, Lanham, 1997, s. 149.
Juan J. Linz, “Presidential or Parliamentary Democracy:
Does it make a difference?”, The Failure of Presidential
Democracy I, Ed. J.J. Linz ve A.Valenzuela, Johns Hopkins University Press, Baltimore, 1994, s. 7.
Uğur Ömürgönülşen,“Amerika Birleşik Devletleri’nde
Kamu Yönetimi”, Kamu Yönetimi İncelemeleri, İmge Kitabevi, Ankara, 2009, s. 385.
Ersin Kalaycıoğlu, “Başkanlık ve Yarı-Başkanlık Rejimleri
Neden Otoriterlik ve İstikrarsızlık Üretir?”, 1982 Anayasasının 25 Yılı: Bir Geçici Bilanço ve Perspektifler Sempozyumu, İstanbul Üniversitesi SBF, 15 Kasım, İstanbul,
s. 1; Dünya, 3 Ekim 2013.
Guillermo O’Donnell,1994. “Delagative Democracy”, Journal of Democracy, 5/1, 1994, s. 51.
Josep M. Colomer ve Gabriel L. Negretto, “Can Presidentialism Work Like Parliamentarism?”, Government
and Opposition, 40/1, 2005, 62.
ARALIK 2015
31
İÇ POLİTİKA
SEÇİM HÜKÜMETİ
Prof. Dr. Faruk BİLİR*
Akademisyen
7
Haziran 2015 Genel Seçimleri sonucunda,
dört parti Mecliste temsil hakkı elde etti. Ancak hiçbir parti tek başına hükümeti kuracak
çoğunluğa ulaşamadı. Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanlık Divanı seçiminin yapıldığı 9 Eylül 2015
tarihinden itibaren kırk beş günlük sürede Bakanlar Kurulu kurulamadığından, Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı ile istişare ederek, Anayasa’nın 116. maddesi gereğince Türkiye
Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yenilenmesine 24
Ağustos 2015 tarihinde karar vermiştir. Bu karar
üzerine, Anayasanın Ülkeyi seçime götürmek üzere öngördüğü Seçim Hükümeti (Geçici Bakanlar
Kurulu) kurulmuştur. 1 Kasım seçimlerinden önce
kurulan Seçim Hükümeti’nin oluşumunda Anayasal
kurallara uygun hareket edilmiştir. CHP’li vekillerin
tamamı ve MHP’li vekillerin ikisi ve HDP’li vekillerden biri bakanlık teklifini reddedince yerlerine bağımsızlar atanmıştır. Aynı şekilde HDP’li bakanların
32
ARALIK 2015
Bakanlar Kurulu’ndan çekilmeleri üzerine de yerlerine bağımsızlardan atama yapılmıştır.
Cumhurbaşkanına Anayasada tanınan yetkilerden
birisi de TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar
verebilme yetkisidir. Cumhurbaşkanının seçimleri
yenileme yetkisi 1982 Anayasasının 116. maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, Cumhurbaşkanının seçimleri yenileme kararı verebilmesi
için gerekli şartlardan birisi de, genel seçimlerden
sonra TBMM Başkanlık Divanı’nın seçiminden itibaren kırk beş gün içinde yeni hükümetin kurulamamasıdır. Cumhurbaşkanı, bu şartın gerçekleşmesi
halinde TBMM Başkanına danışarak seçimlerin
yenilenmesine karar verebilecektir. Ancak Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı’nın görüşü ile bağlı
değildir; yetkisini kullanıp kullanmamada tamamen
serbesttir. Belirtmek gerekir ki bu şart oluşsa dahi,
Cumhurbaşkanı, Meclis çatısı altında güvenoyu ala-
bilecek bir hükümet çıkabileceği kanaatine varırsa,
bu yetkisini kullanmayabilir ve yeni bir Başbakan
belirleyerek hükümeti kurma görevini ona verebilir.
Bir başka ifadeyle seçimlerin yenilenmesine karar
vermek, Cumhurbaşkanı’nın takdirine bırakılmıştır1.
Ancak, Anayasa’nın 116. maddesinde yazılı şartlar
oluşmadan seçimlerin yenilenmesine karar veremez. Bugüne kadar, Cumhurbaşkanları tarafından
seçimlerin yenilenmesine karar verilmemiştir. Başka
bir ifadeyle TBMM’nin görev süresi dolmadan seçimlerin Cumhurbaşkanınca yenilenmesinin örneği
Cumhuriyet tarihi boyunca hiç yaşanmamıştır. Zaten 1924 Anayasası Cumhurbaşkanına böyle bir
yetki vermemişti. TBMM seçimlerinin yenilenmesi
yetkisi ilk olarak 1961 Anayasası’nda tanınmış olmakla birlikte, Cumhurbaşkanının bu yetkisini kullanabilmesi, gerçekleşmesi oldukça zor şartlara
bağlanmıştı. Cumhurbaşkanının bu yetkisini kullanabilmesi için hükümetin 18 ay içerisinde üç defa
gensoru önergesi veya başbakanın güven isteminin
reddi suretiyle düşürülmesi ve başbakanının Cumhurbaşkanından seçimlerin yenilenmesi yönünde
bir talepte bulunması gerekliydi2. Özellikle 1973
seçimleri sonrası dönemde Meclis içerisinden bir
hükümet çıkmaması ciddi siyasal krizlere sebep ol-
muş, ancak seçimleri yenileme yetkisi katı kurallara
tabi olduğundan krizi bu yolla aşma imkânı olmamıştır3. Bu açıdan Cumhurbaşkanı tarafından alınan
seçimlerin yenilenmesi kararı bir ilki gerçekleştirmiştir. Cumhurbaşkanı’nın bu anayasal yetkisini kullanmasının sonucu Seçim Hükümeti olarak adlandırılan Geçici Bakanlar Kurulu kurulmuştur.
Cumhurbaşkanınca seçimlerin yenilenmesine karar
verildiğinde Bakanlar Kurulu çekilir ve Cumhurbaşkanı Geçici Bakanlar Kurulu’nu kurmak üzere bir
Başbakan atar. Geçici Bakanlar Kurulu’na, Adalet,
İçişleri ve Ulaştırma bakanları Türkiye Büyük Millet
Meclisindeki veya Meclis dışındaki bağımsızlardan
olmak üzere, siyasî parti gruplarından, oranlarına
göre üye alınır. Siyasi parti gruplarından alınacak
üye sayısını Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı
tespit ederek Başbakan’a bildirir. Teklif edilen bakanlığı kabul etmeyen veya sonradan çekilen partililer yerine, Türkiye Büyük Millet Meclisi içinden veya
dışarıdan bağımsızlar atanır. Geçici Bakanlar Kurulu, yenilenme kararının Resmi Gazete’de ilanından
itibaren beş gün içinde kurulur. Geçici Bakanlar Kurulu için güvenoyuna başvurulmaz. Geçici Bakanlar
Kurulu seçim süresince ve yeni Meclis toplanıncaya
kadar görev yapar.
ARALIK 2015
33
İÇ POLİTİKA
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez Seçim
Hükümeti’nin kurulduğunu ve Seçim Hükümetine ilişkin teamüllerin de yeni oluşmaya başladığını
söylemek mümkündür. Seçim Hükümetiyle ilgili
Anayasa’da bazı hükümlerin yer almaması, Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nın oluşturulacak ve onaylanacak hükümette yapılan faaliyetlerin teamül oluşturmasına yol açmaktadır. Bu anlamda hükümeti
kurmakla görevlendirilen Başbakan’ın seçimlerde
Seçim Hükümeti oluşturma hakkındaki düzenlemeleri teamül oluşturmaktadır.
Seçim Hükümeti’nde yer alan milletvekili olmayan bakanların yemin edip etmemeleri konusunda
bir düzenleme bulunmamaktadır. Ancak Seçim
Hükümeti’nde yer alan bakanlarda yasama sorumsuzluğu ve yasama dokunulmazlığından faydalandıkları için yemin etmeleri gerekir. Nitekim Seçim
Hükümeti’nde yer alan milletvekili olmayan bakanlar yemin ederek göreve başlamışlardır.
Anayasaya göre, bakanların kimler olacağı Başbakan
tarafından belirlenmekte ve Cumhurbaşkanına sunulmaktadır (An. md. 109). Benzer şekilde Anayasanın
114. maddesinde de “Teklif edilen bakanlığı kabul
etmeyen veya sonradan çekilen partililer yerine,
Türkiye Büyük Millet Meclisi içinden veya dışarıdan
bağımsızlar atanır” denilmektedir. Bu hükümden,
partililere bakanlıklar önerileceği ya da teklif edileceği anlamı çıkarılabilir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde anayasal bir zorunluluk olarak ilk kez oluşturulan Seçim Hükümeti’nde, Başbakanın parti grupları
yerine bu siyasi partilerden milletvekillerine doğrudan
bakanlık teklifinde bulunma yetkisi vardır. Başka bir
ifadeyle, Anayasaya göre, Mecliste grubu bulunan
partilerden Seçim Hükümeti’nde yer alacak bakanları
belirleme yetkisi Başbakan’a aittir. Yani Başbakan,
siyasi partilerden kendilerine düşen bakanlık sayısı
kadar öneri istemeksizin, doğrudan partili milletvekillerinden bakanları belirleyebilir. Anayasa göre,
“Başbakan, Cumhurbaşkanınca, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri arasından atanır. Bakanlar, Türkiye
Büyük Millet Meclisi üyeleri veya milletvekili seçilme
yeterliğine sahip olanlar arasından Başbakanca
seçilir ve Cumhurbaşkanınca atanır; gerektiğinde
Başbakan’ın önerisi üzerine Cumhurbaşkanınca görevlerine son verilir” (An. md. 109/2-3). Görüleceği
üzere, her durumda Başbakan ve bakanları atama
yetkisi Cumhurbaşkanına aittir. Bakanları belirleme
yetkisi ise Başbakan’a aittir. Bu konuda, daimi Ba-
34
ARALIK 2015
kanları Kurulu ile Geçici Bakanlar Kurulu arasında
farklı bir düzenleme öngörülmemiştir4.
Anayasaya göre, Meclis toplandığı gün Seçim
Hükümeti’nin görevi, istifa etmesine gerek kalmadan sona ermektedir (An. md. 114/son). Normal
şartlarda hükümetler yeni hükümet kurulana kadar
görevde kalmaktadır. Ancak, Anayasada Seçim
Hükümeti’nin görev süresinin sona ermesine ilişkin
açık bir hüküm vardır.
Seçim Hükümeti’nin görevlerinin sınırı ile ilgili Anayasada herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır.
Seçim hükümeti ve bu hükümette yer alan bakanlar
da hukuken güvenoyu almış hükümetlerde görev
yapanlar kadar yetkili olmakta ve bakanlıklarında
atamalar yaparak, tasarruflarda bulunabilmektedirler. Fakat doktrinde TBMM’de güvenoyunu almamış hükümetlere işgüder hükümet ismi verilmekte
ve söz konusu hükümetlerin önemli konularda karar almaması esası benimsenmektedir. Hükümet
yalnızca gündelik yahut gecikmesinde sakınca
bulunan işlemlerle ilgili kararlar alabilmektedir. Dolayısıyla Seçim Hükümeti icracı bir hükümet olarak
nitelendirilmez. Seçim Hükümeti tarafından yapılan
personel atamalarının gündelik işler içerisinde değerlendirilmesi mümkündür.
Ülkemizde ilk defa kurulmasına rağmen Seçim
Hükümeti’nin, Ülkeyi seçime götürmek konusunda
ve seçim dönemi boyunca görevini gerektiği gibi
yaptığını söyleyebiliriz. Anayasa gereği kuruluşunda
sadece tek partinin değil birden fazla partinin yer
alması, görevinin gereği olarak olağan ve gerekli
işleri yapması ve seçimlerin mevzuata uygun olarak yapılmasının sağlanması açısından da, Seçim
Hükümeti’nin görevini iyi bir şekilde tamamladığını
söyleyebiliriz.
Dipnotlar
1
2
2
4
BİLİR, Faruk, 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri Sonrası
Anayasal Süreç, SDE, No:11, Haziran 2015, s.9- 10.
BİLİR, s. 9.
UZUN, Cem Duran, 5 Soru: Seçimler Yenilenirken Geçici Bakanlar Kurulunun Kuruluşu, http://setav.org/tr/5soru-secimler-yenilenirken-gecici-bakanlar-kurulununkurulusu/yorum/27103, (e. t. 08.11.2015).
ŞEN, Ersan, Seçim Hükümeti Nasıl Kurulur?, http://
www.haber7.com/yazarlar/prof-dr-ersan-sen/1518604secim-hukumeti-nasil-kurulur, (e. t. 08.11.2015).
* Selçuk Üniversitesi, Hukuk Fakültesi öğretim üyesidir.
Anayasa hukuku, siyaset bilimi ve insan hakları alanlarında
çalışmalar yapmaktadır.
NUSAYBİN’DE
NE OLUYOR?
Orhan MİROĞLU
AK Parti Mardin Milletvekili
B
u soruyu ne yazık ki uzun zaman sadece Nusaybin bağlamında değil, benzeri halleri yaşayan başka ilçeler, Cizre, Silopi, Yüksekova,
Diyarbakır-Sur için de duymaya devam edeceğiz.
Bu ilçeler, baştanbaşa hendeklerle kazılmış durumda. Ve bu hendekler iddia edildiği gibi, kafası
bozuk, doksanlı yılların travmalarını yaşayan birkaç
genç tarafından değil, bu ilçelerde HDP’ye rağmen
en örgütlü yapı olan KCK/YDG-H gibi örgütlerin
şehirlere yönelik stratejilerinin bir gereği olarak kazılıyor. Böylece güvenlik güçlerinin mahallelere gir-
meleri engelleniyor ama nihayet öyle bir aşamaya
gelindi ki, kimi mahallelere artık HDP’li politikacılar
da giremiyor.
Girilemeyen bu mahallelerin siyasi, sosyal hatta
kültürel yaşamı da adı geçen örgütler tarafından
düzenleniyor ve kimse bu düzenlemelere karşı çıkamıyor. Mahkemeler var, düzenli vergi alınıyor ve
seçimlerde HDP’ye % 90’ların üstünde bir oy oranının çıkması sağlanıyor. Bu oy oranı o ilçeleri yönetmeye yetmiyor mu ki hendekler kazılıyor, militanlar
güpegündüz omuzda roketatar, elde kalaşnikof
ARALIK 2015
35
Bir defasında esnaf ziyareti yapmak istedik, pişman
ettiler. Gençleri toplamışlar, slogan atıp duruyorlar,
aramızda silahlı insanlar var, Allah korusun karşı
karşıya gelsek çok insan ölebilir, çaresiz, arabalara
doluşup ayrıldık Nusaybin’den.
Seçimlere üç gün kala partili bir arkadaşımız Medeni Konak, direksiyonunda olduğu aracına arkadan
yanaşan iki motosikletli katilin açtığı ateş sonucu,
sokak ortasında infaz edildi.
ortada cirit atıyor? Ve bu hendekler neden en çok
Kürt yoksulların yaşadığı mahallerde ve en çok oy
alınan ilçelerde kazılıyor?
HDP’ye bu kadar yüksek oranda oy vermek, o oy
verenlere neden zulüm görünüyor ve bazen de
ölüm olarak geri dönüyor.
Peki, bir siyasi grup, kendisine bu kadar yüksek oy
veren ilçelerden daha ne bekler?
Sokağa çıkma yasağının sürdüğü günlerde
Nusaybin’de yaşayan akrabalarım, dostlarım, partili
arkadaşlarımla bütün gün görüşürüm. Hastaneden
arayan doktorlar olur. İçim kanar onları dinlerken.
Bedenim Ankara’da, Meclisteki odamın içindedir,
ama yüreğim Nusaybin’de atar...
Gelen telefonlardan hep aynı şikâyetleri dinlerim.
Elektrikler düzenli verilemiyor, sular akmıyor. Son
ekmekler çoktan yenilmiş, ekmek yerine bulgur pişiriliyor. Trafolar patlatılıyor, onarım için gelen ekipler
mahallelere giremiyor, roketatarlarla durduruluyor.
Çalışma ekiplerini mahallelere girmeye ikna etmek çok
zordur. Bir yandan da şarapnel ve kurşun yaralarıyla
hayatını kaybetmiş insanlar taşınıyordur hastanelere.
AK Parti olarak, Haziran seçimlerinde iki, Kasım seçimlerinde de iki defa Nusaybin’e girmeyi başardık.
Girmeyi başardık derken aklınıza, şehir içinde serbestçe dolaştığımız, insanların elini sıkıp merhabalaştığımız bir şehir ziyareti gelmesin.
İlçe binamıza gidiyoruz, benim gözümde cesur,
hatta kahraman insanlardan ibaret olan AK Partililerle orada buluşuyoruz, kısa bir süre kaldıktan sonra da arabalarımıza doluşup ayrılıyoruz.
36
ARALIK 2015
İnternette hala video olarak var. Nusaybin’de bir
mahallede ve sokak ortasında kurulan bir “halk
mahkemesi.” Sokağı aydınlatan bir lambanın altında yüzü maskeli, eli silahlı iki kişi, yine yüzüne torba geçirilmiş ve suç işledikleri iddia edilen iki kişinin
yanında duruyor. Kalabalık bir halk topluluğu var,
gelen yoğun seslerden ve arada bir duyulan çocuk
seslerinden anlıyorsunuz ki, mahalle sakinlerinin tümünün, sokakta kurulan mahkemenin bu duruşma
anını izlemesi istenmiş. Önce suçlar okunuyor. Birinin suçu, sırtında Türk bayrağı dövmesi taşıması.
Diğerinin suçu, uyuşturucu kullanmak. Suçlar tebliğ
edildikten sonra mahkeme yargıcı uzun bir konuşma yapıyor. Halk bu kadar zor şartlarda özgürlük
mücadelesi verirken, düşmanın bayrağını sırtında
taşımanın, hele uyuşturucu kullanmanın nasıl da affedilemez suçlar olduğu hatırlatılıyor. Anlaşılan Jüri
üyeleri olarak “Barış Anneleri” söz alıyor sonra. Anneler de mahkeme yargıcının -veya savcısının- söylediğine benzer şeyler söylüyor. Sonra karar açıklanıyor. Sanıklara belli bir süre tanınıyor ve şimdilik affedildikleri ama takip altında olacakları ifade ediliyor.
Bu videoyu izlediğimde aklıma Stalin’in kurdurduğu mahkemeler değil, ama her nedense Fuko’nun,
“Hapishanenin Doğuşu” ismini taşıyan kitabında
okuduğum, okurken ürperdiğim, bir mahkûmun
halkın tezahüratları altında parçalanarak can verdiği
o uzun anlatısı geldi.
Stalin’in muhalifleri yargıladığı ve tümünü ölüme ve
sürgüne yolladığı mahkemelerde coşkulu halk kalabalıkları yoktu. O yargılamaların üstündeki sır perdesi bile daha ancak bu yakın zamanda keşfedilmeye ve belgeleriyle beraber gün yüzüne çıkmaya
başlamışken, Nusaybin’de yüz küsur yıl sonra ve
21. yüzyılda, sokak ortasında kurulan mahkemelerde “coşkulu halk kalabalıkları”nın fonda olduğu
duruşma anları gizlenmiyor, tam tersine halka açık
duruşmalar olarak icra ediliyor ve insana sadece ve
sadece Ortaçağı hatırlatıyordu.
O halk mahkemesinde yargılanan gençlerden biri,
serbest kaldıktan sonra karısını ve çocuklarını yanına alarak Nusaybin’i terk etti. Onunla buluştum ve
hikâyesini dinledim. Omzundaki Türk bayrağı dövmesi yüzünden neredeyse canından olacaktı. Yaşadıklarını ağlayarak anlattı. Onuru kırılmış ve vücuduna işkence yapılmıştı. Gömleğini çıkardı, dövmenin
üstünde sigara yanıkları görülüyordu. Dövmeden
başlayarak koltuk altına uzanan bölgede izi kalmış
bir bıçak yarası vardı. Dövme yaptırmak aklına nereden geldi diye sordum. Babası 90’lı yıllarda Hizbullah
tarafından öldürülmüştü. O da cinayete tepki olsun
diye sırtına Türk bayrağı dövmesi yaptırmıştı.
Özgürlük iddiasında olan bir hareketin kendi halkına
reva gördüğü özgürlükler bundan ibaretti. “Çözüm
Süreci’nin” sağladığı tolerans ortamında nihayet
sıra, bu korkunçluğun sürüp gitmesi için birer iktidar
alanı olarak belirlenen mahallelerin etrafını hendeklerle kazmaya ve elde silah, bombalarla doldurulmuş o hendekleri korumaya gelmişti.
Sadece Nusaybin’de 200’ün üstünde hendek var.
Adını yazmayayım, sadece bir mahalledeki taziye
evinde 400 kilogram bomba var. Bu sayı ve rakamlara Sur, Silopi, Cizre, Silvan ve daha başka yerlerdeki hendekleri ekleyin. Hendeklerle yarılmış bir
coğrafyayı tahayyül etmeniz zor olmaz.
Geçenlerde Kandil’den gelen bir açıklamada, bu kışın final kışı olacağı söyleniyordu. Bunun anlamı şudur: Bu kış, dağlarda değil, şehirlerde “savaşacağız.”
Dağlarda kazanılacak bir “savaş” kalmadı. Aslına
bakarsanız hiçbir zaman dağlarda PKK’nın kazandığı bir savaş olmadı. PKK er veya geç dağlardan
çekilmek zorunda kalacak.
Kış şartlarında PKK dağlarda zaten “savaşamaz.”
Dağlardan şehirlere inip, o şehirleri cehenneme çevirmeye çalışacak. En güçlü olduğu ilçeleri seçmesi
bu yüzden.
Adını saydığım ilçeler HDP’ye çok yüksek oy veren
ilçeler. Oralarda saklanıyor militanlar. Gerektiğinde
halk zorla evinden tahliye ediliyor ve o evlere dağlardan gelen militanlar yerleşiyor.
PKK, tek şansının şu olduğuna inanıyor: Şehirlere
silahlı gruplarını istihdam edebilir ve bu silahlı gruplar burada tutunabilirse, 2019’a kadar geçecek sürede yeni bir çatışma alanı yaratmış olacak.
PKK, selametle geçeceğine ve yeni anayasamızı
yapabileceğimize inandığımız bu dört yıla terör ve
şiddet yoluyla hükmetmenin ve bu dört yılı yok etmenin peşinde(!) Başarabilirse eğer, dünyanın gözü
dağlardan şehirlere kayan bu yeni çatışma alanına
çevrilecek. HDP’nin eli kolu bağlanacak. Bu şiddet
dalgasının peşinden sürüklenmeye mahkûm olacak. Bu ortamda yeni anayasa elbette hakkıyla konuşulamayacak ve tartışılamayacak.
Strateji bu, ama halkın asla desteklemediği bir strateji. PKK’nın gözünü diktiği bu şehirlerde yaşayan
yüz binlerce insan var. PKK terörü ve şiddetiyle mücadele edilirken bu insanların yaşam hakları garanti
altına alınmak ve korunmak zorunda... Fakat sokağa çıkma yasağı ilan edilmeden, PKK’nın şehirlerdeki bu yeni hamlesini boşa çıkarmak ve bombalardan, silahlardan temizlemek kolay değil.
PKK, halka cehennem gibi bir yaşamı reva görüyor. Halk, güvenlik güçleriyle karşı karşıya gelsin ve
çatışmalar derinleşsin istiyor. Şehirlerin demokratik
ruhunu ve geleceğini yok edebilecek, korkunç bir
planla karşı karşıyayız.
Mervaniler’in Bedirxaniler’in başkenti Silvan ve
Cizre, bugün harabeye dönmüş durumda.
Babil halkı, Nusaybin’e Nisibis diyordu. Bir zamanların Nisibis’inden geriye çok az şey kaldı.
Süryani bilim adamlarının bilim ve felsefe üstüne
kafa yordukları ve Nusaybin’deki okullarda üretilen
düşüncelerin, Nusaybin’den Yunanistan’a, oradan
da Avrupa’ya ulaştığı BEŞ BİN YILLIK bu kadim şehirde şimdi Ortaçağ’ın ruhu dolaşıyor(!)
Nusaybin’deki mücadele işte bu yüzden karanlıkla
aydınlık arasındaki mücadeledir.
ARALIK 2015
37
röportaj
7 Haziran’dan 1 Kasım’a
Neler Değişti?
Röportaj: SDE Yazı İşleri
İbrahm Uslu kmdr?
30 Temmuz 1966 tarhnde doğdu. Lsans eğtmn
1983-1987 yılları arasında İstanbul Ünverstes Syasal Blgler Fakültes, Kamu Yönetm Bölümü’nde
tamamladı. Yüksek Lsanasını aynı ünverstede
1988-1991 yılları arasında Sosyal Poltka üzerne
yaptı. 1993-1995 yıllarında Amerka Brleşk Devletlernde Doktora Semnerler çn bulundu.
1995 yılında başladığı Doktorasını 1999 yılında
İstanbul Ünverstes’nde Sosyal Poltka üzerne
yaptı.
1988-2003 yılları arasında İstanbul Ünverstes’nde
Araştırma Görevls ve Öğretm Üyes olarak
çalışmıştır.
2003-2004 yılları arasında se Bersay İletşm
Danışmanlığı Başkan Yardımcısı olarak çalışmıştır.
2004 yılından ber Ankara Sosyal Araştırmalar
Merkez (ANAR) Genel Müdürü olarak görev
yapmaktadır.
Syasal Vakfı Mütevell Heyet Üyes ve Türkye
Araştırmacılar Derneğ üyesdr.
38
ARALIK 2015
2007 yılındaki tercihlerine sadık kaldı. Dolayısıyla 7 Haziran’dan 1 Kasım’a kadar çok sansasyonel, dramatik, trajik değişiklikler yaşanmadı.
2007’den beri gelen önemli bir istikrar söz konusu. 2007’den bu tarafa baktığınızda, 2007’de
AK Parti yine % 49 küsur oy almıştı. O da şimdiki
sonuçlara çok benziyor. CHP ve MHP’nin de oyları nerdeyse bu civardaydı. Dolayısıyla 1 Kasım
sonuçları, 2007’den beri bildiğimiz bir tabloyu
yansıtmaktadır. Ortada bir süreklilik var. Ancak
bu sürecin standart sapması olan 7 Haziran seçimleri dikkate değer. 7 Haziran’ı konuşmak lazım. 7 Haziran’da ne oldu? Seçmenin davranışını
anlayabilmek için, zihin kodlarını çözebilmek için
7 Haziran analize muhtaç.
7 Hazran’dan sonra 5 ay çersnde ne değşt de AK
Part’nn oyları bu kadar arttı?
1 Kasım seçm sonuçlarını nasıl değerlendryorsunuz?
Genel br değerlendrme yapablr msnz?
1 Kasım seçim sonuçlarını herkes daha önce
sanki hiç yaşanmamış büyük bir sürpriz gibi
karşıladı. Seçim gecesi bir televizyon programına katılırken, YSK seçim sonuçlarının açıklanmasına henüz izin vermiyordu. Ama biz sandık
sonuçlarını görüyorduk. Ben izleyicilere biraz
ipucu vermiştim. Eğer seçim sonuçlarını merak
ediyorsanız hem kendi ilinizde hem de Türkiye
genelinde 2011 sonuçlarını açın ve bakın. Hatırlayın 2011 seçim sonuçlarına benziyor demiştim. Nitekim 2011 seçim sonuçlarına yakın
bir sonuç çıktı. Tek istisna HDP. HDP dışındaki
üç partiye bakın aslında 2011 sonuçlarına yakın sonuçlar aldılar. Aralarında ufak tefek farklılıklar var ama geçen dört yılda da bu kadar
farklılıkların olması normal. Dolayısıyla seçmen
2011 yılındaki hatta biraz daha geri gidersek
AK Parti birkaç şey yaptı. Aslında yaptığı, diğer
partilerin yapmadığıdır. Ve seçmen tekrar eski
sonuçlarını hatırladı ve eski tercihlerinin doğru olduğunu düşündü. AK Parti 7 Haziran’dan sonra
özeleştiri yapan tek partiydi. Diyelim ki CHP %
35 hedefi koymuştu. % 25 aldı. Buna rağmen
özeleştiri sürecinden geçmedi. Hatta özeleştiri
sürecinden geçmediği gibi 1 Kasım seçimleri belli olduktan sonra aday listesini bile değiştirmedi.
Aday kampanyasını 7 Haziran’a göre daha düşük profilli bir hale getirdi. Seçim beyannamesini
değiştirmedi, 7 Haziran’daki tavrında ısrar etti.
Böylelikle de seçmene şu mesajı verdi: “Ben halimden memnunum, daha fazlasını istemiyorum.
% 25 zaten bana yetiyor. Dolayısıyla Allah bereket versin.”
İktidara talip olması gereken ve bu doğrultuda
gayret göstermek zorunda olan CHP bir başka
şey daha yaptı; Sayın Kılıçdaroğlu kalktı ve “biz-
den iyi bir koalisyon ortağı olur, bizler koalisyona
talibiz” anlamına gelecek sözler söyledi. Bir taraftan baktığınızda ılımlı bir siyaset dili, uzlaşmacı
bir siyaset dili uyguladı. Ama bizim seçmenimiz
iddialı siyasetçileri seviyor. Hiçbir iddiası olmayan
“benden iyi bir koalisyon ortağı olur” diyen bir
partiye niye oy versin ki…
MHP 7 Haziran’da % 16 oy aldı ve % 16’nın tamamının kendi oyu olduğunu düşündü. HDP, her
ne kadar sonraları unutmuş olsa da ilk başlarda
kendisine verilen oyların bir kısmının emanet oylar olduğunu fark etmişti ama MHP kendisinde
emanet oy olduğunu hiç düşünmedi bile, “artık
bunlar benim tapulu malım” gibi davrandı. MHP
ne bir özeleştiri sürecinden geçti, ne 1 Kasım seçimleri için aday listesini değiştirdi ve ne de seçim
beyannamesini değiştirdi. Hatta doğru dürüst
kampanya bile yapmadı. MHP’de şu mesajı verdi: “Ben halimden memnunun, bu aldığım oylar
yeter, Allah bereket versin”. Son gün Sayın Bahçeli de “biz koalisyon kurarız. Koalisyon ortağı
oluruz” seklinde açıklamalar yaptı. CHP “benden
koalisyon ortağı olur” dedikten sonra MHP de
“esas benden daha iyi bir koalisyon ortağı olur”
diye seçmenin karşısına çıktı. Her iki tutum da
çok yanlıştı.
HDP’ye gelince; HDP’ye seçmen sert bir ikazda bulundu. 7 Haziran öncesi “Ben artık Türkiye
partisiyim. Türkiye’nin sorunlarıyla ilgileniyorum,
sadece bir kimlik partisi değilim, bütün Türkiye’yi
kucaklayacağım. Hatta muhafazakârları bile kucaklayacağım” şeklindeki söylemleri seçmenden rağbet gördü. Tabi orada yine aldığı oylara
baktığınızda 13 puanın 11,5’inin Kürt oyları olduğunu görüyoruz. Etnik olarak, Kürtlerden oy
aldı ama 1,5 puan da olsa Kürt olmayan, kendini
Kürt olarak tanımlamayan insanlardan oy almayı
ARALIK 2015
39
başarmıştı. Seçimden hemen sonra bu payların
emanet oy olduğunu söyledi ve ona göre bir dil
kullandı. Fakat kısa bir süre sonra bu söylemi terk
etti ve Türkiye’nin en büyük partisi olmasa bile ve
en müessir olan partisi olduğu vehmine kapıldı,
Türkiye’nin bütün siyasetini yönetebileceğini düşünmeye başladı. Bu seçmeni rahatsız etti. Özellikle de temmuz ayının ortalarından sonra başlayan terör süreci ile ilgili tutumu, terörle arasına
mesafe koyamaması hatta teröre terör bile diyememesi Kürtlerin yeniden HDP’ye olumsuz bir
tepki görmesine neden oldu. 7 Haziran’da HDP
Güney Doğu Anadolu’nun ve Doğu Anadolu’nun
birinci partisi olmuşken ve kendini Kürt olarak
kimliklendiren seçmenlerin birinci tercihi olmuşken, 1 Kasım’a gelindiğinde bu üç pozisyonunu
birden kaybetti. HDP artık Doğu Anadolu’nun,
Güney Doğu Anadolu’nun ve Kürtlerin birinci
partisi değil.
Rakipler bütün bunları yaparken AK Parti ne yaptı? AK Parti, birincisi, bir özeleştiri sürecinden
geçti ve seçmene, “ben neden oylarımı dokuz
puan civarında düşürdüğünüzü anladım” dedi.
Ve ona uygun olarak hem söylemini değiştirdi
hem de sert dilini... 7 Haziran seçimleri öncesinde diğer partilerle sert polemikler yaşıyordu,
1 Kasım öncesi bunu yapmadı. Aday listesini
ve seçim beyannamesini radikal bir şekilde değiştirdi. En agresif, en kapsamlı ve en çalışkan
kampanyayı yine AK Parti yaptı. Seçmen kitlesini
kazanmaya başladı ve bütün bu maceradan sonra 2011’e geri dönüldü. Seçmen eski durumuna
geri döndü. 1 Kasım seçimlerinin en temel özelliği
o. Seçmen dört yıl önceki hatta 8 yıl önceki pozisyonuna, tercihlerine geri dönmüş oldu.
7 Hazran’da beklenmedk br oy oranına ulaşan
HDP, 1 Kasım seçmlernden sonra baraj altında kalma
tehlkes yaşadı. HDP’nn oy oranlarındak düşüşü nasıl
değerlendryorsunuz?
1 Kasım’dan bu yana HDP felç olmuş durumda.
Tepki veremiyor. Yorum yapamıyor henüz yolunu
çizmeye çalışıyor ama şuan nasıl bir karar verdiğini göremiyoruz. Bence, daha önce dediğim gibi,
40
ARALIK 2015
HDP % 13’ü doğru yorumlamıştı. 7 Haziran’dan
sonra yapılan açıklamalarda “bunların emanet oy
olduğunu biliyoruz ve buna uygun davranacağız”
dedi. Fakat % 13 biraz şımarttı, biraz da medyanın dolduruşuna geldiler, biraz da Kandil’in tahriklerine kapıldılar. Çünkü henüz seçimden bir ay
geçmemişken Kandil defalarca HDP aleyhine çok
sert açıklamalar yaptı. İşte, “sizi oraya gönderdik
% 13 oy aldınız ama hiçbir şey yapmıyorsunuz”
şeklinde. Bence, % 13’ü almanın meydana getirdiği o yapay ve mesnetsiz öz güven, Selahattin
Demirtaş’ın 7 Haziran’dan sonra konuşma tavırlarının değişmesi bir de Kandil’in yaptığı sert açıklamalar HDP’nin DNA’sını bozdu. Ve 7 Haziran
öncesinde kendisine başarı getiren dili bir ay içerisinde unuttu. Bir ay gibi bir kısa süre içerisinde
değişmeleri ve sağduyu çağrısının olmaması en
büyük hatalarıydı. Hep birlikte PKK ve muhalif
medyanın onları ittiği yere yöneldiler ve seçimden
büyük bir hezimetle çıkmaktan kıl payı kurtuldular. Seçmen hemen infaz etmek istemedi. Tıpkı 7
Haziran’da AK Partiyi uyardığı gibi bu sefer de 1
Kasım seçimlerinde HDP’yi çok sert bir şekilde
uyardı ve kendine çeki düzen ver dedi. “Soldaki iki partili sistemi hala muhafaza ediyorum ama
eğer üslubunu bu şekilde devam ettirirsen bir
sonraki seçimde solda iki parti olamayacak” şeklinde çok net bir mesaj verdi. Bu mesajı HDP algıladı mı algılamadı mı tam olarak bilmiyoruz. Eğer
açıklamalar gelirse göreceğiz. Şu ana kadar bir
şeyler olduğunu hissettiğini zannediyorum. Fakat
henüz politika belirleyemedi, dil belirleyemedi,
HDP tam bağımsız bir parti olsa bunları çok çabuk görüp buna göre kendini ayarlayacak kadar
siyasi aklının olduğunu düşünüyorum. Ama HDP
tam bağımsız bir parti olmayınca bir de vurgun
yemişken, hele hele tepesinde bu kadar çok kılıç
sallanırken siyaseten en doğru kararı almak kolay
bir şey değil.
Seçmenn ddalı partler sevdğn belrttnz. 7
Hazran seçmlernden sonra hçbr koalsyon formülünde
olmayacağını söyleyen br MHP vardı. Ntekm 1 Kasım
seçmlerne gderken bu tutumu sebebyle “hayırcı MHP”
olarak anıldı ve meclse dördüncü part olarak grebld.
MHP’nn bu tutumunu nasıl değerlendryorsunuz?
Bana soracak olursanız MHP artık misyonunu
tamamlamış bir partidir. Kendini 50 yıldır yenilemeyen, değiştirmeyen bir MHP’nin, hangi platformda ne söylediği çokça belli olmayan, sadece
bir iki klişe ile Türkiye’de ve dünyada olup biten
her şeyi açıklamaya çalışan bir partinin zaten bir
karşılığı olamaz. MHP seçmeninde kırılma meydana getiren birkaç şey vardı. Sayın Bahçeli 7
Haziran akşamı bir söz verdi. Koalisyonun yapmayacağını, ana muhalefet olduğunu iddia etti.
Konuşmasının sonunda da “biz ülkeyi bir krize ve
yönetimsiz bir ortama mahkûm etmeyiz, gerektiğinde taşın altına gövdemizi koyarız” dedi. Sonra AK Parti’nin CHP ile koalisyon kuramayacağı
anlaşılınca Sayın Davutoğlu, Sayın Bahçeliyle bir
kere daha görüşmeye gitti. Orada iki şey talep
ediyor: “Ülkeyi seçime götürelim ve kuracağımız
azınlık hükümetine destek verin ki HDP’li bakanlar kabinede yer almasın”. Sayın Bahçeli sözde
taşın altına gövdesini koyacaktı ama parmağını
bile koymadı. Bir şey yapması bile gerekmiyordu.
Sadece oylama esnasında parlamentoya girmeyecekti. Parlamentoya girmese zaten azınlık hükümeti kurulmuş olacaktı ama azınlık hükümetine
destek vermeyeceğini ilan etti. Yani HDP’li bakanların kabineye girmesine neden oldu.
Anayasa gereği bir Seçim Hükümeti kurulacak,
ülke zor durumda, artık hükümet kurulamıyor
Türkiye’de ve her partinin o süreçte ülkenin yönetimine destek vermesi gerekirken MHP, oraya da temsilci vermedi. Hatta bakanlar kuruluna
girmeyi kabul eden Sayın Tuğrul Türkeş’i aforoz
etti ve çok ağır ithamlarla partiden uzaklaştırmaya çalıştı. Bir diğer travma da buydu. Daha sonra yapmış olduğumuz araştırmalarda MHP’nin
AK Partiyle koalisyon kurmasını MHP tabanının
% 75’den fazlasının istediğini tespit ettik. MHP
yönetimi bu kadar yoğun desteğe rağmen koalisyona yanaşmadı. Bu durum MHP üst yapısının
tabana rağmen iktidar olmak istemediğini göstermektedir. Azınlık hükümetinin desteklenmemesini de MHP seçmeninin yine % 75’i yanlış buldu.
HDP’li bakanların kabineye girmesinin doğru olmadığını düşünen MHP seçmeninin oranı ise %
80 civarındaydı. Seçmeninin % 75’inin istediğini
yapmaz ve karşı çıktığı işi de yaparsanız olacağı
budur. MHP bence 7 Haziran’dan bu yana yapabileceği bütün siyasi yanlışları yaptı ve tesadüfen bile doğru bir iş yapmadı. Ona rağmen terör
tehdidi ve HDP’nin varlığı o tür nedenlerle MHP
oy oranını yine güvenli bir biçimde barajın üstünde tutmayı başardı. Ama MHP şu anki haliyle
misyonunu tamamlamış görünüyor. Türkiye’nin
en zor zamanlarında bile ülkeye katkı vermeyen
bir parti siciline sahip artık. O yüzden seçmenin
bunları değerlendirdiğini ve bundan sonra da değerlendirmeye devam edeceğini düşünüyorum.
MHP ya gerçekten kendisini yenileyecek, çıkıp
seçmenden özür dileyecek, yanlış yaptığını kabul
edip, özeleştiri yapıp kendini gözden geçirecek
ya da bence yavaş yavaş erozyona uğrayacak.
CHP kemkleşmş oy oranı olan % 25’le 1 Kasım
seçmlern de atlattı. Seçmden sonra bazı CHP’ller genel
başkanlık çn adaylıklarını açıkladılar. CHP’de değşm
zamanı geld m? Genel anlamda br değerlendrme yapablr
msnz?
CHP’de değişim aslında 50 yıl önce olması gerekiyordu ama CHP bunu anlamamakta ısrar ediyor. Gerçi anlasa da CHP bunu gerçekleştirmede zorlanıyor. Sayın Baykal’ın son döneminden
itibaren CHP değişmesi gerektiğini anladı. CHP
Türkiye’deki siyaset sosyolojisinin nasıl bir tablo
ortaya çıkardığını 50 yılın sonunda nihayet gördü
ve ilk kez dindarlarla barışma gereği hissetti. Sayın Baykal’ın son döneminde İstanbul’da çarşaf
açılımı yapıldı. Çarşaflılara rozet takıldı. Bir işin
doğru olduğunu görüyor olmak onu gerçekleştirebileceğiniz anlamına gelmiyor. Hele söz konusu
olan CHP ise. Çünkü CHP’nin bütün parti yapısı
ana kronolojiyi yaşıyor. 1930’ların sonlarını yaşayan bir düşünceye sahipler. Ama o esnada tarih
Türkiye’de 2000’li yılları gösteriyordu. Çarşaf açılımı yapmaya çalıştılar, rozeti taktılar fakat netice
CHP teşkilatı çarşaflıları dövüp otobüsten aşağı
attı. CHP muhafazakâr kesimle barışayım derken
ARALIK 2015
41
aslında ne kadar muhafazakâr kesim düşmanı olduğunu bir kez daha göstermiş oldu. Sayın Kılıçdaroğlu geldikten sonra da kendini dönüştürmeye
çalıştı CHP. Üslubunu yumuşattı, mesela başörtüsü sorunu CHP’nin itiraz etmemesi nedeniyle 30
saniye içinde çözüldü. 30 yıllık sorun 30 saniyede
çözüldü. Sonra muhafazakâr isimleri partiye transfer etti. CHP’de değişim vizyonu var bunu inkâr
etmemek lazım, haklarını da teslim etmek lazım.
Anadolu’da bir laf vardır. “Duymuş Horasan’da halı
dokunduğunu ama enine mi boyuna mı?” diye.
CHP değişime ihtiyaç olduğunu görüyor ama
bunu nasıl yapacağını çözemiyor. Bunun uluslararası örnekleri de var. İngiltere’de muhafazakâr
parti arka arkaya üç dönemden fazla iktidarda
kaldı. Bu dönemde İşçi Partisi büyük bir kriz içerisindeydi. Sonunda İşçi Partisi’nde yeni bir lider
doğdu, Tony Blair. Ama aynı zamanda bütün politikalarını ve ideolojik formasyonunu da değiştirdi. Üçüncü yol diye yeni formasyonla seçmenin
karşısına çıktı ve ondan sonra da İşçi Partili iktidarlar dönemi başladı. CHP’nin bence yapması
gereken şey bu. Bu ideolojik formasyonla daha
fazla oy üretemez. Solun toplam oyu büyüse bile
CHP’nin toplam oyu büyümüyor. Alternatif sol
partiler büyüyor. HDP büyüdü mesela. Sol genellikle % 35 gibi bir oy alıyor. Bu 7 Haziran’da
% 39’a çıktı. Fakat büyüyen CHP olmadı. CHP
pozisyonunu korurken başka alternatif sol parti
büyüdü. Şimdi CHP’nin bunu iyi okuması lazım.
Bu ideolojik formasyonla, altı ok ideolojisiyle CHP
% 25’ten fazla oy alamaz. CHP’nin altı oku revize etmesi veya terk etmesi gerekiyor. Fakat CHP
içerisindeki tartışmalara bakıyorsunuz orada tam
bir selefi yaklaşım söz konusu. Altı ok ideolojisine
kayıtsız şartsız biz geri dönmeliyiz diye öneriler
veya değerlendirmeler yapıldı. Yani ufacık değişimleri bile bertaraf edip altı ok ideolojisine geri
dönelim ve bu % 25 bile bize fazla diyor aslında.
Sayın Kılıçdaroğlu ve arkadaşları bu mantaliteyle
mücadele etmek zorundalar. Parti içerisindeki asıl
mücadele, değişimcilerle “CHP muhafazakârları”
arasındaki mücadeledir. Yoksa genel başkanların
biri gelir biri gider, bir şey olmuyor ki… İdeoloji
42
ARALIK 2015
orada durduğu sürece ya da bu ideolojik formasyonun bekçileri esas gücü elinde bulundurduğu
sürece CHP kendini değiştiremez. Yoksa CHP
2007’li yıllardan sonra 2010’lara gelindiğinde Sayın Baykal’ın son dönemiyle birlikte değişmesi
gerektiğini anlamıştı. Fakat bunu gerçekleştiremiyor. Parti içerisinde ideolojik misyonun bekçileri var ve onların hala çok güçlü savunucuları
mevcut.
1 Kasım seçm öncesnde çözüm sürec btmşt.
Cumhurbaşkanının tabryle buzdolabına kaldırılmıştı. Şuan
tekrar gündeme geld. Bununla lgl neler söyleyeblrsnz?
Devletin ya da hükümetin tavrı belliydi. Başından beri aynı şeyi söylüyorlardı. “Silahı bırak gel
konuşalım”. Bence ilk çözüm süreci yıllarında
Devlet iki kere PKK’ya tabiri caizse avans verdi
yani silahları henüz bırakmamışken de müzakere yürüttü. Büyük bir miktar mesafe de alındı.
Ama Suriye’de yaşanan gelişmeler ve uluslararası güçlerin vaatleriyle bence PKK’nın aklı karıştı
ve ahlakı bozuldu. Kendini bir anda olduğundan
daha güçlü ve büyük gördü. Büyük hayallere kapıldı hatta Kuzey Suriye’yi, Kuzey Irak’ı ve Güney
Doğu Anadolu’yu içine alan büyük bir alanın tek
hükümranı gibi dolaşmaya başladı. Daha önce bu
kavramı paralel yapı için kullanmaya başlamıştım,
“kendini boğa hisseden kurbağa”... PKK da temmuz ayından bu tarafa kendini bir süre öyle gördü. Hatta Rojavayla başlayan süreç, Suriye’de
kantonlaşmanın ortaya çıkması, Barzani’nin Kuzey Irak’ta sorunlar yaşaması ve oradaki inisiyatifin PKK’ya geçme olasılığı, Türkiye’de belli bir
bölgenin PKK’nın eline geçme olasılığı PKK’nın
ahlakını bozdu. Hükümetin toleransıyla kendine
tanınan o silahı bırakmadan müzakere imtiyazını elinin tersiyle itti ve o gün bugündür PKK’ya
karşı çok sert bir şekilde hükümet mücadele yürütüyor. Ve Türkiye içerisinde çok büyük sıkıntılar
yaşadığını biliyoruz. Bundan sonra da kontrolü
ele geçiremeyeceğini görüyoruz. Bölgede alan
hâkimiyeti vs. falan kuramayınca ülkenin Batı’sındaki eylemlere destek verdi. Ama bunlarla mesafe alması mümkün değildir. PKK yarın “silahlı
güçlerimi sınır dışına çektim” dese hükümetin
tekrar müzakerelere başlayabileceğini düşünüyorum. Orada herhangi bir ön rezervin olmadığını
zannediyorum. PKK bunu demediği sürece ve
gereğini yapmadığı sürece sürecin devam etmesi
mümkün gözükmüyor.
1 Kasım seçmlernden sonra başkanlık sstem ve yen
anayasa yenden konuşulmaya başlandı. Szce yen dönemde
yen anayasa ve başkanlık sstem le lgl ne gb gelşmeler
olablr?
2011’de AK Parti’nin sahip olduğu milletvekili
sayısı şu ankinden daha fazlaydı, 327 milletvekili vardı. Birini meclis başkanı seçtiği için 326’ya
düştü. Daha sonra istifalar oldu ama 326 milletvekili varken AK Parti anayasayı değiştirmeyi
başaramadı. Anayasa değişikliği bir irade işi ve
vizyon işi ama biraz da milletvekili sayınızla ilgili.
Şuan 316 milletvekili var. Esas sorun bu.
Şuan TBMM’de yemin krizi yaşanıyor. Bu parlamentoda herhangi bir maddenin değiştirilmesi
için, örneğin yemin metnini değiştirmek için birinin AK Parti olması şartıyla en az iki partinin uzlaşması gerekiyor. Burada başkanlık gibi komple rejimin değişeceği büyük çaplı bir reformdan
bahsetmiyoruz. Basit bir yemin töreni için anayasa değişikliğine ihtiyaç var ve şuan için anayasa değişikliğini yapamayacağız gibi gözüküyor.
O yüzden bu parlamentodan bir uzlaşma çıkar
mı? Onun için bir değerlendirme yapmak henüz
erken. HDP’nin henüz ne yapacağı belli değil,
kararını veremiyor. CHP nasıl bir üslup izleyecek,
bence parlamento çalışmaya başladıktan sonra
bunu görecez. Sayın Başbakan’ın bir liderler turu
olacak ve orada partilerin yaklaşımlarını görme
imkânımız olacak. Neresinden tutarsanız tutun
bu mesele elinizde kalıyor. Yemin metni de dahil olmak üzere anayasanın her tarafı sürekli bu
ülkede siyasi kriz üreten bir etkiye sahip. Bu yüzden bu Anayasanın mutlaka değişmesi gerekiyor.
Anayasanın değişmesi konusunda bütün partiler
hem fikirdi ve bu konu dört partinin müşterek vaadiydi. Anayasa değişikliği ve uzlaşma komisyonu kuruldu. Komisyon çalıştı, 60 küsur maddede
uzlaşıldı fakat o süreç akamete uğradı ve gerçekleşmedi. Bu seçimde AK Parti dışında diğer partiler anayasa değişikliği üzerinde fazla durmadılar.
İşin doğrusu ben pek fazla ümit var değilim fakat
yine de bekleyip partilerin tavrını görmek lazım.
Bu sefer inşallah geçen seferkinden daha fazla
bir uzlaşı çıkar ve anayasa değişir.
Sayın Davutoğlu’nun balkon konuşmasında Yen
Türkye vurgusu ön plana çıktı. Yen Türkye çn neler
söyleyeblrsnz? Beklentlernz ve öngörünüzlernz
nelerdr?
AK Parti geldiği günden bu yana Yeni Türkiye’yi
gerçekleştirmeye çalışıyor. Bu anlamda da epey
mesafe kat etti. Fakat daha önümüzde kat edilmesi gereken çok mesafe var. Ben Yeni Türkiye
ideallerine inananlardanım. Bunun ülkemiz açısından da çocuklarımız açısından da daha doğru
olacağını düşünüyorum ve öngörüyorum. Fakat
yolculuğun henüz başında olduğumuzu düşünüyorum. Sayın Babacan seçim kampanyası döneminde güzel bir kavram kullanmıştı: “Şimdiye
kadar birinci nesil reformları tamamladık ve şimdi
ikinci nesil reformlara ihtiyaç var” demişti. O ikinci
nesil reformları da gerçekleştirebilmemiz gerekiyor. Bunun yolu her şeyden önce anayasanın
değişmesinden geçiyor. Anayasayı değiştirmeden Yeni Türkiye ülküsüne ulaşmak mümkün değildir, bunu görmemiz lazım. Bugüne kadar Yeni
Türkiye hedefinin tam olarak hayata geçememesinin nedenini de ben anayasada görüyorum.
Fakat anayasa kadar önemli bir başka mesele
daha var; partilerin cesur davranıp siyasi partiler
kanununu değiştirmesi lazım. Siyasi partiler kanununun daha demokratik, aşağıdan yukarıya
örgütlenmiş, parti üyelerinin daha güçlü olduğu
şekle kavuşturulması lazım. Seçim kanununun
değişmesi lazım. Şu anki seçim kanunumuz
var olduğu sürece bizim demokratik bir sisteme
ulaşmamız mümkün değildir. Burada yine partilerin cesaretle ve ülke yararına ve uzun vadede
kendi yararlarına olacak adımları atmaktan çekinmemeleri lazım.
ARALIK 2015
43
DIŞ POLİTİKA
Surye’dek ç çatışmada ABD,
Fransa, İran ve Rusya gb
ülkeler ortak amaç olarak sözde
IŞİD le mücadele ettklern
dda ederken, gerçekte ABD
yönetm zamana oynamakta,
Rusya ve İran se Esed rejmne
muhalf olan km varsa
(Özgür Surye Ordusu (ÖSO)
ve Türkmenler gb) herkes
aynı kefeye koymakta ve
daha çok da ÖSO mevzlern
bombalamaktadır.
YENİ TERÖR DALGASI VE
RADİKALİZMLE DOĞRU MÜCADELE
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
13
Kasım’da Avrupa’nın en önemli metropollerinden biri olan Paris’te eş zamanlı
olarak yedi ayrı yerde girişilen terör saldırıları, içinde Türkiye kökenlilerin de bulunduğu 132
kişinin ölümü ve 350 kişinin yaralanmasıyla sonuçlandı. Bu olay 2015 yılında Paris’te yaşanan ikinci
terör saldırısıydı ve sıradan masum insanların hayatlarına yöneldiği için de Avrupa halklarında büyük bir
travma yararttı. Fransa Cezayir savaşından bu yana
46
ARALIK 2015
ilk kez ülke genelinde olağanüstü hal ilan ederken,
Cumhurbaşkanı Hollande 11 Eylül olaylarından sonra zamanın ABD başkanı George W. Bush’un tepkilerine çok benzer şekilde “Fransa savaşta” açıklaması yaptı. Saldırının IŞİD kaynaklı olduğu üzerinde
herkes hemfikir olurken, Fransız polisi Paris banliyölerinde seri operasyonlara girişti. Dahası Almanya
ve Belçika başta olmak üzere tüm Avrupa’da IŞİD
ile ilgili olduğu düşünülen islami gruplara yönelik
operasyonlara hız verildi.
Uzun yıllardır polisin girmeye cesaret
edemediği Brüksel’in bazı
mahalleleri adeta askeri abluka altına alındı. Gerçekten de Paris saldırılarının
Avrupalıların zihninde, 11 Eylül’le kıyasalanacak kadar derin izler bırakacağı söylenebilir.
Aslında Paris saldırılarına tekil bir örnek olarak da
bakmamak gerekir. Son aylarda arka arkaya gerçekeleştirilen kanlı terör saldırıları içinde Paris ancak zincirin önemli halkalarından biriydi ve son da
olmayacaktı. Ankara’daki tren garı önündeki intihar
eylemi (102 ölü), Mısır’da Rus yolcu uçağının düşürülmesi (224 ölü), Beyrut patlaması (43 ölü), Paris
olayları (132 ölü) ve Bamoko’daki (Mali) otel baskını (22 ölü) gibi terörist eylemler zincirinin mekânları
farklı olsa da masum insanların hunharca öldürülmesi ve faillerinin en azından ideolojik olarak benzer
motivasyonlarla hareket eden ve doğrudan veya
dolaylı olarak IŞİD terör örgütü ile ilişkili olmaları terör konusunda uluslararası toplumu ortak hareket
etmeye ve ilbirliğine zorlamaya başladı. Nitekim Paris olayından bir gün sonra G-20 zirvesi vesilesiyle
Antalya’da toplanan dünya liderleri ilk kez terörle
mücadele için ortak bildiri yayınladılar. Bildiride “Terör örgütlerinin yayılması ve terör faaliyetlerindeki
kayda değer artışın, uluslararası barış ve güvenliğin
muhafazasını zayıflattığı” tespiti yapılırken, “Terörizmin herhangi bir din, milliyet, uygarlık veya etnik
grupla ilişkilendirilemeyeceği” vurgulanıyor ve “Terörizmin bütün biçimleriyle mücadelede, her nerede meydana gelirse gelsin, dayanışma ve kararlılık”
içinde olunacağı taahhütünde bulunuluyordu.
Diplomatik bir metinden bekelenilmeyecek kadar
güçlü bir kararlılık vurgusu yapılmasına rağmen, uygulamada her bir ülkenin ilkelere bağlılıkla kendi çıkarlarını koruma kaygısının işbirliğini zorlaştırdığı ise
çok açık. Örneğin Suriye’deki iç çatışmada ABD,
Fransa, İran ve Rusya gibi ülkeler ortak amaç olarak
sözde IŞİD ile mücadele ettiklerini iddia ederken,
gerçekte ABD yönetimi zamana oynamakta, Rusya
ve İran ise Esed rejimine muhalif olan kim varsa (Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve Türkmenler gibi) herkesi aynı kefeye koymakta ve daha çok da ÖSO mevzilerini bombalamaktadır. Diğer yandan son yıllarda
artan IŞİD tehdidi karşısında Batı dünyası, nasıl bir
mücadele strartejisi geliştireceğine karar vererememekte olup nerdeyse görüntü veya isimleri itibariyle
Müslüman olan herkesi tethdit olarak nitelemeye
başlamış bulunmaktadır. Bir yandan artan sosyoekonomik krizler, diğer yandan yükselen ırkçılık ve
islamofobia dalgası Batıda azınlık olarak yaşayan
Müslümanlara karşı siyasi ve toplumsal saldırganlığı
da artırmaktadır. Nitekim toplumsal olarak Almanyadaki Pegida hareketi gibi sosyal hareketler giderek güç kazanmakta ve Fransa’daki Le Pen türü
ırkçı liderlerin oyları da hızla yükselmektedir.
Endişe verici olan şey ise Avrupa toplumlarında
yaygınlaşan “islami terör tehdidi” algısının giderek
artan şekilde merkez sağ ve merkez sol partileri de
söylem ve politika itibariyle aşırı sağın pozisyonuna
yaklaştırmasıdır. Merkez partiler sağduyu ve siyasi
ARALIK 2015
47
akılla hareket ederek açılımcı, kapsayıcı ve vizyoner politikalar üretmede yetersiz kalmakta ve bu
nedenle ucuz oy getiren ırkçı politikalara kolayca
teslim olmaktadırlar. Bir din adamı olarak barış ve
huzur ilham bir figür olması beklenen Katoliklerin lideri Papa’nın dahi sıklıkla “3. Dünya Savaşı’ndan”
bahsetmesi, gerçekten cayi dikkat bir durumdur
ve izahı oldukça zordur. Batı maalesef içine girdiği sosyo-ekonomik ve siyasi krizlerden sonra şimdi de güvenlik krizine girmiştir ve kendisini bu kriz
sarmalından kurtaracak çıkış formülleri üretmekte
zorlanmaktadır. Başka deyişle, adeta kollektif bir
toplumsal akıl tutulması yaşamaktadır.
Küresel Terör Raporu Ne Söylüyor?
Peki gerçekten terör tehdidinin boyutlarına ilişkin
olarak veriler bize ne söylüyor? Tüm dünya din kaynaklı bir ortak terör tehdidiyle mi karşı karşıya, yoksa
hep beraber abartıyor muyuz? Öncelile bu konudaki bilimsel araştırmalara bakmak gerekir. Ekonomik
ve Barış Enstitüsü tarafından her yıl düzenli olarak
yayınlanan Global Terörizm İndeksi-2015 (GTİ) raporuna göre, terörden dolayı hayatını kaybedenlerin sayısı son on beş yıllık sürede dokuz kat artmış
durumda. Son on beş yıl içinde kayda geçen 61 bin
terör olayında hayatını kaybeden toplam insan sayısı
140 bin civarında. Yıllık bazda değerlendirildiğinde,
2000 yılında ölenlerin sayısı 3,329 iken, 2014 yılın-
da 32,685’e ulaşmıştır. Bir önceki yıla göre 2014’te
terörden ölenlerin sayısı da % 80 oranında artış
gösteriyor. Aşağıda açıklanmaya çalışılacağı üzere,
artık terör küresel sistemin bir parçası ve devletlerarası çıkar çatışmalarında terör örgütleri konvensiyonel savaşta kullanılan milli orduların yerini almaya
başladı. Zira yeni savaş konsepti vekâlet savaşları
ve hibrid savaşlar mantığına kaymış durumda. GTİ
raporuna göre terörün artışı, uluslararası sistemdeki
geleneksel normların ve değerlerin pörsümesi, derinleşen küresel adaletsizlikler ve krize giren küresel
yönetişim sisteminin etkisizliği ile yakından ilişkili.
Diğer yandan terör küresel bir tehdit olarak görülse de, aslında terörist eylemler az sayıda ülkede
yoğunlaşmış görünüyor. Terör büyük ölçüde gelişmekte olan ülkelerde yaygın olarak kullanılan sistemik bir siyasi araca dönüşmüşken, Batılı ülkelerde ise “yalnız kurt” diye tabir edilen bireysel terör
eylemleri görülüyor. Bu gerçeği ifade etmek için,
Batılı gelişmiş ülkelerde bir kişinin şimşek çarpması sonucu ölme olasılığının terör saldırısı nedeniyle
ölmesi olasılığından çok yüksek olduğu vurgulanmaktadır. Dünyadaki teröre dayalı ölümlerin ancak
% 0,5’i Batılı ülkelerde gerçekleşiyor. Daha çarpıcı
olanı, tüm terör eylemlerinin % 78’inin beş ülkede
(Irak, Nijerya, Afganistan, Pakistan, Suriye) gerçekleşiyor olmasıdır. Bununla beraber terör eylemlerinin coğrafyası giderek yaygınlaşmaktadır. Terörden
dolayı 500 ve daha fazla ölümün olduğu ülke sayısı
11 olup, yeni terör ülkeleri arasında Somali, Ukrayna, Orta Afrika Cumhuriyeti, Güney Sudan ve Kamerun gibi ülkeler yer alıyor. Gelişmekte olan ülkeler
diye bilinen ve terörün yaygınlaşmaya başladığı bu
toplumların ortak özellikleri vardır. Bazılarında devlet sistemi ve hukuk düzeni tamamen çökmüştür
(başarısız devletler), bazıları ise derin istikrarsızlıklar yaşamakta veya kötü yönetimler, iç çatışmalar,
yozlaşma ve fakirlik gibi sistemik arızalarla maluldür.
Dünyadaki Terör Saldırıları (2000-2014)
Dünyadaki terör saldırılarından sorumlu olan örgütlerin başında ise Boko Haram ve IŞİD gelmektedir.
İstatistiklere göre bu iki örgütün eylemlerinden dolayı ölenlerin sayısı dünyadaki tüm terör mağdurlarının % 51’ine tekabül ediyor. Yalnızca Nijerya’da
ölenlerin sayısı 2014’te 7,512’dir. GTİ raporuna
göre, incelenen 160 ülke içinde en yüksek terör
riski taşıyan on ülkenin sekizi Müslüman ülkelerden
(Nijerya, Irak, Afganistan, Suriye, Libya, Pakistan,
Yemen, Somali) oluşurken, diğer ikisi de (Hindstan
ve Tayland) ciddi miktarda Müslüman azınlığı barındıran ülkelerdir (Bkz. peace.org/wp-content/uploads/2015/11/Global-Terrorism-Index-2015.pdf).
48
ARALIK 2015
Batı maalesef
çne grdğ
sosyo-ekonomk
ve syas
krzlerden
sonra şmd de
güvenlk krzne
grmştr ve
kendsn bu krz
sarmalından
kurtaracak
çıkış formüller
üretmekte
zorlanmaktadır.
Başka deyşle,
adeta kollektf
br toplumsal
akıl tutulması
yaşamaktadır.
ARALIK 2015
49
Terörizmle Mücadele Hakkında G-20 Bildirisi
Aydınlanmanın ve rasyonalitenin merkezi olan Avrupalı siyasiler, din adamları ve entellektüeller artan
terör konusunda medyanın kendilerine sunduğu
basit tanımlamalar ve çözümleri reddedip, sorunu
derinlemesine ele alıp, analitik düşünerek sağduyuya dayalı çözüm stratejileri geliştirmelidirler. Özellikle
IŞİD gibi dini kaynaklı bir ideolojiye dayalı terör eylemleri yapan örgütlere karşı mücadele yöntemleri
geliştirilirken ideolojik ve duygusal hareket etmek sorunları çözmez, ancak derinleştirir. Bu meyanda Batı
dünyasında Siyasi İslam konusunda ciddi akademik
ağırlığı olan Oliver Roy gibi analistlere kulak verilmelidir. Roy’un bizim de katıldığımız görüşü şudur:
aksine). Din cilasının ardında, eylem için eylem bu.
Üstelik cihadcılık, zamanında komünizmin yapmış
olduğu gibi, yerel “lanetliler” (ki bunlar solcular için
hiçbir zaman gerçekten proleterler, cihadcılar için
ise “göçmenler” olmamıştır; iki durumda da, daha
ziyade, sınıf düşmüş enteller ve marjinaller) ile, tutunamayanların bir saldırılığına da olsa efendi konumuna geçtiği bir âleme onları sokan büyük bir evrenselci dava (dün devrimdi, bugün cihad) arasında
bir köprü sunuyor. Cihadcıları büyüleyen, ilâhiyat
veya tasavvuf değil, eylem ve şiddet. Burada karşımıza çıkan şey, “radikalliğin islamîleşmesi”dir,
dinî bir radikalleşme değil” (Bkz., medyascope.
tv/2015/09/27).
“Cihadcılık öncelikle dünya çapında, küresel. Belirgin bir sebebe (Filistin, işsizlik) bağlı değil, altmışlı ve
yetmişli yıllarda gençliğin bir kısmını harekete geçirmiş olan Dünya Devrimi çağrısı çizgisinde. Belirli bir
kategoriye değil herkese hitap ediyor, ama herşeyden önce gençliği etkiliyor. Bu anlamda DAEŞ/IŞİD
de, El Kaide de, Action Directe (Doğrudan Eylem)
gibi, Baader-Meinhof çetesi gibi gençlik hareketleridir; ki bu da onları ataları olan komünist partilerden,
günümüzde de Müslüman Kardeşler’den/İhvan’dan
ayırt ediyor. Fakat aynı zamanda tüm başkaldıranlara da hitap ediyorlar, sadece Müslümanlar’a
değil (Müslüman Kardeşler’in/İhvan’ın durumu ise
buydu). Şayet Müslüman değilseniz, otuz saniyede din değiştirip büyük maceraya atılabiliyorsunuz
(diploma lâzım değil, dini araştırmakla geçirilen yıllar lâzım değil; yine Müslüman Kardeşler’in/İhvan’ın
Özetle, eğer karşı karşıya kaldığımız küresel boytlu bir IŞİD radikalizminin temelinde bizatihi islam
dininin kendisi değil de, küresel sisteme itirazın
formu olma ve bu yönüyle de yeryüzündeki tutunamayanların ve lanetlilerin çekici ideoljisi/örgütü
olması yatıyorsa, mücadele stratejisi buna göre
kurgulanmalıdır. Küresel düzlemde sosyo-ekonomik adaletsizliklerle ortak mücadele programlarının
geliştirilmesi, hızlı küreselleşmenin yarattığı dışlanmışlıkları ve marjinalleşmeyi aşacak bir kapsayıcı
siyaset, yerküremizdeki dini, etnik, sosyal tüm farklı
kimlikleri tolere edebilecek kuşatıcı yeni siyasi yaklaşımların üretilmesi gibi stratejiler zor görünse de
uzun vadede salt güce, silaha ve güvenliğe odaklı
stratejilerden çok daha etkin olacaktır. Savaş uçakları, tanklar ve füzeler kadar fikirlerin de önemli olduğuna inanmalıyız.
Terörle Mücadelede Doğru Strateji
50
ARALIK 2015
1. Paris’te 13 Kasım ve Ankara’da 10 Ekim tarihlerinde meydana gelen hain terör saldırılarını en güçlü şekilde kınıyoruz. Bunlar, tüm
insanlığı hedef alan kabul edilemez eylemlerdir. Terör mağdurlarına ve ailelerine en derin
taziyelerimizi sunuyoruz. Terörizmin bütün
biçimleriyle mücadelede, her nerede meydana gelirse gelsin, dayanışma ve kararlılığımızı
yineliyoruz.
2. Terörle mücadelede birlik içindeyiz. Terör
örgütlerinin yayılması ve terör faaliyetlerindeki kayda değer artış, uluslararası barış ve
güvenliğin muhafazasını doğrudan zayıflatmakta; küresel ekonomiyi güçlendirme ve
sürdürülebilir büyüme ile kalkınmayı sağlamaya yönelik devam eden çabalarımızı tehlikeye sokmaktadır.
3. Hiçbir durumda meşrulaştırılması mümkün
olmayan terörizmin her türlü eylem, yöntem
ve uygulamasını, bütün biçimleriyle, gerekçesi ne olursa olsun, nerede ve kim tarafından
işlenirse işlensin, kesin surette kınıyoruz.
4. Terörizmin herhangi bir din, milliyet, uygarlık veya etnik grupla ilişkilendirilemeyeceğini
teyit ederiz.
5. Terörle mücadele ülkelerimiz için önemli
bir öncelik olup, terörizmi artan uluslararası
dayanışma ve işbirliği çerçevesinde önlemek
ve durdurmak için birlikte çalışma kararlılığımızı, Birleşmiş Milletler’in bu konudaki
merkezi rolünü dikkate alarak ve Birleşmiş
Milletler Şartı ve uluslararası hukuktan doğan
yükümlülükler ile özellikle uluslararası insan
hakları hukuku, uluslararası mülteci hukuku
ve uluslararası insancıl hukuk uyarınca ve
ilgili uluslararası sözleşmeler, BM Güvenlik
Konseyi kararları ve BM Terörizmle Mücadele
Küresel Stratejisi’nin tam uygulanması marifetiyle yineleriz.
6. Ayrıca, özellikle bilgi değişimi konusunda
geliştirilmiş işbirliği, teröristlerin mal varlığının dondurulması, terörizmin finansmanının suç sayılması ve terörizm ile terörizmin
finansmanıyla bağlantılı olarak hedef odaklı
finansal yaptırım rejimleri vasıtasıyla, terörizmin mali kaynaklarıyla mücadele etme karar-
lığımız da, Mali Eylem Görev Gücü’nün (MEGG)
standartlarının tüm yetki alanlarında süratle
uygulanması dâhil olmak üzere, devam etmektedir. MEGG ilgili öneri ve enstrümanlarını uygulamaya devam edeceğiz. Terörizmin finansmanı ve hedef odaklı finansal yaptırımlar
ile uygulamalarının güçlendirilmesi amacıyla,
hukuki çerçeve dâhil, MEGG tarafından önlemler belirlenmesi çağrısında bulunuyoruz.
7. Terörizmle mücadele eylemlerimiz, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 2178
Sayılı kararında belirtildiği üzere terörizme
elverişli şartlar, şiddete varan aşırıcılık, radikalleşme ve eleman temin etmeyle mücadele,
terörist hareketlerin engellenmesi, terörist
propagandanın önlenmesine dayalı kapsamlı
bir yaklaşımın parçası olarak devam etmeli
ve teröristlerin, internet de dâhil olmak üzere, teknolojiyi, iletişimi ve kaynakları istismar
ederek terör eylemlerini teşvik etmelerinin
önüne geçilmelidir. Terörizmin doğrudan veya
dolaylı cesaretlendirilmesi, terör faaliyetlerin
kışkırtılması ve şiddetin övülmesi engellenmelidir. Şiddete varan aşırıcılıkla mücadele
için, gençleri de dâhil edecek şekilde sivil toplumu desteklemek ve toplumun tüm üyeleri
bağlamında kapsayıcılığı teşvik etmek üzere
her seviyede proaktif çalışma ihtiyacının farkındayız.
8. Büyüyen vahim yabancı terörist savaşçı akımı ve bu akımın kaynak, geçiş ve hedef ülkeler
dâhil olmak üzere bütün devletlere yönelttiği
tehdit nedeniyle kaygılıyız. Bu tehdide karşı,
bilgi paylaşımı, seyahatleri saptamak için sınır
yönetimi ve uygun cezai müeyyideler oluşturulması da dâhil olmak üzere, işbirliğimizi geliştirmek ve gerekli önlemleri almak suretiyle, mücadele etmek ve bu olguyu engellemek
için kararlıyız. Küresel havacılık güvenliğini
güçlendirmek için birlikte çalışacağız.
9. Dünyanın her yerinde devam edegelen ve
yakın zamandaki terörist saldırılar, terörizmle
mücadelede dayanışma ve uluslararası işbirliğinin artırılmasına olan ihtiyacı bir kere daha
ortaya koymuştur. Bu saldırıların mağdurlarını her zaman hatırlayacağız.
ARALIK 2015
51
DIŞ POLİTİKA
FRANSA’DAN BAYIR BUCAK’A
BİR KALIN ÇİZGİ
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Onursal Başkanı
T
arihinin en kanlı saldırısına geçtiğimiz ay
DAEŞ eliyle muhatap olan Türkiye’den sonra
Fransa da kendi tarihinin en kanlı terör saldırılarından birine yine DAEŞ eliyle muhatap oldu.
130 insanın hayatını kaybettiği, çok sayıda insanın
yaralandığı bu saldırının zamanlaması ve saldırıların
gerçekleştirildiği lokasyonlar oldukça enteresan.
Fransa ve Almanya milli takımlarının hazırlık maçında karşı karşıya geldikleri Stade de France’ın birkaç
yüz metre yakınında oldukça şiddetli bir patlama
gerçekleşiyor. Maçtan bir gün önce Almanya milli
takımının kaldığı otelde bomba olduğuna yönelik bir
ihbar yapılıyor ve Alman milli takımının konakladığı
otel değiştiriliyor. İhbardan bir gün sonra ise stadyumun çok yakınında bir yerde saldırı gerçekleşiyor.
Maçı izleyenler arasında Fransa Cumhurbaşkanı
Hollande da var.
Anlaşıldığı kadarıyla Fransa güvenlik güçleri bazı
saldırıların olabileceğine dair ihbarlar almış. Almanya milli takımının konakladığı otele dair yapılan ihbar
meselenin kamuoyuna yansıyan kısmı. Kamuoyuna
yansımayan boyutunda Fransız istihbaratının ve güvenlik güçlerinin zaafiyeti söz konusu. Diğer taraftan bu kadar komplike bir saldırının bir veya birden
52
ARALIK 2015
fazla istihbarat örgütünün desteği olmaksızın, bir
terör örgütü tarafından gerçekleştirilebileceği akla
yatkın gelmiyor. Neden Fransa’nın hedef olduğu
konusunda ise herkesin müttefik olduğu neredeyse
tek cevap var: Fransa’nın DAEŞ’e karşı ve küresel
ölçekte tüm “cihatçı” örgütlere karşı yürütülen mücadelede en ön safta yer alması.
Fransa son dönemde “uluslararası terörizmle” mücadele konusunda oldukça aktif bir politika izliyor.
10 bin civarında Fransız askeri Irak, Libya ve Batı
Afrika’da uluslararası terörizmle mücadele için sahaya inmiş durumda. Fransa’nın el-Kaide ile mücadele amacıyla 2013 yılında Mali’ye gerçekleştirdiği
müdahale hafızalarda tazeliğini koruyor. Suriye’de
DAEŞ’le mücadele eden koalisyonun da aktif bir
üyesi olan Fransa, Doğu Akdeniz’deki savaş gemilerinden Suriye içerisinde tespit ettiği noktaları vuruyor. Tüm bunlar Fransa’nın neden DAEŞ tarafından
hedef seçilmiş olabileceğine dair soruya cevap için
ikna edici veriler sunuyor gibi.
Bu çerçevede DAEŞ’in gerçekleştirdiği saldırı ile
Fransa’ya eğer Suriye içerisindeki mevzilerini bombalamaya devam ederse Fransa’nın birçok yerinde
benzer saldırılar gerçekleştireceği ve Fransa’da kaotik bir durum yaratacağı mesajı verdiği yorumları
yapılıyor. Konu üzerine fikirlerini ifade eden Batılı
araştırmacıların ve penceresi daima Batıya açık
entelektüellerin neredeyse tamamı bu perspektifle
meseleyi ele alıyor. Bu yaklaşım Fransa’nın DAEŞ’e
karşı ve “cihadist” örgütlere karşı dünya çapında
yürüttüğü mücadelenin; örneğin el-Kaide ile mücadele için Mali’ye müdahale etmesinin doğruluğu
ve meşruluğunu savunmak üzere değerlendiriliyor.
Diğer bir deyişle bu saldırı Fransa ve dünya kamuoyuna Suriye’de uluslararası barış ve güvenliği tehdit
eden unsur olarak tespit edilen DAEŞ’in ne kadar
doğru bir tespit olduğunu gösterir bir düzeyde ele
alınıyor, yorumlanıyor.
Doğrusu bu vahşi saldırının bu şekilde yorumlanıyor
olması oldukça konformist bir dış politika sürecinin sonucu. Terörle mücadeleyi sadece denizden
gönderilen güdümlü füzelerle birtakım lokasyonları
bombalamak olarak gören, Suriye’de ortaya çıkan
trajedik durumu DAEŞ çerçevesinde yorumlamanın
ötesine geçmeyen ve bu çarpık mücadele anlayışının neticesinde DAEŞ terör örgütüne karşı mücadele ettikleri simülasyonu sebebiyle PYD ve onunla
bağlantılı örgütlerle ilişki geliştiren, onları destekleyen hastalıklı zihniyetin bir neticesi.
Suriye’de çözüm konusunda Türkiye ile benzer bir
perspektife sahip olan Fransa’nın Cumhurbaşkanı Hollande’ın PYD’li teröristleri Cumhurbaşkanlığı
sarayında kabul etmesinin ardından terörizmin iyi-
ARALIK 2015
53
lemeden terörü lanetledi, teröre karşı tam bir birlik
görüntüsü sergiledi. Bu da kuşkusuz birilerine dert
birilerine de ders olacak bir fark.
inmişlerdi. Yani uluslararası veya bölgesel güçler
arasında doğrudan temas ihtimalinin söz konusu
olabileceği bir döneme girildi.
Bataklık Kurutulmadan
İran önce Hizbullah eliyle Suriye’deki savaşın seyrine
müdahale ettikten sonra Esed güçlerinin geçtiğimiz
yıl içerisinde gerilemesini önleyemeyince doğrudan
kuvvetlerini Suriye’de kullanmaya başlamıştı. Suriye
krizinin taraflarından bir diğeri Rusya ise 2015 yılının
ikinci yarısında Suriye içerisinde doğrudan operasyonlar gerçekleştirmeye başlamıştı.
Fransa’da gerçekleşen terör saldırılarından sonra Suriye meselesi uluslararası toplumun dikkatini
daha fazla çekmeye başladı. Bununla birlikte genel olarak Batılıların ayrıntıya takılıp resmin tamamındaki gerçekliği kaçırdığını söyleyebiliriz. DAEŞ
ile mücadelenin Suriye Krizini sona erdirmeyeceği
ya da hafifletmeyeceği
ortada. Bu çerçevede
Türkiye’nin çeşitli düzeyEsed’n, DAEŞ’n ya da
lerde yaptığı girişimlerin
PYD-YPG’nn zulmünden kaçarak
neticesinde şimdilik yeTürkye sınırlarına yığılan,
tersiz de olsa Suriye’deki
krizin bütününe dönük
hayatlarını güvence altına almak
bir uluslararası perspeksteyen tüm unsurlara Türkye
tifin gelişmeye başladığı
ev sahplğ yaptı. Türkye’ye
söylenebilir.
sinin kötüsünün olmadığı, terörizme destek olarak
algılanabilecek bu gibi hareketlerin hem müttefik
ülkeler arasındaki hukuku zedeleyebileceği hem de
uluslararası terörizme motivasyon sağlayabileceği
uyarısında bulunduğumuzda Fransız dostlarımız ne
demek istediğimizi anlamamış gibi davranmışlardı.
Gelinen nokta hiçbir biçimde kabul edilemeyecek
bu menfur terör saldırısı oldu. Yine de Fransa ve
Batı kamuoyunun meselenin analitik bir analizini
yaptıklarını söylemek zor.
Bununla birlikte, mesele hala DAEŞ meselesi olarak yorumlanmaya ve Fransa dış politikasına bu
argümanla motivasyon sağlanmaya devam ediliyor.
Hâlbuki DAEŞ Esed rejiminin yarattığı bataklıkta
uçuşan sineklerden sadece birisi. Bataklık kurutulmadığı sürece sineklerle mücadelenin geçici rahatlamalar getireceği bir türlü anlaşılmıyor. Dahası yaşanan saldırılardan bu bataklıktan kaçmış, en temel
insan hakları olan yaşama hakkını güvence altına
almaya çalışan Suriyeli mülteciler mesul tutuluyor.
Sanki milyonlarca Suriyeli mülteciyi kabul etmiş gibi
Avrupa ülkeleri mülteci kabulünü durdurduklarını
açıklıyorlar. Bu yaklaşımın bir önceki aşamasının
54
ARALIK 2015
İlerleme Raporu şantajı olduğunu bir önceki yazımda ifade etmiştim. Bu gidişle bir sonraki aşamasında Avrupa devletlerinin hükümetleri tarafından
İslamofobinin sistematik, bilinçli bir politika haline
dönüştürüleceğini tahmin etmek zor değil.
Bosna Savaşı esnasında savaş manzaralarını gören
Fransız belgeselci Henry Levy, “Avrupa Bosna’da
öldü” demişti. Levy’nin bu tespitini onaylayan gelişme Suriye’de gerçekleşmek üzere. Avrupalılar
korkunç bir hummaya yakalanmış gibi tehlikeli bir
ezberi sayıklamaya, bataklığın sinekleriyle uğraşmaya devam ediyorlar. Bataklığın sahibi ise şen
şakrak, Halep’e yürüyerek yeni bir insanlık trajedisi
yaratmak üzere. Bu trajedilere sırt çevirdikten sonra
bataklığı sineklerin yarattığı tespitini yapmak hangi
akılla açıklanabilir?
Bu saldırının kamuoyunda karşılanma biçimiyle ilgili
kuşkusuz herkesin dikkatini çeken Türkiye’yle bariz farklarını zikretmeden geçmeyeceğim. Bizimkinin aksine Fransa kamuoyu ilk günlerde asla kendi
hükümetini ne istihbarat zafiyetleriyle suçladı, ne
de bu olay dolayısıyla kendi hükümetlerini suçladı.
Hatta kendi aralarında bir görüş ayrılığı bile sergi-
Tüm bunlar dikkate alındığında Suriye’de uluslararası bir çözüm ihtimalinin
oldukça ciddi bir çaba
gerektirdiği
görülüyor.
İmkânsız değil ancak tarafların mevcut pozisyonlarında ciddi bir esneme
olmaksızın oldukça zor.
Rusya, Suriye içerisindegelemeyenlere se yardım
ki mevzileri Akdeniz’deki
Fransa tarafından BM
malzemelernn ulaştırılablmes
denizaltılarından fırlatılan
Güvenlik Konseyi’ne suçn tüm önlemelere rağmen cdd
nulan karar tasarısının
füzelerle vurmaya devam
ardından Rusya da Suediyor. Dahası Rus yetkiçaba sarf ett. Bu çerçevede Bayır
riye’deki krize dair BM
lilere dayanılarak yapılan
Bucak Türkmenlerne de Türkye
Güvenlik Konseyi’ne bir
haberlerde Rusya’nın bu
htyaç duydukları her an yardım
karar tasarısı sunmuş
hedefleri vururken uzun
ancak tasarı BM Güeln uzatmaktan ger durmadı.
menzilli füzelerin yanı sıra
venlik Konseyi üyelerinin
seyir füzeleri yani cruise
büyük bir kısmı tarafından
füzeleri de kullandığı idEsed rejimi ile işbirliği öngördia ediliyor. Rusya’nın Doğu
düğü gerekçesiyle reddedilmişti.
Akdeniz’de gerçekleştirdiği bu eylemlerin Suriye
Krizi ve DAEŞ sorunundan çok daha öte bir anlam
Bununla birlikte ilerleyen dönemde Suriye’deki iç
savaşı bitirmeye dönük uluslararası diplomasi belir- taşıdığı üzerinde uzun uzadıya durmaya gerek yok.
gin biçimde hareketleneceğe benziyor. Dolayısıyla
Suriye Krizi’nde son dönemece gelindiği kanaati
yaygınlaşmaya başladı. Yine de bu konuda itidalli
olmakta, krizin uluslararası bir fay hattı halini aldığını
dikkate almakta fayda var.
Taraflar Suriye’de artık vekâleten savaştan doğrudan savaşa geçmiş durumdalar. Rejime karşı muhalefet eylemleri biçiminde başladıktan sonra şiddetin tırmanmasıyla birlikte bir iç savaşa dönüşen
Suriye Krizi’nde 2014’ten itibaren taraflar sahaya
Suriye konusunda akıllardaki en ciddi soru işareti
ABD ile Rusya’nın Suriye’nin geleceği konusunda
anlaşıp anlaşmadıkları. ABD Dışişleri Bakanı John
Kerry’nin Türkiye ile ABD’nin Suriye sınırını temizlemeye başlayacağını açıklamasının ardından
Rusya’nın Suriye’deki müdahalesinin Esed rejimini
korumaya yönelik değil Suriye devletini korumaya
yönelik olduğunu ifade etmesi ve Rusya’nın Suriye’deki operasyonları hakkında mutedil bir yaklaşım benimsemesi bu yöndeki kanaatleri kuvvetlen-
ARALIK 2015
55
İran’ın, Esed rejiminin ve hatta İsrail’in de birer
DAEŞ’i var. Çünkü DAEŞ her kapıyı açan nitelikli bir
maymuncuk. Suriye Krizi’ni bir bütün olarak ele almayıp sadece DAEŞ’i bir tehdit olarak gösteren her
aktörün bir DAEŞ’i olduğu düşünülebilir. DAEŞ’in
yarattığı genişlik ise ABD dış politikasının iflasını beraberinde getiriyor.
Suriye’de
çözümün
DAEŞ’le
mücadeleyle
aynı kararlılıkta Esed rejiminin bitmesi gerekliliğinde olduğu artık net bir
biçimde ve kararlı bir dille
ifade edilmeli ve politikalar bu merkezde belirlenmeli. Bunun dışındaki her
alternatif idare-i maslahat
olacaktır ve sadra şifa
netice üretmeyecektir.
Bayır Bucak ve Fransa
Olayları Birbirinden
Ayrı Değil
diriyor. Ancak tüm bunları ABD Başkanı Obama’nın
dış politika paradigması olarak beliren ve “smartpower” olarak adlandırılan yaklaşım çerçevesinde
değerlendirmenin daha doğru bir analiz olacağı
söylenebilir.
“Smart power” kavramı çok kabaca askerî güç
olarak tanımlanabilecek “hard power” ile yine çok
kabaca kültür, politik değerler, ekonomik güç öğeleri ile tanımlanabilecek “soft power”ın bir bileşkesi
olarak takdim edildi. Ancak Obama yönetimi kavram “telif hakkı sahibi” Joseph Nye’ın anladığından
farklı bir biçimde uygulamaya geçirdi. Obama’nın
“smart power”a yüklediği anlam da zaten ABD’de
muhalif kesimler tarafından “devekuşu doktrini”
olarak adlandırıldı.
Smart power’ın ABD dış politikasında yarattığı salınımlar Suriye konusunda aktörlerin daha radikal
salınımlarını beraberinde getirdi. Diğer bir deyişle
küresel ve bölgesel güçlerin Suriye ve bölge politikasında geçtiğimiz 5 yıl boyunca dış politikalarının
ciddi kırılmalar yaşamasının en önemli sebebinin
56
ARALIK 2015
ABD dış politikasında kararlı bir tavrın belirmemesi
olduğu söylenebilir. Yani smart power kavramının
kriz alanlarına müdahale konusunda ABD dış politikasında yarattığı belirsizliğin etkisi diğer aktörler
tarafından daha net ve sarsıcı biçimde hissediliyor.
Neticede oluşan güç boşlukları da DAEŞ ve YPG
gibi terörist yapılar tarafından dolduruldu.
Herkesin DAEŞ’i Kendine
Analiz bu şekilde kurulduğunda DAEŞ’in büyük
resmin önüne geçirilmesinin ABD dış politikasını da
zafiyete uğrattığı söylenebilir.
DAEŞ’in sadece Suriye’de değil bölgede çeşitli
aktörlere meşruiyet sağlayan bir enstrüman haline dönüştüğü üzerinde daha önce de durmuştuk.
Öyle ki son dönemlerde Suriye rejiminin eli kanlı
diktatörü Beşar Esed dahi Suriye’den DAEŞ tehdidi silinmeden yönetimden ayrılmayacağını söyledi. DAEŞ’in bu çok fonksiyonlu İsviçre Çakısına
benzeyen hali ortaya şöyle bir durum çıkarmış gibi
gözüküyor. Aslında Suriye’de her ülkenin bir DAEŞ’i
var. Almanya’nın, Fransa’nın, ABD’nin, Rusya’nın,
bildi. Hâlbuki eli kanlı diktatör Esed’in komutanları
son bir aydır kısa sürede netice alabileceklerini umdukları bu plan üzerinde çalışıyorlardı.
Esed rejimi ülkenin kuzeyindeki bu stratejik bölgeyi
ele geçirebilmek için önce Halep’e doğru hareket
ederek muhalif grupların güçlerinin önemli bir kısmını Halep’e kaydırmasını
sağladı. Ardından ikinci bir orduyla Türkmen
Bosna Savaşı esnasında savaş
Dağı’na yönelen Esed
manzaralarını gören Fransız
güçleri Halep’e doğru
kaydırılan muhalif kuvbelgeselc Henry Levy, “Avrupa
vetlerle Türkmen Dağı
Bosna’da öldü” demşt. Levy’nn
arasındaki
bağlantıyı
bu tesptn onaylayan gelşme
kesti ve korumasız kaldığını düşündüğü Türkmen
Surye’de gerçekleşmek üzere.
Dağı’nı kısa bir sürede
Avrupalılar korkunç br hummaya
ele geçirmeyi planladı.
Ancak Esed’in zulüm sayakalanmış gb tehlkel br
rayındaki planın şimdilik
ezber sayıklamaya, bataklığın
Türkmen Dağı’na uymasnekleryle uğraşmaya devam
dığı söylenebilir.
edyorlar. Bataklığın sahb se şen
şakrak, Halep’e yürüyerek yen br
nsanlık trajeds yaratmak üzere.
Suriye’de Türkmenlerin
yoğun biçimde yaşadıkları Bayır Bucak bölgesinde, özellikle Derhanne,
Kızıldağ ve Fırınlık köyleri
civarında Esed rejimine bağlı güçlerin Rus savaş
uçaklarının da desteğiyle gerçekleştirdiği operasyonlar şiddetini arttırarak sürüyor.
Rejim kuvvetlerine askerî açıdan önemli bir üstünlük sağlayacak Kızıldağ bölgesinde yoğunlaşan çatışmaların uzamasının ya da Esed rejiminin bölgeyi
düşürmesinin Türkiye’ye doğru yeni bir göç dalgası
yaratabileceğinden endişe ediliyor. Daha da önemlisi Esed rejiminin kontrolüne geçen bölgelerde gerçekleştirilebilecek toplu infazlardan korkuluyor.
Aslında Türkmen Dağı olarak anılan bölge tek bir
dağ değil, dağlık bir bölge. Dolayısıyla bir iki günde
kesin bir neticenin elde edilmesi oldukça zor. Bununla birlikte olanca gücüyle ve Rus savaş uçaklarının desteğiyle yüklenmesine rağmen Esed rejiminin
beklediğinin çok altında bir ilerleme gerçekleştire-
Bu yazı hazırlanırken sahadan gelen son bilgilere göre Gimam, Zuveyk
Köyü ve Acısu Kavşağı’nı
ele geçiren rejim güçleri
Türkiye’ye 5 kilometre mesafede olan ve bölgenin en önemli yükseltisi olması açısından stratejik bir öneme sahip Kızıldağ’ı
kontrol altına alabilmiş değil.
Bayır Bucak Türkmen Dağı Kültür Eğitim ve Yardımlaşma Derneği Başkanı Mehmet Ali Öztürk
Türkmen Dağı’nı savunan muhalif grupların buradaki savunmayı İkinci Çanakkale olarak gördüklerini; kesinlikle geri çekilmeyeceklerini tekrarladıklarını belirterek yaşanan gelişmelerin önemini ortaya
koyuyor.
Esed rejimi geçtiğimiz yıl asker toplamakta zorlandığını net bir biçimde dile getirmişti. Uzun zamandır
Esed rejiminin asker ihtiyacını Afganistan, İran gibi
ülkelerden getirilen Şii paralı askerlerden sağladığı,
teşkil ettirilen askerî yapıların komutanlığını da İranlı generallerin veya daha düşük rütbeli subayların
yaptığı bilinen bir durum. Yani Esed rejimi varlığının
ARALIK 2015
57
DIŞ POLİTİKA
devamını meseleyi bir kimlik meselesine, yaşanan
çatışmaları mezhep çatışmasına dönüştürerek sağlama gayretinde. Bu durum sadece Suriye’de değil
bölgede tehlikeli gelişmelerin önünü açabilir.
İlk günden itibaren bölgede böyle bir tehlikenin var
olduğunu gören Türkiye’nin sorumlu politikalarının
şimdiye kadar bu tehlikenin büyümesini önlediği söylenebilir. Esed’in, DAEŞ’in ya da PYD-YPG’nin zulmünden kaçarak Türkiye sınırlarına yığılan, hayatlarını
güvence altına almak isteyen tüm unsurlara Türkiye
ev sahipliği yaptı. Türkiye’ye gelemeyenlere ise yardım malzemelerinin ulaştırılabilmesi için tüm önlemelere rağmen ciddi çaba sarf etti. Bu çerçevede Bayır
Bucak Türkmenlerine de Türkiye ihtiyaç duydukları
her an yardım elini uzatmaktan geri durmadı.
Tüm bu gelişmeler yaşanırken yine de Türkiye, Bayır
Bucak Türkmenlerine ve Türkmen Dağı’na yardım
etmemekle itham ediliyor. Bayır Bucak Türkmenlerine yardım götüren tırların önünü Paralel Çete’nin
organizasyonuyla kesenlerin bugün Bayır Bucak
Türkmenlerine yardım edilmiyor yaygarasını koparanlar olduğunu görmek insanı hayrete düşürüyor.
Dahası bu kişiler öylesine bir düşünsel terör estiriyorlar ki örneğin Mali’deki terör saldırısı hakkında görüş
bildiren kimseler bir çırpıda hain ilân ediliveriyor.
58
ARALIK 2015
Türkiye uzunca bir süredir Esed rejiminin bir sonraki
hedefinin Bayır Bucak Türkmenleri olduğunu, Esed
rejiminin Suriye içerisinde sivillere dönük sistematik
katliamlar gerçekleştirdiğini uluslararası platformlarda dile getirirken Türkiye’yi Suriye’nin içişlerine
karışmakla suçlayanların şimdi Bayır Bucak Türkmenleri ve Türkmen Dağı saldırısı hakkında konuşabiliyor olması samimiyetsizliklerinin, siyaseti ve
uluslararası politikayı nasıl ucuz bir mantıkla değerlendirdiklerinin göstergesi.
Sosyal paylaşım sitelerine Türkmen Dağı kelimesini yazdığınızda Bayır Bucak Türkmenleri üzerinden
Osmanlı mirasına dönük nasıl bir nefret kusulduğunu görebilirsiniz. Dahası AK Parti hükümetini “mezhepçilik” yapmakla itham edenlerin nasıl bir mezhep kiniyle Bayır Bucak Türkmenlerine yönelik Rus
savaş uçaklarının salvolarını alkışladıklarına hayretle
şahitlik edebilirsiniz.
Esed zulmüyle abad olacaklarını zannedenler büyük bir yanılgı içerisindeler. Bugün Suriye’deki Türkmenler, Sünni Arapları ve PYD-YPG ile aynı çizgide
olmayan Kürtlere yönelen zulmün yarın bu zulme
destek verenlere yöneleceğini bilmek gerekiyor.
Zira zulm ile âbâd olanın âhiri berbad olur.
…
R
A
L
l
R
l
D
L
A
S
A
’D
A
S
N
A
R
F
N
E
D
i
N
YE
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
SDE Uzmanı
13
Kasım gecesi Fransa için büyük bir
kâbusa dönüştü. IŞİD tarafından şehir
genelinde yedi ayrı noktada düzenlenen
saldırılarda 129 kişi hayatını kaybetti ve çok sayıda yaralı var. Bu saldırı, bundan on ay önce yine
Paris’te düzenlenen Charlie Hebdo saldırısından
önemli bir farklılık gösteriyor. Charlie Hebdo saldırısının nedeni olarak, dergide yayınlanan karikatürlerden hareketle Hz. Muhammed’e (s.a.v) edildiği öne
sürülen hakaretler gösterilmişti. Bir anlamda hakaretlere bir cevap olarak saldırılar düzenlenmişti. Bu
cevabın haklı veya haksız olduğu elbette tartışmalı.
13 Kasım saldırısında ise bu tür bir neden gösterilmiyor. 13 Kasım saldırıları, Ankara, Beyrut gibi uluslararası boyutu olan bir saldırılar dizisinin son ayağı
olarak dikkat çekiyor. IŞİD bu saldırıların, batıya karşı başlatılan savaşın ilk adımları olduğunu ifade etti.
Fransa başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinde
de bu tür saldırıların düzenleneceğini duyurdu.
13 Kasım’daki saldırıların son derece profesyonelce planlandığı ve hayata geçirildiği görülüyor. Saldırı mekânları seçilirken bu mekânların sembolik
anlamlarına odaklanılmış. Ayrıca zamanlama açısından da uluslararası konjonktür takip edilmiş. Saldırılar, Stade de France’ın çevresinde başladı ve bir
saatten kısa süre içerisinde Paris’in X. ve XI. ilçelerinde yaşandı. Bu ilçeler, yoğun genç nüfus barındıran, kültür hayatını önemseyen, siyasi ve sosyal
duyarlılıkları bulunan kozmopolit bölgeler olarak
bilinir. Buralardaki restoran, teras, konser salonu,
ARALIK 2015
59
vap olarak yaptılar ve yaşam
tarzlarına sahip çıktıklarını
göstermek istediler.
kafe gibi yerlerde saldırıların düzenlenmesi, kent
yaşamının pratiklerine yönelik bir meydan okumaya
karşılık geliyor. Cuma akşamı iş çıkışı restoranları,
konser salonlarını, kafeleri dolduran vatandaşların
yani halkın teker teker vurularak öldürülmesi, eylemlerin acımasızlığını göstermenin ötesinde tek tek
insanları hedef alarak bir medeniyet ve yaşam tarzı projesine karşı yapıldığını vurgulamak açısından
önem taşıyor. Buna ek olarak Stade de France’ta
oynanmakta olan Almanya-Fransa dostluk maçını
izleyenler arasında Fransa Cumhurbaşkanı ile Almanya Dışişleri Bakanı da bulunuyordu. Bu açıdan
son derece keskin mesajlar ortaya çıkıyor. Güvenliğin en yüksek düzeyde olduğu bu duruma rağmen
saldırılar hayata geçirilebildi. Bu durumda Fransız
devletinin, istihbarat ağını, istihbarat servislerinin
teknolojik ve beşeri altyapısını yeniden gözden geçirmesi bir zorunluluk olarak beliriyor.
Herhangi bir somut olay üzerinden hareket edilmemesi ve doğrudan vatandaşların hedef olarak seçilmesi, Batı tarzı siyasi ve sosyal yapıya karşı girişilen
savaşta yeni bir aşamaya geçildiğini gösteriyor. Bu
yeni aşamada her iki taraf için de öne çıkan söylem,
savaş söylemi oldu. Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande, Charlie Hebdo saldırısının ardından
verdiği tepkiden farklı olarak Fransa’nın savaşta
olduğunu belirtti. Bu doğrultuda Fransa’da sınırlar
kapatıldı, olağanüstü hal ilan edildi. Saldırıların hemen ardından vatandaşların evlerinden çıkmamaları
yönünde telkinler yapıldı, toplu gösteriler düzenlenmesinin tehlikeli olacağı belirtildi. Ancak Fransızlar
bu teyakkuz halini fazla sürdürmeye yanaşmadılar.
Saldırılardan birkaç gün sonra yeniden restoranları, kafeleri doldurdular. Bunu teröre karşı bir ce-
60
ARALIK 2015
IŞİD’in bu saldırıları düzenleme hedefiyse Suriye ve
Irak başta olmak üzere Orta
Doğu’daki savaşı Batı’ya
genişletme olarak dile getirildi. IŞİD’in bu yaklaşımı,
içerisinde bulunduğu durum
açısından bazı anlamlar barındırıyor. Bir yandan ABD
öncülüğünde kurulan koalisyonun yanı sıra Rusya’nın
hava saldırıları devam ediyor. IŞİD bu sırada toprak
kayıpları yaşadı ve hareket alanı kısıtlandı. Ayrıca
petrol kuyularının vurulması sonucunda gelirlerinde ciddi bir düşüş yaşamaya başladı. Bir anlamda
“devlet kurma” iddiasındaki bir örgüt için üstesinden gelinmesi kolay olmayan sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bir devlet yapılanmasından söz edebilmek için öncelikle güvenliğin sağlanması, vergi
sisteminin işletilmesi, sağlık-eğitim-altyapı hizmetlerinin düzenli biçimde verilmesi gibi temel unsurların yerine getirilmesi gerekiyor. IŞİD bu unsurları
karşılamakta zorlanmaya başladı. Bu nedenle yeni
bir sıçrama yapabilmek için Ankara, Beyrut ve Paris
saldırılarını düzenlemek, Mısır’dan Rusya’ya giden
sivil uçağı düşürmek gibi eylemlerle yeni bir strateji
geliştirmeye çalışıyor. Bu strateji, Irak-Şam hattında
kurma iddiasında olduğu devletten yani iç alandan
ziyade uluslararası alan üzerinden şekillenecek gibi
görünüyor. Örgüt, meşruiyetini artırmak ve kitlesel
desteğini sağlamlaştırmak amacıyla uluslararası
düzlemde daha faal hale gelmeye çalışıyor. Sonuç
olarak Paris saldırısı benzeri eylemlerin devam etmesiyle IŞİD, hem konjonktürel hem de ontolojik
meydan okumalar karşısında kendisini ispat etmeye çalışıyor.
Fransa, Avrupa’da en yüksek Müslüman nüfusa
sahip ülkeler arasında yer alırken aynı zamanda
radikalizasyonun da en fazla olduğu ülkelerden bir
tanesine işaret ediyor. Bu köktenci zeminden dolayı Fransa’da eylem düzenlemek teröristler için
daha tercih edilir oluyor. Ayrıca IŞİD, saldırılarını
Fransa’da düzenleyerek bu büyük Müslüman nüfus
içerisinden daha fazla destekçiye ulaşmayı hedeflemiş. Bu kitle üzerinde oluşacak baskının, kendisini
Prof. Jean-Franços Bayart’ın Lbératon gazetesnde altını çzdğ gb Fransa’nın ve Avrupa’nın
son kırk yıllık dış poltkası, bu olayların yaşanmasında etkl oldu. Bayart’a göre Flstn
sorunuyla lgl yaşanan ayrışma, Türkye le üyelk fırsatının yakalanamaması, Fransa’nın petrol
monarşleryle yaptığı ttfaklar gb nedenlerle Orta Doğu’da radkalzasyon arttı ve kâbus büyüdü.
güçlendireceğini öngörmüş. Zira IŞİD açısından en
önemli kazanım, kamusal alanda keskin bölünmeler
yaratmaktan geçiyor. Müslümanlar ve Müslüman
olmayanlar, Batılılar ve Doğulular, Müslümanlar ve
Haçlılar gibi insanlık tarihinde her zaman çatışmayla
sonuçlanan, insanlığı bölen, bir arada yaşama yollarını tüketen söylemler üzerinden rakip/düşman/
öteki yaratmaya çalışıyor. Bu sırada Avrupa’daki sıradan Müslümanlar açısından yaşanan sorunlu dönemin daha da zorlaşacağı ileri sürülebilir. Avrupalı
Müslümanların kendilerini ifade etme ihtiyaçlarının
ve paralel biçimde sorunlarının artacağı öngörülebilir. Bununla birlikte şunu da belirtmek gerekir ki
Paris saldırıları konusu aşırı sağ tarafından popülist
bir tutumla Avrupa’daki Müslümanların dışlanmaları yönünde bir eğilimi güçlendirse de bu perspektifi
aşan bir durum bulunuyor. Avrupa’daki Müslüman
cemaatleri aşan ve bu cemaatlerle doğrudan ilişkilendirilmesi zor bir gerçeklik söz konusu. Avrupa toplumunun ayrılmaz bir parçası haline gelmiş
Müslümanların, neoliberal politikaların da etkisiyle
toplumsal, ekonomik ve siyasi dışlanmayla karşılaştıkları gerçeği geçerliliğini korurken, bu terör olaylarını hem bundan ayrıştırmak hem de bununla birlikte düşünmek önem taşıyor. Bu açıdan bu olayları
anlamaya ve açıklamaya çalışırken pek çok unsuru
bir arada göz önünde bulundurmak ve bu karmaşık bağlar üzerinden aklıselim tartışmalar yürütmek
önem taşıyor.
Müslümanların Avrupa’daki durumları bu terörün
ortaya çıkmasındaki etkenlerden bir tanesine karşılık gelirken bir diğer etken Fransa’nın Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde sürdürdüğü geleneksel politikaya karşılık geliyor. Prof. Jean-François
Bayart’ın Libération gazetesinde altını çizdiği gibi
Fransa’nın ve Avrupa’nın son kırk yıllık dış politikası,
bu olayların yaşanmasında etkili oldu. Bayart’a göre
Filistin sorunuyla ilgili yaşanan ayrışma, Türkiye ile
üyelik fırsatının yakalanamaması, Fransa’nın petrol
monarşileriyle yaptığı ittifaklar gibi nedenlerle Orta
Doğu’da radikalizasyon arttı ve kâbus büyüdü. Bunun dışında Fransız dış politika geleneğinin bir yansıması olarak Orta Doğu’ya ve Afrika’ya düzenlenen
müdahaleler, bu bölgelerdeki otoriter rejimlerin desteklenmesi, demokrasiye ve bireyin değerine bağlılığın bu coğrafyalarda Fransa’daki kadar savunulmaması ve ticari amaçlarla yapılan silah anlaşmaları
gibi nedenler, günümüzde yaşanan terörü değerlendirirken nedensel etkenler arasında yer alıyor.
Paris’teki saldırıları düşünürken çok boyutlu ve karmaşık unsurları bir arada ele almak ve bir arada
yorumlamak gerekiyor. İslamofobinin bu olaylardaki
etkisini düşünürken radikalizasyon ile din değiştirme eğilimlerini birlikte dikkate almak bir gerekliliğe
işaret ediyor. Bunu, neoliberalizmin yarattığı kitlesel
işsizlikten ve dezendüstrializasyondan ayırmamak
önem taşıyor. Bir yandan iç politikadaki sorunları
tanımlarken öte yandan dış politikadaki pragmatik
ve bencil tutumların uzun vadeli etkileri analiz edilmeyi bekliyor. Uluslararası ilişkileri var eden devletler sisteminin dışlayıcı ve bireyi radikalleştiren yanı
eleştirilmeyi hak ediyor. Tüm bu unsurlar tartışılırken
siyasi düzlemde her bir unsurun etki düzeyi farklı
yorumların konusu olacaktır. Ancak bu tartışmanın
tüm zıtlıklara rağmen devam etmesi, özgürlüklerin
söylemden çıkıp uygulamaya geçtiği alanı oluşturacaktır. Böylelikle siyasi alanın genişlemesiyle bireyler kendilerini bu siyasi alanın “yapıcısı” ve parçası
olarak görecekler ve toplumlar, kültürler, mahalleler
vb. arasındaki ara yüzler artacaktır. Ara yüzler bulundukça radikalizasyon/terör/düşman söylemleri
geriler. Benzer şekilde ölüm bir adım daha geriye
atılır. Aksi takdirde vatandaşlara korku ve tereddüt
yüklendikçe militarizasyon artar. Bu da hem devletleri müdahaleci kılar hem de silahlı örgütlerin alanını
genişletir. Bunun sonucunda ölüm kaçınılmaz hale
gelir. Tüm dünya için dileğimiz olsun. Ölüme, son
noktaya gelmeden anlaşabilmek ümidiyle…
ARALIK 2015
61
DIŞ POLİTİKA
SURİYE’DE BAYIR BUCAK
ve VURULAN UÇAK
Aydın BOLAT
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
ikinci orduyu konumlandırmış durumda. Türkiye başından beri burada bir güvenli bölge oluşturulmasını talep ediyor. Mültecilerin karşılanması, buradaki
mültecilerin yönlendirilmesi ve PKK Kürdistanının
engellenmesi noktasında Türkiye’nin kararlı bir duruşu var, dolayısıyla Türkiye’nin o bölgeye yönelik
askeri müdahalesini engellemek adına da böyle bir
operasyonu yapıyorlar.
S
uriye küresel bir kriz alanı ve örtülü gibi görünse de burada bir dünya savaşı devam etmektedir. Burada küresel ve bölgesel aktörlerin
güç mücadelesi vermekte olduğunu görüyoruz. Bugünkü Suriye merkezli Orta Doğu coğrafyasının sınırları kimseyi memnun etmiyor, yani herkes burada
yeni bir düzen kurmak ve Sykes-Picot Anlaşması’nı
güncellemek için bir çaba içerisinde görünüyor. Bugün en güncel konu da Hatay’ın Yayladağı sınırlarına yakın Bayır Bucak bölgesi ki asırlardır Türkmen
kardeşlerimizin yaşadığı bir bölge, buraya yönelik
saldırılar var; Ruslar havadan, rejim askerleri karadan bu bölgeye saldırıyor.
bölgesi ve dolayısıyla burayı düşürmek Kürt koridorunun oluşmasında çok önemli.
İkincisi; Suriye parçalanmış durumda, sadece Şam
Lazkiye hattında Şii-Nusayri devleti kurma çabası var, dolayısıyla onun sınırlarını genişletip burada
kendilerine bir güç toplamak istiyorlar.
Bununla ilgili onlar için üç amaç var.
Bu durum Rusya’nın Lazkiye ve Tartus’ta üstlerinin olması ve bu üstleriyle Doğu Akdeniz’de güçlü
kalmak istemesi sebebiyle işine gelir. Bunun Esed
rejimine destek olarak sağlanacağını düşünüyor
dolayısıyla orada kurulacak bir Nusayri devletin sınırlarını genişletmek ve olabildiğince güçlü tutmak
için bir çaba içerisine giriyorlar.
Birincisi; Akdeniz’e de uzanması planlanan Kürt
koridorunun, Akdeniz’e çıkış kapısı Bayır Bucak
Üçüncüsü ise; Türkiye’yi rahatsız etmek. Türkiye,
özellikle Fırat’ın batısında Cerablus-Azez hattında
62
ARALIK 2015
Bayır Bucak saldırılarının; Türkmen grupların Cerablus bölgesinde DAEŞ’e karşı başarılı operasyonlar
yaparak 4 köyü ve bazı yerleşim yerlerini kurtarmalarından hemen sonra başlaması çok manidardır.
Amerika ile Rusya’nın Çıkara Dayalı
Paslaşmaları Var
Amerika ve koalisyon güçleri, Türkiye’ye karşı başka, Rusya ile İran’a karşı başka davranıyorlar, rejim için arkadan dolaşıyorlar yani söylemleri başka
eylemleri başka türlü. Belli ki Amerika ile Rusya’nın
kendi aralarında çıkara dayalı bir paslaşmaları var.
Rusya bir yandan Viyana’daki siyasi çözümü desteklerken öte yandan Suriye’de askeri harekâtı tırmandırmakla tam bir çelişki sergiliyor.
Özellikle Türkiye’nin 911 km sınırı olan Suriye hattında güç kazanmasını, oynanan oyunları bozmasını istemiyorlar. Türkiye sadece o bölgedeki
Türkmenlere değil Araplara da, Kürtlere de destek
verdi, veriyor.
Dün Kobani düşüyor diye yeri göğü ayağa kaldıranlar bugün Türkmen dağı için çıtlarını çıkartmıyorlar.
MİT yardım tırlarına operasyon çekerek Türkiye’yi
dünyaya terör gruplarına yardım yapmakla itham
edenlerin ve jurnalleyenlerin bu gün kimlerin ekmeğine yağ sürdükleri, kimlerin ajanlığını yaptıkları da
apaçık gün yüzüne çıkmıştır.
Türkmen Grupları Hala Güçlü Durumdalar
Rusya buraya DAEŞ’le mücadele için girdiğini söylüyor ama desteklediği operasyonlarla Türkmen dağını ve oradaki sivilleri hedef alıyor. Bu güne kadar
400’e yakın sivilin öldürüldüğü, 97 kadarının çocuk
olduğu söyleniyor. Bu çok yanlış bir tutum. Ancak
Türkiye buradaki bütün aktörlerle diplomatik ilişkilerini sürdürüyor.
Bize gelen bilgiler biraz abartılı geliyor, tabi o bölgedeki Türkmen grupları hala güçlü durumdalar.
Türkiye hem sınır hattında hem de iç bölgelerde
desteğini sürdürüyor. Bu uzun süreli bir savaş, Türkiye bu aşamada riskli bir konumda ve daha dikkatli
olmak durumunda. Türkiye terörist bir devlet gibi de
davranamaz, fakat bu noktada gücünü göstermek
durumundadır. 2,5 milyon mülteciyi barındırması ve
911 km sınır bulunması hasebiyle Suriye için oluşturulan siyasi çözüm masasının en önemli yerinde de
Türkiye oturmaktadır.
ARALIK 2015
63
Vurulan Rus Jeti
Esed rejiminin çağrısı üzerine 30 Eylül’den itibaren
Suriye’de operasyonlara başlayan Rusya DAEŞ’le
mücadele için meşruiyet pozları verdikten sonra
Esed için tüm muhalifleri terörist ilan ederek havadan bombalamalarını 2 aydır sürdürüyor.
Özellikle Kasım ayının ikinci yarısından itibaren Ruslar havadan, savaş gemilerinden, rejim askerleri ve
İranlı Şii Hizbullah milisleri de karadan Bayır Bucak
bölgesine ve Türkmen dağına saldırıyorlar. Sınırda
devriye görevi yapan Türk Hava Kuvvetleri jetlerine füze kitlemesi, tacizler ve sınır ihlalleri yapıyorlar.
Ekim ayında birkaç kez tekrarlanan bu ihlaller Ruslara en üst düzeyde uyarılarla iletildi, angajman kuralları tekrar hatırlatıldı. En son Türkmen bölgesine
yapılan saldırılardan 10 gün sonra bütün diplomatik
ikazlara rağmen Türkiye’nin beklentilerine kulaklarını
tıkayarak bildiklerini pervasızca uyguladılar. 24 Kasım 2015 Salı günü saat 09.24’te sınır ihlali yapan
iki Rus uçağından birisi 5 dakikada 10 kez yapılan
ikazı dinlemeyince vuruldu ve Suriye’de sınırdan 4
km içeride düştü.
Bir anda Suriye ve dünya gündemi gerildi. Putin:
“Türkiye ABD ile yapılan anlaşmaya aykırı davrandı. Sırtımızdan vurulduk. Çok önemli sonuçları olacaktır. Jet vurulduğunda 4 km içeriden uçuyordu.
Uçaklarımız ve pilotlarımızla Türkiye’yi tehdit etmedik. Türkiye teröristleri destekliyor.” diyerek ilk anda
sert bir tepki gösterdi.
Davutoğlu ise şunları söyledi:
“Sınırlarımızın güvenliği, ülkemizin bu ateş çemberi
içinde bekası, vatandaşlarımızın hayatı ve izzeti söz
konusu olduğunda her türlü fedakârlığı yapacağımızı ve her türlü tedbiri alacağımızı da cümle âlemin
bilmesini isteriz.
Bugün Türk hava sahasını ihlal eden uçaklara dönük olarak silahlı kuvvetlerimizin anında gösterdiği
tepkiyi de bu çerçevede ele almak lazım. Biz hiçbir
şekilde herhangi bir ülkenin toprağında gözü olan
bir yaklaşımı benimsemiyoruz.
Ama herkesin de bilmesi lazım ki defaatle yapılan
uyarılara rağmen, geçen pazar günü Çankaya’da
yaptığımız güvenlik zirvesinde bir kez daha teyit etmemize rağmen hava ve kara sınırlarımızı kim ihlal
ederse ona karşı her türlü tedbiri almak hem uluslararası hakkımızdır hem de ulusal görevimizdir.
Buradan da bütün dünyaya uluslararası kamuoyuna şu çağrıda bulunuyorum. Gelin Suriye’deki
yangını söndürelim. Bunun yerine Bayır Bucak
Türkmenlerine, Araplara, Kürtlere ateş yağdıran kim
olursa olsun, ister Suriye rejimi, ister terör örgütleri,
isterse dışardan, mesajımız açıktır. Suriye halkı barış ve onur içinde yaşama hakkına sahiptir.”
Genel Kurmay Başkanlığı Türk ve Rus jetlerinin
elektronik iz haritasını ve ses kayıtlarını yayınladı.
NATO Türkiye’nin çağrısı ile olağanüstü toplandı.
Geçte olsa NATO ve ABD’den Türkiye’ye destek
mesajları geldi.
Türkiye’nin haklı olarak müdahalede bulunduğu,
egemenliğini ve hava sahasını koruma hakkı olduğu
belirtildi. Bu tehlikeli durumda herkes serinkanlı ve
sakin kalmaya davet edildi.
Umarım bu krz Rusya le lşkler
daha rasyonel br düzleme taşır,
Surye meselesnn syas çözümünü
hızlandırır. Bölge ve dünya barışına
“br musbet bn nashatten yeğdr”
anlayışı le katkı sağlar ve hzmet
eder. İnancım; Putn ve Erdoğan’ın
dünyanın en kıdeml ve tecrübel
devlet adamları olarak bu krz aşacak
feraset ve basret göstereceklerdr.
64
ARALIK 2015
Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un
25 Kasım’da yapılması planlanan Türkiye gezisi iptal edildi.
İlk günlerdeki sıcak tepkiler zamanla daha soğukkanlı açıklamalara dönüştü. Lavrov: “Savaş
ilan etmeyeceğiz ama ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmeliyiz.” dedi.
Bir NATO ülkesinin ilk defa bir
Rus jetini düşürmesi bütün
dünya ülkeleri ve medyasında, BM dâhil tüm uluslararası kuruluşlarda 1. gündem oldu ve çok yönlü
analizler yapıldı.
Bu olay Suriye meselesinde Türkiye’nin kararlılığını
ve stratejik konularda özgüvenini göstermesi bakımından çok önemlidir. Dost-düşman, bölgedeki irili
ufaklı bütün aktörler paylarına düşen mesajı almışlardır sanıyorum. Türkiye’nin sadece yumuşak gücüyle, diplomatik süreçlerle değil gerektiğinde sert
gücüyle sahada yer alabileceği gösterilmiştir.
Türkiye’nin Suriye’den uzak tutulması, etki alanının
sınırlanması hatta sıfırlanması için müttefiklerimiz
dâhil küresel güçler tarafından her türlü hamle yapılmıştır. PKK, PYD, DHKP-C ve DAEŞ üzerinden
terör saldırılarıyla Diyarbakır, Suruç, Ankara katliamlarıyla ülke içine kapatılmış, şehir şehir, dağ dağ
terör operasyonları ile meşgul edilmiştir. NATO ülkelerinden getirilen Patriot hava savunma sistemleri
bu kritik süreçte kaldırılmış ve Rusya-İran Suriye’ye
davet edilmiştir. Amaç; Türkiye’yi Suriye denkleminden tecrit etmektir.
1 Kasım seçimleriyle Türkiye siyasi belirsizliği sonlandırarak, demokrasisini güçlendirerek milli iradesini ülkenin kaderine koymuştur. Türkiye bütün bu
iç ve dış kuşatmaları kırarak oyunları bozmuştur.
Ancak bu jet vurulma olayı hamasetle abartılmadan, uluslararası hukuk ve meşruiyet çizgisinden
saptırılmadan, Türkiye’nin hava sahasını ve sınır güvenliğini koruma sorumluluğu çerçevesinde değerlendirilmelidir. Tahriklere ve provokasyonlara fırsat
verilmeden olay soğukkanlılıkla, siyasi ve diplomatik
yollardan konsolide edilmelidir. Türkiye’nin Rusya
ile ilişkilerinin bozulmasında, bölgede gerilimin tırmandırılmasında, olayın NATO krizine dönüştürülmesinde bir fayda yoktur.
Soğuk Savaş’tan sonra yıllardır itina ile oluşturulan
güven ikliminin, siyasi ve ekonomik ilişkilerin sürdürülebilir olmasında Rusya Federasyonu’nun da
Türkiye’nin de ileriye dönük büyük stratejik menfaatleri vardır.
Yeni stratejik vizyonunun arayışında olan Türkiye
bölgesel gücünü ve küresel rolünü gözeterek, stratejik alternatiflerini ve dengelerini bir uçak krizine
feda etmemelidir.
Umarım bu kriz Rusya ile ilişkileri daha rasyonel bir
düzleme taşır, Suriye meselesinin siyasi çözümünü
hızlandırır. Bölge ve dünya barışına “bir musibet bin
nasihatten yeğdir” anlayışı ile katkı sağlar ve hizmet
eder. İnancım; Putin ve Erdoğan’ın dünyanın en
kıdemli ve tecrübeli devlet adamları olarak bu krizi
aşacak feraseti ve basireti gösterecekleridir.
Türkiye Her Zaman Masanın En Önemli
Yerinde Bulunacak
Uluslararası ilişkilerde dürüstlük diye bir şey yok ama
bir gün mutlaka Suriye sınırına da barış ve güvenlik gelecek. Mutlaka Suriye için bir takım çözümler
bulunacak, belki bedelleri ağır olacak ama Türkiye
her zaman masanın en önemli yerinde bulunacak.
Sayın Başbakanın da ifade ettiği gibi, Türkiye diplomatik ve siyasi girişimlerini sürdürürken her türlü
yardımını yapmaktadır. Dolayısıyla endişe edilecek
bir şey yoktur, Türkiye sınır güvenliğini ve oradaki
menfaatlerini de koruyacak güçte ve kararlılıktadır.
Hükümetin kurulması ve siyasi istikrarın sağlanmasıyla Türkiye kriz noktalarına daha etkin müdahale
edecek konuma gelmiştir.
Evet, Türkiye eski Türkiye değildir. Bunu dostdüşman, bütün dünya anlayacak. Yeni Türkiye’yi
herkes tanıyacaktır.
ARALIK 2015
65
DIŞ POLİTİKA
G20 zrves esnasında Çn Devlet Başkanı X Jnpng le Cumhurbaşkanı Erdoğan
arasında br görüşme gerçekleşmştr. Yapılan görüşmede X Jnpng, k ülke
stratejk lşklernn güçlendrlerek bağlayıcı kalkınma stratejsnn gelştrlmesn,
İpek Yolu Fonu ve Asya Altyapı Yatırım Bankası platformundan aktf br şeklde
faydalanılmasını ve şbrlğ kanalları le modeller yenleyerek ortak kalkınma ve
ortak refaha kavuşmak çn gayret gösterlmesn önemsedklern fade etmştr.
uluslararası ticaret ve yatırım dinamiğinin geliştirilmesi ve 4. 2030 yılı sürdürülebilirlik kalkınma gündeminin gerçekleştirilmesi, adil ve kapsayıcı gelişmeye dinamik gücün katılmasıdır.
2015 G-20 ANTALYA ZİRVESİ’NDE
ÇİN
G-20 Zemininde BRICS Zirvesi
Doç. Dr. Erkin EKREM
SDE Uzmanı
Çin’in Durum Tespiti ve Önerisi
Ç
in Devlet Başkanı Xi Jinping G-20 Zirvesi’nde
dünyanın mevcut ekonomik durumu üzerinde
bir tespit yaptı. Xi’ye göre, Uluslararası mali
krizin derin etkileri devam ediyor, dünya ekonomisi hala derin ayarlar süreci içinde. Geçen yüzyılda
yaşanan birkaç büyük küresel ekonomik krize bakılırsa, devletlerin tepkisel yöntemleri ile ilgili hatalar, ekonomik toparlanmanın zorlaşmasının genel
sebepleridir. Son küresel finansal krizden bu yana
ülkeler, mali ve parasal tedbirleri almakla belli bir düzeyde pazarı stabilize etmeyi ve kötüleşen durumu
kurtarmayı kısmen başarmışlardır. Şimdiki duruma
bakıldığında, son küresel finansal kriz, daha önceki krizlere kıyasla daha da karmaşıktır, çözümü için
66
ARALIK 2015
G-20’nin görevinin dünyada ekonomik büyümeyi
geliştirmek olduğunu vurgulayan Xi Jinping, G-20
ülkelerinin, ekonomik büyümelerini istikrarlı hale
getirirken, uzun vadeli dinamikler oluşturmaları gerektiğini vurgulamıştır. Ayıca, daha önceki zirvelerin
sonuçlarını yerine getirmekle birlikte, her zirvede
yeni görüş birliklerinin sağlaması gerektiğini dile getiren Xi Jinping, üye ülkelerin kendi işlerine çözüm
getirirken, küresel işbirliğine engel teşkil eden sorunlara da elbirliği ile çözüm aramalarının önemini
ortaya koymuştu.1
kapsamlı önlemlere ihtiyaç duyulmaktadır, bu da bir
günde olacak iş değildir. Bu durum, küresel finansal
kriz üzerinden yedi yıl geçmesine rağmen, dünya
ekonomisinin hala yavaş toparlanıyor olmasının ve
büyüme oranlarının alt seviyelerde gerçekleşmesinin sebepleridir.
Hastalığın sebebinin bulunması ve doğru teşhis konulması ile ancak hastaya doğru ilaç verilebileceğini
belirten Xi Jinping mevcut duruma karşı dört çözüm
teklifi ortaya koymuştur. Bunlar: 1. Makroekonomik
politika koordinasyonunun pekiştirilmesi, politika ve
eylem gücünün oluşturulması; 2. Reform ve inovasyonun hızlandırılması, dünya ekonomisinin orta
ve uzun vadeli büyüme potansiyelinin artırılması;
3. Dışa açık bir dünya ekonomisinin oluşturulması,
Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika ülkelerinden oluşan yeni ekonomiler 15 Kasım’da bir
gayri resmi liderler zirvesi düzenlemiştir. Paris’teki
terör saldırısını kınamakla başlayan bu mini zirvede,
BRICS üye ülkeleri arasındaki temasları geliştirme
ve küresel ekonomik zorluklarla mücadele etme
konuları üzerinde fikir alışverişinde bulunuldu. Çin
Devlet Başkanı Xi Jinping “Fırsatları Yaratma ve
Zorluklarla Mücadele Etme” başlıklı bir konuşma
yaptı. Xi Jinping’e göre, dünya ekonomisinin canlanması uluslararası gelişmelerde yeni değişimler
yaşanması sebebiyle hayli yavaş olmaktadır. Jeopolitik sorunlar ön plana çıkmaktadır, küresel meydan okumalar sıkça yaşanmaktadır. Bu gelişmelerden dolayı BRICS ülkeleri de yeni sorunlarla yüz
yüze kalmaktadır: 1. Dış çevredeki karmaşık ve zor
etkenler gidererek artmaktadır, toplam küresel talep
yetersizdir, ülkelerin makroekonomik politikalarındaki farklılaşmalar artmıştır, dünya genelinde eko-
nomik büyüme sürecindeki belirsizlikler artmıştır. 2.
İç ve dış etkenlerden dolayı BRICS ülkelerinin ekonomik büyümesi genel olarak yavaşlama sürecine
girmiştir, ekonomik kalkınma ayarı dönemine geçilmiştir. 3. Uluslararası çevrede BRICS ülkelerinin
aleyhine çıkan sesler durmuş değildir.2
Bu sorunlardan kurtulmak için Xi Jinping toplantıda
dört maddeli bir öneri sundu: 1. Elverişli dış gelişme ortamının oluşturulması ve küresel ekonomik
yönetişimin birlikte iyileştirilmesi; 2. Eşgüdümlü ve
karşılıklı desteğin arttırılarak her çeşit küresel meydan okumalarla mücadele edilmesi. Bu çerçevede
Xi Jinping, Paris’te meydana gelen terör saldırılarına
da değinerek, uluslararası toplumun el ele vererek
Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne ve diğer uluslararası kurallara göre terörle mücadelede işbirliğinin arttırılması ve terör konusunda çifte standardın
giderilmesi gerektiğini ifade etmişti. 3. Uluslararası
alanda ortak çıkar ve karşılıklı kazanca dayalı gelişme işbirliğinin yürütülmesi. Bununla birlikte, yeni tip
küresel gelişme ortaklığının teşvik edilmesi gerektiğinin altını çizmişti. 4. Birlikte uzun vadeli gelişme
gerçekleştirilmesi için ekonomik optimizasyonun
sağlanması.
Çin-Türkiye İlişkileri
G20 zirvesi esnasında Çin Devlet Başkanı Xi Jinping
ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında bir görüşme
gerçekleşmiştir. Yapılan görüşmede Xi Jinping, iki
ülke stratejik ilişkilerinin güçlendirilerek bağlayıcı
kalkınma stratejisinin geliştirilmesini, İpek Yolu Fonu
ve Asya Altyapı Yatırım Bankası platformundan aktif bir şekilde faydalanılmasını ve işbirliği kanalları ile
modelleri yenileyerek ortak kalkınma ve ortak refaha
kavuşmak için gayret gösterilmesini önemsediklerini ifade etmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan da ko-
ARALIK 2015
67
nuşmasında, iki ülke arasında üst düzey temasların
devam etmesi gerektiğine değinerek, her alanda
ilişkilerin güçlendirilmesinin ve karşılıklı anlayış ve
ortak görüşün meydana getirilmesinin önemini ortaya koymuştur. Türkiye’nin Çin ile olan ilişkilerine
önem verdiğini ifade eden Erdoğan; siyaset, ekonomi, enerji, kültür, güvenlik ve turizm gibi alanlardaki
karşılıklı saygı esasına dayanan ilişkilerin derinleştirilmesinin ve ticari ilişkilerin düzeyli hale getirilmesinin
önemini vurgulamıştır. Erdoğan aynı zamanda Bir
Kuşak ve Bir Yol (İpek Yolu Ekonomi Kuşağı ve 21.
Yüzyıl Deniz İpek Yolu) projeleri üzerinde işbirliğinin
güçlendirileceğini ve Çinli girişimcilerin Türkiye’de
altyapı alanlarındaki yatırımlarını artırmasını olumlu
karşıladığını ifade etmiştir. Erdoğan, Türkiye’de Çin
karşıtı ve Türk-Çin ilişkilerine zarar verecek güçlere
izin verilmeyeceğini de belirtmiştir.3
Liderlerin görüşmesinden sonra, Çin ve Türkiye yetkilileri yedi anlaşma imzalamışlardır. Bu anlaşmalar:
İpek Yolu Ekonomik Kuşağı ve 21. Yüzyıl Deniz İpek
Yolu ile Orta Koridor Girişiminin Uyumlaştırılmasına
İlişkin Mutabakat Muhtırası; Türkiye Cumhuriyeti
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ile
Çin Halk Cumhuriyeti Kalkınma ve Reform Komisyonu arasında, e-ticarette İşbirliğinin Güçlendirilmesi Mutabakat Zaptı; Edirne-Kars Yüksek Hızlı Tren
projesi çerçevesinde hazırlanan Demiryolu İşbirliği
Anlaşması; Türkiye Cumhuriyeti Gıda Tarım ve Hay-
68
ARALIK 2015
vancılık Bakanlığı ile Çin Halk Cumhuriyeti arasında, Türk Kirazlarının Çin’e İhraç Edilmesine Yönelik
Bitki Sağlığı Gereklilikleri Protokolü; Türkiye’den
Çin’e İhraç Edilecek Süt Ürünleri İçin Veterinerlik ve
Sağlık Şartları Konusunda Protokol; Başbakanlık
Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı ile China
Export and Credit Insurance Corporation (Sinosure) arasında Çerçeve İşbirliği Anlaşması ve Kumport
Limanı’nın hisselerinin devrine ilişkin anlaşmalardan
oluşmaktadır.4
G-20 Zirvesi 2016’da Çin’de Yapılacak
Türkiye’nin düzenlediği G-20 Zirvesi daha önceki
zirvelerle kıyaslandığında bazı özellikleri ile ön plana
çıkmıştır: G-20 Zirvelerinin hedeflerinin gerçekleştirilmesi ve verilen sözlerin yerine getirilmesi amacıyla geçmiş taahhütlerin uygulanması; büyümenin
güçlü bir destekçisi olarak yatırımların artırılması ve
büyümenin nimetlerinin herkesçe paylaşılabilmesi
için eylemlerin kapsayıcılığının desteklenmesi olmak
üzere üç ana başlık etrafında kapsamlı bir gündem
benimsenmiştir.
16 Kasım’da G-20 zirvesi kapsamında düzenlenen
öğle yemeğinde, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping,
2016 G20 Zirvesi’nin 4-5 Eylül 2016 tarihleri arasında Çin’in Zhe-jiang Eyaleti Hang-zhou kentinde
düzenleneceğini beyan etmiştir. Çin’de düzenlenecek G-20 Zirvenin teması “yenilikçi, dinamik, bağ-
lantılı ve kapsayıcı dünya ekonomisini inşa etmek”
olacaktır. Bunların anlamı ise: 1. Yenilikçi büyümenin şekli, reform ve inovasyonu ilerletmektir, yeni fırsatları yaratmak ve yakalamaktır, dünya ekonomik
büyümesinin potansiyelini yükseltmektir. 2. Küresel
ekonomi ve finans yönetişimini iyileştirmektir, yeni
piyasaların ve kalkınmakta olan ülkelerin temsilini
ve söz hakkını daha iyi bir noktaya taşımaktır, riske
karşı dünya ekonomisinin kapasitesini arttırmaktır.
3. Uluslararası ticaret ve yatırımı arttırarak ekonomik büyümenin itici rolünü işlevsel hale getirmek
ve dışa açık dünya ekonomisini oluşturmaktır. 4.
Kapsayıcı ve ilişkili kalkınmayı ilerletmekle 2030 yılı
sürdürülebilir kalkınma gündemini gerçekleştirmek,
yoksulluğu yok etmek ve ortak kalkınmayı gerçekleştirmektir. Çin’in böyle düşünmesinin gerekçesi
ise: 1. Dünya ekonomisi genel olarak krizden çıkmış
ancak canlanması için henüz kırılgan durumdadır,
büyümenin itici gücü yetersizdir, başta ekonomilerin trendleri ve politikaları daha fazla farklılaşmaya
başlamıştır. Dünya ekonomisini yeni bir refah düzeyine ulaştırmak için yeni büyüme kaynaklarının acilen bulmasına ihtiyaç duyulmaktadır. 2. Son yıllarda
küresel ekonomik yönetişim reformu beklendiği gibi
kolay olmamıştır, uluslararası ekonomi ve ticaret
kuralları da hızlı değişime uğramaktadır. Ülkeler
arasında eylem uyumluluğu ile ancak uluslararası
ekonomik işbirliğine ve gelişime yön verilebilmekte-
dir. 3. G-20 krize karşı tedbir almaktan uzun vadeli
yönetişim mekanizmasına dönüşmektedir, konular
da kısa dönemli sorunlardan derin ve uzun vadeli
sorunlara uzanmaktadır. G-20 ülkelerinin makroekonomik politikalarının koordinasyonu ve işbirliğinin
güçlendirilmesinin gerekliliği ile yaşanan zorluklar
eşzamanlı artırmaktır. Üye ülkelerin ortaklık ruhunu
ileriye taşımak, söz konusu ülkelerin dönüşümlerini
başarıyla tamamlanmaları ve G-20’nin küresel ekonomik yönetişimin ana platformu konumunu koruması gerekmektedir.5
Dipnotlar
1
д䖥ᑇ, <߯ᮄ๲䭓䏃ᕘ ݅ѿথሩ៤ᵰü೼Ѡक೑䲚
ಶ乚ᇐҎ㄀क⃵ዄӮ㄀ϔ䰊↉Ӯ䆂Ϟ݇ѢϪ⬠㒣⌢ᔶ
࢓ⱘথ㿔>˄2015ᑈ11᳜15᮹ˈᅝศ߽Ѯ˅, ljҎ⇥
᮹᡹NJ 2015ᑈ11᳜16᮹ 02 ⠜.
2
д䖥ᑇ, <ᓔᢧᴎ䘛 ᑨᇍᣥ៬ü೼䞥ⷪ೑ᆊ乚ᇐҎ䴲
ℷᓣӮ᰸Ϟⱘথ㿔> (2015ᑈ11᳜15᮹, ᅝศ߽Ѯ), lj
Ҏ⇥᮹᡹NJ 2015ᑈ11᳜16᮹ 03 ⠜.
3
ᴰᇮ⋑ǃ䆌ゟ㕸, <д䖥ᑇӮ㾕ೳ㘇݊ᘏ㒳඗ᇨ໮ᅝ>,
ljҎ⇥᮹᡹NJ 2015ᑈ11᳜15᮹ 01 ⠜.
4
“Türkiye ile Çin 7 anlaşma imzaladı”, Anadolu Ajansı,
14 Kasım 2015.
5
д䖥ᑇ, <೼Ѡक೑䲚ಶ乚ᇐҎዄӮᎹ԰जᆈϞ݇ѢЁ
೑Џࡲ2016ᑈዄӮⱘথ㿔> (2015ᑈ11᳜16᮹, ᅝศ
߽Ѯ), ljҎ⇥᮹᡹⍋໪⠜NJ, 2015ᑈ11᳜17᮹ ㄀ 02
⠜.
ARALIK 2015
69
DIŞ POLİTİKA
Suriye:
Türk–Rus
İlişkilerinde
Keskin
Dönemeç
Ferit TEMUR
Avrasya Uzmanı
T
ürkçede güzel bir atasözü vardır; “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” diye. Herhalde ulusal ve uluslararası kamuoyunda şok
etkisi yapan Türkiye–Suriye sınırında bir Rus jetinin
düşürülmesi olayını, bu atasözünden daha güzel bir
ifade açıklamaz. Neden mi? Çünkü Moskova’nın
eylül ayından bu yana, “Esed rejimini” destekleme
eksenli Suriye politikasında bir adım öteye giderek
bu ülkede fiilen askeri harekâta katılması, üstelik bunu yaparken Türkiye’nin sınırlarını taciz ederek açık bir şekilde Ankara’ya karşı tavır alması,
70
ARALIK 2015
bütün bu olanların aslında habercisi niteliğindeydi. Rusya’nın Suriye’deki askeri operasyonlarının
DAEŞ terör örgütünden ziyade Esed rejimi karşıtı
muhalif tüm unsurları hedef alması, “hava şartlarının bozuk olması” gerekçesiyle hava sahamızın
zaman zaman ihlal edilmesi, son olarak da Kuzey
Suriye’deki sivil Türkmen halkın bombaların hedefi
haline getirilmesi, hiçbir şekilde Türkiye açısından
izahı mümkün olmayan düşmanca davranışlardı.
Bu durumu Türkiye’nin, Kiev Yönetiminin daveti
üzerine Ukrayna’nın Doğu’sundaki Rusça konuşan
Türk savaş uçaklarının sık sık Rus hava sahasını “buranın oyun kurucusu benm ve sen bu
oyunun dışındasın” mesajı vermek çn tacz ettğn düşünelm. Acaba Rusya’nın ve Rus mlletnn
tepks ne olurdu? Yanıtı çok bast; Rusya “sınır havzasında” başka br “gücün” bekasını tehdt
edecek şeklde oyun kurmasına en baştan zn vermez, gerekrse savaşı göze alırdı(!)
halka “terörist” diye bomba yağdırmasıyla kıyaslama yapalım. Dahası Türk savaş uçaklarının sık sık
Rus hava sahasını “buranın oyun kurucusu benim
ve sen bu oyunun dışındasın” mesajı vermek için
taciz ettiğini düşünelim. Acaba Rusya’nın ve Rus
milletinin tepkisi ne olurdu? Yanıtı çok basit; Rusya
“sınır havzasında” başka bir “gücün” bekasını tehdit
edecek şekilde oyun kurmasına en baştan izin vermez, gerekirse savaşı göze alırdı(!)
III. Büyük Paylaşım Savaşı
Bir süredir Avrasya coğrafyasında meydana gelen iç isyanlar, askeri müdahaleler ve diğer örtülü
mücadeleler adeta III. Dünya Savaşı’nın habercisi
hükmünde. Ukrayna Krizi’yle birlikte Rusya ve ABD
öncülüğündeki Batı bu yeni “jeopolitik savaşın”
karşı kutuplarına iyice konumlanmış oldu. Türkiye
ise tüm bu çetrefilli süreçte Rusya’nın karşında yer
almadığı gibi ilişkilerini geliştirme yönünde 2000’li
yılların başından beri izlediği politikasını sürdürdü.
Örneğin 2008 yılında Rus-Gürcü Savaşı’nda hem
ABD savaş gemilerinin Karadeniz’e girişine Montrö Sözleşmesi’ne sadık kalarak izin vermedi, hem
de krizin daha fazla büyümemesi için arabuluculuk
yapmaya çalıştı. 2014 yılında Kırım’ın ilhak edilmesi
üzerine Batılı ülkelerce Rusya’ya uygulanan ekonomik ve siyasi yaptırımlara, Batıdan gelen sert eleştirilere rağmen(!) katılmadı. Aksine Suriye konusundaki görüş ayrılığında muhatabının duruşunu anlamaya çalıştı ve bu konunun Türk-Rus ilişkilerinde bir
sorun olmasına izin vermeyerek stratejik önemdeki
bazı enerji/ticari projelerini Rusya ile gerçekleştirme
adına kararlı tutumunu sürdürdü. Benzer şekilde
Rusya’dan gelen “Türk akımı” gibi enerji projelerinde de işbirliğine açık oldu.
Dünyanın önemli bir kısmı kendisine resmen düşmanca tavır aldığı bir dönemde Türkiye’nin tüm
yapıcı/dostane yaklaşımına rağmen Rusya, tarihsel
kodlarından esinlenen jeopolitik tasarımı çerçevesinde yeni bir “Avrasya projesi” uygulamaya koydu. Moskova’nın “Avrusyacı” bu jeopolitik tasarı-
mı, tıpkı tarihte olduğu gibi, Türkiye’yi dışlayıcı bir
zihinsel önyargı taşıyor. Bunun en somut belirtisini
Rusya, 1915 olaylarının başlıca sorumlularından biri
olmasına karşın, Türkiye’yi 24 Nisan 2015 tarihinde “soykırımla” itham ederek gösterdi. İran’la eşgüdüm içinde gerçekleşen son Suriye hamlesi ise
çok açık bir şekilde Türkiye’yi denklem dışına iten,
Ankara’nın bölgesel güvenlik kaygılarını hiçe sayan,
son 10 yıldır iki ülke arasında yakalanan stratejik işbirliği ruhunu kökten zedeleyen bir dış politika yaklaşımı oldu. Rusya böylelikle son bir yıldır uyguladığı
bu politika nedeniyle, tıpkı II. Dünya Savaşı sonrası
Stalin’in yaptığı stratejik hataya benzer şekilde, artık
Türkiye’yi siyaseten kaybetti. Bundan sonra bir süre
siyasi konumlanışımız karşı “uçlarda” olacaktır.
Türk-Rus İlişkilerinde “Gerçekçiliğe” Dönüş
Rusya üzerine uzmanlaşmaya çalışan, bu ülkede
öğrenim gören/yaşayan kişilerin şu husus hep dikkatini çekmiştir. Ankara’dan Moskova’ya bakış ile
Moskova’dan Ankara’ya bakış arasında ciddi bir
görüş farklılığı bulunmaktadır. Moskova’nın bakış
açısına göre Ankara hiçbir zaman “stratejik ortağı”
olmamıştır. Oysa Ankara Moskova’ya yüzeysel yaklaşarak bu ülkenin jeo-stratejik kodlarını ve ilişkilerini
nasıl karşılıklı azami yarara ve ortaklığa çıkarılabileceğini kendi perspektifinden yeterince planlamadan
onu “stratejik ortak” olarak tanımlamıştır. Bu anlamda Türkiye’yi yöneten siyasal erkin kültürel, sosyopsikolojik, ekonomik, siyasi ve askeri açıdan Rusya
üzerine birikim edinmiş gerçek uzmanlara ihtiyacı
vardır.
Tarih boyunca Ruslar ve Türklerin birbirlerine ilişkin
algısı son derece olumsuz olmuştur. Tarihte ilk kez
1921 yılındaki “Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması’yla”
yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği arasında bu mezkûr olumsuz algının giderilmesine hizmet edecek bir zemin ortaya çıkmış; fakat
1930’ların sonlarına doğru ilişkiler yeniden bozulmuştur. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla başlayan yeni süreçte ise iki toplum birbirini
ARALIK 2015
71
DIŞ POLİTİKA
samızı” oluşturalım ve bunu muhatabımıza olumlu/
olumsuz bütün yönleriyle gösterebilelim.
“doğrudan” tanıma imkânı bulmuş ve günümüze
kadar turistlik seyahatler, ticari faaliyetler ve evlilikler
vasıtasıyla küçümsenmeyecek bir kaynaşma yaşanmıştır. Kat edilen mesafe henüz yeterli olmasa
da iki ülkenin geleceği bakımından umut vericidir.
Hem bu noktadan geri dönüşün yaşanmaması,
hem de Türkiye’nin ulusal kaygılarının Rus entelijansiyası/kamuoyu nezdinde doğru bir şekilde dile
getirilmesi için iki ülke arasında “Track II diplomacy”
görevi ifa edebilecek sivil stratejik akla dayalı bir mekanizma kurulması elzemdir(!) Bilhassa birkaç yıldır
Moskova’da açılmaya çalışılan Yunus Emre Türk
Kültür Merkezi’nin en kısa sürede faaliyete başlatılarak, çalışma konseptinin “Rusya gerçeklerine” uygun olarak kamu diplomasisi eksenli tasarlanması,
iki ülke arasında ciddi bir ihtiyaç olan söz konusu sivil stratejik ayağın oluşmasını rahatlıkla sağlayabilir.
Ruslarla Düşmanlığa Fırsat Vermemek
Rusları tanımayanlarca, dünkü yaşanan olaydan
sonra bunun nasıl olacağı sorgulanacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti haklı müdahalesi ile geç
kalınmış olsa da(!) Rusya nezdinde “kırmızı çizgilerini” çiğnetmeyen, beka kaygısının hiçe sayılması
durumunda gerekirse savaşa dahi girebilecek bir
“devlet” olduğunu sergilemiş oldu. Sanılanın aksine “güç merkezli psikolojik kodları” olan Ruslar artık
Türkiye’ye daha çok saygı duyacaktır, her ne kadar
bunun zıddını dille söyleseler bile. Yani yaşanılan
olay, Türk-Rus ilişkilerinde gerçekçi, karşılıklı saygı
ve onura dayalı yeni ve uzun soluklu bir döneme
zemin hazırlayabilir. Yeter ki Türkiye olarak biz tüm
boyut ve parametreliyle uzun vadeli “Rusya siya-
72
ARALIK 2015
Bu süreçte Rusların içinde bulunduğu zor koşulları anladığımızı, Suriye üzerinden kurmaya çalıştığı oyunu gördüğümüzü, gerçekten kendileriyle
doğrudan bir sorunumuzun olmadığını, sorundan
daha çok işbirliği yapabileceğimiz ekonomiden dış
politikaya, terörle mücadeleden bölgesel güvenliğe
fazlasıyla alan olduğunu doğru bir şekilde onlara
anlatabilelim. Türk-Rus ilişkilerinin bugünkü ihtilaflı
duruma gelişinin, tarihsel güvensizlik ortamına yeniden dönüşün tetikleyicisinin başlıca sorumlusunun
kendileri olduğunu, suçlamadan söyleyebilelim(!)
Özellikle Kuzey Suriye’de, Türkiye’nin bekasını tehlikeye sokacak “Kürt koridoru” vs. gibi “projelerin”
gerçekleşmesine asla ama asla izin vermeyeceğimizi, gerekirse bu tür tehlikeli oyunları oynayanlarla
savaşı dahi göze alabileceğimiz konusunda kararlı
olduğumuza hem Rusları hem de diğer aktörleri
ikna etmemiz gerekiyor.
Olayın yaşandığı ilk andan itibaren Rusya’da medya
eliyle yoğun bir şekilde “tarihi düşmanımız Türkler”
algısı tekrar işlenmeye başlandı. Dostluk köprüleri
kurmak oldukça zor ve zaman alan bir iş ama yıkmak
ise bir o kadar kolay... Devletler arası anlaşmazlıklar, hatta gerilimler yaşansa da, Ruslara karşı sabırlı
olmalı, Rus milletini düşman olarak görmemeli, tam
tersine III. Paylaşım Savaşı sonrasında onları (diğer
Slavlarla birlikte) bir hayli zor günlerin beklediğini bilerek dostluk elimizi her daim hazır tutmalıyız. Zira
eşsiz bir biçimde medeniyet tarihi açısından ortak
Avrasyalı kimliğini bünyesinde barındıran ve ünlü
Rus şair Puşkin’in “hangi Rus’u kazısanız altından
Tatar çıkar” sözüne atfen, aslında etnik bakımdan
“akraba topluluklar” olan Türkler ve Rusların gerçek
anlamda dost olması sadece iki millet için değil,
aynı zamanda Doğu toplumlarının gelişimi bakımından da büyük önem taşımaktadır. Dünden bugüne
pek çok ortak sorunu bulunan ve Doğu’nun sosyal,
ekonomik ve kültürel yönden kalkınması bağlamında ortak gelecek inşası yolunda aslında “kaderdaş”
olan Türkler ve Rusların dayanışması ancak ve ancak 21. yüzyılın kaotik görünümünün bertaraf edilmesini sağlayabilir. Suriye dönemeci, sağlam raylar
üzerinde hareket etmeyen “Türk-Rus treninin” arka
vagonunu kopardı, ama henüz tren bütünüyle devrilmedi ve gerekli yol önlemlerini alarak bu uzun yolculuğumuza devam edebiliriz.
SURİYE’YE RUS MÜDAHALESİ VE ARKA PLANI
Vahteddin BİNGÖL*
Diplomat/Yazar
R
usya sadece Suriye’de değil, bütün İslam
Arap coğrafyası ve uluslararası alanda varlığını hissettirmek üzere, doğan fırsatı değerlendirdi ve müdahaleyi kolaylaştıran faktörleri göz
önünde bulundurarak, Suriye’ye müdahalede bulundu. Mezkûr müdahaleyi kolaylaştıran faktörleri
şöyle sıralayabiliriz:
1. Küresel alanda teröre karşı başlatılan savaşın
fiyaskoyla sonuçlanması, ABD başta olmak üzere
Batı’nın Afganistan savaşından bu yana teröre karşı
başlattıkları savaşta başarı sağlayamamaları. Aksine terörün dünyanın birçok bölgesinde yayılarak
artış kaydetmesi, âdeta bir kanser virüsü gibi birçok
rejimin sosyal ve siyasal huzurunu tehdit etmeye
devam etmesi.
2. Batı koalisyonunun bugüne kadar havadan
IŞİD’e karşı başlattığı savaşta başarısız kalarak kayda değer bir başarıya ulaşamaması.
3. Rusya’nın ABD ile yeni bir soğuk savaşa girmeye
niyetli görünmemesi, ABD’nin de mevcut şartlarda
böyle bir savaşı başlatmaya isteksiz olması. Ayrıca
her iki gücün de içerde ekonomik ve mali zorluklar
yaşadığı, uluslararası alanda sıkıştıkları gibi siyasi ve
diplomatik alanlarda da önemli sorunlarla karşı karşıya bulunmaları.
4. Batılıların terör ve dünya savaşlarından sonra ilk
olarak tehlikeli bir mülteci dalgalarıyla karşı karşıya
gelerek soruna çözüm arama yollarıyla meşgul olmaları.
5. Amerikalılarla Avrupalıların Suriye sorununun çözümü için bu güne kadar açık bir tavır ortaya koyamamaları, ta başından beri mevcut Suriye rejiminin düşmesine karşı tereddütlü davranmaları. Aynı
şekilde muhalefeti desteklemede de netlik içinde
olmamaları.
Batı Esed rejimini istemediği gibi, İslami bir alternatif bulmada da aciz kalmıştır. Rusya ise halkını
öldürmekte sınır tanımayan bir diktatörün yanında
yer almıştır(!)
ARALIK 2015
73
6. Rusya, ABD’nin Suriye’de çıkacak bir savaşta
yer almayacağını biliyor. ABD katıldığı sınır ötesi savaşlarda hep kaybetmiştir. Afganistan’da ve Irak’ta
teröre karşı giriştiği savaşlarda kaybetmiştir. IŞİD’e
karşı havadan başlattığı savaşta da kayda değer
bir başarı görünmemektedir. Dolayısıyla ABD halkı
Orta Doğu’da çıkacak yeni savaşlarda yer almayacaktır, destek vermeyecektir.
Rusya’nın Suriye ile İlişkilerinin Geçmişi
Rusya’nın Suriye’deki varlığı yirminci asrın 50. yıllarına dayanıyor. Soğuk Savaş döneminde Rusya,
Suriye’nin sahil kenti Tartus’ta Hava Lojistik Üssü
inşa etmiştir ve Suriye ordusunun ağır silahlarla donatılmasını sağlamıştır.
Rusya, içinde Vietnam ve Küba’daki askeri üslerin
de olduğu bütün dış üslerini kaybetmiştir. Sadece
Tartus askeri üssünü elinde tutmakta ve bu üssün
önemi de buradan kaynaklanmaktadır.
Rusların Suriye’deki varlığı eski Sovyetler Birliği’nin
dağılmasından sonra da, iki taraf arasında imzalanan anlaşmalar gereği devam eder ve etmektedir.
Rusya, ABD’nin Orta Doğu bölgesinde gerilemesiyle
doğan boşluğu doldurmak üzere bölgeye dönmek
istiyor. Özellikle Suriye, Rusya yönetimleri için vaz
geçilmez bir zorunluluk olarak kabul edilmektedir.
Burada ABD Rusya için bir rakip değil, aksine ABD,
2012’den bu yana Suriye’yi Ruslara satma niyetini
izhar ederek, Cenevre 1 görüşmelerinin esaslarını
beraber düzenlemiş, Rus çözümünü kabul eden bir
muhalefet icat etmiştir. Dolayısıyla Ruslar Suriye’de
Amerikalılarla rekabete girmeyi düşünmüyor, aksine
ABD’nin Suriye ile ilgili oynayacak rollerini desteklediğine inanıyor.
İran’ın nükleer sorunuyla ilgili olarak çözüm bulunması için Rusya Amerika’nın yanında saf tutmuştur.
Buna mukabil ABD ise Rusların Suriye ile ilgili politikasını desteklemiştir. Belki de ABD’nin Suriye’ye
yapılan Rus müdahalesine yumuşak tepki göstermesinin nedeni bundandır.
Günümüzde büyük güçler arasında küresel güç bölüşüm çekişmesi yaşanıyor. Başka güçlerin desteği
alınmadan küresel güç elde etmek mümkün değil.
Rusya böyle bir durumla karşı karşıyadır ve buna
muhtaçtır. ABD’nin Orta Doğu bölgesinde gerilemesine, bölgede Rus çıkarlarının tahakkuku için
yardımcı olmasına rağmen Rusların bölgede bir iler-
74
ARALIK 2015
leme sağlayamamaları da üzerinde durulması gereken önemli bir husustur.
Moskova, Şam yönetimine silah ihracını 2013 yılında Cenevre-2 anlaşmasının başladığı sırada dondurmuştur. ABD istihbarat raporlarına göre yaklaşık
iki ay önce Rus yönetimi başta savaş uçakları olmak
üzere yeniden Suriye yönetimine silah göndermeye başlamıştır. Ayrıca Rus yönetimi Akdeniz doğu
sahilinde gerçekleştirdiği tatbikattan sonra orduya
bağlı bazı ek birlikler de Suriye’ye yönlendirilmiştir.
Bu durum hem ABD, hem de İsrail’i büyük ölçüde kuşkulandırmıştır. İsrail’in kuşkusu, Rus savaş
uçakları yüzünden Suriye semalarında İsrail casus
uçaklarının hareketlerinin zora girmesinden; Suriye üzerinden gelişmiş bazı Rus silahlarının Lübnan
Hizbullahı’nın eline ulaştırılması sonucunda İran ve
Hizbullah’ın Golan bölgesinde İsrail’e karşı bir direniş örgütlemesine gidilmesi ihtimalinden kaynaklanmaktadır. Netanyahu’nun Rusya ziyareti bu kuşkulardan kaynaklanmış olmalıdır.
Diğer taraftan Rusya’nın Suriye’ye yoğunlaşması
başta ABD, İsrail, İran, Türkiye ve Mısır gibi bölgede
çekişen tarafların stratejilerini, politikalarını ve planlarını olumsuz yönde etkileyecektir.
ABD’nin bölgede yoğun ve serbest hareket etmesini sınırlayacak olan Rus müdahalesi, Moskova’nın
bölgesel rolünü arttıracak ve böylece ABD’nin Suriye, Lübnan ve Irak’taki planlarını başarısız kılacaktır.
Rus kaynaklı gelişmiş ağır silahların Suriye’ye sokularak rejimin eline geçmesi Esed’in çözüm için
askeri seçeneği ileri sürmedeki azmini güçlendirecek ve Rusların Suriye’ye müdahalesiyle Orta Doğu’daki stratejik sahneyi/görüntüyü ciddi bir şekilde
değiştirecektir.
Suriye’ye Rus Müdahalesinin Nedenleri ve
Doğuracağı Sonuç
Rusların Suriye’ye müdahale sebeplerinin başında,
Batıyla yapılacak görüşmelerde Ukrayna’yı Suriye
ile takas yapma imkânını elde etme yer almaktadır.
İkinci neden, Rusların Orta Doğu’ya ayak basarak,
bölge haritasına fiilen girdiğini ispatlamak ve bir diğer neden ise, Irak ve Libya’da kaybedilen Rus nüfuzunun, Suriye’ye yapılan müdahale ile Irak, Suriye
ve bölgede ağırlığını hissettirip, tekrar geri alındığı
imajını vermek.
ABD, Fransa, Türkiye, Çeçenistan, Arap dünyası,
AB ve Afrika gibi dünyanın birçok coğrafyasından
radikal hareketler, Suriye’ye girmiş, hem rejim ile
hem de kendi aralarında savaşmaktadır. Son olarak
Suriye rejimiyle anlaşmaları bulunan ve rejim tarafından davet edilen Ruslar da Suriye’ye fiilen girmiş ve
devam eden savaşa müdahil olmuşlardır.
Rus müdahalesi Orta Doğu’da herhangi bir şekilde
bir denge sağlayacaktır. Bölgedeki stratejik boşluğu dolduracaktır. Aralarında işbirliği olmakla beraber Rus savunma liderleriyle Pentagon arasında
Suriye semalarında vuku bulacak herhangi bir hata,
Orta Doğu bölgesini iki süper güç arasında çıkacak
bir savaşa dönüştürecektir. Böyle bir savaşın sonucu Kuveyt ve Domuz Körfezi savaşları sonuçlarına
benzemeyecektir.
Rus müdahalesi Suriye sorunun çözülmesini de
ciddi bir şekilde hızlandıracaktır. Ayrıca Obama ile
Putin arasında nüfuz alanlarını belirleyecek bir anlaşmayı da beraberinde getirme ihtimalini de taşımakta olup, bu anlaşmayla Rusların daha güçlü taraf olacağı da akla gelmektedir. Anlaşmanın adı da
(bir Arap yazarının dediği gibi) belki Putin-Obama
veya Seycos-Putin anlaşması olacaktır.
Başkan Obama’nın Orta Doğu’yla İlgili
Stratejisinin Ana Hatları
1- Başkan Obama selefi Başkan oğul Bush’un bölgeye yönelik, ABD’ye pahalıya mal olan politikasının
aksine rekabet savaşına son vererek bölgesel savaşlar için yapılacak harcamalardan adeta kaçmayı
tercih etmiştir.
müttefiklerle vekâleten sürdürmektedir. Buna örnek
olarak aşağıdaki gelişmeler gösterilebilir:
İran nükleer sorununun çözümünü savaşa tercih etmiştir. Avrupalı müttefiklere güvenerek BM’nin 1973
sayılı kararıyla Kaddafi’yi devirmiştir. Arap-İsrail Sorununda ilgisini hep geride tutmuştur. Suriye’de yaşanmakta olan savaşla ilgili bölgesel müttefiklerini
kullanmıştır. Rakiplerinin kanlı çekişmelere girmelerine göz yummuştur. Zayıf düşmelerini sağlamıştır.
İç savaşlarla yanmakta olan Orta Doğu bölgesine
yönelik farklı bir tutum takınarak ABD askerini göndermemeyi tercih etmiştir.
Rusya’nın Suriye’ye girmesi ABD’nin bir stratejisidir.
Zayıflatmak istediği rakiplerinin bölgede çarpışmalarını sağlamış/sağlayacaktır. Obama’nın bu stratejisinin bölgedeki bütün sıcak dosyalarda uygulanmaya konulduğunu da söylemek mümkündür.
Rusya’nın Suriye’ye Müdahalesiyle ABD’nin
Kazanacağı Stratejik Hedefler:
- Maddi ve beşeri bir kayba uğramadan, bölgede
Rus silah ve uçaklarıyla terörist gruplarla Rusların
savaşmalarını sağlamak. Arap halklarının sevilmeyen Ruslara karşı nefret ve kinini arttırmak.
- Rusya müdahalesinden sonra Esed ve müttefikleri
yerine, Batıyla dost, akil bir devletle Suriye sorunu
için çözüm görüşmelerine başlama imkânını elde
etmek.
- Suriye’ye yapılan Rus müdahalesinden rahatsız
olduğu ifade edilen İran’ın, başta Suriye olmak üzere elde ettiği bölgesel nüfuzunu azaltmak.
2- Yirminci asrın kırklı yıllarında yürüttüğü politikanın aynısını yürüterek, Orta Doğu anlaşmazlıklarına
müdahale etmeyi azaltarak asgariye indirmeyi hedeflemiştir.
- Bölgesel düzeyde ABD için önem arz eden
Rusya’nın uzun vadede Suriye’deki savaştan yıpranarak, Afganistan’da karşılaştığı yenilgiye benzer bir
mağlubiyeti yaşatmak.
3- Bölgesel vekillere güvenerek Orta Doğu’daki bölgesel gelişmeler ve çekişmeleri kendilerine devretmiş veya “müttefik” ve “rakip” olarak gördüklerine
güvenerek aralarındaki çekişme ve ihtilafları yönetmiş, böylece ABD’nin bölgedeki çıkarlarını sağlama
alarak, güçlendirmiş ve bölge sorunlarından uzak
kalmayı tercih etmiştir.
Esed rejimi Rus müdahalesinden sonra ister istemez Moskova ve Kremlin’in seçeneklerine boyun
eğme zorunda kalacaktır. Başkan Putin’in ülke çıkarları için, Suriye’de elde ettiği avantajı muhafaza
ve devam ettirmesi, küresel düzeyde yaşanmakta
olan enerji fiyatlarının düşüşü sorunu gölgesinde
ekonomik çıkar sağlamak gibi beklentileri Esed’i
her an pazarlık konusu yapması hiç de uzak ihtimal
değildir.
Rusların müdahalesiyle ABD bölgede, içinde
Rusya’nın da olduğu teröre karşı bölgesel güçleri
kullanmaktadır. Diğer bir tabirle ABD büyük zarardan kurtularak bölgesel savaşı bölgesel güçler ve
* Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Dış İlişkiler ve Yurtdışı
İşçi Hizmetleri Genel Müdürlüğünde çalışmaktadır.
ARALIK 2015
75
DIŞ POLİTİKA
Suriye krizi bağlamında son dönemde yaşananlar
ikili ilişkileri iyice zor duruma sokmuştur. Bunun yanı
sıra Türkiye’deki seçimler de ilişkilerin bir süre askıda kalmasına neden olmuştur. Bu yazıda bahsi
geçen olumsuz etkenlerin iki ülke ilişkilerini ne derece etkilediği ve bundan nasıl sonuçlar çıkarmamız
gerektiği irdelenmeye çalışılacaktır.
GÜNDEM:
RUS-TÜRK
İLİŞKİLERİ
İbrahim ŞAHBAZOV
SDE Asistanı
Ö
zal ve Yeltsin döneminde, 1990’larda Moskova-Ankara ilişkileri bavul
ticareti ve mavi akım gibi doğalgaz
ilişkilerinden ibaretti. Türkiye’nin PKK ile yoğun mücadele içerisinde bulunduğu ve zayıf siyasi güce sahip olduğu, Rusya’nın ise
Sovyetlerin devrilmesi ve kapitalizme geçiş
ile uğraştığı o zor dönemde ilişkilerin gelişmesine uygun bir siyasi platform da bulunmamaktaydı. Batı yanlısı Rus elitinin temsilcisi olarak bilinen Yeltsin’in yerine daha
çok Avrasyacı olarak bilinen Putin’in (2000)
ve Türkiye’de de Erdoğan’ın iktidara geldiği
dönem (2002) Rusya-Türkiye arasındaki beş
asırlık ilişkilere yeni bir ivme kazandırmıştır.
Putin’in iktidara gelmesi Rusya’nın o döneme kadarki iç ve dış politikasının yeniden
gözden geçirilmesini sağlamıştır.
Ancak Arap Baharıyla esinlenen ve 2011’de
Suriye’de patlak veren kriz iki ülke ilişkilerine
bir engel oluşturmaya başlamıştır. Başlarda
ekonomik partnerlik siyasi anlaşmazlıklara
ağır basıyor ve ilişkileri canlı tutuyordu. Lakin
76
ARALIK 2015
7 Haziran Sonuçlarının İkili İlişkilere
Yansıması
13 yıldır tek başına iktidar olan AK Parti ilk defa 7
Haziran seçimleri sonucunda mecliste koltuk sayısı azalmakla birlikte 276 barajını geçemedi. Dolayısıyla tek başına iktidar olamadı. AK Parti’nin tek
başına iktidar partisi olduğu dönem, Türkiye’nin
ekonomik olarak en iyi şartları yaşadığı dönemdir.
“The Economist” dergisi 13 yıllık AK Parti iktidarını
son 50 yıl içindeki Türkiye’nin en başarılı yönetimi
olarak nitelendirdi.1 Bu 13 yıl içerisinde Türkiye hem
iç politikada hem de dış politikada önemli reformlar
gerçekleştirdi. Dış ilişkilerine baktığımızda farklı ülkelerle askeri, sosyal-ekonomik ilişkiler geliştirmiştir ve uluslararası arenada Türkiye’yi önemli aktör
haline getimiştir. Dolayısıyla, Türkiye’nin bu ülkelerle girdiği ilişkilerin geleceği ve Türkiye’nin stratejik
önemi nedeniyle Türkiye seçimleri diğer aktörler için
de büyük önem taşımakla beraber yakinen takip
edilmekteydi.
Son zamanda uluslararası platformda yaşanan
denge değişiklikleri devletleri dış politikalarını yeniden gözden geçirmeye yöneltmiştir. 2013’te
Ukrayna’da ortaya çıkan krizle birlikte uluslararası
sistem iyice sarsılmış ve eksen kaymalarına neden
olmuştur. Ukrayna’daki devrimcileri destekleyen
ABD öncülüğündeki Batılı ülkeler yaşananlardan
Rusya’yı sorumlu tutarak ekonomik yaptırım uygulamış ve bazı uluslararası kuruluşlardan izole
etmiştir. Bir NATO ülkesi olarak Türkiye ekonomik
ve siyasi çıkarlarını gözeterek bu yaptırımlara bütün
baskılara rağmen katılmamıştır. Türkiye Ukrayna’da
yaşanan olaylarda Rusya’yı haksız görse de her
şeyden önce bu ülkeyle olan ekonomik ve stratejik
işbirliğini göz önünde bulundurmuş ve bu konuya
ilişkin siyasi görüşleri ile ekonomik görüşlerini birbirinden ayırarak dengeli politika izleyebilmiştir.2
Bu siyasi anlaşmazlıklar çerçevesinde ve bilhassa
Ukrayna Krizi’nin ardından Rusya Türkiye ile enerji
alanında yeni bir projeye imza atmış ve bu alanda-
Türkye Dışşler Bakanlığı’nın yaptığı
açıklamaya göre 3 Ekm tarhnde SU-30 tp
Rus savaş uçağı kısa sürelğne Türkye hava
sahasını hlal etmştr. Bununla lgl Rusya
Federasyonu Türkye Büyükelçs Bakanlığa
çağrılarak kuvvetle protesto edlmş, bu tür
br hlaln tekerrüründen kaçınılması önemle
talep edlmş, aks takdrde yaşanablecek
arzu edlmeyen br hadseden Rusya
Federasyonu’nun sorumlu olacağı bldrlmştr.
ki ilişkilerini yeni bir seviyeye çıkartmıştır. Ukrayna
üzerinden Avrupa’ya uzanan doğalgaz projesi olan
“Güney Akım” dondurulmuş ve yerine Türkiye üzerinden geçmesi planlanan “Türk Akımı” projesinin
temelleri atılmıştır. Ancak milyarlarca dolarlık bu
projenin muhatabı olan AK Parti’nin tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde edememesi ve ülke
içindeki siyasi belirsizlikler “Türk Akımı” projesinin
gerilemesine neden olmuştur. Bu nedenlerden birini de aşağıda da değineceğimiz Suriye’deki anlaşmazlıklar oluşturmaktadır. Son yıllarda Türkiye
ile ciddi anlaşmalara imza atan Rusya Federasyonu
da iki ülke arasındaki ilişkilerin seçim sonuçlarından
ne derece etkileneceğini merak ve endişe içerisinde beklemekteydi. Rus-Türk ilişkilerinin “lokomotifi”
olarak adlandırabileceğimiz Erdoğan’ın kurucusu
olduğu AK Parti’nin iktidarı kaybetmesi Rusya’nın
işine yaramazdı.3
Suriye Krizi Bağlamında Son Gelişmelerin
İki Ülke İlişkilerine Yansıması
Suriye Rusya İle Türkiye’nin
Arasını Bozdu Mu?
5 senedir devam eden ve binlerce can kaybına
sebep olan Suriye Krizi günümüzde çözülemeyen
bir düğüm haline gelmiştir. Bir taraftan NATO üyesi
olan ve bölgesel çıkarlarını gözeten Türkiye, diğer
taraftan “Yeni Türkiye’nin” dış politikası kapsamında Avrasya coğrafyası ve bilhassa Rusya ile karşılıklı
çok yönlü ilişkiler içerisine giren Türkiye bulunmaktadır. Daha önce gerilimlere sebep olan Ukrayna ve
Gürcistan krizlerinde gördüğümüz kadarıyla Türkiye
ARALIK 2015
77
Ruslar daha öncek hlal durumlarındak
uyarılara rağmen Türkye’den böylesne sert
br cevabın geleceğne htmal vermyorlardı.
Bu yüzdendr k olayın yaşandığı lk saatlerde
Rus tarafından kmse doğru dürüst br açıklama
yapamıyordu. Çünkü buna hazır değldler. Önce
“uçak bze at olablr” gb br şey söyledler,
peşnden “uçak bzm fakat yerden ateşlenen
roketle vuruldu” dedler.
Rusya ile bir şekilde dostluk ilişkilerini sürdürmeyi
başarabilmiştir. Fakat Suriye meselesine gelince bir
soru işaretiyle karşılaşmaktayız. Bir tarafta Esad rejimine son vermek isteyen ve bunun için muhalefet
güçlerini destekleyen ABD öncülüğünde Türkiye’nin
de dâhil olduğu koalisyon güçleri, diğer tarafta Suriye ile ve bilhassa Esad rejimi ile yarım asırdan fazla
bir süredir sıkı işbirliği içerisinde olan Rusya ve Çin,
İran gibi müttefikleri bulunmaktadır. Bu siyasi gerilim çemberi içerisinde Rusya ile Türkiye’de kendi
payına düşeni almış, sert bir şekilde karşılıklı tavırlarını ifade etmişlerdi.
Türkiye’nin komşusu olan Suriye’de yaşananlar
fazlasıyla Türkiye’nin güvenliğini tehdit etmektedir.
Suriye’de yaşananların sorumlusu olarak da Türkiye Esad’ı görmektedir. Dolayısıyla, Suriye Krizi’nin
çözüme bağlanması için de Esad rejiminin son
bulması gerektiğini savunmaktadır. Bunun aksine
Suriye’deki savaşın son bulması için Esad’ın desteklenmesi ve iktidarın güçlendirilmesi gerektiğini ve
ancak ondan sonra Suriye halkının iradesine başvurarak seçim üzerinden Esad’ın gidip gitmeyeceğine
karar verilmesi gerektiğini savunan Rusya vardır.
BM Güvenlik Konseyi
28 Eylülde gerçekleşen Birleşmiş Milletler 70. Genel Kurulu toplantısında gözler Rusya Federasyonu
Devlet Başkanı Putin’e çevrilmişti. Fakat Putin yaptığı konuşmasında yeni bir şey söylememekle birlikte dünya liderlerinin dikkatini ABD’nin (adını vermeksizin) her şeyi yapma gücüne sahip olduğunu
düşünerek bölgesel ve küresel platformda başına
buyruk davrandığına ve bunun hiçbir şekilde kabul
78
ARALIK 2015
edilemez olduğuna çekmeye çalışmıştır. Ayrıca, Suriye konusunda da geri adım atmayacağının tekrar
altını çizmiştir.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Toplantısının hemen akabinde Rusya Devlet Başkanı Putin, Esad’ın
resmi talebi üzerine, Rusya Federasyonu Güvenlik
Konseyi’nden Suriye’de IŞİD ile mücadele kapsamında hava operasyonlarını başlatmak için onay
almış ve zaman kaybetmeden IŞİD militanlarının
konumlandıkları yerleri bombalamaya başlamıştır.
Rusya Federasyonu Savunma Bakanlığı’nın web
sayfasında yayınladığı verilere göre Su-34, Su-24м
ve Su-25см tipi Rus savaş uçakları Lazkiye’de bulunan “Hmeymim” hava üssünden havalanarak aralıksız Şam, Halep, Hama, Rakka bölgelerinde bulunan militanları bombalamaya devam etmektedir.4
Rus Savaş Uçakları Tarafından Türkiye Hava
Sahası İhlali
Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya
göre 3 Ekim tarihinde SU-30 tipi Rus savaş uçağı
kısa süreliğine Türkiye hava sahasını ihlal etmiştir.
Bununla ilgili Rusya Federasyonu Türkiye Büyükelçisi Bakanlığa çağrılarak kuvvetle protesto edilmiş,
bu tür bir ihlalin tekerrüründen kaçınılması önemle talep edilmiş, aksi takdirde yaşanabilecek arzu
edilmeyen bir hadiseden Rusya Federasyonu’nun
sorumlu olacağı bildirilmiştir. Bu hadiseyle ilgili Rusya Savuma Bakanlığı bu ihlalin sadece kötü hava
koşulları nedeniyle yaşandığını açıklamıştır. Bu olay
medyada büyük yankı buldu. Rusya’ya ait bir savaş uçağının Türk hava sahasını ihlal etmesine
NATO’dan da sert tepki geldi. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Türk hava sahasının Rus savaş uçağı tarafından ihlal edilmesinin “kabul edilemez” olduğunu söyledi ve konunun müttefik ülkeler
arasında görüşülmesi için Kuzey Atlantik Konseyi’ni
toplantıya çağırdığını belirtti.
Her hadisede olduğu gibi burada da fikirler ikiye ayrıldı. NATO müttefikleri Rus uçaklarının Türkiye’nin
hava sahasını ihlal etmesini bir provokasyon olarak
yorumlarken, diğerleri olayın navigasyon hatasından ibaret olduğunu savunmaktaydırlar.
Bu hadisenin akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan
tarafından sert bir şekilde eleştirilen Rusya adına
açıklama yapan Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı
ile Devlet Başkanı Sözcüsü Peskov da bu hadisenin
iki ülke arasındaki ilişkileri bozmayacağını temenni
ettiklerini dile getirmiştir. Erdoğan’ın “Türkiye gerekirse tamamen Rus doğalgazından vazgeçer ve
başka yerlerden tedarik edebilir.”, “Akkuyu projesini ise başkaları tamamlar.” gibi “uyarısına” ise Rus
uzmanları ciddi bir yaklaşım sergilememekle birlikte
böyle bir şeyin olacağına ihtimal vermediklerini belirtmişlerdi. Zira böyle bir şey gerçekleşirse Türkiye’nin
daha çok zarar göreceğini ifade etmişlerdi.
“Rusya İçin Acı, Türkiye İçin Ölümcül”
Rus uzmanının bir makalede ele aldığı yazıda
Türkiye’nin Rus gazından vazgeçmesi gibi bir durumda Rusya ile kıyasla Türkiye’nin çok daha zararlı çıkacağının altını çizmiştir. Makalede: “Türkiye
Almanya’dan sonra ikinci doğalgaz alıcımızdır.
2014 yılında Türkiye 27,3 milyar m3 gaz almıştır
(Almanya 40 milyar m3’ün üzerinde). Gazprom
doğalgazı doğrudan Karadeniz’den geçen “Mavi
Akım” boru hattından 16-19 milyar m3 kapasitesinde sevk ediyor. Geri kalan hacmi ise sözde Batı
koridoru diye adlandırılan Ukrayna ve Romanya
üzerinden ulaştırıyor.
Ankara dediği gibi Rus gazından vazgeçecek olursa Gazprom milyarlarca dolar kaybeder. 2014’te
Türkiye’ye 27,3 milyar m3 gazı 374 dolardan sata-
rak Gazprom 10,2 milyar dolar gelir elde etmiştir.
Bu sene petrol fiyatlarında yaşanan düşüş nedeniyle birinci dönemde Türkiye için doğalgaz fiyatı
300 dolar altında, ikinci dönemde ise 260 dolar
fiyatından satılmıştır. Bu yüzden 2015’te aynı kapasite için Gazprom Ankara’dan 7-7,5 milyar dolar almıştır.
Gazprom toplamda Avrupa’ya 217 milyar m3 gaz
satmaktadır. Türkiye’nin gazdan vazgeçmesi “acıtır” ama “ölümcül” olmaz. Ankara için ise böyle bir
karar ciddi ekonomik sorunlar yaşatır. Türkiye’deki Rus gazı toplam tüketimin % 50 - % 60’ını karşılamaktadır. Bu kadar büyük orandaki doğalgazı
başka ülkelerden tahsis etmesi mümkün olmaz.”
denilmektedir.
Uzmana göre Türkiye Rusya’dan başka
Azerbaycan’dan 5,3 milyar m3, İran’dan da 8,9 milyar m3 doğalgaz almaktadır. Bu ülkelerden aldığı
gaz kapasitesini arttırmak için gerekli altyapıya sahip değildir. Pratikte yapılabilir ancak çok zaman ve
çok para gerekir.
Esad’ın Moskova Ziyareti: Putin’in Batı’ya
Mesajı Mı?
Suriye’de iç savaşın başladığından bu yana yani
yaklaşık 4 senedir ülkesinden çıkmayan Esad 20
ARALIK 2015
79
nun Rusya’nın üst düzey devlet
adamları olması da bu ziyaretin
ve burada konuşulanların önemini vurgulamaktadır. Diğer önemli
husus ise Esad’ın ziyaretinin ABD
Dışişleri Bakanı’nın Rusya Dışişleri
Bakanı ile görüşmesi öncesinde
gerçekleşmiş olmasıdır. Şimdi bu
ziyaretten ne anlayabiliriz?
Ekim 2015 tarihinde kimsenin beklemediği bir zamanda Moskova’yı Rusya Devlet Başkanı Putin
ile görüşmek üzere ziyarette bulunmuştur. Esad’ı
Kremlinde Devlet Başkanı Putin, Başbakan Medvedev, Savunma Bakanı Şaygu, Rusya Dış İstihbarat
Müdürü Fradkov ve RF Güvenlik Konseyi Sekreteri
Patruşev karşılamıştır. Bu görüşme Esad’ın güvenliği nedeniyle medya mensuplarına ancak Esad ülkeden ayrıldıktan sonra bildirilmiştir.
Kremlin’in resmi sayfasında görüşmenin aktarılan
kısmında önce Putin’in Esad’a ülkesindeki ağır duruma rağmen daveti kabul edip geldiği için teşekkür
ettiği, Suriye halkının 4 senedir neredeyse tek başına teröristlere karşı savaştıklarını, çok kayıp verdiklerini, ancak son zamanlarda olumlu sonuçlar elde
ettiklerini dile getirdiği ve teröristlerin Orta Doğu’nun
önemli topraklarını ele geçirme isteklerinin Rusya’yı
da yakinen ilgilendirdiğini söylediği aktarılmaktadır.
Bunun üzerine Esad’ın da bütün Rusya yönetimine
destekleri için teşekkür ettiği yazılmaktadır. Her iki
liderinde Suriye Krizi’nin ancak ve ancak hukuksal çerçevede çözülebileceğini vurguladıkları ve
Putin’in sadece askeri alanda değil siyasi çözüm
sürecinde de diğer ülkelerle birlikte yer alacağını
söylediği aktarılmaktadır.5
Ziyaretin Perde Arkası
Esad’ın Moskova ziyareti dünyada büyük yankı buldu ve farkı kişilerce farklı yorumlandı.
Zira son gelişmeleri göz önünde bulunduracak olursak bu ziyaretin ne kadar önemli bir mesaj olduğunu
görürüz. Ayrıca Esad’ı Kremlinde karşılayan kadro-
80
ARALIK 2015
Putin’in
Esad’ı
özellikle
Moskova’da karşılaması, Suriye
Krizi’nin çözüm merkezinin Moskova olduğunu vurgulamak içindir. Görüşme’nin başka bir nedeni
ise Suriye’de elde edilen başarılar
sonucunda iki müttefikin elde edilen sonuçları gözden geçirmek ve ileriye yönelik adımlar hakkında
fikir alışverişinde bulunmak istemeleridir.
Putin Suriye’nin artık 2011 öncesi Suriye olmayacağını çok iyi bilmektedir. Esad’ın ya yetkisini sınırlaması ya da iktidardan ayrılması gerekeceğini bilmektedir. Dolayısıyla Moskova görüşmelerinde bu
senaryoya ilişkin siyasi adımların temelleri atılmışta
olabilir. Zira ziyaret sonrası Esad’ın yaptığı şu açıklama dikkat çekicidir: “Eğer Suriye halkı beni desteklerse seçime gider ve aday da olurum”. Öte yandan Batı basınında bilhassa ABD basınında çıkan
ziyaret yorumlarında iki liderin görüşmesinin Suriye
Krizi’nin çözümünü hızlandırabileceği yazmaktalar.
Zira Orta Doğu’da yaşananları Rusya ABD arasında anlaşmalı çekişme olduğunu düşünürsek ABD
uzmanları tarafından yapılan bu tarz yorumların boş
olmadığını anlamamız mümkündür.
Hava Sahası İhlalinin Tekrarı Rus-Türk
İlişkilerinde Kırılma Noktası mıdır?
25 Kasım sabah saat 9 sularında Türkiye hava sahasını ihlal eden Rus savaş uçağı SU-24 Türkiye
hava kuvvetlerine ait F-16 uçağı tarafından defalarca
uyarıldıktan sonra düşürülmek zorunda kaldı. Rus
uçağındaki iki pilottan biri hayatını kaybetti, diğeri
kurtarıldı. Yaşananlar aslında hem şaşırtıcı hem de
öngörülür bir olaydır. Çünkü bundan yaklaşık bir ay
önce aynı şeyler yaşanmıştı ve Rusya ciddi bir şekilde
ihlallerin tekrarlanmaması doğrultusunda uyarılmıştı.
Zira bu seferki hadise iki ülke için de çok daha ciddi
sonuçlara neden oldu. Çünkü kimse işlerin bu duruma
geleceğini düşünmemişti.
Bu olay hemen hemen tüm ülkelerin gündem konusu
olmuştur. Bilhassa Rus ve Türk medyasında şiddetle
tartışılmakla beraber karşılıklı suçlamalar ve açıklamalar yapılmaktadır. Rus basını resmen enformasyon savaşı başlatmış ve devlet kanallarında Türkiye’yi
suçlu konumuna düşürmeye çalışmaktadır.
Aslında Ruslar daha önceki ihlal durumlarındaki
uyarılara rağmen Türkiye’den böylesine sert bir cevabın geleceğine ihtimal vermiyorlardı. Bu yüzdendir ki olayın yaşandığı ilk saatlerde Rus tarafından
kimse doğru dürüst bir açıklama yapamıyordu.
Çünkü buna hazır değildiler. Önce “uçak bize ait
olabilir” gibi bir şey söylediler, peşinden “uçak bizim
fakat yerden ateşlenen roketle vuruldu” dediler.
“Aynı tırmığa iki defa basılmaz”
Ruslar aynı hatayı neden tekrar tekrar yapıyorlar,
amaçları nedir? Gerginliği tırmandırarak ne elde
etmek istiyorlar? Şimdilik akla gelen ilk cevap bu
olaya istinaden Suriye’deki askeri varlığını artırarak
ellerini güçlendirmek istemeleri olabilir. Zira iki gün
içerisinde Suriye’ye S-400 füze sistemlerini yerleştirdi. Türkiye’ye karşı da sert bir tepki sergileyerek
bazı yaptırımları uygulamaya koydu. Rus basınında
ifade edilen “tehditlerin” çoğunun gözdağı vermekten başka bir şey olduğunu düşünmüyorum. Doğal
gazı kesemez, kime satacak, zaten ekonomisi zor
durumda petrol fiyatlarından dolayı. Ticari ilişkileri
kısmen kesse de tamamen bitiremez, Türkiye’den
başka kim kaldı ki Rusya ile işbirliği yapan. Dilde
sert ifadelerinin nedeni de Rus halkının ve diğer ülkelerin gözünü boyamak olabilir.
Su-24 krz devlet lderlernn ne kadar
hızlı br şeklde değşebldğn bze br
kez daha göstermştr. Türkye NATO üyes
olmasına rağmen Ukrayna Krz’nde Batı’ya
yaptırımlar hususunda katılmadı, Rusya’yı
dolaylı da olsa yalnız bırakmadı. Ancak
Rusya bu durum sank hç yaşanmamış gb
anında Türkye’y düşman lan ett ve ayrıca
terör destekçs dye ftralar atmaya başladı.
Bundan Sonra Ne Olur?
Bir kere Rusya-Türkiye ilişkileri artık aynı olamaz.
Daha önceki Rus uçaklarının sınır ihlallerinde Ruslar
bu olayın iki ülke ilişkilerine yansımayacağını umuyoruz diyorlardı, ancak şimdi durum farklı, ayrıca öldürülen pilot da var işin içinde. Rus tarafı Türkiye ile
artık ilişkilerimiz aynı olmayacak diye açıklama yapıyorlar. Sanki Orta Doğu’daki oyunları için Türkiye’yi
saf dışı bırakmaya çalışıyorlar. Böylelikle Türkiye’nin
bu coğrafyadaki etkisini kırmaya çalışıyor olabilirler.
Rusya burada da geri adım atmayacaktır, aksine
daha da hırslı bir şekilde politikasına devam edecektir.
“Su-24 krizi” devlet liderlerinin ne kadar hızlı bir şekilde değişebildiğini bize bir kez daha göstermiştir.
Türkiye NATO üyesi olmasına rağmen Ukrayna
Krizi’nde Batı’ya yaptırımlar hususunda katılmadı,
Rusya’yı dolaylı da olsa yalnız bırakmadı. Ancak
Rusya bu durum sanki hiç yaşanmamış gibi anında
Türkiye’yi düşman ilan etti ve ayrıca terör destekçisi
diye iftiralar atmaya başladı.
İlişkilerin bozulması hem ticari-ekonomik hem de
insani-kültürel alanlarda iki ülkenin de 15 senede
elde ettikleri başarıları bir çırpıda silip atmaları anlamına gelir. Rusların bu konuda “Türkler daha fazla
zarar görür” açıklaması yerine bu durumdan öncelikle iki ülke halkının en az zarar göreceği şekilde
nasıl çıkabiliriz diye düşünmeleri beklenirdi. Zira kültürel açıdan iki ülke güçlü karşılıklı bağlara sahipler.
Son olarak, acaba Türkiye, Rusya’nın Suriye’de
yaptığı gibi Ukrayna’da iktidarın talebi üzerine gelip de Ukrayna’nın doğusundaki ayrılıkçılara karşı
iktidarı destekleseydi Ruslar ne düşünürdü? Bunu
yaparken de Rus sınırlarını defalarca ihlal etselerdi...
Dipnotlar
1
2
3
4
5
THE BATTLE FOR TURKEY’S SOUL, http://www.
emmabonino.it/press/world/5039
Voprosik.net, Перспективы Российско-Турецких
отношений, http://voprosik.net/perspektivyotnoshenij-rossii-i-turcii/ , Erişim tarihi 28.09.2015
Ирина Свистунова, Российско-Турецкие
отношения, Российский Институт Стратегических
Исследований, http://riss.ru/analitycs/5452/, Erişim
tarihi 25.09.2015 http://regnum.ru/news/1933187.html
Министерство Обороны РФ, http://syria.mil.ru/news/
more.htm?id=12060556@egNews
Kremlin resmi sayfası, http://kremlin.ru/events/
president/news/50533
ARALIK 2015
81
DIŞ POLİTİKA
Tea Party hareketnn ve Freedom Caucus’ın Başkan Obama karşısındak muhalefet
yöntemlernn ve zledkler stratejnn ardından Cumhuryetç Part’nn 2010 ve 2014 seçmlernde
çoğunluğu kazanması, bu oluşumların party zafere taşıdığı yorumlarını berabernde getrd.
Cumhuriyetçi Parti’nin bu seçimlerde nasıl bir performans ortaya koyacağı en çok merak edilen konulardan biridir. Cumhuriyetçilerin 2008 ve 2012
yılında yapılan iki başkanlık seçimini kaybetmiş olmalarına rağmen yapılan son seçimlerde Kongre’de
çoğunluğu elde etmiş olmaları 2016 yılında yapılacak başkanlık seçimini kazanacakları kanaatini
uyandırmaktadır. Ancak başkanlık seçimlerinin kazanılmasında pek çok faktör etkili olmaktadır. Cumhuriyetçi Parti’nin 2016 başkanlık seçimlerindeki
başarısını etkileyecek en önemli iki etken partinin
kendi içerisinde yaşadığı dönüşüm ve parti adaylarının söylemleridir.
ci, partinin politik yelpazenin sağına doğru yönelmesi şeklinde tezahür etmektedir.1 Cumhuriyetçi
Parti’nin, sosyal ve ekonomik konularda daha sağda kabul edilen politikaları dillendirmeye yöneldiği
söylenebilir.
Cumhuriyetçi Parti İçinde Yaşananlar:
Kaos Mu Dönüşüm Mü?
Harvard Üniversitesi Profesörü Skocpol’a göre bu
hareketin iki temel amacı vardır: Cumhuriyetçileri,
Başkan Obama’nın sosyal demokrat gündemine
karşı mücadele etmeye motive etmek ve yasama sürecinde demokratlarla uzlaşmalarını engellemek.3 Ancak Tea Party’yi sadece bu iki amaca
sahip bir yapı olarak değerlendirmek eksik bir
okumadır. Tea Party, bir hareket olarak; devlet harcamalarında ve vergilerde kesintiyi savunan, özel
sektör üzerinde düzenlemenin son derece sınırlı
olması gerektiğine inanan, sosyal ve siyasal alanda
muhafazakâr ilkeleri dile getiren ve Cumhuriyetçi
Parti’yi de bu ilkelere uygun bir strateji izlemeye
yönlendiren bir yapıdır. Cumhuriyetçi Parti’nin bu ilkelere dayanan bir strateji izlemesi Senato ve Temsilciler Meclisi seçimlerinde partiyi çoğunluk elde
etmek noktasında zafere taşımıştır.
Son yedi yıldır Cumhuriyetçi Parti’nin iç işleyişinde ve muhalefet tarzında bir değişimin yaşandığı
aşikârdır. Cumhuriyetçi Parti’de yaşanan bu değişimin öncelikli amacı, partinin tarihsel söylemine
ve ilkelerine sadık bir şekilde daha mücadeleci bir
muhalefet performansı ortaya koymasını sağlamaktır. Bu dönüşüm, hem parti içindeki liderlik mücadelelerine hem de Başkan Obama’ya ve Demokrat
Parti’ye karşı izlenen stratejilere yansımaktadır.
CUMHURİYETÇİ PARTİNİN GELECEĞİ
VE 2016 BAŞKANLIK SEÇİMLERİ
Yrd. Doç. Dr. Mehmet KOCAOĞLU*
Akademisyen
A
merika’da 2016 başkanlık seçimlerine bir yıl
gibi bir süre olmasına rağmen seçim süreci
tüm hızıyla devam ediyor. Cumhuriyetçi ve
Demokrat Partilerin aday adayları kampanyalarına
başlayalı uzun bir zaman oldu; eyaletleri gezerek
82
ARALIK 2015
yapılan mitingler, anketler, radyo-televizyonlara verilen röportajlar ve reklamlar, parti adaylarının görüşlerini geniş halk kitlelerine aktarmalarına imkân
veren ve ilgiyle takip edilen televizyon tartışmaları bu
başkanlık seçiminin de olağan ritüelleri.
Cumhuriyetçi Parti içerisindeki Tea Party ve Freedom Caucus gibi yapılar hem Başkan Obama’nın
sosyal demokrat ajandası içerisinde yer alan devletin sosyal ve ekonomik alandaki düzenleyici rolünü
artırmayı amaçlayan politikalarına karşı çıkmakta
hem de yasama sürecinde Cumhuriyetçi Parti’nin
kongre üyelerini partinin ilkelerine aykırı şekilde Demokrat Parti’yle uzlaşmaması yönünde büyük çaba
sarf etmektedir. Yaşanan bu değişim, kaos olmayıp
partinin muhafazakar temellere ve ilkelere dayanan
duruşuna yeniden dönüşüdür.
Parti içindeki bu dönüşümün temelleri Barack
Obama’nın başkanlık koltuğuna oturduğu 2008
yılına kadar uzanmaktadır. Kongrede Cumhuriyetçi Parti’nin çoğunluğu kazanmasıyla birlikte parti
içindeki dönüşüm ivme kazandı. Bu değişim süre-
Özellikle Cumhuriyetçi Parti içerisindeki Tea Party
hareketi, Cumhuriyetçi Parti’yi, politik yelpazenin
daha sağında yer almaya teşvik etmektedir. Bu hareket, partinin kendini gözden geçirmesi ve kendini bulması için içten gelen bir meydan okumadır.2
Cumhuriyetçi dünya görüşüne sahip olan gönüllülerden oluşan yerel gruplar, sivil toplum örgütleri ve
bağış yapanlar bu harekete yön vermektedir.
Kongredeki her iki mecliste de elde edilen çoğunluk, Cumhuriyetçi Parti içindeki Tea Party ve Freedom Caucus gibi oluşumların, izlenen taktiğin ve
stratejinin doğru olduğuna dair inançlarını pekiştirdi.
Tea Party hareketinin ve Freedom Caucus’ın Başkan Obama karşısındaki muhalefet yöntemlerinin ve
izledikleri stratejinin ardından Cumhuriyetçi Parti’nin
2010 ve 2014 seçimlerinde çoğunluğu kazanması, bu oluşumların partiyi zafere taşıdığı yorumlarını
beraberinde getirdi. Aynı zamanda seçimlerde elde
edilen zaferler, Tea Party ve Freedom Caucus’ın
ARALIK 2015
83
parti içindeki rolünü bir başka boyuta daha taşıdı.
Bu iki oluşumdan biri olan ve son zamanlarda Amerikan siyasetine damgasını vuran Freedom Caucus,
özellikle Senato’daki ve Temsilciler Meclisi’ndeki
Cumhuriyetçi Parti liderlerinin ve Kongre üyelerinin,
partinin ilkelerine uygun hareket etmeleri hususunda bir tür zorlayıcı unsura dönüştü. Bir anlamda bu
yapı, partinin ilkelerine sadık siyaset yapılması için
parti liderlerine ve diğer kongre üyelerine yöneldi.4
Caucus’un gücü anlaşılır. Temsilciler Meclisi Sözcüsünün bu yapının onayını almadan bir yasa tasarısını
geçirmesi imkânsızdır. Freedom Caucus buna dayanarak Cumhuriyetçi Parti liderlerini iki seçenekle
baş başa bırakmaktadır: Freedom Caucus’un cumhuriyetçi ilkelere sadık kalınması uyarısını dikkate
alarak görevini yerine getirmek ya da yasa tasarısı
için gerekli çoğunluğu elde edememe durumuyla
yüzleşmek.
Freedom Caucus, Temsilciler Meclisindeki 40 cumhuriyetçi temsilcinin oluşturduğu bir harekettir. Bu
hareketin üyeleri Amerika’nın en sert cumhuriyetçilerinin olduğu eyaletlerden seçilmiş temsilcilerdir.
Bu hareketin önderleri arasında Louis Gohmert
(Teksas), Jim Jordan (Ohio), Mark Meadows (NC),
John Fleming (LA) ve Tim Huelskamp (Kansas)
bulunmaktadır. Bu hareket temel olarak ekonomi
alanında devlet harcamalarının az olmasını ve vergilerin düşük olmasını savunurken sosyal alanda ise
muhafazakâr politikaları ısrarla savunmaktadır.
Freedom Caucus’ın temsilcileri, cumhuriyetçi parti
liderlerinin çok yetersiz ve çekingen olduğuna, temel konularda alternatif bir gündem sunmak noktasında pasif kaldığına ve Başkan Obama ile yeterli
ölçüde mücadele etmediğine inanmaktadır.5 Bu sebeple Freedom Caucus’ın üyeleri Temsilciler Meclisi
Sözcüsü John Boehner’i istedikleri çizgiye çekebilmek için uzun süredir mücadele etmektedir.
435 üyeli Temsilciler Meclisinde, Cumhuriyetçi Parti
247 sandalyeye sahiptir. Temsilciler Meclisinde bir
yasa tasarısının geçebilmesi için gerekli minimum
oy sayının 218 olduğu hatırda tutulursa Freedom
84
ARALIK 2015
Freedom Caucus’ın üyeleri, Sözcü Boehner’e sağlık ve sosyal hizmetlere yapılan harcamaların yeniden düzenlenmesi ve bu alanlarda devlet harcamalarının kesilmesi, İran ile yapılan anlaşmanın engellenmesi, Planlanmış Ebeveynliğe yönelik devlet harcamalarının durdurulması konusunda baskı yaptılar.
Bu istekler yerine getirilmediği takdirde, Freedom
Caucus’ın üyeleri, federal hükümetin borçlanma
tavan eşiği konusunda gereken desteği vermeyeceklerini ifade ederek Federal hükümetin faaliyetlerini durdurma kartını oynadılar.6 Freedom Caucus,
Planlı Ebeveynliğe yönelik devlet harcamalarına ilişkin sağlam karşı duruşuyla Temsilciler Meclisindeki
Cumhuriyetçilerin Başkan Obama’nın imzalayacağı
bütçe yasasını desteklemeyeceğinin sinyalini verdi.
Böylece Federal Hükümetin kepenk kapatma krizi
için saat geriye saymaya başladı.7
Freedom Caucus’un Temsilciler Meclisi sözcüsü Boehner’den istekleri sadece Başkan Obama
ve Demokrat Parti’ye karşı sert muhalefet gösterilmesiyle sınırlı olmayıp aynı zamanda Temsilciler
Meclisi’nin yönetilme şeklinin de değiştirilmesi ve
reform yapılmasını içermektedir. Caucus üyeleri,
Temsilciler Meclisi’ndeki her komitenin başkanının
komite üyeleri tarafından seçilmesini, toplantıların
ne zaman yapılacağına ve hangi yasa tasarısının
önerileceğine komiteler tarafından karar verilmesini
talep etmektedirler.8
Freedom Caucus’un istekleri Sözcü Boehner’i iş
yapamaz hale getirmiş ve Boehner’in görevinden
ayrılma kararı almasına sebep olmuştur. Boehner’in
boşalttığı koltuğa kimin oturacağı şu an için küçük
bir kriz yaratmış durumda. Boehner’in yerine Cumhuriyetçi Parti’nin güçlü isimlerinden Temsilciler
Meclisi çoğunluk partisi lideri Kevin McCarthy aday
olmak istedi. McCarthy’nin Bingazi Soruşturma
Komitesi’nin Hillary Clinton’ın başkanlık kampanyasını olumsuz etkilemek üzere oluşturulduğunu ifade
etmesiyle adaylığı tartışmalı hale geldi. McCarthy,
bir süre sonra Temsilciler Meclisi sözcülüğüne aday
olmadığını açıkladı. Ancak bunun arkasındaki temel
sebep Freedom Caucus’un McCarthy’nin adaylığına Boehner’in sağ kolu olduğu gerekçesiyle karşı
çıkmasıydı. Bunun ardından partinin güçlü isimlerinden bir diğeri olan Paul Ryan’ın aday olması istendi.
Paul Ryan, ilk olarak bu pozisyona aday olmayacağını ifade etti. Fakat parti içinden gelen baskılar karşısında kararını gözden geçireceğini dile getirdikten
birkaç gün sonra Freedom Caucus’un kendisine
yönetimi sürecinde destek vermesi ve koşullarını
kabul etmesi şartıyla aday olabileceğini ifade etti.
Freedom Caucus’un ve Tea Party hareketinin, parti liderlerine yönelik cumhuriyetçi ilkelere yeniden
dönülmesi ve sadık kalınması uyarısı Senatoda
da yankılanmaktadır. Tea Party’nin önemli isimlerinden Senator ve başkan aday adayı Ted Cruz,
ARALIK 2015
85
Cumhuryetç Part’nn başkanlık seçmlernde başarılı olablmes, ülkenn değşen
demografk yapısını y analz etmesne ve bunlara yönelk poltkalar savunmasına
bağlıdır. Değşen demografk yapı çnde ülkedek seçmenler arasında beyaz
Amerkalıların oranı azalırken, azınlıkların, gençlern ve kadınların oranı artmaktadır.
Senatonun kürsüsünden, Senatonun kurallarına
aykırı şekilde isim vererek, Cumhuriyetçi Parti’nin
Senatodaki çoğunluk lideri Mitch McConnel’i, Export Import Bank ile ilgili anlaşmalarına uymamakla
itham ederek açıkça McConnel’in ‘yalancı’ olduğunu ifade etti.” Cruz’a göre her iki mecliste çoğunluk
Cumhuriyetçilerde olsa bile bugüne kadar Obama
yönetiminin isteklerini onaylamak dışında bir şey
yapılmamıştı, Başkan Obama’nın 1,1 trilyon dolarlık
devlet harcaması yasası ardından sağlık sigortası
programı onaylanmış, Loretta Lynch’in adalet bakanı olması önerisi kabul edilmişti.9
ABD başkanlığından ve Kongre başkanlığından
sonra ülkedeki en prestijli makama siyasetçilerin
aday olmakta tereddüt etmesi ve koşullar ileri sürmesi, Kongre kürsülerinde Cumhuriyetçi liderlere
sert suçlamalar, parti içindeki ılımlı Cumhuriyetçiler
ve radikal Cumhuriyetçiler arasında bir mücadele
yaşandığının açık delilleridir. Yaşanan mücadele temel ilkelerde bir ayrılık olmayıp başkanlık seçimleri öncesinde izlenmesi gereken taktiklere ilişkindir.
John Fund’ın da ifade ettiği gibi “ılımlı Cumhuriyetçiler yaklaşan başkanlık seçimleri öncesinde vatandaşların nezdinde “iş yapmaz ve yönetemez” imajı
oluşturmamak adına adım adım yasama işlerinin
devam etmesini isterken, radikal sağ kesim ise sert
bir taktik izlenmesi gerektiğinde ısrar etmektedir.”10
Ilımlı Cumhuriyetçilerin, başkanlık seçimleri öncesinde partinin daha ılımlı söylem benimsemesini ve
taktikler izlemesini istemesinin sebebi sert radikal
söylemin Cumhuriyetçi Parti’yi seçim öncesi yıpratacağına inanmalarıdır. Çünkü kamuoyunda çeşitli
yazarlar ve analistler Cumhuriyetçi Parti içinde yaşananları kaos olarak yorumlamakta ve bunu Cumhuriyetçi Parti’nin ülkeyi yönetme yeteneğinden
yoksun olmasına dayandırmaktadırlar.11
Mark Hemingway’e göre Cumhuriyetçi Parti’nin
aşırı sağcılar tarafından aşağı çekildiği Demokratların uydurduğu bir mit olup kamuoyunda Cumhuri-
86
ARALIK 2015
yetçilerin ülkeyi yönetme kabiliyetine sahip olmadığı
algısı oluşturmak için kullanılmaktadır.12 Hemingway, bu iddiasında haklılık payına sahip olabilir.
Özellikle MSNBC, The New York Times, The Huffingthon Post gibi çevrelerde Cumhuriyetçi Parti’nin
kaos yarattığı ve ülkeyi yönetme yeteneğinden
yoksun olduğu sıklıkla ifade edilmektedir. Fakat
McCutcheon’ın da işaret ettiği gibi Tea Party hareketinin, Başkan Obama’nın ülke için faydalı olabilecek politikalarına yönelik sert muhalefeti ve Obama
yönetimini engelleyerek federal hükümetin hizmet
sunumunda aksamalara sebep olması kamu nezdinde hoş karşılanmadı.13
Pew Araştırma Merkezi’nin son araştırmasına göre14
yaşan parti içi mücadeleler, borçlanma tavanının yükseltilmesi ve federal hükümetin sunduğu hizmetlerin
devamını sağlayacak müzakerelerdeki uzlaşmaz tutumu Cumhuriyetçi Parti’nin destek oranının son altı
ayda azalmasına sebep oldu. Bu oran Ocak ayından
itibaren % 9 azalarak % 32’ye geriledi. Ayrıca Cumhuriyetçilerin kendi partilerini değerlendirmelerinde
de aynı tabloyu görebiliriz, altı ay önce Cumhuriyetçiler kendi partilerini % 86 oranında olumlu değerlendirirken bu oran şimdi % 68’e düştü.
Cumhuriyetçi Parti’nin son yıllarda yaşadığı dönüşümün kamuoyundaki karşılığının olumsuz olmaması
için partinin başkanlık seçimleri öncesinde izlediği
taktikleri gözden geçirmesi gerekliliği dile getirilmektedir. Jay Cost, Cumhuriyetçi Parti’nin ülkeyi yönetebilme yeteneğine sahip olduğunu gösterebilmesi
için Kongrenin sembolik yasa tasarılarını hazırlayıp
Başkana göndermesinin ve Başkan Obama ile fayda sağlamayan savaşlara girmek yerine eyaletlerde
reform çalışmalarına ağırlık vermesinin altını çizmektedir.15 Cumhuriyetçi Parti’nin kamuoyundaki desteğinin azaldığını gösterir anketler dikkate alınırsa
Cumhuriyetçi Parti’nin kendi içinde birlik kuramadığı
ve ülkedeki sorunların çözümünde sorumsuz davrandığı algısının oluşması gelecek yıl yapılacak başkanlık
seçimlerini kazanmasını zorlaştırabilir.
Cumhuriyetçi Parti’nin 2016 yılındaki başkanlık seçimlerini kazanabilmesi Cumhuriyetçi Parti’nin aday
adaylarının başlayan seçim kampanyalarındaki performanslarıyla da yakından ilgilidir.
Cumhuriyetçi Parti 2016 Başkanlık Seçimlerini
Kazanabilir mi?
Cumhuriyetçi Parti ve Demokrat Parti aday adayları seçim kampanyalarına başladı. Demokratlar üst
üste üçüncü kez seçimleri kazanmak için yarışacak. Yakın zamanlarda partisine üç veya daha fazla
dönem üst üste başkanlığı kazandıran başkanlar
Cumhuriyetçi Ronald Reagan ve Demokrat Franklin
D. Roosvelt’ti.
Cumhuriyetçilerin yaklaşan seçimlerde elini kolaylaştıran en iyi veri şimdiye kadar Amerikalıların
nadiren üç dönem üst üste aynı partiden başkan
seçilmesine müsaade ettiğidir. Anketler başkan
Obama’nın bunu tersine çevirecek bir performans
ortaya koymadığını göstermektedir. CBS’in anketine göre Başkan Obama’nın idaresinden memnun
olmayanların oranı % 46 iken Başkan Obama’nın
ekonomideki yönetim performansından memnun
olmayanların oranı ise % 53’tür.16
Başkan Obama’nın, Demokrat Parti’nin üçüncü
kez üst üste başkanlık makamını kazanması için
yeterli bir performans ortaya koymamış olması tek
başına Cumhuriyetçi Parti’ye başkanlık seçimlerini
kazandıracak faktör olamaz. Cumhuriyetçi Parti’nin
başkanlık seçimlerini kazanabilmesi için çözmesi
gereken sorunlar var ve bu sorunlar Cumhuriyetçi Parti’nin başkanlık seçimlerini kazanma şansını
olumsuz etkiliyor: Son yıllarda seçmen tabanının
beyaz yaşlılara dayanması ve bunların sanılanın aksine devletin sosyal yardım hususunda daha fazla
rol üstlenmesini savunması, Parti’nin siyah Amerikalıların, diğer azınlıkların (Hispanikler ve Asyalılar), kadınların ve gençlerin oylarını kazanmak için
politikalar ortaya koymaması ve çabalamamasıdır.
David Frum, partinin yüzleştiği bu sorunlara partiye
bağışta bulunanların radikal olması ve Cumhuriyetçileri daha radikal taktikler izlemeye ittiğini, partinin
iç işleyişindeki kuralların ve ilkelerin katılaşmasının
partinin değişen koşullara uyum sağlamasını zorlaştırdığını eklemektedir.17
Cumhuriyetçi Parti’nin başkanlık seçimlerinde başarılı olabilmesi, ülkenin değişen demografik yapısını iyi analiz etmesine ve bunlara yönelik politikalar savunmasına bağlıdır. Değişen demografik yapı
içinde ülkedeki seçmenler arasında beyaz Amerikalıların oranı azalırken, azınlıkların, gençlerin ve kadınların oranı artmaktadır.
ARALIK 2015
87
Cumhuriyetçi adaylar içinde kendine özgü
karakteriyle ülke gündemine damgasına
vuran Donald Trump söylemleriyle Cumhuriyetçi Parti’nin seçimleri kazanmasını
zorlaştırmakta ve değişen demografik yapı
içerisinde önemli bir yere sahip olan azınlıkları Cumhuriyetçi Parti’den soğutmaktadır. Medyanın sürekli olarak Trump’ı konu
alması Cumhuriyetçi Parti ve Trump arasındaki çizgiyi bulanıklaştırmaktadır. Ayrıca
Trump’a medya tarafından gösterilen aşırı
ilgi, Hillary Clinton’ın başını ağrıtan email skandalının, İran ile varılan anlaşmanın,
Demokrat Parti’deki ayrışmaların ve diğer
Cumhuriyetçi adayların projelerinin yeterince konuşulmasını engellemektedir.20
Whit Ayres’in de işaret ettiği gibi Cumhuriyetçi
kongre adayları 2010 ve 2014 yılında beyaz seçmenlerin oyunun % 60’ını alarak seçimleri kazandı.
Ancak özellikle azınlıkların katılımının yüksek olduğu
başkanlık seçimlerinde bu tablonun anlamı değişir.
2012 yılındaki seçimlerde Barack Obama, siyahların ve azınlıkların büyük oranda desteğini alarak
(Siyahların % 93’ünün, Hispanik ve Asyalıların %
70’inin) seçimi kazandı. Sonuç olarak Amerika’nın
ilk siyahi başkanı 10 beyaz seçmenden 4’nün oyunu alarak seçimi yeniden kazandı. Cumhuriyetçi
Parti’nin adayı Mitt Romney ise 2012 seçimlerinde beyaz olmayan seçmenlerin sadece % 17’sinin
oyunu alabildi. Cumhuriyetçi Parti’nin 2016 başkanlık seçimlerini kazanabilmesi için beyaz olmayan
seçmenlerin minimum % 30’nun oyunu alması gerekmektedir.18
Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı olabilmek için
yarışan isimlere baktığımızda Donald Trumph ve
Ben Carson yapılan anketlerde ilk iki isim olarak
uzun süredir pozisyonlarını korumaktadırlar (Donald
Trump % 24, Ben Carson % 23, Ted Cruz % 10,
Marko Rubio % 9, Jeb Bush % 8, Carly Fiorina ve
Mike Huckabee % 5, Rand Paul % 3).19 Anketlerde
ilk iki pozisyonu koruyan isimlerin seçim kampanyalarındaki konuşmaları analiz edildiğinde ülkenin
değişen demografik yapısını iyi tahlil edemedikleri
sonucuna ulaşmak mümkündür.
88
ARALIK 2015
Cumhuriyetçi aday Donald Trump canının
istediği herkese aşağılayıcı sataşmalarda
bulunmakta tereddüt etmemektedir: Meksika’dan
Amerika’ya illegal yollarla geçmiş Meksikalılara tecavüzcü yakıştırması yaptı, ABD-Meksika sınırına
duvar inşa edeceği ve illegal göçmenleri özellikle
Hispanikleri sınır dışı edeceği tehdidini savurdu, Fox
tv kanalındaki Cumhuriyetçi adayların katıldığı tartışma programının moderatorü Megyn Kelly’e kendisine zaman ayırmadığı için cinsiyetçi imalar içeren
ifadeler kullandı, bir başka Cumhuriyetçi aday olan
Carly Fiorina’nın fiziksel görüntüsüyle alay etti. Anketlerde ikinci sırada yer alan Ben Carson da, Donald Trump’ın izinden giderek ayrımcılık ve nefret
diline sarılarak “Bir Müslümanı ABD başkanı olarak
görmek istemediğini ve bir Müslümanın ABD başkanı olmasının sakıncalı olduğunu ” açıkça ifade etti.
Azınlıkları, kadınları ve farklı olanı inciten bu tür söylemlerin Cumhuriyetçi Parti’nin başkanlık seçimlerini kazanma şansını olumsuz etkilemesi kaçınılmaz
gözükmektedir. David Lauter’in de ifade ettiği gibi
son yirmi yılda ülkenin oy kullanacak seçmen sayısı arttı ve özellikle elli yaşın altındaki seçmenler için
farklılık ve çeşitlilik önemli değerler haline geldi.21
Dolayısıyla partinin değerleri çerçevesinde farklı olana saygılı bir üslup izlenmesi ve siyahlar dâhil
Amerikan vatandaşı olan azınlıkları kucaklayıcı politikaların ortaya konulması Cumhuriyetçi Parti’nin
başkanlığı kazanma şansını artıracaktır.
Cumhuriyetçi Parti’nin özellikle siyahları ve azınlıkları
önemsediğini gösteren adımlar atması bu kitlelerin
Cumhuriyetçi Parti’ye yönelmesi sonucunu doğurabilir. Siyahları ve diğer azınlıkları önemsediğini
göstermek için ceza yargılaması reformu önererek
işe başlayabilir. Piyasanın aşırı düzenlenmiş olmasıyla mücadele ederek siyahlar ve diğer azınlıklara
mensup pek çok insan için yeni iş imkânları yaratabilir. Ayrıca mümkün olduğunca siyahlarla ve diğer
azınlıklarla iletişim kurmanın yollarını arayarak toplumun bu kesimlerine karşı partinin kayıtsız olmadığını
kanıtlayabilir.22 Bu yönde atılacak küçük adımlarla
Cumhuriyetçi Parti başkanlık seçimlerinde istediği
sonuca ulaşabilir.
10
11
12
Dipnotlar
1
2
3
4
5
6
7
8
9
Sosnik, Doug; “Groucho Marx’s Republican Party:
Why the GOP is in more trouble than you think”, Politico, 17 Mart 2014. http://www.politico.com/magazine/story/2014/03/sosnik-memo-republican-partyfuture-104749#.VCgxnuc6DJw
Kristol, William; “‘The Crisis at Which We Are Arrived’;
Don’t fear the Tea Parties”, The Weekly Standard, Vol:
15, No:41, 19 Temmuz 2010. http://www.weeklystandard.com/articles/crisis-which-we-are-arrived
Skocpol, Theda; “Tea Party Forces Still Control the
Republican Agenda”, http://www.scholarsstrategynetwork.org/page/tea-party-forces-still-control-republicanagenda
Ornstein, Norm; “The Republican Road Block Ahead”,
The Atlantic, 5 Ağustos 2015.
http://www.theatlantic.com/politics/archive/2015/08/
why-the-gop-needs-to-brace-for-the-road-blockahead/400499/
Lowry, Rich; “The House Republican Civil War”, National Review, 9 Ekim 2015. http://www.nationalreview.com/article/425298/house-republican-speakermeltdown?target=topic&tid=747
Waldman, Paul; “It doesn’t matter who the next Speaker
is. Because this is a permanent conservative rebellion”,
The Washington Post, 9 Ekim 2015. https://www.
washingtonpost.com/blogs/plum-line/wp/2015/10/09/
it-doesnt-matter-who-the-next-speaker-is-becausethis-is-a-permanent-conservative-rebellion/
Dickinson, Tim; “There will be Blood”, Rolling Stone,
Sayı: 1246, 22 Ekim 2015, s.36.
McCaughey, Betsy; “Rebellion in the House: It’s about
Democracy”, The American Spectator, 13 Ekim 2015.
http://spectator.org/articles/64332/rebellion-houseit%E2%80%99s-about-democracy
Raju, Manu; “Cruz accuses Mitch McConnell of telling a ‘flat-out lie’, Politico, 24 Temmuz 2015.
Read more: http://www.politico.com/story/2015/07/
ted-cruz-says-mitch-mcconnell-lies-export-importbank-120583#ixzz3p4ZKUC1h
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
Fund, John; “Freedom Caucus Strategy Could Backfire on the GOP”, National Review, 8 Ekim 2015.
Read more at: http://www.nationalreview.com/article/425292/kevin-mccarthy-house-speaker-race-exitleads-turmoil-john-fund
Bu yorumlar için bakınız; Marcus, Ruth; “Why would Paul Ryan want to be speaker?, Washington
Post, 13 Ekim 2015. https://www.washingtonpost.
com/opinions/the-alarming-opposition-to-paulryan/2015/10/13/768868c2-71d7-11e5-824898e0f5a2e830_story.html, Brooks, David; “The Republicans’ Incompetence Caucus”, New York Times,
13 Ekim 2015. http://www.nytimes.com/2015/10/13/
opinion/the-republicans-incompetence-caucus.html?rr
ef=collection%2Fcolumn%2FDavid%20Brooks&action
=click&contentCollection=Opinion&module=Collection&
region=Marginalia&src=me&pgtype=article
Hemingway, Mark; “Media Myths About Republicans;
The demise of the GOP has been greatly –exaggerated”, The Weekly Standard, 24 Kasım 2014, Vol: 20,
No:11 http://www.weeklystandard.com/articles/mediamyths-about-republicans_819026.html
McCutcheon, Chuck; “Future of the GOP: Can Repuplicans Gain More Minorty Support?”, CQ Researcher, 24
Ekim 2014, Vol: 24, No: 38, s.891.
“GOP’s Favorability Rating Takes a Negative Turn: Republicans Less Positive About Their Party”, 23 Temmuz
2015. http://www.people-press.org/2015/07/23/gopsfavorability-rating-takes-a-negative-turn/
Cost, Jay; “How to Win in 2014”, The Weekly Standard, 4 Mart 2013, Vol:18, No: 24. http://www.weeklystandard.com/articles/how-win-2014_703135.html
Salvanto, Anthony, Jennifer De Pinto, Sarah Dutton
and Fred Backus; “ Poll: Congress, Boehner Receives
Poor Marks,” 11 Ekim 2015, http://www.cbsnews.com/
news/poll-congress-boehner-receive-poor-marks/
David, Frum; “Crashing the party: why the GOP must
modernize to win”, Foreign Affairs, September-October 2014 https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2014-08-18/crashing-party
Ayres, Whit; “A Daunting Demographic Challenge for the GOP in 2016”, Wall Street Journal, 05
Mart 2015. http://www.wsj.com/articles/whit-ayresa-daunting-demographic-challenge-for-the-gopin-2016-1425513162
Blanton, Dana; “ Carson Giving Trump a Run for his
money in Gop Race”, http://www.foxnews.com/politics/2015/10/13/fox-news-poll-carson-giving-trumprun-for-his-money-in-gop-race/
Continenti, Matthew; “Making use of Donald Trump”,
Commentrary, September 2015, s. 71-72.
Lauter, David; “Clashing realities in 2016 contest”, Los
Angeles Times, 19 Nisan 2015.
Johnson, Thedore R.; “Civil-Rights Republicanism”, National Review, 2 Kasım 2015, Vol. LXVII, NO: 20, s.3233.
* Necmettin Erbakan Üniversitesi, Adalet Meslek Yüksek Okulu
öğretim üyesidir.
ARALIK 2015
89
DIŞ POLİTİKA
-2
Sinan TAVUKCU
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
İ
ran, Büyük Pers İmparatorluğu havzasında
hâkimiyet kurma hedefi için birbirinden farklı, hatta
çelişen politikalar geliştirerek müthiş bir pragmatizm sergilemektedir. İçeride etnik ve dini farklılığa
sahip halkları bir arada tutabilmek için İranlılık kimliğini, İran’ın toprak bütünlüğünü korumayı ve dış
düşmanlara karşı yekvücut olmayı işlemektedir. Dış
politikada ise; Sünni coğrafyada Şiilerin hamiliğini
yapmakta, Farsça konuşan Sünni halklarla ilişki de
müşterek dili ve Fars milliyetçiliğini öne çıkarmakta,
mazlum dünyanın genel sempatisini kazanmak için
ABD-İsrail Düşmanlığını öne çıkaran antiemperyalist bir söylemi sürdürmektedir.
ABD-İsrail Düşmanlığı Retoriği
ABD ve İsrail karşıtlığı söylemi, Devrimden sonra
İran rejiminin iç ve dış politikada en fazla istifade ettiği araç olmuştur. ABD’yi “büyük şeytan”, İsrail’i de
90
ARALIK 2015
yok edilmesi gereken bir devlet olarak tanımlayan
İran İslam Cumhuriyeti yöneticilerine bu söylem, yöneticileri sömürgeci Batı dünyası tarafından ayakta
tutulan diğer Müslüman ülke halkları nezdinde itibar
kazandırmıştır. Bu söylem, ABD’yle ilişkileri gergin
olan başta Latin Amerika’da, Asya ve Afrika ülkelerinde İran’a sempati duyulmasını sağlamıştır. Rejim iç siyasette tıkandığı zamanlarda bu düşmanlığı
yükselterek, iç muhalefeti etkisizleştirmeyi de başarmıştır.
Ancak, ABD ve İsrail karşıtlığı söyleminin bir retorikten ibaret olduğu, perde gerisinde, İran-ABD ve
İsrail arasında çok güçlü bir işbirliğinin mevcut olduğu zamanla ortaya çıkmıştır. Bilhassa ABD’nin
Afganistan ve Irak’ı işgali ile halen Suriye’de yaşanmakta olan iç savaşta söz konusu işbirliği ve dayanışma gizlenemez hale gelmiştir.
İran yönetimi ABD’nin 2002 yılında Afganistan’ı işgal etmesine yardımcı olmuş, bu işgali kolaylaştırmıştır. 1996 yılında Sünni Peştun ağırlıklı Taliban’ın
Afganistan’da yönetimi ele geçirmesi sonrasında
bu ülkede nüfuzunu kaybeden İran, Taliban’a karşı
herkesle ittifak etmiştir. ABD’nin El Kaide’yi bertaraf etmek ve Taliban yönetimini devirmek amacıyla Afganistan’ı işgal etmesi sürecinde İran ABD’ye
her türlü yardım ve desteği sağlamıştır. İran eski
Cumhurbaşkanı Haşimi Rafsancani 2002 yılında
Tahran’da bir Cuma namazında verdiği hutbede;
“Amerikalılar eğer İran ordusu olmasaydı Taliban
rejimini deviremeyeceklerini bilmelidirler… İran
güçleri Taliban’ı öldürdü ve yıkılmasında kolaylık
temin etti. Eğer Taliban’a karşı güçlerimiz savaşmamış olsa idi Amerikalılar Afgan bataklığında
boğulur giderlerdi.” sözleriyle Amerika ile işbirliğini dışa vurmuştu. Yine, İran eski Cumhurbaşkanı
Ahmedinejad bir televizyon konuşmasında; “Biz
Afganistan’da Amerika’ya yardım ettik, sonra
Irak’ta yardım ettik. Buna rağmen Bush kibirlenip
bizi kötülüklerin şer odağı olarak suçluyor.” sözleriyle ABD’ye sitem etmişti.
ABD’y “büyük şeytan”, İsral’ de
yok edlmes gereken br devlet
olarak tanımlayan İran İslam
Cumhuryet yönetclerne bu
söylem, yönetcler sömürgec
Batı dünyası tarafından ayakta
tutulan dğer Müslüman
ülke halkları nezdnde tbar
kazandırmıştır. Bu söylem,
ABD’yle lşkler gergn olan
başta Latn Amerka’da, Asya ve
Afrka ülkelernde İran’a sempat
duyulmasını sağlamıştır.
Rejm ç syasette tıkandığı
zamanlarda bu düşmanlığı
yükselterek, ç muhalefet
etkszleştrmey de başarmıştır.
Dünya kamuoyu, 2003’te ABD’nin Irak’ı işgal etmesini, aynı zamanda, ABD’nin şer odağı olarak
ilan ettiği İran’ı kuşatması olarak ta değerlendirmişti. Ancak ABD’nin Irak’ı, İran’ın adamı olarak bilinen Nuri Maliki’nin eline teslim ederek 2012 yılında
terk etmesi, bu değerlendirmenin doğru olmadığını
göstermiş, İran’la ABD arasında, Afganistan işgalinde olduğu gibi, gizli bir mutabakat bulunduğunu
ortaya çıkarmıştır. Nitekim İran eski cumhurbaşkanı yardımcısı Muhammed Ali Abtahi 15 Ocak
2004’te yaptığı bir konuşmada “Eğer İran’ın desteği olmasaydı Kabil ve Bağdat bu kadar kolay
bir şekilde düşmezdi.” diyerek, Cumhurbaşkanı
Ahmedinejad’ın yukarıda zikrettiğimiz itirafını teyid
etmiştir. İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın 2008
yılı başlarında Amerikan işgali altındaki Irak’ı ziyaret
etmesi zaten bu dayanışmayı açıkça görmek için
yeterliydi... ABD, gerek Afganistan gerekse Irak’ta
yaptıkları yardımları karşılıksız bırakmayarak, Irak’ı
İran nüfuzuna terk etti. 2014 Haziran’ında IŞİD’in
Musul’da aniden ortaya çıkıp Irak ordusunu Bağdat ve altına hapsetmesine kadar İran bütün Irak’ta
hâkim güç haline gelmişti.
başlatılan halk protestolarının tüm ülkeye yayılması
ve rejimin halka şiddetle mukabele etmesi üzerine
ilk başlarda ABD ve Batı devletleri Esad’ın yönetimden hemen çekilmesini istemişlerdi. Ancak muhalefetin Sünni İslamcı görünümünün ortaya çıkması
üzerine pozisyon değiştirdiler. Suriye’deki Alevi
Nusayri tabana dayalı laik Baas rejimini ve onun
diktatörü Beşşar Esed’i iktidarda tutmak için İran’la
birlikte hareket etmeye başladılar. Diktatör olduğu
gerekçesiyle Irak’ta Saddam’ı İran’la işbirliği içinde
deviren ABD, nedense halkından 300 bin kişiyi katletmiş bulunan bir başka diktatörü ayakta tutmak
için yine İran’la dayanışma içine girmişti. ABD önderliğindeki koalisyon güçleri IŞİD’i bahane ederek
Esed güçlerinin sıkıştığı her yerde muhalif güçleri
bombalıyorlardı. “Büyük Şeytan Amerika” retoriğinin bir slogandan ibaret olduğu Suriye iç savaşında
bir kez daha ortaya çıkmıştı.
İran’ın Parçalanma Korkusu Dış Politikasını
Belirlemektedir
ABD ile İran’ın işbirliği Suriye’de de ortaya çıktı.
2011 Mart’ında Baas rejimi lideri Esad’a yönelik
İran halkının etnik ve mezhep çeşitliliği, yöneticilerin
sürekli parçalanma endişesi taşımalarına neden ol-
ARALIK 2015
91
Parçalanma korkusu yaşayan İran için en tercih
edilen durum, İran’daki halklarla akrabalığı bulunan
ülkelerin istikrarsız halde bulunmalarıdır.
maktadır. Dış güçler tarafından parçalanacağı korkusu İran dış politikasını da temelden etkilemektedir.
İran nüfusunun etnik olarak; % 40’ını Farslar (31 milyon), % 37’sini Azeriler (29 milyon), % 7’sini Kürtler
(5,4 milyon), % 6’sını Gilekler ve Mazandaranlılar (4,5
milyon), % 3’ünü Araplar (2,3 milyon), % 2’sini Lurlar
(1,5 milyon), % 2’sini Beluciler (1,5 milyon), % 2’sini
Türkmenler (1,5 milyon) ve % 1’ini Kaşkay Türkleri ve
diğer etnik gruplar (800 bin) oluşturmaktadır.
Nüfusun dini yapısını ise; % 90’ını Şiiler (69 milyon),
% 8’ini Sünniler (6,2 milyon), kalan % 2’sini ise diğer
dinlere mensup insanlar (Bahaîler, Sâbiîler, Hindular, Yezidiler, Ahli-Hak, Zerdüstçüler, Yahudiler ve
Hıristiyanlar) teşkil etmektedir (1,5 milyon). Coğrafi
açıdan bakıldığında, ülkenin kuzey-batısındaki Kürtler
ile Pakistan sınırındaki Beluciler ve Horasan eyaletinde yerleşik Türkmen aşiretler Sünnidirler.
Fars olmayan diğer büyük etnik halklar (Azeri, Arap,
Kürt, Beluç, Türkmen ve Gilekler) kendi dillerinin de
eğitim dili olmasını talep etmektedirler. İran Anayasasının 19. maddesinde bütün kavimlerin eşit haklara
sahip oldukları belirtilmiş olmakla birlikte, 15. maddesinde, “İran’ın resmi ve ortak dili Farsçadır. Resmi
yazışmalar ve ders kitapları bu dille yazılır. Fakat basın ve kitle iletişim araçlarında ve okullarda yerel ve
aşiret dillerinin ve o dillere ait edebiyatın Farsçanın
yanı sıra öğretilmesi serbesttir” hükmü bu taleplere
izin vermemektedir. İran rejimi bölünme korkusuyla
kendi diliyle eğitim taleplerini reddetmektedir.
92
ARALIK 2015
Bu korkunun tesiriyledir ki İran, Ermenistan’ın
Azerbaycan’ın % 20’sini işgal etmiş olmasına,
bir buçuk milyondan fazla Müslüman Azeri halkın
mülteci olmasına rağmen, aynı mezhebe mensup
oldukları Azeri Türklerine destek vermek yerine
Ermenistan’la sıkı ilişkiler kurmayı tercih etmiştir.
Benzer şekilde, Çeçenistan meselesinde de Müslüman Çeçenlerin hakkını korumak yerine, Rusya’nın
“toprak bütünlüğüne saygılı olduğunu” ilan ederek, 1864’ten beri Müslüman toprağını işgal altında
tutan Rusya’ya zımni destek vermiştir. Müslüman
coğrafyada nüfuz kurarken din dili kullanan İran,
Hıristiyan işgali altındaki Müslümanların hakkı söz
konusu olduğunda ulusal çıkarlarını esas alan bir
politika izlemektedir
İran, Nüfuz Alanında Saydığı Devletlerin
İstikrarsızlığını Öncelemektedir
Toprak bütünlüğünü koruma endişesini taşıyan
İran, başta kendisi ile sınırı olan ve İran’da (Azeriler/Türkmenler, Kürtler, Araplar ve Beluclar gibi)
halklarla akrabalığı bulunan ülkeleri tehdit olarak
görmektedir. İran’ın bu bağlamda çekiniği, Türkmenistan (992 km), Azerbaycan (432 km), Nahçıvan (179 km), Türkiye (499 km), Irak (1.458 km),
Pakistan (909 km) ve Afganistan (936 km) ile kara
sınırı bulunmaktadır. Ayrıca; Umman Denizi ve Fars
körfezi bölgesinde Umman, Birleşik Arap Emirlikleri,
Arabistan ve Kuveyt’le, Hazar Denizi’nde ise Kazakistan ile de komşudur.
Bir yandan, “Büyük İran” coğrafyası içinde bulunan
bu ülkeler üzerinde hâkimiyet kurma, diğer taraftan
bunlardan gelebilecek tehditlere karşı istikrarsızlaştırma amaçlı olarak bu ülkelerde yaşamakta olan
Şiileri kontrol altına almak, onların hâmisi rolünü
üstlenmek, yaşadıkları ülkelerde onları muhalif politik ve silahlı güç olarak organize etmek ve kendisi
için stratejik bir güç haline dönüştürmek İran devleti
için bir araç olarak benimsenmiş görünmektedir.
Şii inancını politik bir araca dönüştüren İran rejimi,
Devrim Muhafızları ve Besic’i bu stratejinin hayata
geçirilmesiyle görevlendirmiştir. İran Devrim Muhafızları, Suriye’de “kutsal mekânları Sünni saldırılarından koruma” bahanesiyle Suudi Arabistan Hicaz
Hizbullah’ı da dâhil olmak üzere, Lübnan, Irak, Yemen, Afganistan, Pakistan, Hindistan, Somali hatta
Fildişi Sahili’ndeki Şiilerden on binlerce silahlı milis
oluşturarak bunları Esed rejimi için savaşmak üzere
Suriye’ye getirdi ve savaşa soktu. Suriye savaşı bir
bakıma, İran’ın Şia üzerindeki etkisini sergilediği bir
arenaya dönüştü.
İran, Şii unsurları stratejik güç olarak devşirirken,
hedef devletleri istikrarsız halde tutmak üzere, etnik unsurlarla da ilişki kurmayı ve tabiiyeti altında
bulundukları devletlere karşı desteklemeyi yöntem
olarak seçmiştir. Bunun tipik örneği, Türkiye’de
PKK hareketine olan gizlenemez desteğidir. İran,
Büyük İran projes çn
Akdenz’e açılmak çok önem
taşımaktadır. İran bu hedefn,
Ş br rejm ş başında tutarak
Surye üzernden, Ş Hzbullah
örgütünü devlet çnde hâkm
br duruma getrerek Lübnan
üzernden gerçekleştrmek
stemektedr. Bunun çn kanlı
br savaşı dah göze aldığını
göstermştr.
Türkiye’nin Kürt Açılım politikasının başarılı olması
durumunda, kendisini de İran Kürtlerine ve diğer
halklara benzer hakları vermeye zorlayacağını bildiği için, çatışmanın sürdürülmesini ve Açılım Sürecinin durdurulmasını arzulamaktadır. Türkiye’ye karşı
laik hatta din karşıtı PKK’yı destekleyen İran İslâm
Cumhuriyeti, Irak Kürdistan bölgesinde de Kürt laikleri ile işbirliği içinde Barzani yönetimini devirmeye
çalışmaktadır. Benzer şekilde Suriye’de, Sünni muhalefete karşı laik Kürt partisi PYD ile sıkı bir işbirliği
içerisinde bulunmaktadır.
İran, ulusal çıkar sahası olarak gördüğü Afganistan’daki etkinliğini ise, bir taraftan Türk asıllı Şii Hazaralar, diğer taraftan Farsça konuşan Sünni Tacikler
üzerinden tesis etmeye çalışmaktadır. Sünni Peştun
çoğunluğun iktidarını engellemeye odaklanmış olan
İran, 1996’da kurulan Peştun ağırlıklı Taliban yönetiminin devrilmesi için Afganistan’ın 2002 yılında ABD
tarafından işgaline destek vermiştir. İşgal sonrasında
kurulan Hamid Karzai hükûmeti üzerinde oldukça
etkili olan İran, ABD işgalinin sona ermesi ile toparlanan ve istikrara kavuşmaya çalışan Afganistan’da
etkisini yitireceği endişesini taşımaktadır.
Sünni Belucilerin yaşadığı Sistan ve Belucistan bölgelerinin, Pakistan ve Afganistan Beluçları ile birleşerek kopacağı endişesi de İran’ı korkutmaktadır.
Bu eyaletler Çin, Hindistan ve Pakistan güzergâhına
giden doğalgaz boru hatlarının güvenliği bakımından İran için oldukça hassas bölgelerdir. İran devletinin Sünnileri asimile ettiği gerekçesi ile rejime karşı
mücadele eden Beluci Cundullah örgütünün arkasında Batı ve Pakistan’ın bulunduğuna inanılmaktadır. Bir yandan Afganistan’da Peştunlara destek
vermesi, diğer taraftan Beluc Cundullah örgütünün
arkasında olduğuna inanıyor olması ve Sünnileştirme politikası güttüğü gerekçesi ile İran, Pakistan
Şiilerine güçlü destek vermektedir. Toplam nüfusun
% 20’sini teşkil eden Şiiler ile Sünniler arasında bitmek bilmeyen çatışmalar sürmektedir. Bu çatışmalar Pakistan’ın istikrarını tehdit etmektedir.
Kuzey komşusu Azerbaycan halkının büyük çoğunluğu Şii olmasına rağmen İran yönetimi, İran Azerileriyle birleşecekleri korkusu ile Azerbaycan’a karşı
Ermenistan’la işbirliği yapmaktan çekinmemektedir. İran, Kafkaslarda ve İç Asya’da Müslüman halkların taleplerine karşı Rusya ile ittifak etmeyi tercih
etmektedir.
ARALIK 2015
93
Kuzey komşusu Azerbaycan
halkının büyük çoğunluğu Ş
olmasına rağmen İran yönetm,
İran Azerleryle brleşecekler
korkusu le Azerbaycan’a
karşı Ermenstan’la şbrlğ
yapmaktan çeknmemektedr.
İran, Kafkaslarda ve İç Asya’da
Müslüman halkların taleplerne
karşı Rusya le ttfak etmey
terch etmektedr.
İran, ülkenin güneyinde yaşayan Sünni Arapları koparacakları kaygısı ile Körfez ülkeleri (Bahreyn, BAE,
Umman, Katar) ile Suudi Arabistan’da Şii unsurları sevk etmeye ve yönetimlere karşı ayaklanmaya
teşvik etmektedir. Öte yandan, Yemen’de Zeydi
Hûsileri siyasi ve askeri yönden destekleyerek yaptırdığı hükûmet darbesi ile, bir yandan Yemen’i Şii
nüfuz alanına sokmaya çalışmakta, diğer yandan
Suudi Arabistan’ı güneyden kuşatmak istemektedir. Hûsi Ensurullah örgütü, Devrim Muhafızları’nın
bir parçası haline getirilmeye gayret edilmektedir.
Halkının % 60-65’i Şii Arap olan Irak’ta, İran’ın artan
nüfuzu ve Irak yönetiminin Sünnilere yönelik dışlayıcı tavrı, Sünni Irak Kürdistan’ı ile Sünni Arapların
yaşadığı orta Irak’ın merkezi hükûmetten uzaklaşmasına neden olmuş, IŞİD örgütünün ortaya çıkmasında ve taban bulmasında birinci derecede etkili olmuştur. Ayrıca, İran’ın Irak’ı eski Acem toprağı
olarak kabul etmesi birçok Şii Arap’ın İran’a öfke
duymasına sebep olmaktadır. Bununla birlikte, İran
Devrim Muhafızları binlerce Iraklı Şii Arap’ı eğiterek
Suriye’ye savaşa göndermiştir. Yine Devrim Muhafızları, IŞİD’e karşı kullanılmak üzere Şii milislerden
oluşan Heşd el Şebî adlı silahlı bir örgüt kurmuş,
ama bu örgütün genel olarak Iraklı Sünni Araplara
karşı teşkil edildiği ortaya çıkmıştır.
Büyük İran projesi için Akdeniz’e açılmak çok önem
taşımaktadır. İran bu hedefini, Şii bir rejimi iş başında tutarak Suriye üzerinden, Şii Hizbullah örgütünü
devlet içinde hâkim bir duruma getirerek Lübnan
üzerinden gerçekleştirmek istemektedir. Bunun için
kanlı bir savaşı dahi göze aldığını göstermiştir.
94
ARALIK 2015
Suriye ve Yemen Savaşları Bölgedeki
Diğer Devletlerin Gözünü Açtı
Bölgedeki diğer ülkeler, kendi ulusal menfaatleri ve
klasik ittifakları çerçevesinde pozisyonlarını devam
ettirirken, İran’ın dünyanın her yerinden toplayıp
eğittiği Şii savaşçıları Suriye’ye yığmasıyla, diktatoryal bir yönetime karşı halkın direnişinin bir Şii-Sünni
savaşına dönüştürülmekte olduğu gerçeği karşısında şaşkınlığa uğradılar. Afganistan ve Çeçenistan
savaşlarında Müslüman olmayan işgalcilere karşı
Sünni mücahitlerin birleşerek mücadele etmesi bilinen bir durumdu. Ancak ilk defa Devrim Muhafızları tarafından dünyanın her yerinden toparlanan Şii
savaşçılar, Nusayri azınlığa dayalı bir rejimi ayakta
tutmak için Sünni çoğunlukla savaşmak için gelmişti. Bunu meşrulaştırmak için İran, Şii milislerin
terörizme karşı savaştığını ilan etti. İran, Baas rejimini ayakta tutmak için Suriye’ye savaşmaya gelen
Arap, Türk ve Kürt kökenli ne kadar Marksist-solcu
örgüt varsa Suriye’de onlarla işbirliği yapmaktan da
çekinmedi.
Daha önce Esed gitsin diyen ABD ve müttefikleri,
muhalefetin Sünni İslamcı karakterinin ortaya çıkması karşısında Esed’in iktidarda kalması için rejime silahlı koruma sağlamaya başladılar. Ne İran’ın
bizatihi savaşa müdahil olmasını, ne Lübnan Hizbullah’ının Suriye savaşına katılmasını ne de İran’ın
pek çok ülkeden toparlayıp savaşmak için getirdiği
silahlı milisleri eleştirmediler.
Bu konjonktürde, P5+1 ülkelerinin (BM Güvenlik
Konseyi’nin daimi üyeleri ABD, Rusya, İngiltere,
Fransa ve Çin ile Almanya) İran’la yürütülen nükleer müzakerelerde alelacele uzlaşmaya varması ve
ABD’nin İran’a yönelik ambargonun kaldırılmasına
karar vermesiyle, küresel sistemin Orta Doğu’nun
yeniden dizaynında İran’a yol verdiği anlaşıldı.
Sonuç
1979 Devrimi’nden sonra ortaya çıkan İran İslam
Cumhuriyeti, İslam tarihinde ve halen dünyada bir
örneği olmayan bir Ruhban devleti olarak teşkilatlandı. Devletin en tepesinde bulunan ve vahiy bile
aldığı iddia edilen Veliy-i Fakih, İran anayasası ile
tüm Müslümanların dini lideri ve yöneticisi ilan edildi.
Doğrudan kendisine bağlı Devrim Muhafızları Ordusu ve Besic, diğer Müslüman ülkelere devrim ihracı
ile görevlendirildi. Devrim Muhafızları tarafından tüm
dünyadan derlenen Şii toplulukların İran’da eğitilerek Suriye’de savaşa sokulması ile yeni bir döneme
girildi. İran, tüm İslam coğrafyasına savaş ve kaos
taşıma kapasitesini gösterdi.
İran resmi ağızlarından, üç Arap ülkesinin (Irak,
Suriye ve Lübnan’ın) bugün İran’ın elinde ve İslâm
devrimine bağlı bulunduğunun, sıranın Yemen’de
olduğunun açıklanması Arap dünyasını sarstı.
Başta Suudi Arabistan olmak üzere Arap dünyası,
İhvan’la, Hamas’la uğraşmayı bırakarak, İran patronajındaki yeni bölgesel denge oluşturma çabalarını
anlamaya ve yeni duruma uygun ittifaklar geliştirmeye başladılar.
Nitekim dış politikada müşterek hareket etmekte
olan Türkiye-Katar ikilisine, Kral Selman yönetimindeki Suudi Arabistan da dâhil oldu. Ortaya bir
blok görüntüsü çıkmaya başladı. Yemen’deki iç
savaşta Suudi Arabistan’a askeri yardımda bulunmaya sıcak bakan Pakistan’ın bu blokun tabii üyesi
olacağı açıktır. Ama en ilginci, halkın çoğunluğu Şii
olan Azerbaycan’ın İran karşıtı blokta yer almasıydı.
Yemen’de iç savaş başladıktan sonra Nisan ayında, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev resmi
temaslarda bulunmak üzere Suudi Arabistan’a gelmiş, bir de umre yapmıştı. Bu ziyaretle Türkiye’nin
müttefiki olan Azerbaycan, arka planda Suudi Arabistan ile İran’ın çatıştığı Yemen iç savaşında, tercihini İran yayılmacılığı aleyhine koyduğunu gösterdi.
Bu gelişmelerin Arapların büyük devleti Mısır’ı da
etkilemesi, düşük katılımlı seçimlerin de ortaya koyduğu gibi, kredisi gittikçe tükenen Cumhurbaşkanı
Sisi ile halkın yollarını ayırarak Mısır’ın da bu bloka
dâhil olması sürpriz sayılmamalıdır.
Netice olarak, İsnâaşeriye (İmâmiye) Şiiliğinin tarihte
ilk defa kurmuş olduğu İran İslam Cumhuriyeti devletinin, hem İran halkını hem de İslam coğrafyasını
nereye sürükleyeceği meçhuldür.
Ancak, “Büyük İran”ı kurma şehveti, kendisini İran
tehdidi altında gören doğuda Afganistan ve Pakistan, Kuzeyde Azerbaycan, batıda Türkiye ve güneyde başta Suudi Arabistan, Katar ve diğer Körfez
ülkeleri olmak üzere, “Büyük İran” coğrafyasında
yer alan ülkeleri bir ittifak ilişkisine sokacaktır. Bu
ülkeler arasında siyasi, askeri ve İstihbari alanlarda
işbirliği yapılması sonucu İran’ın komşuları tarafından kuşatılması tetiklenecek görünmektedir.
ARALIK 2015
95
DIŞ POLİTİKA
hemen önce sosyal paylaşım sitesi facebook’ta
yayınladığı yorumlarda ABD Başkanı Obama’yı
anti-semitizmle suçlarken, Dışişleri Bakanı John
Kerry’nin mental yaşının 12’den fazla olmadığını
yazmıştı. Baratz daha önce, 2015 Mayıs ayında
da İran’la varılan nükleer uzlaşıyı Batılı ve liberal
ülkelerde anti-semitizmin modern yüzü olarak değerlendirmişti.1 Beyaz Saray sözcüleri Baratz’ın
paylaşımlarının rahatsız edici ve saldırgan olduğunu söylemekle iktifa ettiler. Netanyahu ise Baratz’ın
açıklamalarının kabul edilemez olduğunu, Baratz’ın
kendisinden özür dilediğini ve İsrail’e döndüğünde
yanlış anlamaları gidermek üzere kendisiyle görüşeceğini söylemekle yetindi.
NETANYAHU’NUN
ABD ZiYARETi
Öner BUÇUKCU
SDE Uzmanı
İ
srail Başbakanı Binyamin Netanyahu 2015 Kasım
ayı içerisinde ABD’ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu
ziyareti çerçevesinde ABD Başkanı Barack Obama ile de görüşen Netanyahu’nun ziyaretinin esas
amacı Obama ile Netanyahu arasındaki ilişkilerin
normalleştirilmesi, gerginliğin azaltılmasıydı.
İsrail Başbakanı Netanyahu ile ABD Başkanı Obama arasındaki ilişkilerin iyi olmadığı biliniyor. İkili
son olarak 2015 yılının ilk yarısında İran ile yürütülen nükleer müzakereler dolayısıyla karşı karşıya
gelmişti. İsrail’deki seçim kampanyasını tamamen
İran’la imzalanacak nükleer anlaşmanın İsrail’in ulusal güvenliğini tehlikeye düşüreceği argümanı üzerine oturtan Netanyahu, İsrail’in ulusal çıkarlarını her
yerde savunacağını söyledikten sonra ABD Temsilciler Meclisi Başkanı’nın daveti ile ABD’de Temsilciler Meclisi’ne hitap etmişti.
96
ARALIK 2015
Obama’nın onayı alınmadan gerçekleştirilen bu ziyaret ikili arasındaki ilişkilerin iyice gerilmesine yol
açmıştı. Başkan Obama o dönemde ABD’yi ziyaret
eden Almanya Şansölyesi Merkel’i göstererek “Eğer
Almanya’da bir seçim süreci olsaydı Sayın Merkel
buraya gelmek istemezdi, ben de davet etmezdim.
Çünkü bu yakışıksız bir durum olurdu.” cümleleriyle Netanyahu’yu eleştirmişti. Fakat Netanyahu tüm
tepkilere rağmen ABD’de konuşmayı gerçekleştirerek İsrail kamuoyuna ve elbette ABD’ye güçlü bir
mesaj vermeyi başarmıştı.
Böyle bir atmosferde ABD ziyaretine başlamadan
önce Netanyahu’nun İsrail Başbakanlık sözcülüğüne yeni atadığı Dr. Ran Baratz’ın Obama hakkında
yaptığı açıklamaların Netanyahu’nun ABD ziyaretini
oldukça enteresan bir hale dönüştürdüğü söylenebilir. Baratz, Netanyahu’nun ziyareti başlamadan
Başkanlık seçimini kazandığı dönemde İsrail’in
Gazze’de başlattığı “Dökme Kurşun” operasyonu
hakkında “henüz resmi olarak göreve başlamadığı”
gerekçesiyle konuşmayan Obama’nın İsrail açısından bu kadar kötü bir ilişki dönemini yöneteceği öngörülmüyordu. Obama ilk başkanlık dönemi boyunca İsrail’e hiç ziyaret gerçekleştirmedi. Bu durum
İsrail’de radikal çevrelerde aslında Obama’nın Müslüman olduğu yorumlarına bile sebep oldu. İkinci
döneminin ilk ziyaretini İsrail’e gerçekleştiren, ardından Filistin otoritesini de ziyaret eden Obama’nın
öncelikli gündem maddesinin Filistin-İsrail Barışı olması İsrail’e dönük politikasını bir miktar esnetmişti.
John Kerry’nin ev sahipliğinde bir iftar yemeğiyle
yeniden başlayan Filistin-İsrail Barış Görüşmeleri esasen ABD’nin baskısı ile yürüyordu. Neticede
Netanyahu yönetimi, Hamas ile el-Fetih arasında varılan mutabakatı bahane ederek masadan
kalktığında Obama’nın Orta Doğu politikası çöktü ve ABD tarihsel olarak hiç olmadığı kadar Orta
Doğu’da alan kaybetti. Obama, Netanyahu’nun bu
yaklaşımı dolayısıyla ilişkilerde seviyeyi oldukça düşürdü. İsrail’de Obama anti-semitist olarak görülürken ABD’de de Netanyahu yönetici elitler tarafından
“güvenilmez” bir figür olarak kodlanmaya başladı.
Netanyahu’nun bu ziyareti ilişkileri bir biçimde tamir
etme amacı taşıyordu ancak öncesinde yaşanan
gelişmeler bu ilişkinin tamir edilmesinin kolay olmayacağını gösterdi. Beyaz Saray kaynakları yaptıkları açıklamada ikilinin bölgedeki güvenlik sorunları
üzerinde durduklarını, İran’ın nükleer silah geliştirmesine ve bölgede istikrarsızlık alanları yaratmasına
karşı ortak geliştirilecek politikalar üzerinde durul-
duğu kaydedildi. Bununla birlikte İsraillilerin bu ziyaretten oldukça somut başka bir beklentileri de var.
İsrail’in ABD’den aldığı 3 Milyar dolarlık doğrudan
askerî yardımın önümüzdeki 10 yıl içerisinde 4 milyar dolara çıkarılması hedefleniyor. ABD ziyaretinde
Netanyahu bu çerçevede de çeşitli görüşmelerde
bulundu.
Görüşmelerin gündem dışı fakat olağan maddesi
ise Filistin-İsrail Barış Süreci idi. Netanyahu her ne
kadar görüşmelerin önünü tıkayan tarafın kendisi
olmadığını iddia etse de Obama yönetimi açısından
durum tam olarak öyle değil. Obama yönetimi Barış
Müzakerelerinin sağlıklı biçimde devam edebilmesi
için İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşim yeri inşaatlarını
durdurması gerektiğini savunuyor ancak Netanyahu yönetimi tam tersi bir politika izliyor. Üstelik
yaptığı bir takım atamalar da ABD’nin bu konudaki ısrarına bir mesaj olarak yorumlanıyor. Örneğin
Netanyahu’nun ABD’ye atadığı ve Mart ayında
Temsilciler Meclisi’ndeki konuşmayı da bir biçimde
organize eden İsrail Büyükelçisi Ron Dermer Batı
Şeria’daki yeni yerleşim birimi inşaatlarının radikal
bir destekçisi olarak biliniyor. Yeni atanan Hükümet
Sözcüsü Baratz da bu yerleşim birimi inşaatlarını
desteklemesinin yanısıra bu yerleşim birimlerinde
yetişmiş bir isim olarak dikkat çekiyor.
Eylül ayında Rusya’yı ziyaret edip Rusya ile Suriye
hava sahasının kullanımı ve İsrail’in ulusal güvenliğinin sağlanması konusunda uzlaşan Netanyahu’nun
ABD’de de aynı amaçla görüşmelerin gündemine
Suriye’deki durumu getirdiği tahmin ediliyor. Ancak Netanyahu’nun ziyaretinin her şeyden önce bir
çeşit tazminat ziyareti olduğu söylenebilir. İsrailliler
ABD’nin İran’la vardığı nükleer uzlaşının İsrail’in
bölgedeki etkinliğini sarstığını; ilerleyen dönemde
Orta Doğu’daki teknolojik üstünlüğünü devam ettirebilmesi için doğrudan askerî yardımın 3 milyar
dolardan 4 milyar dolara çıkması gerektiğini düşünüyorlar. Diğer bir ifadeyle Netanyahu’nun ABD’ye
İran uzlaşısı için kestiği ceza şimdilik bu.
Dipnot
1
Baratz İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin’i de DAEŞ
teröristlerinin dahi rehine olarak almayı istemeyecekleri
marjinal bir figür olmakla suçlayan paylaşımlar yapmıştı.
ARALIK 2015
97
1 Kasım, G20 ve Ekonom
Dr. M. Levent Yılmaz
Türkye’nn Başkanlığında G-20:
Değşen Roller ve Küreselleşen Meseleler
Doç. Dr. Selm Kayhan
EKONOMİ
G20, Antalya Mutabakatı
1 Kasım, G20 ve Ekonom
Dr. M. Levent YILMAZ
SDE Uzmanı
T
ürkiye, 7 Haziran seçimlerinin ardından girdiği
belirsiz ama iyi yönetilen süreci 1 Kasım itibariyle bambaşka bir sürece evirmeyi başardı.
Tabi ki burada halkın sağduyusunun ne denli önem
arz ettiğini ve halkın bir kere daha Türkiye’ye sahip
çıkarak önemli bir düzlüğe yönelttiğini vurgulamak
gerekiyor. Gerçekten de 7 Haziran sonrası yaşanan
gelişmeler ve Türkiye’yi yeniden koalisyonlu günlere
döndürme çabaları uzunca bir süre unutulmayacak
cinsten. Mesela, bazı yayın organlarının sürekli dayattığı AK Parti-CHP koalisyonu, birden alevlenen
terör dalgası, spekülasyonlar üzerinden ekonominin
dar boğaza sokulmaya çalışılması gibi pek çok örnek, ülkenin nasıl bir tehlikeden geçtiğinin en önemli göstergesi. Bu durumun halk tarafından çok iyi
analiz edilmesi, her şeye rağmen ekonominin dengede kalması, terör örgütü PKK’ya yönelik aralıksız
darbe ve FETÖ’ye karşı siyasi sonuç gözetmeksizin
yapılan operasyonlarla bileşince oldukça önemli bir
100
ARALIK 2015
oy oranı ile AK Parti yeniden iktidar ipini göğüsledi. Seçim sonuçlarının netleşmesi ile beraber dolar
kurundaki hızlı düşüş ve azalan piyasa faiz oranları aslında ekonomik istikrar için siyasi istikrarın ne
kadar önemli olduğunu bir kez daha göstermiş
oldu. Özellikle uluslararası medyada sıkça dillendirilen halkın koalisyon isteği algısının kesilmesi ve
dünya ekonomisinin hızlı bir şekilde yeni bir türbülansa doğru yöneldiği bu dönemde Türkiye, siyasi
ve ekonomik istikrarı beraberinde yaşayacağı, seçimsiz bir dört yıla kavuşmuş oldu. “Altın dönem”
diyebileceğimiz bu seçimsiz dört yılın çok iyi değerlendirileceği de AK Parti’nin seçim beyannamesinin
satır aralarından anlaşılıyor. Özetle 1 Kasım sadece
bir parlamento seçiminden öteye geçerek adeta bir
gelecek tayini oldu. Bu seçim sonuçları ile halk, istikrarı tercih ederek içeriye ve dışarıya en net mesajı
vermiş oldu.
1 Kasım seçimlerinin hemen ardından gerçekleşen
ve G20 tarihinin belki de en önemli, en yenilikçi zirvesi de seçim sonuçlarının verdiği özgüvenle yapıldı. Zira seçim öncesinde bazı basın yayın organlarında sırf ülkeye zarar vermek için G20 zirvesinin
iptal olabileceğine yönelik gerçek dışı konular üzerinden bir algı operasyonu bile yapılmaya çalışılmıştı. Ancak yapılan tüm algı operasyonlarına rağmen
Türkiye pek çok ilki hayata geçirdiği dönem başkanlığını muhteşem bir zirve ile taçlandırdı. Seçim
süreci yaşayan Arjantin ve Paris saldırısı neticesinde
son anda ziyareti iptal eden Fransa Cumhurbaşkanı
dışında bütün G20 liderleri Antalya’daydı. Bu açıdan bile son derece büyük önem taşıyan bu zirveye
Türkiye pek çok yenilik katarak çıtayı da yükseltmiş
oldu. Örneğin G20 tarihinde ilk kez enerji bakanları
bir araya geldi. İlk kez W20 başlığı ile kadın çalışma
grubu oluşturuldu. Türkiye’nin kapsayıcı büyüme
girişimi ile kalıcı olmak üzere Dünya KOBİ Forumu
hayata geçirildi. Dünya ekonomisi ve özellikle gelişmekte olan ülkelerin içinde bulunduğu çıkmazın
belki de en iyi vurgulandığı ortam Antalya zirvesi
oldu. Sadece ekonominin değil dünyayı yakından
ilgilendiren pek çok konunun kapsamlı bir şekilde
ele alındığı bu zirvenin neticesinde ortaya çıkan
G20 bildirgesi esasen bugüne kadarki tüm bildirgelerden farklılaşarak kendine has bir yapıya kavuştu.
Zira bugüne kadar G20 toplantılarında alınan kararların uygulanması takip edilmezken Türkiye’nin
teklifi ile bir sekreterya kurulması gündeme geldi.
G20 ülkeleri dünya nüfusunun yaklaşık üçte ikisini, dünya GSYİH’sının % 85’ini ve dünya ticaretinin
de % 75’ini oluşturuyor. Bu bakımdan söz konusu
ülkelerin aldıkları kararların uygulanması bütün dünyayı ilgilendiriyor. Bu hali ile alınan kararlar açısından
bu zirve sonuçlarına “Antalya Mutabakatı” adını vermek yanlış olmayacaktır.
Ekonomi Nereye?
Ekonominin yarısı rakamlardan oluşuyorsa, kalanı
da algıdır. Tarih bize çok iyi rakamlara sahip ülkelerin basit bir algı ile battığı ya da tersine çok kötü
durumdaki ülkelerin algı ile ayakta kalabildiğine dair
pek çok örnek veriyor. Bununla beraber siyasi istikrarın ekonomik istikrar için olmazsa olmaz bir koşul
olduğunu Türkiye 7 Haziran sonrası süreç ve 1 Kasım seçimleri ile bir kez daha ispat etmiş oldu.
Özellikle uluslararası
medyada sıkça dillendirilen
halkın koalisyon isteği
algısının kesilmesi ve dünya
ekonomisinin hızlı bir
şekilde yeni bir türbülansa
doğru yöneldiği bu dönemde
Türkiye, siyasi ve ekonomik
istikrarı beraberinde
yaşayacağı, seçimsiz bir dört
yıla kavuşmuş oldu.
Bunun en önemli göstergesini Türkiye’nin Kasım
ayı Tüketici güven endeksi oluşturuyor. Türkiye
İstatistik Kurumu ve Türkiye Cumhuriyet Merkez
Bankası işbirliği ile yürütülen tüketici eğilim anketi
sonuçlarından hesaplanan tüketici güven endeksi,
Kasım ayında bir önceki aya göre % 22,9 oranında
arttı; Ekim ayında 62,78 olan endeks Kasım ayında
77,15 oldu. Böylelikle 7 Haziran sonrası hızla düşen
Tüketici güven endeksi bu kez hızla tüm kayıplarını telafi ederek yükselişe geçti. Tüketici güveni bir
ekonomi için en belirgin endekslerden birisini oluşturuyor ve tüketicilerin o ekonomi ile ilgili gelecek
beklentisini de şekillendiriyor.
Dolayısıyla 1 Kasım’da ortaya çıkan siyasi sonucun
ekonomiye yansıması da eş zamanlı olarak ölçülmüş oldu. Bunun bir yansıması olarak Ekim ayında
80,87 olan Genel Ekonomik Durum Beklentisi
Endeksi % 30,9 oranında artarak, Kasım ayında
105,90 oldu. Bu artış da, gelecek 12 aylık dönemde genel ekonomik durumun daha iyi olacağı yönünde beklentisi olan tüketicilerin sayısının bir önceki aya oranla çok ciddi şekilde arttığını gösteriyor.
Tüm bunlara bağlı olarak Tasarruf Etme İhtimali
Endeksi’nin de % 17,3 oranında arttığını görüyoruz. Ekim ayında 19,07 olan endeks, Kasım ayında
22,37 değerine yükselmiş durumda. Bu artış, tüketicilerin gelecek 12 aylık dönemde tasarruf etme ihtimallerinin bir önceki aya göre arttığını göstermektedir. Örnekleri artırmak mümkün. Ancak tüm bu
gelişmeler bile bizim de sürekli vurguladığımız siyasi
istikrarın ne kadar önemli olduğunu ortaya koymak
için yeterli görünüyor.
ARALIK 2015
101
EKONOMİ
TÜRKİYE’NİN BAŞKANLIĞINDA G-20:
DEĞİŞEN ROLLER VE KÜRESELLEŞEN MESELELER
Doç. Dr. Selim KAYHAN*
Akademisyen
L
iderler düzeyinde 2008 yılında Washington’da
yapılan G-20 zirvesinin ardından geçen yedi
yılda dokuz adet zirve farklı ülkelerin ev sahipliğinde yapıldı. Türkiye, dönem başkanı olarak
gerçekleştirdiği bir dizi ön toplantılardan sonra, 1516 Kasım tarihlerinde liderler zirvesine ev sahipliği
yaptı. Bu yıl zirve kapsamında düşünce kuruluşları
(T20), emek platformları (L20) ve iş dünyası (B20)
toplantılarında, liderler ise G20 zirvesinde bir araya
geldi. Kadınların ekonomideki rollerinin artırılmasına
yönelik Kadın (W20) ve enerji bakanları toplantıları
ise ilk defa bu yıl yapıldı.
Zirveye ilginin oldukça yüksek olmasına rağmen
G-20 topluluğunun devamlılığı ve küresel çapta
önemini sürdüren bir kurum olup olamayacağı halen tartışılan bir konu. Topluluğun sürdürülebilirliğine yönelik bu önemli soru işaretlerini ortadan kaldırmak için ise topluluğun küresel problemleri çözme
konusunda tıpkı 2008 krizi sonrasındaki kararlılığı
devam etmek zorunda. Her ne kadar zirvede terör önemli bir gündem oluştursa ve mülteci sorunu
zirvenin sonuç bildirgesinde yer alsa da, G20’nin
küresel ekonomik düzenin kurumsal bir ayağı olabilmesi ve yükselen ekonomilerin küresel ekonomi
yönetişimde yetkileri ve sorumlulukları belirli olarak
söz sahibi olabilmesi için yapılması gerekenler var.
102
ARALIK 2015
G-8’den G-20’ye Geçiş Süreci
Aslında G20 benzeri girişimler yeni bir oluşum değil.
Farklı ülke sayılarında da olsa 1975 yılından bu yana
varlığını sürdürüyor. Fakat farklı dönemlerde önemini yitirmiş ya da bazı dönemlerde ihtiyaca binaen
önemli hale gelmiş. Zira bugün ki sayısına ulaştığı
1999 yılındaki G-8 toplantısında o yıl meydana gelen Doğu Asya ekonomik krizini atlatmak amacıyla
maliye bakanlığı ve merkez bankası başkanları nezdinde toplanmıştı. İstişare niteliğinde olan bu toplantılarda ülkeler aslında dünya meselelerinin konuşulduğu masaya davet edilmemişlerdi.
2005 yılında G8 zirvesine çağırılan Çin, Brezilya,
Hindistan, Meksika ve Güney Afrika Cumhuriyeti
katılım hakkı ya da üyelik almamışlar, aksine pek de
dikkate alınmayarak, “misafir” edilmişlerdi. Yine de
bu G20 topluluğunun ilerleyen dönemde önemli bir
konuma geleceğine dair fikir vermekteydi. Ancak
asıl önemli kırılma 2008 yılında Amerika’da başlayan finansal kriz ile yaşandı. G8 veya IMF/Dünya
Bankası/Dünya Ticaret Örgütü kapsamında alınan
önlemlerin krizi tersine çevirmek ve etkilerini minimize etmek için yeterli olmayacağının anlaşılması
üzerine G20 toplantısına ihtiyaç duyuldu. G8 dışın-
da kalan ve ekonomik ağırlıkları her gün daha fazla
artan yükselen ekonomilerin küresel ekonomi yönetişimi için vazgeçilmez olduğu ve masaya davet
edilmeleri gerektiği açık bir şekilde görüldü. Buna
ek olarak, G20’nin oluşumuna ilişkin tartışmalarda
Avrupa ve Amerika arasında denge kurmasına yönelik görüşlerde beyan edilmişti.
Grubun üyeleri de gerek ekonomik gerekse demografik açıdan küresel bir niteliğinin olduğunu göstermekte. G20, G-7 ülkelerini oluşturan gelişmiş ülkeler, Avrupa Birliği, BRICS ülkeleri ve hammadde,
tarımsal ürün ya da işgücü potansiyeli yüksek olan
ülkelerden oluşmakta. Coğrafi açıdan baktığımızda
ise G-7’nin aksine her kıtadan katılımcı bulunmakta. Üye ülkelerine baktığımızda kültürel anlamda da
farklılıkları barındırdığını görmekteyiz. Zira grup içerisinde Latin ve Afrika ülkeleri ile birlikte Müslüman
ülkeler de temsil edilmekte. Hangi yönden bakarsanız bakın oluşan bu yeni topluluğun küreselleşen
problemleri çözme yeteneği daha yüksek.
Değişen Gündemi ile G-20 Zirveleri
G20’nin oluşum sürecine benzer şekilde yapılan
toplantılarda da değişim yaşandı. Küresel kriz sonrası yapılan ilk toplantıların ana gündemini finansal
düzenlemeler oluşturmaktaydı. İlerleyen zamanlarda artık G20 sadece finansal krizin atlatılması
için yapılması gerekenleri değil dengeli büyüme ve
küresel toparlanma gibi meseleleri de gündemine
almaya başladı. Zira Seul Zirvesi sonrasında yayınlanan bildiride finansal düzenlemelerden altyapıya,
beşeri sermayenin gelişiminden gıda güvenliğine
kadar birçok alanda faaliyet planından bahsedil-
mekteydi. Her zirvede ele alınan konu sayısı artarken topluluğun Y20, B20, T20 ya da L20 gibi alt
birimleri gelişti. Son olarak, Türkiye’nin ev sahipliğinde kadın konusu ve ilk defa uluslararası siyasal
bir konu terörizm ve göç konuları da açıktan sonuç
bildirgesine girdi. Üye sayısı değişmese bile, G20
gündeminin kapsamının genişlemesi ve alınan kararların uygulanması aşamasında yaptırım gücünün
olmaması önemli risk unsurları olarak öne çıkıyor.
G-20’nin Artan Gücü ile Değişen Misyonu
Önümüzdeki döneme baktığımızda, özellikle Çin ve
Hindistan gibi, gelişmekte olan ülkelerin ekonomik
büyüklükleri, nüfuslarının dünya nüfusu içerisindeki yeri, artık G7 ülkelerinin tüm dünya adına karar
vermekte yeterli kabiliyetinin olmadığını göstermekte. Zira dünyada ağırlık merkezleri değişmekte
ve gelişmiş ülkeler olarak adlandırdığımız ülkelerin
ekonomik büyüklükler sıralamasındaki yerleri bile
önümüzdeki yıllarda kesin değil. Tam da bu noktada 2008 krizi ile gündeme gelen G20 ülkeleri grubu
dünyanın ihtiyaç duyduğu küresel ekonomik düzenin reformdan geçirilmesi için önemli bir platform.
Gerek demografik ve ekonomik büyüklükleri gerekse grubu oluşturan ülkelerin kültürel yapıları dünyanın ihtiyaç duyduğu tipte bir oluşum. Farklı medeniyet havzalarının temsiline imkân sunuyor. Nitekim
2008 yılından bu yana topluluğun her toplantısı bir
öncekine göre daha fazla dikkat çekiyor.
G20’nin artan önemi ile birlikte küresel çapta ekonomik sorunların yanında artık tüm dünyayı ilgilendiren politik meselelerde de kural koyucu, düzenleyici
bir görev üstlenmesi elzem. Bu konuda başkanlığını
ARALIK 2015
103
masının olmayışı G20’ye kuşku ile bakanların temel
önermeleri arasında. Topluluğun avro krizi ve Dünya
Ticaret Örgütü’nün Doha görüşmeleri sırasında aktif bir şekilde müdahil olamaması etkililiğini tartışılır
hale getirmiştir. Ayrıca G20 her ne kadar dünyanın
ekonomik açıdan önemli bir kısmını temsil etse de
geride kalanların isteklerini dikkate alıp almayacağı
da ayrı bir soru işareti.
Tüm bu eleştiriler ışığında G20’nin dünya ekonomisi
ve siyaseti ile ilgili daha aktif hareket etmesi, topluluğun bekası hakkındaki soru işaretlerini kaldırmaya
yeter. Ayrıca grup zirvelerinin devlet başkanları seviyesinde yapılması toplantılarda alınacak kararların
yaptırım seviyesini yükseltecektir. Diğer yandan hali
hazırda topluluğun oluşumunda öncülük ettiği Finansal İstikrar Kurulu (FSB) gibi kuruluşların varlığı
ile IMF ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların yapısındaki reformlar sonrasında topluluğun uygulama eksiklikleri giderilmiş olur.
2015 Dönem Başkanlığından Kalanlar
Türkiye’nin yaptığı 2015 G-20 liderler zirvesinin ana
konularından biri olarak terör ve mülteci sorunu gibi
tüm dünyayı yakından ilgilendiren bir konunun belirlenmesi önemli bir aşama olarak değerlendirilmeli.
ile ilgili uluslararası kuruluşların telkinlerine uymak
suretiyle kota uygulamaları gibi ticaretin önündeki
engelleri kaldırırken gelişmiş ülkeler hala benzer yollara başvuruyorlar.
Diğer yandan, Dünya Bankası ve Uluslararası Para
Fonu (IMF) gibi organizasyonların kuruldukları dönemlerdeki şartlar ile günümüzdeki şartlar artık birbirinden çok farklı. Çünkü kuruldukları dönemde
dünyada hâkim olan güçler günümüzden oldukça
farklıydı. Bu ihtiyaç 2008 yılında yaşanan krizde de
görüldü. Zira 2008 yılında dönemin IMF başkanı o
dönemde dünyadaki gelişmeler ışığında artan fon
talebini karşılayamadıkları ve kaynaklarının yetersizliği
konularında dert yakınmış, yeni düzenlemelere ihtiyaç olduğunu vurgulamıştı. Dahası 2008 yılının Kasım
ayında yapılan zirvede IMF’nin yapısında değişiklik
öngörülürken, 2010 yılındaki zirvenin sonunda bu
konu ile ilgili kararlar alınmıştı. Geçen sürede konu
ile ilgili herhangi bir gelişmenin olmaması, IMF’nin
küresel ekonomideki değişen yapıya ayak uyduramadığı ya da ABD gibi gelişmiş ülkelerin bu konuda
hala soru işaretlerine sahip olduklarını göstermekte.
G-20’nin Bekası
Bir diğer önemli konu ise uluslararası ticaretteki
gelişmeler. Geçen son yirmi yılda dünya ticaretinin
ağırlığı tıpkı ekonomik büyüklüklerde olduğu gibi
gelişmekte olan ülkelere doğru kaydı ve bu süreç devam ediyor. Gelişmekte olan ülkeler ticaret
104
ARALIK 2015
G20’nin dünya ekonomisi ve siyaseti ile ilgili alacağı
kararlar ve bunların uygulanması oluşumun bekasını da yakından ilgilendiriyor aslında. Çünkü geçmiş
tecrübelerin yanında yöneltilen bazı eleştiriler de
oluşumun sürekliliği ve kurumsallaşma sorusunu
da gündeme getirmekte.
1999 krizinden sonraki dönemde bakanlar seviyesinde toplanan grubun önem seviyesi krizin geçmesi ile birlikte azalmış ve 2008 yılına kadar pek de
önemli olmayan toplantılar halini almıştı. Benzer bir
senaryonun 2008 krizinden çıkılmasından sonra da
söz konusu olup olmayacağı halen belirsiz.
Diğer yandan özellikle G20’nin yapısına yönelik
bir dizi eleştiri mevcut. Bunlardan bir tanesi yönetim biçimi ile ilgili. Topluluğun bir troyka tarafından
yönetilmesinin otorite boşluğuna neden olduğu
öne sürülüyor ve bunun da alınan kararların uygulanmasında yaptırım gücünün olmayışını beraberinde getirdiği söyleniyor. Bir diğeri ise G20’nin
uygulama mekanizmasının olmayışı. “Adlandırma
ve utandırma”nın ötesinde yönlendirme mekaniz-
Dönem başkanlığını Türkiye’nin yapmış olduğu
2015 yılı birçok ilke konu oldu. Öncelikle topluluk bünyesinde faaliyet gösteren gençlik, iş âlemi
ve düşünce kuruluşları gibi alt gruplara bir yenisi
daha eklendi: W20. Kadınların iş hayatındaki yerleri ve karşılaştıkları eşitsizlikler gibi konuların üzerinde durulduğu ilk toplantı sonunda, G20 önceliklerine uyumlu bir bildiri yayınlandı. Bir diğer yenilik
ise topluluğun enerji bakanlarının toplantısı oldu.
Brisbane’de alınan kararlar çerçevesinde toplanan
bakanlar enerji kaynaklarının güvenliği ve sürdürülebilirliği, yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve enerjiye erişim konularını görüştü.
G-20 zirvesinin sonuç bildirgesi ise önemli konulara
atıfta bulunuyordu. Bunlardan belki de en günceli
ve önemlisi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından gündeme eklenmesi istenen, terör
ve mülteci sorunu idi. Fransa’da yaşanan terör saldırısı sonrası zirvede tartışmaya açılan bu başlıklar
ne yazık ki daha dikkat çekici hale geldi. Zirve bildirisinde göç krizinin küresel bir kriz haline geldiği vurgulanırken, krizin kısa ve uzun vadede oluşturacağı
problemlerin çözümü için koordineli ve kapsamlı
siyasi bir çözüme ihtiyaç duyulduğu vurgulandı.
Zirvede işsizliğin azaltılmasına yönelik yatırımların
gerek kamu gerekse özel sektör tarafından yapılması gerektiği vurgulanırken küresel ekonomik bü-
yümenin halen istenen seviyeye gelmediğinin altı
çizildi. Finansal sistemin istikrarına yönelik olumlu
gelişmelerden bahseden sonuç bildirisinde “batmayacak kadar büyük” olan bankaların zarar karşılama kapasitelerine yönelik standartların tamamlandığı bilgisi verildi. Gıda güvenliği, enerjiye ulaşım ve
enerji güvenliği, bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanımı ve güvenliği, iklim değişiklikleri gibi başlıklar
zirvenin sonuç bildirgesinde yer alan bazı konulardı.
Ekonomik toparlanmanın halen istenen seviyede olmadığı vurgulanan zirvede ele alınan bir diğer konu
ise uluslararası ticaretin geliştirilmesi ve engellerin
azaltılması oldu. Küresel çapta toparlanmanın istenen seviyeye çıkabilmesi için ticaretin artırılması
yolu ile yatırımların ve üretimin artırılması gerekiyor. Bu konu aslında topluluğun ülkeleri arasındaki
samimiyetin bir göstergesi. Zira ABD gibi gelişmiş
ülkeler aslında bu konunun muhatabı. Çünkü gelişmekte olan ülkeler ticarete yönelik tüm engelleri
kaldırmışken gelişmiş ülkeler halen bir takım ticari
engeller uygulamakta. Bu zirvenin temel maddelerden bir tanesi olan eşitsizliklerin kaldırılması kavramına da ters düşüyor.
Topluluğun geleceği ile ilgili önemli soru işaretlerinden bir tanesi ise IMF gibi kuruluşların yapısında
planlanan değişiklikler. 2010 yılından bu yana her
toplantıda konu ile ilgili niyet net bir şekilde belirtilirken 2015 yılı sonu itibariyle herhangi bir reform
henüz yapılmış değil ve bu konudaki niyet zirvenin
sonuç bildirgesinde “hayal kırıklığı” olarak nitelendirildi. IMF ile ilgili reformların gerçekleştirilmesinde
2010 yılından bu yana isteksiz olan ABD, grubu
oluşturan gelişmekte olan ülkeler ile eşit seviyede
temsil edilmek konusunda ne denli istekli olduğunu
da gösteriyor. Bu ise topluluğa yönelik eleştirilerin
haklı temellere oturduğunu gösteriyor.
Sonuç olarak, Türkiye kanaatimizce oldukça verimli
gecen bir başkanlık dönemini bitirdi ve şimdi başkanlık, yine bir diğer gelişmekte olan Çin’de. Her
ne kadar bu dönemde artık bu topluluğun küresel
problemlerin çözülmesinde gerekli kapasiteye sahip olduğu ve ilerleyen yıllarda küresel ekonomi ve
siyasette baskın role sahip olacağı net bir şekilde
görülse de gelişmiş ülkelerin masayı paylaşma konusunda hala çekinceleri olduğu aşikâr.
* Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler
Fakültesi İktisat Bölümü öğretim üyesidir.
ARALIK 2015
105
Seçm Sonrası Türkye Syasetnn
Dünya ve Ülke Dnamkler
Açısından Değerlendrlmes
Prof. Dr. Talp Özdeş
GENEL
SEÇİM SONRASI
TÜRKİYE SİYASETİNİN
DÜNYA VE ÜLKE
DİNAMİKLERİ
AÇISINDAN
DEĞERLENDİRİLMESİ
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
D
Müslüman bir toplum olmamıza
rağmen, inanç ve değerlerimizle
bağdaşmayan bir dünyevileşme
eğiliminin, kaynağı ne olursa olsun
servet edinme ve mal biriktirme
hırsının, egoizmle bütünleşen,
aile ve toplumsal bağları göz ardı
eden bir bireyselleşmenin belirli bir
düzeyde toplumumuzda etkin hale
geldiğini kabul etmek gerekir.
108
ARALIK 2015
ünyamızın küçük bir köye dönüştüğü, bir ülkede
veya coğrafyada meydana gelen bir olayın hemen dünya gündemine girdiği, hızlı bir şekilde
ülkeler arası ilişkileri ve dengeleri etkileyebilecek bir
konuma oturduğu bir küreselleşme dönemini yaşıyoruz. Ülkemizde gerçekleşen bir parlamento seçiminden sonra izlenmesi gereken siyaseti de bu realite
üzerinden değerlendirmek isabetli olacaktır. 7 Haziran
Seçimi’nden 1 Kasım Seçimi’ne uzanan süreçte ortaya çıkan durumlar ve olaylar, söz konusu parlamento
seçiminin sadece ülkemizin iç dinamikleri içerisinde
mütalaa edilebilecek bir konu olmayıp, global siyaset
ve dengelerle beraber ele alınıp değerlendirilmesi gereken bir konu olduğunu göstermiştir. Dolayısı ile bu
günümüze ve geleceğe hitap edecek siyasetin değerlendirilmesi, ülkemizin iç dinamiklerinden kopuk olamayacağı gibi, ABD ve AB’nin İslam dünyasına, Türkiye
ve Orta Doğu’ya yönelik siyaset ve stratejisinden, Orta
Doğu’da meydana gelen olaylar ve gelişmelerden,
Rusya ve Çin’in bölgede etkinlik ve hâkimiyetini artırmaya yönelik siyasetlerinden bağımsız değildir. Arap
Baharı’nın inkıtaa uğratılması, Arap dünyasında ve
Orta Doğu’da totaliter yapıların, darbelerin desteklenip demokratik taleplerin bastırılmaya çalışılması, İslam
coğrafyasının etnik-dini-mezhebi çatıştırmalar ve terör
üzerinden istikrarsızlaştırılıp parçalanmaya çalışılması
Her halükarda Türkye halkı, emanetlern ehllerne verldğ, yolsuzluklara bulaşmayan,
dürüst, açık, şeffaf ve kontrol edleblr br yönetm stemektedr. Mlletn nazarında meşruyetn
kaybeden kadroların ktdarda kalıcı olmaları mümkün değldr. Başarıları devamlı kılacak şey,
toplumun adalet, doğruluk, eştlk, özgürlük beklentlerne cevap verlmesdr.
hepsi bu global denklemin, siyaset ve stratejilerin
çerçevesi içerisinde gerçekleşiyor. AK Parti yönetimindeki Türkiye’nin, sıfır sorun anlayışından hareketle vesayet rejiminden uzaklaşıp yakın komşularıyla, Türk ve Arap dünyasıyla barışa, karşılıklı anlayış ve dayanışmaya dayalı ilişkiler geliştirip bağımsız
kararlar alması, demokratik ve hukuki açılımlar gerçekleştirmesi üzerine Gezi Parkı eylemlerinden itibaren yoğunluğu gittikçe artan birtakım komplolarla
karşı karşıya kalması, terörün azdırılmasıyla huzur
ve barış ortamının bozulması, ülkenin kuşatılarak
içe kapanmaya zorlanması da aynı çerçeve içerisinde gelişmiştir.
Başarıları Nasıl Sürekli Kılabiliriz?
Ülkenin, global aktörlerin çifte standartlı politik manevraları ve karşılıklı paslaşmalarıyla her yönden
kuşatılmaya çalışıldığı bir ortamda gerçekleşen 1
Kasım’daki seçim, normal bir parlamento seçimi olmanın, herhangi bir partiyi iktidara taşımanın ötesinde bir mahiyet ve anlam kazanmış, top yekun ülkenin (Türkiye’nin) seçimi olmuştur. AK Parti’yi iktidara
taşıyan oylar, Türkiye üzerine oyun oynayıp komplolar kuran, ülkeyi Suriyeleştirmeye çalışan küresel
güçlerin suratına inen bir şamara dönüşmüştür. Bu
defa Türkiye halkının önemli bir kesimi, iktidar partisi
hakkındaki kotalarını, bir kısmı haklı nedenlere de
dayanan negatif değerlendirmelerini buzdolabına
koyarak, oylarını AK Parti’yi tekrar iktidara taşıma
yönünde kullanmıştır. Halkın bu tercihi, AK Parti’nin
tarihe, millete ve İslam dünyasına olan sorumluluğunu artırmıştır.
Çevremizde gelişen veya geliştirilen bütün negatif
durumlara rağmen, Türkiye, AK Parti’nin tek başına iktidara gelmesiyle önemli bir fırsat elde etmiş,
içeride ve dışarıdaki Türkiye karşıtlarının beklentileri
boşa çıkmıştır. Bu aşamada yapılacak şey, Allah’ın
yardımını göz ardı ederek başarıyı kendimizde görmek değil, geçmişten dersler çıkararak belirlenen
hedefler doğrultusunda geleceğe yönelik akıllı ve
kararlı adımlar atmaktır. Başarıları ancak bu şekilde
devamlı kılabiliriz. Mümin bir bireyin veya herhangi
bir grubun Allah’ı devre dışı bırakarak başarıyı kendisinde görmesi, İblis’in tuzağına düşmek anlamına
gelir. Nitekim Enfal suresinde Bedir Savaşı ile ilgili
bir anlatımda, başarıyı kendilerinde gören müminler
Kur’an’a özgü bir dil ve üslupla Allah Resulü (s.a.v)
üzerinden ikaz edilmektedirler:
“Savaşta onları (müşrikleri) siz öldürmediniz;
onları Allah öldürdü. (Onlara ok veya çakıllı
toprak) attığında da (gerçekte) sen atmadın;
ancak Allah attı!..” (Enfal, 8/17)
Yani savaşa katılanları muktedir kılan, onlara başarıyı lütfeden, düşmanı mağlup eden gerçekte Allah’tır.
Müminler buna layık olduklarında, üzerlerine düşen
görevleri hakkıyla yerine getirdiklerinde Allah onlara zafer ve başarıyı ihsan etmektedir. Yeryüzünde
meydana gelmekte olan olaylar ve durumlar arasında bir sebep-sonuç ilişkisinin var olduğu inkâr edilemez. Ancak bu ilişki tek boyutlu ve mutlak olmayıp farklı yönlerde de tecelli edebilir. Müslüman bir
toplum olmamıza rağmen, inanç ve değerlerimizle
bağdaşmayan bir dünyevileşme eğiliminin, kaynağı ne olursa olsun servet edinme ve mal biriktirme
hırsının, egoizmle bütünleşen, aile ve toplumsal
bağları göz ardı eden bir bireyselleşmenin belirli bir
düzeyde toplumumuzda etkin hale geldiğini kabul
etmek gerekir. Ülkemizin, yolsuzlukların yaygın olarak göründüğü ülkeler listesinde yer almış olması
düşündürücüdür. Sosyo-kültürel anlamda Müslüman bir kimliğe sahip olmakla; yani Müslüman bir
topluma mensup olmakla mümin olmak aynı şeyler
değildir. Hucurat suresinde bedevi Araplarla ilgili bir
anlatımda bu noktaya dikkat çekilmektedir:
ARALIK 2015
109
Türkye’nn Orta Asya’dan, Semerkand ve Buhara’dan Selçukluya, oradan Osmanlı’ya ve
günümüze uzanan br tarh, br medenyet öncülüğü ve br devlet tecrübes vardır. Türkye,
Anadolu coğrafyasında, Orta Doğu’da, Afrka ve Balkanlar’da çok farklı dller, kavm ve kültürler br
arada adalet ve barış çersnde yaşatma ve yönetme becersne sahp olmuş, İslam dünyası
çn merkezyet oluşturmuş br mlletn ve geleneğn devamıdır.
“(Bedevi) Araplar ‘iman ettik’ dediler. De ki,
iman etmediniz, ancak ‘teslim olduk (Müslüman olduk)’ deyiniz. İman henüz kalplerinize
girmedi!” (Hucurat, 49/14)
Gerçek anlamda Müslüman olmakla, sosyo-kültürel anlamda Müslüman olmak aynı şeyler değildir.
Mümin olmak, İslam’ın imani ve ahlaki değerlerini
içselleştirmeyi, onları yaşamayı gerektirir. “Ey iman
edenler, takva üzerine Allah’a karşı gelmekten nasıl sakınmak gerekiyorsa öylece sakının
ve ancak (gerçek anlamda) Müslümanlar olarak ölün!..” (Ali İmran, 3/102), “Ey iman edenler,
Allah’a, Rasulüne, Rasulüne indirdiği kitaba
ve daha önce indirdiği kitaba (hakkıyla) iman
edin!..” (Nisa, 4/136) denirken bu nokta kastedilmektedir. Başta millet olarak kendimize dönmeye,
eksiklik ve zaaflarımızı görmeye, insanımızı yeniden
inşa ederek değerlerimizi ihya etmeye ihtiyacımız
vardır. Bu bağlamda örgün olanı ve olmayanıyla
bütün bir eğitim sistemimizin ve programların gözden geçirilmesi, gerekli değişiklik ve düzenlemelerin
yapılması önemlidir. Bu konuda devlet kurumlarının
yanında vakıflara ve sivil toplum örgütlerine de büyük görevler düşmektedir. Her halükarda Türkiye
110
ARALIK 2015
halkı, emanetlerin ehillerine verildiği, yolsuzluklara
bulaşmayan, dürüst, açık, şeffaf ve kontrol edilebilir bir yönetim istemektedir. Milletin nazarında
meşruiyetini kaybeden kadroların iktidarda kalıcı olmaları mümkün değildir. Başarıları devamlı kılacak
şey, toplumun adalet, doğruluk, eşitlik, özgürlük
beklentilerine cevap verilmesidir. Toplumun bütün
kesimlerinin devlete eşit mesafede olduğu; devletin, adaletiyle ve şefkatiyle herkesi kuşattığı; adam
kayırmacılığa, yolsuzluğa, rüşvet ve torpile geçit
verilmediği; her türlü zulüm ve zorbalığın engellenip
emniyet, güven, istikrar ve huzurun sağlandığı açık,
şeffaf, bir yönetim anlayışı Türkiye halkının ortak
beklentisidir.
Güvenlik Arayışı
Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı Orta Doğu başta olmak üzere birçok ülkenin terörden etkilendiği,
terörün olumsuz etkilerinin hissedildiği dünyamızda güvenlik arayışları öne çıkmaktadır. Toplumsal
talepler başta güvenliğin sağlanması, halkın iradesine zorla hükmetmek isteyen illegal oluşumlara,
çetelere, terörizme fırsat verilmemesi doğrultusundadır. Güvenlik ve emniyet sağlanmadan istikrarın
sağlanması mümkün değildir. Güvenlik ve istikrarın
olmadığı bir yerde gelişmenin olması da muhaldir.
Özellikle finans, yatırım, ticaret ve turizm alanındaki
gelişmeler doğrudan istikrar ve güvene endekslidir.
Ülke kaynaklarının önemli bir kısmının terörle mücadeleye ve terörün açtığı zararlara harcandığı bir
ortamda, bilim ve sanayi alanlarına yatırım yapmak
da zorlaşmaktadır. Bu bakımdan terörle doğrudan
mücadele önemli olduğu kadar, terörün zeminini
ortadan kaldıracak çalışmaların yapılması, insanlar
arasında uzlaşma, barış ve demokrasi kültürünün
geliştirilmesi çoğulcu anlayışın ve eşit vatandaşlık
bilincinin ikame edilmesi önem kazanmaktadır. Nitekim 1 Kasım seçimlerinde halkın önemli bir kısmının AK Parti’yi tercih etmiş olması bu nokta ile
ilgili gözükmektedir. AK Parti, yukarıda vurgulanan
konuları programına koyduğu için, onları hayata
geçirmede önemli adımlar attığı için tercih konusu olmuştur. İçeride birlik, barış, huzur ve istikrar
sağlanmadan dış politikada güçlü, kararlı ve etkin
adımlar atmak mümkün değildir. Kutuplaşmış ve
parçalanmış görünümü veren ülkelerin dış müdahalelere açık hale gelmesi kolaylaşmaktadır.
Özgürlük ve demokrasi taleplerinin karşılanması ile
güvenlik ve istikrarın temini için devreye sokulacak
plan ve programlar arasında bir denge kurulması,
birinin diğerinin özüne zarar vermeden, birinin diğerini akamete uğratmadan yürütülmesi uygulanan
siyasetin başarısını gösterir. Şüphesiz Türkiye bu
noktada önemli adımlar atmaktadır. 1 Kasım seçimleri, birilerinin Türkiye ile ilgili seçim öncesi beklentilerini boşa çıkararak Türkiye’yi oldukça rahatlatmış,
bölge ve dünya siyasetindeki etkinliğini artırmıştır.
Türkiye, bölgesinde işgal ettiği konumu, uyguladığı yönetim anlayışı ve uyguladığı siyasetle önemli
bir ülkedir ve bütün bir İslam dünyası için model
olma durumundadır. Orta Asya’dan, Semerkand ve
Buhara’dan Selçukluya, oradan Osmanlı’ya ve gü-
nümüze uzanan bir tarihi, bir medeniyet öncülüğü
ve bir devlet tecrübesi vardır. Türkiye, Anadolu coğrafyasında, Orta Doğu’da, Afrika ve Balkanlar’da
çok farklı dilleri, kavim ve kültürleri bir arada adalet
ve barış içerisinde yaşatma ve yönetme becerisine
sahip olmuş, İslam dünyası için merkeziyet oluşturmuş bir milletin ve geleneğin devamıdır.
Türkiye’nin Merkeziyet Oluşturma Potansiyeli
Osmanlı’nın yıkılması, merkeziyetin ortadan kalkmasını beraberinde getirmiştir. Zaten ne olduysa
da ondan sonra olmuş, İslam dünyası paramparça edilerek büyük bir bölümü sömürgeleştirilmiştir.
Türkiye, bölgesinde bu merkeziyeti tekrar oluşturabilecek bir birikim ve potansiyele sahip görünmekte
olup geleceği için onu ikame etmek durumundadır.
Bütün şer güçlerin ittifakıyla gerek dışardan gerek
içeriden kuşatılmak, ateş çemberinin içerisine alınmak istenmesi bundandır. Türkiye’yi hedef alan
etnik teröre destek verilmesi, bütün tiranlıklara, insan hakları ihlallerine ve katliamlara rağmen Suriye Krizi’nin tırmandırılması bundandır. Suriye’deki
gelişmelere zamanında müdahale etmek, meşru
ve demokratik talepleri dile getiren ılımlı muhalifleri
desteklenmek yerine, teröre karşı olduklarını iddia
eden ABD ve Batılı devletler tarafından Esed rejimine destek verilmiş, DAEŞ üretilmiş, onun üzerinden
PYD ve PKK gibi örgütlere meşruiyet kazandırılmaya çalışılmış, etnik milliyetçilik kışkırtılmış, uyumakta
olan terör harekete geçirilerek Çözüm Süreci zehirlenmiştir. DAEŞ, global aktörlerin Suriye planlarını
uygulama amacına yönelik müdahalelerini meşrulaştırmalarının vizesi haline gelmiştir. Görünen o ki
Türkiye, Suriye yangını ile kuşatılıp bloke edilmek
istenmektedir.
İslam dünyasını ırki, etnik, mezhebi ve dini farklılıklar,
politize olmuş radikal ideolojik hareketler üzerinden
şiddet ve teröre boğanlar, yurtları tarumar edilen
ARALIK 2015
111
milyonlarca insanı tehcire mahkûm edip ülkemize
sığınmak mecburiyetinde bırakanlar, Türkiye’nin insani bir medeniyet inşa etme yönünde ileriye doğru yürüyüşünün önünü kesmeye çalışmaktadırlar.
Çünkü onlar, ne bir şekilde yaratıp kontrol altında
tuttukları, İslam coğrafyasını kutuplaştırıp iç çatışmaya sürüklemek, bölgeye yapacakları müdahaleleri
meşrulaştırmak için kullandıkları radikal Selefi hareketlerin, ne de mezhep fanatizmi içerisinde boğulan
İran Şiası’nın İslam dünyasında merkeziyet oluşturabilecek, evrensel anlamda medeniyet inşa edebilecek bir birikim ve potansiyellerinin olmadığını çok iyi
bilmekteler. Suriye’deki son gelişmeler ve Rusya’nın
bölgeye müdahale etmesi üzerine İran Şiası’nın izlediği çirkin siyaset; toprağını ve vatanını korumaktan
başka hiçbir suçu olmayan masum ve mazlum Suriyeli Müslümanların Rus uçakları tarafından acımasızca bombalanması karşısında Haçlıların yanında
saf tutması bu söylediğimizi ispat eder mahiyettedir.
Sonuç olarak Türkiye’nin hızlı dönüşümü ve tarihi
misyonuna sahip çıkmak istemesi, onun medeniyet
yürüyüşünün önünü kesmek isteyenleri şoke etmiştir.
İran Şiası’nın ve etnik terörün yanında, “Neo-Haricilik” olarak isimlendirilebilecek DAEŞ tipi radikal Selefi
112
ARALIK 2015
hareketler İslam’a, İslam dünyasına ve özellikle de
Türkiye’ye karşı bir silah olarak kullanılmak istenmektedir. Global aktörlerin Türkiye ile daha özelde
AK Parti ile DAEŞ arasında bir bağlantı kurmak istemeleri, uluslararası arenada Türkiye’yi ve hükümeti
illegal duruma düşürüp mahkûm etme isteğinden
kaynaklanmaktadır. 11 Eylül hadisesini takiben İslam
coğrafyasında milyonlarca Müslüman’ı katleden, ülkeleri kan ve ateşe boğan, başından sonuna kadar
yağmalayıp tahrip eden terörün gerçek sahipleri, yani
onu üretenler, yine bir şekilde onu Türkiye’ye fatura
ederek ülkemizi suçlu konumuna düşürmeye çalışmaktalar. Türkiye, oluşturacağı kısa ve uzun vadeli
programlarla, yapacağı siyasi manevralarla, yapacağı
ittifaklarla bu oyunları boşa çıkarmak durumundadır.
Özellikle tekfirci radikalizmin ülkemizde taban kazanmasına fırsat verilmemeli, İslam’ın bütün farklılıkları
birlikte buluşturan tevhide dayalı imani, ahlaki ve
hukuki değerlerinin yanında adalete, din ve vicdan
hürriyetine verdiği kıymet, insanlık ve medeniyete
yaptığı büyük katkılar Müslüman halklara ve insanlığa
takdim edilerek demokrasi ve çoğulcu zihniyet teşvik edilmeli, ekonomik refah ve barış projeleri üretilip
hayata geçirilmelidir.
Download