Kurmaca sanat algısı, sinema ve İslam

advertisement
irade’den
AYLIK iLMi, FiKRi, SiYASi DERGi
Sayı: 152
Aralık 2016
Fiyatı: 8 TL.
Sahibi ve
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Çıra Basın Yayın Organizasyon
ve İletişim Hiz. Tic. Ltd. Şti. adına
Davut Güler
Genel Yayın Yönetmeni
Ramazan Kayan
Yayın Koordinatörü
Mehmet Duman
Tasarım
Murat Acar
www.fokusajans.com
Hukuk Danışmanı
Av. Fatih Yel
Adres:
Ali Kuşçu Mah. Kıztaşı Cad. Nalbant
Demir Sok. No: 10/3 Fatih/İst.
Tel: 0212 635 99 19
Faks: 0212 534 81 83
www.ozgunirade.com
İletişim:
Mehmet Duman
mehmetmduman@gmail.com
Baskı:
Şan Ofset
Hamidiye Mah. Anadolu Cad. No: 50
34406 Kağıthane-İstanbul
Tel: 0212 289 24 24
Abone Şartları
Yurt İçi - Yıllık: 96 TL.
Yurt içi - Altı Aylık: 48 TL.
Yurt Dışı - Yıllık: 60 Euro-75 Dolar
Hesap No
ÇIRA BASIN YAYIN
İş Bankası Fatih Şb. (TL.)
IBAN: TR20 0006 4000 0011
0201 7052 32
İş Bankası Fatih Şb. (EURO)
IBAN: TR84 0006 4000 0021
0200 7371 79
Al Baraka Fatih Şb. (TL.)
IBAN: TR75 0020 3000 0022
6672 0000 01
PTT Hesap No: 6024774
Bir film vesile oldu ‘sinema’ dosyamıza, ‘Muhammed: Allah’ın Elçisi’ filmi. Buradan yola
çıkarak hem filme ve sinema gerçeğine ve bunları kuşatan sanat olgusuna kısa da olsa
bir değinide bulunduk.
Sanatı ve sinemayı önemsiyoruz. Suudi kralları gibi düşünmüyoruz. Kendimizden eminiz.
‘Sakın ha’ demiyoruz. ‘Hz. Peygamberin filmini yapmak cinayettir.’, ’Son derece tehlikeli
bir filmdir’, şeklinde ‘sinsi bir projenin kilometre taşları’ olarak ta görmüyoruz filmi.
Kimine göre ‘hayal kırıklığı’ yaratmış, film. Müslüman olmayanlara hitap ediyormuş,
Suudilere mesaj veriyormuş… Hızını alamayıp daha ileri gidenler de var; ‘Yemen’deki
Husilerin Mekke’ye yönelik füze saldırıları Ebrehe’nin Kâbe’ye saldırısını anımsatıyor.’
muş… Bu eleştiri de kesmiyor; filmin en tehlikeli yönünün Müslümanların itikadına yönelik
olduğu söyleniyor… Derdi üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olanlar ‘Hz. Muhammed
filminde Halep bombalanıyor mu?’ diyerek filmi ucuz, bayağı ve sığlaştıran yorumlarda
bulunuyorlar. Bunlar eli kalem tutan, ağzı laf yapan bizim kesimden insanlar…
Saygın ilim adamları ‘sakıncası yok, izlenir’ dese de, adam gibi eleştirip sonra da ’sırf daha
iyisini tahayyül edebilmek için seyredilmesi gerekir’ yorumunu dürüstçe yapanlar olsa da,
yukarıda bazılarını sıraladığımız yanlı, ideolojik, sıradan, sığ yaklaşımların bizim cenahtan
çıkması ve kimi kesimlerce paylaşılıyor olması, daha alınması gereken çok yolumuzun
olduğunu gösteriyor.
Eleştirelim. Ama mahkûm etmeyelim, tahkir ve alay etmeyelim. Bir eserin içindeki
güzellikleri görelim. Önemseyelim. Onlar bir yere kadar getirmiş; oradan alıp daha
yücelere nasıl taşıyabiliriz, yaklaşımında bulunalım.
Başkaları yapsa da biz ilkel milliyetçi ve mezhepçi tutum almayalım. Bu şekilde küçülerek,
bölünmeyelim. Geçmişi çook eskilere dayanan hassasiyetlerimizin kullanılmasına izin
vermeyelim. Gerekirse ümmetin maslahatı için ‘kol kırılır yen içinde’ anlayışına bürünelim.
Başkalarına gösterdiğimiz sevgi, saygı ve hoşgörüyü Müslümanlara da gösterelim.
Temel hassasiyetlerimiz tabi ki önemli, uğruna her şey feda edilir. Asıl yücelteceğimiz,
yükseklere taşıyacağımız değerlerimiz de bunlar olmalı. ‘Küçük olsun benim olsun’
anlayışı zihinlerde mahkûm edilmeli. Çünkü Müslümanlar yönetilen değil, yönetenler
olmalılar. Bu ise üst bir anlayışla, ileriye bakmakla, büyük düşünmekle gerçekleşir. O
yüzden eserlerimizi küçülterek kendimizi küçültmeyelim.
Sinema sanattır. Fakat İslam dünyasında ve Müslümanlar âleminde sanata ve onun her
koluna yabancı, uzak hatta zaman zaman düşmanca tavırlar alınmadı değil. Uyanmamız
ise bayağı zaman aldı. Dahası uyandığımız ve idrak ettiğimiz bile tartışılır.
Sanatta ve sinema da yerimiz belli. Neredeyse yokuz. Zihin dünyasında olmayınca
gerçek hayatta da yoksun demektir.
‘Çağrı’dan sonra ‘Muhammed’ filmiyle ‘sanat’ ve ‘sinema’ gerçeği yine gündemde. Çok
gerilerde kalsak ta atılan küçük adımlar umut verici. Biliyoruz ki dünya İslam âleminden
ve Müslümanlardan ibaret değil. 7 milyarlık bir dünyayız. Kaldı ki, muhasebemiz
yapıldığında, sorumluluklarımız bağlamında karnemizin çok ta iyi olduğunu
söyleyemeyiz. Halbuki sözlerin en yücesi bizde. Ve şimdi o söz gerçek sahiplerini bekliyor.
Dergimiz bu sayıda sinemayı ele aldı ve beraberinde de o filmi.. Artıları ve eksileriyle
değerlendirmeleri yapıldı sözü olanlarca, daha iyisi olsun diye.
Sinema eleştirmeni İhsan Kabil’le sinemayı ve ‘Muhammed’ filmini konuştuk. Hem dergi
yazarlarımız hem de dosyamıza değerlendirmeleri ile katkıda bulunan misafir kalemler
de sanat ve sinemayı farklı yönleriyle ele alarak ona anlam zenginliği kattılar.
Güncel de özellikle 15 Temmuz’dan beri aralıklarla konuşulmaya devam eden, son
zamanlarda iyice yoğunlaşan ‘İdam’ tartışmalarını Cüneyt Toraman yorumladı. ‘Bu
cezanın yasalaşmasına destek verenler, haksız yere idam edilecek olan herkesin
sorumluluğunu üstlenmiş olacaklarını unutmamalıdırlar.’ diyor Cüneyt Toraman yazısında.
İstiklal mahkemelerini, 60’lı, 70’li, 80, li yıllarda idam edilenleri unutmayalım. Onların
hangi suçlarından dolayı hayatlarına son verildiklerini…
Biz darbecileri idam edip, işin biteceğini mi sanıyoruz? O ‘ceza ruhu’ döner, bir gün seni
de bulur, seni de vurur. Duygusal olmayalım!
BiR SANAT DALI OLARAK SiNEMA:
Gâvur icadı mı
bir imkan mı?
Bir filmin etrafında
koparılan gürültüler veya
rüyadan uyanamamak
Kurmaca sanat algısı,
sinema ve İslam
8
ÜMİT AKTAŞ
İran sineması ve
‘Hz. Muhammed’ filmi
İSMAİL DOĞU
13
SINEMA YAZARI VE ELEŞTIRMENI IHSAN KABIL:
Milli sinemalar kimliksizleşiyor
RÖPORTAJ: RÜSTEM BUDAK
Sinemanın ‘din’i
GÜVEN ADIGÜZEL
Düş, sanat ve korku
AHMET MERCAN
Sadece bir film
ZEYNEL ÇAKIR
Muhammed: Allah’ın Elçisi
RÜSTEM BUDAK
Arap coğrafyasında sinema:
Ülkeler, yönetmenler, filmler
RIZA OYLUM
MEHMET ÖZDEMİR
Beyaz perdenin ve
ekranların derin imtihanı
SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN
Sinema sinema
YAŞAR BEDRİ ÖZDEMİR
22
Etkileşim ve sinema
24
Bir iletişim dili olarak sinema
28
Sinema ve sanat
32
İslami filmler furyasının
kısa bir analizi
34
36
NECLA ARPA GÜLAÇAR
BAYRAM YILMAZ
ADİL AKKOYUNLU
HÜSEYİN BURSALI
Türk sinemasında sol
tahakküm ve liberal görüngü
SAİT ALİOĞLU
40
43
46
49
50
54
56
58
BU SAYIDA
İdam cezası üstüne
AV.CÜNEYT TORAMAN
Trump’la dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor?
ENGİN DİNÇ
İstismar
HARUN UÇUR
Kürt sorununda geleceğe dair
HASAN POSTACI
İnsan, bir kelime…
NECİP CENGİL
Her hâl u kârda unutursak unutuluruz
AYŞE ŞENER
Mesiyanizm ve Mehdiyet
ENES TARIM
Habbab b. Eret(ra)
MEHMET HANİFİ TOSUN
Bir aydın modeli olarak Aliya İzzetbegoviç
FERHAT ÖZBADEM
İnsan ve mabed
BÜLENT ACUN
İlim, insanı yoldan çıkarır mı?
AZİZ DARICI
62
68
71
72
74
77
80
84
88
91
92
BAŞ YAZI
6
SAYI: 152 ARALIK 2016
baş yazı
SAYI: 152 ARALIK 2016
7
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
DOSYA
Bir filmin etrafında
koparılan gürültüler veya
rüyadan uyanamamak
ÜMİT AKTAŞ
umitaktas24@gmail.com
RÜYA ile hayat kadar, bir film
ile gerçekliği ayırt edememek
de, hakikatle gerçekliği birbirine
karıştırmak gibi “ilkel” bir
zihinden ya da “entelektüel” bir
cehaletten kaynaklanır. Tıpkı
Medine ile “medeniyet”i birbirine
karıştırmanın da benzer bir
cehaletten (ya da madrabazlıktan)
kaynaklanması gibi.
İNSAN zihninin en akıl erdirilemez yönlerinden biri, gerçeklik ile rüya (veya hayal) arasındaki farkı ayırt edebilmesidir. Aklı başında olanlar, en gizemli veya korkutucu bir düş de görseler, uyandıklarında bunun bir rüya olduğunun farkına varırlar. Ancak sorunlu ve “ilkel”
zihinlerdir ki, rüyayı gerçek zannetmeye devam edebilirler. Rüyalar (sadık rüyalar) -ki bunlar sadece gece
rüyaları değildir, gün içerisindeki görüler de buna dahildir-, bizi hakikate doğru çağırır ama şayet biz onların dilini kavrar ve o doğrultuda uygun adımları atabilirsek. Hakikatle bağlarını koruyanlar, nübüvvetin bize kalan o cüzüyle, tıpkı “Ariadne’nin ipi”ni izleyen o
mitik kahraman gibi, rüyalarını izleyerek labirentlerinden kurtulabilir, adımlarını özgürlüğe doğru atabilirler.
Sinema da bir olayı rüya diliyle, yani sembollerle anlatır. Ama bu bize yine de bir gerçeklik çerçevesi içerisinde sunulur. Elbette ki hiç kimse sahnede kendisine
doğrultulmuş bir silaha bakıp salondan kaçmaz. Ama
bir yönetmenin ustalığı da sizi bu noktaya ne kadar
8
SAYI: 152 ARALIK 2016
taşıyabilmesiyle ilgilidir. Platon’un Yunan, Mevlana’nın
ise Çinli ressamlara dair misalleri bunu dile getirir. Gerçi
sanat gerçekliğin taklidi mi olmalı yoksa farklı bir dünya mı yaratmalı meselesi tartışmalıdır ve bu yöntemler etrafında farklı sanatsal eğilimler ortaya çıkmıştır.
Ama her halükârda sanat eseri biricik ve kendine ait
bir dünyayı anlatır, resmeder ya da canlandırır. Bunun
için değişik araçlar kullanabilir ama açıktır ki tüm sanatsal çabalarda da olduğu gibi, sinemada da Tanrı’nın
yaratıcılığına bir öykünme söz konusudur.
Rüyalarda da, bunun bir düş olduğunu hissedebildiğiniz gibi, yaşadığınızı bir gerçeklik olarak da algılayabilirsiniz. Hatta bu bazen o denli sahici olarak yaşanır ki, uyandıklarında vücutlarında bunun izi ile karşılaşan kişiler vardır. Sizi bu duygudan kurtaracak olan ise,
sadece uykudan değil, rüyadan da uyanabilmenizdir.
Öyle ki insanlar bazen bir düş kurar ve bu düşsel gerçekliğin içerisinde de yaşayabilirler. Onun gibi, sinemanın oldukça sahici sahnelerinde de, sözgelimi gözyaşlarınızı tutamasanız ya da yüreğiniz gümbür gümbür
çarpsa bile, sonuçta bir film sahnesinin karşısında olduğunuzu da bilirsiniz. Sinema salonundan çıktığınızda
ise giderek bu atmosferin etkilerinden kurtulur ve yeniden gündelik hayatın sıradan gerçekliğine dönersiniz.
Rüya ile hayat kadar, bir film ile gerçekliği ayırt edememek de, hakikatle gerçekliği birbirine karıştırmak
gibi “ilkel” bir zihinden ya da “entelektüel” bir cehaletten kaynaklanır. Tıpkı Medine ile “medeniyet”i birbirine karıştırmanın da benzer bir cehaletten (ya da madrabazlıktan) kaynaklanması gibi. Çünkü Medine hakikatle temas kurduğumuz, başlangıçlara dair o nübüvvetin izlerinin sürüldüğü rüyaların mekânsal zamanıdır. Oysa medeniyet hakikatin ıskalandığı ya da gözden çıkarıldığı taşıl bir gerçekliktir. Hem de gerçekliğin
somluğundan rüyalar kadar hayallere de artık bir yer
kalmayan zamansız (yani yaratıcılığını yitirmiş ve tek-
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
rarlara dayanan) bir mekânın yüceltimi. Bir şehri (medine’yi) görkemli yapılardan, yollardan ve köprülerden
ibaret salt mekânsal bir olgu sanmak gibi aptalca bir
zehab. Bu anlamdaki medeniyet de aslında bir tür fetişist yüceltimdir. Oysa Atina, agoradaki tartışmalardır;
Medine ise Peygamber mescidindeki sohbetler. Yani
bu tartışmaları ve sohbetleri sürdüren, hayatı bunlar
etrafında canlandıran şahsiyetlerin varlığı.
Bilindiği gibi Kuran, gerçekliğin diliyle hakikatin dilini
karıştırmamamız konusunda bizi uyarır ve bunları muhkem ve müteşabih diller olarak tanımlar. Muhkem olanın
açıklığına karşı, müteşabih olanın nâdanlar elinde harcanmaması, istismara uğramaması konusunda da sürdürür uyarısını. Onları sorumluluklarını müdrik olan âlimlerin (“rasihun”un) emanetine tevdi eder. Ve yine Kuran,
rüyaların hakikate işaret eden sembolizminin çözümlemesine dair oldukça ilginç örnekler de verir. Mesela hayatı neredeyse gördüğü ve yorumladığı rüyaların izleğinde süregiden genç Yusuf’un rüyasını Yakup’un yorumlaması ve Mısır melikinin rüyasını da Yusuf’un çözümlemesi gibi. Oysa rüyanın sembolik dilini anlayamayan, gerçeklik ile hakikatin temas noktalarının farkında
olmayan saray aydınları bunu bir türlü beceremez, rüyadaki sembolik dilin anlatımının künhüne varamazlar.
Genel olarak Kehf Suresinin ve özel de Musa ve yol
arkadaşının yolculuklarındaki sırların anlaşılabilmesi
Mecidi’nin “Hz. Muhammed,
Allah’ın Elçisi” adlı filmi de, sinema
diliyle rüya dilini yakınlaştıran,
bir başka deyişle sinemanın
anlatımını şiirselleştiren ya da
resimleştiren bir anlatım. Ama ne
yazık ki semboller ile nesnelliği,
hakikat ile gerçeği birbirine
karıştıran kesimler tarafından
iğrenç bir saldırıya uğradı.
de, ancak bir rüya dili yaklaşımıyla mümkündür. Aksi
halde, buradaki mesela bir çocuğun katli metaforunu
gerçeklik gibi algıladığınızda, tutup bir yığın cinayetler işleyebilirsiniz ve tarihimiz bu tür cinayetlerle doludur. Beri yandan burada bahsi geçen olaylardaki teşbihî anlatımı kavrayamayan veya kavrama cehdi gösteremeyenler ise Hızır gibi bir “tanrısal” ve gizemli şahsiyet icad edip, anlama çabasındaki çetrefilli sorunları
onun omuzlarına yükleyerek veya bunları gizemlileştirerek, işin içinden sıyrılırlar.
Peygamberimiz de bir rivayete göre kendisinin dünyaya gelişini şöyle açıklar: “Ben atam İbrahim’in duası,
kardeşim İsa’nın müjdesi, annem Âmine’nin ise rüyasıyım.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned) Bir açıdan her
çocuk annesinin bir rüyasıdır. Çocuğun doğumu, bir
SAYI: 152 ARALIK 2016
9
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
rüyanın gerçekliğe dönüşümü veya rüyanın tevilidir.
Özellikle bu olayın (doğum olayının) gerçekleşim sürecindeki mucizevi yönler üzerindeki tefekkür, doğumu mecaz kılan bir anlatım (rüya, hayal, düşünce, sanatsal veya bilimsel yaratıcılık…) gibidir ki biz buna, yaratıcı veya üretici her çabada tanık oluruz. Maddi olanla manevi olan arasındaki geçişliliğe dair bu misal de,
rahatlıkla bir rüyanın veya bir ifadenin (sözgelimi kelimelerin) diline tercüme edilebilir ki, İsa da bu anlamda
bir “kelime”dir; Rabbin kelimesi (Nisâ/171) ve ruhu (yani
Meryem’e üflenen, vahyedilen ruh, kelime, ayet; (Tahrim, 12). Burada da ruh, kelime ve çocuk (İsa) arasındaki geçişler, gerçekte ilahî yaratıcılığın cisimleşmesinin,
yani hakikatin gerçekliğe dönüşümünün bir tasviridir.
Peygamberimiz de kendisine hakikati ihbar eden
bazı rüyaları (sadık rüyalar) doğrultusunda hareket
ederdi. Nitekim “Mekke’nin fethi”yle ilgili gördüğü rüyanın doğru bir biçimde yorumlanamaması nedeniyle, Hudeybiye anlaşmasıyla aslında Mekke’nin fethine
yol açtığı, dolayısıyla da peygamberimizin rüyası hakikatte gerçekleştiği halde, sahabilerden bazıları hakikatle gerçekliği karıştırdıkları için bu anlaşmaya itiraz
etmişlerdir. Ama Peygamber (as) olanca vakarı, bilgeliği ve hâkimliği ile süreci devam ettirmiş, yaklaşık iki
yıl sonra da Mekke fethedilmiş, yani hakikat gerçekliğe tevil olmuştur.
Sinema ile rüya dili arasındaki benzerliğe, yani “rüya
sineması”na, rahmetli Ayşe Şasa da sık sık değinmekteydi. Ama biz buna dair ip uçlarını İbn Arabi’nin veya
Mevlana’nın tefekkürlerinde olduğu kadar, İbn Teymiye’nin meseleye zıt bir yönden bakan yaklaşımların-
Kaynaklarımızda bulunan
ve kitaplarda okuduğumuz
Peygamberimizin hayatına
dair olaylar, kitapların dilinden
sinemanın diline aktarılmıştı. Buna
itiraz edenler neden aynı şeylerin
kitaplarda anlatılması karşısında
suskun kalmaktadır, anlaşılmaz.
Çünkü oradaki de bir anlatımdır.
Farklı tasvirler, rivayetler ve
yaklaşımlarla Peygamberimizin
hayatının -zihnimizde de
olsa-, canlandırılmasıdır.
10
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA
da da buluruz. Bu tür anlama ve yorumlama cehdleri,
İbn Arabi’nin hakikatin temessülüyle ilgili teşbihi yaklaşımları kadar, konuya başka ve tam da ters bir açıdan yaklaşan İbn Teymiye’nin tenzihi yaklaşımları tarafından da sürdürülmüştür. Her ne kadar doğru tutum tenzih ile teşbih arasında bir itidal çizgisini yakalamaksa da, anlama ya da anlatma çabası bizi çoğu
kez bu itidalden uzaklaştırarak, tenzih ve teşbihin sapaklarına sürükler. Elbette buradaki sapakları rüyaların, hayallerin, düşüncelerin veya gerçekliğin ayak basılmamış yolları, mevcut yolların bittiği ve gerçek yolculukların başladığı o kendi cehdimizin aslî yolları olarak anlamalıyız, yoksa sapmalar veya yoldan çıkmalar olarak değil. Zira Marx’ın, Kapital’in girişindeki deyişiyle “düşüncenin doruklarına ancak patikalardan tırmanılır”. (Aktaran Cemil Meriç, Jurnal, c. 2, İletişim Y.).
Bir başka açıdan ise, gerçeklik ile hakikat arasındaki
ilintiyi sağlayan o “kral yolu”, teşbih ve mecazın incelikli
dili ile kurulabilir. Çünkü kâinatın gerçekliği sonuçta Allah’ın yaratıcılığının bir eseridir ve dolayısıyla da ilahî hakikatten izler taşır. Bu izler, vahyedilen ayetlerin misalleri
kadar, tekvinî ayetlerde ifadesini bulan ilahî yaratıcılığın
maddî dünyadaki tezahürleriyle de kendisini ortaya koyar. Bu açıdan doğrudan gerçekliğin kendisi bile birtakım hakikatlerin remzidir, sembolüdür; kalbe doğması
ya da kulağa fısıldanmasıdır. Hakikatin gerçekliği belirleyen ve besleyen aşkınlığından söz edilirken ya da sanatsal (veya bilimsel) buluşlar yoluyla hakikatin ifadesine çalışılırken ortaya konulan temsiller (imalar, ihsaslar, telmihler, semboller…), kuşkusuz ki hakikatin kendisi değil, anıştırmalarıdır. Bakara Suresinin 25. ayetinde,
cennetteki nimetlerden söz edilirken, bu nimetlere nail
olanlar, “bu, daha önce de rızıklandığımız (şeylere benzemekte)’dir, derler. Bu, onlara, (dünyadakine) benzer
olarak (müteşabihan) sunulmuştur.” Böylece teşbihat
tersi bir yoldan da, yani cennette olanların dünyadakilere benzetimi yoluyla da gerçekleşmektedir.
Her ne kadar teşbih yoluyla, hakikatle gerçeklik arasında bir temsil (ifade) bahsi açılsa da, bu bahis adlandırma, ima ve gerçeklik dünyasına ilişkin misallerle hakikat arasında kurulmaya çalışılan anlatımlardan öteye
gitmez. Doğrudanlığın mümkün olmadığı yerde kullandığımız benzetimli dil, dolaylı ve imalı anlatımlara
olan mecburiyetimizin sağladığı ifade imkânlarıdır. Hatta gerçeklik dünyasına ait olan olgular farklı biçimlerde
temsil edilebilseler de, hakikatin (Allah’ın ve yaratıcılığı-
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
nın) doğrudan temsili mümkün değildir. Gerçeklik taklit edilebilir, hakikatten ise sadece imalarla söz edilebilir. Belki sözü de aşan bir sezgisel derinlik, kalbin tefekkürü, bizi hakikate daha yakın kılar ama hiçbir zaman
ona mülaki kılmaz. İçimizde hakikate en yakın olanımız
bile ona ancak bir “yay açıklığı” kadar yakınlaşabilmişti.
Sözcüklerin ya da nesnelerin ortaya koyduğu gerçeklik ile hakikatin bağları ise basiret ve tefekküre dayanan
düşünsel cehdlerle kavranabilir ki bu kavrayışa hikmet
denilmektedir. Aksi halde İskender gibi “kördüğüm”ü
kılıçla keserek, kaba bir cihan hâkimi olsanız da, hakikate doğru hikmetle yürüyen nebiler gibi kalplerin hâkimi olamazsınız. Tıpkı Yunus’un deyişiyle:
“Cümle yaratılmışa, bir göz ile bakmayan
Şer’in evliyasıysa hakikatte asidir.”
Rüya dilini sinemaya uygulayan Fellini, Kurosawa,
Tarkovski, Angelopoulos gibi yönetmenler yanında,
İran sineması da, özellikle Devrim sonrası bu yolda
önemli örneklikler vermekte ve bu konuda temayüz
etmektedir. Ülkemizde Derviş Zaim ve Nuri Bilge Ceylan gibi yönetmenler de bu konuda çaba göstermekteler. Öyle ki Derviş Zaim’in gösterimde olan Rüya filmi, “ashabı kehf” metaforu üzerinden yapılan bir film.
“Her insanın bir rüyası olmalı, bu rüyanın da bir bekçisi” mottosu ile yola çıkan yönetmenin bu oldukça güzel buluşu, ne yazık ki filmin içerisinde üretken ve yaratıcı bir biçimde kullanılmayıp, sadece bir metafor olarak harcanmakta.
Mecidi’nin “Hz. Muhammed, Allah’ın Elçisi” adlı filmi de, sinema diliyle rüya dilini yakınlaştıran, bir başka deyişle sinemanın anlatımını şiirselleştiren ya da resimleştiren bir anlatım. Ama ne yazık ki semboller ile
nesnelliği, hakikat ile gerçeği birbirine karıştıran kesimler tarafından iğrenç bir saldırıya uğradı. Gerçi bu saldırının ardında siyasal veya mezhepçi saikler olsa da,
sonuçta zihinsel primitiflik açısından bu türden saldırılarla, İslam tarihi boyunca sık sık karşılaşılmıştı. Nitekim günümüzde El Kaide veya IŞİD gibi biçimci ve sathî yaklaşıma sahip kesimler tarafından da bu saldırılar
sürdürülmektedir. Sözgelimi sanatsal ve tarihi eserlere karşı girişilen vandalca saldırılar, sonuçta simge ile
gerçekliği birbirinden ayırt edemeyen zihinsel bir sefaletin ürünüdür. Ama bu tip yaklaşımlar, farklı saiklerden yola çıkılsa ya da farklı gerekçelerle beslenmeye
çalışılsa da, entelektüel bir cehalet tarafından da sürdürülmektedir.
Mecidi’nin filminde eleştirilecek
yönler yok mu? Abartılar, kurgular,
kimi hurafe addedilebilecek yönler,
kimi kusurlar… Tüm bunlar ise,
henüz bir emekleme döneminin
tecrübesizlikleri olarak da
yorumlanabilir, bir yönetmenin
kendi kültürünün izleri veya
kişisel kaprisleri olarak da.
Sözgelimi bir “mask”, sanatsal bir eser olarak ancak bir simge değeri taşısa da, bunun Tanrı’nın bir sureti veya remzi olarak anlaşılması, fetişizm veya putperestliktir. Bu, rüyasında karısının kendisini aldattığını
görüp, uyandığında onu öldürmeye kast eden bir adamın anlayış kıtlığı gibidir. Dolayısıyla simgeyi gerçeklikle ya da hakikatle karıştırmak temel bir sorundur ve
bunun uç biçimlerinde Allah’tan “o” diye bile bahsedemezsiniz. Beri yandan fetişizm (simgelere tapınma)
aslında hayatın içerisine sinmiş ve oldukça yaygın bir
tutumdur; dolayısıyla hayatımızın her ânında da ortaya çıkabilir. Sözgelimi birine perestiş, bir nesneyi (sözgelimi bir otomobil veya parayı) yüceltme (meta fetişizmi) ya da benzeri zihinsel vehimler gibi. Dolayısıyla
bu konuda da ister istemez orta yolcu bir tutum ortaya koyabilmemiz gerekir. Yani tapınma veya tanrısallaştırma ile sanatsal yaratıcılık veya teşbihî dil arasındaki
ayrımın farkında olan mutedil bir yolun ortaya çıkarılması, hakikatle gerçeklik arasındaki bir insanî dünyanın
(ilim, irfan, kültür) gerçekleştirilmesinin zorunlu şartıdır.
Bu tür bir fetişist sapmanın etkisi nedeniyle, Peygamber(as), yeni Müslüman olan putperest kavmini bu
açıdan sıkıca uyarmıştır. Bu uyarılar sonuçta simgesel
nesneleri tanrı ya da onun sureti bilen bir tarihsel duruma dair bir geçiş döneminin uyarılarıdır. Ama bu uyarının özünün değil de salt yasaklıktaki biçimin (rivayetlerde bahsi geçen nesneler, biçimler, kelimeler) üzerinde yoğunlaşan zihinler, bu kez de sembolik olguları hayattan büsbütün süpürmeyi amaçlayan ve hatta doğrudan bu yönlü zihinsel çabaları (teşbih, tefsir, estetik,
sanat ve hatta içtihat gibi) ortadan kaldırmaya azmeden bir zihinsel sefalete ve hayatın çölleştirilmesine yönelmiştir. Ancak benzeri bir biçimciliğe, Yahudi biçimciliğine karşı tepkisel Hıristiyan simgeciliğinin -ikonacılığın- Hıristiyanlığı ikonaperestlik noktasına getirmesi
SAYI: 152 ARALIK 2016
11
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Önemli olan gözlerimizdeki o
birkaç damla yaş, yüreğimizdeki
çarpıntılar, sinemanın bizi içerisine
soktuğu o rüya diliyle de olsa
Resulullah(as)’ın yaşantısına biraz
olsun yakınlaşmanın, kendini
orada hissetmenin heyecanlarıdır.
Tıpkı bir kitabın kapağını
kapadığımızdaki haleti ruhiye gibi.
de elbette göz önünde tutulması gereken bir sorundur. Bu noktadaki aşırılık sonucunda, her tür sembolik anlatım çabasının dışlanması da (ikonakırıcılık), ortalığı ister istemez bir çöle çevirecek, insanlığın en güzel yönlerinin, yani estetik ve sanatsal yaratıcılığın (şiir, müzik, resim, süsleme, heykel, sinema vb.) tümüyle
yasaklanmasıyla neticelenecektir. Gazali’nin kitaplarında bile, kendi dönemindeki bu tür biçimci bağnazlıkları eleştiren bir yığın örnekler ve uyarılar bulunmaktadır.
Mecidi’nin filmi de buna benzer bir hışma uğradı.
Oysa sonuçta sembolik bir anlatım, bir sanat çabası,
bir rüya diliydi ortaya konulan. Kaynaklarımızda bulunan ve kitaplarda okuduğumuz Peygamberimizin
hayatına dair olaylar, kitapların dilinden sinemanın diline aktarılmıştı. Buna itiraz edenler neden aynı şeylerin kitaplarda anlatılması karşısında suskun kalmaktadır, anlaşılmaz. Çünkü oradaki de bir anlatımdır. Farklı tasvirler, rivayetler ve yaklaşımlarla Peygamberimizin hayatının -zihnimizde de olsa-, canlandırılmasıdır.
Yazmak, anlatmak, hayal kurmak ve hatta isimlendirmek bile, olgunun gerçeklikten koparılması ve bir teşbihî dile dönüştürülmesidir.
Sonuçta bir isim bile, hakikati, isimlendirileni veya
benzetileni sınırlar, belli sözlere, seslere (veya resme, işarete, biçime) daraltır. (Belki de bu yüzden, kadimler şiirlerine isim koymazlardı; çocuğa bir isim koymak ise belli başlı bir sorundu. “Ad”ın bir temsil mi, telmih mi, yoksa salt bir isim mi olduğu yüzyıllarca tartışılıp duruldu.)
Bu açıdan bakılırsa her isimlendirme bir “metafizik”, yani fizik’in ötesinde/üstünde olan bir “onun hakkında konuşma”dır. Onun için değil mi ki, Tevrat’ta, Musa’nın Sina Dağı’nda Allah’ın ayetlerini alması akabinde, kavmine “O”ndan nasıl söz edeceğini sorduğunda, aldığı cevap: “Ben, ben olanım…” olmuştur. Açıktır ki gaib olan,
ancak bu yolla, semboller ve remizlerle şehadet âlemi-
12
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA
ne çağrılır/taşınır veya bu âlemde ondan ancak bu yolla söz edilebilir. Bu yolla bir anlaşma sağlansa da, anlamak veya temsil ise daha da derin bir sorundur. Kaldı ki
bu mesele sadece Allah’ın anlaşılma çabası ile sınırlı olmayıp, sözgelimi kendilerine doğrudan mülaki olamadığımız mikrofizik veya makrofizik âlemlerin anlaşılmasında da ister istemez sembolik dillere ve yollara başvurulur. Kutsal olanın (veya kutsallaştırılanın) sesli, yazılı veya görüntülü bir anlatım olarak ifadeleri arasında
ise sadece biçim ve dil/ifade farkı vardır, mahiyet farkı
değil. Önemli olan ise anla-tı-mın bayağılaştırılmaması, düşünsel, etik ve estetik inceliğe riayet edilmesidir.
Mecidi’nin filminde eleştirilecek yönler yok mu?
Abartılar, kurgular, kimi hurafe addedilebilecek yönler, kimi kusurlar… Tüm bunlar ise, henüz bir emekleme döneminin tecrübesizlikleri olarak da yorumlanabilir, bir yönetmenin kendi kültürünün izleri veya kişisel kaprisleri olarak da. “Çağrı”, kırk yıl önce atılmış bir
ilk adımdı. Ve ne yazık ki ikinci bir adım ancak bunca
yıl sonra atılabildi. Bu konuda örnek sayılabilecek sinematografik anlatımlar da ancak batı dünyasında gerçekleştirildiği için, bu anlatımların etkisi ister istemez bu
filmde de zaman zaman kendisini göstermekte. Bunlar ise süreç içerisinde düzelebilecek kusurlar, tecrübe
eksiklikleri olarak görülebilir. Ama çoksesli müziğe itiraz eden bir eleştirel sathilik, aslında bizzat sinemaya
itiraz etmeliydi ve belki de etmektedir. Çünkü modernliğin ürünü olan, çoksesli müzikten önce sinemadır.
Sonuçta ise biliriz ki izlediğimiz, yüzlerce farklı versiyonları yapılabilecek olan öykülerden, anlatımlardan,
canlandırmalardan biridir. Ve yine biliriz ki, sinemadan
çıktığımızda rüya sona ermiş, gerçek hayata dönmüşüzdür. Üstelik bu rüya bize ait değil, Mecidi’ye ait bir
rüyadır. Biz sadece onun rüyasını dinleyen/izleyen faniler olarak gündelik hayatımıza dönerken, önemli olan
gözlerimizdeki o birkaç damla yaş, yüreğimizdeki çarpıntılar, sinemanın bizi içerisine soktuğu o rüya diliyle
de olsa Resulullah(as)’ın yaşantısına biraz olsun yakınlaşmanın, kendini orada hissetmenin heyecanlarıdır.
Tıpkı bir kitabın kapağını kapadığımızdaki haleti ruhiye gibi. Ama bu kez görsellik nedeniyle daha güçlü
bir duygunun etkisi altındayızdır. Kimileri bu duygularını sahici zannedip oraya gömülüp kalamaz mı? Bu
ise, tamamıyla o kişinin zihinsel sefaletiyle ilgilidir. Hiçbir sahici sanatsal çaba ise, bu tür “ilkel” zihinler düşünülerek ortaya konmaz, konamaz.
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
İran sineması ve
‘Hz. Muhammed’ filmi
İSMAİL DOĞU
ismaildogu@gmail.com
MÜSLÜMANLARCA bile izlenilen
filmlerin büyük bir bölümü
ticari, popüler, klasik Hollywood
tarzından oluşmaktadır. Bu aslında
bir kaçış tarzıdır; ama başka bir
açıdan da bir ağa yakalanmaktır.
LUMiERE Kardeşler tarafından 28 Aralık 1895’te Paris’te
bir cafe’de yapılan “Bir Trenin Gara Girişi” adlı halka açık
ilk gösterimden bu yana, sinema dünyası ve film gösterileri başlamış oldu. Her ne kadar bu gösteri, bugünkü
anlamda bir kurgusal film değildiyse de, sonuçta sinemanın etkisi ve film izleme biçimi kendini açık etti. Zira
bu gösteride trenin gara giriş sahnesi, kameranın açıyı ustalıkla yerleştirilmesi sebebiyle, insanlar trenin kendi üzerine geldiğini zannederek kaçışmaya başladı. Bu,
aslında istenilen bir sonuçtu ve bu kaçışla başarı elde
edilmiş oldu. Nitekim daha sonraları Griffith ile bugünkü bilinen şekliyle “Bir Ulusun Doğuşu” adlı ilk kurgusal
filmle, indirgemeci ve aynı zamanda da bunu tetikler şekilde eğlendirici bir gerçeklik algısı sağlanmış oldu. Bu
öyle bir başarı idi ki, beraberinde sinemanın bir eğlence sektörü olmasına da yol açtı. Böylelikle Klasik Hollywood konvansiyonları, perspektifi resim de icat ederek gözün bir noktada sabitlenmesini sağlaması gibi,
filmde de, izleyiciyle aradaki mesafeleri kaldırarak pasif
konuma getirmiştir.
Burada yapmaya çalıştığımız, daha açık bir ifadeyle,
gerçeklik algısının sinemada 3 farklı biçimde gelişmesini anlatmaya çalışmaktır: Gerçeğin ortaya çıkarılması, gerçeğin taklit edilmesi ve gerçeğin sorgulanması.
İlk sırada yer alan gerçeğin ortaya çıkarılması, ifadeden anlaşılacağı üzere masum ve anlaşılır bir çaba de-
ğildir. Ortaya çıkarmak sevdası, başka bir açıdan gerçeğin indirgenmesi ve dayatılması anlamına gelir. Yönetmenin nezdinde, dünyayı nasıl görüyorsa, öyle gösterme çabasıdır. Elbette yönetmenin gördükleri vardır ve
bunlar bir açıdan gerçektir. Ancak sayısız görüntüler
ile görünebilecekler imkânının toplamı ıskalandığı için,
tek bir yere ve tek bir an bakışıyla öne sürülmesi, gerçekliğin indirgenmesi ve dayatılması dediğimiz noktaya varır. Bu sadece film için geçerli değildir elbette. Daha kadim sanatlardan olan resim, musiki ve şiirde de
aynı durum yaşanabilmektedir. Zaten filmin de yaslandığı bu üç önemli alan, onlara bakışın nasıl olduğuyla çok yakından ilişkilidir. Dram sanatı anlatı açısından
nasıl indirgemeci bir anlatı tarzı geliştirmiş, perspektifle nasıl indirgenmiş bir bakış tarzı sağlanmış ise film diliyle de aynı kazanımlar elde edilmektedir. Burada söz
konusu olan çeşitlilik ve zenginlik adına birlik ve bütünlük değil, tek ve statik bir anlayışın baskın çıkartılmasıdır. Orada tahayyül ve tasavvura yer yoktur. Gerçeklik
yalın bir şekilde karşıdadır ve kişi onu pasif olarak karşılamaktadır. Bugün Müslümanlarca bile izlenilen filmlerin büyük bir bölümü ticari, popüler, klasik Hollywood tarzından oluşmaktadır. Bu tür filmler, kendi biçimlerini ya da oluşturulma tarzlarını gizledikleri için, insanlar da genellikle bu filmlere tematik düzeyde ilişki kuruyor ve beğeni yoluna gidiyorlar. Bu aslında bir kaçış
tarzıdır; ama başka bir açıdan da bir ağa yakalanmaktır. İnsanlar kendilerine sunulan bu ürünleri sorgulamasınlar, kendilerine sunulan dünyayı sonuna kadar yaşasınlar için, aslında kendilerini ezen ve hatta hiçleştiren
bir dünyadan birkaç saatliğine uzaklaşarak eğlenmeleri adına bunları yaşarlar. Bu anlamda seyredilen filmlerin çoğu, ideolojik bir işlev görür. Tabi bu ideoloji, tıpkı
futbol da olduğu gibi, kitleleri hem deşarj ettiren hem
de asli gerçekliklerin sorgulanmasını unutturan bir işlev gördüğünden dolayı oldukça da politiktir. Kendilerine sunulan dünyanın ve film yoluyla dayatılan gerçekliğin sorgulanmasına engel olduğu için de, otoriterler-
SAYI: 152 ARALIK 2016
13
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
DOSYA
Bir filmde anlatı, en son ele alınacak
bir meseledir dense yeridir. Zira
film yapımında gerçekliğin nasıl
ele alındığını gösterebilecek tek
işaret kameradır. Yazın sanatında
kalem, resim sanatında fırça ne
ise film yapımında kamera odur.
ce desteklenmektedir. Böylelikle verili olan gerçekliğin
mutlak ve doğal olduğu söylenerek, başka bir gerçekliğin olabileceği imkânını gizler, dahası ortadan kaldırır.
İkinci tarz olan gerçekliğin taklidi, aslında gerçekliğin
sorgulanması adıyla atılmış bir kazıktır ve ne yazık ki ilki olan gerçekliğin dayatılmasına çalışır. Fantazma adına, insanların hayal edebilecekleri noktayı süblime ederek onu gerçekleştirilemeyen düşünceler yumağı haline
getirir. Ama tüm bunları yaparken de, sözüm ona teorik açıklamalara gidilerek entelektüel tatmin sağlar. Burada sunulan ve arzu edilmesi bile sağlanan benzerlik,
kendi içinde bir amaç olarak değil, tatmin edici kurmacaların bir yansıması ve doğal olarak da yanılsamasının
aracı olarak kullanılır. İlki başka dünyaların olma imkânını tamamen yok sayarken, bu tarz yaklaşım ise farklı
dünyaların oluşmasını sıfırlar ya da sıradanlaştırır. Artık
o bir vehim haline gelir ve eğlenceye dönüşür.
En son seçenek ise görünenin ardındaki derinliği
keşfetmekle ilgilenir. Bu tıpkı bir buzdağı meselesi gibidir. Buzdağının görünen kısmı, görünmeyen kısmından çok ama çok azdır. Gerçeklik adına sadece üst kısmıyla ilgilenenler, eninde sonunda alt kısma çarpar ve
batarlar. Ancak üst kısmın altı kısma haberci olduğunu, dolayısıyla da bir işaret taşıdığını fark edenler, kendileri görünenden görünmeyene bir keşif yolculuğuna
çıkarlar, insanları da çıkartmaya çalışırlar. Çünkü bilirler
ki bu dünya, mümkün dünyaları içinde barındıran sonsuz bir mekân tasavvuruna sahiptir. Gösterilen gerçeklikte elbette haklılık payı bulunmaktadır; ancak bu sadece görüntülerden biri ya da birkaçıdır. Sayısız tecellinin var olması ve fakat hiçbir tecellide tekrarın olmaması anlayışı/bakışı, gerçekliğin indirgenmesine ve dayatılmasına karşı geliştirilebilecek en güçlü ve belki de
tek argümandır.
Klasik Hollywood filmlerinde görülen bu dayatmacılığı, yine kendi içinde birçok yönetmen yıkmaya ve
farklı bakış açılarında oluşturulabileceğini anlatmaya
çalışmışlardır. Tabi karşı çıkışlar, sadece sinema dünya-
14
SAYI: 152 ARALIK 2016
sında oluşmamıştır. Resimde Picasso’nıun Kübizmi ya
da Dali’nin Sürrealizmi gibi, film diline yansır bir şekilde de Alman dışavurumculuğu, İtalyan yeni-gerçekçiliği ve Fransız yeni-dalgası doğmuştur. Zaten film dilinde olup da, diğer sanat dallarında olmayan ya da film
dilinde başka bir anlayış gerçekleştirip de diğer alanlarda bambaşka bir dil geliştiren asla olmamıştır. Gerçeklik algısı düşüncede nasıl geliştirilmişse, sanatta da aynı şekilde var edilmiş; sanattaki bu gerçeklik dayatması
ya da sorgulama biçimleri, her dalda aynı şekilde tezahür etmiştir. Diyelim resimde kübizmi benimseyen biri,
klasik Hollywood tarzına asla yaslanmamış; aynı şekilde
Klasik Hollywood biçimini kendine şiar edinen bir kişi,
Dali’nin resimlerinde kendini asla bulamamıştır.
İşte edilgen bir film yönetmeni ya da izleyicisi olmakla, etken bir yönetmen ya da izleyici olmak arasındaki fark; yönetmen açısından en başta neyi nasıl ve niçin yaptığının, izleyici olarak da bu yapıtın hangi paradigma üzerinden hareket edilerek neyin amaçlandığını
ve dolayısıyla neyin hedeflendiğini anlamaya çalışmaktır. Bu ise sadece anlatıyla oluşabilecek bir yol değildir.
Bir filmde anlatı, en son ele alınacak bir meseledir dense yeridir. Zira film yapımında gerçekliğin nasıl ele alındığını gösterebilecek tek işaret kameradır. Yazın sanatında kalem, resim sanatında fırça ne ise film yapımında kamera odur. Gerçekliğin sorgulanması ya da dayatılması meselesi ancak kamera ile yapılır ve ancak kameraya dikkat edilerek anlaşılır. Zira anlatı, her ne kadar
önemli de olsa, aslında bir bahanedir. Önemli olan bir
gerçeklik algısının nasıl aktarıldığıdır ve bu anlatı dili ile
değil kamera ile olur. Eğer anlatı gerçekliğin sorgulanmasına yönelik bir içerik sağlar ve fakat kamera kullanımı da gerçekliğin dayatılmasına yönelik bir metot ile
yapılmaktaysa, burada hedeflenen gerçekliğin taklidi
ile insanların süblime edilmesidir ya da bu işi yapan kişinin bunlardan hiç anlamadığının göstergesidir. Bu ise
başlı başına bir düşünce ve sanat tarihi okumak, gerçeklik meselesi hakkında kafa yormakla ilgili bir uğraşı-
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
dan elde edilir. Aksi takdirde, özellikle ülkemizde sıkça
görüldüğü gibi, anlatmak istediği başka dünyaları, aslında kendisinin de karşı çıktığı dayatılan dünyanın yöntem ve argümanlarıyla sunmaktır ki, bundan fayda hiç
çıkmayacağı gibi, birçok zarar da oluşturur. Çünkü en
başta hem yönetmeni, hem izleyiciyi karşı olduğu şeye
dönüştürür. Pek tabidir ki bu travmatik durum, sadece film diliyle oluşmamaktadır. Düşüncede de aynı şekilde Müslüman dünyanın kişilik bölünmesi içinde kaldığı görülmekte ve bilinmektedir. Bunun tek sebebi, ne
içinde yaşadığı ve fakat karşı çıktığı dünyanın dayatma
biçimlerinden ne de bağlı olduğunu hissettiği ve buna
göre de insanlara önerdiği başka dünyanın imkânlarından habersiz olmaktır. Bilinç durumu, işte tam da bununla ilgilidir ki; tıpkı şiirin şuur ve şiar ile aynın kökten
olarak, şiirin şiir olması için bir şuur ve şiar oluşturması,
oluşturmuyorsa aslında onun bir şiir de olmadığının bilinmesi gerekliliği gibi, film dilinin de aynı şekilde gösterenden daha önemli ve öncelikli bir şekilde gösterilene odaklandırması zorunluluğunu getirir..
Bu uzun giriş, aslında başlı başına işlenmesi gereken
bir konu olmakla birlikte, bu yazının sınırlarını daha da
genişletmemek amacıyla, sadece film diline az da olsa odaklanarak, genel de İran Sinemasının, özelde de
‘Hz. Muhammed’ filminin sahici bir eleştirisinin yolunu
açmak içindir. Hem buradan hızlı bir şekilde geçiş yapacak olursak, İran sinemasının, gerçeklik konusunda
sorgulamacı bir anlayış içinde olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun böyle olmasının temel nedeni ise İran
kültür havzasının her yönüyle güçlü ve birbiriyle de sıkı
bir ilişki içinde olmasına bağlanabilir. İran sineması sadece güçlü değildir, zira Hollywood da güçlüdür; aynı
zaman da bir gerçeklik sorgulanmasını sağlamaktadır.
Bu ise bize dayatılan dünyanın ve gerçekliğin kemiklerini sızlatmaktadır. Bu sızlatma, pek tabi ki İran ya da başka bir Müslüman coğrafyadan çok önce, bizatihi Avrupa ve Rusya kanadında çoktan ortaya çıkmıştı. Sinemanın Batı’da icat edilmesi ve gösterime sunulması nedeniyle, doğal olarak tüm bu gerçeklik algısına karşı farklı
yaklaşımlar da, yine aynı coğrafyada ortaya çıkmış ve
çokça tartışılmıştır. İran sineması bu yünüyle, Klasik Hollywood tarzında değil, Avrupa Sanat Sinemasına yaklaşır. Ancak onu farklı, bir adım daha ileri ve böylelikle
güçlü kılan nokta, kendi tarihi ve toplumuna yaklaşarak ve yaslanarak bir film dili oluşturabilmesinde yatar.
Avrupa Sanat Sineması, tıpkı diğer sanat dallarında ve düşünsel akımlarda olduğu gibi kendine özgü
eleştirileri ve önemli örnekleri olsa da, sonuçta tıpkı Picasso’nun Kübizmindeki gibi, dayatılan dünyadan kaçışı sağlamakla birlikte başka dünyaların hayali ve özlemi konusunda varışı yakalayamamıştır. Bunun temel
nedeni, bu insanların, her ne kadar eleştirel düzlemde
olsa ve bu karşı çıkışlarında samimi de olsa, sonuçta o
dünyanın insanları olmasından kaynaklanmaktadır. Elma kurdunun elmayı çürütmesi kadar elmadan beslenmesi gibi, bu insanlar da eleştirel oklarını tam on ikiden vursalar ve haklı olsalar da, maalesef yeni hedefler
ve menziller oluşturma konusunda bir ilerleme sağlayamamışlarıdır. Yine de izlenmeye değer bir yapı taşımaktadırlar. Zira bizlere bir vesileyle de olsa, hem kar-
İran sinemasının gücü, her
şeyden önce hattında, tezhibinde,
minyatüründe, musikisinde ve en
önemlisi de şiirinde yatmaktadır.
Bu ise bizdeki yönetmenler gibi
İranlı yönetmenler tarafından
ne ıskalanmış ne de retorik
hale getirilmiştir. Başka birçok
ülkede de görülebileceği
gibi, bugün İran’da hiçbir
yönetmen, rejim ya da hükümet
taraftarı yahut karşıtı olsun hiç
fark etmez, kendi kültürüne
yaslanmaktan asla çekinmez.
SAYI: 152 ARALIK 2016
15
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
şı çıkış noktasını görebilmekteyiz, hem de bu durumun
metot ve argümanlarını fark edebilmekteyiz. Değilse, ne
kadar içtenlikli olursak olalım, onların düştüğü tuzağa
düşmekten başka bir seçenek kalmayacaktır ki, onların
İslam’la iç içe olmamalarından dolayı onlar bir nebze de
olsa mazur görülebilir, ancak bizler için asla öylesi mazeretler kabul görmeyecektir. İran sinemasının farkı işte burada yatmaktadır.
İran sinemasının gücü, her şeyden önce hattında,
tezhibinde, minyatüründe, musikisinde ve en önemlisi de şiirinde yatmaktadır. Bu ise bizdeki yönetmenler
gibi İranlı yönetmenler tarafından ne ıskalanmış ne de
retorik hale getirilmiştir. Başka birçok ülkede de görülebileceği gibi, bugün İran’da hiçbir yönetmen, rejim ya
da hükümet taraftarı yahut karşıtı olsun hiç fark etmez,
kendi kültürüne yaslanmaktan asla çekinmez. Onun rejim ya da hükümetle olan derdi, siyasal yahut ekonomik açıdan farklı talepleri, genel de sanat açısından, özel
de de sinema noktasından, bu tip yönetmenleri, toplumu ya da tarihine karşı yabancılaştırmaz, uzaklaştırmaz; hele düşmanlık hiç yapılmaz. Biraz önce de bahsettiğimiz gibi aslında bu tutum, neredeyse tüm ülkelerde geçerli bir konumdur; her ne kadar asimile bile olsalar, kendi simülasyonlarını kendi tarihleri ve kültürleri
içinden çıkartırlar. Bu bir retoriğe dönüşebilir ama asla
düşmanlık oluşturmaz; sadece dönüşümü ve başkalaşımı gerçekleştirir. Böylesi bir travmanın yaşandığı belki de tek ülke Türkiye’dir. Türkiye’de kendi öz kültürüne
karşı aydın ya da sanatçı geçinen kişiler ya yabancı ve
hatta düşmancadır ya da taraftar olmakla birlikte aslı-
DOSYA
nı, asaletini kavramadan Batılılaştırma yoluna gitmektedir. Bu ikinci kısım ise iki şekilde oluşmaktadır: ilki bizatihi kasıtlı bir biçimde ve oryantalist bir bakış açısıyla
meseleyi ve disiplinin kendisini bambaşka bir mecraya
çekmekte; ikincisi de bilinçsiz bir şekilde ve kompleksle hareket ederek kendini karşı mahalleye meşrulaştırmak adına şaklabanlıklar yapmaktadır. Bu başlı başına
irdelenmesi gereken özel bir konu olacağından, biz tekrardan İran sinemasına dönebiliriz.
Film yapım kadar film okuması, kendi tarihinde
bulunan kültürel kodlara yaslandıkça başarılıdır. Avrupa’da dahi başarılı olması, yönetmenlerin kendi mitlerine, geleneklerine, dinlerine yaslanmalarından kaynaklanır. Dini açıdan bir itiraz yapılacaksa, bu kilise ve din
adamlarına karşı, o da naifçe yapılır. Bunu yapanın ise
dindar ya da ateist olmasının arasında bir fark yoktur.
Kabaca yapmak pornografikleştirir. Bunu bildikleri ve
bundan asla sanat çıkmayacaklarını hissettikleri için,
korku ya da sansürden değil, bile isteye gerçekleştirirler. Gerçi bahsettiğimiz bu aksi durum, artık Avrupa’da
da yapılmaya başlanmıştır ama her şeye rağmen asla sanat olarak algılanmamıştır. Kutsala karşı gerçekleştirilen bu alçakça saldırılar, sadece dindar insanları yaralamakta ise de asla sanat tarihinde yeri olmayacaktır. Amerika’da ise her şey çoktan bir showa dönüştüğü için, artık hiçbir şeyin anlamı kalmamıştır. Yönetmen kadar izleyici de önemlidir ve bu durumu belirginleştirir. İzleyici de sadece pasif bir seyirci olarak
kalırsa, tabidir ki ne olsa gider. Ancak bilinçli bir izleyici içinse durum farklıdır.
Mecid Mecidi sineması, Türk
seyircisinin sinemalarda ve
televizyonlarda hiç gösterilmese
bile, DVD ya da internet aracılığıyla
yakından takip ettiği ve sevdiği
bir yönetmendir aslında. Hepimiz
onu Cennetin Çocukları, Cennetin
Rengi, Serçelerin Şarkısı, Söğüt
Ağacı ve Baran gibi filmlerinden
tanırız. Özellikle de birçok filminde
çocukları oynatmış, dolayısıyla da
çocuk dünyasını iyi bilen ve beyaz
perdeye iyi bir şekilde aktarabilen
ender yönetmenlerdendir.
16
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Filmin biyografik film olmasının
yanında, peygamberimizin
hayatının anlatılması, işleri daha
da zora sokmaktadır. Zaten
bunun farklı deneyimleri de, şehit
Mustafa Akkad’ın Çağrı filmi
hariç, hiç olmamıştır. Bu başka
açıdan utanç kaynağıdır aslında.
Peygamberi bunca önemseyen
bir dünyanın, film meselesinde
bu kadar duyarsız kalınması,
sinemanın şeytan icadı olmasıyla
açıklanacak bir şey değildir elbette.
İran sinemasının gücü, sadece yönetmenin kendi
kültürüne yaslanmasından değil, bu son cümleden hareketle, bilinçli bir izleyicisinin olmasındandır da. İran’da
sinemaya çokça gidildiği ve çokça film izlendiği, haliyle
eleştirilerin gerçekleştirildiği bilinmektedir. Tüm bu açılardan bakıldığında İran sineması, tüm aksi eleştirilere
ve gösterim engellemelerine rağmen, başarılı performansını daima korumaktadır.
Buradan Mecid Mecidi Sinemasına ve Hz. Muhammed filmine gelecek olursak, basında ve sosyal medyada tartışılanlardan ayrı bir biçimde değerlendirmeyi
hak ettiğini söyleyerek başlayabiliriz. Mecid Mecidi sineması, Türk seyircisinin sinemalarda ve televizyonlarda hiç gösterilmese bile, DVD ya da internet aracılığıyla yakından takip ettiği ve sevdiği bir yönetmendir aslında. Hepimiz onu Cennetin Çocukları, Cennetin Rengi, Serçelerin Şarkısı, Söğüt Ağacı ve Baran gibi filmlerinden tanırız. Özellikle de birçok filminde çocukları oynatmış, dolayısıyla da çocuk dünyasını iyi bilen ve beyaz
perdeye iyi bir şekilde aktarabilen ender yönetmenlerdendir. Mecidi’nin filmografisine baktığımızda önemli bir
ayrıntı da, onun tabiatın dilini de bir karakter gibi konuşturabilme becerisini serdedebilmesi olduğunu görmemizdir. Dolayısıyla Hz. Muhammed filmindeki çocuk çekimlerinde ve tabiatı konuşturmasında sağladığı başarısı, onun bu önceki deneyimlerindendir. Ancak şu vardır
ki, biyografi filmleri her zaman sıkıntılıdır. Tarihteki hangi şahsiyet ve üstelik hangi özellikleri ön planda tutularak çekilirse çekilsin, sonuçta hem yaklaşım sebebiyle,
hem de daha önemlisi sürekli sahne geçişleri dolayısıyla akışkanlığın kesilmesi nedeniyle izleyici açısından sıkıntılı bir atmosfer oluşturur. Bu bahsettiğimiz durum,
tüm biyografik filmler için geçerlidir dense yeridir. Dolayısıyla kendine has bir tarzı ile değerlendirilmelidir. Bu
tür filmlerde odaklanma sağlanamaz; zira içinde bir konu değil, birçok konu barındırır. Aynı şekilde birçok zaman ve zeminle birlikte birçok şahsiyet, filme sığdırılmak durumundadır. Sahneleri kullanmak bir dert, kullanmamak ise başka bir derttir. Zira kullanıldığında yoğun kesmeler ve geçişler yapılacaktır ki, bu durum, az
önce de belirttiğimiz gibi sıkıntı yaratacaktır. Ancak kullanılmadığında da, kişinin hayatında boşluklar oluşacaktır. Bu da bağlantıların kurulmasını zorlaştıracaktır. Ben
kendi adıma, bu tür biyografik filmler çekilecekse, her
bir durum için ayrı çekilmelidir ki hem odaklanma sağlansın, hem de bahsi geçen sıkıntılar oluşmasın. Kastımızı daha da açacak olursak, bu film üzerinden hareketle, peygamberimizin baştan sona hayatı ya da uzun süren bir dönemini aktarmak yerine, örneğim sadece Hira Mağarasında vahy alış anını ya da diyelim Hicret anının çekilmesi, meseleyi daha da basitleştirecektir. (Buradaki basit ifadesi, olayın ya da şahsiyetin kendisi için
değil, anlatım/gösterim tekniği anlamında kullanıldığını hassaten belirtmek isterim.)
Bu filmin biyografi filmi olmasının yanında dikkat edilmesi ve ona göre eleştirilmesi gereken bir diğer nokta
da, kişinin tarihsel bir şahsiyet olmasının yanında, tüm
Müslümanlar açısından özenli bir anlatıma tabi tutulmasını gerektiren bir peygamber siyerini aktarmaya çalışmaktır. Filmin biyografik film olmasının yanında, peygamberimizin hayatının anlatılması, işleri daha da zora sokmaktadır. Zaten bunun farklı deneyimleri de, şehit Mustafa Akkad’ın Çağrı filmi hariç, hiç olmamıştır.
Bu başka açıdan utanç kaynağıdır aslında. Peygambe-
SAYI: 152 ARALIK 2016
17
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Peygamberimizin birçok
minyatürde resmi bulunmaktadır.
Bu minyatüre bakarak hiç
kimse, peygamberi bir kişinin
yüzünde temsil etmemiştir,
birine benzetmemiştir.
Dolayısıyla peygamberin bir
kişi tarafından canlandırılması,
o kişinin peygamberimiz olarak
algılanmasına sebebiyet vermez.
ri bunca önemseyen bir dünyanın, film meselesinde bu
kadar duyarsız kalınması, sinemanın şeytan icadı olmasıyla açıklanacak bir şey değildir elbette.
Eğer mesele yücenin yüceltilmemesi, yüceltilirken
aslında her bir resmin (bu anlamda sahnenin) farkına
varılmasa bile küçültücü olarak ortaya çıkması şeklinde
değerlendirilecekse, o vakit tüm naatların, mevlitlerin, şiirlerin, romanların, minyatürlerin ve hikâyelerin de olmaması gerekirdi. Zira hiçbir ifade, onu anlatmaya kifayet
etmez ve belki de yüceltme adına küçültür. Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere, bu tarz bir yaklaşım, sadece
sinemayı değil, tüm sanat ve edebiyat alanlarını yok sayar ve bu alanların peygamber ya da peygamber muhipleri için yer etmemesi gibi seküler bir alan çağrıştırır.
Halbuki her ne kadar kifayet etmezse de, sonuçta kelimeler ve resimlerden başka anlatı imkânı yoktur ki, zaten kelimeler de asli itibarıyla birer resimdir. Her zaman
en güzelini bulmak ve ne güzel bir biçimde serdetmek,
gerçeklik sorgulamasını yapan ve başka dünyaların imkânına yol açan kişiler için ulvi bir teşebbüs olarak kalmaya devam edecektir. Burada tartışılan konu, daha
çok bir peygamberin gösterilme meselesidir. Bir kişinin
peygamberi göstermeme ve öylece çekebilme hassasiyeti gayet tabi anlaşılabilir ve kabul görebilir. Belki de
göstermeden tahayyül ve tasavvur ettirmek, sanatın
derinlikleri ve incelikleri açısından daha değerli de addedilebilir. Buradaki sorun, biri baskıcı, diğeri çelişik olarak iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Baskıcı olan, peygamberin gösterilmemesi konusundaki az önce bahsedilen
tercih ve hassasiyetin, tek seçenek olarak dayatılmasından ileri gelmektedir. Peygamberi ya da başka bir kişiyi, göstermeden anlatmak, aslında bilinen bir yöntemdir. Klasik Hollywood, düşmanlarını bazen hiç göstermeden anlatır ki, bu bir dışlama yöntemidir. Avrupa Sanat Sinemasının da tam tersine bir anlayışla bazı kişileri
18
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA
ya da olayları, hem o şahsiyete hem de izleyiciye saygı
olsun için göstermediği bilinen bir vakıadır. Böylesi bir
duruşla da, tahayyül ve tasavvuru seyirciye bıraktırarak onu içine çeker ve beraberce bir keşif yolculuğuna
çıkartır. Aynı şekilde peygamberi göstermeden anlatmaya çalışmak da, oldukça maharet isteyen ve başarıldığında da büyük bir etki oluşturacak olan bir seçenek
olarak hep duracaktır. Ancak bu durum, kesinlikle gösterilmemesi anlamına hiç gelmez. Birincisi, peygamberimizin birçok minyatürde resmi bulunmaktadır. Bu minyatüre bakarak hiç kimse, peygamberi bir kişinin yüzünde temsil etmemiştir, birine benzetmemiştir. Dolayısıyla
peygamberin bir kişi tarafından canlandırılması, o kişinin peygamberimiz olarak algılanmasına sebebiyet vermez. Eğer verileceği iddia edilirse, bu seyredenle alakalı şizofrenik bir durumun oluşturulması anlamına gelir
ki, yazının başında anlatılan, bir trenin gara girmesinin
gösterildiği bir yerde herkesi tren üstlerine geliyor zannıyla kaçışması gibi, hem illüzyon hem de bu vesileyle
komik durumu çağrıştırır. Bu kaçış biçimi, ilk defa denendiği ve özellikle de açıyı o halde tutması sebebiyle,
yönetmen için asla değil ama izleyici için mazur görülse de, bugün için bu kabul edilebilir bir durum değildir.
Yönetmen için asla mazur görülmesi, başta değinilen
gerçeklik algısının indirgenmesi ve dayatılmasındandır.
Buradan şuna varılmak istenmektedir: mesele kamerayı, peygamberi canlandıran kişi için bile olsa, hangi
açıyla ve hangi imgeleme biçimiyle çekecek olunmasıdır. Eğer dolayımsız bir gerçeklik verilmek isteniyorsa,
değil peygamber, sıradan herhangi bir şahsiyetin çekimi bile o oranda sakınca doğurur. Ancak buzdağı örneğindeki gibi, işaret eden değil işaret edilen, gösterilen istenen değil gösterilmek istenilenle gerçekleştirilecekse, kim gösterilirse gösterilsin sorun çıkmayacaktır. Kısacası kimin olduğu değil, nasıl gösterildiği esastır.
Gerçeklik algısı dayatmacı bir mantıkla hareket edildiğinden dolayıdır ki, trenin kendi üzerine geldiğini hissettiği için insanlar kaçmıştır. Bu durumun daha vahim
örnekleri bile vardır sinema tarihinde. Kameraya doğrultulan silahın ateşlendiğinde, kendisine doğrultulmuş
ve ateş edilmiş gibi kalp krizi geçirerek ölen insanlardan
bahsedilir. Bu tabi ki yönetmenin özellikle seçtiği bir açıdır ve aktarma biçimidir. Sonuçta kalp krizinden ölmesini istememiş olsa da, seyirciyi zihinsel anlamda iğdiş
ederek hepsini öldürmektedir zaten bu tür yönetmenler. Zira Dziga Vertov’un meşhur ‘Kameralı Adam’ filminde de fark ettirdiği gibi, kamera çekmekle silah çek-
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
mek aynı şeydir, yerine göre. Bu tabi yönetmenin gerçekliğe ihaneti yanında, seyircinin de bu ihanete eğlence ve hatta belki de entelektüellik adına katılması, belki
de satılmasıdır. Bundan dolayıdır ki, Çağrı filminde Hz.
Hamza’yı öldüren Vahşi’yi canlandıran kişinin, filmden
sonra kendi çalıştığı asıl işinden kovulması ve insanların tükürmesi, beddua etmesi, hatta tokatlaması sebebiyle sokakta gezemez oluşu, seyircilerin bu manipülasyona kurban gidecek kadar zavallı oluşundan daha da önemlisi, Akkad’ın bu gerçeklik algısı konusunda düştüğü önemli hatadan kaynaklanmaktadır. Akkad, her ne kadar Klasik Hollywood algısına karşı geliştirilen Los Angeles okulundan mezun olsa da, sonuçta o konvansiyonları kullandığı için Çağrı filmini, tamamen olmasa bile yer yer gerçeklik algısının dayatılması
sorununu yaşamış ve yansıtmıştır. Üstelik Çağrı filminde peygamberimizin ve dört halifenin gösterilmemesi,
başarılı bir tahayyül ve tasavvur imkânını sunmamıştır
seyirciye. Daha çok ortada ya ciddi bir boşluk oluşmuş
ya da Hamza rolünü verdiği kişiyle meseleyi kurtarma
yoluna gitmeye çalışmıştır. Amacımız burada Çağrı filmini eleştirmek değil elbette. Ama yeri gelmişken şunu söylemekten çekinmeyelim. Eğer Çağrı filmi layıkıyla eleştirilseydi, hem Akkad hem de daha sonra bu tür
film çekmek isteyenler, hatta tüm sinemacılar ve seyirciler için önemli bir deneyim ve birikim sağlanmasına
vesile olacaktı. Lakin Akkad, zaten bugün Mecidi’ye yapılanlar gibi, birçok sansüre uğradı.
Sponsor olan Mısır ve Arabistan, sözünde durmayarak son anda para ve mekân desteğini çekti. Onca kişiyle ve teçhizatla ortada kalan Akkad’ın yardımına, ne
yazık ki Kaddafi yetişti. Ne yazık ki diyorum, zira hem
sosyalist bir devlet başkanıydı Kaddafi, hem de zalim bir
yönetici idi. Ancak o sponsor oldu da ortada kalan ekip
filmi tamamlayabildi. Bu sefer de gerçeklik algısı üzerine hangi açıdan olursa olsun asla kafa yormayan zihin
yoksunu kişiler, Çağrı filmini sosyalist olmakla suçladılar ve gösterimini yasakladılar. Klasik Hollywood gerçekliğin indirgenmesini bizlere her daim sunarken, bu
zihinsel özürlüler, gerçeklik dayatmasını diplerine kadar
yaşadığı gibi, İslam adına ayrıca dayatmada bulundular. Haliyle hiçbir zaman doğru dürüst eleştirilemediğinden, ne yenileri çekilebildi ne de çekilenler sahici bir anlayışla değerlendirme imkânını buldu. Peygamberi göstermeme adına öylesine ilginç yaklaşımlar serdedildi ki,
şemaili şerif eserlerinin sözlü olmasının, tahayyül ve tasavvura imkân vermeyeceği zehabını doğurdu. Halbu-
ki söz ya da göz düştü mü, anlatılan ve anlamlandırılan
da o oranda düşer. Bunun söz ya da göz olmasının farkı yoktur. Nasıl bakarsa kişi, öyle görür ve pek tabidir ki
öyle söyler. Söz ile göz arasındaki ses etkileşimi sadece
kafiye değildir. Söz de göz gibidir ya da tersi. Söylem
gözlemi doğurur hiç kuşkusuz. Gerçi ‘müşahede mükalemden evladır’ denilmiştir ve asıl olanın göz olduğuna
vurgu yapılır. Bu doğrudur. Lakin gözün ve sözün düştüğü yer de, birinin diğerinden üstünlüğü yoktur; dolayısıyla da ikisinden birine tercih edilmesinin anlamı kalmamıştır. Buna karşın sözü göz ya da gözü söz olan kişi için de aynı şekilde ama farklı bir bağlamda yine fark
kalmayacaktır. Zira orada söz de göz de yükseklere taşınmıştır. Artık ne sesin ne görüntünün kendisi değildir
söz konusu olan. Orada önemli olan şiarı ve şuurudur.
Zira o artık şiire dönüşmüştür.
Peygamberin gösterilmesi konusunda baskıcı tutumun yanında serpilen ikircikli ve çelişik tutuma gelince, Hz. Yusuf ve Hz Süleyman gibi peygamberlerin yanında Hz Meryem gibi şahsiyetlerin filmleri yapıldığında, baştan sona ve her yönüyle gösterildiği halde tepki
verilmemesi, ama Hz. Muhammed söz konusu olunca
aşırı tepki verilmesidir. Bu anlaşılmaz tepkinin bir başka şekli de, Hz. İsa’yı ya da Hz. Musa’yı, üstelik çok da
kötü bir biçimde resmeden filmlere karşı, bırakın şiddeti, bir kınama bile yayınlanmamasıdır. Her Cuma gecesi camilerde okunan, neredeyse her Müslümanın ezbe-
Peygamberin gösterilmesi
konusunda baskıcı tutumun
yanında serpilen ikircikli ve
çelişik tutuma gelince, Hz.
Yusuf ve Hz Süleyman gibi
peygamberlerin yanında Hz
Meryem gibi şahsiyetlerin filmleri
yapıldığında, baştan sona ve her
yönüyle gösterildiği halde tepki
verilmemesi, ama Hz. Muhammed
söz konusu olunca aşırı tepki
verilmesidir. Bu anlaşılmaz
tepkinin bir başka şekli de, Hz.
İsa’yı ya da Hz. Musa’yı, üstelik
çok da kötü bir biçimde resmeden
filmlere karşı, bırakın şiddeti, bir
kınama bile yayınlanmamasıdır.
SAYI: 152 ARALIK 2016
19
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
rinde olan aşrı şerifin içindeki “onların arasını ayırmayız
ve hepsine iman ederiz” ayetini sürekli tekrarlayan kişiler, acaba neden Hz. Yusuf için değil de Hz. Muhammedin canlandırılması konusuna bu kadar tepkililer. Konu
eğer canlandırılan kişinin şahsında peygamberin indirgenmesi ise neden bu canlandırmalarda bu sorun yaşanmamıştır. Bunun biri yönetmen, diğeri de izleyici açısından oluşan iki sebebi vardır: Yönetmen, biraz önce
bahsedildiği gibi gerçeklik algısını indirgeme ve dayatma üzerinden yapmamıştır ki, izleyici de bu manipülasyona düşmemiştir. Gerek Yusuf gerek Meryem filmleri
kendi içinde birçok başka sıkıntı barındırsa da ve eleştiriye tabi tutulması gerekse de, eleştiriyi hak eden sıkıntılar, gerçeklik meselesi açısından asla değil, bunun yerine daha “estetik” başka noktalardan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla nasıl ki bu filmde indirgemeci olmayan
bir kamera açısı yakalanmışsa, aynı şekilde Hz. Muhammed ile ilgili yapılacak filmlerde de bu tür kaygılar göz
önüne alınarak da olsa yapılması mümkündür. Bu ifade, aynı zaman da gösterilme canlandırılma hadisesinin salt indirgemeci olması iddiasını çürütmek içindir.
Filmin biyografi türü olması yanında Hz. Muhammedi konu edinmesi nasıl kendi içinde sıkıntı oluşturabilmekteyse, daha zor başka bir katman olarak çocukluk dönemine eğilmesi işleri daha da sıkıntılı hale getirmektedir. Zira çocukluk dönemine ait tüm bilgiler kısıtlı
olduğu kadar rivayetler açısından da pek sahih görülmemektedir. İşte bu üç sıkıntı durum, yönetmenin işini
daha da zorlaştırmaktadır. Ama tercih kendisinin olarak
böyle bir işe soyulmuşsa, hesabını da ona göre yapmak
zorundadır. Yoksa kimse kendisini böyle bir işin altına
girmeye zorlamamıştır.
Mecidi, daha önceki deneyimlerine de güvenerek,
çocuk dünyasını saf bir biçimde anlatma yoluna gitmiştir. Anlatıda olağanüstü olayların yer etmesi, sadece rivayetlerin değerlendirilmesine matuftur. Zira tarihsel filmlerde tamamen tarihe bağlı kalınmak zorunluluğu her ne kadar bir yönetmen, bir romancı için geçerli değilse de, söz konusu Hz. Muhammed olunca, ister
istemez bu bağlılık gerçekleşecektir. Zira bu rivayetler
ele alınmazsa Resulullah için tarih/siyer adına anlatılacak bir şey kalmayacağı gibi, ondan uzaklaşılarak anlatılması da Peygamberimizi oldukça sıradanlaştıracaktır.
Yönetmenin, sıradanlık ve olağanüstülük anlatımları arasında bocaladığı zaten çok açık bir şekilde görülmektedir. Yönetmen bunu ilk açılış sahnesiyle aşmak istemiştir
ve tüm filme yedirme adına bunda da başarılı olmuştur.
20
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA
Açılış sahnesi Resullullah’ın vahiy alması ve İslam’a daveti sonrası müşriklerce uygulanan boykotla başlar. Filmin boykot sahnesi ile başlamasını, çok garip bir şekilde İran’ın ambargo içinde kalmasıyla, haliyle de, Batıya
barış çubuğu uzatması şekliyle değerlendirenler çıkmıştır; sözgelimi film Bedir savaşı ile başlasaydı, bu İran’ın
Suriye ile savaşı mı olacak ya da başka bir örnek verecek olursak, hicret ile başlasaydı, bu Amerika’ya dönüş
anlamına mı gelecekti?.. Halbuki olayın ele alınışı bambaşkadır. Ebu Süfyan’ın Ebu Talib’le ilettirdiği tehdidiyle
Müslümanlar bu davadan vazgeçmezlerse, sabaha hepsi kılıçtan geçirilecektir. Resulullah’ın bu tehdide cevabı,
Fil Suresiyle olmuştur. Filmin böyle başlaması, hem bir
fikrin başlanmasına işaret eder, hem de flash-back ile
geçmişe giderek zaman ve mekân bütünlüğü gösterilmek istenir. Zira fil olayı vaki olduğunda Resulullah, annesinin henüz karnında idi. Nasıl ki Allah, Resulünü ve
dolayısıyla Kâbe’yi Ebrehe’nin tehdidinden ve fillerden
oluşan ordusundan koruduysa, aynı şekilde bu boykot
kararını bizzat verenlerin şimdilerdeki kılıçtan geçirme
tehditleri de bir işe yaramayacaktır. Bu işe yaramayacağını bilme duygusu, salt ebabil sürüsüyle müşrikleri
yok etme beklentisi içinde olmayı değil, sonuç her ne
olursa olsun, Allah’a dayanma ve O’nun verdiğine razı
olma biçiminde kendini göstermektedir. Film boyunca işlenen de, aslında Allah’a dayanan ve O’nun yoluna
ram olan kişinin, Allah tarafından rahmet ve bereketiyle kuşatılacağının da muştusunu yaşatmaktır. Tehditlere
aldırmadan yolda ilerlemek esastır; sonunda ölüm olsa
da. Nitekim Resulullah, annesi Amine’nin karnında korunduğu gibi, sonrasında da hep korunmuş ve gözetilmiştir. Bu korunma hep olağanüstülük arz etmez. Dikkat edilirse, daha küçük yaşta, tarihin de kaydettiği şekilde, en yakın çevresi birer birer vefat etmekte, her seferinde yalnızlaşmakta ama hemen ardından da korunmaya alınmaktadır. Bu Duha ile İnşirah surelerinin açılımıdır aslında; Kur’an okuyucuları, bunu çok iyi bilirler.
Resulullah, müşriklerin tehdidini kendisine ileten amcasına Fil Suresini okuyarak adeta şunu demiştir: ‘Ey
Amcacığım! Sen, ben annemin karnında iken ve daha
doğmamışken bile bildin ve gördün ki, Allah Ebrehe’nin
ordusundan bizleri korudu. Herkes kaçışırken ve saklanırken, onun ihtişamlı ordusunu ebabil sürüsü yerle yeksan etti. Sonra sırasıyla ben doğmamışken babam öldü, annemle kaldım. Annemin sütü yoktu, amcam Ebu
Leheb’in cariyesinin sütü bana yararken, karısının isteği üzerine geri çektirildi. Sütsüz kaldığım sırada, fakir bir
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
sütannenin eline düştüm ama onun kurumuş göğsüne
Allah’ın izniyle beni doyurmak üzere süt geldi. Yetimken
bir de annemin ölümüyle bir de öksüz kaldım. Ama Allah beni sahipsiz bırakmadı ve babanı, dedem Abdulmuttalibi görevlendirdi. O da ölünce de, onun vasiyetiyle sen himayene aldın. Hatta Yahudilerden kimileri, beni
öldürmek üzere peşime takıldıysa da, onlardan da Allah’ın izniyle kurtuldum. Rahip Bahira bile beni fark etti de, hem ikramda bulundu hem de beni kollayıp gönderdi. Bunları tek tek bizatihi sen gördün. Nasıl ki beni hiçbir zaman bırakmayan ve bana darılmayan Allah
her daim beni birilerini aracı kılarak da olsa korumuşsa,
yine koruyacaktır, sen merak etme!’
Bu döngü devam eder ve filmin sonunda tekrar
boykot hadisesine dönerek yeni bir mucize ile karşılaşılır. Sabah vakti kuşatma için toplanan kalabalığa boykot kararının okunması istenir. Açılan kâğıdı güveler yemiş ve Allah yazısından başka tüm kararların ve karara
imza atanların isimlerinin kaybolduğu görülmüştür. Bir
fil olayı daha canlanmış ve Resulullah bir kez daha duha vaktinde inşirah bulmuştur.
Olayı bu döngü içine yerleştirmiştir Mecid Mecidi.
Haliyle Allah’a yaslanmak ve O’nun yoluna ram olmak
adına da hep çocuksu durumun o saf haline kamerayı
tutmuştur. Fıtrata olan bağlılığı ise tabiatın diliyle ifade
etmiştir. Peygamber, sırtından da olsa pek görünmemekte ve çoğu yerde de hiç konuşmamaktadır. Ama
bu aslında ifadesini olmadığı, hiç konuşmadığı anlamına
gelmez. Mecidi, tabiatı, en çok da suları ve gökyüzündeki ay ile yıldızları konuşturarak, Resulün diline tercüman etmiştir. Filmin içinde daimi bir şekilde tabiatın birlik ve bütünlük içinde yüzdüğünü görürüz. Bu bir açıdan adeta tabii bir vahy ile Resulün hazırlık dönemidir.
Ama o formatın dışında bakıldığında da, aslında her çocuğun yaptığı şekliyle tabiatın dilinden anlaması, tabiatla konuşması ve tabiatın ona cevap vermesi olarak yorumlanmalıdır. Asıl okuma biçimi budur ama ne yazık
ki insanlar bir vesileyle bu algı biçimini bozmaktadırlar.
Nitekim Resulullah hem Yahudi, hem Hristiyan, hem de
kendi kavmi olan müşrikler arasında bu bozulmaya tanık olmuştur. Ama bu tanıklık filmde çift yönlü işlenmiş,
dolayısıyla da bir kavim ya da bir anlayış tek başına indirgenmiş bir gerçeklik düzleminden çekilerek başka ve
fakat sahih anlayışların da var olduğunu, var olabileceğini göstermiştir. Bu yapıya uygun düşmeyen bence en
önemli konu, filmin içinde salatu selam getirilen müziğidir. Müziğin senfonik bir tarzda ve çok baskın olarak
Filmle ilgili eleştiriler, tıpkı
bir zamanlar çağrı filmine
yönelik eleştirileri hatırlatıyor.
Genel de de filme yönelik
eleştiriler filmin kendisine
değil, yönetmenin kendisine
ve daha da çok yönetmenin
ülkesine yönelik getirilmiştir.
Hatta daha acınası durum, filmi
seyretmeden eleştirebilme
dehasını gösterebilmedir.
verilmesi, tabiatın birlik ve bütünlüğünü kavrayacak şekilde fıtrata ve dolayısıyla da Allah’ın korumasına vurgu
yapılan bir filmde, senfonik bir müzik çelişik arz etmektedir. Zira senfonik eserler, çoksesliliğiyle, gerçeklik algısının indirgeme ve dayatma halinde sunulmasının müzik açısından bir kullanımıdır. Bu da başka bir inceleme
konusu olarak kenarda durmaktadır.
Filmle ilgili eleştiriler, tıpkı bir zamanlar çağrı filmine
yönelik eleştirileri hatırlatıyor. Genel de de filme yönelik eleştiriler filmin kendisine değil, yönetmenin kendisine ve daha da çok yönetmenin ülkesine yönelik getirilmiştir. Hatta daha acınası durum, filmi seyretmeden
eleştirebilme dehasını gösterebilmedir. Bu da eleştirilerin ne denli sığ olduğunun açık bir göstergesidir. Bu
sığlık, tıpkı boykotla başlamasını, ambargoya tahvil etmek gibidir. Aynı şekilde, Ebu Talibi Müslüman göstermek ya da Haşim-Ümeyye çekişmesinden bahsetmeyi Şiilik olarak değerlendirmek gibidir. Film, karşıt olanlar açısından Şii ve Farisi yayılmacılık ekseninden başka hiçbir şekilde ele alınmamakta, üstelik bu denli kavmiyetçi ve mezhepçi yaklaşım içinde olunmasına rağmen, filmi ve yönetmenini ulusçu ve mezhepçi olarak
yad etmeye kalkışılmaktadır. Denilebilir ki, böyle bir okuma biçimi geliştirilemez mi, farklı bir okuma biçimi ile
bunlar söylenemez mi? Tüm bu sorulara verilecek cevap, gerçeklik algısı ile olan irtibatla alakalıdır. “Aşırı yorum” denilen tabir boş yere gelişmemiştir. Bu tanımlamadan kastedilen, art-niyetlilik ya da en masum haliyle maksadı aşma tarzıdır.
Bu filmin gerçek karakteri bir çocuktur ve bence bu
filmin gerçek izleyicileri de haliyle yorumcuları da çocuklar olacaktır. Çocuklarınıza seyrettirin ve sizler film hakkında hiç yorum yapmadan onların değerlendirmesini
isteyin. Ortaya çıkacak sonuç en sahici sonuç olacaktır.
SAYI: 152 ARALIK 2016
21
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
DOSYA
SiNEMA YAZARI VE ELEŞTiRMENi iHSAN KABiL:
Milli sinemalar
kimliksizleşiyor
Müslümanlar bu gerçekten ciddi finansmana dayalı bu sanat dalına muhakkak yatırım yapmalıdır. İyi senaristlerin, kameramanların, kurgucuların, yönetmenlerin yetişmesine destek vermelidir. Bir filmin yapımına
sponsor olarak da gerekirse zararı dahi göze almalıdırlar. Ticari hayatta hiç mi zarar etmiyorlar? Nesillerin yetişmesinde önemli bir basamak olan sinema sanatında
da zarar edebilirler.
RÖPORTAJ: RÜSTEM BUDAK
İslami bir sinema mümkün mü?
İslami bir sinemadan, dini şiarlara dikkat eden, gözeten bir sinemayı anlıyorum ve manevi duyarlıklı sinema demeyi tercih ediyorum. Bugün için öncelikle, açıklık, şiddet ve edebi argonun üstündeki kaba kullanımlara tevessül etmeyen sinemayı olabildiğince İslami sayabiliriz. Daha dini bir sinema anlayışı ise mümkün olduğunca İslami umdelere dikkat eden bir sinema anlayışı
ile söz konusu olabilir. Bir ideal olarak ortaya konabilir
ve üstüne geniş argümanlar geliştirilebilir.
İslam sinemaya tebliğ aracı olarak mı bakmalı,
yoksa sanat olarak mı? Sinemanın bu sanat içindeki yeri var mı?
Sinema tebliğ aracı da olabilir ancak bu hiçbir zaman doğrudan, kör gözüm parmağına biçiminde olmamalıdır. İslam’ın hayat tarzı, dolaylı yollardan, çağrışım, sembol ve mecazlarla verilebilir.
Sinema pahalı bir sanat dalı. Müslümanlar bu alanda nasıl bir yatırım yapmalıdır?
22
SAYI: 152 ARALIK 2016
Sinemanın İslami fıkhı oluşabilir mi? Geçmişin fıkhi
görüşleriyle sinemayı değerlendirmek mümkün mü?
Sinemanın fıkhi açıdan değerlendirilmesi her zaman
söz konusu olabilir. Ancak insan elinden çıkma her şeyde olduğu gibi, hata yapma ihtimali göz önüne alınarak
burada da belli ölçülerde esneklik mümkün olabilir. Sinema göstermeci bir sanat olduğu ve merkezinde de
insani ilişkiler olduğu için özellikle mahrem konusunda
hassasiyet gösterilmelidir. Geçmişin fikhi görüşleri de
tabii ki göz ardı edilmemelidir.
Dünyadaki İslami tecrübelerin içinde Türkiye’nin
yeri nedir? Ne olmalıdır?
Sinema açısından yaklaşırsak, bir arayış devam etmektedir. Öncelikle bir kimlik sorunu söz konusudur.
Kendi olmak, kültürel kökleriyle bağlantı kurmak, gelenek halkalarını yeniden oluşturmak, insan ve medeniyet anlayışını bugünün diliyle yeniden temsil etmek elzem kabul edilmelidir.
Kuran’ın sinematografik yapısından söz etmek mümkün mü? Vahyin sinema diliyle aktarımı mümkün mü?
Edebi ve sinematografik anlatım, Kur’an surelerinde
de ortaya çıkmaktadır. İran sineması bir deneme olarak
zaman zaman bunun örneklerini vermektedir. Vahyin sinema diliyle aktarımı, manipüle etmeden mümkün olabilir.
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Sinemada hakikat dilini sadece İslam ülkelerindeki sinemacılar mı oluşturabilir?
Hakikat izlekleri diğer inançlara ait sinemalarda da
görülebilmektedir. Hakikate bütün insanlık muhataptır dolayısıyla sadece İslam’a münhasır değildir. Ancak
tam olgunluğa erişmiş hali İslam ülkelerindeki sinemacılar tarafından ortaya konabilmelidir.
Türk sinemasındaki konu, kurgu ve özgün senaryo
yazma eksikliği nasıl giderilebilir?
Sinemamızın bu eksiklikleri, üzerlerinde daha fazla
çalışılarak, kurum ve kuruluşlar tarafından desteklenerek, güçlü bir entelektüel yapı oluşturularak giderilebilir. Mevcut edebiyat verimlerimizden ve geçmişin edebi birikiminden mutlaka yararlanılmalıdır. Kurgu, daha
teknik bir konudur, dünya sinemasının güncel örnekleri mutlaka takip edilmelidir.
Emperyal sinema dilinin İslam ülkelerindeki olumsuz etkisi hakkında neler söylenebilir?
Çok geniş çerçeveli bir konu ama başta seyircinin
etkilenmesi ve algı yönetimi olarak söze başlayabiliriz.
Başta Amerikan sinemasının tesirlerinden söz edilmelidir. Belli bir hayat tarzı genç seyirci kitlesine dayatılmakta, böylece de zihniyet dünyaları dönüştürülmektedir.
Giderek milli sinemalar da bu hâkim sinema görüşüne
benzemeye başlamakta ve kendi kimliklerini iyice silikleştirmektedirler.
Mecidi’nin “Peygamberimiz bugün gelseydi tebliğini sinemayla yapardı.” sözü hakkında ne düşünüyorsunuz.
Mecidi’nin bu sözünün bir değeri olduğunu düşünüyorum. Allah’ın halk ettiği her aracın bir anlamı olduğuna inanıyorum, dolayısıyla da kamera da istendiğinde rahmete dair çok önemli olgular ortaya koyabilir. Dünya, bir ibret âlemi ve sahnesiyse, onun bir simülasyonu olan sinemanın nasıl bir potansiyeli olduğunu
düşünebiliyor musunuz? Ancak gerçekçilik adına batıl
ve mahrem olanın birebir taklidi yerine, onu ikame edecek sinema dilinin marifetiyle değişik sembolik anlatım
yolları bulunmalıdır.
Mecidi’nin filmi üzerinde, İslami camianın tartışma
şeklini olumlu buluyor musunuz? Mecidi’nin Muhammed/ Allah’ın Resulü filmi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu filmin bu denli sert eleştirileri hak ettiğini düşünmüyorum. Filmi genel olarak duygulu, olumlu buluyo-
Allah’ın halk ettiği her aracın bir
anlamı olduğuna inanıyorum,
dolayısıyla da kamera da
istendiğinde rahmete dair çok
önemli olgular ortaya koyabilir.
Dünya, bir ibret âlemi ve
sahnesiyse, onun bir simülasyonu
olan sinemanın nasıl bir potansiyeli
olduğunu düşünebiliyor musunuz?
rum. Peygamber Efendimizi belli-belirsiz gösterdiği
yerleri daha belirsiz kılabilirdi, salavatı Batı müziği tonlarıyla sunmayabilirdi; burada sanıyorum Batı dünyasını, genel de bütün dünyayı biraz İslam’a ısıtma amacı
güdülüyor. Balıklı mucize sahnesi olmayabilirdi, ancak
yine Batı’ya bir atıf var herhalde. Hep Çağrı’dan sonra
başka film gelmedi diye konuşuluyordu, şu an elimizde iki referansımız var.
“Rüya sineması” çalışmalarınız nasıl sürüyor? Sizce bu süreçteki karşılığı nedir?
‘Rüya sineması’ tanımlaması, öncelikle Sezai Karakoç’un, daha sonra Sadık Yalsızuçanlar’ın ortaya koyduğu bir nitelemedir. Çok önemli bir kavramlandırma
olarak görüyorum. Daha önce olduğu gibi bugün de
üzerinde kafa yorulması, açılımlara gidilmesi gereken
bir yaklaşımdır.
Türkiye’de bir sinema dili oluşturma potansiyeli var
mı? Varsa Müslüman dindarlar bunun neresinde?
Türkiye’de bir sinema dili oluşturma potansiyeli mevcut. Tarihi seyri normal mecraında aksaydı, geleneksel
gösteri sanatlarımız, gölge oyunu ve orta oyunumuzun
tabii bir uzantısı ve bu yeni teknik dille hem form hem de
içerik olarak yeniden temsili anlamına gelen sinemayla
doğal bir bileşim meydana getirilebilecekti.
Sinema sanatının İslam dünyasındaki yeri nedir?
İslam düşüncesinde sinema yer bulabilecek mi?
Sinema sanatı, İslam dünyasında estetik ve içerik
olarak en olgun örneklerini İran sineması dahilinde vermektedir. İslam coğrafyasının diğer bölgelerinde de zaman zaman nitelikli eserler ortaya çıkmaktadır. Ancak
genel olarak sinema bir eğlence ve kelimenin her manasında tüketim aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bütün sanatların bileşkesi olarak ve geleneksel sanatların
da görsel anlamda bir uzanımı ve açılımı olarak İslam
düşüncesinde de hak ettiği yeri muhakkak almalıdır.
SAYI: 152 ARALIK 2016
23
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
DOSYA
MODERN ANLATILAR, DÜŞ-EVRENLER
VE JEDi KiLiSELERi ARASINDA
Sinemanın ‘din’i
GÜVEN ADIGÜZEL
Hollywood’u kuracak olan Doğu Avrupa göçmeni
Amerikan Yahudileri geri dönemeyeceklerinden
emin oldukları için yeni bir vizyonla hayata tutunma
çabasındaydılar. Holllywood bir hayaldi (American
Dream). Bir karabasandan kaçan Yahudilerin hayali.
Abraham Polonsky
KADIM insanlık tarihi, var ola-geldiği yüzyıllar boyunca
sanatın bütün verimlerinin tecrübe edildiği ve bu tecrübelerin disiplinler arası bir düzlemde karşılıklı beslenerek dönüştürücü yeni bir güce/imkâna evrildiği kıymetli bir saha ve silsileye sahiptir. Sanat toplam güzelliktir ve medeniyetleri kuşatan sürdürülebilir bir anlam
olarak -bu bağlamda- estetik bir algıyı da işaret eder.
Sanatın, estetik kalibresi ve alımlanma potansiyeli oldukça yüksek düzeyde seyreden en görkemli ve en
göz alıcı formu olarak tebarüz eden sinema’nın, 19.
yüzyılın sonlarına doğru girdiği hayatlarımızda hemen
başköşeye kurularak beğeni kodlarımızda yerleşik bir
alan kazanması hiç de şaşırtıcı değildir aslında. Sinema, anlatı’nın en modern biçimi olarak -yaygın/popüler kimliğinin de etkisiyle- kitleleri peşinde sürükleyecek o büyülü atmosferini dünyanın en ücra köşesinde
yaşayan ümmi bir ‘insan’a bile hissettirecek güce, etkiye ve auraya sahiptir çünkü. Form, estetik, içerik, yaygınlık ve etki alanıyla 20. yüzyılda olduğu gibi, 21. yüzyılda da başat kültürel güç olmaya devam eden sinemaya sırt çevirmek neredeyse imkânsız bir haldir artık. Sinemanın hegemonik / düşsel gücünü fark eden
ve bu cazibeli güçten istifade etmek isteyen ideolojiler
gibi, 20. yüzyılın başlarında dinler de -benzer gerekçelerle- bu imkândan faydalanmak için sıraya girmişlerdir.
24
SAYI: 152 ARALIK 2016
Yeryüzünün bilinen ilk dini mabedi/ilk ibadethanesi Şanlıurfa/Göbeklitepe’de bulunan M.Ö 10.000 yılına
ait bir kült merkezidir. Tarihi kayıtlara göre ilk sinema
gösterimi ise Paris Grand Kafe’de M.S 1895 yılında yapılmıştır. Göbeklitepe-Paris hattında geçen 12 bin yıllık
bir izlek. Din ve sinema arasında uzunca bir insanlık tarihi ve yeryüzü macerasının binlerce yıllık ortak hafızası yatıyor. Modern dönemde sinema, 20. ve 21. yüzyılı
sürükleyen devrimci bir kültürel değişimi de simgelemektedir; bu bağlamda sinema-din ilişkileri, sinemanın
21. yüzyılın ulaştığı teknolojik seviye ve beyaz perdeye
yansıtılan mitosların etki gücüyle birlikte modern insanın arayışlarına/ihtiyaçlarına cevap veren bir noktaya
evrilmesiyle başkalaşım da geçirmiştir.
Futbol gibi sinemanın ‘din’ olgusuna alternatif olduğu yönünde muhtelif okumalar ve yorumlamalar mevcut. Dine karşı ‘sinema’ nın konumlandırılması ve bu
yöndeki öznel yorumlar büyük bir aşırılık içeriyor gibi
görünüyor. Sinema din’ in rakibi ya da celladı değil elbette. Ama Batı’da din’in ‘işlevine’ ortak olarak özellikle
kültürel manada hâkimiyetini hissettirdiği muhakkak.
Bu tamamıyla temelsiz bir analoji (din-sinema) değil
yani. Amerika’da 1913 yılına kadar Kilise yakınlarına sinema salonu açılması yasaktır mesela. Sinema salonlarının mabetleri andırması, müntesiplerinin sınıfsızlığı
anlamında söz gelimi bir marangoz ile bir felsefe profesörünün yan yana koltuklarda oturarak aynı filme
(mesaja) maruz kalması, kitleselliği, mesajın muhatapları arasında zengin-fakir ayrımı olmaması, kültürel yaşayışı domine etmesi, simgelerin-sembollerin-imgelerin mutlak hâkimiyeti ve seyircinin iletilen mesaj karşısında biçimlenmeye açık olması gibi birçok benzerlik
kurulabilir ikisi arasında. Beyaz perdenin vaiz, karanlık
sinema salonlarının mabet olarak okunması, yani sinema imgesini bu biçimiyle de görmek aşırılık değil, bi-
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
zatihi sosyolojik arka planı olan ‘çarpıcı’ bir gerçekliktir. Bu yüzden kurdukları düş-evrenlerle yüz milyonlarca insanı peşlerinden sürükleyen George R.R Martin, J.R.R Tolkien ve J.K. Rowling gibi isimler anlatı’nın
modern peygamberleri olarak anılıyorlar.
MİTOS, DÜŞ-GERÇEK VE JEDİ KİLİSELERİ
Sinema mitosun peşindedir, onu bulur, keşfeder ve
yeniden üretir. Aynı hikâyeyi bir başka formla yeniden
dolaşıma sokar, damarı sabitleyip, kanı tazeler. Mitosları beyaz perdede gören izleyicinin bu anlatıları -eski bir tanıdığı görmüş gibi- içselleştirmesi oldukça kolaylaşır. İnsanoğlunun yeryüzü serüveni boyunca yaşamış-yaşayan bütün medeniyet ve kültürlerin ortak
bir mitos havuzundan konuştuğunu, bu bağlamda bütün efsane ve mitlerin birbirine benzediği ve birbirini
beslediği söylenebilir. Kahraman ‘yeniden doğuş’u simgeleyen o boğayı öldürecektir mesela, Dede Korkut’ta
meydandaki Boğaç Han’dır, Hint-İran Mithra dininde
mağaradaki Mithra, Gılgamış’ta Enkidu’nun yardımıyla boğayı öldüren Kral, İnka-Maya-Aztek söylencelerinde isyankâr köylüler ve benzer hikâyeler. Bir çocuk
doğduğunda isminin verilmesi için kahramanlık yapmasının beklenmesi, Kral’dan ailesinin intikamını almak isteyen ve yetenekleri küçümsenen gencin hikâyesi mitosların ortak konuları arasındadır. Modern masal anlatıları ve sırtını insanlık tarihini sürükleyen mitoslara yaslamış epik-fantastik film serileri post-modern
Futbol gibi sinemanın ‘din’
olgusuna alternatif olduğu
yönünde muhtelif okumalar ve
yorumlamalar mevcut. Dine karşı
‘sinema’ nın konumlandırılması ve
bu yöndeki öznel yorumlar büyük
bir aşırılık içeriyor gibi görünüyor.
Sinema din’in rakibi ya da celladı
değil elbette. Ama Batı’da din’in
‘işlevine’ ortak olarak özellikle
kültürel manada hâkimiyetini
hissettirdiği muhakkak.
tüketiciye uygun anlatı biçimleridir. Sinema, izleyicisini de yeniden üretir.
Dinlerin (semavi) özellikle bu epik-fantastik anlatılar karşısında, Tanrı merkezli kendi ilahi gerçekliklerini beyaz perdede tahkim edecek formlar keşfetmeleri gerekmektedir. Mitoslarla bezeli düş-evrenler manevi
anlamda boşlukta gezinen modern insan için oldukça
cazibeli bir ‘görüntü’ye sahiptir çünkü. Bu etki hakkında örneğimizi biraz daha somutlaştırarak konuşursak;
Yıldız Savaşları / Star Wars serisinde tasvir edilen Ceday karakterinin felsefi ve manevi düşüncelerine dayalı olarak oluşmuş post modern bir dini hareket olan Jedi Dini’nin, dünyada yaklaşık bir milyon üyesi (Jedi şö-
SAYI: 152 ARALIK 2016
25
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
valyeleri) ve çeşitli ülkelerde açılmış mabetleri (Jedi Kiliseleri) bulunmaktadır. Sinema modern dönemde, seyircilerine sunduğu epik anlatılar ve düş-evrenler vasıtasıyla kendi sanal(masal) dinlerini doğuracak bir potansiyele ulaşmıştır. Bu pek de yabana atılır bir hal değildir. Hollywood merkezli bu algının Müslüman coğrafyasında baskın-hegemonik bir güce sahip olduğu ve
epik-fantastik sinemanın etki potansiyeliyle Müslüman
zihin dünyasına da nüfus ettiği aşikâr. ‘İslam ve sinema’
başlığı altında ‘dini film’ kategorisine bakacak olursak,
5-6 önemli tecrübeden söz edebiliyoruz sadece. Onlar
da dönemi için öncü sayılsalar da, alt-metin derdi olmayan açık-propagandist-didaktik-biyografik sinema
dilinin tercih edildiği yapımlar olarak göze çarpıyorlar.
DİJİTAL BİR PEYGAMBER OLARAK SİNEMA
Din ile sinema arasındaki ilişkiyi tasvir ederken, dinlerin bir modern iletişim biçimi olarak sinemaya bakış
açılarının başlangıçta; öğreti, mesaj ve buyruklarının insanlara ulaştırılması noktasında beyaz perdeyi -tabiri
caizse- dijital bir peygamber olarak görmeleriyle ilgili
olduğunu söylemeliyiz. Sinema bir anlam enstrümandır ve temsiliyet alanında din, sinemayı araçsallaştırarak tebliğ ve irşadın merkez noktası olarak kodlar. Katolik Kilisesinin sinemanın doğuşu sonrasında bu yeni
dile karşı takındığı tavır ‘şeytan icadı’ ile ‘tebliğ aracı’
arasında gidip gelse de, hiçbir zaman sinemanın önemini topyekûn reddeden genel/bütüncül bir yaklaşımı olmamıştır. Mel Gibson’ın ‘İsa’nın Çilesi’ filminde
anti-semitik bir dil kullandığı gerekçesiyle protestolara maruz kalması, yine Papa II. Jean Paul onayıyla Vatikan’dan gelen bir görüş-fetva ile çözülmüştür mese-
Türkiye ölçeğinde din’in
sinemadaki izdüşümünü mercek
altına aldığımızda, hemen ilk
anda din adamları üzerinden
kurulan kötücül ve şematik bir
temsille karşılaşırız. Yeşilçam’da
ideolojik olarak geliştirilen din
karşıtı plastik dil, karikatürize
edilmiş din adamını kullanarak bir
şey dener aslında. Klişeleri ezber
haline getirmek suretiyle gerçeği
bozuma uğratma çabasıdır bu.
26
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA
la. (Bu fetvayla film 16 yaşından küçüklere yasak olsa
da, 610 milyon dolar gibi rekor bir hasılata imza atarak
2004 yılının en çok izlenen ilk 3 filmi arasına girmişti)
Sinema’yı reddetmek yerine bu yeni iletişim biçiminin yönlendiricisi/sahibi olmak Kiliseye daha cazip gelmiş ve Kilise tarafından 1928 yılında Hollanda’da tüm
ulusal ofislerin bağlı bulunduğu bir üst yapı olarak Uluslararası Katolik Sinema Ofisi (USKO) isminde bir sinema teşkilatı kurulmuştur. 1933 yılında Amerikalı Katoliklerin kurduğu ‘Ahlak Bekçileri Derneği’ / Legion of
Decency de aynı bağlamda ‘reddetme, yönlendir’ felsefesinin bir ürünüdür. Sinema sonuçta devasa bir yapı ve bu yapının kendine özgü birçok bileşene sahip olduğunu biliyoruz. Avrupa ve Amerika merkezli jüri-ödül-festival meselelerini biraz da bu dernek, birlik, vakıf ve ofislerin etki alanları üzerinden de okumak gerekir. (Sinema, sinemacılara bırakılacak kadar önemsiz
değildir) 1923 yapımı ‘On Emir’ (Yön: De Mille) ve 1927
yapımı ‘Kralların Kralı; Hz. İsa’ filmleriyle birlikte epik bir
dile yaslanan anlatılar eliyle öğretilerin/mesajların sinema perdesine yansıtılarak insanlara ulaştırılması fikri benimsenmiştir. Bu bağlamda Hz. İsa ve Hz. Musa hakkında toplamda 400 civarında film yapıldığı göz önüne alınırsa, bu yolun işlevselliğinin ve geri dönüşlerin
tatmin ediciliğinin söz konusu olduğunu söyleyebiliriz.
Sinema kendi kuralları olan, hatta artık bu kurallarını dayatan bir endüstridir. Perdeye yansıtılan şey’ in ilk
dönemlerde olduğu üzere yalnızca ‘eğlence’ den ibaret olmadığı, sanatsal bir bakışın ve felsefi anlatı tarzının baskın unsur olarak ‘büyük hikâye’ deki yerini aldığı ortada. Semavi dinler ağırlıkta olmak üzere, dinlerin bu hikâyede -dolaylı ya da direkt olarak- yerlerini almamış olması düşünülemezdi zaten. Sinema dinlerin iletişim sahasıdır. İmgelerin destansı hâkimiyetiyle ilerler burada işler. Bollywood’da bağıran Hinduizm,
Miyazaki animelerinde Şintoizm, Nacer Khemir filmlerinde tasavvufi mistisizm, Güney Kore sinemasında Budizm ve Hıristiyanlık teolojisi bağlamında İsevilik analojisi kurulan Matrix-Süpermen-Terminatör filmlerindeki örtük-açık kurtarıcı, mesiyanik vurgu. Dinler, sinemanın varlığıyla -aynı zamanda- güç de elde ediyorlar. Yönetmen Mecid Mecidi, “Peygamberlik devam etseydi, peygamberler tebliği sinema ile yaparlardı” derken meseleye can alıcı bir yerden giriş yapıyordu aslında. Kieslowski’nin Tevrat’taki 10 emrin güncel ve gündelik olandaki anlam ‘ı üzerine birer saatlik 10 bölüm
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
halinde çektiği Dekalog serisini Polonya televizyonu
için yaptığını unutmayalım. Kieslowski’nin aynı Tarkovski ve Bergman gibi profan olmayan bir dil üzerinden
sinemayı anlayan bir yönetmen olması, irşad vazifesini ‘kamera gözüyle’ yapmaya talip olma gerekçesini
de açıklamaktadır. Tarkovski ve din meselesi müstakil
bir yazının konusu olmayı hak ettiği için, üstadımızın
filmlerinde Allah’a yakarmak dışında bir şey olmadığını söylediğini kayıt altına alalım sadece.
YEŞİLÇAMIN DİN’İ
Türkiye ölçeğinde din’ in sinemadaki izdüşümünü
mercek altına aldığımızda, hemen ilk anda din adamları üzerinden kurulan kötücül ve şematik bir temsille karşılaşırız. Yeşilçam’da ideolojik olarak geliştirilen
din karşıtı plastik dil, karikatürize edilmiş din adamını
kullanarak bir şey dener aslında. Klişeleri ezber haline
getirmek suretiyle gerçeği bozuma uğratma çabasıdır bu. Din adamının kötücüllüğü; gösteriş için ibadet
yapan, Allah’ı kandırmaya çalışan, nobran, eğitimsiz ve
elbette tevhidi bilinçten yoksun bir portre üzerinden
görülse de, kitlesel algıya dayatılan esas kavram ‘değer üretmeyen sıradan kötü’ imajıdır. Bu bilinçli bir yıkım çabasıdır, buz gibi ideolojiktir ve gadre uğratılmıştır.
‘Kötücül ve değer üretmeyen’ çizgisine sahip dindarlık tipolojisinin sorunlu bir alanda ‘arızalarının’ altı çizilerek resmedilmesi, bu sunumun (sinema dili) toplumun kodlarıyla oynama idealiyle örtüştüğü ve bir üst
yapı olarak Yeşilçam’ın hiç de masum olmadığı yargılarını pekiştirmektedir. ‘Vurun Kahpeye’ filminden beri
unutulanlar dışında yeni bir şey yok yani. İlerici-gerici
karşıtlığı, dindar-cumhuriyetçi ikilemi ve modern-çağdışı çatışması… Elbette mutlak iyi-mutlak kötü parantezinde konumlandırılarak yapılan bir kurgu olacaktır,
ilk şart bu. Yönetmen Yüksel Aksu, Cumhuriyet edebiyatıyla kanıksatılmaya çalışılan adam ile tanıdığımız
Anadolu imamının aynı kişi olmadığını ve bu sebeple
filmlerinde iyi niyetli, sempatik, güler yüzlü ve pozitif din
adamlarını göstermeye gayret ettiğini söylemişti bir röportajında. Kanıksatılmaya çalışılan ile aslında olan ikilemi, sinemanın işlevini de anlatan bir meseledir aslında.
***
Sinema-din ilişkileri yaklaşık yüz yıldır sinemayı salt
bir tebliğ aracı görmek ile beyaz perdeyi ‘şeytan icadı’
olarak anlamak arasında salınıp duruyor. Propagandist
bir üslupla salt didaktik bir tebliğin de, şeytan icadı ola-
Sinema-din ilişkileri yaklaşık yüz
yıldır sinemayı salt bir tebliğ aracı
görmek ile beyaz perdeyi ‘şeytan
icadı’ olarak anlamak arasında
salınıp duruyor. Propagandist bir
üslupla salt didaktik bir tebliğin
de, şeytan icadı olarak yok
saymanın da ‘din’ açısından bir
kazanım doğurmadığına henüz ilk
yarısı tamamlanmayan 21. yüzyıl
boyunca çokça şahit olmuştuk.
rak yok saymanın da ‘din’ açısından bir kazanım doğurmadığına henüz ilk yarısı tamamlanmayan 21. yüzyıl boyunca çokça şahit olmuştuk. Bir öncü kuvvet olarak İran sinemasını ve Aamir Khan gibi isimleri dışarda
tutacak olursak, Müslüman sinemacıların manevi güzelliklerin beyaz perdedeki temsili ve vahyin özündeki hakikatin sinema diliyle yeryüzüne yansıtılması noktasındaki estetik dil sorunlarının ayniyle devam ettiğini görüyoruz. Din-sinema bahsinde; Vatikan’ın 12 sinema akademisyeninin görüşleri doğrultusunda kendine
özel bir top-45 film listesi oluşturması ve Yeni Ahit’ten
‘alıntılanan’ filmlere verdiği koşulsuz desteği, ders alınacak çarpıcı örnekler olarak gösterilebilir. Son olarak
konuyu bütünlüğünden koparmak pahasına da olsa
bir Ayşe Şasa alıntısıyla bitirmek isterim; “Bana gelip
soruyorlar; “İslami sinema nasıl yapılır?” Ben de diyorum ki; formül şeklinde bir cevabı yok bunun. Yapılacak şey şudur: İslam’ı yaşamak ve sonra kendi meşrebimize, kişiliğimize, durumumuza göre kendimizi sanat alanında ifade etmek. Bizim Geleneksel İslam Sanatında, İslam Edebiyatı’nda –ki Hegel bile fark etmiştir- bildiğimiz gibi lirik ve epik faktörler ön plandadır.
Bizde Aristocu manada dramaturji, geleneksel olarak
pek mevcut değildir. Bizim medeniyetimizin perspektifinden bakan ve sinemayı yorumlamaya çalışan kişiler
bütün bunları hesaba katmak zorundadır. İslami sanat
nasıl yapılır diye sorulunca “İslam’ı yaşayın” derim. Çünkü bir söz vardır bizde. Hâfızın fikri neyse zikri de odur.
Nasıl yaşıyorsanız onun sanatını yaparsınız. Eğer yoğun
şekilde İslam’ı yaşıyorsanız bu sizin üretiminize de etki
edecektir. Benden sonra bu konuda yazanlar gibi ben
de, lirik şekildeki bir yaklaşımın, destansı epik bir yaklaşımın bizim anlayışımıza yakın olduğunu söyledim.”
SAYI: 152 ARALIK 2016
27
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
DOSYA
Düş, sanat ve
korku
AHMET MERCAN
ahmetmercan56@hotmail.com
Rabbim hayretimi benden sonra al.
İSLAM sanatı tasdiktir. Yüce
yaratılışı işaret etme göreviyle
konumlanmış, gökyüzü
genişliğince “ip”e tutunup
seslenişe /işarete duran sanat.
ZULMÜN hiçbir yanında güzellik yoktur, ancak karanlıkta olanın kirli camdan bakanın oyalanmasına aracılık eder. Güzel aynı zamanda adil olanın özelliğidir. Teki çift gören için durum farklılaşabilir salih amel, sahi
bakışın ürünüdür. ‘Allah güzelliği sever’ (Bakara,195)
Kötülüğün, çirkin olanın iyiliğin bozulmuş hali olmasıdır ve biri iki görenin aklı ve kalbi de ayarını yitirmiştir.
Her şeyden önce Müslüman için her eylem ve ürün
de aranan öncelikli özellik meşruiyettir. Müslüman vahiyle elde ettiği duruşta yapacağı ve yapamayacağı
eylemlerin niteliğini bilen insan olarak inanç, düşünce,
fikir ve sanatta bütüncül bir duruşa sahip olmak durumundadır ve bu haliyle ümmetin her ferdiyle yeknesaklık sağlar. Diğer yanıyla kendine bahşedilen mizaç nimetiyle farklı hissedişlere sanatçı yönünü tahkim
ederek ürünlerini verir.
Müslüman sanatçı, belki her mümin, iyiliğin kaynağını ve kaynağı olmayan kötülüğün, iyiliğin bozulmuş
hali olduğunu bilerek, pratiğin kirinin insan eylemi olduğunu bilir ve hisseder. Bu ayırt edici konumdan sonra ortaya çıkan varlığın insan eli değmemiş hali ; (kitlenmemiş tabiat, insandan razı mevsimler, dalları basan ve daha…) sanatçı için büyük hayranlık vesilesidir.
Hayranlığı olmayanın sanattan nasibi tartışılır. Hayretin
28
SAYI: 152 ARALIK 2016
açlığını beslemek için “akletmek”, tefekkür etmek; ince ayrıntılardan galaksiler arası panellere ulaşmak; lav
püskürten volkandan, pirenin ince bağırsağına uzanan yaratılış gücünü, hikmetini ve güzelliğini her an,
her mekânda boşluksuz yakalama imkânı mevcuttur.
Her an gözlerini baharla dünyaya açmış aç bir çocuk
gibi, her şey o an oluyor gibi bakmak sanatçının en
evvel yapması gereken yelkeni doldurma koşullarıdır.
Hayreti diri tutak emek ister. Öyle bir emek ki, yaşamayı hissetmenin bir başka adı gibi, acının çiçeğe konuşundaki sevinç gibi. Ve buradan hareketle sanatçı
bilir ki, “şaheser” yoktur ve her şey noksanlık yönüyle malül. O’nun karşısında ne varsa sönük ve aynı zamanda üretilen her şey yaratılandan bir kopya. İyinin
daha iyisi, güzelin daha güzeli varsa, bunun bir başka
adı sonsuzluk koşusudur; yolculuktur. Hayretten yorgun düşmüş idrakin yolculuğu. Sanatçı sonsuzluk koşusunda işaret parmağı hareketli olan mümindir. Sesler,
renkler; görünenler, görünmezler üzerinden biriktirdiği
yorgunluk üzerinden “yaratılış” esrarını işaret edendir
sanatçı. Çünkü sonsuzluk ifadeye sığmaz.
Tarifler koşar ve dizüstü çökerken sonsuzluk muhayyileyi aşarak gider. İnsan tekrara düşüyorsa idrakinin kötürüm kalışı yüzündendir.
Sonsuzluk her saniye söz alır. Yurtsuz olduğumuzu, yönsüz olduğumuzu ve yarısı olmayan bir dünyada yaşadığımızı fısıldar bize. Anlarız ki, neden mutsuzdur insan, efkârın gücüyle merhale aldığımızda gurbet
türküsünün namesiyle karşılaşırız ve “dünya bir kişiye
bile yetmez” deriz. Ölümsüzlüğü arayan insanın onu
bulduğunda, ölüm gelsin diye neler vereceğini nasıl
yalvaracağını keşfederiz ki, orada secde. Dünya noksan, efkâr yanıyla itici güce sahip ve her an sonsuzu
işaret etmede. Sûresi bitecek ilaç gibi, fazla dozda zehirleyen, ölmeyecek kadar ilgilendiğinde dönüş yolunu aydınlatan fenere dönen dünya…
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Rabbi anlatmaya bütün lisanlar
birleşse yetmez ve insan kaldığı
yerde öteyi yine O’nun bilgisiyle
bilir. Sınırda kalan insan için
bilgi yerine hissedilişe bırakır.
Çaresizliğin keskin lisanı insanın
yetersizliğini belgelemek adına
feveran eder ortaya şiir çıkar.
Görünen bilinen rüya gördüğünü
hayal etmek sinema olur.
ANLAMANIN ÖN ŞARTI: SEVMEK
Hayranlığın itici gücüyle açılan kapının ardında bekleyen sevmek. Sevmenin sonsuzlukla yarışa çıkışı aşk.
Cinnet hali; Hastalık.
Dert;
“ Bir dert ki, dermandan içeri” Herkese güler geçer,
belki eğlenir, vakit geçirir, meczup der.
Oysa her şey, O’nu idrak etmeye koyulan ruhun yakıcı hüzme ile yanması sonucu oluştu. Bin dermana değişilmeyen “dert” böyle doğar, söze, sese, renge düşer.
“Sizde bir türlü bizde bir türlü”
Aşk insana eksikliğini hissettirme hali olarak dünyada da bedel ödettiren, buna mukabil ürünleri yağma ettiren izahtan vareste tutumdur. Güzelden, güzelliği çıkarıp Onun ardına düşen insanın halkları kalım
yerine alevle, közle söylenen yazılan sözleri çağrıştırır.
“Oku” diyerek başlayan söylem bir eyleme çağırır insanı, bütün insanlığı. Okumak, anlamak ve inanmak… Dayatma yapmaksızın teklifle kendini ortaya koyan güzellikle. Sunumda estetik, içerikte derinlik, tavsiyede güzellik.
Tevhit ve adalet olmadan güzellik anlaşılmaz ve estetik oluşmaz. Her işte olduğu gibi, Müslüman için sanat önce meşruiyetle başlar. Estetik formuna vahyin
meramıyla buluşunca ulaşır ve her yenileme mimesise
benzemez, devinimle yeni soluklanış bahsiyle şekil kazanır. Sonsuzluğu işaret eden minarenin inceliği dünyaya bağlılığın kalıcı olmadığını ima eder. Sema da hilâl
parçadan bütüne; sonra bütünden parçaya geçerken
insanın öyküsünün ikinci ve belki de asıl öğretmenlik
göreviyle yerine getirir. Bir de kayan yıldız; ölümün imzası. İnsan noksanlı varlık ve bütün ürünlerine bu vasfı
yansıyınca mükemmellik ve objektiflik iddiasına karşı
tevbe duruşa geçer. Aksi iddia insanın tanrılaşma ar-
zusu ki, komik ve ayıp bir acziyet resmi. Bir nefes için
varını vermeye hazır acuze.
İslam sanatı tasdiktir. Yüce yaratılışı işaret etme göreviyle konumlanmış, gökyüzü genişliğince “ip”e tutunup seslenişe /işarete duran sanat. Yolcuları kötünün
tasvirinden koruyan ve sözü, yazıyı ve bütün mirası salih amel boyutuna taşıyan, yıkayıp arındıran dile gelmez imkân, hesaba dahil edilemez büyüklükte estetik.
İnsana bu bahiste destan olarak acziyet bahsi kalır. Değil mi ki, dağı kıyamet günü kuşla eşitler, renkli yün yumakları gibi boşlukta denizlerle, arz kucaklaşır, sayhan dili yaşarken tutulur. Ürüne değen mümin
eli onu alışa gelmiş durumunu bozar. Yeni formlar kazandırır söze, objeye. Yeni anlatımlar için yürüyen idrakin sözcüsü olmak için mekânı ve zamanı yenilemek
adına büyük buluşmanın ışığından parça sızdırır, her
yeni doğan güne.
Her yeni form insanın yolcu olduğunu, yolda olması gerektiğini, yarım olana güvenmenin ahmakça, enayice bir durum olduğunu ilham eder. Her ölünün arkasından okunan selanın taşıdığı tını farklıdır. Işığı arayan
pencerenin durumu acziyetin fotoğrafıdır. İnsanın en
sevimli resmi acziyetinin zirvesine “indiği” andır ki, sadece O’nun karşısında makbul olan secde hali yeryüzünün her yerinde ve tüm zamanları kuşatan berraklıkla ortaya çıkar.
İslam sanatının zirve tablolarından biri, arzın okyanuslarla kucaklaşmasını andırır gibi secde fizikle metafiziğin iki ayrı güç, yani ölçü birimi kullanımını gösterir. İnkârın çaresiz kaldığı mekân ve zaman üstü mümin hali şekilden çok ruhta yer edinir ve bütün yetkin
eserler de kendini görünmez üzerinden var kılar. Mecid Mecidi’nin dediği gibi:
“Sırat-ı müstakim üzere yapmaya çalışıyorum. Eğer
SAYI: 152 ARALIK 2016
29
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
sırat-ı müstakim üzere yapmaya çalışıyorsam, Allah’ın(cc)
boyası bir şekilde işlerinize rengini verir.”
Trajedi sahnesinde insan yansız, yöresiz asıl vatanı, erimeyen yerinden ayrılmayan mekânı arıyor. İdrak
açılıyor kapanıyor. Perdeler kıpırdıyor gibi, sezgi gelip dağılıyor.
Nimetin ayağına geldiği yüce bir mekândan düştü insan.
Bütün inlemeler, ağlamalar ve tevbe imtihanla kayıtlı.
Dua için, tevbe için yaşamak, tekrar o yücelik makamına varmak için ölmek gerek. Bu nasıl bir trajedi, semanın erimiş akkar olup akması kadar şiddet içerir insanın
konumu. Yaşamanın içinde ölüm saklı. Ölüm yaşamayı öneriyor, tevbe imkanı sağlıyor hayatın kuytusunda.
Bir an, bir nebze ve uzun uzun anlatım secde haline kodlanmış. Cennetten atılan ancak sınırsız kainât
emrine verilen insanın bir elinden tutkular tutuyor, çekiyor kör kuyulara. Diğer yanına bir hilal göz kırpıyor ve
mütemadiyen soruyu yeniliyor: Bir an mı; yoksa sonsuz mutluluk mu?
İnsan cahil, aceleci, bencil, aldanmaya yatkın. Ebedi yurdun çağrısı derinlerde iniltiden notaya döküldüğünde tepelerin üzerinden aşıp batan güne gittiği yeri soran efkar iklimi oluyor.
Yaratılış ve dönüş, hayat ve seçim, sonsuz ve gizem
olmadan sanatın dinamik akışı anlatılamaz. Ortaya çıkan ve insanı mezara taşıyıp terk eden kısa koşunun
ihanetine kalır her şey. “İnsan kendinin ölçütüdür.” sözüne uyan kendi mezarını kazdı. İnsan varlık alanında
kendini dondurdu. Sonsuzluğu iki metreye sığdırdı; yani, dünyevileşti. Onun için sanat daha çok şehvetle eşitlendi. Mümin ondan uzak, ondan başkadır. “Hikmetle,
güzel sözle” sonsuza ve dolayısıyla sonsuzluğun sahibine işarettir, çağrıdır. Parmak ayı gösterir ay öteleri.
Müzik, tiyatro ve sinemaya
kayıtsız kalmak onu toplumun
ilgisinden korumayı mı sağlıyor.
Âlimlerin bu sanatların önemini
kavraması ve fıkhını oluşturması,
ön açıcı olması mümkün olsa,
olabilse, alime ve sanatçı
diyaloğuyla yolumuzu daha sağlam
meşruiyet sorunu veya tereddüdü
yaşamadan aşmış olacağız.
30
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA
Vahiyle donanan insan için dünya küçük kulübeden ibarettir. Mekân anlayışı güç, telakkisi ilahi söyleme
yaslanan için farklıdır ve varlıkla çok dilli kardeşlik ilişkisi devrededir. Örümcek en korunaksız evdir Kur’an’ın
anlatımında, Hicret’de mağaranın önünde aşılmaz kaleye döner. Objeler tıpkı insan gibi emir bekler. Yaratan’ın emriyle deniz yarılır, bıçak kesmez, ateş yakmaz.
Rabbi anlatmaya bütün lisanlar birleşse yetmez ve insan kaldığı yerde öteyi yine O’nun bilgisiyle bilir. Sınırda
kalan insan için bilgi yerine hissedilişe bırakır. Çaresizliğin keskin lisanı insanın yetersizliğini belgelemek adına feveran eder ortaya şiir çıkar. Görünen bilinen rüya gördüğünü hayal etmek sinema olur. Görüntü sisle
gelir, kendini parçalar, gözden geçmeyi bir başka anlama yolunu ihdas eder. İnsan her yanıyla “Oku”maya başlayınca söz, renk ve şekil, devinen ve dururken
göz kırpan varlık rüya ve masal ve taşınan o yüce ruh.
Kalelere saldıran görkemli ordular değil. Ömer ve hizmetçisi; bir de deve. Çöl sade dekor. Yalın anlatım. Kudüs’ün anahtarı alınacak, bir şehir halifeyi karşılayacak
şehri teslim etmek için. Başka bir dekor, başka bir fetih.
Yol boyunca deveye sırayla biniliyor. Şehrin anahtarının alınmasının ardından verilen eman yağmur yüklü
bulut kadar cömert. Kısa film; dünyanın ömrü kadar.
Öncesi, sonrasını belirleyen sinede taşınan değer. Cesedin emrindeki ruh esir; ruhun taşıdığı beden huzur
yüklü. İman ve inkârın ortaklığı olmaz, ikisinin bakışı
hiçbir dönem birbirine benzemez. Biri görüntüye esir
olur; diğeri görüntünün işaretini alır ve yürür. İki ayrı sinema felsefesinin kökleri burada saklıdır.
SANATA YAKLAŞIMIMIZ
Eksik, farklı veya eleştiriye konu edeceğimiz bir sanat anlayışından bahsedemeyiz. Türkiye’de yaşayan
dindarlar kesitinden baktığımızda durum böyle. Durum böyle olunca hayat açılan boşluğu doldurmaktan imtina etmiyor. Ve pratik sorgulamaya beklemeden boşluğu dolduruyor. Bundan sonrası feryat olsa
dahi sonuç değişmiyor.
Konu anlatmak için pratiğe yönelerek örneklere
dikkat kesilelim. Hat, ebru, tezhip gibi geleneksel özellik kazanmış ve günümüzde önemli gelişmelerle ilerleyen dalların dışında farklı sanat kollarına neden ilgisiz kalınıyor?
Müzik, tiyatro ve sinemaya kayıtsız kalmak onu
toplumun ilgisinden korumayı mı sağlıyor. Âlimlerin
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
bu sanatların önemini kavraması ve fıkhını oluşturması, ön açıcı olması mümkün olsa, olabilse, alime ve sanatçı diyaloğuyla yolumuzu daha sağlam meşruiyet
sorunu veya tereddüdü yaşamadan aşmış olacağız.
Gösteri sanatları tehlikeli ve doğduğu kültürün
özelliklerini taşıması açısından kimi sıkıntıları beraberinde taşıyor. Burada bir ıslah, yeni bir biçimlenme ihtiyacı fıkhın yol göstericiliğiyle aşılabilir. Her sınırlama
farklı bir form çağrışımı taşıyabilir. Suret üzerinden resmin yasaklanması minyatüre imkân hazırlamıştır. Ebrunun doğuşu yine farklı ve oldukça özgün doğumdur. Sinema, müzik, tiyatro büyük kitlelerin ilgisini çekiyor ve karşı koyulmaz sihir yüklü dönüştürücü güce dönüşüyor. Renk, ses, resim ve hareketin bir öykü
çerçevesinde buluşmasıyla ortaya çıkan sinema artık sektör olmanın ötesinde gücün sınırlarını aşmasını sağlayan kadife çağrı bahsinde siyasetin öncü gücü. Dünyayı yumuşak güçle sarsan bilinçaltına korku
zerk eden, sinemadan bigâne kalan hocaların çocuklarının da etkilendiği bir gerçek… Etkili ve güzel bir örnek olarak, sinemayı insanileştiren İran sineması cesaret ve ilham vermektedir.
Biz hâlâ bu konulardaki fetvalarımızı Gazali’den alıyoruz. Sinema fetvamızı müzik üzerinden devşiriyoruz
ancak mutmainlik bahsinde tereddütler yaşamıyor değiliz. Konuyu kendi öyküm üzerinden ele alırsam daha hissedilir hale gelir. Seksenli yılların başında ses kasetlerinde bant tiyatrosu ve akabinde ezgiler çıkaran
beş kişilik ekibin içinde yer alıyordum. Yayımladığımız
ilk kasette sahabi sözünü sazla söyletme cezası olarak
ürünlerin satılmaması yanında, yasak fetvasıyla karşılaştık. Bunu yapanların arasında daha sonra kendileri kaset çıkaran, radyo ve televizyon kuran kadın sanatçılara yer veren önemli cemaatler de yer alıyordu.
Aradan ancak altı, yedi yıl geçmişti. Bu durum ne kadar sağlıksız yürüyüşümüz olduğunun göstergesidir.
Daha doğrusu yerimizde saydığımızın ve pratiğin bizi
alıp götürmesinin hazin öyküsüdür.
Sadece ilim ehli değil, siyasetçi için de kültürel yaklaşım eksikliği, daha doğrusu körlüğü söz konusudur.
Kültür Bakanlığı’nın turizm ile iç içe olması turist sayısı, otel ve yatak sayısının Yunanistan ile kıyaslandığı
vasattan söz ediyoruz. Telif haklarının elektronik ortamın gereklerine göre güncellenmediğinden müzik piyasası bütün eğilimleriyle iflas etmiş durumda. Sanata ve sanatçıya değer verilmeyen ortamda sanat an-
Sanata ve sanatçıya değer
verilmeyen ortamda sanat
anlayışından bahsetmenin
anlamı da yoktur. Sanatçı dindar
camiada meczuba denk tutumla,
zaman zaman lazım olabilir
kabilinden değer görüyor.
layışından bahsetmenin anlamı da yoktur. Sanatçı dindar camiada meczuba denk tutumla, zaman zaman
lazım olabilir kabilinden değer görüyor.
Siyasetçiler açısından meydanların ve salonların
“ilgili şahıs” gelene kadar ısıtılmasını sağlıyor. Görülen
azami fayda bu. Konuşmacı salona girdiğinde aniden
müziğin kesilmesi, içeri giren zevatın milleti selametle
selamlamasıyla alakalı ve tam da sanat bizim neyimiz
olur? Sorusunun açığa çıktığı yer. Öte taraftan bu duruma razı olan sanatçı yaftasının neresinde olduğunu
tespit edememiş kişinin acılı hali. Bunlar bizim acı ve
açık gerçeklerimiz. Diğer yandan ramazan programlarında dahi niteliği ıskalayıp niceliğe prim veren anlayışların “ful çaktı” ile imtihanı.
Bütün bunlar sorun, ancak bu sorunların ne muhatabı var, ne de üzerinde konuşacak yetkili mevcut.
Kendinden kaçma, kültüründen utanma duygusu yetkililerin yetkinlikleriyle alakalı bir durum. Yeri ve ortamı
olduğunda sanat ürünü ve sanatçının olmayışı üzerine ahkâm dinlemek de ayrı bir nakısa.
Seküler sermayenin sanata ayırdığı pay, organize
ettiği sanat faaliyetleri ahiret, hayır kavramlarıyla izah
edilemez. Öte yandan dindar sermaye için böyle bir
alandan bahsetmek imkân dahilinde değildir. Evdeki
televizyon, vizyondaki filmler parçalı bir zihnin, çarpışan duyguların ve özgün eksikliğine duçar eden etkisini dert etmiyorlar. Gençliğin neden uzaklaştığı, kuşak
çatışmasının hangi ara ortaya çıktığını psikologlar üzerinden çözmeye yöneliyorlar. Yaşadıklarım, gördüklerim üzerinden karamsar tablo çizdiğim söylenebilir. Sanatın etkisini yakinen görmüş, gayba inananların telif
hakkını düşünemez olmalarına şahit olmuş, “tövbekâr
yapımcı” nın hâlâ hiçbir şeyin değişmediğini görmesi
böyle bir sitemli yazıyı ortaya çıkardı. Öte yandan ortaya çıkan bir film üzerine manasız düşmanlık insaf sınırlarını aşarak saldırmanın izahını, bu ilgisizliğin karşısına koyduğumuzda şaşırmamak elde mi?
SAYI: 152 ARALIK 2016
31
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
DOSYA
Sadece bir film
ZEYNEL ÇAKIR
Her eylem yeniden diriltir beni
Nehirler düşlerim göl kenarında
TARIHIN akışında akıntıyı oluşturan şeytani elementlere savunma refleksi içerisindeki karşı duruşumuz,
ödediğimiz bedelleri arttırmaktan başka bir işe yaramıyor. Şu kirli akıntının içerisinde; karşı duruş olarak yapılan her eylem (biz buna cihad diyelim) akıncı refleksi
ile değil yılların getirdiği yenilgilerle dolu kemikleşmiş
kompleks halini almış bir duygu ile var olup gitmekte…
Bir film üzerine kopan fırtınayı da körlerin fil tarifi
gibi şu yazının sahibine benzer şekilde durduğumuz
noktanın kıt olduğunu düşündüğüm anlayışlarımızla
bina etmekteyiz. Filme itirazın dillendirilen hurafelerin
tamamı yeni anlayışlarımızın inşa ettiği yeni yeni hurafeler… Hurafesiz de yeni bir anlayış oluşturamayacağımızı da artık kabullenmeliyiz. Şu an konuştuğumuz
tüm yenilikçi anlayışların güncel olmayan anlayışlarımıza göre hurafe olduğunu, usül ve fıkıh geleneğimizi
kültürel bir inanç haline getirmediğimiz müddetçe de
insanlığa faydamız olmayacak anlaşılan…
Mecid Mecidi’nin mesleği ve yeteneği ile Diyanet
dahil bir çok yerden fikir alarak üretmiş olduğu bir
tecrübeyi yerden yere vurarak aslında kendi ayağımıza sıkıyoruz. ‘Allah’ın Elçisi Hz. Muhammed’ filmini İslam dininin bir nesnesi olarak görmeye devam edersek, filmdeki her sahneyi sanki gerçekten yaşanmış gibi kabul etmek zorunda kalacağız. Peygamberimizi ne
göklerde uçurup orada bırakalım, ne de yerlere serip
değerini düşürelim.
Çağrı filminden sonra böyle nitelikte bir film çekmek öncelikle bir cesareti gerektiriyordu ve Mecidi bunu başardı. Ayrıca film, sağlam rivayetlerle kurgusunu
oluştururken yapılacak tartışmaları en aza indirgeme
konusunda günümüz Müslümanlarının çektiği anti- İslam düşmanlığını bir yere kadar azaltmayı amaçlamaktadır. Filme eleştirilerin olması; İslamofobiye karşı sinema endüstrisinin Müslüman bir neferi olarak kendisini
32
SAYI: 152 ARALIK 2016
nitelendiren bir yönetmeni olan Mecid Mecidi’nin bir
sonraki ürünlerini daha nitelikli olmasını sağlayacaktır.
Filmde tarihi şahsiyetlerin çarpıtılması, Yahudi ve
Hıristiyanların peygamber anlayışlarına karşı peygamberimizin aşırı derecede onlarla yarıştırılması, yaşanan
mucizevî olayların sıhhati konusunda kaynak araştırmalarının yeteri kadar yapılmaması, Bahira’nın fazla abartılması ve Yahudilerin o dönemde küçük bir çocuğun
peşine bu kadar düşmesi, Sünni dünyasında anlatısı
hiç yapılmayan denizden balık taşması sahnesi film ile
ilgili tartışma yaratan sahnelerin başında gelmektedir..
Peygamber algısının değişeceği korkusu ile pompalanan mezhep taassuplarını körükleyeceği, birleştirici
misyonda olması gereken peygamber imajının İslam
dünyasını ayrılığa götüreceği fikri bazı grupları bir takım endişelere sevk ettiğini görmekteyiz.
Film’de yaşanan olayların yaşadığım ülke olan İran’da
fazla tartışmaya neden olmaması İran toplumunun mistik ve mitolojik öğeleri önemsemelerinden ileri gelmektedir. Muharref Tevrat’ın bu topraklarda yazılmış olması, Zerdüştlük dininde de kurtarıcı birinin olması, kadim
İran kültürünün etkisi altında olduğu düşünülen İsa ve
Musa figürünün peygamberimizle yarıştırılması hiçbir
tartışmaya yol açmamıştır. Bir kurtarıcı olarak İsa ile
Musa’nın Muhammed’le kıyas içine girilmesi, Hızır gibi keramet sahibi kişilerin varlığı, tarihteki şahsiyetlerin masumiyeti filmin birçok yerinde resmedilmesi ve
filmin Oscar Akademisine aday gösterilmesi İranlıların tarihsel duygularını okşamış ve gururlandırmıştır.
İran toplumu sanat ve edebiyatta bize göre bir takım
tartışmaları aştığı için sinema da da izlenirlik oranları
çok yüksek kaliteli filmlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Doğu sanatları içerisinde peygamberimiz bazı minyatürlerde de resmedildiği biliniyor. Yalnız yüz
kısmının olmadığı resimler de İslam dünyasında rağbet edilmemiş ve hiçbir yerde kullanılmamıştır. İran’da
Hazreti Peygamberin resminin olduğuna inanıldığı resimlerin bir dönem elden ele dolaştırıldığını ama yaygınlaştırılmadığını öğreniyoruz. Kaynak olarak da Ayetullah Humeyni’nin müze haline getirilen evinde ken-
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Hazreti peygamberi hiçbir film tam
anlamıyla anlatamayacağına göre;
yapılan çalışmaları küçümsemeden
yeni yapılacak çalışmalara destek
vermeliyiz. Yıllardır biz değil miydik
“neden biz de peygamberimizin
hayatını anlatan güzel bir sinema
eseri çekmedik?” diyen.
disine hediye edilen bir tablonun “ Bana Hazreti Peygamberi hatırlatıyor” denilerek sergilenmesi çok fazla
tartışılmadığını göstermektedir. Resim halen Tahran’ın
kuzeyinde bulunan Cameran’daki evini ziyaret edenler tarafından görülebilir. İran’da resim ve sanatlarının
ustalıkla icra edilmesi, heykel vb. ürünlerin şirk unsurları taşımadığı müddetçe birçok şehirde meydanlarda
gözükmesi, ülkenin İslam dünyasında kendini çok daha farklı bir konumda gördüğünü ispatlamaktadır. Binaenaleyh ‘Allah’ın Elçisi Hazreti Muhammed’ filminin
diğer serilerinin çekilmesi önünde çok fazla bir engel
çıkarılmayacağını ve resmi anlayış tarafından da destekleneceğini öngörebiliriz. İran devlet desteğinin olması her ne kadar Sünni dünyasını endişeye sevk ediyor olsa da; Müslüman dünyasının çoğunluğunu oluşturan Sünni aleminin kendi anlayışlarını yansıtacak daha nitelikli filmler yapmasını doğuracağı için hayra yorumlamak daha mantıklı gelmektedir.
Film, toplumsal karşılığı olmadan izlenirlik sağlayamazdı. Toplumsal karşılığı olan film siyasi, ekonomik ve
kültürel olarak da desteklendi. Sadece 1979 İran İslam
İnkılâbından bu yana ambargolarla mücadele eden,
Batı’nın çifte standardını her anlamda yaşayan bir halkın filmin başında Mekke’de yaşanan ambargo zulmünü işlemesi toplumun ve devletin desteğini almış görünüyor. Danimarka’da başlayan karikatür krizi ile peygambere sahip çıkan bir devlet desteğinin olması filmi daha izlenir hale getirmiş. İran’da sinema kültürünün gelişmiş olması filmin izlenirlik oranlarını arttırarak
hâsılat sorununu çözdüğünü biliyoruz. Tanıtımları 5 yıl
önceden yapıldığı, Oscar almış görüntü ve ses yönetmenleri ile çalışıldığı ve ekonomik olarak yüksek bütçeli
bir İran filmine desteğin olması, Mekke ve Medine şehirlerinin tıpa tıp aynısının inşa edilerek yapılacak tüm
dini filmlere ev sahipliği iddiası, İranlıların filmi kültürel
bir nesne olarak görmesini sağlamış olduğunun kanıtı.
Eski TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin’in davet edilerek film platosunun ortak projelerle değerlendirilmek
istendiği medyada yer bulmuştu. Lakin film ile ilgili yapılan çoğu gereksiz tartışmalar ve güncel siyasi tartışmalar yüzünden yapılması muhtemel ortak projelerin
yapılamamasını beraberinde getirmiştir. Ashab-ı Kehf,
Hazreti Meryem ve Hazreti Yusuf filmi ile başlayan Türkiyeli Müslümanların İran’ın dini filmlerine duydukları ilginin bilinçli bir şekilde sabote edildiğini varsayabiliriz.
Hazreti peygamberi hiçbir film tam anlamıyla anlatamayacağına göre; yapılan çalışmaları küçümsemeden yeni yapılacak çalışmalara destek vermeliyiz. Sinemada esas olan yönetmenin ve senaristin kendi kişisel
öznel yargıları ile oluşturduğu duygusal ilişkilere kutsiyet atfetmemeli, olanı olduğu gibi kabullenmeliyiz. Yıllardır biz değil miydik “neden biz de peygamberimizin
hayatını anlatan güzel bir sinema eseri çekmedik? “ diyen. O ki ne bir kitaba ne de her hangi bir sanat dalına
sığmayacak bir karakter olduğuna göre onu anlatan her
araca saygı göstermeliyiz. Onu mutlaklaştırmak istediğimiz bir şiir, roman, tiyatro veya sinemanın aciz kalacağını bilerek filmi basite alıp algılarımızın iman olmadığı
bilinci ile bu tür filmleri izlemeli, filmden çıktıktan sonra
ona olan sevgimizi daha da katlamalıyız.
Kuran-ı Kerim elimizde olduğu halde hiçbir şeyden
korkmamalı, tarihin akışına hükmeden Batı entelijansiyasının korktuğu Kitaba asla sloganik düzeyde seyirci kalmamalı ve peygamber anlayışımızı da ilahiyatçılarımızın sahih çalışmaları ile Kitabı Mübin’de anlatıldığı gibi oluşturmalıyız. Filmi sadece bir film gibi görüp,
üç saatlik bir hayalin daha iyisini inşası için abartılardan fazla etkilenmemeliyiz. Türünde yapılan en masraflı film olan ‘Allah’ın Elçisi Hazreti Muhammed’ filmini
Akif İnan’ın ölü olan göl kenarında akan nehirleri düşlemesi gibi hayallerimizi, ideallerimizi daha diri tutmak
için izlenilmesini tavsiye etmeliyiz…
SAYI: 152 ARALIK 2016
33
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
DOSYA
Muhammed: Allah’ın Elçisi
RÜSTEM BUDAK
rustembudak@hotmail.com
FiLMiN dikkati çektiği esas husus
diğer din ve ideolojilere İslam’ın
mesajının Hz. Muhammed’in
şahsında iletilmesidir. Film,
peygamberimizin varlığının
başta Hıristiyan ve Yahudi
kaynaklarından nasıl bir
karşılığı olduğunu çok güzel
bir şekilde ifade ediyor. Yahudi
ve Hıristiyanlara asli dil, çizgi ve
damara çağrı niteliği taşıyor.
BIR film izledim, hayatım değişmedi ama bakış açım
zenginleşti… Mecidi’nin ‘Muhammed/ Allah’ın Elçisi’ filmini izlemek nasip oldu.
1. Sinema bilinenin görsel hali… Farklı kaynaklardan beslenmekten kaynaklanan bazı farklılıklar dışında bildiğimiz bir mücadelenin sinema üzerinden anlatımı… Bu film, her film gibi tasvir, benzetme, rol, kurgu…
2. Peygamberimiz üzerinden oluşturulan suret- beden- sözün bir oyuncu tarafından verilip verilmemesi
filmin ana tartışma konusu… Bu çok basit konunun bu
kadar abartılıp akidevi bir tartışma konusu haline getirilmesi, birçok gerçekliği konuşmanın önüne geçiyor.
Film de peygamberimizin yüzü, bedeni, giyimi, saçları,
gözleri gösterilmiş. Şimdiye kadar peygamberimiz bu
denli somut planda ifade edilmemişti. Bence filmin en
büyük katkısı bu noktada olmuştur. Peygamberimizin
tiyatro, sinema ve dizilerde sanatçılar tarafından ifade
edilmesinin önü açılmış oldu.
3. Biyografik film olduğu için geçişler başarılı olmamış. Mekkeli müşriklerin Müslümanlara uyguladıkları ambargo ile başlayan film, Ebu Talib’in şahitliğinde bir yolculuğa çıkarıyor. Peygamberimizin çocukluğunu esas alması itibariyle sadece o dönemi esas alsaydı, daha bütünlüklü olacaktı.
34
SAYI: 152 ARALIK 2016
4. Filmin dikkati çektiği esas husus diğer din ve ideolojilere İslam’ın mesajının Hz. Muhammed’in şahsında
iletilmesidir. Özellikle Batı kamuoyu başta olmak üzere diğer toplumlara İslam’ın mesajının iletimi bu çağda
sinema dili ile en hızlı ve merak uyandırıcı niteliğe sahiptir. Müslümanlar, diğer din mensuplarına İslam’ı nasıl bir dil ve algı düzeyi üzerinden ifade edeceklerini bilmiyorlar. Film, peygamberimizin varlığının başta Hıristiyan ve Yahudi kaynaklarından nasıl bir karşılığı olduğunu çok güzel bir şekilde ifade ediyor. Yahudi ve Hıristiyanlara asli dil, çizgi ve damara çağrı niteliği taşıyor.
5. Doğumundan itibaren beklenen peygamber anlayışı, yaş ilerledikçe bu ifade biçiminden uzaklaşıyor.
Peygamberimizin çocukluğuna sığdırılan özellikle beklenen elçi merkezli anlayış, gençlik döneminden itibaren ta ki ilk vahyin indiriliş dönemine kadar gündeme
gelmiyor. Çocukluk dönemine atfedilen olağanüstülükler, sonrasında olağan bir hayata dönüşüyor. Peygamberimiz ticaret, evlilik ve Mekke’deki zaman içerisinde resul- elçi olmasına dair bir beklentinin içinde
olmuyor. Ve kendisi bu noktaya atıfta bulunacak hiçbir vurgulama içinde de değil.
6. Filmin en güzel yönleri insani, doğal, olağan olan
akıştır. Yetim olması, anne- çocuk ilişkisi, ayrılıklar, öksüz kalması… Anlatı mitolojiden gerçekliğe döndüğünde daha etkileyici ve sahici oluyor.
7. Muhammed’in sürekli adalet arayan ve özgürlük
mücadelesinin çocukluktan itibaren ortaya konulması
filmin başarılı noktalarındandır.
8. Yahudilerin peygamberi tespit ve peygamberin
ele geçirilmesi noktasındaki mücadelesinin gerçekliği
tartışılmalıdır. Filmde bu husus abartılarak sunulmuştur.
9. Tamamen rivayet kültürü ile değil tamamen
Kur’an’ın anlattığı peygamberin sinema diliyle ifadesi
daha başarılı olacaktır.
10. Film, peygamberin hayatına giriş mahiyetinde
önemli bir kapı açmış bulunuyor. Dönem veya olay merkezli olarak peygamberin hayatının beyaz perdeye aktarılması Müslümanlarının sorumluluklarındandır. Sinemacılar için Hz. Muhammed filmleri konuları: 1. Hira,
2. Hicret, 3. Fetih, 4. Hılful Fudul, 5. Yahudilerle ilişkiler,
6.Peygamber ve eşleri, 7. Medine mescidi, 8.Peygambe-
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
İran sineması ümmetin yüz akıdır.
İslami anlayışla sinemanın nasıl
yapılabileceğini dünyaya kabul
ettirdi. Öncelikle Müslüman
toplum ve devletlere örnek
oldu. Filmin etrafında koparılan
yaygaranın ne basit, bayağı,
boş, kof, anlamsız olduğu film
izlenince daha iyi anlaşılıyor.
rin Son Günü, 9.Hudeybiye 10.Akabe Biatları 11.İfk hadisesi, 12. Tebük Seferi, 13. Bir’i Maune Faciası, 14.Hayberin
Fethi, 15. Uhud Savaşı, 16. Hendek Savaşı, 17. Bedir Savaşı, 18.Ambargo, 19. Habeşistan’a Hicret, 20. Fil Olayı
21. Peygamberin Elçileri, 22. Kâbe, 23.İlk Müslümanlar,
24. Taif Yolculuğu, 25. Huneyn Savaşı, 26. Ezan, 27. Daru’n Nedve, 28. Daru’l Erkam, 29.Veda Haccı
11. Kardeş kavgasının devamına şahitlik ediyoruz.
Habil ile Kabil değil Ebu Talib ile Ebu Leheb mücadelesi öne çıkıyor. Ebu Talib, Habil karakteriyle öne çıkıyor. Merhametli, sabırlı, vefalı ve fedakâr… Ebu Leheb,
zalim, kıskanç, tekelci, mal yığan, iktidar için her türlü
zulmü göze alan…
12. Bu filmi bu haliyle yapmak büyük bir başarıdır.
İran sineması Hz. Meryem, Hz. Yusuf ve Ashab-ı Kehf
gibi filmlerle bunun kapısını çoktan aralamıştı. Bu altyapı ile daha güzel eserler verecektir. Mecidi’den Allah razı olsun.
13. İran sineması ümmetin yüz akıdır. İslami anlayışla
sinemanın nasıl yapılabileceğini dünyaya kabul ettirdi.
Öncelikle Müslüman toplum ve devletlere örnek oldu.
14. Filmin etrafında koparılan yaygaranın ne basit,
bayağı, boş, kof, anlamsız olduğu film izlenince daha
iyi anlaşılıyor. Bu yaygarayı koparanların entelektüel ve
ilmi vakıaları göz önüne alındığında daha büyük trajedi olmaktadır. ‘İzlemeyin’ propagandası yapanlar büyük vebal altındadırlar. İzleyerek daha iyi nasıl yapılır,
sorusunun cevabı bulunabilirdi.
15. Müslüman aklın ürettiği sinemayı desteklemek
gerekirken, bu filmlere Charlie Hebdo muamelesi yapmak Allah’ın sinema ayetini inkâr etmektir.
16. İran-Şii kavramları üzerinden filmi yargılayanlar
büyük bir yanılgı içerisindedirler. Peygamberimizin çocukluğuna dair anlatılarda sünni kesimin kabul etmediği husus yok gibidir. Peygamberimizin ana rahmine
düştüğü gece (regaib kandili), doğduğu gece (mevlid kandili) gibi anlatılardaki olaylar filme aktarılsa nasıl bir tablo ortaya çıkardı? Örneğin; meleklerin gelip
peygamberimizin göğsünü yarması hadisesi…
17. Sinema çağın iletişim dilidir. Bu dili kullanmayanın çağa vereceği bir şey yoktur. Zamanın gerisinde kalır. İslam’ın ruhunu sinema sanatına aktaramazsan, yirmi dört saat boyunca Holywood Kapitalizmin
ruhunu her gece zihinlerimize işler. Üstelik İslam tarihi sadece peygamberler tarihi ile sınırlı değildir. İslam
tarihindeki birçok olay bugün sinema olarak ifadesini
bekliyor. Ki bunlar sadece kişi ve olay merkezli olanlar… Bir de imge, konu, algı, olgu olarak sinematografik
ifade kaçınılmazdır. Ama daha o noktaya çok uzağız.
18. Muhammed/Allah’ın Elçisi filmini izleyenlerin
imanı artmıştır. İzlemeden reddiye yazanların- konuşanların ise asabiyetini- öfkesini artırmış, bu da onları
hakikatten biraz daha uzaklaştırmıştır.
19. Filmin izlenmesi ısrarla tavsiye edilmelidir. Çocuk ve gençlerin peygamber tasavvurlarına önemli
katkılar sağlayacaktır. Uzun süre gündemde tutulmalıdır ve tartışılmalıdır.
20. Akkad’ın Çağrı filmi yapım yılı 1976… Mecidi’nin
Muhammed/ Allah’ın Elçisi 2016... Uluslararası düzeyde
bu dönemde peygamberimiz batılıların provokasyonları ile gündeme geldi. Her bir provokasyon İslamofobiyi besledi. Özellikle bu algıyı beslemek için kullanıldı. Salman Ruşdi’nin kitabı ve karikatür tartışmaları ile
bugüne gelindi. Kayıp bir kırk yıl… Bugün Müslümanların üretimi bir film yine Müslümanlar tarafından hiçbir makul gerekçesi olmaksızın linçe tabi tutulmaktadır. Yeni bir film için kırk yıl beklenmemelidir. Oysaki bu
tartışma seviyesi filmlerin üretimini engellemektedir.
Mecidi’den bu filmin devamını çekmesini bekliyoruz.
Emeği geçen herkesten Allah razı olsun.
SAYI: 152 ARALIK 2016
35
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
DOSYA
Arap coğrafyasında
sinema: Ülkeler,
yönetmenler, filmler
RIZA OYLUM
‘Ortadoğu Sineması’ kitabının yazarı
İSLAM ve modern sanatlar tartışması, eskimeyen bir
tartışma zemininin üstünde günceliğini koruyor. Özellikle İslam ve sinema denklemi daha uzun süre tartışılacak bir ilişki denklemi.
İslam dininin en kalabalık milleti olan Arapların sinemayla kurdukları ilişki, İslam medeniyetinin sinema
sanatıyla kurduğu ilişkinin düzeyini göstermesi açısından son derece önemlidir. Biz yazımızda, Ortadoğu Arap ülkelerinin sinema sanatıyla kurdukları ilişkiyi tarihi bağlamı içinde ortaya koymaya çalışacağız.
Arap ülkelerinin sinema sanatıyla kurdukları ilişkinin düzeyleri birbirinden oldukça farklı. Sinema sanatına bakışları da son derece çeşitlidir. Filistin, Suriye, Irak,
Lübnan, Mısır ve Körfez ülkelerinde farklı sinema anlayışları kimi zaman köklerini güçlendirmeye kimi zaman da filiz vermeye çabalıyor.
FiLiSTiN SiNEMASI: BiR VAROLUŞ
MÜCADELESi OLARAK SiNEMA
Ulusal varlığının en önemli göstergelerinden biri
olan sinemasıyla adından söz ettiren Filistin’de sinema, hiçbir zaman sadece sinema değil. Bu sinemada;
direniş, savaş, intifada, taşlar, sapanlar, tanklar, askerler, yıkılan evler, ölen çocuklar başrolde oynuyor. Filistin sineması, parçalanmış üçayak üzerinde varlığını devam ettiriyor. Bunlardan biri, ülkenin yaşadığı işgalden
ötürü yurdunu terk etmek zorunda kalanların oluşturduğu Filistin diaspora sineması; ikinci ayak, kamplarda üretilen Filistin sinemasıdır. 2002 yapımı Mohammed Bakri’nin Cenin Cenin isimli belgeseli buna örnek
gösterile bilir. Cenin mülteci kampında yaşanan katlia-
36
SAYI: 152 ARALIK 2016
mı beyaz perdeye yansıtan belgesel, katliama tanıklık
edenlerin hatıralarını da ölümsüzleştiriyordu. Üçüncü
ayaksa, İsrail vatandaşı olarak Filistin sinemasını temsil edenlerin oluşturduğu Filistin sinemasıdır.
Mustafa Abu Ali’nin çabalarıyla ortaya çıkan, Michel Khleiff’in başarılarıyla adından söz ettiren Filistin
sineması, günümüzde Alia Süleyman ve Hani Abu-Asad’ın çalışmalarıyla yoluna devam ediyor. Hâlâ kişisel
tecrübeler üzerinden gelişmeye çalışan bir sinema Filistin sineması. Büyüyebilmesi için de, en az diğer Arap
ülkelerinki kadar imkânlara sahip olması gerekiyor. Sinema salonlarına, ekipmana ve finansmana... Ama her
şeyden öte film çektiği için baskı görmeyeceği, uluslararası festivallerde isminin altında yazacak bir ülkeye ihtiyacı var bu yönetmenlerin.
BiR ZAMANLARIN UNUTULMAZI:
MISIR SiNEMASI
Arap sinemasının lokomotifi Mısır sineması da, geniş
kesimlerin sinemayla ilişkilerini kuvvetlendirdi.2. Dünya
Savaşı’nın olanca yıpratıcılığı insanoğlunun üstüne çöktüğü dönemde sinema ticareti de yön değiştirmeye
başlamıştı. Bu dönemde bölgenin en büyük sineması
haline gelen Mısır, komşu ülkelerden başlayarak Afrika
ve Endonezya’ya kadar film ihraç eden bir endüstri haline gelmişti. Bölge insanı, Amerika ve Avrupa filmlerine nazaran kendilerine benzeyen oyuncuların rol aldığı,
kendi hikâyelerini anlatan Mısır filmlerini daha çok benimsiyorlardı. Bütün Ortadoğu’ya film ihraç ettiği günler çok eski de kalsa da; Mısır sineması bölgenin bütün
festivallerine film gönderebilen bir ulusal sinema olarak
varlığını devam ettiriyor. Sözgelimi Mısırlı kadın yönetmen JehaneNoujaim 2000’lerin başından beri belgeseller çeken bir isim. 2013’de çektiği Tahrir Meydanı’ndaki
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
gösterileri anlatığı
belgeseli Meydan, (El Square)
Oscar yarışına katılmıştı.
Mısır sinemasının son döneminde öne çıkan bir isim
olarak Muhammed Diab isminden de bahsedebiliriz.
2010’da çektiği Kahire 678’de toplumun farklı kesimlerinden cinsel istismara maruz kalmış 3 kadının buna
karşı verdiği mücadeleyi anlatır. Gerçek hikayelerden
yola çıkan filmde, Mısır’da kadınların yaşadığı sorunlardan hareketle kadınların adalet arayışını resmediyor.
Film çok sayıda festivalde gösterilip bir çok ödül aldı.
Son filmi 2016, Çatışma ise çok daha etkileyici bir
çalışma. 2013 Mısır Askerî Darbesi sırasında geçen bir
hikâye anlatılıyor. Polis kamyoneti içinde geçen film,
çatışma halindeki iki ayrı gruptan, Mursi yanlıları ve
ordu destekçilerinden gözaltına alınan insanların aynı
yerde kapalı kalması fikrinden yola çıkıyor. Çatışmalar
nedeniyle kamyonette mahsur kalan gözaltındaki insanlar için koşullar zorlaşırken, gruplar arasındaki gerilimin kontrol edilmesi de güçleşiyor.
ORTADOĞU’NUN FRANSIZ’I:
LÜBNAN SiNEMASI
Farklı kültürleri bünyesinde barındıran Lübnan’daki sinema hareketleri ise bölgenin siyasi ve kültürel atmosferinden bağımsız değil. Yaşanan iç savaş, tüm
yönleriyle Lübnan sinemasında karşılık buldu. Belgesel geleneğinin hiçbir zaman kaybolmadığı Lübnan sineması umut verici bir yolda ilerliyor. Lübnan sinemasında film sayılarında belirgin bir artış olsa da, üretilen
film sayısı halen yeterli değil. Ülkenin mali kaynaklarının kısıtlı olması, yönetmenleri alternatif yollara sevk
ediyor. Birçok yönetmen ortak yapımlarda yer alarak
ekonomik sorunları aşmaya çalışıyor. ALBA ve IESAV
Ulusal
varlığının en
önemli göstergelerinden
biri olan sinemasıyla adından
söz ettiren Filistin’de sinema,
hiçbir zaman sadece sinema
değil. Bu sinemada; direniş,
savaş, intifada, taşlar, sapanlar,
tanklar, askerler, yıkılan evler,
ölen çocuklar başrolde oynuyor.
gibi sinema okullarının olduğu Lübnan’da yeni yetişen
yönetmenler eskinin mirasını sahipleniyorlar. Ghassan
Salhab, Jocelyn Saab, Randa Chahal-Sabbag, Philippe
Aractingi ve Nadine Labaki gibi yönetmenlerin önemli
başarılar kazandığı Lübnan sinemasında, genç yönetmenlerin deneyimlerinden faydalanacakları bir neslin
oluşmuş olması umut verici bir durum. Özellikle bölgenin siyasi ve kültürel atmosferi de oldukça besleyici
bir platform oluşturuyor. Ayrıca belgesel geleneğinin
hiçbir zaman kaybolmadığı da görülebiliyor.
SURiYE VE IRAK’TA SiNEMA
Devlet destekli bir sinema olan Suriye sineması,
önemli yönetmenlerinin hemen hepsini Sovyet film
okullarında yetiştirmişti. Şam’da düzenlenen Uluslararası Şam Film Festivali’nin varlığı ve ülkede bulunan
yabancı kültür merkezlerinin düzenlediği film günleri,
bu coğrafyanın sinemayla olan ilişkisini güçlendiriyordu. Ancak artık Suriye kurmaca filmlerle değil gerçek
katliam videolarıyla takip ediliyor. Sinema sanatı Suriye coğrafyası için artık lüks bir sanat dalı. Suriye devleti sanata yatırım yapmayı kendine dert edinmiş bir
devlet. Ortadoğu’nun en heybetli opera binalarından
biri Şam’da. Yaraların sarılması kolay olmasa da sular
durulup da Suriye üstüne planlar başka bir bahara bırakıldığında; sanat hayatının da yeniden canlanacağını
SAYI: 152 ARALIK 2016
37
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Suudi Arabistan’da çekilen ilk
uzun metrajlı film olan VecideWajda İstanbul Film Festivali’nde
gösterilen başarılı filmlerinden
biriydi. 2012 Suudi ArabistanAlmanya ortak yapımı olan filmde;
yönetmen Haifaa Al Mansour
Suudi toplumundaki kadının yerini
bisiklet almaya çalışan küçük bir
kızın gözünden anlatıyordu. ummak için umutlu olmalıyız. Şimdilik zorunlu bir kış
uykusuna yatsa da Suriye’nin bir sinema dinamiği var.
2003’teki Amerikan İşgali ile sonlanan Saddam
Hüseyin döneminden sonra Irak’ta yeni yönetim oluşturma çalışmaları içinde, bölgede daha önce söz sahibi olmayan Kürtlerin etki alanı genişledi. Bu durum
Irak’ın sinema endüstrisine de yansıdı. Öyle ki müdahale sonrasında Irak sinema endüstrisinin önemli bir
kısmı ya Kürt kökenli ya da Amerika’dan Irak’a gelen
yönetmenlerin çalışmalarından ibaretti. Bu açıdan müdahale sonrası Irak sineması için Kürt sineması tanımlamasını yapmak pek abartılı olmasa gerek. Bu dönemin başka bir özelliği de, ortak yapımlar döneminin
38
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA
ortaya çıkmış olmasıdır. Çoğu zaman Amerika ile bazen de Fransa ve Almanya ile ortak yapımlı filmlerin bu
dönemde yaygınlaştığını görebiliyoruz. Ayrıca bu dönemin Irak filmlerinin farklı coğrafyalarda düzenlenen
film festivallerine kabul edildiklerini de söyleyebiliriz.
FiLM FESTiVALLERiNiN MERKEZi
ARAP EMiRLiKLERi
Arap Emirlikleri özellikle düzenledikleri film festivalleriyle önemli bir merkez olma yolunda ilerliyor. Abu
Dabi’de düzenlenen festival, bölge ülkelerinin ürünlerinin değerlendirildiği en büyük ve en saygın festivallerden biridir. Abu Dabi Film Festivali olarak da bilinen festivalde; hem kısa filmler, hem belgeseller, hem
de uzun metraj kurgu filmler ödüllendiriliyor. Birleşik
Arap Emirlikleri’nde uzun metraj film çalışmaları oldukça azdır. Ülkenin sinemayla kurduğu en önemli
bağ olan film festivallerinden ikincisi de Dubai Uluslararası Film Festivali’dir.
SUUDi ARABiSTAN, KATAR, UMMAN’DA
SiNEMA: SAKiL DURAN İTHAL BiR OYUNCAK
Ürdün, Katar, Yemen, Umman ve Suudi Arabistan’da
ise sinema sanatı bireysel çabalarla kendine yol bulmaya çalışıyor. 1 milyon kişinin yaşadığı Bahreyn’de çekilen
ilk film 1990 yılındaydı. Bassam al-Thawadi’nin çektiği
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
The Barrier / Al-Hajiz isimli filmden sonra geçen 20 yılı aşkın sürede 3 film daha yapıldı: Bassam al-Thawadi’nin 2004’te çektiği Visitor/ Za’er ve 2006’da Bahraini Tale / Hekaya Bahrainiya filmleriyle beraber, Hassan
al-Halibi’nin 2006 yapımı filmi Four Girls. Bahreyn’de
azımsanmayacak sayıda sinema salonu var. Ancak salonlarda Hollywood ve Bollywood sinemalarının büyük
bir ağırlığı söz konusu. Bu yapının değişmesi için Bahreyn devleti 2006 yılında Bahreyn Film Üretim Merkezi’ni kurdu. Bu merkezdeki çalışmalarla yerel sinema
hareketlerinin geliştirilmesine çalışılıyor.
Umman’da bilinen tek film 2006 yılında çekilen
The Dawn / Al-Boom oldu. Khalid al- Zadjali tarafından çekilen filmin dışında yaklaşık 10 tane kısa filmcinin çalışmaları da var.
Katar için de aynı cümleleri kurmak mümkün. 2006
yılında Threads Beneath Sands / Khyoot taht al-rimal
isimli film, bilinen tek film. Khalifa al-Meraikly tarafından
çekilen filmin dışında, tıpkı Umman gibi 10 civarı kısa
filmcinin ismi Katar sineması içinde değerlendiriliyor.
Sinema endüstrisinin oluşmadığı bir başka ülke de
Kuveyt’tir. Ülkede çekilen ilk film 1972 yılında Enough o
Sea / Basya Bahr isimli filmdir. Khalid al-Siddick’in yönettiği filmden sonra aynı yönetmen tarafından 1976’da
The Wedding of Zein / Urs al-Zayn filmi yapıldı. 1979’da
Hashim Muhammed’in The Silence / al-Samt isimli filminden sonra 1985’te Khalid al-Siddick, bir film daha
yaptı. Chahin / Shahin isimli film uzun yıllar sonra yapılmış son film oldu. 2000’li yıllarda genç yönetmenler yeni çalışmalar yapmaya başladılar. Abdullah Boushahri 2006’da Losing Ahmad’ı çekti. Amer al-Zuhair’in
belgesel çalışması olan When The People Spoke / Indama Rtakalam al-sha’ab ise, 2007’de çekildi. Irak İşgali’nden sonra Kuveyt’in yeniden inşa sürecinde tiyatro ve sinema salonları da yenilendi. Ayrıca ulusal sinemanın oluşması için Cinescape isimli bir kurum da kuruldu. Resmi verilere göre, Kuveyt’te yirmiye yakın kısa film yönetmeni bulunuyor günümüzde.
25 milyonluk Suudi Arabistan’ın sinemayla kurduğu
ilişki de, Katar ve Umman’dan farklı değil. Suudi topraklarında genelde Hollywood yapımları izleniyor. Ama sinemada değil. Suudi Arabistan’da sinema salonu yok.
2014’ te bir girişimci bu konuda başvuru yaptığı ajansa düşen haberlerden biri. El Arabiya’ya göre, Suudi
Arabistanlılar film seyretmek için genellikle Bahreyn ve
Dubai gibi komşu ülkelere gidiyor. Suudi Arabistan’da
Sinema sanatının gücünden,
değiştirici, dönüştürücü
enerjisinden ürken ülkeler;
dinin felsefi derinliği yerine
sınırlayıcı, yasaklayıcı taraflarını
belirginleştirerek sinemanın İslam
sanatları arasında yeniden inşasına
imkân tanımamış haldedirler.
Gelinen noktada Arap ülkelerinde
sinema; Batılılaşan, seküler
bireylerin önceliği durumundadır.
İslam tarihinin görsel bir inşasının
oluşması, İslam dininin görselliğin
gücü ve etkileyiciliğiyle dünyada
tanıtılması gibi önermeler henüz
bir manifesto düzeyine dahi
tartışmaya açılamamış haldedir.
çekilen ilk uzun metrajlı film olan Vecide-Wajda İstanbul Film Festivali’nde gösterilen başarılı filmlerinden
biriydi. 2012 Suudi Arabistan- Almanya ortak yapımı
olan filmde; yönetmen Haifaa Al Mansour Suudi toplumundaki kadının yerini bisiklet almaya çalışan küçük
bir kızın gözünden anlatıyordu. SONUÇ YERiNE
Sinema sanatının gücünden, değiştirici, dönüştürücü enerjisinden ürken ülkeler; dinin felsefi derinliği yerine sınırlayıcı, yasaklayıcı taraflarını belirginleştirerek sinemanın İslam sanatları arasında yeniden inşasına imkân tanımamış haldedirler. Gelinen noktada Arap ülkelerinde sinema; Batılılaşan, seküler bireylerin önceliği durumundadır. İslam tarihinin görsel bir inşasının
oluşması, İslam dininin görselliğin gücü ve etkileyiciliğiyle dünyada tanıtılması gibi önermeler henüz bir
manifesto düzeyine dahi tartışmaya açılamamış haldedir. Açıkça ifade edebilmeliyiz ki sinema, Arap coğrafyasında yerel kültürel değerlerle yeniden inşa edilememiş haldedir. Sinemanın, tarihi olarak güçlü bir gelenekten geldiği Mısır’da ve orijinal çalışmaların yapıldığı Lübnan’da sinema seküler çevrelerin inşa ettikleri
bir sanattır. Devlet olma mücadelesini sürdüren Filistin’de ise sinemanın daha kurumsal bir inşası elzemdir. Ekonomik güce sahip Körfez ülkelerinin ise öncelikleri sanatın dönüştürücü gücünden çok uzaktadır.
SAYI: 152 ARALIK 2016
39
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
DOSYA
Kurmaca sanat algısı,
sinema ve İslam
MEHMET ÖZDEMİR
SANAT bir yaratma işidir;
yeniden inşadır. Eşyanın hallerini
aksettirme işidir. Objeyi doğrudan
aktarmak zorunlu değildir ama
yansıtılması iradidir. Var olan
malzeme yeni forma sokularak
sunulur. Yansıtma esnasında
malzeme değişime uğrayabilir.
Yansıtma biçimi de zaten üsluptur.
KURMACA: Kurgu. Kurgulanmış olay. Tamamı ya da bir
bölümü gerçek olmayan, hayali eser. “Gerçekten öyle
olmadığı hâlde öyle sayılan, saymaca, fiktif”.1
Birine eklenen, birbirini tamamlayan gerçeğe yakınlaşmış hayali olayların bütünüdür. Kurmaca, bir görüntü kompozisyonunun içerisinde kendini oluşturur;
ütopiktir. Bu şekilde oluşan hikâye soyuttur. Bu soyut
hikâye filmle vücut bulur, somutlaşır, bir kıyafete bürünür. Süje objeyle kendini ifade eder. Kurmaca filmlerde ana mesajın yüklendiği hikâyeyi yan hikâyeler besler. Bu yan hikâyeler ana mesajın üstünü örtmez, hikâyeyi daha anlaşılır kılar.
Eserin bir kısmı gerçeklikten hareket edebilir ya da
tamamen tasarlanabilir. Gerçeklik kurmaca hayalin altında silikleşir, kaybolur. Bu tür eserlerde gerçeğin kendisi bulunamaz; gölgesini görmek mümkündür ancak.
Obje hayal gücüyle dış dünyadan alınarak iç âlemde
yoğrulur ve sembollerle dile getirilir.
Kurmaca eserler zaman ve mekânla sınırlandırılamazlar. Her zaman için bir masal genişliğine sahiptir.
Her seferinde yeniden yaratılır, tazeliğini, canlılığını korur. Kurmaca eserler nevi şahsına münhasırdır; benzeri
40
SAYI: 152 ARALIK 2016
yaratılamaz. Yoruma açık olan bu eserler lirik ve ütopik
anlatımlarıyla özgünlük ve özgürlüğün yolunu açarlar.
Kurmaca olan itibaridir. Gerçek olmayan gerçekmiş gibi algılanır. Yaşanmayan bir şey yaşanmış gibi
varsayılır, tasavvur edilir, kurgulanır, üretilir. Dış dünyadan alınan malzemeyle işlenerek hayali bir gerçekliğe
dönüştürülür; yeniden yaratılır. İzleyiciye de böyle hissettirilir, bu yönde bir algı oluşturulur. Görsel öğelerle
desteklenerek algının kalıcı olması sağlanır. Bu eserlerin iç tutarlılığı sorgulanabilir.
Toplumlardaki genel, kapsayıcı, baskın düşünme biçimleri bireysel düşünmenin yollarını tıkayabilir; ya da
kendi düşünce biçimine dönüştürebilir. Ama bu, bireyin merak dürtüsünü ve ütopik düşünme özelliğini ortadan kaldıramaz.
Sanat bir yaratma işidir; yeniden inşadır. Eşyanın
hallerini aksettirme işidir. Objeyi doğrudan aktarmak
zorunlu değildir ama yansıtılması iradidir. Var olan malzeme yeni forma sokularak sunulur. Yansıtma esnasında malzeme değişime uğrayabilir. Yansıtma biçimi de
zaten üsluptur.
Bir de olmayan bir şeyi bilinen şeyler üzerinden anlatma işi vardır. İster olan fakat sanatçı tarafından yeni bir
şekle sokulan, ister olmayan (kimsenin haberdar olmadığı) bir şeyi yine sanatın muhataplarınca bilinen şekliyle
açıklanması gönderici ve alıcı arasında bir bağ oluşturur.
Görsel sanat olarak sinema dünyanın her yerinde
aynı işlevi görür. Yönetmen kendi duygu dünyasından
süzdüğü şeyleri görüntü olarak damlatır izleyicinin zihnine. Sanatçının/ yönetmenin yetiştiği çevre, aldığı eğitim, toplumsal-sosyal kalıtım sanatının içeriğini oluşturur. Forum ise bir eğitim sürecidir.
Yönetmen kafasında kurguladığı hikâyesini olduğu
gibi izleyiciye aktaramaz, ancak sızdırır. Bu sızan damlayla duygu dünyası örtüşenler bağ kurabilir; sanatın
işlevi de böylece gerçekleşmiş olur. İçerik yeni bir kıyafetle izleyici karşısına çıkar ve mesajını verir. Bunda
başarılı olursa eser seyrini tamamlamış olur.
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Kur’an, kıssa anlatımıyla geçmişle
ilişki kurar. Geçmişte yaşanmış
olayları bir format içinde insanlara
sunar. Kıssalar mesajını açık bir
şekilde vermez, metaforlara yükler.
Her çağda farklı okumaların önü
açık tutulur böylelikle. Ancak, bu
kıssalar güncellenmediği sürece
her devirde bir hikâye olarak
anlatılıp duracaktır. Yorumlar
hep geçmişe yönelik olacaktır.
Ayrıntıya boğulmuş hikâyeden oluşan bir film, mesajını net olarak ortaya koyamaz. Hatta bu ayrıntılar
mesajı boğar, örter. Bu durumda kurmaca film mesajını veremez, olay bilinmediği için de anlam metaforlar arasında kaybolup gider. İzleyici ile anlatım üzerinden ilişki kurulur, anlaşılır görüntü senfonisine dönüştürülür ve izleyicinin bildiği dil kullanılarak bilinen şeylerle, nesnelerle anlatım dili oluşturulur.
Kur’an, kıssa anlatımıyla geçmişle ilişki kurar. Geçmişte yaşanmış olayları bir format içinde insanlara sunar. Kıssalar mesajını açık bir şekilde vermez, metaforlara yükler. Her çağda farklı okumaların önü açık tutulur böylelikle. Ancak, bu kıssalar güncellenmediği sürece her devirde bir hikâye olarak anlatılıp duracaktır.
Yorumlar hep geçmişe yönelik olacaktır. Bu durum ancak mesajı ileten ile mesajı alan arasında duygusal bir
bağ oluşturabilir. Bunun düşünce hayatına, sosyal hayata yansıtılması hiç de kolay olmayacaktır.
Kehf suresinde, Hz. Musa ile o hikmet sahibi şahsın kıssası diğer kıssalardan farklılık arz etmektedir.
Kur’an’da yer alan diğer kıssalarda yaşanmışlık daha
belirgin daha ön planda olmasına rağmen bu kıssa daha itibari, tasavvur edilen olaya dair kurgu olduğu izlenimini veriyor. Kurmaca bir olayla ütopik, sembolik bir
dille mesaj veriyor gibi.
“...rivayete göre Hz. Musa, bir keresinde, insanların en bilgesi olduğunu iddia ettiği için Allah tarafından azarlanmış ve kendine vahiy yoluyla, “iki denizin
birleştiği yerde” yaşayan bir “Allah kulu”nun kendisinden daha bilge olduğu bildirilmişti. Hz. Musa bu adamı bulmak yönünde ısrarlı bir istek gösterince, Allah
da o’na “bir sepete balık” koymasını ve balık kayboluncaya kadar yoluna devam etmesini emretti; balığın
kaybolması amaca erişildiğinin işareti olacaktı. Şüphe
yok ki bu rivayet, bizim Kur’ânî meselimize temsîlî bir
giriş niteliğindedir. Hem Kur’an’da, hem de söz konusu
Hadis’te geçen bu “balık” imajı, mümkündür ki, mutlak bilgiyi yahut ebedî hayatı simgeleyen eski dinî bir
sembol olsa gerektir.”2
“Râzî’ye göre, Hz. Musa gibi bir peygamberin bile
eşyanın nihaî gerçeğini (hakâiku’l-eşyâ’ kemâ hiye) bütünüyle kavramadığına ve daha genel bir ifadeyle, insanın olağan koşullarda daha önce tecrübe ve müşahede
etmediği türden bir olguyla karşılaştığında içine düştüğü itidal ve kavrayış eksikliğine işaret eden bir ifade.”3
“-Hz. Musa’nın sonraki tecrübelerinden de anlaşılacağı gibi- görünüşle gerçekliğin her zaman çakışmadığını îma etmekte ve bunun da ötesinde, ince bir üslupla, insanın kendi entellektüel/zihnî tecrübelerinde,
en azından öğeleri, unsurları itibariyle, bir eşdeğeri, bir
karşılığı olmayan şeyleri bütün gerçeğiyle hiçbir zaman
kavrayamayacağı, gözünde canlandıramayacağı yo-
SAYI: 152 ARALIK 2016
41
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Mecidi, “Peygamberimiz bu çağda
gelseydi tebliğini sinemayla
yapardı.” diyor. Bu çağın diliyle,
çağdaş sanatın diliyle vahiy
anlatılabilir mi? Sinema bu
konuda başat bir rol üstlenebilir
mi? Peygamber -İslami anlayışgüncellenmedikçe geçmiş daima
tekrar edilir. Bu kısır döngü İslam’ın
iç dinamiklerini yok edebilir.
lundaki derin gerçeği dile getirmektedir; Kur’an’ın insanın algı ve tasavvur alanının ötesinde kalan hususlarda (ğayb) mesajını mecaz ve temsîllerle ifade etmesi de bu yüzdendir.”4
Muhammed Esed’in bu ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, Kur’an var olanı anlaşılır bir dille anlattığı gibi,
kurmaca bir hikâye ile anlattığı şeyi anlaşılır kılarken,
mecaz ve temsillerle ifade yolunu seçiyor. Yani imge,
metafor dediğimiz şey de bu işte. Sanatın, sinemanın
vazgeçilmez dili.
Kurmaca filmlerde genel çerçevede evrensel bir dil
kullanılır. Mesela annenin yavrusuna merhametini anlatırken her hangi bir anne-yavru ilişkisine odaklanmak
yeterli olur. Merhametin dili yaratılır. Bir kuşun yuvada
yavrusunun ağzına yiyecek koyması dünyanın her yerinde anne şefkati olarak okunur. Bu görüntü sevginin,
merhametin, anneliğin dilidir.
42
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA
Mecid Mecidi’nin son filmi “Muhammed” de Hz.
Peygamber bilinen hikâyelerle anlatılmış. Sünni ve Şii
hafızalar, tarihsel bellek bu anlatılanlara yabancı değil.
Belgesel tarzında bir uyarlama filmi.
Peki, kaynaklarda olmayan hikâyelerle Hz. Peygamber anlatılabilir mi? Kurmaca siyer mümkün mü? Müslümanların belleğinde olmayan hikâyelerle görüntüler
oluşturmak nasıl karşılanır? Kıssaların yaşanmışlık esası var mı? Yoksa kıssalar kurmaca mı? Ya da her ikisi
de mümkün mü? Bu soruların cevapları bizi kurmaca
filmlere yaklaştıracak ya da uzaklaştıracaktır.
Mecidi, “Peygamberimiz bu çağda gelseydi tebliğini sinemayla yapardı.” diyor. Bu çağın diliyle, çağdaş
sanatın diliyle vahiy anlatılabilir mi? Sinema bu konuda başat bir rol üstlenebilir mi?
Peygamber -İslami anlayış- güncellenmedikçe geçmiş daima tekrar edilir. Bu kısır döngü İslam’ın iç dinamiklerini yok edebilir.
Kur’an’daki sinematografik sahneler göz kamaştırıyor. İnsanlık, sinemayı vahyin dili haline getirecek Kur’an
müminlerini bekliyor. Geçmişe ait kir tortusunun Müslüman zihinlerden temizlenmesi sinemayla mümkün
olabilir. Bu da yeni medeniyet oluşumuna milat olan
bir devrim olur kuşkusuz.
1. Sözlük, TDK
2. Muhammed Esed Tefsiri, www.kuran.gen.tr
3. Age.
4. Age.
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Beyaz perdenin
ve ekranların
derin imtihanı
SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN
selvi_iii@hotmail.com
BÜYÜK bir sektör haline gelen
sinema artık bu zamanda etkili
bir dil. Kuşatıyor, değiştiriyor,
dönüştürüyor. Manevi değerlerin
üzerinden silindir gibi geçiyor.
ZOR zamanlardan geçiyoruz. Herkes kendi zamanının
zorluğunu mutlaka idrak eder ve söyler. Yani aslında
biz ne kadar yaşadığımız zaman diliminin zorluğundan, çıkmazlarından, ayartan tüm hallerinden bahsetsek de kıyamet an an yaklaşıyor, ahir zaman ümmeti olarak bizler an an yaklaşmakta olan kıyamete doğru hızla koşuyoruz desek de; her insan topluluğu için
bu söylediklerimiz onların kendi yaşadıkları zamanlar
için de geçerliydi.
An an yaklaşan kıyamete koşuyorken oluyor her
şey. Hızla değişiyor ve dönüşüyor dünya. Çağın insanı neye uğradığını şaşırmış halde, içinde bulunduğunu tüketen savaşların tam ortasında buluyor kendini.
Savaşlar içindeyiz. Yangınlar içindeyiz. Ümmet parçalanmış, bölünmüş, birlikten ve beraberlikten uzak tam
da Batı’nın istediği gibi tarumar haldedir.
Her taraftan kuşatıldığımız zamanlarda Ortadoğu’ya
bombalar yağarken, Arıkan’da ve Suriye’de, Irak’ da ve
pek çok yerde çocukların masum bedenleri patlarken
bir taraftan da kültürel ve sanatsal savaşların ortasında buluyoruz kendimizi.
Değişip dönüşen dünyamıza doğru oluk oluk akan
bir yabancı kültür… Kokuşmuş, kendi öz değerlerimize savaş açmış halde öylece akmakta eviçlerimize,
okullarımıza, sokaklarımıza ve dahi şehir ve köylerimize. Bizi kuşatan bu kültürel yoz savaşın tam ortasındayız aslında.
Sıcak odalarımızda, rahat koltuklarımızda yavaş yavaş içimize, ruhumuza işleyen derinden soluduğumuz
bir hava gibi akıyor zehri ekranların oysa. İşte o derinden hiç incitmeden akan o zehir çocuklarımızın, gençlerimizin yaşamlarını da dönüştürüp değiştiriyor, tükeniş duraklarına doğru gençliği sürüklüyor. Bu yaşantımızın içine sinsice sinmiş beyaz ekranlardan akan ve
bize yabancı yaşantılar manevi değerlerin en derinini
öylesine tarumar ederken oluyor her şey.
Sözler, anlatılar, hikâyeler, masallar, menkıbeler tükenmez elbet. Ama gün gelir büyüsünü yitirir. Gün gelir hitap ettiği çağın insanına sesini duyurmaz olur. Her
çağın şeytanları da o çağın insanına, o çağın şartlarına
göre kendini geliştirir ve oyunlarını kurar.
Yaşadığımız modern ve post modern dönemlerde,
ayartıcılara baktığımızda kendi görevlerini nasıl da eksiksiz ve yaşadıkları çağın insanına göre yapıyorlar. Görevlerini hiç aksatmadan, hiçbir eksiklik olmadan, çocukların, gençlerin ve dahi tüm insanlığın üzerine zehirli tuzakları en gelişmiş teknolojilerin eteğinde akıtıyorlar. Hep akan ve öldüren, maneviyat yoksunu yapan zehir şimdi bilgisayar ve televizyon ekranlarından,
akıllı telefonlardan, beyaz perdenin yapımlarından öylece kuşatıyor insanlığı.
Biz çocuklarımızı ve gençlerimizi oluk oluk akan ve
SAYI: 152 ARALIK 2016
43
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Bizi bize anlatan, içinde manevi
aşkın değerlerimizin cennete
taşıyan soluğunu yudumlamış
yapımlarla her akşam ekranları
kuşatan diziler yapmalıyız.
Bunun mümkün olduğunu Diriliş
dizisiyle gördük. Demek ki bu
millet böylesine yapımlara hasret.
Milletin verdiği oyla Kelebek
ödülünü alan yönetmenin
nasıl aşağılandığını, nasıl
küçümsendiğini hep birlikte izledik
her gün onların gönüllerini ve zihinlerini tüketen onları
ayartan bu zehirli ekranlardan korumak için neler yapıyoruz. Bizler de kendimizi bu akışa kaptırmış evimizin
tam ortasında, tam merkezinde büyük ekranlarla hâkimiyetini sürdüren dönüştüren, değiştiren bu büyücünün efsununa kendimizi kaptırmışız aslında.
Yirmibirinci yüzyıl bilişim çağı. İletişim çağı. Bilgisayar çağı. İşte tam da bu çağın dilini en iyi kullanan,
bu dili kendisine ustaca alet eden şeytan ve şeytanın tüm güçleri. Şeytan yemini yapmıştı ya; ayartacağım, ben insanlığın doğru yolunun üzerine eğri oturarak onu ayartacağım diye. Bu yemini en tavizsiz şekilde yapmakta… Çağın imkânlarını kullanarak, çağın silahıyla kuşanarak, hitap ettiği çağdaşı olan insanlığa
öylesine cazibeli ve öylesine büyülü seslenişler göndererek onları doğru yollarının üzerine eğri bir şekilde
oturmuş hep beklemekte ve ayartmakta.
44
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA
Şimdi beyaz perde var. Her yıl filimler çekiliyor. Her
yıl milyarlarca paralar akıyor bu filmlere. Sonra çevrilen dizi filmler.. Bu çekilen filmleri, dizileri bizim gençlerimiz, çocuklarımız her gün izlemekte… Hayatlarının
tam odağında… Bizler dahi bu dizi filmleri izlemekten
kendimizi alamıyoruz… Çünkü kaçış yok… Biri değilse
de diğeri mutlaka gözümüze takılıyor…
Bu dizilerin aktörleri hiç de bize, çevremizdeki insanlara benzemiyorlar. Gerçeklikten öylesine uzak, evleri, arabaları, dertleriyle öylesine içinde yaşadığımız
muhitlerden şehirlerden ve köylerden çok uzaktalar…
Ekranlardan eviçlerimize doğru akan bu insanlar
nasıl bizim toprağımızın insanı olabilirler. Her an harama bulaşmış, her an ihanet içinde yaşayan, hiçbir manevi çekincesi olmayan bu insanlar her akşam evimizin vazgeçilmez müdavimleri oysa.
Şeytan çağın silahıyla silahlanmakta hiç geri kalmamış, anlıyoruz. Ahir zaman ümmetinin tüm gediklerini, tüm açlığını, tüm manevi açmazlarını keşfederek yoluna devam ediyor. Çağın tüm ayartıcılarını kendi oyunlarına kendi planlarına öylesine kusursuz halde dahil ediyor ki…
Görüntünün, ekranın, perdenin büyüleyen, ayartan zamanlarında şeytani tüm güçlerle akıyor haram
zamanlar insanlığın algılarına, bakir körpe çocukların
muhayyilelerine, gençlerin heyecan yüklü sancılarına…
Büyük bir sektör haline gelen sinema artık bu zamanda etkili bir dil. Kuşatıyor, değiştiriyor, dönüştürüyor. Manevi değerlerin üzerinden silindir gibi geçiyor.
Kendi döneminde altın çağı yaşarken, insanlığın ilahi
olanla arasındaki tüm bağları kopartarak yeni bir anla-
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
yış ve çarpık bir yaşam algısının mayasını öylece sinsice serpiştiriyor usulca derinden derine…
En son Mecid Mecidi’nin yönetmenliğini yaptığı, ‘Hz.
Muhammed’ filmi üzerinden büyük tartışmalar yaşandı. Kamplaşmalar oldu. Mecidi’nin filmi bu dergi sayfalarında değerlendirilecektir. Ama şu bir gerçek ki; bu
film ekseninde kopan fırtına ile artık sinemanın, beyaz
perdenin eşsiz büyüsünün insanlık üzerindeki etkisinin
kaçınılmaz olduğunu anlamış durumdayız.
Okumak erdemli ve hakikat duraklarına taşıyan biricik bir uğraş. Ama ne yazık ki sadece bir avuç ilgili genci ve yetişkini okumanın eşsiz ve doğruya, erdeme taşıyan duraklarında görüyoruz. Oysa sinema ve diziler,
belgeseller çok daha evrensel ve kuşatan bir dile sahip.
Mecidi’nin filmi tartışılırken büyük bir eksikliğin farkına vardık aslında. Şeytani tüm ayartıcılar kendi görüş ve kendi yolları üzere muhteşem yapımlara imza
atıyorlar. Kendi dünyalarının dilini o aşağılayan, esfeli safilin üzere olan aşağıların aşağısında olan cehennem dilini öylesine özenle kullanıyor ve kuşatıyorlar
tüm zamanları.
Efendimiz, “Düşmanın silahıyla silahlanın” diyor.
Artık şeytanı güçler tüm güçleriyle kuşatıyorlar. Ve sinema dilini keşfetmiş olmanın bilinciyle tüm aşağılık
oyunlarını oynuyorlar değiştirip dönüştürmek istedikleri toplumlar üzerinde. Artık Efendimizin çağrısına
uyarak, düşmanın silahıyla kuşanma zamanlarındayız.
Bu nasıl olacak? Her taraf kuşatılmış. Yerler ve gökler kuşatılmış. Savaşlar içindeyken. Bombalar coğrafyaları tarumar ederken nasıl olacak bu? Kültürel savaşlarla olacak elbet. Zihin devrimlerini yine onların silahıyla kuşanarak yapacağız. Şeytanın dili ekran diliyse
bu dili ele geçirmenin derdine düşeceğiz.
Sanatın duraklarında soluklanırken, sinemacılar,
senaristler, tiyatrocular, büyük yapımcılar yetiştireceğiz. Maddi anlamda ülke olarak, devlet politikası
olarak artık büyük sinema filmleri yapmanın derdine düşeceğiz. Eleştirmek, taşlamak, yermek kolay…
Peki bizler neler yapıyoruz. Dönüp kendimize bakma zamanlarındayız.
Kendi manevi değerlerimize yaslı, eşsiz değerlerimizin kuşatıcılığında, yegâne Kitabı’mızın mihmandarlığında, hakikat mayasına bulanmış, doğruluğu, erdemi kuşanmış toprağımızın, coğrafyamızın, ümmetimizin sinemasını yapmak zorundayız.
Bizi bize anlatan, içinde manevi aşkın değerlerimi-
zin cennete taşıyan soluğunu yudumlamış yapımlarla her akşam ekranları kuşatan diziler yapmalıyız. Bunun mümkün olduğunu Diriliş dizisiyle gördük. Demek
ki bu millet böylesine yapımlara hasret. Milletin verdiği oyla Kelebek ödülünü alan yönetmenin nasıl aşağılandığını, nasıl küçümsendiğini hep birlikte izledik. Artık sonlarını gören, yükselen manevi ve milli değerlerle kendini bilme ve bulma yolunda olan bu yüce milletin önünde içlerindeki nefreti nasıl da rahatlıkla kustuklarını gördük. Bu onların son çırpınışları…
Sinemamız olmalı. Pencere halini alan televizyonu
artık evimizden çıkartamıyorsak, kendi dizilerimizi yapmak zorundayız. Bu artık kaçınılmaz bir durumdur. Devlet kültürel politika olarak öz değerlerine doğru yola çıkan, kendi kimliğini komplekssiz bir şekilde inşa eden,
manevi değerlerini örselemeden iz bırakan yapımlara
imza atan yapımcılara destek vermeli.
Bir şeyi yok sayarak, kapatarak bir yere varamayız.
O kapattığımız şeyi yok etmez. Hatta daha cazip hale getirir. O nedenle savaştığımızı tanımak ve onun alternatifini yapmak zorundayız. Bizim bıraktığımız boşlukları mutlaka dolduracaklardır. Canımız yanacak, zihin ve yürek yükünü taşımakta zorlanan gençliğimiz
tükeniş duraklarına gelecektir.
Şimdi düşmanın silahıyla kuşanma zamanlarındayız. Değerlerimize yapılan tüm saldırılara karşı dimdik
durarak, yüz yıllık bir silkinişle artık kuşatan ve dağıtan tüm sanatsal politikalardan kurtularak kendi yolumuzu bulmak zorundayız. Bu da ancak bu çağın dilini yakalamakla mümkündür. Bu çağın dili sinema ve
beyaz perdenin büyülü dünyası ise bu dünyayı kuşatmalı ve komplekslerden sıyrılmış halde artık yürüyüşümüzü başlatma zamanlarındayız.
Bir şeyi yok sayarak, kapatarak bir
yere varamayız. O kapattığımız
şeyi yok etmez. Hatta daha
cazip hale getirir. O nedenle
savaştığımızı tanımak ve onun
alternatifini yapmak zorundayız.
Bizim bıraktığımız boşlukları
mutlaka dolduracaklardır. Canımız
yanacak, zihin ve yürek yükünü
taşımakta zorlanan gençliğimiz
tükeniş duraklarına gelecektir.
SAYI: 152 ARALIK 2016
45
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
DOSYA
Sinema sinema
YAŞAR BEDRİ ÖZDEMİR
Film Kuramı diğer argümanları
provoke etmeden duramaz.
Kracauer
SINEMA, televizyonların oluşturduğu uzun rehavetten
sonra büyük bütçelerin harmanlandığı eğlence sektörü boşluğunu doldurmaya çalışır. Uzun yıllar seyirlikte
egemen olan televizyonlar, sınırsız kanalla saldırmasına rağmen doyumsuz modern zamanlar tüketicilerine yetmeyip, aradığı heyecan ve değişikliğe alternatif
olarak sinema salonlarını doldurmaya başladı.
İnsanlara hayallerini ve rüyalarını pazarlarken; yedinci sanat ‘gördüğümüz rüyaları başkalarına göstermeyi başarıyor. Birileri ete kemiğe bürünüp birilerinin
yerine geçerek, gölgeler ve suretlerden ibaret olarak
taklidini yapıyordu. Bu rüya, dünyayı tek mağaza haline dönüştürme havarisi olan küreselleşme projesinin
bir damarı olarak, zamanı hızlandırma, kısaltma sanatıdır diyebilir miyiz?
Oyun ve eğlenceye atıfta bulunurken, ‘oyun’ eyleminde olan insanın oyun da ne kadar kendisi olduğunu, oynadığı oyuna ne kadar dikkatle yoğunlaştığını gözlemleyebiliriz. Dünya sinema sanatı yaklaşık bir
buçuk asırdır toplumsal sorunları kendisine sorun edinebilmiş bir temaşa dünyasını, sanata ve ekonomiye
dönüştürmeyi başarmıştır.
Bugün, sinema, çok büyük bütçelerin dönüştürüldüğü iş sahası olurken, akılları zorlayıcı görsel teknikleri merakla izlerken hayranlığını duyuyoruz.
Ülkemizde çok daha farklı işleyen sinema; uzun
yıllar estetik ve sanat derdi olmaksızın, ucuz ve vasat
üretimle merdiven altı konfeksiyon atölyeleri karakterini geçemedi.
Milli Sinema kavramı, 1960’lı yılların sonunda Yücel
Çakmaklı tarafından ortaya atılmış, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Güner, Üstün İnanç gibi isimlerden yola çıkılarak kuramsal bir temel kazandırılmaya çalışılmıştır. Ancak, esas olarak bu düşünceyi sinema diline
46
SAYI: 152 ARALIK 2016
dönüştüren Yücel Çakmaklı’dır. Çakmaklı’nın tanımıyla burada kastettiği milli kültür ise, ‘bir toplumun tarihi birikiminden aldığı duyuş, düşünce ve yaşama biçimi ile oluşturduğu değer hükümleridir.’ Ona göre bu
değer hükümleri ilim, sanat ve dindir. Ve aynı zamanda bu değer hükümleri geleneksel değer hükümleridir.
Tanımı bu şekilde yapılan Milli Sinema’nın bir başka ayağı ise, yabancı kültür ile şartlanmadan, yabancı
kültürün emperyalist siyasetine mağlup olmadan kendi öz kültürümüzü müdafaa edebilmektir.
Eleştirmenlere göre. ‘Çakmaklı’nın jenerasyonunu
sürdürmeye çalışan Mesut Uçakan ve Salih Diriklik klasik Yeşilçam kalıpları içinde sıkışıp kalan ürünler üretmekten öteye gidemez’
Yetmişlerin başında toplumsal hafızayı sorgulamaya çalışan sinemacının, toplumsal adaletsizliği, acıları, duyarlığı, hassasiyeti, işlemek istese de linç edilmesi hâlâ hafızalardadır. Sanat ve estetik bilinci olmayan
hükümetlerin, milli şef kanunlarını ve travmasını sürdüren özgüvensizliği ve zaafı ile sesli düşünme suç sayılarak, Cumhuriyet havarilerinin sansürüne, takibine takılmış, düşünce mahkûm edilmiştir.
Sinema; dünyayı yeniden keşfetmemizde etkin sanat dalı olmuştu. Ülkemizin idrak, düşünce haritasında etkin olan güçler gaflet uykumuzdan uyanmamızı
istemiyordu. Konfeksiyoncuların suya sabuna dokunmadan, elinde giyotinle bekleyen fincancı katırlarını ürkütmeden, sosyal, kültürel ve düşünsel sahada ‘uyu ali
uyu, yat uyu’ aymazlığı ile sis bulutu içinde sıradanlaşmaya teşvik ediliyordu.
Avantür ve tarihi filmlere vitrin değişikliği olsun diye alternatif olarak yapılan dini motifli; ‘adalet’li, hazret’li filimler öylesine karikatürize edilmiş olarak gösterime girdi ki, merdiven altı üretimi konseptinin can
sıkıntısını gidermiş olmak için yapılmış avantür serisinin etkisinden kurtulamamıştılar. Senaryolar sulandırılmış tekrarlardan oluşurken çekimler ve kurgular içler acısıydılar. Her biri, kartpostalları peynir ekmek gibi satılan, marka olan aktör ve aktrisler yıllar yılı suretinin benzerini oynadılar.
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Yetmişlerin başında toplumsal
hafızayı sorgulamaya çalışan
sinemacının, toplumsal
adaletsizliği, acıları, duyarlığı,
hassasiyeti, işlemek istese de linç
edilmesi hâlâ hafızalardadır.
Agâh Özgüç: “Türk sineması bireyleriyle, kurumlarıyla, hiçbir ülkenin sinemasında benzerine rastlanmayan ekonomik yapısıyla, çalışma düzeniyle ya da düzensizliğiyle garip bir dünyayı oluşturmaktadır,” diyordu.
‘Konfeksiyon sineması’, ‘gecekondu sineması’ tanımlaması yapılan çok kısa sürede üretilmiş basmakalıp filmler, garip modaların türediği dönemdi. ‘Kazankaya’nın, düzenin düzensizliğini getiren bu filmlerin sayısını bir yılda 13’e çıkardığı bile oluyordu. Semih
Evin ‘in senaryosuz, klaketsiz, iç içe çektiği “İkiz filmler”in diyaloglarını, ‘Yenice’ sigara paketlerinin arkalarına yazan dehşet bir sinemacı’ olduğu günceleri o günlerin sinemasını çok güzel anlatmaktadır.
1965 döneminde ‘Hazretli’ filmlerin etkileri büyük
olmuştu. Afyon’da bir matinede filmin sinemada izlenilmesinden önce seyircilere gülsuyu dağıtılmıştı.
1970 yılının başlangıcı “ulusal sinema” tartışmalarının ardından yeni bir düşünce akımını getirdi. Yücel
Çakmaklı’nın yönettiği “Birleşen Yollar” milli sinema ya
da İslami sinema akımının ilk örneği olarak zapturapt
altına alındı. Bu filmde milli kültürün sinema diliyle anlatılması öngörülüyordu.
Geliştirdiği düşünce yapısı aynı akımın diğer temsilcileri arasında tartışmalara yol açsa da: “Çile” (1972)
“Zehra” (1972) ve “Oğlum Osman” (1973) gibi “milli sinema” üzerine temellendirilmiş filmlerle “İslami sinema”
hareketi sürdürülür. Yücel Çakmaklı’yı bu akımın sinemadaki kuramcısı olarak görebiliriz. Dar bütçeli, kısıtlı ve Semih Evin gibi çok hızlı çalışma temposu içinde
sürdürdüğü yapımlar bir çeşit “konfeksiyon sineması”
ürünleri olmaktan öteye geçemedi.
Senaristliğini, yönetmenliğini, yapımcılığını ve başrol
oyunculuğunu Yılmaz Güney’in yaptığı Umut (1970)
filmi sinema arenasına çıkan ilk ciddi ‘toplumsal çalışma’ olduğunu da hatırlayalım. Sansür kurulu, Cabbar’ın
(Yılmaz Güney) sabah namazını güneş doğarken kılmasını sakıncalı bularak, filmi yasakladı. Arkaplanda
hiçbir zaman tanımlayamadığımız Amerikancılık fobisi ve sosyal eşitsizliğin vitrine koyulması asıl sebepti.
Halkın bilinçli bir şekilde düşünmeyen, akletmeyen, sorgusuz itaat eden oy potansiyeli haline getirilme çabasının mayası kısmen tutmuştu. Uyuyan Ali’ler
büyümüştü. Platolar; sanayimizde, eğitimimizde olduğu gibi iyi şeylerin ayırdında olmak istemeyen, ucuz
işler yaparak para kazanmayı tercih eden Ali Babaların çiftliğine dönüşerek uzun süre fason imalat sanayiîni sürdürmüştür.
Hızlı uyanışı anarşiye dönüştürüp düşüncenin önüne ket vuran 12 Eylül havarileri, post-modern rehavetin nabzını silahların gölgesinde tutar.
Bu dönemlerin en çok izlenen Kemal Sunal filmlerini hatırlarsanız: Hocalar; bilgisiz, düzenbaz, sahtekâr
şıh tiplemeleriyle, ağanın menfaatleri doğrultusunda
fetva veren çıkarcı karakterlerdir. Bunlara yaygara kopartarak yıllarca tekrar tekrar tebessüm ederek, itiraz
edilmeden izlendi. Bugün bile onlarca kanal bu filmleri temcit pilavı gibi izlettiriyor.
İslâm’ın gelecek tasavvurunda sinemanın yerini çok
fazla düşünemedik. Korkulu, ağır bir yük gibi geldi bize.
Batı entelektüeli kompleks duymadan kilise kültürünü
projelerinin içine çok rahat sokabiliyordu. Çanların çağrısını, kilise ayinleri ve kilise de özel günlerin seremonilerinin olmadığı prodüksiyonları yok denecek kadar azdı. Dini ayinlerini özenle öne çıkaran Batı sinemasını izlerken, Hıristiyanlığın (ya da öteki dinlerin) ritüelleri yıllar yılı kutsal metin gibi izlendi, Hıristiyan misyonerlerin
damar yapmasına itiraz edeni duyan, okuyan oldu mu?
En iyimser yansımasıyla ölülere inmiş kitap gibi anlatılmaya çalışılan Kur’an, mezarlık aksesuarı olmaktan
SAYI: 152 ARALIK 2016
47
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Vizyona girmeden ve sonrası ilk
bölümü(Muhammed/Allah’ın Elçisi)
çok fazla eleştirildi ve tartışıldı.
Engizisyon mahkemeleri kuruldu,
fetvalar havalarda uçuştu. İşin asıl
trajikomik tarafı filmi görmeyenler
daha çok konuşuyordu.
öteye gitmedi. Bir ney, minare görseli, ezan’la iyi adamın sonu olarak sunuldu.
Bizim en sıkıntılı kitlemiz, kendi ütopyalarına kutsal
metin gibi itaat eden Darwin havarileri, beyin fonksiyonları oturmamış enteller, yaşamın içindeki İslami motiflerine ve tebliğlere cinnet geçirir hale geldi.
Sinema bir anlatı diliydi. Bu dili fotoğraftan ayıran
şey, devinen bir cümle oluşturmasıydı.
Modern zamanların vaat ettiği refah toplumu düşüyle, ütopya olmaktan öteye gidemeyen bilim, oluşturduğu teknocanavarla önüne gelen her şeyi kirletirken, yarattığı ideolojik boşluğun yerine dünyayı tek mağaza haline getirme projesini devreye sokmuştu. Diğer
adıyla tüketim çılgınlığı. Kendisine ait olmayanı harcama deliliği. Batı sineması ve reklam dünyası bilinçli bir
şekilde bunu işledi. Erk, güç, şiddet, hız, tahrip ve yok
etme senaryoları ile yarattığı teknolojinin aç tanrılarını
doyurma projesine bilinçsiz tüketiciyi dâhil etti.
Diyalektiğin sonu olarak tanımlanan; ideolojilerin
buhar olması ve parçalanmasını, modern yaşamda
arızalarıyla geri dönüşler yaşıyor.
Kültürler; inanç, din ya da başka şeyler tarafından
bir arada tutulmakta zorlanıyor. İnsanı bir arada tutan;
gelenek, örf ve adetlerin kültürel kırılmalarla yok edilmesiyle oluşan ahlak sorunsalı kanunlarla çözülmeye
çalışılsa da, uçurum gittikçe büyümekteydi.
Yırtıcı küreselleşmenin etkisi, süper güç addettiğimiz emperyalizmin işgalci ruhla ete kemiğe bürünüp
canavarlaşması insanın ayarlarıyla oynadı. Dünyanın
ve ülkemizin geleceğini iyi okuyamayan bürokratların
yaptığı yasalarla saf yürek iradenin kontrol altına alınması imkânsız hale geldi. Suç dosyaları gün geçtikçe
toplumun habis uru haline gelirken önlenemez travmalara dönüşmekteydi.
1976 yılında Mustafa Akkad’ın çektiği ‘The Message’ (Çağrı) filmi göktaşı gibi düşmüştü Müslümanların dünyasına. Filmin ağır yükünü taşıyan Anthony Qu-
48
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA
inn’in Müslüman olmadığı halde canlandırdığı ‘Hamza’
karakteriyle gönüllere kazındı. Mesaj filmi çok ses getirdi ve kült film haline geldi. Daha sonra aynı filmin değişik versiyonları çekildiyse de Akkad’ın gölgesinde kaldı.
Kırk yıl sonra İranlı yönetmen Majid Majidi’nın “Hz.
Muhammed/ Allah’ın Elçisi” filmi 28 Ekim’de Türkiye’de
vizyona girdi. İki yıllık araştırma, beş yıl süren çekimler
ve teknik sürecin sonunda tamamlandı. İran’ın Horasan
şehrinin güneyindeki Allahyar köyüne Mekke’yi tasvir
eden özel bir set kuruldu. Otuz milyon dolar harcanarak yapılan film çok küçük bütçelerle başarılı projelere
imza atan Majidi’nin böyle yüksek bütçeyle neler yapabileceğini merak ediyordum. İlk bölümünü izlediğimiz filmin konusu: Peygamberimizin doğumundan,
on iki yaşlarına kadar olan zaman dilimini anlatıyordu.
Vizyona girmeden ve sonrası ilk bölümü(Muhammed/Allah’ın Elçisi) çok fazla eleştirildi ve tartışıldı.
Engizisyon mahkemeleri kuruldu, fetvalar havalarda
uçuştu. İşin asıl trajikomik tarafı filmi görmeyenler daha çok konuşuyordu.
Marksist pencereden bakanlar mucizelerin ‘ne’liğini eleştirirken, mezhep penceresinden bakanlar Şia
müktesebatını sorguladı. İkonografik görüntüler, dilerim İsevilerin kalp transferine vesile olur.
Gereksiz bulduğum bu polemiklere getirilen menfi eleştirilere tebessüm ediyor, kulak misafiri olmakla yetiniyorum.
Peygamberlik görevi verilene kadar geçen sürede
aksiyon sahneleri olmamasından kaynaklanan tasvir
temalarının çokluğu filmi durağan kılmıştır. Gelecek
iki bölümde filmin sinemasal yüzünü daha iyi göreceğimizi umuyorum.
Şia, Sünni tefrikleri her fırsatta kaşınmaya başlanması büyük İsrail projesinin satranç tahtası haline getirilen Ortadoğu ve Türkiye, çok çabuk manipüle edilebilen toplumlar haline getirildi. O kadar çok düşmanımız var ki; yerli ‘adam’lar ve neye hizmet ettiğini bilmeyen diplomalılar da İsrail sempatizanlarıyla işbirliği etmişçesine aynı ortak dili kullanması akılları bulandırıyor.
Çoğulcu, laik kültür içerisinde harmanlanan diğer
kayıp ideolojilerin kalıntıları sinema kuramlarıyla yan
yana gezinmektedirler. Bilim insanoğluna, Hıristiyanlığı herkesin inanabileceği ve kârlı çıkabileceği modern
ve reddedilemez bir sistemle değiştirmek konusunda
abartılı sözler vermiştir.
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Etkileşim ve sinema
NECLA ARPA GÜLAÇAR
neclagulacar@gmail.com
TEKNOLOJININ gün geçtikçe geliştiği çağda yaşıyoruz. Artık sınırlı bir çevremiz yok. Baş edemeyeceğimiz
kadar sosyalleşiyoruz. Bir o kadar yalnız ve tek başına...
İnternet, televizyon, telefon, sinema, tiyatro gerçekten bir ihtiyaç mı?
Hayatımızın merkezinde olan bu iletişim ve etkileşim araçları, yemek içmek gibi bir ihtiyaç haline geldi.
Külliyen zararlı mı? Asla!
Fazla yemek zararlıdır, vücudu hasta eder ama yemeden de yaşanmaz. Francis Bacon’un “para iyi bir
uşak kötü bir efendidir! “ sözü gibi etkileşim araçları iyi
kullanıldığında gerçekten iyi bir uşak, fakat bizleri tesiri
altına aldığında ise kötü bir efendi oluveriyor.
Fıkıhta sinemanın caizliği tartışıla dururken, “atı alan
-ne yazık ki çoktan- Üsküdar’ı geçmiş. “ Her birimiz
TRT’nin kovboy filmleri ile büyümedik
mi? Kendi tarihimizden iki satır
bir şey bilmezken “şerifler, kovboylar, barlar, kasabalar, güçlüler
ve zayıflar”; temiz
dimağlarımız bu karelerle kirlenmedi mi?
Uzun süre gösterimde olan “Muhammed” filmini sırf yapılan
kötü propaganda sebebi ile gidip seyrettim ve seyrettiğime hiç pişman
olmadım. Sadece filmin uzun oluşu biraz bıkkınlık verdi.
Onun haricinde acımasızca eleştirildiğinin ka-
nısına vardım. Ayrıca gözlemlediğim bir iki nokta ise
artık İslam dünyasının sinemayı göz ardı etmemesi gerektiğini düşündürdü. Filmi izlemeye gelenler sadece
dindar insanlar değildi. Başı açık kızlar, dış görüntü itibari ile solcu diyebileceğim gençler de vardı. Bu gençlerin eline 500-600 sayfalık Hz. Muhammed(sav)’in hayatını anlatan bir kitap versem, eminim çoğu ders çalışıyorum bahanesi ile kitabı okumayı reddedecektir…
Fakat sinema veya tiyatro öyle mi? Gençlerin eylenmek, dinlenmek, kafasını dağıtmak için en az haftada bir sinemaya gittiğini ve bunu da kültürel etkinlik için yaptıklarını biliyoruz. Aileler hafta sonları iyi vakit geçirmek için sinemaya yönelirler. İyi bir film arayışı
saatlerini alır. Sırf isminden dolayı “Muhammed” filmini
seyretmeye gelen geleneksel yaşayan aileler vardı ve ilk
defa sinemaya gelmişlerdi. Çıkışta yaptıkları analizlere
yorumlara kulak kabarttım; “Ne çok ağladım annesini
kaybettiğinde. Demek ki o da bizim gibi bir insanmış,
ne badireler atlatmış.” İşte bu dedim. Onlarca kitapla
anlatamayacağımız tebliğ, eğitim, adap demek ki iki
üç saat gibi kısa bir zaman diliminde anlatılabilirmiş.
Eyvah! Ne de çok geç kalmışız! Adamlar sinema,
televizyon, internet vs. yoluyla ne yememiz, neyi giymemiz, nasıl yaşamamız, nasıl inanmamız gerektiğini
bize inceden inceye işlemişler. Biz ise daha yeni keşif
yolundayız. Tabi bu tür filmler sadece iyi ve kaliteli vakit geçirmek için yapılmamalı. Hz. Peygamber (sav)’in
derdini dert edinen birkaç sermaye sahibi lazım. Derdimiz para kazanmak değil ilahi mesajın yarınların umutlarına ulaşması için.
Görsel eğitimin en iyi eğitim aracı olduğu herkesin
kabulü. “Söylediğin değil, yaptığın eğitir, öğretir.” Her
birimiz dünyaya merhaba dediğinde hangi coğrafyada
gözünü açıp orada büyümüş ise oraya benziyor. Rengin, ırkın, dinin ne olursa olsun etkileniyor insan. Yani
görsel olarak eğitiliyorsun. Söylemin ve eylemin birlikte olduğu öğretimler her zaman fark yaratır ve muhatabını müthiş etkiler. Bu minvalde naçizane sinemanın
iyi bir etkileşim aracı olduğuna inanıyorum. İslam dünyasının sinemayı öğretici, eğitici bir araç olarak kullanılmasını teşvik etmesini temenni ediyorum.
SAYI: 152 ARALIK 2016
49
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
DOSYA
Bir iletişim dili
olarak sinema
BAYRAM YILMAZ
ylmaz.bayram@gmail.com
“this is business”
The Godfather III filminde Michael Corleone’nin
Papa’ya söylediği replik…
SINEMA tüm sanat alanları içerisinde kullandığı malzeme açısından en komplike sanat dalıdır. Bir derdinizin olması, bir hikâyenizin bulunması, hikâyenin senaryo diline dönüşmesi gibi fikirsel süreçleri yolun başında
aşmanız gerekir. Sizden insanlara göstermek istediğinizi görsel bir sanata dönüştürebilecek bir sanat duyarlılığı ve becerisi beklenir. Filmleşmeye başlayan hikâyenin alt yapısında ne tür tınıların yerleşeceği, üreteceğiniz
müziğin orijinalliği, metinle uyumu gibi meseleleri çözmeniz bunun için de müzik kabiliyetine sahip insanları
bu çabanın parçası haline getirebiliyor olmanız gerekir.
Hikâye, görsellik, ses ve müzik alanlarındaki üst sanatsal yaklaşımların yanında ses, ışık, çekim teknikleri
gibi üst düzey mühendislik gerektiren işleri de kotaracak kadronuzun olması olmazsa olmazlarınızdır. Tüm
bu işlerinizi görürken de birlikte çalıştığınız insanların
kalp ritimlerini ortaklaştırabilecek motivasyonlara, tüm
bu insani ilişkileri yönetebilecek yönetim becerisine de
sahip olabilmeniz gerekir.
Aktarmak istediğiniz bir duyguyu ses, ışık, görüntü
yönetmenliği, müzik, oyuculuk, dekor, diyaloglar içerisinde kaydetmeniz gerekir ki, bunu yaparken ışık ve ses
ile ilgili ileri düzeyde mühendislik becerisine ve imkânına sahip olmanız gerekir ki bu da yetmez. O sahneyi
yılın en uygun döneminde havanın en müsait halinde,
günün en uygun saatinde yaptığınız çekimle sahneye
taşıyabilmeniz gerekir. İster Peygamberimizin hayatını anlatın isterseniz Titanik’ in batışını. Tüm bu organizenin içinde de görüntü yönetmenliği etkili görsel-
50
SAYI: 152 ARALIK 2016
lik için çok önemli olup, epik ve yüksek bütçeli filmlerin en önemli unsurlarındandır.
Titanik örneğinde sadece bir sahne için yönetmen havanın ve bulutların uygun olabilmesi için bir
hafta beklemiştir. Yüzüklerin Efendisi filmi için uygun
dekorun oluşabilmesi için devasa bir hobbit köyü çiçek ve bitkileriyle 3-4 senede inşa edilmiştir. Bu serinin çekilme süresi 7 yılı bulmuştur. Avatar filminin senaryo aşaması dâhil 11 yıl sürmesi, yapımcısı ve yönetmeni tarafından Star Wars serisinin 1. ve 2. bölümlerinin çekebilecek teknoloji gelişmediği için önce 3. bölümün çekilmesi ve yıllar sonra 1. ve 2. bölümlerinin çekilmesi ne tür bir faaliyet alanından bahsettiğimiz hakkında bir fikir verebilir. Yani mesele “beğenmedim olmamış” basitliğinden öte bir durum. Yazma sebebimiz
Mecidi’nin “Hz Muhammed: Allah’ın Elçisi”, filmi olduğu için açıkçası benimde yönetmenin tercihlerine yönelik eleştirilerim var ama Banker Bilo filminin repliği
ile “yaptım ama hele bir sor niye yaptım…”
Kısaca sinema filmi yönetmeninin üst düzeyde mühendislik becerilerine sahip olması, ince işçilik yapabilecek kadar zanaatkâr olabilmesi, işine duygu yoğunluğu aktarabilmesi için sanatkâr olabilmesi tüm bunların yanında oyuncusundan sinema emekçilerine varıncaya kadar insanları yönetebilmek için de yönetim
uzmanı olması gerekir.
***
Hiç dikkatiniz çeker mi bilmem? Popüler sinema
sitelerinde beklenen filmlerin gösterim tarihleri ile ilgili
787 gün kaldı, 280 gün kaldı gibi tarihler yer alır. Film
çekmek ince işçilik ve planlama gerektirir. O gün geldiğinde de film gösterimde olmalıdır.
Çok fazla insanın emek verdiği sinema aynı zamanda fikir ve değerler aktarımı konusundaki fonksiyonelliği bakımından ticari ve emperyal bir sektördür.
Bu fonksiyonlarından dolayı devletlerin de destek ya
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
da köstek olabildiği, çok fazla kesimin müdahil olmaya çalıştığı, yönlendirdiği 7. sanattır.
Konu bakımından 750 yıl öncesindeki tarihi şahsiyetler üzerinden şekillendirdiğiniz senaryolarınızda
bile diyaloglar bugüne dönük olabilir. Osmanlı Beyliğinin kurucu figürü Ertuğrul Bey’e “her şeyi affedebilirim ama ihaneti asla… Şehitlerimizin kanı yerde kalmayacak…” gibi cümleler söyletebilir. Hedef kitlenizi bir
film, bir dizi üzerinden duyarlılık sahibi yapabilirsiniz.
Ülkemizde televizyonlarda gösterilen güncel tartışmalar, haber bültenleri, filmler, diziler üzerinden insanları düşünmeye sevk etmek değildir yapılanlar. Doğrudan sonuç odaklı “işte bunlar bu kadar hain, bizlere bu
kadar düşman!” şeklinde net önermeler olarak gözümüze sokulur. Bu kadar sonuç odaklı yaklaşımın üreteceği bir tecrübe de olmaz. Bu tartışmalarda “bu hainler nasıl bu kadar hainlik yapma imkânı bulabildiler”
sorusunun can yakıcılığı ortada gözükmez. Çünkü meseleler politikleştiği zaman; sebep-sonuç bağlamında
değil, sonuç odaklı bir süreç yönetimi ile kurgulanır…
Sizinle aynı duygu ikliminde buluşmayan kesimler ise etkinliğinizi kırmak için provokatif ödül törenleri düzenleyebilir…
“Zira bu alan yani kültürel egemenlik alanı, eski iktidar seçkinlerinin ellerinde kalan son kaleydi. Siyasette, ekonomide, hatta sivil toplum alanlarında kaybettikleri egemenlikten sonra kültürel hegemonya tutundukları tek daldı. Sanat, sinema, dizi, müzik işleri ve bu
işlerin yapıldığı sahalarda iktidar ve karar verici güçler
hâlâ onlardı. Ama ‘Diriliş’ sur da bir gedik açılabileceğinin ilk örneklerinden biri oldu.
Eski muktedirlerin, en iyi dizi ödülünü almış bir yapımın senaristine-yapımcısına, milyonlarca insanın gözlerine baka baka kabalık edebilecek kadar gözlerini karartmalarının sebebi de bu işte...”*
Sinemaya siyasi anlamlar yükleyebilirsiniz ama özellikle politik sinemada marifet; derdinizi ve mesajınızı
anlatım dilinizi zedelemeden, izleyicinin zekâsına hürmetsizlik göstermeden, amiyane tabirle “kör gözün
parmağına” yapmadan, detaylar üzerinden bütüncül
bir aktarım ile yapabilmektir. Bütünlük ise parçaların
toplamından öte bir şeydir. Her parça kendi içinde bir
anlam karşılığı olduğu gibi, parçaların bir uyum içermesi, bütün içerisinde bir tamamlayan olması istenir.
***
Mecidi’nin “Hz Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi-
Sinema filmi yönetmeninin
üst düzeyde mühendislik
becerilerine sahip olması,
ince işçilik yapabilecek kadar
zanaatkâr olabilmesi, işine duygu
yoğunluğu aktarabilmesi için
sanatkâr olabilmesi tüm bunların
yanında oyuncusundan sinema
emekçilerine varıncaya kadar
insanları yönetebilmek için de
yönetim uzmanı olması gerekir.
ni değerlendirmeden önce birkaç noktanın daha altını çizmek gerekir. Birincisi ve en önemlisi; usul ve üslup ve dahi edep sorunlarımızın her gün artarak büyümesi… Bu usulsüzlük bizleri sağlıklı bir anlama sürecinden uzaklaştırdığı gibi, kendimizi anlatabilme zemininden de uzaklaştırmaktadır. Böyle giderse mesele “ergene bağlamak” tan öte toplum olabilme vasıflarımızda meydana gelebilecek aşınmalar olacaktır.
İkinci olarak tarafgirlik duygusunun ürettiği zihinsel konforun matah bir şeymiş gibi yorumlanmasıdır.
Bilmeye çalışmak, öğrenme çabasına dahi girmeden
taş üstüne taş koymadan “bu duvar niye eğri” diyerek zihinsel konfor sağlayabiliriz belki ama medeniyet
inşası iddiası en başta zihinsel emek ister…
Üçüncü olarak da tüm sanat alanları gibi sinema da
sadece sinema değildir… Sinema, sanat ve mühendislik
olduğu kadar toplumsal alanı korumanın, düzenlemenin,
dönüştürmenin imkânına hizmet de edebilmektedir. Bir
mesajı görüntü, ses, kurgu, bir hikâye içerisinde aktarma
imkânı sağladığından insanın düşünme biçimini, duygularını, yargılarını ve algıyı dönüştürebilir, değiştirebilir.
Belki örnek uygunsuz kaçabilir ama açıklayıcılığı
açısından aktarmak isterim. Bugün evlilik tekliflerinin
ve nikâh yüzüklerinin başrolünde olan “tek taş pırlanta yüzük” şartı 1950’lere kadar hiç gündemde olmayan bir uygulamadır. Bir elmas şirketinin talep üretme
arayışı olarak “sinema ikonu” Marilyn Monroe üzerinden “sonsuza kadar daima” sloganıyla mutlak gereklilik noktasına çıkardığı bir tüketim nesnesi olmuştur.
Yani sinema ciddi anlamada bir algı üretmenin ve
dahi manipüle etmenin imkân zeminidir. Peki, bu zemin tebliğ amaçlı kullanma imkânı olamaz mı? Denemeden bilemeyiz. Ama bildiğim şey ses ve görüntü-
SAYI: 152 ARALIK 2016
51
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Sinemaya siyasi anlamlar
yükleyebilirsiniz ama özellikle
politik sinemada marifet; derdinizi
ve mesajınızı anlatım dilinizi
zedelemeden, izleyicinin zekâsına
hürmetsizlik göstermeden,
amiyane tabirle “kör gözün
parmağına” yapmadan,
detaylar üzerinden bütüncül
bir aktarım ile yapabilmektir.
nün birlikteyken insanın hayal gücüne ve idrakine ket
vurduğudur. Hayal gücünü, tefekkür imkânını sakatlayan her ortam ve dış etki ise yüzeysellik üretir…
***
Bir sinema filmini eleştirmek tüm meselelerde olduğu gibi niyet, imkân, gayret ve mümkün kavramlarının izleğinde değerlendirmek gerekir. Niyetiniz ne?
İmkânlarınız neler? ‘Neye ne kadar gayret gösterdiniz’
sorularının cevaplarına ulaşabildikten sonra ortaya çıkartılan eser üzerinden değerlendirme yapmak gerekir.
Bir eseri önemli kılan birkaç özelliği vardır; konusunu önemsersiniz, eseri meydana getiren önemlidir
ya da eserin sebep oldukları önemsenmeyi hak eder.
“Bizler yargılarımızı genellikle üç kavram çiftiyle ifade ederiz: iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin. Bu kavram çiftlerinden iyi-kötü eylem alanında, doğru-yanlış
düşünce alanında, güzel-çirkin ise beğeni alanında yer
alır; dolayısıyla bizler bir sanat yapıtını beğendiğimizde,
beğeni derecemize göre, yapıtı bazen hoş, bazen güzel, bazen de olağanüstü, mükemmel ve görkemli bulduğumuzu söyleriz, beğenmediğimizde ise nahoş, iğrenç, çirkin, rezil gibi birbirinden farklı estetik (duyusal)
nitelemeler kullanırız. Ne ki hiçbir film, hiçbir sanat yapıtı sadece beğeni alanının yargılarıyla değerlendirilemez, hele hele o filmle ferdiyetin doruğu evrensel bir
şahsiyetin, bir peygamberin yaşamını anlatmak amaçlanmışsa. Bu takdirde işin içine birden değerler (iyi-kötü) ve düşünceler (doğru-yanlış) giriverir, eleştirmenler
de ister istemez yapıtın uzun ve kısa vadede yol açabileceği toplumsal ve siyasal sonuçları (ortak yarar ve zararı) dikkate almak gibi bir ödevle karşı karşıya kalırlar.’’**
Yönetmen Mecid Mecidi’nin İran devletinin imkânlarını da kullanarak iki yıl süren araştırma ve 5 yıl süren
çekimler sonunda 2015 yılında tamamlanan, geçtiği-
52
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA
miz aylarda Türkiye’de gösterime giren “Hz. Muhammed: Allah’ın Elçisi” filmi için 40 milyon dolara yakın
para harcandı. Yine film için Mekke ve Medine şehirlerinin platosu hazırlandı. Üç yılda tamamlanan platolarda, tarihi filmlerin çekilebileceği dayanıklılıkta setler
oluşturuldu. Dünyaca ünlü görüntü yönetmenleri çalışıldı. Filmin müziklerini Oscar ödüllü Müslüman Hintli müzisyen A. R. Rahman’ın yaptı. Bilgisayar efektlerine ayrılan bütçeyi de sahnede görebiliyorsunuz…
Mecidi’nin “Hz. Muhammed” filmi büyük oranda
-rivayet olunan- mucizeler üzerine bina edilmiş. Burası
da uzmanlık konusu... Şahsen, bahsedilen mucizelerin
çoğunun gerçek olmadığı kanaatindeyim. Fakat meselemiz benim fikrim değil. Peygamberimizi (sav), mucizelere boğulu bir hikâye örgüsüyle anlatmak, onun
bizim için, bizden biri olduğu hakikatini zedeler. Daha
doğrusu, buna dair insanoğlu üzerindeki kanaati akamete uğratır. Sadece Müslümanlar demedim, evet. Zira film zaten Hıristiyan ve Yahudilere de hitap ediyor.
Peygamberimizin (sav) alametlerini fark eden dönemin
Hıristiyan ve Yahudi din adamlarının onu kabul ettiğini vurguluyor. Yani onlar açısından da bakmaya çalışmış film. (Abdulhamit Güler, Diriliş Postası)
İslam dünyası, mezhep ayrılıklarını bir tarafa bırakarak kurgusal anlatımlara değil tarihî gerçeklere dayalı, Hz. Peygamber’i yaptığı fiiller ve söylediği sözlerle anlatan yeni ve kaliteli filmler ortaya koymalıdır. Mecid Mecidi’nin filmi esasen sanatın her alanına ve dahi
sinemaya hâkim, yetişmiş, kaliteli, samimi dindar Müslümanlara ne denli ihtiyaç duyulduğunun açık bir kanıtı olarak karşımızda durmaktadır. (Mecidi’nin Çizdiği Peygamber Portresi ve Tarihî Açıdan Değerlendirilmesi Dr. Fatımatüz Zehra Kamacı, Sonpeygamber.info)
Filmin içeriği ile ilgili daha fazla detaya girmeyi çok
gerekli görmeden Hz. Muhammed’in (sav)hayatından
bir dönemi ele almak, ‘görsel sanat’ olarak nitelenen
bir alanda ciddi risk içerdiğini ifade etmek gerekir. İslam geleneği Peygamberimizin suretini görselleştirmemiştir. Efendimizin sureti ile ilgili tartışmalar fıkhın
konusundan daha çok edebin konusu olmuştur. Geleneğimiz Peygamberimizi resmetmeyi edebe mugayir
görmüştür. Bu acıdan Mecidi’nin filminin kapıyı araladığı tespitini yapmak gerekir.
*Özlem Albayrak, Y. Şafak,18.11.201
** Ducane Cundioğlu 06.11.2016 Hürriyet
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
SAYI: 152 ARALIK 2016
53
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
DOSYA
Sinema ve sanat
ADİL AKKOYUNLU
adil.akkoyunlu@gmail.com
AMERiKALILAR, Amerika
kıtasını işgallerini, filmlerle
meşru hale getirdiler(!) İşgalin
adını da “keşif” koydular. Tarih
boyunca fitne ve zulümde ilk
sırayı kimseye kaptırmayan
Yahudiler de, filmlerle kendilerini
hep mazlum gösterdiler…
HAYATIN hemen her sahasında önce onu görürsünüz.
At koşturmadığı saha yoktur. Çağımızda bütün insanların ilgilendiği, etkilendiği, en çok zaman ayırdığı bir
sanat dalı sinema…
Sinema, sadece kısa filmlerle ve dizilerle sınırlı değil; reklamlar, belgeseller ve sanal ortamda seyredilen
her şey sinemanın sahasına girmektedir.
İnsanlar, eskiden film seyretmek için sinemaya gitmek zorundaydılar. Şimdi sinema herkesin evinde…
Günlerinin çoğunu televizyonun veya cep telefonunun, bilgisayarın karşısında film seyrederek geçiriyorlar.
Akşam seyrettiklerini de, gündüz yorumlayarak
birbirlerine anlatıyorlar. Öyle ki, insanların inançlarının,
düşünce yapılarının ve siyasi görüşlerinin ne olduğunu; hangi kanalda, hangi filmi seyrettiklerinden tahmin
edebilirsiniz. Sinema, göze ve kulağa hitap ettiği için
çağımızın en etkili iletişim ve sanat dalı olma özelliğini elinde tutmaktadır.
Sanattan bahsedilince, önce sinema geliyor akla.
Sinema ve sanat… Sanki sinema, sanatın aynası, yansıması, görüntüsü… Soyutun somuta dönüşmesi…
Sanatın ne olduğunu anlamaya çalışmamız, sinemanın da kimliğini tanımamıza yardımcı olacaktır:
Sanat; herkesin baktığı halde göremediğini gören
ve gördüğünü de en güzel şekilde göstermesini becerebilen insanların hayata bakış tarzıdır. Yaşama biçi-
54
SAYI: 152 ARALIK 2016
minin, ustalıkla vitrinlenerek sergilenişidir. İnanç, duygu, bilgi ve düşüncelerin örnekleştirilerek hayata yansıtılma yöntemidir.
Sanat, hikmetli anlatım ve yorumdur. Kalpleri ve gönülleri okşar. Büyüleyicidir, etkileyicidir, yönlendiricidir.
Tarihin her döneminde toplumu en çok etkileyen ve
yol haritasını çizen kişiler, o toplumun sanatkârları olmuştur. Sanat, kalpleri nakış nakış işlemek için, gönülleri yumuşatma, potada eritme işidir. Güzel işlenirse, insanları güzelleştirir; kötü işlenirse, insanları çirkinleştirir.
Medeniyetler, kültürün; Kültür de, inanç toprağının
ürünüdür. Bu toprağın çiftçileri ise düşünürler ve sanatkârlardır.
Kant, her ne kadar; “sanatın kendi dışında, hiçbir
amacı yoktur.” dese de; sanatın, yalnız sanat için olduğunu söylemek, safdillik olur; inandırıcı olmaz. Yanılıyor Kant… Bütün sanatçılar, sanatlarını, inançlarıyla
mayalayarak yoğururlar. Kendi duygu ve düşüncelerini yansıtmak için kullanırlar sanatlarını. Her sanatçının,
düşüncelerini, hayata bakış ilkelerini okuruz eserlerinde.
Sanatçı, kendi gönül penceresinden seyreder dünyayı. Kendi inanç ve düşünce gözlüğüyle bakar olaylara.
Kendine göre yorumlar. Kendi rengini yansıtır eserlerine.
Müslüman sanatçı da vahiy penceresinden seyreder dünyayı ve dünya ötesini. Onun için güzel bakar,
güzel görür ve güzeli göstermeye çalışır. Çirkinliklerde bile -varsa- güzellikleri fark edip yansıtmaya çalışır
eserlerinde. Bir leşte dahi, onun ışıl ışıl parlayan, pirinç
taneleri gibi dizilmiş dişlerinin güzelliğine dikkat çeker.
Gerçek sanatkâr budur işte.
Sinema sanatı, dünyada da, İslam coğrafyasında da,
İslam’a yabancı olanların elinde… Hatta zaman zaman
bunu, İslam’a düşmanlıkta silah olarak da kullanıyorlar.
Filmlerle haramlar cazip gösterilmekte, günahlar
sevdirilmekte, ahlak ifsat edilmekte, dini değerler, değersizleştirilmekte, yuvalar yıkılmakta ve toplum, kimliğinden uzaklaştırılmaktadır…
Bir yakınımızın çocuğunun, seyrettiği çizgi filmden
sonra: “Ben koyun eti yemek istemiyorum, domuz eti
yemek istiyorum.” demesini hâlâ unutamıyorum.
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
Bid’at ve hurafelerden uzak,
İslami değerleri anlatan kaç
film gösterebilirsiniz? Aslında:
“Böyle bir film var mı?” diye
de sorabilirsiniz. Gerçek Hz.
Muhammed’i anlatan iki filmi
zor gösterebilirsiniz ama
Hıristiyanların İsa’sını anlatan
yüzlerce film var. Peygamberimizin
yakınlarını ve arkadaşlarını
anlatan var mı ciddi bir film?
Çizgi filmlerle çocuklarımız, elimizden alınmakta,
inançları ve milli duyguları çalınmakta… Kendi inancına ve kültürüne yabancı nesillerin yetiştirilmesi amaçlanmakta…
Zalimler, mazlum; mazlumlar da zalim gösterilmektedir. Çocukken, seyrettiğimiz filmlerde hep işgalci Amerikalı kovboyları alkışlamış, ezilen yerli Kızılderilileri lanetlemiştik. Amerikalılar, Amerika kıtasını işgallerini, filmlerle meşru hale getirdiler(!) İşgalin adını da
“keşif” koydular. Tarih boyunca fitne ve zulümde ilk sırayı kimseye kaptırmayan Yahudiler de, filmlerle kendilerini hep mazlum gösterdiler…
Hıristiyan - Yahudi inanç ve adetleri sinema yoluyla
Müslüman halka da benimsetilmeye çalışılıyor.
Sinema sanatına en uzak duranlar Müslümanlar
olmuştur. Hâlâ dünyanın çok gerisindeyiz. Bu nedenle biz gerçekleri, dünyaya duyuramıyoruz; ama zalimler, gerçekleri tersyüz ederek dünya insanlığını yanlış
bilgilendiriyorlar. Tebliğ şurada kalsın; mazlumiyetimizi ve kendi gerçeklerimizi bile savunamıyoruz. Birbirlerinin kanını döken Müslümanlara oynanan oyunları anlatamıyoruz…
Bid’at ve hurafelerden uzak, İslami değerleri anlatan
kaç film gösterebilirsiniz? Aslında: “Böyle bir film var mı?”
diye de sorabilirsiniz. Gerçek Hz. Muhammed’i anlatan iki
filmi zor gösterebilirsiniz ama Hıristiyanların İsa’sını anlatan yüzlerce film var. (“Hıristiyanların İsa’sı” diyorum,
çünkü o anlattıkları kişi, Allah’ın kulu ve elçisi olan Hz. İsa
değil, Hıristiyanların uydurdukları İsa) Peygamberimizin
yakınlarını ve arkadaşlarını anlatan var mı ciddi bir film?
Gerçek tarihimize ışık tutan kaç film gösterebilirsiniz?
Filmlerdeki din adamı rolünü üstlenen kişilere bakınız; Kur’an’a ve sahih hadislere bağlı, İslami şuur veren,
halkı bilinçlendiren, ilimi hüviyete sahip bir din adamı
var mı? Filmlerdeki din adamlarının çoğu toplumun en
cahil, bencil, yalancı, sahtekâr, hilebaz insanları oluyor.
Sinema sektöründe de ilk sırada bulunan Amerika, ne bizim gibi tarihi zenginliğe ne tarihi şahsiyetlere ve ne de dünyaya insanlık dersi verecek inanca, düşünceye ve yaşayışa sahip… Ama her yerde, insanlığa
hiçbir katkısı olmayan (hatta zararlı olan) onların hazırladıkları filmler izleniyor.
Vahyi öğrenmek, yaşamak ve bildiği kadarıyla insanlara duyurmak tarihi örnek şahsiyetleri tanıtmak, her
Müslüman’ın en önemli görevidir. Bugün bunun en etkili yolu mademki sinemadır; öyleyse bu sanatın, vahyin anlaşılması ve tebliğinde de en etkili şekilde Müslümanlar tarafından acilen, ustaca kullanılması gerekir.
Rabbimiz, en doğru ve en güzel söz olan kutlu Kitabında çok sayıda gerçek hikâyeler anlatıyor bize. İbret almamızı istiyor. Bu olaylar, her zaman, her coğrafyada, herkesin başına gelebilir. Bu nedenle anlatılan
hikâyelerde yer, zaman ve çoğu kez isim de bildirmiyor.
Sinema senaryosu olacak çok fazla konu anlatıyor
Rabbimiz. Fertlerin, ailelerin ve toplumların bütün hayatlarını kucaklayacak kadar çok fazla konu var Hayat
Rehberimizde. Amatörce yapılan, basit bir iki filmin dışında sinema, henüz bu hazineyi keşfetmiş değil. Biz
Müslümanlara düşüyor bu görev. Vahyi, sinema diliyle
ne zaman öğrenir ve anlatmaya başlarsak, tebliğ görevimizi de yeterince o zaman yerine getirmenin huzurunu ve mutluluğunu yaşayacağız.
Düşmanın silahıyla silahlanma mı dersiniz, çağın
silahıyla silahlanma mı dersiniz; önemli değil… Bu silahı zaman kaybetmeden acilen kuşanmaları gerekiyor Müslümanların.
SAYI: 152 ARALIK 2016
55
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
DOSYA
İslami filmler furyasının
kısa bir analizi
HÜSEYİN BURSALI
TÜRKIYE’DE bir döneme damgasını vuran İslami filmler olma iddiasında olanları ve bu filmleri ortaya çıkaran düşünsel yapıyı analiz edeceğiz. Bu analizi yaparken amacımız Türkiye’de çekilmiş İslami filmleri tek tek
ele almak değildir. Çünkü bizim yapmaya çalışacağımız şey, yapısalcı analize benzer bir biçimde bu filmlerde değişmeyen şeyi, yani ortak arka planı tespit etmektir. Bu nedenle İslami filmler çeşitli dönemlere ayrılabilirse de biz bunları eş-zamanlı olarak inceleyeceğiz.
İslami filmlerdeki değişmeyen zihinsel arka planı
ortaya çıkarmak için eş zamanlı bir okuma yaparsak,
bu filmlerin en genel manada, tematik olarak ikiye ayrıldığını görürüz.
Birincisi, geçmişte yaşamış örnek şahsiyetlerin hayatlarını anlatan, isimleri nedeniyle literatüre “Hazretili Filmler” kuşağı olarak geçen filmlerdir. İkincisi, filmde ana ya da yan karakterlerin hidayete ermesini konu alan “ihtida” filmleridir.
Kuşkusuz filmlerde bazen bu iki tema birbiri içerisine geçmiş olabilir. Ancak en genel tematik ayrım bu
şekildedir. Bu filmlerde, ayrım sadece tematik olmakla
kalmaz aynı zamanda yapısal farklılıklar da içerir. Örneğin, “Hazretili Filmler”de senaristin kurgusal müdahalesi
asgari düzeydedir ancak ihtida filmleri tam anlamıyla
kurgusal bir yapıdadır. Bu ayrımdan sonra zihinsel arka planı tespit edebilmek adına şu soruyu sormamız
gerekiyor: Bu iki tip film içinde değişmeyen, değişmeden kalan ideolojik bir arka plan var mıdır? Var ise bu
ideolojik arka planın mahiyeti nedir? İslami filmler furyasına dikkatli ve özenli bir bakış bu soruyu cevaplamamıza yardımcı olabilir.
İdeolojik arka planı incelediğimiz zaman; geçmişte
yaşayan örnek şahsiyetlerin anlatıldığı “Hazretili Filmler”de, izleyiciye -ister bilinçli, isterse bilinçaltı şeklinde olsun- verilmek istenen mesaj ideal olanın geçmişte olduğu yönündedir. Bu filmler çoğu zaman günümüzden bir anlatıcı vasıtası ile başlarlar. “Yıldırım Han
ve Emir Sultan Hazretleri” filminde hikâye, yaşlı ve bilge bir amca tarafından bir kamyon şoförüne anlatılır,
“Hüdai Yolu-Aziz Mahmud Hüdai” filminde ise hikâye,
yolcusunu kayıkla karşıya geçiren yaşlı ve bilge bir amca tarafından anlatılır. Özetle bu filmlerde, izleyiciye bugünden hareketle, çok kıymetli bir geçmişin anlatıldığı ısrarla vurgulanır. Bu ideolojik gerekçeyle “Hazretili
Filmler”in yönetmenleri, bu kutsal geçmişi anlatırken,
geçmişe dair, izleyicinin filme katılımını artıracak herhangi bir kurgu unsuruna yer vermez. Zira geçmiş zaten idealdir. Ona eklenecek herhangi bir kurgusal yapı, ancak senaristin süfli duygularıyla geçmişi kirletmesi olabilir. “Hazretili Filmler”in yönetmenleri, bu düşünceye o kadar bağlı kalmışlardır ki; filmler, filmden çok
görüntülü menakıpnameler biçimindedir.
İkinci tip filmler olarak belirlediğimiz, “ihtida filmleri”; İslam’dan uzak karakterlerin-genellikle ana karakterler- hidayete erme, doğru yola girme öykülerini an-
İdeolojik arka planı incelediğimiz
zaman; geçmişte yaşayan örnek
şahsiyetlerin anlatıldığı “Hazretili
Filmler”de, izleyiciye -ister bilinçli,
isterse bilinçaltı şeklinde olsunverilmek istenen mesaj ideal olanın
geçmişte olduğu yönündedir.
56
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
“İhtida filmleri”ni detaylı olarak
analiz ettiğimiz zaman “hidayete
erme” meselesinin aslında sadece
itikadi bir tercihle sınırlanmadığını
kolaylıkla görebiliriz.
latır. Bu filmleri daha detaylı olarak analiz ettiğimiz zaman “hidayete erme” meselesinin aslında sadece itikadi bir tercihle sınırlanmadığını kolaylıkla görebiliriz. Bu
filmlerde hidayete erme, aynı zamanda batı medeniyetinin karşıtı anlamında doğulu olma, batılı değerlere sırt çevirme, geçmişe saygı durma anlamlarına da
gelir. Yani aslında bu ihtida filmleri oldukça yoğun bir
ideolojik mesaj taşır. Hatta bu yoğun ideolojik mesaj,
filmleri izleyen bir insan için ilk başta garip gelebilir.
İhtida hikâyesi anlatan bir filmin bu ölçüde yoğun
bir ideolojik muhtevaya sahip olması anlamsız bulunabilir. Örneğin Salih Diriklik’in “Danimarkalı Gelin” filminde, ihtida eden batılı gelin kızımız sadece Müslüman olmamış aynı zamanda kelimenin tam anlamıyla doğulu olmuştur. Kendisi batılı olduğu için, batıya
özenen Türk kızlarını gördükçe onlara acır. Yine Mesut
Uçakan’ın “Yalnız Değilsiniz” filminde ana kahramanımız Serpil’in hidayete erişi salt bir itikadi aydınlanma
değildir. Serpil aynı zamanda, her nedense, modern
tıbba ve hekimlerine karşılık bitkisel tedavinin ve aktarların önemini de kavramıştır. Serpil’in hidayete erişi bu farkındalığı da içerir. Kuşkusuz film bu, örnekleri
çoğaltmak mümkün ancak biz ana amacımızdan sapmamak adına bu kadarıyla yetineceğiz.
Baştaki sorumuzun cevabı biraz daha aydınlanıyor.
Evet, İslami sinemanın bu iki tip filmi içinde değişmeyen, değişmeden kalan ideolojik bir arka plan vardır. Bu
da gördüğümüz üzere, ideal olanın geçmişte, geçmişin
değerlerinde olduğunu savunan ideolojik arka plandır.
Bu aslında İslamcı yönetmenlerle sınırlı olmayan düşünsel bir problematiğin dışavurumudur. Bu problem
modern hayat biçimiyle İslam arasındaki uyumsuzluk
problemidir. 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Müslüman düşünce dünyasının ana problemi bu olmuştur.
Bugün bile neredeyse üretilen bütün İslami düşünceyi bu sorun kapsamında ele almak mümkündür. Modern hayat ile İslam uyumsuzdur çünkü batının dikte
ettiği modern hayat biçimi cahiliyedir diyerek bu soruna karşı, yelpazenin bir ucunda yer almışlar. Modern
hayat ile İslam tamamen birbiriyle uyumludur tarzında bir yaklaşımla yelpazenin öbür ucunda yer almışlardır. İslamcı düşünce serüvenini incelerseniz sadece
bu yelpazenin iki ucu arasında gel-gitler görürsünüz.
Bu filmleri finanse etmeleriyle meşhur olan bazı
holdingler de dışarıya itilen, modern hayattaki ekonomik üretim biçimine sermaye sunan faizci bankalarına yanaşamayan, bu nedenle çözümü sermaye birleştirmekte bulan yapılardır. İslami holdinglerin bu filmlerin finansmanına ön ayak olmasının başlıca sebebi de
budur. Müslümanların durumun vahametini “görmelerini sağlamak” tır.
Filmlerin yapım amacının “görmelerini sağlamak”
olduğunun altını çizelim. İslami holdingler tarafından finanse edilsin ya da edilmesin, filmlerin esas amacı “görmeyi sağlamak, teşhir etmek, ya da daha doğru bir ifadeyle farkındalık yaratmaktır”. Bu filmlerin estetik değerinin son derece düşük olmasının ve içlerinden klasik olarak adlandırabileceğimiz bir eser çıkmamasının
sebebi de budur. Kuşkusuz “farkındalık yaratmak” için
üretilen ama son derece yüksek estetik değere sahip
filmler yapılabilir, ancak İslamcı yönetmenlerin farkındalık yaratmaktaki amaçları adı konmamış bir devrimi
haklı çıkarma çabasıdır. Haksızlık etmemek adına, bu
furyada yer alan, İsmail Güneş’in “Beşinci Boyut- Kapıcı Musa” filmi gibi aykırı örnekleri de zikretmek gerekir. Gerek muhteva gerekse estetik değeri açısından
bu gibi farklı ve iyi işlerde çıkarılmıştır.
İslami sinemanın son dönemde geçirmiş olduğu,
hem içerik hem estetik dönüşümünden bahsetmediğimiz dikkatli bir okurun gözünden kaçmayacaktır. Ancak İslamcı sinemanın son döneminde yaşanan
bu dönüşümü ayrıca incelemeye değer düşünsel bir
arka plana sahiptir. Küreselleşmeyle birlikte devletsiz
de kendimizi dünya sahnesine atıp bir şeyler söyleyebiliriz düşüncesinin bir ürünü olan; Tarkovski, Rüya sineması, Bergson gibi irfani takıntıları olan bu son dönem İslami sinema anlayışı ise yenilginin başka türlü
kabulünden ibarettir.
SAYI: 152 ARALIK 2016
57
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
DOSYA
Türk sinemasında
sol tahakküm ve
liberal görüngü
SAİT ALİOĞLU
saitalioglu@gmail.com
olmasa da, köyü konu alan ‘ilk Türk sinema filmi’ Muhsin Ertuğrul’un yönetmenliğinde 1934’te çekilecekti…
OSMANLININ son dönemine; daha doğrusu hengâmeli, savaşlarla yıpratılan evresine denk gelen bir vasatta, yedinci sanat dalı olarak da bilinen sinema sanatının neşvünema bulması ile birlikte, aynı vasatta,
bu sanatın modernleşen yüzüyle İstanbul’da gayrimüslim Osmanlı vatandaşları tarafından yer bulduğunu söyleyebilirdik.
Daha sonra sinemanın, cumhuriyetin ilk yıllarından
itibaren, rejimin kültür politikaları ve ‘makul vatandaş’
yetiştirme düşüncesinden ayrı mütalaa edemeyeceğimiz bir vasatta rol oynadığı görülecekti. İlk çevrilen ve
yurt dışından ‘gösterim için’ getirilen filmler sessiz bir
özelliğe sahipti. Seyirciler, oyuncuların yaptıkları rol ve
mimikler vasıtasıyla, filmin ne adına iş gördüğünü de
anlamaya çalışıyordu.
Türk sinemasının ilk filmlerinin rejimin de etki ve
katkısıyla, şehrin ve şehirlinin hayatından yola çıkarak
ve şehir hayatını baz alarak bir toplumsal değişim ve
dönüşümün habercisi olmaya çalıştığı düşüncesinden
hareketle, ufukta, altmışlı yıllar sonrası solunun, üzerinde basa basa durduğu salt ‘ilericilik’ ve feodalite karşıtlığı yaptığı söz konusu bile değildi.
Ki, zaten, Mustafa Kemal “köylü milletin efendisidir!” diyerek, köylüye ne olması gerektiği konusunda
bir yön belirlemişti. Ama daha sonra köy ve köylünün
‘efendilik’ fenomeni içerisinde görülmediği(!) anlaşılacaktı ki, kendilerini, hemen her açıdan Kemalizm’e
borçlu hisseden sol cenahın, sinema dilini kullanarak,
köylüyü işin içerisine çektiği görülecekti. Bu bağlamda
SiNEMA KONUSUNA DAiR ‘ÖZET’ BiR BAKIŞ
Hayatın hemen her alanında yıkımların yaşandığı bir
vasatta, bir modernleşme dalgası ile kendine, toplumuna, dinine, inancına, örfüne ve geleneğine yabancılaştırılan insanların yabancılaşmasında, yabancılaştırılmasında, elbette, onun direkt bir suçu ve kabahati olmadığı halde, sinemayı ‘yine’ kendisi üzerinden dikte ettirilen yeni anlayışlara bakıldığında, onu başta ideolojik
bir araç, daha sonra ise, ideoloji karışık bir eğlence ve
hatta kültürlenme aracı vazifesi gördüğü söyleyebiliriz..
Sinema konusuna dâhil edilmek üzere, yukarıda
saymaya çalıştığımız yaklaşımları da dikkate alırsak
eğer, o zaman bu alanla ilgili doneleri ve fenomenleri
ele almak, başlı başına akademik çalışmalarını ve alan
çalışmalarını gerektirirdi. Bu meyanda özetle şunları
söyleyebiliriz; “Günümüzde modernleşmeyi, bir ideolojik yıkım ve toplumu illa da, sonucu ne olursa olsun, bir Batılaştırma aracı olarak görmeden hareketle
alıp değerlendirdiğimizde, eskisine oranla, birçok sanat alanında olduğu gibi, sinema alanında da güzel
şeyler yapılabilirdi.
Yine, bir dönem, ilk çıkış mantığına kıyasla, yanlış
ellerde lümpenleştirilen, daha sonralar da ise salt ideolojik hale sokulan, bir dönemde ise, bu sanatı muhafazakâr ‘Türk’ izleyicisine sevdirme düşüncesi ile millileştirme çabalarına koşut olarak, günümüz İran’ında
–kısmen de devletin resmi görüşü ve sağladığı kaynak açısından- ‘hikmetli’ hale getirilmeye azami gayret gösterilen sinemanın, bu hikmet olgusundan taviz
58
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
vermeden ve sanatı da sulandırmadan bir çaba içerisine girilebilirdi.
BAŞAT BiR MALZEME OLARAK FEODALiTE
OLGUSUNUN SiNEMA DiLiYLE iŞLENMESi
Kurulduğu günden başlamak üzere sürekli Batıcı refleksler gösteren Kemalist sistemin ‘yeniden’ tahkim edilmesi adına 27 Mayıs askeri/sol darbesinin sonrasında neşvünema bulan materyalist ve ‘indirgemeci’ sol anlayışın, müesses nizamın da katkılarıyla, birçok alanda olduğu üzere, bu kez Türk sineması üzerinden bir feodalite heyulası oluşturduğu görülecektir.
Ve bunlara binaen, sol, onlarca yıl, böyle bir heyuladan
yola çıkarak, birçok algı operasyonuyla ‘özellikle de Kürt
toplumu üzerinden’ adeta farklı bir çerçeve çiziyordu.
Burada işlenen feodalite ve varsayılan feodal ilişkiler şehirli ve köylü karakter çizdiği gibi, aslında ‘medenilik vasfı açısından’ şehirle aynileşmesi pek de mümkün olmayan ilişkiler yumağı oluşturmakta ve sanaldan, yani zandan hareketle, işi gerçeklik zeminine taşımaya çalışan laik/sol cenah tarafından bir hayat memat sorunsalına irca edilmekle birlikte Türk sineması
üzerinden işlenip durmaktaydı..
Laik/sol cenahın zandan hareketle varsaydığı feodal ilişkiler, her şeyden önce sinema dilinin de ustalık-
Türk sinemasının ilk filmlerinin
rejimin de etki ve katkısıyla,
şehrin ve şehirlinin hayatından
yola çıkarak ve şehir hayatını
baz alarak bir toplumsal değişim
ve dönüşümün habercisi
olmaya çalıştığı düşüncesinden
hareketle, ufukta, altmışlı yıllar
sonrası solunun, üzerinde basa
basa durduğu salt ‘ilericilik’
ve feodalite karşıtlığı yaptığı
söz konusu bile değildi.
la kullanılması yoluyla ideolojikleştirilmekte ve bu yolla
da sol iktidar için büyük bir vaveylayla devasa bir algı
yoluna girilmekteydi…
SOLUN EVRENSELLiK iDDiASININ VE DiLiNiN
SiNEMA ORTAMINDA YiTiP GiTMESi
Esasen evrensellik iddiası ile ortaya çıkıp oluşan solun, Türkiye serüvenine bakıldığında; sol, “yerli ve milli” ya da ‘ulusalcılık’ adına iddialarının çoğundan vazgeçip Kemalist kulvar da var olan sistemin bir parçası haline gelmiştir. Bununla birlikte, sol düşünürler, ay-
SAYI: 152 ARALIK 2016
59
SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
dınlar, sanatçılar ve özellikle de sol sinemacılar, uyarladıkları senaryolar aracılığıyla Müslüman bir ülkede ve
toplumsal baz da ülke insanının özelliklerine karşı durdukları müddetçe, yerli bir sol düşünce üretemezlerdi.
Keza, yaptıkları filimler ise, bir müddet, biraz da laik medya aracılığıyla, tasarladıkları hemen her konuda olduğu üzere, sinema açısından da olmayan feodaliteyi ve ona hasredilen ilişki biçimlerini tedavülde tutardı, ama daha sonraki süreçte ise işlevsizleşebilirdi…
Yaklaşık yüz yıllık bir sinema geleneğinin var olduğu ülkemizde, sinemanın çıkış yeri olan Batı’da olduğu üzere materyalist seküler değerlerin toplumsal katmanlar nezdinde ‘temellenmesi’ esprisine dayanan serüvenine bakıldığında, toplumsal kaygı ile birlikte ‘dine ve dinî değerlere uyup uymadığı konusu hiç mi hiç
önemsenmeden yer bulduğu söylenebilirdi.
Aslında icadı meselesi bir tarafa, kurgulanışı, içeriğinin dolduruluşu ve neye hizmet ettiği, ettirildiği mevzuuna bakıldığında, bu aracın kendi başına salt bir masumiyet içerdiğini, ama ona yön veren güç ve güçlerin,
bu masumiyet karinesine sahip bulunan araca yüklediği anlam ve misyon ön plana çıkmaktaydı.
SOLUN SiNEMA ÜZERiNDEN ‘VAR
KILDIĞI’ FEODAL iLiŞKiLERiN MAHiYETi
VE ELE ALINIŞ TARZINA BiR DEĞiNi
Hani derler ya; “kendi uydurur, sonra döner kendi
inanır.” Ya da “kendi yapar, sonra ise döner, kendi tapar” kabilinden olaya ve olguya bakıldığında, zikrettiğimiz o iki özdeyiş benzeri konulara yaklaşımda, tarih
Esasen evrensellik iddiası ile
ortaya çıkıp oluşan solun, Türkiye
serüvenine bakıldığında; sol,
“yerli ve milli” ya da ‘ulusalcılık’
adına iddialarının çoğundan
vazgeçip Kemalist kulvar da var
olan sistemin bir parçası haline
gelmiştir. Bununla birlikte, sol
düşünürler, aydınlar, sanatçılar
ve özellikle de sol sinemacılar,
uyarladıkları senaryolar aracılığıyla
Müslüman bir ülkede ve toplumsal
baz da ülke insanının özelliklerine
karşı durdukları müddetçe, yerli
bir sol düşünce üretemezlerdi.
60
SAYI: 152 ARALIK 2016
DOSYA
boyunca birçok insanın, insan kümesinin bilerek rol aldığını ve rolüne uygun hareket ettiğini görmekteyiz…
İlgilisince uydurulan bu türden masallara benzer bir
oranda, kısacası ilericilik adı altında, büyük oranda ilgili ferdin, ideolojik saiklerle uydura geldiği olay ve olgularla birlikte, dikkat çekmeye çalıştığı toplumların kültürel icraatlarının birer izdüşümü sayılan, ama gel gör
ki, başta barındırdığı insanî zaafla birlikte, ilahî mesajın ters yüz edildiği cahilî durumlardan sadır olan kültürel kırıntıları baz alıp, buradan toplumuna göre, feodal ya da hak etmedik oranda burjuva türü vs. yakıştırmalardan hareketle bir sinema dili oluşturulmuştur.
ZAAFLI YÖNLERiN iDEOLOJiKLEŞTiRiLMESi
Zaaf insan var oldukça, onunla var olacağı reddedilemeyecek oranda, kendi açısından bir gerçekliğe sahiptir. Zaaf bir açıdan insanın, istenmediği halde peşini bırakmayan bir öze sahiptir. O, yani zaaf konumuzu aydınlatma babında, insanın unutkanlığıyla alakalı
bir durumdur ve zaten ‘insan’ kelimesinin anlamı ‘unutan’; Rabbine verdiği sözü unutan varlık anlamındadır.
Bu olgu ve anlamsal açılımdan hareketle, zaaf var
olacak bir hadise olduğu gibi, bu hadiseyi, kendi bağlamından koparıp, ustalıklı bir şekilde, solun yaptığı
üzere, konumuz gereği feodaliteye; bu feodaliteyi de
köylü ve şehirli insan tipolojisi ve psikolojisi üzerinden
ortadan kaldırılması gereken malzemeye indirgemek,
aslında, içerisinde yaşanılan ve bu iddia ettikleri toplumsal statüyü ve sözde o statüden kaynaklanan zaaflı durumları sinema dili üzerinden gerçekmiş gibi lanse etmeleri olsa olsa ideolojik bir işgüzarlık olabilirdi..
İşi ideolojik çerçeveden arındırıp, psikolojik halleri
de tolere ederek ele alırsak, ilahî ifade ile insan tipolojisi
Kur’an’da apaçık bir şekilde ve ideoloji üstü bir vasatta;
Mü’min, Münafık ve Kâfir tiplemesiyle karşımıza çıkardı.
Bizim baz alacağımız tipolojiler bu üç insan tipiyle karşılanıyor ise eğer, şehirde ve kırsalda, ister yaşanılan yerin ilk toplumsal yapılandığı zaman diliminde
oluşmuş olsun, ya da birtakım toplumsal, siyasal, kültürel vs. altüst oluşlarla meydana gelen kırılma anlarında ortaya çıkmış olsun; medeni ve gayr-ı medeni ilişki biçimlerini ideolojik vasattan ayrı tutarak değerlendirmek zorundayız…
Bunun, günümüz açısından en güzel ve anlamlı örneklerini eğer konumuz sinema ise, İran sineması üzerinden verebiliriz; bir bakıyorsunuz, işin ideolojisine ba-
DOSYA SiNEMA: GÂVUR iCADI MI, BiR iMKAN MI?
kılmaksızın yol da parasını kaybetmiş, bisikleti çalınmış
küçük bir çocuğun ‘belki de’ bir gün içerisinde ki akıp
giden hayatının sinema dili ile anlatılması, beyaz perdeye aktarılması, illa da feodalite diyen Türk sol sinemasına ilham kaynağı olabilirdi.
Daha o zamanlar feodalite vurgusu sinema dili üzerinden işlenmemişti henüz. Batılılaşma ile başlayan, iktisat alanında serapa bir paylaşımı esas alması düşünülen halk kitlelerine yönelik olan, ama bununla birlikte eski toprak işleme usulünün değiştirilmesini murat
eden bir vasat, araya giren sair devrimlerin etkisi sonucu, belki de bir türlü oluşmayan toprak reformuna
bağlı olarak; sonraki süreçte, kırsal da güçlü ve diri ekonomik çevrelerin Kemalizm’e yakınlaşması sonucunda
bir reform başlamadan bitmişti.
Bunu çok iyi bilen sol, buna rağmen, kısmen şehirle sınırlı kalan, ama daha çok kırsaldan hareketle güya
feodalizmi alt etmeyi düşünüyordu. Bununla birlikte,
en iyimser görüşle söylersek; aslında iş feodaliteden
ziyade, Kemalist baskıcılığa karşı kırsal da kendine yer
bulan, İslam’a uygun bir hayat anlayışını feodalite üzerinden ele alıp gözden düşürmekti.
SOLUN ‘YARI’ LiBERAL BAKIŞ
AÇISIYLA SiNEMA DA GÖRÜNMESi
İşte, altmışlı yıllardan buyana Türk sinemasında revaç bulan bu anlayış sonucunda, ne yazık ki, birçok
kitleyi de olumsuz şekilde etkilemeyi başarmıştı. Bugüne kadar hangi siyasî ve ideolojik çevreye yapıldığı
konusunda bir türlü karar verilmemiş bulunan 12 Eylül
askeri rejimi ve akabinde oluşan Özalizmin rüzgârıyla
oluştuğu gözlemlenen ve büyük oranda, yine sol çevrelere yaradığı bilinen bir vasatta oluşan sol/liberal hava sonucunda, sol yine, başta medya olmak üzere sinema alanında da varlığını sürdürüyordu.
Bu kez, feodaliteyi konu alan bir iki ‘sol ideolojik’
filmle birlikte, çoğu salt liberal bağlamda özgürlükçülüğü ve bohem hayatları baz alan filmlerle birlikte, yine
köy mantalitesi üzerinden, başroldeki aktörlerinin solcu/Alevi kimlikli olduğu, içeriği ironi dolu güldürü-komedi türü filmler de gösterime girmişti.
Daha sonra, yönetmenlerinin elde bulundurmaya
özen gösterdiği ‘yeni’ kimliğe binaen, liberal/özgürlükçü bir vasatta, konularının bir kısmı yaşanan ortamdan
alınan filmlerde gösterime girmişti. Bunların içerisinde;
büyük oranda kırsaldaki insan ilişkilerini, özellikle de
aşk konusunu platonik bir çerçevede işleyen “Eşkıya”
Gerek Türk sinemasına arız
olan indirgemeci ve feodalite
karşıtı(!) bir sol anlayış ve gerekse
de, 12 Eylül sonrası esen ve
Batı’da var olan salt ‘özgürlükçü’
havayı yansıtan liberal anlayışın
egemenliğinde yeniden biçimlenen
Türk sinemasının, yaşanılan ülke
Müslüman bir ülke ve toplumunun
da kahir ekseriyetinin haliyle
Müslüman olmasına rağmen,
senaryoda işlenmediği halde,
sadece film karelerinde, o da
mekânsal farklılaşmalardan dolayı
olsa gerek- görüntüye gelen bir
iki İslâmî döne dışında İslâm adına
bir şeyler yer edinmiyordu.
filmi, solun sinema tahakkümünün az da olsa ortadan
kalkmaya başladığına bir işareti olarak okunabilirdi…
Bir de hatırlanacağı üzere, 12 Eylül öncesi şartlarda
kendine, içerisinde bulunduğu ideolojik kampın mahiyetine uygunluk oranına bakıldığında ve onunla kıyaslandığında, darbe sonrası süreçte ‘elde edilen’ mesleklere bakıldığında, sağdan ve soldan vb. birçok kişinin
nam-ı hesabına mafyacılık düşmüştü.
Bununla birlikte sol kesimin büyük çoğunluğuna ise,
gökteki yıldızlar misali kırpılıp kırpılıp reklamcı olmanın yanında da ‘konjonktür gereği’ liberal olmak düşmüştü. Bunların bir kısmı ise, reklamla at başı giden sinema alanında, sözde ideolojisiz, amma velâkin liberal olmak düşmüştü!
Sonuçta, gerek Türk sinemasına arız olan indirgemeci ve feodalite karşıtı(!) bir sol anlayış ve gerekse
de, 12 Eylül sonrası esen ve Batı’da var olan salt ‘özgürlükçü’ havayı yansıtan liberal anlayışın egemenliğinde yeniden biçimlenen Türk sinemasının, yaşanılan ülke Müslüman bir ülke ve toplumunun da kahir
ekseriyetinin haliyle Müslüman olmasına rağmen, senaryoda işlenmediği halde, sadece film karelerinde, o
da mekânsal farklılaşmalardan dolayı olsa gerek- görüntüye gelen bir iki İslâmî döne dışında İslâm adına
bir şeyler yer edinmiyordu..
Onlar da, işin aslına ve var olan mantaliteye bakıldığında minare gölgesi kabilinden şeylerdi, ama her neyse…
SAYI: 152 ARALIK 2016
61
GÜNCEL
İdam cezası üstüne
AV.CÜNEYT TORAMAN
ctoraman52@gmail.com
TÜRKIYE’DE insan hakları çıtasının
yükselmesinde büyük emeği olan AK
Partinin, idam cezasını geri getirmesi
kuruluş felsefesinin inkârı olacaktır. Bir inat
uğruna, böylesine meşum bir cezayı meclis
gündemine getirirlerse, bu ceza lehinde
oy veren milletvekilleri ile yasalaşmasına
destek verenler, ileriki yıllarda, haksız yere
idam edilecek olan herkesin sorumluluğunu
üstlenmiş olacaklarını unutmamalıdırlar!
15 Temmuz darbe teşebbüsün
ardından, cumartesi gününden itibaren, hem Başbakan ve
hem de Cumhurbaşkanının konuşmaları, halkın “idam istiyoruz” sloganlarıyla kesildi. Her
iki lider, bu konunun tartışılabileceği mesajı verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Demokrasilerde halk ne diyorsa karar
odur, öyle zannediyorum ki bu
konuyu hükümetimiz ana muhalefeti, muhalefetiyle görüşmek suretiyle bir karara mutlaka varacaktır. Bu kararı fazla da geciktiremeyiz. Bu ülkede
devlete darbe yapanlar bunun
bedelini ödemek durumundadır. Bu iş bu kadar ucuz değildir” derken, Başbakan Binali
Yıldırım, “İdam cezasının Türk
Anayasası’ndan çıkarıldığını
ancak, meclisin “bu ve buna
62
SAYI: 152 ARALIK 2016
benzer çılgınlıklarla” karşı karşıya kalınmaması için ne gibi
ilave düzenlemeler yapılacağı
üzerine çalışacağını” söyledi.
Konuşmaların içeriğinden,
“idam cezasının, darbe teşebbüsünde bulunanlar için getirmek istendiği” anlaşılıyor. Hukukçular, “uluslararası sözleşmelere imza koyan Türkiye’nin
idam cezasını geri getirmesinin
mümkün olmadığını, geri getirse bile, geçmiş olaylara uygulanmasının mümkün olmadığını” belirtirken, hükümet kanadından bazı milletvekillerinin,
“idam cezasının, Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan’a uygulanabileceği” iddiası tartışmaları alevlendirdi. Devletin üst
düzey yetkililerinin bu açıklamalarına Avrupa Birliği yetkilileri tepki göstermekte gecik-
medi. Darbe teşebbüsünün
üzerinden dört aydan fazla süre geçtiği halde, idam cezası
gündemdeki yerini ve tazeliğini koruyor. Pek çok konuda olduğu gibi, kamuoyu, “idam cezasını destekleyenler” ve “karşı çıkanlar” olmak üzere ikiye
bölünmüş durumda. Bu yazımızda, idam cezasının gelişim seyrini, Türkiye’deki uygulama ve kaldırılma sürecini, bu
konudaki tartışmaları, beklentileri ve gerçekleri ele almaya
çalışalım.
İdam, ölüm cezasına çarptırılan bir kişinin cezasının infaz
edilmesidir. Bu ceza, insanlık
tarihi boyunca, içinde yaşadığı toplumda (göçebe topluluklar, kabileler, siteler, devletler)
toplumsal düzeni sağlamayı amaçlıyor, caydırıcı olması için, “suç tipine” göre, farklı yöntemler uygulanıyordu.1
Günümüzde, iple asma, kılıçla boynunu vurma, kurşuna dizme, elektrikli sandalye, vs. gibi yöntemler uygulanmaktadır.
“Genel olarak ceza infaz tarihine bakıldığında; üç dönemsel süreçten geçtiği görülmektedir: Orta Çağın erken döneminde: kefaret ve para cezaları, yaygın ceza tarzı olarak benimsenmiştir. Orta Çağın geç
döneminde: işkence, acımasız/
kaba uygulamalar ve idamlar
yoğun bir şekilde uygulanmıştır. 17.yüzyıl döneminde: acı-
güncel
masız ve barbar uygulamaların
yerini, hürriyeti bağlayıcı cezalar almaya başlamıştır.” “Cezaevinin gelişiminden önceki dönemde suçlulara karşı uygulanan cezalar, genelde suçlunun
ortadan kaldırılması ve mağdurun zararının karşılanmasını amaçladığından, suçlulara;
ölüm, dayak, kısas, sakat bırakmak, kırbaçlamak, sürgün,
para cezası ve kölelik gibi hem
bedeni işkenceler hem de para cezaları uygulanmaktaydı.”2 Osmanlı devleti de, hüküm sürdüğü dönemin koşulları içinde idam cezasını uygulamıştır. Şu kadar ki, Ortaçağ Avrupa’sında, Engizisyon mahkemeleri, daha fazla acı çektirecek yöntemler peşinde koşarken, Osmanlı devleti, acı çektirmemeyi benimsemiştir. Osmanlı devletinde, yeniçeriler
cellat satırıyla, sıradan şahısların başları kılıçla vurulurdu.
Kılıcın tercih edilmesinin sebebi, kılıcın idam edilen kimseye
daha az eziyet verdiği, ölümü çabuklaştırdığı varsayımıdır.
Vezirler, sadrazamlar, devlet
adamları umumiyetle boğdurulurdu. Osmanlı Hanedanı mukaddes sayıldığından hanedan
mensuplarının asla kanı akıtılmaz, mutlaka boğularak idam
edilirdi.
17.yüzyıldan itibaren ceza ve ceza arasındaki ilişkinin sorgulanmaya başlaması, idam cezasının kaldırılmasında etkili olmuştur. “Cezanın amacını açıklayan teorilere göre farklılık göstermek kaydıyla cezadan beklenen, suçlu-
yu ıslah etmesi ve/veya suçlerinde, tutuklu ve hükümlüların işlenmesini önlemesi
ler üzerinde yapılan araşve/veya suçlunun yaptığıtırmalar, suç işleyenlerin,
nın kendisine ödettirilmeişledikleri suçun cezasısidir.”3 Cezaların suç orannı bilmediklerini gösları üzerindeki etkileri tartermektedir. Çok satışma konusudur. Ağır ceyıda suç tipi olduğu
zaların suçları azaltacave sonuç cezayı beğı, hiçbir etkisinin olmalirleyebilmek için iledığı, hatta artacağı öne
ri derecede hukuk bilsürülmektedir. Bu görüşgisi gerektiği dikkate
leri destekleyen araştıralındığında, (hırsızlık
malar bulunmakla birlikgibi belli suçları işlete, sadece ceza miktarımeyi itiyad edinenleri
nı esas alan bir değerlenbir yana bırakacak olurdirme doğru değildir.
sak) faillerin işleyecekİnsanların suç işleleri suçun cezasını bilmesinde veya suç
mesi çok zordur. Türişlemekten vazkiye’de kan davageçmesinde
larını sona erdir(ahlaki, ekomek amacıyDünyanın
nomik, çevla, kan gütbüyük bir
re, mahalme saikiyçoğunluğu,
le, vs.)
le adam
idam cezalarını
birçok
öldürme
etken
kaldırmakta
fiilinin
b u yarışırken,
idam
lunTürkiye’nin, kaldırdığı
kapsamakmına
idam cezasını geri
tadır.
alınmagetirmeye çalışması,
Ceza
sı suç
akıntıya karşı kürek
miktaoranını
çekmekle eş
rı, bunazalmadeğerdedir.
lardan
mış, tam
sadece
aksine artbiridir. Belli
mıştır. Koopesuçlar için önratif Genel Kurul
görülen cezaların
toplantılarının zamasuç işleyenler üzerinde etkinında yapılmasını temin amasinin sanıldığından daha az olcıyla, yönetim kurulu üyelerinin
duğunu göstermektedir.
hapis cezalarının ertelenemeBirinci nedeni, suç işleyenyeceğine ilişkin yasal düzenlerin, işleyecekleri suçun celeme, beklentileri karşılamazasını (genellikle) bilmemesidığından, eski hale dönülmüşdir. Çeşitli ülkelerde, cezaevtür. Bu örnekler, ceza mikta-
SAYI: 152 ARALIK 2016
63
güncel
rında yapılan artışların suçların işlenmesinde önemli bir etkisi olmadığını göstermektedir.
İkinci nedeni, suç işleyecek
olanların çok iyi plan yaptıkları, (her detayı düşündükleri, güvenlik önlemlerinin yetersiz olduğunu bildikleri için) yakalanamayacaklarına olan inançlarıdır. En basit suçları işleyecek olanlar bile, planlar hazırlayıp, defalarca keşif yapmakta, yakalanmayacaklarına emin olduktan sonra harekete geçmekte, suç mahallinde
hiçbir delil bırakmamaya özen
göstermektedirler. Nitelikli suçlarda bu önlemler daha ileri
düzeyde gerçekleşmektedir.
Profesyoneller tarafından işlenen suçların önemli bir kısmı,
adli sistem iyi işlediği için değil, failler arasında anlaşmazlık
ve ihbar üzerine veya tesadüfen ortaya çıkmaktadır. Zaten
yakalanmayacağına inanan kişiler üzerinde, cezanın ağırlığının herhangi bir etkisinin olamayacağı açıktır.
Üçüncü nedeni, doyumsuzluk ve adalet sisteminin benzeri suçları işleyenleri tespit edememesi yakalayamamasıdır.
“Caydırıcı kuramcılara göre
verilen cezalar, bireye değil
suça verilmeli ve verilen ceza
da, suç işlemekle elde edilecek
kazanç veya vereceği zevkten
fazla olmalıdır. Kuramın önde
gelen temsilcilerinden Bentham, suçlulara verilecek cezaların hızlı, kesin, ciddi ve
kararlılıkla uygulanması durumunda, bireylerin suç işlemelerinde caydırıcı bir işlevi
yerine getirdiğini ileri sürmektedir.”4 Yani, çoğu suçlar için,
cezanın şiddetinin yüksek olması, düşük suç oran ile ilişkilidir. Suç işlemeyen bireyleri,
cezanın mutlak caydırıcılığından dolayı suç işlemediklerini söylemek her zaman doğru
bir yaklaşım değildir. Çünkü bireylerin suç işlemekten kaçınmalarında, (ahlaki, ekonomik,
çevre, mahalle, vs.) çok sayıda
başka faktör etkili olmaktadır.
Devletler, hukuk düzenini
korumak amacıyla, belli eylemleri suç saymış, bu fiiller
için cezalar tayin etmiştir. Suç
tipleri ve cezalar, kamunun hak
ve özgürlüklerini korumaya yönelik önlemler bütünüdür. Ülkeden ülkeye farklılık göstermekle birlikte, suç tipleri arasında
büyük benzerlikler bulunmaktadır. Siyasal iktidarlar, kamu
düzenini sağlayabilmek için,
Yakın tarihimizi merak edenler, bu dönemde,
İstiklal Mahkemelerinin nasıl çalıştığını,
binlerce kişinin hangi amaçla ve hangi
gerekçelerle idam edildiğini görebilir.
Resmi kayıtlarda, sadece iki bin kişinin
idam edildiği belirtilse de, sadece şapka
kanununa muhalefet nedeniyle idam
edilenlerin sayısı (yaklaşık) yüz bin kişidir.
64
SAYI: 152 ARALIK 2016
suçları önleyecek sosyal politikalar belirlemekte, yasama
organı da, bu politikaları desteklemek amacıyla, suç tipleri ve (caydırıcı nitelikte) cezalar tayin etmektedir. Hukuk düzenini, kamu düzenini, kamu
güvenini, sosyal barışı, kişilerin can ve mal güvenliğini, vs.
sağlamanın birincil yolu, sosyal politikalardır. Siyasal iktidarın (iç ve dış) politikaları ile
siyasal düzene karşı işlenen
suçlar, toplumdaki refah düzeyi ile mala karşı işlenen suçlar,
ahlaki dejenerasyon ile cinsel
istismar suçları, vs. arasında
doğrudan bir ilişki söz konusudur. Ekonomik kriz dönemlerinde karşılıksız çek keşide etme
suçlarında patlama yaşanması, bunun en somut örneklerinden biridir. Her suç, toplumdaki arızanın sonucu ve dışa vurumudur. Türkiye’de işlenen
suç oranları5, adli, idari, hukuki, sosyal, ekonomik, siyasi,
eğitim, aile, hemen her alanda
yaşanan sorunların sonucudur.
Suç oranları, birçok alanda,
ciddi bir sorun olduğunu göstermektedir. Devletlerin sosyal
politikalarını görmezden gelerek, sadece cezaları artırmakla
suçların önlenebileceğini ummak safdilliktir.
Hukuk tarihi, idam cezalarını kaldırma yönünde seyir izlemektedir. Bedeni cezaların yerini, hapis, para cezaları ve seçenek önlemler alırken, idam cezasını benimseyen devlet sayısı hızla azalmaya başlamıştır. BM, ölüm cezasının yerine getirilmemesi ve
güncel
ortadan kaldırılması için çalışmalar yapmaktadır. Uluslararası Af Örgütü, 140 ülkeyi hukuken ya da fiilen idam karşıtı,
58 ülkeyi idam taraftarı olarak
sınıflandırmaktadır. Ölüm cezası en yaygın Asya’da olup,
infazların yüzde 90’ı bu kıtada
gerçekleşmektedir. Dünya genelinde (Çin hariç) toplam infaz
sayısı, 2005 yılında 2148, 2006
yılında ise 2200 civarındadır.
İran, Pakistan ve Suudi Arabistan, idam cezasını en fazla uygulayan ülkelerin başında gelmektedir. Dünyanın büyük bir
çoğunluğu, idam cezalarını
kaldırmakta yarışırken, Türkiye’nin, kaldırdığı idam cezasını
geri getirmeye çalışması, akıntıya karşı kürek çekmekle eş
değerdedir. Köleliğin kaldırılmasına en büyük desteği Müslümanların, idam cezasının kaldırılmasına da en büyük desteği yine Müslümanların vermesi
gerekir. En ağır suçlardan biri
olan “adam öldürme” suçunda
bile, ölenin yakınlarına “bağışlamayı/diyeti” tavsiye eden (Bakara,178), “bir insanı öldürenin
bütün insanlığı öldürmüş gibi
olacağını” (Maide,32) dile getiren bir dinin idamı emrettiği
(bir kez günah işleyen birinin
hayatının sona ermesini istediği) savunulamaz. İslam’ın bu
konuda tavsiyesi, zanla hareket edilmemesi, suçun her türlü kuşkudan uzak ve somut kanıtlarla tam bir vicdani kanaatle ispatlanması, hükmolunacak
cezanın, suç (eylem) ile orantılı
(cezanın suça denk) olması6,
suç işleyenler arasında (din,
Hukuk katliamı,
sadece tek parti
döneminde değil,
çok parti döneminde
de devam etmiştir.
1960 darbesinde,
dönemin başbakanı
ve bazı bakanlar
başta olmak üzere,
çok sayıda masum
insan idam edilmiştir.
dil, ırk, renk, soy, sosyal statü,
vs.) ayırım yapılmaması, hükmolunan cezanın hiçbir ayırım
yapılmadan (herkese eşit olarak) uygulanması/infaz edilmesi, özetle, adil bir yargılama yapılmasıdır..
İdam cezasının kaldırılmasının temelinde, suç ve ceza
konusunda yapılan araştırmalar ve bilimsel incelemeler yatmaktadır. Geçmişte suç işleyenler, “öç alma”7 saikiyle cezalandırılırken, bu amacın yerini “suçlunun ıslahı” almıştır.
Suçlunun ıslahı, idam cezasının kaldırılmasını gerektirmiştir. Günümüz ceza hukukçuları, (suçlunun ıslahı için) cezada, dört özelliğin bulunması
gerektiğini dile getirmektedir.
Bunlardan birincisi, cezanın insan haysiyetine uygun olması,
ikincisi, sadece suçluya tesir
etmesi, üçüncüsü, bölünebilir
olması, dördüncüsü, tamiri ve
geri alınabilir olmasıdır. Bu ilkeler ışığında, idam cezası; bedeni bir ceza olması nedeniyle,
insanlık onuruna aykırıdır, hayatına son verme uygulamasından en fazla ailesi etkilenmek-
tedir, bu ceza bölünemediğinden, (yargılama sırasında hata yapıldığı ortaya çıksa bile)
tamiri ve geri dönüşü olmadığından kabul görmemektedir.
Ceza Mahkemeleri, yapısı gereği, mutlak gerçeği değil, “görünür gerçeği” esas almaktadır. Görünür gerçeği esas aldıkları için, çok sayıda masum
kişiyi, suç işlemedikleri halde
cezalandırmaktadır. Cezaevlerinde yapılan istatistiklerde,
hükümlülerin önemli bir kısmı,
masum olduğunu iddia etmektedir. Bir kısmının masum olduğu infaz aşamasında, bir kısmının ise infazdan sonra ortaya
çıkmaktadır. İdam cezası infaz
edildiğinde, bu kişi hakkında
yapılan hatanın telafisi mümkün olmayacaktır. Masum biri
idam edildiğinde, suçlanması
gereken mahkeme (veya yargılama makamı) değil, idam cezasının kendisi olmalıdır!
Konuya, yakın tarihimiz ve
“Türkiye gerçekleri” açısından bakacak olursak, idam cezasının geri getirmek için üzerinde dokuz kere düşünmemiz
gerekir. Türkiye’de idam ceza-
SAYI: 152 ARALIK 2016
65
güncel
sı, başlangıçta (kuruluş aşamasında) dünyadaki değişime ve
eğilime aykırı bir seyir izlemiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında,
Avrupa ülkelerinden kanunlar
ithal edilirken, yasaların içeriğine dokunulmamış, aynen aktarılmıştır. Ancak 1889 tarihli
İtalyan Ceza Kanunu esas alan
ceza kanununda, farklı bir yol
izlenmiştir. O dönemde İsviçre, Romanya, Portekiz, Hollanda ve Fransa’da da idam cezası kaldırılmasına ve İtalyan
Ceza Kanununda da ölüm cezası bulunmamasına rağmen
Türk Ceza Kanununda, çok sayıda suç için idam cezası getirilmiştir. İdam cezaları (İtalya’da faşist partinin uygulamalarına paralel olarak) 1930
yılında önemli oranda artmıştır.
Ruth Miller (2013 yılında Ufuk
Kitapları arasında yayınlanan)
“Fıkıhtan Faşizme” isimli kitabında, Türkiye’de yaşanan hukuk devriminin (!) seyrini gözler önüne sermiştir. Yakın tarihimizi merak edenler, bu dönemde, İstiklal Mahkemelerinin nasıl çalıştığını, binlerce kişinin
hangi amaçla ve hangi gerekçelerle idam edildiğini görebi-
Türkiye, idam
cezasını geri
getirecek olursa,
Türkiye aleyhine suç
işleyenler, Türkiye’ye
iade edilmemek için
yasal bir gerekçeye
sahip olacak,
Türkiye’ye iade
edilmeyeceklerdir.
66
SAYI: 152 ARALIK 2016
lir. Resmi kayıtlarda, sadece iki
bin kişinin idam edildiği belirtilse de, sadece şapka kanununa
muhalefet nedeniyle idam edilenlerin sayısı (yaklaşık) yüz bin
kişidir. Hukuk katliamı, sadece
tek parti döneminde değil, çok
parti döneminde de devam etmiştir. 1960 darbesinde, dönemin başbakanı ve bazı bakanlar başta olmak üzere, çok sayıda masum insan idam edilmiştir. 1980 darbesinden sonra ve 28 Şubat darbe sürecinde, resmi kayıtlara geçmeyen
binlerce kişi öldürülmüş, (İstiklal Mahkemelerinin devamı
niteliğindeki) Devlet Güvenlik Mahkemeleri, yüzlerce kişinin idamına karar vermiştir.
Bu kararların önemli bir kısmı
“irtica” gerekçesiyle verilmiştir.
Türkiye’de idam cezası, PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye iade şartı nedeniyle kaldırılmış, hükmolunan idam cezaları, ağır hapis
cezalarına çevrilmiştir. Türkiye’nin, Avrupa Birliği üyelik
beklentisi/çabaları olmasaydı,
28 Şubat darbe sürecinde darbeye direnenlerin büyük bir çoğunluğu idama mahkûm edilir,
cezaların çoğu da infaz edilirdi.
Bugün idam cezasını getirmeye çalışanlar, bu cezanın yarın
kimlere uygulanacağını çok iyi
hesap etmeleri gerekir.
Türkiye’nin idam cezasını
geri getirmesini, sadece iç hukuk sorunu olarak görmemek
gerekir. Bu konu, milletlerarası hukuku da ilgilendirmektedir. Zira Türkiye, insan hakları
ve idam cezasının kaldırılması
konusunda birçok sözleşmeye
taraf olmuş, kanunla yürürlüğe
koymuştur. Türkiye, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına ilişkin 6 Sayılı Protokolü ve Ölüm cezalarının her
durumda kaldırılmasına ilişkin
13 Sayılı Protokolü imzalamıştır.
Türkiye, 13.02.1957’de Paris’te
imzalanan, “Suçluların İadesine Dair Avrupa Sözleşmesi” ne de taraftır. Bu sözleşmede, suçluların iade şartlarından
biri, suçlunun iade edileceği ülkede idam cezası olmamasıdır.
Türkiye, idam cezasını geri getirecek olursa, Türkiye aleyhine suç işleyenler, Türkiye’ye
iade edilmemek için yasal bir
gerekçeye sahip olacak, Türkiye’ye iade edilmeyeceklerdir.
İdam korkusuyla Avrupa ülkelerine sığınan Türk vatandaşları,
bulundukları ülkelerde Türkiye
aleyhine faaliyette bulunacaklar, bu da (Osmanlı devletinin
çöküş sürecinde olduğu gibi),
Türkiye için tehdit oluşturacaktır. Daha da önemlisi, çok taraflı
sözleşmelerde, sözleşmenin tarafı olan devletlerden biri, sözleşmedeki taahhütlerinden tek
taraflı olarak vazgeçerse, diğer
taraf devletler, Türkiye’ye karşı, siyasi, askeri, ekonomik vs.
yaptırımlar uygulayabilecektir. Bu olasılık, idam cezasından
beklenen yarar ile zararın tartılmasını gerektirmektedir.
İdam cezasının, 15 Temmuz
darbe teşebbüsüyle ilişkilendirilmesi de, hukuki gerçeklerle
bağdaşmamaktadır. Zira, ceza
hukukunun en temel prensiplerinden biri, “kanunların geçmi-
güncel
şe yürümemesi” ve “sanık lehine olan yasanın uygulanması” ilkesidir. Türkiye; idam
cezasını yürürlüğe koysa bile, idam cezası, yürürlüğe gireceği tarihten önceki suçlara
(15 Temmuz darbe teşebbüsüne ve bu yasa sanığın aleyhine olduğu için) uygulanamaz.
Failin yakalanmış olması veya
kaçak olması önem taşımaz.
İdam cezasının Fethullah Gülen’e ve Abdullah Öcalan’a uygulanacağına ilişkin açıklamalar, hukuki temelden yoksundur. AK Parti, (15 Temmuz darbe teşebbüsüne destek verdiğine inandığı) Avrupa Birliği’nin
üyelik müzakerelerini sonlandırmasını istiyorsa, bu tartışmayı (toplum vicdanını kanatmaya devam eden idam cezası ekseninde değil) farklı bir zeminde yürütmelidir. Türkiye’de
idam cezasının 80 yıllık uygulaması, bu cezanın acılarının ne
kadar taze ve ne kadar derin
olduğu, hâlâ kanamaya devam
ettiği, sonuçlarının ne kadar yıkıcı olduğu, suç işleme oranını da azaltmadığının en somut kanıtıdır. Türkiye’de insan
hakları çıtasının yükselmesinde büyük emeği olan AK Partinin, idam cezasını geri getirmesi kuruluş felsefesinin inkârı
olacaktır. Bir inat uğruna, böylesine meşum bir cezayı meclis gündemine getirirlerse, bu
ceza lehinde oy veren milletvekilleri ile yasalaşmasına destek
verenler, ileriki yıllarda, haksız
yere idam edilecek olan herkesin sorumluluğunu üstlenmiş
olacaklarını unutmamalıdırlar!
Türkiye; idam cezasını yürürlüğe koysa
bile, idam cezası, yürürlüğe gireceği
tarihten önceki suçlara (15 Temmuz
darbe teşebbüsüne ve bu yasa sanığın
aleyhine olduğu için) uygulanamaz.
Failin yakalanmış olması veya kaçak
olması önem taşımaz. İdam cezasının
Fethullah Gülen’e ve Abdullah Öcalan’a
uygulanacağına ilişkin açıklamalar,
hukuki temelden yoksundur.
1. Engizisyon mahkemelerinde uygulanan idam ve işkence yöntemleri, halen, Avrupa ülkelerinde müzelerde sergilenmektedir. Tarihte uygulanan çeşitli idam yöntemleri, cezaların büyük bir öç duygusu altında infaz edildiğini göstermektedir.
2. Dr. Zahir Kızmaz, Ceza veya Kriminal Yaptırımın Suç Oranları Üzerindeki Caydırıcı Etkisi, Sosyal Bilimler Dergisi. shf.212
3. Dr. Metin Feyzioğlu, Ölüm Cezası
Üzerine Düşünceler ve Anayasa Değişikliği ile 4771 Sayılı Kanun’un Getirdiği Yeni Düzenlemeler, (Ankara
Barosu Dergisi, 2002/4, yıl 60, ss.1335) Cezanın amacını açıklayan pek
çok teori vardır. “Mutlak teoriler”,
cezanın mahkuma verdiği acı ile zararın ödetilmesi, onun tek amacıdır.
“Nisbi teoriler”, cezanın, “genel önleme” ile toplumun fertlerinin suç işlemekten alıkonulması, “özel önleme” ile de suçlunun ıslahı veya toplumdan tasfiyesi yoluyla yeni suçlar
işlemekten alıkonulması amaçlanır.
“Karma teoriler”de, cezanın ödetme amacı yanında, genel önleme ve
özel önleme amaçlarına hizmet ettiği ileri sürülmektedir.
4. Dr. Zahir Kızmaz, Sh1.217
5. Türkiye’de suç istatistiklerine göre, 2015 yılında 1.542 kişi, 2014 yılında 1. 433 kişi öldürülmüştür. Mala karşı işlenen suçlar nedeniyle
(258.307 davada) 394.265 kişi yargılanmış, bunlardan (74.426 hırsızlık ve 173.058 nitelikli hırsızlık olmak üzere) 247.484 kişi “hırsızlık”
suçundan yargılanmıştır. Kısa süre önce Meclise verilen (ve tepki-
ler üzerine geri çekilen) önergeyle,
devlet, küçük yaşta evlilikleri önleyecek sosyal politikalar uygulamadığından, dört bin civarında erkeğin (kocanın), çocuklara cinsel istismar suçundan hükümlü olduğu
ortaya çıkmıştır. Bu konuda Türkiye ile benzerlik arz eden İspanya,
1980’li yıllarda 12.867 olan 16 yaşından küçüklerin evlilik sayısını,
1990’lı yıllarda 2.678’ye, 2000-2014
arasında 365’e düşürmüş, 2015 yılında da rüşt yaşını 13’ten 16’ya çıkarmıştır.
6. Norveç’te, 22 Temmuz 2012 tarihinde, Utoya adasında, çoğu çocuk
77 kişiyi öldüren ve 242 kişiyi yaralayan Anders Behring Breevik hakkında Mahkemece verilen (o ülkedeki
cezanın üst sınırı) 21 yıl hapis cezası
işlenen suça denk değildir. Bununla
birlikte, müebbet (ömür boyu) hapis cezasının, suçlu ve çevresinde,
idam cezasından daha etkili olduğu
öne sürülmektedir. Müebbet hapis
cezasına mahkum edilenlerden bazılarının cezaevinde intihar etmesi,
ölümü, müebbet hapis cezasından
daha iyi bir seçenek olarak kabul
ettiğini göstermektedir.
7. Öç alma, idam cezasının en
önemli gerekçelerinden biri olmuştur. İdam cezasını savunanlar, az sayıda ve hunharca işlenen bazı suç
örneklerini, idam cezasının gerekliliğine gerekçe olarak sunmuştur.
Suçların, toplumsal düzendeki arızalardan meydana geldiğini, arızalarının ıslahı halinde suçların da
azalacağını unutmayalım.
SAYI: 152 ARALIK 2016
67
güncel
Trump’la dünyayı nasıl
bir gelecek bekliyor?
ENGİN DİNÇ
dinç.engin@gmail.com
HERKESIN merakla beklediği ABD başkanlık seçimlerinde dünya kamuoyunu büyük
bir şaşkınlığa uğratarak seçilen isim Donald Trump oldu. İngiltere’den sonra ABD seçiminde de anketler sonucu tahmin
edemedi. Son hafta yayınlanan
en az 10 anketin 9’unda Clinton’ın kazanacağı öngörüsüne
rağmen zafer Trump’ın oldu.
ABD’deki karmaşık seçim
sistemine göre Trump 175 bin
eksik oyla kazandı. Buna göre
Trump, 59 milyon 216 bin oy ve
yüzde 47,5 oy oranı ile 306 delege çıkartırken, Clinton 59 milyon 391 bin oy ve yüzde 47,7
oy oranı ile 232 delege çıkarabildi. ABD’nin 45. başkanı olan
Donald Trump, kendinden önceki başkanların aksine, ordu
da hizmet etmemiş veya kamu
görevinde çalışmamış ilk başkan oldu.
Seçimlerden önce medyanın, anket şirketlerinin hasılı genel kamuoyunun Hillary
Clinton’ın seçileceğine dair
güçlü beklentisine ve hatta manipülasyon çabalarına rağmen
Trump’ın nasıl olup da büyük
bir fark atarak seçilmeyi ba-
68
SAYI: 152 ARALIK 2016
şardığı hâlâ büyük bir tartışma
konusu. Bununla ilgili çok fazla sebep sayıldı. Trump’ı ABD
halkının ve dünyanın genelinde kötü gösteren bazı söylemleri olmuştu. Donald Trump’ın
seçim sürecinde en çok konuşulan sözleri Müslümanlar, kadınlar ve göçmenler hakkında
söyledikleri oldu. Trump, yaptığı bir açıklama ile ABD yönetimine Müslümanların tümünün
ülkeye girişini yasaklama çağırısında bulunmuş, göçmenlerin ülkeye girişini engellemek
için Meksika sınırına bir duvar
öreceğini söylemiş, Clinton’a
yönelik “Sen ne kadar iğrenç
bir kadınsın” sözlerini kullanmıştı. Trump’ın tüm bu sözleri
de büyük tepki çekmişti.
Tüm bu negatif görünümü ve itici sözlerine rağmen
2008’deki ekonomik krizin etkilerini hâlâ üzerinden atamayan ABD’de Barack Obama
ve politikalarından umduğunu
bulamayan seçmen, kendilerine eski günlerini vadeden
Trump’a büyük destek verdi.
Seçimlerin ardından Trump’ın
kazanmasını özellikle taşradaki beyaz ABD’li seçmene ve
Clinton hakkındaki usulsüzlük
iddialarına bağlayanlar çoğunluktaydı.
Burada önemli olanın beyaz
ABD’li seçmenin desteği olduğunu ve bu konunun daha geniş perspektiften ele alınması
gerektiğini düşünüyorum. Konu ABD’deki iki başkan adayının yarışından çok daha farklı
bir dip dalganın gelişmesiyle ilgili. Trump’ın ABD seçimlerindeki başarısı, aslında küreselleşme ile ulus devletlere dayalı
sistem arasındaki gerilimin bir
yansıması.
Bilindiği gibi, küreselleşme
sermayenin ve bilginin tüm
dünyada herhangi bir sınır ya
da engelleme olmadan, sınırsız bir şekilde dolaşımda olması fikrine dayanıyor. Bu bağlamda küresel şirketlerin yön
verdiği dünya ekonomisi; BM,
IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) vb. uluslararası kuruluşlarla bir yandan
ulus devletlerin bağımsız karar verme yeteneğini elinden
almaya çalışırken, bir yandan
da iç karışıklıklar, darbeler ve
savaşlarla kendilerine sorun
çıkaran ülkelerdeki yönetimleri değiştirmeye çalışıyorlar.
Mısır, Afganistan, Brezilya, Venezuela, Ukrayna, Türkiye, Su-
güncel
riye, Irak, Libya, Tunus, Sudan
vb. pek çok ülkede bu tip çabaları sergilediler. Kiminde başarılı, kiminde ise başarısız oldular.
Bu çabaların bir sonucu
olarak ortaya fakir, istikrarsız,
ekonomisi kötü, iç savaş ve çatışmaların dinmediği pek çok
ülke ortaya çıktı. Bu ülkelerin
halkları ise yaşanılan kötü şartlardan kurtulmak, huzur ve refah için gözünü gelişmiş Batı ülkelerine dikti ve buralara
yöneldi. Kimi legal yollardan,
kimi ise illegal olarak bu ülkelerin yolunu aşındırmaya başladı. Tek istedikleri daha iyi
bir yaşam olan bu insanların
önünde ise büyük engeller var.
Ancak küreselleşmenin çelişkisi de burada başlıyor. Küreselleşme düşüncesi, tüm dünyanın zenginliğini ele geçirmek
için paranın ve bilginin sınır-
Kabul etmek gerekir
ki, ABD’de Trump
özellikle taşralı
beyazların, yaşlıların
ve hispanic ya
da- siyahi olması
önemli değil- işsiz
gençlerin oyunu aldı.
sız bir şekilde dolaşımına imkân verirken, emeğin yani insan unsurunun sınırsız göçüne
imkân vermiyor. Sermaye gelişmiş Batı ülkelerinde toplanırken, bu dünyanın dışında kalan bölgeler giderek daha fazla kan, gözyaşı, açlık ve fakirlikle mücadele ediyor.
Yine kapitalizmin küreselleşmeyle birlikte artan ve derinleşen krizler, bir yandan Batılı ülkelerin güven dolu ekonomilerini vururken, bir yandan
da bu durumun artık eskisi
kadar kolay atlatılamayacağını gösteriyordu. Buna ucuz işgücü için yatırımlarını ülke dışına taşıyan küresel şirketleri
ve göçleri de ekleyince, Batılı
ülkelerde halk giderek gelecek
endişesi taşıyan bir hale büründü. Toparlanamayan Batılı
ekonomilerde halklar artık daha huzursuz, daha güvensiz ve
gelecekten kaygılıydı.
Trump işte böyle kaygılı,
umutsuz ve güvensiz bir Amerikan halkından destek gördü.
Kabul etmek gerekir ki, ABD’de
Trump özellikle taşralı beyazların, yaşlıların ve hispanic ya
da- siyahi olması önemli değil- işsiz gençlerin oyunu aldı.
Trump’ın vaatlerine bakıldığında özellikle kapanan fabrikaların yeniden açılacağına, kayıt
dışı göçmenlerin yakalanıp sınır dışı edileceğine, terör tehdidi olarak gördükleri Müslü-
SAYI: 152 ARALIK 2016
69
güncel
Küreselleşme düşüncesinin merkezi olarak
kabul edilen ABD’de, küreselleşmecilerin
kaybettiğini söyleyebiliriz. Kendisinin
de uluslararası yatırımları bulunmasına
rağmen küreselleşme mağduru
kesimlere yönelik söylemleriyle seçimleri
kazanan Donald Trump’ın oluşturduğu
şok bundan kaynaklanıyor.
manların ülkeye girişine izin
vermeyeceklerine, ülkenin Ortadoğu ya da dünyanın başka
yerlerinde heba edilen kaynaklarının yurtiçinde harcanacağına vb. pek çok şey bulabiliriz.
Küresel şirketlerin ve lobilerin desteklediği kampanyasına verilen maddi destekten
de belli olan Hillary Clinton’ın
ise Amerikan halkının geniş
bir kesimini oluşturan insanlar için bir cazibesi yoktu. Zira
Clinton’ın Obama’nın politikalarını devam ettirmekten başka bir yol takip edeceğine dair
bir işaret bulunmuyordu. Obama ise dış politikadaki başarısızlığının yanı sıra Obamacare
olarak adlandırılan ve ülkede
özellikle Cumhuriyetçiler tarafından tepkiyle karşılanan sağlık reformu dışında ülke içinde
pek çok alanda yetersiz kaldı.
Ekonominin krizden tam anlamıyla kurtulduğuna dair güçlü işaretler olmaması da halkın kararında etkili oldu.
Tüm bunları bir araya getirdiğimizde küreselleşme düşüncesinin merkezi olarak kabul edilen ABD’de, küreselleşmecilerin kaybettiğini söyleyebiliriz. Kendisinin de uluslararası yatırımları bulunmasına
70
SAYI: 152 ARALIK 2016
rağmen küreselleşme mağduru kesimlere yönelik söylemleriyle seçimleri kazanan Donald
Trump’ın oluşturduğu şok bundan kaynaklanıyor. Küresel şirketleri ve lobileri temsil eden
Hillary Clinton gibi bir ismin
kaybedeceğine hiç inanmadılar. Yaşanan büyük hayal kırıklığını ve son günlerde gördüğümüz oyların yeniden sayılması
tarzı haberleri bu gelişmelerle
açıklayabiliriz.
Donald Trump’ın özellikle
dış politikada keskin değişimler yapabileceğini düşünmemek gerekiyor. Zira ABD’nin
belirlenen politikalarının kısa
sürede değişeceğini düşünmek, bu ülkeyi yeterince iyi tanımamaya işaret eder. Yine
de Trump, daha az maliyetli
bir dış politika gütmeyi hedefleyecektir. Bu durum muhtemelen Ortadoğu’daki askeri varlıkların azaltılmasından müttefik olarak görülen kimi ülke
ve örgütlere yönelik yardımların kısıtlanmasına kadara geniş bir çerçevede ilerleyecektir.
Söz konusu bölgelerdeki ülkelerde istikrarsızlığa yol açacak
değişimler konusunda daha isteksiz davranacaklarını söyleyebiliriz. Bu da Trump’ın açık-
ladığı gibi Suriye’de Esed iktidarının devamından yana bir
politika değişikliğine gidilmesine yol açacaktır. Kısacası
Trump, önceliği ülke içine verirken ülke dışında daha temkinli,
ihtiyatlı ve maceradan uzak bir
yol izleyecektir. Özellikle Rusya
ile yaşanan gerilimin Trump’la
beraber azalacağını da söyleyebiliriz.
Barack Obama, ilk yurtdışı ziyaretini Ortadoğu’ya yapmış, onlarca barış mesajı vermiş ve Nobel Barış Ödülü’ne
henüz hiçbir icraat yapmadan layık görülmüştü. Bugün
Obama, Suriye’de binlerce insanın öldüğü, çocukların dayanılmaz acılar çektiği görüntülerin medyaya yansımasının
sorumlusu olarak karşımızda
duruyor. Ukrayna’da, Gürcistan’da ve Suriye’de Rusya’ya
karşı başarısız olan ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi
dost kabul ettiği ülkelerin güvenini kaybetmiş durumda. DAEŞ
gibi bir terör makinasını ortaya çıkarmış, PKK/PYD gibi terörist yapıları meşrulaştırmaya
çalışan bir görüntü içinde. Kısacası iç politikada kayda değer bir başarı kaydedemeyen
Obama’nın başarısız dış politikası sonucu yerine gelecek
olan Trump’ı zor günler bekliyor. PKK/PYD ve FETÖ üzerinden gergin bir dönemden geçen Türkiye-ABD ilişkilerinin
Trump’la beraber nasıl bir seyir izleyeceğini ise hep birlikte
göreceğiz.
DÜŞÜNCE
İstismar
HARUN UÇUR
duhalar@gmail.com
TOPLUMSAL insani münasebetlerde yaşanan ve yaşadığımız, sosyal ve ahlaki çeşitli yaralara neden olan acı hallerimiz
içinde “istismar” çok büyük bir
yer edinmektedir.
Genel olarak bilinen istismarlar; kadınlara, çocuklara ve
engellilere yönelik olmaktadır.
Ancak daha derinden irdelendiğinde bu acı ve aşağılık durumun çok geniş bir alanı kuşattığına şahit oluruz.
Örneğin zamanımızın çeşitli cemaatlerine, tarikatlarına,
mezheplerine, partilerine, sivil toplum kuruluşlarına baktığımızda kendi menfaatleri için
her kazanımı değerlendirilip kullandıklarını görürüz. Güçleriyle,
zenginlikleriyle ve çokluklarıyla
övünen ve bunları tek gaye edinen bu camialar için amaç yolunda her samimi değer ve insan istismar edilebilir.
Yine bu uğurda hak ve hukuka riayet edilmediği gibi her
şeye mubah gözüyle bakıldığını görürüz.
Tüm istismar kurbanlarının
ortak özelliği samimiyet sahibi,
iyi niyetli olmaları ve varlıklarıyla büyük bir kuvveti barındırmalarıdır.
İstismarcılar gerçek yüzlerini maskeleyerek kendilerine güç
katmak için, çıkarları uğruna liyakatli, zeki, başarılı, çalışkan,
sadakatli ve bilgili insanları kullanarak menfaat devşirmek suretiyle işlerini yürütürler.
İlk olarak kullanacakları insanları önce kendilerinin samimiyetine inandırarak işe başlarlar. Onların ihlaslı ve sadakatli
olduğuna inandığınız andan itibaren farkına varmadan istismara uğrarsınız.
Kullanılanlar samimi olduğundan herkesi kendileri gibi
samimi olarak görmektedirler.
Onlar, davanın derdine aşk ile
adanırken, liderin kalbindeki istismarı bilemezler. Onlar, hastalığın ıstırabına yanarak şifa ararken, şifacının gönlündeki istismardan haberleri olmaz.
Menfaat avcıları sezdirmeden kurbanlarını tuzaklarına çekerek hedeflerine ulaşırlar. Aç
bir yırtıcı nasıl ki avını gördüğünde gözü başka bir şeye kaymadığı gibi onlarda aynı şekildedir.
Bakışları çıkar bürüdüğünde
her anlamlı ve değerli şeyin anlamı ve değeri kaybolur; önemsizleşir, yerine menfaatin basitliği yerleşir.
Bu aşağılık ve rezilce davranışın dünya çıkarından daha değerli hiçbir şeyi olmayan, ebedi ahiret inancından uzak kişiler tarafından yapılmasını bir yere kadar
belki normal olarak görebiliriz.
Fakat tam manasıyla ahiret
inancı olan müminler için du-
rum böyle değildir. İnsanlarla
olan tüm münasebetlerin ardında saklı her niyetin sorgulanacağına inananların davranışlarının
umarsızca olması düşünülemez.
İnananların hesap günü idraki, “iç ve dış bir olduğunda her
gizli ve açık” ortaya dökülüp görülmesidir. Buna canı gönülden
iman eden müminlerin tek amacı
Allah’ın sevgisi ve rızası olmalıdır.
İstismarca
yaklaşımların
“Müslüman” etiketli topluluklar
tarafından sergilenmesi kalbi bir
hastalığın belirtisidir. Bu hastalığı en güzel şekilde tarif eden yine Peygamber Efendimiz (as) olmuştur; bu kalbi marazı ‘vehn’
olarak niteleyerek, dünya sevgisi ve ölüm korkusu illetini teşhis
etmiştir. Kâr ve zararın merkezine dünya konulduğunda ve ahiret kazancı örselediğinde otomatikman ‘vehn’ illetine yakalanılmış oluruz.
Yüce Rabbimiz Tekasür Suresinde, “Çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp, kendinizden
geçirdi.” buyurmuştur. İstismarın temelinde çokluk kuruntusu
olduğu net bir şekilde görülür.
Unutulmaması gerekir ki Bedir
zaferi çok olanların değil imanı
büyük olan az bir topluluğun zaferiydi.
Sonuç olarak şunu açıkça
söyleyebiliriz; Müminlerin hayatında her türlü istismarın yeri
yoktur, olamaz. İnsanların iyi niyetlerini kötüye kullanmak ve sömürmek muttakilerin işi değildir.
SAYI: 152 ARALIK 2016
71
GÜNCEL
Kürt sorununda
geleceğe dair
HASAN POSTACI
hpostaci@gmail.com
15 TEMMUZ süreci ile birlikte
ilan edilen olağanüstü hal ve eş
zamanlı başlayan Fırat Kalkanı
Operasyonu ile sonrasında dahil olduğumuz Musul’un kurtarılması harekatı geleceğe dair
iç ve dış politikada önemli değişimlerin yaşanacağının güçlü sarsılmaları olarak okunabilir.
Bu köklü değişimlerin temelinde ABD’nin Türkiye’nin iç ve
dış politikasını şekillendirmede
kullandığı FETÖ yapılanmasının
çökertilmesi ile başladığının altını çizmek gerekir. Kürt sorunundan, Suriye ve Irak politikalarının FETÖ üzerinden ABD ve Batı
çıkarları doğrultusunda manipüle edildiği ve AK Parti hükümetinin bu bağlamda kuşatılmaya
çalışıldığını şimdilerde daha net
görülüyor.
Bu ağır durumu Cumhurbaşkanı yeni bir kurtuluş savaşı olarak tanımlıyor. Türkiye kamuoyunun kahir ekseriyeti 15 Temmuz
sonrası iç ve dışta atılan adımları,
hükümetin politikalarını ve özellikle cumhurbaşkanının söylem
ve duruşlarının son dönemlerde
görülmemiş bir ortak milliyetçilik
ruhu ve iklimiyle destekliyor.
Ülkenin içinde bulundu-
72
SAYI: 152 ARALIK 2016
ğu olağanüstü sıcak koşulların
uzun vadeli sürdürülemeyeceğini de akılı başında herkes görüyor. İlk ayların kontrolsüz ve ölçüsüz FETÖ operasyonlarının
olumsuzlukları son dönemlerde
alınan kararlar ve yapılan açıklamalarla telafi edilmeye çalışıldığı görülüyor.
Genel olarak hukuki uygulamalarda bir takım mağduriyetler
yaşanması, bazı maddi hataların
yapılması, siyasi olarak yaşananları görünmez kılmamalı. Dış destekli açık bir ihanet çetesinin teşebbüs ettiği darbenin başarılı olması durumunda ülkenin ne hale
geleceğinin kâbusunu bile birazcık düşünmek, bu mücadelenin siyasi düzlemde bir varoluş çabası olarak algılanmasını gerektirir.
Sürecin geleceğine dair birçok boyutta hikmetli derin analizler yapılmasına ihtiyaç olduğunu görmek gerekir. İçte ve dışta
sürdürülen ve yoğunluklu olarak
askeri tonu fazla olan politikaların, psikolojik, ekonomik ve daha
birçok açıdan bu tempo ve sıcaklıkta taşınamayacağı aşikârdır.
Bu bağlamda Kürt sorunu
özelinde geleceğe dair değerlendirmelerde bulunmaya çalışalım.
Öncelikle son süreçte ortaya çıkan en önemli hususun FETÖ ve
PKK’nın aynı üst akıl tarafından
yönlendirildiğidir. Özellikle PYD’
ye verilen açık destek bu durumu
daha görünür kılmıştır.
Fırat Kalkanı Operasyonu ile
beraber bir yandan PYD’ nin Suriye’deki etkisi kırılmaya çalışılırken, içeride PKK’ye karşı başlatılan askeri operasyonlar, hendek stratejisinin uygulandığı yerleri de aşarak kırsal hâkimiyet
alanlarını ve sınır ötesi kandil
bölgesini de içine alacak şekilde genişletildi.
HDP vekillerinin tutuklanması ve Belediyelere kayyum atanması, çeşitli dernek ve sivil toplum kuruluşlarının kapatılması,
ilişkili tv kanalları, gazeteler ve
internet sitelerinin kapatılması
PKK ile mücadelede tüm köprülerin atıldığını gösteriyor. Diğer yandan örgüt sempatizanlığı üzerinden başlatılan başta
öğretmenler olmak üzere kamu
çalışanlarının ihraç edilmesi veya açığa alınmasının yaratacağı
sosyolojik boşluk ve gerilim sürecin geleceğine yönelik kaygıların
artmasını beraberinde getiriyor.
Bir sistem sorunu olarak
cumhuriyetle yaşıt olan Kürt sorununun yaklaşık son kırk yılına
damgasını vurmuş PKK’nın sa-
güncel
HDP vekillerinin tutuklanması ve Belediyelere
kayyum atanması, çeşitli dernek ve
sivil toplum kuruluşlarının kapatılması,
ilişkili tv kanalları, gazeteler ve internet
sitelerinin kapatılması PKK ile mücadelede
tüm köprülerin atıldığını gösteriyor.
dece askeri operasyonlar ve güvenlikçi politikalarla etkisiz hale
getirilemeyeceği geçmişteki deneyimlerle açıkça görülmüştür.
Kaldı ki geçmişten günümüze
yaşanalar PKK’nın çekirdek katı
Marksist-Leninist çizgisini oluşturan mekanik örgütlü yapısının dışında ikinci, üçüncü ve daha alt
seviyelerde bir biçimiyle örgütün
askeri ve siyasi mücadele sürecinde siyasi bir bilinç ve kimlik
kazanmış geniş bir sosyolojik tabanından bahsetmek gerekir. Bugün itibariyle PKK muhalifi ve Kürt
sorunu üzerinden bir siyasi duruş
ve söylem sergileyen yapılanmalar açısında da Kürt sorunu hâlâ
sistemin yapısal bir sorunu olarak
algılanmaya devam edecektir.
Ayrıca Kürdistan Bölgesel
Yönetimi ve Suriye’de yaşananlar Kürt sorununun artık yerel bir
sorun olmaktan çok küresel bir
sorun olduğunu ve her bir Kürdistan coğrafyasında yaşananların birbirini etkilediği gerçekliğini de görmek gerekir.
PKK’nın hayati bir stratejik
hata yaparak AK Parti dönemi
çözüm süreci kredisini tüketmesine en büyük cezayı Müslüman
Kürt halkı verdiği desteği çekerek göstermektedir. Ancak bu
durum Kürt sorununun PKK yenilgisiyle biteceği gibi bir yanılgıya dönüşmemelidir.
Çözüm sürecindeki dosyalar
olduğu yerde duruyor. Yeni Ana-
yasa sürecine Kürt sorununun
çözüm dinamikleri mutlaka yansıtılmalıdır. Kürt ve Türk halklarının tüm Anadolu coğrafyasında
sosyolojik kaynaşmasının daha
derin temellere dayanmasının
beraberinde getirdiği tek devletli
çözümün nitelikli düzenlemelerle
tüm toplumsal kesimlerden destek göreceğini belirtmek gerekir.
Kürt sorununun çözümünde
bir şans olarak görülen Ak Parti hükümetinin bu bağlamda sorunun çözümüne dönük çabaları tekrardan gündemine alması
oluşan olumsuz psikolojik iklimi
rehabilite edecektir.
Bu bağlamda yapılacaklar ise geçmişte yapılan müzakerelerin tozlu notları arasında
durmaktadır. Bu süreçte öncelikle yapılması gereken Kürt sorununa duyarlı sivil siyasi aktörleri cesaretlendirecek adımlar atmaktır. PKK vesayeti kadar devletin güvenlikçi ve artan katı milliyetçi refleksleri de bu iklimdeki
kırılganlığı artırmaktadır.
Yoğunlaşılması gereken ana
başlıklar; Kürt dilinin tüm boyutları ile özgürleştirilmesi, geliştirilmesine yönelik düzenlemelerin yeni anayasanın çok dilli, çok
kültürlü ikliminde yapılması ve bu
bağlamda yeni bir yol haritasının
oluşturulmasına yönelik komisyonun görevlendirilmesi. Bu sürecin
ekonomik, piskolojik, kültürel ve
sosyal projelerle desteklenmesi
ve yeniden bir güven ikliminin tesis edilmesi gerekmektedir.
HDP vekillerine ve belediyelere yönelik operasyonların oluşturduğu siyasi temsiliyet krizinin
aşılmasına dönük tedbirler alınması ile ilgili çalışmalar başlatılmalıdır. Yeni seçimlere kadar
kayyumlu belediyelere yerel danışma ve yönetime katılım mekanizmaları gibi bu ara sürecin siyasi bunalım ve güvensizlik boyutunu rehabilte edecek formüller üzerinde düşünülmelidir.
Avrupa Birliği üzerinden yaşanan gerilimlerin Kürt sorununa yansımaları iyi yönetilmelidir.
PKK’nin Avrupa ülkelerinden aldığı siyasi desteğin ancak diplomatik yöntemlerle etkisiz hale
getirilebileceği görülmelidir.
Suriye ve Irak politikalarının
da soruna yansımaları dikkate
alınmalıdır. Barzani yönetiminin
bağımsızlığı gündemine aldığı
bu süreçte İran ve Rusya olan
ilişkilerinde bu soruna etkileri
göz önünde bulundurulmalıdır.
Sonuç olarak küresel ve bölgesel olarak birçok alanda kuşatılmışlık altında bulunduğumuz bu sürecin çıkış dinamiklerinin başında Kürt sorununu
sağlıklı yönetebilmek geliyor. İçte ve dışta bu sorunun sivil siyasi ve barışçıl çözümü derinleştikçe geleceğe daha güçlü yarınlarla yürüyebileceğimizin altını çizmek gerekir.
SAYI: 152 ARALIK 2016
73
DENEME
İnsan, bir kelime…
NECİP CENGİL
necip.cengil@gmail.com
EY ‘dil’ hem lisanım hem yüreğimsin.
Yanlış yapar ikisini birbirinden
koparırsan, yanlışımın belgesi olursun.
İNSAN, bir kelime... Açılımında
nice anlamlar yüklü.
Bir yanında nankörlük, bir
yanında acelecilik, bir yanında
nisyan… Bir yanında güzel huy;
yaratılıştaki doruk güzellik, erdem ve ahlak… Diğer yanında
kötü huy; aşağılığın en alt sınırı
durmaktadır.
Bir yanında duygu diğer yanında duygusuzluk; bir tarafta
sevgi bir tarafta sevgisizlik…
Kaskatı bir yüreğe karşı, ipekten daha yumuşak ve okşayıcı
bir yürek… Sivrilen dilin karşısında, incitmeyen, onurlandıran, güzelliklere çağrı yapan
bir dil… Bir yanda başıboş olduğunu düşünebilen, diğer yandan yükünü ağırlaştıran “emanet” kelimesiyle çevrelenen bir
insan. Ki, başıboş bırakılmayan
insan emanet kelimesiyle sarılı
ve emaneti koruma konusunda
sürekli bilgilendirilmiş, desteklenmiş ve yalnız bırakılmamış.
Ve insan kendi kendisinin
tutsağı, kendi kendisinin hapishanesi… Hem kuyu hem Yusuf… Hem kuyuya atan, hem
kuyudan çıkaran el… Bir yanında melik durur, en yakını-
74
SAYI: 152 ARALIK 2016
nı korumak adına Yusuf’u zindana atan. Bir yanında Züleyha durmaktadır, günaha çağrı sahnesini makul göstermeye
adanmış oyunlar oynayan. Günah oyununa ortaklar arayan
ve günah oyununu sürdüreceğini ilan eden. Oyunu iftira ile
bitiren. Ve dedikodu deryasını
Yusuf’un yoluna salan.
Ve Yusuf… Bir yanında dedikodu ile gelen zindan, bir yanında rüyası. Bir yanında rüya
tabirinden çıkan zindan anahtarı… Anahtarı saraya, rüyayı
zindana, tabiri Melike taşıyan
kelimeler…
Dilinde sırrı saklı insanın…
Bir kelime, bir cümle... İhtiyaçları ile daima muhtaç olan,
emellerine bağlı olarak daima
rüyalarla, hayallerle, beklentilerle yorulan, tul-u emel sahibi,
savrulan; eşyanın isimleri ile tanışıp meleklerin bile bilmediklerini öğrenen, konuşan, anlatan, yazan… Akabinde; öğrendiği, anlattığı, yazdığı gibi olamayabilen… Veya kimi zaman,
meleklerin inip musafaha yapacağı kadar hakikat ve güzellik
pınarı olmayı başarabilen. An-
cak her an dilinin provokasyonuna gelme ihtimali olan… Dilinin gadrine uğrayabilen insan.
Aldatılmışlığı dilinde aramayı
kimi zaman unutan insan… Dili hakkında uyarılmışken, uyarıldığı konuları ve ‘uyaran kelimeleri’ unutan insan…
Belki de insan; dil, söz, konuşma ile alakalı olarak peygamberimizden gelen şu hatırlatmayı zihnine nakşetmeli:
“Âdemoğlu sabaha erdi
mi, bütün azaları, dile temenna edip: “Bizim hakkımızda Allah’tan kork. Zira biz sana tabiyiz. Sen istikamette olursan biz
de istikamette oluruz, sen sapıtırsan biz de sapıtırız!” derler.”
Ey ‘dil’ hem lisanım hem yüreğimsin. Yanlış yapar ikisini
birbirinden koparırsan, yanlışımın belgesi olursun. Yanlış yapar yüreğimin içini boşaltacak,
tarumar edecek şekilde açılırsan kaybedişimin ilanı olursun.
Nice “akıllı” görünüşlü insanı
alay konusu yaptın. Nice ümmi
insanın beynindeki, yüreğindeki
bilgelikleri açığa vurdun. Nice
“zeki” kabul edilen insanın arzulanmayan sivriliği oldun. Sırları açığa vurdun; sırları açığa
vurulanların yerden yere vurulmasına sebebiyet verdin. Nice
“gizemli şahsın” aynası oldun,
sakladığı asli kimliğini deşifre
ettin. Belki sayısız kere “Hay
dilini arı soksaydı da...” denildi senin için. Veya “Dilim tutul-
deneme
saydı da söylemeseydim…” diye tepki verilen nice cümleler
şekillendi seninle.
Dili, hem yüreğinin, hem
düşüncesinin, hem hayatının
anahtarıdır insanın.
İnsan akılla teçhiz edilip mükerreren akletmeye, düşünmeye, tefekküre davet edilen ve hesabını ağırlaştıracak bir yönünün de dili olduğu kendisine bildirilen kişi…
İnsan, kimi zaman diline hâkim olan, kimi zaman dilinin savurmasına kapılıp şaşkın duraklarda gezinen, bazen dilini
bilincinin izahı olarak değerlendiren kişi...
Dilini nasıl kullandığı, nerede değerlendirdiği, seçtiği kelimeler... Hepsi önemli. Dil, insanda bir çekim gücü oluşturacağı gibi, gönül kırıcı ve itici
bir özellikte kazandırabilir. Bakarsınız “dil-baz” der, sözündeki hoşluğu, güzelliği anlatırlar.
Bir başkası için “ dil-azar” der,
konuşurken nasıl hatır kırdığı,
kırıcı olduğu izah edilir.
Mevlana’nın dediği gibi:
“A dil, hem sonsuz bir haznesin sen;/ hem dermanı bulunmaz bir dertsin sen.”
Dili, lisanı insan düşüncesinin meyvesi… Düşünce; hayat
ağacının ruhudur.
Düşüncesini izhar ederken
güzel ve çirkin sözden haberdar edilen ve güzel söze davet
edilirken çirkin sözden uzak
durması öğütlenen kişidir insan… Mesela Sadî-i Şirazî “İster uşşak, isterse hicaz olsun,
kötü çalgıcının gırtlağından çıkan sesin değeri olmaz.” der.
Diğer taraftan güzel söz, kökü
yere sağlam basan, bir diğer
ifadeyle sağlam ve sağlıklı bir
örfe sahip; dalları göğe doğru
uzanırken çevresini gölgeleyen
ve sürekli meyve veren bir ağaca benzetilir. Çirkin sözün kökü sallantıdadır, sağlam bir örfe veya geleneğe sahip değildir; meyvesizdir veya meyve gibi görünen mahsulü faydasızdır. Neticede güzel söz veya
çirkin söz, her ikisi de kelimelerden oluşmaktadır. Ve insanın “güzel sözde” karar kılması, elfaz-ı cemile ile donanması,
kem sözden uzak durması beklenmektedir. Ve denir ki; hayata anlam katacak söylem elfaz-ı
cemile ile donanandır.
Kelime yıldız, cümle galaksi… Ve insanın yörüngesini çizen, kurduğu cümleler, seçtiği
kelimeler. Yıldızlar yanıp söndüğü gibi, insanın sözleri ve kelimeleri de inkırazla yüz yüzedir.
İnsandan istenense doğruya,
sürekliliğe ve ışıldamaya inkıyadı yani uyması veya itaat etmesidir. Şikeste hali, yani yorgunluk ve yılgınlık insanın peşini bırakmaz. “Şikeste” ye karşı inkişaf kelimesi bekler insanı.
İnhirafa karşı insicam…
İnsandan her an insaniyet
beklenir. Yani insan olmanın güzellikleri aranır ondan. Ve insan
“İnsaniyet-i Kübra” olan “İslam”
ile şereflendirilerek, ona yolculuğunda yalnız bırakılmadığı,
yarsız ve desteksiz olmadığı
hatırlatılır.
İnsana insaniyet-i kübra
yar olunca, kişi bu sağlam yârin izinde yolculuğunu sürdürürken güzelliklerin adresi oluverir.
Kelimeler nura dönüşür, insan
ışığın aydınlığında konuşur ve
çevresini aydınlatır. Evler ve sokaklar ürkütmeyen, sevgiye doyuran, hoşnutluğa çağıran sözlerle dostlaşır. Ve elbette sözlerin adamına göre yakıcı olanı
da vardır.
Nur kimine nar görünebilir. Gerçekleri duymanın ağırlığına dayanamayanlar olabilir. Rahmet kaynağı bazısı için
bir firak membaı olur. Fısk daha yakın gelir kendilerine. Günahlardan örülü kaleyi kendilerine daha yakın hissedebilirler.
Yani henüz insaniyet-i kübra’ya
hazır olmayabilirler. Fakat her
âdemoğlunun insaniyet-i kübra
için namzet olduğunu unutmadan ses vermek gerekir.
Kelimeler insanın mana iklimini anlatacağından, kelimelerden iticilik değil çekicilik
oluşturmak önemlidir. “Müjdeleyin nefret ettirmeyin, kolaylaştırın zorlaştırmayın” kıvamında… Önemli olan buna dair
uğraş vermektir elbette. Muhatabın arzulanan yankıyı vermemesi irfan ikliminden vazgeçirmemeli insanı.
Evet, insanın duası kelimelerden, bedduası kelimelerden… Yazgısı kelimelerden.
Kendi tuttuğu günlüğü, kendisini gözetleyenlerin tuttuğu “ha-
Nur kimine nar
görünebilir.
Gerçekleri
duymanın ağırlığına
dayanamayanlar
olabilir. Rahmet
kaynağı bazısı için
bir firak membaı olur.
SAYI: 152 ARALIK 2016
75
deneme
Hayata canlılık veren, ölümü yaşama
dönüştüren ve hayata şahitlik eden kelimeler
hep var olacaktır... Kelimeler varlığını
yitirmeyecek; canlı, cesur, vefalı, ahdine sadık,
insan olmanın ve insan kalmanın hakkını
verecek olan kişileri arayıp duracaktır.
yat günlüğü” kelimelerden…
Öyledir, her insanın bir günlüğü vardır, tutulan. Kelime kelime yazılan, satır satır okutulacak olan. Yaptığı her şeyi bulacağı bir günlüktür tutulan.
Kâtipleri ile birlikte yürüdüğünü düşünen insan, sırtında bir
kâğıt ve kalemin ağırlığını hissetse nasıl olur? Her söylediğinin kâtibin kaleminden çıkan
mürekkeple belgelendiğini bilmekten öte hissederek yaşayan
insan herhalde sözlerine daha
bir dikkat eder. İnsanla gezen
kâtip arzuhal yazmaz, hayatın
her anını kitaplaştırır. Öyle ki,
yazılan bu kitabın bir tek okuyucusu vardır. Herkese, yalnızca kendi kâtibinin yazdığı kitap
okutulur.
İnsan sürgüne ve sınava
gönderildiği şu dünyada adresini bulmak için kelimeleri kullanır.
Ne Firavun dinler kelimeler,
ne korku; suyun en sert kayaları dinlemediği gibi… Ola ki
ucunda uçurumlar olsa bile...
Ola ki, ucu darağacına uzansa
bile. Aşkı, tutkusu, nefreti kelimelerden örülü insanın… Aşk-ı
hakiki ile yolunu bulur, aydınlığı yakalar, nura ulaşır, sözleri
nurdan damlalar gibi hayatı etkiler. Hayatı karanlıklardan kurtulur, bakışı şüphelerden arınır,
arkadaşlığı cennet tadına vasıl
76
SAYI: 152 ARALIK 2016
olur. Ufku açılır, hoşnut olacak
bir anlayış yakalar. Kendisini
“nara” götürecek düşüncelerden kurtulur. Yakıtı insanlar ve
taşlar olan bir cehennem resminde yer almamanın yollarını öğrenir. Aşk-ı kimyevi ile hayat arkadaşına ulaşır. Bir dünya paylaşır, beraber uhrevi hazırlığını yapar. Yani fıtri bir ihtiyacını gidermekle kalmaz, aynı
zamanda hayatın paylaşma yönünü, sabır yönünü, imtihanın
başka boyutlarını tanımış olur.
Nice anlamlar yüklü insanda. O bir âlem, bir toprak hülasası, bir damla su, bir çiğnem
et ve âlemin çığlığı. Onu hayata taşıyan, onurlandıran, zillete
düşüren kelimeleri… Dilini hayata güzellikler katabilmek için
kullananlar olduğu gibi çirkinliği çoğaltmak için kullananlar
da çıkabiliyor.
Cümle de bir çığlık, kelimelerden örülü. İnsanı ve insana
dair, insana ait, insanla ilgili her
şeyi açıklayan cümleler. Susmak bilmeyen cümleler. Susturulmak istendiğinde, kuşların
diliyle bile hayata seslenen. Tutsaklığı mümkün olmayan cümleler. Nasıl tutuklanır, çığlığın
tutsaklığı görülmüş şey midir?
Cemil Meriç’in deyimiyle “
Cümle bazen bir çığlıktır, bir
şimşek pırıltısıdır, yanar söner.
Ama her fikir bir şimşek değil-
dir ki, bocalayışları, arayışları,
kendi kendini düzeltişleri, çeşitli
tecrübeleri ile bütün bir arayış”
tır. Ya da “düşüncenin fotoğrafıdır” cümle. Elbette kelimelerden örülü bir fotoğraf… Düşüncenin fotoğrafında, demir parmaklıklar, durmayan, dinmeyen gözyaşları, ağıtlar, hasretler görüntülenmişse, cümlelerin prangasız olduğu söylenebilir mi? Sözleri ile olmasa bile, gözleri ile, bedenleri ile konuşan insanların prangaları kırmamaları mümkün mü?
“Hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım” diyerek çığlığını en gaddar savaşlara duyuran şair hâlâ aramızdaki biri gibi konuşmamakta mıdır?
Hatta savaşların ardından hayatta kalan da yalnızca kelimeler, kelimelerle can bulan anılar ve tarih değil midir? Kılıç keser atar, kelimeler dünü bugüne, bugünü yarına taşır. Kurşun
hayat bağını koparır, kelimeler
hayatı ( dünya ve ötesini) yazar.
Kutadgu Bilig’ teki “ Ne yumruktan ne kılıçtan iz kalır,/ insan
ölür arkasında söz kalır.” İfadesi düşünmeden söylenen bir söz
olabilir mi?
Hayata canlılık veren, ölümü
yaşama dönüştüren ve hayata
şahitlik eden kelimeler hep var
olacaktır... Kelimeler varlığını yitirmeyecek; canlı, cesur, vefalı,
ahdine sadık, insan olmanın ve
insan kalmanın hakkını verecek
olan kişileri arayıp duracaktır.
Hayata hayat veren kelimeler
arasında canlı kalmanın yarışı
sürdürüldükçe insan kendi dinamikleri ile hayata anlam katmaya devam edecektir.
DENEME
Her hâl u kârda
unutursak unutuluruz
AYŞE ŞENER
BIR yaprağın seyrindeyiz. Büyük bir
çınardan düşmüşüz. Yüzüyor ömrümüz.
Bir dala takılıp iki, bilemedin üç gün
eğleşiyor. Mola yola dahil. Derken bir
akıntı onu ittiriyor... Yola devam ediyoruz.
uzun süren bir
namaz: hayat...
KÜÇÜK bir ipucu mesabesinde yaşadığımız mekân. Tasavvurun uçsuz bucaksızlığına
sığmayan o bilinmeyen âlemlere kıyasla. Olsun. Çok güzel bir bahçe. Kimi yataklarında pek çok zaman kan seli
aksa da. “Aşağıda” da olsa...
Güneş, ay, yıldızların nöbetiyle dursuz-duraksız akmakta
olan bir zaman ırmağının kıyısında... Bir yaprağın seyrindeyiz. Büyük bir çınardan düşmüşüz. Yüzüyor ömrümüz. Bir dala takılıp iki, bilemedin üç gün
eğleşiyor. Mola yola dahil. Derken bir akıntı onu ittiriyor... Yola
devam ediyoruz. Düzenli tekrar
olsak ta, sıradanlaşmaya küçük, büyük isyanız. Bazen hakikaten bir an’ız. Çoğu zamansa koca bir yıl. Bir kovalamaca-
dır yaşadığımız. Her hafta sonu gün sayısını az bulanız. Allah Allah! Ne çabuk geçeniz.
Fena halde faniyiz.
Hayat uzun süren bir namazı andırıyor. Bu büyük
namazda ya ayaktayız. Ya
oturmakta. Ya da bir istirahat anında... Ya hareket, değişim halinde, ya sabit, durağan. Böyle bir tadili erkan da.
Zikrimize sağlık.
“Ayaktayken” Aşk ve imanla ayaklanmış, kıyama kalkmış
bir kalpken tam bir hatırlama
anındayız. Ruhsal ayaklanmalar anında Cenab-ı Hakk’ın hatırını bir bir saymaktayız. Kullanımda olmayan ve yaşama
akmayan bütün unutuşlarımızla bir hayal mahşerinde. Birazdan kendimizi sorgulamaya alma heyecanında. Titrek bir hüzün alevlenmekte sol yanımızda. Vicdanın kapıları ardına
kadar açık. Tenimizin sınırlarına taşan bir kalbiz. Hayatımızın, uğradığımız bütün “sokak”ların köşe başlarından
toplayıp yaşamımızı; elemedeyiz, yaşanması gerekenlerin
yüce inceliğinden. Yine sözler
vermedeyiz bir dahaki sefere
yaşanacaklara. Olsun varsın
döneceğimiz sözler... Özür dilemede, bir daha yapmayacağımlardayız. Değişmemiz gerektiğinin beyanında. Lütfen!
Bu defa da kabul niyazında...
Çok uzaklardan, pek yabancılaşmaktan kendimize gelme
anındayız. Tamam.
Şuracıkta bir başka yüzü
var hayatın. Günlük güneşlik
yüzü. Telaşlar, yoğun iş hayatı, tesadüfen ve tevafuken eklenen hikâyelerle dolu bir senaryo akışı içinde, başka bir yerde
atan gizli bir kalpçiğimiz var.
Şimdi buralardaydı nereye gitti
cinsinden kaçak bir kalp. Genellikle bir kenarda olgunlukla beklerken, fırsat kolladıkça
bir çeşit ergenlik yaparak dikkat çekmeye çalışan o ince sızı. “ Yaşamak iyi, hayat güzel,
aşkı evlendirmesi, kebap ya da
pilav, üstüne çay, çarşı pazar,
geciken ödemeler, erken faturalar, kasa, cüzdan, çocuk, torun, yazlık, kışlık, sahil, yayla
SAYI: 152 ARALIK 2016
77
deneme
Boş yere değil hiç bir şey. Boşluk olamaz
bunca doluluk. Hiçlik bir intihardır. Var
edilmişliğin borçluluğunu her insan olmasa
bile, her insaf duyar. Değersizlik yokluktur.
Ve muhakkak hayata karşılık olabilecek,
eşlik edecek bir anlam geliştirilmelidir.
tamam... Hepsi ayrı bir hoşluk.
-Da neden? Neden açlıktan
düştü düşecek ruhumuz? Hangi sebepten?- Der demez, -Boşuna değil bütün bunlar. Olamaz!- Düşüncesi yoklar durur
hepimizi. Bir düş sa’yi bu. Bir
oraya, bir buraya arayış. Susuzluk var zira. Her dünyevi
doygunluğa burun kıvıran koca
bir açlık var. Ve ekler o ses arkasından; -Bir hiç uğruna, boşu boşuna var olmuş olamayız,
muhakkak “geçerli” bir nedenimiz var!- Derinimizi kazmalı.
Balta yıldıza vurana kadar. Varıp dayanmalı sağlam bir zemine. Bulabilirsek ezeli bulmalı. Sabitlenmeliyiz. Keyfince dönüp dolaşmak için. Yüksek bir
yere asmalıyız muallakta gezineni. Kaygısız bir aşk tavafı
için. Varoluş bağımızın kesik
acısını ve aslında nasıl daha
feci bağlandığımızı koparıldığımız göğe... Biliyoruz.
ince huylu bi’ağrı
Bu düşünce gün içinde
ara ara gözlerimizin içine bakar. İnce huylu bir ağrıdır. Kalbi ayak uçlarında bir ceylan.
Gönülden iner. Fark edilmek
ister. Betonarme çerçevelerin arasında bizi göresi gelmiş gökyüzü, alnımızı aniden,
şehrin ortasında hasretle öptüğünde mesela, bunu hissede-
78
SAYI: 152 ARALIK 2016
riz. Ya da şehirden, boy sırasına dizili apartmanları, plazaları, kurumlu binaları ve gece
gece konduğu için hep arka sıralarda saklambaçta olanları
geçip te şehirler arası bir yol
güzergâhında toprağın çiçeklerden, otlardan, böceklerden
ve ağaçlardan nefes alışlarını,
göğsünün inip inip kalkışlarını
gördüğümüz zaman; yani göklerin ve yerlerin yaratılışını tabii
ve aşikâr gözlemlediğiniz zamanlarda -o düşünce- yüz bulmuş bir çocuk masumiyetiyle
koşar gelir zihnimize. -Yok canım, boşa değil tabii ki bütün
bu varlık, boşa olacaksa neden var edilsin ki, elbette dolu
bir anlamı var bu yaratmaların,
bu var etmelerin bir amacı var,der durur içimizde.
Bazı zamanlar kalabalıktan, gürültüden iyice uzaklaştığımızda sesler toplanmak
için kendi aralarında sözleşir.
Var edilişin anlamlılığını konu
alan büyük bir koro oluştururlar. Sanki boşalır içimiz. Kalbimiz bütün varlığı misafir eden
koca bir salona dönüşür. Ya da
yeni çatılmış bir Nuh aleyhisselam gemisine... Karıncalar
bile, boşaltılmış büyük caddelerin ortasından yürür gelir de
adımlarından bir tını katarlar
o koroya. Sessizlik başka türlü
bir bayramdır. Bir bayram şarkısı hatta...
-Boş yere yaratılmadık! Bir
değerimiz var. Değerlerimiz...
Amaçsız ve anlamsız değiliz
hiç birimiz. Amaçsız olamayız. Anlamsız yaşayamayız.der her şey.
Bu müthiş iç ses. Huzurun
bestesi. Ayakta, omurga üstünde, onur alında, iş-güç veya bir
faaliyet anında her ne yapıyorsak onu dürüst ve erdemlice
yapabilmeye dönüşür.
Dolu dolu yaşamaya iter bizi, boş yere yaratılmamış olmamız. Boşluğa düşmemizi, can
sıkıntısından gebermemizi engeller. Üreterek yenice yaratılmış gibi, hep bir bahar üzere, hep çiçekli, meltemli, hep
doğarak ve dünyaya yeni, özgün bir şeyler getirerek yaşarız. Nitelikle yapmaya çalışırız,
her ne yapıyorsak. Kaliteyi ararız. Kaliteyi var ederiz. İlla bir
şeyin ehli, mütehassısı oluruz.
İlla en iyi yapabildiğimiz bir
şey olur. Amatörlükle yetinmeyiz. Heyecanımızı ise hiç bir şeye değişmeyiz. İstikrar ararız.
Profesyonelliğimiz ise heyecan
kaybına yol açmaz. Liyakatimizi başkalarına fırsat vermeden
en başta kendimiz sorgularız.
Daha iyi ayakta durmak, daha
omurgalı bir hayat için eksiğimizi gediğimizi utanmadan, sıkılmadan, üşenmeden gidermeye bakarız.
hiçlik intihardır
“Otururken” bir çimen üstünde. Ya da şehrin orta yerinde, evimizde, ikametimiz-
deneme
de, masa başında, toplantıda,
yerleşik hayatta, tahiyyatta, ya
da dinlenme anında hayatı bir
parça oturtmuşken. İş yerimizde aniden dosyaları kendi hallerine bırakıp, ya da müşteriyi unutup dalıverdiğimizde bu
düşüncelere.
Hatta en çok ta “yanımız
üzerine yatmışken” ayaklanır
yine aynı düşünceler içimizde. Küçük küçük ölmeden evvel sorguya alırız kendimizi. Ay
çarprazında.
Düşünür dururuz. Boş yere
değil hiç bir şey. Boşluk olamaz
bunca doluluk. Hiçlik bir intihardır. Var edilmişliğin borçluluğunu her insan olmasa bile, her insaf duyar. Değersizlik
yokluktur. Ve muhakkak hayata
karşılık olabilecek, eşlik edecek bir anlam geliştirilmelidir.
Bunca ince ince fikredilmiş ve
bahşedilmişliğe, varılmış varlığa ve verilmiş hayata karşı, gülümseyen ve mahcup bir teşek-
Şuracıkta bir başka yüzü var hayatın. Günlük
güneşlik yüzü. Telaşlar, yoğun iş hayatı,
tesadüfen ve tevafuken eklenen hikâyelerle dolu
bir senaryo akışı içinde, başka bir yerde atan
gizli bir kalpçiğimiz var. Şimdi buralardaydı
nereye gitti cinsinden kaçak bir kalp.
kür edilmelidir en azından. O
da dosdoğru bir amacının olmasıdır şu hayatta. Anlamlı olmasıdır insanın, deriz içimizden.
Der miyiz?...
Herkesin tefekkürü vardır
az veya çok. Herkes farklı cümlelerle, farklı düzeylerde de olsa arar hayatının anlamını.
Her hal u kârda, ne yapıyorsak yapalım, dürüst ve erdemlilik ilkelerine göre yapıyorsak
zikir halindeyiz demektir. Unutmadığımız değerlere sahibiz
anlamına gelir bu. Kalbin titizliğidir. Temizliği... Her hatır bir
yana, En Yüce’nin hatrı var demektir hayatımızda.
Aferin bize! Zaten böyle za-
manlarda bir huzur girer izinsiz, içimize. Uçsuz bucaksız
cennet sokulur kalbimize. Alnımıza güneşi alırız. İçimizden
ırmaklar akar. Soyut tahtlara
yerleştirir bizi bir başka huzur...
Dahil oluruz “cennet”e o an.
“Cidden göklerin ve yerin
yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde -duru ve lekesiz- akıl sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışında tefekkür’e dalarlar. “Rabbimiz!
Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin, bizi ateşin azabından koru!”” (Al-i İmran, 191)
SAYI: 152 ARALIK 2016
79
DÜŞÜNCE
Mesiyanizm ve
Mehdiyet
ENES TARIM
enestarim@gmail.com
JEST ve mimikleriyle “Mussolini”’ye
benzeyen “Trump”, tam bir faşist olsa
da, karanlık siyasi geçmişiyle “Hillary
Clinton” da bir “Sevgi Kelebeği”
sayılmazdı. Trump, ırkçı ve İslam düşmanı
bir portre çizerken, Hillary ise Ortadoğu
ve dünyanın muhtelif yerlerinde en
kanlı işlere imza atıyordu zaten.
AMERIKA’DA seçimler sürpriz bir şekilde sonuçlandı ve
umulmadık olan gerçekleşerek çok da şans tanınmayan
“Trump” başkan oldu.
Jest ve mimikleriyle “Mussolini”’ye benzeyen “Trump”,
tam bir faşist olsa da, karanlık siyasi geçmişiyle “Hillary
Clinton” da bir “Sevgi Kelebeği” sayılmazdı. Trump, ırkçı ve İslam düşmanı bir portre
çizerken, Hillary ise Ortadoğu
ve dünyanın muhtelif yerlerinde en kanlı işlere imza atıyordu zaten.
Seçimin en ilginç sonuçlarından biri de, sonuçların açık-
80
SAYI: 152 ARALIK 2016
lanmasının hemen akabinde
ABD’de arama motoru Google’da “Kanada’ya nasıl göç
edebilirim” sorusunun en çok
arananlar arasında yer alması ve Amerikalı seçmenin tedirginliğinden, aşırı yüklenmeden
Kanada hükümetinin internet
sitesinin çökmesiydi.
“Trump”un seçilmesinden
sadece ABD halkı değil, tüm
dünya tedirgin olsa da, “Hillary” sıkı bir “Neocon Şahini”
olarak bilinir ve rakibi “Trump”
tan daha az tehlikeli değildir.
Dışişleri Bakanı olduğu yıllarda tüm yeryüzünde çalınan savaş davullarının sesinden onun
nasıl da dünyayı savaşa sürükleyici politikalara imza attığını
gördük ve yaşadık.
Ve aynı Hillary gibi diğer
tüm ABD li Neoconlar, İsrail aşırı sağının pompaladığı, “Tanrı’yı kıyamete zorlayarak” “Armageddon” savaşını erkene almayı dinsel bir zorunluluk ve itikadi bir bilinç olarak görmekte.
Bu düşünceyi pratiğe aktarma çabaları ve akabinde Mesih’in yeryüzüne inmesini bekleme üzerine kurgulu Mesiyanik düşünce, Müslümanların
da kendi içlerindeki kıyamet
savaşlarını hızlandırıyor.
Armageddon, ABD’li Neocon Evangelistlerce İslam içi
mezhep savaşlarını başlatarak
tüm dünyayı kaosa sürükleyici
projeler içeriyor.
Irak işgalinden başlayarak
Ortadoğu cehenneminde yaşıyor olduğumuz mezhep savaşları, Batının kurguladığı ve bizler için öngördüğü adımların ilki olsa gerek.
Ve yaşananlardan anlıyoruz
ki, ne kadar görmezden gelinse de devletler ve küresel çapta büyük örgütlerin bir kısmı
düşünce
hesaplarını Mesihiyet inancı
etrafında şekillendiriyor.
Son yıllarda dünya gündeminde yoğun olarak yer alan
IŞİD de olduğu gibi…
IŞİD’in, “Melhame-i Kübra”
savaşının eşiğine girildiği propagandaları ile tüm dünyadaki
Müslümanları biate ve Mehdinin yanında savaşmaya çağırmaya başlaması gözleri bölgeye çevirmeye yetmişti. Akabinde bölgenin ÖSO tarafından
IŞİD’ den alınması “Mehdi Ordusu” olma iddialarının da bitişiydi aslında.
Mehdi, yol gösteren, hidayete eren, Allah tarafından
kendisine rehberlik edilen kimse anlamında, zulüm ve adaletsizliğin her tarafı kapladığı
bir zamanda gelip yeryüzünü
adaletle donatacağına inanılan olağanüstü güçlerle donatılmış kişiyi ifade etmekte.
Kötülük, fesat ve zulüm dolu dünyanın,
bir kurtarıcı tarafından dünyanın sonuna
doğru kurtarılacağı inancı demek olan
“Mesiyanizm” şaka gibi olsa ve inandırıcı
gelmese de, gerçekte birçok ülkenin ve
küresel çapta büyük örgütlenmelerin gelecek
öngörü ve planlamalarını da belirlemekte.
Tüm din ve inanç sistemlerinde, kimi zaman adına mehdi
denmese de dünyanın sonunda, kötülüğün tüm ihtişamı ile
altın çağını yaşadığı bir dem
de yeryüzüne inerek insanlığı
kurtaracak bir Mesiyanik beklenti bulunmakta.
Mehdiyet inancının kökeni tarihçilerce Sümerler’ den
başlatılmış olsa da, insanlık
tarihinin ilk dönemlerine kadar
uzandığı; Babil ve Mısır da hayat bularak Hinduizm, Zerdüştlük, Yahudilik, Hıristiyanlık ve
İslam gibi her dinin inanç siste-
mi içerisinde farklı nüanslarla
hayat bulduğu bir vakıa.
Kötülük, fesat ve zulüm dolu dünyanın, bir kurtarıcı tarafından dünyanın sonuna doğru kurtarılacağı inancı demek
olan “Mesiyanizm” şaka gibi
olsa ve inandırıcı gelmese de,
gerçekte birçok ülkenin ve küresel çapta büyük örgütlenmelerin gelecek öngörü ve planlamalarını da belirlemekte.
Tüm dünya da, özellikle de
bölgemizde yaşadığımız olayların çoğu her ne kadar çoğumuz kabullenmesek te, Mehdi
SAYI: 152 ARALIK 2016
81
düşünce
Bush döneminde ABD’nin devlet politikası
haline getirdiği “Evanjelizm”, Hıristiyan
mesianizmine ait kıyamet senaryolarında,
Tanrı’nın Krallığı kurulmadan önce
bir Yahudi hâkimiyetinin olacağına
inanıp, bunun gerçekleştirmesi için
çaba sarf etmeyi esas almakta.
inancı çerçevesinde şekillenmekte ve koca süper güçler
ya da devletler bu inanç etrafında, siyasi ve politik ideallerini, şekillendirecek pozisyonlar
alarak, stratejiler geliştirmekte.
Bu anlamda ülkemizde yaşadığımız 15 Temmuz darbesi
ve FETÖ örgütlenmesi de Mesiyanik hareketlerden olmakla
birlikte, üzerinde çokça yazılıp
çizildiği için değinmedik.
Hıristiyanların Mesih’i, Yahudilerin Maşiyah’ı, Müslümanların ise Mehdisi akla ilk
gelen kurtarıcılar.
Budizm ve Zerdüştlük gibi
inançlarda da benzer görevi ifa etmesini umdukları ahir
zaman kurtarıcılar var.
82
SAYI: 152 ARALIK 2016
Filistin topraklarına Yahudi göçünün de benzer şekilde
güçlü mesiyanik tonları var.
Harem’in yerine ahir zamanda inşa edileceğine inanılan
tapınak, çoğu çatışmanın nedeni ve ahir zamanda Mesihin bu tapınağa inerek mücadelesine başlayacağı özellikle
Evanjelist inancın temelini teşkil ediyor.
Bush döneminde ABD’nin
devlet politikası haline getirdiği
“Evanjelizm”, Hıristiyan mesianizmine ait kıyamet senaryolarında, Tanrı’nın Krallığı kurulmadan önce bir Yahudi hâkimiyetinin olacağına inanıp, bunun gerçekleştirmesi için çaba
sarf etmeyi esas almakta.
Kıyametin gerçekleşmesi
için neredeyse Siyonistler’den
çok Siyonizm’i savunmakta
“Evanjelist”ler…
Ve yine bu mezhep taraftarları Filistin’de aynı amaçlarla
her konuda aktif rol alarak İsrail’e finansman sağlamakta.
İran’da ise eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın da
mensubu olduğu “Hüccetiye
Hareketi” İran’da ilk akla gelen Mesiyanik hareketlerden.
Hüccetiye’
nin
“Kayıp
İmam” ın dönüşünü hızlandırmak için kaos politikaları yaymayı amaç edindiği iddia edilmekte ve
Suriye’deki çatışmaları da
İmam Mehdi’nin geleceği sürecin bir aşaması olarak görmekteler.
Hatta Suriye’de savaşa katılma konusunda çekimser
davranan Hizbullah’ın Mehdiyet vaadleri ile İranlı dini liderler tarafından ikna edildiği
iddialar arasında.
düşünce
Kur’an-ı Kerîm’de yer almamasına rağmen, hadis kaynaklarında İsa’(as) nın Şam’ın
doğusunda beyaz minareye
ineceği, Mehdi ile buluşacağı, Deccali öldüreceği anlatılmakta. Şia’da ve Sünni kaynaklar da farklı rivayetler olsa
da Mehdînin zuhuru hakkında
nakledilen rivayetlerin ortak
noktası; Onun, İlâhî emirleri
hayata geçirerek, sünneti ihya
edip bid’atları ortadan kaldırması, dünyaya hâkim bir devlet kurarak ve adaleti tesis ederek devrinde herkesin zenginleşip, barış ortamını gerçekleştirip düşmanlıkları sona erdirecek olması.
Ve bu anlamda Mehdi, Allah katında desteklenerek olağanüstü güçlerle donatılarak
insanüstü güçlere sahip olup,
mücadelesinde bu harikulade
güç ve kabiliyetlerini kullanan
seçilmiş kişiyi ifade etmektedir.
İslam özelinde, Kur’an’da
olmayan bu inanç ve beklenti silsilesi, Peygamber(sav) diliyle gelen bir kısmı sahih, bir
kısmı ise uyduruk rivayetlerle
hayat bularak, İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren cılız itirazlar ve reddedişlere sahne
olsa da, özellikle günümüz yakın dönemlerinde, “Neo Mutezil” akılcı kesimlerce tümüyle uydurulmuş kabul edilerek
görmezden gelinmektedir.
Oysa mevzu bahis konu,
başta Buhari ve Müslim olmak
üzere tüm hadis kaynaklarında; “Lafzen Mütevatir” olmasa
ve haberi vahit rivayetleri içerse de çok sayıda raviden nak-
İslam özelinde, Kur’an’da olmayan bu
inanç ve beklenti silsilesi, Peygamber(sav)
diliyle gelen bir kısmı sahih, bir kısmı ise
uyduruk rivayetlerle hayat bularak, İslam’ın
ilk dönemlerinden itibaren cılız itirazlar
ve reddedişlere sahne olsa da, özellikle
günümüz yakın dönemlerinde, “Neo Mutezil”
akılcı kesimlerce tümüyle uydurulmuş
kabul edilerek görmezden gelinmektedir.
ledilmiş olarak “Manevi Mütevatir” kabulleri ile yer almakta.
“Manevi Mütevatir” bilindiği
üzere, göz ardı edilemeyecek
kadar çok sayıda ravinin, ortak
lafızlarla olmasa dahi, benzer
anlamlarla bir haber ya da vuku bulmuş bir olay üzerinde ittifak etmesini ifade etmektedir.
Mehdi rivayetleri, birçok sahih
kaynakta Ali, İbni Abbas, İbni
Ömer, Talha, İbni Mesud, Ebu
Hüreyre, Enes b. Malik, Ebu Said Hudri, Ümmü Habibe, Ümmü
Seleme, Sevban, Kurre bin İyas
ve Abdullah bin Haris gibi çok
sayıda sahabi tarafından rivayet edilmektedir.
sonrası
Peygamber(sav)
Emevi /Abbasi iktidarlarının
kendi yönetimlerini güçlendirme merkezli uyduruk Mehdi rivayetlerine karşılık, Şia taraftarlarının da bu mealdeki rivayetleri kendi lehlerine yaygınlaştırmaya çalışması, şüpheci ve inkârcı yaklaşımların
güç kazanmasının sebebi olsa gerek.
Özellikle geçmiş siyasi fırkaların bu inancı kendi siyasi
çıkarları doğrultusunda kullanmaları, günümüze değin yığınlarca sahte mehdilerin çıkışını
ve bilgisiz cahil dindar kesimlerin kullanımı beraberinde,
problemli bakış açılarının da
sebeplerinden birisi.
Her dönem kendini mehdi
ilan ederek, hastalıklı ve vehimli kafa yapıları ile çevresini
etkileyerek maceralara sürükleyip kullanan meczup kişilerin
varlığı; sahih rivayetler üzerinde şüphe bulutları oluşturarak
Muhammedi sünnete olan güveni de zedelemektedir.
Beklenen Mehdi anlayışının
bu kadar popüler olması ve çıkan her sahte Mehdinin her dönem taraftar bulabilmesi biraz
da, yaşanan sorunların büyüklüğü ve ancak Mehdi gibi ilahi
destek sahibi biri ile çözülebilecek olması fikrinden kaynaklanmakta.
Ancak hakkındaki çok sayıdaki sahih rivayeti göz ardı
ederek küresel çapta yaşanan
Mesiyanik strateji ve planlamaları görmezden gelici çıkarımlar ve yorumlar yapmak, dini
ıstılah ve kavramları yıpratıcı
olduğu kadar, yaşananlardan
da ders almayan bir akıl tutulması olsa gerek…
O halde, tüm işlerin sonu
O’nadır!
SAYI: 152 ARALIK 2016
83
ASHAB-I KiRAM
(ra)
Habbab b. Eret
MEHMET HANİFİ TOSUN
hanifitosun@gmail.com
MUHAMMED(as), insanlığın
yeni rotasını belirlemek üzere gönderildiğinde ilk etapta
kendisine inananların sayısı
bir elin parmak sayısını geçmiyordu. Eşi Hatice, amcası Abbas, amcası oğlu Ali, arkadaşı
ve yakın dostu Ebubekir, azatlı kölesi Zeyd b. Harise ve henüz köleliği devam eden Bilal-i
Habeşi… Bu küçük topluluk zaman zaman bir araya gelir, çıkış yolu arar toplumun hidayeti için ne yapmaları gerektiğini
konuşur, mücadelenin gelecek
stratejisini inzal olunan vahiyler perspektifinde belirleyerek
yol almaya çalışırlardı.
Tarihin seyrini değiştirecek
paradigmayı barındıran bir kitap, her tür şartlara direnip dik
duracak, karakter ve şahsiyeti dillere destan bir lider ve bu
lidere hayatları pahasına inanıp yolunda kendisiyle beraber
menzile yürüyecek sayıları az
da olsa bir kitle…
İman, istikamet, ısrar ve istikrar üzere hareket eden bir
topluluk, menziline ulaşmada
sorun yaşamaz.
Muhammed(as) ve iman
eden vefakâr ashabı, toplumun her kesiminden insana yeni dini ulaştırmak için üst düzey
gayret gösteriyorlardı. Kervana
84
SAYI: 152 ARALIK 2016
her gün yeni katılımlar oluyordu; Habbab da bu bahtiyarlardandı(miladi 586-657).
ÖZGÜRLÜKTEN
ESARETE
Çölün derinliklerinde hüküm süren kabilelerin geçim
kaynaklarından biriydi eşkıyalık. Eşkıyalar, ani gece baskınlarıyla kabilelerin korkulu rüyası olmuşlardı. Koruma kalkanları zayıf kabilelere saldırıyor,
haksız yere hür olan insanları
malları ile birlikte derdest ediyorlardı. Temim kabilesine yaptıkları ani baskında içlerinde
Habbab’ın anne ve babası da
bulunan birçok insanı katleden
eşkıyalar, birçok insanı, özellikle de çocukları esir aldılar.
Eşkıyalar, ani baskınlarla
ele geçirip kölelik kemendini boyunlarına geçirdikleri insanları köle pazarlarında satışa sunuyor, yüklü kârlar elde
ediyorlardı. Eşkıyalık çölün hatta o günkü dünyanın bir gerçeği olmuştu. Ferman eşkıyanındı.
Habbab b. Eret, kabilesinden, ailesinden, otağından koparılan birçok insanlardan sadece biriydi. İnsan tüccarları,
Habbab b. Eret’in de içinde
bulunduğu birçok insanı köle
pazarlarında satışa sunacak-
lardı. Esir edilen bu insanlar,
bundan böyle alınıp satılan birer metaa dönüştüler.
DEĞER OLMAKTAN
METALAŞMAYA
Ahseni takvimde yaratılan,
yeryüzünün halifesi kılınan, Allah’a kulluk ekseninde kalması icap eden hâsılı değer sahibi
olan insanın metalaşma trendine girdiği zamanlardı. Habbab da bu zamanların kurbanı olarak köle pazarında satışa sunulmak üzere Mekke’ye
getirildi. Henüz on yaşlarında
olan Habbab, okuma yazma
bilen, akıllı, uslu ve zekâ küpü
bir çocuktu.
Kölesini iyi bir paraya satmak için pazarda avazı çıktığı kadar bağıran insan tüccarı,
onun maharetlerinden bahsedip duruyordu. Habbab’ın hünerlerini sayıp döken haydut,
o esnada köle pazarında dolaşan Huzaalı Ümmü Enmar’in
dikkatini çekmeyi başardı. İnsan sarrafı Ümmü Enmar, kısa bir tetkikten sonra pazarlık
yapmaksızın -deyim yerindeyse bir çuval parayı- insan tüccarlarının kucağına bırakarak
Habbab’ı satın alıp ona sahip
oldu. Zira Habbab, değerliydi. Bu değere sahip olmak paha biçilmez bir keyifti. Bu keyfin sahibi ise Ümmü Enmar oldu. Habbab için hürriyet, yerini esarete terk etmiş, anne-
ashab-ı kiram
si de babası da Ümmü Enmar
olmuştu.
Kadermişçesine bir psikolojiye mahkûm kılınan kölelerin,
kölelik boyunduruğunu çıkarıp
atmaları hiç de mümkün değildi. Kölelik hukuku, ağır şartlara sahipti. Günün dünyasında
efendisine isyan eden bir köle, makbul olmadığı gibi asla
tasvip görülüp, korunup kollanmazdı da. Sistemin hizmet sektörü, kölelik üzerinden yürütüldüğünden “Bugün bana yarın
sana” olmasın diye katı kurallar konulmuş, bu kuralları çiğneyenler de ağır yaptırımları
göğüslemek zorunda bırakılmıştı.
DEMIRCI USTANIN
YANINDA
Habbab, Ümmü Enmar’ın
kölesi olarak bundan sonraki yaşamını Mekke’de yoğun
bir iş temposu içerinde geçirecekti. Ümmü Enmar, kölesi
Habbab’ı bir demirci ustasının
yanına çırak olarak yerleştirdi.
Büyük bir iştiyakla işine dört elle sarılan ve on parmağında on
hüner olan Habbab, kısa sürede sağlam ve mahir bir demirci ustası oldu.
İşini en güzel şekilde icra
eden becerikli Habbab, efendisinin nazarında gözdelerdendi. Ümmü Enmar, Habbab
20’li yaşlarındayken onunla iş
ortaklığı yapma kararı aldı ve
hünerli kölesini mükâtep1 köle
olarak azat etti. Ve Habbab’a
bu minvalde bir de atölye kurdu. Demirci ustası olan Habbab, kılıç vb. savaş aletlerinin
Olacak şey değildi. Muhammed köle, hür,
zengin, fakir ayrımı gözetmiyor, her birinin Allah
katında kıymet-i harbiyesinin yapıp ettikleriyle
eşdeğerde olduğunu söylüyordu. Oysa
müesses nizamda bu bakış açısı, kazanılmış
statüleri berhava kılacak nitelikteydi.
yapımında maharetiyle ün saldı. Hayat, rutin mecrasında devam ederken günler ayları, aylar yılları kovalamış, Habbab’ın
24. yaşını aldığı miladi 610 yılı gelip çatmıştı. Bu tarih, Mekke’de dünya halklarını aydınlatacak vahyin nazil olmaya başladığı yıldı.
ESARETTEN GERÇEK
ÖZGÜRLÜĞE
Ümmü Enmar’ın azatlısı olan Habbab b. Eret, Mekke’de kurduğu dostluk halkasına Muhammed’i de dâhil etmişti. Muhammed(as), zaman
zaman Habbab’a uğrar, onunla hasbihal ederdi. Habbab sevilen, sayılan, itibar edilen bir
esnaftı. Her kesimden insanın
yolu onunla çakışırdı. Zaman
zaman Mekke ve dünya siyaseti üzerinde yaptıkları konuşmalar ve değerlendirmelerle
akıllarını ve gönüllerini teskin
ediyor, huzurun kaynağına dair mütalaalarda bulunuyorlardı. Son zamanlarda Muhammed(as)’daki değişimin Habbab da farkındaydı. Ortadan
kayboluyor, bazen haftalarca
ortalarda gözükmüyordu. Bu
hal bir anlamda kalıcı bir hale dönüşmüştü. Derken Cebrail(as)’ın getirdiği ilk vahiyle nübüvvet yılları başladı. Muhammed(as), bundan böyle Mekke
sokaklarının yılmaz mücadele
adamı olarak sahnede olacaktı. Bu aşamada Habbab ile de
sık görüşmeye başlamıştı.
Muhammed(as), elçi olarak gönderildiğinde davetini
Habbab’a da ulaştırdı. Habbab, öteden beri tanıdığı Muhammed(as)’ın daveti kendisine ulaştığında işin aslını sorup
künhüne vakıf oldu. İndirilen
vahiyleri dinledi ve daveti karşılıksız bırakmadı. Muhammed(as)’ı ve yaşamını yakın planda
tanıyıp bilen Habbab, duydukları karşısında fazla düşünmeden İslam’ı din olarak benimseyip Müslüman olarak davet
hareketinin ilkleri ve öncüleri arasındaki yerini almış oldu.
KORKUSUZ YIĞIT
Mekke’de kendisini koruyacak kimsesi bulunmayan Habbab b. Eret, iman ettikten sonra imanını izhar etti. Olacak
şey değildi. Muhammed köle,
hür, zengin, fakir ayrımı gözetmiyor, her birinin Allah katında
kıymet-i harbiyesinin yapıp ettikleriyle eşdeğerde olduğunu
söylüyordu. Oysa müesses nizamda bu bakış açısı, kazanılmış statüleri berhava kılacak
nitelikteydi.
Muhammed(as),
kula kulluğun egemen olduğu
bu toplumda getirdiği öğretileriyle sosyolojiyi altüst ediyor-
SAYI: 152 ARALIK 2016
85
ashab-ı kiram
du. Ve Habbab bu işte Muhammed’e tabi olmuştu. Bu durum,
kabullenilecek bir durum değildi. Kurulu sistemin yok olmasının yolunu açacak bir davranıştı. Başkaldıracaklara ibret
vesikası olsun diye Habbab’ın
cezalandırılması gerekiyordu.
Mekke ileri gelenleri hemen
Habbab ile aralarında muvalat ilişkisi bulunan Ümmü Enmar’ın yanına gidip Habbab’a
sahip çıkamadığını dillendirdiler. Habbab’ın Müslüman olduğunu söyleyip bu densize(!)
haddini bildirmesi gerektiğini söylediler. Onu, Habbab’a
karşı kötü davranması nokta-i
nazarında teşvik ettiler.
ÇILELI YILLAR
Habbab’ın çile dolu yılları başlamış oluyordu. Bundan
sonra Mekke’de bir daha rahat yüzü görmeyecekti. Ümmü Enmar’ın, zalim karakteri
temayüz etmiş o güne kadar
kendisine birçok zenginlik katan mahir ustasına cehennemi
aratmayacak işkenceler uygulamak için kardeşi Siba’yı ve
ayaktakımından birkaç serseriyi de yanına alarak Habbab’ın
dükkânına geldi. O esnada kılıç yapmak için demiri körüklüyordu. Siba ve üç beş serseri arkadaşı var güçleriyle Habbab’a saldırıp yoruluncaya kadar dövmeye başladılar. Öfkeli
ve kızgınlığın zirvesini yaşayan
Ümmü Enmar, körükteki demiri alıp çığlıklarına aldırış etmeden Habbab’ın kafasını dağlamaya başladı.2 Bu işkenceyi
birçok defa tekrarlayan Ümmü
86
SAYI: 152 ARALIK 2016
Enmar, bugünden sonra Habbab’a sistematik işkence uygulamaya başladı.
Sistematik işkenceye maruz bırakılan Habbab, aç ve
susuz bırakılıyor, günlerce güneşin altında durmaya zorlanıyor, elbiseleri çıkarılıp demir
zırhların içinde güneşin altında göğsüne konan ağır taşlarla da desteklenen işkencelere maruz bırakılıyordu. Ümmü
Enmar, zaman zaman adamlarına odun toplatıp yaktırıyor,
ateşin içine bir takım taşlar da
katarak ateşi harlıyordu. Ateş
iyice kor oluncaya kadar bekliyor, Habbab’ı kor kor yanan
ateşin ve ısınan taşların üzerine sırt üstü yatırıyorlardı. Öyle ki Habbab’ın vücudundan
çıkan yağlar o ateşi söndürüyordu. İnsan takatinin kaldıramayacağı bu işkenceler, Ümmü Enmar’ın, Allah yolunda
sarsılmaz bir imana ve çelik
gibi sağlam bir iradeye sahip
olan Habbab’a uyguladığı işkencelerdi.
BU ZULÜM NE
ZAMAN BITECEK!
Zulmün tavan yaptığı yıllardı. Mekkeli azgın güruh Habbab’ı alıp şehrin dışındaki kara taşlık bölgeye götürdüler.
Orada büyükçe bir ateş yakıp
ateş kor kor olunca Habbab’ı
sırt üzeri ateşe yatırdılar. Sırtından çıkan yağlar ateşi söndürecekti. Acı ve ızdıraplar içinde kendinden geçen ve bayılan Habbab’ı vücudundaki yanıklarla bırakıp gittiler.
Nice sonra kendisine ge-
len Habbab(ra), Allah Rasulünün yanına gelip durumundan, çektiği ızdıraplardan dolayı şikayetlendi ve şöyle dedi:
“Bu çile daha ne zamana kadar devam edecek ey Allah’ın
Rasulü?”
Allah Rasulü, elbette ki davasına gönül verip kendisi ile
birlikte her tür baskı ve zulüm
politikalarına direnen ashabının ilklerinden olan bu iman
abidesi sahabesinin çektiklerinin farkındaydı. Ancak davanın bir tabiatı vardı. Ve bu dava, tarih boyunca hep böyle
zorlu yollardan geçen iman erlerinin sebat ve istikrarları neticesinde insanlık için kurtuluş
vizesi sunmuştu. Davanın tabiatı böyleydi. Allah Rasulü de bu
tabiatı dile getirerek şöyle buyurdu: “Sizden önceki ümmetler içerisinde öyleleri vardı ki,
toprak kazılır, sonra bir demir
testere getirilir, başının üstüne
konurdu da, onları dinlerinden
caydıramazlardı. Demir taraklarla etleri taranır, kemiklerinden ayırt edilirdi de, onlar dinlerinden yine vazgeçmezdi. Allah elbette bu davayı tamamlayacak ve bütün dinlerden üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip Sana’ dan Hadramut’
a kadar tek başına giden bir
kimse, Allah’tan başkasından
korkmayacak, koyunları için de
kurt saldırmasından başka bir
şeyden endişe duymayacaktır.
Fakat siz acele ediyorsunuz!”3
Seneler sonraydı. Ömer(ra),
Emir el-Mü’minin iken yanında
Habbab bulunduğu bir sırada,
İslam uğruna çektikleri eza ve
ashab-ı kiram
cefayı kastederek: “Yeryüzünde şu meclise bundan daha lâyık ve müstahak olan, sadece
bir tek adam vardır” dedi. Habbab(ra) merak edip, “Ey Emir
el-Mü’minin! Kimdir o?” dedi.
Ömer(ra): “Bilal’dir” dedi. Habbab(ra): “Ey Emir el-Müminin! O
benim kadar işkence çekmemişti! Çünkü müşriklerin eziyetlerinden Bilal’i koruyan vardı. Benim ise, koruyucu hiç kimsem yoktu ve olmadı da...” dedi.
Sonra da ekledi: “Bir gün müşrikler beni tuttular. Ateş yaktılar.
Ateşin içine beni sırtüstü yatırdılar. Sonra adamın biri göğsümün üzerine bastı. Yer soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!” Habbab, sırtını açıp
Ömer(ra)’a gösterince, Ömer(ra), Habbab’ın çektiklerine yıllar sonra muttali olacaktı…
Her dönem böyle olmuştu.
Firavun’u, Nemrud’u, Ashabı
Uhdud’u, Ashab-ı Kehf’in belalısı Dakyanus’u ve daha nicelerini Kur’an bizzat zikrediyordu.
Bu davanın tabiatında zorluklar, sürgünler, baskılar, cehennemi aratmayacak nitelikte belalar vardı. Bulunduğumuz çağlarda bu işin kavgasını verecek
iman erleri, davanın bu tabiatını her dem göz önünde bulundurmak durumundadırlar.
“Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece
“İman ettik” demeleriyle bırakılıverileceklerini mi sandılar?
Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da
mutlaka ortaya koyacaktır.”4
Allah Rasulü, elbette ki davasına gönül
verip kendisi ile birlikte her tür baskı ve
zulüm politikalarına direnen ashabının
ilklerinden olan bu iman abidesi sahabesinin
çektiklerinin farkındaydı. Ancak davanın
bir tabiatı vardı. Ve bu dava, tarih boyunca
hep böyle zorlu yollardan geçen iman
erlerinin sebat ve istikrarları neticesinde
insanlık için kurtuluş vizesi sunmuştu.
HABBAB’ IN
ALACAK DAVASI
İman etmesi bir yandan işkenceye maruz kalmasını sağlamış, diğer taraftan ticari olarak da alacaklarını tahsil edemeyerek ekonomik kıskaca
alınmasına sebep olmuştu.
Habbab ile As b. Vail arasında ticari bir alışveriş gerçekleşmiş, Habbab’a borçlanmıştı.
Yüklü bir alacağı olan Habbab,
ne yaptıysa da As b. Vail’den
alacağını tahsil edemedi. As b.
Vail, “Muhammed’i inkâr etmedikçe, sana olan borcumu ödemeyeceğim!” diyordu. Habbab
ise “Her şeyimden vazgeçerim
ama ölünceye kadar, ölüp dirilinceye kadar asla Muhammed(as)’ dan ve onun dininden ayrılmam!” diyerek karşılık veriyordu. Öfkeden kuduran As b.
Vail, bu cevap üzerine “Şayet
böyle bir şey olacaksa sabret,
dirilip malıma ve evladıma tekrar kavuştuğum gün sana olan
borcumu öderim!” diyerek küstahlaşıyordu. Bunun üzerine
yüce Allah şöyle buyurdu:
“Şimdi ayetlerimizi inkâr
eden ve “Elbette bana mal ve
evlat verilecektir.” diyen adamı gördün mü? O kâfir, gaybı
mı bildi? Yoksa Rahman olan
Allah katından bir söz mü aldı? Hayır, asla öyle değil; biz
onun söylediklerini yazacağız
ve azabını çoğalttıkça çoğaltacağız. O söylediği mal ve evlat gibi şeyleri de hep elinden
alacağız ve o, tek başına bize
gelecektir. Onlar, kendilerine
kuvvet ve şeref kazandırsın diye, Allah’tan başka ilâh edindiler. Hayır, zannettikleri gibi
değil tapındıkları ilâhlar onların ibadetlerini inkâr edecekler
ve aleyhlerine dönüp düşman
olacaklardır.”5
Dipnotlar
1. Belli bir ücret üzere anlaşıp bu ücreti ödeyeceği alt yapıyı oluşturarak
köleyi serbest bırakmaktır.
2. Aradan çok kısa bir zaman geçmişti ki, Ümmü Enmar dehşetli bir
baş ağrısına yakalandı. Ağrının şiddetinden ne yapacağını bilemez bir
duruma gelmişti. Bazıları ona, başını ateşle dağlamasını tavsiye ettiler.
Çaresiz, ona da teşebbüs edecekti. Ve bu işi yapmak da kölesi Habbab’a düştü. Habbab(ra), bir müddet
önce imanından dolayı kendi başını kızgın demirle dağlattıran kadının başını demirle dağlıyordu. Yüce
Allah, Habbab’ın intikamını henüz
dünyadayken böyle aldırıyordu…
3. Buhari
4. Ankebut: 1-3
5. Meryem: 77-82
SAYI: 152 ARALIK 2016
87
iSLAM
KAHRAMANLARI
DÜŞÜNSEL VAROLUŞUN EYLEMSEL ESTETiĞi:
Bir aydın modeli olarak
Aliya İzzetbegoviç
FERHAT ÖZBADEM
entelekt@hotmail.com
ALIYA, sadece bir sıfat ile
isimlendirilebilecek biri değildir. O İyi
bir okur, iyi bir yazar, düşünür, iyi bir
eylem ve devlet adamı, iyi bir eş ve iyi bir
baba, iyi bir dost ve büyük bir ufuk…
ENTELEKTÜEL savrulmanın
çokça olduğu bu zamanda rol
model olarak ele alınabilecek
aydınların duruşu üzerinden,
hem düşünsel varoluşun hem
eylemsel estetiğin ölçüsünün
nasıl olması gerektiği hem de
aydınların, toplumların inşasındaki işlevleri ortaya konulabilir. Bu anlamda çağımızın
eylemsel estetik ve düşünsel
varoluş simgesi olarak Aliya
İzzetbegoviç rol model olarak
ele alınabilir.
İçinde yaşadığımız zaman
dilimi ve şartlar Aliya İzzetbegoviç’i yeniden keşfetme ve
anlamanın zamanının geldiğini göstermektedir. Bunun için
birçok gerekçemiz var ama
en önemlisi entelektüel eylem
adamlarının nasıl bir zihin ya-
88
SAYI: 152 ARALIK 2016
pısına sahip oldukları ve bize
bıraktıkları mirasa sahip çıkma duygusu ile Aliya okumaları yapmamız gerekiyor. Aliya, sadece bir sıfat ile isimlendirilebilecek biri değildir. O İyi
bir okur, iyi bir yazar, düşünür,
iyi bir eylem ve devlet adamı,
iyi bir eş ve iyi bir baba, iyi bir
dost ve büyük bir ufuk…
‘İslam Deklarasyonu’ adlı
kitabı ellili yıllarda ilk yayınladığında pek ses getirmemişti.
Sonra seksenli yıllarda ikinci
kez yayınladığında bütün dikkatleri üzerine çekti. İslam düşüncesinde yeni bir ufuk açan
deklarasyon, içinde barındırdığı hazineler ile hâlâ gözde
bir çalışma olarak önümüzde
duruyor. Müslümanların İslamlaşması için hazırlanmış
bir program olan ‘İslam Deklarasyonu’ üç bölümden meydana gelmekte. Müslüman
halkların geri kalmışlık sebepleri ve geri kalmışlıktan kurtulma yolları ve İslami bir düzenin nasıl olacağını işleyen bölüm ve İslami düzenin bugünkü sorunları, çözüm yolları olmak üzere üç bölüm…
Toplumun düşünsel ve eylemsel anlamda değişmesi
ve dönüşmesi, toplumun sorunlarını tespit etmek ve reel
çözümler önermek ile mümkündür. Aliya, içinde yaşadığı toplumun geri kalmışlığı ve
her anlamda sorunlarını çok
iyi analiz etmişti. Bu sorunlar
için ayağı yere basan, reel ve
uzun vadeli çözümler üretmiştir. Ortaya koyduğu çözümler
noktasında sadece teori ile yetinmemiş bizzat kendisi emek
vermiş, toplumun dönüştürülmesi mücadelesini sahada
vermiştir. Bir aydın sorumluluğu da bunu gerektirir. Aydın
sadece teorik çözümler üreten
değil aynı zamanda sahada
mücadele eden kişidir. Aydın
sorumluluğu budur.
‘Doğu ve Batı Arasında İs-
iSLAM
KAHRAMANLARI
“Ölmeye hazır olan insanlar, ölmeye hazır
olmayanlara karşı galip gelirler.” diyerek
bir zafer nasıl kazanılır ve zaferini nasıl
kazandığını anlatır Aliya. “Ben Avrupa’ya
giderken kafam önümde eğik gitmiyorum.
Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik.
Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa
onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de
Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.”
lam’ adlı çalışmasında kurucu irade olarak İslam’ın merkezde olması gerektiğini beyan eden Aliya, kendi düşünce
dünyasının nasıl şekillendiğini
en iyi şekilde bu eserde ifade
etmektedir. Birçok soruna el
atan Aliya özel de İslam’ın diyalektik boyutunu tespitleri ile
örgüleştirmektedir.
Birçok konuda ortaya koyduğu özgün tespitlerle birlikte
onun en dikkat çekici hususlardan birisi, genel kabul gören anlayışları eleştirmesi yönü ile dikkat çekmektedir. Misal olarak: “İslam gerçekten
insandan bütün sorumluluğu üzerine almasını istemektedir. Fakirlik ve ıstırap dolu terk-i dünya zihniyetini ise
ideal olarak ortaya koymamıştır. İslam’ın insandan talep ettiği hayat iki koordinat üzerinde durmaktadır: Birisi mutluluğa ve kudrete olan meyil, öbürü ahlaken yükselmek, “kendi kendini durmadan yaratmak” tır/varoluşsal olarak yenilemektir/. Bu eğilimler ancak mantıkta birbirine zıttır;
gerçek hayatta ise birleşir ve
karşılıklı olarak birbirine nüfuz
eder. “* der.
Aliya’nın kendi hayatını anlattığı ‘Tarihe Tanıklığım’ eseri ise Bosna tarihinden, Aliya’nın çocukluk ve ilk gençlik yıllarına, hapis hayatından
Demokratik Eylem Partisini
kurmaya, Bosna’nın bağımsızlığını ilan etmesinden Bosna cihadına, Cumhurbaşkanı
olmasına ve Cumhurbaşkan-
SAYI: 152 ARALIK 2016
89
iSLAM
KAHRAMANLARI
Aliya, bir düşünce ve eylem adamı
olarak çağın en büyük düşünürlerinden
biri olduğunu eserleri ve bıraktığı
izler ile ortaya koymuştur. Bu yönü ile
savrulmayan bir aydının ne kadar büyük
işler yapabileceğini de ispatlamıştır.
lığı görevini bırakmasına kadar olan hayatının hemen hemen bütün ayrıntılarını içeren
bir otobiyografidir. Eser de en
çok dikkat çeken hususlardan
biri Aliya’nın barış için verdiği çabalardır. Savaş olmadan
barışçıl yollarla sorunların çözülmesi için elinden geleni yapan ama nihayetinde mecbur
kaldığında kendi halkını korumak için mücadele eden Aliya
savaşın en şiddetli olduğu zamanlarda bile barış için çabalamaktadır.
Aliya özel olarak bir ekol ya
da cemaat ile organik bağ halinde değildir. İlk gençlik yıllarında girmiş olduğu ‘Genç
Müslümanlar Teşkilatı’ Bosna’da yerel bir organizasyondur. Bununla birlikte gerek
eserlerindeki olaylara ve düşüncelere yaklaşımı gerekse
mücadele anlayışına bakıldığında Hasan el Benna, Seyyid Kutub, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve
benzeri kişilerin fikirlerinin izleri görülmektedir.
Kendi çağının şahitliğini
en güzel şekilde yapan, Müslüman dava adamı sorumluluğunu yerine getiren Aliya bizlere düşünce ve fikir olarak
büyük bir miras bırakmıştır. Bu
mirasın en güzel şekilde koru-
90
SAYI: 152 ARALIK 2016
nup diğer nesillere aktarılması
ise bizim sorumluluğumuzdur.
Aliya, hikmet ve bilgeliği
cem ederken, kalbinin güzelliklerini ve aklının keskin görüşlerini konuşmalarında ve
eserlerinde ortaya koymuştur. İçinde yaşadığı toplumda
sessiz bir devrim gerçekleştiren Aliya, bu yönü ile aydınlara bir toplumu değiştirmenin birçok yolu olduğunu ve
bunun en uygun şeklinin sessiz bir devrim olduğunu göstermiştir.
“Ölmeye hazır olan insanlar, ölmeye hazır olmayanlara karşı galip gelirler.” diyerek bir zafer nasıl kazanılır ve
zaferini nasıl kazandığını anlatır Aliya . “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik
gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın
gözü önünde; Batı medeniyeti adına.” diyerek Batı’nın kirli yüzünü bir daha ortaya koyup, erdemli bir mücadelenin
nasıl olması gerektiğini ortaya
koymuştur.
“Geleceğimizi geçmişimizde aramayacağız. Kin ve intikam peşinde koşmayacağız.”
diyerek bir zaferden sonra na-
sıl olunması gerektiğini öğretiyordu Aliya. “Hayat, inanan
ve salih ameller işleyenler dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur.” diyerek
hayatın anlamını ve değerini bir daha hatırlatmak sureti
ile düşüncenin İslami olmasının önemini öğretiyordu Aliya.
“Bu adil bir barış olmayabilir;
fakat süren bir savaştan daha
iyidir.” diyerek aydın insanların barışçı olması gerektiğini,
barışın savaştan daha iyi bir
iş olduğunu öğretiyordu. “Ben
Müslümanım ve Müslüman
olarak kalmaya kararlıyım. Bu
hayatımın sonuna kadar böyle
devam edecek. Çünkü İslam
benim için iyi ve asil olmanın
en doğru ifadesidir.” diyerek
inançlı olmanın aydın olmanın önünde engel olmadığını
en güzel şekilde gösteriyordu. “Allah’a yemin ederim ki
biz köle olmayacağız.” diyerek
de özgürlüğün ne denli önemli
olduğunu bir aydın olarak en
güzel şekilde anlatıyordu.
Aliya, bir düşünce ve eylem
adamı olarak çağın en büyük
düşünürlerinden biri olduğunu eserleri ve bıraktığı izler
ile ortaya koymuştur. Bu yönü
ile savrulmayan bir aydının
ne kadar büyük işler yapabileceğini de ispatlamıştır. Aliya’yı rol model olarak ele almamızda, onun en büyük özelliği olan düşünce ve eylem birliğini ispatlamış bir aydın olmasıdır.
* Doğu Batı Arasında İslam, S. 246
ŞiiR
İnsan ve mabed
İnsan mabedi inşa eder,
Mabed insanı ihya eder.
İnsan mabede âşık,
Mabed insana ışık.
İnsan mabede imam
Mabed insana mihrap.
İnsan mabedi temiz tutar
Mabed insanı aziz kılar.
İnsan mabedi yükseltir
Mabed insanı yüceltir.
İnsan, mabedin iftiharı
Mabed insanın itibarı.
İnsan mabedin zineti
Mabed insanın nimeti.
İnsan mabedin müteahhidi
Mabed insanın şahidi.
İnsansız mabed mahzun
Mabedsiz insan mahrum.
İnsan mabedi var eder
Mabed insanı bahtiyar.
İnsan mabedin kalbi
Mabed insanın kıblesi.
İnsan Rahmanın misafiri
Mabed Rahmanın evi.
İnsan mabedin arifi
Mabed insanın tarihi.
İnsan mabede hadim
Mabed insana hekim.
İnsan mabedin hakikati
Mabed insanın marifeti.
İnsan mabedde engin
Mabed insanla zengin.
İnsan mabedin duası
Mabed insanın yuvası.
İnsan mabedin yıldızı
Mabed insanın dünyası.
İnsan mabedin saltanatı
Mabed insanın sanatı.
İnsan mabedde kendini bulur
Mabed insanla anlam.
İnsan mabedin dili
Mabed insanın ağzı.
İnsan mabedde secde eder
Mabed insan alnından öper.
İnsan mabedin çiçeği
Mabed insanın bahçesi.
İnsan mabedin gerçeği
Mabed insanın her şeyi.
İnsan mabedin şairi
Mabed insanın şiiri.
İnsan mabedin sermayesi
Mabed insanın gayesi.
İnsan mabedde el açar
Mabed insana yol açar.
İnsan mabedin incisi
Mabed insanın deryası.
İnsan mabedin baş tacı,
Mabed insanın miracı.
İnsan mabedde âdem
Mabed insana âlem.
İnsan bir mabed bekçisi
Mabed huzuru ilahi elçisi.
İnsan mabedin zaferi
Mabed insanın seferi.
İnsan mabedle hayırlı
Mabed insanla hatırlı.
İnsan mabede koşar
Mabed insanla coşar.
İnsan mabede kişilik
Mabed insana kimlik.
İnsan mabedde özel,
Mabed insanla güzel.
İnsan mabedin hayranı
Mabed insanın seyranı.
İnsan mabedin bayramı
Mabed insanın dermanı.
İnsan mabedde ayakta,
Mabed insanla hayatta.
İnsan mabedde agâh,
Mabed insana dergâh.
BÜLENT ACUN
SAYI: 152 ARALIK 2016
91
DENEME
İlim, insanı yoldan
çıkarır mı?
AZİZ DARICI
azizdarici@hotmail.com
ÖNCE insanda hâkim olan bilgiyi
tartmak gerek. Kendisinde barındırdığı
bilgi nedir, şahsiyetini oluşturan ve bunu
eylemsel faaliyetlerine dönüştüren bu
bilgi neyi ihtiva eder? Salih amel oluşturur
mu? Önce bunu konuşmak gerekir.
İLIM, insana bahşedilmiş en
güzel ikramlardan birisidir. İnsanı diğer varlıklardan ayıran
tarafı kendisine irade verilmesi kadar, aslında iradenin işlevi olan bilgi-ilim sahibi olarak o
bilgiyi kullanma ve yaşama bilinci daha ön plandadır. O ikram
ki ayette de belirtildiği gibi; “Ey
iman edenler, size meclislerde
“Yer açın” dendiği zaman, yer
açın; Allah size genişlik versin.
Size: “Kalkın” denildiği zaman
da kalkın. Allah, sizden iman
edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin.
Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mücadele,11)
İlim sayesinde Allah’ın lütuflarına mazhar oldukları müjdelenmektedir. Doğru ve yanlış
kullanılan bilginin insanın hayatını ne yönde şekillendirece-
92
SAYI: 152 ARALIK 2016
ği sorusuna cevap olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı zamanda ilmin insanı hangi mertebelere yükselttiğini de gösteriyor.
Yunus Emre’nin bir şiirinde:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
Şiirde belirtilen husus kendini, hayatı ve tüm kâinatı yaratanı tanımanın yolu ifade edilmektedir. Fıtratın, kendisine
adaleti emrettiğinin aynı zamanda işaretidir de. İlim, hayatta, yol kılavuzluğunda engellere aşmaya verilen tepkidir. İlim, hayatın sorunlarına
verilen cevap, insanın ihtiyaçlarına giden yol da bir pusuladır. İlim kâinatta niçin muhatap
alındığımıza özlü bir cevaptır.
İlim, kişinin kendi kapasitesinin
farkına vararak, Allah’a kul olmanın bilincine varmaktır. İlim,
hak ve adalet terazisinde kendini tartmaktır. Kendini bilme
safhası aşılınca, Rabbini bilme
aşamasına geçmektir. Karşılaşılan sorunlara cevap arama
derdine düşmektir.
İnsanın en önemli özelliklerinden birisi soru sormasıdır.
Sorulara verilen cevap hayatımızın şekillenmesinde önemli
katkı sağlar. Burada her cevap
doğru çıkacak mı varsayımı yapılabilir. Eğer sorulan soru niyet
bozukluğunun alameti değilse,
genel de doğru cevaplar verilir.
Rabbimize ve Hz. Peygambere
sorulan sorular da ise cevaplar açık ve nettir. İnsanın imtihanı onu sınıfta bırakma adına
değil, sınıfta kalmak için onca
uğraş veren insanı teşvik edip,
onu mezun etmek adınadır. Bir
öğretmen nasıl ki geçirdiği öğrencilerle sevinirse, Allah’ta
Cennetini hak eden kulları ile
öyle sevinecektir. Yoksa hiçbir
insan sınıfta bırakılan öğrenciler için kutlama yapmadığı gibi bu öğrenciler sınıfta kalmayı hak etmiş olsa bile, üzüntü
genel de hâkim olan duygudur.
Gelelim konu başlığımıza…
İlim yoldan çıkarır mı?
deneme
Genelde insan
okuyarak ilmini
arttırır, görerek
ve duyarak anlam
kazandırır, tecrübe
ederek hayatın
zorluklarını aşar.
Bilgi birikimi
barajlara benzer.
Yağmur ve doğal
kaynak suları nasıl
barajı besliyorsa;
bilgi de zihinde
ve yürekte bir
birikime yol açar.
Sanırım cevap ‘hayır’ olacaktır. Bu cevap bizim bilgi düzeyimizle verdiğimiz ilk tepki değildir. Bu bizim fıtrattaki özümüzün bize söyletmesidir. Peki, neden o zaman insan, kendini insanlıktan çıkararak kötülük bilgisi ile dünyayı tarumar eder?..
Önce insan da hâkim olan
bilgiyi tartmak gerek. Kendisinde barındırdığı bilgi nedir, şahsiyetini oluşturan ve bunu eylemsel faaliyetlerine dönüştüren bu bilgi neyi ihtiva eder?
Salih amel oluşturur mu? Önce
bunu konuşmak gerekir. Hayatımıza baktığımızda, hangi bilgi bizlere yol göstermişse; aynı zamanda bizlerin inandığı
değerleri de açığa çıkaracaktır. Bilgi kirliliğini toplumsal anlamda çözülmesi zor olsa da,
bireysel mana da o kadar zor
olmasa gerek. Muhakkak her
kişi kendisini tarif ederken kendi bilgi hazinesinden cümleleri
ve kelimeleri kullanacak ve bize kendini tanıtacaktır. Ya da
SAYI: 152 ARALIK 2016
93
deneme
herhangi bir parkta, çay ocağında oturduğumuzda kulak
misafiri olduğumuz sohbetler
de hangi ilmin ve bilginin insana tesir ettiğini biliriz. İyi ve
kötü insan tanımlamamız veya
güven-güvensizlik çıkarımlarımız zihnen oluşacak. Hayatta
tanıdığımız kişiler de zaten bu
tanımlama bitmiş, hayat akışı
ve ilişkilerimizin seyri bu doğrultuda gidecektir.
İnsanın kullandığı ve sahiplendiği bilgi onu tanımlıyorsa,
bu aynı zamanda insanın ilim
sayesinde nerede duracağını
ve nereye ulaşacağını da gösterir. Cennet ve Cehennem
kendilerine verilen ilmin nerede kullandıkları ile ilgili sorulara verilen cevaptır.
O zaman ilim insanı yoldan
çıkardığı gibi insanı yola getirmesi de gerekiyor!
Allah bir ayetinde “Dedi ki:
“İlim ancak Allah katındadır.
Ben size gönderildiğim şeyi
tebliğ ediyorum; ancak sizi cahillik eden bir kavim olarak görüyorum.” (Ahkaf, 23) Gerçek
ilmin kendi katında olduğu haber veriyor. Bu ilmin kaynağını belirtmekle kalmıyor, kendimizde doğru bildiğimiz ilmin bu
hakikate göre gözden geçiril-
mesi de istiyor; bunu yapmadığımızda cahil olmakla da uyarılıyor. Uyarı sadece kitap bazında kalmıyor, içimizden biri
olarak gönderilen bir Peygamber aracılığı ile tebliğ ediliyor,
açıklanıyor; aynı zamanda pratik olarak ta yaşama aktarılarak yanlışların önüne geçiliyor.
Bir başka ayeti kerime de ise
“Hayır! O, kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde apaçık
olan ayetlerdir. Zulmedenlerden başkası, bizim ayetlerimizi
inkâr etmez.” (Ankebut, 49) İlim,
değişimin gerekçesi olarak sunuluyor, yüreğinizin kapılarını bu ilim kapısına açmalarını,
bunda samimiyet göstermelerini ve kendi kendilerine zulüm
etmemelerini emrediyor. İlmin
Allah katında olması göğüsler
de huzura, sükûnete erdiriyor.
Zihinlerde ise açıklığa, ferasete ve basirete ve amelde hayra dönüştüreceği kuşkusuzdur.
İlmin hevâ ve heveslerin ürünü
olması göğüslerin sıkışmasına,
karanlığa, kibre yol açtığı gibi;
zihinlerde bulanıklığa, yanlış
varsayımlara götürüyor. Amelde ise kötülüğe kapı aralayacağı muhakkaktır.
Kur’an’ı Kerim’de, “O, bu
ancak bendeki ilim sayesin-
Dünyada kötülülüğün bu kadar yaygın
olmasın sebebi, kötülük bilgisinin kalplerdeki
ve zihinlerdeki zaaflarla buluşmasıdır.
Buradaki yanlış tercihler kötülüğün
işlevselliğini arttırarak, kişilik haline
dönüşür. Bu kötülük bireysel olmaktan çok
toplumsal işlev görünce hayat zulüm kokar.
Kâinat kötülüğün kıskacında can çekişir.
94
SAYI: 152 ARALIK 2016
de bana verilmiştir, dedi. Bilmez miydi ki Allah, hiç şüphesiz ondan önce, kuvvet bakımından ondan daha üstün,
topluluk bakımından ondan
daha fazla nice nesilleri helak
etmiştir ve suçluların suçlarını
bile sormaya hacet yok zaten.”
(Kasas,78) ayeti ile yoldan çıkmanın en bariz örneğini sunar.
Kendine verilen ilmi yanlış değerlendirmenin sonucunda helak olmasına sebep, yine yoldan çıkaran ölçüsüz ve kibir
kokan ilim oluyor. Kendi haddini bilmemek, Allah tarafından haddi bildirilerek sonuçlandırılıyor. İlmin kibre dönüşmesi onu hayırlı işlerde kullanmamaktır. Hayra kullanılmayan ilim yozlaşır ve kendisine
zarar verdiği gibi topluma da
zarar verebilir. Bunu şu örneklendirme ile açıklayabiliriz:
Genelde insan okuyarak ilmini arttırır, görerek ve duyarak
anlam kazandırır, tecrübe ederek hayatın zorluklarını aşar.
Bilgi birikimi barajlara benzer.
Yağmur ve doğal kaynak suları
nasıl barajı besliyorsa; bilgi de
zihinde ve yürekte bir birikime
yol açar. Barajdaki suyun bir birikme sebebi olduğu gibi insanda da bilginin birikme sebebi
vardır. Baraj nasıl ki susuz topraklara can veriyorsa, su ulaşmayan yerlere su ulaştırmada
görev yapıyorsa, suyun olmayacağı zamanlar da ‘su’ nasıl bulunmaz nimet oluyorsa, elektrik üretilerek evimize ulaşıyorsa; tıpkı bunun gibi insan da, biriken ilmini hayata taşınması ve
ilmi seviyesini arttırmış olan in-
deneme
sanın da hayata dönük eylemsel bir işlev olarak bilgiyi hayata yansıtması gerekiyor.. Yoksa
fazla suyun barajlarda ki tahliye mekanizmasının olmamasının nelere yol açacağını filmlerde çok iyi temaşa etmişken, ilmin yürekte ve zihinde işlevsiz
kalmasının başka arızalar doğuracağı muhakkaktır. İlim sahibi insanında kendisine verilen ilmin başka yürek coğrafyalarında yeşermesi için başkasına ulaştırması gerekiyor.
İnsanın kendisinde kalan ilim
zamanla kendisine zarar verir
ya da anlamsızlaşır.
Dünyada kötülülüğün bu
kadar yaygın olmasın sebebi,
kötülük bilgisinin kalplerdeki
ve zihinlerdeki zaaflarla buluşmasıdır. Buradaki yanlış tercihler kötülüğün işlevselliğini arttırarak, kişilik haline dönüşür. Bu
kötülük bireysel olmaktan çok
toplumsal işlev görünce hayat
zulüm kokar. Kâinat kötülüğün
kıskacında can çekişir. Ahlaksızlık, yaşam tarzı haline gelir.
Hırs ve açgözlülük tüm dünyayı sarar. Her yeri yangın yerine çevirir. Yalan- yanlış bilgiler hayatı şekillendirir. Bu listeyi uzatabiliriz. Yeterince malzeme var elimizde ne yazık ki…
Bunlara 15 Temmuz ihanetini ekleyebilirsiniz. Eğitim durumlarının yüksek olduğu gözlenen bu örgütün, kötülük bilgisinin kıskacında neler yaptığına hepimiz şahit olduk. Kendilerine verilen nimetlerin şükrünü vereceklerine daha fazlasına göz diktiler. Kurdukları sofralarda kimseyi istemediler. Vaaz-
İyilikle donanmış şahsiyetler, kendilerine
verilen ilmi bir emanet bilerek yeryüzünü inşa
ve ihya hareketine dönüştürmek için kullanırlar.
Kâinatta iyiliğin melodisini dinletebilirler,
dünyada iyilik kervanı oluşturabilirler,
kanaatkâr ve şükür adımları ile yol alabilirler,
zulmün karşısında cesaretle direnebilirler,
insanları kötülün kıskacından kurtararak
iyiliğin korumacılığına götürebilirler.
larında hoş görü edebiyatı yapılırken, Müslüman kardeşlerinin
kuyusunu kazma derdine düşmüşler. Dünya saadetleri karşılığında milyonlarca insanın kaderi ile oynadılar. Bedduaları
kendilerine döndü. Çünkü ‘zulüm ile abad olunmaz’ ilahi sünnetullahı işledi. Ayet dile geldi,
“Şüphesiz zalimler felaha eremezler.” (En’am, 135)
Oysa iyilikle donanmış şahsiyetler, kendilerine verilen ilmi bir emanet bilerek yeryüzünü inşa ve ihya hareketine dönüştürmek için kullanırlar. Kâinatta iyiliğin melodisini dinletebilirler, dünyada iyilik kervanı oluşturabilirler, kanaatkâr ve
şükür adımları ile yol alabilirler, zulmün karşısında cesaretle direnebilirler, insanları kötülün kıskacından kurtararak iyiliğin korumacılığına götürebilirler. Hayatlarını ilimle bütünleştirenler için, Hz. Enes (ra) anlatıyor: “Resulullah (sav) buyurdular ki: “İlim talebi için yola
çıkan kimse dönünceye kadar
Allah yolundadır.”
Bu öyle bir güce dönüşür ki,
iyilik adına yeryüzünde dolaşır.
Peki bu gücün sırrı nedir?
Bu gücü Allah müjde olarak
ve Müslümanların hangi nimetlere kavuşabileceği noktasında bir sır olarak veriyor. Aynı
zamanda kıymetli bir bilgi olarak da: “Düşman olan kavmi
takip de gevşek davranmayın.
Siz acı duyuyorsanız şüphe
yok ki onlar da sizin duyduğunuz acıyı duyuyorlar ve siz Allah’tan, onların ummadığı şeyleri umuyorsunuz ve Allah, her
şeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisa,104)
İnanmayanların isteyemeyeceği, düşünemeyeceği gibi
güç de yetiremeyeceği bir şeyi Allah’tan istemek… Allah daima galip olduğu gibi, Allah’a
iman edenler de galip gelecektir. “Ağızlarıyla Allah’ın nurunu
söndürmek istiyorlar; oysa kâfirler hoşlanmasa da Allah nurunu tamamlayacaktır.” (Saff,8)
ayetini salt bir kuru okumadan
ziyade ilmi derinlikte anlayarak okumak gerek. Bunun için
gerçek ilmin yol kılavuzluğunda çok geniş bir okuma ve tefekkür ile İslam’ı bütün olarak
algılayıp; İslami yaşam modelini oluşturmak gerekir. Allah’ın,
iyiliği yeryüzüne hâkim olması
adına müjdelediği topluktan olmak ümidi ile… Vesselam.
SAYI: 152 ARALIK 2016
95
Download