ULUSLARARASI İLİŞKİLER TARTIŞMALARINDA ÇANAKKALE SAVAŞI ISBN: 978-605-65942-2-9 1. Basım, Ekim 2015 ULUSLARARASI İLİŞKİLER TARTIŞMALARINDA ÇANAKKALE SAVAŞI YAZARLAR: BEZEN BALAMİR COŞKUN, TOLGA ÖZTÜRK, BURAK GÜLBOY, HASAN B. YALÇIN, GÜROL BABA, NEJAT TARAKÇI, AŞKIN İNCİ SÖKMEN, AYŞEGÜL ÖZERDEM © Copyright 2015, RÖLE AKADEMİK YAYINCILIK. SERTİFİKA NO.: 28503 Bu baskının bütün hakları Röle Akademik Yayıncılığa aittir. Yayınevinin yazılı izni olmaksızın, kitabın tümünün veya bir kısmının elektronik, mekanik ya da fotokopi yoluyla basımı, yayımı, çoğaltımı ve dağıtımı yapılamaz. Genel Proje Koordinatörü: Esra Diri -esradiri@yahoo.com-uikutuphanesi@yahoo.com.tr1. Basım: İstanbul- Ekim 2015 Sayfa Tasarımı: Hamide Yalçın -yalcinhamide@gmail.comKapak Tasarımı: Tarık Kaan Yağan -tarikkaanyagan@gmail.comBaskı: Birlik Fotokopi Baskı Ozalit ve Büro Malz. San. Tic. Ltd. Şti. Sertifika No.: 20179 Birlik Sok. No.: 2 Nevin Arıcan Plaza 1 Levent- İSTANBUL Tel: (0212) 269 30 00 Faks: (0212) 269 39 80 Röle Akademik Yayıncılık Aydınlar Cad. Güzelce Mah. No.: 358 (Jandarma Kampı Yanı) Büyükçekmece, İstanbul 34530. (212) 868 04 26 İçindekiler 1. Çanakkale Savaşı ve Türk ve Avusturalya Ulus Kimliklerinin İnşası Bezen Balamir Coşkun ..................................................................... 1 2. Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı Tolga Öztürk ....................................................................................21 3. Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’deki Savaş Konseyi’nde Çanakkale Harekât Kararının Alınmasının Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi Burak Gülboy...................................................................................45 4. Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı Hasan B. Yalçın ...............................................................................89 5. Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları’nın Uluslararası İlişkiler Teorileri Açısından Değerlendirilmesi Gürol Baba.....................................................................................113 6. Çanakkale’ye Jeopolitik Bakış Nejat Tarakçı .................................................................................131 7. Feminist Uluslararası İlişkiler Teorileri Açısından Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı Aşkın İnci Sökmen.........................................................................143 8. Realizm, Güvenlik ve Çanakkale Ayşegül Özerdem ...........................................................................165 Açık Çağrı Uluslararası ilişkiler çalışmak geçmişin izinden yola çıkıp bugünü anlamayı ve geleceği öngörebilmeyi öğrenmeyi hedeflemektedir. Bölüm dersleri sırasında disiplin içinde yer alan kuramlar, kavramlar ve konular çoğu zaman Batı’nın siyasal tarihinin örnek olayları üzerinden anlatılmaya çalışılmaktadır. Anglo Sakson kökenli bir doğuşla başlayan ve tarih boyunca gelişme gösteren uluslararası ilişkiler disipline ait literatürün bu şekilde gelişmesi doğaldır. Ancak hem disipline ait kuram ve kavramlara hem de küresel siyasi tarihe yabancı bir öğrenci için disiplini anlamak ne kadar kolaydır? Bu çalışma ile uluslararası ilişkiler literatürü içinde yer alan tartışmaları Türkiye’nin siyasal tarihinin örnek olayları üzerinden analiz etmek hedeflenmiştir. Bu amaç doğrultusunda, öğrencilerin öğretim hayatları boyunca duydukları tarihsel örnekler ile, kavramları ve konuları daha kolay bir şekilde anlayabilecekleri düşünülmektedir. Bu bağlamda ilk çalışma, Uluslararası İlişkiler Tartışmalarında Çanakkale Savaşı başlığı ile hazırlanmıştır. Bu proje, her yıl belirlenen konu başlıkları ile sürekli yenilenerek devam edecektir. İnternette açık erişimde yer alan kitaplar ISBN numarasına sahiptir ve dolayısıyla akademik dosyalarda kullanılabilir. Başlattığımız bu projenin ilerleyebilmesi ve daha çok kesime ulaşabilmesi için eleştiri ve yorumlarınızla bize sağlayacağınız katkılar büyük önem taşımaktadır. Projenin ilk adımın atılmasında bize verdikleri destekten dolayı, Bezen Balamir Çoşkun’a, Tolga Öztürk’e, Burak Gülboy’a, Hasan B. Yalçın’a, Gürol Baba’ya, Nejat Tarakçı’ya, Aşkın İnci Sökmen’e ve Ayşegül Özerdem’e teşekkür ederim. Esra Diri İstanbul, 2015 1 Çanakkale Savaşı ve Türk ve Avusturalya Ulus Kimliklerinin İnşası Bezen Balamir Coşkun* GİRİŞ Çanakkale Savaşı, bir diğer adıyla Gelibolu Savaşı, tüm dünyada impratorluklar döneminin sona erdiği ve ulus-devlet döneminin açıldığı 20. yüzyılın ilk yarısında dünya tarihinde yaşanan paradigmatik değişimin sinyallerini veren bir savaş olarak tarihteki yerini almıştır. Başta Çanakkale cephesinde zafer kazandıkları halde topyekün savaşın mağlubu olan Alman ve Osmanlı İmparatorlukları ve Çanakkale’de yenildiği halde büyük savaşın muzafferleri tarafında olan İngiltere ve Fransa olmak üzere, Çanakkale Savaşı bu savaşta yer alan tüm tarafların tarihlerinin seyrini değiştirmiştir. Birinci Dünya Savaşının seyrini değiştiren bir cephe olmakla birlikte Çanakkale Savaşı özünde 20. yüzyıl devletler sisteminin değişmesine yol açmıştır. Çanakkale Savaşı tarihçiler ve askeri stratejistler tarafından değişik boyutları ile ele alınsa da Çanakkale Savaşı’nın en dikkat çekici yanı, bu savaşın Türk ve Avustralya ulus kimliklerinin inşasında oynadığı roldür. Çanakkale sadece Birinci Dünya Savaşı sonrasında müttefiklerin işgal ettiği Osmanlı topraklarında ortaya çıkan Kurtuluş Savaşı ve sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti için değil, bu savaşta Britanya Krallığı için savaşan Avustralya için de ulusal kimlik inşasının önemli bir yapı taşı olmuştur. Uluslararası İlişkilerde realist yaklaşımların odak noktası olan devletlerin sadece çıkar maksimizasyonu mantığıyla çalışan makinelermiş gibi ele alınmasının eleştirilmeye başlanmasıyla devletlerin ulus kimlikleri ve bu ulus kimliklerin uluslararası siyasete yansıma* Zirve Üniversitesi,İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü. 2 Bezen Balamir Coşkun ları inceleme konusu olmaya başlamıştır. Ulus kimlikleri konusunun ele alınmaya başlaması ve sosyal inşacı yaklaşımların uluslararası ilişkilere uygulanması ile birlikte literatürde yoğun olarak işlenmeye başlanmıştır. Ulus kimliklerinin inşa süreçleri ve ulus kimliklerin uluslararası siyaset karar mekanizmalarındaki rolü üzerine çalışmalar bir yandan Alexander Wendt gibi teorisyenlerin sosyal inşacı yaklaşımlarının uluslararası ilişkilerde modellenmesi ile gelişirken diğer yandan, diayelektik kimlik teorileri ile Ernst Gellner ve Benedict Anderson gibi sosyal bilimcilerin ulusların oluşması ve milliyetçilik üzerine yaptıkları çalışmaların harmanlanması ile ulusal kimlik inşası uluslararası ilişkilerde ele alınan konular arasındaki yerini almıştır. Bu bölümde öncelikle kimlik kavramı ve bu kavramın ulusal kimlik inşası bağlamında literatürde nasıl tartışıldığı ele alınacak, daha sonra ise Çanakkale Savaşının bir ulusal kimlik miti/hikayesi olarak Türk ve Avusturalya ulusal kimliklerinin inşasında nasıl yer aldığı tartışılacaktır. Kimlik Kavramı ve Ulus Kimliğinin İnşası Türk Dil Kurumu, Büyük Türkçe Sözlük’te kimlik kavramını şöyle tanımlamıştır: 1.Toplumsal bir varlık olarak insana özgü olan belirti, nitelik ve özelliklerle, birinin belirli bir kimse olmasını sağlayan şartların bütünü... 2. Kişinin kim olduğunu tanıtan belge, kimlik belgesi, tanıtma kartı, hüviyet. 3. Herhangi bir nesneyi belirlemeye yarayan özelliklerin bütünü.1 Aynı sözlükte, ben kavramı, “kişiyi öbür varlıklardan ayıran bilinç ve bir kimsenin kişiliğini oluşturan temel öge, ego” olarak tanımlanırken; öteki (ya da diğeri) kavramı ise, “sözü edilen veya benzer iki nesneden önem ve konum bakımından uzakta olan ve mevcut kültürün içinde dışlanmış olan” olarak tanımlanmıştır. Etimolojik olarak kimlik ve ben, kesişen kavramlardır. Etimolojik kökenine bakıldığında, İngilizce kimlik kelimesi (identity), Latince idem’den gelmektedir ve Latince idemin anlamı ‘aynı’dır. Psikolojide kimlik kavramı, kişisel kimliği, kişinin hayatının değişik dönemlerinde ya da hayatı boyunca kendini nasıl tanımladığını anlatır. Kişiliğin devamlılığı, Hume ve Locke gibi İngiliz empirisistler tarafından sıkça kullanılmıştır. Onlar, kimlik kavramını, ben’in bü1 http://tdkterim.gov.tr/bts/ (19 Ocak 2015 günü erişilmiştir). Çanakkale Savaşı 3 tünlüğünü açıklamak için kullanmışlardır.2 Hegel ve Marx, kimlik sorunsalını ve ben/öteki kavram ikilisini buluşturmuşlardır. Hegel’e göre, “ben bilinci”, ancak kendini diğerleri ile kıyasladığında gelişir. Birey, diğer bireylerle karşılaştığında, kendi kendinin farkına varır, bu süreçte kendini başkalarının yerine koyar. Bundan memnun olup olmamasına göre, ötekini referans alarak, kendi kimliğini üretir.3 Ben bilincinin diğerlerinin ben bilinçlerine referansla belirgenleşmesi, hem ben’in hem de öteki’nin hareket noktasını belirlemek açısından önemlidir. Her iki taraf da, hareketlerini, hem karşı tarafın taleplerine hem de kendi istemlerine göre yönlendirmek ister.4 Marx ise, Hegel’in yaklaşımını yeniden formüle ederek, daha çok dialektik prensip üzerine yoğunlaşmıştır.5 Marx’ın Hegel’in dialektiğini yeniden formüle etmesi ve kimlik oluşumunu bununla açıklaması, kimlik oluşumu kavramına getirilen en klasik yaklaşımlardan biri olmuştur. Dialektik yaklaşım, herşeyi kendisiyle eş olarak tanımlayan bir yaklaşım olan metafizik dünya görüşüne alternatif olarak ortaya çıkmıştır. Dialektik metafizik, mantığı tamamen inkar etmemekle birlikte, Marx ve Hegel’e göre, metafizik yaklaşım tek başına herşeyi açıklayamamaktadır. Hegel ve Marx’ın dialektik yaklaşımına göre, ben, diğerleri ile ilişkileri ve iletişimi ile paralel olarak, ben bilincini ve kimliğini geliştirir. Bu bağlamda tüm toplumlar, ben ile öteki arasındaki dialektik ilişkinin bir sonucu olarak ortaya çıkıp, kolektif kimliklerini kazanırlar. Dolayısıyla, toplumlar sürekli bir gelişim ve değişim süreci içindedirler. Bu açıdan bakıldığında, tarihsel bir boyutu da vardır, toplumsal dialektiğin. Toplumlar ebedi değildir, tarihin belli dönemlerinde ortaya çıkarlar, gelişirler ve yok olurlar, ya da başka bir formda hayatlarına devam ederler. Tezatlar, hem kimliğin hem de ilişkilerin temelinde yatar. Dialektik yaklaşımı savunan düşünürler, tezatlardan bahsederken, genel olarak canlı-cansız tüm maddeleri ve düşünceler arasındaki tezatları ifade ederler. Dialektik düşünürlerin bahsettiği tezat mantığı, kimlik olgusunun açıklanmasında çok önemlidir. Bu argümana göre herşey, diğer şeyler ile ilişki halindedir ve kendi kimliğini, diğerleri ile olan iletişimi sırasında, ötekine kar- 2 3 4 5 Iver B. Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, Manchester: Manchester University Press, 1999, s. 216. G.W.F Hegel, Phenomenology of Spirit, (translated by A.V. Miller ), Oxford: Oxford University Press, 1977, s. 111. G.W.F Hegel, Phenomenology of Spirit, s.112. Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, s. 3. 4 Bezen Balamir Coşkun şılık olarak tanımlar.6 İnsan toplumlarını da bir varlık olarak tanımlarsak, bu dialektik formül, toplumlar için de geçerlidir. Neumann’a göre, kolektif kimlik ile ilgili tüm okumalar hala dialektiktir.7 Öteki kavramı, 20. yüzyıl kıta Avrupası felsefecileri için başlıca tartışma konularından olmuştur.8 Neumann, ben ve diğer kavram ikilisi çevresinde gelişen fikirlerin, dört farklı yaklaşımla ele alındığını ileri sürmektedir. Bunlar; etnografik yaklaşım, psikolojik yaklaşım, Kıta Avrupası yaklaşımı ve Doğu yaklaşımı. Neumann, etnografik yaklaşımı, Emile Durkheim’in sosyal işbölümü teorisine dayandırır. Durkheim’in sosyal işbölümü teorisine göre, grup içi ve grup dışı ayrımlar, sosyal işbölümü esnasında ortaya çıkar. Durkheim, bu bölünmeyi, kimlik oluşumunun temeli olarak ele alır.9 Birinci Dünya Savaşı sonrasında ben ve diğerleri arasındaki ilişkiler ile ilgili çalışmalar, etnik guruplara ve ulus-devletlere odaklanmıştır. Frederik Barth (1969), “Etnik Guruplar ve Sınırları” isimli eserinde, etnik gurupların oluşumlarını ve bu guruplar arasındaki sınırların nasıl çizildiğini inceler. Barth ve meslekdaşları, kolektif kimlik oluşumunun, öncelikle ben ve öteki arasındaki sınırların analizi ile anlaşılabileceğini iddia etmişlerdir. Barth’a göre, bir etnik gurubu diğerlerinden ayıran sınırlar, bu iki gurubun kimlik belirleyicileridir. Ben ve öteki arasındaki farklar, kendilerini hangi kimlik belirleyicileri ile tanımladıkları ile yakından alakalıdır. Kendilerini, diğer etnik guruplardan belli birtakım özellikleri ile ayırt eden etnik guruplar, diğerleri ile ilişkilerine de bir takım sınırlar getirmiş olurlar.10 Barth, etnik guruplar arasındaki sınırları, aralarındaki sosyal etkileşimlere bakarak gözlemler. Bu yaklaşım, kimliklerin ben ve öteki arasındaki etkileşim sırasında oluştuğunu tartışan dialektik yaklaşımla benzerlik gösterir. Barth’ın kolektif kimlik oluşumu analizi, sadece etnik gurupları ele aldığı için, değişik etnik gurupların biraraya gelmesiyle oluşan ulus gibi gurupların kimlik oluşumlarını açıklamaktan uzaktır. Analizin seviyesini ulusları da içine alacak şekilde genişlettiğiHegel 1977, Marx, Karl (1977 [1975]) Early Writings (Translated by Rodney Livingstone and Gregor Benton), New York: Penguin Books. 7 Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, s.3. 8 Bernstein 1991 içinde Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, s.3. 9 Durkheim 1964:115-122 içinde Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, s.4. 10 Frederick Barth, “Introduction”, Fredrik Barth (der.), Ethnic Groups and Boundaries: The Social Organization of Cultural Difference, Londra: George Allen and Unwin, 1969, s.15. 6 Çanakkale Savaşı 5 mizde, Benedict Anderson’un uluslarla ilgili çalışmaları önümüze çıkar. Anderson, ulus olmayı, tarihsel bir süreç içinde oluşan ve duygusal meşruluğu olan bir fenomen olarak ele alır. Tarihsel süreç içinde ulus olmaya yüklenen anlamlar değişse de, ulus olmak, duygusal bir mirası da beraberinde getirmektedir. Anderson’a göre, 18. yüzyılda ortaya çıkan ulus olma süreci, günümüze değin çok değişik tarihsel süreçlerden ve kültürel olgulardan etkilenmiştir. Günümüzdeki ulus kimliklerinin belirleyici unsurları, erken dönem ulus imajlarının birer yansımasıdır.11 Anderson, ulusları birbirinden ayıran net sınırlar olmadığından dolayı, ulus kavramının muhayyel bir kavram olduğunu iddia etmektedir. Pratikte ulus-devlet diye tanımlanabilecek homojen yapılar neredeyse yok denecek kadar azdır, ya da aynı ulusa mensup kişiler, yaygın olarak aynı coğrafyayı paylaşmamaktadırlar. Uluslar, hayal ürünüdür, çünkü aynı ulusa mensup insanlar, ulusdaşlarının çoğunu tanımaz bile, ama yine de kendilerini belli bir ulusun mensubu olarak tanımlarlar. Herşeye rağmen ulus sürekli bir yoldaşlık ve kardeşlik olarak görülür. Bu noktada önemli olan ulusları oluşturan insanların algılamaları ve uluslarına ait düşünceleridir.12 Kimlik ve ben arasındaki ilişki ele alındığında, Neumann, benliğin oluşumunun, kimliği tanımlayan bir anlatı süreci olduğunu işaret eder. Bu süreçte, aynı anda birden fazla kimlik müzakere edilir ve bir hikaye oluşarak ben’in kimliğini vücuda getirir.13 Neumann, benliğin gelişimini, kimliğin oluşumuna bağlı olarak görür. Kimlik oluşumu sürekli devam eden bir süreç olduğu için benliğin kendini tanımladığı hikayeler her zaman tutarlı değildir.14 Bu bağlamda uluslar sözkonusu olduğunda, ben’in tek bir tanımı yoktur, çünkü benlik oluşumu dinamik bir süreçtir ve devletlerin kimliği kendileri için önemli olan ötekileri referans alarak, onlarla etkileşim halinde oluşur. Ringmar’a göre, benlik, sosyal etkileşim olmazsa varolamaz. Benlik, anlatılar ile şekillenir. Hiçbir zaman tam anlamıyla kendimizin ya da karşımızdakinin kim olduğunu bilemeyiz, sadece neye/kime benzediğini söyleyebiliriz.15 Uluslar gibi kolektif varlıklar ele alındı11 Benedict Anderson, Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism, Londra: Verso Editions 1983, s.14. 12 Anderson, Imagined Communities 13 Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, s.219. 14 Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, s.219. 15 Erik Ringmar, Identity, Interest and Action: A Cultural Explanation of Sweeden’s Intervention in the Thirty Years War, Cambridge: Cambridge University Press 1996, s.74. 6 Bezen Balamir Coşkun ğında, onlar için de benzer bir hikaye anlatarak kendini tanımlama ve tanıtma süreci vardır. Ringmar’ın argümanına göre, anlatılan hikayeler aracılığıyla toplumlar, kendi kendilerine nasıl bir ulus-devlet olduklarını ve olacaklarını anlatırlar. Bu şekilde devletlerin çıkarları da formüle edilir. Ringmar’a göre hikayeler, toplumların kendi kendilerini diğerleri ile etkileşim halinde anlatır, diğerlerinin hikayeleri de ben’le etkileşimleri çerçevesinde oluşur.16 Diğerleri de aynı şekilde kendi haklarında, kim olduklarıyla ilgili hikayeler anlattıkları gibi, ben’le ilgili, ben’i nasıl algıladıklarına dair hikayeler anlatırlar. Kısaca, ben ve öteki, anlattıkları hikayeler aracılığıyla kimliklerini ve çıkarlarını oluştururlar. Ben’in kendisi hakkında anlattığı hikayeler, kendisi için önemli olan diğerlerin hikayeleri ile onaylanmasıyla birlikte, ben’in kimliği diğerleri tarafından da tanınmış olur.17 Ulus devletlerin hikayeleri, tarih kitaplarında anlatılan resmi tarih aracılığıyla okunur. Özellikle yeni kurulan ya da bağımsızlığını kazanan devletlerin kendilerine ait yeni bir kolektif kimliğe ihtiyaçları vardır. Kolektif kimlik ulus-devletlerin diğer topluluklardan farklılıklarını ortaya koyma, aidiyet bilinci/duygusu ortaya çıkarır. Bu kapsamda dil, kültür, din, tarih ve maddi koşulların yanında ortak hafıza ve içselleştirilmiş geçmiş olmalıdır.18 Prizel’in deyimiyle “kuvvetli bir kültürel ve siyasi hınç duygusu” devletlerin ulusal kimlik oluşumunda temel rol oynar. İmparatorluk sonrası ya da kolonyal rejimlere karşı kurulan devletlerde uluslar kendilerine has özellikler icat eden bir toplum ideali inşa ederler.19 Ulusal kolektif kimliğin inşa ve yeniden inşa sürecinde ise simgeler, ritüeller ve mitler çok önemli rol oynar. Ulusun inşasına dair hikayeler yoluyla insanlar kolektif kimliklerini simgesel bir biçimde kurarlar. Bu hikayelere yapılan duygusal atıflar ulus-kimliğin inşası ve yeniden üretilmesinde kaynak olur. Ulus kimliğinin kurgulanması ve oluşması sürecinde “ötekiler”den ayırt edilmesi için bu tarihsel mitlerin/hikayelerin kullanılması ve bazen yeniden icat edilmesi mümkündür. Kolektif olarak paylaşılan anılar, mitler ve geleneklerin bir araya getirdiği bireyler arasında bir dayanışma bağı oluşur.20 16 Ringmar, Identity, Interest and Action, s.128. 17 Ringmar, Identity, Interest and Action. 18 Nur Vergin, “Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları”, Salih Özbaran (der.), Buca Sempozyumu, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1994, s.108-109. 19 Ilya Prizel, National Identity and Foreign Policy: Nationalism and Leadership in Poland, Russia and Ukraine, New York: Cambridge University Press, 1998, s. 2425. 20 Anthony D. Smith, Milli Kimlik, (Çev.: B. S. Şener,) İstanbul: İletişim Yayınları, 1994, s. 34. Çanakkale Savaşı 7 Smith’in bahsettiği gibi ulusal kimliğin asıl işlevi “tarihi ve kaderi olan güclü bir topluluk” duygusu oluşturmaktır ve bu işlevi yerine getirmesinde tarihi hikayeler ve mitler seçilir ve vurgulanır: “Milli kimliğin asıl işlevi, insanları şahsen unutulmaktan kurtarmak ve kolektif imanı ihya etmek için tarihi ve kaderi olan güclü bir topluluk duygusu oluşturmaktır. Millet sadece ebediyet vaadinin dayandırılacağı uzak bir geçmişle övünmekle kalmaz, restorasyon ve itibar vaadine anlam verebilmek için kahramanlarla dolu altın bir çağı da anlatılamak durumundadır. Bu etno-tarih ne denli dolu ve zengin olursa o denli ikna edici olur ve ulusun fertlerinin yüreğine o kadar derinden oturur.”21 İşte bu noktada ulus-devlet inşasında ve ulus kimliğinin inşasında şanlı bir tarih yazılması ve altın çağ hikayesi yazılması önemlidir. Savaşlardaki kahramanlıkların tüm ulusa maledilmesi, kahramanlık, fedakarlık, yoldaşlık gibi karakter özelliklerin ön plana çıkarılması, kahramanlar yaratılması ve kahramanlık öykülerinin icat edilmesi kolektif kimlik inşasında sık kullanılan araçlardır. Burada hem Türkler hem de Avustralyalılar için tüm bu işlevleri yerine getiren bir tarihi olay olarak Çanakkale Savaşı ele alınacaktır. Çanakkale Savaşı ve bu savaş çevresinde üretilen mitler, öyküler ve kahramanlar Türk ve Avustralya ulus kimliği inşasında nasıl ele alınmıştır? Nasıl kullanılmıştır? Çanakkale Savaşı ile ilgili yazılan öyküler, yaratılan mitler ne açılardan farklılık göstermekte ne açılardan benzerlik göstermektedir? gibi soruların cevapları aranacaktır. http://www.byegm.gov.tr/uploads/docs/say%C4%B1-4_web.pdf (12.07.2015 tarihinde erişilmiştir). 21 Smith, Milli Kimlik, s. 247-248 8 Bezen Balamir Coşkun ANZAK RUHU, GELİBOLU VE AVUSTURALYA ULUSAL KİMLİĞİNİN İNŞASI “Gelibolu Avusturalya ve Yeni Zelanda için sadece bir cephe değildir, ulus kimliklerinin doğduğu yerdir”22 ANZAC (Avustralian and New Zeland Army Corps) özünde Çanakkale Savaşına katılmış olan Avusturalya’lı ve Yeni Zelandalı birliklerin tamamını ifade etse de zaman içinde Avusturalya’lıların Çanakkale Savaşını bir ulus inşası aracı olarak daha çok sahiplenmeleri dolayısıyla ANZAK kısaltması Avusturalya’lıları akla getirir olmuştur. Anzak kimliğinin Avusturalya’lılarca sahiplenmesindeki en büyük rolü, Anzak birlikleri ile birlikte cepheye giden ve Avusturalya hükümeti tarafından cepheden haberleri vermekle görevlendirilen Charles Bean oynamıştır. Savaş sırasında cepheden haberler vermekle yetinmemiş, savaş sırasında tuttuğu günlükleri Avusturalya’nın Birinci Dünya Savaşı Resmi Tarihi adı altında 12 ciltlik bir çalışma olarak yayınlamıştır.23 Bean’in çalışmasının ana argümanı Çanakkale Savaşı’nın Avusturalya’nın bir ulus olarak doğmasına yol açmasıdır. Bean Avusturalya’da deneyimli, güçlü ve birbirine özel bir arkadaşlık bağı ile bağlı Anzak kimliği efsanesinin yaygınlaşmasını sağlamıştır. Bean’in tanıklığına dayanan bu kahraman Avusturalya’lı savaşçı kimliği inşasını eleştiren çalışmalar sonradan yapılsa da inşa edilen Anzak ruhu efsanesi Avusturalya ulus kimliğinin temel taşlarından olarak günümüze kadar gelmiştir. Bean’in Anzak tanımlaması biraz romantik olsa da böylesine bir savaşta kendini ispat etmek bir ulusun kimliğinin ve ulus ruhunun oluşumunda harç görevi görmüştür. Bean’e göre Avusturalya kendilerinin olmayan bir savaşta savaşın ana tarafı olan Britanya İmparatorluğu’nun askerlerinden daha fazla kahramanlık gösterip cephede hayatını kaybederek bir nevi baptist olarak kendi kimliğine kavuşmuştur.24 22 John North, Gallipoli: The Fading Vision, London: Faber, 1936, s.20. 23 Charles Edwin Woodrow Bean, Official History of Australia in the War of 1914– 1918 Volume I-XII, Australian Imperial Force in France during the Allied Offensive, 1918 1st Edition, 1942; Dijital versiyonu için bkz: http://www.awm.gov.au/ histories/first_world_war/AWMOHWW1/AIF/Vol6/ (20 Ocak 2015 tarihinde erişilmiştir). 24 Charles Bean’in çalışmasının kapsamlı bir özeti için Carolyn Holbrook, “Historiography 1918 - Today (Australia)”, International Encyclopedia of the First World War, 1914-1918 Online, http://encyclopedia.1914-1918-online.net/article/ historiography_1918-today_australia, (19 Ocak 2015 tarihinde erişildi). Çanakkale Savaşı 9 Bean’in Anzak ruhuna dini referanslarla yaklaşması manevi unsurların da inşa edilen kahramanlık hikayesine eklenmesine yol açmıştır. İnşa edilen bu efsaneye göre Avusturalya’lı askerlerin askerlik yeteneklerinin olağanüstü olduğu ve bu yeteneklerini yetiştikleri Avuturalya topraklarına borçlu oldukları aktarılır. Avusturalya’nın doğal arazisinin Avusturalya halkını fiziksel açıdan güçlü kıldığı, atıcılık, binicilik, kendi kendine yetme ve hayatta kalma gibi özellikleri geliştirmelerine yardımcı olduğu bu sebeple de Avusturalya’lı askerlerin Çanakkale’deki en dayanıklı ve mahir askerler olduğu hikayesi Anzak ruhunu memleketin topraklarının ortaya çıkardığı bir başarı olarak ortaya serer.25 Peter Dennis’in de belirttiği gibi İngilizlerden bağımsızlığını kazanan ve Britanya dışından gelen göç dalgasıyla İngiliz kimliği zayıflayan ve bir göçmen ülkesi haline gelen Avusturalya için yeni bir ulus kimliği arayışı başlamıştı. Böylece Avusturalyalı sanatçılar, siyasetçiler, tarihçiler vb. Avusturalya’nın tarihinde yer alan mitleri incelemeye başladılar. Bu arayışta Avusturalya’lıların kendi savaşları olmamasına rağmen Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında fedakarca ve kahramanca savaştıkları, özellikle Çanakkale Svaşında gösterdikleri sağlam karakter özelliklerinin altının çizilmesiyle bir Anzak ruhu üzerine oturtulmuş bir ulus kimliği inşa süreci başladı. Dennis’e göre katıldıkları bu savaşın sonucunda birlikte savaştıkları taraf yenilse de bunun Avusturalya’lılar için bir yenilgi değil kazanç olduğunu, Çanakkale Savaşı’nda dökülen kanın ve yapılan fedakarlıkların Avusturalya’lıların İngilizlerden farkını ortaya çıkardığını söyler.26 Çanakkale Savaşı Avusturalyalı kimliğinin İngiliz kimliğinden ayrıştığı bir dönüm noktasıdır. Gelibolu çıkartmasından önce kendini Avusturalya’lı mı İngiliz mi tanımlamakta zorluk çeken Avusturalya’lılar bu savaştan sonra kesin çizgilerle kendi Avusturalya’lı kimliklerini ayırt etmiş ve kendilerini Avusturalya’lı olarak tanımlamaya başlamışlardır. Diyalektik kendini ötekiden ayırma süreci sadece Çanakkale Savaşı sonrasında inşa edilen kahraman, fedakar, güçlü Avusturalya’lı kimliği üretilmesini değil, İngilizlerin Çanakkale Savaşındaki beceriksizlikleri ve zor durumlarda Anzakları kaderlerine terk etmeleri gibi hikayeler ve anektodlarla İngilizlerin ötekileştirilmesini de içermektedir. Ancak bu yolla Avusturalya ulus kimliği İngiliz kimliğinden ayrışmıştır. Bir önceki kısımda bahsi geçen Barth, 25 Jenny MacLeod, Reconsidering Gallipoli, Manchester: Manchester University Press, s. 2004. 26 Peter Dennis et al., “The Anzac Legend”, The Oxford Companion to Australian Military History, Melbourne: Oxford University Press, 1995, s. 42-49. 10 Bezen Balamir Coşkun Ringman ve Neumann’ın çalışmalarında da tartışıldığı üzere ulus kimlik inşasında ve inşa edilen kimliğin ötekilerden farklılaşmasında kimliğin savaş/direniş/kahramanlık hikayeleri gibi altın çağa dair referanslara dayandırılması öngörülen bir durumdur. Bean’in günlüklerine dayanarak inşa edilen Anzak ruhu ve Anzak efsanesi ileriki dönemlerde Çanakkale’de savaşmış askerlerin aileleri tarafından mektuplarının, günlüklerinin basılması, anı olabilecek malzemelerin müzelerde yer alması ve de her yıl kutlanan 25 Nisan Anzak törenleri ile yerleşik bir ulus kimliğinin bel kemiği olmuştur. Savaşın anılarının bu şekillerde sürekli olarak gündemde tutulması Çanakkale Savaşını ulus devlet yapımının önemli bir aracı haline getirmiştir. Avusturalya’da Çanakkale Savaşı ile ilgili sık sık anlatılan anekdotlardan biri de Birinci Dünya Savaşı sonrasında düzenlenen barış konferanslarına Avusturalya’nın da katılması gerektiğini düşünen zamanın Avusturalya Başbakanı Williams Hughes’un buna karşı çıkan Amerikan Başkanı Woodrow Wilson’a verdiği şu cevaptır: “Sayın Başkan, ben 60.000 şehit adına konuşuyorum. Siz kaç şehit adına konuşuyorsunuz?” Hughes’un 1917 yılında savaşa katılan ve savaşın ana taraflarından bile olmayan Avusturalya’dan daha az kayıpla çıkan ABD’nin Avusturalya’nın barış konferansına katılımını engelleme çabasına itirazı Çanakkale Savaşı’nın Avusturalya’nın kendini savaşa taraf olmuş diğer bağımsız devletlerle eşit olarak görmeye başladığını göstermektedir. Ayrıca Avusturalya İmparatorluk Ordusu’nun Birinci Dünya Savaşı’na İngiliz İmparatorluğu tarafında katılan ordular arasında gönüllü olarak katılan tek ordu olmasıdır. Savaşa gönüllü olarak katılan 417 bin civarında Avusturalya’lının çoğunluğu başkent dışından kırsal bölgelerden katılan gençlerdir, ki bu da inşa edilen ulus kimliğinin Avusturalya halkı tarafından bizzat yaratılan bir efsaneye dayandırılması açısından önem arz etmektedir. Çanakkale Savaşı ve bu savaşın Avusturalya’da hatırlanma rutini John Stephens tarafında “ölümün demokratikleşmesi” olarak nitelendirilir.27 Anzak hikayesinde tek başına anılan hiç bir asker hatta askeri lider yoktur. Anzak ruhu Çanakkale’de Savaşan tüm Avusturalyalı askerlere atfedilen bir ruhtur, kahramanlık efsanesidir. İşte bu yönüyle Çanakkale Savaşı Avusturalya için halktan yukarıya yansıyan bir kolektif kimlik inşasına kapı açması nedeniyle ön plana çıkar. 27 John Stephens, “Remembering Wars: Documenting Memorials and War Commemoration in Western Australia”, The Journal of Architecture, Cilt 15, no. 5, 2010, s. 638. Çanakkale Savaşı 11 Bu savaşın anısına inşa edilen anıtların sadece savaşı hatırlamaya yönelik olmaması, barış parklarının da Anzak ismi ile özdeşleşmesi, bir savaş ile ortaya çıkmasına rağmen barışçı bir ulus özelliğinin de ifadesi haline gelir. Anzak sadece savaşçı ve asker bir ulus kimliği inşasının aracı olmamıştır. Anzak bir aile ve ulus özelliği olarak vfedakarlık, güvenilirlik ve iyi vatandaşlık özelliklerini içine alan sivil bir ideoloji olarak Avusturalyalıların sosyalizasyon sürecinde yer almıştır. Stephen’in deyimiyle Anzak Avusturalya kültürü ve ulus kimliğini biraraya getiren kültürel olarak kodlanmış bir metfordur.28 Anzak ruhunun Avusturalya’lılar tarafından ne kadar içselleştirildiği Vietnam Savaşı’na katılan Avusturalya’lıların anılarında da yer almaktadır. Vietnam Savaşına katılan ve bu savaşın insanlık dışı ortamında varoluş mücadelesi veren Vietnam gazisi Bob Gibson anılarında onu ayakta tutanın ve savaşa devam motivasyonu veren şeyin Çanakkale Savaşında hayatını kaybeden dedesinin Anzak üniformalı fotoğrafı ve onunla ilgili olarak ailede anlatılan kahramanlık hikayeleri olduğunu söylemiştir.29 Gibson’un dedesini idolleştirmesi ve Çanakkale’den yıllarca sonra yapılan başka bir savaşta varoluş motivasyonu olarak görmesi Anzak ruhunun Avusturalya’lıların sadece ulus kimliğini değil kendi bireysel kimliklerinin inşasında da oynadığı rolü gözler önüne seren bir paylaşımdır. Gelibolu cephesinde savaşan son gazilerden Ron Kyle 1995 yılında Gelibolu çıkarmasının 77. yıldönümünde yaptığı bir konuşmada Gelibolu’nun Avusturalya halkı için bir uyanış olduğunu, Gelibolu’dan önce Avuturalya’lıların Britanya İmparatorluğu’nun her dediğini yerine getiren bir halk olduğu, bunun Gelibolu’dan sonra değiştiğini söylemiştir.30 Gelibolu gazisi bir askerin bu ifadesi savaşın Avusturalya ulus kimliğinin oluşmasındaki ateşleyici etkisini işaret etmesi açısından önemlidir. Aynı törende zamanın Başbakanı Paul Keating Çanakkale Savaşının Avusturalya tarihindeki en ünlü savaş olduğunu ve bu savaşta ortaya çıkan Anzak ruhunun Avusturalya’lıların hayatında önemli bir yer tuttuğunu, Avusturalyalıların Anzak ideallerinden esinlendiklerini ve Anzal değerlerinin Avusturalya ulusunun temel değerleri olarak kabul edildiğini söylemiştir.31 28 Stephens, “Remembering Wars”, s. 640. 29 Terry Colling, Beyond Mateship: Understanding Australian Men, East Rosewille: Simon and Schuster, 1992, s.12. 30 Ron Kyle Elisa Adams tarafından alıntılanmıştır. Elise Adams, Simpson Gallipoli Essay Runner Up, Queensland, 2001, http://www.afssse.asn.au/simpson/ prize2001/essays/adams2001.htm (19 Ocak 2015’te erişilmiştir). 31 Mark Ryan (der.) “Advancing Australia: The Speeches of Paul Keating, Sydney, 1995, s.279. 12 Bezen Balamir Coşkun Çanakkale Savaşı’nın anıları ve bu savaş etrafında inşa edilen ideal Avusturalyalı kimliği, her yıl yenilenen, yeni yapılan anıtlar ve anma törenleri ile tekrar tekrar hatırlanmakta ve yeni kuşaklara aktarılmaktadır. Kuşaktan kuşağa Anzak ruhunun aktarılması okullarda yapılan aktiviteler ile de pekiştirilmektedir. Örneğin Avusturalya’da her yıl Gelibolu konulu kompozisyon yarışmaları düzenlenmektedir. 2001 yılında bu kompozisyon yarışmasına katılarak dereceye giren öğrencilerden biri Gelibolu Savaşı ile ilgili şöyle yazar: “Her yıl 25 Nisan’da Avuturalya’da Avusturalya ve Yeni Zelanda’dan giderek Gelibolu kıyılarına çıkartma yapan askerlerimizi anıyoruz. Aslında, onların mirası olan ve gerçek Avusturalya’lıların kalbinde yaşayan Anzak ruhu hepimizin gündelik yaşamlarına değişik şekillerde dokunmaktadır.”32 Avusturalyalı öğrencinin kompozisyonuna yansıyan bu gurur Çanakkale Savaşında çarpışan Avusturalya’lıların kahramanlık öykülerinin bir ulusun ulus kimliğinin inşa sürecinde nasıl olup da tüm ulusa atfedilebildiğini gösteren delillerden biridir. ÇANAKKALE SAVAŞI VE TÜRK ULUS KİMLİĞİ Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.33 Türkiye Cumhuriyeti 700 küsür yıllık bir imparatorluğun küllerinden doğmuş ve bu imparatorluğa rağmen Anadolu’yu ve İstanbul’u işgal etmiş olan diğer imparatorluklara karşı bir kurtuluş savaşı vererek kurulmuş bir devlettir. Bu bakımdan yeni kurulan devletin kendine ait yeni bir kolektif ulus kimliğine ihtiyacı olmuştur. Daha önceki kısımlarda da tartışıldığı gibi ulus kimlik, belirli bir alanda (vatan) kök salmış grupların/etnik toplulukların diğer gruplardan farklarını ortaya koyma, aidiyet, ve biricikliği yansıtan unsurlardan oluşur. Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu sosyo-politik dinamiği Balkan savaşları, I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşları’yla inşa edilmiştir.34 Kemal Karpat’a göre bu bir dizi savaş sonrasın32 Elise Adams, Simpson Gallipoli Essay Runner Up, Queensland, 2001, http:// www.afssse.asn.au/simpson/prize2001/essays/adams2001.htm (19 Ocak 2015’te erişilmiştir). 33 Mehmet Akif Ersoy, Çanakkale Şehitlerine şiirinden 34 Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, İstanbul: İnkilap Yayınevi, 1992, s.373 Çanakkale Savaşı 13 da Anadolu’da kurulan yeni devletin kurucu felsefesi bağlamında Türkiye Devleti’ne karşı yapısal anlamda siyasî bir aidiyet sorunu yoktu.35 Türk milliyetçiliği Fransız devriminden etkilenerek, ulusal kimlikte maddi öğelerden ziyade soyut, moral ve manevi öğeleri ön plana çıkaran sivil milliyetçilik unsurlarını benimsemiştir. Cumhuriyet anayasası, Türklüğü siyasî bir vatandaşlık olarak tanımlar ve Türkçe konuşan Müslüman unsurlar etnik merkez olarak görülür. Bu siyasi kimlik etrafında ulusal kimlik bilinci inşa edebilmek için ise etnikkültürel motiflerle siyasal semboller güçlendirilir. Kemalist milliyetçilik tekçi bir siyasal millliyet etrafında kutgulandığı için ulusu kaynaşmış ve homojen bir kütle olarak görür ve bu homojenlik varsayımını güçlendirecek bir kimlik inşasına girişir.36 Çanakkale Savaşı Avusturalya’lıların olduğu gibi Türkler için savaş alanında rüştünü ispat etme anlamı taşımasa da Çanakkale Savaşı’nda ortaya çıkan birlik-beraberlik duygusu, Mustafa Kemal’in lider olarak ortaya çıkması ve her şeyden önemlisi son demlerini yaşayan bir imparatorluk için son kazanılan zafer olması açılarından önemlidir. Çanakkale Cephesi komutanı Liman von Sanders’in emir subayı Binbaşı Prigge anılarında bu noktaya şöyle değinmiştir: (Kumkale çıkartması sırasında) ..... Türklerde de, birliğinin başında saldırıya kalkan kimi yiğit subaylar ve erler yaşamlarını yitirmişlerdi. Yeniden canlanan Osmanlı İmparatorluğu tarihi için yeni bir kıvanç sayfası yazılmıştı.37 Çanakkale Savaşı yeni Türk devletinin kimlik inşasında Kurtuluş Savaşının arkasında yer alsa da Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde Türk halkının üzerine çökmüş umutsuzluk ve değersizlik hissinin ortadan kalkmasına yol açması açısından önemlidir. Şanlı geçmişin son kalıntılarını tüketmekte olan bir imparatorluğun tebası olarak İngiliz mandası mı daha iyi olur yoksa Amerikan mandası mı tartışmalarına kendi bağımsız devletlerini kurabilecekleri umudunun tohumlarının atıldığı yer Çanakkale olmuştur. 35 Kemal Karpat, Osmanlıdan Günümüze Ortadoğu’da Millet, Milliyet, Milliyetçilik, İstanbul: Timaş Yayınları, 2011 36 Murat Alakel, “İlk Dönem Cumhuriyet Türkiye’si Ulus İnşası Sürecinde Milliyetçilik ve Sivil-Etnik İkilemine Dair Teorik Tartışmalar”, Akademik Bakış, Cilt 5, No. 9, 2011, ss.1-30 37 Erich R. Prigge, Çanakkale Savaşı Günlüğü (Yayına Hazırlayan Bülent Erdemoğlu), İstnabul: Timaş Yayınları, 2011, s.68 14 Bezen Balamir Coşkun http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/175-kolordu-tarihi-fotograflar-i/offset/100 (18.05.2015 tarihinde erişilmiştir). “Size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” şiarıyla yönlendirilen ve Çanakkale düşerse uluslarının bir geleceği olmayacağına inanan Türkler için Çanakkale Savaşı hem bir devrin sona erdiği hem de yeni bir altın çağın kapılarının açıldığı anlamı taşımaktadır. Çanakkale Savaşı sadece bir askeri muharebe değil aynı zamanda medeniyet yarışında geri kalmış bir ulusun medeni dünyaya karşı verdiği bir savaştır. Bu defa ötekileştiren medeni Batı değil, Türklerdir. Medeniyet ve teknoloji yarışında geri kalmış, küçümsenmiş Türkler bu savaşta kazandıkları başarıyla ile Batı’yı ötekileştirir. Avusturalya örneğinde olduğu gibi Türk’ler için de İngiliz’lerin -ve Fransız’ların-Çanakkale Savaşı sırasındaki beceriksizlikleri eleştirilmiş, Fransa’nın ve Britanya İmparatorluğu’nun bekası sorgulanmıştır. 2014 yılında Başbakanlık Çanakkale Savaşı 15 Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü tarafından Türkçe’ye çevrilerek yeniden basılan ve Çanakkale Savaşları döneminde cephe gerisindeki halkı bilgilendirmek ve askerin moralini yükseltmek için yayımlanan Harp Mecmuası’nda yer alan Çanakkale’den Kaçanlara -İngiliz’lere- ve Çanakkaleden Kaçanlara -Fransızlara- başlıklı yazılar bu küçümseyici, hor gören tavrın net bir ifadesidir. Hasta adam olarak adlandırılan ve ölümü beklenen Osmanlı’nın İngilizleri püskürtmesi Türk gibi güçlü/asker millet Türk kimliğinin yeniden canlandırılmasına yol açmıştır. Sömürge sistemine de eleştirel referanslarla Türk’lerin savaşının sadece işgalcilere değil sömürgeci/emperyalist sisteme karşı olacağının da işaretleri verilmiştir: İngiltere, ey maskeli haydud-ı müdebdeb Ey arzı soyan rahat-ı akvamı çalan hep Biz kavmini millet, seni devlet zannettik Git tayf-u hayalet gibi maziye refik ol ... Müstemleke çal, çöller aşır, kafileler soy ... Harb etme fakat.38 Türkün kanıdır kavminizin maksadı hala ... Hayret ne derin bir uçurum gayr-ı dininiz En hisliniz, en fazılınız, en medeniniz Türk’ün kanını mezc ederek Hakk’ın adıyla39 Benzer bir şekilde, zamanın epik şairlerinden Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitlerine şiiri kendi kimliğine sahip çıkan, Batı’yı ötekileştiren ve Batı’nın yarattığı medeniyeti hor gören bir üslupla anlatır Çanakkale Savaşını: Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi. -Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’yaKaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde-gösterdiği vahşetle ‘bu: bir Avrupalı’ Dedirir-Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, 38 Ali Fuat Bilkan (yayına hazırlayan), Harp Mecmuası, Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, 2104, s. 68 39 Bilkan, Harp Mecmuası, s. 69 16 Bezen Balamir Coşkun Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! .... Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk: Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. ... Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. Mustafa Kemal, bu savaşta liderlik kapasitesini ispat etmiş, her şeyini ortaya koyarak savaşan Türk ordusunu başarılı bir biçimde sevk ve idare ederek hem asker sayısı hem de savaş teknolojileri açısından kat ve kat üstün müttefiklerini ber taraf etmeyi başarmıştır. Her ne kadar Çanakkale Savaşı kendisi de bu savaşta vurulan ama mucizevi bir şekilde merminin cep saatine isabet etmesiyle hayatta kalan Mustafa Kemal çevresinde hikayeleştirilse de bu savaşa katılanlarla ilgili anlatılan yerel ve kişisel anekdotlar da Çanakkale Savaşı efsanesinin ulusal bir gurur kaynağı olarak günümüze kadar gelmesine yol açmıştır. Bir arkadaşı ile birlikte Nusret Mayın gemisinden attığı mayınlarla HMS Ocean gemisini batıran Onbaşı Koca Seyit, yaralı Anzak subayını kucağında taşıyan isimsiz Türk askeri, Oflu Ali Çavuş’un öncülüğünde kendi cenaze namazlarını kılıp, dualarını ettiklten sonra hücuma geçen bölük, yoklama listesinin hepsine şehit yazılan bir sınıf dolusu öğrenci40 gibi sayısız hikaye Türk kolektif kimliğinin inşasında ve yeniden üretilmesinde çok sık başvurulan kaynaklar olmuştur. 18 Mart günü okul yemekhanelerinde Çanakkale Savaşı’nda askerlerin öğle yemeği menüsünde yer alan üzüm hoşafının çıkması, Çanakkale Şehitliklerinin en çok tercih edilen okul gezisi mekanlarından olması bu yeniden üretimin araçlarıdır. Zaman zaman, yeni nesle bu ulusun nasıl şartlar altında kurulduğu, ne kadar kan döküldüğü ve ne kadar canın feda edildiği bilicinin aktarılması, vatan için kanını ve canını vermekten çekinmeyen kahraman Türk ulusu kimliğinin yeniden üretilmesi için Çanakkale Savaşı efsanesinin canlı tutulması önemlidir. Çanakkale sanıldığı gibi sadece Atatürkçü ve laik kesimler tarafından benimsenen bir efsane değildir. Çanakkale Savaşı her kesimden insanın bir araya gelip vatanları uğruna can verdikleri/kan döktükleri ve bu sayede bir milli birlik ortamı yaratılarak Kurtuluş Savaşı’nın başlamasına vesile olan bir olay olduğundan Çanakkale Savaşı toplumun tüm kesimlerinin gururla paylaştığı bir ortak hafızadır. 40 Recep Şükrü Apuhan, Çanakkale: Ölüme Koşanlar 1915, İstanbul: Timaş Yayınları. Çanakkale Savaşı 17 Çanakkale Savaşı ile ilgili anlatılan hikaye ve anekdotların büyük bir kısmı da Türklerin inançlı oldukları ve inançları sayesinde bu kadar cesur ve güçlü olabildiklerine dairdir. Mustafa Kemal’in Türk askerinin cesareti anlatırken “okumak bilenler ellerinde Kuran’ı Kerim ile yürüyorlar, bilmeyenler Kelime-i Şehadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur” cümlelerini kurması ve bu referansın sık sık yapılması “inançlı, vatanı için şehit olmaktan kaçınmayan Türk” kimliğinin inşasında kullanılan anektotlardandır. Binbaşı Prigge de anılarında Müslüman Türk askerleri övücü cümleler kullanır: Müslüman, özellikle Anadolu askeri erken kalkar. Derin bir inançla dolu olarak, günün başlangıcı Allah’a adanmıştır. Doğu’ya döner, alnıyla sekiz kez toprak anaya değerek, sabah yakarışını yapar.41 İmanlı Türk askeri imajına vurgu yapan en önemli referans ise yine Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Şehitlerine şiiridir. Bu şiirde Mehmet Akif Ersoy Çanakkale’de şehit olan askerleri Bedir savaşında Hz. Muhammed ile savaşanlar ile eş değer tutar: Alınır kal’â mı göğsündeki kat kat iman? Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? Çünkü te’sis-i İlahi o metin istihkâm. ... Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedi serhaddi; ‘O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme’ dedi. ... O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar, ... Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi... Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? ‘Gömelim gel seni tarihe’ desem, sığmazsın. ... ‘Bu, taşındır’ diyerek Kâ’be’yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Türk resmi tarihinde Çanakkale Savaşı Türk’lerin tek başına verdiği bir savaş gibi verilir, Almanların cephedeki rolünden pek bahsedil41 Prigge, Çanakkale Savaşı Günlüğü, s. 34 18 Bezen Balamir Coşkun mez. Bunun ardında yatan sebep savaş üzerinden yaratılan anlatı ile biz ve öteki ayrımını ortaya daha net koymaktır. Müslüman Türk - Hıristiyan Batı dünyasına karşı bir mücadele vermiş ve bu mücadeleden muzaffer ayrılmıştır. Savaşta bir cihat atfı da vardır ki Ersoy şiirinde açıkça şöyle der: Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, ... Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât... Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber. Mehmet Akif Ersoy’un bu şiirinin Türkiye’de Milli Eğitim Müfredatında işlenen Çanakkale Savaşları ya da Birinci Dünya Savaşı konulu ünitelerin hepsinde yer aldığı ve Çanakkale Savaşı ile ilgili resmi tarih öğretisinin bu şiir etrafında şekillendiği düşünülürse Ersoy’un Çanakkale Şehitlerine şiiri Çanakkale Savaşı ile ilgili anlatının temel metni olarak kabul edilebilir. Bu metnin içinde verilen sembol ve ifade edilen duyguların inşa edilen / yeniden üretilen Türk kimliğinin ana hatlarını içerdiği açıkça görülür. Çanakkale Savaşı ile bağlantılı olarak inşa edilen kimlik vatan toprağı ile de bağlanmıştır. Çanakkale Savaşı ve sonrasında yapılan savaşlar yeni ulusun kimliğini bayrak (kırmızı zemin üzerine hilal ay ve yıldız), toprak ve uğruna dökülen kan/verilen can üçlemesi üzerinden bir kahramanlık destanı olarak kurgulanmasına yol açmıştır. Mithat Cemal Kuntay’ın cumhuriyetin 15. yıldönümü için yazdığı şiirinin son iki mısrası olan “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak eğer üstünde ölen varsa vatandır” mısralarının Cumhuriyet dönemi edebiyatının en çok atıf yapılan mısraları olmasının da temelinde bu yatar. Aynı şekilde Mehmet Akif Ersoy sadece Çanakkale Şehitlerine şiirinde değil, İstiklal Marşının pek çok yerinde de kan-bayrak-toprak üçlemesine yer vermiştir. SONUÇ Bu bölümde Çanakkale Savaşı’nın sonuçları sosyal inşacı yaklaşım ile ele alınarak Çanakkale Savaşı’nın Türk ve Avusturalya kolektif kimliklerinin inşasında oynadığı rol tertışılmıştır. Öncelikle, Britanya İmparatorluğu’nun sömürgesi olarak varlığını sürdüren ve Birinci Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılan Avusturalya’nın Çanakkale Caphesinde yaşadıkları ve bu savaş sırasında ve sonrasında nasıl olup da İngiliz kimliğnden farklı bir Avusturalya ulus Çanakkale Savaşı 19 kimliğinin gelişebildiği ele alınmıştır. Çanakkale Savaşı çerçevesinde ele alınan Avustralya ulus kimliğinin inşa süreci hem Marksist ve Hegelian çizgideki diyalektik kimlik inşası argümanlarına hem de Ringmar, Barth ve Neumann’ın ele aldığı kolektif kimlik oluşumu tartışmalarına örnek teşkil eden bir vaka olarak önümüze serilmiştir. Avusturalya’nın hem kendi kimliğini oluşturabilmek için bir ideal Avusturalyalı modeli inşa edilmesinde hem de İngilizleri ötekileştirerek Avusturalya’lı bir ben/biz oluşumunda Çanakkale Savaşı önemli bir yapı taşı olmuştur. Anzak ruhu olarak şekillenen bu kimlik günümüzde halen Avusturalya’lı ulus kimliğinin yeniden üretilmesinde kullanılmaktadır. Benzer bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletinin kolektif kimliğinin inşasında da Çanakkale Savaşı önemli bir yer tutar. Yeni kolektif kimliğin hem Osmanlı’dan ayrışmasında hem de devamlılık unsurları taşımasında Çanakkale önemli bir yapı taşı olmuştur. Çanakkale’de yazılan “destan” ortak hafızaya Türk’ün medeni Batı’ya kafa tutması olarak işlenmiş ve Kurtuluş Savaşı’nın bir nevi provası olmuştur. Kahraman, imanlı asker millet kimliği Çanakkale Savaşlarında pekişmiş ve Batı’nın medeniyetine rağmen Batı’ya karşı savaş verilebileceğine dair inanç açığa çıkmıştır. Dönemin askeri eliti ve entellektüelleri Çanakkale Savaşı’nda Türklerin gösterdiği iman gücünü değişik şekillerde dile getirmiş ve bu söylem yeni Türk kimliğinin inşasında önemli bir rol oynamıştır. Çanakkale Savaşı efsanesi günümüze değin değişik vesilelerle -anıt ziyaretleri, anma törenleri, okul müfredatı, popüler filmler ve kitaplar- sürekli canlı tutularak Türk kolektif ulus kimliğinin yeniden üretilmesine ve ortak hafızanın canlı tutulmasına yardım etmiştir. Bu bölümde kısaca değinilmeye çalışıldığı gibi, her iki toplum için de ulus-devlet inşası sürecinin başladığı varsayılan Çanakkale Savaşı işte bu sebeple sosyal inşacı uluslararası ilişkiler yazını için önemli bir çalışma alanı olarak ortaya çıkar. Burada her ne kadar sadece Avusturalya ve Türkiye örneklerine yer verilse de aynı çalışma Hindistan ve Yeni Zelanda üzerine de yapılabilir. Çanakkale Savaşına Britanya İmparatorluğu ile birlikte katılan tüm sömügeler bu savaş sırasında Britanya’nın çöküşünün hızlandığına ve bir çözülmenin yaşandığına bizzat tanıklık etmiş ve böylece bağımsız olabileceklerine dair rüştlerini ispat etmişlerdir. Öte yandan zaten dağılmakta olan bir imparatorluğun temsilcileri olarak imparatorluğun çöküşünü umutsuzlukla izleyen Türkler için ise Çanakkale Savaşı yeni bir ulus devletin inşa edilebileceğine dair bir umut olmuştur. 20 Bezen Balamir Coşkun KAYNAKLAR Ali Fuat Bilkan (yayına hazırlayan), Harp Mecmuası, Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, 2104. Anthony D. Smith, Milli Kimlik, (Çev.: B. S. Şener,) İstanbul: İletişim Yayınları, 1994. Benedict Anderson, Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism, Londra: Verso Editions, 1983. Erich R. Prigge, Çanakkale Savaşı Günlüğü (Yayına Hazırlayan Bülent Erdemoğlu), İstnabul: Timaş Yayınları, 2011. Erik Ringmar, Identity, Interest and Action: A Cultural Explanation of Sweeden’s Intervention in the Thirty Years War, Cambridge: Cambridge University Press 1996. Frederick Barth, “Introduction”, Fredrik Barth (der.), Ethnic Groups and Boundaries: The Social Organization of Cultural Difference, Londra: George Allen and Unwin, 1969. G.W.F Hegel, Phenomenology of Spirit, (translated by A.V. Miller ), Oxford: Oxford University Press, 1977. Ilya Prizel, National Identity and Foreign Policy: Nationalism and Leadership in Poland, Russia and Ukraine, New York: Cambridge University Press, 1998. Iver B. Neumann, Uses of the Other: “The East” in European Identity Formation, Manchester: Manchester University Press, 1999. Jenny MacLeod, Reconsidering Gallipoli, Manchester: Manchester University Press. John North, Gallipoli: The Fading Vision, London: Faber, 1936. John Stephens, “Remembering Wars: Documenting Memorials and War Commemoration in Western Australia”, The Journal of Architecture, Cilt 15, no. 5, 2010. Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, İstanbul: İnkilap Yayınevi, 1992. Kemal Karpat, Osmanlıdan Günümüze Ortadoğu’da Millet, Milliyet, Milliyetçilik, İstanbul: Timaş Yayınları, 2011. Murat Alakel, “İlk Dönem Cumhuriyet Türkiye’si Ulus İnşası Sürecinde Milliyetçilik ve Sivil-Etnik İkilemine Dair Teorik Tartışmalar”, Akademik Bakış, Cilt 5, No. 9, 2011. Nur Vergin, “Tarih Öğretimi ve Ders Kitapları”, Salih Özbaran (der.), Buca Sempozyumu, İstanbul: Tarih Vakfı Yayınları, 1994. Peter Dennis et al., “The Anzac Legend”, The Oxford Companion to Australian Military History, Melbourne: Oxford University Press, 1995. Recep Şükrü Apuhan, Çanakkale: Ölüme Koşanlar 1915, İstanbul: Timaş Yayınları. Terry Colling, Beyond Mateship: Understanding Australian Men, East Rosewille: Simon and Schuster, 1992. 2 Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı Tolga Öztürk* GİRİŞ Çanakkale Savaşı, Birinci Dünya Savaşı’nın, Osmanlı İmparatorluğu açısından en önemli cephelerinden birisidir. İmparatorluklar yüzyılının sona ermesi, topyekûn savaş yönteminin ortaya çıkması, savaşın devlet düzeyinde ve toplumsal önemi açısından etkilerinin çok derin olduğunu bize göstermektedir. Çok kutuplu bir uluslararası sistemin hüküm sürdüğü 20. yüzyılın başları, uluslararası aktörler arasında neredeyse tek karar verici mekanizmanın devlet olduğu bir dönemdir. 20.yüzyıl, Reelpolitiğin tarihte en güçlü hissedildiği dönemlerden birisidir. Böyle bir uluslararası sistemde devletler kendi çıkarları ve güvenlikleri için ittifak kurma yolları aramışlardır. Birinci Dünya Savaşı, kurulan ittifaklarla birlikte hegemon güç olabilmek için nihai bir hesaplaşma niteliği taşımaktadır. Çanakkale Cephesi’ni söz konusu topyekûn savaşta önemli kılan temel etmenlerden birisi, Birinci Dünya Savaşı’nı yaklaşık 2 yıl uzatmasıdır. Buna ek olarak Çanakkale Savaşı tarihte görülen en çetin yıpratma savaşlarından birisi olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda, devletlerin çıkar ve güvenlik anlayışlarının ön planda tutulduğu gerçeğinden yola çıkılarak, Çanakkale Savaşı’nın stratejik önemi yadsınamaz boyuttadır. Birleşik Krallık ve Fransa ittifakı ile Almanya ve Osmanlı ittifakının bir araya getirdiği somut ve diplomatik parametreler savaşın gidişatı ve sonuçları açısından önem arz etmektedir. Güç dengesi yaklaşımına göre, devletlerin askeri kapasitesi, ekonomik ve teknolojik gelişmişlikleri, politik etkinlikleri, olası bir savaşta öne çıkmaları için gerekli parametrelerdir. Bu yaklaşıma bağlı olarak ulusal çıkarlar başta olmak üzere, tehdit algısı, coğrafi * Arş. Gör. Akdeniz Üniversitesi, İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü, Öğretim Elemanı ve Doktora Öğrencisi. 22 Tolga Öztürk yakınlık gibi etkenlerin de ittifak oluşumlarında değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu çalışmada, Birinci Dünya Savaşı’nda ittifak oluşumlarının güç dengesi teorisi çerçevesinde nasıl yaşandığı; Çanakkale Savaşı özelinde ise oluşturulan ittifakların somut olarak değerlendirilmesi yer almaktadır. Makalenin birinci bölümünde güç dengesi teorisi Birinci Dünya Savaşı genelinde ele alınacaktır. İkinci bölümünde, Çanakkale Savaşının güç dengesi teorisiyle ilişkisi ortaya konulacak, üçüncü ve son bölümünde ise savaşın döneme ve günümüze olan etkilerinin değerlendirmesi yer alacaktır. http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/175-kolordu-tarihi-fotograflar-i/offset/120 (18.05.2015 tarihinde erişilmiştir). Güç Dengesi Teorisi ve Birinci Dünya Savaşı Devlet mekanizmasının temel mantığı, çıkarlarını uluslararası sistemde maksimize etmek, bunun yanında kendisine karşı oluşan ya da oluşabilecek tehditleri bertaraf etmektir. Tarih boyunca hiçbir devletin dünyanın tüm coğrafyasında mutlak hâkimiyet kurduğu gözlemlenmemiştir. Dolayısıyla her hangi bir devletin bütün dünyada mutlak hâkim olabileceği, bundan sonraki süreçte göz ardı edilebilecek kadar düşük bir ihtimaldir. Bu bakımdan, devletler düzeyinde uluslararası sistem anarşik bir yapıya sahiptir. Bu yapı içerisinde devletlerin çıkarları sürekli birbirleriyle çatışmaktadır. Bu ortamda, her devlet kendi güvenliğini arttırmak adına diğer devletlerle işbirliği (ittifak) içerisinde olmak ister. Bu ittifaklar hem devletlerin çıkarlarını maksimize etmek için, hem de güvenliklerini sağlama almak Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı 23 için ortaya koydukları doğal bir reflekstir. Tarihte, Thucydides ve Kautilya’dan Birinci Dünya Savaşı’na, oradan da günümüze kadar devletlerin tepkileri benzer olmuştur.1 Herhangi bir ittifak ilişkisine girildiği zaman temelde iki yol tercih edilir. Bunlardan ilki dengelemek, ikincisi ise ardıncılıktır.2* Uluslararası sistemde dengelemek, ardıncılığa göre daha yaygın biçimde tercih edilmektedir. Dengelemenin yaygın olarak görüldüğü uluslararası sistem, diğerine kıyasla daha güvenli olarak tanımlanabilir. Güç dengesini oluşturan temel yaklaşım, hegemon olmaya aday olan, genelde en kuvvetli ve saldırgan devlete karşı diğer devletlerin ittifak kurması olarak tanımlanabilir. Bu refleksin temel nedeni, saldırgan devletin hegemon olup, diğer devletlerin egemenliklerine son verme tehlikesidir. Bu bağlamda, görece güçsüz ve/veya saldırgan olmayıp statükoyu korumak isteyen devletler, kendilerini savunmak için reaksiyon gösterirler.3 Birinci Dünya Savaşı’nda Birleşik Krallığın ittifak tercihleri de, kendi adalarının güvenliği adına Kıta Avrupa’sındaki gücün asla tek bir kuvvetli devletin eline geçmemesi yönünde olmuştur. Winston Churchil’in Birleşik Krallığın bu politikasını ifade eden sözleri: “dört asır boyunca İngiltere’nin dış politikası, Avrupa kıtasında en güçlü, en agresif, en baskın gücün karşısında olmuştur. Aslında en güçlünün yanında yer alıp zaferin kazanımlarını paylaşmak çok cazip olabilirdi. Fakat biz her daim görece güçsüzün yanında yer alarak Avrupa kıtasına askeri tiranlıkların hâkim olmasının önüne geçtik”4 şeklinde olmuştur. Bu sözler açıkça devletlerin güç dengesi politikasını tercih etmelerinin somut bir kanıtıdır. Benzer ittifak tercihleri, tarih boyunca farklı ülkeler tarafından oluşturulmuştur. ABD’nin SSCB’ye karşı görece daha güçsüz olan Çin ile uzlaşmaya gitmesi ve bunun yanında diplomatik yollarla SSCB ile Çin arasında oluşabilecek her türlü hizipleşmeyi gizli ya da açık olarak desteklemesi, denge politikasında şartlar uygun olduğunda güçsüzün destekleneceğine iyi bir örnektir.5 Birinci Dünya Savaşında 1 2 3 4 5 Brian Healy, Arthur Stein, “The Balance of Power in International History:Theory and Reality”, The Journal of Conflict Resolution, Cilt 17, No 1, 1973, s 34. “Ardıncılık” terimi, İngilizce “Bandwagoning” sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmıştır. Makalenin genelinde İngilizce yerine bu Türkçe tanım tercih edilmiştir. “Dengelemek” terimi de benzer olarak söz konusu teorinin yazarları tarafından İngilizce “Balancing” olarak kullanılmaktadır. Stephen M. Walt, “Alliance Formation and the Balance of World Power”, International Security,Cilt 9, No 4, 1985, s.4. Winston S. Churchill, The Second World War, Boston, Houghton Mifflin, 1948, s207-208. Henry A. Kissinger, White House Years, Boston, Little Brown, 1979, s. 178. 24 Tolga Öztürk Birleşik Krallık, kıta Avrupa’sında görece olarak Almanya’ya oranla daha güçsüz taraf olan Fransa’yı desteklemiştir. Böylece Almanya’nın hem sanayi devriminden sonra kıtadaki yükselişine ket vurmak istemiş, hem de yaklaşık iki asır boyunca elde ettiği sömürge topraklarını, sömürge arayışı içerisinde olan Almanya’dan korumak istemiştir. İlk büyük savaşın arifesindeki dönemin en büyük dünya güçlerinin, Kıta Avrupa’sı içerisindeki dağılımı bu şekilde olmuştur. Fakat söz konusu üç büyük gücün dışında Rusya, İtalya, Avusturya-Macaristan ile Osmanlı da bulunmaktadır. Dolayısıyla Osmanlı ve Rusya’yı da Avrupa ülkeleri olarak değerlendirdiğimizde, yedi büyük gücün olduğu bir uluslararası denge ortamı vardır. Coğrafi yakınlık, söz konusu başat güçlerin ittifak tercihlerinde de etkili olmuştur. Bunun yanında, Avrupa kıtasında bulunan güçsüz ülkelerin tercihleri, her ne kadar temel ittifaklardaki dengeyi değiştiremeyecek boyutta olsa da, jeostratejik açıdan önem arz etmekteydi. Örneğin Almanya ile Osmanlı arasındaki ittifakın coğrafi olarak tamamlayıcısı Bulgaristan, buna bir örnek olarak gösterilebilir. Dolayısıyla, “bu ülkelerin ittifak yaklaşımları nasıl olur ve toplam dengeyi nasıl etkiler?” sorusunun cevabı bulunmalıdır. Bu nedenle küçük devletlerin ardıncılık yaklaşımının irdelenmesi gerekmektedir. Ardıncılık Yaklaşımı: Büyük güçlerde olduğu gibi, zayıf devletler de tamamen yok olma korkusuyla genellikle görece güçsüz devletlerin yanında yer alıp dengeleme yoluna gitmek isterler. Örneğin Kenneth Waltz; güçsüz devletler ittifak tercihlerinde ciddi baskı altında olmadıkları sürece, görece güçsüz ülke ile birlikte hareket edeceklerini söylemiştir. Böylelikle, tamamen saldırgan güçlü devlet tarafından mevcut durumun değişmesinden kendilerini alı koymak istediklerini belirtmiştir.6 Fakat coğrafi yakınlık, ya da savaş halinde ilerleyen safhalarda bu durum değişiklik gösterebilir. Bu bağlamda, Scott Thompson ise dominant güç ilerledikçe ya da güç kazandıkça, kendi lehine bir hareket oluşturacağını ifade etmiştir. Zayıf güçlerin de dominant güce tabi olarak ittifaka katılım eğilimi göstereceklerini söylemiştir.7 Yine Henry Kissenger, ABD’nin uluslararası düzeni kurmakta göstermiş olduğu faaliyetlerinde herhangi bir tereddüt yaşarsa ve ya bir eksiklik gösterirse, müttefiklerinin düzeni kuran kimse onun yanında yer almaya başlayacağını söyleyerek8 Scott 6 7 8 Kenneth N. Waltz, Theory of International Politics, New York, McGraw Hill, 1979, s 127. W. Scott Thompson, “The Communist International System”, Orbis, Cilt 20, No 4, 1977, s. 843. Kissinger, A.g.e., s 172. Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı 25 Thompson’ın belirttiği şekilde ardıncılığı açıklamıştır. Teorisyenlerin görüşlerinden yola çıkarak ardıncılığın, dengelemede olduğu gibi basit bir şekilde açıklamasının bulunmadığı görülebilir. Dolayısıyla, Birinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’daki zayıf güçlerin tercihlerinin diğer faktörler de göz önünde bulundurulmadan açıklanması beklenemez. Bu bakımdan, görece güçsüz Balkan devletlerinden Bulgaristan, 1915 senesinde görece güçsüz olan Almanya, AvusturyaMacaristan, Osmanlı ittifakında yer almıştır. Dolayısıyla bu seçimde Bulgaristan’ın Waltz’ın öne sürdüğü gibi hareket ettiğini söyleyebiliriz. Bulgaristan’ın bu savaşa dair kendi coğrafyasından kaynaklanan özel sebepleri bulunmaktadır. Bulgaristan’ın Almanya tarafını seçmesindeki özel nedenlerin başında ise diğer balkan devletlerinin Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya tarafında yer almaları gelmektedir. Zira Bulgaristan kendisini diğer balkan devletlerinin tehdidi altında hissetmekteydi. Bu tezin tam tersi olarak, Yunanistan ve Sırbistan ise Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya tarafını tercih etmişlerdir. Bu da Scott Thompson ve Henry Kissenger’ın öne sürdüğü tezi desteklemektedir. Bu bağlamda, ardıncılık teorisinde ittifak tercihlerinin bölgenin ve ülkenin koşullarına göre değişeceğini söyleyebiliriz. Birinci Dünya Savaşı’nın ittifaklarının karakteri bize, klasik anlamda, görece agresif olmayan birinci derecede kuvvetlerin kendi aralarında anlaşmasını ve güçsüz olan ikinci derecede kuvvetlerin ise tehdidin uzak ihtimal olduğu bir ittifaka dâhil olduğunu göstermektedir. Bu bağlamda, Almanya’ya karşı kurulan ittifak böyledir.9 Savaştaki ittifak ilişkilerinin yapısının açıklanması için, diğer faktörleri de sıralamamız yerinde olacaktır. Toplam Güç: bir ülkenin toplam yeterlilikleri nüfus, endüstri, askeri kapasite, teknolojik kapasite, ekonomik büyüklük ve bunlara benzer verilerle açıklanabilir. Söz konusu ülke bu konularda ne kadar güçlü olursa, o denli potansiyel tehdit taşımaktadır. Çok kutuplu dünyada uluslararası sistem, iki kutuplu dünyaya göre daha karmaşık bir hal almaktadır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde söz konusu kapasiteler göz önüne alındığında, yukarıda saydığımız yedi büyük gücün hangi safta yer alacağı önemli hale gelmektedir. Basit bir şekilde resmedildiği takdirde, sayıca fazla olan taraf potansiyel kazanan olarak karşımıza çıkar.10 Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcındaki İttifak yapısını, bir tarafta Almanya, müttefikleri Avusturya-Macaristan, Osmanlı Devleti, diğer tarafta ise Birleşik Krallık, 9 Walt, A.g.e., s 7. 10 Harold Nicolson, The Congress of Vienna: A Study in Allied Unity, New York, Harcourt Brace and Company, 1946, s 205-206. 26 Tolga Öztürk Fransa, Rusya oluşturmaktadır. Birleşik Krallık tarafında 1915 yılından itibaren yer alan İtalya ise, güç dengesi açısından belirleyici bir ülke olmuş ve savaşın seyrini Birleşik Krallık ve müttefikleri lehine değiştirmiştir. Fakat bunun yanında, Çanakkale Savaşı’nın, toplam güç açısından savaşın gidişatına yönelik önemli bir etkisi olmuştur. Rusya’nın müttefikleriyle bağlantısının kopması sonucunda, 1917 devriminin yaşanmasına ve Rusya’nın savaştan çekilmesine kadar giden yol ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, Çanakkale Savaşı, hem Birinci Dünya Savaşı’nın ittifak dengelerini derinden etkilemiştir, hem de Savaşın süresinin uzaması açısından iki taraf için de yıpratıcı sonuçlar meydana getiren bir nitelik taşımaktadır. Bu doğrultuda, Çanakkale Savaşı İttifak teorisi bağlamında da kilit öneme sahiptir. Coğrafi Yakınlık: Güç dengesi teorisinde ittifak oluşumları incelenirken en önemli etkenlerden birisi de coğrafi yakınlıktır. Devletler doğal olarak kendilerine yakın olan tehditlere karşı daha hassas davranmak zorundadırlar. Zira yakın tehditlerden görecekleri zarar, coğrafi nedenlerden dolayı, her zaman daha fazla olacaktır. Bu bağlamda, jeopolitik ve jeostrateji güç dengesi teorisinde önemli bir yer tutar.11* Coğrafi yakınlık konusunda, büyük güçler ile küçük güçler farklı ittifak tercihlerinde bulunma eğilimde olurlar. Büyük güçler, yakınlarındaki diğer büyük güçlere karşı hareket ederler. Küçük güçler ise yakınlarındaki büyük güçlerden taraf olmayı seçme eğilimindedirler. Büyük güçlerin yakınlarındaki diğer büyük gücü kendilerine tehdit ve düşman olarak algılamaları, kendi etki alanlarını tehdit etmesinden kaynaklanmaktadır. Küçük güçlerin ise yakınlarındaki büyük güçlerle ittifak kurma eğilimleri, direnme güçlerinin bulunmayışından ve söz konusu etki alanına karşı koyamayışlarından kaynaklanır. Bu duruma, Rusya’nın etki alanında olan ve coğrafi olarak yakında bulunan Baltık devletleri ile Finlandiya örnek gösterilebilir. Rusya’nın gücü ve baskısı karşısında fazla seçenekleri olmadığından, ardıncılık örneği göstererek Rusya’nın gücüne tabii olmuşlardır. Coğrafi olarak büyük güçlerin karşı karşıya gelmesi için Almanya ile Fransa örneğinde yaşandığı gibi yalnızca kara sınırında karşılaşmak gerekmez. Buna ek olarak yakın kıyılarda bulunan denizlerdeki devletler de birbirini tehdit olarak algılayabilir. Birinci Dünya Savaşından önce Birleşik Krallık ile Almanya deniz kuvvetleri Kuzey denizinde karşı karşıya gelmişlerdir. Almanya’nın muazzam bir hızla 11 jeopolitik ve jeostratejik yaklaşımların daha ayrıntılı açıklaması için bkz: Nicholas J. Spykman, America’s Strategy in World Politics: The United States and the Balance of Power, New York, Harcourt Brace and Company, 1942. Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı 27 donanma kuvvetlerinin gücünü arttırması Birleşik Krallığı rahatsız etmiştir. Dolayısıyla Birleşik Krallık, Almanya’yı birinci dereceden tehdit olarak algılamıştır. Almanya, 1871 yılından 1919 yılına, yani Birinci Dünya Savaşı sonunda mağlup oluncaya dek, donanmasına çok fazla yatırım yapmıştır. Kayzer 2. Wilhelm’in emriyle Almanya, küçük bir Prusya donanmasından Birleşik Krallığın donanma gücünden sonra dünyanın en büyük 2. donanma gücüne dönüşmüştür. Amiral Alfred Von Tirpitz önderliğinde donanma büyük bir güce erişmiştir. Alfred Von Tirpitz’in donanma üzerine yatırım yapma düşüncesinin çıkış noktası ise Amerikalı teorisyen Alfred Thayer Mahan’ın deniz gücüne yönelik stratejileri olmuştur.12* Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına yönelik algıda, Almanya’nın sahip olduğu bu donanma gücü ve Kuzey Denizinden dolayı Birleşik Krallık ile coğrafi olarak yakın bulunmaları, ittifak oluşumlarını temelden etkileyen bir diğer faktör olarak karşımıza çıkmaktadır.13 Büyük güçlerin coğrafi olarak birbirlerine yakın olmaları bir diğer ittifak ilişkisi sonucunu daha beraberinde getirmektedir. Basit bir anlatımla ifade edildiği takdirde; “düşman komşumun komşusu dostumdur” şeklinde açıklanabilir.14 Birinci Dünya Savaşı’nda Rusya ile Birleşik Krallığın müttefik olmasının temelinde bu kural yatmaktadır. Almanya coğrafi nedenlerden dolayı hem Birleşik Krallık için hem de Rusya için bir tehdit oluşturuyordu. Çanakkale Savaşı’nın yaşanmasında ve savaştaki ittifakların şekillenmesinde rol oynayan Osmanlı’nın müttefik seçimi de coğrafyadan bağımsız değildir. Rusya’nın, Osmanlı Devleti için coğrafi olarak daha yakın (kuzey-kuzeydoğusunda doğrudan komşusu) bir tehdit oluşturması bu seçimin nedenlerinden birincisidir. İkinci olarak ise, Birleşik Krallığın Osmanlı’nın eski toprakları olan başta Mısır gibi stratejik bölgeleri elde etmesiyle, Birleşik Krallık ile de güneyinden doğrudan komşu olup tehdit altına girmiştir. Böylelikle Osmanlı’nın ittifak tercihini Almanya’dan yana kullanmasında, coğrafyanın etkisi de yadsınamayacak boyuttadır. Almanya aynı şekilde, Fransa için de en yakındaki tehdit olarak algılanmıştır. Bu bağlamda, Birinci Dünya Savaşı’nda oluşan ittifakların coğrafi boyutta mantıklı bir açıklaması bulunmaktadır. Saldırı Gücü: Uluslararası sistemi yine Birinci Dünya Savaşı şartları altında, yani çok kutuplu bir yapıda düşündüğümüzde, dev12 Daha fazla bilgi için bkz: Alfred T. Mahan, The Influence of Sea Power Upon History 1660-1783, Boston, Little Brown and Company, 1890. 13 Paul M. Kennedy, The Rise of the Anglo-German Antagonism, London, Allen and Unwin, 1980, s. 421. 14 Walt, A.g.e.,s 10. 28 Tolga Öztürk letlerin saldırı güçlerinin müttefik seçiminde önemli rol oynadığını görürüz. Savaşta karşılıklı kutuplaşma esnasında tüm şartların eşit olduğu kabul edildiği takdirde saldırı gücü, savunma gücüne nazaran üstün olan avantajlı durumdadır.15 Ayrıca, saldırı gücü ittifak oluşturmak için iki türlü politik tercihe neden olur. Birincisi, yakın coğrafyadaki güçsüz devletlerin saldırı gücü yüksek olan devletle ittifak kurma eğilimini güçlendirir. İkinci olarak ise, saldırı gücü yüksek olan büyük güce karşı, diğer güçlü devletlerin ittifak kurma süreleri kısalır ve ittifakları daha sağlam olma eğilimindedir.16 Birinci Dünya Savaşı esnasında her iki durum da yaşanmıştır. Almanya’nın yaptığı askeri yatırımlar neticesinde saldırı gücü kıtadaki diğer devletlere nazaran çok daha önde olmuştur. Bu bağlamda coğrafi olarak yakınındaki Avusturya-Macaristan (zaten Almanya ile çok kuvvetli ortak kültürel bağlara sahip olması da önemli bir tercih sebebidir) ile Osmanlı Devletinin ittifak tercihinde Almanya’nın saldırı gücünün yüksekliği etkili olmuştur. Bu bağlamda Enver Paşa gibi Osmanlının üst düzey komutanlarının Almanya hayranlığı tarihe not düşülmüştür.17 Saldırgan Niyetler ve Diplomasi: Güç dengesinin oluşumunda diplomasi ve devletlerin niyetleri ya da algılanan niyetleri önem arz etmektedir. Büyük güçler arasında algılar çok önem taşır. Devletler rakip güçlerin saldırgan bir tavır içerisinde olduğuna ikna olursa, hem saldırgan niyetli güce karşı askeri önlemler almak suretiyle cevap verilir, hem de diğer büyük güçlerle hızlı bir şekilde ittifak yoluna gidilir. Böylelikle saldırgan güce karşı olabildiğince güçlü bir blok oluşturulur. Buna verilecek en güzel örnek, Bismarck’ın izlediği diplomasidir. Almanya 19.yüzyıl sonunda Bismarck sayesinde hem Rusya hem de Fransa ile ikili antlaşmalara imza atarak bir yandan agresif bir şekilde büyümüş ve güçlenmiş, diğer yandan da uyguladığı dengeli politikayla güçlü ülkeleri ürkütmemeyi başarmıştır. Fakat Bismarck’tan sonra Almanya bu denge politikasını sürdürememiş; Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya’yı kendisine karşı pozisyon almaktan alıkoyamamıştır. Bunun neticesinde de Birinci Dünya Savaşı meydana gelmiştir. Neticede diplomasi, ittifak oluşumlarının tek başına önüne geçebilecek bir etken olmasa da, güç dengesinin korunması ve savaştan kaçınabilmenin en önemli enstrümanlarından olarak kabul edilebilir. 15 Walt, A.g.e., s 11. 16 John J. Mearsheimer, The Tragedy of Great Power Politics, New York, W.W. Norton and Company, 2001, s 168. 17 Durdu Mehmet Burak, “Enver Paşa’nın Hayatı ve İngiliz Belgelerindeki Düğün Raporu”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt 13, No 1, 2005, s 8. Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı 29 Denge Politikası ve Ardıncılık Nedenleri: 1914 yılında uluslararası sistem Avrupa kıtasındaki ülkeler arasındaki rekabetten dolayı çok gergin bir vaziyetteydi. Birleşik Krallık ve Fransa gibi iki büyük sömürge gücünün yanında, Rusya gibi Avrasya’da çok geniş alanlara sahip ülkelerin zengin kaynaklara sahip toprakları bulunmaktaydı. Bu bağlamda sanayileşmesini tamamlamış bilhassa Birleşik Krallık ve Fransa, sahip oldukları sanayileri için hammadde bulmakta da sıkıntı yaşamamaktaydı. Fakat bu iki ülkeden farklı olarak Almanya ve İtalya ise, sanayileşmelerini geç de olsa tamamlamalarına karşın diğer iki ülke gibi hammaddeye ulaşabilecek büyüklükte sömürge topraklarına sahip değillerdi. Dolayısıyla teknolojik yeterliliğe ulaşmış bu iki büyük güç, ister istemez bir paylaşım savaşına doğru yol almaktaydılar. Bu açıdan konu basit bir şekilde ele alındığında, Almanya ve İtalya’nın ilk etapta ittifak kurması gerektiği söylenebilir. Fakat İtalya, Osmanlı toprağı olan Kuzey Afrika’daki Trablusgarp (Libya) topraklarına, daha sonra Etiyopya’ya sahip olmasıyla, bu paylaşım savaşında Almanya’nın yanında yer almamıştır. Dolayısıyla Almanya, kıta Avrupa’sında acilen sömürge ihtiyacı ile diğer kuvvetlerin karşısında yer almıştır. Bunun yanında Avusturya-Macaristan ise, Almanya ile benzer nedenlerden ve kültürel yakınlığın etkisiyle Almanya ile ittifak kurmuştur.18 Burada değinilmesi gereken diğer güç Osmanlı İmparatorluğu’dur. Osmanlı artık ekonomik olarak iflas etmesine rağmen, elinde hala ciddi büyüklükte bir toprak parçası bulunduran, nispeten yüksek sayıdaki askeri varlığıyla orta derecede bir kuvvet olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda, Osmanlı’nın toprakları Akdeniz, Karadeniz, Hazar denizinin birleştiği noktada, bir başka deyişle Asya, Avrupa ve Afrika’nın ortasında bulunmasından dolayı hem stratejik bakımdan, hem de ticari bakımdan çok önemli bir yerdedir. Dolayısıyla sanayileşmiş devletler tarafından sömürgeleştirilmek için cazip durumdadır. Birleşik Krallık, Rusya ve Fransa’nın, Osmanlı topraklarını paylaşmaya önceden niyetli oldukları anlaşılmaktadır. Bu bağlamda zaten Osmanlı ile ittifak kurmaktan kaçınmışlardır.19 Birinci Dünya Savaşında oluşan dengenin büyük güçler tarafından belirlenmesini, ana hatlarıyla izah etmek zor değildir. Fakat ardıncılık yapan bilhassa balkan ülkelerini izah etmek daha karmaşıktır. İlk olarak, ardıncılık yapan ülkelerin sayısı arttıkça savaşa sürüklenme olasılığı da o derecede artacaktır. Zira ardıncılık artan 18 Roland G. Usher, “Austro-German Relations Since 1866”, The American Historical Review, Cilt 23, No 3, 1918, s 577-595. 19 http://avalon.law.yale.edu/20th_century/sykes.asp (Erişim Tarihi: 22-08-2015) 30 Tolga Öztürk bir ivmeyle bir gruba doğru yönelmekteyse, karşı grup daha evvel müdahalede bulunmak isteyecektir.20 Birinci Dünya Savaşı esnasında olduğu gibi, dengelemenin daha yoğun olduğu bir ortamda ardıncılık tercih edilirse, daha fazla zarar görmek olasıdır. Tersi durumda da, ardıncılığın yoğun olduğu bir uluslararası sistemde, dengelemek büyük zararlara yol açabilir. Birinci Dünya Savaşı’nda ardıncılık politikasını tercih eden Yunanistan, Sırbistan ve Bulgaristan’ı ele aldığımızda karşımıza şu olası şartlar çıkmaktadır: 21 Birincisi, ardıncılık politikası güden küçük devletler, kendi coğrafyası yakınlarında diğer küçük devletlere karşı denge politikası gütmektedirler. Bu bağlamda Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan için Balkanlarda çok çetin bir çıkar çatışması ve denge politikası olduğu yadsınamaz. İkinci olarak, ardıncılık politikası güden devlet, kendi çıkarlarını korumak için yeterli miktarda müttefiklerinden yardım alamayacağını düşünebilir. Ardıncılık politikasıyla dâhil olduğu ittifak grubundan nemalanmak isteyebilir. Son olarak, çok güçlü bir komşuya sahipse, ardıncılık yapmak durumunda kalabilir. Bu bağlamda, Almanya, Avusturta-Macaristan ve Osmanlı ittifak grubuna dâhil olan Bulgaristan’ın davranışı açıklanabilir. Bulgaristan, başta kendi coğrafyasında Sırbistan ve Yunanistan ile rekabet halinde olduğundan ve coğrafi olarak neredeyse iki ülkenin ortasında bulunduğundan, bu yolu tercih etmesi mantıklı görünebilir. Ayrıca Osmanlı ile doğrudan sınırının bulunması, sınır komşularından görece en kuvvetlisinin karşısında bulunmak istememesi de kendi içerisinde tutarlı bir yaklaşım olarak görülebilir. Neticede, dengelemek ve ardıncılık politikasının karmaşık yapısının altındaki parametreler; güç, coğrafi yakınlık, saldırı kapasitesi ve diğer devletlerin amaçları olarak gösterilebilir. İdeolojinin Güç Dengesindeki Yeri: “İdeolojik dayanışma” teriminden ilk olarak Hans Morgenthau bahsetmektedir. Buna göre, ideolojileri aynı ya da benzer olan ülkelerin birbirleriyle iyi ilişkiler içerisinde olması veya müttefik olma olasılıkları, farklı ideolojiyle yönetilen devletlere göre daha yüksektir. Bu teoriye ek olarak, benzer ideolojiyle yönetilen devletlerin daha fazla politik ve kültürel paylaşımda da bulunacağı belirtilmektedir. Bu paylaşımlar da müt- 20 Walt, A.g.e.,s 13-14. 21 Edward V. Gulick, Europe’s Classical Balance of Power, Toronto, The Norton Library, 1967, s 16. Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı 31 tefiklik zemini için gayet uygun bir ortam yaratmaktadır.22 İdeolojik yakınlık burada aynı zamanda kültürel zemini de barındırmaktadır. Bu bağlamda, tarihte devletlerin hem ittifak ilişkilerine hem de sosyolojik boyutuna etki eden gelişmeler yaşanmıştır. Örneğin Çin’de gerçekleşen Mao devriminin karşısında bulunan Çan Kay Şek’in Hıristiyan dinine mensup olması23 ABD’nin desteğini kazanmasında etkili olmuştur. Benzer örnekler Soğuk Savaş yıllarında da çokça gözlemlenmiştir. Fakat Birinci Dünya Savaşı esnasında ideolojinin ittifak oluşumlarında ne gibi etkilerinin olduğunu sistemli bir şekilde açıklayarak anlayabiliriz. İlk olarak, benzer ideolojideki ülkelerle ittifak kurmak, devletin kendi siyasi prensiplerine sahip çıkması anlamına geleceğinden, bu davranış o devletin iç politikasında da rahatlamasına yol açacaktır.24 Buna örnek olarak, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluklarının ittifak halinde bulunmaları verilebilir. İkinci olarak ise, benzer ideolojideki devletlerin ittifak halinde olmaları birbirlerine daha fazla güvenmelerine olanak sağlayacaktır. Yine Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğunun kaderi, Birinci Dünya Savaşı esnasında ideolojik olarak aynı yolda olduklarını bize göstermiştir. Birinci Dünya Savaşı, artık İmparatorlukların çöktüğü ve ulus devletlerin uluslararası sistemde varlıklarını kesin olarak ispat etikleri bir savaş olarak, aynı zamanda bir “ideolojik sistem” savaşı niteliği de taşımaktadır. Dolayısıyla, Avusturya-Macaristan ve Osmanlının ideolojik sistem olarak “çağdışı” kaldığının bir göstergesi Birinci Dünya Savaşı olmuştur. Ulus devlet anlayışı karşısında imparatorluklar kaybetmiş ve savaşın neticesinde dünya buna göre şekillendirilmiştir. Üçüncü olarak, benzer ideolojilerin bulunduğu bir grupta ittifaka katılmak, ideolojisinin zayıf düştüğü bir devlete bilhassa iç politikada daha fazla meşruiyet kazandıracaktır. Örneğin, Osmanlı’nın Avusturya-Macaristan ile yaptığı ittifakta, 19.yüzyıldan itibaren sorgulanmaya başlanan monarşi, az da olsa nefes almıştır. Son olarak, ideolojinin bizzat kendisi, ittifak ilişkisi kurulmasını emrediyor olabilir. 25 İslam buna iyi bir örnektir. Birinci Dünya Savaşı’ndaki ve onun özelindeki Çanakkale Savaşı’ndaki ittifak ilişkilerini 22 Hans J. Morgenthau, Politics Among Nations: The Struggle fof Power and Peace, New York, McGraw Hill, 2005, s 184-186. 23 Jay Taylor, The Generalissimo:Chiang Kai Shek and the Struggle for Modern China, Cambridge, Harvard, 2005, s 2. 24 Walt, A.g.e.,s 18-19. 25 Walt, A.g.e.,s 20. 32 Tolga Öztürk ilgilendiren en önemli ideolojik meselelerden birisi de Hilafet meselesidir. Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı’nın eline geçen hilafet, ideolojik olarak tüm Müslüman dünyaya birleşmeleri gerektiğini salık veren bir kurumdur. Bir başka deyişle ittihadı İslam’ın göstergelerinden birisi de hilafet makamıdır.26 Her ne kadar Osmanlı’nın refah zamanında hilafet, siyaseten sembolik olarak devam etmişse de, savaş esnasında Müslümanların potansiyel gücünü kullanmak için, politik ve ideolojik olarak ciddi bir öneme sahip olmuştur. Çanakkale Savaşı’nda ise ideolojinin etkisi ittifak dengelerini etkileyebilecek boyutta yaşanmıştır. İlk etapta Birleşik Krallık, Britanya İmparatorluğu’nun bir parçası olan Hindistan’dan, Çanakkale’de savaşmak üzere 10.000 ile 20.000 arasında asker göndermiştir. Fakat Hindistan’daki halkı ikna etmek için çok fazla propaganda yapmak zorunda kalmıştır. Bunun nedeni ise, halkın ekseriyetinin Müslüman olmasıdır. Müslüman halkı ikna etmek için ittihatçıların ve müttefikleri Almanların, halifeyi rehin aldıklarını söylemişlerdir. Bu propaganda kısmen sonuç vermiş ve Çanakkale’de savaşmak üzere belli bir asker toplanabilmiştir. Fakat Çanakkale’ye geldiklerinde durumun farkına varan ve bilhassa Müslüman olan Hindistanlı askerler saf değiştirmek suretiyle Osmanlı tarafına geçmişlerdir.27 Saf değiştiren Hindistan askerlerinin tahmini olarak 10.000 asker kadar olduğu belirtilmiştir.28 Bu açıdan bakıldığında, ideolojinin ittifak ilişkileri açısından çok ciddi askeri sonuçlara yol açabileceği görülebilir. Osmanlı’nın Çanakkale Savaşında zafer kazanmasının nedenleri arasında, itilaf devletleri arasında yaşanan bu kopuşun da bir etkisinin olduğu muhakkaktır.29 Çanakkale Savaşı özelinde itilaf devletlerinin yaşadığı sıkıntılardan bağımsız olarak, Birinci Dünya Savaşı genelinde, ideoloji konusunda Osmanlı ve müttefikleri aleyhine işleyen bir durum söz konusu olmuştur. Müttefiklik ilişkileri açısından uygun ortamı sağlaması için söz konusu ideolojinin olabildiğince az hiyerarşik olması gerekmektedir. Bu nedenle, Birleşik Krallığın başını çektiği müttefiklerin yönetim biçimleri olan demokrasi (parlamenter monarşi), 26 http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/1936/20294.pdf (Erişim tarihi 25-072015) 27 Mustafa Keskin, Hindistan Müslümanlarının Milli Mücadele’de Türkiye’ye Yardımları 1919-1923, Kayseri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, 1991, s 20-49. 28 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dâhiliye Nezaret-i Emniyet-i Umumiye Seyrüsefer Müdürlüğü, no: 40 – 1, 04.R.1338 29 Mim Kemal Öke, Güney Asya Müslümanlarının İstiklal Davası ve Türk Milli Mücadelesi, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988, s 70-75. Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı 33 daha avantajlı olmalarını sağlamaktaydı. 30 Bu bağlamda, savaşın genelinde monarşi ile idare edilen Avusturya-Macaristan ile Osmanlı dezavantajlı durumda olmuşlardır. Sonuç olarak genel bir çerçeve çizilmesi gerekirse, bir devlet demokratikleştikçe ittifak kurması kolaylaşır; tam aksine mutlak monarşi ya da komünizm benzeri ideolojilerde müttefiklik zorlaşır. Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı esnasında yönetim biçimi her ne kadar meşruti monarşi olsa da, kendi içerisinde de bir sistem bunalımı yaşadığı için, demokratik olmasının ya da o dönemin ulus devletleri ile müttefik olmasının çok zor olduğu görülebilir. Neticede karşı taraftan doğrudan ciddi bir tehdit algılanmadıkça ideolojik dayanışma ortaya çıkar. Ayrıca ideoloji, devletler tarafından diplomatik bir araç olarak kullanılır. Bu araç kimi devletler tarafından tavizsiz uygulanması gereken bir araç olarak da görülebilir. Son tahlilde, ideolojiler denge politikasında yardımcı bir eleman olarak görev alırlar.31 İttifak Kuramı ve Uluslararası Yardımlar: İttifak kuramının değişmez gerçeklerinden bir diğeri ise, dış yardımların ittifakları kuvvetlendireceğidir. Ekonomik ve askeri yardımlar, devletlerin yeni müttefikler kazanmasını sağlar. Ayrıca, hâlihazırdaki müttefiklerle bağların kuvvetlendirilmesinde de önemli rol oynayacaktır. Dış yardımın, hem yardım eden devlet, hem de yardım alan devlet bakımından farklı hassas noktaları bulunmaktadır. Birincisi, bağış alan devlet, bağış yapan devletten sürekli daha fazla yardım alma eğiliminde olacaktır. Bu durumda, yardım eden devlet giderek isteksizleşmeye başlayacaktır. Bu da bir ikileme yol açacaktır. Yardım eden ülke, karşı tarafın “daha fazla elini taşın altına koymasını ister”. Fakat yardım edilen ülke bunu yapmaktan kaçınır ve sürekli daha fazla yardım talep ettikçe, karşılığını alırsa daha fazla güçlenir. Yardım alan devlet güçlendikçe de, yardım eden ülkeye karşı daha sert tutum alıp, ittifak ilişkisini dahi kendi çıkarları doğrultusunda sonlandırabilecektir. Dolayısıyla bu durum, yardım eden devlet için adeta bir terazi gibidir. Yardım, söz konusu şartlar altında, dozunda yapılmalıdır.32 Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı’nın Çanakkale cephesinde savaşırken, aynı zamanda farklı birçok cephede savaşmasını, kısmen uluslararası yardımlar açıklayabilir. İngilizlerin ulusalcılık propagandasıyla, Arap kabilelerine çeşitli bağımsızlık vaatleri ve buna 30 Walt, A.g.e., s 21. 31 Andreas Wimmer ve Yuval Feinstein, “The Rise of The Nation State across the World, 1816 to 2001”, American Sociological Review, Cilt 75, No 5, 2010, s 764790. 32 Walt, A.g.e.,s 27-28. 34 Tolga Öztürk bağlı olarak krallık teklif etmeleri buna örnektir. İngilizler, Arap kabile liderlerini dış yardımlarla da yanlarına çekip, Osmanlı’ya karşı Ortadoğu’da daha fazla cephe açabilmiştir. Dolayısıyla, Birinci Dünya Savaşı esnasında bu yardımları etkin bir şekilde kullanan Birleşik Krallık ve Fransa, avantajlı bir durum elde etmiştir.33 Politik Nüfuz: Bir devlet savaş ya da barış esnasında, rakip gördüğü ya da çıkarlarının bulunduğu başka devletlerin politik sistemlerine nüfuz etmeye çalışır. Savaş zamanlarında, itilafta olunan devletin sistemini manipüle etmek için çaba sarf edilir. Hedefteki devletin karar alma mekanizmalarında, kilit noktada bulunan bürokratlarla ve siyasilerle anlaşma yoluna gidilip, mevcut şartlar içerisinde söz konusu devletin müttefikliğe ya da karşı gruba dâhil olmasına çalışılır. Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı’na girerken, toprakları Birleşik Krallık tarafından hedefe konulduğu için, söz konusu politik nüfuz, Osmanlı’yı ya savaşın dışında tutma ya da kötü ihtimalle Almanya tarafında savaşması yönünde gerçekleştirilmiştir. Bu nüfuz aynı zamanda Almanya’nın yeni cepheler açma isteği ve Rusya’ya güneyden, boğazlardan yardım gitmemesi için Osmanlı’da bizzat başkentte görevli diplomat Liman von Sanders tarafından, Almanya lehine, müttefik olmak için yapılmıştır.34 Dolayısıyla, söz konusu politik nüfuz, Çanakkale Savaşı’nın yaşanmasına vesile olan yolda önemli bir etken olarak yer almıştır. Osmanlı’nın yaşadığı bu etki dışında, lobi faaliyetlerinde bulunarak, ya da lobi faaliyeti yürütebilecek sivil toplum kuruluşlarını destekleyerek, farklı devletlere politik çıkarlar doğrultusunda nüfuz edilebilir. Bunun yanında Birinci Dünya Savaşı’nda çok sık yaşanan propaganda faaliyetleri ile de politik nüfuz gerçekleştirilebilir. Propaganda’nın pozitif ya da negatif etki etmesi istenilip, o doğrultuda faaliyet gösterilebilir. Örneğin, İngilizlerin Ortadoğu’da Arap milliyetçiliğine yönelik yaptığı propaganda faaliyetleri Osmanlı’yı çok zor durumda bırakmıştır. Sonuç olarak, politik nüfuzun etkili olabilmesindeki en önemli ayrıntı ise, hedefteki devletin politik olarak zayıf düşmüş olması gerekliliğidir. Bu bağlamda Osmanlı, ulus devlet rüzgârlarının estiği 20.yüzyıl başında politik ve ideolojik olarak zayıf düştüğü için, topraklarındaki propaganda faaliyetleri ve politik nüfuz çabalarına yeterince karşı koyamamıştır.35 33 Donald M. McKale,” Germany and the Arab Question in the First World War”, Middle Eastern Studies, Cilt 29, No 2, 1993, s 236-253. 34 Walt, A.g.e., s 31. 35 Ralf Haswell Lutz, “Studies of World War Propaganda, 1914-33”, The Journal of Modern History, Cilt 5, No 4, 1933, s 496-516. Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı 35 Güç dengesi ve dengelemek kavramlarının Birinci Dünya Savaşı’nı ilgilendiren boyutları, yukarıda bahsedildiği gibi olmakla birlikte, savaştaki ittifak yapısı içerisinde görülmeyen Bloodletting ve Buck Passing36* yollarına da başvurulabilir.37 Görüleceği üzere, devletlerin ittifak kurmaları için uluslararası sistemdeki güç dengesi çok önemlidir. Bu dengeyi kurabilmek için ise, çıkar maksimizasyonu hedefindeki devletlerin, coğrafyası, ekonomisi, askeri yeterlilikleri, teknolojik üstünlükleri, diplomatik kabiliyetleri ve niyetleri önem arz etmektedir. Çanakkale Savaşı’nın Güç Dengesi Çanakkale Savaşı, hem nedenleri, hem de neticesi itibariyle Birinci Dünya Savaşı’na katılan tüm ulusları derinden etkilemiştir. Çanakkale Savaşı’nın iki tarafı da yıpratıcı etkisi çok büyük olmuştur. Bu savaşa giden yol, denge teorisinin alt başlıklarından birisi olan jeopolitikle doğrudan ilgilidir. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde bahsettiğimiz ekonomik olarak güçlenmiş ve yeni toprak kazanımları ve hegemonya hedefleyen bir Almanya, Avrupa kıtasının ortasında bulunmaktadır. Almanya’nın bu durumu, onun olası bir savaş durumda kaderini belirleyen coğrafyasıyla uyumlu bir strateji beslemesini gerekli kılmıştır. Söz konusu stratejinin ilki, doğusunda Rusya ile batısında Fransa’nın bulunmasından dolayı iki cepheli bir savaştan kaçınma gerekliliğidir. Aslında bu politikayı Bismarck uygulamayı başarmış, bunu da diplomasiyi etkin kullanarak dengelemeyi başarabilmiştir.38 İki cepheli bir savaştan kaçınmanın imkânsızlaşabileceği durumlarda ise, bir “b” 36 Kavramların tam Türkçe karşılığı bulunmadığından doğrudan literatürde kullanıldığı gibi yazılmıştır. Bloodletting: İki güç arasında savaşın devam etmesini isteyen üçüncü gücün uyguladığı politikadır. Burada İran-Irak savaşı örnek gösterilebilir. Savaş sırasında hangi taraf ilerleme kaydederse, ABD diğer tarafı destekleyerek her hangi bir tarafın kazanmasını istememiştir. Burada hedef, savaşı olabildiğince uzatıp iki tarafında yıpranmasını sağlamaktır. Buck Passing: Bu kavram aslında bir poker deyimi olmasına karşın uluslararası ilişkiler terminolojisinde kendisine yer bulmuştur. Daha çok büyük devletler arasında kendisini gösteren bu durum savaştan olabildiğince kaçmaya çalışıp, saldırgan devleti başka bir güce yönlendirmeye çalışmasıdır. 2.Dünya Savaşı öncesi İngiltere ve Fransa’nın, Almanya ile Münih antlaşmasını imzalaması ve Almanya’yı SSCB’nin üzerine yönlendirmesi örnek gösterilebilir. 37 Thomas J. Christensen ve Jack Snyder, “ Chain Gangs and Passed Bucks: Predicting Alliance Patterns in Multipolarity”, International Organization, Cilt 44, No 2, 1990, s 137-168. 38 Lawrence D. Steefel, “Bismarck”, The Journal of Modern History, Cilt 2, No 1, 1930, s 74-95. 36 Tolga Öztürk planı Alman subay Schlieffen tarafından geliştirilmiş ve onun adını almıştır. Bu plan Almanya eğer iki cephede birden savaşmak durumunda kalırsa, önce batı cephesinde Fransa’nın hızlı bir şekilde mağlup edilip, ardından Rusya ordularını tahkim edene dek, Alman kuvvetlerinin çoğunluğunu doğu cephesine kaydırmaya dayanmaktaydı.39 Almanya’nın iki cephede birden savaştan kaçınma planı, Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya arasında oluşturulan ittifak ile sonuçsuz kalmıştır. Savaştan kaçınılamamış ve sonrasında Sclieffen planı olarak bilinen plan, Birinci Dünya Savaşı başladığında uygulamaya konulmuştur. Almanya, derhal Belçika üzerinden Fransa’yı işgal ederek etkisiz hale getirmek istemiş, fakat Marne Savaşında Almanya’nın müttefikler tarafından durdurulması Sclieffen Planını çökertmiştir. Marne’da, savaşın kilitlenip cephe savaşına dönüşmesiyle birlikte, yeni stratejik açılım arayışları iki ittifak grubu tarafından hız kazanmıştır. İngiltere ve Fransa, Almanya’yı doğu cephesinden daha şiddetli sıkıştırmayı ve bu bağlamda batı cephesinde rahatlayarak savaşı sonlandırabileceklerini düşünmekteydiler. Bunun için, doğudaki müttefikleri Rusya’ya yardım götürmeleri gerekmekteydi. Rusya, hem askeri teknoloji hem de ekonomik olarak Almanya ile baş edebilecek kapasitede olmadığından, bu yardım daha da önem kazanmaktaydı. Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yılında ortaya çıkan bu tabloda, coğrafyanın önemi çok ciddi hissedilmiştir. Churchill’in başlangıçta Rusya’ya ulaşmak için öngördüğü ilk yol, Baltık Denizinden Almanya’yı yarma planıydı. Plan, Almanya’nın Kiel şehrinin kuzeyinde bulunan Borkum adasını ele geçirerek, Kuzey Denizinden Almanya’ya blokaj uygulamaktı. Böylelikle hem Rusya’ya kuzeyden yardım gönderilebilecek hem de Danimarka ve Hollanda’nın üzerindeki baskı kırılarak Almanya kuzeyinden, karadan ve denizden çevrelenerek mağlup edilebilecekti. Fakat Birleşik Krallık Savaş Konseyinde, Churchill’in bu teklifi, Çanakkale alternatifine göre başarı şansı daha az görülüp reddedilince, Çanakkale Savaşı tek alternatif olarak kalmıştır.40 Baltık Denizi ve Avrupa’nın orta kesimleri Alman kontrolünde olduğundan, Birleşik Krallık ve Fransa, kalan tek seçenek Akdeniz’den dolaşıp güneyden boğazları kullanarak Rusya’ya ulaşmak 39 Terence M. Holmes, “One Throw Over the Gambler’s Dice: A Comment on Holger Herwig’s View of the Sclieffen Plan”, The Journal of Military History, Cilt 67, No 2, 2003, s 513-516. 40 Patrick Salmon, Scandinavia and the Great Powers 1890-1940, Cambridge, Cambridge University Press, 1997, s 91-92. 37 Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı ve Almanya’yı tamamen kuşatmak istemişlerdir. Bu strateji, Birleşik Krallık ve Fransa’ya, galibiyet halinde, kendi içerisinde birden fazla kazanım vaat etmekteydi. Çanakkale’den geçip İstanbul’u ele geçirerek Osmanlı’yı savaşın dışına çıkarmak, Rusya’nın Osmanlı boğazları üzerinde egemen olma isteğine ket vurmak, Balkan coğrafyasındaki ülkelerin İngiltere ve Fransa safında savaşmasını sağlayarak Almanya’yı Avrupa’da daralan bir çember içine güneyden hapsetmek ve savaşı olabildiğinden erken bitirmek olarak bu amaçlar sıralanabilir.41 Güç dengesi teorisine göre, Birinci Dünya Savaşı’na katılan ülkelerin somut verileri, savaşın potansiyel kazananı hakkında bize önemli ipuçları sunacaktır. Birinci Dünya Savaşı 1914 – İtilaf Devletleri Nüfus GSMH Alan Ülke (milyon) (Milyar Dolar) (Milyon km2) Birleşik Krallık Fransa Rusya Britanya Kolonileri Fransız Kolonileri 46 39.8 173.2 380.2 48.3 226.4 138.7 257.7 257 31.5 0.3 0.5 21.7 13.5 10.7 Toplam 687.5 911.3 46.7 Kaynak: Stephen Broadberry, Mark Harrison, “The Economics of World War I: A Comparative Quantitative Analysis”, Journal of Economic History, Cilt 66, No 2, 2006, s 514. Ülke Birinci Dünya Savaşı 1914 – İttifak Devletleri Nüfus GSMH Alan (milyon) (Milyar Dolar) (Milyon km2) Almanya Avusturya-Macaristan Osmanlı Devleti Alman Kolonileri Toplam 67 50.6 23 10.7 151.3 244.3 100.5 25.3 6.4 376.5 0.5 0.6 1.8 3 5.9 Kaynak: Stephen Broadberry, Mark Harrison, “The Economics of World W Journal of Economic History ar I: A Comparative Quantitative Analysis”, , Cilt 66, No 2, 2006, s 514-515. 41 Matthew Farish, “Modern Witnesses: Foreign Correspondents, Geopolitical Vision, and the First World War”, Transactions of the Institute of British Geographers, Cilt 26, No 3, 2001, s 273-287. 38 Tolga Öztürk Tablolarda görüldüğü üzere, savaşın sonucunu etkileyecek verilerde, itilaf devletlerinin oluşturduğu ittifak, kâğıt üzerinde savaşın kazananı olacaklarını bize göstermektedir. Hem nüfus, hem ekonomik güç, hem de toprak büyüklüğünün getireceği stratejik avantajlara sahip bu ülkeler neticede Birinci Dünya Savaşı’nın kazananı olmuşlardır. Çanakkale Savaşı’nın ise, Birinci Dünya Savaşı’nın bir cephesi olsa da, kendi içerisinde değerlendirildiğinde, çok farklı neticeleri olmuştur. Savaşın kazananı olan Osmanlı Devleti ile itilaf devletlerinin güç dengesini karşılaştırdığımız takdirde ortaya ilginç neticeler çıkmaktadır. Yukarıdaki, tabloda Osmanlı’nın ekonomik kapasitesinin, Avrupalı büyük güçlerden çok daha az olmasına paralel bir şekilde, askeri teknoloji bakımından da itilaf devletlerinden daha zayıftır. Bunun yanında, Osmanlı ordusu toplam muharip asker sayısı bakımından da itilaf devletlerinden daha zayıf bir görünüm teşkil etmektedir.42 Çanakkale cephesindeki veriler, Britanya İmparatorluğu adına 489.000 asker, Fransa adına ise 79.000 asker katıldığını bize göstermektedir. İtilaf devletleri toplamda 568.000 askerle muazzam bir güç oluşturmaktadır. Osmanlı Devletinde ise bu güce karşılık verecek Çanakkale cephesindeki 5. Ordusu 315.500 kişiden oluşmaktaydı.43 Bu bağlamda, yalnızca somut verilere bakılarak kazanan tarafı önceden belirlemek mümkün olmamaktadır. Zira yukarıda bahsettiğimiz üzere, somut verilerle birlikte önemli rol oynayan birçok etken bulunmaktadır. Çanakkale Savaşı’nda bu etkenlerden en önemlisi askeri taktik ve strateji olarak karşımıza çıkmaktadır. İlk olarak, Çanakkale Savaşı’nın karar vericilerinden Britanyalı Churchill ve Fisher’in Osmanlı Devletinin görece zayıflığına aldanıp, yalnızca denizden savaş gemileriyle operasyon yapıp, İstanbul’u ele geçirme planlarının çöktüğü görülecektir. Deniz savaşı 19 Şubat 1915’ten yaklaşık bir ay sonra, 18 Mart 1915 yılında, itilaf kuvvetlerinin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Türk topçularının karadan atışları ve denizden döşenen mayınlarla, İngiliz ve Fransızlar ağır kayıplar vermiştir. Ardından 25 Nisan 1915’te başlayan kara harekâtı ise, bu kez denizden ciddi destek bulamamıştır. İtilaf kuvvetlerinin bu temel yanlışından sonra, kara harekâtının komuta kademelerinde de ciddi sıkıntılar yaşanmıştır.44 42 Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War, Londra, Greenwood Press, 2001, s 75-100. 43 Erickson, A.g.e., s 95. 44 Edward J. Erickson, “Strength Against Weakness: Ottoman Military Effective- Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı 39 Osmanlı Devletinin Çanakkale’de savaşan 5. Ordusu, askeriyenin en iyi yetişmiş elitlerinden oluşmaktaydı. Bilhassa Esat Paşa gibi Balkan Savaşlarında bulunmuş ve askeri savunma taktikleri konusunda uzman bir komutan ile Mustafa Kemal gibi iyi yetişmiş ve yine savaş tecrübesi bulunan bir komutan, Osmanlı için ciddi bir avantaj teşkil etmekteydi. Ayrıca, orduya komuta eden Liman Von Sanders ve diğer kumandanlar arasındaki haberleşme çok iyiydi. İtilaf devletlerinde ise, 1917 yılına kadar ofansif savaşta herhangi bir üstünlük kuramayan ordu, en başarısız denemelerinden birisini Çanakkale’de yaşamıştır.45 Birinci Dünya Savaşı’nın en belirleyici özelliklerinden birisi de, savaşın çoğu cephede bir kilitlenme yaşayıp yıpratma savaşına dönüşmesi gerçeğidir. İtilaf devletleri, ekonomik ve beşeri olarak ittifak devletlerinden her ne kadar büyük olsalar da, savaş uzun sürmüştür. Gelişen askeri savaş teknolojisi, kilitlenen cephe savaşlarının ve uzayan sürenin temel sebebi olarak görülebilir. Bu bağlamda, Çanakkale cephesinde Osmanlı’nın temel amacı, itilaf devletlerinin başkent İstanbul’a ulaşmasının engellenmesiydi. Daha iyi bir ihtimal olarak, itilaf devletlerinin Çanakkale’de denize dökülmesi cephede kesin zafer olarak düşünülebilir, fakat bu Osmanlı’nın askeri kapasitesi göz önünde bulundurulduğunda, mümkün gözükmemektedir. İtilaf devletleri açısından ise, cephenin temel amacı, bir an önce İstanbul’u ele geçirerek Osmanlı’yı savaş dışı bırakmaktır. Sonuçta, Osmanlı’nın en iyi ikinci ihtimal olan hedefi gerçekleşmiştir. Çanakkale savaşı cephede kilitlenmiş, bir yıpratma savaşına dönüşerek itilaf kuvvetlerini 1915 yılı içerisinde çıkmaza sürüklemiştir. Görüleceği üzere, yalnızca somut veriler savaşı kazanmaya yetmemektedir. Bilhassa savaş esnasında hem coğrafyayı tanımak, hem askeri taktik stratejileri iyi uygulamak, hem de askeri savaş teknolojilerinin savaşın gidişatına nasıl etki edebileceğini iyi düşünmek gerekmektedir.46 Güç dengeleri açısından bakıldığında ise, Çanakkale Savaşı’nın kazananı olmadığını söyleyebiliriz. İtilaf devletlerinin yaklaşık 1,5 askerine karşı 1 askerle savaşan Osmanlı, kaybettiği 10 askerine karşılık 7 düşman öldürebilmiştir. İtilaf devletlerinin askeri teknolojik kapasiteleri göz önünde bulundurulduğunda, bu istatistik Osmanlı’nın taktik anlamında çok iyi bir savaş verdiğinin göstergesi ness at Gallipoli 1915”, The Journal of Military History, Cilt 65, No 4,2001, s 1009-1011. 45 Erickson, A.g.e., s 995-996. 46 Erickson, A.g.e., s 1009-1010. 40 Tolga Öztürk olsa da, beşeri sermayesinden ve ekonomisinden ciddi anlamda yaralandığı gerçeğini de değiştirmemiştir.47 http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/175-kolordu-tarihi-fotograflar-i/offset/240 (18.05.2015 tarihinde erişilmiştir). SONUÇ YERİNE Güç dengesi, en güçlü olan ya da saldırı gücü en yüksek olan devletin, diğer devletlerin aralarında yaptıkları ittifaklarla dengelenmesidir. Birinci Dünya Savaşı’nın temelleri, uluslararası sistem içerisinde kendi konumunu yükseltmek isteyen Almanya karşısında, mevcut konumlarını sürdürmeye çalışan Fransa ve Birleşik Krallığın ittifakı ile atılmıştır. Almanya’nın yanında, uluslararası siyasi arenada milliyetçilik hareketlerinin yükselmesiyle sistem anlamında sürekli kan kaybeden Osmanlı Devleti ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu yer almıştır. İki eski imparatorluğu Almanya safına iten bir diğer önemli neden ise, jeopolitik konumları olmuştur. Bunun karşılığında, Rusya yine jeopolitik nedenlerle Birleşik Krallık-Fransa ittifakına katılarak Almanya’yı doğudan çevrelemiştir. Bahsettiğimiz bu 6 büyük devletin toplam güçlerini bir kenara bıraksak dahi, 1915’ten sonra itilaf devletleri adına savaşa katılan İtalya, dengeleri Birleşik Krallık, Fransa, Rusya lehine değiştirmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz denge politikasında, sayıca üstün olan müttefiklerin 47 Erickson, A.g.e., s 1011. Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı 41 avantajını itilaf devletleri elde etmiştir. Bu durumun haricinde, Birinci Dünya Savaşı’nın topyekûn savaş olmasından dolayı ülkelerin toplam askeri güçlerinin önemi büyük olmuştur. Ayrıca nüfus, teknoloji, ekonomi gibi belirleyici etkenler de karşılaştırıldığında itilaf devletlerinin üstünlüğü tartışmasız kendisini göstermektedir. Savaşın sonucunu doğrudan etkileyebilecek jeopolitik avantajlar da itilaf devletlerinden yana olmuştur. İttifak devletleri, Almanya ile Orta Avrupa’dan başlayan, güneydoğuya doğru Avusturya-Macaristan ve Osmanlı Devleti ile Arabistan yarımadasına kadar devam eden bir hattı elinde bulundurmaktaydı. Buna karşılık itilaf devletleri ise neredeyse geri kalan dünya topraklarının tümünü ellerinde bulunduruyordu. Bu muazzam coğrafya dezavantajı da ittifak devletlerinin en büyük mağlubiyet gerekçelerinden birisidir. Yine jeopolitiğin bir sonucu olan Çanakkale Savaşı ise, Birinci Dünya Savaşı’nda farklı bir yer tutmaktadır. Kaybeden tarafın kazandığı bir cephe olarak öne çıkan Çanakkale, sonuçları açsından çok önemli bir savaştır. Zaten bir yıpratma savaşı olan Birinci Dünya Savaşı’nın uzamasına yol açarak, savaşan her iki tarafın ekonomik sıkıntılarını derinleştirmiş ve hegemonyanın Avrupa Kıtasından Amerika’ya geçişinin zeminini hazırlayan etkenlerden birisi olmuştur. Ayrıca Rusya’daki devrimin nedenlerinden de birisidir. Modern Türkiye’nin inşasında başat rollerden birisini üstlenmiştir. Her ne kadar 1915’te boğazı geçemeyen itilaf kuvvetleri, 1918 Mondros mütarekesiyle İstanbul’a tek kurşun atmadan demir attılarsa da, ulusun kalbinin savunmasında verilen mücadele bakımından eşsiz bir cephe olarak tarihteki yerini almıştır. Yalnızca Türk ulusunun değil, savaşa katılan başta Anzaklar olmak üzere tüm ulusların tarihlerinde ve toplumlarında derin izler taşımaktadır. Çanakkale savaşı, kendi özelinde incelendiğinde, güç dengesi bakımından, toplam gücün neticeye etki eden tek faktör olmadığını kanıtlamıştır. Askeri strateji, coğrafyayı tanıma ve motivasyon gibi ek unsurların sonuca ne kadar etki edebileceğini bize göstermiştir. Neticede, hiçbir cephenin savaşılmadan kazanılamayacağının en büyük örneklerinden birisi olmuştur. Çanakkale ve İstanbul boğazları, Çin’den başlayıp, Hindistan ve İran üzerinden Anadolu topraklarına ulaşan, muazzam toprak büyüklüğü, nüfus ve ekonomik potansiyel barındıran ipek yolunun Avrupa kıtasına ulaşan anahtar noktasını temsil etmektedir. Bu yol üzerindeki devletlerin yüzyıllar süren zenginliği ve gücü, Avrupalı sömürge güçleri tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kesintiye uğratılmak istenmiştir. Okyanuslar üzerinden oluşturulmaya çalışı- 42 Tolga Öztürk lan alternatif iktisadi çevrim denemeleri, sömürgeleştirme çabaları ve İpek yolu üzerindeki devletleri istikrarsızlaştırmayla 18.yüzyıldan 21.yüzyıla kadar, Batının hegemonyası başarıyla sürmüştür. Çanakkale cephesi ile Batının Ortadoğu’ya indiremediği son darbe, Birinci Dünya Savaşı neticesinde imzalanan Mondros antlaşmasıyla, itilaf devletleri gemilerinin tek kurşun atmadan Çanakkale’den geçerek İstanbul’a demirlemeleriyle indirilmiştir. Bugün tam yüz yıl sonra Çanakkale ve İstanbul boğazlarının önemi, toplam güç bakımından Batıyı yakalayan, hatta bazı alanlarda geride bırakan Çin, Hindistan, İran, Türkiye hattıyla artmıştır. Batılı müttefiklerin yüz yıl önceki istikrarsızlaştırma denemeleri, kurmuş oldukları küresel statüko nedeniyle devam ettirilmek istenmektedir. 25 Nisan 2015 günü Çanakkale Savaşı’nın yüzüncü yılı anma törenlerinde hazır bulunan Birleşik Krallık veliaht prensi Charles, törene alışık olunmadık şekilde askeri üniformalarıyla iştirak etmiştir. Bunun yanında, Çanakkale boğazına demirleyen HMS Bulwark isimli savaş gemisinde geceyi geçirmiş ve resepsiyon düzenlemiştir. HMS Bulwark 1899 yılında yapılan ve 1914 yılında Osmanlı’nın savaşa girmesine sebebiyet veren Alman Goeben (Yavuz) zırhlısını boğazlara kadar kovalayan gemiyle aynı adı taşımaktadır.48 Güç dengesi teorisine göre, devletlerin büyük güçleri dengelemek için ittifak kurmaları reel politiğin olağan davranışıdır. Soğuk Savaştan sonra dünya tekrar, Birinci Dünya Savaşı zamanındaki gibi çok kutuplu bir yapıya doğru evrilmiştir. Dolayısıyla ekonomi, coğrafya, askeri kapasite ve teknoloji devletler açısından en az yüz yıl öncesi kadar önemlidir. Zira Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale cephesi örtülü biçimde de olsa hala devam etmektedir. KAYNAKLAR Alfred T. Mahan, The Influence of Sea Power Upon History 1660-1783, Boston, Little Brown and Company, 1890 Andreas Wimmer ve Yuval Feinstein, “The Rise of The Nation State across the World, 1816 to 2001”, American Sociological Review, Cilt 75, No 5, 2010 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dâhiliye Nezaret-i Emniyet-i Umumiye Seyrüsefer Müdürlüğü, no: 40 – 1, 04.R.1338 48 Dan Van Der Vat, The Ship That Changed the World: the Escape of the Goeben to the Dardanelles in 1914, Minneapolis, Olympic Marketing, 1986, s 150-165. Güç Dengesi Teorisi ve Çanakkale Savaşı 43 Brian Healy ve Arthur Stein, “The Balance of Power in International History:Theory and Reality”, The Journal of Conflict Resolution, Cilt 17, No 1, 1973 Dan Van Der Vat, The Ship That Changed the World: the Escape of the Goeben to the Dardanelles in 1914, Minneapolis, Olympic Marketing, 1986 Donald M. McKale,” Germany and the Arab Question in the First World War”, Middle Eastern Studies, Cilt 29, No 2, 1993 Durdu Mehmet Burak, “Enver Paşa’nın Hayatı ve İngiliz Belgelerindeki Düğün Raporu”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt 13, No 1, 2005 Edward J. Erickson, “Strength Against Weakness: Ottoman Military Effectiveness at Gallipoli 1915”, The Journal of Military History, Cilt 65, No 4,2001 Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War, Londra, Greenwood Press, 2001 Edward V. Gulick, Europe’s Classical Balance of Power, Toronto, The Norton Library, 1967 Hans J. Morgenthau, Politics Among Nations: The Struggle fof Power and Peace, New York, McGraw Hill, 2005 Harold Nicolson, The Congress of Vienna: A Study in Allied Unity, New York, Harcourt Brace and Company, 1946 Henry A. Kissinger, White House Years, Boston, Little Brown, 1979 Jay Taylor, The Generalissimo:Chiang Kai Shek and the Struggle for Modern China, Cambridge, Harvard, 2005 John J. Mearsheimer, The Tragedy of Great Power Politics, New York, W.W. Norton and Company, 2001 Kenneth N. Waltz, Theory of International Politics, New York, McGraw Hill, 1979 Lawrence D. Steefel, “Bismarck”, The Journal of Modern History, Cilt 2, No 1, 1930 Matthew Farish, “Modern Witnesses: Foreign Correspondents, Geopolitical Vision, and the First World War”, Transactions of the Institute of British Geographers, Cilt 26, No 3, 2001 Mim Kemal Öke, Güney Asya Müslümanlarının İstiklal Davası ve Türk Milli Mücadelesi, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1988 Mustafa Keskin, Hindistan Müslümanlarının Milli Mücadele’de Türkiye’ye Yardımları 1919-1923, Kayseri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, 1991 Nicholas J. Spykman, America’s Strategy in World Politics: The United States and the Balance of Power, New York, Harcourt Brace and Company, 1942 Patrick Salmon, Scandinavia and the Great Powers 1890-1940, Cambridge, Cambridge University Press, 1997 Paul M. Kennedy, The Rise of the Anglo-German Antagonism, London, Allen and Unwin, 1980 44 Tolga Öztürk Ralf Haswell Lutz, “Studies of World War Propaganda, 1914-33”, The Journal of Modern History, Cilt 5, No 4, 1933 Roland G. Usher, “Austro-German Relations Since 1866”, The American Historical Review, Cilt 23, No 3, 1918 Stephen Broadberry ve Mark Harrison, “The Economics of World War I: A Comparative Quantitative Analysis”, Journal of Economic History, Cilt 66, No 2, 2006 Stephen M. Walt, “Alliance Formation and the Balance of World Power”, International Security,Cilt 9, No 4, 1985 Terence M. Holmes, “One Throw Over the Gambler’s Dice: A Comment on Holger Herwig’s View of the Sclieffen Plan”, The Journal of Military History, Cilt 67, No 2, 2003 Thomas J. Christensen ve Jack Snyder, “ Chain Gangs and Passed Bucks: Predicting Alliance Patterns in Multipolarity”, International Organization, Cilt 44, No 2, 1990 Winston S. Churchill, The Second World War, Boston, Houghton Mifflin, 1948 W. Scott Thompson, “The Communist International System”, Orbis, Cilt 20, No 4, 1977 http://avalon.law.yale.edu/20th_century/sykes.asp (Erişim Tarihi: 2208-2015) http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/1936/20294.pdf (Erişim tarihi 25-07-2015) 3 Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’deki Savaş Konseyi’nde Çanakkale Harekât Kararının Alınmasının Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi Burak Gülboy* 28 Haziran 1914’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Veliahtı Arşidük Franz Ferdinand’ın Saraybosna’da uğradığı suikast sonucu öldürülmesinin ardından Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasında başlayan gerginlik, 1 Ağustos’ta bir Avrupa savaşına dönüştü. 1 Ağustos’ta Avrupa’nın büyük güçleri karşılıklı hamleler sonucunda savaşa dahil olmuşlarsa da, İngiltere’nin konumu belirsizliğini korumaktaydı. 3 Ağustos’ta Alman ordularının Belçika’ya girmesinin ardından İngiltere, Almanya’ya 24 saatlik bir ültimatom vererek Belçika’nın tarafsızlığının ihlalinin durdurulmasını, aksi takdirde bunun iki ülke arasında savaş nedeni sayılacağını bildirdi. Almanya’nın bu ültimatoma cevap vermemesi sonucunda İngiltere 4 Ağustos’ta Avrupa savaşına taraf oldu. İngiltere’nin savaşa giriş gerekçesi –Belçika’nın tarafsızlığının ihlal edilmesi-, bu devletin başlayan savaşı algılama biçimini yansıtmaktadır. 2 Ağustos itibariyle Avrupa’nın büyük güçleri savaşa tutuşmuş iken, İngiltere’nin konumu halen belirsizliğini sürdürmekteydi. Almanya ile Avusturya-Macaristan ve Fransa ile Rusya arasında mevcut olan ittifakların tersine, İngiltere’nin Avrupa’nın hiç bir devleti ile bir ittifak anlaşması bulunmamaktaydı. Buna karşılık İngiltere 1904’te Fransa ve 1907’de Rusya ile sömürge alanlarındaki sorunlarına yönelik uzlaşma sağlayan anlaşmalar yapmıştı. 1905’teki ve 1911’deki Fas krizlerinde açıkça Fransa’nın yanında yer almasına ve Almanya ile donanma yapımı konusunda rekabet halinde olmasına karşılık, İngiltere temel amacını Avrupa’daki güç dengesinin devamlılığının sağlanması olarak tanımlamaktaydı. * İstanbul Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü. 46 Burak Gülboy 1905’te alt seviyede başlayan ve 1911’de olgunlaşan görüşmelerde İngiliz ve Fransız askeri yetkilileri olası bir Avrupa savaşı durumunda iki ülkenin ortak katkıları konusunda planlar yapmış olmalarına karşın, iki tarafın hükümetleri seviyesinde yazılı taahhütler bulunmamaktaydı. Ancak bu duruma tek istisna 1912’de İngiliz ve Fransız donanma bakanlıkları arasında nota teatisi ile yapılmış olan Manş Denizi’nde ve Akdeniz’de iki ülkenin donanma güçlerinin ortak kullanımı ile ilgili bir uzlaşma bulunmaktaysa da bu belgeler dış işleri bakanlıkları seviyesinde kalmış ve de hükümetler tarafından onaylanmamıştı.1 İngiltere 1815’ten beri Avrupa’ya yönelik dış politikasının temelini kıtanın büyük güçlerinin oluşturduğu bir güç dengesinin sağlanması üzerinde oluşturmuştu. Birbirine yakın güçteki Avrupa devletlerinin arasında oluşan bu güç dengesi tek bir gücün Avrupa’yı kontrol altına almasını engellediği gibi, böylesine bir durumda Britanya adalarına yönelecek tehditler de ortadan kalkmaktaydı. Bu amaçla İngiltere kıta devletleriyle bağlayıcı hiç bir ittifaka girmeyerek, bunun yerine denge unsuru olarak kalmaya çalışmaktaydı. 1890’da II. Wilhelm’in Alman tahtına geçmesi ile beraber Alman dış politikasının radikal bir biçimde değişimi, İngiltere’nin dış politikasındaki istikrarı da sarsmıştı. Yeni Alman dış politikasının agresif ve istikrarsız atılganlığı bir yandan Avrupa güç dengesini sarsarken, diğer yandan da İngiltere’nin hem kıtasal hem de kıta ötesi çıkarlarını zedelemekteydi. Bu durum ise yavaş başlayan ama hızla gelişen bir Alman-İngiliz karşıtlığı yaratmıştı. Gün geçtikçe artan bu karşıtlığın sonucunda İngiltere, kendi gibi Alman dış politikasından rahatsızlık duyan Fransa ve Rusya ile uzlaşma zemini yakalamıştı. 1904 ve 1907’deki antlaşmalar bu anlamda üç devletin aralarında Avrupa dışında yaşamakta oldukları sorunları çözümleyen uzlaşmaların ürünleriydiler. Alman dış politikasına karşı Avrupalı güçlerin verdikleri tepkilerin yaratmış olduğu Avrupa’daki cepheleşmeye karşılık, İngiltere gün geçtikçe kurduğu uzlaşmaları Almanya’yı kontrol altında tutabilecek bir güç dengesinin bir tür devamı şeklinde algılamaktaysa da 1914’e gelindiğinde bu uzlaşmalar ister istemez İngiltere’yi Avrupa’daki cepheleşmenin bir parçası durumuna getirmişti.2 İngiliz dış politikasında 1911’deki Agadir Krizi ertesinde açıkça belirgin hale gelen Alman karşıtlığına rağmen, Fransa ve Rusya ile de açık 1 2 Kenneth Douglas (İngilizceye çev.), The French Army A Military-Political History, New York, George Braziller Inc, 1963, s 79. Richard Hamilton, ve Holger Herwig, Decisions for War 1914-1917, Cambridge, Cambridge University Press, 2004, ss 135-137, 144-145. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 47 bir ittifak içine girilmemesi, Avrupa’da gittikçe belirginleşen kutuplaşma içinde İngiltere’nin pozisyonunu belirsizleştirmekteydi.3 Bu durum İngiltere’nin savaşa giriş nedenini Fransa ve Rusya’ya bir destek olma yerine Belçika’nın tarafsızlığına bağlaması ile de görülmekteydi. Avrupa’da beklenmedik çabuklukta ve anilikte başlayan savaş İngiltere için ne politik anlamda, ne de askeri anlamda hedeflerini tanımlamaya fırsat bulamadan katıldığı bir karşılaşmaydı.4 http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/176-kolordu-tarihi-fotograflar-ii/offset/120 (18.05.2015 tarihinde erişilmiştir). 3 4 O dönemde İngiltere’nin Avrupa sistemine karşı yaklaşımını algılamak için şu kaynaklara bakılması faydalıdır: Gilbert Murray,The Foreign Policy of Edward Grey, Oxford, Clarendon Press, 1915; Count Max Montgelas British Foregn Policy under Sir Edward Grey, , New York, Alfred A.Knopf , 1928; F.H. Hinsley (ed.), British Foreign Policy under Sir Edward Grey, Londra, Cambridge University Press, 1977. Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı ile ilgili değişik yaklaşımlar için şu kaynaklara bakılmasının faydalı olduğu düşünülmektedir: Thompson ve Herwig, a.g.e.; Keith Williams (Editör), Decisions for War 1914, New York, St. Martin’s Press, 1995; Burak Gülboy, Mutlak Savaş, Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri Üzerine Clausewitzyen bir Çözümleme, İstanbul, Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi, 2014. 48 Burak Gülboy HEGEMONİK SAVAŞ VE GÜÇ GEÇİŞİ YAKLAŞIMI Gerek Birinci Dünya Savaşı’nın kökenlerini ve gerekse de Başlangıç sürecini İngiltere’nin Avrupa’da güç dengesini korumak yönündeki endişesinin ön kabulü ile anlamlandırmak, İngiltere’nin savaşa giriş sürecini anlamlı hale getiren bir bütünlük ortaya çıkartmamaktadır. Bunun yerine İngiltere’nin Avrupa sistemindeki yerini ve bu sistemde 1900’lerin başında meydana gelen büyük değişimi anlamlandıracak bir teorik kurulum gerekmektedir. Klasik realizm, uluslararası sistemin yapısında barış olarak nitelenen bir statükoyu sağlayan mekanizma olarak nitelediği “güç dengesi” yaklaşımı, genel olarak eşit güce sahip devletlerin ya da bunların oluşturduğu ittifak ve koalisyonların birbirlerine yaklaşık güçte olması itibariyle çatışmaktan çekineceği ve karşılıklı olarak birbirlerini dengeleyeceği bir yapının varlığı tezi üzerinde şekillenmektedir. Bu çerçevede rölatif olarak birbirine eşit olan güç yapıları çatışma ile diğerini etkisizleştirme konusunda yetersiz kalacağından, ortaya bir denge çıkmakta ve bu denge de uluslararası sistemde çatışma yerine birlikte yaşama durumunu ortaya çıkartmaktadır. Bu duruma uygun olarak aktörler yalnızca kendi güçlerini maksimize etmeye çalışmamakta, aynı zamanda bu gücü rakiplerinin güçlerine orantılı olacak şekilde de geliştirmeye çalışmaktadırlar. Böylece uluslararası sistemde aktörlerin güç maksimizasyonu sürekli yenilenen bir denge ortaya çıkartarak sistemin devamlılığını sağlamaktadır. Klasik realizmin ana akım teorisyenleri olarak anılan Hans Morgenthau ve Morton Kaplan, Neo realizmin önemli teorisyeni Kenneth Waltz, İngiliz Okulu’nun başat ismi Hedley Bull ve daha pek çok önemli uluslararası ilişkiler disiplini teorisyeni güç dengesi ile ilgili teorik açılımlar geliştirmişler ve bu çerçevede uluslararası sistemin yapısını bu yaklaşım çerçevesinde incelemişlerdir.5 Genel kabule göre güç dengesinde olan bozulmalar ya da diğer bir deyişle güç dengesizliklerinin ortaya çıkması sistemi çatışmaya açık hale getirmekte ve bu durumlarda çatışmalar ya da daha ileri bir nokta olarak savaşlar meydana gelmektedir. Güç dengesi yaklaşımının tersine, “güç geçişi” yaklaşımı uluslararası sistemde güç yapısı birbirine yakın olan devletlerin ya da bun5 Bkz. Hans Morgenthau, Politics Among Nations, 4. Basım, New York, Alfred A. Knopf, 1967; Kenneth Waltz, Theory of International Politics, Londra, AddisonWesley Publishing, 1979; Hedley Bull, The Anarchical Society, 2. Basım, Londra, MacMillan, 1995; Morton Kaplan, “Balance of Power, Bipolarity and other Models of International Systems”, The American Political Science Review, Cilt 51, No: 3, (Eylül 1957), s. 684-695. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 49 ların oluşturduğu ittifakların denge yerine çatışma yaratma potansiyelini incelemektedir. A.F. Kenneth Organski tarafından oluşturulan bu yaklaşım uluslararası sistemi hegemonik bir düzen olarak kabul etmekle birlikte bu hegemonyayı dört katmana ayırmaktadır. Dört katmanın en tepesinde sistemdeki fayda kaynaklarının paylaşımındaki en büyük paya sahip olan bir hegemon güç bulunmaktadır. İkinci katmanda ise sistemin düzenini devam ettiren ve kaynakların dağılımını kontrol eden büyük güçler yer almaktadır ve bu güçler genelde hegemonun potansiyel rakipleri konumundadırlar. Üçüncü katmanı bölgesel etki kurma yeteneğine sahip olan fakat hegemona karşı bir rekabet yürütme yeteneğine sahip olmayan orta güçlerden oluşmaktadır. En alt katmanda ise bölgesel olmakla beraber etki yeteneği sınırlı olan küçük güçler bulunmaktadır. Organski, temel olarak hegemon gücün sahip olduğu güç yapısına benzeşen ve yakınlaşan bir büyük gücün sistemdeki statükodan memnunsuz hale gelmesi ve hegemon gücün pozisyonunu elde etmek üzere meydan okuması sonucunda savaşın kaçınılmaz hale geldiğini savlamaktadır ve bu çerçevede güç dengesi yaklaşımının çatışmayı önleyici mantığına ters düşmektedir. Büyük güçler hegemon tarafından belirlenmiş olan uluslararası sistemin statükosundan ve değerlerinden memnun oldukları süreçte sistem barış ortamını korumaktadırlar; aksine bir durumda ise meydan okuyan güç sahip olduğu potansiyel itibariyle de ikincil bir rolü kabul etmek istememektedir ve bu durumda sistem savaşa yatkın hale gelerek istikrarsızlaşmaya başlamaktadır. Böylece, Organski’nin yaklaşımı çerçevesinde, uluslararası sistemin geçmişinde büyük güçlerin içine girmiş oldukları çatışmalar da uluslararası sistemde hegemon pozisyonu ele geçirmek için yapılmış hegemonik savaşlar olarak anlam kazanmaktadırlar.6 Organski’nin savlarından da anlaşılacağı üzere güç geçişi yaklaşımı büyük güçlerin hâkim bulunduğu bir hiyerarşiye ve gene yalnızca büyük güçlere odaklıdır. Douglas Lemke daha sonradan bu yaklaşımı bölgesel hiyerarşilere de uyarlayarak daha geniş bir analiz alanına taşımıştır.7 Bunun dışında güç geçişi yaklaşımı George Modelski, William Thompson ve Paul Kennedy gibi döngüsel tarih alanında eserler veren akademisyenler için de hazırlayıcı olmuştur.8 Uluslararası sistemin evrimci bir yapıda olduğuna işaret eden 6 7 8 Bu kısımda Organski’nin yaklaşımı özetlenmiştir. Daha geniş bilgi için bkz. A.F.K. Organski, World Politics, New York, Alfred A. Knopf, 1958. Douglas Lemke, “Small States and War: An Expansion of Power Transition Theory”, Parity and War, Ann Arbor, Michigan State University, 1996, s. 77-91. Bkz. Paul Kennedy, The Rise and Fall of the Great Powers”, Londra, Fontana 50 Burak Gülboy Modelski, sistemin anarşik yapısına karşın, düzenin bir hegemon tarafından belirlendiğini savlar. Ona göre dünya güçlerinin teknik tanımı, “karşılıklı bağımlılığın küresel düzeyinde, düzen sağlama piyasasını tekelleştiren (yani yarısından daha fazlasını kontrol eden) birimler” olmalarıdır.9 Modelski 1500’lerin başından beridir devamlılığını sürdüren uluslararası sistemin, beş devrede dört hegemonun düzeninden geçtiğini belirtir.10 Söz konusu beş düzenin ortak özellikleri ise hegemonların yapısal özellikleri ile ilgilidir. Bu çerçevede “küresel savaşa dayanan kökenleri ve küresel savaş çerçevesinde biçimlenmiş tecrübeleri; üzerine inşa oldukları güç tekeli, temsil ettikleri fonksiyonel özellikler ve kaçınma becerisini gösteremedikleri bölgesellik eğilimleri”11, bu beş düzenin ortak özelliklerini oluşturur. İlk iki özelliğin içeriğine bakıldığında gücün, Modelski’nin vurgulamalarında da askerî bir anlam önceliğinde düşünüldüğü fark edilir. Modelski’nin kendisi de güç tekeli özelliğinden bahsederken bu özelliğin öncelikli olarak askerî olanaklara dayandırıldığını belirler.12 Sistemin kontrolü için vazgeçilmez bir özellik olan güç tekeli, sürekli olarak meydan okumalarla karşılaştığından aktif bir rekabet ortamını canlı kılar. Klasik realizmde güç paradoksu kavramının benzeri olarak da nitelenebilecek bu rekabet, özellikle zirve noktasından düşüşe geçmiş bir hegemonun var olduğu bir sistemde, hiyerarşinin tepesindeki güçler arasında karşılıklı bir güç ve alan paylaşımı yarışını canlandırır. Bu rekabetçi karşılaşmalar ise hegemonun, sistemin düzeninin devamlılığını sağlamak üzerine kurulu olan uzun vadeli hesaplarını ikincil bir seviyeye itelerken, mevcut meydan okumalara karşılık vermek gibi kısa vadeli çıkarlar öncülleşir. Bu durum, hem tek kutupludan çok kutupluluğa giden bir yapıyı ortaya çıkartır ve hem de hegemonun dönemini sona erdirmesi muhtemel olan küresel savaşın kökenlerini ve nedenlerini hazırlar. 13 Güç geçişi yaklaşımının son kuşak teorisyenlerinden biri olan 9 10 11 12 13 Press, 1989; George Modelski, “The Long Cycle of Global Politics and the Nation State”, Comparative Studies in Society and History, Cilt. 20, No. 2, Varieties of Modernization(Nisan 1978), s. 214-235. Modelski, a.g.m. Bu hegemonlar sırasıyla Portekiz, Hollanda, İngiltere ve ABD’dir. İngiltere’nin hegemonyası birbirini takip eden iki ayrı dönemde devamını sürdürmüştür. A.g.m. A.g.m, s 226. A.g.m., s 227. Bu konuda bkz. Robert Gilpin, “The Theory of Hegemonic War”, The Journal of Interdisciplinary History, Cilt 18, No. 4, The Origin and Prevention of Major Wars (Bahar, 1988), s. 591-613. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 51 John Mearsheimer’ın da katkıları önemlidir. Mearsheimer’a göre uluslararası sistem büyük güçlerin birbirleri arasında denge kurmak için sürekli bir etkileşim içinde bulundukları yapıdır. Bu çerçevede onun vurgusu uluslararası politikayı büyük güçlerin etkileşimi özelinde açıklamaktır.14 Meirsheimer’a göre devletler sistem içindeki pozisyonlarını diğerlerine oranla daha iyi bir konuma taşıma eğilimindedirler. Bu nedenle de bir yandan bunu sağlayacak olan araçları edinmeye çalışırken, diğer taraftan da bunları kendilerini daha uygun pozisyona taşımak için kullanırlar. Ona göre kıta güçleri olan kara devletleri daha çok toprak elde etme ya da komşuları üzerinde hâkimiyet kurma yöntemleri ile bölgesel hegemoniler oluşturmaya çalışırlar. Kıta gücü olmayan ve denizler tarafından ayrılmış bölgelerdeki güçler ise benzer şekilde deniz hâkimiyeti ve deniz aşırı imparatorluklar oluşturarak kendi bölgesel hegemonilerini oluşturmaya çalışırlar ve hatta kıtasal güçlerin aralarındaki mücadelelerde kendi üstünlüklerine uygun sonuçlar verecek “dengeleyici” roller üstlenirler. Bu durum da göstermektedir ki, büyük güçlerin tamamı yayılmacı ve hegemonik eğilimlere sahip, bencil birimlerdir. Uluslararası sistemin anarşik yapısı ve devletlerin diğerlerinin gücüne oranla takındıkları tavır kendi içinde bir rasyonellik yaratmasına karşılık, uluslararası siyaset ahlaki ilkelerin geçerli olduğu bir değer yapısına sahip değildir. Mearsheimer aynı zamanda ekonomik karşı bağımlılığın, ulusüstü demokratik organizasyonların ve iç politikanın devletlerin dış politikadaki davranış kalıpları üzerinde etkisinin devletlerin davranış kalıpları üzerinde belirleyici olmadıklarını öne sürmektedir. Mearsheimer için uluslararası politika büyük güçlerin üretmiş olduğu karşıt etkileşimlerin çatıştığı bir eylemler bütünüdür. Bu çerçevede büyük güçler bir yandan kendi hegemonyalarını sağlamlaştıracak saldırgan stratejiler izlemek için fırsat kollarken, bir yandan da rakiplerinin benzer stratejilerini dengelemek zorundadırlar. Bu karşıt stratejilerin getirdiği eylemler bütünü çatışmayı da kaçınılmaz kılmaktadır. Bu nedenle de uluslararası sistem çatışmaya eğilimli hassas bir denge yapısı üzerinde durmaktadır.15 Mearsheimer, 17. Yüzyıldan günümüze gelen süreçte büyük güçlerin arasındaki ilişkileri değerlendirerek, uluslararası sistemin çatışmaya eğilimli ama denge üzerine kurulu yapısı bir ucunda “den14 Richard N. Rosecrance, “War and Peace”, World Politics, Sayı 55, Ekim 2002, s 144. 15 John Meirsheimer, The Tragedy of Great Power Politics, New York, W.W. Norton & Company,2001, s. 166-167. 52 Burak Gülboy gesiz çok kutupluluk” ve diğer ucunda da “çift kutupluluk” olan bir yelpaze üzerinde analiz edilebileceğini öne sürmektedir. Ona göre dengesiz çok kutupluluk çatışmaya en fazla eğilimli istikrarsız yapı, çift kutupluluk ise tersine barış için en istikrarlı yapı olarak belirginleşmektedir.16 Bu iki uç arasında ise daha az ve daha fazla istikrarlı yapılar bulunmaktadır.17 Sistemin sürekli bir istikrar içinde olmaması ise Mearsheimer’ın büyük güç politikasının trajedisi olarak nitelediği hegemonik dönüşümlerin meydana çıkardığı istikrarsızlıkların getirdiği yapısal değişimlerin uluslararası ortamı çatışmaya sürüklemesidir.18 Basit anlamda büyük güçler hegemonik yayılmaya eğilimli olduklarından sürekli olarak güç potansiyellerini yükseltmeye ve bu gücü yayılma yönünde kullanmaya, diğerleri ise buna karşı durmaya çalışırlar. Güç potansiyelleri yakın olduğunda sistem daha istikrarlı olmaktadır ama bu geçici bir durumdur. Bir hegemonun güçsüzleşmesi başka bir gücün onun yerini almak için hareketlenmesini getirir. Bu durum sürekli tekrarlanan ve sonu olmayan bir süreçtir. http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/176-kolordu-tarihi-fotograflar-ii/offset/20 (18.05.2015 tarihinde erişilmiştir). 16 A.g.e., s 337-346. 17 Meirsheimer, “Structural Realism”, Tim Dunne, Milja Kurki, Steve Smith, International Relations Theories, Oxford, Oxford University Press, 2007, s 79. 18 Rosecrance, a.g.m., s 153. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 53 Mearsheimer’ın 19. Yüzyıl için değerlendirmesi şu şekildedir: 1815-1902 yılları arası dönem dengeli bir çok kutupluluk dönemidir. Fakat İngiltere’nin hegemonik üstünlüğündeki düşüş Almanya gibi potansiyel hegemonun meydan okuması ile karşılaştığında sistemin dengesi bozulmaya başlamış ve 1902’den 1918’e değin sistem en istikrarsız yapı olan dengesiz çok kutupluluğa dönüşmüştür.19 Bu nedenle de yüzyılın ilk yarısında meydana gelen savaşlar istikrarlı sistem yapısını etkilememiş olsa da, dengenin bozulması ile Birinci Dünya Savaşı gibi bir büyük güç trajedisi ortaya çıkmıştır. GÜÇ GEÇİŞİ YAKLAŞIMI VE İNGİLTERE’NİN HEGEMON ROLÜNÜN SARSILIŞI George Modelski, uzun döngü tezinde İngiltere’nin 1713-1793 ve 1815-1918 arasında birbirini takip eden iki döngü içerisinde uluslararası sistemin hegemonu olduğunu savlamıştır. İngiltere’nin ilk hegemonluk döngüsü dolaylı bir hegemonya üzerine kuruludur. Bu döngü çerçevesinde İngiltere, “kendinden önceki dünya güçlerinin koloni toprakları üzerinde doğrudan bir hâkimiyet kurmadan, herkes için uygun olan ama en büyük kârın kendisi tarafından alındığı bir küresel ekonomik üstyapı yaratmıştır.”20 Böylece İngiltere, küresel ekonomiyi kontrol eden bir finans merkezi oluştururken, bu dolaylı üstünlüğü “dengeleyici” bir diplomasi ile eşleştirmiştir. Bu çerçevede, İngiltere, Avrupa’daki devletlerin toprak mücadelelerine doğrudan taraf olmaktansa, onları sürekli olarak Avrupa’ya konsantre tutabilecek problemleri körükleyecek olan değişken koalisyonları kurma yolunu seçti. Böylece Avrupalı güçler, dikkatlerini kıta dışına çevirebilecek olan enerjiyi üretmekten yoksun kalmaktaydılar. Bu durumda da İngiltere; Fransa ve İspanya gibi deniz aşırı imparatorlukların Avrupa dışındaki toprakları üzerinde yavaş ama emin bir şekilde etki ve hâkimiyet kurmayı başardı. 1815 sonrasında, uluslararası sistem yeniden şekillenirken, İngiltere, önceki dönemdeki hegemonik değerlerini yenisine de aktardı. Bu ikinci döngünün başlangıcında, İngiltere’nin hegemonyasını temsil eden iki olgu ortaya çıkmaktaydı. Bunlar, deniz hâkimiyeti ve dünya ticaretini kontrol altında bulunduran konumudur. Sanayi Devrimi’nin de etkisiyle endüstriyel bir üstünlük elde etmiş olması, 19 Meirsheimer, The Tragedy of Great Power Politics, s 350-354. 20 Modelski, a.g.m., s 222. 54 Burak Gülboy İngiltere’nin, sistemin diğer üyelerini de rahatsız etmeyecek serbest ticarete dayalı bir ekonomik doktrini sistemin işleyişine sunmasını sağladı. Böylece İngiltere, bu ekonomik doktrin kendi lehine işlemeye devam ettiği sürece ve bunu destekleyen (denizlerle sınırlı) askerî üstünlüğüne karşı etkili bir tehdit ortaya çıkmadığı sürece dolaylı hegemonyasını sürdürmeyi başardı. Bu noktada, Modelski’nin hegemon özelliklerini İngiltere üzerinden yeniden değerlendirmek faydalı olacaktır. İngiltere’nin, ikinci hegemonik döngüsüne başlaması Napolyon Savaşları’nın ertesinde olmuştur. Bu nedenle uluslararası sistem üzerindeki İngiliz hegemonyasının özellikleri, hem önceki dönemde İngiltere’yi hegemon kılan ve hem de bu savaşlar süresince İngiltere’nin yeni hegemonyasına hazırlayan dinamikler çerçevesinde oluşmuştur. Önceki dönemde kökenlenen ekonomik üstünlük, deniz hâkimiyeti ve dengeci diplomasi, Napolyon Savaşları sırasında ve sonrasındaki kazanımlar ile pekişmiştir. Özellikle, Viyana Kongresi ile İngiltere’nin eline geçen Cebelitarık, Malta, Cape Colony, Seylan, Santa Lucia, Trinidad Tobago ve Heligoland gibi bir dizi önemli ada, İngiltere’nin, Meksika Körfezi, Ümit Burnu, Akdeniz, Hint Okyanusu gibi deniz ticaret rotalarının tamamı üzerinde kontrol ve ikmal üsleri sağlamıştı. Gene İngiltere, Napolyon Savaşları’ndan diğer Avrupalı devletlerin donanmalarının toplamını aşan sayıda gemiye sahip bir donanma ile çıkmıştı. Bu kazançların tamamı Viyana Kongresi’nde Avrupa’nın yeniden kurulan hiyerarşisi tarafından resmen tanınmakla kalmamış, 1815’teki Dörtlü İttifak ile de İngiltere, Avrupa Ahengi’nin içine girerek Avrupa siyasetine etki edebilecek bir diplomatik pozisyon kazanmıştı. Viyana Kongresi kararlarında suyollarının tüm devletlerin kullanımına açıklığı ilkesinin kabulünü sağlayan İngiltere, aynı zamanda köle ticareti ve korsanlık ile mücadele konularında da sorumluluğu üzerine almıştı. Viyana Kongresi ertesinde, İngiltere’nin bir hegemon olan fonksiyonel yapısı bu özelliklerin birleşimi üzerine kurulmaktaydı. İngiltere bir yandan serbest ticareti küresel bir ekonomik doktrin hâline getirerek görünüşte bir fırsat eşitliği yaratmaktaysa da, henüz Sanayi Devrimi ile yeni tanışmaya başlayan kıta devletlerinin İngiltere ile rekabet edebilecek bir gücü yoktu. Bu nedenle serbest ticaretten en çok kazanan devlet gene İngiltere’ydi. Benzer bir şekilde Napolyon Savaşları’ndan büyük bir ekonomik yük ile çıkmış olan ve hâlen birbirlerini sürekli kollamak zorunda olan kıta devletleri, askerî bütçelerini kara güçlerinin yapılanmasına harcamak durumundaydılar. Bu da, zaten büyük bir donanmaya sahip olan İngiltere’yi, denizlerde herhangi bir rekabetten uzak tutmaktaydı. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 55 Ekonomik ve donanma özelinde askerî dinamiklerin üzerine kurulduğu bir güç potansiyeline sahip İngiltere, bu potansiyeli diplomasi alanında hegemonik bir üstünlük kurmak için de etkinleştirmekteydi. Bu çerçevede İngiltere, Avrupa Ahengi’nin diplomatik yeteneklerini kendi çıkarı için sonuna kadar sömürmekle kalmadı; aynı zamanda bu uzlaşmanın çöküşünün kökenlerini de hazırladı. 1831’de, Belçika’nın Hollanda’dan ayrılmasını, Londra Konferansı ile Avrupa Ahengi içindeki hiyerarşinin bütün devletlerine onaylatmak, İngiltere’nin, Viyana Kongresi kararlarına indirdiği önemli bir darbeydi. Akdeniz’e yönelik Rus yayılmasının önünü kesmek için de 1841 Boğazlar Sözleşmesi ve 1856 Paris Konferansı’nı kullanarak önce boğazları ve sonra da Osmanlı coğrafyasını Avrupa Ahengi’nin sınırları içine katmak ise bu düzenin imhası yolundaki en önemli adımlardı. Bunun ötesinde, 1854’ten sonra Çin üzerinde etki kurmak ve 1882’de Mısır’ı kontrol altına almak gibi tek taraflı müdahalelerde İngiltere, meşruiyet ihtiyacı duymayan bir hegemon görünümündeydi. 19. yüzyılın geneline yayılan bu diplomatik üstünlük, İngiltere’nin direkt katılmaktan kaçındığı Avrupa kıta devletlerinin kendi aralarındaki mücadeleler ile eşleştiğinde İngiltere’ye belirleyici bir konum sağlamaktaydı. İngiltere, sistemin hegemonu olarak kendi konumunu tanımlamak zorunda değildi; buna karşılık sistem hiyerarşisi içinde konum kazanmak isteyen devletler için İngiltere’nin kabulü önemliydi. Örneğin, Almanya’nın birleşmesi, İngiltere’nin olumlu yaklaşımı olmadan mümkün olamazdı; Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki yayılması da İngiltere’nin tepkisel tavrı nedeniyle mümkün olmadı. 19. yüzyılda, Avrupa siyasal sistemini bir güç dengesi olarak niteleyen yazarların, İngiltere’yi “dengenin dengeleyicisi” olarak nitelemesi doğru gibi gözükse de, gerçekte, İngiltere’ye “sistemin belirleyicisi” demek daha doğru olacaktır. Hans Morgenthau, İngiltere’nin bu konumunu, uluslararası sitemin güç dengesinin dengenin “denetçisi” olarak nitelerken, İngiltere’yi de “dengenin dengeleyicisi” olarak görmektedir.21 Modelski, 1860’lardan itibaren İngiltere’nin hem deniz üstünlüğünde ve hem de ekonomik alanda önemli meydan okumalarla karşılaşmaya başladığını belirtmektedir.22 Bu durum hem demiryollarının gelişiminin gemiciliğe rakip bir taşıma kapasitesi ortaya çıkartması ve hem de Sanayi Devrimi’nin yayılmasının ekonomik rekabeti arttırması ile ilgilidir. Almanya’nın birleşmesi ve Avrupalı 21 Morgenthau, a.g.e., s 187-189. 22 A.g.m., s 223. 56 Burak Gülboy devletlerin emperyalist yayılma yarışı da İngiltere’nin kıta dışındaki dokunulmazlığını etkilemeye başlamıştır. Bu durum İngiltere’nin yavaş da olsa bir negatif ivme içine doğru yönlendiğini simgelemektedir. Modelski’nin bahsettiği düşüşü biraz açmak faydalı olacaktır. Paul Kennedy, İngiltere’nin 18. yüzyıldan beridir süregelen ekonomik üstünlüğünü sona erdirecek gelişmelerin 1860’ların başından itibaren uluslararası sistem içinde canlanmaya başladığına işaret etmektedir. Bu canlanma hem ABD’nin hızlı bir ivmelenme ile büyüyen ekonomik verimliliği, hem de Sanayi Devrimi’nin Avrupa kıtasına girmesi ile olgunlaşmaya başlayan kıta devletlerinin ekonomik büyümelerinin sonucudur.23 Eski teknolojilere dayanan ekonomik üretimi hâlen verimli bir geri dönüş getirdiğinden İngiliz üreticileri yeni teknoloji yatırımlarına yönelmekte gönülsüzlerdi. Buna karşılık hızla gelişen rakip ekonomiler İngiliz ekonomik hegemonyasının üstün niceliğini, ancak nitelik ile alt edebileceklerinin farkındaydılar. Bu durum da 1850’lerin sonundan itibaren gerek endüstriyel ve gerekse de askerî alanlarda dünya çapında büyük bir teknolojik atılımın başlangıcına vesile oldu. İlginç şekilde, İngiltere’nin bu teknolojik gelişmelerin keşfinde payı pek az olmasına karşın, bunların kopyalayarak uyarlamadaki becerisi büyüktü. Fakat bu uyum sağlama süreci dahi, İngiliz ekonomik üstünlüğünün daralmasına engel olamadı. 1880’lerin sonlarına doğru ABD, Almanya ve hatta kimi zaman Fransa tarafından üretilen mallar, İngiliz üretimi mallara karşı pazar paylarını ele geçirmeye başladılar. İngiltere bu kayıpları sömürgeleri ile olan ticaretini arttırarak bir tür iç pazar açılımı ile kapatmaya çalışsa da bu düşüş İngiliz hegemonya döngüsünün ekonomik temeline ciddi bir darbe indirmekteydi.24 İngiltere, 19. Yüzyıl sona ererken, güç geçişi yaklaşımın önerdiği memnunsuzların İngiliz hegemonyasına meydan okumaları karşısında direkt olarak Avrupalı güçlerden ve endirekt olarak da Avrupa dışındaki güçlerden gelmekte olan tehditlerle uğraşmak durumundaydı. 1890’ların ortalarından itibaren İngiliz karar alıcıları bir yandan bu tehditleri etkisizleştirebilecek açılımları üretmek, diğer yandan da İngiltere’nin pozisyonunu sağlamlaştırabilecek seçenekleri değerlendirmek üzere çalışmaktaydılar. Bu çerçevede İngiliz karar 23 Kennedy, The Rise and Fall of Great Powers, Londra, Fontana Press, 1989, s 246248. 24 Bu dönemde ivmelenen ekonomik ve siyasi rekabet ile ilgili bkz. Norman Stone, Europe Transformed 1878-1919, Londra, Fontana Press, 1983, s. 13-75, ayrıca İngiltere’nin gerileyişi için bkz. Kennedy, The Rise and Fall of British Naval Mastery, New York Humanity Books, 1998, s. 77-192. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 57 alıcıları bir yandan realistlerin güç dengesi yaklaşımının söylemine uygun bir dış politika retoriği geliştirirken, diğer yandan da bu retoriği güç geçişi yaklaşımının çatışmacı söylemine uygun bir dış politika stratejisi ile eşleştirdiler. Böylece İngiltere 1890’ların sonunda emperyalist rekabet seviyesinde tehditlerle kendi hegemonyasını zorlayan rakipleri ile tek tek hesaplaşarak ya da basitçe onları uzlaşmaya zorlayarak ve ilgilerini başka yöne yönelterek onları etkisizleştirmeyi başardı. 1900’lerin başında İngiltere en önemli iki rakibi olan Fransa’nın ve Rusya’nın kendine yönelen ortak tehditlerini etkisizleştirmiş olduğu gibi, bu iki devletin dikkatini Avrupa’ya ve Almanya ile olan rekabete odaklamayı başarmıştı. Böylece İngiltere yalnızca hegemonyasına karşı gelen iki önemli gücü etkisizleştirmekle kalmamış, onları kontrol edebileceği bir ortaklığın da zeminini hazırlamıştı. Bu çerçevede İngiltere, özellikle ekonomik hegemonyasına karşı yükselen Alman tehdidine karşı da başarılı bir karşı duruş üretmiş olmaktaydı. Bu analizden çıkarılabilecek olan sonuç, Birinci Dünya Savaşı öncesindeki sistem yapısında İngiltere’nin güç dengesinden çok bir güç geçişine karşı durmakta olduğudur. Bu yüzden de 1914’ün Ağustos’un başlayan savaş İngiltere’nin uzaktan seyredebileceği bir çatışma değildi ve İngiltere’nin savaş hedefleri bulanık ve belirsiz kalsa da, temel savaş hedefinin Almanya’nın etkisizleştirilmesi olduğu söylenebilir. Bu savaş hedefi İngiltere’yi Fransa ve Rusya ile aynı safa sokarken, 1904 ve 1907’deki anlaşmalar ile sağlanmış olan uzlaşmanın da Almanya’ya karşı ortak bir cephe oluşturulması için uygun bir zemin sağladığı belirtilmelidir ve bu şartlar altında güç geçişinin uygun gördüğü hegemonik savaş modeli ortaya çıkmıştır. Bu aşamada İngiltere’nin yönetim yapısında, başlayan savaş ile ilgili, karar alma mekanizmasının tanımlanması faydalıdır. Savaşın başladığı andan, Kasım 1914’ün sonuna kadar, savaş ile ilgili karar alma merci hükümeti oluşturan ve İmparatorluk Savunma Konseyi’nin danışmanlığını yaptığı, 22 üyeli Kabineydi; Savaş Bakanlığı ve Amirallik ise uygulamadan sorumlu birimlerdi. İmparatorluk Savunma Komitesi 1901’de oluşturulmuş ve 1904’te revize edilmiş bir kurumdu ve görevi imparatorluğun güvenliği için gerekli olan enformasyonun toplanması ve koordinasyonu ile zaman içinde ortaya çıkacak sorunlara çözümler üretmekti. Bu çerçevede söz konusu komitenin kabineye yalnızca danışmanlık yapması ve gerektiğinde tavsiyelerde bulunması öngörülmüştü. 25 25 Tim Coates (editör), Lord Kitchener and Winston Churchill- The Dardanelles Comission, Part 1, Londra, The Stationary Office, 2000, s. 14-15. 58 Burak Gülboy Başlayan savaşın beklentilerin ötesinde geniş çapta olması ve geniş alanlara yayılması, bu yönetim sistemini yetersiz bıraktığından, Kasım ayının sonunda savaşın organizasyonundan sorumlu olacak bir Savaş Konseyi oluşturuldu. Savaş Konseyi esasen kabinenin savaş eforunun organizasyonu ile daha yakından ilgili olan bakanlıkların temsilcileri ile İmparatorluk Savunma Komitesi’nin üyelerinden bazılarının bir araya gelmesinden oluşmaktaydı. Konsey hem Kabinenin hem de İmparatorluk Savunma Komitesi’nin yetkilerini birleştiriyordu.26 Bu durumun ortaya çıkardığı sonuç İngiltere’nin savaşı yürütme prosedürünün sivil otoritenin üzerinde sivil-askeri karma bir otorite tarafından üstlenilmesi olmuştur. Savaş Konseyi Başbakan Herbert H. Asquith, Dışişleri Bakanı Edward Grey, Maliye Bakanı David Lloyd George, Donanma Bakanı Winston Churchill, Savaş Bakanı Lord Herbert H. Kitchener, İmparatorluk Genelkurmay Başkanı Archibald Wolfe Murray, Amirallik Birinci Lordu John A. Fisher ve Arthur Balfour’dan oluşmaktaydı. Bu isimler dışında yapılan toplantılara değişen başka isimlerin dahil olması olağan bir durumdu27 Savaş Konseyinin üyelerinin kişiliklerindeki ve savaşa olan yaklaşımlarındaki farklılıklar, ilerleyen dönemde İngiltere’nin savaşa olan yaklaşımını ve savaş hedeflerinin belirlenmesini etkileyecek bir faktördü. Başbakan Asquith ve Dışişleri Bakanı Grey kabinenin en önemli iki ismi olmakla birlikte, İngiltere ile Fransa arasındaki işbirliğine sıkı sıkıya bağlı isimlerdi ve özellikle Grey İngiltere’nin savaşa girme kararının mimarı konumundaydı.28 Savaş Bakanı Lord Kitchener ise geçmişi parlak başarılarla dolu Viktorya Dönemi İngilteresi’nin en önemli askeri kişiliğiydi. Kamuoyundaki popülerliğinin yanı sıra politik çevrelerde de büyük bir saygınlığa sahip olan Kitchener; Genelkurmay’daki bütün üst rütbeli subayların cepheye gitmesi nedeniyle Savaş Bakanlığını tek otorite olarak yürütmekteydi. Ordu ile ilgili bütün düzenlemeler, atamalar ve organizasyonlar onun istediği şekilde yürüyordu ve sahip olduğu karizmanın büyüklüğü ve askeri çevrelerdeki etkisi nedeniyle ne politikacılar, ne de askerler tarafından verdiği kararlar hiç bir biçimde eleştirilmemekteydi.29 Genelkurmay Başkanı Archibald Wolfe Mur26 A.g.e., s 18-19. 27 Robert Rhodes James Gallipoli, Londra, Pan Books, 1965, s 18. 28 Bu konuda şu kaynaklara bakmak faydalıdır: Edward Grey, Why Britain is in the War and What She Hopes for the Future, Londra, Fisher and Unwin, 1916. 29 Philip Magnus, Kitchener-Portrait of an Imperialist, Londra, John Murray, 1958,s. 299-303. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 59 ray ise Kitchener’ın karizması altında ezilen bir isimden öteye gidememekteydi.30 Fransa cephesindeki birlikleri komuta eden General John French ile fikirbirliği etmiş olan Kitchener savaşın sonunu belirleyecek olan cephenin Batı cephesi olduğu inancındaydı ve bu inancı ordunun aşağı yukarı bütün kademelerinde kabul görmekteydi.31 Donanma Bakanı Churchill ile Amirallik Birinci Lordu Fisher Savaş Konseyi içinde donanmayı temsil eden isimlerdi. Konsey içinde ordunun temsili tamamen meslekten gelen askerler tarafından yapılmaktaysa da donanmanın temsili açısından durum farklıydı. 1911’den beridir Donanma Bakanlığını yürütmekte olan Churchill, konseyin diğer üyelerinden yaşça genç olmasına karşılık, ateşli ve yaratıcı kişiliği ile dikkat çeken bir isimdi; fakat Kitchener’ın tersine askeri konularda tecrübesi oldukça az olan bir sivildi. Churchill, İngiltere’nin savaşa girişini desteklemekle birlikte, bu savaşın İmparatorluk için büyük fırsatlar içerdiğini düşünmekteydi ve ona göre bu fırsatları gerçekleştirebilmek için kullanılması gereken temel araç da İngiliz Donanması olmalıydı. Donanma ile ilgili uzmanlık konuları söz konusu olduğunda ise Churchill’in yanında Amirallik Birinci Lordu Fisher bulunmaktaydı. 1905’teki Dretnot Devrimi’nin mimarı ve 1904-1909 arasında Amirallik Birinci Lordluğu yapmış olan Fisher da İngiliz Donanmasının İngiltere adına savaşa en büyük katkıyı yapabilecek araç olduğuna inanmaktaydı. Fisher önceki görevi süresince Almanya ile İngiltere arasındaki donanma yarışının en önemli destekçisi olmuştu. 1909’da görevinden istifa etmesinin ardından ise Churchill ile yakın ilişkiler kurmuştu. Ekim 1914’te Churchill’in de isteğiyle yeniden Amirallik Birinci Lordluğuna atanmasına karşılık Fisher, Churchill’den farklı olarak, donanmanın temel anlamda Alman deniz gücüne karşı kullanılması fikrindeydi. Fisher konumu itibariyle Churchill’in astı durumundaydı ve Kitchener’a danışmanlık yapan Sir Archibald Wolfe Murray’a denk bir görev üstlenmekteydi. Savaş Konseyinin diğer bir önemli ismi de Lloyd George’du. Konsey içinde olumlu gözlemleri, katkıları ve yerinde eleştirileri ile öne çıkmaktaydı. Gerçekçi yaklaşımı ile İngiltere’nin başlayan savaşa girmesi gerektiğine inanmış ve savaş ilanı kararına destek vermişti. Bunun yanında ordunun yönetimi ve kullanımı konusunda ciddi eleştiriler üretmekten de geri durmamaktaydı. Bu anlamda sık sık Kitchener ile karşı karşıya gelmekteydi. Churchill ile tam bir uyuş30 Coates, a.g.e., s 22-23. 31 Liddel Hart, The History of the First World War, Londra, Papermac, 1997 s. 35. 60 Burak Gülboy ma içinde olmamasına karşılık, bir deniz gücü olan kendi ülkesinin kaynaklarının herhangi bir sonuç üretmeyen Batı cephesinde harcanmasına karşıydı.32 Gösterişli adına ve üstlendiği işleve karşılık Savaş Konseyi gerçekte etkili bir işleyişe sahip değildi. Düzenli bir şekilde toplanmadığı gibi (genelde Başbakanın isteği ile toplanmaktaydı), aldığı kararları da kabine ile paylaşmamaktaydı. Konseyi oluşturan kişiler farklı görüşlere sahip politikacılar ya da politikleşmiş askerlerdi. Ekonomik ve askeri konularla ilgili bürokratlar yalnızca ihtiyaç duyulduğu zamanlarda konseyin toplantılarına katılmakta ve çoğu zaman bunların fikirlerine ya da önerilerine dahi başvurulmamaktaydı.33 Konsey içinde kabineyi temsil eden bakanlar yeri geldiğinde görüş bildirmelerine ve eleştirilerde bulunmalarına karşılık, konseyin karar alma mekanizmasında Başbakan Asquith, Savaş Bakanı Kitchener ve Donanma Bakanı Churchill’in isimleri öne çıkmaktaydı.34 Bundan öte, konsey içinde askeri birimleri temsil eden Kitchener ve Churchill genellikle konseyin onayına danışmadan Savaş Bakanlığı ve Amirallik Dairesi gibi kendilerine bağlı olan birimlerde bağımsız kararlar alarak bunları uygulamaya sokmaktaydılar. Bu durum da ister istemez ülkenin kaynaklarının dağılımı ve kuvvetlerin kullanımı ile ilgili ciddi sorunlar ortaya çıkartmaktaydı. Bütün bu karmaşık ve dağınık organizasyon içinde ayrı uçları temsil eden Kitchener ve Churchill farklı fikirleri ve yönettikleri kurumların rekabeti doğrultusunda bir tür güç mücadelesi yürütmekteydiler. Başbakan Asquith ise bu iki uç arasında bir tür denge görevi üstlenmekteydi. Dışişleri bakanı Grey ise İngiltere ve Antant’ın diğer üyeleri arasında diplomatik ilişkilerden sorumluydu. Nihayetinde savaşın erken döneminde belirsizliğini koruyan İngiltere’nin savaş hedefleri ile ilgili kararlar da bu fikir çatışmaları çerçevesinde şekillendi. 32 Richar Toye, Lloyd George and Churchill, Rivals for Greatness, Londra, Mc Millan, 2007, s. 133-134. 33 James, a.g.e., s 24-25. 34 Coates, a.g.e., s 18-19. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 61 GÜÇ GEÇİŞİ ÇERÇEVESİNDE İNGİLTERE’NİN SAVAŞ HEDEFLERİNİN DEĞERLENDİRİLMESİ Savaşlar kapsamlarında çatışmalar barındırıyor dahi olsalar, sonuçta organize olmuş topluluklar tarafından belli hedeflere ulaşmak için yapılan mücadelelerdir. Bu ilişki mantığı çerçevesinde önceden saptanmış hedefler için kaynakların dağılımı ve organizasyonu yapılarak söz konusu mücadele yürütülür. 1914’e değin genellikle savaşların mantığı aşağı yukarı bu satırlarda bahsedildiği biçimde şekillenmişti. Buna karşılık Birinci Dünya Savaşı, bu savaşa taraf olan aşağı yukarı bütün devletlerin net ve kesin hedefler belirleyemediği bir karşılaşma oldu. Gerçekte savaşan hiç bir devletin yaşamadığı güvenlik endişelerinden, emperyalist paylaşımlara kadar uzanan bir yelpaze üzerinde Avrupa’nın büyük güçleri savaşın gidişatı süresince değişikliklere uğrayacak savaş hedeflerini sürekli yenileyerek değiştirdiler.35 Bu durum özellikle Antant devletleri grubunu oluşturan İngiltere, Fransa ve Rusya için daha fazla geçerliydi. Nihayetinde üç devletin aralarında kurdukları bir askeri ittifak olmadığı gibi, savaş stratejilerinin ve hedeflerinin belirlenmesi de aralarında ciddi sürtüşmeler yaratabilecek kadar zorluklar içermekteydi. Temel olarak bu üç devlet önceki dönemde emperyalist yarışta ciddi birer rakip konumundaydı; her biri Avrupa’daki güç dengesinden farklı anlamlar çıkartmaktaydı ve rakiplere karşı yapılacak harekâtların alanları hem emperyalist dengeyi, hem de güç dengesini dönüştürebilecek unsurlar taşımaktaydı. Üç devletin aralarında ortak bir askeri komuta yapısının olmaması da söz konusu harekâtların planlanmasını genelde politikacılara ya da onlara yakın olan üst rütbeli askerlere bırakmaktaydı. Savaş stratejisinin ve hedeflerinin belirlenmesi ile ilgili söz konusu durum belki de en fazla İngiltere için geçerliydi. Savaş Konseyinin yapısından ve fikir ayrılıklarından doğan yaklaşımlar, daha savaşın başından itibaren, İngiltere’nin savaş hedeflerini mevcut durumun idare edilmesi ile ortaya çıkan fırsatların değerlendirilmesi arasında gidip gelen bir belirsizliğe sürüklemişti. Batı ekolü şeklinde anılan ve başını Kitcehener ve üst rütbeli ordu subaylarının çektiği grup, savaşın kazanılması için Almanya’nın yenilgiye uğratılmasının ilk hedef olduğu konusunda fikir birliği içindeydiler. Bu grubun ortak görüşü ise savaşın Batı cephesinde kazanılacak zafer sonucu geleceği idi. Bu amaçla İmparatorluğun elindeki kara gücünün tamamı Fransa’daki cepheye angaje edilmiş durum35 Eric J. Hobsbawm, Age of Extremes, 2. Basım, Londra, Abacus, 1996, s. 28-29. 62 Burak Gülboy daydı. Diğer taraftan 1914 yılının Eylül ayının başındaki Marne Savaşının ardından Batı cephesindeki çarpışmalar karşılıklı siperlerde devam eden bir yıpratma savaşına dönüşmüş durumdaydı ve Alman ordusu durdurulmasına karşın, yenilgiye uğratılmış değildi. İmparatorluğun Batı cephesindeki siper savaşına saplanmasına ve bu cephede kazanılacak bir zafere bel bağlanmasına en ciddi eleştiriler ise Donanma kanadından gelmekteydi. Churchill ve Fisher’ın başını çektiği ve zaman zaman Lloyd George’un da dahil olduğu, Doğu ekolü olarak adlandırılan, bu kanadın temel inancı nihai zaferin Batı cephesinde kazanılacağı olmasına karşılık, Batı cephesinde harcanan insanın, malzemenin ve enerjinin İngiltere’nin hem tarihi vizyonuna uygun olmadığı, hem de İmparatorluk kaynaklarının boş yere harcandığı yönündeydi. Nihayetinde İngiltere bir yüzyıl boyunca Avrupa’daki krizlerde ve savaşlarda donanmasının gücü ile taraftı. 1899’daki Boer Savaşı ise İngiltere’nin kara gücünü kullanmaktaki yetersizliklerini sergilemişti. Fransa’yı savaşta tutabilmek için İngiltere’nin kaynaklarının Batı cephesinde harcanması yerine, elde bulunan en etkili araç olan donanma ile zafere gidebilecek başka alternatiflerin üretilmesi de mümkündü. Üstelik donanmanın sağladığı manevra alanı siper savaşına saplanıp kalan kara ordusuna oranla çok daha büyüktü. Bütün bu argümanların üreticisi ve sözcüsü Churchill, Savaş Konseyinin oluşturulmasından kısa bir süre sonra, Konsey toplantılarını bir dizi plan bombardımanına tutmaya başladı. Bu planlardan en önemlileri ise Çanakkale ve Borkum Harekat Planlarıydı. ÇANAKKALE’YE HAREKAT FİKRİNİN ORTAYA ÇIKIŞI: Birinci Dünya Savaşının başlangıcı olan 1 Ağustos’tan, İngiltere’de Savaş Konseyinin ilk toplantısını yaptığı 25 Kasım 1914’e değin geçen süre içerisinde gerek karada ve gerekse denizlerde ilk önemli çarpışmalar yaşanmış ve savaşın o güne değin yapılanlardan daha geniş çaplı ve daha yoğun olacağı aşağı yukarı anlaşılmıştı. Alman ordusunun ilerleyişi Eylül ayının başında Marne’da durdurulduğunda Fransa’nın olası bir işgalden kurtulduğu kesinleşmişti. Bir kaç hafta sonra ise Rusya’nın Tanenberg’de uğradığı bozgun bu devletin savaşma gücüne önemli bir darbe indirmişti. Kasım ayında Osmanlı İmparatorluğunun Almanya’nın yanında savaşa girişi ile İngiltere’nin Mısır’ın güvenliği ile ilgili dikkatini yönlendirmesi gereken yeni bir alan ortaya çıkmaktaydı. Nihayet Kasım ayının ortasında meydana Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 63 gelen Birinci Ypres Savaşında İngiltere’nin Fransa’ya yollamış olduğu sefer kuvvetinin çok ağır kayıplara uğradı. Verilen büyük kayıplara karşılık İngiltere’nin savaşa giriş amacı kısmen gerçekleştirilmiş gibi gözükmekteydi. Antant hala ayaktaydı ve Almanya arzuladığı zaferi elde edememişti. Ordu üzerine düşeni yapmıştı. Kasım ayının sonuna değin savaşın denizlerdeki gidişatı ise İngiltere için pek de iç açıcı değildi. Uzak Doğu’daki Alman Kruvazör Filosu Kasım ayının başında Coronel Deniz Savaşında bir İngiliz filosunu yenilgiye uğrattı.36 İngiliz Donanmasının savaşın başındaki diğer büyük başarısızlığı Alman Akdeniz Filosunu oluşturan Goeben savaş kruvazörünün ve Breslau hafif kruvazörünün Osmanlı İmparatorluğuna sığınmalarını engelleyememesiydi.37 Bu olay Osmanlı İmparatorluğunun savaşa girişine neden olacak gelişmelerin bir parçası olduğundan önemliydi. Ordunun tersine donanma beklenen performansını göstermekten uzaktı. 25 Kasım’da Savaş Konseyi ilk toplantısını yaptığında İngiltere için savaşın gidişatı bu durumdaydı. Konsey’in ilk toplantısında Churchill ilk defa Çanakkale Boğazına kara ve deniz güçleri tarafından kara ve deniz güçleri tarafından ortak yapılabilecek bir harekâtın uygunluğu fikrini ortaya attı. Churchill’in bu konuyu ortaya atma nedeni Kitchener’ın Mısır’ın savunulması ile ilgili başlattığı bir tartışmaydı ve Churchill’in argümanı Mısır’ın savunulmasının en başarılı yolunun Osmanlı İmparatorluğunu hayati bir bölgede tehdit etmek olduğuydu. Churchill’in argümanı Kitchener’ın öne sürdüğü Batı cephesi dışında başka bir bölgeye ayrılabilecek kaynak yetersizliği ve Mısır’daki İngiliz güçlerinin de böylesine bir tehdit oluşturabilecek güce sahip olmadıkları gibi nedenlerle Konsey içinde kabul görmedi.38 Churchill’in öne sürdüğü harekât fikri aslında daha önceden mevcut olan ama hayata geçmemiş bir planın yansımasıydı. 19 Ağustos 1914’te Yunan Başbakanı Venizelos, Yunan Kralından aldığı yetki ile İngiltere’ye başvurarak, Yunan kara ve deniz kuvvetlerini ve Yunan limanlarını gerektiği takdirde Antant devletlerinin hizmetine vermeyi teklif etmişti. Bu teklif ise Dışişleri Bakanı Grey tarafından Osmanlı İmparatorluğunun tarafsızlığını bozacağı endişesi ile red36 Pasifik’teki Alman Kruvazör Filosunun harekâtları için bkz. Keith Yates, Graf Spee’s Raiders, Annapolis, Naval Institue Press, 1995. 37 Bkz. Redmond Mclaughlin, The Escape of ‘the Goeben’-Prelude to Gallipoli, MW Books, 1974. Aynı kitap Türkçeye Nejat Dalay tarafından Yavuz’un Kaçışı olarak çevrilmiş ve Milliyet Yayınları tarafından 1978 yılında basılmıştır. 38 James, a.g.e., s 25. 64 Burak Gülboy dedilmişti.39 Churchill ise bu teklifi önemli bir fırsat şeklinde algılamıştı. Churchill Osmanlı İmparatorluğunu düşman saflarını itecek bir hamle olmasını kabul etmekle birlikte, ortaya çıkacak fırsatların kayda değer olduğunu düşünmekteydi. Ona göre İngiliz Akdeniz Filosunun da desteğini alacak Yunanistan’ın vaat ettiği güçlerin Çanakkale boğazının kapalılığının yaratabileceği sorunları kolaylıkla ve efektif bir şekilde çözebilecek olması kayda değer bir durumdu. Bu dönemde Gelibolu Yarımadasındaki Türk askeri varlığı oldukça zayıftı ve Yunan Genelkurmayının elinde olası bir harekât için planlar mevcuttu. Her şeyden önce Osmanlı İmparatorluğu gittikçe Almanya’nın tarafına yaklaşmaktaydı. Churchill’e göre de Marmara denizinde beklemekte olan Goeben ve Breslau gemilerinin de Osmanlı İmparatorluğuna bu yolda baskı yaptıkları aşikârdı.40 Gelibolu Yarımadasının ve Çanakkale Boğazının kontrol altına alınması hem bu gemilerin etkisiz hale getirilmesini, hem de Osmanlı imparatorluğunun tarafsızlığının devamı konusunda baskı yapılmasını sağlayabilecekti. Bütün bunların ötesinde Churchill, böylesine bir başarının Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’nın oluşturacağı ve İngiltere’nin destekleyeceği yeni bir Balkan ittifakını da mümkün kılacağını düşünmekteydi. 41 Churchill, Alman ordusunun Paris’e ilerleyişi ile birlikte Osmanlı İmparatorluğunun Yunanistan ve İngiltere’ye karşı savaş açma olasılığının artması üzerine, böyle bir durumda yürürlüğe girecek bir harekât planı için hazırlıklara başladı. İlk olarak İngiliz Donanmasına ait güçlerin Marmara Denizine girebilmesi amacıyla, Gelibolu Yarımadasının Yunan Ordusu tarafından işgal edilmesi ile ilgili Amirallikten ve Savaş Bakanlığının Askeri Operasyonlar Departmanından temsilcilerin katılacağı bir konferansın toplanmasını sağladı. Bu konferans sonucunda 60.000 kişilik bir gücün böylesine bir harekât için yeterli olacağı sonucuna varıldı. Yunan Donanmasındaki İngiliz Danışmanlık Heyetinin başkanı Amiral Mark Kerr irtibatıyla ilişki kurulan Yunan Genelkurmayı da İngiliz Donanması ile yapılacak bir ortak harekâtı onaylamasına karşılık, Yunanistan Bulgaristan’ın39 C. Jay Smith Jr., “Great Britain and the 1914-1915 Straits Agreement with Russia: The British Promise November 1914”, The American Historical Review, Cilt 70, No.4, (Temmuz 1965), s. 1019. 40 Goeben savaş kruvazörü ve Breslau hafif kruvazörü Alman Donanmasının Akdeniz Filosunu oluşturan gemilerdi ve savaş başladığında İngiliz Akdeniz Filosunun takibinden kaçarak, Osmanlı İmparatorluğuna sığınmışlardı.Bu gemiler daha sonradan Osmanlı İmparatorluğu tarafından satın alındı ve isimleri Yavuz ve Midilli olarak değiştirildi. 41 Winston Churchill, The World Crisis 1911-1918, Londra, Free Press, 2005, s. 279. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 65 da bütün gücüyle Osmanlı İmparatorluğuna saldırmasını şart koştu. Yunan hükümeti de Genelkurmayının endişelerini paylaşmaktaydı. 6 Eylül’de Venizelos Atina’daki İngiliz temsilcisi ile yaptığı konuşmada, Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğuyla karada teke tek bir mücadeleye girişmekten çekinmediğini ve ülkesinin böyle bir durumla baş edebileceğini belirterek, asıl olarak Yunanistan’ın Bulgaristan’ın açıklamış olduğu tarafsızlığa güvenemediğini; hepsinden öte, Sırbistan’ın Avusturya tarafından işgali durumunda, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğunun birlikte Yunanistan’a saldırmasının kritik bir durum olacağını anlattı. Churchill ise bu endişeleri yersiz bulmakla birlikte, Dışişleri Bakanı Grey’le yaptığı görüşmede Yunan ordusu yerine Çanakkale’ye yapılacak olası bir harekâtta Rusya’nın Pasifik limanlarından gönderilebileceği bir Rus gücünün böylesi bir harekât için yeterli olacağını belirtti. Churchill basit düşünmekteydi; kendi sözleri ile yaptığı değerlendirme şu şekildeydi: “Gelibolu’nun alınması için ödenecek bedel şüphesiz ki ağır olacaktı, ama Türkiye ile artık savaş olmayacaktı. 50.000 kişilik iyi bir ordu ve deniz gücü- işte Türk belasının sonu”.42 Lloyd George’da Çanakkale yerine Selanik’e 42 Churchill World Crisis adlı eserinde bu plan ve hedefleri ile ilgili şunları yazmıştır: “...Türkiye ile bir savaşın ağırlığını küçümsemiş olduğum düşünülse de, Türkiye’nin eninde sonunda bize saldıracağına emindim ve Fransa’daki Alman istilasının eninde sonunda durdurulacağına inancım sonsuzdu. Bu iki tahminim de doğru çıktı. Kendi bakış açımın bilgece olduğunu iddia etmiyorum, fakat doğru bir tarihsel bakış açısı olduğunu göstermeye çalışıyorum. Böyle bir bakış açısı çerçevesinde üretebilecek politika Yunanistan’ın Kavala’yı Bulgaristan’a verilmesini teklif etmesi karşılığında, Kıbrıs’ın da tamirat olarak Yunanistan’a verilmesini teklif etmeyi sağlayabilirdi. Gene Sırbistan’ın Manastır’da Bulgaristan adına düzeltmeler yapması için baskı üretebilirdi. Bu düzenlemelerin o zaman başarılı olup olamayacağı hakkında bir şey söylemek istemiyorum. .... Türkiye’de neler olduğuna aldırmadan Balkan Devletlerini bir araya getirecek politikayı üretebilecek bir fırsatı yaratmak için çabalarımı arttırdım. Bu yoldan hiç vazgeçmememe karşın, okuyucu Kabine’nin yönetilmesindeki diğer argümanları da anlamalıdır. Savaşın henüz çatışma olmayan bölgelere yayılmasını engellemeye yönelik adanmış arzu; Türkiye ile yaşanacak bir anlaşmazlık durumunda Hindistan’da doğabilecek tehlikeler; 1914’teki müthiş askeri zayıflığımız; Lord Kitchener’ın iki Hint Tümeninin Süveyş Kanalı üzerinden geçirilmesine kadar doğuyu mümkün olduğunca sessiz tutmak istemesi; Rusya’nın İstanbul ile ilgili kuşkusunu ve kıskançlığını uyandırmadan, Yunanistan’ın ve özellikle de Kral Konstantin’in desteğinin sağlanmasındaki zorluklar ve , son olarak, müttefiklerin asıl cephelerde büyük başarılar kazanamadan veya Balkanlarda büyük bir güç bulundurmadan, Bulgaristan’ın ve Kral Ferdinand’ın Tötonik sistemden koparılıp koparılamayacağı üzerine –pek de yabana atılamayacak- şüpheler. Daha sonradan bu soruları Sir Edward Grey ile konuştuğumda en fazla son konu üzerinde üzerinde durdu. ‘Bulgaristan Almanya’nın savaşı kazanamayacağına inanana kadar, bizim ona söz verdiğimiz başkalarının toprakları karşılığında savaşa girmeyecektir’. Alman ordusunun Kuzey Fransa’daki hızlı ilerleyişi, Fransız 66 Burak Gülboy bir çıkartma yapılması taraftarı olmasına karşılık, böyle bir girişimin sonuçları konusunda Churchill’e yakın görüşlere sahipti.43 Churchill’in görüşleri savaşın bu erken döneminde genelde Antant’ın, özelde ise İngiltere’nin açmazlarını oldukça iyi yansıtmaktadır. Cephelerdeki başarısızlıkların getirmiş olduğu itibar kaybı, özellikle İngiltere’nin diplomatik kartlarını sınırlamaktadır. Diğer taraftan, askeri ağırlığını Fransa’ya yoğunlaştırmış olan İngiltere doğuda ciddi bir zayıflık içindeydi. Bu çerçevede diplomatik ve askeri dış politika araçlarından yoksun olarak İngiltere’nin pazarlık payları düşüktü. İmparatorluğun kaynaklarının seferberliği yavaş olarak gelişmekteyse de Churchill bu anlamda bazı fırsatların kaçırılmakta olduğunu düşünmektedir. İngiltere desteğindeki Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu üzerinde sağlayabileceği bir üstünlüğün, yeni bir Balkan ittifakına dönüştürülmesi ve bu ittifakın Osmanlı İmparatorluğunu savaş dışına itmesi, şüphesiz ki, İngiltere’yi hem hükümetinin Bordeaux’ya taşınması, Antwerp’in düşüşü, Hindenburg’un Ruslar karşısındaki müthiş zaferleri, bütün bunlar, Türklerin olduğu gibi, Bulgarların da aklını çelmekteydi. Ordusu olmayan, ayıracak bir tek askeri olmayan, gönderecek bir tane tüfeği olmayan, yalnızca donanması ve parası ile İngiltere Yakın Doğu’da pek fazla göz doldurmamaktaydı. İstanbul üzerindeki Rus çıkarları, Kral Konstantin ve Kral Ferdinand’ın ihtirasları ile direkt çatışma halindeydi. Sonuçta Balkanlarda tek bir ileriyi görebilen göz, dahi Venizelos, mücadelenin asıl ahlaki tarafını algılamıştı, savaşan tarafların gerçek göreceli güçlerini görebilmişti ve Alman ordusunun zaferleri ile İngiliz İmparatorluğunun görülmesi zor ama sonsuz kaynakları çerçevesinde yavaşça toparlanan deniz gücü arasındaki değer farkını layıkıyla takdir edebilmişti.”, A.g.e., s 280. 43 Lloyd hatıratında şunları yazmaktadır: “ İstanbul’daki Türk yöneticilerine baskı yapabilmek amacıyla Çanakkale’ye donanma tarafından yapılacak bir harekâtın planı donanma otoriteleri tarafından daha önceden birden fazla kez gözden geçirilmiştir. Gelibolu’dan öte Asya sahillerinin de kontrol altına alınmadığı durumlarda harekatın fazla riskli olduğu her seferinde anlaşılmıştır. Projenin incelendiği her seferde müttefiklerin daha sonradan yaptıkları denemede karşılaştıkları tehlikelerin varlığı görülmüştür. Güçlük ortadadır- iki yanda savunulması mümkün yüksekliklerin kontrolünde yapılacak bir donanma geçişi. Bu iki kıyı düşman elinde kaldığı süreçte, başarılı bir geçiş sağlansa bile dönüşte boğazın donanmanın geçişine mayınlar ve tahkim edilmiş mevziler ile kapatılabileceği anlaşılmıştır. Yunanlılar savaşın erken döneminde müttefiklerin yanında savaşa katılmayı önerdiklerinde, Gelibolu Yarımadasını işgal edecek yeterlilikte bir gücü göndermeye hazırdılar. Böyle bir şey yaptıklarında Çanakkale’nin hikâyesi çok daha farklı olurdu. Bütün savaşın hikâyesi de anlatıldığından çok daha farklı olurdu. Fakat anlaşılmaz bir nedenden dolayı Sir Edward Grey, Yunanlıların bu teklifini geri çevirdi. Onun yorucu tereddütleri bizi savaşa sokmasına karşılık, bu tereddütler savaşın içindeyken de bizi aksatmaktaydı. Balkanlardaki duruma yönelik daha enerjik ve anlayışlı bir davranış sergilenmesi Yunanistan’ın yanında Bulgaristan’ı da savaşa çekebilirdi. Hatta İtalya dahi daha erkenden savaşa girebilirdi.” David Lloyd George, War Memories of David Lloyd George, Londra, Ivor Nicholson and Watson, 1933,Cilt 1, s. 389-390. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 67 Mısır’ın, hem de Hindistan’ın güvenliği konusunda rahatlatacaktı. Ayrıca Goeben ve Breslau savaş gemilerinin etkisiz hale getirilmesi ile beraber Doğu Akdeniz’de Antant devletleri rakipsiz kalacaklardı. Bütün bunların gerçekleşmesi için ise İngiltere’nin kullanabileceği araçlar Balkan devletlerinin toprak arzularını ateşleyecek diplomatik rüşvetler ve donanmanın verebileceği destek olacaktı. Churchill’in ve Lloyd George’un görüşleri hem İngiliz yönetim kademesindeki fikir ayrılıkları hem de İngiltere’nin savaş hedeflerinin belirsizliği ile ilgili bazı ayrıntılar vermektedir. Dışişleri Bakanı Grey ve Savaş Bakanı Kitchener Osmanlı İmparatorluğunun savaş dışında tutulmasını faydalı görmekte iken, Churchill savaşı Balkanlara yayacak girişimlerin yapılması taraftarıdır ve hatta kendi inisiyatifi ile böyle bir durumu doğuracak fırsatın ortaya çıkması için çalışmaktadır. Lloyd George ise Balkanlardaki durumun daha değişik fırsatlar yarattığını düşünmektedir. Ona göre Gelibolu yerine Selanik’e yapılacak bir çıkartma Yunanlılardan herhangi bir karşı koyma görmeyeceği gibi, burada tutulacak bir köprübaşının Fransa’nın da askeri desteği ile zamanla geliştirilmesi, hem Balkan devletlerine politik bir baskı üretilmesi, hem de gerektiğinde buradan askeri harekât yapılmasını sağlayabilecekti.44 Son olarak Churchill’in girişimleri dikkat çekici ayrı bir noktayı daha işaret etmektedir. İngiliz Kabinesi içinde değişik branşların kendi inisiyatifleri ile farklı girişimler üretmekte oldukları bellidir. Donanma Bakanı olan Churchill, daha karar verilmemiş bir harekât için kendi başına aldığı kararlarla hazırlıklar yaptırmış ve diplomatik girişimlerde bulunmuştur. Bu girişim ilk değildir. Ekim ayında Antwerp’e çekilmiş olan Belçika ordusuna destek vermek için Donanmaya ait deniz piyadelerinden oluşan bir gücü, gene kendi inisiyatifi ile Antwerp’e yollamıştır.45 Gene Kasım ayının başında Çanakkale Boğazının çıkışında bekleyen İngiliz savaş gemilerine boğazın girişindeki Türk bataryalarını bombardıman etme emrini vermiştir.46 Churchill’in bu tür girişimlerinin nedeni aslında yukarıdaki kendi sözlerinde gizlidir. Ona göre toparlanmakta olan İngiliz gücü etkinliğe ulaştığında, bu etkinliği eyleme sokabilecek hareket nokta44 A.g.e., s. 392-394. 45 A. J. P. Taylor, The Struggle for Mastery in Europe 1848-1918,3. Basım, Londra, Oxford University Press, 1960, s.34-35. 46 3 Kasımda yapılan bu bombardıman Osmanlı askeri yetkililerine boğazın savunmasındaki yetersizlikleri göstermesine ve bu tarihten sonra boğazda yeni önlemler alınmasına neden olduğu için ciddi biçimde eleştirilmiştir. Trumbull Higgins, Winston Churchill and the Dardanelles, Londra, William Heinemann Ltd., 1963, s. 68. 68 Burak Gülboy ları elde tutulmalıdır. Buna karşılık savaşın bu ilk döneminde İngiltere eldeki gücünü ağırlıkla Fransa cephesine yoğunlaştırdığından Churchill’in bu cüretkâr planları Savaş Bakanı Kitchener ve Fransa’daki İngiliz Görev Gücü’nün Komutanı Sir John French tarafından kabul görmemekteydi. Bu nedenle Churchill de kendi kontrolünde olan donanmanın kaynaklarını kendi planları için kullanmaktaydı. Lloyd George dahi bu durumdan şikâyet etmekte ve kendi fikri olan Selanik Projesini Savaş Konseyine sunmasına karşılık, Kitchener’ın ve Churchill’in askeri konularda başkalarını dinlemekte pek de istekli olmadıklarını, dahası kendi komutalarındaki güçleri kendi inisiyatifleri ile kullanabilme avantajları olduğunu yazmaktadır.47 Savaş Konseyi oluşturulduktan ve 25 Kasımdaki ilk toplantıdan sonra, konsey içindeki fikir ayrılıkları belirginleşmişti. Dışişleri Bakanı Grey’in diplomatik dengeleri gözetmekte olan hassaslığı belirgindi ama savaşın gittikçe yayılan görünümü artık diplomasideki manevra alanını daraltmaktaydı. Asıl karşıtlık Kitchener’ın temsil ettiği ordu ile Churchill’in temsil ettiği donanma arasındaydı. Zaferin Batı cephesinde ordu tarafından kazanılacağı beklentisinin en önemli temsilcisi Kitchener’ın konsey içinde sahip olduğu ağırlık karşısında donanmanın etkin kılınması tezini savunan Churchill’in planlarının kabul görmesi bu dönemde pek de kolay gözükmemekteydi. Bu durum ise 25 Kasımdaki ilk toplantıda Churchill’in Çanakkale’ye yapılmasını istediği harekâtın reddedilmesini açıklamaktaydı. ÇANAKKALE’YE BİR ALTERNATİF: BORKUM HAREKÂTI Kasım ayının sonuna gelinirken savaşın gidişatı Churchill’in yaklaşımlarını olumlayacak bir dizi gelişmeyi de beraberinde getirdi. Bunlardan ilki Batı cephesindeki savaşın Manş kıyılarından İsviçre Alplerine değin uzanan bir cephe üzerinde kilitlenmiş bir siper savaşına dönüşmesiydi. İkinci olarak hiç bir devletin böylesine uzayacak bir yıpratma savaşına hazırlanmamış olmasından dolayı ortaya çıkan cephane sıkıntısıydı. Üçüncü olarak ise Osmanlı İmparatorluğunun Almanya’nın yanında savaşa girişiydi. Bununla bağlantılı olarak ise Rusya’nın Almanya ve müttefikleri karşısında ard arda uğradığı yenilgilerle beraber, Osmanlı İmparatorluğunun da savaşa katılmasıyla içine girdiği sıkıntılı durumdu. Nihayetinde 47 Lloyd George, a.g.e., s 392-394. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 69 İngiltere’nin ve Fransa’nın Rusya’ya yardım edebilecek bağlantıları zayıflamış olduğundan Rusya’nın askeri konumu hassaslaşmıştı ve Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğuna karşı bir kaç cephede birden yalnız başına savaşmak durumundaydı. Buna karşılık Rusya’nın uğradığı yenilgilerde yaşadığı malzeme kaybı ve Rus silah sanayisinin bu kayıpları karşılayamaması Rusya’nın ciddi zorluklarla karşılaşmasına neden olmuştu. Savaşın gelmiş olduğu nokta Antant için sıkıntılı bir durumun göstergesi de olsa Savaş Konseyi içinde savaş hedefleri için hâkim olan görüşlerde büyük bir değişiklik yoktu. Tersine gelişmeler Churchill’in istediği yönde gitmekteydi. Aralık ayına gelindiğinde Alman donanmasının ülke karasuları dışındaki bütün savaş gemileri etkisiz hale getirilmiş, dominyonlardan ve sömürgelerden yola çıkan asker konvoyları hedeflenen noktalara ulaşmış, Osmanlı ordusunun Süveyş Kanalına saldırısı başarısızlıkla sonuçlanmış ve denizlerdeki kontrolün ele geçirilmesi ile beraber Almanya denizden ablukaya alınmıştı. Artık donanma kullanılmaya hazır durumdaydı.48 (Churchill, 2005, s 280). Churchill’in cephelerdeki mevcut durum karşısında İngiltere için öngördüğü stratejik yaklaşım şuydu: “Savaşın dev boyutuna rağmen, sorunsalının temeli değişmemişti. Merkez Güçlerin Kuzey Denizinden, Ege’ye ve oradan da daha gevşek şekilde Süveyş Kanalına uzanan cephe çizgisi, herşeyden öte, prensipte küçük bir ordunun, iki kanadını denizlere vermiş olarak, bir yarımada üzerine yerleşmesinden farklı değildi. Fransa, kendi içinde devam eden bir savaş alanı olarak düşünüldükçe, durum tamamen bir tıkanmışlığa girmektedir ve Alman işgalcilerinin cephesi yarılamamakta veya çevrilememektedir. Ama bakış açısı savaşın bütün alanını içerecek biçimde genişletildiğinde, savaşın büyüklüğü tek bir muharebe gibi düşünüldüğünde ve İngiliz deniz gücü sahne aldığında en uzağa ulaşan karakterde çevirme hareketlerinin karakteristiği müttefikler için mümkün hale gelmektedir. Bu çevirme hareketleri o kadar büyük ölçekli ve o kadar karışıklıklardır ki, her biri kendi içlerinde ayrı birer savaştır. Bunların herbiri başka bir savaşta büyük kabul edilebilecek ordular gerektirirler. Bu harekatlar deniz gücü ve kendilerine has diplomasi gerektirirler. Bu anda, Fransız Genelkurmayı düşmanın çevrilebilecek bir kanadı olmadığından şikayet ederken, Tötonik İmparatorluklar aslında iki kanatları çerçevesinde aşırı bir kırılganlığa sahiptiler. Bu anlamda 1915’in başında savaşın durumunun öne çıkan üç açık gerçeği şunlardı: Birinci olarak, asıl cephe olan Fransa’daki tıkanmışlık; ikinci olarak, 48 Churchill, a.g.e., s. 297-298. 70 Burak Gülboy Rusya’nın tamamen yenilgiye uğratılmasından önce bu tıkanmışlığın acil bir biçimde giderilmesi ve üçüncü olarak da, bu tıkanıklığın büyük amfibi ve politik-stratejik operasyonlar ile açılabilmesi ihtimali.”. Aralık ayının sonuna gelinirken, Churchill’in yaklaşımındaki değişiklik göze çarpmaktadır. İngiliz Donanmasının denizlerdeki hâkimiyeti sağlaması ile beraber Churchill kendi tezlerini destekleyecek argümanları da sağlamıştır. Bu çerçevede bakıldığında Churchill’in Kasım ayında öne sürdüğü Balkanlara endeksli bölgesel yaklaşımını oldukça genişlettiği de belirgindir. Bu çerçevede artık yalnızca Çanakkale Boğazı değil, Baltık Denizi de Churchill’in ilgi alanına girmiştir. Baltık Denizi ile ilgili yaklaşımında Churchill’e en önemli destek ise Amirallik Birinci Lordu Fisher’dan gelmektedir. Tıpkı Çanakkale Harekâtı Planı gibi aslında Baltık Denizinde yapılması öngörülen harekât da yeni bir fikir değildi. Daha savaş başlamadan önce Churchill donanma desteğinde Hollanda, Almanya, Danimarka ya da İskandinav kıyılarına çıkartmalar ile bazı önemli liman ve adaların işgal edilmesini öngören plan taslakları hazırlatmıştı. Churchill 31 Temmuz 1914’te bu taslakları incelenmesi için Başbakan ve Savaş Bakanlığına yollamışsa da savaş başladıktan sonra taslaklar göz ardı edilmişti (Charmley , 1993 , s 107-108).49 Bunun ardından Churchill bu sefer, 19 Ağustos’ta, Rus Genelkurmay Başkanı Grand Dük Nikola’ya başvurarak, Danimarka ve İsveç arasında yer alan kanaldan İngiliz Donanmasını Baltık Denizine yollamayı önermiş ve Alman Donanması ile yapılacak kesin sonuçlu bir savaşın ardından Rus ordusuna ait birlikleri Alman sahillerine çıkartmayı teklif etmişti. Rus Genelkurmayı ise İngiliz Donanmasının Alman Donanmasını kesin bir şekilde etkisizleştirmesi durumunda böyle bir harekâtın olumlu görüldüğünü bildirmişti.50 Amiral Arthur K. Wilson’un Almanya’ya ait Heligoland adasını işgal etme projesi ise 17 Eylül’de üst rütbeli deniz subaylarının katıldığı Loch Ewe Konferansında tartışılmış ama kabul görmemişti.51 Aralık ayına gelindiğinde, Churchill daha Fisher’ın Amirallikteki ilk döneminde hazırlatmış olduğu eski bir planı yeniden gündeme getirdi. Borkum Planı adı verilen plana göre Baltık Denizinde bulunan, Danimarka’ya ait, Borkum adası işgal edilecek ve burası Scleiswig-Holstein’ın işgali için bir üs olarak kullanılacaktı. 49 John Charmley, Churchill, The End Of Glory, A Political Biography, New York, Harcourt Brace and Company, 1993, s 107-108. 50 Robert K. Massie, Castles of Steel, New York, Ballantines Books, 2003, s.296. 51 Paul G. Halpern, A Naval History of World War I , Annapolis, Naval Institute Press, 1994, s. 101-102. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 71 Bu harekâtı ise Kiel Kanalının işgali takip edecekti. Kiel kanalının işgali Alman Açık Deniz Filosunu etkisiz bırakacaktı. Danimarka İtilaf devletleri tarafında savaşa girmeye zorlanacak ve bu ülkenin topraklarına çıkacak İngiliz birlikleri Kiel Kanalını güvence altına alacak; bunun ardından da İngiliz Donanması Baltık Denizine girerek kontrolü sağlayacaktı. Baltık Denizinin kontrol altına alınması ile beraber Rus birlikleri Berlin’e 100 milden daha az mesafede olan Pomeranya kıyılarına çıkartmalar yapacaktı. Plan için Mayıs 1915 tarihi öngörülmekteydi.52 Borkum Planının en ateşli destekleyicisi Fisher’dı. Daha öncede, 1904-1909 tarihleri arasında, üstlenmiş olduğu Amirallik Birinci Lordluğu görevinde Alman Donanmasını, İngiliz Donanmasının en önemli rakibi olarak tanımlamış ve bu amaçla Dretnot sınıfı gemilerden oluşan yeni İngiliz donanmasının yapımını başlatmıştı. Savaşın başında Churchill’in isteğiyle yeni baştan göreve geldiğinde fikirlerinde en ufak bir değişiklik yoktu; fakat donanmanın işlevine yaklaşımı çok önemli noktalarda Churchill’den farklılaşmaktaydı. Churchill’in tersine, Fisher bir askerdi ve fikirleri aslında Kitchener’dan çok da farklı değildi. Ona göre, İngiliz Donanmasının temel işlevi düşmanı yenmekti ve düşman kesinlikle Alman Donanmasıydı. Ordu nasıl Fransa’da Alman ordusu ile mücadele ediyorsa donanma da Alman Donanması ile mücadele etmeliydi. Çanakkale Boğazı ya da Balkanlar donanmanın kaynaklarının boş yere kullanımı olacaktı. Daha önce Amirallik Birinci Lordluğu görevini üstlendiği süreçte olası bir İngiliz-Alman savaşında İngiliz Donanmasının Baltık Denizinde yapacağı harekâtlar ile ilgili planlar hazırlatmıştı.53 Kasım ayında göreve geldiğinde ilk işi küçüklü büyüklü gemilerden oluşan 602 parçalık yeni bir gemi yapım planı olmuştu. Bu plan içinde yer alan Monitör tipi ağır top taşıyan ve özellikle kıyı bombardımanı için yapılmış tekneler ile Beetle adı verilen çıkartma tekneleri ilgi çekiciydi. Fisher’ın planlarını kendi çizdirdiği bu teknelerin yapılış amacı Baltık’ta yapılacak çıkartmalarda kullanılacak olmalarıydı.54 52 A.g.e., s. 103 53 Bu planlar ile ilgili bkz. Paul Haggie, “The Royal Navy and War Planning in the Fisher Era”, Journal of Contemporary History, Cilt 8, No: 3, (Temmuz 1973), s 113-171 54 Massie, a.g.e., s. 294-295; Fisher’ın Baltık Denizinde yapılacak harekat ile ilgili yaklaşımının ne kadar olumlu olduğu kendi hatıralarından da anlaşılmaktadır: “Bay Churchill Baltık Projesi ile ilgili olarak coşkulu olma konusunda kimseden daha geri değildi, ve o da Kuzey sularının şüphe duyulmaksızın asıl savaş alanı olduğuna inanmaktaydı; O ve Maliye Bakanı Bay Lloyd George, büyük amacı 72 Burak Gülboy Fisher’ın Borkum Planına bağlılığı açık olmasına karşın, Aralık ayının sonlarında Churchill’in Baltık’ta yapılacak bir harekata karşı şüpheleri artmıştı. Bu durum iki isim arasında ciddi tartışmaların ve fikir ayrılıklarına neden oldu. Diğer taraftan Churchill bu dönemde Savaş Konseyi içinde Akdeniz ile ilgili yaklaşımı konusunda Asquith ve Lloyd George gibi isimlerden gittikçe daha fazla destek gördüğünü hissetmekteydi. Nihayet, Borkum Planının rafa kaldırılmasının diğer bir nedeni ise Çanakkale’ye yapılacak harekât için beklenmedik bir fırsatın ortaya çıkışıydı. BİR GÜÇ GEÇİŞİ MODELİ OLARAK ÇANAKKALE HAREKATI’NIN PLANLANMASI: 1914 yılının Aralık ayının sonu Savaş Konseyi içinde Batı ve Doğu ekolleri arasındaki fikir ayrılıklarının oldukça belirginleştiği bir dönemdir. Bu döneme kadar Kitchener’ın ağırlığı ve etkisi Batı ekolünün görüşlerini konsey içinde etkin tutmuş olmasına karşın, Doğu ekolünün muhalefeti de gün geçtikçe artmıştı. 1914 yılı biterken İngiltere beklemediği büyüklükte bir savaşın içine, beklemediği ölçüde bulaşmıştı. Aralık ayına gelindiğinde Kitchener’ın etkisi dahi Savaş Konseyi içindeki hoşnutsuzluğu bastıramıyordu. 30 Aralık’ta Başbakan Asquith, biri Savaş Konseyi Sekreteri Pascal Maurice Hankey’den ve diğeri de Churchill’den olmak üzere, iki memorandum aldı. 55 Bunlardan iki gün sonra da Lloyd George tagerçekleştirecek 612 teknelik bir armadanın çabucak –çoğu bir kaç hafta içinde, yalnızca birkaçı da bir kaç ay içinde tamamlanmak üzere- yapımı fikrine görkemli karşılık vermişlerdi; ve ben de kendimi, gizliliği koruyarak, yalnız kendi ellerimi kullanarak -ikisi göstermelik olacak olan- üç ordunun yapacağı üç değişik çıkartmayı gerçek hale getirecek olan organizasyonları yapmaya hazırladım. Aynı zamanda, harekatlar başlaması öngörülen zamandan kısa bir süre öncesinde Rus orduları ile işbirliği yapacakların deneyim kazanması ve sanatı öğrenebilmesi için, 50000 kişilik bir gücün yapacağı harekatın 12 inçe 1 footluk bir ölçekte canlandırmasını görebilmeleri için Southampton’da bindirme ve Stokes Bay’da çıkartma tatbikatları ile ilgili bütün hazırlıkları yaptım.” John A. Fisher, Memories and Records, New York, George H. Doran Company, 1920, s.68.. 55 Maurice Pascal Hankey hazırladığı bir memorandum ile Fransa cephesindeki müttefik ordularının bütün gayretlerine rağmen bir ilerleme sağlayamadığını, kendi kayıplarının düşmanınkinden fazla olmaya başladığını ve bu cephede başarılı bir sonuç elde edilmesinin mümkün olamayacağını açıklamış; ardından cepheyi karşıdan zorlamak yerine çevresinden geniş bir çevirme manevrası yapılmasını önermişti. Bu manevranın Balkanlar ya da Osmanlı boğazları üzerinden yapılması uygun gözükmekteydi. Bkz. Higgins,a.g.e., s. 74-75; Churchill’in memorandumun içeriği önceki başlıkta belirtilen yaklaşımı içermektedir. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 73 rafından hazırlanan bir başka memorandum Başbakana ulaştı.56 Üç memorandum da birbirlerinden bağımsız olarak Fransa’da tıkanmış olan durumu eleştirmekte ve savaşın gidişatında yaratılabilecek alternatiflerden söz etmekteydiler.57 Batı cephesinden gelen kayıplarla ilgili haberlerden ve bu cephedeki askeri durumdan son derece rahatsız olan Asquith, özellikle Lloyd George’un Selanik’e bir güç çıkartarak ve Balkan devletlerini organize ederek Avusturya-Macaristan ya da Osmanlı İmparatorluğuna karşı hareket edilmesi fikrinden etkilenmişti. Temelde bu memorandumlarda öne sürülen görüşlere sıcak bakmasına karşın, Fransa’dan, General John French’ten gelen, bu cepheden asker çekilmesi durumunda müttefik ordularının çok zor durumda kalacağı ve muhtemel bir yenilgi tehlikesinin açık olduğu yönündeki raporları da dikkate almak durumundaydı. Batı ekolü ile Doğu ekolü arasına sıkışan Asquith’in askeri yaklaşımı önemli ölçüde Kitchener tarafından şekillendiğinden, Başbakan’ın Savaş Konseyini yönlendirmesi söz konusu değildi.58 Savaş Konseyi içindeki belirsizliği çözümleyen Kitchener’ın kendisi oldu. 2 Ocak 1915’te Kitchener, Churchill’e Petrograd’dan gelen ve içeriğinde Rus Genelkurmay Başkanı Grand Dük Nikola’nın yardım talebini içeren bir telgrafı iletti. Grand Dük Nikola, Rus ordusunun Kafkasya’da başlayan Osmanlı ileri harekatı karşısında zayıf konumda bulunduğunu belirterek, İngiltere’nin Rusya’nın pozisyonunu rahatlatabilecek ve Türklerin dikkatini Kafkaslardan başka bir yöne çekebilecek bir kara ya da deniz gücü gösterisi girişiminde bulunup bulunamayacağını, ya da en azından bu konuda yanıltıcı raporların yayınlanıp yayınlanamayacağını Kitchener’a sormaktaydı. Kitchener ise telgrafa eklediği notta donanmanın böylesine bir girişim yapma olanağını konusunda Churchill’in fikrini istemekteydi. İkili ilerleyen saatlerde yaptıkları görüşmede donanmanın yapacağı 56 Lloyd George’un 31 Ocak’ta sunduğu memorandumda ülkenin toparlanmakta olan kaynaklarının Fransa’daki cephe gibi muğlâk sonuçlar verecek bir alanda harcanacağına, daha az malzeme ve emekle ulaşılabilecek askeri, politik ve diplomatik başarıların kazanılabileceği alternatif aranması gerektiğine değinmektedir. Ona göre bu alan Almanya’yı müttefiklerini etkisiz hale getirerek güçten düşürebilecek bir inisiyatifin kullanılabileceği Balkanlar olmalıdır. Memorandumun son cümlesi ise ilginç bir uyarı ile sonlanmaktadır: “Yetersiz özen ve hazırlık ile planlanan ve uygulanan harekâtlar genellikle facia ile sonuçlanırlar”. Bkz. Higgins, a.g.e., s. 76-77 57 Robin Prior, Gallipoli-The End of the Myth, New Haven, Yale University Press, 2010, s. 14-15. 58 George H. Cassar, Asquith as War Leader, Londra, Continuum International Publishing Group, 1994, s. 57. 74 Burak Gülboy olası bir harekatla ilgili fikir alışverişinde bulundular.59 Aynı gün Churchill, Kitchener’dan ikinci bir mektup daha aldı. Bu mektupta Kitchener, Ruslara Kafkaslarda yardım için bir şeyler yapılabileceğini belirtmekteydi. Ona göre, İngiltere’nin elinde olası bir kara harekatı için yeterli miktarda askeri yoktu. İzmir’e yapılabilecek bir harekâtın, bu bölgedeki Hıristiyanlara yönelik katliamlara neden olması muhtemeldi. İskenderun ise daha önceden denenmişti ve buraya ikinci kez yapılacak bir harekâtın büyük bir etkisi olmayacaktı. Suriye sahillerinin de durumu aynıydı. Doğu’ya yollanan Türk takviyelerini engellemenin tek yolu ise Çanakkale’ye yapılacak bir harekât olabilirdi. Grand Dük Nikola’nın dediği gibi, bu harekâtın hedefinin İstanbul olacağı şeklinde raporların yayınlanması faydalı olabilirdi. Kitchener mektubunu “Büyük bir şey için bir kaç aydan kısa bir sürede hazır olamayız.” şeklinde bitirmekteydi. Aynı gün Kitchener Dışişleri vasıtasıyla Petrograd’a yolladığı telgrafta, Grand Dük Nikola’ya, Türklere karşı bir güç gösterisi için adımlar atılacağını ama böylesine bir güç gösterisinin Kafkaslardan bir geri çekilmeyi ya da buraya yollanan takviyeleri durduracağı konusunda derin şüpheler olduğunu bildirdi.60 2 Ocak’ta Lord Kitchener ile Churchill arasındaki görüşmelerde Kitchener’ın yaklaşımındaki ciddiyetin yoğunluğu tartışılır gözükmektedir. Kitchener, baskı altındaki bir müttefiki rahatlatabilecek ama İngiltere’nin savaş eforunu Batı cephesinden saptırmayacak bir güç gösterisi istemektedir. Bu nedenle de kara gücüne ihtiyaç göstermeyecek bir gösteri harekâtının donanma tarafından yapılmasını hesaplamaktadır. Churchill’e işaret etmek istediği noktanın bu olduğu belirgindir. Böylesine bir güç gösterisinin başarısından dahi şüpheleri vardır ve bunu da Petrograd’a yolladığı telgrafta belirtmiştir. Diğer taraftan Kitchener’ın son aylarda Churchill, Lloyd George ve Fisher’dan gelen baskılara karşı Rusya’nın yardım talebini kullandığı da söylenebilir. Churchill’e yolladığı iki mektupta da olası bir harekât gösterisi durumunda donanmanın böylesine bir harekâtı yalnız yapacağını ve hiç bir kara gücünün bu harekât için ayrılamayacağını bir kaç kez belirtmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere Kitchener Savaş Konseyi içinde güç kazanan donanmanın işlevinin arttırılmasını isteyen Doğu ekolünün ilgisini çekecek bir bahane üretmiştir. Çanakkale’ye yapılacak bir güç gösterisi hem Doğu ekolünün eleştirilerini azaltacak, hem de Fransa cephesindeki başarısızlıkların 59 Churchill, a.g.e., s. 318-319. 60 Lord Kitchener’dan Winston Churchill’e 2 Ocak 1915 tarihli mektup. Bkz. Churchill, 2005, s 319, Lord Kitchener’ın telgrafı içi bkz. Churchill, a.g.e., s. 320. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 75 yaratmış olduğu sorunlu politik durumdan ilginin farklı bir tarafa yoğunlaşmasını sağlayacaktır.61 2 Ocak’taki görüşmelerin ardından Çanakkale’ye yapılacak harekât fikrine olan ilgi canlanmaya başladı. İlk olarak 3 Ocak’ta Churchill Fisher’dan Çanakkale’ye yapılacak bir harekâtı destekleyen ve cüretkâr bir plan içeren bir mektup aldı. Bu mektupta Fisher Savaş Konseyinin az toplantı yapmasından ve yavaş karar almasından şikâyet etmekteydi. Bunun ardından ise Yunanistan ve Bulgaristan’ın da katılacağı, Fransa cephesinden çekilecek birliklerle beraber donanmanın yapacağı bir harekâtın ayrıntılı planını önermekteydi.62 Aynı gün Churchill Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Carden’e bir telgraf yollayarak, Çanakkale Boğazının yalnızca savaş gemileri ile zorlanıp zorlanamayacağını sordu. Bu telgrafın son cümlesi önemliydi: “sonuçların taşıdığı önem, büyük kayıpları meşru kılacaktır.”.63 5 Ocak’ta Carden’den Churchill’e gelen cevap Çanakkale Boğazı’nın savaş gemileri ile geçilmesinin mümkün olamayacağını ve böyle bir geçişin ancak çok sayıda ve tipte geminin katılacağı genişletilmiş harekâtlar ile başarılabileceğini içermekteydi. Aynı gün Savaş Konseyinde yapılan görüşmede Çanakkale’de yapılacak bir güç gösterisinin yaratacağı politik sonuçların olumluluğu görüşülürken, Amirallikte yapılan toplantılarda da askeri yetkililer olası bir harekâtın başarı şansının bulunduğu yönünde fikir bildirmişlerdi. 61 2 Ocak’ta Kitchener Fransa’daki Sir John French’e bir mektup yollayarak, Fransa’da yapılması muhtemel harekâtların cepheyi yarma şansı olmadığı kanısında olduğunu, bunun yerine İtalya ve Romanya gibi yeni müttefiklerin kazanımıyla zaferin başka alanlarda kazanılabileceğini yazmıştır. French ise cevabında gerekli takviyeler, topçu desteği ve cephanenin emrine ulaşması durumunda cepheyi yarma şansı olduğunu bildirmiştir. French, Lloyd George’un Selanik’e yapılacak çıkartma konusundaki fikirlerine katılmaktadır, fakat Çanakkale’ye yapılması muhtemel harekatın ordu ve donanmanın işbirliği ile yapılmasının tam da Almanya’nın istediği bir girişim olduğunu ve Rusya’nın olası bir savaştan çekilmesi durumunda bu harekatta kullanılacak her kara askerine batı cephesinde ihtiyacı olacağını bildirmiştir. French cevabını aynı zamanda Asquith’e de göndermiş ve Başbakan da bu cevabı Savaş Konseyi üyelerine dağıtmıştır. Bu anlamda hem Sir John French, hem de konsey üyeleri ile Kitchener arasında yavaş yavaş su yüzüne çıkmakta olan bir krizin belirginleştiği söylenebilir. Higgins,a.g.e., s. 77-78; Lloyd George da Kitchener’ın sorumluluklarının ve savaşı tek elden yürütüyor olmasının kendisini sıkıntıya sokmuş olduğu fikrindedir: “Yalnızca donanma tarafından yapılacak bir harekat fikri her cepheye daha fazla cephane ve asker göndermek baskısı altında olan sıkıntılı Savaş Bakanı için mutlu bir kurtuluştu. Bu konudaki endişeleri iki yada üç ay için Amiraller tarafından paylaşılacaktı.”, Lloyd George,a.g.e., s 395. 62 Fisher’dan Churchill’e 3 Ocak 1915 tarihli mektup, bkz. Churchill, 2005,s 320. 63 Telgrafın sonunda yer alan bu cümlenin beklenen cevabın olumlu olması için bir yönlendirme olduğu iddia edilebilir.Higgins, a.g.e.,s 79; Prior, s. 14-15;; Bkz. Amirallikten Amiral Carden’e Telgraf, 3 Ocak 1915, Churchill, a.g.e., s. 322. 76 Burak Gülboy Bu şartlar altında 6 Ocak’ta Churchill Amiral Carden’e yolladığı telgraf ile Çanakkale’ye yapılacak genişletilmiş bir harekât için ihtiyaç duyduğu gücü ve izlemeyi düşündüğü planı bildirmesini istedi. 11 Ocak’ta ise Carden’in planı Churchill’e ulaştı. Carden’in planı 4 aşamalıydı. İlk üç aşama Çanakkale Boğazındaki Osmanlı müstahkem mevkilerinin kademeli bombardımanlarla yok edilmesini ve boğazdaki mayınların temizlenmesini, son aşama ise mayın avlama gemileri tarafından eşlik edilen filonun boğazı geçerek Marmara Denizine girişini içermekteydi. Harekâtın sonlanması için mevcut şartlar devam ettiği süreçte bir aylık bir süre yeterli görülmekteydi. Carden’in ilk aşamada öngördüğü filonun içeriği Dördü mayın önleyici engeller ile donatılmış 12 savaş gemisi, 3 savaş kruvazörü (ikisi Marmara’ya girişte hazır olmak şartıyla), 3 hafif kruvazör, 1 filotilla lideri, 16 destroyer, 6 denizaltı, 4 deniz uçağı, 1 hastane gemisi, 6 kömür ikmal gemisi ve 2 cephane ikmal gemisi olarak belirlenmişti.64 Filonun geri kalanı ise boğazın açık tutulmasını ve mayın tarlalarının tamamen temizlenmesini sağlayacaktı. Churchill, 12 Ocak’ta Carden’in planına dayanarak Amiralliğe yolladığı telgraf ile Çanakkale Harekâtı ile ilgili nihai planların yapılmasını ve bu harekât için oluşacak filoya katılacak gücün belirlenmesini emretti. Harekâtın başlaması için Churchill 1 Şubat tarihini öngörmekteydi.65 7-8 Ocak’taki Savaş Konseyindeki 1915 yılında izlenmesi hedeflenen askeri strateji ile ilgili görüşmeler karşılıklı fikirlerin öne sürüldüğü ve uzlaşmanın sağlanamadığı toplantılar oldu. Churchill 13 Ocak’taki toplantıya Çanakkale Harekât Planının teklifi ile geldiğinde, başta Asquith olmak üzere, bütün üyeler böylesine bir açılımı memnun etmeye hazır haldeydiler.66 Savaş Konseyinin yaptığı toplantıda Çanakkale Harekâtı ile ilgili plan oybirliği ile kabul edildi. Alınan kararın içeriği şöyleydi: “Amirallik acil olarak, İtalya’ya baskı yapması amacıyla, Adriyatik’te Cattaro ya da başka bir noktaya karşı etkili bir harekâtı göz önüne almalıdır. Aynı zamanda Amirallik Şubat ayında, ana hedefi İstanbul’un alınması olmak üzere, Gelibolu Yarımadasının bombardımanına başlamak üzere hazırlanmalıdır.” 15 Ocak’ta Churchill, Carden’e yolladığı telgraf ile Savaş Konseyinin kararını bildirerek, söz konusu harekât için hazırlıklara başlamasını 64 Roger Keyes, The Naval Memoirs of the Admiral of the Fleet,New York, E.P.Dutton and Co., 1934, s.180-181. 65 Churchill’in Amiralliğe yolladığı 12 Ocak 1915 tarihli telgraf için bkz. Churchill, a.g.e., s. 324-327. 66 Cassar, a.g.e., s. 57. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 77 emretti ve yine telgrafla Fransız hükümetini ve Grand Dük Nikola’yı haberdar etti.67 Savaş Konseyinin almış olduğu kararın yapısı incelendiğinde İngiltere’nin 1915 yılı başında daha önceden hesaplanmamış, yeni savaş hedeflerine yöneldiği anlaşılmaktadır. Bu hedefler 1914’tekinden farklı olarak İtalya’nın savaşa dâhil edilmesi ve İstanbul’un alınmasını içermektedir.68 İlk bakışta basit gibi görünen bu hedefler aslında büyük bir geri planı içermektedir. Adriyatik’te öngörülen ve İtalya’ya baskı yapması hedeflenen harekât tavsiyesinin bir şaşırtmaca olduğu bellidir. Çanakkale’ye yönelik harekât ve İstanbul’un alınması ise Churchill tarafından arzuladığı gelişmeleri tetikleyecek bir başlangıç olarak algılanmaktadır. Diğer taraftan başta Kitchener olmak üzere konsey içindeki pek çok kişinin, Churchill’den farklı olarak, bu harekâttan beklentilerinin pek de büyük olmadığı söylenebilir. Örneğin, Kitchener beklenen etkiyi göstermediği takdirde bombardımandan vazgeçilebileceğini belirtmiştir. Fisher ise memnuniyetsizliğini sessizliği ile göstermiştir. Churchill onun sessizliğini plana onay verdiği şeklinde yorumladığını yazmaktadır.69 Lloyd George ise, hatıralarında Savaş Konseyi içinde kendisinin harekât ile ilgili şüpheli tek isim olarak yalnız kaldığını ve Fisher’ın da genelde sessiz kalmayı seçtiğini yazmaktadır.70 Daha sonradan Çanakkale Harekâtına katılan Akdeniz Görev Gücü’nün Genelkurmay Heyetinde görev alan General Gerald Ellison ise, 13 Ocak’ta konseyde alınan kararda, Churchill’in harekâtın yalnızca donanma tarafından yürütüleceğini taahhüt ettiğini; bu taahhüt üzerine Konseyin oybirliği ile kararı aldığını; beklenen etkiyi göstermediği takdirde ise harekâtın devam etmeyeceği üzerinde Konseyin fikir birliği olduğunu yazmıştır.71 67 Churchill, a.g.e., s. 327-328. 68 John Masefield, bu hedefleri şöyle tanımlamaktadır: “Türklere, başkentlerinin tehlike altında olduğu ve onu savunmak için sınırlardaki cephelerden asker çekmek zorunda oldukları konusunda tehdit yaratarak Kafkaslardaki büyük Türk askeri güçlerini Rus müttefiklerimizden başka alanlara yönlendirmek önemliydi; Balkan devletlerine yakın olan bir alanda cüretkâr bir askeri gösteri ile onların hayal güçleri üzerine oynamak mümkündü, Mezopotamya’daki yatırımlarımız için ve Mısır’ın güvenliği için hayatiydi.” John Masefield, Gallipoli, New York, The Mac Millan Company, 1918, s.24. 69 Churchill, a.g.e., s.327. 70 Lloyd George, a.g.e., s. 395-396. 71 Gerard Ellison, The Perils of Amateur Strategy, Londra, Longmans, Green and Co. Ltd., 1926, s. 38-39. 78 Burak Gülboy ÇANAKKALE HAREKÂTININ HEDEFLERİ Oybirliği ile alınmış olmasına karşın, daha başından itibaren hedefsizlik ve anlaşmazlıklar üzerine kurulu olan harekâta neden onay verilmiştir? Başka bakış açılarından bakıldığında harekât ile ilgili değişik sorular da üretilebilir. Gerçekte Çanakkale Harekâtı ile ilgili alınan kararın fazla ayrıntıya girilmeden ve çabuk bir şekilde alındığı bellidir. Henüz Amirallik gerekli planları ve organizasyonları hazırlamamış olduğu gibi, karar yalnızca Carden’in önerisi olan plan üzerinden alınmıştır. Bunun dışında harekâtın yapılması öngörülen bölge 19. yüzyılın önemli bir kısmını meşgul etmiş ve halen çözülememiş olan Doğu Sorunu’nun alanını kapsamaktadır ve İngiltere’nin müttefiki konumundaki Fransa ve Rusya gibi bu sorunla yakından alakalı olan devletlerin vereceği tepkiler hesaplanmamıştır. Savaş öncesinde İstanbul’a yapılacak bir işgal hareketinin Rusya ile İngiltere’yi savaş durumuna getireceği açıkken, şimdi böylesine bir hedefin açıklanmasının yaratacağı tepkinin ne olabileceği de belli değildir. Bu şartlar altında harekâtın olası başarısının Antant’ı sona erdirecek bir durumu bile doğurabilme ihtimali mevcuttur. Churchill kararın alınma sürecinde başta Fisher olmak üzere Amirallikteki üst rütbeli subayların da harekât ile ilgili olumlu yaklaşımları olduğunu belirtmekteyse de, gerçekte durum farklıydı.72 Daha 13 Ocak’taki toplantı yapılmadan önce Amirallikteki üst rütbeli subaylar böylesine bir harekâtın kara gücünün desteği olmadan yapılamayacağı yönünde çekincelerini belirtmişlerdi; buna karşılık toplantıda mevcut olan bu subaylara ise fikirleri dahi sorulmamıştı.73 Bütün bu argümanlar bir araya geldiğinde Çanakkale Harekâtı ile ilgili kararın önemli stratejik hedeflerin gerçekleştirilmesinden çok, Savaş Konseyi içindeki 1914 yılında İngiltere’nin savaşa girişteki hedefsizliği ve Fransa cephesindeki kilitlenmişlik çerçevesindeki edilgenliği temsil eden gruplaşmanın doğurmuş olduğu karşıtlık ve hoşnutsuzluğu aşmak için alındığı söylenebilir. Bu çerçevede Çanakkale Harekâtı ile ilgili alınan karar stratejik ve askeri hedefler güden bir yaklaşımdan çok politik bir karar olarak görülmelidir. Harekât kararının alınması Savaş Konseyi içindeki politik bir çıkmazın çözümlenmesi olarak ortaya çıkmış olmasına karşın, yeni bir anlaşmazlığın doğmasına yol açtı. Bu sefer tepki Amirallikten 72 Churchill, a.g.e., s. 327. 73 Higgins, a.g.e., s. 80-81; Elison, a.g.e., ss. 39-40, 44; Ayrıca bu konuda ayrıntılı bir analiz için bkz. C.E. Calwell, The Dardanelles, Londra, Constable and Company Ltd, 1919, s. 1-13. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 79 gelmekteydi. Churchill’in isteği ve inisiyatifi etrafında şekillenmeye başlayan Çanakkale Harekâtı, amirallikteki üst rütbeli subaylar arasında ciddi bir rahatsızlık yaratmıştı. Amirallikteki genel görüş hayata geçirilmesi gereken asıl harekâtın Kuzey Denizinde ya da Baltık’ta yapılması gerektiği yönündeydi. Bu çerçevede Borkum Planı hazırlanmıştı ve buna alternatif olarak da Belçika’daki Zeebrugge Kanalının bombardımanı ve bloke edilmesi ile ilgili başka bir projenin çalışmaları devam etmekteydi. Özellikle kendisinin fikir babası olduğu Borkum Planının rafa kaldırılmış olması Fisher’da büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı ve Churchill’in ona danışmadan Çanakkale Harekâtını ortaya atmış olması da Fisher ile Churchill’in arasına belirgin bir soğukluğun girmesine neden olmuştu. Amirallikten gelen tepki 25 Ocak’ta Fisher’ın kaleme aldığı bir memorandum ile şekillendi. Bu memorandum özetle İngiliz Donanmasının tarihsel rolünün kara hedeflerine saldırmak değil, denizlerde hâkimiyet kurmak olduğu fikri üzerine kuruluydu. Bu çerçevede İngiltere’nin denizlerdeki rakibi Almanya’ydı ve donanmanın gücünü bölerek başka alanlara kaydırmak, donanmanın yerine getirmesi gereken görevi sekteye uğratacaktı.74 Fisher eklediği bir not ile söz konusu memorandumun Savaş Konseyi üyelerine de dağıtılmasını istemekteydi. Buna karşılık Churchill Fisher’ın memorandumunu, 27 Ocak’ta kendi eklediği cevapla yalnızca Başbakan Asquith’e yolladı. Konseyin diğer üyeleri ise gerçekte Amiralliğin düşüncelerini yansıtan bu memorandumdan haberdar olmadılar75. Bu durum Çanakkale Harekâtı konusunda Churchill’in Amiralliği bir anlamda devre dışı bırakarak, inisiyatifi tamamen tekeline aldığının göstergesidir. 28 Ocak’ta Asquith, Churchill ve Fisher arasında, Savaş Konseyinin toplantısından önce yapılan görüşmede de Asquith desteğini Churchill’in yaklaşımına verdiğini açıklamıştır.76 Bu gayrı resmi görüşme Fisher’ın ve dolayısı ile Amiralliğin asıl görüşlerinin büyük ölçüde devre dışı bırakılmasıdır. Askeri yaklaşımın devre dışı bırakılması ile artık Çanakkale Harekâtının geleceği kesinleşmişti. Bu hava içinde 28 Ocak’ta yapılan Savaş Konseyi toplantısı harekâtın olası sonuçlarının değerlendirildiği bir havada geçti. Konsey sekreteri Albay Pascal M. Hankey’in toplantıda tuttuğu tutanak hem konseyin havasını, hem de Çanak74 Fisher’ın Churchill’e 25 Ocak 1915’te yolladığı memorandumun tam metni için bkz. Churchill, a.g.e.,s. 349-350. 75 Ellison, a.g.e., s. 43-44; Churchill’in cevabını içeren 27 Ocak 1915 tarihli memorandum için bkz. Churchill, a.g.e.,s. 351-354. 76 Churchill, a.g.e.,s. 351-354. 80 Burak Gülboy kale Harekâtının olası başarısı sonucunda ulaşılması beklenen hedefleri göstermesi açısından yararlıdır: “Bay Churchill, Grand Dük Nikola’yla ve Fransız Amirallik Dairesi’yle bağlantı kurarak, onları Çanakkale’ye yapılacak donanma harekâtı konusunda bilgilendirdiğini söyledi. Grand Dük coşkuyla cevap vermişti ve bu saldırının kendine yardımcı olabileceğini bildirmişti. Fransız Amirallik Dairesi ise olumlu bir karşılık vermiş ve yardım vaat etmişti. Harekâtın Şubat ayının ortasında başlaması için hazırlıklara başlanmıştı. Churchill Savaş Konseyinin şüphe götürmez bir biçimde riskler içeren bu harekâta önem verip vermediğini sordu. Lord Fisher anladığı kadarı ile bu sorunun o güne değin düşünülmediğini söyledi ve bu konu ile ilgili kendi görüşlerinin Başbakan tarafından bilindiğini ekledi. Başbakan bu güne kadar atılmış olan adımlar çerçevesinde bu sorunun sürüncemede bırakılamayacağını söyledi. Lord Kitchener donanma harekâtının hayati önem taşıdığını düşünmekteydi. Eğer başarılı olursa etkilerinin, yeni oluşturulan ordu birliklerinin kazanacağı bir zafere eşdeğerde olacaktı. Planın en değerli yanı ise eğer tatmin edici ilerleme sağlanamazsa, saldırı durdurulabilirdi. Bay Balfour Çanakkale Boğazına yapılacak harekâtın başarısı durumunda şu sonuçlara ulaşılacağına işaret etti: Başarı Türk Ordusunu ikiye bölecekti; İstanbul bizim kontrolümüze geçecekti; Rus buğdayına sahip olma avantajını elde etmemize ve Rusya’nın ihracatına devam etmesine neden olacaktı; Bu durum Rusya’nın ihracat yapamamasından dolayı ortaya çıkan nakit sıkıntısını ve bunun yaratmış olduğu hoşnutsuzluğu giderecekti; Aynı zamanda Tuna ırmağına geçişi sağlayacaktı; Bu kadar umut vaat eden bir operasyonu hayal etmek bile güçtü. Sir Edward Grey başarının Bulgaristan’ın ve bütün Balkanların yaklaşımını kesin olarak belirleyeceğini söyledi. Bay Churchill Akdeniz Filosu Komutanının harekâtın yapılabilirliği konusunda inancını belirttiğini söyledi. Bunu başarması için de üç hafta ila bir ay bir süreye gerek duymaktaydı. Gerekli gemiler Çanakkale’ye ulaşmak için yoldaydılar. Mr. Balfour’un tahkikatlarına cevap olmak üzere ise Fransızların Avusturya denizaltılarının Çanakkale’ye kadar ulaşamayacağı garantisi verdiklerini söyledi. Lord Haldane Türklerin denizaltıları olup olmadığını sordu. Bay Churchill bu ana kadar yapılan tahkiklerde Türklerin deni- Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 81 zaltılara sahip olmadığı sonucuna ulaşıldığını söyledi. Asıl bombardımanlarda büyük bir kayıp beklenmediğini ama mayınların temizlenmesi safhasında bazı kayıpların beklenmesi gerektiğini bildirdi. Asıl zorluklar dış kalelerin susturulmasının ardından, sıranın boğaza saldırılması sırasında yaşanacaktı. Bunun ardından Churchill saldırının planını harita üstünde anlattı.” 77 Çanakkale Harekâtının muhtemel sonuçları çerçevesinde saptanan hedefleri Şubat ayında Savaş Konseyine sunulan iki memorandumdan da takip etmek mümkündür. Bunlardan ilki Lloyd George’un 22 Şubat 1915’te Konseye sunduğu memorandumdur. Lloyd George konseye sunduğu memorandumda ilk olarak Almanya’nın Batı ve Doğu cephelerinde sağladığı üstün konumdan bahsederek, bu durumun yarattığı ağırlığın Almanya ve müttefikleri ile tek başına mücadele etmekte olan Rusya’nın aleyhine gelişmekte olduğunu anlatmaktadır. Bu anlatımın ardından memorandum özetle şu şekilde devam etmektedir: İngiltere ve Fransa’nın Rusya’ya vermekte olduğu maddi yardımın yetersizliğinin yanı sıra, bu iki ülkenin mevcut askeri gücünün Almanya’yı Batı cephesinde sıkıştıracak yeterlilikte olmadığı belirgindir. Antant devletlerinin elinde insan gücü ve hammadde olmasına karşın, eğitimli orduların yetiştirilmesi ve gerekli cephanenin üretilmesi için zaman gerekmektedir ve mevcut savaşın süresinin de uzayacağı kesin görünmektedir. Bu şartlar altında Rusya’nın yükünü hafifletmek için Batı cephesindeki müttefik gücünü zayıflatmadan kısa süre içinde ne yapılabilir? Yardım için iki faktör öne çıkmaktadır: Balkanların ve İtalya’nın müttefiklerin yanında savaşa girişi. Bu çerçevede yapılmış olan hamle Çanakkale’ye düzenlenmesine karar verilen harekâttır. Eğer bu harekât başarılı olursa, Balkan devletleri nezdinde kesin bir etki yaratma ihtimali büyüktür ve bu durumda avantajları İngiltere’nin lehine kullanmak için çabuk hareket etmeye hazır olmak gerekmektedir. Bunun anlamı ise, yalnızca Gelibolu Yarımadasını değil, bütün bölgeyi kontrol altına alabilecek büyüklükte bir askeri gücün toplanabilme gereğidir. Bunun sonucunda Romanya, Yunanistan ve büyük ihtimalle Bulgaristan müttefiklerin yanında savaşa gireceklerdir. Bu devletlerin savaşa dâhil olması ise Avusturya’nın kanadına 1.5 milyon askerden oluşan bir ordu yerleştirecektir. Bu durum hem Rusya’yı rahatlatacak ve hem de dolaylı biçimde Fransa’daki durumu etkileyecektir. Mücadeleyi eşitleyip, Rus ordusunun yeniden düzenlenmesi için zaman sağlayacaktır. Başarısızlık durumunda ise Balkanlardaki durum tamamen aleyhte değişecektir. Toprak kazanma 77 Churchill, a.g.e.,s. 355-356; Coates, a.g.e., s. 97-98. 82 Burak Gülboy şanslarını kullanmak isteyecek Bulgaristan, Romanya ve İtalya’nın şanslarını Almanya’nın yanında savaşa girerek deneyecekleri kesindir. Bu nedenle Çanakkale Boğazına yapılacak geçiş hareketi püskürtülse dahi bölgedeki dostlara yardım edecek bir askeri gücün bölgeye gönderilmesi gereklidir. Nihayet Lloyd George, bütün bu sürece ek olarak en kısa zamanda Yunanistan ve Romanya üzerinde etki kuracak diplomatik girişimlere de başlanmasını önermektedir.78 Savaş Konseyine sunulan diğer memorandum Lord Kitchener’ın, 25 Şubat’ta, Lloyd George’un memorandumuna cevap olarak sunduğu metindi. Kitchener metninde Lloyd George’un saptamalarına katılmaktaydı. Özellikle de savaşın uzayacağı konusunda Lloyd George ile aynı fikirde olmasına karşılık, bu zaman içinde ortaya çıkacak mücadelenin bir yıpratma savaşı olacağını ve bu yıpratma savaşının sonuçlarının uzun vadede alınacağını öne sürmekteydi. Kitchener İngiltere’nin savaşın sonunda galip gelmesi için iki amaçtan birini gerçekleştirmek zorunda olduğu kanısındaydı. Bunlardan ilki müttefiklerin Alman topraklarında ya da bu topraklar dışında kesin bir zafer ya da bir galibiyetler zinciri kazanmasıydı; ikincisi ise Almanya’nın savaş alanlarındaki ordularını gerektiği gibi destekleyemediği bir duruma düşeceği zamana değin devam edecek bir yıpratma mücadelesiydi. İngiltere’nin kaynaklarının bu uzun mücadele için yeterli olduğunu ama bu kaynakların yavaş bir biçimde kullanıma hazır hale geldiğinden hareket eden Kitchener, bunlardan kullanıma hazır olanların ise gereken yerlerde ve gereken biçimde kullanılması gerektiğini belirtmekteydi. Çanakkale Harekâtında donanmadan büyük beklentiler vardı, fakat bu anda Gelibolu Yarımadasındaki Türk kuvvetlerine karşı savaşacak yeteri sayıda asker yoktu. Yakın Doğu’daki durum geliştikçe, eldeki askerlerin en iyi biçimde nasıl kullanılacağına karar verilecekti.79 Gerek 28 Ocak’ta yapılan Savaş Konseyi toplantısının tutanağı ve gerekse de Şubat ayında Lloyd George ve Kitchener tarafından sunulan memorandumlar 1915 yılı başında İngiltere’nin savaş hedeflerini savaşın başından o zamana kadar geçen altı ay içerisindeki belirsiz yaklaşımın çok ötesine taşıdıklarının göstergeleri olarak görülmelidir. 78 Lloyd George’un 22 Şubat 1915 tarihli memorandumunun tam metni için bkz. Lloyd George, a.g.e.., s. 422-432. 79 Lord Kitchener’ın 25 Şubat 1915 Tarihli memorandumunun tam metni için bkz. Lloyd George a.g.e.., s. 434-438. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 83 ÇANAKKALE’YE HAREKAT KARARININ GÜÇ GEÇİŞİ YAKLAŞIMI ÜZERİNDEN ANALİZİ: Güç geçişi yaklaşımı temel olarak hegemon gücün sahip olduğu güç yapısına benzeşen ve yakınlaşan bir büyük gücün sistemdeki statükodan memnunsuz hale gelmesi ve hegemon gücün pozisyonunu elde etmek üzere meydan okuması sonucunda savaşın kaçınılmaz hale geldiğini öne sürmektedir. Büyük güçler hegemon tarafından belirlenmiş olan uluslararası sistemin statükosundan ve değerlerinden memnun oldukları süreçte sistem barış ortamını korumaktadırlar; aksine bir durumda ise meydan okuyan güç sahip olduğu potansiyel itibariyle de ikincil bir rolü kabul etmek istememektedir ve bu durumda sistem savaşa yatkın hale gelerek istikrarsızlaşmaya başlamaktadır. Bu tür istikrarsızlıklar sonunda ortaya çıkan savaşlar ise yeni bir hegemonyanın inşası için yapıldıklarından hegemonik savaşlardır. Güç geçişi yaklaşımının teorik açılımından düşünüldüğünde Birinci Dünya Savaşı, İngiliz hegemonyasına olan Alman başkaldırısı çerçevesinde bir hegemonik savaş karakteri taşımaktadır. Bu çerçevede İngiltere, kendi hegemonyasının sağladığı düzenden memnun konumdaki Fransa ve Rusya ile işbirliği yaparak, Alman başkaldırısına karşı koymuştur. Bu durum da İngiltere, Fransa ve Rusya tarafından oluşturulan Antant’ın temel savaş hedefini “Alman yayılmacılığını durdurma” ortak amacına indirgemiştir. Bu durum Kasım ayında üç devletin aralarında yaptıkları görüşmeler ile Almanya ile ayrı barış anlaşmaları imzalamayacakları konusunda uzlaşmaları ile pekişmiştir.80 Zaten savaşı yönlendirecek bir strateji üretmek için yeterli açılım sağlamaya müsait olmayan bu savaş hedefi Antant’ı bir arada tutsa da, 1914’ün Aralık ayına gelindiğinde Alman yayılması durdurulmuş ama Alman ordusu yenilgiye uğratılamamıştı. Dahası Belçika’nın tamamının ve Fransa’nın kuzey batı bölgelerinin işgal altına düşmesi, Tannenberg Çarpışmaları sonrasında Rus ordusunun hücum gücünün tamamına yakınını yitirmesi Antant kanadının savaş stratejisinin geleceğini belirsizleştirmişti. İngiltere açısından ise savaşın gidişatı Fransa’yı savaşta tutmak üzere destekleme darlığına kadar gerilemişti. Kasım ayının sonunda statikleşen Fransa cephesi aynı zamanda özelde İngiltere’nin ve genelde bütün Antant’ın savaş hedeflerini karartmıştı. Aralık ayında artık Fransa ve Rusya’nın savaş 80 Smith Jr, agm. s. 1015-1034; Robert J. Kerner, “Russia and the Straits Question 1915-1917”, The Slavonic and Eastern European Review, Vol. 8, No: 24, March 1930,ss. 589-600. 84 Burak Gülboy hedefleri Almanya’ya karşı kendi devamlılıklarını sürdürebilme çizgisine kadar gerilemişti ve bunun ötesinde İngiltere de bu kopuşun etkisi altında savaşın gidişatına yapacağı katkı konusunda belirsiz bir tavır içine girmişti. Dahası aynı durum İngiliz Savaş Konseyi’ni ikiye bölerken, ortaya ciddi bir politik kriz de çıkartmıştı. 1915’e girilirken Rusya’nın İngiltere’ye yaptığı çağrı Savaş Konseyi’nin yaşamakta olduğu politik krizi bir anda çözümledi. Rusya’nın talebi ertesinde ortaya çıkan fırsat, zaten konsey içinde Doğu kanadı olarak anılan ekolün hâkimiyetini belirginleştirdi. Buradan ortaya çıkan ise İngiltere’nin yeni stratejik yaklaşımı olan Çanakkale Harekât Planı oldu. Bu harekât planı basit bir askeri manevradan fazlaydı ve askeri beklentilerden çok diplomatik ve politik kazançları hedeflemekteydi. Başta Churchill olmak üzere, Savaş Konseyi’nin üyeleri arasında Osmanlı İmparatorluğu’na duyulan politik ve askeri anlamda duyulan küçümseme belirgindir ve bu nedenle harekâtın askeri hazırlıkları büyük bir ihmaller zinciri içinde geçmiştir.81 Diğer taraftan harekâtın siyasi açılımları ise Antant için farklı bir boyut yaratmıştır. Çanakkale Harekât Planı’nın içerdiği coğrafi alan olan Doğu Akdeniz, harekâtın nihai hedefi olarak kabul edilen İstanbul ve siyasi hedef olarak belirlenen Osmanlı İmparatorluğu’nu savaş dışına itilmesi İngiltere’nin 19. yüzyıldaki hegemonyasında dahi sahip olmadığı bir üstünlüğü elde etmesi anlamını taşımaktaydı. Bu çerçevede İngiltere harekât kararı ile adeta terse bir güç geçişi durumu ortaya çıkarmaktaydı. Eğer harekât yalnızca İngiltere tarafından yürütülürse ve dahası başarılırsa Doğu Akdeniz ve Osmanlı coğrafyası gibi oldukça geniş bir emperyal alanda tek elli bir İngiliz hâkimiyetinin ortaya çıkması mümkündü. Bu durum zaten uluslararası sistemde düşmekte olan İngiliz hegemonyasını pekiştirmek ve mevcut hegemonik savaştan İngiltere’yi üstün çıkartmak için yeterli olabilirdi. Böylece İstanbul’u hedefleyen Çanakkale Harekâtı basit bir askeri manevradan savaşın kaderini değiştirecek bir stratejiye dönüşmekteydi ve bu anlamda Almanya ile yürütülmekte olan hegemonik mücadelenin ötesine geçmekteydi; çünkü hedeflenen alanda başarı durumunda Fransa’nın ve Rusya’nın da dışlanması söz konusu olabilirdi. Çanakkale’ye harekât kararından haberi olan önce Fransa ve sonra da Rusya İngiltere’nin stratejisini fark etmişlerdir. Harekâtın planları konusunda daha fazla bilgilendirilen Fransa çabucak 81 Bu konuda Robin Prior’un çalışması çerçevesinde sunduğu değerledirmeler önemlidir. Bkz. Prior, Gallipoli-The End of the Myth. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 85 harekâta dâhil olma yoluna başvurmuştur. Gerçekte Fransız Ordu Komutanlığı’nın ve Donanma Bakanlığı’nın harekâtın başarısı konusundaki derin şüphelerine rağmen, Fransız hükümeti başarı durumunda ortaya çıkması muhtemel yeni düzende İngiltere’nin tek elli hâkimiyet kurmasını istememekteydi. Çanakkale’ye harekât konusundaki planlar konusunda ancak 17 Şubat’ta haberdar edilen Rusya ise panik ile karışık acil önlemler ile harekâta dâhil olma yoluna girmiştir. Rus Genelkurmayı Çanakkale önlerinde harekâta başlamış olan İngiliz-Fransız ortak filosuna acilen bir irtibat subayı yollamış ve Pasifik filosunda görev yapan Askold hafif kruvazörü müttefik filoya katılmak üzere Ege Denizi’ne gönderilmiştir. 82 Rusya’nın verdiği bu tepkilerin nedeni İngiltere ve Fransa’nın Rusya ile bilgi paylaşımının alt seviyede kalmasıydı. Bu durum da Rusya’nın İngiltere’nin ve Fransa’nın harekata Rusya’nın katılmasını istemedikleri yönündeki şüphesini pekiştirmekteydi. Bu nedenle yalnızca sembolik şekilde müttefik filo içinde temsil edilmek istemeyen Rusya, müttefik filoya destek olması amacıyla Rus Karadeniz Filosu’nun İstanbul Boğazı’nı zorlayacak bir harekâta hazırlanması ve İstanbul’un işgaline katılması amacıyla 5. Kafkas ordusunun gemilerle taşınmak üzere Batum’da toplanması yönünde hazırlıklara başlamıştır. Diğer taraftan bunlar verilmiş aşırı tepkilerdi ve Rus Karadeniz Filosu’nun Karadeniz’deki savaş ve taşıma potansiyeli bu tartışılan projelerin çok altındaydı.83 Verilen aşırı tepkilerin nedeni İngiltere ve Fransa’nın başarılı olma ihtimalleriydi. Bu anlamda ortaya çıkan görüntü yalnız Rusya’nın askeri tepkilerindeki panik durumunu değil, İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki işbirliğinin zayıflığını da göstermekteydi. İngiltere ve Fransa’nın Doğu Akdeniz’de yeni bir hegemonya kurma hevesi içinde olduğu şüphesi ve Rusya’nın dışarıda bırakılacağı endişesi yalnızca Rusya’daki askeri otoriteler değil, politik otoriteler tarafından da hissedilmekteydi. Bu çerçevede Kasım ayında Antant arasında yapılmış ve bu bölgedeki düzenlemeleri savaş sonrası alınacak ortak kararlara bırakan, fakat resmi olamayan, uzlaşmalar bozulmuş olmaktaydı. Bu durum da Rus Dış İşleri Bakanlığı’nın İngiltere ve Fransa’ya harekâtın sonrasında ortaya çıkacak yeni durum ile ilgili bir uzlaşma saptanması için bir memorandum sunmasına neden oldu. Gelinen nokta Antant’ın dağılması veya devam etmesi çizgisiydi. 82 George Nekrasov, North of Gallipoli, New York, Columbia University Press, 1992, s. 46. 83 Ibid, s. 47. 86 Burak Gülboy Şubat ayı sona ererken harekâtın yalnızca savaş gemileri ile yapılmasının imkânsızlığı yavaş yavaş ortaya çıkmaktaydı ve bu çerçevede İngiliz ve Fransız hükümetleri harekâta katılmak üzere bölgeye kara güçleri gönderilmesini onayladılar. Bu durum Rus politik ve askeri çevrelerindeki şüpheleri daha da arttırdı. Rusların ısrarı sonrasında Mart ayı başında Antant Dış İşleri arasında yapılan nota değişiklikleri ile “İstanbul Uzlaşması” adını alan ve daha sonradan benzerleri devam edecek olan gizli paylaşım anlaşması kabul edildi. Bu anlaşmaya göre, harekât sonrasında Rusya İstanbul’u alacak ama şehir bir açık liman haline getirilecekti. Osmanlı coğrafyası ise daha sonradan saptanacak ve üç devletin ortak çıkarına göre belirlenecek etki alanlarına bölünecekti.84 Fransa ve Rusya’nın dahil olması ile Çanakkale Harekatı yalnızca bir İngiliz stratejisi olmaktan çıkmıştır. Bir anlamda İngiltere’nin erişmekte olduğu güç geçişi önlenmiştir. Bu durum aynı zamanda güç değişimlerinin hegemonik savaşlarla sonlanmayabileceğinin de göstergesi olmalıdır. Diğer taraftan, harekat üç devletin de emperyal ihtiraslarını sonuna kadar canlandırmakla kalmamış, aynı zamanda yürütmekte oldukları savaşın hedeflerini ve stratejisini ciddi bir biçimde değiştirmiştir. Ayrı bir deyişle ortak savaş hedeflerinde geri düşmüş ve dağılmakta olan Antant yeniden toparlanmıştır. Bu da hegemonik uzlaşmaların da güç geçişlerinde önleyici bir model oluşturabildikleri konusunda bir örnek sayılabilir. KAYNAKLAR A. J. P. Taylor, The Struggle for Mastery in Europe 1848-1918,3. Basım, Londra, Oxford University Press, 1960. Burak Gülboy, Mutlak Savaş, Birinci Dünya Savaşı’nın Kökenleri Üzerine Clausewitzyen bir Çözümleme, İstanbul, Uluslararası İlişkiler Kütüphanesi, 2014. C. Jay Smith Jr., “Great Britain and the 1914-1915 Straits Agreement with Russia: The British Promise November 1914”, The American Historical Review, Cilt 70, No.4, (Temmuz 1965). C.E. Calwell, The Dardanelles, Londra, Constable and Company Ltd, 1919. Count Max Montgelas, British Foregn Policy under Sir Edward Grey , New York, Alfred A.Knopf , 1928. 84 Bu görüşmelerin detayları ve karşılıklı notaların içerikleri için bkz., J.C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and the Middle East: A Documentary Record19141956,Princeton, Van Nostrand, 1956, Cilt II, s. 7-11. Güç Geçişi Teorisi Çerçevesinde Değerlendirilmesi 87 David Lloyd George, War Memories of David Lloyd George, Londra, Ivor Nicholson and Watson, 1933,Cilt 1. Douglas Lemke, “Small States and War: An Expansion of Power Transition Theory”, Parity and War, Ann Arbor, Michigan State University, 1996. Edward Grey, Why Britain is in the War and What She Hopes for the Future, Londra, Fisher and Unwin, 1916. Eric J. Hobsbawm, Age of Extremes, 2. Basım, Londra, Abacus, 1996. F.H. Hinsley (ed.), British Foreign Policy under Sir Edward Grey, Londra, Cambridge University Press, 1977. George H. Cassar, Asquith as War Leader, Londra, Continuum International Publishing Group, 1994. George Nekrasov, North of Gallipoli, New York, Columbia University Press, 1992. Gerard Ellison, The Perils of Amateur Strategy, Londra, Longmans, Green and Co. Ltd., 1926. Gilbert Murray,The Foreign Policy of Edward Grey, Oxford, Clarendon Press, 1915. J.C. Hurewitz, Diplomacy in the Near and the Middle East: A Documentary Record1914-1956,Princeton, Van Nostrand, 1956. John A. Fisher, Memories and Records, New York, George H. Doran Company, 1920. John Charmley, Churchill, The End Of Glory, A Political Biography, New York, Harcourt Brace and Company, 1993. John Masefield, Gallipoli, New York, The Mac Millan Company, 1918. John Meirsheimer, The Tragedy of Great Power Politics, New York, W.W. Norton & Company,2001. Paul Kennedy, The Rise and Fall of British Naval Mastery, New York Humanity Books, 1998. Kenneth Waltz, Theory of International Politics, Londra, Addison-Wesley Publishing, 1979. Liddel Hart, The History of the First World War, Londra, Papermac, 1997. Morton Kaplan, “Balance of Power, Bipolarity and other Models of International Systems”, The American Political Science Review, Cilt 51, No: 3, (Eylül 1957). Paul G. Halpern, A Naval History of World War I , Annapolis, Naval Institute Press, 1994. Paul Haggie, “The Royal Navy and War Planning in the Fisher Era”, Journal of Contemporary History, Cilt 8, No: 3, (Temmuz 1973). Philip Magnus, Kitchener-Portrait of an Imperialist, Londra, John Murray, 1958. Redmond Mclaughlin, The Escape of ‘the Goeben’-Prelude to Gallipoli, MW Books, 1974. 88 Burak Gülboy Richar Toye, Lloyd George and Churchill, Rivals for Greatness, Londra, Mc Millan, 2007. Richard Hamilton and Holger Herwig, Decisions for War 1914-1917, Cambridge, Cambridge University Press, 2004. Richard N. Rosecrance, “War and Peace”, World Politics, Sayı 55, Ekim 2002. Robert Gilpin, “The Theory of Hegemonic War”, The Journal of Interdisciplinary History, Cilt 18, No. 4, The Origin and Prevention of Major Wars (Bahar, 1988). Robert J. Kerner, “Russia and the Straits Question 1915-1917”, The Slavonic and Eastern European Review, Vol. 8, No: 24, March 1930. Robert K. Massie, Castles of Steel, New York, Ballantines Books, 2003. Robert Rhodes James, Gallipoli, Londra, Pan Books, 1965. Robin Prior, Gallipoli-The End of the Myth, New Haven, Yale University Press, 2010. Roger Keyes, The Naval Memoirs of the Admiral of the Fleet,New York, E.P.Dutton and Co., 1934. Winston Churchill, The World Crisis 1911-1918, Londra, Free Press, 2005. 4 Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı Hasan B. Yalçın* GİRİŞ Çanakkale Savaşı yakın dönem Türkiye tarihinin en kurucu ve en acı zaferlerinden biridir. Osmanlı Devleti’nin son büyük zaferi sayılabilecek bu muharebede büyük askeri zayiat verilmiştir. Fakat aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrolarının savaşta edindikleri tecrübeler ve benzeri sonuçlarıyla bu destansı savunma mücadelesi yeni kurulacak devletin de kimliğini şekillendiren en önemli unsurlardan biri haline dönüşmüştür. Bu çalışma Çanakkale Savaşı öncesinde ve esnasında savunmasaldırı dengesinin oynadığı rolü ele alacaktır. Devletlerin savaş kararı alışından, savaş kararlarının uygulanmasına kadar tüm savaş süreçlerinde dönemin savaş teknolojilerinin etkisi olduğu genel kabul gören bir değerlendirmedir. Buna göre devletler bazı dönemlerde teknolojinin saldırgan eylemlere uygun olduğunu düşünürken, bazı dönemlerde ise teknolojinin savunmacı eylemlere uygun olduğunu düşünebilir. Bu tür düşünceler devletlerin savaş kararı alışını ve savaş esnasında uyguladıkları yöntemleri ciddi anlamda etkilemektedir. Özellikle saldırının avantajlı olduğunun düşünüldüğü dönemlerde devlet liderleri savaşın kısa sürede sonlanacağına ve erken seferber olanın kati şekilde kazanacağına inanma eğilimi gösterdiklerinden, belki hiç çıkmayacak, belki de çıksa bile dar bir alana hapsolabilecek savaş kısa sürede zincirleme reaksiyonlar halinde etrafa yayılır. Savaş teknolojilerinin saldırı savaşını daha avantajlı hale getirdiğine dair yanlış bir algının Avrupa’da, özellikle askeri liderler arasında, oldukça yaygın bir inanış biçimi olduğu bir dönemde başlayan Birinci Dünya Savaşı ve onun içerisindeki Çanakkale Savaşı bu anlamda ilginç bir örnek teşkil etmektedir. Bu çalışma Çanak- * Ticaret Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü. 90 Hasan B. Yalçın kale Savaşı’nın başlatılmasında ve yürütülmesinde savunma-saldırı dengesinin oldukça önemli bir rol oynadığını göstermeyi amaçlamaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın bir cephesi olan Çanakkale’ye İtilaf devletlerinin saldırısının altında saldıran tarafın hızlı ve kati bir sonuca oluşabileceği inanışı bulunmaktaydı. Avrupa cephelerinde yaşanan durgunluk Çanakkale cephesinde elde edilebilecek hızlı bir sonuçla kırılabilirdi. Böyle bir inançla başlayan Çanakkale Savaşı sekiz ay boyunca sürmesine rağmen, İtilaf güçleri için beklenen sonuçların hiçbiri elde edilememiştir. Aksine tüm savaş boyunca savunmayı avantajlı konuma getiren savaş teknolojileri savaşın kaderini belirlemiştir. Her iki taraf da defalarca karşılıklı taarruza geçmiş olmasına rağmen, savunma hatları düşürülememiştir. Çalışma takip eden dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm savunma-saldırı dengesini özetleyecek savaş teknolojilerinin Güvenlik İkilemi ile olan ilişkisi çerçevesinde nasıl yanlış algılanabileceğini ele alacaktır. İkinci bölüm savunma-saldırı dengesinin Birinci Dünya Savaşı’na dâhil olan Osmanlı liderlerinin Almanya ile ittifak kurma ve savaşa dâhil olma kararları üzerinde nasıl bir etki yaptığını değerlendirecektir. Üçüncü bölüm daha özelde Çanakkale Savaşı’nı ele alacaktır ve Çanakkale Cephesi’nin başlatılmasında özellikle İtilaf devletlerinin saldırının avantajlı olduğuna dair yanlış algısının büyük rol oynadığı gösterilecek, ayrıca savunma teknolojilerinin savaşın kaderini nasıl etkilediği ve kurmayların bu sonuçlara nasıl tepkiler verdiği incelenecektir. Dördüncü bölüm sonuç yerine genel bir değerlendirmedir. SAVUNMA-SALDIRI DENGESİ VE SAVAŞ Savunma-saldırı dengesi ana hatlarıyla tanımlanacak olursa, devlet liderlerinin savaş kararı alırken savaş teknolojilerini göz önünde bulundurduğu ve savaş teknolojisinin savunma silahlarını mı yoksa saldırı silahlarını mı öncelediğine dair kanaatlerin devlet başkanlarının kararlarını etkilediği fikrine dayanır(Van Evera 1984; Van Evera 1999). Buna göre, bir önceki savaşta hangi tür silah teknolojilerinin etkili olduğuna dair dersler çıkaran kurmaylar bir sonraki savaşa çıkardıkları bu dersler ışığında hazırlanırlar. Fakat özellikle saldırı silahlarının avantajlı göründüğü bir savaştan sonra saldırgan stratejilerin avantajlı olduğu fikrini abartmak askeri çevrelerde yaygınca karşılaşılan bir durumdur(Snyder 1991). Bu nedenle saldıranın avantajlı olduğunun düşünüldüğü dönemlerde devlet Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı 91 liderleri savunma planlarını saldırgan stratejilere oturturlar ve savaşı hızlı, kesin sonuç veren ve düşman topraklarında gerçekleştirilmesi gereken bir olgu olarak görme eğilimine girerler. Böylesi bir algı yaygınlık kazandığında ise kısıtlı kalabilecek ve belki de hiç çıkmayacak bir savaş erken hareket edenin kazanacağı fikri nedeniyle tetiklenir(Christensen ve Snyder 1990). Savunma-Saldırı dengesi üzerine üretilen çalışmalar kaynağını güvenlik ikilemi literatüründen almaktadır(Herz 1950; Jervis 1978; Glaser 1997). Devletlerin anarşik uluslararası sistem içerisinde hissettikleri güvenlik ihtiyacının silah teknolojilerindeki gelişmelerle olan ilişkisi üzerine kurulmuştur. Silah teknolojilerinin sistem düzeyinde etki yaratabileceğine dair genel kanıyı paylaşan bu uzmanların çalışmalarında teknolojik değişimlerin devletlerin güvenlik algılarını veya yanlış algılarını nasıl değiştirdiğini, bu değişimlerin devletlerin karar alma mekanizmalarına nasıl yansıdığını ve bu yansımanın da uluslararası sistemde doğabilecek merkezi bir savaş üzerine nasıl etki ettiğini değerlendirmek temel meseledir.1 http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/175-kolordu-tarihi-fotograflar-i/offset/20 (21.06.2015 tarihinde erişilmiştir). 1 Bu bakımdan savunma saldırı dengesi mantığı Robert Jervis’in geliştirdiği psikolojik algılama ve yanlış algılama meselesiyle de doğrudan ilişkilidir. Konuyla ilgili olarak bakınız: (Jervis 1976)(Jervis 1988) 92 Hasan B. Yalçın Güvenlik İkilemi uluslararası ilişkilerin en merkezi kavramlarından birisi olarak görülebilir. Sistemik bir dinamik olarak değerlendirilen Güvenlik İkilemi anarşik uluslararası sistemde devletlerin duyabilecekleri güvenlik kaygısının kendisinin bir güvenlik sorununa neden olabileceği fikrine dayanır. Anarşik uluslararası sistemde yani merkezi otoritenin bulunmadığı uluslararası ilişkilerde devletler kendi güvenliklerini kendileri sağlamak mecburiyetindedir. Hukukun ya da hukuku sürdürecek bir yürütme organının olmadığı bu tür sistemler aktörlerin kendi kendine yardım düzeni olarak düşünülür. Böyle bir düzende devletler herhangi bir tehditle karşılaştıklarında yardımlarına gelebilecek bir devlet otoritesi bulunmadığından her devlet kendi başının çaresine bakmak zorundadır. Devletin bekasını sürdürmek istemesi devletlerin çeşitli güvenlik önlemleri almasıyla mümkün olacaktır. Bu çerçevede güvensiz bir ortamda bulunduğu hissine sahip bir devlet kendi güvenliğini artırıcı tedbirler alacaktır. Fakat bu tedbirler kendi güvenliğini artırırken bir başkasının güvenliğini tehdit eder hale gelecektir, çünkü güvenliğini sağlamak isteyen aktör silahlanma yoluna giderse, diğer devletlere karşı bir güvensizlik unsuru olacaktır. Bu durumda diğer devletlerin de silahlanmaya başvurması ve kendi güvenliğini garanti altına almaya çalışmasından daha doğal bir şey olamaz. Fakat sonuç olarak sistemin içindeki tüm aktörler kendi güvenliklerini sağlamaya çalıştıkları için bir güvensizlik ortamının doğuşuna katkı sunmuş olurlar. Güvenlik arayışı adına güvensizliğin doğuşuna Güvenlik İkilemi adı verilir. Bir tarafın güvenliği diğer tarafın güvensizliği olacağından, diğer taraf da kendini güvenlik altına almak istediğinde toptan bir güvenlik sorunu ortaya çıkmaktadır. Silahlanma yarışları bu durumun en güzel örneklerinden biridir. Bir taraf sırf kendi güvenliğini sağlamak adına silaha yaptığı yıllık harcamayı artırdığında daha fazla silah sahibi olacaktır. Fakat onun daha fazla silah sahibi olması rakibi tarafından bir tehdit olarak görüleceğinden, rakibi de silaha yaptığı yatırımı artırma yoluna gidecektir. Bu durumda silah harcamalarını ilk artıran taraf eski duruma kıyasla daha güvende olmayacaktır. Hatta silahlanma yarışının bir kısır döngüye dönüşüp her iki tarafta birden teker teker zararlı olma ihtimali olduğu gibi bir zincirleme reaksiyon sonucu tarafları savaşa sürüklenme ihtimali bile vardır. Soğuk Savaş boyunca Amerika ve Sovyetler Birliği özellikle nükleer silahlar üzerinden bir silahlanma yarışını girmişlerdi. Bu silahlanma yarışı ne Amerika’yı ne de Sovyetler Birliği’ni daha güvenli hale getirdi. Fakat iki taraf da bu anlamsız gibi görünen yarışı devam ettirdi. Sırf güvenlik kaygıları nedeniyle dünyayı defalarca ortadan Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı 93 kaldırabilecek nükleer başlık üretimine devam edildi. Güvenlik İkilemini yönetmek adına bir işbirliği çabası olan yumuşama (detente) dönemleri hariç tutulacak olursa, Soğuk Savaş’ın güvensizlik ortamı kendi kendini üretmeyi sürdürdü. Güvenlik İkilemi mantığına dayanan birçok uzman güvensizlik sorununun farklı değişkenlerce farklı dönemlerde farklı anlamlar kazanabileceği fikrine sahip oldular. Güven ve güvensizlik meselelerinin oldukça kişisel, dolayısıyla doğru algılama veya yanlış algılama gibi psikolojik etkenlere açık olması sebebiyle ittifak ilişkilerinden savaş kararlarına kadar etki ettiği düşüldü. Savunma-Saldırı dengesi literatürü tam da Güvenlik İkilemi mantığının bu özellikleri üzerine inşa ederek ortaya çıkmıştır. Buna göre silah teknolojileri devletlerin güvenlik stratejilerini etkileme kabiliyetine sahiptir. Karar alıcılar silah teknolojilerinin savunma stratejilerini mi yoksa saldırı stratejilerini mi daha avantajlı kıldığına dair bir kanaat geliştirirler ve güvenlik stratejilerini bu kanaate göre şekillendirirler(Posen 1984). Savunma silahlarının saldırı silahlarına göre daha avantajlı sonuçlar doğurduğu düşünüldüğünde, savunma stratejilerine öncelik verilirken, saldırının daha avantajlı olduğu düşünüldüğünde ise saldırı stratejileri ön plana çıkar. Savunmanın avantajlı olduğu dönemlerde fetih hareketlerine ve yayılmaya yönelik doktrinler bir kenara bırakılırken, saldırının avantajlı olduğu dönemlerde güvenliğin mümkün olduğunca ileri hatlarda kurulması gerektiği fikri ön plana çıkar ve devletler güvenliklerini sağlamak için yayılmak gerektiğini düşünür. Örneğin nükleer silahların hakim olduğu bir askeri teknoloji döneminde saldırı stratejileri benimseyip güvenliği agresif bir şekilde yayılma yöntemiyle sağlamak yerine, nükleer silahların savunmaya getirdiği öncelikler göz önüne alınarak savunma stratejileri hatta caydırıcılık stratejileri benimsenir. Silah teknolojilerinin devletlerin güvenlik stratejilerine yaptığı etki ile Güvenlik İkilemi’nin karar alıcılar üzerinde ürettiği algı ve yanlış algının birleşmesinden savunma-saldırı dengesi literatürü doğar. Buna göre sistem içerinde karar alıcılar hangi tür silahların savunmayı ya da saldırıyı avantajlı konuma getirdiğine dair her zaman doğru algılama ve değerlendirme biçimi sağlayamaz. Bazen psikolojik bazen örgütsel faktörlerin bazen de önceki tecrübelerden edinilmiş derslerin de katkısıyla liderler çoğu zaman savunma-saldırı dengesini yanlış okumaya çok yatkındır. Örneğin yaşlı Moltke’nin saldırı savaşıyla elde ettiği başarıyı tekrarlamak isteyen ve bunun kendi üzerinde yarattığı baskıyı hisseden yeğen Moltke’nin savunma 94 Hasan B. Yalçın silahlarının üstünlüğüne rağmen, saldırı stratejilerinin üstünlüğü olduğunu düşünmesi gibi psikolojik nedenlerle yanlış algılama üretilmiş olabilir. Aynı şekilde bir ülkede asker-sivil ilişkilerinde denge askerden yana ağır basıyorsa, örgütsel olarak krizleri askeri yöntemlerle bitirme düşüncesine sahip olma ihtimali daha yüksek olan askeri liderler saldırının daha etkin olduğuna dair bir yanlış algı üretiyor olabilir. Veya 1870 Fransa Prusya Savaşı’nın sonuçlarına bakarak saldıranın avantajlı olduğu fikri bir önceki büyük savaştan edinilmiş bir ders olarak ülkedeki kurmay kadronun saldırı stratejilerine yönelik planlar yapmasına neden olabilir. Tüm bu ve benzeri durumlar birleştirildiğinde savunma-saldırı dengesi liderlerin yanlış algılamaları nedeniyle karar mekanizmalarında etkili sonuçlar üretebilir. Savunma-saldırı dengesinin ne ifade ettiği aslında yirminci yüzyılın ilk yarısındaki olaylar silsilesi ele alınarak açıklanabilir. Buna göre Birinci Dünya Savaşı devletlerin güvenlik stratejilerini bir önceki büyük savaş olarak gördükleri 1870 Fransa-Prusya Savaşı’na göre hazırlamalarının bir nedeni iken, İkinci Dünya Savaşı Birinci Dünya Savaş’ından edinilen dersin bir sonucu olarak görülebilir. 1870’de hızlı bir şekilde mobilize olmayı başaran Alman ordusunun Fransa’yı çok kısa bir süre içerisinde yenilgiye uğratması bir efsane olarak Avrupalı liderlerin zihinlerinin önemli bir parçasını oluşturuyordu. Büyük bir askeri başarı olarak değerlendirilen bu savaş, yaşlı Moltke’nin Alman ordusuna esnek bir manevra kabiliyeti kazandırmasının sonucuydu(Holborn 1986, 287). Fransız ordusunu Fransa topraklarında karşılayarak, ordusunu son ana kadar parçalı tutması, ancak son iki gün içerisinde birleştirmesiyle savaş stratejileri üzerine düşünenlerin dersler çıkardığı bir harekât planı olarak görülmüştür ve sonraki dönemlerde askeri uzmanlar tarafından taklit edilmiştir (Herwig 1994, 251). Avrupalı devletler bu savaştan hiçbir sonuç çıkarmadıysa bile, saldırının savunma üzerindeki üstünlüğü sonucunu çıkardılar. Alman Genelkurmayı’nı yaşlı Moltke’den devralan ve yeğen Moltke’ye devredecek olan Schliffen için de bu savaştan çıkaracak dersler vardı. Almanya o tarihlerde genişlemesini bir evreye kadar getirmiş ve artık elinde bulunanı korumaya çalışan bir aktör olarak düşünülmekteydi. En azından Bismarck o dönemlerde böyle düşünmekteydi. Bismarck’a göre Almanya o zamana kadar ulaşması gereken bölgelere ulaşmıştı. Bundan sonra atacağı yayılmacı adımlar rakiplerini daha fazla tedirgin edebileceği ve Avrupalı diğer devletlerin Almanya’ya karşı birleşmesi ihtimalini doğurabileceği için gereksiz ve tehlikeliydi. Bismarck’ın en temel korkusu Almanya’nın Rusya ve Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı 95 Fransa ile aynı anda savaşmak zorunda kalması ihtimaliydi. Tüm mesaisini böyle bir ittifakın kurulmasını engellemeye harcayan Bismarck, karmaşık ittifaklar ağı yaratarak böyle bir birleşmeyi diplomatik zeminde önleme arayışındaydı. Alman Genelkurmayı da diplomasinin başarısız olacağı ve savaşın doğabileceği bir durumda bu iki taraflı savaşın nasıl yürütülebileceğine dair düşünmekteydi. Schliffen’in Alman askeri stratejisini kurarken Fransa Prusya savaşından etkilendiği genel kabul gören bir anlayıştır. Buna göre Schliffen Alman ordusunun Fransız ve Rus ordularına karşı sayısal dezavantajı düşünüldüğünde savaşın iki cephede birden uzun süre sürdürülmesinin mümkün olmadığını düşünüyordu. Bu ordularla Alman ordusunun ancak tek tek karşılaşınca bir şansı olabilirdi. Rus ordusu ile girişilebilecek bir savaş coğrafyanın derinliği nedeniyle kısa sürede tamamlanamayacağından ve özellikle yaşlı Moltke’nin Fransa’yı birkaç hafta içinde devre dışı bıraktığını bildiğinden, Schliffen için Fransa’ya karşı erken mobilize olarak 6 hafta içinde Fransa’yı devre dışı bırakmak mümkün olursa, bundan sonra Rusya ile tek başına savaşmak da mümkündü. Rusya’nın ordusunu mobilize etmesinin coğrafi genişliği nedeniyle bir ay sürebileceği düşünüldüğünde, bu Almanya’ya Fransa’ya karşı yeterli zaman veriyordu. Fakat bunun için Almanya’nın son derece hızlı seferber olması ve Fransa’yı önleyici bir saldırıyla devre dışı bırakması gerekiyordu. Bu amaçla Alman ordusu bütün kuvvetini kendi sağ kanadına yığarak Belçika üzerinden Fransa’ya girecek, sol kanatta bıraktığı iki tümeni örs gibi kullanacak, Fransız ordusunu kuzeyden güneye yani örse doğru süpürecek ve böylelikle Fransız ordusunu mengeneye sıkıştırıp imha edecekti(Rothenberg 1986, 318). Schliffen için önemli olan iki nokta vardı. Birincisi hızlı ve erken hareket etmek, ikincisi ise ölmeden önce son sözlerinde söylediği gibi sağ kanadı güçlü tutmak. İşin ilginç tarafı Almanya-Prusya Savaşı’ndan ders çıkaran tek taraf Almanlar değildi. Fransızlar da, Ruslar da saldırı savaşının üstünlüğüne inanıyordu. Rusya seferberlik konusundaki dezavantajını gidermek için Almanya’dan daha önce seferber olması gerektiğini düşünürken, Fransızlar Almanya’yı Alman topraklarında karşılamak gerektiğini düşünüyor ve en iyi savunmanın saldırı olduğunu slogan haline getiriyorlardı. 1914’e gelindiğinde liderlerin kafasında erken seferber olanın savaşı kısa sürede kazanacağı fikri oldukça yaygın bir şekilde yer alıyordu. 1914’te Avusturya-Macaristan veliahtı vurulduğunda her taraf çıkabilecek bir savaş durumunda geç kalmak istemiyordu. AvusturyaMacaristan’ın Sırbistan’a verdiği notanın hemen ardından Sırbistan’ı 96 Hasan B. Yalçın kaybetmek istemeyen Rusya seferber oluyor, Rusya seferber olunca Avursturya-Macaristan’ı kaybetmek istemeyen Almanya seferber oluyor, Rusya’yı kaybetmek istemeyen Fransa da seferber oluyordu. Belki Balkanlar’da sınırlı kalabilecek belki de hiç başlamayacak bir savaş bir dünya savaşı haline dönüşüyordu. Fakat savaş askeri kurmayların beklentilerini doğrulamadı. Doğrulamak bir kenara tam aksi bir sonuç doğurdu. Saldırının avantajlı olduğu kısa bir savaş değil, savunmanın avantajlı olduğu uzun bir savaş ortaya çıktı. Savaşın ilk evresinde ilerlemeler olmuş gibi görünmesine rağmen karşılıklı mevziler kurulduğu andan itibaren, hiçbir taraf bir adım öteye gidemedi. Saldırı yapanlar büyük zayiatlar verdi. Savunma pozisyonlarında kırılmalar olmadı. Neden böyle olduğu bugün artık bir tarihi olay olarak çok daha iyi okunabilmektedir. O dönemin kurmaylarının saldırının avantajlı olduğuna dair kanaatleri yanlış çıkıyordu. Son büyük savaş olan Fransa-Prusya Savaşı’na odaklanan kurmaylar 1870’ten 1914’e kadar geçen sürede yaşanan teknolojik gelişmeleri görememişlerdi. Artık saldırı değil, savunma avantajlıydı. Çünkü artık siper savaşı ortaya çıkmış ve siperler Boer Savaşı’nda, daha da önemlisi 1905 Rus-Japon Savaşı’nda kullanılmıştı. Makinalı Tüfek, dikenli tel, yer altı sığınakları (bunker) gibi savunan tarafın avantajına olan yeni teknolojiler savaşın doğasını değiştirmişti. Makinalı tüfekler hızlı hareket eden ordulara değil, siperi kazıp arkasına geçerek sabit noktadan kullanılan araçlardı. Dikenli tel siperlerin ele geçirilmesini engelliyordu. Saldırının avantajına olduğu düşünülen demiryolları karşı tarafa geçen orduları değil, inşa edildiği coğrafyanın içerisindeki savunmayı kuvvetlendiriyordu. Kurmaylar ise kendilerini bu yeni teknolojiye uygun olarak güncelleyememişti. Saldırının avantajlı olduğu efsanesinin peşine takılan devletler dört yıl boyunca bir adım ileri gidemedi. Birinci Dünya Savaş’ının bu hali Avrupalı kurmayların ders çıkarmasına neden olacaktı. Ama genel itibariyle doğru dersi çıkardıklarını söylemek yine mümkün değildir. 1918 sonrasında özellikle Fransızlar siper savaşlarının etkinliğini göz önünde bulundurarak, Alman tehdidine karşı en iyi stratejinin bu kez savunmada kalmak olduğu fikrini geliştirdiler. Tüm Avrupa’da artık savaşın çok hızlı olmayacağı ve saldırganların savaştan istedikleri sonucu elde edemeyecekleri fikri yaygındı. Bu kanı hem yatıştırma (appeasement) politikalarının ardındaki hem de dönemin askeri planlamalarının ardındaki temel mantıktı. Hitler Almanya’nın başına geçtiğinde uzun süre boyunca Hitler’in gerçek niyetleri tartışma konusu oldu. Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı 97 Avusturya’yı ilhak ettiğinde Hitler’in daha ileri gidemeyeceği düşünülmüştür. Çekoslovakya’yı da dâhil etmeye kalkıştığında Avrupalı diğer devletler özellikle İngiltere Çekoslovakya’nın da feda edildiğinde Hitler’in tatmin edilebileceği kanaatine vardılar. Çünkü savaş çok maliyetliydi ve Hitler’e karşı yürütülecek bir savaş Almanya’nın topraklarında çamura saplanmak anlamına gelebilirdi. Hitler’i mümkün olduğunca tatmin etmeye ve yatıştırmaya çalışmak ana mantık oldu. Kimsenin kendini dengeleyemeyeğine dair yanlış algıya kapılan Hitler ise Polonya’yı işgal ettiğinde de kendisine karşı bir savaş başlatılabileceğini düşünmek için bir gerekçeye sahip değildi. Stalin de böyle düşünüyor olmalı ki, Polonya işgali sırasında Hitler’in karşısına dikilmek dururken, Hitler’in peşinden giderek Polonya’yı Hitler’le paylaştı. Aslında savunmanın öncelikli olduğu bir durumda kimse Hitler’i dengeleme görevini üstlenme niyetinde değildi. Fransa’nın ise askeri açıdan savunma stratejilerine güvenmekten başka çaresi yoktu. Kendi topraklarında iyi bir savunma hattı kurduklarında güvenliklerini teminat altına alacaklarını Birinci Dünya Savaş’ı göstermişti. Fransızlar 17 yıl boyunca Maginot Hattı’nı inşa ettiler. Bir savunma ve siper sistemi olan Maginot Hattı Alman işgalini engelleyecekti. Fakat Almanlar iki hafta içinde Paris’i işgal ettiler. Çünkü savunma saldırı dengesi değişmişti ve Avrupalı liderler bu dengeyi yine yanlış algılamıştı. Bahsi geçen örneklerde de görüleceği üzere silah teknolojileri devletlerin güvenlik stratejilerini belirlemede önemli bir rol oynamaktadır. Dönemin teknolojilerini doğru da değerlendirseler yanlış da değerlendirseler, liderler bu hesaplamalara dayalı planlar yapma eğilimindedir. İkinci Dünya Savaşı öncesindeki gibi savunmanın avantajlı olduğu düşüncesi hâkim olduğunda devletler kurdukları güvenlik hatlarının kendileri için yeterli olduğu hissine kapılıp ortaya çıkan tehdide zamanında cevap üretme güçlüğü çekebilirler. Bu durumda savaş sorumluluktan kaçısın bir sonucu olarak ortaya çıkar. Diğer taraftan Birinci Dünya Savaşı öncesinde olduğu gibi saldırının avantajlı olduğu kanaati yaygınlık kazanırsa, bu kez liderler belki çıkmayacak, çıksa da sınırlı kalabilecek bir savaşı zincirleme reaksiyonların bir sonu olarak üretebilirler. Savunmada beklenildiğinde zamanlama gibi kıymetli bir savaş unsurunun düşmana kaybedilebileceği fikri etken seferberliklere neden olur. Bir seferberlik diğer tarafın seferberliğini tetikler. Savaşı kendi topraklarında savunma halinde değil, düşman topraklarında yürütmeye yönelik eğilimler hız kazanır ve savaşın geniş coğrafyalara yayılmasını tetikler. Bu durumun en klasik örneği Birinci Dünya Savaşı’dır. Savaşın 98 Hasan B. Yalçın Almanya, Fransa gibi taraflarınca bu algının nasıl üretildiği konusunda bugün oldukça çok sayıda çalışma bulunabilir. Fakat özellikle Osmanlı’nın savaşa dâhil oluşu bu perspektiften ele alınmamıştır. Bir sonraki bölüm Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve daha sonraki bölüm Çanakkale Savaşı’nda savunma-saldırı dengesinin ne tür bir rol oynadığını ele alacaktır. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NA GİDEN YOL Bu çalışmanın konusu özel olarak Çanakkale Savaşı’dır. Fakat Çanakkale Savaşı’nı savunma saldırı dengesi bakımından tek başına ele almak yerine, Birinci Dünya Savaşı bağlamında ele almak daha uygun olacaktır. Savunma-saldırı dengesinin liderler tarafından algılanış biçiminin savaş kararına nasıl etki ettiğini göstermek için Çanakkale Savaşı’nın da içinde yer aldığı Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcından itibaren ele alınması gerekir. Birinci Dünya Savaşı’na dâhil olurken, Osmanlı liderlerinin karar mekanizmalarında çok farklı unsurlara rastlanabiliyor olmasına rağmen, saldırının avantajlı olduğuna dair kanaatin diğer kanaatlere oranla daha yaygın olduğu iddia edilebilir. Uzun süredir toprak kaybetmekte olan Osmanlı Devleti için Almanya gibi güçlü bir müttefikle birlikte hareket etmenin avantajlı olabileceği fikri yaygınlık kazanmış gibi görünmektedir. Fakat bu durum Almanya veya Fransa örneklerinde olduğu gibi bir doktrin haline getirilmiş değildi. Aksine son ana kadar tartışmalıydı ve Osmanlı’nın tercihlerine bağlı olmaktan ziyade uluslararası güç dağılımının sunduğu imkânlar çerçevesinde şekillenerek ilerledi. Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı tarihte, Osmanlı Almanya’ya diğer tarafa olduğundan burun farkıyla daha yakın olmasına karşın, son ana kadar her iki tarafla da ittifak ihtimallerini değerlendirmiş, fakat özellikle İngilizlerin Osmanlı’yı bir değer olarak değil, maliyet olarak görmeleri nedeniyle kendini savunmak isteyen Osmanlı taarruz gerektirecek bir ittifaka girmek durumunda kalmıştır. Bu çerçevede saldırının avantajlı olarak düşünülmesi nedeniyle savaşa sürüklenmişlikten çok savaşa dâhil olmanın kaçınılmaz hale geldiği ve Almanya’dan başka ittifak alternatifinin kalmadığı bir anda saldırının avantajlı olduğu fikri meşrulaştırıcı bir gerekçe olarak kullanılmış olabilir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı’nın ittifakını kendisinin tercih ettiğini söylemek bir abartı olacaktır. Tarihin akışına bakılacak olursa, Osmanlı’nın seçeneklerinin elinden zamanla kaydığı Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı 99 ve Almanya ittifakının kendini gün geçtikçe dayattığı görülebilir. Aslında Birinci Dünya Savaşı’na yaklaşırken Türk-Alman ilişkileri pek sıcak değildi (Shirkey 2009, 132). İttifak görüşmeleri devam ederken, Almanların da Osmanlı ile yapılabilecek bir ittifaka çok sıcak baktıklarını söylemek mümkün değildir. Alman tarafından Osmanlı ile yapılacak bir ittifakı değerli bulanlar kadar zararlı bulanlar da vardı. Almanları ikna etmek ve Osmanlı ile yapılacak bir ittifakın Almanya için kıymetli olabileceğini göstermek için Enver Paşa Moltke ile yaptığı görüşmelerde savaşa büyük ordularla katkı sunabileceklerini, hem Balkanlar’da hem de Kafkaslar’da Ruslara karşı güçlü bir cephe kurabileceklerinin sözünü veriyor (Aksakal 2008, 110). Keiser Wilhelm ağırlığını ittifaktan yana koyana kadar ittifak ihtimali uzun süre tartışılmıştı. Şayet Alman tarafı savunmanın avantajlı olduğunu düşünmüş olsaydı, yeni bir cephe açmayı ve savunulacak alanı genişletmeyi değil, Avrupa’da güçlü bir savunma merkezi kurmayı düşünebilirdi. Savaşın Osmanlı coğrafyasına yayılması ancak taarruzun avantajlı olduğunu düşünen bir zihniyetin ürünüydü. Osmanlı tarafında İngiltere ve Rusya ile dahi ittifak seçenekleri sonuna kadar değerlendirilmeye çalışılmıştı. Osmanlı kabinesinin parçalı yapası düşünülecek olursa, Cavid Bey gibilerin İngiltere ile bizzat Enver Paşa’nın Rusya ile müzakereler sürdürdüğünü biliyoruz. Tabi ki Enver Paşa Almanya’ya çok daha yakın duruyordu. Fakat bu müzakere çabalarının hepsinde ittifak seçenekleri Osmanlı’nın yüzüne kapanıyordu. Genelde Enver Paşa’nın kabinenin diğer üyelerini bile haberdar etmeden Almanlarla anlaştığı bilgisi üzerine inşa edilen değerlendirmeler Enver Paşa nedeniyle Türkiye’nin Almanya’yı tercih ettiğini iddia etmektedir. Bu şekilde bakılacak olursa savaşa dâhil olurken, Osmanlı’nın saldırgan stratejilerin avantajlı olduğuna dair bir kanaate sahip olduğu iddiasına kanıt olarak görülebilir. Enver Paşa’nın özellikle Kafkas Cephesi’nde bir taarruz planına geçişi bunun en güzel örneğidir. Erken saldırıya geçenin çabuk bir zafer kazanacağı fikri Sarıkamış’ta denenmiş ve ağır bir başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Burada Sarıkamış Harekâtı ile ilgili uzun bir tartışmaya girilmeyecektir ama Sarıkamış Harekâtı için de elde doktrin haline getirilmiş bir saldırının avantajına dair bir siyasetin var olduğu söylenemez. Daha çok Enver Paşa’nın kişisel inancı ile ilgili bir durum söz konusudur. Diğer taraftan Almanya’dan başka seçeneği kalmayan Türkiye’nin Almanya’yla anlaştığı fikri kabul edilecek olursa, Enver Paşa ittifakın bir sebebi değil, bir sonucu olarak bile görülebilir. Aslında Enver 100 Hasan B. Yalçın Paşa’nın tavrı ön plana diğer ittifak seçenekleri tüketildikçe ortaya çıkmıştır. Özellikle İngiltere Türkiye’ye bu kadar ilgisiz kalmamış olsaydı o zaman Enver Paşa’nın Alman yanlısı oluşu tek başına bir şey ifade etmezdi. Görünen o ki, son ana kadar Osmanlı İngiltere ile yapılacak bir ittifakı devrede tutmaya çalıştı. İddia edildiği gibi baştan beri Almanya’ya yakın değildi. Benzer bir izlenime sahip olan Churchill Maliye Nazırı Cavid Bey ile yaptığı yazışmaları örnek göstererek (Churchill 1923, 523)durumu şu şekilde dile getirmiştir: Bütün bunlara rağmen, Türkiye’deki İngiliz nüfuzu o kadar derin ve eski kökenlere dayanmakta ve Türklerin zihninde üretilen ilgisizlik izlenimi o kadar güçlüydü ki, Türkiye 1914’ün başına kadar bir İngiliz ittifakından memnun olurdu. Bu yalnızca yaşlı Türklerin değil, fakat aynı zamanda genç Türklerin de umuduydu. Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde zor zamanlardan geçmekteydi. Balkan Savaşları Osmanlı’nın zihninde son derece canlıydı. Birinci Balkan Savaşı’nda büyük kayba uğramış, İkinci Balkan Savaşı’nda ise Edirne’yi geri almıştı. Oldukça güçten düşmüş ve Balkan devletlerinden veya bu devletlerin herhangi birinden gelebilecek bir saldırı en yakın tehditti. Birbirine sınırları bulunan Yunanistan, Bulgaristan ve Osmanlı bağlamında düşünüldüğünde, Osmanlı için en yakın müttefik ihtimali Bulgaristan’dı. Bulgaristan ile gerçekleştirilebilecek bir ittifak belki savunma amaçları için yeterli olarak görülebilirdi. Böylelikle o tarihte İtilaf devletleri ile karşı karşıya gelmeden sınır güvenliği sağlanabilirdi. Fakat böylesi bir ittifak sadece savunma için o da belki yeterli olabilirdi. Pozitif bir katkı sunmayacağı kesin, savunma için yeterliliği de şüpheli olan bu seçenek Osmanlı liderleri için çok tercih edilebilir değildi (Shirkey 2009, 133). Eğer böyle bir düşünce mevcut ise o zaman uluslararası sistemde bir dönüşüm gerçekleştirmek isteyen revizyonist Almanya ile ittifak kurmak gerekli görülmüş olabilir. Çünkü Birinci Dünya Savaşı Osmanlı liderleri tarafından bir “büyük fırsat” olarak da algılanmakta ve savaşın oldukça kısa süreceği düşünülmekteydi (Aksakal 2008, 93). Kısaca söylemek gerekirse, şu ana kadar ortaya çıkmış dokümanlarda Osmanlı kurmaylarının saldırının avantajlı olduğuna dair kapsamlı planlamalar yaptıklarını ve bu çerçevede savaşa giriş sürecini hızlandırdıklarını söyleyecek yeterli kanıt mevcut değil. Her ne kadar Enver Paşa’nın taarruza yönelik bir eğilimi olduğu artık nere- Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı 101 deyse tartışılmadan kabul edilen bir tanımlama olmasına rağmen, bu eğilimin Enver Paşa’nın kişisel özelliklerinden mi kaynaklandığını, yoksa önceki savaşlarda edinilen tecrübelerden bir ders çıkararak saldırının avantajlı olduğunu mu düşündüğüne dair yeterli kanıt yok. Feroz Ahmad’a göre, şayet Enver Paşa daha iyi bir alternatife sahip olsaydı Almanlarla olan yakınlığı bitirmeye hazırdı (Ahmad 2008, 138). Diğer taraftan mevcut tarihi belgeler çok kutuplu bir uluslararası sistemin bir parçası olan Osmanlı devletinin tüm zayıflığına rağmen, savunmacı niyetlerle saldırgan dış politika izlediğini göstermektedir. Neredeyse tüm kurmaylar devleti savunmayı düşünürken, biraz da iyi hesaplamadan saldırgan davranışlara sürüklenmişlerdir. Bu davranışların iyi hesaplanmış yanlış algılamalardan kaynaklandığı iddia edilemez. Aksine iyi hesaplamaya çalışan fakat yapısal faktörler nedeniyle farkında olmadan saldırgan davranışlara giren bir kurmaylar heyeti olduğunu söylemek daha doğrudur. Ortada ne bir Schliffen Planı vardır, ne de en iyi savunmanın saldırı olduğuna dair bir motto. Örneğin Balkan Savaşları’nda Bulgar güçlerinin Bolayır’a kadar ilerlemeleri Gelibolu yarımadasına yönelik sağlam savunmacı hazırlıkların yapılmasını sağlamıştı (Erickson 2001, 986). Osmanlı Çanakkale’yi yaklaşık otuz yıllık bir süredir tahkim ediyordu. O tarihlerde Osmanlı’nın saldırgan savunma doktrinine sahip olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Var olan saldırgan emellerin de ne kadarı iyi planlanmış veya ne kadarı bir önceki savaştan kalan alışkanlıklardan ibarettir bilinmez. Fakat ayrıntılı bir taarruz doktrini olmadığı da açıktır. Bu bakımdan Osmanlı’nın savaş davranışları bir çeşit sürüklenme olarak düşünülebilir. Almanya ile bir ittifak anlaşması imzalandığında bile İttihat Terakki liderleri bile bunun İngiltere ile bir savaş anlamına geleceğini düşünmüyordu.Talat Paşa’ya göre kapitülasyonların kaldırılması ve Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün garanti altına alınması durumunda Osmanlı Hükümeti savaştan uzak durmak istiyordu. Bu bağlamda Enver Paşa Ruslara bir jest olarak Kafkas sınırındaki askerlerin çekilmesini bile teklif ediyordu (Ahmad 2008, 131). ÇANAKKALE SAVAŞI Çanakkale Savaşı örneğine gelindiğinde ise saldırının avantajlı olduğuna dair inanışın özellikle İtilaf devletlerinin harekâtı başlatma kararında oldukça etkili olduğu görülebilir. İtilaf devletlerinin Çanakkale Cephesi’nde harekete geçişinin sebepleri olarak şunlar 102 Hasan B. Yalçın gösterilebilir: Birinci Dünya Savaşı’nın tüm cephelerinde yaşanan kilitlenme halini aşmak, Rusya’ya yardım götürmek, Osmanlı cephesini hızlı bir şekilde sonlandırmak ve özellikle Mısır’ı Çanakkale’de taarruza geçerek savunmak.Bu hedefler göz önünde bulundurulduğunda karar alıcıların saldırının avantajlı olduğuna dair algılarını göstermektedir. Bu algı Çanakkale Savaşı’nın İtilaf devletlerince aslında pek de iyi hesaplamadan başlatılmasında etkili olmuştur. Buna ilaveten çok ilginç bir şekilde savunma saldırı dengesinin savaş esnasında savaşın kaderini belirleyen etkenlerin başında geldiği de söylenebilir. Her ne kadar İtilaf devletlerinin liderleri saldırının avantajlı olduğuna inanmış olsa da, Büyük Savaş’ın tüm cephelerinde olduğu gibi Çanakkale’de de savunmanın üstünlüğü belirleyici bir rol oynamıştır. Her iki taraf da savunmada başarılı olurken, saldırıya geçtiklerinde başarısız olmuşlardır. Ayrıca kaba bir hesapla saldırıya geçen hangi taraf olursa olsun, genelde büyük zayiatlar vermiştir. Ancak saldırı harekâtları defalarca başarısız olmasına rağmen, her iki tarafın kumandanlarının da bu sonuçlara göre yeniden pozisyon aldıklarını ve faydasız taarruzlardan kaçındıklarını söylemek de mümkün değildir. Taraflar ağır kayıplar vermelerine rağmen, fırsat bulduklarında tekrar tekrar taarruza geçmeyi denemişlerdir. Çanakkale Savaşı’nın başlamasında ve idaresinde savunma saldırı dengesinin karar alıcılar üzerine nasıl etki ettiğini anlamak için İtilaf güçlerinin planlarına odaklanmak gerekir. Zira Türk tarafı Çanakkale’de savaşın doğası gereği savunma pozisyonundaydı. Savaşın yerini ve şeklini iradi bir şekilde tercih etmediğinden, Türk tarafının Çanakkale Savaşı öncesi savunma-saldırı dengesini nasıl değerlendirdiği konusu en azından savaş öncesi için değerlendirme dışı tutulabilir. Savunma saldırı dengesinin Çanakkale Savaşı’nın başlangıcına etkisini değerlendirmek için genel olarak İtilaf devletlerinin tercihlerine, özel olarak İngiltere’nin tercihlerine, daha da özel olarak savaşı kurgulayan Churchill’in tercihlerine odaklanmak gerekir. Churchill’in konuya yaklaşımına bakılırsa da Çanakkale Savaşı’nın başlatılmasında saldırının avantajına olan inancının etkin olduğu görülür. Çanakkale Savaşı bir meydan muharebesi değildi. Yapılan bir çıkarma harekâtına karşılık verilen bir siper savaşıydı. Aslında bir çıkarma harekâtı olarak da planlanmamıştı. İngilizlerin yaptıkları kötü hesaba göre İtilaf donanması boğazı geçip İstanbul’a ilerleyecekti. İlk başlarda kara çıkarması hiç planlanmamıştı. Ancak denizden geçişin tek başına yeterli olmadığının anlaşılmasından sonra kara çıkarmasına karar verildi. Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı 103 Savunma-saldırı dengesi literatürü esas itibariyle kara orduları üzerinden yapılan hesaplamalara odaklanır. Deniz savaşları pek bu açıdan değerlendirilmemiştir. Fakat Çanakkale Savaşı’nın başlangıcı ve ilerleyişine bakılacak olursa, saldırının denizde dahi daha avantajlı ve kesin sonuçlar üreten bir strateji olduğuna dair bir inanışın bulunduğu görülebilir. Churchill boğazı geçen Kraliyet Donanması’nın Osmanlı’yı çok kısa sürede devre dışı bırakacağına inanıyordu. Boğaz’daki otuz yıllık top tahkimatını ve deniz mayınlarının İngiliz donanmasını durdurabileceğini neredeyse hiç düşünmüyordu. Churchill’in başka hesapları vardı. Savaştaki durgunluğu kırma niyeti bunların başında geliyordu. Hem zor zamanlar geçiren Ruslara yardım hem de savaşa dahil olmuş ve oldukça zayıf olduğu düşünülen Osmanlı Devleti’nin devre dışı bırakılması gerekiyordu. Bu savaşla Avrupa cephelerindeki durgunluk İtilaf devletleri lehine kırılmak istenmiştir. İlk baştan itibaren Churchill’in savaşa dair kanaatlerinin kolay bir savaş olacağı ve hızlı bir taarruzun işe yaracağı yönündeydi. Churchill’e göre, Osmanlıyı hızlı bir şekilde devre dışı bırakmanın yolu Çanakkale’den geçecek Kraliyet Donanması’nın doğrudan İstanbul ve boğazları ele geçirmesiydi. Bütün saldırgan planlarda olduğu gibi Churchill de hedefi kolay ve hızlı elde edilebilir olarak görmekteydi(Gilbert 2004, 15). Bu çerçevede öncelikle kara çıkarmasına bile ihtiyaç olmayacağı düşünülüyordu. Kraliyet Donanması’nın etkinliğine güvenen İtilaf devletleri boğazları ele geçirmenin ve böylelikle Osmanlıyı saf dışı etmenin peşindeydi. Donanmayla hızlı bir sonuç almaya yönelik bu plan saldırının avantajlı görüldüğüne ve dolayısıyla Çanakkale’de savaşın başlamasına katkı sunduğu görüşüne destek vermektedir. Sonradan başlayacak kara çıkarması da esasen hep Osmanlı’nın boğazdaki ateş gücünü ortadan kaldırmaya yönelik olarak planlanmıştı. Tek amacı donanmanın geçişini engelleyen topların devre dışı bırakılmasıydı. Kara harekâtının Gelibolu yarımadasını ele geçirmek ve bir kara ordusuyla İstanbul’a yürümek gibi bir amacı yoktu. Boğazdaki Osmanlı topçusunu susturmak yeterliydi. Churchill operasyonu Türkiye’nin doğrudan kalbine yapılacak bir operasyon olarak düşünüyordu. Kara harekâtının ilk üç gün içinde savaşın kaderini belirleneceğine inanmaktaydı. Savaş sonrasında yazmış olmasına rağmen ve savunmanın avantajlı olduğu fikrinin ortaya çıkmış olmasına rağmen, Churchill hala hızlı taarruzların başarılı olabileceği fikrine sahipti. Saldırgan stratejinin üstünlüğüne inanan tüm diğer dönem liderlerinde olduğu gibi Churchill’e göre, “İyi bir planın aslı başlangıçtaki operasyonun hızı ve şiddetiydi (Churchill, 1923, II 104 Hasan B. Yalçın Cilt, 434). Aksi takdirde sürpriz şansı yitirilmiş olacak ve Türk tarafı tahkimatını daha rahat sağlayacak ve geniş kaynaklarını belli noktalara seferber edebilecekti. Aslında Çanakkale Savaşı bu şekliyle ele alındığında Churchill’in açıkça saldırının avantajına inandığının en güzel örneklerinden biridir. Bu savaş kısa, kolay ve doğrudan hedefin kalbine yapılacaktı. Churchill’in bu inanışı Çanakkale Savaşı’nı tetiklemesine katkı sunacaktı. Churchill’in Çanakkale Savaşı’nı planlarken boğazları ele geçirme ve Ruslara yardım götürme hedefleri üzerine yeterince düşünülmüştür. Fakat bu savaşla Mısır’ı da savunmak istemesi konusuna yeterince vakit ayrılmış değildir. Aslında Churchill’in hedeflerinden biri de İngiltere’nin sömürgelerine ulaşımında ve küresel deniz hâkimiyetini sürdürebilmesinde kaçınılmaz olarak görülen Süveyş Kanalı’nın savunulmasıydı (Gilbert 2004, 18). Çanakkale bu anlamda kilit bir taarruz alanı olarak belirginleşmektedir. Saldırının avantajına inanan Churchill Mısır’ı savunmak yerine, taarruzun avantajını ön plana çıkartan bir planla Çanakkale’ye saldırılması gerektiğini düşünüyordu. Saldırının avantajlı olduğunu düşünen tüm diğer liderler gibi, Churchill de savaşı düşman topraklarını taşımanın peşindeydi. Bu durum savaşı savunmada değil,saldırı halinde yürütme kaygısının bir sonucudur. Savunma hatlarını kurarak Süveyş Kanalı’nı savunmaktansa, rakibin boğazlarını tehdit etmek ve savaşı düşman topraklarında yapmak daha avantajlı görünüyordu. Bu mantık saldırının avantajlı olarak görüldüğünün en belirgin özelliklerinden biridir. Saldırıyı avantajlı olarak gören liderler kendi hatlarını kurmak yerine, düşmanı hızlı bir harekâtla devre dışı bırakmak isterler. Bu açıdan bakıldığında Çanakkale Savaşı İngilizlerin Osmanlı’ya karşı acil ve kesin sonuçlar üretecek bir cephe açmak istemesinin bir sonucudur. Diğer tarafta Osmanlı kurmaylarının da daha kısıtlı imkânlara rağmen, saldırının avantajına inandığı ve savaşmak için Çanakkale’yi değil başka bölgeleri tercih ettiği gözlemlenebilir. Özellikle Kanal Operasyonu ve Kafkas Cephesi hem İngiltere’ye hem de Rusya’ya karşı savaşı düşman coğrafyasında yapmak istemenin göstergeleridir (Ünalp, 2014). Fakat Kafkas Cephesi’nin çöküşü, Kanal’da da gerekli başarının materyal kaynak eksiklikleri nedeniyle sağlanamaması ve İtilaf donanmasının boğazı muhasara altına almasından sonra Çanakkale’de savunma hattını kurmak kaçınılmaz olmuştu. Bereket versin ki, Çanakkale’yi savunmakla görevli 5. Ordu taarruzu değil savunmayı önceleyen bir planlamaya gitmişti. Osmanlı ordusunun sahil hatlarında konumlanmak yerine iç kısımlardaki Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı 105 yüksek tepeleri savunma stratejisi Çanakkale Cephesi’nin Osmanlı lehine sonuçlanmasının en önemli kaynaklarından bir haline gelecektir. Savaş Churchill’in beklediği gibi saldıranın avantajına değil, savunanın avantajına gelişmiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın diğer cephelerinde gözlemlendiği gibi Çanakkale’de de savunmada bulunan taraf galip çıkmıştır. Çöküş döneminde olduğunu bildiğimiz, askeri kabiliyetleri oldukça sınırlı olan ve son yüzyılda neredeyse hiçbir savaşı kazanamamış olan Osmanlı tarafı savunma teknolojilerinin avantajını yaşamıştır. Çok kolay bir lokma olduğunu düşünülebilecek Osmanlı Devleti İtilaf devletlerinin iştahını kabartıyordu. Hızlı bir şekilde ilerlemek isteyen İtilaf ordusu Gelibolu’ya güçlü bir çıkarmayla başlayacaktı. Fakat savaş hemen bir siper savaşına dönüşecekti. Böylelikle Birinci Dünya Savaşı’nın cephelerinin çoğunda olduğu gibi saldırının avantajlı olduğu fikrine dayalı planlamalardan biri daha başarısızlığa uğrayacaktı. Hızlı ve kati sonuçlar yerine uzun ve sonuçsuz siper savaşına girilmiş olacaktı. Savunma saldırı dengesinin savaş kararına etkisine ilaveten savaş esnasında da ciddi etkisinin olduğunu görüyoruz. Çanakkale Savaşı bu anlamda savunmada bulunmanın avantajlarının defalarca test edildiği ve doğrulandığı bir örnek olmuştur. Aylarca süren kara muharebelerine bakıldığında, saldırıyı gerçekleştiren tarafların hep ağır kayıplarla mağlup olduğu görülmektedir. Siper savaşının etkisiyle aslında İtilaf ordusuna oranla oldukça zayıf olduğu düşünülen Osmanlı ordusu savunma savaşında ısrar ederek, Çanakkale’yi başarılı bir şekilde savunmuştur. İtilaf devletleri her yarma denemesinde başarısızlığa uğramış ve ufak çaplı ilerlemeler dışında hezimete uğramıştır. İnce ayrıntılara girildiğinde ve savaşın teknik ve taktik düzlemlerinde bu şekilde sonuçlanmasına çok fazla sayıda farklı açıklamalar bulunabilir. Fakat diğer taraftan savaşın genel ilerleyişine bakıldığında savunmanın avantajlı olduğu bir savaş teknolojisinin etkinliğinin savaşın sonucunun belirlenmesinde en temel faktör olduğu görülebilir. Bu durumu Savaş esnasında yürütülen operasyonların sonuçları ve bu operasyonlar sırasındaki zayiat rakamlarını mukayese ederek göstermek mümkündür. Oldukça iyi çalışılmış olmasına rağmen sekiz aylık Çanakkale Savaşı’nın günlük bilançolarını elde etmek mümkün değil.2Fakat diğer taraftan eldeki çalışmalardan or2 Çanakkale Savaşı esnasındaki kayıpların belirlenmesinde iki soru vardır. Birincisi özellikle Osmanlı tarafının kayıplarının kaydında ciddi sorunlar mevcuttur ve özellikle Osmanlı kaynakları iyi incelenmiş değildir. İkincisi Çanakkale Savaşı kabaca üç ayrı cephede pek çok birlik tarafından uzun bir süre zarfında yapılmış muharebelerden oluşmaktadır. Dolayısıyla günü gününe net rakamlar 106 Hasan B. Yalçın taya çıkan kayıp rakamlarının karşılaştırılmasına bakılacak olursa, taarruzda bulunan tarafın savunmada olana oranla çok daha ciddi kayıplar verdiğini ortaya koyacak yeterli sayıda örnek bulunabilir. Örneğin savaşın ilk dönemi yapılan çıkarma harekâtlarına bakılacak olursa, İtilaf kuvvetlerinin savunmadaki Osmanlı ordusuna oranla daha fazla kayıp verdiği görülecektir. 25-26 Nisan tarihleri İtilaf kuvvetlerinin büyük kayıplar verdiği, diğer taraftan Osmanlı ordusunun İtilaf güçlerine oranla sahillerde çok küçük birlikler bulundurmasına rağmen, başarılı bir savunma sergilediği de görülecektir. Savunma hattını sahillerde değil, yarımadanın yüksek iç kesimlerinde kurmaya özen göstermiş olan Liman vonSanders sahillerde oldukça küçük birlikler bulundurmayı tercih etmiştir (ATASE, Cilt V, Kitap II, 10; Liman 58). Erickson’a(2001, 1007) göre: 25 Nisan’daki ilk karaya çıkışlar esnasında, İtilaf taburları Türk bölüklerinin karşısına çıkıyordu ve 150 adama karşı 1000 adam gönderiliyordu. İtilaf taburları hızlıca tugaya (yaklaşık 4000 kişilik) çıkarılırken, Türkler taburlarla (yaklaşık 700 kişilik) tahkim ediliyordu. Böylelikle Liman vonSanders sahillerde esnek savunma hatları yaratıyor ve sürpriz ataklara karşı önlem almış oluyordu (vonSanders, 83). Çıkarma yapılan bölgelere yeni tahkimatlar sevk ediyordu. Savunmanın avantajını kullanan Türk tarafı daha az sayıda askerle başarılı olabiliyordu. Fakat Osmanlı tarafı ne zaman karşı taarruza geçip düşmanı denize dökme niyetine girdiyse bu kez de Osmanlı tarafı başarısızlığa uğramıştır. Çıkarmasını tamamlamış İtilaf birliklerini siperlerinden söküp atmak mümkün olmadığı gibi Osmanlı tarafında büyük zayiata neden olmuştur. Özellikle 1-2 ve 4-5 Mayıs tarihlerinde yapılan karşı taarruzlar hiçbir sonuç üretmemiştir. Oldukça küçük birliklerle düşman ilerlemesi durdurulabilirken, güçlü birliklerle yapılan taarruzlar işe yaramıyordu. 19 Mayıs taarruzu da benzer bir sonuç üretmiştir (Özdemir ve Mutaf, 2012). Örneğin Seddülbahir Cephesi’ne bakılacak olursa, 22 Mayıs saldırısını gerçekleştiren Fransız birlikleri 2000 kadar zayiat verirken, Türk tarafının zayiatı ancak 500 kadardı (ATASE, Cilt V, Kitap III, 41). Seddülbahir’in önemli bir parçası olan Kirte muharebeleri de bu çerçevede anlaşılabilir. Üç farklı Kirte muharebesinde bu durum oldukça açık bir şekilde ortaya çıkmıştır. İtilaf kuvvetlerinin en ciddiye bulmak oldukça zordur. Farklı kaynaklar neredeyse her muharebe için farklı rakamlar sunmaktadır. Fakat yine de genel gidişatı çıkarabilecek örnekler bulmak da mümkündür. Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı 107 aldıkları cephelerin başında gelen Kirte Köyü’nün hemen önünde meydana gelen bu çatışmalarda her üç denemelerinde de ağrı kayıplar vermişlerdir. Birinci Kirte Muharebesi kara harekâtının üçüncü gününde gerçekleşmiş bir İtilaf taarruzudur. Aspinall-Oglander’e göre 3000 civarında kayıp veren itilaf kuvvetlerinin yarımadada ilerlemenin planlandığı gibi kolay olmayacağını anladıkları ilk çatışmaydı (Aspinall-Oglander 1929, 290). Türk tarafının kaybı ise nispeten daha azdı ve 2378 ile sınırlıydı (ATASE, Cilt V, Kitap II, 203). İkinci Kirte Muharebesi ise Birincisine nispetle daha kapsamlı bir saldırı harekâtıydı ve İtilaf güçlerinin büyük kayıplar vererek durdurulduğu bir çatışma oldu. Türk tarafının kaybı 2000 civarında tahmin edilirken, İtilaf kuvvetlerininki 6500 kişidir (ATASE, Cilt V, Kitap II, 267). Üçüncü Kirte Muharebe ’sinde İtilaf kuvvetleri 4 Haziran’da son kez taarruza geçti. İngilizler 4500, Fransızlar 2000 civarında kayıp verirken, Osmanlı tarafında ölü ve yaralı toplam 5000 civarında kayıp verilmiştir (Erickson 2001, 87-88). Arıburnu Cephesi’nde de durum çok farklı değildir. Nisan ayının son beş günü saldırıda bulunan İtilaf kuvvetleri daha fazla kayıp verip başarısızlığa uğramışken, düşmanı denize dökmek için Mayıs’ın ilk haftasında karşı taarruza geçen Osmanlı tarafı da ağrı kayıplar vermiş, fakat buna rağmen düşmanı siperinden çıkarıp denize dökememiştir. Düşmanın 25 Nisan tarihinde gerçekleştirdiği çıkarma harekatına karşı başarılı savunma gerçekleştiren 19. Tümen 25 ve 26 Nisan tarihlerinde gece taarruzlarında başarı gösterememiştir (ATASE, Cilt V, Kitap II, 80). 19 Mayıs’ta Anzak Koyu’na yapılan Türk taarruzu ise Osmanlı ordusu için ağır kayıplarla sonuçlanmıştır. “3420 şehit, 6064 yaralı olmak üzere yaklaşık 10000 kişi”lik zayiat vardı (ATASE, Cilt V, Kitap III, 18). Aynı taarruz için Erikson Türk tarafının kaybını 3000’i ölü, 13000 civarında tahmin ederken, buna karşılık Anzak tarafında bu sayının 1000’i bile bulmadığını düşünmektedir(Erickson 2001, 88). İtilaf güçlerinin 12, 15 ve 27 Ağustos tarihlerinde gerçekleştirdiği son taarruzları da Anafartalar Grubu başarılı bir şekilde savuşturmuş ve 3860 ölü ve yaralı ile kapatmıştır (Erickson 2001, 91). Görülebileceği gibi Arıburnu Cephesi’nde de saldırıya geçen taraflar her seferinde başarısızlığa uğramış ve ağır zayiat vermiştir. Savunmanın avantajına ve saldırının avantajlı olduğuna dair yanlış algının Çanakkale Savaşı esnasında defalarca test edildiğini görmek mümkündür. Bu duruma örnek teşkil edebilecek daha ayrıntılı çalışmalarda daha çok örnek bulmak mümkündür. Fakat konuyla ilgili kurmayların ne tür sonuçlar çıkarıldığına dair genel bir 108 Hasan B. Yalçın değerlendirme yapmak gerekirse, sekiz aylık savaş esnasında savunmanın avantajının çok net biçimde kavrandığını söylemek mümkün değildir. Her iki tarafta da çok farklı isimler defalarca faydasız saldırı eylemlerine girişmekten kendini alamamıştır. Savunmada kalmayı tercih edenlerin dahi savunmanın avantajlı olduğuna dair askeri kanaatlerinden hareketle savunmayı tercih ettiklerini söylemek doğru olmaz. Çanakkale savaşı başladığı dönemde en genel hatlarıyla iki savunma sistemi kurma ihtimali vardı. Birincisi düşmanı sahilde karşılamak, ikincisi ise düşmanı içeride karşılamak ve savunma derinliğini kullanmaktı. 5. Ordu Komutanı Liman vonSanders ikinci alternatifi seçerek savaşın başında savaşın kaderini belirleyecek bir karar almıştır denilebilir. Düşman çıkarmasını sahilde karşılamak yerine daha savunmacı bir strateji belirleyerek savunma hatlarını yüksek tepelere kurarak, intikal hatlarını güçlendirmeyi planladı(Hart 1972, 172). Alman komutanın bu kararı alırken savunma saldırı dengesinde savunmanın daha avantajlı olduğunu düşündüğü için böyle bir tercihte bulunduğunu söylemek oldukça güçtür. Oldukça geniş biçimde yazdığı anılarının hiçbir yerinde savunma teknolojileri üstün olduğu için böyle bir tercihte bulunduğuna dair bir kanıt yoktur. Bunun yerine daha ziyade kendi elindeki imkânlara odaklı karar aldığına dair imalarda bulunmaktadır. Liman vonSanders’in anılarının önemli bölümünde Osmanlı devlet teşkilatından ordusuna, subaylarından askerlerine kadar hepsine dair şüpheci bir yaklaşımı olduğu sezilebilir(vonSanders, 71). Liman VonSanders Gelibolu’ya gelir gelmez, iki şeye önem vermiştir. Birincisi intikal yolları inşa ettirmek, ikincisi eğitim faaliyetlerini artırmaktır. Savaş boyunca merkeze gönderdiği telgraflarda sürekli elinde yeterli güç bulunmadığından yakındığını da biliyoruz. Gerçi her komutanın savaş esnasında bu tür şikâyetlerde bulunmasından daha doğal bir şey olamaz, ancak Liman VonSanders Enver Paşa’nın daha saldırgan bir tavır takınması gerektiğine dair baskılarına cevaben hep elinde yeterli güç olmadığını dile getirmiştir. Bu bakımdan LimanvonSanders’in savunmacı bir plan yapmasının nedeni daha ziyade elindeki orduya saldırı için yeterince güvenmemesi nedeniyle olduğu düşünülebilir. Fakat Harbiye Nazırı Enver Paşa ise saldırının avantajına inananların başında geliyordu. Düşmanın sahillerde dar bir alana ancak yerleşebilmişken ve daha fazla yerleşme imkânı bulamadan denize dökülmesigerektiği fikrine inanıyordu (ATASE, Cilt V, Kitap II, 206). Defalarca da 5. Ordu’ya derhal karşı taarruza geçmesi için baskı yapıyordu (Travers 2001, 967). Çanakkale’de saldırının elve- Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı 109 rişli olmadığını birebir tecrübe etmemesinden de olabilir veya sık sık dile getirildiği gibi Enver Paşa’nın saldırıyı daha avantajlı gören karakterinden de olabilir ancak Enver Paşa sürekli taarruzu düşünmüştür. Fakat Liman vonSanders’in kendisi de tüm savunmacı eğilimine rağmen, zaman zaman taarruzun cazibesinden kendisini alamamıştır (vonSanders, I, 94). Çanakkale Savaşı üzerine yapılan askeri tarih çalışmalarının çoğunluğu sürpriz olarak görülen savaşın sonucu üzerine odaklanmaktadır. Osmanlı Devleti’nin askeri yetersizliklerini verili olarak kabul eden bir anlayışa dayanan bu çalışmalar nasıl olup da İtilaf Devletleri’nin bu savaşı kaybettiğine odaklanmaktadır(Hickey 1995) (James 1965). Diğer taraftan bazıları da aslında bu durumun tam tersi olduğunu yani aslında Osmanlı’nın bu savaşa hazırlıklı olması nedeniyle efektif bir savunma gerçekleştirdiğini savunmaktadır(Erickson 2001). İtilaf devletleri mi kaybetti yoksa Osmanlı mı kazandı? Bu savaşın en müphem kısmı olarak bu görüldüğünden tartışma buraya odaklanmıştır. Ancak daha geniş bir perspektiften yani silah teknolojileri perspektifinden bakıldığında önümüze daha farklı bir resim çıkmaktadır. SONUÇ Çanakkale Savaşı modern Türkiye tarihinin en belirleyici, en trajik ve şanlı kaynaklarından biridir. Üzerinden yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, hala Türkçe çalışmalarda hak ettiği akademik çabaya kavuşamamıştır. Konu çok farklı biçimlerde çalışılmayı beklemektedir. Böyle bir çabanın bir ürünü olabilecek bu çalışma uluslararası ilişkiler ve uluslararası güvenlik perspektifinden konuya yaklaşmıştır. Çanakkale Savaşı’nın başlangıcında ve yürütülmesinde silah teknolojilerinin ve bu teknolojinin algılanış biçiminin etkisi değerlendirilmiştir. Özelde Çanakkale Cephesi’nin hem de genelde Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında saldırının avantajlı olduğuna dair yanlış algının etkili olduğuna dair kuvvetli deliller bulunmaktadır. Çanakkale Savaşı hızlı bir taarruzla Osmanlı’yı devre dışı bırakmak ve savaşı kendi coğrafyasında değil Osmanlı coğrafyasında yürütmeye yönelik İngiliz planının bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Savunmanın avantajlı olduğu bu savaşta siperler aşılamamış ve taarruza kalkan taraf düşman siperleri önünde ağır zayiata uğrayarak başarısız olmuştur. Savaş sırasında saldırının avantajlı olduğu algısının bir 110 Hasan B. Yalçın illüzyon olduğu defalarca ortaya çıkmış olmasına rağmen, taraflar karşılıklı taarruzları sürekli yenilemeyi tercih etmişlerdir. Görünen o ki, silah teknolojilerinin etkinliğine dair yanlış algı Çanakkale Savaşı’nın hem üretilmesine hem de sürdürülmesine katkıda bulunmuştur. KAYNAKLAR ATASE, Birinci Dünya Savaşında Çanakkale Cephesi: 25 Nisan 1915 – 04 Haziran 1915. V. Cilt, II. Kitap, Ankara: Genelkurmay Basımevi, 2012. ATASE, Birinci Dünya Savaşında Çanakkale Cephesi: 04 Haziran 1915 – 09 Ocak 1916. V. Cilt, II. Kitap, Ankara: Genelkurmay Basımevi, 2012. B. H. Liddell Hart, History of the First World War. London: Pan Books Ltd, 1972. Barry R. Posen, The Sources of Military Doctrine: France, Britain, and Germany between the World Wars. Ithaca: Cornell University Press, 1984. Bülent Özdemir ve Mutaf Abdülmecit, Çanakkale Muherabatı: Cihan Harbinde Osmanlı Harekat-ı Tarihçesi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2012. C. F. Aspinall-Oglander, Military Operations Gallipoli: Inception of the Campaign to May 1915. London: Heinemann, 1929. Charles Glaser, “The Security Dilemma Revisited.”World Politics 50, no. 1 (Ekim 1997): 171-201. Edward J. Erickson, “Strength against Weakness: Ottoman Military Effectiveness at Gallipoli, 1915.”The Journal of Military History 65, no. 4 (Ekim 2001): 981-1011. Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War. Connecticut: Greenwood Press, 2001. Feroz Ahmad, From Empire to Republic: Essays on the Late Ottoman Empire and Modern Turkey. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008. Gunther E. Rothenberg, “Moltke, Schliffen, and the Doctrine of Strategic Envelopment.”Makers of Modern Strategy: from Machiavelli tothe Nuclear Age içinde, düzenleyen Peter Paret, 296-325. Princeton: Princeton University Press, 1986. Hajo Holborn, “The Prusso-German School: Moltke and the Rise of the General Staff.”Makers of Modern Strategy: from Machiavelli to the Nuclear Age içinde, düzenleyen Peter Paret, 281-295. Princeton: Princeton Uniersity Press, 1986. Savunma-Saldırı Dengesi ve Çanakkale Savaşı 111 Herwig, Holger H. “Strategic Uncertainties of a Nation-State: PrussiaGermany, 1871-1918.”The Making of Strategy: Rulers, States, and War içinde, düzenleyen Williamson Murray, MacGregor Knox ve Alvin Bernstein, 242-277. Camberidge: Cambridge University Press, 1994. Jack Snyder, Myths of Empire. Ithaca: Cornell University Press, 1991. John H. Herz, “Idealist Internationalism and the Security Dilemma.”World Politics 2, no. 2 (1950): 157-180. Martin Gilbert, “Churchill and Gallipoli.”Gallipoli: Making History içinde, düzenleyen Jenny Macleod, 14-43. London: Frank Cass, 2004. Michael Hickey, Gallipoli . London: John Murray, 1995. Mustafa Aksakal, The Ottoman Road to War in 1914: The Ottoman Empire and the First World War. Cambridge: Cambridge University Press, 2008. Rezzan F. Ünalp, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin Kuzey Afrika’ya Yönelik Askeri Faaliyetleri. Ankara: Genelkurmay Basımevi, 2014 Robert Jervis, “Cooperation under the Security Dilemma.”World Politics 30, no. 2 (Ocak 1978): 167-214. Robert Jervis, “War and Misperception.”Journal of Interdisciplinary History 18, no. 4 (Bahar 1988): 675-700. Robert Jervis, Perception and Misperception in International Politics. Princeton: Princeton University Press, 1976. Robert Rhodes James, Gallipoli. London: Batsford, 1965. Stephen Van Evera, “The Cult of the Offensive and the Origins of the First World War.”International Security 9, no. 1 (Yaz 1984): 58-107. Stephen Van Evera, Causes of War: The Structure of Power and the Roots of War. Ithaca: Cornell University Press, 1999. Thomas J. Christensen ve Jack Snyder, “Chain Gangs and Passed Bucks: Predicting Alliance Patterns in Multipolarity.”International Organization 44, no. 2 (Bahar 1990): 137-168. Tim Travers, “Liman von Sanders, the Capture of Lieutenant Palmer, and Ottoman Anticipation of the Allied Landings at Gallipoli on 25 April 1915.”The Journal of Military History 65, no. 4 (Ekim 2001): 965-979. Tim Travers, “The Ottoman Crisis of May 1915 at Gallipoli.”War in History 8, no. 1 (2001): 72–86. Winston Churchill, The World Crisis. 1923. Zachary C. Shirkey, Is This a Private War or Can Anybody Join? The Spread of Interstate War. Surrey: Ashgate, 2009. 5 Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları’nın Uluslararası İlişkiler Teorileri Açısından Değerlendirilmesi Gürol Baba* GİRİŞ Çalışma Çanakkale Cephesi’nin açılmasına neden olan faktörleri, Doğu Sorunu (The Eastern Question) üzerindeki Büyük Güçlerin çıkar çatışmaları çerçevesinde ele alınarak değerlendirmektedir. İlgili değerlendirme tarihi ve teorik olmak üzere iki bölümde ele alınmaktadır. Birinci bölüm, Doğu Sorunu Çerçevesinde Büyük Güçlerinin stratejilerini genel bir biçimde değerlendirmekte ve Çanakkale Savaşları’nın sadece Birinci Dünya Savaşı’ndaki son dönem gelişmelerin değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesine değin dayanan çok uzun dönemli oluşumların bir sonucu olduğunu ispatlamaya çalışmaktadır. İkinci bölüm, bu oluşumları uluslararası ilişkiler teorileri kapsamında bir örnek olay olarak irdelemektedir. Bu irdeleme yapılırken, çoğulcu bir yaklaşım izlenerek, ilgili gelişmelere aydınlatıcı bir yorum getirebilecek tarzdaki uluslararası ilişkiler teorilerinden uygun olanları ele alınmıştır. DOĞU SORUNU VE BÜYÜK GÜÇLERİN** OSMANLI İMPARATORLUĞU ÜZERİNDEKİ STRATEJİLERİ Orta Doğu’nun sınırları, Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar, Osmanlı Devleti’nin Asya ve Afrika’daki toprakları olarak tanımlan- * ** Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü. Çalışmamızda, “Büyük Güçler” den kastedilen, İngiltere, Fransa, Rusya ve Avusturya-Macaristan’dır. Ancak Almanya ve İtalya da, ulusal birliklerini sağladıktan sonra bu gruba katılmışlardır. 114 Gürol Baba mıştır. Çalışmanın temel vurgularından biri olan Doğu Sorunu, bu dönemdeki en köklü problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Doğu Sorunun süregeldiği bölge ise, Mısır’dan başlayıp Türk Boğazları’na kadar bir hilal çizerek uzaması nedeniyle Verimli Hilal adı verilen coğrafyadır. Doğu Sorunu adı verilen, Osmanlı İmparatorluğu’nun Büyük Güçlerce parçalanma sorunsalının ortaya çıkışındaki temel sebep, Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine girmesiyle birlikte gücünü kaybetmeye başlamasıdır. Bu oluşumla birlikte Büyük Güçler, 18. yüzyıldan itibaren Verimli Hilal bölgesine nüfuz etmek için her tür fırsatı değerlendirmeye başlamışlardır. Söz konusu dönemle birlikte bölgede, Büyük Güçlerin çıkar çatışmalarının giderek artan bir şiddete sahip olduğu görülmektedir. Büyük Güçlerin, çıkar çatışmaları sonucunda bir araya gelip paylaşım temelli bir işbirliği oluşturamamaları, bu devletleri “oldu-bitti” politikalarına yöneltmiştir. Söz konusu politikalar da, beklenenin aksine, herhangi bir devletin tek başına bölgeye hakim olmasına engel olmuştur.1 Hatta, tek başına hakim olmak bir yana, çıkarlar arasındaki dengeyi bozucu en ufak bir hareket dahi, doğrudan diğer tarafları harekete geçirmektedir. Bu şekilde denge, dengeyi bozucu devletin sınırlandırılması şeklinde yeniden kurulmaktadır. Esas olarak bu dengeyi sağlayan unsur ise, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğüdür. Bir başka deyişle, zayıf bir Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü bu güçler açısından, sadece bireysel çıkarları için bir kayıp veya kazanç konusu değil aynı zamanda, tümünün refahının dayandığı uluslararası sistemin istikrarını sağlayan bir unsurdur. 19 yüzyılın başında, bu güçlerden hiçbirinin tek başına, Osmanlı Devleti’ni sona erdirecek kadar güçlü olmaması, ayrıca hiçbirinin de Osmanlı’ya karşı birleşmek istememesi de, yukarıda belirtilen neden yanında Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün bir süre daha devam etmesine neden olmuştur.2 Diğer yandan, Doğu Sorunu’nu tarafların mutlak kazançları anlamında ele alacak olursak, Osmanlı Devleti’nin egemenliği bölgede zayıfladıkça, bu kazançlar birbirine o kadar zıt bir hal almıştır ki, bir Büyük Gücün elde ettiği ayrıcalık, diğeri için doğrudan bir kayıp haline gelmektedir. Kaldı ki, Büyük Güçlerin Bölgedeki çıkarları birbirleriyle zıt oldukları kadar iç içedir de. Ulusal birliklerini tamamlayan Almanya ve İtalya, ayrıca İngiltere tarafından, soruna ta1 2 Carl L. Brown, International Politics and the Middle East; New York, Princeton University Press, 1984. Yahya Armajani, Middle East Past and Present; New Jersey, Prentice Hall, 1970 Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları 115 raf haline getirilmeye çalışılan Yunanistan, kendi çıkarları ile Doğu Sorunu’na dahil oldukça, Orta Doğu’daki durum daha da karmaşık bir hal alacaktır. Doğu Sorunu’nun en can alıcı noktası, Osmanlı başkentinin de bulunduğu Verimli Hilal’in kuzey ucu yani Türk Boğazları’dır. Bu bölge üzerinde Büyük Güçlerin ulusal çıkarlarını en üst düzeyde tatmin edecek yeni bir rejim, Doğu Sorunu’nun topyekün çözümünde her zaman kilit bir role sahip olacaktır. Çanakkale Harekatı’na karar verilişi de, her ne kadar 1914 sonbaharında, Birinci Dünya Savaşı’nın Batı cephesinde ortaya çıkan kilitlenmenin bir sonucu olarak görülse de, temelde bu gerçeğe dayanmaktadır. Başka bir deyişle; Doğu Sorunu, Verimli Hilal bölgesinin paylaşımı ile ilgili bir sorun olarak görülse de, bu bölgedeki sorunların tümü bir zincir şeklinde Türk Boğazlarına dayanmaktadır. Boğazların ve İstanbul’un yönetimi konularında getirilecek herhangi yeni bir düzenleme Büyük Güçlerin, sorunu değerlendirme şeklini de değiştirecektir şeklindeki bir yorum yanlış olmayacaktır. Bu çerçevede Çanakkale Harekatı, Osmanlı Devleti’ni sona erdirerek, başta Doğu Sorunu’nun her döneminde farklı boyutlarda ve sürekli artan bir öneme sahip olan Türk Boğazları olmak üzere, Osmanlı topraklarının paylaşımını hedeflemesi anlamında, Doğu Sorunu’nun çözümü konusundaki en önemli oluşumlardan biridir. Daha önce de belirtildiği gibi, Osmanlı üzerindeki paylaşım çabalarını körükleyen uluslararası çıkarlar arasında bir uzlaşma kurulamamıştır. Bu nedenle Büyük güçlerden her biri sadece kendi çıkarını geliştirmeye çalışırken, ister istemez diğeriyle çelişir bir ortama sürüklenmiştir. Bu durumu çözmek için bir anlaşmaya da varamadıklarından, en azıdan, mümkün olduğunca uzun bir dönem bölgeden, gerekli ekonomik ve stratejik kazançları elde etme yoluna gitmişlerdir. Böyle bir politikanın uygulanabilmesi için de, Osmanlı gibi zayıf bir egemenin, bölgedeki varlığını sürdürmesi gerektiği açıktır. Diğer taraftan, Osmanlı Devleti de 19. yüzyıl. ile birlikte, Avrupa’daki değişen güç dengelerine ayak uyduramadığı için, zaten dış tehditlere karşı büyük ölçüde savunmasız kalmıştır Ancak coğrafi yerleşimi, yani sahip olduğu coğrafyanın jeostratejik önemi, bu kadar yoğun dışsal tehdide rağmen, bir anda yıkılıp gitmesine de engel olmuştur. İşte bu durum, geçici de olsa Osmanlı’nın toprak bütünlüğü ve egemenliğini, uygulaya geldiği “denge politikası” ile korumasını sağlamıştır. Bu politika kısaca Osmanlı yönetiminin, Büyük Güçlerin Orta Doğu konusundaki çelişen çıkarları arasında, dönemsel olarak kendisine müttefik olacak devlet veya 116 Gürol Baba devletler grubuyla ittifaka girmesini öngören, çok yönlü bir ilişkiler sistemi olarak tanımlanabilir. Denge politikası da temelde, Doğu Sorunu’nun en önemli öğesi olan Boğazlar eksenine dayanmaktadır ve bu nedenle Boğazlar, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğü’nün korunmasında etkili olabilmiştir. Bu unsurlara ek olarak Doğu Sorunu’nda, Büyük Güçler arasında sadece çıkar çatışmasının değil, ciddi bir güven krizinin yaşandığını da belirtmek gerekir. Bu güven krizini yaratan en önemli faktör, Rusya’nın Türk Boğazları konusundaki duyarlılığıdır. Rusya’nın kendisi için son derece hayati olan bu bölgeler için, eğer gereken tavizleri elde ederse, özellikle Üçlü İtilaf ’ın (1907) kuruluşu sonrasında, karşı bloktan bir güç ile bile ayrı bir anlaşmaya girebileceği şüphesi, İngiltere ve Fransa’nın Doğu Sorunu çerçevesindeki başlıca endişesi olmuştur. Hatta aynı endişe Birinci Dünya Savaşı’nda da giderilememiştir. Bu çerçevede, Çanakkale Cephesi her ne kadar görünürde Rusya’ya yardım amacıyla seçilmiş olsa bile, gerisinde Rusya’yı kontrol etme amacının bulunabileceğini de göz önüne almak gerekir. 1871 yılıyla birlikte, söz konusu bu şemaya (Fransa-Rusya-İngiltere arasındaki) Birinci Dünya Savaşı’na neden olan genel krizi tırmandıran en önemli aktörlerden biri olan Almanya da, ulusal birliğini sağladıktan sonra katılacaktır. Almanya’nın uluslararası arenada, ve çok geçmeden sömürgecilik rekabetinde, etkisini arttırmaya başlamasıve bu çerçevede, özellikle II. Wilhelm yönetimiyle birlikte Osmanlı Devleti’ne yaklaşması, Büyük Güçlerin Osmanlı’ya ilişkin görüşlerini de değiştirmeye başlamıştır. 3 Bu durum Osmanlı Devleti’nin; egemenliğini ve toprak bütünlüğünü koruyabilmek için, dönemsel olarak Büyük Güçlerin çelişen çıkarları arasında değişen ittifaklara girmesini öngören, çok yönlü bir ilişkiler sistemi olarak tanımlanabilecek; denge politikasının yön değiştirmesine neden olmuştur. Bunun Büyük Güçlerin çok taraflı ilişkileri anlamındaki sebebi, ulusal birliğini sağlayan Almanya’nın Avrupa’da mevcut ekonomik ve askeri rekabeti tırmandırmaya girişmesine bağlı olarak, karşısına aldığı İngiltere, Rusya ve Fransa’nın birbirleriyle yaptıkları ittifak anlaşmalarıdır. Bu anlaşmalar sonrasında Almanya ve sömürge rekabetinde yanına müttefik olarak aldığı Avusturya-Macaristan hariç, Büyük Güçler Osmanlı’ya olan desteklerini çekmiş ve dahası, Doğu Sorunu’nun çözümü için Osmanlı’nın parçalanmasını savunmaya başlamışlardır. 3 Paul Kennedy, The Realities Behind Diplomacy; George Allen Unwin, London, 1981 Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları 117 Almanya’nın sömürge yarışına girişi, ordu ve donanmasını ciddi ölçüde kuvvetlendirmesi, bu durumdan tedirgin olan Avrupa’nın diğer güçleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya’yı da kendi aralarında birleşmeye itmiştir. Bu kutuplaşmada, özellikle İtilaf Güçlerinin kısa vadeli “güvenlik ikilemlerini” çözme hedefinde olduklarını görüyoruz. İtilaf Güçleri’nin, kısa vadeli güvenlik çıkarları temelinde örgütlenişleri, Birinci Dünya Savaşı boyunca da ortak bir strateji güdememelerine de hatta, uzunca bir süre savaşın gidişatı ile genel bir strateji geliştirebilecekleri bir toplantı yapamamalarına sebep olmuştur. http://www.huffingtonpost.co.uk/2015/04/24/remarkable-gallipoli-pictures-show-the-firstworld-war-battlefield-then-and-now_n_7065450.html ( 24.06.2015 tarihinde erişilmiştir). Almanya’nın Orta Doğu ve Osmanlı Devleti’ne yaklaşmasında uyguladığı en temel politika, Doğu Politikası ve bu politikanın en somut öğesi de Berlin-Bağdat Demiryolu Projesi’dir. Proje görünüşte, Osmanlı’yı ekonomik ve siyasal olarak bütünleştirmeyi hedeflemektedir. Ancak, sadece Anadolu ile sınırlı kalmayıp, İngiliz ve Fransız etki bölgelerini de öngören birtakım hususlar içermesi; esas amacın Almanya’nın Orta Doğu’ya yerleşip bu bölgede etkin bir denetim kurabilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Boğazlar ve Orta Doğu’ya egemen bir Almanya ise, İtilaf Devletlerinin hiçbirinin 118 Gürol Baba planlarına uymamaktadır. Osmanlı‘nın yıkılması öngörülürken, hiç beklenmeyen bir aktörün, hem de Almanya gibi karşı kutbun liderinin Osmanlı topraklarının paylaşım şemasına dahil olması, bu devletlerin Osmanlı hakkındaki tüm stratejilerini alt üst edecektir. Fakat her iki bloğun da henüz savaşa hazır olmamaları, birbirleri hakkındaki şüpheleri tırmandırmaktan çok, öncelikle Bağdat Demiryolu ve Orta Doğu’daki etki alanlarını saptamak için, aralarında anlaşmaya gitmelerine sebep olmuştur. Yalnız, Almanya bu anlaşmalar yapılırken, mümkün olduğunca siyasal öğelerden kaçınarak, bölgede ekonomik çıkarlara sahip olmayan Rusya’yı dışlayabilmek için, daha çok ekonomik çıkarlar üzerinde durmuştur. Bölgede ekonomik çıkarlara sahip en önemli ülke, kapitülasyonlardan yararlanarak Osmanlı da çok ciddi yatırımlara girmiş olan Fransa’dır, öte yandan İngiltere’nin de Osmanlı topraklarında önemli yatırımları vardır. Fakat İngiltere’yi, bu çerçevede bölgedeki diğer devletlerden ayıran en temel husus, 1913 yılında Anglo-Persian Petrol şirketinin Mezopotamya ve İran’da tespit ettiği ve işlenmeye uygun 6 milyon tonluk bir petrol rezervi konusunda bilgi sahibi oluşudur.4 Doğu Sorunu şeması içinde etki-tepki politikalarına yönelmiş olan Osmanlı İmparatorluğu kendisine yaklaşan Almanya’ya eğilim gösterirken, İtilaf Devletleriyle olan bağını da koparmamaya çalışmıştır. Ancak İtilaf Güçleriyle bağını koruyup, ittifak kurmaya çalışırken de, her hamlesinde de başarılı olamamıştır. Bu başarısızlığın sebepleri içinde, sadece askeri ve ekonomik gücünün yetersizliğini değil, 1914 Haziranı’na yaklaşılırken Avrupa’nın genel durumunu da değerlendirmek gerekir. Bu dönemde Rusya, Boğazlar konusunda sürekli olarak farklı çıkış yolları aramaktadır. İngiltere’ye yaptığı baskılar dışında her an Osmanlı veya Almanya ile de gizli bir ittifaka girme eğilimi içerisindedir. Oysa ki, Avrupa’nın artık genel bir savaşa yaklaştığı dönemde Doğu Cephesi’nde oldukça büyük bir insan gücüne sahip Rusya’nın Üçlü İtilaf ’tan ayrılması dengeleri ciddi bir biçimde bozacaktır. Dolayısıyla İngiltere, kontrollü bir biçimde Rusya’yı talepleri konusunda yatıştırma gayretindedir. Rusya’nın kendi Bloğundan (yani Üçlü İtilaf ’tan), Boğazlar üzerindeki emellerine karşı doğrudan ve sert bir tepki görmemesine rağmen, sürekli olarak kendisine müttefik bulma arayışı şu şekilde değerlendirilebilir; Rusya o dönemde yaşadığı sosyo-ekonomik sıkıntılardan dolayı sürekli güç kaybetmektedir ancak, topraklarında hayati çıkarları bulunduğu Osmanlı Devleti’nin parçalanma 4 Geoffrey Miller, Straits: British Policy Towards the Ottoman Empire and the Origins of Dardanelles Campaign; Hull, University of Hull Press, 1997 Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları 119 eşiğinde olduğu bir dönemde, bu paylaşımdan mahrum kalmak da istememektedir. Osmanlı’nın yıkılması ertesinde oluşacak güç boşluğunu tek başına dolduramayacak, hatta böyle durumda oluşacak ani gelişmeleri dahi kontrol edemeyecek oluşu da onu, sürekli olarak başka bir müttefik arayışına yöneltmiştir. Rusya’nın, Osmanlı topraklarının paylaşımından hedeflediği ana bölge, önce de altı çizildiği gibi, Boğazlardır. Rusya için, Boğazlar üzerinde Büyük Güçlerden herhangi birinin veya güçlü bir Osmanlı Devleti’nin egemenliği arasında, her iki durumda da yönetimin de etkin olmayacağı için, pek de bir fark yoktur. Öyleyse Rusya için temel hedef, Osmanlı’nın güçlenmesinin veya Osmanlı’nın yıkılıp oluşacak güç boşluğunun kendisi dışındaki Büyük güçlerle doldurulmasının engellenmesidir. Boğazlar söz konusu olduğunda, Rusya’nın Üçlü İtilaf içerisinde yaptığı anlaşmalar dahi geri plana itilebilmektedir. Zaten İtilaf Güçlerinin birbirleriyle yapmış oldukları ve Üçlü İtilafı kuran anlaşmalar, salt askeri temelli değildir. Salt askeri temelli olsa dahi, İngiltere ve Fransa’nın Rusya ile iletişim kanalları Osmanlı’nın savaşa girmesi durumunda kapanacaktır. Öte yandan İngiltere’nin kıtadaki muharebelere yardımda bulunacak düzeyde geniş kara kuvvetleri bulunmamaktadır. Fransa da zaten savaş başladığında Almanya ile uğraşacaktır. Yani bir bakıma Rusya’nın, müttefiklerinin askeri güçlerine güvenmemekte haklı olduğunu belirtilebilir. Rusya, müttefiklerinden yardım alamadığı takdirde, Doğu Cephesine sıkışacaktır ve bu durumda tek çıkış yolu Boğazlar olacaktır ki, Rusya hiçbir Büyük Güç ile bu bölgeyi paylaşma niyetinde değildir. Rusya için en iyi koşulda, eğer Boğazlar Almanya’nın elinde kalmazsa, kendisine yardım için İngiltere ve Fransa buraya yerleşecektir. Bu durum da Rus tezine aykırıdır. Dolayısıyla, Rusya savaştan önce Boğazları kendi kontrolüne alıp, savaş süresince veya savaş sonunda kendisini, Boğazlar konusunda kurulacak yeni rejimin dışında bırakacak bir fiili durum ile karşılaşmak istememektedir. Savaş sırasında müttefiklerinden gereken yardımların geçişi için taşıdığı önemin dışında Türk Boğazları Rusya için, Ukrayna’daki endüstrileşme ve Baku’deki petrol endüstrisi için ciddi bir öneme sahiptir. Endüstrileşme için başta Fransa’dan olmak üzere almış olduğu yabancı borçları azaltarak dış ticaret dengesini kurması gerekmektedir bu amaçla ihracat yolunun yani Boğazların sürekli açık olması gerekmektedir. Ayrıca, Osmanlı devletinin endüstrileşme sonrasında zayıf olarak bölgede olmalı ve Rusya için bir pazar teşkil etmelidir. 120 Gürol Baba Kısacası, Rusya ile İtilaf devletleri arasında Boğazlar ekseninde sürekli ve önemli bir güven krizi vardır. Rusya bu bölge için İngiltere ve Fransa’ya güvenmezken, İngiltere ve Fransa da bu konuda Rusya’nın, ani ve tepkisel adımlar atabileceğinden veya kendisine verilecek tavizler karşılığında savaştan çekilebileceğinden hatta, Almanya ile ayrı bir ittifak anlaşması veya saldırmazlık paktına girebileceğinden endişe duymaktadır. Rusya’nın ciddi bir iktisadi bunalım içinde oluşu ve endüstrisi gelişmiş Almanya’nın, Osmanlı ile de müttefik olmasından dolayı Rusya’ya İngiltere’den daha etkin ve çabuk bir şekilde yardımda bulunabilecektir. Bu şüphenin savaş boyunca giderilemediğini görmekteyiz ve bu nedenledir ki, Rusya’nın İtilaf Devletlerine tam olarak entegre olmadığını dahi belirtilebilir. Doğu Sorunu çerçevesinde Rusya’nın İtilaf Güçleri’ne olan güvensizliğinin Türk Boğazlarıyla sınırlı olduğu söylenemez. İngiltere’nin çıkarları İran’ı, Doğu Akdeniz’i ve tüm Mezopotamya’yı içine aldığından ve Türk Boğazları da Rusya’nın bu bölgeye doğrudan çıkışını sağladığından, hem Rusya hem de İngiltere için özel bir önem taşımaktadır. Ancak İngiltere’nin bu çerçevede tek önem verdiği bölge Türk Boğazlarıdır, demek de doğru olmayacaktır. Kısacası İngiliz yönetimi, Rusya’nın söz konusu bölgeye inmesine neden olacak her türlü güzergaha tepkiseldir. Bu güzergah ister İran üzerinden isterse Afganistan üzerinden olsun İngiltere doğrudan karşı çıkacaktır. ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİLERİ EKSENİNDE ÇANAKKALE SAVAŞLARI Çanakkale Savaşları, Doğu Sorunu’nun merkezinde yer alan Verimli Hilal’in en sorunlu kesimi olan Türk Boğazlarını hedefleyen bir cephede yapılmıştır. Bu duruma ek olarak dönemin hemen hemen tüm Büyük Güçleri bu cephenin kapsadığı uluslararası suyolu üzerinde hayati sayılabilecek ekonomik, siyasi ve askeri çıkarlara sahiptir Verimli Hilal bölgesinin, uluslararası ilişkiler teorisyeni Mackinder’in de belirttiği gibi, Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemin stratejik merkez alanı (heartland)5 oluşu, yani bu coğrafyaya sahip olan devletin dünya güç dengesi içerisinde başat bir rol oynayabilme potansiyeli, bu Büyük Güçlerden herhangi birinin bu bölgeye tek başına sahip olmasını başından beri engellemiştir. Bu nedenle, Birinci Dünya Sa5 Halford Mackinder, “The Geographical Pivot of History”; Geographical Journal, Cilt 23, Sayı 4, 1904, 421-437. Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları 121 vaşı öncesi Büyük Güçler arasındaki dengede en önemli unsur, “Verimli Hilal’in paylaşımıdır” denilebilir. Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bu güçler, söz konusu bölgede kurulacak rejim konusunda bir fikir birliğine varamamışlardır. Bu durum Verimli Hilal üzerinde oynanan oyunu, bir “zero-sum game” haline getirmiştir. Yani taraflardan birinin kazancı doğrudan diğerinin kaybı olmaktadır. Bu oluşum, güç dengesi mekanizmasının işlemesini sağlayacak faktörlerin ortadan kalkmasının doğrudan bir sonucudur. Bunlar Henry Kissenger’in de vurgulamış olduğu, 3 başlık altında toplanabilir.6 İlk olarak, her devlet başka bir devletle ittifak yapmak için kendisini serbest hissetmelidir, ancak bu durumun 1890’da Bismarck görevden alınıncaya kadar devam ettiği görülür. Bundan sonra Büyük Güçlerin kurmuş olduğu koalisyonlar o kadar katı bir hal alırlar ki, hangi amaç için bir araya geldiklerini dahi unuturlar. İkinci koşul değişmez ittifakların varlığına rağmen, dengeyi sağlayan gücün, bu ittifakların hiçbirinin üstünlük elde edememesini sağlamasıdır. 1907’de Üçlü İtilaf kuruluncaya kadar İngiltere’nin oynadığı rol budur, fakat Almanya’nın sivrilmesine engel olamamıştır. Üçüncü koşul ise, ittifaklar arasında dengeleyici bir gücün olmaması durumunda, bir sorun çıktığında ittifak siteminin sağlayacağı esneklikle ya taviz verilerek ya da, ittifaklarda değişiklik yapılarak dengenin korunmasıdır. Bu şartlar ortadan kalkarsa, diplomasi katılaşır ve belli konularda, burada Türk Boğazları örneğinde görüldüğü gibi, seçenekler ve diplomatik yöntemler sınırlanır. Osmanlı’nın İtilaf Devletlerine ittifak anlaşması için yapmış olduğu başvuruların reddedilmesinin temel sebebi de budur. Osmanlı başvurularında devamlı olarak Boğazlar konusunda bir garantiyi ön koşul olarak sunmaktadır. Oysaki Boğazlar konusunda verilecek olan garantiler aynı zamanda, Osmanlı’nın toprak bütünlüğünün de korunması demek olduğundan, Büyük Güçler açısından Doğu Sorunu’nun çözülmesine engel teşkil etmektedir. Oysa ki, İtilaf Devletleri, Birinci Dünya Savaşı’na girerlerken Doğu Sorunu’na bir son vermeyi yani Osmanlı’yı sona erdirmeyi hedeflemişlerdir. Bu da Goeben ve Breslau savaş gemileri, Rus limanlarını bombalamasa da Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı’na gireceğini göstermesi açısından önemlidir. Goeben ve Breslau olayından önce, Osmanlı Devleti’nin İngiltere ile diplomatik bağları zaten oldukça gevşemiştir. Öte yandan, 2 Ağustos 1914’te, Osmanlı Devleti Almanya ile ittifak anlaşması imzalamıştır. Dolayısıyla, Osmanlı Devleti’ni parçalamayı düşünen İtilaf Güçlerinden tamamıyla uzaklaşmıştır. 6 Henry Kissinger, Diplomasi; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 1994. 122 Gürol Baba Kısacası, Goeben ve Breslau savaş gemilerinin Çanakkale Boğazı’na girmesinden öncesinde dahi, Osmanlı Devleti’nin savaşa girişi için diplomatik bir altyapı oluşturulmuştur. Osmanlı Devleti’nin savaşa girişini, Mikrokosmik Çatışma Teorilerine göre değerlendirecek olursak; 17. yüzyılın sonundan itibaren sürekli olarak Büyük Güçlerin baskılarına ve tehditlerine maruz kalan Osmanlı Devleti, Almanya ile ittifak kurmasıyla bu tehdidin en yüksek haliyle karşı karşıya kalmıştır. Söz konusu teorik yaklaşımda da vurgulandığı üzere, bir toplumun organize olmuş bir güç birliğine karşı mücadeleye girişebilmesi için, öncelikle organize olmuş birlikten gelen tehdidin artık en ciddi boyutuna ulaşmış diğer yandan da mücadele girecek olan toplumun bu mücadele için gereken hazırlıklılığa sahip olması gerekmektedir.7 Büyük Güçlerin artık açıkça Osmanlı Devleti’nin egemenliliğini ve toprak bütünlüğünü sona erdirme niyetinde olmaları ve Osmanlı Devleti’nin 2 Ağustos 1914 tarihinde Almanya ile sonuçlandırmış olduğu ittifak anlaşması, yukarıda sayılan iki koşulun da sağlandığını göstermektedir. Böyle bir durumda, toplum siyasi, ideolojik, ekonomik, sosyo-kültürel yapısına yönelen tehditleri ortadan kaldırmak için, öncesinden daha saldırgan ve hevesli olabilir. Osmanlı Devleti’nin savaşa girer girmez, Sarıkamış operasyonunda çok kayıp vermesine rağmen, Rusya üzerine düzenlediği operasyona devam etmesi ve Çanakkale Cephesi’nde göstermiş olduğu kararlılık, bu duruma örnek olarak gösterilebilir. Realist teorisyenlerin devletler arası ilişkiler genel şeması için ortaya koydukları gibi, Doğu Sorunu ve Birinci Dünya Savaşı içerisinde yapılmış olan ittifaklar kaygandır ve bunlar içerisinde devletler, büyük ölçüde mutlak çıkarları çerçevesinde hareket ederler. Ulusal güvenlik sorunları devletlerin gündemlerinin en temel konusudur. Bu nedenle dış politika yapım sürecindeki bir rasyonel karar alıcı öncelikle güvenliğini arttırmayı hedeflemelidir. Ancak bunu yaparken hiçbir zaman bir tek devlete veya devletler grubuna güvenmemelidir, çünkü uluslararası ilişkilerde her zaman “aldatma” sorunsalı vardır oysa ki buna karşı cezalandırmada bulunacak bir uluslararası otorite yoktur. Bu sebeplerden dolayı devletler, uluslararası arenada sadece kendi kabiliyetlerine güvenebilirler. Bu kavram kendi kendine yardım olarak belirtilebilecek “self-help”tir.8 Bu duru7 8 Elton B. Mc NEIL, The Nature of Human Conflict; Prentice Hall, Englewood Cliffs, 1965. Benjamin Frankel (ed.), Realism: Restatements and Renewal; London, Frank Cass, 1996, s. 128-130. Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları 123 mu en açık olarak İngiliz, Rus ve Fransız ilişkilerinde görmekteyiz. Üçlü İtilafın kuruluşuna kadar, hatta Birinci Dünya Savaşı içerisinde bile bu güçler arasında tam bir güvenin olmadığını ve her birinin, devamlı olarak aldatılma tehlikesine karşı hazırlıklı davranmaya çalıştığını görüyoruz. Bu durum için şöyle bir saptama yapmak uygun olacaktır, Birinci Dünya Savaşı için savunma amaçlı kurulan ittifaklar, tarafları, kaçınılmaz yükümlülükler altına sokmuştur. Bu durum özellikle İtilaf Bloğu için geçerlidir. Çıkarlar kesin olarak belirlenmediği için taraflar esnek davranmış ve ittifaklara bel bağlamamaya çalışmışlardır. Siyasi karar alıcıların da, savaş boyunca büyük ölçüde askeri karar alıcıların etkisi altında kalmaları, bu esnekliğe fazla izin vermediği için ittifaklar devam etmiştir. Savaşın başında blokların ortaklaşa kararlaştırdıkları ve çok yakın görülen hedeflerin gittikçe uzaklaşmaları ise tarafların ittifaklardan kopamamalarına sebep olmuştur. Fransa, İngiltere’ye topyekün bir kıta savaşına girmeyeceği inancıyla güvenmezken; İngiltere ile birlikte Rusya’nın Boğazlar konusunda Almanya veya Osmanlı ile ayrı bir anlaşma yapabilmesi tehlikesine karşı Rusya’dan kuşkulanmaktadır. Özellikle de savaş öncesi dönemlerde kurulan ittifaklarda çıkarları yeterince tatmin edilmemiş tarafların, karşı kutba kayabilme ihtimali mevcuttur. İngiltere’nin, Rusya’nın Almanya ile ittifak yapabilme ihtimalini ve Rusya’nın da İngiltere ve Fransa’nın kendisinden ayrılabileceğini düşünmelerinin sebebi budur. Uluslararası entegrasyon teorileri bu durumu ittifakların istikrarsızlığı olarak nitelendirirler. Bu anlamda, George F. Liska ve William Riker’e göre, bir ittifak modelini sona erdirecek en önemli oluşum, taraflardan birinin karşı bloktan biriyle ayrı bir anlaşmaya girmesidir ki.9 Bu teori çerçevesinde değerlendirildiğinde Rusya’nın Almanya veya Osmanlı Devleti ile anlaşma yapması Üçlü İtilaf ’ı sona erdirebilecektir. Yukarıda belirttiklerimizin ötesinde, Doğu Sorunu çerçevesinde İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki ilişki, Sistem Teorisyenlerinden Morton A. Kaplan’ın ortaya koyduğu birimlerin davranış şekilleri şemasına da uymaktadır.10 Taraflardan her biri savaşmak yerine birbirleriyle anlaşma yolunu seçmekte, ancak bu sırada bireysel güçlerini arttırmaktadır. Diğer bir yönü, bu anlaşma sistemi, taraflardan 9 George F. Liska, Nations in Alliance: The Limits of Interdependence; Baltimore, Johns Hopkins Press, 1962; William H. Riker, The Theory of Political Coalitions; New Haven, Yale University Press, 1962. 10 Morton A. Kaplan, New Approaches to International Relations; New York, St. Martin’s Press, 1968. 124 Gürol Baba herhangi birinin veya yeni bir aktörün, bu çalışmaya göre söz konusu aktör Almanya’dır, sisteme egemen olmasını engellemeyi hedefler. Son olarak, anlaşmanın tarafları yenilgiye uğramış veya zayıf olan aktörlerin, burada Osmanlı Devleti, sistem içinde varlığını sürdürmesine izin vermektedirler. Almanya’nın coğrafi olarak Rusya ve Fransa ile çevrilmiş olmasının sonucu militarizminin körüklenmiş olması, Boğazlar üzerindeki İngiliz-Rus çatışması, Balkanlarda Avusturya-Rusya çekişmesi, İngiltere’nin Hindistan yolunun güvenliğini sağlama çabası ve Fransa’nın Yakın Doğu’daki çıkarlarının yarattığı sorunlar diplomatik yöntemlerin çözebileceğinin çok ötesine geçmişti ve bu durum da, Avrupa Güç Dengesini kökten değiştirecek ve Osmanlı Devleti’nin sonunu getirecek olan Birinci Dünya Savaşı’nın patlak vermesine sebep olmuştur. Burada Doğu Sorunu’na tekrar dönecek olursak, Orta Doğu’da oynanan oyunun uluslararası ilişkilerde işbirliği teorilerindeki belli unsurlara uyduğunu da belirtmek gerekir. Söz konusu teorilerin yan ödemeler (side payments)11 başlığında geçtiği gibi eğer bir işbirliği şemasına katılacak olan aktörlerin sayısı artarsa, o işbirliğini oluşturmak için çok daha fazla seçenek oluşur. Ancak Boğazlar sorununda görüldüğü gibi, eğer aktörlerin çıkarları birbirleriyle çelişiyorsa, işbirliği şemasını kurmak gittikçe zorlaşır. 1807’de Napolyon, Tilsit’te Rusya’ya Türk Boğazlarından serbest geçiş hakkını tanımamıştır. Kırım Savaşı’nda Rusya’ya karşı birleşen İngiltere ve Fransa da Rusya’nın İstanbul’u ele geçirmesini engellemişlerdir. 20. yüzyılda ise Hitler Sovyetler Birliği’nin Boğazlar bölgesi ve İran Körfezi’ndeki, “meşru çıkarları” dediği hakları reddetmiştir. 1947’de Truman Doktrini ve Merkezi Antlaşma Örgütü (CENTO)’nün kuruluşu da bu bölgedeki devletleri Sovyet yayılmacılığına karşı korumak içindir. Sadece bir defa, Çanakkale Savaşları sırasında, 1915 tarihli Londra Anlaşması’nda, Avrupa Devletleri, Boğazlar bölgesini Rusya’ya bırakmışlardır. Bu da, Osmanlı Devleti’ni, Rusya’nın aktif olmadığı bir harekat ile yenilgiye uğratarak ve Osmanlı topraklarında yapılacak paylaşımları Rusya olmadan yapabilmek için kullanılabilecek bir manevra izlenimi vermektedir. Çanakkale Savaşları, uluslararası ilişkilerdeki bir başka gerçeği göstermesi açısından da önemlidir. Uluslararası arenada daimi dostluklar ve düşmanlıklar yoktur.12 Süveyş Kanalı’nın açılışına, hatta 11 Joseph Grieco, Cooperation among Nations; Ithaca, N.Y., Cornell University Press, 1990. 12 David Brown, Palmerston and the Politics of Foreign Policy, 1846-1855; Manches- Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları 125 Üçlü İtilaf ’ın kuruluşuna kadar İngiltere ile Rusya Boğazlar üzerinde çekişmekteydiler, ancak birinci Dünya Savaşı konjonktürel gelişmeleri onları, Mart 1915’e taşıdı ve İngiltere, Rusya’nın Boğazlar üzerindeki taleplerini kabul etti. Elbette, Çanakkale Savaşlarını, sadece Doğu Sorunu’na endeksleyip, Birinci Dünya Savaşı’ndan soyutlayarak değerlendirmek de doğru olmayacaktır. Bu savaşlar, Birinci Dünya Savaşı’nın kaderini belirleyen en önemli cephelerden birini de oluşturur. Ayrıca bu cephe, Osmanlı’nın başkentine yakın oluşu ve bu nedenle kaybı sonucunda tüm ülkenin elden gitmesi şeklinde bir tehlikeyi barındırdığı için olsa gerek Osmanlı’nın en başarılı olduğu cephedir. Birinci Dünya Savaşı sürecinde, Çanakkale Cephesi’nin diğer alternatifler arasından tercih edilmesindeki en önemli sebep, İtilaf Devletleri için çok sayıda fırsatı bir arada getirmesidir. Bir taraftan Rusya’ya yardım edilecekken diğer taraftan Osmanlı sona erdirilecek ve Almanya’nın Doğu’daki müttefiki ortadan kaldırılacaktır. Bu şekilde Doğu Sorunun da çözüleceğine inanılmaktadır. Almanya Osmanlı’nın parçalanmasıyla Doğu’da Rus desteğiyle birlikte sıkıştırılacak ve savaş böylece sona erecektir. Ancak 1915 yılında İngiltere ve Fransa’nın ekonomik ve askeri durumları değerlendirilecek olursa, her ikisinin de Rusya’yı içinde bulunduğu dar boğazdan çıkarabilecek malzemeye sahip olmadığı görülmektedir. Diğer taraftan, o dönemin lojistik imkanlarını da göz önüne alacak olursak, Osmanlı Devleti yıkılmış olsa da Fransız ve İngiliz Orduları, İstanbul’dan Flanderlere uzayan bir rotayı kat edecek hıza ve yeterli sayıda birliğe sahip değildir. Bu kadar uzun bir cephe boyunca kaybedilecek asker miktarını bir kenara bırakalım, İngiltere Çanakkale Cephesi’ne bile ilk başta kara ordusu göndermeyi reddetmiş sadece bir deniz operasyonu ile saldırılmasına karar verilmiştir. Dolayısıyla ne İngiltere’nin, ne de yine Çanakkale cephesine asker gönderilmesine baştan beri karşı çıkmış Fransa’nın, Doğu’da daha fazla asker kaybına tahammülleri yoktur. Çanakkale Cephesinde başarısız olununca, Selanik’e, yani Almanya üzerine yürüyebilmek için daha rahat hazırlanılıp harekat düzenlenebilecek bir yere çıkarma yapılmasına karşılık bu plan başarısız olmuştur. Bütün bunlar göz önüne alındığında Çanakkale Cephesi’nin savaştaki kilitlenmeyi çözmekten çok, yani Osmanlı’yı sona erdirmek ve Rusya’ya gereken yardımı sağlamaktan çok, İngiltere’nin yerleşerek savaştan sonra Orta Doğu’daki gelişmeleri kontrol edebileceği bir üs veya Osmanlı’nın savaş sonunda yıkılmasıyla birlikte ortaya çıkabilecek güç boşluğunu doldurulması ter, Manchester University Press, 2002, s. 82-83. 126 Gürol Baba sırasında kendi çıkarları gereğince idare edebileceği bir merkez olarak düşünüldüğü akla gelmektedir. Bu plan çerçevesinde İngiltere, Rusya’yı talepleri konusunda yatıştırma gayretindedir. Yalnız bunu yaparken de sürekli olarak, Rusya’yı ileride Boğazlarda kendi kontrolü altında bırakacak bir düzenleme peşindedir. Bunu Çanakkale cephesi’nin coğrafyası ve cephenin açıldığı tarihi değerlendirdiğimizde görebilmekteyiz. Eğer savaş sonunda İstanbul’un yönetiminde Rusya etkin olursa, İngiltere, Çanakkale Bölgesi’ndeki varlığıyla Boğaz geçişlerinde söz sahibi olmaya devam edecektir. Cephe’nin açıldığı tarihte ise Rusya bölgeye asker sevk edemeyecek durumdadır. Yalnız, İngiltere’nin savaş sonrasında da, Rusya’nın İstanbul’a hakim olmasını engellemeye çalıştığı genel kanısını ortaya konulabilir, çünkü Çanakkale’de açılacak bir cepheye mümkün olduğunca fazla sayıda aktörü, Yunanistan ve Japonya gibi, dahil etmeye çalışmıştır. Bunun sebebi, Japonya ve Yunanistan’ın göndereceği kuvvetlerle, Rusya’nın Çanakkale Cephesi’nde kilit bir askeri pozisyon elde etmesi güçleşecektir.13 (Tuncoku 2002) Bu şekilde, Mart 1915 Antlaşmasına rağmen İstanbul, Rus yönetimine bırakılmayacaktır. Rusya yerine İstanbul yönetiminde, İngiltere’ye çok daha yakın olan Yunanistan’ın bölgede savaş sırasında savaş sonrasında da, etkin olması sağlanacaktır. Rusya bu durumun farkında olduğundan Türk Boğazları konusundaki taleplerini, geri çekmemiştir. Rusya denizlere açılmanın kendi dış politikası için bu derece önemli oluşunu Uluslar arası İlişkiler Teorilerinden coğrafi faktörlerin güç ile olan ilişkisini inceleyen Alfred Thayer Mahan’ın da belirttiği gibi bir devletin ulusal gücünü maksimize edebilmek için deniz gücünü arttırması gerektiği teorisinden hareketle açıklanabilir.14 Mahan’a göre ulusal güç, coğrafi hareketlilikle paraleldir. Yani bir devlet denizlere hakim olduğu sürece coğrafi hareketliliğe, kara güçlerinden daha fazla sahip olacaktır. Rusya’nın denizlere hakim olması durumunda, zaten ciddi bir kara gücüne sahip olmasında dolayı Büyük Güçler içerisinde ilk sırayı alması muhtemeldir. Rusya’yı bu güce kavuşturacak olan da şüphesiz Türk boğazlarıdır. Rusya’nın sıcak denizlere açılma politikasının Rus yönetimi için ne derece önemli olduğunu anlayan İngiltere, sadece Verimli Hilal Bölgesi’nin kuzey ucunu değil, güney ucunu da benzer şekilde doğ13 A. Mete. Tuncoku, Çanakkale 1915: Buzdağının Altı; Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 2002. 14 Alfred Thayer Mahan, The Influence of Seapower upon History, 1660-1783; Boston, Little Brown and Company, 1897. Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları 127 rudan kendinin veya ulusal çıkarına yakın politikalar güden devletlerin etkisine sokmak istemeye yönelmiştir. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi, Birinci Dünya Savaşı’nın konjonktürü İngiltere’yi, Mart 1915 yapılan anlaşma ile Rusya’nın Türk Boğazları üzerindeki taleplerini kağıt üzerinde de olsa kabul etmesine neden olmuştur. Bu nedenle, Rusya’nın genişleyebileceği ve İngiltere’nin imparatorluk yolunu tehdit edebileceği bölge olan Doğu Akdeniz’i kontrolünde tutabilmek için Arap yerel liderlerle, Mekke Şerifi Hüseyin gibi, yakın ilişkiler kurmuş, Arap Bağımsızlık hareketini desteklemiş, 1914’te Kıbrıs’ı ilhak etmiştir. Hatta İsrail Devleti’nin kuruluşunda bir dönüm noktası olan 1917 Balfour Bildirgesi’nde dahi söz konusu bölgenin kontrolünü elde tutma hedefinin bulunduğu belirtilebilir. Çanakkale Cephesi’nin açılması ve sadece deniz operasyonunun yapılması karar verilişine, karar alma teorileri çerçevesinde baktığımızda başka bir yön karşımıza çıkmaktadır.15 Bu durum karar alma esnasında, karar alıcıların içinde bulundukları örgütsel veya kurumsal yapının karar almadaki önemidir. Bu yapı karar alıcıları ciddi bir biçimde kısıtlayabilir ve eğer karar bir grup tarafından verilecekse, grup içindeki belli kişi veya kişilerin alınacak kararı etkileyebilmelerini sınırlandırabilir. İngiliz Savaş Konseyi üyelerinden Sir John Fisher’in, Çanakkale Boğazı’na yapılacak operasyonun sadece deniz kuvvetleriyle yapılması durumunda başarısız olacağını vurgulamasına rağmen, yukarıda belirtildiği gibi İngiltere’nin buraya kara kuvveti göndermesinin çok zor olması nedeniyle, Fisher’in bu fikri dikkate alınmamıştır. Yani kurumsal yapı karar alıcıların bir kısmını karar alma sürecinden dışlayabilir. Bir başka deyişle, örgütsel veya kurumsal yapı, belli kişi veya grupları karar alma sürecinden dışlayarak, kendi “karar birimi”ni oluşturabilmektedir. Öte yandan, Çanakkale Cephesi’nin açılmasına karar verilmesi Realist teoriye göre de değerlendirilebilecek bir durumdur. Realist teorisyenlerden Robert Straus Hupé’nin de belirtmiş olduğu gibi, yönetici elitler içinden bir bireyin güç arayışı ve hırsı tüm toplumu saldırgan bir hale getirebilir.16 Özellikle de dış politika yapım sürecinde karar alıcılardan bir kısmının bu bireye uyum sağlaması alternatiflerin dikkatlice etüt edilmesine engel olabilmektedir. Çanakkale Cephesi’nin açılmasına karar verilmesi ve ilk operasyonun sadece deniz harekatıyla gerçekleştirilmesi konusunda İngiliz Birinci Deniz 15 James E. Dougherty, Robert L. Pfaltzgraff, Contending Theories of International Relations; New York, J.B. Lippincott Company, 1971. 16 Robert Strausz Hupé, Power and Community; New York, Frederick A. Preager, 1956. 128 Gürol Baba Lordu Winston Churchill’in, İngiliz Savaş Kabinesi’ndeki etkinliği bu duruma bir örnektir. SONUÇ Çanakkale Savaşları, Doğu Sorunu’nun çözümünü amaçlayan Büyük Güçlerin, Çanakkale Boğazı’nda kilitlenişlerinin sembolüdür. Her ne kadar bu savaşların sebepleri Birinci Dünya Savaşı’nda Batı cephesinin kilitlenişi gibi görünse de, kökleri Verimli Hilal bölgesinin paylaşımının ilk kez hedeflendiği 19. yüzyıl’a kadar uzanır. Büyük Güçlerinin Doğu sorunu üzerindeki politikaları ele alındığında Çanakkale Cephesinin hedeflediği bölge olan Türk Boğazları anlamında, söz konusu politikaların olağan bir sonucu olduğu öne çıkmaktadır. Orta Doğu’ya “oldu-bitti” politikalarıyla getirilmeye çalışılan çözümler bölgede siyasal ve ekonomik hedeflere sahip olanlarca hep kendi çıkarlarına zarar verecek boyutlarıyla değerlendirilmiştir. Bu nedenle söz konusu taraflar arası ilişkiler, fırsatçılık (opportunism) temelinde örgütlenmiştir. Büyük Güçler, Osmanlı’ya emperyalist bir çerçeve içerisinde, barışçıl bir biçimde nüfuz etmeye çalışmışlarsa da, yapılsaldan öte sadece pratik bir takım sonuçlar elde edebilmişlerdir. Hiçbir Büyük Güç, Osmanlı Devleti ile ilişkilerini tam bir emperyalist temele oturtamadığı gibi kalıcı etki bölgeleri de kuramamıştır. Bu nedenle, Verimli Hilal bölgesinin paylaşılması konusunda taraflar birbirlerinin çıkarlarına ancak, Sykes-Picot Anlaşması (1916) ile başlayan gizli anlaşmalar yoluyla rıza göstermişlerdir. İtilaf Devletleri, Verimli Hilal üzerinde düğümlenmiş çok sayıda çıkar olduğu için, Osmanlı’nın kolaylıkla etki alanlarına ayrılmayacağını fark etmişlerdir. Bu nedenle de, Doğu Sorunu’nu çözmek için öncelikle Osmanlı’yı parçalamaya yönelmişlerdir. Çanakkale Savaşları, bu amaca hizmet etmek için çıkmıştır. Kısacası, Çanakkale Cephesinin sadece Birinci Dünya Savaşı’nda Batı Cephesinde yaşanan kilitlenmeyi çözmek için açılan bir cephe olduğu belirtmek eksik bir ifade olacaktır. Çanakkale Cephesi’nin açılma kararı, Doğu Sorunu üzerinde süregelen güç dengesini sona erdirmeyi de hedefleyen bir stratejidir. Çanakkale Cephesi’nin açılışına kadarki sürede Doğu Sorunu değerlendirilirse, güç dengesi ilkelerinin hemen hemen tümünün uygulandığı görülebilir: toprak tavizleri, ittifaklar, etki alanlarının belirlenmesi, müdahaleler, diplomatik pazarlıklar, anlaşmalar ve Doğu Sorunu Bağlamında Çanakkale Savaşları 129 nihayetinde, Çanakkale Savaşları ile “savaş”. Çanakkale Cephesi’nin açılışına kadar, Doğu Sorunu konusunda başta İngiltere olmak üzere tüm Büyük Güçler güç dengesini korumaya çalışmışlardır. Ancak karşı bloğun lideri Almanya’nın da bu şemaya katılmasıyla kullanılacak taktikler tükenmiş ve sonuçta yeniden dengeyi sağlayabilmek için savaşa karar verilmiştir. Çanakkale Savaşları’na yol açan gelişmelerin birden fazla uluslar arası ilişkiler teorisi çerçevesinde değerlendirilmesi ise çalışmamızın ikinci bölümünde uyguladığımız çoğulcu yaklaşımın bir sonucudur. Bu yaklaşımın tercih edilmesindeki en önemli sebep sosyal bilimlerdeki oluşumların tek bir teoremle değerlendirilmesinin eksik/ yetersiz bir takım sonuçlara sebebiyet verebileceğidir. Bu nedenle, Çanakkale Savaşları’na sebep olan faktörler ve söz konusu süreç boyunca meydana gelen önemli dönüm noktaları güç dengesi, realizm, sistem teorisi, mikrokosmik çatışma teorileri ve jeopolitik çerçevesinde ele alınarak irdelenmeye çalışılmıştır. KAYNAKLAR A. Mete Tunçoku ve C. Taşkıran, Çanakkale, Churchill ve Anzaklar, Genel Kurmay Basım Evi. Ankara,2000. A. Mete Tunçoku, Çanakkale 1915: Buzdağının Altı, Türk Tarih Kurumu Basımevi. Ankara,2002. Alfred Thayer Mahan, The Influence of Seapower upon History, 16601783, Little Brown and Company, Boston,1897. Carl L. Brown, International Politics and the Middle East, Princeton University Press. New York,1984. David Brown, Palmerston and the Politics of Foreign Policy, 1846-1855, Manchester University Press, Manchester,2002. E. Z. Karal, Osmanlı Tarihi, 9. cilt İkinci Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı. Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara,1996. Elton B. Mc Neil,The Nature of Human Conflict,Prentice Hall. Englewood Cliffs,1965. Frankel Benjamin, (ed.) Realism: Restatements and Renewal, Frank Cass. London,1996. Geoffrey Miller, Straits: British Policy Towards the Ottoman Empire and the Origins of Dardanelles Campaign,University of Hull Press. Hull,1997. George F. Liska , Nations in Alliance: The Limits of Interdependence, Johns Hopkins Pres. Baltimore,1962. Halford Mackinder,The Geographical Pivot of History, Geographical Journal, Vol. 23, No. 4, 1904. 130 Gürol Baba Henry Kissinger, Diplomasi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul,1994. İ.Görgülü ve İ. Çalışlar, On Yıllık Savaşın Günlüğü, Yapı Kredi Yayınları. İstanbul,1997. James E. Dougherty ve Robert L. Pfaltzgraff, Contending Theories of International Relations, J.B. Lippincott Company. New York,1971. Joseph Grieco, Cooperation among Nations; Cornell University Press, Ithaca N. Y,1990. Morton A. Kaplan, New Approaches to International Relations, St. Martin’s Pres. New York,1968. Paul Kennedy, The Realities Behind Diplomacy, London, George Allen Unwin. London,1981. Robert Strausz Hupè, Power and Community, Frederick A. Preager,New York,1956. Selahattin Çetiner, Çanakkale Savaşı Üzerine Bir İnceleme, Harp Akademileri Basımevi. İstanbul,1992. William H. Riker, The Theory of Political Coalitions, Yale University Pres, New Haven,1962. Y. H. Bayur,Türk İnkılabı Tarihi,Türk Tarihi Kurumu Basımevi. Ankara,1983. Yahya Armayani, Middle East Past and Present, Prentice Hall Inc, New Jersey,1970. 6 Çanakkale’ye Jeopolitik Bakış Nejat Tarakçı GİRİŞ On ay yirmi gün ile Birinci Dünya Savaşı’nın en kısa süreli cephesi olan Çanakkale cephesi, hem cephenin açılmasındaki gerekçeler, hem de sonuçları itibariyle, dünya çapında çok büyük siyasi, askeri,kültürel, toplumsal ve ekonomik değişikler yaratmıştır. Aslında, Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’nın süper güçleri arasında genel anlamda bir sömürge, özel anlamda bir petrol alanı paylaşım savaşıydı. Bu savaş, Osmanlı Devleti’nin katılması ile bambaşka bir boyut kazanmıştır. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi hem savaş alanını genişletmiş, hem de Ortadoğu’nun tarihini büyük ölçüde değiştirmiştir. Ortadoğu’nun geleceği, savaşa katılan güçler arasında bir pazarlık konusu haline gelmiştir. İngiltere, petrol kuyularının güvenliği için Mezopotamya’yı işgal etmiş ve Arap ayaklanmasını desteklemiştir.Almanya’nın Osmanlı Devleti ile olan ittifakının ana amacı da güney Rusya üzerinden Kafkas petrollerine, Osmanlı Devleti üzerinden de Ortadoğu petrollerine ulaşmaktı. Müttefik Donanmanın Çanakkale’de durdurulması, hem OsmanlıDevleti’ne üç hayati yıl kazandırmış, hem de, savaşı en az iki yıl daha uzatarak, Müttefiklerin insan gücü ve ekonomik bakımdan yıpranmasına neden olmuştur. Bu durum, dolaylı olarak iki politik ve askeri faktörü Türkiye lehine çevirmiştir. Birincisi, 1917 Ekim Devriminden itibaren Rusya’da rejim değişmiş ve kuzeydeki düşman geçici olarak siyasi ve askeri arenadan çıkmış, ikincisi ise, İstiklal Savaşı süresince özellikle insan gücü ve ekonomik olarak harbin başlangıcına nazaran daha fazla yıpranmış düşmanlarla mücadele şansı kazanılmıştır. Daha ironik bir yaklaşım ise, yeni Rusya rejiminin İstiklal Savaşı süresince Mustafa Kemal’in mücadelesine doğrudan sağladığı destektir. Böylece Türk milleti Çanakkale’de 4 yıl sonra başlayacak var olma mücadelesi için dolaylı yoldan müttefik bir komşuyu yaratmıştır. 132 Nejat Tarakçı SAVAŞ ÖNCESİ STRATEJİK DURUM Savaşın başlangıcından kısa süre önce, savaşanların nüfus ve ekonomik durumları şöyle idi. Ülke Nüfus(1910) İhracat Geliri (1913) ABD 92 Milyon 1850 milyon dolar Almanya 65 Milyon 1285 milyon dolar İngiltere 45 Milyon 969 milyon dolar Fransa 40 Milyon İtalya 35 Milyon Rusya 156 Milyon Osmanlı 19 Milyon Askeri personel olarak 200 bin İngiliz, 48 bin Fransız, 30 bin ANZAC1. 6 bin Hintli cephede görev almıştır. Sanayileşme ve savaş gücünün bir göstergesi olan çelik üretimindeki durum ise, milyon ton olarak şöyleydi: Rusya 4.20 İngiltere 6.94 Fransa 1.70 İtalya 0.15 Almanya 15.34 ABD 21.56 Yukarıdaki tablolar ABD’nin yardımı olmaksızın, Avrupa’nın endüstri ve savaş gücünün tek başına Almanya ile başa çıkmaya yetmeyeceğini açıkça göstermektedir. Ayrıca, Rusya’nın insan gücü ve petrolü de vazgeçilmez bir stratejik kuvvet çarpanıydı. Rus insan gücü, Müttefiklerin silah ve teknolojisi ile desteklenebilirse, Almanya ancak o zaman yenilebilirdi. Bu arada, uzun vadeli çıkarları bakımından, İngilizleri desteklemek maksadıyla, Yahudiler de, müttefik ordularına katılmak ve Türklere karşı savaşmak üzere karar aldılar. Mısır’da bulunan Yahudiler, işsiz gençlerden oluşan 600 kişilik bir gönüllü taburu kurarak Çanakkale’ye sevk ettiler. Çanakkale’de Alman teknolojisi ile Türk’ün savaşma azim ve iradesi, Mustafa 1 ANZAC: Avustralian New Zealand Army Corps Çanakkale’ye Jeopolitik Bakış 133 Kemal’in askeri dehası ile birleşince, takviye alamayan Rusya, büyük ölçüde insan zayiatına uğramış, Alman ordusunu ancak iklim ve arazi şartları durdurabilmiştir. Çok dar bir coğrafyadaki savaşa her iki taraftan toplam 950 bin kişi katılmış, 537 bin kişi kaybedilmiştir. 18 Mart 1915 günü müttefik donanmanın verdiği zayiata, çıkarma harekâtının başarısızlığı da eklenince mağlubiyet ve cephenin terk edilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Çünkü 91 su üstü gemisi, 14 denizaltı ve 50’den fazla nakliye gemisinden oluşan müttefik donanma 31 zırhlısından % 35’ni, 14 denizaltısından % 60’nı kaybetmişti. http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/175-kolordu-tarihi-fotograflar-i/offset/40 (18.05.2015 tarihinde erişilmiştir). İNGİLTERE’NİN STRATEJİK KARARI Bu arada, savaştan üç yıl önce 1911 yılında alınan son derece stratejik bir karar, dünyanın en güçlü donanmasına sahip olmasına rağmen, sınırlı bir kara gücüne sahip İngiltere’yi Birinci Dünya Savaşı’nda tek bir stratejiye mecbur etmişti: Süratle petrole ulaşmak ve kontrol altına almak.Bu stratejinin nedeni İngiltere Donanmasının yakıtını kömürden petrole değiştirmekti.Churchill’in İngiliz Donanmasını kömürden petrole geçirmesi o kadar önemli bir dönüm noktasıydı ki, Büyük Britanya İmparatorluğunun Ortadoğu ve Akdeniz stratejisini, hatta küresel stratejisini de kökten değiştirmesini gerektiriyordu. Hindistan’dan gelen ham ve yarı mamul maddeler sayesinde ayakta duran İngiltere sanayisi bile, ikinci plana atılmıştı. İngiltere’nin gü- 134 Nejat Tarakçı venliğinin temel unsuru olan Kraliyet Donanması, ülkede var olan bir enerji kaynağından, ülkede hiç olmayan ve İngiltere’ye 2000 deniz milinden daha uzun bir yerdeki bir kaynağa bağımlı kılınmıştı. Bu kararın içindeki azim, yaşama ve ayakta kalma içgüdüsü, hem İngiliz halkını hem de ülkeyi yöneten politikacıları petrol bölgelerinde yer kapma planını büyük bir ihtirasla uygulamaya sevk etmişti. Böylece, İngiltere,deniz ticareti ve sömürge politikalarına ilaveten petrol kaynaklarına hâkim olma stratejisine de kaçınılmaz şekilde kendini bağlıyordu. Bu karar sadece İngiltere için değil, Avrupa, Orta Doğu, kuzey Afrika, Kafkasya, bölgelerini de içine alan yeni bir güç mücadelesinin başlangıcını teşkil ediyordu. İngiltere ana vatanından binlerce mil uzaklıktaki bu mücadelenin esas unsurunu, yine, kömürden petrole geçen deniz gücü oluşturuyordu. Bir anlamda deniz gücü, daha güçlü olmak için kendi yakıtının peşine yine kendisi düşüyordu. Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı, başta İngiltere olmak üzere Müttefiklerin asıl amacı Rusya’yı kurtarmak değildi. Asıl amaç, yaklaşmakta olan Bolşevik İhtilalini önleyerek Rusya’yı parçalamaktı. Böylece Çar’a karşı potansiyel direniş bölgeleri olan Kafkasya’yı sömürgeleştirerek dünyanın ilk petrol rafinesinin olduğu Bakü’yü ve petrol terminali olan Batum’u ele geçirmekti. Çanakkale’nin Donanma ile zorlanması kararında, 20 Şubat 1807 tarihinde Koramiral Ducworth komutasında 12 gemilik bir İngiliz filosunun Çanakkale Boğazı’ndan rahatça geçerek Osmanlı başkentini tehdit etmesinin de önemli rol oynadığı değerlendirilmektedir. On iki gün süren bu tehdit, Osmanlı Sarayını büyük bir korku içinde bırakmıştı. Ancak 100 yıl sonra çok farklı şartlar vardı ve bu şartların en önemlisi şüphesiz Mustafa Kemal Atatürk’tü. ÇANAKKALE NEDEN HEDEF SEÇİLDİ? Rusya’ya yardım için iki jeostratejik eksen vardı Birinci Eksen: Akdeniz- Türk Boğazları- Karadeniz- Rusya İkinci Eksen: Arap Denizi- Hürmüz Boğazı- Basra Körfeziİran- Hazar Denizi- Rusya Birinci Eksen; • Karasal bir engelle karşılaşmadan doğrudan deniz yolu ile kuvvet tatbikine uygundu • Batı blokunun denizlerdeki üstünlüğü de bu eksenin kullanılmasında kolaylık ve avantaj sağlayacaktı Çanakkale’ye Jeopolitik Bakış • 135 Ayrıca, tahliye sağlayacak Rusya’nın en işlek liman ve demiryolları Karadeniz’de idi. ÇANAKKALE SAVAŞINDA YUNAN DESTEĞİ 1830’da kurulan Yunanistan, hala Osmanlı’dan toprak kazanma peşindeydi. Megali İdeanın en büyük lokması İstanbul’du. Bu nedenle müttefiklere açık ve limitsiz destek sağladılar. Limni Adası’nı ve Mondros Limanını müttefiklere tahsis ettiler ve işbirliği yaptılar. Çanakkale geçilseydi Yunanlıların zaferden önemli bir pay alması kaçınılmazdı. Geçilemediği için 4 yıl sonra İzmir’e çıkmaya karar verdiler. İstiklal Savaşı’nda aldıkları acı yenilgi ile gerçekle yüzleşebildiler. Bütün bunlara rağmen Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nda Yunanlılara yiyecekyardımı yapmış bin Yunanlı çocuğu İstanbul’da tedavi edilmesini sağlamıştır. ÇANAKKALE SAVAŞI’NDA ALMAN ETKİSİ Alman silah teknolojisi ile Mustafa Kemal’in askeri dehası sonucu belirleyen en önemli faktördü. Alman topları müttefik zırhlıların boğazı geçmesini engelleyecek kadar etkili idi. Nedeni, çok büyük tahrip gücü olan mermiler atabilmesiydi. Ayrıca Almanya bölgeye 406 deniz mayını depolamıştı. Nusret Gemisinin döktüğü son kalan 26 mayın harbin kaderi üzerinde en büyük etkiyi yapmıştı. Sekiz müttefik denizaltının sızmayı başarmasına rağmen, Almanların boğaza kurduğu denizaltı ağ maniaları da önemli derecede fayda sağladı. Almanya’nın keşif uçağı desteğini de unutmamak gerekir. Almanya’nın diğer önemli bir desteği de Edirne’de kurulan cephane laboratuvarı idi.Edirne’nin Karaağaç bölgesinde Almanlar cephane yapım laboratuvarı kurdular. Bu talep Alman filo komutanı Amiral Souchon’dan gelmişti. Cephane imali için Almanya’dan Deniz Albayı Piper ve teknik personel Karaağaç’a geldi. Her türlü ham madde yoksunluğuna rağmen top mermileri üretimi harekâtı idame edecek şekilde sürdürebildi. Midilli gemisi mayın yarası nedeniyle İstinye’de havuzda olduğu sırada bir kısım personel de Karaağaç’taki imalathanede görev aldı. 136 Nejat Tarakçı ALMAN DENİZCİLERİ SİPERLERDE Almanya’nın subay desteği dışında cephede asker bulundurmadığı bilinmektedir. Ancak şiddetli çarpışmalar süresince bunun çok çarpıcı bir istisnası oldu. Alman denizcileri sadece denizlerde savaşmadılar. 24 Mayıs 1915’te Gelibolu’ya müttefik çıkarması başlayınca Yavuz ve Midilli personelinden oluşturulan 44 kişilik bir makineli tüfek bölüğü, üsteğmen Bolz komutasında kara muharebelerine katıldılar. Bu kahraman denizciler büyük yararlılıklar sağladılar. İlk bölükteki 44 kişiden 7 kişi sağ kaldı. Bolz yaralanmıştı. Kısa zamanda iyileşen Bolz yeni bir makineli tüfek bölüğü ile yeniden kara muharebelerine katıldı. Tam dokuz hücumu geri püskürttüler. Yeni bölük de çok zayiat verdi. Bolz bölüğü geri çekerek kalanlar ve İstanbul’dan gelen personelle 3 subay ve 150 er ve 12 makineli tüfek oluşan yeni bir bölükle yeniden cepheye geri döndü. İngilizlerin Suvla Koyu’na yaptıkları çıkarmada Midilli’den Deniz Teğmeni Hildebrand, 4 makineli tüfekle ilk hatlarda mevzilendi. Teğmen Hildebrand dâhil 16 kişilik mürettebatın 12’si şehit oldu. Almanların Çanakkale cephesine katkıları bununla kalmadı. Alman personelin görev aldığı Muavenet gemimiz, İngiliz zırhlısı Goliat’ı batırdı. Almanya’dan cepheyi yararak Akdeniz’e giren ve Çanakkale’ye kadar gelen Alman U-21 denizaltısı Triumph ve Majestic gemilerini batırdı. Bu durum müttefik filonun caydırılmasında ve geri çekilme kararının verilmesinde büyük rol oynadı. İNGİLTERE’NİN ÇEKİLME KARARI 18 Mart 1915 Çanakkale Zaferi’nden iki ay sonra 14 Mayıs 1915’te toplanan İngiliz Savaş Komitesi çok tartışmalı geçti. Ertesi gün esasen Çanakkale’nin yalnız donanma ile zorlanması denemesine ta başta karşı bulunmuş olan Amiral Fisher, Deniz Bakanı Churchil’in kendisine danışmadan bir takım gemilerin yola çıkarılması buyruğunu verdiğini öğrenince 15 Mayıs’ta işinden çekildi. Aslında Müttefikler açısından Gelibolu Seferi’nin tek olumlu yönü tahliyenin mükemmelliği ve bu tahliyeden çıkan derslerin, İkinci Dünya Savaşı’nın amfibi harekâtında kullanılmasıydı. Çanakkale’ye Jeopolitik Bakış 137 ÇANAKKALE MAĞLUBİYETİNİN İNGİLTERE ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ Avrupalı ulusları boyundurukları altına almış Asyalı tek ulus olan Türklerin Çanakkale Deniz Zaferi, İngiltere’de o kadar çok şaşkınlık yaratmıştır ki, meşhur ve muhafazakâr İngiliz bürokrasisi bile işlemez hale gelmiştir. Deniz Bakanı ile Deniz Kuvvetleri Komutanı birbirlerinden habersiz hareket eder hale gelmişlerdir. Savaşın 1916’da bitmeyip iki yıl uzaması, Batılı Bağlaşık savaşçılardan en çok İngiltere için yıkıcı olmuştur. 1918 bırakışmasından sonra, Osmanlı ile yapılacak antlaşma şartlarının aşırı ağır olmaması ve İstanbul’un Türkler ’de kalma isteğini iletmek için bir Hint Kurulu Avrupa’ya geldi. Hint Kurulunun taleplerini, Başbakan Llyod George 19 Mart 1920’de “Türkler Boğazlardan geçmemizi engellediler, bu olay savaşı iki yıl uzattı, hatta bir süre için onun sonucunu bile tehlikeye düşürdü” şeklinde cevaplandırmış ve bu intikam hissi, Sevr Anlaşmasının maddelerine acımasızca ve en ağır bir şekilde yansıtılmıştı. İngiltere, Çanakkale Savaşı’nın sonuçlarından en fazla etkilenen ülkeydi. Bu ülke, yiyeceğinin büyük bir kısmını dışarıdan getirtmek zorundaydı. Buna karşılık en büyük sanayi ürünleri ve kömür ihracatçılarından biriydi. Londra, dünyanın bankası durumundaydı. İngiliz ticaret donanması yeryüzünde var olan aynı türdeki bütün uzak denizler donanmalarının yarısına yakındı ve taşıyıcılıkta ülkeye koskocaman kazançlar sağlamaktaydı. Yıllardır ulusal gelirlerle giderler arasındaki ayrım, ona, dış ülkelerde dört milyar altın lira değerinde yatırım yapmak olanağını sağlamıştı.Ancak savaş çıkınca o, ister istemez dışarıya sattığı malların yapımını durdurup var gücünü savaş sanayiine yöneltmek zorunluğunda kalmıştır. Savaş 1916 yılında bitseydi, İngiltere, dışarıdaki alıcılarını pek kaybetmezdi ve henüz aşırı ölçüde altüst olmamış olan dünya ekonomisiyle genel ticaret, eski yollarda az değişiklikle yeniden yürüyebilirdi. Öyle olmayıp savaş dört yıl sürünce, İngiliz mallarının alıcıları kendi ülkelerinde yeni fabrikalar kurmaya ve var olanları çoğaltıp genişletmeye koyuldular. Hele barışın, hem resmisinin, hem de gerçeğinin yıllarca gecikmesi, bu alıcıları kendilerini geniş ölçüde İngiliz mallarına muhtaç olmayacak duruma getirmiştir. Almanların 1Şubat 1917’de başlattıkları amansız denizaltı savaşı, en çok İngiliz ticaret donanmasını eritmiştir. Savaş nedenleri yüzünden İngiltere yeter ölçüde gemi yapamadığından, deniz ulaştırmasında Amerika, onu çok geçtiği gibi, Japonya’da tehlikeli bir rakip olmuştur. Fransa yakılmış ve yıkılmış olan en zengin illerini 138 Nejat Tarakçı onarmaya uğraşırken, İngiltere’nin halkını çalıştıracak böyle yerleri olmadığından ve eski alıcılarının çoğunu bulamadığından büyük bir işsizlik yıkımı ile karşı karşıya kalmıştır. Başbakan Lloyd George bir Amerikalı gazeteciye verdiği demeçte içinde bulunulan durumu şöyle açıklamıştır: Bizim dayanma gücümüz düşmanlarınkinden hiç kuşkusuz daha büyüktür. Ancak bize düşen bu kez yıpratıcı bir savaşın bir veya birkaç yıl daha sürmesi sonucunda kendimizin ve uygar dünyanın durumunun nice olacağını iyice incelemektir. Savaşın uzamasının anlamı nedir? Bugüne değin 1.100.000 kişi kaybettik 15.000 subay öldü, kaybolanlar da ayrı. Bu iş uzarsa aynı gidiş devam edecektir. Bu adalarda yaşayan erkeklerin en değerlilerini yavaş yavaş ancak emin bir biçimde öldürtmekteyiz. Bugüne değin üstümüze binen mali yük hesaplanamayacak ölçüde büyüktür. Onu günde beş milyon lira arttırmaktayız. Yurdun, insan varlığı, malî yıkım ve üretim araçlarının yok edilişinden uğradığı kayıpları yerine koyabilmesi için kuşaklar gelip geçecektir.Bütün bu yükü çekmek görevimizdir ancak özverilerimizin ödülünü görebileceğimiz saptanabilirse. İngiltere Başbakanının ortaya koyduğu bu durum, ülkede mecburi askerliği de gündeme getirmiş ancak kabul görmemiştir. Özellikle subay kayıpları yukarıda belirtilen ekonomik kayıplarla birleşince, İngiltere İstiklal Savaşı’ndan bir an önce çekilmenin uygun olacağını değerlendirmiştir. Sakarya’da Yunan ordusunun yenilmesi ile ümitleri tamamen tükenen İngiltere uzlaşı yolları aramaya başlamıştır. Özetle, Çanakkale Zaferi dolaylı olarak İstiklal Savaşı’mıza çok büyük destek ve katkı sağlamıştır. http://www.bahcesehir.edu.tr/galeri/175-kolordu-tarihi-fotograflar-i/offset/20 (18.05.2015 tarihinde erişilmiştir). Çanakkale’ye Jeopolitik Bakış 139 TÜRKLERİN DOLAYLI KAZANIMLARI Çanakkale Zaferi, dolaylı olarak iki politik ve askeri faktörü Türkiye lehine çevirmiştir. • Birincisi, Rusya’daki rejim değişikliği nedeniyle kuzeydeki düşman geçici olarak siyasi ve askeri arenadan çıkmış, • İkincisi ise, İstiklal Savaşı süresince özellikle insan gücü ve ekonomik olarak harbin başlangıcına nazaran daha fazla yıpranmış düşmanlarla mücadele şansı kazanılmıştır. Çanakkale geçilseydi, Sevr Anlaşması 3 yıl önce imzalanacaktı ve Rusya da Osmanlı topraklarından pay alacaktı.Büyük olasılıkla İstiklal Savaşı diye bir savaş söz konusu olamayacaktı ÇANAKKALE ZAFERİNİN SONUÇLARI • • • • Müttefik Donanmanın Çanakkale’de durdurulması, hem Osmanlı Devleti’ne üç hayati yıl kazandırmış, hem de savaşı en az iki yıl daha uzatarak, Müttefiklerin insan gücü ve ekonomik bakımdan yıpranmasına neden olmuştur. 23 Eylül 1915’de Mustafa Kemal’in, Almanya’nın İstanbul Elçiliği görevlilerinden Dr.Ernest Jackh’e söyledikleri: Tam manasıyla Ruslar gibi karaya tıkıldık. Ruslar çökmeğe mahkûmdurlar; çünkü Boğazları kapayarak onları Karadeniz’e tıkadım. Bu suretle, müttefiklerinden ayrı düşürdüm.Fakat biz de aynı sebep dolayısıyla yıkılmaya mahkûmuz. Gerçekten biz, Akdeniz, Kızıldeniz ve Hint Okyanusu sahillerine yerleşmiş bulunuyoruz; fakat herhangi bir okyanusa çıkmayı göze alamayız. Deniz kuvvetlerine sahip olmayan bir kara kuvveti olmak itibariyle biz, yarımadamızı, kara kuvvetlerini hiçbir tehdide uğramaksızın istediği sahile getirebilen deniz kuvvetlerine karşı savunmaya asla muktedir olamayacağız. Deniz ve kara harekâtıyla bir bütün olarak gerçekleştirilip tüm anlamı ve çarpıcılığıyla Türk Harp Tarihi’nde yerini alan Çanakkale Muharebeleri Mustafa Kemal (Atatürk) gibi bir dâhiyi yaratmış, Birinci Dünya Harbi’nin bitiminden hemen sonra başlayacak Milli Mücadele’nin bu eşsiz liderini Türk ulusuna kazandırmıştır. İngiltere ve Fransa’nın, bir yıl boyunca Gelibolu Yarımadası’nda yarım milyondan fazla büyük bir kuvveti 140 • • • Nejat Tarakçı tutmak zorunda kalmaları ve bunun % 50’sini kaybetmiş bulunmaları, Birinci Dünya Savaşı’nın genel seyrini etkilemiştir.Keza Türklerin de bu cepheye ayırdığı 300.000’den fazla askerden verdiği zayiatın, 211.000’e ulaşmış olması diğer cephelerdekinden kıyaslanamayacak bir fazlalık göstermektedir. Bunun insan gücü açısından yarattığı boşluk, yalnız Birinci Dünya Harbi sırasında değil, onu izleyen Türk İstiklal Harbi boyunca da hissedilmiştir. Avusturalya ve Yeni Zelanda gibi İngiliz dominyonu deniz aşırı ülke askerlerinin, sırf İngiliz çıkarları uğruna Çanakkale’de Türklere karşı muharebeye zorlanıp, yabancı topraklarda hayatlarını yitirirken, bu askerlerin kafalarında cevaplarını tam olarak bulmadıkları birçok soruyu da doğurmuştu. Bu sorular, cepheden ailelerine gönderdikleri mektupların zamanla açıklanmasından anlaşılmaktaydı. Bu ve benzeri olaylar, İngiliz sömürge ve dominyonlarında gitgide ulusal bilincin kıvılcımlarını oluşturmakta gecikmedi. Nitekim 9 Eylül 1922’de Yunanlılar İzmir’de denize döküldükten sonra, muzaffer Türk ordularının Boğazlar bölgesine yönelip yaklaşmaları üzerine, Churchill’in dominyonlardan yeniden yardım talebi, Avusturalya başbakanının, “Tek bir askerin hayatına tehlikeye koymayacağını ve savaşa karar verilirse, dominyondan iş birliği istenmemesi gerektiğini” belirten anlamlı yanıtıyla karşılaşmıştı. Çanakkale Muharebelerinin ilginç yanlarından biri, iki hasım ordunun döğüşken askerleri arasında yakınlaşmanın getirdiği dostluğun, zamanla artmış olmasıdır. Gerçekten Anzak asker ve komutanları, Çanakkale’de yiğitçe çarpışan Türklerin hem asker, hem de insancıl yönlerini yakından izleyerek, onların kendilerine tanıtıldığı gibi barbar bir ulusun çocukları olmadığını görüp anlamak fırsatını bulmuşlardı.İşte bu durum, ülkeler arasındaki siyasi ilişkileri de olumlu yönde etkilemiş ve savaş sonrasında, Avustralya ve Yeni Zelanda ile anlamlı dostlukların oluşmasının başlıca nedeni olmuştur. Çanakkale Muharebelerinin bir başka ilginç tarafı da, Orta Doğu’da bu günkü İsrail Devleti’nin kurulmasında etken bir rol almış olmasıdır. Nitekim Siyonist liderlerinden Vladimir Eugeueniç, Gelibolu’daki Gönüllü Yahudi Birliğinin Hikâyesi adlı eserinde, konuyu açıkça şöyle dile getirmektedir Gelibolu’ya yolladığımız 600 kadar gönüllü Yahudi Çanakkale’ye Jeopolitik Bakış • • • • 141 askerinin savaş sırasında gösterdiği üstün çaba ve başarı, davamızın dünyaya tanıtılması ve dikkate alınması bakımından çok yararlı olmuştur. Gerçekten Birinci Dünya Savaşı henüz sona ermemişken, 2 Kasım 1917’de benimsenen Balfour Bildirisi bu günkü İsrail’in kurulmasında etken bir rol oynamıştır. Anlaşma Devletleri tarafından Boğazların açılarak Rusya’ya ulaşılması halinde Rusya, dış alım-satım olanağına kavuşacağından, ekonomik dengesini kurup sıkıntıdan kurtulacak, İngiltere-Fransa da Rusya ve Romanya’nın zengin buğday ürünlerinden yararlanıp, gerek silahlı kuvvetlerinin, gerekse halkının yiyecek gereksinimlerini sağlamış olacaklardı ki, bu gerçekleşememiştir. Keza Boğazlar açılabilseydi, Tuna yolu da yeniden trafiğe açılıp Karadeniz’deki 120 parça ticaret gemisinden yararlanma olanağı elde edilecekti. Hâlbuki Çanakkale Zaferi, yalnız Rusya ile İngiltere, Fransa’nın değil, bunların aynı zamanda diğer Batılı devletlerle olan karşılıklı ticari ve ekonomik ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemiş, ne İngiltere ve Fransa, müttefiki Rusya’ya ihtiyacı olan silah ve cephaneyi ulaştırabilmiş, ne de Rusya Batılıların ihtiyacı olan buğdayını Akdeniz’e aktarabilmiştir. Birinci Dünya Savaşı başında Boğazların kapatılıp, bu savaş sonuna kadar açılamaması, kuşkusuz uluslararası ticari ilişkileri de olumsuz yönde etkilemişti. Nitekim Karadeniz’de; İngiltere, Rusya, Fransa, Belçika ve İtalya’nın toplam 85, Yunanistan, Romanya, Danimarka, İsveç ve Hollanda’nın toplam 27, Almanya, Avusturya-Macaristan’ın toplam 17 olmak üzere, genel toplamı l29’u ve toplam tonajı 350.000’i bulan ticaret gemisi mahsur kalmıştır Zaferin, yukarıdaki ticari ve ekonomik etkinliklerinin yanında, Türk ulusu açısından sosyal alanda da etkileri görülmüştür. Çanakkale deniz ve kara muharebelerinde toplam 211.000 insan zayiatı veren Türk ulusu, bu arada binlerce eğitimli insanını ve aydınını da kaybetmişti. Kesin olmayan rakamlara göre, 100.000’den fazla öğretmen,Mülkiyeli, Tıbbiyeli ve Türk ocaklarında yetişmiş okur-yazar yitirildiği sanılmaktadır. Böylece o günün koşullarında ülkenin beyin takımını oluşturan küçümsenemeyecek bir sayıya ulaşan bu kayıpların, olumsuz etkileri, savaş sırasında olduğu kadar, bu savaşı izleyen Türk İstiklal Savaşı’nda da fazlasıyla his- 142 Nejat Tarakçı sedilmiştir. Nitekim 1923’te Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk’ün başlattığı inkılaplar ve bunların paralelinde girişilen reformların kitlelere yaygınlaştırılıp mal edilmesinde, hayli sıkıntılar çekilmiştir. KAYNAKLAR Daniel Yergin, Petrol, İş Bankası Yayınları, 2007. Du Jourdin M. Mollat, Avrupa ve Deniz , AFA Yayıncılık ISBN: 975-414316-1, İstanbul, 1993. Hans Huner, İki Bayrak Altında, Dz. Basımevi, 1976. Herbert Richmond, Devlet Adamları ve Deniz Kuvveti, Deniz Basımevi, 1956. Herkül Milas, Yunan Ulusunun Doğuşu, İletişim Yayınları 4 İstanbul, 1994. Hikmet Bayur, XX. Yüzyılda Türklüğün Tarih ve Acun Siyasası Üzerindeki Etkileri, TTK 1974. Jean Leune, Megali İdea’nın Yalancı Cenneti, Kurtiş Matbaacılık, 1995. Teodore Herzl, Yahudi Devleti, Ataç Yayınları, 2007. 7 Feminist Uluslararası İlişkiler Teorileri Açısından Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı Aşkın İnci Sökmen* 1.GİRİŞ Uluslararası İlişkilerin özerk bir disiplin olarak ortaya çıkışı 1919’da Aberystwyt’teki Wales Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler kürsüsünün kurulmasıyla başlamıştır. Disiplinin yapısını 1914-1918 yılları arasındaki Birinci Dünya Savaşı‘nın ve sonrasındaki barış ve düzen arayışları şekillendirmiştir. Temel odak noktaları egemen devletler arasındaki savaş ve barış, çekişme ve uzlaşma konularıdır. Savaşlar zafer kazanmayı umut eden devletler tarafından başlatılan ve verecekleri kayıplardan daha fazla kazanım elde etmeyi bekledikleri bazen mantıklı bir tercih ya da meşru bir tercih olarak görülmekteydi. 20. yy başlarında ise modern endüstriyel toplumlar için yeni silahların yol açtığı geniş kapsamlı ölüm ve yıkım, karşılıklı bağımlı dünya ekonomisinin çöküşü, siyasi istikrarsızlık ve kaos gibi savaşın ağır maliyetleri, zaferin getireceği kazançların yanında çok küçük görülmektedir. Uluslararası ilişkiler teorileri, uluslararası ilişkilerin tanımı, yapısı, ele aldığı çalışma konusu ile kendine özgü bir uluslararası ilişkiler gerçekliğini soyutlar. Uluslararası ilişkiler teori tarihini realizm ve idealizm ya da pozitivizm ve konstrüktivizm gibi disiplin içi teorik görüşler arasında “ büyük tartışmalar” şekillendirmiştir. 1980 ortalarında ortaya çıkan ve disiplin içi üçüncü büyük tartışma olarak adlandırılan, pozitivistler ile post pozitivistler arasındaki tartışma, post-modern yaklaşımların sosyal bir inşacı niteliğe sahip kimlik, etnisite, cinsiyet gibi konulara odaklanarak disiplini zenginleştirmişlerdir. Post-modernizm, post-yapısalcılık, eleştirel teori ve feminist uluslararası ilişkiler teorileri bu grup içerisinde yer almaktadır. * İstanbul AREL Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü. 144 Aşkın İnci Sökmen Makale, I. Dünya Savaşı sırasında Gelibolu Yarımadası’nda Osmanlı İmparatorluğu ile İtilaf Devletleri arasında yapılan deniz ve kara muharebelerinden oluşan, Çanakkale Savaşı’nı Feminist Uluslararası İlişkiler teorisinin temel tezleri üzerinden bir analiz yapmayı amaçlamaktadır. Feminist Uluslararası İlişkiler teorisi, klasik uluslararası ilişkiler teorilerinin batı merkezli, erkek temelli olduğunu eleştirerek, toplumsal cinsiyet temelinde tüm uluslararası askeri, politik, ideolojik ,ekonomik süreçlerin yeniden kavramlaştırılmasına vurgu yapmaktadırlar. Kısaca Uluslararası ilişkilerde, “kadın nerededir?”, uluslararası ilişkilerin ve gücün bir toplumsal cinsiyeti var mıdır? Kadınlar uluslararası karar merkezlerinde etkin hale gelirlerse, feminist yaklaşım uluslararası ilişkilere ne katkı sunacağını ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Bu yazıda temel olarak, Liberal ve Eleştirel Feminist bakış açısından Birinci Dünya Savaşı’nda hegemonyacı güç olan İngiltere ve karşı tarafta yer alan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki kadınlara, erkekler ile birlikte savaş ve barış konularında eşit statü verilseydi, savaş önlenebilir miydi ve genel olarak I. Dünya Savaşı sırasında her iki ülkenin kadınlarının üstlendiği görevler Eşitlikçi feminist bakış açısıyla ne kadar örtüşmekte olduğu ortaya konacaktır. Çanakkale savaşı, I. Dünya Savaşı içerisinde yer alan bir deniz ve kara muhaberesi olduğu için, I. Dünya Savaşı genelinde bir analiz yapılacaktır. 2. FEMİNİZM Feminizm, kadın-erkek ayrımcılığına karşı çıkarak, kadınların haklarını tanıyan, cinsler arasında siyasal, ekonomik ve toplumsal eşitliği savunan bir teori ve harekettir.1Kavramı ilk olarak 1837’de kullanan Fransız Ütopyacı Sosyalist Charles Fourier’dir. Fourier, kadın haklarının genişletilmesinin tüm toplumsal ilerlemenin genel prensibi olarak görmüştür. Sosyal gelişme kadınlara verilecek daha geniş özgürlükler ile mümkün olabileceğini ileri sürmüştür.2 Liberal siyasi ideolojinin önemli düşünürlerinden John Stuart Mill, TheSubjection of Woman (Kadınların Köleleştirilmesi) kitabını yayımlayarak, kitabında erkeğin kadın üzerindeki hakimiyetini insanoğlunun gelişmesinin önündeki en büyük engel olarak gördüğünü yazmıştır.3 1 2 3 June Hammam, Feminism , Routledge Pub, 2014, sf. 7 Marlene LeGates, In Their Time :A History of Feminism in Western Society,RoutledgePubl, 2001, sf 163. Bkz. John Stuart Mill, The Subjection of Women, http://www.earlymoderntexts. Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı 145 Biyolojik cinsiyet farklılığı, doğuştan kadın ve erkeğin biyolojik olarak farklı olmasıdır. Toplumsal cinsiyet farklılığı ise kültürden kültüre değişen sosyalleşme süreci içerisinde kadının erkekten farklı olduğunu varsayan yaratılmış farklılıktır. Feminist teori, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin doğasını anlamayı amaçlar ve toplumsal cinsiyet politikaları, iktidar ilişkileri, cinsellik üzerinde odaklaşır. Örnek olarak seçme ve seçilme hakkının elde edilmesi, eşit eğitim alma, kamusal hayatta kadın sayısının artması, kürtaj hakkı verilebilir. Feminist hareket içerisinde, kadın ve erkek eşitliğini savunan gruplar olduğu gibi, kadının erkekten üstün olduğunu ileri süren radikal feminist gruplarda bulunmaktadır. Aydınlanma döneminde İngiliz kadın yazar Mary Wollstonecroft’un 3 Ocak 1792 tarihinde yayımladığı A Vindication of the Rights of Woman (Kadın Haklarının Savunusu Bildirisi) feminist anlamda ilk çalışmalardan biri olarak kabul edilmektedir. 4 Amerikan Bağımsızlık Bildirisi (1776) hem de Fransa’nın İnsan Hakları Bildirisi (1789) devletin insanlara müdahale etmeyeceği vazgeçilmez doğal hakları olduğu fikrine dayanmaktaydı. Feministlerde, erkeklerin sahip olduğu doğal haklara kadınlarında sahip olabileceğini düşünerek çabalarını bu yönde yoğunlaştırmışlardı. Temelde erkek egemen toplum yapısı ataerkilliği eleştiren feminizm üç dalga halinde gelişmiştir. İlk dalga kadınların seçme hakkını kazanmaları üzerinde gelişti. Bu hakkı kazanınca her tür cinsiyet ayrımı ve önyargı ortadan kalkacağı düşünülmüştü. I. Dünya Savaşı’nın son yıllarında pek çok ülke kadınlara oy hakkı tanımıştır.5 Oy hakkı kazanmak kadın örgütlenmesini zayıflatmıştır. 1960’larda başlayan ikinci dalga, “kadının özgürleşmesi” üzerine gelişmiştir. Amerikalı Betty Friedan’ın The Feminine Mystique (Kadınlığın Gizemi, 1963) kitabı6 ikinci dalganın feminizmin gelişmesini sağlamıştır. Kadının eve hapsolmasından ve eş rolünden özgürleşerek, orta sınıflar içerisinde yer alan çalışma hayatı olmasını savundu. 1966’da dünyadaki en büyük kadın 4 5 6 com/pdfs/mill1869.pdf, (Kasım, 2009) sf.1. Josephine Donovan, Feminist Teori Entelektüel Gelenekler, (çev) Aksu Bora, Meltem Ağduk Gevrek, Fevziye Saylan, İstanbul : İletişim Yayınları, 8. Baskı 2014, sf.21. ABD anayasasında yapılan bir değişiklikle, 1920 yılında kadınlara oy kullanma hakkı tanındı. İngiltere’de ise seçme hakkı 1918’de genişletildi ancak kadınlar on yıl sonra erkeklerle eşit seçme hakkına sahip olmuşlardır. Bkz. Daniel Horowitz, Betty Friedan and The Making of The Feminine Mystique: The American Left , The Cold War and modern Feminism, Sheridan Books, 1998. 146 Aşkın İnci Sökmen örgütü ve en güçlü baskı grubu olan, Milli Kadın Örgütü (National Organization of Women, NOW) kurdu. Bütün kadınlar arasında dayanışma üzerine kurulu “kız kardeşlik” düşüncesinin birleştirici bir ideolojisi ön plana çıkmıştır.1980’lerin ortalarından günümüze kadar olan dönem, üçüncü dalga feminizm dönemi olarak kabul edilmektedir. Post-feminizm olarak da adlandırılan bu dönemde, daha fazla kadının çalışma hayatında olması nedeniyle artık toplum ataerkil sayılmamaktadır. Ancak erkeklere oranla daha düşük maaş, düşük statü ve yarı zamanlı işlerde çalışan kadın çoğunluğu toplumda erkeklere göre daha az kontrole ve aile içinde ikincil role sahip olmaları ile daha az temsil yeteneğine sahiptirler. Özgürleşme hedefinden vazgeçip erkek gibi asimile olan sözde bir eşitlik kadınlar tarafından benimsendiği görülmüştür. Ataerkillik bir şekilde kendini sürdürerek, yapmacık özgürleşme şekilleri yaratarak kadını ikincil konumda tutmaya devam etmektedir. Üçüncü dalga ataerkilliğin yok edilmesi üzerine yoğunlaşmıştır. Feminizm ideolojisi, içerisinde Liberal Feminizm, Marksist veya Sosyalist Feminizm ve Radikal Feminizm olarak üçe ayrılmıştır. Birinci ve ikinci dalga feminist hareketler liberalizmin fikir ve değerlerinden büyük ölçüde etkilenmiştir. Bireyciliğe büyük önem veren Liberal Feminizm, cinsiyet, ırk, renk, inanç veya dinine bakmaksızın eşit muamele hakkı olduğunu ileri sürer. Bu nedenle kadınlara karşı yapılan ayrımcılık, kesinlikle yasaklanmalıdır.7 Marksist veya Sosyalist Feminizm, kadın-erkek arasındaki toplumsal cinsiyet farklılığının nedeninin kapitalizm den kaynaklandığını ileri sürerler. Friedrich Engels’in Aile, Özel Mülkiyet ve Devletin Kökeni, 8(1884) adlı eserinde burjuva ailesi ataerkil ve baskıcıydı, çünkü mülkiyet hakkı babadan oğula geçiyordu. Bu nedenle özel mülkiyet ortadan kalkınca ataerkil yapılar da sona erecekti. Ancak sınıf farklılığı, cinsiyet farklılığından daha önce gelmekteydi. Bu nedenle feministler öncelikle kadın hareketi yerine işçi hareketini desteklemeliydiler. Simone de Beauvoir, Eva Finges ve Germaine Greer9 tarafından geliştirilen Radikal feminizm, ataerkilliği siyaset, kamusal hayat, ekonomi, sosyal, kişisel boyutta ortadan kaldırılmasını savunmuştur. Cinsiyet 7 8 9 Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler, Adres yay, 8. Baskı, 2014, sf.245-247 Bkz. Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Ailenin Kökeni, http://www. mucadelebirligi.com/pdf/klasikler/ailenin%20ve%20ozel%20mulkiyetin%20 ve%20devletin%20kokeni.pdf Bkz. Simone de Beauvoir, O Kadın “İkinci Cins”, Payel Yay, 8. Basım, 1993; Eva Finges, Patriarchal Attitudes : Women in Society (AtaerkilTutumlar), Persea Books, 1987 ; Germaine Greer, The Female Eunuch (Hadım Edilmiş Kadın), Harper Perennial Modern Classics, 2008. Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı 147 baskısı toplumun temel özelliğidir ve diğer adaletsizlik biçimleri (sınıf istismarı, ırk ayrımı vb.) ikinci derecedir. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği siyasi açıdan en önemli konu olarak görülür. Bu eşitsizliğin nedeni de toplumun ataerkil yapısıdır. Aralarındaki görüş farklılığına rağmen, üç feminist tarzın ortak konuları : kamusal/özel ayrımı, ataerkillik, cinsiyet ve toplumsal cinsiyet, eşitlik ve farklılıktır. Kamusal alan ile kast edilen siyaset genelde hükümet kurumları, siyasi partilerdir. Bu alanda erkek egemenliği hakimdir. Özel alan ise aile hayatı ve kişisel ilişkileri kapsar. Kadınlar özel alanda aile ve ev sorumluluklarıyla sınırlanmıştır. Jean B. Elshtain Kamusal erkek-özel kadın ayrımının, feministler için ortadan kaldırılması gereken bir ayrım olduğunu ileri sürmüştür.10 Ataerkillik feministler için, toplumda erkek egemenliği veya erkek üstünlüğünü ifade eden, kadın-erkek arasındaki eşitsizliği yaratan bir kavramı tanımlar. Kökü ailede olan bir kavramdır. Kadın biyolojik yapısı (fiziksel) nedeniyle toplum içinde ikinci sırada olması gerekir. Buna kadının “biyolojik kaderi” denir. Feministler bu biyolojik kaderi ret etmişlerdir. Toplumsal cinsiyet ise kültürel bir kavram olarak, toplum tarafından kadına ve erkeğe verilen rolleri belirler. Önemli olan erkek ve kadınların cinsiyetlerine göre değil, birey olarak dikkate alınmasıdır. Feminizmin amacı ataerkilliği yıkmak ve cinsiyet baskısına sona erdirerek eşitliği sağlamaktır. Bu eşitlik liberal feministler için yasal ve siyasi eşitlik iken, sosyalist feministler için ekonomik eşitlik, radikal feministler içinse aile ve kişisel hayattaki eşitlik anlamına gelmektedir. Feminist görüş içerisinde bu üç farklı görüş dışında, sabit kadın kimliğini ret eden Post-modern veya Post-yapısalcı Feminizm, erkek ve kadınların toplumsal cinsiyet özelliklerinin biyolojik değil psikolojik olduğunu savunan Psikoanalitik Feminizm, ırk farklılıklarını göz ardı eden ve kadınların baskıya dayanmalarını öneren Siyahi Feminizm , Batı dışı feminist görüşleri savunanların oluşturduğu Üçüncü Dünya Feminizmi ve Sömürge sonrası Feminizm gibi yeni feminist görüşlerde yer almaktadır. 10 Jean BethkeElshtain, Public Man, Private Women : Women in Social and Political Thought, Oxford University Press, 1981. 148 Aşkın İnci Sökmen 3. FEMİNİST ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİSİ11 Ulusal sınırları aşarak, uluslararası alanda önemli bir siyasal ideoloji olan feminizm, uluslararası ilişkiler disiplinine 1980’lerin ortalarından itibaren etkin olmaya başlamıştır. Alternatif dünya düzenini ve küresel güç ilişkilerini toplumsal cinsiyet açısından incelemişlerdir. Disiplinin geleneksel yaklaşımlarını, evrensel ve objektif olmamaları ve kadınları dikkate almadıklarını ileri sürerek eleştirmiştir. Feminist uluslararası ilişkilerin gelişmesinde, Ann Tickner (Uluslararası ilişkiler alanında feminist yaklaşım hangi analitik soruları sormaktadır), Cynthia Enloe (anti militarist kadınlar uluslararası sistemin neresinde yer almakta), Christina Slyvester, Jean Bethke Elshtain’ın (savaşta kadının rolü) çalışmaları olmuştur.12 Yazarlar çalışmalarına “uluslararası ilişkilerde kadın nerededir?” sorusu ile başlamışlar, “uluslararası ilişkilerin ve gücün bir toplumsal cinsiyeti var mıdır? ve kadınlar uluslararası karar alma mekanizmalarında varlıklarını gösterdiklerinde, feminist yaklaşım uluslararası ilişkiler disiplinine ne katkı sunacağını” açıklamaya çalışmışlardır. Feminist uluslararası ilişkiler düşünürleri, iki büyük dünya savaşı sonrası, savaşların neden çıktığı ve barışın nasıl korunacağı konularını ve devletlerin davranışları ile uluslararası çatışmaları, toplumsal cinsiyeti bir değişken olarak kullanarak, açıklamaya çalışmaktadır11 Bkz. Jacqui True , “ Feminizm “ , Uluslararası İlişkiler Teorileri, Scott Burchill, Andrew Linklater, Richard Devetak, Jack Donnelly, TeryyNardin, Matthew Paterson, Christian Reus-Smit, Küre Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2013, sf. : 315-347; Mehmet Evren Eken, “ Feminizm, Maskülinite ve Uluslararası İlişkiler Teorisi: Uluslararası Siyasetin Toplumsal Cinsiyeti”, Uluslararası İlişkiler Teorileri, (ed.) Ramazan Gözen, İletişim Yayınları, İstanbul, sf.443-493; Özlem Tür ve Çiğdem Aydın Koyuncu, “ Uluslararası İlişkilerde Toplumsal Cinsiyet”, Küresel Siyasete Giriş Uluslararası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler, (ed.) Evren Balta, İletişim Yay, İstanbul, 2014, sf. 221-239; Sinan Birdal, “ Feminizm”, Uluslararası İlişkilere Giriş, (ed.) Şaban Kardaş ve Ali Balcı, Küre Yayınları, İstanbul, 2014, sf. 169-180; Muhittin Ataman, “Feminizm: Geleneksel Uluslararası İlişkiler Teorilerine Alternatif Yaklaşımlar Demeti “, Alternatif Politika, Cilt 1: Sayı: 1, 2009, sf.1-41. 12 Bkz. AnnTickner, Gender in International Relations, Feminist Perspectives on Achieving Global Security, New York ColombiaUniversityPress, 1992 ; CynthiaEnloe,Muzlar, Plajlar ve Askeri Üsler-Feminist Bakış Açısından Uluslararası Siyaset, Çitlembik Yayınları, 2003 ve Manevralar-Kadın Yaşamının Militarize EdilmesineYönelik Uluslararası Politikalar, İstanbul, İletişim Yay, 2006; Christina Slyvester,Feminist Theoryand International Relations in a PostmodernEra, Cambridge UniversityPress, 1994 ve Feminist International Relations –An UnfinishedJourney , Cambridge UniversityPress, 2002; Jean BethkeElshtain,WomenandWarwith a newEpilogue, Chicago UniversityPress, 1995 veWomen, MilitarismandWar : Essays in History, PoliticsandSocialTheo ry,Rowman&LittlefieldPub, 1990. Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı 149 lar. Neorealist Kenneth Waltz, uluslararası ilişkiler teorilerinin analiz seviyeleri (açıklanan şey) yani devlet, sistem ve birey üzerine inşa edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Geleneksel yaklaşımlar devlet ve sistem davranışlarını açıklamaya odaklanırken, Feminizm devlet dışı aktörlere, marjinalleştirilmiş insan gruplarını, kısaca birey analiz seviyesini ele almıştır. Cyntia Enloe, Muzlar, Plajlar ve Askeri Üsler (Bananas, Beaches and Bases, 1989) kitabında uluslararası siyasetin bireysel kimlikleri de içerdiğine değinmiştir.Enloe’ya göre dünya siyasetinde kadınlar, her zaman uluslararası siyasetin bir parçası olmuşlardır ancak bu şekilde görülmediğini vurgulamıştır.Kadınlar güçsüz yapıda olduğu için kamusal alanın dışında, özel alanda yer almalarını istenmiştir. Enloe gibi feminist araştırmacılar, kadınların hem askeri faaliyetlerin yardımcı hizmetlerinde hemşirelik gibi katkıda bulunduklarını, hem de devlet-dışı aktör olarak kara mayınlarının yasaklanmasına yönelik küresel protesto hareketinde, Nükleer silahsızlanma kampanyaları gibi protesto gösterilerinde daha aktif yer alarak görünürlüklerini arttırdıklarını ortaya koymuşlardır. Realist Hans Morgenthau’nun, uluslararası politika bir güç mücadelesidir, devletler üstünde düzen ve istikrarı sağlayacak uluslararası bir hükümet olmadığından ortaya çıkan anarşik uluslararası sistemde güç ve güvenlik önceliklidir. Realistlerin güç kavramı, Feminist düşünürler tarafından yeniden yorumlanarak, güç ilişkileri özellikle savaş ve emperyalizm stratejileri erkek merkezli ve ataerkildir. Ann Tickner, Morgenthau’nun güç siyasetinin altı ilkesinin ortaya koyduğu güç kavramının eril özelliklere dayandığını belirtmiştir.13 Erkeklikle özdeşleştirilen kas gücü, egemenlik, zorlayıcı diplomasi, anarşive güçle özdeştirilir. Güvenlik sağlayıcı tek aktör erkeklerdir.Laura Sjoberg’e göre Uluslararası ilişkiler, kadın-erkek arasındaki biyolojik farklılıktan yola çıkarak, toplumsal cinsiyeti inşa eden, cinsiyet yanlısıdır. Bu cinsiyet yanlı yapı, uluslararası sistemin yapısını, bu yapı içerisindeki devlet davranışlarını ve aralarındaki güç ilişkilerini belirlemektedir.14 Cinsiyet yanlısı bu sistem sonucunda, Joshua Goldstein’a göre, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin daha yüksek olduğu devletler, daha fazla savaşa ve devlet şiddetine başvurma eğilimi gösterdiğini ileri sürmüştür.15 Morgenthau’nun in13 Ann Tickner, “ Hans Morgenthau’s Political Principles of Political Realism : A Feminist Reformulation”, Millennium Journal of International Studies, 17 (3), 1988, sf.429-440 14 Laura Sjoberg, “ Gender, Structure and War : What Waltz Couldn’t See “, International Theory, 4/1, sf.1-38 15 Joshua S. Goldstein, War and Gender : How Gender Shapes The war System and vice versa , Cambridge University Press, 2001. 150 Aşkın İnci Sökmen san doğasındaki kötülük görüşü, devletin lideri erkeğin hırlı, güç peşinde koşan, kindar ve zorba olmasından dolayı devletler arasındaki düşmanca duyguları yaratmaktadır. Kadın-erkek eşitliğinin en fazla olduğu devletler, İskandinav ülkeleri gibi daha barışçıl, insan hakları ve demokrasi konusunu ön plana çıkaran bir dış politika izledikleri günümüz dünyasından örnek olarak verilebilir. Böylece uluslararası ilişkiler disiplininin ortaya çıkmasında temel unsur olan savaş neden gerçekleşir sorusuna, feminist uluslararası ilişkiler düşünürleri, ulusal siyasetteki toplumsal cinsiyet hiyerarşisi ve iç politikanın dış politikayı etkileyerek çatışmaya neden olmasıyla açıklarlar. Feminist bakış açısı, yüksek politika (güvenlik) konuları ile alçak politika (ekonomi ve sosyal) konular arasında bir hiyerarşi olmadığını ileri sürer. Uluslararası ilişkilerin ele aldığı konular açısından baktığımızda, geleneksel yaklaşımlar ağırlıklı olarak, savaş ve çatışmaya odaklanmış, kadın konuları ikinci planda kalmıştır.Bu görüşün aksine günümüzde insani güvenlik kavramını temel alan eleştirel güvenlik çalışmalarında, kadınların savaş ve çatışmalarda en mağdur olan bireyler olduğu yaşanılan olaylarda ampirik olarak ispatı bulunmaktadır. Paul Kirby,çalışmasında tecavüzün savaşlarda bir silah ve strateji olarak kullanıldığını ortaya koymuştur. 161995 Bosna Savaşı sırasında, Sırpların, Boşnak ve Hırvat kadınlara yönelik tecavüzü bir savaş stratejisi olarak uygulamaları, Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından tecavüzün, Savaş suçlarına yönelik Cenevre Konvansiyonu kapsamında bir savaş suçu olarak görülmeye başlanmıştır.17 Diğer yandan dış politika ve savunma çalışmalarında, kadınlar nadiren dış politika kararlarını alan ve uygulayan, devletlerarası çatışmaları yürüten kurumların içerisinde yer almakta olduklarını ileri sürmüşlerdir. Aktif olarak karar verme mekanizmalarında kadınlar olması gerektiğini varsayan feminist bakış açısının savaş karşısındaki duruşu, topluma ciddi zarar veren savaşları erkeklere göre daha az desteklemeleri ve çekinceli yaklaşımlarıdır. Tüm ülkelerde savaşı başlatan ve yürüten silahlı kuvvetlerin yürütme kademelerinde, askeri yapılar içinde kadınların sayısı ve rolleri artmakla birlikte, savaş kararını alanlar erkek ağırlıklıdır. Erkek alanı olarak görülen savaş ve şiddet ancak kadın-erkek eşitliği sağlanarak azaltılabilir. Bu 16 Paul Kirby, “ How is Rape A Weapon Of War ? : Feminist International Relations, Modes of Critical Explanation and The Study of Wartime Sexual Violence “, European Journal of International Relations, 2012, sf.1-25. 17 Daha detaylı bilgi için bkz :Gökçen Alpkaya, Eski Yugoslavya için Uluslararası Ceza Mahkemesi, Turhan Kitapevi, Ankara, 2002. Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı 151 açıdan Feminist enternasyonal hareketin en büyük başarısı, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 30 Ekim 2000 tarihli, 1325 sayılı kararı önemli bir adımdır. Bu kararın içeriğinde, dünyada artık silahlı çatışmaların toplumsal cinsiyet açısından etkilerine, barışın korunması, barışın inşası konularında kadınların aktif olmasına yer vermektedir. 1325 sayılı karar, kadın, barış ve güvenlik normu çerçevesinde, şiddet ve savaşın kadınlar üzerindeki etkilerine ve engellemedeki yükümlülüklerine yer vermektedir.18 Feminist perspektiften uluslararası ilişkilerdeki geleneksek güvenlik anlayışı da, toplumsal cinsiyet temellidir. Tickner’agöre güvenlik, askeri, ekonomik ve cinsel olsun her türlü şiddetin yokluğu olarak tanımlanır. 19 Bu şekilde yeniden tanımlama askerlik alanında İsrail’de olduğu gibi kadın-erkek eşit şekilde askerlik hizmeti yapma olarak yeni bir yurttaşlık tanıma götüreceğini ileri sürmüştür. Feministler kimin güvenliği ve ne tür tehditler sorusuna, bireylerin veya grupların güvenliği temelinde, kadının güvenliği ve kadına yönelik tehditlere odaklanmışlardır. Böylece savaş tehdidinin yanı sıra, şiddet, tecavüz, yoksulluk, cinsiyet ayrımı, ekolojik yıkım daha güvenlik alanını genişleten bir yaklaşım benimsemiştir.20Feminist Güvenlik Teorisi, kadın ile güvenlik-barış-savaş arasındaki ilişkiyi yeniden kavramsallaştırmaktadır. Bu teorinin varsayımlarına göre; kadınlar barışı gerçekleştirmede erkeklerden daha başarılıdır. Bu nedenle bürokraside, kritik karar mercilerinde kadınların sayısının artması gerekir. Böylece dünya daha işbirliğine uygun hale gelirken, çatışma riskleri de azalacaktır.21 4. I. DÜNYA SAVAŞI VE ÇANAKKALE MUHAREBESİ 28 Temmuz 1914’te başlayan savaş, itilaf devletleri ( Birleşik KrallıkFransa-Rusya İmparatorluğu) ile ittifak devletleri (Almanya İmpara18 United Nations Security Council 1325 Resolution, adopted by the Security Council at its 4213 th meeting on 31 October, 2000.http://daccess-dds-ny.un.org/ doc/UNDOC/GEN/N00/720/18/PDF/N0072018.pdf?OpenElement 19 Ann Tickner, Gender and International Relations Feminist Perspectives on Achieving Global Security, New York: Colombia University Press, 2012, sf. 663 20 Çiğdem Aydın Koyuncu, “ Feminist Uluslararası İlişkiler Yaklaşımları Açısından Güvenlik Konusunun Analizi”, Ankara Üniversitesi Siyasi Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 67, No 1, 2012, sf.124. 21 Eric C. Blanchard, “ Gender International Relations and The Development of Feminist Security Theory “, Chicago Journals, Vol 28, No 4, Summer 2003, sf. 1303. 152 Aşkın İnci Sökmen torluğu, Avusturya Macaristan İmparatorluğu, Bulgaristan, Osmanlı İmparatorluğu) arasında gerçekleşmiş, dört yıl gibi uzun süren bir Avrupa merkezli dünya savaşıdır. Dünya tarihi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Savaş sonrasında imparatorluklar yıkılmış,bir çok yeni devlet kurulmuştu. 19. Yüzyıl siyasi ideolojilerinden Liberalizm, Faşizm ve Bolşevizm arasındaki çatışmaları da ortaya çıkarmıştır. Realist Hans Morgenthau’nun Uluslararası Politika kitabında, belirttiği gibi, devletler arasındaki güç ve iktidar mücadelesi olan uluslararası politikada22, dış politikasını fiilen sahip olduğundan daha fazla güç elde etmek ve güç dengesini kendi lehine göre değiştirmek isteyen Almanya’nın, İngiltere ve Fransa’nın ekonomik hakimiyet alanlarını (sömürgelerini) ele geçirme ve küresel sistemde var olan İngiltere hakimiyetini kendi lehine çevirme amacını güden bir politikası savaşın nedenleri arasında sayılabilir. 1815 Viyana Kongresi’yle oluşturulmuş Avrupa’daki güçler dengesini, ulaşmış olduğu sanayi ve askeri silah teknolojiyle değiştirebileceğine inanmış Almanya, savaşı politikasının bir devamı olarak düşünmüştür. 1912-1914 Balkan Harbi sonrası, Osmanlı İmparatorlu’ğu ekonomik ve askeri açıdan geriletmişti. İmparatorluk sınırları içerisinde bulunan Ortadoğu petrol yataklarını ele geçirmek, Almanya gibi dış politikasını fiilen sahip olduğundan daha fazlasını elde etmek isteyen ve 18.yüzyılda uluslararası sistemin hegemonyacı devleti olan ve bunu 19.yüzyılda da devam ettirmek isteyen İngiliz İmparatorluğu için temel bir ulusal çıkar hedefiydi. I. Dünya Savaşı’nın başlangıcı sırasında Osmanlı hükümeti, İngiltere ve Fransa ile ittifak arayışı içerisinde olsa da, emperyalist çıkarlar izleyen ve Balkan Savaşı sonrası ekonomik ve askeri yapısının zayıflığıyla bu savaşı kaybedeceği düşünüldüğü için sonuçsuz kalmıştır. . Almanya’nın Osmanlı topraklarında elde ettiği imtiyazlar, aralarında küresel rekabet olan İngiltere ve Fransa için ciddi bir rahatsızlık vermekteydi. Savaş bu toprakların Osmanlı’dan çıkarak kendi lehlerine geçmesiyle Almanlara ciddi bir darbe vurabilir, Almanya’nın yayılmacı siyasetinin önünü kesebilirdi. Osmanlı topraklarının tamamı I. Dünya Savaşı sırasında savaş alanı olmuş ve İtilaf devletleri arasında gizli ve açık antlaşmalarla taksim edilmiştir. Almanya, Boğazları kapatarak ve Kafkasya’da Ruslara karşı, Süveyş Kanalı’nda da İngilizleri engelleyebileceği düşünerek, Osmanlı hükümeti ile 2 Ağustos 1914’te Türk-Alman itti- 22 Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika Cilt 1.,(çev) Baskın Oran ve Ünsal Oksay, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1970, sf 5. Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı 153 fakını imzalamıştır.23 Almanlar I. Dünya Savaşının ilk altı haftasında her yerde başarı kazansalar da, zafere ulaşamamışlardır. Süre uzadıkça kaynakları azalmış ancak sonunca kadar mücadeleye devam etmişlerdir. Sömürgelerinden büyük destek alan İngiltere ve Fransa, denizden ablukaya aldığı Almanya’ya nefes aldırtmamıştır. Bu ablukaya karşılık, Almanlar sınırsız denizaltı savaşıyla karşılık vermişlerdir. Sınırsız denizaltı savaşı U-35 Alman denizaltısının, İngilizlerin sömürgelerinden gelen kaynak gemilerini batırarak savaşı kendi lehine çevirmeye çalışmışlardır. Ancak Amerikan Lusitania gemisinin 1915 yılında, Alman denizaltısı tarafından batırılması, 1917 yılında Amerika Birleşik Devletleri için bir savaşa girme nedeni sayılmıştır.24 Amerikalıların savaşa girmesi, insan ve malzeme kaynağı tükenen İtilaf devletleri için savaşın kendi lehine sonuçlanmasına neden olmuştur. Çanakkale muharebeleri, Batı cephesinde sıkışan savaşa bir çözüm olarak düşünülmüştür. Savaş genel olarak Batı cephesi (Batı Avrupa toprakları) ve Doğu cephesi (Orta Avrupa, Doğu Avrupa, Rusya ve Romanya’nın batısında kalan topraklar) olarak iki ana cephede gerçekleşmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi toprakları üzerinde Kafkasya cephesi, Çanakkale cephesi, Sina ve Filistin cephesi, Hicaz-Yemen cephesi, Irak cephesi ile İran, Galiçya ve Makedonya gibi ikinci seviyedeki cephelerde gerçekleşmiştir. İstanbul ve Çanakkale Boğazları, bu boğazlara hakim olan devlete önemli bir deniz gücü olmaksızın savaş gemilerinin Karadeniz’e gidiş-gelişe istediği gibi engel olma imkanı tanıdığından stratejik öneme sahiptir. Karadeniz’de yapılacak donanma hareketi içinde bir üs imkanı sağlamaktaydı.25 Batı’daki siper hatları aşılamayınca, Çanakkale ve İstanbul Boğazları aşılarak Rusya’ya ulaşılması hedeflenmiştir. Boğazlar ele geçirildikten sonra Rusya ile ortak hareket edecek İtilaf devletleri, İttifak devletlerine karşı daha iyi savaşabileceklerdi. Çanakkale Savaşı deniz ve kara muharebelerinden oluşmaktadır. 3 Kasım 1914’te başlamış, 9 Ocak 1916’ya kadar aralıklarla yaklaşık 14 ay sürmüştür. Nusret mayın gemisinin Boğaza mayın döşemesi sonucu İngiliz donanması geçemeyince, muharebeler karadan asker 23 Ali Akyıldız ve Zekeriya Kurşun, Osmanlı Arap Coğrafyası ve Avrupa Emperyalizmi, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2015, sf. 15-28 24 Mehmet Tanju Akad, “ 1.Dünya Savaşı -100. Yıl “, Tarih Dergisi, Ekim 2014, Sayı 5, sf. 36-37. 25 KlausWolf, Gelibolu 1915 Birinci Dünya Harbi’nde Alman –Türk Askeri İttifakı , (çev) Eşref Bengi Özbilen, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mart 2014, sf.8. 154 Aşkın İnci Sökmen çıkararak ele geçirme stratejisi nedeniyle, kara savaşı şeklinde 8,5 ay sürmüştür. Siperlerde kurşun, bomba ve şarapnel altında Anzak ve İngiliz Birliklerinin ilerlemesi engellenmiştir. İtilaf devletleri 9 Ocak 1916’da Çanakkale’yi tamamen terk etmek zorunda kalmışlardır. Ölüm kalım savaşı niteliğinde gerçekleşen Çanakkale Savaşı, I. Dünya Savaşı’nın uzamasına neden olurken, Rusya’ya İngiltere ve Fransa’nın yardım etmesini engelleyerek Sovyet devriminin önünü açmış, Türkler içinse, I. Dünya savaşı sonrası Anadolu’nun işgalden kurtarılması için başlatılacak Kurtuluş Savaşı’na bir özgüven ve milli mücadele ruhu yaratmıştır. 26 Avusturya-Macaristan veliahttı Franz Ferdinand’ın 28 Haziran 1914 günü, Saraybosna ziyaretinde bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesine karşılık, Avusturya’nın 28 Temmuz 1914’te Belgrad’ı bombalayarak Sırbistan’a savaş açması, bunu takiben Almanya’nın 1 Ağustos’ta Rusya’ya, 3 Ağustos’ta Fransa’ya savaş ilan etmesiyle başlayan dünya savaşı dört yıl sürmüştür. 29 Eylül 1918’de Bulgaristan’ın savaştan çekilmesi, 30 Ekim 1918’de Mondros mütarekesiyle Osmanlı İmparatorluğu, 3 Kasım 1918 Avusturya-Macaristan, Almanya’nın 11 Kasım 1918’de mütareke imzalayarak yenilgileriyle sonuçlanmıştır. Çanakkale muharebeleri, I. Dünya savaşının önemli cephelerinden biri olarak, ortaya çıkardığı sonuçlar itibariyle savaş tarihinde önemli savaşlar arasında sayılmıştır. Güç mücadelesini sıfır toplamlı bir sonuç olarak gören Realist uluslararası ilişkiler teorisi açısından, I. Dünya Savaşı’ndan İngiltere ve Fransa daha güçlenerek çıkarken, savaşta ittifak devletlerini oluşturan İmparatorlukların toprakları parçalanmış, Almanya küresel güç mücadelesinde zayıflamış bir aktör olarak yerini almıştır. 5. FEMİNİST ULUSLARARASI İLİŞKİLER TEORİSİ AÇISINDAN I. DÜNYA SAVAŞI VE ÇANAKKALE MUHAREBESİ 1980’li yıllardan itibaren Anti militarizme karşı çıkarak, kamusal alanda karar mercilerinde söz sahibi olunmasıyla daha barışçıl bir dış politika izleyerek savaşı engelleyebileceğini ileri süren feminist uluslararası ilişkiler teorisyenleri, I. Dünya Savaşı’nın ortaya çıkma26 Ahmet Yavuz, “ Çanakkale Kara Muharebeleri ve Savaşın Sonuçları”, Adana Haber Gazetesi, (11 Nisan 2015) http://www.adanahabergazetesi.com.tr/yazicanakkale-kara-muharebeleri-ve-savasin-sonuclari.html Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı 155 sını toplumsal cinsiyetçi bir yaklaşımla açıklamaya çalışırlar. Feminist düşünürlerden Cynthia Cockburn, savaşı “Topluca örgütlenen, öldürücü silahların kullanıldığı, tarafların bir amaç ya da çıkar için çarpıştığı, en önemlisi de öldürmenin cinayet olarak görülmediği, toplumsal açıdan onaylanmış bir çatışma olarak” tanımlar.27 I. Dünya savaşındaki temel çıkarlar ekonomik ve siyasi üstünlük mücadelesi olarak ön plana çıkmıştır. Realist teorinin güç mücadelesini insan doğasındaki bencillik ve rekabet ile ilişkilendirirken, feministler için bu insan doğası kadınlardan çok erkekleri tanımlamaktadır. I. Dünya Savaşı sırasında öne çıkan devletlerin yöneticileri İngiltere’de Kral V. George, Alman İmparatoru II. Wilhelm, Avusturya-Macaristan imparatoru Franz Joseph, Osmanlı padişahı V. Mehmet gibi ataerkil düzeni temsilen karar mercilerinde erkeklerin olduğu görülmektedir. Liderlerin cinsiyetine baktığımızda, savaş ve emperyalizm stratejileri erkek merkezli ve ataerkil olduğu feminist görüş doğrulanmış olmaktadır. I. Dünya Savaşını başlatan neden, erkek liderlerin özellikle Alman imparatorunun dünya siyasetinde savaşı politikalarının devamı olarak görerek, yayılmacı ve revizyonist bir strateji izlemesidir. İlaveten burada feminist görüş açısından önemli nokta, savaş öncesi ve patladığında kadınların oy hakkının ülkelerde olmamasıydı. Kadınlar hükümetlerine karşı oy hakkı mücadelesi vermekteydiler. Savaş sonrasında Britanya ve ABD’de kadınlar oy hakkı kazanmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu içerisinde de aristokrat, üst sınıf, saray ve devlet yöneticilerinin ailelerinden gelen kadınların 19.yüzyılda kadın haklarını savunmak için dernekler kurmuşlardı. Erkekler gibi eşit haklar talep etmekteydiler. Kadın dergileri ve dernekler aracılığıyla haklarını savunmaktaydılar. Ülke sorunlarına katkıda bulunmak için siyasal parti kolu gibi çalışan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kadın şubeleri de vardı. Kadın dernekleri Osmanlı içerisinde kamusal görünürlüklerini arttırarak, tanınma ve haklar talep etmişlerdir.28Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılarak, Kurtuluş savaşı sonrası, bu savaştaki üstün hizmetlerinden dolayı Türk kadını, kurulan 1923 Türkiye Cumhuriyeti’nde, dünyanın birçok ülkesindeki kadınlardan daha önce 1934 yılında seçme ve seçilme hakkına sahip olmuştur. Seçme ve seçilme hakkını temsilen oy hakkı olmaması, demokrasi çerçevesinde savaş kararı alan bir hükümeti, 27 CynthiaCockburn, Buradan Baktığımızda Kadınların Militarizme Karşı Mücadelesi, (çev) Füsun Özlen, Metis yay, İstanbul, 2007, sf.278 28 Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti Erkekler Devlet Kadınlar Aile Kurar, İletişim Yay, İstanbul, 2014, sf.92-101 156 Aşkın İnci Sökmen bir sonraki seçimlerde oy ile cezalandırma seçmeme kararında karar mercilerinde kadınların hiçbir hükmünün olmamasını göstermektedir. Savaş kararı veren bürokraside kadının olmaması, savaşın önleyiciliğindeki feminist duruşu ortadan kaldırmaktadır. CynthiaEnloe’nun “küresel siyasette kadınlar nerede ?“ feminist sorusundan yola çıkarak, “I. Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında kadınlar neredeydi ?” sorusunu cevaplamak feminist analiz açısından önemlidir. Savaşların yükü ve şiddetini sivil cephede, işgal edilmiş topraklarda, muharebe meydanlarında en ağır hisseden kadınlar olmaktadır. I. Dünya savaşı uzun ve çok cepheli bir yıpratma savaşı olduğundan, savaşa giren bütün ülkelerin sivil halkı kitleler halinde seferber etmiş, bu topyekün seferberlik nedeniyle kadınlarda savaş sırasında çok çeşitli roller üstlenmişlerdir.29 Lojistik tedarikinde, silah üretiminde, askeri hemşirelik, istihbarat elemanı ve direniş savaşçısı olarak ülkelerin silahlı kuvvetlerinde görev yapmışlardır. O dönemin ülkelerin silahlı kuvvetlerinin tamamı erkeklerden oluşsa da destek görevlerinde ve bizzat savaşan gruplar içerisinde kadınlarda yer almıştır. I. Dünya savaşı ve Çanakkale savaşı, Osmanlı kadınlarını da daha aktif hale getirmiştir. Askerlerin ihtiyaçlarını karşılamak için dikim evlerinde, kumaş fabrikalarında, bakanlıklar ve bankalar gibi memurluk görevlerinde, hemşire ve hastabakıcı olarak savaş cephelerinde görev almışlardır.30Kamusal –özel alan ayrımı içerisinde “ kadının yeri evidir” görüşü, savaş zamanında geçerliliğini kaybetmiş, gerek üretim alanında gerekse savaş alanında kadınlar etkin olmuşlardır. Liberal feministlerin kadın-erkek eşitliği savaş zamanında üstlendikleri roller nedeniyle kısmen gerçekleşmiştir. Her ulus için bir savaş, bir ulusal meşru müdafaa savaşı gibi göründüğünden, kadın-erkek olsun vatandaşlar üzerine düşen gören yükümlülükleri yerine getirmeye çalışmışlardır. Savaş sırasındaki “ vatanseverlik” propagandaları ve radyo programları bir çok ülkede kadınları aktif göreve çağırmıştır. 1917’den daha fazla erkeğin orduda görev yapabilmesi için İngiliz ve Amerikalı kadınlar silahlı kuvvetlere alınmıştır. 1917’de Britanya’da Kadın Ordu Muavin Bir29 Kadınların I. Dünya Savaşı sırasındaki etkinlikleri için Bkz. Joyce Berkman, “ Feminism, War and Peace Politics : The Case of World War I.” in Woman, Militarism and War : Essays in History, Politics and Social Theory, (eds.) Elshtain and Tobias , Savage , Rowman and Little field , 1990, sf.141-160; Lettie Gavin, American Women in World War I: They also served , University Press of Colorado , 1997 ; Diana Condell and Jean Liddiard,Working for Victory, Routledge , 1987; Gilbert Stone, Women Workers of World War I about Britain, Mansion Field ,2007. 30 Zümrüt Sönmez, Savaşın Kadınları, Yarımada yayınları, 2008. Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı 157 likleri, Kraliyet Donanması Kadınlar Birliği ve bir yıl sonra da Kraliyet Hava Kuvvetleri Kadınlar Birliği kurulmuştur. 300 Rus kadın “ ölüm taburu “ adlı grup altında, I. Dünya Savaşı sırasında cephede erkekler ile yan yana savaşmıştır.31 Çanakkale savaşı sırasında siperler arasında kadın keskin nişancılarında olduğu, İngiliz, Avustralya, Yeni Zelandalı askerlerin mektup ve günlerinde ve o yıllarda çıkan gazetelerdeki röportajlardan anlaşılmaktadır. Günlüklerde tasvir edilen Türk kızlarının 18-21 yaşlar arasında olduğu, savaşa aktif olarak katıldıkları belirtilmektedir32. Kadınların savaş alanında yer aldığı görevlerden biri de casusluk alanındadır. Tammy Proctor, Kadın İstihbaratı: I. Dünya Savaşı’nda Kadınlar ve Casusluk (Female Intelligence: Women and Espionage in The First World War)33 kitabında, İngiliz Gizli Servisi içerisinde düşman sinyallerini dinleyen, mesajları deşifre eden, bilgi aktaran meraklı kadınlar olarak görev yaptıklarını belirtmiştir. Viktorya döneminin önemli gezginlerinden, tarih eğitimli Getrude Bell, Arabistanlı Lawrence kadar ünlü İngiliz bir kadın istihbaratçıdır. Ortadoğu’da çok uzun zaman geçirerek, I. Dünya savaşı sonrası İngiliz stratejilerinin oluşmasında önemli bilgiler ilettiği varsayılmaktadır. Savaş sırasında yüksek oranda Alman ve Avusturya Macaristan uyruklu kadınlar İngiliz erkekleriyle evlenerek vatandaş olmuş, şüphe teşkil edenler ajan çıkmıştır. Mata Hariadıyla bilinen Hollanda doğumlu dansöz, Alman istihbaratçısı olduğu şüphesiyle Fransa’da idam edilmiştir. Erkek istihbaratçı görevlerinin aynı zorluk derecesi içerisinde casus olarak görev yapan kadınlar, I. Dünya Savaşı sırasında bu meslek alanında kadın-erkek eşitliğini sağlamışlardır. Savaş sırasında cephe gerisindeki görevler açısından ön plana çıkan meslekler doktor ve askeri hemşirelik olmuştur. Kadınların bu görevler için seferber edilmesi, kadınların askeri yapılar içerisinde militarize olarak, ücret-rütbe-istihdam yapılarının bir parçası haline gelmeleriydi. Böylece kadınların tam vatandaşlık haklarını elde edebilmeleri için önemli bir unsur haline gelmişlerdir. Gönüllü Hemşire Kıtası (First Aid Nursing Yeomanry-FANY) 1907’de kurularak seçkin ve gösterişli kadınları bünyesinde barındırmıştır. Fransa ve İngiltere’de aktif olarak cephelerde yer almışlardır. Benzer şekilde I. 31 AnnKramer, Dünya Savaşlarında Kadın Casuslar, (çev) Tülin Er, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014, sf. 11-13 32 Zümrüt Sönmez, “ Çanakkale’nin Keskin Nişancı Kadınları”, Derin Tarih Dergisi, Çanakkale Özel Sayısı, 2015, sf. 124-125; Mete Tunçoku, Çanakkale 1915 Buzdağı’nınAltı , Ankara TBMM Basımevi, 2005, sf.110-111. 33 Tammy Proctor, Female Intelligence: Women and Espionage in The First World War, New York University Press, 2003. 158 Aşkın İnci Sökmen Dünya Savaşı boyunca ve Çanakkale savaşı sırasında Türk kadınları hemşire, hastabakıcı görevlerini üstlenmişlerdir. Hilal-i Ahmer (Kızılay ) Cemiyeti bünyesinde 1912’de kurulan Hanımlar merkezi cephede savaşan askerlere, yaralı hastalara, şehit ve asker ailelerine yardım etmişlerdir. Çanakkale savaşları sırasında özellikle ordunun ihtiyacı olan iç çamaşırı, giyecekler kadınlar tarafından temin edilmiştir.34 1.Dünya savaşı emperyalist bir savaş olarak, yıllardır savaşa karşı çıkmayı bekleyen sosyalist II. Enternasyonal partileri genel greve gitmek yerine, milliyetçilik duyguları ağır basarak tüm güçleriyle devletlerini desteklemişlerdir. Savaş karşısında en faal tutum alan Rosa Luxemburg dahi, kendisine gösterilen ulusal güvenlik tehlikeleri karşısında sınıf dayanışmasından bir anda vazgeçerek savaşa karşı çıkmadılar. Sosyalist feministler açısından da benzer bir tutum içerisinde olmuşlardır. 35 Çocuklarını ve eşlerini askere yollayan anneler, erkekleri askerliğe teşvik ederek milliyetçi-vatansever bir çizgide, feminist anti militarizm görüşünden ayrı hareket etmişlerdir. Kadınlar vatanseverliklerini ispat etmek için gönüllü olarak bir çok görev üstlenmişlerdir. 1. Dünya Savaşı’nda topraklarını daha da kaybetme riskinde olan bir Osmanlı toplumu içerisinde bu savaşı desteklememek kadınlar için doğru bir seçenek olamazdı. Önemli cephelerinden biri olan Çanakkale Savaşı sırasında kadınların gösterdiği seferberlik ve yardım faaliyetleri, beka problemi ön plana çıkmış bir ulusun meşru müdafaası olarak değerlendirilmelidir. Avrupa’da savaş sırasında yapılan propagandalarda ana temalar bayrak- vatan ve kadın üzerinden şekillenmiştir. Osmanlı hükümeti de aynı şekilde savaş propagandasını bu temalar üzerinden yapılandırmıştır.36 Milliyetçi söylemler, çoğunlukla vatanı bir kadın bedeni olarak düşünürler. Ulus ise erkek kardeşler birliği olarak varsayılır. Vatanın sevilen bir kadın olarak tasavvur edilmesi, uğruna mücadele edilmesi azmini de beraberinde getirmektedir. Toprak kayıpları, sevdiği kadının namusunu koruyamayan bir erkeğin utancına benzer duygular çağrıştırmaktadır. Vatan hem sevilen kadın hem de anne olarak uğruna ölümü bile göze alınan, mücadele edilen bir tema 34 Nevin Yazıcı, “ Çanakkale Savaşı’nda Türk Kadının Rolü”, Akademik Bakış, Gazi Ünv Yay, Cilt 5, Sayı 9 , Kış 2011, sf.249-252. 35 HewStrachan, Birinci Dünya Savaşı, (çev) Ümit Hüsrev Yoksal, Say Yayınları, 2014, sf. 57-58. 36 Meryem İlyada Atlas, “ Birinci Dünya Savaşı : Maskülen Savaş, Feminen Propaganda “, Lacivert Dergisi, Sayı 8, Aralık 2014, http://www.lacivertdergi.com/dosya/2014/11/28/birinci-dunya-savasi-maskulen-savas-feminenpropaganda?paging=2 Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı 159 olarak, savaş propagandalarında ön plana çıkarılmıştır.37Osmanlı seferberlik propagandası, Osmanlıların namusunun korunması üzerinden, milletin onuru o milletin kadınlarının erdemlerini temsil etmesi ve düşmanların saldırılarının sadece İslam dinini değil Osmanlı kadınlarının da namusunu tehdit ettiği üzerine odaklanmıştı. Dolayısıyla, savaşta orduda hizmet etmek kadınların namusunu da korumaya hizmet edecek yani tüm milletin onurunu da savunmuş olacaktı. 38Milli bilinç birçok kadının ilk defa kendilerini kamusal örgütlenmede ve kamusal tartışmalarda yer alabilecek kadar güvenli hissetmelerini sağlamıştır. Savaş sırasında işgale karşı ve mütareke şartlarına direnişi meydanlarda mitinglerle kürsüye çıkan devrin öncül kadınları içerisinde Halide Edip Adıvar, Şukufe Nihal, Fatma Aliye gibi hanımlar yer almıştır. Mitinglerde halkın savaşa destek vermesi için propagandalar yürütmüşlerdir. Milliyetçi duyguların yanı sıra, ulusun bağımsızlığını yeniden inşa etmek, kadınların özgürleşmesini de teminat altına alınması demekti. Erkekler savaşla, güç gösterileriyle bağlantı kurulurken, kadınlar barış ile ilişkilendirilir. Feminist aktivizm ile barış aktivizm arasındaki bağlantıdan baktığımızda, kadınların savaş karşıtı aktivizmi de 1. Dünya Savaşı sırasında toplu gösteriler olarak hükümetlerine yönelik protestolar şeklinde gerçekleşmiştir. Savaş sırasında Amerikalı kadınların girişimiyle 1915 yılında Kadınların Barış Partisi kurulmuştur. Alman, İngiliz, İtalyan kadınlarında katılımıyla Lahey’de düzenlenen bir konferansta savaş lanetlenerek, tüm kadınların birbirleri arasındaki dayanışmayı arttırması amaçlanmıştır. Birbirlerini kız kardeş gören bu kadınlar, bütün dünya kadınları adına savaşan devletleri barış yapmaya çağırmıştır.39 Avrupa savaşı başlatan ve sürdüren devletler olarak, kadınlarının bu yöndeki çabası önemlidir. Ancak emperyalist ulusal çıkarlar her zaman daha ön planda olduğu için sadece bir umut olarak kalmışlardır. Anneliğin, feminist anti militer düşünce de çok önemli oynadığı gerçeği de dikkate alınmalıdır. “Koruyucu anne sevgisi” sadece kendi çocuklarının değil, savaştıkları düşmanın çocuklarını için duyulan genel kaygıyı da içermektedir.40 Bu düşünce de kadın anti-militarist barış hareketini, 37 AfsanehNajmabadi, “ Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan : Sevmek, Sahiplenmek, Korumak”, içerisinde Vatan Millet Kadınlar, (der.) Ayşe Gül Altınay, İletişim Yay, 2004, sf.129-134. 38 Mehmet Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Seferberliği, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015, sf.86. 39 AndreeMitchel, Feminizm, (çev) Şirin Tekeli, Kadın Çevresi yayınları, 1984, sf. 116. 40 NiraYunalDavis, Cinsiyet ve Millet, İletişim yayınları, İstanbul, 2010, sf.207- 160 Aşkın İnci Sökmen etnik/dinsel/sınıfsal farklıları önemsemeyen kadınların, birbirlerini kız kardeş görerek barış etrafında birleşmesini kolaylaştırıcı bir etken olabilmektedir. SONUÇ Uluslararası ilişkiler teorileri içerisinde, uluslararası politikayı toplumsal cinsiyet açısından inceleyen feminist uluslararası ilişkiler teorisi savaş ve barış konularına farklı kavramsallaştırmalar getirmektedir. Avrupa merkezli, sonuçları itibariyle önemli değişikliklere neden olan 1. Dünya Savaşı ve onun cephelerinden biri olan Çanakkale muharebelerine feminist uluslararası ilişkiler teorileri açısından bir analizi bu yazının içeriğini oluşturmaktadır. Feminist uluslararası ilişkiler teorisinin temel varsayımlarına dayanarak, egemenlik, güç, emperyalist çıkarlar erkeklik ile özdeşleştirilmiş ve 1. Dünya Savaşı sırasına katılan ülkelerin erkek liderlerini motive eden doğalarındaki hırs, rekabet, daha fazla güç erki dürtüleriyle ispatlanmıştır. Askeri seferberlik, erkeklerin kadınların yeni beceriler kazanmasına ve yeni sorumluluklar üstlenmesine izin vermesine gerekli hale getirmiştir. Ordu ve savaşlar asla sadece erkeklerin alanı olmamıştır. I. Dünya savaşı zamanında ordular, sınıf, etnik, yaş ve toplumsal cinsiyet farklılıklarını aşan milli dayanışma ve vatanseverliğin merkezi durumunda oldukları görülmektedir. Feministler güvenliğin yeniden yorumuna toplumsal cinsiyeti katarak özel olarak kadınların savaşta değil, askeri durumlarda ve hatta barış zamanlarında karşılaştıkları toplumsal cinsiyete özgü riskleri ön plana getirmişlerdir. Kadınlar savaş dönemi içerisinde gönüllü olarak birçok görevlerde bulunarak, kendi özgürleşmelerinin de önünü açmaya çalışmışlardır. Savaşın önemli cephelerinden biri olan Çanakkale muharebelerinde, yine Osmanlı kadının savaşta ordunun eksiklerini tamamlamak için ciddi bir seferberlik içerisinde yer alarak ikincil görevlerde bulunmuştur. Savaş siperlerinde yer alan asker kadınlarında yer alması bu savaşın kadın-erkek eşitliğini kısmen gerçekleştirdiğini gösteren önemli unsurlarından biridir. Gelecek nesillere ortak milli irade ruhu olarak aktarılan Çanakkale Savaşı, Mustafa Kemal önderliğinde Kurtuluş savaşı için önemli bir özgüven sağlamış, kadınlarında desteği ile 1923 yılında modern Türk Cumhuriyeti’nin kurul208. Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı 161 masına öncülük etmiştir. Türk kadınlarının sömürgeci savaşlardaki direniş başarısına karşılık, Atatürk tarafından 1934 yılında anayasa ve Seçim Kanunu’nda yapılan değişiklikle, seçme ve seçilme hakkı alarak, siyasal haklarına kavuşmuştur. Asker ordu millete oğullar yetiştiren Türk kadını, Türk modernleşmesi açısından da önemli görevler üstlenmiştir. KAYNAKLAR AfsanehNajmabadi, “ Sevgili ve Ana Olarak Erotik Vatan : Sevmek, Sahiplenmek, Korumak”, içerisinde Vatan Millet Kadınlar, (der.) Ayşe Gül Altınay, İletişim Yay, 2004. Ali Akyıldız ve Zekeriya Kurşun, Osmanlı Arap Coğrafyası ve Avrupa Emperyalizmi, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2015. AndreeMitchel, Feminizm, (çev) Şirin Tekeli, Kadın Çevresi yayınları, 1984. Andrew Heywood, Siyasi İdeolojiler, Adres yay, 8. Baskı, 2014. AnnKramer, Dünya Savaşlarında Kadın Casuslar, (çev) Tülin Er, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2014. Ann Tickner, “ Hans Morgenthau’s Political Principles of Political Realism : A Feminist Reformulation”, Millennium Journal of International Studies, 17 (3), 1988. Ann Tickner, Gender in International Relations, Feminist Perspectives on Achieving Global Security, New York Colombia University Press, 1992. Ann Tickner, Gender and International Relations Feminist Perspectives on Achieving Global Security, New York: Colombia University Press, 2012. Christina Slyvester,Feminist Theory and International Relations in a Postmodern Era, Cambridge University Press, 1994. Çiğdem Aydın Koyuncu, “ Feminist Uluslararası İlişkiler Yaklaşımları Açısından Güvenlik Konusunun Analizi”, Ankara Üniversitesi Siyasi Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt 67, No 1, 2012. CynthiaCockburn, Buradan Baktığımızda Kadınların Militarizme Karşı Mücadelesi, (çev) Füsun Özlen, Metis yay, İstanbul, 2007. CynthiaEnloe,Muzlar, Plajlar ve Askeri Üsler-Feminist Bakış Açısından Uluslararası Siyaset, Çitlembik Yayınları, 2003. Daniel Horowitz, Betty Friedan and The Making of The Feminine Mystique: The American Left , The Cold War and modern Feminism, Sheridan Books, 1998. 162 Aşkın İnci Sökmen Eric C. Blanchard, “ Gender International Relations and The Development of Feminist Security Theory “, Chicago Journals, Vol 28, No 4, Summer 2003. Feminist International Relations –An Unfinished Journey , Cambridge University Press, 2002. Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Ailenin Kökeni, http:// www.mucadelebirligi.com/pdf/klasikler/ailenin%20ve%20ozel%20 mulkiyetin%20ve%20devletin%20kokeni.pdf Gökçen Alpkaya, Eski Yugoslavya için Uluslararası Ceza Mahkemesi, Turhan Kitapevi, Ankara, 2002. Hans J. Morgenthau, Uluslararası Politika Cilt 1.,(çev) Baskın Oran ve Ünsal Oksay, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara, 1970. HewStrachan, Birinci Dünya Savaşı, (çev) Ümit Hüsrev Yoksal, Say Yayınları, 2014. Jacqui True , “ Feminizm “ , Uluslararası İlişkiler Teorileri, ScottBurchill, Andrew Linklater, Richard Devetak, JackDonnelly, Teryy Nardin, MatthewPaterson, ChristianReus-Smit, Küre Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2013. Jean BethkeElshtain, Public Man, Private Women : Women in Social and Political Thought, Oxford University Press, 1981. Jean BethkeElshtain,Women and War with a new Epilogue, Chicago University Press, 1995. John Stuart Mill, The Subjection of Women, http://www.earlymoderntexts.com/pdfs/mill1869.pdf, (Kasım, 2009). Josephine Donovan, Feminist Teori Entelektüel Gelenekler, (çev) Aksu Bora, Meltem Ağduk Gevrek, Fevziye Saylan, İstanbul : İletişim Yayınları, 8. Baskı 2014. Joshua S. Goldstein, War and Gender : How Gender Shapes The war System and vice versa , Cambridge University Press, 2001. Joyce Berkman, “ Feminism, War and Peace Politics : The Case of World War I.” in Woman, Militarism and War : Essays in History, Politics and Social Theory, (eds.) Elshtain and Tobias , Savage , Rowman and Little field , 1990. June Hammam, Feminism ,Routledge Pub, 2014. KlausWolf, Gelibolu 1915 Birinci Dünya Harbi’nde Alman –Türk Askeri İttifakı , (çev) Eşref Bengi Özbilen, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Mart 2014. Laura Sjoberg, “ Gender, Structure and War : What Waltz Couldn’t See “, International Theory, 4/1. Lettie Gavin, American Women in World War I: They also served , University Press of Colorado , 1997 ; Diana Condell and Jean Liddiard,Working for Victory, Routledge , 1987; Gilbert Stone, Women Workers of World War I about Britain, Mansion Field ,2007. Marlene LeGates, In Their Time :A History of Feminism in Western Society,Routledge Publishing, 2001. Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı 163 Mehmet Tanju Akad, “ 1.Dünya Savaşı -100. Yıl “, Tarih Dergisi, Ekim 2014, Sayı 5. Mehmet Beşikçi, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Seferberliği, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015. Mehmet Evren Eken, “ Feminizm, Maskülinite ve Uluslararası İlişkiler Teorisi: Uluslararası Siyasetin Toplumsal Cinsiyeti”, Uluslararası İlişkiler Teorileri, (ed.) Ramazan Gözen, İletişim Yayınları, İstanbul. Meryem İlyada Atlas, “ Birinci Dünya Savaşı : Maskülen Savaş, Feminen Propaganda “, Lacivert Dergisi, Sayı 8, Aralık 2014, http://www.lacivertdergi.com/dosya/2014/11/28/birinci-dunya-savasi-maskulensavas-feminen-propaganda?paging=2 Mete Tunçoku, Çanakkale 1915 Buzdağı’nınAltı , Ankara TBMM Basımevi, 2005. Muhittin Ataman, “Feminizm: Geleneksel Uluslararası İlişkiler Teorilerine Alternatif Yaklaşımlar Demeti “, Alternatif Politika, Cilt 1: Sayı: 1, 2009. Nevin Yazıcı, “ Çanakkale Savaşı’nda Türk Kadının Rolü”, Akademik Bakış, Gazi Ünv Yay, Cilt 5, Sayı 9 , Kış 2011. NiraYunalDavis, Cinsiyet ve Millet, İletişim yayınları, İstanbul, 2010. Özlem Tür ve Çiğdem Aydın Koyuncu, “ Uluslararası İlişkilerde Toplumsal Cinsiyet”, Küresel Siyasete Giriş Uluslararası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler, (ed.) Evren Balta, İletişim Yay, İstanbul, 2014. Paul Kirby, “ How is Rape A Weapon Of War ? : Feminist International Relations, Modes of Critical Explanation and The Study of Wartime Sexual Violence “, European Journal of International Relations, 2012. Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti Erkekler Devlet Kadınlar Aile Kurar, İletişim Yay, İstanbul, 2014. Simone de Beauvoir, O Kadın “İkinci Cins “,PayelYay, 8. Basım, 1993; Eva Finges, Patriarchal Attitudes : Women in Society (AtaerkilTutumlar), Persea Books, 1987 ; Germaine Greer, The Female Eunuch (Hadım Edilmiş Kadın), Harper Perennial Modern Classics, 2008. Sinan Birdal, “ Feminizm”, Uluslararası İlişkilere Giriş, (ed.) Şaban Kardaş ve Ali Balcı, Küre Yayınları, İstanbul, 2014. Tammy Proctor, Female Intelligence : Women and Espionage in The First World War,New York University Press, 2003. United Nations Security Council 1325 Resolution, adopted by the Security Council at its 4213 th meeting on 31 October, 2000.http://daccessddsny.un.org/doc/UNDOC/GEN/N00/720/18/PDF/N0072018. pdf?OpenElement Women, Militarism and War : Essays in History, Politics and Social Theory,Rowman& Littlefield Pub, 1990. Zümrüt Sönmez, “ Çanakkale’nin Keskin Nişancı Kadınları”, Derin Tarih Dergisi, Çanakkale Özel Sayısı, 2015. Zümrüt Sönmez, Savaşın Kadınları, Yarımada yayınları, 2008. 8 Realizm, Güvenlik ve Çanakkale Ayşegül Özerdem* Makalemiz üç bölüm olarak düzenlenmiştir. Birinci kısımda güvenliğin önemi, klasik realizmin güvenlik anlayışı ve eleştirel yönleri üzerinde durulmuş, ikinci kısımda Çanakkale boğazının güvenlik açısından önemine tarihsel süreç bazında yer verilmiş, boğazların güvenliğinin sağlanmasının özellikle enerji transferi açısından değerine vurgu yapılmıştır. Son bölümde ise Çanakkale boğazının güvenliğinin sağlanmasının sadece realist perspektiften ele alınmasının doğru olmayacağı ifade edilerek güvenlik, refah ve demokrasi üçlüsünün bağıntısına dikkat çekilmiştir. REALİZM VE GÜVENLİK ANLAYIŞI Siyasi literatürde güvenlik kavramı, dönemsel olarak farklı anlamlar ifade etmiş, gelişmiş ülkeler ve gelişmemiş ülkeler bazında farklı manalarda anılmıştır. Her ne kadar sübjektif ve muğlak bir zeminde tanım sorunu yaşansa da, günümüzde güvenlik kavramı askeri, politik, ekonomik, sosyolojik, psikolojik ve çevresel yönleri ile bir bütünlük ifade etmektedir. Özellikle soğuk savaş sonrası realist bakış açısının önem kazanmasının etkisi ile güvenlik tanımı devlet güvenliği ile özdeş hale gelmiştir. Klasik realizm, uluslararası ilişkileri devletlerarası ilişkiler olarak tanımladığından ve devletlerarası ilişkileri de güç ekseninde gördüğünden, güvenlik kavramına yüklediği anlam büyüktür. Bununla beraber realist kuramcılar güvenlik kavramı üzerinde çok fazla teori üretmemişlerdir1.Realist kuramda, güvenliğin uluslararası sistemde devlet eliyle sağlanması anlayışı, beraberinde bireyin de güvenliğinin sağlanacağı düşüncesini doğurmuştur. Dolayısıyla asıl olan birey güvenliği değil devletin güvenliğidir. Realizmin güvenlik anlayışına göre uluslararası sistemin temel aktörleri egemen devletlerdir, sistem doğası gereği anarşiktir ve bu * 1 Polis Akademisi, Uluslararası Güvenlik Doktora Öğrencisi. Özlen Çelebi, ”Güvenlik”, Haydar Çakmak (Ed.), Uluslararası İlişkiler Giriş Kavram ve Teoriler, Ankara, Barış Yay., 2007, s. 71. 166 Ayşegül Özerdem anarşik durum belirsizlik halidir2. Devletlerin hedeflerine ulaşmaları için tek engel diğer egemen devletlerin güç sınırıdır zira devletler çıkar hedeflidir, savaşlar çıkar çatışmalarının sonucunda güç ve güvenlik için yapılır ve devletin olağan bir uzantısıdır. Realizmde kötülük insanın da devletin de baskın tarafıdır; tıpkı insanlar gibi devletler de güç tutkunu, çıkarcı ve kötüdür bu nedenle uluslararası politikada çatışmalar ve savaşlar daimidir. Amaç gücü elde etmek ve ulusal çıkarlar doğrultusunda kullanmaktır. Dolayısıyla güvenlik için askeri güç şarttır vebu noktada güvenlik ikilemi ortaya çıkarki bu durum bir devlet kendi güvenliğini sağlamak adına diğer devletin güvenliğine tehdit unsuru oluşturabilir3.Devlet askeri gücü olduğu ölçüde güvendedir. Realizmde ulusal güvenliğin askeri boyutta sağlanabileceği ve askeri güç ile ülke yönetilebileceği kabul edilmiştir4. Devlet kendinden güçsüz devletlere karşı güven hissederken, eşit güçteki ve güçlü devletlere karşı güvensizlik duymaktadır dolayısıyla güçlü devlet tehdit unsurudur. Defansif (savunucu) realist perspektifte, sistemin mihenk taşı aktörlerin birbirini ne ölçüde tehdit olarak algıladığıdır; buna göre, uluslararası aktörler, saldırgan ve yok edici bir tavırdan ziyade olası tehditlere karşı önlem almaya odaklanmalıdır, hedef statükoyu korumaktır. Tam aksi tezi savunan Ofansif (saldırgan) perspektif ise gücün sürekli aktarımına odaklıdır, amaç güç maksimizasyonun önceliğidir, dolayısıyla, tehdit algılaması ikincil plandadır ve yayılmacı politika kabul edilebilir boyuttadır5. Öncülüğünü John Mearsheimer’ın yaptığı Ofansif neo-realistler devletlerin özellikle askeri güç olarak tanımladıkları güvenliğinin elde edebilecekleri maksimum güç ile sağlayabileceklerini ve bundan dolayı revizyonist devletlerin daha güvenli olduklarını savunmaktadır6. Her iki bakış açısının da temel hedefi ülkelerin anarşi ortamında güvenliğinin sağlanmasıdır. Uluslararası sistemdeki istikrarsızlıklar devletlerin güvenliği için risk oluşturur bu nedenle devletler tehditlere karşı askeri ittifak yoluna gidebilirler ki bu ittifakların temel amacı çıkar2 3 4 5 6 Hobbes’un anarşik düzen ve güvensizlik teorisi için bkz., Thomas Hobbes, Leviathan, London, Penguin, 1985, s.183-188. Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri, İstanbul, Alfa, 2004, s. 197-198. Neorealistlerin “security dilemma” modeli için bkz.,Stephen M. Walt, “TheRenaissance of Security Studies” International Studies Quarterly, 2, 35,1991. Mustafa Aydın, “Uluslararası İlişkilerin Gerçekçi Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği”, Uluslararası İlişkiler, 11, 2004, s. 39-40 Chris Brown, Kirsten Ainley, Uluslararası İlişkileri Anlamak, çev. Arzu Oyacıoğlu, İstanbul, Yayınodası, 2008, s.39. Chris Brown, a.g.e.,s.39. Realizm, Güvenlik ve Çanakkale 167 ların gerçekleşmesidir. Realist kuramcılar, uluslararası sistemi güvenlik ve güç mücadelesi olarak gördüklerinden devlet çıkarları ile uluslararası hukukun ve örgütlerin etkisine inanmaz ve işbirliğinin sınırlı olacağını savunurlar. Neo-realizm klasik realizmden farklı olarak ulus devlet yapılarının güvenliği ile birlikte uluslararası sistemin güvenliğinin de gerekliliğine vurgu yapar ve böylelikle güvenliği ulus devlet ile sınırlamamış olur. Realizm güvenlik analizinde ülkelerin iç dinamiklerini ve jeopolitik yapısını yadsır ve bu noktada eleştirilere maruz kalır. Bununla beraber, uluslararası ilişkiler çalışmalarında realizmin yadsınamayacak derecede etkili olduğunu belirtmek mümkündür. Nitekim II. Dünya savaşından sonra ortaya çıkan paradigmalar ve eleştirel yaklaşımlar kaynağını realizmden almıştır. 1970 sonrası literatürde kuram hızla kan kaybetmiş, temel varsayımları sorgulanmaya başlanmıştır. Küreselleşme ile birlikte, askeri güvenlik anlayışının dışında da güvenlik olabileceği düşüncesi ortaya çıkmıştır. Uluslararası ilişkilerde ekonomik unsurların göz ardı edilemeyeceği, yalnızca askeri konular kapsamında bir güvenlik değerlendirmesinin eksik ve tehlikeli olabileceği uluslararası ekonomi politikası çalışma alanının ağırlık kazanması ile iyiden iyiye kabul görmeye başlamıştır7. Soğuk savaşın bitmesinin ardından bireyin de uluslararası aktör olduğu kabul edilmiş, bireyin güvenliğinin ulusal güvenlik sağlamak adına devlet eliyle tehlikeye atılabileceği tartışılmaya başlanmıştır. Realizmin çatışmacı dinamizmi bugün pek çok uluslararası güvenlik çalışmasının arka planında yer almıştır fakat realizmin güvenlik konusunu genellemesi ve devlet ile sınırlaması, diğer politika unsurlarını göz ardı etmesi realist kuramın eleştirisidir. Realizmin aksine post modern yaklaşımlar güvenliğin tarihsel sarmalda iç güvenliği de kapsayan bir bütün olduğunu savunur. Hukuk, insan hakları, evrensel değerler, işbirliği, moralite gibi değerlerin kuramda yer almaması ve güvenlik bağlamında ihmal edilebilirliği realist felsefenin diğer eleştiri konularıdır. Günümüzde, bu eleştiriler ışığında, güvenliği koruyacak ve temin edecek tek aktörün devlet olmadığı kabul edilmiş ve klasik realist anlayışın ötesinde yeni güvenlik tanımlamalarına gidilmiştir. Ulus devletin güvenliğinin ve “ulusal çıkarının” yüceltilmesi siyaseti özerk bir zemine kilitler. Oysa siyasetin sebebi bireydir ve devletin bireylerin eylemlerinin soyut bir tezahürü olduğu düşünüldüğünde ulus devleti yaratan iradenin farklı aktörlere de rol verebileceği aşikârdır. Nitekim bugün uluslararası arenada farkı aktörlerin 7 Özlen Çelebi, a.g.m. , s. 71. 168 Ayşegül Özerdem de siyasette söz sahibi olması bunu kanıtlar niteliktedir. Bununla beraber, güvenlik sağlayıcı güç olarak devlet iradesini gösterecek kuvvette bir aktör de henüz siyaset sahnesine çıkmamıştır. Dolayısıyla güvenlik sağlayıcı irade bazında farklı aktörler ile paralel bir zeminde devlet iradesi zaruri olmaktadır. Nitekim neo-realist akımın günümüzdeki en önemli kuramcılarından John Mearsheimer’egöre askeri güvenlik ve devlet hala önemlidir. Jessica Tuchman Mathews gibi teorisyenler bu görüşü desteklemiş ve güvenlik kavramının genişlemesinin ve zemin kayması yaşamasının askeri konuların önemini azaltmadığı görüşü ile Mearsheimer’e destek vermişlerdir8. Soğuk Savaşın ardından realizmin değişime ve işbirliğine izin vermeyen anlayışı yerini liberal ve yapısalcı teorilere bıraksa da realizm hala politik zeminde tartışılmaktadır. Realist teorinin cevap vermekte yetersiz kaldığı konuların olması, kuramsal olarak eksikliklerinin bulunması onun artık geçerliliğini yitirdiği manasına gelmemektedir; realist kuramın önem verdiği güvenlik bugün hala uluslararası ilişkilerde kilit kavramdır. Nitekim ulusal ve uluslararası güvenlik sağlama konusunda devletler hâlâ realist kurama paralel olarak güce önem vermektedir. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra Amerika ve Avrupa’da güvenlik algısı realist felsefenin paralelinde gitmekte ve güvenlik sağlama adına diğer devletlere karşı müdahaleci tavır sergileyebilmektedirler. Keza bugün çatışmalı topraklarındaki rejim karşıtı muhalif güçlerin uluslararası güvenliği tehdit etmesinin dayanağı realist paradigmanın köklerinde aranabilir. Bununla beraber, realist teorinin temel kuramlarında revizyona gidilmeksizin küresel ve ülkesel güvenliği analiz etmek olası gözükmemektedir. ÇANAKKALE BOĞAZI VE GÜVENLİK Türkiye jeopolitik olarak stratejik bir noktada bulunmaktadır ve konum itibariyle Türkiye’nin kendi sınırları dâhilinde dışa kapalı bir politika izlemesi oldukça zordur. Jeostratejik yapı çevre ile ilgilenmeyi, sınır ötesi politikalar geliştirmeyi zaruri kılmaktadır. Anadolu tarih boyu çatışmalı bir hafızaya sahip olmuştur ve bu hafıza bugün de Türkiye’nin güvenliğini sağlamak konusunda belirleyicidir. 8 John J. Mearsheimer, “Structural Realism”, Tim Dune, Milia Kurki ve Steve Smith (ed.), International RelationsT heories: Discipline and Diversity, Oxford Univ. Press, 2013, 77-93; Jessica Tuchman Matthews, “Redefining Security”, Foreign Affairs, 68-2, 1988, s. 162-77. Realizm, Güvenlik ve Çanakkale 169 Bölgede tehdit potansiyelinin odak noktalarından birisi de boğazlardır. Karadeniz ve Ege denizini birbirine bağlayan İstanbul boğazı ile Adalar kapısı olan Çanakkale boğazı uluslararası hukukta geçiş açısından bir bütün olarak kabul edilmiştir9. Asya ile Avrupa’yı birleştiren bu geçitler tek bir devletin toprakları içinde olduğundan savunmaya elverişlidir ve tarih boyunca değişen tüm olgulara rağmen önemini muhafaza etmiştir10.Akdeniz ve Karadeniz arasındaki kuvvet dengesi olan İstanbul ve Çanakkale boğazlarının I. Dünya Savaşı (1914-1918) ve II. Dünya Savaşı (1939-1945) dönemlerinde oynadığı roller bu iddianın açık kanıtıdır. Dünya Savaşları süresince, Boğazlarda güvenlik zaman zaman ittifaklar ile zaman zaman ise denge politikaları ile sağlanabilmiştir. İstikrarsız bir bölgede yaşamanın neticesinde güçlü bir savunma stratejisi geliştirerek güvenliği garanti altına almak mecburiyetinde olan Türkiye, belirsiz tehdit ve risklere karşı barış zamanından itibaren millî savunma olanaklarını güçlü tutmak ve silahlı kuvvetlerini olası tehditlere karşı hazır ve güçlü bir yapıda bulundurmak zorundadır11. Bununla beraber boğazları elinde tutan devlet, önemli bir donanma kullanmak zorunda olmadan yalnızca gözetlemesiyle savaş gemilerinin Akdeniz ile Karadeniz arasında gidip gelmelerini engelleyebilir12. Nitekim tarih boyunca boğazlara egemen olan güçler, gözetleme noktaları ile deniz hâkimiyetlerini perçinlemişlerdir. Çanakkale Boğazı’nda güvenlik amaçlı yapılan ilk gözetleme kuleleri Truvalılar döneminde inşa edilmiştir. Truvalılar boğaz egemenliğini bu noktalardan kontrol edebilmiş, geçişlerde güvenliği sağlayabilmişlerdir. Fakat Truvalıların bu egemenliği onları Truva savaşına sürüklemiştir. Truva savaşı Yunanlılar ile boğazları ellerinde bulunduran Truvalılar arasında gerçekleşmiştir13. Çanakkale kıyılarında olan savaşın nedeni Truva’nın güçlenmesinin Atina’da yarattığı güvenlik kaygısı ve ticari üstünlüğün hazmedilememesidir. Savaşın bahanesi Spartalı Helen’dir fakat asıl fitil bakır ticareti ile ekonomik olarak güçlenen Truvalıların Çanakkale ve Ege’de gücü eline geçirmesi; ekonomik ve askeri olarak Yunanlıları tehdit etmeye başlamasıdır. Güç dengesinin bozulması kuşku ve çatışma ile birleşince savaş ka9 10 11 12 Sevin Toluner, Milletlerarası Hukuk Dersleri, İstanbul, Beta Yay., 1996, s.156. Cemil Bilsel, Türk Boğazları, İstanbul, İsmail Akgün Matbaası, 1948, s. 6; http://www.tsk.tr/1_tsk_hakkinda/tarihce.html Yusuf Hikmet Bayur, “Boğazlar Sorununun Bir Evresi (1906-1914)”, Belleten, C.7, S.28, s. 93 13 Cemal Tukin, Osmanlı İmparatorluğu Devrinde Boğazlar Meselesi, İstanbul, Üniversite Matbaası, 1947, s.19. 170 Ayşegül Özerdem çınılmaz olmuştur. Çanakkale bölgesinin jeostratejik konumu bu bölgenin tarih boyunca istilaya uğramasının en önemli nedenlerindendir. Çanakkale tarih boyunca Lidyalılar, Persler, Makedonyalılar, Romalılar, Bizanslılar ve Osmanlılar tarafından hâkimiyet altına alınmıştır14. Anadolu’dan Avrupa’ya geçişi sağlaması, Marmara denizi ile Ege denizini bağlaması bu boğaza hâkimiyetin beraberinde Marmara, İstanbul boğazlarına ve Karadeniz’e de askeri ve ticari olarak hâkim olmayı da getirmiştir. Boğazın bu derece öneminden dolayı kıyılara karşılıklı kaleler inşa edilmiş, bölgede savaşların daimi olması ve savunmanın gerekliliği tahkimatları zorunlu kılmıştır. Çanakkale’de ilk tahkimat Pers krallığı döneminde 5.yy’da yapılmış, daha sonra Bizans imparatoru I. Justinianus tarafından Gelibolu kalesinin yeniden inşa edilmesi ile boğaz, ikinci büyük tahkimatı geçirmiştir15. Eceabat’a 4 km. uzaklıkta stratejik öneme haiz olan Sestoskalesi yine I. Justinianus döneminde tahkimat geçirmiştir. Karesi ve Aydınoğulları beyliklerinin seferlerine maruz kalan boğaz, 1346 yılında Karesi beyliğinin Osmanlı devletine katılması ile Osmanlı’nın askeri ilgisine maruz kalmıştır. Burada bir deniz üssü kurmayı amaçlayan Osmanlı’nın beklediği fırsat Kantakuzenos’un Orhan Bey’den yardım istemesi ile ayağına gelmiş; Justinianus’a karşı Kantakuzenos’u destekleyen Osmanlı, karşılığında Tzympe (Cimbi, Umurbeglü) kalesini almıştır16. Kalenin alınması ile beraber Hisar’daki Bizans askerleri sürülmüş yerine Anadolu’dan askerler yerleştirilmiştir. Bu askeri yapılanma Aşıkpaşazade’de şöyle ifade edilir: “Ehl-i islâmdancoğ adam gerek…feth olunan hisarlara komağ için ve hem yarar gâzi yoldaşlar gönderünüz…yevmen fe-yevmen durmadan Karası vilâyetinin halkı gelür oldular; gelenler yurt tutub gazâya meşgul oldular, el hâsıl asker-i islâm arkadandı”17. 14 Metin Tuncel, “Çanakkale Boğazı”, TDVİA, Cilt 8, İstanbul, 1993, s. 199. 15 Burcu Özgüven, Barut ve Tabya: Rönesans Mimarisi Bağlamında Fatih Sultan Mehmet Kaleleri, ( Y.L. Tezi, İTÜ, 1997) s. 113-114 16 Halil İnalcık, “Fatih’e Kadar Çanakkale Boğazı, Gelibolu Osmanlı Üssü ve Osmanlı-Venedik Karşılaşması”, Mustafa Demir (ed.), Çanakkale Savaşları Tarihi, Cilt 1, İstanbul,2008, s. 17. 17 Aşıkpaşazade 40, Bâb; Halil İnalcık, “Çanakkale Boğazı Özet ve Kronoloji”, Çanakkale Savaşları Tarihi, Cilt 1, İstanbul, Değişim, 2008;Halil İnalcık, “Fatih’e Kadar Çanakkale Boğazı, Gelibolu Osmanlı Üssü ve Osmanlı-Venedik Karşılaşması”, Mustafa Demir (ed.), Çanakkale Savaşları Tarihi, Cilt 1, İstanbul,2008, s. 17. Realizm, Güvenlik ve Çanakkale 171 Osmanlı’nın Çanakkale’de ilk tersanesi Gelibolu’da yapılmış, inşası 1390 yılında başlamıştır18. Tersanenin kuruluş amacı Boğazlardan geçişi engellemek değil; Osmanlı donanmasına güvenli bir gözetleme üssü oluşturabilmektir. Nitekim Gelibolu tersanesi bu bölgeye Osmanlı ordusunun yerleşmesini sağlamış, aynı yıl boğaz muhafızlığı kurulmuş, böylelikle Bizans’ın Akdeniz’e inmesi engellenmiş, boğazlar güvenlik altına alınmıştır. Çanakkale Boğazının ele geçmesi özellikle İstanbul’un alınması açısından çok önemlidir; zira böylelikle Bizans’ın düşürülmesindeki en kritik jeopolitik engellerden bir tanesi bertaraf edilmiştir. Fetret devri sonrası Çelebi Mehmet, babası Yıldırım Bayezid’in kurmuş olduğu boğaz muhafızlığını geliştirilmesini sağlamış ve Gelibolu kalesini tahkim ettirmiştir. İstanbul kuşatması sırasında Bizans’a yardıma gelen gemilerin Çanakkale’den rahatlıkla geçtiğini gören ve Çanakkale Boğazı’nın iç güvenlik açısından kilit konumda olduğunu kavrayan Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethinden sonra, 1463’de boğazların en dar yerine denizin kilidi manasına gelen Kilid-ül Bahr (Eceâbad) ve Kale-i Sultâniye (Çanakkale) kalelerini inşa ettirmiş, Çanakkale Boğazı ağzında bulunan Bozcaada’ya da bir hisar yaptırarak boğazlarda Osmanlı Devleti’nin “mutlak hâkimiyet” devrini başlatmıştır19. Yapılan kalelerin güvenlik açısından stratejik önemi bir yıl sonra, 1464’de Venediklilerin Çanakkale Boğazına saldırısının geri püskürtülmesiyle daha da iyi anlaşılmıştır. Fatih Sultan Mehmet sonrası farklı zamanlarda boğazın güvenliği için karşılıklı altı kale daha yaptırılmıştır; Anadolu kıyısına Kumkale, Avrupa yakasına Seddulbahr 17. yy.’da inşa ettirilirken, Camburnu, Köseburnu, Naraburnu ve Bigalı kaleleri 18. ve 19. y.y.’da yaptırılmıştır. Gelibolu kalesi ise zaman zaman tadilat görmüş, eklemeler yapılmak suretiyle yeniden yapılandırılmıştır. Yapılan kalelerin amacı yüzyıllardır süregelen bir savaş geleneğine uygun olarak, savunmadan çok taarruza yöneliktir. Askeri bir bölge olmasının doğal sonucu olarak boğazda ihtiyaç doğrultusunda kaleler inşa edilmiş, bu kalelerin yapımı devletin politik ve ekonomik gücü ile doğru orantılı olarak artmıştır. 1770 yılında Rus donanmasının Çanakkale’ye dayanmasının ardından ihmal edilen boğazın tahkimi yapılmış, mevcut tabyalara eklemeler olmuştur, fakat Rus tehlikesinin geçmesinin ardından kaleler tekrar 18 Özgüven, a.g.e., s.114. 19 Halil İnalcık, “Çanakkale Boğazı: Özet ve Kronoloji”, Mustafa Demir (ed.), Çanakkale Savaşları Tarihi, Cilt 1, İstanbul,Değişim, 2008, s.66; Süleyman Kocabaş, Türkiye’nin Canı Boğazlar, İstanbul, Vatan Yay., 1994, s.3.; Kemal Beydilli, “Boğazlar Meselesi”, TDVİA, Cilt 6, İstanbul, 1992, s. 267. 172 Ayşegül Özerdem ihmal edilmiş, tabyalar ve tahkimat yeniden harap bir duruma gelmiştir. III. Selim (1789-1807) devrine kadar bu durum devam etmiştir.Fransız ordusu mensubu M. Jucherreau de St. Deny boğazlar ile ilgili bir rapor hazırlamış ve III. Selim’e sunmuştur20. Raporda Çanakkale’nin güvenlik açısından önemine vurgu yapılmış ve kalelerin savunmaya yeterli olmadığı, kuvvetli bir donanmanın boğazı rahatlıkla geçebileceği ve Naraburnu’nun tahkim edilmesi gerektiği ifade edilmiştir21. Rapor sonrası, Seddul-bahr ve Kilid-ül Bahr kaleleri arasına ve Gelibolu kıyısına yeni tabyalar inşa edilmiştir. 19. y.y. ortalarında ve ikinci yarısında boğazın kıyılarına Mecidiye, Hamidiye, Mesudiye, Namazgâh, Yıldız, Ertuğrul ve Orhaniye adlarında yeni tabyalar meydana getirilmiştir22. 1914 I. Dünya harbine kadar boğazdaki tabyalara zaman zaman eklemeler yapılmış ve yabancı gemilerin geçişi engellenmiştir. Çanakkale’nin konum itibariyle askeri olarak savunmaya uygun yapısı, İstanbul’u hedef alan akınlara set olmasına sebep olmuştur. Çanakkale’nin set olma özelliği gibi Osmanlı devleti de özellikle 19. yüzyılda İngiltere’nin Rusya’ya karşı set devleti olmuştur. Çarlık Rusya’sının Boğazları ele geçirip İngiltere’yi Hindistan yolunda tehdidine karşı boğazlara egemen dişleri sökülmüş bir Osmanlı, İngiltere’nin güvenlik politikasına uygundu. Fakat Osmanlı ve Rusya arasında imzalanan Hünkâr İskelesi Anlaşması (1833) İngiltere’nin bu güvenlik politikasına büyük bir darbe indirmiş ve bu tarihten itibaren İngiltere, Rusya’ya karşı, ıslahatlar ile güçlendirilmiş Osmanlıya destek vererek güvenliğini kontrol altına alma yolunu seçmiştir. 1839 Tanzimat fermanı işte bu desteği arka planında barındırmaktadır. Akabinde gelen 1856 Islahat Fermanı İngiltere’nin Türkiye’de rejim ve iktidar değişmelerine müdahalesini iyice takviye etmiş, 1876 yılında Meşrutiyet’e geçişte İngiltere’nin etkisi zirveye çıkmıştır23. Sanayi devrimine yenilen Osmanlı güvenliğini ve mevcudiyetini korumak adına himayeye muhtaç olmuş ve güvenlik için teknolojiye ilk yenilgisini almıştır. I. Dünya savaşı bu yenilginin devamı niteliğindedir ve boğazlar ile bitişin fitili ateşlenmiştir. İkinci yenilgi II. Dünya savaşı sırasında boğazlara yönelik Sovyet tehdidine karşı 20 https://archive.org/details/rvolutionsdecon00saingoog/ Erişim tarihi 07.03.2015 21 Metin Tuncel, “Çanakkale Boğazı”, Mustafa Demir (ed.), Çanakkale Savaşları Tarihi, Cilt 1, İstanbul,Değişim, 2008, s.126. 22 Tuncel, a.g.e. , 127. 23 Süleyman Kocabaş, Türkiye’nin Canı Boğazlar, İstanbul, Vatan Yay., 1994, s. 191192. Realizm, Güvenlik ve Çanakkale 173 ABD’den yardım alınması ile yaşanmıştır24. Savaş sonrasında da eksen kayması yaşayan Türkiye denge politikası yürütmekte zorlanmış, İsmet İnönü dönemi ile başlayan güvenlik endişesi, iç dinamikler ve dış baskılar ile birleşmiş ve devlet güvenliğinin ancak demokratik devletler topluluğu içerisinde yer alarak sağlanabileceği görüşünün ağırlık kazanmasına sebep olmuştur. Nitekim Türkiye’nin tek partili rejimden, çok partili sisteme geçişini veAvrupa Birliği kriterlerini uygulama girişimlerini bu perspektiften okuduğumuzda tarihsel olarak sürecin devam ettiğini gözlemlemek mümkündür.Tarihsel deneyimler bizlere göstermektedir ki; boğazların güvenliğinin sağlanması jeopolitiğin ekonomiye ve demokrasiye pozitif etki etmesine neden olmuştur. Başka bir ifade ile güvenlik endişesi ile refah ve demokrasi seviyesi artmıştır. I. Dünya Savaşı’nın sonunda 20 Temmuz 1936 tarihinde imzalanan Montreux (Montrö) sözleşmesinin ardından boğazlar uluslararası geçişlere açılmıştır. Tarihsel olarak boğazlar konusunda daima aynı iki nedenden ötürü anlaşmazlık çıkmıştır; boğazların hâkimiyeti ve yabancı geçişlere açıklığı. Monteux,Türkiye boğazlarının milli olma özelliğini koruyan ve günümüzde uluslararası ulaştırmada kullanılan diğer boğazlardan geçiş rejimlerine kıyasla boğaz devletinin güvenlik yetkilerini asgarî kısıtlayan bir antlaşma olmuştur25. Çanakkale stratejik olarak güvenli bir enerji koridoru olabilme potansiyeline sahiptir. Boğazların Doğu-Batı ve Kuzey-Güney enerji haritasının odağında olması başta ABD, Avrupa olmak üzere Rusya ve Çin’in bölgedeki istikrar ve güvenliğe ilgisini artıracaktır. Boğazların, giderek istikrarsızlaşan Orta doğuya alternatif olarak görülmesi tesadüf değildir. Bununla beraber, ülkemiz coğrafyasında istikrar ve demokratikleşme geçişi dolaylı yoldan da olsa boğazların güvenliği ile ilintilidir. Günümüzdeki güvenlik algısı, demokratikleşme adımlarında lokomotif rol oynamaya devam etmektedir, özellikle komşu devletlerde yaşanan güvenlik zafiyetleri ve iç savaşlar bu lokomotifin daha da hız kazanmasına olumlu yönde etki etmesi iç politikanın doğru hamleleri ile mümkün olacaktır. Görünen odur ki güvenli ve demokratik topraklar enerji aktarımında başat rol üstlenecektir. 24 Kocabaş, a.g.e., s.194. 25 Cemal Tukin,a.g.e.; Cemil Bilsel, Türk Boğazları, İstanbul, İsmail Akgün Matbaası, 1948;Başak Bükülmez ve Timur Küpeli, “Küresel Güçlerin Karadeniz Startejilerinin Önündeki Engel: Montrö” http://dergipark.ulakbim.gov.tr/guvenlikstrtj/article/view/5000098938/5000092194 /Erişim Tarihi, 07.03.2015 174 Ayşegül Özerdem Boğazlara, dolayısıyla Karadeniz ve Akdeniz’de hâkimiyet enerji politikalarını manipüle edebilme yetisini de beraberinde getirecektir. Orta Doğu’nun yakın zamanda istikrara kavuşmayacağı ve petrol güvenliği açısından küresel güçlerin yüzünü Orta Asya ve Hazar petrolüne döneceği öngörüsü Boğazların petrol hattı olabileceği fikrini de beraberinde getirmektedir.Uluslararası Enerji Ajansı’nın (International Energy Agency) 2000-2030 dönemini kapsayan raporu ve 2014 Dünya Enerji raporu incelendiğinde ABD, AB ve Japonya gibi sanayileşmiş ülkelerin enerji kontrolü konusunda rekabetinin ve fosil enerji kaynaklarının (petrol, kömür, doğalgaz) kullanımının önlenemez biçimde artacağı bu nedenle enerji açığı ile karşı karşıya kalan gelişmiş ülkeler ile enerjiyi ihraç edip karşılığında teknoloji satın alan ülkeler arasında bağımlılığın iç içe geçeceği ifade edilmektedir26.Rapora göre bu durum, enerji kaynaklarının güvenliği konusunda endişeleri de beraberinde getirecek, uluslararası enerji nakil hatlarının güvenliği konusu özellikle gelişmiş devletlerin gündeminin zirvesine taşınacaktır. Dolayısıyla, güvenliğin sağlanamadığı ülkelerden ziyade barış ve güven ortamının hâkim olduğu ülkeler enerji nakil yolu olarak görülecektir. Ortadoğu’dan enerji naklinin bölgedeki istikrarsızlık sebebiyle günden güne zorlaştığı aşikârdır; yeni konjonktürde Orta Asya ve Hazar enerjisi daha da fazla önem kazanacağı ve dolayısıyla boru hattı alternatifleri başta ABD ve Rusya olmak üzere Çin ve Avrupa Birliği ülkelerini karşı karşıya getireceğini öngörmek mümkündür. Bu konjonktürde, Türkiye’nin ve boğazların önemi artacak, enerji nakillerinin Türkiye üzerinden gerçekleşmesi halinde İstanbul ve Çanakkale boğazlarının stratejik boyutu farklı bir derinliğe sahip olacaktır.Astrahan Seferi (1568) ile başlayan ve I. Dünya Savaşı’na kadar süregelip Soğuk Savaş ile yeni bir boyut kazanan ilişkilerin Sovyet Rusya’sının çöküşünün ardından daha barışçıl bir zeminde ilerlemesinin ardından, bugün Rusya ikili ilişkiler enerji bağlacı ile normalleşecek gibi gözükmektedir. Kuşkusuz, Rusya ve Türkiye’yi yakınlaştıracak olan bu hamleler, ABD ve AB nezdinde siyasi algıda farklılık yaratacaktır. SONUÇ Güvenlik bir varoluş sorunsalıdır ve insanların, ülkelerin, kurumların varlığını sürdürebilmesi için gereklidir. Uluslararası ilişkilerde 26 http://www.iea.org/Textbase/npsum/WEO2014SUM.pdf;http://www.eia.gov/forecasts/ieo/pdf/0484(2014).pdf,/ Erişim tarihi 07.03.2015. Realizm, Güvenlik ve Çanakkale 175 sistemsel yapının alt kimliğini belirlemede temel etkendir. Realist bakış açısı başta olmak üzere gelenekselci ekoller güvenlik merkezli teoremler geliştirmişler ve güvenliğin oluşturulması, muhafazasına yönelik önermelerde bulunmuşlardır. Yalın ve analitik tespitleri realist teoremi diğerlerinden farklı bir konuma taşımış ve günümüze kadar tartışılmasını sağlamıştır. Realist teori, gücün bir uzantısı olarak gördüğü güvenliği temin etmeyi vazgeçilmez kabul ederken bunu sağlamada sadece devleti aktör olarak belirleyerek kuramsal zafiyet oluşturmuştur. Çatışma odaklı ve devlet merkezli güvenlik paradigmasının gerek düşünsel gerekse eylemsel anlamda güvenliği tesis etmekteki yetersizliği 20. yüzyılın buhranlı dönemlerinde daha iyi anlaşılmış ve bu paradoks, güvensizliğin nasıl çözümleneceğine dair yeni teorik ve metodolojik yaklaşımların oluşmasına sebep olmuştur. Global değişimleri açıklama ve öngörülerde bulunabilme işlevini görecek bir teori üretmek oldukça zordur. Bu nedenle, düzeni teorileştirme çabası her daim başarısızlığa mahkûm olacak gibi gözükmektedir.Sonuç itibariyle, global ilişkileri tek teori üzerinden açıklamak yanıltıcı olduğu gibi başarısızlıkla da sonuçlanacaktır. Dünyanın jeopolitiği, ticaret yöntem ve yolları, askeri ittifakları, güvenlik algılamaları günden güne değişmektedir. Haberleşme ağlarının çoğalması sosyal medyanın çeşitlenmesi, farklı savaş yöntemlerinin ortaya çıkması terörün sınır kavramının ortadan kalkması güvenliğin tanımını ve sağlanabilirliğini teorik zeminden daha geniş bir sahaya taşımıştır. Yeni dünya düzeninde güvenlik kavramı, terör ve teröre destek verenler ekseninde yoğunlaşmaktadır. Kuşkusuz bu görüşün hakimiyet kazanmasında ABD’nin “güvenlik leştirme” (securitization) politikasının yoğun bir etkisi vardır. Güvenlik kavramının terörizm ve destekçileri bazında algılanması, güvenlik sorunu yaratanların manipüle edilmesi güvensizlik halüsinasyonlarını da beraberinde getirmiştir. Güvensizlik kavramının sürekli vurgulanmasıyla, bir süre sonra, uluslararası sistemin sağlıklı reflekslerini kilitlenmesi olasıdır. Güvensizlik algısı beraberinde birlikte hareket etme, daha ileri aşamada ise sürüye dâhil olmayı getirecektir ki bu aşamada teklik ve bireysellik yitirilecektir. Yeni yönelimleri iyi analiz etmek ve coğrafi konumlanmayı akılcı çerçevede değerlendirmek ülkesel çıkarlarımızın lehine olacaktır. Keskin teori ve aşırı önermelere kendimizi hapsetmek yerine, ulusal çıkarların korunmasının ve barışçıl çözümlerintemel amaç olduğu politik bir zeminde, küresel ilişkilerin sadece devletler bazında olmadığını kavrayarak strateji belirlemek mümkündür. Çanakkale boğazı tarih boyunca Anadolu’nun güvenliği için kilit 176 Ayşegül Özerdem rol oynamıştır. Bugün de bu durum devam etmektedir. Çanakkale, değişen jeopolitiği ile Asya ve Avrupa arasında enerji geçiş güzergâhı olabilme potansiyeline sahiptir. Özellikle Ortadoğu’daki istikrarsızlığın ardından Avrupa ve Amerika’nın ihtiyacı olan enerjinin güvenli aktarımı için Çanakkale havzası artan bir değere sahip olacaktır. Bununla beraber, Boğazların Ortadoğu ve Hazar enerji hatlarının merkez üssü olabilmesi hayalinin denge politikası oluşturmaksızın gerçekleşmesi halinde bunun bir bağımlılık haline gelmesi kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle, jeostratejik değişimin sinyallerini iyi okuyarak, güç ve güvenlik dengesini oluşturabilmek temel hedef olmalıdır. Bölgeden rahat ve güvenli geçişe dair üretilecek tüm stratejiler başta Avrupa olmak üzere Amerika ve Rusya’nın da ilgisini çekmektedir. Türkiye’nin özellikle siyasi, ekonomik ve askeri konularda Ege, Marmara ve Karadeniz kıyıdaşları ile işbirliğine gitmesi, karşılıklı çıkar noktaları tesis etmesi hem boğazların güvenliği açısından hem de ülke güvenliği açısından dengeli bir politika yürütülmesini sağlayacak ve böylelikle ABD, Rusya ve AB etkisi daha az hissedilecektir. Ülkelerin yatırım, ticaret, enerji ile birbirine karşılıklı olarak, dengeli bir biçimde bağlanması güvenliğin ve barışın en büyük teminatıdır. Bu teminata sadece devletler değil diğer aktörler de dâhil olacaktır ki bu da en güvenilir yoldur. Homeros’un İlyada’sına göre Çanakkale’de boğazının şahit olduğu Truva savaşları Spartalı Helen için başlamıştı. Osmanlı Devleti’ni içine çeken I. Dünya savaşının kıyamet tohumları ise boğazlardan geçemeyen tahıllar ile atılmıştı. Homerik bir dünyada yaşamadığımız ve Troya atları ile yenilmeyeceğimiz realizmini kabul etsek de Çanakkale’nin güvenliğinin geçmişte olduğu gibi bugün de önem arz ettiğini tarih ve mevcut durum bizlere göstermektedir. Amaç ve aktörler değişse de, realist perspektiften bakıldığında, Çanakkale’nin jeopolitik olarak güvenlik zafiyetlerinin olma olasılığı bakidir. Montreux Sözleşmesi pek çok tartışmaya konu olarak günümüze kadar gelmiş, boğazlarda barış ve güvenliği sağlama açısından başarılı bir anlaşma olmuştur. Türkiye’ye önemli stratejik avantaj sağlayan Montreux, teknik olarak miadını doldurmuş olmasına karşın korunmak zorundadır. Sözleşmenin ikinci maddesinin barış zamanlarında ticaret gemilerine tanıdığı sınırsız geçiş hakkının revizyonuna ilişkin Türkiye’nin taleplerinin, enerji nakil hatlarının ardından daha da artacağı öngörüsünde bulunmak mümkündür. Enerji nakilinin artması ile Türkiye boğazlarında can, mal ve çevre güvenliğini tehlikeye atacak kaza meydana gelme olasılığı da arta- Realizm, Güvenlik ve Çanakkale 177 caktır. Türkiye, bu durumu önlemek için geçişlerde gerekli denetimi Montreux çatısında gerçekleştirme yollarını arama imkânına sahiptir. Bununla beraber, sözleşmenin 28. maddesi gereği taraf devletlerden birinin fesih hakkı mevcuttur ve 29. madde beraberinde değişiklik talep edebilme olanağını sunmaktadır. Olası bir değişiklik talebinde Türkiye’nin yalnız kalma ihtimali yüksektir ki bu durumda güç dengesi devreye girecektir. Montreux’da maddesel değişiklikten yola çıkarak bütünsel değişiklik taleplerinin çözümsüzlük boyutuna gelmesi olasılığına karşı, mevcut eksikliklerin uluslararası konvansiyonlar bazında çözümlenmesi Türkiye’nin güvenlik ve güç kaybını önleyecektir. Uluslararası İlişkilerde coğrafya gücün ve güvenliğin bir parçasıdır ve diğer unsurlara nazaran en sabit ve en durağan olandır. Nicholas Spykman’ın da ifade ettiği gibi “Coğrafya uluslararası ilişkilerde en temel unsurdur; bakanlar gelir ve gider; hatta diktatörler bile ölür ama dağlar yerinde kalır. Çanakkale bakidir ve bu bağlamda, bir başka Çanakkale savaşında kan kaybetmemek adına güvenlik stratejisi oluşturmak, enerji jeopolitiğini iyi analiz ederek resmin bütününü görerek bir vizyon belirlemek gerekmektedir. Bu noktada kritik eşik realizmin kuşkucu tavrını paranoyaya dönüştürmeksizin, diğer faktörleri de hesaba katarak, barışçıl çözümler bulabilmektir. Boğazlarda istikrar ve barışa sadece Türkiye’nin değil dünyanın da ihtiyacı vardır. KAYNAKLAR Burcu Özgüven, Barut ve Tabya: Rönesans Mimarisi Bağlamında Fatih Sultan Mehmet Kaleleri, ( Y.L. Tezi, İTÜ, 1997). Cemal Tukin, Osmanlı İmparatorluğu Devrinde Boğazlar Meselesi, İstanbul, Üniversite Matbaası, 1947. Cemil Bilsel, Türk Boğazları, İstanbul, İsmail Akgün Matbaası, 1948. Chris Brown, Kirsten Ainley, Uluslararası İlişkileri Anlamak, çev. Arzu Oyacıoğlu, İstanbul, Yayınodası, 2008. Halil İnalcık, “Çanakkale Boğazı Özet ve Kronoloji”, Çanakkale Savaşları Tarihi, Cilt 1, İstanbul, Değişim, 2008. Halil İnalcık, “Fatih’e Kadar Çanakkale Boğazı, Gelibolu Osmanlı Üssü ve Osmanlı-Venedik Karşılaşması”, Mustafa Demir (ed.), Çanakkale Savaşları Tarihi, Cilt 1, İstanbul,2008. John J. Mearsheimer, “Structural Realism”, Tim Dune, Milia Kurki ve Steve Smith (ed.), International RelationsTheories: Discipline and Diversity, Oxford Univ. Press, 2013. 178 Ayşegül Özerdem Metin Tuncel, “Çanakkale Boğazı”, TDVİA, Cilt 8, İstanbul, 1993. Mustafa Aydın, “Uluslararası İlişkilerin Gerçekçi Teorisi: Kökeni, Kapsamı, Kritiği”, Uluslararası İlişkiler, 11, 2004. Özlen Çelebi, ”Güvenlik”, Haydar Çakmak (Ed.), Uluslararası İlişkiler Giriş Kavram ve Teoriler, Ankara, Barış Yay., 2007. Sevin Toluner, Milletlerarası Hukuk Dersleri, İstanbul, Beta Yay., 1996. Stephen M. Walt, “TheRenaissance of Security Studies” International Studies Quarterly, 2, 35,1991. Süleyman Kocabaş, Türkiye’nin Canı Boğazlar, İstanbul, Vatan Yay., 1994, s.3.; Kemal Beydilli, “Boğazlar Meselesi”, TDVİA, Cilt 6, İstanbul, 1992. Süleyman Kocabaş, Türkiye’nin Canı Boğazlar, İstanbul, Vatan Yay., 1994. Tayyar Arı, Uluslararası İlişkiler Teorileri, İstanbul, Alfa, 2004. Thomas Hobbes, Leviathan, London, Penguin, 1985. Yusuf Hikmet Bayur, “Boğazlar Sorununun Bir Evresi (1906-1914)”, Belleten, C.7, S.28.