Burhan 56:Burhan.qxd

advertisement
EDİTÖR
Yıl 5
Sayı 56
Mayıs 2010
Bismillahirrahmanirrahim
Bir bebeğin, anne karnındaki teşekkülünün ilk döneminden
başlanarak helal ve meşrû rızıkla beslenmesi fevkalâde önemlidir.
Öyle ki, çocuğun gelişme sürecinde, Allah’a bağlama mecburiyetinde
olduğumuz herhangi bir hadisedeki kopukluk, negatif bir vâkıa olarak
çocuğa akseder. Anne-babanın damarlarındaki bir parça haram,
çocuğun muvakkat veya müebbet kayma sebeplerinden biri olabilir.
Ebu Vefa Hazretleri bu mevzuyu anlatırken şahsî hayatından
ve kendi çocuğunun bir huyundan misal verir: Hazret’in oğlu sürekli
elinde bir çuvaldızla dolaşmakta ve devamlı surette tulumlarla su
taşıyan insanların tulumlarını delmektedir. Ebu Vefa Hazretlerinin
üzülmesine gönülleri razı olmayan ahâlî bu durumu uzun süre gizli
tutar ve şikayetçi olmazlar. Fakat, zamanla iş çığırından çıkar ve
çekilmez hale gelir; halk mecburen meseleyi Hak dostuna açar ve
oğlundan şikayetçi olurlar. Hazret, oğlunun yaptıklarını öğrenince
gerçekten çok üzülür ve bir o kadar da şaşırır. Durumu eşine anlatır;
bunun sebebinin ikisinden biri olduğunu söyleyip hanımından çocuğa
hamileyken yanlış bir harekette bulunup bulunmadığını sorar.
Anne düşünür taşınır ve eşine şunları söyler: “Çocuğun
doğmasından birkaç ay evvel komşunun evine gitmiştim. Orada
portakal ve nar gibi meyveler gördüm. Canım çok çekti ama istemeye
de utandım. Komşum görmeden elimdeki örgü tığımı meyvelere
saplayıp saplayıp ağzıma götürdüm ve böylece onları tadarak meyve
arzumu giderdim.” Ebu Vefa hazretleri bunu duyunca “İşte tığını
meyveye saplayıp birkaç damla da olsa izinsiz ve haram olan meyve
suyunu tatman, evladımızda tulumları delme şeklinde tezahür etti.
Şimdi huzur-u kibriyaya yönel, ağla ki Allah günahını affetsin.” der.
Annenin, kabahatini anlayıp ağlayarak dua dua yalvardığı ve sonra
da komşusundan helallik aldığı aynı anda, çocuğunun içini bir
pişmanlık hissi doldurur ve “Bu yaptığım iş bana hiç yakışmıyor. Artık,
böyle bir şey yapmayacağım” diyerek elindeki çuvaldızı atar.
Hâsılı, kendimiz ve çocuklarımız hakkında en çok korkmamız
gereken hususlardan biri de haram yemek olmalıdır. Zira, Peygamber
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), “Haram lokma ile beslenip
büyüyen bir insana ateş daha layıktır.” buyurmuştur. Her haram, ya
yiyip içenden ya da onun çoluk çocuğundan burada olmazsa ötede
mutlaka çıkacaktır. Evet, helal, kalbin cilası olduğu gibi, haram da
onun karasıdır. İbadetlerinin mûteber, dualarının makbul ve
çocuklarının salih birer kul olmasını arzu edenler, helal dairesinden
ayrılmamaya azamî îtîna göstermelidirler.
HEDİYE KİTABIMIZ
Abonelerimize hediye edeceğimizi duyurduğumuz “Seyyid
Ahmed er Rufai Hazretlerinin Hayatı” adlı eserimizi inşallah mayıs
ayı içerisinde abonelerimize ulaştıracağız. Bu eseri, dergimize abone
olan ve iki bin on yılının abone bedelini ödeyen abonelere
gönderebileceğiz. Dergimizi aylık bedel ödeyerek alan okurlarımıza
bu eseri veremeyeceğiz. Takdir edersiniz ki bu dergimize büyük maddi
bir yük getirmektedir. Bu yükün altından kalkabilmemiz ancak
abonelerin ödemelerini geciktirmeden yapmalarıyla mümkündür.
Allah’a emanet olunuz…
içindekiler
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: Sayı: 56
Mayıs 2010
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
4 HZ. CÂBİR’İN YEMEĞİNİN
42 Dava Adamı Bediüzzaman
BEREKETLENMESİ
Aydın BAŞAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
7 Hadis-i Şerifler
46 DÜNYA HAYATIYLA MUTMAİN
OLMAK
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
8 HELAL KAZANÇ
Mehmet TALU
YAYIN KURULU
Mâliku'l-Mülk Olan Allah'ın Elindedir
Yusuf ELİBOL
Muhammed Ali es-Sâbûnî
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Salih AYDIN
Musa KARACA
16 Üzümü Yemeden Önce
Burhan Ajans
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
18 “HELAL VE TEMİZ OLARAK YİYİN”
Tek Sayı: 6 TL
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
56 Muhabbet Bahçesi
Yusuf ELİBOL
Fuat TÜRKER
Fiyatı
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
(Çev: Ömer Faruk Tokat)
Nihat MORGÜL
GRAFİK TASARIM
DAĞITIM ORGANİZASYONU
48 Cennet Kimsenin Tekelinde Değil;
22 TASAVVUF FIKIH
58 PEYGAMBERLER…(9)
Osman KARABULUTOĞLU
Dr. Ebubekir SİFİL
1 Yıllık Abone: 75 Euro
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
29 Hadis-i Şerif
60 ŞİMDİ TAM ZAMANIDIR
Ayşe BAĞCİVAN
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No 291928
IBAN No TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588-5002
30 İhsân
62 Özgürlüğün Tutsaklarına
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Özgürlük!
IBAN TR690001001673441655885002
Şeyh Raid SALAH
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
32 Tasavvuf Dinin Özünün Özüdür
Sezgin ÇAKIR
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Musa KARACA
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
burhandergisi@hotmail.com
burhandergisi@mynet.com
35 DİN İLE BARIŞMAK
Hasan BAŞAR
www.burhandergisi.com
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
38 Mehmet Nuri Eminler:
YAYIN TÜRÜ
“Hakikatten huruç etmiş kimselerle
tevhidi bir toplum inşa edilemez.”
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu
değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade
edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı
yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin
sorumluluğu reklam verene aittir.
72 Beni (Ey Rüzigar)
Aşık Reyhani
BASKI
Aylık Süreli Yayın
70 Burhan Çocuk
Röportaj: Aydın BAŞAR
Hz. Câbir’in Yemeğinin Bereketlenmesi
4
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Tasavvuf Fıkıh
Dr. Ebubekir SİFİL
32
Mehmet Nuri Eminler:
“Hakikatten huruç etmiş kimselerle tevhidi
bir toplum inşa edilemez.”
Röportaj: Aydın BAŞAR
46
Cennet Kimsenin Tekelinde Değil; Mâliku'lMülk Olan Allah'ın Elindedir
Muhammed Ali es-Sâbûnî
(Çev: Ömer Faruk Tokat)
62
22
Tasavvuf Dinin Özünün Özüdür
Sezgin ÇAKIR
38
Dünya Hayatıyla Mutmain Olmak
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
48
Özgürlüğün Tutsaklarına Özgürlük!
Şeyh Raid SALAH
Başyazı
HZ.
CÂBİR’İN
YEMEĞİNİN
BEREKETLENMESİ
z. Peygamber efendimiz ve ilk
Müslümanlar, İslâm’ın doğduğu
şehir olan Mekke’den Medîne’ye
hicret ettikten sonra Medîne şehrinde bir
İslâm devleti kurdular. Mekkeli müşrikler, bu
devleti daha kurulmadan yıkmak ve yok
etmek istiyorlardı. Bedir, Uhud ve Hendek
savaşlarını bunun için yaptılar. Bu savaşların her birinde de mağlûb oldular. Bu savaşlar, hem Müslümanları hem de
müşrikleri maddî bakımdan zayıflattı. Bu
savaşların üçüncüsü olan Hendek savaşı
sırasında Müslümanların maddî durumu
çok zayıftı. Karınlarını doyurmakta güçlük
çeken Müslümanlar, Mekke’den dört bin kişilik büyük bir ordu ile yola çıkan müşrikleri
engellemek için kısa zamanda Medîne şehrinin etrafına geniş ve derin hendekler kazmak mecbûriyetinde kaldılar. Her sahâbî,
kendisine verilen bölümü kazıyor ve kısa
zamanda işini bitirmek istiyordu. Bin kişi
kadar olan Müslümanlar, cihâd heyecanı ile
açlığı unutmuş, kendilerini işe vermişlerdi.
Medîne’nin yerlisi olan Hz. Câbir (r.a), o
günlere âit bir hâtırasını şöyle anlatır:
H
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
- “Hz. Peygamber efendimiz, sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?”
dedi, ben de: “Evet, sordu.”
dedim. O da:
“Biz, Hendek Savaşı gününden önce,
Medîne şehrinin çevresine hendek kazıyorduk. Önümüze son derece sert bir kaya
4
Mayıs 2010
çıktı. Sahâbîler, Nebî sallâllahu aleyhi ve sellem'e
gelip:
- “Ey Allah’ın elçisi! Kazdığımız hendekte önümüze bu sert kaya çıktı.” dediler. Bunun üzerine
Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem:
- "Ben, bu hendeğe ineceğim" diye buyurdu,
sonra da ayağa kalktı; açlıktan karnına taş bağlamıştı. Biz üç gün müddetle yiyecek hiçbir şey tatmaksızın orada aç kalmıştık. Peygamber sallallâhu
aleyhi ve selem, kazmayı eline aldı ve o sert kayaya öyle bir vuruş vurdu ki, o kaya un ufak olup
kum yığınına döndü. Ben, Hz. Peygamber efendimizin açlıktan karnına taş bağladığını görünce çok
üzüldüm ve:
oğlak var.” dedi. Ben oğlağı kestim, derisini çabucak yüzdüm ve etini parçaladım; eşim de arpayı
öğüttü. Eti tencereye koyduk. Hamur kıvamını
bulup ekmek yapılacak bir duruma geldiği ve tencere de ocakta pişmeye başladığı bir sırada ben,
Nebî sallallahu aleyhi ve sellem'i dâvet için hendek
kazılan yere geldim. Yalnız evden çıkmadan önce
eşim bana şöyle demişti:
- “Bak, görüyorsun yemeğimiz az; sakın beni
Hz. Peygamber efendimize ve yanındakilere karşı
utandırma, zor durumda bırakma! Peygamberimizin kulağına eğil ve dâvetini kendisine gizlice bildir, kimse duymasın, çünkü yemeğimiz az.” Ben de
eşimin bu uyarısına uyarak Hz. Peygamber’in kulağına eğildim ve:
- “Ey Allah’ın elçisi! Lütfen, bana evime kadar
gitmeme izin veriniz.” dedim. O da izin verdi. Eve
gidince de eşime:
- “Ey Allah'ın Rasûlü! Birazcık yemeğim
var, bir-iki kişiyle birlikte bize gidelim!” dedim.
Rasûl-i Ekrem:
- “Ben, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'i dayanılmayacak bir halde gördüm. Açlıktan karnına taş
bağlamıştı, evimizde yiyecek bir şey var mı?” diye
sordum. Eşim de:
- "O yemek ne kadar?" diye sordu. Ben de
evde olanı söyledim. Bunun üzerine:
- “Dağarcıkta biraz öğütülmemiş arpa ile bir de
- "Ooo! Hem çok, hem güzel! Git, hanımına
söyle de, ben eve gelinceye kadar tencereyi
ateşten indirmesin, hamuru da ekmek yapmasın!” buyurdu. Sonra ashâbına:
- "Ey hendek halkı! Câbir, bir ziyâfet hazırlamış; bizi dâvet ediyor, haydi buyurun, hep birlikte gidelim!" dedi. Muhâcirler ve ensar hep
birlikte kalktılar. Ben telaşla koşarak eşimin yanına
varıp:
- “Vay başımıza gelenler! Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem, yanında muhâcirler, ensâr
ve beraberlerinde olanlarla birlikte bize geliyor.”
dedim. Karım:
- “Ah seni seni!” dedi. Ben de eşime: “Aynen
senin dediğin gibi yaptım, Hz. Peygamber efendimizin kulağına eğilip kendisini ve birkaç kişiyi dâvet
ettiğimi söyledim.” dedim. Bu sefer eşim:
- “Hz. Peygamber efendimiz, sana ne kadar
yemeğimiz olduğunu sordu mu?” dedi, ben de:
“Evet, sordu.” dedim. O da:
Mayıs 2010
5
riyordu. Onların hepsi doyuncaya kadar, ekmeği koparıp üzerine et koymaya ve arkadaşlarına vermeye devam etti. O gün Hz. Peygamber ile evimize
gelenler yaklaşık bin kişiydi (üç yüz ve sekiz yüz rivâyetleri de vardır). Allah’a yemin ederim ki, onların
hepsi yediler ve doydular. Neticede bir miktar yiyecek arttı. Rasûlullah sallalâhu aleyhi vesellem, karıma:
- "Bu artanı hem sen ye, hem de konu komşuya hediye et, çünkü insanları açlık perişan
etti." buyurdu ve sonra da ashâbı ile birlikte ayrılıp gitti. Onlar giderken tenceremiz fokur fokur
kaynıyor, kadınlar da ekmek pişirmeye devam
ediyorlardı.” (Kaynaklar: Buhârî, Meğâzî 29; Müslim, Eşribe 141)
- Aziz okuyucu! Elbette ki bu olay, Hz Peygamber efendimizin bir mûcizesidir. Peygamberlerin
mûcizeleri olduğu gibi müminlerin de kerâmetleri
vardır. Müminlerin kerâmeti, aynı zamanda peygamberin mûcizesidir. Peygamberlere mûcizeleri,
müminlere de kerâmetleri lütfeden elbette Yüce Allah’tır. Bu olay, Hz. Peygamber efendimiz için mûcize; Hz. Câbir, eşi ve müminler için de bir
kerâmettir.
- “Öyle ise tasalanma! Allah ve Rasûlü her şeyi
daha iyi bilir.” dedi. Onun bu sözleri bendeki sıkıntıyı biraz dağıttı ve rahatladım. Biz böyle konuşurken, Rasûlullah sallallâhu alehi ve sellem ve
beraberindekiler geldiler. Evimizin kapısına vardıklarında Hz. Peygamber, sahâbîlere:
- "Giriniz ve birbirinizi sıkıştırmayınız!" diye
buyurduktan sonra evimize girdi ve eşime hitap
ederek:
- “Sen ekmeği hazırla, eti bana bırak! Bir ekmekçi kadın çağır, o da sana yardım etsin!” diye
buyurduktan sonra, ete ve hamura üfledi. Bunların
bereketli olması için Yüce Allah’a duâ etti. Daha
sonra kadınlar, fırında pişirdikleri ekmeği Hz. Peygamber’e veriyorlar, O da ekmekten bir parça koparıyor, üzerine et koyuyor, fırının ve tencerenin
ağzını kapatıyor, hazırladığı lokmayı ashâbından
birine veriyordu. Sonra tekrar ekmeği alıyor, tencerenin ağzını açıyor ve sıradaki şahsa bir lokma ve-
6
Aziz okuyucu! Bugün yediklerimizin her biri
problemli ve şüphelidir. Ben, yediğimiz şeylerin
özelliğinin bozulduğundan, bize hormonlu şeyler
yedirildiğinden bahsetmiyorum. Bu gibi konuları uzmanlarına bırakıyorum. Ben, evlerimizden ve yemeklerimizden bereketin kaybolduğundan söz
ediyorum. Kazancımızdan ve yemeklerimizden mücâhidlere pay ayırmadığımız için, yetimleri ve yoksulları arayıp bulmadığımız için bereketi kaybettik.
Bereketi olmayan kazançlarımızın hayrını göremiyoruz. Bereketi olmayan yemeklerimiz bize şifa olmuyor, zehir oluyor, bir türlü hastalıktan
kurtulamıyoruz. Şüpheli ve sıkıntılı olan yiyeceklerimize bir de bereketsizlik karışınca problemler artıyor. Üzerinde ciddî bir şekilde düşünmemiz
gereken eksikliklerimizden birisi de budur. Biraz da
bu konuya yoğunlaşalım. Çok kazanmayı, çok yemeyi, çok harcamayı düşündüğümüz kadar bereketi de düşünelim. Kaybettiğimiz bereketi, yeniden
bulmayı ve kazanmayı düşünelim.
Mayıs 2010
Ebu Râfî’ (r.a)’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurdular: “Herhangi birinizi tahtına koltuğuna yaslanmış olup benim
emrettiğim veya yasakladığım bir husus ona intikal edince (umursamadan) bilemem (Kur’an’dan başka bir şey tanımam ve tabi olmam)
Biz Kitabullah’da ne bulduksa ona tâbi olduk. (Artık hadise tâbi olmayız) diyecek durumda bulmayayım.” (İbn Mace, 13)
Enes ibn Mâlik (r.a)’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (s.a.v) şöyle
buyurdu. “Bir kimse evinden çıkar da şöyle derse: Allah’ın adıyla başlarım, Allah’a güvendim, Allah’a ibadete, günahtan kaçmaya ancak
Allah’ın yardımı ile güç yeter, o kimseye şöyle denir: Bu durumda hidayet olundun, senin adına, düşmanlarına kafi gelinecek ve korunmuş olacaksın. Ayrıca şeytanlar ondan uzak dururlar.” (Ebu Davud, 5095)
Ebudderda dedi ki, ben Resûlullah (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu işittim: “Kim bir yola girer orada ilim tahsil ederse Allah (c.c) onu cennete
giden yollardan birine girdirir, melekler ilim tahsil edenlerden memnuniyetlerinden dolayı kanatlarını (talebelerin ayaklarının altına) sererler. Âlimler için gökte ve yerde olanlar ve suyun içinde bulunan
balıklar istiğfar ederler. İlim sahibinin ibadet sahibine üstünlüğü, ondördüncü günde ayın diğer yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Gerçekten ilim adamları Nebilerin varisleridirler. Hakikatte Nebiler, altın
ve gümüş miras bırakmadılar. Lâkin ilim mirası bıraktılar, kim ilim öğrenirse peygamberlerin mirasından hissesini fazlasıyla almış olur.”
(Ebu Davud, 3641)
Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre, Resûlullah
sallallahu aleyhi ve sellem, "Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur" dedi: "Her kim
bir dostuma düşmanlık ederse, ben ona karşı harb ilân ederim.
Kulum, kendisine emrettiğim farzlardan, bence daha sevimli herhangi
bir şeyle bana yakınlık sağlayamaz. Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nafile ibadetlerle durmadan yaklaşır; nihayet ben onu severim.
Kulumu sevince de (âdeta) ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan
eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden ne isterse, onu mutlaka veririm,
bana sığınırsa, onu korurum."
Mayıs 2010
7
HELAL
KAZANÇ
azanç mutlaka ama mutlaka helal ve
temiz olmalıdır: Çünkü Mü’min bir
kimse her şeyden önce helal ve temiz
olan şeyleri tüketmek zorundadır. Yediği veya
kullandığı şeylerde maddî ve manevî bir kir
bulunduğu takdirde yaptığı ibadetlerin kabul
edilmeyeceğini, Ebû Hureyre (R.A.) den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle haber veriyor:
K
Mehmet TALU
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman
gelecek ki, faiz yemeyen hiç¬bir kimse
kalmayacaktır. Öyle ki, doğrudan yemeyene de tozu-buharı bulaşacaktır.”
8
“Ey insanlar! Şüphesiz ki ALLAH
Teâlâ tayyip yani her türlü noksanlıklardan beridir, temizdir. Tayyipten başka
bir şey kabul etmez. ALLAH Teâlâ’nın
Mü’minlere emrettiği şeyler, Resullere
emretmiş olduklarının aynısıdır. Nitekim ALLAH Teâlâ peygamberlere: ‘Ey
Peygamberler! Tertemiz ve helal olan
şeylerden yeyin; salih ameller yapın.
Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim.’[1] emretmiş, Mü’minlere de: ‘Ey
iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların
tertemiz ve helal olanlarından yeyin,
eğer siz yalnız ALLAH Teâlâ’ya kulluk
ediyorsanız, O’na şükredin.’[2] diye
emirde bulunmuştur. Sonra seferi uzatıp,
saçı-başı dağınık, toztoprak içinde kalan ve
elini semaya kaldırıp: ‘Ey Rabbim, ey RabMayıs 2010
bim’ diye dua eden bir yolcuyu zikredip, buyurdu ki: Bu yolcunun yediği haram, içtiği
haram, giydiği haramdır ve netice itibarıyla haramla beslenmektedir. Peki böyle bir kimsenin
duası nasıl kabul edilir?”[3]
Görülüyor ki, Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz
hac, cihad, sıla-i rahim, rızık kazanmak ve müstehap
olan ziyaretler gibi itâatlerden birini yapmak için uzun
yola çıkan, fakat yediği, içtiği herşeyi haram olan,
yâni haramdan beslenen bir kimsenin dua ve itaatının kabul edilmeyeceğini beyân buyurmuştur. Bu bakımdan Müslüman bir kimse önce yiyip-içtiğinin
maddî-manevî temizliğine çok dikkat etmelidir. Aksi
takdirde duası ve ibadeti kabul edilmeyecektir. Bu
noktada bütün ibadetlerin ALLAH Teâlâ katında bir
nevi dua olarak yükseldiğini hatırlamamız gerekir.
Öyle ise maddî ve manevî temizlik olmadı mı, ibadetlerimizin hiçbiri makbûl olmayacaktır. Bu sebeple
Müslüman helâl mal kazanarak, helâlinden yemeli ve
helâlinden yedirmeli; haram maldan sakınmalıdır.
Hadis-i şerifte geçen âyet-i kerimelere göre, ta
Hz. Âdem (A.S.) dan beri bütün peygamberlere ve
dolayısıyla insanlara helal ve temiz şeylerin yenmesi
emredilmiştir.
Müslüman bir kimse, haram kazanç ve servetten ateşten kaçtığı gibi kaçar. Çünkü haram para ve
kazanç ateştir, yakar. Helal ve tertemiz az para, az
mal; haram ve necis çok paradan, çok maldan bin
kere, milyon kere hayırlıdır. Bir materyalist dinsiz,
haram ile helal arasındaki farkı ayırt edemez, Müslüman ayırt eder.
Bir adama radyasyonlu beşi bir yerde altınlar
verseler, aklı varsa bunları almaz. Çünkü radyasyon
onu öldürür. Haram para ve servet de böyledir. Talip
olmayınız, manen ölürsünüz, cehenneme düşersiniz,
ebedî saadetinizi yitirirsiniz. Daha açık konuşayım:
Belânızı bulursunuz.
İslâm dini, insanın mal kazanıp zengin olmasına
engel olmaz. Tam aksine, çalışıp çabalamayı, elinin
emeğiyle geçinmeyi ve başkasına muhtaç duruma
düşmemeyi tavsiye eder. Bütün bu konularda koyduğu tek prensip, malı ve mülkü helâl yollardan kazanmak, haram yollara sapmamak ve malın hakkını
vermektir. Fakat sadece meşru yollardan kazanmakla
iş bitmemekte, kazancın nereye ve nasıl sarf edildiğinin de bilinci içinde olunması gerekmektedir. Bunlar
yerine getirildiği takdirde, kişinin Allah huzurunda
hesap verebilmek için üzerine düşen asgarî şatlara uyduğu söylenebilir; istenilen de bundan ibarettir.
Helal rızık için çalışmak, her Müslüman için
farzdır.
Ebu Seid (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “En faziletli
amel helal kazançtır.”[4]
Abdullah b. Abbas (R.A.)den rivayete göre
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Helali aramak, taleb etmek cihattır. Muhakkak ki, ALLAH Teâlâ sanatkâr Mü’min kulunu
sever.”[5]
Enes b. Malik (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Helalin
ne olduğunu öğrenip onu kazanmaya çalışmak
her müslümana vaciptir.”[6]
Es-Seken (R.A.)den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Helali ara-
Mayıs 2010
9
ve helâl yoldan kazanılmaya çalışması emredilmektedir. Herkes kendisine takdir ve tâyin edilmiş olan
rızkının tamâmını almadıkça ölmiyeceğine göre
bunun gecikmesi, sahibini mutedil yoldan saptırmama-lıdır. Mü'minler rızıklarını helâl yoldan ve olgunluk içinde aramalıdır. Haramdan sakınmalıdır.
Ebû Humeyd es-Sâidî (R.A.)den rivayete göre
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Dünya malını taleb etmekte dikkatli ve güzel
davranınız. Çünkü herkes kendisi için yaratılmış olan dünyalığa müyesser yani kazanmaya
hazırlatılmış durumdadır.”[9]
Abdullah (R.A.)den rivayete göre Resûlullah
(S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Helal rızık aramak dini yükümlülüklerden bir farzdır.”[10]
Hz. Ali (R.A.)den rivayete göre Resûlullah
(S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Şüphesiz
ALLAH Teâlâ, helal rızık arama yolunda kulunu yorgun düşmüş görmekten hoşlanır.”[11]
MÜSLÜMAN HELAL KAZANMALI, HARAM
KAZANÇTAN SAKINMALIDIR
yıp taleb etmek; ALLAH Teâlâ’nın yolunda
kahramanca savaşmak gibidir. Helali arayıp
taleb etmekten dolayı yorgun geceleyen kimse,
ALLAH Teâlâ kendisinden razı olmuş olduğu
halde gecelemiş olur.”[7]
Cabir b. Abdullah (R.A.)den rivayete göre
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Ey
insanlar! ALLAH'tan korkunuz ve dünyalığı isteme hususunda dikkatli ve güzel davranınız.
Her türlü aşırılıktan, ifrad ve tefritten sakınınız. Çünkü hiçbir kimse, rızkı gecikse bile ALLAH'ın kendisine taktir ettiği rızkını
tamamlamadan ölmeyecektir. O halde rızık talebinde ALLAH'tan korkunuz.. Ve dünyalığı isteme hususunda dikkatli ve güzel davranınız,
gayr-ı meşru yollara sapmayın. Helal olan dünyalığı alınız ve haram olanı terkediniz.”[8]
Bu hadis-i şerifte, dünya malı ve rızkı taleb edilirken çok dikkatli olunması, yani talepte kusur edilmemesi ve aşırı hırsa da kapılmaması, bunun meşru
10
“Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle
yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların
mallarından bir kısmını, yalan yere yemin ve
şahitlik gibi haram yollardan yemeniz için o
malları hakimlere, reislere, yetkili idarecilere,
mahkeme hakimlerine el altından vermeyin.”[12]
Bu âyet-i kerimede işaret edilmek istenen
mana, daha ziyade rüşvet ve çıkarcılıktır. Binaenaleyh
aldatma ve dalavere ile elde edilen bütün kazançlar
haramdır. Havle el-Ensariyye (R.A.)den rivayete göre
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Birtakım adamlar vardır, ALLAH’ın mülkünden haksız bir surette mal elde etmeye girişirler. Halbuki bu, kıyamet günü onlara bir
ateştir, başka değil.”[13]
Müslümanın en başta gelen vazifelerinden biri
helal dairede yaşamak, helal kazanmak ve helal yolda
harcamaktır. ALLAH Teâlâ bizi imtihan etmek için
bazı şeyleri haram, bazılarını da helal kılmıştır. Fakat
Mayıs 2010
helal dairesini o kadar geniş tutmuştur ki, harama girmeye ne ihtiyaç, ne de mecburiyet vardır. Sonra
haram daireyi mayınlı bölge gibi tehlikelerle doldurmuş, helal daireyi de meyvelerle dolu güllük gülistanlık bir bahçeye döndürmüştür. Numan b. Beşir
(R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Şüphesiz helal belli, haram da bellidir.
Ama ikisi arasında helal mı haram mı belli olmayan birtakım şüpheli şeyler vardır ki, onları
insanlardan bir çoğu bilmez. Şimdi bu şüpheli
şeylerden her kim sakınırsa ırzını yani haysiyetini de dinini de kurtarmış, korumuş olur.
Her kim de bu şüpheli şeylere dalarsa her an
harama düşebilir. İçine girmek yasak olan koru
etrafında davarlarını otlatan bir çobanın davarlarını oraya kaçırması çok yakin olduğu
gibi. Dikkat edin, haberiniz olsun ki: Her padişahın kendisine mahsus bir korusu vardır.
Dikkat edin, gözünüzü açın... ALLAH'ın yeryüzündeki korusu da haram ettiği şeylerdir.
Dikkat edin, agâh olunuz... Bedende bir et par-
çası vardır ki, bu parça iyi olursa bütün beden
de iyi olur. Bozuk olursa, bütün beden bozulur. Dikkat edin... İşte o et parçası kalbdir.”[14]
Ulemanın beyanına göre bu hadisin yüksek
mertebede olmasına sebeb: Hz. Peygamber (S.A.V.)
Efendimizin bunda yiyecek, içecek, giyecek gibi şeylere, nikâh ve saireye tenbih buyurmuş olması ve
bunların helâlden olmasına dikkat çekmesi, helalın
nasıl bilineceğine irşad buyurması, şübheli şeyleri terketmeye teşvik etmesidir. Resûlullah (S.A.V.) efendimiz bunları korunan bir yeri misal olarak izah etmiş,
sonra dikkati gereken en mühim noktaya temas ile
bunun kalb olduğunu bildirmiştir.
Selman-ı Farisî (R.A.)den rivâyete göre, Resûlullah (S.A.V.) Efendimize yağ, peynir ve hayvan derilerinden yapılan elbiseleri giymenin hükmü soruldu
da şöyle buyurdular: “Helal ALLAH Teâlâ’nın kitabında helal kıldığı şeylerdir. Haram da; yine
ALLAH Teâlâ’nın kitabında haram kıldığı şeylerdir. Hakkında sükut ettiği şey ise affedilmiştir. Onun hakkında sual külfetine
girmeyiniz.”[15]
Bu hadis-i şerif, haramların ve helallerin miktarını, neler olduğunu sadece Kur’an-ı Kerim’in beyanlarına bağlamaktadır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de
Mayıs 2010
11
ya açık bir surette ya da mücmel olarak gelmiştir.
Ayet-i kerimede: “ALLAH’ın Resûlü size her ne
getirdi, size ne verdi ise onu alın, her neden de
yasakladı ise onu terk edin, ondan sakının.”[16]
buyrulmuştur.
Bu ayet-i kerimede Kur’an-ı Kerim’de açık olarak zikri geçmediği halde Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz tarafından beyan edilen haramlar da mücmel
olarak ifade edilmektedir.
Ebu Hureyre (R.A.) den rivâyete göre, Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz: “İnsanlar üzerine öyle bir
zaman gelecek ki, o devirde kişi ele geçirdiği
malı helâldan mı, yoksa haramdan mı kazandığına hiç aldırmayacak.”[17] Buyurdu.
Esas mesele mal-para kazanmak değil, helal kazanmak olmalıdır. Haramda hayır yoktur, bereket
yoktur. Midelerine girenlerin helal mi, haram mı olduğunu araştıranlar iman bakımından yükselirler. Kazançları-nın helalliğini düşünmeden dünyalık peşinde
koşanlar ise önce mide fesadına uğrarlar, sonra da
12
huzurları kaçar, manen yükselemez, alçalırlar. Ne ibadetlerinin,ne de yaptıkları iyiliklerin zevkine varabilirler.
Bir kimsenin servetinin nereden geldiğini öğrenmek istiyorsanız, nereye harcadığına bakınız.
Çünkü kötü kazançlar israfa harcanır.
Kişinin servetinin kaynağını araştırmaması,
dâima murakabe üzere bulunmaması dîn zayıflığından ve îmân gevşekliğindendir. Bir de bu aldırmamazlık fitne ve fesadın umûmîleşmesi, ahlâksızlığın
halk arasında genişleyip yayılmasından olur.
Bu hadis-i şerifte amellerin muhasebesini terk
etmekten sakındırma vardır. Çünkü malın insanlar
arasında uyandırdığı fitne çok şiddetlidir.
Haramlar, ALLAH Teâlâ ile kullarının arasına
girer ve dualarının kabûlünü önler, engel olur. Bunun
için ALLAH Teâlâ, bütün Peygamberlere ve onların
sonuncusu olan Hz.Muhammed (S.A.V.) Efendimize:
Mayıs 2010
“Ey Peygamberler! Temiz olan şeylerden
yeyin; güzel işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı
hakkıyle bilmekteyim.”[18] buyurarak, kendisinin
bir lütfu olan güzel ve helal rızıklardan yararlanmalarını, arkasından da salih amelleri işlemeyi emretmektedir.
Enes b. Malik (R.A.) şöyle dedi:
- Dedim ki, Yâ Rasûlellah! Beni duası kabul edilmiş bir kimse kıl! Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
“Ey Enes! Kazancını helâl, tayyib kıl ki,
duan kabul olsun! Zirâ kişi ağzına haram bir
lokma götürürse, duası kırk gün kabul olunmaz.”[19] Buyurdu.
Bunun sebebi, vücuda giren bir lokmanın tamamen tasfiyesinin biyolojik olarak kırk günde gerçekleşebilmesi keyfiyetidir.
Bu hadis-i şerifler, mü’mini kazanç hususunda
dikkatli olmaya, haram bulaşıyor mu bulaşmıyor mu
araştırmada bulunmaya sevketmektedir. Dikkatsizlik
sebebiyle, haramla bulaşan rızkın tüketilmesi, kişiyi
duası kabul edilmeyenler zümresine dahil edebilecektir. Şu halde haramla beslenme de böyle bir neticeye götürecek sebeplerden biri olmaktadır. Rabbimiz
muhafaza buyursun. Amin.
İbadet ve duaların makbuliyeti yenilen lokmaların manevi durumuyla yakından alakalıdır. Zira
helal lokma vücutta kulluk enerjisini meydana getirir.
İnsanların isyanının sebebini haram lokmada aramak
gerekir. Çünkü haram lokmayla beslenen bir vücudun ibadete meyilli olması mümkün değildir.Haramla
beslenen bir vücut, ibadetlere değil, şehvete meyillidir. Haramla beslenenler şehvet tüccarıdır.
Şeytan haram yiyenlerin dostudur, onların yoldaşları şeytandır. Şeytan onları gaflete, günaha sevkeder, ibadetlerden uzaklaştırır. Hz.Mevlana'nın
diliyle: “Bilgi de hikmet de helal lokmadan doğar; aşk
da, merhamet de helal lokmadan meydana gelir. Bir
lokmadan haset, hile doğarsa, bilgisizlik, gaflet meydana gelirse sen o lokmanın haram olduğunu bil. Hiç
buğdayını ektin de arpa çıktığını gördün mü?”[20]
Mayıs 2010
Kemale erenler, ancak midelerine gireni kontrol etmekle kemale erebilmişlerdir. Kişinin dindarlığı
ekmeğinin helalliği nispetindedir. Yerken ağıza girene,
konuşurken ağızdan çıkana dikkat etmek gerekir.
Müslüman mutlaka çalışıp kazanmalı, çevresine
faydalı olmalı, alan el değil veren el olmalıdır. Ancak
çalışıp kazanma meşru yollarla yapılmalıdır. Kazançta
esas olan çokluk değil, helalliktir. Niceleri vardır ki kazandıkları hesapsız servet bir anda yok olup gider, ne
kendisine ne de başkasına fayda sağlar. Niceleri de
vardırki çok küçük bir kazançla mutlu bir şekilde
yaşar, çevresine hesapsız yardımları dokunur.
Hz.Aişe (R.Anha) validemizden rivayete göre
Resûlullah (S.A.V.) efendimiz şöyle buyurdu: “Muhakkak ki, kişinin yediği en temiz yemek,
kendi kazancından olanıdır. Çocuğu da kendi
kazancındandır.”[21]
Rafi b. Hudeyc (R.A.)den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) efendimize hangi kazancın daha faziletli, daha hayırlı olduğu sorulmuş, Resûlullah
(S.A.V.) efendimiz de:
“Kazancın en hayırlısı, insanın kendi eli
ile olan amelidir. Sanat ve işidir. Ve her bir
mebrur = hileden, hıyanetten beri, iyilik ile beraber olan satış muamelesidir.”[22] Buyurdu.
Hadis-i şerif, kişiye en temiz mal olarak, kendi
gayretiyle kazandığı malı olduğunu göstermektedir.
Bu sanatla olmuş, ticaret veya ziraatle olmuş farketmez. Yeter ki meşru kazanç yollarından biriyle olsun.
Hadis-i şerifte ifade edilen ikinci husus, evlad malının anne veya babaya helal olduğu, adeta kendi malı
durumunda bulunduğudur.
Bir de helal kazanabilmek için haram kazanç
yollarını iyi bilmek ve o haram alanın içerisine düşmemek gerekir. Mesela: “Bir şeyin kullanılması, yenilmesi-içilmesi haramsa onun ticareti de haramdır.”
Bu haram olanın zıddı ise mübah ve helal olanı oluşturur.
Bir mü’min faizden elde edilen kazançtan son
derece kaçınmalıdır. Çünkü ALLAH Teâlâ, faizi kesinlikle haram kılmıştır. Şu ayet-i kerime faizin kesin
13
haramlığını ilginç bir benzetmeyle ortaya koymaktadır:
“Ey iman edenler! ALLAH'tan korkun.
Eğer gerçekten mü’minseniz, eğer gerçekten
inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkedin."
"Şayet faiz hakkında söylenenleri yapmazsanız, bunun ALLAH'a ve peygamberine
karşı açılmış bir savaş olduğunu bilin. Eğer
tevbe edip vazgeçerseniz, sermayeniz sizindir;
ne haksızlık etmiş ne de haksızlığa uğramış
olursunuz.”[23]
Ebu Hureyre (RA.)den rivayete göre Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz şöyle buyurdu: “Yedi
helâk ediciden sakının!”
- Onlar nelerdir, Ya Resûlellah! Bunun üzerine
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
“ALLAH’a şirk koşmak, sihir, ALLAH’ın
öldürülmesini haram kıldığı bir canı haksız
yere, şer’i bir hüküm olmaksızın öldürmek, faiz
yemek, yetim malı yemek, cihaddan kaçmak ve
her şeyden habersiz namuslu mü’min bir kadına zina iftirasında bulunmak.”[24] Buyurarak
faizi, kişiyi helâk edici, cehenneme sürükleyici yedi
büyük günahtan biri olarak açıkladığı gibi insanlığın
gelecekteki faiz batağına saplanmasıyla da ilgili olarak, Ebu Hureyre (RA.) den rivayete göre şöyle buyurdu:
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek
ki, faiz yemeyen hiçbir kimse kalmayacaktır.
Öyle ki, doğrudan yemeyene de tozu-buharı
bulaşacaktır.”[25]
Faizden tozun-buharın bulaşması, faiz muâmelesine şâhidlik, kâtiplik yapmak veya faiz yoluyla elde
edilen kazançtan verilen ziyafetten yemek, böyle bir
kazançla satın alınan hediyeyi kabul etmek.. gibi değişik şekillerde olabilir. Bu durumda, öyle bir zaman
olacak ki, bu devrede kişi, bilfarz, hakikî fâizden kaçınsa bile, dolaylı şekilde gelecek fâiz bulaşmalarından kendini kurtaramayacaktır.
14
Bu hadis nokta-i nazarından, muâmelâtının
esası fâize dayanan banka dâhil, bütün benzer müesseseler mevzuunda mümin Müslümanların dikkatli
olmaları gerekir. Şu veya bu mülâhaza ve gerekçelerle, bulaşmak zorunda kalınan veya bulaşmak zorunda kalındığı zannıyle bulaşma şıkkı tercih edilen
“fâiz”li muamelelere, hiçbir surette kesin bir ifade ile
“fâiz değildir” veya “câizdir” diye fetva vermemek gerekir. Fetva, büyük mesûliyet işidir. Dâima ihtiyat şıkkını tercih etmek en muvafıkıdır.
İslâm ulemasının ittifakla benimsediği umumî
bir prensip mevcuttur: “Bir meselede helâl ve haram
ihtimali beraberce var ve fakat birini tercihe karine
yok ise, ihtiyaten haram olma şıkkı esas alınır. Yani
şüpheli şeylerden kaçmak esastır. Binâenaleyh, fâiz
şüphesi olan muamelelerin “fâiz olduğunu” esas alıp,
kaçınmaya çalışmalı, kaçınamıyor isek tevbe ve istiğfarı elden bırakmamalıyız. Her hâl u kârda “haram
değil” diye fetva vermekten zinhar kaçınmalıyız, bu
ebedî hayatımızı mahvedecek bir hata olur.
Bütün ihtilallerin, ictimâî fesadların, huzursuzlukların, ahlâksızlıkların temelinde “sen çalış ben yiyeyim” düşüncesi yatar, bunu da Faiz besler. Faiz
atalet verir, çalışma şevkini söndürür. Müslümanlara
mutlak bir zarardır. Dinin hükmü: Faiz haramdır!
Hakkın yoktur; dönmeli! Dinlemeyen bu emri, yer bir
sille. Daha müdhişini yemeden bu emri dinlemeli.
Faiz şüphesi olan muamelelere, fetva vermemenin şu dünyevî faydası da gözden ırak tutulmamalıdır: Bu meselede vicdanen huzursuz olan
mü'min, vicdanını huzura kavuşturacak müessese
arayacak, nazariyat geliştirecek, maddî teşebbüste bulunacak, bu vâdide öncülük edenleri destekleyecektir.
Bir kelime ile İslâmî tarzın arayışını devam ettirecektir. Karşısına çıkan iki müesseseden faiz endişesi daha
az olan öbürünü tercih edecektir.
ALLAH'a binler
hamd, mü'minler fâiz mevzuunda bugüne kadar ihtiyat tavırlarını koruyabilmişler ve son zamanlarda kâr
ve zarar ortaklığına dayanan yeni banka modellerinin fiiliyata geçmesine zemin hazırlamışlardır. Bu çeşit
müesseselerin daha da gelişeceğini ümitle bekleyebiliriz.
Özellikle günümüzde faizi meşrulaştırmak için
bilgiyi kötü yolda kullanmak isteyen kişiler; “istihMayıs 2010
lak/tüketim”, “istihsal/üretim” faizi ayrımı yaparak dinimizin yasakladığı çeşidin istihlak/tüketim faizi olduğu iddiasında bulunuyorlar. Kur’an ve Sünnete
bağlı iktisadi bir projeyi güncelleştiremeyen insanlar,
müslümanları değil de yaşadıkları sistemi rehabilite
etmek için bu tip fetvalar vermekten sakınmıyorlar.
Halbuki ehil olan insanlar içtihadi faaliyette bulunup
konuyla ilgili vahiy merkezli çözümler üretseler,
mü’min insanlar da böyle bir harama düşmekten kurtulurlar
leri bunlarla müjdele.”[27] Ayet-i kerimelerinin işareti ile imanı ve ALLAH için cihad ederek ahiret için
yatırım yapmakta olduğunu bilmeliyiz.
.........................................................................................
[1] Mü’minûn sûresi:51
[2] Bakara sûresi:172
[3] Müslim, Zekât:65, No:1015, 2/703; Timizî, Tefsir, No:2992
[4] Münavi, Feyzul-Kadir,No:1238; 2/34
[5] Fevaid-i Muhammed b. Mihled, 1/27, No:26, Müsned-i Şihab, 1/83, No:82
[6] Taberani; el-Mu'cemü’l-Evsat: No:8606; 9/278
[7] Beyhaki, Şuabül İman, Babut-tevekkül, No:1232, 2/86
Kısacası: Sağlıklı fertlerden oluşan sağlıklı bir
toplum oluşturmak isteyen Dinimiz, helal kazanca
büyük bir önem vermiş ve her türlü haram kazanç
yolunu yasaklamıştır. Helal bir kazanç için insan gayret gösterirken hiçbir çaba onu:
[8] İbniMace,Ticarat:2, 2/725, No:2144; Hakim,Müstedrek,2/4.
[9] İbniMace,Ticarat:2, 2/725, No:2142
[10] Taberani, Mu'cemul-Kebir
[11] Camiul-Ehadîs, 8/247, No:7233
[12] Bakara sûresi:188
[13] Buhârî, Hums:7, 3/1135, No:2950; Tirmizî, Zühd:41
“Onlar, ne ticaret ne de alış-verişin kendilerini ALLAH'ı anmaktan, namaz kılmaktan
ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır.
Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu
bir günden korkarlar.
[14] Buhari, İman, 39, Büyû; 2 Müslim, Müsakat: 107,108, Ebû Davut, Büyû; 3, Tirmizi,
Büyû; 1 Nesai, Büyû; 2 Kudat 1, İbn-i Mace, Fiten 14
[15] Tirmizî, Libas:6, No:1726; İbn-i Mace, Et’ime:60
[16] Haşr sûresi:7
[17] Buhârî, Büyû:7, 23; Nesâî, Büyû:2
[18] Mü'minûn sûresi:51
Çünkü o günde ALLAH, onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandıracak ve lütfundan onlara fazlasıyla verecektir. ALLAH,
dilediğini hesapsız rızıklandırır.”[26] Âyet-i kerimelerinde buyrulduğu gibi, ALLAH’ı zikretmekten,
hakkıyla namaz kılmaktan ve zekatı vermekten tutkuya kaptırıp alıkoyamaz.
[19] Aynî, Umdetul-Kârî, 17/260, Deylemî, Firdevs, 5/363, No:8446
[20] Tahirul-Mevlevi, Şerhi Mesnevi,3/832-834
[21] Ebu Davud, Büyû:79; Tirmizî, Ahkam:22; Nesâî, Büyu:1; İbnu Mace, Ticarat:1, , 64
[22] Taberanî el-Mu’cemü’l-Kebir; No: 4411; 4/276, A. b. Hanbel; No: 16814; 4/141
[23] Bakara sûresi:278-279
[24] Buhârî, Vesaya: 24, No: 2615, 3/ 1017; Müslim, İman:145, No:89, 1/92
[25] Ebu Dâvud, Büyû:3. 3/348, No:3331; Nesâî, Büyû:2; İbn-i Mâce, Ticârât:58
[26] Nûr sûresi:37-38
Güçlü olup ve bu gücü ALLAH yolunda kullanmanın önemini mü’minler olarak kavramalıyız ve
en büyük ticari kazancın da: “Ey iman edenler!
Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size
göstereyim mi?
[27] Saf sûresi:10-13
ALLAH'a ve Resûlüne inanır, mallarınızla
ve canlarınızla ALLAH yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere
koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.”
Seveceğiniz başka bir şey daha var:
“ALLAH'tan yardım ve yakın bir fetih. MüminMayıs 2010
15
Üzümü
Yemeden
Önce
slam terbiyesinde, insanın çocukluğunda
ilk öğrendiği ilkelerden biri helal ve haram
kavramıdır. Helal Allahın yapılmasını
onayladığı, istediği, izin verdiği davranışlardır. Haram ise Allahın yapılmasına izin vermediği, yasakladığı fiillerdir. Helal olan işlerde
insanın faydasına bir durum varken haramlar mutlaka biz bilelim veya bilmeyelim insanın veya toplumun aleyhinedir.
İ
Nihat MORGÜL
nihatmorgul@gmail.com
“Ey Peygamberler! Temiz
olan şeylerden yiyin; güzel
işler yapın. Ben sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim. ”
Helal ve haram Allahın insan hayatını
disipline eden, onu düzenleyen bir otokontrol
sistemi gibidir. Helal ve haram Allahın çizgileri
ve sınırlarıdır. Bu sınırlara dikkat etmeyenler
ve hayatını keyfemayeşa (dilediği gibi), sınırsız ve sorumsuz yaşayanlar, bunu özgürlük
zannederek haddi aşarlar. Kendi sınırlarını,
alanlarını geçip başkasının hududuna tecavüz
ederler. Zaten dünyadaki tüm kavgalar, çekişmeler, kaoslar, zulümler bazı insanların
kendi alanlarıyla, imkânlarıyla, dünyalıklarıyla, kendi elindekiyle yetinmeyip başkasının
elindekine de sahip olmak istemesinden kaynaklanmaktadır. İnsan başkasının elindekini
de her ne yolla olursa olsun elde etmek isteyince zulme, güce, haksızlığa başvurmaktan
geri durmuyor. Bu hırs, insanlığa tarihten bu
yana kan ve gözyaşından başka bir şey getirmiyor.
Nitekim Allah Teâlâ Tekasur suresinin
ilk ayetinde “çok kazanma arzusu sizi helak
16
Mayıs 2010
etti” buyuruyor. Hakikaten son iki yüzyıldaki dünyada meydana gelen savaşlar ve acıları göz önüne aldığımızda bunların sebebinin başka milletlerin
elindeki yer altı ve yer üstü zenginlikleri elde etmek ve
onlara sahip olmak düşüncesinden başka bir şeyin
olmadığını görüyoruz. Görüyoruz ve insanın Allah’ın
terbiyesine, sınırlarına, uyarılarına ne kadar muhtaç
olduğunu anlıyoruz.
Toplum ve devletlerin hayatında böyle olduğu
gibi tek tek fertlerin hayatında da durum aynı. Bugün
herkes toplumda meydana gelen sapkın olaylardan,
cinayetlerden, hırsızlıklardan, arsızlıklardan şikâyet etmektedir. Üç kuruş için en yakınlarını canice öldürenleri, soygunculuğu marifet bilenleri medyadan
duyuyoruz. Her geçen gün mal, can, namus ve nesil
emniyetimizden endişe ediyoruz. Endişe ettiğimiz
halde toplum olarak dini, dindarlığı, Allah korkusunu,
nesillerimize din eğitimi vermeyi de ihmal ediyoruz.
Bunu hafife alıyoruz ve belki yeterince önemsemiyoruz. Oysa fert ve toplumun huzuru yeni nesle Allah
korkusunu ve helal – haram duygusunu vermekten
geçer.
Hiç kuşkusuz, insan eğitiminin, ahlakının, karakterinin oluşmasında yediklerinin de büyük etkisi
vardır. Sonuçta yediklerimiz sadece bedenimizi beslemiyor, ruhumuzu ve karakterimizi de meydana getiriyor. Bu manada Allah Teâlâ kuranda birçok ayette
helal yiyeceklerden beslenmemiz konusunda bizi
uyarıyor. Örneğin bir ayette; “Ey Peygamberler!
Temiz olan şeylerden yiyin; güzel işler yapın. Ben
sizin yaptıklarınızı hakkıyla bilmekteyim. ” buyuruyor.
Bu ayet yiyeceklerle davranışlarımızın arasında
direk bir bağ olduğunu da açık bir şekilde ifade ediyor ve bizim dikkatimizi yediklerimize çeviriyor. İyi ve
güzel davranışlar ancak helal ve temiz kazançlarla
elde edilebilir. Haram ile beslenen vücutlardan Allahın rızasına uygun ameller meydana gelmez. O halde
insan terbiyesi insan doğmadan önce annesinin yediklerine dikkat etmesiyle başlar. Anneler babalar
helal rızıkla beslenmeli ki salih evlatlar dünyaya getirsinler. Doğan çocuklar erdemli, karakterli, şahsiyetli, imanlı, ihlâslı büyük insanlar, büyük âlimler,
büyük fatihler olsunlar. İnsanlığa bu nesiller eliyle
huzur gelsin, emniyet gelsin, barış gelsin.
Bunun için de çok kazanmak değil, helalinden
kazanmak ve helal rızık yemek diye bir ilkemiz, bir
derdimiz, bir hedefimiz olmalıdır. Çocuklarımıza da
bunu öğretmemiz gerekir. Bizim Türkçemizde “helal
lokma yemek” ve “boğazından haram lokma geçmemek” diye iki güzel deyimimiz vardır. İslam terbiyesiyle yetişen insanımız, bu ikisine azami dikkat
eder. Bilir ki helal lokma, güzel nesil demektir, ailede
huzur demektir, çocuk için ahlak ve saygı demektir,
memleket için vefa ve sadakat demektir. Vücuda
giren haram lokma ise, ahlaksızlık, ihanet, terbiyesizlik olarak kendini belli eder. Haram lokma yiyen
huzur bulamaz, kendine, ailesine ve çevresine huzur
veremez. Haram lokma yiyen vatanına, milletine, değerlerine sadık kalamaz, ihanet eder. Haram lokma
yiyen annesine, babasına, büyüklerine, âlimlere, fazıllara saygı gösteremez ve onlardan saygı görmez.
Haram tatlıdır derler. Şeytan onu insana güzel
ve hoş gösterir. İnsan da nasıl olsa geliyor der ve geliş
yolunu sormaz. “Üzümü ye, bağını sorma” yanlış anlayışı onu felakete sürükler. Bir müddet sonra bu
haram insan vücuduna girip yerleşince insan bundan
da rahatsızlık duymamaya başlar. Bu insan giderek
haram bataklığına battıkça batar. Bir noktaya gelir ki
Allah korusun insanın geri dönüşü de olmaz. Malı,
evlatları, kazandıkları, huzuru kaybolur gider. Ancak
büyük felaketler, acılar ve ızdıraplar, büyük şoklar insanın aklını başına getirebilir. Allah korusun.
Hazreti peygamberimizin tavsiyesine kulak vermeliyiz. "Meşru bir işten helal rızık kazanan kimse o
işe devam etsin.” Aşırı hırsların kurbanı olmamalıyız.
Üzümü yemeden önce bağını sormalıyız ki huzur bulalım. Unutmayalım ki haram lokma hiç kimseye
mutluluk getirmemiştir. Toplumsal ve kişisel problemlerimizin çözümü öncelikle nefsimizi ve neslimizi
helal rızık ile beslemekten geçiyor.
Allah hepimize helalinden yemeyi nasip etsin.
Boğazımızdan haram lokma geçmekten bizi muhafaza etsin. Vesselam.
Mayıs 2010
17
“HELAL VE
TEMİZ
OLARAK
YİYİN”
Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden helal ve temiz olarak
yiyin. Kendisi'ne inanmakta olduğunuz Allah'tan korkup-sakının. (Maide
Suresi, 88)
Fuat TÜRKER
ftturker@hotmail.com
"Kim, evinin hayır ve
bereketini Allah Teala Hazretlerinin artırmasını diliyorsa, yemeğe otururken
ve yemekten kalkarken ellerini yıkasın."
18
Sağlık, Allah’ın, Rahman sıfatının
tecellisi olarak dünya hayatında insana
verdiği en önemli nimetlerden biridir.
Kuşkusuz sağlık, iman ile birlikte yaşandığında önemi daha iyi kavranır ve
şükür vesilesi olur. Peygamberimiz (sav)
sağlığın cennet nimeti olduğunu şu hadisiyle bildirir:
Mu'âz bin Abdullah babasından ve
amcasından anlatır: "Peygamber(sav)
buyurdu ki: "Zenginlik hoştur, takva
ile olursa zarar vermez. Sağlık,
takva ile olursa, zenginlikten üstündür. Sağlıklı olmak, cennet ni'metlerindendir.””
Müslüman farz kılınan günlük ibadetleri yaparken gösterdiği duyarlılığı,
temizlik için de gösterir. Yüce Allah,
Kur’an ayetlerinde temizliğin önemine
dikkat çeker, temizlenenleri sevdiğini
haber verir.
Mayıs 2010
Temizliğe bu kadar dikkat çekilmesinin bir
nedeni de, temizliğin insan sağlığını korumadaki önemli rolüdür. Mikroplar, kirli ortamlarda
rahatlıkla çoğalıp insan sağlığını tehdit eder.
Peygamberimiz (sav) de “Temizlik, imandandır.” buyurarak bu konunun önemini vurgular.
Din ahlâkından uzak, Kur’an ahlâkının kazandırdığı ince düşünceden yoksun bir insan,
maddi ve manevi temizliği gerçek anlamda bilemez. Bu insan muhtemelen temiz olanı kirli
olandan ayırt edebilecek ve pis olandan rahatsızlık duyacak bir bilince de sahip olamaz,
Kur’an ahlâkını yaşayan insanların temizlik konusundaki duyarlılıklarını anlaması da beklenemez.Toplumda, Kur’an’daki temizlik anlayışına
uygun yaşamayan bu insanların, kendilerince
geliştirip uyguladıkları birçok mantık vardır:
UMURSAMAZLIK
Cahiliye toplumu bireylerinde 'birşey
olmaz' mantığına çok sık rastlanır. Bu çarpık
mantığa göre kişi, doğruyu bildiği halde yanlış
olanı seçer. Örneğin manavın, tatması için ken-
disine uzattığı meyveyi “birşey olmaz” der, yıkamadan ağzına atar ve yer. Oysa bedenimiz,
Allah'ın lütfettiği en büyük nimetlerden biridir;
bizler ona özen göstermekle sorumluyuz. Sağlığımızı etkileyen bu sorumluluğu ciddiye almayarak,
umursamaz
davranmak,
Allah'ın
beğenmeyeceği bir davranıştır. Bu yapıdaki kişiler, çevrelerine karşı da duyarlı davranmaz;
pislik ve dağınıklıktan rahatsız olmaz, temizlemeyi düşünmek bir yana pisliklere aldırış dahi
etmezler.
ÜŞENMEK
Bir başka yanlış düşünce de 'üşenme'
mantığıdır. Kuran ahlâkında yeri olmayan üşengeç ahlaka sahip insan, doğru olanı bilir, vicdanen de kabul eder ancak uygulamada tembellik
gösterir. Örneğin, yemeğe başlamadan önce ellerin yıkanması gerektiğini herkes bilir. Eğer bir
kişi yemek yemeye ya da hazırlamaya ellerini
yıkamadan başlıyorsa, bunun en önemli nedeni
üşenmesidir. Neden böyle yaptığı sorulacak
olsa, muhtemelen az önce ellerini yıkadığı cevabını verecektir. Acaba geçen o süre boyunca
hiçbir şeye dokunmamış mıdır? Kuşkusuz buradaki Kur’anî bakış açısı, vicdanının insana ne
söylediğidir. Peygamberimiz (sav) de Müslümanların bu konuda özen göstermeleri gerektiğini bir hadisinde şöyle bildirir:
Enes İbnu Malik (ra) anlatıyor: Resulullah
aleyhissalatu vesselam buyurdular ki: "Kim,
evinin hayır ve bereketini Allah Teala Hazretlerinin artırmasını diliyorsa, yemeğe
otururken ve yemekten kalkarken ellerini
yıkasın."
O halde inanan her insan, Kuran ahlâkına
uygun olan davranış konusunda, vicdanının
göstereceği doğru yolu üşenmeden ve kararlılıkla izlemelidir.
ASGARİ TEMİZLİK ANLAYIŞI(!)
Bu yanlış düşünceye göre kişi temizlik ölçülerini kendi koyar; ölçüler asgari seviyededir.
Koyduğu ölçülere göre kendi temizliğini de ye-
Mayıs 2010
19
O, size ölüyü (leşi)-kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına
kesilmiş olan (hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. Fakat kim
kaçınılmaz olarak muhtaç kalırsa, taşkınlık yapmamak ve haddi
aşmamak şartıyla (ölmeyecek oranda yiyebilir), ona bir günah
yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.
terli görür. Örneğin, marketten aldığı meyveleri
iyice yıkamadan, sadece suyun altından geçirip
yer; hatta çevresindeki insanlara da bu şekilde
ikram eder. Bu yanlış düşüncedeki kişi, kendi
bedeninin temizlik ve bakımına, evinin, yiyeceklerinin ve kıyafetlerinin temizliğine ilişkin ölçüleri de aynı şekilde kolayına gelecek şekilde
belirler.
Oysa uygun olan, bu konuda titiz olmak;
her detayın, Allah'a yakınlaşma vesile olabileceğini umut ederek davranmaktır.
BAŞKALARI İÇİN TEMİZLİK YAPMAK
Bazı insanlar genellikle –yanlış bir tutum
olarak- önemli gördükleri kişiler için bakımlı olmayı ve temiz görünmeyi tercih ederler. Hatta
yalnızca bir davete veya toplantıya katılacakları
zaman fiziksel bakımlarına özen gösterirler. Yal-
20
nız olduklarında aynı şekilde davranmazlar.
Yani temizliği insanlar için yaparlar. Oysa
mümin, Kur’ân ahlakı gereği, başkaları için
değil, Allah'ın beğendiği bir davranış olduğu ve
kendisi de bu şekilde rahat ettiği için temizliği
uygular. Yaptığı her temizlikte ibadet bilinciyle
hareket eder.
Başkalarına gösteriş için temizlik mantığı,
genelde ev temizliğinde yaşanır. Misafiri gelecek
olan kimse, yalnızca misafirlerin göreceği mekanları temizlemeyi tercih eder. Birçok evde
hemen hemen hiç kullanılmayan, yalnızca misafirlere özel ‘misafir odası’ bulunur. Bu oda
genellikle misafir gelmeden önce temizlenir ve
konuklara hazırlanır. Oysa Allah'ın rızasına
uygun olan davranış, evin her tarafının her
zaman ve her durumda temiz tutulmasıdır.
Çünkü kişinin kendisi ve ailesi bu ortamda
yaşar, yemek yer ve uyur.
Mayıs 2010
KUR’AN’A GÖRE YİYECEKLERDEKİ
TEMİZLİK
Müminler, her durumda yiyeceklerin temiz
olanlarını seçerler. Bu, Allah'ın Kur’an'da müminler için bildirdiği emridir.
Ey insanlar, yeryüzünde olan şeyleri
helal ve temiz olarak yiyin ve şeytanın
adımlarını izlemeyin. Gerçekte o, sizin
için apaçık bir düşmandır. (Bakara Suresi,
168)
Allah müminlerin temiz yiyecekleri seçtiklerini Ashab-ı Kehf'in kıssasında da bildirir.
... şimdi birinizi bu paranızla şehre
gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin…" (Kehf
Suresi, 19)
HARAM KILINAN DOMUZ ETİ VE
ZARARLARI
O, size ölüyü (leşi)-kanı, domuz etini
ve Allah'tan başkası adına kesilmiş olan
(hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. Fakat
kim kaçınılmaz olarak muhtaç kalırsa, taşkınlık yapmamak ve haddi aşmamak şartıyla (ölmeyecek oranda yiyebilir), ona bir
günah yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Bakara Suresi, 173)
ayetiyle Müslümanlara domuz eti açıkça haram
kılınmıştır.
Domuz eti yenmesinin sağlığa zararlı pek
çok yönü vardır. Herşeyden önce domuz, çiftliklerde, bakımlı ortamlarda yetiştiriliyor da
Mayıs 2010
olsa, gerek pislik yemesi gerekse biyolojik yapısı nedeniyle, bünyesi çok fazla antikor üreten
bir canlıdır. Vücudunda, diğer hayvanlara ve insana oranla çok yüksek dozda üretilen büyüme
hormonu ve antikorlar, dolaşım yoluyla domuzun kas dokusuna da geçerek birikir. Ayrıca
domuz eti çok yüksek oranlarda kolesterol ve
lipid içerir.
Domuz etine dayalı bir beslenme sonucunda, aşırı büyüme hormonuna maruz kalan
insan vücudu önce çok fazla kilo toplar, sonra
da deformasyona uğrar.
Bunların dışında, domuz etindeki sağlığa
zararlı maddelerden biri de "trişin" parazitidir.
Bu parazit, insan vücuduna girdiğinde doğrudan kalp kaslarına yerleşerek ölümcül tehlike
oluşturur.
Tüm bu sebepler, Rabb’imizin domuz etini
yasaklanmasının hikmetlerini gösterir. Ayrıca
Allah’ın bu emri, her koşulda sağlığa zararlı etkileri olan, denetimsiz üretiminde ise ölümcül
olabilen domuz etine karşı bir korumadır. Yine
de çok sayıda domuz üretim çiftliği bulunduğu
ve çok fazla sayıda domuz üretilip kesildiği haberleri medyada yer aldığı için, inanan insanlar
bu konuda dikkatli ve uyanık olmalıdırlar. Şüpheli ürünler ve markalara duyarsız kalmamalıdırlar.
Temizlik ve hijyenin sağlığımızı birebir etkilediğini unutulmamalıyız. Hepimiz, Rabb’imizin bize lütfetmiş olduğu en büyük nimetlerden
biri olan bedenimizi, bir emanet gibi korumak
ve gerekli özeni göstermekle sorumluyuz.
21
TASAVVUF
FIKIH
slam'ın, insanların algı tarzlarına bağlı
olarak farklı şekillerde tezahür ettiğini ve
bu farklı görünümlerin hepsinin de İslam'dan onay aldığını söyleyebilmek için İslamî disiplinlerden referans aramak, ya
bilgisizlikten ya da kötü niyetten kaynaklanan bir tarz-ı harekettir!
İ
Dr. Ebubekir SİFİL
"Takva'dan daha üstün
bir azık, suskunluktan
daha güzel bir hal, cehaletten daha zararlı bir düşman ve yalandan daha
onmaz bir hastalık yoktur."
Her ne kadar tarihsel ve aktüel vakıalara bakarak bu tarz-ı harekete dayanak
arama ameliyesini meşru gösterme eğilimleri var ise de, bizzat İslam'ın sabitelerinin
buna ne kadar müsamaha ettiğini irdelemekle bu meselenin can alıcı noktası gündeme getirilmiş olacaktır.
Her şeyden önce şunu belirtelim ki,
İslam'ın Tasavvuf penceresinden farklı,
Fıkıh penceresinden farklı göründüğü tezinin makbul addedilebilmesinin önündeki en
büyük engel, bizzat bu ekollerin tarihe mal
olmuş simalarının ve önde gelen temsilcilerinin duruşlarıdır.
O büyük şahsiyetlerin hepsi, Kur'an
ve Sünnet'in emirleri/yasakları hayata geçirilmeden Mü'min olunamayacağı noktasının altını çizmekte müttefiktirler.
Her hangi bir Sufî "Tabakât" kitabının
taranmasıyla bu söylediğimiz hususun gerçeğe ne ölçüde tekabül ettiği anlaşılabilir.
22
Mayıs 2010
Burada özellikle Tasavvuf büyüklerinin bu konudaki sözlerinin hatırlanmasında büyük fayda mülahaza ediyoruz.
Aşağıda da üzerinde duracağımız gibi,
Zahir/Batın ayrımının belli bir gerçeğin farklı düzlemlerde vurgulanması olarak anlaşılması ve bu iki
kategorinin behemehal birbirini tamamlar tarzda
mezcedilmesi gerektiğini ortaya koyanların bizzat
Tasavvuf büyükleri olması, meseleye getirilmeye
çalışılan sathi yaklaşımları kökünden çürütmektedir.
Bir diğer ifadeyle Tasavvuf'tan, modern zamanlara özgü "sofistike" bir "hümanizm" çıkarma
gayretlerinin önündeki en büyük engel, yine bizzat
Tasavvuf büyüklerinin duruşları, tavırları ve sözleridir.
Öncelikle şunu belirtelim ki, özellikle erken
dönemler itibariyle "Şeriat-Tarikat" ikilisi, yani
"Zahir-Batın" ilimleri içiçedir ve bu ilimlerin her birinde temayüz etmiş olan büyük simaların ilmî silsileleri, her iki alanı mezcetmiş üstadlardan
süzülüp gelmiştir.
Sözgelimi Tasavvuf büyüklerinden Ebu'lKasım el-Kuşeyrî (k.s), hem büyük mutasavvıf Ebû
Ali ed-Dekkâk'tan, hem de İbn Fûrek, el-Bâkıllânî
ve Ebû İshak el-İsferâînî gibi Hadis ve Kelam ulemasından feyz ve ilim almıştır. (İbnu'l-Mulakkın, Tabakâtu'l-Evliyâ, 258.)
Yine bu yolun büyüklerinden Habîb el-Acemî,
Tabiun'dan el-Hasanu'l-Basrî ve İbn Sîrîn'e yetişmiş ve bunlardan hadis rivayet etmiştir. (İbnu'l-Mulakkın, a.g.e., 182.)
Aşağıda bir eserinden alıntı yapacağımız
Ebû Abdirrahman es-Sülemî (k.s), Tasavvuf konusunda olduğu kadar, Tefsir ve Hadis konusunda da
söz sahibidir ve bu alanlarda eserler vermiştir. Hakkında "İmam, Hadis hafızı, Muhaddis" nitelemelerinde bulunan ez-Zehebî'nin belirttiğine göre
es-Sülemî'nin Tasavvuf konusundaki eserleri 700
cüz, Hadis konusundaki eserleri de 300 cüz hacmindedir. (Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, XVII, 247.)
Bu konudaki örnekler bu yazının hacmine
sığmayacak kadar fazladır. Ayrıntılı bilgi edinmek
isteyenler için "Tabakât" türü kitapları tavsiye ederek bu örneklere son vermek zorundayız.
Mayıs 2010
TASAVVUF EHLİNİN "ZAHİRÎ İLİMLER"E
BAKIŞI
Tasavvuf büyüklerinin, Zahir-Batın ikilisinin
birbirinden ayrılmayacağını ve Kur'an ve Sünnet'e
uymanın kaçınılmaz bir görev olduğunu gösteren
sözlerinden de birkaç örnek zikredelim:
Önce bu yazının başlarında zikrettiğimiz
"meşru ihtilaflar" dairesi hakkında Ebû Yezîd [Bâyezîd]-i Bistâmî (k.s)'nin bir sözü ile başlayalım:
"Mücahede'de otuz yılım amelle geçti; bu süre zarfında ilim öğrenmek ve ilme uymaktan daha zor birşeyle karşılaşmadım. Ulemanın ihtilafı olmasaydı
(Şer'î delillerin hangisiyle nasıl amel edilmesi gerektiği konusunda) şaşırır kalırdım. Tevhid [Akaid]
ile ilgili meseleler dışındaki konularda ulemanın ihtilafı rahmettir. (es-Sülemî, Tabakâtu's-Sûfiyye, 70.)
"Akıl, emrolunan ve yasaklanan hususlara
kendisiyle delil getirilen bir araçtır" şeklindeki
sözün sahibi Seriy es-Sakatî (k.s): "Sünnet'e
uygun şekilde yapılan az amel, bid'at işleyerek
yapılan çok amelden daha hayırlıdır." (es-Sülemî, a.g.e., 52.)
el-Hâris b. Esed el-Muhâsibî (k.s): "Kulun,
dinin kendisine yüklediği görevleri aksatarak
veraı araması boşunadır." (es-Sülemî, a.g.e.,
58.)
Hâtem el-Asamm (k.s): "Cihad üç türlüdür:
Birincisi, başkasının bilmeyeceği şekilde şeytanla yaptığın ve onun gücünü kırdığın cihad;
ikincisi, aleni olarak farzları yerine getirmek
için yaptığın cihad; üçüncüsü ise İslam'ı güçlendirmek için Allah düşmanlarıyla yaptığın
cihad." (es-Sülemî, a.g.e., 96.)
Ahmed b. Ebi'l-Havârî (k.s): "Sünnet'e ittiba
etmeden amel eden kimsenin ameli batıldır."
(es-Sülemî, a.g.e., 101.)
Ehl-i Tasavvuf'un Kelam ve Fıkıh gibi İslamî
disiplinler bakımından nerede durduğu sorsuna gelince;
Ehline malum olduğu üzere, Ebû Bekir Muhammed b. İshak el-Kelâbâzî (Gülâbâdî)'nin etTa'arruf adlı eseri, Mutasavvıflar'ın İslamî disiplinler
karşısındaki konum ve tutumunu sistematik ve derli
toplu bir biçimde zikreden, hacmi küçük fakat
önemli bir çalışmadır. Her ne kadar Ehl-i Tasav-
23
vuf'a ait pek çok eserde yukarıdaki tespiti yapmamıza imkân veren malumata, çeşitli konular arasına serpiştirilmiş bir şekilde rastlamak mümkün
ise de, onun bu eseri, yukarıda işaret ettiğimiz özelliğiyle ayrı bir öneme sahiptir. Şimdi el-Kelâbâzî
(Gülâbâdî)'nin bu eserinde ortaya konan tespitleri
birlikte okuyalım:
EHL-İ TASAVVUF'UN AKİDEVÎ ÇİZGİSİ
el-Kelâbâzî (Gülâbâdî)'nin bu konuda verdiği
malumattan hareketle –ki tümünü burada vermek
imkânsız olduğu için sadece özet olarak belirtmek
durumundayız– şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Ehli Tasavvuf'un Akidevî/Kelamî çizgisi, Ehl-i Sünnet
ve'l-Cemaat'in itikadî kabulleri ile "tam anlamıyla"
örtüşmektedir. O kadar ki, Ehl-i Sünnet'in imamları
("Ehl-i Sünnet-i Hâsssa" denen Selef alimleri ile
"Ehl-i Sünnet'i Âmme" denen müteahhirun alimler)
topluluğu arasındaki birtakım cüz'î ve lafzî görüş
ayrılıkları, hemen tamamıyla Ehl-i Tasavvuf'un görüşlerine de yansımış bulunmaktadır. (el-Kelâbâzî,
a.g.e., 31-94.)
Ancak her topluluk arasında ifrat ve tefrida
kayanlar bulunabileceği gibi, Ehl-i Tasavvuf arasında da zaman zaman bu türlü kaymalar ve sürçmeler görülmesi de bir ölçüde normaldir.
Sözgelimi nasıl Fıkıh mezhebi olarak Hanefîliği tercih etmekle birlikte Akide'de Mu'tezile'nin görüşlerini benimseyenler, yahut Fıkıh mezhebi
olarak Hanbelîliği benimsemişken, Akidevî görüşlerinde teşbih ve tecsim inancına kayanlar var ise,
Ehl-i Tasavvuf'un yolunu benimseyip de, Akidevî
görüşlerinde Ehl-i Sünnet çizginin dışına (Sâlimiyye diye anılan grup örneğinde olduğu gibi) çıkanlar da bulunabilmiştir.
(İmam eş-Şa'rânî'nin el-Mîzânu'l-Kübrâ'sı, Müçtehid İmamlar arasındaki Fıkhî ihtilafları "azimet-ruhsat" şeklindeki ayrımın içine oturtarak açıklaması
bakımından kayda değerdir. Bu meyanda Ebu'lA'lâ Sâ'id b. Ahmed b. Ebî Bekir er-Râzî'nin –henüz
gün yüzüne çıkmamış olan– el-Cem' Beyne'tTakvâ ve'l-Fetvâ fî Mühimmâti'd-Dîn ve'd-Dünyâ
adlı eseri, sahasında tek denebilecek bir çalışmadır. Bu türlü çalışmaların tespit ve neşredilmesi ile
konu hakkındaki şüphelerin ve malumat eksikliklerinin büyük ölçüde giderilebileceği izahtan varestedir.)
İçtihad mertebesine erişmiş olan kimse, Şer'î
delillerden kendi içtihadıyla çıkardığı hükümlere
göre amel eder; içtihad seviyesine erişmemiş olan
ise, ilmine güvendiği bir fakihin fetva ve hükmüne
uyar. (el-Kelâbâzî, a.g.e., 95 vd.)
Ehl-i Tasavvuf'un Kelam ve Fıkıh ilimleri hakkındaki tutumu konusundaki bu kısa malumattan
sonra, şimdi de zahirî ilimlerde söz sahibi ulemanın
zühd hayatına bakışları ve Ehl-i Tasavvuf ile münasebetleri üzerinde bir nebze duralım.
"ZAHİR ALİMLERİ" VE TASAVVUFÎ HAYAT
Bilahare sistemleşip "Tasavvuf" adını alacak
olan disiplinin ilk öncüleri, hiç kuşkusuz Hz. Peygamber (s.a.)'in terbiyesinde yetişmiş olan Sahabe'dir.
Ancak nasıl Fıkhî mezhep mensupları arasındaki bu türlü kaymalar Fıkhî mezhepler için bir
nakisa teşkil etmiyorsa, Tasavvuf ehli arasında görülen bu türlü istisnaî durumlar da Tasavvuf'un aslı
ve öğretisi bakımından zedeleyici durum bir arz
etmez.
EHL-İ TASAVVUF'UN FIKHÎ ÇİZGİSİ
Fıkıh alanında Mutasavvıfe'nin genel tutumu,
Fukaha'nın icma ettiği görüşlerden ayrılmamak, ihtilaflı konularda ise ihtiyata ve azimete en uygun
görüşü almak şeklinde tezahür etmektedir.
24
Mayıs 2010
Onlardan sonra gelen kuşak arasında öne
çıkan isimler arasında şunları sayabiliriz: Hz. Hüseyin (r.a)'in oğlu Ali Zeynelabidîn, onun oğlu Muhammed el-Bâkır, onun oğlu Ca'fer es-Sâdık,
Üveys el-Karenî (ülkemizde Veysel Karanî olarak
telaffuz edilir), Herm b. Hayyân, el-Hasan el-Basrî,
Ebû Hâzim el-Medînî, Mâlik b. Dînâr, Abdülvâhid
b. Zeyd, Utbe el-⁄ulâm, İbrahim b. Edhem, Fudayl
b. Iyâd ve oğlu Ali b. Fudayl, Davud et-Tâî, Abdullah b. el-Mübârek, Süfyan es-Sevrî, Süfyan b.
Uyeyne...
Burada sadece küçük bir kısmını zikrettiğimiz
bu isimlere dikkat edilirse, çoğunluğunun aynı zamanda Fıkıh ve Hadis gibi ilimlerde yed-i tûlâ sahibi oldukları görülür. Hatta bunlar arasında,
Müçtehid-i Mutlak derecesini ihraz etmiş olan ve
kendi adlarına nisbet edilen Fıkıh mezhebi bulunan –ki bu mezhepler zamanla inkıraza uğramışlardır– simaların mevcudiyeti dikkat çekmektedir.
Şimdi bu büyük zatlardan birkaçının konuyla
ilgili tavrını birer-ikişer cümleyle nakledelim:
"Allah'a yemin ederim ki ey insanoğlu,
eğer sen Kur'an'ı okur ve ona iman edersen,
dünyada hüznün artar, korkun şiddetlenir ve
ağlaman çoğalır" diyen ve devamlı hüzün halinde
bulunmasından dolayı, görenlerin sanki az önce
başına büyük bir bela gelmiş zannettiği (bkz. Ebû
Nu'aym, Hilyetu'l-Evliyâ, II, 156) el-Hasanu'l-Basrî,
–o "hüzün abidesi"– hakkında ez-Zehebî, "İlim ve
amel bakımından yaşadığı dönemin seyyidi idi"
der. (Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, IV, 565.)
Yine ez-Zehebî'nin naklettiğine göre onun, birisi evinde, diğeri mescitte olmak üzere iki ayrı ilim
halkası vardı. Evindeki özel halkada zühd ve batın
ilimleri dışında birşey konuşmaz, mescitteki derslerinde ise Hadis, Fıkıh, Kur'an ilimleri, Lugat ve
sair ilim dallarında dersler verirdi. (ez-Zehebî,
a.g.e., IV, 579.)
İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin talebeleri arasında –yukarıda isimleri geçen– Abdullah b. el-Mübârek, Dâvud et-Tâî ve Fudayl b. Iyâd gibi zühd ve
vera ehli büyük imamlar vardı. (Bkz. el-Hatîbu'lBağdâdî, Târîhu Bağdâd, XIV, 250.)
Hatta İmam Ebû Hanîfe'nin şöyle dediği nakledilir: "(Hal ehli) ulemanın tutumunun ve güzel
ahvalinin nakledilmesi bana Fıkh'ın pek çok
bahsinden daha sevimli gelir. Çünkü bu nakilMayıs 2010
lerde onların adabı anlatılmaktadır." (Abdülfettâh Ebû Gudde, el-Hâris el-Muhâsibî'nin Risâletu'lMüsterşidîn'ine yazdığı takdim yazısı, 3-4.)
Süfyân b. Uyeyne şöyle demiştir: "Bir yerde
salih zatlar zikredildiği zaman oraya rahmet
iner." (A.g.e., 4.)
Selef alimlerinden pek çok büyük imam,
meclislerinde gıyaben salih zatlar zikredildiğinde,
onlara duydukları edepten dolayı toparlanır ve oturuşlarına dikkat ederlerdi. (A.g.e., aynı yer.)
İmam Ahmed b. Hanbel'in –bilindiği gibi–
zühd hayatıyla ilgili hadisleri topladığı Kitâbu'zZühd adlı bir eseri vardır. İlginçtir, tarihte ve günümüzde Ehl-i Tasavvuf karşısındaki ifrat tutumlarıyla
öne çıkan bir kısım Hanbelî ve Vehhabîler'in aksine, bu büyük imam da salih zatlara karşı edepde
kusur etmeyenlerdendir. Birgün hafifçe yan yatmış
bir vaziyette otururken, yanında, salih zatlardan
olan İbrahim b. Tahmân'ın adı zikredildiği zaman
hemen doğrulmuş ve "Salih zatlar zikredilirken
bizim yan yatmamız uygun değildir" demiştir.
(A.g.e., aynı yer.)
Ehl-i Beyt imamlarından, Hz. Hüseyin (r.a)'in
torunu Muhammed el-Bâkır: "Allah'ın dininin özü
kimin kalbine girerse, o kişinin kalbi ondan
başkasından arınır ve sadece onunla meşgul
olur. Dünya dediğin nedir? Ha var, ha yok!
Dünya, bindiğin binek, giydiğin elbise ve ev-
25
reminle beni affet ey merhametlilerin en merhametlisi!" (Fahruddîn er-Râzî, Menâkıbu'l-İmâm
eş-Şâfi'î, 311.)
Bu olayı anlatan Muhammed b. Abdillah b.
Abdilhakem'in söylemek istediği, İmam eş-Şâfi'î'nin
abidlik ve zahidlik yönünün de Zünnûn ve diğer
abid/zahidlerle birlikte anılması gerektiğidir.
Süfyân es-Sevrî –ki Hadis, Fıkıh gibi ilimlerde
"imam" olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yoktur ve
hatta kendisinin bile kendisi gibi birisini görmediği,
döneminin alimleri tarafından söylenmiştir– Fudayl
b. Iyâd ile ilmî müzakerelerde bulunduktan, nasihatleştikten ve beraberce ağladıktan sonra şöyle
demiştir: "Bu meclisimizin, bereket bakımından
meclislerimizin en önemlisi olmasını umarım." (ezZehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, VII, 268.)
lendiğin kadından başka nedir?" (ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, IV, 405.)
Yine Ehl-i Beyt imamlarından, Muhammed elBâkır'ın oğlu Ca'fer es-Sâdık: "Takva'dan daha
üstün bir azık, suskunluktan daha güzel bir hal,
cehaletten daha zararlı bir düşman ve yalandan
daha onmaz bir hastalık yoktur." (Ebû Nu'aym,
Hilyetu'l-Evliyâ, III, 228.)
Muhammed b. Abdillah b. Abdilhakem anlatıyor: "Birgün oturmuş abidler ve zahidler hakkında konuşuyorduk. Söz Zünnûn el-Mısrî'ye
geldi. Tam o esnada içeriye Ömer b. Nübâte
girdi. Ne konuştuğumuzu sordu, biz de abidler
va zahidler hakkında konuştuğumuzu söyledik.
Şöyle dedi: Allah'a yemin olsun ki Muhammed
b. İdris eş-Şâfi'î'den daha fasih konuşan ve
daha fazla vera sahibi olan birisini görmedim.
Ben, o ve el-Hâris b. Lebîd Safâ'ya çıkmıştık. elHâris, "Bu, ayrım günüdür. Sizi ve sizden öncekileri bir araya getirdik" (77/el-Mürselât, 38)
ayetini okudu. eş-Şâfi'î'nin sarsıldığını ve hıçkırarak ağladığını gördüm. Bir süre sonra şöyle
dua etti:
"İlahi! Yalancıların ahiretteki yerinden ve
gafillerin yüz çevirmesinden sana sığınırım.
İlahi! Ariflerin kalpleri sana boyun eğmiş ve
müştakların kalpleri seninle dolmuştur. İlahi!
Cömertliğinden bana ihsanda bulun, merhametinin örtüsüyle benim kusurlarımı ört, ilahi ke-
26
"Zahirî ilimler"de parmakla gösterilen büyük
simalardan sadece birkaçının zühd hayatı ve zahidler hakkındaki tutumuna ilişkin olarak burada
verdiğimiz örnekler –tıpkı daha önce zikrettiklerimizde olduğu gibi– konu hakkında zikredilebilecek
binlerce örneğin sadece çok cüz'î bir kısmını teşkil
etmektedir ve –yine daha önce belirttiğimiz gibi–
"Tabakât" ve "Terâcim" kitapları bu tür ibretamiz vakaların anlatımıyla doludur.
Bütün bu anlatılanların şu noktanın tebellür
etmesine yardımcı olacağını umuyoruz: İslam tarihinde Tasavvuf karşıtı akımların boy göstermesinden önce "zahirî ilimler"de isim yapmış ulemanın
Tasavvuf'a karşı olumsuz herhangi bir tavrı söz konusu olmadığı gibi, zahir/batın ayrımının da keskin
çizgilerle birbirinden ayrıldığını söylemek mümkün
değildir.
Bir başka deyişle, genel olarak bir hadisçi ya
da fakih aynı zamanda abid ve zahid; zühd hayatında öne çıkmış bir abid de aynı zamanda hadisçi
ve fakih idi. Dolayısıyla onların anladığı ve uyguladığı İslam, hiç bir zaman bugün yapılmaya çalışıldığı gibi birbirinden alabildiğine farklı tezahürleri
olan farklı anlayışları ifade etmiyordu.
Hz. Peygamber (s.a.v)'den Sahabe'ye, onlardan Tabiun'a ve daha sonraki nesillere süzülerek
gelen sahih İslam anlayışındaki zahir-batın dengesi, İslamî ilimlerin Fıkıh, Kelam, Hadis, Tefsir, Tasavvuf gibi sistematik disiplinlere dönüşmesinden
sonra hem zahirî ilimlerde, hem de batınî ilimlerde
zirve noktasına ulaşmış olan –kelimenin gerçek anlamıyla– "alim" zatlarda tecessüm etmiştir.
Mayıs 2010
Bunlara örnek olarak, muhtelif mezheplere
mensup ulema arasında el-Gazzâlî, en-Nevevî,
Fahruddîn er-Râzî, Takiyyuddîn es-Sübkî ve oğlu
Tâcuddîn es-Sübkî, Veliyyüddîn el-Irâkî ve oğlu
Zeynuddîn el-Irâkî, Cemâluddîn ez-Zeyla'î, Kemâluddîn İbnu'l-Humâm, Sirâcuddîn İbnu'l-Mulakkın,
Ali el-Karî, Celaluddîn es-Suyûtî, Abdülvehhâb eşŞa'rânî, Muhammed Zâhid el-Kevserî ve daha binlerce isim sayılabilir.
Bütün bu dev simalar, zahir ilimlerde otorite
oldukları kadar, batınî ilimlerde ve zühd hayatında
da etraflarını aydınlatan birer ışık olmuşlardır.
Gerek Sûfiyye'ye, gerekse Hadis ve Fıkıh
alimlerine mahsus "Tabakât" kitaplarında, bu türden "zü'l-cenâheyn" alimler hakkında alabildiğine
zengin malumat mevcuttur.
"ILIMLI İSLAM" MI?
Bu yazı boyunca ortaya koymaya çalıştığımız
zahir-batın birlikteliğine ve her iki kesimde önderliğini kabul ettirmiş alimlerin İslam anlayışlarının birbirinden farklı olmadığı hususuna şöyle bir
muhtemel itiraz ileri sürülebilir:
"Madem ki zahir ulemasının temsil ettiği
İslam ile batın ulemasının temsil ettiği İslam arasında herhangi bir fark yoktur; o halde zahir ule-
masına nazaran batın ulemasının İslam anlayışının "daha yumuşak ve daha insancıl" olduğu kanaati nereden beslenmiştir?"
Böyle bir itirazın, her iki kesim alimlerinin tutumları hakkında sağlıklı bilgilere dayanmayan,
"imajinatif" bir yanılgıdan kaynaklandığını rahatlıkla
söyleyebiliriz.
Zira Tasavvuf büyüklerinin, Hadis ve Fıkıh ile
bağdaşmayan bir zühd hayatını reddettiği, yanlış
bulduğu nasıl bir hakikat ise, pek çok zahir ulemasının da, zühd, takva, vera, ihlas... üzerine bina
edilen "iç denge" olmadan, zahirî ilimleri sadece
"bilmek"le Yüce Allah'ın murad ettiği ve razı olduğu
İslamî yaşantıya ulaşılamayacağı konusundaki
uyarıları da aynı derecede hakikattir ve dikkate
alınmalıdır.
Yukarıdaki türden itirazların, meselenin –
hangi cenah adına olursa olsun– tek taraflı ve yanlı
biçimde algılanmasından ve bilgi eksikliğinden kaynaklandığında kuşku yoktur.
Hele "Tasavvuf İslamı-Fıkıh İslamı", yahut
"Türk Müslümanlığı-Arap Müslümanlığı" gibi bilgi
eksikliğinden kaynaklanan, tamamen spekülatif ve
ağırlıklı olarak imajinatif kavramları öne çıkararak
İslamî meseleler hakkında söz söylemek, –kimse
kusura bakmasın ama– bu devasa kültür mirası
karşısında "ukalalık" etmekten başka bir şey değildir!
Kur'an ve Sünnet'te tecessüm eden ilahî vahyin somut tezahürü söz konusu olduğunda birkaç
türlü İslam anlayışının ortaya çıktığının görüldüğü
şeklindeki iddianın açılımlarından birisi de şöyle:
"Hanefî-Maturîdî çizginin temsil ettiği İslam
anlayışı, Şafiî-Eş'arî çizginin temsil ettiği İslam anlayışına kıyasla daha "ılımlı" ve çağın şartlarına
uyum bakımından daha elverişli bir duruşu ifade
etmektedir."
Böyle bir tesbitin iler tutar tarafının bulunmadığı ve hiçbir ilmî veriye dayanmadığı konusunda
uzun boylu tahlillere girişmenin gereksiz olduğunu
düşünüyoruz. Bununla birlikte bu nokta hakkında
birkaç şey söylemeden geçmenin de, konuyu bir
tarafıyla eksik bırakmak anlamına geleceği için
uygun olmayacağı ortadadır.
Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Tasavvufî
çizgiyi Fıkıh ve Hadis'ten bağımsız, "ılımlı", "hü-
Mayıs 2010
27
AKİDEVÎ İHTİLAFLAR VE "KÜLTÜREL
ZENGİNLİK"
Bir de tarih içinde, özellikle de erken dönemlerde ortaya çıkmış olan Kelamî fırkaların temsil ettiği İslam anlayışlarının bir "zenginlik" olarak
algılanması gerektiği tezi üzerinde biraz duralım.
Burada kastedilen, Mu'tezile, Haricîler, Mürcie... gibi "bid'at fırkalar"ın ortaya koyduğu anlayışın da yanlışlanmaması gerektiğidir.
Ancak burada meseleye "inanç" boyutu müdahil olduğu için bu noktada alabildiğine hassas
olmak durumundayız. Zira eğer bu fırkaların tümünün benimsediği –birbirinden farklı– inanç esaslarının hepsinin de doğru olduğunu söylersek,
bunun, aslında bu itikadî mezheplerin tümünün
yanlış olduğunu tersinden söylemekten hiçbir farkı
yoktur.
manist", "sofistike" İslam anlayışının temsilcisi olarak görenler ciddi bir yanılgı içindedirler. Zira Tasavvufî geleneğin yetiştirdiği büyük simalar
arasında Şafiî-Eş'arî çizgiyi benimseyenlerin sayısı
hiç te azımsanamayacak boyutlardadır. el-Gazzâlî'den tutunuz, Fahruddîn er-Râzî'ye, es-Suyûtî'ye,
eş-Şa'rânî'ye kadar pek çok ünlü mutasavvıf bu
çizginin müntesibidirler.
Buna mukabil Hanefî-Maturîdî çizginin yetiştirdiği pek çok ünlü sima da, Tasavvuf müntesibi
değildir. Ebû Ca'fer et-Tahâvî'den Bedruddîn el-Aynî'ye kadar birçok Hanefî muhaddis ve fakihin adı
bu meyanda zikredilebilir. Her ne kadar bu söylediğimiz, Hanefî-Maturîdî çizgideki bu alimlerin Tasavvuf karşıtı bir tutum içinde olduklarını
göstermez ise de, burada bizim için önemli olan,
bunların meşrep olarak Mutasavvıf olmadığı gerçeğidir.
ŞİMDİ SORMAK DURUMUNDAYIZ
Yukarıdaki iki gruptan Şafiî-Eş'arî çizgideki
Mutasavvıflar mı, yoksa Ehl-i Tasavvuf olmadıkları
halde Hanefî-Maturîdî çizgide yer alanlar mı "ılımlı"
ve "hümanist" İslam'ı temsil etmektedirler?
Bu sorunun cevabı, tarih boyunca birkaç türlü
İslam anlayışının sergilenegeldiğini söyleyenlerin
haklılık payını (!) ortaya çıkarması bakımından son
derece önemlidir.
28
Zira mesela kabir azabı, şefaat, sırat, mizan,
evliyanın kerameti... gibi hususlar ya vardır, ya yoktur. Bunlara "vardır" derseniz, "yoktur" diyenleri
yanlışlamış; "yoktur" derseniz, "vardır" diyenlerle
taban tabana ters düşmüş olursunuz.
Keza Allah Teala hakkında inanılması caiz
olan ve olmayan hususlar, Sahabe'nin konumu,
Sünnet'in/hadislerin bağlayıcılığı... gibi pek çok
konu da aynı minval üzere değerlendirilmelidir.
Şu halde burada bir tercih yapmak ve bütün
bu fırkalar içinde sadece birisinin doğruya isabet
ettiğini, diğerlerinin ise yanıldığını söylemek durumundasınız. Bunu yaptığınız zaman da, "birkaç
türlü İslam anlayışının bulunduğu ve bunların tümünün doğru olduğu" şeklindeki anlayıştan sıyrılıp, zorunlu olarak "Ehl-i Sünnet–Ehl-i Bid'at"
ayrımına gelirsiniz ki bu da, Ehl-i Sünnet dışındaki
bu fırkaların yanılgıya düştüğünün ve ana caddeden ayrıldığının ikrarı demektir...
Sonuç olarak, neresinden bakarsak bakalım,
"birkaç türlü İslam anlayışı" bulunduğunu söyleyenlerin bu iddiası, daha önce de söylediğimiz gibi
ya bilgi eksikliğinden, ya da vakıanın bilinçli bir şekilde çarpıtılması maksadından kaynaklanmaktadır. Tarihe ve olaylara şuurlu olarak ve
Müslümanca bakılabildiğinde böyle bir iddianın ciddiye alınır tarafının bulunmadığı rahatlıkla görülecektir...
Mayıs 2010
113. Câbir b. Abdullah (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre Resulullah
(s.a.v) şöyle buyurmaktadır:
“Kim bir müslümanı saygınlığının kaybolması, şerefinin elden
gitmesi söz konusu olan bir yerde yardımsız bırakırsa, Allah da
onu kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yalnız
bırakır.
Kim de bir müslümana şerefinin elden gitmesi ve saygınlığının
yitirilmesi söz konusu olan bir yerde yardım ederse, Allah da ona
kendisine yardım edilmesini çok arzu ettiği bir yerde yardım eder.”
(Ebu Dâvud, Edeb 36 (4884); Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/39)
Mayıs 2010
29
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
İhsân
Bir gün İmam Hüseyin (ra) Efendimiz, namaz için abdest aldığı
zaman rengi sarardı ve titredi. İbadetini bitirdikten sonra kendisine
bunun sebebi sorulunca şu cevabı verdi: “Arşın Rabbinin divanına duran
kimsenin O’nun celalinden utanarak renginin değişmesi lazımdır.”
Bir gün Müslim bin Yesar (ra) namaz kılarken, aniden mescidin bir
kısmı çöküverdi. Fakat o, bunu hissetmedi.
İmam Ali bin Ebû Talip (k.v) yerin ve göklerin taşıyamadığı emaneti
eda ederken titrerdi. Bu emanet, namazdır.
Sâliha hatunlardan birini, namaz esnasında bir yılan kırk yerinden
ısırdı. Ama o, namazdan aldığı tat sebebiyle hiçbir acı hissetmedi.
Bir gün Müslim bin Yaser (ra) namaz kılarken, evinin bir köşesi
yanmaya başladı. Halk, yangını söndürüp onu kurtarıncaya kadar hiçbir
şey hissetmedi.
Ceriri der ki: “Ben zorla uyku uyumaya utanırım. Uykum gelip
gözlerim kapanıncaya kadar beklerim.”
Muaze binti Abdullah (ra) kırk yıl gözünü kaldırıp gökyüzüne
bakmadı. Daima şöyle derdi:
“Ben Habib (Allah) kendisine bakarken uyuyana şaşarım!” Bazen
Hakk’ın celali ve azametini tefekkür ederken kendinden geçerdi.
Davut (as) Hakk’ın celalinden duyduğu heybetten ötürü başını
gökyüzüne kaldırmazdı.
İbn-i Sinan (ra) der ki: “Allah boş yere İbrahim (as)’ı kendisine dost
seçmedi. Onun kalbi Hakk’ın celaliyle havada uçan kuşlar gibi çırpınırdı.
Said olanların üç alameti vardır:
Nebiyy-i Muhtar (sa)’in sünnetine sarılmak.
Hakk’ın dostlarıyla birlikte olmak.
Melik ve Cebbar olan Allah’tan utanmak.
Zebur’da şunlar yazılı idi: “Kulum dua ettiği zaman duasını kabul
etmemeyi şanıma yakıştıramıyorum. Kulumun benim davetime icabet
etmemesinden ben utanıyoruım!”
Resulullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurdular:
“İhsan, Allah’ı görmüyormuşçasına O’na ibadet etmendir. Sen
O’nu görmesende O seni görmektedir.”
Fudayl bin İyaz (ra) bazen şöyle dua ederdi: “İlahi anlayabilse
30
Mayıs 2010
senden haya etmesinden dolayı konuşamayacak olan kimseye sen
rahmet et!”
Amir bin Kays (ra) bir gün namaz kılarken, birden aslanlar etrafını
sardı. Namazını bitirince, şöyle diyerek eliyle onların sırtını okşadı: “Sizler,
Allah’ın yırtıcı hayvanlarıysanız ben de O’nun kuluyum!” Kendisine
aslanlardan nasıl korkmadığını hayretle soranlara şu cevabı verdi: “Ben
Rabbimden başka bir şeyden korkmaktan utanırım.”
Salih Mürri (ra) anlatır:
“Bir gece rüyamda Rabbimi gördüm. O’nun yüceliğinin karşısında bir
sivrisinek gibi olmuş: “Sana geldim, Sana geldim! Dedim. Bunun üzerine
Rabbim bana şöyle dedi: “Beni arzu edenleri bilirim. Onların iniltilerini
duyar ve hareketlerini görürüm. Kalplerinden ve iç âlemlerinden
haberdarım.” Bu sözlerden sonra O’ndan utanarak kendimden geçtim.”
Bir gün Hasan-ı Basri (ra) yüksek bir yere çıkmış ezan okuyordu.
“Eşhedü en lâ ilahe illallah” dediği zaman, Hakk’ın celaline
dayanamayarak bayılıp düştü.
Hz. Aişe annemiz (ra) şöyle anlatır:
“Resulullah (s.a.v) bizimle konuşur, biz de onunla konuşur karşılıklı
sohbet ederdik. Namaza durduğunda ise sanki birbirimizi hiç
tanımıyormuş gibi olurduk.”
İrfan sahiplerinden biri, Efendimiz (s.a.v)’in “Namaz gözümün
nurudur” hadisinin manası hakkında şöyle demiştir: “Namaz gözünün
nuru olmadı. Ancak İhsan, Allah’ı görüyormuşçasına O’na ibadet
etmendir. Sen O’nu görmesen de O seni görmektedir, hadisinin sırrı ile
namazı kılarken zaman göz bebeği nurlanıp, görmeye başlardı.
Fudayl bin İyaz (ra) anlatır:
“Zünnûn’un arkasında ikindi ikindi namazı kılmaya durduk. Zünnun
tekbir almak isteyip elini kaldırdığında “Allah” deyince, hayretten adeta
cansız bir şekilde dona kaldı. Bir süre sonra ancak “ekber” diyebildi. Ben
Zünnun’nun heybetli tekbir sedasını duyduğum zaman kalbim yerinden
fırlayacakmış gibi olurdum.”
Bu meydanda şu şiiri mealen zikredebiliriz:
“İnsanların rablerinden utanması azaldı, artık hepsinin takvası
görünüşte kaldı. Dünya işlerine dalıp elbisesindeki kire aldırmaz
oldu.
Ailesinin dargınlığından korkup Mevlânın dargınlığına aldırmaz oldu.
Enes bin Malik (ra)’ın rivayet ettiğine göre, Resulullah (sa)
Efendimiz, Recep ayına girdi zaman şöyle dua ederdi:
“Allah’ım Recep ve Şaban’ı bizim için mübarek eyle, bize Recep
ve Şaban’da hayırlar ver ve bizi Ramazan’a kavuştur.”
Bu hadis-i şerifin içinde barındırdığı manalardan biri de Salih amel
işlemek için uzun ömür istemektir. Ömrünü Allah’a adamak ve Allah için
Salih amel işlemek, Allah’ın elçisinin varisleri olan âriflerin gayesi ve takva
sahiplerinin hâlidir.
Mayıs 2010
31
Tasavvuf
Dinin
Özünün
Özüdür
asavvuf, kimi kaynaklara göre
“soft”tan, kimilerine göre “Safa”dan,
kimilerine göre “suffa”dan geldiği tartışılan bir kavramdır. Bu kelime hicretin
ikinci asrında bir şekilde doğup gelişmiş ve
Kur’an-ı Kerimdeki “Tezkiye” kelimesinin
yerine kullanılmıştır.
T
Sezgin ÇAKIR
sezginckr@hotmail.com
Tasavvuf tesbih çekmeyi
öğrettiği gibi yeri geldiğinde
de küffara karşı nasıl tetik
çekileceğini de öğretmiştir.
Gönüllü cephe komutanlığı
yapan Sanamerli Seyyid
Hacı Ahmed Baba Hazretleri gibi doksan üç harbinde
ve İstiklal savaşında dergâhlarıyla birlikte savaşa katılan nice mürşidler vardır.
32
“O öyle bir Allah (c.c.) ki, önceleri apaçık bir dalalet içinde oldukları halde, ümmilere, kendilerinden, onlara Allah’ın ayetlerini
okur, onları tezkiye eder (temizler), onlara
kitap ve hikmeti öğretir bir resul gönderdi.”
(Cum’a Suresi, ayet:2) Bu tezkiye, nefislerin tezkiyesidir, ruhların tezhibidir. Bu tezkiye, ruhun bütün faziletlerle bezenmesi,
nefsin bütün kötülüklerden arınmasıdır. Bu
tezkiye, bu temizlik, tarihte eşi bulunmayan,
yüksek, faziletli, salah yolunda örnek bir
topluluk meydana getiren Ashab- Kiramın
ihlâs ve ahlak içinde geçen hayretengiz hayatlarında misallerini bol bol gördüğümüz
tezkiyedir. Bu tezkiye cihanda misli bulunmayan asr-ı saadet fert, toplum ve devletini oluşturan bir tezkiyedir.
Bizler, Allah’ın elçisinin bu tezkiyeyi
“ihsan” kelimesiyle ifade ettiğini görüyoruz.
Muttefekun aleyh olan Cibril hadisinde PeyMayıs 2010
gamber efendimize soruldu: “ ihsan nedir, Ya Rasulallah? Buyurdu ki: “Allah ‘ı görüyormuşçasına
ibadet etmendir. Eğer sen O’nu göremiyorsan, O
seni görüyor.” İhsan, her müminin büyük bir iştiyak
ve özlemle beklediği ve uğruna ciddi gayretler sarf
edeceği yakînî bir keyfiyet ve derunî bir iç halidir.
Bizler, Şeriatı ve Peygamber (s.a.s)’den rivayet edilen şeyleri bir takım “Sözler ve Haller” olarak
buluyoruz. Kitaplarda yazılı olanları da iki kısma
ayrılmış olarak görüyoruz ki biri: Duygulara hitap
eden iş ve hareketlerden ibarettir. Mesela: Kıyam
ve kuud, rukü ve sucüd, tilavet ve tesbih, dua ve
zikr birçok hüküm ve amel… Bunları rivayet ve tedvin yönünden Hadis; İstinbat ve istihraç yönünden
Fıkıh meydana gelmiştir. Muhaddis ve Fakihler bu
vazifeyi yerine getirmişler, dinin esaslarını ümmet
için korumuşlar ve onların amel etmelerini kolaylaştırmışlardır.
İkinci kısım ise, yukarıdaki iş ve hareketlerin
(ibadetlerin) edası sırasında onlarla bulunması gereken bir takım Batınî keyfiyettir. Peygamberimiz
efendimiz (s.a.s) bunlara, kıyam’da ve kuud’ta
rukü, sucüd, dua ve zikir halinde, emredici ve nehyedici durumunda, evinin içinde ve cihad meydanında hep devam buyurmuştur. Bunlar, İhlâs, Allah
Muttefekun aleyh olan Cibril hadisinde Peygamber efendimize soruldu: “ ihsan nedir,
Ya Rasulallah? Buyurdu ki:
“Allah ‘ı görüyormuşçasına
ibadet etmendir. Eğer sen
O’nu göremiyorsan, O seni
görüyor.” İhsan, her müminin
büyük bir iştiyak ve özlemle
beklediği ve uğruna ciddi gayretler sarf edeceği yakînî bir
keyfiyet ve derunî bir iç halidir.
Mayıs 2010
nezdindeki ecir, sabır, tevekkül, zühd, gönül enginliği, cömertlik, edeb-hayâ, namazda duyulan
huşu ve tazarru, duada hissedilen derunî samimiyet, dünyanın aldatıcı süslerinden el etek çekme,
ahireti dünyaya tercih, Allah’a kavuşmaya karşı
uyanan şevk vs… Bunlar imanî ahlak ve Batınî
keyfiyettendir. Cesede göre ruh ne ise, şeriatın zahirine göre de batını odur. Bu unvan altına müstakil bir ilim, başlı başına bir fıkıh olabilecek bir çok
âdab ve erkân, cüz’i ve tafsilî hükümler girmektedir. Eğer birinci kısmın şerhini, izah ve tafsilatını ve
buna delalet eden tahsil yollarını tekeffül eden ilme
“Zahirî Fıkıh” denirse bu Batınî keyfiyetin şerhini ve
ona ulaşan yolları gösteren ilme de “Batınî Fıkıh”
denmelidir. Bu anlamda Seyyid Ahmed er Rufai
Hazretleri “ Tarikat aynuhu şeriat, şeriat aynuhu tarikattır” buyurmaktadır. Yani şeriat ile tarikatın ilişkisi zarf mazruf ilişkisidir. Ayrı şeyler olarak
düşünülmesi asla mümkün değildir.
Biz, ister tezkiye diyelim, ister “fıkh-ul batın”
diyelim, ister “tasavvuf” diyelim üzerimize düşen
vazifenin farkında olalım. O vazifede, nefsin tezkiyesini, nefsin şer’i faziletlerle bezenmesini, nefsanî
ve tabiî rezilliklerden arınmasını tekeffül eden; insanı, iman-ı kâmile ve derece-i ihsanın husulüne
çağıran; Peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanmağa,
imanî keyfiyetinde ve Batınî sıfatında bizleri Peygamberimize ittibaya davet eden bu ilme değer
vermek ve sahip çıkmaktır.
Müslümanların hepsi şunu kabul etmektedirler ki: Tezkiye, İhsan, Fıkh-ı Batın; Kitap ve Sünnetle sabit bir takım dini mefhumlar ve şer’î, ilmi
hakikatlerdir. İnsaf ehli herkes Hakka boyun eğerek
dinde böyle bir şubenin varlığını, onun erkân-ı İslam’dan bir rukün olduğunu kabul etmek zorundadır. Adına tasavvuf ve ya tezkiye diyin o, şeriatın
rühu, dinin özünün özü, hayatın zarurî ihtiyacıdır.
Esasen onsuz, ne dinin kemali, ne sosyal hayatın
düzelmesi mümkündür; ne de gerçek manası ile
İslamî yaşayışın bir tadı vardır. Hayatın kıvamı
ancak, dinin “ihsan cephesi”nin ve derunî cephesinin hakikat olarak yaşanmasıyla mümkündür.
Hakikî tasavuf ehli, insanları ehl-i sünnet
inancına, salih amele davet ederler. Ruhî hayatın
bilgisi olan Fıkh-ı Batına ve İhsan derecesine in-
33
Tasavvufun nasıl bir fonksiyon icra ettiğini düşünenler Bosna Hersek örneğine baksınlar. Makedonya örneğine baksınlar. Çeçenistan örneğine baksınlar. Doğu
Türkistan örneğine vs. diğer bölgelere baksınlar. Bu kardeşlerimiz zulüm altında bu kadar yıllardır kalmalarına
rağmen tasavvufun bereketli nefesiyle şu veya bu şekilde ayakta kalmayı başarabilmişlerdir.
sanları çekerler. Her asrın insanları için bu “nefesi nebevî” yi yenilerler. Ümmete İman ve İhsan laboratuarında hazırlanmış yeni bir ruh üfürürler.
Kalplerin Allah’a, cisimlerin ruh’a, cemiyetin ahlak’a, ulemanın Rabbaniyete karşı zayıflayan bağlarını yenilerler. Halk arasında, dünya hayatının
ziynetine, mal ve evlat fitnesine ve şehvanî ihtiraslara karşı bir mukavemet unsuru olarak bulunurlar.
Hiç şüphe yok ki, bu seçkin insanlar – ihsan
derecesine ulaşmış bu temiz ruh sahipleri- olmasaydı İslam toplumu, iman ve ruhaniyet cephesinde çoktan yıkılmış; azgın maddiyat dalgaları
milletin iman bakiyesini çoktan yutmuştu. Eğer
onlar olmasaydı, cemiyetin ahlak bağları kopar; hayatın ruhla olan münasebeti kesilir; kalplerin Allah’a
olan bağı yok edilirdi. Eğer onlar olmasaydı ihlâs
tamamen kaybolur; manevî hastalıklar ortalığı
kasıp kavururdu.
Eğer onlar olmasaydı, riya, sum’a, makam
mevki hastalığı, riyaset belası ortalığı sarardı. Eğer
onlar olmasaydı, dinin en önemli özelliği olan tezkiye-i nefs unutulur ve insanlarda İhsana ulaşma
arzusu diye bir sıkıntı olmazdı. Onlar, ümmetin en
zor zamanlarında bu ümmete en zor şartlar altında
en güzel hizmetleri sunmuşlardır. Mahmud Sami
34
Ramazanoğlu, Mehmed Zahid Koktu, Hacı Şaban
Efendi, Ali Haydar Efendi, Alvarlı Muhammed Lütfü
Efendi gibi çevresine kandil olan unutulmaz hizmetler sunan mürşidler bunun en güzel örneklerindendir.
Tasavvuf tesbih çekmeyi öğrettiği gibi yeri
geldiğinde de küffara karşı nasıl tetik çekileceğini
de öğretmiştir. Gönüllü cephe komutanlığı yapan
Sanamerli Seyyid Hacı Ahmed Baba Hazretleri gibi
doksan üç harbinde ve İstiklal savaşında dergâhlarıyla birlikte savaşa katılan nice mürşidler vardır.
Tasavvufun nasıl bir fonksiyon icra ettiğini düşünenler Bosna Hersek örneğine baksınlar. Makedonya örneğine baksınlar. Çeçenistan örneğine
baksınlar. Doğu Türkistan örneğine vs. diğer bölgelere baksınlar. Bu kardeşlerimiz zulüm altında bu
kadar yıllardır kalmalarına rağmen tasavvufun bereketli nefesiyle şu veya bu şekilde ayakta kalmayı
başarabilmişlerdir.
Sözlerimizi sözlerin en güzeli olan bir ayet-i
kerime ile noktalayalım: “Fakat (Allah şöyle buyurur): Kitabı öğretmekte olduğunuz ve ders alıp vermekte bulunduğunuz için Rabbanîler –Bütün
fikirlerini Allah’a bağlamış kimseler- olunuz.” (Al-i
İmran Surei, 79)
Mayıs 2010
DİN İLE
BARIŞMAK
ültür, belirli bir toplumda ya da toplulukta yetişen insanların öğrendikleri
beceri,
dil,
inanç
ve
alışkanlıklardır. Her insan topluluğunun
kendine özgü bir kültürü vardır. Bu anlamda kültür, bir insanın, yaşadığı toplumdan aldığı tüm beceri ve alışkanlıkları
kapsar. Bir milletin, bir halkın ya da toplumun yaşam biçimi olarak da özetleyebileceğimiz kültür, kuşaktan kuşağa aktarılır.
(Temel Britannica Ansiklopedisi)
K
Hasan BAŞAR
“Lisede Sophokles okuduk. Klasik Türk Musikisine
sövmeyi, divan şiirini hor
görmeyi, buna karşılık; kötü
çevrilmiş Batı klasiklerine
körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik.
Kültür bir toplumda geçerli olan ve
öteden beri süregelen her türlü duygu, düşünce, yaşam ve sanat anlayış biçimlerinin
tümüdür. Batılı anlayışa göre kültür, doğaya karşıt olan değerlerdir. İnsan kültürle
hayvanlıktan uzaklaşır ve onun sayesinde
gerekli araçları yaratarak doğaya egemen
olur. Bir ulusta mevcut bilgiler, dinsel
inançlar, sanat, ahlak, hukuk, adet, gelenek ve kişinin toplum üyesi olarak edindiği
daha başka yetenek ve alışkanlıklar kültür
kavramı içine girer. Bu bakımdan en ilkel
toplumların bile kültürü vardır. Toplumların sürekliliğini sağlayan da kültürdür.
(Görsel Genel Kültür Ansiklopedisi)
Kültür, etnik bir gruba, ulusa, uygarlığa, niteliklerini veren bir başka grupta, bir
Mayıs 2010
35
başka ulusta olmayan maddi ve manevi olguların
tümüdür. (Büyük Larousse)
Kültür, bir topluluğun tinsel özelliğini, duyuş
ve düşünüş birliğini oluşturan gelenek durumundaki her türlü yaşayış, düşünce ve sanat varlıklarının tümüdür. (Türkçe Sözlük TDK-1981)
Kültür unsurları maddi ve manevi olmak
üzere ikiye ayrılır. Manevi kültür, inançlar, değerler, sosyal normlar şeklinde tasnif edilebilir. Manevi kültür, kolayca bir milleti diğer milletlerden
ayırt etme imkânı veren örf, adetler, davranışlar,
ahlak anlayışı, değerler, sosyal normlar ve zihniyet değişiklikleridir. Maddi kültür ise kullanılan
malzemeler ve yapılan aletlerdir.
Bütün tanımların ortak noktası kültürün bir
toplumun kimliğini oluşturmasıdır. Yani kültür bir
toplumun diğer toplumlardan ayrılması ve ayrışmasının yegâne belirtisidir. Peki, bu kültür dediğimiz değerler üç beş yılda oluşabilecek şeyler
midir? Hayır. Kültür asırlar boyu süren bir yaşanmışlığın ürünüdür. Bu yaşanmışlıklar toplumun
genlerine işler ve nesilden nesile aktarılır.
Kültürü oluşturan temel etmenlere gelince
bunlar maddi ve manevi etmenlerdir: Coğrafi
konum, iklim özellikleri, arazi yapısı, simgeler, dil,
din ve inançlar, ahlak kuralları, örf ve adetler, yasalar ve hukuk kurallarıdır. Kültürü oluşturan unsurlar çeşitlilik arz etse de bunların içinde en
önemlisi (bu kural bütün toplumlar için geçerlidir)
dindir. Din toplumun şekillenmesinde belirleyici
bir etmendir. Geleneklerin hâkim olduğu toplumlarda din kültürün yapısını etkiler. Dinin hem bireysel hem de toplumsal düzeyde kimlik inşa
etmek gibi bir işlevi bulunmaktadır. Din dünyanın
var olduğu günden bu yana dünya üzerinde etkin
ve belirleyici olmuştur bundan sonra da olmaya
devam edecektir. Bu gerçeği değiştiremeyiz. Bu
gerçeği yok saymakta sorunlarımızı çözmez.
Bizler bugün batı dünyasını değerlendirirken
Hıristiyanlığı göz ardı edebilir miyiz? Hayır. Aynı
şey Türk milleti içinde geçerlidir. İslamiyet olmadan Türk toplumunu kültürel anlamda değerlendirmemiz mümkün müdür? Kesinlikle mümkün
değil. İslamiyet bizim kültürümüzün en temel noktasını oluşturur. Türk kültürü, İslam dini etrafında
şekillenmiştir. İslamiyet’in güzelliği ve inceliği sayesinde kültürümüz zenginleşmiş asırlardan bu
yana insanlığa hizmet sunmuştur. Peki, ne oldu da
bugün asırlar boyu insanlığa hizmet etmiş kültürümüz eski görüntüsünden çok uzaklaştı. Sanıyorum
bunun cevabını son 100- 150 yıllık geçmişimizdeki
Batılılaşma çalışmalarında aramalıyız.
Tanzimat’la başlayan süreçte aydınımız Batılılaşmayı hep kurtuluş reçetesi olarak yorumladı ve
yeni oluşacak kültürü bu temel üzerine oturmayı
hedefledi. Batı kaynaklı yeni bir kültürel değer
oluşturmaya çalıştı. Ama oluşturmaya çalıştığı bu
kültürel değer içinde İslamiyet yok. Üstelik yanlış
bununla da sınırlı kalmadı. İslamiyet ilerlemenin
önündeki engel olarak ta algılandı. Nüfusunun
%99’u Müslüman olan bir toplumda Müslüman’a
rağmen İslami değerleri esas almayan bir kültür
oluşturmazsın. Oluşturmaya kalkışırsan o zaman
karşına mücadele etmen gereken bir kültür çıkar:
İslami değerlere sahip Türk kültürü. İşte son yüz,
yüzeli yıllık tarihimizin özetidir bu mücadele. Aydınımız kendi kültürünü hor gördü, aşağıladı, yok
saydı. Peki, karşısına neyi koydu. Batı kültürünü.
Batı kültürünü tam anlamıyla alabildi mi? Hayır.
Tam olarak alabilir mi? Hayır. Niye? Çünkü orada
da belirleyici unsur Hıristiyanlık.
36
Mayıs 2010
Tanzimat’tan bu yana aydınımızın sorunu bu
aslında. Kendi kültürel değerlerini beğenmemek.
Onu aşağılamak ve çağın gerisinde kaldığını düşünmek. Aydınımız tam bir kafa karışıklığı içinde
ne istediğini bilmeyen bir halde. Ama bildikleri bir
şey var o da kendi kültürlerini beğenmedikleridir.
Aydınımızın içinde bulunduğu durumu Atilla İlhan
ne güzel özetlemiştir: “Lisede Sophokles okuduk.
Klasik Türk Musikisine sövmeyi, divan şiirini hor
görmeyi, buna karşılık; kötü çevrilmiş Batı klasiklerine körü körüne hayranlık göstermeyi öğrendik.
Sanki Sinan, Leonardo’dan önemsiz, Mevlana,
Dante’den küçüktü. Itri ise Bach’ın eline su dökmezdi. Aslında kültür emperyalizminin ilmiğini
kendi elimizle boynumuza geçiriyorduk.”
Son 100–150 yıllık tarihi serüvenimiz incelendiğinde görülecektir ki aydınımız hep halk ve İslamiyet’le mücadele etmiş ve çatışmıştır. Onun inançlarını
yok saymış daha da ötesi müdahale alanı olarak
görmüştür. Kendi kültürüne karşı çıkan, yerine yenisini koyamayan daha doğrusu ne istediğini bilemeyen aydınımız ortaya çandır bir kültür çıkardı.
Oluşturulan bu yeni kültür tabiri caizse ne olduğu belirsiz, yoz bir kültürdür. Oluşturulan bu yeni kültürden
kimse memnun değil ve ne yazık ki herkes mutsuz.
Aydınımızın kafasındaki kültür, yani yeni oluşturulmaya çalışılan daha doğrusu halkımıza zorla kabul ettirilmeye çalışılan kültür, ne aklımıza ne mantığımıza
ne de kalbimize hitap ediyor. Ama sürekli dayatılıyor.
Buradan aydınımıza sesleniyorum. Halkın %
99’u Müslüman olan bir milletin dini ve kültürel değerleriyle mücadele etmek yerine onları anlamaya çalışın. Dinle barışın, saygı duyun o zaman bu millete
en büyük iyiliği yapmış olursunuz. Evet, bilerek ya da
bilmeyerek geçmişimizde hatalar yapmış olabiliriz;
ama bu hatalarımızı daha fazla devam ettirmeyelim.
Zararın neresinden dönersek kardır. Hiç olmazsa bundan sonraki enerjimizi yozlaştırdığımız kültürümüzü
yeniden sağlam temeller üzerine oturtmaya çalışmak
için harcayalım. Bunu yaparken de en büyük referansımız, İslami temellere oturtulmuş kendi Türk kültürümüz olmalıdır. İslamiyet’i potansiyel bir tehdit
olarak görmeyelim. Unutmayalım ki Türkiye İslamiyetsiz olamaz. O zaman yapılacak en güzel şey toplumu yeniden inşa ederken en büyük referansımız
İslamiyet olmalıdır.
Mayıs 2010
37
Mehmet Nuri Eminler:
“Hakikatten huruç
etmiş kimselerle
tevhidi bir toplum
inşa edilemez.”
“Mezar Yeri 47 Yıldır Tartışılan Nur
Üstad” adlı kitabıyla tanıdığımız Mehmet
Nuri Eminler Bey’le cemaat, taassup ve
toplumsal gıybet konuları etrafında bir Risale-i Nur sohbeti gerçekleştirdik. Burhan
Dergisi okurlarının istifadesine sunuyoruz.
Röportaj: Aydın BAŞAR
“Ey ehl-i hak! Ey hakperest ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarikat! Bu
müthiş maraz-ı ihtilafa
karşı birbirinizin kusurunu
görmeyerek yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü yumunuz.”
38
Muhterem Eminler, sizin Risale-i
Nur’u en iyi anlayanlardan birisi olduğunuzu düşünüyorum. Gerek makaleleriniz,
gerekse kitaplarınız bunu ispatlıyor. Öncelikle söyleşi talebimizi kabul ettiğinizden
dolayı size teşekkür ederim. Müsaadenizle
sorularıma başlamak istiyorum.
Ben teşekkür ederim. Tabi buyurun.
Toplumsal değerlerin aşınmaya yüz
tuttuğu bu dönemde ilmi eserlere olan ihtiyacımız da artıyor. Bu meyanda gençlerimizin kökleriyle irtibatının kurulabilmesi
için Risale -i Nur gibi büyük eserler önem
taşıyor. Bu konudaki görüşleriniz nedir?
Dediğiniz hâza hakikat; “Risale” gibi
birleştirici eserlere ihtiyacımız açık. Ama
asıl meselemiz onu Kur’an ve Hadis istikametinde, Hazret’in yazdığı kelimelere kendi
Mayıs 2010
ilmî zaviyemizden bakarak, onun bunun indî tevillerine kulak asmadan, bir külliyat bütünlüğü
içinde anlamak ve anladığımızı da eğip bükmeden, “çağdaş yorum” gibi laflarla reforme etmeden yaşamaktır. Yani Nur Üstad’ı doğru takip
etmektir. O, Erek Dağı’ndaki münzevî yaşayışındayken eski talebelerine şöyle öğüt vermiştir:
“Korkmayınız, ders verdiğim imanî ve Kur’anî yoldan arkamdan geliniz. Ebedi saadet ve selamete
erişeceğinizi tekeffül edebilirim. Yalnız ahde vefa
gerek. Bu yakînî kanaatım, hususi bir İnayet-i Rabbaniye’ye binaendir.”
Okumayan bir toplum olduğumuz bilinen bir
gerçek. Böyle bir toplumda medeniyet ve kültür
birikimimizi aktarabilmek için başka çarelere de
başvurma ihtiyacımız var. Siz modern iletişim imkânlarının yeterince kullanılabildiğine inanıyor
musunuz?
Resul-ü Kibriya Efendimiz aleyhisselatü ve
selam’ın beyanı ne muhteşemdir: “Düşmanın silahıyla silahlanınız.” (Evkamekal) Bunlardan
biri de Sinema… Hakkını vererek yapılacak filmlerin büyük inkişaflara, fütuhatlara yol açacağına
inanıyorum. Kısaca karşılık vereyim sualinize;
oyunu kaidesine göre oynayacaksınız. Ne yaparsanız yapın, hakkını vereceksiniz.
Basın yayın konusunda yapılanlar yeterli mi?
Meseleye İslami açıdan bakıldığında basın yayında
hususen gazetecilikte ne durumdayız?
Yapılan gazetecilikleri her grubun kendine
dair haberleri vermek üzere çıkardığı bültenler olarak görmekteyim. İşin bir de politik yanı var elbet.
Taraftarı olduğu görüşü onun bunun kalbine ilka
etme meşgalesinden fırsat bulunup da hakiki gazetecilik yapılamıyor ki…
Evet, gazetecilik alanında grup taassubu olduğuna ben de katılıyorum. Bakıyoruz bir grubun
gazetesi diğerinin, öteki de öbürünün aleyhine yayınlar yapıyor. Oysa yan yana yaşamak zorunda
olduğumuz şu dünyada birbirimize karşı daha iltimaslı olmamız gerekiyor. Kendi aramızdaki sorunların temelinde taassup kaynaklı çekişmeler
yatıyor. Bu anlamda cemaatçiliği ve taassubu siz
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Taassup, biliyorsunuz, Arapça menşeli bir kelime. “A’sab”dan müştak ve “asabiyet” mefhumu
ile de çok alâkalı. Eğer bahsettiğiniz “grup, cemaat
taassubu” ise, bunun ırkçılık ve unsuriyetçilikten
bir farkı yok. Bazıları, belki de tıpkı “milliyet” mefhumu gibi bunun da “müsbet” ve “menfi”sinin bulunabileceği diyecektir, öyle düşünecek veya öyle
düşünmek işine gelecektir!.. Hâlbuki Risale’de
(Mektubat, 540) “menfi ve müsbet” olarak ayrılan
husus “milliyet”tir; “milliyetçilik” değildir. Eğer o
“bazıları”nın suyunun suyu nevinden tefsirleri
doğruysa, müsbet ya da menfi özelliğe sahip mefhum “cemaat ve grup”tur; “cemaatçilik ya da
grupçuluk” değildir.
Üstad’ın eserlerinde geçen “cemaat” mefhumu hangi anlamdadır?
“Cemaat-ı İslamiye.” Yani İslamî cemaat;
yani İslam müntesibi mü’minlerin hepsi bir tek cemaattir, “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” mefhumundan
da anlaşılabilir bu. Bu büyük daireye “hizmet” için
ayrı “içtihadi” değerlere sarılmış, metod farklılıkları olan “grupların” varlık realitesi, tıpkı Hucurat
Mayıs 2010
39
Suresi’nin 13. Ayet- i Kerime’sindeki “kavim” târifi
gibidir. Kavmiyet bir realitedir ve meşrûdur, ama
“kavmiyetçilik, ırkçılık” memnûdur, yasaktır; bir
“Cebbetü-l cahiliyye”dir.
Bundan anladığım şu: Aynı hedefe doğru
koşan farklı cemaatler esasında tek bir büyük cemaatin unsurlarıdır. Bu anlamda farklı cemaatlerin olmasında bir mahzur yok; belki bunda Allah’ın
bir rahmeti de söz konusu. Fakat “cemaatçilik”
mefhumu için aynı şeyi söyleyemiyoruz.
Bediüzzaman Hazretleri Münazarat’da, Lemaat’da “hizip”lerin tek çatı altında toplanmasının
“atalete”, meseleler karşısındaki vurdumduymazlığa itebileceğini der, İfadenin siyam ve sıbakına
bakar ve fili târif eden körlerin hamakatine düşmezsek, oradaki “hizip” mefhumunun “ehl-i hak”
olan “amelî mezhepler” mânasına geldiğini görürüz. Mesele 20. Lem’a’da daha da vuzuha kavuşur. “Ehl-i hak” mezheplerin alt birimleri olan diğer
mesleklere kadar iner. “Ey ehl-i hak! Ey hakperest
ehl-i şeriat ve ehl-i hakikat ve ehl-i tarikat! Bu müthiş maraz-ı ihtilafa karşı birbirinizin kusurunu görmeyerek yekdiğerinizin ayıbına karşı gözünüzü
yumunuz.” Takdir edersiniz ki bahsedilen bu
“ayıp”, dinî ve imanî kıymetlere karşı işlenen “inhisarcılık, batıl hüküm verme, hakikati tersyüz
40
etme” gibi, - Üstad’ın tâbiriyle- “cinayât-ı azime”
değil, ferdî günah ve amel eksiklikleridir.
Bireysel gıybetin helalleşme imkânı kolayken, cemaat ve toplumsal gıybetin helalleşme imkânı o kadar kolay olmuyor. Çeşitli gurupların
birbiri hakkındaki yerli yersiz sözlerini, ağır ithamlarını nasıl yorumlamalıyız?
Gıybet mevzundaki hassasiyetiniz ne müstakim… Bu güzel sohbet havası içinde ilmihali mütearifelerle kimseyi sıkmak istemem ama gıybetin
en çirkin olanının fıtrî uzuv eksikliği ya da bünye
arızaları olduğunu diyen Allah Resulü’dür. Demek
ki “gıybet”, şahsî kusurları söyleyerek, -o insan
eğer orada hazır bulunsaydı- darılmasını sağlayacak şeydir. Gıybetin caiz olduğu yerleri sayarken
Bediüzzaman Hazretleri, dinî bir kusurdan dolayı
ve “istişare sünneti”nin hakkını vermek için kullanılan; ‘Onun ile teşri-i mesai etme. Çünkü zarar
göreceksin!’ gibi ifadelerin gıybetin şümulüne girmeyeceğini izah eder ve “İşte bu mahsus – hususimaddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat için
gıybet caizdir” ( Mektubat, s: 467) der.
Peki, bir cemaatin gıybeti yapılabilir mi?
Hak ve hakikati izah için, umumi bir grup
adını misal vermenin gıybet olduğu kanaatinde
Mayıs 2010
değilim, ama bahsedilen kayıtlarla: Garazsız olacaksın, sırf hak için olacak niyetin, milletin imanını
batıldan muhafaza maslahatını düşüneceksin ki
tavrın “livechillah” olsun. Bununla birlikte cemaatlerin topluca “ferdiyetle alâkalı” kusurlarını teşhir, “ehl-i dalalet” ya da “ehl-i zındıka” denen
canibin ekmeğine yağ sürmektir.
Evet haklısınız bunun için dilimize sahip çıkmamız gerekmiyor mu?
Hani mâna olarak Hadis-i Şerif malumdur.
Hani bir Sahabi’ye buyuruyorlar: “İnsanı Cehenneme yüz üstü sürükleyen şeyi söyleyeyim mi?”
Eliyle dilini göstererek, “İşte buna hâkim olamamaktır.” diye izah buyuruyor. (Evkamekal) Biz bu
mânadaki emirleri sadece gıybet etmemek şeklinde anlıyoruz. Elbette şümulünde o da var ama
temel talimatın, “dil ile imanın zıddına ve afâki teviller”le söz söylemek olduğunu Hadis müfessirleri
beyan ediyorlar. (Mesela İmam-ı Nevevi)
Biraz önce maslahat için gıybete cevaz verildiğini söylediniz. İyi ama maslahat adına hakikati
incitenler yok mudur? Buna ne dersiniz?
Bir anekdotla cevap vereyim: Muhitimizde
bir konferans düzenlenmişti birkaç sene evvel.
Mevzu; “Peygamberimizden Müjdeler.” Konuşmacı, konferansın bir yerinde “Hâla Hz. İsa’nın
inişini bekleyenler var!” gibi bir laf etti heyecana
kapılarak; yani Hz. İsa’nın nüzul etmeyeceğini, sadece bir şahs-ı mânevi olduğunu demek istedi.
Hâlbuki bütün ehl-i sünnet itikad kitaplarına bakınız, Risale-i Nur’un Mektubat eserinin 15. Mektup’taki izaha bakınız, oralarda Hz. İsa aleyhis
selam’ın “semada cism-i beşerisiyle” bulunduğu,
“zemin müheyya” olunca “Rahmet-i İlahiye’nin
semasından nüzul” edeceğinin izahından başka bir
şey göremezsiniz. Konuşmanın sonunda bunları
hatırlatınca, kendisinin de bunları bildiğini, ama
maslahat için o sözleri etmesi gerektiğini deyince
içimden şu Hadis-i Şerif’i hatırladım: “Ya hayır
söyle, ya sus!” Maslahat eğer hakikati eğdirip seni
batıla atacaksa, susmayı seçebilirsin veya o mevzua hiç temas etmezsiniz, olur biter. Ümmet-i Muhammed’in, yani Ümmet-i İcabe olan biz
Müslümanların maslahat için hakikatı ters gösterMayıs 2010
memelerinin, o ideal toplumun inşasındaki “şehrah”, en büyük yol, “cadde-i kübra” olduğuna inanıyorum. Maslahat eğer öyle gerekiyorsa susarsın,
seni izleyenleri saptırmamış olursun böylece. Sapmış, hakikatten huruç etmiş kimselerle de tevhidî
bir toplum inşa edilemez. “Cemaatta vahid-i
sahih”in temini için “ilim” ve “cehaletin izalesi”
şarttır.
Son olarak şöyle bir soru sormak istiyorum.
Biz Müslümanların aramızdaki ayrılıklara sebep
olan şey nedir? Nedir birliğimizi bozan?
İlim; Kur’an-ı Azimüşşan ve “Kur’an’ın tefsiri
mahiyetinde olan sünnet/hadisler”den müteşekkildir. Bedahetle görürüz ki; ihtilafımızın sebebi bunlardan
cehaletimizdir,
Risale-i
Nur’u
“müsteşriklerin Mevlana Hazretlerine baktığı gibi”
anlamamızın –yani anlamamamızın- sebebi de bu
cehalettir. “İttihad cehil ile olmaz” çünkü.
41
Dava Adamı
Bediüzzaman
ediüzzaman Said-i Nursi hazretleri
batıl karşısındaki korkusuzluğu ve
İslamî mücadeledeki inatçılığıyla bilinen bir şahsiyettir. İnandığı idealler uğrunda ömrünü tüketmiş bir dava adamıdır.
O, kolay zamanda ahkâm kesenlerden
değil, zor zamanda hizmet edenlerden olmuştur. İslam’ın izzetini göstermek hususunda en ufak bir zaaf göstermemiştir.
Nitekim Sibirya’da esaret altında kaldığı sırada Rus komutanın karşısında ayağa
kalkmaması ve “Ben İslam alimiyim, imansızın karşısında ayağa kalkamam” diyerek
karşı koyması; sarığını çıkartmasını isteyen Ankara Valisi’ne “Bu sarık ancak bu
başla birlikte çıkar” diyerek cevap vermesi;
İngiliz Anglikan Kilisesi Başpapazının; “İslamiyet hakkında sorduğum altı soruya altı
yüz kelime ile cevap isterim” demesi üzerine “Ayağını boğazımıza basmış vaziyette
küstahça soru soran bu papaza, değil altı
yüz kelime; değil altı kelime bir tükürük ile
cevap veriyorum!” beyanıyla anlamlı bir
ders vermesi; Divan-ı Harp’teki mahkemeden berat etmiş olmasına rağmen mahkemeye teşekkür etmeyerek, talebeleriyle
birlikte “Zalimler için yaşasın cehennem”
sloganıyla Beyazıt’tan Sultan Ahmet kadar
yürümesi, onun İslam’ın izzetini en güzel bir
şekilde temsil ettiğini ispatlamaktadır.
B
Aydın BAŞAR
“Ayağını boğazımıza basmış vaziyette küstahça soru
soran bu papaza, değil altı
yüz kelime; değil altı kelime
bir tükürük ile cevap veriyorum!”
42
Mayıs 2010
Bediüzzaman hazretleri ömrü boyunca zulme
boyun eğmemeyi ve batıl ile mücadele etmeyi kendisine bir vazife bilmiştir. Bu sebeptendir ki çileli
ömrünü, zindanlarda ve sürgünlerde geçirmek zorunda kalmıştır. Fakat zindanda bile olsa Yüce Allah’ı tanımanın en büyük nimet olduğunun bilinciyle
hiçbir zaman bu durumdan şikâyet etmemiş; bilakis memnuniyetini şöyle ifade etmiştir: “O'nu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır.
Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hattâ bir bahtiyar mazlum idam olunurken
bedbaht zalimlere demiş: Ben idam olmuyorum;
belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat ben de sizi
idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden, sizden
tam intikamımı alıyorum. Lâ ilahe illallah diyerek
sürûr ile teslim-i ruh eder.”
DİN KARDEŞLİĞİNİ DÜSTUR EDİNMESİ
Bediüzzaman’ın, döneminin siyasal güçleri
ile arasının açık olduğu bilinmektedir. Bu sebepten
birçok defalar haksızlıklara uğramıştır. Müslümanlığın mayasında din uğrunda haksızlığa uğrayan
tüm mazlumlara sahip çıkma ve onlara değer
verme erdemi olduğundan Bediüzzaman’ı da diğer
mazlum şahsiyetler gibi tanımak ve anlamaya ça-
Mayıs 2010
lışmak zorundayız. Kaldı ki bugün Müslümanlar
arası fikir ayrılıklarının ve ihtilafın en temel sebeplerinden bir tanesi yeteri kadar birbirimizi tanımamamızdır. Karşılıklı derdimizi anlatmamız ve bir
şeyleri paylaşmamız, zannedersem iletişim problemlerinin yol açtığı ayrılıkları da bertaraf edecektir. Nitekim Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri de
Müslümanların fikir birlikteliği içinde olmaları gerektiğine inanmış ve din kardeşliğinin önündeki engellerin aşılması için çalışmıştır.
Bizler Bediüzzaman gibi fikir dünyamızda iz
bırakmayı başarmış ve kitleleri etkileme gücüne
sahip müstesna şahsiyetleri tanımada bir acziyet
gösterecek olursak, bu durum; aynı dine inanan
farklı kitlelerin de birbirlerinden uzaklaşmasına sebebiyet verecektir. Bizim maksadımız, yeni ayrılıklar çıkartmak değil, ayrı düşmüş unsurlarımızı
bütünleştirmek olmalıdır. Şüphesiz bu anlayış Müslüman kardeşliğinin bir gereğidir. Üstad’ın bu konudaki şu uyarısı gerçekten de takdire şayandır:
“Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmemek
isterseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilafınızdan istifade eden zalimlere karşı “MÜMİNLER ANCAK
KARDEŞTİR” kal'a-i kudsiyesi içine giriniz, tahassun ediniz Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de
43
hukukunuzu müdafa edebilirsiniz.” Bediüzzaman
“Müslüman kardeşliği” ilkesini kendisine düstur
edindiğinden dolaydır ki kavmiyetçiliği kardeşliğin
önündeki en büyük engel olarak görmüştür. Meseleye bu nokta-i nazardan bakarak şöyle söylemiştir. “Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din
milliyet bizzat müttehiddir, itibari, zahiri, arizi bir ayrılık var. Belki din milliyetin hayatı ve ruhudur.” Bu
önemli tespiti bile onun kıymetini bir kez daha gözler önüne sermektedir.
MEDENİYETTEN İSTİFASI
Bediüzzaman istibdada ve baskıya boyun eğmeyen, özgürlüğünden taviz vermeyen haysiyetli
bir kişiliğe sahiptir. Zorlama ve dayatmalarla davasından vazgeçecek veya şartların müsait olmadığını bahane ederek mücadelesini sekteye
uğratacak bir kişilik değildir. Öyle ki “Bu mimsiz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i
kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kalb, Şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânasiyle hükümfermâdır” diyerek hürriyetsiz bir hayatı insanlık izzetine
aykırı bulmuş ve böyle bir hayatın figüranı olmaktansa, Doğru Anadolu dağlarındaki münzevi fakat
özgür hayatın başrolünde oynamanın evla olduğunu söylemiştir.
Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri medeniyetin kendi öz değerlerimizden beslenmesi gerektiğini düşünmüş ve batıdan devşirilmeye çalışılan
sözde bir uygarlığın bizim dallarımıza aşılanmasına kavi bir şekilde karşı çıkmıştır. İslam’ın genlerinin bu toplumun iliklerine kadar işlediğini bilen
Üstad, biz “biz” olarak kaldığımız müddetçe böyle
bir aşının tutmayacağının da farkındadır. Bu düşüncelerle –haşa- dayatılmış sahte medeniyete kişiliğini kiraya vermek ve onun şartlarına adapte
olmaktansa, başına gelecekleri de göze alarak medeniyetten istifasını sunmuştur. Nitekim Mehmet
Akif Ersoy’u Mısır’a göç ettiren sebepler Üstad’ın
da böyle bir tavır almasını gerektirmiştir. Bediüzzaman, Akif’in “tek dişi kalmış canavar” olarak nitelendirdiği medeniyetten şu sözlerle istifa etmiştir:
“Medeniyetten istifam sizi düşündürecek. Evet
böyle istibdat ve sefahate ve zillete memzüc medeniyete bedeviyeti tercih ediyorum.”
44
Böyle bir kararı alarak bir nevi kendisini güncel olaylardan soyutlamış ve batıdan gelen fikir
akımlarının zehriyle kıvranan İslam gençliğini yeniden imana döndürmek için eserler telif etmeye
koyulmuştur. Onun kendisini soyutlama nedeni, denemin fikir açlığı da düşünülürse-, bir nevi bu konudaki ihtiyacı karşılamaya yöneliktir. Zira o,
imanın delillerinin yeniden ortaya konulamadığı
takdirde, batıl felsefelerle ülkeye giren birçok zehirli akımların büsbütün gençleri ifsat edeceğini düşünmektedir. Her ne kadar gündemi takip etme
noktasında, medeniyetten istifasının gereğini
yapsa da zaman zaman hükümetin icraatlarını
genel ifadeler kullanarak eleştirmekten de geri durmamıştır. Şu ifadeleri bunun bir örneğidir: “Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum.
El'iyâzü billâh, eğer dinsizlik hesabına, îmanına ve
âhiretine çalışanları mes'ul edecek kanunları
yapan ve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise,
bunu size bilâ-perva ilân ve ihtar ederim ki: Bin
canım olsa, îmâna ve âhiretime feda etmeğe hazırım. Ne yaparsanız yapınız!” Bu sözleri ile İslam
şeriatine bağlılığını bildiren Bediüzzaman hazretleri “Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve
adalet-i mahz ve fazilettir” diyerek bu konuya bir
kez daha dikkat çekmiştir.
Bu ve benzeri sözlerinden dolayı defalarca
yargılanan ve uzun yıllar soğuk zindanlarda zor
şartlar altında yaşayan Bediüzzaman her meseleye İslam nazarından bakmasının sebebini ise
şöyle açıklamıştır: “Ben talebeyim; onun için, her
şeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum. Ben milliyetimizi, yalnız İslâmiyet biliyorum; onun için, her
şeyi de İslâmiyet nokta-i nazarından muhakeme
ediyorum.” Üstad yönetim alanındaki düşüncelerini söylemekten de çekinmemiştir. Öyle ki yönetim
ile ilgili temel görüşünü şu şekilde formülize etmiştir. “Padişah peygamberimizin emrine itaat etse ve
yoluna gitse halifedir, biz de ona itaat edeceğiz.
Yoksa Peygamber’e tabi olmayıp zulüm edenler
padişah da olsalar haydutturlar.“
SİYASET HAKKINDAKİ DÜŞÜNCESİ
Tarihçe-i Hayat’ta bildirildiğine göre Bediüzzaman hazretleri siyaseti dine alet etmekle ve gizli
Mayıs 2010
siyasi komite kurmakla suçlanmıştır. O bu suçlamalara karşı şöyle cevap vermiştir: “Siyaseti dinsizliğe âlet yapan bazı adamlar; kabahatlerinin
setri için, başkasını irtica ile ve dinini siyasete âlet
yapmakla ittiham ederler.”
Her ne kadar döneminin şartları ve o günkü
tek partili sistemde siyasi ortam müsait olmadığından veya iman hizmetinin sekteye uğramaması için
tedbir mahiyetinde siyasetin şerrinden Allah’a sığınsa da bu durumu kendi zamanı ile sınırlamıştır.
Kaldı ki kendi kullandığı lafızlara baktığımızda bir
mukayyetlik görülmektedir. “Şimdilik İstanbul siyaseti, İspanyol hastalığı gibi bir hastalıktır” sözündeki “şimdilik” lafzını ve “Menfaat üzerine dönen
siyaset, canavardır” sözündeki “menfaat üzerine
dönen” kaydını boş yere söylemediğini düşünecek
olursak onun bu konudaki görüşlerini daha da iyi
anlarız.
Bediüzzaman aynı zamanda talebelerinin Risaleyi Nur namına değil fakat kendi şahısları namına siyasete girmelerinde bir mahzur
görmemiştir. Hatta kendi namına siyasete giren talebelerinin Risale-i Nur’un intişarı ve maslahatı hesabına çalışacaklarını söylemiştir.
AYASOFYA DAVASI
Bediüzzaman’ın en bariz vasıflarından birisi
de söyleyeceği sözü eğip bükmeden, İslam’ın izzetine yakışır bir tarzda söyleyebilmesidir. Bir alim
olarak yalnızca Allah’tan korkmayı kendisine düstur edinen Bediüzzaman yeri geldiğinde net tepkiler vermekten de geri durmamıştır. En önemli
itirazlarından bir tanesini bugün bazı çevrelerce
hemen hemen hiç dile getirilmeyen Fatih Sultan
Mehmet’in vasiyetnamesi konusunda yapmıştır. O
bu vasiyetnamenin ihlal edilmesine karşı çıkmış ve
şu sözleriyle tepki göstermiştir: “Ayasofya'yı puthane ve Meşihat'ı kızların lisesi yapan bir kumandanın keyfî, kanun namındaki emirlerine fikren ve
ilmen tarafdar değiliz ve şahsımız itibariyle amel
etmiyoruz.”
Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri kendi
döneminin şartlarını çok iyi tahlil edebildiğinden
Müslümanların sorunlarına mantıklı çözümler
Mayıs 2010
üretme noktasında yol gösterici bir konuma sahiptir. Dost ve düşmanını çok iyi tanımakla beraber,
kime nasıl davranacağını da çok iyi bilen birisidir.
Ülkedeki dengeleri bozan gizli güçlerin faaliyetlerinin de farkındadır. Onlara karşı gözlerini yumarak
veya onları görmezden gelerek sorunların halledilemeyeceğini bilmektedir. Üstad, sorunların temeline inmeyi başarmış ve kardeşlerini de şöyle
uyarmıştır: “Aziz Sıddık Kardeşlerim, Sizin sebat
ve metanetiniz, masonların ve münafıkların bütün
plânlarını akîm bırakıyor” Görüldüğü gibi o, ülkedeki dış mihrakların kuklası olan gizli güçleri inkar
etmemiş ve onlarla bir mücadelenin gereğine inanmıştır. Bugün gizli örgütlerden bahsedenleri “komplo teorisi üretmek”le suçlayan bazı kimselerin
hayatın tozpembe olmadığını anlayıp, bu güçlere
dikkat çeken Bediüzzaman’ın tespitlerine kulak
vermeleri elzemdir.
SONUÇ
Bediüzzaman hazretleri dinin aleyhinde
kanun çıkaran hükümeti eleştirmesiyle, masonlara
ve onların gizli derneklerine karşı kardeşlerini uyarmasıyla, Adnan Menderes’ten Ayasofya Camii’nin
tekrar ibadete açılmasını talep etmesi ve böylece
Fatih’in vasiyetine sahip çıkmak istemesiyle ve
daha birçok örnek vasıflarıyla büyük bir dava
adamı olduğunu ispat etmiştir.
45
DÜNYA
HAYATIYLA
MUTMAİN
OLMAK
ünyaya aşırı meyil, onunla yetinmek, ötesini düşünmemek âhireti
hatıra getirmemeye neticede onu
inkâr etmeye götürebilir. Nitekim, "Huzurumuza çıkacaklarını ümid etmeyen,
dünya hayatına razı olup, onunla mutmain olanlar yok mu, işte onların kazanmakta oldukları günahlar yüzünden
varacakları yer ateştir" (Yûnus, 7-8), "Hayır!
doğrusu siz dünyayı seviyor, âhireti bırakıyorsunuz" (Kıyame, 20-21) âyetlerinin de
ifâde ettiği gibi, âhireti inkâr sebeplerinden
birisi de, dünya hayatıyla itminândır.
D
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE
"Dedi ki, bunun (bahçenin) hiç bir zaman yok olacağını
zannetmiyorum.
Kıyametin kopacağını da
zannetmiyorum, faraza Rabbimin huzuruna götürülürsem bundan daha iyi bir
akibet bulurum"
46
""Dünya hayatına razı oldular ve
onunla mutmain oldular..." âyeti ifâde
ediyor ki, onlar başka dâimî ve daha yüksek bir hayat için düşünüp, fikir yürütmediler. Çünkü dünya hayatına rızâ ve onunla
yetinmek, nazarı âhiret hayatına delâlet
eden şeylerden uzaklaştırır. Ehl-i hidâyet
ise, bu dünya hayatını nâkıs bir hayat olarak görürler. Kendilerinde bu dünya hayatının bulanık hallerinden müberrâ başka bir
hayatı arama hissi uyanır... Bu yüzden
dünya hayatına razı olmak, zemmedilen ve
insanı hüsrân uçurumlarına yuvarlayan bir
şey sayılmıştır"1.
Çünkü bu âyet mefhûm-u muhâlifiyle,
dünya hayatıyla iktifâ etmemeyi emrediyor.
Sadece dünya hayatına bağlanıp ötesini
aramamaktan sakındırıyor. Denilebilir ki,
Yüce Allah hakikatte dünya hayatını böyle
Mayıs 2010
nâkıs ve insanı tatmin etmeyecek bir sûrette yaratmış ki, insanoğlu bu hayata nazar ederek, bu
hayatın gerçek hayat olmadığını, âhiretin lüzûmunu anlasın, rûhundaki ebediyet arzusunu tatmin
edecek başka bir âlem arasın. Fakat dünyaya
meyil insanı bu delillere karşı kör ediyor. Böylece
“Dünya sevgisi her türlü hatanın başıdır”2 sözünün hükmü tezâhür ediyor.
"Dünya hayatı onları aldattı, oyaladı" âyeti de
bu manaya işâret etmektedir. Yani bunları dünya
hayatı aldattı ve zannettiler ki dünya hayatı devâmlıdır. İman ettikleri takdirde ise, bu hayatın
zevâl bulmasından korktular3. Yani imân onlara
âhireti, ölümü hatırlattığı için, dünya hayatının devâmlı olduğu vehmi de onları memnûn edip oyaladığı için, imân edip de bu tatlı uykularından
uyanmak istemediler...
Bazen aşırı refâh ve zenginlik de, insanı şımartıp, dünyaya ebedî kalacakmış gibi meylettirip, âhireti inkâra sebep olabilir. Şu âyet-i kerîme
bu gerçeğe işâret etmektedir: "İnsan kendini
müstağnî gördüğü zaman azar" (Alak, 6-7). "Dediler ki, biz malca ve evlatca çoğuz ve biz azaba
marûz kalacak değiliz" (Sebe', 35) âyetinde de, evlâd
ve emvâlin çokluğuyla övünmeden sonra "Biz
azaba marûz kalacak değiliz" denilmesi, mal ve
çocukların çokluğunun onları aldatıp, onlarla ebedi
kalacaklarını zannedip, azabı inkâr etmeye sevkettiğine işâret etmektedir.
Nitekim, cahiliyye dönemi Mekke âhalisinin
zeki, kabiliyetli, dünya arzusuyla dolu olan zengin
tüccarları gelecek hayata, âhirete dâir hiç bir şey
öğrenmek istemiyorlardı. Onlara göre böyle bir şey
olamazdı. Mekkelilerin Kur'ân'ın tekrar dirilme fikrine karşı olan bu menfi davranışlarında iş adamı
olma zihniyetlerinin rolü büyüktür. Bu durum onlarda zengin tüccarların kendine güvenme halini,
Kur'ân'ın deyişiyle istiğnâ halini doğurmuştu. Aslında bu istiğnâ durumu sadece Mekkelileri dinden
uzaklaştırıcı bir sebep değil, bütün insanlar için geçerli fıtrî bir haldir. Bu yüzdendir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de bu durum ifâde edilirken, "İnsan kendini
müstağnî gördüğü zaman azar" (Alak, 6-7) buyrulmuştur.
Kehf sûresinde kıssası nakledilen, öldükten
sonra tekrar dirilmeyi inkâr eden bahçe sahibinin
inançlı arkadaşına hitaben söylediği şu ifâdeler de
aşırı zenginlik ve mal düşkünlüğünün âhireti inkâra
sebep olabileceğini göstermektedir. Şöyle buyruluyor: "Dedi ki, bunun (bahçenin) hiç bir zaman
yok olacağını zannetmiyorum. Kıyametin kopacağını da zannetmiyorum, faraza Rabbimin huzuruna götürülürsem bundan daha iyi bir
Mayıs 2010
akibet bulurum" (Kehf, 35-36). Bu âyet, sahip olduğu
zenginliğin ebediyyen kalacağını veya zenginliğinin kendisini ebedileştireceğini zanneden kimsenin
durumunu tasvîr etmektedir.
Ekinlerin, meyvelerin, ağaç ve nehirlerin her
taraf ve her köşede sürekli olarak devâm edip gitmesi ona böyle bir zan vermişti4. Hatta o, bu şeylerin kendisinden ayrılmayacağına öylesine
inanmıştı ki, farazâ âhiret olsa bile, orada da böyle
şeylere kavuşacak, değişen bir şey olmayacaktır.
Ona göre, madem ki, bu dünyada bu zenginlikleri
hak etmiştir, âhirette de bu zenginliklere kavuşmak
tabiî bir hakkıdır5.
Zenginliğin pek çok insanı bu hale getirmesi,
müslüman zenginler için de geçerli olabilmektedir.
Nitekim, bazı müfessirler zamanlarındaki müslüman zenginlerin de, dilleriyle söylemeseler de,
lisan-ı halleriyle, "bunun hiç bir zaman yok olacağını zannetmiyorum" ifâdesini terennüm ettiklerini
ifâde etmişlerdir6. Çünkü bazı zenginler zenginliğin
verdiği şımarıklıkla, Allah ve âhiret endişesini ortadan çıkararak, haşa, Allah ve âhiret yokmuş gibi
yaşamaktadırlar7. Bir âyette de ifâde edildiği gibi,
uzun müddet refâh içinde yaşamak, böyleleri için,
Allah'ı ve âhireti unutmaya sebep olan büyük bir
musibettir8.
Zenginliğin bu tehlikesinden olsa gerektir ki,
Hz. Süleymân Allah'a şöyle yalvarmıştır: "Rabbim,
bana ve ana-babama in'âm ettiğin nimetlere şükretmeye beni muvaffak kıl..." (Neml, 19) Peygamber Efendimiz (s.a.v) de şöyle duâ etmiştir:
"Allahım, Muhammed ehl-i beytinin rızkını yeteri kadar ver"9.
"O (arkadan çekiştiren, yüze karşı eğlenen
kimse) mal topladı da onu sayıp durdu. Malının
kendisini ebedî kılacağını zannediyor" (Hümeze, 2-3)
âyetinde de, bu duygu yani cimrilikle toplanmış mal
ve kazanılmış zenginliğin insanı nasıl âhiretten
oyaladığı ve elindeki para ve malların kendisiyle
beraber ebedî olarak kalacakları zann-ı bâtılına düşürdüğü, ulvî bir üslûbla ifâde edilmiştir.
"Allah'ın verdiği rızka karşı şükrü, onu yalanlamakla mı yerine getiriyorsunuz?" (Vakıa, 82)
âyetinde de, inkârcıların, bir nimet olan rızık ve refâhı, şükür sebebi değil de, inkâr sebebi yaptıklarına işâret ediyor.
................................................................................................
*. Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler
yapılarak hazırlanmıştır. , 1. İbn Aşûr, XI, 99., 2. Bkz. Alauddin Ali el-Muttakî el-Hindî, Kenzu'l-Ummâl fî Süneni'l-Akvâli ve'l-Ahvâl, Müessesetu'r-Risale, Beyrut, 1979, III, 192. Bu sözün hadîs olması muhtemel olduğu gibi,
bazı büyük zatlara da nisbet edilmiştir (bkz. Aclunî, s.412-413). Hadîs olmasa da, manasının doğruluğu açıktır., 3. Kurtubî, VII, 57., 4. Bkz. İbn Kesîr, III, 88., 5. Bkz. Zemahşerî, II, 484., 6. Bkz, Zemahşerî, II, 484; Nesefî, III, 13., 7. Bkz. Veli Ulutürk, Kur’an-I Kerim Allah’I Nasıl Tanıtıyor?, s. 278., 8. Bkz. Furkân, 18., 9. Buharî,
Rikâk, 17, VII, 181; Müslim, Zühd, 18, 19, IV, 2281; Tirmizî, Zühd, 38, VII, 101.
47
Cennet
Kimsenin
Tekelinde
Değil; Mâliku'lMülk Olan
Allah'ın
Elindedir
Allah Teâlâ'ya hamd ve âlemlere rahmet olarak gönderilen O'nun değerli elçisi
efendimize salât u selâm ederiz.
Muhammed Ali es-Sâbûnî
(Çev: Ömer Faruk Tokat)
"«Yahudi veya Hıristiyan olmayan kimse elbette
cennete
girme
yecek» dediler" "Bu onların bir kuruntusudur. Sen
de onlara: «Eğer sahiden
doğru söylüyorsanız delilinizi getirin» de" (Bakara, 111)
48
Değerli kardeşim Prof. Dr. Süleyman
Ateş'in, Türkçe olarak yayınlanan "İslâmî
Araştırmalar" dergisindeki "Cennet Kimsenin
Tekelinde Değildir" başlıklı yazısını(*) çevirmen aracılığıyla okudum. Hz. Âdem (a.s.) hasebiyle, kardeşleri olan insanları savunma
gayreti sebebiyle kendisini kutluyorum; Mezkur makaleden anlaşıldığı üzere, sayın Ateş
hiçbir insanın cehenneme gitmesini istememektedir. Bu, her müminin hatta her aklı başında insanın, beşeriyetin bütün fertleri için
arzu ettiği değerli bir insani taleptir. Çünkü
bizler, bütün bir insanlık olarak kardeşiz ve
Âdem'in çocuklarıyız. Nitekim Allah Teâlâ
bunu şöyle ifade eder: "Ey insanlar! Sizi
bir tek nefisten yaratan ve ondan da
eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının" (Nisâ, 1). Dolayısıyla akl-ı
selîm bir insanın diğer insan kardeşlerinin
kurtulmasını arzu etmemesi düşünülemez.
Ancak sayın Ateş'in makalesinin başlığı
insanı şaşırtmakta ve dehşete düşürmektedir.
Biz Müslümanlar olarak cennetin "tekelimizde" olduğunu hiç öne sürdük mü? Yoksa
bu iddia hemcinsleri ve dindaşları hususunda
Mayıs 2010
ırkçı, mutaassıp ve tutucu bir karaktere sahip olan Yahudi ve Hıristiyanlara ait değil midir?
Cennete girme hususunda "tekelci" bir yaklaşıma sahip olanların Yahûdî ve Hristiyanlar olduğunu
Kurân-ı Kerim haber vermektedir: "«Yahudi veya
Hıristiyan olmayan kimse elbette cennete girmeyecek» dediler" (Bakara, 111). Yani Yahudîler
yalnızca kendilerinin cennete gireceğini, Hıristiyanlar
da yine yalnızca Hristiyanlık dinine mensup olanların cennete gireceğini iddia ettiler. Allah Teâlâ ise her
iki grubu da yalanlayarak "Bu onların bir kuruntusudur. Sen de onlara: «Eğer sahiden doğru
söylüyorsanız delilinizi getirin» de" (Bakara,
111) buyurmaktadır. Yani Allah'ın cenneti diğer insanlara değil, yalnızca size tahsis ettiğine dair apaçık
delil ve burhanlarınızı getirin. Eğer "cennete Yahudi
ve Hristiyanlardan başka hiç kimse giremez" iddianızın doğru olduğunu düşünüyorsanız delilinizi gösterin
buyrulmaktadır. Dolayısıyla Kurân-ı Kerim nassının
da açıkladığı üzere, bu iddianın sahipleri, Müslümanlar değil, Yahudi ve Hristiyanlardan oluşan ehl-i
kitaptır. Allah'a hamdolsun ki biz Müslümanlar, cennetle ilgili bu "tekelci" iddiadan beriyiz.
CENNETE GİRMEK İÇİN KUR'ÂN'CA
BELİRLENEN BİRTAKIM ŞARTLAR VARDIR
Şüphesiz Cennet kimsenin "tekelinde" ve mülkünde değildir. Yani orası, hiç kimsenin dilediğini
oraya sokabileceği, dilediğine de onu yasaklayabileceği özel bir alan değildir. Bilakis o Allah'ın (azze ve
celle) yedinde ve mülkündedir. Cennete girmenin
Kur'ân'ca belirlenen ve mutlaka uyulması ve yerine
getirilmesi gereken birtakım şartları vardır. Malum olduğu üzere Kurân-ı Kerîm güneşin gün ortası parlaklığı kadar açık ve nettir.
Dostumuz Sayın Prof. Dr. Süleyman Ateş, benimsediği mezkûr düşünceyle ilgili tutucu ve mutaassıp bir eda sergilemeyerek sağlıklı ve sakin bir
tartışmaya hazır olduğunu belirtirse sevinir ve müteşekkir oluruz. Bu tartışmada doğruya ulaşmaktan
başka bir hedefimin olmadığını burada bâhusûs belirtmek isterim. Hedefimiz, doğruya ulaşmak ve
Kitâb-ı Azîz'in getirdiği saf hakikati hiçbir taassuba ve
tutuculuğa mahal bırakmadan bulmak olsun.
Kurân-ı Kerîm, gerek Hz. İsâ'nın, gerek Hz. Muhammed'in ve hatta bütün peygamberlerin –Allah'ın
salâtı hepsinin üzerine olsun– diliyle, cennete girmek
Mayıs 2010
için birtakım şartlar belirlemiştir. Bu şartları şöyle sıralamak mümkündür: Allah'a, kitaplara, peygamberlere, âhiret gününe ve Kurân-ı Kerîm'in getirdiği her
şeye, tahrif etmeden, saptırmadan ve değiştirmeden,
"işittik ve îman ettik" teslimiyetiyle inanmaktır. Nitekim Allah Teâlâ bunu şöyle açıklar: "Peygamber,
Rabbi tarafından kendisine indirilene iman
etti, müminler de (iman ettiler). Her biri
Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. «Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik,
itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına sığındık! Dönüş
sanadır» dediler." (Bakara, 285).
Peygamberler arasında ayrım yapmanın manası, onların bazılarına inanıp bazılarına inanmamaktır. Nitekim Allah Teâlâ başka bir ayette bunu
şöyle açıklar: "O kimseler ki ne Allah’ı tanırlar
ne rasûllerini ve o kimseler ki Allah’ı tanıdığını iddia edip rasûllerini tanımayarak, Allah
ile elçilerini birbirinden ayırmak isterler. Ve o
kimseler ki «rasûllerin bazısına iman ederiz,
bazısını reddederiz» derler ve böylece iman ile
küfür arasında bir yol tutmak isterler, İşte bunlar gerçek kâfirlerin ta kendileridir." (Nisâ, 150).
Bütün müfessirlere göre bu ayet-i kerîme Yahûdi ve
Hristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Çünkü peygamberlerin bir kısmını kabul edip bir kısmını reddedenler onlardır; Yahûdiler Hz. Mûsâ'ya iman ederken
Hz. İsâ ve Hz. Muhammed'i inkâr etmekte, Hristiyanlar ise Hz. İsâ'ya iman ederken Hz. Muhammed'i
reddetmektedirler. Bu yüzden Allah Teâlâ "İşte bunlar
gerçek kâfirlerin ta kendileridir" buyurarak onların
hepsinin kâfir olduğuna hükmetmiştir.
YAHUDÎ VE HRİSTİYANLARIN KÂFİR
OLDUĞU KESİN AYETLERLE SABİTTİR
Yukarda da belirttiğimiz üzere mezkûr ayet-i kerîme dinsizlerle ve müşriklerle değil, ehl-i kitâb ile ilgilidir. Makalenin yazarı değerli dostumuz Prof. Dr.
Süleyman Ateş'e soruyoruz: Yahûdi ve Hristiyanlar
Hz. Muhammed'in peygamberliğine imân etmekte ve
Kurân-ı Kerîm'e inanmakta mıdırlar? Eğer sayın
Ateş'in bu soruya cevabı "evet"se Kurân-ı Kerîm'in onlarla savaşılmasına yönelik hükümleri ve onların
küfür ve sapkınlık içinde olduklarını belirten ayetleri
nasıl açıklanacaktır? Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Kendilerine kitap verilenlerden oldukları
halde, Allah’a da, âhiret gününe de iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını
49
haram tanımayan, hak dinini (İslâm'ı) din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar
savaşın." (Tevbe, 29).
Biz Müslümanlar, kıldığımız namazların her rekâtında Fâtiha sûresini okuruz ve bu sûrede "Nimet
ve lütfuna mazhar ettiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapkınlarınkine değil."
âyeti vardır. Hz. Peygamber (s.a.v.) buradaki "Gazaba uğrayanları" Yahûdiler; "sapkınları" ise Hristiyanlar olarak tefsir etmiştir. Takdir edersiniz ki, Hz.
Peygamber'in bu tefsirinden sonra artık kimseye söz
düşmez (Bu açıklama için İbn Kesîr Tefsirine bakınız).
Kurân-ı Kerim'de Yahûdi ve Hristiyanları cehennem
konusunda müşriklerle eş tutan bir çok ayet vardır:
"Gerek Ehl-i kitaptan, gerek müşriklerden olan
kâfirler, hem de devamlı kalmak üzere cehennem ateşindedirler. Onlar bütün yaratıkların
en şerlisidirler." (Beyyine, 6), Yahûdilerle ilgili şöyle
buyrulmaktadır: "Küfürleri ve Meryem hakkında
pek büyük bir iftirada bulunmaları sebebiyle
(lânete uğramışlardır)" (Nisâ, 156), Hristiyanlarla
ilgili şöyle buyrulmaktadır: "Andolsun ki, «Meryem
oğlu Mesih, Allah'tır.» diyenler kafir olmuşlardır" (Mâide, 17), "Andolsun ki, «Allah üçten biridir» diyenler kâfir olmuştur" (Mâide, 73). Yine
Hristiyan ve Yahûdilerle ilgili şöyle buyurulur: "Yahudiler ve Hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları
ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor?"
(Mâide, 18).
Bütün bu ayet-i kerîmeler, Yahûdi ve Hristiyanların küfür içinde olduğunu açık bir şekilde belirtirken
ve onlar Allah'ı ve Rasûlü'nü yalanlayıp dururken ve
hak dîni kabul etmezken biz onların îman sahibi olduklarına ve cennete gireceklerine nasıl hükmedebiliriz? Üstelik Allah Teâlâ Hz. Îsâ'nın diliyle şöyle
buyurur: "Oysa Mesih, «Ey İsrailoğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin; kim
Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah ona
cenneti haram eder, varacağı yer ateştir, zulmedenlerin yardımcıları yoktur» dedi" (Mâide,
72).
Onları cennete girmekten mahrum bırakan biz
değiliz; ancak onlar küfrederek, Üzeyr ve Mesîh'in Allah'ın oğlu olduğu iddiasında bulunarak, Mesîh'in çarmıha gerildiğine inanarak ve ona ilahlık isnad ederek
cennete girmekten yüzçevirdiler.
50
Kurân-ı Kerîm onların küfre saptığını, İsâ'yı ilahlaştırdıklarını veya Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu
veya "üçün üçüncüsü" olduğunu öne sürerek Allah'a
ortak koştuklarını anlatmaktadır.
Günümüz Yahudi ve Hristiyanları içinde Hz.
Muhammed'in (s.a.v) peygamberliğine imân eden ve
Kurân'ın doğruluğuna inananlar var mıdır? Böyle birileri varsa bunlar nerede yaşamaktadır? Bizim gezegenimizde mi yoksa Zühre ya da Merih gibi bir yerde
mi yaşamaktadırlar? Yahûdi veya Hristiyan olup da
Yahûdîlik veya Hristiyanlık dinine bağlı kalan;
Allah'ın, cennete girmenin şartı olarak belirlediği
bütün kitaplara ve peygamberlere îman eden bir kişiyi bize gösterebilir misiniz ki onun ehl-i îmândan olduğunu kabul edelim? Eğer böyle biri yoksa bu
meyanda söylenilen bütün sözler bir takım hayal ve
rüyalar olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.
CENNETE GİRMEK İÇİN HZ. MUHAMMED
(S.A.V)'E İMAN ETMEK VE ONA TÂBİ
OLMAK ŞARTTIR
Değerli dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş'e
demek isteriz ki; cennete girmenin olmazsa olmaz
şartı, Hz. Muhammed'e îmân etmek ve Allah'tan getirdiği her şeye tâbi olmaktır. Yoksa sayın Ateş'in –
Allah onu affetsin- "Yahûdi ve Hristiyanların Hz.
Mayıs 2010
Peygamber (s.a.v)'e, ona vahiy geldiğine ve getirdiklerinin hak olduğuna inanmaları durumunda kendi
dinleri üzere ibadet etmeleri cennete girmeleri için yeterlidir; dinlerini terk edip Hz. Peygamber'in dinine
tâbi olmaları şart değildir" mealindeki iddiası olabildiğince problemli ve anlamsızdır. Daha önce de belirttiğimiz üzere ne Hristiyanlık inancının lideri
Vatikan'daki "büyük Papa", ne de en alt seviyedeki
bir papaz ya da haham, yani Yahûdi ve Hristiyanlardan hiç kimse Peygamberimizin ve Kurân-ı Kerîm'in
hak olduğuna inanmamaktadır. Bütün Yahûdi ve
Hristiyanlar Hz. Muhammed'in peygamberliğini yalanlamaktadır. Farz-ı muhal kabilinden bir an için onların Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğine
inandıklarını, Mesîh'in ilahlığını ve Allah'ın oğlu olması şeklindeki inançlarını tashih ettiklerini düşünsek
bile bu yeterli değildir. Mutlaka, Hâtemu'l-Enbiyâ ve'lMurselîn olan Hz. Muhammed'e tâbi olmaları ve
onun getirdiği dine ters düşen dini terk etmeleri gerekir ki bu Allah Teâlâ'nın yüce kitabında zorunlu kıldığı bir şarttır. Şurası kesin bir vakıadır ki, Hz.
Peygamber Yahûdi ve Hristiyanların öne sürdüğü gibi
sadece Araplara değil, bütün beşeriyete gönderilmiştir. Yahudi ve Hristiyanlarla Hz. Peygamber'in risâletiyle ilgili tartışmalarımızda kendilerine apaçık deliller
getirdiğimizde, "O Arapların peygamberidir dolayısıyla ona tâbi olmak bize vâcip değildir"
derler. Ama biz şu an Müslümanlarla ve Müslümanlara tefsir ve diğer şer’î ilimler dersleri veren Prof. Dr.
Süleyman Ateş'le karşı karşıyayız. Şimdi onlara soralım: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in risâleti Araplarla mı sınırlıdır yoksa bütün insanlık için bağlayıcılık
ifade eden bir kapsayıcılık mı ifade etmektedir? Bu
sorunun cevabı çok açıktır; "Ey Rasûlüm, Biz seni
bütün insanlığa rahmetimizin müjdecisi, azabımızın uyarıcısı olarak gönderdik" (Sebe, 28),
"Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim" (A'râf, 158) âyetleri sebebiyle Hz. Muhammed'in peygamberliğinin
umûmî olduğunu hiç kimse inkâr edemez. O halde
Hz. Peygamber bütün insanlığa gönderilmişse ona
tâbi olmanın vâcip olmadığı nasıl söylenebilir? Yoksa
Allah Teâlâ ona îmân etmeyi vâcip kılıp daha sonra
ona muhalefeti ve tâbi olmamayı mübah mı addetmiştir?!
Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s.a.v)'e iman etmeyi, onu desteklemeyi ve getirdiklerine tâbi olmayı
bütün peygamberlere farz kılmış ve bu hususta onlardan söz (ahd ve mîsâk) almıştır: "Hani Allah,
peygamberlerden: «Ben size Kitap ve hikmet
Mayıs 2010
verdikten sonra nezdinizdekileri tasdik eden
bir peygamber geldiğinde ona mutlaka inanıp
yardım edeceksiniz» diye söz almış, «Kabul ettiniz ve bu ahdimi yüklendiniz mi?» dediğinde,
«Kabul ettik» cevabını vermişler, bunun üzerine Allah: O halde şahit olun; ben de sizinle
birlikte şahitlik edenlerdenim, buyurmuştu."
(Âl-i İmrân, 81) O halde, bütün Peygamberler Hz.
Muhammed'in dönemine yetişmeleri durumunda
ona tâbi olmayı kabul etmişken o peygamberlerin
ümmet ve tâbilerinin Hz. Muhammed'in dinine tâbi
olmakla mükellef olmadığını söylemek ne kadar gerçekçidir? Şüphesiz bu, garip bir durum ve çok tuhaf
bir İslâm anlayışıdır.
Allah Teâlâ, Yahûdi ve Hristiyanların îmânının
sahih olması için Hz. Muhammed (s.a.v)'e tâbi olmalarını zorunlu kılarak şöyle buyurur: "Onlar ki yanlarında Tevrat ve İncil'de yazılı bulacakları o
Rasûle o, ümmî Peygambere ittiba' ederler"
(A'râf, 157) Bu ayette sözü edilen peygamber kimdir? Hz. Mûsâ mıdır? Hz. İsâ veya Hz. Nûh ya da Hz.
İbrâhim midir? Hiç şüphesiz, burada zikredilen peygamber Hz. Muhammed (s.a.v)'dir. Çünkü ayet-i kerîme o peygamberi ümmîlikle vasfetmiş, Tevrat ve
İncil'de adının geçtiğini belirtmiştir. Bu vasıflara sahip
olan peygamber de Hz. Muhammed'den başkası değildir. Allah Teâlâ burada peygambere imân etmekten
veya risâletini tasdik etmekten değil ona tâbi olmaktan sözediyor. Tâbi olmak ise onun getirdiği şeriatla
amel etmek ve dinine sarılmaktır. Yoksa zorunluluk
ve ittibâ içermeyen imanın anlamı yoktur. Bu aynı zamanda Allah'ın âlemlere rahmet olarak gönderdiği
Peygamber'i tasdik etmenin şartlarından değil midir?!
Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Eğer onlar da sizin
inandığınız gibi inanırlarsa doğru yolu bulmuş
olurlar" (Bakara, 137). Bu ayette de görüldüğü
üzere hidayetin şartı Müslümanların îmân ettiği her
şeye îmân etmektir ki Müslümanlar son peygamber
Hz. Muhammed'e ve onun getirdiği İslâm dînine tâbi
olurlar.
İSLÂMA TERS DÜŞEN HER DİN
MERDÛDDUR
Allah Teâlâ Hz. Muhammed (s. a. v)'in getirdiği
İslâm dînine ters düşen her dini reddetmiş ve mensupları dinlerini yaşasalar bile o dinlerin kendi indinde makbul olmayıp merdûd olduğunu belirtmiştir.
Çünkü Son Peygamber'in gelmesiyle bütün dinler son
bulmuştur. Allah Teâlâ İslâm'ın dışındaki dinleri ke-
51
sinlikle kabul etmeyeceğini ifade ederek şöyle buyurur: "Her kim İslam'dan başka bir din ararsa
asla kabul edilmez ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardan olur" (Âl-i İmrân, 85). Allah Teâlâ bu
ayette İslâm'dan başka din arayanların isyan, sapkınlık ve hüsran içinde olduğunu belirtir ve şöyle buyurur: "Allah katında din, şüphesiz İslam'dır" (Âl-i
İmrân, 19) Yani Allah'ın, Hz. Muhammed'in getirdiği
İslâm dininden başka, kabul ettiği bir din yoktur.
İslâm lafzı mutlak olarak kullanıldığında onunla İslâm
dininden başka bir din kastedilmez. Nitekim şu ayeti kerîmede bu çok açıktır: "Bugün size dininizi
ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve
sizin için din olarak İslâm'a razı oldum." (Mâide,
3) Şimdi akıl sahibi bir insan buradaki "İslâm" ile Hz.
Nûh'un, Hz. İbrâhim'in, Hz. Mûsâ veya Hz. İsâ'nın Allah'ın hükmüne teslim olmaları manasında Müslümanlar olmaları ve tevhîdi getirmiş olmaları
hasebiyle, getirdikleri dinlerin kastedildiğini söyleyebilir mi? Yoksa bu ayetteki "İslâm"dan maksat yalnızca
Hz. Muhammed'in getirmiş olduğu din değil midir?
Hiç kuşku yok ki, bu ayet-i kerîme Kurân-ı Kerîm'in
nüzulünün tamamlanmasından sonra İslâm ümmetini muhatap alarak inmiştir!!
Allah Teâlâ ayrıca şöyle buyurur: "Ancak müslüman olarak can verin" (Âl-i İmrân, 102). Burada
Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ tevhîd mesajını getirdikleri için
Yahûdilik ya da Hristiyanlık dinleri üzere can vermemiz mi kastedilmektedir yoksa ayet-i kerimede kastedilen, yalnızca İslâm dini midir? Bütün bunlara
rağmen değerli Dostumuz Prof. Dr. Süleyman Ateş,
herhangi bir semâvî dine mensup olan kimsenin kendi dini üzere kalsa bile- cennetle müjdelendiğini
nasıl söyleyebilmektedir? Cenâb-ı Allah böyle kimselerin hüsrân ve isyân içinde olduğuna ve cehennemde ebedî olarak kalacaklarına hükmetmişken
sayın Ateş'in bu sözleri ne anlama gelmektedir?
Bu sözlerden hangisi doğrudur? "…O, ahirette
hüsrana uğrayanlardan olur" (Âl-i İmrân, 85) buyuran Allah'ın sözü mü yoksa cennetin kapılarını sonuna kadar açan ve bütün dinlerin mensuplarına,
"Kendi dîninize bağlı olarak yaşamanız sorun değil.
Hâtemu'l-enbiyâ ve'l-murselîn'e tâbi olmasanız bile,
buyurun cennete esenlikle ve selâmetle girin" diyen
Prof. Dr. Süleyman Ateş'in sözleri mi?!! Doğrusu sayın
Ateş'in bu aceleciliğine ve Kitab ve Sünnetîn katî nasslarına olan muhalefetine şaşırmamak elde değil. Değerli dostumuza soruyoruz: Kendisi Hz. Peygamber'in
sünnetini reddedenlerden midir yoksa ona inanan ve
tasdik edenlerden midir? Ben şahsen sayın Ateş'in
böyle bir soruya Sünnetin Sâhibi (s.a.v)'ne saygı göstererek ve hürmet sadedinde başını saygıyla eğerek
mukabelede bulunanlardan olduğunu düşünüyorum.
O halde İmam-ı Müslim'in Sahîh'inde rivâyet ettiği,
Hz. Peygamber (s.a.v)'in şu sözüne kulak verelim:
"Nefsimi elinde tutan (Allah'a) kasem olsun ki,
bu ümmetten her kim -Yahudi olsun, Hristiyan
olsun- beni işitir, sonra da bana gönderilenlere
inanmadan ölecek olursa mutlaka cehennem
ehlinden olacaktır."
Görüldüğü üzere Allah Teâlâ Yahudi ve Hristiyanların inançlarını terk ederek İslâm dinine girmemeleri durumunda cehenneme gireceklerine
hükmetmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v), hak dine tâbi
olup, kendisinin peygamberliğine ve getirdiği kitaba
îmân etmedikçe onların cehennemlik olduğunu açıklamıştır. O halde kafamıza göre ahkâm keserek Yahûdi ve Hristiyanların cennete gireceğini söylememiz
ve Kitâp ve Sünnete muhalefet etmemiz kesinlikle
caiz değildir. Bütün insanların cennete girmesini arzu
edebiliriz, ancak cennetin anahtarları ne biz Müslümanların elindedir ne de keşiş ve ruhbânın elindedir.
Allah Teâlâ Hz. Peygamber'e muhalefeti gazap ve öfkesine sebep addetmiştir: "O'nun (Peygamber'in)
emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belanın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba
52
Mayıs 2010
uğramaktan sakınsınlar" (Nûr, 63). Hz. Peygamberin emrine aykırı hareket edenler bile böyle anlatılmışken ona hiç inanmayan ve Allah –azze ve
celle-den getirdiklerine tâbi olmayanların durumu
nasıl olur?
İSLÂM ÜSTÜNDÜR; ONA ÜSTÜN
GELİNMEZ
İslâm semâvî dinlerin en sonuncusudur. Allah
Teâlâ bütün dinlerin kemâlâtını onda toplamış ve elçisi Hz. Muhammed (s.a.v)'i diğer bütün dinleri nesheden, hükmedici bir peygamber olarak gönderdiğini
kesin nasslarla bildirmiştir: "O (Allah), müşrikler
hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere
üstün kılmak için Resûlünü hidayet ve Hak Din
ile gönderendir" (Tevbe, 33). Ayet-i kerîmenin
"Bütün dinlere üstün kılmak için" kısmının manası Yahûdilik, Hristiyanlık ve diğer dinlerin hepsinden üstün
kılmak için anlamındadır.
Müslümanların da Kurân'la amel etmeyi bırakmaları
mümkün olur. Oruç emrini veya meselâ cihâd farîzasını bırakarak insanlara kıtâl ve cihâd gibi meşakkatli
teklifler yüklemeyen İncil'e tâbi olmalarında bir sakınca görülmez. İncil'de geçen "Bir yanağına vururlarsa diğerini çevir" sözüne göre amel ederek zevk u
sefâ içinde yaşayabilirler ki bu görüş hiç bir Müslüman tarafından kabul edilmez.
BAKARA AYETİNİ TAMAMIYLA YANLIŞ
ANLAMAK
Tefsir âlimlerinin önde gelenlerinden Allâme
Ebu's-Suûd, tefsirinde der ki: Allah Teâlâ vaadini
İslâm dinini üstün kılarak gerçekleştirmiştir. Şöyle ki,
islâmı son din yapmış ve onun dışındaki bütün dinleri
mağlup ve makhûr kılmıştır (bkz. Tefsîru Ebî's-Suûd).
Allah Teâlâ, bir başka ayet-i kerîmede de şöyle buyurur: "Sana da (Ey Muhammed,) önündeki
kitap(lar)ı doğrulayıcı ve ona 'bir şahid-gözetleyici-hâkim' olarak Kitab'ı (Kur'an'ı) indirdik"
(Mâide, 48). Dolayısıyla Kurân-ı Kerîm, kendisinden
önceki kitaplara hükmeden ve onları denetleyen bir
kitaptır. Nitekim el-Hâfız İbn Kesîr bu âyetin tefsirinde
şöyle der: Kurân-ı Kerîm, önceki kitapların doğru ve
muharref yerlerini denetleyen ve onlara şâhitlik eden
bir kitaptır. Allah Teâlâ Yahûdi ve Hristiyanların, kitaplarını tahrif ettiklerini şöyle anlatır: "Yahudilerden
bir kısmı, (Allah'ın kitabındaki) kelimeleri esas
mânâsından saptırırlar" (Nisâ, 46). Hristiyanlarla
ilgili de şöyle buyurur: "Kendilerine zikredilen (Kitab'ın) önemli bir bölümünü unuttular" (Mâide,
14). Yani İncil'in hükümlerinden birçoğuyla amel etmeyi bıraktılar. "Bu yüzden Biz de aralarına kıyamet gününe kadar sürecek kin ve nefret
bıraktık" (Mâide, 14). O halde gerçek Tevrat nerededir ve kendisine sarılanı cennete götürecek asıl İncil
nerededir?
Değerli dostumuz Bakara ayetini yanlış anlamıştır. Ayet şöyledir: "Şüphesiz, inananlar, Yahudi
olanlar, Hıristiyanlar ve Sâbiîlerden Allah'a ve ahiret
gününe inanıp yararlı iş yapanların ecirleri Rablerinin katındadır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir" (Bakara, 62). Sayın Ateş bu âyete
bakarak herhangi bir semâvî dine mensup olan herkesin cennete gireceğini zannetmektedir. Bundan dolayı dergideki mezkûr makalesinde "Bu Kurân,
herhangi bir semâvî dine mensup olan, Allah'a ve
âhiret gününe inanan ve amel-i sâlih işleyen herkese
cenneti müjdelemektedir" demekte ve yukarıdaki
ayeti bu iddiasına mesned kılmaktadır. Hâlbuki ayeti kerîmeden böyle bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Çünkü ayet inanan grupları sıralayarak Hz.
Mûsâ zamanında yaşayıp da kendisine îmân eden
Yahûdîlerden, Hz. İsâ'nın zamanında kendisine îmân
eden Hristiyanlardan ve Hz. Muhammed'in peygamberliği döneminde O’na inanan müminlerden sözetmektedir. Şüphesiz bu peygamberlere tâbi olanlar
yaşadıkları dönem içinde peygamberlerini tasdik edip
onlara tâbi olmuşlarsa cennete gireceklerdir. Ancak
îmân etmeyenler cehenneme girecektir. Nitekim Allah
Teâlâ bunu şöyle anlatır: "İsrailoğullarından bir
zümre inanmış, bir zümre de inkâr etmişti" (Saf,
14). Bu yüzden Hz. Muhammed'in bisetinden sonra
Hz. Mûsâ'ya veya Hz. İsâ'ya tâbî olmak ve onların kitaplarıyla amel etmek câiz değildir. Bilakis Kurân'a
tâbi olmak ve bütün peygamberlere îmân etmek mutlaka gereklidir. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v) Hz.
Ömer'in Tevrat'tan bazı sayfalar okuduğunu gördüğünde kendisine kızmış ve şöyle demiştir: "Allah’a
kasem olsun ki Musa hayatta olsaydı bana tabi
olmaktan başka çıkar yol bulamazdı." (el-Hâfız
İbn Kesîr'in tefsirine bkz.)
Binaenaleyh, Hz. Muhammed'in gönderilmesinden sonra bile olsa, semâvî dinlerden herhangi birine tâbi olan kimse Allah'ın azabından kurtuluyorsa
Sayın Ateş (Allah onu affetsin) aynı zamanda
Mâide ayetini de yanlış anlamakta ve Hristiyanlar, İslâm'a girmeyerek kendi dinlerine tâbi olmaya devam
Mayıs 2010
53
etseler bile Allah Teâlâ'nın kendilerini övdüğünü sanmakta ve ayetin kendisine delil olduğunu düşünmektedir. Yani Hz. Muhammed'e tâbi olmayarak kendi
dinine bağlı kalan Hristiyanların ehl-i îmân zümresinden olduğunu ileri sürmektedir. Ayet-i kerîme şöyledir: "Onlar içinde iman edenlere sevgi
bakımından en yakın olarak da «Biz Hıristiyanlarız» diyenleri bulacaksın" (Mâide, 82). Şayet
sayın Ateş ayet-i kerîmeyi tamamlasaydı, onun Hristiyanlardan belirli insanlar için indiğini görürdü. Şüphesiz ki bu ayet, Habeşistanlı bir grup Hristiyanla
ilgilidir. Habeşli bir grup Hristiyan Hz. Peygamber
(s.a.v) ile buluşup Kurân-ı Kerîm'i dinlediklerinde çok
müteessir olmuş, ağlamaya başlayarak Müslümanlıklarını ilan etmişlerdi. O denli ağlamışlardı ki sakalları
gözyaşlarıyla ıslanmıştı. Daha sonra bu insanlar Müslümanlıklarını ilan ederek Necâşî'ye dönmüşlerdi.
Ayet-i kerîmenin devamı şöyledir: "Bunun sebebi,
onların içinde bilgin keşişlerin ve dünyayı terk
etmiş rahiplerin bulunmasıdır ve bunlar büyüklük taslamazlar. Peygambere indirilen
Kur'an-ı işitince gerçeği tanımalarının sonucu
olarak gözlerinden yaşlar akarken onların
şöyle dediğini görürsün: «Ey Rabbimiz, inandık, bizi de gerçeğe şahit olanlar arasında
yaz.»" (Mâide, 82-83) Bu ayetler, onların îmân edip
Hz. Peygamber'i tasdik ettiklerini açıkça göstermiyor
mu?!
Sayın Profesör'ün Hz. Peygamber'e tâbi olmayıp İslâm dinine girmeseler bile Hristiyanların kendi
dinleri üzere devam etmelerinin makbûliyeti ve cennete girecekleri şeklindeki iddiasına delil olarak Hz.
Peygamber'in, anlaşmayı bozdukları için Benî Kurayza'ya Tevrat'la hükmettiği iddiası ise oldukça ilginçtir.
İslâmî ilimlere derin vukûfiyeti olan bir hocanın mezkûr hâdiseyi böyle anlaması/aktarması doğrusu anlaşılabilir cinsten değildir. Öncelikle sayın Ateş'in, bu
iddiasının doğru olmadığını söylemek durumundayız.
Zira bütün müfessir ve siyercilerin de ittifak ettiği
üzere onlara Tevrât'ın hükmünce değil Hz. Sad'ın
hükmüne göre davranılmıştı; Hz. Sad savaşçı erkeklerin öldürülmelerine, kadınların ve çocukların esir
edilmelerine hükmetti. Bunun üzerine Hz. Peygamber Sad'a: "Kuşkusuz sen, yüce Allah'ın yedi kat
göğün üstünden verdiği hükmün aynısı ile hükmettin" dedi. (Bkz: İbn Kesîr Tefsiri, Ahzâb Suresi).
Hz. Peygamber'in ehl-i kitâb konusunda
Allah'ın emrine muhalefet etmesi nasıl tasavvur olunabilir? Allah Teâlâ ehl-i kitapla ilgili olarak "(Sana
54
şu talîmatı verdik): Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından
seni saptırmamalarına dikkat et." (Mâide, 49)
buyurduğu halde Hz. Peygamber'in bu emre aykırı
hareket ederek onları Tevrat'la yargıladığını ileri sürmek nasıl bir şeydir? Bu ayete rağmen Hz. Peygamber'in Kurân'ı terk ederek onlara Tevrat'la hükmettiği
nasıl söylenebilir?
"Kendi kitapları olan ve içinde Allah’ın
hükmü bulunan Tevrat ellerinde iken nasıl olup
da seni hakem tayin ediyorlar? Sonra ne diye
peşinden dönüp senin hükmüne razı olmuyorlar" (Mâide, 43) ayet-i kerîmesine gelince; Allah Teâlâ
burada Yahûdileri azarlamaktadır. Onların Tevrat'la
hükmetmelerini onayladığını gösteren bir anlam bu
ayetten çıkmaz. Aksine burada Yahûdîlerin bu davranışlarının ne kadar tuhaf olduğu vurgulanmaktadır.
Zira onlar hak olduğunu iddia ettikleri Tevrat'ı bir kenara bırakarak peygamberliğine inanmadıkları halde,
Hz. Muhammed'e gelip aralarındaki anlaşmazlıkları
çözmesini ve bir hükme bağlamasını istiyorlardı. Dolayısıyla ayetin anlamı şöyledir: Yâ Muhammed! Nasıl
oluyor da o Yahûdîler ne sana, ne de kitâbına îmân
etmedikleri halde senin hakemliğine başvurur ve verdiğin hükme razı olurlar? Bu çok tuhaf değil mi?
"Doğrusu onlar iman eden kimseler değildirler"
(Mâide, 43).
Necrân Hristiyan heyeti hâdisesine gelince,
Allah Rasûlü onların mescide girip kendi dinleri gereğince ibadet etmelerine izin vermişti. Ancak buradan sayın Profesör'ün iddia ettiği gibi Hz.
Peygamber'in onların haçlarını ve Allah'ın dışında bir
şeye ibadet etmelerini onayladığı iddiasını çıkarmak
mümkün müdür? Bu, tefsir kitaplarında zikredilen bir
hadisedir ve hülâsa olarak şöyledir: Necrân Hristiyanlarından bir grup Hz. Peygamber'le tartışmak
üzere Medîne-i Münevvere'ye gelir. Boyunlarında
haçlar asılıdır. Allah Rasûlü mescide girmelerine izin
verir ve onları hoş karşılar. İbadet etmek için Hz. Peygamber'den izin isterler ve izin verir. Doğuya, Beytu'lMakdis istikametine dönerek ibadet ederler ve Hz.
Peygamber'le tartışmaya başlarlar:
- Niçin Bizim sahibimizle ilgili kötü sözler söylüyorsun?
- Onunla ilgili ne söylüyorum?
- Onun kul olduğunu söylüyorsun.
Mayıs 2010
- Bu kötü söz müdür? O tabii ki Allah'ın kuludur.
- Bu nasıl olur? Hâlbuki o, ölüleri diriltiyor, dilsizleri, körleri ve abraşları iyileştiriyordu.
Bunun üzerine heyettekilerden kimisi Hz.
İsâ'nın Allah olduğunu, bazıları da "üçün üçüncüsü"
olduğunu söyleyince Hz. Peygamber (s.a.v):
- Siz bilmiyor musunuz ki, Rabbimiz diridir, İsâ
ise ölümlüdür?
- Evet biliyoruz
- Peki bütün çocukların babasına benzediğini bilmiyor musunuz?
- Evet biliyoruz.
- Peki bilmiyor musunuz ki, yerde ve gökte olan
hiçbir şey Allah Teâlâ'ya gizli kalmaz. İsâ ise sadece
Allah'ın kendisine bildirdiği şeyleri bilebilir?
- Hayır.
- Bilmez misiniz ki, Rabbimiz yemez, içmez ve
def-i hâcet eylemez. İsâ ise yer içer ve bütün insanlar
gibi def-i hâcet eylerdi?
- Evet biliyoruz.
- Öyleyse nasıl olur da İsâ iddia ettiğiniz gibi ilâh
ya da ilâh'ın oğlu olabilir?
Necrân heyeti bu son soru karşısında susmuş
ve yüz çevirerek inkâra sapmıştı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber onları mübâheleye (lanetleşmeye) çağırmıştı. Ancak onlar korkmuşlar ve mübâheleden kaçınmışlardı. Bu hâdise üzerine Allah Teâlâ Âl-i İmrân
sûresinin şu âyetlerini indirdi: "Elif, Lâm, Mîm. Allah
o İlahtır ki Kendinden başka tanrı yoktur. Hay O’dur,
kayyûm O’dur… Allah nezdinde İsa'nın durumu,
Âdem'in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı.
Sonra ona «Ol!» dedi ve oluverdi. Gerçek, Rabbinden gelendir. Öyle ise şüphecilerden olma. Artık sana
bu ilim geldikten sonra, kim seninle Îsâ hakkında tartışmaya girerse de ki: «Haydi gelin oğullarımızı ve
oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı ve bizzat
kendimizi ve kendinizi çağırıp, sonra da gönülden Allah’a yalvaralım da bu konuda kim yalancı ise Allah’ın lânetinin onların üzerine inmesini dileyelim.»"
Mayıs 2010
Allah Rasûlü Necrân Hristiyanlarını mübâheleye çağırmıştı. Davetin hikmetli üslubu böyledir. Yoksa
sayın Profesör, mesela Papa boynunda haçıyla, Şeyhu'l-İslâm'a gelse, Şeyhu'l-İslâm kendisine, "Çık dışarı
ey kâfir! Boynundaki haçı çıkarıp İslâm'a girmedikçe
seninle tartışmam" demesini mi beklemektedir? Bu
Hz. Peygamber'in yapmadığı bir şey olup aynı zamanda insan aklının ve hikmetin gereği bir davranış
da değildir. Ancak (yukarıda geçen) bu hâdiseden Hz.
Peygamber'in onların batıl inancını onayladığına dair
bir sonuç kesinlikle çıkmaz.
Sonuç olarak değerli dostumuz Profesör Dr. Süleyman Ateş'ten, Allah'a iman etmeyip küfre sapanlara karşı rahmet konusunda ifrata düşmemesini
diliyoruz. Zira kendileri Allah'ın kulları üzerinde Allah'tan daha merhametli olamaz. Eğer Allah, onların
hak din olan İslâmâ girmemeleri durumunda cehenneme gireceğine hükmetmişse bir Âdemoğlunun kalkıp Allah'a muhalefet ederek "kesinlikle cennete
girmeliler" demesi mümkün olmadığı gibi gücü dâhilinde de değildir. İnsanların en çok zararda olanı Allah'ın dininden yüz çevirerek dinini dünya ile
değiştirendir.
.......................................................................................
(*) "Cennet Kimsenin Tekelinde Değildir", İslamî Araştırmalar, Yıl 1989, Cilt III, sayı 1.
55
Muhabbet Bahçesi
ÜÇ SUAL ÜÇ CEVAP
ÜÇ MESELE
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmi’ye felsefecilerden
bir grup geldi. Suâl sormak istediklerini bildirdiler.
Mevlânâ hazretleri bunları Şems-i Tebrîzî’ye havâle
etti. Bunun üzerine onun yanına gittiler. Şems-i
Tebrîzî hazretleri mescidde, talebelere bir kerpiçle
teyemmüm nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelen
felsefeciler üç suâl sormak istediklerini belirttiler,
Şems-i Tebrîzî;
- "Sorun!" buyurdu. İçlerinden birini başkan
seçtiler. Hepsinin adına o soracaktı.
Sormaya başladı
- Allah var dersiniz, ama görünmez, göster de
inanalım." Şems-i Tebrîzî hazretleri;
- "Öbür sorunu da sor!" buyurdu. O;
- "Şeytanın ateşten yaratıldığını söylersiniz,
sonra da ateşle ona azâb edilecek dersiniz hiç ateş
ateşe azâb eder mi?" dedi. Şems-i Tebrîzî;
- "Peki öbürünü de sor!" buyurdu. O;
- "Âhirette herkes hakkını alacak, yaptıklarının
cezâsını çekecek diyorsunuz. Bırakın insanları
canları ne istiyorsa yapsınlar, karışmayın!" dedi.
Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî, elindeki kuru
kerpici adamın başına vurdu. Soru sormaya gelen
felsefeci, derhâl zamânın kâdısına gidip, dâvâcı
oldu. Ve;
- "Ben, soru sordum, o başıma kerpiç vurdu."
dedi. Şems-i Tebrîzî;
- "Ben de sâdece cevap verdim." buyurdu.
Kâdı bu işin açıklamasını istedi. Şems-i
Tebrîzî şöyle anlattı:
- "Efendim, bana Allahü teâlâyı göster de
inanayım, dedi. Şimdi bu felsefeci, başının ağrısını
göstersin de görelim." O kimse şaşırarak;
- "Ağrıyor ama gösteremem." dedi. Şems-i
Tebrîzî;
- "İşte Allahü teâlâ da vardır, fakat görünmez.
Yine bana, şeytana ateşle nasıl azâb
edileceğini sordu. Ben buna toprakla vurdum.
Toprak onun başını acıttı. Hâlbuki kendi bedeni de
topraktan yaratıldı. Yine bana;
- "Bırakın herkesin canı ne isterse onu yapsın.
Bundan dolayı bir hak olmaz." dedi. Benim canım
onun başına kerpici vurmak istedi ve vurdum. Niçin
hakkını arıyor? Aramasa ya! Bu dünyâda küçük bir
mesele için hak aranırsa, o sonsuz olan âhiret
hayâtında niçin hak aranmasın?" buyurdu.
Felsefeci, bu güzel cevaplar karşısında
mahcûb olup, söz söyleyemez hâle düştü.
İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri rh.a.,
hac için yola çıkıp Medine\"ye ulaştığında
karşılaştığı
Seyyid
Muhammed
Bâkır
Hazretleriyle arasında şöyle bir konuşma geçer.
Seyyid Muhammed Bâkır:
56
- Sen kendi aklınca kıyas yaparak,
Peygamber dedemin dinini ve hadislerini
değiştiriyorsun, der.
- Böyle bir şey yapmaktan Allah\"a sığınırım
efendim. Lütfen oturunuz. Rasulullah\"a olduğu
gibi benim size de hürmetim var, der İmam-ı
Azam. Seyyid Muhammed Bâkır\"a yer gösterir.
Her ikisi de yerini aldıktan sonra Ebu Hanife
Hazretleri söze başlar:
Üç mesele soracağım. Birincisi şu: Erkek
mi daha güçsüz kadın mı?
- Kadın erkekten güçsüzdür.
- Mirasta adamın payı kaç, kadının kaçtır?
- Erkeğin mirastaki payı iki, kadının birdir.
- İşte bu ceddin Peygamber s.a.v.’in sözüdür.
Eğer onun dinini değiştirmiş olsam, benim akıl
ve kıyas yoluyla, kadın daha zayıf olduğu için
ona iki pay, erkeğe bir pay düşer derdim.
Ebu Hanife Hazretleri tekrar sorar:
- Namaz mı daha üstün, oruç mu?
- Namaz oruçtan üstündür.
- İşte bu da deden Rasulullah’ın sözüdür.
Eğer ceddinin dinini akıl ve kıyasla değiştirmiş
olsaydım, âdet halindeki kadının kılamadığı
namazları kaza et mesini, orucu kaza
etmemesini emrederdim.
Ebu Hanife Hazretleri üçüncü soruyu sorar:
- Sidik mi daha pis, meni mi?
- Sidik meniden pistir.
- Eğer deden Peygamber s.a.v.’in dinini
kıyasla değiştirmiş olsaydım, sidikten dolayı
gusletmek gerektiğini ve meniden dolayı da
sadece abdest almak gerektiğini söylerdim.
Fakat akıl ve kıyasla bu dini değiştirmekten
Allah’a sığınırım.
Seyyid Muhammed Bâkır Hazretleri
yerinden kalkar ve Ebu Hanife’yi kucaklar.
Tebrik edip ona ikramda bulunur.
Mayıs 2010
Yusuf ELİBOL
SODOM VE GOMORE
Hz Lût (a.s), Arap yarımadasını puta tapıcılıktan alıkoymak, ortaksız ve tek bir Allah’ı tanıtmaya çağıran ve bu mukaddes yolda büyük
başarılar kazanan Hz. İbrahim’in amcasının oğludur. Ömrü ve peygamberliği bugün Ürdün devletinin sınırları içinde bulunan Lût gölü
çevresinde geçmiştir. Günümüzde
tuzlu suların doldurduğu orta büyüklükte olan su saha, eskiden toprakları oldukça verimli bir vadi idi ve
o günün önemli şehirlerini sinesinde
barındırıyordu. Bu şehirlerin ikisinin
adını bugün de biliyor ve yapılan
ilmi kazılar sonunda izlerine rastlıyoruz.
Şehirler; Şezum (Sodom) ve
Omore (Gomore) şehirleridir.
Hz. Lût (a.s) Şezum şehrinde
oturuyordu. Şimdi size bu çevrenin
ve bu çevrede dosdoğru Allah yolunun sözcülüğünü ve yılmaz mücadelesini yapan Hz. Lût’un son günlerine ait bir hikayeyi kısaca
anlatacağız...
İnsanoğlu, yolun doğrusundan
bir kere çıkmaya görsün; düşmeyeceği sapıklık ve yuvarlanmayacağı
uçurum yoktur. Hz. Adem’in oğlu
Kabil’e yeryüzünün ilk cinayetini, üstelik öz kardeşinin canına kıydırmak
suretiyle işleten şehvet hırsı, Hz.
Lût’un kavmini büsbütün başka ve
yüz kızartıcı bir ahlak düşkünlüğüne
sürüklemiştir.
Bu sonsuz kavim erkek erkeğe
cinsi birleşmeyi (livata) vazgeçilmez,
sapıkça bir huy haline getirmişlerdi.
Hz. Lût’un dosdoğru yolu temsil
eden bir Allah resulü sıfatıyla durmak ve yorulmak bilmez bir gayret
göstererek yaptığı bütün ikazlar ve
verdiği bütün acı-tatlı öğütler bu ahlak düşkünlerine zerrece bir tesir etmiyordu.
Nihayet her şeyi daha başından bilen Ulu Allah’ın kesin ve değişmez hükmünün günü geldi. Hz.
Lût’un sapık kavmi, Allah’ın başlarına vereceği karşı durulmaz bir fela-
Mayıs 2010
ketle, toptan mahvolacak ve yokluğun karanlıklarına gömülecekti.
Ulu Allah (c.c) bu kesin kararını bildirmek ve kendisine inanmış
birkaç yakını ile birlikte, son günlerini
yaşayan günahkar şehirden ayrılmasını söylemek üzere Hz. Lût’a günün
birinde üç tane melek göndermişti.
Melekler; genç ve yakışıklı erkek kılığına girerek yeryüzüne inmişlerdi.
Şezum (Sodom) şehrine vardıklarında doğruca Hz. Lût’un evine
yöneldiler. Şehvet sapıkları şehre üç
tane genç ve yakışıklı delikanlının
geldiğini duyunca bir anda yollara
dökülerek gelenleri görmek istediler.
Meleklerin geçtiği yolun hir iki yanı,
ahlak düşükleri tarafından doldurulmuştu. Tap taze erkek kılığına girmiş
meleklere bakarken hepsi şehvet kururganlıkları içinde kıvranıyor; ağızlarından salyalar akıyordu. Azgın kalabalığın arasında yollarına devam
eden melekler, Peygamber Lût’un
evine vardılar. Kudurmuş ahlaksızların hiçbirisi, ele geçirip azgın şehvetlerini bir anlığına tatmin edebilmek
için arkalarından kıvrandıkları gençlerin, şehirlerini ve çevrelerini toptan
yok etmeyi kararlaştıran Allah’ın
emri ile birlikte gelmiş melekler olduğunu bilmiyor ve düşünmüyorlardı.
Melekler Lût’un evine varınca
önce kim olduklarını söylemediler.
Arkalarına takılan kalabalık evin kapısına dayanmıştı. Anlaşılmaz sözlerle bağırışıyorlar ve Hz. Lût’un
evine aldığı genç delikanlıları ellerine vermesini istiyorlardı. Hz. Lût
(a.s) gelen misafirlerinden utanıyordu ve kapıda bağrışan kalabalığın
azgın hırslarından endişe ediyordu.
Bir ara evinin kapısına çıktı;
kudurmuş kalabalığa dündü "ey azgınlar, soysuzlar, gelenler benim olduğu kadar kendinize de aziz misafirlerdir; yani hepinizin misafirleridir.
Bu kadar da mı insanlığınızı unuttunuz? Bir parça olsun kendinize geliniz." diye söze başladı.
Kalabalıktan homurtulu gülüşmelerin geldiğini duyunca "size iki
tane genç ve güzel kızımı vereyim.
Gözlerinizi bürüyen şehvetinizi onlarla tatmin edin de tek beni misafirlerim karşısında rezil etmekten vazgeçerek buradan uzaklaşın" diye
teklifte bulundu.
Fakat kendinden geçmiş kalabalık hiçbir söz dinlememekte ve hiçbir teklife yanaşmamaktadır. Evin kapılarını arka arkaya zorluyor ve
içerdeki gençleri istiyorlardı.
Ağlamaklı bir çehre ile içeriye
dönen Hz. Lût’a kapıdakilerin ısrarla
istediği genç misafirler; melek olduklarını, Allah’ın emri üzerine geldiklerini bildirdiler ve dediler ki; "Allah’ın
emri artık kesindir. Yıllardan beri söz
dinletemediğin bu beyinsiz halkın artık sonu gelmiştir. Birkaç saat sonra
topuna gökten ateş ve ölüm yağacak
ve şehirleri ile birlikte yokluğa kavuşacaklardır. Onların başlarına gelmek
üzere olan bu felaket, ısrarla Allah’ın
emirlerine karşı gelenlere ve Peygamberler’in verdiği öğütlerine arka
dönen sapıklara bütün devirler boyunca ibret dersi olacaktır. Allah’ın
sana emri böyledir:
Gece olunca sana inananları
ve yakınlarını alacak ve ölüm kokan
şu lanetlik şehirden habersizce uzaklaşacak ve şu sapık halkı lanetlik akibetleri ile baş başa bırakacaksın.
Sana bunları söyleme geldik."
Allah’ın emri üzere Hz. Lût
(a.s) ile inanmış yakınları meleklerin
dediklerine uyarak Sodam ve Gomere’yi o gece yarısı, sezdirmeden
terkettiler. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte lanetlik şehirlere ve sapık halkına gökyüzünden görülmemiş bir
Allah gazabı boşalmaya başlamıştı.
Ahlaksız soysuzlar neye uğradıklarını
anlayamadılar. Yüce Allah (c.c.) ulu
sabrını iyice kötüye kullanarak günden güne daha da azgınlaşanlara yakıcı kükürt alevleri ile taşlar yağdırıyordu. Bir kaç saniyelik afet ve ölüm
saçan bir yağmur sonunda, halkın
yekünü ile birlikte bütün şehirlerini
ilerdeki insanlığın gözleri önüne bir
ibret dersinin örneği olmak üzere harabeye çevirmiş ve yerle bir etmişti.
57
PEYGAMBER
LER…(9)
zaman bu kitaplarda ilmi araştırma
yapana düşen, sağlam bir ölçü ortaya koymak, ihtilaf ve ittifak edilen
hususları okuyucuya arz etmek, bu mikyasa uyanları kabul etmek. Diğerleri eğer
araştırma yapılır cinsindense araştırma konusu yapmak gerekir” (Hayatı Muhammed,
Heykel Paşa S.48,49)
O
Osman KARABULUTOĞLU
‘İslam devletlerinde siyasi
ve siyasi olmayan çığırtkanlıklar ortaya çıktıktan sonra
olaylara kılıf hazırlamak için
aslı faslı olmayan rivayetler,
uydurma hadisler bu hadiselerin ifşasının tuzu biberi
oldu.’
58
‘Selefin bu kitaplarda yazdıklarını
araştırmak, ilmi ve ince bir elekten geçirmenin sebeplerinden biri de bu kitapların
en eskisi Nebi’nin (S.A.) vefatından yüz yıl
veya daha ziyade zaman dilimi içerisinde
yazılmış olmasıdır.’
‘İslam devletlerinde siyasi ve siyasi olmayan çığırtkanlıklar ortaya çıktıktan sonra
olaylara kılıf hazırlamak için aslı faslı olmayan rivayetler, uydurma hadisler bu hadiselerin ifşasının tuzu biberi oldu.’
‘O zaman, bu sıkıntılı, karışık ve ızdıraplı günlerde, yani sonra yazılanlar hususunda sizin aklınıza ne gelir? İşte bu siyasi
münakaşalar, hadis toplayanların münakaşasına sebep olmuş ve onlar kalp gördüklerini reddetmiş araştırma sonrası o
rivayetlerden sahih olduğuna inandıklarını
ise bir araya getirmişlerdir.’
Mayıs 2010
‘Konuyla alakalı olarak imam Buhari’nın
büyük meşakkatlerle, muhtelif İslam devletlerini tarayıp araştırarak hadis toplaması sanırım sana kifayet eder, yine o bu meşakkatli araştırmasından
sonra altıyüzbine ulaşan hadisin dörtbinden fazlasını sahih bulmaması manidardır sanırım. İmamın
bu tavrının manası şudur: O,150000 hadisten sadece birini sahih bulmuş.’
‘Ebu Davut ise dercettiği beşyüzbin hadisten,
dörtbinsekizyüzünü sahih bulmuş, diğer hadis toplayanların durumu da bundan farklı değil.’
‘Kaldı ki bu imamlar nezdinde sahih addedilen birçok hadis, araştırmalar neticesi ulama indinde tartışma konusu olmuş ve birçoğu
reddedilmiştir. Çok büyük gayretlerle bir araya toplanan hadisin konumu bu olursa sonradan yazılan
tarih hususunda yazılanların durumu nice olur? İlmi
araştırma yapılmadan bunları almak nasıl doğru
olur?’ (Hayatı Muhammed Heykel Paşa)
Bende diyorum ki: Hadisi Nebevinin araştırılması, güvenilir olanının olmayanından ayırt edilmesi, bu hususta en uygun yolu seçiş zor olsa da
hiçbir kişi veya topluluk için, geçmiş ulamanın sırf
rızai ilahiyi gözeterek, bu araştırmanın hakkını vererek, gereğini yerine getirerek, yaptığı tetkik gibi
bir tetkiki yapmak mümkün değildir; hele özellikle
son asırlarda maddi olandan gayrisini gözü görmeyenler için ise hiç mümkün değildir. Burada
ikinci kez M‘ari’nin sözünü yazalım:
Nasın korkusu sadece Allah’tandır;
Tenkitçinin elinde tenkit ziyadeleşince.
Eğer ben meselenin ehemmiyetini dikkate
alarak ve yine ilimde alem olmuş o ulumanın hadis
tenkidi ve seçimi hususunda gösterdikleri azami
gayreti şerh etmeye kalksam, hadis kitapları ve onların şerhi ve t‘alikatı hacminde kitaplar yazmam
gerekir. O kitaplar ki, gerek şarkiyatçı ve gerekse
İslami kitapların deveranı hadis tetkikleri ile doludur. Çünkü hadis kitaplarının hepsi tenkit ve seçişten ibarettir.
Heykel Paşanın bizatihi söyledikleri zaten
yeter der artar bile o ne diyor: ‘Sadece İmam Buhari topladığı altıyüzbin hadisten dörtbinini seçmiş,
Sahihi Buhariye yazmış, Ebu Davut sünenine, derlediği beşyüzbin hadisten sadece dörtbinsekizyüzünü almış.’
Şimdi soruyorum: Hangi büyük azimkâr altıyüzbin hadis derleyecek, onlardan eleyip dörtbinini
seçecek! Ve yine hangi gayretkeş beşyüzbin hadis
toplayacak, onları ince elekten geçirip yaklaşık
beşbinini seçecek! Var mı bugün böyle bir babayiğit?
İşte yukarıda anılan bu büyük hadis âlimlerinin, ahadisi nebeviyi seçişteki, büyük azmi, gayreti
insan aklını hayrete düşürüyor.
Öyle ki: Heykel Paşa övünülmesi gereken bu
hususu, insanların kalplerinde hadis kitaplarına
karşı onların güvenini sarsmak için kullanıyor. Ayrıca öyle bir takdim ediyor ki, sanki İmam Buhari
ve Ebu Davut’un bu tetkik ve konuyu mevsuk hale
getirişlerindeki örnek davranışları art niyetli gibi
gösteriliyor.
İnsan konuyu tersyüz edip hadis kitaplarının
güvenilirliği aleyhine kullanma hususunda Allah’tan
korkar.
Sayın Heykel anılan bu iki imamın hadis toplayışındaki metodunu tefsirde cidden uygun olmayan bir yorum yapıyor. Örneğin diyor ki: ‘ …. Bu
söylenenlerden anlaşılıyor ki, mezkûr imamların
indin de toplanan 150 hadisten sadece biri sahih
bulunmuş.’ (Devam edecek)
Mayıs 2010
59
ŞİMDİ
TAM
ZAMANIDIR
imdi tam zamanıdır yeni bir şeylere
başlamanın ya da vicdan aynamızı
avuçlarımızda tutmanın… Mesela
uzun süredir kırgın olduğumuz eski bir dostun eskimeyen sesine “merhaba” demenin,
sesinde eskimenin tam zamanıdır… Dostta
gerçek dostu bulmanın. Ya da dostu olduklarımızın gerçek dosta ulaşmasına vesile
olmanın tam zamanıdır… Evet, şimdi tam
zamanıdır;
Ş
Ayşe BAĞCİVAN
Kırgını olduğumuz bir sese “merhaba” demenin…
Mademki kul fani bu dünyada baki
değil ve madem faniye yapılan her tür iyilik
bizi Baki olana götürecek o halde ruhumuzu da Baki de bakileştirmenin zamanıdır…
Ahmed-er Rufai olup tevekkül elbisesini giymenin
zamanıdır şimdi…
İstemenin tam zamanıdır mesela...
Maddeyi reddedip manada soyutlaşmanın, ilahi aşka teslim olmanın tam zamanıdır. Aşkı hücrelerimize kadar içimize
çekmenin, aşkı solumanın, Yudum yudum,
nefes nefes Hakkı zikretmenin, aşkının sarhoşu olmanın tam zamandır…
Yunus olup diyar diyar Hakk’ı aramanın, tecelli ettiği güzelliklerde Hakk’ı düşünmenin tam zamanıdır. Yunus nidasıyla :
60
Mayıs 2010
“Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dünü günü
Bana seni gerek seni “
Diyerek Hak’tan aşkını dilenmenin... Cennetten ve cennettin nimetlerinden de geçip:
“Cennet cennet dedikleri
Birkaç köşkle birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek seni…”
Demenin sadece hakkın aşkını dilemenin zamanıdır… Zamanıdır şimdi ruhu Hakk’ın aşkına kavuşturmanın. Ruhu arındırıp kirlerinden Hakk’ın
huzurunda Hak’la yanmanın tam zamanıdır…
Mahmud Hudai olup mevkiyi makamı bırakıp
yalnız O’na gönül bağlamanın zamanıdır şimdi…
Makamdan geçip aşkın sırrına ermenin, adını
kalpte titretmenin zamanıdır şimdi. Gözyaşlarını
Yaratan için akıtmanın kalbe adını işlemenin bu
adla inlemenin zamanıdır şimdi… Evet, Mahmud
Hudai olmalı çıkarıp sırttan dünyanın şaşalı kürkünü, giymeli her nakşı aşk olan hırkayı. Bürünmeli
garip bir sessizliğe, dalmalı aşkın sesine…
Zamanıdır şimdi bir rüzgâr olmanın bir kuru
yaprak olmanın… Rüzgâr olup esmeli aşk adına.
Kuru bir yaprak olup bırakmalı kendini aşkın rüzgârına…
Ahmed-er Rufai olup tevekkül elbisesini giymenin zamanıdır şimdi… Aşkın kanatlarıyla sonsuzluklara uçmanın, kalbi yaratanın aşkına
boyamanın zamanıdır… Ahmed-er Rufai olup dili
zikir örtüsüne örtmenin zamanıdır şimdi. Her görünen güzelliğin zahirinde Yaratanı görmenin gözleri
güzelliğinin sırrına erdirmenin zamanıdır şimdi. Beşerlikten sıyrılıp aklın ve hayalin erişemeyeceği
nurlara akmanın, zamandan ve mekândan geçerek her adı aşk olan denize akmanın zamanıdır
şimdi… Ahmed-er Rufai olup peygamber şefkatine
bürünmenin kendini incitenleri bile Yaratan için
sevmenin zamanıdır şimdi…
Seherlerde aşkın sarhoşluğuyla secdeye kapanmanın elleri semaya kaldırıp aşk ile yalvarmanın zamanıdır şimdi… Kâinatın gözlerini kapadığı
bir saatte aşk ile gözleri yalnız O’nun için açmanın
aşkı ile sızlanmanın zamanıdır şimdi…
Süleyman Hilmi Tunahan olup Yaratanın aşkı
ile kuranın sırrına ermenin, Kelamıyla konuşmanın
zamanıdır şimdi.
Bediüzzaman Said Nursi olup hakkın davasına benliği adamanın. Hakkın yarattığı bedeni davası için yine hakka sunmanın zamanıdır şimdi…
Mehmet Emin Tokadi olup divit kalemi aşkla
tutup Hakkın adını yazmanın, adım adım manaya
yürümenin zamanıdır şimdi…
Şimdi tam zamanıdır Yunus Emre olmanın,
Mahmud Hudai olmanın. Ahmed-er Rufai olmanın,
Süleyman Hilmi Tunahan olmanın, Bediüzzaman
Said Nursi olmanın, Mehmet Emin Tokadi olmanın.
Onların sevgisiyle sevgimizi Hakka sunmanın…
Varlık sahasından kaçıp yokluk sahasına teslim olmanın.
Ahmed-er Rufai olup peygamber şefkatine
bürünmenin kendini incitenleri bile Yaratan için
sevmenin zamanıdır şimdi…
Şimdi tam zamanıdır erenlerle ermenin, Yaratanın aşkını âşıklarının aşkıyla istemenin âşıklarının hallerine ermenin…
Şimdi tam zamanıdır
Mayıs 2010
61
Özgürlüğün
Tutsaklarına
Özgürlük!
u söylediğimiz ve halen söylemekte
olduğumuz bir gerçektir. Özgürlüğü,
özgürlük güneşinin tadını çıkarmayı, evlerimizde, çocuklarımız ve torunlarımızın yanında olmayı, onları sarıp
sarmalamayı, oynamayı, gülmeyi, dudaklarının üzerine gülücükler bırakmayı, yanaklarındaki gözyaşlarını silmeyi, gözlerini
mutlulukla sürmelemeyi, ana babalarımızla
sohbet etmeyi, sabah öğle akşam onlarla
sofra başına oturmayı, onlarla el sıkışmayı,
sarılmayı, şakalaşmayı, anılarını, öğütlerini
dinlemeyi, eşlerimizle bayram mutluluğunu
ve her sene çocuklarımızın eğitim yolculuğuna katılma mutluluğunu yaşamayı istiyoruz. Onların anaokulu seviyesinden
başlayarak okuldan eve evden de bahçelerimize, sebzeliklerimize ve su arklarımıza
gittiklerini görme mutluluğunu yaşamak istiyoruz.
B
Şeyh Raid SALAH
İsrail zulmüyle olan mücadelemiz hakkın batılla
olan kavgasından başka bir
şey değildir. Hakkın batıla
galip gelmesi Allah’ın değişmez, ebedi sünnetlerinden
biri olduğu için hakkımız İsrail batılını yenecek, adaletimiz
İsrail
zulmünü,
direnişimiz İsrail hapishanelerini yenecek.
62
Hapishanelerden, hapishane parmaklıklarından, zindanlardan, zincirlerden
de nefret ediyoruz. Ama hapishaneden,
parmaklıklarından, zindanlarından ve zincirlerinden korkmuyoruz. Hapsedilmekle
değerlerimiz, Kudüs’ümüz ve Aksa’mızdan
taviz verme arasında seçim yapmak zorunda kalsaydık mutlulukla "merhaba haMayıs 2010
pishaneler, parmaklıklar, zindanlar ve merhaba zincirler! En ufak değerimizden, Kudüs’ümüzün bir tek
taşından, Aksa’mızın bir karış toprağından taviz
vermeyeceğiz" derdik.
Bizler annelerimizin hür doğurduğu bir milletiz, bizi köleleştirebileceğini zanneden olmadı, hür
doğduk, hür yaşarız ve hür öleceğiz. Bu nedenle
İsrail bilmelidir ki, hapishanelere sahip olabilir bizi
hapsedebilir ama irademizi zincire vuramaz. İrademiz bütün İsrail hapishanelerinden, parmaklıklarından, zindanlarından ve zincirlerinden daha
güçlü kalacaktır. İsrail bizi takip edebilir, işkence
edebilir, bizi gözetleyebilir ama bizi korkutamayacak, şevkimizi kıramayacak, kararlılığımıza karşı
duramayacak, emelimizi boşa çıkaramayacak,
hakkımızı elimizden alamayacak ve hedefimize
ulaşmamıza engel olamayacak.
İsrail zulmüyle olan mücadelemiz hakkın batılla olan kavgasından başka bir şey değildir. Hakkın batıla galip gelmesi Allah’ın değişmez, ebedi
sünnetlerinden biri olduğu için hakkımız İsrail batılını yenecek, adaletimiz İsrail zulmünü, direnişimiz
İsrail hapishanelerini yenecek.
Her evde bir erkek kalacak, bu adam güçlüdür ama hapishanede daha güçlü olur, temizdir
orada daha temiz olur, saftır orada daha saf olur,
gururludur hapishanede daha gururlu olur. O işkence görüyor, acı çekiyor ama o hapishaneden
önce, orada olduğu sürede ve sonrasında İsrail’in
işkencesine, azabına ve eziyetine galip gelecektir.
Zikrettiğim bu müjde verici kanaate canlı bir
örnek vermek için –ki siyasi esirlerin dosyası bunlarla doludur- halen demir parmaklıklar ardında bulunan siyasi tutuklu Muhammed Ali İbrahim’den
kısaca bahsedeceğim.
Onu 14.9.2007 tarihinde yazmış olduğu bir
mektup yardımıyla anlatacağım. Mektubun girişinde şöyle diyor: 1968 yılı aralık ayıydı daha 17
yaşına girmemiştim. Bir Yahudi meslek lisesinde
okuyordum. Okuldaki atmosfer özellikle de 67 savaşından ve Arap ordularının yenilmesinden sonra
Araplara karşı ırkçılık ve nefretle doluydu. O
zaman bunun sebebinin işgal olduğuna inanmıştım. İşgale karşı arkadaşımla birlikte yazılı yayın
hazırladık. Yakalandık, bizi tutukladılar ve sorguladılar. Arkadaşım suçunu itiraf etti ve beni de ele
verdi. Onu bir süre tutuklu sakladılar onlar için casusluk yapmayı kabul etmesinden sonra onu serbest bıraktılar. Soruşturma esnasında bana bunu
itiraf etti. Ama ben aşağılanmayı ve onların kuklası
olmayı şiddetle reddettim. İstihbaratta çalışanlar
beni en şiddetli cezaya çarptırmakla tehdit etti. O
dönem kanununa göre verilebilecek en yüksek
ceza suçuma göre 6 aydı. Ama Hayfa’daki mahkemede beni yargıladıklarında yaşım 17 olmamış olmasına rağmen 2 sene hüküm yedim.
Ebu Basil 2 seneyi hapiste geçirdikten sonra
özgürlük güneşini gördü ancak İsrail istihbarat teşkilatı tarafından sürekli gözetim altında tutuldu ve
takip edildi. Mektubunda şöyle diyor: "Bana karşı
yapılan takibat ve provokasyon çalışmaları devam
etti. Soruşturma için sürekli olarak çağrıldım, daha
sonra da Doğu Kudüs ve Golan Tepeleri de dâhil
olmak üzere 1697’de işgal edilen topraklara girişimi engellediler."
Bu baskıya rağmen Ebu Basil sarsılmaz bilinçli bir bakışla sözüne sadık kaldı. O dönem ekmeğini kazanmak için Hayfa’ya gitti. Orada
merhum mücahit Davut Türkî ile tanıştı. Basil o
Mayıs 2010
63
dönem Türkî’nin başında olduğu gizli örgüte katılmamış olmasına rağmen İsrail istihbaratı –örgütün
elemanlarını tutukladıktan sonra- Türkî’nin verdiği
ifadede sadece adı geçti diye kendisini ikinci defa
hapiste buldu.
Mektupta bunu şöyle anlatıyor: "1972’nin
sonlarında polis, istihbarat ve ordudan oluşan
büyük bir kuvvet geldi. Tepeden tırnağa kadar silahlıydılar. Barbar bir şekilde eve girdiler ve sözde
silahları aramaya başladılar. Beni iğrenç taş zindanlara koydular, soruşturma esnasında onlarla
yardımlaşma teklifinde bulundular, tekliflerini sert
bir şekilde reddettim. Bunun üzerine beni 6-8 yıl
hapis cezasıyla tehdit ettiler. Onlara buna karar verecek olanın onlar değil mahkeme olduğunu söyledim. İstihbarattan biri beni sorgu odasının dışına
çıkardı ve yukarı bakmamı istedi sonra da "üstümüzde ne var?" diye sordu. "Gökyüzü var" dedim.
Bana "biz istihbaratçılar senin ölünceye dek gökyüzünü görmene engel olabiliriz, biz kanunuz, hâkimiz, her şeyiz" dedi.
Bu adamın kanunu, hâkimi ve mahkemeyi
avucunun içine aldığından emin olduğu görünüyordu. Bu nedenle Hayfa’daki yerel mahkeme Ebu
Basil’i 6 yıl hapse mahkûm etti. Hüküm süresini
doldurmaya başlayınca bu süre fiili olarak 2 yıla uygulamanın durdurulmasıyla da 3 yıla indirildi. Böylece Ebu Basil ikinci defa Ramle ve Damon
Hapishanesinde 2 yıl hapis yatmış oldu.
de ona "istediğini yap, kendime ve halkıma ihanet
etmektense ölmeyi yeğlerim dedim. Kızdı ve tehditler savururken hızlıca odadan çıkarılmamı" istedi.
Tahmin edileceği gibi Ebu Basil’in üçte birlik
dönemi kısaltılmadı. 2 sene hapiste kaldıktan
sonra özgürlüğüne kavuştu. Ancak takip ve baskı
silsilesi daha sonra da peşini bırakmadı. Mektupta
şöyle deniyor: "1977 senesinin başında Ülkenin
Evlatları Hareketinin bir şubesini kurdum. Casusları aracılığıyla aleyhimde ucuz propagandalar yaymaya başladılar, benim casus olduğumu iddia
ettiler ve bana eşlik eden herkesi baskıyla tehdit
ettiler. Benimle olan çok sayıda genç soruşturmaya
alındı, aşağılandı ve işkence gördü. Bu konudaki
liste uzundur."
Ebu Basil bu çirkin yöntemlerden etkilenmediği için bazı istihbarat servisleri onu tuzağa düşürüp sonra da uzun süreliğine hapse atmak için
peşine casus taktılar. Örnek olarak Ebu Basil mektubunda şuna yer veriyor: "Bir defasında yanımdaki
bir müteahhidin işini kullanmaya çalıştılar. Bu bir
alüminyum müteahhidiydi. Yaptığı iş karşılığında
ödemem gereken ücretten benim lehime vazgeç-
Basil, komite vaktinin yaklaşmasını mektubunda şöyle anlatıyor: "Bölgemizden sorumlu iki istihbarat çalışanı geldi ve bunlardan biri beni kendi
saflarına katma amacıyla uzun uzun konuştu ve
üçte birlik dönemi kısaltmama imasında bulundu.
Bu aptalca sözleriyle alay ederek teklifini kesin bir
şekilde reddettim. Bana yurt dışındaki üniversitelerde eğitim masraflarımı karşılama karşılığında
vatandaşlığımdan feragat etmem ve bu ülkeden bir
daha dönmemek üzere çıkmam için bir belge imzalamayı teklif etti. Ona "bu ülkeden sen çık"
dedim. Öfkelendi, sandalyesinden kalktı ve eliyle
duvara vurdu ve benim de "duvar gibi kalın kafalı
olduğumu, hapisten çıktıktan sonra da peşimi bırakmayacaklarını, işimde bana baskı uygulayacaklarını, rızkımı elimden alacaklarını" söyledi. Ben
64
Mayıs 2010
mesi için onu ikna ettiler. Beni tuzağa düşürmesi
karşılığında da ona benden alacağından daha fazlasını ödeyeceklerini söylediler."
Ama bu kişi ilk adımı atıp ona borç verdikten
sonra hiçbir şeyden haberi olmadığına dikkat etti
ve Ebu Basil’e istihbarat servisinin onu tuzağa düşürmek için kullandığını itiraf etti. Basil başka bir
örnek anlatıyor: "İstihbarat teşkilatı Ülkenin Evlatları Hareketinin bayan üyelerinden birini sorguya
aldı ve ondan beni tuzağa düşürmesini istedi. Bu
kız istihbarat teşkilatında başına gelenleri bana
açıkça anlattı ve yaptığını ifşa etmemem, onlar tarafından aşağılanmamak ve bunun üniversite eğitimine zarar vermemesi için bana ricada bulundu."
Üçüncü örnekse şöyle: "İlk intifada yıllarında
istihbarat bir gece yanlarında bir kızla bir grup
genci bana yolladı. Bu gençler intifada için çalıştıklarını ve benimde yardım komitelerinde olduğumu duyduklarını iddia ettiler. Amaçlarını ve
onları kimin yolladığını anladıktan sonra onları kovdum."
Dördüncü örnek: "Halk Cephesi adına yazılı
yayın dağıtımı ve ayaklanma çalışmaları yapılıyordu. Bu faaliyetlerin arkasında benim ve karımın
olduğu haberleri yayılmaya başladı. Karakolda sorguya çekmek için beni çağırdılar. Ümitleri boşa çıktıktan sonra beni serbest bıraktılar. Bir süre sonra
bu faaliyetlerin arkasındaki grubu tutukladılar. Bu
grupla yapılan soruşturma esnasında Shin Bet görevlileri onlara benim bu işte parmağım olduğunu
itiraf etmeleri için baskı yaptı. Bunun sebebi beni
hapse atmaktı. Ama bu gruba bağlı üyelerin vicdanı bunu yapmalarına izin vermedi."
İşte Basil’in evine girilmesi, soruşturma için
çağrılması, tehdit edilmesi, onun ve onunla birlikte
olan kişilerin gözetlenmesinden başlayıp son tutuklanma olayına kadar devam eden başarısız çalışmalar böyle sürüp gitti. Ebu Basil mektubunda
şunları söylüyor: "25.9.2005 tarihinde karanlık bir
gece ordu, polis ve istihbarattan oluşan büyük bir
grup gürültü çıkararak silahlarını çekmiş bir halde
evime beni tutuklamaya geldiler. Alçak casusların
verdiği bilgilere dayanarak sözde silahları bulmak
için evin dışını, içini ve atölyemi aradılar. Tabi bir
Mayıs 2010
şey bulamadılar ve her zamanki gibi hayalleri suya
düştü. Sonra beni nezarete aldılar. Onlara açıklayacak bir şeyim yoktu. Söyleyeceklerimi mahkemede söyleyeceğim dedim. Soruşturma esnasında
anladım ki, onlar benim atölyemde çalışmış 83 doğumlu Tulkeremli birisini beni daha uzun süre
hapse atmak için kullanmışlardı.
Burada çirkin ırkçı komplo kanununa ve suçlamak için tek bir şahidin sözlerine dayanıyorlardı.
Bu kanunda tehlikeli olan durum, özellikle Arap direnişçilerine baskı uygulamak için koyulmuş ve
Shin Bet'e basit herhangi bir insanı satın alma ve
kendisi aleyhine kötülük yapmayı planladıkları kişi
için şahitlik yapmaya ikna etme fırsatı veren bir
kanun olmasıdır."
Ebu Basil’in marangoz atölyesinde çalışan bu
genç onun aleyhinde birçok suçlamada bulundu ve
yalancı şahitliği kaydedildi. Yalancı şahit olarak
mahkemeye sevk edildi. Peki, İsrail mahkemesi ne
yaptı? Ebu Basil, şahit mahkemede vicdanının
rahat olmadığını, Shin Bet'in isteği ve komplosu
doğrultusunda bunları yaptığını ve karakolda verdiği ifadendin yalan olduğunu söylemesine rağmen
İsrail mahkemesinin onu doğrucu Davut ilan ettiğini söyledi. Buna karşılık İsrail mahkemesi gerçeği
söyleyen ve şahitlik yapanların sözlerini reddetti.
Polisin tutanaklarında yer alan çelişkili sözleri ve
yalan ifadeleri dikkate almadı. Böylece aslında
adalet üzere kurulmamış devlette adaletin düştüğünü söyleyebiliriz. Mesele Arap nezarethanesiyle
alakalı olunca adalet ve mantık ortadan kayboluyor ve mahkeme koridorlarında Shin Bet'in dişleri
ortaya çıkıyor. Avukatların ortaya çıkardığı bütün
yalanları ve dolapları görmezlikten geliyorlar. Ebu
Basil mektubunda böyle diyor. İsrail mahkemeleri
bu şekilde birer komediye ve oyun alanına döndü.
İsrail Mahkemesi sabırlı, direnen ve mücadele eden Muhammed’i bu şekilde a’dan z’ye düzmece olan bir dosyayla 12 yıla mahkûm etti. İşte
Ebu Basil 2005’ten bu yana demir parmaklıklar ardında bulunuyor. Shin Bet, halen onu takip ediyor
ve onu parmaklıklar ardında tutmakta ısrar ediyor.
Ama bütün bu iğrenç tuzaklara rağmen işte Ebu
Basil mektubunu onurlu ve değerli nasihatlerle bitiriyor:
65
"Bu çağrıda sadece kişisel olarak yaşadıklarımdan bahsetmek istemiyorum. Shin Bet'in şerefli,
vatansever ve onların politikalarına ve direktiflerine
boyun eğmeyi reddedenlere darbe indirmek için
kullandığı cehennem planlarına ve kör kin tufanına
karşı şereflileri uyarmak istiyorum. Direnişçiler!
Halkımızın şerefli insanları özellikle de 48 toprakları içinde yaşayanlar! Hedef alma siyaseti ve istihbarat saldırılarının fazlalaşması devletteki en
yüksek makam tarafından yani hükümet tarafından
desteklenmektedir. Bu bir tesadüf değildir aksine
işgalci, saldırgan ve ırkçı politikanın devamı aynı
zamanda ırkçı, çirkin kanunlar koymak için baskı
unsurlarının geliştirilmesidir.
Yuval Diskin’in ırkçılık kokan açıklamaları
bizim için devlet üzerindeki stratejik bir tehlikedir.
Bu halk ve Filistin’i dert edinmiş öncüler olarak bizi
bekleyen tehlikeyi göstermektedir. Bu politika bizi
korkutmayı, hakkımız, vatanımız ve topraklarımız
için sürdürdüğümüz mücadeleyi felce uğratmayı
hedef almaktadır.
Biz ise bu vatana muhacir olarak değil ancak
ve ancak asıl sahipleri olarak geleceğiz. Diskin’e,
onun gibiler ve onun hükümetine verilecek cevabın
onların bizim ve dünya için tehlike oluşturduğu olmalıdır. Dünya için bütün uluslar arası ve insani kanunları hiçe sayarak tehdit oluşturmaktadırlar."
Ebu Basil zalim hükümdarın yüzüne hakkı
haykırarak mektubunu bitiriyor: "Bana karşı yürütülen bu çirkin saldırıya kaya gibi sert kartal gibi izzetle cevap vereceğim. Ülkenin Evlatları
Hareketi'ndeki kardeşler haydi! İnsan haklarını savunan bütün siyasi hareketler, kurumlar ve örgütler
haydi! Sizlerden onların yalanlarını ortaya çıkarmak ve sizden birinize gelebilecek darbeye karşı
koymak için uluslar arası ve yerel düzeyde adli bir
kurum önünde bu dosyayı yeniden açmanızı istiyorum. Pes etmeyin ve asla durulmayın. Bu sadece bir kişinin değil hepimizin özgürlüklerinin
çiğnenmesi demektir. Vakit geçmeden önce uykunuzdan uyanın da “beyaz öküzün yenildiği gün yenilmiştim” diyen öküzün başına gelenler bizim de
başımıza gelmesin."
İsrail hapishanelerinin parmaklıkları ardında
başı dik, sabırlı ve direnen Filistinli bayan esirler
66
var. İsrail’in zalim eli, 1967 yılındaki işgalden bu
yana kendini Filistinli kadınları tutuklamaya verdi. O
zamandan bu zaman kadar bu zalim el en ufak bir
vicdan azabı duymaksızın Filistinli kadınları tutukladı. Bu kadınlardan yaklaşık 600’ü 2000 yılı Aksa
İntifadası’nda tutuklandı. Bu kadınların 100’den
fazlası halen Telmond, Ramle ve Jalama hapishanelerinde bulunuyor.
Şunu bilin ki;
İsrail’in zalim eli 2000 yılında başladığı Filistinli kadınları tutuklama devresinde 18 yaşını doldurmamış iki kızı tutuklamıştır. Bunlar el-Halil’den
Ayşe Ganimat ve Ayat Debabse’dir. Bu kızlar tutuklandıklarında henüz 15 yaşındaydılar. Aynı
zalim el 29 Filistinli anneyi daha tutukladı. Bu kadınlar tutuklandıkları zaman küçük çocukları vardı.
Bu çocuklar da zalim el annelerini dirilerin mezarında diri diri gömdükten sonra hükmen yetim kaldı.
Şunu bilin ki;
2000 yılında tutuklanan esirlerin 3’ü çocuklarını hapishanede doğurdu. Bunların sonuncusu
27.4.2007’de oğlu Bera’yı doğuran Semer Sabih’tir.
İsrail Bera’yı annesinin karnındayken suçlu bulmuş
ve sanki hapis cezası verilmiş gibi dünya ışığına
gözlerini açamamış bu nedenle mahpus olarak
doğmuş, bebekliğini annesinin kucağında mahpus
olarak geçirmiştir. Kim bilir doğduğu zaman elleri
ince ve narin olmasaydı İsrail bu ellere ve hapishaneden kaçmasın diye ayaklarına da zincir vururdu.
Şunu bilin ki;
2000 yılından bu yana devam eden tutuklama evresinde tutuklanan en kıdemli esir
13.4.1997’de tutuklanan ve 12 sene hapis cezası
verilen Kalkilyalı Suna el-Rai’dir.
Şunu bilin ki;
Halen İsrail hapishanelerinde olan Filistinli
esirler arasından 4’ü Filistin içinden. Arraba Buttof
köyünden Lina Cerbuni’ye 18.4.2002 tarihinde 17
sene hapis cezası verildi. Tayra’dan Verde Kasım
4.10.2006’da 6 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Arrab
Buttof’tan Verde Bekravi 16.10.2003’te 8 yıla mahMayıs 2010
olduğu anlamına gelmektedir. Örneğin Kudüslü
Âmine Muna uzun aylar boyunca bu cezaya çarptırılmıştır.
Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı?
Uyanan var mı?
kûm edildi. Aylut köyünden Hatice Ebu Ayyaş ise
22.1.2009’da 3 yıla mahkûm edildi.
Ama her zaman sorulan ve sorulmaya
devam edecek olan soru şudur: İçimizde gece ve
gündüz bu esirlerin nasıl işkence gördüğünü, İsrail
hapishanelerinin parmaklıkları ardındaki bu esirlerin günlerini nasıl geçtiğini bilen var mı? Bu soruya
cevap olarak ben şu noktalara değineceğim. Belki
de böylece Filistinli esirlerin yaşadığı trajik durumu
hepimiz anlarız:
1- Hapishanedeki bazı esirler hücre hapsine
maruz kaldı. Hücre hapsi İsrail hapishaneler idaresinin esirlere karşı uyguladığı en şiddetli işkencelerden sayılıyor. Erkek ya da kadın esir uzun
süreliğine karanlık ve dar bir zindanda tutuluyor.
Bu süreçte diğer esirlerle görüşmesine izin verilmiyor. Bu cezanın en tehlikeli yanı ise hücre hapsinin belirli bir zaman diliminin olmaması. Bu ceza,
süresini İsrail istihbarat teşkilatı ve hapishaneler
idaresindeki güvenlik teşkilatının belirlediği meçhul
bir cezadır. Esir burada cehennemi andıran dayanılmaz koşullarda yaşamaktadır. Esirler en düşük
insani ve yaşam hakkı standardından bile yoksundurlar. Aşağılanma ve dayağa maruz kalırlar. Bu
süre senelerce sürebilir ve bazılarının psikolojik ve
ciddi fiziksel hastalıklara yakalanmasına sebep
olabilir. Bu da hücre hapsinin İsrail askeri hapishanelerinin esirleri ezip aşağılamayı hedefleyen intikam politikası çerçevesinde dayattığı ek bir ceza
Mayıs 2010
2- Filistinli bazı esirler İsrailli soruşturmacılar
ya da işgal kuvvetleri tarafından kötü muameleye
ve şiddetli azaba maruz kalıyor. Bayan ve erkek
esirlerin çoğu dondurucu soğukta uzun süre elleri
ve ayakları bağlı bir şekilde bırakılmaları, lavabo
kullanmalarına izin verilmemesine ek olarak tutuklanma ya da soruşturma sırasında dayaktan barbarca saldırılara kadar gördükleri işkencenin canlı
örneklerini sunuyorlar. Bazı esirler hamileyken tutuklandı, soruşturma esnasında şiddetli baskıya
maruz kaldı, çocuklarını düşürmeyle tehdit edildi,
soruşturma esnasında kadın doktor bulunmasına
izin verilmedi ve hamile kadınlar özel yiyeceklerden mahrum bırakıldılar.
Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı?
Uyanan var mı?
3- Arap el-Dahil gazetesi 3.7.2009 tarihinde
İsrail barosundan uzman avukatların hazırladığı bir
rapor yayınladı. Bu raporda kadın esirlerin hücre
hapsinde yaşadıkları koşulları anlatırken tüylerimiz
diken diken oluyor. Burada bu cezanın uygulandığı
odaların çok küçük olduğu ve insan kullanımına elverişli olmadığı görülüyor. Yine tuvaletlerin odanın
içinde ve alaturka olduğu ve odanın içinin kötü
koku yayan şeyden temizlenmesinin zor olduğu,
banyo musluğunun tuvaletin 50 cm üzerinde olduğu bu nedenle esirin banyo yapmak için kötü kokulu tuvaletin üzerine çömelmesi gerektiği ortaya
çıkıyor. Banyo ve tuvaletin uyunulan yere yakın olması ve aralarını ayıran bir şey olmaması nedeniyle esir su ve kanalizasyon suyuyla ıslanmış
yatakta uyumak zorunda kalıyor. Ayrıca odalarda
güneş ve hava girecek pencere bulunmuyor bu da
kokuların keskinliğini artırıyor ve tahammül edilemez hale getiriyor.
Bundan daha vahimi hapishane idaresi 12
saat süresince esirleri ellerinden ve ayaklarından
yatağa bağlıyor. Çoğu zaman gardiyanlar esirlerin
tuvalete gitmek için zincirlerinin çözülmesi isteğini
reddediyor ve bu nedenle onlar da ihtiyaçlarını elbiselerinin ve yatağın üzerinde gidermeye mecbur
67
gereği sağlanacağı sözünü verdi. Ama Natur mektubunda bu sözün fiiliyata dökülmeyeceğinin anlaşıldığını açıkladı.
Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı?
Uyanan var mı?
kalıyor. Hapishane idaresi de daha sonra bu yatağı
değiştirmiyor. Esirler de günlerce bu yatakların
üzerinde uyumak zorunda kalıyor. Aynı şekilde temizlik maddelerinde ve kadınların kullandığı petlerde de büyük eksiklik yaşanıyor. Raporlar bayan
esirlerden birinin banyo yapmak için sabun yerine
çamaşır deterjanı kullandığını ve her yerinin yandığını aktarıyor. Gardiyanlar ise ihtiyaç giderme esnasında kendi ihtiyaçlarını giderdiklerini kanıtlamak
için esirleri avret yerlerini açmak zorunda bırakıyor.
Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı?
Uyanan var mı?
4- Sonara Gazetesi’nin 20.3.2009 tarihinde
yayınladığı habere göre, Filistinli esirleri boğan bu
trajedik durum Yüksek Temyiz Mahkemesi Başkanı
Ahmet Natur’u İsrail Hapishane İdaresi Komiseri
Penny Kinyal’e Damon hapishanesindeki Filistinli
kadınların durumu ve dini haklarından mahrum bırakılmaları hakkında protesto mektubu göndermeye sevk etti. Mandela Esir ve Tutukluları
Koruma Vakfının raporuna göre; mektupta hapishane yönetiminin Müslüman esirlerin Kuran okumasına ve namaz kılmasına izin vermediği ve
içeriye kitap sokulmasının yasaklandığı yer alıyor.
Ahmet Natur, İsrail hükümeti yargı müsteşarından
Müslümanlara hapishanelerde bütün dini hakların
tanınması için hapishaneler idaresine talimat vermesini istediğini söyledi. Müsteşar hapishane idaresine gitti ve Natur’a dini hakların İslam hükümleri
68
5- Esir Muhammed’in eşi Nur’un bize anlattığı canlı tanıklığa kulak verelim. Arap el-Dahil Gazetesinin 20.2.2009 tarihinde yayınladığı haberde
Nur şunları söylüyor: “Eşim halen idari gözaltında
tutuluyor. Ben de tutuklandığım günden beri burada idari gözaltı kapsamında bulunuyorum. Yaklaşık bir sene önce 20.2.2008 tarihinde yüksek
mahkemede düzenlenen celse kapsamında Ürdün’e sürülmemi önerdiler. Son celsemde ise idari
tutukluluk süremin 3 ay daha uzatılmasını istediler.
Bu seferki bahane gizli bir dosyaydı. Benim insanları devletin güvenliğine karşı kışkırttığımı iddia ettiler. Tutukluluk süremde 2 kere açlık grevine
girdim. Bunların ilki 12.12.2006 tarihindeydi. Bu
süre zarfında 27 gün Telmond hapishanesinde
hücre hapsine maruz kaldım. Hapishanenin avlusunda dolaşmama bile izin vermiyorlardı.” Nur
devam ediyor:
6- Beni zindana soktuklarında içerisi camlarla
doluydu. Hava soğuk ve camlar kırıktı. Zindandaki
camların ortalıktan kaldırılmasını reddettiler ve
benim temizlememe de karşı çıktılar. Açlık grevinin
22. gününde ağzımdan kan gelirken bana tuz vermediler. Dilim şişmişti, ağzımdan ne olduğunu anlamadığım maddeler geliyordu. Nur bütün bu
koşullara rağmen idari tutukluluğu sonlanıncaya
kadar grevi bırakmamakta ısrar ettiğine işaret ediyor ve hapishane müdürünün 3.12.2008 tarihinde
onu serbest bırakma sözü verdiğini sözlerine ekliyor. Böylece Nur grevine son veriyor ama bu vaat
yalan çıkıyor. İdari tutukluluk süresi yeniden
6.8.2008 tarihine kadar uzatılıyor. Nur şöyle diyor:
“ Ben 6 çocuk annesi bir kadınım. Buraya gelmeden önce Hişaron hapishanesi 12. kısımdaydım.
12.3.2008’de serbest bırakılma ümidim kayboldukta sonra el-Cezire kanalının yayınında çocuklarımın benim serbest bırakılmam için söz
verildiğini ama serbest bırakılmadığımı söylediklerini duydum. O günden sonra ikinci grevime başladım. Bu grev 6.4.2008’e kadar devam etti.”
Nur gardiyanların tepkisinin onu hücre hapsine koymak, avluda dolaşmasına izin vermemek
Mayıs 2010
ve Hişaron hapishanesindeki zindana koymak olduğunu söyledi. “Zindanı su basıyordu ve tuvaletle
zindan arasında bölme yoktu. Pencerelerde perde
olmadığı ve oda açık olduğu için banyo yapamıyordum.” Bu esir 16.3.2008’de mahkemeye çıktığını ve bundan bir gün önce de kan kustuğunu
doğruladı. “Ağrının şiddetinden bağırıyordum. Çok
hastaydım. Beni gece 3’te Hişaron’dan çıkardılar
ve Ramle hapishanesine götürdüler. Otobüste
gece 3’ten sabah 7’ye kadar uyudum. Elim ve
ayaklarım bağlıydı. Mahkemede idari tutukluluğumun 3 ay uzatılmasına karar verildi. Mahkemeden
sonra beni zindana geri getirdiler. Ellerim ayaklarım bağlı şekilde akşam 6’ya kadar zindanda kaldım. Banyoya gitmem izin vermediler. Daha sonra
beni Hişaron’a götürdüler. Gece 10’da oraya vardık. Oraya vardıktan sonra hapishane müdürüne
yalancı olduğunu, serbest kalacağıma dair söz verdiğini ama yapmadığını söyledim. Ramle hapishanesinde hücre hapsine konulmama karar verdiler.
Eşyalarımı aldılar (su, tuz, elbise ve Kuran) 8 gün
boyunca aynı elbiselerle zindanda kaldım. Onlardan eşyalarımı istedim ama vermediler. Sürekli
olarak kan ve yeşil su kusuyordum. Bu, zindanın
kokusunu ölü kokusu haline getiriyordu ve zindana
gelen gardiyanlar maske takıyorlardı.”
Nur, hapishane idaresinin açlık grevi yaptığı
için onu muayene etmeye karar verdiklerine işaret
etti. O bunu reddetti çünkü yorgunluktan ayakta duracak hali yoktu. Muayene için ısrar ettiklerinde eşyalarını geri vermeleri şartıyla muayene olmayı
kabul etti. Ama onlar eşyalarını vereceklerine onu
gece yarısı Jalama hapishanesine naklettiler.
Orada da açlık grevine devam etti. Sabrı ve direnişi
İsrail hapishaneler idaresini çocuklarını, eşini ve
kardeşini görmesi ve telefonla annesi ve çocuklarıyla konuşması için izin vermeye mecbur etti. İsrail
zulmüne karşı bu sabırla direnen mücadelesi olmasaydı annesi ve çocuklarıyla konuşamazdı. Esir
şöyle diyor: “Şuan sağlık olarak çok bitkin ve yorgunum. Safra kesem ve böbreklerimde ağrılarım
var. İlk grevimde ciğerimde ağrı vardı. Son dönemde ise görüşüm zayıfladı.”
Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı?
Uyanan var mı?
Bütün insan hakları kuruluşları ve tıbbi örgütler durmadan İsrail hapishanelerindeki Filistinli esirlerin
özellikle de esir İsra Imarane’nin kurtarılması için
acilen harekete geçilmesi çağrısında bulundu. İsra’nın ailesi Vaid cemiyetine kızlarının diş teli nedeniyle şiddetli dişeti iltihabı geçirdiğini ve
hapishane yönetiminin gerekli ilacı vermediğini, hapishanedeki doktorun ne olduğunu bilmediği haplar ve ağrı kesiciler verdiğini, kızlarının bu ilacı
aldığında ağrıyı kısa bir süreliğine geçirdiğini hissettiğini bildirdi.
Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı?
Uyanan var mı?
8- Başka bir gazetenin Filistinli bir esirin ağzından yayınladığı ve tüyleri diken diken eden bir
olaya bakalım şimdi de. “Yahudi gardiyanların biri
tarafından dövüldüm. Bu gardiyan yönetime çok
yakın olan kişilerdendi. Onu şikâyet ettiğimde elbiselerimi çıkardılar, beni zincire vurdular ve hayızlı
olmama rağmen beni hücre hapsine koydular. Gardiyanlardan en azından elbiselerimi vermelerini istedim. Buna aldırış bile etmediler.” Yahudi
mahpuslardan biri saldırgan bir Yahudi mahpus
hakkında şunları söyledi: “Arap esiri döven Yahudi
mahpus hapishane yetkilileri tarafından övgü aldı.”
Bilen biri var mı içimizde? Duyan var mı?
Uyanan var mı?
9- Bu nedenle nasihat, uyarı ve hatırlatma babında kendime ve sizlere diyorum ki; içimizden birinin İsrail hapishanelerinin dikenli binalarının
önünden geçerken sanki hiçbir şey görmemiş gibi
gözlerini yummaması aksine bu binaya uzun uzun
bakması ve kendi kendine şöyle demesi gerekiyor.
“Bu parmaklıkların, duvarların ve tellerin ardında
benim onurum ayaklar altına alınıyor. Şerefim gardiyanların ayaklarının altında çiğneniyor. Orada
benim esir annem, kardeşim, esir kızım gece gündüz sabah akşam acı çekiyor ve hala yardım dileniyor. Ben, sen, bizler ve sizler bu biricik esirler için
ne yaptık? “Özgürlüğün tutsaklarına özgürlük! Özgürlüğün tutsaklarına özgürlük!” çağrısı içimizde
yankılanırken bizler ne yaptık?
.................................................................................................
7- Hak ve Özgürlüğün Sesi gazetesinin
28.11.2008’de Vaid Esirler ve Özgürler Cemiyetinin ağzından yayınladığı başka bir drama bakalım.
Mayıs 2010
İslami Hareket Lideri Şeyh Raid Salah'ın Pls48.net'te yayınlanan "Özgürlüğün Tutsaklarına Özgürlük! " başlıklı bu yazısı Gülşen Topçu tarafından İsra Haber için tercüme edildi.
69
BURHAN ÇOCUK
Musa KARACA
mkaraca_rehber@hotmail.com
ALLAH’I (C.C) TANIMAK
Arkadaşlar insan muhteşem bir varlıktır. Şu vücudunuza bakın fazla veya eksik bir organınız var mı?
Asla her bir organımız bir sanat eseri gibi vücudumuza nakış nakış işlenmiştir. Her bir organımız o kadar
kıymetlidir ki hangi organınızı satabilirsiniz? Böyle bir soruyu sorana inanılmaz tepki gösteririz değil mi?
İşte bu durum bize rabbimizin güç ve kudretini göstermektedir. Ya doğanın dengesine bakın. Çalışmak için gündüzü, dinlenmek için geceyi yaratmış. Güneşi, ayı, denizleri ve ormanları yaratmış hepsi bir
ölçü içerisinde hareket ediyorlar.
Bunların hepsi Allah (c.c) güç ve kudretiyle olmaktadır. Bizlerde bu dengeyi anlayabilmemiz için
Allah (c.c) tanımamız gerekmektedir. Peki bizleri yoktan var eden Allah (c.c) nasıl tanıyabiliriz?
Sevgili arkadaşlar öncelikle Allah'ın en güzel doksan dokuz ismini öğrenmemiz gerekir. Sonra Allah’ın
zati ve sübuti sıfatlarını öğrenmemiz gerekir. Bizde ay konumuzu Allah’ın zati ve sübuti sıfatlarına ayırdık.
Bulmacamızda Allah’ın zati sıfatlarının anlamını verdik sizden karşılıklarını bulmanızı istedik. Bence Allah'ın
sübuti sıfatlarının anlamını iyi öğrenin bir sonraki sayımızda bulmaca olarak karşınıza çıkabilir.
Bu sayımızın Allah'ın en güzel doksan dokuz ismini, Allah’ın zati ve sübuti sıfatlarını öğrenmek için
bir başlangıç olması dileğiyle Allah’a emanet olun arkadaşlar.
BİLGİ DAĞARCIĞI
Allah'ın Sübuti Sıfatları
1. Hayat: "Diri ve canlı olmak" demektir. Yüce Allah diridir ve canlıdır. Her şeye, kuru ve ölü
toprağa can veren O'dur.
2. İlim: "Bilmek" demektir. Allah her şeyi bilendir. Olmuşu, olanı, olacağı, gelmişi, geçmişi,
gizliyi, açığı bilir.
3. Semi: "İşitmek" demektir. Allah işiticidir. Gizli, açık, fısıltı halinde, yavaş sesle veya yüksek
sesle ne söylenirse Allah işitir.
4. Basar: "Görmek" demektir. Yüce Allah her şeyi görücüdür. Hiçbir şey Allah'ın görmesinden
gizli kalmaz. Saklı, açık, aydınlık, karanlık ne varsa Allah (c.c) görür.
5. İrade: "Dilemek" demektir. Allah dileyicidir. Allah varlıkların konumlarını, durumlarını ve
özelliklerini belirleyen varlıktır. Allah'ın dilediği olur, dilemediği olmaz
6. Kudret: "Gücü yetmek" demektir. Allah sonsuz bir güç ve kudret sahibidir
7. Kelâm: "Söylemek ve konuşmak" demektir. Allah bu sıfatı ile peygamberlerine kitaplar indirmiş, bazı peygamberler ile de konuşmuştur.
8. Tekvîn: "Yaratmak, yok olanı yokluktan varlığa çıkarmak" demektir. Yüce Allah tek yaratıcıdır.
70
Mayıs 2010
GÜLÜCÜK
BİLMECELER
1. Çaydanlık demliğe ne demiş?
2. Yurdumuzun en hasta ili hangisidir?
3. İnsanların en çok bakakaldığı yer neresidir?
4. Adamın biri gökdelenin tepesinden karpuzcuya ne diye seslenmiş?
5. Sürahi, bos bardağa ne demiş?
Cevaplar: 1- Tepemde hoplayıp zıplama, 2- Ağrı, 3- Bakkal, 4- Şu bezelyeden 2 kilo tartar mısın? 5- Sen de olmasan içimi kime dökerim
NE ALIRSINIZ?
Yahya Kemal bir yokuşu çıkıncaya kadar nefes nefese kalır. Yokuşun sonundaki lokantanın
önünde dinlenmek ister. İçeriden bir garson seslenir:
- Buyrun beyim ne alırsınız?
Yahya Kemal tebessümle: - Evlat, müsaade edersen bir nefes alacağım.
KISSADAN HİSSE
Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş.
"Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak" demiş.
Genç, birinci gün tahta perdeye 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendini kontrol
etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış.
Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden
tahta perdenin önüne götürmüş.
Gence bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden
bir çivi çıkart, sök" demiş. Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış. Babası ona
"aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Çok delik var. Artık geçmişteki gibi
güzel olmayacak" demiş.
Arkadaşlar Allah’ın Zâtî Sıfatlarını
bulmacamıza yerleştirelim
1.Allah’ın var olması
2.Allah’ın varlığının ezelî olması, başlangıcının
evvelinin, öncesinin olmaması
3.Allah’ın sonsuza deşin ebedî olarak var olması
4.Allah’ın bir ve tek olması
5. Allah’ın varlığının kendisinden olması
6. Allah’ın sonradan olanlara benzememesi
Mayıs 2010
71
Beni (Ey Rüzigar)
Ey rüzigar gider isen canana söyle beni
Lütfünde keremi varsa yakmasın böyle beni
Ben bu aşka düş olalı bana Mecnun dediler
Ben nasıl Mecnun’um bilmem aramaz Leyla beni
Ben bu aşka düş olalı gönlüm telaşta benim
Sinemi sitem bürüdü gözlerim yaşta benim
Ne dizimde kuvvet kaldı ne aklım başta benim
İpsiz bağladı bu felek bir kaşı yayla beni
Reyhani der çok kişiler arzeder han olmayı
Hiç düşünmez mi gafiller bir kabristan olmayı
İstemem senden muhtelif tahta sultan olmayı
Ko bana köle desinler yanında eyle beni
Aşık Reyhani
72
Mayıs 2010
Download