KURTLAR VADİSİ FENOMENİ ‘Bu bir mafya kitabıdır’ ARKA KAPAK VE TANITIM: Türkiye'yi yöneten kuvvet dengeleri arasında gözle görülmeyen büyük bir mücadele var. Susurluk tipi yapılanmalara açık ve kendilerini Ulusalcı- Milliyetçi-solcu Kemalist olarak tanımlayan, AB'ye ve yabancı etkinliğine karşı bir grup ile dış etkenlerin kontrolünü kabullenmiş benzer özelliklere sahip diğer grup arasında. Esasında birinci grup da içlerine sızmış dış etkenlere bağlı yönlendirici elemanların tesiri altında ama onlar farkında değilmiş gibi davranıyorlar. Asıl soru: Türkiye’yi gerçekten kim yönetiyordu? Güçlü mafya örgütlenmesi, Türkiye’nin bir iddiaya göre 125 milyar dolarını, bir iddiaya göre 60 milyar dolarını yönetiyordu. Dolayısıyla Türkiye’de kimin iktidar olacağına karar veren bu yolsuzluk ekonomisi, Konsey kurup her alana etki ediyorsa hepimizi yakından ilgilendirmeliydi. Show Tv'de yayımlanan, son 10 yılın en çok izlenen ve sevilen dizisi ' Kurtlar Vadisi' bu çarpık düzeni ortaya çıkarıyordu. Nitekim diziye halkmız büyük ilgi gösterdi. Kurtlar Vadisi’nde simgelenen şahsiyetler, esasen son 20 yıllık derin devlet-mafya geçidiydi. Ancak sırlar üzerine kurgulu dizide kimse gerçek hayatdaki benzeriyle aynı hayatı paylaşmadı, sadece sembollerle seyirciye tiyo verildi. Bu kitap, gerçeklerini anlatıyor. Derin devletin kim olduğunu araştıran bu kitapda, eski Ergenekon- Kontrgerilla-Gladio’nun 28 Şubat süreciyle yeni Ergenekon’a dönüştürülmesi de irdeleniyor. Derin devletle bağlantılı mafya, gizli örgütler, masonlar ve Türkiye’deki uzantıları masaya yatırılıyor. Kurtlar Vadisi, derin devlet- mafya-kontragerilla ve derin örgütler ilişkileri çerçevesinde verilmesi gereken mesajı topluma verdi. Asıl patronları adresiyle birlikte çok güzel gösterdi. Bu olguyu ilk ortaya çıkaran bir dizi olarak fenomen olmayı hakediyordu. Seyircinin müthiş ilgisi gözönüne alınırsa , sanırım bu konu sosyolojik olarak master ve doktora tezlerinde işlenmelidir. Derin devletimizin acaba Kurtlar Vadisi Operasyonu gerçekten var mıydı ? Kimbilir... Belki de yüzü değiştirilen Yeşil veya Abdullah Çatlı halen yaşıyordu. Derin devletin operasyonuna göre, mafya diye sembolize edilen, ucu dışarıda gizli örgütlerin ülkemizdeki masonik yapılanmasının operasyonel ayağını ele geçirmek üzereydi. Ve bu ülkenin Sebataycılara ait olmadığını ispatlamaya çalışıyordu. Veyahut bu dizi Sebataycıların ne kadar güçlü ve altedilemez olduğunu göstererek, bu ülkenin gerçek sahiplerini bu diziyle korkutuyor ve sindiriyordu. Ülkemizin derin masonları kimlerdi? Evren ve Demirel’in var dediği, Ecevit’in Kontrgerilla olarak tanımladığı derin devlet kimlerden oluşuyordu? Tüm sorularınızın cevabını bulacaksınız. Dizi biter, yazı kalır; Kurtlar Vadisi fenomeni bu kitapla ölümsüzleşiyor... FARUK ARSLAN KİMDİR? 12 Nisan 1969'de Ankara'da doğdu. 3 yıllık GATA Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu'ndan mezun oldu. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdi. Hazar'ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997'de Uluslararası hukukçu ünvanını kazandı. Kanada’da Centennial College'de Sosyoloji eğitimi gördü. Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. Hazar'ın enerji rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı basında yayımlandı. 2000 yılında Petrolün Kanı adlı ilk kitabını yazdı. Azerbaycan Zaman Gazetesi'nde muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığı yaptı. CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. 2 yıl süresince Türkiye'de yayımlanan Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı. Azerbaycan'da yayımlanan ilk çocuk gazetesi Tomurcuk'un kurucularından oldu. Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara'da diplomasi, dış politika ve enerji muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman'lara yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı ve Türk dünyası muhabirliği yaptı. Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti ve Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği üyesidir. Kanada Zaman gazetesi temsiliği görevini üstlenirken, Toronto muhabiri olarak çalıştı. Kanada Türklerinin posta ile dağılan tek ücretsiz haber dergisi Sunrise'ı kurdu ve bir yıl boyunca editörlüğünü üstlendi. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla sırasıyla Gündüz, Muhalif, Gelecek Gazetesi, Hür Gelecek gazetelerinde köşe yazdı. 2004 yılllarında Metafizik Magazin dergisinde yazıları yayımlandı. 2000-2005 yılları arasında www.sonsaniye.net de aralıksız köşe yazılarıyla internet haberciliğini sürdürdü. 11 Eylül 2001 faciasının perde arkasını anlatan ‘Matrix’in 11 Eylül Kurgusu’ kitabı QMatris yayınevi tarafından Nisan 2004 de basıldı. Aynı kitabın İngilizce versiyonuda bulunuyor. Hazar'da petrol savaşını anlatan 'Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları’ kitabı Karakutu Yayınları tarafından Nisan 2005 de yayımlandı. Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada göçmeni ve Kanada firması Astra Canada Pulses Inc. şirketinde İhracat müdürlüğü ve Astra Mart managerliği görevini, gazetecilik yaşamı ile birlikte yürütüyor. Arslan, iyi derecede İngilizce, Almanca ve Azerice biliyor. İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ : 1. BÖLÜM : KURTLAR VADİSİ'NDE KİM KİMDİR? 2. BÖLÜM: DERİN DEVLET KİMDİR? 3. BÖLÜM : BİR BAŞKA ERGENEKON- GLADİO KONTRAGERİLLA KİMDİR? 4. BÖLÜM : DERİN ÖRGÜTLER KİMLERDİR? KAYNAKLAR 1. BÖLÜM : KURTLAR VADİSİ'NDE KİM KİMDİR? Burası Kurtlar Vadisi, Burada sevdiği için ölür insan, yaşamak için öldürür. Türkiye'nin bu karanlık ve puslu vadisinde bir yılda paylaşılan para; şantaj ve haraçtan 100 milyon dolar, kaçak insan ticaretinden 200 milyon dolar, kumardan 1.5 milyar dolar, silah kaçakçılığından 3 milyar dolar, tahvil, bono, döviz ve borsa manipülasyonundan 10 milyar dolar, uyuşturucu ticaretinden ise 40 milyar dolardır. Para baronlarının masum her insana kestiği bu toplumsal haraç Türkiye Milli Geliri'nin yarısıdır. Burası Kurtlar Vadisi'dir. Kurtlar Vadisi'nde iz sürmek hem kahramanılıktır, hem de ölümüne yalnızlık.. Kurtlar Vadisi'nde suç politikası yapılır! Kurtlar Vadisi'nde; sokaklardan başlayıp, belli bir hiyerarşik bütünlük içinde kademe kademe yükselen ve en tepede son derece etkili bir "konseye" dönüşerek ülkeyi avcuna almayı amaçlayan çok güçlü bir mafya örgütü ile, o örgütle mücadeleye soyunanların serüvenleri anlatılır. Bu hem toplumsal hem de bireysel yansımaları olan serüvendir. Özel olarak yetiştirilen Polat; estetik bir ameliyatla sahip olduğu yeni yüzü ve yeni kimliğiyle alt basamakları tırmanarak mafya örgütünün içine sızdırılır. Bu, Kurtlar Vadisi'ndeki "uzun ve belalı yolculuğa" doğru atılmış ilk adımdır. Bu bir mafya dizisidir. Fakat mafyayı anlatmak birkaç kötü adamı anlatmak değildir. Hatta bazen mafyayı anlatabilmek için bütün ülkeyi anlatmak zorunludur. Uyuşturucu, Silah Ticareti, Kumar ve Borsa alanları vadideki suç imparatorluğunun sadece belli başlı ayaklarıdır. (1) Türkiye'yi yöneten kuvvet dengeleri arasında gözle görülmeyen büyük bir mücadele var. Susurluk tipi yapılanmalara açık ve kendilerini milliyetçi olarak tanımlayan, AB'ye ve yabancı etkinliğine karşı bir grup ile dış etkenlerin kontrolünü kabullenmiş bir grup arasında. Esasında birinci grup da içlerine sızmış dış etkenlere bağlı yönlendirici elemanların tesiri altında ama onlar farkında değilmiş gibi davranıyorlar. Show Tv'de yayımlanan, son 10 yılın en çok izlenen ve sevilen dizisi ' Kurtlar Vadisi' bu çarpık düzeni ortaya çıkarıyordu. Güçlü mafya örgütlenmesi, Türkiye’nin bir iddiaya göre 125 milyar dolarını, bir iddiaya göre 60 milyar dolarını yönetiyordu. Dolayısıyla Türkiye’de kimin iktidar olacağına karar veren bu yolsuzluk ekonomisi hepimizi yakından ilgilendirmeliydi. Parayı veren düdüğü çalardı. Nitekim diziye halkmız büyük ilgi gösterdi. İlk defa çarpık düzen deşifre ediliyordu. Mafyaya neden bu kadar ilginin olduğunu 2004 haziranında ATO'nun ' hayatımız mafya' araştırması ortaya koydu. Çıkan sonuca göre kara ekonomide dönen 60 milyar doların getirisi, yani yaklaşık ekonominin yüzde 25'lik bölümü mafya babalarının cebindeydi; kısacası 'kayıtdışı ekonominin aslan payı' kasalarında dolaşıyordu, dolaşacaktı. (2) Milletimiz, 20'dan fazla alanda faaliyet gösteren ve 'bir gün lazım olur' düşüncesiyle başbakanlardan, bakanlara, büyük holdinglere, hatta mahalle bakkalına, küçük esnafa kadar herkesin uzak-yakın ilişkide olmaktan gurur ve azıcık korku duyduğu ' gizemli kara kurtarıcı'larını merak ediyordu. Kurtarıcı diyorum, çünkü pek çok konuda vatandaşımız uzun, sıkıcı mahkeme süreçlerine değil mafyaların adaletine güveniyor, onlara hakkını almak için bel bağlıyordu. Kurtlar Vadisi'nde simgelenen şahsiyetlerin portresi Susurluk'ta ortaya çıkan ''Siyasetçi-PolisMafya'' üçgenine çağrışım yaptırdığı için bulmaca çözmek isteyenleri ekran başına topluyordu. Elbette, dizinin yapımcıları dizide geçen olayların tamamını aslına uygun kopyalamamışlardı. Aksi taktirde dizinin devam etmesi mümkün degildi. Ayrıca RTÜK'den veto yememesi için ' Bu dizide geçen olayların Türkiye'de yaşayan veya yaşanmış kişi ve kurumlarla herhangi bir ilgisi yoktur' denilmeliydi. RTÜK, hemen herkesin sigara içtiği dizinin yayınını ancak bir haftalık gençlerin ruh sağlığını bozup, kötü örnek oldukları ve şiddete özendirdiği gerekçesiyle durdurabilmişti. ATO'nun araştırması, tamda ' derin devlet' diziye müdahale etmek istiyor' söylentilerinin ayyuka çıktığı bir sırada açıklandı. Mafyanın hayatımızda ne kadar yer kapladığını öğrenmemize yarayan bu araştırma, esasen Susurluk'un üstünü açmaya hizmet eden diziye karşı bir üstüörtülü saldırı niteliğindeydi. Sözüm ATO'dan dışarı, bu saldırı odağı, sırların- devlet sırrı dahil- üstünü örtmek isteyenlerin işi olabilirdi. Tam ‘Susurluku unutturduk’ derken bu dizi ortaya çıkmıştı. Yasakçı zihniyete göre, Kurtlar Vadisi, daha fazla ifşaat yapmadan, halkı bilinçlendirmeden kökten yayından kaldırılmalıydı! 2004 Ağustos'unda Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya'nın "MİTçi Kaşif Kozinoğlu benden Çakıcı konusunda bilgi istedi" sözlerine MİT Müsteşarı'ndan cevap gelmişti. Görüşme davetinin Yargıtay Başkanı'ndan geldiğini söyleyen Atasagun, MİT'çi Kozinoğlu'nun adının karıştığı iki olay anlattı; Yargıtay Başkanı'nın gitmesinin "kişisel" diğerinin de bir suikast ihbarı ile ilgili olduğunu açıkladı. Atasagun, "Kurtlar Vadisi" dizisiyle ilişkilendirilen suikast olayını şöyle anlattı: "Bir kamu görevlisi ile valiye suikast yapılacağına ilişkin ihbar mektubu aldık. Bunun altından Çakıcı-Nuriş kavgası çıktı. Kurtlar Vadisi'nde Çakır senaryo gereği öldürülünce Çakıcı bunu Nuriş'in gözdağı olarak algılamış. Çakıcı dizideki Çakır ile özdeşleştiriliyordu. Devlet güçleri Nuriş'in üzerine gitsin diye hayali bir suikast ihbarı yazmış." (3) MİT Müsteşarı Atasagun'un bu açıklamaları, diziyi ve dizideki kahramanların kiminle özdeşleştiği tartışmalarını akıllara getirdi. Kurtlar Vadisi, geniş kitleler tarafından izlenen bir mafya dizisiydi. Yapımcıların "bu dizideki tüm karakterler ve olaylar hayalidir, dizideki karakterlerin ve olayların gerçeklerle uzaktan ya da yakından hiçbir ilgisi yoktur" açıklamasına rağmen, yayınlandığı dönemde olaylar ve özellikle de karakterler hep gerçeklerle bağdaştırılmaya çalışıldı. Oktay Kaynarca'nın canlandırdığı Çakır'ın yeraltı dünyasının ünlü ismi Alaattin Çakıcı'yı simgelediği iddia edildi. Çakıcı'nın, dizide özellikle Çakır'ın Tombalacı'nın elini öpmesinden rahatsız olduğu ortaya çıktı. Dizide Çakır, Konsey kararıyla Tombalacı'yla istemeyerek barışmış ve elini öpmüştü. Daha sonra da ilk fırsatını bulduğunda Tombalacıyı rulet masası üzerinde çarmıha germiş ve kollarını bacaklarını beyzbol sopasıyla kırarak öldürmüştü. Gazetecilikte her şeyi bilmek önemlidir. Diplomasi ve dış politika muhabiri olarak çalıştığım Ankara'da bildiğinin yüzde seksenini yazmamak en kötü kuraldı. 2004 Ağustos'unda bütün Türkiye MİT-Yargıtay-Çakıcı olayının iç yüzünü konuşuyordu. Medya ikiye ayrılmış durumdaydı. Bir taraf; Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya’yı kuşatan bir yıpratma kampanyası içine girerek her gün başka bir gelişmeyi manşetlerine çekerken, diğer taraf, Yargıtay Başkanı’na savunma kalkanı oluyordu. Köşe yazarları da mensup oldukları yayın organlarının politikalarına göre nabza şerbet veriyorlardı. Birçoğunun; yazdıklarından daha fazlasını bildiği kesindi. Ama gerek gazeteler gerekse yazarlar, gazeteciliğin yukarıda bahsettiğim yüzde seksen kuralını işletiyorlardı. Emekliliğine üç ay kalan Yargıtay Başkanı Özkaya’nın, ilk günden beri hedefte olması, ucu gizli ilişkilere ve devlet sırlarına uzanan olaylara dayanıyordu. Yargıtay Başkanı, savunma niteliği taşıyan basın açıklamasında, kendisine yöneltilen suçlamaları, elinde bulunan belgelerle bir bir çürütüyordu. Bu olayda asıl hedefler kim? Ona bakmak lazımdı. Yayın organlarında satır aralarına sıkışan bu hedefler, devlet içindeki kavgayı da aslında gözler önüne seriyordu. 1980’den sonra MİT ve Emniyet güçleri arasında geçen olayların akışına baktığımızda durum daha netlik kazanıyordu: 1984 yılında yapılan Dündar Kılıç, Behçet Cantürk ve Abuzer Uğurlu’nun gözaltına alındığı ‘babalar operasyonu’.. 10 Kasım 1987’de yazılan bir raporu, 1988’in hemen başında büyük gazetelerin genel yayın yönetmenlerinin hemen hepsi, masalarına gelmesine rağmen, cesaret edip yayınlayamadı. Şubat ayının ilk haftasında Doğu Perinçek’in başında olduğu 2000’e Doğru Dergisi'nde, tefrika halinde yayınlandı ne hikmetse. Mehmet Eymür ve Atilla Aytek’in isimlerinin ön plana çıktığı bu rapor, tarihe 1. MİT raporu olarak geçti.. Eski MİT müsteşarı Hiram Abas’ın 4 Eylül 1990 yılında uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürülmesi.. MİT’te 2. sınıf uzman olarak görev yapan ve Susurluk olayının kilit ismi olarak bilinen Tarık Ümit’in 3 Mart 1995 günü, esrarengiz bir şekilde ortadan kaybolması... 03 Kasım 1996 günü, DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Edip Bucak, İstanbul Kemalettin Eröge Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ, ``Mehmet Özbay'' sahte kimlikli Abdullah Çatlı ile Gonca Us’un içinde bulunduğu aracın yaptığı kaza, ‘Susurluk olayı’ olarak belleklere kazındı. Susurluk'ta meydana gelen bu trafik kazası, beraberinde `"devlet mafya siyaset'' üçgeni etrafında yoğunlaşan tartışmalar getirdi. 1994'te Kontr-Terör Merkezi'nin yöneticisi olarak, yeniden MİT’e dönen Mehmet Eymür tarafından hazırlanıldığı bilinen ve 1. raporda olduğu gibi yine, yayın organlarının genel yapın yönetmenlerinin masalarına gitmesine rağmen, 22 Eylül 1996 günü, her ne hikmetse Doğu Perincek'in sahibi olduğu Aydınlık Dergisi'nde yayınlanan 2.MİT raporu.. Buna benzer daha birçok irili-ufaklı olaylar... Bütün bu olayları ard arda koyduğumuz zaman, MİT ve bir grup emniyet mensubu arasında uzun bir süredir devam eden bir mücadelenin olduğu görülüyordu. Açıkça dile getirilmeyen sırlar vardı. (4) Tüm tartışmaların orta noktasında mafya babası Alaattin Çakıcı vardı. O, bazılarına göre sicilli bir suçlu, bazılarına göre de bir vatan kahramanıdır. Öyle bir kahramandır ki, tabancasını çekerek, Ermeni terörünün elebaşlarını yola getirmiştir. Ara sıra da kanunsuz işler yapmaktaysa da, helal olsun. Yaptığı büyük vatanperverlik karşılığı, bu gibi küçük kabahatleri de hoş görülmelidir. Çakıcı birçoklarının gözünde, bir "Roben Hood'tur. Yani daima haklının yanında olan, zenginden alıp fakire dağıtan, haksızdan alıp, haklıya veren bir kişidir. Çakıcı'nın bu imajı kazanmasında, medyanın rolü çok büyük olmuştur. Her taşın altında Çakıcı'nın varlığının iddia edilmesi ona esrarengiz bir güç vermiştir. Elinde cep telefonu iki hükümet düşüren kudretli bir adamdır. Kendi ifadesiyle Refahyol ve 1998'de Mesut Yılmaz hükümeti sayesinde mevta olmuştur. Ancak Çakıcı'nın gücü sadece buradan gelmemektedir. Çakıcı bu toplumun ihtiyaç duyduğu bir tiptir. İşte onun gücü bundan gelmektedir. Bir ülke düşününüz ki, vatandaşların kanaatine göre, polisi, jandarması onun emniyetini korumaktan acizdir. Bir ülke düşününüz ki, zorbalar, "haydi git şikâyet et" diye kabadayılık yapmaktadır. Bir kimseden alacağınız vardır. Alacaklınız size, "istersen icraya ver" demekte ve bu beyan bir tehdit anlamına gelmektedir. Hak sahipleri mahkemeler önünde sürünmektedir. Açılan davalar ya uzamakta veya verilen haksız kararların tartışılması yasaklanmaktadır. Bu adaletsizliği önlemek için bazı vatandaşların gözünde bir tek yol vardır: "Bizzat ihkak-ı hak" yani kendi hakkını, bilek veya silah zoruyla almak. İşte bu yolda başvurulacak en güzel isim, "Çakıcı" veya onun gibi kişilerdir. Konunun tehlikeli bir yönü de şudur. Türkiye o hale gelmiştir ki, haksızlıkları, yolsuzlukları gören birçok genç, birer Çakıcı olmak veya bir Çakıcı bulmak arzusundadır. İşin asıl feci olan yönü budur. Gençlerin kafasına, haklarını alabilmek için, ya Çakıcı olmak veya onu bulmak fikrinin yerleşmiş olmasıdır. Vatandaşın devlete olan güveni kalmamıştır. Meşru yollardan ne haklarını koruyacağına ve ne de haklarını alabileceğine inanmaktadır. Yüksek yargının başında bulunanları, bakanları, yüksek dereceli bürokratları dinleyiniz. Hepsi, kendilerin emrindeki veya düzeltmek zorunda oldukları kimselerden şikâyet etmektedir. "Hâkimler vicdanı ile cüzdanı arasında sıkışmıştır" ifadesi bunlardan sadece bir tanesidir. Yani, devlet, devleti şikâyet etmektedir. Bu durumda vatandaş devlete nasıl güvensin. Ya tetikçi tutarak işini halledecek veya bir besmele çekip işi Allah'a havale edecektir. Bir ülkede köşe yazarları, "avukat tutma hâkim tut" diye yazabiliyorsa... Daha da ileri giderek, "hâkim de tutma, mafya tut" denilebiliyorsa, yetkililerin bu konuya dikkatle eğilmeleri gerekirdi. Konuyu, "yüksek yargıyı yıpratmak" gibi bir perde arkasına saklamaya çalışmak, hukuka, yargıya gölge düşürür. Unutulmamalıdır ki, hâkimler de herkes kadar hukuka muhtaç olabilirlerdi. (5) Diziye Susurluk penceresinden bakarak kimin kimin olduğunu merak eden anonim seyirciler bir liste çıkartmışlardı; listeyi önce Magazin Gazeteciler Derneği haber portalı, sonra Kurtlar Vadisi fanları web sayfası yayımladı. Aslında dizide hayat hikayeleri geçmişe dönüp Susurluk'a, öncesine ve mafya yapılanmasına bakacak olursanız yanlış gidiyordu. Ölenler yaşatılıyor, yaşayanlar öldürülüyordu. Değişik dönemlerde yaşayan karakterler günümüzde yaşamış gibi gösteriliyordu. Ana hedef zaten ' Godfather' gibi gerçek hayat hikayesini birebir aktarmak değil, anahtar ipuçları verilmesiydi. Bu sayede zaten seyirci bulmacadan anlayacağını anlıyordu Susurluk hakimi Sedat Karagül, Yeşil’in 'yüzünü değiştirdiler' iddiasında, Kurtlar Vadisi'ndeki bir oyuncuya işaret ediyordu: Polat! ilginç iddiasına göre, Yeşil yaşıyordu ve derin devlete nerede olduğu sorulmalıydı. “Susurluk Davası”nın hakimi iken, “4 yıllık görev süresini doldurduğu” gerekçesiyle 2 Kasım 2000 tarihinde İstanbul Adliyesi’nde üye hakim olarak görevlendirilen Sedat Karagül, daha sonra kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Emekliliğinin ardından İstanbul DGM, Susurluk Davası’nı karara bağladı. Kararın aceleye getirildiğini ileri süren Karagül, aralarında İbrahim Şahin ile Korkut Eken’in de bulunduğu 14 sanık hakkında 4 ile 6 yıl arasında değişen hapis cezası verilmesini farklı değerlendiriyordu: “Ortada delil yoktu ve bu, yazılan gerekçeli karardan da anlaşılıyor. Delilsiz mahkum edilen sanıklara jet hızıyla Danıştay’ın onama vermesi de ilginç tabii...” Karagül ‘Yeşil’ kod adlı eski devlet görevlisi Mahmut Yıldırım’ın yeni bir yüz ve yeni bir kimlikle hayatını devam ettirdiğini açıklmıştı. ‘Derin devletin karakutusu’ Yıldırım’ın eskiden görev yaptığı Jandarma tarafından korunuyor olabileceğini aktaran Karagül, varlığı her zaman inkar edilen Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele Teşkilatı’nın (JİTEM) ‘yasal olmayan yollardan’ faaliyetlerini sürdürdüğünü anlatıyordu. Türk istihbarat topluluğu içinde teşkilat yasası olmadan faaliyet gösteren tek birimin JİTEM olduğunu kaydeden Karagül, 1960’larda kaçakçılıkla mücadele için kurulan birimin daha sonra terörle mücadele konseptine göre yeniden yapılandırıldığını ifade ediyordu. Yeşil’in JİTEM ve MİT adına ülke menfaatleri doğrultusunda birtakım hizmetler yaptığını anlatan emekli hakim Sedat Karagül, buna karşın denetimsizlik nedeniyle Yeşil’in tıpkı Abdullah Çatlı gibi kontrolden çıktığını, fakat öldürülmediğini savunuyordu. Karagül’a göre, Yeşil’in “Akıllı olun. Yalnız başınıza yemeyin. Paylaşın. Aksi halde size bu kazancı yedirmezler. Kustururlar.” sözünün onun nasıl hayatta kaldığını açıklıyordu. ‘Derin devlet’in en iyi izahını Yeşil’ yapabilirdi. Derin devleti “Devletin âli menfaatlerinin gereklerini hukuk dışı yollarla koruyan örtülü güç” olarak tanımlayan Susurluk Davası’nın emekli hakimi, bu gücün üstünde bir kontrol mekanizması olmadığı için zaman zaman ülkeye zarar verebildiğine dikkat çekiyordu. Türkiye’de ‘derin devlet’in birtakım kişi ve grupları “âli menfaatler uğruna” kullandığı biliniyordu. Karagül, kullanılan bazı isimlerin zaman içinde bu güce meydan okumaya kalktığını, bunun sonucunda da tasfiye edildiklerini anlatıyordu: “Susurluk, Türkiye’de derin devletin değil; meydan okuyan bir ekibin deşifre olması vakasıdır. Dolayısıyla Susurluk’ta yargılanan derin devlet değil; kontrolden çıkan birtakım devlet görevlileriydi. İtalya’daki Gladyo Skandalı gibi beynelmilel bir olay, vaka değil sadece gölgelerin olduğu bir olaydı.” Derin devletin, “bilmiyorum” ve “bu konu hakkında açıklama yapamam” sözcüklerinin arkasında gizli olduğunu anlatan emekli hakim, eski siyasilerin kamuoyunu yanlış bilgilendirdiğini savunuyor ve ekliyordu: “Herkes gördüğü kadarını anlatıyor. Zaten daha fazlasını bilseler derin devletin bir anlamı kalmazdı.” Karagül, derin devletin aslında “görünmeyen hükümet” anlamına geldiğini iddia ediyordu. Derin devletin, ‘faaliyetleri sorgulanamaz, tartışılamaz ve tüm kurumları yönlendirebilecek güçte bir üst çatı örgütü’ olduğunu anlatan Karagül, istihbarat ve güvenlik birimlerinin bu yapı tarafından yönlendirildiğini ileri sürerek şunları söylüyordu: “ASALA’ya karşı 1980 sonrasında oluşturulan konsensüs bunun en iyi örneğidir. Terör örgütü ASALA, eylemlerinden nasihatle değil; devletin kararlı tutumu ve birtakım örtülü faaliyetleri nedeniyle vazgeçti. Genelkurmay, MİT ve diğer birimlerin ortak bir gaye etrafında birleşmesi bunun örneğidir. Fakat o dönemde taşeron olarak kullanılan birtakım kişiler daha sonra raydan çıktı.” (6) Kurtlar Vadisinde simgelenen şahsiyetler esasen son 20 yıllık derin devlet-mafya geçidiydi. Ancak sırlar üzerine kurgulu dizide kimse gerçek hayatdaki benzeriyle aynı hayatı paylaşmadı, sadece sembollerle seyirciye tiyo verildi. Bakın neler anlamıştı anonim seyirciler: Polat Alemdar: Abdullah Çatlı. Polat, dizide Almanya'da estetik ameliyatıyla siması değiştirilmiş bir Dışişleri istihbarat elemanını, derin devletin operasyonel gücünü, yani bir nevi 007 James Bond'unu oynuyordu. Bu tanıma Yeşil uysada seyirci onu Çatlı sandı. Abdullah Çatlı Nevşehir'de 1956 yılında doğdu. 1977 yılında Ülkü Ocakları Ankara İl Başkanı, 1978'de Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) Genel Başkan Yardımcısı oldu. Aynı yıl MİT’de görev yapan bir eleman oldu. Çok sayıda siyasi cinayet, bombalama, kahve tarama ve hapisten adam kaçırma gibi olayların örgütleyicisi olarak suçlandı. 25 Ağustos 1978'de Sakarya'da Nevzat Bor ve Mustafa Pehlivanlı'yla birlikte gözaltına alındı. İstanbul'a götürülen Çatlı, daha sonra serbest bırakıldı. Ankara polisi tarafından tekrar gözaltına alınan Çatlı, tekrar serbest bırakıldı. Çatlı, ÜGD Genel Başkan Yardımcısı olduğu dönemde, ÜGD'nin yerine Ülkü Yolu Derneği'ni Nevşehir'de kurdu. 11 Temmuz 1978'de Ankara'da işlenen Doç. Dr. Bedrettin Cömert cinayetinin faili olarak arandı. 9 Ekim 1978'de Ankara Bahçelievler'de Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi yedi gencin öldürüldüğü olayın düzenleyicisi ve baş sorumlusu olarak hakkında 1982 yılında gıyabi tutuklama kararı çıkarıldı. Çatlı, daha sonra İstanbul'a yerleşerek Hasan Kurtoğlu sahte kimliğiyle yaşadı ve birçok eyleme karıştı. Bu dönemde, silah ve uyuşturucu kaçakçılarıyla yakın ilişki kurdu. Mehmet Ali Ağca'nın Maltepe Askeri Cezaevi'nden kaçırılması olayının organizasyonunda yer aldığı, Ağca'yı evinde sakladığı ileri sürüldü. 12 Eylül'den sonra Nevşehir Emniyet Müdürlüğü'nden sağladığı sahte pasaportla yurtdışına çıktı. 13 Mayıs 1981'de Ağca tarafından gerçekleştirilen Papa suikastının düzenleyicileri arasında yer aldığı öne sürüldü. 22 Şubat 1982'de İsviçre'de Mehmet Saral adına düzenlenmiş bir pasaportla, Mehmet Tarol adına düzenlenmiş sahte pasaport kullanan Oral Çelik ve Durmuş Unutmaz adına düzenlenmiş sahte pasaport kullanan Mehmet Şener'le birlikte yakalandı. Çatlı serbest bırakılırken, Mehmet Şener tutuklandı. MİT'in resmi belgelerinde, 22 Ekim 1983'te Paris'te MİT'le temasa geçtiği ve ASALA'ya karşı beş ayrı eylemde yer aldıktan sonra 24 Ekim 1984'te uyuşturucuyla yakalandığı gerekçesiyle ilişkisinin kesildiği yer aldı. 22 Ekim 1984'te Paris'te 450 gram eroinle yakalandığı için Fransa'da 4.5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu dönemde Papa suikastını kendisinin planladığını, Oral Çelik'i bulabileceğini, bildiklerinden dolayı iki kez öldürülmek istendiğini, serbest kalmak garantisiyle herşeyi anlatabileceğini söyledi. Ancak mahkemede verdiği ifadede söylediklerini reddetti. Uyuşturucu bulundurmak suçuyla yedi yıl ceza aldığı İsviçre'ye iade edildi. Bu dönemde Türkiye'nin iade talebi, idamla yargılandığı gerekçesiyle Fransa tarafından reddedildi. 21 Mart 1990'da İsviçre Bostadel Cezaevi'nden kaçtı. Türkiye'ye gizlice geldikten sonra Şahin Ekli ismiyle kullandığı pasaportun sahte olduğunun anlaşılması üzerine 1993'te Yeşilköy Havalimanı'nda gözaltına alındı ancak serbest bırakıldı. Çatlı, 3 Ekim 1994'te İstanbul'da yabancı plakalı kaçak durumdaki araç ile yakalandı ve Mehmet Özbey kimliğiyle çıkarıldığı savcılık tarafından kayden işlem yapılarak serbest bırakıldı. Abdullah Çatlı'nın Mehmet Özbay sahte kimliğiyle Baysa İnşaat, GSC Tekstil Ürünleri, Limon Lokantacılık, Japet Et Mamülleri, Sultan Tekstil ve Gülden Tekstil adlarında altı şirkette ortaklığı olduğu ortaya çıktı. Çatlı; Mehmet Özbay, Mehmet Özbey, Abdullah Çatalı, Abdullah Çaltı, Mehmet Saral, Hasan Dağarslan, Hasan Kurtoğlu ve Şahin Ekli sahte isimlerini kullanıyordu. Çatlı, 3 Kasım 1996'da Susurluk'ta meydana gelen bir trafik kazasında, DYP Milletvekili Sedat Bucak, polis şefi Huseyin Kocadağ ve sevgilisi Gonca Us'un da içinde bulunduğu bir arabada öldü. Çatlı'nın üzerinden dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağarın imzasının bulunduğu silah taşıma belgesi ve yeşil pasaport çıktı. Çatlı'nın otopsi raporunda ölmeden önce kokain kullandığı belirlendi. Çatlı , 21 Mart 1990'da İsviçre'nin Bostadel hapishanesinden MİT İsviçre Şubesi tarafından kaçırılmıştı. Dizide Almanya’dan getirilmesiyle buna atıfta bulunuldu. Tutuklanma sebebi uyuşturucu tacirliğiydi, kendiside kokain kullanıyordı. Ancak bu tarihten sonra gerek ASALA'nın bitirilmesi olarak dışta, gerekse mafyanın içinde devletin adamı olarak milletine çalıştığına inanan, bazılarına göre katil, kirli dünyada dizginlenemeyen, haddini zorlayan bir fedai görünümündeydi. Çatlı'ya yeşil pasport ve silahına kullanma ruhsatı veren Mehmet Ağardı. Tüm istihbarat teşkilatlarımızın güzide elemanı Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ın gizli olarak emrinde çalışıyordu. Yeşil ise ünlü emekli MİTci Mehmet Eymür’ün en değerli elemanıydı. Susurluk’un tek devlet mahkumu efsanevi Mitci Yarbay Korkut Eken de Çatlı ve Yeşilden yararlanmıştı. Çatlı 3 Kasım 1996'da Susurluk kamyonunun altında kalarak öldü veya öldürüldü. Meral Çatlı'yla evliydi. Dizide yaşamayan biri yaşatılıyordu. Kamyonun altında ölen Çatlı değil, kopyasıysa, dizideki kurgulama gerçeğe uygundu. Çatlı’nın kızı Gökçen, babasının MİT ile Emniyet arasındaki çatışmaya kurban gittiğini düşünüyordu. Gökçen Çatlı’ya göre Susurluk’ta Mercedes’e kamyon çarpmasaydı babası, 200 metre ileride bulunan birileri tarafından taranacaktı. Gökçen Çatlı’ya, kazadan sonra bir kişi kendisine gelip şu açıklamayı yapmıştı: “Eğer orada bir şey olmasaydı, zaten 200 metre ileride başka bir araba onları bekliyordu ve tarayacaklardı.” Gökçen Çatlı, babasının önce MİT için çalıştığını, sonra da Emniyet’e geçtiğini söyledi. Bunun da iki birim arasında çatışmaya yol açtığını söyleyen Gökçen Çatlı’ya Meral Çatlı da destek verdi: “MİT ile Emniyet arasında çıkan çatışma sonucunda, Abdullah Bey’i diskalifiye etme kararı birileri tarafından verildi.” Gökçen Çatlı, ayrıca Reis’in çekirdek kadrosunun hâlâ durduğunu; ancak birçok şeyin de parçalandığını söylüyordu. (7) Süleyman Çakır: Alaaddin Çakıcı. Trabzonlu ülkücü mafya şefi Çakıcı, ilk olarak 17 yaşındayken bir İETT görevlisini yaralama olayına karıştı. Çakıcı, daha sonra ismini İstanbul'daki yasadışı faaliyetleriyle duyurdu.1980'li yılların sonunda yeraltı dünyasının Ankara ayağında da adı duyulan Çakıcı, bir süre sonra İstanbul'a geçerek, buradaki gruplar içinde kendisine yer edindi. Türkiye çapında faaliyet gösteren ve "ülkücü baba" olarak tanımlanan Çakıcı, İstanbul'a geçtikten sonra yine ünlü babalardan Dündar Kılıç'ın kızı Uğur Kılıç'la evlendi. Olaylı sona eren bu evliliği ve İstanbul'da karıştığı silahlı saldırılar sonrasında polis kayıtlarında önemli yer tutmaya başlayan Çakıcı, sürekli Karadenizli olmasıyla övündü. Babasını 12 Eylül döneminde İstanbul'un Gültepe semtindeki bir kahvehaneye yapılan silahlı baskında kaybeden Çakıcı, 1984'ten itibaren çek senet tahsilatı yapan grupların liderliğini yapmaya başladı. Eski eşi Uğur Çakıcı'nın Uludağ'da öldürülme emrini verdiği gerekçesiyle polis ve savcılık tarafından gıyabi tutuklu olarak aranan Çakıcı, ayrıca canlı yayında DYP Genel Başkanı Tansu Çiller'le ilgili yaptığı açıklamalarıyla Flash TV'nin basılmasına neden oldu. Borsacı Adil Öngen'in yaralanması, Pamukbank Genel Müdürü Burhan Karaçam'a yönelik lav silahlı saldırı olayı, Emin Cankurtaran'ın vurulması, Cavit Çağlar'a yönelik suikast planlaması, Engin Civan'ın vurulması eylemlerinin azmettiricisi olan Çakıcı, kendisi gibi yeraltı dünyasının ünlü isimlerinden Nurullah Tevfik Ağansoy'un öldürülmesi olayında da azmettirici olarak aranmaya başladı. 1992'de hazırlanan sahte pasaportla yurtdışına kaçan Çakıcı'nın adı, Susurluk soruşturmalarında da gündeme geldi. Soruşturmalarda, kendisinde sahte yeşil pasaport bulunduğu iddiaları ortaya atıldı. Çakıcı, çek - senet tahsilatı yaptığı dönemde Ankara ve İstanbul'da birçok kez gözaltına alındı. Soruşturmalarda, polisin mafya içindeki uzantısıyla ilgili bilgiler veren Çakıcı'nın yurtdışında kaldığı süre içinde Belçika, ABD, İtalya, Güney Afrika, Fransa, Brezilya, Singapur ve Japonya'da dolaştığı belirlendi. Çakıcı'nın firarda bulunduğu dönemde Palermo'da İtalyan mafyasının önde gelen aileleriyle bir toplantı yaptığı da tespit edildi. Çakıcı, 1998'in Şubat ayında Fransa'da yapılan bir operasyonda yakalanmaktan kılpayı kurtuldu. 41 kişinin ölümünden sorumlu tutulan Çakıcı, 17 Ağustos 1998'de Fransız polisinin düzenlediği bir operasyon sonucunda Nice'de bir otelde koruması Muradi Güler ve sanatçı Selçuk Ural'ın kızı olan sevgilisi Aslı Ural'la birlikte yakalandı. Yıllarca kırmızı bültenle aranan, ancak bir türlü yakalanamayan Alaattin Çakıcı'nın başını ise sevgilisi, şarkıcı Selçuk Ural'ın kızı Aslı Ural yaktı. Polis tarafından izlenen Aslı Ural, Monaco şehrinde sevgilisinden haber beklemeye başladı. Beklenen telefon geldiğinde 18 Nisan 1998'de Fransa'nın Nice şehrinde Çakıcı'yla buluştu. Tabii polislerle birlikte! Fransa'da yakalandığında cebinde MİT elemanı, o dönemde Çin Büyükelçiliğimizin Güvenlik Ataşesi Yavuz Ataç tarafından verilmiş kırmızı pasaport vardı. Türkiye'ye iade edildi. (8) Çakıcı'nın yakalanmasından sonra ortaya çıkan kasetler, ANAP'lı Devlet Bakanı Eyup Aşık'ın istifasına sebep olurken, Aşık ile birlikte Çakıcı'ya kaçması için uyarıda bulunduğu iddia edilen DYP'li Meral Akşener, MİT görevlisi Yavuz Ataç ve Bursalı işadamı Erol Evcil de suçlandı. Fransa'daki cezaevinde 16 ay dünyayla iletişimsiz bir odada tutuklu kalan Çakıcı, 14 Aralık'ta kendi isteğiyle Türkiye'ye getirildi. Fransa'dan şartlı iade edilen Çakıcı, hakkındaki gıyabi tutuklama kararı vicahiye çevrilerek tutuklandı ve Kartal Özel Tip Kapalı Cezaevi'ne konuldu. Çakıcı, Türkiye'ye getirildikten hemen sonra İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi'nde (DGM) tanık sıfatıyla dinlendi. Yaklaşık 3.5 saat ifade veren Çakıcı, soruları cevapsız bıraktı. Dizide lanse edildiği gibi Çakıcı, Erol Evcil, Ergin Kardeşler gibi ünlülerin yattığı Kartal Özel Tip Kapalı Cezaevi'ndeki rahatlığıyla da dikkat çekti. Çakıcı'nın isteğiyle gece yarısı koğuşuna lahmacun getirttiği, avukat dövdüğü, cep telefonu kullandığı ve Nuri Ergin'le mektuplaştığı ortaya çıktı. Ancak bir süre sonra Çakıcı'nın "Bu cezaevi ya ona ya bana dar gelecek" yönünde bir açıklama yaptığının ileri sürülmesi üzerine Nuri Ergin, basına gönderdiği açıklamayla sert tepki göstererek, "Bana dostane mektuplar yazan biri düşman ise başımız üstünde yeri var. Önümüz bayram, açıkta kalınır" dedi. Bunun üzerinde Çakıcı avukatı aracılığıyla kamuoyuna gönderdiği başka bir mektupla Ergin kardeşlere meydan okudu. Çakıcı, mektupta; "Nuriş ve Vedat denen, kişilik ve milliyet erozyonuna uğramış, garip göçebegillere: Biraz adamlığınız varsa, basına demeç vermeyin, bu cezaevinde siz altı kişi bir arada yatıyorsunuz, ben de tek yatıyorum. Gereğini yapmazsanız, yapmayıp da basına demeç verirseniz şerefsizsiniz" dedi. Mektup savaşlarında Nuri Ergin, avukatı aracılığıyla yaptığı açıklamada, Çakıcı hakkında ağır sözler söyledi. Ergin, "Çakıcı adam mı, madam mı?", "Şerbeti ketmerli şambabası", "Voltajı düşük sihirli lamba", gibi sözlere yer verdi. Ergin, Çakıcı'ya yönelik koruma istediği şeklinde çıkan haberlere ilişkin de, "Fransa'dan beri tutturmuşsun koridor yok. Bu maltalarda bir de savcıdan utanmadan koruma istiyorsun. Satanist düşünceli şambabası, bırak bu kurnazlığı. Milleti ziyaretine bile çıkartmıyorsun. Kolpacı mesajında aman beni koruyun mesajı değil mi? Beni yorma. Benim seninle uğraşacak vaktim yok, boşuna yalvarma" dedi. Çakıcı ve Ergin arasındaki bu kavga, cezaevi dışına da taştı. Çakıcı'nın adamları Karagümrük'te Ergin kardeşlerin adamlarına ait olduğunu bildikleri bir lokali kurşunladı. Ancak bu lokalin sonradan Erginler'e ait olmadığı Karagümrük Spor Kulübü Lokali olduğu anlaşıldı. 28 Mart 2000'de ise Yargıtay Ceza Genel Kurulu, Çakıcı'nın, gazeteci Hıncal Uluç'u yaralamaya azmettirmekten yargılandığı davanın zamanaşımdan düşürülmesine ilişkin İstanbul 6. Asliye Ceza Mahkemesi'nin kararını bozdu. Çakıcı'ya yargılandığı bu davada, 2 yıldan 5 yıla kadar hapis istendi. Nisan 2000'de Çakıcı hakkında Emlak Bankası eski Genel Müdürü Engin Civan'ı yaralamaya azmettirmekten açılan davanın zamanaşımından düştüğü ortaya çıktı. Mehmet Eymür, İnternet'teki Anadolu Türk adlı sitesinde yayımladığı bir yazısında Çakıcı'nın 3 Şubat 1998'de Evcil'le yaptığı bir konuşmadan söz ederek, Çakıcı'nın kanser olduğunu söylediğini ileri sürdü. Eymür, Çakıcı'nın Evcil'e, "Check up yaptıramıyorum. Kanser var bende. Aylardır bütün vücudumda hissediyorum, içim ağrıyor. 6 - 7 paket sigara içiyorum" dediğini iddia etti. Çakıcı'nın adamlarının Karagümrükspor lokaline yaptığı baskına karşılık olarak 19 Nisan 2000'de Nuriş'in adamları, Gültepe ve Zeytinburnu'nda iki kahvehaneyi taradı. Bir kişi öldü, 10 kişi yaralandı. Olaydan sonra yapılan operasyonlar sonucunda aralarında Ergin'in firari olarak aranan adamı Yavuz Erdoğan'ın da bulunduğu dört saldırgan silahlarıyla birlikte yakalandı. Çakıcı, Mayıs 2000'de Türkbank ihalesini araştıran Meclis Komisyonu'na verdiği ifadede ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz ile ile iki kez yüz yüze görüştüğünü söylediği belirtildi. Çakıcı, komisyon üyelerine Türkbank olayında büyük paralar döndüğünü, kendisine söz verilen 60 milyon doların verilmediğini ve bu yüzden yakalatıldığını söyledi. Çakıcı, ayrıca 55. hükümeti de Refahyol hükümetini de kendisinin yıktığını anlattı. Çakıcı, ifadesinde Eyüp Aşık ile 200'e yakın telefon görüşmesi yaptığını da öne sürdü. Çakıcı, 8 Mayıs 2000'de İstanbul DGM'de "çete oluşturmak ve liderliğini yapmaktan" yargılandığı davanın duruşmasında, mahkeme heyetine, "Ben tombaladan çıkmış Alaattin değilim. Tabii ki ceza alacağım. Eğer bana ceza vermezseniz basın sizi topa tutar" dedi. Mahkeme ödeneksizlik yüzünden duruşmaya getirilemeyen sanık Adnan Çiçek'in son savunmasının alınması için duruşmayı erteledi. Ergin ve Çakıcı cezaevindeyken, adamları dışarıda çatışmayı sürdürdü. Çakıcı ve adamları hakkında Nuriş'in adamlarına yönelik gerçekleştirilen saldırılar hakkında davalar açılmaya başladı. İstanbul DGM Cumhuriyet Başsavcılığı, Çakıcı ile 10 adamı hakkında, Karagümrük Spor Kulübü Lokali'ne yönelik silahlı saldırıya ilişkin dava açtı. İddianamede, Çakıcı'nın 304.5 ile 384 yıl arasında ağır hapis cezasına çarptırılması istendi. Engin Civan'ın yaralanması olayında azmettirici olduğu gerekçesiyle yargılanan Çakıcı'nın 7.5 yıl ağır cezası istemiyle yargılandığı davası, "4616 sayılı Şartla Salıvermeye, Dava ve Cezaların Ertelenmesi'ne Dair Kanun" gereğince ertelendi. Hıncal Uluç'un yaralanması olayına ilişkin 3 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırılan Çakıcı'nın avukatı Şeyda Yıldırım'ın, Pendik Cumhuriyet Başsavcılığı'na cezanın infazının düşürülmesi konusunda yaptığı başvuru da kabul edildi. Çakıcı'nın, her iki davasında da "zamanaşımından düşme kararı" verilmiş, ancak bu kararlar Yargıtay Ceza Genel Kurulu ve Yargıtay 1. Ceza Dairesi tarafından bozulmuştu. Bozma kararının ardından davaların görülmesine devam edilmişti. Çakıcı'nın tutukluluğu, halen başka suçlar nedeniyle devam ederken, birden tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Son 15 yılın en büyük mafya babası, gücünü büyük uyuşturucu mafya babası Dündar Kılıç'ın damadı olmasından alıyordu. O'da devletin hizmeti ve koruması altına girerek ticaretini ve yapılanmasını dokunulmaz yapmayı başardı. Ancak mafya içinde yaşanan çatışmalardan ve susmak için dolayı tekrar yurtdışına kaçırıldı. Çünkü bildikleri devlet sırrıydı, konuşmasından bazı çevreler korktu. 4 yıl içeride yattıktan sonra salıverilmesinde bir yanlışlık yapıldığı anlaşıldığı anda 2004’ün mayıs ayında Beşiktaş Futbol sorumlusu Sinan Engin'in yardımıyla yurtdışına kaçtı veya devlet yardımıyla kaçırıldı. Dizide ölen Çakır'ın hayatını oynadığına sert bir dille itiraz etti. Bu tepki sonucu dizide Çakır öldü. Başka bir MİTci Faik Meral’in temin ettiği yeşil pasportla tekrar yurtdışına kaçtığı anlaşıldığında tekrar kıyamet koptu. Beşiktaş Klübünden Sinan Engin’in sayesinde vize alınması nedeniyle Engin istifa etmek zorunda kaldı. Alaattin Çakıcı’ya pasaport temin eden Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün şirketi Beşiktaş Travel’in seyahat sorumlusu Kerem Eymür, eski MİT Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür’ün yeğeniydi. Alaattin Çakıcı’yı Rodos’a kaçıran yatın sahibi Mehmet Salih Hantal, İstanbul DGM’de sorgulanıp serbest bırakıldı. 1990’ların başında Antalya Varsak’ta kurulan Polar buz fabrikasının sahiplerindi. Diğer ortakları Mehmet Eymür ve Korkut Ekendi. Mehmet Eymüre’e göre, Mehmet Salih Hantal ve Nurullah Ayan (asıl ismi Nasrullah ) hiç bir zaman ortağı olmadı ve Çakıcı’yla 10 yıldır görüşmedi. Avusturya'da yakalandı. Alaattin Çakıcı'nın MİT'ten emekli 'terör uzmanı' Faik Meral'e ait pasaportla Avusturya'nın Graz kentinde yakalanması, Çakıcı-MİT ilişkisini bir kez daha gündeme taşıdı. Çakıcı'nın MİT tarafından kullanıldığı ilk kez 1998 yılında Susurluk davası sırasında tanık olarak dinlenen eski MİT Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür tarafından dile getirildi. Eymür ifadesinde, "1987 yılında Çakıcı Almanya’da bir operasyonda kullanılacaktı. Çakıcı ile Muradi Güler ve birkaç adamı eski MİT mensubu Korkut Eken tarafından eğitime tabi tutuldu. Operasyonu Yavuz Ataç yönetecek, Ümit de buna katılacaktı. Ancak operasyon iptal oldu. Ondan sonra Çakıcı hiç kullanılmadı" dedi. Ancak Çakıcı, 17 Ağustos 1998 tarihinde Fransa'da yakalandığında üzerinde çıkan diplomatik kırmızı pasaportu verdiği tespitiyle MİT'le ilişiği kesilen Daire Başkan Yardımcı Yavuz Ataç'ın açıklamaları Eymür'ün söyledikleri ile çelişiyordu. Türkbank ihalesine fesat karıştırma davasında sanık olarak yargılanan Yavuz Ataç, 1999 yılında mahkemedeki sorgusunda Çakıcı'nın Fransa'da yakalandığı gün bile aralarında görev ilişkisi olduğunu söylemişti. Ataç, "Çakıcı ile 1987 yılında emir-komuta zinciri içinde görevim gereği ve amirlerim eşliğinde tanıştırıldım. Ülke dışındaki zaman zaman 2-3 kişi tehlikeli görevlerde bir arada tanışır, ister istemez dostluklar oluşabilir. Bu ilişkileri bıçakla kesmek mümkün değil. Devlete ait bazı bilgilere sahip kişiyi devlete ait dosya gibidir. Benim görevim bu insanın yabancı ülke eline geçmesini engellemekti. Çakıcı yakalanana kadar görev ilişkim devam ediyordu" dedi. Emekli MİT'çi Faik Meral'in gözaltındaki ilk sorgusunda, "Alaattin Çakıcı'yı tanıyorum. Cezaevinden çıktıktan sonra kendisiyle görüştüm. Bu sıralarda da pasaportumu kaybetmişim. Pasaportumun ne olduğu konusunda bilgim yok" dediği öğrenilirken, ancak Meral'in emniyete herhangi bir kayıp başvurusu yapmadığı ortaya çıktı. 57 yaşındaki eski MİT mensubunun yeşil pasaportu 2003 yılında dört yıl uzattığı bildirildi. İlk sorgusu yapılan Faik Meral, daha sonra İstanbul Emniyet Müdürlüğü'ne getirilmek üzere yola çıkarıldı. Olay üzerine yazılı bir açıklama yapan MİT Müsteşarlığı, pasaportun sahibi Faik Meral'in emekli olduğu 1999 yılından bu yana teşkilatla hiçbir bağlantısının bulunmadığını öne sürdü. MİT, Meral'in 2002 tarihinde teşkilat tarafından uyarıldığını da iddia etti. Çakıcı'nın, Türkiye'nin Avusturya makamlarına verdiği "gözaltına alınmayacağına dair güvence" nedeniyle doğrudan mahkemelere gönderilmişti. Fransa'dan iadesi sırasında prosedür gereği yargılanamadığı 4 ayrı davayla ilgili hâkim karşısına çıkan Çakıcı, hakkındaki gıyabi tutuklama kararları vicahiye çevrilerek, kendisine pasaport temin ettiği öne sürülen eski MİT'çi Faik Meral'in de kaldığı Tekirdağ F Tipi Cezaevi'ne gönderildi. Çakıcı'nın avukatı Şeyda Yıldırım ( Elif Eylül), Fransa'nın yargılama izni vermediği davalara ilişkin Avusturya'nın izin verdiğini, aradaki çelişkinin giderilmesi için çalışıyordu. Alaattin Çakıcı, Yargıtay'ın Karagümrük Spor Kulübü'nün kurşunlanması olayıyla ilgili toplam 5 yıllık hapis cezasını 7 Nisan 2004 günü onaylamasının ardından, adli sistemin ağır işlemesinden yararlanarak 4 Mayıs sabahı Yunan adaları üzerinden yurtdışına kaçarken 'İbrahim Arı' adına düzenlenmiş bir pasaportla çıktığı ileri sürülmüştü. Pasaportun vize işlemlerinin, Beşiktaş Turizm Şirketi tarafından yapıldığı ortaya çıkmasından sonra Beşiktaş Menajeri Sinan Engin'in, Alaattin Çakıcı ile yaptığı telefon görüşmeleri basına yansıdı. Engin'in Çakıcı ile şifreli konuşmalar yapmış ve kaçışa yardım etmişti. Çakıcı, Avusturya'da yakalanması sonrasında ortaya çıkan bazı ilişkileri nedeniyle ülkenin gündemini günlerce meşgul etti. Bu arada Çakıcı'nın dava süreci Yargıtay'da devam ederken, Çakıcı adına müteahhit Hakkı Süha Şen'in Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya'yla dava hakkında görüştüğü ortaya çıktı. Olaya, MİT Dış Operasyonlar Daire Başkan Yardımcısı Kaşif Kozinoğlu'nun da adı karıştı. Yargıtay Başkanı hakkında, bu tartışmalar sonrasında kendi kurumu tarafından soruşturma başlatıldı. Özkaya, Yargıtay tarihinde ilk kez açılış konuşması yapmayan başkan oldu. Kaçışına ilişkin soruşturma yürüten İstanbul Savcılığı'na da daha sonra ifade veren Çakıcı, Fransa'dan iadesi sırasındaki prosedür gereği yargılanamadığı Tevfik Nurullah Ağansoy ve eski eşi Nuriye Uğur Kılıç'ın öldürülmesi, borsacı Adil Öngen'in yaralanması ve Türkbank ihalesine fesat karıştırılmasına ilişkin 4 ayrı davadan yargılanmaya başlandı. "Karagümrük Davası" kapsamında verilen 3 yıl 4 aylık cezası Yargıtay'ca onanarak kesinleşen Çakıcı, bu cezasının infazının tamamlaması için 6.5 ay cezaevinde kalacaktı. Aynı dava kapsamında "müessir fiil" suçundan çarptırıldığı 1 yıl 8 ay 21 günlük hapsi Yargıtay'ca bozulan Çakıcı, bu suçla ilgili olarak yeniden yargılanacaktı. İstanbul Başsavcılığı, yurtdışına kaçan Çakıcı ile kendisine yardımcı olanlar hakkında soruşturma başlatmıştı. Çakıcı hakkında "cürüm işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak" ve "Türkbank ihalesine fesat karıştırmak" suçlarından dolayı 4 yıl hapis cezası istemiyle dava açılmıştı. Dizide Çakır’ı oynayan Kaynarca ile Elif’i oynayan aktörün gerçek hayatda dost ilişkisi yaşaması ilgiç bir durumdu. Abbas Ustaoğlu: Hiram Abas. 1932'de İstanbul'da doğdu. Saint Joseph Lisesi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari Şubesi'ni bitirdikten sonra, 18 Mayıs 1967'ye kadar İstanbul'da çeşitli kademelerde müfettişlik görevinde bulundu. Müfettişlik görevinden sonra yedek subay olan ve MİT'te çalışmaya başlayan Abas, Batum, Atina ve Beyrut'ta görev yaptı. 12 Mart döneminde MİT'te etkin görevlerde bulunan Abas, 1978'de Namık Kemal Ersun cuntasının tasfiyesiyle ilişkili olarak kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. 1983'te ikinci kez MİT'e dönen Abas, 1988'de yayımlanan MİT raporu olayında sorumlu görülerek, raporu kaleme alan Mehmet Eymür'le pasif göreve alınmak istenince, ikinci kez teşkilattan ayrıldı. Amerikan silah firmalarının Türkiye temsilciliğini yapan bir şirkette çalışırken 26 Eylül 1990 sabahı işine gitmek için yola çıktığında uğradığı suikastta yaşamını yitirdi. Evinin yakınlarında, belediye işçisi gibi giyinmiş kişilerin açtığı çapraz ateşin ortasında kalan Abas, olay yerinde öldü. Dizi senoristi, Sabah gazetesinin eski Yazı Işleri Müdürü Soner Yalçın'ın, Doğan Yurdakul ile birlikte kaleme aldıkları "Bay Pipo: Bir MiT görevlisinin sıradışı yaşamı: Hiram Abas" kitabında pek çok pasaj 2000'e Doğru ve Aydınlık'taki haberlere dayanıyordu. Türkiye'li okura ilk kez 2000'e Doğru ve Aydınlık tarafından duyurulan olay ya da analizler kaynak gösterilmeden, sanki yazarın araştırmasıymış gibi aktarılıyordu. Kitabın sonundaki kaynakçada da 2000'e Doğru ve Aydınlık yoktu. Tıpkı Soner Yalçın'ın, "Hangi Erbakan" ve "Reis" kitaplarında olduğu gibi. Gerçi bu kitaplarda Aydınlık ve 2000'e Doğru'nun adı sık sık geçiyor ama polemik konusu olan noktalarda. Yani yazar göğüsleyemediği durumarda Aydınlık'a yaslanıyordu. Okur açısından çalıntıdan daha önemli olanıysa, "Bay Pipo"nun ne anlattığıydı. Soner Yalçın, dizide olduğu gibi "eleştiriyormuş gibi yaparak övme" tekniğini kullanıyordu. Reis'te Abdullah Çatlı için yaptığını Bay Pipo'da Hiram Abas için uyguluyordu. Kitapta Hiram Abas, CIA'nın Ulusal Istihbarat örgütümüze soktuğu, başından beri ABD'nin hizmetinde bulunan biri olarak değil, romantik ve aşırılıkları olan, meslekten bir istihbaratçı olarak tanıtılıyordu. Yalçın’ın kitabında, birçok MİT yöneticisinin "mason" olduğu iddia edilmiş, olaylar, terfiler, tayinler bu mason ilişkisine dayandırılmıştı. (9) Kitabın bu bölümlerini okurken adeta komplo teorileri ile meşhur Aydınlık gazetesini okuduğunuzu zannediyorsunuz. Yazar Soner Yalçın'ın Aydınlık Gazetesinde çalıştığı günlerdeki ciddiyetsiz yazı stilini hala üstünden atamadı. Soner Yalçın, Hiram Abas konusuyla 2000'e Doğru'da çiçeği burnunda bir muhabir olarak tanıştı. Hiram Abas'ın 2000'e Doğru'da ilan edilen lakabı "Mister Komplo"ydu. 12 Mart döneminde Marmara gemisi sabotajı, Kültür Sarayı yangını, Mahir Çayanların cezaevinden kaçırılması ve sonra öldürtülmesi, Filistin'de Işçi Köyllü Parti'li sekiz devrimcinin öldürülmesi komplolarının hepsinin arkasında Hiram Abas vardı. Komplo CIA'nın şaşmaz ilkesi. CIA, devrimle kurulan Cumhuriyet'in kurumlarına ancak komplolarla yuvalanacağını, ancak komplolarla mevzi kazanabileceğini iyi biliyordu. Özal'ın da Çiller'in de önemli siyasi başarılarını bu komplolara borçlu oldukları gibi. Abas'ın MiT Müsteşarlığı'na çıkmak için düzenlediği bir dizi komplonun 2000'e Doğru tarafından açığa çıkarılması da bu analize dayanıyordu. Nitekim Abas, Sabah gazetesinden Güngör Mengi'ye verdiği röportajda, 2000'e Doğru'nun 31. sayısındaki "Mister Komplo" kapağını zirveden aşağıya yuvarlanmasının başlangıcı olarak görüyordu. Aslında "Mister Komplo", Hiram Abas'ı iki sözcükte özetleme becerisiydi. Soner Yalçın'ın güvenlik güçlerinin içinde yer aldığı olaylara dair temel analizi, klikler çatışması. Koca bir Susurluk süreci, Reis kitabında "iki Mehmetler'in kavgasına" indirgeniyordu. Kitaba göre, Türkiye'yi sallayan olayların tamamı, MİT Kontr-Terör Merkezi Başkan Vekili Mehmet Eymür ile Içişleri eski Bakanı Mehmet Ağar arasındaki çatışmadan kaynaklanıyordu! Hiram Abas'ın bütün hayatı da MiT'te klikler çatışmasından ibaretti. Hiram Abas, klik başı olduğu için sivriliyordu. Abas'ın klik başı olması uluslararası bağlantılarıyla değil, Çerkez kanına ve boksörlüğüne bağlanıyordu. Bütün bu anlatımlarla olayın aslında bir Türkiye-ABD çatışması olduğu gizleniyordu. Temel analiz böyle yapılınca, dizide de olgular da buna göre tahrif ediliyordu. Dizi bir nevi mafyayı sevdiriyordu ve Sebataycı-masonlardan aşırı korkutuyordu. Reis'e göre, Susurluk'ta olan her şey Aydınlık ve Işçi Partisi'nden önce Mehmet Eymür tarafından görülmüş, dahası raporlara yazılmıştı. Aydınlık'ın rolüyse Eymür'ün yazdığı raporları yayımlamaktan ibaretti. Reis'in 340. sayfasında şöyle yazılıyordu: "MİT elemanlarının bu isimleri telaffuz ettiğinde daha ortada Işçi Partisi lideri Doğu Perinçek'in açıkladığı ikinci MiT raporu yok." Yalan. Aydınlık'ın Özel Örgüt yayınları Mayıs 1996'da başladı. Reis'te sözü edilen olayın tarihiyse 28 Ağustos. Şefleri olan Doğu Perinçek, Abas’ı Yalçın gibi şöyle anlatmıştı: M. Hiram Abas, İstanbul'daki bütün provokasyon, tertip ve operasyonları planlayan Kontrgerilla şefiydi. CIA ve MİT adına Faik Türüne danışmanlık yapıyordu. İstanbul Kontrgerilla Karargahı ile CIA ve MİT'in irtibatını sağlıyordu. Gemi batırma olayları, İsrail Büyükelçisi Elrom olayı, Fırtına Tatbikatları gibi tertip ve saldırılar Hiram Abas'ın başı altından çıktı. Hiram Abas, işkence ve operasyon hastasıydı. Görevli olmadığı halde 12 Marttaki bütün baskınlara, operasyonlara en önde katıldı. Provokasyonları yönetti. Yeni işkence yöntemleri geliştirdi ve bu yöntemlerin uygulanmasına bizzat katıldı. (10) Oysa Hiram Bey'in ismi hariç Masonluk ile herhangi bir ilişkisi yoktu. İsmini ise mason olan dedesi koymuştu. Hiram Bey göbek ismi olan bu isminden bir rahatsızlık duymadı. Hatta ilk adı olan "Mustafa" ismini kullanarak "Hiram'ı" saklama gibi bir yönteme de başvurmadı. Hiram Bey Türkiye Cumhuriyeti'nin İstihbarat Teşkilatının Müsteşar Yardımcılığına kadar gelmişti, MİT tarihinde bir ekol olmuş, ender yetişen istihbarat görevlilerinden biriydi. 26 Eylül 1990’da belediye işçileri tarafından aynı Arslan bey gibi arabasının içinde çapraz ateşle öldürüldü. Arslan Akbey: Ünlü Mitçi Albay Korkut Eken. Dizide bir karakter gerçek hayatdaki iki kişinin hayatını canlandırıyordu. Hiram Abbas ve Korkut Eken kombinasyonu Arslan beydi. 1945 yılında Ankara'da doğan Korkut Eken, 1963 yılında Kara Harp Okulu'na girdi ve 1965'te mezun oldu. Komando Tugayı, Hava İndirme Tugayı, Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayı gibi birliklerde Takım ve Bölük Komutanlıkları yaptı. Kıbrıs Barış Harekatı öncesi, Ada'daki mücahitleri örgütleyerek harekat öncesi alt yapının oluşturulmasında aktif görev aldı. Hava İndirme Tugayı'nda görevliyken, 20 Temmuz 1974 sabahı paraşütçü birliklerle Kıbrıs'a havadan atlayarak Kıbrıs Barış Harekatı'na katıldı ve Şerit Rozet Beratı ile ödüllendirildi. 1978 yılında üstün eğitimli subay ve astsubaylardan oluşan Özel Harp Dairesi Özel Birlik Komutanlığı'na atandı ve Özel Birlik Komutan Yardımcılığı'na kadar yükseldi. Bu görevdeyken çeşitli yurtdışı kurslara katıldı. 1980 yılında Diyarbakır'a kaçırılan THY uçağının kurtarılması operasyonuna Tim Komutanı olarak katıldı. Türkiye'de ilk defa gerçekleştirilen uçaktan rehine kurtarma operasyonunda teroristleri etkisiz hale getirip yolcuları kurtardı, başarısı zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren tarafından ödüllendirildi. 1982 yılında Polis Özel Timlerinin kurulmasıyla ilgili görev aldı ve rehineli harekata yönelik 40 kişilik özel bir tim yetiştirdi. PKK'nın 1984 yılında Eruh baskını ile başlayan eylemlerine karşı, birliği ile birlikte Siirt ve Sason bölgelerinde görevlendirildi. 1986 yılına kadar devam eden bu görevi sırasında sayısız sıcak çatışmaya girdi. Sözkonusu operasyonlarla birçok üst düzey PKK'lı teröristin ölü veya diri yakalanmasında önemli rol oynarken, kendi timinden de çok sayıda şehit verdi. Bu mücadele sırasında Türk Silahlı Kuvvetlerinin en önemli madalyası olan Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası ile Başarı Madalyası ayrıca çok sayıda takdirname aldı. Özel Harp Dairesi'ndeki 1981-1986 yılları arasındaki görevi sırasında Emniyet Genel Müdürlüğü Polis Timlerinin oluşturulması ve eğitiminde görev aldı. Bu çalışmalardan dolayı, zamanın Başbakanı Turgut Özal tarafından ödüllendirildi. 1987 yılında Yarbay rütbesindeyken Türk Silahlı Kuvvetleri'nden kendi isteğiyle emekliye ayrıldı ve MİT Güvenlik Dairesi Başkan Yardımcısı olarak göreve başladı. Bu görevi süresince çok gizli operasyonlara katıldı. Basına sızan ünlü MİT raporunu hazırlayan dairede görevli olduğu için soruşturma geçirdi ve 1988 yılında kendi isteğiyle MİT'ten ayrıldı. MİT'ten birlikte ayrıldığı Güvenlik Daire Başkanı Mehmet Eymür ile birlikte 1988 - 1990 yılları arasında serbest ticaret yaptı, ardından 1990 yılında müfettiş olarak BOTAŞ'a girdi. 1993 yılında Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar'ın daveti üzerine Emmniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde Özel Harekat Timleri'nin yeniden teçhizatlandırılması ve eğitimi çalışmalarının organizasyonunu gerçekleştirdi. 1993 - 1996 yılları arasında , müşterek operasyonların organizasyonu yaptı. Aynı dönemde, Güneydoğu'daki etkin aşiretleri PKK'ya karşı mücadele için silahlandırdı ve eğitti. 1996 yılındaki Susurluk kazasının ardından "cürüm işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak ve bu teşekkülü yönetmek" suçundan 6 yıl hapse mahkum edildi ve 1 Mart 2002 tarihinde cezaevine girdi. Kayıp silahlar meselesi vardı. Korkut Eken gizli celse istemiş olsaydı, o silahların nereye, neden gönderildiği yetkililere aktarılacaktı. Susurluk olayına bir günah keçisi gerekiyordu, o da Eken oldu. Korkut Eken, duyulması devlete zarar vermeyecek bilgileri gizlemedi. Samsun Terme nüfusuna kayıtlı Korkut Eken, evli ve 3 çocuk babası. Elbette Arslan bey gibi ölmedi, yaşıyor. Korkut Eken esasında geçmişi başarılı bir "Özel Harp" veya yeni adı ile "Özel Kuvvetler Komutanlığı" subayı. Evi, aldığı başarı madalyaları ve ödüllerle dolu. Çok iyi bir ailesi var. Hepsi pırıl pırıl, düzgün ve vasıflı insanlar. Eken iyi bir silah uzmanı, iyi de nişancı. Bir arkadaşının elindeki elmayı 25-30 metreden vurabilecek kadar iyi. Bu "elma tutma" sırasında bir kaç ufak kaza olmuş ama, astları, yürekleri atsa da Korkut emrettiği zaman o elmayı tutmak mecburiyetindeler. O aynı zamanda, paraşütçülük, kayak, dalgıçlık gibi özel eğitimler de görmüş, ABD'de "rehineli harekat" gibi özel kurslara da katılmış bir kişi. 1. MİT Raporu'yla tasfiye edilen Hiram Abas - Mehmet Eymür ekibinden olduğu biliniyor. Gazi Mahallesi Olayları sırasında oluşturulan güvenlik masasında Özel Harekat Danışmanı olarak görev aldı. Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadede, Abdullah Çatlı'yla bir yemekte tanıştığını, Çatlı'nın 1980 öncesinde devlet tarafından kullanılmış olabileceğini söyledi. İstanbul DGM'de süren çete davasında yargılandı. Ayrıca Hospro şirketi tarafından emniyete verilen ve bir kısmı kayıp olan silahlarla ilgili olarak Eken, Mehmet Ağar, İbrahim Şahin'in de aralarında bulunduğu birçok kişi hakkında suç duyurusunda bulunuldu. Ağar, soruşturma sırasında verdiği yazılı ifadede silahları Eken'e senet karşılığı verdiğini açıkladı. Susurluk'taki trafik kazasının ardından ortaya çıkan karanlık ilişkilerle ilgili 14 sanığın yargılandığı dava dördüncü yılın sonunda karara bağlandı. Karara göre, MİT eski görevlisi Eken'le birlikte Özel Harekat Dairesi eski Başkan Vekili İbrahim Şahin, "Cürüm işlemek için çete oluşturmak ve bu çeteyi yönetmek" suçundan 6'şar yıl ağır hapis cezasına mahkum oldu. Diğer 12 sanık da yine "Cürüm işlemek için çete oluşturmak"tan 4'er yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sanıkların tümüne yurtdışına çıkma yasağı konuldu. Eken duruşma çıkışında yaptığı açıklamada, cezayı hak etmediğini belirterek, "Devletin, kendisi için fedakarlık etmiş insanları ortada sahipsiz bırakması gerekmiyordu. Cezaevlerinin durumu ortada. Ben de bir çete lideriysem, iyi şartların sunulduğu İmralı Adası'nda yatmak için talepte bulunacağım" dedi. Eken, "Orada çetebaşı kalıyor. Ben de çetebaşı olarak ceza aldığımdan, orada kalabilirim. Hem orada kalan kişi perhiz yemekleri yiyor. Benim de sağlık durumum iyi değil, ben de perhiz yemeği yerim. Zaten oradaki kişiyle daha önce karşılaşamamıştık. Orada görüşürüz" dedi. Ceza onaylandığı taktirde İnfaz Yasası'na göre, dava kapsamında hiç tutuklanmayan Eken hükmün infazı olan 879 günün tamamını cezaevinde geçirmek zorunda kaldı. Çıktığında hapiste yatmayı devlet görevi olarak nitelendırdi ve kahramanlar gibi karşılandı. ( 11) Pala :Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım. Hacı, Sakallı, Terminatör, Metin Atmaca, Ahmet Demir, Ahmet Yeşil, Mehmet Kırmızı, Hasan Tanrıkulu adlarıyla da tanınan Yıldırım Kontrgerilla elemanıydı. Bingöl, Solhan ilçesi Dicnik Köyü'nde 1951 yılında doğdu. MHP kökenli, 1973'te Bingöl Genç İlçe Jandarma Komutanlığı tarafından kullanıldı ve ilişki aynı yıl MİT Tatvan Bölge Müdürlüğü'ne devredildi. Kasım 1975'te askerden geldikten sonra Milli Görüş hareketi içinde MİT adına çalıştı. Yıldırım, Elazığ'da 1977'de Etibank Ferro Krom tesislerinde puantör olarak göreve başladı. İşlemleri 20938 sicil numarası üzerinden yapılıyordu. Tam dört yıl sonra farklı bir göreve soyunup, farklı bir isimle anılmaya başladı. Yeni adını gözlerinin rengi olan "Yeşil"den aldı. Susurluk kazasından sonra ortaya dökülen ilişkiler, pek çok cinayetin tetikçisi olduğunu ortaya koydu. Herkes Yeşil'den söz etti, ancak bulunamadı. Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, aldığı bilgileri aktarırken Yeşil'in öldürüldüğünü söyledi. Ancak kısa bir süre sonra Yeşil, İHD Başkanı Akın Birdal'ı vuranların arkasındaki isim olarak ortaya çıktı. Daha sonraki bilgiler Yeşil'in hala hayatta olduğunu ortaya koydu. Susurluk Raporu'nda da Yeşil'e 12 sayfalık özel bir yer ayrıldı. Ahmet Demir, Mehmet Kırmızı sahte kimliklerini kullanan, Güneydoğu'da "Sakallı" adıyla bilinen Solhanlı Mahmut Yıldırım'ın geçmişi bir ölçüde deşifre edilebildi. Bir dönem MİT'te, bir dönem JİTEM'de görev aldığı anlaşıldı. JİTEM subayı Ahmet Cem Ersever'in öldürülmesinden, Güneydoğu'daki pek çok faili meçhul cinayete kadar sayısız olayda tetikçilik yaptığı belirlendi. Hatta Abdullah Öcalan'ın Suriye'de öldürülmesi için görevlendirilen ekipte de yer aldığı öne sürüldü. Afyon Cezaevi'nde öldürün Sabancı suıkastıı sanıklarından DHKP - C'li Mustafa Duyar'ıı Türkiye'nin Şam Büyükelçiliği'nden alıp getiren ekipte onun da adı sayıldı. Ancak istihbarat birimlerinin kamuoyuyla pek de paylaşmadığı kanıya göre, aslında Yeşil tek bir kişinin değil, birden fazla görevlinin kullandığı ortak kod adı. Yeşil kodunu kullananlardan biri üst düzey görevlerde bulunuyor. Bir dönem Güneydoğu'da PKK'ya karşı yürütülen mücadelede özel operasyonlar, karşı gerilla eylemleri ve taktikleri onun yönetiminde yürütüldü. Ankara'da bir pavyonda eğlenirken olay çıkarttığı için gözaltına alınan, götürüldüğü Emniyet Müdürlüğü binasında Orhan Taşanlar ve ekibi tarafından kaburgaları kırılana kadar dövülen Yeşil'i polisin elinden alan ve MİT'te tedavi ettiren kişi Mehmet Eymürdü. Üzerinde taşıdığı 0542 214 50 21 numaralı telefonla aradığı yerler arasında resmi kurumların yanı sıra, Abdullah Çatlı, Sami Hoştan, Sedat Peker gibi isimler de bulunuyor. Mesut Yılmaz'a Budapeşte'te yumruk atanlar da Yeşil'in telefonundan arananlar arasında yer alıyor. Yeşil adının korkuyla anılması Susurluk çetesi tarafından tahsilat amacıyla kullanıldı. Susurluk çetesinin tehditle para topladığı kişileri arayan hep Yeşil idi. Ömer Lütfi Topal'ın öldürülmeden önce para yatırdığı Ziraat Bankası Ankara Heykel Şubesi'ndeki hesabın sahibinin de Ahmet Demir kimliğini kullanan Yeşil olduğu ortaya çıktı. Mahmut Yıldırım, sıradan bir memur olarak başladığı yaşamını bugün herkesin bildiği ancak kimsenin tanımadığı kanlı bir tetikçi olarak sürdürüyor veya öldü. Kaçak olarak nerede yaşadığını kesin olarak saptayabilen yok. 30 yıldır çalışmadığı istihbarat teşkilatı kalmadı. Doğu'da pek çok karanlık faili meçhul cinayete birlikte kalkıştığı, PKK'ya karşı gayrinizami harp yürüten Binbaşı Cem Ersever ve arkadaşlarını, fazla konuştukları için Çatlı ve Haluk Kırcı'ya çekinmeden öldürtecek kadar derin bir adamdı. Tüm devlet başkanları, başbakanlar, Genelkurmay, MİT ve Emniyet teşkilatında çok sevilmesede gözüpek işleri nedeniyle çok iyi tanınan, saygı duyulan Yeşil, kontragerilla çalışmalarıyla devletin düşmanlarını infaz eden, ettiren elikanlı bir istihbaratçıydı. Kosova'da UÇK'nın askeri eğitimi ve Kuzey Irak'ta gizli operasyonlar dahil pek çok yurtdışı kirli operasyonun organizatörüydü. Haziran 1996’de Eymür’ün verdiği son görevini ifa ettiği yurtdışı görevinden döndükten sonra birden ortadan kayboldu. Eğer bundan sonraki görevi ülke içindeki mafya yapılanması ve yolsuzluğun kan damarlarına girmekse öldü gösterilmesi elzemdi. Kürt asıllı olmasına rağmen vatansever bir ülkücü, ulusalcı, Alevi Kürtlerin ve PKK'nın candüşmanıydı. İddia edildiği gibi ölmüş olsa ve kopyalanmamışsa bu dizide ne işi vardı?! Radikal Gazetesinden Sayın İsmet Berkan 12 ve 13 Temmuz 2000 tarihlerinde Yeşil'in ifadesine değinen "Susurluk sırları" ve Neden yadırgamıyoruz?" başlıklı yazıları yazmıştı. "Yeşil, para alabileceği her yerden para almaktan çekinmediğini, Ceylanlar dahil herkesi haraca bağladığını ('vergi' diye adlandırıyor, aynen PKK gibi) bir devlet kurumu olan MİT'e rahatça söylüyor ve başına hiçbir şey gelmeden oradan ayrılabiliyordu. Aynı Yeşil, 'faili meçhul' bir cinayete kurban giden Kürt yazar Musa Anter'i bir PKK önde geleni aracılığıyla nasıl kandırıp tuzağa düşürdüğünü de yine MİT'e adeta övünerek anlatıyordu. Bu anlatımdan hareketle Musa Anter'i Yeşil'in öldürdüğüne kuşku duyulamaz artık. Tek bilinmeyen Yeşil'in talimatı kimden aldığı." Yeşil'in anlatımları arasında Emniyet Genel Müdürlüğü'nün en önemli birimlerinden birinin, Özel Harekat Dairesi'nin başındaki bir insanın (İbrahim Şahin) çeşitli işadamlarını haraca bağladığı, o işadamlarının da 'vergi' adı verilen bu paraları çeşitli rütbeli polisler aracılığıyla gönderdiklerini, bu paralardan kendisinin de nasiplendiğini anlatıyordu. MİT'in suçla mücadele ve suçluyu yakalama gibi bir görevi yok belki ama en azından vatandaşlık bilinci mesela Yeşil'in, İbrahim Şahin'in, Abdullah Çatlı'nın, 'Arnavut Sami'nin, Mehmet Ağar'ın, Korkut Eken'in vs. savcılara ve teftiş kurullarına ihbar edilmesini gerektirmiyor muydu? (12) Berkan'ın yukarıdaki soru ve tenkitlerine Mehmet Eymür web sayfasında cevap vermeye çalıştı: Esasında konu bir çok karanlık bölümleri bulunan bir devri ve sistemi ilgilendirdiği için, bu sistemin içinde belli bir rolü olan ve bu dönemin bir bölümünde (1994-96) resmi görevi bulunan beni fazlasıyla aşıyor. Ben yine de kendi sorumluluk sahamda kalarak bazı yanıtlar vereceğim. Bahsigeçen dönemde iki tip illegal faaliyet yürütülmüştür. Birincisi "Terör ve PKK ile mücadele kapsamında" yürütülen illegal faaliyetlerdir. "Birinci tip" diye adlandıracağımız bu faaliyetler, demokrasi rejimi ile bağdaşmasa da "yaşadığımız olağanüstü terör yılları", "şehit verdiğimiz ve ölen sayısız insanımız" nedeniyle haklı nedenler taşıyabilir. Yani "olağanüstü" şartlardaki, "olağanüstü mücadele yöntemidir" Diğeri, yani "ikinci tip" illegal faaliyetler, "ülke yararına" görünümü altında yürütülen "maddi ve politik çıkar sağlamaya yönelik" -çete- faaliyetlerdir. Her iki faaliyet iç içedir ve her iki faaliyetin oyuncuları aşağı yukarı aynı kişilerdir. Hukuken bu iki faaliyeti bunlar suç, bunlar diğeri değil diye ayırabilmek mümkün değildir. Resmi olarak inkar edilse de, "ülke yararına yönelik illegal faaliyetler" belli bir karar mekanizması tarafından harekete geçirilmiş, belli bir emir ve komuta zinciri içinde yerine getirilmiştir. Emirleri icra eden kişiler, ulvi bir görevi yerine getirdikleri inancıyla bu işleri yapmışlardır. Emirler genellikle şifahen verildiği için, bu emri verenlerin sıkıştıklarında bu hususu inkar etmeleri ve suçu astlarına atmaları mümkündür. İcracı kişilerin, bazı hallerde menfaate yönelik faaliyetlerde, bilmeden kullanılmış olması da imkan dahilindedir. Tamamına yansımasa dahi, bir çok olayda, her iki tip faaliyeti yürütenlerin aynı kişiler olduğu görülmektedir. Bu ise şahısların "ikinci tip" faaliyetler ve suçlardan dolayı itham edilmesini zorlaştırmaktadır. Hukuk karşısında ağır neticeler getirebilecek olan ikinci tip "çete" faaliyetlerin ortaya çıkma ihtimali, emir ve komuta zincirindekileri telaşlandırmakta ve bu nedenle bu zincirdekiler, "ikinci tip" faaliyetleri tasvib etmeseler dahi, suçlu etrafında bir koruma halkası oluşturmaktadırlar. Esasında suç işliyenlerin başlangıçta devlete hizmet felsefesi ile yola çıktıkları, gözlerinde çok büyüttükleri hedeflerini devletin imkanlarını kullanarak kolayca bertaraf ettikten sonra devletin gücünü kendi güçleri gibi gördükleri, kolayca elde edilen büyük rantlardan sonra devlet işlerini tamamen unuttukları, rahatlıkla ifade edilebilinir. Diğer önemli bir zorluk, her iki tip faaliyeti yürütenlerin ulusal güvenliğimizi korumakla görevli teşkilatlarımıza ve politik hüviyete mensup kişilerden oluşmasıdır. Bu teşkilatlarımıza has özel statüler ve politik kimlik, bir cins dokunulmazlık kabuğu yaratmakta ve adaletin düzgün işlemesini ve adil neticeler alınmasını önlemektedir. Neticede günümüzde yaşadığımız gibi, dokunulmazlık kabuğu en ince olan "bir kaç polisin" ve sivil vatandaşların yargılanmasının ötesine gidilememektedir. (13) Zaman’da yazan Fehmi Koru’da yazısında dönemin Ankara Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar'a atfen şunu nakletmişti: Yıl 1995. Ramazan ayı. Taşanlar iftar için eve her gidişinde, çorbayı kaşıklayamadan bir yerlerde patlama olduğu duyuruluyor. "Bir değil, iki değil, üç değil... Bombalarda 'Yeşil' imzası çok belirgin... Araştırın bakalım, buralarda mı?" diye tâlimat vermiş... O gece Ulus'taki gece kulüplerinden birinde bulmuşlar Yeşil'i... İçeri aldıkları kişinin Yeşil olduğunu polisler biliyor, ama muhataplarına çaktırmıyorlar... 'Yeşil' olduğunu hiç açık etmeden, ama 'Yeşil' imiş gibi ayrıntılı bir ifadesi alınıyor... "Ertesi gün, bizim elimize düşmesinden hiç mutlu olmayan devlet birimleri devreye girdi; tahmin edemeyeceğiniz kadar yukarılardan bir ilgi gösterildi. Biz de kendisini teslim etmek zorunda kaldık..." (14) En iyisi Yeşil’i ona görevler veren eski MİTci Eymürden dinleyelim: Yeşil'in güvendiği paşa Kemal Yılmazdı, o tarihlerde MİT'deki Yavuz Ataç, Orhan Çoban, Kaşif Kozinoğlu gibi "Özel Kuvvetler Komutanlığı (Özel Harp)" kökenli emekli subaylarla yakın ilişki içindeydi. Bu kişiler MİT Müsteşarı olacağına muhakkak gözüyle baktıkları Kemal Yılmaz'a devamlı bilgi taşıyorlardı. MİT'teki asker kökenliler Kemal Yılmaz'ın başlarına geleceğine o kadar kesin bakıyorlardı ki, nakledilenlere göre Yavuz Ataç ve Orhan Çoban, yeni yapılanma ile ilgili listeleri tanzim ederken makam kavgasına girmişler, aralarında sert tartışmalar çıkmıştı. Kemal Yılmaz'ın, Genelkurmay'daki Çevik Bir ekibinden olduğu biliniyordu. Normal şartlarda MİT Müsteşarlığına gelmesi pek mümkün görülmediğinden, bunun ancak askeri bir müdahale sonra olması mümkündü. Yeşil'in bütün anlatımlarına rağmen MİT tarafından kullanılmaya devam edilmesi, "kanuni" yönden olmasa bile, "ahlaki" yönden çirkin gözükebilir. Zamanın MİT Müsteşarı Sönmez Köksal da bu konuda bir hayli tereddütlüydü. Yeşil'in bütün mazisinin MİT'e monte edilmesinden endişe duyuyordu. Ben Yeşil'in ortalarda denetimsiz bırakılmasının daha vahim neticeler vereceğini düşünüyordum. Mehmet Ağar, resmi bir toplantı için MİT'e geldiğinde MİT Müsteşarının yanında kendisine mealen "Bu adamı siz de, Jandarma da kullanmış, şimdi ortalarda bırakmışsınız. Bu tip adamları sahipsiz bırakırsanız "suç makinası" haline gelirler, buna bir şekil bulun" dedim. Ağar, Jandarma ile konuşacağını söyledi, ancak bir netice çıkmadı. O tarihlerde, Yeşil'e milli menfaatler doğrultusundaki bazı yurtdışı faaliyetlerde görev vermiştik. Bu faaliyetler ile ilgili bağlantılar kurmuş, çalışmalar yapmıştı. Çok hassas bazı operasyonlarımızı biliyordu. Bu bakımdan devam etmesinin hem faaliyetlere yarar sağlıyacağını, hemde kendisini Ankara'dan ve suçtan uzak tutacağını düşündük. Zaten, belirttiğimiz gibi, yaşadığımız günlerdeki "suç" Yeşil'i çok aşan organize bir faaliyet niteliğindeydi. Ayrıca Yeşil, bu açıdan iyi bir haber kaynağıydı. Terör ve organize suç faaliyetlerinde en iyi kaynaklar o faaliyetin içinde olan kişilerdir. Bu istihbaratın temel unsurlarından biridir. Üzerinde PKK/ARGK ve İnsan Hakları Derneği'ne ait üye kimlik kartı taşıyan Yeşil, bizim açımızdan, uygun vasıflara sahip, bir çok engeli kolayca aşabilen, yetenekli bir faaliyet elemanıydı, çalışmalarımıza olumlu katkıları oldu. Yeşil'le ilk görüşmelerimiz 1994'ün son aylarına rastlar. Bu görüşmelerde kendisine, yer aldığı operasyonların başarı ile neticelenmesi halinde yüksek miktarda parasal bir mükafat verileceği söylenmiştir. Yeşil cevaben, kendisinin bu güne kadar para karşılığında iş yapmadığını, böyle bir mükafaatı kabul etmeyeceğini belirtmiştir. Yeşil'e ayrıca, çalışmalar esnasında meydana gelecek makul masrafların tarafımızdan ödeneceği, ihtiyaç hasıl olması durumunda, teknik alet ve malzeme sağlanacağı, Türkiye içinde kanunsuz hiç bir faaliyetine müzahir olunmayacağı, kendisine Teşkilatımızla arasındaki bağın ortaya çıkmasına neden olabilecek herhangi bir belge verilmeyeceği, görev esnasında yurt dışında şehit olması durumunda, ailesinin geçiminin ve çocuklarının okul masraflarının Teşkilatımız tarafından karşılanacağı, görevini ifa ettiği esnada yurtdışında tutuklanıp mahkum olması halinde de, ailesinin ve çocuklarının masraflarının karşılanacağı, böyle bir durumda, kendisiyle olan ilişkimizin inkar edileceği belirtilmiştir. Yeşil, ailesini garantiye aldıktan sonra gerekirse intihar eylemlerine bile katılabileceğini, bir tutuklanma halinde, PKK itirafcısı olarak ifade vereceğini söylemiştir.. Bu sözlü anlaşmada belirtildiği gibi, MİT'in Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından gözaltına alınan Yeşil'le ilgili, dolaylı veya dolaysız hiç bir teşebbüsü olmamıştır. Beyanlarına göre, Yeşil'in Korkut Eken ve Polis ile problemleri, 1994'ün son aylarında başlamıştı. Kemal Horzum'dan her ay aldığı 250 milyon lira yardımın azalması üzerine, Kürt Ahmet lakaplı Ahmet Turgut'tan para istemesini neden gösteriyordu. Daha sonra Arnavut Sami olayı, ilişkileri iyice gerdirmişti. Kasım 1994 sonunda Korkut Eken'in, İstanbul'da Kürşat Yılmaz, Yavuz Bıçakcı ve Ahmet Güzel isimli arkadaşlarını gözaltına aldırıp, hakkında bilgi topladığını öğrenmişti. Kürşat Yılmaz ile bağlantı kurduğunu ve Kürşat'ın, kendisine "kendine dikkat et, seninle ilgili bilgi almak için bizi çok hırpaladılar" dediğini söylüyordu. Kürşat kendisinden tabanca ve bir cep telofonu talep etmiş, Yeşil, birilerine 5.000.000 lira rüşvet vererek istediklerini cezaevine iletmişti. Yeşil bu konuyla ilgili olarak şunları anlatıyordu: "Aynı günlerde Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Şubesi'nde görevli H. Yarbay'dan çağrı aldım ve hemen görüşmeye gittim. H. Yarbay bana 'Bugün Korkut Eken Genel Komutan'a geldi, bir süre görüştüler. Korkut Yarbay, komutana biz Ahmet YeşlL'i tutuklayacağız, sizinle herhangi bir bağlantısı var mı? diye sormuş, Genel Komutan da, jandarma ile bu şahsın hiçbir bağı yok, tutuklayabilirsiniz şeklinde cevap vermiş, ancak tutuklama gerekçesini bilmiyoruz, Genel Komutan'a soramadık. Korkut Yarbay gittikten sonra Genel Komutan, B. Paşa'yı çağırıp, Emniyet Müdürlüğü'nün tutuklama kararını sana iletmesini istemiş, B. Paşa da bana emir verdi, Korkut Yarbay kararlıymış " dedi. Olaydan 10 gün kadar önce, A.ÇatlıI da telefon ile aradı ve dikkatli olmamı tenbih etti, aynı günlerde oğlumun devam ettiği Karate Salonuna gelen telsizli iki şahs oğluma, benimle ilgili sorular yöneltmişler. Yine aynı tarihlerde Cumhurbaşkanlığı'na gittim ve burada Cumhurbaşkanı Danışmanı olan dostum ile görüştüm. O da Mehmet Ağar ve benim gibi Elazığlı. Görüşme sırasında bana Cumhurbaşkanına ait altın bir dolma kalem hediye etti. Sohbet ederken bana "Mehmet Ağar ile iyi geçinmiş olman lazımdı" şeklinde bir cümle kullandı, ancak o gün için bu konunun üzerinde hiç durmamıştım. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma ile bugüne kadar hiçbir sorununun olmadı, tutuklanmam için ortada hiçbir gerekçe yok." Yeşil'e göre, Ankara'da yeraltı dünyasında adıgeçen Kürt Ahmet lakaplı şahıs kendisinin varlığından tedirginlik duyuyordu. Kürt Ahmet'ten 100 Milyon TL. almış, Kürt Ahmet bunu Ünal Erkan'a aktarmıştı. Kürt Ahmet, Ünal Erkan 'a ismiyle hitap ediyordu, Emn.Müd.lerinin kararnamesinde bile Kürt Ahmet'in onayı vardı. Kürt Ahmet bir süre önce tedavi maksadıyla Amerika'ya gitmiş ve gitmeden önce kendisinin pasifize edilmesi için Korkut Bey'den yardım talep etmişti. Korkut Bey, Kürt Ahmet'e bu konuda teminat vermişti. Kendisinin aranmasını Korkut Bey'in sözünü yerine getirme çabası olarak mütalaa ediyordu. Korkut Eken'in yanısıra, İçişleri Bakanı danışmanı Mehmet Kıvanç Özer de kendisi ile uğraşıyordu. Aydın'lı Özer, sanki İçişlerinin değil Kürt Ahmet'in danışmanıydı. Zira devamlı Kürt Ahmet'in yanındaydı. Özer'in çağrı numarası 3 6 2- 1 2 8 6 idi, araştırılırsa ne kadar büyük işler çevirdiği anlaşılırdı. Kemal Horzum kendisine her ay 250 milyon lira para verirken, bunun 50 milyona düşürmüştü. Bunun nedenini Kürt Ahmet'in yönlendirmesine bağlıyordu. Şöyle diyordu: "Kemal Horzum'un dışındaki bütün Kürt işadamları PKK'ya yardım ediyor. K.Horzum'un, PKK'lı Metın Kod adında bir ortağı vardı. Benim baskım neticesinde ortaklıktan ayırdı ve Horzum'un çevresinden uzaklaştırıldı. Başbakan ve Cumhurbaşkanı korumaları, boş zamanlarında ve izinlerinde Horzum'un bürosuna gelerek koruma yapıyorlar. Son görüştüğümde Horzum bana 'Seni Zülküf Ceylan'la görüştüreceğiz' dedi. Zülküf halen İsviçre'de hasta imiş. Döndükten sonra belirleyecekleri bir tarihte İstanbul'da Horzum, Zülküf ve Ceylan'ların kirvesi Emniyet Müdürü H. ile toplanıp görüşeceğiz. Birşey sormuyor ve herşeyden haberim varmış gibi davranıyorum. Oynamayı planladıkları senaryoya göre, sözde devletin elinde terör örgütüne para yardımı yapan kürt iş adamlarının isim listesi var ve sözde devletin içindeki bazı güçler benim kanalımla bu şahısları enterne ediyorlar. Dolayısıyla ben parayı alınca Ceylan'lara yönelik herhangi bir eylemde bulunmayacağım. Horzum'un daha önce benim adımı kullanarak aynı senaryo ile tahsilat yaptığını biliyorum. Ancak herşeyden haberdarmışım gibi davrandığım için açık açık kimlerden para tahsil ettiklerini soramıyorum. Şu anda ekonomik yönden çok kötü durumdayım. Etlik'teki evimin 2 milyon liralık telefon parasını ödeyemiyorum, Diğer telefonun 7 milyon borcu vardı, ödeyemediğim için kapattılar. Her şey paraya bakıyor, araba hala sanayide rehinde. Sonuçta, maddi durumum berbat, para olmadan hiç bir iş yürümüyor. Ne yapacağımı bende şaşırmış durumdayım Aslında buraları bana göre değil, bölgedeki halimi özlüyorum. Beni maddi yönden bitirdiler, Şehirde paranız olmayınca gücünüz de olmuyor." Yeşil, parasal sorunları ve polisle olan problemlerini halletmek için bazı temaslarda bulunmuştu. şöyle anlatıyordu: "Cumhurbaşkanlığı Danışmanı Hayrettin Gökdemir'in beni Köşke çağırdı, 'bir sıkıntın varsa söyle" dedi. Bakmak mecburiyetinde olduğum sekiz adamım var. Bunlar için döşeli iki ayrı eve , geçimlerini temin için bilardo salonu benzeri bir işyerine ihtiyacım var. Sanayide rehin duran iki arabamı kurtarmam lazım dedim. Bana 'Yakında Rusya'dan bir işadamının döneceğini, onunla konuşarak isteklerimi karşılayacağını söyledi. 'Ceylan ailesi zamanında Baba'yı ayakta tuttu, şimdi biraz da sana baksınlar. Baba için vinç lazım ama sana bir parmak hareketi yeter' dedi. 10 gün önce cağrı alınca İbrahim'le buluştuk. Maltepe'deki Monako Pavyona gittik. Korkut Eken ile anlaşmazlığım konusunu açtım. İbrahim anlaşmazlığın boyutlarının sıkıntı yarattığını, Korkut Eken'in Emniyet Genel Müdürlüğünde normal bir memur odasında sığıntı gibi oturduğunu, acz içinde olduğunu, sorunu çözmeye yardımcı olabileceğini, büyütmemeleri gerektiğini söyledi. Korkut Eken, 12 Aralık 1994 günü ekibi ile Azerbeycan'a gitti. Benim hakkımda ' ülkücü katili' şeklinde konuşmalar yapıyormuş. Ankara İl Jandarma Alay Komutanlığı İstihbarat Şubesinde görevli A. Binbaşı Korkut Eken'le benim için görüştü, beni müdafaa etti. Ancak görüşmeden bozuk ayrılmış. Mehmet Ağar bütün gelişmelerden haberdar. A. Binbaşının elinde M.Ağar ile ilgili 42 milyar liralık bir yolsuzluk belgesi var, fakat kullanamıyor." Aynı tarihlerde Yeşil'in "adamlarımdan biri" diye bahsettiği bir kişi kaçarken polisler tarafından ayağından vurulmuştu. Yeşil, "Ayın 1.nde İstanbul'da polisler Osman Özbek isimli adamımı kaçarken ayağından vurdu. Ne kadar malzeme varsa gitti. Ev, araba, cep telefonları, çağrı cihazları, elbiseler hepsi gitti. Adamım şimdi İstanbul'a giremiyor. Bu çocuğun yaptığı özel bazı mafyavari işler vardı." diyordu. Yeşil'in kastettiği kişi Osman Gürbüzdü. Yeşil, Ankara Emniyet Müdürlüğüne alınmadan bir hafta kadar önce, polisler onun yakın arkadaşlarını gözaltına almışlardı. Bu konuyu ise şöyle naklediyordu Yeşil. "Sorgu çok ağır geçmiş, işkence yapılmış. Ankara Emn. Md. Orhan Taşanlar bizzat sorguya katılmış. Sorguda ağırlıkla benim üzerimde durmuşlar. Cem'in yazdığı kitabı açarak Tunceli'den, Muş'tan başlayarak sorular yöneltmişler. Çocuklar, istiyorsanız telefon ve çağrı numarasını verelim,arayın buraya çağırın, kesin gelir, gelmez ise bizi öldürün demişler. Gerçekten de çağırsalardı giderdim. Devletten kaçmak olmaz, ben devlet ile uğraşamam. Adamların sorgulanmasında tamamen beni hedef aldılar, bana göz dağı vermek istiyorlar. Bana açıkca "çalışacaksan, bizim hesabımıza çalış" şeklinde Mehmet Ağar kaynaklı bir mesaj ilettiler. Ben Mehmet Ağar'ın kim olduğunu gayet iyi biliyorum. Sorguya alınan çocukların ikisinin üzerinde silah vardı. Hakan'ın üzerindeki Kırıkkale silah daha önce öldürülen ve İstihbaratta çalışan polisin kendi silahıydı. Ben onun Hakan'ın üzerinde olduğunu bilmiyordum. Bir kenarda duruyordu. Tesadüfen o gün Hakan üzerine almış. En çok o silahtan korkuyordum. Ancak olayı kapattılar. Sadece ruhsatsız silah taşımaktan muamele yapacaklar. Çocuklardan iki şekilde ifade almışlar. Adliye'ye gönderilecek olan ifade de, silahları Yeşilden aldıklarını söylemişler. Kendilerine sakladıkları ifade de ise silahın birini Jitem'den aldım diye ifade vermesini istemişler. Hakan'da baskı üzerine, Diyarbakır'da Jitem'de çalıştığını söylediği ancak gerçekte var olmayan Zülfü Astsubay diye birinden aldığını söylemiş. Mart 1996'da yurtdışına gönderildi. Dönüşünde Türkiye içinde büyük bir trafik kazası yaptı. Arabayı kendi kullanıyordu. Herhalde yine bir konuya kitlenmişti. Kaza neticesinde boyun kemiklerinde kırıklar meydana gelmiş, ilk yardım ve doktor tedavisinden sonra dinlenmeye Antalya'ya gitmişti. O günlerde "Antalya'da evin nerede?" diye sormuştum. "Lara'da Ofo otelinin tam karşısında" diye cevapladı. "Ofo otelinin arkasındaki sitede de benim ev var, şu anda kirada, kaça aldın?" dedim. "Ben para vermedim, Gazinocu Ömer Lütfü Topal hediye etti. Jandarmadan ve polisten bir iki arkadaşın daha orada dairesi var diye" konuştu. Ömer Lütfi Topal, Yeşil'e daireleri kendisini koruması için hediye, etmişti. Antalya'ya gidince rahat ettiğini, yemeğinin de gazinodan yollandığını söylüyordu. Yeşil'i Mart ayında DEP Milletvekili Ahmet Türk aramıştı. Sırrı Sakık'ın bürosunda buluşup hep birlikte yemeğe gitmişlerdi. Türk'ün bir derdi vardı. Akrabası "Zekiye" PKK'dan kaçmıştı. Avrupa'ya göndermek için pasaport çıkarmışlar, bilahare Avrupa'ya gönderirlerse iyi olmayacağını, tekrar örgüte bulaşacağını düşünmüşlerdi. Devlet'e teslim etmeyi de düşünmüyorlardı. İtirafçı konumuna düşüp halkına zarar vermesini istemiyorlardı. Heran yakalanacağından korkuyorlardı. Bu sorunu Yeşil halledebilirdi. Yeşil, bu şartlarda yardımcı olmasının imkansız olduğunu söyledi "ya Avrupa'ya gönder yada Devlet'e teslim et" diye cevapladı. Türk, bu cevaptan hoşnut olmamıştı ama bozuntuya vermedi. Yeşil'e şaka yollu "arkadaş çok sıkışırsam senin evine gönderirim, Zekiye senin yeğenin sayılır sen ne yaparsan yap" diyerek konuyu kapattı. Orhan Taşanlar'ın Ankara Emniyet Müdürlüğünden gitmesinden sonra Yeşil daha rahat hareket ediyordu. Antalya'da Emniyet Müdür Muavini ile görüşmüştü. Bir sorunu yoktu. Ankara'da ise Emniyet Müdürü ile Çiftlik Merkez Lokantasında yemek yemişti. Yemek fotoğrafı Yeşil'in MİT'deki yöneticileri tarafından fotoğraflanmıştı. Bir akşam İşkembeci'ye gittiğinde Mehmet Ağar ve Ünal Erkan ile karşılaşmıştı. Ayak üstü kısa bir konuşmaları olmuştu. Yeşil, Ağar'a karşı tavırlı hareket ettiğini söylüyordu. Polis ve Jandarma'dan verilen hüviyetleri hala taşıyor, Yurtdışı görevlere giderken bunları MİT'teki yöneticilerine bırakıyordu. (15) Polat’ın ağzına para soktuğu, öldürüp betonladığı Pala, yani Mahmut Yıldırım, işte böyle biriydi. Nesrin : Uğur Kılıç. Babaların arasında büyüyen ve sonunda bir 'baba'nın eşi olan Uğur Kılıç, Çakıcı'nın ikinci eşiydi. Beş yıllık evlilik, 4 Kasım 1994'de tek celsede bitti. Kılıç, ayrılığın ardından mafyanın kuralını bozdu ve konuştu. 'Ben olmasam Alaattin sapanla kuş vuramaz' diyen Uğur Kılıç, Çakıcı'nın talimatıyla Uludağ'da öldürüldü. Kılıç'ın dönemin emniyet müdür yardımcısı ile ilişkisi olduğu için öldürüldüğü iddia edildi. Çakıcı'nın tetikçisi Kılıç'ı "Apo bile kocamdan haysiyetlidir. Keşke Apo'yla evlenseydim" dediği için vurduğunu söyledi. Dizide kocasını kaybeden Nesrin'in gerçek hayatda ölmesi gerekirdi. Babası Dündar Kılıç, basına verdiği röportajlarda da kızı Uğur Kılıç'ın Civangate skandalının ardından Özallar tarafından öldürüldüğünü ileri sürdü. Çetenin kendisini de öldürmek istediğini kaydeden Kılıç, ancak bir arkadaşının ihbarı üzerine planının bozulduğunu açıkladı. Çakıcı, Uğur Kılıç'ı emniyet müdür yardımcılarından Mehmet Çağlar'la ilişkisi olduğu için suçlarken Susurluk'ta ölen Hüseyin Kocadağ'ın da adını verdi. Açılan soruşturmada, Mehmet Çağlar'la bu ilişkiyi bildiği ileri sürülen meslektaşı Hüseyin Kocadağ'ın temiz çıktığı Şubat 1995'te İçişleri Bakanı Nahit Menteşe tarafından açıklandı. Laz Ziya Yılmaz : Dündar Kılıç. Son 35 yılın en büyük mafya babasıydı. Sayısız öldürme ve yaralama vukuatı var. 1953'te Trabzon, Sürmene'de doğdu. Gözaltılar hariç hayatının 21 yılını cezaevinde geçirdi. Yeraltı dünyasının ünlü isimlerinden olan Kılıç, ilk sabıkasını boksör Ercü'yü delik deşik ettiği için aldı. Cezaevinden çıktıktan sonra Ankara'ya giden Kılıç, üç cinayet ve 35 yaralama olayına karıştı. 1972'de Diyarbakır ve Siirt illeri Sıkıyönetim Komutanlığı tarafından yasadışı örgüt üyesi Atilla Keskin'e yataklık yapmaktan yakalandı. 1980'de silah ve mermi kaçakçılığı yaptığı gerekçesiyle Boğazlar Komutanlığı tarafından 25 arkadaşıyla birlikte gözaltına alındı. 9 Şubat 1984'te Behçet Cantürk ve Abuzer Uğurlu ile birlikte gözaltına alındı. MİT Raporu'nda bu gözaltı olayından sonra Aytek ve MİT'in yıpratılması için Kılıç ve ekibi tarafından sistemli bir çalışma başlatıldığı öne sürüldü. Semra Özal'ın ricasıyla Engin Civan ve Selin Edes arasındaki anlaşmazlığı çözmek için aracı oldu. Bu olaylar sırasında damadı Çakıcı ile karşı karşıya geldi. Kızı Uğur Çakıcı, Çakıcı'nın adamları tarafından Uludağ'da öldürüldü. İstanbul Emniyeti'nin Teknik Şubesi'nde yer alan kayıtlara göre iki kez bıçakla yaralama, iki kez bıçak bulundurma, bir kez çakı ile yaralama, bir kez kafa atarak yaralama, bir kez adliyede tabanca ile adam yaralama, üç kez tabanca ile yaralama, bir kez tabanca ve sustalı bulundurma, yedi kez tabanca bulundurma, bir kez durumunun sorulmasından dolayı toplam 22 kez kaydı bulunuyordu. Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadede, Alaattin Çakıcı'nın MİT tarafından korunduğunu, Mehmet Eymür tarafından Bursa'da bir mahkemede aklanan Nihat Erim'in katillerinin yine Eymür tarafından kullanıldığını öne sürdü. Kılıç, basına verdiği röportajlarda da kızı Uğur Kılıç'ın Civangate skandalının ardından Özallar tarafından öldürüldüğünü ileri sürdü. Çetenin kendisini de öldürmek istediğini kaydeden Kılıç, ancak bir arkadaşının ihbarı üzerine planının bozulduğunu açıkladı. Zaman zaman damadı Çakıcı tarafından tehdit edildiğini açıklayan Kılıç, Çakıcı'nın kendisini öldürtmek üzere Yeşil'i kiraladığını ve bu konuda MİT muhbiri Tarık Ümit'in aracılık yaptığını öne sürdü. 10 Ağustos 1999'da Silivri'deki yazlığında kalp krizi geçiren Kılıç, kalp masajıyla hayata döndürüldü ancak 10 gün yoğun bakımda kaldıktan sonra 'multiorgan yetmezliğinden' öldü. Kılıç'ın cenaze töreni, eski babaların gövde gösterisine dönüştü. Cem Reklamcılık ve Pazarlama, Şan Gıda Pazarlama Sanayi, Ticaret ve Ser Madencilik Sanayi ve Ticaret Limited şirketlerinin kurucusu ve ortaklarından olan Kılıç; Uğur, Cenk Ali, Ergun, Dünya ve Fatma adlarında beş çocuk sahibiydi. Trabzon Sürmeneliliydi. Dizide Baron, ‘ 3. ligden düşecek Sürmeneli sporu kurtarırız’ esprisi yapınca portresi kesinleşti. Sürmene'de.gençliğinde çok sayıda yaralama ve cinayet olayına karışan Kılıç, çeşitli tarihlerde işlediği suçlarla ilgili olarak gözaltına alındı. 15 Ağustos 1972'de Diyarbakır ve Siirt İlleri sıkıyönetim komutanlığı tarafından THKO örgütüne yataklık yapmaktan yakalandı.12 Eylül sonrasında 28 Ekim 1980'de silah ve mermi kaçakçılığından dolayı gözaltına alındı. 9 Şubat 1984'de MİT Kaçakçılık Şubesi başkanı Mehmet Eymür'ün Genel Kurmay başkanlığından aldığı özel izinle başlatılan babalar operasyonu çerçevesinde Behçet Cantürk ve Abuzer Uğurlu ile birlikte gözaltına alındı ve sorgulandı. Birinci MİT raporunda bu olaydan sonra Eymür ve Atilla Aytek hakkında karalama kampanyası başlattı. Çakıcı ile araları uzun zaman bozuktu. Zaman zaman damadı Çakıcı tarafından tehdit edildiğini açıklayan Kılıç, Çakıcı'nın kendisini öldürtmek üzere Yeşil'i kiraladığını ve bu konuda MİT muhbiri Tarık Ümit'in aracılık yaptığını öne sürdü. ( 16) Dizide yaşamasına bakmayın, ölmesi gerekirdi. Polat’ın önünün açılması onun ölümüne endeksliydi. Nede olsa kurguydu. Tombalacı Mehmet: Ali Fevzi Bir. Öldürülen kumarhaneler kralı Ömer Lütfi Topal'ın sağkolu ve ortağıydı. Dizi başlarken Ömer Lütfü Topal öldürüldüğü için bu tesbiti yaptık. Easasen bu karakter Topal’ın kendisiydi. Fevzi Bir, yurt içinde 20'ü yurtdışında 6 kumarhanesi bulunan Topal'ın tüm işlerini idare ediyordu. Dizideki rolün aksine Çatlı ile arası iyiydi. Zira Çakıcının haracını Çatlı'ya teslim ediyordu. Aliço lakabıyla tanınan, Bir'in Topal cinayetine adı karıştığı öne sürüldü. Bir, 28 Temmuz 1998'de özel tim polisleriyle birlikte gözaltına alındı. Ankara'ya gönderilen Bir, daha sonra serbest bırakıldı. Başbakanlık Teftiş Kurulu tarafından hakkında suç duyurusunda bulunulan Bir, suçlamaları reddederek Topal cinayetiyle ilgisi olmadığını savundu. Bir, Topal cinayeti davasında özel timci polislerle birlikte tutuksuz yargılandı. Ceza onaylandığı taktirde İnfaz Yasası'na göre daha önce 119 gün Metris Cezaevi'nde tutuklu kalan Bir, 467 gün hapis yatacaktı. Halen yaşıyor. Dizideki gibi ölmedi. Hüsrev Ağa Bekiroğlu: Abuzer Uğurlu. ABD Merkezi Haber Alma Örgütü'ne göre, bir zamanlar Türk mafyasının "en büyük babası" olan Uğurlu'nun adı 12 Eylül 1980 öncesinde birçok silah, sigara ve uyuşturucu kaçakçılığı olaylarında duyuldu. Gazeteci - Yazar Uğur Mumcu 'nun kitaplarında da adı sıkça geçen Uğurlu'nun Bulgaristan gizli servisine de çalıştığı öne sürüldü. 1970'li yıllarda sağ ve sol örgütlerin tümüne silah sattığı ileri sürülen Uğurlu, 12 Eylül sonrasında başlatılan babalar operasyonunda kaçmayı başaran tek baba olarak anıldı. Gıyabında açılan silah kaçakçılığı davasından beraat etti. Dönemin Gümrük Bakanı Tuncay Mataracı'ya rüşvet vermekten Yüce Divan'da yargılandı ve iki yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bu davada, emekli jandarma astsubay Harun Gürel'in, İpsala Gümrük Müdürlüğü'ne atanması için Mataracı'ya 10 milyon lira rüşvet vermekle suçlandı. Aynı yıllarda yargılandığı gümrük kaçakçılığı davasından da 15 yıl hapis cezasına mahkum olan Uğurlu, 7.5 yıl hapis yattı. Cezaevinde olduğu sırada Papa suikastı olayında Mehmet Ali Ağca'ya yardım ettiği gerekçesiyle İtalyan yargıçlar tarafından ifadesine başvuruldu. İtalyan savcılara verdiği ifadelerde suçlamayı reddeden Uğurlu, 30 Aralık 1988'de Tekirdağ Cezaevi'nden tahliye oldu. Uğurlu, hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkarılana kadar çocukları ve torunlarıyla nakliyecilik işi yapıyordu. İstanbul'da yedi kilogram kokainle yakalanmasının ardından delil yetersizliği nedeniyle serbest bırakılan ancak daha sonra hakkında çıkarılan tutuklama kararıyla kayıplara karışan Uğurlu, 20 Ekim 1999'da 4 yıllık firardan sonra kızının evinde yakalandı. Aynı dizideki gibi.Dündar Kılıç'ın en iyi arkadaşıydı. Rüşvet ve kaçakçılık suçlarından 1980-87 döneminde ceza evinde yatan Abuzer Uğurlu, 1989'da Hollanda'da yakalanan 95 kilo uyuşturucuya ortak olduğu suçlamasıyla yeniden tutuklandı. Bir ay içinde tahliye oldu. 1995'te bu kez Türkiye'ye yurt dışından getirilen yedi kilo kokainle ilgili gözaltına alındı. Savcı tutuklama talebinde bulundu, serbest bırakıldı; ama hakkında gıyabi tutuklama kararı çıktı. Olayın içyüzünü, Hollanda Polisi ve Adalet Bakanlığı'nın soruşturması ortaya çıkardı. Soruşturmaya göre İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesinde görevli iki hakim (U.Ç., S. E.) ve iki savcı (A.D., İ.G.) sadece Abuzer Uğurlu'yu değil, birçok uyuşturucu kaçakçısını serbest bırakmıştı. Serbest kalanlar da, "100 bin dolar ile 3 milyon mark arasında rüşvet verdik." demekteydi. Mayıs 2002'de Uluslararası düzeyde uyuşturucu kaçakçılığı yapmakla suçlanan Abuzer Uğurlu’nun da aralarında bulunduğu 3 sanık, “kokain ithal etmekten” 25’er yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. 15 yıl yatıp çıkacak. Uğurlu, devletin resmi organlarının raporlarından öğreniyoruz ki, “Yıldırım” kod adlı bir MİT ajanıydı. İplikçi Nedim: Nesim Malki. Musevi asıllı işadamı Malki, 28 Kasım 1995'te Bursa'da Özdilek Tesisleri önündeki trafik ışıklarında düzenlenen saldırı sonucu öldürüldü. Tunca Tekstil'in sahibi olan Nesim Malki, piyasaya faizle para vermesiyle tanınıyordu. Ölmeden bir süre önce Trabzonspor Kulübü eski başkanlarından Sadri Şener'in iflasına neden oldu. Bu nedenle kurşunlanan Malki, olaydan kılpayı kurtuldu. Kıbrıs'ta 1993 yılında Tunca Bank'ı kurdu ve Genel Müdürlüğü'ne Emlakbank'ın eski Genel Müdürü Şükrü Karahasanoğlu'nu getirdi. Kısa bir süre sonra Bank Indosuez Türkiye'yi satın aldı. Ancak bu satış Hazine engeline takıldı. Malki'nin uyarılarına rağmen Sümerbank ihalesine giren ve 103.7 milyon dolara satın alan Hayyam Garipoğlu'nu desteklemesinin de ölümüyle ilişkisi olduğu ileri sürüldü. Malki'den birkaç gün önce öldürülen Yener Kaya'nın da Malki ile ilişkili olduğu, kimi tekstil hisselerinin işlemlerini kontrol ettiği iddia edildi. Malki cinayetiyle ilgili olarak yakalanan ilk kişi Mehmet Sümbül oldu. Sümbül'ün sorgulanmasının ardından, ünlü işadamı Hayyam Garipoğlu, Bursa Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi eski Müdür Yardımcısı Yusuf İlhan ve Malki'nin ortağı Erol Erkohen'in yanı sıra şu kişiler de gözaltına alındı: Firari tetikçi Oğuz Işık'ın yeğeni Zeki Işık, İlhan Öztürk, Ömer Eker, Arif İrfan Eker, ANAP milletvekili adayı Fazlı Taştan, Malki'nin sahibi olduğu Tunca Tekstil'in mali işlerinden sorumlu müdürü Bayram Bozdemir, cinayet sırasında şoförlüğünü yapan Cengiz Ülksel, tetikçilerden Burhanettin Türkeş'in baldızı, çetenin kasası Hamide Aykaç, olay tarihinde Evcil'in baş muhasebecisi olan Sabri Köroğlu, Ahmet Ersöz, Esat Özgür, Mehmet Hanefi Kaya, Bursa Terörle Mücadele Şubesi'nde görevli eski polis memurları Eyüp Garip, Atilla Yılmaz ve Erdem Acar, Mehmet Sümbül'ün eşi Mine Sümbül. Mehmet Sümbül, polise verdiği ifadede, cinayet silahlarını, Yalova'dan feribotla İstanbul'a gelirken denize attıklarını söyledi. Gözaltındaki polis memurlarının, olay öncesi istihbarat yaptıkları, bazı sanıkların, sadece Nesim Malki ile iş ilişkileri nedeniyle sorgulandıkları belirtildi. Malki'nin öldürülmesi olayında azmettirici olarak Erol Evcil, Mehmet Sümbül, Şükrü Elverdi, Oğuz Işık ve Burhanettin Türkeş uzun süre arandı. Malki'nin öldürülmesinden iki yıl sonra cinayetle ilgili olarak iki polis başmüfettişinin hazırladığı rapor, Emniyet Genei Müdürlüğü Emniyet Genei Müdürlüğü'nü karıştırdı. Dönemin Emniyet Genel Müdürü Alaaddin Yüksel, kendisinin görevlendirdiği müfettişlerin raporunu Teftiş Kurulu Başkanlığı'na gönderdiğini söylerken, Emniyet Genel Müdürlüğü'ndeki incelemede raporun kaydı bulunamadı. Bu arada Malki cinayetinin tetikçilerinden olan Oğuz Işık'ın Macaristan'da yakalandığı ancak mahkeme tarafından serbest bırakıldığı ortaya çıktı. Bursa'da faaliyet gösteren ülkücü Burhanettin Türkeş'in Alaattin Çakıcı'yla yaptığı telefon görüşmesinin kasedini ele geçiren polis, Erol Evcil'in bağlantılarına ulaştı. Daha sonra Evcil'in cinayeti planladığı öne sürülen Mehmet Sümbül'le ilişkisini belirleyen polis, Malki'nin bürosundaki araştırmada, Evcil'in Malki'ye kestiği yüklü miktardaki çeki ele geçirdi. Çakıcı'nın Fransa'da yakalanmasının ardından Malki dosyasını yeniden açan polis, cinayeti iki ipucu sayesinde çözdü. Kasım 1998'de soruşturma kapsamında, işadamı Hayyam Garipoğlu gözaltına alındı. Garipoğlu, öldürülmeden önce yoğun ticari ilişkisi bulunduğu Malki'nin "Sümerbank'ın gerçek sahibi olduğu" yolundaki iddialarla ilgili olarak sorgulandı. Soruşturma sırasında Evcil'in eski sevgilisi olan Gülben Ergen de gözaltına alındı. Evcil'le ilişkisi olduğu iddiaları soruşturulan İzmir Emniyet Müdürü Ahmet Demir ise görevinden uzaklaştırıldı. Malki soruşturması kapsamında gözaltına alınan Bursalı işadamı Fazıl Taştan ve Muharrem Kutay ise İstanbul DGM'de verdikleri ifadenin ardından serbest bırakıldı. Taştan, serbest kaldıktan sonra yaptığı açıklamada, "Bu olayın failleri ve azmettirenleri daha çok çıkar. Bu konuda bir şey bilmediğimi söyledim. Ama, bana kalırsa, bu hadiseyle ilgili, bilgisi olanları Bursa Stadyumu'na doldursanız almaz. Kanaatime göre, Erol'un bunu yaptığına hala inanmıyorum" dedi. İşadamı Korkmaz Yiğit'in kendisine ait televizyonlarda yaptığı açıklamalar birden gündeme bomba gibi düşmüştü. Yiğit, kasette Çakıcı'nın Malki cinayetini kendisine yıkmak istediğini şöyle anlattı: "Nesim Malki ile öldürülmeden dört ay önce tanıştım. O dönemde Hayri Kozakçıoğlu ile görüştürdüm. Ona Çakıcı'dan tehdit aldığını söyledi. Cağaloğlu'ndaki valilikten ayrıldık. Hemen Çakıcı beni aradı. 'Nesim benim ekmek kapım, bakmakla yükümlü olduğum yüzlerce kişi var. Onu koruma. Senin araban kaza yapabilir. Ondan uzak dur' dedi." " Sesini duyduğumda boğazımın kuruduğunu, vücut kimyamın bozulduğunu hissettim. Bir hafta sonra yine aradı. 'Sen Nesim'i Dündar Kılıç'a götürmüşsün, Dündar benim can düşmanım. Ben ona, 'Ben Nesim'i götürsem devlete götürürüm. Ya sen beni tanımıyorsun ya da beni zor duruma düşürmek için böyle davranıyorsun' dedim." "Daha sonra Nesim öldürüldü. Öldürülmeden bir gün önce yine aradı, 'Nesim'i ara, de ki, Nesim yarın öldürüleceksin de' dedi. Demek ki, cinayeti benim üzerime yıkmak istiyordu. Ama ben aramadım." Haziran 1999'da İstanbul DGM Savcılığı'nın Nesim Malki'nin öldürülmesiyle ilgili hazırladığı iddianamede, cinayetin nasıl işlendiği ayrıntılarıyla anlatıldı. İddianamede, cinayetin azmettirici olmakla suçlanan işadamı Erol Evcil'in görevlendirdiği iki kişinin, Malki'nin kendileriyle görüşmeyi reddetmesi üzerine, işadamını otomobilinde kurşun yağmuruna tuttuğu belirtildi. Ekim 1999'da Malki'yi öldürmek ve bu amaçla kurulan çeteye yardım etmek suçlamasıyla işadamları Hayyam Garipoğlu, Mehmet Emin Cankurtaran ve Yüksel Çağlar'ın da aralarında bulunduğu 14 sanık yargılanmaya başlandı. İlk duruşmada, tetikçi olmakla suçlanan Mehmet Sümbül, delil yetersizliği yüzünden tahliye edildi. Serbest kaldıktan sonra ortadan kaybolan Sümbül'ün cesedi Hizbullah'a yönelik düzenlenen operasyonlarda ortaya çıkarılan ölüm evinde bulundu. Davada modacı Canan Yaka da tutuksuz yargılandı. Malki cinayetini azmettirdiği gerekçesiyle tüm dünyada İnterpol tarafından aranan Evcil, 28 Kasım 1999'da Bursa'da bir villaya düzenlenen operasyon sonucu yakalandı. Uzun süre Bursa'da sorgulanan Evcil'in, son bir yıldır Bursa'da saklandığı ortaya çıktı. Evcil, Bursa Emniyeti'nde verdiği ifadede Malki cinayetini azmettirdiğini kabul etti. Nesim Malki cinayeti ve Türkbank'ın resmi ihalesine fesat karıştırmak iddialarıyla açılan soruşturmalar kapsamında, İstanbul DGM Cumhuriyet Başsavcılığı'nca Evcil hakkında her iki olaya ilişkin olarak idam ve toplam 49 yıla kadar hapis cezası talep edildi. İnterpol'ün kırmızı bültenle aradığı, Malki cinayetinin tetikçisi olduğu öne sürülen Burhanettin Türkeş de Edirne Kapıkule'den Türkiye'ye giriş yaparken yakalandı. Olay yerinde Malki'yi nasıl öldürdüğünü anlatan Türkeş, İstanbul DGM tarafından tutuklandı. Türkeş, polise verdiği ifadesinde, dönemin Bursa Valisi Orhan Taşanlar'ı Erol Evcil'den rüşvet istemekle suçladı. Evcil, 27 Mart 2000'de Malki cinayetinin azmettiricisi olarak DGM'de hakim karşısına çıktı. Evcil, iddianamenin üç gün önce kendisine ulaştığını söyledi ve savunmasının hazırlanması için süre talep etti. Ancak mahkemede konuşmayan Evcil'in 28 Mart'ta gazetelerde yer alan poliste verdiği ifadeler herkesi şok etti. Evcil ifadesinde, "DYP - SHP döneminde THY'nin uçak alımını kazanmak için Euro Special firması, dönemin Ulaştırma Bakanı Yaşar Topçu, Devlet Bakanı Cavit Çağlar ve THY Yönetim Kurulu Başkanı Yardelen'e 55 milyon dolar komisyon verdi. Paranın paylaşılmasında Malki'nin İsviçre'deki Swiss Bank - Swiss Lant Bank hesabı kullanıldı. Malki bana banka dekontlarını gösterdi ve 'Bu silah bende oldukça bana kimse bir şey yapamaz' dedi" dedi. (17) Yahudi tefeci pek çok mafyanın kullandığı gizli bir kasaydı. Azmettirici olarak Erol Evcil tutuklandı ve 2004’de ömürboyu hapis cezası aldı. Ömer Hayyam Garipoğlu'nun yüklü miktardaki borcunu ödememek için Çakıcı'yla birlikte öldürttüğü Malkinin 1.1 katrilyon TL olduğu bilinen paraları da kayboldu. MOSSAD işin içine girerek kaybolan paraları tahsil etmeye başlayınca Garipoğlu, battı. Önce Romanya'da aldığı petrol rafinerisinin taksidini ödeyemedi, elinden çıktı; daha sonra özelleştirmeden aldığı Sümerbank'ın içini boşalttı. Evcil, MOSSAD'ın bastırması nedeniyle büyük ceza alan belkide tek mafya babasıydı. Malki'nin paracıklarının çoğu hala kayıplardaydı. Dizide Çakır'ın ( Gerçekte Çakıcı'nın) kumarhane müdürü Korkmaz Yiğit'de Malki'nin paralarını kullananlardandı. Türkbank skandalı, eğer MOSSAD bilgileri sızdırmasa bu kadar açılıp saçılmazdı. Refahyol veYılmaz hükümeti bu yüzden düştü. Çakıcı- Korkmaz Yiğit telefon görüşmeleri, Mesut Yılmaz, Güneş Taner ve Eyüp Aşık üçlüsünün Çakıcı ile bağlantıları ve telefon kayıtları MOSSAD'ın medyamıza pazarladıklarındandı. Derin devletin fendi sonunda Mossad’ı yendi. Nitekim Evcil, Çakıcı, Yiğit ve Garipoğlu gibi Türkbank davasından 14 Nisan 2005’de Yargıtay’ın zaman aşımı kararı nedeniyle yırttı. Resmen gizli bir el onları koruyordu. Nedim dizide gereğinden uzun süre yaşatıldı; ancak eninde sonunda mutlaka öldürülecekti. Önder Zülfü Koşal: Ömer Lütfü Topal. Kumarhaneler Kralı olarak tanınan Topal'ın Türkiye'de 20, KKTC, Polonya, Romanya, Azerbaycan ve Türkmenistan'da altı kumarhanesi bulunuyordu. 1957'de İstanbul'a gelen Topal, 1965 yılına kadar Beyazıt'ta bakır işiyle uğraştı.1972 yılına kadar iplikçilik, 1977 yılına kadar da maden işçiliği yaptı. 1977'de Yunanistan'da beş kilo eroinle yakalanan Zeki Akbaş ve Cahit Kraltürk'ün ismini vermesi nedeniyle ABD mahkemelerinde 5 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 1978'de Belçika'da Mesut İnce'yle birlikte altı kilo eroinle yakalandı. Üç yıl Belçika'da, üç yıl da ABD'de hapis yattı. 1984 yılında serbest kalan Topal, 1990 yılında Caddebostan Büyük Kulüp'ün işletmeciliğini yapmaya başladı. Kumarhanelerini, kendisine ait olan Regal Turizm, Emperyal Otelcilik ve Turizm ve Leisure İnvestments şirketleri tarafından çalıştırdı. Sağ kolu olan Bülent Fırat'ı öldürmeye azmettirmekten yargılandı. Kaçarak Antalya'da saklandı. 1996 yılında ortağı Hikmet Babataş'ın öldürülmesiyle ilgili olarak aranıyordu. Topal, 28 Temmuz 1996 gecesi Yeniköy'deki evine giderken, 34 BTG 96 plakalı otomobilinde kalaşnikoflarla çapraz ateşe alınarak öldürüldü. Silahların hiçbir parmak izi olmaksızın olay yerinde bırakılması, cinayetin profesyonel kişilerce işlendiği izlenimini verdi. Saldırganların kullandığı sahte plakalı otomobil, kısa süre sonra Sarıyer Taşocağı Mevkii'nde bulundu. İçindeki Uzi marka makinalı tabancaya ait dokuz milimetrelik şarjör, kalaşnikof şarjörü, 52 mermi, havlu, sırt çantası ve ameliyat eldiveni ele geçirilen otomobilin Ankara'dan çalıntı olduğu belirlendi. Önce cinayetin 90 trilyon liralık kumar sektörünün kendi içindeki hesaplaşma olduğu iddiaları ortaya atıldı. Ortaklarıyla aralarında hep sorun çıktığı vurgulanan Topal'ın, son olarak Bodrum'da Hikmet Babataş'ın ölüm emrini verdiği iddia edildi. Olayda kullanılan silahların İstanbul ve Ankara'daki laboratuvarda yapılan balistik incelemesinde, daha önce hiçbir eylemde kullanılmadıkları ortaya çıktı. Dönemin asayişten sorumlu İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Bilgi Ünal, sonuca daha çabuk ulaşmak için üç ekip görevlendirdi. Soruşturma sırasında, Topal cinayetinde üç polisin yer aldığı yolunda yapılan bir ihbar, önce Ünal'ın, ardından İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu'nun soruşturmaya devam edilmesi talimatı üzerine üç polis, 4 Ekim 1996 günü gözaltına alındı. Bir gece Asayiş Şube Müdürlüğü'nde sorgulanan Özel Harekat'ta görevli polisler Ercan Ersoy, Ayhan Çarkın ve Oğuz Yorulmaz'ın cinayetle ilgili her şeyi ayrıntılarıyla anlattıkları, bunları Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller'le dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar'ın bilgisi dahilinde yapıldığını söyledikleri öne sürüldü. Polislerin olay günü otomobilleriyle Topal'ın otomobilinin önünü kestikleri ve çapraz ateşe tuttukları iddia edildi. Bu gelişme üzerine bulunduğu Ankara'dan İstanbul'a dönen Yazıcıoğlu başkanlığında yapılan toplantıda, konu bir kez daha gözden geçirildi. Yazıcıoğlu'nun telefonla arayarak bilgi verdiği Emniyet Genel Müdürlüğü'nün, üç polisin Ankara'ya gönderilmesi talimatını verdiği ileri sürüldü. Polislerin, İstanbul'a gelen Özel Harekat Dairesi Başkan Vekili İbrahim Şahin tarafından 6 Ekim'de Ankara'ya götürüldükleri belirtildi. Topal cinayetinin bir anda karanlığa gömülmesine yol açan bu gelişmeden sonra ortadan kaybolan üç polis, Susurluk'taki kazada DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak'ın korumaları olarak ortaya çıktı. Susurluk Savcısı'nın koruma görevi yapan polisler hakkındaki faksına cevaben Emniyet Genel Müdürlüğü'nden Emniyet Müdürü İzzet Sezgin Şenel imzasıyla gönderilen yazıda, üç polisin alınan karar gereği 17 Ekim 1996'da "Bakan oluru" ile Bucak'ın korumasına verildiği belirtildi. Yazıda, korumaların halen Bucak'ın yanında oldukları kaydedildi. Susurluk Cumhuriyet Savcılığı'nın dosyayı bölerek İstanbul DGM'ye göndermesinden sonra Bucak'ın koruma görevini yapan Çarkın, Ersoy ve Yorulmaz'la Enver Ulu, Mustafa Altınok ve Ömer Kaplan'ın ifadelerinin alınması gündeme geldi. Uzun süre ifade vermeye yanaşmayan korumalar, Emniyet Genel Müdürü Alaattin Yüksel'in kesin talimatı karşısında İstanbul DGM'ye giderek ifade verdi. Ayağı alçıda bulunan koruma Mustafa Altınok'un ifadesi ise Ankara DGM'de alındı. DGM'de ifadeleri alınan korumalardan Çarkın, Yorulmaz ve Kaplan'ın adının son yayınlanan MİT raporunda da geçtiği bildirildi. Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener ise soruşturmanın tarafsızca yürütülmesi gerekçesiyle Yazıcıoğlu, Özel Harekat Dairesi Başkan Vekili İbrahim Şahin, Emniyet Müdür Yardımcısı Ünal ve Bucak'ın koruma polisleri Çarkın, Ersoy ve Yorulmaz'ın görevden uzaklaştırıldıklarını açıkladı. Öte yandan Susurluk Komisyonu tarafından sorgulanmak istenen özel timciler, ifade vermeye gitmedi. Bu olaydan kısa bir süre sonra Çarkın, Yorulmaz, Ersoy, Kaplan ve Altınok, Ocak 1997'de İstanbul Asayiş Şube Müdürlüğü Cinayet Büro Amirliği'ne teslim oldu. DGM'ye sevk edilen özel timcilerden Ayhan Çarkın, Topal'ın öldürüldüğü gece Kadıköy yakasında görevli olduğunu öne sürerek, DGM savcısına verdiği ifadede ise izinsiz olarak görev yerini terk ederek, arkadaşlarıyla eğlenmeye gittiğini söyledi. DGM'de ifadeleri alındıktan sonra tutuklanarak Metris Cezaevi'ne gönderilen özel timciler, Ankara'da vermedikleri ifadeyi bu kez cezaevinde Susurluk Komisyonu'na verdiler. 6 Mart 1997'de ise İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Topal'ın öldürülmesinden sonra tutuklanan Çarkın, Yorulmaz ve Ersoy'la Topal'ın iş ortağı Ali Fevzi Bir ve Sami Hoştan'ın gözaltına alındığını savcılığa bildirmeden Ankara'ya gönderdikleri gerekçesiyle İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Bilgi Ünal, Asayiş Şube Müdürü Fatip Özkan, Müdür Yardımcısı Ahmet Duranalp, Cinayet Büro Amiri Refik Baştürk, Cinayet Bürosu'nda görevli Başkomiser Şentürk Demiral'la polis memuru Ziyaettin Ferman hakkında soruşturma başlattı. Susurluk'taki kazayla ortaya atılan ve Topal cinayetine kadar uzanan çete iddialarını araştıran İstanbul DGM Başsavcılığı, 11 sanık hakkında dokuz yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açtı. Ayrıca Sarıyer Cumhuriyet Başsavcılığı'nın Topal'ın öldürülmesiyle ilgili soruşturma dosyası, bir fezlekeyle Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı'na gönderildi. Fezlekede, özel timciler Çarkın, Yorulmaz, Ersoy, Altınok ve sigortacı Serdar Özdal hakkında "tasarlayarak adam öldürmek ve bu suça katılmaktan" idam cezası istendi. Fezlekede, sanıklarla Topal arasındaki husumet ve öldürme nedeninin tespit edilemediği, sanıklar arasında iyi bir dostluk olduğu, ancak daha sonra bu birlikteliğin sona erme gerekçesinin belirlenemediği ifade edildi. Ağustos 1997'de idamları istenen dört özel tim görevlisi ile cinayet gecesi kullanıldığı öne sürülen cep telefonunu Haluk Kırcı'ya satan sigorta şirketi sahibinin yargılanmasına başlandı. Polis memuru Mustafa Altınok ve sigortacı Özdal tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Topal'ın eski avukatı Ekrem Marakoğlu ise yaptığı açıklamalarla dikkatleri üzerine çekti. Marakoğlu, Topal'ın kızı ve oğlunun cinayetten yaklaşık iki ay sonra "Mehmet Özbay" sahte kimlikli Abdullah Çatlı'ya 535 bin dolar ödeme yaptığını öne sürdü. Sarıyer Cumhuriyet Başsavcılığı, Marakoğlu'nun iddiaları konusunda inceleme başlattı. 8 Kasım 1997'de Topal'ın öldürülmesi ve Susurluk davası kapsamında gıyabi tutuklu olarak aranan "Aliço" lakaplı Ali Fevzi Bir Çekmeköy'deki bir çiftlik evinde yakalandı. Topal'ın eski iş ortağı Bir'in daha önce teslim olmak için yetkililerle bağlantı kurduğu ortaya çıktı. Bir, Topal davasında katıldığı ilk duruşmada, "Topal öldüğü zaman, İsrailli ortağı çocuklarından 46 milyon dolar alacaklı olduğunu belirterek parasını istedi. Bu parayı ya tahsil ettiler ya da ediyorlar" dedi. 24 Kasım 1997'deki duruşmada ise özel timciler Çarkın, Yorulmaz ve Ersoy'la Topal'ın iş ortağı Ali Fevzi Bir hakkında delillerin büyük bir bölümünün toplanmış olması ve haklarındaki delil durumu göz önüne alınarak 250'şer milyon kefalet karşılığında tahliye kararı verildi. Özel timcilerin tahliyesinin ardından DYP Lideri Tansu Çiller, "Terörle mücadele için dağlara çıkmış benim polisimi, özel timcimi hapse attılar. Sonra bunlar tahliye oldu" diyerek, Topal cinayeti davasında yargılanan özel timcilere sahip çıktı. CHP İçel Milletvekili Fikri Sağlar ise Çiller'in eşi Özer Çiller hakkında "Topal'ın öldürülmesini azmettirdiği" gerekçesiyle Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. Uçuran Çiller, konuyla ilgili ifade verdi. Ancak Başsavcılık, Özer Çiller hakkında başlatılan soruşturmada yetkisizlik kararı verdi. Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş'ın, Sarıyer Cumhuriyet Savcılığı'na gönderdiği sürpriz tanık Hülya Ağaç'ın, Topal'la Çiller ailesine ilişkin şok açıklamaların olduğu ses kasedi ortaya çıktı. Savaş'ın savcılığa gönderdiği Ağaç'ın ANAP'lı Tevfik Diker'le yaptığı konuşmanın ses bantında Çiller ailesinin Topal'dan 1 trilyon liraya yakın para aldıkları iddia edildi. Tansu ve Özer Çiller, bunun üzerine Diker hakkında "kişilik haklarına hakaret ettiği" gerekçesiyle suç duyurusunda bulundu. Şubat 1998'de ise Topal ve Susurluk davası kapsamında gıyabi tutuklu olarak aranan Sami Hoştan polise teslim oldu. Hoştan, çıkarıldığı DGM'ce tutuklandı. Topal davasının tek tutuklu sanığı olan Hoştan, çıktığı ilk duruşmada, "Burada tanık mıyım, sanık mıyım? Ne olduğumu hala bilemiyorum" dedi. Hoştan, daha sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. Mart 1998'de ise Topal'ın bütün hesapları didik didik edildi. Topal'ın hesaplarında saptanan vergi kaçağı nedeniyle servetine 17 trilyon liralık tedbir konuldu. Topal cinayetiyle bağlantılı Susurluk skandalı Türkiye'nin gündemini meşgul ederken 16 Mayıs 1998'de yaşanan ilginç olay, çete kurmak iddiasıyla yargılanan tutuksuz sanıkların bu kez de futbola bulaştıklarını gözler önüne serdi. Zonguldak'ta oynanan 3. Lige terfi finalinde tribünler "Susurluk" diye inlerken skandalın kahramanları Sami Hoştan, özel timciler Ayhan Çarkın ve Oğuz Yorulmaz'ın da izlediği maçta öldürülen Topal'ın ortağı Ali Fevzi Bir'in takımı Özsahrayıcedid, Pursaklar Belediyespor sahadan çekilince şampiyon oldu. Ankara Pursaklar Belediyesi ve futbol takımının başkanı Hacı Şahin, hakemi suçlayarak, "Bizi yaktı, daha maçın başında iki oyuncumuza kırmızı kart gösterdi. Bazı kimseler karanlık güçlerini kullandı" dedi. Topal'ın öldürülmesinin üzerinden iki buçuk yıl geçtikten sonra eşleri ve çocukları arasında yapılan trilyonluk sözleşme ortaya çıktı. Sözleşmede Emperyal Otelcilik'le birlikte 21 şirket Elif ve Murat Topal kardeşlerle Ebru Zeynep Topal'ın velayetini üstlenen Topal'ın eski eşi Safiye Belli'ye bırakıldı. Topal'ın dini nikahlı eşi Birsu Hilal Altıntaş ise 2 otomobil, çeşitli şirketlerin hisseleri, Sarıyer ve Bodrum'daki gayrimenkul ile meskenlerin sahibi oldu. Topal'a ait Emperyal Şirketler Grubu'nun eski Genel Müdürü Ahmet Kara'nın polise verdiği ifadesinde rüşvet listesinde yer alan polis şeflerinden siyasi parti il başkanlarına kadar ünlü isimleri açıkladığı ortaya çıktı. Emniyette ve DGM'de aynı ifadesini tekrarlayan Kara, rüşvet verilen kişilerin arasında Susurluk kazasında ölen Polis Müdürü Hüseyin Kocadağ'ın da bulunduğunu iddia etti. Kocadağ'a düzenli para ödendiğini ileri süren Kara, bir defasında 10 bin mark ve 50 bin dolarlık zarf hazırladığını, bunu Topal'ın Kocadağ'a teslim ettiğini söyledi. Haluk Kırcı'nın yakalanmasının ardından Topal'ın öldürülmesinin üçüncü yılında, olayla ilgili dördü özel timci, sekiz sanığın yargılandığı davada sonuca ulaşılamadı. Bir ucu Susurluk'a dayanan davanın bugüne kadar görülen 13 duruşmasında, en son yakalanan Kırcı dışında tüm sanıklar birer birer tahliye edildi. Ocak 2000'de görülen duruşmada, dosya esas hakkındaki görüşünü hazırlaması için savcıya verildi. Kırcı, af tasarısının kendisiyle ilgili haberler nedeniyle rafa kaldırıldığını ileri sürerek, "Cezaevlerindeki 40 bin kişi benim yüzümden mağdur oldu" dedi. 12 Mayıs 2000'de Topal'ın katil zanlıları olarak gözaltına alınan iki iş ortağı ve üç Özel Timci'yi, savcılık yerine Ankara'ya göndererek "görevi kötüye kullandıkları" ve "görevi ihmal ettikleri" gerekçesiyle yargılanıp beraat eden dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Kemal Yazıcıoğlu ve Emniyet Müdür Yardımcısı Bilgi Ünal'ın kararın Yargıtay tarafıdan bozulması üzerine yeniden yargılanmasına karar verildi. 26 kumarhanesi ile milyar dolarlık cirosu olan bir uyuşturucu tüccarı ve işlerini akladığı pek çok şirkete sahipti. Koruma kullanmazdı. Herkes ondan haraç alıyordu.PKK'ya zoraki haraç verdiği duyulunca haraç isteyen devletlünün sayısı artmıştı. Uyuşturucu işini bırakmak istiyordu. Beş vakit namazında sünni bir Kürttü. Suikasta kurban gideceği uyarısı Yeşil ve Çatlı tarafından kendisine iletilince çelik yelek almış ve ilk defa evine silah sokmuştu, ancak yine de bunları kullanmıyordu. Şoförlüğünü bile sekreteri iken iki çocuğunun annesi olan eşini boşayıp evlendiği genç karısı Hilal yapıyordu. 28 Temmuz 1998'de geceyarısı evine giderken öldürüldü. Ölümü ile iddialar bitmek bilmiyor. İstenen haracı verdiği halde yerine ulaşmadığı için infaz edildiği söylendi. Dizide Konsey tarafından Çakır’a öldürtülmesi kuşku verici. Silahtaki parmak izi Çatlı'yı ve Haluk Kırcı'yı işaret etmesine karşın komplo olduğu belliydi. Altın yumurtlayan kazı Çakıcı kesmezdi. İşlerini devam ettiren sağkolları Sami Hoştan ve Ali Fevzi Bir, başka şeyler ileri sürüyordu. Ölümü ile ilgili üç derin polis suçlandı: Ayhan Çarkın, Ercan Ersoy ve Oğuz Yorulmaz. Olayla ilgisini itiraf eden bu polisler, devlet sırrı koruması altında Ağar'ın devreye girmesiyle bir şekilde beraat ettirildi. Ve bir süre sonra koruma olarak Bucak aşiretinin reisi Sedat Bucak'a Mehmet Ağar'ın talimatıyla verildiler. Topal'ın eşi Hilal hanımın suikastdan iki ay sonra Çatlı'nın diğer adıyla Mehmet Özbay'ın hesabına 535 bin dolar yatırması Topal'ın eski avukatı tarafından gündeme getirilince cinayet zaten fiilen ölü sayılan Çatlı'nın üzerine yıkıldı. Bir İsrailli ortağından 46 milyon dolarlık alacağı vardı. (18) Eski ANAP'lı Yolsuzlukla Mücadele Derneği kurucusu Tevfik Diker'in iddiasına göre Çiller ailesine bir trilyon TL borcu olması nedeniyle Özer Çiller öldürtü. Bu iddia nedeniyle Çiller, Diker'i mahkemeye vermişti. Öldürülen kumarhaneler kralı Ömer Lütfü Topal'ın imam nikâhlı eşi Birsu Hilal Altıntaş, Topal öldürüldüğünde yeni doğum yapmıştı. Birden trilyonlarca liralık mirasın varisi Topal ailesiyle karşı karşıya kaldı. Mirasdan pay almak isteyince zor durumda kaldı. Ölümle tehdit edildiğini öne sürdü, kurşunlandı. Topal'ın şirketlerinden Emper Menkul Değerleri'nin içini boşalttığı iddiasıyla yargılanıdı. Önce tutuklanan, daha sonra serbest bırakılan Altıntaş, eski güzel günlerinin tersine zor şartlarda yaşamını sürdürmeye çalışıyordu. Memati: Muradi Güler. Çakıcı’nın sağkolu Muradi Güler asla kadınlardan uzak duran bir kronik bekar değildi. Güler’in Alman eşi Petra Schiemenz-Güler, ‘‘Çakıcı yakalanmasaydı Fransa'ya iltica edecekti’’ diyordu. Çakıcı'nın en yakın adamlarından biri olarak bilinen ve halen Nice kent hapishanesinde tutuklu bulunan Muradi Güler'in bugün 43 yaşındaki Alman asıllı eşi Petra Schiemenz-Güler, kocası Muradi Güler'in Nice'teki karşılaşmadan önce 5 yıl kadar Çakıcı ile yüzyüze gelmediğini, sadece telefonla irtibatta kaldığını belirtmişti. Muradi Güler ile 17 yıldır evliydi ve 16 yaşında bir oğlu vardı. Petra Schiemenz-Güler, Çakıcı’nın kuryesi olmadığını, Türk basınında yeraldığı gibi İsviçre'de bulunmadığını ifade ediyordu. 15 Ağustos 1998 Cumartesi günü Paris üzerinden Bordeaux'ya giderek eşi Muradi Güler'le buluşmuştu. Kocası Muradi'ye ilaç, Türkçe birkaç kitap ve cep telefonu götürdü. Muradi telefonu almadı. Pazar günü de Almanya'ya döndü. Petra Schiemenz-Güler çok iyi anlaşıyordu. Çok sevdiği kocası Muradi Güler'le kendisi SPD eğilimli olduğu için politik açıdan uyuşmasada, eşinin hiçbir zaman ne eroin, ne de kadın sattığını öne sürüyordu. ( 19) Nis polisi Alaattin Çakıcı ile koruması Muradi Güler'in tutuklanmalarından bir gün önce sahilde joking yaparken Mercedes bir araç içinde üç Kürt tarafından takip edildiğini, Muradi Güler'in takibi fark edip silahına davrandığı sırada üç kişinin otomobile binerek kaçtıklarını saptadı. PKK kaynakları ise "Bizim Çakıcı ile bir alışverişimiz yok. Çakıcı zaten para tahsil işleriyle uğraşan devlet içindeki çetenin bir elemanı. PKK'nın böyle bir operasyonla ilgisi olamaz" dediler. Güler, halen Fransa’da hapis yatıyordu. Halil İbrahim: Halil Havar. Dizide helikopterle hapisten kaçırılan Halo gerçek hayatta da Hollanda’daki hapishaneden İtalyan mafyasının yardımıyla CIA helikopteri ile kaçırıldı. Ünlü silah kaçakçısı Mehmet Havar'ın oğlu. Gaziantepspor Kulübü başkanlığı yaptı. 'Müthiş Türk' diye tanınan uluslararası uyuşturucu kaçakçısı. Lucky - S'te yakalanan uyuşturucunun büyük bölümünün Havar'a ait olduğu iddia edildi. Hollanda'da tutuklu bulunduğu Leeuwerden Cezaevi'nden 19 Şubat 1991'de İtalyan mafyasının ünlü ailelerinden Trappaniler tarafından helikopterle kaçırıldı. İki yıl boyunca izini kaybettiren Havar, kırmızı bültenle arandığı sırada 1992 yılında Türkiye'de yakalandı. Ancak savcılık tarafından serbest bırakılınca tekrar kayıplara karıştı. Adı 1993'te Lucky - S ve Kısmetim- 1 gemisinde ele geçirilen uyuşturucunun sahiplerinden olduğu iddialarıyla tekrar gündeme geldi. Hakkında gıyabi tutuklama kararı çıkarılan Havar, 1994'te tekrar yakalandı ve tutuklandı. Lucky - S davasından İstanbul DGM'de Nejat Daş'ın da aralarında bulunduğu 11 kişiyle birlikte yargılanan Havar, 30 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Havar, halen Uşak E Tipi Cezaevi'nde hükümlü buluyordu. Halil Havar helikopterle cezaevinden kaçıp Türkiye'ye geldiği zaman, Hollandalı televizyoncu avukatı Ekrem Marakoğlu’nun peşine düştü. Marakoğlu yaşadıklarını şöyle anlatıyordu: Para veriyor, illa konuş. Parayı Mehmetçik Vakfı'na vereceksiniz, ayrıca üç şartım var, bunlara makas atmayacaksınız. Bir, Hollanda'ya giren uyuşturucu, ihtiyacınızın beş misli, bu nereye gidiyor? İki, niye Hollandalı sanık yakalamıyorsunuz? Üç, Hollanda'dan Amerika'ya giden uyuşturucuya ne diyorsunuz? Bir daha yanına gelmiyor gazeteci. Ekrem Marakoğlu, 1935’te Gaziantep’te dünyaya geldi. 1955’te İstanbul'da hukuk fakültesine girdi. 1956'da İlhan Darendelioğlu başkanlığında kurulan Komünizmle Mücadele Derneği'nin kurucuları arasında yer aldı. Ancak, Ankara'da bulunan arkadaşları Yavuz Bülent Bakiler ve Cengiz Gökçek'in etkisiyle Ankara Hukuk Fakültesi’ne nakil yaptı. 1962’de Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1963 sonunda avukatlık yapmak için Gaziantep'e döndü. Prof. Zekeriya Beyaz ile birlikte Milliyetçiler Derneği'nin Antep Şubesi'ni kurdu. Aile büyükleri politikanın içindeydi, dayısının oğlu İmam Hüseyin İncioğlu, CHP ve Güven Partisi’nden milletvekili seçiliyordu. Politikaya itilmemek için 1964’te İstanbul’a geldi O da Ankara Hukuk Fakültesi'nin 1962'lik kafilesinden. Ekrem Marakoğlu, 37 yıllık ceza avukatı. Suç dünyasının pek çok ünlü ismi adliyeye düştüklerinde ona koşar. Ancak bir özelliği var, dosyasını aldığı suçluyla kendisini özdeşleştirmiyor. Kıdemli bir meslektaşının deyimiyle ''ilkeli'' davranıyor. Yani ''avukat–müvekkil'' duvarını aşmıyor. Belki de bu yüzden Susurluk'un birçok karanlık noktasının aydınlanmasında neredeyse Fikri Sağlar kadar aktif rol oynadı. Marakoğlu, adliye tarihinin en eski isimlerinden biri. Marakoğlu'nun çok önemli bir özelliği, bugüne kadar çok sayıda önemli uyuşturucu dosyasının davalarına girdi. Yurtdışında tonlarca uyuşturucu madde yakalanıyor. Hiçbir Hollandalı sanık yakalanmıyor, niye? Hiçbir İspanyol sanık yakalanmıyor. Niye?'' ''Kendi kendilerini koruyorlar. Ayrı bir şey, Hollanda'ya giren uyuşturucu, bu ülkenin ihtiyacının asgari beş misli. Birini kendileri kullanıyor, dördünü ne yapıyorlar? NATO subayları vasıtasıyla Amerika'ya gönderiyorlar. Ama uyuşturucu kaçakçılığı deyince devamlı onun ayıbı da doğrudan doğruya Türkiye'nin yüzüne vurdurulmak isteniyor. Bu dosyalarda niye hiç Avrupalı sanık yok? Türklerle ilgili bütün dosyalar burda. 100 kilo eroin götürmüş Hollanda'ya, tamam. Peki bunun alıcısı kim? Hollanda'yı bilen Avrupa'yı bilen cezasını yatmış ve yatmakta olan müvekillerimden duyduğum kadarıyla Amarikalı NATO subayları Amerika'ya götürüyor...'' CIA, ünlü uyuşturucu kaçakçılarını kontrolleri altına alıyorlar, bu suretle uyuşturucu kaçakçılığının trafiğini kontrol altında tutuyorlar. Dizide de adı geçen 15 Aralık 1992'de, Akdeniz'in uluslararası sularında içinde 3,5 ton eroin olduğu belirtilen Kısmetim–1 gemisi Türk ve Amerikan narkotik polis ekiplerinin operasyonuyla batırıldı. 11 Ocak 1993 günü yine Akdeniz'de bu sefer Lucky–S gemisi 14 ton uyuşturucu ile ele geçirildi. Ekrem Marakoğlu, Türkiye'nin bu iki operasyonda da hata yaptığını, bu malların Türkiye'deki suç ortaklarının ortaya çıkarılamadığını belirtiyor: ''Türkiye için önemli olan hedef, suçluyu suç delilleriyle birlikte yakalayıp yargı önüne götürüp, cezası neyse onu vermektir. Ama Amerika için Avrupa için hedef bu değil. Onların Türkiye'deki ve Ortadoğu'daki politikaları, kişilere değil, uyuşturucu maddenin kendisine yöneliktir. Uyuşturucu madde ele geçirilsin, imha edilsin, benim toprağıma ulaşmasın. Şu ikramiye gibi birtakım dış etkenler bizim narkotik polisimizi Amerikan politikasına, Avrupa politikasına doğru yönlendiriyor. Bu yönlendirme sonucu, bizimkiler de uyuşturucunun peşine düşüyorlar. Öyle dosyalar var ki, adam getirmiş uyuşturucu maddeyi teslim etmiş. Arabasına binmiş gidiyor. Onu yakalamıyor, önemli olan uyuşturucu oluyor. Peki ama getiren adamların kimliği kaldı, birileri yakalanıyor; fakat onun kökenine inildiği zaman otuz kişi yakalanacakken üç kişi yakalanıyor. İkramiyeden pay almasınlar diye, şehir dışı atlamazlar. Mesela Bursa'da mal yakalanıyor, onun uzantısı var İstanbul'da. İstanbul'a atlandığı zaman İstanbul polisi devreye girecek, ikramiyeden pay alacak.'' Bu ikramiye Amerikan uyuşturucuyla mücadele ajansından gelen para. Şimdi Lucky–S olayı, bekle, yanaşsın limana, alıcısı meydana çıksın. Türkiye'deki suçlular bir bütün olarak meydana çıksın. Böyle yapılmadı. Kısmetim gemisi, öyle havanın bozuk olduğu bir dönemde geminin üzerine gidildi ki gemiyi neredeyse güvenlik kuvvetleri batırdı. Ama Amerika'nın hoşuna gitti, elinize sağlık dediler. İçinde mal vardı veya yoktu. En azından vardı ihtimal Amerikalıların hoşuna gitti. Hayalî ihracat olaylarında da ismi geçen bir Şafak gemisi var. Şafak gemisi hangisiydi? Kesmetim–1 mi, Lucky–S mi? ‘'Belki bir de Şafak vardı, aradan gitti. Onların sırrını bizim çözmemiz mümkün değil. Olayın bütünü üzerinde operasyona gidin. Belki bugün için böyle bir çalışma sistemi oluşmuş olabilir. Böyle bir çalışma sistemiyle geçmişte çalışılmış olsaydı, birçok olay çok daha rahatlıkla meydana çıkardı. Lucky S'in sırrı çözülmedi. Çözülmesine fırsat vermediler. Amerikalıların güdümünde daha Türkiye'ye gelmeden, Türkiye'deki sanıklarıyla kucaklaşmadan operasyon yapıldı. Madem ki siz ta uzaydan takip ediyorsunuz, Deniz Kuvvetleri aracılığıyla takip ediyorsunuz. Limana yanaşsın, bunu karşılasınlar. Mesela bu gemideki malların Karacabey yakınındaki bir depoya boşalacağı yolunda birtakım beyanlar var, birtakım ifadeler var. Peki Bursa'da bunun alıcısı kim, Bursa ile bağlantısı neydi? Birtakım şüpheler sadece söylentide kaldı. Herkes kendi hasmına yönlendirmeye kalkıştı.'' Marakoğlu, eroin operasyonlarının bir başka boyutu üzerinde daha duruyor. Bir politikacının televizyonda, ''Bir kilo eroin Türkiye'de 15 bin mark, Avrupa'da bir milyon mark'' dediğini hatırlatıyor ve ekliyor: ''Böyle söylediğiniz zaman bütün Türkiye'yi uyuşturucu kaçakçısı yapacaksınız. Bir kilo eroin 15 bin mark iken Almanya'da bir milyon mark ederse, bir kilo götürmek suretiyle hayatını kurtaracak. Halbuki, burada 15 bin mark azami oraya gitse 50 bin mark, 60 bin bile değil. Sordum, araştırdım da yani. Şimdi polis 3 kilo eroin yakalıyor. Basınımızda bir trilyonluk eroin yakalandı diye haber çıkıyor. Bir taraftan polis kendisini başarılı kılmak için ben bu kadar büyük iş yaptım diyebilmek için onun fiyatını kat be kat artırıyor. İki üç kat da basın mensupları artırınca trilyonlara çıkıyor. Köydeki insan alır bunu götürür.'' ( 20 ) Sözkonusu batan uyuşturucu yüklü gemilerle adı gündeme gelen Nejat Daş, İspanyol polisinin gerçekleştirdiği operasyon sonucu tutuklanarak cezaevine gönderildi. İspanyol polisi, ülkedeki tüm eroin dağıtımından sorumlu olduğu öne sürülen Daş ailesini uzun süredir izliyordu. 21 Aralık'ta Malaga'daki bir alışveriş merkezinde uyuşturucu satıldığının belirlenmesi üzerine operasyon başlatıldı. Şebekenin lideri olduğu kaydedilen Nejat Daş'ın eşi Hanife Daş ve akrabası Hanefi Daş gözaltına alınırken, 70 kg. eroin ele geçirildi. İspanyol basını 'Türk mafyasının beli kırıldı' ifadesini kullandı. Daş'ın adı ilk kez 1993'te gündeme geldi. Akdeniz'de durdurulan "Lucky-S" adlı gemide, Daş ve Halil Havar ailesine ait 2800 kilogram baz morfin ve 12 ton esrar ele geçirildi. Daş'ın adı, bu olaydan önce 3100 kilo baz morfinle Akdeniz'de batırılan Kısmetim-1 gemisiyle ilgili operasyona da karıştı. Geminin sahibi Ayanoğlu ailesinin kızı Derya Ayanoğlu'nun sevgilisi olan Daş, geminin yüklenmesi ve güzergâhının planlanmasıyla suçlandı. Yargılanma sürecinde, 8 Kasım 1994'te jandarmaların elinden kaçan Daş, 7 Temmuz 1997'de İspanya'da yakalandı. Sekiz gün sonra salıverilen Daş, kısa süre sonra yeniden tutuklandı. Türkiye'deki Lucky-S davasına bakan avukat Ekrem Marakoğlu, "Daş, Lucky-S davasının firari sanığı olarak yakalandı. Türkiye iadesini istedi. Ancak kabul edilmedi" dedi. İddiaya göre İspanya Anayasa Mahkemesi, Daş'ın Türkiye'ye iade edilmesi kararı alan Ulusal Mahkeme'nin, "Sanığın Türkiye'de işkenceye uğradığı iddialarını" yeterince araştırmadığı gerekçesiyle kararı bozdu. Daş'ın iltica talebinin de kabul edilmediğini kaydeden Marakoğlu, "5 yıl cezaevinde kaldı. Üç ay önce teminatla serbest bırakıldı" diye konuşmuştu. ( 21) Kirve: Sedat Bucak. Polat’a tavsiyede bulunan Halo, Kirve’nin kimliğini ifşa ederken, aşiret olduğunu ve emrinde bir ordu bulundurduğunu söylemişti. Koruyucular ordusunı kastediyordu. Bucak PKK üzerinden en fazla para ve güç kazanan bir siyasi ağaydı. 1960'ta Siverek'te doğdu. Endüstri Meslek Lisesi mezunu olan Bucak, 19, 20 ve 21'nci dönem DYP Şanlıurfa Milletvekili olan Bucak, evli, 3 çocuk babası. Kendisiyle aynı adı taşıyan "Bucak Aşireti"nin reisi olan Sedat Bucak'a bağlı 89'u geçici ve 345'i gönüllü olmak üzere toplam 434 resmi korucusu bulunduğu iddia edildi. Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener geçici köy korucularının ayda 1.2 milyar lira ödenek ayrıldığını ifade etmişt. Bucak, Söylemez Kardeşler'le olan çatışmasında da bazı polis şefleriyle birlikte komplo düzenlemekle suçlandı. 1978'den itibaren adını duyurmaya başlayan kanlı terör örgütü PKK, Bucak'ın aşiretinin bulunduğu Siverek dolaylarında eylemlere başladı. Bucaklar tarafından giydikleri ayakkabılar nedeniyle, "Mekaplılar" diye adlandırılan PKK'lı teröristler ile aşiret mensupları arasında 18 Mart 1980'de Urfa'da çatışma çıktı. 4 kişi öldü. İstanbul Hilton Oteli'nde Abdullah Çatlı'yla buluştuktan sonra İzmir'e gidip, Hüseyin Kocadağ ile birlikte Susurlukyakınlarında trafik kazası geçirdi. Bu kazadan sonra ortaya çıkan skandallar zinciri "Susurluk" adını aldı. Bucak, kazadan yaralı olarak kurtuldu. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde tedaviye alınan Bucak, olaydan 12 gün sonra bir gece yarısı hastaneden kaçırılırcasına taburcu edildi. Uzun süre basınla görüşmeyen Bucak, ilk yaptığı açıklamada arabada bulunan silahların kendisine ve adamlarına ait olduğunu söyledi. Bucak, Kocadağ'ın Çatlı'yı gerçek kimliğiyle tanımadığını söyleyerek hakkındaki iddialara karşılık "Bana yargısız infaz yapılmak isteniyor" dedi. Bucak, Gözcü Gazetesi, HBB Televizyonu ve Sabah Gazetesi'ne yaptığı açıklamalarla çelişkiye düştü. Abdullah Çatlı ile olan ilişkisi ve Ömer Lütfü Topal cinayetine karışan özel timci korumaları nedeniyle suçlandı. Sedat Bucak, yalan söyleyerek Kocadağ ve Çatlı'nın kimliğini bilmediğini, silahların kendisine ait olduğunu, ancak susturucular hakkında bilgisi olmadığını söyledi. Daha sonra ise Çatlı’ya ait özel dosyaları basına sundu. Hakkında görevi kötüye kullanmak, cürüm işlemek için çete oluşturmak ve kanun kaçağını gizlemek suçlamalarıyla soruşturma açılması isteğiyle İstanbul DGM tarafından fezleke düzenlendi. Dokunulmazlığı kaldırılan Sedat Bucak, 14 Ocak 1998'de İstanbul DGM 'ye gelerek savcılığa 5.5 saat süreyle ifade verdi. Soruşturma sırasında Bucak'a 1 koruma verilmesinin uygun görülmesine rağmen, 6 koruma birden aldığı ve Bucak'ın korumaların tayin edildiği tarihten 1 gün sonra 7 Ağustos 1996'da talepte bulunduğu ortaya çıktı. (22) Sedat’ın Polisleri ! Özgür Yorulmaz Bucak'ın resmi korumalarından biri özel harekat timi mensubu polis memuru. 25 Ağustos 1996'da İstanbul polisine gelen bir telefon ihbarı nedeniyle Topal cinayetine adı karıştığı gerekçesiyle 28 Ağustos'ta gözaltına alındı. Ancak Ankara'dan gelen emir üzerine İbrahim Şahin ve Halil Tuğ'a teslim edilerek serbest bırakıldı. Susurluk kazasından sonra, tekrar açılan soruşturmada, tutuklanmadan önce yaptığı açıklamalardan birinde Sabancı cinayetinin rakip holding tarafından planlandığını ve örtbas edilmeye çalışıldığını ileri sürdü. 7 Ocak'ta teslim olduğu İstanbul DGM tarafından 13 Ocak 1997''e tutuklandı. Yorulmaz, halen Topal cinayeti davalarında tutuksuz olarak yargılanıyor. Susurluk'taki trafik kazasının ardından ortaya çıkan karanlık ilişkilerle ilgili 14 sanığın yargılandığı dava dördüncü yılın sonunda karara bağlandı. Karara göre, Özel Harekat Dairesi eski Başkan Vekili İbrahim Şahin ve MİT eski görevlisi Korkut Eken, "Cürüm işlemek için çete oluşturmak ve bu çeteyi yönetmek" suçundan 6'şar yıl, aralarında Yorulmaz'ın da bulunduğu 12 sanık da yine "Cürüm işlemek için çete oluşturmak"tan 4'er yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sanıkların tümüne yurtdışına çıkma yasağı konuldu. Ceza onaylandığı taktirde İnfaz Yasası'na göre daha önce 290 gün cezaevinde tutuklu kalan Akça, 296 gün hapis yatacaktı. Ayhan Akça: Özel Harekat Dairesi'nde görevli polis memuru Akça, 23 Aralık 1996'da havaalanında kaçak dövizle yakalanan kurye kız Dilek Örnek'le ilişkili olduğu, onu karşılayanlar arasında bulunduğu gerekçesiyle tutuklandı. Soruşturma sırasında, Akça'nın Örnek'in ilişkili olduğu Azer Döviz Bürosu'nun sahipleri arasında yer alan Alakel Kardeşler'le silah alışverişi yaptığı ve arabalarını kullandığı ortaya çıktı. Tarık Ümit'in telefonunu son arayan kişi olduğu da tespit edilen Akça, Dilek Örnek'le birlikte kara para aklamak ve suç işlemek için çete oluşturmak suçlamasıyla iki ayrı davadan yargılandı. Ceza onaylandığı taktirde İnfaz Yasası'na göre daha önce 184 gün cezaevinde tutuklu kalan Akça, 402 gün hapis yatacaktı. Ayhan Çarkın : Ömer Lütfi Topal cinayetine karıştığı gerekçesiyle gözaltına alınan Çarkın, DYP'li Milletvekili Bucak'ın altı korumasından biri. Çarkın; 35 kişinin ölü ele geçirildiği bir operasyon, İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'nde çalıştığı dönemde beş ayrı eve yapılan operasyon sonucu öldürülenler, 13 Ağustos 1993'teki Perpa baskınında beş kişinin ölümü, İbrahim İlçi ve İbrahim Yalçın'ın öldürülmesiyle ilgili yargılandı. Çarkın, Susurluk skandalıyla ilgili olarak İstanbul DGM tarafından 13 Ocak 1997'de tutuklanarak Metris Cezaevi'ne kondu. SusurlukKomisyonu'na ifade veren Çarkın, Topal cinayetiyle ilgili olarak olay günü Yalova'ya gittiğini, Yaşar Okuyan ve Agah Oktay Güner'in kendilerine yurtdışına kaçmayı teklif ettiğini öne sürdü. 19 Eylül 1997'deki duruşmada tahliye edilen Çarkın, halen Topal davasından yargılanıyor. Çarkın 21 Mart 2000'de bir mafya operasyonunda gözaltına alındı. Erdek'in girişindeki Düzler mevkiinde Muharrem Aslan'a ait 17 parçadan oluşan 12 dönümlük değerli arazi, üç yıl önce İstanbullu müteahhit Çiya Taşkın tarafından 300 bin Alman Markı karşılığında otel yapılmak üzere satın alındı. Üç kefilin yer aldığı satış işlemi sonrasında müteahhit Taşkın, arazinin bedelini ödemekte zorlanınca, Aslan'ın yakını olduğu bildirilen kişiler tarafından sıkıştırılmaya başlandı. Çok değerli olduğu kaydedilen arazinin bedelinin tam olarak ödenememesi nedeniyle bir süre önce arazinin 21 Mart 2000 günü icra yoluyla satışına karar verildi. Karar üzerine açılan ihaleye yine müteahhit Taşkın'ın yanı sıra eski mal sahibi Muharrem Aslan katılmak için başvuru yaptı. 21 Mart'ta yapılacak ihale için Ziya Taşkın'ın adamları oldukları iddia edilen Ayhan Çarkın ve altı arkadaşı, İstanbul'dan gelerek ilçedeki bir kahvehanede gelişmeleri izlemeye başladı. İhaleyi Taşkın'ın avukatı kazanırken, aralarında eski Özel Timci Ayhan Çarkın'ın da bulunduğu yedi kişi, polisin şüpheli kişiler arasında gözaltına alınan Çarkın'ın üzerinden ruhsatlı silah çıkarken, biri ruhsatsız diğeri yine ruhsatlı üç silah ele geçirildi. Tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan Çarkın, Bursa yakınlarında trafik kazası geçiren ve tedavi altına alınan İbrahim Şahin'i ziyareti sırasında tekrar yakalanarak tutuklandı. Çarkın, 14 Nisan 2000'de tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı. 18 Nisan 2000'de Çarkın hakkında dört yıl önce İstanbul Sahil Kennedy Caddesi'nde, Ömer Karagöz'ü bacağından vurarak yaralaması ve sakat bırakması nedeniyle "yasal sınırları aştığı" gerekçesiyle, 10 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı. Ceza onaylandığı taktirde İnfaz Yasası'na göre daha önce 290 gün cezaevinde tutuklu kalan Akça, 296 gün hapis yatacaktı. Feraye: Fehriye Erdal. Dizide baron’a suikasta teşebbüs eden Erdal, Sabancı Holding Otomotiv Grubu Başkanı Özdemir Sabancı, Toyota - Sa Genel Müdürü Haluk Görgün ve sekreter Nilgün Hasefe'yi 9 Ocak 1996'da Sabancı Center'da öldüren Mustafa Duyar ve İsmail Akkol'a yardım eden çaycı kız olarak adını duyurdu. Olayın failleri arasında olduğu gerekçesiyle aranan ve uzun süre izini kaybettiren Erdal, 26 Kasım 1999'da Belçika'da yakalandı. Derin devletin sol eli Durrsun Karataş’ın kadrosundaydı. Erdal'ın Belçika'nın lüks kentlerinden Bruges kenti yakınlarında Knokke - Heist'te bir evde Eylül 1999'un son haftasında çıkan bir yangın sonrasında yapılan incelemede evden paket çıkarmaya çalışırken sergilediği şüpheli davranışlar sonucu gözaltına alındığı ortaya çıktı. Erdal'ın yakalandığı sırada üzerinde Neşe Yıldırım kimliği taşıdığı belirlendi. Tutuklanarak cezaevine konan Erdal'ın yakalandıktan sonraki geçici tutukluluk hali 23 Kasım 1999'da bir ay daha uzatıldı. Ancak 15 Şubat 2000'de Bruges mahkemesinde sorgulanan Erdal hakkında tutuksuz yargılanmak üzere şartlı tahliye kararı verildi. Devreye son anda giren savcılık bu kararın uygulanmasını engelledi. Erdal'ın Şubat 2000'de Gent Mahkemesi'nde görülen davasına gözleri bantlanmış şekilde götürülmesi ise Türkiye'de büyük yankı yarattı. 28 Mart 2000'de Erdal'ın tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmasına ilişkin karar Gent Temyiz Mahkemesi tarafından onaylandı. Gözleri bantlı olarak mahkeme salonuna getirilen Erdal, fotoğrafının çekildiğini görünce zafer işareti yaptı. Ancak Erdal, 4 Nisan'da Yargıtay'da Türkiye'nin iade talebi görüşüleceği için serbest bırakılmadı. Sabancı Ailesi, 15 Şubat 2001'de Belçika'da gözaltında bulunan Erdal'ın Türkiye'de işlediği suçlardan dolayı yargılanması amacıyla dava açtı. Türkiye'de görülen Sabancı davasında ise 15 Mart 2001'de karar çıktı. Yargılanan 12 sanıktan sekizi hakkındaki dava, 4616 sayılı Şartla Salıvermeye, Dava ve Cezaların Ertelenmesine Dair Kanun uyarınca ertelendi. Davanın gıyabi tutuklu sanığı Erdal'ın dosyası ise ayrıldı. İade edilmiyor ve yargılanmasına devam ediliyor. Çakıcı’nın mahkeme önünde öldürülem adamı : Nurullah Tevfik Ağansoy. Ülkücü görüşü benimseyen Ağansoy'un adı, 80 öncesinde aralarında Prof. Dr. Ümit Doğanay cinayetinin de bulunduğu 13 cinayete karıştı. Emlak Bankası eski Genel Müdürü Engin Civan'ın 1994'te vurulmasına Çakıcı'yla birlikte adı karıştıktan sonra yurtdışına kaçtı. 30 Ağustos 1995'te Almanya sınır kapısında sahte pasaportla yakalandı. Türkiye'ye geldikten sonra Çakıcı'yla arası bozuldu. İstanbul Adliyesi'nde görülen davanın duruşmasında Çakıcı'nın adamı olduğu ileri sürülen bir kişi tarafından düzenlenen suikast girişiminden son anda kurtuldu. Ağansoy, 28 Ağustos 1996'da Bebek'teki Deniz Taksi Cafe'de uğradığı silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Olayda, polis memuru Celal Babür ve sanatçı Selçuk Ural'la aynı masada oturan Gülçin Balaban adlı bir kadın ile saldırganlardan Recep Çiçek de öldürüldü. Samuel Vanunu. Üzeyir Garih. Dizideki karakter Musevi olduğu için bu yakıştırmaya en fazla uyan Garih. Aldatan karıısnın aşığını öldürtme şekli Yener Kaya cinayetini hatırlattı. Kaya elleri kelepçlei bir arabada yanarak öldü ve tabii ki faili meçhul olarak kaldı. Baronun öldürülme tarzı Garih’e uysada Garih baron değildi. Olsa olsa baronların sabrını taşıran biriydi. 1929’da İstanbul’da doğdu. 1951 yılında İ.T.Ü.’den Makina Yüksek Mühendisi olarak mezun oldu. 1954 yılına kadar Carrier Corp. Türkiye Şubesi’nde Tesisat Mühendisliği görevini sürdürerek bu konuda ihtisas sahibi oldu. 1954 yılında İshak Alaton’un teklifi ile iki kişilik Alarko Kollektif Şirketi’nin eş ortağı olarak faaliyete başladı. O tarihten beri gün geçtikçe gelişen ve bir holding hüviyetini kazanan Alarko Şirketler Topluluğu’nda İshak Alaton’la birlikte Başkanlık görevini aralıksız olarak sürdürmüştü. Üzeyir Garih, çeşitli sektörlerde faaliyet gösteren çok sayıda şirketin yer aldığı Alarko Holding'in Yönetim Kurulu Başkanlığı görevini yürütüyordu. Garih, DEİK Yönetim Kurulu, İstanbul Sanayi Odası Meclis Üyesi, Türk-Belçika Konseyi Başkanı, Türk-Kanada Konseyi 2. Başkanı, TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Üyesi'ydi. Garih, MESS, SİSAV, Loyd Vakfı, Turizm Yatırımcıları Derneği'nde de görevler üstlenmişti. Özellikle yönetim ve organizasyon ve ekonomi ile ilgili yazıları Turkish Daily News ve Akşam gazetelerinde haftalık ve ayrıca Babıali Dergisinde aylık periyotlarla yayınlanmakta olan Üzeyir Garih’in önde gelen hobisi, gençlerin eğitimi ile uğraşmaktı. Ayrıca "Deneyimlerim" adlı 5 cilt, "İş Hayatımdan Kesitler" adlı 1 cilt ve ayrıca Hayat Yayınlarının yayınladığı 8 cilt kitabın yazarıydı. Aynı zamanda Yeditepe Üniversitesi MBA programında organizasyon konusunda ders vermişti. 1984 yılında İ.T.Ü.’den Fahri Doktor ünvanı ile taltif edilmiş ve 1990 yılında Filipinler Cumhuriyeti İstanbul Fahri Başkonsolosu görevini yüklenmişti. Üzeyir Garih 25 Ağustos 2001 günü güya Yener Yermez adlı katil tarafından Eyüp Mezarlığı'nda öldürüldü. Cinayet zanlısı Yermez, polisin sıkı araştırmaları ve takipleri sonucunda, 10 gün sonra yakalandı ve hapse gönderildi. Evli, iki çocuk babası ve 6 torun sahibi olan Üzeyir Garih, İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilmekteydi. Mehmet Karahanlı (Baron), mensubu olduğu gizli bir oluşum tarafından ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ne yeterli desteği vermediği veya istihbaratçı Doğu Bey’le görüşerek sırlarını ifşa ettiği gerekçesiyle infaz edildi. Dizide geçen bu olayın ardından Baron yedi başlı ejderha olan bir örgüt tarafından bıçak darbesiyle infaz edilerek Sultanahmet Meydanı’nda bulunan Dikilitaş’a bırakılması ve dizide gelişen olaylar, 25 Ağustos 2001’de Eyüp Mezarlığı’nda öldürülen işadamı Üzeyir Garih cinayetini hatırlattı. Üzeyir Garih'in cesedi Eyüp Mezarlığı'nda 10 yerinden bıçaklanmış olarak bulunduğunda eşyaları arasında sadece cep telefonu kayıptı. Katil ya da katiller ne cüzdanını almışlardı ne paralarını ne de milyarlık saatini... İlk gün, İçişleri Bakanı'nın açıklamalarına göre sözde katil yakalanmıştı ve suçunu itiraf etmesi bekleniyordu. Bu 13 yaşında, Kars göçmeni bir Kürt çocuktu.. Sözde tinerciydi ve olay yeri çevresinde elinde bıçakla görülmüştü.. Hatta olayın nasıl cereyan ettiği bile ayrıntılarıyla anlatılıyordu. Bu çocuk sözde Üzeyir Garih'ten telefonunu istemişti. O ise telefonu vermemiş, para teklif etmişti. Çocuk arkasından koşup bıçaklamıştı. Herkes bu açıklama üzerine rahatladı. Haberciler ve köşe yazarları -birkaç aklı başında kişinin dışında- bu haberi memnuniyetle yansıttılar. Ortada bir siyasi ve örgütlü cinayet yoktu! İşin garibi, Garih'in 50 yıllık arkadaşı, iş ortağı, oldukça akıllı ve deneyimli biri olarak bildiğimiz İshak Alaton bile, olayı bu şekilde niteliyor ve bir gazetecinin, "Üzeyir Bey kendisini savunmamış mı?" tarzındaki sorusuna şöyle cevap veriyordu: "Hayır hayır, kendisini savunmamış!.." Sanki olay onlarca tanığın gözü önünde olup bitmiş ve herşey polisçe saptanmıştı. Böylece olayı açığa kavuşturan (!) polis, olay yeri mezarlıkta suç delili toplamak için de fazla zahmete girmedi. Yerdeki kanlar da getirtilen su ile alel acele yıkandı.. Ancak, bu haber daha o gün fos çıktı. 13 Yaşındaki çocuk, kokoreççinin bıçağını bileyciye götürmüştü ve olayla hiçbir ilgisi yoktu. Ortada ne katil, ne de tanıklar vardı! Bunun üzerine polis ertesi gün mezarlıkta yeniden suç delili aramaya koyuldu ve kanlı bir çuval buldu, hem de üzerinde "Allah" yazılı olduğu söylenen bir çuval.. Demek ki işin içinde şeriatçılar vardı.. Garih de Yahudi olduğuna göre. Ne var ki, çuvalın üzerinde gerçekten "Allah" diye bir yazının olup olmadığı bir yana, bu çuvalı bir gün önce polisin kendisi Garih'in kanlı cesedi üzerine örtmüştü! Sonra polis telefonun peşine düştü, başka katil adayları gündeme girdi. Sonunda suç Yener Yermez diye bir asker kaçağının üzerinde kaldı. İşin garibi İshak Alaton, bunca sakarlığına karşın, ”Türk polisine çok güveniyorum” diye konuşuyordu. Acaba Türk polisi gerçekten Garih’in katilini yakalamak istiyor muydu? Yoksa ilgisi olmayan failler peşinde koşup herşeyi bilerek karmakarışık ve içinden çıkılmaz hale mi getiriyor. Öyle ya, işin içinde derin devlet varsa failler şimdi, hiçbir kaygı duymadan, konforlu bir evde ayaklarını uzatmış sigaralarını tüttürüyor, viskilerini yudumluyorlardı.. Yakalanmaları olanaksızdı. Şimdiye kadarki açıklamalar mantıksız ve gülünçtü. Tinerci birileri veya bir asker kaçağı neden telefonun peşine düşsün? Böyleleri ondan önce cüzdana uzanır, roleks marka saati kaparlar. Hem telefonu almak için bıçağı saplamaya ne gerek var, göstermek yeterdi. Herhalde Üzeyir Garih gibi zengin ve akıllı biri telefon için canını vermezdi. Ama katil öldürücü nahiyelere ve acımasızca vurmuş. Belli ki, Garih’in, birileriyle konuşmaya fırsat bulamadan, tez elden ölmesini istemiş. Telefonu almasının nedeni de bu olmalı; telefonla biryerlere bilgi vermesini engellemek istemiş. Kısacası, cinayet profesyonelce işlenmişti. Belki de başka yerde işlenip ceset mezarlığa atılmıştı. Eski sabıkalı Yener Yermez’in bu işe nasıl bulaştığı meçhuldü. Belki bir maşa, belki de ilgisiz, örneğin mezarlığın bir köşesine atılmış telefonu bulan, ama cinayetten habersiz biriydi. Öyle olmasa bu telefonu götürüp kullanacak, hele hele başkasına satacak kadar aptal olamazdı. Garih'in mezarlık ziyareti ise tam bir gizem konusuydu. Sözde Garih, arada bir oraya Mareşal Fevzi Çakmak'ın ve nakşi şeyhi Küçük Hüseyin Efendi'nin mezarını ziyarete gidermiş. Mareşal`ın nakşi olduğunu da böylece öğrenmiş olduk. Söylendiğine göre Garih'in Fevzi Çakmak'a saygısı, onun, 2. Dünya Savaşı sırasında Yahudileri korumasıymış. İsmet Paşa, bir Yahudi soykırımı planlamışken, Mareşal onları askere alarak bir soykırımdan kurtarmıştı. ”Varlık vergisi” ile mallarına el konmuş; askerde ise yol yapımında, Aşkale'de taş kırmada filan kullanılmışlardı.. Şeyh Küçük Hüseyin Efendi, Garihlerin komşusuydıu ve Şeyh, çocukları olmayan bu aile için okuyup üflemiş, Üzeyir Garih böyle doğmuştu. Yani hikaye doğruysa, Garih varlığını bu şeyhe borçluydu. Bu nedenle de büyüyüp iş sahibi olunca şeyhin mezarını yaptırmış ve cumartesileri ziyarete geliyordu. Öldüğü zaman da Garih’in üzerinde kurandan ayetler, yazılı muskalar bulunmuştu.. Doğrusu çok ilginçti: Bir yanda Yahudi aile ve teknik üniversite bitirmiş, büyük iş adamı olmuş, aydın diye ünlenmiş biri, diğer yanda Türk mareşali, nakşi şeyhi, kuran ayetli muskalar ve mezar başına -nedense- çok gizli tutulan, korumasız yapılan ziyaretler... Üzeyir Garip cinayetinin işlendiği mezarlıkta bulunan kanlı çuvalın üzerinde Arapça 'Allah' yazısı, neyin işaretiydi? Üzeyir Garih'in cinayet zanlısı Yener Yermez'in tutuklandığı 4 Eylül günü, hemen aynı saatlerde Türkiye sınırına çok yakın Bulgar kenti Svilengrad'da bir Rus gazeteci öldürüldü: Dimitar Rigudin. Rigudin, Türkiye'de Ahmet Furkan adıyla tanınan ve ülkemizde 20 yıl süreyle iş tutan, MOSSAD'dan sorumlu KGB ajanıydı. Garih cinayetinden üç gün sonra Rusya'da çıkan Trud gazetesinde yayımladığı makalede, cinayeti MOSSAD'la ilişkilendirmişti. Benzeri bir operasyon yıllar önce Jak Kamhi için tasarlanmıştı. Ancak operasyonu yöneten ekibin bir üst halkası, Kamhi Suikasti’nin sadece ‘girişim’ ile sınırlı tutulacağını, verilmesi ve alınması gereken mesajların yerine ulaşacağını söylemişlerdi. Öyle de çıktı. Şimdi araştırmacıların cevabını arayacakları soru şudur: Kamhi Suikasti’nden dolayı içeri alınan iki şahıs (ki bunlardan sadece biridir önemli olan. Çünkü esas beyin oydu; şu anda nerededir? Acaba devlet yetkilileri bu sorunun cevabını biliyorlar mı? Yoksa resmi estetik operasyonlarını yapan mikrocerrahın toz edilen randevu defterine mi başvuracağız… Ancak her operasyon Kamhi Suikasti gibi, mesaj vermek amacıyla yapılmazdı. Garih Operasyonu da böyle bir şeydi. Ciddiydi, çünkü bir kaç menfaat gurubu birden sinirlenmişti. ‘Dul kadın safsatası’ ile kandırılan dindaşları gibi kendi Ne bir kamuoyuna bakmayın; Garih de diğer ülkesine, zorunlu olarak vergi ödüyordu. var ki, klasik Yahudi genlerinin etkisiyle süre sonra ödediği miktarın çokluğundan şikayet edip, indirime gidilmesini istemişti. Elbette kabul edilmez olan bu teklif tereddütsüz reddedildi ve Üzeyir Garih için yaşamın tehlikeli ve kaypak olan günleri başladı. İşte tam bugünlerde, ortağı Alaton ile yurtdışında emniyetli bir yerde istişare edilip, yeni vasiyetler düzenlendi. Garih yaşadığı ülke ile, mensup olduğu etnik kökenin açıklarını ve güç noktalarını çok iyi biliyordu. Vergi vermemek için başka, ancak yerli bir birime müracaat etti. Ancak tam bir yağmurdan kaçarken, doluya tutulma hadisesi yaşadı. Kendisini Yahudilere karşı koruyacak bu yerli derinlik, daha çok büyük bir delik açmış, Garih’i emmeye başlamıştı. Bundan da rahatsız olan Garih, başta Devlet Bahçeli olmak üzere, tüm legal ve illegal kanalları denedi. Ancak bütün bunlara rağmen, bagajındaki çantaya koyduğu para eksilmedi. Ve Garih sonunda bir gün yeter, dedi. Elbette çok kızdığı yer yerel derinlikti. Zaten son dönemlerde ‘Ergenekon’ adı altında yavaş yavaş deşifre edildikleri için Garih, sesini çok çıkararak iliğinin emilmesini engelleyeceğini düşündü. Eylem için toplam üç toplantı yapıldı. Üç ayrı alternatif teker teker değerlendirildi. Bir taraftan da Eski Ahit tetkik ediliyor, dinsel referanslar aranıyordu. Bulundu da. O sırada askerlik yapan bir ülkücü (cezaevinde ülkücü olmustu zira) Yener Yermez’e yahudilik hakkında kısa ve küçük dersler verildi. Bu arada bu derinliğin elindeki diğer kont-militanlar da gözden geçirildi. Bu iş için yetiştirilen İBDA-C timleri elden geçirildi. Ancak Yermez de karar kılınıldı. Eylemi nasıl yapacağı anlatıldı. Hatta dosyası son anda Af yasasına yetiştirildi ve TSK’daki dosyasına çok sonradan bir akıl hastanesi raporu eklendi. Aslında görevi tek başına yapamayacağı çok iyi biliniyordu ve bu tür işler şansa bırakılmayacak kadar ciddiydi. Yanında bulunan iki arkadaşı, kendisini yönetmesine rağmen, lider oymuş gibi görüntü çizildi Bu sırada Garih toplantı üzerine toplantı yapıyor, aracı üzerine aracı arıyordu. Ertaç Dinar’dan, İlhan Kesici’ye kadar bir çok kişiyle üst üste toplantılar yaptı. Yarı-resmi İsrailli temsilciler ile mülakatlar yaptı. Bu sırada, operasyon ekibi, olay yeriyle ilgili keşiflere başlamışlardı bile. Çok ayrıntılı bir çalışma ile, işin içine fuhuş yapan kadınlar katıldı. Yermez’in olaydan bir kaç ay öncesinden bu insanlarla tanıştırılıp ilişkiye girmesi sağlandı. Olay gününü daha sonra anlatacağım, zira ulaşamadığım karanlık bir iki küçük ayrıntı kaldı. Ama sonrası zaten çok net.. Garih vurulduktan sonra gözcü ve bıçaklayan iki kişi onun üzerinde, kendilerine tarif edilen şekilde çalışmaya başladılar. Talmud’ta belirtildiği gibi, arkadan kalbine kadar ulaşacak bir darbe vurdular. Sonra kücük ve sivri bir bıçak ile her iki gözünü deldiler. Eski Ahit buna ‘göz akıtma’ diyordu ve aç gözlülere uygulanan bir cezayldı bu. Ne yazık ki otopsi kayıtlarına geçmeyecekti bu yaralar. Zaten bütün bunlar ilk etapta görülmesin diye ceset ters çevrildi. Ve sol diz kapağı da tam altından keskin ve kalın olan bıçakla parçalandı. Bu da ‘Yahudilik davasından dışarı adım atmanın’ cezasıydı. Bütün bu mesajları alabilecek kişiler vardı. Nitekim Rigudin, yani Vasili Vasili Siguryev bunlardan biriydi. Balkan bölgesinin avcunun içi gibi bilen bu ajan, esasen Garih’in öldürüldüğü günkü Bulgar İş konseyi ile görüşmeyi sağlayan kişilerden biriydi. Ve gündemsiz bu ölümün peşine düşmüştü. İddiaya göre Dimitar Rigudin Trud gazetesinin 28 Ağustos salı günkü sitesinde şu iddiayı dile getirmişti: "İsrail gizli istihbarat örgütü MOSSAD, Amerikan Merkezi İstihbarat Örgütü CIA'ya rapor gibi bir kaset hazırladı." Rigudin'e göre, kasette, "Garih'in başına bir şey gelirse, bizden uzaklaştığı için gelir" sözleri kayıtlıydı. Rigudin, bu sözlerden hareketle, Garih cinayetinde MOSSAD parmağı olduğunu açıkça yazmıştı. Ve 4 Eylül gibi öldürüldü. Bilin bakalım nasıl? Çok yakından ensesine ateşli silahla tek el ateş edilerek! Eylem aklınıza ilk neyi getiriyor acaba? Bir ayrıntı daha, aslen Rus olan Rigudin, İbranice’yi ana dili gibi biliyordu. Tabii Eski Ahit’i de… Yapılan ilk planlara gore Yener Yermez’in ortaya çıkmaması lazımdı. Ancak hesapta olmayan bir aptallık. yani cep telefonun başka GSM kartıyla kullanılması, MOSSAD ajanlarının Yermez’e ulaşmalarını sağladı. O sırada buram buram acemilik kokan bir ‘firar’ senaryosu oynandı. Oysa Yermez’in birilerinin elinde olduğunu işten anlayan herkes biliyordu. Senaryonun ilmikleri tıkandıktan sonra Kayseri otobüsüne onu oturtanları bulup sormak lazım: Bütün Türkiye’nin aradığı katil adayını, hangi geri zekalı düşünce, kendi köyüne gitmek için, üstelik adım başı arama yapılan şehirelerası otobüse bindirip yolladı acaba. Bu aşadaman sonra, ikinci senaryo devreye girdi. Ve hemen fuhuş yapan cahil küçük kadınlar senaryosu oynanmaya başladı. Türk medyası da buna çoktan razıydı zaten. Deli Fuat’ın yerine Deli Yener konmuştu o kadar. Bir de, Türk insanının affetmeyeceği ‘Mezarlıkta zina yapan Ahlaksız sapıklar’ görüntüsü. Olaydan bir kaç gün once Kudus’te yayın yapan Jarusalem Post gazetesi, Türkiye’deki Yahudi işadamlarınrın adlarını sayarken, Garih’ten pek iyi cümlelerle söz etmezken, ölümünden sonra bir Yahudi kahramanın öldüğünü duyarması, kendi içlerine ağlamak olarak ifade edilebilirdi. Garih Cinayeti şeklen çözülmüş gibi gösterilebilirdi. Zira Ergenekon’un çözülmesi şimdilik mümkün değildi. Mossad ise uzun süredir vergisini aksatan Garih’in temizlenmesinden memnundu; Alaton aynı akibete uğramaması için görüşmelere hemen başladı. Garih’in aylar önce geri yolladığı Yahudi korumalar yine Alarko binasının önünde yuvalandılar. (23) Kürt Bedo: Kürt İdris Özbir. Eski kabadayıydı. Ankara Sıkıyönetim Mahkemesi, 12 Eylülde sonra eroin satmaktan 10 yıl hapisle cezalandırmıştı. Aralık 2001 ‘de Gökçeada’da kumarhane açtığı iddia edilmişti. Oğlu Mustafa Özbir, ‘ Babam işlerinin başında değil, cezaevinde. Babamın Gökçeada'yla direkt bir bağlantısı yok. Ama annem Rum asıllı olduğu için onun sevdiği bu Ada'yı ailece hepimiz benimsedik. Burada bazı yatırımlar yaptığımız doğru ama bunlar büyük değil. Özel tekneleri de bizim ya da adamlarımızın işlettiği doğru değil. Sadece Yıldız Koyu'nda restoran açtık. Bir evimiz ve bir miktar da arazimiz var o kadar.’ diyerek aile sırlarını ifşa etti. Annesi Rum asıllıydı, Kürtlük babadan geliyordu. 21 aralık 2002’de vefat eden bir zamanların ünlü kabadayısı 'Kürt İdris' lakaplı İdris Özbir'in cenaze töreni, ünlüler geçidine sahne oldu. İbrahim Tatlıses ve Bülent Ersoy gibi isimlerin bizzat katıldığı cenazede, polis ekipleri de işbaşındaydı Sarıyer'deki evinde karaciğer yetmezliği sonucu vefat eden İdris Özbir 'Kürt İdris', son yolculuğuna uğurlandı. 1970'li yıllardan kalan tek kabadayı olduğu için yeraltı dünyasında 'Son Baba' olarak tanımlanan 'Kürt İdris' lakaplı İdris Özbir'in Şişli Camii'nden kaldırılan cenazesine, ünlü sanatçılar da katıldı. Bu isimler arasında İbrahim Tatlıses, Bülent Ersoy, Serdar Gökhan, Adnan Şenses, Ahu Tuğba, Ferhat Güzel, Azer Bülbül ve Gani Şavata da vardı. Alaattin Çakıcı ile tutuklu bulunan Nuri ve Vedat Ergin kardeşler ise cezavinden çelenk gönderdi. İdris Özbir’in oğlu Doğan Özbir, Müslüman olmasına rağmen, boynunda sosyete antikacısı olarak tanınan karısı Filiz Kansu’nun hediye ettiği haç taşıdığını söylemişti. Araları açık olan kardeşi Ali Özbir’e de yüklenen Doğan Özbir, “O babamın mirasını taşıyacak kapasitede değil. Canlı yayınlarda bile babama hürmetlerini arz eden İbrahim Tatlıses gibi birisine kendisini tokatlattırdı.” iddiasındaydı. Vefatından sonra Kürt İdris’in oğulları adeta birbirlerine karşı savaş açmıştı. Oğullardan Ali Özbir, babasının vefatından bir hafta sonra kardeşi Doğan Özbir ve eşi Filiz Kansu hakkında , “Sosyete antikacısı Filiz Kansu kardeşimin beynini yıkadı. Onu kandırdı. Kadın biraz okumuş, kültürlü olduğu için beyin yıkamasını çok iyi biliyor. Benim kardeşim de cahil.” demişti. Kardeş Doğan Özbir, bu açıklamalara cevap verdi. Ölen ağabeyi Muhammed Murat’ın kahrından öldüğünü ileri süren Özbir, “O kahrından öldü. Bunu kimse bilmez. İlk defa açıklıyorum bunu. Trafik kazasında öldü, ama gerçekte onunki bir kaza değil, kendini intihar etmeydi. Bundan kim sorumlu? Ağabeyim niye kahrından öldü? Babamı çok sevdiğini söyleyenler açıklamalı.” şeklinde konuştu. Ali Özbir’in babasının mirasını taşıyacak kapasitede olmadığını savunan Doğan Özbir, kardeşinin alkollü iken rezalet çıkardığını, bunun üzerine İbrahim Tatlıses'in ‘Ali akıllı ol’ diyerek tokatladığını öne sürdü. (24 ) Tilki Andre: Andrei Tikky. CHP İçel Milletvekili Fikri Sağlar'ın sorgu önergesinde Andrei Tikky'nin ülkemizde olduğunu ortaya attı. Andrei Tikky 33 yaşında ve bütün doğu blok ülkelerinde Çakal Carlos'un yerini alan bir günümüz Rus mafya lideri. İstanbul Merkezli Masonik Büyük Klüp: Bazılarına göre bu derin gizli örgütün adı Ergenekondu. Diğer tanımıyla NATO üyesi ülkelerde CIA tarafından kurdurulmuş Gladio. Tüm NATO ülkelerinde gizli operasonlar için kurulan ve önceleri Komünistlere ve Kürt ayrılıkçılara göz açtırmayan Gladio, 28 Şubat ve 11 Eylül sürecinden sonra dindar müslümanları daha doğrusu İslam'ı hedef alır. Mossad'ın katkılarıyla Türkiye örgütlenmesinde yönetim zaten 1960'lardan beri Sebataycı eksenli Masonik bir yapının elindedir. Çıkarları için sağ el veya sol el farketmez. Logosunun yanında 50 yıldır takiyye yaparak ' Türkiye Türklerindir' diyen gazete medyadaki ana üsleridir; dolayısıyla Koç Grubu'nun çıkarları Türkiye'nin çıkarlarından önce gelir. Kemalizm ve laiklik oyuncaklarıyla Sebataycı örgütlenmeye karşı çıkanlar yok edilir veya sindirilir. Gerçek Kurtlar Vadisi'inde Sebataycıların yönetici, mafya konumundaki altdakilerin günah keçisi, sıradan işçi olduğunu pek az insan farkedebiliyordu. Soner Yalçın ' Efendi' adlı kitabını boşyere yazmadı. Bu kitap; çifte dinle ve kimlikle yaşadıkları için su yüzüne bugüne kadar çıkamayan, hain, dönek damgası yemekten korkan ülkemizin gerçek yöneticileri Sebataycıların, Türkiye'nin AB'ne bağlanan umutlarıyla paralel su yüzüne çıkma girişimiydi. 'Bu vitrini hazırlamak', Yalçın'ın deyimiyle ' dincilere' bırakılamazdı. Artık herkes onlardan saygı ve korku ile bahsetmeliydi; şapka çıkarmalıydı. Yalçın'ın gayretkeşliği bu yüzdendi. '20. yüzyılda Yahudiler iki devlet kurdu biri Türkiye, diğeri İsrail'dir' diyen Sebataycıların ülkemizde kurduğu gerçek Kurtlar Vadisi, bu ülkenin gerçek sahiplerine yeni tuzaklar kuracaktı. Sebataycıların 'bizdendi' diye sahiplendiği Atatürk, oysa mason localarını kapatmıştı ve komunist yapılanmalarına göz açtırmamıştı. Selanik'ten ülkemize getirdiği çoğunluğu yüksek eğitimli ve paralı Sebataycıların Türkiye cumhuriyeti ve inkilaplarının çekirdek kadrosu olduğu doğru bile olsa Atatürk'ün ucu dışarıda olan yapılanmalara soğuk yaklaştığı inkar edilemezdi. Zaten Türkiye'nin gerçek Kurtlar Vadisi, Atatürk'ün ölümünden sonra TL'ye resmini bastıracak kadar hoyratlaşan İsmet İnönü'nün hediyesiydi. Eşi Mevhibe Sebataycıydı aynen Bülent Ecevit'in eşi Rahşan gibi. SebataycıYakup Kadri, Halide Edip, Fatih Rıfkı Atay, Ahmet Emin Yalman, Abdi İpekçiler den bugüne geldiğimizde bu entellektüel misyonu taşıyan Orhan Pamuk gibi kalemler, bizi hep bizden uzaklaştırdı. Bir yandan kültürel yozlaşma bir yandan asıl güçlerini barındıran iş dünyasıyla ortaklaşa ülkemizi sömürdüler. Siyaseti onlar belirledi ve ek olarak medya-mafyaasker-bürokrat bağlantılarını kullanarak demokrasimizin acı tarihine düşen dört askeri darbeyi onlar fişekledi. Bu kitapda öncelikle aysbergin yüzeyinde gözüken, yani Susurlukta belirginleşen mafyasiyasetçi-iş dünyası ve gizli örgütler şeytan üçgeninin fotoğrafını değişik bir açıdan çekerken, Baronun öldürüldüğü mekan imdadıma yetişti. Aysbergin görünmeyen dev kütlesinde yer alanların deşifre edilmesi için masonların deşifresi elzemdi. Derin Devlet-Derin Mafya-Derin Sebataycılar üçgeni ilişkisi hiç yazılmadı bugüne kadar. Eski İçişleri Bakanı Saadettin Tantan, eğer zorla istifa ettirilmesiydi ' Gümüşsuyu çetesi!' olarak simgelediği ' Büyük Klüp', yani ' Manevi Cihazlanma Teşkilatı'nı deşifre edecekti. Dünyanın her ülkesinde kendilerine özgü derin devletcikler bulunuyordu. İtalya, güya temiz eller operasyonu ile kendi derin devletinin derin mafya yapılanmasını temizledi. Türk derin devleti ve mafya yapılanmasının elbette dış bağlantıları çok güçlüydü ve süreklilik arz ediyordu. Bir ahtapot gibi kolları olan bu örgütün ülkemizdeki yasal adı 'CIRCLE D’ORIENT'- 'Büyük Klüp. İngilizce isminde geçen ' Circle' aynı zamanda Tapınakcıların yurtdışındaki yayın organının ismidir. Siyonizm, Sabataycılar ve Tapınak Şövelyeleri arasındaki gizli bağlantı Siyonist Tapınağı Tarikatı'na kadar uzanır. Üstadı azamlarının ünvanı ' Denizci'dir. Güven Erkaya'nın bir dönem başkanlığını yürütmesi sadece eski Deniz Kuvvetleri Komutanı olmasından kaynaklanmamaktaydı. Emekli deniz oramiralı ve 12 Eylül sonrası başbakanlık yapan Bülent Ulusu, uzun süre Büyük Klüp'ün başkanlığını yürüttü, halen üyedir. Onun döneminde üye olan meşhurlar arasında babasından misyonu devralan Mehmet Ağar ve Beşiktaş'ın efsanevi başkanı Süleyman Seba sayılabilir. Seba, emekli olmadan önce MİT'in İstanbul Bölge Müdürüdür. Ünlü mafya babası Aladdin Çakıcı, Ulusu döneminde üye kabul edilir. Çakıcı, ülkenin en büyük uyuşturucu ve silah taciri Dündar Kılıç'ın damadıdır. Sebataycıların kullandığı mafya kolunu temsil etmektedir. Kara para onlardan sorulur. Hakkındaki onca delile rağmen beraat ettirilir. Çakıcı, bu ülkede devletin adamı olarak derin devlete çalışan en derin adamdır. Konuşursa alem karışır. Bu nedenle devlet eliyle kaçırılır. Sinan Engin sadece talimatı yerine getirmiştir. İngilizcesiyle "Moral Rearmament-Mr", Türkçesiyle "Manevi Cahazlanma Teşkilatı" nın kökleri dışardadır. Tapınakcıların, zuhruna vesile oldukları Protestan mezhebinin bağlısı (Lutheryan) Amerikan Pastor’u Frank Buchman tarafından, 1929’da "Oxford Group" olarak tesis edilir. Buchman daha sonra, İngilterede Evanjelik olur; yani Bush oğlu Bush’un, "Yeni Dünya Düzencileri"nin mezhebine duhul eder!.. Bu derneğin Türkiye şubesi Beyoğlu’ndadır. Hatta oranın bir sokağında, "Asmalı Mescid vardır; aynı sokakta, "B’naı B’rıth-Ahdin Kardeşleri" teşkilatı, "Fakirleri Koruma Derneği" adı altında faaliyet göstermektedirler. İşte bu sokakta, "Manevi Cahazlanma Teşkilatı" da faaliyete başlar. "Toplum faydasına dernekler" listesinde olup, vergiden muaf ve üste "bütçe"den para da alan bu -bu iki- derneğin kurucu başkanu, -mini mini vali" Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay'dır... 33. dereceden mason olan bu adamın, Göztepeİstasyon durağındaki köşkü teşkilatın toplantı yeri idi; bugünlerde kullanılan başka bir toplantı yeri ise İsmail Ağar’ın, Kadıköy’deki köşkü... Bu adam, 60 ihtilalinde idam edilen F. R. Zorlu’nun da akrabası ve Ayasofya'nın Ortadoks ibadetine açılmasını istiyordu. Heybeliada'daki Ruhbani okulunun açılmasıyla istekleri durulmayacaktı. Bu teşkilatın bir diğer üyesi ise, Hazım Atıf Kuyucak; "Supreme Konsul'de Türkiye Masonlarını temsil eden iki kişiden biri; diğeri de "Ceza"cı meşhur dönme Sahir Ermandı... Kuyucak, "Nur Locası"nın da Üstadı olan bir Mason; "Avrupa Birligi"nin "sevdalısı" biriydi.. Celal Bayar, Vehbi Koç, Sakıp Sabancı, İ. Sabri Çağlayangil, bunun "altında" olan adamlar.dı..Bu "Manevi Cihazlanma Teşkilatı"nın bütün üyeleri aynı zamanda 'Büyük Klüp'ün üyeleriydiler. Büyük Külüp’ün ismi, "Susurluk" meselesinde de geçmiş, hatta Başkanı Duran Kalkan gizlice giderek ifade bile vermişti. Derin devletin iki Yalçın’ını-Yalçın Küçük ve Soner Yalçın’ı Sebataycılarla ilgili yazdıkları kitapları "maksatlı" bulmamın sebebi, "Geyik" muhabbeti ile kulaklarına üflenen malumatları "deve" yapmaları ve bu sayede de Kemalist Oligarşi’nin hayatta kalması için "saf müslüman avına" çıkmalarından kaynaklanıyor. Bu ülkenin sahibi Sebataycılar diyerek aba altından sopa gösteriyorlardı. Bu dizide onları ustaca pazarlayan, korkmamızı sağlayan psıkolojik bir savaş yapıtıydı. 12 Eylül sonrası birçok örgüt yöneticileri yurt dışına kaçtı ancak 29 polisin elinden kaçan ve Nihat Erim, Gün Sazak, Hiram Abbas, Hulusi Sayın, Kemal Kaycan, Özdemir Sabancı suikastlarını gerçekleştiren Dursun Karataş’ın durumu farklıydı. Bu eylemleri savunduğu devrim adına mı, yoksa derin devletimiz Ergenekon adına mı yaptı belli değildi. Dursun Karataş’ın yakalanması için polislerin harekete geçirilmesi ve polislerin elinden kaçması devlet içersindeki feodal güçlerin çatışmasındandı. Özdemir Sabancı suikastı da devlet içerisindeki tam olarak kontrol edilemeyen çekirdek kadro tarafından DHKP-C’ye havale edilmiş haliydi. Sabancının Kürt sorunu hakkında barış düşündüğünü açıklaması, devlet tarafından sert bir şekilde uyarılmalarıyla sonuçlandı. Dursun Karataş İnterpol tarafından 174 ülkede 50 ayrı suçtan aranmasına rağmen bir türlü yakalanmaması 29 polisin baskınından kurtulması belli güçlerin göz yumması ve yönlendirmesiyle olabilirdi. Bu çekirdek kadronun her kesim içerisinden ideolojik fark gözetmeksizin kullandığı insanlar vardı; kimi zaman devrim için yanıp tutuşan Dursun Karataş, Paşa Güven kimi zaman da kalbi vatan sevgisiyle dolu Abdullah Çatlı kullanabiliyordu. İçlerinde asker, emniyetçi, profesör bulunan, bulunduğu ülkede kontrol edilemeyen ancak belli güçlerin kontrol edebildiği bir güçtür rivayetlere göre Gladio Konseyi Ergenekon. Kurtlar Vadisi Konseyi, bu konseyi işaret ediyordu. Baronun öldürüldüğü İstanbul Merkezli Mason Locası, esasen Büyük Klüp ise daha üst karar merciydi. Büyük kulübe kimler üye değildi ki... Gündüz Kılıç, Bülent Ulusu, Cevher Özden (Banker Kastelli) Ali Rıza Çarmıklı, Alp Emin Yalman, (tek dünya fikrini yayma cemiyeti’ni dahi kurmuştur.), Ömer Çavuşoğlu, -kardeşi- Nazlı Ilıcak ve kocası Kemal Ilıcak, Nejat Eczacıbaşı, Sabri Ruso, Duran Kalkan, (99’a kadar 13 sene başkanlığını yapmıştı), Çetin Emeç, Ahmet Fevzi Ellialtıoğlu (devşirme, babalarından biri yeniçeri ocağının "56. ortası"na mensup), Sadettin Bilgiç, Gazanfer Bilge, Atalay Coşkunoğlu, Yuda Leon Çukran, Mehmet Emin Karamehmetler, Ümit Aslan Utku, Nejat Tümer (emekli oramiral), Enver Necdet Egeran (muhteşem salamon’a "mason değildir" belgesi veren TPAO’nun yıllarca başında oturmuştu), Başaran Ulusoy, Selçuk Maruflu, (ANAP’lı, "Arı grubu", "Finans Klüp" ve "Mülkiyeliler Birliği" üyesi, DPT ve Eximbank’ta uzun süre çalıştı), Raif Dinçkök, Adem Ceylan (meşhur Ceylan Holdingin "para işlerine" bakan üyesi), Vehbi Koç, Sakıp Sabancı, Şerif Egeli vesaire... liste uzayıp gidiyor. Büyük Klüp" idari heyeti Yönetim Kurulu: Başkan: Duran Akbulut sanayici, Gündüz Kaptanoğlu armatör, Türk armatörler birliği Koop.Bşk., Ercan Targay bankacı, Tevfik Altınok Hazine ve Dış Ticaret eski müsteşarı, M..Okan Oguz sanayici, ihracatçı (TİM eski başkanı) Rıdvan Kartal avukat, ekonomist, armatör, Yağız Dağlı hukukçu, Uluslararası Avukatlar Birliği Yönetim Kurulu üyesi, Ergun Erez İnşaat.müteahhidi, Ferudun Pehlivan 19. ve 20. dönem Bursa milletvekili, Mehmet Özcan sanayici, Nuri Baylar işadamı. Yedek üyeler: Perviz Zekioğlu sanayici, O. Taylan Kendirli ekonomist, Çetin Yentur bankacı, İnan Şefkatlioğlu sigortacı, Hande Yılmaz ihracatçı, Murat Numan Erdem ekonomist, Nevhan Gündüz işletmeci. Balotaj Kurulu: Ali Rıza Özkan sanayici , Metin Selçuk bankacı, Halkbank Eski genel müdürü yardımcısı, Ahmet Malaz sanayici, Mehmet Seren Dinçler avukat, Ahmet Bedri İnce armatör, Koptagel İlgün Prof. Dr. eski başhekim, Selcuk Gökçe ihracatcı, Haşmet Olgaç kimya mühendisi, Melih Tavukcuoğlu müteahhit, Rıza Dedehayır işadamı, Ahmet Özbilge yönetici, Adem Ceylan sanayici, Misel Gülçicek sanayici, Burhan Sargın işadamı, Ugurman Yelkencioğlu yönetici, Tofaş eski genel. Müdürü. Yedek Üyeler: Serpil Bağrıaçık ekonomist, Coşkun Bekar gümrük müşaviri, Emir Berduk Marsan yönetici, Mehmet Güven endüstri ve kimya mühendisi, Atilla Tacir ekonomist. Disiplin Kurulu: Yekta Güngör Özden Anayasa Mahkemesi eski başkanı, Necip Kocayusufpaşaoğlu prof. Dr. (hukuk), Nezih İserı emekli amiral, yuksek muhendis,Nazmi Akıman emekli büyükelçi, Ahmet Serpil Prof. Dr. Yeditepe Üniversitesi rektörü, Erol Cihan Prof. Dr. , Sabi Ruso avukat, Sevgi Gümüştekin avukat, THY genel müdür eski muavini, Turgut İçten yeminli mali müşavir, Ersin Eti Dr. yüksek mühendis, Ertuna Yaşar avukat. Y edek Üyeler: Besalet Barım işadamı, Oktay Özcan ithalat-ihracat, İismail Yıldız işadamı, Zeki Tanyeri sanayici, Tekin Akmansoy sanatcı. Denetleme Kurulu: Halil Gümüş yeminli mali müşavir , Alper Kuş iİstanbul eski defterdarı , Engin Berker yeminli mali müşavir, Yedek üyeler: Sinan Kılıç doktor, Yiğit Tavukcuoğlu ekonomist, Orhan Tuncer işadamı. (25) Mabede Ankara’dan gelen Mesut Yılmaz veya İsmail Cem. Mesut Yılmaz: Ahmet Mesut Yılmaz, TBMM ve ANAP kayıtlarına göre; 1947 senesinde İstanbul’da Hasan ve Güzide’den dünyaya gelmiş. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girmiş ve 1971 yılında “Maliye ve İktisat Bölümü’nden” mezun olmuştur. (26) 1972-1974 yılları arasında Almanya’nın Köln Üniversitesi İktisadi ve Sosyal Bilimler Fakültesi’nde yüksek lisans çalışması yapmıştır. (Yüksek lisansı (Master) tamamlayıp, tamamlamadığı belli değildir.) Türkçe, Almanca ve İngilizce dillerini bilmektedir. Mesleği Ekonomist, Maliyeci, Özel Sektör Yöneticisi ve Sanayici'dir. 1975-1983 yılları arasında kimya, tekstil ve ulaştırma sektörlerinde, çeşitli özel şirketlerde yönetici olarak görev almıştır. Yılmaz’ın hangi özel şirketlerde, ne tip bir yöneticilik yaptığı belli değildir. Sekiz yıl içinde kimya, tekstil ve ulaştırma sektörlerindeki çeşitli özel şirketlerde çalıştığına göre en azından 3 iş değiştirdiği anlaşılmaktadır. Buna karşın Yılmaz, Temmuz 1998’de TBMM Malvarlığı Komisyonu'na verdiği beyanda, “hayatının hiçbir döneminde hiçbir şirkette yönetici olarak çalışmadığını” belirtmiştir. O zaman Yılmaz 1975-1983 yılları arasında ne yapmıştır? ( 27) ANAP kayıtlarına göre, 1983 yılının Mayıs ayında kurulan Anavatan Partisi’nin Kurucu Üyesi ve Genel Başkan yardımcısıdır. TBMM Kütüphane Müdürlüğü kayıtlarına göre, 20.5.1983’de Ankara’da kurulan Ana Vatan Partisi kurucuları; Hüsnü Doğan, Erol Aksoy, Yener Ulusoy, Veysel Atasoy, Adnan Kahveci, Vural Arıkan, Şadi Pehlivanoğlu, Abdullah Tenekeci, ve Mükerrem Taşçıoğlu’dur. (28) Mesut Yılmaz, 1983 Kasım ayında yapılan Genel Seçimde Rize Milletvekili seçildikten sonra 1.nci Özal Hükümetinde enformasyondan sorumlu Devlet Bakanlığına atanmış ve Hükümet sözcülüğü yapmıştı. Bu görevi sırasında kelimeleri uzun aralıklarla seçerek kullanması, onun düşünerek konuştuğu şeklinde yorumlanıyordu. Yılmaz, zaman içinde hiç düşünmeden konuşmayı da öğrendi. 1986 yılında Kültür ve Turizm Bakanı olan Yılmaz, bu dönemde Türkiye-Federal Almanya ve Türkiye-Yugoslavya Ekonomi Karma Komisyonları’nın Başkanlığını yürütmüş, 29 Kasım 1987 seçimlerinde yeniden Rize Milletvekili seçilerek 2.nci Özal Hükümetinde Dışişleri Bakanlığına atanmıştı. Mesut Yılmaz, Akbulut Hükümeti sırasında da yürüttüğü Dışişleri Bakanlığı görevinden 20 Şubat 1990’da istifa etmişti. Birinci Başbakanlığı Dönemi (3 Ay) : 15 Haziran 1991'de toplanan ANAP Büyük Kongresi'nde Genel Başkanlığa seçilen Yılmaz'ın kurduğu hükümet, 5 Temmuz 1991'de TBMM Genel Kurulu'ndan güvenoyu aldı. 20 Ekim 1991 genel seçiminden sonra ana muhalefet lideri olan Yılmaz, 24 Aralık 1995'deki seçimlerde de yine Rize'den Milletvekili seçildi. İkinci Başbakanlığı Dönemi (4 Ay) : Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından 3 Şubat 1996'da hükümeti kurmakla görevlendirilen ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, Türkiye Cumhuriyeti'nin 53. Hükümeti'ni ANAP-DYP koalisyonu olarak kurarak, ikinci kez Başbakan oldu. Yılmaz'ın bu görevi 28 Haziran 1996'ya kadar sürdü. Üçüncü Başbakanlığı Dönemi (17 Ay) : 20 Haziran 1997'de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilen Mesut Yılmaz, Türkiye Cumhuriyeti'nin 55. hükümetini kurdu ve üçüncü kez başbakan oldu. 25 Kasım 1998'de Muhalefetin Türkbank'ın ihalesine fesat karıştırıldığı gerekçesiyle Başbakan Yılmaz için verdiği gensoru önergesi, TBMM'de 314 oyla kabul edilince, 55'inci hükümet düştü. Böylece Yılmaz, Cumhuriyet tarihinin yolsuzluk suçlamasıyla hükümetten düşen ilk Başbakanı ünvanını aldı. 18 Nisan 1999 seçiminde yeniden Rize milletvekili olan Yılmaz, bu seçimin ardından kurulan 57. hükümete, hakkındaki soruşturma dosyalarının sonuçlanmaması nedeniyle girmedi. TBMM'de soruşturma komisyonları raporlarının görüşülmesinin tamamlanmasının ve Yılmaz'ın yolsuzluklarının elbirliği ile kapatılmasından sonra, 13 Temmuz 2000 tarihinde 57. Hükümette Devlet bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev aldı. 17, 18, 19, 20, 21’nci dönemlerde Rize Milletvekili olan Yılmaz 1983’den beri 3 Kasım 2002 seçimlerine kadar TBMM'nin üyesiydi. Birader Turgut Yılmaz tarafından, Çayeli Eskipazar Mahallesine babaları Hasan Yılmaz hatırasına yaptırılan bir ilköğretim okulu vardı. Okul 1988 yılında hizmete girmişti. Mesut Yılmaz’ın doğduğu köyün eski bir Ermeni yerleşimi olduğuna dair bazı söylentiler vardı. Mesut Yılmaz'la yolları ayrılan Mafya Şefi Alaattin Çakıcı da Mesut Yılmaz'ın babaannesinin Ermeni olduğunu iddia etmiş, bu iddia Mesut Yılmaz'ın kulağına kadar gitmişti. Başbakanlık eski danışmanı Yasin ASlan, Yılmaz ailesinin Kırımdan göç kayıtlarını bulmuş ve babaannesinin Ermeni olduğunu savunuyordu. ( 29) Osmanlı belgelerine göre, Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) Enver Paşa, 5 Ocak 1916'da yayınladığı bir emirle “Osmanlı ülkesinde Rumca, Ermenice ve Bulgarca olan vilayet, sancak, kasaba, köy, mahalle, nahiye, dağ, nehir gibi” bütün isimlerin Türkçe'ye çevrilmesi için talimat vermişti. İslam olan ancak Türkçe olmayan isimler bunun dışında tutulacaktı. Bu emir neticesinde eski adıyla “Mapavri” Çayeli’ne, “Mesahor” Kaptanpaşa’ya, ve “Hohoneç” de Çataldere’ye çevrilmişti. Hasan Yılmaz İlkokulu’nun yapıldığı Eskipazar’ın eski adı ise “Holonte”dir. (Osmanlı Belgelerinde Çayeli) Çayeli, Kaptanpaşa, Çataldere ve Eskipazar’ın 1916’da değişen adlarının Rum, Ermeni veya Bulgar adı olması Yılmaz ailesinin kökünü belli eden bir gösterge değildi. Böyle bir yaklaşım eski adı “Bizans” olan İstanbul doğumluların da “Rum” olduğunu iddia etmek kadar tutarsız bir yaklaşım olurdu. Zira göçlerle dolu olan Anadolu’da bu yerlere Türk’lerin göçtüğü bilinmekteydi. Merkezi Almanya’da bulunan Transsalkım Şirketi ise Almanya, (Stuttgard, Hamburg, Rhein/Ruhr, Münih) Hollanda Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye'de (İstanbul, İzmir) kolları bulunan büyük bir taşımacılık şirketi vardı. Şirketin “Mesut Yılmaz’ın yumruklandığı Budapeşte’de, “Újpest Industrial Park”ta da bir kuruluşu bulunuyordu. Dizide Mavi Turgut olarak anılan birader Turgut Yılmaz Transalkim için "Almanya'daki Transalkım Şirketi bizim Türkiye'de nakliye işi yaptığımız Transalkım şirketinden bir yıl önce kurulmuştur. İki ayrı şirkettir, kayıtlara bakıldığında da sahipleri görülecektir." demekteydi. Turgut Yılmaz, iki şirket arasında herhangi bir ortaklık yoktur deseed kazın ayağı öyle değildi. İsviçre Basel’de 1984 yılında kurulmuş bulunan Hoco şirketi de aynı şeyi söylemiyordu. Hoco şirketinin geçmişi ile ilgili sayfada kuruluşundan 5 yıl sonra, yani 1989’da, Stuttgart ve İstanbul Transalkim ile ortaklığın 5’nci yıl jubilesinin kutlandığını belirtiliyordu. Yani hem Stuttgart’taki, hem de İstanbul’daki Transalkim en azından Hoco üzerinden 1984’den beri ortaktı. (30) Yılmaz ailesinin kasası Turgut Yılmaz, 1991’de “Ağabeyim başta olduğu sürece yeni iş alanına girmeyeceğim” diyordu. Ağabey Mesut da, “1983’de ticaretle ilgisini kestiğini” söylüyordu. Ama bunun yalan olduğunu iddia eden bir kişi vardı. Kim mi? Bir zamanın Devlet Bakanı Cavit Çağlar. Çağlar, “Mesut Yılmaz’ın 1987’de kendisine Uludağ’da Transalkim’e ait TIR filosunun mallarını taşımasını teklif ettiğini, ancak kendisinin bunu kabul etmediğini” söylüyordu. Çağlar, Mesut Yılmaz’ın iddia ettiği gibi fiyatta anlaşamadıklarının doğru olmadığını, “Yılmaz’ın TIR filosundan şüphelendiği için bu taşıma işini vermediğini” beyan ediyordu. ( 31) Mesut Yılmaz’ın kurduğu Transalkim şirketi, o tarihlerde en çok konu edilen mal varlıkları arasındaydı. Transalkim’in kuruluşu ve gelişmesinin, Mesut Yılmaz’ın ANAP’taki gelişmesi ile arasında bir paralellik olduğu söyleniyordu. Şirket 4 Haziran 1985’de Karayolları Uluslararası Taşımacılık konusunda en önemli belge olan “G” belgesini almıştı. Ancak bu belge alınmadan önce, Şubat 1985’de, şirketin %50’den fazla hissesi “Pürsan Poli Üretim Sanayi AŞ.”ye devredildi. Yılmaz’a, “Bu şirket kimler adına kayıtlıdır ve paravan kişiler kimlerdir? Gümrüklerden mal ithali ve ihracında hiç bir zorluk çekmeyen bu şirketle ilişkiniz nedir? Bu şirket sizin siyasete girmeniz ile nasıl yükselmeye başlamıştır?” soruları soruluyordu. Yılmaz, 1987’de bu şirketin işlerini aktif bir şekilde takip ettiğine ve siyasi kimliğini kullanarak, büyük mikyasta taşıma işi olan Cavit Çağlar’ın işlerini almaya kalktığına göre, Transalkim’le doğrudan bir ilişkisi olduğu ve bu ilişkinin hiç kesmediği anlaşılıyordu. Türkiye’de, Yalçın Kores Cad. Ali Duran Sok. Yenibosna, İstanbul adresinde faaliyet gösterdiği kayıtlı olan Transalkim’in, acentası olduğu tek Türk isimli TIR şirketi Ömer Sarıalioğlu adına tescilliydi. Sarıalioğlu, bilinen ve Yılmaz ailesine yakın bir soyadı. Bu soyadı taşıyan, çeşitli kesimlerde tanınmış kişiler vardı. Tanınmış ve sevilen Sarıalioğlu soyadlılardan biri, Haziran 1998’de Ankara’da 72 yaşında vef at eden ve 100 seneden beri Trabzon'un Of İlçesi Belediye Başkanlığını elinde tutan Sarıoğlu ailesinden Süleyman Sarıalioğlu. SODEP'in kurucularından ve SODEP ile Halkçı Parti'nin birleşmesinde de rol alan bir kişiydi ( 32) 2000 yılında Mesut Yılmaz hakkında “Çetelerle İşbirliği” dahil, açılan yolsuzlukla ilgili Meclis soruşturmalarının konuları şöyleydi: 1- Kurtköy Havaalanı İnşaatı. ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz hakkında Kurtköy Havaalanı ihalesiyle ilgili kurulan Soruşturma Komisyonu, 25 Mayıs.2000’de "Yüce Divan'a sevke gerek olmadığı" yönünde karar verdi. Komisyonda FP ve DYP'li üyeler Yılmaz'ın Yüce Divan'a gönderilmesi, MHP, DSP ve ANAP'lılar da buna gerek olmadığı yönünde oy kullandı. Karar 5'e karşı 9 oyla alındı. DYP Çanakkale Milletvekili Nevfel Şahin'in önergesiyle geçen dönem kurulan, bu dönem yeniden oluşturulan komisyonda Yılmaz, "Kurtköy Havaalanı inşaatına ilişkin İcra Kurulu kararından sonra Savunma Sanayii Müsteşarlığı, Devlet Hava Meydanları İşletmesi, Demiryolları, Limanlar, Hava Meydanları İnşaat Genel Müdürlüğü tarafından 24 Ekim 1996 protokole karşın, ihalenin DLH'dan alınıp NATO ENF dairesine verilmesiyle devleti zarara uğratarak görevini kötüye kullanmakla" suçlanıyordu. 2- POAŞ’ın Özelleştirilmesi. Petrol Ofisi AŞ'nin (POAŞ) özelleştirilmesi ihalesinde görevlerini kötüye kullandıkları iddiasıyla kurulan soruşturma komisyonu, 31 Mayıs.2000’de ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz ve eski bakan Işın Çelebi hakkında, 5’e karşı 9 oyla "Yüce Divan'a göndermeye gerek olmadığına" karar verdi. 3- Türkbank'ın Satışı. Meclis Soruşturma Komisyonu 31 Mayıs 2000’de, Mesut Yılmaz Hükümetinin düşmesine sebep olan Türkbank'ın satışı ihalesiyle ilgili ortaya atılan yolsuzluk iddiaları konusunda gerekli önlemleri almayarak görevlerine kötüye kullandıkları" iddiasına karşın Eski Başbakan ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz ile eski Devlet Bakanı Güneş Taner'in Yüce Divan'a sevkine gerek görmedi. 4- İzmit Körfez Geçişi. Mesut Yılmaz’ın, İzmit Körfez Geçişi ihalesinde görevini kötüye kullanarak devletin zarara uğratılmasına göz yumduğu iddiası üzerine kurulan Meclis Soruşturma Komisyonu 1 çekimsere karşı 14 oyla 01 Haziran 2000’de Yüce Divan'a sevkine gerek görmedi. 5- SEKA’ya Ait Arazinin Bedelsiz Verilmesi. Mesut Yılmaz, eski Sanayi ve Ticaret Bakanı Yalım Erez’in İzmit’de SEKA’ya Ait Bir Araziyi Ford Otomotiv A.Ş.’ye Bedelsiz Vermek Suretiyle Görevlerini Kötüye Kullandıkları iddiası ile Meclis Soruşturma Komisyonu oluşturuldu. Komisyon 02 Haziran 2000’de 6'ya karşı 9 oyla Yılmaz ve Erez’in Yüce Divan’a sevkine karar verdi. 6- Çete'lerle İşbirliği. Mesut Yılmaz, Eyüp Aşık ve Yaşar Topçu'nun "Yasadışı örgütlerle ve mensuplarıyla birlikte hareket ettikleri, devlet ihalelerinde çetelerle işbirliği yaptıkları, hükümetin çeteler ve mafya ile mücadelede izlediği politikanın başarıya ulaşmasını engelleyerek, görevlerini kötüye kullandıkları iddiası ile kurulan "Çete Komisyonu" 02 Haziran 2000’de, 5'e karşı 9 oyla "Yüce Divan'a gerek yok" kararını aldı. 7- Telsim ve Turkcell Sözleşmesi. Meclis Telsim - Turkcell Soruşturma Komisyonu ANAP Lideri Mesut Yılmaz ile dönemin Ulaştırma Bakanı Necdet Menzir hakkında Yüce Divan'a gönderme kararı aldı. Karar 6'ya karşı 7 oyla alındı. Telsim - Turkcell Soruşturma Komisyonu 12 Haziran 2000 tarihinde yaptığı 2.5 saatlik toplantıda, Yılmaz ve Menzir'i "Telsim ve Turkcell firmalarıyla imzalanan sözleşmelerde Özelleştirme Kanunu hükümlerine aykırı davranmak suretiyle devleti gelir kaybına uğratarak görevlerini kötüye kullandıkları" gerekçesiyle Yüce Divan'a gönderme kararı verdi. 8- Turizm Alanlarının Usulsüz İhlali. ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz hakkında İstanbul'da yeni turizm alanları ilanında partizanlık yaptığı gerekçesiyle kurulan Meclis Soruşturma Komisyonu, bugüne kadar karar veren 14 komisyon içinde "oybirliğiyle aklama kararı" veren ilk komisyon oldu. 14 Haziran 2000’de toplanan Komisyon'un 15 üyesi de Yılmaz'ın Yüce Divan'a sevkine gerek olmadığına karar verdi. Komisyon Başkanı MHP'li Bedri Yaşar, üyelerin vicdanlarıyla karar verdiğini belirterek raporu en kısa zamanda TBMM Başkanlığı'na vereceklerini bildirdi. Mesut Yılmaz'ı dolaylı olarak ilgilendiren bir diğer Meclis Soruşturması ise yol ihaleleri ile ilgiliydi: Karadeniz Sahil Yolu. Karadeniz Sahil Yolu'nun devamı olan yolların ihalesinde usulsüzlük yaparak, devleti zarara uğrattığı iddiası ile ilgili olarak Meclis Soruşturma Komisyonu 01 Haziran 2000’de 5'e karşı 8 oyla Bayındırlık ve İskan eski Bakanı Yaşar Topçu'nun Yüce Divan sevkine karar verdi. “Eğer ben suç işlemişsem, devlet, başbakan olarak beni mahkemeye çıkarabilmeli, hesap sorabilmeli” gibi hamasi laflarla kamuoyunu kandırıp, halkı aptal yerine koyan Mesut Yılmaz, başı sıkışınca çeşitli entrikalarla, şantaj ve tehditle, gündemi değiştirerek veya rakipleriyle uzlaşarak soruşturmalardan kaçıyor, millete hesap vermiyordu. Sonuç malum, en şaibeli politikacı Mesut Yılmaz’ı, büyük Türk milletini temsil eden TBMM, bütün soruşturmalarından, akladı ve tertemiz hale getirildi. Soruşturmaların bir faydası olmuş, gözü Cumhurbaşkanlığı’nda olan Mesut Yılmaz’ın önünü kapatmıştı. Bu şaibeli politikacıya, hem cumhurbaşkanlığı hem de aklanması ve siyasi geleceği için ölçüsüzce destek veren iki büyük medya kuruluşu vardı. Doğan ve Sabah grubu. Sabah grubunun başına gelenler, bu desteğin ne biçim bir menfaatler ağına dayandığını bir parça ortaya çıkardı. Yılmaz’ın yakın temasta olduğu tanınmış bir “çete reisi” var. Alaattin Çakıcı. Aynı zamanda hemşehrisi de sayılıyordu. Temaslar çoğunlukla Yılmaz’ın o tarihte sağ kolu olan Eyüp Aşık vasıtası ile yürütülüyordu. Susurluk olayını kendine puan yapmak için kullanan Yılmaz, Çakıcı ile işbirliği neticesinde, ondan yer altı dünyası ile ilgili önemli bilgiler aldığını sanıyordu. Bilgi demek kuvvet demekti. O bakımdan bu ilişkiden çok memnundu. Çakıcı’nın ise dini imanı paraydı. O, menfaat görmediği bir iş için küçük parmağını bile oynatmayan akıllı bir psikopattı. Polisle, istihbarat teşkilatları ile işbirliği yapmış, tecrübeli bir kriminaldi. İnsan kullanmasını çok iyi biliyordu. Karşısında amatör bulunca istediği gibi oynuyor, yönlendiriyordu. Mesut Yılmaz’ı da saf görmeli ki ona “Kemal Sunal” adını takmıştı. O da bu ilişkiden memnundu. Çakıcı, ortağı Erol Evcil ile Türk Ticaret Bankasını almayı kafasına sokmuştu. Banka alma modası var ya, o da "banker çete reisi" olacak, haraç paralarının transferi de kolaylaşacaktı. O tarihte Türk Ticaret Bankası'nın satışı bahis konusu değildi. Zaten bankanın büyük hisseleri "banka çalışanlarına" aitti. Çakıcı hemen Yılmaz'ın hoşuna gidecek bir senaryo yazıyordu: "Çillerler ve Yalı Çetesi bize Türkbank'ı vermeğe söz verdi, ancak sonra vazgeçip 20 milyon dolar rüşvet istediler" diyordu. Herkesten haraç almakla şöhret kazanmış olan ve vermeyeni bacaklarından vurdurtan Mafya Şefi'nin, "kendisinden ve ortağından haraç istendiği" şeklindeki tutarsız senaryosuna, Eyüp Aşık ve Mesut Yılmaz balıklama atlıyorlardı. Çakıcı'ya, "bankayı onlar vermezse biz iktidara gelince veririz, senin hukuki durumunu da düzeltiriz" sözleri veriliyordu. Ve hazin çöküşün tarihi 3 Kasım 2002 seçimleri. Çarııklı evliya halkımız, ANAP ve Yılmaz ‘ı sandıkta gömerek mafyalaşmanın, ihale takipçiliğinin cezasını kesti. ( 33) İsmail Cem: İstanbul'da doğdu. 1959'da İstanbul Robert Koleji'nden mezun olan Cem, 1963'te Lozan Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Cem, Paris Siyasal Bilgiler Enstitüsü'nde Siyaset Sosyolojisi dalında yüksek lisans eğitimini tamamladı. 1963 yılından itibaren çeşitli gazetelerde Yazı İşleri ve Genel Yayın Müdürlüğü yapan Cem, 1971 - 1974 yılları arasında Türkiye Gazeteciler Sendikası İstanbul Şubesi Başkanlığı görevini yürüttü. 15 Şubat 1974'te TRT Genel Müdürlüğü'ne atanan Cem, bu görevini 17 Mayıs 1975'e kadar sürdürdü. Özellikle televizyonun gelişmesine önemli katkılarda bulunan Cem'in Genel Müdürlüğü sırasında, haftada 20 saat olan yayın 50 saate yükseldi. Buna göre 10 milyon olan televizyon izleyici sayısı 20 milyona çıktı. 12 Nisan 1975 seçimlerinden sonra iktidara gelen Demirel Başkanlığındaki "Milliyetçi Cephe" Hükümeti'nin yaptığı ilk değişikliklerden biri 16 Mayıs 1975'te İsmail Cem'i görevinden uzaklaştırarak yerine Nevzat Yalçıntaş'ı atamak oldu. Cem, daha sonra Danıştay tarafından göreve iade edildi ancak, kendisi gazeteciliğe yapmayı tercih etti.. 1987 ve 1991 seçimlerinde İstanbul'dan, 1995 ve 1999 seçimlerinde ise Kayseri'den milletvekili seçilen Cem, 1987 - 1996 yılları arasında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi (AKPM) ve Batı Avrupa Birliği (BAB) Asamble'si üyeliği yaptı. Cem, daha sonraki yıllarda, AKPM Sosyalist Grubu Başkanvekilliği ve Başkanlığı, BAB Asamblesi Türk Parlamenter Grubu'nda ise Grup Başkanlığı'na seçildi. Avrupa Medya Enstitüsü Danışma Kurulu üyeliğini yürüten Cem, 50'nci Hükümette Kültür Bakanı olarak görevlendirildi. Cem, 30 Haziran 1997 tarihinde kurulan 55'inci Hükümette ise Dışişleri Bakanlığı görevine atandı. 57'nci Hükümette de bu görevi yürüten Cem'in kaleme aldığı kitaplar arasında Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, Türkiye Üzerinde Yazılar, 12 Mart, TRT'de 500 gün, Siyaset Yazıları, Geçiş Dönemi Türkiyesi, Sosyal Demokrasi ya da Demokratik Sosyalizm Nedir, Ne Değildir?, Türkiye'de Sosyal Demokrasi, Engeller ve Çözümler, Yeni Sol, Sol'daki Arayış, Gelecek için Denemeler, Mevsimler (Fotoğraflar) ve 21. Yüzyılda Türkiye bulunuyor. Fotoğrafla yakından ilgilenen ve çalışmalarını açtığı sergilerle kamuoyuna duyuran Cem, İngilizce ve Fransızca biliyor. 12 Eylül döneminde ismi SODEP'in kuruluş çalışmalarında geçen İsmail Cem, Erdal İnönü ile anlaşamadı. Cem, SODEP Genel Sekreterliği'ni istedi, İnönü kabul etmedi. Halkçı Parti-SODEP birleşmesi kurultayında Aydın Güven Gürkan'ın listesinden SHP MKYK'sına girdi. Cem, 1987'de İstanbul'dan milletvekili seçildi. 1989'daki kongrede Erdal İnönü karşısında genel başkanlığa soyundu, kazanamadı. 1991'deki seçimlerde de SHP'den İstanbul Milletvekili seçilen Cem, İnönü-Baykal çekişmesinde Baykal'ı destekledi. Baykal, 1992'de CHP'ye geçti. Cem de Baykal'ı takip etti. Baykal Genel Başkan, Cem Genel Başkan Yardımcısı oldu. Baykal ile birlikte CHP' nin Değişim Programı'nı hazırladı. Yeni Sol söylemini güncelleştirdi. Baykal ile birlikte Yeni Sol başlıklı bir kitap da yazdı. Cem 24 Nisan 1993'te Cumhurbaşkanlı-ğı'na aday oldu, kaybetti. 1995'de SHP-CHP birleşmesi gerçekleşti. Hikmet Çetin geçici genel başkan seçildi. Cem de bu arada Kültür Bakanlığı'na getirildi. 11 Eylül 1995'deki kurultayda da Baykal CHP Genel Başkanlığı'na seçildi. Baykal'la Cem'in arası 1995 seçimleri öncesinde açıldı. Baykal, seçim listelerini oluştururken, Cem'i dışarda tuttu. CHP'de Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlenen Cem'in Baykal'ın katıldığı kısa ömürlü hükümette Kültür Bakanlığı görevinin Fikri Sağlar'a verilmesine içerlediği ve bu yüzden Baykal ile yollarını ayırdığı söyleniyor. İsmail Cem CHP'den ayrılarak DSP'ye geçti. 1995 seçimlerinde Kayseri'den aday gösterildi. Kayseri milletvekili seçilen Cem, Refah-Yol Hükümeti'nin düşmesinin ardından kurulan ANASOL-D Hükümeti'nde Dışişleri Bakanlığı'na getirildi. 2002 Temmuzu'na kadar görevini sürdürdü. İç politik tartışmalara girmedi, polemiklerden kaçındı. 28 Şubat sürecinde en az yıpranan Bakan oldu. Yunanistan Dışişleri Bakanı ile kurduğu yakın diyalog bazı çevrelerin tepkisine yol açtı. Yunan meslektaşı ile sirtaki oynaması Batı'da olumlu etkiler yaptı, ancak sorun giderici olmadı. Cem, 11 Eylül'ün ardından bir ilki gerçekleştirdi. Şubat 2002'de İslam Konferansı Örgütü üyesi devletler ile AB üyesi devletlerin temsilcilerini Çırağan Sarayı'nda buluşturarak göz doldurdu. Hem iç hem dış çevrelerde DSP'nin müstakbel lideri olarak anılan Cem'in, Rahşan Ecevit ile yıldızı barışmadı. Ecevit'in sağlık durumu nedeniyle çekilerek, Hüsamettin Özkan'ın Başbakan yapılmak istenmesi ciddi bir girişimdi. Hükümet ortakları arasında AB konusundaki uyumsuzluk nedeniyle MHP'siz, hatta Ecevit'siz bir hükümet senaryosu uygulamaya konuldu. Ecevit sonrası DSP senaryoları da bu senaryoyla içiçeydi. Medyada, iş çevrelerinde ve dışarda Kemal Dervişİsmail Cem ikilisinin Türkiye'yi AB'ye taşıyacağı şeklinde bir kampanya sürdürüldü. AK Parti'nin yükselişini, Cem-Derviş İttifakı'nın önleyebileceği yazılıp çizildi. Evdeki hesaplar çarşıya uymadı. Devlet Bahçeli erken seçim çağrısı yaptı. Çağrı senaryonun gerçekleşmesini engelledi. Arkasından DSP, 2002 Temmuzu'nda bir depremle sarsıldı. Fiili başbakan Hüsamettin Özkan ile partinin fiili lideri Rahşan Ecevit arasındaki ipler çoktan kopmuştu. Rahşan Ecevit, önce Özkan'ın Ecevit ile bağlantısını kopardı. Bülent Ecevit, Özkan'ı Başbakan Yardımcılığı'ndan azletti. Bu gelişmelerin ardından DSP, Temmuz'da büyük bir depremle sarsıldı. Ecevit'in en sadık adamı Hüsamettin Özkan DSP'den koptu. İstifalar DSP'yi ikiye ayırdı. Bir süre sessizliğini koruyan Cem , Ecevit'in Şükrü Sina Gürel'i Başbakan Yardımcılığına getirmesinin ardından istifa etti. DSP'den kopan grup, Yeni Oluşum adı altında parti çalışmalarına başladı. Derviş de Yeni Oluşum'u desteklediğini, Cem ve Özkan'la birlikte hareket edeceğini açıklaması gelişmeleri hızlandırdı. Cem ve Özkan, Yeni Türkiye Partisi'ni kurdu. Medya, Kemal Derviş-İsmail CemHüsamettin Özkan'ın troykasını manşetlere taşıdı. Derviş'in ustalıklı bir manevrayla CHP'ye geçmesi işi değiştirdi. Cem ve Özkan, Derviş'i sözünde durmamakla suçladılar. Seçimleri erteletme girişimlerine YTP'nin destek vermesi de Cem'i yıprattı. Medya da YTP'yi terkederek CHP'ye yöneldi. Derviş'in CHP'ye geçmesiyle birlikte YTP'nin yıldızı söndü. Cem'in siyasi yaşamında ilk ciddi girişimi YTP oldu. Her zaman kurulu partilerde yer alarak kariyerini sürdüren Cem, ilk parti deneyiminde başarısızdı. Daha baştan partiyi Derviş'e endeksledi. Cem, 1 yıl önce istifa ederek yeni bir parti kursaydı, YTP'den daha iyi durumda olabilirdi. YTP geç kalmış bir hareketti. YTP sola dahi hitap etme imkanı bulamadı. DTP'li Bayar'la kurulan diyalog sol partilerle kurulamadı. Öte yandan YTP vitrini de halka güven vermedi. Vitrinde yer alan pek çok isim, 5 yıllık hükümetin icraatlarından sorumluydular. Aralarında Özkan ve Recep Önal gibi kamu bankalarından sorumlu bakanlık yapmış isimler vardı. Bu nedenle halk, hükümete duyduğu tepkiyi doğal olarak YTP'ye de yansıttı. 3 Kasım'da halk, YTP'yi, 364 bin oy vererek devre dışı bıraktı. Kendisi ifade etmekten çekinsede bir Sebataycı; İpekçi ailesinden geliyor. İpekçi Ailesi'nin atalarının da içinde yer aldığı klan, Hıristiyan İspanya'da engizisyondan kurtularak, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde kendine yeni bir varlık alanı açıyor. Aile, XVII. yüzyılda din değiştirmiş kadim bir topluluğun, Türk ve Müslüman toplumu içindeki mahrem macerasına da ışık tutuyor. İpekçi'lerin yine pekçoğu Selanik kökenli olan Şamlı'lar, Cezzar'lar, Aker'ler, Birol'lar, Mısırlı'lar, Tokay'lar, Sezerman'lar, Sungu'lar, Balcı'lar, Koyuncu'lar, Dilber'ler, Gerçel'ler, Öget'ler, Atam'lar gibi güçlü ailelerle akrabalık ve hısımlık bağları bulunuyor. ( 34) Mabede Heybeliadadan gelen Altemur Kılıç. 1924 yılında Ankara’da doğdu. Atatürk’ün yakın arkadaşı İstiklal Mahkemelerinde baş üstünde kelle bırakmayan ünlü hakim Kılıç Ali’nin küçük oğlu. Eğitimi’ni İstanbul’da Robert Kolej’de ve New York’ta New School for Social Research Siyasal Bilgiler Bölümünde tamamladıktan sonra Tasviri Efkar, Vatan ve Milliyet gazetelerinde muhabirlik, yazarlık ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. Devir adlı haber gazetesinin ve Milliyet Yayınları’nın genel müdürlüğünü yaptı. Devlet hizmetinde Washington ve Bonn Büyükelçilerinin Basın Müşavirliği görevlerinde bulundu. İki kez Basın Yayın Genel Müdürlüğü ve bir defa da TRT’nin kurulması sürecinin başında, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı’nın radyo ve televizyonlardan sorumlu danışmanlığını yaptı. Birleşmiş Milletler Sekreteryasının Basın Bölümü’nde uzmanlıktan sonra da UNICEF’in Avrupa Bürosu Enformasyon Bölümü müdürlüğünü yaptı. 1980’de devlet hizmetinden emekli olmadan önce Birleşmiş Milletler nezdindeki Türkiye Daimi Temsilciliği’nde Orta Elçi olarak bulundu. Emekli olduktan sonra TRT Yönetim Kurulu ve Radyo-TV Yüksek Kurulu üyeliği yaptı. Halen köşe yazarlığının yanında yeni kitap çalışmalarını sürdüren yazarın “Türkey and The World” adıyla 1957 yılında Amerika’da, Türkiye’nin dış politikası konusunda yayımlanmış bir kitabı bulunmaktadır. Bir sure Ortadoğu^dad a yazan Kılıç, Türkiye Gazetesi'nden türbana karşı çıktığı için yazılarına bir süre ara vermesi istenen ve bunun üzerine işinden ayrıldı. Altemur Kılıç Yeniçağ Gazetesi'nden de benzer bir nedenle ayrılmak zorunda kaldı. Duayen Gazeteci Altemur Kılınç, Evrim tezini içeren Darwin teorisi ile ilgili bir yazı yazınca, Yeniçağ Gazetesi yönetimi yazılarına ara vermesini istedi. Sağ Kemalist’ Altemur Kılıç’a göre: “AB’ciler Atatürk’e ihanet ediyor!”du. Mito: Mikdat Alpay. Uzun yıllardır MİT’de yıkıcı faaliyetler ve komünizm Mikdat Alpay'ın mesuliyetindeydi. Mehmet Eymür’ün iddiasına göre, MİT Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay' karanlık dönemlere ait MİT'in bazı belgelerini yok etmişti. Alpay’ın Amerika’ya tayin kararnamesini Cumhurbaşkanı Sezer imzalamamıştı. Ahmet Necdet Sezer ile Mikdat Alpay Hukuk Fakültesi’nden sınıf arkadaşıydılar. Doğu Perinçek’te Hukuk Fakültesinden idönem arkadaşı. O da Perinçek'in anne tarafı gibi Malatyalıydı. Alpay Çankaya’ya çıkıp ricada bulundu ve Cumhurbaşkanı imzadan vazgeçti, dediler. MİT Müsteşarı olması beklenen asıl aday Mikdat Alpay’dı, ama o günün başbakanı Mesut Yılmaz tercihini Şenkal Atasagun’dan yana kullandı. MİT müsteşarları öteden beri emekli generaller arasından seçilirdi. Bundan vazgeçildi ve müsteşar "Başbakan’ın teklifi, MGK’nın onayı ve Cumhurbaşkanı’nın imzasıyla" atanır oldu. Atasagun’un müsteşarlığı bir şartla onaylandı: Mikdat Alpay başyardımcılıkta kalacaktı! Bir tür örtülü anlaşmaydı bu. Atasagun bu anlaşmayı bozmayı denedi. Cumhurbaşkanı’nı örtülü anlaşmadan askerler haberdar ettiler. Sezer’in vetosu "Gereği düşünüldü..." demekten ibaretti. ( 35) Emekli Orgeneral Çevik Bir ve MİT'in emekli Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay', 28 Şubat sürecinde yakın bir işbirliği sergilediler. Halihazırda MİT’in 2. adamı ve yeni Ergenekoncuları yeni derin devlet yapılanması için örgütlüyor ve yönetiyor. Şevko: İbrahim Telemen. Kaçakçı İbrahim Telemen'in ismi Uğur Mumcu tarafından gündeme getirildi. Türkiye'nin terör batağında yüzdüğü günlerde, 1979 Şubat ayında Mumcu'ya önce birkaç telefon geldi, ardından bir mektup ulaştı. Kirli ilişkileri nedeniyle öldürülmekten korkan Telemen bildiklerini anlatmak istedi. Dizide de Şevko bildiklerini anlatmak için gazeteciye başvurunca hastane penceresinden aşağıya atıldı. Gerçekre ise dönemin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş ile görüşen Mumcu, Telemen için randevu aldı. Ne var ki Telemen yerine ölüm haberi geldi. Telemen'in Gümüşsuyu'ndaki bir otelin odasından atlayarak intihar ettiği ileri sürüldü. ‘‘İntihar mı yoksa cinayet mi?’’ sorusu bugüne kadar karanlıkta kaldı. İbrahim Telemen'in mektubu ve diğer detaylar Mumcu'nun ‘‘Silah Kaçakçılığı ve Terör’’ isimli kitabında işlendi. Gümüşsuyu Caddesi'nde kaçırılan kaçakçı İbrahim Telemen'in öldürülmesi Susurluk’un başlangıç olaylarından sayılır. Bunun dosyası gizli kasalarda bulunuyor Susurluk skandalının sonuna varılamaması; uygulayıcıların hatasıdır, uygulayıcılardan kaynaklanmıştı. Siyasi iradeden kaynaklanmıştı. Siyasi irade, Ankara-İstanbul arasındaki yazışmalarda yapılan değişikliklerden dolayı çıkmaza girmişti. Bazıları yargıda hesap verroyor, beraat ettiriliyor, siyasetçiler ise serbestçe geziyordu. ( 36) Topal Akrep Bekir: Ayakları felçli Ürfi Çetinkaya. İki milyar dolarlık eroin davasından neredeyse sıyırmak üzereydi. Hatta, kendisine uyuşturucu kaçakçısı diyen Sadettin Tantan’a, “Bana hakaret etti” gerekçesiyle tazminat davası bile açacaktı. Ama 830 kilo uyuşturucu ile 2003’de yakalanan Urfi Çetinkaya için yolun sonu görünmüştü. İstanbul polisi, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin 2 milyar dolarlık uyuşturucu davasından tahliye ettiği Urfi Çetinkaya’yı, mahkemedeki duruşmasına günler kala bu sefer 580 kilo eroin, 150 kilo bazmorfin (eroin hammaddesi) ve 100 kilo afyon sakızı ile yeniden yakaladı. Çetinkaya’nın eroinleri Rize’deki çiftlik evinde imal ettiği, İstanbul’da depoladığı ve buradan Avrupa’ya sevkiyat yaptığı belirlendi. Üç yıl tutuklu bulunduğu cezaevinden dört buçuk ay önce tahliye edilen Urfi Çetinkaya’nın, bu kadar kısa süre içinde bu büyüklükte bir uyuşturucu ile yakalanması narkotik dünyasına bomba gibi düşmüştü. Çetinkaya, üç yıl önceki yakalanışına kadar polisi 10 yıl boyunca peşinden koşturmuştu. Öte yandan Türkiye ve Avrupa uyuşturucu âleminin en büyük ismi kabul edilmesine rağmen, bugüne kadar uyuşturucu kaçakçılığı suçundan hiç mahkumiyet almamayı başarmasıyla tanınıyordu. Bugüne kadarki bütün sorgularında uyuşturucu kaçakçılığı suçlamasını kabul etmeyen Çetinkaya, aynı tavrını yine sürdürdü. Görüştüğü avukatına, “Buraya (Emniyete) niye getirildiğimi bilmiyorum” dedi. Sadettin Tantan’ın İçişleri Bakanlığı döneminde Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık Dairesi ve Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin iki yıllık çalışmasına dayanan “Matador operasyonu” ile yakalanan Urfi Çetinkaya, İber yarımadası olarak bilinen İspanya ve Portekiz’e 10 yıl içinde 12 ton eroin sevk etmekle suçlanıyordu. Dönemin Ankara DGM Savcısı Talat Şalk’ın İspanyol ve Portekiz makamlarıyla işbirliği halinde yaptığı soruşturma sonucunda Çetinkaya’nın 500 trilyon liralık malvarlığına da el konuldu. Ancak Çetinkaya, devlete karşı büyük bir hukuk savaşına başladı. İlk çarpıcı gelişme, Adalet Bakanlığı Dış İlişkiler Genel Müdürü Cenk Alp Durak’ın bu görevinden ve hakimlik mesleğinden istifa ederek Urfi Çetinkaya’nın avukatlığını üstlenmesi oldu. Yaklaşık üç yıl tutuklu kalan Çetinkaya, sonunda 25 Haziran 2003’te günü İstanbul 3 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından tahliye edildi. Çetinkaya’nın tahliyesi, narkotik çevrelerinde şok etkisi yaptı ve Adalet Bakanlığı soruşturma başlattı. Soruşturma sonucunda, tahliye kararı veren İstanbul 3 Nolu Devlet Güvenlik Mahkemesi Başkanı Ahmet Durmaz’a görev yeri değişikliği cezası istendi. İstanbul Narkotik polisinin yaptığı Urfi Çetinkaya operasyonunun zamanlamasına dikkat çeken narkotik uzmanları, “Hem yargıya hem de başka bazı çevrelere önemli bir mesaj verilmiş oldu” değerlendirmesini yaptı. Çetinkaya’nın üç yıl önceki operasyona göre bu sefer çok daha kuvvetli teknik delillerle ele geçirildiğini belirten bir diğer narkotik yetkilisi, “Hadi şimdi cezaevinden çıksın bakalım. Bu sefer kurtulma imkanı yok” sözlerini kullandı. Urfi Çetinkaya, operasyonun diğer aşamaları tamamlandıktan sonra İstanbul’daki evinden gözaltına alındı. Çetinkaya’nın narkotik polisteki sorgusuna geçileceği gün sürpriz bir gelişme yaşandı. Çünkü avukatı olarak müracaat eden kişi Bakırköy 3. Ağır Ceza Mahkemesi eski Başkanı Zekeriya Dilsizoğlu’ydu. Uyuşturucu âleminin hem en güçlü, hem de en kıdemli ismi kabul edilen Urfi Çetinkaya, 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden sonra yayınlanan Sıkıyönetim bildirilerinde arandığı belirtilen isimlerin başında geliyordu. 1988’de, polisten kaçarken açılan ateşle yaralandı ve belden aşağısı felç oldu. O günlerde hastaneye kendisini ziyarete gelen Abuzer Uğurlu’ya kafasını göstererek, “Yeter ki buraya bir şey olmasın. Aşağısı önemli değil” dediği söylenir. 2000 yılına gelindiğinde, serveti 500 trilyon liraydı. Çetinkaya, “Bu uyuşturucu parası değil. 1980’de cezaevine girdiğimde 25 milyon dolarım vardı. Tefeciye verdim. Altı sene sonra çıktığımda param 60 milyon dolar olmuştu” dedi. ( 37) Abdulhey Çoban: Ahmet Cem Ersever. Diziye Polat’ın sağ kolu olarak monte edildi. Harp Okulu mezunu olan Ersever, 1976 yılında Silopi'de halka ateş açılması nedeniyle hakkında soruşturma başlatıldı. Türkiye'ye sokulan kaçak 63 TIR olayının ortaya çıkmasından sonra olayla ilgili bağlantısı soruşturuldu ancak delil yetersizliğinden beraat etti. Kısaca JİTEM olarak anılan Jandarma Genel Komutanlığı'nın Güneydoğu Anadolu'daki İstihbarat Birimi'nin kurucusu olan Ersever, 11 Aralık 1979'da Jandarma Genel Komutanlığı tarafından Hatay, İçel, Gaziantep, Mardin, Urfa, Edirne, Kırklareli ve İzmir illerinde TIR kaçakçılığını soruşturmakla görevlendirildi. 80'li yıllarda JİTEM'in kurucuları arasında yer aldı. Güneydoğu'da çok sayıda faili meçhul cinayete adı karıştı. Adının karıştığı Eşref Bitlis'in ölümünden sonra Mart 1993'te JİTEM'den ayrıldı. Aydınlık Gazetesi'ne yaptığı açıklamalarda, Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım ve bazı faili meçhul cinayetlerle ilgili önemli bilgiler verdi. Bu açıklamalardan sonra 4 Kasım 1993'te Ankara'da ölü bulundu. Şeyhmus : Şeyhmus Daş. Uyuşturucu kaçakçısı. Akdeniz'de batırılan Kısmetim - 1 gemisindeki uyuşturucunun ortaklarından olduğu öne sürüldü. 25 Aralık 1992'de Drej Ali'nin kardeşinin düğününe giderken öldürüldü. Lucky - S gemisi, 07.01.1993 tarihinde uluslararası sularda deniz kuvvetlerine bağlı gemilerce yapılan operasyon sonucu yakalanmış; bu operasyona İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı bir kısım görevliler de katılmıştı. Ancak gerek daha önce yakalanan Kısmetim - 1 gemisinin ve gerekse daha sonra yakalanan Lucky - S gemisinin bütün sırlarını çözecek kilit adam durumundaki Şeyhmus Daş, Lucky - S’in Türkiye’ye doğru hareketinden sonra, 25 Aralık 1992’de ailesi ile bir düğüne giderken öldürülmüş ve failler belirlenememişti. Böylece çok büyük çaplı bir uyuşturucu kaçakçılığı olayında, Lucky - S’in yakalanmasından iki hafta önce, Daş öldürülmüş ve olayın ardındaki gerçekler de onunla mezara gönderilmişti. Özellikle cinayetin işlendiği günlerde, Şeyhmus Daş’ın attığı her adım İstanbul polisi tarafından çok yakından izlenmekteydi. Bütün telefon konuşmaları dinlenip kayda alınmıştı. Şeyhmus Daş’a ait Yenikapı’daki Can Can Kafe’ye her girip çıkan, polis tarafından resimlenmekteydi. Yani polisin bu kadar yakından gözetim altında tuttuğu bir kişiyi öldürenler belirlenemez miydi? Olay tarihi itibariyle Şeyhmus Daş’ın dostu da, düşmanı da belliydi. Ancak cinayetin aydınlatılması yolunda hiçbir ciddi çalışma yapılmamıştı. Lucky-S’in dava dosyasındaki bilgilere göre, PKK’dan kaçan birçok kişi İstanbul’a gelip Şehmus Daş’tan yardım almıştı. Bu davranışları ile Daş, çevresinde devlet yanlısı olarak tanınmıştı. Ayrıca cezaevi ziyaretlerinde Necat Daş ile yapılan sohbetinde avukatı Ekrem Marakoğlu’na, babası Şeyhmus Daş’ın yanına bazı özel timcilerin de gelip gittiğini ısrarla anlatmıştı. Devlete bağlı bir kısım güçlerin, böyle bir zamanlama ile ömür boyu hapse atılacak bir insanı öldürmesinin izahı mümkün değildi Akla gelen ihtimal şuydu: Lucky-S gemisinde bulunan 14 ton uyuşturucu maddenin gerçek sahipleri, geminin yakalanacağını duyunca, Şeyhmus Daş’ın yakalanacağını ve kendi kimliklerinin de ortaya çıkacağını tahmin etmişlerdi. Şevkonun ölmeden önce konuşmak istediği gazeteci: Uğur Mumcu. Aslen, Ankaralı olan Uğur Mumcu, 22 Ağustos 1942 yılında, babasının memuriyeti dolayısıyla Kırşehir'de, dört kardeşin üçüncüsü olarak doğdu. Annesi Nadire Hanım, babası, Tapu Kadastro memuru Hakkı Şinasi Bey'di. İlk ve orta okulları Ankara’da okuyan Mumcu çok aktif bir öğrenciydi. Bu hızlı yaşam Hukuk fakültesinde de devam etti. 1961 yılında baş1adığı Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni 1965 yılında tamamladı. Bir süre avukatlık yaptı; yabancı dil öğrenmek için İngiltere'ye gitti. 1969-1972 yılları arasında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde İdare Hukuku Profesörü Tahsin Bekir Balta'nın asistanı olarak çalıştı. Yazmaya, üniversite öğrenciliği yıllarında, Doğan Avcıoğlu'nun yönetimindeki Yön Dergisinde başlayan Uğur Mumcu, 12 Mart döneminde bir yazısında kullandığı "ordu uyanık olmalı" sözleriyle, "orduya hakaret etmek", "sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak" suçunu işlediği iddasıyla gözaltına alındı. Uğur Mumcu bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkum edildi. Fakat yargıtayca karar bozuldu ve serbest bırakıldı. Bu olaydan sonra, Mumcu askerliğini, 1972-74 yılları arasında Ağrı'nın Patnos ilçesinde, resmi tanımıyla "sakıncalı piyade eri" olarak tamamladı. Patnos'ta, ağır koşullar altında askerliğini yaparken, zaten uzun zamandan beri var olan ülseri yüzünden mide kanaması geçirdi. İlk yazıları 1962'den itibaren Yön, Türk Solu, Devrim, Ant, KIM v.b. dergilerde yer alan Mumcu'nun, 1968-69-70 yıllarında Akşam, Milliyet, Cumhuriyet gazetelerinde zaman zaman çeşitli konularda inceleme yazıları da yayımlandı. Köşe yazarlığına 1974 yılında haftalık Yeni Ortam dergisinde başladı. Daha sonra çalışmaya başladığı Anka Ajansında 1975 yılından itibaren Cumhuriyet'e de köşe yazıları yazdı. 1977 yılından sonra sadece Cumhuriyet için yazmaya başladı. gözlem başlıklı köşesinde 1991 yılının Kasım ayına kadar aralıksız olarak yazdı. 6 Kasım 1991'de İlhan Selçuk ve yaklaşık 80 Cumhuriyet çalışanı ile birlikte gazeteden ayrıldı. Bir süre işsiz kaldı. 1 Şubat - 3 Mayıs 1992 tarihleri arasında Milliyet Gazetesi'nde yazan Mumcu, Cumhuriyet Gazetesi'ndeki yönetim değişikliği üzerine 7 Mayıs 1992'de Cumhuriyet'e döndü. Gazetecilik hayatı başarılarla dolu olan Mumcu 24 Ocak 1993 yılında uğradığı silahlı saldırı sonucu öldü. Bombalı saldırı sonucu yaşamını yitiren Cumhuriyet yazarı Ahmet Taner Kışlalı ise, son 20 yılda Cumhuriyet yazarlarına yönelen saldırılar zincirinin son halkası oldu. Cumhuriyet, Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Ümit Kaftancıoğlu, Cavit Orhan Tütengil, Onat Kutlar gibi çok değerli yazarlarını yitirirken Server Tanilli saldırı sonucu sakat kaldı. Bahriye Üçok, Muammer Ulusoy, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı cinayetleri güya çözülmeye başlandı... 2000 yılının ilk aylarında polisin yaptığı başarılı "Umut" operasyonu sonucunda katil sanıkları yakalanarak adalete teslim edildi. 11.07.2000 tarihinde, İran tarafından yönetilip yönlendirilen Tevhid, Selam ve Kudüs Ordusu örgütlerinin elemanları olan sanıklar Necdet Yüksel, Ferhan Özmen, Hakkı Selçuk Şanlı, Yusuf Karakuş, Muzaffer Dağdeviren, Abdülhamit Çelik, Fatih Aydın, Hasan Kılıç, mehmet Şahin, Mehmet Ali tekin, Haluk Özçelik, Mehmet Kasap, Mehmet Gürova, Adil Aydın, Murat Nazlı, Arif Tarı ve Mahmut Koca yargılanmaya başlandılar. Eşi ve abisi bulunan katillerin gerçek katil olduğuna asla inanmadılar. Aslında sır perdesi Öcalanla yakından ilgiliydi. Hürriyet, "Abdullah Öcalan MİT'te ofis boydu" ifşaatını yaparak olayı açmak istedi. Radikal yazarı Avni Özgürel, 'Fikir Ajans' adlı bir kuruluşta getir-götür işlerini görürken tanıdığı genci yıllar sonra Bekaa'da Abdullah Öcalan kimliğiyle karşısında bulunca şaşırmıştı... Meğer, Fikir Ajans, MİT'in bir yan kuruluşu değil miymiş? Hani, Yeniçeri'nin "Sen bizim İsa Efendimizi öldürmüşsün" diye boğazına sarıldığı Musevi, "İyi ama, o dediğin olay 1500 yıl önce oldu" deyince aldığı cevabı gel de hatırlama: "Ben yeni duydum..." Avni Özgürel hakkı teslim etmiş ve "Öcalan sağcı geçmişini hiçbir zaman gizlemedi zaten" demişti... Hürriyet de, haberine, "Öcalan'ın MİT irtibatına Uğur Mumcu ışık tutmuştu" ayrıntısını eklemekteydi... Her ikisi de doğruydu. Abdullah Öcalan, Ankara'ya ilk geldiğinde namaz kılan bir Anadolu çocuğu olduğunu kendisi defalarca anlatmıştı. Mahir Sayın'ın ilk bakışta adı tuhaf gelen 'Erkeği Öldürmek' kitabı Öcalan'la konuşmalardan oluşur; orada o günlerdeki Öcalan kimliğine ışık tutan bölümler vardır... Aynı kitapta, eşi Kesire'nin babası Ali Yıldırım'ın ve Diyarbakır günlerinde yardımını aldığı, PKK'nın kuruluşunda emeği geçen 'Pilot Necati' lâkaplı Necati Kaya'nın MİT ile ilişkili olduğu da anlatılır... Sizin anlayacağınız, bu iki ayrıntının da bugün için haber değeri bulunmuyordu. Uğur Mumcu, rahmetli, bu tuhaf ilişkilere ilk ışık tutan yazardı. Ölümünden hemen önce kaleme aldığı yazılar bu konudaydı. Suikasta uğradığında, yakınları, "PKK ile ilgili bir kitap hazırlığındaydı, bazı belgelere ulaşmıştı" bilgisini vermişlerdi. Yazdığı kadarı kitaplaştı, ama ülkeyi ayağa kaldıracak olağanüstülükte bilgiler yoktu kitapta... İşin ilginç tarafı şudur: Öldürülmeden önce çalıştığı Cumhuriyet gazetesinin o zamanki yayın müdürü Özgen Acar, suikastın üzerinden tam altı yıl geçtikten sonra, Uğur Mumcu'nun konuya açıklık getirecek bilgileri nereden sağladığını anlamamıza yarayacak bir ifşaatta bulundu. Kaynaklardan biri Milli Güvenlik Kuruluydu. Özgen Acar'ın kaleminden okuyalım: "Işık içinde yatsın Uğur Mumcu, öldürülmeden önce çeteler kadar Apo'ya da takmıştı. PKK bağlantıları konusunda yoğun bir araştırma yürütüyordu. Ölümünden sonra Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'nden yüksek düzeyde bir yetkili bana –o zaman Genel Yayın Yönetmeni olduğum için– şöyle dedi: Rahmetli Mumcu öldürülmeden 3-5 gün önce Apo hakkında bize bazı sorular yönetti. Kendisine sınırlı olmak koşulu ile bazı bilgiler derlemeye söz verdim. Araştırmacılığını bildiğim için onu yönlendirmek amacıyla kısa bir not hazırladım. Pazartesi günü kendisine verecektim ki o pazar öldürüldü. Bu notu size veriyorum." Konu, Uğur Mumcu'nun epey önemli yerlere uzanabilmesi bakımından ilginçti. Cumhuriyet yazarının MGK genel sekreterliğinden bilgi talep edebilecek durumda olduğu anlaşılıyordu. Suikast sonrası, dönemin Genelkurmay başkanı Org. Doğan Güreş, evini ziyaret ettiğinde, "Dostumdu, zaman zaman görüşürdük" demişti, Emniyet genel müdürü Yılmaz Ergun da, "Bizden bilgi isterdi, verirdik; suikastten kısa süre önce yine aramış, bazı belgeler talep etmişti, hazırlıyorduk" anlamında sözler sarf etmişti. Daha sonra, Emin Çölaşan, gazeteci Celalettin Çetin'e, bazı başka gazetecilerle birlikte RV Restoran'da oturup Uğur Mumcu'yla son çalışması üzerine konuştuklarını anlatmıştı. Orada, "Medyadaki 2. Cumhuriyetçiler ve gericilere karşı mücadele etmeye" söz verdiklerini de söylüyordu Çölaşan; Mumcu'nun belinden çıkarttığı silâhı ellerine alarak... "Kâtilleri yakalandı" denilmesine, hatta suikastla irtibatlandırılıp birileri cezalandırılmasına rağmen Mumcu Ailesi tatmin olmuş görünmedi... Yıllar sonra, Mehmet Ağar, bakanlık koltuğunda otururken, acılı eş Güldal Mumcu'ya, "Bu işin arkasını bırakın" tavsiyesinde bulunurken, "Devletle ilgili şeyler duvara benzer, alttan bir tuğla çektiğinizde bütünü yıkılır" benzetmesinde de bulunmuştu... Abdullah Öcalan'ın 'sağcı' geçmişi ile yakınlarının MİT irtibatını herkese anlatmaya hazır olduğu günler sonradan geldi. Uğur Mumcu, henüz bu konuları kimse bilmezken ipin ucunu yakalamış çözmeye başlamıştı. Tapu Kadastro Lisesi mezunu Öcalan'ın Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne girebilmesini, bir eylem yüzünden gözaltına alındığı halde yurtta kalmaya ve devletten kredi almaya devam etmesini yadırgatıcı buluyordu Cumhuriyet yazarı... PKK öncesi dönemde MİT'le irtibatlı Pilot Necati ve Ali Yıldırım'ın Öcalan'a yakınlıklarını da... Buradan çıkartacağı sonuç yazmakta olduğu kitabın tezi olacaktı besbelli... Olmadı, suikasta uğradı... "Radikal İslâmcı teröristler öldürdü" denilip bir örgüte mâl edildi cinayet... Oysa, son olarak üzerinde çalıştığı konular ve araştırmalarını genişletmek için başvurduğu adreslerin de soruşturma kapsamına sokulması gerekirdi... "Ben, PKK'nın kuruluşundaki esrarengiz irtibatları araştırıyorum" diye etrafına duyurması, bazılarının kulağına kar suyu kaçırmış olamaz mıydı? (38) Deve Tuncay ( Tuncay Kantarcı): Tuncay Mataracı. 1980'li yıllardan beri içeride olan Gümrük ve Tekel eski Bakanı Tuncay Mataracı dizide dışarıuda gösteriliyordu. Asıl maksat kirli işleri olanların gümrüklerde hep eleman bulundurduğu gerçeğiydi. Onca uyuşturucu ve kaçak mal yakalanmadan başka türkü giriş-çıkış yapamazdı. Mataracı’nın Yüce Divanda yargılanması ile ilgili tezkerede şunlar yazıyordu: Bakanın suç teşkil eden fiillerine çeşitli sıfatlarla iştirak etmiş bulunan ve 9/2 Esas Numaralı Komisyon Raporunun değişik metninde isimleri yazılı Şerafettin Elçi, Suat Sürmen, Salih Zeki Rakıcıoğlu, Köksal Mataracı, Şahin Balta, Zeki Göktürk, Paşa Ali Alaman, Nuri Akbulut, Nihat Karadereli, Vural Kazmaz, Rahim Meydan, Harun Gürel, Ali Galip Kayıran, Yusuf Yaman, Uğurcan Elmas, Şaban Eyüpoğlu, Ali Yıldız, Halil İbrahim Demir, Hakkı Kalkavan, Salih Aydın ve Abuzer Uğurlu’nun, rüşvet almak, rüşvet vermek, rüşvete aracılık etmek ve memuriyet görevini kötüye kullanmak suçlarından yargılanarak, haklarında uygulanması istenilen T.C.K.nun 36, 64, 65, 80, 213, 220, 225, 226, 240 ve 6136 Numaralı Kanunun 12 ve 13 üncü maddeleri uyarınca cezalandırılmak üzere Yüce Divan’a sevkleri Anayasanın 90 ıncı, 2324 Numaralı Anayasa Düzeni Hakkında Kanunun 2 nci maddeleri gereğince Milli Güvenlik Konseyinin 23 Nisan 1981 tarihli 50 nci Birleşiminde kararlaştırılmıştır. ( 39) Elif Eylül: Avukat Şeyda Yıldırım. Mafya avukatı olarak ün yaptı. Sadece Çakıcı’nın değil Kelebek Operasyonu" kapsamında 'çıkar amaçlı çete üyesi olmak' suçundan yargılanan Sedat Peker'in ağabeyi Vedat Peker ile Atilla Yıldırım’ında, Ebru Gündeş’inde avukatıydı. Fransa’dan getirildikten sonra Çakıcı'nın yattığı Kartal Cezaevi'nde Şeyda Yıldırım haftanın iki günü, 5-6 saat Çakıcı ile görüşmesi, aralarında ilişki var söylentisine neden olmuştu. Genç ve güzel avukat Şeyda Yıldırım, 2000 yılbaşından beri her Salı ve Cuma günü avukat görüşü için Kartal Özel Tip Cezaevi'ne gelip, Çakıcı ile görüşüyordu. Bu görüşmelerin süresi 5-6 saati buluyordu. Çakıcı'nın, Türkiye'ye iadesinin ardından avukatı Muhittin Yüzüak aracılığıyla, Şeyda Yıldırım'a ‘‘Bana uğrasın’’ diye haber göndermişti. Bir iddiaya göre Yıldırım, Çakıcı ile görüşürken 'avukat görüş kabini'nde bulunması gereken infaz koruma memurunun odadan çıkarılması üzerine jandarma müdahale etmişti. Kuşkulanan jandarma, görüş sırasında kapının açık olmasını istedi. Ancak bir cezaevi görevlisi görüş odalarında avukat ile müvekkil arasında banko ve demir parmaklıklar bulunduğunu, avukat ile mahkumun biraraya gelmesinin mümkün olmadığını belirtiyordu. Cezaevinde uzun süre kalan avukat Şeyda Yıldırım'a gazeteciler ‘‘Bu kadar uzun süre ne konuştunuz?’’ diye sordular. Güzel avukat soruya ‘‘Hiç havadan sudan’’ diye cevap verdi. Yıldırım, ‘‘Çok eskiden beri tanıyorum. Aramızda kesinlikle bir şey yok. Diğer avukatlar gidemediği için ben gidiyorum. Aslında ben de memnun değilim ama böyle bir görev dağılımı yaptık’’ diye ekledi. Bayan avukat Şeyda Yıldırım'ın Alaattin Çakıcı'dan önce, eski eşi Uğur Kılıç'ın avukatıydı. Çakıcı ile Uğur Kılıç daha sonra boşandılar. Uğur Kılıç Uludağ'da öldürüldü. Çakıcı için de onu öldürttüğü iddiasıyla dava açıldı. Bayan avukat, çiftin boşanma davasında da Uğur Kılıç'ın avukatıydı. (40) Garip olan dizide Çakır yani Çakıcı’yı oynayan Oktay Kaynarca ile Şeyda, yani Elif Eylül’ü oynayan bayan sanatçı gerçek hayatda beraber yaşıyan aşıklardı… Behiç Türkcan: Ermeni aslıllı uyuşturucu taciri Behçet Türkcan. 1950 Lice doğumlu mafya lideri. Ermeni asıllı olan Cantürk, 1975 yılından itibaren bazı kaçakçıların faaliyetlerine ortak oldu. 1975 yılında İlerici Gençlik Derneği'nin (İGD) tertiplediği Diyarbakır Lice protesto yürüyüşünün organize etti ve para yardımında bulundu. Aynı yıl askere gitmemek amacıyla rüşvet vererek Konya Askeri Hastanesi'nden çürük raporu aldı. 1977 yılında silah kaçakçılığına başladı. 1978 sonlarında Türkiye'nin Doğu Bölgesi ile Irak ve İran'ın bir parçasında müstakil bir Kürt devleti kurmayı amaçlayan, Celal Talabani'ye bağlı İttihadı Vatani Kürdistan Partisi ile işbirliği içerisinde bulunan Devrimci Doğu Kültür Dernekleri'ne (DDKD) üye oldu, Aynı tarihte, DDKD'yi maddi yönden kuvvetlendirmek amacıyla silah, mühimmat, uyuşturucu madde ve gümrük kaçakçılığına başlamışdı. 1979 yılında Bulgaristan'dan kaçak olarak PKK'ye silah getirdı. 1981 yılında, illegal olarak Suriye'ye gitmiş ve ASALA üyeleriyle, ASALA DDKD işbirliği ile uyuşturucu madde kaçakçılığı faaliyetlerini birlikte organize etme kararı aldı. 1981-1983 yılları arasında Kapalıçarşı'da kuyumcu Ermeni ve Süryanilerle altın ve pırlanta kaçakçılığı yapmıştır. 1983 tarihinde Dündar Kılıç ve İsmail Hacısüleymanoğlu'nun, Kapalıçarşı'daki gayrimüslim ve Diyarbakırlılara, altın ve pırlanta kaçakçılığını ele geçirebilmek amacıyla baskı yapması üzerine, ASALA'nın Kapalıçarşı'ya yaptığı bombalı ve silahlı eylemi organize etti. 1983'den 1994'e dek Diyarbakır'daki uyuşturucu tekelini elinde tutuyordu. 22 Haziran 1984 tarihinde PKK mensubu olması dolayısıyla Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı'nca tutuklandı. Mart 1993 ayı itibarıyla Akdeniz'de batırılan Kısmetim I gemisinde bulunan 3 ton uyuşturucuya Hüseyin Baybaşın ile ortak olduğu, PKK'ye para toplanmasında kaçakçılar ile örgüt arasında aracılık yaptığı, Nisan 1992 tarihinde İranlı Hüsno adlı şahıs ile birlikte Pakistan'dan Türkiye'ye 6 ton bazmorfin ve 5 ton esrar getirdiği iddia edild. Yeşil tarafından öldürüldü. Liceli, ünlü uyuşturucu kaçakçısı. Küçük yaşlardan itibaren çeşitli yasadışı olaylara karıştığı için defalarca cezaevine girip çıktı. İranlı baz morfin kaçakçıları ve uyuşturucu kaçakçısı Sarı Avni'yle çeşitli uyuşturucu ve silah işleri yaptı. 1984'teki babalar operasyonunda gözaltına alındı. 14 Ocak 1994 tarihinde kimliği belirsiz kişilerce kaçırılan Cantürk'ün, cesedi, bir gün sonra 15 Ocak 1994'te şoförü Recep Kuzucu'yla birlikte Sapanca'da ölü bulundu. Çakıcının Gazino Müdürü Korkmaz Yiğit. Erzincan'da 1943 yılında doğan Korkmaz Yiğit, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Okulu'ndan mezun oldu. 1978 yılında iş hayatına atılan Yiğit, kamuoyunda yaptığı lüks konutlarla tanınıyor. Asıl ününü ise Doğuş Holding'ten Bank Ekspres'i 85 milyon dolara almasıyla yaptı. Bank Ekspres, Ekspres Yatırım, Ekspres Leasing, Ekspres Factoring ve Ekspres Danışmanlık'ın da katılımıyla sayıları artan şirketlerini 1997'de holding çatısı altında topladı. 1998'de ise gazete, radyo ve televizyon yayıncılığına yatırım yapmaya başladı. Yeni Yüzyıl Gazetesi Eylül ayı başında (1998) Sabah Grubu’ndan Yiğit’in grubuna dahil oldu. Yiğit, Ekim ayında da Milliyet’in çoğunluk hisselerinin sahibi oldu.. Milliyet Gazetecilik A.Ş. ve AD Yayıncılık A.Ş.’nin toplam 310 milyon dolar değer biçilen hisselerinin çoğunluğu Korkmaz Yiğit grubuna devredildi. Ülkücü mafya lideri Alaattin Çakıcı ile ilişkileri gündeme gelen Yiğit’in patronluğu bu gazetelerde bir hareketlenmeye neden oldu. Yeni Yüzyıl gazetesinden köşe yazarları Ahmet Altan ve Can Dündar istifa ederken, Milliyet gazetesi çalışanları hisselerini geri alması için Aydın Doğan’a baskı yapmaya başladı. Öte yandan Yiğit, ulusal kablolu yayında yer alan 3 TV, ulusal yayın yapan 2 radyo ve 1 yerel televizyona ortak oldu. Renk TV ve Virjin TV'den sonra Kanal E'yi de medya grubuna kattı. Böylece Yiğit, Kanal E ile bölgesel, Genç TV ile ulusal, Renk TV ve TV 2000 ile de yerel bazda yayın yapan televizyon kanallarına sahip oldu. Kanal E’nin kurucusu anlatan Hakan Çizem, satış konusunda "Bu, rakamı ortada olmayan bir satış. Bizim kredi borçlarımızı ve piyasa borçlarımızı üstlendiler, biz de alacaklarımızı düştük" derken, kulislerde, kanalın 20 milyon dolara satıldığı söylentileri dolaşıyor. Holdingin lokomotif şirketlerinden Korkmaz Yiğit İnşaat, Abdullah Efendi villaları, Kibele ve Platin konutları gibi lüks projeleri bitirdi, Nova Platin, Yeşil Vadi, Artemis ve Hermes konutları ile İspartakule Uydukenti projelerine de devam ediyor. Yiğit'in kurucusu olduğu Korkmaz Yiğit Eğitim Vakfı, Arnavutköy Lisesi'nden sonra, Etiler'de Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi'nin yapımı için Milli Eğitim Bakanlığı ile protokol imzaladı. Yiğit, Türkbank skandalında ihaleye fesat karıştırmak ve çete kurmaktan tutuklandı. Ancak Türkbank davası zaman aşımı nedeniyle 14 Nisan 2005’de Yargıtay’dan dönünce masum oluverdi. Barış Buldan: Savaş Buldan. 1964 Hakkari Yüksekova doğumlu Kürt kökenli mafya lideri. PKK'yı desteklediği ve uyuşturucu ticareti ile uğraştığı iddia edildi. 2 Haziran 1994 tarihinde İstanbul Yeşilyurt Çınar Oteli'nde yanında bulunan Adnan Yıldırım ve Hacı Karay ile birlikte silahlı şahıslarca kaçırıldı. 4 Haziran 1994 tarihinde ise Bolu Yığılca ilçesi Yukarıkaraş grup köy yolunda Adnan Yıldırım ve Hacı Karay'la birlikte ölü bulundu. Kardeşi Necdet Buldan yaptığı açıklamada, kardeşinin devletin içindeki bir gizli örgüt tarafından öldürüldüğünü öne sürdü. Susurluk aslında bu olayla başlar. Tarih 14 Ocak 1995. Saat 21.30 sularında Ataköy Polat Rönasans Oteli’ndeki, Ömer Lütfi Topal’a ait Emperyal Gazinosunun kapısından içeri iki paralı müşteri girer. Asgar Smitko ve Lazım Eamaeili. İranlı uyuşturucu kaçakçıları, otele girerken, Asgar 0532-215-3774 numaralı cep telefonuyla hararetli bir şekilde 0532-312-7770 numaralı cep telefonundaki muhatabınla konuşmaktadır. Gazinoya girerken Asgar’ın görüşmesi biter. Bu Asgar’ın son telefon konuşmasıdır. Asgar ve Lazım, kumar oynamaya başlarlar, bir saat sonra Lazım’ın kardeşi Ahmet Esmaeili ve arkadaşı Hanefi de onlara katılır. Kumar sabah saat 03.00’e kadar devam eder. Karınları acıkmıştır. Gazinonun restoran kısmına geçip yemek yerler. Saat 03.45 civarında gazinodan ayrılırlar. Çıkışta kapıda “Kasım” isimli şahsa rastlarlar. Kasım, 1994 yılı Haziran ayında faili meçhul bir şekilde öldürülen Diyarbakır’lı Adnan Yıldırım’ın yeğenidir. Yıldırım, yine faili meçhul bir şekilde öldürülen Savaş Buldan’ın da yakınıdır. Faili meçhul bir şekilde öldürülen Yıldırım ve Buldan'ın, garip bir tesadüf eseri, aynı şekilde öldürülen Ömer Lütfi Topal ve Hacı Han gibi "Yeşilyurt Dilkum Evleri Bloklarında" Mehmet Ağar'ın komşusu olduğu söylenmektedir. Kasım, kapıda cep telefonuyla kürtçe konuşmaktadır. Görüştüğü kişiye “burada havalar soğuk” diyen Kasım, onları görünce izahat vermek ihtiyacını duyar, “gazinonun içinde telefon çekmiyor da onun için buradan ediyorum” der. Halbuki gazinodan cep telefonları ile gayet rahat konuşulmaktadır. Lazım ve Asgar, Lazım’ın Mercedes arabasına binerler. Ahmet ve Hanefi de diğer arabaya. Önde Lazım ve Asgar, arkada da diğerleri peş peşe yola koyulurlar. Gazinodan 1 km kadar uzaklaştıklarında, yolda bekleyen bir sivil polis ekibi öndeki arabayı durdurur ve Lazım ve Asgar’ı arabadan çıkarıp, üzerlerini aramaya başlarlar. Ahmet ve Hanefi, kendilerine herhangi bir ikaz yapılmadığı için ekibi geçip 100 metre kadar ileride durup, arama neticesini izlemeye başlarlar. Polis ekibinin üç arabası vardır. Biri tepe lambalı bir beyaz Renault, iki adet de Şahin. Ahmet ve Hanefi, o telaşla, arabaların plakalarına bile dikkat etmezler. Hafızalarında sadece aramayı yapanlardan turuncu montlu, 1,80 boyundaki bıyıklı şahıs kalır. Polis görünümlü sivil ekip, üst araması yaptıktan sonra, Lazım ve Asgar’ı, Mercedes otomobile, yanlarına alarak diğer ekip arabaları ile birlikte olay yerinden uzaklaşırlar. Ahmet ve Hanefi onları bir süre uzaktan ve çekinerek izlemeye çalışırlar, ancak bunda başarılı olamazlar. Sokak aralarını, ana caddeleri dolaşıp, Lazım ve Asgar’ı bulmaya çalışırlar. Bir süre sonra Lazım’ın Mercedes otomobilini, Florya semtinde terkedilmiş olarak bulurlar. Ahmet Esmaeili, sabaha doğru, MİT İstanbul Bölge Başkanlığını arayarak, nöbetci amirine olayı anlatır. Ertesi gün, yani 16 Ocak 1995 akşamı saat 23.00 sularında, Ahmet Esmaeili'nin 0532-214-8005 numaralı cep telefonu çalar. Arayan Ahmet Demir (Yeşil) isimli, düzgün Türkçe konuşan bir şahısdır. Ahmet adaşı Ahmet’e “Ağabeyin ve Asgar Smıtko’nun sağlıkları yerinde, merak etme, ancak bir sınırdışı edilme olayı var. Bana, yarın en geç 10.30’a kadar, Ziraat Bankası, Ankara, Ulus, Heykel Şubesindeki hesabıma bir 300 bin mark havale ediver. Havaleyi yapınca beni 0542- 211-8582 numaralı cep telefonumdan arayıp bildir” der. Ahmet Esmaeiliİ için 300 bin mark önemli değildir. Ağabeyi Lazım ile Asgar’ın sağlık haberine sevinmiştir. Üzerinde 200 bin mark kadar para vardır. Hemen bir arkadaşını arayarak üstünü tamamlar. Ertesi günü, yani 17 ocak 1995 tarihinde, saat 11.00’de, parayı Ziraat Bankası Heykel Şubesideki Ahmet DEMİR hesabına havale ettirir. Ahmet Esmaeili, havaleyi yaptıktan sonra, kendisine verdiği numaradan Ahmet Demir’i, yani Yeşil Kod Mahmut Yıldırım’ı arar. Parayı havale ettiğini söyledikten sonra Ahmet Demir’e, “ağabeylerinin ne zaman serbest kalacağını” sorar. Ahmet Demir, Esmaeili’ye kendisinden haber beklemesini, ağabeysi ve arkadaşının sağlıklarının yerinde olduğunu, merak etmemesini bildirir. Ahmet Demir, 19 Ocak 1995 akşamı, saat 22.00 sularında Ahmet Esmaeili’yi arar. Ahmet , ağabeysi ile Asgar’ın serbest bırakıldığı haberini alacağını umduğu için heycanlıdır. Ancak, Ahmet DemirR, 200 bin marka daha ihtiyaç olduğunu, parayı Ziraat Bankası, Ankara Merkez Şubesi nezedindeki adına ait 10030/0090397829 numaralı döviz hesabına yatırmasını söyler. Ahmet Esmaeili, o kadar parasının olmadığını ve ancak, en çok, 50 bin dolar daha bulabileceğini söyler. Mutabık kalmaları üzerine, 20 Ocak 1995 günü, bahsigeçen hesaba 50 bin dolar havale ettikten sonra Ahmet Demir’i arar. Parayı gönderdiğini, ağabeylerinin ne zaman serbest kalacaklarını yeniden sorar. Ahmet Demir, "adıgeçenlerin, Emniyet Yabancılar Şubesinden sınırdışı edilme durumlarının bulunduğunu, bu konuyu halletmeye uğraştıklarını, Lazım ve Asgar'ın, İstanbul'da emniyete bulunduklarını ve sağlıklarının iyi olduğunu belirtir” Demir, adıgeçenlerin 21 Ocak 1995, Cumartesi günü, Emniyet kanalıyla serbest bırakılacaklarını da söyler. Ahmet Esmaeiliİ, 21 Ocak 1995 gününü, ağabeysi Lazım ve Asgar’ı bekliyerek geçirir. 22 Ocak1995 günü, Ahmet Demir kendisini arar. Lazım ve Asgar’ın kaçırılması ile ilgili olarak kendi adının gazete haberlerinde yer almasından dolayı son dercede sinirlidir. Ahmet Esmaeili’ye “sen kimle dans ediyorsun, sen bizim kim olduğumuzu biliyor musun" gibi tehdit edici sözler söyler ve telefonu yüzüne kapatır. Ahmet Esmaeili, bu konuşmadan sonra, çok kere cep telefonundan arayarak, Ahmet Demir’le irtibat kurmaya çalışır. Ancak telefon cevap vermediğinden temas kuramaz. Asgar Smitko ve Lazım Esmaeili’nin polis görünümlü ekip tarafından alınıp kaybolmalarının üzerinden bir hafta geçmişti. İranlıların akibeti ile ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Oklar, Yeşil Kod Mahmut Yıldırım’ı gösteriyordu. ( 41) Basına yansıyan haberler, İranlı uyuşturucu kaçakçılarını Yeşil’in kaçırdığına dairdi. Para trafiğinin de Yeşil’in banka hesabı istikametinde olması, Yeşil Kod’un bu olayın içinde olduğu fikrini kuvvetlendiriyordu. İstanbul’da şehrin göbeğinde, tepe lambalı, polis görüntülü bir ekiple iki İranlı uyuşturucu kaçakçısını kaçırdığı söylenen Yeşil Kod Mahmut Yıldırım’ın aç gözlülüğü Susurluk’a kadar gider ve sonrası bağırsakların temizlenmesi sürecini başlatır. Testere Necmi: Yaşar Avni Musullulu. Interpol'ün kaçaklar için çıkardığı "kırmızı bülten"in birinci sırasında yer alan "Sarı Avni" lakaplı Avni Karadurmuş (Yaşar Avni Musullulu), "Türk Escobar" olarak tanındı. Uyuşturucu mafyasının önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Sarı Avni'nin, 12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra kaçtığı yurtdışında hemen her olayda adı geçti. Bulgarlarla ortak eroin laboratuvarından Papa'ya düzenlenen suikasta; kara para aklamadan, İtalya'daki devlet -mafya savaşında "köprü adam"lığa kadar, her taşın altında Sarı Avni çıktı. Rize'nin Çayeli ilçesinde 1942 yılında doğan Sarı Avni, 1980 yılından beri uzun süre yurtdışında yaşadı. Interpol'ün kırmızı bülteninde de ön sıralarda bulunan Sari Avni, Amerikan Narkotik Bürosu'nca hazırlanan raporda, dünyanın önde gelen eroin şebekelerine en fazla baz morfin sağlayan adam olarak yer aldı. Balgat ve Bahçelievler katliamları ile Papa'ya suikast olayına karışan ülkücü teröristleri gizleyip parasal olarak desteklediği öne sürülen Sarı Avni, 1985 yılında Zürih'te "sağ kolum" dediği Paul Waridel'in yakalanmasıyla güç anlar yaşadı. İtalya ile Amerika arasındaki kaçakçılık bağlantılarını kurduğu öne sürülen Waridel'den sonra Sarı Avni, şebekesini yeniden oluşturdu. Yurtdışına kaçtığı 1980 yılından sonra uyuşturucu madde ve silah kaçakçılığı ile yaklaşık milyarlarca dolar kazandığı belirtilen Sarı Avni, 1987 yılında İngiliz polisinden darbe yedi. Uluslararası üne sahip mafya lideri Sarı Avni'ye ait olduğu belirlenen 10 milyon sterlin değerindeki eroin, Londra'nın Halley Caddesi'nde ele geçti. Sarı Avni'nin daha önce mafyanın ölüm listesinde "bir numaralı" kişi olarak bilinen ve İtalya'da devlet - mafya savaşında ilk kez adalet çarkının çalışmasını sağlayan savcı Giovanni Falcone'ye karşı 21 Haziran 1989 tarihinde hazırlanan bombalı suikasta karıştığı saptandı. Öte yandan, Interpol'ün Amerikan Uyuşturucuyla Mücadele Örgütü ile birlikte yaptığı araştırmalar sonunda İsviçre'de özellikle İtalyan ve Lübnan mafyasının gelirini akladığı belirlendi. Ayrıca PKK, KUK ve Rizgari örgütlerinin sağladığı eroini Avrupa ve ABD'de pazarlayıp karşılığında silah aldığı da iddia edilmişti. Musullulu, 5 Kasım 1998'de Balıkesir Altınoluk'ta polis tarafından ele geçirildi. Yakalanmasından kısa bir süre sonra Musullulu'nun Susurluk kazasından iki gün önce Altınoluk'ta Abdullah Çatlı, Sedat Bucak ve Hüseyin Kocadağ'la buluşarak yemek yediği ortaya çıktı. Musullulu, poliste verdiği ifadede, 1985'te Türkiye'ye döndükten sonra 14 yıl boyunca Rıza Ekşioğlu sahte kimliğiyle Altınoluk'ta yaşadığını da itiraf etti. Kurtlar Vadisi’nin Testere Necmisi 1998’de İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde sorgulandı ve DGM'ye sevkedildi.. Sorgusunda uluslararası uyuşturucu ve kara para organizatörü olduğu iddialarını kabul etmemişti. Ancak kendisini dönemin 'en iyisi ve en büyüğü' olarak tanımlayan Sarı Avni, 12 Eylül öncesinde, yasadışı yollardan Türkiye'ye çok sayıda silah soktuğunu, bir partide 30 bin silahın yurda girmesini sağladığını itiraf ediyordu. Musullulu, zaman aşımından faydalanarak ceza almamak için 1980 öncesine ait suçları kabul etmiş, 3 Kasım 1996’da Susurluk ile başlayan, didik didik edilen konularda ise bilgi vermiyordu. Güya Susurluk’un kahramanları Abdullah Çatlı, DYP Milletvekili Sedat Bucak ve polis müdürü Hüseyin Kocadağ’ı ilişkisi ispatlanmasına rağmen tanımadığını savunuyordu. 1980 öncesinde silah ve sigara kaçakçılığı yaptığını, dolaylı olarak uyuşturucu kaçakçılığına bulaştığını polise anlatan Sarı Avni, 'Ben mafya degilim, kaçakcıyım. Dönemin de en iyisiydim' demişti. Dünyanın en büyük uyuşturucu kaçakcılarından sayılan Abuzer Uğurlu'yu ( Hüsrev Ağa) tanıdığını belirten Sarı Avni, 'Ben bir bakıma Abuzer Uğurlu'nun Türkiye ayağıydım' demek istiyordu. İnterpol tarafindan da sorgulanan Sarı Avni polise verdiği ifadede, '1969 senesinde Almanya'dan Türkiye'ye dönüşte uğradığım Sofya'da silah kaçakcısı Abuzer Uğurlu ile tanıştım. Samimiyetimiz ilerleyince, birlikte silah işine girdik. Uğurlu silah kaçakcılığında Bulgaristan'ın temsilcisiydi. Ben ise Türkiye temsilcisiydim. Türkiye'ye silah satarken sagcı ve solcu ayrımı yapmıyorduk. Parayı bastırana silah veriyorduk. Yeter ki, silah almaya müsteri olsun' itiraflarında bulunmuştu. Avni ayrıca, '1980'li yıllarda ise damadım Korkmaz Gözdağ'ın tanıştırdığı Behçet Cantürk'ün vasıtasıyla uyuşturucu işine de başladım. Türkiye, İsvicre ve İtalya olmak üzere 3 ülkeden kırmızı bültenle aranıyordum. Behçet Cantürk ve İsviçreli Poll Dackers, 1980 'de Amerika, İsviçre, İtalya ve Türkiye'nin ortak düzenlediği operasyonla yakalandı. Bu dönemlerde Türkiye ve Avrupa'lı uyuşturucu kaçakcılarıyla koordinasyonu sağlıyordum' demişti dobra dobra. 'Ben o dönemin en büyük silah kaçakcısıydım. Ortaklarım Behçet Cantürk ve Serdar Seven'di. Ben milliyetçi bir insanım. PKK örgütüne de herhangi bir para yardımım olmadı' diyen Sarı Avni, 'Silah ve uyuşturucudan kazandığımız paraları ise, Damadımın o dönemlerde Kapalıcarsı'da bulunan kuyumcusunda aklıyordum. ( Dizide Ermeni kuyumcuTerzioğlu; Polat konuşturup öldürdü) Daha sonra Taksim'de bulunan Kenndy Oteli'ni, Hayrettin Mimaroğlu'yla birlikte satın aldım. Hisselerimi damatlarıma dağıttım. Zaten bütün mal varlığımda kızlarım ve damatlarımın üzerine kayıtlı' dedi. Arkasında herhangi bir siyasetci ve müdürün olmadığını belirten Sarı Avni, 'İzmir Dikili'de çiftliği bulunan bir kadınla ilişkim oldu. Bu kadının Dikili'de çiftliği bulunuyor. Ancak bu kadın çocukla ilgili olarak başka bir adamı 'kendisine saldırdığını iddia ederek' öldürdü. 24 yılla yargılandı ve sonunda cezası düşerek 4 ay cezaevinde kaldı ve çıktı' diye konuştu. Sarı Avni'nin İstanbul'da bulunan kızları da Narkotik polisi tarafindan ifadelerine başvurulmak üzere gözaltına alınmıştı. Sarı Avni'nin kızlarının verdikleri ifadede, 'Biz babamızla ayrı yaşıyorduk. Hiç birşeyden bilgimiz yok' demişlerdi. (42 ) Halen Ankara Mamak Askeri cezaevinde tutuklu bulunan Osman İmamoğlu’nun Avni Karadurmuş’tan 220 adet tabanca, 500.000 adet mermi, yine Avni Karadurmuş ile Mehmet Kapanoğlu’ndan 600.000 adet mermi satın aldığı, 1973 yılının Eylül ayında Avni Karadurmuş ile Mehmet Kapanoğlu’nun ortaklaşa Bulgaristan’ın Varna limanından getirip, KastamonuÇatalzeytin sahillerinden 450,000 adet 7.65 mm. çapında, 150.000 adet 6.35 mm çapında tabanca mermisini yurda soktukları, Cemal Çetin ve Rafet Çolak isimli şahısların kullandığı kamyonlarla anılan mermilerin Elazığ ili Palu ilçesinden Mehmet Karadağ’a teslim edildiği Osman İmamoğlu’nun ifadesinden anlaşılmıştı. İsmail Çelik’in 18.5.1982 günü Suluova garnizon Komutanlığı’nda alınan ifadesinde; 2.8.1973 günü Samsun İli Bafra İlçesi Kocu köyünde mukim Orhan Baki Tanyelin evinde jandarmaca yapılan aramada 2763 adet tabanca, 314.700 adet mermi yakalanmış, tahkikatın derinleştirilmesi sonucu yapılan operasyonlarda, toplam 3894 adet tabanca, 880.524 adet mermi ele geçirilmişti. Anılan tabanca ve mermilerin İsmail Çelik, Doğan Dursun Çelik, Tahsin Özkul, Cemal İlkbay, Sabri Yıldız, fahri bank ve Fikri Bilgin tarafından yurt dışından getirildiği tespit edilmiş, adı geçen şahıslardan Tahsin Özkul, Sabri Yıldır, Fahri Bank ve Fikri Bilgin yakalanarak adliyeye sevk edilmişti. Diğer sanıklar İsmail Çelik, Doğan Dursun Çelik, 1974 affına kadar firar etmişlerdi. Söz konusu mermilerin Avni Karadurmuş tarafından Bulgaristan’dan getirildiği, İsmail Çelik’in 18.5.1982 gününde alınan ifadesinde belirtilmekteydi. İsmail Çelik’in aynı tarihli ifadesinin devamında 1974 affından bir müddet sonra 1974 yılının yaz aylarında Avni Karadurmuş tarafından Bulgaristan’dan Abuzer Uğurlu’dan temin edilen 600-700 adet tabancanın, Avni Karadurmuş’a ait, kaptanlığını üçkağıtçı Mustafa lakabı ile tanınan şahıs tarafından şahıs tarafından getirilerek, Fatsa Balaman arasında bir yerden yurda sokulduğu ve anılan malların dağıtımının Avni Karadurmuş tarafından yapıldığı, İsmail Çelik’in de söz konusu tabancalara ortak olduğu, yine 1975 sonbahar aylarında aynı şahısların 600-700 civarındaki tabancaları bu defa Rize ili, Gündoğdu nahiyesi sahillerinden yurda soktukları, yine aynı yıl içersinde Avni Karadurmuş’a ait kaptanlığını Üçkağıtçı Mustafa lakabı ile tanınan şahsın kullanmış olduğu 700-800 baks sigara yüklü motor Rus hücumbotları tarafından, anılan sigaralara el konularak motorun serbest bırakılmıştı. 1976 yılında yine aynı şahıslar tarafından Vakfıkebir Akçaabat arası bir yerden 700-800.000 civarında merminin, pelte Niyazi isimli şahsın motoru ile çıkarıldığı, kamyonlara yüklenerek Pendik’te Osman İmamoğlu’nun zulasına konulduğu, yine anılan malların satışının Avni Karadurmuş tarafından yapıldığı anlaşılmıştı. Bahse konu şebekenin 1976 senesinde dağıldığı, bu defa İsmail Çelik, Tahsin Özkul, Hüseyin Dönmez, Ali Lermioğlu ve Avni Karadurmuş’un anlaşarak 1977 yılında Bulgaristan’dan temin etmiş oldukları 500.000 adet mermiyi Bartın’dan yurda soktukları, satışının Ali Lermioğlu tarafından yapıldığı, aynı yıl aynı ortaklarla aynı yerden 500 baks sigara çıkartıldığı, satışının yine Ali Lermioğlu tarafından yapıldığı. 1978 yılında yine aynı şahıslar tarafından 500.000 adet merminin aynı yerden çıkarıldığı, yurda sokulan mermilerin 80 kolinin Tahsin özkul tarafından Hasan Civelek’e satıldığı ve satılan bu mermilerden bir kısmının yakalandığı, fakat örgüt elemanlarının ismini vermemesi nedeniyle kendilerinin dahil olduğu şebekenin ortaya çıkmadığı, geri kalan mermilerin satışının yine Ali Lermioğlu tarafından yapıldığı, belirtilmekteydi. İzmir Mali Şube ekiplerinin gerçekleştirdikleri operasyonlar sonucunda, 1979 yılı Ramazan ayı içersinde, Bodrum sahillerinden Avni Karadurmuş ve İbrahim çiftçi tarafından kiralanan 2 motorla ince Mehmet parolası verilerek, bir gemiden çuvallar dolusu silah alındığı, 1 motorun batma tehlikesi geçirmesi nedeniyle çuvalların bir bölümünün denize atıldığı, ancak silah dolu 28 çuvalın kurtarıldığı, olayla ilgili olarak yakalanan aşağıda isimleri geçen şahıslar İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı 2. Numaralı Askeri Mahkemesince 13659 evrak, 1981/473 esas ve 1982/20 karar sayı ile Aslan Kandemir, Adem Gür, Ayhen Gür, Osman Gür ve Talat Yılmaz 12 yıl 6 ay hapis cezasına, İbrahim Çiftçi ise 15 yıl hapis cezasına çarptırılmışlardı. Avni Karadurmuş olayı müteakip firar etmişti. Avni Karadurmuş halen firar olduğundan yakalanmasına çalışılmaktaydı. Toplu silah ve mermi kaçakçılığından Hk. Kırmızı bülten çıkarıldı. Şu anda İsviçre’nin Appenzan kantonunda ikamet ediyor. İfadesi için güvenlik çalışmaları sürdürülüyordu. Sarı Avni’nin ilişkileri 12 Eylül darbesinin kudretli 5 paşasından biri olan eski Hava Kuvvetleri Komutanu Orgeneral Tahsin Şahinkaya’ya kadar uzanmıştı. Ancak bu ilişki hep sümenaltı edildi. Selahaddin Delidere adlı mafia itirafçısı MİT’e ilginç bir ihbarda bulunmuştu. İhbarda, uyuşturucu kaçakçılığında en büyük isimlerden biri olan Sarı Avni'nin (Avni Musullulu veya eski ismi ile Avni Karadurmuş) ve onun ortağı olan Behçet Cantürk'ün Milli Güvenlik Konseyi Üyesi Orgeneral Tahsin Şahinkaya'nın himayesinde olduğunu iddia ediyordu. Tahsin Şahinkaya'ya bu sebeple çanta ile para yollandığını ve Sarı Avni tarafından İsviçre'de bir volla alındığını belirtiyordu. Bu önemli iddiayı, soruşturmayı yürüten Ankara Sıkıyönetim Mahkemesine ihbarı MİT göndermek istiyorü ancak nasıl yollayacaklarını bilemiyorlardı. MİT, resmi yazıda bu hususları belirtse, asker olan amirlerinin yazıyı imzalamayacağını çok iyi biliyordu. Neticede resmi yazıda Konsey üyesi Tahsin Şahinkaya'dan bahsetmeyip sadece "Selahattin Delidere'nin Diyarbakır'da alınan ve uyuşturucu kaçakçılığı ile önemli bilgiler ihtiva eden ifadesiyle ilgili bant ilişiktedir" şeklinde bir yazı hazırlandı ve yazı makamlardan geçerek imzalandı ve ekindeki bantla birlikte Ankara Sıkıyönetim Mahkemesine gitti. Mehmet Eymür’e göre kendi üzerilerine düşen görev yapılmıştı. Sonra ne oldu diye soruyorsanız, bir şey olmadı. Olduysa bile duyan olmadı. Ve hayat devam etti, gitti... Musullulu, 6 ton 214 kilo 773 gram esrarın yurtdışına çıkarılmasıyla ilgili yargılandığı davanın 5 Mayıs 1999 tarihli duruşmasında, "Size hiç yalan söylemedim. Eğer ben ceza alırsam, bunun günahı ve vebali Allah katında büyüktür" dedi. Mahkeme, Musullulu'yu 8 yıl 9 ay ağır hapis ve 388 milyar 423 milyon 312 bin 500 lira ağır para cezasına çarptırdı. Laz Ziya'nın yardımcısı Orhan: Kadrosu MİT'de olan ve bir kenarda ölü bulunan Tarık Ümit. Dündar Kılıç'ın eski ortağı, MİT ajanı. Ümit, 1947 yılında Düzce'de doğdu. Babasını kaybedince küçük yaşta Almanya'daki amcası Cemalettin Ümit'in yanına gitti. 1968'de Türkiye'ye döndüğünde Alman eşinden iki kızı vardı. Yeraltı dünyasıyla da bu tarihlerde tanıştı. Kendisi gibi Düzceli olan ve adı eroin kaçakçıları arasında geçen Ferda Seven ile ilişki kurdu. Seven'in tavsiyesiyle Dündar Kılıç'ın yanında çalışmaya başladı. Ancak 1975'te yaşamında yeni bir sayfa açıldı ve MİT'le ilişkiye geçti. 14 Haziran 1978'te ikinci sınıf uzman olarak teşkilattaki resmi görevine başladı. Mehmet Eymür ve ekibi tarafından oluşturulan MİT raporunun hazırlanmasına katkıda bulunanlar arasında yer aldı. Eymür, MİT Güvenlik Dairesi başına geldiğinde, MİT raporu sonrasında görevinden uzaklaştırılan Ümit'le ilişkisini sürdürdü. Ümit, 1994 yılında Korkut Eken aracılığıyla Mehmet Ağar'la tanıştı. Ümit'in istihbaratı sonucu yüklü miktarda eroin imalatında kullanılan asit - anhidrit ele geçirilmesi emniyette dost kazanmasının yolunu açtı. Ümit, belirsiz kişilerce 2 Mart 1995'te kaçırıldı ve halen kayıp. Kaybolmasının ardından Mehmet Eymür, kızı Hade Birinci'yi arayıp babasının Korkut Eken tarafından kaçırıldığını belirtti. Ümit'in, son görüldüğü kişiler özel timci polisler Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalıoğlu oldu. Kaçırılmasından sonra telefon kayıtları üzerindeki incelemede son gecesinde hem emniyet hem de MİT merkeziyle görüştüğü tespit edildi. Kayıtlarda rastlanan son numaralar ise, Alaattin Çakıcıı'nın kardeşi Gencay Çakıcı ve özel timciler Ayhan Akça ile Ziya Bandırmalıoğlu'nun arkadaşı Avşar Kederoğlu oldu. Mehmet Eymür, Susurluk Komisyonu'na verdiği ifadede, Tarık Ümit'in Dündar Kılıç'a yönelik polis eylemine girmediğini, kaçırılmasından İbrahim Şahin ve Mehmet Ağar'ın haberdar olduğunu, Abdullah Çatlı tarafından sorgulandığını öne sürdü. Komisyona ifade veren Tarık Ümit soruşturmasını yürüten Jandarma İstihbarat Astsubay Ahmet Altıntaş ise Ümit'in ailesinin Orta Asya'daki 4.5 milyon dolarlık uyuşturucu parasının Kıbrıs'ta First Merchant Bank'ta aklanması sırasında ortaya çıkan anlaşmazlık olabileceğini söylediğini aktardı. Bir süre sonra Altıntaş görevinden alındı, Tarık Ümit'in ortadan kayboluşu ise Susurluk Raporu'nun değinmediği olaylar arasında yer aldı. Resmi soruşturma dosyasına göre ise Tarık Ümit son olarak Erenköy'deki Divan Pastanesi'nde otururken İbrahim Şahin'in koruması Ayhan Akça ve Ziya Bandırmalıoğlu tarafından götürüldü. Daha sonra kendisinden haber alınamadı. Çatlı'nın, Özel Tim'de görevli polis memuru Ziya Bandırmalıoğlu'nun oğlunun sünnet düğününde dönemin Özel Harekat Dairesi Başkan Vekili İbrahim Şahin ve polis memuru Ayhan Çarkın'la oynarken çekilmiş fotoğrafları da basında yer alması, Topal'ı Çarkınla birlikte öldürdükleri şeklinde yorumlandı. Oysa fotoğraftaki Çatlı'ya çok benzeyen Azerbaycan'ın Tovuz rayonu eski emniyet müdürü Nazım beydi. Silivri'de otomobili terk halinde bulunan MİT eski görevlisi işadamı Tarık Ümit'in kaybolmasından da, bazı özel tim mensupları ve polis şefleri sorumlu tutulmuştu. Ölü bulunan Ümit’le Ağar dosttu. Eymür, 80 kg uyuşturucunun Avrupa’ya kaçırılması olayını Ağar’a Ümit’in ihbar ettiğini ortaya attı. Ümit, Alman istihbaratınada bu bilgiyi vererek uyuşturucuyu yakalattı. Ağar, güya bu uyuşturucuyu Avrupa’daki ahtapotun kollarını bulmak için bilerek gönderilmesine gözyummuştu. Ağar iddiaları reddetti. Ümit’in susturulmasında Ağar’ın rolü olduğu ileri sürüldü. Bazılarına göre kendini Alman istihbaratına satmıştı. ( 43) Cerrahpaşalılar çetesi. Karagümrüklüler çetesi. Nuri Ergin: Çete reisi Halit. Nuri Ergin Karagümrük Çetesi olarak bilinen organize suç örgütünün elebaşı Nurü Ergünü dizide Halit tiplemsiyle karşımıza çıkarıldı. Çok sayıda cinayet ve silahlı yaralama olayına karıştığı iddiasıyla İstanbul ve Eyüp adliyelerinde yargılanan Nuri ve kardeşi Vedat Ergin, isimlerini ilk kez 12 Ağustos 1998'de Eyüp Adliyesi'ndeki bir duruşmaya getirildikleri sırada cezaevi aracından firar ettiklerinde duyurdu. 30 Kasım 1998'de kardeşi Vedat ve beş adamıyla birlikte yakalanan Nuri Ergin, Sibel Can'a seks kasetiyle şantaj yaptığı iddia edilen Can Kuzu'yu dövüp çıplak fotoğraflarını çektiği yönündeki iddialarla da gündeme geldi. Bu olay üzerine sanatçı, Can, Kuzu'yu etkisiz hale getirmek için Ergin'e başvurduğu gerekçesiyle emniyette 48 saat gözaltında kaldı. Amerikan Haber Ajansı Associated Press'in dünyaya "yatak odası çetesi" diye tanıttığı çetenin elebaşısı Nuri ve kardeşi Vedat Ergin'in şantaj olayından sonra gerçek yüzleri ortaya çıktı. Fatih ve Karagümrük bölgesini yıllardır kan dökerek haraca bağlayan, 1997'de Metris Cezaevi'nde çıkan isyanın elebaşısı Ergin kardeşler çetesinin çökertilmesinin, Sibel Can'a şantaj yapan Kuzu'nun, çete tarafından kaçırılarak işkence yapıldığının ortaya çıkmasıyla gerçekleştiği belirlendi. Olayla ilgili ifade veren Nuri Ergin, Selçuk Ural'a tehdit, Sibel Can'a hakaret yağdırdı. Ergin, "Selçuk Ural, bir daha denize kaçamayacak. Onu mermi manyağı yapacağım", kardeşi Vedat Ergin ise "Sibel Can Balkan kaşarıdır" sözleriyle dikkat çekti. İstanbul DGM'de görülen duruşmalar sırasında Ergin kardeşlerden yardım almadığını iddia eden Can'la çete üyeleri arasında gerginlikler yaşandı. Afyon Cezaevi'ne sevk edilen Ergin kardeşler, 15 Şubat 1999'da Sabancı suikastı sanığı Mustafa Duyar'ı kurşun yağmuruna tutarak öldürdüler. Olay sırasında Tansu Çiller'in başbakan olduğu dönemde örtülü ödeneği dolandırmakla suçlanan Selçuk Parsadan'ı da başından vurdular. Bu olaylardan sonra Ergin kardeşler, Kartal Özel Tip Kapalı Cezaevi'ne gönderildi. Ancak aynı cezaevinde Alaattin Çakıcı ve Erol Evcil gibi çete davası sanıklarının da bulunması yeni olaylara sahne oldu. Cezaevine cep telefonu sokulduğu iddiaları üzerine arama yapan cezaevi yönetimi Nuri Ergin'de bir telefon buldu. Cep telefonu, kavgalı oldukları yönünde basında çıkan haberlerin aksine iki çete elebaşını da birbirine yakınlaştırdı. Alaattin Çakıcı, avukatı aracılığıyla Ergin'e yazdığı mektupta temin ettiği telefonunun çok işine yaradığını belirterek, "Kardeşim Gencay Çakıcı'nın vurulması 16 yaşında bir çocuğun yapacağı iş değil. Doğru bilgiyi senden alacağım" dedi. Cep telefonunun içeride rahatlıkla kullanıldığı yönünde basında çıkan haberlerin ardından cezaevi yönetimi, bir sistem yerleştirerek telefonların çalışmasını engelledi. Bunun üzerine Nuri ve Vedat Ergin kardeşler, "işlerine yaramadığı" gerekçesiyle cep telefonlarını cezaevi yönetimine teslim etti. Ancak bir süre sonra Çakıcı'nın "Bu cezaevi ya ona ya bana dar gelecek" yönünde bir açıklama yaptığının ileri sürülmesi üzerine Nuri Ergin, basına gönderdiği açıklamayla sert tepki göstererek, "Bana dostane mektuplar yazan biri düşman ise başımız üstünde yeri var. Önümüz bayram, açıkta kalınır" dedi. Bunun üzerinde Çakıcı bir avukatı aracılığıyla kamuoyuna gönderdiği başka bir mektupla Ergin kardeşlere meydan okudu. Çakıcı, mektupta; "Nuriş ve Vedat denen, kişilik ve milliyet erozyonuna uğramış, garip göçebegillere: Biraz adamlığınız varsa, basına demeç vermeyin, bu cezaevinde siz altı kişi bir arada yatıyorsunuz, ben de tek yatıyorum. Gereğini yapmazsanız, yapmayıp da basına demeç verirseniz şerefsizsiniz" dedi. Mektup savaşlarında Nuri Ergin, avukatı aracılığıyla yaptığı açıklamada, Çakıcı hakkında ağır sözler söyledi. Ergin, "Çakıcı adam mı, madam mı?", "Şerbeti katmerli şambabası", "Voltajı düşük sihirli lamba", gibi sözlere yer verdi. Ergin, Çakıcı'ya yönelik koruma istediği şeklinde çıkan haberlere ilişkin de, "Fransa'dan beri tutturmuşsun koridor yok. Bu maltalarda bir de savcıdan utanmadan koruma istiyorsun. Satanist düşünceli şambabası, bırak bu kurnazlığı. Milleti ziyaretine bile çıkartmıyorsun. Kolpacı mesajında aman beni koruyun mesajı değil mi? Beni yorma. Benim seninle uğraşacak vaktim yok, boşuna yalvarma" dedi. Kartal Cezaevi'ndeki mektup savaşları sonucu Nuri ve kardeşi Vedat Ergin, Uşak Özel E Tipi Cezaevi'ne sevk edildi. Ergin kardeşler, burada ayrı koğuşlara konuldu. Çakıcı'nın adamlarının Karagümrükspor lokaline yaptığı baskına karşılık olarak 19 Nisan 2000'de Nuriş'in adamları, Gültepe ve Zeytinburnu'nda iki kahvehaneyi taradı. Bir kişi öldü, 10 kişi yaralandı. Olaydan sonra yapılan operasyonlar sonucunda aralarında Ergin'in firari olarak aranan adamı Yavuz Erdoğan'ın da bulunduğu dört saldırgan silahlarıyla birlikte yakalandı. 20 Nisan 2000'de Nuri ve Vedat Ergin'in yattığı Uşak E Tipi Cezaevi'ne buzdolabı içinde dört tabanca, 80 mermi ve 2 cep telefonu sokulurken yakalandı. Olayla ilgili 18 kişi gözaltına alındı. Aynı aileden beş kişi tutuklandı. 26 Nisan 2000'de bir kişinin ölümü, 10 kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan iki kıraathaneye yönelik silahlı saldırının ardından düzenlenen operasyonlanra, Ergin'in ağabeyi Nejat Ergin'in de aralarında bulunduğu yedi kişinin yakalandığı açıklandı. Sanatçı Sibel Can'ın halasının eşi Erol Urguçbay'ın evini kurşunlayan, Selçuk Ural'ın da silahla vurulması için planlar yapan bu kişiler, İstanbul DGM Cumhuriyet Başsavcılığı'na sevk edildi. Uşak Cezaevi'ne nakledilmelerinin ardından Nuri Ergin, kardeşi Vedat ve adamları, 3 Aralık 2000'de, Çakıcı'nın kendilerini öldürtmek için yolladığını iddia ettikleri sekiz adamı bulmak için 200 yandaş mahkumla birlikte Uşak Cezaevi'ni kan gölüne çevirdiler. Ellerindeki tabancalarla yöneticileri rehin alan, beş mahkumu öldürüp, sekiz mahkum ve cezaevi 2. müdürünü yaralı halde pencereden dışarı atan isyancıların başı Nuri Ergin, daha sonra silahını koğuş penceresinden atıp "Ben iyi niyetimi gösterdim. Gerisini size bırakıyorum" diyerek teslim oldu. Ergin, kendilerini öldürmek için gelen kişileri yakalayıp, itiraflarını video bantlara kaydettiklerini de söyledi. Bu olayın ardından Nuri Ergin'in kardeşi Vedat'la yolları ayrıldı. Cezaevini kan gölüne çeviren Ergin Kardeşler'den Nuri Ergin Bergama Cezaevi'ne, Vedat Ergin ise Bilecik Cezaevi'ne sevk edildi. Vedat Ergin, nakledildiği Bilecik Cezaevi'nin dış avlusunda aranmak istendiği sırada, üzerinde bulundurduğu tabancayı görevlilere göstererek, üç arkadaşıyla birlikte direnişe başladı. Daha sonra teslim olan Vedat Ergin, Ödemiş Cezaevi'ne gönderildi. Bu olaydan sonra Nuri Ergin'in cezaevi birinci müdürüyle makam odasında çektirdiği fotoğraflarla, koğuşta "kral hayatı" yaşadığını belgeleyen fotoğrafların ortaya çıkmasıyla Uşak savcıları görevlerinden oldu. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Uşak Cezaevi'nde meydana gelen olaylardan sonra başlatılan soruşturma kapsamında, Uşak Cumhuriyet Başsavcısı Kürşat Kayral ile cezaevi savcısı Nevzat Engin'i geçici olarak görevlerinden aldı. Nuri Ergin, 2001'e ailesinin geçirdiği trafik kazası haberiyle girdi. Ödemiş'te hapis yatan Vedat Ergin'i ziyaret edip, Bergama Cezaevi'nde bulunan Nuri Ergin'i görmeye giden Ergin kardeşlerin annesi Sevil Ergin, Nuri Ergin'in eşi Alev ve oğlu Anıl Ergin ile otomobili kullanan Levent Teker, Tire'de bir kamyonetle çarpıştı. Kaza sonucu anne Sevil Ergin komaya girdi, Nuri Ergin'in eşi hayatını kaybetti. Aile, Alev Ergin'in cenaze töreninden önce Nuri Ergin'in eşini son kez görmesi için cenazeyi Bergama Cezaevi'ne götürdü, ancak Ergin'in eşinin cenazesini görmesine cezaevi yönetimi tarafından izin verilmedi. Hakkındaki bir dava için İstanbul'a getirilen Nuri Ergin, duruşma sırasında eşini görmesine izin vermediği gerekçesiyle Ceza ve Tefkifevleri Genel Müdürü'ne tehdit savurdu. Ergin, "Bunun intikamını 20 sene geçse de alacağım. Babamın intikamını da 20 sene sonra aldım. Cezaevinden çıktığım ilk gün, Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü'nü öldüreceğim. Allah şahidimdir. Karımın intikamını da nasıl alacağımı görecekler" dedi. Ergin'in bu sözleri üzerine soruşturma başlatıldı. Ergin de aralarında Alaattin Çakıcı'nın da bulunduğu diğer çete elebaşları gibi "F tipi" cezaevine sevk edildi. İzmir DGM'de bir duruşmaya götürülen Nuri Ergin Tekirdağ kardeşi Vedat Ergin ise Edirne F Tipi'ne nakledildi. ( 44) Çakıcı - Ergin Söz Düellosu Çakıcı ne dedi? Benimle kimin problemi varsa maltada hesaplaşabilir. Onlara çok abilik yaptım. Beni bilirler, tanırlar. Ama adam değiller. Ben onların sadece anneleriyle görüşürüm. Kişilik ve milliyet erozyonuna uğramış, garip göçebegiller. Biraz adamsanız, basına açıklama yapacağınıza benimle görüşürsünüz. Bir daha basına demeç verirseniz şerefsizsiniz. Ergin ne dedi? Şerbeti katmerli şambabası. Voltajı düşük, sihirli lamba. Adam mısın, madam mısın? Sana kim dostluk yaptıysa, hep düşmanlık görmüştür. Sen ancak kantine yarım kilo boya yazdırıp saçını boyarsın. Havalar soğuk ve yağışlı, boyaların akar. Kınalı kuzu. Utanmaz adam. Kokuşmuş. Satanist düşünceli şambabası. Kaşarlanmış edepsiz. Sen bu alemin de edebini bozdun. Anafor kolpacı. Paranoyak. Fiziğin, kimyan değişti. Ben de sanal dünyanı değiştiririm. Alaatin Çakıcı'nın kardeşi olan Gencay Çakıcı, ailede ülkücülükle ilk ilişki kuran kişi olarak biliniyor. İbrahim Uğurbaşçı'yı öldürmeye azmettirdiği iddiasıyla Alaattin Çakıcı'yla birlikte yargılanan Çakıcı, 5 Ekim 1989'da beraat etti. Fransa'da ağabeyi Alaattin Çakıcı'yı yalnız bırakmayan Gencay Çakıcı, Aralık 1999'da Akmerkez önünde dini nikahlı eşi Gönül Özyürek'le birlikte silahlı saldırıya uğradı. Olaydan sonra tetiği çeken Adil Cesur ve azmettirici olan Uğur Çakıcı'nın ikinci eşinden olan 17 yaşındaki Onur Özbizerdik polise teslim oldu. Çakıcı ve Ergin arasında yaşanan mektuplu kavganın ardından Karagümrük'te bir lokalin basılması nedeniyle gözler Gencay Çakıcı'nın üzerine çevrildi. Polis 28 Mart 2000'de bu olay kapsamında yaptığı operasyonlar sonucunda Çakıcı'nın 19 adamıyla birlikte Gencay Çakıcı'yı gözaltına aldı. DGM Savcıları: Aykut Cengiz Engin ve Engin Baltacı... İtalya'nın ulusal kahramanı, 'Temiz Eller' operasyonunun mimarı, Milano Savcısı Antonio Di Pietro gibi, ateşi elleriyle tutan bu iki savcı, soruşturmaları bizzat yürütüyor, binlerce sayfalık dosyalar hazırlıyorlardı. Düşük bir maaş alan cesur savcılar, üzerine kararlılıkla gittikleri iki olayı aydınlatmak için korkusuzca gayret ediyorlardı. DGM Savcısı Aykut Cengiz Engin, Alaattin Çakıcı'nın karıştığı Türkbank ihalesininin gizli kalmış yönlerini ortaya çıkarmaya çalışıyordu. Bir başka DGM Savcısı Engin Baltacı ise, milyar dolarlık serveti nedeniyle mafya tarafından öldürülen Nesim Malki cinayetini aydınlatmak için çaba harcıyordu. Nesim Malki cinayeti ile Alaattin Çakıcı'nın gölgesinin dolaştığı Türkbank ihalesini soruşturan İstanbul DGM Savcıları Aykut Cengiz Engin ve Engin Baltacı; kirli ilişkiler, yolsuzluk, karapara batağına saplanan Türkiye'nin umuduydu. Savcı Aykut Cengiz Engin, mafyanın karıştığı Türkbank ihalesininin gizli kalmış yönlerini ortaya çıkarmak için çaba harcıyordu. Bir başka DGM Savcısı Engin Baltacı ise, milyar dolarlık serveti nedeniyle mafya tarafından öldürülen Nesim Malki cinayetini aydınlatmak için, günlerdir gece-gündüz çaba harcıyordu. Aykut Cengiz Engin Türkbank ihalesini soruşturan 25 yıllık DGM savcısı Aykut Cengiz Engin, Türkiye'yi sarsan Susurluk skandalını soruşturmasıyla biliniyor. Hiçkimseden korkmadan büyük bir cesaretle Susurluk üçgeninin üzerine kararlılık ve cesaretle giden Engin, İçişleri eski Bakanı DYP Milletvekili Mehmet Ağar, eski MİT'çi ve İçişleri Bakanlığı eski Danışmanı Korkut Eken, MİT Kontrterör Dairesi eski Başkanı Mehmet Eymür, DYP Milletvekili ve Bucak Aşireti'nin lideri Sedat Bucak'ı davetiye çıkararak DGM'ye çağırttı ve ifadelerini bizzat aldı. Bugüne dek Adana Karataş, Tatvan, Sapanca, Kadıköy Cumhuriyet Savcılılıkları’nda bulunan Engin, 2.5 yıl önce tayin olduğu İstanbul DGM'de Tevfik Ağansoy cinayetini de soruşturdu. Ayrıca çok sayıda terör ve uyuşturucu dosyasına baktı. Alaattin Çakıcı'nın peşpeşe patlayan kasetlerine el koydu. Önce Çakıcı-Eyüp Aşık konuşmasının kasetine baktı. Ardından ÇakıcıMİT'çi Yavuz Ataç, Çakıcı-Erol Evcil ve Çakıcı-Korkmaz Yiğit konuşmaları geldi. ÇakıcıKorkmaz Yiğit konuşması, Türkbank skandalına fesat karıştırıldığını ortaya çıkardı. Savcı Aykut Cengiz Engin, hemen Alaattin Çakıcı'nın tehdit ettiği sanılan işadamlarını peşpeşe DGM'ye çağırıp, ifadelerine başvurdu. Savcı sırayla, Transtürk Holding Yönetim Kurulu Başkanı Faruk Süren, Çukurova Holding temsilcileri Ali İhsan Karacan ve Osman Berkmen, işadamı Ali Balkaner, Vatan Hastaneleri ile Alman Hastanesi'nin sahibi Azmi Ofluoğlu ve banka satışlarıyla adını duyuran, 'Her taşın altından çıkan avukat' olarak tanınan Aydoğan Semizer, İktisat Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Gürbüz Tümay ve Büyük Kulüp Yönetim Kurulu Başkanı Duran Akbulut'u DGM'ye davet ederek ifadelerini aldı. Savcı Aykut Cengiz Engin, Türkbank ihalesinde şartname alan tüm şirket sahip ve yöneticilerini sorgulamayı sürdürdü. Engin Baltacı Nesim Malki'nin öldürülmesi dosyasını soruşturan DGM'nin diğer cesur savcısı Engin Baltacı da, Hukuk Fakültesi'ni 1982 yılında bitirdi. Asker kökenli olan Albay Baltacı, Nesim Malki'ye yakınlığı ile tanınan ve bir süre Sümerbank'ın Genel Müdürlüğü’nü yapan, Etibank Genel Müdürü Şükrü Karahasanoğlu ile Cankurtaran Holding Yönetim Kurulu Başkanı Emin Cankurtaran'ın da ifadelerine başvurdu. Emin Cankurtaran'ın yurtdışına çıkışına tahdit koydurdu. Soruşturma çerçevesinde cinayet sanıklarının tutuklanması ve cinayeti azmettirdiği öne sürülen Erol Evcil hakkında giyabi tutuklama kararı çıkarılması sağlandı. Konsey'in Avukatı Nizamettin Güvenç: Aydoğan Semizer. Avukat Aydoğan Semizer adını kamuoyu, ilk kez Çakıcı-Evcil telefıon konuşmasının yeraldığı kasetle duydu. Ancak bankacılık sektörü, bu adı çok yakından tanıyor. Malki'ye ait Tuncabank'ın Ali Balkaner'e satışını gerçekleştirdi. Egebank'ın satışını da Murat Demirel'e o yaptı. Egebank yönetiminde olmasına rağmen, son Türkbank satışında Korkmaz Yiğit'e danışmanlık yaptı. Nesim Malki cinayetiyle ilgili gelişmeler, Alaattin Çakıcı kasetleri, zeytinci Erol Evcil'den sonra, gözler bankacılık sektörünün yakından tanıdığı avukat Aydoğan Semizer'e çevrildi. Semizer'in adı Alaattin Çakıcı'nın Türk Ticaret Bankası'nın satışıyla ilgili olan kasetlerinden birinde şöyle geçiyordu: Çakıcı: Ben Aydoğan'ı sıkıştırdım. Egebank işinde de o vardı. Bu işte de benim dediğim insanla ortak hareket etkezse, ben onu üzerim dedim. Bankacılık sektöründe önemli satış işlemlerinin hukuki yanını yürütmesiyle tanınan Aydoğan Semizer'in en son imza attığı olay ise, Nesim Malki'nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ndeki (KKTC) bankasının Yurtbank'ın sahibi Ali Balkaner'e satışı oldu. Balkaner, Erkohen Ailesi ile Malki'nin eşi ve çocuklarının hisselerini temsilen avukat Aydoğan Semizer'le görüştü. Altı aydan beri süren görüşmeler sonunda, Semizer geçen hafta sonuna doğru satış işlemini gerçekleştirdi. Aydoğan Semizer, çoğunluk hissesi daha önce Hüseyin Bayraktar'a ait olan Egebank'ın Cumhurbaşkanı'nın yeğeni Murat Demirel'e satılması işleminde de ön planda yer aldı. Semizer, banka Demirel Ailesi'ne geçtikten sonra, Egebank yönetimine de girdi. Semizer, Egebank Yönetim Kurulu Üyesi olmasına rağmen, Korkmaz Yiğit Grubu'na da Türk Ticaret Bankası'nın ihalesine girişi sırasında ve sonrasında ‘‘hukuk danışmanlığı’’ yaptı. Aydoğan Semizer'in adı kamuoyunda en fazla Türkiye Emlak Bankası'na ‘‘özel anlaşmayla’’ hukuk danışmanlığı yaptığı günlerde duyuldu. Semizer, 1991'de hükümet değişikliğinden sonra Engin Civan ve ekibi aleyhinde açılan bir dizi davaya banka adına imza attı. ( 45) Hazine Müsteşarlığı’nın Egebank soruşturması için görevlendirdiği üç murakıp, 27 Haziran 2000 tarihli raporlarında Egebank’tan Goldbis adlı paravan bir firmaya 1 trilyon 662 milyar 900 milyon lira kredi açıldığını; kredinin gönderildiği Vakıfbank Taksim şubesi yetkililerinin, aynı gün (29 Eylül 1998) bu parayı Goldbis adına Emrullah Nüzhet Altınel’e ödediklerini; Altınel’in sözlü talimatı doğrultusunda gene aynı gün bu paranın, aynı şubede hesapları bulunan şu üç kişinin hesabına geçirildiğini belirlediler: “Egebank Anonim Şirketi Yönetim Kurulu Üyesi Aydoğan Semizer’in aynı bankadaki hesabına 1 trilyon 316 milyar 24 milyon 721 bin 250 lira… Egebank Anonim Şirketi Genel Müdürü Esat Erkuş’un hesabına 277 milyar 500 milyon 223 bin lira… Hatice Betül Özbay’ın hesabına 69 milyar 375 milyon 55 bin 750 lira… “ Alaattin Çakıcı kasetleriyle birlikte gündeme gelen para trafiğinde kilit rol oynadığı öne sürülen Avukat Aydoğan Semizer, Çakıcı'nın kendisine Türkbank konusunda danışmanlık teklif ettiğini ve ‘‘Türk Ticaret Bankası benim için namus meselesidir. Bunu benim istediğime verecekler’’ dediğini söylüyordu. Ufuk Şanlı ile Hürriyet’de 21 Ekim 1998’de yayımlanan röportada Semizer, Çakıcı'nın kendisini tehdit ettiğini ileri sürüyordu. Semizer, soruları şöyle yanıtlıyordu: Egebank anlaşmasını yaptığımız sırada, hatta geceyarısı geç bir saatti, telefonum çaldı ve Çakıcı beni aradı. Bana ‘Abi ben bu işi Türkiye’de en iyi senin bildiğini öğrendim. Bu Ticaret Bankası benim için namus meselesidir. Bunu benim istediğim alacaktır veya benim istediğime vereceklerdir. Ona devretmek zorunda kalacaklardır. Bu konuda senden hukuki yardım istiyorum. Bu iş, satış bittikten sonra hukuki yardım yapar mısın?' dedi. Ben de ona, ‘Bu bankayı alan satıştan sonra ihaleden sonra bana müracaat ederse, elimden gelen hukuki yardımı yaparım’ dedim. Teşekkür etti. Murat Demirel'in bu işle ilgilenip ilgilenmediğini sordu. Ben de ilgilenmediğini, ona Egebank'ı aldığımızı söyledim. Gayet saygılı şekilde konuştu, teşekkür etti. Telefonu kapattı. 2.5 yıl önce Ticaret Bankası ile ilgili beni aramıştı. Ticaret Bankası hakkında bilgi sordu. Ben de bilmediğimi söylediğimde, o zaman sert bir çıkış yapmıştı. Kendine özgü metodlarıyla tehdit etti. Bundan rahatsız olmamak mümkün değil. O zamanlarda benim gibi birisinin rahatsız olmaması mümkün değil. Telefonda söylediği rahatsızlığım da ondandır. Korkmaz Yiğit'i tanıyorum. Hatta yaptığı ilk işinden beri tanırım. Abdullah Efendi Villaları işini ben verdim. Emirgan'da, 10 tane villa var. Abdullah Efendi Lokantası'nın yanında. Abdullah Efendi mirasçıları benim müvekkillerimdi. Orada dört ortaktılar. Daha sonra başka işlere girdi. Korkmaz Yiğit'in en büyük işi olan Kibele Konutları'nı da ben verdim. Çünkü o zaman Tekin Günver'in de vekiliydim. O anlaşmayı da ben yaptım. Orada eski daire almışlarla, yeni daire alanlar arasındaki o işin organizasyonunu da ben yaptım. Korkmaz Yiğit'i o zamandan beri çok yakından tanırım. Pek çok işini yaptım. Ama Ticaret Bankası ihalesinde Korkmaz Yiğit'e danışmanlık yapmadım. Böyle bir şey söz konusu değildir. Erol Evcil'i Nesim Malki'nin öldürülmesinden 2-3 ay kadar sonra tanıdım. Benimle tanıştıran Erol Erkohen'dir. Erol Evcil'in İş Bankası, Demirbank ve Interbank'la anlaşmazlıkları vardı. Evcil'e o bankalarla anlaşmazlıklarını çözmek için ona hukuki danışmanlık yaptım. Nesim'in öldürülmesinden önce kesinlikle tanımıyordum. Ticaret Bankası olaylarından sonra da uzaklaştım. Evcil, İş Bankası ve Ticaret bankasından büyük miktarda kredi almıştı. Demirbank ve Interbank'tan da aldığı krediler vardı. Nakit sıkıntısına düşüp, ödeyemeyince bunların çoğunu mal vermek suretiyle kapatmak zorunda kaldı. Mal vererek, ya da borçlanarak, tasfiye etti. Resmen vekaletini almadım. Kaldı ki vekalet edebilirdim de. Ancak adamın falancayı öldürttüğünü, öldürebileceğini, zan altında olduğunu hiç bir şekilde bilmiyordum. Ben avukatım, iş geldiğinde, o işi almaktan daha doğal ne olabilir. Bunlar da benim ihtisasım dahilinde olan işlerdir. Banka anlaşmazlıklarıdır. Şunu söyliyeyim, gidip sorabilirsiniz. Evcil adına gidip görüşme yaptığım anlaştığım bankaların sahipleri, yöneticileri beni özellikle istemişlerdir. Nesim Malki ile tanışıklığım, onun alacaklı olduğu kişilerin avukatı olmamla başladı. Nesim Malki'nin o zaman adı Örtel şirketinde iplik alacağı vardı. Şimdiki adı Genel Tekstil. Ben Genel Tekstil'in avukatıydım. O Örtel'in borç tasfiyesini ben yaptım. Nesim Malki'yi karşı tarafın avukatı olarak tanıdım. Ölümünden sonra ise ailesinin avukatı oldum. Malki'nin ortağı Hayim Erkohen beyi iyi tanırdım. Birşey olursa gelir sorarlardı bana. Mesela bir otel almak istedi, bir ara onu geldi sordu. Ticari bilgime güvenirdi. Bir banka almak istedi, sordu. Ancak hiçbir zaman resmen bir avukatı oldu. Musevi cemaatinde iyi bir itibarım vardır. Ailesi Nesim Malki'nin ölümünden sonra Musevi cemaatinin tavsiyesiyle bana geldiler. Ben miras işlerini organize etmek için vekalet. Eşi ve çocukları deneyimsizdiler. Halen de avukatlıklarını sürdürmekteyim. Hayyam Garipoğlu'yla Nesim Bey'in ölümünden sonra tanıştık. Nesim Bey'in Sümerbank'ın paylarını aldığı ortaya çıktı. Bu payların Hayyam Bey'e geri satışında organizasyonu ve sözleşmelerini ben yaptım. Hayyam Bey, Nesim Bey'den aldığı paraya karşılık, bankanın hisselerini vermiş. Nesim Bey'in ölümünden sonra aile, payları devretmek istedi. Rehin sözleşmesiyle bankaya tevdi ettik. Sonra Hayyam Bey çeklerini aldı. Çeklerin bedeli kredi olarak ödendi. O sırada Nesim Bey'in, o parayı bankalardan kredi olarak aldığı ortaya çıktı. Bankalar ‘kredileri ödeyin’ diye üzerimize geldi. O sırada şirkette, ailede para yok. Çeklere karşılık Sümerbank'tan kredi alındı ve o kredilerle alacaklı bankalara borçları ödendi. Nesim Bey'in Demirbank ve yanlış hatırlamıyorsam Ticaret Bankası'ndan kredi alarak Hayyam Bey'e borç vermiş. Nesim öldüğünde karşımıza pek çok borç çıktı. Banka alımlarında adı ‘‘Kilit Avukat’’ olarak geçiyordu. Son dönemde bütün bankaların alım satım işlemlerinde vardı. Bunun nedeni şöyle izah ediyordu: Bu benim aslında gurur kaynağım. Bugüne kadar asıl şöhretimi bankalarla sorunu olan şirketlere, onlara yatırımcı bulmakla, bankalarla anlaşmalarını sağlamakla, bankalararası devirleri organize etmekle sağladım. ‘Mucize avukat, finans mühendisi’ olarak isimlendirildim. Bu bankalarla olan ilişkimden, bankaların tutumunu bilmemden kaynaklandı. Hukuk bilgimin yanı sıra, finans bilgimin olmasından kaynaklandı. Türkiye'de birçok bankanın genel müdürünü, sahibini tanırım, sağolsunlar aradığım zaman da ulaşabilirim. İstanbul Çorap'da 23 banka ile anlaşma yaptım. Örsa olayında 33 banka ile anlaşma yaptım. Coca-Cola olayını ben çözümledim. Halil Bezmen'in Yapı Kredi ile anlaşmasını ben yaptım. Bankekspres'in Doğuş Grubu'na devrini ben yaptım. Yurtbank'ın devrini ben yaptım, Etibank'ın ihalesine katıldım. Banka devir işlemleri ya da büyük şirketlerin devir işlemleri benim. Uzel Makina'nın devir işlemlerini ben yaptım. Bunların her biri 200-300 milyon doların üzerinde işlerdir. Dolayısıyla benim falan bankanın devir işleminde bulunmamdan daha doğal bir şey olamaz ki. Bunun arkasında başka bir şey aramak o kadar yanlış ki. Anlayamıyorum. Bir avukat büyük şirketlerin, bankanın devrinde hukuki yardım yapmış ve bu işi organize etmişse, bunda ayıplanacak, suçlanacak ne var? Bu işin arkasında başka bir şey aranacak ne olabilir ki? Bunların hepsi yasal, noterde resmi yerlerde yapılan satışlardır. Alan bellidir, satan bellidir. Bir bankayı başka birine satmak, pazarlamak, ya da anlaşmasını yapmak suç mudur? ‘‘Her taşın altından Aydoğan’’ çıkıyor deniyor. Ben bununla gurur duyarım. ( 46) Kılıç: Nihat Akgün. Gerçek hayatda elbetteki baronun sağkolu değildi, ancak oynayan karakterin adresi 26 Kasım 1999 da Ataköy'de silahlı saldırı sonucu öldürülen, yeraltı dünyası ile ilişkileriyle tanınan işadamı Nihat Akgündü. MHP'li Mafya babası Nihat Akgün, Fatih Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından Edirnekapı Mezarlığı'nda 28 Kasımda toprağa verildi. Vefa Lisesi mezunu, Akgün oteli sahibi yüzü yarık babacan bir adamdı. Dizide Kılıç’ın da yüzü yarık olduğu için benzetme yapıldı. Nihat ve Sami adında iki oğlu vardı ve bir restoranda otururken kurşunlanarak öldürülmüştü.10 yaşında babasını kaybeden ve hayatını uçuş hostesliğiyle kazanan Handan Ayıral, Nihat Akgün'le tanışınca hayatı değişti. Ama beraberlikleri Akgün'ün kendi lokantasında silahlı saldırıya uğramasıyla sona erdi. Silahlar patlar patlamaz sevgilisini masanın altına iterek kurtaran Akgün, bu sırada aldığı kurşun yaraları nedeniyle hayatını yitirdi. Çok güzel bir silah ve halı koleksiyonu vardı. Halı kaçakçılığı yaptığı gerekçesi ile hapse girip çıkmıştı. Devremülk işine girmişü ABD'de eğitim gören oğlu Nihat bu işin başına geçmişti. Ataköy'de öldürülmesi olayına ilişkin açılan davada, olayda tetikçilik yaptığı öne sürülen Şaban Akan'ın hakkında idam cezası istendi. İddianamede, diğer altı sanık hakkında 3 ile 24 yıl arasında değişen hapis cezaları talep edildi. Bu dönemde Çakıcı'nın yeğeninin, ardından Çakıcı'ya yakınlığı ile tanınan Nihat Akgün'ün öldürülmesi ve kardeşi Gencay Çakıcı ile sevgilisinin yaralanmasıyla ortaya çıkan sonuç peşpeşe yaşanan bu 3 olayı Çakıcı'nın gücünü kırmaya yönelik organize bir hareket olduğuydu. Polis, asıl amacın ise Çakıcı'nın Türkiye'ye dönmesi ve konuşmasının engellenmesi olduğunu sanıyordu. Polisin aynı zamanda bu olaylarla bağlantılı olarak "Mafya içinde güç dengeleri değişebilir" yorumunu yapmıştı. Doğu Paşa: Mehmet Fuat Paşa. 31 Mayıs 2004 de vefat edene kadar istihbaratçı konumunu emekli olarak sürdürdü. İstihbaratçılar asla emekli olmazdı. 1914 yılında doğdu.Harp Okulu mezunudur. 1934 yılında Piyade Asteğmen olarak katıldığı Türk Silahlı Kuvvetleri'nde çeşitli kademelerde görev yaptıktan sonra, 1954 yılında Milli Emniyet Hizmetleri'ne atanmış, çeşitli birimlerde yöneticilik yapmış, daha sonra Milli Emniyet Hizmetleri Reis Yardımcılığı , MAH Başkanlığı ve yurt dışı görevlerinde bulunmuştu. 01.09.1962'de Milli Emniyet Hizmetleri Reisliği'ne atanmış, bu görevde 25.08.1964 tarihine kadar kalmış, müteakiben Silahlı Kuvvetlere 59. Tümen Komutanı olarak dönmüştü. Genelkurmay Teftiş Heyeti Üyeliği'nden sonra 02.03.1966 tarihinde MİT Müsteşarlığı görevine atanmış, bu görevi 13.07.1971 tarihine kadar sürdürmüştü. Türk Silahlı Kuvvetleri'nden Korgeneral rütbesiyle emekli olmuş ve aynı tarihte Lizbon Büyükelçiliği görevine atandığı için MİT Müsteşarlığı görevinden ayrılmış ve 1978 yılına kadar 7 yıl süreyle Lizbon Büyükelçiliği görevinde bulunmuştu. O, Abdülhamid, Enver Paşa, Süleyman Askerî Bey ve Mareşal Fevzi Çakmak Paşa'dan sonra, Türkiye'de modern istihbarat hizmetlerinin ve Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT)'nın kurucusuydu. Fevkalâde cesur, bilgili, vatansever ve demokrat bir idareciydi. Eğer, O'ndan sonra da bu vasıflarda yöneticiler yetiştirebilseydi, demokratik rejime karşı darbeler zinciri devam etmezdi. Tabiî, en az O'nun kadar cesur ve dirayetli politikacıların da bulunması şartıyla... MİT'in asıl görevi, Türkiye'deki demokratik rejimi korumak olmalıydı. Bu itibarla, meşrû demokratik rejime yöneltilecek her türlü "darbe" hazırlığını takip ederek Başbakan'ı bu hazırlıklardan haberdar etmek ve "karşı operasyonlarla" darbelere mânî olmak, MİT'in başta gelen vazifesidir. Ne yazık ki, şimdiye kadar bu görevi sadece MİT Müsteşarı merhum Korg. Fuat Doğu ifa etmiş; geri kalan yöneticiler ise olan biteni seyretmekle yetinmiş; hattâ bazıları darbecilerle işbirliği yaparak antidemokratik komplolar içinde yer almışlardı. Dizide Doğu karakteri, onun farklı mizacını yansıtıyordu. Fuat Paşa, Temmuz 1971'de MİT Müsteşarlığı görevinden ayrılırken MİT mensuplarına hitaben yazmış olduğu veda mektubunda şunları vurguluyordu: "İnsan ömrünün oldukça uzun bir devresini kapsayan yıllar boyunca, ülkemizin en mümtaz bir teşekkülü olan MAH-MİT saflarında ideal birliği içinde, yurdumuza kasteden şer unsurlarına karşı savaştık, saçlarımızı ağarttık. MİT, ülkenin güvenlik ve bütünlüğünü korumak için Türkiye'mize kasteden anarşistler ve ihtilalcilere karşı yaptığı şerefli mücadelede bütün dış dünyada olduğu kadar, Türkiye'de de her namuslu, vatansever, vicdan sahibi insanın takdirini toplamış, teşkilât itibarlı bir duruma gelmiştir. Sevgili Arkadaşlarım, Herşeyden evvel Tanrıma karşı kusur yapmamağa, Sonra sevgili ve aziz Türkiye'me, milletime ve Türk dünyasına olan bağlılığıma gölge düşürmemeye; Daha sonra en yakın çevrem dahil, siz sevgili meslektaşlarıma, uzun yıllar bana saygı ve sevgiden en ufak bir inhiraf göstermeyen, benim açtığım yolda benimle birlikte, beni destekleyerek el ele mücadele eden sizlere karşı vefasızlık etmemeye çalıştım. Değerli Arkadaşlarım, MİT Teşkilâtını sizlere, sizleri de Tanrı'ma emanet ederek hepinize veda ediyorum. İşte onu anlatan en güzel bir hikayeyi Hasan Celal Güzel Tercüman’daki köşesinde şöyle anlatıyordu: Ankara'da Atatürk Orman Çiftliği'nin içindeki MİT'e ait Marmara Köşkü, o gün çok önemli konukları ağırlıyordu. MİT'in üst düzey toplantılarının yapıldığı köşkün toplantı salonunda Başbakan Süleyman Demirel, komutanlar ve MİT yetkilileri vardı. MİT Müsteşarı Fuat Doğu, önündeki dosyanın kapağını aralayarak gergin sessizliği bozdu: "Balon Harekâtı' adını verdiğimiz çalışma sonucunda, teşkilâtımız, parlamentodaki bazı kişilerle ordu içindeki bazı kesimlerin, ortaklaşa cunta çalışmaları içinde olduğunu tespit etmiştir. Cuntanın, ordu üst kademeleri ile ilişkileri, ordu içinde kontak kurduğu komutanlar vardır..." Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur, bu cümleden sonra dayanamadı: "Ordu içinde kontak kurulan adam kim?" Kısa bir sessizlik oldu. Ve sessizliği yine Fuat Doğu bozdu: "Sizsiniz..." Salonu buz gibi bir hava kapladı. Başbakan Süleyman Demirel'in gerginliği yüzünden okunuyordu. "Cuntacılık"la suçlanan Hava Kuvvetleri Komutanı, "Ben demokrasiye bağlı bir askerim" dedi. Aslında 12 Mart, hiç bir zaman adı gibi bir "darbe" olmamıştı. Fuat Doğu Paşa, belki de son derece kanlı şekilde gelişebilecek olan "gerçek darbe"yi deşifre edince, sadece "Muhtıra" verilerek olay kapatılmıştı. Esasen, Marmara Köşkü'nde cereyan eden konuşmaların akabinde açığa çıkarılan darbenin unsurlarına karşı, Başbakan Demirel başta olmak üzere, dönemin yetkilileri müdahale edebilmiş olsalardı; 12 Mart Muhtırası verilmeyecek ve muhtıracıların da, Muhsin Batur gibi "demokrasiye bağlılıkları"(!) sürecekti. Muhtemelen, 27 Mayıs felâketi de, günümüze kadar meş'um bir zincir gibi devam etmeyecekti. Korg. Fuat Doğu, bir asker olmasına ve bir alt rütbede bulunmasına rağmen, taşıdığı sorumluluğun gereğini yerine getirmiş; ülkede kardeş kanının akmaması ve demokrasinin zedelenmemesi için, bir üst rütbedeki komutanını suçlamak pahasına vazifesini yapmıştı. Sadece bununla da kalmamış, Portekiz'de büyükelçi olarak bulunduğu sırada, Başbakan Demirel'e 12 Eylül Darbesi'ni de haber vermişti. (47) Nesrin’in oğlu Posat: Dündar Kılıç'ın torunu Onur Özbizerdik. Dündar Kılıç'ın torunu Onur Özbizerdik, annesi Uğur Kılıç'ın izindeydi. Annesi, en iyi öğretmenler tarafından eğitildi; oğlu da. Annesi eğitimini yarıda bıraktı; oğlu da. Anne Liseyi birinci sınıftayken bıraktı, oğlu ise Şişli Terakki'yi orta kısmından. Annesi, sevgili babasının kendisi için aldığı en güzel bebekleri bir kenara itti. Tabancaları sevdi. Çevresindeki erkeklerin kendine özgü raconlarının kanun olduğu o alemde yer açtı kendine. Oğlu da. Anne, Uğur Kılıç. Oğul, İsmail Onur Özbizerdik. Oğul, annesinin izinden gidiyor. Kılıç ve Özbizerdik aileleri, çaresiz bakışlarla izliyor bu gidişatı. Yıl 1965. Son Kabadayı Dündar Kılıç'ın Ankara yılları. İlk eşinden 12 Eylül günü bir kız çocuğu sahibi oluyor. Adını Uğur koyuyor. Kılıç ailesi için 12 Eylüller'in önemli bir yeri var. Öyle ki Dündar Kılıç'ın 12 Eylül sonrası beş yıl boyunca cezaevinde kalması, Uğur ve Onur'un kişiliklerini, ruhsal yapılarını ve kaderlerini belirledi. Adanalı gece kulübü sahiplerinden İhsan Özbizerdik'in oğlu Uğur, henüz 18 yaşında. 16 yaşındaki Uğur Çakıcı, lise birinci sınıf öğrencisi. İlk görüşte aşık oluyorlar birbirlerine. Uğur okulu bırakıyor. ‘‘Evleneceğiz’’ diyor babasına. Baba Dündar Kılıç, karşı çıkıyor. Erken buluyor. Sevgili kızı için hayalleri var çünkü. Tahsilli, piyanoda Chopin çalan kızıyla gurur duymak istiyor. Dündar Kılıç, ölünceye dek dilinden düşürmediği şu nasihati işte o günlerde de veriyor: ‘‘Yalnız tabancan değil, kalemin de olsun.’’ Kızına daha fazla direnemiyor. 20 Mart 1981'de Çakıl Müzikholü'nde dillere destan bir düğün yapılıyor. Bir yıl sonra da İsmail Onur dünyaya geliyor. Uğur Özbizerdik, işleri gereği sık sık yurtdışına gidiyor. Evliliği umduğu gibi gitmiyor. Hele Onur'dan birbuçuk yıl sonra doğan kızları Gülistan'ın spastik oluşu, evliliklerini daha da mutsuzlaştırıyor. Aile, Gülistan'ın özürlü doğmasından, 12 Eylül'ü sorumlu tutuyor. ‘‘Uğur, evde arama yapmaya gelen askerlerden korktuğu için karnındaki bebeği oksijensiz kaldı.’’ Uğur, iki çocuğu ve evli oluşuna karşılık, ‘‘Babasının kızı’’ olmak, o alemde ‘‘Erkek gibi’’ yaşamak istiyor. Bu durum, Uğur Özbizerdik'in erkeklik ve kocalık anlayışına hiç uymuyor. Onur, spastik kardeşi ve bakıcılarıyla hep yalnız kalıyor. Kılıç ailesine göre Onur'un bugünkü durumunun nedeni o günlerde başlayan anne sevgisinden mahrum kalışı. ‘‘Hiç anne şefkati, sevgisi görmedi. Onur hep sevilenleri, ilgi görenleri kıskanarak bugünlere geldi. İlgi çekmek için her zaman kötü olan şeyleri yaptı.’’ Kılıç ailesi, anneyle oğulun ortak bir noktasından daha sözediyor: ‘‘Dündar Kılıç'ın güçlü kişiliğine, herşeye egemen oluşuna meydan okumak.’’ Dizide olduğu gibi ‘‘Annesi gibi kim olduğunu, nerede durması gerektiğini hiç bilmedi. O da annesi gibi hep boyundan büyük işlere kalkıştı.’’ Bütün çevresinde sözü geçen Dündar Kılıç, birbuçuk yılı Diyarbakır Cezaevi olmak üzere tam beş yıl içeride kaldı. Onun yokluğu belki de en çok kızı ve torununu etkiledi. Kılıç ailesi, ‘‘Ah, o yıllarda Uğur iyice başına buyruk alıştı. Rahmetli, kendisini cezaevine düşürenlere en çok bu yüzden hayıflandı’’ diyor. Babasıyla ilk evliliğiyle ters düşen Uğur, ikinci evliliğinde de aykırı düştü. Hatta Dündar Kılıç'ın bu yüzden Uğur'u hiç bağışlamadığı söyleniyor. 21 Mayıs 1991'de Çakıcı, Kılıç ailesinin resmen damadı oldu. Onur, annesi gibi güce tapan Çakıcı'yla hemen kaynaştı. Onu model aldı. Zaten sık görüşmediği babası ve baba tarafından iyice koptu. Onur, annesinin birden bire manşetlere fırlayan hayatını hep hayranlıkla izledi. Annesi ile Çakıcı 4 Kasım 1994'te tek celsede boşansalar da Onur, Çakıcı'dan hiç umudunu kesmedi. Hatta Çakıcı'ya doğumgünü armağanı olarak alacağı lüks Mercedes için gizlice para biriktirdi. Yaşıtları okula gidip, öğrenci harçlığıyla yetinirken, Onur yüzlerce dolarlık günlük harçlıklarını dilediği gibi harcıyordu. Dündar Kılıç'ın bir çıkmazı da buydu. Ne kadar kızsa da torunundan maddi olanaklarını esirgeyemiyordu. Uğur Kılıç, ayrılıklarının ilk günlerinde, skandallar peşpeşe patlamadan önce, Çakıcı'nın çocuklarına ne kadar iyi davrandığını söylemekten sakınmadı. ‘‘Benim çocuklarımı çok sever. Baba gibi davranır onlara.’’ Civangate, Semra ve Zeynep Özal'la ilgili her gün basına yansıyan demeçler, Çakıcı'yla canlı yayında kapışmalar, ipleri iyice gerdi. Uğur Kılıç için geriye sayım başladı. Çakıcı alenen meydan okumaya, öldürteceğini söylemeye başladı. 25 Ocak 1995'te Onur, kardeşi Gülistan, annesi ve Kürt İdris lakaplı İdris Özbir'in kardeşi olan Yusuf Özbir'in eşiyle bir helikoptere bindi. Nihayet annesiyle başbaşa bir sömestr tatili geçirecekti. Ama annesinin Çakıcı'dan kaçmak için bu zorunlu tatile çıkması, Onur'u tedirgin ediyordu. Kervansaray Oteli'ndeki odasına koşar adım çıktı. Kayak giysilerini giydi. Aynı hızla kayak hocasının bulunduğu bölüme gitti. Annesi, Sultan Bar'da meyve suyu içerek, beklemeye başladı. Tetikçi, Uğur Kılıç'ın eski şoförü Abdurrahman Keskin yanına geldi. O anda Onur da annesinin yanına geliyordu. Derken üç el ateş edildi. Onur dondu kaldı. Annesinin yere yığılışını izledi. O görüntü hafızasında, gözlerinde dondu, kaldı. Çakıcı öldürtmüştü annesini işte... Çakıcı'ya olan sevgisi, nefrete döndü o an. ‘‘Rahmetli Dündar Kılıç, kızı ve torunu yüzünden hastalığını bile doyasıya yaşayamadı. Adını ağızına almadığı eski damadına olan kini hiç dinmedi. Bir de Onur'un haylazlıkları, aileye yaraşmayan davranışları onu kahretti.’’ Dündar Kılıç, annesi öldürülen Onur'a bir türlü söz dinletemedi. Çareyi babasının yanına göndermekte buldu. Onur'un iki halası yüksek öğrenim görmüş, kendi halinde insanlardı. Bir halası eğitimci, diğeri diş hekimiydi. Onur'la onlar da başa çıkamadılar, babası da. Onur, eski çevresinden kişilerle birlikte zaman geçiriyordu. Lüks otomobiller, lüks gece kulüpleri, pahalı giysiler, gözlükler... Örnek aldığı büyüklerin yanında büyük gibi yaşıyordu. Hem koskoca Dündar Kılıç'ın torunuydu. ‘‘Şunu yap, bana şunu getir. Ben, Dündar Kılıç'ın torunuyum deyip emretmeyi çok seviyordu.’’ Kılıç ailesi Onur'u bu yönüyle de eleştirse de, eniştesi Onur'un ruh halini daha anlayışla anlatıyor. ‘‘Onur çok zekiydi. Ama okumadı. Ortaokulu bile bitirmedi. Çok zor günler geçirdi. Annesini öldürülüşünü hiç hazmedemedi. Şimdi hayatı mahvoldu’’ diyor. Onur, Alaattin Çakıcı'nın kardeşi Gencay Çakıcı'yı vurmaya azmettirmekten dolayı tutuklandı. Aslında Onur, bugün olanların sinyallerini, birkaç yıldır veriyordu. ‘‘Su testisi su yolunda kırılır’’ dedirten vukuatları, arada bir basına yansıyordu.24 Kasım 1998'de, ‘‘Park yeri anlaşmazlığı’’ nedeniyle Önal Acar'ı bacağından yaraladı. Hem de annesinden yadigar kalan tabancayla. Kasım 1999'da da Organize Suçlar ve Silah Kaçakçılık Dairesi'nin yaptığı aramada, Onur ve şoförü Adil Cesur'un üzerinde birer tabanca buldular. Onur, tabancasının dedesi Dündar Kılıç'a ait olduğunu, ölmeden önce kendisine verdiğini söyledi. Onur'un karıştığı son olayı, yine şoförü Adil Cesur üstlendi. Onur için akrabaları endişeli. Onur'un dönülmez bir yolda olduğunu belirtiyorlar. Dündar Kılıç'ın, kızı için söylediklerinin şimdi de Onur için geçerli olduğunu söylüyorlar: ‘‘Karanlıkta koşanlar bir gün düşer. Uğur, karanlıkta koştu.’’ Ailesi, basında yer alan ‘‘Dündar Kılıç ölmeden önce ağzına tükürerek babalığını devretti’’ haberine ateş püskürüyor. ‘‘Koskoca Dündar Kılıç, babalığı buzibidiye mi devreder?’’ diyorlar.Onur, yüzyılın son kabadayısı Dündar Kılıç'ın misyonunu üstlenecek çapta değil ve Kılıç ailesini daha çok üzecek. Tıpkı annesi gibi. (48) Yeraltı dünyasının "halka açık" son hesaplaşması, Alaattin Çakıcı ile Nuri ve Vedat Ergin kardeşler arasında yaşanmıştı. Sonra ortalık duruldu. Bazı "babalar" öldü, bazıları cezaevinde girdi. Sakin geçen birkaç yılın ardından, "mafyanın yeni jenerasyonu" 22.03. 2005’de Etiler'de boy gösterdi. Anlaşılan Polat’ın korumaya aldığı Posu gerçek hayatda babası ve dedesine özenmişti. Dündar Kılıç'ın torunu Onur Özbizerdik ile uyuşturucu kaçakçısı olduğu iddia edilen Hacı Muhittin Bektaş'ın oğlu Yılmaz Bektaş; aralarındaki husumeti "barışla noktalamak" için buluşturulmuştu, ama kan döküldü. Taraflar arasındaki "sürtüşme" bir süredir devam ediyordu, iddiaya göre, Onur Özbizerdik; 2004 yazı, Bektaş'ın, Eski OHAL Valisi ve Emniyet Genel Müdürü Necati Bilican'ın oğlu Murat Bilican'la beraber açtığı Bodrum'daki Cohiba Beach'e gitti, burada birtakım tatsızlıklar çıktı. O zamandan beri birbirlerine "zıt giden" Özbizerdik ve Bektaş'ın adamları, geçen cuma gecesi Levent'teki La Scala'da karşılaşınca ipler gerildi. Yanyana masalarda Serdar Ortaç'ı dinleyen iki grup arasındaki atışmalar kavgaya dönüştü. Yılmaz Bektaş'ın masasından Mehmet Merih, Onur Özbizerdik'in yakını Nedim Keçeli'yi bacağından bıçakladı. Hafif yaralanan Keçeli, hastaneye kaldırılırken; Yılmaz Bektaş ve beraberinde sunucu Elif Güvendik olan Mehmet Merih mekanı terk etti. Olayı duyan Onur, Yılmaz Bektaş'ı aradı ve karşılıklı küfürleşme yaşandı. İki grup arasındaki gerginlik tırmanınca, devreye Atilla Havar girdi. Tarafları barıştırmak isteyen Havar, Onur ile Yılmaz Bektaş'ı Etiler Nisbetiye Caddesi'ndeki Royal Motors'a çağırdı. Aytuğ Arsal'a ait olan otomobil galerisine önce Onur ve adamları 06 AF 1376 Ford Mondeo, 34 AC 8146 ve 34 EA 952 plakalı Mersedes S500 marka araçlarıyla geldi. Ardından "arabulucu" Atilla Havar içeri girdi. Daha sonra Yılmaz Bektaş, Hayrettin Bayhan, Mehmet Ağaoğlu ile birlikte 3-4 kişi geldi. İçeride 10-15 kişi toplanınca, Atilla Havar "Önce bir barışın bakalım" dedi. Onur ile Yılmaz Bektaş'ı öpüştürdü. Onur, Yılmaz Bektaş'a; "Nedim'i ara, yanımda özür dile" dedi. Bektaş kabul etmedi. Bunun üzerine Onur, Yılmaz Bektaş'a tokat attı ve ortalık karıştı. Silahlar çekildi. Yaklaşık 8-9 dakika silah sesleri devam etti. Onur Özbizerdik'in 23 yaşındaki şoförü Ömer Coşkun vücuduna isabet eden 22 kurşunla hayatını kaybetti. Yılmaz Bektaş karnından, Mehmet Merih de başından yaralandı. Bu sırada, masasının altına saklanan galeri sahibi Aytuğ Arsal, silah seslerinin kesildiğini duyunca kalkıp polisi aradı. Polis geldiğinde Onur Özbizerdik ve Atilla Havar olay yerinden ayrılmış; yaralılar da hastaneye götürülmüştü. Kavganın çıkmasına sebep olduğu belirtilen Nedim Keçeli, gece avukatlarıyla birlikte gelip polise bilgi verdi. Bu olayda kim kimdir ? Onur çekirdekten mafya Çakıcı. Ünlü baba Dündar Kılıç'ın torunu. 1982 doğumlu. Annesi Uğur Kılıç 1991'de Alaattin Çakıcı ile ikinci evliliğini yaptı. Ancak bu evlilik uzun sürmedi. Ocak 1995'te Uludağ'da oğlunun gözleri önünde öldürüldü. Ölüm emrini Çakıcı'nın verdiği öne sürüldü. 12 yaşında annesini kaybeden Onur, Çakıcı'ya intikam duygusuyla büyüdü. İlk vukuatında 16 yaşındaydı. Park yeri anlaşmazlığı nedeniyle Önal Acar'ı yaraladı. 17 yaşındayken Çakıcı'nın kardeşi Gencay Çakıcı'yı vurmaya azmettirmekten tutuklandı. Son olarak Çiftkurtlar Otomotiv'in sahibi Mehmet Çelik'in yaralanması davasında yargılandı. UluslararasıI uyuşturucu kaçakçısı Hacı Muhittin Bektaş'ın oğlu. OHAL Valisi Necati Bilican'ın oğlu Murat Bilican ile Bodrum'da ortak bar açtı. Bilican, oğlunun barını açarken, "Burası tost yenilip, ayran içilecek bir kır kahvesi" dedi. Ancak Muğla Cumhuriyet Başsavcılığı, barda tost değil, uyuşturucu satıldığını tespit ederek dava açtı. 1993 Miss World ikinci güzeli ve Filipinler'in ünlü aktristi Ruffa Gutierrez'le evli. İtalyan polisinin "Müthiş Türk" adını taktığı, ünlü uyuşturucu kaçakçısı Halil Havar'rn oğlu. Hollanda'da cezaevinden helikopterle kaçışıyla 19901ı yıllarda günlerce konuşulan Halil Havar'ın oğlu Atilla son olayda Onur Özbizerdik ile Yılmaz Bektaş'ın arabuluculuğu görevini üstlendi. 1993'te "Lucky-S" gemisinde Nejat Daş ve Halil Havar'a ait 2800 kg. baz morfin ve 12 ton esrar ele geçirilmişti. Atilla Havar, silahlı tehdit, yaralama gibi suçlardan birçok kez cezaevine girdi. 1970 İstanbul doğumlu. DYP İstanbul İl başkanı Orhan Keçeli'nin oğlu. Seba İnşaat'ın ortaklarından. Ali Şen'in kızı Suzan Şen ile evliliği bittikten sonra medyatik isimlerle adı aşk dedikodularına karıştı. Serdar Ortaç'ı dinlemeye gittiği bir gece Yılmaz Bektaş'ın masasından Mehmet Merih ile arasında bir tartışma yaşandı. Çıkan kavgada bacağından bıçaklandı. Onur Özbizerdik bu olay üzerine devreye girdi. (49) Rus Baron İbrahim Ahıskalı. Şarık Tara. Rus baron adayı elbette Rusya ile 2 milyar dolara yakın ticari işbirliği olan ENKA patronu Şarık Tara’dı. Mafya’yla açık ilişkisi olmasada dizide Tara’nın Ruslarla büyüyen imparatorluğu anlatılmak isteniyordu. 1997’de Türkiye AB’den dışlanınca Enka'nın patronu Şarık Tara, hemen Türkiye için yeni bir birlik önermişti: 'Rusya'daki enerji, Japonya'daki teknoloji ve Türkiye'deki genç insan potansiyelini bir araya getirerek yeni bir güç birliği. Patronu olduğu ENKA, başta Rusya olmak üzere birçok ülkede milyarlarca dolarlık iş hacmine sahipti. Türk - Japon İş Konseyi Başkanı, Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinde öncüydü. Türkiye, AB'ye çocuklarımızın torunlarımızın geleceği için mutlaka girilmeliydi, ama bu sırada da yapacak çok işler vardı. Örneğin, Rusya, Japonya ve Türkiye bir ekonomik işbirliğine gidebilirdi. Bu üç ülke birbirini tamamlayabilecek unsurlara sahipti. Rusya, enerji açısından ve eğitimli insan açısından zengin bir ülkeydi. Japonya'da ise teknoloji ve finansman vardı. Türkiye ise genç ve potansiyeli olan bir memleketti. Bu üçü biraraya geldi mi süper güç yaratılırdı. Hatta, 1 milyar nüfuslu Hindistan'ı da bu güce ekleyebilirdi. Tara’nın görüşleri ABD karşıtıydı. Zira Mavi Akımla derinleşen gaz ilişkileri vardı. Rus Parlamento Binasını bile inşa eden ve Rusya'da toplam 2 milyar dolarlık iş yapan ENKA'nın patronu Şarık Tara'nın Moskova'da krallar gibi karşılanıyordu. Rahmetli Vehbi Koç'u Moskova'ya ilk götüren de Şarık Tara olmuştu. 1997’de Mavi Akım anlaşması yapılırken Başbakan Mesut Yılmaz, Enerji Bakanı Cumhur Ersümer ve Botaş Eski Genel Müdürü Gökhan Yardım'ın tam desteğini alan Tara, Rus Gazprom imparatorluğunun patronu Rus Başbakan Victor Çernomirdin’in en güçlü ortağıydı. İnşaat ve gaz ihaleleriyle kazandıkları para Kırgızıstan devlet bütçesinin 10 katıydı. Tam bir Rus baron görüntüsündeydi. Bir ara Mesut Yılmaz'ı cumhurbaşkanı yapmak için kafa kafaya verselerde Polat'ı temsil eden güçlerin karşısında yenildiler. ABD’nin desteklediği Bakü-Ceyhan ile Rusya’nın desteklediği Mavi Akım, Amerikan ve Rus yanlısı baronların çarpıştığı bir çıkar çatışmasına dönüşmüştü. Neticede iki baronunda projeleri gerçekleşti. Ancak bu arada büyük savaşlar yaşandı. Türk halkının bilmek zorunda olduğu bir durum var ki, o da Türkiye'ye ihtiyacı olmadığı miktarda- yargılanan BOTAŞ eski Başkanı Gökhan Yardım'ın ifadesine göre 8 milyar metreküp yeterliydi, 16 milyar metreküp Mavi Akım anlaşması yapıldı- doğalgazı dayattılar. Türkiye'nin aldığı doğalgazın fiyatı ortalama 118 dolarlardaydı, oysa Türkmenistan'dan gaz alınabilseydi bu gazın fiyatı 32 dolardı. Zaten Ruslar ve Tara, Türkmen gazını alıp Türkiye'ye satıyordu. Olay halen mahkemelik olmuş iş Tahkim'e sevkedilmişti. Fiyat ayarlaması yeniden yapılacaktı, ancak atılan kazık gerçekten çok büyüktü, belki uzun vadede milyar dolarları bulacaktı. Gelecek yıllarla yapılan bir hesaplamayla Türkiye'ye 200 milyar dolara varan hesapsız doğalgaz anlaşmalarını nasıl yapılmıştı? Genel müdür bile attığı imzanın neyi ifade ettiğini bilmiyordu, siyasetçi zaten mazlumdu. Baronlar savaşıyor ve Türkiye kaybediyordu. Mesut Yılmaz'ın resmi bir görevi olmadan dönemin Enerji Bakanı Cumhur Ersümer ile Moskova'nın Kempski Oteli'ndeki Mavi Akım buluşmasının ikinci ayağı Daça'da (Rusların yazlık konutları) Enka'nın patronu Şarık Tara'nın gizli konuklarının kimler olduğu asla ortaya çıkmadı. Washington’a rağmen Mavi Akım’ı yaptırmayı başaran Rus baron adayı Tara, Türkiye’yi gereğinden fazla gaz alım tahahhütüne sokmuştu. Şimdi sıra bu gazı iç piyasada tükettirmeye gelmişti. Tüm illerimiz gaz hatları ile sarılmalı, herkes gaz haracına bağlanmalı, gazla çalışan elektirik üretim santralleri yapılmalıydı. "Yugoslavya kökenli Enka’cıların üst düzey yöneticileri büyük bir aile ağacı oluşturuyorlardı. Enka’ya bağlı bir çok kurluşun yönetim kurulu ya da genel müdürlüklerinde hep Tara ve Gülçelik soyundan gelen akrabalar bulunuyordu." (Mustafa Sönmez, Kırk Haramiler-Türkiye’de Holdingler, s.244) Enka, Enişte ve kayınbirader sözcüklerinden oluşturulmuş; çünkü firmanın sahiplerinden olan ve yıllar önce Ortadoğu’da bir uçak kazasında ölen Sadi Gülçelik, diğer ortak Şarık Tara’nın eniştesi yani kızkardeşi Vildan Hanım’la evlenmiş. 1948-1949 Mezunu, Fevzi oğlu Şarık Hamza Tara, Üsküp 1930 doğumlu ve Şişli Terakki mezunu; daha sonra İTÜ’yü bitirmiş. Enka’yı anlatmaya gerek yok, çok büyük ve büyüklüğü kadar da meşhur bir firma. ENKA; ANAP’ın kuruluşunda şirketin küçük ortağı Vural Arıkan’ı Özal’a verdi. Enka Pazarlama Genel Müdürü Şerif Egeli’nin kardeşi Selim Egeli de, Nazlı Semra Yeyinmen’in eşi Halil Turgut Özal ‘ın Propaganda Danışmanı oldu ve Halil Turgut Özal’ın gerçekten en yakınlarından birisiydi. Emin Çölaşan yıllar önce Selim Egeli’yle röportaj yapmış ve bu röportajlarını "Kırk Kişiyiz Birbirimizi Biliriz" isimli kitapta toplamış. Bu kitaptan daha doğrusu o röportajdan öğrendiğimize göre, Selim ve Şerif Egeli’nin babası Reşit Egeli, Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (TSKB) Genel Müdürü’ymüş (s.128). Türkiye’de sanayileşmeye dair kim ne araştırma yaparsa bu bankanın verdiği kredilerle zengin yaratılmasından ve kim yolsuzlukların tarihçesinden bahsedecekse bu bankadan bahsetmek zorundadır. Ve yine kim kontrgerilaya dair bir şeyi tarihçesiyle yazacaksa bu bankadan bahsetmek zorundadır. (Geniş bilgi için bkz. Suat Parlar, Türkiye’de Gizli Devlet.) Enka’nın Sabetaycılarından bir başka meşhur isim daha var : Dışişleri eski Bakanı Vahit Halefoğlu’nun oğlu Melih Halefoğlu da üst düzey Enka yöneticisi (Kırk Haramiler, s.244) Dedeleri Üsküp, Yunanistan ve Saraybosna fatihi olan Şarık Tara I. Murad'ın öncü kuvvet komutanı Paşa Yiğit'in torunudur. Yahya Kemal'le de torun çocukları olan Tara, 2. Dünya Savaşı ile 600 yıllık yurdunu terk etmek zorunda kalır. Şarık Tara bu sıkıntılı dönemden, 1944'te ailesinin de İstanbul'a gelmesi ile kurtulur ancak. Aile Üsküp'ten ayrılırken tüm malvarlığını orada bırakacaktır. Getirilenler ise, ailenin geçimini sağlamaya yönelik yükte hafif şeylerdir sadece. Onlar da iki yıl yeter ancak: "İki sene boyunca onları satıp yedik." Sonrasında... Babası önce Çorapçılar Kooperatifi'nde iş bulur, ardından da Manisa Ticaret Odası'nda çalışmaya başlar ve anne-babası oraya yerleşir. İlkokula Sırp Mektebi'nde başlayan Tara, Türkiye'ye geldiğinde de Almanca bildiği için önce Alman Mektebi'ne yazılır. Paralı olduğu ve Seniha Hanım istemediği için birinci yılın sonunda Kadıköy Birinci Ortaokulu'na geçer. Yedinci sınıfta ise ailesi Üsküp'ten gelip Nişantaşı'nda ev tutunca, sevdiği Besim Gürmen adındaki hocasının yönlendirmesiyle Şişli Terakki Lisesi'ne girer. Tara başarılı bir öğrencidir: "Sınıf birincisi idim." Okurken de bir yandan, ailenin paraya olan ihtiyacını da düşünerek çeşitli işlerde çalışır: "Evvela inşaatlarda çalıştım. 15-16 yaşında bir fabrikada gece vardiyasında çalıştım. Sonra Beşiktaş'taki mensucat fabrikasındaki Yugoslav mühendise tercümanlık yaptım. Dayımın oğlu İskender abinin taahhüt işleri vardı, şantiyede çalıştım." Mahmure-Fevzi çiftinin ilk çocukları doğduktan 5 ay sonra vefat ettiği için Şarık Bey, Vildan, Yaşar (çok genç yaşta bir kazada hayatını kaybeder) ve İlhan'ın önünde evin ikinci çocuğu değil en büyüğü olur: "Kendi harçlığım yok ki, eve veriyorduk." Bu yıllar aile için 'yeniden doğuş' mücadelesinin yılları olacaktır. "O zaman çok kazandıran bir meslekti. Onu seçtik" dediği İTÜ İnşaat Mühendisliği Fakültesi'ine 1949'da girip mezun olacağı 1954'e kadar bu sıkıntılar devam eder Şarık Tara için. Henüz üniversitenin ikinci sınıfında iken okulda öğrendiklerini işte uygulama imkanı da bulur Tara. 1955'te Türkiye'nin en genç proje müdürü olarak Haydarpaşa Soğuk Hava Deposu'nun şantiye şefi olması ona dönemin başbakanı Adnan Menderes ile tanışma imkanı sağlar: "Kim buranın şantiye şefi dedi. Benim dedim. Baktı, genç bir adam. Böyle şantiye şefine böyle şantiye dedi. Ben gocundum. Bu niye geç kaldı, ne zaman bitecek dedi. 45 gün dedim. Kontrole geldiğinde ben gece gündüz çalışarak bitirmiştim. Çok hoşuna gitti." Tara'nın Menderes'le diyaloğu Menderes'in dramına kadar devam eder. Askere de onun yardımı ile gider. İskenderun'da teğmendir, 1960 İhtilali olduğunda. 1955'te 4 bin lira maaş almaktadır Tara. Hakkı olan primi alamadığı için kendi işini kurmaya karar verir. Şarık Tara Şirketi'ni kurar. İstinye Köprüsü'nün temelleri ile Yeşilköy sahil yolundaki koruma duvarlarını Veziroğlu'na taşeron olarak çalışarak yapar. 1957'de ise İTÜ'den 'can dostu' Sadi Gülçelik'le birlikte Enişte-Kayınbirader olarak ENKA'yı kurarlar. Bu bağ, Sadi Gülçelik'in, Tara'nın kızkardeşi Vildan Hanım'la evlenmesinden kaynaklanmaktadır. Sonra yüzde onluk paylarla Tara'nın babası Fevzi Bey ile Sadi Bey'in abisi de hissedar olurlar Enka'ya. İşlerini zamanında teslim etmesi Tara'yı devlet kurumları ile biraz daha yakınlaştıracaktır. Ama Enka'nın asıl sıçraması Uniroyal Lastik Fabrikası işinin alınması ile olacaktır. Enka artık büyümeye başlamıştır: "Özel sektöre de, devlete de çalıştık. Arçelik'i, Şişecam'ın Çayırova Fabrikası'nı yaptık." Pimaş'la daha da büyür Enka. Pimaş'ın sponsorluğunda 1969'da Türkiye'de düzenlenen Avrupa Plastik İmalatçıları Toplantısı Şarık Tara'ya bugün Davos'a en çok katılan işadamı unvanı kazandırması yolunda ilk adımı attıracağı gibi, Tara'nın uluslararası alanda çok tanınan birisi olmasına da vesile olacaktır. Çünkü o toplantıda tanıştığı Prof. Klaus Schwap, 1970'lerde kurulan ve Davos'un ilk hali oarak adlandırılan Management Forum'un başındaki yetkilidir. 1972'den bu yana Davos toplantılarına katılan Tara, bu toplantılarda Türkiye adına çok önemli işlere de imza atar. Bugüne kadarki Davos toplantılarının Türkiye açısından en önemlisi olan 1987'deki toplantıda Özal-Papandreu görüşmesini tertipler. Denebilir ki Davos toplantıları, Şarık Tara'nın da gayretiyle Türkiye için 'yıldızların parladığı anlar' olur zaman zaman. Tara, burada kurduğu ilişkiler sayesinde Bush'tan Jivkov'a, Chernomyrdin'den Taha Yasin'e, Margaret Thatcher'a kadar dünya liderleriyle çok iyi tanışan ve görüşebilen birisi olur. Enka'nın yüze yakın yabancı ortaklığının da bunda etkisi vardır Tara'ya göre. Bu arada 1970'lere gelindiğinde 10 bin lira sermaye ile kurdukları Enka artık dış pazarlara da açılır. Türkiye'ye döviz getirecek yeni pazarları 'ilk' keşfeden müteahhit firmalardan olur Enka. Libya pazarına ilk giren Enka'dır 1971'de. Ardından Suudi Arabistan, Irak ve Ürdün'de müteahhitlik işleri üstlenir. Son durak Beyaz Ev'ini de kısa sürede yaptığı Rusya pazarıdır. Enka'yı ne ekonomik krizler ne de siyasi çalkantılar veya ihtilaller yükseliş trendinden alıkoyabilir. Enka tarihinde bir tek kötü dönem yaşanır. O da 1985 yılıdır: Çok açıldık, fabrikalar aldık. Dış ticaret şirketimiz vardı, o da çok kötü gitti." İşin dışında kayınbiraderi Sadi Bey'in bir uçak kazasında kaybedileceği 1980 yılı da onun için iyi hatırlanmayacak bir yıl olur. Kızkardeşi Vildan Hanım'ın Notre Dame de Sion'dan okul arkadaşı, Kırımlı bir aile olan Şakir Ataman'ın kızı Lale Hanım'la 1956'daki evliliğinden Sinan Bey'in dışında Zeynep ve Leyla adında iki çocuğu daha olan Tara'nın vaktini, Enka'dan çok üyesi bulunduğu ve sorumluluk üstlendiği kurumlar almaktadır bugünlerde. Biri Japonya Devlet Başkanından aldığı diğeri de Türk Dışişleri'nin verdiği iki belgenin dışında İTÜ ve Moskova Tıp Akademisi'nden aldığı iki de Şeref Doktorası ile övünen Tara, 'üyelikleriniz var mı?' sorusuna karşılık açıklama ihtiyacı hisseder gibi, üyesi olmadığı kurumları şöyle sayıyordu: "Hiç bir şeyle alakam yok. Ne Propeller Kulüp (Kim Kimdir'e göre üye görünüyor), ne rotary ne masonluk." Bunlar da üyesi oldukları: TÜSİAD, TEV, İTÜ Vakfı, Olimpiyat Komitesi. (50) ENKA'nın 1972'de başlayan yurtdışı işlerinde çalıştırdığı Türk sayısı 150 bin 21'e, Türkiye'ye getirdikleri döviz miktarı da 1.5 milyar dolara çıkmıştı. Dolayısyla para güç demekti. Enka'nın patronu Şarık Tara, ‘‘Adını bile duymadığım yerlerden iş aldık. İnşaatta Avrupa'dan 20 yıl öndeyiz’’ diyordu. Böyle bir baronun karşısında kim durabilirdi! Derin devlet konseyinin patron adayı Mehmet Ağar: 1951'de Elazığ'da doğdu. Babası Zülfikar Ağa gibi polisliği seçti. Emniyet Genel Müdürlüğü adına Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde okuyan Ağar, 1972'de mezun olduktan sonra, polisliğe Emniyet Genel Müdürlüğü ve Cumhurbaşkanlığı korumalarında görev alarak başladı. İznik, Selçuk ve Torul Kaymakamlıkları da yapan Ağar, Derince Kaymakamlığı görevinden sonra, İstanbul Siyasi Şube Müdür Muavinliği'ne getirildi. 5 yıl süren İstanbul Emniyet Müdürlüğü Personel ve Asayiş Şube Müdürlüğü'nden sonra, Şükrü Balcı-Ahmet Ateşli-Ünal Erkan ve kendisi ile ilgili MİT raporunu nedeniyle 1988 yılı başında, Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne getirildi. Bu dönemde siyasilerle yakın ilişki kurmaya gayret etti. Ankara Emniyet Müdürü olduğu dönemde Semra Özal'ın hiçbir programını kaçırmaması, Ankara dışına çıkışı ve gelişlerinde her zaman havaalanında da hazır bulunması nedeniyle adı zaman zaman, "Papatya Bürokrat" olarak anıldı. Aynı dönemde Turgut Özal'a karşı düzenlenen suikastın soruşturulmasını görevini yürüttü ve video kasete alınan Kemal Horzum sorgusunu yaptı. Korkut Özal bu nedenle Ağar'ın suikastın arkasındaki isimleri bildiğini ileri sürdü. İstanbul Emniyet Müdürlüğü görevinden sonra, 1992'de de Erzurum Valisi oldu. Bu görevi sırasında 1 Ağustos 1992'de gıyabi tutuklu olarak aranan Bahçelievler katliamı sanığı Haluk Kırcı'nın nikahında, gelin Vesile Erzincanlı'nın nikah şahitliğini yaptı. 1993 Temmuz ayında Tansu Çller'in DYP Genel Başkanı ve Başbakan olmasından sonra Emniyet Genel Müdürlüğü'ne getirildi. Bu göreve gelir gelmez, Milli Güvenlik Kurulu'na 'Özel Tim'in güçlendirilmesi ve PKK'nın büyük şehirlerdeki finans kaynaklarını kurutmak gibi önlemleri içeren "Terörü 1 yılda yok edecek" bir plan hazırlayıp sundu. Özel Harekat Timi'nin PKK'yı bir yılda sileceğini ileri sürdü. "PKK'ya karşı ülkücü ordusu kurulduğu" iddialarını yalanladı. Bu konuşmasından 40 gün sonra ise "Özel ordu çok yakında hazır" açıklamasını yaptı. Polis örgütüne MHP yanlılarının hakim olmasına göz yummakla suçlandı. Ağar yönettiği polis örgütü nedeniyle, işkence iddialarına ve yargısız infaz suçlamalarına da hedef oldu. Ağar, " Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok ve Cem Ersever" gibi suikastların hiçbirisi çözülmemesine karşın, faili meçhul cinayetlerden 893'ünün ortaya çıkarıldığını savundu. MGK'da 26 Nisan 1995'te Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi'nin Türkiye Raporu görüşülürken, Demirel "İşkence yok" diyen Ağar'ı, "İşkence yok demekle olmuyor" diyerek tersledi. Daha sonra işkenceyi "münferit olaylar" olarak nitelendiren Ağar, eleştirilerin tırmanması üzerine "Polis hatasız değil" demek zorunda kaldı. İstanbul'daki mafya iddiaları nedeniyle eleştiri alan Ağar, yasal düzenlemeler yapıldıktan sonra "Mafyaya karşı katı" olacaklarını söyledi. Bu dönemde Mülkiye müfettişlerinin incelemesiyle ortaya çıkan bir skandalda kimi sabıkalı mafya üyelerine yasalara aykırı bir biçimde silah ruhsatı verildiği ve ruhsat dosyalarında eski İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu'nun imzası bulunduğu ortaya çıktı. Ağar bu soruşturma için kendisi hakkında yapılmış bir işlem olmadığını belirtti. Ağar kayıp dosya olmadığını söylerken, müfettişler 400 silahın dosyasının kaybolduğunu ortaya koydu ve mafya üyelerine verilen ruhsat sayısının 2 binden fazla olduğu belirlendi. Ağar, Emniyet Genel Müdürlüğü döneminde artan faili meçhul cinayetler nedeniyle büyük eleştiri aldı. Çiller'e başbakanlığı döneminde büyük destek veren Ağar, onu yurtiçi, yurtdışı tüm gezilerinde yalnız bırakmadı. Ağar, bu dönemde İstanbul Emniyet Müdürü olan Necdet Menzir ile büyük bir çekişmenin de içinde oldu. Aralık 1995 seçimlerinden sonra 28 ay sürdürdüğü Emniyet Genel Müdürlüğü görevinden ayrıldı ve DYP milletvekili olarak Meclis'e girdi. Çiller'in A Takımı'nda yer aldı. Adalet Bakanı olduğu ANAYOL Hükümeti döneminde cezaevlerinde 12 siyasi tutuklunun açlık grevlerinde ölmesi büyük tartışma yarattı. REFAHYOL Hükümeti'nin kurulmasından sonra İçişleri Bakanlığı koltuğuna oturdu. Ağar, Bakanlar Kurulu toplantısında Başbakan Necmettin Erbakan'ın Libya gezisine karşı çıkan tek isim oldu. Erbakan'ın kararnamesini de imzalamayan Ağar görevinden istifa ederek de direnişini sürdürdü ve azledilmesi gündeme geldi. Ağar'ın Susurluk olayından hemen sonra polis müdürü Hüseyin Kocadağ'ı savunarak, Abdullah Çatlı'yı teslim olmaya götürdüğü yolundaki açıklaması herkesi şaşırttı. Bu sözlerinin hemen ardından Tansu Çiller tarafından istifaya zorlandı ve istifa etti. 1996 Eylül ayında Aydınlık dergisi tarafından açıklanan ikinci MİT raporunda bizzat Ağar tarafından verilen yeşil pasaportlar ve silah taşıma belgeleriyle özel bir örgüt kurduğu, bu örgütün adam kaçırma, uyuşturucu kaçakçılığı gibi işlere bulaştığı iddia edildi. Susurluk kazasından sonra yapılan incelemelerde Çatlı'nın üzerinde çıkan silah taşıma belgesindeki imzanın Ağar'a ait olduğu Jandarma Kriminal Laboratuvarı tarafından tespit edildi. İstanbul DGM Başsavcılığı tarafından hazırlanan ve 30 Ocak 1997'de Meclis'e gönderilen fezlekede, Sedat Edip Bucak ile "Cürüm işlemek için çete kurmak. Hakkında yakalama ve tevfik müzakeresi bulunan kişileri yetkili mercilere haber vermemek ve görevi kötüye kullanmak" suçlamalarıyla 6'yla 12 yıl arasında ağır hapis cezasına çarptırılması istendi. 11 Aralık 1997'de dokunulmazlığı kaldırılan Ağar, Anayasa Mahkemesi'nin itirazını reddetmesinden sonra, DGM'de 10 Ocak 1998'de 3 saat süreyle sanık sıfatıyla ifade verdi. Hospro silahlarıyla ilgili yaptığı yazılı savunmada, silahları Korkut Eken'e senet karşılığı verdiğini ve konunun devlet sırrı olduğunu söyledi. Mesut Yılmaz ise bu tür bir devlet sırrının kayıtlarda yer almadığını ileri sürdü. 15 Haziran 2000 tarihinde "Suç işlemek amacıyla teşekkül oluşturmak" iddiasiyle hakkında oluşturulan Meclis Soruşturma Komisyonu 8'e karşı 6 oyla Ağar'ın Yüce Divan'a sevkine gerek olmadığına karar verdi ve eski İçişleri Bakanı böylece aklandı. Baronun Söz Bir'de Kaybolan Uçaksavarlarla İlgili Konuştuğu Kişi: Aydın Doğandı. Hürriyette de benzer bir başlık çıkmıştı "Kaybolan Silahlar Kadek'in Elinde mi?" diye. Kaybolan silahların sorulacağı adres Ağardı. Devlet sırrı arkasına saklanarak asla konuşmayacaktı. Ve en güçlü Baron adayı Rahmi Koç : Vehbi Koç, 1934 yılında İstanbul’da ilk teşebbüsüne başladı. Bu aynı zamanda onun ilk sanayi teşebbüsüydü. Haliç Sütlüce’de Hovagimyan Biraderler’in kurduğu boru fabrikasına ortak oldu. Ancak daha işin başında hesaplar iyi yapılmadığı için iş battı. Böyle bir iki tecrübe geçirdikten sonra, “Başkalarının kurduğu işe ortak olmam, kendi kurduğum işe ortak ararım” kararını verdi. 1937’de İstanbul’da ilk şubesini açtı. Fermenciler’de 100 bin lira sermayeli Vehbi Koç ve Ortakları Kolektif Şirketi faaliyete geçti. 1938’de de Koç Ticaret Anonim Şirketi’ni kurdu. Artık, ülkenin sayılı ticaret adamlarından biri haline gelmişti. 1930 yılında oğlu Rahmi Koç, 1938’de kızı Sevgi Koç (Gönül) ve 1941’de de kızı Suna Koç (Kıraç) doğmuştu. Artık dört çocuk babası bir ticaret adamıydı. 1944 yılı, yıllar boyunca başarılı bir şekilde sürecek bir işbirliğinin başlangıcı oldu. Otomobil işinde daha da gelişmek için iyi bir yönetici arıyordu. Sonunda Bernar Nahum’la tanıştı ve onu transfer etti. 1944 başlarında, Bernar Nahum, Koç Ticaret A.Ş. Otomobil Şubesi Müdürü oldu. Böylece uzun yıllar sürecek bir işbirliği ve dostluk başladı. Bu arada İkinci Dünya Savaşı devam ediyordu. 1945’te savaş sonrası ticarette öncelik kazanmak için New York'ta Ram Commercial Corporation şirketini kurdu. Ama bu şirket istediği sonucu vermedi. Bu arada lastik firması U.S. Rubber (Uniroyal) firmasının temsilciliğini aldı. Savaş sonrası ilk Amerika seyahatine çıktı. 52 gün kaldığı bu ülkede, gördüğü herşey onu etkiledi. 102 katlı Empire State binası, yollar, binalar, fabrikalar, mağazalar, araçlar, herşey ama herşey bambaşka bir dünyanın görüntüsü gibiydi. Burada işadamlarının zamanı nasıl kullandıklarını, iş görüşmelerini nasıl yaptıklarını gördü. Bir anlamda “işadamlığı stajı” gibiydi Amerika seyahati. Bu seyahatte Ford’la ilişkilerini geliştirdi, ama Henry Ford’la görüşmeye muvaffak olamadı. General Electric’i Türkiye'de ampul fabrikası kurmaya ikna etti. 1947’de kendi sermayesiyle ilk sanayi teşebbüsüne girişti. Ankara Oksijen Sanayi Şirketi’ni kurdu. Ardından bir yıl sonra da General Electric Ampul Fabrikası’nı kurdu. Artık ticaretten sanayiye kayıyordu. Bunda, çocukluk yıllarının etkisi büyüktü. O çok iyi bir gözlemciydi. Ticarete, ticareti çok iyi yapan gayrimüslimleri izleyerek girmiş, hep en kazançlı işleri seçmişti. Sanayiye girerken de, ülkenin, insanların ihtiyaçlarını gözledi. Türkiye’nin en büyük şirketler topluluğu Koç’un Yönetim Kurulu Başkanı Rahmi Koç, 2002 başı itibariyle, babası Vehbi Koç’tan 54 yaşında devraldığı koltuğunu, 18 yıl sonra 41 yaşındaki oğlu Mustafa Vehbi Koç’a devretti. Koç Topluluğu’nun bir numaralı profesyonellik kadrosu Chief Executive Officer (CEO) görevi de, Temel Atay’dan 52 yaşındaki Bülend Özaydınlı’ya geçti. Holdingin kurucusu olan babasının 83 yaşında emekliye ayrılmasıyla 30 Mart 1984 tarihinde İdare Meclisi Başkanlığı’nı üstlenen Rahmi Koç, 2002 yılında girdiği 72 yaşında bu görevi büyük oğlu Mustafa Koç’a bıraktı. Mustafa Vehbi Koç, 1960 yılında doğdu. İsviçre’de Lyceum Alpinum Zuoz’daki öğreniminin ardından ABD’deki George Washington Üniversitesi’nde işletme okudu. 1984 yılında Tofaş Oto’da satış elemanı olarak toplulukta görev alan Koç, Kofisa Ceneve’de Satış Müdürlüğü, Ram Dış Ticaret’te genel müdür yardımcılığından sonra, Koç Holding’de sanayi-enerji-ticaret şirketleri başkanına yardımcı pozisyonuna getirildi. Rahmi Koç tartışmasız olarak iş dünyasının bir imparatoru haline gelmişti. Türkiye'nin en zengini Rahmi Koç 4.9 milyar dolar servetin sahibi ve bu servetle dünyada 103. sırada. Yabancı sermayeye entegre Koç Grubunda Rahmi Koç CFR’ye üye olana kadar yalnızca BB üyesiydi. CFR'nin Şubat 2001'de ki toplantısı, dizideki gibi Masonların İstanbul Merkezli mekanında değil, Koç Holding binasında Rahmi Koç'un ev sahipliğinde gerçekleşti. Bu toplantı Türk ekonomisinin küresel güç baronları arasında paylaşıldığı toplantılardan sadece birisidir. Ekonomi bu toplantıdan sonra battı. Elbette baron öldürülmedi, sadece emekli edildi. İlginç konuşmalarıyla sık sık gündeme gelen Koç, AB ve ABD yanlısydı ve Washington'u herzaman savundu. ' En iyisi akıllı diktatörlük, o da bu devirde olmaz.' ' Müslümanların tek dini lideri olmalı' gibi kelamları unutulmaz. Özellikle, 2001 yılı Ağustos ayında Koç Holding İcra Kurulu Başkanı Rahmi Koç’un CNN Türk’e yaptığı açıklama ilginçtir. Rahmi Koç, Erdoğan’ın bir milyar dolarlık bir servete sahip olduğunu belirtmiş ve bu servetin kaynağını sormuştur. Aynı şekilde Hürriyet Ankara bürosu şefi Sedat Ergin de 2 Ocak 2004 yazdığı yazısında Erdoğan’ın ortak olduğu üç firmadan söz etmiştir, ki bu firmalar Ülker ürünlerinin dağıtımı ile iştigal etmektedirler Koç grubunun servetini yaparken devletin ve yurtdışı merkezlerin icazetini aldığı muhakkak. Doğu bey, bunu baronla ölmeden önceki görüşmesinde net biçimde söyledi. Gitmesi gereken yerlere gittiği için yükselmişti Koç imparatorluğu. Perde arkasında durmayı seven azınlıkların servetlerini baba Koç gibi oğul Koçlarda çok iyi kullandılar. Türkiye'nin en büyük şirketlerinden olan Arçelik'te ve Arçelik'in dağıtım ağı Atılım Pazarlama'da önemli bir hisse payına sahip olan Burla Biraderler bundan 500 yıl önce İspanya'dan Osmanlı topraklarına göç eden bir İspanyol Yahudi ailesidir. Can Kıraç'ın 'Anılarımla Patronum Vehbi Koç' kitabını okurken, kitabın satır aralarında geçen bir soyisim dikkatleri çekiyor; Burla Biraderler. (51) Türkiye'deki kökleşmiş isimlerin yer aldığı 'Kim Kimdir?' kitabına bakıyorum. Ama Burla ailesi ile ilgili hiçbir bilgi kırıntısına rastlayamıyorum. Musevi cemaatine ait aile fertlerine ulaşmak kolay değil. Yine medyatik bir umut ışığı var: Monik Burla. Burla Biraderler'in torunu, Avni Benardete ile evlendikten sonra kamuoyu daha doğrusu sosyete dünyası onu Benardete soyadı ile biliyor. Fakat Avni Benardete daha sonra genç bir hanımla başlattığı ilişki sebebi ile Monik Benardete'den boşanıyor. Monik ise şu anda bir sebeple Avni Bey'in amcazadesi Ceri Benardete ile beraber. Karışık bir ilişkiler ağı var anlayacağınız. Monik Burla mübalağasız Burla ailesinin piyasa tarafından bilinen tek ismi. Gece hayatında, partilerde ve magazin dergilerinde boy göstermeyi çok seviyor. Saklı yapılar artık illegaliteyi akla getirir oldu. Masonluk bile belli ölçüde şeffaflaşmaya gitmek zorunda kaldı. Birçok azınlık gibi Burla Biraderler de Türk milletinin üstünden çok büyük paralar kazanmış, otomotivden tekstile pekçok sektörde faaliyette bulunmuş bir aile olarak Türkiye'de çok önemli ticari işlere imza atmış ama kendilerini hep perde arkasında tuttular. Burla Ailesi İspanya Yahudilerinden ve Osmanlı topraklarına 1492 yılında göç eden bir aile. Bu sebeble 500. Yıl Vakfı'nın aktif üyeleri arasında Lori Burla da var. Aile şirketleri tekstilden otomotive, büro, kırtasiye malzemelerinden elektrik malzemelerine, oradan rulman ve fotoğraf makinesi pazarlamasına kadar birçok alanda faaliyet gösteriyor. Ailenin önemli isimlerinden Monik Burla ile Rahmi Koç arasında çok sıkı bir dostluk ilişkisi var. Monik hanımın verdiği tüm davetlere Koç ailesi tam kadro katılıyor. Ayrıca küçük bir grup her ayın ilk perşembesi basından habersiz bir araya gelerek gurme toplantıları yapıyorlar. Aşağı yukarı 10 ailenin bulunduğu bu süzme toplantılara öğrenebildiğimiz kadarı ile, Rahmi Koç ve Monik Burla'nın dışında Nuri Çolakoğlu, Tezcan Yaramancı, Hakko ailesi, Nursen Gündüz ve ailesi ve Ceri Benardete katılıyor. Burla Biraderler ile Vehbi Koç arasındaki ilişki sadece ticari alanda olmadı. Vehbi Koç'un arkasındaki 'gizli kahraman' olarak bilinen Bernar Nahum'un da Koç Grubu'na Burla Biraderler'den 1944 yılında transfer edildilmesi çok stratejik bir konumlanma örneğiydi. Bernar Nahum biraz zor verdiği bu kararın arkasından hayatının sonuna kadar Vehbi Koç ile beraber oluyordu. Şimdi de Nahum'un oğlu Jan Nahum Koç Holding'e ait Tofaş Grubu'nda murahhhas aza olarak görev yapıyordu. Nahum, Koç'tan sonra Koç Grubu'ndaki en önemli soyadı. Koç'un özellikle yurtdışı ilişkilerinin arkasında hep Bernar Nahum'un uluslararası seviyede güçlü bağlantıları yatıyordu. Elektrik ampulü, taşıt lastikleri, buzdolabı, çamaşır makinesi, Anadol otomobili üretimi gibi başlangıçta çok zor gibi görünen sektörlere girilmesinde Nahum'un hayal gücünün ve uygulama üstünlüğünün payı büyüktü. Bernar Nahum eğer Burlalarda kalsa idi Koç bu kadar büyüyebilir miydi bilinmez ama doku uyuşmazlığı olmaması halinde Burla ailesinin şimdikinden daha büyük bir noktada olacağı muhakkaktı. 1960'lı yılların başlarında Vehbi Koç, beyaz eşya sektöründeki talebi karşılamak amacı ile çelik dolap işine girmek istiyordu ama Burla Biraderler de aynı şekilde bu işi yapmaya soyunmuşlar ve bir fabrika arıyorlardı. Bu durum Vehbi Koç'un hiç hoşuna gitmiyordu. Piyasanın iki üreticiyi besleyecek kadar gelişmediğini düşünüyor ya da rakip istemiyordu. Zaten Burla ailesi ile bazı sektörlerde kıyasıya bir rekabet yaşıyorlardı. Bu sefer Koç, Burla Biraderler ile ortak olarak onların piyasa tecrübelerinden yararlanmak istiyordu. Ve Burla Biraderler'e ince ve kurnaz zekası ile reddedemeyeceği bir teklif götürüyordu. Vehbi Koç, Burla Biraderler ile görüşerek fabrikayı birlikte kurmayı teklif ediyordu. Bilgi ve sermaye gücü nedeni ile çoğunluk hisselerine Koç grubu sahip olacaktı. Burla ailesine ise yüzde 20 hisse verildi. Bugün Burla Biraderler'in Arçelik içindeki payları yüzde 2,98'e inmiş durumda. Ama Arçelik Türkiye'nin en büyük özel şirketi ve cirosu 1 milyar 200 milyon dolar seviyesinde. Dolayısı ile yüzde 2,8'lik pay bile bir aileye en üst seviyede yaşam standardı sunacak kadar önemli bir rakama tekabül ediyordu. Bugünkü değerlerle yaklaşık 100–150 milyon dolarlık bir pay demekti bu. Bir dönem kağıt işinde de Türkiye'de belirleyici bir rol oynamışlardı. Hürriyet gazetesi ile Burla ailesi arasında da ispatı bir çırpıda mümkün olmayan bir finans ilişkisi olduğu biliniyordu. 150 milyon doların üstünde ciro yapan ve bu açıdan Türkiye'nin en büyük gazetesi olarak bilinen Hürriyet gazetesini destekleyen kurucu kadrolar arasında Burla Ailesi başı çekiyordu. Cumhuriyet gazetesine gelince... Cumhuriyet'in de, kurucusu Yunus Nadi. Mason olan Yunus Nadi, Arnavut kökenli yazar Naci Pelister'in "Türk Matbuatı Yahudilerin Kontrolü Altında" başlıklı bir yazısında bildirdiğine göre, aynı zamanda da bir "Karaim Yahudisi". Karaimler, 8. yüzyılda kurulmuş bir Yahudi tarikatı. Bu durumda Cumhuriyet'i bir "tarikatçı gazetesi" olarak tanımlamak mümkün olabilir; tabii İslam değil Yahudi tarikati elbette. Cumhuriyet'in Milli Şef dönemindeki yükselişi ise, iki Yahudi şirketinden aldığı destek sayesinde oldu. O dönemde Türkiye'deki gazetelerin ilan işleri, "Yahudi şirketi" olan Hoffer'in, kağıt işleri de Burla Biraderler'in elindeydi. Onların tutmayacağı bir gazetenin yükselmesi ve hatta yaşaması zordu. Bu bilgiden hareketle insanın aklına Burla ailesi acaba Karaim tarikatına mı üye diye bir soru gelebiliyor. Burla Biraderler'in nasıl büyüdüğüne bakıldı ğında iki şey dikkati çekiyor; dışarıdaki bağlantıları ve içerideki rakipsizlikleri. Cumhuriyetin başlarında bazı ithal malların satılmasında ve devlet ihalelerinde Yahudi ailelerin çok büyük avantajları olmuştu. 1954 yılında Galata'da Üzeyir Garih ile İshak Alaton'un beş bin lira sermaye ile kurdukları Alarko Holding'in bugünkü gücüne ulaşmasında, 1958'de dönemin başbakanı Adnan Menderes'in kendilerine Ankara'da kurulacak olan bir para matbaasının havalandırma tertibatının ihalesini vermesinin önemli rolü olduğunu kimse inkar edemezdi. Elektrifikasyon ve elektrik malzemelerinin satışı ile piyasaya giren Burla Biraderler'in de gerek devletten aldıkları ihalelerle ve gerekse Türk işadamlarıyla yürüttükleri ortak çalışmalarla kısa zamanda büyük güce ulaştıkları ortadaydı. Devlete yaslanmadan zengin olan kimse yoktu bu ülkede. Burla Birderler'in şirketleri Türkiye'nin en eski ticaret ve sanayi şirketlerinin başında geliyordu. Burla Biraderler'in en eski şirketi 1928 yılında kurulan Ottaş Otomotiv ve Taşınmaz Mallar Sanayii. Ottaş bugün Türkiye'nin en eski otomotiv şirketiydi. Ottaş'ın şu anki yönetim kurulunda şu isimler bulunuyordu: Lori Burla, Leon Hahanel, Sara Bornsten, Emil Franko, Nadya Sonman, Robert Sonman ve İvet Burla. Yine Burla Biraderler'e ait Burla Makine Ticaret ve Sanayi şirketinin yönetiminde de aşağı yukarı aynı isimler vardı: Lori Burla, Monik Benardete, Terry Sonman, Toni Hananel, Nadya Sonman, Sara Bornsten, İvet Burla, Leon Hananel ve Robert Sonman. 1975 yılında kurulan şirket, tezgah makineleri, yedek parçaları ithalat ve ihracatı alanlarında faaliyet gösteriyordu. Power dergisinde Burla Biraderler ile çıkan bir haberde şu bilgiler yer alıyordu: Burla Ailesi Arçelik'in yanı sıra Koç Holding'in beyaz eşya pazarlama şirketi Atılım'da da hisseye sahip. Lori Burla şirket yönetim kurulunda ve başkan yardımcısı olarak görev yapıyor. Atılım'daki hisse payı ise bilgiye kapalı yapıdan dolayı bilinemiyor. File Tül Makine ve File Tekstil Sanayii, Burla ailesinin tekstil sektöründeki şirketleri arasında yer alıyor. File Tül'ün yönetim kurulunda Yusuf ve Reyna Burla ve Eddi Anter isimleri var. File Tül Makine her türlü tel örgü, makine ve ipliğiyle mensucat imalatı alanlarında faaliyet gösteriyor. File Tekstil genel bir ticaret şirketi hüviyetinde. Bir başka tekstil şirketi Şen Triko da Yusuf Burla yönetiminde. Burla ailesinin şirketi olan Birol File de Birol Burla tarafından kurulmuştu. ( 52) Aile içi ilişkileri araştırınca sır perdesi çözülüyordü. Vehbi Koç’un eşi Sadberk Hanım, Vehbi Bey’in teyzesinin kızı. Sadberk Hanım’ın baba tarafindan kuzeni de Hürriyet’i kuran Sedat Simavi. Sedat Simavi, Hürriyet’i kurarken bütün sermayeyi Eli Burla sağlamış. Eli Burla ile Vehbi Koç’un ortaklıkları malum. Sadberk Hanım, Sadullah-Nadire Aktar çiftinin ikinci çocuğu. Birinci çocukları Adile Hanım, İhsan Mermerci’yle evlenmiş. İhsan Mermerci, Akfil’in kurucusu. İhsan-Adile çiftinin çocuklarından Mehmet Ata Mermerci Ender Mermerci’yle evlenmiş. Üzeyir Garih’in öldürülmesinden sonra Vehbi Koç’un kızı Sevgi Gönül, Hürriyet’teki Divit isimli köşesinde, Garih’in ziyaretine gittiği söylenen Nakşibendi Şeyhi’nin müritleri arasında "teyzezademin eşi Ender Mermerci’nin de olduğunu öğrendim" diyordu. Ender Mermerci, 2000 yılında Ermeni Soykırım Tasarıları gündeme gelince, jet sosyetenin milliyetçi güzeli olarak da ortaya çıkmış ve "Benim gibi insanlar çoğalsa, yurt dışında lobi yaparız ve bu tasariları önleriz" diyordu. Bu çiftin çocuklarının isimleri Yosun, Tansa ve Derin. Bu üç kişi de anneleri gibi paparazzilerin gözdesi. İhsan-dile çiftinin çocuklarından Suha Mermerci, Gudrun Hanım’la evlenmiş. Çocuklarının ismi Yavuz Mermerci. İhsan-Adile Mermerci çiftinin bir diğer çocuğu S. Nihal Hanım, Nihat Karaveli’yle evlenmiş. Nihat Karaveli, gazeteci ve Galatasaray Lisesi’nden Coskun Kırca, İlter Türkmen, Naim Tirali ile sınıf arkadaşı. Sadullah-Nadire Aktar çiftinin ikinci çocukları Sadberk Hanım’ı sona bırakıp üçüncü çocukları Melahat Hanım’a geçelim. Melahat Aktar, Prof. Dr. O. Cevdet Çubukçu’yla evlenmiş ve bu evlilikten doğan iki çocuktan Prof. Ender Berker, Mustafa Berker’le; Aydın I. Çubukçu da Nükhet Hanım’la evlenmiş. Bu soyadını unutmayınız, aşagıda bu soyadını genişleteceğim. Sadullah -Nadire Aktar çiftinin dördüncü çocuğu Emin Aktar, Hüsniye Hanım’la evlenmiş ve bu evlilikten doğan Samih Aktar, Caroline Hanım’la evlenmiş. Diğer çocuğun ismi de Özmen Aktar. Gelelim ikinci çocuğun yani Sadberk Hanım’ın, Vehbi Koç’la olan evliliğine. En büyük çocuk Semahat Hanım, Nusret Arsel’le evlenmiş. Üçüncü çocuk Sevgi Hanım, Doğan Gönül’le evli. Sevgi Hanım, Hürriyet’te Divit isimli köşesinde, başörtüsü takan üniversiteli kızlara hakaretler yağdırıyor. Dördüncü çocuk Suna Hanım da İnan Kıraç’la evli. GS Yöneticisi Can Kıraç’ın kardeşi. Suna Kıraç, Bilderberg üyesi. İnan ve Can Kıraç’ın babaları Mustafa Kemal’in ekibinden, Kıraç soyadı da Mustafa Kemal tarafindan verilmiş zaten. Kuru tarımla ilgili yaptığıi çalışmalardan dolayı. Gelelim ikinci çocuğa yani Rahmi Koç’a Rahmi Bey, Çiğdem Meserretçioğlu’yla evleniyor. Bu evlilikten Mustafa, Ömer ve Ali Koç doğuyor. Mustafa Koç, İzmir’in ünlü zenginlerinden, İzmir Yün Mensucat’in da sahibi olan Giraud’larin kızı Caroline ile evleniyor. Çiğdem Meseretçioğlu yine İzmir’in eski çok zengin ailelerinden sanayici ve armatör Avni Meserretçioğlu ile eşi Suat Hanım’ın kızı. Çiğdem Hanım, Rahmi Koç’tan sonra Erol Simavi’nin oğlu Günaydın’ın da sahibi Haldun Simavi’yle evlendi. Suat Hanım ünlü armatör Kemal Sadıkoğlu’nun kızkardeşi. Armatör Sadıkoğulları’nın kızlarından Varlık Hanım, Alp Yalman’la, Berna Hanım bir diğer Bilderbergli Feyyaz Tokar’la, Rabia Hanım ise Bogaziçi Lisesi Yıllıkları’nın sponsoru (ve çocukları da oradan mezun zaten) Çapamarka’nın oğlu Vecdi Çapa’yla, Esin Hanım ise Milliyet Gazetesi yazarlarından Yılmaz Çetiner’le evlenmiş. Meserretçioğlu çiftinin Çiğdem Hanım’ın dışındaki diğer iki çocuğundan biri olan Güldem Hanım da, İpragaz’ın sahibi Yücel Kurttepeli’yle evlenmiş. Şimdi dönelim yukarıda döneceğimizi söylediğimiz Çubukçu soyadına. Şişli Terakki Lisesi, 1990-1991 mezunları listesine bakıyoruz. Merve Sadberk Çubukçu, İbrahim Aydın Çubukçu kızı. Kim bu İbrahim Aydın Çubukçu ? Beko Genel Müdürü ve Sadberk Koç’un kızkardeşi Melâhat Aktar’ın Prof. Dr. O. Cevdet Çubukçu’yla evliliğinden doğan çocuğu. İ. A. Çubukçu’nun dedesi yani babası O. Cevdet Çubukçu’nun babası Tütüncü Mustafa Kazım Efendi. Kazım Efendi önemli birisi, önemi 1924 Mübadelesi’nden geliyor. O dönemde çok zengin olan bu zat, Sabetaycılar gemiyle gelirken parası olmayanların da tüm masraflarını karşılamış. Şimdi başa dönelim. Sadberk Hanım’ın annesi olan Nadire Hanım aynı zamanda Vehbi Koç’un da teyzesidir. Nadire Hanım’ın kızkardeşi Fatma Hanım Vehbi Koç’un annesidir. Ancak akrabalık bununla sınırlı değil. Sadberk Hanım’ın erkek kardeşi Emin Aktar’ın evlendiği Hüsniye Hanım da, Vehbi Koç’un kızkardeşidir. Vehbi Koç’un diğer kızkardeşi Zehra Hanım, Halim Kütükçüoğlu’yla evlenmiş ve bu evlilikten doğan Gülgen Hanım, Kutlutaş’ın Yönetim Kurulu Başkanı Peyami Çağlar’la, diğer çocuk Nesteren Hanım ise Fuat Bayramoğlu’yla evlenmiş. En son 500. Yıl Vakfi Kurucularından da olan meşhur Fuat Bayramoğlu, emekli büyükelçi, şair, araştırıcı, yazar; 1944 Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun Özel Kalem Müdürü olabilmiş bir entellektüel. Adı geçenlerin kim olduklarını tanıtmaya çalışalım. Vehbi Koç’un karısı Sadberk (Aktar) Hanım (Vehbi Koç ile Sadberk Hanim teyze çocuklarıdır) Simavi Ailesi’nin yakın akrabasıdır. Aydın Çubukçu'nun da dedesi olan Kâzım Bey'in oğlunu tüccar olmak için zorlamasının sebebi, ailenin baştan beri tüccar bir aile olagelmesidir. Babasının, tüccar olmasını istediği Osman Cevdet, doktor olduğu için ailenin ticari işlerini yürütmek Osman Cevdet'in dört kardeşi içinde tek erkek kardeşi (kız kardeşleri Zehra, Hatice, Hilmiye) olan Arif Çubukçu'ya kalır. Koç Topluluğu'nda Çubukçu'yu etkileyen bir kişi daha vardır: "Isak Eskenazi. Koç Holding'in ve Koç ailesinin mali işlerine bakardı. Bana örnek olacak o kadar çok şeyini benimsemişimdir ki. Dürüst, takipçi, tutumlu olmayı, yetki vermeyi ama o yetkiyi vereceğiniz kişiyi hiç olmazsa seçerken dikkatli olmayı." geldiğinde ise, Melahat Hanım'la evlenerek yine Ankaralı bir aile olan Nadire—Sadullah Aktar çiftine damat olur: "Babam doktor olduktan sonra, Aktar ailesinden bir kızla evlendirilmek isteniyor. Teyzelerime de gösteriliyor veya ne şekilde gösteriyorlarsa... Fakat kısmet annemle evlenmesi imiş. Koçzade Hacı Mustafa Efendi ile evlenen Fatma Hanım Vehbi Koç, Hüsniye ve Zehra Hanım'ın annesidir. Nadire—Sadullah Aktar çiftinin de, Osman Cevdet Çubukçu ile evlenen Melahat Hanım dışında Adile, Emin ve Sadberk Hanım'lar, dünyaya gelen diğer çocuklarıdır. Koç Topluluğunun kurucusu Vehbi Koç, Nadire teyzesinin kızı Sadberk Hanım'la evlenir. Buna karşılık Aktar ailesi de oğulları Emin Aktar'ı, Vehbi Koç'un da kızkardeşi olan Hüsniye Hanım'la evlendirir. (Aktar ailesinin fertleri kamuoyunda, önde olmak istemediklerinden olsa gerek, isimleri hiç bir şekilde gündeme gelmez.) Böylece teyze çocukları 'dışarıya' gitmemiş olur. Bunun dışında Nadire—Sadullah çiftinin büyük kızları olan Adile Hanim, Akfil'in de kurucusu olan İhsan Mermerci ile evlenir. (Bu evlilikten dünyaya gelen Mehmet Ata, bugün sosyetede isminden söz ettiren Ender Mermerci ile evli idi. Magazin basınında adları sürekli gündemde olan Tansa, Derin ve Yosun Mermerci de, Ender—Mehmet Ata Mermerci çiftinin çocuklarıdır.) Fatma—Koçzade Hacı Mustafa Efendi'nin diğer kızı Zehra Hanım ise Halim Kütükçüoğlu ile evlenmiştir. (Vehbi Koç'un da yeğeni olan çiftin çocuklarından Gülseren Kütükçüoğlu dışındaki Nesteren Hanım, emekli Büyükelçi, Cumhurbaşkanlığı eski Genel Sekreteri Fuat Bayramoğlu ile, Gülgen Hanım da Kutlutas Temel İnşaat ve Sondajcılık Sanayi Yönetim Kurulu Başkanı Peyami Çağlar ile… " Aydın Çubukçu, dedesi için Kazım Efendi diyor. Sabetaycıların 1924’te Selanik’ten gelenlerinden maddi durumu iyi olmayanların gemi paralarını Kazım Efendi diye birisi ödemiş. Fuat Bayramoğlu da Bektaşi mason ve Sabetaycı. Şimdi bir başka Sabetaycı gazeteci Yilmaz Çetiner’in anlattıklarından, anlatılanlardan (Aksiyon’da) alıntı yapalım : " Trabzonlu Hocazade ailesinin bir ferdi olan Çetiner, eşi Esin Hanım vesilesi ile Koç, Tokar, Yalman ve Çapa aileleri ile de akrabadır. Bugünkü eşi olan Eser (Sadıkoğlu) ile evliliğini ise 8 ay süren uzun bir mücadeleden onra 1967'de yapan Çetiner'in bu evliliğinden Aslıhan (Tahsin Çifkur'la evlidir. Leyla çiftin tek çocuklarıdır) adını verdiği bir kızı gelir dünyaya. Eser (Evde diğer bir adı Esin olan Eser Hanım, armatör Kemal Sadıkoğlu'nun Vuslat Hanım'la evliliğinden doğan yedi çocuğundan biridir. Kemal—Vuslat Sadıkoğlu'nun çocukları Türkiye'nin tanınmış simaları ile evlenmiştir. En büyük kızları olan Berna Hanım, gazeteci, yazar ve işadamı Feyyaz Tokar'la evlenir. Rabia Hanım, Çapamarka'nın kurucusu Nuri Çapa'nın Nafia Çapa ile evliliğinden doğan Tam Gıda Yönetim Kurulu Başkanı ve Beşiktaş'ın ünlü sagaçığı Vecdi Çapa ile, oğullarından armatör Celal Sadıkoğlu Hilal Hanım'la, diğeri, yine armatör olan Kahraman Sadıkoğlu da Julide Hanım'la birleştirir hayatlarını. Çiftin bir diğer kızı ve şimdi hayatta olmayan Varlık Hanım ise Galatasaray Başkanlığı da yapan Alp Yalman'la evlenir. Yilmaz Çetiner, kayınpederi olan Kemal Sadıkoğlu'nun kız kardeşi Suat Meserretçioğlu vesilesi ile Simavi ve Koç aileleriyle de hısımlık kurar. Türkiye'nin ilk armatörlerinden İzmirli Avni Meserretçioğlu ile evlenen Suat Hanım, Çiğdem Simavi (Rahmi Koç'la evliliğinden Mustafa, Ömer ve Ali Koç adında üç çocuğu olur), Güldem (İpragaz'ın sahiplerinden Yücel Kurttepeli ile evlenir, Emre ve Merve adında iki çocuğu vardır) ve Aslan Nuri Meserretçioğlu'nun (Aygen Hanım'la evlenir ve Ömer Nuri adında bir çocuk sahibidir) annesidir". ( 53) Baron Koçlar, sebataycılara verdikleri desteklerle yükselmişler ve akrabalık ilişkileri kurarak ülkenin yönetimii perde arkasından yürütmüşlerdi. Sadece servetiyle, siyasetin, devletin ve ekonominin asıl patronu olma hususiyetleriyle değil, akraba silsilesininden de anlaşılacağı gibi; kesinlikle Türkiye'de baronluğa yakışan isim Rahmi Koçtur. Ancak dizide olduğu gibi öldürülmemiş, 2002 martında kendi isteği veya dış bağlantıları CFR ve BB'nin isteği ile emekliye ayrılmıştır Dizide baronun illegal mafya örgütlenmesinin başı gibi gösterilmesi yakışıksızdı. Dedesi, babası ve annesi hacca gitmiş biri olan Rahmi Koç, kimseyi öldürtmeyecek kadar gerçek bir İstanbul beyefendisi kapitalisttir! Bu nedenle dizinin baron tiplemeside abuk sabuktu. TEŞEKKÜR SONSÖZÜ! Kurtlar Vadisi, Türkiye'nin yeraltı dünyasının, hele derin devletin hepsine ışık tutmuyor, sadece bir fener tutuyordu. Dizide mafya dünyası ile irtibatlı siyasiler ve derin devletle irtibatlı üst düzey askerler mecburi olarak sansürlenmişti. Hele olması gereken İstanbul dükaları hemen hemen hiç biri yoktu veya kim oldukları fazla lanse edilmedi. Bu diziyle Sebataycıların ne kadar güçlü olduğu ve bağlı olduklerı dış güçlerin, gizli örgütlerin başedilemezliği zihinlere, bilinçaltlarına kazındı. 20 yıldır yaşananları ustaca birleştirerek bugün yaşanıyormuş gibi sunan dizi yazarları, geçmişte yaşananları ve aktörlerini hatırlamamıza yardımcı oldular. Dizide gerçek hayatda olmayan karakterlerde vardı. Ömer baba ve eşi, avukat Canan, Güllü Erhan, dayı , Nergiz, Safiye, Deli Hikmet ve pek çok isim. Senaryoya ilave edilen pek çok isimle bu diziyi Baron Zafer Ergin’in ifadesiyle 2070 yılına kadar sürdürmek mümkündü. Mehmet Eymür, Türkiye’nin çarpık yapısını şöyle özetliyordu: Çıkar ilişkileri, milliyetçilik, işbirlikçiler, satılmışlık, mafya, çete, Avrupa Birliği, Amerika, İsrail, AB karşıtları, Amerika ve Yahudi düşmanlığı, yabancı hayranlığı, yabancı düşmanlığı, dini inançlar, din düşmanlığı, dini istismar edenler, din devleti, şeriat, Atatürkçülük, Atatürkçülüğü istismar edenler, Kuvay'ı-Milliye'ciler, istihbaratçılar, kendini istihbaratçı sananlar, istihbarat romanları yazanlar, ajanlar, komplo teoricileri, her şeyi bilenler, her şeye inananlar, inandıranlar, hortumcular, ekmeğini namusu ile kazananlar, başkalarının ekmeğini çalanlar, kredi verenler, borç alanlar, zenginlik, fakirlik, lüks, zaruret, zengin düşmanlığı, Mersedes'ciler, mobiletçiler, otobüsçüler, etnik, ideolojik ve dinsel yapılanmalar, Kürtler, PKK'lılar, Ermeniler, Süryaniler, Pontusçular, Keldaniler, Yezidiler, Milli Görüşçüler, Kaplancılar, Süleymancılar, Nizam-ı Alemciler, Tikkocular, Hizbullahçılar, DHKP-C, hala çürümüş doktrinleri savunan örgütler, teröristler, insan hakları, yargısız infazlar, adalet, adaletsizlik, yönetenler, yönettiğini sananlar, yönetilenler, entelektüeller, entelektüel olduğunu sananlar, ihtilaller, andıçlar, politik, askeri, bürokratik dokunulmazlıklar, gizlilik dokunulmazlığı, eş dost ve akraba dokunulmazlığı, mafya ve silah gücü dokunulmazlığı, birbirinden kopuk, birbirinden habersiz resmi kurumlar, halkını kandırmayı sanat edinmiş gazeteciler, parayla yazı, kitap yazanlar, aptal yerine koyanlar, aptallar, bir bilenler, her şeyi bilenler, kötüyü iyi, iyiyi kötü gösterenler, vatan kurtaran eşkıyalar, kurtarılanlar, kaçıp kurtulanlar, omuzlarda taşınanlar, gurur duyulanlar, her biri benim diyen politikacılar, askerler, paşalar, bürokratlar, şahinler, kargalar, serçeler, haber güvercinleri, birbirini sevmeyen, birbirini saymayan, kendi insanına düşman, değişik fikirlere tahammülsüz insanlar, artısı ve eksisi belirsiz etkenlerle yoğrulmuş garip bir hamur, nüansları yok olmuş renkler, alt-üst olmuş dengeler, doğru ile yanlışın karıştığı kavramlar. Bu kadar karışık bir yapı düzelmedikçe, her türlü dokunulmazlık kalkmadıkça, Türkiye’de kuvvetler ayrılığı çağdaş ülkelerdeki gibi çalışmadıkça, siyasi veya provokativ cinayetlerin de, diğer olumsuzlukların da sonu gelmezdi. ( 54) Artık silkelenip kendimize gelmenin zamanı geldi. Bu mafya düzeninde istikrarı sağladıkları için teşekkür edilmesi gerekenler vardı; Nethaber yazarı Erbil Tuşalp'ın listesi oldukça kabarıktı: Teşekkürü hak edenlerin başında elbette, Süleyman Demirel'den Bülent Ecevit'e, Alpaslan Türkeş'ten Necmettin Erbakan'a Türkiye'nin son 30 yılına damga vuran, Kenan Evren'li, Bülend Ulusu'lu, Turgut Özal'lı, Mesut Yılmaz'lı, Erdal İnönü'lü, Tansu Çiller'li, Hikmet Çetin'li, Murat Karayalçın'lı devleti yönetenler kadrosu yer alıyor. İstikrarın sağlanmasınsa emeği geçen Çatlı'dan Çakıcı'ya, Mehmet Ali Ağca'dan Oral Çelik'e, Yalçın Özbey'e, Musa Serdar Çelebi'ye, Mehmet Şener'e uzanan; İsa Armağan, Ömer Ay, İbrahim Çiftçi, Kartal Demirağ, Ercüment Gedikli, Mahmut Korkmaz, Ömer Özcan, Abdullah Kederoğlu, Avşar Kederoğlu, Celal Adan, Mustafa Çalık, Ramiz Ongun, Lokman Kondakçı, Mümtazer Türköne, Mehmet Gül, Recep Öztürk, Ahmet Sefa Kırlı, İzzet Akyazıcı, Cengiz Ayhan, Müfit Sement, Yunus Meral, Mustafa Kıvılcım, Ahmet Malkan, Üzeyir Çakmaktaş'ı saran istikrar koruyucularını unutmamak gerekiyor. Takdiri hak edenlerden Mehmet Ağar, Sedat Edip Bucak, Korkut Eken, İbrahim Şahin, Ayhan Çarkın, Ercan Ersoy, Oğuz Yorulmaz, Enver Ulu, Ziya Bandırmalıoğlu, Mustafa Altunok, Ayhan Akça, Ömer Kaplan, Bülent Orakoğlu, Hanfi Avcı, Veli Küçük, Orhan Taşanlar, Kemal Yılmaz, Kemal Yazıcıoğlu, Doğan Güreş, Mehmet Emin Yurdakul, Cengiz Ersever, Coşkun Kıvrak, İsmail Kuru, Alaattin Kanat, Kahraman Bilgiç, İbrahim Babat, Sami Demirkan, Murat Demir, Murat İpek, Abdullah Çetin, Ferda Temel, Ahmet Ateşli, Zahit Avcıbaşoğlu, Fehmi Altınbilek, Ali Cesur, Mehmet Ali Çeviker, Fuat Dinçer, Semih Tufan Günaltay, Cengiz Ersever, Kaşif Kozinoğlu gibi "vatanı herkesten çok sevenler sınıfı mensuplarını" gücendirmemek şart oluyor. Yaşamlarını kendi sırlarını gömmekle geçiren Mehmet Eymür, Yavuz Ataç, Erkan Gürvit,Nuri Gündeş,Necdet Küçüktaşkıner, Metin Günyol, Tolga Atik, Tanju Belen, Fermani Demirkol, Ertuğrul Güven, Bülent Öztürkmen, Şahin Tolunoğlu, Mehmet Cemal Kulaksızoğlu'nun emeklerini anımsamak zorunlu gibi görünüyor. Uyuşturucu ve silah kaçakçılığından, kumardan çek senet tahsilatına uzanan yeraltının "sanayici ve işadamı sıfatlı" Mehmet Ali Yaprak'tan Yaşar Öz'e, Sami Hoştan'a, Hurşit Han'a, Ali Fevzi Bir'e, Kemal Horzum'a, Aydın Telli'ye, Hadi Özcan'a, Hacı Çapan'a Celal Duman'a, Abuzer Uğurlu'ya, Yaşar Aktürk'e, Şehmuz Daş'a, Selahhattin Delidere'ye, Mikail Göleli'ye uzanan kadronun hakkını yemenin günah olduğunu hatırlatmak bir yurttaşlık görevi oluyor. Teşekkür, şükran ve takdir listelerinde Semra, Zeynep, Ahmet sırlamasıyla Özal' ailesinin, Özer ve Tansu sıralamasıyla Çiller ailesinin, Mehmet Ağar ve 1000 operasyon gerçekleştiren mesai arkadaşlarının da, elbette yalı komşuları ekürisi de yer alıyor. Nusret Demiral, Ülkü Coşkun, Baki Tuğ gibi yargıç ve savcılar belli ki heyecanla teşekkür bekliyor. Ve de elbette yüzyılın istikrar sembolü Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli, Mesut Yılmaz'ın yanında Muhsin Yazıcıoğlu, Merve Kavakçı, Nazlı Ilıcak, Eyüp Aşık, Cevdet Aydın, Mehmet Yılmaz, Mustafa Taşar, Ömer Barutçu, Yıldırım Aktuna, Necdet Menzir, Sedat Bucak, Ayvaz Gökdemir, Mehmet Perçin, Hayri Kozakcıoğlu, Ünal Erkan, Bekir Aksoy, Meral Akşener, Saffet Arıkan Bedük, Korkut Özal, Abdülkadir Aksu, Hasan Celal Güzel, Mahmut Yılbaş, Enis Sülün gibi devlet ve siyaset adamlarını eklemek gerekiyor. 1. BÖLÜM KAYNAKLAR 1- Show Tv, Kurtlar Vadisi dizi tanıtım yazısı. 2- ATO, Hayatımız Mafya' araştırması, Haziran 2004. 3- Milliyet, Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya: "MİTçi Kaşif Kozinoğlu benden Çakıcı konusunda bilgi istedi" , Ağustos 2004. 4- Bahri Kayaoğlu, İnternethaber, 23 Ağustos 2004, Susurluk'un rövanşı mı? 5- Cevdet Akçalı, Yeni Şafak, 23 Ağustos 2004, Bozuk sistemin doğal uzantıları. 6 - Bülent Ceyhan-Ufuk Şanlı, Zaman, Susurluk hakiminden ilginç iddia: Yeşil yaşıyor, 18.04.2005. 7- Meral Çatlı: Babam öldürüldü, Nuriye Akman röportajı 8- Muammer Elveren- Çakıcı'nın yakalanması ; Resmi belgelerde Çakıcı-Nuriş savaşı, Hürriyet, Ağustos 1998 ve 9 Ağustos 2004. 9- Soner Yalçın, Doğan Yurdakul, Bay Pipo. 10- Soner Yalçın, Reis, sayfa 340. 11- Saygı Öztürk, Efsanevi MİTci Eken. 12- İsmet Berkan , Radikal Gazetesi, 12 ve 13 Temmuz 2000, "Susurluk sırları" ve Neden yadırgamıyoruz? 13- Mehmet Eymür, Karanlık bir dönem. 14- Fehmi Koru, Zaman, Yeşil'i Taşanlar sorgulamıştı, 1995. 15- Mehmet Eymür, Yeşil kimdir? 16- Doğan Yurdakul, Abi. 17- Faruk Mercan, Niso 18- Kutlu Savaş, Susurluk raporu, Ömer Lütfi Topal kısmı. 19- Hürriyet, Alman Eş: Yakalanmasaydı iltica edecekti, 21 Ağustos 1998, Cuma. 20- Faruk Mercan, Zirvedeki avukatlar yazı dizisi: Ekrem Marakoğlu, Zaman, 06.07.2000. 21- Mehmet Çiftçi, Milliyet, 25 Aralık 2003, Daş silbaştan… 22- Kutlu Savaş, Susurluk Raporu, Sedat Bucak. 23- Garih dosyası, http://www.yesil.org/garihcinayeti.htm, 24- Birol Aydın, Zaman, ‘İbrahim Tatlıses Ali Özbir’i tokatladı’, 26.05.2005. 25- Gökyüzü lakaplı Tayfun Er, http://f27.parsimony.net/forum67623/messages/420.htm 26- TBMM kayıtları, ANAP ve Forsnet - Kim kimdir? 27- Hürriyet – Gündem 17 Temmuz 1998 28- TBMM Kütüphane Müdürlüğü 29- Hülya Karabağlı, Yeni Binyıl, 2 Haziran 2000. 30- Mehmet Eymür, Mesut Yılmaz 31- Milliyet 09 Nisan 1991. 32- Hürriyet 29 Haziran 1998 33- Mehmet Eymür, Gazeteler - Suç Dosyası – 06 Haziran 2000. 34- Abdullah Muradoğlu, ’İsmail Cem ve İpekçiler" kitabı. 35- Berrin Cankat, Milliyet, 4 Ocak 2001, 36- ANAP TBMM Grup Konuşması, Milliyet Gazetesi, 25 Ocak 2000. 37- Fuat Akyol , Bu sefer fena yakalandı, Aksiyon, sayı 466. 38- Taha Kıvanç, Yeni Şafak, 22 Ekim 2003, Büyük İfşaat. 39- TBMM Birleşim: 50 Tarih 23.4.1981 Esas No. 9/2 (Yüce Divan, Esas Sayısı 1981/2, Karar Sayısı 1982/1) 40- Hürriyet, Sık Çakıcı ziyareti dedikoduya yolaçtı, 20 Şubat 2000. 41- Mehmet Eymür, Uyuşturucudan Susurluk'a yazı dizisi. 42- Fehim Yener, Akşam Gazetesi, Sarı Avni, 'Ben mafya degilim, kaçakcıyım. Dönemin de en iyisiydim' 43- Aksiyon, Tarık Ümit Alman ajanımıydı? 44- Karagümrüklüler çetesi, superstar/ozeldosyalar/magazin/kimkimdir/muzik/sican.asp 45- Hürriyet, Kilit Adam Avukat, 20 Ekim 1998, Salı. 46- Ufuk Şanlı, Hürriyet, Aydoğan semizer röportajı, 21 Ekim 1998. 47- Hasan Celal Güzel, Doğu paşayı kaybettik, Tercüman, 31 Mayıs 2004. 48- Gülden Aydın, Hürriyet, Armut dibine düştü, 12 Aralık 1999. 49- Oktay Yıldırım, Vatan gazetesi, Özür dilemeyince silahlar konuştu, 23.03.2005. 50- Gökyüzü lakaplı Tayfun Er, www.angelfire.com ve www.sabatay-sevi.de. 51- Can Kıraç, Anılarımla Patronum Vehbi Koç. 52- Harun Odabaşı, Aksiyon, Burla ailesi. 53- Gökyüzü lakaplı Tayfun Er, www.angelfire.com/wy/yaw/Fikirler/Gokyuzu/Koc/koc.html , Ötüken, 12 Ağustos 2003. 54-Mehmet Eymür, Türkiye'nin çarpık düzeni. 55- Erbil Tuşalp, Mafya düzenine teşekkür listesi, www.nethaber.com. 2. BÖLÜM: DERİN DEVLET KİMDİR? Türkiye'de her kesimin bir derin devlet tanımı var. 3 Kasım 1996'da Susurluk'ta meydana gelen kamyon kazasına kadar gizemli derin devlet bir devlet sırrıydı. Rahmetli gazeteci Uğur Mumcu, derin devletin kodlarını çok yazmasına rağmen resmi tam ortaya çıkartamamıştı. Solcusuyla sağcısıyla pek çok insanımıza göre devlet kutsaldı, bu nedenle derin devletde kutsal görülmüştü. Türk Dil Kurumu (TDK), güncelleştirdiği ' Türkçe Sözlük'e 'derin devlet' tanımını da aldı. Türk halkınını 1996'da meydana gelen ve devlet-mafya-siyaset üçgenindeki kirli ilişkileri ortaya çıkaran Susurluk kazası sayseinde öğrendiği derin devleti TDK, şöyle tanımladı: "Devletin çıakralrını gözetip kolladığı öne sürülen, göz önünde olmayan örtülü yasadışı güç." (55) Devlet sırrı en çok mafyanın, çetenin işine yarıyordu. Devlet sırrı birilerinin siyasi şantajları için ya da işbitirmek için elinde oyuncak ediliyordu. Devlet sırlarının içyüzü siyasetçilerin ve yüksek bürokratların eşlerinin konken partilerinden magazin dergilerine yansıyan dedikodulardan öğrenilebiliyordu. Eski bir MİT görevlisi Mehmet Eymür isteyince ABD'deki www.atin.org adlı internet sitesinden Meclis'in ve hükümetin sahip olmadığı bilgileri yayınlayabiliyordu. Birdenbire devletin gizli bilgi ve belgeleri tarih ve sayısı ile bir kaç icazetli gazetecinin köşe yazısına konu oluyordu. Birilerine aba altından sopa gösteriliyordu. Hatta öyle şeyler yaşadık ki, siyasi kâhinlerle işbirliği yapan gazeteciler MGK toplanmadan ve daha gündem açıklanmadan MGKínın hangi konuları konuşacaklarından öte, toplantı başlamadan alınacak kararları açıklamaya kadar vardırmıştı işi. Devleti savunduklarını sanan bu derin gazeteciler, devleti küçük düşürüyordu. Toplumun devlete olan güveni sarsılıyordu. Topyekûn savaşı manşetlerine taşıyarak iç savaş kışkırtıcılığı yapıyorlardı. Ama onlar siyasi efsunlu kişilerdi; boyunlarında rejimin muskalarını taşıdıkları için DGM savcıları bir şey yapamadılar. Haklarında dava bile açılamadı. Güç ve iktidar onlardaydı; istediklerini yazar, istediklerini söyler, istediklerine küfredebilirlerdi. Faili meçhuller devlet sırrıydı. Susurluk devlet sırrıydı; hangi işi eşeleseniz, bir yere gelip duruyorsunuz, çünkü arkasında devlet sırrı çıkıyordu. Devletin âli menfaatleri gereği geri çekilmeye ikna ediliyordunuz! Batık bankaların üzerine giderseniz karşınıza dokunulmaz şahıslar çıkıyordu. MİT eski müsteşarı, jandarma genel komutanı Teoman Koman paşayı Cavit Çağlar'ın danışmanı olması nedeniyle aşamıyordunuz Tenezzül buyurup Meclis Araştırma Komisyonu'na bilgi bile vermeyi irade buyurmadıkları için kendisine soru bile sorulamamıştı. Nasıl hesap sorulacaktı? O bilgileri ile danışmanlığını yaptığı kişi ve kuruluşları manevi himayesine almış oluyordu. Devletin, kara delikleri buralarda gizliydi. Rahmetli Güven Erkaya paşamız Korkmaz Yiğit'in ve Rahmi Koç'un danışmanı idi. Çevik Bir paşamız bazı şirketlere ve İsrail ve ABD gibi yabancı ülkelere ekonomik, siyasi ve stratejik danışmanlık yapıyordu. Eğer eşinin başı örtülü olsaydı hemen ajanlık damgası yerdi. Başkent Üniversitesi'nin binasını yıkabilirdiniz ama Bedrettin Dalan'ın Yeditepe'sine, orman arazi üzerinde üniversite kuran Koçlara dokunamazdınız. Ara rejimin Başbakanı Bülent Ulusu'yu, Jak Kamhi'yi, İnan Kıraç'ı, emekli Orgeneral Doğu Aktulga'yı aşamadığınız için yolsuzlukların ortaya çıkartılması yarım kalıyordu. Birileri ilgi, bilgi ve ilişkileri ile birilerini himayelerine alıyor ve dokunulmaz kılıyordu. Bunlara hesap sormak şöyle dursun, soru soracak olsanız devlet sırrı ve devletin âli menfaatleri giriyordu devreye. Telekulak skandalları patlak vermese kim kimi dinliyor anlaşılamayacaktı. Adamlar telefonları dinliyor, ilişkilerinizi takip ediyor, sizin ya da bir yakınınızın açığını buldu mu, o da onu koyuyor masaya ve siz susmak zorunda kalıyordunuz. Tehdit, şantajlarla bu iş alıp başını gidiyordu. Bir takım sözde namus timsali gazeteciler ve Tv yapımcıları bunların tetikçiliğini yapıyordu. Bu merkezlerce hedef gösterilen kişilere karşı yalan, iftiralarla zenginleştirilmiş topyekûn bir savaş başlatılıyordu. Bu devlet ve millet düşmanı medya tetikçileri böylece devletin sadık adamı ve milletin haklarını savunan gözü kara fedailer ve halk kahramanları olarak ödüllendiriliyordu. Gerçekte ise yaptıkları iş, bu bozuk düzene uşaklık etmeyenleri ya da sisteme diyetlerini, şükran borçlarını, komisyonunu ödemeyenleri hizaya getirmekti. Medya, mafya, sermaye, siyaset ve bürokrasi arasında karanlık bir ilişki vardı. Bu ilişki ortaya çıkmadan kimse huzur bulamayacaktı. Parti liderlerini ve derin partileri aşmadan, derin devlet, derin medya, derin sermaye ile başedilemezdi. Kayıt dışı ekonominin ve kayıt dışı siyasetin arkasında aynı karanlık güçler vardı. Bunlar birbirini doğurmakta ve bu güç, toplumun farklı kesimlerini, Alevî-Sünnî, Kürt-Türk, sağcı-solcu, ilerici-gerici diye çatıştırarak aynı milletin evlatlarının dökülen kanları ve gözyaşları, çalınan alınterleri üzerine kendilerine iktidar ve servet üretmekteydi. Şimdi de fuhuş tellallığı yapıyorlardı. Aileyi çökertmeye çalışıyorlardı. Gazetelerinde gay ve lezbiyen muhabbetinden geçilmiyordu. Her köşede bir homoseksüel cafesi açıldı. Başörtüsü suç ama, namus, iffet nerede ise sanki düşman ilan ediliyordu. Derin devlet- medya- mafya şeytan üçgenine göre Bodrum meyhaneleri çağdaş Türkiye'nin aydınlık yüzü, Kur'an kursları, İmamHatipler, Fatih, Türkiyeínin karanlık yüzüydü. Avrupa standartlarına uyum adına erkeklerimizin biraz homo, kadınlarımızın de ensest olması gerekiyordu. Ekranlar homolardan geçilmiyordu ve hepsi süper stardı. Magazin dergilerinde hep aynı muhabbet vardı. Bu durum elbette Milli Güvenlik Kurulu'nun gündeminde değildi, çünkü homo Türkler rejim için bir tehdit oluşturmuyordu. Tıpkı uyuşturucu satışından derin yapılanma kuranlar tehdit değildi. Dolayısıyla uyuşturucu kullananlar ve tinerciler rejim için bir tehdit oluşturmuyordu. Güneydoğu'da ahırlar geneleve, bara pavyona dönüşmüş, terörün boşluğunu genelevler dolduruyordu. Bu da şimdilik bir tehdit olarak algılanmıyordu. Rus malı silahların yerini, Rus malı Nataşalar almıştı. Önceleri insanların postunu delen kurşunların yerini şimdi aile yıkan, yürek delen, ahlakı parçalayan bakışlar almıştı. İnsanların cesetleri canlı ama seks manyağı bir nesil mi yetiştirilmek isteniyordu? Bir ulusun mezarı işte böyle kazılıyordu. Emellerini müstevlilerin siyasi emelleri ve menfaatlerini mafyanın menfaatleri ile tevhid edenlere karşı uyanık olunmalıydı. Devlet sırrı ve devletin âli menfaatleri mafya ve çetenin koruma kalkanı ve işlenen cinayetleri ve çalınan servetlerin gizlendiği bir alan haline gelmemeliydi. (57) Derin devletle ilgili ortada komplolar vardı, ama senaryo tek elden çıkma değildi. Bir sürü küresel ve bölgesel mizansen bir tek drama merkezince tasarlanmış olamazdı. Birileri şu sahneleri yazmış, başkaları bu sahneleri. çıkarlar birbirine karışmış, zıtlar buluşmuş, kardeşler kutuplaşmıştı. Pislik boğaza kadar ulaşmış, kimde ne kadarcık temizlik kaldığı fark edilemez olmuştu. Bütün bunlardan çıkardığım temel sonuç yalındı: Türkiye'de değil derin devlet, sığ devlet bile yoktu. 'Türkiye'de derin devlet yok, derin çeteler var' dı. Türkiye'de; iyi veya kötü, karanlık veya aydınlık, tamamen bu ülke için düşünen ve uygulayan, tamamen bu ülkenin kendi dinamikleriyle oluşmuş bir derin devlet yapılanması yoktu. Kendini derin devlet diye satmaya çalışan birtakım birimler ve kurumlar vardı, ama bunların bazıları tamamen, bazıları kısmen kokuşmuş ve derin çete halini almıştı. Derin çetelerimizin bazıları tamamen veya kısmen yabancı gizli servislerin denetimine girmişti. Dolayısıyla bu topraklarda Türkiye'nin kendi derin devleti değil, başkalarının derin devleti karanlık icraatlarını sürdürüyordu. Muhakkak ki yeryüzündeki bütün devletler ve bütün derin devlet çarkları birer suç örgütü niteliği taşıyabilirdi. Gizli veya açık, derin veya sığ; bütün devletler şu yahut bu ölçüde haksızlık yaparlar, hatta zalimdiler. Sözgelimi Türkiye, dış güdümlü bölücü fitne karşısında kendini savunurken sık sık sapla samanı karıştırmış, bir kısım vatandaşlarına utanç duyulacak muamelelerde bulunmuştu. Ayrıca bölücü fesada karşı yürütülen derinliksiz mücadele gerçekte fiyasko ile neticelenmişti. Sözde müttefiklerimizin dahi silahlı desteğini almış eşkıya karşısında sağlanan kesin askeri başarıya rağmen bugün belli illerimizde devletin başı Abdullah Öcalan'dı. Bir kere açık devletin cumhurbaşkanı ve başbakanına mahrem bir yapılanma derin devlet değil, tanımı gereği ancak derin çete olabilirdi. Bu böyle olduğu içindir ki, 12 Eylül'ün sabahında bir başka ülkenin başkanı, gizli servislerinin Türkiye'deki istasyon şefi tarafından şöyle uyarılmıştı: Bizim çocuklar becerdi. 12 Eylül eğer söylendiği gibi gerçekten bir derin devlet müdahalesi ise, kesindir ki o derin devlet Türkiye'ye değil, başka bir ülkeye aittir 11 Eylül 1980'e kadar Türkiye kan gölü halindeyken 12 Eylül günü terör eylemlerinin tek düğmeyle durdurulmuş gibi birdenbire kesilmesindeki sır, her hatırlanışta bir karanlığın tükürüğü gibi suratımıza yapışıyordu. (58) Süleyman Demirel'in 2005 Nisanında Yavuz Donat'la Sabah’ta yayımlanan söyleşisi sırasında 1980'in 12 Eylül gecesini anlatırken yaptığı "Derin Devlet" tanımlaması, siyaset sözlüklerine geçmesi gereken somutlukta ve değerdeydi. Hele Kenan Evren’in şok açıklaması: Yönetimin zaaf sergilediği yerde derin devlet kendiliğinden devreye girer... Doğrudur... Derin devlet vardır. Devlet zaaf gösterirse, derin devlet müdahale eder... Etmiştir... 28 Şubat sürecinde Genelkurmay’da brifing alan Demirel'e o gün, Genelkurmay'da "4 şey" söylenmişti: 1. Yargı, ceza vermekte çok gecikiyor... Mahkeme, yıllarca sürüyor. 2. Verilen ceza "caydırıcılığını" çoktan kaybetmiş oluyor. 3. Çok sık af çıkıyor... Ceza, önemini kaybediyor. 4. Zaten mahkum olanın bir kısmı da cezaevinden kaçıyor. Demirel: - Bunlar, devleti işlemez hale getirir... Devlet işlemeyince, zaaf ortaya çıkar... Zaaf da, derin devleti cesaretlendirir... Olay budur. (59) O gece.. Saat 03.59'du... Televizyondan ilk beyanname okundu: Aziz Türk Milleti.. Artık o dakika itibariyle derin devlet olayı yok... İdareye el koyup, devlet oldu. Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği sürecine girdiği bu dönemde, artık tabii ki ne "Derin Devlet "in, ne de bir "Cunta "nın bir gece yarısı "Devlet" olması ihtimali yoktu. Böyle bir şeye teşebbüs edenler, sadece Türkiye'yi Batı demokrasilerinden kopartıp, Amerikan militarizminin bir uzantısı konumunda Ortadoğu'ya sıkıştırmakla kalmazlar. Demokrasi ve uzlaşmadan yoksun bırakılmış bir Türkiye'de, birlik ve bütünlük kavramları da farklı boyutlarda tartışılmaya başlanırdy. Ne siyasi, ne sosyal, ne de ekonomik istikrar kalırdı. Böyle bir şeyi hayal edenler bile, Enver Paşa ile Saddam Hüseyin çizgisinde, bir büyük felaketi ülkelerine sunan isimler olarak, tarihin "Suçlular " sayfasına geçmeye adaydı. Tarihe tutulan bu tür ışıklar, bugün ve yarın için de alınması gereken dersleri içerdiklerinden dolayı, önemliydi. Bir olgunun "Devletli " kılınması, "Demokrasi " aracılığıyla olmalıydı. Derin Devlet'in bir dönemde "Yasaklı " veya "Suçlu " konumuna getirdiği isimler ve siyasi akımlar, halk oyu tarafından bir genel seçimle "Devletli " olabiliyordu. Demirel de, Tayyip Erdoğan da bu isimlere örnekti Bütün mesele "Devletli" olmakla "Devlet " kavramı arasındaki ince ama önemli ayrıntıları bilmeye dayanıyordu. Devletli geniş anlamı ile "İktidar sahibi "dir. Yani yürütme ve yasamanın sahibidir Devlet ise sadece devletlilerden oluşmaz. Kuvvetler ayrılığına dayalı erklerin dışında, devletin halkı, iç ve dış kamuoyu, baskı grupları, coğrafi ve ekonomik zenginlikleri kadar zayıflıkları, iç ve dış dostlarının yanında düşmanları da vardır. Devletin, dayalı olduğu statüko kadar, iç ve dış konjonktürdeki sürekli değişimden kaynaklanan dinamik yapısı da vardır. İşte iktidar sahipleri, yani " Demokratik Devletliler ", bütün bu öğeleri, adına "Siyaset" denilen en zor mesleğin hünerlerini kullanarak dengede tutarlar. Ne derin devlet siyasetle, ne halk devletle çatışmaya sokulur. İktidardaki siyasetin varlık sebebi, ülkeyi ayıran değil birleştiren özellikleri ön plana çıkarabilmesidir. İktidar kavga etmez, kavga nedenlerini icraatı ile giderir. Devlet de, halk da, yarına güvenle bakar. Korkular değil, yarına duyulan güven ağırlıklı olur. Demirel bunu da Yavuz Donat'a anlatmıştı: Derin devlet, sadece devletin bazı kurumlarından ibaret değil. Korku da var... Çökme korkusu... Bu korku derin devletin kökünde yatar... Aslında Müdafaai Hukuk hareketi de bir derin devlet olayıdır... Devlet çöküyor, kurtaralım... Devlet yapamıyor, bari biz yapalım. Gerçekten de, siyaset başarısız olursa bu korku, topluma da egemen olur. O anda bakarsınız ki derin devletle toplumun büyük çoğunluğu, aynı titreşim katsayısına girmişler. O noktada demokrasiyi yaşatmak zorlaşır. Çözüm bütün partilerin uzlaşarak seçime gitmesidir. Bunu yapamazsanız önce iktidar boşluğunun, sonra da derin devletin " Devlet" oluverdiğini görürsünüz. Ve bakakalırsınız giden geminin ardından. ( Mehmet Barlas, Sabah, 10.04.2005) Tartışmayı her ne kadar Demirel başlattı gibi görünse de, aslında öyle değildi. Demirel’in 30 Mart’taki röportajda söylediklerinin tamamı, Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a destek maksadıyla söylenmiş sözlerdi. O yüzden Sabah’ın sayfa manşeti “Org. Büyükanıt’ın konuşması neden önemli” başlığını taşıyordu. Donat, röportaja şöyle giriyordu: “Ve Org. Yaşar Büyükanıt konuştu. Neden konuştu? Demirel, kendisini “iyi tanıyor”. “Çok eskiden... Alt rütbelerden” beri izliyor.” Ardından soruyu yapıştırıyordu usta gazeteci; “Efendim Org. Büyükanıt neden konuştu?” Röportajın çıkış noktası burasıydı. Büyükanıt’ın açıklamaları bazı tartışmalara sebep olmuştu, sonunda Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök açıklama yapmak zorunda kalmıştı... Büyükanıt’ın konuşması vesilesiyle Demirel’in başlattığı derin devlet tartışmasına son noktayı Ecevit koydu. Ecevit, “Derin devlet kontrgerilladır.” diyerek çok açık ve net bir adres gösteriyordu. Pamir’in sorularını “gülümseyerek” cevaplayan Bülent Bey, “Herkesin derin devleti farklı.” demek suretiyle keskin zekası ve muzip eleştiri gücünü de ortaya koymuş oluyordu. “1 Mayıs 1977’deki olayları Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantısının provoke etmiş olabileceğini düşünüyorum.” diyen Ecevit, 30’dan fazla insanın ölümüne sebep olan Taksim olaylarını bir kere daha “derin devlet”in kucağına bırakıyordu. (60) Derin Devlet’in 12 Eylül öncesini nasıl kurguladığına dair Evren’den tarihi bir itiraf beklemek doğal olarak mümkün değildi. Demirel ise, -Necdet Üruğ’la ilgili kısım başta olmak üzere- askerin darbe şartlarını olgunlaştırıcı rolüne ait bazı hususları -dolaylı da olsa- dile getirmiş; ancak hadisenin adını koymaktan özenle kaçınmıştı. Süleyman Bey, çok yakından bildiği derin devlet gerçeklerinin şöyle bir kapağını açmakla yetinmiş, ne var ki, -özellikle- daha ileriye gitmemişti: Eksik bıraktığı husus, ‘Mr. Kontrgerilla’ bahsi idi! Demirel’in ardından Sabah’a konuşan Evren, derin devletin yaptığı darbeyi masum gösteren ifadelerle bir bakıma Süleyman Bey’in anlatabildiklerini de bloke etmiş oldu. Derin devlet tartışmasında taammüden atlanılan hayati noktaya vurgu yapma ihtimali olan bir tek kişi vardı, o da Ecevit’ti! Ecevit, ilk kez 1977’de ‘kontrgerilla’dan bahsetmiş ancak uzun yıllar bu konu açıldığında konuşmamaya özen göstermişti. 80’lerde ve 90’ların ilk yarısında ‘kontrgerilla’ tabirini kullananlara resmen kaçık muamelesi yapılırdı. Meclis’teki bütçe görüşmeleri esnasında (Kasım 1990) bir politikacı “kontrgerilla” der demez tartaklanmıştı. Kontrgerilla sözcüğüne ‘devleti koruma’ adına tepki gösteriliyordu. Tam altı yıl sonra, Susurluk’ta Mercedes’in kamyona çarpması ile birlikte artık hiç kimsenin ‘kontrgerilla’ya yok muamelesi yapma şansı kalmamıştı! 12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün bir numaralı siyasi mağduru olduğu halde Demirel’in bir türlü söyleyemediği gerçeği Ecevit dünkü Sabah’ın manşetinde dile getirdi: “-Derin Devlet kontrgerilladır!” Kontrgerilla, Özel Harp Dairesi’nin giriştiği ‘karşı eylemi’ anlatmak için üretilen bir isim: Evren, anılarında kontrgerilla tabirinin TSK’yı yıpratmak için uydurulduğunu söylüyordu... Ecevit, Evren’in anılarında yer alan bir bölümü hatırlatarak Demirel’in 1974 öncesinden beri kontrgerilladan haberi olduğunu vurguluyordu. Süleyman Bey ise, Yavuz Donat’a derin devletin varlığını ilk kez 1979’da öğrendiğini söylemişti -ki hiç de inandırıcı değildi... Ecevit ilk başbakanlığı esnasında (1974’deki Kıbrıs Harekatı’ndan hemen önce) Özel Harp Dairesi’nin varlığından ‘tesadüfen’ haberdar olmuştu. Bu birimi ABD’nin finanse ettiğini öğrenen Ecevit, Başbakanlık’ta düzenlenen bir brifingle ÖHD hakkında bilgilendirilmişti. Brifing, Ecevit’in iyice endişelenmesine yol açmıştı! Bundan üç yıl sonra, 1 Mayıs 1977’deki kanlı olayları Özel Harp Dairesi’nin sivil uzantılarının provoke etmiş olabileceğini düşünen Ecevit, kontrgerilla adını ilk kez o vakitler zikrederek kuşkularını kamuoyu ile paylaştı. Ancak dikkate alınmadı... Abdullah Çatlı, 1977’nin ilk ayında MİT elemanı olarak çalışmaya başlamış; 1 Haziran 1977’de Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun ve 200 subay emekli edilmiş; Kenan Evren ise 30 Ağustos 1977’de inanılmaz bir biçimde aradan sıyrılarak KKK’lığa atanmıştı. Evren’in Genelkurmay Başkanı olduğu tarih 6 Mart 1978’di. Ne tesadüf, Ankara başta olmak üzere yurt çapında provokasyonların zirveye çıktığı-anarşinin ivme kazandığı bir yıldı, 1978! Demirel’in Başbakanlık’ta “Sıkıyönetim akan kanı neden durduramıyor?” sorusunu yönelttiği 12 Eylül öncesinin 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Necdet Üruğ, İpekçi cinayeti sanığı olarak yakalanan M. Ali Ağca’nın sorgusu için talep edilen ek süreyi vermeye yanaşmamıştı! Ağca cezaevinden kaçtıktan tam yirmi yıl sonra “Darbelerin hukuku yoktur!” diye konuşacaktı, Üruğ Paşa! (61) Derin devletin gizlilik edebiyatını bozan derin gazeteciler vardı. Rüşvetin, yolsuzluğun, "hortumculuk"un ekonomik, toplumsal, siyasal ve askeri alanların tümünde ülkemiz tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş boyutlara ulaştığı günümüzde "son moda", devletin gizli belgelerinin gazetecilerin ellerinde dolaşması ve köşe yazarlarının "iddialarını" kanıtlamanın bir malzemesi olarak kullanılmasında Susurluk'la ortadan kalkan derin devlet sırrı zırhı etkili olmuştu. Ertuğrul Özkök'ün "kriptoları gördüm"le başlayan yazılarının ardından "moda", İsmet Berkan'ın Radikal'de "devletin gizli yönetmeliği" ya da "MGK'nin gizli yönetmeliği" başlıklarıyla yayınlanan yazı dizisi ve ardından Milliyet'te Fikret Bila'nın Irak saldırısı öncesine ilişkin "ABDTürkiye mutabakat metinleri"ni yayınlaması, artık devletin "gizli" damgası taşıyan hiç bir belgesinin "gizli" olmadığının açık kanıtları olmuştu. Bu ülkede, dışişlerinin "kripto"larının basına sızdırıldığı gerekçesi ile bakanlar ve memurlar hakkında ağır ceza davalarının açıldığı kolayca unutulmuş ve "kriptoyu gördüm"le başlayan yazılar hiçbir yasal takibe uğramadan ve uğrayacağı korkusu bile taşımaksızın gazete manşetlerinde yer almıştı. TCK'nın 132. maddesine göre, "Devletin emniyetine veya dahili, yahut beynelmilel siyasi menfaatlerine taallük eden evrak veya vesikaları tamamen veya kısmen yok eden, tahrib eden veya üzerlerinde sahtelik yapan veyahut muvakkaten de olsa bunları tahsis olundukları yerden başka bir yerde kullanan, hile ile alan veya çalan kimse sekiz seneden aşağı olmamak üzere ağır hapis cezasile cezalandırılır." Üstelik bu gizli belgelere, "devletin menfaatleri namına gizli kalması lazım gelen malümat arasında, dahili veya beynelmilel siyasi sebeplerle neşrolunmayan Hükümet muamelelerinin ihtiva ettiği malümat da dahildir." Bu maddeye dayanılarak Hasan Celal Güzel'in dışişleri bakanlığı döneminde Hürriyet'te yayınlanan bir haberle ilgili olarak DGM'de dava açılmıştı. Özal-Bush görüşmesinin tutanaklarının yayımlanmasıyla ilgili olarak Güneş gazetesi Yazıişleri Müdürü Alev Er hakkında da 132. madde kapsamında dava açılmıştı. TCK'nın 132. maddesine bağlı olarak, değişik dönemlerde, devletin "gizli belgeleri"ni yayınlamaktan dolayı gazeteler hakkında davalar açılmış olmasına rağmen, bugün "kripto"lar ve "gizli yönetmelikler" gazete manşetlerinden inmemekteydi. Üstelik, yasalarca açıkça suç oluşturan bu davranışlar "büyük hizmet" olarak alkışlanıyordu. Bu ortamda, Radikal gazetesi "Gizli" MGK Genel Sekreterliği Yönetmeliği'ni yayınlayarak "ülkeye" büyük bir "hizmette" daha bulunmuştu. Doğan Holding'in "entel gazetesi" Radikal'in çok bilmiş başyazarı ve Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan, "Kendi adıma, son dört gündür yaptığımız Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği'nin gizli yönetmeliği ile ilgili yayınları, Radikal'in Türkiye'de demokratikleşmeye ufak da olsa bir katkısı olarak görüyorum" diyerek bu "hizmeti" demokrasi uğruna yaptıklarını söylemekteydi. 42 maddeden oluştuğu söylenen "gizli" MGK Genel Sekreterliği Yönetmeliği'nin öne çıkartılan maddesi ise "psikolojik harekât"la ilgili olanıydı. Radikal'de yayınlanan "Radikal Ankara Bürosu İstihbarat Şefi Deniz Zeyrek"in "büyük bir gazetecilik başarısı" olarak ilan edilen "gizli yönetmeliği"nin Toplumla İlişkiler Başkanlığı'nın görevlerine ilişkin 23. maddesinin d fıkrasında şunların yazılı olduğu söylenmekteydi: "d. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterinin emir ve direktifleri ile; 1. Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliği ve Anayasal rejimin korunmasında; 2. Türk toplumunu Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılapları, milli ülkü ve değerler etrafında birleştirerek, milli birlik ve bütünlüğü sağlayıcı her türlü psikolojik tedbirin alınmasında; 3. Anayasa düzenine, milli birlik ve bütünlüğe, Türk milletini Atatürkçü düşünce, Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve milli ülkü ve değerler etrafında birleştirilerek milli hedeflere yönlendirmeye karşı, yurtiçi ve yurtdışında oluşan tehdidin etkisiz kılınmasında; Milli Güvenlik Kurulu kararları ile bunlara ilişkin Bakanlar Kurulu kararlarına istinaden gerekli olan psikolojik harekât hizmet ve faaliyetlerini planlar, ilgili bakanlık, kamu ve özel kurum ve kuruluşlarda bu konudaki uygulamaları koordine, takip ve kontrol eder, görevli birimleri planlar istikametinde yönlendirir." (62) Görüldüğü gibi, MGK'nin "gizli yönetmeliği"nin "toplumla ilişkiler başkanlığı"nın asıl görevi, "psikolojik harekât" planlamak ve yürütmek olarak tanımlanıyordu. "Toplumla ilişkiler", herkesin bilebileceği gibi, "public relation" olarak ingilizcede ifade edilen "halkla ilişkiler"den başka birşey değildi. Ve her "halkla ilişkiler" bölümünün görevi ise, kendi faaliyet alanına ilişkin olarak gerekli manipülasyonları (güdüleme, yönlendirme) yapmaktı. Doğal olarak, manipülasyon yapmak, hedef kitlenin psikolojik davranışlarını etkilemekle özdeşti. Bu yönüyle, MGK "gizli yönetmeliği"nin ilginç hiçbir yanı bulunmamaktaydı. Ama İsmet Berkan aynı kanıda değildi. O, gazetesinin yaptığı "hizmeti" şöyle yorumluyordu: "Bu yönetmeliğin 12 Eylül darbecileri tarafından kaleme alınan ve hâlâ yürürlükte olan en önemli gizli belgelerden biri olduğunu hiç akıldan çıkarmamak lazım. Yönetmelik, yazıldıkdan tam 20 yıl sonra basına sızıyor ve hepimiz 12 Eylül'ün mantığı hakkında bir kez daha birinci elden fikir sahibi olma imkânını elde ediyoruz. Halka karşı psikolojik harekât yapma gereğini gizli de olsa bir dokümana yazmak, sadece darbecilerin cesaret edebileceği bir şey." Oysa psikolojik savaş taktiği hiçte12 Eylülle birlikte başlamamıştı.Org. Necdet Üruğ'un 4 Aralık 1979 tarihinde Sıkıyönetim Komutanları toplantısına sunduğu rapor da şunlar yazılıyordu: "Bu strateji anarşistleri, halktan fiziki ve psikolojik olarak tecrit ederken, halktan personel, malzeme ve istihbarat desteği almalarını önleyebilmelidir. Psikolojik harekât, bu stratejinin büyük bölümünü teşkil etmeli ve ayaklanmayı yok etmesi kadar mani de olabilmelidir. Anarşistlerin teşkilatlarını ve yönetici kadrosunu bertaraf etmek veya tesirsiz hale getirmek bu stratejinin temel ilkesi olmalıdır. Her ayaklanma hareketinin nüvesini teşkil eden ve ekseriyetle küçük bir grubun oluşturduğu merkezi yönetici kadrosu (liderler) çok iyi gizlenmesine rağmen, meydana çıkartılmalı, yok edilmeli ya da başka şekillerde tesirsiz hale getirilmelidir. Vurucu tedhiş unsurlarının (kuvvetlerinin) yok edilmesi stratejinin formüle edilmesinde dikkate alınacak diğer bir unsurdur. Bu unsurlar üzerinde baskı, öncelikle polis ve diğer güvenlik kuvvetlerince sürdürülür. Ve zayiat vermelerine, ikmal maddelerinin tahribine, morallerinin bozulmasına çalışılır. Bu arada strateji, anarşistlere eylemlerini gönüllü olarak durdurmaları hususunda ikazda bulunan müspet programları da ihtiva etmelidir." Aynı şekilde 12 Mart dönemine ilişkin belgeler araştırıldığında, bu dönemde açıkça faaliyet yürüten kontra-gerilla'nın yürüttüğü psikolojik harekâtlara ilişkin sayısız bilgiye ulaşmak mümkündü. Daha da ötesi, Amerikan emperyalizminin CIA ve "medya" aracılığıyla yürüttüğü psikolojik harekâtlara ilişkin binlerce belge ve bilgi mevcuttu. İsmet Berkan'ın iddia ettiği gibi, "halka karşı psikolojik harekât yapma", ne 12 Eylül askeri darbesinin buluşuydu, ne de sadece MGK Genel Sekreterliği'nin göreviydi. Dünyada ve ülkemizde belirlenen iç ve dış tehditleri belirleyen İsrail ve ABD'ydi. Soğuk Savaş dönemimde tehdit ' Kızıllar' iken 1990'ların başında eski İngiltere Başbakanı Margaret Teacher'in ifadesi ve Ronald Reagan'ın tekrar etmesiyle tehdit yeni dünya düzeninde ' Yeşiller'di. Amerikan emperyalizminin kontra-gerilla faaliyetlerinin en temel unsurlarından birisi, her zaman, "psikolojik harekât" olmuştu. Başta İsmet Berkan olmak üzere, pek çok "gazeteci", "köşe yazarı"nın, uzun yıllar MGK Genel Sekreterliği'ne bağlı "Toplumla İlişkiler Başkanlığı"yla birlikte çalıştıkları ve hatta MİT'in "psikolojik harekât"larında bizzat görev aldıkları herzaman "gizli" kalacak bir devlet sırrıydı. Bu "gizlilik" içinde İsmet Berkan, "demokrasiye katkı" yapmak amacıyla gazetesinde yayınlanan "gizli yönetmelik"ten yola çıkarak "derin devlet" edebiyatını daha da geliştiriyordu. İsmet Berkan soruyordu: Acaba Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı ve hatta Necip Hablemitoğlu cinayetleri de birer 'psikolojik harekât' mıydı? Böylece "derin devlet"in yürüttüğü "psikolojik harekât", elçabukluğuyla dindar kesimlere yönelik bir harekâta dönüştürülüyordu. İsmet Berkan demek istiyordu ki, "derin devlet", bu "gizli yönetmelik"ten aldığı güçle, dindarları veya "İslamcı demokratlar"ı sindirmek amacıyla Uğur Mumcu ve diğerlerini "öldürmüştü". Şüphesiz, "gizli yönetmelik", emekli olan generallerin, özellikle de MGK Genel Sekreteri görevinden emekli olan Org. Tuncer Kılınç'ın "şeriatçı tehlike" üzerine yaptıkları açıklamaların üzerine yayınlanmıştı. Ertuğrul Özkök'ün "emekli generaller tartışması"ndan "çekildiğini" ilan ettiği tarihe denk getirilmişti. Görev, Radikal ve İsmet Berkan tarafından devralınmıştı. Artık "derin devlet" edebiyatını "entel" Radikal'le sürdüregitmek, AKP hükümeti ile ilişkileri "derinleştirmek" için bulunmaz bir fırsat olacaktı. Bugüne kadar Amerikan emperyalizmi karşıt mücadelelere karşı dünya çapında yürüttüğü kontragerilla faaliyetlerinin ağırlık noktasını kitle ve kadro pasifikasyonunun oluşturuyordu. Pasifikasyon ise, kitleleri ve kadroları sindirmek amacıyla yürütülen "yıldırma harekâtı", yani terör harekâtı ile birlikte yürütülürdü. Terör, kitlesel ve kadrosal katliamlardan işkenceye kadar her yolun kullanıldığı temel bir pasifikasyon aracıydı. Amerikan emperyalizminin pasifikasyon yöntemlerinin diğer unsuru ise, "medya" aracılığıyla dezinformasyon yapmaktı. Psikolojik savaş, askerlikte çok önemli bir kavramdı. Savaşıyorsunuz ya da caydırıcılık sağlamaya çalışıyorsunuz, o zaman psikolojik savaşa da başvurmalısınız. Düşmanı yanıltmak, düşmanı korkutmak için böyle şeyler yapılıyordu. Adaleti Savunanlar Derneği İstanbul İl Başkanı, Emekli Albay Tabib Prof. Dr. Nevzat Tarhan'a göre, devletin üstünde “Devlet İçin Devlete Rağmen” denen bir odak vardı. Bunlar bir şekilde komutanlara ve Cumhurbaşkanı’na aracısız ulaşıp “alo” diyebilecek kadar rahat kişilerdi. Bunların sayıları yüz kişiden biraz fazlaydı. Sürekli bir araya gelip toplanan, tıpkı bir tarikat ketumiyetiyle hareket eden gün geldiğinde yetkilerini alt kadrodan gelen özel yetiştirilmiş kişilere devreden bir gruptu. Bunlar devletin gerçek sahiplerinin kendileri olduğunu düşünüyorlardı. Bunun içinde rejimin dizginlerini tutabilmek gayesiyle sürekli bir strateji üretmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Bu, “Devlet İçin Devlete Rağmen” denilen odak, bir şekilde bir kısım komutanları da ikna ediyordu. Şu anda Türkiye’deki Silahlı Kuvvetleri yöneten komutanlar vatansever kişilerdi. Her şeyini feda edebilecek insanlardı. Fakat yanlış bilgilendirildiler ve yanlış yönlendirildiler. Onlarda, post modern darbe denilen 28 Şubat sürecini yapmaya ikna edildiler. Yani psikolojik harbe maruz kaldılar. Bundan üç-dört sene sonra bu hatalarını anlayacaklardı. Hatta bir kısmı şimdiden anlamışlardı. Bu psikolojik savaşın yöntemlerinden biri “Kontrollü Gerilim Stratejisi”. Yani ne savaş ne de barıştan yanalar. Şimdi bu örgüt, kontrollü gerilim stratejisini devam ettiriyordu. Çünkü Apo meselesi bittiği zaman huzur ve sükun oluşursa Ankara’daki egemenler ellerindeki ipleri istedikleri gibi kullanamayacaklardı. Onun için kontrollü bir gerilim stratejisi güderek bir şekilde yeni bir düşman belirlemeleri gerekiyordu. O düşmanı da “İrtica” olarak belirleyerek, bunun için de bu düşmana karşı hareket edecek komutanları ikna ettiler. Daha önce komünizme karşı silahlı güç olan Gladio’ya artık ihtiyaç kalmadı. Bundan dolayı uluslar arası silah kaçakçılığı ve uyuşturucu işine girdiler. Bu işe girdikleri için tasfiye edildiler. Şimdi yeni bir sivil yapılanma içerisindeler. Türkiye’de şu anda bunun üzerine gidecek siyasi bir irade yoktu. Rahmetli Ayhan Songar, “Türkiye’deki solculardan psikopat, sağcılar arasından da geri zekâlı çok çıkıyor” derdi. Tabii bunun yanında da elindeki ekmeği vermek derecesinde bir saflık var. Şimdi yanlış da olsa hareket devletten geliyorsa “amenna” diyen insanlar da vardı ortada. Devleti yönetenleri bir insan olarak görmüyordu. Devleti yönetenlerin yanlışlarına hukuk çerçevesi içersinde “yanlış yapıyorsunuz” demeyi düşünemeyen insanlar vardı. Halkımız olan bitenlere karşı çok tepkisizdi. Bir subay 28 Şubat hareketi içersinde görev yapan birisine gidiyor, “Halk 28 Şubat’ı desteklemiyor Komutanım, yanlış yaptınız” diyordu. O da kendisine ben öyle düşünmüyorum? “Baksanıza bana topu topu 8 tane mektup geldi bu konuda!..” Buradan da anlaşılıyor ki halkımız, kendi düşüncesini Türkiye’yi yönetenlere yeterince anlatamıyordu. Türkiye’de özellikle son yıllarda yoğunlaşan adaletsizlik hususunda toplumsal bir boşluk derinleşiyordu. Toplum olarak külliyen bir haksız sözkonusuydu. Fakat bunun karşısında şuursuz bir hak arama veya arayamama gibi bir durum vardı.1994’lerde başlayan toplumsal bir paranoya hali hakimdi. Bu paranoyanın sebebi psikolojik savaştı. Ülkeyi yönetenler zaman zaman dostuyla düşmanını karıştırdı. Bu bozuk bir ruh halinin göstergesiydi. Sağlıklı düşünememek, yanlış muhakemeyi doğurdu. Bu hâl üzerine devlete dost olan insanlara düşman gibi muamele yapıldı. Bunun neticesinde de özellikle Silahlı Kuvvetlerde büyük bir tasfiye yaşandı. Kadro kıyımı yapıldı. 3 binden fazla subay astsubay 1990'lı yıllarda Silahlı Kuvvetlerden uzaklaştırıldı. Bunların bir kısmı da çeşitli tacizler sebebiyle kendileri ayrılmak zorunda kaldı. Göreviyle âlâkası olmayan yerlere tayin edilerek, ayrıca sizin yaşam tarzınızı beğenmiyoruz gibi sözlerle psikolojik baskı kurarak taciz edildiler. Kara Kuvvetleri eski Komutanı Füsunoğlu bununla ilgili bir gazetede, “Ordu’da Cuma namazına gidenler hoş karşılanmaz “ diyordu. Bu açıklama bir kere evrensel insan haklarına aykırıydı. Bu tür uygulamalar karşısında bir düşünürün akla gelen çok güzel bir sözü vardı: “Bir insan toplumu için güzel bir fikir bulur ve bunu söylemezse ya bencildir, ya korkaktır ya da tenbeldir” diyordu. Psikolojik harp ve sosyal psikiyatriyi ve bu harp modelini ilk defa Çinliler Ortaasya’daki Moğol ve Türklere karşı uygulamıştı. Bunu çok iyi uyguladıkları için dünya üzerinde bir kıyıma uğramadan bu kadar kalabalık bir millet haline gelebilmişlerdi. Bu konudaki ilk kitapları da onlar yazmıştı. Uyguladıkları en etkili yöntem düşmanı olan halkları birbirlerine düşürmekti. Daha sonra Moğollar, ardından Fatihle birlikte Osmanlılara uyguluyordu. Meselâ Moğollar da Timur bu konuda çok başarılıydı. Ordusunun çok güçlü olduğunu, girdiği yeri yakıp yıkacağını, taş taş üstünde bırakmayacağını duyurarak karşısındaki ordu üzerinde korku salıyordu. Osmanlılar da şöyle yapıyor; tabâsı içersindeki alim kişileri, bilge kişileri, gönül adamlarını fethedecekleri yerlere önceden gönderiyorlar ve halk arasında “Ancak Osmanlı tabası olursanız rahat edersiniz” kanaati oluşturuyorlardı. Bu hakikaten gerçekçi olarak bizim ‘beyaz propaganda’ dediğimiz türden bir uygulamaydı. Yani eskilerin lisan-ı hal dedikleri sözün öze karışmasıydı. Yoksa sömürmek veya şovenist galibiyet dürtülerini tatmin için değildi. Onun için de İstanbul fethedilmeden evvel Bizans halkı arasında “Kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz” şeklinde Osmanlılar lehinde olumlu bir kanaat doğmuştu. Ayrıca bu savaşı Hitler de çok iyi kullanmıştı. Bu amaçla “Kavgam” kitabını çıkarıyor ve evlenen her çifte bu kitabı hediye ediyordu. O zamanın Almanya’sında savaştan önce tam 5 milyon adet bahse konu kitaptan dağıtılmıştı. Neticede de ortada ciddi bir savaş meselesi olmadan, Almanya halkını savaşa ikna ediyordu. Diğer taraftan, bu psikolojik savaşın olumlu meyvesi ise 1989 yılında psikolojik bir sınır olan Berlin duvarının yıkılması oldu ki, bu duvar neşeyle yıkıldı. Bu psikolojik harbin bir örneğini de Özal döneminde yaşanmıştı. O dönemde bir Kültür Bakanı sinemaların tekelleşmesinden rahatsız oluyordu. Çünkü Amerikan firmaları Türk sinemalarına tek tek elde sahip oluyordu. Neticede o zamanın bakanı, bununla ilgili bir yasa teklifi hazırladı. Bu yasa teklifi çıkmak üzereyken, George Bush özel olarak Başbakan’ı arayarak bu yasanın çıkmamasını istiyordu. Bugün Coca Cola’ların, Parlament’in, Mac Donalds’ın girdikleri ülkelerde özel bir misyonu vardı: Amerikan yaşam tarzına özendirip kimliksiz bir toplum oluşturup yönetmek!.. Hâl böyle olunca da daha önce yemediğiniz, içmediğiniz garabetteki şeyler bile sofranızda olmadan yemeğe oturmuyor, onların dayattığı eşyaları kullanmadan aşağılık duygusundan kurtulamıyorsunuz. Emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu Özel Harp Dairesi’nin başkanı olduğu sıralarda “Modern Mücadele Yöntemi ve Özel Harp Uygulaması” adında bir kitap yazdı. Kitapta günümüzde büyük bir uygulama alanı bulan psikolojik faaliyetlere psikolojik harp ve psikolojik harekât deyimleri kullanmaktan kaçınılmaktadır, zirâ bu ön deyimler uluslar arası alanda politikacıların, diplomatların hatta bazı komutanların bile şüpheyle karşıladıkları sevilmeyen sözcükler olmuştur” diyordu. Yaşayan bir gerçek olmasına rağmen niye sevilmiyordu? Bunun böyle söylenmesi de psikolojik harbin gereğiydi. Psikolojik harp şöyle tanımlanıyordu; Düşman ve dost topluluklarının duygularının, düşüncelerinin, davranışlarının, yaşam tarzlarının belli bir hedefi elde etmek için planlanarak, değiştirilmesi. Biliyorsunuz psikolojik savaşın üç türlü propaganda yöntemi vardı: Gri, siyah ve beyaz .. Beyaz propaganda yöntemi doğruları açık açık söylemek. En tesirlisi budur, tabii yapılabilirse. Gri propaganda da, propagandayı yapan belirsizdir. Siyah propaganda da, propagandayı karşı düşman yapıyormuş gibi gösterilir. Büyük bir hile vardır orada. Şimdi burada psikolojik savaş yapılıyor ama yapıldığının bilinmemesi gerekiyordu. O sebeple, Yirmibeşoğlu’nun sözleri de psikolojik harbin gereğiydi. Özellikle son yıllarda Türkiye’de psikolojik harbin en canlı örnekleri yaşanıyordu. Toplumda şu anda bütün dünyada olduğu gibi bir dindarlaşma süreci vardı. Bu doğal bir seyirdi. Ancak bunun farkına varmayan veya çeşitli propagandaların etkisiyle varamayan odaklar bu süreci tersine çevirmek istiyorlardı. Mesela Norveç, nüfusu 4-5 milyon civarında bir ülke. Günlük gazete tirajı ise 3 milyon. Yani Türkiye kadar. İki kişiye bir araba düşüyor. GSMH 20-25 bin dolar. Yılda 5 milyona yakın kitap satılıyor. Böyle zengin ve kültürlü bir toplum. Fakat boşanma oranı yüzde 52. Cinayetler gün geçtikçe artıyor ve gençlerin çoğu uyuşturucu bağımlısı. Neden böyle oluyor diye Norveç Parlamentosu, “Manevi Değerler Komisyon”u kuruyor. Ve Norveç Başbakanı Papaz kökenli biri oluyor. Toplumdaki bu gidişatı dini değerlerin kaybedilmesi ve yozlaşması olarak adlandırıyor. Bu konuda teşvik programları hazırlıyor. Böyle manevi potansiyeli olan ülkede de (Türkiye’de) tam tersi bir uygulama reva görülüyordu. Türkiye’yi yönetenler karar mekanizmasının başında olanlar, 28 Şubat sürecini gerçekleştirirken çeşitli korkuların tesirinde kaldılar. Bu korkulardan bir tanesi İran korkusuydu. Şimdi 28 Şubat komutanının sözde doğruymuş gibi olan ancak aslında yanlış yorumladığı bir gerçek vardı. O da şuradan kaynaklanıyordu: 1980 yılında İran Kara Kuvvetleri Komutanı Türkiye’ye sığınıyor, Sayın Karadayı ise o sırada Tugay Komutanı. Meslektaşına İran’daki irticai faaliyetleri niye durduramadıklarını soruyor. Şah’ın generali de ona; “Biz olanları masum dini hareketler diye tanımladığımız için göz yumduk, neticesi de bu oldu” diyor. Maalesef 28 Şubat gibi psikolojik bir savaşta bu beyanatları argüman olarak kullandılar. Bu açıklamalardan yola çıkarak Türkiye’de İran gibi olacak korkusuyla hareket ediyorlardı. Burada büyük bir anlayış ve algılayış güdüklüğü vardı. Tarihin hiçbir devresinde Osmanlı ile İran müttefik olmadığı gibi hep o cenahtan da cihanşümul politikaları engellenmişti. Hatta Yavuz Sultan Selim bile Batı’ya yapacağı seferlerin bu yüzden Doğu’ya kaydırmıştı. Ayrıca İran toplumunu iyi analiz etmek gerekiyordu. Oradaki halkın Şah’ı istemeyip Humeyni’yi istemesinin sebebi neydi?! Şimdi Şah petrolden kaynaklanan zenginliklerini silaha yatırdı, müthiş bir ordu kurdu. Bunun yanında halka hiç yatırım yapılmadı ve halk sürekli olarak ezildi. Geçim sıkıntısının yanında bir de aşağılanıp, horlandı. Bunun yanında büyük adaletsizlikler de vardı. Tüm bunlar karşısında insanlar Humeyni’yi sığınacak bir kale gibi gördüler. Buradaki İran halkının tepkisi kendilerine yapılan zorbalığa karşıydı. Yani Humeyni’nin yaptığı dini propagandanın neticesi olmadı devrim. Adam zaten 20 senedir dışarıda. Ne tanıyanı var ne de bileni. Halk Humeyni’nin arkasından dini kaygılarla gitmedi. Ancak, Türkiye’de de gelişmekte olan dini duyarlılığı yanlış analiz ediyorlar. Oysa durum tam tersi. Hatta Humeyni tarzı düşünenlerin ekmeğine bile yağ sürüyorlar bugünkü uygulamalarla. Oysa bu analizleri sağlıklı yapması gereken Toplumla İletişim Başkanlığı (TİB) diye bir birim vardı. Kamuoyunda buna derin devlet deniyor, Psikolojik harp dairesi deniyordu. İlk olarak, 1954 yılında Seferberlik Tetkik Kurumu (STK) olarak organize ediliyor, halen daha taşrada bu şekilde çalışıyordu. Şimdi de Özel Kuvvetler Komutanlığı deniyordu. Bu bütün dünyada kurulduğu gibi, Türkiye’de de soğuk savaşın neticesi olarak kuruldu. Özellikle dünyayı saran komünizm tehlikesi üzerine oluşturuldu. Herhangi bir sıcak harp zamanında gerilla savaşıyla halkı örgütlemek için düşünüldü. 12 Eylül’den önce komünizme karşı çok iyi kullanıldı. Ama bugün Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın bu amaçla kullanıldığını söylemek yanlış olurdu. Bugün bu ÖKK’nın dışında Batı Çalışma Grubu (BÇG) tarzında fikir üreten bir grup vardı. Bu yapılanma Silahlı Kuvvetlerin emir komuta zinciri dışında bir odaktı ve bu odak 28 Şubat kapsamında dini kesimlere karşı Psikolojik Harp istiyordu!.. 28 Şubat sürecinden önce, medya gücünü de kullanarak Fadime Şahin, Ali Kalkancı, gibi kişileri yazdıkları senaryolarda oynattıktan sonra bu hadiseleri örnek göstererek bu hareketin komutanlarını ikna ettiler.. Öte yandan, her yerde nükleer silah olduğundan dolayı kimse dünyanın sonu gelir korkusundan dolayı artık büyük savaş girmeyecekti. 21. yüzyıl savaşları psikolojik savaş üzerine kuruluydu. ÖHD’de etkin bir görev almış Sami Karamısır Paşa, II. Selimin dayısı Yasef Nassi’den bu yana Yahudiler Türkiye içersindeki gizli örgütlerde etkili olmuşlardı. “Devlet İçin Devlete Rağmen” örgütünün ardında da tröst devletler hükmündeki siyonist lobilerin gücü ve adamları vardı. Bunlar medya-siyaset-sermaye destekli organize bir hareketti. Sermayeyi kullanarak Ankara’daki yüksek rütbeli bürokratlara ulaşarak onları ikna ederek faaliyetlerini belirliyorlardı. Bunların başarısında sermayeyi yanlarına almalarının büyük rolü vardı. Bu mekanizma, uluslar arası bir organizasyonun Türkiye ayağıydı. Ve bunlar tarafından organize bir çalışmayla Türkiye’deki devlet adamları ve komutanlar yanıltılarak ikna edildi. Yanıltılıp kullanılmada en önemli argüman özellikle İran olayının yanlış yorumlanıp, aksettirilmesi olmuştu. Bu provokasyonların karşısında özellikle cemaat ve tarikatlar çok olumlu bir psikolojik harp uyguladılar. Türkiye’deki dindar insanlara inançlarından dolayı yapılanlar Sudan veya başka bir İslam ülkesinde yapılsaydı kesinlikle iç savaş çıkardı. Türkiye’de bu savaşın çıkmaması çok ilginçti. Bu da Türkiye’deki toplumun demokratik ve hukuk olgunluğu içersinde olmasından kaynaklanıyordu. Ayrıca bunların askerin karşısında demokratik bir şekilde durmaları olabilecek bir çok hadiseyi engellediği gibi bir kısım komutanların gözünü açmasına da vesile oldu. Türkiye’de psikolojik harbe karşı psikolojik harple cevap veren cemaat ve tarikatlar sayesinde büyük badireler atlatılmıştı. Şimdi Ashab-ı Kehf’le ilgili çalışmalara da dikkat ettiğimizde, oradaki seçilmişler hep kendi doğrularını anlatmışlar ve bu doğruların arkasında durmuşlardı. Yani kendi inançlarına ters hiçbir şey yapmamışlardı. Yani silaha sarılıp terör estirmemiş, insan öldürmemişlerdi. Peygamber Efendimizi (S.a.v) örnek alıyorsun, hayatında hiç kimseyi azarlamamış, tokat atmamıştı. Bugün bu stratejiyi keşfetmiş guruplar biraz yavaş bir yolla ama doğru bir yolla kendi doğrularını anlatmak istiyorlardı. Bunu da gerçek bir vatan sevgisi ve Allah inancıyla yapmak istiyorlardı. Bugün bu tarz yaklaşımlar takiyye diye algılanıyordu. Takiyye ne demekti? Bir insanın inanmadığı şeyi yapması demekti. Bugün bakıyorsunuz üniversitelerde gençler takiyye yapmak durumunda kalıyordu. Yani inandığı gibi yaşattırılmıyordu. Buna rağmen teröre bulaşmayıp demokratik hak arama yöntemini seçtiler. Bunca provokasyona rağmen Türkiye’yi iç harbe sürükleyememişlerdi. Ancak iş, sonunda bam teline dokunmaya gelecekti. Bu amaçla ırza tecavüzler, cemâat ve tarikât liderlerine suikastlar, cami ve çevrelerine sabatojlar şeklinde alevlendirilerek, önüne alınmayacak bazı hareketlerle meseleyi istedikleri yere çekebilirlerdi. Böyle bir vaziyet sergilenebilir miydi?.. Teorik olarak bu olabilirdi. Ancak, bu hareketi yapabileceklerini anlasalardı şimdiye kadar yaparlardı. Böyle bir şey yapılabilmesi için öncelikli olarak zihinsel ikna gerekiyordu. Son yıllarda Çetin Emeç’ten, Uğur Mumcu’ya kadar toplumda bir infiale sebep olacak kimseler öldürüldü. Tabii bu plan dairesinde Turgut Özal’a da suikast düzenlendi. Bunları yapanların hepsi belli bir ideolojinin eğilimindeki insanlardı. Birine bir şeyi şartlandırıp yaptırmak için onun ikna olması gerekiyordu. CIA’deki raporlarda, “Türkiye’deki solcuların da vatanperver olduğu ve bu insanlarla birlikte kullanılacak diğer kimselerin de ancak vatan için yapıyorsunuz bilinci verilerek kullanılabilecekleri” ifade ediliyordu. Bunun içinde provokatörleriyle devleti tehdit eden irticai bir kalkışma hareketi doğurmaları lâzımdı İnsanlarımız bir vatandaş olarak devletin asli olup kendinden müteşekkil olduğunu bilmekten uzaklaştırılmıştı. Devletin kurumlarını ağababalarının çiftliği gibi kullanan insanları devletin kendisi olarak görüyorlardı. Oysa devlet halkın ta kendisiydi. Devletin mekanizmalarını kullanan kişi devleti temsil etmiyordu, o evin içersine giren yavuz hırsız hükmündeydi. Toplumun bazı şeyleri sorgulaması gerekiyordu. Ortada demokrasiyle militarizmin çatışması durumu vardu. Eğer Türkiye’de bloklaşma gerekiyorsa demokrasiyle militarist zorbalığın bloklaşması gerekiyordu. Şimdi, toplumun demokratik yöntemlerle hak arama şuurun oluşturulması gerekiyordu. Mesela Rusya’da Çernobil olayından sonra Rus halkının devlete olan güveni azaldı ve devleti sorgulamaya başladı. Bir müddet sonra bunun sonucu olarak 1989 Kasım’ında Berlin duvarı yıkıldı. Türkiye’de de Marmara depremiyle devlete olan güven sarsıldı. Şu anda devlete toz kondurmayıp, yanlışında bile keramet arayan insanlar devlet mekanizmaları tarafından geliştirilen uygulamaları mercek altına almaya başladılar. Bugünkü ekonomik krizle de bu hız kazandı. Eğer, gerçek bir demokratik gelişme sağlanamazsa Türkiye’nin 2002 incesi hali büyük sosyal patlamalara hazır bir haldeydi. Ülkeyi yönetenlerin toplumu doğru okumaları ve toplumun beklentileri istikametinde devleti yeniden yapılandırmaları gerekiyordu. Strateji uzmanı Nurullah Aydın’a göre, “medya-mafya-sermaye-bürokrasi-asker” ilişkisi derin devlet denen oligarşik yapının temellerini oluşturuyordu. Kullanılan terminolojileri de Atatürkçülük, Lâiklik, Cumhuriyetçilikti. Buradan yola çıkılarak kendi düşüncelerinde olmayan insanları irticaya destek veriyor, cumhuriyeti tehlikeye düşürüyor şeklinde harcamaya kalkıyorlardı. Bu psikolojik bir savaş yöntemi, 1994 ve 95’de brifinglerle yapıldı. Bu brifinglerde işlenen konu şu; “Türkiye’deki irticaî faaliyetler öyle artı ki, böyle giderse 2005 yılında ülke irticanın eline geçecek”ti. Bu irticaî faaliyetler olarak da toplumun cami yapmasını, Kur’an kursları açmasını, İmam Hatiplerin ve başörtülü bayanların artmasını misâl gösterdiler. Yani toplumdaki doğal olan dindarlaşmayı terörist bir hareket gibi algıladılar. Kimse “irtica” kelimesini tanımlamıyor. Bu da şuurlu olarak yapılıyordu. Bunun içinde “Kitlesel İş Tehditi”ni kullanıyorlardı. Bu faşizmin bir yöntemiydi. Türkiye’de asker bir konuda karar verirken, iyi karar verirdi. İyi istihbarat ve planlama yapardı. Daha sonra uzman subaylar projeleri incelerlerdi. Buna rağmen 28 Şubat süreciyle ilgili veriler yanlış toplandı. Türkiye’de. İstihbarat yapılırken toplum yanlış okundu. Bu yanlışın er geç farkına varılacaktı. Bu yanlışın bir an evvel farkına varılması için Türkiye’deki toplumun yaşadığının doğruluğunu ifade etmesi gerekiyordu. Bu sebeple halk, bir evladın babasını uyarması gibi mektupla, faksla edepli bir üslûpla Devlet yetkililerini MGK’ da dahil olmak üzere uyarmalıydı. Bu konuda Recep Yazıcıoğlu’nun güzel bir sözü vardı: “Bizim toplum söyleniyor ama söylemiyor” diyordu. Halkımızda bir yılgınlık, nemelâzımcılık vardı. Bu ada Özal’ın açtığı toplumdaki canlanmanın sönmesiydi. Bu söndüğü için insanlar nemelazımcılığın yanında bencilleşti bireysel çıkarları toplumsal çıkarların önüne aldı. Bu psikolojideki en önemli unsur gene devlete aitti. Zirâ halkını küçük görerek, onu aşağılayarak en ufak fikri bir açıklamada cezalandırarak bu merhaleye gelmesine sebep oldu. Dünya’daki sivil toplum örgütleri , halkın kendi kendini motive ederek vatanın asıl sahipleri olduğunu demokratik yollardan, kaliteli bir şekilde göstermesi için kurulurdu. ( 63) "Derin devlet" meselesi Türkiye için belkide en önemli meseleydi. Derin devletin içindekiler yani normal zamanlarda belirli yetkileri kullanma durumunda olanlar, bir de bakarsınız, kurtarıcı haline gelmek istüyorlardı... Öyle hissederlerdi kendilerini... Oysa kimse onlara görev vermemişti. Bir tür "Durumdan vazife çıkarma" mantığı ile işleyen bir mekanizmaydı. Elbette bu eksik bir tanım. Sadece asker ile bu derin devlet konusu açıklanamazdı. Çünkü Derin Devlet denilen mekanizma işlerken askere hiç toz kondurulmazdı! Bir derin devlet tanımı nasıl yapılabilirdi? Elbette bazı tanımlar var, ama benim karşılaştığım en kapsamlı tanımlardan birisi şuydu: "Jöntürklerin Rumeli'de oluşturduğu çetelerin, ardından iktidara gelen İttihat ve Terakki Partisi'nin ve onun beyni olan Teşkilat-ı Mahsusa'nın, ardından Teşkilat-ı Mahsusa'nın M.Kemal'e biat etmeyen üyelerinin temizlenerek sağlamlaştırılan tek parti iktidarının, ardından, gelişen NATO ve Kontrgerilla ile iç içe giren düzenin ve nihayet bugün derin devlet dediğimiz oluşumun hiç kesintisiz olarak bugüne kadar sürmüş haline" derin devlet diyoruz. Derin devlet ne yapar: Halktan tahsil edilen vergiler ihale adı altında silahlı grupların kontrolünde derin devlet mensuplarına dağıtır. Yapılan komplolarda rejimle ters düşen iş adamları yazarlar öldürülür. Medya organik ilişki içinde bulunduğu taşeron iş adamlarına emanet edilir. Anayasa ve yasalar dışında askeri istihbarat birimleri oluşturur. Yasa dışı ticaret organize edilir. Derin devlet NATO, ABD ve İsrail ile iç içiçe bir devlet yapısı ister. Eğer politikacıların sahibi değilse tehditlerle şantajlarla onlara istediklerini yaptırır. Bütün bunlar yapılırken askeri kanada hiçbir çamur sıçratılmaması için azami gayret gösterilir. Ülkenin varlıklıları, önemli zenginleri bu yapıya entegredir. Derin devlet yüz yıldır kesintisiz biçimde devam etmekte. Derin devlet propaganda araçlarını, vergilerle ya da kirli ilişkilerle elde edilen parayı, siyasetçileri, siyasi partileri, güvenlik güçlerini ve devletin kilit noktalarını büyük oranda kontrol altında tutar. Kontrolden çıkmışlık hissedildiğinde düğmeye basılır ve mekanizma her taraftan harekete geçer! Başbakan Tayyip Erdoğan'ın dediği gibi "Herkes özündeki düğmeye basar." (64) Derin devlet hep MİT ile özdeşleştirildi. MİT "Sır teşkilat" olarak anıldı hep. Dahası böyle anılmak istendi. Onun düzen içindeki rollüyle birlikte düşünüldüğünde böylesi daha korkutucu ve ürkütücüydü çünkü. Kimin MİT'çi olduğu asla bilinemezdi; her yerde gözü, kulağı vardı... Fakat heryerde gözü kulağı olan bu teşkilat, bu ülkede bir tek faili meçhulü aydınlatmadı, bir tek "kayıp"ın akıbetini açığa çıkaramadı. Deşifre edip bozduğu bir tek CIA-Mossad planı yoktu. Kısacası, halka, vatanımıza karşı işlenen suçların açığa çıkarılmasında MİT'in adını şanını duyan olmadı pek. Maalesef nerede kirli bir iş varsa, MİT'in adı oradan çıktı veya fatura adına yazıldı. MİT, güya "gizli" bir istihbarat teşkilatıydı ama her işinde ayak izleri bırakacak kadar da beceriksizdi. Nitekim Susurluk döneminde ortaya çıkan ayak izlerini izleyenlerin yolunun düştüğü yerlerden biri de hep MİT oldu. Aranan katillerin, eroin tüccarlarının, itirafçıların, kumarhanecilerin, ölüm mangalarının olduğu her yerde MİT'in de adı geçiyordu. İlk istihbarat teşkilatı 1910'lu yıllarda Osmanlı döneminde oluştmuştu. İttihat ve Terakkicilerin, ve özel olarak da Enver Paşa'nın yönetiminde oluşturulan Teşkilat-ı Mahsusa, Osmanlı'nın çöküş döneminde Balkanlardaki bağımsızlık savaşlarında, ve sonraki dönemde de emperyalistlerin Osmanlı'yı işgal dönemlerinde aktif bir rol oynadı. Bu yanıyla ulusal nitelik de taşıyordu. Cumhuriyet döneminde oluşturulan "gizli istihbarat" kuruluşunda o dönemin bazı kadroları yer alsa da, aralarında politik ve örgütsel bir devamlılık kurmak zordur. Cumhuriyet döneminde ilk resmi gizli istihbarat teşkilatı 5 Ocak 1927'de kuruldu. Adı Milli Amele Hizmet veya Milli Emniyet Hizmeti olarak anılan bu teşkilat, Alman Gizli Servisi'nin şeflerinden Walter Nikolai'nin eğitim ve organizatörlüğünde kurulmuştu. MAH'ın başında resmi olarak bir Türk vardı ancak, teşkilatın gerçek patronu Walter Nikolai'ydı. Nikolai, Alman devletinin o kadar güvendiği bir elemandır ki, Hitler işbaşına geldiğinde de Nikolai'yi bu görevinden almaz. Nikolai, bir yandan adı "Milli Amele Hizmet" olan Türkiye istihbaratının başında bulunurken, bir yandan da Nazi Gizli Servisi'nin kuruluşunda görev almıştı. Cumhuriyet'in ilk yıllarında oluşturulan "Milli Emniyet Hizmeti" Envercilerden kalma bir Alman ekoluydu. Soğuk savaş dönemiyle birlikte istihbarattaki Alman egemenliği yerini Amerikan egemenliğine bıraktı. Türkiye'nin Amerikanın stratejik ortağı olmasına paralel olarak, MAH (ve sonra MİT) CIA ile koordineli çalışmaya başladı. CIA, MAH'ı yeniden organize etme işine "kendi kadrolarını" yetiştirerek başlamıştır 6 kişilik bir ekip ABD'ye eğitime götürülmüş ve MİT'in diğer kadroları da bu 6 kişi tarafından eğitilmişti. Bu 6 kişilik ekipten Behçet Türkmen 1953'de MAH'ın başına, daha sonra da Fuat Doğu MİT'in başına getirilmişti. MAH'ın bu dönemde "CIA'nın bir şubesi" haline dönüştürülmesi bir benzetme değildir. Fiili bir gerçektir. O kadar ki, güya Türkiye adına(!) istihbarat yapmakla görevli istihbaratçıların maaşlarını dahi CIA ödemektedir. Türkiye'yi yönetenler, MİT'in başındakiler zaman zaman bu gerçeği itiraf etmişlerdir. İşte bu itiraflardan ikisi. Başbakan Menderes'in Müsteşarı Ahmet Salih Korur, MAH hakkında hazırladığı raporda şöyle diyordu: "Amerikalılar, MAH'a hakimdi. Para veriyor, örgüte nüfuz' ediyorlardı. Milli Emniyetin bütün dosyaları CIA'nın kontrolündeydi. İstanbul'da Milli Emniyete ait bir okul, servisin İstanbul örgütü ve Yeşilköy'deki Soruşturma Teşkilatı tümüyle Amerikalıların emrindeydi. Okullara, Soruşturma Teşkilatı'na Amerikalılar doğrudan' para veriyorlardı. İstanbul bölge örgüt başkanlığına doğrudan' para ödüyorlardı. Karşılığında iş' istiyorlardı." (Aktaran Soner Yalçın, Bay Pipo, s. 59) Bu durum sonraki yıllarda da değişmeden sürüp gelmişti. 6 Temmuz 1965'te çıkarılan bir yasayla MAH, Milli İstihbarat Teşkilatı'na kısacası MİT'e dönüştürüldü. Bu dönemini ise, 1977'de tasfiye edilen MİT İstihbarat Başkan Yardımcısı Sabahattin Savaşman anlatıyor: "Teşkilatın kullandığı bütün teknik malzemeler CIA tarafından temin edilmiştir. Birçok personel Amerikalılar tarafından yurtdışındaki kurslarda eğitilmiş, teşkilat binası CIA tarafından kurulmuş, eğitmenleri CIA sağlamıştır.(...) Personel yıllardan beri CIA gibi çalışmakta, Amerikan Servisi hesabına görev almakta, yurtiçi ve yurtdışındaki operasyonlarda ücret kabul etmektedir." MİT, eroin ticaretini, kumarhane haraççılığını ve kontrgerilla eylemlerini "vatanseverlik" diye yapmıştı. Bu kirli işler için "elemanları"nı da buna göre seçmekteydi. Bu nedenle, MİT elemanlarının, Mafyacı Çakıcılar, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı gibiler, Faik Meral gibi üçkağıtçılar, Yavuz Ataç gibi mafyacı hamileri olması şaşırtıcı değildi. İşin racunu gereğiydi. MİT yetkilileri ve hükümetler, bu isimlerde MİT pasaportları çıkmasını, "bazı MİT'çilerin kişisel ilişkileri" olarak açıklayarak, MİT'in ayıplarını gizlemeye çalıştılar. Bunların hepsi kişisel veya tesadüfi olabilir miydi? Çakıcı'da ikinci kez MİT pasaportu çıkması üzerine MİT "bu olaya teşkilatlarının adının karışmasından üzüntü duyduklarını" açıkladı. Pasaportu veren Faik Meral'in Çakıcı'yla işbirliği MİT'te olduğu döneme uzanıyordu. Tüm MİT'çiler, açıklamalarında bu tür kişilerle kurdukları ilişkilerin "üst makamın bilgisi dahilinde" olduğunu belirtiyordu. MİT gibi bir kuruluşta tersini düşünmek de zaten abesti. Çakıcı, Çatlı gibilerle MİT arasındaki ilişkinin kişisel değil, resmi ve kurumsal düzeyde bir ilişki olduğu bu devletin raporlarına, resmi belgelerine geçen reddedilemez bir gerçekti: - "Çakıcı MİT'te eleman olarak çalışıyor" (Mehmet Eymür'ün Susurluk Davası'ndaki ifadesinden) - "Çakıcı ile adamlarının bütün işlemleri eskiden beri MİT tarafından organize ediliyor. Yurtdışı çıkışlarına da yardımcı olunuyor. Çakıcı MİT'in adamı..." (Emniyet Genel Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı Hanefi Avcı'nın TBMM Soruşturma Komisyonu'na verdiği ifadeden) - "Ermeni terörüne karşı 12 Eylül'den sonra arayışların başladığı tarihte Hiram Abas, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı ve bir kısım ülkücüyü organize etmiştir. Bu çalışmalar o tarihte Cumhurbaşkanlığı bünyesinde yürütülmüştü. Fakat muhtemel ve menfi bir gelişme olması ihtimaline binaen çalışmalar MİT'e devredilmiştir." (Başbakanlık Susurluk Raporu'ndan) Derin devletile ilişkilendirilen tüm infazlarda, faili meçhul cinayetlerde, yolsuzluklarda, sağ veya sol mafyacılarla, kumarhanecilerle yürütülen ilişkilerde, onlara kırmızı-yeşil pasaportlar verilmesinde, ihalelerde, darbe tezgahlamada, uyuşturucu-silah kaçakçılığında kısacası Susurluk Devleti'nin açığa çıkaran tüm kirli işlerinde MİT'in şu veya bu biçimde yeraldığı Susurluk döneminde açığa çıkmıştı. Kirli ilişkiler "devletin güvenliği" adına savunuluyordu ve sır perdesi kalkmıyordu. Çatlı, Yeşil, kullanılan yüzlerce tetikçiden sadece bir kaçıydı. Hanefi Avcı Susurluk Komisyonu'nda Mehmet Eymür'ün Yeşil'le olan ilişkisi hakkında şunları söylemekteydi: "Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ın kullandığı cep, mobil ve sabit telefon ile kimlerle görüştüğü araştırılırsa karşımıza Mehmet Eymür çıkmaktadır." Korkut Eken de Susurluk Komisyonu'ndaki ifadesinde "Çatlı'yı Eymür'le birlikte tanıdım" demişti. Yeşil, seri halde cinayetler işliyor. Çatlı haraç kesiyor, Yaşar Öz uyuşturucu ticareti yapıyor. Çakıcı uyuşturucu ticareti yapıp, ihale yolsuzluklarına göz kulak oluyor. Ali Fevzi Bir, devlet himayesinde kumar oynatır... Hepsi devletin korumasu altında bunları yapıyordı. MİT'in üst düzey yöneticilerinden Mehmet Eymür yazdığı kitapta MAH'ın ilk dönemdeki faaliyetlerini şöyle özetliyor: "Şeyh Sait İsyanı, Kızıl Lazistan çalışmaları, Kürtlerle Ermenilerin müşterek Hoybon ve Kürt Teali Cemiyeti faaliyetleri, gizli Komünist Partisi faaliyetleri, Hilafetçi ve Saltanatçıların faaliyetleri, Hatay meselesi, Çiçero olayı MAH'ın uğraş konuları arasındaydı." (Mehmet Eymür, Analiz s. 33) Bu alıntıda açıkça görüleceği gibi, MAH'ın ve sonrasında da MİT'in faaliyetleri, tamamen "içe yönelik" faaliyetlere göre örgütlenmişti. CIA ajanı Philip Agea "CIA Günlerim" adlı kitabında CIA'nın MİT aracılığıyla Türkiye'de nasıl bir faaliyet yürüttüğünü gayet açık anlatıyor: "... CIA uzun yıllardan beri Türk Milli İstihbarat Teşkilatı ile çok yoğun bir işbirliği içindedir. Bu örgütün eğitimi ve donatılmasını CIA sağlar. CIA'nın Türkiye'deki görevi, 'Doğu Bloku ülkelerinin misyon ve operasyonlarını' kontrol etmek... 'Amerika'nın kapitalist hegemonyasının' devamını sağlamaktır. Tabii bu arada her yerde olduğu gibi 'komünizm, ve aşırı sol hareketi kontrol ederek' ABD çıkarları için tehlikeli hale gelmelerini önlemektir." (Aktaran C. Arcayürek, Darbeler Ve Gizli Servisler, s. 157) MİT'in İsrail'in MOSSAD'ıyla ve İran'da Şah Diktatörlüğü döneminin SAVAK'ıyla yoğun işbirliği vardır. "Her ülkedeki sol faaliyetler, milli azınlıkların faaliyetleri, tedhişçi Filistin'e karşı önlemler, yıkıcı diğer faaliyetler, anarşi hakkında ikili, üçlü temaslar kurulur. (...) Görüşmelerde genellikle yol gösterici olan, üstün tekniğiyle MOSSAD'dır ve MOSSAD'ın memleketimizde hayli geniş imkanları bulunmaktadır." (MİT İstihbarat Başkan Yardımcısı Sabahattin Savaşman, Aktaran Suat Parlar, Kontrgerilla Kıskacında Türkiye, s.232) Hiram Abas bu ilişkilerde MİT'in kilit isimlerinden biriydi. Sabahattin Savaşman, onu, "Lübnan'da CIA'yla beraber operasyonlara katılan, onlardan yüklü ücret ve ikramiyeler temin eden, Filistin kamplarındaki solcu gençleri hedef alan faaliyetlerde gösterdiği başarı sonucu mükafatlandırılan" bir kişi olarak anlatıyor. (65) Derin devlet, elbette MİT veya Özel Harp Dairesi'den ibaret değildi. Derin devlet bir trendi ve kompartımanları vardı. Bunun içinde hukukçusu, üniversite öğretim üyesi, gazetecisi, işadamı, mafyası ve tetikçisi bulunuyordu. Karar mekanizması, bileşik kaplarda olduğu gibi, bir tanesinden bir şey basıldığı vakit, hepsi otomatik olarak aynı ayar noktasına geliyorlardı. Hepsi de ani bir refleksle birbirleriyle dayanışma içine giriyorlardı. Mesela Abdullah Çatlı uyuşturucu iddiasıyla Fransa'da yakalandığında, avukatlık işi için hapishanede ilk 12 Mart döneminin sol liderlerinden Sarp Kuray'ı aramıştı. Derin devletin sol unsurları da, sağ unsurları da vardı. Yapının bütün unsurları bütünleşmişti. Yani o sağcı, ben solcuyum; ben sağcıyım, o Kürtçü diye bir ayrım yoktu. Bu devasa yapı Türkiye'de operatif eylemler yaptı. Bu operasyonlar, Susurluk ve sonrasında iç çatışmalara sebep oldu. Çünkü biri konuştu, diğeri kendini kurtarma derdine düştü derken, bu yapıda çözülme oldu. O dönemin kimi önemli gazetecileri şimdi önemsiz oldu. Kimi önemli işadamları şimdi ya battı, ya önemini yitirdi. Kimi önemli polisleri şimdi ya yaşamıyor ya da bir kenara itildi. Bu yapının çözülmesinde bir de tabii Türkiye'nin Batı dünyasıyla entegrasyon sürecine girmesi de rol oynadı. Türkiye bugün ciddi bir değişim içindeydi. Gerçi derin devletteki irtibatların tortuları hâlâ yaşanıyor, adam askerden emekli oluyor, gidiyor bir mafya babasına danışmanlık yapıyordu.. Gene de derin devletin bu kısmı 1996'dan beri sıkıntıdaydı. Kendi işlerine gelen eylemleri yapamıyorlardı. Derin devletin eylemleri üzerine giden Uğur Mumcu, Abdi İpekçi'yi öldüren, Papa'ya suikast yapan Ağca'nın arkasında Bulgar mafyasının ve devletinin olduğunu söyledi hep. Mumcu, Ağca'nın Türkiye'de devletle irtibatını düşünmekte nedense geç kaldı. Uğur esasında devletperest biriydi. Devleti sorgularken çok hassastı. Bu yapının devlete zarar verilmeden arınmasını istiyordu. O, Ağca'nın ve Cantürk'ün arkasındaki bağlantıları yazmaya hazırlanıyordu. Elinde bilgiler vardı. Uyuşturucu tüccarı Behçet Cantürk'ün arka planında mutlaka devletin içinde bir yapılanma vardı. Ama iş öyle çığrından çıkmıştı ki, devlet Çatlı ve Cantürk gibi adamlar üzerindeki kontrolünü kaybetmişti. Cantürk'ün öldüğü haberi ulaştığında, 'Senin bu işten bilgin var mı, bu işi senin adamların mı yaptı' filan diye sormaksızın, Mehmet Ağar'ın Emniyet genel müdürü olarak, MGK'da alnından öpülüp tebrik edilmişti. PKK elebaşı Öcalan'ın, 1970'lerde MİT'le irtibatlı yer olan Fikir Ajansda gördüğünü Avni Özgürel ilk Uğur'a söylemişti. Öcalan-MİT ilişkisi bağlamında Radikal'de üç yazı yazan Avni Özgürel'in Öcalan'ı MİT bürosunda gördüğünüzü açıklamasından sonra Öcalan'dan ya da PKK/KADEK yönetiminden bu konuda bir açıklama ya da yalanlama gelmemişti. Uğur'un sadece o dönemdeki MİT mensuplarıyla münasebeti vardı. Bütün çabasına rağmen, mesela bu organizasyonları bilen 1970'lerin MİT Müsteşarı Fuat Doğu'yla görüşememişti. Uğur Mumcu kitaplarında analitik değildi. Savcı iddianamesi gibi yazıyordu. O, 'Ben mümkün olduğu kadar çok materyel aktarıyorum. Bunların bir kısmını nereye yerleştireceğimi, ne anlama geldiğini ben de bilmiyorum. Ama bir gün bu isimler gündeme geldiğinde, insanlar o isimlerin bağlantılarını hiç olmazsa benim kitaplarımda bulur ve puzzle çözülebilir' demişti. Bazılarını bilmediği bütün bu isimler ve bilgiler Uğur Mumcu'ya MİT mensuplarından, bazen MİT'te çalışmış ve tekrar Genelkurmay'a dönmüş subaylardan, onların bağlantılarından geliyordu. Veya emekli olmuş MİT mensuplarından da geliyordu. Başka yerden gelmesi mümkün değildi. Eğer Öcalan MİT görevlisi ise, hangi amaçla PKK'yı kurmuştu? Öcalan kadrolu MİT görevlisi değildi. Ama bir irtibat bir şekilde vardı. 12 Mart'taki solcu subaylar örgütlenmesi de devletle irtibatlıydı. Halbuki bir darbe çekirdeğiydi orası. 12 Eylül'de Mamak'ta yargılanan önemli biri, seneler sonra Özel Tim'in danışmanı olabilmişti. Bunca seneler sonra ortaya çıktı ki, bir sol örgütün,( PKK değil) yönetim kadrosu yani merkez karar kurulunun tamamı, Emniyet istihbaratı tarafından tayin edilmişti. Böylece o elemandan hem o grupla ilgili bilgi alınıyordu, hem de o kişi üzerinden o grub etkileniyordu. Ama belli noktadan sonra ipler elde tutamayabiliyordu. Problem de bu noktada başlıyordu. MİT'in, Jitem'in, Emniyet'in irtibat kurduğu insanların önemli kısmı sonradan kontrolden çıktı. Çatlı ve Ağca böyledi. Öcalan da belki bunlardan bir tanesiydi. Kontrol edeceklerini zannetmişlerdi, ama hiçbirini kontrol edememişlerdi. Uğur'daki bilgi, Öcalan'ın iki bağlantısına ilişkindi. Biri Kesire'nin ailesiyle alakalıydı. Eski eşinin ailesinin MİT'le ilişkisini Öcalan da kabul etmişti. Diğeri, Öcalan'ı Ankara'dan Diyarbakır'a götüren pilot Necati'nin MİT ilişkisiydi. Ki bu ilişkiyi Öcalan da daha sonra açıkladı. Hatta Uğur'un öldürülmesinden sonra bir söyleşisinde Öcalan, MİT'in parasıyla devlet aleyhine bir eylem hazırlanmasını komik bulduğunu bile anlatmıştı. 'Düşünün' demişti, 'Onların parasıyla, onlara karşı PKK hareketi... Adamların parasıyla, adamların elemanlarıyla yaptığım politikaya bakın...' Öcalan, Suriye'ye geçtikten sonra MİT kontrolünü kaybetti; kontrol etmek istemediler. Çünkü Güneydoğu bir sektör olmuştu. PKK hareketi, sınırsız örtülü ödenek kullanma ve para dağıtma imkânı veriyordu. Bazı insanlara da, dehşet estirme gücü sağlıyordu. Bazı Jitem mensupları ne asker, ne de polisti. Bazıları Yeşil gibi zalim adamlardı. Bu timlerin içinde, 'Yolda bizi sollayıp geçen arabaları durdurup içindekileri öldürdük' diyen adamlar bile vardı. Bir de tabii Güneydoğu'da uyuşturucu işi de çok ciddi bir gelir kapısı haline gelmişti. Sonuçta bütün bu kirli paranın ayakta tuttuğu bazı dengeler vardı. Güneydoğu'daki bu tablo, Türkiye'de birçok yapıyı besledi. PKK'dan ele geçirilen silahlar tekrar PKK'ya satılıyordu. Hatta son dönemde PKK, Makina Kimya'nın mermilerini kullanıyordu. Bu kanalları kestiğin anda, peş peşe çok şey devriliyordu. Uğur Mumcu suikastın arka planında, sadece Öcalan'ın MİT'le ilişkisini ortaya çıkaran belgeye ulaşması yoktu. Uğur'un derin devletin öfkesini üzerine çekmesinin ve öldürülmesinin altında iki şey yatıyordu: Ağca olayı ve Behçet Cantürk olayı. Uğur bu iki cinayetin arkasındaki devlet bağlantılarının farkına vardı. Gerçi 'derin devlet' denilen şey şimdilerde çözüldü ama, Uğur o dönemde derin devletin kodları üzerine kafa yormaya başlamıştı. ( 66) Derin devlet konusunda 'Milli Stratejik Konsept' adlı bir kitap yazan ve Çevik Bir tarafından mahkemeye verilip beraat eden eski MİTci akademisyen dostum Doç. Dr. Nurullah Aydın'ın 2000 sonbarında Çankaya'daki ofisinde anlattıkları aslında 'off the record' idi. 33. dereceden mason olan Süleyman Demirel'in en önemli özelliği MİT'de Aydın gibilerle sivil yapılanma kurabilmesiydi. Demirelle birlikte Aydında tasfiye edildi; zaten anlattıkları intikam içindi. Aydın'a yazdığı kitapdan dolayı Genelkurmay Başkanı'nın dan kuvvet komutanlarına tüm üst düzey askeri kesim tebrik mektubu göndermişti. Eğer mektupları gözümle görmesem inanmam mümkün değildi. Devlet sırlarını ifşa etmekten 6 yıl mahkumiyet cezası ile yargılanan Aydın, beraat etmişti. Aydın'a göre Çevik Bir'in kendisi ile uğraşmasının nedeni derin devletin emriydi. Nurullah Aydın, eline kalemi aldı, panonun karşısına geçti ve derin devletin şemasını çizmeye başladı: Derin devlete alnı secdeye değeni almazlar. Hiyerarşik bir yapılanmaya sahip gizli örgütlenme 4000 kişiden oluşur. İş adamı, gazeteci, asker, akademisyen hepsi saygın güya laik Kemalist büyük bir gizli örgüttür. Askerler sanıldığı gibi Konsey'de çoğu zaman başkan değildir, üyedir. Emekli olduktan sonra büyük holdinglerde danışman sıfatıyla yüksek maaşa bağlananları araştırırsanız kimler olduğunu bulursunuz. Korkmaz Yiğit'in danışmanı Güven Erkaya ve Cavit Çağlar-Hayyam Garipoğlu'nun danışmanı Teoman Koman, Muhittin Fisunoğlu, Fenerbahçe Cumhuriyet'inden Atilla Kıyat bunlardan sadece birkaçı. Bu askerler TSK'yı temsil etmesede öyle görülür. Tüm MGK Genel Sekreterleri ile Nuretin Ersin, Tuncer Kılıç gibi derin devlet arasındaki askerler arasında direk ilişki olması düşündürücüdür. İlk defa Çevik Bir Genelkurmay 2. Başkanı olarak bu hiyerarşiyi bozdu ve başkanlığa adaylığını koydu. Bir, derin devleti yönetmeye çalıştı. 28 Şubatta aşırı çaba sarfetti. Esasen kararı verecek Konsey'in gizli başkanı Anadolu kaplanlarına savaş açan İstanbul dükalığının patronu, ülkemizin en zengin -Holdinginin sahibi Koç'tur. Koçların yanısıra, Sabancı, son yıllarda Karamehmetler, Kamuran Çörtük, tasfiye edilene kadar Uzanlar, Ayhan Şahenk- Doğuş Grubu, Eczacıbaşıoğlu, Ulusoylar Konseyde temsil edilir. 28 Şubat irticaya karşı mücadele değil İstanbul dükalığına karşı ekonomik mücadele başlatan Anadolu kaplanlarını kafese sokma darbesidir. 5000 şirketin önü yeşil sermaye diye kesilmiştir. Bu grupların gazeteleri, derin devletin 28 Şubat operasyonunda provakasyonculuk yapmıştır. 28 Şubatla derin devlet, askerleri kullanarak Anadolu Kaplanı denilen ülkenin gerçek sahibi dindar kesimleri sindirmiş, Sebataycı sermayeyi rahatlatmıştır. Derin devletin liberal gazeteleri Hürriyet, Milliyet; sol eli Cumhuriyet kirli tetikçi sol eli Aydınlık, kirli sağ eli ise kendileri bilmesede Akit-Vakittir. Sahte Profesör ve Kadiri Şeyhi Haydar Baş’a kurdurulan Mesaj ve Meltem Tv , Yeni Mesaj gazetesi derin devletin bilinen kirli sağ eliydi. Derin devletin gazetecileri tetikçilik yapar, ancak Uğur Mumcu gibi ileri gittiği için kalemi kırılanlarda olur. Bir dönem Sebataycı Güneri Civaoğlu parlatılır, bir dönem Ertuğrul Özkök, Emin Çölaşan, Fatih Altaylı tetikçilik yapar. 28 Şubatda olduğu gibi bir dönem gelir Sebataycı Dinç Bilgin'in gazetesi Sabah'ın manşetlerini Sebataycı Çevik Bir sabah veya öğle toplantılarına katılarak atar. Hürriyet ve Akit'in bazı manşetleri taraflarından hazırlanır; biri gerer, diğeri tetiği çeker. Ülkücülere 1980 sonrası mafya görevi verilir ve yurtdışında suikastlar, darbeler ihale edilir. MİT'in derin adamları onları gizli operasyonlarda kullandığı için mutludur; ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmayarak istihbarat yaparlar. Sebataycılar, hoşlanmadıkları Mehmet Eymür-Hiram Abbas- Korkut Eken- İbrahim Şahin, Hanife Avcı beşlisi Susurluk sürecinde çok yıprandığı için tasfiye ederler. Mehmet Ağar- Şengal Atasağun ikilisine bayrağı darbe ile devrederek yeni bir sayfa açarlar. Bu nedenle Susurluk'ta Abdullah Çatlı, daha sonra Yeşil tasfiye edilir; kullanılan eski tetikçiler Oral Çelik, Abdullah Argun artık yetim kalmıştır; vatanı için çalıştığını sanan aşırı heyacanlı gençlerdir, sonuçta hep kullanılarak paçavra gibi bir kenara atılmışlardır. Oysa bir dönem kara ticaret onlarla yürütülürdü, ancak nedense cepleri hep boştur. Mehmet Ağar, geleceğin parlayan gülüdür. Ağar, derin devletin joker adamıdır. Akademisyenlerde bu gruptadır, hata yapanın kalemi kırılır. Necip Hablemitoğlu gibi verilen görevde sapla samanı karıştıranların kalemi kırılır; düştüğü bataklıkta batar. Konseye üye 'Derin Akademisyenler' Atatürk ve laikliğin arkasına saklanarak ülkenin gerçek sahiplerinin önünü irtica safsatası ile tıkarlar. Başörtüsü, YÖK, İmam Hatip krizleri bir şal gibi Konsey ve örgüt ortakları Sebataycı vurguncuların soygunlarını gündemden düşürür, üstünü örter. Ülkenin bankaları hortumlanırken gürültü çıkartırlar ve dikkatleri başka tarafa çekerler. Bankaları hortumlayanların çoğu Sebataycıdır ve derin devletin bilgisi dahilinde olmuştur. Eğer derin devletin mafya kasası, tefeci Yahudi Nesim Malki öldürüldüğünde İsrail'in 2 milyar doları kaybolmamış olsaydı, Derin devletin Kurtlar Vadisi bu denli karışmayacaktı. Mossad seri suikastlarla tahsilata başlamasa idi ne Türkbank skandalı ortaya çıkar, nede bankaların hortumlandığını kavrayabilirdi. Ne de Çakıcı- Yiğit- Mesut Yılmaz-Güneş Taner bağlantıları saçılır, kirli çamaşırlar piyasada dolaşırdı. Hoş 2005 14 Nisanında Yargıtay zaman aşımı nedeniyle Yiğit, Garipoğlu için verilen mahkumiyetleri bozmuştur. Esasen Mossad, para derdine kendi ayağını vurmuştu. Derin medya, derin devlet ve derin mafya üçgeninde Mossad başaktördür. Bu ülkenin 50 milyar dolarını bankalarda batıranların arkasında gizli bir örgüt yapılanması aranmalıydı. Derin devletin haberi olmadan bu kadar soygun yapılamazdı. Bazılarına göre bu derin gizli örgütün adı Ergenekondur. Diğer tanımıyla NATO üyesi ülkelerde CIA tarafından kurdurulmuş Gladio. Tüm NATO ülkelerinde gizli operasonlar için kurulan ve önceleri Komünistlere ve Kürt ayrılıkçılara göz açtırmayan Gladio, 28 Şubat ve 11 Eylül sürecinden sonra dindar müslümanları daha doğrusu İslam'ı hedef alır. Mossad'ın katkılarıyla Türkiye örgütlenmesinde yönetim zaten 1960'lardan beri Sebataycı eksenli Masonik bir yapının elindedir. Çıkarları için sağ el veya sol el farketmez. Logosunun yanında 50 yıldır takiyye yaparak ' Türkiye Türklerindir' diyen gazete medyadaki ana üsleridir; dolayısıyla Koç Grubu'nun çıkarları Türkiye'nin çıkarlarından önce gelir. Kemalizm ve laiklik oyuncaklarıyla Sebataycı örgütlenmeye karşı çıkanlar yok edilir veya sindirilir. Yıllardan beri "Derin Devlet" 'in kimlerden oluştuğunu ararız. Aslında hepimiz bilirdik te, açıkça söyleyemediğimizden dolayı, işin etrafında döneriz. "Derin Devlet" 1960-70'lerde, "iyi saatte olsunlar" formülüyle anlatılırdı. Sonra yavaş yavaş "zinde kuveteler" diye anılır oldu. Susurluk olayından itibaren "Derin Devlet" adı son yıllarda yaygınlaştı. Peki kimdi "Derin Devlet " mensupları? Herkesin bir başka anlatımı var. Bir fili tarif eder gibi davranılıyordu. Allahtan, sonunda bu işi bilenler ortaya çıktı da, ortalık biraz daha aydınlandı. 1. SİYASİ BOŞLUK: Derin Devlet'in yavaş yavaş dirilmesi, kanlanıp canlanması için ilk koşul : Siyasi istikrarsızlıktır. Birbiriyle anlaşamayan koalisyon hükümetleri, bir türlü kurulamayan hükümetler ve birbiriyle kavga eden liderler. Bu ortam Derin Devletçileri harekete geçirmeye yetiyor. Bazen, tek başına iktidar olmasına rağmen (Sayın Tansu Çiller dönemindeki gibi) kararları Askere bırakan (PKK terörü ile mücadele ve Kuzey Irak'taki politikaların saptanması) liderler de, Derin Devlet'in yaygınlaşmasında rol oynamışlardır. 2. LAİK SİSTEME TEHDİT: Derin Devlet'i hareketlendiren, canlandıran ikinci önemli neden Laik sistemi tehlikeye sürükleyebilecek gelişmelerdir. Ancak, bu "gelişmelerin" ne olduğu hiçbir zaman net değildir. Bazen din konusunu bayrak yapan bir parti de hedef olabilir, bazen bir koalisyon ortağının demeçleri de yeterli gerekçe sayılabilir. "Tehlikenin" sınırları belirsizdir. 3. SEMBOL ASKERDİR: Derin Devlet'in en önde görünen temsilcileri Askerlerdir. Harekete geçer, düğmeye basar ve sonunda el koyar. Kendi içindeki örgütlenmesi, istihbarat servisleri, elindeki silah gücü ve en önemlisi kamuoyundaki güvenirliği-prestiji sayesinde, daima "davet edilen" ve alkışlanan kurumdur. Ancak, Asker tek başına değildir. Asker hem olaya müdahele zeminini hazırlar, hem de diğer çeşitli kurumlardan gelen "sinyal", mesaj" ve "çağrılara" kulak vererek hareket eder. Asker kendini, Laik Cumhuriyetin koruyucusu olarak görür ve politik kadrolara (ne kadar sandıktan çıkarsa çıksınlar) güvenmez. Gerektiğinde hepsini silip, duruma müdahele hakkı olduğuna inanır. Üstelik, bu inanç, bu rol toplumun büyük bölümü tarafından da kabul edilir. Müdahele etmez veya gecirikse, diğer Derin Devletçiler tarafından eleştirilir. 4. DİĞER DERİN DEVLETÇİLER: "Derin Devlet'in" diğer gönüllü neferleri şunlardır: Laik kadrolar, TSK emeklileri, Polis ve emeklileri, Yargı ve emeklileri, Sosyal demokratlar (CHP-DSP) ve aralarında en aşırı Milliyetçileri- en aşırı Solcuları barındıran Ulusalcılar, bazı Üniversite hocaları, bazı iş adamları, yazılı ve görsel basının tanınmış isimleri. Bu oldukça geniş ve etkili bir kesimdir. Gönüllüler, hem Askeri kışkırtırlar, hem de Askerden gelen yönlendirmelere uyup eyleme katılırlar. Polis-Yargı ve medya koordinasyon halinde harekete geçerler. Bunu bir emme basma tulumbasına dahi benzetebiliriz. 5. SENARYO NASIL UYGULANIR? Ülkede Siyasi boşluk veya kargaşa başlayınca, belirli çevrelerde hemen kıpırdanmalar görülür. Fısıltı gazetesi yaygınlaşır. Ardından medya'da "Vatan elden gidiyor, Paşam neredesiniz?" yazıları yayınlanmaya başlar. Komutanların buluşup "durum değerlendirmesi yaptıkları" haberleri gazetelerin manşetlerine çıkar. Polis ve MİT, gerekirse taşaronlar tutup harekete geçerler. Savcı ve Yargıçlara brifingler verilir. Bu mesajları alan yargı da hareket geçer. Savcı hedef olan kişileri mahkemeye verir, hakim de cezalandırır. İşte, Derin Devlet böyle işler. Bugünkü Türkiye, artık dünkü Türkiye değil. Artık ne askeri müdahele yapılabilir, ne de Derin Devlet eskisi gibi işleyebilir. Böylesine kesin bir yargıya varmanın başlıca nedeni, Türkiye'de laik sistemin kimsenin değiştiremeyeceği bir noktaya gelmiş olmasıdır. İçerdeki dinamikler, Uluslararası konjonktür ve Avrupa Birliği süreci, Türkiye'nin bir din devleti olmasına izin vermez. Sorunlarla tabii ki karşılaşılacaktır, ancak hepsi Demokratik süreç içinde çözüm bulacaktır. Derin Devlet hep kafalarda olacak, ancak işsiz kalacak ve bir süreç içinde kaybolacaktır. Dolayısıyla artık Derin Devlet edebiyatını da arkamızda bırakmamız gerekiyor. (67) KAYNAKLAR 56- Derin devlet tanımlandı, Milliyet, 12 Nisan 2005. 57- Abdurrahman Dilipak, Akit, Devlet Sırrı, 18 Temmuz 2000. 58- Ömer Lütfi Mete. Sabah, Derin devlet, ama kiminki?, 10.04.2005. 59- Yavuz Donat, Derin Devlet yazıdizisi, Sabah, 6 Nisan 2005. 60- Ekrem Dumanlı, Zaman, Derin devlet, 12 Nisan 2005. 61- Tamer Korkmaz, Zaman, Kontragerilla, 12 Nisan 2005. 62- Deniz Zeyrek, Radikal, MGK’nın Gizli Yönetmeliği 63- , Hakan Yılmaz Çebi, Adaleti Savunanlar Derneği İstanbul İl Başkanı, Emekli Albay Tabib Prof. Dr. Nevzat Tarhan ile röportaj “Devlet İçin Devlete Rağmen” , www.netpano.com 64- Nuh Gönültaş, Tercüman, , Bülent Arınç: Düğmeye Mehmet Aziz Tarman bastı!, 5 Nisan 2005. 65- Halk İçin Ekmek ve Adalet, Tarih: 25 Temmuz 2004, Sayı: 07. 66- Neşe Düzel’in Avni Özgürel ile röportajı, Apo-MİT İlişkileri, Radikal. 67- Mehmet Ali Birand, Milliyet, 8 Nisan 2005, Derin devlet işsiz kalacak (!) 3. BÖLÜM : BİR BAŞKA ERGENEKON- GLADİO KONTRAGERİLLA KİMDİR? Kontrgerillanın örgüt yapısının çok geniş olduğu söyleniyor. Sadece bir kaç profesyonel askerden müteşekkil değildir. O, tam anlamıyla bir 'devlet içinde devlet'tir. Belki de bu yüzden onun ortaya çıkarılması son derece güç ve hatta imkansızdır. Böyle bir örgütlenmenin nasıl mümkün olduğu İtalya'daki P-2 Mason Locası skandalı ve Türkiye'deki Susurluk kazası ile ortaya çıktı. Bir esrar veya kaçakçılık şebekesini ortaya çıkartıp çökertebilirsiniz. Bir mafya ya da terör şebekesini de ortaya çıkartıp çökertmek mümkün. Ama ya devlet içindeki bazı birimler, polisinden savcısına, askerinden politikacısına, işadamlarından mafyasına, üniversitesinden sendikasına vs.vs. kadar her yere elemanlarını sokup onları istediği zaman belli bir amacı gerçekleştirecek şekilde örgütlemişse, böyle bir örgütü nasıl ortaya çıkartıp da çökertebilirsiniz?.. Aslında bu statik bir örgütlenme değildir, tam tersine son derece dinamik ve esnek bir yapılanmadır. Her yere kol atmış bir örgütlenme olduğu için buralardan gelen bilgiler tek bir merkezde toplanıp değerlendirilebilir. Bu tür bir örgütlenme sayesinde her grubun içine girip onları etkilemek mümkündür. Kontrgerilla, gerektiğinde sol akımları gerektiğinde de dinci akımları yönlendirebilir. Bütün mesele oyuna gelmemekte. Kamhi suikasti komedisinde olduğu gibi kontrgerillanın bazı heyecanlı gençlerin eline sureti haktan görünerek silah verip eyleme kışkırttığı iddiaları da, bu bağlamda düşünülünce akla yatmaktadır. Kontrgerilla örgütlenmesini en çarpıcı şekilde Abdurrahman Dilipak tasvir ediyor: "CIA, SAVAK, MOSSAD, Masonik örgütler, çok uluslu şirketler, politikacılar, mafya, emekli askerler ve emekli istihbaratçıların bir potada eritilerek, oluşturulmaya çalışılan yeni bir güç dengesi..." Kontrgerilla örgütlenmesi sadece yurt içindeki genişliği ile de sınırlı değil. Kontrgerilla örgütlerinin kaynağı NATO. NATO ülkelerinin hepsinde Gladio benzeri örgütlerin var olduğu anlaşıldı. Kimisinin en üst düzey yetkilileri bunu açıkça kabul etti, kimisininki ise zımnen kabul yolunu tercih etti. Ama sonuçta hepsinde ve hatta İsviçre, Avusturya ve Fransa gibi tarafsızlığı seçen ülkelerde bile var olduğu ortaya çıktı. Tüm bu birbirinin benzeri örgütler CIA tavsiyesiyle NATO bünyesinde oluşturulduğuna göre aralarında muhakkak bir ilişki olmalıydı. (68) Mehmet Ali Birand'ın bir yazısında tanımlama yapılıyordu: "..Resmi ve resmi olmayan çevrelerin açıklamalarına göre, Gladio örgütünün kaynağında, 1950 yıllarının başında NATO'nun bir kararı yatıyor. Amerikan İstihbarat Örgütü (CIA) tarafından yapılan bir öneri üzerine NATO'da bir 'gizli koordinasyon komitesi' kuruluyor. Bu komite, üye ülkelerde oluşturulan ve her birinde ayrı kod adları verilen örgütler arasında irtibatı sağlıyor ve görevlerini saptıyor... Soğuk savaş döneminden bugüne kadar varlığını, hatta bir ay öncesine kadar NATO'daki gizli toplantılarını sürdüren bu örgüt ile ilgili ilk skandal İtalya'da patladı..." (69) Kontrgerilla Cumhuriyeti yazarı Talat Turhan’a göre: "FM 31-16 simgeli Counter Guerilla Operations (Kontrgerilla Harekatları) adlı Amerikan Talimnamesi'nin 34. sayfasında, azgelişmiş ülkelerdeki 'Temizlik Harekatı'nın gerçekleştirilmesi için, Kontrgerilla örgütlenmesinin içinde, ek olarak CMAC (Civil Military Advisory Committee), Sivil-Asker İstişare Komitesi'nin kurulması da önerilmekteydi. Böyle bir örgütlenme içinde bulunması gereken kişiler anılan talimnameye göre: 1) Yerel Polis Müdürü 2) Okul idaresi ve müdürleri 3) Önde gelen din temsilcileri 4) Yargıçlar ve hukuk temsilcileri 5) Sendika lideri veya liderleri 6) Etkili basın yayın organlarının yayımcıları 7) Büyük iş ve ticaret kuruluşlarının temsilcileri 8) Diğer etkili kişilerden oluşmaktadır. Kontrgerilla örgütlenmesinin boyutu bu denli geniş kapsamlıdır." Bu kadar geniş çaplı bir örgütlenmeden gerçekten de kimsenin haberi yok muydu? Bu kadar uzun bir zaman nasıl saklanabildi bu son derece geniş ağ?.. Aşağıdaki satırlar galiba buna ışık tutuyor (Gladio, Leo A. Müller, S.38-39): " .İlk aşama çoğu NATO ülkelerinde 'Gladio' yapılarının kurulmasıydı (50'li ve 60'lı yıllarda). İkinci aşama 'Gladio' yapılarının saklanmasının ve biçimlenmesinin yanında; etkin politikacıların rüşvetle susturulması ve elde edilmesiydi. Panorama'nın haberine göre yetmişli yılların sonuna dek CIA bunun için sadece İtalya'ya 60 milyon dolar aktarmıştı. Tüm Avrupa'ya dağıtılan ise 200 milyon doların üstündeydi. Üçüncü aşama 'etkin ajanların' eğitilmesi ve plase edilmesi, ekonomide ve siyasette, ama özellikle medyalarda ve iş dünyasında düşünce liderlerini, yoldan çıkmış politikacı ve hükümetleri sıkıştırmak, bazen ABD dostu politikaya yöneltmek ve bunu talep etmekti..." Gladioların birbirleriyle irtibatlı unsurlar olduğu önceki satırlarda verilen bilgilerden anlaşılıyordu. Gerçekte de öyle olması lazım. Madem tüm NATO üyelerinde bu örgütün varlığı ortaya çıktı ve hepsini Amerika kurdurdu öyleyse bu iddia mantıklıdır. ( 70) 3 Kasım 1996’da Susurluk'ta meydana gelen trafik kazasıyla ortaya çıkan ''devlet-mafya'' ilişkileri artık 8-12 yaş gurubundaki çocukların bile gündemini işgal etmişti ve devlete karşı müthiş bir güvensizlik temelinde halkın tepkisi yoğunlaşmıştı. Bu olayda-hakkını vermek lazım basın iyi iş çıkardı. Eksik bıraktığı bir nokta vardı, o da devlet sırrı nedeniyle açıklanamayan militarist bağlantılı yapıydı. Devlet-mafya işbirliği elbette yeni bir durum değildi. Olan sadece, bu şekilde gelişen burjuva devletin artık kendini saklayamaz bir duruma gelerek, bütün ''kirli çamaşırlarının'' halkın önüne çıkmasından ibaretti. Derin devletin gizli operasyonlar yapılanması çok eskiye dayanıyordu. Osmanlı’da İttihat ve Terraki döneminin, ''Teşkilatı Mahsusası'', günümüzdeki gibi ''kontrgerillar'', ''Jitemler'' ve ''gladiolar' benzeri operasyonlar yönetti. Bütçesi, Harbiye Nezaretinin örtülü ödeneğinden ve Alman askeri misyonundan gelen paralarla oluşturulan ve ajan sayısı 1916'da 30 bin kişiye ulaşan bu gizli örgütün görevi, Pan İslamizm- PanTürkizm amaçlarına ulaşma ve bu amaçla içerde eleman altyaısını yetiştirme, dışarıda ise Rusya ve İslami bölgelerde ayaklanmalar çıkarmak, İngiliz-Fransız sömürgelerinde örgütlenme, daha sonra işgal edilen yurdu gayri nizami harp ile kurtarmaktı. Kurtuluş savaşının nüvesi olan bu teşkilat olmadan Mustafa Kemal başarıya ulaşamazdı. Türk-İslam sentezi diye adlandırılan ideolojinin ilk vurucu örgütü, ''Teşkilat-i Mahsusa'' bu amaçlarını gerçekleştirirken, toplumun lümpen kesimlerini kullanmıştı. Bu lümpen kesimlerin önemli bir kesimi hatta tamamı çeşitli suçlardan hüküm giymiş mahkumlardan oluşuyordu. Bu işleri gördürmek için deli gibi aklını kullanmadan duyguları ile haraket eden, ölümden korkmayan vatanseverlere ihtiyaç vardı. Bügünde olduğu gibi geçmişte de MİT ‘ temiz adamlarla’ çalışmamıştı. Bu işin tabiatında olan bir gereklilikti. İ'ttihat ve Terraki Partisi'nin sivil önderlerinden Ahmet Rıza Bey’in, ‘Teşkilat-i Mahsusa Kıtaları' diye adlandırılan birliklere yönelttiği, ' katiller ve caniler orduda bulunmamalıdır' eleştirisine, Harbiye Nezareti ordu dairesi Resi Vekili Behiç (Erkin) Bey, 'bu mahkumlardan büyük kısmının orduya değil de, 'Teşkilat-ı Mahsusa' emrine verildiklerini ,bu bakımdan kıtadaki askerlerin ahlakını bozmalarının mümkün olmadığını' söylemekteydi.'' ( 71) Finansman kaynaklarına bakıldığında Alman emperyalizminin desteği görülüyordu. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının hesapları içinde müttefik devletlerin kirli savaşları finanse etme gereğinden kaynaklanmaktaydı. Bugün ise Amerikan emperya-lizminin çıkarına uygun olduğu için kirli amaçlara kirli yöntemlerle ulaşmak için kirli savaşlar kirli paralarla finanse ediliyordu. Kirli amaçlara kirli yöntemlerle ulaşılırdı. 1980'li yılların sonuna kadar bu kanlı örgüt hakkında pek birşey bilinmiyordu. 1980'li yılların sonlarına doğru Avrupa Gladio rezaletleriyle sallanınca ortaya çıktı. Halen de bu kanlı örgütün eylemleri tam olarak bilinmemekteydi. Bilinenler arasında Belçikalı komünist lider Lahaut'un, İtalya başbakanı Aldo Moro'nun, İtalyan banker Roberto Calvi'nin, İsveç başbakanı Olaf Palme'nin öldürülmeleriydi. Herşey 1990 Kasım ayında İtalya başbakanı Gullio Andreotti'nin 1958'den itibaren İtalya'da faaliyet gösteren bir teşkilat olduğunu itiraf etmesiyle başladı. Bu itirafla başta İtalya olmak üzere Avrupa'nın bir çok ülkesinde soruşturmalar açılınca da birçok ülkede bu tip faaliyetler gösteren ''sol karşıtı örgütler olduğu'' ortaya çıktı. Yunanistan'daki 1967 Albaylar darbesinde özel egitimli CİA ajanlarının etkin rol oynadığı ortaya çıktı İskandinavya'da 1973'de CİA başkanı olan William Colby tarafindan bir örgüt kurulduğu öğrenildi. 1985 yılında İsviçre'de P26 isimli bir örgüt kuruldu. P26 bünyesinde 400 ajanın yanısıra çok gelişmiş silah sistemleri de bulunuyordu. Fransa'da Gallio adlı örgüt bu olayların açığa çıkmasından sonra feshedildi. Daha dünyanın bir çok ülkesinden örnekler verilebilirdi. Türkiye'de bu örgütün varlığı, Özel Harp Dairesi adıyla duyuldu. 1980 öncesi bu kurumun başı, Özal’a 1983 seçiminde rakip olan ve derin devletin seçtirmek istediği Turgut Sunalp paşamızdı. MHP kadrolarının bu örgütün içinde planlı, sistemli katliamlarda kullanıldığı ileri sürüldü. CHP Lideri Bülent Ecevit, bu yapılanmayı illegal olarak nitelendirdi. Devlet tarafindan beslenen bu sağcı tetikçiler giderek devlet içinde üst düzeyde kadrolaştılar. Sovyetler Birliği, KGB’nin Türküye’de örgütlediği illegal sol örgütker vasıtasıyla sol terör estirirken, kendini savuna refleksini kullanan devlet destekli sağ gerillalar 1970'li yıllarda 12 Eylül darbesi öncesi bugün kitle katliamları, bilim adamı, sanatçı ve yazar kıyımı olarak nitelenen sayısız eyleme icazetli olarak karıştılar. Zira devlet elden gidiyordu ve Sovyetlerin uydusu olmak üzereydi. 1 Şubat 1979'da Abdi İpekçi öldürüldü ve failleri bulunamadı! Bulunanlar da zaten çıkartılan aflarla devlet eliyle cezaevinden ya resmen çıkarıldı veya kaçmalarına göz yumuldu. Prof. Dr. Ümit Doğanay 20 Kasım 1979 günü katledildi. Yakalanan katillerden biri itirafçı oldu. Bu kişi derin devlet örgütlenmesinin beyin kadrolarından olan Alaaddin Çakıcı'nın sağ kolu iken çıkar çatışmaları nedeniyle Çakıcı tarafından öldürülen Nurullah Tevfik Ağansoy'du. Bu katil, devlet tarafından korunmustu. Prof. Cavit Orhan Tütengil 7 Aralık 1979'da otobüs durağında katledildi. Doç. Dr. Bedrettin Cömert, Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu, Savcı Doğan Öz, Disk Genel Başkanı Kemal Türkler de bu terörden nasibini aldı. Sağ-sol sokak çatışmaları binlerce can aldı. Gladio, sağ ve sol eliyle meydandaydı. PKK terörü 1990 sonrası KGB’nin elinden Batılı güçlere geçince derin devlet politikası tekrar sertleşti. Çünkü Batılı istihbaratlar daha fazla lojistik destek sağlayarak şiddetin dozunu artırmışlardı. Merhum cumhurbaşkanı Turgut Özal, ileriyi gören bir politikacıydı. Bir yandan Özel Tim kurulmasına öncülük ederken bir yandan Kuzey Iraklı Kürt liderleri Ankara’da yüksek bir statüde ağırladı ve soruna siyaset çerçevesinde barışçı bir çözüm bulmak gerektiğine inandı. 1992 yılının başlarında MGK, PKK’ya yardım ve yataklıl yapanlara aman vermeme yönünde gizli bir karar aldı. Bu değişkliğin ardından PKK terörüne son vermek için Kürt köy ve mezraları boşaltıldı. 1992'nin sonlarında bu strateji değisikliği MGK'nın gündemine bir kez daha geldi. Konu bu savaşta kullanılmak için özel örgüt kurulmasını içeriyordu. Bu kurulacak örgütün şeması ve bu organizasyonda görev alacak kişilerin isimleri belirlendi. Abdullah Çatlı ve arkadaşları, Özel Tim'den seçilmiş bazı polisler ve özel eğitimli askerleri yer alıyordu. Bu organizasyonda yer alan kişiler konusunda Özal ve Bitlis devletin resmi olmayan kişilerle işbirliğine giderek iş görmesine karşı çıkıyorlardı.. Barış yanlısı Özal ve Eşref Bitlis, Gladio ile sopa gösterirken devletin merhametli elini de uzatmak istedi. Ancak derin Ankara ve derin askerler buna karşı çıktılar. Kürt isminin bile kullanılmasına karşıydılar. Bu olaydan sonra Özal da, Bitlis de suikastla öldürüldüler. Malesef bu konuda açıklama yapmak Doğu Perinçek’e düştü: ''Eşref Bitlis, Çekiç Güç'ün Türkiye alehindeki faaliyetlerini saptamış, gıda yardımı adı altında PKK'ya gönderilen silahlaıi da yakalatmıştı. Çekiç güç hakkında iki kez rapor hazırlayıp Genel Kurmay’a gönderen Bitlis, özel harp uzmanı ABD'li subayları da Jandarma Genel Komutanlığı’ından attı. ABD'li casusların Kuzey Irak'a girişlerini de engelledi. Körfez Savaşı sırasında ABD'in Türkiye üzerinden ikinci cepheyi açma planını öğrenip Genel Kurmay ve Cumhurbaşkanına bildirdi. Özal da bu raporları ABD başkanı Bush'a iletti. Bu nedenle Bitlis'in ortadan kaldırılmasına 4 kişilik ABD komutan heyeti karar verdi. Genel Kurmay istihbaratınca saptanan bu 4 kişilik heyette, Çekiç Güç Kuzey Irak'taki komutanı Albay Naab ve Albay Wilson da bulunuyordu. ABD'li komutanların kararını da özel harpçi Türk subayları icraa etti.'' Perinçek'e göre JİTEM gurup komutanı Binbaşı Cem Ersever liderliğindeki bir gurup subay, Bitlis uçağının motoruna sabotoj düzenledi. Daha sonra Ersever ve sabotoji gerçekleştiren ekibini, Abdullah Çatlı ekibi tarafindan çok şey biliyorlar gerekçesiyle atış alanında sorgulayıp öldürdüler. Özal'ın ölümüne gelince. Kanıtlanmış birşey yok ama diğer ülkelerdeki devlet başkanlarının Gladio tarafından öldürülmelerine ve emperyalizmin dünya genelindeki organizasyonuna baktığımız zaman bu olasılık çok güçlü duruyordu. (72) Derinden koşan Kızılelma soslu yeni Ergenekon! 1990’ların sonunda 28 Şubat Süreci en büyük darbeyi derin devletdeki değişimle kendi içinde gerçekleştirmişti. Önce hükümeti infaz emrinin nereden geldiğini irdeleyelim. Orgeneral Çevik Bir 27 Şubat 1997 günü İsrail'den döner, daha önce ise ABD’ye uğramıştır. 28 Şubatta Refah-yol hükümetine bir kararname dikte edilir, hükümet kabul etmeyince asker, basın, TÜSİAD-Türk-işDisk-Tisk-Tobb, aşırı sol kesim ittifakı ile hükümet yıkılır. Sonrası gelen hükümetler İHL ,Kur'an kursları, İslami sermaye-cemaatleri en sivrisinden (aczimendiler) başlayarak en sonundada en çok kullandıkları ilim grubuna (basının vermiş olduğu adla Hizbullah) dek tüm İslami grup cemaatler geriletilir... Başörtüsü irticanın sembolü kabul edilir, memur , öğrenciler, eşi örtülü asker, bürokratlar görevlerinden alınır... Yolsuzluk, rüşvet, suistimal, vurgun, yalan-talan, cinayet, faili meçhul, işsizlik, ahlaksızlık, riyakarlık, enflasyon, trafik kazası, ırkçılık, hukuksuzluklar, yapay irtica, bölücülük çığlıkları arasında kaybolur ve ülke batmanın eşiğine getirilir, Batı’dan yeniden kredi dilenilir hale getirilir. Bir ülke böyle batırılır. ABD ve İsrail merkezli , Türkiye'deki taşeronları eliyle uygulanan bir kolanyalı operasyon, içteki derinlerin kullanılarak yapılan bir postmodern ihtilaldir: 28 Şubat. Derin devletin teşviyle meydana gelen 28 Şubat, Gladio’yu da dönüştürmüştü. Çünkü 28 Şubat irtica safsatasıyla sadece dindar kesimlere karşı yürütülen bir psikolojik savaş değildi. Derin devlet, Susurluk’ta temizlenmesi gereken kirli bağırsaklarla birlikte Gladio’yı emekliye ayırmış yeni bir oluşumun içine girmişti. Derin devlet oluşumu, 3 Kasım 1996 Susurluk kazasından sonra ve 28 Şubat sürecinden faydalanarak bağırsaklarını temizleme yoluna giderken, 1999'dan itibaren bağırsaklarını bozacak yeni bir oluşumun içine sürüklenmeye başladı. Fikir babalığını Atilla İlhan'ın yaptığı oluşumun operasyonel komutanı; Emekli albay Hüseyin Mümtaz. Kurtlar Vadisi'nin Mito'su MİT'in 2. adamı Mithat Alpay- eski ergenekoncular beğenmesede- tarafından koordine edilen yeni oluşumun adı: Yeni Ergenekon. Devlet içinde aynı adı taşıyan güçlü bir örgüt geçmişte de vardı. Deniz kuvvetlerinden ayrılan Erol Mütercimler, "Ben ilk kez 1980'de varlığından haberdar olmuştum" demişti Ergenekon için. Can Dündar ile Celal Kazdağlı, belgeleri konuşturarak, 'Ergenekon' adıyla bir kitap (İmge Yayınları, Ankara) bile yazdılar... Kuvayı Milliye koalisyonu olarak ortaya çıkan sözde sivil toplum örgütü ismini kamuoyuna “Kızılelma Koalisyonu” olarak açıkladı. Bu müthiş yapılanmada kimler yoktu ki! Buzdağının su üstünde görülen kesimi şunlardı: Türksolu-Töre-Ufuk Ötesi-Yeni Hayat Dergileri-Yeniçağ Gazetesi- Gökçe Fırat, Yekta Güngör Özden, Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi-Av.Zeki Hacıibrahimoğlu, Şehit Aileleri Derneği-Saadettin Tantan, Yurt Partisi-Hanifi Altaş Yeni Hayat Dergisi-Bedri Baykam, Ressam/yazar-Arslan Bulut, Yeni çağ Gazetesi - Prof. Dr Faik Budak Kocaeli Üniversitesi Tıp fakültesi-Prof. Dr. Cihan Dura Erciyes Üniversitesi İktisat BölümüHüseyin Özbek Ufuk Ötesi Gazetesi-Prof. Dr. Mustafa Erkal Aydınlar Ocağı-Prof. Dr. Tuncer Altuğ İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fak.-Metin Aydoğan, A.R. Müdafaai Hukuk Dergisi-Sevgi Erenerol Bağımsız Türk Ortodoks Patrikhanesi-Öner Yağcı Yazar-Hüseyin Mümtaz, Yeni Hayat-Mustafa Aykut Akşit, Kayseri Türk Ocağı-Yıldırım Koç, Türk-iş-Kemal Çapraz, Ufuk Ötesi-Doç. Dr. Yıldız Sertel iktisatçı/yazar-S. Kemal Ermetin, Töre Dergisi.. Birde görünmeyen, ama varlığını aklı olan herkesin bildiği su altında duran ana kütle var ki, işte o kütlenin yoğunluğu aymazların oturdukları köşelerden asla hesaplanamazdı. Görünürde her şey Türksolu Dergisinin 21 Temmuz 2003 tarihli özel sayısına yukarıda adlarını saydığımız kişilerin, yetkilisi oldukları kurumlar adına güya ülkenin itilmekte olduğu uçurumun önüne birlikte bir set çekme girişimi, ulusal bir tepki olarak başladı. Görünürde ABD ve AB düşmanlığı yaparak emparyalistlere karşı ulusal direniş başlattıkları iddiasında olmalarına karşın, asıl ortak hedef 3 Kasım 2002 seçimiyle iktidara gelen AKP'yi ABD ve AB nezdinde küçük düşürerek hükümetten düşürmekti. Emekli albay Hüseyin.Mümtaz, Yeni Mesaj'daki köşesinde şöyle buyuruyordu: "Aynı TBMM hükümetinin Kurtuluş Savaşı esnasında Kuvayı Milliye’yi canlandırmak için Anadolu’ya gönderdiği -İrşad Heyetleri- gibi.. Yeni Mesaj - Meltem TV ekibine, Yeni Hayat’a, Aydınlıkçılar’a, Hürriyet’ten Mümtaz Soysal, Cumhuriyet’ten Erol Manisalı’ya ve açıktan olmasa da - askere - büyük görev düşüyor..." Kıbrıs Türk Tarih Kurumu, Türk Ocağı, Aydınlar Ocağı ve İLESAM üyesi olan Mümtaz'ın, çeşitli gazete (Hergün, Ortadoğu, Son Havadis, Günaydın, Birlik-KKTC, Yeni Mesaj) ve dergilerde (Töre, Türk Kültürü, Türk Yurdu, Türk Edebiyatı, Türk dünyası Tarih Dergisi, Tarih ve Toplum, Tarih ve Medeniyet, Yankı, Yeni Harman, Yeni Hayat) yayınlanmış beş bine yakın makalesi bulunuyor. Önce Yeni Hayat ve Aydınlık, sayfalarını birbirlerine açarak paslaşmaya başladı. Ardından birlikte paneller düzenlediler. Son safhada yanlarına Azerbaycan'dan profesörlük ünvanlı Kadiri Şeyhi Haydar Baş'ı da aldılar. Mümtaz, Baş'ı koalisyona katmak için çok dil döktü; Baş'ın Erbakanla kıyaslanamıyacağı konusunda garanti verdi. Ergenekon'un siyasi kanadı, MaocuTürkçü-Tarikatçı kimliklerine bürünen kesimlerin birbirlerine tutkallanması tavsayınca kendisini daha net ortaya koyacaktı. Ergenekon ideali tekrar hayata geçirilmeye çalışılırken, bu oluşumun bağlanacağı üst kurum konusu muallakta kaldı. "Adını ben verdim/ Yaşını Allah versin" demekle olmayacağı anlaşılan Ergenekon'un, ABD güdümlü eski "derin devlet"in devamı mı olacağı, yoksa tamaman milliyetçi/ulusalcı yeni bir kimlikle mi kurulacağı konusundaki belirsizlik sürüyordu. Her ne kadar bağımsızlık teziyle kurulsa ve Avrasya heveslilerini heyecanlandırsa da, kazın ayağı göründüğü gibi değildi. Ergenekon'un operasyon timinin başında başbakanlık danışmanlığı da yapan meşhur bir istihbaratçı vardı. Mikdat Alpay yeni oluşumu pazarlama gayretlerini sürdürüyordu. Oluşumun daha anne karnında iken ilk farkına varan Yenişafak gazetesi köşe yazarlarından Taha Kıvanç henüz 30 Nisan 2001 tarihinde "Hayaller gerçek galiba" başlığı altında bir yazı yazdı. Yazı, Taha Kıvanç'ın eline geçen İstanbul, 29 Ekim 1999 tarihli, "Ergenekon: Analiz- Yeniden yapılanma, yönetim ve geliştirme projesi" ile ilgiliydi. Taha Kıvanç, yazı ile ilgili aldığı tepkiler üzerine ertesi gün, 1 Mayıs 2001'de köşesinde aynı konuya devam etti. "Deli saçması sanmayın" başlıklı yazısında şöyle diyordu: "Sanki ben çıkarmışım gibi, dün, bütün gün, "Bu Ergenekon da nereden çıktı?" sorusuna cevap vermek zorunda kaldım. Bazısı onu 'mâlî' amaçlı bir örgütlenme sanmış; bazılarıysa, MHP'nin iktidarda bulunmasıyla irtibatlandırmış... Oysa, "Yeniden kurulsun" diye hakkında rapor hazırlanan Ergenekon çok kapsamlı, bir partiyle irtibatı bulunmayan 'devleti yapılandırma' amaçlı bir örgüt... ( 73) Taha Kıvanç, esas ismi ile Fehmi Koru'ya en büyük tepki, zamanın Mao'cu, PKK yandaşı terörist örgütü, şimdinin ise ordu yanlısı, Kuva'yı Milliyeci, Kemalist kuruluşu Aydınlık grubundan geldi. 6 Mayıs 2001 tarih ve 720 sayılı Aydınlık Gazetesinde Hikmet Çiçek "CIA’nın “Ergenekon”u yaygarasında Fehmi Koru başı çekti. Bütün bunlarla birlikte, piyasaya ‘Ergenekon’ dedikoduları da sürülüyor. Bilindiği gibi Can Dündar Türkiye SüperNATO’sunun (Kontrgerilla) ‘Ergenekon’ adıyla kurulduğunu anlatan kitap yazdı. Anlaşılıyor ki, ABD Türkiye’de kurdurduğu SüperNATO’ya bu adı koymuş veya bu adın konmasına izin vermiş. ...Türkiye ve Türk Ordusu büyük bir tertiple karşı karşıya. CIA, SüperNATO ve MİT şeflerinin işbirliğiyle Orduyu yıpratma kampanyası her alanda sürdürülüyor. Psikolojik savaşta sözde dosyalar ve raporlar imal ediliyor. “Ergenekon” hikayeleri de bu tertibin bir parçası." diye Fehmi Koru'ya hücum etti. (74) Bu telaşlı tepkiye bir bölümünü Fehmi Koru'nun yayınladığı, daha geniş bir şekilde de Aksiyon Gazetesinin yer verdiği "Ergenekon: Analiz - Yeniden yapılanma, yönetim ve geliştirme projesi" başlıklı ve "Emir ve tensiplerinize..." hitabıyla biten raporu, "bizzat Doğu Perinçek'in kaleme aldığı ve Ergenekon'un yeniden yapılanmasında önemli fonksiyonlar yüklendiği" söylentileri neden olmuştu. (75) İnternet'te yayın yapan Ergenekon Sayfası veya Gerçek Ergenekon isimli web sitesi Ergenekon yapılanması ile ilgili şu haber ve yorumlara yer vermişti: "NATO uzantısı eski "derin devlet" yapılanmasının yerine geçmek üzere(!) ulusalcı/milliyetçi yeni Ergenekon, toplantılara başladı. Eski "derin devlet"in operasyon birimleri ilk toplantısını 2003 Haziran ayı içerisinde Akdeniz sahillerinde lüks bir otelde toplanarak yaptı. Yeni oluşumun başında, eski(!) bir MİT daire başkanı bulunuyordu. Başbakanlık danışmanlığı da yapan MİT'ci lider, eski teşkilata benzer bir yapılanmaya gidilmesini savunurken, daha üst seviyelerden bağımsız bir organizasyonun kurulmasının "rica" edildiği ileri sürülüyordu. MİT eski Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay bu oluşumda görevlendirilmesine karşın, grubun eski elemanlarının Alpay'a güvenmediği hatta, Alpay'ın da katıldığı bir toplantıya yüzlerinde kar maskesiyle katıldıkları sitenin elde ettiği ilginç bilgilerdi. (77) Ergenekoncular'ın ulusal olmasını bekleyen eski ergenekoncular, 11 Eylül'deki Amerikan kabusu sonrasında bu ekibin patronları tarafından büyük ölçüde yine ABD'nin hizmetine tahsis edildiğini öğrenmiş ve yeni oluşumu ifşaa etme telaşına girmişti. Uzun süredir başbakanlık örtülü ödenekleri kesildiği için harçlık bile alamayan ekibin yeniden düzenli aylığa bağlanması, 1974'de kesilen CIA yardımının yine başladığı anlamına geliyordu. Eski başbakan Bülent Ecevit, 2005 Nisan ayı ilk haftasında Sabah’ta yayınlanan röportajda “Özel Harp Dairesi’nden ilk kez 1974’te tesadüfen haberdar olduğunu ve o vakit kendilerine askerlerce brifing verildiğini” hatırlatmıştı... Daha önce bu konuda biraz daha ayrıntılı konuşmuştu; Ecevit: “1974’teki başbakanlığım esnasında zamanın Genelkurmay Başkanı Org. Semih Sancar, Başbakanlık’ın örtülü ödeneğinden acil bir ihtiyaç için birkaç milyon lira istedi. Genelkurmay’dan bu paranın hangi amaçla istendiğini sormak zorunda kaldım. ‘Özel Harp Dairesi için istiyoruz’ yanıtı geldi. O vakte kadar bu dairenin tüm giderlerini bir gizli ödenekle ABD’nin karşıladığı, ancak artık ABD’nin bu parasal katkıyı kestiği, o nedenle Başbakanlık’ın örtülü ödeneğinden para istenmek zorunda kalındığı bana bildirildi. Özel Harp Dairesi’nin nerede olduğunu sordum. ‘Amerikan Askeri Yardım Heyeti ile aynı binada’ yanıtını aldım...” ( 78) Yeniden yapılanma sürecinde, askeri otoritelerin bunun Anti Amerikan bir görünüm kazanmasını en azından şimdilik istemedikleri, bu yönde yapılacak yayınları dezenformasyon şeklinde sunmasından belliydi. Aydınlık dergisinin "Ergenekon kuruldu" şeklindeki haber ve yorumları CIA dezenfarmasyonu şeklinde sunulmuştu. Kıskanç eski ergenekoncuların kuruluş toplantısına katılanlardan aldığı bilgiler ve organizasyonda görev aldıklarını duydukları kimselerin genel karakterlerinden hareketle, Ergenekoncuların henüz Ergenekon ismi üzerinde dahi karara varamadıkları görüşündeydi. Onlara göre, ABD bu yapılanmayı bir süre izleyecek, bağımsız bir çizgide gitmede ısrar ederse içerdeki adamları vasıtasıyla bunu deşifre edecekti. Aslında Aydınlık Grubu'nun bir taraftan Süper NATO'yu deşifre etmeye çalışırken(!) diğer taraftan Ergenekon'u savunması da bu çerçevede anlam kazanıyordu. Ergenekon'un siyasi kanadı, topluma en itici gelen gruplar eliyle yürütülüyordu. Gariptir ki, küçük bir azınlıktan gayri kimseye de güven duymuyorlardı. Aynı site "Perinçek'in Türkçüleri" bölümünde ise şöyle demişti: Ergenekon'un dayandığı ana tezler şunlardı; Ulusal Bağımsızlık, IMF karşıtlığı (hatta AB muhalifliği), Anti- Amerikancılık, Amerika'nın dışlandığı bir Avrasya Stratejisi, Yeniden Kuva-yı Milliye hareketi... Atatürkçü Düşünce dernekleri, ve eski Marxist organizasyonlarla içli dışlı çalışan bu grup, kimi zaman da Alevilik'i yalnızca bir kültür olarak yutturmaya çabalayan "ateist fakat mezhepçi" bazı derneklerle de işbirliği yürütüyordu. Anlaşılan "Gerçek Ergenekon" Ergenekon'la ilgili gelişmelerden ve Perinçek'in bu organizasyon içinde bulunmasından pek memnun değildi. Enterasan gelişmeydi zira eskidüşman Perinçek Ergenekon'daydı... Sedat Peker'in başını çektiği "Öz Türkler" veya Peker'in tanımıyla Pantürkizm (Turancılık) hareketinin gövde gösterisinin, "Ergenekon'un yeniden yapılandığı" söylentisi ile eş zamanlı olması ilginçti. Anlaşılan Türkler bundan böyle, "Öz Türkler" ve "Üvey Türkler" diye ikiye ayrılacaktı... İstanbul Hilton Oteli'nde 22 Mayıs Akşamı yapılan "Öz Türkler" gününe, diğer bir tarifle Sedat Peker'in beyninde sembolize ettiği ismiyle "Birleşik Türk Devletleri"nin kuruluşuna, bir çok ünlü şahsiyetin yanısıra eski Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genel Kurmay Başkanlığı adayı Muhittin Fisünoğlu'nun katılması günün en dikkat çeken haberleri arasındaydı. Kartvizitinde Emekli paşa yazmasına rağmen Orgeneral Muhittin Fisunoğlu, Hayyam Garipoğlunun Sümerbank'ın da, farkında olmadan "Yönetim Kurulu Üyesi" yapılmış eski bir komutanımızdı. Yargıtay'ın kararıyla 14 Nisan 2005'tr Garipoğlu, Korkmaz Yiğit'le birlikte Türkbank davasından hapis yatmaktan zaman aşımı nedeniyle yırtmıştı. Paşamız Hilton'daki davete de yine Mehmet Ali Yılmaz ve Atilla Yıldırım davet edince farkında olmadan gitmiş ama, kapıdan içeri girince manzarayı anlamış. "Olmamam gereken bir yerdeydim. Ama ne var ki, bir kere içeri girmiş bulundum. Hemen dönüp çıkamadım." Diyordu. Yönetim Kurulu Başkanı yapıldığının farkında değilmiş gibi yaptı. Muhittin Fisunoğlu'nun referans gösterdiği ve yemeği birlikte yediğini söylediği Mehmet Ali Yılmaz, Dündar Kılıç'ın eski iş ortağı, yeraltı dünyasının işlerini takip eden bir politikacıydı. Atilla Yıldırım da, Alaattin Çakıcı'nın işlerini takip eden ve bir çok kere gözaltına alınan ikinci sınıf bir mafya babasıydı. (78) Paşa, herhalde Sedat Peker'den bir sitem aldı ki "Peker'i tanımaktan pişman değilim" diye düzeltme yapmak zorunda kaldı. Anlaşılan yeni dönemde Çakıcı'nın yerini Peker dolduracaktı. Kendi çizgileri ile "gönüllü zaptiye memuru anlamında" onurlu bir külhanbeyi olan TürkçüTurancı Sedat Peker'in Aydınlık gibi ipleri kimin elinde olduğu belli olmayan bir organizasyonla yakınlık kurmasının izah edilecek bir yanı yoktu. Sedat Peker, 19 Mayıs 2004’te Aydınlık'a büyük bir ilan vermişti. Çok profesyonelce düzenlenmiş web sitesi için ise söyleyecek bir söz yoktu. Bizce, düşüncesi ne olursa olsun, arkasında kim olduğu belli olan siteler, fikri gelişme ve değişik bir şeyler öğrenme açısından yararlıydı. Esasında legal platformlar içinde, "milliyetçi" duygularımızın kamçılanmasına ve tepkilerimizi açıkça beyan eden bireyler haline gelmemize ihtiyaç da vardı. Ancak, "Birleşik Türk Devletlerinin" kurulması, devlet içinde "Ergenekon" gibi illegal bir yapılanmaya gidilmesi fikirlerini ise, tehlikeli atılımlardı. Hele hele, Perinçek gibi ajanprovakatörlerin içinde bulunduğu oluşumlar hiç bir zaman Türkiye'ye fayda getirmezdi. Madem ki bu beyler ve /diğer beyler/ akıllarına karpuz kabuğu düşmüş gibi Kızılelma Koalisyonu nitelemesi kullandılar, kavramın açılımı için aslen mason olan ünlü kafatsası ırkçımız H. Nihal Atsız’ın 1947 yılında Kızılelma Dergisi 1. Sayısında yazdığı bir yazıya bakalım : “Kızılelma, Türk Milletinin manevi besinidir!...Bir topluluktan ortak ülküyü kaldırın, insanların hayvanlaştığını görürsünüz. Ortak düşünce olmayan toplulukta, herkes, yalnız kendi çıkar ve zevkini düşünür. Böyle bir toplulukta fedakarlık, saygı, nezaket kalmaz. Bencillik, kabalık, rüşvet, adam kayırma ve namussuzluğun türlüsü alır yürür. Maddileştirilmiş bir insan vatanı için ölür mü? Milletine inanmayan bir adam, yabancı ile işbirliği yapmaz mı? Erdemi gülünç bulan biri çalıp çırpmaz mı? ” (79) Bu ittifakın çalıp çırpacağı mazide yaptıklarından belliydi. Allah'tan korkmayan, kuldan utanmaz, vatanseverliği ise salon ülkücülüğü kuru edebiyatıyla kısıtlı kalır, ahlak timsali olma hikayesi masal gibi dinlenebilirdi. Ülkücüler, MİT’in en iyi yuvalandığı bir akımdı. 1980 darbesi sonrası tutuklanan 35 Türk Ocakları ilbaşkanı MİT elemanı çıkmıştı. Namık Kemal Zeybek, Kazakistan’da Ekim 1998’de Türkistan Üniversitesinde yaptığımız sohbetimizde salon ülkücülüğüne veryansın ediyor, ancak derin devlete sunduğu projelerle milyonlarca dolarlık yardım almayı başarabiliyordu. Maocu - Türkçü - Tarikatçı - Kemalist ittifakına bel bağlayan yeni derin devlet oluşumu Ergenekon yine yanlış ellerdeydi! Periçekgiller'in Milliyetçi - Ulusalcı - Tarikatçı saçayağı, Türkiye Amerikan düşmanlığı ve AB karşıtlığı organize etmek, daha doğrusu provoke etmek için hassas noktamız bayrak yakma eylemiyle fitne tohumunu ilk Mersin'de ateşledi. Böylece çok gecikmeden hassas noktamız bayrak 2005 Nevruz törenleriyle kaşınmaya başlandı. Perinçek, Aydınlık'ta Mersin'deki eylemi 5 Amerikalı 2 İsrailli ajanın kente 15 gün önce gelerek provoke ettiğini yazarak hedef saptırdı. Yeni Ergekoncu Ulusalcılar, derin devletin son ürünüydü. Bu müthiş kadrodan ancak yeni Psikolojik savaşlar beklenebilirdi. Yeni Şafak'ta Ali Bayramoğlu 12 Nisan 2005'de açıkca yazdı: "TAYAD'lıların dağıttığı bildiri öncesi Trabzon'daki yerel Kasırga televizyonunun üç kez alt yazı geçerek bayrak yakıldığını, PKK bayrağı açıldığını kamuoyuna duyurmasını" nasıl açıklıyor Trabzon Valisi? Daha olaylar başlamadan önce Trabzon'un kimi çevre ilçelerinden gelen, bayrağı kim yaktı telefonlarını nasıl izah ediyor? Trabzonlular bilir... Kasırga TV daha önce önceden Kadırga TV adını taşırdı. Kadırga TV, MGK'nın bir dönem devşirdiğini açıkladığı, özellikle Trabzon bölgesinde yapılan her toplantıda, benim de birkaç kez şahit olduğum üzere provokasyon yapmayı adet haline getirmiş, bir dini cemaatin, Haydar Baş'ın televizyonuydu. ( 80) Komedinin son halkası Trabzon'da 6 Nisan'da bildiri dağıttığı dört arkadaşıyla birlikte linç girişimine maruz kalan Zeynep Erduğrul’dan geldi. Akşam'a kışkırtıcı olmadığını, ancak birileri tarafından kullanılmış olabileceğini söylemişti. (81) Türkiye, yine iyi saatde olsunların yeni yüzüyle karşı karşıyaydı. Bu film defalarca seyredilse bile tekrar izlettiyorlardı... KAYNAKLAR 68- Abdurrahman Dilipak , Panel, Kasım 1990. 69- Mehmet Ali Birand, Milliyet, 14 Kasım 1990. 70- Talat Turhan, Kontrgerilla Cumhuriyeti, S.34. 71- Suat Parlar, Osmanıidan Günümüze Gizli Devlet, Spartaküs Yayınları. 72- Güner Yılmaz , Tek Yol ileri Demokratik Halk Devrimi! Ya sosyalizm, ya ölüm! 73- Taha Kıvanç, "Hayaller gerçek galiba", 30 Nisan 2001. 74- Hikmet Çiçek , 720 sayılı Aydınlık Gazetesi, "CIA’nın “Ergenekon”, 6 Mayıs 2001. 75- Harun Odabaşı ,Aksiyon , Sayı: 336 - Sivil Ergenekon, 12 Mayıs 2001. 76- İnternet'te yayın yapan Ergenekon Sayfası veya Gerçek Ergenekon isimli web sitesi. 77- Milliyet, 28 Kasım 1990. 78- İnternet'te yayın yapan Ergenekon Sayfası veya Gerçek Ergenekon isimli web sitesi. 79- H. Nihal Atsız, Kızılelma Dergisi 1. Sayısı. Kızılelma ülküsü. 1947. 80- Ali Bayramoğlu ,Yeni Şafak, 12 Nisan 2005. 81- Akşam, Kışkırtıcı değilim, birileri tarafından kullanılmış olabilirim, 15. Nisan 2005. 4. BÖLÜM : DERİN ÖRGÜTLER KİMLERDİR? Kurtlar Vadisi''nde Baron, BOP''a destek vermediği ve tezkere sürecinde pasif kaldığı gerekçesiyle Şövalyelerce öldürüldü. Hıristiyan dünyasının en bilinen ve gizemli efsanelerinden Kutsal Kase ve Tapınak Şövalyeleri, nihayet ülkemizde cesur bir senaryoya sahip en çok izlenen bu diziyle görsel olarak toplumu uyandırdı. Bu konuda ' Tapınak Şövalyeleri' adlı bir eser yazan Harun Yahya namı diğer Adnan Oktar Hoca, 28 Şubat süreci sırasında iftiralarla infaz edilişini onlara bağlamıştı; ancak marjinal görüldüğü için çığlığını kimse duymamıştı. Onun Yahudilik ve Masonluk kitabını 1986 yılında okumuştum. Bu konuda hangi ortamda ağzımı açsam şaşkın bakışlar nedeniyle fazla ileri gitmeden sustum. Ahmet Hakan, gizli mason törenini Kanal 7'de ilk defa görsel olarak ekrana taşıdığında da herkes marjinal grubun komplo teorisi diye olaya şartlı baktı. İlginçtir, Hakan'ında mağdur edilmesini beklerken Hürriyet'de köşe sahibi oldu. Bu arada Ertuğrul Özkök'ün köşesinde konu tartışılırken bir tarihte tarafına gelmiş bir okuyucu mektubu olarak Türk Masonlar derneği'nin açıklamasını 'Biz yurtdışında kimseye bağlı değiliz, ülkücü masonuz ' bağlamında savunmasına köşesinde yer vermişti. Dizinin masonlar ifşaatından sonra Hürriyet ve Sabah iki koldan Türk masonlarını aklamaya çalışan yazı dizi-röportajlar yayınlasada nafile çabaydı. Masonlar kan kaybediyordu. Atatürk'ün mason localarını ülkeye zararlı diye kapatması manidardır. Günümüz etkin Atatürkçülerinin bir kısmı, onun bu öngörüsünü doğru okuyamıyor. Mason localarını kapatmayı aklından bile geçirmiyorlar. Tam aksine İnönü'nün mirası sahte Atatürkçülük perdesi altında masonların emrinde veya locaların üyesi olarak ülkemizi kendi çıkarları karşılığında peşkeş çekmekle meşguller. Ülkemizin bugünkü ekonomi-medya düzenine paralel olaral yolsuzluk, vurgun, hırsızlık düzeni arasında masonik yapılanma ile doğrudan bir ilişki vardı. Batak bankaların yapısına baktığınızda ardında hortumcuların mason localarına üye olduğunu gözlemliyordunuz. Türkiye'yi cezalandırmak isteyen Washington'la bağlantılı gizli örgüte bu ülkenin en zengin ve muktedirleri onay veriyordu. Masonların serbest hareketine vize veren İnönü CHP'si ve devamcıları bugünün kirli Kurtlar Vadisi'nin mimarlarıydı. Büyük kulüp’e üye olanlar, bütün bu işleri yapan, Nato üyesi ülkelerde CIA tarafından kurulmuş, Mossad’ın organize ettiği Ergenekon isimli örgütü kullanıyordu. Topluluk çıkarları için sağ sol hiç fark etmezdi. “Tam Bağımsız” ve “Türkiye Türklerindir” puntalı gazeteleri ile Kemalizm ve laiklik ile oynayarak, Koç ve Sabancı gibi büyük holdinglerin çıkarlarını, Türkiye'nin çıkarlarından daha çok gözeten bir topluluktu. Bu örgütün ülkemizde ki kolu Büyük Kulüp tü. Aynı zamanda Hz. İsa’nın kan tasını koruyan sapık topluluk Tapınak Şövalyelerinin de yurt dışındaki yayın organı ile aynı ismi kullanıyorlardı. Büyük Kulüp, Masonlar, Sebataycılar, Siyonistler, Evangelistler, Kuru Kafa ve Kemikler Tarikatı hepsi Siyonizm Tapınağı Tarikatı altında toplanıyorlardı. Bir zamanlar Deniz Kuvvetleri komutanlığını yürüten Güven Erkaya, 12 Eylül sonrası Başbakanlık yapmış olan Bülent Ulusu Büyük Kulüp başkanlığı yapmışlardı. Süleyman Seba MİT’ten emekli olmadan önce MİT İstanbul Bölge Müdürü idi, Alaaddin Çakıcı’nın kulübe kabulünü Süleyman Seba sağlamıştı. Alaaddin Çakıcı’nın biran önce yurt dışına kaçması gerekiyordu, çok şey biliyordu ve konuşursa Türkiye'de yer yerinden oynardı. Alaaddin Çakıçı devlet kontrolünde kaçırıldı ve Sinan Engin kendisine verilen talimatı uyguladı. Manevi Cihazlama Teşkilatı; Protestan Tapınak Şövalyelerinden olan Amerikalı Frank Buchman tarafından 1929 da kuruldu. baba Bush ve oğul Bush un üyesi oldukları Evangelistler bu tarikatın alt kurumuydu. Bu tarikat Türkiye'de Fakirleri Koruma Derneği adı altında Beyoğlu’nda Asmalı Mescidi ile aynı sokakta faaliyet göstermekteydi. Derneğin kurucusu 33. derecede mason olan Prof.Fahrettin Kerim Gökay’dı, her yerinde masonluk işareti olan heykellerle dolu olan Göztepe’deki köşkü bu örgütün toplantı merkeziydi. Diğer toplantı yerleri ise İsmail Ağar’ın Kadıköy’deki köşküydü; Mehmet Ağar’la bir akrabalık bağı yoktu, ancak Rıfat Zorlu’nun akrabasıydı. Ayasofyanın Ortodoks ibadetine açılmasını ve ruhban okulunun yeniden açılması hakkında görüş bildiriyorlardı. Hazım Atıf Kuyucak ise Türk masonlarını moon tarikatında temsil ediyordu. Bu kulübün Susurluk sırasında adı geçmişti ve başkanı gizlice gidip Türkiye’deki İtalyanların temiz eller operasyonunu yapan savcılar gibi temiz elleri başlatan Cengiz Engin ve Engin Baltacı’ya ifade vermişti. Bu tarikat tamamen birbirine bağlı sayılmazdı. Kendi aralarında da görüş ayrılıkları olabilirdi, tıpkı Cem Uzan da olduğu gibi. Özal, Koç, Sabancı, Karamehmet her birisi tek başlarına Uzanlar’a karşı başarılı olamadılar. Uzanlar’ın Nokia’ya yaptıkları falan pek önemli değildi, ama uluslararası bu örgüt, Amerikan Motorolaya atılan 3 milyar dolarlık kazığı affetmedi ve Koç-Sabancı ittifakını kurup Uzanları bitirdiler. Yayın dünyasında bir ‘Da Vinci Şifresi’ ile başlayan gizli örgütler ve komplo teorileri rüzgarı esmeye devam ediyordu. Tekmil milleti tapınak şövalyeliği, sion manastırı, kutsal kase gibi kavramlara aşina eden kitabın ardından kitapçı rafları benzer konularda kaleme alınan eserlerle doldu. Artık tapınak şövalyesi dediğin ne yer ne içer, masonlukla aralarındaki bağ nedir gibi öğrenilmesi elzem konular için el altında, yerli ve yabancı bir sürü kaynak bulunuyordu. Vatikan’ın ‘Da Vinci Şifresi’ne karşı on kadar kitap sipariş vermesi işin boyutlarını gösteriyordu. Brown’un yeni kitaplarının da çok satanlar listesine girdiği ve komplo teorilerinin edebi bir kılıfla piyasaya sürüldüğü günümüzde konu ile ilgili kitaplara bir göz atmak gerekiyordu. Dr. Halit Erol'un Sion Tarikati ve Tapınak Şövalyeleri, Aytunç Altındal'ın Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri ile Gül ve Haç Kardeşliği, Harun Yahya'nın Tapınak Şövalyeleri, Doğan Yurdakul'un Sırların Kavşağında, Reşat Numan’ın ‘Tapınak Şövalyeleri ve Masonlar’, Nuh Gönültaş’ın Mason, Aydoğan Vatandaş’ın Illuminati ve Kuru Kafa Örgütü, Nedim Şener'in Tepeden Tırnağa Yolsuzluk kitapları ayrıca tercüme olarak yukarıda adı geçen eserler ve Rene Guenon'un Dante ve Ortaçağda Dini Sembolizm kaynak eser olarak okubanilirdi. Masonluk ortaya çıkışından beri en çok tartışılan konulardan biri olmuştu. Michael Baigent, Richard Leigh ve Henry Lincoln'ün birlikte yürüttükleri, yıllar süren, zaman zaman anlaşılmazlığa sürüklendikleri bir inceleme olan ' Savaşçı Keşişler Tarikatı ve Tapınak Şövalyeleri' en güzel kitapları olan ' Kutsal Kan Kutsal Kase'de anlatılıyordu. The Sunday Times, bu kitabı şöyle betimlemişti: Yazarlar, 1309'da baskı ve görülmemiş bir kıyımla karşılaştıkları Avrupa'dan, İskoçya'ya kaçan Tapınak Şövalyeleri'nin izini sürüyor. Hıristiyanlık öncesi Pagan Kelt kültürünün izlerini taşıyan İskoçya'da Tapınakçılar'ın mirası kök salmış ve bu mirastan Masonluk ortaya çıkmıştır. 'Mabet ve Loca' Tapınakçı gelenek, Avrupa düşünce akımları, Rosslyn Kilisesi'ni kuşatan esrar ve Fransa krallarının özel muhafızlığını yapan ve aristokratlardan oluşan İskoç Muhafız Alayı çerçevesinde Masonluğun kökeni ve ortaya çıkışına dair sorulara kanıtlarla desteklenmiş güvenilir cevaplar veriyor. 17. ve 18. yüzyıl boyunca Masonluğun izini süren Baigent ve Leigh, Fransız Devrimi'nden İngiltere'deki demokratikleşme ve yeni bir değerler sisteminin şekillenmesine kadar, modern tarihin önemli köşetaşları ve bunların ortaya çıkardığı modern toplum ve yönetim anlayışları üzerindeki Masonik etkiyi ortaya koyuyordu. Araştırma sonuçları, 11 Eylül sonrası dünyayı değerlendirirken çok işe yarayabilecek bir bilgiyi de barındırıyor: Masonluk, Amerika Birleşik Devletleri'nin kuruluşunda anahtar bir role sahipti; bu devletin, ideal bir 'Masonik Cumhuriyet'in modeli olması öngörülüyordu. Yazarların gizli derneklerle ilgili araştırmaları, kadim ve güncel sonuçları ortaya koyuyordu. Araştırmacıların, serüvenin başlangıcında küçücük bir nokta olan bilgileri sonrasında yüzlerine kapanan kapılar, saklanan kitaplar, konuşmayan rahipler, anlaşılmazlık yumağı ve çeşitli dokümanlarla tüm bir Avrupa ve Hıristiyanlık tarihini kapsayan bir çalışmaya dönüşüyordu. Ve kitabın sonlarına doğru Ortaçağ'ın görünmeyen yüzü yavaş yavaş beliriyor gözlerimizin önünde: Rennes Şatosu, Sion tarikatı, çağlarına ve günümüze damgalarını vuran yazarlar, ressamlar... Haçlı seferleri, Vatikan'ın Hıristiyanlığı ile uzlaşılmaz sorunlar yaşayan batıni topluluklar, sapkın inanışlar, savaşlar, birbirine kilitli ilişkiler... Hz. İsa'nın yaşamı, çarmıh ve İnciller... Kutsal soy Merovenj Hanedanı ve gizemi halen anlaşılamamıştı Kutsal Kase’nin... Bu İsa efsanesinin bize fazlasıyla yararı dokundu." Bu sözler, 16. yüzyılın başlarında Papa X. Leo tarafından söylenmişti. Yazarların sadece Hıristiyanlık tarihini değil, dinler tarihinin tümünü allak bullak eden "Kutsal Kan Kutsal Kase" ve "Mabet ve Loca" adlı kitaplarla dünyada kopardığı fırtına, yeni sorularla devam ediyordu: - Birden fazla İsa mı vardı? - Hıristiyanlığın kurucusu İsa mıydı? - Havariler, geleneksel inanışta olduğu gibi 'barışsever' miydi? -Vatikan, CIA, KGB, Mafya, Masonluk, P2, Opus Dei ve Tapınak Şövalyeleri arasındaki bağ nedir? 'Mesih' düşüncesinin antik çağlardan günümüze ulaşan serüveninin anlatıldığı bu kitapla, Roma İmparatorluğu'ndan Amerika Birleşik Devletleri'ne varıncaya değin, 'Din' ve 'İktidar'ın birbiriyle ilişkilenme biçimini, tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyordu.Yazarların, ciddiyeti sorgulanamayacak kadar derinlikli ve çok yönlü araştırmalar sonucunda ulaştıkları ikna edici kanıtlar ve bu kanıtlardan yola çıkarak ulaştıkları sonuçlar; hayat görüşünüz ne olursa olsun, geçmişi ve bugünü, olayları yeniden değerlendirmek üzere tekrar gözden geçirmenize neden olacak. 'Mesihin Mirası'ndan birkaç bölüm başlığı: "İsrail Kralı Olarak İsa "Boşluğu Dolduran İnançlar: Sovyet Rusya ve Nazi Almanyası "Mahşeri Kucaklamaya Doğru "Gizli 'Amerikan Birliği' "Gizli Grupların Ardındaki Gizli Güçler ‘‘Tapınak Şövalyeleri (Templiers) aslında, ‘Papaz Askerler' denilen bir Hıristiyan tarikatıdır. Haçlılar 1099 yılında Kutsal Topraklar üzerinde ilk Frank Krallığı'nı kurunca, Fransız asilzade Hugues de Payns ve 8 silah arkadaşı Kudüs Kralı 2. Baudoin'e çıkıp, ‘‘Hacıların yolda güvenliğini sağlamak ve kutsal yerleri korumak için silahlı papazlardan oluşan bir birlik kuralım’’ diye önerirler. Kral, şövalyeleri Hz. Süleyman'ın efsanevi tapınağını inşa ettiği, bugün El Aksa Camii'nin yanındaki Kraliyet Sarayı'na yerleştirir. Böylece, kuruluş adı ‘Sülemyan Mabedi'nin Fakir Askerleri' olan asker-papazlar tarihe Tampliye (yani Mabet) Şövalyeleri olarak geçer. 1139'da Papa 3. Innocentius, Tarikat'a, ‘vergi muafiyeti, yargı dokunulmazlığı ve imtiyazlar' veren bir emir yayınlar. Tampliye Şövalyeleri bütün krallardan ve Kilise hiyerarşisinden bağımsız, sadece Papa'ya bağlı bir tarikat haline gelir. Hatta zamanla tarikatın Büyük Üstadı, Papa'yı bile ciddiye almayan ‘devletler ve dinler üstü' bir güç haline gelir. ‘Dinsizlerle' yani Müslümanlar'la, Kral ve Papa'ya danışmak bile ihtiyacı duymadan diplomatik ve ticari ilişkiler kurar. Çelik örgülü zırhlarının üzerine, göğsünde kırmızı bir haç bulunan beyaz elbiseler giyen 15 bin asker-papaz ağır ağır bütün Avrupa ve Ortadoğu'ya yayılır. Avrupa'da 9 bin Tampliye Şatosu inşa edilir. Hacıları koruyan, onlara bankacılık hizmeti veren, paralarını ‘transfer' eden, kredi açan, faiz alan şövalyeler dönemlerinde kralları hatta Vatikan'ı bile kıskandıracak bir ekonomik güce ulaşırlar. ‘Para gücü + silah gücü + iman gücü' karşısında iki düşman, Fransa Kralı Güzel Philippe ile Papa Clemens işbirliğine gider. Papa son Büyük Üstat Jacques de Molay'nin ruhani gücünü gölgelediğinden şikayetçidir. Fransa Kralı ise Tarikat'a o kadar çok borçlanmıştır ki, alacaklısını ortadan kaldırıp, mal varlığına el koymaya karar vermiştir. 13 Ocak 1307 sabahı Kral'ın askerleri aynı anda, Fransa'daki her şatoyu basar, binlerce şövalye tutuklanır. Papa da bir fetva ile bu ‘operasyonu' kutsar. Şövalyeler, Engizisyon mahkemelerinde, çarmıha tükürmekten sübyancılığa kadar bir sürü inanılmaz suçtan yargılanır. 3 yıl hücrede yatıp işkence gören Büyük Üstat ve yardımcıları ‘halkın önünde aman dilemek' için Paris'in Notre-Dame Katedrali'nin önünde zincirlere vurulur, ama son anda cayarlar. ‘Asıl suçlu Kral ve Papa' derler. Böyle olunca, Kral ve Papa, 54 Tampliye büyüğünü, daha önce Yahudiler'in katledildiği, ‘Yahudi Adası' denilen yerde ateşe atarak yakarlar. Son Büyük Üstat, alevler ihtiyar bedenini sararken, ‘Papa Clemens, Şövalye Guillaume, Kral Philippe, en geç bir yıl içinde üçünüzü de Tanrı'nın mahkemesinde yargılanmak üzere bekliyorum. Lanet! Lanet! Soyunuzun 13. kuşağına kadar sizi lanetliyorum' diye bağırır. Gerçekten de bir ay sonra Papa, yedi ay sonra Fransa Kralı ölür. Baş Engizitör sokakta öldürülür. Engizisyon mahkemesinde de Molay aleyhine şahitlik eden iki kişi de asılır. Korku, kralın hayatını ölene kadar zehir eder. Ve Tampliye Tarikatı tarihten silindi zannedilirken, günümüze kadar süren bir efsaneye dönüşür. Tampliye Tarikatı (1118-1312) tarihteki ilk uluslararası ekonomik güçtür. Tampliyeler Avrupa'dan Kudüs'e kadar binlerce şatoya sahipti. O zamanın Doğu-Batı ticaret ve haç yollarını askerleriyle korur, hacıları şatolarında ağırlar, onların paralarını saklar, kredi verir, kambiyo işlemleri yaparlardı. Hacılar ve tacirler, nakit para taşımamak için, örneğin Paris'te Tampliyeler'e emanet ettikleri paralarını, Kudüs'te istedikleri döviz cinsinden çekebilirlerdi. Tarikat para havalesini, çek sistemini, ikili muhasebe sistemini, defteri kebiri icat etmişti. Borç verip vergi vermeyen Tarikat'ın serveti dillere destandı. Öyle ki, günümüzde bile, yollara düşüp Tampliyeler'in gizlediğine inanılan hazinelerini arayanlar vardır. Bush'un iktidara geldiği 8 Kasım 2000 seçimleri ile başlayan 11 Eylül faciası ile ivme kazanan, Irak ve Afganistan savaşları ile kanlanan yeni süreçte Neo-con zırhına bürünmüş YahudiEvangelist aslen Tapınak Şövalyesi güruhun asıl hedefinin İsrail merkezli 13. yüzyıldaki Kudüs Krallığı olduğu anlaşılıyor. Haçlı seferleri içerisinde tek başarılı olan seferi onlar yapmıştı. Ağzı sürçen Bush, Haçlı Seferi başlattıklarını ifade ederken günümüz Tapınak Şövalyelerine mi güveniyordu? Alın size Washington'u kızdıracak bir komplo teorisi iddiası daha. İster inanın, isterseniz inanmayın... Türkiye, Tapınak Şövalyeleri''ni ilk kez bir bakanın ağzından duymuş ve günlerce tartışmıştı. O bakan Sadettin Tantan''dı... Tantan, ''Benim söylediklerim dizide ekrana yansıtıldı. Gerçekten talan düzeninden hayat bulanlar Tapınak Şövalyeleri''nin içinde yapılandı'' demişti. İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, ‘‘Tapınak Şövalyeleri’’ sözü ile ilgili anısını şöyle anlatıyordu: ‘‘Bir süre önce İtalya'da mafya ve çetelere karşı yapılan mücadele sırasında da ortaya çıkan bir durum vardı. Bir ucu yurt dışında, diğeri yurt içinde olan organize suç örgütlerini kasdediyorum. Yurt içinde iyi niyetle bir yapı ortaya çıkıyor. Bu iyi niyetli yapı bir süre sonra bazı kişiler tarafından ele geçirilip bozunuma uğruyor. Bir çıkar ve suç örgütü halini alıyor. Bunun da etrafında ikinci bir çember oluşuyor. Bunlar da o suç örgütünden ekonomik olarak nasiplenmeye başlıyor. Aynen Tapınak Şövalyeleri'nde olduğu gibi. Bu deyimi de 1980'lerin başında okuduğum bir kitaptan hatırlıyorum. Kitap 600-700 sayfa kadardı. BBC muhabirleri yazmışlar. Kitabın adı, ‘‘Kutsal Kase, Kutsal Kan’’ idi. Okuyup bitirene kadar da göbeğim çatlamıştı. Kitap, Kudüs'te bir mabedi korumak için görevlendirilen şövalyelerin, kiliselerin ve Hıristiyan aleminin gönderdiği yardım paraları ile nasıl zengin olduklarını, ilerleyen yıllarda yardımla edindikleri güç sayesinde nasıl ekonomik olarak bir varlık haline gelip, devleti ele geçirmeye başladıklarını anlatıyordu. Hatta, krallara bile borç verir hale geldiklerinden söz ediyordu. Çok güzel bir kitaptı. Daha sonra Umberto Eco'nun ‘‘Foucault Sarkacı’’ adlı kitabını okudum. O kitap da Tapınak Şövalyeleri'ni anlatıyordu. İstanbul'daki konuşmamı hazırlarken bu kitaptaki durum aklıma geldi. Nasıl İtalya'da Di Pietro, soruşturmayı yürüttükçe, yolsuzluğun hırsızlığın içine uluslararası bağlantıları olan Mason locasıyla karşılaştı, bizde de böyle uluslararası bağlantılı yolsuzluk, çıkar, suç örgütleri türedi. Şimdiki mücadelemiz de onlara karşı. Üçlü bir çıkar ilişkisinden söz ediyorum. Biraz geriye gidelim ve 57. hükümet döneminin hızlı bakanı Tantan'ın icraatlarını hatırlayalım. Kamuoyu şaşkındı. Yurdun dört bir yanından operasyon haberleri geliyor, polis elini nereye atsa, bir yolsuzluk dosyası çıkarıyordu. Tantan ise, tüm bunlara rağmen yine sessizliğini bozmuyor, konuştuğu nadir anlarda ise, şifreli mesajlar veriyordu. Bunlardan biri de Tapınak Şövalyeleri'ydi. Tantan, operasyonlar sırasında kullandığı bu deyimle, yeni bir tartışma başlattı. Tapınak Şövalyeleri, Avrupa'da Ortaçağ döneminde kurulan saygın isimlerin oluşturduğu çıkar çevresiydi. Tantan, bu mesajıyla operasyonun "yukarılara" doğru çıkacağının güçlü bir mesajını daha veriyordu. Öyle ki, Tantan yine bir operasyon öncesi, "Yıllarca bu kişilerin önünde düğmelerimizi iliklemiş, saygı göstermişiz" ifadesini kullanıyordu. İçişleri Bakanı, bu sözleriyle çıtanın daha da yükseleceğinin işaretini veriyordu. Çıkar çevreleri ise rahatsızdı. Tantan'ın başlattığı operasyonlar, yıllarca soygun düzenini kuran ve yürütenleri rahatsız etmişti. Ancak Tantan bunlara kulak tıkıyor, polise yeni emirler veriyordu. Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı'na bağlı polisler, yine Bursa'da Kartal, İzmir'de ise Balina operasyonlarını gerçekleştirdi. Bu operasyonlarda, 16 trilyonluk sahte vergi iadesinin alındığı tespit edildi. Operasyon rüzgarı büyüyor, ''Kasırga''ya dönüşüyordu. Batık bankalardan Egebank'a yönelik gerçekleştirilen operasyonda 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in yeğeni ve bankanın eski sahibi Murat Demirel gözaltına alınıyordu. Kamuoyuna "Bu kadar da olmaz" dedirten operasyonda ortaya çıkan maliyet ise korkunçtu: 750 trilyon lira, of-shore hesabı adı altında yurt dışına kaçırılmıştı. Yine bu operasyon çerçevesinde, Türkiye'nin ünlü reklamcılarından Nail Keçili de Murat Demirel'le aynı kaderi paylaşıyordu. "Kasırga" dinmiyor, aksine, ikincisi geliyordu. Hedef bu kez, Sümerbank'tı. Yine batık banka olan Sümerbank'ın sahibi Hayyam Garipoğlu ve 35 arkadaşı sorgulandıktan sonra, ortaya maliyet çıkartılıyordu. Yöntem de, kaçırılan para da aynıydı: Off-shore… 750 trilyon. Türkiye'nin en ünlü isimlerinin kolunda Kaçakçılık Dairesi'nin polislerini gören kamuoyu ise, gelişmeleri merakla izliyor, Tantan'a sempati besliyordu. Bunda, Yurtbank ve Bank Ekspres'e yönelik gerçekleştirilen operasyonların payı da çok büyüktü. Ali Balkaner ve Korkmaz Yiğit'in tutuklandığını gören kamuoyu, geleceğe ve temiz Türkiye'ye olan inancını daha da büyütüyordu Günler günleri kovalıyor, operasyonların ardı arkası kesilmiyordu. İnter Gıda Şirketi'ne yönelik yapılan ve Türkiye'yi bir kez daha sarsan "Buffalo" ise, yolsuzlukları unutturmuyordu. Halka yıllarca kaçak ve sağlıksız et yediren şebekenin tüm yönleriyle deşifre edilmesi, yolsuzluğun boyutlarının ülkeyi sardığının en açık göstergesiydi. Kaçak etleri yıllarca ülkeye sokan şebeke, 500 trilyonluk yolsuzluk yapmıştı. Tantan, bu devrede Mesut Yılmaz, daha doğrusu mason olan Yılmaz'ın patronlarının gazabına uğrayacak ve operasyonlar bıçak gibi kesilecekti. Ülke 50 milyar dolar dolandırılmıştı, ancak hesap soran bakan istifaya gönderiliyordu. Yılmaz'ın bu kararının faturası hem siyasi yaşamını bitirdi, hemde soygun düzeni bir süre daha devam etti. Ülkenin battığı 2000 Kasım ve 2001 Şubat krizleri ile anlaşılıncaya kadar halk denizin bittiğinin farkında değildi. Tantan, Türkiye'deki Tapınak Şövalyesi yapılanmasının nerede olduğunu araştırmak isteyenlere bir adreste gösterdi: Gümüşsuyu çetesi. Bu tabirden kimse birşey anlamadı. Şifreli konuşan Tantan, bu adreste olan neye, kime, kimlere parmağını sokmuştu? Gümüşsuyu Opera Oteli'nde işlenen Telemen olayını Uğur Mumcu kitabında yazmıştı. Ayrıca bu adreste 20 şirketin adresi bulunuyordu. Dizi başladığından beri Türkiye’nin gündemini işgal eden bir soruydu: Baron Karahanlı ölecek mi? Onu mafyanın ya da derin devletin öldürmesini bekliyordu herkes. Ama bu işi kimsenin tahmin etmeyeceği biçimde gizemli maskeli adamlar yaptı. Peki kim bu maskeli adamlar? Doç. Dr. Ümit Sayın, 3000 yıllık gizli bir örgüt olduklarını ve bugün dünyayı aslında onların yönettiklerini söylüyordu: Yayınlandığı ilk bölümden beri gerçek olayları işlediği iddia edilen Kurtlar Vadisi’nin en önemli karakterlerinden Baron Mehmet Karahanlı ölürken arkasında büyük bir muamma bıraktı. Katiliyse üyesi olduğu gizemli bir cemiyet! Suçu, Büyük Ortadoğu Projesi’ne yeterince destek vermemesiydi. Böylece Bop’un ardında aslında gizli cemiyetler olduğu öne sürüldü ve dizi ilginç bir yöne kanalize oldu. Gizemli cemiyetler üzerine araştırmalarıyla tanınan İ. Ü. Adli Tıp Enstitüsü’nden Doç. Dr. Ümit Sayın dizideki maskeli adamların esin kaynağını en iyi irdeleyen akademisyendi. Ona göre, antik Mısır’daki Osiris Rahipleri’nden beri devam eden bir gelenekte ve günümüzde Bush’un üyesi olduğu Illuminati’yle bağlantılı bir dizi gizli örgütte cevap yatıyor: "Amaçlarına ulaşmaları için son adım İstanbul’u almaları." Sayın’ın Haftalık’ta yer alan makalesinden derin örgütleri inceleyelim. Dizideki bu maskeli adamlar, uluslararası gizli bir örgütün elemanlarıdırlar. Diziden anladığımıza göre, 3 Mart’taki bir toplantıya gitmek için New York, Vatikan, Bağdat, Afganistan ve diğer ülkelerden farklı geçmişe sahip kişiler (işadamı, subay, kardinal vb.) İstanbul’da buluşmuşlardır. Dünya politikasını bu tip gizli örgütlerin şekillendirdiğine dair hikayeler mevcuttur. Bu bahsedilenler, örgütlerin kendilerini güçlü göstermek için uydurdukları bir psikolojik savaş taktiği midir, yoksa gerçek midir bilinemez. .Fakat bu tip gizli örgütlerin Fransız İhtilali’nden, ABD’nin kuruluşuna veya bazı savaşların çıkmasına kadar pek çok politik olayda etkin oldukları artık tarihe geçmiştir. Dizideki rahiplerin törensel cübbeler giymeleri, gizli örgütlerdeki geleneksel bir yöntemdir. Dizideki bölümde bir kurban töreni canlandırılmaktadır. Eski Mısır’dan ve Mezopotamya’dan beri pek çok dini grup veya insan topluluğu gizli örgütler kurmuşlardır. Gizli örgütler genellikle insanların diğer insanları kontrol etme ve yönetme yöntemlerinden birisi olmuştur. Bilinen en eski örgütlerden biri, Mısır’daki metafizik güçlere sahip olduğuna inanılan Osiris Rahipleri’dir. Osiris Rahipleri’nin uzaylı olduğuna, piramitleri de uzaylılarla haberleşme amacıyla yaptırdıklarına dair efsaneler vardır. Mısır’daki Osiris Rahipleri’nden beri gizli örgütler çok farklı formlarda insanlığın karşısına çıkmışlardır. Temelde Osiris Rahipleri’nden, Haşhaşinler’e, Tapınak Şövalyeleri’nden Masonlar’a, Illuminati’den, Skulls and Bones Society’e kadar hepsinde görülen temel özellikler şunlardır: Hepsi üyelerini gizli tutar, gizli tutanakları vardır. İdeolojileri ve üyelerine uyguladıkları farklı yetenekler kazandırma teknikleri de gizlidir. Hepsi elitist ve sömürgecidir. Hepsinde kesin itaat ve emir komuta zinciri mevcuttur. Dinsel yaklaşımlarında hep dinlerin kardeşliğinden bahsedilse de daha ziyade Paganik öğeler hakimdir. Hepsinde uzun bir araştırma, inceleme ve tatbikattan sonra locaya girilir. Locaya girme teklifle gelir. Hepsinde törensel üyeliğe kabul (tekris, inisiasyon töreni) vardır. Üyeliğe girenlerin yeniden doğduğuna inanılır.Bu örgütlere girenler kendilerini seçilmiş olarak görürler. Hepsi gizli bir istihbat yapılanmasına sahiptir. Pek çok ülkede istihbarat teşkilatlarının temellerini bu tip örgütler oluşturur. Hepsinde kökenleri eski Mısır’a ve Ortadoğu’ya dayanan gizli tutulan alegorik, benzeşimler (analojik) bir anlatım tarzı, jargon ve beyin yıkama/zihin konkrolü yöntemi vardır. Hepsinde destekleme ve yükseltme vardır. Yani, üyelerini destekleyip toplumda çok etkin pozisyonlara getirirler. Baron’u uluslararası destekle ve mafya bağlantılarıyla getirdikleri nokta çok üst bir düzeydir. Bu bize İtalya’da pek çok kirli işe girmiş P2 (Propoganda Due) locasında Lucio Gelli’nin getirildiği noktayı hatırlatmaktadır. Mahrem detayların paylaşılması ve illegaliteye atılan ortak imzalar üyeler arasındaki gizli bağları güçlendirir. Hepsinde cezalandırma sistemi vardır. Genellikle bu ölüm veya her türlü imkanın elinden alınması şeklindedir. Örgütün uluslar arası seviyesi veya etkinliği arttıkça, örgütteki cezalandırma sistemi de güçlenir ve ağırlaşır. Bu örgütlerdeki hemen herkes toplumun kalbur üstü ve etkin, kilit konumundaki kişilerden oluşur. Üyelerin birbirine özel tanıma yöntemleri vardır. Farklı derecelerde bu parola, sembol ve yöntemler değişiktir. Hepsinde yüzyıllar boyu okütizm, gizemcilik ve büyü, simya büyük rol oynamıştır. Bazılarında Baphomet isimli keçi yaratık, satanizmdeki gibi kutsal bir semboldür. Baphomet masonlukta kullanılan bir sembol olduğu kadar, tapınak şövalyeleri’nin de Tanrısıydı. Baron ‘’…. Ve barış tapınağımızın babası, Büyük Baphomet’in istediğini yapmak için geldim.’’ Demektedir. Buradan dizideki örgütün gerek Illuminati, gerekse bahsedilen diğer örgütlerle bağlantılı bir yapılanma olduğunu tespit ediyoruz. Dizideki örgüt Illuminati olabileceği gibi hiç adı duyulmamış bir örgüt de olabilir. Öncelikle Illuminati’nin ne olduğuna değinelim: Illuminati 1 Mayıs 1776 da adam Weishaupt tarafından Bavyera-Almanya’da kurulmuştur. Weishaupt Ingolstadt Üniversitesinde hukuk profesörü iken masonik eğilimlere (Kabbalah’ya) merak sarmış ve gizli bir örgüt kurmuştur. Bu dönemlerde Avrupa’da masonik gizli örgüt kurma eğilimi çok yaygındı ve 200 civarında gizli örgüt veya masonik rit kurulmuştur. Almanya’daki Illuminati daha sonra polis tarafından dağıtılmış ve yer altına inmiş, orada pek çok örgüte kol verip, eni örgütlerin tohumlarını atmıştır. Illuminati’nin bir yan kolu da Yılan Kardeşliği (Brotherhood of Serpents)dır. Daha sonra satanizme kol verecek olan Seth Rahipleri de yılan sembolünü kullanmışlardır. Bu kol çok eskilere, Mısır’a kadar uzanır. Dizide buna değinilmektedir. Illuminatinin daha sonra çok güçlendiği ve 1832’de Yale Üniversitesi’nde General William Russel ve Alphonso Taft tarafından Skulls and Bones Society olarak kurulduğu rivayet edilmektedir. SBS, Illuminatinin ABD’deki devamıdır. Alphonso Taft daha sonra ABD başkanı ve SBS üyesi olan William Howard Taft’ın da babasıdır. Illuminati’nin Gül Haç gizli örgütü ile direkt ilişkisi olduğu bilinmektedir, Gül Haç örgütü geçmişi Yahudi ve Siyon teşkilatlarına dayanan gizli bir yapılanmadır, bugün California’da merkezi vardır ve uluslararası olarak çalışmaktadır. Bu gizli örgütlerin terör örgütlerinden özde pek bir farkı yoktur; terör örgütleri bomba ve silahla terör ve anarşi yaratırlar. Illimunati, SBS, CFR (Council on Foreign Relations – Dış İlişkiler Konseyi) ve benzerleri ise anarşi ve kaosu yani Ordo ab Chao’yu (kaostan düzen) imza yetkisi, uluslararası strateji, paranın kontrolü, borsanın kontrolü ve mafyanın indirekt kontrolü ile yaratırlar. Bu örgütlerin hepsi aslında birer mafya kuruluşudur. Dizide Dan Brown’un ‘’Melekler ve Şeytanlar’’ kitabı üzerinden ismi telaffuz edilen Illuminati adını ve üyelerini inanılmaz bir sır gibi saklayan ve ölümcül bir kuruluştur. Bugün hemen her ülkede mevcuttur. ABD başkanlarının pek çoğu İlluminati’den ya icazet alırlar yada üyesidirler. Bu gizli örgüte ihanet edenlerin veya dışarı sır sızdıranların cezası kayıtsız şartsız ölümdür. Illuminatinin NATo ile veya Gladyo gibi yeraltı örgütleri ile de ilişkisi olduğu sanılmaktadır. Bilindiği üzere İtalya’da Lucio Gelli’nin kurmuş olduğu P2 Mason Locası pek çok cinayet işlemiş, yolsuzluğa karışmış ve devlet içinde devlet haline gelmiştir; bu locada daha sonra görülmüştür ki pek çok yargıç, işadamı, general, politikacı ve bakan bulunmaktaydı. P2 Locası’nın arkasında Amerikan dahil farklı ulusların istihbarat örgütleri vardı. Skulls And Bones Society Baba ve oğul George Bush’un da üyesi olduğu SBS, merkezi Connecticut Yale Üniversitesi’nde olan çok gizli bir cemiyettir. Her yıl bu örgüte sadece 15 kişi girebilir, ama bu 15 kişi daha sonra ABD’de en kilit noktalara getirilir, ayrıca akrabaları ve dostları da bu elitizmden paylarını alırlar. Sayıları az olmasına rağmen etkileri fazladır ve bir çember içindeki merkez usulüyle çalışırlar. Yani bir çemberdeki çeşitli noktaların kontrolü bir SBS üyesinde ise, onlar için sorun çözülmüştür, bu nedenle üyelerini yönetici ve etkin çemberlerin merkezine koyarlar. SBS’nin son 150 yılda 2500’den fazla üyesi olmuştur. SBS, Bohem Klübü ve CFR ile birlikte, Yeni Dünya Düzeni’nin temel ideologlarından biridir. Bu gizli cemiyete girebilmek ancak davetle mümkündür ve gizli inisiasyon töreni masonlarınkine çok benzer. İnisiasyon törenlerinde denekler çırılçıplak soyunup bir tabuta girerler, bu tabuttan çıktıklarında yeniden doğmuş sayılırlar. Birbirlerini özel tanıma yöntemleri vardır. Son yüzyılda SBS üyeleri ABD’de en kilit noktalara gelmişlerdir ve özellikle belirli ailelerden seçilen kişiler özenle bu gruba alınır. Bu cemiyete girebilmek için temel özellik WASP olmaktadır (White: Beyaz: Anglo Sakson ve Protestan). Başka ırka veya geçmişe mensup, başak dinden olanlar bu yapıya giremez. SBS toplumdaki hemen her yapıya girmiştir. Bunların içinde Beyaz Saray, Yüce Divan, Medya, İş ve Endüstri, Federal Banka sistemi, kanun yapıcı kurullar, istihbarat örgütleri ve ordu, mahkemeler vb. vardır. SBS’nin temel ideolojisi Anglo Sakson ve Protestan beyazların dünyadaki hakimiyetini sağlamaktır, ideolojisi faşistir ve her iki dünya savaşında da bu cemiyet çok önemli roller oynamıştır. Bohem Kulübü ve CFR ile birlikte SBS, Yeni Dünya Düzeni’nin yaratıcısıdır. Bahsedilen Bohem Kulübü’nü ise ünlü Stanley Kubrick’in ‘Eyes Wide Shut’ (Gözü Tamamen Kapalı) filmiyle hatırlayabiliriz. Kubrick bu filmde Bohem Kulübünü anlatmak istemiştir. Bu klüp California’da hakikaten vardır, gerek Kurtlar Vadisi’ndeki, gerekse Eyes Wide Shut’taki törensel sahneler bu kulüpte gerçekten yaşanmaktadır. Gizli Örgütlerin Mafya Bağlantıları İlk bankacılık, tefecilik ve seyahat çeki sistemini kuranlarında, bu gizli örgütlerin atası olan tapınak şövalyeleri olduğunu unutmamak gerekli. Tapınakçılar, Haçlı Seferleri sırasında Kudüs’e giden Hacıların korumak görevini ekonomik bir güce dönüştürmüşler, kendilerine has gizemli bir alt kültür kurmuşlardı. Bugün pek çok masonik sembol, tapınakçılardan gelmektedir. Tapınakçılar Vatikan‘la ters düştüler ve daha sonra büyücülük iddialarıyla yakıldılar. İskoçya’ya kaçan Tapınakçılar’ın bazı masonik ritler kurduğu hakkında elimizde kesin bir bilgi vardır. Bu tip gizli örgütler parayı kontrol ettikleri ve sınırsız güç arayışında oldukları için, kaçınılmaz olarak kendi mafyalarını kendileri kuracaklar veya varolan mafyayı kullanacaklardır: Tıpkı pek çok istihbarat örgütünün yaptığı gibi. Bu teşkilatlar kara paranın ve uyuşturucu ticaretinin de tamamen içindedirler. Önemli makamları ve sınırlar ötesi kilit noktaları kontrol ettikten sonra uyuşturucu trafiğini yönlendirmek hiç de zor değildir. Var olan mafya ve büyük işadamlarının bu gizli örgütlerden sıcak kara para nedeni ile yardım istemeleri de kaçınılmazdı: sonuçta tüm kapitalist ekonomiyi bu gizli mafyöz örgütler yönetir. Bu örgütler dünyada atmakta olan 1 – 1.5 trilyon dolar uyuşturucu parasını kayıtsız şartsız kontrol ederler. Ayrıca bu para, beyaz kadın ticareti, silah ticareti, ilaç endüstrisi,petrol endüstrisi ile içiçedir. Tıpkı dizide anlatıldığı gibi mafya piyondur, bu örgütler ise sistemin patronlarıdırlar. Dizideki Örgüt Nedir? ‘’Siz kardeşim, Büyük Ortadoğu’ya demokrasinin geleceğine, bizim ekonomik sistemlerimizin kurulacağına, kültürel dönüşümün sağlanacağına inanmadınız. Bu nedenle özgürleştirme stratejisine destek vermediniz. Dünyanın geleceğini her zaman olduğu gibi biz belirleyeceğiz, hem de size rağmen kardeşim.1 Mart tezkeresinin meclisten geçirilmesi için yeterli derecede çalışmadınız. Kardeşlerimiz bu özgürleştirme stratejisi için milyarlarca dolarını vermiştir. Bizler Türkiye’deki bazı havaalanları ve limanların kiralanması için mütabakatlar bile yapmıştık. Sonra ne oldu, Amerikan 4’üncü Piyade Tümenini taşıyan gemiler Akdeniz’de çakılı kaldılar. Siz kardeşim ve o gün bu stratejimize karşı çıkanlar: ister asker, ister politikacı olsun bunun hesabını verecektir. Siz binlerce kardeşimizin yaşadığı büyük dostumuz Amerika’ya karşı oluşturulan nefret cephesini bile dağıtamadınız. Siz bize inanmadınız! Biz bize inanan kardeşlerimizle yolumuza devam etmek istiyoruz’’ (Dizideki tören sahnesinden alıntıdır) Dizideki örgüt Illuminati’yi çağrıştırsa da, aslında hiç ortaya çıkmayan ama Illuminati’nin veya SBS’un tepesindeki bir başka örgütü andırmaktadır. Bu örgütün tüm dünyaya hakim olmak ve ulus devletleri çökertmek istediği, öncelikle ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın açıkladığı gibi Büyük Ortadoğu Projesi’yle 22 ülkenin sınırını değiştirmek istediği anlaşılmaktadır. Senarist’in büyük olasılıkta kendisinin de bilmediği hipotetik çok daha gizli bir örgütten bahsedilmektedir. Böyle bir örgütün var olma olasılığı, diğer gizli örgütlerden edinilen bilgilere göre güçlüdür. 7 Başlı Yılanın Esrarı Yılan pek çok örgütte sembol olarak kullanılmıştır. Mısır’da ve Uzakdoğu’da güç, kontrol altına alma, yüksek bilinç, büyü ve bilgelik sembolü idi. Mu ve Atlantis uygarlıklarında bile bahsedilmektedir. Galaksiler ötesi bir uygarlığa, gelişmiş kozmik varlıklara ait bir sembolizasyondur. Hikayeye göre eski geleneklerde, bu varlıkların, dünyalılarla irtibata girdikleri anlatılmıştır. 7 asal sayısı ise pek çok nümerolojik kültte kullanılmıştır, farklı sihirli anlamlara sahiptir: Yedi çakra, dünyanın yedi günde yaratılması, yükselmenin yedi seviyesi… Yılan sembolünün birde Siyon Protokolleri’nde güçlü bir anlam kazandığını görüyoruz. Bilindiği üzere Siyon Protokolleri Yahudiler tarafndan kaleme alınmış, diğer ulusları ve dünyayı nasıl sömürge haline getireceklerini planlayan ünlü bir yazıttır. Temel hedef ise evrene hükmekmektir, bu gerçekleşince kalıcı barışın geleceğine inanırlar. İlk kez 1905’te ciddi bir ideoloji olarak basılı hale getirilen protokoller’in oluşumu M.Ö. 929’a uzanıyor. O zaman ki ismi ‘’Siyon’un Barbili Kabbalah Bilgelerinin Protokolleri’dir. Yılan, Siyon Protokolleri’nde belirtilmektedir olan haritanın önemli bir sembolizmasıdır. Vaat edilmiş Topraklar’ın kurtarılması ve Büyük İsrail’in kuruluşunun ‘’sembolik yılanın sakin sinsiliği’’yle mümkün olacağına işaret edilmiştir. Burada yılanın başı Yahudi Bilgeleri’ni, vücudu ise Yahudi halkını temsil etmektedir. Protokollerde belirtilen dünyayı ele geçirme planında, Büyük İsrail’in kurulması için önce Avrupa’nın her anlamda zayıflatılması gerektiği yazar. Yılanın güzergahı önce Moskova, Kiev ve Odesa’yı işaret eder. Projeye göre Konstantinople (İstanbul) ise Kudüs’ün alınmasından sonra fethedilmesi gereken son kaledir. Tarih boyunca gizlenen bu bilgiler, başta artık oyunu kaybettiğine inanan Vatikan’ın gizli örgütü Opus Dei tarafından her geçen gün deşifre edilmektedir. Bu Örgütler Türkiye’de Etkililer mi? Bu tip masonik örgütlerin tabii ki Türkiye’deki bağlantıları ve mafyatik uzantıları vardır. Bu olguya Susurluk kazasında ve Türk Gladyosu’nda rastladık. P2 locası benzeri yapılanmalar Türkiye’de de mevcut. Abdullah Çatlı, Mehmet Ali Ağca, Cem Ersever ve gruplarının etkinliğini Papa süikastinden, KGB ve CIA’ye, Bulgar Kintex şirketine, Eşref Bitlis ve Özdemir Sabancı cinayetine kadar pek çok yerde gördük. Bu kişilerin örgütlenmelerinin arkasından uyuşturucu, beyaz-kadın ticareti, kara para, petrol şirketleri, CIA-Mossad ve diğer istihbarat örgütleri ve pek çok başka kirli iş çıktı. Talat Turhan’ın ortaya çıkarttığı NATO ve Gladyo tarafından palazlandırılan Gayri Nizami Harp Örgütleri (kontrgerilla) ve ‘Ayaklanmaları Bastırma Talimnamesi’ (FM 31-15) bu operasyonlara iyi bir örnektir. Bu talimname paralelinde, pek çok ülkede olduğu gibi ortada bir ayaklanma veya isyan olmadığı halde, gerek sol gerekse sağ kökenli bazı paramiliter güçler kullanılıp, ülkede kaos ve kardeş kavgası yaratılmıştır. Sözde komünizmle mücadele adı altında, hem radikal sol,hem Şeriatçı hem de ülkücü-ırkçı örgütler desteklenmiş ve birbirine kırdırılıp, gizli örgüt kontrollü darbe ortamı hazırlanmıştır. Bütün bunlar ulusalcı örgütlenmelerin kırılmasına ve gizli örgütlerin kaosu kullanarak kayıtsız şartsız hakimiyetlerine ve devletin ekonomilerini çökertmelerine yol açmıştır. Bu sırada çarpıştırılan taşeron örgütler her türlü uyuşturucu ve silah kaçakçılığı işine girmişlerdir. Suat Parlar’ın ve Talat Turhan’ın kitaplarından örnekler çoğaltılabilir. İnanılmaz bir ağ örüldüğünü ve bu örgütlerin masonik yabancı örgütlerle bağlantıları olduğu görüldü. ‘Dünyanın Derin Devleti’ Evet, bu uluslararası örgütler temelde Yahudi felsefesinden ve Kabbalah’dan yola çıkarak Büyük İsrail’i kurmayı hedefliyorlar. Bu nedenle bir derin dünya devleti kurmayı amaçlamışlardır. Bu yapının örneğine CFR içindeki Yahudi örgütlenmesinde rastlıyoruz. CFR’yi kuranlar temelde Yahudi’dir ve bugün ABD’yi kontrol etmektedirler. Bilderberg ise Avrupa’yı kontrol etmek için 1954’te Hollanda’da kurulmuştur ve Yahudiler etkin rol almıştır. Daha sonra 1973’te üç Yahudi (David Rockefeller, Henry Kissinger, Zbigniew Brzedzinski) tarafından kurulan Trilateral Komisyon Kuzey Amerika, Avrupa ve japonya’yı kontrol etmek için inşa edilmiştir. Dolayısıyla tüm dünya ekonomisi ve kapitalist sistem bu örgütlerin kontrolü altında geliştirilmiştir. Öncelikle bu örgütler bazılarının sandığı gibi hayalet değildir, yani insanları korkutmak için bu örgütlerden bahsetmiyoruz. Bu Örgütleri deşifre etmeye çalışıyoruz. Önce deşifre etmek, sonra onlarla savaşmaya karşı insanlığı organize temek gerekli. Burada mücadele edilmesi gereken enperyalist örgütlerin ne olduğunu bilinmesi gerekli, Bilderberg, CFR, Trilateral Komisyon bunların bir pğarçası nokta. Bu gizli örgütlerin Türkiye’deki uzantılarını temel hedefleri Türkiye’yi parçalamak ve Türkleri köleleştirmek. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra Türkiye’de ulusalcı olmaya çalışan Derin Devlet yok edilmiştir, bunun yerine istihbarat örgütlerinin ve polis maddi kaynaklarını yurt dışından temin edildiği bir Yapay Derin Devlet şekillenmesi almıştır. Halbuki Devlet olabilmek için önce Ulusalcı Derin Devlet olması gerekir. ABD’de, Almanya’da, Fransa ve İngiltere’de kendine has geçmişi detaylı teorileri ve hesaplara danan Derin Devlet gelenekleri vardır, Bu ülkelerin hepsinin ulusalcı bir programı vardır, Hükümetlerin değişmesi bu programı değiştirmez. Halbuki Türkiye’de böyle bir program yoktur, Türk Derin Devleti başak ülkelerin Derin Devletlerinin kontrolü altındadır. Bu noktada Kurtlar Vadisi çok önemli bir hususa dikkat çekmiştir: Derin Devletin ve Baronların kimin emrinde ve kontrolünde olduğu. Son 50 yıldır yöneticilerinin CIA tarafından kurulmuş olan Bilderberg üyesi olduğu bir ülkede bir televizyon dizisiyle bu durumun sorgulanması çok zekicedir. BOP ABD Derin Devletinin yada SBS’nin saldırgan ve emperyalist bir projesidir. Dizide Baron’un öldürülmesinin sebebi olarak gösterilen BOP’a destek vermemek, bahsettiğimiz Derin Dünya Devletinin bir idealini yerine getirmemek anlamına gelmekteydi. Bilindiğini üzere BOP, Türkiye’nin de dahil olduğu 22 ülkenin sınırlarını baştan değiştirmeyi ve Tüm Ortadoğu Petrol, Doğalgaz, Su, Bor ve Uyuşturucu alanlarını ele geçirmeye amaçlamaktadır. BOP, Illuminati veya onun üzerindeki bir örgütün dünyaya tamamen hakim olma projesidir. Tabii ki işin içinde Evangelistlerin de girdiği gizli ve Kabbalistik bir Yahudi gizemciliği de vardır. Bugün Sultanahmet Meydanı’nda bulunan ve M.Ö. 1547 de Firavun 3’üncü Tutmosis zamanında inşa edilmiş olan Dikilitaş, Bizans İmparatoru Constantinus tarafından Mısır’daki Karnak Tapınağı‘ndan getirilmiştir. Üzerindeki hiyerogliflerde Tutmosis’in zaferleri anlatılır: ‘’18’inci sülaleden yukarı ve aşağı Mısır’ın sahibi3’üncü Tutmosis bütün denizleri ve nehirleri hükmü altına alarak hükümdarlığın otuzuncu bayram yılında bu sütunu daha nice zamanların getireceği bayramlar için yaptırdı ve dikti. Horus2un bahsettiği kuvvet, servet, şiddetle Tutmosis, aleme güneş gibi ışık saçacak bu eserle babası tanrı Amon Ra’ya saygısını sunduktan sonra ülkesinin hududunu Mezopotamya’ya götürmeye azmetti.’’ Taşın üzerindeki hiyerogliflerde yanından merdiven sarkıtılmış bir ufo figürü de vardır. Baron’un cesedinin dibine atıldığı Dikilitaş’tan bir görüntü: Dilini tutmadığı için ağzı yok edilerek cezalandırılanlar… Son sözü Kurtlar Vadisi Senaryo Ekibinden Bahadır Özdener’e bırakalım: Süleyman Çakır’ı öldürdüğümüzde de büyük bir sansasyon olmuştu. Bizim tek açıklamamız: bu tip adamlar gerçek hayatta olduğu gibi Kurtlar Vadisi’nde de ‘’kalemi kırılıp en zavallı şekilde yok edilirlerdi… Baron’un ölümü konusuna gelince… Karahanlı daha önce verdiği konferans da bombalı suikast sonucu da öldürülebilirdi, yine daha önce evinin içine sokulan suikastçi kız tarafından da öldürülebilirdi… Her iki suikastden de neticede şans eseri kurtuldu… Ama gerek gerçekleştirdiğimiz nihai yolla, gerekse yukarda saydığımız diğer iki yolla, yani nasıl öldürülürse öldürülsün, bizim tezimiz’’Baronları baron yapan güçler, baronları baronluklarından da ederler. ‘’ Bunun tek yolu ölüm değil ama biz ölüm hikayemizle Efe- Ali-Polat üçgenini de birleştirmiş olduk… Karahanlıyı öldüren maskeli adamlar kimdir peki? Ortadoğu’ya yön verme iddiasında olan güçlerdir… Şüphesiz hikayemiz bu süreçten sonra maskeli adamların kim olduklarıdır. Bundan sonra da hikayenin gerektirdiği şekilde tekrar karşımıza çıkacaklar. Gösterdiğimiz maskeli adamlar içi kamuoyunda ‘’illimunati,tapınak şövalyeleri, Evangelistler, masonlar’’ şeklinde çeşitli organizasyonlara yahut gruplara atıflarda bulunuyor. Ancak çok net ifade etmemiz gerekir ki, senaryo grubumuzun bu yapılanmaların herhangi birini deşifre etmek gibi bir gayesi yoktur. Bizim için bir teki değil, hepsinin çeşitli unsurları ilgi çekicidir. Baron’un cesedinin atıldığı yere gelince… İstanbul Sultanahmet’te bulunan ‘’Dikilitaş’ın tarihini, İstanbul’daki tarihini, üstünde yazılanların manasını iyi anlamak gerekir. Şu kadarını söyleyebiliriz ki, İstanbul ‘’Dünyanın Merkezi’’dir. Kurtlar Vadisi, derin devlet- mafya-kontragerilla ve derin örgütler çerçevesinde verilmesi gereken mesajı topluma verdi . Asıl patronların adresiyle birlikte çok güzel gösterdi. Bu olguyu ilk ortaya çıkaran bir dizi olarak fenomen olmayı hakediyordu. Seyircinin müthiş ilgisi gözönüne alınırsa , sanırım bu konu sosyolojik olarak master ve doktota tezlerinde işlenmelidir. Asıl beni meraklandıran nokta derin devletimizin acaba Kurtlar Vadisi Operasyonu gerçekten var mıydı ? Kimbilir... Belki de yüzü değiştirilen Yeşil veya Abdullah Çatlı halen yaşıyordu. Derin devletin operasyonuna göre, mafya işle sembolize edilen, ucu dışarıda gizli örgütlerin ülkemizdeki masonik yapılanmasının operasyonel ayağını ele geçirmek üzereydi. Ve bu ülkenin Sebataycılara ait olmadığını ispatlamaya çalışıyordu. Veyahut bu dizi Sebataycıların ne kadar güçlü ve altedilemez olduğunu göstererek, bu ülkenin gerçek sahiplerini bu diziyle korkutuyor ve sindiriyordu. Dizi biter, yazı kalır; Kurtlar Vadisi fenomeni bu kitapla ölümsüzleşiyor...