Ondokuzmayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe

advertisement
Ondokuzmayıs Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Felsefe-Din Bilimleri Anabilim Dalı
DİNE TİKELCİ-FONKSİYONALİST YAKLAŞIM:
BRONİSLAW MALİNOWSKİ ÖRNEĞİ
Hazırlayan:
Fatih Aman
Danışman:
Doç. Dr. Osman Eyüpoğlu
Doktora Tezi
Samsun-2013
T.C.
Ondokuzmayıs Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Felsefe-Din Bilimleri Anabilim Dalı
DİNE TİKELCİ-FONKSİYONALİST YAKLAŞIM:
BRONİSLAW MALİNOWSKİ ÖRNEĞİ
Hazırlayan:
Fatih Aman
Danışman:
Doç. Dr. Osman Eyüpoğlu
Doktora Tezi
Samsun-2013
BİLİMSEL ETİK BİLDİRİMİ
Hazırladığım Doktora tezinde, proje aşamasından sonuçlanmasına kadarki süreçte
bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet ettiğimi, tez içindeki tüm
bilgileri bilimsel ahlak ve gelenek çerçevesinde elde ettiğimi,
tez yazım
kurallarına uygun olarak hazırladığım bu çalışmamda doğrudan veya dolaylı
olarak yaptığım her alıntıya kaynak gösterdiğimi ve yararlandığım eserlerin
kaynakçada gösterilenlerden oluştuğunu taahhüt ederim.
__ /__ /__
Fatih AMAN
ÖZET
Öğrencinin Adı-Soyadı
Fatih AMAN
Anabilim Dalı
Felsefe-Din Bilimleri
Danışmanın Adı
Doç. Dr. Osman EYÜPOĞLU
Tezin Adı
Dine Tikelci-Fonksiyonalist Yaklaşım:
Bronislaw Malinowski Örneği
Din, toplumbilimlerinde üzerinde çok durulan konulardan biridir. Bu konuda araştırma
yapanlardan birisi de Bronislaw Malinowski’dir. Sosyal antropolojinin kurucusu ve
bir fonksiyonalist olan Malinowski her kültürün biricik olduğunu yani tikel olduğunu
öne sürmektedir. Araştırılacak kültürlere genel bakışın yerine özel bakışla
yaklaşılması gerektiğini söylemektedir. Dolayısıyla tikellikle fonksiyonalizmi
kanaatimizce ilk defa bir araya getiren kişi olarak o, Tikelci-Fonksiyonalizm diye
isimlendirdiğimiz bir yaklaşımın da kurucusudur. Bu araştırmada Malinowski’nin
Tikelci-Fonksiyonalist bakışla yapmış olduğu dinle ilgili araştırmaları ve görüşleri
incelenmektedir.
ANAHTAR SÖZCÜKLER: Din, Tikelcilik, Fonksiyonalizm, Bronislaw Malinowski
ABSTRACT
Student’s Name and Surname
Fatih AMAN
Department’s Name
Philosophy and Religious Studies
Name of the Supervisor
Doç. Dr. Osman EYÜPOĞLU
Name of the Thesis
Cultural-Functionalist Approach to Religion:
In The Sample of Bronislaw Malinowski.
Religion is one of the much emphasis issues on the social science studies. Someone who
made research on this topic Bronislaw Malinowski. Malinowski is the founder of the
science of social anthropology. He is also the precursor of the current functionalist
anthropology. Malinowski suggests that each culture is unique. He argues that the
cultures should be approached by an overview rather than a custom look. Therefore, as
the person who brings together for the first time in our opinion functionalism and
culturism he is also the founder of an approach we named cultural-functionalism. In
this study, Malinowski's research and views on religion are examined with culturalfunctionalism.
KEY WORDS: Religion, Culturism, Functionalism, Bronislaw Malinowski.
ÖNSÖZ
Toplumlarla ilgili yapılan araştırmalarda üzerinde çok durulan konulardan
biri de dindir. Toplumun şekillenmesine yaptığı etkinin büyüklüğü dikkate
alındığında bu durum normal karşılanmalıdır. Dinin toplumla etkileşimi
öylesine yoğundur ki toplumsal konuları araştıran kişiler şu noktayı çok iyi
bilmektedirler: Bir toplumun kodlarını en kısa yoldan çözmek isteyen kişi,
önce o toplumun inancını kavramaya çalışmalıdır∗. Sosyolojinin kurucu
babalarının ilk ele aldıkları kurumun din olması bu anlamda tesadüf değildir.
Din sosyolojisi her ne kadar 19. yüzyılın sonuyla 20. yüzyılın başında
bağımsız bir bilim olarak ortaya çıkmış olsa da toplum üzerine çalışma
geleneği çok daha eskilere dayanmaktadır. Eski çağlardan beri pek çok
düşünür din-toplum ilişkisi üzerinde durmuş ve bu ilişkiyi çeşitli yönlerden
ele alan eserler ortaya koymuşlardır. Günümüzde ise çalışmalar çeşitli
disiplinlerin birbirlerine yakınlaşmaları sebebiyle daha ziyade interdisipliner
boyuta doğru taşınmış izlenimi vermektedir. Bizim araştırmamız da,
günümüzün görünümüne uygun mütevazı bir katkıda bulunma girişimidir.
Çalışmamız birbirini tamamlayan bir giriş ve iki bölümden oluşmaktadır.
Girişte tezimizin kuramsal çerçevesi çizilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda
temel bazı sosyolojik ekoller açıklanmış ve kendisi fonksiyonalist olan
araştırmamızın merkezindeki isim Malinowski’nin görüşleri, yapmış olduğu
alan araştırması ve ortaya koyduğu kültür teorisi çerçevesinde ele alınmıştır.
Daha sonra günümüz toplum bilimlerinde önemli yer tutan ‘tikelcilik’
incelenmiş, fonksiyonalizmle sentezi yapılmış ve ‘Tikelci-Fonksiyonalizm’
diye isimlendirdiğimiz bir yaklaşım ortaya konulmaya çalışılmıştır.
∗
Aliye Çınar, Sosyolojik ve Antropolojik Açıdan Dine Bakış, Bursa: Emin Yay.,
2009, s.11.
V
Araştırmamızın ikinci bölümünde Malinowski’nin dinle ilgili görüşleri,
yapmış olduğu alan araştırması ve Tikelci-Fonksiyonalist bakış açısıyla ele
alınmıştır. Dinin genel çerçevesi çizildikten sonra inanç ve büyü ile ilgili
konulara değinilmiştir. Sosyal antropoloji’nin kurucusu olan Malinowski,
incelemiş olduğu ilkel toplumlarda büyüyle ilgili önemli notlar almıştır.
Günümüzde ilkel toplumların ibadeti kabul edilen büyü, bu toplumları
inceleyen hiçbir araştırmacının görmezden gelemeyeceği konulardan biridir.
Son olarak da dinin diğer kurumlarla ilişkisini ele alınmıştır. Bu bağlamda
genel bir çerçeve çizildikten sonra dinin kurumlar arasındaki yeri, diğer
temel kurumlarla ilişkisi Malinowski’nin araştırmaları ve TikelciFonksiyonalist bakışla ortaya konulmuştur.
Bu çalışmanın konusunun belirlenmesinde önemli katkısı olan değerli
hocam Prof. Dr. Adurrahman KURT’a, kıymetli eleştirel katkılarından
dolayı
hocalarım
Prof.
Dr.
Niyazi
USTA’ya,
Prof.
Dr.
Erkan
PERŞEMBE’ye, Doç. Dr. Selim EREN’e, yabancı kaynaklara ulaşmam
konusundaki
yardımlarından
dolayı
arkadaşım
Doç.
Dr.
Kasım
KÜÇÜKALP’e, çalışmamı baştan sona okuma nezaketini gösteren Doç. Dr.
Vejdi BİLGİN’e ve çalışmamın her aşamasında bana rehberlik eden
danışman hocam Doç. Dr. Osman EYÜPOĞLU’na çok teşekkür ediyorum.
Samsun-2013
VI
İÇİNDEKİLER
ÖZET
ABSTRACT
ÖNSÖZ…..…………..…………..……………..…………..…………..…………..…………..…………..…V
İÇİNDEKİLER…..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…VII
KISALTMALAR…..…………..…………..…………..…………..…………..……………..………...IX
GİRİŞ…..…………..…………..…………..…………..…………..
G.1 Problem, Amaç Ve Önem……………………..…………..…………..……………………..1
G.2 Kaynaklar Ve Araştırmalar…..…………………………………..…………..…………..….6
G.3 Bazı Temel Kavramlar…..…………..…………..…………………………………………….8
G.4 Temel Varsayım…..…………..…………..…………..…………..…………..…………..………11
G.5 Metodoloji…..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…………..……12
I. BÖLÜM
ÇALIŞMANIN KURAMSAL ÇERÇEVESİ:
FONKSİYONALİZM VE TİKELCİLİK
1.1 Sosyolojide Kuramsal Arayış…..…………..…………..…………..…………..………….15
1.2 Temel Bazı Sosyolojik Kuramlar…..…………..…………..…………..…………..……17
1.2.1 Sembolik Etkileşimcilik…..…………..…………..…………..……………….17
1.2.2 Çatışma Kuramı…..…………..…………..…………..…………..…………..……20
1.2.3 Fonksiyonalizm……..…………..…………..…………..…………..…………..…22
1.3 Malinowski’nin Fonksiyonalizminin Temel Parametreleri……..…………25
1.3.1 Alan Araştırması…………………………………………………..………………25
1.3.2 Kültür Teorisi…..…………..…………..…………..…………..…………..………26
1.3.2.1 Kültürün Tanımı…..…………..…………..…………..……………27
1.3.2.2 Kültürün Özellikleri…..…………..…………..…………..………29
1.3.2.3 Kültürün Temel Aksiyomları…..…………..…………..……31
1.3.2.4 Kültürün Fonksiyonları…..…………..…………..…………..…33
1.3.2.5 Kültürün Temeli: İhtiyaçlar Teorisi…..…………..………33
1.3.2.6 Kültürel Artıklar…..…………..…………..…………..……………36
1.3.2.7 Malinowski’nin Kültürel Araştırma Eleştirileri……38
1.3.2.8 Kültür Teorisine Yöneltilen Eleştiriler.............................43
1.4 Tikelcilik…..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…….45
1.4.1 Tikelciliğin Tanımı…..…………..…………..…………..…………..………….46
1.4.2 Tikelciliğin Temel Özellikleri…..…………..…………..…………..……..47
1.4.3 Kültürlerin Tikelliği…..…………..…………..…………..…………..…………48
1.4.4 Tikelciliğe Yöneltilen Eleştiriler…..…………..…………..…………..…52
1.5 Fonksiyonalizm Ve Tikelciliğin Sentezi…..…………..…………..…………..……53
1.6 Tikelci-Fonksiyonalizmin Toplum Bilimlerindeki Yeri…..…………..…….54
VII
II. BÖLÜM
MALİNOWSKİ’DE DİN
2.1 Dinin Genel Çerçevesi…..…………..…………..…………..…………..…………..………59
2.1.1 Dinin Tanımı…..…………..…………..…………..…………..…………..………62
2.1.2 Dinin Kökenleri…..…………..…………..…………..…………..…………..…65
2.1.3 Dinin Fonksiyonları…..…………..…………..…………..…………..……….69
2.1.4 Dinin Boyutları…..…………..…………..…………..…………..…………..….71
2.2 Malinowski’ye Göre İnanç…..…………..…………..…………..…………..….…..…...73
2.2.1 Yaratılış…..…………..…………..…………..…………..…………..……...……...74
2.2.2 Ölüm Ve Fonksiyonları …..…………..…………..…………..……….……76
2.2.3 Ruh Ve Yeniden Diriliş…..…………..…………..…………..…………..…78
2.2.4 Mucize…..…………..…………..…………..…………..…………………………...82
2.2.5 Mit…..…………..…....…………..…………..…………..……………………………83
2.3 Malinowski’ye Göre Büyü…..…………..…………..…………..…………..…………..88
2.3.1 Büyünün Özellikleri…..…………..…………..…………..…………..……...89
2.3.2 Büyünün Fonksiyonları…..…………..…………..…………..…………..…91
2.3.3 Büyücülük…..…………..…………..…………..…………..…………..…………92
2.3.4 Büyü-Bilim-Din İlişkisi…..…………..…………..…………..…………….94
2.4 Malinowski’ye Göre Kurum Olarak Din…..…………..…………..…………..…97
2.4.1 Kurumun Tanımı, Özellikleri Ve Fonksiyonları…..…………..97
2.4.2 Din Kurumu…..…………..…………..…………..…………..…………..……101
2.4.3 Din-Aile İlişkisi…..…………..…………..…………..…………..………….102
2.4.4 Din-Ekonomi İlişkisi…..…………..…………..…………..…………..….109
2.4.5 Din-Siyaset İlişkisi…..…………..…………..…………..…………..……..115
2.4.6 Din-Eğitim İlişkisi…..…………..…………..…………..…………..……...118
SONUÇ…..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…………..………121
EKLER…..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…………..………124
KAYNAKÇA…..…………..…………..…………..…………..…………..…………..…………133
ÖZGEÇMİŞ………………………………………………………………………………………140
VIII
KISALTMALAR
a.g.e.
: Adı Geçen Eser
A.Ü.
: Ankara Üniversitesi
Bkz.
: Bakınız
c.
: Cilt
Co.
: Company
Çev.
: Çeviren
Der.
: Derleyen
DTK
: Dil-Tarih Kurumu
Haz.
: Hazırlayan
İFAV
: İlahiyat Fakültesi Vakfı
MEB
: Milli Eğitim Bakanlığı
ODTÜ
: Orta Doğu Teknik Üniversitesi
s.
: Sayfa
T.D.K.
: Türk Dil Kurumu
Vol.
: Volume (Sayı)
IX
GİRİŞ
G.1. PROBLEM, AMAÇ VE ÖNEM
Yeryüzünde yaşayan canlılar arasında birçok yönden farklılık gösteren tek canlı
insandır. Diğer canlılara nazaran göstermiş olduğu farklılıkların yanında insanın,
kendi içinde göstermiş olduğu çeşitlilik de öylesine yoğundur ki bu çeşitliliğin
“çarpıcı olduğunu”1 söyleyebiliriz. Öyle ki kültürler arasında saptanan benzerlikler
bile “her zaman genetik bir açıklama gerektirmez. Benzerlikler paylaşılan psikolojik
veya yapısal faktörlere de bağlı olabilir”2. Aynı durum değerler, inançlar, semboller,
dil ve normlar gibi “kültürel evrensellikler”3 için de geçerlidir. Dolayısıyla insanla
ilgili olgulara yaklaşımda genellemeleri değil daha spesifik bakış açılarını ön plana
çıkarmak gerekmektedir. Kanaatimizce bu bakış açılarının önemli olduğu konulardan
biri de dindir. Zira din “kültürü oluşturup kültür sayesinde yaşama imkânı bulsa da
yine bu kültür sayesinde bozulur”4.
Din ve insanın serüveni biri diğerine yaşıt, iç içe geçmiş bağlantıları içeren kompleks
bir yapı görüntüsü vermektedir. Yapılan bunca araştırmaya rağmen cazibesini
korumaya devam eden bu ikilinin ilişkisi günümüzde de popülerliğini devam
ettirmektedir. “Medeniyetlerin birinci unsurunun insan ikinci unsurunun din”5 olması
anlamlıdır.
İnsanlık tarihi bize din-toplum ilişkisinin her zaman ilgi çeken bir konu olarak kabul
edildiğini göstermektedir. Her ne kadar bu durumun birçok değişik sebebi olduğu
bilinse de kanaatimizce asıl sebep dinin ‘gizemli gücü’dür. Bahsettiğimiz güç
1
Anthony Giddens, Sosyoloji, Çev.: Hüseyin Özel-Cemal Güzel, Ankara: Ayraç Yay., 2000,
s.23.
2
Çiğdem Kağıtçıbaşı, Kültürel Psikoloji, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1998, s.40.
3
Veysel Bozkurt, Değişen Dünyada sosyoloji, Bursa: Alfa Yay., 2004, s.93.
4
Zeki Aslantürk-Tayfun Amman, Sosyoloji: Kavramlar, Kurumlar, Süreçler, Teoriler,
İstanbul: Kaknüs Yay., 2000, s.327.
5
Mustafa Kara, Buhara-Bursa-Bosna, İstanbul: Dergâh Yay., 2012, s.144.
1
öylesine büyüktür ki tarihsel süreçte bireyin ve toplumun hayatının şekillenmesinin
baş aktörlerinden biri olmuştur.
İnsan, toplumsal (sosyal) bir varlık olmasının getirdiği özelliği sebebiyle
şekillenmesini (çok büyük oranda hayatı boyunca alacağı şekillenmeleri de) toplum
içinde edinir. Sosyologlar ilk sosyalleşmenin olduğu aileden başlayan bu süreci
‘hayat boyu süren ve bireyi belli bir kalıba sokana kadar devam eden sosyalleşme
süreci’ olarak kabul ederler. Toplumu oluşturan bireylerin büyük çoğunluğu o
toplumun kabul ettiği ortalama sosyalleşme seviyesi etrafında birleşirler.
Uç
görüşlere sahip olanlar toplumdan dışlanır ve toplum görece istikrarlı yapıda
hayatiyetini sürdürür. Ancak hiçbir toplumda yüzde yüz uyum olmaz. Böyle bir
topluma tarih boyunca rastlanmamıştır. Toplum dediğimiz olgu görünen ve/veya
görünmeyen çatışmaların eksik olmadığı ancak görece istikrarlı insan topluluğudur ve
her sosyolog bunu bilir. Zaten sosyolojinin aradığı şey de bu değildir. ‘Toplumun
genelinin sunduğu ortalamalar’ sosyolojinin ana konularıdır. İşte bu genel bakışın
sonucu olarak sosyoloji bütün insan davranışlarının “kalıplaşmış” olduğunu kabul
etmektedir6. Kalıplaşmış davranışla kast edilen “insanlar arasında düzenli olarak
yinelenen tek biçimli hareket ve uygulamalardır”7. Dikkat edilirse burada vurgulanan
kalıplaşmış davranış tek bir bireyin davranışı değildir. Toplumdaki insanlar
arasındaki ortalama davranıştır. Sonuç olarak bir davranış toplumun genelini
ilgilendirir bir konuma gelmişse o davranış kalıplaşmış davranıştır ve sosyolojinin
konusu haline gelmiştir. Bu noktadan sonra sosyologların yapması gereken iş o
kalıplaşmış davranışın sebep ve sonuçlarıyla ilgili teoriler üretme, genellemelere
ulaşma, eğer varsa davranışın toplumlar arasındaki farklılıklarına dikkat çekme çabası
olmaktadır. Şüphesiz istisnai olmakla birlikte sapma davranışını inceleyen
sosyologlar da vardır.
Sosyolojinin ortaya çıkışından günümüze kadar gelen süreçte ‘sosyologların genel
eğilimi tümel bakış açısından yana olmuştur’ denilebilir. Özellikle bu bilimin
kurucuları sayılan kişilerde bu durum daha net olarak gözükmektedir. Dünyadaki
6
7
Abdurrahman Kurt, Din Sosyolojisi, Bursa: Dora Yay., 2011, s.20.
Joseph Fischer, Sosyoloji Nedir?, Çev.: Nilgün Çelebi, Ankara: Anı Yay., 1996, s.84.
2
bütün toplumların aynı evrelerden geçeceğini, zamanla birbirlerine benzeyeceklerini
savunan bu tümel görüş günümüzde de kısmen etkinliğini sürdürmektedir.
Tümel bakış açısının en net şekilde görüldüğü akımlar fonksiyonalizm ve çatışma
yaklaşımıdır.
Bu
iki
akım
sosyolojideki
akımlardır
ve
tüm
toplumları
açıklayabildikleri iddiasındadırlar. Toplumların kendi özeline bakmaktan ziyade
dünyanın geneline bakma eğilimindedirler. Günümüzde sosyoloji hâlâ yoğun Batı
merkezli bilimdir ve Batı mantalitesindeki ‘öteki toplumlar’ imajı da tümel bakış
açısını desteklemektedir. Pozitivist kuramın uzantısı olarak ‘öteki toplumlar Batı’nın
geçtiği aşamalardan geçecek ve onlar gibi olacaktır’ önermesi önemini korumaktadır.
Daha ziyade pozitivizm ve modernizm etkisindeki tümel bakış açısının yanında
özellikle post- modernizmin ortaya çıkmasıyla tikele yapılan atıflar da görülmeye
başlanmıştır. Jean-François Lyotard’ın 1979 yılında çıkan ‘Postmodern Durum’ adlı
kitabıyla tartışılmaya başlanan postmodernizm8, tüm evrensellerin varlığını inkâr
eder9. “Aydınlanma filozoflarının nesnel bir bilim, evrensel bir ahlak, evrensel bir
yasa... geliştirme amacı güden çalışmalarıyla biçimlenen”10 modernizmin bu
evrensellikleri ‘üst [meta]11 anlatı’ olarak isimlendirilir12. Modernizmin, meta
anlatılara yaptığı en önemli dayanak bilim ve teknolojiye duydukları güvendi. Bu
durumun sonucu olarak modernistler “modernleşme kuramının iki önemli tezi vardır.
İlki, geçmişte bütün dünya yoksul idi. Teknolojik değişim, özellikle sanayi devrimi,
insanın üretkenliğini artırmış ve yaşam standartlarını yükseltmiştir. Diğeri,
sanayileşmiş ve gelişmiş ülkeler yoksul ülkeleri, gelişme yolunda harekete geçirecek
ve böylece onlar da modernleşecektir”13 tezini savunuyorlardı. Postmodernizm
“…bilim aracılığıyla insanlığın ilerlemeci özgürleşime ulaşabileceği… düşüncesine
kesin bir dille saldırır14. Zira bu bir meta anlatıdır.
8
Ali Akay, Postmodernizm, İstanbul: L&M Yay., 2005, s.7.
Gordon Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, Çev.: Osman Akınhay-Derya Kömürcü, Ankara:
Bilim-Sanat Yay., 1999, s.593.
10
Madan Sarup, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, Çev.: Abdülbâki Güçlü, Ankara: BilimSanat Yay., 2004, s.205.
11
Çalışmamız boyunca bütün köşeli parantezler bize aittir.
12
Marshall, a.g.e., s.592.
13
M. Ali Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Rağbet Yay., 2004, s.156.
14
Sarup, a.g.e., s.188.
9
3
Postmodernizm iki büyük meta anlatıya duyulan inancın artık geniş çaplı olarak
geçersizliğini ilan etmiştir. Bunlardan biri özgürleşme miti diğeri ise doğruluk miti15.
Zira birçok toplum bırakın özgürleşmeyi daha fazla sömürüye maruz kalmıştır ve
doğruluğun belirlenmesi tek otoritenin yetkisinde değildir. “Genel geçerlik iddiası
taşıyan önermelerin, otorite ve hiyerarşinin reddedilmesi bunların yerine çoğulculuk,
görecelilik, özgürlük ve yerelliğin öne çıkarılması”16 postmodernizmin en belirgin
özelliğidir diyebiliriz. Bütün bunların sonucu olarak postmodernizmde “kültürler yan
yanadır… hiç biri diğerine göre daha meşru olarak kabul edilemez”17. Sonuç olarak
postmodernizmin görecelilik merkezli bakış açısından hareketle ‘her toplum kendine
özgüdür’ temel varsayımından hareket eden tikelci bakış yavaş yavaş kendini kabul
ettirmektedir. ‘Bir toplumu anlamak için ona dışarıdan değil içerden ve derinlemesine
bakılmalıdır’
düşüncesi
etrafında
araştırmalarını
şekillendiren
bu
görüşün
fonksiyonalizmle birleşmesi Tikelci-Fonksiyonalizmi oluşturur.
Bu bağlamda araştırmanın problem durumunu şu şekilde ortaya koyabiliriz: Her
toplumun kendine özgü olduğu gerçeğinden hareketle toplumları araştırırken genel
(tümel) değil de özel (tikel) bakış açısı gerekmez mi? Tikel bakış açısını merkeze alan
Tikelciliğin özellikleri nelerdir? Tikelciliğin fonksiyonalizmle birleşmesiyle oluşan
Tikelci-Fonksiyonalist Yaklaşımın toplumbilimlerindeki yeri nedir? Malinowski’nin
araştırmalarında dinle ilgili tikel örnekler ve fonksiyonları nelerdir?
Sosyoloji ve sosyal antropoloji birbirlerine en yakın bilim alanlarıdır. Durkheim gibi
ilk sosyologların bir kısmı hem sosyolojinin hem de antropolojinin kurucuları
arasındaydılar. XX. Yüzyılın başlarından itibaren antropoloji sosyolojiden ayrılmaya
başlasa da antropolojinin alt disiplini olan sosyal antropolojinin sosyolojiyle yakın
ilişkisi sürmüştür ve sürmeye devam etmektedir. Günümüzde bu iki bilim adeta iç içe
geçmiş izlenimi vermektedir18. Yapılan bazı araştırmaların iki alan tarafından da
15
Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, s.593.
Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, s.180.
17
Akay, Postmodernizm, s.115.
18
Nephan Saran’a göre “sosyal antropoloji bugün, ilkel toplumların kültürünü incelediği
kadar modern toplumların kültürünü de incelemektedir.” Nephan Saran, Antropoloji,
İstanbul: İnkılâp Yay., 1989, s.136. Ayrıca sosyolojinin alt dallarında olan “din sosyolojisi
16
4
kabul görmesi, durumu net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bakış açılarından
inceledikleri konulara ve kullandıkları yöntemlere kadar birçok ortak noktaya
sahiptirler. Çalışmamız bu iki alanın temel ortak noktalarından bazılarını
içermektedir.
Sosyoloji ve sosyal antropolojide Tikelci bakışın yerinin ne olduğu, fonksiyonalizm
akımıyla birleşmesiyle nasıl bir yaklaşımın ortaya çıktığı ve sonuçta bu yaklaşımın
dine nasıl uygulanabileceğinin Malinowski özelinde gösterilmesi çalışmamızın esas
amacı olmaktadır.
Tikelci-Fonksiyonalizm isimlendirmesi yapmamızın sebebi daha önce bu tip
isimlendirmeleri çağrıştıran faaliyetlerin olmasıdır. Sosyal antropolojideki isimlerden
olan Franz Boas aynen Malinowski gibi tikelcidir. Ancak onun tikelciliğine tarih eşlik
eder. Yani Boas, kültürleri ve toplumları anlamak için onları tikel kabul etmeyi ve
tarihsel süreçlerine eğilmeyi öncelemektedir. Kendisinden sonra onun bu yaklaşımı
Marvin Haris tarafından ‘Tarihsel-Tikelcilik’ olarak isimlendirilmiştir19. Boas’ın
kendisi bizzat böyle bir isimlendirme kullanmamıştır. Kanaatimizce aynı durum
Malinowski için de geçerlidir ve onun yaklaşımı ‘Tikelci-Fonksiyonalizm’ olarak
isimlendirilebilir. Dolayısıyla biz nasıl ki ‘Tarihsel-Tikelciliği’ kuran ve onu belli
temellere dayandıran kişi Franz Boas ise ‘Tikelci-Fonksiyonalizmi’ kuran ve onu
belli temellere dayandıranın da Malinowski olduğunu düşünüyoruz.
Bu çalışmanın özgün yanı ise Bronislaw Malinowski’nin din üzerine yapmış olduğu
çalışmaları dikkate alarak ilgili verileri din sosyolojisi bilim dalı çerçevesinde ele
almasıdır. Polonya asıllı İngiliz antropolog Malinowski sosyal antropolojinin
kurucusudur. Aynı zamanda kurucusu olduğu bilimin temel araştırma tekniği olan
‘katılımcı gözlem’ metodunu ilk defa bilimsel ölçütlere uygun bir biçimde
uygulamıştır. Evrimcilik, yayılmacılık, ilerlemecilik… gibi yaklaşımların karşısında
olmuştur. Ayrıca o, sosyolojideki ekollerden fonksiyonalizmi de sosyal antropolojiye
günümüzde antropolojiyle yakın ilişki içindedir.” Recep Şentürk, Yeni Din Sosyolojileri,
İstanbul: Gelenek Yay., 2004, s.72.
19
Sibel Özbudun-Balkı Şafak-N. Serpil Altuntek, Antropoloji: Kuramlar, Kuramcılar,
İstanbul: Dipnot Yay., 2005, s.75.
5
uygulamış, bu bilimdeki fonksiyonalist ekolün kurucusu olmuştur. Kanaatimizce
Malinowski için -sosyal antropolog yönü baskın olsa da- ‘sosyolojiyle sosyal
antropolojinin kesiştiği noktada duran kişilerden biridir’ denilebilir.
Son olarak bu çalışmanın sosyoloji ve sosyal antropoloji alanlarının ikisiyle de ilişkili
interdisipliner bir araştırma olduğunu belirtmek istiyoruz.
G.2. KAYNAKLAR VE ARAŞTIRMALAR
Toplumbilim denen araştırma alanı temelde iki ana kola ayrılır: Sosyoloji ve sosyal
antropoloji. Bu dalların birbirlerine en yakın sosyal bilim alanları olmasının sebebi de
budur. Her ne kadar sosyoloji ‘sanayileşmiş ve/veya sanayileşmekte olan toplumları’,
sosyal antropoloji ‘ilkel toplumları’20 inceler genel kuralı önümüzde duruyor olsa da
günümüzdeki bazı araştırmalar iki disiplin arasındaki yakınlığı gözler önüne
sermektedir21. Bu tip araştırmalar genelde toplumdaki kurumların veya grupların
araştırılmasında daha belirgin şekilde görülmektedir denilebilir.
Sosyoloji ve sosyal antropoloji araştırmaları gerçekte toplumdaki kurumların
araştırılmasıdır. Yapılan her araştırma, farkında olalım veya olmayalım, mutlaka
temel kurumlardan biri veya birkaçıyla ilgilidir. Bu durum sosyal antropolojiyi öne
alan çalışmalarda daha da belirgindir. Zira ilkel toplumlardaki kurumlar sanayileşmiş
toplumların kurumlarıyla karşılaştırıldıklarında görece basit izlenimi vermektedir. Bu
izlenim sonucu olsa gerek çalışmaların çoğunda, araştırmacıların ilkel toplum
kurumlarını daha genel olarak ele aldıkları görülmektedir. Oysa durumun tam
20
21
“İlkel Toplumlar” adlandırılması günümüzde iki farklı bakış olduğunu belirtelim. Bazı
toplumbilimciler bu kavramdan rahatsızlık duymaktadırlar. İlk antropologların Batıyı
merkeze alarak uydurdukları kavram, bu toplumlara adeta yapışıp kalmıştır ve günümüzde
de kullanıldığı (henüz uygun alternatifi de üretilemediği) için tezimizde aynı kavramı
kullanmak zorunda kaldık. Ancak bu kavramın o toplumlara uygun bir kavram olduğunu
dolayısıyla rahatsızlık duymaya gerek olmadığını belirten bazı toplumbilimciler de -Mary
Dougles gibi- vardır.
Örneğin bazı tarikatları inceleyen çalışmalar hem sosyoloji hem de sosyal antropoloji
alanında sayılmaktadır. Aynı tarikatın iki farklı kolu için yapılan çalışmalar bu konuda bir
örnektir. Bkz. Tayfun Atay, Batıda Bir Nakşî Cemaati: Şeyh Nazım Kıbrısi Örneği,
İstanbul: İletişim Yay., 1996 (sosyal antropoloji çalışması); Niyazi Usta, Menzil Nakşîliği
(Sosyolojik Bir Araştırma), Ankara: Töre Yay., 1997 (sosyoloji çalışması).
6
anlamıyla bu şekilde olmadığı günümüz sosyal bilim çevreleri tarafından kabul
edilmektedir22. Özellikle Malinowski’nin başlattığı katılımcı gözleme dayalı alan
araştırmaları kurumların en az üçünün ilkel denilen toplumlarla sanayileşmiş kabul
edilen toplumların hangisinde daha karmaşık yapıda olduğunu kestirmenin kolay
olmadığını göstermiştir. Bahsedilen üç kurum din, aile ve ekonomidir. Siyaset, eğitim
gibi kurumların ise sanayileşmiş toplumlarda daha girift özellikler gösterdiği
neredeyse kesindir. Konuyu anlamak için herhangi bir antropoloji kitabına bakmak
yeterli olacaktır. Yapılan çalışmaların sonucunda ulaşılan bu genel kanaat sosyal
antropoloji araştırmalarında özellikle din, aile ve ekonomiye ağırlık verilmesine sebep
olmuştur diyebiliriz. Durumun Malinowski özelinde de farklı olmadığını ifade
edebiliriz.
Bu bağlamda çalışmamızda kullandığımız kaynakların başında araştırmamızın
merkezindeki isim olan Bronislaw Malinowski’nin eserleri gelmektedir. Yapmış
olduğu katılımcı gözleme dayalı alan araştırmalarını ele alan çalışmalarının yanında
teorik konularda da yazmış olduğu eserler bu araştırmanın birincil kaynaklarını
oluşturmaktadır. Birinci bölümde daha çok Malinowski’nin teorik boyutla ilgili
görüşlerini içeren Bilimsel Bir Kültür Teorisi ve Büyü, Bilim, Din gibi kitaplarına
atıflar yapılacaktır. İkinci bölümde ise müellifin yapmış olduğu alan araştırmalarını
kaleme aldığı eserleri ön plana alınacaktır. Bunların yanında din sosyolojisi,
sosyoloji, sosyal antropoloji ve antropoloji kaynakları çalışmamızda kullanacağımız
ikincil kaynaklardır.
Yapmış olduğumuz taramalarda Malinowski’nin dinle ilgili görüşlerini ele alan
müstakil bir çalışmaya rastlamadık. Gigapedia.org, library.nu, archive.org… gibi
uluslararası doküman araması yapan internet sitelerinden yapmış olduğumuz
taramalarda da bu konunun çalışıldığını gösteren bir bulguya ulaşamadık.
Malinowski’nin görüşlerine genel olarak yer veren bazı çalışmalar yapılmışsa da
sadece din konusunu ele alan yüksek lisans, doktora seviyesinde bir çalışmanın
22
Örnek olarak Navajo yerlilerinin dilini gösterebiliriz. 2. Dünya Savaşı sırasında bu dil,
karmaşıklığı sebebiyle Pasifikteki ABD deniz kuvvetleri tarafından şifre olarak
kullanılmıştır. Japonların şifre çözme çabalarına karşın çözülememiştir. Bkz. Haviland ve
diğerleri, Kültürel Antropoloji, Çev.: İnan Deniz Erguvan Sarıoğlu, İstanbul: Kaknüs Yay.,
2008, s.256.
7
yapılmamış olduğunu gördük. Ülkemizde ise Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsünde Dilek İnneci’nin hazırlamış olduğu “Malinowski'nin İşlev
Teorisine Göre Türk Atasözlerinin İncelenmesi” adlı yüksek lisans tezine
ulaşabildik23. Dolayısıyla araştırmamızın orijinal bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz.
G.3. BAZI TEMEL KAVRAMLAR
Araştırmamızda görece sık olarak tekrarlanacak kavramlar tikelcilik, fonksiyonalizm,
din, kurum ve tezin merkezindeki isim olan Malinowski’dir.
1) Tikelcilik:
Bu kavrama ilişkin açıklamalar birinci bölümün kendi adıyla anılan alt başlığında
yapılacaktır.
2) Fonksiyonalizm:
Fonksiyonalizm konusuna yine birinci bölümde “Temel Sosyolojik Kuramlar” adlı
başlıkta yer verilecektir.
3) Din:
Üzerinde çok tartışılan, düşünülen, araştırılan konulardan biri olan dinin
tanımlanması oldukça zordur. Dinin tanımlama girişimlerinde genellikle onun tek bir
yönünün vurgulandığı ve bu sebepten birçok din tanımı ortaya çıktığı görülmüştür24.
Bu durum aslında normal kabul edilmelidir zira ‘din’ kelimesi -dindar açısından- bir
Hıristiyanla bir Budiste aynı imajı vermediği gibi -bilim açısından- bir psikologla bir
sosyologun zihninde de aynı şeyi uyandırmamaktadır. “Esasında dini inceleme ve
araştırma konusu olarak ele alan her bilim kendi işine yarayan bir din tarifiyle yola
çıkmaktadır. Bir psikolog dini, çoğu defa, yaşanan bir tecrübe; bir sosyolog, sosyal
bir kurum veya hadise; bir kelamcı, akla ve nakle dayalı bir sistem… olarak görür.
Söz konusu tariflere dinin aleyhindeki tarifler (Marks, Freud ve Comte’un tarifleri)
23
Dilek İneci, Malinowski’nin İşlev Teorisine Göre Türk Atasözlerinin İncelenmesi, İzmir:
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2004.
24
Bkz. Niyazi Akyüz-İhsan Çapçıoğlu, Ana Başlıklarıyla Din Sosyolojisi, Ankara: Gündüz
Yay., 2008, s.41.
8
eklenince, mesele daha karmaşık bir vaziyet almakta ve ortak unsurları ihtiva eden bir
tanıma ulaşılmamaktadır”25. Mesela “Schleirmacher dinin duygu yönü, Max Müller
inanç yönü, Durkheim kolektif yönü, Vernon ise pratik yönü üzerinde durmakta ve
hiçbiri kapsayıcı bir tanım geliştirememektedir”26. Ancak yukarıdaki isimlerin
oluşturduğu “din konusunda yapılan ilk dönem araştırmaları bilimsel açıdan üç ana
özellik göstermektedirler: Evrimci oluşları, pozitivist oluşları ve soruna psikoloji
açısından bakmakta oluşları…”27
Konuya din sosyolojisi açısından baktığımızda din tanımlarının üç kategoriye
ayrıldığını söyleyebiliriz: Özsel tanımlar, işlevsel tanımlar ve çok yönlü (politetik)
tanımlar28. Özsel tanımlar dinin aşkın (transandantal) yönüne atıf yaparken işlevsel
tanımlar dinin birey ve toplum hayatındaki fonksiyonlarına atıf yaparlar. Otto’nun
“din kutsalın tecrübesidir”29 tanımı özsel tanımlara; Durkheim’in “din, kutsal şeylerle
ilgili inanç ve ibadetlerden oluşmuş, yasak kabul edilen şeyler konusunda
mensuplarını bir manevi topluluk halinde bir arada tutan inanç ve uygulamalardır”30
şeklindeki tanımıysa işlevsel tanımlara bir örnektir. Konumuz açısından olaya
baktığımızda özsel veya işlevsel tanımlardan birini tercih etmektense ikisini de
dikkate alan politetik tanımın daha uygun olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü dinin hem
aşkın hem fonksiyonel tarafı olduğu bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır.
Dolayısıyla biz bu çalışmamızda dini inanç, ibadet ve sosyolojik boyutlarıyla beraber
semboller sistemini de içeren toplumsal bir kurum olarak ele alacağız.
4) Kurum:
Sosyolojide üzerinde çok durulan terimlerden bir tanesi de kurumdur. Zira günlük
dilde kullanılan anlamıyla sosyolojideki anlamı farklı olan kurum toplum üzerinde
yapılan çalışmaların merkezi konumundadır ve ciddi olarak ilgilenilmesi gereken
terimlerdendir. Bizler günlük dilde kullanırken daha ziyade bir fonksiyonu yerine
25
İzzet Er, Din Sosyolojisi, Ankara: Akçağ Yay., 2007, s.12.
Amiran Kurktan Bilgiseven, Sosyal İlimler Metodolojisi, İstanbul: yayınlayan yok, 1989,
s.4.
27
Tom Bottomore, Toplumbilim, Çev.: Ünsal Oskay, Ankara: Doğan Yay., 1997, s.263.
28
Kurt, Din Sosyolojisi s.36-41.
29
Hans Freyer, Din Sosyolojisi, Çev.: Turgut Kalpsüz, Ankara, 1964, s.32.
30
Emile Durkheim, The Elementary Forms of The Religious Life, London: Allen and Unwin,
1964, s.37.
26
9
getiren ‘sosyal sigortalar kurumu, iş ve işçi bulma kurumu…’ gibi kuruluşlara kurum
demekteyiz. Oysa sosyolojik açıdan konuya baktığımızda kurum mekân, grup veya
kişi değildir. Kurum gerçekte soyuttur. “Kültürün bir kısmıdır, insanların yaşam
tarzlarının örüntüleşmiş bir parçasıdır. Bir başka deyişle çoğunluğun paylaştığı
davranış örüntüleridir”31. Kurumlar, a) belli bir amaca yöneliktir; b) Değer
yüklüdürler ve c) örgütlenmiş yapı arz ederler. Her kurum diğeriyle yakın ilişkidedir.
Kurumlar -aralarında benzetme yapılsa bile - grup ve örgütten de farklıdırlar. Amaca
yönelik olma açısından benzerlik olsa da grubun insana tekabül etmesi ona somut bir
varlık kazandırmaktadır. Örgütte de bulunan bu somutluk onları kurumdan farklı bir
konuma yerleştirmemizin sebebidir. Bu bağlamda mesela “cami (veya kilisedeki
insan topluluğu) bir grup ya da örgüt ama kutsallık yani din bir kurumdur”32.
5) Bronislaw Malinowski:
Araştırmamızın merkezindeki kişi Bronislaw Malinowski, çalışmamız boyunca sık
karşılaşacağımız isim olduğundan bu bölümde kendisinden bahsetmenin uygun
olduğunu düşünüyoruz.
Polonya asıllı İngiliz antropolog Malinowski, Polonya Krakow'da doğdu (1884).
Jagiellonian Üniversitesi'nde felsefe doktorasını yaptı, aynı üniversitede fizik ve
matematik üzerine çalıştı. Ancak onun hayatındaki dönüm noktası diyebileceğimiz
olaya bir kitap sebep oldu. James Frazer'ın Altın Dal isimli eserini okuyunca
antropoloji üzerine yoğunlaşmaya karar verdi. İki sene Leipzig Üniversitesi'nde
Gabriel Seligman ile antropoloji çalışarak geçirdi. James Frazer ve diğer Britanyalı
yazarlar arasında tanınmaya başladı. Bu nedenle Malinowski 1910'da London School
of Economics'te öğrenim görmek üzere İngiltere'ye gitti.
1914'de araştırmalarını yaptığı yer olan Papua Yeni Gine'de Trobriand Adaları'na
gitti. Alanındaki bu seyahati sırasında I. Dünya Savaşı başladı ve Malinowski savaşın
sonuna kadar Trobriand Adaları'nda kaldı33. Bu süre zarfında saha çalışmalarını
31
David Krech ve diğerleri, Cemiyet İçinde Fert, Çev.: Mümtaz Turhan, İstanbul: MEB Yay.,
1983, c.2, s.127.
32
Önal Sayın, Sosyolojiye Giriş, İzmir: Erdem Kitabevi, 1998, s.145-146.
33
Malinowski, adalarda geçirdiği günlerle ilgili günlük de tutmuştur. Bkz. Malinowski, A
Diary in The Strict Sense of The Term, California: Standford University Press, 1967.
10
yapma fırsatı buldu ve şu an antropolojik metodolojide çok önemli konumda olan
katılımcı gözlem kuramını oluşturdu. “Malinowski, ilkel toplumların yaşamını
anlamak için onların arasına karışma gerekliliğini vurgulayan ilk kişidir. Yaptığı
çalışmayla bunun nasıl yapılacağını da göstermiştir. O zamana kadar bu derece
ayrıntılı bir çalışma yapılmamış, başka bir kültürün işleyiş tarzıyla ilgili bu kadar
ayrıntılı bilgiler elde edilmemiştir”34. Savaştan sonra London School of Economics,
Londra
Üniversitesi,
Cornell
Üniversitesi,
Harvard
Üniversitesi,
Yale
Üniversitesi’nde çalıştı. 1942 yılında 59 yaşında ABD’de öldü35.
G.4. TEMEL VARSAYIM
Sosyolojinin kurucu babaları olan Comte, Durkheim gibi isimler görüşlerini her ne
kadar genele irca etmiş olsalar da, gelinen nokta, toplumbilimcileri genel yargılara
karşı çok titiz davranmaya zorlamaktadır. Zira bahsettiğimiz şey tek tek bireyler
değil, birçok bireyin bir araya gelmesi sonucu oluşan apayrı bir olgu olarak
toplumdur. Unutmayalım ki bütün, parçaların toplamı değil bilakis parçaların
toplamından farklı bir şeydir. Eğer konu toplum ise işimiz biraz daha zorlaşmaktadır.
Çünkü bu bütün, kâinattaki en farklı varlık olan insanlardan oluşmaktadır. Çarpıcı
olduğunu düşündüğümüz bir örnek olarak “herkesçe kabul edilmiş herhangi bir
toplumbilimsel teori henüz yoktur”36 dersek sanırım işin zorluğu anlaşılmış olur.
Günümüzde yapılan toplumbilim araştırmalarının, tüm dünya toplumlarıyla ilgili
genel geçer fikirler üzerinden yapılamayacağını belirtmeleri konusunda neredeyse
hemfikir olduklarını söyleyebiliriz. Bunun yerine her toplumun kendine özgü olduğu
ve kendi özel şartları dikkate alınarak incelenmesi gerektiği tezinin yerleştiğini
görmekteyiz. Yani her ne kadar toplumlarda ortak olan kurumlar, benzer olan
normlar, ortak kurallar… varsa da, bu benzerliklerin her toplumda aynı şeyler ifade
etmedikleri, toplumun kendine özgü değerleriyle algılandığı, farklı fonksiyonlar icra
34
Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.134.
Malinowski’nin eserleri şunlardır: Trobriand Adaları; Batı Pasific Argonutları; İlkel
Toplum; Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek; Yabanıl Toplumda Cinsiyet ve Baskı;
Kuzeybatı Melanezya'da İlkel Seksüel Yaşam; Mercan Bahçeleri ve Onların Sihiri:
Trobriand Adaları'ndaki Tarım Ritüelleri ve Toprağı İşleme Yöntemleri Üzerine Bir
Çalışma; Bilimsel Bir Kültür Teorisi; Büyü, Bilim ve Din; Kültürel Değişimin
Dinamikleri.
36
Bottomore, Toplumbilim, s.19.
35
11
ettikleri bir gerçektir. İsim olarak benzerlik, bunların ‘bir ve aynı şeylermiş gibi’
algılanmasına sebep olmamalıdır.
Sosyoloji ve sosyal antropolojide üzerinde çok durulan temel kurumlardan birisi de
dindir. Bunun belki de en önemli sebebi dinin toplum üzerindeki şekillendirici
özelliğidir. Farkında olalım ya da olmayalım günlük hayatımızdaki birçok
davranışımız din merkezlidir. Farklı toplumlarla aynı dini paylaşsak bile bu dinin
toplumlar üzerindeki etkileri de farklıdır. Aynı dine inanan her toplum aynı
davranışları da göstermemektedir. Sonuç olarak konu her toplumun farklılığı
noktasına gelmektedir. Bu bağlamda, toplumlar ve kültürler tikeldir ve her kurum gibi
dinin de tikel uygulamaları ve fonksiyonları vardır. Dolayısıyla biz, kültürlere tümel
bakış yerine tikel bakışla yaklaşmak daha doğru kabul edilmelidir önermesini temel
varsayım olarak kabul etmekteyiz.
G.5. METODOLOJİ
Yöntem, Teknik, Verilerin Toplanması ve Değerlendirilmesi
Bilimlerin bağımsızlığı iki şeye bağlıdır: Kendine özgü konu ve kendine özgü metot.
Bu iki şey olmadan ayrı bir bilim dalı ortaya çıkmaz. Birbirlerine çok yakın iki bilim
olan sosyoloji ve sosyal antropoloji konu olarak ‘toplum içindeki bireyi, grupları,
kurumları ve aralarındaki ilişkileri olabildiğince objektif tarzda inceleyen’
disiplinlerdir. Aralarındaki temel farklardan birisi, inceledikleri toplumların maddi
gelişmişlik farkıdır. Giriş bölümünün başından beri üzerinde durduğumuz noktalar
aslında çalışmamızın konusuyla ilgilidir denilebilir. Bu bölümde ise araştırmamızda
kullanacağımız yöntem üzerinde durulacaktır.
Vasıflama, karşılaştırma, açıklama sıralaması sosyoloji çalışmalarında metodolojinin
temelini
oluşturmaktadır37.
Ancak
konuyu
vasıflamaya,
karşılaştırmaya
ve
açıklamaya yani metodolojiye bazı tekniklerle elde edilen bilgiler sonucunda
ulaşılabilmektedir. Daha çok nicel dediğimiz anket, görüşme gibi tekniklerle ve nitel
dediğimiz katılımcı gözlem, odak grup görüşmesi, örnek olay, literatür incelemesi ve
37
Stephan Cole, Sosyolojik Düşünme Yöntemi, Çev.: Bekir Demirkol, İstanbul: Vadi Yay.,
1998, s.46.
12
tarihsel araştırma gibi tekniklerle elde edilen bilgiler sonucunda konuyu tasvir
edebiliriz. Bazı noktaları karşılaştırmaya alabiliriz ve asıl amacımız olan açıklamaya
ulaşabiliriz. Tüm bunlar sonucunda sosyoloji çalışmalarında asıl amaç olan benzer
olay ve olguları ‘tipolojiler’ şeklinde ortaya koyabilme imkânına kavuşuruz. Bu
şekilde oluşturulmuş tipolojiler çoktur ve bir bilimin gelişmişliği ürettiği tipoloji
sayısıyla da yakından ilgilidir denilebilir.
Bu çalışmamızda biz de bir tipoloji oluşturmaya çalışacağız. Teknik olarak tarihsel
inceleme ve literatür incelemesini yoğun bir şekilde kullanacağız. Genel anlamda bu
araştırmamızda din, Tikelci-Fonksiyonalist bakış açısından Malinowski özelinde ele
alınacaktır. Tikelcilik ve fonksiyonalizm akımları ele alınacak ve bir senteze
ulaşılmaya çalışılacaktır. Malinowski’nin dinle ilgili görüşleri, yapmış olduğu alan
araştırmaları merkezinde ve Tikelci-Fonksiyonalizm bağlamında değerlendirilecektir.
Dinin diğer kurumlarla ilişkisi yine Tikelci-Fonksiyonalizm bağlamında ele
alınacaktır. Birinci bölüm vasıflamayı öncelemektedir. İkinci bölümde ise
karşılaştırma ve açıklamayı ön plana almaya çalışacağız.
13
I.BÖLÜM:
ÇALIŞMANIN KURAMSAL ÇERÇEVESİ:
FONKSİYONALİZM VE TİKELCİLİK
14
1.1. SOSYOLOJİDE KURAMSAL ARAYIŞ
Bütün bilimler kuramlara ve genel ilkelere ulaşma çabasındadırlar. Belli kabullerin ve
varsayımların sistematik bir biçimde örgütlenerek oluşturduğu kuramlar birçok
kişinin fikirlerini etkileyebilir. Farkında olmasak da dünyaya bakışımız tamamen
kuramsal bakış açımıza dayanmaktadır diyebiliriz38. Sosyoloji için de durum farklı
değildir.
Sanayi devrimiyle birlikte toplumsal yapıda tarihte o güne kadar görülmemiş farklı
dönüşümler olmuştur. Dünya nüfusu anormal denilecek seviyede artmış, kentlere göç
başlamış, işbölümü karmaşıklaşmış, ikincil grup ilişkileri yoğunlaşmış, yeni
ideolojiler yayılmaya başlamış (sosyalizm ve kapitalizm gibi), kadının rolü değişmiş,
tüketim yaygınlaşmıştır. Sosyoloji de zaten bunların bir sonucu olarak doğmuştur.
Olayları anlamaya çalışan sosyologlar da bazı kuramlar geliştirme çabasına
girmişlerdir.
Sosyolojideki ilk kuramlar makro kuramlar olarak bilinirler. Organizmacı, evrimci ve
diyalektik modellerden ilham alan, daha çok sanayi devriminin sonucu oluşan düzen
ve/veya düzensizliği ilgi alanı olarak seçen makro kuramlar tabiri caizse globaldirler
ve insanlığın başından sonuna kadarki tüm gelişim çizgisini konu edinirler.
Sosyolojinin kurucu öncüleri genellikle makro kuramlarla ilgilenmişlerdir. Ancak
toplumun ne kadar karmaşık bir yapı olduğu belirginleştikçe büyük makro kuramların
her şeyi tam olarak açıklamakta yetersiz kaldıkları anlaşılmıştır. Dolayısıyla makro
kuramların genel olarak açıkladığı bazı konular daha sonra gelen sosyologlar
tarafından ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Bu sosyologların belli konulara yoğunlaştığı
söylenebilir (Pareto’nun seçkinlerin dolaşımı kuramı… gibi)
Makro kuramlar bireyi yok kabul etmeseler de toplumu aşırı ön plana çıkarmaları
sebebiyle zamanla eleştiriye uğramışlardır. İnsanın önceden kestirilebilir bir varlık
38
Ancak hiçbir kuram değer yargılarından tam olarak arınmış değildir. Böyle bir iddia
Paloma’nın ifadesiyle “değer yargılarından arınmış bir sosyoloji miti aldatmacası” olarak
ifade edilebilir. Bkz. Margaret M. Paloma, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev.: Hayriye
Erbaş, Ankara: Eos Yay., 2007, s.30.
15
olduğunu savunan ve onun toplumsal eylem güdüsünün çıkarlar üzerine kurulduğunu
kabul edip tümdengelimli bilimsel yaklaşımı benimseyen bu kuramlara karşın, insana
yaratıcı varlık olarak bakan, çıkarlar değil de değerlerin onun toplumsal
motivasyonunu sağladığını kabul eden ve tümevarımı bilimsel yaklaşım olarak
benimseyen mikro yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Daha çok ifadesini simgesel
etkileşimcilik ve fenomenolojide bulan bu kuramların, birey-toplum dikotomisinde
toplumdan yana olan baskınlığı azaltmaya çalışma eğiliminde oldukları söylenebilir.
Mikro kuramlar “toplum veya bireyin bir önceliğe sahip olmak zorunda olmadığına”
vurgu yaparlar39.
Tüm bu kuramların hangisi ne kadar doğrudur? Objektifliklerine nasıl inanacağız?
Sosyologlar konuya yaklaşırken zihinleri boş halde bulunmazlar. Hepsinin belli
kabulleri vardır. Konunun belirli bir yönüne odaklanırlar ve bazı teknikleri
kullanırlar. Cevap aradıkları soruları bulunmaktadır. Çalışmaları sosyolojik
kuramların bakış tarzlarına dayanır. Sosyologlar hoşlanarak ya da hoşlanmayarak,
bilerek
ya
çerçevesinde
da
bilmeyerek,
araştırmalarını
sosyolojinin
karakterini
örgütlemektedirler40.
belirleyen
varsayımlar
Kuramlardaki
örgütlülük
sosyologlara tutarlı bir bütünlük de sağlamaktadır. Her ne kadar kuramların herhangi
biri her toplumsal olgu ve/veya olayı mutlak olarak açıklayamasa da oluşan kuramları
bildiğimizde daha doğru ve tutarlı sonuçlara ulaşma ihtimalimiz artmaktadır. Sadece
bu durum bile başlı başına kuramların önemini ortaya koymaya yeter.
Sosyolojideki kuram arayışının temelinde karşı karşıya bulunulan en büyük tehlike
objektivite konusunda görülebilir. Çünkü her sosyolog belli bir sosyo-kültürel ortama
aittir. Sosyal gerçekliği algılaması ve yorumlamasında bazı ön fikirlerle ve ön
yargılarla yola çıkmaktadır. Dolayısıyla sosyolojide tam bir objektiflikten bahsetmek
mümkün olmasa da araştırmacıların mümkün mertebe tarafsız olmaları beklenebilir.
Tarafsızlıkla kastedilen şey ise bazılarının yanlış anladığı şekilde önyargı ve ön
fikirleri atmak değildir.
39
40
Ön yargı ve ön fikirlerin Hans George Gadamer ve
Sezgin Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri, Konya: Emre Yay., 1994, c.2, s.20.
Alvin W. Gauldner, The Coming Crises of Western Sociology, New York: Basic Book İnc.,
1970, s.28.
16
Heidegger’e
kadar
olumsuzlandığı
söylenebilir.
Bu
durumun
oluşmasında
pozitivizmin etkili olduğu bir gerçektir. Oysa Gadamer’e göre bir şeyi anlama
konusunda ön fikirler ve önyargılardan kurtulmak gerekmez. Tersine onlar anlamanın
birer parçalarıdır. Önyargı yanlış yargı değil, son yargıdan önce ulaşılan hem doğru
hem de yanlış olma ihtimali olan yargıdır41. Martin Heidegger’e göre de bir şeyi
anlamada önyargılardan kurtulmak mümkün değildir. Yapılacak şey onları yok
etmeye çalışmak yerine onların bilincinde olmaktır42. Bilincinde olmak bizleri olası
bir zihni esaretten kurtarabilir. Bu görüşler bazı sosyoloji ekollerini de etkilemiştir.
Örneğin çatışmacı ekolün türevi olan Frankfurt Okulu mensuplarına göre “insanların
fikirleri, içinde yaşadıkları toplumun ürünüdür. Objektif bilgi ve sonuçlara varmamız
mümkün değildir”43. Aynı durumun ‘önyargılarımızı olabildiğince paranteze alalım’
diyen sosyolojideki fenomenolojik yaklaşım için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz.
1.2 TEMEL BAZI SOSYOLOJİK KURAMLAR
Sosyoloji tarihine baktığımızda kanaatimizce biraz daha ön plana çıkan iki büyük
kuram görürüz: Çatışma kuramı ve Fonksiyonalizm. Bu iki kuramın sosyolojideki
etkileri kendileriyle sınırlı kalmamış, diğer kuramların çıkmasını da tetiklemişlerdir.
Ayrıca bu iki kuramın temel kabulleri de sosyolojinin yerleşik konuları olmaya
devam etmektedir. Bu sebeplerden dolayı biz temel sosyolojik kuramlar olarak
çatışma kuramı, fonksiyonalizm üzerinde duracağız. Ancak daha önce konumuzla
yakın ilgisi olduğu için sembolik etkileşimcilikle başlayacağız.
1.2.1 SEMBOLİK ETKİLEŞİMCİLİK
Kültürün özelliklerinden birisi de simgeselliktir. Dolayısıyla kültürle ilgili
çalışmalarda simge (sembol) konusuna değinilmesi şarttır. Dolayısıyla sembolik
etkileşimciliğe çalışmamızda yer vermemizin asıl sebebi de budur. Ayrıca sembolik
etkileşimciliğin bireyi ön plana çıkarması Malinowski’nin tikelci/bireyci görüşleriyle
41
Şara Sayın, Yorumbilimsel Söyleşi, (Macit Gökberk Armağanı), Ankara: T.D.K. Yay.,
1983, s.107.
42
Erol Göka, “Hermenötik Üzerine”, Türkiye Günlüğü, Sayı 22, Ankara, 1993, s.85.
43
Ruth A. Wallace, Alison Wolf, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev.: Rami Ayas-Leyla
Elburuz, İzmir: Punto Yay., 2004, s.119.
17
de uyuşmaktadır. Bu nedenle gerektiği kadarıyla sembolik etkileşimciliğe değinmekte
yarar vardır.
Amerika kökenli sosyal-psikoloji kuramı olan sembolik etkileşimciliğin George H.
Mead’ın yazılarıyla ortaya çıktığı ancak Herbert Blumer tarafından sistemleştirildiği
kabul edilmektedir44. Sembolik etkileşimcilik, eylemi “toplumsal bir uyarıcıya
doğrudan bir tepki olarak almak yerine, sosyolojik aktörün nesnel uyaranı öznel
tanımlaması ya da yorumlamasını ele alma zorunluluğunu vurgular”45. Dolayısıyla bu
kuramın bireyin toplum tarafından şekillendiği görüşünden bir kopuşu sergilediği
söylenebilir.
Sembolik etkileşimcilik üç önermeye dayandırabilir: 1- Bireyler toplumdaki şeylere
karşı, o şeylerin kendileri için ifade ettikleri anlamlara göre tavır almaktadırlar. 2Anlamlar kişiler arasında olan etkileşimle ortaya çıkar ve 3- anlamlar devamlı
yorumlanma süreciyle değişime uğrarlar46. Yani bir nesnenin kendisinde, bireye
anlam ifade eden özel bir durum yoktur. “Bir yılana anlam yüklenmesi örneğini ele
alalım. Bazıları için yılan iğrenç bir sürüngen, doğa bilimciler içinse doğanın hassas
dengesindeki halkalardan biridir”47. Sonuçta aktör, içinde bulunduğu durumun ve
fiilin ışığında, anlamları seçip ayırır, kontrol eder, askıda bırakır, gruplandırır ve
dönüşüme uğratır. Dolayısıyla sembolik etkileşimcilik toplumu merkeze alan ve
uyaran-tepki şemasını kabul eden kuramları eksik bulur. Onlara göre birey; eylemleri
yorumlar, tanımlar ve bunun sonucunda bir tepki ortaya koyar.
Toplumdan ziyade bireye vurgu yapan sembolik etkileşimcilikte bireyin yaptığı “iç
konuşmalar”48 merkezi konumdadır. Çünkü “insanlar bu yol ile etraflarındaki şeyleri
hesaba katarak hareket etmek üzere örgütlenirler. Örneğin yakın bir zamanda sevdiği
birisini kaybetmiş olan bir arkadaşı ile karşılaşmaya kendilerini hazırlama sıkıntısı
44
Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, s.647.
Paloma, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s.229.
46
Herbert Blumer, Symbolic İnteractionism: Persrective and Method, New Jersey: PrenticeHall İnc., Englewood Cliffs, 1969, s.2.
47
Paloma, a.g.e. s.231.
48
“İç konuşmalar” kavramı sembolik etkileşimciliğin temelindeki isim olan George Herbert
Mead’ın ortaya koyduğu bir kavramdır. Bkz. George Herbert Mead, Mind, Self and Society,
Chicago: University of Chicago Press, 1934, s.254.
45
18
yaşamış olanlar, arkadaşlarına ne söyleyecekleri ve ona nasıl yaklaşacakları
hususlarında kendi kendileriyle ne kadar çok konuşmuş olurlarsa ‘diğer kişinin rolünü
almaya’ o derece hazır olacaklarını ve etkileşimlerinin o ölçüde etkili olacağını
göreceklerdir”49.
Sembolik etkileşimciliğin uyarıcı-tepki ikilisine bir terim daha ekleyerek uyarıcıyorum-tepki formülünü ortaya koyduğu söylenebilir. Ancak buradaki yorumun bireye
göre değişen -çünkü her birey toplumda aktif bir katılımcı olarak kabul edilmektedirgöreceli bir durumu belirttiği unutulmamalıdır. Bazı durumlarda ise yorum sancılı ve
zor olabilmektedir. Örneğin farklı toplumlardaki insanların birbirlerini anlama
yorumu süreci zordur. Ayrıca sembolik etkileşimciliğin merkezinde bulunan yorum
insanın her davranışında bulunmaz. Bu tür davranışlar sembolik etkileşimciliğin
konusu değildir. Mesela öfkeli anlarımızda veya bir kişinin kendisini savunurken
verdiğimiz tepkiler simgesel olmayan davranışlardır50.
Sembolik etkileşimciliğin bireye vurgu yapması metodolojisine de yansımıştır. Onun
metodolojisi birçok tekniği içinde barındırmaktadır. “Toplumsal psikolojide hayat
hikâyesi, mülâkat, otobiyografi, vaka incelemesi, günlükler ve mektupların çok
kullanılmakta olduğunu görüyoruz”51.
Sembolik etkileşimcilik bazı noktalardan eleştirilmiştir. Bunlardan bir tanesi bu
kuramın “toplumsal yapıyı, iktidarı ve tarihi göz ardı ettiği”52 noktasındadır. Diğer bir
eleştiriyse onun yapısal fonksiyonalizmin “sadık muhalefeti” olarak anılmasında
yatmaktadır53. Görebildiğimiz kadarıyla ona yapılan eleştirilerden sonuncusu ise
“sembolik etkileşimcilik sosyolojideki bilim anlayışıyla uyuşmaz”54 görüşüdür. Biz
üç eleştirinin de tam doğru olmadığını düşünüyoruz. Bize göre bu kuram bireyi
toplumun mahkûmu gibi göstermeyerek önemli bir hususa vurgu yapmıştır. Tabii ki
bireye vurgu yaparken toplumsal yapıyı, iktidarı ve tarihi biraz geri plana atmış
49
Wallace-Wolf, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s.237.
Wallace-Wolf, a.g.e., s.245.
51
Emerson P. Schmit’ten aktaran Wallace-Wolf, a.g.e., s.255.
52
Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, s.198.
53
Paloma, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s.239.
54
Paloma, a.g.e., s.242.
50
19
izlenimi vermektedir ancak zaten kuramın temelinde bunlar yoktur. Yapısal
fonksiyonalizmin sadık muhalefeti
cümlesi kanaatimize göre konuyu
çok
basitleştirmek olur. Durumun bundan farklı olduğu kesindir55. Son eleştiriye gelecek
olursak, sembolik etkileşimciliğin sosyolojideki bilim anlayışıyla uyuşmaması neye
göredir? Bireyi ön plana alınca sosyolojinin dışına mı çıkılmaktadır? Her sosyolog
bireyin toplum ürünü olduğunu söylemek zorunda mıdır? Toplumun birey ürünü
olduğunu söyleyenler de vardır. Bu ve buna benzer sorulara net cevaplar verebilirsek
konu biraz daha aydınlanacaktır. Kaldı ki bu kuram sosyal-psikoloji kuramıdır.
Sadece buradan yola çıksak bile bu kuramı yüzde yüz sosyolojinin dışına çıkarmamız
mümkün görünmemektedir.
Sembolik etkileşimcilik sadece George H. Mead ve Herbert Blumer tarafından ele
alınmamıştır. Bu kurama çeşitli katkılar da yapılmıştır. Özellikle Erwing Goffman’ın
hayatı tiyatroya benzeten “dramaturji görüşü”, Arlie Rusell Hochschild’in “bireylerin
duygularına” dikkat çekmesi ve Patricia Hill Collins’in bu kuramı “feminist
düşünceyle yoğurma çabaları” sembolik etkileşime yapılan diğer katkılardır56.
1.2.2 ÇATIŞMA KURAMI
Çatışma kuramına araştırmamızda değinmemizin sebebi Malinowski’nin alan
araştırmalarında üzerinde durduğu kompleksler konusuyla ilişkisi sebebiyledir.
Özellikle oedipus ve elektra kompleksleri diye isimlendirilen ailede baba-oğul veya
ana-kız çatışması müellifin üzerinde durduğu konulardandır. Ayrıca incelemelerde
bulunduğu Trobriand toplumunun anasoylu olması çatışmayı farklı boyuta
taşımaktadır. Bu bakımdan burada kısaca ele alınacak çatışma kuramı Marksist
vurgudan
daha
çok
gündelik
hayatta
bir
realite
olması
açısından
bizi
ilgilendirmektedir.
Çatışma kuramı birbiriyle ilintili üç kabulü içermektedir. Bunlardan birincisine göre
insanların hepsinde bazı çıkarlar ortaktır ve bu çıkarlar toplum tarafından
55
56
Paloma, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s.242.
Wallace-Wolf, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s.282-288.
20
belirlenmemiştir. Çatışma kuramcıları ikinci olarak, toplumsal ilişkilerde güce çok
atıf yaparlar. Üçüncü ortak kabulleri ise, değer ve düşüncelerin toplumun hüviyeti
olmadığı
aksine
güç’ü
elinde
tutanların
amaçlarını
gerçekleştirmek
üzere
kullandıkları silahlar olduğu kabulüdür. Yukarıda saydığımız üç özellik tüm çatışma
kuramcılarında ortaktır.
Çatışma kuramcıları insanların belli bir tabiata ve önceden belirlenmiş çıkar
duygularına sahip olduklarını kabul ederler. Çıkarlar ise doğal olarak ekonomi
merkezlidir. Böyle bir kabul kaçınılmaz olarak ekonomiyi ön plana çıkarmıştır. Bu
kuramcılar Marks’tan günümüze kadar ekonomiye çok fazla atıf yapmaktadırlar.
Onlara göre toplum adeta çıkarları için çatışan grupların arenasıdır. Komünist
manifestonun diliyle söyleyecek olursak “toplumların tarihi sınıf çatışmalarının
tarihidir”57. Sınıflardan kasıt ise ekonomik olarak oluşan sınıflardır. Marksçı
yazarların belirttiği şekilde “toplumdaki en önemli gruplar ekonomik sınıflardır ve
ekonomik mevkii veya sınıfı aynı olan insanlar, topluluk olarak bir arada hareket
etme eğilimindedirler. Sonuç olarak bu sınıflar birbirine düşmandır ve aralarındaki
çatışmaların sonucu, toplumun nasıl geliştiğini belirler”58.
Marks’ın yukarıda değindiğimiz görüşleri etrafında şekillenen çatışma kuramı daha
sonra gelen bazı sosyologlar tarafından eklemeler ve eleştirilerle zenginleşmiştir.
Mesela Çatışmacı olan Frankfurt Okulu üyeleri, insanların fikirlerinin yaşadıkları
toplumun ürünü olduğunu, bu sebepten objektif bilgi ve sonuçlara varmanın imkânsız
olduğunu kabul ederler. Ayrıca kişisel olarak çatışma kuramına katkı yapan
sosyologlar da vardır. Erik Olin Wright, çatışma kuramı bağlamında Amerika’da
kapitalizmi incelemiştir. C. Wright Mills ise Amerikan toplumunu daha geniş olarak
siyasi, askeri ve ekonomik yönden ele alarak çatışma kuramı çerçevesinde konuya
yaklaşmıştır. Pierre Bourdieu çatışma kuramı merkezli Fransa’daki eğitim sistemini
çalışmıştır.59.
57
Karl Marx, Friedrich Engels, The Commünist Manifesto, Harmondworth: Penguin Books,
1967, s.79.
58
Wallace-Wolf, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s.97.
59
Wallace-Wolf, a.g.e., s.117-131.
21
1.2.3 FONKSİYONALİZM60
Malinowski’nin fonksiyonalist olması sebebiyle asıl üzerinde duracağımız kuram
fonksiyonalizm olacaktır.
Fonksiyonalizm, belki de sosyolojideki en etkili kuramdır. Özellikle Emile Durkheim
ile anılsa da gerçekte hiçbir sosyolog fonksiyonalizmin en azından bazı kabullerini
göz ardı edemez denilebilir61. Fonksiyonalizm, toplumsal ve kültürel olguların
toplumsal-kültürel sistem içerisinde yerine getirdiği fonksiyonların çözümlenmesidir.
Fonksiyonalizmde toplum, hiçbir kısmının bütünden ayrı olarak anlaşılamayacağı ve
birbirleri ile ilişkili kısımlardan oluşan bir sistemdir. Herhangi bir kısımdaki değişim
sistemin diğer kesimlerinde bir miktar dengesizliğe ve belli ölçüde de bütün olarak
sistemin tekrar düzenlenmesine yol açar. Fonksiyonalizm, organik modele dayalı
olarak geliştirilmiştir62. Tezimizin temel konularından olduğu için bu bölümde biz
önce fonksiyonalizmin özelliklerine göz atacağız, daha sonra da Malinowski’nin
fonksiyonalizmini inceleyeceğiz.
Fonksiyonalizm, toplumu biyolojik bir organizmaya benzetme eğilimindedir.
Organizmanın fizyolojik yapısındaki sistemler (sindirim sistemi, dolaşım sistemi vs.)
nasıl işliyorsa toplum da öyle işleyen bir bütündür. Toplum belli sistemlerden
oluşmuştur ve her sistem birbiriyle ilişkili olarak görevini yapar.
Organizmada hâkim durum denge olduğundan fonksiyonalistler çatışmadan ziyade
dengeye vurgu yaparlar63. Her ne kadar oluşabilecek bir yaralanma vücudun tümünde
bir miktar dengesizliğe yol açsa da vücudun tüm organlarının yardımıyla belli bir süre
sonra tekrar dengeye oturacaktır. Toplum için de bu örneği verebiliriz. Onlar
60
Fonksiyonalizm terimi yerine işlevselcilik, fonksiyon terimi yerine de işlevsel terimi
kullanılabilmektedir. Biz çalışmamızda fonksiyonalizm ve fonksiyon terimini kullanacağız.
61
Kingsley Davis’in “…her sosyolog bir fonksiyonalisttir” sözü bu teorinin etkisini anlatmak
için bir örnektir. Bkz. Kingsley Davis, The Myth of Functional Analysis As a Special
Method in Sociology and Antropology, American Sociology Rewiev, Vol.24, December
1957, s.757.
62
George A. Theodorson, Achilles S. Theodorson, A Modern Dictionary of Sociology, New
York: Thomas Y. Crowell Co., 1969, s.167.
63
Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri, c.2, s.105.
22
toplumun her parçasının diğer parçalarla tam bir uyum içinde olduğunu kabul ederler.
Sosyal düzenin korunması için denge, ahenk ve bütünlük çok önemli fonksiyonel
unsurlardır. “Toplumsal sistemin öğeleri fonksiyonel olarak karşılıklı ilişki
içindedirler… sistemin işleyişine genellikle olumlu katkıda bulunurlar”64 Olumsuz
fonksiyonlar (disfonksiyonlar) ve gerginlikler toplumda bulunsa ve uzun süre
varlıklarını devam ettirseler de zaman içinde kurumlaşmaya başlarlar ve toplumun
genel dengesini tamamen bozamazlar65. Konuyu açıklamak için verilen havaalanı
örneğinden gidecek olursak durum şöyle özetlenebilir: Havaalanında pilotlar,
yolcular, personel, bilet gişeleri, uçaklar… gibi birçok birbiriyle ilişkili unsur
bulunmaktadır. Bunlardan herhangi birinde bir tedirginlik olursa -kötü hava şartları,
radarların bozulması, yolcu trafiğinin yoğunlaşması gibi- bu durum tüm havaalanına
yansıyacaktır. Ancak her ne kadar bir ölçüde dengesizlik olsa da sonuçta personelin
fazla mesai yapması, ek personel görevlendirilmesi… gibi önlemlerle dengenin
yeniden sağlanması için olabilecek her şey yapılacaktır66.
Fonksiyonalizm, toplumun en önemli fonksiyonunun bütünleşme (integration) olduğu
kanaatindedir. Bu bütünleşmeyi gerçekleştirecek en önemli güç ise ortak değerler
sistemidir. Çoğunluk tarafından kabul gören ilke ve amaçlardan oluşan ortak
değerlerin bütünleşmeye yaptığı katkıyı hiçbir şey yapamaz. Fonksiyonalistler yine de
mükemmel bütünleşmenin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini ancak dinamik bir
dengenin sürekli egemen olacağını söylerler67.
Fonksiyonalizm gerginliklere ve çatışmaya negatif yaklaşır. Çatışmanın toplum
açısından olumlu bir fonksiyonunun olmadığını kabul eder. Dolayısıyla ani
değişmeler fonksiyonalistler tarafından göz ardı edilmektedir denilebilir. Onlar
değişmenin derece derece ve belli bir düzene göre olduğunu vurgulama
64
Mark Abrahamson İşlevselcilik, Çev.: Nilgün Çelebi, Konya: Toplum Kitabevi, 1990, s.3.
Talcott Parsons, The Social System, New York: The Free Press, 1951, s.252.
66
Aynı örnek çatışma kuramcıları tarafından farklı ele alınır. Onlar, işçilerle idare arasındaki
rekabetle, dolayısıyla her grubun kendi çıkarına olan durumla ilgilenirler. Mesela bir
çatışma kuramcısı pilotların yüksek ücretli konumlarını devam ettirmek için mesleğe girişi
sınırlamaya çalışacaklarına, alt kademe personelin çalışma şartlarını iyileştirmek için
sendikalara üye olacaklarına, idarenin daha fazla kâr elde etmek için personeli olabildiğince
çok çalıştıracağına odaklanır. Wallace-Wolf, Çağdaş Sosyoloji Teorileri, s.81.
67
Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri, c.1, s.277.
65
23
eğilimindedirler68. Her ne kadar toplumda çatışmayı kabul etseler de, dengenin her
zaman çatışmayı önceleyeceğini ve mutlak baskın durum olduğunu ifade ederler.
Fonksiyonalizm, fonksiyon kavramının belirsizliğinden sosyal değişmeyi yeterince
açıklayamamaya, dengeyi abartarak çatışmayı görmezden gelmeye, toplumun pembe
tablosunu çizerken aynı zamanda statükonun da destekçisi olma iddialarına kadar
birçok yönden tenkide uğramıştır69. Bu eleştirilere baktığımızda doğruluk paylarının
olduğunu görmekteyiz. Fonksiyonalistler denge kavramına çok vurgu yaptıklarından
çatışmaya mesafeli durmaktadırlar. Bu durum kanaatimizce sosyal değişmeyi
yeterince
açıklayamamalarını
da
beraberinde
getirmektedir.
Günümüzde
toplumbilimcilerin çatışma ve dengeyi bir arada ele alma eğilimleri de göz önünde
bulundurulursa bu iki kavramdan birine aşırı vurgu yapmanın çok tutarlı olmadığını
söyleyebiliriz. Bize göre de toplumlar çatışma ve dengeden mutlak olarak birine asla
sahip değillerdir. Bu iki kavram her toplumda belli oranlarda ve bir arada
bulunmaktadır. Herhangi birinin göz ardı edilmesi yanlıştır. Öte yandan dengeye fazla
vurgu yaptıkları için fonksiyonalistlerin toplumun pembe tablosunu çizdikleri
eleştirisi tartışılabilir. Fonksiyonalistlerin dengeyle kast ettikleri, sanıyoruz ki çatışma
kuramcılarının kast ettiklerinden ayrıdır. Toplumda baskıyla bile denge oluşturulabilir
ve günümüzde birçok toplum bu halde yaşamaktadır. Bir fonksiyonaliste göre böyle
bir toplum dengededir. Ancak aynı toplum çatışma kuramcıları için dengeli kabul
edilmemektedir. Dengeden ne anladığımız çok önemlidir. Sonuçta bakış açısı
toplumların tablosunu çizen asıl faktör olmaktadır. Konuyla bağlantılı olarak
fonksiyonalistlerin düzenin adamı olup olmadıkları da tartışmalıdır. Bu noktada bir
bütün olarak fonksiyonalizme değil tek tek fonksiyonalistlere bakılıp değerlendirme
yapılmalıdır kanaatindeyiz.
Her ne kadar fonksiyonalizm deyince aklımıza Emile Durkheim gelse de birçok kişi
bu akıma değişik görüşleriyle açılım kazandırmıştır. Herbert Spencer farklılaşma
kavramı
üzerinde
durmuştur.
Pareto’nun
‘hareket
halinde
denge’
fikri
fonksiyonalistlerce önemsenmektedir. Parsons’ın ‘sistem’ kavramı etrafındaki
68
69
Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri, c.2, s.107.
Wallace-Wolf, Çağdaş Sosyoloji Teorileri s.120.
24
çözümlemeleri ve Robert K. Merton’un, ‘sapma kuramı’ ile fonksiyonalizmde açılım
yaptığı söylenebilir. Fonksiyonalizmin günümüzdeki uzantısı olduğunu kabul
edebileceğimiz ‘Neofonksiyonalizm' akımının temsilcileri olan Jeffrey C. Alexander,
Neil Smelser ve Niklas Luhman da bu akımı günümüz dünyası çerçevesinde ele
almaktadırlar70. Ayrıca kendisine ait teorisiyle Malinowski, fonksiyonalizm deyince
akla gelen önemli isimlerden biridir. Araştırmamızın merkezindeki kişi olması
sebebiyle Malinowski’nin fonksiyonalizmi üzerinde daha geniş şekilde duracağız.
1.3 MALİNOWSKİ’NİN FONKSİYONALİZMİ: TEMEL PARAMETRELER
Toplumu tanımak ve toplumlarla ilgili teoriler üretmek, sosyolojinin en önemli
meselesidir denilebilir. Gerçekte sosyologların yapmış oldukları araştırmalar,
ürettikleri fikirler hep bir teoriye ulaşmak içindir. Bunun için işin hem teorik yönünü
hem de pratik yönünü bir arada ele almak çok önemlidir. Bu bilimin kurucuları her ne
kadar pratik alan çalışmalarına yeterince yer verememiş olsalar da sosyoloji, teorinin
ve pratiğin mezcedildiği bir bilim haline gelmiştir. Günümüzde sosyoloji çalışmaları
teori ve pratikten herhangi birini dışarıda bırakmadan devam etmektedir. Hem teorik
alan çalışması hem de pratik alan çalışması yapan önemli isimlerden biri de
Bronislaw Malinowski’dir. O’nun fonksiyonalizmi iki temel parametreye dayanır:
Alan araştırması ve kültür teorisi.
1.3.1 ALAN ARAŞTIRMASI
Polonya asıllı olan Bronislaw Malinowski, fizik ve matematik dallarında eğitim
görürken James Frazer’in ‘Altın Dal’ adlı eserini okuma fırsatını bulmuş ve çok
etkilenmiştir. Antropoloji eğitimi almak için London Schools of Economics (LSE)’e
kayıt yaptırmıştır. Dönemin hocaları Westermack ve Seligman’ın öğrencisi olarak 1.
Dünya Savaşı yıllarında alan araştırması yapmak için İngiltere denetimindeki Güney
Pasifikteki Trobriand Adalarına gitmiştir. Her ne kadar kısa süreliğine planlanmış bir
gezi olsa da Polonya’nın İngiltere karşısındaki cephede savaşa girmesi ve kendisinin
de Polonyalı olması sebebiyle İngiltere Hükümeti tarafından Avrupa’ya dönmesi
70
Wallace-Wolf, Çağdaş Sosyoloji Teorileri s.68-72.
25
yasaklanmıştır. Bunun yerine 1915-1918 yılları arasında Trobriand adalarında
kalmasına izin verilmiştir71.
Malinowski araştırmalarında bazı yeniliklere imza atmıştır. İlk olarak o, bir toplumu
anlamak için o toplumun içinde yaşamak gerektiğini özellikle belirtir. Kendisi de
bunun canlı örneğini göstermiştir. Daha sonraları ‘katılımcı gözlem’ diye anılacak bu
metot, alanında etkili olmuş ve sosyal antropolojinin temel metodu, sosyolojinin de
önemli metotlarından biri haline gelmiştir. Malinowski katılımcı gözlemi öylesine
önemser ki ilkel toplumları görmeden yorum yapan ilk antropologları eleştirir. İlgili
bölümde bu konuya değineceğiz.
Malinowski’nin alan araştırmalarında ön plana çıkardığı ikinci konu ‘araştırılan
toplumun dilini öğrenme’ konusudur. Kendisinin müthiş bir dil kabiliyeti olduğu
bilinmektedir. Çalışma yaptığı bölgedeki kabilelerin dillerine vâkıf olduğu hatta alt
lehçelerine kadar bunları bildiği kaynaklarda belirtilir72. Malinowski’nin dil üzerinde
durmasının ana nedeni, toplumu anlamada katılımcı gözlemin en önemli unsuru
olması sebebiyledir. Araştırılan toplumun dilini bilmeden mütercimler vasıtasıyla
elde edilen bilgilerin bilimi nasıl yanılttığını anlatan anekdotlara eserlerinde yer
vermektedir73.
Malinowski yaklaşık beş yıl kaldığı Trobriand Adalarında, yaptığı alan araştırmasının
sonuçlarını,
toplumbilim
alanında
üzerinde
çokça
konuşulan
bir
teoriye
dönüştürmüştür: Kültür Teorisi.
1.3.2. KÜLTÜR TEORİSİ
Kültür, sosyoloji ve sosyal antropolojinin önemli konularından birini teşkil
etmektedir. Özellikle sosyal antropoloji araştırmalarında merkezi noktanın kültür
olduğunu -ki sosyal antropolojinin diğer ismi kültürel antropolojidir- rahatlıkla
71
Özbudun ve diğerleri, Antropoloji: Kuramlar/Kuramcılar, Ankara: Dipnot Yay., 2005,
s.105.
72
Kızılçelik, Sosyoloji Teorileri, c.1, s.362.
73
Bronislaw Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, Çev.: Saadet Özkal, İstanbul: Kabalcı
Yay., 1992, s.122.
26
söyleyebiliriz. Sosyolojide topluma yapılan atıflar sosyal antropolojide kültüre
yapılmaktadır. Gerçekte toplum ve kültür öylesine birbiriyle yakın ilişkili
kavramlardır ki ikisini birbirinden ayırarak araştırmak mümkün değildir. Sonuçta
topluma yapılan her atıf ister istemez o toplumun kültürüne de atıf yapmayı zorunlu
kılmaktadır. Aynı şekilde kültüre yöneldiğimizde zorunlu olarak o kültürü yaşayan
topluma da yöneliriz.
Sosyal bilimler alanında kültür üzerine çalışmış ve çalışmakta olan birçok araştırmacı
bulunmaktadır. Bunlardan birisi de Bronislaw Malinowski’dir. Sosyal antropolojinin
kurucusu ve katılımcı gözlem usulünü ilk defa bilimsel ölçütlerde uygulayarak bunun
sosyal antropolojinin temel yöntemi olmasını sağlayan kişi olarak Malinowski kültür
üzerinde yoğun şekilde durmuş ve bir kültür teorisi geliştirmiştir. Kültür üzerine
yapmış olduğu araştırmalarının sonuçlarını daha sonra derlediği “Bilimsel Bir Kültür
Teorisi” adlı eserinde bir araya getirerek ortaya koymuş ve bu alanda da sosyal
antropoloji araştırmaları üzerinde izler bırakmıştır.
1.3.2.1 Kültürün Tanımı
Kültür, Latince “cultura” kökünden türetilmiş Fransızca (la culture) bir kelimedir.
Ekin ekmek, yetiştirmek, terbiye etmek anlamlarına gelmektedir74.
Kültürle ilgili kapsamlı ilk tanımlamanın İngiliz Antropolog Tylor’a ait olduğu
söylenebilir. O, kültürü “kişinin, toplumun bir üyesi olarak kazandığı bilgi, inanç,
sanat, hukuk, âdet, gelenek, alışkanlık ve yeteneklerin bütünü” şeklinde
tanımlamıştır75. Marshall ise “sosyal bilimlerde kültür, insan toplumunda biyolojik
olarak değil toplumsal araçlarla aktarılıp iletilen her şeyi anlatır” şeklinde tanım
getirmiştir76. Çalışmamızın merkezindeki isim olan Malinowski kültürü “ihtiyaçların
74
Mustafa Erkal, Sosyoloji (Toplumbilim), İstanbul: Der Yay., 2006, s.143; Anthony
Giddens, Sosyoloji Başlangıç Okumaları, İstanbul: Sav Yay., 2009, s.32; H.İbrahim Bahar,
Sosyoloji, İstanbul: USAK Yay., 2005, s.63-66.
75
Edward B. Tylor, Primitive Culture: Research İnto the Development of Mythology, Murray,
London: Philosophy, Religion, Languart and Customs, 1871, s.13.
76
Marshall, Sosyoloji Sözlüğü, s.442.
27
giderilmesi ve somut problemlerin çözümünde yardımcı araç” olarak kabul
etmektedir77.
Ülkemizde kültürü sistemli bir şekilde ilk defa tarif eden Ziya Gökalp olmuştur. O,
kültürü şu şekilde tarif eder: “Cemiyetin bütün fertlerini birbirine bağlayan, yani
aralarında bir dayanışma vücuda getiren dini, ahlaki, hukuki, bedii, içtimai, iktisadi ve
fenni müesseselerin hey’eti mecmuasıdır”78. Dönmezer kültürü “daha çok insanın
yarattığı hayat tarzı” şeklinde tanımlamaktadır79. Er’in kültür tanımı “insanın, insan
tarafından tesis edilmiş ve vücuda getirilmiş çevresi” şeklindedir80. Mümtaz Turhan
Tylor’ın kültür tanımını bir bakıma daha da genişleterek bir tanım ortaya
koymaktadır: “Kültür, bir milletin sahip olduğu maddi ve manevi kıymetlerden
teşekkül eden öyle bir bütündür ki toplum içinde mevcut her nevi bilgiyi, alakaları,
itiyatları, kıymet ölçülerini, umûmi atitüt, görüş ve zihniyetleriyle her nevi davranış
şekilleridir. Bütün bunlar birlikte, o cemiyet mensuplarının ekserisinde müşterek olan
ve onu diğer cemiyetlerden ayırt eden husûsi bir hayat tarzı temin eder”81.
Bizim yukarıda birkaç tanesini verdiğimiz şekilde kültürün birçok tarifi yapılmıştır.
Smith, antropolog Kroeber ve Kluckhohn’un kültürün anlamlarını bir araya toplayıp
bu tanımların altı temel başlıkta yapıldıklarını belirtir: Betimleyici, tarihsel, normatif,
psikolojik, yapısal ve genetik tanımlar82. Fertlerden önce mevcut olmadığı, insanlar
tarafından üretildiği ve birçok faktöre bağlı olduğu için83 kültürün sosyal bilimcilerin
çoğunun mutabık kaldığı ‘efrâdını câmi’ ağyârını mâni’ tanımı yapılamamıştır.
Günümüzde kültür üzerinde çalışanlar tanımlamadaki bu zorluktan dolayı ‘kültürü
tanımlamaktan çok tanıtmak’ gerektiğini söylemektedirler84. Günümüz sosyal
bilimler çalışmalarındaki eğiliminin de bu yönde olduğu görülmektedir. Her ne kadar
77
Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.22.
Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, İstanbul: MEB Yay., 1976, s.25.
79
Sulhi Dönmezer, Sosyoloji, Ankara: Savaş Yay., 1984, s.116.
80
Er, Din Sosyolojisi, s.249.
81
Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul: Edebiyat Fak. Yay., 1959, s.40.
82
Philiph Smith, Kültürel Kuram, Çev.: Selime Güzelsarı-İbrahim Gündoğdu, İstanbul: Babil
Yay., 2005, s.15-16.
83
Nicholas Journet, Evrenselden Özele Kültür, Çev.: Yümni Sezen, İstanbul: İz Yay., 2009,
s.329.
84
Bkz. Bozkurt Güvenç, Kültürün ABC’si, İstanbul: YKY, 1997, s.54; Aziz Çalışlar,
Ansiklopedik Kültür Sözlüğü, İstanbul: Altın Kitap, 1983. s.268.
78
28
tarifler üzerinde durulmaya çalışılsa da kültürle ilgili asıl önemli konunun onun
özellikleri olduğu kabul edilmektedir. Kültür konusunu ele alan hemen hemen tüm
kitaplarda kültürün özelliklerine atıf yapılması bu durumun göstergesidir85.
1.3.2.2 Kültürün Özellikleri
Kültür kavramını tanımlama zorluğu bu kavramın özelliklerine bakmayı gerekli
kılmaktadır. Her ne kadar kültürün birçok özelliği olsa da biz burada bütün kültürlerin
paylaştığı, kültür araştırmacıları tarafından da genel kabul görmüş olan beş temel
özellikten William A. Haviland’dan özetle bahsetmeye çalışacağız. Bu özellikler
bütünlük, öğrenilme ve paylaşılma, uyarlama, simgesellik ve devingenliktir86.
a) Kültür birbirinden ayrı parçaların bir araya gelerek oluşturduğu, düzenli bir bütün
olarak fonksiyon gösteren iyi yapılanmış bir sistem biçiminde ön plana çıkmaktadır.
Bu parçaların her biri kendine özgü nitelikleriyle ve sistemin içerisinde ait oldukları
yeriyle ayrı bir birim olarak kabul edilse de sınırlarının çoğunlukla belirsiz olduğu
açıktır.
Kültürün bölümleri arasında belli bir tutarlılık vardır. Ancak bu durum tam bir uyum
olması gerektiği anlamına asla gelmez. Yüzde yüz uyum hiçbir toplumda
gerçekleşmez. Her kültürde birey-grup-kurum çatışması mutlaka olur. Sadece
toplumlardaki çatışma seviyesi farklılık arz eder. Ancak bu çatışma bütünlüğe zarar
verecek boyutlarda olmadıkça o kültür hayatiyetini devam ettirir. Bir başka açıdan
söyleyecek olursak mevcut kültür, gerilimleri hazmettiği müddetçe yaşamaya devam
eder. Çözüm üretmekte yetersiz kalırsa kültürel bunalım oluşur. Ancak kültürel
bunalım ilelebet sürmez. Belli bir müddet sonra kültürün bölümleri tekrar tutarlı
bütünlüğe kavuşur.
b) Kültürün bir özelliği de onun öğrenilir olmasıdır. Birey, kültürü onun içinde
büyüyerek öğrenir ve böylece toplumun üyesi haline dönüşür ki buna ‘kültürlenme’
85
Bkz. Bozkurt Güvenç, İnsan ve Kültür, İstanbul: Boyut Yay., 2010, s.96; M. Sait DoğanSelahattin Özyurt-Galip Boztoprak, Sosyoloji Çarşısı, İstanbul: E Yazı Dizisi, 2009, s.301.
86
Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.104-120.
29
denilmektedir. Kültürlenmenin önemi ‘bireye gereksinimlerini nasıl doyuracağını
öğretmesinde’ yatar. Her kültür, gereksinimlerin nasıl karşılanacağını kendi belirler.
Dolayısıyla kültürün belirlemiş olduğu ‘gereksinim karşılama durumunu’ öğrenmek
kişi için zorunludur. Bu ise kalıtımla aktarılmayıp öğrenmeyle gerçekleşir.
c) Kültür aynı zamanda toplumun tüm üyeleri tarafından paylaşılır. Ancak bu
paylaşılma her birey için aynı olmayıp bazı farklılıklar gösterir. En temeldeki fark ise
kadınla erkeğin rollerinde görülür. Kültürdeki paylaşılma farklılıkları doğal kabul
edilir ve zaten kültürün kendisi buna engel değildir. Hatta kültür bireyleri buna
zorlamaktadır.
d) Kültürün diğer bir özelliği uyarlamadır. Kültür hareketlere ve eylemlere karşılık
verir. Kültürel sistemdeki bir öğe değişirse veya sistem dış baskıyla karşılaşırsa tüm
kültür sistemi bu değişikliğe ayak uydurmak için hareketlenir. Çünkü kültür
hayatiyetini devam ettirebilmek için değişen koşullara uyum sağlayabilecek kadar
esnek olmalıdır. Kültürlerin tamamı devingen olsa da bu devingenliğin hızı her
kültürde aynı değildir. Bazı kültürler değişikliğe çok direnç gösterirken bazı
toplumlarda değişikliğe uyum daha hızlı olur.
e) Kültür simgeseldir. Simge, bir şeyi anlamlı biçimde temsil eden işaretler, nesneler,
davranışlar, sesler gibi unsurlara denir. İnsan davranışlarının çoğu da simgelerle
anlamlı bir biçimde ortaya konulmaktadır. Ancak simgelerin anlam kazanabilmeleri
için insanlar bu simgeler üzerinde hemfikir olmalıdırlar. Hayatımızda birçok simge
vardır: Bayrak, nikâh yüzüğü, para… gibi. Bu simgeler toplum hayatının tüm
katmanlarına girmiştir. Toplumların tamamı için aynı simgelerin aynı anlama
gelmeleri söz konusu olmayabilir. Bazı simgeler birçok toplumda ortak olsa da çoğu
simge bir veya birkaç toplum için anlamlıdır. Örneğin inek Hindular için kutsal bir
simgedir. Hilal ise Müslümanların önemli bir simgesidir.
f) Kültürün son özelliği ise devingenliktir. İnsan, canlılar içinde kendisini en iyi
uyarlayabilen (aktif, dinamik, zinde) bir varlıktır. Dünyanın her yerinde ve her iklim
şartında yaşayabilen tek varlık olması da bunu göstermektedir. Ancak insan sadece
30
biyolojik olarak kendisini uyarlamakla kalamayan belki de tek varlıktır. O, tek başına
yaşayamayan sosyal bir varlık olarak yaşadığı topluma da kendini uyarlamalıdır. Bu
noktada devreye kültür girer. Kültür gelenekler, etkinlikler, aletler… vasıtasıyla
insanın topluma uyarlanması fonksiyonunu yerine getirir.
Buraya kadar açıklamaya çalıştığımız kültürün bu temel özellikleri her kültür için
kabul edilen özelliklerdir ve araştırmacılar tarafından da genel olarak paylaşıldığını
söyleyebiliriz. Ancak kültür üzerine yapılan çalışmalarda kültürün değişik
özelliklerini de ortaya koymaya çalışan tabiri caizse kültürle ilgili ekstra şeyler
söyleyen araştırmacılara da rastlanmaktadır. Bunlardan birisi de Bronislaw
Malinowski’dir.
1.3.2.3 Kültürün Temel Aksiyomları
Malinowski ‘Bilimsel Bir Kültür Teorisi’ adıyla Türkçeye çevrilen eserinde kültürle
ilgili yukarıda üzerinde durmaya çalıştığımız özelliklerine ek olarak ‘Temel
Aksiyomlar’ başlığıyla onun bir takım farklı özelliklerine dikkat çekmektedir.
a) Bunların ilkine göre “kültür bir araçtır ve ihtiyaçların giderilmesi, özel, somut
problemlerin
çözülmesinde
yardımcıdır”87.
Malinowski
burada
kültürün
özelliklerinden öğrenilmeye (ihtiyaçların giderilmesinin öğrenilmesi) atıf yapıyor gibi
gözükse de aslında o, özel ve somut problemlerin çözümünü de ekleyerek çerçeveyi
daha da genişletmiş olmaktadır. Ayrıca kültürün araç olduğu vurgusunu da
yapmaktadır.
b) Kültürle ilgili ikinci temel aksiyoma göre “kültür bir nesneler, eylemler ve
zihniyetler sistemidir”88. Yani kültür düşünceler, bu düşüncelerin harekete dökülmüş
şekli olan eylemler ve nesnelerden oluşan bir sistemdir. Kültürün hem maddi olan
yönü (nesneler ve görülür eylemler) hem de manevi yönü (zihniyetler) vardır. Bu iki
yönün toplamı bize kültür sistemini vermektedir.
87
88
Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.22.
Malinowski, a.g.e., s.22.
31
c) Malinowski kültürle ilgili üçüncü aksiyomunda “kültür kurumlar halinde
örgütlenmiştir” der89. Bir yapının nasıl örgütlendiği o yapıyı anlamamızda önemli bir
etkendir. Toplumlarda altı temel kurum vardır. Bu kurumlar din, aile, ekonomi,
eğitim, siyaset ve boş zaman kurumlarıdır. Kültür işte bu temel kurumlar halinde
örgütlenir. Eğer bu kurumlardan herhangi birinde bir değişme olursa bu durum derhal
diğer kurumlara yansır. Ancak kurumlardaki değişmenin birbirini etkileme oranı
hepsinde aynı olmaz. O dönemde toplumda mihver kurum hangisiyse diğer kurumları
en çok etkileyen kurum odur. Mesela günümüzde ekonomi ve siyaset diğer kurumlara
göre daha etkili hale gelmişlerdir. Bu iki kurumda oluşan ufak değişimler dahi toplum
tarafından hemen fark edilmekte ve geniş etkileşimlere sebep olmaktadır. Ama
mesela eğitimde olan değişimler toplumu bu iki kurum kadar etkileyememektedir.
Bunun sebebi günümüz dünyasındaki mihver kurumların yerini ekonomi ve siyasetin
almış olmasında yatmaktadır.
d) Dördüncü ve son aksiyoma göre “el ürünleri, gruplar ve sembolizm kültür
sürecinin üç boyutudur ve birbirine sıkıca bağlıdır”90. Kültürün özelliklerinden birinin
sembolizm olduğu biliniyor. Malinowski burada sembolizme ek olarak el ürünleri ve
grupları kültürün boyutları biçiminde tanımlayarak olayı daha geniş boyuta
taşımaktadır.
Kültürün özelliklerini destekleyici nitelikler olarak bakabileceğimiz bu aksiyomlar
kültürün ne kadar girift ve geniş bir kavram olduğunu ortaya koymaktadır. Kültürün
tam olarak tanımlanmasının zorluğu da burada yatmaktadır. Kültürü tanımanın
çerçevesi bununla da sınırlı değildir. Onu daha iyi tanımak için fonksiyonlarını da
bilmek gerekir.
89
90
Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.23.
Malinowski, a.g.e., s.24.
32
1.3.2.4 Kültürün Fonksiyonları
Malinowski bütün başarılı kültürlerin üç temel fonksiyonu olduğunu belirtmektedir.
Bunlar biyolojik, aletsel ve birleştirici fonksiyonlardır91.
Kültür, hayatımız için gerekli olan mal ve hizmet üretimini mutlaka sağlamalı,
üyelerin biyo-psiko-sosyal ihtiyaçlarını karşılamalıdır. Çatışmalar çözümlenmeli;
kültür, değişen koşullara ayak uydurabilmeli ve bireyleri hayat için gereken
etkinliklere yöneltmelidir. Kültür yiyecek, üreme gibi biyolojik gereksinimleri
karşılamalıdır. Bunun yanında eğitim, sağlık gibi araçsal/aletsel gereksinimleri de
karşılamalı ayrıca din, estetik gibi birleştirici ihtiyaçları da bu ikisine eklemelidir.
Malinowski’ye göre bu üç fonksiyonun içinde en önemlisi -yani kültürün asıl
fonksiyonu- biyolojik fonksiyondur. Ona göre “biyolojik gereksinimler kültürel
sistemde karşılandığında yeni kültürel gereksinimler üretmektedir. İnsanlar biyolojik
gereksinimlerine yanıtlar vermeye başladıkları andan itibaren bu yanıtlar yeni kültürel
ihtiyaçlar üretmeye başlar”92.
Malinowski
toplumun
yerine
bireyi
öncelemektedir.
Kanaatimize
göre
Malinowski’nin kültürle ilgili düşüncelerinde de bireyi merkeze alması (biyolojik
ihtiyaçlar gibi) kültürün bireye kimlik kazandırmasında yaptığı etkiyle de ilgilidir93.
1.3.2.5 Kültürün Temeli: İhtiyaçlar Teorisi
İhtiyaçlar teorisi Malinowski’nin kültür teorisinin bir alt başlığıdır. Bu teori ‘kültür
nasıl ortaya çıkar?’ sorusuna verilen cevabı içerir. Her ne kadar kültürün nasıl ortaya
çıktığını net olarak cevaplamak imkânsız gibi gözükse de Malinowski’ye göre bu
soruya cevap verilebilir.
91
Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.24.
Özbudun ve diğerleri, Antropoloji, s.109.
93
Her birey bir toplum içinde doğar, büyür ve ölür. Toplumun kültürü bireyin kimliğinin
şekillenmesinde önemli rol oynar. “Ait olduğu kimlik ile insan, kendi özelliğini, kişiliğini,
bir yönü ile öznel gerçekliğini hem kendisi hem de diğerleri için bilinir kılmaktadır.” Erkan
Perşembe, Almanya’da Türk Kimliği: Din ve Entegrasyon, Ankara: Araştırma Yay., 2005,
s.27.
92
33
Kültürün temelini yani nasıl ortaya çıktığını belirleyebilmek için yapılması gereken
ilk şey ihtiyaçların hangisinin temel ihtiyaç hangisinin arızi ihtiyaç olduğunu
belirlemektir. Bu noktada o, iki temel aksiyom ortaya koyarak işe başlar:
“1) Her kültür biyolojik ihtiyaçlar sistemini doyurmak zorundadır. Bunlar
metabolizma tarafından belirlenen ihtiyaçlardır. Üreme, yemek… gibi. 2) Her
kültürel ilerleme insan anatomisinin aletlerle tamamlanışını ifade eder. Dolaylı ya
da dolaysız olarak bedensel bir ihtiyacın doyurulmasına hizmet eder. Gelişme
tarihi düşünülürse şu ortaya çıkar: İnsanın kendi anatomik gerçeğini bir iple, bir
taşla, ateşle ya da koruyucu bir örtüyle tamamlamaya başladığı andan itibaren,
böyle el ürünlerinin, alet ve araçların kullanılması yalnız bedensel bir ihtiyaca
uygun olmakla kalmaz, aynı zamanda türetilen ihtiyaçlar da doğurur… Bir
kültürel etkinlik başlar başlamaz yeni bir tür ihtiyaç ortaya çıkar ki bu yeni
ihtiyaç biyolojik ihtiyaçlara sıkı sıkıya bağlıdır ve onlara dayanır. Ancak
kendisiyle birlikte yeni türden amaçlar da getirir”94.
Malinowski’ye göre “her faaliyet tipinin eğer kültürel olarak kalıcılaştırılması yani
grubun kültür mirasına girmesi gerekiyorsa çok belirli bir tarz ve biçimde
örgütlenmesi gerekir.
94
Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi,s.35-36.
34
Temel Yasa
Personel
Normlar
Maddi Aygıt
Faaliyet
Fonksiyon
Dolayısıyla hiçbir unsur, âdet ve düşünce kendisi için temel olan gerçek kuramsal
çerçevesine oturtulmadıkça kavranamaz”95.
Temel ihtiyaçlara her kültür belirli tepkiler verir. Bu tepkiler isim olarak ortak olsa
bile şekil olarak hemen her kültürde farklıdır. Aşağıdaki liste Malinowski tarafından
temel ihtiyaçlarla kültürel tepkilerin kısa bir özeti olarak hazırlanmıştır:
Temel İhtiyaç
Kültürün Tepkisi
1-Metabolizma
Beslenme Sistemi
2-Üreme
Akrabalık
3-Bedensel Rahatlık
Konut
4-Güvenlik
Koruma
95
Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.78-79.
35
5-Hareket
Faaliyetler
6-Büyüme
Eğitim
7-Sağlık
Hijyen96
Kısaca, “kültür, birincil olarak insanın gereksinimleri üzerine temellenir. Birincil
biyolojik gereksinimler kültürün araçsallıkları ile karşılanırken insan davranışına yeni
belirleyicileri dayatır, yeni gereksinimleri geliştirir. İnsan ilkin gereksinimlerini,
mamullerini ve besin üretme faaliyetlerini bilginin rehberliğinde örgütlemelidir. İlkel
bilim gereksinimi bundan doğar. İnsan eylemi ise başarı inancıyla yönlendirilmelidir.
Büyü bundan kaynaklanır. Sonuçta insan bir kez bilgi ve öngörü sistemleri
geliştirdiğinde kökeni, yazgısı, yaşam, ölüm ve evrenin sorunlarını araştırmak
durumundadır. Böylelikle insanın sistemler inşa etme ve bilgiyi örgütleme
gereksiniminin bir sonucu olarak din ortaya çıkar”97.
1.3.2.6 Kültürel Artıklar
Kültürel Artık kavramı “toplum için bir amacı, geçerli bir fonksiyonu olmadığı halde
yaşamaya devam eden uygulamaları”98 ifade etmektedir. Ancak uygulamalar bu
halleriyle toplumda uzun müddet yaşayamayacaklar ve belli bir müddet sonra ortadan
kalkacaklardır. Artıkların durumu sadece bir geçiş dönemidir.
Kültürel artık kavramına bakışta sosyal bilimciler arasında iki eğilim olduğu
söylenebilir. Çoğunluk konuya yukarıdaki çerçeve içinde yaklaşmaktadır. Diğer grup
ise kültürel artık kavramını kabul etmemektedirler. Malinowski de bu gruba dâhildir.
Ona göre, her uygulama bir amaç ve toplum için geçerli bir fonksiyon ifade eder.
Eğer fonksiyonu olmasaydı ortadan kalkardı. O’na göre kültürde var olan her şeyin
mutlaka bir fonksiyonu vardır. Malinowski, bu görüşünü Batı toplumlarından verdiği
96
Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.105.
Bronislaw Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, Çev.: Saadet Özkal, İstanbul: Kabalcı Yay.,
2000, s.61-62. Malinowski’nin konuyla ilgili düşünceleri “Robinson Örneğine”
benzemektedir. Issız bir adaya düşmüş olan Robinson yaşamak için çalışmak
mecburiyetindedir. Çalıştıkça yeni ihtiyaçlar ortaya çıkacak ve hayat gittikçe daha karmaşık
hale gelecektir. Bkz. Niyazi Usta, “Dinle İlgili Tutumlarımız ve Metodoloji-Paradigma
Sorunu”, Dini Araştırmalar, c.8, Sayı 22, 2005, s.101.
98
Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.60.
97
36
örneklerle temellendirir: “Teknolojik gelişme içinde motorlu araç atı bir vuruşta
püskürttü. Bir at arabası hatta bir Hamson Kupası bile Londra ya da New York
caddelerine uymaz. Ama böyle artıklarla karşılaşılabiliyor. Belli bir gün ve gecelerde
belli yerlerde atlı kupalar görülüyor. Bir artık mıdır bu? Hem evet hem hayır. Eğer
onu en iyi en hızlı ve en ucuz ulaşım türü olarak ele alıyorsak elbette bir tarih
aykırılığıdır ve artıktır. Belli ki atlı araba fonksiyonunu değiştirmiştir. Peki, bu
fonksiyon bu günkü durumla uyumlu değil midir? Açık ki uyumludur. Böyle kalıntı
bir ulaşım tarzı bugün ‘geçmişe yolculuk’ biçiminde nostaljik bir duygu uyandırmaya
hizmet eder… Ayrıca mesela İngiltere ve Fransa’nın bazı bölgelerinde merkezi
ısıtmanın tam tersine şöminenin hâlâ egemen olduğunu görürüz. Ama bunu İngiliz
alışkanlıklarının, tutumlarının, sportif yaşam tarzının bütünü bağlamında ve açık bir
ateşin evdeki rolü ve sımsıcak etkisi bağlamında incelersek, onun bir İngiliz evinde
ya da New York’un bir apartman dairesinde çok belirli bir rolü yerine getirdiğini
saptamak zorunda kalırız”99.
Malinowski artık kavramının dış gözlemde bakış açısını daraltan etkili ama olumsuz
bir yönü olduğunu belirtir. Birçok araştırmacı kafasında kurguladığı ve bilimsel
olduğuna
inandığı
fikirlerine
uymayan
bulguları
‘artık’
gibi
kavramlara
yüklemişlerdir. Bunu Morgan’dan verdiği bir örnekle açıklar: “Morgan’ın çığır açan
akrabalık sistemlerinin sınıflayıcılığı keşfini ele alalım. Morgan bunları eski gelişme
aşamalarının artıkları olarak görür. Akrabalık adlarının türüyle aile kurumunun
örgütlenişi arasındaki olağanüstü sıkı ilişkiyi göstermeyi başardığı düşünülünce ‘her
iki olay birbiri karşısında kel başa şimşir tarak gibidir’ demesi insana inanılmaz
görünür”100. Malinowski’nin Morgan’dan örnek vermesi bu noktada anlamlıdır. Zira
Morgan ailenin aşamalarıyla ilgili oluşturduğu şablonunda aileyi ‘rastgele cinsel
ilişki’ dönemiyle başlatıp sonunda “tek eşli evlilik sistemine” ulaşıldığını söyler.
Ancak araştırmalarında bir tane bile ‘rastgele cinsel ilişki’ dönemini gösteren bulguya
ulaşamamıştır. Ancak O kafasındaki şablonu değiştirmemiş ve ‘artık’ gibi
99
Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.60-61.
Malinowski, a.g.e., s.61.
100
37
kavramların
arkasına
rastlanmaktaydı
101
sığınmıştır.
Bu
tip
durumlara
ilk
antropologlarda
.
Görüldüğü gibi Malinowski ‘artık’ kavramını reddetmekte, kültürdeki her şeyin bir
fonksiyonu olduğunu belirtmekte ve bu kavramın ön yargıları besleyen bir yönü
olduğunu da vurgulamaktadır. Kültürel artık kavramı anlaşılmaktadır ki, Batı
düşüncesine hâkim pozitivist (tek yönlü ve geriye dönüşü olmayan) ilerleme
anlayışının bir sonucudur. Ama İbni Haldun’da olduğu üzere döngüsel bir ilerleme
anlayışı Malinowski’nin yaklaşımını daha anlaşılır kılmaktadır.
1.3.2.7 Kültürel Araştırma Eleştirileri
Malinowski, sosyal antropoloji alanının temel taşlarını yerlerine koymuş bir kişi
olarak, kültür araştırmalarında görmüş olduğu eksiklik ve yanlışlıkları da dile
getirmiş ve eleştirmiştir. Bu eleştirilerden ilkinin yüzeysellik eleştirisi olduğu
söyleyebiliriz.
i) Sosyal antropolojinin ilk dönemleri araştırmalardaki bazı yüzeyselliklerin öne
çıktığı dönemler olarak kabul edilebilir. Mesela ilkel toplumlardaki öyküleri
kaydeden araştırmacıların bunları metinle sınırlı olarak gördüklerini vurgulamaktadır.
“Oysa ilkellerin her öyküsünün fonksiyonel, kültürel ve faydacı yanı, metinde olduğu
kadar öykünün anlatılışında, cisimlenişinde ve içeriksel bağlamında da kendisini
gösterir. Bir öyküyü kaydetmek onun yaşamda ortaya çıktığı bulanık, karmaşık biçimi
izlemekten ya da içinde ortaya çıktığı diğer sosyal ve kültürel gerçeklikleri izleyerek
onun işlevini araştırmaktan daha kolaydır. Bu kadar çok metne sahip olup bu kadar az
şey bilmemizin nedeni budur”102. Ona göre bunun yerine Antropolog “misyon
arazisindeki verandada ya da çiftçinin bungalovunda alışmış olduğu üzere koltuğunda
oturup elinde kalemi ve not defteriyle bazen de bir viski sodasıyla donanmış olarak
rehberlerden bilgi topladığı, öyküleri kaydettiği ve ilkellerin metinlerine ilişkin
101
Evans Pritchart, Sosyal Antropoloji, Çev.: Fuat Aydın-İrfan İnce-Muharrem Kılıç,
İstanbul, Birey Yay., 2005, s.36; Morgan’ın çalışması için bkz. Lewis Henry Morgan, Eski
Toplum, Çev.: Ünsal Oskay, İstanbul: Payel Yay., 1987.
102
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.110.
38
yüzlerce sayfa kâğıt biriktirdiği rahat konumundan vazgeçmelidir. Köylerin dışına
çıkmalı, yerlileri bahçelerdeki çalışmada, sahilde ve cangılda izlemelidir. Onlarla
birlikte en uzak kumsallara, en yabancı soyların yanına gitmeli; balıkçılıkta, ticarette
ve köyler arası törensel ziyaretlerde onları gözlemelidir. Bilgi ona ilkellerin yaşamı
üzerine kendi gözlemleriyle beslenerek gelmeli, gönülsüz rehberlerden damla damla
koparılmalıdır”103. Ayrıca “antropolog bir rehberle konuşup yerlinin görüşünü,
örneğin ölümden sonraki yaşama ilişkin görüşünü formülleştirebilir. Bu görüş yazıyla
saptanır, cümlenin öznesi çoğul konur ve biz ‘yerlinin inancı şöyle şöyledir’ diye bir
şeyler öğreniriz. Buna tek boyutlu bilgi diyorum. Daha sonra olayın üzerine gidilmeli,
olayların çeşitliliğini basitleştirecek yöntemsel ölçütler konmalı. Her rastlantısal
yöntem kesinlikle bilimdışı olarak terk edilmeli”104.
Malinowski kendi dönemiyle ilgili olarak isim vererek de yüzeysellik eleştirisi
yapmıştır: “Dr. Lowie (ABD’de antropoloji konusunda en büyük uzman) şu görüşü
dile getiriyor: ‘Töresel bir niteliğe sahip olan yasalara, genelde bizim yazılı
yasalarımıza göre daha bir özenle uyuluyor ya da daha doğrusu kendiliğinden boyun
eğiliyor’. İlkel bir Avustralyalının yasalara özenle boyun eğmesini, New York’ta
oturan biriyle ya da bir Melanezyalının yasalara boyun eğmesini Glasgow’un
kurallara uymayı sevmeyen bir vatandaşınkiyle karşılaştırmak, tehlikeli bir yönteme
başvurmaktır ve böyle bir karşılaştırmanın sonuçları gerçekte çok genel olabilir ve
tüm anlamını yitirebilir”105.
Yukarıdaki örnekten daha toparlayıcı bir örnek de sunar Malinowski. Melanezya
bölgesindeki Trobriand adalarında yaşayan halkın en önemli geçimi balıkçılıktır.
Dolayısıyla kano yapımı ve kullanımı son derecede önem kazanmıştır. Kano
üzerinden verdiği örnek ve sonucunda yaptığı yorum Malinowski’nin bakışını çok net
şekilde ortaya koymaktadır. Kano sahibinin kendi kanosunu kullanmak isteyenlere
izin vermek zorunda olduğunu belirtir. Ancak kanodakilerin de her birinin yapmak
103
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.151.
Malinowski, a.g.e., s.266-267.
105
Bronislaw Malinowski, İlkel Toplum, Çev.: Hüseyin Portakal, Ankara: Öteki Yay., 1998,
s.16.
104
39
zorunda oldukları görevler vardır. Bu görüntü ortaklaşmacılığın benzeri bir işlemler
dizisi olarak gözükebilir106. Oysa durum çok farklıdır.
“Melanezya’da ‘toplumculuk’ ya da ‘ortaklaşmacılık’ niteliğini hiçbir
şekilde göstermeyen, birleşik ve birkaç kişinin pay sahibi bulunduğu
karmaşık bir mülkiyeti elinde bulundurma dizgesi vardır. Çağdaş bir
anonim
şirket
adlandırılabilir.
de
bu
Aslında
durumda
yabanıl
‘ortaklaşmacı
kurumları
kuruluş’
diye
‘ortaklaşmacılık’,
‘anamalcılık’ ya da anonim şirket gibi günümüz ekonomik
koşullarından ya da siyasal çekişmelerin biçimlendirdiği koşullardan
ödünç alınmış terimlerle tanımlamak ancak ve ancak yanıltıcı
olacaktır”107.
Görüldüğü gibi yüzeysellik Malinowski’nin üzerinde önemle durduğu ve son derece
de rahatsız olduğu bir konudur.
ii) Sosyal antropoloji araştırmalarında Malinowski’nin rahatsız olduğu konulardan
biri de önyargılardır. Özellikle ilk dönem antropologlarının çoğunun genelde ön
yargılardan hareket ettikleri net olarak görülmektedir. Bu durumu anlamak için ilk
dönem antropologların eserlerine bakmak yeterlidir. Ön yargıların antropologları
yüzeysel araştırmalara yönelttiği ve araştırma sonuçlarını kafalarındaki ön yargılı
şablona uygun olarak yorumladıkları görülmektedir. Bu durumun en bariz göstergesi
olarak Pritchard’ın “ilkel toplum” isimlendirmesini örnek vererek aslında bu
toplumların en az bizim kadar eski tarihe sahip olup birçok yönlerden bizden daha
gelişmiş olduklarını söyler. Bu nedenle ilkel kelimesinin seçiminin de büyük bir
talihsizlik olduğunu ileri sürer108.
Malinowski sosyal antropolojideki temel ön yargıyı şöyle betimler: “İlkel
toplumlarda bireye kabile, grup ya da sürü tümüyle egemen olur ve birey topluluğun
buyruklarına, geleneklerine, toplumun kanılarına kölece bir edilgenlikle boyun eğer…
Bu postula, ilkellerin anlayışı ve toplumsal yaşamı üzerine yapılan yeni tartışmalarda
106
Malinowski, Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, s.28-29.
Malinowski, a.g.e., s.29.
108
Pritchart, Sosyal Antropoloji,s.15.
107
40
hâlâ önemli bir rol oynuyor”109. Oysa gerçekte toplumun kurallarına kölece boyun
eğme diye bir şey yoktur. Malinowski’ye göre ilkel insan da en az modern toplum
insanı kadar kuralları kendi lehine manipüle etme eğilimindedir. Bu konuya ikinci
bölümde daha geniş değinilecektir.
‘İlkelin körü körüne boyun eğmesi’ temel önyargı olsa da durum sadece bundan
ibaret değildir. Bazı antropologlar… ‘ilkellerde cinsel ilişkinin rastgele yapıldığı ve
küme evliliklerinin var olduğu’ varsayımından hareket etmişlerdi”110. Bu tutum o
dönem Batı dünyası insanlarının büyük çoğunluğunda vardı. “İlkellik hâlâ saçma,
acımasız ve garip gelenekler, gülünç ve ilginç boş inanlarla, iğrenç uygulamalar
anlamına gelmektedir”111.
Tüm bu ön yargılar Malinowski’nin, kitaplarında yer yer zikrettiği noktalardır ve
gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. O, bütün bu ön yargılarla dolu antropolojiyi “kulaktan
dolu insanbilim” olarak adlandırmaktadır112. İşin asıl önemli noktasını ise şöyle
açıklıyor: “Bize madalyonun bu yüzünü gösterenler katı yasaya hiçbir şekilde
uymayan yerli davranışındaki düzensizlikleri ve karmaşıklıkları pekâlâ biliyorlar”113.
Yaptıkları
araştırmalarda
farklı
sonuçlara
ulaşmış
olsalar
da
ilk
dönem
antropologların çoğu, sonuçları kafalarındaki ön yargılara göre açıklamışlardır.
iii) Sosyal antropolojinin araştırma yönteminin temelini ‘katılımcı gözlem’ oluşturur.
Sosyal antropolog inceleyeceği insan grubuna katılır ve belli bir zaman onların içinde
kalır. Onlar gibi yaşamaya çalışır. Sorular sorar, onları dinler ve çözümlemelerde
bulunur. Tüm bunları, incelediği toplumun dilini öğrenerek yapmalıdır.
Sosyal antropolojideki ‘katılımcı gözlem’ yönteminin kurucusu ve ilk ciddi
uygulayıcısı Malinowski’dir. Yaklaşık beş yıl Papua-Yeni Gine’nin güney
doğusundaki Trobriand adalarında kalarak araştırma yapmıştır. Yaptığı araştırmalar
sonucunda elde ettiği bilgiler sosyal antropolojide çığır açmıştır ve yazdığı eserler
109
Malinowski, İlkel Poplum, s.9.
Malinowski, Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, s.13.
111
Malinowski, a.g.e., s.11.
112
Malinowski, a.g.e., s.131.
113
Malinowski, a.g.e., s.134.
110
41
alanın klasikleri haline gelmiştir. Dolayısıyla Malinowski’yi ‘katılımcı gözlem
yönteminin’ savunucusu olarak niteleyebiliriz. O’nun yöntem eleştirilerinin merkezi
noktasını da ‘katılımcı gözlem’ oluşturmaktadır denilebilir.
Yöntem araştırması konusuna Malinowski iki yönden yaklaşır. Bunların ilki daha
önce üzerinde durduğumuz yüzeysellik ve ön yargı eleştirileriyle yakından ilişkilidir.
O’na göre, yapılan araştırmalar sosyal antropologun kafasındaki ön yargılara
uyarlanacak şekilde ve yüzeysel yapılmakta, katılımcı gözlem yöntemi çok kısa
zamanlar
için
uygulanmaktadır.
Araştırmacı
araştırdığı
toplumun
dilini
öğrenmemekte, tuttuğu rehberler vasıtasıyla elde ettiği bilgileri tamamen güvenilir
kabul etmekte, bu durum da sağlıksız verilerin toplanmasına sebep olmaktadır. Kendi
yaşadığı bir deneyimi -katılımcı gözlemin önemini göstermesi açısından- örnek
olarak vermektedir:
“Oburaku’da geçirdiğim birkaç ay boyunca ünlü medyumla
konuşmalarım böyle oldu. Yalnız onunla içli dışlı olmakla
kalmadım, ruhlarla, onların ülkeleriyle, töreleriyle, neşeli ama biraz
sorumsuz mizaçlarıyla da içli dışlı oldum. Bu konu üzerine
öğrenilebilecek ne varsa ben de bir ara öğrenmek istiyordum.”114.
Malinowski’nin yöntem araştırması konusunda ikinci eleştirdiği nokta ‘saha
çalışmaları’ konusundadır. Bazı araştırmacılar hiç sahaya inmemekte, yapılan
araştırmaları duyarak konuyla ilgilenmektedirler. Malinowski’ye göre böyle bir
çalışma yöntemi sosyal antropolojiye uymamaktadır115. Gerçekten ünlü isimlerden
bazılarının araştırmaları bile saha araştırması değildir. Mesela antropolojinin çok ünlü
bir ismi ve aynı zamanda Malinowski’nin de hocası olan James Frazer’ın hiç alan
araştırması yoktur. O, araştırmacıları mektuplar göndererek çalışmaya teşvik etmiş
ancak kendisi sahaya ayak basmamıştır116. Max Müller Hint metinlerini İngilizceye
çevirmiş ancak bir kere bile Hindistan’a gitmemiştir. Tylor ilkel kabile dinleriyle
ilgili teori ortaya koymasına rağmen hiç ilkel kabile içinde bulunmamıştır. Bu
114
Malinowski, İlkel Toplum, s.168-169.
Malinowski, Bilimsel Bir Kültür Teorisi, s.112.
116
Konuyla ilgili daha geniş bilgi için Malinowski’nin ‘Bilimsel Bir Kültür Teorisi’ adlı
eserinin son bölümüne bakılabilir.
115
42
isimlere başkaları eklenebilir. Saha araştırması yapmayan bu isimler yapılan
çalışmaları okuyarak alana vâkıf olmaya gayret etmişlerdir. Düşüncelerini ve
geliştirdikleri teorilerini başkalarının eserleri üzerinden üretmişlerdir. Ancak o
araştırmaları yapan bazı sosyal antropologların yüzeysel ve ön yargılı çalışmaları
sahaya inmeyenleri kimi noktalarda şaşırtmış ve onları ‘şu görüşünün kesinlikle
ciddiye alınmaya değer bir tarafı yoktur’ denilecek konuma itmiştir. Günümüzde
yazılan herhangi bir antropoloji kitabını okuyan kişi bu durumu hemen fark edecektir.
1.3.2.8 Kültür Teorisine Yöneltilen Eleştiriler
Sosyal bilimlerde ortaya konan teorilerin bazı noktalardan eleştirildikleri sıkça
görülen bir durumdur. Aslında bir teori eleştirilmişse ciddiye alınmış demektir. Bu
anlamda Malinowski’nin kültür teorisi de üzerinde durulan bir teori olmuş ve bazı
noktalardan eleştirilmiştir.
Malinowski’nin kültür teorisine yapılan eleştirilerin iki noktada toplandığı
görülmektedir. Bu noktalardan birincisi bu teorinin indirgeyici şekilde olduğu
yönündedir. “O’nun genelde kültür kuramının pek tartışmalı olduğu söylenemezse de
(insan kurumlarının insan ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olduğunu pek az insan
reddedecektir) yine de pek çok sosyal bilimciye rahatsız edici gelen indirgeyici bir
biçime sahiptir”117. Bu noktadaki eleştirinin temelindeyse Nadel’in dediği gibi
“genellemelerinin Trobriand adalarından insanlığa sıçraması”118 rol oynamaktadır.
Bu eleştirinin bir yönden doğru bir yönden ise yanlış olduğu kanaatindeyiz. Tek bir
alan araştırmasını insanlığa genellemek noktasındaki eleştiri kabul edilebilir görünse
de
Malinowski’nin,
ulaştığı
sonuçları
yerine
göre
Batıyla
kıyasladığı
unutulmamalıdır. Bir Batılı ve sosyal antropolog olarak o, sanayileşmiş toplumları da
ilkel toplumları da birçok kişiden iyi tanıyordu. Dolayısıyla Trobriand adalarından
insanlığa sıçraması çok büyük bir kusur olarak görülmemelidir diye düşünüyoruz.
117
118
Brian Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, Çev.: Tayfun Atay, İstanbul: İmge
Yay., 2004, s.233.
S. F. Nadel, Malinowski on Magic and Religion, London: Routledge&Kegan Paul, 1970,
s.190.
43
Malinowski’nin eleştirilebilecek noktasının ‘konuyu anlatırken biraz basitleştirdiği’
şeklindeki eleştiri olabileceği söylenebilir.
Kültür Teorisinin ikinci eleştiri noktası kültürün tamamını maddi kültür çerçevesinde
açıklamaya çalışması olmuştur.119 Kültürün biyolojik ihtiyaçlar merkezinde
açıklanması maddi olmayan (manevi) kültür alanını açıklamaya yetmemektedir.
Gelenek ve göreneklerin ortaya çıkışı, toplumsal ilişkiler, ritüellerin ortaya çıkışı…
gibi konularda o pek bir şey söylememektedir. Sadece dinin ortaya çıkışını ölüme ve
onun üzerine düşünmeye bağladığını görebiliriz120. Bu noktada Malinowski’ye
yapılan
eleştirinin
doğru
olduğu
görülmektedir.
Bu
iki
noktaya
rağmen
Malinowski’nin kültür teorisinin Morris’in yukarıda söylediği gibi birçok sosyal
bilimci tarafından kabul edildiği ileri sürülebilir.
Sonuçta Malinowski’nin kültür üzerinde olabildiğince derinlemesine çalıştığını
görmekteyiz. Kısaca onun kültür teorisi üzerinde durulmayı hak etmektedir.
Malinowski’nin kültür teorisinde ulaştığı sonuçları daha önce geçen aksiyomatik (4
adet) ve fonksiyonel (3 adet) özellikleri açısından şu şekilde özetleyebiliriz:
Birinci olarak ona göre kültür temelde bir araçtır. Özellikle ihtiyaçların giderilmesi ve
somut problemlerin çözümünde önemli rol oynamaktadır.
İkinci olarak kültür, kurumlar halinde örgütlenmiştir.
Üçüncü olarak kültürün biyolojik, aletsel ve birleştirici fonksiyonu vardır.
Dördüncü olarak kültürel artık diye bir şey yoktur. Fonksiyonu olmayan bir şey
toplum hayatından silinir. Artık olarak kalmaz. Bizim artık dediklerimiz fonksiyonları
devam eden toplumsal olgulardır.
119
120
Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, s.233.
Morris,a.g.e., s.239.
44
Beşinci olarak kültürün temeli biyolojik ihtiyaçlardır. Kültür önce biyolojik
ihtiyaçları karşılama temelinde ortaya çıkar ve zamanla karmaşık bir yapı kazanır.
1.4 TİKELCİLİK
Sosyolojinin ortaya çıkışından günümüze kadar gelen süreçte ‘sosyologların genel
eğilimi tümel bakış açısından yana olmuştur’ denilebilir. Özellikle bu bilimin
kurucuları sayılan kişilerde bu durum net olarak gözükmektedir. Dünyadaki bütün
toplumların aynı evrelerden geçeceğini, zamanla birbirlerine benzeyeceklerini
savunan bu tümel görüş günümüzde de etkinliğini sürdürmektedir. Daha ziyade tek
hatlı evrim çizgisini merkeze alarak olaya yaklaşan tümel bakış toplumların kendi
özeline bakmaktan ziyade dünyanın geneline bakma eğilimindedir. Dolayısıyla ilk
dönemlerin sosyolojisi tümelcidir. İdeal tipler üretme çabası Weber’den günümüze
önemini korumaktadır. Bu durum belki de kendi doğasından kaynaklanmaktadır.
Sonuçta çok temel bazı genellemelerin yapılması kaçınılmaz olsa da, yapılan
genellemelerin içindeki alanlarda ayrıca genelleme yapmaktan çekinilmemiştir. Bu
durumun tam olarak terk edildiğini söylemek mümkün gözükmemektedir. Ayrıca
günümüzde sosyoloji hâlâ yoğun Batı merkezli bilimdir ve Batı mantalitesindeki
‘öteki toplumlar’ imajı da tümel bakış açısını desteklemektedir. ‘Öteki toplumlar
Batı’nın geçtiği aşamalardan geçecek ve onlar gibi olacaktır’ şeklindeki önerme
önemini nispeten korumaya devam etmektedir. Her ne kadar yukarıda kısaca
sınırlarını gösterdiğimiz tümel bakış hâlâ geçerliliğini koruyor olsa da daha ziyade
pozitivizm ve modernizm etkisindeki bu bakış açısının yanında özellikle
postmodernizmin ortaya çıkmasıyla tikele yapılan atıfların da görülmeye başlandığını
giriş bölümünde belirtmiştik.
Postmodernizmin kültürleri eşit gören anlayışının mantıki uzantısı olan ‘her toplum
kendine özgüdür’ temel varsayımından hareket eden tikelci bakış yavaş yavaş kendini
kabul ettirmektedir. ‘Bir toplumu anlamak için ona dışarıdan değil içerden ve
derinlemesine bakılmalıdır’ düşüncesi etrafında araştırmalarını şekillendiren bu
görüş, sosyolojinin de mikro yaklaşımlara doğru evrilmesiyle kendisine hareket alanı
açmıştır denilebilir.
45
1.4.1. TİKELCİLİĞİN TANIMI
Malinowski’nin başlattığı alan araştırmaları ve bazı bilimsel olarak ileri sürülen bakış
açılarına (difüzyonizm, evrimcilik… gibi) yönelttiği eleştirilerle başlayan süreç
kültürlerin farklılığını öne çıkarmıştır121. Bu süreç sonunda Amerikalı sosyal
antropolog Franz Boas ve talebeleri, yapmış olduğu alan araştırmalarında ulaşmış
oldukları sonuçları bir araya getirip ‘Tikelcilik (kültürizm)’ akımını ortaya koydular.
Bu akımla birlikte tikelcilik toplumbilimlerde yerini aldı122.
Her toplum kendini belirleyen şartların özel olması sebebiyle gerçekte biriciktir.
Genel kategoriler olarak toplumlarda benzerlikler olsa bile her toplumbilimci bu
genel kategorilerin şekli ve işleyişinin toplumdan topluma farklılık arz ettiğini gayet
iyi bilir. Çevresel koşullar, psikolojik etmenler, tarih… gibi unsurlar, toplumları
belirleyen etmenlerin başında gelmektedir. Toplum üzerine yapılan çalışmalara
baktığımızda araştırmacıların hepsinin aynı konulara eşit şekilde değer verdikleri
söylenemez. Mesela tikelci yaklaşımın temelindeki isim olan Malinowski daha çok
çevresel ve psikolojik koşullara atıf yaparken, tikelciliği sağlam temellere oturtan
Boas için en önemli koşul tarihtir. Ancak bu durum Malinowski’nin tarihi reddettiği
veya Boas’ın çevresel ve psikolojik koşulları görmezden geldiği şeklinde
yorumlanmamalıdır. Aradaki fark bazı şartlara daha fazla değer verme farkıdır. Buna
göre tikelcilik en genel biçimiyle şöyle tarif edilebilir: Kültür, doğal koşulların
mekanik bir yansıması değil, kendi bağımsız yasalarının denetimindeki özgül, tekil
süreçlerin ürünüdür123. Bu tanımdan yola çıkarak tikelciliğin ‘her toplum kendi
şartlarının özel bir ürünüdür ve kültürel olgular ancak ait oldukları toplumun birçok
yönden incelenmesiyle açıklanabilir’ şeklinde formüle edilebileceğini söyleyebiliriz.
121
Özbudun ve diğerleri, Antropoloji, s.55-56.
Özbudun ve diğerleri, a.g.e., s.79.
123
Özbudun ve diğerleri, a.g.e., s.75
122
46
1.4.2 TİKELCİLİĞİN TEMEL ÖZELLİKLERİ
Tikelci bakış, tümevarımsal metodu benimsemektedir. Tikel vakalara ilişkin yeterince
veri toplamadan herhangi bir genelleme yapılamayacağını kabul eder. Belli
genellemelere ulaşmanın mutlaka gerekli olduğunu kabul eden bu yaklaşım,
kabataslak yapılan, yeterince veri toplanmadan ulaşıldığı sanılan genellemelere
karşıdır diyebiliriz. Tikelciler alan araştırmasında katılımcı gözleme özel vurgu
yaparlar. Bir kültürü anlamanın ancak o kültürün içinde uzun süre kalınması ve o
kültürü
yaşayan
insanların
dillerinin
öğrenilmesiyle
mümkün
olabileceğini
söylerler124. Bu vurgularını da bizzat kendileri katılımcı gözlemi yaparak teyit
etmişlerdir. Malinowski bunun en bilinen örneğidir.
Tikelci yaklaşım evrimcilerin karşılaştırmalı yöntemini doğal olarak hatalı kabul
eder125. Bilindiği gibi evrimciler kültürlerin düz çizgisel hatlı bir yolda belli
aşamalardan geçmekte olduklarını iddia etmektedirler. Dolayısıyla her kültür ve/veya
toplum bu aşamalardan geçmek zorundadır ve hepsi birbirine benzeyecektir. Oysa
tikelciler bu görüşe tamamen karşıdırlar. Onlara göre toplumları bir ve aynıymış gibi
düşünmek kabul edilebilir bir durum değildir. Karşılaştırma ancak benzer koşullara
sahip toplumlar ve/veya kültürler arasında olabilir. Kaldı ki, benzer coğrafi ve tarihi
şartlara sahip olmamasına rağmen, benzer görüntüler veren toplumların varlığı mutlak
bir kıyaslamayı zorunlu kılmaz. Zira bu benzerliğe yayılma, ticaret, tesadüf… gibi
nedenler sebep olmuş olabilir. Dolayısıyla benzerlikleri hemen evrim sebebine
indirgemek yanlıştır. Derinlemesine araştırmalarla sonuç almaya çalışılmalıdır.
Tikelcilerin
önemli
özelliklerinden
biri
de
“emik
yaklaşımı”
benimsemiş
olmalarıdır126.Araştırmacı, kendi dünya görüşü ve değerler dizgesinin kısıtlayıcı ve
çarpıtıcı merceklerinden sıyrılmak zorundadır. Topluma katılmalı ve içerden gözlem
yapmalıdır.
Gözlem
yapan
kişi
kendi
kategorilerini,
incelenen
kültüre
yapıştırmamalıdır. Gerçekten ilk dönem antropologlarının, kafalarındaki kategorileri,
124
Franz Boas, Race, Language and Culture, New York: Free Press,1940, s.17.
M. Harris, The Rise of Anthropolgical Theory: A History of Theories of Culture, Oxford:
Altamira Press, 2001, s.296.
126
Harris, a.g.e., s.317.
125
47
ilkel diye isimlendirilen insanlara derinlemesine araştırma ihtiyacı hissetmeden
uyarladıkları bilinen bir gerçektir.
Tikelcilik, incelenecek kültüre mümkün mertebe bütüncü bakılmaya çalışılmasını
önemser127. Bir toplumu, kültürü anlamak için tarih, dil, fiziki şartlar… gibi birçok
etkenin incelenmesi gerektiğini belirtirler. Bu durum yukarıda değinmiş olduğumuz
evrimcilerin ve ilk antropologların düşüncelerine karşı ileri sürülmüş daha ziyade
tamamlayıcı bir özellik olarak kabul edilebilir.
Sonuç olarak Tikelci bakışın, mutlaklığın yerine göreceliliği yerleştirdiğini
söyleyebiliriz. Her kültür bir başkasıyla karşılaştırılamayacak şekilde tekildir,
eşsizdir. Herhangi bir ırk üstün değildir. Dünya uygarlığı birçok milletin katkılarıyla
biçimlenmiştir. Bir kültürü ilkel ya da uygar gibi kelimelerle olumsuz değer yargısına
tabi tutmak doğru değildir.
Buraya
kadar
ele
aldığımız
özelliklere
baktığımızda
günümüzdeki
çoğu
toplumbilimci tarafından da kabul edilen bu görüşlerin tikelciliği belli bir temele
oturttuğu söylenebilir. Özellikle sosyal antropoloji araştırmaları çoğunlukla tikelci
bakış açısıyla yürütülmektedir.
1.4.3 KÜLTÜRLERİN TİKELLİĞİ
Tikelciliğin ortaya çıkması ve evrimcilik, difüzyonizm gibi akımların genel geçer
teoriler olma konumlarının zayıflamasıyla beraber kültürel araştırmalarda ‘her kültür
tikeldir’ anlayışı yayılmaya başlamıştır.
Bu noktada şu soru aklımıza gelmektedir: Acaba daha önce yapılan araştırmalar
kültürlerin tikel olduğunu göstermediği için mi tümel bakış açılarının hâkimiyeti
ortaya çıkmıştır? Kanaatimizce bu sorunun cevabı iki yönden verilebilir. Birincisi,
‘zamanın
bilimsel
paradigmaları
araştırmayı
ve
sonucunu
etkilemektedir’.
Toplumbilimlerin ortaya çıktığı dönemdeki evrimcilik gibi akımların etkisiyle birçok
araştırmacı yanlış sonuçlara ulaşmış, kafalarında oluşturdukları şablonlara uygun olan
127
Özbudun ve diğerleri, Antropoloji, s.81.
48
sonuçları veri olarak kullanmışlar, bu şablonu yanlışlayan verileri ise görmezden
gelmişlerdir128. İkincisi, toplumbilimcilerin büyük çoğunluğu Batılıydı. Olaylara
kendi bakış açılarıyla, kendi terimleriyle yaklaşıyorlardı. Diğer toplumlara kendi
ölçütlerini uygulayarak onları kategorize ediyorlardı. Ancak Malinowski ile başlayan
alan araştırması çalışmaları durumun hiç de öyle olmadığını ortaya koydu. Mesela
yaptığı araştırmaların sonucunda Ruth Benedict “Batılı terimlerle Zunilerin nevrotik,
Kwakiutların megaloman, Dobuaların ise paranoid kabul edilmesi gerektiğini ancak
her bir davranış örüntüsünün kendi kültürü içerisinde ‘normal’ kabul edildiğinin altını
çizer. Bir başka deyişle ‘normal’ kültürel olarak belirlenmektedir”129.
İlk dönem Batılı antropologların bir özelliği de etnik merkezci olmalarıydı denilebilir.
Kişinin kendi kültürünün en iyi kültür olduğuna inanmasına etnik merkezcilik denir.
İlk dönem sosyal antropologların çoğunun yaklaşımında etnik merkezciliği çok net
olarak görebilmekteyiz. İlk dönem araştırmacıları Batı kültürünü her yönüyle
dünyadaki en iyi ve gelişmiş kültür olarak gördükleri için sanayileşmemiş toplumları
ilkel toplumlar olarak isimlendirmişlerdir. Bu isimlendirmeye sebep ise maddi kültür
veya teknoloji olarak Batı gibi gelişmiş olmamalarıydı. Oysa toplumlara sadece
maddi kültür açısından yaklaşılması tam bir hata örneğidir. Zira bir de manevi kültür
alanı vardır. Bu alanda bizim ilkel dediğimiz toplumların birçok yönden bizden ileri
olabilecekleri artık kabul edilmektedir. Çünkü işin içine insani ve ahlaki değerler
girmiştir. Birçok ilkel denilen toplumun manevi kültür alanında Batı medeniyetinden
çok daha gelişmiş olduğu rahatlıkla söylenebilir. Mesela dünya savaşı yapıp
milyonlarca insan öldürmüş bir ilkel toplum yoktur. Her ne kadar etnik merkezli
bakış tüm kültürlerde olsa da maddi kültür boyutunda çok gelişen Batı medeniyetinin
diğer kültürlere karşı yürüttüğü çalışmaların, sonuçları açısından daha fazla ön plana
çıktığını söyleyebiliriz. İlkel kültürler daha ziyade kendi içlerine dönük olduklarından
sonuçları açısından bir yıkıcılığa sebep olmamaktadırlar. Oysa Batı, kendi kültürünü
dışa taşımaya yönelik çaba içinde olduğundan onun etnik merkezciliği yıkıcı sonuçlar
128
129
Dönemlerinin bilimsel paradigmaları araştırma yapan kişiyi öylesine şekillendirmektedir
ki ikisi de fizikçi olan Newton ve Einstein’ı bile farklı noktalara yönlendirmiştir. Bu
şekillendirme kanaatimize göre sosyal bilimlerde daha etkilidir. Bkz. Thomas Kuhn,
Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev.: Nilüfer Kuyaş, İstanbul: Kırmızı Yay., 2011, s.17.
Özbudun ve diğerleri, Antropoloji, s.96; Daha geniş bilgi için bkz. Ruth Benedict, Kültür
Örüntüleri, Çev.: M. Topal, Ankara: Öteki Yay., 2000.
49
doğurmuştur. Günümüzde de bu durumun izleri varlığını zaman zaman katı bir
biçimde göstermektedir.
Kültürlere bakışla ilgili söylenebilecek olumsuzluklardan biri de ön yargılardır.
Yaptıkları araştırmalarda konuyla ilgili herhangi bir veriye rastlamadıkları halde
konunun bazı uzmanları (!) kafalarında oluşturdukları şablonlara uygun düşünceler
ortaya atmaktan çekinmemişlerdir. Bunlardan belki de en bilineni Lewis Henry
Morgan’dır.
Morgan,
Amerikan
yerlilerinin
akrabalık
sistemleri
üzerinde
yoğunlaşmış bir sosyal antropologtu. Yaptığı araştırmalar sonunda insanlık tarihinin
on beş aşamalı evrimsel evlilik şemasını çıkardı. Bu şemaya göre ilk evre insanlık
tarihinde kuralsız (rastgele) cinsel ilişkilerin hüküm sürdüğü evreydi. Son evreyse
modern tek eşli evlilikti. Oysa bu güne kadar yapılan araştırmaların hiçbirinde
“kuralsız
cinsel
ilişkinin”
kural
olduğu
bir
dönemle
ilgili
bir
veriye
rastlanmamıştır130.
Peki, Morgan elinde hiçbir veri olmadığı halde niçin böyle bir dönemin olduğunu
kabul etmiştir? Bu sorunun cevabı oldukça nettir: Morgan’ın kafasında kültürlerle
ilgili önyargılar olduğu için. İlkeller cahildir, hayvanlardan farksızdır, hayvanlar gibi
yaşarlar… şeklinde uzayıp giden görüşler o dönem araştırmacıları arasında hiç de az
değildi. Evrimi kabul eden (kendisi Darwin’in arkadaşıydı) Morgan, yaşayan ilk
insanların şimdiki ilkellerden daha ilkel olması gerektiğini düşünerek kafasına göre
bir şablon oluşturmuştur.
Kültürlerle ilgili yapılan araştırmalar sonucunda tikelciliğin günümüzde kabul
gördüğünü söyleyebiliriz. Yapılan araştırmalardaki tikellik örnekleri öylesine çoktur
ki bunları tek tek saymak için ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Ancak biz burada
sosyal antropoloji alanında önemli etkiler bırakan Mead’ın araştırmasını örnek
verebiliriz.
Margaret Mead, erkek ve kadının sosyal kişilikleri, iki cinsin bu hususta benzerlik ve
farklılıklarının olup olmadığı konusuna yoğunlaşmıştır. Alan araştırmasını üç Yeni
130
Pritchard, Sosyal Antropoloji, s.41.
50
Gine kabilesinde yaptı131. Mead’ın çalışması, ırk özellikleri aynı olmasına karşın mizaç
ve karakterlerin farklı olabileceğini gösteren bir örnektir. Ayrıca Mead her üç kültürde
de o kültüre uymayan az sayıda kişinin varlığını da gözlemlemiştir. Bu da kültürün
yüzde yüz her bireyi istediği şekle sokamayacağını da göstermektedir. Ancak her ne
kadar bazı biyolojik, psikolojik sebepler kültürün önüne geçebilse de sonuçta bunlar
bireysel konumda kaldıklarından genellenemezler.
Sonuç olarak “Erkek ve kadın mizaç özelliklerinin doğuştan geldiğini söylemek son
derece hatalıdır. İnsan tabiatı ister kadın ister erkek olsun yumuşak ve
biçimlendirilmeye uygundur. Genellikle kişilik, büyük ölçüde doğumdan başlayarak
kültürel çevrenin etkisiyle şekillenir. Ancak kalıtımla ve fizyolojiyle ilgili bireysel
farklılıkları hiçbir kültür yok edemez. Bununla beraber kültür, bazı özellikleri
beğenilen ve istenen özellikler olarak vurgular. Sonuçta bu özellikler toplumun
aradığı ve seçtiği özellikler olarak bireylerin büyük bir kısmında gelişir. Toplumsal
âdetler ve kültür modeli ise sadece psikolojiyle açıklanamaz. Tarihi ve coğrafi boyut
hesaba katılmalıdır. Pek çok araştırma bu söylenenleri kanıtlamakta ve insan
kültürünün ya da yaşama düzeninin kişilikle son derece yakın bir ilişki içinde
olduğuna işaret etmektedir”132.
Günümüze kadar yapılan araştırmalar toplumların tikelliğini vurgulayan örneklerle
doludur. İster sanayileşmiş olsun ister sanayileşmemiş, her toplum apayrıdır,
biriciktir. Hatta aynı ülke sınırları içinde yaşayan insanlar bile kültürel açıdan
farklılıklar gösterirler. Bunun birçok sebebi vardır. Günümüz toplumbilim
araştırmalarının daha çok özel alan araştırmaları haline gelmiş olmalarında
farklılıkların önemli bir yeri vardır. Tüm dünya insanını tek yönlü açıklamalarla
kategorize etmek imkânsız olduğundan dikey çalışmalar yatay çalışmalardan daha
fazla öne çıkmıştır denilebilir.
Yapılan
çalışmaların
daha ziyade mikro
diyebileceğimiz konular üzerinde yoğunlaştığını ve tikelliğe dikkat edilerek
araştırmalar yürütüldüğünü görmekteyiz. İlk dönem araştırmacılarının taraflı bakış
açıları büyük oranda terk edilmiş görünümü vermektedir.
131
132
Bkz. Ek-1.
Mead’dan aktaran, Saran, Antropoloji, s.127.
51
1.4.4 TİKELCİLİĞE YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER
Tikelciliğe yöneltilen iki temel eleştiri olmuştur. Bunlardan ilki tikelciliğin kuramsal
yönelişten yoksun olduğu diğeri ise ampirisist bir eğilim gösterdiği yönündeki
eleştirilerdir133.
Bu eleştirilerin ilki olan kuramsal yönelişten yoksun bir tutum izlemeyi Boas da
kabul etmiş, kuramsal perspektifin gerekliliğini reddetmemekle beraber buna ancak
yeterince veri toplanınca ulaşılabileceğini belirtmiştir. Boas’ın üzerinde görüş
belirttiği yıllar tikelciliğin yeni doğduğu yıllardı. Aradan yaklaşık 80-90 yıl geçti. Bu
zaman zarfında konuyla ilgili çok fazla sayıda araştırmanın yapıldığını ve yapılmaya
da devam ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla belki o dönemde tikelcilik bir
kuramsal çerçeveden yoksundu ancak günümüzde böyle bir şeyin söylenmesi
mümkün değildir.
Tikelciliğin ayrıca birçok akıma atıf yapan bakış açısı olduğunu belirtmeliyiz. Kendi
başına
toplumu
açıklama
iddiasında
değildir.
Sonuçta
biz
bu
anlamda
fonksiyonalizm, çatışmacılık gibi kuramların içine tikelciliği koymuyoruz ancak
kuramsal çerçeveden yoksun olduğu tezini de kabul edilebilir bulmuyoruz.
Tikelciliğe yöneltilen ikinci eleştiri onun ampirisist olma özelliğidir. Gerçekten
tikele önem veren toplumbilimciler, alan araştırması gibi ampirisist yönteme değer
vermeleriyle bilinirler. İncelenen toplumun içinde uzun dönemli katılımcı gözlem
yapılmasını çok önemserler. Katılımcı gözlem esnasında bir takım ampirik
uygulamaları da ayrıca önemserler. Doğrusu tikelciler ampirisisttirler. Ancak bu
durumun yanlışlığını nasıl söyleyebiliriz? Gerçekte böyle olmaması yanlıştır. Eğer
ampirisist olmaktan kasıt araştırmaya fazla takılıp araştırma sonuçlarıyla ilgili yorum
yapmama eksikliğiyse bu da doğru bir eleştiri değildir. Zira tikelcilerin yaptıkları
araştırmaların sonuçlarıyla ilgili her araştırmacının yaptığı gibi kendilerince sonuçlar
ortaya koyduklarını gördük.
133
Özbudun ve diğerleri, Antropoloji, s.80-81.
52
Tikelcilikle ilgili bu iki eleştiri noktasının dışında başka bir eleştiriye rastlamadık.
Bu eleştirilerin oldukça tartışmalı olduğu görülüyor. İlk eleştirinin belki ilk dönem
tikelciliği için haklılığından söz edilebilirse de daha sonraki araştırmalar o eleştiriyi
geçersiz kılmıştır. İkinci eleştiri zaten çok tutarlı değildir. Ayrıca günümüzde tikelci
bakış açısının geldiği yer (antropoloji tikelcidir), tikelciliğin önemi ve sağlamlığı
konusunda bize bilgi vermektedir. Sonuç olarak tikelcilik her geçen gün
toplumbilimlerinde yerini daha da sağlamlaştırarak giden bir bakış açısı olmaya
devam etmektedir diyebiliriz.
1.5 FONKSİYONALİZM VE TİKELCİLİĞİN SENTEZİ
Toplumbilimlerinde belki de en öne çıkmış akım olan fonksiyonalizmle tikelci bakış
nasıl bir sentez oluşturmaktadır? Kanaatimizce bu soru, şu ana kadar yapmış
olduğumuz açıklamalar sonunda zaten anlaşılabilecek bir cevabı içermektedir.
Fonksiyonalizm ve tikelcilik birbirinin karşıtı olmayan iki olgudur. Bu iki olgu ayrı
kategorilere aittir. Fonksiyonalizm toplumsal bir kuramdır. Tikelcilik ise bir bakış
açısıdır. Karşıtı da tümelci bakıştır. Tarihsel süreçte bu iki bakış açısı bilimsel
araştırmalarda yer aldı. Günümüzde de varlıklarını devam ettiriyorlar. Konuya bu
şekilde yaklaştığımızda bir kişinin tikelci ve fonksiyonalist olmasının çelişen bir
durum olmadığı görülecektir. Aynı şekilde kişi tümelci ve fonksiyonalist de olabilir
ve bu durum da gayet doğaldır. Burada önemli olan fikirlerimizi, kabul ettiğimiz
çerçevede tutarlı bir şekilde ortaya koyabilmektir. Konuyla ilgili verilebilecek belki
de en net iki örnek Durkheim ve Malinowski’dir.
Durkheim, fonksiyonalist ve tümelci bakış açısına sahipken Malinowski,
fonksiyonalist olmanın yanında tikelci bakış açısını öne alan isim olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu iki isim üzerinden daha spesifik bir örnekle konuyu daha da
belirginleştirelim. Bilindiği gibi Durkheim’a göre ilkel toplumlar evrimin ilk
halkasındaki toplumlardı. Bu sebepten dinin ilk şekillerini ortaya çıkarmak için ilkel
toplumlarla ilgilendi. Tüm toplumlar ona göre belli evrimsel aşamalardan
53
geçmekteydiler. Din de toplumun düşüncesinin bir projeksiyonuydu. Oysa
Malinowski’ye göre ilkel denilen toplumların evrimle ilgisi yoktu. Çevresel ve
psikolojik sebepler başta olmak üzere tarih de belli ölçüde toplumları
şekillendirmekteydi. Malinowski dinin ortaya çıkışını da farklı sebeplere dayandırır
ki bunların en önemlisi ölümdür134. Sadece örnek olsun diye yaptığımız bu kısa
karşılaştırmadan tikelci veya tümelci bakışın fonksiyonalizmle çatışmadığını aksine
doğal olarak bir arada bulunduklarını görüyoruz. Dolayısıyla biz bu iki olguyu bir
araya getirdiğimizde ortaya çıkan yaklaşıma ‘Tikelci-Fonksiyonalist Yaklaşım’
diyoruz.
Görebildiğimiz
kadarıyla
bu
yaklaşımı
kuran
kişi
Bronislaw
Malinowski’dir135.
Sonuç
olarak
Tikelci-Fonksiyonalizm
birinci
olarak
tümevarımsal
metodu
benimsemektedir. Tikel vakalara ilişkin yeterince veri toplamadan herhangi bir
genelleme yapılamayacağını kabul eder. İkinci olarak alan araştırmasında katılımcı
gözleme özel vurgu yapar. Üçüncü olarak bu yaklaşım evrimcilerin toplumları
karşılaştıran yöntemlerini hatalı kabul eder. Dördüncü olarak Tikelci-Fonksiyonalizm
‘emik yaklaşımı’ yani gözlem yapan kişinin kendi kategorilerini, incelenen kültüre
yapıştırmamasını içermektedir. Beşinci olarak Tikelci-Fonksiyonalizm bütüncü bakışı
önemsemektedir. Bir toplumu, kültürü anlamak için tarih, dil, fiziki şartlar… gibi
birçok etkenin incelenmesi önemlidir. Altıncı olarak bu yaklaşım, mutlaklığın yerine
göreceliliği yerleştirir. Her kültür bir başkasıyla karşılaştırılamayacak şekilde tekildir,
eşsizdir. Ve yedinci olarak toplumda yaşamaya devam eden her şeyin mutlaka bir
fonksiyonu olduğunu, toplumsal artık gibi kavramların geçersiz olduğunu savunur.
Saymış olduğumuz bu maddeler Tikelci-Fonksiyonalizmin bize göre en önemli
özellikleridir.
1.6 TİKELCİ-FONKSİYONALİZMİN TOPLUM BİLİMLERİNDEKİ YERİ
Toplumbilimlerinin temel hedefi toplumu anlamaktır. Sosyolojinin ilk çıkışına
baktığımızda yaşanan değişimleri anlama ve anlamlandırma çabasını görmekteyiz.
134
135
Konu üzerinde daha geniş olarak ikinci bölümde durulacaktır.
Tikelci-fonksiyonalist yaklaşımı benimseyenlere Malinowski dışında verilebilecek bir
başka örnek görebildiğimiz kadarıyla Redcliff Brown’dır.
54
Ortaya çıkan kuramlar bu çabanın sonucudur. Anlamaya çalıştığımız olgunun toplum
gibi karmaşık bir yapı olması anlama ve anlamlandırmanın hiç de kolay olmadığını
göstermiştir.
Sonuçta
“hiçbir
şey
göründüğü
gibi
değildir”
kabulü136
toplumbilimlerinin temel başlangıç noktası olmuştur diyebiliriz. Bu noktadan sonra
gelen soru ise toplumbilimlerin temel sorusudur: Hiçbir şey göründüğü gibi değilse
aslında ne oluyor?137 Ne olduğuna dair verilen cevaplar çok fazladır ve hepsi de
toplumbilimlerinde bir yerlere oturur. Bu bağlamda Tikelci-Fonksiyonalist
Yaklaşım’ın yeri neresidir?
Bu bölüme kadar incelediklerimizden yola çıkarak ‘aslında ne oluyor?’ sorusuna
Tikelci-Fonksiyonalist
Yaklaşım’ın
verdiği
cevabın
iki
madde
etrafında
şekillendiğini söyleyebiliriz:
1- Bir toplumda aslında ne olduğunu anlamak için ilk üzerinde durulması gerekenler
o topluma ait tikel uygulamalardır138. Bu uygulamalar mutlaka belli fonksiyonları
içereceğinden139 o toplumu anlamamızın en merkezi noktasını oluştururlar. Ortak
uygulamalardan yola çıkarak bir toplum anlaşılmaz. Anlama olsa bile bu anlama
eksik anlamadır. Burada fonksiyonlara vurgu yapılırken o toplumun tarihi,
coğrafyası, dini, gelenekleri… vb. noktaları yok kabul edilmez. Ancak bunların hepsi
ikincil değerdeki belirleyicilerdir. Aslolan tikel uygulamalar ve bu uygulamaların
fonksiyonlarıdır.
2- Tikel uygulamaların fonksiyonlarını ortaya çıkarmak için yapmamız gereken,
katılımcı gözlem tekniğine başvurmaktır. Toplumbilimlerinde birçok teknik vardır
ancak bir toplumu anlamak için katılımcı gözlem olmazsa olmaz tekniktir. Diğer
bütün teknikler daha sonra gelir.
136
Adil Çiftçi, Sosyolojiye Giriş: Ya da Bir Özgürlük Tarzına Çağrı, Ankara, 2012, s.20.
Çiftçi, a.g.e., s.136.
138
Uygulamayla kastettiğimiz şey maddi ve manevi kültür alanının tamamıdır.
139
İkinci bölümdeki konularda ortak fonksiyonların da belirtilmesinin sebebi budur. Çünkü
Tikelci-Fonksiyonalizm ortak fonksiyonları reddetmez. Sadece tikel olan uygulamalara
vurgu yaparak o toplum için hangi fonksiyonları ortaya çıkardığını belirlemeye çalışır.
137
55
Katılımcı gözleme yapılan bu vurgunun ‘fotoğraf çekme’ ile örneklendirilebileceğini
düşünüyoruz. Anket, görüşme, röportaj, istatistikler… vb. teknikleri vesikalık
fotoğraf çekmeye benzetebiliriz. Vesikalık fotoğrafta fotoğrafı çeken de fotoğrafı
çekilen de olayın farkındadır ve özellikle fotoğrafı çekilen kişi kendince, olabilecek
en güzel pozu takınma gayretindedir. Dolayısıyla burada doğallıktan uzak bir durum
ön plana çıkmaktadır. Her ne kadar vesikalık fotoğraf yine de bize belli bir
görüntüyü verse de bu görüntü tek bir görüntüdür ve bütünsellikten uzaktır. İçinde
barındırdığı az veya çok yapaylık da birlikte düşünüldüğünde yapılacak
araştırmalarda bu tekniklerin birkaç tanesini birden uygulamanın daha tutarlı
sonuçlar verebileceğini söylemek mümkündür.
Katılımcı
gözlemi
ise
belgesel
fotoğrafçılığına
benzetebiliriz.
Belgesel
fotoğrafçılığında fotoğrafçı hemen fotoğraf çekmeye koyulmaz. Fotoğrafını çekeceği
bölgeyi ve orada yaşayan insanları tanımak onun önceliğidir. İnsanların içine girer.
Onlarla mümkün mertebe kaynaşmaya çalışır -ki bunu yapmak için ilk önce o
insanların dilini öğrenmelidir-. Bu durum belli bir süreç gerektirir. Bu sürecin
sonunda fotoğrafçı, toplumun fotoğraflarını çekmeye başlar. Artık insanlar ona karşı
yabancılık hissetmediklerinden çekilen fotoğraflardaki doğallık oranı çok büyük
ihtimalle yüksek olacaktır. Ayrıca belgesel fotoğrafçılığında tek bir fotoğraf yoktur.
O toplumu anlatmak için toplumun değişik yönlerini gösteren birçok fotoğraf vardır.
Katılımcı gözlemin bir diğer avantajı katılımcı gözlem esnasında diğer birçok tekniği
de uygulama şansının olmasında yatar. Araştırmacı, katılımcı gözlem esnasında
anket, görüşme, röportaj… gibi teknikleri kolaylıkla uygulayarak toplumun
fotoğraflarını çoğaltır ve bakış açısını genişletebilir. Bu avantajlarından dolayı
katılımcı gözlem sosyal antropolojide temel araştırma tekniği kabul edilmiştir
diyebiliriz.
Bu bölümü toparlayacak olursak kanaatimizce Tikelci-Fonksiyonalist Yaklaşım
‘aslında neler oluyor?’ sorusuna ‘tikel uygulamaları ve bunların fonksiyonlarını
araştırmak toplumun çözümlenmesinde merkezi noktadır. Bunun yolu ise katılımcı
gözlemi uygulamaktan geçer’ diyerek genel fonksiyonalist kuramın içinde daha
56
spesifik bir konuma yerleşmektedir. Kendisi bizatihi genel bir kuram değildir. O, var
olan bir kuramın içinde belli bir noktaya dikkat çekmektedir. Onun işe yaradığı nokta
da burasıdır. Fonksiyonlara yaptığı vurgu sebebiyle sosyolojiyle ilgisi olsa da hem
konu hem metot açısından onun sosyal antropolojiye olan yakınlığı kesindir.
İzleyen ikinci bölümde Malinowski’nin, Tikelci-Fonksiyonalist bakış açısıyla ortaya
koyduğu dinle ilgili araştırmaları ve görüşleri üzerinde durulacaktır.
57
II. BÖLÜM
MALİNOWSKİ’DE DİN
58
2.1 DİNİN GENEL ÇERÇEVESİ
İnsan, biyolojik ihtiyaçlarla sınırlı bir varlık değildir. O, varlığını anlamlandırma
gereği duyar. Birçok kaygının yanında, insanın kökeni ve kader gibi konularla da
ilgilenmektedir. Bu noktada, bir toplumun dünya görüşünü kapsayan kültürel sistemin
bir kısmını oluşturan din devreye girer. Toplumdaki etkisi göz ardı edilemeyecek
kadar net olan din, gerek sosyologlar gerekse sosyal antropologlar tarafından yoğun
şekilde incelenmektedir.
Sosyolojinin kurucularının dinle ilgilerinin diğer kurumlara olan ilgilerine nazaran
daha fazla olduğu söylenebilir. Auguste Comte’u başlangıç noktası olarak kabul
edersek, Durkheim, Marks, Weber gibi sosyolojinin kurucu isimleri dinle yoğun
olarak ilgilenmişlerdir. Aynı durum sosyal antropoloji alanında da geçerlidir.
Toplumbilimin sosyolojiden sonraki diğer yarısı diyebileceğimiz bu bilimin
kurucuları, ilkel denilen kabileleri incelerken onların dinlerine ilgi gösterdiler. İlk
antropologlardan Frazer, Seligman, Rivers… gibi isimler dine, araştırmalarında geniş
yer ayırdılar. Bir sonraki nesilde bu durum artarak devam etti. Malinowski, Boas,
Redcliffe Brown gibi isimler araştırmalarını derinleştirerek dinle ilgilenmeye devam
ettiler. Bu ikinci gruptakilerle beraber araştırma tekniklerinin yerleşmesi ve
objektivite probleminin tartışılmaya başlanması, ilk dönem antropologlarının
sonuçlarının
sorgulanmasına
sebep
olmuştur.
Evans
Pritchard
ilk
dönem
antropologlarının (bunlara Viktorya dönemi antropologları denmektedir) agnostik
veya ateist olduklarına dikkat çeker140. O dönem akılcılığının etkisiyle bu kişiler ilkel
dinde Hıristiyanlığa karşı negatif etki yapabileceğini düşündükleri bir silah
bulduklarını düşünmekteydiler. Eğer ilkel din bir düşünsel hata, duygusal gerginlik ya
da toplumsal fonksiyonun yarattığı bir hayal olarak açıklanabilirse bu, diğer dinlerin
140
Evans Pritchard, Theories of Primitive Religion, London: Oxford University Press, 1965,
s.15. Pritchard’ın bu tespiti birçok antropolog için geçerlidir. Konuya Malinowski
açısından baktığımızda -ki o da Viktorya dönemi antropologudur- biraz farklı tabloyla
karşılaşırız. Malinowski, Katolik olarak doğmasına karşın daha sonra agnostik olmuştur.
Tanrının varlığı veya yokluğuyla ilgilenmemiştir. Herhangi bir dinin doğruluk veya
yanlışlığı onun ilgi alanına girmemiştir. Eserlerinde bu tip konularla ilgili herhangi bir
atıfa rastlamadık. Birinci bölümde göstermeye çalıştığımız bakış açısıyla her kültürün
kendine özgü (tikel) olduğunu, doğru veya yanlış olarak değerlendirilemeyeceğini, mühim
olanın kültürün içindeki fonksiyonlar olduğunu belirtmiştir.
59
de aynı şekilde gözden düşürülebileceği düşüncesini içinde barındıracaktı.
Günümüzde ilk dönem antropologlarının ulaştıkları sonuçların taraflı bakış açısına
göre oluşturulduğu kanaati kesinlik kazanmıştır. Bugün dinle ilgili genel olarak
söyleyebileceğimiz evrensel ortak noktalar bulunmaktadır.
İnsanların üstesinden gelmekte ve açıklamakta zorlandığı soru ve sorunlarla başa
çıkmalarını sağlayan din, aynı zamanda onların dünyaya anlam vermelerini de
kolaylaştırmaktadır. Kriz ortamlarında toplumsal dayanışmayı da sağlayan dinin, bu
nedenle psikolojik ve sosyolojik fonksiyonlarından söz edilmektedir.
Din, toplumlar için öyle önemlidir ki son 100 bin yılda yeryüzünde yaşamış ve
herhangi bir dine ya da inanca sahip olmamış bir insan grubu yoktur diyebiliyoruz.
Hatta 20. yüzyılın büyük bölümünde ateizmin resmi ideoloji olarak kabul edildiği
komünist devletlerde bile, din bütünüyle ortadan kalkmamıştır. Yapılan bir
araştırmada dünya nüfusunun yalnızca %16’sının kendini ateist olarak tanımlaması
ilginçtir141. Bilimin dini ortadan kaldıracağı kehanetinin de tutmadığı görülmektedir.
Toplumlar, şu andaki ve gelecekteki şartları tam olarak kontrol etmeyi başaramadığı
için dinle öyle ya da böyle ilişki içinde olmak zorunda kalmaktadırlar denilebilir.
Kendisini aşan noktada insan, ister istemez doğaüstü ve sonsuz güç sahibi bir varlığa
yönelme eğilimi taşımaktadır. Bu varlık ister Tanrı ister ataların ruhları isterse de
doğa güçleri olsun fark etmez. Sonuçta bu varlık etrafında oluşan din ayinlerle, din
adamlarıyla, mabetleriyle… belli bir şekil alır ve toplumu da şekillendiren önemli bir
unsur olarak karşımıza çıkar.
Dinlerin çoğunun merkezinde Tanrı(lar) ve/veya Tanrıça(lar) bulunur. Bunlar yüce
varlıklardır ve evrenin tümünü kontrol altında tuttuklarına inanılır. Bu dinlerden
bazıları tek tanrılı (monoteizm) bazılarıysa çok tanrılıdır (politeizm). Bir toplumun
tanrılara, tanrıçalara veya ikisine de inanmalarıyla o toplumdaki kadın ve erkeğin
günlük yaşamdaki ilişkileri arasında genellikle bir paralellik olduğu görülmüştür.
Genelde erkeğin üstün görüldüğü toplumlarda üstünlük erkek olan tanrılara
141
Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.645.
60
verilmiştir. Tanrıçalarsa genellikle kadınların ekonomide önemli rol oynadığı
toplumlarda belirgin durumdadır. Bu durum Yahudiliğin tarihinden izlenebilir. “İlk
İbraniler tanrılarını erkeksi ve otoriter kavramlarla tanımlardı. Buna karşın tanrıçalar
dini âyinlerde ana roller üstlenmişlerdi ve çiftçiler tarafından daha çok sevilirlerdi.
Tanrıçalar aydınlığı, sevgiyi, verimi ve doğurganlığı simgelerdi. Yaklaşık 3200 yıl
önce İbraniler Filistin’e geldiklerinde toprağı sürmeye ve ekin yetiştirmeye başladılar.
Toprakla yeni ve farklı bir bağ kurmuş oldular. Yerleşik hayata geçtikçe yağmur,
mevsimsel döngüler, toprağın bereketi daha önemli hale geldi ve İbraniler de
bölgedeki tanrıçaları ilah olarak kabul ettiler. Kendi tapınma biçimlerine tamamen
ters olsa da dişi ilahlara tapmak, çiftçilerin güvenlik isteklerine daha çok karşılık
veriyordu. Daha sonra İsrailli kabileler, ulusal birliklerini sağlamak için kimliklerini
etnik merkezci biçimde ‘seçilmiş insanlar’ temeline yerleştirince tanrıçalara tapınma
yerini erkeksi kabile tanrılarına bıraktı”142. Her ne kadar bu durum tüm toplumlar için
yüzde yüz geçerli değilse de genel durumun bu şekilde olduğu söylenebilir.
Dinin merkezine tanrı veya tanrıça yerleştirmeyen bazı toplumların, onların yerine
ataların ruhlarını koydukları bilinmektedir. İnsanın sadece bedensel bir varlık
olmadığı, beden ve ruhtan oluştuğu düşüncesi ataların ruhlarının geri dönebilecekleri
inancının kabul görmesini sağlamış olabilir. İnsanda ruhun olması doğal olarak
‘bedenin öleceği ancak ruhun ölmeyeceği’ inancını da beraberinde taşımıştır. Bu
ölmeyen ruh da, varlığını sürdürmekte ve geri gelebilmektedir.
Dinlerle ilgili herkesçe kabul edilmiş bir sınıflandırma henüz yoktur143. Bu durum
daha ziyade konuya hangi açıdan bakıldığıyla ilgilidir. Toplumbilimciler arasında da
durum pek farklı değildir. Gerçi onlar dinlerdeki ayırımlardan ziyade dinlerin farklı
yönleriyle ilgilenmeyi ön plana almaktadırlar. Bir kelamcı için nasıl dindeki önemli
nokta iman esasları ise bir sosyolog için dinin asıl önemli yönü onun topluma bakan
yüzü yani sosyolojik boyutudur.
142
143
Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.650.
Tek tanrılı-çok tanrılı dinler, ilkel dinler-gelişmiş dinler, semavi dinler-semavi olmayan
dinler gibi ayırımlar yapılıyor olsa da bu durum daha ziyade dinlere baktığımız nokta
itibariyle geçerlidir. Genel geçer kabuller değildir.
61
Buraya kadar çizmiş olduğumuz genel çerçeveden sonra bu bölümde, dinin tanımı,
kökenleri, fonksiyonları ve boyutları üzerinde Malinowski’ye de atıf yapılmak
suretiyle durulacaktır.
2.1.1 DİNİN TANIMI
Dinle ilgili yapılan araştırmalarda her bilimin kendisi için işe yaradığını düşündüğü
bir din tanımıyla yola çıktığını söyleyebiliriz. Bu durumu normal olarak karşılamak
gerekir çünkü dini meşhur ifadeyle ‘efradını câmi’ ağyârını mâni’ şekilde tanımlamak
henüz mümkün olmamıştır. Dolayısıyla -örneğin- bir psikologla bir sosyolog dini
aynı şekilde görmezler. Psikolog için dinin ‘yaşanan tecrübe’ olması ön plana
çıkarken, sosyolog için din ilk planda ‘sosyal bir kurumdur’. Din bilimleri ve dini
bilimler için de durum aynıdır. Konuyu biraz daha ileri boyuta taşıdığımızda “kişisel
inançların yapılan din tanımlarında açıkça ortaya çıktığını”144 bile söyleyebiliriz. Biz
bu noktada dinin kelime anlamından yola çıkarak, burada -giriş bölümünde dinle ilgili
tanımlamaların “özsel” ve “fonksiyonel” tanımlar şeklinde ikiye ayrıldığını belirtip
gerekli açıklamaları yaptığımız için- sosyoloji ve sosyal antropolojide etkili olmuş
Durkheim, Otto ve James’in tanımlamaları üzerinden konuya yaklaşacak daha sonra
da Malinowski’nin görüşünü ortaya koyacağız.
Din, kelime anlamı olarak “itaat etmek ve uyulan yol” anlamına gelmektedir145. Bu
anlamların ortak noktasını bağlılık oluşturur. İtaat eden ve bir yola uyan kişi ve
toplumlar o şeye bağlanmışlardır. Dolayısıyla bağlılık belki de dinlerin tümünün
merkezi ortak noktasıdır. Bu bağlılıktan dolayıdır ki din, toplumun şekillenmesinde
çok güçlü rol oynamaktadır. Bağlılık ister maddi ister manevi ve aşkın varlık için
olsun mutlaka her dinde bulunur. ‘Bağlılığın olmadığı din’ diye bir şey yoktur,
olamaz. Ancak bu noktadan sonra dinde herkesin üzerinde bu derece ittifak
edebileceği bir yön bulmak zordur. Bağlılık noktasındaki ortaklıktan sonra dine
yaklaşımlarda farklılaşmalar olmaktadır.
144
Roberto Cipriani, Din Sosyolojisi: Tarih ve Teoriler, Çev.: Ali Coşkun, İstanbul: Rağbet
Yay., 2011, s.13.
145
İbni Manzur, Lisânu-l Arab, İstanbul: İthal Yay., 2009, c.3, s.169.
62
Sosyolojik açıdan dine yaklaşanların -daha ziyade dini toplumsal kurum olarak
gördükleri için- bireyden ziyade topluma yönelik durumu göz önünde bulundurarak
tanımlama yaptıklarını görmekteyiz. Mesela Durkheim, dinle ilgili çalışmalarında,
ayrım yapmadan her dini sosyal bir olgu kabul ederek konuya yaklaşır. O’na göre
gerçekte yanlış olan hiçbir din yoktur. Kendi durumları itibariyle hepsi doğrudur.
Farklı bile olsalar hepsi, insanın var oluşunun şu anki koşullarına karşılık verirler146.
O halde ilgimizi ilkel dinlere yöneltince bu, genel olarak dini değersizleştirmek
düşüncesiyle hareket ettiğimiz için değildir. Çünkü bu dinler de diğerlerinden daha az
saygın değildir. Aynı ihtiyaçlara cevap verir, aynı rolü oynar ve aynı sebeplere
bağlıdır. Bu açıklamaları yaptıktan sonra Durkheim dini “kutsal şeylere, yani belirgin
olarak ayırt edilen ve yasaklanmış şeylere ilişkin birleşik bir inançlar ve uygulamalar
toplamı; onlara içtenlikle inananların tümünde oluşan ahlaki bir topluluğu bir arada
tutan inançlar ve uygulamalar” şeklinde tanımlamıştır147. Durkheim’in, tanımında
vurguladığı nokta ‘topluluğu bir arada tutma’ noktasıdır. Yani din kolektif yönü
baskın olan bir olgudur.
Durkheim’den sonra salt toplum merkezli din tanımlamaları yerine psikolojik ve
sosyo-psikolojik din tanımlamalarının üzerinde daha fazla kafa yorulduğu bir
gerçektir. Bu noktada Rudolf Otto anılmaya değerdir.
Durkheim’den iki yıl sonra Otto, ‘Kutsal Düşüncesi’ adlı incelemesini yayımlamıştır.
O’nun temel çıkış noktasını ‘din kendi bağlamında, sezgisel, aklın ötesinde ya da
doğaüstü bir kutsallıkla anlaşılabilir’ formülüyle açıklayabiliriz. Zira ona göre din
saygı uyandıran bir korku ve gizem hissi, tümüyle öteki olan bir şeyin deneyimidir148.
Buradan sonra Otto dini şöyle tanımlar: “Din kutsalın tecrübesidir”149. Baktığımızda,
Otto’nun din tarifinin psikolojik temelli bir tarif olduğu anlaşılacaktır.
Rudolf Otto’nun din tarifi kısa olmasına karşın çok geniş bir çerçeveyi içermektedir.
Kutsalın tecrübesi başlı başına bir konudur. Üzerinde çok şey söylenebilir. Her
146
Durkheim, The Elementary Forms, s.3.
Durkheim, a.g.e., s.37.
148
Rudolf Otto, The İdea of the Holy, Harmondsworth: Penguin Books, 1917, s.160.
149
Otto, a.g.e., s.161.
147
63
bireyin bu tecrübeyi algılayışı, ona yakınlığı farklı olacaktır. İşin farklı olan tarafıysa
içeriği her bireye göre değişkenlik gösterecek bir tarifin toplum bilimlerinde yer
edinemeyeceğini düşünenleri yanıltmış olmasıdır. Nasıl oluyor da bireyi merkeze alan
böylesine bir tarif, toplumbilimlerinde yer edinebiliyor? Bu soruya tek bir şekilde
elbette cevap verilemez ancak kanaatimizce cevaplardan belki de en önemlisini
sosyoloji ve sosyal antropoloji araştırmalarının çoğalması sonucu toplumlar ve
kültürlerle ilgili bakış açısının genişlemesi konusunda aramalıyız.
Durkheim dönemi araştırmacıları, zamanlarının pozitivist atmosferi ve ellerinde
yeterli verilerin olmaması sebebiyle farkında olarak veya olmayarak konulara belli
perspektiflerin
dışında
bakmama
eğilimindeydiler.
Ancak
geçen
zamanda
toplumbilim araştırmalarında yapılan çalışmalar ciddi bir ivme kazanınca bir
zamanların bakış açılarının konuları açıklamaya yetmeyeceği anlaşıldı. Bilimler
arasındaki
kesin
çizgilerin
yumuşaması
ve
interdisipliner
anlayışın
da
yaygınlaşmasıyla birçok bilim diğer bilimlerin verilerini kendi alanlarında
kullanmaya başladı. Dinin sadece toplumsal boyutunun olmadığı, fonksiyonel bir
takım noktaların ötesine taştığı, toplumda dinle ilgili farklı grupların farklı dini
tecrübelerinin olduğu (kutsalın tecrübesi)… anlaşılınca, ister istemez Otto’nun tarifi
toplumbilimcilerin dikkatini çekmiştir. Özellikle sosyal antropologların bu noktada
Otto’nun tarifini sosyologlara göre daha fazla ön plana aldıklarını düşünüyoruz.
Gerek Durkheim’in toplum merkezli din tarifi gerekse Otto’nun birey merkezli din
tarifi konuya bir noktadan -sadece birey veya toplum noktasından- yaklaşmaktaydı.
Bu noktada daha ziyade Otto’ya yakın duran ancak kutsalın tecrübesini açan bir din
tarifiyle William James kanaatimizce üzerinde durulmaya değerdir.
William James, pragmatizm ve aşkınlığı birleştirme eğiliminde olan bir düşünürdü150.
O, kendi deyimiyle, “bütün düşünürleri doğacı ve doğaüstücü diye ayırsalar ben
kuşkusuz ikinci gruba gireceğim” diyen biriydi151. Bu durum yaptığı din tarifinde de
hissedilmektedir. O, dini şu şekilde tarif etmiştir: “İnsanların kendilerini, tanrı olarak
150
151
Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, s.230.
William James, The Varieties of Religious Experience, London: Fontana, 1975, s.495.
64
düşündükleri
şeyle
deneyimleridir”
152
ilişki
halindeyken
anladıkları
duyguları,
fiilleri
ve
. Burada bizim ilk dikkatimizi çeken şey ‘kutsalın tecrübesinin
duygu, fiil ve deneyimler’ şeklinde açımlanmış olduğu izlenimidir. Dolayısıyla
William James’i, din tarifinde Otto’ya yakın bir isim olarak görmekteyiz. Bu iki
tanımı da psikolojik tanım olarak kabul etmek gerekir.
Din gibi soyut kavramları tanımlamanın zorluğundan dolayı toplumbilim alanının
birçok önemli isminde din tanımı göremeyiz. Belki de bu isimlerin en önemlisi Max
Weber’dir. Araştırmamızın merkezindeki isim olan Malinowski de net bir din tanımı
yapmaz. O, bir fonksiyonalist olarak dinin fonksiyonları üzerinde dursa da dini
‘yaşama anlam veren bir teodise’ olarak kabul etmektedir. Daha açık ifadeyle dine
“kişinin yaşadığı ve aşamadığı ölüm, hastalık, talihsizlik gibi sorunlar karşısında
bireye destek sağlayan olgu” şeklinde yaklaştığı görülmektedir153. Bu açıdan
Malinowski -her ne kadar bir fonksiyonalist olsa da- dini toplumsaldan ziyade kişisel
olarak ön plana aldığı için Durkheim yerine Otto ve James’e yaklaşmıştır.
Çalışmamızın ilerleyen bölümlerinde Malinowski’nin dine bu yaklaşımının muhtemel
uzantıları görülecektir.
2.1.2 DİNİN KÖKENLERİ
Varoluşla ilgili sorular son tahlilde kökenlerle ilgilidir154. Dolayısıyla dinle ilgili
yapılan araştırmalardaki tartışma noktalarından birisi de ‘dinin kökeninin ne olduğu’
konusunda yoğunlaşmıştır. Birçok isim bu konuda fikir yürütmüştür. Bu bölümde
konuyla ilgili isimler ve görüşleri üzerinde durulup daha sonra Malinowski’nin
görüşüne değinilecektir.
Tam bir evrimci olan Herbert Spencer -ki Darwin dahi onu kendinden üstün
saymıştır-155 dinin kökeniyle ilgili görüş sarf edenlerin ilklerindendir. Onun genel
düşüncesinin ‘evrim bir yandan sürekli artan bir farklılaşma, diğer yandan sürekli
152
James, The Varieties of Religious Experience, s.50.
Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, s.240.
154
Carol Delaney, Tohum ve Toprak, Çev.: Selda Somuncuoğlu-Aksu Bora, İstanbul: İletişim
Yay., 2012, s.18.
155
Morris, a.g.e., s.154.
153
65
artan bir bütünleşme meydana getirmektedir’ tezi üzerine kurulduğu söylenebilir.
Dinin kökeni konusunda evrimci perspektifin en alt seviyesinde Spencer’a göre
“atalar kültü” vardır156. Ölülerin ruhuna olan inancın evrensel olduğuna inanıyordu.
Bu inanışa göre ölen ataların varlıklarının ruhen devam ettiği, gerideki akrabalar ve
toplum için tasarruflarının sürdüğü düşünülür. Bu yüzden onlardan geriye kalan
mezar ve eşyalara saygı gösterilir. Atalar kültü bazı toplumlarda gerçekten önemli yer
tutmaktadır. Ancak ölülerin ruhuna olan inancın evrensel olup olmadığı tartışılabilir
bir konudur.
Spencer’ın yolunu izleyen Tylor ise ölüler kültünü genişletip dinin kökenine evrenin
ve evrendeki tüm varlıkların canlı olduğunu söyleyen animizmi yerleştirdiğini
görmekteyiz157. O’na göre, bedenden ayrı olarak ruh fikrine ulaşan insan daha sonra
bu fikrini çevresindeki bitki, hayvan ve maddelere uyarlamıştır. Din bu şekilde
doğmuş ve çok tanrıcılık, atalar kültü, büyü gibi inançlar şeklinde devam edip sonuçta
tek tanrı inancına ulaşılmıştır. Bir evrimci olan Tylor’un yukarıdaki tasnifi bakış
açısının mantıki sonucu olsa da onun ateist inancının da ayrıca tezahürü olarak
değerlendirilebilir.
Antropolojinin önemli isimlerinden James Frazer ise tüm dinlerin temeline “büyü”yü
koyar158. Genel olarak büyü ‘istenilen sonuçları elde etmek için doğaüstü sayılan
güçlerin yardımına başvurmak, gizli güçlü varlıkları etkilemek için ayinler yapmak’
şeklinde ifade edebileceğimiz bir kavramdır. Frazer’in dinin temeline büyüyü
koymasının kanaatimizce en önemli sebebi onun antropolog kişiliğinde aranabilir.
İlkel kabilelerde büyü çok önemli bir yere sahiptir. Aynı zamanda büyü, ilkel denilen
kabilelerin ritüeli olarak kabul edilmektedir159.
Max Müller dinin kökenine Natürizmi koymuştur160. Natürizmi, dinin ‘doğa güçlerine
karşı duyulan korku sonucu ortaya çıktığını kabul etmek’ şeklinde tarif edebiliriz.
156
Herbert Spencer, The Principle of Sociology, c.3, Williams&Norgate, London, 1876,
s.411.
157
Tylor, Primitive Culture, s.10.
158
Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, s.170.
159
Konuyla ilgili daha geniş bilgi “büyü” başlığında verilecektir.
160
Max Müler, Naturel Religion, London, 1889, s.17.
66
Natürizm tanımından anlaşılacağı gibi başlangıçta insanlar çeşitli doğa varlıklarından
korkmuşlar ve bu durum zamanla onları yüceltmeye kadar varmıştır. Oluşan süreç
korkuyu din kurumu şeklinde örgütlemiştir. Buraya kadar görüşlerinden bahsettiğimiz
kişilerin ortak yönleri evrimci olmaları ve psikolojik temelli görüşler ortaya
koymalarıydı. Bu kişilerin görüşleri Durkheim tarafından sorgulanmıştır.
Durkheim, yukarıda üzerinde durduğumuz görüşleri fonksiyonel olmadıkları
gerekçesiyle reddeder. Bunların yerine kendi görüşünü yerleştirir: Totemizm161.
Kendisi herhangi bir ilkel kabileyi içlerinde kalarak yaşantısal olarak incelemedi.
Verilerini daha ziyade Avustralya yerlilerini inceleyen Baldwin Spencer ve F. J.
Gillin’in çalışmalarından edindiği biliniyor. Bu kişilerin eserlerinden almış olduğu
etnografik verileri fonksiyonel olmaya irca ederek dinin kökenini totemizm olarak
belirlemesi ilginçtir. Totemi kısaca ‘ilkel kabile mensuplarının kendilerine akraba ve
kutsal kabul ettikleri bitki, hayvan veya cansızlara verilen isim’ olarak
tanımlayabiliriz. Bu varlıkların kutsallığına inanmak ise totemizmdir. Totem
dokunulmazdır, eğer bir bitki veya hayvansa kesilmesi ve yenilmesi tabudur yani
haramdır, yasaktır.
Yukarıdaki görüşleri fonksiyonel olmamakla reddeden Durkheim’in görüşünün
fonksiyonel olduğunu nasıl ileri sürebiliriz? Bu noktada o, görüşünü biraz daha ileriye
taşır. Durkheim’a göre “totemlerin arkasında somut ve canlı bir gerçeklik vardır…
Totem her şeyden önce bir simgedir… Hem Tanrının hem de toplumun aynı anda
simgesidir… Böylece totem hayvan ya da bitkiyle görünür biçimde imgeleme
sunulmuş olan klanın kendinden başka bir şey değildir”162. Yani Tanrı toplumun
soyut bir ifadesidir. Böylece Durkheim totemden yola çıkarak Tanrıyı toplum
zihninin bir projeksiyonu yapmıştır. Totem de bu yolu kamufle etme fonksiyonu
görmektedir. Dinin kökenini bireyden alıp topluma verme çabası diyebileceğimiz
Durkheim’in görüşü belli eleştirilere uğramıştır. Bu eleştirilerden belki de en
kapsamlısını Malinowski yapmıştır.
161
162
Durkheim, The Elementary Forms, s.18.
Durkheim’den aktaran Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, s.193.
67
Bu eleştirilerden ilki dinin kaynağı hakkındaki farklı düşüncedir. Malinowski dinin
kökenine toplumu değil bireyi koyar. O, Durkheim’in grup aklının projeksiyonu
düşüncesine karşı mesafeli duruş sergiler. Totem olarak kabul edilen şeylerden dinin
kökenine yönelmeye karşı da eleştireldir. Zira Malinowski’ye göre “yiyecek
hammaddesi olarak kullanılan hayvan ya da bitki türleri yüceltilir ve o türle
ilişkilendirilen klanın üyeleri tarafından tabu kabul edilir”163. Durkheim’in görüşlerini
bu şekilde eleştirdikten sonra dinin kökeniyle ilgili kendi görüşünü ortaya koyar.
Malinowski için dinin kaynağı bireysel deneyimlerde aranmalıdır. Bu yönüyle onun
William James ve Otto’ya yakın durduğu kabul edilmelidir. Ancak o, bireysel
deneyimlerden özellikle ölüm üzerinde durmaktadır. Dinin doğuşuyla ölümün yakın
bağları olduğunu kabul etmektedir. İnsanların ölümden büyük korku duyduklarını
düşünmektedir. Yapmış olduğu alan araştırmasında da cenaze ile ilgili ritüellerden
uzun şekilde bahsetmektedir. İnsanların bitiş veya yok oluş düşüncesiyle
yüzleşemedikleri kanısındadır. Bu noktada din psikolojik olarak kurtarıcı rol üstlenir.
Sonuç olarak “din, bireysel bir krizden, bireyin ölümünden kaynaklanır… Bir başka
deyişle dinsel esinin hepsi değilse bile büyük bir kısmı yaşamın son krizinden
çıkartılmıştır”164.
Malinowski’nin görüşüne baktığımızda birkaç nokta dikkatimizi çekmektedir. İlkin o,
dinin kökenini psikolojik olarak açıklamaktadır. İkinci olarak yokluk düşüncesine
karşı cankurtaran rolü oynayan dinin fonksiyonel yönünü de ortaya koymuş
olmaktadır. Son olarak Malinowski’nin dinin kökeniyle ilgili görüşünde ‘insanın
anlam arayışına’ doğru giden bir yolu da ima ettiği kabul edilebilir.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalarda dinin kökeniyle ilgili görüşleri aktardık. Bu
görüşlerden hangisinin doğru olduğunu bilme şansımız yoktur. Günümüzdeyse
araştırmacılar dinin kökenini değil dinin fonksiyonlarını önemsemektedirler.
163
164
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.20.
Malinowski, a.g.e., s.41.
68
2.1.3 DİNİN FONKSİYONLARI
Din hem psikolojik hem toplumsal fonksiyonları olan bir kurumdur. Onun bireye ve
topluma dönük fonksiyonları Aydın’dan özetle aktarılacaktır165.
Dinin fonksiyonlarından belki de en önemlisi onun ‘insanın anlam arayışına’ verdiği
cevapta görülebilir. Bireyin aşamadığı ölüm, hastalık… gibi durumlarda din, tam
anlamıyla rahatlatıcı ve anlamlandırıcı rol oynar. ‘Nasıl?’ sorusuna birçok cevap
verilebilir ancak ‘niçin?’ sorusunu cevaplayan sadece dindir. Özellikle ölümden
sonrasıyla ilgili insanın sorduğu sorulara tek cevap veren dindir. İnsan, tarih boyunca
her zaman hayatın ve ölümün anlamını aramış varlıktır ve bu arayışında yöneldiği
kurum hep din olmuştur. Malinowski’nin de dinin özellikle bu yönüne atıf yaptığını
belirtmiştik.
Dinin bir diğer fonksiyonu da bu dünyayla aşkın olan arasında köprü rolü
oynamasıdır. Sadece uhrevi alana değil dünyevi alana da bakan yüzünün olması
doğum, ölüm, evlenme, yoksullara yardımdan, devlet başkanlarını göreve
başlatmaya kadar… sosyal ve siyasal hizmetleri yerine getirmesi bu köprü rolünü net
olarak göstermektedir.
Dinin pekiştirici özelliği de önemli bir fonksiyonudur. Bu noktada din birçok
kurumun fonksiyonlarını pekiştirmektedir. Sadece bir örnek olması açısından onun
ekonomiyle
ilgili
pekiştiriciliğine
bakılabilir.
Çalışmak
ekonominin
bir
fonksiyonudur. Bu noktada din, çalışmayı ibadet olarak görmekle onu pekiştirir.
Konuyla ilgili Max Weber’in ‘Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu’ adlı çalışması
ilk aklımıza gelen eserdir.
Dinin başka bir fonksiyonu onun toplumsal birleştiricilik rolünde görülebilir. O,
fertlerin kaynaşmasında önemli rol oynar. Özellikle dinlerdeki ayinler buna bir
örnektir. Ortak yapılan ayinlere katılmak, aynı şeylere inanmış olmak, kişilerin
165
Mustafa Aydın, Kurumlar Sosyolojisi, Ankara: Vadi Yay., 1997, s.111-113.
69
toplumla özdeş olma durumunu artırır. Ayin ortamı kişiye kendisini daha iyi
hissettirir. Sonuçta ise din, psikolojik olarak bir güvence sağlamış olmaktadır.
Din toplumlarda sosyal kimlik olarak da fonksiyon icra etmektedir. Birçok toplum
hâlen kendini din merkezli tanımlamaktadır. Her ne kadar ulus devletlerin
yayılmasıyla milliyet merkezli tanımlamalar çoğunlukta olsa da din, toplumun
kimliğini tespitte bir kenara bırakılamamaktadır.
Din birçok durumda değerler arasında hiyerarşi sağlar. Değerler arasındaki
çatışmalarda referans unsuru olarak fonksiyon icra eder. Vermiş olduğu helal, haram
gibi hükümlerle birçok çatışmanın önüne geçer. Mesela çok çalışma, çok kazanma ve
harcama üçgenine bakalım. Eğer İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik gibi dinleri referans
olarak ele alırsak, çalışma ve kazanmayı meşru, gereksiz harcama olan israfı haram
kabul ettiklerini görürüz. Bu durum kişiye bir perspektif sağlar. Normalde ‘çok param
var çok harcamalıyım’ mantığının oluşması beklenirken birçok zengin dindarın
kazandığından az harcadığına şahit oluruz. Fakat değerler arasında mutlak bir
çatışmanın varlığını da görmeyiz. Bunun sebebi dinin referans kaynağı olması ve
değerler arası çatışmayı önlemesidir. Ancak örneğimiz herkes için geçerli olmaz.
Toplumda çok kazanıp kazandığından fazlasını harcayanlar her zaman bulunabilirse
de zaten bu durum insan tabiatıyla uyumlu olduğundan dinle ilgisi olmayan bir
konudur. ‘Çok kazanıyorum çok harcıyorum kime ne?’ mantığında değerler arası
çatışma olmadığından konumuzu ilgilendirmemektedir.
Dinin bir fonksiyonu da onun kontrol ve denetleme mekanizması olmasında
görülebilir. Özellikle aşırı hızlı ve kontrolsüz toplumsal değişmenin önünde din bir
engel gibi durarak istikrar unsuru olmaktadır. Ancak bazen dinin bu özelliği, gerekli
toplumsal değişmenin önünde set oluşturarak, toplumların gerilemesine de sebep
olabilir. Zamanında olması gereken değişimin olmaması ileride çok ciddi sıkıntıları
da beraberinde getirebilmektedir. Bu noktada “değişime direnenin mi yoksa
değişimin mi sorgulanması gerektiği felsefi bir kısır döngüye yol açabilir”166. Gerçi
166
Osman Eyüpoğlu, Türkiye’de Sosyal Değişme ve Kur’an Yorumları İlişkisi: Cumhuriyet
Dönemi Örneği, Samsun: Basılmamış Doktora Tezi, 2003, s.39.
70
günümüz dünyası için söyleyecek olursak dinlerin, değişimi engelleyecek gücünün
kalıp kalmadığı sorgulanabilir. Kanaatimizce bu güçlerinin -hâlâ varsa bile- çok
azaldığı kesindir.
Dinin hayatımızda böylesine ön planda olmasının belki de en önemli sebebi, insanda
bulunan inanma duygusudur denilebilir. Tarih boyunca tamamen ateist bir toplum
olmamıştır. Bu bağlamda din, aşkın alanla insanın bağ kurmasını sağlayarak ona
gönül rahatlığı ve kalp huzuru verir. İnanma duygusunun doyurulmasını sağlayan bir
bakıma sadece dindir ve başka hiçbir şey bu anlamda fonksiyonel olamamaktadır.
Dinin fonksiyonları sadece bu saydıklarımızdan ibaret değildir. Ancak biz daha fazla
öne çıktıklarını düşündüklerimize vurgu yaptık.
2.1.4 DİNİN BOYUTLARI
Din her ne kadar ilk etapta bizlerde aşkın olan boyutla ilgili bir imaj oluşturuyor olsa
da dinin sadece aşkın alana ait bir olgu olmadığı, çeşitli boyutlarının olduğu
bilinmektedir. Özellikle sosyoloji disiplini sayesinde dinin boyutlarıyla ilgili daha
geniş perspektiflerin oluştuğu söylenebilir. Bu perspektiflerde bugün ortalama
birliktelik sağlanmış görünmektedir. Araştırmacıların görüşleri arasında çok temel
farklılıklar görülmemektedir.
Dinin boyutlarıyla ilgili bakış açılarını ortaya koyan Glock ve Stark’a göre dinin
inanç, ibadet, tecrübe, bilgi ve etki olmak üzere beş boyutu vardır167. Belki de din
sosyolojisinin asıl kurucusu diyebileceğimiz Joachim Wach yukarıdaki beşli tasnifi
üçe indirmiştir. Ona göre dinin üç boyutu vardır. Teorik boyut, pratik boyut ve
sosyolojik boyut. Burada Wach, Glock ve Stark’ın tecrübe boyutunun bir kısmıyla
bilgi ve etki boyutlarını sosyolojik boyutun içine yerleştirmiştir. Dolayısıyla
aralarında
bariz
168
kullanılmaktadır
167
168
fark
yoktur.
Günümüzde
de
daha
ziyade
bu
tasnifler
. Bu bölümde biz Joachim Wach’ın görüşlerinden devam edeceğiz.
Ünver Günay, Din Sosyolojisi, İstanbul: İnsan Yay., 2000, s.160.
Joachim Wach, Din Sosyolojisi, Çev.: Ünver Günay, İstanbul: İFAV Yay., 1995, s.50-57.
71
Dinin teorik boyutu, inanç boyutunu ifade eder. Yaratılış, ruh, kader gibi konular bu
boyutun konularıdır. İnanç boyutu şekil olarak birkaç bakımından incelenebilir. İlkel
toplumlardaki mitolojik hikâyeler bunlardandır. İkinci şekil mitolojik hikâyelerden
devam etse de bu hikâyelerin ayırıcı özelliğinin daha ziyade kutsallık atfedilen belli
şahısların etrafında dönüyor olmalarıdır diyebiliriz. İkinci gruptaki mitolojik
hikâyelerin birinci gruptakilere göre normatif ve derli toplu görüntü verdikleri
söylenebilir. Malinowski’nin eserlerinde her iki grup hikâyelere rastlamaktayız.
Ancak bu iki tip mitolojik hikâyelerin sözlü rivayetler olduklarını belirtmeliyiz.
Üçüncü şekilde teorik boyut yazılı rivayetler ve kutsal metinler olarak karşımıza
çıkar. Bu alanın uzmanı olan ilahiyatçılar gibi gruplar metinlere getirdikleri
yorumlarla yazılı külliyatı genişletirler ve süreç normatif inanç sistemlerinin
kurulmasına kadar ilerler169.
Dinin pratik boyutu ibadetleri içerir ve dolayısıyla teorik boyutla yakın ilişki
içindedir. Dünya üzerindeki hiçbir din salt tasavvurlar ve fikirler toplamı değildir.
Her dinin mutlaka dışa yansıyan görüntüsü vardır. Bu görüntü dindarın hayatını
öylesine kaplamaktadır ki onun yapmış olduğu tüm eylemler ibadet kategorisinde
değerlendirilebilir. İster semboller ister âyinler şeklinde olsun ibadetler dinin önemli
görüntüsüdür. Dinin bütünü ibadet boyutu olan pratik boyutuyla öylesine ilişkilidir ki
ibadetler olmasa belki de dinin varlığından söz edilemezdi.
İbadetlerin en önemli fonksiyonunun kişileri birbirine daha fazla yakınlaştırmak
olduğu söylenebilir170. Bu durum özellikle ilkel kabilelerde daha net olarak
görülebilmektedir. Yapılan araştırmalar sonucu ilkellerdeki ibadetlerin hemen
hepsinin topluluk âyini şeklinde olduğu belirlenmiştir171.
Dinin üçüncü boyutu sosyolojik boyutudur. Her ne kadar din, ilk etapta kutsal kabul
edilen varlıkla içten kurulmuş bir ilişkiyi ifade etse de, bu onun topluma yönelik
durumunun olmadığı anlamına gelmez. Dini âyinler topluluğa yönelik görüntü verse
169
Wach, Din Sosyolojisi, s.47-49.
Freyer, Din Sosyolojisi, s.35.
171
Akyüz-Çapçıoğlu, Ana Başlıklarıyla Din Sosyolojisi, s.56.
170
72
de sosyolojik boyutu tam karşılamamaktadır. Sosyolojik boyuttan asıl kastedilen
dinin cemaat oluşturabilme potansiyelidir. Zira yaşayan tüm dinler, inananları
arasında toplumsal ilişkiler oluşturmak ve bu ilişkileri canlı tutmakla hayatiyetlerini
sürdürürler. Bu yapıldığında da din sübjektif olmaktan çıkarak objektifleşir. Ortaya
çıkan durum bireylerin sosyalleşmelerine katkı sağlar. Dinlerdeki sosyolojik boyut,
varlığını sürdürmek için cemaate ihtiyaç duymaktadır. Ancak cemaatin oluşması
kolay gerçekleşmez. Çünkü yeni din toplumdaki tabii gruplarla ve kültürel sistemle
mücadele etmek zorundadır172.
Dinle ilgili genel çerçeveyi bu şekilde çizdikten sonra bundan sonraki bölümlerde
Malinowski’nin -araştırmaları çerçevesinde- dinle ilgili görüşlerine bakacağız.
‘İnanç’ başlığı altında dinin teorik boyutunu ele alacağız. Dinin pratik boyutu ise
‘büyü’ başlığı altında incelenecektir. Çünkü ilkel toplumlardaki ibadetler büyü
alanına aittir ve bu topluluklarla ilgili yapılan çalışmalarda büyü konusuyla ilgili bir
bölüm mutlaka bulunmaktadır. Sosyolojik boyut ise ‘kurum olarak din’ başlığıyla ele
alınacaktır.
2.2 MALİNOWSKİ’YE GÖRE İNANÇ
İnanç, kişiye insan olma özelliğini kazandıran temel yapı taşlarından bir tanesidir.
Sadece insana özgü olup onun değişmez bir gerçeğidir. Ancak inanılan şeyin kendisi
için aynı ifadeyi kullanamayız. İnanılan şey için yanlış-doğru veya gerçeğe yakın
ifadelerini kullanırız. Zaman içerisinde inanılan şeyin hangisinin yanlış, hangisinin
doğru, hangisinin gerçeğe yakın olduğu ortaya çıkabilir.
İnanç salt korkularımızın ve yok olmama arzularımızın ortaya çıkardığı bir olgu
değildir. Ancak bunlar inancımızı tetikleyen unsurlardır. Yeryüzünde inancı ve
kadercilik anlayışını tetikleyen ucu açık birçok nokta vardır. Depremler, doğal afetler
(kuraklık, sel baskını, kasırga…), gökyüzü hareketlerinin kolayca anlaşılabilir belli
bir mantığının olmaması, dünyamız dışında (uzayda) gelişen olaylar vs. Bunlar bizde
172
Akyüz-Çapçıoğlu, Ana Başlıklarıyla Din Sosyolojisi, s.253.
73
korkular yaratır. Her çeşit korku da inancımızı tetikler. Yok olmama arzusu, hayatta
kalma güdüsü, kontrol edemediğimiz olaylar ayrıca inancı etkileyen unsurlardır.
İnancın belirgin bir şekilde görünebilmesindeki diğer bir etken ‘fikirler’dir. İnsanlar
fikir üretebilen canlılardır. Çevrelerinde kendi kontrolü dışında olaylar geliştiğinde,
kendi zayıflıklarının ve çaresizliklerinin farkına varırlar. Birçok ani değişiklik
bilinçaltımızda mevcut olan inanç patlamasına neden olur. Günümüz dünyasında
inancı tetikleyen -aynı zamanda sorgulayan- faktörlere ekleyebileceğimiz bilgi de
fikirleri ciddi oranda destekleyen unsur haline gelmiştir. Özellikle Rönesans denilen
süreçle birlikte bilgi ve uzantısı kabul edebileceğimiz fikirlerin genel anlamda inanca
ve özel anlamda da dinin inanç boyutuna ciddi etkiler yaptığı bir gerçektir. Tek
tanrıya inananlardan ilkel kabilelerdeki mana (totem) inançlarına; ateist, deist,
agnostiklerden rasyonalistler ve hümanistlere kadar insanlar günümüzde değişik inanç
kategorilerine ayrılmaktadır.
Bütün dinlerde, kabul edilmesi ve bağlanılması gereken ilke ve kurallar bütününü
ifade eden inanç, dinin ilk boyutudur. Toplumbilim araştırmalarında dinin teolojik
içeriğinden uzak durmaya çalışmak genel bir eğilim olarak söylenebilirse de bu tavır
gerçekte inancın mahiyetini tartışma konusu yapmamak içindir denilebilir. Dinin
toplum içindeki konumunda inanç boyutunun önemi daima göz önünde bulundurulur.
Zira her ne kadar dinlerin sübjektif boyutu gibi gözükse de inanç; ibadet ve cemaat
özelliklerinin görünür olmasında önemli bir temel oluşturmaktadır.
Bu bölümünde biz Malinowski’nin, yapmış olduğu araştırmalarda inançla ilgili
konulardaki notlar ve yorumlar üzerinde durarak onun görüşlerini ortaya koyacağız.
O, dinin inanç boyutuyla ilgili olarak yaratılış, ölüm, cennet-cehennem, yeniden
diriliş, ruh, mucize, efsane, mitoloji konularına eğilmiştir.
2.2.1 YARATILIŞ
Dinlerdeki temel inanç esaslarından biri yaratılıştır. Hemen her din kâinatın
yaratılışından insanın yaratılışına kadar birçok noktada izahlar yapmaktadırlar. Bazı
74
dinlerdeki yaratılış olayları benzer şekillerde açıklanırken birçok din olaya farklı
izahlarla yaklaşabilmektedir. Mesela İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilikte yaratılış
anlatımı tamamen olmasa da belli ölçüde benzerlik göstermektedir denilebilir. Ancak
dünyadaki dinlerin yaratılış konusundaki farklı düşünceleri elbette çok daha fazladır.
İlkel kabile dinlerinde de farklı yaratılış anlatımları olduğunu bilmekteyiz ki
bunlardan biri de Malinowski’nin alan araştırmasına konu olan Trobriand
yerlilerininkidir.
Malinowski uzun araştırmaları sonucunda oluşturduğu kitaplarında bu yerlilerin
yaratılışla ilgili inançlarının net görüntüsünü bize sunar:
“Dünyaya, der yerliler, önce toprağın içinden yerleşildi. İnsanlık o
zamanlar orada, bugün yer üstündekinin bütün ilişkilerine benzeyen bir
yaşam sürüyordu. Yer altında insanlar köyler, klanlar ve bölgeler
halinde örgütlenmişti. Rütbe farklılıkları vardı. Ayrıcalıkları bilirlerdi ve
hakları vardı. Mülklere sahiplerdi ve büyü sanatına vâkıftılar. Bütün
bunlarla donanmış olarak yeryüzüne çıktılar ve bu eylemle toprak ve
yurttaşlık haklarında, ekonomik haklarda ve büyü eylemlerinde belli
ayrıcalıklar yerleşti.”173.
Yukarıdaki betimleme her ne kadar bizlere bazı noktalardan açıklayıcı gibi görünse
de kafamızda cevabını bulamadığımız bir takım sorular da elbette kalmaktadır.
Trobriand yerlilerinin yaratılıştan anladığıyla bizim anladığımız arasında belki de en
temel nokta ilk insanın nasıl yaratıldığı konusunda görülebilir. Gerçekte bu yerliler
ilk insanın nasıl yaratıldığıyla hiç ilgilenmemektedirler.
Malinowski’nin yukarıda gösterdiği ‘kültürlerin tikelliği’ örneğinin önemi büyüktür.
Farkında olalım veya olmayalım hepimiz genel olarak yetiştiğimiz kültürün
kodlarıyla düşünürüz. Ötekini anlamak bu yüzden ilk etapta olabilecek bir şey
değildir. Biraz zaman ve çaba ister. Bu durum yerlilerle ilgili olarak da aynıdır.
Dolayısıyla ‘kendi kafamızdaki çerçevenin tam olarak dolmadığını gördüğümüzde
ötekini küçümseme eğiliminde’ olabiliriz. Yukarıdaki örnekten devam ederek
173
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.111.
75
söyleyecek olursak biz yaratılışta Âdem-Havva kıssası beklerken bize göre alakasız
anlatımlarla karşılaştığımızda kafamızda karşı tarafla ilgili belli kalıplar yaratma
eğilimine gireriz. Cevap alamadığımız soruları sorarız. Ancak her soru işleri ilk
etapta daha da içinden çıkılmaz hâle getirebilir. Bunun sebebi o kültürü tanımamak,
her kültürün kendine özgü, biricik ve tikel olduğunu unutmaktır. Bize göre çok
önemli olan sorular bir başka kültürün insanı için hiçbir anlam ifade etmeyebilir. İşte
Malinowski’nin dikkat çektiği nokta tam da burasıdır.
Peki bu anlatımların değeri nedir? Malinowski’ye göre “bir öyküde gerçekten önemli
olan onun sosyolojik fonksiyonudur. O, temel bir olguyu, yerel birliği ve aynı kadın
atadan gelmiş insan grubunun akrabalığa dayanan birliğini taşır, gösterir ve
güçlendirir… Bir yandan gerçekliği onun toplumsal fonksiyonundadır; öte yandan
da, önce öykünün toplumsal fonksiyonunu araştırmakla başlayıp böylece onun tüm
anlamını yeniden kurduğumuzda yavaş yavaş ilkel toplumsal düzene ilişkin tüm
kuramı geliştirmeyi başarıyoruz”174.
2.2.2 ÖLÜM ve FONKSİYONLARI
Ölüm tüm insanlığın, üzerinde bütün temel yönleriyle uzlaştığı ender olgulardandır.
Varlığı asla inkâr edilemeyen, aşılamayan, sırlı ve evrensel yönüyle ölüm farkında
olmasak da birçok kişisel ve toplumsal durum, olay ve olguyu şekillendirmektedir.
Hayat ölümün gölgesinde sürmektedir denilebilir. İster medeni denilen insan olsun
ister bir ilkel kabile insanı, ikisi de ölüm ve onun sonuçlarıyla ilgili benzer duygulara
sahiptir.
Malinowski’ye göre dinin kökeninde ölümün olduğunu daha önce belirtmiştik. O,
“dinin bütün köklerinde, yaşamın son temel olayı -ölüm- büyük önem taşımaktadır…
insan, yaşamını ölümün gölgesinde sürdürür…” der175.
174
175
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.117.
Malinowski, a.g.e., s.42-43.
76
Malinowski cenaze törenlerinde bütün dünyada şaşırtıcı bir benzerlik olduğu
kanaatindedir. “Ölüm yaklaşınca en yakın akrabalar, kimi zaman bütün topluluk
ölüm döşeğindeki kişinin çevresinde toplanır. Ve ölüm, soya ilişkin herkesin
katıldığı bir olay haline geliverir”176. Dolayısıyla ona göre ‘akrabaların toplanması,
ölünün etrafında kalabalıklaşma, aynı sülaledeki insanlarda görülen derin üzüntü,
ölüye karşı takınılan saygılı tavır… gibi birçok davranış’ hemen tüm dünya
toplumlarında ortaktır denilebilir.
Her ne kadar Malinowski ortak tutumları belirtse de ölümle ilgili tikel durumları da
göstermiştir. Bu durumun en uç örneğini ölü etini yeme, onun tabiriyle “cenaze
yamyamlığı” denen davranışta görürüz. “Bu, son derece büyük bir tiksinti ve
dehşetle yerine getirilir ve çoğunlukla da ardından şiddetli bir kusma gelir. Aynı
zamanda da en yüksek saygı, sevgi ve bağlılık edimi olarak değerlendirilir”177.
Malinowski’ye göre, ölüm her toplum için çok ciddi bir olay, topluluğun farklı bir
hâleti ruhiyeye bürünmesine ve günlük rutin işlerin kesilmesine neden olan bir olgu
olsa da önemli fonksiyonları da beraberinde getirmektedir. Bu durumun temel
sebebinin ölümsüzlük inancı olduğu söylenebilir. İnsan ölüm karşısında korku duyar.
Ölümün bir son, bitiş ve yok oluş olduğunu kabul etmek istemez. Birçok dinde ölüm
‘son durak’ değildir. Sadece geçilen bir duraktır. Değişik biçimlerde de olsa insanın
ebediliği tabiri caizse ölümsüzlüğü dinlerin kabul ettiği bir düşüncedir. Eğer
ölümsüzlük düşüncesi olmasaydı, ölüm sıradan bir hareket, olgu, eşya… konumunda
olacaktı ve fonksiyonlarından söz etmek mümkün olmayacaktı. Bu gerçekten
hareketle Malinowski de ölümün fonksiyonlarından bahsetmeden önce ilkellerdeki
ölümsüzlük düşüncesine vurgu yapar. “İlkel… ölüm karşısında büyük korku duyar.
Onu bir son olarak kabul etmek istemez. Kesin bir bitişi, yok olmayı düşünmeye
dayanamaz”178.
Malinowski, incelemiş olduğu ilkel toplum üzerinden yaptığı yorumlarında ölümün
grup üzerindeki etkileri ve fonksiyonlarıyla ilgili şunları söylemektedir:
176
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.44.
Malinowski, a.g.e., s.45.
178
Malinowski, a.g.e., s.46.
177
77
“…bir erkeğin ya da bir kadının ölümü önemli bir olaydır... küçük
topluluk ciddi biçimde etkilenmiştir… ölüm, ilkel bir toplum için bir
üyenin kaybından çok daha fazlasını ifade eder. Yaşama içgüdüsünün
derinliklerindeki güçlerinden bir kısmının harekete geçirilmesi bile grubun
bütün birliğini ve dayanışmasını tehdit eder.”179.
Görüldüğü gibi ölüm, bir taraftan toplumda normal akışı kesintiye uğratan
disfonksiyon görüntüsü verse de topluluğun bir araya gelmesi ve dayanışmasını
yeniden kurmasıyla çok ciddi iki fonksiyon icra etmektedir. Eğer ölüm karşısında
tam bir boyun eğme durumu olsaydı ölümün bu fonksiyonlarından bahsetmek
mümkün olamayacaktı.
2.2.3 RUH ve YENİDEN DİRİLİŞ
Ölümle iç içe geçmiş konulardan birisi de ruhtur. Gerek felsefi gerek dini olsun, ruh
insan için son derece gizemli ancak merak uyandıran bir konudur. Bir yerde ölümden
bahsedilip ruhtan bahsedilmemesi neredeyse mümkün değildir. Gerek sosyolojik
gerek
antropolojik
araştırmalar
toplumlarda
ölümle
ilişkili
konuların
en
önemlilerinden birinin ruh konusu olduğunu apaçık şekilde ortaya koymuşlardır. Bu
bağlamda, Malinowski de araştırma yaptığı bölgenin insanlarının ruhla ilgili
görüşleri ve inançlarını incelemiştir. O, alan araştırmasındaki dinle ilgili notlarında
belki de en fazla ayrıntıyı yerlilerin ‘baloma’ dedikleri ruhla ilgili konuda vermiştir.
Konuya ruhun nasıl bir şey olduğunu inceleyerek başladığı görülmektedir.
“Baloma (ruh) nasıldır? Bedeni bizimki gibi midir, farklı mıdır? diye sorulabilir. Bu
sorulara verilecek cevap hemen her zaman şu olacaktır: Baloma sudaki yansıma
gibidir”180. Her ne kadar yerliler bu cevabı vermiş olsalar da ruhlara yükledikleri taş
atma, saldırma, yüksek sesle bağırma gibi özellikleri de ona yükleme eğilimindeler
diye belirtmektedir Malinowski. Hatta yerliler için “eğer baloma bir yansımaysa
nasıl yüksek sesle bağırabilir… nasıl taş atabilir? gibi sorularla metafizik olarak
179
180
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.48-49.
Malinowski, a.g.e., s.177.
78
köşeye sıkıştırılırlarsa aşağı yukarı şöyle yanıtlarlar: Bak, baloma gölge gibidir ama
tıpkı insan gibi davranırlar”181 diye eklemiştir. Dolayısıyla ruhun ne olduğuyla ilgili
bilgiler konusunda sınırlı bir çerçevenin dışına çıkamadığını “onlarla tartışmak
zordu” diye itiraf etmektedir182.
Malinowski, Trobriand bölgesindeki alan araştırmasının ruh inancıyla ilgili
bölümünde (ruhun neliği konusu dışında) görebildiğimiz kadarıyla temelde iki soru
etrafında cevaplar aramıştır: ‘Ölümle bedenden ayrılan ruh nereye gitmektedir?’
sorusu ve ‘ruh ölümsüzse (ki o bölge insanı buna inanıyordu) ölümle başlayan
süreçte ruh neler yapmaktadır?’ sorusu. Bu sorular çerçevesinde yaptığı araştırma ve
gözlemlerini eserlerinde ruhla ilgili müstakil bölümler açarak anlatmıştır.
Ruhun yolculuğuyla ilgili anlattıkları Malinowski’nin üzerinde durduğu ilk sorunun
cevabı niteliğindedir:
“Baloma (ruh) Tuma’da [bir ada] belirli, kesin olarak tanımlanmış
bir yaşam sürdürüyor, zaman zaman köyüne geri dönüyor… Köyü
terk edince balomanın kendisi için yas tutan insanlarla bağlantısı
kesilir… Yüreği acılıdır ve geride bıraktıkları için üzülür. Tuma
kumsalında Modawosi denen bir taş vardır. Baloma bunun üstüne
oturup ağlar… Az sonra diğer balomalar onu duyarlar. Bütün akraba
ve
dostları
yanına
gelir.
Çevresine
çömelip
yakınmasına
183
katılırlar” .
Ancak daha sonra ruh yer altındaki bundan sonra oturacağı köye gider. Her
zaman akrabalarından birkaçını bulur. Bunlar onun için bir ev buluncaya ya da
yapılıncaya kadar onun yanında kalırlar. Ruh her durumda Tuma’da mutlu bir
varoluşa teslim olur ve yeniden geri dönünceye dek bundan sonraki yaşamını
burada geçirir184.
181
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.178.
Malinowski, a.g.e., s.179.
183
Malinowski, a.g.e., s.161-162.
184
Malinowski, a.g.e., s.168-169.
182
79
Yukarıdaki satırlara baktığımızda o bölge insanının ruhla ilgili görüşlerinin derin
düşüncelerden uzak, akla gelebilecek bir sürü soruyla hiç ilgilenmeyen yüzeysel
bakışla oluştuğu görülmektedir. Daha sonra üzerinde duracağımız sorularla
ilgilenmeyen bir ruh düşüncesini sade bir anlatımla veren Malinowski ölümden
sonrasıyla ilgili sadeliği de şöyle anlatmaktadır: “Ölümden sonra hiçbir mahkeme
yok. Yaşama ilişkin hiçbir hesap istenmiyor. Atlatılması gereken hiçbir sınav ve
genelde bu yaşamdan diğerine giden yolda hiçbir zorluk yok”185. Özellikle
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın ölüm ötesi anlatımıyla hiç benzerlik
göstermeyen bu düşüncelerde tam olarak tikel bir görünüm ortaya konulmuştur
diyebiliriz. Ölümden sonra ruhun yaşadıkları öylesine bu hayatta yaşadıklarına
benzer ki âdeta yaşadığı hayatın hiçbir zaman dışına çıkmaz. Sadece -yine bu
dünyada olmak kaydıyla- başka bir adada yaşarlar. Ancak bu yaşantı da ebedi
değildir ve anlatımlar bizi reenkarnasyon inancını irdelemeye götürmektedir.
Reenkarnasyon genellikle ilkel dinlerde ve Hint dinlerinde görülmektedir. Bu inanç
ruhun ölümsüzlüğünü temel alır. “Beden öldüğünde ruh bir başka bedende yeniden
doğar… Ruh bir önceki yaşamla bir sonraki yaşamı arasında paralellik kurar. Buna
göre bir önceki yaşamında kötülük yapmış olan kişi, bir sonraki hayatında kötü bir
insan veya hayvan şeklinde olabilir. İyilik yapmış olan kişi de tanrı bile olabilir”186
şeklinde açıklanabilecek reenkarnasyon farklı şekilde Trobriand inanç sisteminde de
bulunmaktadır. Ruhla ilgili yukarıda verdiği bilgiler eşliğinde Malinowski,
reenkarnasyon süreciyle ilgili diğer anlatımlarında durumu şöyle tasvir eder:
“Her durumda balomanın Tuma’daki yaşamının sonu, onun yaşam dolaşımında
önemli bir dönüm noktasıdır… Baloma yaşlanınca dişleri dökülür, cildi
pörsüyüp buruşur. Sahile gidip tuzlu suda yıkanır. Böylece tıpkı yılanların
yaptığı gibi deri değiştirip küçük bir çocuğa daha doğrusu bir embriyoya
(waiwaia) dönüşür. Bir baloma kadın bu embriyoyu görür, yerden alır, bir sepete
ya da katlanmış bir hindistancevizi yaprağına koyar. Küçük varlığı köye
185
186
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.166.
A.Bülent Baloğlu, Reenkarnasyon, Ankara: Kitabiyat Yay., 2001, s.17.
80
(Kiriwana’ya) götürüp vajina yoluyla bir kadının karnına sokar. Böylece kadın
gebe kalır”187.
Reenkarnasyonla ilgili yukarıdaki düşünceler bir takım uzantıları da beraberinde
getirmektedir. “(Adaların) batı kıyılarındaki bütün köylerde yetişkin kızlar,
yıkanırken belli güvenlik önlemleri alıyor. Ruh çocukların deniz köpüğünde veya
dukupi denen bazı taşların içinde saklandıkları kabul ediliyor… Evli bir kadınsa gebe
kalmak istediği zaman, saklı bir ruh çocuğun, bedenine girebilmesini sağlamak için
dukupi denen taşı kırabiliyor”188. Bu noktada üreme konusunda babanın rolü
hakkındaki Trobriand yerlilerinin düşüncesi de önem kazanmaktadır. Zira üremede
babanın onlara göre hiçbir etkisi yoktur189.
Peki
reenkarnasyon
inancının
toplumsal
boyuttaki
yansımasında
neler
görülmektedir? Malinowski olayın daha ziyade bireysel etkisi olduğu kanaatindedir:
“Reenkarnasyon, genel ve popüler bir inanç olmasına ve herkesçe bilinmesine
rağmen, toplumsal yaşamda önemli bir rol oynamıyor”190.
Tam bu noktada ölüm sonrasıyla yakın ilişkisi olan cennet ve cehennem konusuna
değinilmesi yerinde olacaktır.
Cennet ve cehennem konusu, ölümden sonra bir hesap gününün olacağını düşünen
toplumlarda görülmektedir. Ancak ilginç bir şekilde her ne kadar reenkarnasyon
inancı hâkim olsa da, Malinowski, Trobriand yerlilerinin inancında cennet olarak
değerlendirilebilecek bir yaşamdan da söz etmektedir. Bu yaşamda “…ölümden
sonra hiçbir mahkeme yok. Yaşama ilişkin hiçbir hesap istenmiyor. Atlatılması
gereken hiçbir sınav ve genelde bu yaşamdan diğerine giden yolda hiçbir zorluk
yok”191. Trobriand’da bu durum herkes için geçerlidir.
187
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.236-237.
Malinowski, a.g.e., s.239.
189
‘Din-aile ilişkisi’ başlığında konuyu daha detaylı olarak ele alacağız.
190
Malinowski, a.g.e., s.241-242.
191
Malinowski, a.g.e., s.166.
188
81
Görüldüğü gibi Trobriand inancında cenneti andıran bu tasvirler reenkarnasyon
inancıyla yoğrulmuş şekilde bulunmaktadır. Ancak biz Malinowski’nin eserlerinde
bu kültürle ilgili her hangi bir cehennem tasviri yaptığına ise rastlamadığımızı
belirtelim. Dolayısıyla cennet-cehennem konusu bir tikellik örneği oluşturmaktadır.
Buraya kadar incelemiş olduğumuz açıklamalardan reenkarnasyon inancının o
kültürde bazı farklı noktalarıyla ön planda olduğunu yani tikel özellik gösterdiğini
rahatlıkla söyleyebiliriz. Ruhun, yeniden dirilişin temelini de reenkarnasyon inancı
oluşturmaktadır.
2.2.4 MUCİZE
‘Peygamberlerin kendilerine inanmayan insanlara peygamberliklerini ispat etmek
amacıyla Allah'ın iznine bağlı olarak gösterdikleri, insanları hayran bırakan,
tabiatüstü sayılan olaylar’ diye tarif edebileceğimiz mucize, dinlerin ortak
konularından biridir. Mucizesiz inanç yoktur diyebiliriz.
Mucizelerin ilahi dinlerde peygamberlikle yakın ilişkisi olduğu bilinmektedir. Ancak
ilkel
dinlerde
durum
farklıdır
zira
bu
dinler
peygamberlik
mefhumunu
barındırmazlar. Peygamberlerin yerini burada görece olarak büyücülerin aldığı
söylenebilir. Kanaatimizce -mesela İslam’ı örnek olarak ele alırsak- İslam’daki
peygamber, evliya ve âlim kategorilerinin üçünü de ilkel din ‘büyücü’ tipinde
birleştirmiş görünümü vermektedir. Peygambere ait olan mucize, evliyaya ait olan
keramet ve âlimle özdeşleşen bilgi tek noktada yani büyücüde toplanmaktadır.
Malinowski de ilkel toplumun tüm bu kategorileri büyücüde birleştirdiğini ve ayrı
kategorilere gerek görülmediğini söyler gibidir.
“Büyücünün kişisel ünü önemlidir ve ilginç görüngünün nedeni budur. Buna
‘bilinen büyü mitolojisi’ denebilir. Her büyük büyücünün çevresinde, onun
mucizevî
iyileştirmelerine
ve
öldürmelerine,
aşk
konusundaki
kazanımlarına, zaferlerine ve fetihlerine ilişkin öykülerden doğmuş bir
azizlik hâlesi vardır. Her ilkel toplumda böyle öyküler büyü inancının
omurgasını oluşturur. Çünkü büyünün mucizelerine ilişkin haberler,
82
herkesin kendi deneyimiyle desteklenerek onun iddiasını güçlendirir ve onu
192
her tür kuşkunun, her tür eleştirinin üstüne çıkarır.”
Malinowski’nin
örneklemler
üzerinden
ulaştığı
.
sonuçlarla
ilgili
yorumuna
baktığımızda ilkel dinler her ne kadar mucize adıyla mucize, keramet ve bilgiyi
birleştiriyor görünseler de gerçekte verilen örnekler (iyileştirme… gibi) mucizeden
ziyade keramete yakın gibi durmaktadırlar. Bizim anladığımız mânâda mucizenin
kevni olma yönü burada görülmemekte, kişisel yön ön plana çıkarılmaktadır.
Dolayısıyla ilkel toplumlarda mucize önemli bir olgu olsa da onların mucize dediği
şeyler bize göre keramet kategorisine yakın durmaktadır.
2.2.5 MİT
Din sosyolojisinde ele alınan konulardan biri de mitoloji konusudur. Daha ziyade
dinin kökenleriyle ilişkili olarak özellikle ilk dönem sosyologları tarafından üzerinde
durulan konu, araştırmamızda Malinowski özelinde ele alınacaktır. İnanç konusunda
görülebilecek en fazla tikellik örnekleri mitoloji alanında görülmektedir. Ancak her
ne kadar mitolojiyle yakın ilişkili gibi dursa da masallar konusuna değinmeyeceğiz.
Konuyla ilgilenenler Malinowski’nin eserlerinde dağılmış şekilde bulunan masalları
araştırabilirler. Zira Malinowski’ye göre “masallar eğlence için, efsaneler
(mitolojiler) ise güvenilir tanıklıkta bulunmak ve toplumsal ihtirası doyurmak
içindir”193. Bunun dışında mitler “yalnız gerçek sayılmakla kalmayıp saygıdeğer ve
kutsal da sayılmaktadırlar”194.
Mitoloji (efsane) “bir toplumun ortak aklını içeren, milli kimliğin ve ortak yaşamın
anahtar yönleriyle ilgili olan inançları açıklamak üzere anlatılan hikâye ve kıssa”195
diye tanımlanabilir. Mitolojiler daha ziyade evrenin yaratılışı, insanın kökeni,
kâinatın geleceği, tanrıların kökeni, insanın geleceği… gibi konulara cevap ararlar.
Bütün toplumların mitolojileri vardır ve o toplumun zihin ve duygu dünyasıyla ilgili
192
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.83.
Malinowski, a.g.e., s.105.
194
Malinowski, a.g.e., s.105.
195
Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, s.71.
193
83
önemli ipuçlarını barındırmaları bakımından mitolojiler ayrıca değerlidirler. “Bu
gerçek aracılığıyla da bugünkü yaşam, insanlığın yazgısı ve etkinlikleri belirleniyor
ve bunun bilinmesi insana ayinsel ve ahlaki eylemler için motif verdiği gibi, bunların
yerine getirilmesi için direktifler de veriyor”196.
Mitolojilerin kökeniyle ilgili temelde iki görüş olduğu söylenebilir. Onu bilinçaltının
bir süreci gibi düşünen görüş (çok bilinen örneği Freud’dur) ve onu gerçeğin yapısını
kuran bir fenomen olarak kabul eden (en bilinen ismi Mircea Eliade’dır) görüş197.
Günümüzde daha ziyade mitolojilerin toplumları uyandırmak, iç görüşü engelleyen
olguları ortadan kaldırmak gibi fonksiyonları olduğu kabul edildiğinden mitolojiyi
bilinçaltına indirgemek pek olası görülmemektedir. “… mit gerçekte boş bir rapsodi,
budalaca düşüncelerin anlamsızca bir taşması değil, tersine, çok etkili, olağan dışı
önemli bir kültürel güçtür”198. Daha net şekilde söyleyecek olursak “… İncil öyküsü,
inanmış Hıristiyan için ne ifade ederse, mit de ilkeller için onu ifade eder”199.
Malinowski’ye göre mitoloji çok önemli fonksiyonları olan bir olgudur. Bu
fonksiyonlar sadece manevi kültür alanına da ait değildir ve kültürün bütünlüğünde
maddi ve manevi alanların ikisine de nüfûz etmiştir:
“İlkel, kendi mizacına göre gerek geçmişe gerekse de doğaya ilgi duymasına
karşın, her şeyden önce bir dizi pratik faaliyetle meşguldür ve çeşitli
zorluklarla savaşmak zorundadır. Onun asıl ilgisi bu genel, faydacı görüş
açısına yönelmiştir. Soyun kutsal öğretisi olan mitoloji, ilkel insana yardımcı
olan güçlü bir araçtır ve kültürel mirasıyla başa çıkmasını mümkün kılar”200.
Mitolojilerin bir diğer fonksiyonunu “geçmişe dönük, hep bugüne ait canlı
güncellik”201 olmalarında görebiliriz. “Mit ilkeller için ne kurmaca bir öykü ne de
196
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.106.
Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, s.154.
198
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.95.
199
Malinowski, a.g.e., s.98.
200
Malinowski, a.g.e., s.95.
201
Malinowski, a.g.e., s.126.
197
84
ölü bir geçmişe ait haberdir. O, hâlâ kısmen yaşayan büyük bir gerçeğin
canlandırılmasıdır”202.
Malinowski’ye göre mitolojilerin önemli bir fonksiyonu da toplumsal gerilimi
önlemesidir. “Mitin özellikle toplumsal bir gerilimin bulunduğu yerde göreve çıktığı
açıktır. Büyük konum ve güç farklılıklarında, üstlük ve tâbilikte ve hiç kuşkusuz
derin
tarihsel
dönüşümlerin
yaşandığı
yerde”203.
Sonuçta
mitolojilerin
Malinowski’ye göre -en azından- maddi ve manevi kültüre yardımcı olan, geçmişi
bugünde canlı tutan ve toplumsal gerilimleri azaltan fonksiyonları olduğu
söylenebilir.
Mitolojiler birçok konuda olabilir. Tanrı, evren, insan, kader, doğuş, ölüm,
yaratılış… gibi konular mitolojilerin daha yoğun olduğu konulardır. Toplumdan
topluma değişmekle birlikte yukarıda saydığımız konular temel mitolojik konulardır
ve her konuyla ilgili toplumda mitolojilerin olmasını beklemek yanlış olur. Biz bu
noktada Malinowski’nin ele aldığı Trobriand bölgesindeki mitolojiler üzerinde
duracağız.
Malinowski ilkel kabilelerdeki mitolojilerin yaratılış (doğuş), ölüm ve büyü mitleri
olarak üç kategoride yoğunlaştığını belirtir204. Yaratılış mitlerini önceki bölümlerde
ele aldığımız için205 burada ölüm ve büyü mitleri üzerinde duracağız.
“Ölüm mitleri ve yaşamın kendiliğinden yinelenen döngüsü” başlığında Malinowski
Trobriand yerlilerinin ölümle ilgili mitolojisini aktarır: Bir koyda yıkanan yaşlı kadın
ruh, derisini değiştirip gençleşerek torununun yanına gelir.
“Kız onu tanıyamadı. Korktu ve ona çekip gitmesini söyledi. Yaşlı
kadın kırgın ve kızgın, yıkandığı yere geri gidip eski derisini aradı.
Yeniden üstüne geçirip torununun yanına döndü. Bu kez kız onu
tanıdı ve şöyle karşıladı: ‘Bir kız vardı burada, korktum kovdum
202
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.126.
Malinowski, a.g.e., s.126.
204
Malinowski, a.g.e., s.111-146.
205
Bkz. Yaratılış başlığı.
203
85
onu’. Bunun üzerine büyükanne, ‘hayır’ dedi. ‘Sen beni tanımak
istemedin. Öyle olsun. Sen yaşlanacaksın bense öleceğim’. Eve
gitti. Kızı yemek hazırlıyordu. Yaşlı kadın kızına şöyle dedi: Artık
derimi çıkarmayacağım. Hepimiz yaşlanacağız, hepimiz öleceğiz’.
Bundan sonra insanlar deri değiştirip genç kalma yeteneklerini
kaybettiler”206.
Bu mitoloji ölümle ilgili Malinowski’nin anlattığı görebildiğimiz kadarıyla tek
örnektir. İnanç konularıyla ilgili akli çıkarımlar yaparak konuya yaklaşmak pek
doğru olmasa da bu anlatıma baktığımızda reenkarnasyon inancıyla belli bir uyum
dikkatimizi çekmektedir. Deri değiştirip gençleşme figürü bu noktada ilginçtir.
Ancak yerlilerin inancında daha önce belirttiğimiz gibi reenkarnasyon inancı egemen
olduğu için ölmek ve daha sonra yeniden dünyaya gelmek merkezi bir yer
tuttuğundan sanki gençleşme bu durumu kesintiye uğratan bir figür gibi gözükmekte
ve mitolojinin sonunda bu yeteneğin ortadan kalktığı belirtilmektedir. Ancak sonuçta
ölümle ilgili anlatımlar akıldan ziyade duyguyla ilgilidir:
“İlkel ister kendisininki ister sevdiği insanlarınki olsun, ölüm karşısındaki
gerçek duygulanımsal davranışında yalnız inancı ve mitolojik tasarımları
tarafından yönlendirilmez. Ölüm karşısındaki büyük korkusu, onu
uzaklaştırma doğrultusundaki güçlü isteği ve sevdiği akrabalarının
ölümünde duyduğu derin acı, ilkellerin törelerindeki, düşüncelerindeki ve
ayinlerindeki iyimser inanca, öbür dünyanın kolayca ulaşılabilirliğine
uygun düşmez. Ölüm bedene girdikten sonra ya da ölümün tehdit ettiği bir
anda, istikrarsız bir inancın belirsizliği ve parçalanmışlığı görülür”207.
Ölümle ilgili mitlerde olduğu gibi büyüyle ilgili mitler de Malinowski’nin ayrı başlık
açarak üzerinde durduğu bir konudur. Büyüyü başlı başına ayrı bir bölümde ele
alacağımız için burada sadece büyü mitleri konusuna değineceğiz.
Antropologların belki de en fazla dikkatini çeken konu olan büyünün birçok çeşidi
vardır ve “hemen hemen bütün büyü türlerinde, [o büyü türünün] varoluşunu
206
207
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.128-129.
Malinowski, a.g.e., s.140.
86
açıklayan bir öykü buluyoruz”208. Malinowski büyü mitlerinden kökenle ilgili şu
olayı aktarır:
“İki genç insan anneleriyle birlikte bir köyde yaşıyorlarmış ve kız
bir rastlantı sonucu, erkek kardeşinin başka kız için hazırladığı
güçlü bir aşk iksirini içmiş. Tutkudan çılgına dönmüş durumda
kardeşini izlemiş ve ıssız bir koyda onu baştan çıkarmış. Utanç ve
pişmanlık içinde ikisi de ne yemiş ne içmişler ve bir mağarada
birlikte ölmüşler. Birbirlerine sarılmış iskeletlerinden hoş kokulu bir
ot bitmiş. Bu ot, aşk büyüsüne karıştırılan maddeler içindeki en
güçlü bileşendir”209.
Büyü mitleriyle ilgili Malinowski sadece bu örneği vermez. Büyünün alanı çok
geniştir ve ilkel toplumlar gelecekleriyle ilgili ihtimal barındıran her konuda büyüye
başvururlar. Fide dikiminden balıkçılığa, ticaretten hastalığa, savaştan aşka kadar
yüzde yüz kendi kontrolü altında olmayan her alanın özel büyüleri vardır210. Büyü
âdeta bu ihtimalleri sıfırlamak ve sonucu garantiye alma adına yapılmaktadır
diyebiliriz. Bu gibi durumlar mitolojilerin fonksiyonlarına da bakmamızı gerekli
kılmaktadır.
Malinowski’ye göre “mit ne saf bir anlatı ne bir bilim türü, ne bir sanat ya da öykü
dalı, ne de açıklayıcı bir anlatıdır. O, geleneğin özüne ve kültürün sürekliliğine,
yaşlılık ve gençlik arasındaki ilişkiye ve insanın geçmişine karşı tutumuna sıkı sıkıya
bağlı kendine özgü bir fonksiyon görür”211. Ayrıca:
“Mit asla bilimsel ilgiyi doyurmaya yönelik bir açıklama değil, toplumsal
gereksinimlere ve isteklere dayalı, dahası, pratik gereksinimlere yardım eden,
dinsel gereksinimleri ve ahlaksal özlemleri derinden doyurmaya yönelik eski
bir gerçekliğin yeniden anlatılmasını oluşturuyor. İlkel uygarlıkta mit
kaçınılmaz bir fonksiyonu yerine getiriyor: inançları yükseltiyor, bir düzene
koyuyor, dile getiriyor. Ahlakı koruyor ve kayırıyor. Âyinin etkinliğini
208
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.144.
Malinowski, a.g.e., s.145.
210
Malinowski, a.g.e., s.141.
211
Malinowski, a.g.e., s.150.
209
87
güvence altına alıyor ve insanın davranışı için pratik kuralları içeriyor.
Demek ki mit, insan uygarlığı için yaşamsal bir katkı maddesini oluşturuyor.
Bir masal güvercini değil, önemli bir ağırlığı olan etkin bir güç. Akla uygun
bir açıklama ya da sanatsal bir düş gücü olmaktan uzak ama inancın ve ilkel
ahlaksal bilgeliğin pragmatik bir şartını temsil ediyor”212.
Sonuçta mitler toplumlar için benzer fonksiyonları icra etseler de farklı
anlatımlarıyla tikelliğin önemli örnekleri olarak kabul edilebilir. Dünyanın farklı
yerlerinde farklı zamanlarda yaşamış insanların benzer mitolojileri anlatması213 konu
olarak benzerlik göstermektedir. Ancak olayların kurgusu kesinlikle tikellik
örnekleriyle doludur.
Mitolojiler her ne kadar ilginç olsalar da belki de onun kadar ilginç olan bir konu
daha vardır: Büyü.
2.3 MALİNOWSKİ’YE GÖRE BÜYÜ
Genel olarak “belli sonuçları elde etmek amacıyla doğaüstü sayılan güçlerin
yardımına başvurmak veya doğada bulunan gizli güçleri ya da varlıkları etkilemek
suretiyle yapılan ve belli usulleri olan bir dizi törensel uygulamaları ifade eden
kavram”214 şeklinde tanımlayabileceğimiz büyü, ilkel kültürlerin vazgeçilmez
özelliklerindendir. Büyü, ilkel kültürlerde ritüelin yerine kullanılmaktadır yani “bir
inanç konusudur”215 ve bu sebeple antropoloji kitaplarında büyüyle ilgili bir bölüm
mutlaka bulunur.
Büyüyle din arasındaki ilişki antropologların tartışma konularından biriydi. Özellikle
James Frazer’in dinle büyüyü ayrı kabul etmesi bu alanda araştırma yapanları
etkilemiş olsa da günümüzde antropologlar dinle büyüyü ayrı görmek bir yana
212
Malinowski, İlkel Toplum, s.103-104.
Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.709.
214
Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, s.43.
215
Marcel Mausse, Sosyoloji ve Antropoloji, Çev.: Özcan Doğan, Ankara: Doğu-Batı Yay.,
2005, s.142.
213
88
büyüyü dini ayinlerin bir parçası olarak kabul ederler216. Hatta dinle büyü öylesine iç
içedir ki bir inancın eşlik etmediği büyü bulmak imkânsızdır217.
Bu bölümde biz Malinowski merkezli olarak büyünün özellikleri, fonksiyonları,
büyücülük ve büyü-bilim ilişkisi üzerinde duracağız.
2.3.1 BÜYÜNÜN ÖZELLİKLERİ
Büyü, özel amaçları elde etmeye yönelik olarak doğaüstüne atıf yapma eylemidir.
Büyü yapılırken istenilen etkiyi sağlamak için eylem taklit edilir218. Mesela “… aşk
büyüsünde, büyüyü yapan kişi… bir aşığın hareketlerini taklit eder. Savaş büyüsünde
çoğunlukla hiddet, saldırma isteği, tutku biçimini almış savaşma arzusuna ait
heyecanlar canlandırılır”219. Buna taklidi büyü denmektedir220.
Büyünün bir başka özelliği taklidi büyünün ötesi diyebileceğimiz bir türünde açığa
çıkar. Buna temas büyüsü denir221. Buradaki mantık “bir insanla bir zamanlar
temasta bulunan bir nesneye yapılan her şey o kişiyi etkileyecektir” mantığıdır222.
Malinowski’nin diliyle söylersek “…kara büyüde sivri uçlu tehlikeli nesneler, kötü
kokan zehirli maddeler; aşk büyüsünde güzel kokular, çiçekler, heyecan veren
uyarıcılar; ekonomik amaçlı büyüde ise değerli şeyler kullanılır”223.
İlk dönem antropologların merak ettiği konulardan biri de büyünün kökeniydi. Bu
konu büyünün gerçekte bir başka özelliğini de içermektedir. “Büyü hiçbir zaman
doğmaz, hiçbir zaman oluşturulmaz ya da keşfedilmez… kısaca büyünün tarih öncesi
varlığına inanış evrenseldir”224.
216
Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.671.
Malinowski, İlkel Toplum, s.111.
218
Conrad Phillip Kottak, Antropoloji: İnsan Çeşitliliğine Bir Bakış, Çev.: Komisyon,
Ankara: Ütopya Yay., 2008, s.468.
219
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.70.
220
Kottak, a.g.e., s.468.
221
Kottak, a.g.e., s.468.
222
Kottak, a.g.e., s.468.
223
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.71.
224
Malinowski, a.g.e., s.74.
217
89
Büyüyle ilgili genelde kafalarımızda oluşmuş ‘büyücülerin istedikleri gibi hareket
ettikleri’ ve ‘kendi toplumları tarafından denetlenme durumlarının olmadığı’
düşüncesi büyünün diğer bir özelliğinde açığa çıkmaktadır.
“Büyü yalnız cisimlenişinde değil içeriğinde de insanidir… yani büyü
doğanın gözlenmesiyle ya da yasalarının bilinmesiyle ortaya çıkmaz, o,
insanın doğal ilk servetidir. Yalnızca teslim alınarak elde edilebilir ve onun
aracılığıyla insanın özerk yaratıcı gücü gerçekleşir. Şu halde büyü gücü, her
yerde hüküm süren ve istediği ya da gerektiği her yere yayılan evrensel bir
güç değildir. Büyü tekil, özel bir kudret; türünde tek, yalnız insanın içinde
bulunan, yalnız büyü sanatıyla serbest bırakılabilen, kendini sesiyle ifade
eden ve ayinin uygulanması yoluyla aktarılan bir güçtür… bu yüzden büyücü
her tabuya uymak zorundadır. Yoksa tılsım bozulabilir”225.
Büyünün belki de en önemli özelliği onun bir amaca yönelik olarak yapılmasıdır. Bu
durum büyüyü dinsel törenlerden kısmen ayırır. “Büyüsel işlemde temelde yatan
düşüncede hedef her zaman açık, basit ve tanımlıyken, dini törenlerde daha sonraki
bir olaya yönelmiş hiçbir niyet yoktur”226.
Büyünün belli bir amaca yönelik olması her ne kadar onu ritüellerden kısmen ayırsa
da dinle büyü arasındaki benzerlikler çok fazladır. “Gerek büyü gerekse de din,
duygulanımsal gerilim durumlarında oluşur…yalnızca mitolojik geleneğe dayanır ve
her ikisi de mucizeler gösteren güçlerinin sürekli olarak açıldığı mucizevî bir
atmosferde var olurlar. Her ikisinin de eylemleri, dünyevi evrenin eylemlerinden
farklı olarak tabular ve kurallarla çevrilidir”227.
Büyünün sonraki nesillere aktarımı da büyünün özellikleri arasında zikredilmelidir.
Büyü formülleri kuşaktan kuşağa geçer. Babasoylu toplumlarda babadan oğula,
anasoylu toplumlarda ise dayıdan yeğene228.
225
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.75.
Malinowski, a.g.e., s.32.
227
Malinowski, a.g.e., s.88.
228
Malinowski, a.g.e., s.213.
226
90
Toparlayacak olursak büyü doğaüstüne atıf yapan, kökeni belirsiz, tekil, amaca
yönelik, birçok noktada dine benzeyen, formülleri nesilden nesile aktarılan bir
olgudur.
2.3.2 BÜYÜNÜN FONKSİYONLARI
Bir olgu toplumda bulunuyorsa, kanaatimizce mutlaka belli fonksiyonları
olduğundan bulunuyordur. Az veya çok fonksiyon icra etmeyen olgunun toplumda
bulunması anlamsızdır. İlkel toplumlardaki önemli olgulardan olan büyü de belli
fonksiyonları bulunan bir olgudur.
Büyünün belki de en önemli fonksiyonu onun krizleri aşmada kişiye verdiği destekte
görülebilir. “Büyü insana bir miktar, belirlenmiş ayinsel sahne ve inanç hükmü, belli
bir zihinsel ve pratik yöntem sunuyor; ve bu, her önemli uğraşta, tehlikeli durumların
ve kritik anların aşılmasını sağlıyor… Büyü insan için güvenin kuşkudan, direncin
kararsızlıktan daha değerli olduğunu ifade eder”229.
Büyünün diğer bir fonksiyonu rastlantısal konulardaki olaylardan takip edilebilir.
İlkel toplumlar her zaman büyü yapmaz. Kendi kontrolünde olan ve garanti
gördükleri noktada hiçbir yerli büyüye başvurmaz230. Olumsuzluk ihtimali, büyü
yapılma sebebidir. “Balıkçılık, özellikle de şansa bağlı olduğunda ve ciddi riskler
taşıdığından, ustaca bir büyü sistemiyle donatılmıştır… Sakin lagünlerde ya da hiçbir
tehlikenin bulunmadığı kıyılarda kullanılan küçük kanolar büyüden tamamen
kurtulmuştur”231.
Bütün bu fonksiyonlarının yanında Malinowski büyünün sosyolojik fonksiyonuna da
dikkat çeker: “… büyü çok önemli bir sosyolojik fonksiyonu yerine getiriyor… işin
229
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.91.
Bu duruma verilebilecek bir örneği tarımda yapılan büyülerde görebiliriz. Birçok olumsuz
ihtimalin gerçekleşebilme şansı olduğundan ilkel toplumlar tarımda büyüye çok yer
verilir. Bkz. Bronislaw Malinowski, Coral Gardens and Their Magic, London:
Allen&Unwin, 1935, s.15-27.
231
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.207.
230
91
örgütlenmesinde ve sistemli bir şekilde düzenlenmesinde etkin bir öğeyi oluşturuyor.
Ayrıca oyunların oynanmasında da başlıca denetim yolunu oluşturuyor”232.
Büyünün krizi aşmada ve rastlantısal konularda bireye destek vererek çok ciddi
fonksiyonları yerine getirdiği bir gerçektir. Bu noktada ‘neden büyü?’ sorusu
sorulabilir. Başka olgular bu fonksiyonları yerine getiremez mi? Bu soruya
verilebilecek yanıt en kısa şekilde ‘neden olmasın?’ biçiminde olabilir. Çünkü ister
ilkel olsun ister modern, her insan başına gelebilecek ve kriz yaratacak ihtimallerin
sayısının çok fazla olduğunu bilir. Ancak insanın yaşadığı krizleri atlatabilecek
teknik sayısı son derece sınırlıdır. Büyü bu anlamda acizliğimizin de güzel bir
göstergesidir. Aynı zamanda da son derece mantıklıdır. Zaten krizi atlatma bilinen
her hangi bir teknikle olabiliyorsa ilkel insan bile o tekniği kullanmaktadır. Ancak
kendini aştığı durumlar büyünün kullanıldığı durumlar olmaktadır. Büyü, sanılanın
aksine sadece ilkel toplumlara özgü değildir. Modern toplumlarda da az da olsa
büyüye başvuranların olduğu bilinmektedir.
2.3.3 BÜYÜCÜLÜK
Büyünün olduğu yer aynı zamanda büyücüyü de gerektirir. Zira her büyünün
kendine özgü formüllerinin olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bu formüller herkes
tarafından değil sadece büyücü tarafından bilinir ve uygulanır. Biz burada
Malinowski’nin büyücülükle ilgili görüşlerini ele alıp medyumlukla karşılaştırıp
değerlendireceğiz. Bronislaw Malinowski yaptığı araştırmalarında büyücülerle ilgili
şu tasviri yapar:
“Trobriand Adaları’nda büyücülük, sayıları pek fazla olmayan
uzmanlar tarafından yapılmakta. Bunlar genellikle üstün zekâ ve
seçkin kişiliğe sahip olan ve bu sanatı edinmek için bazı tılsımlı
sözler ya da formüller öğrenmek, bazı koşullara boyun eğmek
durumunda bulunan kişilerdi. Sahip oldukları büyü yapma yetkisini
232
Malinowski, İlkel Toplum, s.148.
92
kendileri adına kullanıyor, aynı zamanda bir bedel karşılığı aynı
şeyi başkaları için de yapıyorlar”233.
Büyünün bu kadar etkin olması büyücülerin konumunu da ön plana çıkarmaktadır.
Toplumun etkili kişilerinden olan büyücülerin durumunu Malinowski şöyle betimler:
“Büyücünün konumu ilk bakışta, kötüye kullanmaya ve şantaja elverişli
bir konum gibi görünmektedir… Büyücülük görevi kişiye yetki ve servet
kazandırmakta, onu etkili, söz sahibi konuma getirmektedir. Büyücü de
bu
ayrıcalığı
kendi
amaçlarının
gerçekleşmesinde
araç
olarak
kullanmaktadır. Ne var ki çirkin suçlamalar, onur kırıcı savlar, ona
yarardan çok zarar getirmekte ve büyücünün kural olarak çok ılımlı bir
kişilik kazanmasına neden olmaktadır”234.
Yukarıdaki tasvire baktığımızda büyücülüğün gerçekte toplum kontrolüyle nasıl
yakın ilişkide olduğu görülmektedir. Büyücüler ‘kafalarına göre takılabilen’ kimseler
değildir. Aslında buna gerek de yoktur. Para ve makam olarak gerekli tatmine
ulaşmış durumda olduklarından insanların kendileriyle ilgili yargıları onlar için daha
önemli konumdadır. Görevlerini manipüle etmeleri kendi aleyhlerinedir. Zira her an
gözlenmektedirler. Bu noktada ‘büyücülük toplum için faydalı mıdır?’ sorusu
sorulabilir.
Bu soruya çeşitli cevaplar verilebilse de temelde bir fonksiyonalist olan
Malinowski’nin yanıtı olumludur.
“Melanezya’da ve başka yerlerde büyücülüğün suçun başlıca kaynağını
oluşturduğu öne sürülmüştür. Benim kişisel olarak tanıdığım Melanezya’nın
kuzey doğusuna gelince, bu görüşün, durumun yalnızca bir yönünü dile
getirdiğini söyleyebilirim. Büyücü güçlü, varlıklı olduğundan genelde ılımlı
bir yolu tutuyor… (büyücülük) nasıl işlerse işlesin, ilkel toplum için büyük
bir değere sahip iyilikçi bir etken sayılabilir”235.
233
Malinowski, Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, s.97-98
Malinowski, a.g.e., s.98-99.
235
Malinowski, İlkel Toplum, s.62-68.
234
93
Toplumdaki insanların yardımına koşmanın, geleneğin sürdürülmesinin yanında
büyücülüğün başka fonksiyonlarından da söz edilebilir. Bunlardan biri ‘başımıza
gelme ihtimali olan sayısız olumsuzluğun açıklamasındaki’ rolünde görülebilir.
İnsanlık henüz birçok krizini açıklamayı başarabilmiş değildir. Büyücülük bu
noktada öyle ya da böyle yaptığı açıklamalarla kişisel tatmin sağlamaktadır236.
Büyücülüğün bir başka fonksiyonu, ‘kişinin davranışlarını kontrole zorlamasında’
ortaya çıkar. Hem büyücü hem de toplum devamlı birbirlerini gözlediğinden belli
davranış kalıplarının dışına çıkma ihtimalleri düşüktür. Bu durum toplumdaki
istikrarın bir başka sebebidir237. Sonuçta büyücülüğün toplum için belli fonksiyonları
olduğunu söyleyebiliriz.
2.3.4 BÜYÜ-BİLİM-DİN İLİŞKİSİ
Büyünün bilimle olan ilişkisi özellikle James Frazer’in görüşleri sonrasında
tartışılmaya başlanmış bir konudur. O, büyüyle din arasında ayrım yapar. O’na göre
din “insan yaşamını ve doğayı denetlediği ve yönettiğine inanılan üstün güçlerin
öfkesini yatıştırma ve onlarla uzlaşma çabasıdır. Büyü ise, algılanan bazı doğa
kanunlarının, çıkarlar doğrultusunda yönlendirilmesine yönelik bir girişimdir. Aynı
nedenlerin aynı sonucu doğuracağından büyücünün hiç şüphesi yoktur. Bundan
dolayı Frazer büyüyü sahte din olarak nitelendirir. Çağdaş bilimden farkı, olaylar
dizisini yöneten bazı yasaların yanlış anlaşılmış olmasıdır”238.
Frazer’in bu görüşleri etrafında yorumda bulunan kişilerin başında belki de
Malinowski gelmektedir239. Yazmış olduğu “Büyü, Bilim ve Din” adlı eseri bir
anlamda bu üç alanın sınırlarını göstermeye yöneliktir denilebilir. Biz bu bölümde
Malinowski’nin bu üç alanın sınırlarıyla ilgili görüşleri üzerinden konuya yaklaşıp
günümüzde sosyal antropologların kabullerini belirteceğiz.
236
Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.675.
Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.675.
238
Frazer’dan aktaran, Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.671.
239
James Frazer, Malinowski’nin hocasıdır.
237
94
Malinowski, “Büyü, Bilim ve Din” adlı eserine bu üç alanın tasviriyle başlar.
“Ne kadar ilkel olursa olsun, dinsiz ve büyüsüz halk yoktur. Ama, bu
yeteneklerinin sık sık yadsınmasına karşın, bilimsel tutumu olmayan ya da
bilimsiz ilkel halk da yoktur. Güvenilir ve yetkili gözlemcilerce incelenen
her ilkel toplulukta, birbirinden net olarak ayırt edilebilen iki alan
bulunmuştur: Kutsal alan ve dünyevi alan. Başka sözcüklerle söyleyecek
olursak büyü ve din alanı, bilim alanı”240.
İlkel kültürlere bakıldığında sosyal antropologların belki de ilk yanılgısı bu
kültürlerin tamamen dini etki altında olduklarını sanmalarıydı. Ancak yapılan alan
araştırmaları Malinowski’nin belirttiği gibi insanın bulunduğu her yerde olan iki
alanın varlığına işaret ediyordu. Günümüzde artık kutsal ve dünyevi alan ayrımı her
kültür için kabul edilmektedir. Ancak bu iki alan tamamen de birbirinden bağımsız
değildir.
Bu çerçeveden sonra büyünün bilimle ilişkisine Frazer özelinde değinen Malinowski
konuyu biraz daha açar:
“İlkel insan her şeyden önce pratik nedenlerden ötürü doğa süreçlerini
denetimi altına almaya çalışır… Ancak çok sonra kendi büyü gücünün
sınırlarını öğrendiği zaman… yüce güçlere seslenme arasındaki bu
ayrışmada Frazer, dinle büyü arasındaki farkı görür. Eğer doğayı sihirli
biçimde yöneten yasalar biliniyorsa, insanın doğaya doğrudan egemen
olabileceği inancına dayanan büyü, bu yönüyle bilime akrabadır. Bazı
bakımlardan insan acizliğinin itirafı olan din ise, insanı, büyüden daha
yüksek bir düzeye çıkarır ve daha sonra da büyüye baş eğdirmek zorunda
olan bilimden bağımsızlığını ilan eder”241.
Dolayısıyla büyünün bilime benzerliği Malinowski’nin de dikkat çektiği bir konu
olmaktadır. Tabiî ki bu benzerlik mutlak anlamda benzerlik değildir. Birçok noktada
benzer olsalar da kanaatimizce asıl önemli noktanın amaç benzerliği olduğunu
240
241
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.7.
Malinowski, a.g.e., s.9.
95
söyleyebiliriz. “… büyü bilime benzer. Şu anlamda ki açık bir amaç peşindedir ve
insanın güdülerine, gereksinimlerine, uğraşılarına yakından bağlıdır… büyü ile bilim
arasında çok sayıda benzerlikler vardır ve biz de James Frazer ile birlikte onun
‘yalancı bilim’ olduğunu söyleyebiliriz”242. Ancak Malinowski’ye göre yalancı bilim
olan büyüyle bilim arasındaki ilişki aynilik ilişkisi değil akrabalık ilişkisidir. “Bilim
deneyimin, çabanın ve aklın geçerli olduğu kanısına dayanır. Büyü ise umudun boşa
çıkmayacağı ve isteğin yanıltmayacağı inancında temellenir. Bilimin kuramları
mantıkla, büyününkiler isteklerin etkisi altında oluşan düşünceler zinciriyle
belirlenmiştir”243. Sonuç ne olursa olsun Malinowski bu konuda Frazer’in
görüşünene yakın durmaktadır diyebiliriz. Sanki o, bilim-büyü-din sıralaması
yapmakta ve büyüyü bilimle ve dinle ilişkili alan olarak görmektedir.
Günümüzde sosyal antropologların büyü-bilim-din ilişkisine bakışlarıysa biraz
farklıdır. Frazer büyüyü dinden ayırıp bilime yaklaştırmıştı. Ancak bu görüş
tamamen terk edilmiştir diyebiliriz. “Frazer’in ayrımı, büyüyü dinden ayrı gören
Batılı kültürün bir önyargısı olmaktan öteye geçmez”244.
Netice olarak karşımıza bu noktada üç görüş çıktığını söyleyebiliriz: Birincisi
büyüyü dinden ayıran Frazer’in görüşü; ikincisi büyüyü hem dinle hem bilimle
ilişkilendiren Malinowski’nin görüşü ve üçüncüsü büyüyü, dini ayinlerin bir parçası
gören günümüz antropologlarının görüşü. Kanaatimize göre büyü görüntü olarak
Malinowski’nin görüşüne yakın dursa da, o, sonuçta dine ait bir olgudur. Biz bu
konuda sosyal antropologların görüşünün doğru olduğu kanaatindeyiz.
Buraya kadar tasvir etmeye çalıştığımız Trobriand adalarındaki dini, kısaca
toparlayacak olursak şu noktalar karşımıza çıkmaktadır: 1- Herhangi bir Tanrı inancı
yoktur. 2- İnancın temelini reenkarnasyon oluşturmaktadır. 3- Reenkarnasyon
inancından dolayı ruh ön plana çıkmıştır. 4- Büyü bir ritüel olarak hayatın her yerine
girmiştir. Özellikle kişinin gücünü aşan durumlarda büyü kaçınılmaz bir ritüel
konumundadır. Bireysel olarak büyü yapılabildiği gibi toplu olarak da yapılmaktadır.
242
Malinowski, İlkel Toplum, s.148.
Malinowski, Büyü, Bilim ve Din, s.86-87.
244
Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.671.
243
96
Ancak bir ritüel olan büyü için özel bir mâbet bulunmamaktadır. 5- Büyünün önemli
oluşu büyücüleri de önemli bir konuma yükseltmiş görünmektedir. 6- Mucizeler dini
hayatta yer almaktadır 7- Mitolojiler önemli yer tutmaktadır. 8- Ölüm bu dinde çok
önemli, kritik ve korkutucu bir olgudur. Her yerli ölümden ürkmekte, cenaze
törenleri çok önemli âyinlere dönüşmektedir. 9- Peygamber, kutsal kitap, melekler,
âhiret inancı yer almamaktadır. Ancak ölümden sonra ruhun bir müddet kalmak için
gittiği yerin tasviri, semâvi dinlerin cennet tasvirine bazı yönlerden benzemektedir.
Cehennemle ilgili herhangi bir anlatıma rastlamadık.
Bu özelliklere sahip olan Trobriand dinini isimlendirmek kanaatimizce kolay değil.
Ancak mutlaka bir isimlendirme yapmak gerekirse buradaki yerlilerin inancının
‘atalar kültüne’ yakın olduğunu söyleyebiliriz. Zira reenkarnasyonun merkezi
konumu ruhu ön plana çıkarmaktadır. Malinowski’nin, eserlerinde bu bölgenin
inancını anlatırken ruh üzerinde uzunca durması da kanaatimizce atalar kültüne
yakın olduklarını göstermektedir.
2.4 MALİNOWSKİ’YE GÖRE KURUM OLARAK DİN
Dinin üç boyutundan birini sosyolojik boyut oluşturmaktadır. İnanç ve ibadet
boyutundan ayrı olarak sosyolojik boyut, dini bir kurum olarak ele alarak
incelemektir. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak din bir anlamda diğer kurumlarla
ilişkisiyle de ele alınır ve karşılıklı etkileşim yönleri vurgulanır. Bu bölümde bizim
asıl yapmak istediğimiz de dinin diğer kurumlarla ilişkisini Malinowski’nin fikirleri
ve araştırma sonuçları merkezinde irdelemektir. Ancak daha önce kurumun tanımı,
özellikleri ve fonksiyonlarıyla ilgili genel bir çerçeve çizeceğiz.
2.4.1 KURUMUN TANIMI, ÖZELLİKLERİ VE FONKSİYONLARI
Gerek sosyolojinin gerek sosyal antropolojinin önemli konularından biri de
kurumdur. Ancak günlük dildeki kullanımıyla bu alanlardaki kullanımı farklıdır.
Daha çok kurumun alt birimleri olan kuruluşlar farkında olmadan toplumun
çoğunluğu tarafından kurum olarak kabul edilse de sosyologların ve sosyal
97
antropologların kurumdan anladıkları tamamen farklı bir olgudur. Kurum deyince
birçoğumuzun aklına ilk etapta geliveren ‘iş ve işçi bulma kurumu’ veya ‘sosyal
sigortalar kurumu’ gibi isimler gerçekte birer kuruluştur. Oysa “sosyolojik açıdan
kurum ne bir kişidir ne de bir grup. O, kültürün bir kısmıdır”245. Kurum da bu soyut
kavramlardan olduğu için onun da bitmiş bir tanımını yapmak şu ana kadar mümkün
olamamıştır. Ancak bu hiç tanımlanmadığı anlamına da gelmemektedir.
Ergil, kurumu “bir toplumdaki insanların bir ya da daha fazla uzun süreli temel
gereksinimlerini karşılamalarına olanak sağlayan, davranış ve uygulama biçimlerinin
kalıcı örgütlülüğüdür” şeklinde tanımlar246. Özkalp’a göre ise kurum “toplumun
yapısı ve temel değerlerin korunması bakımından zorunlu sayılan, nispeten sürekli
kurallar topluluğudur”247. Meray kurumun net bir tanımını vermeden kurumların
“toplumun
güvenlik,
gıda,
cinsellik…
gibi
ihtiyaçlarını
karşılamak
için
kurulduklarını” belirtir248. Zira her toplumun gelişmek bir yana sadece varlığını
sürdürebilmesi için bile zaruri bazı görevleri yerine getirmesi şarttır. Eğer bu
görevler yerine getirilmezse toplum ciddi şekilde sarsılabilir ve hatta yok olabilir ki
Özönder bu duruma atıf yaparak kurumu “sosyal hayatın temel görevlerinin organize
ve idare edilmesine ve uygulamalarına yarayan esas araçlardır” şeklinde tarif
etmektedir249.
Yukarıdaki tariflere baktığımızda belirli yönlerin ön plana çıkarıldıklarına şahit
oluruz. Ancak bu yönler yukarıdaki tariflerle sınırlı değildir. Bunlar dışında kurumun
“toplumsal normlar ve roller sistemleri”250 olduğunu “toplum tarafından zorlamalarla
güçlendirildiğini”251 söyleyebiliriz.
Kurumlar belirli bir sürekliliğe sahiptir. Kurallar sistemi şeklinde organize
olmuşlardır. Dolayısıyla belli bir standardı ifade ederler. Ancak bu noktada her
245
Fischer, Sosyoloji Nedir?, s.110.
Doğu Ergil, Toplum ve İnsan, Ankara: Turhan Kitabevi,1984, s.193.
247
Enver Özkalp, Sosyolojiye Giriş, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yay., 2001, s.15.
248
Seha Meray, Toplumbilim Üzerine, İstanbul: Hil Yay., 1982, s.144.
249
Cihat Özönder, Kurumlar Sosyolojisi, Basılmamış Ders Notları, s.15.
250
Wallace-Wolf, Çağdaş Sosyoloji Kuramları, s.47.
251
A.Taner Kışlalı, Siyaset Bilimi, Ankara: İmge Yay., 1990, s.67.
246
98
standart davranışın kurumla ilgisi olmadığını da belirtmek gerekir. Zira birçok
standart davranış örf ve âdet merkezlidir252. Ayrıca kurumdaki kurallar toplum
tarafından beklenen ve uygun davranışı tanımlar253.
Kurum tanımlarına baktığımızda gördüğümüz özelliklere yapılan atıflar, işin
zorluğunu göstermektedir. Bu durum daha önce gördüğümüz kültür tanımı gibi
kurumun özellikleri üzerinden çerçeve çizmeye çalışmanın daha uygun bir yol
olduğunu bize düşündürmektedir. Bu anlamda yukarıda verdiğimiz tanımlardaki
vurgu noktalarına bakarak kurumun özelliklerini sıralarsak kurumun kafamızda
şekillenmesi kolaylaşacaktır. Kurumun belki de ilk özelliği onun sürekli kurallar
topluluğu olmasıdır. Yani sistemleşmiş davranış kalıbı özelliği taşımasıdır. İkinci
özelliği olarak toplumdaki temel ihtiyaçları karşılaması gösterilebilir. Ayrıca kurum
toplumsal roller ve normları içinde barındırır. Kurumun kuralları toplumun
zorlamasıyla güçlendirilir. Zira toplum tarafından uygun kabul edilmektedir. Sonuçta
genel olarak ‘sistemleşmiş davranış kalıbı şeklinde sürekli kurallar topluluğu olan,
toplumun temel ihtiyaçlarını gideren, rol ve normları içinde barındıran, toplum
tarafından uygun kabul edildiği için kuralları toplumun zorlamasıyla güçlendirilen
olguya kurum diyebiliriz.’ Ancak kurumun biri dar biri de geniş anlamda iki
kullanımı olduğunu belirtelim. Mesela ana okulundan üniversiteye kadar tüm okullar
dar anlamda birer kurum olsalar da bunlar geniş anlamda bizim yukarıda
belirttiğimiz asıl anlamdaki yani geniş anlamdaki kurumlardan eğitim kurumunun
birer parçasıdırlar. Bu durum sadece eğitim kurumuna özel bir durum değildir.
Temel kurumların hepsi için geçerlidir.
Sosyolojideki temel kurumların sayısı genelde altı olarak kabul edilmektedir
denilebilir. Bu kurumlar aile, eğitim, din, ekonomi, siyaset ve boş zaman
değerlendirme kurumlarıdır254. Altı temel kurum evrenseldir. İster ilkel ister modern
olsun her toplumda bulunurlar. Ancak bu kurumların fonksiyonları farklılık
göstermektedir.
252
Sevinç Güçlü ve diğerleri, Kurumlara Sosyolojik Bakış, İstanbul: Kitabevi, 2011, s.2.
Theodorson&Theodorson, A Modern Dictionary, s.206.
254
Fischer, Sosyoloji Nedir?, s.114.
253
99
Aile kurumu neslin devamını sağlamakta ve cinsel hayatı düzenleyerek biyolojik bir
fonksiyon yerine getirmektedir. Ayrıca çocuklara hayatlarının ilk dönemlerinde fiziki
ve ekonomik destek sağlayarak psikolojik fonksiyonu da yerine getirmektedir. Bu
anlamda aile dünyadaki en önemli birincil gruptur255. Aile toplumun yeni üyesi olan
çocukların ilk sosyalleştikleri yerdir. Çocuk rol ve sorumluluklarını ilk olarak ailede
öğrenir. Bu da ailenin sosyolojik önemli fonksiyonlarındandır. Ayrıca toplumun örf,
âdet ve gelenekleri önce ailede öğrenilir256. Ekonomi kurumu mal mübadelesini
düzenleyerek fazla olan malların başka ellerde kullanılmasını sağlamakta böylece
israfı önlemektedir. Bunlara ek olarak ekonomi kurumu -reklam, pazarlık, rekabet,
şirket, banka, kooperatif… gibi- birçok alt kurumu içinde barındırarak bu alt
kurumlarıyla da birçok fonksiyonu yerine getirmektedir257. Siyaset kurumunun en
önemli fonksiyonu yönetim işlerini yürütüp düzeni sağlamasında görülür258. Eğer
düzen olmazsa sağlıklı bir toplum olmaz. Toplumların mutlak uyum halinde
olduğunu söylemek imkânsızdır. Eğitim kurumunun en önemli fonksiyonu bireyin
sosyalizasyon sürecine yaptığı katkıdır. Toplumun sürekliliğini ve gelişimini
sağlayarak,
toplumla
uyumlu
bireyler
yetiştirmektedir259.
Eğitim
kültürün
nakledilmesinde de çok önemli fonksiyon icra eder. Bu ise sadece bilgi aktarımı
değildir260. Önceki neslin bir sonraki nesle aktarması gereken unsurların, olguların
tümü ilk etapta eğitime muhtaçtır. Eğitim yenilikçi bireyler yetişmesindeki
fonksiyonuyla topluma değer katılmasını sağlar261. Kanaatimizce boş zaman
değerlendirme kurumunun en önemli fonksiyonu bireyin dinlenme ihtiyacını
karşılamasında aranmalıdır. İster fiziki ister ruhi olsun dinlenmek en tabii insani
ihtiyaçlardandır. Ayrıca bu dinlenme sürecinin evde olması aile bireylerinin
255
Nevin Güngör, Türk Atasözleri ve Deyimlerinde Yansıyan Aile Modeli Üzerine Sosyolojik
Görüşler, Ankara: Sosyoloji Yayınları Derneği, 1994, s.163.
256
Nihat Nirun, Sistematik Sosyoloji Açısından Aile ve Kültür, Ankara: DTK Yay., 1994,
s.69.
257
Aydın, Kurumlar Sosyolojisi, s.72.
258
Aydın, a.g.e., s.151.
259
Nurettin Fidan-Münire Erden, Eğitime Giriş, Ankara: Meteksan,1993, s.56.
260
Aydın, a.g.e., s.191.
261
Nefise Balamir, Kırsal Türkiye’de Eğitim ve Toplum Yapısı, Ankara: ODTÜ Yay., 1982,
s.4.
100
psikolojik tatminleri için de ayrıca önemlidir262. Dinin fonksiyonlarından ikinci
bölümün hemen başında söz ettiğimiz için burada tekrar etmeye gerek görmüyoruz.
2.4.2 DİN KURUMU
Evrensel ve temel kurumlardan olan din belki de insanın en önde gelen etkinlik
alanıdır. İnsanlığın başından beri insanın hemen her eylemine din az ya da çok etki
etmiştir diyebiliriz. Bu sebepten dolayı bazı sosyologlara göre din, diğer kurumların
kendisinden doğmuş olduğu ana kurum olarak kabul edilse de özel olarak ele
alındığında “din adını verdiğimiz kültürel olgu, doğaüstü güçlere olan bir inançla
ilgili zihinsel tutumlar ve davranış örüntülerinin bütünleşmesi”263 olarak kabul
edilebilir.
Dini diğer kurumlardan ayıran kanaatimizce en önemli özelliği onun niyet olarak
tüm eylemlerimizin temelini oluşturma yönüdür. Niyet kalple ilgili bir olgudur ve
dinin konusudur. Aynı zamanda yapıp ettiklerimizin hepsi belli niyetlere bağlı olarak
gerçekleşmektedir. Bu da dini diğer kurumların sanki üstünde bir noktaya
konumlamaktadır. En profan bir eylemde bile (mesela yemek yerken) kişinin
dindarlık durumu belli olmaktadır264. Ayrıca “mensuplarının dünya ve olaylar
hakkındaki bakış açılarını belirlemesi, kutsal-kutsal dışı ayrımını keskinleştirerek
değer yargısı oluşturması”265 onun güç ve önemini ortaya koymaktadır.
Din, kurumlar arasında belki de en tartışmalı olanıdır. Onu bir afyon ve oyalayıcı
olarak görenler de vardır, toplumu düzenleyen unsur olarak görenler de266. Gerçekte
din, net olarak bu iki görüşten herhangi birine indirgenemeyecek kadar geniş bir
olgudur. Onun heterojen yapısı ve kapsamı yüzünden net bir tanımı bile
yapılamamaktadır.
262
Aydın, a.g.e., s.219.
Calvin Wells, İnsan ve Dünyası, Çev.: Bozkurt Güvenç, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1984,
s.131.
264
Freyer, Din Sosyolojisi, s.75.
265
Selim Eren, Cemaatsel Oluşum ve Dinin Rolü, Dini Araştırmalar, c.3, Sayı 7, 2000, s.103.
266
Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İstanbul: İletişim Yay., 1983, s.45.
263
101
Dinin kuşatıcılığıyla ilgili görüşler de günümüzde dikkat çeken konular arasındadır.
Bunun örneklerinden biri Berger’de görülür. Berger dinin sadece toplumsal bir
fenomen olmadığını aynı zamanda antropolojik bir fenomen de olduğunu belirtir267.
Dinle toplum etkileşimi de üzerinde durulan konulardandır. Dinin mi toplumu
etkilediği toplumun mu dini etkilediği soruları etrafında tartışılan konuda günümüz
sosyologlarının karşılıklı etkileşim modeline yakın durdukları söylenebilir. Din de
toplum da karşılıklı olarak birbirini etkilemektedirler denilebilir. Hangisinin daha
fazla etkilediği ise cevabı pek de kolay olmayan bir sorudur.
Kurumlar asla saf halde ve kendi başlarına bulunmazlar. Her zaman diğer kurumlarla
ilişki halindedirler. Her bir kurumun daha fazla veya daha az ilişki halinde
bulunduğu
kurum
farklıdır.
Dolayısıyla
bir
kurumu
doğru
anlamak
ve
değerlendirmek için diğer kurumlarla ilişkilerine bakmak çok önemlidir. Bu
noktadan sonra biz bu ilişkiyi din kurumu merkezinde yapacağız. Din, daha ziyade
tikelliği ön plana çıkan noktalarıyla ve Malinowski’nin fikirleri ve araştırmalarındaki
verdiği bilgiler çerçevesinde ele alınacaktır. Bu bağlamda din kurumu merkezde
olacak ve diğer temel kurumlar ona bağlı olarak işlenecektir. Boş zamanlar kurumu
modern zamanlara ait bir kategori olduğundan burada ele alınmayacaktır.
2.4.3 DİN-AİLE İLİŞKİSİ
Sosyal antropoloji alanında araştırma yapanların en fazla üzerinde durdukları
kurumlar din, aile ve ekonomidir denilebilir. Çünkü ilkel denilen toplumlardaki en
kompleks kurumlar bunlardır. Siyaset, eğitim ve boş zaman kurumları bu
toplumlarda modern denilen toplumlara göre çok daha basit bir görüntü
sergilemektedirler. Bu durum herhangi bir antropoloji kitabına bakıldığında net
olarak görülebilir.
Ailenin başlangıcı olan evlilik evrenseldir268. Ancak evliliğin şekli konusunda
toplumlarda tikelliğin egemen olduğu kesindir. Çok eşli evlilikler herkes tarafından
267
Peter Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği, Çev.: Ali Coşkun, İstanbul: İnsan Yay., 1993, s.91.
102
bilinen örnektir. Ancak evliliklerle ilgili oluşturulan belli şablonlar da vardır.
Toplumlarda görülen evlilikleri genelde şöyle belirtebiliriz: Tek eşlilik, çok eşlilik
(çok karılılık veya çok kocalılık), baldız evliliği (sororate), kayınbirader evliliği
(levirate), paralel kuzen evliliği (amca ve teyze çocukları), çapraz kuzen evliliği
(hala ve dayı çocukları).
Bazı araştırmacılar çekirdek ailenin evrensel olduğunu düşünseler de günümüz
sosyal antropologlarının büyük çoğunluğu çekirdek ailenin yaygın olmakla birlikte
evrensel olmadığını kabul etmektedir. Hatta “bazı toplumlarda çekirdek aileye hiç
rastlanmamaktadır.
Bazılarında
da
çekirdek
ailenin
özel
bir
rolü
bulunmamaktadır”269.
Evlilik gibi evrensel olan konulardan biri de yakın akraba arasında cinsel ilişkiyi
yasaklayan ensest tabusudur. Geçmişte ve günümüzde en azından anne-baba,
çocuklar ve kardeşler arasında cinsel ilişkinin yasak olduğu kabul edilmektedir.
Bunun sebebi nedir?
Ensest tabusuyla ilgili olarak çeşitli iddialar ortaya atılmıştır. Bunları üç grupta
toplayabiliriz:
1- İçgüdüsel kaçınmayı merkeze alan iddia.
2- Kompleksleri merkeze alan iddia (Freud).
3- Dış evlilik merkezli iddia270.
İlk iddiaya göre tiksinip kaçınma içgüdüsel olduğu için ensest tabusunun evrensel
olduğu dile getirilir. Ensest tabusuna ilişkin diğer iddia ise biyolojik yozlaşma
sebebine dayandırılmaktadır. Buna göre ilk çağlarda insanlar enseste dayalı
birleşmelerden doğan çocukların anormal olduklarını fark ettikleri için ensest tabusu
ortaya çıkmıştır. Ancak bu iki iddia, kuzen evlilikleri gerekçe gösterilerek
reddedilmektedir. Zira “ne içgüdüsel tiksinme ne de biyolojik yozlaşmadan korkma,
çok yaygın olan çapraz kuzen evliliğini açıklamaktadır. Ne de biyolojik yozlaşmadan
268
Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.416.
Kottak, Antropoloji, s.397.
270
Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.427.
269
103
korkular niçin çapraz değil de çoğunlukla paralel kuzenlerle çiftleşmenin
tabulaştırıldığını açıklayabilmektedir.”271
Ensest tabusuyla ilgili ikinci görüşün Freud’a ait olduğunu biliyoruz. Ona göre oğlan
çocuğunun anneye ilgi duymasına rağmen (Oedipus kompleksi) babasıyla çatışmak
istememesi sebebiyle duygularını bastırır. Aynı şekilde babasına ilgi duyan kız
çocuğu
da
(Elektra
kompleksi)
annesiyle
çatışmamak
için
duygularını
bastırmaktadır. Ensest tabusunun kökeninde bu kompleksler vardır. Ancak cinsel
duyguların ergenlikle ilişkisi olduğu için ensest tabusunun komplekslerle
ilişkilendirmenin doğru olmadığı açıktır.
Ensest tabusuyla ilgili belki de en çok kabul gören açıklama dışevlilik merkezli
olanıdır. Buna göre eğer ensest tabusu olmasaydı grup içinden evlilikler o grubu
tecrit olmaya ve sonuçta soyun tükenmesi tehlikesine sürükleyebilirdi272. Bu
açıklama mantıklı tutarlılığa sahip görünmektedir. Aynı zamanda insanın uyarlanma
başarısını da açıklamak için kullanılabilecek bir bakış açısı olduğu söylenebilir.
Böylece grupların genetik olarak karışması insan türü açısından başarıyla
korunmuştur. Her ne kadar yukarıda sıraladığımız görüşler varsa da ensest tabusunu
tam olarak açıklayabilen bir kuramın henüz geliştirilemediğini belirtmeliyiz.
Ensest her ne kadar tabu olsa da hiç yaşanmıyor anlamına gelmemelidir. Ensestle
beraber müstehcenlik, sapkınlık, eşcinsellik ve zina dünyamızın gerçeklerindendir.
Ancak genel kural ve kabul olmadıkları için marjinal bir durum olarak
değerlendirilmektedirler.
Aileyle ilgili noktalardan biri de toplumlardaki kadın veya erkeğin etkisi konusudur.
Bu durum toplumda geniş etkiler yapmaktadır. Anasoyluluk veya babasoyluluk buna
bağlıdır. Yine buna göre kadın veya erkeğin yaşadıkları yere göre ikamet edilir.
Ayrıca duruma göre toplumda amcanın veya dayının konumu öne çıkar. Doğal
olarak anasoylu toplumlarda dayı, babasoylu toplumlarda amca etkindir. Aile
271
272
Kottak, a.g.e., s.421.
Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.428.
104
içindeki ilişkiler de bu durumdan nasibini alır. Baba ve annenin oğul ve kızlarıyla
ilişkisi de bu etkiye bağlıdır.
Aileyle ilgili araştırmalar yapan Malinowski, yukarıda ele aldığımız konularda
katkılar sağlamıştır. Bu noktada özellikle araştırmaları ve fikirleri sebebiyle aile
konusundaki tikellik örneklerini ele alacağız.
Malinowski’nin araştırmalarını sürdürdüğü Melanezya Trobriand adalarında aile
yaşamı anasoyludur. “Trobriand adalarında anaya dayalı bir toplum düzeni
buluyoruz. Soy, akrabalık ve bütün toplumsal ilişkiler hukuksal olarak yalnızca
anaya göre belirleniyor. Kadınların kabilenin toplumsal yaşamında önemli payları
var”273. Kadının ekonomik ve toplumsal etkinliği anasoylu sistem için genel kabul
görse de Trobriand adalarında bunun asıl sebebi farklıdır. “Trobriand hukuk
sisteminde en önemli faktör, çocuğa tek başına annenin hayat verdiği, çocuğun
oluşumuna babanın hiçbir katkıda bulunmadığı düşüncesidir”274. Babalığın fizyolojik
yönünün bilinmemesi evlilik, akrabalık, cinsel ilişki… gibi konularda belirleyici
olmaktadır. Kadının hamile kalmasında babanın rolü bilinmemektedir. Cinsel ilişki
sadece zevk olarak ele alınmaktadır. Sonuç olarak “baba sözcüğünün Trobriandlılar
için çok belirli fakat salt sosyal bir anlamı vardır. Bu sözcük anneyle evli olan,
onunla aynı evde yaşayan ve eve ait olan erkeği anlatır… yani bir yabancı, daha
doğrusu topluluk dışından biri”275. Bu noktada çocuğun doğumu ve hamilelik
konularıyla ilgili Malinowski’nin eserlerinde şu noktalar net olarak vurgulanır:
Kadının hamile kalmasının sebebi baloma denen ruhlardır. Cinsel ilişki sadece zevk
amaçlıdır (işin en ilginç yönüyse Malinowski’nin, Trobriand toplumunda evlilik
öncesindeki cinsel yaşamın çok rahat olmasına karşın -ki hiçbir korunma da
bilinmiyor- evlenmeden hamile kalan birine rastlamadığını belirtmesidir)276.
Malinowski’nin bu sonuçla ilgili herhangi bir yorumuna rastlamadık. Araştırmasının
bu noktasının eksik olduğu söylenebilir.
273
Bronislaw Malinowski, Vahşilerin Cinsel Yaşamı, Çev.: Saadet Özkal, İstanbul: Kabalcı
Yay., 1992, s.20.
274
Malinowski, a.g.e., s.21.
275
Malinowski, a.g.e., , s.22.
276
Malinowski, a.g.e., s.159-165.
105
Baba her ne kadar yabancı gibi algılansa da evlilik patrilokaldir. “Evin reisi erkektir.
Kadın kocasının köyüne yerleşir. Babanın görevi çocuklarına bakmak ve
eğitimlerine yardımcı olmaktır. Çocuk büyüdükçe anneye daha fazla yakınlaşıp
babadan uzaklaşır. Devreye dayı girer”277. Ayrıca “aile yaşamı eşitlik ilkesine
dayanır. Erkekler genelde daha fazla güç gerektiren işlerle ilgilenirler. Kız ve erkek
çocuklar arasında da ayrım yapılmaz”278.
Trobriand bölgesinde farklı olan bir nokta da evlilikte görülebilir. Gençler arasında
cinsel serbesti olduğu ve evlilik bu anlamda cinsel özgürlüğü kısıtladığı halde
insanlar niçin evlenmektedirler? Bu soruya Malinowski iki noktayı öne sürerek yanıt
verir: Birincisi bu özel insanla ömür boyu beraber olma düşüncesi, ikincisi ise
toplumun bu çifti birbirine yakıştırıp kamuoyu oluşturması. Ayrıca evlilik sebebiyle
insanlar sosyal yaşamda farklı konum elde etmektedirler279.
Malinowski, evlilik konusuyla ilgili görülen kuzen evlilikleri, zina, müstehcenlik,
kıskançlık gibi noktaların az da olsa var olduğunu belirtmektedir280.
Çok eşlilik konusunda Trobriand adalarında reisin ayrıcalığı vardır. Kural tek eşlilik
olmakla birlikte kabile reisi bu kuraldan istisnadır. Reis zengin olmak zorundadır ve
bunu o bölgede sağlamanın tek yolu çok kadınla evliliktir. Çünkü evlilik
armağanlarıyla bu zenginliği sağlayabilmektedir281.
Boşanma ve ölüm, evliliğin bitmesindeki iki sebeptir. Malinowski boşanma sebepleri
olarak bıkkınlık, ihanet, huysuzluk sebeplerinin başta geldiğini ve boşanmanın sık
denilebilecek bir olay olduğunu belirtir282. Boşanan kişilerin evlenmelerinin çok
kolay olması da bu süreçte etken olarak kabul edilebilir.
277
Malinowski, Vahşilerin Cinsel Yaşamı, s.22.
Malinowski, a.g.e., s.40.
279
Malinowski, a.g.e., s.77.
280
Bronislaw Malinowski, The Family Among The Australian Aborigines, London: The
University of London Press, 1913, s.84-88.
281
Malinowski, Vahşilerin Cinsel Yaşamı, s.113.
282
Malinowski, Vahşilerin Cinsel Yaşamı, s.122.
278
106
Her toplum gibi Trobriand toplumunda da net sınırlar vardır. Cinsellik konusunda
tamamen özgür zannedilseler de durum hiç öyle değildir. “Bütün âdetler içinde kendi
kesin sınırlarını da göstermeyen tek bir âdet yoktur. Yeni sınırlamalar da kabul
ettirmeden cinsel dürtüye verilmiş tek bir ödün yoktur”283.
Malinowski, incelemiş olduğu ilkel toplumdaki tabu olan konuları şöyle
sıralamaktadır: Cinsel dürtü sapkınlığı, cinsel konularda açıklık ve edep duygusunun
azlığı, cinsel aşırılık, zevksizlik, egzogami (klan içinden cinsel ilişki ve evlenme
yasağı), zina, kabile reisinin ayrıcalıkları, aile ve ev içindeki tabular (ensest tabusu),
rütbe sınırları (yüksek rütbeli kızın aşağı soydan bir erkekle ilişkisi tabudur),
eşcinsellik, hayvanlarla ilişki, sadizm ve mazoşizm284. Bunlara dikkat edilmezse
toplum tarafından belli yaptırımlar uygulanmaktadır. Ancak bunların tabu olması hiç
olmadığı anlamına gelmemelidir. Çok az da olsa Malinowski, saymış olduğu
tabuların ihlal edildiğini belirtir ve çeşitli örnekler verir285.
Trobriand toplumundaki en üst tabu dünyanın her yerinde olduğu gibi ensest
tabusudur. Yukarıda ensestle ilgili yapılan yorumları aktarmıştık. Malinowski bu
tabuya özel ilgi gösterir ve daha ziyade Freud’un, kompleksleri üzerinden konuyu
tartışır. O, Freud’u tüm dünyadaki aile yaşamını aynı zannettiği için eleştirerek
konuya girerek tikelci bakış açısıyla olaya yaklaşılması gerektiğini söyler. Çünkü
aile tüm toplumlarda aynı değildir286. Malinowski net bir soru sorar: “Tutkular,
çatışmalar ve aile içinde ortaya çıkan bağlılıklar aile kurumuna göre değişiyor mu,
yoksa insanlık nerede olursa olsun değişmeden mi kalıyor? Eğer değişiyorsa, hiç
kuşku yok değişiyor…”287.
Malinowski’nin konu üzerinde bu kadar durmasında, araştırmalarını yürüttüğü
toplumdaki farklı aile yapısının rol oynadığını düşünüyoruz. O’na göre anasoyluluk,
kadın-erkek eşitliği, üremede babanın fizyolojisinin bilinmemesi, evlilik öncesi rahat
283
Malinowski, a.g.e., s.333.
Malinowski, a.g.e., s.344-345.
285
Malinowski, a.g.e., s.427-428.
286
Bronislaw Malinowski, İlkel Toplumlarda Cinsellik ve Baskı, Çev.: Hüseyin Portakal,
İstanbul: Kabalcı Yay., 1989, s.14.
287
Malinowski, İlkel Toplumlarda Cinsellik ve Baskı, s.15.
284
107
cinsel ilişki dönemi, konuyla ilgili birçok tabular, dayının etkinliği gibi konular
Freud tarafından ortaya konulan Oedipus ve Elektra komplekslerine uymamaktadır.
“… diyebiliriz ki, Oedipus kompleksinde arzu, babayı öldürüp ana ile evlenmeyi
kapsarken, Trobriandlı anasoylu toplumunda arzu, bacı ile evlenmeyi ve dayıyı
öldürmeyi kapsar”288.
Elektra kompleksi ise Oedipus kompleksine göre daha az önemsenmiş görüntüsü
vermektedir. Hem Freud hem Malinowski bunun üzerinde daha az durmaktadırlar.
Zira “ana ile kız arasındaki çatışma, baba ile oğlu arasında ortaya çıkan çatışmaya
göre daha az şiddette”289.
Malinowski’nin Freud eleştirisi son derece haklı görünmektedir. Dünya kültürlerinde
farklılıklar olabileceğini aklına getirmemesi Freud’un kanaatimizce en zayıf yönünü
oluşturmuştur. Malinowski bu açığı çok iyi görerek kompleksler üzerinden yaptığı
yorumlarla tikelliği ön plana çıkarıp konuya yaklaşmıştır.
Sonuç olarak ailenin oluşumundan yitimine kadar bütün kritik dönemeçler dinle
ilişkilidir diyebiliriz. Evlilik olayı, nişan ve nikâh gibi başlangıçtaki törenleriyle dini
bir hüviyet kazanmaktadır. Evlilik evrensel bir olgudur ve evlenme esnasında hemen
her toplumda dini figürler belli oranda bulunmaktadır. Ailenin bir diğer kritik
dönemi de çocuğun doğmasıyla yaşanır. İster ilkel olsun ister modern, hemen tüm
toplumlarda doğum belli dinsel ritüelleri içerir. İslam’ın doğan çocuğun kulağına
ezan okuma yaklaşımı veya Hıristiyanlıktaki vaftiz töreni belki de en bilinen
örneklerdir. Boşanma konusu da din-aile ilişkisiyle ilişkisi olan bir konudur.
Evliliğin dini ritüellere bağlılığı boşanmayla da doğrudan ilişkilidir. Mesela
“Protestanlara nazaran Katolikler arasındaki düşük boşanma yüzdesi dini kuralların
bir neticesidir”290.Din-aile ilişkisinde dinin aile kurumu üzerindeki kanaatimizce en
önemli etkisi tabularda (özellikle ensest tabusunda) görülmektedir. Tabuların bir
288
Malinowski, İlkel Toplumlarda Cinsellik ve Baskı, s.65.
Malinowski, a.g.e., s.181.
290
Günter Kehrer, Din Sosyolojisi, Çev.: S. Yüksel, İstanbul: Kubbealtı Neşriyat, 1992, s.105.
289
108
kısmı da doğrudan aileyle ilişkilidir. Tabu, kelime anlamı olarak ‘yasak, haram’
anlamındadır291. Bu da tabunun tam olarak dini bir kavram olduğunu göstermektedir.
2.4.4 DİN-EKONOMİ İLİŞKİSİ
İnsan biyolojik yönü de olan bir varlıktır. Hayatını sürdürebilmesi onun biyolojisiyle
ilgilidir. Hayatiyetini sürdürmesi ise ilk etapta ekonomi kurumuyla ilişkisine
bağlıdır. Ekonomi her ne kadar salt üretim-tüketim olgusu gibi bir izlenim verse de
diğer kurumlarda olduğu gibi o da toplumsal yönü olan bir olgudur. Bu bölümde biz
daha ziyade ekonominin sosyolojik ve antropolojik yanını ele alıp daha sonra
Malinowski’nin çalışmaları çerçevesinde konuyu genişleteceğiz.
İnsanın gösterdiği ekonomik faaliyetlere baktığımızda çeşitlilik görmekteyiz.
Özellikle günümüz modern toplumlarında Durkheimci tabirle söylersek işbölümünün
çeşitlendiği görülmektedir. Ancak bu çeşitlilik temelde iki yaşam biçiminin
türevlerinden başka bir şey değildir: Göçebe hayat ve yerleşik hayat.
İnsanlık tarihi boyunca yaşanan en büyük devrim ‘yerleşik hayata geçiş devrimidir’
diyebiliriz. Yerleşik hayata geçiş, maddi uygarlıkta yapılan sıçramanın temelini
oluşturmuştur. Alet yapma ve hayvanları evcilleştirme yerleşik hayatın sonucu
olmuştur. Ancak göçebe olarak yaşamaya devam eden ve avcılık-toplayıcılık yoluyla
geçinen insanlar asla tamamen ortadan kalkmamıştır. İlkel toplumlar bazında konuya
bakıldığında:
“araştırmalar, yiyecek toplayıcılarının beslenme biçimlerinin oldukça
dengeli ve yeter derecede bol ve çeşitli olduğunu, bu insanların çiftçilerden
daha az açlık ve kıtlık çektiğini göstermiştir. Maddi mal varlıkları sınırlıydı
ancak sahip olma güdüleri de yoktu. Öte yandan aile bağlarını
güçlendirmeye, sosyal hayatlarını zenginleştirmeye ve kendilerini manevi
yönden geliştirmeye ayırabilecekleri boş zamanları vardı. Bu bulgular,
yiyecek
toplayıcılarının
yoksulluk
içinde
yaşadıkları
tezini
çürütmektedir… bugün dünyada avlanarak, balık tutarak ya da bitki
291
Kirman, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, s.222.
109
toplayarak geçimlerini sağlayan topluluklar, başka bir şey yapamadıkları
için değil, yaşadıkları koşullarda hayatta kalmanın en iyi yolu bu olduğu
için toplayıcı yaşamı seçmişlerdir”292.
Yerleşik hayata geçiş, sadece tarımı değil diğer ekonomik faaliyetlerin de temelini
oluşturmuştur. Sanayileşmenin, hizmet sektörünün ve ticaretin gelişmesinde yerleşik
hayata geçişin rolü inkâr edilemez. Sadece modern toplumlarda değil ilkel
toplumlarda da yerleşik olanlar göçebe olanlardan çok daha fazladır. Her ne kadar
işbölümü modern toplumlar kadar karmaşık olmasa da yerleşiklilik ilkel toplumların
da genel halidir.
Ekonomik alanda işbölümüne bakıldığında evrensel olan iki çeşit işbölümü göze
çarpmaktadır: Cinsiyete dayalı işbölümü ve yaşa dayalı işbölümü. Ancak bu
işbölümlerinin çok sert kalıplar içinde olduğu zannedilmemelidir. Kadın-erkek
arasındaki cinsiyete dayalı işbölümü esnek, katı veya tamamlayıcı nitelikte
olabilmektedir.
Günümüz sanayileşmiş toplumlarında cinsiyete dayalı işbölümü, uzmanlığın ön
plana çıkmasıyla biraz geri planda kalmaktadır denilebilir. Çünkü “bu toplumlarda
uzmanlık gerektiren çok sayıda iş vardır ve hiçbir birey, kendi yaşına ya da
cinsiyetine uygun bir işte herhangi bir eğitim almadan çalışamaz”293. Yaşa dayalı
işbölümü, cinsiyete dayalı işbölümü kadar ön plana çıkmasa da evrensel bir olgudur.
Her toplum çocukluk, gençlik, orta yaş ve yaşlılık dönemlerini gruplandırmaktadır.
Bu gruptaki insanların yaptığı işlerde benzerlikler oluşmaktadır. Tabiî ki tüm
toplumlarda standart olarak belli olan işler yoktur. Toplumdan topluma tikel
farklılıklar olmakla birlikte yaşa dayalı işbölümü evrensel bir olgudur.
Tüm toplumların evrensel özelliklerinden birisi de su ve toprak kaynaklarına olan
bağlılıklarıdır. Ancak ilkel toplumlarda bu bağlılık daha fazladır diyebiliriz.
Teknolojik yeterlilikten yoksun olmaları onları toprak ve suya daha bağımlı
yapmaktadır. Tarım ve hayvancılık yapan çoğu ilkel kabile veya toplayıcı-avcı
292
293
Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.327.
Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.374.
110
kabileler için su ve toprak vazgeçilmezdir. Belli bir yerdeki su ve toprak bu tip
kabilelerin yaşam kaynaklarıdır294. Ancak teknolojik olarak ileri olan toplumlar
ihracat-ithalat
sayesinde
su
ve
toprağa
olan
ilişkilerinde
farklılıklar
göstermektedirler.
Ekonomiyle ilgili önemli unsurlardan biri de dengeleme mekanizmalarıdır. Modern
toplumlarda daha çok vergilerle yapılan dengeleme unsuru, serveti mümkün olan en
adil şekilde topluma yaymayı amaçlamaktadır. İlkel toplumlardaysa dengeleme
mekanizmalarına verilebilecek örnekler bulunmaktadır. Örneğin ‘Potlaç’ bir köydeki
şefin, birikmiş yiyecekleri ve diğer malları bir zenginlik gösterisi olsun diye
başkalarına dağıttığı törene denmektedir295. Dağıtım sadece kendi kabilesiyle sınırlı
değildir. Diğer kabileler de davetlidir. Böylece diğer şefler ona borçlu duruma düşer
ve toplumu gözünde ciddi prestij kazanmış olur. Ayrıca ileride bir gün kendi kabilesi
kıtlığa düşünce yapmış olduğu potlaç olayının karşılığını yardım olarak
görebilecektir. Her ne kadar potlaç aslında şefin servetini eriten bir unsur olsa da
sağladığı prestij açısından son derece önemlidir diyebiliriz.
Toplumdaki servet fazlasını eriten bir diğer olgu da kargo sistemlerinde görülür.
Buna Türkçede angarya diyebiliriz. Kargo sistemleri toplumdaki belli görevlerin her
sene dönüşümlü olarak ve karşılıksız yapılmasını gerektirmektedir. Bu görevleri her
erkek en az bir kere ve bir yıl süreyle üstlenir. Ayrıca görevle ilgili para veya mal
alamayacağı gibi kendi servetinden aldığı göreve harcamak zorundadır296. Yaptığı
harcamaya göre toplum gözünde popülaritesi artacaktır.
Dengeleme mekanizmaları ekonomi kurumu için önemli bir unsur olsa da
ekonominin en temel süreci sanayileşmiş toplumlarda arz-taleple, ilkel toplumlarda
karşılıklılık ilişkisiyle alakalıdır. Bu durum daha ziyade birincil ve ikincil ilişkilerin
etkisinin bir sonucudur. İlkel toplumlardaki birincil ilişkilerin modern toplumlara
294
Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.377.
Kottak, Antropoloji, s.382.
296
Holger Jebens, Cargo, Cult and Culture, Honolulu: University of Hawaii Press, 2004,
s.12.
295
111
göre yoğunluğu, karşılıklılık ilkesinin ön plana çıkmasına sebep olmuştur denilebilir.
‘Karşılıklılık’, yaklaşık olarak birbirine eşit değerdeki mal veya hizmetlerin değiş
tokuşuna denir. Bu değiş tokuşta alma-verme işleminin zamanı ve malın değeri
somut ve belirginse “dengeli karşılıklılık”, belirgin değilse “genelleştirilmiş
karşılıklılık” adını alır297. Karşılıklılık, ilkel kültürlerin ticaretidir diyebiliriz. Bu
sayede hem ürün çeşitliliği sağlanmış ayrıca çabuk bozulan maddeler işe yaramaz
hale gelmeden insanlara dağıtılmış olur.
Bazı ilkel kabilelerde ekonominin önemli bir ayağı da yeniden dağıtım ilkesinde
görülebilir. Malların bir merkezde toplanıp sayılması ve buradan dağıtılması yeniden
dağıtımın temelini oluşturmaktadır. Daha ziyade hediye, bağış, savaş ganimeti gibi
daha ziyade şefin doğrudan ilgilendiği olgularda yeniden dağıtım öne çıkmaktadır298.
Şefin bu gelirleri dağıtması cömertlik gösterisi ve toplumsal prestijini artırması için
önemlidir.
Buraya kadar vermiş olduğumuz bilgiler ışığında ekonominin dinle ilişkisi hakkında
neler söylenebilir?
Ekonomi-din ilişkisi popülerliği hemen hiç bitmeyen konulardan biridir denilebilir.
Sosyolojinin önemli isimleri bu konuyla yakından ilgilenmişler ve çeşitli görüşler
ileri sürmüşlerdir. Özellikle Max Weber ve Karl Marks’ın görüşleri etrafında süren
tartışma günümüzde de henüz net olarak çözüme kavuşturulamamıştır. Marks’ın,
ekonomi dini belirler tezine karşı, Weber karşılıklı ilişkiyi savunmuştur. Herhangi
bir sosyoloji kitabına bakıldığında karşımıza gelen bu konuyu detaylıca anlatmak
çalışmamızın asıl meselesi olmadığından bu kadarla yetiniyoruz.
Yukarıda verilen örneklere baktığımızda ekonominin dinle ilişkisine yapılabilecek
atıfları görebiliriz. Gerçekte her toplum kendi içinde bir ekonomi ahlakına sahiptir.
Servetin dengeli dağıtımı için oluşturulan şekiller (potlaç ve kargo), israfı önleyen
sistemler (karşılıklılık ilişkisi), kadın-erkek arasındaki işbölümü gibi noktalar din-
297
298
Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.382.
Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.388.
112
ekonomi ilişkisinde önemli örneklerdir. Ayrıca bir kabile şefinin hediye, bağış ve
ganimetleri tek merkezden dağıtması adalet gösterme endişesinin sonucudur. Adalet
de dini bir terimdir. Yine saygınlık kazanmaya yönelik ekonomik faaliyetler
dürüstlük göstergesidir ve dinler dürüstlüğü daima desteklemektedirler. Sonuçta
nereden bakarsak bakalım, kurumlar birbirleriyle ilişki içindedirler ve bu ilişkiyi biz
dinle ekonomi arasında da net olarak görüyoruz.
İlkel kültürlerin ekonomisi Malinowski’nin de üzerinde durduğu konulardan biridir.
Yukarıda değindiğimiz noktaların dışında onun kültürel tikellik adına verdiği ve
araştırmalarını yürüttüğü Trobriand adalarındaki yerlilerle diğer Melanezyalılar
arasında kurulan ve “Kula Halkası” denen bir tür dengeli karşılıklılık ilişkisini
anlatan bir örnek, üzerinde durulmayı hak etmektedir.
Erkekler, Trobriand adaları arasında yolculuk yaparak, üretmiş oldukları beyaz deniz
kabuklu kelepçeleri ve kırmızı deniz kabuklu kolyeleri değişim amaçlı olarak
verirler. Kırmızı kabuklu kolyeler saat yönünde, beyaz kabuklu kelepçeler saat
yönünün tersine adalar arasında hareket etmektedirler299. Kula halkasındaki her
erkek, komşu adadaki ortaklarıyla ilişki kurmaktadır. Saat yönündeki komşusuna
beyaz deniz kabuklu kelepçeleri verirken ondan kırmızı deniz kabuklu kolyeleri alır.
Bu ticaret ortaklığındaki her bir kişi bu nesneleri adalar boyunca birbirlerine aktarır.
Nesneler elden ele geçerek bütün adaları dolaşır ve bir süre sonra bu nesneler
üretildikleri kabileye geri döner. Böylece birçok kez değiş yokuşa maruz kalan
nesneler sayesinde uzak adalardaki insanlar dolaylı yönden de olsa aralarında
bağlılık oluştururlar. Kula Halkası’nda dikkat edilen belki de en önemli nokta hiç
kimsenin kolye ya da kelepçeleri uzun süre elinde tutmamasıdır. Çünkü böyle bir şey
ticareti kesintiye uğratmaktadır. Bu kolye ve kelepçelerin bazıları çok meşhurdur ve
bir köye geldiklerinde heyecana bile sebep olabilirler. İşin ilginç yönlerinden biri de
bu malları dolaşımdan çekmenin çok ciddi toplumsal eleştiri sebebi olmasıdır ki
kimse bunu kolayca göze alamamaktadır300.
299
300
Bkz. Ek-4.
Bronislaw Malinowski, Argonauts of Western Pacific, London: Routledge&Kegan, 1922,
s.94 ve devamında özetle.
113
Burada Kula Halkası’nın bazı fonksiyonlarını görmekteyiz. Bu yöntem öncelikle
adalar arasındaki ticareti sağlamaktadır. Adalar arasında ticari dostluklar kurulmakta
ve ortak çıkarlar oluşmaktadır. Bu özel ticaret, hediyeyi de içererek politik ilişkilerde
olumlu fonksiyonu içermektedir. Ayrıca Kula Halkası sadece ticareti değil aynı
zamanda seyahati de içeren bir boş zaman faaliyeti görünümündedir.
Malinowski’nin, ekonomiyle ilgili üzerinde durduğu konulardan biri de karşılıklılık
ilişkisidir. Bu ilişki Kula Halkası ile de yakın ilişkisi olan bir olgudur. O’na göre bu
ilişkinin temelinde “veresin diye veriyorum” mantığı yatar301. “Kıyı köylerde
yaşayanlarla içerlerdeki köylerde yaşayanlar, yiyeceklerinin sağlanması konusunda
birbirlerine bağımlı bulunuyorlar. Kıyı köylerde yaşayan yerliler hiçbir zaman
kendilerine yetecek kadar sebze yetiştiremiyorlar. İçerdeki köylerin halklarıysa her
zaman balığa ihtiyaç duyuyorlar. Üstelik görülüyor ki geleneklere göre, bu yerlilerin
kamu yaşamlarının son derece önemli bir yönünü oluşturan ve kıyı köylerde yapılan
bütün törenlerin, gösterilerin ve yiyecek dağıtım törenlerinin yalnızca içerdeki
vadilerin verimli topraklarında yetişebilen özel sebze türleriyle ve büyük miktarda
yiyeceklerle gerçekleştirilmesi gerekli. Öte yandan kıyıda da herkese yetecek ve bir
balık şöleni sayılabilecek ölçüde balığın bulunması gerek. Görülüyor ki, görece
olarak az bulunan yiyeceklerden dolayı bir bağımlılık söz konusu. Yani bütün olarak
her topluluk halkının ortaklara gereksinmesi var… Her toplulukta haklarını
savunmasına yarayan bir silah vardır: karşılıklılık ilkesi. Bu yalnızca balığı verip
yerine sebzeyi almak değiş-tokuşuyla sınırlanmış değildir. Kural olarak iki topluluk,
başka ticaret biçimleri ve diğer ortak hizmetler konusunda da birbirlerine
bağımlıdırlar. Dolayısıyla karşılıklılık zinciri, bütün bir iki taraflılık dizgesinin bir
parçası olmakla, büsbütün bağlayıcı bir nitelik kazanmaktadır”302. Karşılıklılık ilkesi
birçok ilkel kabilede görülse de içerik olarak toplumdan topluma tikel özellikler
göstermektedir. Bir tarafta Trobriand bölgesine özel ve tikel olan Kula Halkası’yla
teoride genel olsa da kültürlere göre tikel özellik kazanan karşılıklılık ilişkisinin bu
bağlantısı, kültürleri incelerken genel yargılardan kaçınmanın gerektiğini gösteren
bir örnek olarak kabul edilebilir. Bu tip ilişkiler aynı zamanda ekonominin kültürün
301
302
Malinowski, İlkel Toplum, s.33.
Malinowski, Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, s.33-34.
114
geri kalanından ayrı tutulamayacağını da göstermektedir. Ayrıca her iki ekonomik
faaliyetinde temelinde güven duygusunun olduğu görülmektedir. Özellikle Kula
Halkası faaliyetinde değerli deniz kabuklarından yapılma kolyelerin dolaşımı
ticarette iki taraf arasındaki güven duygusunu pekiştirmesi açısından fonksiyon icra
etmektedir. Tam anlamıyla dini bir kavram olan ‘iman’ ile daha ziyade dünyevi
anlamı bulunan ‘güvenmek’ ve ‘güvenilmek’ arasında yakın bir ilişki vardır.
2.4.5 DİN-SİYASET İLİŞKİSİ
Dinle siyaset, tarih boyunca iç içe olmuştur. “Hemen tüm radikal sosyal
yapılanmalar insanlık tarihi boyunca ya din tarafından gerçekleştirilmiş ya da din
karşıtı olarak meydana gelmişlerdir”303. Dinle siyaset arasındaki ilişkinin en önemli
yönünü ise dinin siyasal otoriteyi meşrulaştırma aracı olmasında görürüz. Ancak bu
meşrulaştırma tek yönlü bir süreç değildir. Daha çok dini grupların siyasal kadrolarla
ilişki içinde olmasıyla alakalı bir durumdur diyebiliriz.
Bazı toplumlarda dinin siyaseti de belirlemesi veya siyasetin hep içinde olması dindevlet ilişkisinin mantıksal dört formundan birini teşkil etmektedir. Buna göre ya din
devlete egemendir ya da devlet dine egemendir. Ayrıca dinle devlet birbiriyle
tamamen ayrı da olabilir (laiklik) veya birlikte de olabilir (teokrasi)304. Bu dört
formun hangisi olursa olsun din, temel değişkenlerden biri olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Siyasi olarak çok karmaşık olmadıkları için ilkel toplumlarda dinle siyaset ilişkisinin
modern toplumlara nazaran yoğun ilişki içinde olduğunu söylemek zordur. Ancak
bazı noktalarda din-siyaset ilişkisiyle ilgili tikel örnekler gösterebiliriz. Bu duruma
şefle büyücü arasındaki ilişki güzel bir örnek olabilir. Bu toplumda şefle büyücü
birbiriyle çatışmamaya dikkat ederler. Çünkü bu durum ikisine de zarar vermektedir.
Ancak birbirlerine işleri düştüğünde sıradan insanlardan daha fazla birbirlerinin
303
304
Aydın, Kurumlar Sosyolojisi, s.175.
Aydın, a.g.e., s.176.
115
işlerini görmektedirler305. Ayrıca bazı büyülerin sadece şefin ailesindeki bazı
kimseler tarafından (mesela oğlu) bilindiği ve titizlikle saklandığını da daha önce
belirtmiştik ki bu da, din-siyaset ilişkisinin ilkel toplumdaki tikel örneklerinden
biridir.
Siyaset kurumu tarihi süreç içerisinde basitten karmaşığa doğru bir seyir izlemiştir
diyebiliriz. Bu şekliyle siyaset temel kurumlar içerisinde ayrı bir yer tutmaktadır.
Diğer hiçbir kurum için basitten karmaşığa doğru çizgisel bir tarihi süreç olgusundan
bahsedilememektedir.
“Zümreler,
kabileler,
şeflikler
ve
devletler
şeklinde
basitleştirilen süreç basitten karmaşığa doğru izlenen seyri de açıklamaktadır. Bu
dört politik sistemden ilk ikisi merkeziyetçi olmayan diğer ikisi merkeziyetçi olan
sistemlerdir.”306 Hükmetme, kamusal alan işleri, uzlaşma aracı, güç gibi toplumdaki
çok önemli olgularla doğrudan ilişkisi olan siyaset kurumu, hangi toplum olursa
olsun değişik şekillerde karşımıza çıkmaktadır. Biz temel kurumlarla ilgili bilgileri
verirken siyaset kurumunu daha ziyade modern toplumlar bazında ele aldığımızdan
bu bölümde ilkel toplumlar ölçeğinde konuya bakacağız.
Sosyal antropologlar ilkel kültürleri incelerken en fazla din, aile ve ekonomi
kurumları üzerinde durmuştur demiştik. Çünkü bu kurumlar ilkel toplumlarda en az
modern toplumlar kadar karmaşıklık ve çeşitlilik gösteren kurumlardır. Son derece
farklı dinler, karmaşık aile yapıları ve orijinal ekonomik sistemler ilkel toplumlarda
çok normal olgulardır. Bu çeşitlilik tabiî ki sosyal antropologların dikkatini daha
ziyade bu üç kuruma yöneltmiştir. Siyaset, eğitim ve boş zaman değerlendirme
kurumları ise modern toplumlara göre daha sade ve basit olduğundan bu üç kurum
üzerindeki çalışmalar biraz daha sınırlıdır.
“En basit politik örgütlenme zümre örgütlenmesinde oldukça küçük, akraba
düzenine sahip ve politik açıdan bağımsız grup olan zümreler daha çok
toplayıcı ve göçebe topluluklarda görülmektedir. Bu topluluklarda yetenekli
kişiler lider olsalar da topluluk üzerinde zorlayıcı güçleri yoktur… Geniş
çaplı akraba temeli olan, ortak ataya, kimliğe, kültüre ve dile sahip olan
305
306
Malinowski, İlkel Toplum, s.62.
Haviland ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, s.584.
116
kabile örgütlenmesi zümrelere göre biraz daha karışık politik örgütlenmeyi
oluşturmaktadır. Akraba temelli bir yapıda olduğundan liderlik gayrı resmidir
ve kararlar oy birliğiyle alınır. Kabile liderlerinin erkek olması yaygın olsa
da
kadınlar
da
lider
olabilirler.
Zümre
ve
kabile
örgütlenmesi
merkezileşmemiş örgütlenmelerdir… Günümüzde en üst düzey ve en resmi
politik örgütlenme kabul edilen devlet, yasa yapma ve toplumsal düzeni
koruma yetki ve gücüne sahip politik örgütlenmenin adıdır. Günümüzde
uluslararası alanda tanınmış yaklaşık 200 devlet vardır… Buna karşın çok
uzun zamandan beri var olan yaklaşık 5000 ulus vardır... Dünyanın hiçbir
yerinde devletler, insanlığın icat ettiği en uzun süreli toplumsal yaşama
biçimi olan daha az merkezi politik sistemler kadar uzun süreli
olamamıştır”307.
Malinowski’nin incelediği Trobriand toplumundaki politik yönetim şefliktir.
Toplumdaki insanlara karşı net olarak üstünlüğü kabul edilen şef birçok yetkiyle
donatılmıştır. “Törenlere gereği gibi uymayan ya da önünde eğilmeyen bir insana
düşmanlık besler… Aşırılıkları cezalandırabilir… Ancak doğrudan fiziki şiddet
uygulayamaz… Bazı büyüleri kendi ayrıcalığında tutabilir”308.
Trobriand toplumunda şeflikle ilgili farklı olan bir uygulama da evlilikte görülebilir.
Normalde bu toplumda geçerli olan evlilik tek eşlilik üzerinden yürüse de bu kuralın
tek istisnası şeftir. Şefin birçok karısı olabilir. Bunun ilk sebebi şeflerin bu toplumda
herhangi bir gelirinin olmamasına karşın giderinin çok olmasıdır. Toplum anasoylu
olarak örgütlendiği için kadının erkek kardeşinin kız kardeşine bakması genel
kuraldır. Erkek kardeş, her sene hasat ettiği ürünlerin en iyi kısımlarından bir
bölümünü kız kardeşinin eşine sunar309. Dolayısıyla Trobriand toplumunda zenginlik
kadının erkek kardeşinden gelecek ürün miktarıyla doğrudan ilişkilidir. Birden çok
kadınla evlenen şeflerin de zengin olup halkına faydalı olabilmelerinin en mantıklı
yolu çok eşliliktir. Böylece şefin çok eşliliği toplumun yönetimi açısından fonksiyon
icra etmiş olur.
307
Haviland ve diğerleri, a.g.e., s.592-597.
Malinowski, İlkel Toplum, s.66-67.
309
Malinowski, İlkel Toplum, s.79.
308
117
Toplumun düzeni için önemli olan olgulardan biri de bizzat toplumun uygulamış
olduğu yaptırımlardır. Bu yaptırımlar şefler tarafından organize edilir. Çünkü şefin
otoritesi için toplumun yaptırımı çok önemlidir. “Kabilenin verdiği bir ceza var: tüm
topluluk öfkesini ve nefretini dışa vuruyor. Bu ceza sayesinde bir Melanezya
topluluğunda insan yaşamı, özel mülkiyet, ve kişisel onur korunduğu kadar şefin
saygınlığı, egzogami, toplumdaki yer, evlilik ve bir kabile yapısı içinde birinci
derecede rol oynayan ne varsa hepsi korunmuş olur”310.
Anasoylu toplumdaki şeflik alt kurumunun devam süreci de bazı ayrıntıları
barındırabilmektedir. Malinowski’nin araştırmasını yaptığı bölge buna örnek olabilir.
Normalde anasoylu birçok toplumda çocuklar annenin köyüne tâbidirler. Trobriand
bölgesinde de bu kural geçerlidir. Ergenlik çağına gelince annesinin köyüne
yerleşirler. Ancak şefin çocukları için durum farklıdır. “Trobriand adalarındaki rejim
nedeniyle baba her zaman kendi kişisel sevgisiyle oğullarını ergenlikten sonra da
yanında tutmaya çalışır ve topluluk da bunu yüreklendirir”311. Buradan da anlaşıldığı
gibi şeflik bu toplumda babadan oğula geçen bir süreci takip etmektedir.
2.4.6 DİN-EĞİTİM İLİŞKİSİ
Kültürün özelliklerinden biri de onun öğrenilmesidir. Toplumun maddi ve manevi
mirasının tümü olan kültürün öğrenilir olması eğitim kurumunu ön plana
çıkarmaktadır. Ailede başlayan kültürün öğrenilmesi hayat boyu devam etmektedir.
Eğitimin gelişimi incelendiğinde ilk formel eğitimin dini kurumlarda verilmeye
başlandığı görülmektedir312. Eski Mısır’dan eski Sümer’e kadar tapınakların aynı
zamanda eğitim kurumları olduğunu biliyoruz. Çünkü dinin alt işlevlerinden biri de
eğitimdir. Dini bilgiler, öğüt verme, vaaz gibi olgular dinin eğitimle ne kadar yakın
ilişki içinde olduğunu göstermektedir.
310
Malinowski, İlkel Toplum, s.48.
Malinowski, İlkel Toplum, s.126.
312
Fidan-Erden, Eğitime Giriş, s.68.
311
118
Kurumsallaşmış eğitim söz konusu olduğunda eğitimin dinle ilişkisi daha fazla ön
plana çıkmaktadır. Birçok devlet, kendi zihniyetinde insan yetiştirmek için ilk önce
eğitim kurumlarına yönelmektedir. Bu da bazen din eğitiminde ciddi tartışmalara
sebep olabilmektedir. Ayrıca dinin bizzat kendisinin sistemli olarak öğretilmesi de
eğitimden geçmektedir denilebilir.
Eğitime sosyal antropoloji açısından baktığımızda karşımıza informel eğitim
çıkmaktadır. İlkel toplumlarda sistemli bir eğitim kurumunun olmaması, bu kurumun
fonksiyonlarının daha ziyade toplumun diğer kurumları tarafından yerine
getirildiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
İlkel toplumlarda eğitimdeki ağırlığı en fazla olan kurum belki de ailedir denilebilir.
Bireyin sosyalleşmesiyle ilgili temel bilgiler ailede öğrenilir. Daha sonra toplum her
yaş grubunu eğitir. Yaşa ve cinsiyete bağlı gruplar toplumun kültürünü zamanla
içselleştirirler. İlkel bireyin de öğrenme süreci hayat boyu devam eder.
Malinowski’nin eserlerinde örgün eğitimle ilgili anlatımlara rastlamadık. O, ilkel
toplumun eğitiminin toplum tarafından informel şekilde yapıldığını gösterir ifadeler
kullanmaktadır. Bu durum sosyal antropoloji alanında yazılan eserlerle de
uyumludur. Sosyal antropologların en çok üzerinde durdukları üç kurumun dışında
olan eğitimle ilgili bilgiler bu eserlerde çok azdır. Sistemli ve formel eğitimin
olmadığı yerde eğitim üzerinde de çok fazla durulması zaten mümkün
görülmemektedir. Çünkü eğitimle ilgili temel unsurlar (öğretmen, öğrenci, okul…
gibi) hep eğitimin sistemli olan yönüyle ilgilidir. Ancak informel de olsa eğitimle
ilgili tikelliklere Malinowski’nin eserlerinde rastlanır.
Trobriand adalarında yaşayan bireyler aileyle başlayan öğrenme süreçlerinde
kendilerine ait rolleri toplumdan öğrenirler. Ancak bu toplumda bir figür, öğretme
konusunda öne çıkar: dayı. Trobriand adaları halkı anasoylu olduklarından, dayı çok
önemli bir figürdür. Erkek çocuklar belli bir yaşa gelince dayılarının yanından
ayrılmamaya başlarlar. Dayının erkek çocukların yetişmesinde çok ciddi katkısı
119
vardır. Bazı tabular, ekonomik faaliyetler gibi temel toplumsal unsurlar dayı
tarafından öğretilir313.
Malinowski’nin eserlerinde eğitim üzerinde çok az durulduğu gibi eğitim-din ilişkisi
üzerinde de çok az durulmuştur. Bu noktada söyleyebileceğimiz şey büyülerin
öğrenilmesi ve öğretilmesinin dinle ilişkisi olabilir. Dini bir argüman olan büyüler bu
toplumda genelde nesilden nesile aktarılarak babadan oğula geçtiğini belirtmiştik.
Bazı büyülerin ise sadece şefin yakınları tarafından bilinip yakın çevreleri tarafından
öğretilmesi konumuzu ilgilendirebilir. Ancak bu iki örnek toplumun geneliyle ilgili
olmadığı için din-eğitim ilişkisi konusunda sınırlı örneklerdir diyebiliriz.
Sonuç olarak kurumlar birbirleriyle ilişki halinde olan olgulardır. Asla salt, yalnız
başlarına ele alınamazlar. Bizim sadece din kurumunun diğer kurumlarla ilişkisini
göstermeye çalıştığımız gibi, diğer tüm kurumlar da birbirleriyle sıkı ilişki
içerisindedirler. Birbirlerini etkilerler ve birbirlerinden etkilenirler. Bu bakımdan,
kurumları ele alırken karşılıklı ilişki bağlamı içerisinde ele almak bir zorunluluktur.
313
Malinowski, Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, s.46.
120
SONUÇ
Malinowski’nin araştırmalarında ortaya koyduğu veriler etrafında hazırlamış
olduğumuz bu çalışmada, incelediğimiz tartışmaların ve analizlerin sonucunda genel
olarak müellifin alan araştırmasında iyi olmasına karşın elde ettiği verileri bir teoriye
dönüştürme konusunda yetersiz olduğunu düşündürecek birçok veriye rastlamaktayız.
Okumalarımızda gördüğümüz, Malinowski’nin veri toplamada gösterdiği gayret ve
hassasiyeti bu verileri değerlendirmede göster(e)mediğidir. Bize göre bunun en
önemli sebebi onun vakaya tek yönlü yaklaşımıdır. Toplumları ve kültürleri
araştırırken her birinin tikel olduğunu ve ona göre araştırılmalarını gerektiğini
söylemesi doğru olsa da araştırmalarını -diğer unsurları elimine ederek- sadece
fonksiyon merkezli yapması onun en zayıf noktasını oluşturmaktadır. Oysa hiçbir
olgu tek noktadan bakılarak anlaşılamaz. Bu durumun bize göre en güzel göstergesi
‘artıklarla’ ilgili yorumunda görülebilir. Şöyle ki; Malinowski’ye göre ‘artıklar
fonksiyonları devam ettiği için yaşamaya devam etmektedirler’. Bu yorum son derece
yetersizdir. Günümüzde fonksiyonu olmadığı halde yaşamaya devam eden birçok
unsur vardır. Mesela İslam’da minareler eskiden icra ettikleri fonksiyonlarından
tamamen uzaklaşmışlardır. Ses sistemlerinin gelişmesi minarelerin fonksiyonlarını
ortadan kaldırmıştır ancak buna rağmen minaresiz camii yapılmamaktadır. Çünkü
minare sadece fonksiyonel anlamı olan yapı değil aynı zamanda simgesel anlamı da
barındıran bir yapıdır. Dolayısıyla hiçbir Müslüman çıkıp ‘peygamberimiz devrinde
minare mi vardı? Fonksiyonu da ortadan kalktı. Bundan sonra fazla para harcayıp
camilere minare yapmayalım. Minare parasıyla şunu şunu… yaparız’ gibi sözler
etmemektedir. Zira minarenin simgesel anlamı fonksiyonel anlamının çok önündedir.
Malinowski’nin bakış açısıyla bu duruma yaklaşsak minarelerin varlığını biz hâlâ
fonksiyonlarıyla açıklamak zorunda kalırız.
Malinowski’nin kültürel olgular üzerindeki açıklamalarında ısrarlı işlevselci
yaklaşımı, onu sosyal antropolojideki fonksiyonalist akımın öncüsü olmasını
sağlamıştır. Bu yönüyle o, Franz Boas’ın Tarihsel Tikelciliğin kurucusu olduğu gibi
Tikelci-Fonksiyonalizmin
kurucusu
olarak
kabul
edilebilir.
Yapmış
olduğu
121
çalışmalarda kültürel unsur ve etkileşimlerde dikkate aldığı fonksiyonları dikkate
almakla birlikte, onun tikele yaptığı vurgu yoğunluğunun özgün düşünsel ve
uygulama sistematiği açısından kayda değer olduğunu belirtmek gerekir. Ancak
Malinowski ismi tikelcilikten ziyade fonksiyonalizmle anılmaktadır. Bize göre onu
salt fonksiyonalist kabul etmek eksikliktir. Çalışmanın başlığında “TikelciFonksiyonalist” isimlendirmesini kullanmanın temel nedenlerinden biri de, söz
konusu eksik anlaşılmayı telafi edebileceğini düşündüğümüz bir teklifte bulunmaktır.
Dinlere bakışta Malinowski’nin agnostik olması yaptığı yorumların zamanın ateist
antropologlarının çizgisine yakın olmasını sağlamıştır. Her ne kadar Tanrının
varlığıyla ilgilenmese de dinin kaynağını ilahi kökene bağlamaması ve dinle ilgili her
olguyu fonksiyonel olma açısından değerlendirmesi sebebiyle onun da Viktorya
dönemi antropologları gibi tüm dinlerin insani kökene dayandırılması esasına hizmet
ettiğini düşündürmektedir. Öyle ki dinin kökenine ‘ölüm’ gibi dinlerin üzerinde çok
durdukları bir olguyu yerleştirmiş olması bile kökenler konusunda onu ilahi dinlere
yakın bir araştırmacı yapmaya yetmemiştir. Malinowski’nin kültürle ilgili
araştırmalarında manevi kültür alanına ait söylediklerinin yetersizliğinin temelinde
onun agnostik yaklaşımının etkisi yadsınamaz. Dönemin ateist araştırmacılarından bu
anlamda bir farkının olmadığı açıktır.
Malinowski’nin sosyal bilim alanına en önemli katkısı, o döneme kadar yaygın olarak
kullanılmamış olan ‘katılımcı gözlem’in önemini göstermesi olmuştur. Ondan sonra
günümüze kadar gelen araştırmacıların hiçbiri bu yöntemin değerini yadsımamıştır.
Bu yöntemin ilk ciddi uygulayıcısı olan Malinowski, kendisinden sonra yapılan
birçok araştırmayı etkilemiştir. Bu çerçevede, yapmış olduğu gözlemler neticesinde
dinin toplumdaki fonksiyonları konusunda çok önemli tespitlerde bulunmuştur.
Araştırmalarını yürüttüğü Trobriand adalarındaki büyü ritüelleri üzerine yapmış
olduğu gözlem ve tespitler buna örnek olarak verilebilir. Bu bölgenin kıyılarda
yaşayan insanları balıkçılıkla geçinmekte ve sık sık açık denizlere çıkmak zorunda
kalmaktadırlar. Rastlantı, şans, olumsuzluk ihtimali ve büyük riskleri içeren açık
deniz balıkçılığına büyü eşlik etmekte ve denize açılmadan önce mutlaka büyü ritüeli
122
yapılmaktadır. Büyü bu anlamda kişilere krizleri aşmada destek sağlamaktadır.
Güven vermekte, rahatlatmakta ve umutlarını korkularının üzerine çıkarmaktadır.
Konuyla ilgili verilebilecek bir diğer örnekse ritüellerde kullanılan yiyeceklerle
ilgilidir. Trobriand adalarındaki ritüellerin hepsi toplu yapılır. Bu ritüellerde
kullanılan yiyecekler adaların iç bölgelerinde yetişmektedir. Kıyılarda oturanlar
tuttukları balıklarla bu yiyecekleri takas ederler ve ritüelin sonunda bunlar yenilir.
Sonuçta kıyı bölgelerde yaşayanlar bazı yiyeceklere ulaşırken iç bölgedekiler de
balığa ulaşırlar. Böylece ibadet aynı zamanda ekonomik bir fonksiyonu da yerine
getirmiş olur. Malinowski’nin katılımcı gözlem sonucu aktardığı bu örnekler
fonksiyonalizm açısından ele alındığında tikel bir örneğin dinin birkaç fonksiyonunu
aynı anda barındırabileceğini göstermektedir. Ancak bunlar ve benzeri tikel örnekleri
katılımcı gözlem yöntemiyle ortaya koyup sadece fonksiyonları üzerinden
değerlendirme yapması ve simgesel yön, manevi etki (aidiyet/kimlik, hayat algısı,
doyum vs.) gibi açılardan konuya yaklaşımının yok denecek kadar az olması
Malinowski’nin eksik tarafıdır. Bununla birlikte, bakış açısını bir tarafa koyacak
olursak, sonuçta Malinowski’nin bilime kazandırmış olduğu ‘katılımcı gözlem’
metodunun müellifin en önemli mirası olduğunu tekraren ifade etmek gerekir.
123
EK-1
Mead’ın ilk incelediği Yeni Gine kabilesi Arapesh kabilesidir.
“Arapesh toplumunda erkek çocuk, eşi olacak kızı büyütür.
Arapeshlerde bir baba, bebeğin doğumuna sebep olduğu için baba
değil, onu büyüttüğü için babadır… Küçük kız yedi veya sekiz
yaşlarında kendisinden altı yaş büyük bir erkek çocukla nişanlanır
ve müstakbel kocasının evine gönderilir. Bundan sonra nişanlı ve
onun erkek kardeşleri müstakbel genç gelini birlikte yetiştirme işini
yüklenirler. Kızın tüm yiyecek işini karşılayacak olan faaliyete
nişanlı erkek katkıda bulunur. Bu çok önemli bir husustur zira
kocanın bütün isteklerinin yapılışı bu katkıya bağlıdır… Arapeshler
evliliğin temeline cinsel tutkuyu koymamışlardır. Cinsel ilişki
elbette önemlidir fakat nişanlılar büyürken öyle bir alışkanlık ve
rahat içinde büyürler ki, cinsel ilişki korkulu, anlaşılmaz bir şey
olmaktan çıkar… Kocası ölen kadın genellikle kocasının ailesi
içinde yeniden evlenir. Dul bir kadını almak 30-31 yaşlarındaki
erkek kardeşin görevi olup kardeşinin çocuklarını büyütecektir…
Her türlü saldırgan davranış ve kavga büyükler tarafından önlenir ve
asla kabul görmez. Çocuk oyunlarında ise kesinlikle iki taraf yoktur.
Rekabeti veya çatışmayı teşvik eden oyunlara izin verilmez.
Arapeshlerde harp bilinmez. Cesaretle adam öldürme arasında hiçbir
bağlantı yoktur. Arapeshlere göre hiddete kapılanlar acınacak
kişilerdir”.
Mead’ın ikinci incelediği Yeni Gine kabilesi Mundugumor kabilesidir.
“Mundugumor sosyal örgütü aynı cinsiyetten olan bütün kişiler
arasında karşılıklı düşmanlık esasına dayanır ve aynı cinsiyetten
olanlar arasında bağlılık ancak karşı cinsten olanlar kanalıyla
kurulabilir… Bu tip örgütlerde erkek kardeşler ya baba ya da anaya
göre aynı grup üyesi sayılırlar ve aralarında kuvvetli bir bağ
vardır… Kız ve erkek kardeşleri acayip şekilde birbirine bağlayan
124
evlenme kurumudur. Evlilik burada kız kardeş-erkek kardeş
değiştirilmesi esası üzerine kurulmuştur. Bir erkek kız kardeşini bir
diğer erkeğe verir ve onun kız kardeşini alır… Kız kardeşi olmayan
erkekler kendilerine evlenecek kadın bulmak için mutlaka kavga
etmek zorundadırlar… Bu kavgalar sonunda bir kızı kaçırmayı
başarabilirlerse karşılığında bir cins flüt ödeyerek evlilikleri hukuki
bir hale getirilir. Genellikle ailelerde evlenecek kız-erkek sayısı eşit
olmadığından daima bir kavga hali beklenir… Mundugumor
ailesinde birbirinden kesin ayrılmış gruplaşmalar vardır: Baba ve
kızları, anne ve oğulları. Erkek kardeşler arası ilişki ise acımasız bir
rekabet ve güvensizliktir… Baba ile oğulları arasında da şiddetli
geçimsizlik vardır ve küçük yaşta babadan uzaklaştırılırlar. Bir
oğlan 10-12 yaşlarına geldiğinde artık annesi yaşlıdır ve babanın
ilgisini de çekmez. Baba artık genç bir kadın peşindedir… Erkek
çocuk kız kardeşini değiştirmeyle evlenebildiği gibi aynı işi baba da
yapabilir, kızını verip yerine kendine yeni bir kadın alabilir ve oğlu
büyümeden bu işi yapmaya çalışır. Fakat böyle bir durumda
oğlunun çıkarını koruyup kocasının yeni bir kadın almasına engel
olmak için araya adamın karısı girer. Aile bireyleri birbirinin
karşısına dikilirler. Baba herkesten daha fazla kızı üzerinde
hâkimiyet iddia edecek durumdadır. Kızlar baba ile aynı soydan
sayıldıkları için küçükten beri babaya yakındırlar… Buna karşılık,
oğlanlar analarından kız kardeşlerinin kendilerine ait olduğunu
duymuşlardır ve evlenebilmek için kız kardeş değiştirmesi
gerektiğini bilirler. Fakat babanın da bu işi kendilerinden önce
yapabileceğini de bilirler. Bu şüpheyle devamlı babayı gözlerler…
Kız kardeşlerle erkek kardeşler arasında da ilişkiler hiç iyi değildir.
Çünkü erkek çocukların evliliği kız kardeşlerini değiştirmeye
bağlıdır ve kızın bu değiştirmeye itirazı olabilir… Oğlanlarla arası
bir miktar iyi olan dayıdır. Dayı, oğlanların başı babayla derde
girdiğinde onların koruyucusudur. Bu sebepten de bir adamın,
karısının erkek kardeşiyle (kaynıyla) arası iyi olamaz.
Toplumun hemen bütün erkeklerinin birbirleriyle bu denli çatışma
halinde olduğu bir toplumun nasıl devam edebildiğini anlamak için
125
toplumun
ekonomik
ve
dinsel
hayatına
bakmak
gerekir.
Mundugumor toplumu zengin bir toplumdur… Hindistan cevizi
ağaçları olağanüstü derecede boldur… Bu zenginlik içinde kadınlar
diğer işleri görürler, erkeklere de kavga etmek kalır. Kavgalar
ekonomik olmayıp kadın yüzündendir.
Mundugumor toplumunda bir bebek bütün bireylerin birbirlerine
düşman oldukları bir dünya içinde doğar. Bir kadın kocasına hamile
olduğunu söylediğinde huzursuzluk başlar… Hamilelik esnasında
cinsel ilişki tabudur. Bunun sonucunda erkek ya başını alır gider
veya bir başka kadın peşine düşer… Çocuğun erkek olma ihtimali
babayı tedirgin eder. Buna karşılık kız olma ihtimali de anayı tehdit
eder. Bu sebeple çocuk doğmadan evvel çatışmalar başlar. Yaşayıp
yaşamaması söz konusudur. Kızların yaşaması daha büyük bir
olasılıktır. Çünkü kız çocuğu baba yeğler. İleride kendisine genç bir
kadın
almasını
sağlayacaktır.
Doğacak
erkek
olursa
ana
memnundur. Çünkü babaya rakiptir… Doğan bebekle anne çok az
ilgilenilir. Bebeğe ölmeyecek kadar ayakta meme verir… Çocuk her
nedenle itilip kakılır. Kuvvetli olan bebek yaşayabilir. Beslenmesi
rastlantısaldır. Büyümesi sırasında dostu, düşmanı iyice öğretilir.
Böylece doğum anından itibaren yırtıcı, saldırgan, kavgacı ve aç
gözlü olması sağlanır… Gencin hayatı rastlantılara bağlanmıştır ve
bu nedenle erkek çocuğun genel olarak ne zaman, nasıl evleneceği
belli olmaz… Kızların durumu da aynıdır. Bazısı erkek kardeşleri
onları değiştirme olanağı bulmadan babaları tarafından yaşlı bir
erkeğe verilip yerine yeni bir kadın alınır… Tüm bu ortamda
kavgacı, saldırgan, yırtıcı olmak ideal kişilik yapısıdır”.
Bu iki kabilenin incelenmesi birbirine yakın sonuçlar vermiştir. Gerek erkek gerekse
kadınlar aynı mizaca sahiptiler: Arapeshlerde uysal Mundugumorlarda ise saldırgan.
İki cins arasında bariz farklar yoktu. Mead ise cinsiyetler arasındaki farkı
vurgulamayı hedefliyordu. Araştırmasına devam etti. Yine aynı bölgedeki Tchambuli
kabilesini inceledi.
126
“Tchambuli halkı sanatı yaşamın ilkesi olarak kabul etmişlerdir. Tchambuli
erkeklerinin hepsi artisttir ve sanatın yalnızca bir kolunda değil birçok
kollarında ustadırlar. Raks, oymacılık, gravür, resim işlenen sanat kollarıdır.
Her erkeğin kendine has dansı, kendi yaptığı maskları, müziği vardır ve
toplumdaki yeri, diğerlerinin bunlara verdiği değerle ölçülür… Toplum gevşek
bir tarzda patrilineerdir (baba tarafı yerleşmesi)… En büyük oğlan babanın
huzurunda huzursuzdur. Doğrudan doğruya babaya hitap etmez. Çünkü onun
varisidir… Tchambuli erkekleri daima birbirlerini kontrol ederler. Aralarında
imalı sözler eksik olmaz… Buna karşılık kadın grubu sağlam, birbirine bağlı
bir kitle oluşturur. Ekonomik çalışma tamamen kadınların elindedir…
Evlenmelerde güya erkek eşini seçer ama aslında ailenin en yaşlı kadını
erkeğin kiminle evleneceğini belirler. Erkekler çok kere bunun farkına
varmazlar ve kadınlar bunu sezdirmemek için ellerinden geleni yaparlar.
Kısacası kadınlar Tchambuli kabilesinde gücü elinde tutan, bütün ekonomik
faaliyeti yöneten, sağlam, kuvvetli, dengeli bir gruptur”314.
314
Mead’den.aktaran, Saran, Antropoloji, s.115-126.
127
EK-2 FOTOĞRAFLAR
128
EK-3 HARİTALAR
(Malinowski’nin Alan Araştırması Yaptığı Trobriand Adalarının Haritası)
129
130
131
EK-4 KULA DÖNGÜSÜ (Halkası)
Kula döngüsü ilkel toplumların tikel ekonomik faaliyetlerine verilebilecek belki de en
ilginç örnektir. Malinowski’nin araştırma yaptığı bölgede geçerli olan bu faaliyette
yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi iki temel güzergâh takip edilir. Bir taraftan deniz
kabuklarından yapılmış kolyeler adalar arasında dolaşımdadır diğer taraftan ise
kelepçeler. Hem kolyeler hem de kelepçeler kendileri ekonomik anlamda alım-satım
aracı olmayıp alışveriş öncesi verilen hediye konumundadırlar. Hediyeleşmeden
sonra ise alışveriş başlamakta böylece kolye ve kelepçelerle yapılan hediyeleşme,
alışveriş öncesi güven ortamının hazırlanmasında önemli bir fonksiyon icra
etmektedir. Tikelci-fonksiyonalizme güzel bir örnek olduğundan Malinowski Kula
Döngüsü üzerinde durmuş “The Argonauts of Western Pacific” adlı eserini bu konuya
ayırmıştır.
132
KAYNAKÇA
ABRAHAMSON, Mark, İşlevselcilik, Çev.: Nilgün Çelebi, Konya:
Toplum Kitabevi, 1990.
AKAY, Ali, Postmodernizm, İstanbul: L&M Yay., 2005.
AKYÜZ, Niyazi- ÇAPÇIOĞLU, İhsan, Ana Başlıklarıyla Din
Sosyolojisi, Ankara: Gündüz Yay., 2008.
ASLANTÜRK, Zeki-AMMAN, Tayfun, Sosyoloji: Kavramlar,
Kurumlar, Süreçler, Teoriler, İstanbul: Çamlıca Yay., 2001.
ATAY, Tayfun, Batıda Bir Nakşî Cemaati: Şeyh Nazım Kıbrısi
Örneği, İstanbul: İletişim Yay., 1996.
AYDIN, Mustafa, Kurumlar Sosyolojisi, Ankara: Vadi Yay., 1997.
BAHAR, H.İbrahim, Sosyoloji, İstanbul: USAK Yay., 2005.
BALAMİR, Nefise, Kırsal Türkiye’de Eğitim ve Toplum Yapısı,
Ankara: ODTÜ Yay., 1982.
BALOĞLU, A.Bülent, Reenkarnasyon, Ankara: Kitabiyat Yay., 2001.
BENEDİCT, Ruth, Kültür Örüntüleri, Çev.: M. Topal, Ankara: Öteki
Yay., 2000.
BERGER, Peter, Dinin Sosyal Gerçekliği, Çev. Ali Coşkun, İstanbul:
İnsan Yay.,1993.
BİLGİN, Vejdi, Bizi Kuşatan Toplum, Bursa: Düşünce Yay., 2011.
BİLGİSEVEN, Amiran Kurtkan, Sosyal İlimler Metodolojisi, İstanbul:
1989.
BLUMER, Herbert, Symbolic İnteractionism: Persrective and
Method, New Jersey: Prentice-Hall İnc., Englewood Cliffs, 1969.
BOAS, Franz, Race, Language and Culture, New York: Free Press,
1940.
BOTTOMORE, Tom, Toplumbilim, Çev.Ünsal Oskay, İstanbul:
Doğan Yay., 1998.
BOZKURT, Veysel, Değişen Dünyada Sosyoloji: Temeller,
Kavramlar, Kurallar, İstanbul: Alfa Yay., 2004.
133
CİPRİANİ, Roberto, Din Sosyolojisi: Tarih ve Teoriler, İstanbul:
Rağbet Yay., 2011.
COLE, Stephan, Sosyolojik Düşünme Yöntemi, Çev. Bekir Demirkol,
İstanbul: Vadi Yay.,1998.
ÇALIŞLAR, Aziz, Ansiklopedik Kültür Sözlüğü, İstanbul: Altın
Kitap, 1983.
ÇINAR, Aliye, Sosyolojik ve Antropolojik Açıdan Dine Bakış,
Bursa: Emin Yay., 2009.
ÇİFTÇİ, Adil, Sosyolojiye Giriş: Ya da Bir Özgürlük Tarzına Çağrı,
Ankara: 2012.
DAVİS, Kingsley, The Myth of Functional Analysis As a Special
Method in Sociology and Antropology, American Sociology Rewiev, Vol.
24, 1957.
DELANEY, Carol, Tohum ve Toprak, Çev.: Selda SomuncuoğluAksu Bora, İstanbul: İletişim Yay., 2012.
DOĞAN, M. Sait - ÖZYURT, Selahattin - BOZTOPRAK, Galip,
Sosyoloji Çarşısı, İstanbul: E Yazı Dizisi, 2009.
DÖNMEZER, Sulhi, Sosyoloji, Ankara: Savaş Yay., 1984.
DURKHEİM, Emile, The Elementary Forms of The Religious Life,
London: Allen and Unwin, 1964.
ER, izzet, Din Sosyolojisi, Ankara: Akçağ Yay., 2007.
EREN, Selim, Cemaatsel Oluşum ve Dinin Rolü, Dini Araştırmalar,
c.3, 2000.
ERGİL, Doğu, Toplum ve İnsan, Ankara: Turhan Kitabevi, 1984.
ERKAL, Mustafa, Sosyoloji, İstanbul: Der Yay., 1991.
EYÜPOĞLU, Osman, Türkiye’de Sosyal Değişme ve Kur’an
Yorumları İlişkisi: Cumhuriyet Dönemi Örneği, Samsun: Basılmamış
Doktora Tezi, 2003.
FİDAN, Nurettin - ERDEN, Münire, Eğitime Giriş, Ankara: Meteksan,
1993.
134
FİSCHER, Joseph, Sosyoloji Nedir?, Çev.: Nilgün Çelebi, Ankara: Anı
Yayınevi, 1996.
FREYER, Hans, Din Sosyolojisi, Çev.: Turgut Kalpsiz, Ankara: A.Ü.
İlahiyat Fak. Yay., 1964.
GAULDNER, Alvin W., The Coming Crises of Western Sociology,
New York: Basic Book İnc., 1970.
GİDDENS, Anthony, Sosyoloji Başlangıç Okumaları, Çev. Günseli
Aksoy, İstanbul: Sav Yay., 2009.
_____Sosyoloji, Çev. Cemal Güzel, Ankara: Ayraç Yay., 2000.
GÖKA, Erol, Hermenötik Üzerine, Türkiye Günlüğü, Sayı 22,
Ankara: 1993.
GÖKALP, Ziya, Türkçülüğün Esasları, İstanbul: MEB Yay., 1976.
GÜÇLÜ, Sevinç ve diğerleri, Kurumlara Sosyolojik Bakış, İstanbul:
Kitabevi, 2011.
GÜNAY, Ünver, Din Sosyolojisi, İstanbul: İnsan Yay., 2000.
GÜNGÖR, Nevin, Türk Atasözleri ve Deyimlerinde Yansıyan Aile
Modeli Üzerine Sosyolojik Görüşler, Ankara: Sosyoloji Yayınları Derneği,
1994.
GÜVENÇ, Bozkurt, İnsan ve Kültür, İstanbul: Boyut Yay., 2010.
_____Kültürün ABC’si, İstanbul: Yapı Kredi Yay., 1997.
HARİS, M., The Rise of Anthropolgical Theory: A History of
Theories of Culture, Oxford: Altamira Press, 2001.
HAVİLAND, William A. ve diğerleri, Kültürel Antropoloji, Çev. İnan
Deniz Erguvan Sarıoğlu, İstanbul: Kaknüs Yay., 2008.
HERBERT Mead, George, Mind, Self and Society, Chicago:
University of Chicago Press, 1934.
İBNİ MANZUR, Lisânu-l Arab, İstanbul: İthal Yay., 2009.
İNECİ, Dilek, Malinowski’nin İşlev Teorisine Göre Türk
Atasözlerinin İncelenmesi, İzmir: Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, 2004.
JAMES, William, The Varieties of Religious Experience, London:
Fontana, 1975.
135
JEBENS, Holger, Cargo, Cult and Culture, Honolulu: University of
Hawaii Press, 2004.
JOURNET, Nicholas, Evrenselden Özele Kültür, Çev. Yümni Sezen,
İstanbul: İz Yay., 2009.
KAĞITÇIBAŞI, Çiğdem, Kültürel Psikoloji, İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları, 1998.
KARA, Mustafa, Buhara-Bursa-Bosna, İstanbul: Dergâh Yay.,2012.
KEHRER, Günter, Din Sosyolojisi, Çev. S. Yüksel, İstanbul: Kubbealtı
Neşriyat, 1992.
KIŞLALI, A.Taner, Siyaset Bilimi, Ankara: İmge Yay., 1990.
KIZILÇELİK, Sezgin, Sosyoloji teorileri, Konya: Emre Yay., 1994.
KİRMAN, M. Ali, Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğü, İstanbul:
Rağbet Yay., 2004.
KOTTAK, Conrad Phillip, Antropoloji: İnsan Çeşitliliğine Bir Bakış,
Çev. Komisyon, Ankara: Ütopya Yay., 2008.
KRECH, David ve diğerleri, Cemiyet İçinde Fert, Çev..Mümtaz
Turhan, İstanbul: MEB Yay., 1983.
KUHN, Thomas, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev. Nilüfer Kuyaş,
İstanbul: Kırmızı Yay., 2011.
KURT, Abdurrahman, Din Sosyolojisi, Bursa: Dora Yay., 2011.
MALİNOWSKİ, Bronislaw, A Diary in The Strict Sense of The
Term, California: Stanford University Press,1967.
_____Argonauts of Western Pacific, London: Routledge&Kegan,
1922.
_____ Büyü, Bilim ve Din, Çev.: Saadet Özkal, İstanbul: Kabalcı
Yay., 2000.
_____Bilimsel Bir Kültür Teorisi, Çev.: Saadet Özkal, İstanbul:
Kabalcı Yay., 1992.
_____Coral Gardens and Their Magic, London: Allen&Unwin,
1935.
136
_____İlkel Toplum, Çev.: Hüseyin Portakal, Ankara: Öteki Yay.,
1998.
_____İlkel Toplumlarda Cinsellik ve Baskı, Çev.: Hüseyin Portakal,
İstanbul: Kabalcı Yay., 1989.
_____The Dynamıcs Of Culture Change, London: Oxford University
Press, 1945
_____The Family Among Australian Aborigines, London: The
University of London Press, 1913.
_____Vahşilerin Cinsel Yaşamı, Çev.: Saadet Özkal, İstanbul:
Kabalcı Yay., 1992.
_____Yabanıl Toplumda Suç ve Gelenek, Çev.: Hüseyin Portakal,
İstanbul: Epsilon Yay., 2003.
MARDİN, Şerif, Din ve İdeoloji, İstanbul: İletişim Yay., 1983.
MARSHALL, Gordon, Sosyoloji Sözlüğü, Çev Osman Akınhay-Derya
Kömürcü, Ankara: Bilim-Sanat Yay., 1999.
MAUSSE, Marcel, Sosyoloji ve Antropoloji, Çev.: Özcan Doğan,
Ankara: Doğu-Batı Yay., 2005.
MARX, Karl- ENGELS, Friedrich, The Communist Manifesto,
Harmondworth: Penguin Books, 1967.
MERAY, Seha, Toplumbilim Üzerine, İstanbul: Hil Yay., 1982.
MORGAN, Lewis Henry, Eski Toplum, Çev. Ünsal Oskay, İstanbul:
Payel Yay., 1987.
MORRİS, Brian, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler, Çev. Tayfun
Atay, İstanbul: İmge Yay., 2004.
MÜLLER, Max, Naturel Religion, London: 1889.
NADEL, S. F., Malinowski on Magic and Religion, Londra:
Routledge&Kegan, 1970.
NİRUN, Nihat, Sistematik Sosyoloji Açısından Aile ve Kültür,
Ankara: DTK Yay., Sayı 73, 1994.
OTTO, Rudolf, The İdea of the Holy, Harmondsworth: Penguin
Books, 1917.
137
ÖZBUDUN, Sibel ve diğerleri, Antropoloji:Kuramlar, kuramcılar,
İstanbul: Dipnot Yay., 2005.
ÖZKALP, Enver, Sosyolojiye Giriş, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi
Yay., 2001.
ÖZÖNDER, Cihat, Kurumlar Sosyolojisi, Basılmamış Ders Notları.
PALOMA, Margaret M., Çağdaş Sosyoloji Kuramları, Çev. Hayriye
Erbaş, Ankara: Eos Yay., 2007
PARSONS, Talcott, The Social System, New York: The Free Press,
1951.
PERŞEMBE, Erkan, Almanya’da Türk Kimliği: Din ve Entegrasyon,
Ankara: Araştırma Yay., 2005.
PRİTCHART, Evans, Sosyal Antropoloji, Çev. Fuat Aydın-İrfan İnceMuharrem Kılıç, İstanbul: Birey Yay., 2005.
_____ Theories of Primitive Religion, London: Oxford University
Press, 1965.
SARAN, Nephan, Antropoloji, İstanbul: İnkılâp Yay., 1989.
SARUP, Madan, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, Çev.
Abdülbâki Güçlü, Ankara: Bilim ve Sanat Yay., 2004.
SAYIN, Önal, Sosyolojiye Giriş, İzmir: Erdem Kitabevi, 1998.
SAYIN, Şara, Yorumbilimsel Söyleşi, Ankara: T.D.K. Yay., 1983.
SMİTH, Philiph, Kültürel Kuram, Çev.: Selime Güzelsarı-İbrahim
Gündoğdu, İstanbul: Babil Yay., 2005.
SPENCER, Herbert, The Principles of Sociology, New York:
Appleton, 1896.
ŞENTÜRK, Recep, Yeni Din Sosyolojileri, İstanbul: Gelenek Yay.,
2004.
THEODORSON, George A.,- THEODORSON, Achilles S., A Modern
Dictionary of Sociology, New York: Thomas Y. Cromwell Co., 1969.
TURHAN, Mümtaz, Kültür Değişmeleri, İstanbul: Edebiyat Fak.
Yay.,1959.
TYLOR, Edward, Primitive Culture, London: Murray 1871.
138
USTA, Niyazi, Dinle İlgili Tutumlarımız ve Metodoloji-Paradigma
Sorunu, Dini Araştırmalar, c.8, sayı 22, 2005.
_____Menzil Nakşîliği (Sosyolojik Bir Araştırma), Ankara: Töre
Yay., 1997.
WACH, Joachim, Din Sosyolojisi, Çev. Ünver Günay, İstanbul: İFAV
Yay., 1995.
WALLACE, Ruth A.-WOLF, Alison, Çağdaş Sosyoloji Kuramları,
Çev.Rami Ayas-Leyla Elburuz, İzmir: Punto Yay., 2004.
WELLS, Calvin, İnsan ve Dünyası, Çev. Özer Ozankaya, İstanbul:
Remzi Kitabevi 1984.
139
ÖZGEÇMİŞ
01.01.1975 Bursa doğumluyum. 1993 yılında Bursa İmam-Hatip Lisesi’nden 2000
yılında ise Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden mezun oldum. Aynı
Üniversitede Felsefe-Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Sosyolojisi Bilim Dalı’nda
“Mevlana’da Kadın ve Aile” isimli yüksek lisans çalışması yaptım. 2013 yılında
Ondokuzmayıs Üniversitesi’nde doktoramı bitirdim. Evliyim ve bir kızım var.
140
Download