Prof. Dr. Birol AKGÜN - Stratejik Düşünce Enstitüsü

advertisement
Terör Gölgesinde Erken Seçime Giderken
Demokratik ülkelerde seçimler siyasi, sosyal ve
ekonomik krizleri aşmanın meşru araçları olarak
sistemik tıkanmaların önünü açar ve toplumları
rahatlatır. Türkiye gibi geçmişinde darbe geleneği
bulunan ülkeler içinse seçimler siyasi sistemin sağlıklı işlemesi ve ayakta kalması için adeta emniyet
subapı işlevi görür. 1960’da Menderes erken seçim
kozunu kullanabilseydi belki de darbeyi savuşturabilirdi. 12 Eylül’e giden yolda Ecevit ve Demirel
demokratik siyasetin teamüllerine uyup uzlaşı sergileyebilselerdi yine kriz önlenebilirdi.
7 Haziran’ın ortaya çıkardığı meclis aritmetiği
Türkiye’de demokratik siyaseti zora sokmuş, siyasi
partiler ne yazık ki uzlaşarak bir koalisyon hükümeti
kurmada başarılı olamamışlardır. Sonuçta Anayasanın 116. Maddesi gereği Türkiye, Cumhurbaşkanının inisiyatifiyle bir seçim hükümeti maarifetiyle 1
Kasım’da erken seçime gidecektir. Yapılacak olan
seçim aslında gerçek anlamda bir erken seçim olmaktan çok, Tayyip Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi
bir “tekrar” seçimdir. Zira YSK’nın açıkladığı hızlandırılmış seçim takvimine göre, gerçek anlamda aday
belirleme, seçim beyannamesi hazırlama ve tanıtma süreci olamayacaktır. Muhtemelen her parti zorunlu olarak 7 Haziran aday listelerinde yapacakları
kısmı revizyonlar ve mevcut seçim gündemiyle seçmen karşısına çıkacaklardır.
Bu durumda, kısa sürede toplumdaki genel siyasi
kutuplaşmaların çok değişmeyeceğini varsayarsak,
geriye 1 Kasım’da oy kullanacak seçmenlerin ka-
rarları üzerinde etki edecek tek yeni unsur olarak
siyasi partilerin 7 Haziran’dan bu yana demokratik
siyaset zemininde üzerlerine düşen rolleri ne kadar
doğru oynayıp oynamadıkları kalmaktadır.
AK Parti gerçek anlamda koalisyon olasılıklarını zorlamış ama başta CHP’nin son on yılda yapılanları
geri çevirme anlamındaki restorasyon dayatması
gibi nedenlerle “büyük koalisyon” kurulamamıştır.
MHP ise kendi tabanına dahi anlatmakta zorlanacağı bir yaklaşım sergilemektedir. Milliyetçi bir parti
olarak terörün azdığı bir konjonktürde siyasi sorumluluğu üstlenmekten kaçan bir tavır sergilemesi ve
seçim hükümetine girmekten imtina etmesinin hikmetini anlamak gerçekten zordur. HDP ise geçen
sürede ne yazık ki terörle arasına sınır koyamadığı
gibi, kendisinden beklenen PKK’ya silah bıraktırarak
çözümün önünü yeniden açma fırsatını kaçırmış ve
dolayısıyla barışı inşa eden parti olmak anlamında
tarihsel rolünü oynayamamıştır.
1 Kasım seçimleri Türkiye’nin yeniden siyasi istikrara kavuşması açısından gerçekten altın bir fırsat
sunmaktadır. Ancak özellikle AK Parti bu imkânı iyi
değerlendirebilmek için başta aday listeleri olmak
üzere toplumsal beklentileri karşılayacak adımları
kararlı biçimde atmalıdır. Terörün nüksettiği, bölgenin ateş çemberine döndüğü bir konjonktürde
Türkiye’nin kaybedecek zamanı yoktur. Geleceğe
ümitle bakabilmek için bugün güvene ve istikrara
her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Kalın sağlıcakla.
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
STRATEJİK DÜŞÜNCE • SAYI: 70 • EYLÜL 2015
Türkye’de Syasetn Yen Parametreler ve AK Part
Prof. Dr. Brol Akgün.............................................................................. 6
7 Hazran’da Uzayan Seçm 1 Kasım’a Sarktı: Seçmen
Temellern Duruşmasında Yüzyıllık Kararını Verecek
Dr. Murat Yılmaz...................................................................................10
Anayasa Kabnesnn Yansımaları Nasıl Olacak?
Alper Tan ................................................................................................18
7 Hazran’dan 1 Kasım’a
İhsan Aktaş Röportajı .........................................................................20
PKK’ya Karşı Sürdürülen Operasyonlar
Kürtler ve Yaklaşan Seçmler
Snan Başak ..........................................................................................24
36
Şddet HDP’y de Vurur
Doç. Dr. Vahap Coşkun .......................................................................28
KCK’nın Çalıntı “Öz Yönetm” Pratğ
Snan Tavukcu ......................................................................................31
Sstem Tanımak, Değşm Anlamak
Prof. Dr. Haluk Alkan...........................................................................36
Patrotları Neden Ger Çekyorlar?
Aydın Bolat ............................................................................................38
Suruç-Londra-Surye Terör Hattı
Bülent Orakoğlu ...................................................................................42
28
86
Kötülükte İttfak: Kme Bu “Hzmet”?
Prof. Dr. Yasn Aktay ...........................................................................48
Çözüm Sürec Kronolojs
Dr. Murat Yılmaz • Hayat Ünlü • Eyüp Yılmaz ...........................52
38
Stratejik Düşünce ve
Araştırma Vakfı İktisadi
İşletmesi Adına Sahibi
Dr. Nurol Canbolat
Genel Yayın Yönetmeni
Prof. Dr. Birol Akgün
www.sde.org.tr
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Yasin Aktay
Doç. Dr. Mehmet Şahin
Dr. Murat Yılmaz
Dr. Cemil Ertem
Orhan Miroğlu
Aydın Bolat
Alper Tan
Prof. Dr. Muhsin Kar
Prof. Dr. Murat Çemrek
Doç. Dr. Yusuf Tekin
Doç. Dr. B. Berat Özipek
Bülent Orakoğlu
Dr. M. Levent Yılmaz
İÇİNDEKİLER
Türkye-Çn İlşklernde Uygur Sorunu
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Çn Zyaret-I
Doç. Dr. Erkn Ekrem...........................................................................64
Surye’de Çözüm Arayışları
Doç. Dr. Mehmet Şahn.......................................................................70
SYRIZA’nın Devrm Flm Hayal Kırıklığı İle Btt
Öner Buçukcu .......................................................................................73
Avrupa’da Mültec Sorunu
Zeynep Songülen İnanç .....................................................................78
Kırım Krz ve Dünya Kırım Tatar Kongres
Prof. Dr. Salh Yılmaz ..........................................................................82
Yen Orta Doğu Eksennde Körfez-ABD İlşkler
Nesbe Hcret Battaloğlu • Chat Battaloğlu ................................86
70
Asker-Yargı-Syaset Üçgennde
Pakstan Demokratkleş(eme)mes
Hayat Ünlü ............................................................................................90
Türkye Ekonoms: Küresel İstkrarsızlık ve
Syasal Belrszlk Kıskacında
Prof. Dr. Muhsn Kar ............................................................................96
Türk Ekonomsnn Drenç Unsurları
Doç. Dr. Selm Kayhan ........................................................................99
Dolar/TL Krze M İşaret Edyor?
Yuan Rezerv Para Olacak Mı?
Dr. M. Levent Yılmaz ........................................................................ 102
18
Gıda Fyatlarının Takb ve Denetm
Kaptalzm-İslam Mukayeses ve Pyasa Kontrolü
Prof. Dr. Talp Özdeş ......................................................................... 108
64
78
Danışma Kurulu
Prof. Dr. Mustafa Aydın
Prof. Dr. H. Tahsin Fendoğlu
Prof. Dr. Haluk Alkan
Prof. Dr. Talip Özdeş
Prof. Dr. Ali Şafak
Prof. Dr. Mehmet Şişman
Prof. Dr. Osman Can
Doç. Dr. Yaşar Akgün
Doç. Dr. Caner Arabacı
Dr. Zafer Aydın Ecemiş
Mehmet Akif Ak
Bayram Girayhan
Veli Şirin
Sinan Tavukcu
Yazı İşleri Müdürü
Mehmed Cahid Karakaya
Yayın Asistanları
Adem Karaağaç
İbrahim Kaya
Hasan Gökmeşe
Reklam Rezervasyon
yayin@sde.org.tr
Fotoğraflar
AA, ShutterStock
Yönetim Yeri
Ç. Emeç Bulv. A. Öveçler Mah.
4. Cad. 1330 Sokak No: 12
Çankaya / Ankara
Tel: 0 312 473 80 45
Faks: 0 312 473 80 46
Tasarım-Baskı
Başak Matbaacılık ve
Tan. Hiz. Ltd. Şti.
Tel: 0 312 397 16 17
www.basakmatbaa.com
Bu dergi içeriğinin telif hakları Stratejik
Düşünce Enstitüsü’ne ait olup 5846
Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu
uyarınca kaynak gösterilerek kısmen
yapılacak alıntılar dışında önceden izin
alınmaksızın hiçbir şekilde kullanılamaz
ve yeniden yayımlanamaz. Bu dergide
yer alan SDE’nin kurumsal bilgileri
ile
SDE
Akademik
Personeli’nin
çalışmaları dışındaki diğer görüş ve
değerlendirmeler, yalnızca yazarının
düşüncelerini yansıtmaktadır; SDE’nin
kurumsal görüşünü temsil etmemektedir.
06
Türkye’de Syasetn Yen Parametreler ve AK Part
Prof. Dr. Brol Akgün
7 Hazran’da Uzayan Seçm 1 Kasım’a Sarktı: Seçmen
Temellern Duruşmasında Yüzyıllık Kararını Verecek
Dr. Murat Yılmaz
18
Anayasa Kabnesnn Yansımaları Nasıl Olacak?
Alper Tan
7 Hazran’dan 1 Kasım’a
İhsan Aktaş Röportajı
24
Snan Başak
Doç. Dr. Vahap Coşkun
Snan Tavukcu
Prof. Dr. Haluk Alkan
36
Patrotları Neden Ger Çekyorlar?
Aydın Bolat
Suruç-Londra-Surye Terör Hattı
Bülent Orakoğlu
48
28
KCK’nın Çalıntı “Öz Yönetm” Pratğ
Sstem Tanımak, Değşm Anlamak
38
20
PKK’ya Karşı Sürdürülen Operasyonlar Kürtler ve Yaklaşan Seçmler
Şddet HDP’y de Vurur
31
10
42
Kötülükte İttfak: Kme Bu “Hzmet”?
Prof. Dr. Yasn Aktay
Çözüm Sürec Kronolojs
Dr. Murat Yılmaz • Hayat Ünlü • Eyüp Yılmaz
52
İÇ POLİTİKA
TÜRKİYE’DE SİYASETİN YENİ PARAMETRELERİ
VE
AK PARTi
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Başkanı
T
ürkiye’de 2002’den beri süregelen istikrarlı
tek parti yönetimi 7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan seçmen iradesiyle akamete uğradı. Dört partinin parlamentoya girdiği seçimlerde AK
Parti % 41 oy almasına rağmen, seçim sisteminin
de etkisiyle, ancak 258 milletvekili çıkarabildi. Partiler arasındaki koalisyon görüşmeleri ise hükümet
kurulamadan başarısızlıkla sonuçlandı. Demokra-
6
EYLÜL 2015
si tarihimizde ilk kez yeni oluşan TBMM, Anayasa
gereği Cumhurbaşkanınca feshedildi ve ülke geçici
bir seçim hükümeti yönetiminde sıkıştırılmış bir takvimle erken seçime doğru gidiyor. Herkesin beklentisi, Türkiye’nin içinde ve yakın çevresinde şiddet
sarmalının kol gezdiği bir konjonktürde seçimlerin
yeniden güçlü ve istikrarlı bir hükümet kurulmasına
imkân verecek bir parlamento tablosunu ortaya çı-
Djtal seçmen neslnn syas terch yaparken kullandığı mantığı ve deolojk yönelmler de esk
seçmenlern zhnsel kalıplarından farklıdır. Öncelkle, yen nesl sorgulayıcı ve eleştrel gb görünse
de farklı kaynaklardan gelen yen blglere açıktır. Dolayısıyla esk nesln katı deolojk kalıpları
yerne, daha esnek nanç sstemne ve syas deolojye sahptr ve kna edlmeye de hazırdırlar.
karmasıdır. Ancak 52 milyon seçmenin oy kullanacağı bir seçimde tek parti iktidarının kendiliğinden
ortaya çıkmasını beklemek de naiflik olur. Gerçek
şudur ki, tek başına iktidara gelmek isteyen siyasi
partilerin, Türkiye’nin yeni siyasi ve sosyolojik zeminini doğru okumaları, toplumun talep ve beklentilerini doğru tespit edip buna uygun strateji, taktik ve
siyasi söylem geliştirerek samimi bir şekilde geniş
toplum kesimlerini ikna etmeye çalışmaları gerekir.
Türkiye’nin yeni seçmen sosyolojisini ve zamanın
ruhunu okuyamayan veya okuduğu ve anladığı halde tarihsel bagajlar, kurumsal kısıtlar veya liderlik
sorunları nedeniyle gerekli stratejik adımları atamayan partilerin iktidara gelebilmeleri mümkün değildir. Peki, o zaman bugünkü Türkiye’nin seçmen
davranışına ve siyasi tercihlerine yön veren temel
parametreler nelerdir ve seçmen nasıl bir beklenti
içindedir?
Türkiye’nin Yeni Seçmen Sosyolojisi
Türkiye’de seçmen tercihlerine yön veren temel parametrelerin başında sosyolojik faktörler gelmektedir. Türkiye’de nüfusun büyük çoğunluğunun siyasal sosyalleşmesini kırsal hayat şartlarında tamamladığı eski seçmen sosyolojisinin parti tercihlerini
daha çok Şerif Mardin’in “merkez-çevre” dikotomisi
ile açıklamak mümkündü. Seçmenlerin sağ-sol siyasi parti yelpazesinde kendilerini kolayca yerleştirmelerine imkân veren bu açıklayıcı model artık eski
değerini kaybetmiş durumda. Zira bugün seçmenlerin çok büyük bir kısmı ne kırsal alanda yaşıyor,
ne de siyasi değerlerini edindikleri çocukluk yaşlarını köy ve kasabalarda geçirdiler. Ş. Mardin dahi
şehirleşme ve modernleşme dinamiklerinin etkisiyle
çevrenin merkezi topyekûn kuşatarak kendisinin
merkeze yerleştiği fikrindedir. Gerçekten de 1990
sonrasında hız kazanan çevrenin merkeze taşınma
süreci 2000’li yıllara damgasını vuran uzun AK Parti
iktidarı döneminde zirveye çıkmış ve siyasetten bürokrasiye, sermayeden medyaya kadar eski bildik
Türkiye’yi köklü biçimde dönüştürmüştür. Bugünkü
seçmen yapısı nispeten genç, yeniliklere açık, ileti-
şim imkânlarını sonuna kadar kullanan, iyi eğitilmiş,
şehirli ve daha rasyoneldir.
TÜİK verilerine göre 2014 yılı itibariyle il ve ilçe merkezlerinde ikamet eden nüfus oranı % 91,8’e yükselmiş; buna karşın belde ve köylerde yaşayanların
oranı ise % 8,2’ye düşmüştür. Ülkemizdeki nüfusun
ortanca yaşı (median age) ise 30,7 olup, oldukça
gençtir. Öte yandan 0-14 yaş grubu ise toplam nüfusun % 25’ine tekabül etmektedir. Dolayısıyla bugün
Türkiye’de seçim sonuçlarını belirleyen ana kitle orta
yaş ve altındaki nüfus diliminde yer alan nispeten
genç bir seçmen kitlesi olup, bunların siyasi hafızası
soğuk savaş sonrası dünyanın gerçekleriyle şekillenmiştir. Daha özelde 18-28 yaş kuşağı içinse siyasi
sosyalleşme büyük ölçüde AK Partili bir Türkiye’nin
siyasi şartlarında tamamlanmıştır. Denilebilir ki, belki
seçmen kitlesinin yarısı ergenlik döneminde AK Partili Başbakanlar dışında siyasi liderler tanımamıştır.
Dolayısıyla AK Parti’nin temel açmazlarından biri, 12
yıllık iktidarı döneminde kendi başarılı yönetiminin
bir çıktısı olan siyasi istikrar, barış, güvenlik, ekonomik refah artışı gibi sonuçların zaten olması gereken
normal şeyler olduğu algısının oluşmasıdır. Hangi
nedenlerle olursa olsun bu parametrelerde ciddi bir
değişim (örneğin ekonomik durgunluk, terör, toplumsal huzursuzluk gibi) şehirli yeni orta sınıfta ciddi bir
oy kaymasına neden olabilir.
Dijital Neslin Davranış Kalıplarını Anlamak
İletişim imkânlarının bu kadar kolay ulaşılabilir ve
ucuz olması da en küçük bir olumsuzluğu büyüterek toplumda yayabilmektedir. Teknolojiyi inanılmaz
derecede hayatının merkezi haline getiren yeni dijital
jenerasyonun sosyal medya ve internet gibi yeni iletişim kanallarını yalnızca bilgi almak için değil, siyasi
amaçlarla da etkin biçimde kullandıkları gözlenmektedir. Araştırmalara göre, Türkiye, sosyal medya kullanımında Brezilya, Rusya, Endonezya, Hindistan ve
İngiltere’yi geride bırakarak ABD’nin ardından dünyada ikinci sırada yer almaktadır. Ekonomik Kalkınma
ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) Dijital Ekonomi Görünümü 2015 (Digital Economy Outlook 2015) raporu-
EYLÜL 2015
7
na göre ise, Türkiye akıllı telefon üzerinden internet
kullanımında Meksika’nın ardından ikinci sıradadır.
Meksika, akıllı telefon üzerinden internet kullanımında
% 55’le birinci iken Türkiye’nin oranı ise % 50’dir.
Türkiye İstatistik Kurumu Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması 2013 verilerine göre, 1674 yaş grubundaki tüm bireylerin % 39,5’i, interneti
düzenli olarak (hemen her gün veya haftada en az
bir defa) kullanmaktadır. Aynı dönem ve yaş grubunda internet kullanan bireylerin arasında düzenli
internet kullanım oranı ise % 91,6’dır. Türkiye’de cep
telefonu abone sayısı ise 70 milyonun üzerindedir.
2015 yılının ilk üç ayında internet kullanan bireylerin
% 80,9’u sosyal medya üzerinde profil oluşturma,
mesaj gönderme veya fotoğraf gibi içerik paylaşma
eylemlerini gerçekleştirmiştir. Sosyal medya kullanımını % 70,2 ile haber, gazete veya dergi okuma,
% 66,3 ile sağlıkla ilgili bilgi arama, % 62,1 ile kendi
oluşturduğu metin, görüntü, fotoğraf, video, müzik
gibi içerikleri herhangi bir web sitesine paylaşmak
üzere yükleme, % 59,4 ile mal ve hizmetler hakkında
bilgi arama takip etmektedir.
Bu verileri paylaşmaktaki amacımız şudur. Artık iletişimin yapısı değişmiştir. Kitleler için gazete ve TV
gibi tek yönlü olarak izleyiciyi bilgilendiren kitle iletişim araçları, yerini giderek kimsenin kontrol ede-
8
EYLÜL 2015
mediği ve her türlü bilginin ve haberin sansürsüzce
ve interaktif bir ortamda paylaşıldığı sosyal medya
ağlarına bırakmaktadır. Yeni dijital nesil artık siyaseti
de etkilemeye başlamıştır. Bazen kim olduğu belli
olmayan (anonim) hesaplardan yayılan bilgiler bile
seçim ortamında yaygın haber kanallarının etkisiyle yarışacak güce ulaşmaktadır. Dolayısıyla siyaset
eskisi kadar kapalı kapılar ardında yapılan nispeten
izole bir iş olmaktan çıkmakta ve herkesin keskin
bakışları altında icra edilen bir gösteri sanatına dönüşmektedir. Siyasetçinin özel hayatı ile kamusal
hayatı ayrılamaz biçimde karışmaya başlamıştır. Bu
durumda şehirli, eğitimli ve dijital medyaya açık yeni
nesil seçmenleri kazanmanın yolu onlarla doğrudan
iletişime geçmek ve her halükarda onları rasyonel
biçimde ikna etmekten geçmektedir.
Dijital seçmen neslinin siyasi tercih yaparken kullandığı mantığı ve ideolojik yönelimleri de eski seçmenlerin zihinsel kalıplarından farklıdır. Öncelikle, yeni
nesil sorgulayıcı ve eleştirel gibi görünse de farklı
kaynaklardan gelen yeni bilgilere açıktır. Dolayısıyla
eski neslin katı ideolojik kalıpları yerine, daha esnek
inanç sistemine ve siyasi ideolojiye sahiptir ve ikna
edilmeye de hazırdırlar. Yeni dijital nesil kitap okuyarak veya ağır felsefi sohbet ortamındaki tartışmalarla yetişmemiştir. İnternetten kolayca ulaşılabilen
Google gibi referans kaynakları ile eski şifahi kültürü
andıran ve 140 karakterle özetlenen nispeten sığ
sayılabilecek bilgiye sahiptir. Dolayısıyla yeni genç
seçmene ulaşmanın ve etkilemenin en iyi yolu, verilmek istenilen siyasi mesajların interaktif bir ortamda
hafif espiri sosuyla süslenmiş kısa, somut ve akıl
kadar duyguya da hitap eden cümlelere dönüştürebilmekten geçmektedir.
Yeni nesil için bilinmesi gereken bir başka gerçek
ise şudur. Dijital neslin siyasi bir merkezi yok. Ne Kemalizm, ne milliyetçilik veya İslamcılık eskiden olduğu kadar onları mobilize edecek güçlü siyasi akımı
temsil ediyor. Ortak özellikleri pragmatizmdir. Refah
toplumunun ilk nesli olan yeni nesil ter dökerek sıkı
çalışmaya dayalı bir mesleki kariyer yerine, fantastik düşlerini hızla gerçekleştirebilecekleri iş imkânları
istiyor. İlgi alanları ve hayattan beklentileri oldukça
farklı... Yeni nesil, sosyal psikolojide Maslow’un dile
getirdiği ihtiyaçlar hiyerarşisindeki ilk 3 maddedeki
yeme-içme, güvenlik ve ait olma gibi gereksinimleri
toplumun kendine doğuştan tanıdığını düşünüyor
ve daha çok 4. ve 5. maddelerde yer alan saygınlık
kazanma ve kendini gerçekleştirme ihtiyaçlarını karşılamaya odaklanıyorlar. Nitekim genç kesimlerle
odak grubu çalışmaları yaptığımızda siyasetten ne
bekliyorsunuz sorumuza, en çok ülke yönetiminde
kendilerine de danışılmasını ve kendi düşüncelerine
saygı duyulmasını arzu ettiklerini belirtiyorlar. Başka
bir deyişle, yeni nesil kendilerini siyasette özne olarak görmek istiyor ve partilerde de kendilerinin dilini
konuşan, kendilerini özdeşleştirebilecekleri aktörleri daha fazla görmek istiyorlar. Nitekim 7 Haziran
seçimlerinde CHP’den, AK Parti’den ve liberal kesimlerden HDP’ye giden oyları biraz da Demirtaş’ın
bu yeni nesil seçmenin dilini daha iyi konuşmasıyla
açıklamak mümkündür. Özellikle ilk kez oy kullanacak olan seçmenler için partiler özel iletişim stratejileri geliştirmelidirler.
AK Parti’nin Yeniden İktidara Gelmesi
Mümkün Mü?
Türkiye’yi 2002’den bu yana tek başına yöneten AK
Parti’nin 7 Haziran seçimlerinde ciddi bir oy kaybederek parlamento çoğunluğunu elinden kaçırması
elbette önemlidir. Ancak bugün hala yeni bir seçimde her şeye rağmen yeniden iktidar olma yarışında
en şanslı parti yine AK Parti’dir. Zira AK Parti’nin
hâkim bir parti olarak Türkiye siyasetinde üzerine
oturduğu toplumsal taban hala güçlü ve dinamik-
tir. Alınan % 41’lik oy iktidar blokunun çözülmediğini, yani başka bir partiye kanalize olacak kadar
dağılma (dealignment) sürecine girmediğini ortaya
koymaktadır. Yapılan kamuoyu yoklamaları da bu
gerçeğe işaret etmektedir.
AK Parti’nin yukarıda tartışılan ve esasen kendi başarısının da bir sonucu olan Yeni Türkiye sosyolojisinin beklentilerine uygun bir şekilde hareket etmesi
durumunda kendisini tekrar iktidara getirecek en az
% 45’lik bir oy oranına ulaşması pekâlâ mümkündür.
Şunun altını çizmek gerekiyor ki, AK Parti 2002’de
iktidara gelirken seçmene vaat ettiği pek çok sosyoekonomik ve politik projeyi hayata geçirdi. Hızlı bir
ekonomik büyüme, siyasi vesayet odaklarının gelişimi, siyasi ve hukuki reformlar ve dış politikada paradigma değişimi gibi projeler ve politikalar başarıyla
uygulandı. Şimdi Yeni Türkiye sosyolojisine uygun
biçimde gelecek on yıla yönelik projeler geliştirilmeli,
yeni siyasi söylemler üretilmeli ve bu proje ve söylemelere uygun bir kadro oluşturulmalıdır.
Bu bağlamda AK Parti’nin önünde iki büyük fırsat
vardır. Birincisi 12 Eylül’de yapılacak olan partinin
olağan kongresinde parti vitrininin ve karar organlarının beklentileri karşılayacak şekilde yeniden tasarlanmasıdır. İkincisi ise, özellikle 7 Haziran seçimlerinde en çok eleştiri alan milletvekili aday listelerinin
Yeni Türkiye sosyolojisinin gerçekleriyle uyumlu biçimde yenilenmesidir. Başta Doğu ve Güney Doğu
bölgelerindeki iller olmak üzere Türkiye’nin her
yerinde yerel dinamiklere duyarlı adayların tespiti
seçim sonuçlarını belirleme bakımından fevkalade
önem arz etmektedir. Üçüncüsü ise, parti liderliğinin hem kullanılan dil, hem de çalışma yöntemi
itibariyle kendi içinde tutarlı ve senkronize bir çalışma programı geliştirmesidir. Elbette ki, yeni seçime
hızlı gidiliyor ve seçim bir nevi 7 Haziran’ın tekrarı
mahiyetinde olacaktır. Ancak unutmamak gerekir
ki, seçmen 7 Haziran’daki uyarılarının önümüzdeki seçimde ne kadar ciddiye alındığını da görmek
isteyecektir. İçeride PKK terörünün en kötü yüzüyle yeniden hortladığı, dışarıda Suriye krizinin ağır
yükünün her yönüyle hissedildiği bir konjonktürde
Türkiye’nin güçlü, etkin ve toplumsal desteği sağlam bir iktidara olan ihtiyacı açıktır. Bilgeliğine ve
sağduyusuna güvendiğimiz seçmen kitlesinin bu
kez nasıl bir karar vereceğini hep beraber sabırla
bekleyip göreceğiz.
EYLÜL 2015
9
İÇ POLİTİKA
7 HAZİRAN’DA UZAYAN SEÇİM 1 KASIM’A SARKTI:
SEÇMEN TEMELLERİN DURUŞMASINDA
YÜZYILLIK KARARINI VERECEK
Dr. Murat YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Programı Koordinatörü
7
Haziran 2015 seçimleri şimdiye kadar yapılan
26 seçimin tamamından farklı bir sonuç doğurdu: İlk defa genel seçimlerden sonra bir
hükümet kurulamadı ve Cumhurbaşkanı anayasal
yetkisini kullanarak seçimlerin yenilenmesine karar
verdi. 7 Haziran o kadar ehemmiyetli bir seçimdi ki,
Türkiye’de 13 yıldır devam eden değişim sürecinin
durdurulması ve yeni bir ivme kazanmasının karara
bağlanacağı üç turluk seçimin son turuydu. 7 Haziran seçimlerinde bu temel tartışma konusunda
bir karar verilemediği için, seçimden hemen sonra
7 Haziran seçimleri için “bitmemiş seçim”, “uzayan seçim” ifadesini kullanmıştık. Nitekim 1 Kasım
10
EYLÜL 2015
2015’te yapılacak tekrar seçimle seçimler şimdilik
dördüncü tura sarkmış görünüyor.
Önce 7 Haziran seçimlerinde karara bağlanamayan
ve 1 Kasım’daki dördüncü tura sarkan seçimlerin
anlamı üzerinde durmak gerekiyor. 1 Kasım seçimi
Osmanlı Türkiye’sinde başlayan modernleşme hareketlerinin ve anayasal devlet olma mücadelesinin
bürokratik vesayet kurumlarından kurtarılarak sahici
bir karakter kazanması meselesinin karara bağlanacağı bir zemindir. Bu karar, bölgesel ve küresel
gelişmeler sebebiyle sadece Türkiye sınırlarını değil, meselenin başlangıcında olduğu gibi Osmanlı
1 Kasım seçm Osmanlı Türkye’snde başlayan modernleşme hareketlernn ve anayasal devlet
olma mücadelesnn bürokratk vesayet kurumlarından kurtarılarak sahc br karakter kazanması
meselesnn karara bağlanacağı br zemndr. Bu karar, bölgesel ve küresel gelşmeler sebebyle
sadece Türkye sınırlarını değl, meselenn başlangıcında olduğu gb Osmanlı havzasını, İslam
âlemn, dünya güç ve tehdt dengelern etkleyecek br özgül ağırlık kazanmıştır.
havzasını, İslam âlemini, dünya güç ve tehdit dengelerini etkileyecek bir özgül ağırlık kazanmıştır. Bu
bakımdan, Arap Baharı’nın kışa dönmesi, Suriye iç
savaşı, İran’ın uluslararası sisteme dönüşü, DEAŞ,
PYD ve PKK’nın iç içe giren krizler olarak Türkiye’nin
içerideki tartışmalarından bağımsız olmadığı ortadadır. Türkiye siyaseti bütün bu gelişmeler karşısında ciddi kararlar vermenin eşiğindedir.
7 Haziran seçimlerindeki hükümet kuramama halini
suistimal ederek Türkiye siyasetini, demokrasinin
kabiliyetini ve devletin kapasitesini felç edebileceğini düşünenler, Türkiye’nin yeniden seçime giden
yumuşak gücünü, dengelerini koruyan ekonomisini,
küresel aktörlerle işbirliğini ve sert gücünü kullanabilmesi sayesinde başarısızlığa uğramışlardır. 7 Haziran 2015 seçimi sonrasında içeride ve dışarıdaki
meydan okumalara Türkiye’nin Cumhurbaşkanı,
hükümet, demokratik süreçler, anayasal kurumlar,
devlet kapasitesi ve vatandaş feraseti bakımından
tarihe geçecek bir başarı dönemidir. Bu başarı dönemi selametle seçimlere gidilmesiyle taçlanacaktır.
Bu dönemde yaşanan birçok taktik başarısızlık, üslup hataları ve eksikliklere rağmen genel toplamda
Türkiye demokrasi, siyaset ve devlet olarak kendisini koruyacak açık bir başarı sergilemiştir.
Bu başarının arkasında açık bir şekilde Cumhurbaşkanının seçim sisteminin değişmiş olması ve güçlü
yetkilerini % 52’lik bir halk desteğini arkasına almış
bir siyasi aktör olarak kullanabilmesinin etkisi olmuştur. Erdoğan karşıtı bütün söylemlere ve Erdoğan’ın
muhataralı açıklamalarına rağmen, Cumhurbaşkanının varlığı ve yetkilerini kullanması hukuki ve siyasi
meşruiyeti zedeleyecek bir boyuta ulaşmamıştır.
Bunun arkasındaki temel süreç, 2007’deki referandumla Cumhurbaşkanının seçiminin halkoyuyla yapılacağı şeklindeki anayasa değişikliğinin kabul edilmiş olmasıdır. Bu anayasal hükme dayanarak yapılan 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri
sonrasında yaşanan ve yaşanacak hükümet sistemi
vs. tartışmalarına rağmen, bu dönemde halkoyuyla
seçilmiş ve siyasi yetenekleri tartışılamayacak bir ismin Cumhurbaşkanlığı makamında olması içeriden
ve dışarıdan Türkiye’yi türbülansa sokmak isteyenlere karşı çok güçlü bir direnç odağı oluşturmuştur.
İkinci olarak 13 yıllık değişim ve egemenlik savaşının
bütün yıpranma, genel başkan değişimi ve yenilenme problemlerine rağmen AK Parti % 41 oy almış
ve onun içinde yer almadığı bir iktidar bloğunun
oluşmasının mümkün olmadığı görülmüştür. AK
Parti yaşadığı genel başkanlık değişimi, 3 dönem
değişimi ve şimdi 12 Eylül 2015 genel kongresine
rağmen bütünlüğünü yitirmemiş ve engelleri, hata
ve eksiklere rağmen bütünlüğünü muhafaza ederek, aşmayı başarmıştır. Bu bakımdan 7 Haziran
seçimleri, öncesi ve sonrasıyla, AK Parti’nin özgüveninin test edildiği bir dönem olarak kaydedilmelidir. 7 Haziran seçim sonuçları, seçimlerden sonra
AK Parti’nin ve muhalefetin performansı AK Parti’ye
siyasi merkezin taşıyıcısı olma imkânını vermiştir. Bu
bakımdan AK Parti siyasi ve iktisadi istikrar içinde
demokratik değişimin en güçlü ve ana aktörü olma
vasfıyla tescil edilmiştir.
AK Parti dışında kalan muhalefet cephesi 7 Haziran öncesinde sergilediği birbirini gözeten pozisyonu terk ederek çok sert iç tartışmalara girmiş ve
dağılmıştır. CHP bütün yenilenme gayretine, iç ve
dış basının, güç odaklarının olağanüstü gayretlerine rağmen, beklenen atılımı yapamamış, üstelik
seçimlerden sonra da ne CHP-MHP-HDP koalisyonunu ne de AK Parti-CHP koalisyonunu kotaramamıştır. CHP Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Deniz
Baykal üzerinden açtığı uzlaşma kapısını da kullanamamış, bu şekilde TBMM Başkanlığını ve koalisyon ortaklığı fırsatını kaçırmıştır. Bu başarısızlığın
arkasında CHP’nin genel başkan ve genel merkezinin siyasi kapasitesindeki yetersizliğin başat amil
olduğu görülmektedir.
MHP, Genel Başkan Dr. Devlet Bahçeli’nin ağzından 7 Haziran akşamından itibaren hiçbir blok ve
EYLÜL 2015
11
ittifak içinde yer almayacağını ilan ederek, bu ittifaklardan göreceği zarardan uzaklaşarak reaksiyoner cephenin yegane temsilcisi olmaya yönelmiş
ve derhal erken seçim istemiştir. Ancak MHP, bu
çizgisini o kadar sert ve kaba şekilde hayata geçirdi ki değil yeni kesimlere açılmak kendi tabanını
dahi ürküttü. İkinci olarak MHP 7 Haziran seçimleri
sonrası, bilhassa 24 Temmuz’da başlayan operasyonlarla değişen iç ve dış politika şartlarını hiç
dikkate almadan çizgisini hiçbir revizyon yapmadan
sertleştirerek devam ettirdi. Bu bağlamda MHP iki
büyük hata yaptı: Birincisi devletin kendisine en ihtiyaç hissettiği anda oyundan kaçtı, ikincisi erken
seçim isteğinden vazgeçti. Böylece AK Parti’nin
geçici bakanlar kurulunda HDP ile aynı hükümette
olmasını kara propaganda malzemesi olarak kullanmaya başladı ancak bu durum Tuğrul Türkeş’in
geçici hükümete katılma kararıyla kendi aleyhine bir
siyasi sonuç üretti.
HDP ise önce 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde sonra 7 Haziran 2015 seçimlerinde
yakaladığı tarihi başarıyı çözüm sürecinin güçlenmesi, PKK’nın silah bırakmaya ikna edilmesi istikametinde kullanmadı veya kullanamadı. HDP
çözüm sürecine öncelik vermek yerine Erdoğan
ve AK Parti’ye karşı cephe içinde yer almaya öncelik verdi. HDP sözcülerinden Sırrı Süreyya Önder MHP ile yürüyebileceklerini, HDP Eş Başkanı
Selahattin Demirtaş MHP ile aynı masada her şeyi
konuşabileceklerini söylediler, MHP ile koalisyonu
12
EYLÜL 2015
kabul ettiler, CHP-MHP koalsiyonuna hatta Devlet
Bahçeli’nin Başbakanlığına destek vereceklerini ilan
ettiler. Her seferinde MHP tarafından ağır hakaretlerle reddedildiler. HDP bunun dışında KCK sözcülerinin kendilerine yönelik sert ifadelerine cevap
vermeyerek, hiyerarşide KCK’dan sonra geldiğini
kabul ettiğini göstermiş oldu. HDP için asıl dramatik
hata ise PKK’nın açık şiddetine açıkça karşı çıkmak
yerine Erdoğan ve AK Parti’yi suçlamayı tercih etmesi oldu. HDP’nin ikinci büyük hatası ise PKK’nın
demokratik özerklik ve özsavunma ilanlarına karşı
çıkmak yerine, onun siyasi destekçisi pozisyonunu
tercih etmesi oldu. HDP ve bileşenleri PKK terörüne
tavır almadığı gibi devlet operasyonları başladığında da pozisyonunu değiştirmedi. Dışarıda ve içeride PKK lobisi gibi çalışmanın ötesinde bir gayreti
olmadı. PKK’ya karşı operasyonların etkili olması ve
seçimlerin 1 Kasım’da yenilenmesi kararı karşısında
artık anlamını kaybetmiş PKK’ya yönelik çağrılar da
reddedildi. Böylece HDP’nin PKK dışında ve karşısında anlamı olmadığı anlaşılıp HDP’nin Türkiyelilik,
demokratikleşme ve siyasileşme tezleri çöktükten
sonra hangi gerekçeyle oy isteyeceği artık merak
konusudur. HDP bileşenleri artık Türkiye’ye karşı
egemenlik mücadelesi veren PKK’yı desteklemekle, Türkiyelilik politikaları arasında bir tercih yapmak
zorundadır.
7 Haziran seçim sonuçları Türkiye’de siyasi ve toplumsal merkezin ne kadar kırılgan olduğunu ve kimlik politikalarına dayanan siyasi partilerin merkeze
10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçmler sonrasında yaşanan ve yaşanacak hükümet
sstem vs. tartışmalarına rağmen, bu dönemde halkoyuyla seçlmş ve syas yetenekler
tartışılamayacak br smn Cumhurbaşkanlığı makamında olması çerden ve dışarıdan
Türkye’y türbülansa sokmak steyenlere karşı çok güçlü br drenç odağı oluşturmuştur.
gelmek yerine merkez kaç siyasete savrulduğunu
gösterdi. Bu bakımdan 1 Kasım seçimlerinin temel sorunsalı Türkiye siyasetinin, demokrasi kabiliyeti ve devlet kapasitesinin kimlik havuzlarında
hapsolmasını aşmak, siyasi ve toplumsal merkezi
güçlendirmek, merkez kaç çizgiye savrulan kimlik
politikasına dayalı hareketleri merkeze çekmek ve
Türkiye’ye karşı egemenlik mücadelesi veren şiddet
örgütlerinin kapasitesini kırmaktır. Bu bakımdan 1
Kasım seçimlerinde, kökleri 19. yüzyıla giden “temellerin duruşması”nda, 27 Mayıs darbesiyle inşa
edilen bürokratik vesayetin ve onun siyasi aktörlerinin tasfiye edilerek anayasal demokrasi ve demokratik hukuk devletinin korunmasında bir karar verilecek. 30 Mart 2013, 10 Ağustos 2014 ve 7 Haziran
2015’te ilk üç turu yapılan uzun seçimin dördüncü
turunda seçmen, yüzyıllık kararını verecek…
TÜRKİYE’NİN KARŞI
OPERASYONU
TÜRKİYE LÜBNAN,
PKK HİZBULLAH MI
OLACAKTI?
Türkiye’de koalisyon ve erken seçim tartışmaları
yaşanırken, artan terör saldırıları karşısında başlatılan büyük operasyonla içeride ve dışarıda “oyunun
değiştiği” yeni bir döneme girildi. Türkiye 13 yıldır
devam eden bir değişim yaşıyor. Dalgalar halinde
gelen bu değişime karşı reaksiyoner bir cephe olduğu aşikâr. Bu cephe değişim dalgalarının etkisini kıracak dalgakıranlar inşa etmeye çalışıyor. Bu
dalgakıranlarda meşru ve gayrimeşru her türlü yol
ve yöntem kullanılıyor, içeride ve dışarıda herkesle
ittifak imkânı değerlendiriliyor. Darbe planları, darbe
tehditleri, Cumhuriyet mitingleri, AK Parti’nin kapatılma davası, devrimci halk savaşı, serhıldan (ayaklanma), Gezi kalkışması, paralel yapının 17-25 Aralık darbe teşebbüsü, tehdit, şantaj kasetleri vs. bu
denemelerden bazıları... 7 Haziran 2015 seçimleri
öncesindeki seçimlerde reaksiyoner cephe, HDP’yi
koçbaşı olarak kullanarak bir yandan çözüm sürecini tehdit ederken diğer yandan da AK Parti aleyhine
içeride ve dışarıda DEAŞ ile işbirliği yaptığı yönündeki kara propagandayla netice almayı denedi. Bu
stratejiye göre AK Parti, Kürt meselesi ve Başkanlık
tartışması üzerinden kurt kapanına alınacak, içeride
ve dışarıda tecrit edilecekti. 7 Haziran seçimlerinde AK Parti’nin tek başına iktidar olamayacağı bir
TBMM kompozisyonu ortaya çıkınca, bu stratejisinin başarılı olduğu zannedildi. Bu zanla hareket
eden, Erdoğan’ı tecrit ve AK Parti’nin devrilmesi
siyasetinin koçbaşı olan HDP Eş Başkanı Selahattin
Demirtaş, CHP-MHP koalisyonunu destekleyeceklerini açıklarken Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hitaben
“Korkma seni asmayacağız, yargılayacağız” diyen
bir özgüven patlaması yaşıyordu. Hâlbuki daha 7
Haziran seçim akşamı MHP Genel Başkanı Devlet
Bahçeli, MHP’nin bu proje veya Kılıçdaroğlu’nun
ifadesiyle % 60’lık blok içinde yer almayacaklarını
açık bir şekilde ilan etmişti.
HDP ve PKK’nın bu projeye dâhil olması, sadece
Erdoğan karşıtlığı veya laik hayat tarzını tercih etmekten kaynaklanmıyordu. PKK, HDP’nin barajı
aşmasının Başkanlık projesinin yanında AK Parti’nin
tek başına iktidar olamamasını temin etmesi halinde, Türkiye’de siyasi karar alamayan bir koalisyonlar döneminin başlamasının Kuzey Suriye’de ve
Türkiye’nin Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde yakaladığı avantajlarını konsolide etmek ve
daha ileri bir siyasi başarıya taşımak için avantajlı bir
iklim yaratacağını hesaplıyordu. HDP’nin bu hesapları paylaştığı aşikârdı. Türkiye’nin koalisyon aradığı
ve siyasi iradesinin zayıfladığı bir dönemde, PYD’nin
Kuzey Suriye’de kantonları birleştirerek Irak benzeri bir Suriye Federe Kürdistan bölgesi ilanına ve
Türkiye’nin Doğu ve Güney Doğu Anadolu’sunda
güvenlik kuvvetleri ve devlet kurumlarının şiddet
hareketleriyle sindirilmesine ses çıkaramayacağı
varsayılıyordu. Bu hesap karşısında Suriye’de PYD/
PKK ile çatışan DEAŞ da bu planı PYD’nin güvenli
üs bölgesi olarak kullandığı Türkiye’de, Suruç’ta ya-
EYLÜL 2015
13
Türkye’nn ABD le anlaşması, PKK ve DAEŞ’n tehdtlerne asker ve polsye operasyonlarla cevap vermes
Türkye syasetnde ç ve dış boyutları olan kalıcı etkler bırakacaktır. Bunlardan en önemls Türkye’nn
Cumhuryet dönemnde Orta Doğu’dan uzak durmak ve müdahale etmemek yaklaşımının terk edlmesdr.
pılacak bir terör eylemiyle bozmak istiyordu. Bu şekilde Suriye’deki iç savaşın giderek Türkiye’ye taşındığı, devletin giderek inisiyatif kaybettiği, müzakere
sürecinin bozulmasından ve Suriye iç savaşına bulaşmaktan korkarak bölgeden çekildiği bir senaryo
denendi… Bunu temin etmek için de 7 Haziran’dan
sonra yol kesme, adam kaçırma, iş makinası yakma, bombalama, suikast vs. 281 eylemle bölgede
PKK’nın tahakkümü pekiştirildi, ateşkesin sona erdiği ilan edildi, KCK Eş Başkanı Bese Hozat yeni
süreci devrimci halk savaşı ve serhıldan süreci olarak ilan etti. Cemil Bayık halkı silahlanmaya çağırdı.
Bunların üzerine denk gelen DEAŞ’ın Suruç’ta 32
kişinin ölümüne yol açan bombalaması, PKK’ya
yeniden Türkiye aleyhine propaganda, kalkışma
ve Suriye’de harekete geçme imkânı verdi. Burada
PKK’nın stratejik önceliği, Suriye’de PYD devletini
ilan etmek ve buna karşı PKK’nın devrimci halk
savaşı ve ayaklanma tehdidiyle Doğu’da; DHKP-C
ile Batı’da şiddet, HDP ile Batı’da mitingler marifetiyle Türkiye’yi stratejik felce mahkûm etmekti. Bu
felç, Türkiye’de siyasi anlaşmazlığı zirveye taşıyacak ve PKK bu iç çatışma ortamında istediklerini
14
EYLÜL 2015
alabilecekti. İşte Türkiye bu noktada hareketsiz
kalmanın, Türkiye için bir beka meselesine dönüşeceği kararına vararak harekete geçti. PKK ve
HDP bütün tahriklerine rağmen, Türkiye’nin böyle
bir harekâta girişemeyeceği kanaatinde oldukları
için, Türkiye’ye atfettikleri “stratejik felce” kendileri
yakalandılar. Operasyonlar DEAŞ ve PKK ile iltisaklı
gruplara karşı Türkiye, Suriye ve Irak’ta aynı anda
başladı. Operasyonların amacı Türkiye’nin siyasi
istikrarını ve demokratik hukuk devletini korumak,
DEAŞ ve PKK ile iltisaklı grupların Türkiye’ye ilişkin
tehditlerinin ortadan kalkmasıydı.
Türkiye bu operasyonu milli imkânları ile başlatmakla beraber, DEAŞ’a karşı oluşan koalisyon ve bilhassa ABD ile NATO başta olmak üzere müttefiklerle
büyük bir koalisyon ve ittifak tesis etti. Türkiye’nin
ABD ile DEAŞ’a karşı ittifakla Suriye denklemine
girmesiyle Obama’nın ifadesiyle “oyun değişti”.
“Değişen oyunun” sadece DEAŞ ve Suriye’nin geleceğiyle ilgili olmadığı, PKK ve PYD’nin kaderiyle
de yakından ilişkili olduğu kaydedilmeli. Değişen
oyunun bir ayağı da, PKK ve PYD’nin Orta Doğu,
Suriye ve Türkiye okumalarının ve hesaplarının tamamen boşa çıkarılmasıydı. PKK Arap Baharı’nın
sona ermesini dünyada siyasal İslamcılığın tasfiyesi
olarak okuyup, Türkiye’de de AK Parti’nin bu cümleden tasfiye olacağına inanıyordu. PKK bu şekilde
Suriye’de DEAŞ’a karşı ABD hava kuvvetleri ve özel
güçleri sayesinde laik oldukları için aldıkları destekle
Rojava’da yaptıkları bir devrimin benzerini, laik bir ittifakla ve ABD başta olmak üzere Batı’nın desteğiyle Türkiye’de yapabileceklerine inanıyorlardı. Bunun
devamında da Erdoğan ve AK Parti hükümetiyle ittifak yapan Barzani’nin devrilmesi de sıradaydı. PKK
böylece Orta Doğu’da laikliğin yegâne temsilcisi
olarak Batı’nın ve ABD’nin vazgeçilmez müttefiki
olacaktı. Bu şekilde Rojava devriminden PKK devletine geçişi ABD hava kuvvetlerinin şemsiyesi altında tamamlayacak ve Türkiye’nin muhalefetinin de
önüne geçilmiş olacaktı... HDP’nin çözüm süreci
bloğundaki AK Parti karşıtı “laik” cepheye geçmesinin arkasındaki siyasi mantık, işte burada yatıyordu.
Bu okumadaki yanlışlık, Türkiye’nin operasyonlarına ABD’nin açık desteğiyle ortaya çıktı. Hoş gerçi
ABD muhalefet etse de, Türkiye ile PKK veya PYD
ile bir kara savaşını göze alması için PKK’nın hayal
ettiği türden bir sebebi olmadığı da söylenebilir. Bu
hesabın Türkiye içindeki kısmının yanlışlığı, aslında 7 Haziran’da Devlet Bahçeli’nin açıklamalarıyla
ayan olmuştu. Nitekim kısa zamanda CHP ve seçim öncesinde HDP’nin stratejik ortağı olan Aydın
Doğan medyası da HDP’ye mesafe koymaya başladı. Erdoğan ve Davutoğlu’nun yenilgi dolayısıyla
tecrit olacakları ve hareketsiz kalacakları varsayımının boşluğu, 7 Haziran seçimlerinden sonraki siyasi
performanstan anlaşılabilir.
PKK’nın; TSK, MİT, Emniyet, Jandarma, Yargı ve
mülki idare amirlerinin siyasi istikrarsızlık ortamında
risk almayarak harekete geçmeyecekleri ve AK Parti karşıtı bir tavır içine girebilecekleri beklentisi de
boşa çıktı. Devlet geleneğini, kurumları ve kadrolarını hafife alan bu yaklaşım büyük ölçüde paralel yapının yarattığı tahribata duyulan güvenden kaynaklanıyordu. Devlet büyük bir uyum içinde Erdoğan
ve Davutoğlu etrafında kenetlenerek, siyasi iradenin
emirlerini yerine getiren bir çizgide duracağını gösterdi. Bunun ötesinde muhalefet partileri de, bu kararı destekleyen bir pozisyonda durmayı tercih ettiler. HDP’nin ve paralel yapı dışında muhalif muvafık
çok geniş bir cephenin, terörle mücadele konseptine destek verdiği görüldü. Bu cephenin genişliği
ve kararlılığının, HDP bileşenlerinde, tabanında ve
paralel yapının tabanında da rahatsızlık yaratması
kaçınılmazdır. Bu bakımdan PKK ve HDP cephesi barış bloğu adı altında bu cephenin kararlılığını
bozacak çabaların içinde olacaktır. Amaç, PKK ve
HDP’yi içine düştüğü çıkmaz ve anlaşmazlık durumundan Abdullah Öcalan’ın müdahalesiyle kurtarmak ve onun çağrısıyla yeniden çatışmasızlık ilan
ettirmektir. PKK’nın ağır baskı karşısında ve Kuzey
Suriye’deki kazanımlarını koruma karşılığında çatışmasızlık ve Türkiye’den çekilmeyi kabul etmesi
mümkün olmakla beraber, Türkiye’nin Suriye’nin
Kuzey’inde kendisi aleyhine kullanılacak bir gerilla
kuvvetinin oluşmasına izin vermesi kabul edilemez
bir durum olacaktır. Bu bakımdan, PKK çözüm sürecini zehirleyen Rojava devrimi ve Suriye’de PYD
adı altında bir PKK devleti kurma politikasından
vazgeçmedikçe, müzakere sürecinin yeniden canlanması zor görünmektedir.
HDP’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya
koyduğu Türkiyelilik, demokratikleşme ve siyasileşme hedeflerinin hepsinin, PKK’nın Türkiye ve Suriye
kollarının rahatça iş görmesini temin edecek şallar
olmak dışında bir karşılığı olmayan politikalar olduğu anlaşılıyor. HDP’nin PKK yöneticileriyle zaman
zaman yaşadığı anlaşmazlıkların her seferinde PKK
yöneticilerinin dediklerinin olması, HDP’nin seçim
başarılarını anlamsızlaştırmaktadır. Bu bakımdan
HDP artık 7 Haziran öncesinin koçbaşı rolünü kaybetmiş durumda. AK Parti, CHP ve MHP’nin koalisyonda olmasalar da ittifak halinde oldukları ve
Türkiye’nin omurgasının yeniden inşa edildiği bir
döneme girilmiştir. HDP ve PKK, bu baskı karşısında mevcut halini devam ettiremez. Ya müzakere
sürecine dönecek yahut şiddeti ve bölünmeyi esas
alacak yeni bir yola gireceklerdir. HDP ve PKK, artık
bir yol ayrımındadır.
İçeride ve Dışarıda Koalisyon Görüşmeleri
Türkiye Siyasi Paradigmasını Değiştiriyor
Türkiye 30 Mart 2014 yerel seçimleri, 10 Ağustos
2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve 7 Haziran
2015 seçimlerinden sonra erken seçim mi koalisyon mu tartışmaları arasında erken seçim istikametinde karar alırken çok ciddi bir paradigma değişikliği yaşıyor. Türkiye’deki değişime direnen reaksiyoner cephenin hayali % 60’lık bloğunun olmadığının
anlaşılmasıyla başlayan paradigma değişikliği, 13
EYLÜL 2015
15
Operasyonlar DEAŞ ve PKK le ltsaklı gruplara karşı Türkye, Surye ve Irak’ta aynı anda
başladı. Operasyonların amacı Türkye’nn syas stkrarını ve demokratk hukuk devletn
korumak, DEAŞ ve PKK le ltsaklı grupların Türkye’ye lşkn tehdtlernn ortadan kalkmasıydı.
yıllık değişim sürecinin ve AK Parti iktidarının ne kadar kalıcı bir dönüşüm yarattığını içeride ve dışarıda
bir kez daha gösterdi. 7 Haziran seçimleri sonrasında yaşanan iç ve dış siyasi gelişmelere karşı siyasi
aktörlerin verdiği tepkiler 13 yıllık değişimin kalıcılığını teyit etmenin ötesinde, Erdoğan’ın, iktidarın ve
muhalefetin müşterek ve ayrı ayrı performanslarını
sergilemelerine imkân verdi.
Erdoğan ve AK Parti iktidarının içeride ve dışarıdaki pozisyonunu siyaseten değiştirmeye yönelik
içeriden ve dışarıdan organize edilen kampanyanın
sınırları bu dönemde görülmüş oldu. Reaksiyoner
cepheyi bir arada tutan, Cumhurbaşkanı Erdoğan
ve AK Parti’nin içeride ve dışarıda tecrit edileceği ve
hatta “devrileceği” varsayımı çöktü. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti’nin demokratik yöntemlerle,
reaksiyoner cephenin zorlamayla bir araya getirilerek ve dışarıdan yürütülen kara propagandayla yok
edilemeyeceği ortaya çıkınca, reaksiyoner cephenin yeni duruma intibak eden iç ve dış aktörleri pozisyonlarını değişirdi. 7 Haziran öncesi oluşan ittifakı
ebedi ve reaksiyoner cephenin % 60’lık kesiminin
koalisyonunu kader zanneden unsurlar ise hala 7
Haziran ve Türkiye gerçeklerine uyum sorunu yaşıyorlar. % 60’lık cephe varsayımının yanlışlığını 7
Haziran gecesinden başlamak üzere Devlet Bahçeli; CHP, HDP ve diğer bileşenlere soğuk duş ve ağır
hakaretler marifetiyle anlatmaya çalıştı. Bunu anlamamakta ısrar eden ve Çin’den getirdikleri yeni parti oyuncaklarla şansını denemek isteyenler olmakla
beraber, artık bu koalisyonun kader değil ham hayal
olduğu açıkça görüldü. Eğer bu ham hayal devam
etse ve kazara % 60’lık bloğa dayanan bir koalisyon
kurulsaydı, muhtemelen bu cephenin çöküşü biraz
gecikecek ama çok daha büyük bir çöküş yaşayacaktı. Bu bakımdan Devlet Bahçeli ve MHP’nin, %
60’lık cepheyi daha ağır bir hezimeti yaşamaktan
koruduğu dahi söylenebilir. Ancak henüz Türkiye ve
dünya gerçekliğine intibak edemeyenlerin bu değerlendirmeyi anlamaları dahi zor görünüyor.
Reaksiyoner cephenin % 60’lık bloğunu çökerten
bir başka darbe ise, desteğini cepte zannettikleri
16
EYLÜL 2015
Batı bloğu ve ABD’den geldi. ABD Orta Doğu’da
güç ve tehdit dengesinde Türkiye’nin değerinin
vazgeçilmez olduğunu öteden beri biliyordu. 7
Haziran’da Türkiye’deki güç dengesinin ortaya çıkması, Türkiye’nin NATO standartlarındaki askeri
gücü, devlet kapasitesi ve işleyen demokratik hukuk devleti sistemi, Türkiye’yi sıkıştırmak amacıyla
yürütülen kara propagandaya rağmen Türkiye’nin
özgül ağırlığını arttırmıştı. İran’ın güç itibarıyla dengelenmesi ihtiyacı, DEAŞ başta olmak üzere devlet
dışı aktörlerin tehdit dengesinde kontrolden çıkması ihtimalleri karşısında artık pazarlığın kesileceği
an yaklaşmıştı. Türkiye’de bir AK Parti-CHP koalisyonu olmazsa bu tür bir anlaşmanın olamayacağını zanneden ideolojik körlükle malul çevrelere
rağmen, ABD ile Erdoğan ve AK Parti hükümeti bu
pazarlığı tamamladı. Böylece Türkiye’de AK PartiCHP koalisyonu tartışılırken ve ABD ile ilişkilerin ancak bu şekilde düzeleceği propagandası yapılırken
Türkiye’nin ABD ile anlaştığı ortaya çıktı. Böylece
Türkiye’nin Batı ve ABD ile koalisyonu için olmazsa
olmaz olarak takdim edilen AK Parti-CHP koalisyonu olmadan, Türkiye ile Batı ve ABD koalisyonu
tazelendi ve yeni bir derinlik kazandı. Aslında Türkiye ve ABD arasındaki anlaşmanın sağlanmasıyla
AK Parti-CHP koalisyonunun dış gerekçesi ortadan
kalkmıştı. Erdoğan ve AK Parti, Batı ve ABD ile ilişkilerini düzeltmek için CHP veya Türkiye’deki bazı
kurumların aracılığına gerek olmadığını göstermiş
oldu.
Bu dönemde Erdoğan ve AK Parti’yi içeride CHP,
dışarıda Batı ve ABD ile koalisyona zorlamak amacıyla oluşan büyük reaksiyoner cephe ve terör örgütlerinin tazyiklerinin olağanüstü arttığı görüldü.
Erdoğan ve AK Parti’yi bu koalisyona zorlamak için
yapılan baskıyı, Türkiye’nin Suriye’de PYD federe
devletine, Türkiye’de PKK özerkliğine imkân vereceği şeklinde yorumlayan PKK cephesi de, tıpkı
reaksiyoner cephenin diğer unsurları gibi büyük bir
hesap hatası yaptı. Türkiye’yi çözüm sürecini bitirme, devrimci halk savaşı ve Suriye’de PYD devleti
ilan etmekle tehdit etti. Türkiye ise bu hesap hatalarına dayanan meydan okumalara 24 Temmuz’da
Türkiye içinde, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta askeri
ve polisiye operasyonlarla cevap verirken, ABD ile
anlaşmaya varıldığını da ilan etti.
Türkiye’nin ABD ile anlaşması, PKK ve DAEŞ’in
tehditlerine askeri ve polisiye operasyonlarla cevap
vermesi Türkiye siyasetinde iç ve dış boyutları olan
kalıcı etkiler bırakacaktır. Bunlardan en önemlisi
Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde Orta Doğu’dan
uzak durmak ve müdahale etmemek yaklaşımının
terk edilmesidir. AK Parti döneminde Orta Doğu’ya
yumuşak güçle müdahale etme anlayışıyla değişen
bu yaklaşım, Türkiye’nin ABD ve koalisyon güçleriyle anlaşmasıyla artık sert gücün de kullanılabileceği
bir safhaya geçmiş durumda. Tuhaf olan şey, daha
önce AK Parti’nin yumuşak güçle Orta Doğu’ya
müdahale etmesinden rahatsız olan iç ve dış kesimlerin sert güçle müdahale politikasını desteklemesi.
Bu Türkiye dış politikasında ciddi paradigmatik bir
dönüşümü ifade etmektedir.
Türkiye iç siyasetindeki kalıcı etki ise % 60’lık hayali
bloğun anlamının kalmaması, Erdoğan ve AK Partiyi tecrit politikasının iflas etmesidir. 7 Haziran’dan
sonra blok içindeki aktörler arasındaki anlaşmazlıklar AK Parti ile anlaşmazlıklardan daha fazla temayüz etmeye başladı. Bu blok içindeki her aktör
AK Parti ile koalisyon görüşmesi yaptı, HDP ise AK
Parti-CHP koalisyonuna destek vereceğini ilan etti.
Dolayısıyla 7 Haziran seçimlerinden önce var olan
Erdoğan ve AK Parti karşıtı kutuplaşma politikasının
artık bu haliyle devam edemeyeceği ortadadır. Bu
durum hem erken seçimi hem de erken seçim sonrasındaki siyasi iklimi etkileyecektir. AK Parti-CHP
arasında yürütülen istikşafi koalisyon görüşmeleri
ve MHP ile yapılan görüşmeler, AK Parti tek başına iktidara gelse de koalisyon ihtimali olsa da siyasi
partiler arasındaki mutabakat zemininin genişlemesine hizmet etmiştir. Bu durum erken seçimde
siyasi kampanyaların stratejilerini ve dillerini ister istemez etkileyecektir.
CHP bundan sonra sadece Erdoğan ve AK Parti karşıtı bir politikaya sığınamaz. Artık yeni CHP
söyleminin daha da geliştirildiğinin ve partinin dönüştüğünün anlatılması gerekiyor. CHP, bundan
sonra, AK Parti’nin Batı’yla ilişkilerini düzeltecek
Türkiye’nin çağdaş yüzü imajıyla bir yere gidemez.
AK Parti ile koalisyonun şartı olarak ileri sürülen dış
politikanın tamamen değiştirilmesi iddiası daha zi-
yade CHP için geçerli olacaktır. CHP çatışma döneminde MHP ile ilişkilerini iyi tanzim edemez, Erdoğan ve AK Parti karşıtlığı adına HDP ile işbirliğine
giderse bir yandan HDP’ye diğer yandan MHP’ye
oy kaybetmesi kuvvetle muhtemeldir. CHP bunun
yerine Türkiye’de siyasi merkezin demokratik hukuk
devleti istikametinde yeniden inşası ve Türkiye’nin
değişen paradigmasına hem katkı veren hem de
onu içselleştiren bir politika yürütürse, aldığı oydan
bağımsız olarak Türkiye’nin geleceğinde söz sahibi
olan bir siyasi aktör haline gelecektir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AK Parti; Türkiye, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’taki emrivakiye teslim olmayarak aldıkları operasyon kararı ve karşı bloğun
dağıtılması sayesinde siyasette kalıcı olduklarını ve
hala Türkiye’de değişimin aktörü olabileceklerini
gösterdiler. Şimdi 7 Haziran seçimleri sonrasında
gösterdikleri performansla erken seçimden tek başına iktidar ve hatta anayasayı değiştirebilecek bir
çoğunlukla çıksalar dahi itidal, mutabakat arama,
her kesimi dinleme ve yeni kesimlere açılma yaklaşımlarını politikalara dönüştürerek Türkiye’deki değişimin kökleşmesi ve tamamlanması istikametinde
ana aktör olma vasıflarını devam ettirebilirler. Bu bakımdan Erdoğan ve AK Parti’nin tıpkı ABD ile doğrudan görüşme ve anlaşma mantığında olduğu gibi
hem dış politikada hem iç politikada muhataplarıyla
doğrudan görüşerek problem çözücü ve müşterek
çalışmaya yatkın bir politik hattı muhafaza etmesi
elzemdir. Bunun işaretlerinin erken seçim öncesinde aktör ve söylem düzeyinde yenilenerek ortaya
koyulması icap ediyor.
EYLÜL 2015
17
İÇ POLİTİKA
ANAYASA KABİNESİNİN
YANSIMALARI NASIL OLACAK?
Alper TAN
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
A
nayasa’nın amir hükümleri gereği mecburen
kurulan seçim hükümeti ile 7 Haziran sonrası ortaya çıkan belirsizlik dönemi sona erdi.
Türkiye bir siyasi badireyi daha atlattı. Şimdi artık
siyaset, 1 Kasım seçimlerine odaklanacak. Hükümetse ülkeyi yönetme mesuliyeti ile içinde yaşadığımız hem terör ve savaşa hem de seçime...
Son gelişmelerle birlikte Cumhuriyet tarihinde bazı
ilkler de yaşandı. İlk kez cumhurbaşkanı kararıyla
ülke seçime gidiyor. Belli şartların oluşmasıyla cumhurbaşkanının seçim kararı alma ve seçim hükümeti kurması yetkisi tanıyan Anayasa’nın 114 ve 116.
maddeleri ilk defa icra edildi.
Cumhuriyet tarihinde ilk başörtülü milletvekilleri ile
Türkiye geçen dönem tanışmıştı. Bu seçim kabinesiyle Türkiye ilk kez başörtülü bakana tanık olacak.
18
EYLÜL 2015
Terör örgütü PKK’nın siyasi uzantısı bir parti zaten
yıllardır bazı belediyeleri yönetiyor ve TBMM’de grubuyla temsil ediliyordu. Bu seçim hükümetinde iki
bakanla, PKK’nın legal siyasi uzantısı HDP ilk kez
kabinede görev almış olacak.
Kurucu lider Alparslan Türkeş’in oğlu ve Genel Başkan Yardımcısı Tuğrul Türkeş’in, partisinin vizyonsuz kararını dinlemeyip seçim hükümetinde Başbakan Yardımcısı olarak görev almasıyla MHP bir deprem yaşadı. Bugüne kadar MHP’de çeşitli sarsıntılar
yaşandı ama Tuğrul Türkeş depremi çok daha derin
fay hattına işaret ediyor. Devlet Bahçeli’nin genel
başkanlığı döneminde bu denli derin bir sarsıntı ilk
kez yaşanıyor. Her ne kadar bunun sayısal değeri
Türkeş’le sınırlı görünse bile MHP’ye siyasal etkisi
çok daha fazla olabilir.
MHP mantığından hareketle Ahmet Davutoğlu da deseyd k “AK Part 13 senedr tek
başına ülkey yönett. 7 Hazran’da mllet bze ülkey tek başına yönetme yetks vermedğne göre bzm muhalefette kalmamızı styor. O sebeple hükümette yer almayacağız.”
Bu tavırlar karşısında ülkede hükümet kurulamayacak ve belk de br kaos yaşanacaktı.
CHP ve daha da önemlisi MHP’nin her şeye “hayır”
diyen tutarsız ve çelişkili açıklamaları Türk milliyetçisi partiyi 7 Haziran’da milletvekili sayısı bakımından
Kürt milliyetçisi HDP ile aynı seviyeye düşürmüştü.
Türkiye’nin en büyük kenti İstanbul’da ise HDP’nin
bile gerisinde bırakmıştı. Eğer MHP, Tuğrul Türkeş’i
partiden atarsa MHP’nin TBMM’deki temsili 79’a düşecek. Böylece 80 milletvekili olan HDP’nin de arkasında yer alacak. Bu vahim durumun milliyetçi camia
tarafından sorgulanmayacağını düşünmek zor.
AK Parti iktidarını hem acımasızca eleştirmesi hem
de kendisine teklif geldiği halde hiç bir şekilde sorumluluk almayarak kaçması MHP için pahalıya patlayabilir. MHP lideri Bahçeli’nin “Millet bize muhalefet görevi verdi” diyerek, kolaycılığa kaçması ve
seçmenlerine hayal kırıklığı yaşatması, muhtemelen
MHP yönetiminin önüne bir fatura getirecektir.
MHP’nin bu mantıksız ve hırçın tavrının ne kadar
vahim olduğunu daha iyi anlatabilmek açısından
şöyle örneklendirebiliriz. MHP mantığından hareketle Ahmet Davutoğlu da deseydi ki “AK Parti 13
senedir tek başına ülkeyi yönetti. 7 Haziran’da
millet bize ülkeyi tek başına yönetme yetkisi
vermediğine göre bizim muhalefette kalmamızı istiyor. O sebeple hükümette yer almayacağız.” Bu tavırlar karşısında ülkede hükümet kurulamayacak ve belki de bir kaos yaşanacaktı.
Her parti iktidar olmak ve ülkeyi yönetmek için siyaset yapar. Siyasetin temel mantığı budur. MHP’nin
ısrarla muhalefet olma hevesinde devam etmesi
ve sahayı diğer partilere bırakması Türk milliyetçisi
seçmen açısından ne kadar hazmedilecek acaba?
Öbür taraftan Başbakan Davutoğlu’nun BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun halefi Yalçın Topçu’yu
Kültür Bakanlığı’na getirmesi ise çok anlamlı bir
adım. Bu hamle 7 Haziran öncesi izlediği siyasetle
Pensilvanya’nın sinek kovalayan kuyruğuna dönüşen ve Yazıcıoğlu’nun tüm emeklerini “hiç” eden
mevcut BBP yönetimini iyice tarihin çöplüğüne süpürebilir.
Anayasa’nın bir cilvesiyle bakanlık koltuğuna oturan iki HDP’liye gelince. PKK terörü şiddetle devam
ederken bu durum milletin sabır ve hazım kapasitesini elbette çok zorlayacaktır. Bir yandan şehitler gelirken öbür yanda PKK’nın legal uzantılarının
bakanlık koltuğunda oturmaları elbette katlanılması
çok zor bir durum. Ancak bu durum PKK ve HDP
açısından daha büyük bir sınav olacak.
HDP’li 2 bakanın ilk mesajları son derece olgun ve
mantıklı. Ancak bu tavrı ne kadar devam ettirebilecekler bilinmez. Mesela HDP’li AB Bakanı Avrupa’ya
gittiğinde Selahattin Demirtaş gibi Ankara’yı şikâyet
mi edecek yoksa Türkiye Devleti’nin haklarını mı savunacak. Yani AB’ye karşı Türkiye’nin sözcüsü mü
olacak yoksa PKK’nın sözcüsü mü?
HDP’li Kalkınma Bakanı, devletin Doğu, Güney
Doğu’ya yatırımlarını yıkan yakan PKK terörüne
karşı devletin icraatını mı savunacak yoksa PKK ve
Demirtaş’ın dediği gibi “bunlar askeri amaçlı yol,
askeri amaçlı baraj, askeri amaçlı yatırım” diyen PKK’nın saçma tezlerini mi savunacak? PKK
ağzıyla hareket ederlerse Türkiye partisi olduğuna
milleti nasıl inandıracaklar? Çatışmasızlık ortamında 7 Haziran’da saz çalıp halay çekerek toplumu
efsunladıkları gibi 1 Kasım’da da askerleri polisleri
şehit ederek, ülkenin her yerinde terör yaparak da
efsunlayabilecekler mi? Yani PKK-HDP, millet karşısında hatta özelde Kürtler karşısında daha çetin
bir imtihana girecek.
Sonuç olarak kurulan seçim hükümeti listesine
baktığımızda CHP ve MHP’nin tavırlarına ve anayasal kısıtlamalara, zaruretlere rağmen mevcut şartlarda olabilecek en makul ve en mantıklı tercihler
yansıtılmış.
Umarız seçim kabinesinde bu çözümü üreten o
akıl, AK Parti’nin 12 Eylül Kongresinde ve milletvekili aday listelerinde de devrede ve etkili olur.
Bu mecburiyetler kabinesi ülkemiz siyasetine belki
göz açıcı başka ilhamlar da verir. Hayırlı olsun... Allah utandırmasın...
EYLÜL 2015
19
röportaj
7 Haziran’dan
1 Kasım’a
Röportaj: Yunus BADEM
SDE Asistanı
İhsan Aktaş kmdr?
1964 yılında Bayburt’ta doğan İhsan Aktaş
lkokul, ortaokul ve lse öğrenmn Bayburt’ta
btrmş, lsans eğtmn se Uludağ Ünverstes İlahyat Fakültes’nde tamamlamıştır.
Yüksek lsans eğtmn Uludağ Ünverstes
Sosyal Blmler Ensttüsü Dn Eğtm Ana
Blm Dalı’nda gerçekleştrmş olan Aktaş,
doktorasını se Arel Ünverstes Fen
Edebyat Fakültes Şehrclk Bölümü’nde
sürdürmektedr.
İnglzce ve Arapça blen Aktaş, Mll Gençlk
Vakfı Başkan Yrd. ve Başkanlık görevlernde
toplam on yıl süreyle bulunmuştur.
Aktaş, SDE Yüksek İstşare Kurulu üyesdr.
GENAR ARAŞTIRMA Yönetm Kurulu
Başkanlığı görevn yürüten Aktaş, 3 çocuk
babasıdır.
20
EYLÜL 2015
7 Hazran seçm sonuçlarını ve seçmden sonra yaşanan
sürec nasıl değerlendryorsunuz?
7 Haziran seçimleri 13 yıldır iktidarda olan AK
Parti’nin iktidardan düşürülebilmesi için 3 partinin
yüksek motivasyonuyla geçti. Bir taraftan muhalefet partileri muhalefet yapmak için daha derli toplu
hareket ederken, diğer taraftan iktidar partisi de
gerek lider değişimi gerekse kadrolarda zayıflama
ve kendi meselelerini derli toplu şekilde vatandaşa
sunamamaktan dolayı aslında bir dağınıklık yaşadı. Yani muhalefet partileri ne kadar derli toplu bir
eleştiri yaptıysa, AK Parti de bir o kadar yaptığı hizmetleri, başarılarını ve gelecek algısını toplumda bir
türlü oluşturamadı. Ama burada bir hakkı da teslim
etmek gerekir; bir seçim için % 41’lik oy çok önemli bir oydur. Toplumda yaklaşık bir hafta boyunca
AK Parti kaybetti, hükümet kaybetti gibi bir hava
oluştu. Muhalefet partileri de bu havaya kapıldılar.
Fakat bir hafta sonra göründü ki AK Parti bu ülkenin gerçeği olmaya devam ediyor. Hükümet kurulacaksa AK Partiyle olacak ve de Meclis Başkanlığı
seçimi bunu iyice pekiştirdi. AK Partililer de bunu
kıyamet senaryosu olarak görmediler. Bence güzel
olan tarafı bu... AK Parti bu yönüyle teknik bir parti.
Bir problemle karşılaştığı zaman onunla alakalı ağır
savunmalara kalkışmadan problem nedir, nerede
hata yaptık deyip bunu toparlamak için uğraş veren bir parti. Bu durum, sorunlara çözüm bulmak
için AK Parti için de erken bir uyarı oldu. Baktığımız
zaman 13 yıldır sürekli AK Parti’nin hükümet etmesine alışkın bir ülke için hükümet kurulamayan bir
dönem getirdi 7 Haziran seçimleri.
Seçm sonucunda AK Part tek başına ktdar olacak
mlletvekl sayısına erşemed ve koalsyon hükümet
kurablmek çn HDP harç meclstek bütün syas partler le
görüştü, fakat br sonuç çıkmadı. Koalsyon görüşmeler le lgl
szn değerlendrmenz nedr?
Koalisyon görüşmelerinde CHP oldukça istekliydi.
Hatta bu isteğini çok aşırı bir şekilde belli etti. Bunun temel sebebi şu; CHP, yaklaşık 10 yıldır seçimlerde, son gelen 3-4 seçimde % 25’lik bandı
geçemediğini gördü. Bu durum artık CHP için kader gibi bir şey. CHP, eğer iktidar olacaksa, hükümet edecekse ancak bunun koalisyonla mümkün
olacağını gördü. Diğer iki parti ile koalisyon yapamadığı için AK Partiyle koalisyon yapmayı aşırı derece yakın gördü. Parti tabanları açısından en çok
koalisyon isteyen CHP’nin tabanıydı, en az isteyen
AK Parti’nin tabanıydı. AK Partili seçmen, taban,
kanaat önderleri, birincisi yenilgiyi hazmedemediler, ikincisi de koalisyona AK Parti tabanının gönlü razı olmadı. MHP ile olsa belki gönlü biraz daha
yumuşak olabilirdi ama CHP ile koalisyon yapmak
istemedi. Erken seçim motivasyonu da en fazla AK
Partili tabanda vardı. Ben şöyle düşünüyorum, hani
yöneticiler ısrarcı olsaydı zorlamayla da olsa bir koalisyon hükümeti kurulabilirdi. Fakat kamuoyu desteğine bakıldığında, CHP’lilerin yaklaşık % 50’sinin
koalisyonu istediği, bunun da % 12 puana denk
geldiği gözüküyor. AK Partililerin ise sadece % 20’si
koalisyon istiyor, bu da % 8 puana denk geliyor.
Dolasıyla % 20’lik tabanın bir koalisyonu taşımayacağı açık. Nihayetinde seçim biter, halk desteği
hükümetlerin arkasında olur, aslında başarı getiren
de halkın desteğidir. Eğer AK Parti-CHP koalisyonu
kurulsaydı taban desteğinden yoksun bir koalisyon
olacaktı. Dolayısıyla AK Parti bu riski gördü. Taban
desteği olmadan hükümet etmenin riskini gördü,
biraz da tedbirli durdu.
AK Part-MHP koalsyon hükümet her k part tabanı
tarafından da desteklenyordu. Fakat görüşmelerden br
sonuç çıkmadı. Bu görüşmelern sonuçsuz kalmasını nasıl
değerlendryorsunuz?
MHP’nin tavrı HDP ile ortaklık kurmama konusunda doğruydu. Nihayetinde karşıtlıktan beslenen
iki parti. MHP bir bakıma HDP’nin varlığıyla kaim
bir parti. MHP olacak ki HDP olsun. Dolayısıyla
MHP’nin HDP ile hükümet kurması onun kıyameti
gibi olacaktı. Fakat MHP, HDP’ye karşı tavrını bütün
partilere karşı da gösterdi. CHP’ye üçlü ortaklıkla
gösterdi. AK Parti’ye karşıda koalisyon kuracaksanız kurun ama benim şartlarımda diye. Nihayetin de
partiler arasında büyüklük açısından, oy tabanı açısından şart dayatması en uygun parti AK Parti’ydi.
Bu durumda MHP şart dayatır gibi oldu. Galiba bu
süreçte, tek uzlaşmaz parti olarak MHP gözüktü.
Yani MHP hiçbir koalisyon ihtimaline yanaşmayan,
tutumu uzlaşmaz olan ve seçim isteyen bir parti gibi
gözüktü. Ama aslında CHP gibi MHP’nin de tek başına iktidar olma şansı yoktur. Eğer tabanına bir iktidar sunacaksa onu ancak AK Parti koalisyonu ile
sunabilirdi. Fırsatı kaçırdı diye düşünüyorum.
Pek, 1 Kasım seçmlernde hang partnn oy oranını
arttıracağını düşünüyorsunuz?
Bizim yaptığımız araştırmalarda birkaç kritik sonuç
yakaladık. Birincisi, küçük de olsa oy oranını arttırabilen parti AK Parti olarak duruyor. İkincisi, halka
“hangi parti oyunu arttırabilir?” diye sorduğumuzda,
seçmenin % 65’inin AK Parti’nin oyunu arttırabileceği görüşünde olduğunu gördük. Bunun sebebi şu
olsa gerek; muhalefet partileri bir önceki seçimde
söyleyeceklerini söylediler ancak iktidar aynı iktidar.
Dolayısıyla değişik bir eleştiri getirme şanslarının olmayacağını düşünüyorum. İktidar partisinin şöyle
EYLÜL 2015
21
bir şansı var hala; karşınıza çıktım, eksik yönlerimizi
ve problemlerimizi gördüm, törpüledim veya kendimi revize ettim ve yeniden karşınıza geldim. Taleplerinizi de gayet iyi biliyorum. İşte AK Parti bu şansı kullanacaktır. 13 yıllık kesintisiz iktidar belki AK
Parti’de CHP’lileşme eğilimi ortaya çıkarmış olabilir.
CHP’lileşme eğilimi, halktan uzaklaşan, halktan kopuk, halkın taleplerini hissetmeyen bir eğilimdir. AK
Parti kurulduğu gün sokakta kurulmuş bir partiydi.
Bütün sokağın nabzını tutan ve ülkenin problemlerini sıraya koyan ve doğru sıralama yaptığından dolayı da her problemi çözdüğünde vatandaştan aldığı
desteği artıran bir partiydi. AK Parti bu seçim sürecinde gerek adaylarla gerekse yöneticileriyle vatandaşla yüzleştikçe kendi problemini birebir görmüş
oldu. Bunları revize ederek karşınıza çıktım diyebilir.
Yani programını ve projelerini değiştirme şansı olan
parti AK Parti’dir.
AK Parti’nin önünde 2 tane yol var. Tekrar fabrika
ayarları dediğimiz kuruluş felsefesine geri dönecek
mi, yoksa giderek yöneticiler eliyle CHP’lileşecek
mi? Eğer AK Parti CHP’lileşirse gençlerden, yoksullardan oy kaybeder. Giderek elit bir kesime sığınır ama AK Parti ruhuna geri dönerse kaybettiklerini
geri kazanabilir diye düşünüyorum.
Yüksek Seçm Kurulu’nun Erken seçm tarhn 1
Kasım’da kesnleştrmesnden sonra erken seçm senaryoları
yazılmaya başlandı. Erken seçm senaryoları le lgl szn
değerlendrmenz nedr?
AK Parti 7 Haziran seçimlerinde yaklaşık üç puan
MHP’ye ve üç puan da HDP’ye oy kaptırdı. Parça
parça gidip gelen oylar vardı. Birincisi, bir partiye oy
vermiş insanlar tekrar o partiye oy verebilirler. AK
Parti, kurgulayacağı seçim kampanyası ile kaptırdığı oyları geri almayı deneyecektir. Bu süreçte bir
takım küçük ittifaklar da kurabilir. Özellikle Saadet
Partisi ve Büyük Birlik Partisi ile ittifak düşünebilir.
Bir de yanına sağcı partiyi alarak da ittifak kurabilir.
Demokrat Parti gibi. Bazen ittifaklar sinerji verir. İttifak kurulan küçük partinin ne kadar oy getireceği
ilk etapta önemli değildir. İttifak kurmak toplumda
müsbet olarak anlaşılabilir. Bir önceki seçimde ittifak olsaydı çok kıymeti olmazdı. Çünkü AK Parti %
48’lerde idi. Hatta şu bile söylenebilirdi; ittifak yaptık
kaybettik. Ancak şimdi öyle bir seçime giriyoruz ki,
bir puan, yarım puan, çeyrek puan çok kıymetli hale
geldi. Partiler arası kaymalara, geçişlere bakıyoruz;
22
EYLÜL 2015
noktaların, virgüllerin önemli olduğu bir seçimde küçük ittifakların fayda getireceğini düşünüyorum.
Böyle br ttfak söz konusu olur mu?
Ben olacağını düşünüyorum. Büyük Birlik
Partisi’nden emin değilim ama Saadet Partisi ittifakının olacağını düşünüyorum. Bazen bir seçim partilere ders verir. Onu terbiye eder ve bir ölçek verir
onlara. Nihayetinde AK Parti % 46-47 oy almış olsaydı ittifaka ihtiyacı yoktu ama % 42’lik bir oyunuz
varsa ve öbür tarafta % 2’lik bir oy duruyorsa buna
ihtiyacınız vardır. Bir de Saadet Partisi-AK Parti
ilişkisinde şöyle bir gerçek var; Saadet Partisi’nin
tek oy kaynağı AK Parti. Dolayısıyla Saadet Partisi
normal bir seçim yarışında, insanları ikna edip oy
almaya çalışacak ve bu oylar AK Parti tabanından
gelecek. İyi bir performans gösterdiği zaman da AK
Parti’ye kaybettirecek. İttifak olursa en azından bir
parti AK Parti’nin aleyhinde çalışmamış olur. AK
Parti’yi yıpratmamış olur. Sinerjiden gelen artı bir
puan da olursa o zaman hesaplar tutar. Bir puan
çok kıymetli hale geldi.
AK Part’den % 3 gb br dlmn HDP’ye geçtğn fade
ettnz. 7 Hazran önces seçm senaryolarına ger dönersek
HDP’nn erken seçmde baraj altında kalma olasılığı var mı? Bu
konuda değerlendrmenz nelerdr?
Erken seçimde HDP baraj altında kalmaz fakat bir
önceki seçim motivasyonunda da olma şansı yoktur. Bir önceki seçimde PYD’nin Kobani’deki IŞİD’le
çatışmasından dolayı dünya desteği arkasındaydı.
Türkiye’deki medya grupları ve bütün marjinal sol
gruplar HDP’nin arkasındaydı. Ve bir de HDP’ye AK
Parti’yi iktidardan düşürecek bir parti gözüyle bakılıyordu, bu misyon yüklenmişti. Nihai olarak, HDP
hem kendi gücünü hem de PKK’nın gücünü, resmi
ve gayri resmi bütün imtiyazları bu seçimde kullanmıştı. Bir önceki seçimde HDP’nin elinde bulunan
imtiyazlar şimdi yok. Doğan Medya Grubu ve Cemaat Medyası terörle bu kadar yakın duran bir partiye artık destek vermez diye düşünüyorum. Nihayetinde bu ülkenin bütünlüğü, beraberliği meselesi
vardır. Bu arada HDP’nin bir zorluğu daha ortaya
çıktı. HDP aslında PKK tarafından tasfiye edildi. Süreç şöyle işledi; HDP ile PKK el ele vererek Abdullah
Öcalan’ı tasfiye ettiler. Sonra PKK, HDP’yi de tasfiye etti. Böylelikle güçler PKK elinde toplamış oldu.
Şuan HDP iki konuda boy göstermeye çalışıyor: Bi-
rincisi, magazinel konularda demeç veriyor. Bunlar,
meclisteki vekillerin % 50’si kadın olsun diyorlar ve
çevre meselelerinde demeç vermeye çalışıyorlar.
İkincisi ise tek meşruiyet alanı, hükümete yakın durmak ve devlete sığınmak. Çünkü PKK tarafından
meşruiyet alanı işgal edildi. Hükümete aşırı derece
girme hevesi de bundan kaynaklanıyor. Bence seçimden bu yana HDP’yi meşrulaştıran iki tane adım
oldu. Bu adımlardan ilki Başbakan Davutoğlu’nun
HDP’ye nezaket ziyaretinde bulunması, ikincisi
de kurulan seçim hükümetine katılmaları. Çünkü
MHP’nin sürecin dışına çıkışıyla HDP gayri meşru
bir pozisyona düştü veya etkisiz bir parti konumuna
geldi. Kendisiyle koalisyon yapılmayan, çözüm süreci sabote edildiği için çözüm süreçlerinde bir etkisi olmayan, lüzumsuz bir parti pozisyonuna düştü.
Bu açıdan bakıldığında yeni bir pozisyon oluşturmak için hükümete katılmak hususunda çok ısrarlı
davranmaları kendilerince oldukça doğru bir adımdır. Yeni bir seçimde oy oranı aynı da kalsa, düşse
de, artsa da HDP’nin motivasyonu artık bir önceki
seçimdeki motivasyon gibi olmayacak. Bizim yaptığımız araştırmalarda HDP’ye verilen desteğin büyük oranda çözüm sürecine destek için verildiğine
dair bulgular var. Artık onların elinde bir çözüm süreci de yoktur. HDP için ben geleceği çok parlak
olarak görmüyorum. Özellikle PKK’nın HDP’nin alanını daraltması ciddi problem. Geçtiğimiz günlerde
medyada bir tartışma vardı. PKK temsilcisi ile HDP
temsilcisi karşılıklı birbirlerine demeç verdiler. PKK,
HDP’yi bir iş yapmamakla itham etti. Düşünün AK
Parti 13 yıldır iktidarda, bu ülke için yaptıkları var
hala da yapamadıkları var. Bir aylık parti ne yapabilir
ki? PKK bir ayda ne bekliyordu? Her halde devrim
bekliyorlardı. HDP de onu beceremedi. Dolayısıyla
devrim yapmamış beceriksizler olarak tarihe geçecekler. HDP’nin oy kaybedeceğini düşünüyorum
fakat ağır bir kayıp beklemiyorum. HDP, % 11 veya
% 12 bandını muhafaza eder.
Kandl, Abdullah Öcalan’ın Nevruz’da yaptığı Slahsızlanma Kongres çağrısına uymamıştı. Sonrasında süreç bu noktaya
geld. 1 Kasım seçmler öncesnde İmralı’dan yen br çağrı beklyor musunuz?
Kanaatim o ki, seçime yansır ya da yansımaz,
HDP’nin ve PKK’nın bölge meselesini eline yüzüne
bulaştırmasını halk da görüyor, muhtemelen Abdullah Öcalan da görüyor… İki ihtimal var: Abdullah
Öcalan bu kötü planların bir parçası ya da tamamen
karşısında duruyor, bundan emin değiliz. Eğer bu
kötü planların, kötü gidişatın karşısında duruyorsa
ki bugüne kadar beyanatlarında emperyalizm ve
İslam kardeşliğinden bahsetmişti. Biz bu bölgedeki problemleri ancak İslam kardeşliği ile yenebiliriz
gibi bir tutumu olmuştu. Eğer tutumu eskisi gibiyse
Abdullah Öcalan’ın tekrar devreye gireceğini düşünüyorum.
EYLÜL 2015
23
İÇ POLİTİKA
PKK’YA KARŞI SÜRDÜRÜLEN OPERASYONLAR
KÜRTLER VE YAKLAŞAN SEÇİMLER
Sinan BAŞAK
Gazeteci - Yazar
M
arksist bir sistem için Kürt gençlerini terör
faaliyetlerinde vasıta olarak kullanan PKK,
Kürtlüğü ve değerlerini ideolojik yapısına
uygun hale getirmek için öncelikle demokrasiyi, 28
Şubat sürecini ve 2012 yılından itibaren de “çözüm
sürecini” çok iyi kullanmıştır.
Marksist hareketlerin demokrasinin zaaflarından
nasıl istifade ettikleri ve neler yaptıklarına diktatörlük dönemleri şahittir. Yeni Türkiye’nin mimarlarının Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan
başta olmak üzere, devlet erkinin Kürt meselesine
sadece demokrasi nazarıyla değil de İslam’ın kar-
24
EYLÜL 2015
deşlik hukukunu gözeterek -şımarıkça davranışlara
bile- hoşgörüyle bakmaları, totaliter sistem heveslisi
PKK için bulunmaz bir nimet(!) sayılmıştır. Bu nimeti(!) öncelikle haklarını savunduklarını iddia ettikleri
Kürtler üzerinde baskı, tehdit, şantaj, faili meçhuller,
haraç almalar şeklinde sürdüren örgüt, 7 Haziran
seçimleri öncesinde Türkiye demokrasisinin zaaflarını “TESEV gibi dış güdümlü örgütler ve Kemalist
sol medya ile birlikte” iyice kullanarak seçimlerde
Kürtleri şaşırtmayan ama Yeni Türkiye mimarlarını
şaşkınlığa sevk eden bir demokrasi(!) başarısı elde
etmişti.
Türkiye toplumu uzun süredir, “Komünizm nedir,
nasıl çalışır?”, “başarısı için hangi araçları vasıta edinir?” gibi sualleri ve bu tehlikeyi unutmuştu.
Devlet erki kardeşlik hukukunun ve yatırımların terörün sonlandırılmasında tek araç olduğu zannıyla PKK’nın Marksist özelliğini “adeta” unutmuştu.
Hatta bazı aklıevveller PKK’yı “Örgüt militanları
Kandil’de sigara izmaritlerini bile yere atmıyorlar”
sözleriyle çok şirin, cici bir örgüt gibi sunma yarışına
girmiş, bu da yetmezmiş gibi devlet erki içindekiler
dahi İmralı sakinini neredeyse demokrasi havarisi
ilan etmekten, ettirmekten çekinmemişlerdi.
gidermeye çalışmıştır, o halde antlaşmaya aykırı
davrananlara da İslam’ca yaklaşmalıdır.
Hatırlarsanız PKK ve lider kadrosu sokak hareketlerini teşvik eden, halkı devlete karşı kışkırtmak isteyen açıklamalarını her daim yapmıştır. İmralı sakini
başta olmak üzere KCK ve PKK, Kürtleri sokağa
dökmek polis ve askerle çatıştırmak için türlü provokasyonlara girişmiş fakat bir türlü -sandık hariçhalkı yanına alamamıştır.
PKK’ya karşı sürdürülen operasyonlar tüm hızıyla
devam ederken, şehir terörüne başlayan, kırdan
medet uman ve halka sürekli tehditle,
Aslında Çözüm Süreci; Yeni Türkibaskıyla yanımıza gelin diyen örye, demokrasi ve Kürtler için bir
güt yalnızları oynuyor. Kobanisınavdı. Bu sınavın kazananı
den sonra DEAŞ örgütünün
Çözüm Süreci;
olmadı. Herkes kaybetti.
operasyonel
savaşının
Yeni Türkiye, demokrasi
Çünkü barış için Kürtler
sona erdirilmesi ve böladına muhatap alınan
ge üzerindeki emellerive Kürtler için bir sınavdı. Bu
örgüt gericiydi, irtinin gerçekleşmesi için
sınavın kazananı olmadı. Herkes
cai bir hareketti. PKK
PKK’nın Suriye kolu
2015 model demokrat
kaybetti. Çünkü barış için Kürtler
olan PYD ile işbirliğideğildi, hem ideolojisi
ne giren Avrupa ve
adına muhatap alınan örgüt gericiydi,
hem de örgütlenmesi
ABD koalisyon kurun1917 modeldi. 2015
irticai bir hareketti. PKK 2015 model
ca, PKK yandaşları
model
demokrasiy“21. Yüzyıl Kürt yüzyılı
demokrat değildi, hem ideolojisi
le, 1917 hayaliyle yatıp
olacaktır” diye avuntuhem de örgütlenmesi
kalkan bir örgüt Müslüya kapılmışlardı. Batının
man bir toplumun temsiloyunlarından bîhaber bu
1917 modeldi.
cisi yerine konulup muhatap
Marksist kesimler ve onların
alınmamalıydı. Nitekim demokdümen suyunda giden sözde
rasi ve kardeşlik hukuku kendisine
İslamcı birileri halay tutarak kutlama
geniş gelen gerici örgüt, 1917 model totayapmışlardı. Fakat uluslararası faktörler devreye
liter yapısıyla, zaaflarımızdan istifadeyle hem dışa- girince halaya tutuşanlar ekranlarda saz çalıp türkü
rıda ve hem de içeride fıtratının gereğini yaptı. 15 söylemekle yetindiler. Roma’da oyun bitmezdi elTemmuz’da Bese Hozat’ın tabiriyle “Devrimci Halk
bette ama Yeni Türkiye de oyunları biliyordu artık,
Savaşı süreci”, operasyonların fitilini ateşleyen “uyoynanan tavla değildi, satrançtı…
kudaki polisleri infaz etmekten” çekinmedi. Barış
isteyen ve devletle anlaşma yolunu seçtiğini ilan Türkiye demokrasisi yeni bir sınavla karşı karşıya.
eden PKK, Kurayza Yahudileri gibi antlaşmalarına Bu sınav PKK’ya yönelik operasyonlar ve dış bağsadık kalmayarak barışa ihanet etti. PKK hadise- lantıları ve bunların yakın seçimde yapacakları işsini ancak vahyin mihengine uygun davranarak birliklerinin sonuçlarının demokratik hayata katkısı
Kurayza Yahudilerine uygulanan Peygamberi dav- üzerinden yapılacaktır. Sayın Cumhurbaşkanının
ranışla çözebilirsiniz. Çünkü beşeri aklın ürünü olan sembol ismiyle, devletle ve milletle kavgalı hatta
demokrasi, Müslüman toplulukların antlaşmalara ihanet derecesine varan işbirlikçiliklerine “demokraaykırı davranan kesimlerle ilişkilerini Müslüman has- si adına” göz yumulacak mı? 7 Haziran seçimlerinsasiyetlerini gözetmeden ele alır. Mademki Kürtler de oynanan oyunlara müsaade edilecek mi? EdilirMüslüman’dır ve mademki devlet erki Kürtlere ait se nasıl sonuçlar doğuracak? Demokrasinin zaafları
sorunları İslam’ın kardeşlik prensiplerini gözeterek 1 Kasım seçimlerinde de aynen geçerli olacak mı?
EYLÜL 2015
25
ran ama sözlerinde samimiyet olmayan kesimler
baskılara rağmen Kürtlerin PKK’ya sahip çıkmadığını görmüyorlar mı?
7 Haziran seçimleri öncesinde, Türkiyelilik kavramı
üzerine bina ettiği Kürt haklarını ve demokrasiyi önceleyerek(!) çözeceğini iddia eden HDP’nin seçim
başarısı Kürtlerin ona yürekten destek verdiği anlamı taşımaz.
Korku, endişe, baskı ve diğer unsurları bir tarafa iterek diyorum ki; Kürtler HDP’yi mecliste çözülememiş meselelerimiz var, sen mecliste meselemizi çöz
ve otur oturduğun yerde, sokaklardan çık, dağlardan evlatlarımızı indir, demokrasiye bağlı kal ve kardeşlik hukukunu gözet diyerek destekledi(!) Yoksa
çık sokaklara yak yık, asker polis öldür veya Marksist sistemin başlangıcı olacak totaliter özellikleri
içinde barındıran özerkliği ilan et diye desteklemedi.
Kürtler PKK’nın Çağrısını Umursamıyor…
Kürt halkı PKK hangi çağrıyı yaparsa yapsın örgütün yanına bir türlü “ilişmiyor, yanaşmıyor”. Uzun
uzadıya sosyolojik, akademik, bilimsel ifadelere takılmadan sadece Kürtlerin sandıkta destek verdiği
ama serhıldan (ayaklanma) dedikleri devrimci halk
savaşına ilişmeme, yanaşmama sebebinin bir yönünü yazmak istiyorum.
Kürtler, PKK’ya katılmış terör estiren evlatlarının
“yaramaz insanlar” olduklarına inanıyor. Çözüm
sürecinde özellikle devletçe dile getirilen kardeşlik
hukukunu gözetiyor.
Kürtler evlatlarının polis ve askere ve de vatandaşa
kurşun sıkmasına kızıyor, üzülüyor ama bu kızgınlığını, üzüntüsünü içine atıyor.
Kürtler, evlatlarının kandırıldığını, aldatıldığını, ileri gidersek İslam dışı olduğunu da biliyor ama bir türlü
kulağından tutup derdest etmiyor, edemiyor.
Şehidine ağlayan, teröre lanetler okuyan, kızan,
bağıran, haykıran, yeri geldiğinde devleti ve devlet
erkini ve hatta bütün Kürtleri suçlamaktan çekinmeyen ülkemiz insanı, Kürtler üzerinde oynanan
oyunları görmeli ve kardeşlik hukukunun gereği
olan müsamahayı arttırmalıdır. Dağlarda öldürülen
Kürtlerin çocuklarıdır. Kürtlerin bu ölümlere neden
sessiz kaldıklarını bilmelidir. Kardeşlikten dem vu-
26
EYLÜL 2015
1990’lara Dönen PKK, Halkı Yerinden
Yurdundan Ediyor
PKK’ya yönelik operasyonların üzerinden bir ayı
aşan bir zaman geçti. Yüzlerce ölü binlerce tutuklu
var. PKK şehir yapılanması birçok yerde neredeyse
çökmek üzere... Militanlarını bir biri ardına kaybediyor. Yapmak istediği kurtarılmış kasabalar ve bölgeler konusunda başarılı olamadı. Kasaba kasaba,
köy köy ve semt semt halkı, yani Kürtleri tehdit ederek yanına almak istiyor ve bütün gayretine(!) rağmen Kürtler militanların yanına gitmiyor.
Bu sebeple de; Devlet değil ama PKK 1990’lara
döndü. Geçmişte yaptığı gibi köyleri, kasabaları
tehditlerle boşaltma gayretinde. En başarılı olduğu
şehirlerde ve kasabalarda halkı sürüyor. Halk kaçış içinde. PKK halka ya çocuklarınızı vereceksiniz
ya da gideceksiniz diyor. Ana babalar kızlarını ve
erkek evlatlarını bulundukları şehirlerden uzaklara
gönderiyor. Kendileri de bulundukları yerleri terk
ediyor. Semt örgütlenmelerinde ise “Biz sizin için
savaşıyoruz(!)? siz ise evlerinizde rahatça oturuyorsunuz, artık sokak nöbetlerine bari gönderin
çocuklarınızı” diyerek kendilerinden olmayanlara
nöbet esası getirterek halkla devleti karşı karşıya
getirmenin hesabında.
Lakin hem Silvan ve hem de Varto örneğinde gördüğümüz gibi halk örgütün yanına gitmiyor. Allah-u
âlem büyük hatalar işlenmediği takdirde (Uludere ve
Kobani gibi) yine gitmeyecek bu halk.
20 yıldır bütün çağrıları karşılıksız kalan örgüt nasıl
bir eylem veya eylemler dizisi başlatır da halkı yanına
katar onu da “güvenlik” uzmanları düşünsün artık.
1 Kasım 2015 Seçimleri İçin Uyarılar
Gelelim seçimlere ve seçim güvenliği meselesine.
Seçimlere endeksli bir güvenlik kaygısına girmemek
lazım. Seçim yüzünden PKK ile mücadeleden vazgeçilmesi halinde bölgede arzu edilmeyen sonuçlar
doğar.
Nihayetinde, operasyonlar sürerse en sonda PKK
silahları bırakarak barışa yanaşacaktır diye umut
ediyor halk. Eğer 2012 deki gibi seçimlere yönelik
bir ara verme durumu söz konusu olursa HDP yine
aynı başarıyı yakalar. Çünkü sandıklarda baskı ve
tehditle elde ettiği egemen bir yapısı var.
Bunun birkaç sebebi var.
YSK Şarkta Bulunan Elemanlarını
Değiştirmelidir
Öncelikli ele alınması lazım gelen sebep YSK’nın
şehir ve kasabalarda görevli elemanlarının baskıya,
tehdide açık olmaları. YSK’nın Doğu ve Güney Doğu’daki görevlilerinin yerlerinin derhal değiştirilmesi
şarttır. Batı’da bulunan YSK görevlileriyle Doğu’dakilerin yerlerinin kalıcı veya geçici şekilde değiştirilmesi, tarafsız YSK görevlilerinin şarka tayin edilmesi
sandık kurullarının tarafsızca oluşturulmasını sağlar.
Ayrıca seçim sonuçlarına çok etki ettiği bilinen SEÇİM KURULLARINDAKİ beklemeler sırasında oyların değiştirilmesinin önüne geçilir.
Genelde YSK görevlileri yerli ahaliden insanlardır
ve herkesçe bilinmektedirler. Bu onlar için önemli
bir tehdit sebebidir. Veya bu personellerin bir kısmı
PKK sempatizanıdır, ayrıca seçim hilelerini çok iyi
bilmektedirler. Yalnız bu sebebi yazarken taraflı olması muhtemel olan YSK görevlisini al, yerine daha
taraflı birisini getir anlamında yazmadık. Tamamen
YSK ilkelerine uygun davranacak yeni görevlilerin
tayini behemehâl yapılmalıdır.
Köylerdeki sandıkların farklı merkezlere dağıtılmak
suretiyle kasaba veya şehir merkezlerinde oy kullandırılması da yapılabilirse HDP’nin ve diğer partilerin gerçek oyları ortaya çıkar. Devlet operasyonları
durdurur da seçim sonrasına ertelerse ve köylerdeki sandıklar “saldım çayıra Mevla’m kayıra” misali
boş bırakılırsa HDP oylarını korur.
HDP’nin seçim üstünlüğünün ikinci sebebi de sandık kurullarının PKK sempatizanı kamu personellerinden seçilmesidir. Son seçimlerde HDP’nin açık
arayla sandıklarda öne çıkmasının bir sebebi de
budur. Açıktan oy kullandırılması ve sandıklardan
önemli sayıda topyekûn HDP çıkması buna delildir.
Üçüncüsü de HDP dışındaki partilerin, ne yazıktır
ki sandıklarda görevlilerinin olmaması ve AK Parti,
CHP, MHP ve diğer partilerin sandık görevlilerinin
vazifelerini layıkıyla yapmamasıdır. HDP gönüllülük
ve militanlık esaslarıyla sandıkları teslim almıştır.
PKK 1917 Model Komünizmden
Vazgeçmelidir
Demokrasi bütün zaaflarına rağmen insanoğlunun
bulup geliştirdiği bir sistemdir. Baskının, tehdidin
olmadığı bir seçimde, kim, nasıl kazanırsa kazansın önemli değildir. Biz HDP’nin seçim başarısını(!)
kıskananlardan değiliz. Sadece şunu biliyoruz ki;
HDP, seçmenleri ve sandıkları tehdit altında tutmuş ve halka göre asla alamayacağı bir oyu almıştır. Eğer yazdığımız hususlar YSK ve diğer partiler
tarafından yerine getirilir ve HDP yine aynı başarıyı
gösterirse bize de, “evet” işte demokrasi buymuş
demek düşer. Lakin HDP totaliter Komünizan bir
baskıyla halkı kendisini seçmek zorunda bırakırsa
hem bölge de kargaşa ve halkla ayrışması başlar,
hem de bunun uzun vadeli kazananı olmaz. Ayrıca;
Komünizan baskı 2015 Türkiye’sine de yakışmaz.
Umarım HDP totaliterliği değil demokrasiyi seçer.
Ve yine umarım ki HDP halkın hür iradesinin sandığa yansımasının önündeki engel olmayı sürdürmez.
Hülasa; Kürtler PKK terörünün son bulmasını istiyor. Devlet, operasyon kararlılığını sürdürür ve daha
fazla can kaybı olmadan PKK’nın elindeki silahları
alır ve gerçek bir barış sağlarsa bundan en fazla
Kürtler memnun olacaktır. 7 Haziran’da Kürtler bir
sınavdan geçtiler. Türkiye toplumu da bir sınav verdi. Siyasi partiler ve devlet de bu sınava dâhildi. Bu
sınavın kazananı olmadığı gibi, süre kısa olduğu için
kaybedeni de olmadı. Önümüzde 1 Kasım 2015 tarihli “tarihi” bir seçim daha var. Partiler, özellikle de
şarkta AK Parti, halkın teveccühüne mazhar adaylarla ortaya çıkar ve seçimleri adil, şeffaf, tehdit ve
şantajdan uzak yapabilirse hem Türkiye, hem de
bölge ülkelerinde yaşayan milletler kazanır. Kaybedenler ise…
EYLÜL 2015
27
İÇ POLİTİKA
ŞİDDET HDP’Yİ DE VURUR
Doç. Dr. Vahap COŞKUN*
Akademisyen
H
alkların Demokratik Partisi’nin (HDP) öncülü
olan partiler, % 10 seçim barajına takılmamak
için 2007 ve 2011’de yapılan genel seçimlere bağımsız adaylarla girdiler. 2007’de 22, 2011’de
ise 36 milletvekilli kazandılar. 2015 seçimleri öncesinde ise HDP, kendisi için ciddi bir risk teşkil eden
bir yola girdi ve seçimlere parti olarak girme kararı
aldı. HDP’nin bu kararı seçim öncesinde çok çeşitli
tartışmalara konu oldu. Çünkü HDP’nin barajı aşıp
aşmaması Türkiye siyasetindeki birçok dengeyi de-
28
EYLÜL 2015
rinden etkileyecekti. Dolayısıyla herkes HDP’nin baraj sorunu ile yakından ilgilenmek durumunda kaldı.
7 Haziran akşamı sandıklar açıldığında HDP’nin
büyük bir zafere imza attığı görüldü. 2007’de %
5,30 (1.835.486) ve 2011’de % 6,60 (2.819.917)
oy alan HDP, 2015’te oylarını iki katına çıkararak
% 13,12’ye (6.054.865) ulaştı. Bu başarının altında yatan temel etmen HDP’nin Türkiye’nin hem
Doğu’sunda ve hem de Batı’sında yaşayan Kürtlerin açık ara birinci tercihi haline gelmesiydi. HDP
14 ilde birinci parti oldu, 26 ilden vekil çıkarttı ve
80 milletvekili kazandı. Bu, legal Kürt siyasetinin
1990’dan beri elde ettiği en parlak başarıydı.
Seçim sonuçları, gerek Doğu’da ve gerek Batı’da
daha önceki seçimlerde AKP’ye oy veren Kürt seçmenlerin önemli bir kısmının, bu seçimlerde HDP’ye
yöneldiğine işaret ediyordu. AKP, Güney Doğu ve
Doğu Anadolu Bölgelerinde çok keskin oy kayıplarına uğradı ve HDP’nin gerisinde kaldı. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Batı illerinde de AKP’nin oyları
hatırı sayılır miktarda azalırken HDP’nin oyları arttı.
Hatta AKP’nin kaybı ile HDP’nin kazancı arasında
bir orantının olduğu da söylenebilirdi; AKP’nin oyları
ne kadar düştüyse HDP’nin oyları da o kadar yükselmişti. Kısacası geçmiş dönemlerde AKP’ye Türkiye ortalamasının üzerinde bir oyla destek sunan
Kürtler 7 Haziran’da AKP’den ziyade HDP’ye omuz
verdiler. Bunun sonucunda AKP, Kürt seçmenlerin
önemli bir bölümünü kaybetti ve onların sağladığı
gücü HDP’ye kaptırdı.
Temel Motivasyon: Barış
HDP’nin bu denli Kürt seçmenin tercihine mazhar
olmasında en önemli sebep, Kürt meselesini silahın cenderesinden çıkartma ve sorunu tamamen
siyasetin kanallarına akıtma düşüncesiydi. Seçmen
HDP’nin barajı aşmasını sağlayarak, bu partinin de
siyasetin merkezine yönelip orada bir yer bulmasını
Kürt meselesnn tekrardan
br şddet sarmalına grmes
HDP’y zora sokuyor. HDP
seçmlerde önce üç öneml
ddası vardı: PKK’ye slah
bıraktırma, Türkyelleşme ve
Türkye’y demokratkleştrp
özgürleştrme. Lakn şddetn
başlaması, bu ddalara uygun br
syaset zlemey mkânsız kıldı.
ve böylelikle çözümün bütünüyle siyasi mekanizmalarda bulunmasını istiyordu. HDP’nin parlamentoda
güçlü bir grupla temsilini gerçekleştirerek bunu da
başardılar.
7 Haziran’a gidilirken HDP de bu minval üzerinden
siyaset yapıyordu. Seçim beyannamesinde HDP;
Türkiye halkına, her koşul altında demokratik siyaseti savunacağının, ne olursa olsun demokratik
siyasetin çerçevesi içinde kalacağının ve sorunların
siyasi araçlarla çözülmesinden yana tavır alacağının
sözünü veriyordu. Bu da HDP’nin siyaseten güçlenmesi gerektiğini gösteriyordu. Eğer HDP parlamentoya giremezse ülkenin demokratikleşmesine engelleyen takozlar artacak ve sorunlar büyüyecekti.
EYLÜL 2015
29
PKK’nn baştan sona yanlış
olan ve hem Türkye’dek, hem
de Türkye dışındak Kürtlere
çok cdd zararlar veren şddet
eylemler, HDP’nn syas varlığını
ortadan kaldırıyor. Aslında PKK,
HDP’y de vuruyor.
Ama eğer HDP Meclis’e kuvvetli bir şekilde girerse
demokrasiye olan güven büyüyecek ve Türkiye’nin
özgürleşmesinin önündeki engeller kaldırılacaktı.
Şüphesiz nüfuzlu bir HDP’nin varlığı, Kürt meselesindeki denkleme de tesir edecekti. Gidişat değişecek, ibre silahtan siyasete dönecekti. İşin doğrusu
seçim sonuçlarına bağlı olmaksızın da, Türkiye’de
silahlı mücadelenin miadı dolmuştu. PKK yöneticileri de çeşitli vesilelerle bu durumu tespit etmişlerdi.
Yine de HDP’nin kazanacağı siyasi bir zafer, silah
defterinin tamamen kapanmasına ön ayak olabilirdi.
Öyle ki Demirtaş, ancak başarılı bir HDP’nin PKK’ye
silah bıraktırabileceğini söylüyordu: “HDP % 15 ile
parlamentoya girerse barış gerçek olur, AKP güçlenirse barış hayal olur. PKK’ya silah bıraktıracak
olan AKP değil HDP’dir. Dağdan indirmeyi biz başaracağız. Daha güçlü bir şekilde parlamentoya
gittiğimizde bu gerçekleşecektir.”
Dağdan Ayar Çekme
HDP seçimden muzaffer çıktığına göre artık siyasetin belirleyici olduğu bir döneme girilmesi gerekiyordu. Yani HDP daha fazla inisiyatif üstlenmeli
ve PKK de biraz daha geri plana çekilmeyi kabul
etmeliydi. Ama bunun tersi oldu. 7 Haziran’ın ardından PKK’nin siyaseti iki yoldan ilerledi: Bir taraftan
PKK, HDP’ye sürekli olarak ayar verdi. PKK, başta
Demirtaş olmak üzere, HDP yöneticilerinin yaptıkları her açıklamaya tepki gösterdi. İplerin tamamen
kendi elinde olduğunu ve HDP’nin ancak kendisinin
izin vereceği kadar hareket edebileceğini sert bir
şekilde gösterdi. Diğer taraftan ise, çözüm sürecinin
ruhuna ters düşen eylemler yapmaya başladı. Araç
yakma, yol kesme, adam kaçırma, şantiye basma,
kimlik kontrolü gibi eylemlerin sayısını her geçen
gün artırarak gerginliği adım adım tırmandırdı.
30
EYLÜL 2015
KCK, 11 Temmuz’da baraj ve yol yapımlarını gerekçe
göstererek çatışmasızlık sürecini bitirdiğini deklere
etti. 15 Temmuz’da Bese Hozat “devrimci halk
savaşı”nın başladığını yazdı. 19 Temmuz’da Cemil
Bayık “Kürt halkını silahlanmaya ve öz savunmalarını yapmaya” çağırdı. Suruç’taki katliamdan AKP’yi
sorumlu tutan PKK, 22 Temmuz’da “Suruç’un karşılığı” olarak Ceylanpınar’da iki polisi öldürdü. Hükümet de buna karşılık 23 Temmuz’da Kandil’deki PKK
kamplarını bombalamaya başladı. Eş zamanlı olarak
da PKK’nin yurt içindeki şehir ve gençlik yapılanmalara yönelik seri operasyonlara hız verildi.
HDP’nin Dibini Oymak
Kürt meselesinin tekrardan bir şiddet sarmalına girmesi HDP’yi zora sokuyor. HDP seçimlerde önce
üç önemli iddiası vardı: PKK’ye silah bıraktırma,
Türkiyelileşme ve Türkiye’yi demokratikleştirip özgürleştirme. Lakin şiddetin başlaması, bu iddialara
uygun bir siyaset izlemeyi imkânsız kıldı. PKK’nin
yeniden silaha başvurdu ve her defasında azarlar
bir tonda HDP’nin kendilerine silah bıraktırmasının
söz konusu olmayacağını ifade etti. Kandil, yetki
ve belirleyiciliği sivil ve siyasi aktörlere devretmeye
hazır olmadığını gösterdi ve bu anlamda HDP’nin
altını boşalttı. Her gün kan, gözyaşı ve ölüm haberlerinin geldiği bir vasatta HDP’nin Türkiyelileşmesi
de, Türkiye’nin özgürleşmesine hizmet etmesi de
mümkün olmaktan çıktı. Dolayısıyla dozu giderek
artan bir çatışma ortamı HDP’nin bu üç iddiasını da
boşa çıkarttı.
PKK’nin baştan sona yanlış olan ve hem Türkiye’deki, hem de Türkiye dışındaki Kürtlere çok ciddi zararlar veren şiddet eylemleri, HDP’nin siyasi varlığını
ortadan kaldırıyor. Aslında PKK, HDP’yi de vuruyor.
Bunun salt “oy” manasında düşünülmemesi lazım.
Şiddet devam etse de HDP oylarını koruyabilir veya
çok az oy kaybedebilir. Zira seçmenin oy verme
tercihini belirleyen çok sayıda faktör söz konusudur. Ama daha fazla önem taşıyan husus, şiddetin
HDP’nin siyasi oyun alanını ve hareket kabiliyetini
sınırlandırmasıdır. Bu nedenle HDP’nin net bir tavır takınması gerekiyor. PKK’yi girdiği yanlış yoldan
döndürmek için HDP risk almalı, şiddetle cesur bir
şekilde karşı durmalı. Aksi takdirde altındaki zemini
kaybetme tehlikesiyle karşıya gelir.
* Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi.
İÇ POLİTİKA
KCK’NIN ÇALINTI
“ÖZ YÖNETİM” PRATİĞİ
Sinan TAVUKCU
SDE Yüksek İstişare Kurulu Üyesi
7
Haziran seçimlerinden % 13’lük bir oy ve 80
milletvekili alarak çıkan HDP’nin bu başarısının, KCK/PKK tarafından Açılım Süreci’nin
sonlandırılması ve yeni bir sürecin işletilmesi için
kullanıldığı bir ortama girilmiştir.
IŞİD tarafından yapıldığı iddia edilen 20 Temmuz’daki Suruç katliamını, IŞİD destekçisi olarak
ilan ettikleri AK Parti hükümetine fatura eden KCK/
PKK hattı, asker ve polislere yönelik saldırı ve katliamlara girişti. Devletin bu saldırılara karşı cevabı
sert oldu. Kandil başta olmak üzere, kampları yerle bir edildi. Medyaya yansıdığına göre bu cevap,
PKK’ya karşı bugüne kadar yapılan en etkili askeri
operasyonlardı.
KCK tarafından 12 Ağustos’ta yapılan açıklamada;
bundan sonra devlet kurumlarını tanımayacakları,
onlarla hiçbir işlerinin olmadığı, kendi işlerini kendilerinin yapacağı, kendi öz yönetimlerini kuracakları
ve öz yönetimlerine saldırıldığı takdirde meşru öz
savunma haklarını kullanacakları ilan edildi. KCK
Eş Başkanı Bese Hozat ANF’ye yaptığı açıklamada, “Kürdistan’da yeni bir dönem başlıyor. Bu dönem sömürgeci devlet yönetiminden kurtulup kendi
öz yönetimlerini kurma ve kendi kendini yönetme
dönemidir… Devletin her türlü yönelimi karşısında
da çok güçlü bir biçimde toplumsal direniş ve öz
savunmayla kendi sistemini halkımızın savunması
gerekiyor. Öyle olmalı ki polis tek kişiyi tutuklamaya
EYLÜL 2015
31
dahi cesaret etmemelidir. Polisin mahallelere girişine izin verilmemelidir” diyordu. Öz yönetim açıklamalarında ısrarla belirtilen hususlardan birisi “devleti
reddetmedikleri” vurgusuydu.
Bu açıklamaların ardından, yazımızın kaleme alındığı tarih itibariyle, Şırnak, Yüksekova, Silvan, Silopi,
Hakkâri, Batman, Cizre, Nusaybin, Muş’un Bulanık
ve Varto, Van’ın Edremit ve İpekyolu, Diyarbakır’ın
Silvan ve Sur ilçelerinde halk meclislerinin “öz yönetim” ilan ettiği duyuruldu. Özerklik ilan edilen yerleşim birimlerinde “öz savunma” adı altında silahlı
milis grupları oluşturuldu ve şehirlerin girişleri içi patlayıcı dolu hendeklerle kapatıldı.
Öz Yönetimin Fikir Babası Öcalan Değil
Murray Bookchin’dir
Son dönemde KCK/PKK hattı tarafından sürekli
dillendirilen öz yönetim, halk meclisleri, öz savunma güçleri, ekolojik toplum, komünalizm gibi kavramlar ve kurumlar örgüt tarafından önder Abdullah
Öcalan’a izafe edilse de, bütünüyle Amerikalı liberter solcu Murray Bookchin’e aittir. Bu sahiplenme, KCK Anayasanın 11’inci maddesinde “Koma
Civakên Kurdistan (Kürdistan Toplumlar TopluluğuKürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi) kurucusu ve önderi Abdullah Öcalan’dır. Ekolojiye ve
cinsiyet özgürlüğüne dayalı demokrasinin felsefik,
teorik ve stratejik kuramcısıdır.” cümleleriyle ifade
edilmiştir.1
Kongra-Gel (Kürdistan Halk Kongresi) Genel
Kurulu’nun 17 Mayıs 2005 tarihli oturumunda kabul
edilen ve ek maddeler hariç, 47 maddeden oluşan
KCK Anayasası, model ve kavramlar itibariyle tamamen Murray Bookchin’den aşırılarak
oluşturulmuştur. Ancak KCK, Bookchin’in modelini tersine çevirerek ve tam da onun bütün kötülüklerin kaynağı gördüğü hiyerarşiyi kutsayarak bir
örgütlenme modeli ortaya koymuştur. Uygulanması
itibariyle dünyada bir ilk olan KCK modeli, yani Murray Bookchin’in ütopik modelinin tahrif edilmiş şekli,
bu yazıda ele alınacaktır.
Aslen bir Rus Yahudisi olan Bookchin 1921 yılında
Amerika’da doğdu ve komünist gelenekten yetişti.
Uzunca bir süre Marksist-Leninist hareketler içerisinde yer aldı. Kendisini mutasyona uğratmak suretiyle sürekli yenilenme becerisine sahip olan kapitalizmin komünizmi dönüştürüyor olması üzerine,
kapitalizmle mücadelede yeni düşünceler geliştirmeye gayret etti. Ona göre, komünizmin dayandığı
geleneksel sınıf çatışmasına dayalı analiz ve çözümler artık devrini doldurmuştu. Ortaya yeni sınıflar ve
çatışma eksenleri çıkmıştı. Şimdi ırk, cinsiyet, cinsel
tercihler, ulusal ve bölgesel farklılıklara dayalı hiyerarşi kategorileri vardı ve birbirlerinin içine girmeye
başladıkları yeni bir kapitalist dünya ortaya çıkmıştı.
Murray Bookchin’e göre, tarihte yaşanan ve günümüzde de devam eden bütün kötülükler ‘hiyerarşi’
ve ‘tahakküm’den kaynaklanmaktaydı. Ona göre
bu kötülük, anti-hiyerarşik ve anti-tahakkümcü duyarlılığa sahip ekolojik bir toplumun yaratılmasıyla
sona erdirilebilirdi.
Murray Bookchin’in Komünalizmi
Murray Bookchin, hiyerarşiye ve tahakküme dayalı bir dünya anlayışını ortadan kaldırmak üzere
geliştirdiği “liberter ideoloji” yerine, “komünalizm”
kelimesini kullanmayı tercih etti. Bookchin, komünalizmle neyi kastettiğini şöyle açıklamıştır; “En
önemli sorun, insanların güç kazanacağı (erke sahip
olacağı) bir şekilde toplumun yapısını değiştirmek.
Bunu yapmanın en iyi yeri ise, yüz yüze demokra-
32
EYLÜL 2015
Son dönemde KCK/PKK hattı tarafından sürekl dllendrlen öz yönetm, halk
meclsler, öz savunma güçler, ekolojk toplum, komünalzm gb kavramlar ve
kurumlar örgüt tarafından önder Abdullah Öcalan’a zafe edlse de, bütünüyle
Amerkalı lberter solcu Murray Bookchn’e attr.
si yaratma fırsatına sahip olduğumuz belediyelerdir
-şehir, kasaba ve köy-. Yerel hükümetleri, insanların
yaşadıkları ekonomi ve toplum hakkında tartışabilecekleri ve kararlar alabilecekleri halk meclislerine
dönüştürebiliriz. Bir komşu şehir ya da kasabada
iktidara gelirsek (erki elde edebilirsek); bütün meclisleri konfedere hale getirilebilir ve sonra da bu kasaba ve şehirleri halk hükümetine konfedere hale
getirebiliriz. Sınıf yönetimi ve sömürünün bir aracı
olan devlet değil, halkın erke sahip olduğu bir hükümet. İşte bu, pratik anlamda benim komünalizm
diye adlandırdığım (şeydir).”2
Bookchin, komünalizm fikrinin ilhamını esas olarak eski Atina ve Aristo’nun görüşlerinden almıştır. Bookchin’e göre komünalist sistemde güç, her
zaman halk meclislerinde olmalıdır ve nihai kararlar
her zaman aşağıdan, yani halkın meclislerinden gelmelidir. Zira onun sisteminin temeli, yüz yüze demokrasiye dayanmaktadır.
Bookchin’in komünalist modelinde en küçük birim
“komün”lerdir. Murray Bookchin’e göre komünalist çerçevenin tamamlayıcı parçası “özgürlükçü
belediyecilik”tir. Mülkiyetin belediyeleştirilmesi yoluyla yerel topluluğun ekonomik yetkiyle donatılması ve ortak üretim politikasının gerçekleştirilmesi
gereklidir. Zira üretim araçlarının mülkiyetinin, onun
nasıl işletilmesi gerektiğine karar verecek olan yerel
meclise ait olması zorunludur. Devrimci düşüncenin sistematik bir vücudu olarak komünalizm, özgürlükçü belediyecilik olmaksızın bir anlam ifade
etmeyecektir. Komünalizmin yandaşları kendilerini
bir güç merkezine –belediye meclisine– seçimlerle
girmek için seferber eder ve onu hukuki olarak mahalle meclisleri yaratmaya mecbur kılmak için çabalar. Bu meclisler beraberce şimdiye kadar köylerini,
kasabalarını veya şehirlerini kontrol eden devletçi
organların meşruluğunu ortadan kaldırır ve azleder
ve bunların gerçekleşmesinden sonra gücün gerçek motoru olarak harekete geçer. Belli sayıdaki
belediyeler bir kez demokratikleştirildiklerinde ulus
devletin rolüne meydan okuyan belediye birlikleri
içinde istikrarlı bir şekilde konfedere olurlar ve halk
meclisleri ve konfederal kurullar yoluyla ekonomik
ve politik yaşam üzerinde kontrolü üstlenirler.
Murray Bookchin, tek bir belediyenin sınırlarını aşan
problemlerin tabii olarak demokratikleştirilmiş belediyelerin daha geniş bir konfederasyon formunda bir
araya gelmelerini zorunlu kılacağı kanaatindedir. Ona
göre, yerel konfederasyonlardan bölgesel konfederasyonlar ve sonra da ulusal ve kıtasal konfederasyonlar ortaya çıkmalıdır. Ama güç her zaman halk
meclislerinde olmalıdır ve nihai kararlar her zaman
aşağıdan, yani halkın meclislerinden gelmelidir.
Bookchin, yüz yüze demokrasiyi korumak için devlete karşı güç kullanmayı meşru sayar. Zira belediye meclisleri ve konfederasyonlar, tabiatları gereği,
devletin ve gücün devletçi biçimlerinin meşruluğuna
meydan okur. Komünalistlerin, kasabaların ve kentlerin güçlerini yeniden kazanma ve onları konfederasyonlarla birbirine bağlama girişimlerine yönetici
sınıfları kayıtsız kalmaz, ulusal kurumların direnciyle
karşılaşılır. Bookchin’e göre, bu sistem güç kullanmayı “meşru” sayar ve gücü elinde bulundurmak
ister. Güç vardır ve daima var olacaktır. Önemli
olan gücün bir elitin elinde mi yoksa halkın elinde
mi olacağıdır.
KCK’nın Komünalizmi
Leninist bir parti modeli ve Stalinist liderlik anlayışı
çerçevesinde Maoist bir gerilla stratejisiyle 1978 yılında ortaya çıkan PKK, bu kimlikten ve uluslararası
sistemin dışlamasından kurtulmak için yeni bir ideoloji ve örgüt modeli arayışına girmiş, bu sırada Abdullah Öcalan tarafından Murray Bookchin’in “Toplumsal Ekoloji” felsefesi keşfedilerek, Bookchin’in
teklif ettiği ütopik örgütlenme modeli ve söylem
üzerinden PKK, KCK sistemi içine yedirilerek yeniden yapılandırılmıştır.
EYLÜL 2015
33
KCK Anayasası’nın 37’inci maddesinde, PKK, KCK
sisteminin ideolojik gücü olarak tanımlanmış ve
KCK sistemi içerisinde her çalışanın PKK’nin ideolojik ve ahlaki ölçülerini esas alacağı belirtilerek
PKK, KCK sisteminin vazgeçilmez organı olarak
konumlandırılmıştır.
Murray Bookchin, yüz yüze demokratik topluma
ve taleplerine yönetici sınıfların kayıtsız kalmayacağına, ulusal kurumların direnciyle karşılaşacağına
inanır ve bunun için savunma yapacak bir örgütü
ve liderliği gerekli görür. Ancak onun korkusu, bu
örgütlenmenin topluma tepeden aşağı tahakküm
eden bir Bolşevik Parti’ye dönüşmesi, gücün bir
elit kadronun eline geçmesi, liderin diktatörleşmesidir. KCK sistemi ve onun ruhunu oluşturan PKK
örgütü, Bookchin’in korkularını haklı çıkarmış ve
sistemin başına bir önderlik kurumu oturtulmuş,
kanlı bir örgüt KCK ekolojik toplumunun ruhunu
oluşturmuştur.
KCK Örgütlenmesinde Hiyerarşi ve
Tahakküm Esastır
Murray Bookchin, hiyerarşi ve tahakkümden kurtulmanın çaresini yüz yüze demokrasinin işletildiği ekolojik toplum örgütlenmesinde bulmuştur. Bookchin,
gücün her zaman halk meclislerinde olması ve nihai
kararların her zaman aşağıdan yani halkın meclislerinden gelmesi gerektiğini savunmuş ve konfederasyon üyeleri arasındaki ilişkinin “karşılıklı bağımlılık”
esasına göre belirleneceğini tasavvur etmiştir.
Bookchin’in modelini kendisine esas alan KCK
ise, ironik biçimde, bütün örgütlenmesini tepeden
aşağıya doğru biçimlendirilen katı bir hiyerarşi ve
34
EYLÜL 2015
affetmez bir tahakküm üstüne kurmuştur. KCK
anayasasının 23’üncü maddesinde, Özgür Toplum
Meclisleri kararlarının Kongra Gel ve Halk Meclisleri
kararlarıyla uyumlu olmak zorunda olduğu, 17’inci
maddesinde, Halk Meclisinin kararlarının da Kongra Gel kararları ile çelişemeyeceği ifade edilmiştir.
Komünalist felsefenin reddettiği hiyerarşik ve tahakkümcü yapı, KCK anayasasında meşrulaştırılmış, kısaca halk meclislerinin üstüne Kongra Gel
çökmüştür.
Böylece, Bookchin’in sistemi tersine çevrilmiş, kavramların içi boşaltılmış, KCK Anayasası’nın 11’inci
maddesiyle, KCK’nın kurucusu ve önderi Abdullah
Öcalan, Kürdistan halkının özgür ve demokratik
yaşamına ilişkin temel politikaları gözetici ve temel
konulardaki en son karar mercii olarak ekolojik toplumun(!) tepesine oturtulmuştur. Bu haliyle, hiçbir
demokratik ülkede kabulü mümkün olmayan faşist
bir anayasa yapılmak suretiyle Murray Bookchin’in
felsefesi ve ütopyası boşa çıkarılmıştır.
KCK’nın Konfederasyonu Irk Temellidir
Bookchin’in konfederasyonlara giden modeli KCK
tarafından aynen benimsenmiş, KCK anayasasında
yasama ve yürütme organları bu sisteme göre tasnif edilmiştir. Yasama organları şehirler için “Özgür
Toplum Meclisleri”, coğrafi ve etnik olarak ayrılan
bölgeler için “Eyalet-Bölge Meclisleri”, her bir Kürdistan parçası için “Halk Meclisi” ve nihayet Türkiye,
İran, Irak ve Suriye ile başka yerlerde yaşayan bütün
Kürt halkının temsilcisi olan “Kongra Gel: Kürdistan
Halk Meclisi”dir. Ayrıca, bölge için “Demokratik
Toplumcu Orta Doğu Konfederasyonu”, tüm dünya
için “Küresel Demokrasi Kongresi” düşünülmüştür.
Ülkenin coğrafi ve etnik-kültürel özelliklerine göre
ayrıştırılması, Bookchin’in felsefi olarak reddettiği
bir modeldir. Onun idealize ettiği ekolojik toplum
modeli, akrabalık dahil her türlü hiyerarşilerin potansiyel olarak ortadan kaldırıldığı ve insanlık temeline dayalı özgür bir toplumla değiştirildiği idealize
bir toplumdur. Kendisinin ifadesiyle ekolojik toplum,
“Her şeyden önce kurumların ve değerlerin, köklerini zoolojide değil sivil insan etkinliğinde bulduğu bir
alandır.” Halbuki KCK’nın ekolojik toplumu “arkaik
kan bağı” ile bağlı olduğu “Kürdistan Toplumu”na
indirgenmiş ve Kürdistan toplumu için devlet dışı
konfederalist bir yönetim biçimi tasarlanmıştır.
kamu hizmet binalarına yönelik örgüt saldırılarının,
öz savunma gücü diye 15-16 yaşındaki çocukların
çatışma alanlarına sürülmesinin, sivillere yönelik infazlar yapılmasının Bookchin’in devlet erkine karşı
meşru savunma olarak adlandırdığı durumla bir ilgisinin bulunmadığı açıktır.
Öz Savunma Gücü
Ancak, Murray Bookchin tarafından kapitalizme
alternatif olarak tasarlanan ve felsefesi oluşturulan
bu modelin, yeni bir örgütlenme ve kimlik arayışında olan PKK’ya kullanışlı bir araç olarak hizmet
ettiği açıktır. PKK, etnik farklılıkları öne çıkarmayı
tahakkümün bir yöntemi olarak gören Bookchin’e
rağmen komünalizmi, bir Kürt konfederasyonun
örgütlenmesi için kullandı. Aşağıdan yukarıya gönüllü örgütlenmeye dayalı olan ve bütün kötülüklerin sebebini insan ilişkilerindeki hiyerarşi ve tahakkümün varlığına bağlayan komünalist modeli ters
yüz etti. Tepeden aşağıya hiyerarşik olarak inen ve
örgüt mensupları dışında hiçbir kişiye hayat hakkı
tanımayan tahakkümcü bir sistem inşa etti. PKK,
KCK sistemi ile komünalizmin fikir babası Murray
Bookchin’in fikri mirasına el koymuş oldu.
Murray Bookchin’e göre, belediye meclisleri ve konfederasyonlar, tabiatları gereği, devletin ve gücün
devletçi biçimlerinin meşruluğuna meydan okurlar.
Onların kasabalar ve kentler üzerindeki devletin
egemenliğini bozacak haklar istemelerine, konfederasyonlarla birbirine bağlama girişimlerine yönetici
sınıfların kayıtsız kalmayacağına, ulusal kurumların
direnciyle karşılaşacağına inanır ve bunun için savunma yapacak bir örgütü ve liderliği gerekli görür.
Onun komünalist sistemi, güç kullanmayı “meşru”
sayar ve gücü elinde bulundurmak ister.
KCK anayasasında 9’uncu bölümde, “Meşru Savunma Savaşı Yükümlülüğü” başlığı altında, bu güç
kullanma hali açıklanmıştır. KCK sisteminde, savunmayı yapacak Halk Savunma Güçleri özerk bir
örgütlenmedir. Savaş başlatma ya da savaşı sona
erdirme kararı Kongra Gel Genel Kurulu’na aittir.
KCK yurttaşı herkes, meşru savunma için hazırlıklı
olmak, çalışmaları desteklemek ve gerektirdiği direniş mücadelesine girmekle yükümlüdür.
KCK yapılanmasının gönüllü ve iradi bir toplum yapılanması olmaması, kararların aşağıdan yukarıya
doğru alındığı halk meclislerine dayanmaması ve
bu ütopik modelin PKK örgütünün kostüm değiştirmesinden ibaret olduğunun anlaşılması nedeniyle
halk nezdinde kabul görmediği 20 Temmuz sonrası
yaşanan çatışmalarda ortaya çıkmıştır. PKK/KCK
en güçlü olduğunu varsaydığı şehirlerde öz yönetim ilan etmesine ve devlet güçlerine karşı infazlar
dâhil saldırılarda bulunmasına rağmen halk desteği
sağlayamamıştır.
Halkın yararlanmakta olduğu elektrik, baraj, yol, yolcu taşıma araçları, ambülânslar, hastaneler ve diğer
Sonuç
PKK’nın muhtelif ilçelerde ilan ettiği öz yönetimler,
fikir babası Murray Bookchin’in ütopik modelinin
hayata geçirilmesi bakımından ilk örneklerdir. Bu
bakımdan uygulanması ve geçireceği süreçler ilgiyle izlenebilir.
Kapitalist dünyanın iki önemli devleti ABD ve başta
Almanya olmak üzere AB devletlerinin şefkati altında palazlandırılan, Açılım Süreci’nde ABD’nin üçüncü göz olarak yer almasını isteyen KCK’nın, batılı
devlet erkleriyle (buna Rusya ve İran’da dâhil edilmelidir) ya da kapitalizmle bir derdi olmadığı ortaya
çıkmıştır. Kapitalist dünyanın güçlü devletlerinin komünalist(!) KCK ile bu sıcak ilişkileri, herhalde kapitalizmin, liberter solcu Murray Bookchin’den mezarında rövanş alması olarak acınacak bir durumdur.
Dipnotlar
1
2
KCK Anayasası ve Bookchin’in Komünalizm felsefesini
daha geniş biçimde ele alan şu makaleye bakılabilir.
Sinan Tavukçu,“Murray Bookchın’in “Toplumsal
Ekoloji” Felsefesi ve KCK’nın İdeolojik Kodları”
http://www.sde.org.tr/tr/authordetail/murraybookchinin-toplumsal-ekoloji-felsefesi-ve-kckninideolojik-kodlari/995
Murray Bookchin ile Söyleşi, http://www.anarkismo.net/
article/9870
EYLÜL 2015
35
İÇ POLİTİKA
SİSTEMİ TANIMAK,
DEĞİŞİMİ ANLAMAK
Prof. Dr. Haluk ALKAN
SDE Uzmanı
T
ürkiye’de son dönemde sistem tartışması, Türkiye siyaseti için son derece önemli olan bu
konunun soğukkanlılıkla ve bilimsel bir çerçeve içinde tartışılmasından giderek uzaklaştırılmış, bir
algı operasyonunun malzemesine dönüştürülmüştür.
Bu algı operasyonunun en çelişkili yönü, sanki sistem sorununun son dönemde ve Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın tutumunun bir sonucu olarak ortaya çıktığı iddiasıdır. Biraz da 7 Haziran seçimleri öncesinde
sistem sorununun tartışılmaya açılmasının zamanlaması ve tartışmanın içeriğinin kurgulanış biçiminden
kaynaklanan bu sapma, Türkiye’nin karşı karşıya
bulunduğu sorunu perdelemektedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sistem resmen değişmiştir sözünü
darbe ile ilişkilendirerek karşılamak bu alanda bir bilgi
yoksunluğunun varlığını göstermektedir.
Türkiye’de bir sistem sorunu vardır ve bu sorun zihniyet olarak 1960 darbesinden, kurumsallaşma ve
anayasal düzeyde 1982’den bu yana gündemdedir.
Türkiye’de sorun bir başkanlık sistemine geçiş sorunu değil, temelde vesayetçi-hibrit bir rejimin siyasal
hayatı kilitlemesinden kaynaklanmaktadır. Çok ifade
ettik, burada da tekrarlıyorum: 1982 Anayasası parlamenter bir sistem getirmediği gibi, bu Anayasanın
yürürlükte olduğu dönemde de sistem parlamenter
bir sistem gibi işlememiştir. Aksine Anayasayı kaleme alanlar şeklen parlamenter kurumlar altında yarı
başkanlığa benzer bir rejim kurgulamışlardır. Tek
farkla, güçlü cumhurbaşkanının bu gücünü halka
dayalı olarak değil, otoriter sistemin bir şefi olarak
36
EYLÜL 2015
yerine getireceği bir sistemi hedeflemişlerdir. Rahmetli Turgut Özal Cumhurbaşkanlığı için adaylığını
açıkladığında siyaset kökenli bir ismin bu makama
gelemeyeceği tepkisi ile karşılanmıştı. Yine 2007
yılında Abdullah Gül’ün adaylığına karşı gösterilen
tepkileri demokrasi ile izah etmek mümkün değildir. Bu tepkiler Cumhurbaşkanlığı makamının ne
ölçüde demokratik süreçlerin dışında algılandığını
göstermektedir. Türkiye’de belli kesimlerde cumhurbaşkanlığı, bürokratik vesayetin oluru ile meşruiyet kazanabilen bir makam olarak algılanmaktadır.
Bu zihniyet biçimi merkezinde cumhurbaşkanının
olduğu benzer olaylara aynı tepkileri göstermeyip
vesayetçi rol açısından tutumunu belirlemektedir.
Örneğin 2002 seçimlerinin hemen sonrasında henüz milletvekili olmayan, AK Parti Başkanı sıfatıyla
Recep Tayyip Erdoğan’ın başbakanlık konusunu
partisinin yetkili organlarında görüşecekleri yönünde
yaptığı açıklamaya karşı dönemin Cumhurbaşkanı
Sezer’in “Başbakan adayını Cumhurbaşkanı belirlemeyecek de, milletvekili olmayan bir Genel Başkan
mı seçecek?” çıkışını bir uyarı olarak yorumlayanların, bugün Cumhurbaşkanının Anayasada kendisine tanınmış bir konudaki görüşünü açıklamasını
Anayasayı ihlal ve anti demokratik bulmaları, ancak
yukarıda ifade edilen zihniyetin bir yansıması olarak
değerlendirilebilir.
Bir başka örneği bu günlere ışık tutması amacıyla,
9. Cumhurbaşkanı Demirel’in kendi ifadelerinden
verelim:
“Koalisyon ortakları arasında yapılan anlaşma cumhurbaşkanını bağlamaz. Başbakanı atamak cumhurbaşkanının yetkisindedir. Beni milletvekili imzalarının sunulmuş olması da bağlamaz.”1
“Bir hükümet görevlendirdiğim zaman o hükümetin
güvenoyu alması lazım. Bakın, cumhurbaşkanlarının
hükümetteki kıstası odur. Birisine hükümet kurma
görevi verirsiniz, gelir der ki “Efendim kuramadım.”
Yahut “Kuruyorum” der. “Neyle kuruyorsun?” diye
sorarsınız. Güvenoyu alamayacağını bildiğiniz kimseye vermezsiniz.” (Vatan Gazetesi,10 Mart 2009)
1982 Anayasası döneminde sembolik yetkilerin çok
ötesinde yetkilerle donatılmış olan cumhurbaşkanları bu yetkilerini halka hesap vermeden politika sorumluluğunu taşıyan hükümetlere karşı kullanmışlardır. 28 Şubat sürecinde Demirel ve sonrasında
A. Necdet Sezer, önce Necmettin Erbakan’ın başkanlığındaki koalisyona, Bülent Ecevit hükümetine,
daha sonrada Erdoğan hükümetlerine karşı bu yetkilerini engelleyici ve yönlendirici bir tutumla kullanmaktan çekinmemişlerdir.
Bu süreçlerde cumhurbaşkanının konumunu hiç
sorgulamayanların, 10 Ağustos sonrası anayasada
açıkça cumhurbaşkanının yetkilendirildiği konularda yapmış olduğu açıklamaları bir yetki gaspı olarak
görmeleri yukarıdaki zihniyet yapısının çelişkisini ortaya koymaktadır.
2007 yılında yapılan anayasa değişiklikleri cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi
kuralını getirerek bu makamı halka hesap verebilir
bir konuma yükseltmiş, aynı zamanda anayasada
tanınan güçlü yetkilerin demokratik meşruiyetini
güçlendirmiştir.
Bu düzenleme ile Türkiye’de hükümet sistemi bir
tür yarı başkanlık modeline doğru değişim geçirmiştir. Bu ifade çok iddialı bulunuyorsa, Türkiye’de
sistemin başbakanlı başkanlık sistemine dönüştüğü çok rahatlıkla ileri sürülebilir. Ne denirse densin
bu modellerde parlamentolar istikrarlı hükümetler
oluşturamadıkları dönemlerde anayasadaki güçlü yetkiler ve seçimli bir otorite olmasının sonucu
olarak cumhurbaşkanları sistemin işleyişinde öne
çıkmaktadırlar.
Türkiye’de yaşanılanların bu sistemsel faktörlerden
kaynaklandığı açıktır.
Buna rağmen Türkiye’de bir sistem sorunu bulunmadığını ileri sürmek, oturmuş bir parlamentarizmin
varlığını iddia etmek, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesinin önündeki engellerin en iyimser ifade ile
bilinmediğinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Siyasal partilerin 2007 sonrasında Türkiye’nin
siyasal hayatına etkileri konusunda yeterince hazırlıklı olmadıkları, özellikle 7 Haziran seçimlerinden
sonra ortaya çıkmıştır. Cumhurbaşkanının anayasal
çizgilere çekilmesi gerektiğini ileri süren muhalefet
partileri, tartışmaya açtıkları birçok hususun, bizzat
1982 Anayasasında cumhurbaşkanına tanınan yetkilerden kaynaklandığını görmezden gelmektedirler.
Cumhurbaşkanının bakanlar kuruluna başkanlık etmesi, hükümetin kurulamaması durumunda 45 gün
sonra Meclis seçimlerinin yenilenmesi kararı verebilme yetkisinin cumhurbaşkanına tanınması, yine bu
karar sonrasında kurulacak seçim hükümetinin oluşumunda cumhurbaşkanı ve başbakana stratejik
yetkiler tanınması konularında olduğu gibi, tüm bu
konular anayasanın dışında değil bizzat içeriğinde
yer almaktadırlar.
HDP’nin, olası bir seçim hükümetinde parti kontenjanına düşen bakanlıkları kendilerinin belirleyeceği iddiası bu çerçevede anayasal değil, bizzat anayasanın
sınırları dışına çıkmak anlamına gelmektedir. Devlet
Bahçeli’nin sıkıyönetim ilanı konusundaki açıklaması
da bu çerçevede diğer bir örneği oluşturmaktadır.
Cumhurbaşkanının bakanlar kuruluna başkanlığını
zorunlu hale getiren, Meclisten alınacak bir yetki
yasasına dayanmadan yürütmeye doğrudan Kanun
Hükmünde Kararname çıkartma yetkisinin tanındığı,
üstelik çıkartılan kararnamelere karşı yargı denetiminin kapalı olduğu sıkıyönetim rejimini talep etmek,
MHP’nin güncel olarak yürüttüğü siyasetle açık
bir çelişki taşımaktadır. Cumhurbaşkanının sistem
içindeki konumunu koalisyon görüşmelerinde öne
çıkaran Devlet Bahçeli’nin, Cumhurbaşkanını adeta
denetimsiz bir yasama gücüne dönüştüren bir rejimi
gündeme getirmesi gerçekten izaha muhtaçtır.
Bütün bunlar sistem ile partilerin değişimi yorumlaması arasında ciddi kopukluklar olduğunu göstermektedir. Sistem sorununun çözümlenmesi, sorunun bilimsel temelde ve farklı modellerin tartışılacağı
bir zeminde ele alınmasını zorunlu kılmaktadır.
Dipnot
1
Fikret Bila, “Demirel: Karadayı Doğru Olanı Yaptı”, Milliyet, 5 Mart 2009.
EYLÜL 2015
37
İÇ POLİTİKA
PATRİOTLARI
NEDEN GERİ ÇEKİYORLAR?
Aydın BOLAT
SDE Stratejik Planlama Kurulu Başkanı
Hollanda, Almanya’dan Sonra ABD…
S
uriye krizinin derinleştiği, rejimle halkın karşı karşıya gelerek iç savaş tehlikesinin yaklaştığı bir ortamda NATO’dan, Türkiye’nin
talebi doğrultusunda Patriot Bataryaları kapsamlı
bir NATO misyonunun parçaları olarak Hollanda, Almanya ve ABD tarafından 2013 yılı başında
Türkiye’de konuşlandırıldı.
Hava ve Füze Savunma Sistemi olan Patriotlar,
NATO üyesi Türkiye’yi Suriye’den gelebilecek olası
bir balistik füze saldırısına karşı korumak amacıyla
getirilmişti. Patriot Bataryalarını Hollanda Adana’ya,
Almanya Kahramanmaraş’a, ABD’de Gaziantep’e
yerleştirmişti. Mevzi seçimi ve programı Türkiye ile
istişare ile belirlenen Patriotların komutası Almanya’daki NATO karargâhından yürütülüyordu.
PAC-2 ve PAC-3 tipinde, kısa ve uzun menzili 20160 km olan 250-300 km radar menzili bulunan
Patriotlar füzelere ve uçaklara karşı kullanılıyor. Dost
ve düşman tanımı yapabiliyor, Hava Radar Sistemi
(Awacs) ve uydu sistemleri ile entegre olabiliyor.
38
EYLÜL 2015
50 hedefi takip edebiliyor, aynı anda 9 hedefe kilitlenebiliyorlar. Bir bataryada 4-16 adet fırlatıcı, her
fırlatıcıda 4 füze mevcut. Türkiye’ye toplam 6 Patriot bataryası geldi. 96 farklı hedefe füze fırlatabilme
yetenekleri vardı. Patriotlar Türkiye’ye geldiğinde
en büyük tepki İran ve Rusya’dan gelmişti. Putin
Patriotları kendi sistemlerine göre demode olarak
değerlendirerek “Bizde çok daha iyileri var” demişti.
İran ise Patriotların gelişini 3. Dünya Savaşı’nın gerekçesi olabilecek kadar abartmıştı.
Tehdit ortamında Türkiye için kısmen emniyetli bir
koruma sağlayabilecek olan Patriotların asıl amacı
caydırıcılıktır. Türkiye için “NATO arkamda” diyebileceği siyasi sembolik bir değer taşıyordu. O konjonktürde Patriotlar sadece NATO’nun siyasi bir
jesti olarak da görülebilirdi. Her türlü tehdide karşı
Türkiye’ye NATO’nun desteğinin göstergesi olarak
da algılanabilirdi. Sonuç olarak güvenlik kaygılarından ziyade Patriotların gelişi siyasi ve stratejik
bir karardı. Bu siyasi amaçlar aşağıdaki başlıklar
olabilir:
• NATO’nun 4. ve 5. maddelerini aktive ederek
Suriye’nin arkasındaki güçlere (İran, Rusya, Çin,…)
bir mesaj vermek,
• İstikrar adına NATO ile güven bunalımı ve politika
ayrışması yaşayan Türkiye’nin gönlünü almak,
• NATO’nun destek göstergesi ve siyasi bir jesti,
• Türkiye’deki NATO tesislerini (İncirlik, Kürecik,…)
korumak,
• NATO’nun Güneydoğusundaki tansiyonu düşürmek, Türkiye ve NATO tesislerine yönelik tehditleri
caydırmak,
Kıbrıs Barış Harekâtında
slah kapastemz ve
müttefk(!) ülkelern tutumları,
ambargoları bzm çn nasıl
öğretc oldu se bugün
de uzun menzll hava ve
füze sstemler konusunda
br tecrübe daha ortaya
koymuştur. “Kötü dost nsanı
mal sahb yapar” msal bz
de süratle modern blgsayar
teknolojs, uzay ve uydu
sstemleryle entegre olan mll
füze sstemlermz kurmalıyız.
• Esad rejimine karşı Suriye muhalefetine destek
vermek ve onları cesaretlendirmek,
Ekim 2015, Almanya’nın göre süresi Ocak 2016’da
doluyordu. Ardı ardına verilen senkronize çekilme
kararları sürpriz olarak karşılandı.
• İsrail’in güvenliğine destek vermek…
Gösterilen resmi gerekçeler şöyleydi:
Neticede, 2013’ten beri Türkiye’de bulunan Patriotların varlığı Suriye’den zaten düşük olan saldırı
olasılığını minimalize etmiş olabilir. Bu tarihe kadar
da hiç kullanılmadı. Patriot misyonunun siyasi olarak da fazla bir işe yaradığı söylenemez. Suriye’de
Tartus’tan atılan taktik balistik bir füze Reyhanlı’ya
düştü, 15 m derinliğinde ve 7 m çapında bir çukur
açtı. Patriotlar bunu görmedi. Hatay ve Urfa gibi riski yüksek olan yerlerde kurulmayışı eleştirilere neden olmuştu.
“Suriye’nin Türkiye’ye karşı balistik füze kullanma
tehdidi geçmese de önemli ölçüde azaldı.”
“Krizlerle çalkalanan bölgede tehdit durumu başka
bir odak noktası olan terör örgütü DAEŞ’e kaydı.”
“Patriot bataryaları kritik modernizasyon güncellemeleri, özellikli bakımları, personel maliyeti ve diğer
hususlar gözetilerek ülkelerine çekileceklerdir…”
Patriot Hava ve Füze Savunma Sistemleri
Neden Geri Çekiliyor?
Almanya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Schaefer, Patriotların çekilmesinin Almanya, ABD ve Türkiye’nin
ortak kararı olduğunu söyledi. Ayrıca Almanya bakan düzeyinde;
2013 Ocak’ta Türkiye’ye konuşlandırılan Patriotlardan ilk önce Adana’daki Hollanda’ya ait bataryalar
Ocak 2015’te geri çekilmiş ve görevi İspanya’ya
devretmişti. Ardından 15 Ağustos 2015’te Kahramanmaraş’taki Almanya’ya ait Patriot birliğinin geri
çekilme kararı açıklandı. Bundan bir gün sonra 16
Ağustos 2015’te ABD Gaziantep’teki Patriot sistemlerini çekme kararı aldı. ABD’nin görev süresi
“Suriye’deki iç savaş Türkiye’nin Güney sınır bölgelerinde tehlike yaratıyor… Türkiye’yi savunmada
Almanya’nın yükümlülüğü devam ediyor.” diyerek
güven verilirken “Bölgenin istikrarı için Kürt ve Irak
güvenlik güçlerini eğitmeye devam ederek bölgede kalacağız. UNIFIL çerçevesinde Doğu Akdeniz
ve Lübnan açıklarında gemilerimiz görevine devam
edecek.” görüşünü dile getirdi…
EYLÜL 2015
39
Türkiye ve ABD tarafından yapılan ortak açıklamada
ise: İhtiyaç olduğu takdirde ABD, Patriot unsurlarını
ve personelini bir hafta içinde Türkiye’ye geri getirmeye hazırdır” denilirken ABD’nin, Doğu Akdeniz’de
ABD donanmasının çok rollü “Aegis” gemilerinin devamlı mevcudiyetini sürdüreceği aktarıldı. ABD Avrupa Deniz Kuvvetleri’nin, Türk Savunma ihtiyaçlarının
desteklenmesinde Türk Donanmasıyla bölgedeki yakın işbirliğine devam edeceği de vurgulandı.
Ayrıca; ABD ve NATO’nun Türkiye dâhil müttefiklerinin savunulmasına olan taahhütlerinin baki olduğu, Türkiye’nin güvenliğinin ve bölgesel istikrarın
desteklenmesine bağlılığı ifade edildi.
NATO makamları; Patriot misyonuyla ilgili müttefik
ülkelerin aldıkları kararları tamamen saygıyla karşılarken, bu misyonun Ocak 2016’dan sonra uzatılıp
uzatılmaması konusunda henüz bir karar alınmadığını ifade ettiler.
NATO askeri çevrelerinde “Türkiye için tehlike azalmış olsa da Suriye’de muhalif güçlere karşı kullanılan füzelerin Türkiye’yi vurma riskinin hala bulunduğu” görüşünün hâkim olduğu belirtiliyor.
40
EYLÜL 2015
Bu resmi açıklamalardan öte Patriot sistemlerinin;
bölgedeki krizin derinleştiği iç ve dış konjonktürün
Türkiye için ağırlaştığı bir ortamda çekilmesinin
siyasi ve stratejik amaçları olmalıdır:
• ABD’nin P5+1 ile birlikte İran’la varılan müzakere
karşılığında Tahran’a jesti olabilir.
• Almanya’nın Türkiye’nin PKK’ya yönelik operasyonlarına ve IŞİD’le istenilen düzeyde mücadele etmemesine tepkisi olabilir.
• ABD’nin Türkiye ile İncirlik Üssü ve Güvenlikli Bölge dâhil olarak yürüttüğü hassas müzakere ve mutabakatların bir sonucu olarak düşünülebilir.
• Batı’nın Esed’le anlaşmış olduğunun göstergesi
olabilir.
• ABD ve koalisyon güçlerinin Suriye Krizine,
DAEŞ’le mücadeleye yaklaşımı ile Türkiye’nin duruşu arasındaki farklılık neden olabilir.
• Türkiye’nin uzun menzilli füze alımı ile ilgili NATOÇin rekabetinin bir yansıması olabilir.
• Suriye’deki “Güvenlikli Bölge” hakkında görüş ayrılıkları sürerken Türkiye’nin olası bir müdahalesin-
de NATO’nun bir emrivaki içinde kalmaması ve bu
durumun önlenmesi için tedbir olarak düşünülmüş
olabilir.
• Çatışma ortamının şiddetlendiği, Türkiye’nin iki
ülkede ve 3 terör örgütüne karşı savaş verdiği bir
vasatta Türkiye’ye ve Türkiye karşıtlarına bir mesaj
olabilir.
• Kurulmayan AKP-CHP koalisyon hükümetinin bir
bedeli olabilir.
• Patriotlar getirilirken hangi siyasi ve stratejik
amaçlar varidiyse çekilirken onların tam tersi amaçlar hedeflenmiş olabilir.
• Karmaşık bölge denkleminde Türkiye’yi oyun dışına iterek etkisizleştirmek hedeflenmiş olabilir.
• Türkiye devletine ve yönetime; yaptıklarının ve
yapmayı düşündüklerinin kabul görmediği uyarısı
olabilir.
Nihayet Patriotların gelişi gibi gidişi de siyasi ve stratejik bir karar olarak anlaşılmalıdır.
Hava ve Füze Savunma Sistemleri ve Türkiye
Türkiye’de bu konuda milli kapasite olarak kısa
menzilli klasik uçaksavar ve Stinger füzelerine, orta
menzilli olarak Hawk hava savunma sistemlerine
sahiptir. Türkiye uzun menzilli füze ve savunma
sistemleri için NATO kapasitesine ihtiyaç duymaktadır. Körfez Savaşı’nda da şimdiki Suriye Krizinde de Patriot sistemleri bunun için NATO’dan talep edilmişti. Bugün komşu ülkeler Rusya, İran ve
Suriye’nin elindeki uzun menzilli füzelerin kabiliyetleri Patriotlardan bile üstün durumdadır.
Türkiye son zamanlarda Milli Savunma Sanayiinde attığı dev adımların devamı olarak uzun menzilli
milli hava savunma ve füze sistemlerini envanteri-
Patrot sstemlernn; bölgedek
krzn dernleştğ ç ve
dış konjonktürün Türkye
çn ağırlaştığı br ortamda
çeklmesnn syas ve stratejk
amaçları olmalıdır.
nekatmak için yoğun bir çaba ve arayış içindedir.
Bu sistemler için NATO ülkeleri, Rusya ve Çin ile
görüşmelerini aralıksız sürdürüyor. Teknoloji transferine de imkân sağlayan en ekonomik ve fizibıl projeyi satın almak için uğraşıyor. Uzun menzilli füze
sistemleri konusunda Türkiye’nin NATO dışındaki
arayışları müttefiklerin(!) büyük eleştiri ve tepiklerine
yol açıyor.Türkiye üzerindeki baskıların en önemli
argümanlarından biri tam da bu konudur.
Bu günkü bölge konjonktüründe Türkiye’den Patriot sistemlerinin çekilmesi kararı elbette Türkiye için
stratejik bir açık yaratmaktadır. Ancak Türkiye halen
bir NATO ülkesidir ve NATO’nun 2. en büyük ordusuna sahiptir. Dünyanın da 6. büyük ordusu. Yani
Türkiye herhangi bir ülke değildir. Güvenlik açıklarını
tolere edecek stratejik potansiyeli vardır.
Sonuç: Türkiye Uzun Menzilli Milli Hava
ve Füze Savunma Sistemini Bir An Önce
Kurmalıdır
Kıbrıs Barış Harekâtı’nda silah kapasitemiz ve müttefik(!) ülkelerin tutumları, ambargoları bizim için
nasıl öğretici oldu ise bugün de uzun menzilli hava
savunma ve füze sistemleri konusunda bir tecrübe
daha ortaya koymuştur. “Kötü dost insanı mal sahibi yapar” misali biz de süratle modern bilgisayar
teknolojisi, uzay ve uydu sistemleriyle uyum sağlayan milli füze sistemlerimizi kurmalıyız.
Müttefikleriyle inanç ve güven bunalımı yaşayan,
NATO’yu ve stratejilerini sorgulayan Türkiye iç istikrarı, bölge vizyonu ve küresel rolü için milli savunma
sanayi ve teknoloji kapasitesini gerçek dostlarını sevindirecek, düşmanlarını caydıracak bir kapasite ve
kabiliyete ulaştırmalıdır.
Zamanın ruhu ve gelecek misyonu Türkiye’yi büyük mücadele ve sorumluluklara davet ediyor.
Türkiye’nin hedef ve politikalarının bu günkü müttefikleri(!) ile uyuşmadığı her olayda açıkça görülmektedir. Harp teorisyeni Clausewitz’in dediği gibi:
“İttifak, ülkeler arasındaki mücadelenin değişik bir
vasatta devamıdır...”, “Savaş siyasetin başka yollardan devamıdır.” Ayrıca; “İster isen sulh-u salâh
hazır ol cenge” dendiği gibi barış, güvenlik, huzur
ve refah istiyorsak savaşa bütün boyutlarıyla hazır
olmalıyız vesselam...
EYLÜL 2015
41
İÇ POLİTİKA
SURUÇ-LONDRA-SURİYE
TERÖR HATTI
Bülent ORAKOĞLU
SDE Başkan Danışmanı
7
Haziran seçimleri öncesi, 5 Haziran’da seçimlere iki gün kala Diyarbakır’da peş peşe
patlayan iki bomba HDP’ye barajı aştırırken,
birinci parti olmasına rağmen AK Parti’yi iktidardan
etmiş, çok kritik bir süreçte Türkiye’yi koalisyonlar
sürecine mahkûm etmişti. Bu kez Suruç’ta yaşanan canlı bomba saldırısında katliam yaşanmış; bu
saldırıda 32 kişi ölürken, sayıları 100’ü aşan kişi de
yaralanmıştı.
ve işbirliği bulunan HDP Eş Başkanları ve milletvekillerinin, bombacıların DAEŞ terör örgütüne mensup teröristler olması nedeniyle, “DAEŞ, AK Parti ve
Cumhurbaşkanı arasında irtibat olduğuna yönelik
uluslararası kumpası” bir kez daha bahane ederek,
Suruç saldırısından iktidarın sorumlu olduğu savıyla
hareket etmeleri, güvenlik güçlerimize yönelik suikast ve saldırılara sebep olmuş, 3 polis ve bir askerimiz kalleşçe ve alçakça şehit edilmiştir.
Suruç katliamı sonrasında, PKK-PYD’nin üst düzey
drijan kadroları ve bu terör örgütü ile organik bağ
Diğer taraftan bir yılı aşkın bir süredir, DAEŞ’in kontrolünde bulunan Çobanköy sınır köyünden DAEŞ
42
EYLÜL 2015
terör örgütü militanlarınca Kilis Dağ Karakolu personeline ateş açılması sonucu bir astsubay şehit oldu.
Türkiye, Cumhuriyet tarihinde ilk kez, aynı merkezden idare edilen, yurt içi ve dışından eş zamanlı terör saldırılarına maruz kalmıştı.
Saldırıda; DAEŞ’in tetikçi olarak zincirin en alt basamaklarında yer aldığı düşünülürse, zincirin üst katlarında yer alan karanlık odakların, Suruç saldırısını
profesyonelce, belli bir zaman dilimi içinde planlandığını, hatta bu saldırıda ESP’li gençlerin özellikle hedef
alındığını bize düşündürecek birçok kör nokta olduğunu düşünüyorum. Urfa Emniyet Müdürlüğü’nde
üst düzey yetkililer ile yaptığım görüşmelerde, HDP
Eş Başkanı Figen Yüksekdağ’ın birçok kez bazı
milletvekilleri ve parti yöneticileri ile birlikte ESP’li
(Ezilenlerin Sosyalist Partisi) gençlerle Suruç’a gelerek basın açıklaması yaptıkları ifade edilmişti. Bu
gelişlerde ESP’li gençlerin sayılarının en fazla 10-15
civarında olduğu da özellikle belirtilmişti.
İllegal, MLKP ve ESP’nin de yayın organı olan Etkin
Haber Ajansına 1 Temmuz’da konuşan Sosyalist
Gençlik Dernekleri Vakfı Eş Başkanı Oğuz Yüzgeç,
Kobani’ye gitmek isteyen gençlere polisin engel çıkarabileceğini bu nedenle olası engellemelere karşı
HDP milletvekillerinin de orada olacağı açıklamasını yapmıştı. Ancak ne hikmetse 300’ün üzerinde
SGDF ve ESP’ne üye gençlerin katıldığı “Kobani’nin
yeniden inşaası” projesinde yer almak üzere yoğun
propaganda yaparak, Suruç’a gelen ve kanlı bir saldırının hedefi olan gençlerin yanında, ESP’nin eski
Genel Başkanı Figen Yüksekdağ başta olmak üzere hiçbir milletvekili ve HDP il ve ilçe yönetiminden
kimsenin olmaması oldukça manidar bir duruma
işaret ediyordu.
Diğer bir önemli nokta da, Suriye’deki ayaklanmalarda 19 Temmuz 2012 tarihinde PYD’nin kontrolüne geçen Kobani ve sözde Rojova Devrimi’nin yıldönümü nedeniyle yapılan zafer kutlamalarına, Suruç Saldırısından yalnızca iki gün önce Kobani’de
binlerce kişinin katılması DEAŞ için çok daha büyük
bir hedef olmasına rağmen canlı bomba saldırısının
iki gün sonra Suruç’ta çok az sayıda ESP gençlerini
hedef alması saldırının küresel boyutunu ve cenazelerin Türkiye’de birçok ilde defnedilmeleri sırasında
çıkarılması planlanan olaylara işaret etmesi bakımından önemli görünüyordu. Canlı bomba saldırısından yalnızca 1 dakika 28 saniye sonra ODTÜ’de
“Suruç’ta katliam var” pankartının açılması, eylemden yalnızca iki dakika sonra Alman Haber Ajansı
DEPA’nın olayı servis etmesi bu çevrelerin “Eyleme
hazırlıklılar mıydı?’’ sorusunu akıllara getiriyor.
Figen Yüksekdağ’ın, HDP genel merkezinden attığı
tweette “Kobani Kantonunda bombalar patladıkça
HDP’nin oyunun artacağını” iddia etmesi, Suruç İlçesini de Kobani Kantonu içinde göstermeye yönelik ulusal güvenliğimize ve iç barışa yapılan açık
bir saldırı niteliğinde görünüyor. Ancak önemli olan
HDP’nin oylarının arttırılması amacıyla patlatılan
bombalar veya canlı bomba eylemlerinde HDP’nin
bu eylem zincirinin hangi halkasında, terör ve KAOS
üreten merkeze hizmet ettiğinin ortaya çıkması veya
çıkarılmasıdır. Yüksekdağ hazır itiraflara başlamışken bu konuya da açıklık getirirse taktiksel olarak
dillerinden düşürmedikleri barış sürecine de hizmet
etmiş olur diye düşünüyorum.
Diyarbakır bombacısı Orhan Gönder, saldırıdan bir
gün sonra Gaziantep’te güvenlik güçlerince hücre
evinde yakalanmıştı. Şüphelinin yapılan sorgusu
sonrasında, 2014 Ekim ayında Suriye’de IŞİD saflarına katıldığı, örgüte ait kamplarda bomba eğitimi
aldığı belirlenmişti. 7 Haziran seçimlerinden iki gün
önce HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın mitinginde ardı ardına patlayan bombalar ile ilgili olarak
saldırı emrini kendisine, IŞİD kamplarında bomba
eğitimi veren İlhan B’nin verdiğini de itiraf etmişti.
İlhan B’nin, aynı zamanda, şubat ayında İngiltere ile
Türkiye arasında küçük çapta güvenlik krizi yaratan
yaşları küçük 3 İngiliz yabancı savaşçı kızın Türkiye
üzerinden Suriye’ye götürülüp IŞİD’e teslim edilmesi emrini veren kişi olduğu, Kanada ajanı Suriye uyruklu El Muhammed Raşit’in güvenlik kuvvetlerince
Şanlıurfa’da yakalanması sonrasında anlaşılmıştı. El
Raşit ile ilgili olarak yapılan araştırma ve sorguda,
“Kanada ajanı” ve dolaylı olarak İngiliz gizli servisi ile
ilişkili olduğu bilgisayarında ele geçirilen doküman,
fotoğraf ve belgelerden anlaşılmıştı.
Diyarbakır’da peş peşe patlatılan bombalar ile
Suruç’ta gerçekleştirilen canlı bomba eyleminde,
düzenek ve patlayıcıların benzerlik taşıması, Diyarbakır bombacısı Orhan Gönder ile 32 kişinin ölümüne, onlarca kişinin yaralanmasına yol açan, Suruç
Canlı Bomba eylemcisi Şeyh Abdurrahman Alagöz
ve ağabeyi Y.E.A’ün, Adıyaman’da İslam çay evinden birbirlerini tanıdıklarının anlaşılması, iki kardeşin
EYLÜL 2015
43
de IŞİD kamplarında bomba eğitimi aldıklarının ortaya çıkarılması, Diyarbakır ve Suruç saldırıları talimatlarının IŞİD bombacısı İlhan B. tarafından verildiği gerçeğini ortaya koyarken, arkasındaki küresel
güçleri de açık biçimde deşifre ediyor. Bu nedenle
IŞİD’in Suruç katliamını, Türkiye’den intikam almak
amacıyla veya Suriye Politikası nedeniyle işlediği iddiaları kanaatimce havada kalıyor.
Kanada Ajanı El Raşit ile IŞİD bomba uzmanı ve
eğitmeni İlhan B. arasındaki irtibatın işaret ettiği en
önemli nokta ise, Batı’dan gelen yabancı savaşçıların, Türkiye üzerinden Suriye’ye geçirilerek IŞİD
saflarına katılımlarının, üst aklın kontrolündeki 5 göz
ülkelerince (ABD, Britanya, Yeni Zelanda, Kanada,
Avustralya) kurulan organizasyonlarca sağlandığı
gerçeğidir. Psikolojik harp strateji ve taktikleri ile
oluşturulan algı operasyonları ile Türkiye’nin, IŞİD’e
destek verdiği iftirası ve yalanı, Türkiye’nin birlik ve
beraberliğini bozma ve iç savaş çıkarma amacına
yönelik olarak günümüzde de devam ettiriliyor.
6-8 Ekim tarihleri arasında Diyarbakır’da, Kobani
provokasyonu sonucu, Kamu düzeninin bozularak
44
EYLÜL 2015
yaratılan kaos ve istikrarsızlık ortamında, PKK terör örgütü ve YDG-H milis güçlerince, Yasin Börü
başta olmak üzere 50 kişinin vahşice öldürülmesi
ile sonuçlanan Kobani kalkışması ve Kürt iç savaşı
provası yaşanmıştı. Suruç katliamından IŞİD terör
örgütü ile birlikte iktidarın sorumlu olduğunu iddia
eden PKK terör örgütünün ateşkesi bozarak güvenlik güçlerine yönelik intikam saldırıları başlatması, Türkiye’nin Güney Doğu’su başta olmak üzere
muhtelif bölgelerden gelen şehit cenazeleri üzerine
Türkiye, 24 Temmuz’da hava harekâtı ile Suriye
toprakları içinde bulunan PKK ve IŞİD terör örgütlerine ait hedefleri vurmuştu. Diğer taraftan ülke genelinde kaos ve istikrarsızlık yaratma amacında olan
PKK, IŞİD ve DHKP-C’ye yönelik hücre evlere yapılan operasyonlarda yüzlerce kişi göz altına alınmıştı.
Türkiye, Cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak Kürt
veya PKK koridorunun Türkiye’nin ulusal güvenliğini
tehdit ettiği gerekçesiyle, bu koridora ve bu koridor
üzerinde kurulması muhtemel tampon devlete karşı olduğunu, ABD ve NATO’ya bildirmişti. Ancak,
IŞİD’in, koridoru kapatma amacıyla ele geçirmeye çalıştığı Cerablus, Azez ve Mare bölgelerindeki
300’ün üzernde SGDF ve ESP’ne üye gençlern katıldığı “Koban’nn yenden nşaası” projesnde
yer almak üzere yoğun propaganda yaparak, Suruç’a gelen ve kanlı br saldırının hedef olan
gençlern yanında, ESP’nn esk Genel Başkanı Fgen Yüksekdağ başta olmak üzere hçbr mlletvekl
ve HDP l ve lçe yönetmnden kmsenn olmaması oldukça mandar br duruma şaret edyordu.
hedefleri, TSK tarafından F-16 Fantom uçakları ile
vurulmadan çok kısa bir süre önce ABD’ye yalnızca bilgi verilmiş, izin alınmamıştı. Böylece, Cizire,
Tel Abyad, Kobani ve Afrin Kantonları arasında
kalan küçük bir bölgenin, IŞİD ve hülle yöntemi ile
PYD’nin eline geçmesi ve dolayısıyla Kürt Koridoru
ABD’ye rağmen engellenmişti. Türkiye PKK koridorunun kapatılmaması konusunda kararlığını, ABDIŞİD ve PKK-PYD terör örgütleri başta olmak üzere
dosta düşmana göstermişti.
Başbakan Davutoğlu Türk Silahlı Kuvvetlerinin Suriye topraklarında DAEŞ ve PKK Kamplarına yönelik gerçekleştirdiği hava harekâtları ve Türkiye
içinde DAEŞ, PKK ve DHKP-C terör örgütlerine
yönelik 22 ilde yapılan operasyonlar sonrasında
yaptığı açıklamalarda “3 terör örgütü birden harekete geçirilmiştir. Yurt dışındaki çevrelere
sesleniyorum. Türkiye’nin dostluğu güçlüdür. Tahammülümüzün sınırlarını kimse zorlamamalıdır. Dost ve müttefiklerimiz bir kez
daha Türkiye’nin gücünden emin olmuşlardır. Türkiye’ye hasmani düşünceleri olanlar
da anlamışlardır” demişti. Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde bir ilk olarak, T.C. Başbakan’ı Suriye ve
yurt içinden eş zamanlı olarak başlatılan terör saldırılarının arkasındaki dış güçleri ve Türkiye’deki
uzantılarını hedef alarak terörü azmettiren ülkeleri
diplomasi dışında açıkça ikaz etmişti.
Türkiye’nin Suriye toprakları içinde uçuşa yasak
güvenli bölge oluşturma çalışmalarının halen devam ettiği, bu konuda ABD ve NATO’ya rağmen
bu kez kesinlikle tampon bölgenin oluşturulacağı
güvenilir kaynaklardan gelen bilgilerden anlaşılıyor.
Türkiye’nin yeni bir göç dalgası (Halep’ten gelmesi
muhtemel 2 milyon sığınmacı) ile karşılaşmaması
için tüm askeri tedbirleri aldığı, IŞİD başta olmak
üzere radikal dinci örgütlerin bölgeyi işgal etmelerine ve kaos yaratma faaliyetlerine kesinlikle izin verilmeyeceği ve bu durumun Türkiye’nin kırmızı çizgileri arasında bulunduğu, IŞİD/PYD terör örgütleri
ve arka planda bu terör örgütlerini, Suriye ve Orta
Doğu’nun yeniden dizayn edilmesinde maşa olarak
kullanan küresel güce de örtülü olarak gerekli mesajların verilmiş olduğu açıkça görünüyordu.
Türkiye’nin kendi toprakları içinde ve Kürt koridoru üzerinde, tampon bir Kürt devleti oluşumu ile bu
koridorun kapanmasına izin vermeyeceğini anlayan
küresel gücün, bir taraftan Orta Doğu’da oluşması muhtemel, Kürt-Türk ittifakını engellemek adına
çeşitli provokasyonlara imza atarken diğer taraftan
Özal döneminde olduğu gibi çözüm sürecini sabote ederek, Türkiye’de iç barışın bozulması amacıyla
Kürt-Türk iç savaşı başlatmak suretiyle, Türkiye’nin
Suriyeleştirilme ve Iraklaştırılması operasyonuna start
verdiği düşünülebilir. Bu kez uluslararası provokasyonun IŞİD ve PKK/PYD üzerinden dizayn edildiğine
yönelik kamuoyuna yansımış bazı haber ve bilgiler bu
analizin doğruluğunu teyid eder nitelikte görünüyor.
Ankara’da geçen haftalarda Türkiye-Suriye sınırında gelişmelerin ele alındığı Bakanlar Kurulu toplantısında, ABD’nin PYD’ye destek vererek bir Kürt
devletinin alt yapısını hazırladığı ayrıca PKK’nın
Suriye’den sonra Türkiye’ye yönelme ihtimalinin
göz ardı edilmemesi gerektiğine dikkat çekildiği kamuoyuna yansımıştı.
ABD’nin resmi olarak PYD ile olan ilişkisini “sahada
IŞİD’e karşı taktiksel işbirliği” olarak nitelendirmesinin doğru olmadığı, Washington’un Suriye’nin Kuzey’inde kurduğu “kirli tezgah”ın ortaya çıkması ile
anlaşılmıştı. CIA’nın, bölgedeki saha ajanları vasıtasıyla, PKK/PYD militanlarına uzun vadeli yatırım yaparak PKK’nın Suriye kolu PYD’ye ABD’de “Kanton
eğitimi” vereceği, küçük uydu devletçikleri nasıl yönetecekleri konusunda eğitilecekleri ortaya çıkmıştı. Kanton eğitimi zamanlamasının HDP’nin Güney
Doğu’daki versiyonu olan Demokratik Bölgeler Partisinin kurduğu halk meclisleri vasıtasıyla Tunceli,
Şırnak, Yüksekova, Varto, Hakkari Silvan, Batman,
Silopi, Cizre ve Nusaybin’de “sözde özerklik” ilan
ettikleri bir sürece denk gelmesi, Türkiye’de yaratıl-
EYLÜL 2015
45
Pskolojk harp stratej ve taktkler le oluşturulan algı operasyonları le
Türkye’nn, IŞİD’e destek verdğ ftrası ve yalanı, Türkye’nn brlk ve beraberlğn
bozma ve ç savaş çıkarma amacına yönelk olarak günümüzde de devam ettrlyor.
mak istenen kaos stratejisi ve iç savaş senaryolarını
açıkça ortaya koyuyor. Zira PKK’nın geçmiş yıllarda “kurtarılmış bölge stratejisini” yeniden uygulama
amacıyla kendince ilan ettiği özerk bölgelerin girişlerine hendekler kazarak güvenlik güçleri ile çatışmaya girmesi, kazılan hendeklere yüzlerce kilo patlayıcı
yerleştirilmesi, yüzleri maskeli roketatarlı teröristlere
BDP belediyelerince destek verilmesi, Suruç canlı
bomba eyleminden günümüze kadar 60’ın üzerinde asker ve polisin şehit edilmesi, 800 civarında
örgüt militanının etkisiz hale getirilmesi Türkiye’nin
geçmişe göre yeni ve farklı bir terör dalgası ile karşı
karşıya olduğunu gözler önüne seriyor.
Türkiye’nin Kuzey Suriye’de Kürt koridoruna engel
olması, ABD ve NATO’ya rağmen Suriye toprakları
içinde “güvenli bölge” kurma konusundaki kararlığı, küresel merkezin koordinesinde topyekun faaliyete geçirilen PKK/PYD, IŞİD, DHKP-C, TİKKO,
TKPML, FETÖ gibi terör örgütleri ile Türkiye içinde
ve Suriye’de etkin mücadele edilmesi, milli ve yerli
savaş araç ve gereçleriyle yapılan operasyonlarda
PKK’ya ağır darbe vurulması içte ve dışta terörü
destekleyen odaklar ile HDP ve Kandil’i endişeye
sevk etmiş görünüyor.
PKK ve HDP, Türkiye’nin Kandil’e yaptığı hava operasyonlarında terör örgütünün ağır zayiat vermesi,
finans kaynaklarının durma noktasına gelmesi ve
kesilmesi nedeniyle “ateşkes” istiyor. Bu amaçla
yıllardan bu yana PKK’ya her türlü desteği veren
küresel merkez ve bazı Batılı ülkelerin aracılığıyla
ateşkes arayışlarına başlamış görünüyor. İstihbarat
kaynaklarımız ise son dönemde teröre karşı yapılan başarılı mücadelenin PKK’nın belini kırdığını,
sonunu gören örgütün toparlanmak için taktiksel
olarak ateşkes istediğini belirtiyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “ne ateşkesi silahları bırakıp gömmedikleri sürece, bir tek PKK’lı kalmayana kadar
terörle mücadelemiz sürecek” açıklaması devletin
bu kez terörün bitirilmesi konusundaki kararlığını
ortaya koyması açısından önemli görünüyor. Zira
PKK, DHKP-C, IŞİD, FETÖ ve benzeri terör örgütlerini kontrol ve koordine eden merkez aynı merkez.
46
EYLÜL 2015
İstihbarat raporlarında ayrıca sözde özerklik ilan
edilen 12 bölge tespit edilerek devlet hâkimiyetinin
yeniden tesis edilmesi ve teröristlerin üzerine kararlılıkla gidilmesi gerektiği vurgulanmıştı.
Terör örgütü PKK ve DHKP-C’nin önemli isimlerini
Türkiye’ye iade etmeyen, paralelin darbeci savcılarını bağrına basan, DHKP-C’ye kol kanat geren
Almanya, Patriotları PKK’ya yapılan operasyonlar
nedeniyle çektiklerini itiraf etmişti. Merkel’in ortağı
SDP, “Karar operasyonlar nedeniyle alındı” derken,
PKK’nın hamisi ana muhalefetin ise teröre destek
hamlesini memnuniyetle karşılaması, Almanya’nın
psikolojik harp kuralları çerçevesinde, Türkiye-IŞİD
ilişkisi ve yalanına sarılarak Türkiye’yi teröre destek
veren ülkeler kategorisinde gösterme çabalarının
arka planını da açık etmiş oldu. Almanya Gladyo
tipi yapıların halen çok güçlü olduğu bir ülke olması
nedeniyle küresel merkezin ana çekirdeğini oluştururken, PKK/PYD terör örgütlerinin baş hamisi ve
destekçisi olduğu gerçeğini de görmeyen gözler
önüne bir kez daha sermişti.
Suriye’deki iç savaşın şiddetlendiği ve DAEŞ tehdidinin arttığı bir ortamda alınan karar uluslararası camiada şok etkisi yarattı. Alman siyasilerden yapılan
açıklamalar ise kararın arkasındaki karanlık hesabı
gözler önüne serdi. Almanya’nın önemli gazetelerinden Frankfurter Allgemeine Zeitung (FAZ), Patriot birliğinin çekilmesine ilişkin kararın altında yatan
nedenin Türkiye’nin Suriye konusunda Almanya ve
ABD gibi düşünmemesi olduğunu yazdı. Gazete
bunu hükümet kaynaklarına yakın kişilerin açıklamalarına dayandırmıştı.
İstihbarat Zafiyeti Mi Var?
Diyarbakır’da 7 Haziran seçimlerine iki gün kala ardı
ardına patlayan iki manipülatif bomba Türkiye’de
AK Parti’yi tek başına iktidardan ederken, HDP’nin
barajı aşmasını sağlamış Türkiye’yi koalisyonlar
sürecine mahkûm ederek istikrarsızlık ve çatışma ortamına sokmak istemişti. Suruç’ta patlayan
canlı bomba saldırısı öncesi, küresel merkez ve
bazı Batılı ülkelerin desteğini alan PKK/PYD terör
örgütü IŞİD üzerinden Türkiye’yi suçlayarak çözüm
sürecini bozmuş güvenlik güçlerine değişik eylem
stratejisi ve taktikleri ile saldırarak, güvenlik güçleri
ile çatışma ortamının geçmişte olduğu gibi başlatılması küresel bir strateji olarak sağlanmıştı.
Türkiye’nin kaderini etkilemeye yönelik bu saldırılar
sonrasında kamuoyunda bu eylemlerin önceden istihbar edilerek önlenememesi karşısında “İstihbarat
zafiyeti mi var?” sorusu haklı olarak yazılı, görsel ve
sosyal medya platformlarında sorgulanmaya başlanmıştı. Bir tarafta ülke güvenliğinin ehil ellerde olup
olmadığı endişesi ile harekete geçen işinde gücünde sıradan insanlar, diğer tarafta ise Batılı ülkelerin
kontrolünde Türkiye Cumhuriyeti devletini ve güvenlik
güçlerini aciz ve çaresiz gösterme gayreti içindeki
etki ve nüfuz ajanları yani satılık hainler devredeydi.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı kamuoyunda “devleti itibarsızlaştırıp iş yapamaz hale getirmek” algısı
oluşturmak amacıyla Ankara Organize Suçlarla Mücadele Şubesine ait bir otomobil, çeşitli malzemeler, bilgi ve belgeleri suç örgütlerine aktardığı savunulan 4’ü polis 7 kişi hakkında dava açmıştı. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Anayasal Düzene Karşı
İşlenen Suçlar Bürosunca hazırlanan iddianamede,
“Fethullahçı Terör Örgütü üyesi oldukları” vurgulanarak, “mensup oldukları örgütün devlet içinden
pasifize ve tasfiye edilmesini engellemek, devleti
paralel yapının mensuplarına mahkûm ve muhtaç
göstermek, yeni atanan kadroların başarısız olduğunu ispatlamak, hükümetten intikam almak, yeni
atanan kamu görevlilerinin suç örgütleri karşısında
yeterli mücadele veremeyeceğini ortaya koymak”
amacıyla atılı suçları işledikleri kaydedilmişti.
Devletin istihbarat birimlerindeki eksiklik ve aksamaları ortaya koyarak eleştiride bulunmak, bu
birimlerin ülkeye daha iyi ve ehil hizmet vermesini
amaçlayan önemli bir vatandaşlık görevidir. Geçmişte istihbarat ve güvenlik birimleri yerli her türlü
olay ve faili meçhulleri çözmüşken, küresel ve Batılı
ülke gizli servisleri veya derin yapıları tarafından işlenen veya bu yapıların karıştığı faili meçhul siyasi
cinayetleri çözememişlerdi. Bunun en önemli nedenlerinden biri paralel yapı ve bazı Batılı ülkeler ve
MOSSAD’ın istihbarat birimlerine sızmış yapılarının
temizlenememesi olduğu aşikârdır. Günümüzde ise
Türkiye istihbarat ve güvenlik başta olmak üzere
devlet kurumları içine sızmış yapılar ile büyük bir
mücadele içindedir. Bu konuda önemli mesafeler
alınmıştır. Eskiye kıyasla istihbaratın daha yerli ve
başarılı olduğu çok açıktır.
Diyarbakır’da ardı ardına patlatılan iki bomba ve Suruç canlı bomba saldırıları IŞİD üzerinden Türkiye’yi
de suçlamak amacıyla hedef alan küresel merkezin
dizayn ettiği ve kurguladığı küresel eylemlerdir. Diyarbakır saldırısı, güvenlik güçleri ve istihbarat birimleri tarafından saldırıdan bir gün sonra dış ayağı
ile birlikte deşifre edilmesine rağmen kamuoyuna
yeterince duyurulamamıştır. Keza Suruç saldırısı ile
Diyarbakır saldırısını planlayan IŞİD militanının küresel ayağı da deşifre edilmesine rağmen, önemli
olan hususun bu eylemlerin önceden haber alınıp
önlenmesi olduğu aşikârdır.
Yaptığım araştırmalarda, istihbarat birimlerimiz
bana göre her iki saldırıyı da bombalar patlatılmadan önce önleyebilecek kabiliyete sahip görünmektedirler. Neden önlenemediği konusunda ciddi bir
özeleştiri için olayın çok iyi irdelenmesi, bilhassa
Diyarbakır saldırısında patlatılan bombaların neden
tespit edilemediğinin çok iyi araştırılması gerekir kanaatindeyim.
EYLÜL 2015
47
İÇ POLİTİKA
KÖTÜLÜKTE İTTİFAK:
KİME BU
“HİZMET”?
Prof. Dr. Yasin AKTAY
SDE Onursal Başkanı
Ş
öyle bir düşünelim: Texas’ın herhangi bir yerleşim birimi yakınında asfaltlanmış yolun altına döşenen patlayıcı, bir ABD askerî aracının
geçişi esnasında patlıyor ve 8 asker hayatını kaybediyor... Türkiye’de yayın yapan bir TV kanalı da
bu saldırı sonrasında bu terör saldırısını gerçekleştiren örgüte dair bir belgesel hazırlayarak bu örgüte
48
EYLÜL 2015
mensup olan kimseleri meşrulaştırmaya çalışıyor...
Böyle bir durumda ABD kamuoyu ve siyasilerinin
neler hissedeceğini tahmin etmek hiç de zor değil.
Ya da Türkiye’de önemli yayın organları 11 Eylül
saldırıları sonrasında El-Kaide teröristlerini “özgürlük
savaşçıları” gibi kodlamayı tercih etseydi... Böylesi senaryolarda bu yayın organları gayet doğal olarak teröre
bilinen uluslararası basın organlarında PKK’ya açıkça destek veren yazıların yayınlandığı da tarafımızca
malum.
Mlletn düşmanları, şbölümünde
her br kendne düşen görev yerne
getryor. Azz mlletmzden toplanan
“hmmet” paralarıyla şmd paralel
yapı PKK le aynı safta “hzmetn”
deruhte edyor. Bu hzmet kme acep?
Veya km kme hzmet edyor? Sah
sz TV dzlernzn her bölümünde
onlarcasını öldürdüğünüz PKK’lılarla ne
zaman kardeş oldunuz da, şmd onları
canlarına kast ettkler bu mlletn
evlatlarıyla da kardeş yapmaya
çalışıyorsunuz?
destek verdikleri gerekçesiyle demokratik bir devlette
işlemesi gereken yasal
işlemlere tabi olurlardı.
Gelin görün ki demokratik olmakla, terörizme karşı olmakla övünen Almanya,
ABD, İngiltere gibi ülkelerde teröre destek veren
yayın organları hiç bir şekilde demokratik sistemin
sınırları içerisine çekilmiyor, demokrasinin fren mekanizmaları terörü açıkça destekleyen bu yayın organlarına karşı hiçbir şekilde işletilmiyor.
Batı medyası aslında abartıldığı ölçüde olmayan,
Kürt grupların IŞİD’e karşı savaşı dolayısıyla PKK
terörünü açık bir biçimde destekler hale geldi.
BBC’de yayınlanan belgeselden önce “saygın” diye
Örneğin Almanya’da günlük yayın yapan, oldukça
da iyi tirajlara sahip birçok gazete PKK terör örgütü
için “Verbotene Kurdische Arbeiterpartei” (Yasaklanmış Kürt İşçi Partisi) ifadesini kullanıyor. Bunu
terörü hoş görmek, onu güzellemek olarak görmüyor olmaları, özlerinde teröre karşı olmadıklarından
başka bir şeyi göstermiyor. Kimse kusura bakmasın, sabahtan akşama kadar DAİŞ terörüne karşı
en ağır söylemi yüklenmiş olan Alman basınının da
İngiliz basınının da içinde bastırılmış bir terörist olduğunu gösteriyor bu söylem.
Türkiye’deki bir terör örgütünü Alman kamuoyuna
“yasaklanmış bir siyasal parti” olarak sunmak, içinde kötü niyet barındırmayan bir maddi hata olarak
da değerlendirilemez. Bu demokratik bir ülkede
suçu ve suçluyu, terörü övme gibi başlıklar altında
düzenlenen ceza hukuklarının konusu olabilir, ama
bu ülkelerde terörün özünde kötü görülmediğini,
sadece kime karşı yapıldığının oportunistçe önemsendiğini gösterir.
Bir kısım Batı medyasının bir terör örgütü olan
PKK’ya desteğinin bu kadar netleşmesinin arkasında, Türkiye’nin bu terör örgütüne yönelik operasyonları başlatması var. Suruç’ta 33 gencimizin hayatını kaybettiği terör saldırısı sonrası kendince suçluyu tespit ve ilân eden, sonra da Ceylanpınar’da
kendince misilleme yapan PKK’ya ve eşzamanlı
olarak IŞİD terör örgütüne yönelik operasyonlar,
IŞİD sinek sürüsünün peşine düşüp Suriye bataklığını gözden kaçırmayı başarabileceklerini düşünen
kimseleri belli ki rahatsız etti.
PKK’nın, Türkiye’nin IŞİD’i desteklediği ve Suruç’taki insanların öldürülmesinden Türkiye’nin sorumlu olduğu iftiralarına prim verenler, PKK’nın bu
saldırının faturasını çıkardığı iki polisi acımasızca
öldürmesini de “yasal” bir yargılama olarak değerlendirdiklerini göstermiş oluyorlar. Demek ki PKK’yı
yasaklanmış bir parti olarak göstermeye çalışan
Alman medyasının “yasallık”tan anladığı böyle bir
durum!
IŞİD tehdidine yönelik Kürt grupların aslında abartılan mücadelesi Batı’da tuhaf bir şiddet romantizmi yaratmış gözüküyor. Öyle ki, bir terör örgütüyle
EYLÜL 2015
49
Çözüm süreci toplumda
bu alanın siyasete açılması
beklentisine ve kanın artık
durması talebine verilmiş
bir cevaptı. Misyonunu
öldürmek değil, yaşatmak
olarak kuran bir siyasi
anlayışın, akan kanı
durdurma yönünde attığı
büyük ve cesur bir adımdı.
savaştığını iddia eden bir başka terör örgütü Batı
medyası tarafından BBC, NYT ve Alman medyası
örneğinde görüldüğü gibi göklere çıkarılıyor.
Bu arada çözüm sürecini esas sona erdiren tarafın, daha doğrusu çözüm sürecinde sürecin devam
etmesi için hiçbir adım atmayan PKK’nın ucuz kurnazlığını yemiş yutmuş olmak için salağa yatıyorlar.
Sürecin devam ettiği iki yıllık sürede kaçırılan işçiler,
basılan baraj şantiyeleri, yakılan iş makineleri, yol
yapım şantiyeleri, 18 yaş altı olduğu halde kaçırılarak PKK silahı altına alınan binlerce çocuk, haraca bağlanan binlerce işadamı, HDP’ye oy vermiyor
diye takibe alınan ve yaşadığı köyü ve şehri terk
etmeye mecbur bırakılan binlerce insan... HDPKK
eliyle bölge halkı üzerinde kurulan bu Baas tarzı faşizm belli ki çok demokratik, insan haklarına pek
düşkün Batı medyasını şimdilik ilgilendirmiyor.
Aslında bal gibi bildikleri bu gerçekler karşısında
işlerine gelmediği için salağı oynamaya devam ediyorlar. Çünkü PKK onlar için burunlarını sildikleri
kâğıt mendilden farksız. İşleri bittiğinde paketten
yeni bir mendil çekip PKK’yı çöp tenekesine gönderecekler.
Gerçek şu ki, bir terör örgütünün başka bir terör
örgütüyle mücadele etmesi o terör örgütünü meşrulaştırmaz. Türkiye için IŞİD de bir terör örgütüdür, PKK da... PKK IŞİD’le mücadele ediyor diye
uluslararası güçlerden sağlamaya çalıştığı temiz
kâğıdıyla Türkiye’ye karşı terörüne devam ediyorsa, Türkiye’nin dostluklarını gözden geçirme
zarureti doğar. Neticede ABD, IŞİD’le mücadele-
50
EYLÜL 2015
yi Türkiye’ye terör hakkına tahvil etme garabetini
gördü ve Türkiye’ye hak verdi. Ancak ABD basını
içinde bu çarpık zihniyet aynı şekilde devam ediyor. New York Times’ta (NYT) yayınlanan yazılar
Türkiye’nin PKK’ye karşı operasyonlarını “hükümet
Kürtlere savaş açtı” diye veriyor. Bu mantığa biraz
prim verecek olsak, ABD’nin yıllardır gerek Irak’ta
gerek Suriye’de teröre karşı yürüttüğü operasyonları “ABD İslam’a ve Müslümanlara karşı savaşıyor”
diye algılamanın da doğru olduğunu kabul etmek
zorunda oluruz.
Batı basınının bu kadar empati yapacak inceliği
yok. Ağzından çıkanı kulağıyla duymaya ihtiyaç görmeyen bir kontrolsüz şımarıklık içinde davranıyor.
Aslında teröre değil, bazı teröristlere karşılar, yoksa
hepsini kazıdığınızda altından bir terörist çıkıyor.
Hani Çözüm Süreci Bitsin Diyordunuz?
“Kime Bu Hizmet”?
Şimdiye kadar çözüm sürecini neredeyse bir ihanet olarak gören, başımıza gelen her şeyi çözüm
sürecine bağlayan, sürecin bitmesi için akla hayale
gelmeyecek fırıldaklar çevirenler, çözüm sürecinin
buzdolabına kaldırılması karşısında tam da istedikleri oldu diye sevinç ifadelerinde bulunmalarını elbette beklemezdik.
Aksini bekliyorduk öyle de oldu; çözüm sürecinin
buzdolabına kaldırılmış olması karşısında bu sefer
çözüm sürecinin bitirilmiş olması dolayısıyla hükümete veryansınlara başladılar. Art arda gelen şehit
cenazeleri başkalarının acılarına, gözyaşlarına, feryatlarına bu saldırılarını yüklemek için en elverişli atmosferi oluşturuyor.
Bir cenazede kendini şehit yakını diye tanıtıp protesto fitilini yakanın şehitle hiç bir alakası olmayan
bir DHKP-C militanı, başka bir cenazede aynı işi
deruhte edenin PKK’lı bir terörist olduğu anlaşılıyor. Başka bir cenazede ise MHP’li gençler aynı işi
yapıyor.
Çözüm süreci başlamadan önce de şehit cenazeleri genellikle MHP’nin malzeme olarak kullandığı ve
hiç bir şey olmasa bile oylarını arttıran bir faktör olarak işliyordu. O yüzden MHP hiç bir şey yapmasa
bile bir oy spekülasyonu yapmak isteyen mihrakların savaş çığırtkanlığının en önemli enstrümanı bu
cenazeler oluyordu.
Düşünsenize, bir siyasi parti olarak ülkenin yaşamakta olduğu sorunlara dair hiç bir çözüm, hiç bir
proje ve program geliştirmenize gerek yok. Başlamış bir savaş ve bu savaş sonucu olabilecek bütün
şehit cenazeleri kendiliğinden bu partiye çalışacak.
Aslında tam da bu şehit cenazelerinin birilerinin
siyasetine ucuz bir malzeme olmasını engelleme
düşüncesi de çözüm sürecinin gereğine ikna eden
faktörlerden biriydi. Daha doğrusu, çözüm süreci
30 yıl süren ve ülkenin maddi ve manevi kaynaklarını heder eden kronikleşmiş bir sorunun çözümü için
farklı bir yolun denenmesi gerektiğine dair giderek
netleşen bir aklın sonucuydu.
Otuz yıl süren savaş sonucunda 50 bine yakın insan
kaybedilmiş ancak neticede ne devlet sorunu çözebilmiş ne de örgüt bir mesafe kaydedebilmişti. Bu
kısır döngü ülkenin bütünlüğünü, dirliğini, toplumsal
barışını sürekli olarak tehdit ediyordu ve ufukta bunun kesin çözümüne dair hiç bir işaret de bulunmadığı gibi sürekli aynı olaylar, aynı sonuçlar toplumda
bir bıkkınlık ve farklı bir çözüm yolu beklentisi oluşturuyordu. Farklı bir yol denenmeliydi. Bu, ilânihaye
böyle devam edemezdi.
Çözüm süreci toplumda bu alanın siyasete açılması
beklentisine ve kanın artık durması talebine verilmiş
bir cevaptı. Misyonunu öldürmek değil, yaşatmak
olarak kuran bir siyasi anlayışın, akan kanı durdurma yönünde attığı büyük ve cesur bir adımdı.
Ancak bu büyük adımın temel varsayımı, eline silah
almış olanların kendilerini özgürce ifade edebilecekleri tam demokratik bir ortam buldukları takdirde
silaha gerek duymayacaklarıydı. Tam demokratikleşme zaten AK Parti’nin kimsenin talebine ihtiyaç
duymadan gerçekleştirmeyi üstlendiği bir misyondu. O yüzden geriye sadece örgütün silahlarını bırakıp çekilmesi ve devletin bu esnada operasyon
yapmaması kalıyordu. Ne yazık ki, devlet bu esnada üzerine düşeni fazlasıyla yaptığı halde örgüt
silahları bırakmadı. Aksine silahlı varlığını ve alan
üzerindeki hâkimiyetini, çözüm sürecini görünürde
ihmal etmiyor gibi yapmayı başararak her geçen
gün daha fazla artırdı. Güvenlik güçlerine doğrudan
saldırmadı ama halk üzerindeki baskılarını artırdı, silahlı unsurlarını artırdı. Bu durum aslında baştan beri
çözüm sürecine sadık kalmayacağı, baştan itibaren
ihanet niyeti taşıdığını gösteriyor. Ceylanpınar’da
evlerinde uyumakta olan iki polisi hunharca katlet-
meyi çözüm sürecini bitirmenin tek nedeni gibi göstermenin anlamı yok. Aslında o olay bardağı taşıran
son damladır. O olaya kadar örgütün bölge üzerinde oynadığı “öz savunma”, “özerklik”, “kantonlar”
gibi sözcüklerle ifade edilen oyunu, bölge halkı için
artık katlanılması mümkün olmayan bir emrivakiye
dönüşmüştü.
Çözüm süreci bu haliyle devletin iyiniyetli sabrıyla
devam ettiği takdirde örgütün bölge üzerinde kurduğu alan despotluğunun ülke güvenliğine dair
bambaşka bir sonuca götürmesi tehlikesi ortaya
çıkmıştır.
“Kardeş Kavgası” Mı Dediniz?
Ekrem Dumanlı son zamanlardaki terör olaylarının
gerçekleşmesini önleyemediklerini ima ederek “nerede bu ülkenin istihbaratı?” diyor. Aklı sıra tasfiye
edilen paralelci emniyetçilerin yokluğunun nelere
mal olduğu mesajı veriyor. Oysa o bağırışları bizzat
bu gerçekleşen PKK terörünün içindeki paralelci
payını ifşa ediyor da haberi yok.
Ardından Zaman Gazetesi her gün PKK’lılar kalleşçe saldırılar yapıp askerlerimizi şehit ederken yaşananlara “kardeş kavgası” diyerek kendi ihanetinin
üstüne tüy dikiyor.
Oysa ortada kardeş kavgası falan yok. Türkiye halkı, Türk, Kürt, Arap, Çerkez, Alevi-Sünni, bütün
unsurlarıyla birlikte kardeştir ve kavga bu kardeşler
arasında cereyan ediyor değildir. Olayın özü hain,
taşeron örgütlerin elbirliğiyle Türkiye’ye alçakça saldırısı ve Türkiye’nin bu saldırılara karşı kendini savunmasıdır.
İhanet diyerek milletin ensesinde boza pişirdiğiniz
çözüm süreci başlamadan önce de bu saldırılar vardı ve çözüm süreci bu kanın akışını durdurmuştu.
Çözüm sürecinin suistimal edilmesinin sonucunda
ortaya çıkan kaçınılmaz bir milli müdafa durumu
vardır ve bu müdafada kimin nerede durduğu hiç
de şaşırtmıyor. Milletin düşmanları, işbölümünde her
biri kendine düşen görevi yerine getiriyor. Aziz milletimizden toplanan “himmet” paralarıyla şimdi paralel
yapı PKK ile aynı safta “hizmetini” deruhte ediyor. Bu
hizmet kime acep? Veya kim kime hizmet ediyor?
Sahi siz TV dizilerinizin her bölümünde onlarcasını
öldürdüğünüz PKK’lılarla ne zaman kardeş oldunuz
da, şimdi onları canlarına kast ettikleri bu milletin
evlatlarıyla da kardeş yapmaya çalışıyorsunuz?
EYLÜL 2015
51
İÇ POLİTİKA
Çözüm Süreci
Kronolojisi
Dr. Murat YILMAZ
Hayati ÜNLÜ
Eyüp YILMAZ
SDE İç Politika ve Demokratikleşme
Programı Koordinatörü
SDE Asistanı
SDE Asistanı
Ç
özüm süreciyle başlayan çatışmasızlık döneminin nasıl sona erdiği
üzerinde tartışmalar devam ediyor. Somut gerçek ve bilgilere dayanmadan yapılan polemiklerin, propaganda dışında bir faydası olmadığı açıktır. Çözüm sürecinin seyri ve tarafların eylemlerinin kronolojik bir
şekilde sıralanması çatışmasızlığın nasıl sona erdiğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu çalışmada, tarih sırasına göre böyle bir derleme sunulmaktadır. Kronoloji okunduğunda KCK’nın baştan itibaren zaman zaman
sadece hükümetle değil, Öcalan ve HDP ile de farklı bir pozisyonda durduğu, çözüm sürecini anlamakta ve kabul etmekte zorlandığı görülecektir.
52
EYLÜL 2015
2012 YILI
16 Aralık
MİT Müsteşarı Hakan Fidan Öcalan’la görüştü.
28 Aralık
Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, bir televizyon röportajında hükümetin
İmralı ile görüşme yaptığını duyurdu. Bu görüşme “Çözüm Süreci” olarak adlandırıldı.
2013 YILI
3 Ocak
Çözüm sürecinin başlamasıyla birlikte yapılacak görüşmeler çerçevesinde Ayla Akat,
Ahmet Türk ve Altan Tan’dan oluşan ilk İmralı heyeti adaya gitti. Çözüm süreci başladı.
8 Ocak
Paris’teki saldırıda PKK’lı Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez öldürüldü.
10 Ocak
Erdoğan yaptığı açıklamada, İl İdaresi Kanunu’nun 11. maddesinde değişiklik yapıldığını
ve askerin operasyona çıkış izninin valiliklere bağlandığını ifade ederek geri çekiliş
esnasında PKK’lılara dokunulmayacağının garantisini verdi.
17 Ocak
Paris’te öldürülen 3 PKK’lı kadın için Diyarbakır’da gerçekleştirilen cenaze törenine
çok sayıda katılım oldu. Barış çağrıları yapıldı.
12 Şubat
Başbakan Erdoğan “Terörün bitmesi için “zehir içeceksin” deseler içerim. Siyaset
umurumda değil. Öleceğimi de bilsem bu zehri içerim. Yeter ki terör bitsin” dedi.
24 Ocak
Ana dilde savunma ve hükümlülerin cezaevinde eşleriyle görüşmesine imkân tanıyan
tasarı TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilerek yasalaştı.
24 Şubat
PKK’nın şehir milisleri YDG-H (Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi) oluşumunu ilan
etti.
28 Şubat
Milliyet Gazetesi’nde bir muhabirin imzasıyla 23 Şubat 2013 tarihinde İmralı’da BDP
heyetiyle Öcalan arasındaki görüşmenin tutanakları yayınlandı. Tutanaklarda işadamı
Osman Kavala’nın Öcalan’a “Başkanlık sistemine destek vermeyin” diyen bir mektup
gönderdiği ortaya çıktı. Tutanakların sızmasıyla ilgili BDP Genel Merkezi’nde görevli
iki kişi işten çıkarıldı.
13 Mart
PKK kaçırdığı kamu görevlilerini serbest bıraktı.
20 Mart
AK Parti Genel Merkezine ve Adalet Bakanlığı’na roketatarlı saldırı düzenlendi. Her iki
taraf da bu eylemleri kınayarak, sürecin devam ettiğini duyurdu.
21 Mart
Abdullah Öcalan Nevruz’da ilk tarihi çağrısını yaptı. Akılda kalan en net ifadeler:
“Silahlı direniş sürecinden, demokratik siyasi sürece kapı açılıyor... Artık silahlar
sussun fikirler konuşsun noktasına geldik. Yine diyorum ki artık silahlı unsurlarımızın
sınır ötesine çekilmesi aşamasına gelinmiştir... Bu, mücadeleyi bırakmak değil daha
farklı bir mücadeleyi başlatmadır...”
23 Mart
PKK ateşkes ilan etti.
4 Nisan
Başbakan Erdoğan, Akil İnsanlar Heyeti ile İstanbul’daki Başbakanlık Ofisi’nde ilk kez
bir araya geldi.
9 Nisan
TBMM’de CHP ve MHP’nin katılmadığı oylama sonucunda AK Parti ve BDP’nin
desteğiyle “Çözüm Süreci Komisyonu” kuruldu.
15 Nisan
Beşinci BDP heyeti İmralı’ya gitti.
18 Nisan
İçişleri Bakanlığı’yla Genelkurmay Başkanlığı arasında imzalanan protokol ve İl İdaresi
Kanunu’nda yapılan düzenlemeyle askerlerin operasyona çıkış izni valiliklere bağlandı.
EYLÜL 2015
53
54
EYLÜL 2015
20 Nisan
MHP lideri Bahçeli çözüm sürecine karşı
mitinglere başladı. CHP Lideri Kılıçdaroğlu
hükümeti çözüm sürecinde inisiyatifi PKK’ya
bırakmakla suçladı.
25 Nisan
PKK bütün silahlı güçlerini Kuzey Irak’a çekeceğini resmi olarak duyurdu. Kandil’de televizyonlardan naklen yayınlanan basın toplantısında konuşan Murat Karayılan PKK’nın 8
Mayıs’tan itibaren ön şartsız geri çekileceğini
açıkladı. İkinci aşama olan anayasal değişiklikler ile ilgili çalışmaların da çekilmeyle birlikte
başladığı bildirildi. Burada Karayılan, hükümetin Meclis’ten yasa yerine yaptığı kanuni
düzenlemeyle çekilme güvenliğini sağlama
formülünü kabul etmiş oluyordu.
30 Nisan
Adalet Bakanlığı, son iki ayda KCK davasından
tutuklu 200 sanığın tahliye edildiğini açıkladı.
7 Mayıs
Geri çekilmeyle ilgili Selahattin Demirtaş
“Geri çekilme yarın resmen başlıyor. 3-4 ay
süreceğini tahmin ediyoruz. Geri çekilme
konusunda hükümet de bazı idari tedbirleri
almış durumda…” açıklamasını yaptı.
8 Mayıs
TBMM’de Toplumsal Barış Yollarının Araştırılması ve Çözüm Sürecinin Değerlendirilmesi
Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu ilk toplantısını yaptı. Komisyona CHP ve
MHP üye vermedi.
9 Mayıs
Kandil’den 1 Eylül’e kadar hükümet adım atmaz ve demokratikleşme paketi açıklanmazsa
sürecin biteceği tehditleri gelmeye başladı.
29 Mayıs
İstanbul’da Gezi olayları başladı. İlk günden
itibaren “Kürtler nerede” sesleri duyuldu. Süreçteki ikinci kırılma anı bu tarihte yaşandı.
PKK’nın Gezi Eylemleri boyunca sessiz kalmasına rağmen, bu süreçten son derece olumsuz
etkilendiğini söylemek gerekmektedir.
7 Haziran
İmralı adasında Öcalan’la görüşen Demirtaş:
“Abdullah Öcalan Gezi Parkı direnişçilerini
selamlıyor. Provokasyona dikkat edilmesi
çağrısı yaptı, “Meydan Ergenekonculara
bırakılmamalıdır” dedi.”
19 Haziran
Kandil, devletin süreci sabote ettiğini söyledi.
26 Haziran
İstanbul’da Akil İnsanlar Heyeti’nin son
toplantısı yapıldı. Akil insanlar süreç hakkında
hazırladıkları raporları Başbakan Erdoğan’a
sundu.
2 Temmuz
Diyarbakır Lice’de karakol ve yol çalışmaları bahane edilerek eylemler başlatıldı.
Bir gösterici hayatını kaybetti. Burada olayların yeniden yükselişe geçmesi PKK
tarafından, PKK’nın geri çekilmesine rağmen, devletin teröre karşı baraj ve kalekollar
inşa etmeye devam etmesiyle açıklanmış ve devlete olan güvenin iyice sarsıldığı ima
edilmiştir.
5 Temmuz
KCK Eş Başkanlıklarına Cemil Bayık ve Bese Hozat getirildi.
10 Temmuz
YDG-H, twitter’dan yemin törenlerini yayınladığı şehirlerde “asayiş birimleri” kurmaya
başladı. Yol kesme, araç yakma eylemleri başladı.
31 Temmuz
Cemil Bayık, BBC Türkçe servisine konuştu; “1 Eylül’e kadar hükümet adım atmazsa
çekilmeyi durduracağız, çekilenler de geri dönecek.”
11 Ağustos
Adında “Kürdistan” kelimesi geçen ilk dernek kuruldu.
12 Ağustos
PYD lideri Salih Müslim Türkiye’ye geldi.
19 Ağustos
Cemil Bayık, “Süreç çökerse daha büyük bir savaş olabilir” dedi.
9 Eylül
KCK tarafından yapılan açıklamada “Çatışmasızlık içinde geçen dokuz ay, savaş
ortamında yapılamayan askerî nitelikteki çalışmaların yapılmasıyla geçirilmiştir…”
dendi. Sonuçta PKK’nın geri çekilmesi tamamen durduruldu.
25 Eylül
Kandil, müzakereye geçilmezse süreci bitireceklerini açıkladı.
30 Eylül
Hükümet Demokratikleşme Paketini açıkladı. Pakette süreçle ilgili 1) Farklı dilde
eğitim 2) Seçim barajında değişiklik 3) Eski köy isimlerinin verilmesi 4) Öğrenci
andının kaldırılması 5) “X, W, Q” harflerinin kullanılabilmesi gibi düzenlemeler yapıldı.
Buna cevaben PKK ise şehirlerde milis güçler olarak YDG-H’yi örgütledi, şehirlerde
mahkemeler kurdu, vergi toplamaya, adam kaçırmaya başladı.
29 Ekim
Cemil Bayık, ilk kez müzakerelere “üçüncü taraf” istedi.
16 Kasım
Başbakan Erdoğan ve IKBY lideri Mesud Barzani Diyarbakır’da buluştu. Yapılan
toplantıda Sivan Perver ve İbrahim Tatlıses Kürtçe türküler okudu.
2 Aralık
Toplumsal Barış Yollarının Araştırılması ve Çözüm Sürecinin Değerlendirilmesi
amacıyla kurulan Meclis Araştırma Komisyonu süreçle ilgili 450 sayfalık raporunu
açıkladı.
6 Aralık
Yüksekova’da PKK mezarlığı yüzünden çıkan olaylarda iki protestocu hayatını
kaybetti.
2014 YILI
11 Ocak
İmralı heyetiyle görüşen Öcalan 17/25 Aralık girişimine darbe dedi: “Ülkeyi bir
darbe ateşiyle yeniden yangın yerine çevirmek isteyenler bizim bu ateşe benzin
taşımayacağımızı bilmelidir. Her darbe teşebbüsü bugüne kadar olduğu gibi bundan
sonra da karşısında bizi bulacaktır.”
21 Ocak
PYD, Rojava’da demokratik özerkliği ilan etti. PKK medyasında AKP’nin Nusra’ya
destek verdiği yayınları hızlandı.
19 Şubat
Mardin Artuklu Üniversitesi Yaşayan Diller Enstitüsü’nde Kürdoloji Kütüphanesi açıldı.
25 Şubat
Demirtaş’tan “Erdoğan’la süreci yürütmek zor” açıklaması geldi.
13 Mart
Türk Dil Kurumu (TDK) tarafından Türkçe-Kürtçe sözlük yayımlandı.
15 Mart
KCK, Hükümetin demokratikleşme hamlesinin muhatabı olmaktan çıktığı açıklamasını
yaptı.
EYLÜL 2015
55
17 Mart
Karayılan: “Seçimden sonra adım atılmazsa süreç biter.”
21 Mart
Abdullah Öcalan’ın Nevruz Bayramı kutlamaları nedeniyle yazdığı mektup,
Diyarbakır’da BDP Grup Başkanvekili Pervin Buldan tarafından Kürtçe, HDP İstanbul
Milletvekili Sırrı Süreyya Önder tarafından Türkçe olarak okundu. Öcalan, “Tarih bize
göstermiştir ki eğer kararlı bir barış önderliği sergilenmezse tarihsel sorunlar bildiğini
okur ve genellikle çok kayıplı dönüşümlerle cevaplarını üretirler. Önümüzde en yakıcı
bir şekilde cevap bekleyen şey, birbirini tekrarlayan darbelerle mi yoksa tam ve
radikal bir demokrasiyle mi yola devam edeceğimiz sorusudur.” dediği mektubunda,
barış, demokrasi ve ortak bir geleceğe vurguda bulundu.
30 Mart
Yerel seçimler yapıldı. 17/25 Aralık süreçleriyle kan kaybettiği iddia edilen AK Parti, %
45 oy alarak gücünü koruduğunu ortaya koydu.
26 Nisan
MİT kanununda değişiklik yapıldı. Kanuna “MİT mensupları görevlerini yerine getirirken
ceza ve infaz kurumlarındaki tutuklu ve hükümlülerle önceden bilgi vermek suretiyle
görüşebilir, görüşmeler yaptırabilir, görevlerinin gereği terör örgütleri dâhil olmak
üzere millî güvenliği tehdit eden bütün yapılarla irtibat kurabilir” ifadesi eklendi.
1 Haziran
Halkların Demokratik Partisi (HDP) heyeti, 18. İmralı Ziyaretinde Abdullah Öcalan
ile görüştü. Görüşmenin ardından yapılan açıklamada, Öcalan’ın “En önemli realite
sürecin yeni bir aşamaya gelmiş olmasıdır” dediği ve “çözüm için ciddi bir başlangıç
yapılabilmesi adına umutların korunması gerektiği” yönünde bir açıklamada bulunduğu
belirtildi.
4 Haziran
Diyarbakır’da çocukları PKK’ya katılmış anneler çocuklarını geri istediklerini
söyleyerek belediye önünde oturma eylemi başlattı. Belediye annelere müdahale etti,
Demirtaş “MİT’ten para alıyorlar” dedi.
6 Haziran
AK Parti Diyarbakır’da çözüm çalıştayı düzenledi. Çözüm süreci yeniden canlandırıldı.
8 Haziran
Bitlis’te yol kesen teröristlerce, güvenlik güçlerine roketatar ve uzun namlulu silahlarla
ateş açıldı. Lice’de bombalı patlama oldu.
9 Haziran
Diyarbakır 2. Hava Kuvvet Komutanlığı’nın bahçesindeki Türk bayrağı bir terörist
tarafından indirildi.
10 Temmuz
Çözüm sürecine yönelik usul ve esasların düzenlendiği Terörün Sona Erdirilmesi
ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine dair kanun tasarısı TBMM Genel
Kurulu’nda kabul edilerek yasalaştı.
11 Temmuz
Diyarbakır’da KCK ana davasında son iki tutuklu da tahliye oldu ve tutuklu sanık
kalmadı.
5 Ağustos
HDP’nin İmralı ziyaretinde Öcalan “30 yıllık savaş büyük bir demokratik müzakereyle
sonuçlanma aşamasındadır. Demokratik müzakere süreci tarihi ve toplumsal olarak
derin bir anlama sahiptir…” açıklamalarında bulundu.
10 Ağustos
Cumhurbaşkanlığı seçimini Erdoğan % 52 oy alarak birinci turda kazandı.
19 Ağustos
Lice’ye PKK’lı Mahsum Korkmaz’ın heykeli dikildi. Mahkeme yıkım kararı verdi. Olaylar
çıktı, 1 kişi öldü.
20 Ağustos
Diyarbakır’da teröristler karakola saldırı düzenledi.
24 Ağustos
Silopi ilçesine bağlı Görümlü beldesindeki termik santrale teröristlerce roketatarlı ve
uzun namlulu silahlarla saldırı yapıldı.
27-28 Ağustos
Ahmet Davutoğlu AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan oldu.
1 Eylül
Çözüm süreci ilk defa 62. Hükümet Programına girdi.
56
EYLÜL 2015
3 Eylül
MİT Müsteşarı Hakan Fidan, İmralı Adası’na giderek Öcalan’la çözüm süreci yol
haritasında mutabakata vardı. HDP’li Önder ve Buldan yol haritasını Kandil’e
götürdüler.
10 Eylül
HDP’lilerle görüşen Başbakan Davutoğlu 15 Ekim’e kadar Türkiye’de PKK’nın
yol kesme, mahkeme kurma gibi illegal faaliyetlerin biteceği garantisiyle süreci
hızlandırma garantisi verdi.
15 Eylül
DAEŞ Kobani’yi kuşattı. PKK medyası her gün yeni bir foto ve belge uydurarak
Türkiye’nin IŞİD’e destek verdiğiyle ilgili propagandayı artırdı.
20 Eylül
DAEŞ’in Kobani’ye yaklaşması üzerine kaçan 100 bin Kürt Türkiye’ye sığındı. Aynı gün
DAEŞ’in elindeki Musul konsolosluğunda görevli 49 rehine Türkiye’ye getirildi.
18 Eylül
HDP anadilde eğitim bahanesiyle okullarda boykot çağrısı yaptı. Birçok ilde onlarca
okul yakıldı.
22 Eylül
HDP milletvekili Aysel Tuğluk, Kobani’ye gitmek isteyen kalabalığa asker ve polis izin
vermeyince askeri taşladı.
2 Ekim
Temmuz ayında çıkartılan “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin
Güçlendirilmesine Dair Kanun”a atıfla Çözüm Süreci Kurulu ve Kurumlar Arası
İzleme ve Koordinasyon Komisyonu kuruldu.
3 Ekim
Tunceli’nin Pülümür ilçesinde PKK’lılar karakola saldırdı.
6-7-8 Ekim
Demirtaş’ın çağrısı üzerine Kobani olayları çıktı. 50’yi aşkın kişi hayatını kaybetti.
35’in üzerinde şehirde olay çıktı. Milyonlarca lira zarar oluştu. Öcalan, “Kobani
düşerse çözüm süreci biter” dedi.
11 Ekim
Cemil Bayık, Meclis’ten geçen tezkere savaş ilanıdır dedi ve çektikleri bütün birlikleri
geri gönderdiklerini açıkladı.
13 Ekim
Tunceli’de PKK’lılar üs bölgesine sızarken fark edildi. Çatışma çıktı.
19 Ekim
Başbakan Ahmet Davutoğlu Akil İnsanlar Heyeti’yle 11 saatlik bir toplantı yaptı. Aynı
gün MİT Müsteşarı Hakan Fidan İmralı’da Öcalan’la görüştü.
20 Ekim
ABD Kobani’de YPG’ye havadan silah ve mühimmat indirdi.
21 Ekim
HDP’nin İmralı ziyaretinde Öcalan “15 Ekim’de yeni bir aşamaya geçildiğini ve somut
adımların atılacağını” açıkladı.
25 Ekim
Yüksekova’da sivil kıyafetli üç rütbeli asker şehit edildi.
27 Ekim
Arınç, “Çözüm Süreci başarısız olursa herkes bunun altında kalır. Ada’daki şahıs da
dâhil siyasi uzantıları da... Bizim gösterdiğimiz itina kadar ben de bu işte söz sahibiyim
diyenlerin de dikkatli olması lazım” açıklamasını yaptı.
29 Ekim
HDP halkı tekrar sokağa çağırdı.
30 Ekim
Diyarbakır’da eşi ile birlikte semt pazarında alışveriş yapan 24 yaşındaki Hava
Astsubay Üstçavuş Necdet Aydoğdu, maskeli iki kişinin silahlı saldırısı sonucu
öldürüldü.
4 Kasım
HDP Genel Merkezi’ne giren saldırgan parti yöneticisi bir kişiyi ağır yaraladı.
9 Kasım
Yalçın Akdoğan: “Çözüm süreci türbülansta” açıklamasını yaptı.
24 Kasım
Fırat Haber Ajansı’na açıklamalarda bulunan KCK yöneticilerinden Sabri Ok, silah
bırakmayla ilgili gündemlerinde hiçbir gelişmenin olmadığını açıkladı.
18 Aralık
Alman Die Welt gazetesine konuşan Cemil Bayık “IŞİD’in gerçek halifesi Bağdadi değil
Erdoğan’dır” dedi.
EYLÜL 2015
57
20 Aralık
Cemil Bayık “Silah bırakmak ölüm demektir…” açıklamasında bulundu.
27 Aralık
Cizre’de büyük çatışmalar çıktı. Suriye’nin Kobani ve Irak’ın Şengal bölgesindeki
çatışmalarda öldürülen 4 YPG’linin cenazesi Habur’dan Cizre’ye getirildi. Nur
Mahallesi’nde kurulan taziye çadırında nöbet tutan YDG-H üyeleri ile HÜDA-PAR’a
yakın kişiler arasında önce kavga, sonra silahlı çatışma yaşandı.
2015 YILI
10 Ocak
TRT 6’nın adı TRT Kürdi olarak değiştirildi
15 Ocak
Yalçın Akdoğan İmralı heyetiyle Cizre’de çıkan olayları ele almak için bir araya geldi.
23 Ocak
HDP heyeti Kandil ile görüştü. KCK’nın AK Parti’nin müzakere sürecinin sorumluluğunu
esas alan bir yaklaşımda olmadığını düşündüğü belirtildi.
9 Şubat
Kamuoyunda “İç Güvenlik Paketi” olarak bilinen Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu,
Jandarma Teşkilat, Görev ve Yetkileri Kanunu, Nüfus Hizmetleri Kanunu ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
Tasarısı’nın TBMM’de görüşülmesi ikinci kez ertelendi.
10 Şubat
Başbakan Davutoğlu: “Çözüm sürecinde tüm engellemelere rağmen çok güzel şeyler
olacak.”
15 Şubat
Kandil’deki KCK yönetimiyle görüşen HDP heyeti yaptığı yazılı açıklamada KCK’nın
İç Güvenlik Paketi’nden rahatsızlık duyduğunu ve bunun müzakere sürecine zarar
vereceğini düşündüğünü duyurdu.
17 Şubat
Başbakan Davutoğlu: “Çözüm süreci çok kritik bir aşamada.”
17 Şubat
Selahattin Demirtaş: “Öcalan şartlı silah bırakma çağrısı yaptı.”
22 Şubat
Şah Fırat Operasyonu’yla Süleyman Şah Türbesi PYD’nin kontrolündeki Eşme Köyü’ne
taşındı.
23 Şubat
Arınç: “Kandil silah bırakma çağrısını engelliyor.”
25 Şubat
Demirtaş, CNN Türk’te Öcalan’ın silah bırakma çağrısı yapmak için ön şart olarak
ortaya koyduğunu söylediği 10 maddeyi açıkladı. “Öcalan şartlı silah bırakma çağrısı
yaptı” dedi.
28 Şubat
Çözüm sürecinde tarihi dönemeç: Öcalan’dan PKK’ya silah bırakma çağrısı gerçekleşti.
Öcalan’ın PKK’ya silahsızlanma kongresi için yapacağı çağrının üzerinde Kandil ve İmralı
anlaştı. Geniş bir demokratikleşme programını içeren 10 madde silah bırakmak için ön
şart yapılmadı, bu maddelerin hayata geçirileceğinin garantisi olarak da hükümetin
olduğu bir toplantıda okunmasına karar verildi. Dolmabahçe Sarayı’nda Başbakan
Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AK Parti Grup Başkanvekili Mahir
Ünal, Öcalan’la görüşmeleri yürüten eski MİT Başkan Yardımcısı, Kamu Güvenliği
Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu ve İmralı Heyeti’nden Sırrı Süreyya Önder, Pervin
Buldan ve İdris Baluken’in olduğu toplantıda Öcalan’ın PKK’ya silahsızlanma kongresi
toplama çağrısı Sırrı Süreyya Önder tarafından okundu.
28 Şubat
Tarihi açıklamaya 20 dakika sonra canlı yayında ilk tepki HDP lideri Demirtaş’tan
geldi. Demirtaş İç Güvenlik Paketi’ni öne sürerek “Hükümet bir yandan pakette ısrar
edip bir yandan demokratikleşmede ilerleme sağlıyorum diyemez. Bu tasarı barış
getirecek bir yasa tasarısı değildir. Barışa uzaklaşacağım diye çalışmıyoruz, Barışı
çok arzuluyoruz. Hükümet yürüttüğü politikayla, zerre kadar umut vermiyor, barışa
yaklaşmıyor” dedi.
58
EYLÜL 2015
28 Şubat
Aynı gün açıklama yapan PKK yöneticisi
Mustafa Karasu: “AKP Hükümeti Önderliğin
ortaya koyduğu 10 başlıkta müzakere edip
sorunu çözecek midir, çözmeyecek midir? Bu
sorunun cevabı çok önemlidir. Bu sorun çözülmeden PKK silah bırakacak, PKK Kongresini
yapıp silah bırakma kararı alacak biçimindeki
yaklaşımlar demagojidir, aldatmak ve sorunu
çarpıtmaktır” açıklaması yaptı.
1 Mart
Kandil: “Hükümet sorumluluklarını yerine
getirirse, biz de getiririz.”
8 Mart
Başbakan Davutoğlu, GAP Eylem Planı’nı
açıkladı. Planda bölgenin kalkınması için 26,7
milyar değerinde toplam 115 proje olduğu
söylendi.
11 Mart
Dolmabahçe toplantısı üzerine IMC TV’de
Banu Güven’e Kandil’de konuşan KCK Eş
Başkanları Cemil Bayık ve Bese Hozat:
“PKK silah bırakacak açıklamaları seçim
propagandasıdır. Silahların bırakılması, ancak
Öcalan’ın bizzat katılacağı bir kongrede
karara bağlanabilir. Yani PKK bu kararı
Öcalan serbest kalmadan açıklamayacak.
Bu adımlar atılmadan hareketimize, halka,
Türkiye demokrasi güçlerine güven vermeden
kongrenin toplanması, kongrenin onların
belirttiği gibi kararlar alması düşünülemez.”
15 Mart
Erdoğan: Kürtler Başbakan ve Bakan
çıkarıyorlarsa, TSK’da bulunabiliyorlarsa Kürt
sorunu kalmamıştır.
18 Mart
İzleme Komitesi’nde yer alacağı iddia edilen
isimler medyada yer aldı.
20 Mart
Cumhurbaşkanı Erdoğan İzleme Komitesi’ne
olumlu bakmadığını açıkladı: “Ben gazetelerden okuyorum. Böyle bir şeyden doğrusu benim haberim yok. Şunu da çok net söylüyorum,
ben olumlu bakmıyorum. Bunlar doğru şeyler
değil. Bu işler istihbarat teşkilatlarıyla yürür.”
21 Mart
Öcalan’dan tarihi çağrı: Diyarbakır’daki Nevruz
kutlamalarında, Öcalan PKK’ya “Türkiye
Cumhuriyeti’ne karşı silahlı mücadeleye son
vermek üzere kongre toplama” çağrısında
bulundu, ancak kongrenin toplanmasını
milletvekilleri ve İzleme Kurulu’ndan oluşacak
bir “Hakikat ve Yüzleşme Komisyonu”nun
kurulması şartına bağladı.
22 Mart
Erdoğan: “Dolmabahçe Mutabakatını doğru
bulmuyorum. Bu mutabakat ortak bir
deklarasyon olamaz.”
EYLÜL 2015
59
5 Nisan
Öcalan ve İmralı Heyetlerinin son buluşmaları gerçekleştirildi.
11 Nisan
Ağrı’da PKK’lılar askere saldırdı. 4 asker yaralandı.
30 Nisan
Süleyman Soylu, parti teşkilatlarına müdahale eden HDP’liler için Demirtaş’a çok sert
çıktı.
5 Mayıs
Bese Hozat “Bizim şu anda kongreyi toplama gibi bir gündemimiz yok. Çünkü bu süreç
işlemedi ve hiçbir adım atılmadı. PKK devletin atacağı adımlar üzerinden kongreyi
toplayacaktı. Biz kongreyi gündemden çıkardık. Kürt sorunu çözülmeden PKK böyle
bir kongre yapmaz. Kürt kimliği tanınmadan, bu temelde anayasa değiştirmeden ve
Kürtlerin statüsünü kabul etmeden böyle bir kongreyi asla toplayamaz. Öcalan’ın bir
taraf olarak resmikabul edilmesi gerekiyor.”
7 Haziran
Yapılan seçimlerde HDP doğu bölgelerinde sandığa baskı uyguladı. Bazı yerlerde blok
oy kullanıldı. Sert bir seçim kampanyasının ardından HDP % 13 oyla barajı geçip 80
vekil çıkardı. AK Parti % 41 oy alarak tek başına iktidar olamadı.
11 Haziran
HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, “HDP, PKK’ya silah bırakma çağrısı yapsın”
diyen Başbakan Ahmet Davutoğlu’na, “Silahlar konusunda çağrı yapacak Öcalan’dır.
Öcalan da İmralı da hazır bekliyor. Buyurun yarın İmralı’ya gidiyoruz” diye cevap verdi.
12 Haziran
KCK: “Şunu açıkça vurgulamalıyız ki, PKK’nın Türkiye’ye karşı silahlı mücadeleyi
bırakma konusu ve bunun iradesi tamamen bize aittir. Şunu herkes bilmelidir ki HDP,
PKK’nin yasal partisi değildir. Dolayısıyla böyle bir çağrıyı HDP yapamayacağı gibi,
mevcut İmralı koşullarında bulunan Abdullah Öcalan’ın böyle bir çağrıyı yapması
mümkün değildir. HDP’nin ve Öcalan’ın ‘silah bırak’ çağrısı yapmasını beklemek ve
bu yönlü dayatmalarda bulunmak çözümsüzlükte ısrardır ve bunu da hareketimizin
kabul etmesi mümkün değildir. Bu tutumumuz ne Öcalan’ı dinlememek, ne de HDP’nin
politika yürütmesinin önünü almaktadır.”
22 Haziran
Duran Kalkan, Adil Bayram mahlasıyla Özgür Gündem’de yazdığı yazıda: “Peki HDP
bunu yapmaz veya yapamazsa ne olur? O zaman yeni savaş hükümetleri kurulur ve
ülkemiz yeniden kan gölüne döner. Tabi böyle bir faşist saldırganlığa karşı da halkımız
sessiz kalmaz. Ne bilelim, bakarsınız birileri çıkar ve söz konusu faşist saldırganlığa
karşı demokratik devrimi dayatır ve de yürütür.”
26 Haziran
Erdoğan: Suriye’nin güneyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz.
29 Haziran
Karayılan: “Açıkça söyleyeyim! Eğer onlar Rojava’ya müdahale ederlerse biz de
onlara müdahale ederiz; o zaman Türkiye’nin tümü bir savaş sahasına dönüşür.
Türkiye yetkilileri halkımızın 6-7-8 Ekim’deki kalkışmasını unutmamalıdır. Halkımızın
o büyük başkaldırısını, içinde geliştiği ortamı uygun görmeyen Önder Apo’nun ancak
durdurabildiği iyi biliniyor. Açık ki bu halk böyle bir müdahaleye müsaade etmez.”
“Kısaca böyle bir müdahale kararı Türkiye için stratejik bir karar olur, Kürt halkı için
de yeni bir dönem başlamış olur. Biz bu konuda kimseye yalvaracak değiliz. Kendileri
bilir. Yaparlarsa Kürt halkı olarak elbette bizim de yapacaklarımız olur.”
30 Haziran
HPG: “AK Parti ateşkesi resmen bitirdi.”
3 Temmuz
HDP İmralı Heyeti, seçim sonrasında adaya gidebilmek için Adalet Bakanlığı’na
başvurması, fakat Bakanlık’tan izin alamaması üzerine yaptığı yazılı açıklamada bu
tür yanlışların süreci yeniden geri dönülmez bir noktaya götüreceğine işaret ederek
“Rojava ve Suriye ekseninde gelişen bölgesel savaş tehditleri, içeride çatışmasızlığı
ortadan kaldırmaya yönelik operasyonel süreçler, çözüm süreci açısından dikkate
alınması gereken çok ciddi uyarı sinyalleri olarak değerlendirilmelidir” dedi.
60
EYLÜL 2015
11 Temmuz
KCK: “Ateşkes bitti. Özgürlük hareketimizin titiz tavrı istismar edildi. Barajlar ve baraj
yapımında kullanılan araçlar gerilla güçlerimizin hedefinde olacaktır. Her tutuklama
artık gerilla için bir misilleme nedeni olacaktır. Özgürlük Hareketimiz artık ateşkes
tutumunun istismar edilmesini kabul etmeyecek, oyalama yaparak Kürt sorununu
çözümsüz bırakan politikalara karşı da tutumunu koyacaktır.”
12 Temmuz
PKK minibüs taradı.
14 Temmuz
KCK Eş Başkanı Bese Hozat Özgür Gündem gazetesinde “Yeni Süreç, Devrimci Halk
Savaşıdır” başlıklı bir yazı yazarak, devrimci halk savaşı ve serhildan (başkaldırı)
çağrısında bulundu.
20 Temmuz
Suruç’ta DAEŞ saldırısı. Suruç’taki patlamayla eş zamanlı olarak Kobani merkezde de
patlama meydana geldi. Suruç’taki bombalamada 32 kişi öldü.
20 Temmuz
Adıyaman’da PKK’lılar ile askerler arasındaki çatışmada Uzman Onbaşı Müsellim Ünal
şehit oldu.
22 Temmuz
Şanlıurfa’nın Ceylanpınar ilçesinde polis memurları Feyyaz Yumuşak ve Okan Acar
evinde şehit edildi.
22 Temmuz
Adana’da Kalem-Der üyesi EthemTürkben hamile eşi ve 3 çocuğunun gözleri önünde
PKK tarafından öldürüldü.
23 Temmuz
Diyarbakır’da trafik polisi Tansu Aydın trafik kazası ihbarıyla gittiği yerde pusuya
düşürülerek Şehit edildi, bir trafik polisi de yaralandı.
23 Temmuz
Kilis’in Elbeyli ilçesinde bulunan Dağ Hudut Karakolu’na Suriye tarafındaki IŞİD
militanları ateş açtı. Saldırıda astsubay Yalçın Nane hayatını kaybetti.
24 Temmuz
Türkiye, Suriye ve Kuzey Irak’a eş zamanlı operasyona başladı.
EYLÜL 2015
61
DIŞ POLİTİKA
Türkiye-Çin İlişkilerinde Uygur Sorunu
CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’IN ÇİN ZİYARETİ-I
Doç. Dr. Erkin EKREM
SDE Uzmanı
Doğu Türkistan veya Uygur Sorunu
Ç
in Hükümeti, Doğu Türkistan ve Uygur davasını
güden teşkilat ve kişileri uluslararası terör teşkilatı ve terörist olarak tanımlamaktadır. Nisan
1999’tan beri bunları Dong-tu yani Doğu Türkistancılar olarak adlandırmıştır. Çin Halk Cumhuriyeti
kurulduktan sonra, Doğu Türkistan sorunu ile ilgilenenleri farklı dönemlerde farklı isimlerle tanımlamış;
ilk başlarda Yerel Milliyetçiler, 1970’li yıllarda Milli
Bölücüler, 1980-1990 yılarında Pan Türkizm ve Pan
İslamizm, 1999’da Üç Güç (terörizm, bölücülük ve
dinî radikalizm) ve 2001 yılından sonra ise uluslara-
64
EYLÜL 2015
rası terörist olarak isimlendirmiştir. Doğu Türkistan
ve Uygur davası için istikrarlı bir tanımın yapılamaması, Çin’in meselenin mahiyetini anlamadığını ya da
anlamak istemediğini göstermektedir. Hâlbuki Doğu
Türkistan davası 1884 yılında bölgenin Çin’in idari bir
bölümü haline dönüştürülerek Xinjiang Eyaleti adının
verilmesiyle başlamıştı. 1933 ve 1944 yılında Doğu
Türkistan’da ilan edilen cumhuriyetler hep bu tarihe
atıfta bulunarak Çin yönetiminden ayrıldığını ifade etmişti. Anlaşıldığı gibi terörizm kavramı yok iken Doğu
Türkistan davası vardı. Uygur davası ise Uygurların
bir etnik grup (ethnonym) veya bugünkü statüsü ile
bir millet olarak modern kimliğini kazanmasıyla 20.
yüzyılın başından itibaren başlamıştı. Uygur davası
aslında insanî bir davadır ve insan hakları meselesidir.
Ancak iki dava birbirinde farklı olmasına rağmen Çin
Hükümeti açısından ikisi de aynı kavramlardır; neticede Doğu Türkistan davasını çoğunlukla Uygurlar
yapmaktadır. Bu nedenle, en başından bu yana her
iki dava birbirine karışmış ve Çin nazarında Uygur
sorunu ya da Doğu Türkistan sorunu bir insan hakları sorunundan çok bir güvenlik sorunu olarak algılanmıştır. Bu nedenle Uygur ya da Doğu Türkistan
sorunu Çin’in ulusal çıkarlarını tehdit eden bir konu
olmuştur. Çin’in sorunu bu şekilde algılamasından
dolayı Türkiye’nin Uygurlarla ilgilenmesi genellikle
Doğu Türkistan sorunu ile ilgilendiği kanaatini doğurmuştur.
5 Temmuz 2009’daki Urumçi olaylarından sonra
Doğu Türkistan sorunu Çin’in üst düzey yönetimin gündemine girmişti. 2000 yılının Mayıs ayında,
Kuzeybatı bölgeleri kalkındırma stratejisinde Doğu
Türkistan’ın istikrarını vurgulayan Çin Komünist
Parti Merkezî Komitesi’nin düzenlediği birinci Xinjiang İşleri Toplantısı’nda, bölgenin uzun vadeli istikrarını (uzun vadeli yönetim ve uzun vadeli güvenlik,
Chang-zhi Jiu-an) sağlayabilmek için atlayıp sıçramalı kalkınmanın (Kua-yue-shi Fa-zhan) gerçekleşmesi temel siyaset olarak belirlenmişti.1 Dört yıl
sonra aynı toplantının ikincisi yapılmış ve yasalarla
bölgeyi yönetmek, milletler ittifakı ile bölgenin istikrarını sağlamak ve uzun vadeli bölgeyi inşa etmek
Pekin’in Doğu Türkistan’daki esas siyaseti olmuştu.2 Belirlenen siyaset, Doğu Türkistan’ın istikrarı
ve kalkınması ile ilgili bu önemli toplantılar merkezî
yönetimin tek taraflı arzusunu yansıtmaktadır; bölge
halkının siyasal hak, ekonomi, eğitim, kültür ve dinî
hayat ile ilgili talepleri tamamen göz ardı edilmiştir.
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping son toplantı (28-29
Mayıs 2014) öncesi Doğu Türkistan’ı ziyaret etmişti
(27-30 Nisan 2014). Bu ziyaret öncesinde ve ayrıldığı gün bölgede şiddet olaylarının yaşanması sebebiyle Başkan Xi Jinping, “teröristlerin küstahlığına
karşı şiddet ve kararlıkla cevap verilmesi, düşmanın
yüreklerine korku salmakla caydırılması ve halkın tezahüratının kazanılması” için kesin talimat vermişti.
Ayrıca Xinjiang, anti bölücülük mücadelesinin uzun
vadeli, karmaşık ve keskin olacağını ve teröre karşı
şiddet kullanarak yapılan mücadelenin bir an bile
gevşememesi gerektiğini vurgulamıştı.3
Diğer taraftan Çin, Doğu Türkistan’da bir Uygur
sorunu veya Doğu Türkistan sorununun olmadığını
iddia etmektedir.4 Çin’in, ‘bir Uygur sorunu yoktur’
ifadesi artık inandırıcı değildir. Çünkü Uygur kelimesinin çağrıştırdığı tek bir şey vardır, o da Çin’in baskı
rejimi altında hayatlarına zorlukla devam etmeye çalışan Müslüman bir halktır.5
Camiye Giriş Belgesi
Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın Çin ziyareti
öncesi ve Uygur meselesinin Türkiye’nin gündeminde yoğun yer aldığı bir dönemde, Ramazan ayında,
Anadolu Ajansı muhabirlerinin Doğu Türkistan’ın
Urumçi ve Kaşgar’daki Uygurlar ile ilgili bir izlenimi
yayınlamıştır. Muhabirler, bölge halkının sadece küçük bir kısmının oruç tutabildiğini ve camide Kuran-ı
Kerim okuyabildiklerini belirtmişlerdi. Aynı zamanda, bölgede birçok noktada Çin güvenlik güçlerinin
otomatik silahlarla nöbet tuttuğunu, genel olarak
bölgede yoğun güvenlik önlemlerinin hâkim olduğunu, halkın oruç yasağına ilişkin sorulara açık
yanıt vermekten kaçındığını, inançlarını yaşamakta
kısıtlama olup olmadığı sorusuna tedirgin bir yüz
ifadesiyle olumsuz yanıt vermekten kaçındıklarını
ve hükümetin izin vermediği, yasadışı dinî faaliyetler
olarak nitelediği ve radikal dincilik olarak gördüğü
ibadetlere ilişkin yasakların, afişlerde sokak sokak
insanlara duyurulduğunu belirtmektedirler.6 Sözüm
ona Çin Hükümeti bölgede dinî ibadetlerin anayasa
tarafından korunduğunu ve oruç yasağının olmadığını beyan etmişti.7 Aslında Doğu Türkistan’da beş
çeşit Müslüman’ın açıktan ibadet etmesi yasaktır;
bunlar: parti üyeleri, memurlar, 18 yaştan küçükler,
kent ve köy yöneticileri, memurları ve kadınlar… Bu
kapsamın dışındakiler ibadet yapabilmektedirler.
Ancak kapsamın dışındaki Müslümanlar için de Camiye Giriş Belgesi şart koşulmuş, bu belgeyi almak
da ağır şartlara bağlanmıştır. Genelde Çin hükümeti
kontrolü dışındaki dinî ibadetleri terörizm ile ilişki-
EYLÜL 2015
65
lendirmektedir. Bunun için yasalar düzenlenmiş ve
yasa teklifleri sunulmuştur.8 Kendilerine göre yasadışı dinî faaliyetler yasa ile denetim altına alınmaktadır.9 İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) Doğu Türkistan
ile ilgili yayımladığı bir raporda yaşanan gerçekler
ayrıntılı bir şekilde belirtilmiştir.10 İHH Başkanı Bülent Yıldırım’ın ifadesiyle Doğu Türkistan’da “son
200 yıldır sistematik bir zulüm, katliam ve hak ihlali
söz konusudur.”11 Bunun yanında Çin Hükümeti’nin
Doğu Türkistan’daki yönetimi pek başarılı sayılmaz
ve uyguladığı azınlık politikası da sonuçsuz kalmıştır.
Türkiye’de Çin Tepkisi
1997 yılında Golca Olayları ve 2009 yılında Urumçi Olayları’nda olduğu gibi bu yıl Ramazan ayında
Doğu Türkistan’da Uygurların öldürülme haberleri
gelir gelmez Türkiye’de Çin’e yönelik büyük bir tepki gösterilmişti. Doğu Türkistan’da yaşanan mezalim Türkiye’de büyük yankı bulmuş ve Çin’in Uygur
Müslümanlara yönelik uygulamaları siyasî partiler ve
sivil toplum örgütlerince kınanmıştı.12 Olaylar sadece Türkiye’de değil, Avrupa ve ABD’de yaşamakta olan Türkler ve Azeri Türkler, Araplar ve Uygur
teşkilatları tarafından da kınanmıştı.13 Daha olayların
başında, 30 Haziran’da Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Dışişleri Bakanlığımız, Çin Halk
Cumhuriyeti’nin Ankara’daki büyükelçisini, Dışişleri
Bakanlığı’na davet ederek, bu konudaki endişelerimizi kendilerine iletmiştir” diyerek Türkiye’nin tutumunu göstermişti.14
Bu olaylar yaşanırken Tayland Hükümeti 2
Temmuz’da 173 Uygur’u Türkiye’ye göndermişti,
ancak 7 Temmuz’da Tayland Hükümeti kalan yüzden fazla Uygur’u Çin’e iade etmişti. 9 Temmuz’da
Tayland Hükümet Sözcüsü vekili Tümgeneral Weerachon Sukhonthapatipak’in Anadolu Ajansı muhabirine yaptığı açıklamada 90 Uygur’un yönetmeliğe
66
EYLÜL 2015
uygun olarak Çin’e geri
gönderildiğini belirtmişti. İnsan Hakları İzleme
Örgütü (HRW) Tayland
temsilcisi Sunai Phasuk ise Çin’de ciddi
insan hakları ihlalleriyle
karşılaşabilecek
Uygurların iade edilmesinin uluslararası hukuku
ihlal ettiğini söyledi.15
Tayland hükümetinin
gözaltındaki 115 Uygur’un kendi istekleri ve hür iradelerinin aksine Çin’e gönderilmeleri Türk Dışişleri
Bakanlığı tarafından kınanmıştı. Dışişleri Bakanlığı,
1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statülerine İlişkin
Sözleşme ile 1984 tarihli İşkence ve Diğer Zalimane,
Gayri İnsani veya Küçültücü Muamele veya Cezaya
Karşı Sözleşmesine dayanarak Tayland Hükümetinin geri göndermeme ilkesine aykırı davrandığı kanaatindedir. Dışişleri Bakanlığına göre, bu, yalnızca
mülteci veya benzeri statüdeki kişiler için değil sınır
dışı veya iade edilme gibi zorla geri gönderme hallerinde de yaşam hakkı ihlali veya işkence görme
riski olan herkes için geçerli temel bir uluslararası
hukuk ilkesidir. Dışişleri Bakanlığının açıklamasında,
“soydaşlarımızın akıbeti, ülkemizce ve uluslararası
toplum tarafından yakinen ve dikkatle izlenmeye
devam edilecektir” diye ifade etmiştir.16 Uluslararası kamuoyu da Tayland Hükümetini eleştirmiş ve
Tayland siyasal bilimcisi Puangthong Pawakapan’ın
dediği gibi Bangkok cunta Hükümeti bu kadar geniş
çapta eleştirmeye maruz kalacağını düşünmemişti.17
Çin tarafı Tayland Hükümetinin kararını takdir etmiş
ve yasadışı göç faaliyetlerinin uluslararası toplumun
çıkarlarına aykırı olduğunu dile getirerek, Çin’in bu
konuda uluslararası işbirliğini güçlendirmekle küresel
ve bölgesel güvenlik ve istikrarı koruyacağını beyan
etmiştir. İade edilen Uygurların suç işleme durumuna
göre değerlendirileceği açıklamıştır.18 Buna rağmen,
Çin Hükümeti, iade edilen Uygurları “cihatçı” olarak
suçlamıştır. Çin Dışişleri Bakanlığının Reuters Haber
Ajansı’na gönderdiği açıklamada şu tespitler yer almaktadır: “Söz konusu Uygur terörist aşırıcılar, Çin
sınırlarını kaçak olarak geçiyor ve bu kişiler Güney
Doğu Asya ülkelerinden Türkiye’ye, buradan da
sözde cihada katılmak için Suriye ve Irak’a gidip,
terörist eğitimi alıyor ve sonra Çin’e dönmek için
zaman kolluyor.” Bu ifadeler daha önce de Çinli üst
düzey yetkililer tarafından dile getirilmiş ve Türkiye
bu konuda eleştirilmişti.19 Çin Komünist Parti’sinin
sesi olan Halk Günlüğü (The People Daily) Gazetesi
bünyesindeki Global Times ise başyazısında Türkiye
ve ABD için “ağızınızı kapatmakla saygılı olun” ifadesini kullanmıştır.20
Bu haberi alan bir grup Uygur 8 Temmuz gecesi
İstanbul’daki Tayland Fahri Konsolosluğunun binasını taşlamıştı.21 Bina camlarını ve kapısını kıran ve
içerideki eşyalara da zarar veren kişilerin, Çin’e iade
edilen Uygurların akraba ve yakınları olduğu bilinmektedir. Ancak bazı Uygurların Tayland Konsolosluğuna saldırısı Türkiye tarafından kınanmıştır. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Tanju Bilgiç’in 9 Temmuz’da
yaptığı basın toplantısında Türkiye’de son günlerde
Çinli turistler ve bazı diplomatik temsilciliklere zarar
verme eylemlerinin tasvip edilmediğini bildirmiştir.
Türkiye’de son günlerde Çinli turistlere ve bazı işyerlerine yapılan saldırılar ile bazı diplomatik temsilciliklere yönelik bayrak yakma ve binaya zarar verme gibi eylemlerin tasvip edilmediğini vurgulayan
sözcü Bilgiç, “bu tür fevri davranışların hiç kimsenin
yararına olmadığı düşünülmektedir” diye konuştu.
Sözcü Bilgiç’in açıklamasında; “8 Temmuz günü
Tayland’ın İstanbul Fahri Konsolosluğuna karşı
gerçekleştirilen saldırıdan da üzüntü duyulmuştur.
Yabancı misyonların güvenliğinin sağlanması hususunda uluslararası hukuktan kaynaklanan sorumluluklarımız mevcuttur. Bu çerçevede gereken her
türlü tedbir alınmıştır. “Ülkemizi ziyaret eden turistler
misafirlerimiz olup, ülkemizdeki can ve mal güvenliklerinin korunması hepimizin ortak sorumluluğudur”.22 ifadelerine de yer vermiştir.
Türkiye Hükümeti’nin Tepkisi
9 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde büyükelçiler ile
bir araya geldiği iftar programında yaptığı konuşmasında, “asla görmek istemediğimiz, asla tasvip etmediğimiz hadiseler” yaşandığını belirtmişti. Cumhurbaşkanı Erdoğan konuşmasında, “İstanbul’da
yaşanan provokatif olaylar ne bizim misafirperverliğimize yakışır ne de Uygur kardeşlerimizin dertlerine derman olur. Bu konuda ülkemiz kamuoyunu
dikkatli olmaya çağırıyor, provokatörlerin oyununa
gelinmemesini rica ediyorum” ifadelerini kullanmıştı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye’nin tüm soydaşları ve kardeşleri gibi Çin’deki Uygur Türklerinin de
sonuna kadar yanında olduğunu ve Uygur Özerk
Bölgesi’nde yaşayan kardeşlerimizle ilgili sıkıntıların
en üst düzeyde dile getirildiğini ve getirilmeye de
devam edeceğini ifade etmişti.23
Başbakan Ahmet Davutoğlu da yaşanan olaylar
hakkında şunları söyledi: “Ne tür ihtilaf yaşanırsa
yaşansın kesinlikle bu ihtilaf dış temsilciliklere yansıtılmaz. Elçiler, diplomatik temsilciler ve o ülkeden
gelen turistler bizim en aziz misafirlerimizdir. Kaldı
ki Türkiye ile Çin arasında, Türkiye ile Tayland arasında diyalog mekanizmaları da açıktır, görüşlerimizi
beyan ediyoruz, karşılıklı olarak yoğun temaslarda
bulunuyoruz. Dolayısıyla bu tür provokasyonlar, açık
bir şekilde ifade ediyorum hem kültürümüze, misafirperverliğimize hem siyasî, diplomatik temel ilkelere aykırıdır. Bu konulara karşı toplumumuzun duyarlı
olmasını ve kesinlikle provokasyonlara gelmemesini
ısrarla vurguluyor ve rica ediyorum. En zor şartlarda
dahi bizim misafirimiz olan herkese ne kadar saygılı
davrandığımıza tarih şahittir”.24 Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş da Uygur bölgesinde Doğu
Türkistan’da ramazanın başlamasıyla düzenli olarak
yapılan asimilasyon politikaları kastederek, “Bütün
yurttaşlarımızdan Uygur Türklerine yapılan bu yanlışlıkları, bu baskıları yeri geldiği zaman telin etmelerini ama hiç kimsenin asla ve asla baskıları telin
ediyormuş görüntüsü içerisinde Türkiye’nin sokaklarında hiçbir provokasyona müsamaha etmemesini önemle rica ediyorum” diye konuşmuştu.25
Türk basını Başbakanlık yetkililerinin ifadesine dayandırarak, basında ve sosyal medya platformlarında hızla artan “Doğu Türkistan” haberlerinin abartılı
biçimde verilmesinin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 28 Temmuz’da gerçekleşeceği Çin
ziyaretini sabote etme amaçlı olduğuna dikkat çekmişti. Yaşanan olaylar sebebiyle MHP tabanı ile ulusalcıların da işin içine girdiği yorumunu yapan yetkili, abartılı ve provokatif eylemlerin Uygur Türklerine
hiçbir katkısının olmadığını ve “iç ve dış kaynaklı bir
operasyon yapıldığını” düşündüklerini belirtmişti.26
9 Temmuz 2015’te Cumhurbaşkanı Erdoğan,
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde büyükelçiler ile
bir araya geldiği iftar programında yaptığı konuşmada şunları ifade etmişti: “Bu Çin seyahati
öncesinde özellikle ülkemizdeki gelişmeler manidardır. Dünyanın her köşesinde soydaşlarımız
var. Balkanlardan Orta Asya’ya, Kırım’dan Kuzey
Afrika’ya her bölgede bütün yaşanan hadiseler
bizi doğrudan ilgilendiriyor. Bu çerçevede Çin Halk
EYLÜL 2015
67
Türkye’de Uygurlara destek vermek çn yapılan faalyetler ve oluşturulan toplumsal atmosfer
Çn Hükümetn rahatsız etmştr. Çn basını bu gelşmelern sebebn çoğu zaman Türkçülüğe
bağlamaktadır ve bazı kmselern Batı basınının etksnde kalarak hava savunma füze sstemnn
alımını engellemeye ve Çn’e karşı kozunu artırmaya çalıştığına dar yazılar bulunmaktadır.
Cumhuriyeti’nin Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nde
yaşayan kardeşlerimize baskı yaptığı iddiaları kamuoyumuzda hassasiyetlere yol açtı. Bilhassa
medyada dolaşan ve önemli bir bölümü yalan veya
yanlış olan görüntüler ve haberler bu duyarlılığı ister istemez istismara açık hale getirdi”.27
Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez,
Doğu Türkistan’da yaşanan dinî ibadet kısıtlamasına
karşı gazetecilerin sorusuna cevap verirken; “gerekçesi ne olursa olsun oruç ibadeti gibi bir ibadetin
bu çağda dünyanın herhangi bir yerinde yasaklanması, ona bir kısıtlama, sınırlama getirilmesi kabul
edilebilecek bir husus değildir” görüşünü açıklamıştı.
Diyanet İşleri Başkanı Görmez’e göre bu yanlışlıklar, bu kısıtlamalar, bu yasaklamalar aynı zamanda
beraberinde şiddeti getiriyor, beraberinde çok daha
büyük yanlışları getiriyor. İnsanları Allah’ın emirleriyle devletin koyduğu yasaklar arasında bırakmamak
gerektiğine vurgu yapan Mehmet Görmez, “inanç
sahibi bir insan, Allah ile devlet arasında kalınca, tercihini Allah’tan yana kullanır” diye ifade etmişti.28 Bu
görüşleri Çin’in Ankara Büyükelçisi Yu Hongyang’a
ilettiğini ifade eden Diyanet İşleri Başkanı Mehmet
Görmez, daha sonra Çin Büyükelçisi Yu Hongyang’ı
kabulünde benzer görüşleri paylaşmıştı.29
Türkiye’de Uygurlara destek vermek için yapılan faaliyetler ve oluşturulan toplumsal atmosfer Çin Hükümetini rahatsız etmiştir.30 Çin basını bu gelişmelerin sebebini çoğu zaman Türkçülüğe bağlamaktadır
ve bazı kimselerin Batı basınının etkisinde kalarak
hava savunma füze sisteminin alımını engellemeye
ve Çin’e karşı kozunu artırmaya çalıştığına dair yazılar bulunmaktadır.31 Bazı yorumcular Türkiye’de
yaşanan “Çin karşıtı” olayların FD-2000 füze satın
alma işlerinin görüşüleceği toplantı öncesi zamanlamalı bir siyaset olduğunu ileri sürmektedir.32 Sonuçta bu tür olaylar Türkiye’nin Çin ile olan ekonomikticaret ilişkilerine zarar verecektir.33 George Mason
Üniversitesi profesörlerinden Marc Katz da Uygur
sorununun iki ülke işbirliği için engel teşkil ettiğini
68
EYLÜL 2015
belirtmektedir.34 Bazı Çinliler Türkiye’nin Uygur desteğini şizofreni mantığı olarak eleştirmektedir.35
Dipnotlar
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
刘维涛, <中共中央国务院召开新疆工作座谈会>, 《人民日
报》2010年05月21日 01 版.
<习近平在第二次中央新疆工作座谈会上强调: 坚持依法
治疆团结稳疆长期建疆>,《人民日报》 2014年05月30日
01 版.
<深刻认识新疆分裂和反分裂斗争长期性复杂性尖锐性,
坚决把暴力恐怖分子的嚣张气焰打下去>,《人民日报》
2014年05月01日 01 版.
Megha Rajagopalan, “China says Xinjiang has no “ethnic
problem” after Turkey protests”, Reuters, July 6, 2015
5:03am EDT.
Zeynep Kılıç, “Uygur Türklerinin Çin’le imtihanı”, Zaman Gazetesi, 5 Temmuz 2015.
“AA’nın Uygur bölgesinden ramazan izlenimleri”, Anadolu
Ajansı, 08 Temmuz 2015 12:59; Mahmut Atanur ve Tevfik
Durul, “Kaşgar’da tarihe yolculuk”, Anadolu Ajansı, 13 Temmuz 2015 11:58.
中華人民共和國外交部, <关于所谓「中国政府禁止新疆穆
斯林民众封斋」的声明>,中华人民共和国驻土耳其共和国
大使馆網站, 2015年7月2日.
朱宁宁, <反恐怖主义法草案有新修改 进一步明确恐怖主
义定义>, 《法制日报》第03版, 2015年02月26日; <关于办
理暴力恐怖和宗教极端刑事案件适用法律若干问题的意见
>, 《检察日报》第03版, 2014年9月21日.
<自治区11 号文件百题问答> (一), 《喀什日報》2013年7
月12日 第9版; <自治区11 号文件百题问答> (二), 《喀什日
報》2013年7月13日第6-7版.
“Doğu Türkistan Özet Raporu”, İnsani Yardım Vakfı (İHH),
İstanbul, 8 Temmuz 2015.
“İHH Başkanı Yıldırım: Doğu Türkistan iç siyaset malzemesi yapılmamalı”, Cihan Haber Ajansı, 08 Temmuz 2015
14:05:20.
“Uygur bölgesinde Müslümanlara yönelik uygulamalar kınandı”, Anadolu Ajansı, 03 Temmuz 2015 16:32.
“Uygur halkına Çin zulmü Fransa senatosunda”, İHA, 03
Temmuz 2015 18:37; “Uygur bölgesinde Müslümanlara
yönelik uygulamalar kınandı”, Anadolu Ajansı, 03 Temmuz
2015 16:32; “Ramazan’da 28 Uygur öldürüldü”, Sabah
Gazetesi, 04.07.2015 18:54; Ata Ufuk Şeker, “Belçika’da
Çin protestosu”, Anadolu Ajansı, 05 Temmuz 2015 17:36;
“Uygur Türklerine yapılan şiddet Lyon kentinde protesto
edildi”, Hürriyet Gazetesi, 5 Temmuz 2015; Gülten Özbey,
“Paris’te Uygur Türklerine destek eylemi”, Hürriyet Gazetesi,
5 Temmuz 2015; Bilgin Şaşmaz, “Çin New York’ta protesto
edildi”, Anadolu Ajansı, 07 Temmuz 2015 07:21; “AB’den
Uygur Türkleri tepkisi”, Anadolu Ajansı, 11 Temmuz 2015
01:44; Seyit Aydoğan, “Kanada’daki Türkler Çin’i protesto
etti”, Anadolu Ajansı, 13 Temmuz 2015 07:04;
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
24
25
26
27
Aylin Sırıklı, Mehmet Tosun ve Merve Yıldızalp, “Sınır güvenliğini sağlamak asli görevdir”, Anadolu Ajansı, 30 Haziran
2015 13:49.
CS Thana-Max Constant, “Tayland 90 Uygur’u Çin’e iade
etti”, Anadolu Ajansı, 09 Temmuz 2015 10:03.
Ayşe Aktaş, “Dışişleri Bakanlığı Tayland’ı kınadı”, Anadolu
Ajansı, 09 Temmuz 2015 13:45.
Ron Corben, “Thailand’s Rights Body to Discuss Future
Uighur Policy”, VOA News, July 13, 2015 9:42 AM.
< 2015年7月9日外交部发言人华春莹主持例行记者会>, 中
华人民共和国外交部網頁, 2015年7月9日.
“Çin’den Uygurlara “cihad” suçlaması”, Cihan Haber Ajansı,
15 Temmuz 2015 13:05:32; Ben Blanchard, “Uighurs ‘on
way to jihad’ returned to China in hoods”, Reuters, July 12,
2015 4:36am EDT.
<社评:中泰依法遣返偷渡者 土美闭嘴为尊>, 《环球时
报》2015年07月11日 01:10:00.
Uğur İslamoğlu ve İbrahim Halil Çekici, “İstanbul’da Tayland
Başkonsolosluğu taşlandı”, Anadolu Ajansı, 09 Temmuz
2015 01:13.
Sinan Yiter, “Eylemleri tasvip etmiyoruz”, Anadolu Ajansı, 09
Temmuz 2015 19:02.
Özcan Yıldırım, Yıldız Nevin Gündoğmuş ve Durmuş Koçak,
“DEAŞ rejimin desteklediği bir terör örgütüdür”, Anadolu
Ajansı, 09 Temmuz 2015 23:20.
Andaç Hongur, Sefa Mutlu, Fikriye Susam Uyar ve İlkay
Güder, “İlk görüşme pazartesi CHP ile yapılacak”, Anadolu
Ajansı, 10 Temmuz 2015 11:36.
Cem Şan ve Sergen Sezgin, “İyi niyetli çabaları son ana kadar koruyacağız”, Anadolu Ajansı, 09 Temmuz 2015 22:12.
Saadet Oruç, “Hedef Çin ziyaretini provoke etmek”, Star
Gazetesi, 10 Temmuz 2015 23:28.
Özcan Yıldırım, Yıldız Nevin Gündoğmuş ve Durmuş Koçak,
“DEAŞ rejimin desteklediği bir terör örgütüdür”, Anadolu
Ajansı, 09 Temmuz 2015 23:20.
28
29
30
31
32
33
34
35
“Diyanet İşleri Başkanı Görmez’den Doğu Türkistan’da uygulanan oruç yasağına tepki”, Diyanet İşleri Başkanlığı Web
Sayfası, 5 Temmuz 2015; Zafer Fatih Beyaz, “‘Orucun yasaklanması kabul edilecek bir husus değil”, Anadolu Ajansı,
05 Temmuz 2015 10:57.
“Oruç ibadetinin yasaklanmasının izahı yok”, Anadolu Ajansı, 26 Temmuz 2015 Pazar 10:58.
Tulay Karadeniz, < Turkey says to keep doors open for
Uighur ‘brothers’, irking China>, Reuters, July 3, 2015
12:13pm EDT.
邹乐、郑金发, <土耳其反思国内「反华」事件 >, 《国际
先驱导报》2015年07月20日 15:07:47; 王晋, <土耳其极
右翼分子缘何以暴力抗议抹黑中国?>, 《国际在线》2015
年07月08日 11:27:24; 黄培昭, <土耳其想与中国保持微
妙平衡 对「东突」势力时有纵容>, 《环球时报》2015年
07月08日07:12:00; 萧天飞, <土耳其右翼势力袭击中国游
客 我使馆发旅游警告>, 《环球时报》2015年07月06日
07:54:00; 左璇, <土耳其总统埃尔多安低调访华背后>, 《
财经》杂志, 2015年07月30日 18:22:13; 左璇, <土耳其总
统埃尔多安为何此时访华>, 《财经》杂志, 2015年07月25
日 17:13:39; 王京烈, <土耳其必须保证中国游客安全>,《
环球时报》2015年07月06日02:35:00;
梁文,
<土耳其总统埃尔多安访华的四大看点>,《多维新
闻》2015年07月28日 22:27:16.
魏峰, <土耳其反华,巨额逆差下心理失衡?>, 《观察者
网》2015年07月08日 09:03:50.
叶凡, <埃尔多安访华 北京难咽新疆问题这口气>, VOA
News中文網, 2015年07月29日 06:34.
洪咏硕, <土耳其政府的精分逻辑>, 《天山网》2015年07
月17日 14:33:05.
EYLÜL 2015
69
DIŞ POLİTİKA
SURİYE’DE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI
Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN
SDE Dış Politika ve Uluslararası
İlişkiler Programı Koordinatörü
İ
ç savaşta dördüncü yılını dolduran Suriye’de zaman zaman çözüm arayışları gündeme gelmektedir. Bugüne kadar Suriye’de yaşanan iç savaşa
çözüm bulmak için Cenevre Görüşmeleri (Cenevre I
2012, Cenevre II 2014) olmak üzere bazı devletlerin
gündeme getirdiği çözüm önerilerinden maalesef
bir sonuç çıkmadı ve geçen yıllar içinde bir taraftan Esad rejimi katliamlarına devam ederken diğer
taraftan başat IŞİD ve PKK olmak üzere ülke terör
örgütlerinin faaliyet alanı haline geldi.
Geldiğimiz nokta itibariyle baktığımızda Suriye’de
yaşananların bir iç savaşın da ötesine çoktan geç-
70
EYLÜL 2015
miş durumda olduğu görülmektedir. Suriye’de yaşananlar artık bölgesel ve küresel rekabetin çirkin
bir şekilde tezahürü olarak da görülebilir. Nasıl mı?
İran’ın Esad’a Verdiği Destek
İlk olarak, İran’ın Suriye’de ve bölgede yaptıklarına
yakından bakmak gerekir. İran başından beri Esad
rejimini ayakta tutmak için elinden gelini azami ölçüde yapmaktadır. İran, siyasi, ekonomik, askeri
destekler başta olmak üzere ne gerekiyorsa Esad
rejimine sunmaktadır. İran, Esad rejimine bir taraftan doğrudan destek verirken, diğer taraftan Lüb-
nan Hizbullah’ı ve bölgeden oluşturduğu Şii milisleri
Esad’ın yanında muhaliflere karşı savaşmaya sevk
etmektedir. Aynı zamanda, iç savaşın başından itibaren PKK’nın, Suriye uzantısı olan PYD/YPG’nin
Esad ile birlikte hareket etmeleri için çaba içerisinde
olduğu ve bu konuda başarılı olduğu görülmektedir.
İran’ın Esad’ı ayakta tutmak için yaptığı tüm çabaların altında yatan sebep İran’ın çıkarlarının gereğidir.
İran’daki rejim Esad’ı ayakta tutmayı kendi bölgesel güvenliğinin en temel sütunlarından biri olarak
görmektedir. Onun için nereden bakarsa baksın
Esad’sız bir çözümü olumlu karşılamamaktadır.
Suriye’de Suudi Ağırlığı
İkinci olarak, Suudi Arabistan’ın bölgede uyguladığı politika da Suriye’de muhtemel bir barış girişiminde etkili olmaktadır. Özellikle, Suudi Arabistan
ile İran arasında yaşanan bölgesel rekabetin Suriye iç savaşında ciddi yankılarının olduğu rahatlıkla görülmektedir. İç savaşta olduğu gibi Suriye’de
yaşanan iç savaşa çözüm arayışlarında da Suudi
Arabistan’ın dahli ve etkisi göz ardı edilemez durumdadır. Bir anlamda, 2013 Temmuz’unda Sisi
darbesiyle birlikte Mısır’ın eski gücünü kaybetmesinin, Suudi Arabistan’ı ekonomik açıdan olduğu
gibi siyasi açıdan da Arap dünyasının en etkili devleti konumuna taşıdığı rahatlıkla söylenebilir. Söz
konusu bu etkiyi göz önüne aldığımızda Suriye’de
Suudi Arabistan’sız bir çözümün kolay olmayacağı
görülmektedir.
Türkiye Kayıtsız Kalamaz
Üçüncü olarak, Suriye ile en uzun sınırı paylaşan
ve yaşanan iç savaştan en fazla etkilenen ülkelerin
başında gelen Türkiye’nin soruna yaklaşımı da çok
önem taşımaktadır. Elan, Türkiye iki milyona yakın
Suriyeliye ev sahipliği yapmaktadır. Suriye’de yaşanan iç savaşı fırsat bilen IŞİD ve PKK terör örgütleri
Türkiye’ye karşı terör eylemlerini hızlandırmaktadır.
Nereden bakarsak bakalım Suriye’de yaşananlardan dolayı Türkiye ciddi maliyet ödemektedir. Hem
sınır komşusu olması hasebiyle hem de ödemekte olduğu maliyetin mahiyetini düşündüğümüzde
Türkiye’nin Suriye’de yaşananlara kayıtsız kalması
beklenemez.
Geldğmz nokta tbaryle baktığımızda
Surye’de yaşananların br ç savaşın da
ötesne çoktan geçmş durumda olduğu
görülmektedr. Surye’de yaşananlar artık
bölgesel ve küresel rekabetn çrkn br
şeklde tezahürü olarak da görüleblr.
İsrail, Suriye’deki iç savaşı başta olmak üzere Arap
ve İslam dünyasının bugünkü sorunlu halini yakından takip etmektedir ve an itibariyle bölgedeki en
rahat başkentin Tel Aviv olduğu söylenebilir.
Küresel güçler bağlamında Suriye’de yaşananlara
baktığımızda ise Rusya ve ABD’nin tavırları öne çıkmaktadır. Başından beri, Esad Rejimini başta BM
Güvenlik Konseyi olmak üzere koruyan Rusya olmuştur. Aynı zamanda, siyasi ve askeri desteğini
de esirgemeden devam ettirmektedir. Rusya İran’ın
bölgesel anlamda yaptığının bir benzerini küresel
anlamda Esad için yapmaktadır.
ABD’nin ise Suriye meselesinde değişken siyaset
izlediği söylenebilir. ABD’nin Suriye’de yaşanlar
konusunda önceliklerinin zaman zaman farklılıklar
gösterdiği anlaşılmaktadır.
Bölgesel ve küresel anlamda Esad Rejimini destekleyenlerin bugüne kadar vermiş oldukları desteklerini güçlü bir şekilde sürdürmeleri, buna karşın muhalifleri desteklediklerini söyleyenlerin ise farklı motivasyon ve önceliklerle hareket etmeleri Suriye’nin
geleceğini zora sokmaktadır.
Son Çözüm Arayışları!
İsrail ve Diğerleri
Ne zaman Suriye konusunda muhalif güçler lehine, Esad Rejimi aleyhine bir gelişme olsa Rusya
ve İran’ın hemen Suriye konusunda çözüm arayışına girdikleri görülmektedir. Söz konusu çabalar
gerçekten tüm kesimler tarafından kabul edilecek
ve onları memnun edecek arayışlar olsa takdirle
karşılanır. Fakat çözüm önerisi diye ileri sürdükleri
maddelere bakıldığında, yapılmak istenenin çözüm
arayışı değil bugüne kadar her türlü desteği esirgemedikleri Esad’ı güçlendirmek ve kabul ettirmek
olduğu görülmektedir.
Dördüncü olarak, sessizliğine bakarak İsrail’in Suriye meselesinde dışarıda olduğu düşünülmemelidir.
Son dönemde hem Rusya hem de İran tarafından
gelen çözüm arayışları adı altında yürütülenlere
EYLÜL 2015
71
baktığımızda aynı motivasyonun olduğu anlaşılmaktadır.
Suriye’deki gidişatı değiştiren iki önemli gelişmenin
olduğu görülmektedir. Bunlardan biri, ABD ile Türkiye arasında varılan ve Suriye’yi de yakından ilgilendiren mutabakattır. İçeriği tam olarak kamuoyu
açısından netlik kazanmamış olsa da Suriye’deki
mevcut gidişatı ciddi şekilde etkileyecek sonuçları
olacak bir mutabakat olduğu anlaşılmaktadır. İkinci
gelişme ise, yaklaşık on muhalif grubun Fetih Ordusu adı altında bir araya gelmeleridir.
Söz konusu bu iki gelişmeden sonra İran çözüm
adı altında adımlar atmaya başladı. İran’ın çözüm
yaklaşımına baktığımızda Esad’ı güçlendirici ve kabul ettirmeye yönelik çaba içerisinde olduğu anlaşılmaktadır. Söz konusu planda, Esad’ın çekilmesinin
ön şart olmadığı, muhaliflerin de içerisinde bulunduğu bir geçiş hükümetten bahsedilmektedir. Aynı
zamanda, IŞİD öncelik olarak sunularak Esad’ın
IŞİD’le mücadelede ortak olabileceği dillendirilmektedir. Esad’ın denklemde tutulduğu bir ortamda,
çatışmaların durdurulması ve zeminde uluslararası
gözlemcilerin denetiminde seçimlere gidilmesi öngörülmektedir.
Rusya’nın girişimlerine bakınca; Rusya son zamanlarda hem bölge ülkelerinin bazılarıyla hem de zaman zaman Suriyeli muhaliflerle Suriye meselesinin
ele alındığı görüşmeler yapmaktadır. Bu bağlamda,
son olarak Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov
Rusya ve İran Esad’ın konumunu dolayısıyla
kend konumlarını güçlendrc grşmler
peşnde değl de gerçekten dört yılı aşkın
süredr yaşanan kanlı ç savaşı sonlandırıcı
adl br çözüm peşnde koşarlarsa o zaman
Surye’de barış yakın demektr.
Suudi mevkidaşı Adil Cübeyir ile Moskova’da bir
araya geldi. Yapılan görüşmede her iki Dışişleri Bakanı da Suriye’deki iç savaşa siyasi bir çözümün
bulunması konusunda hem fikir olduklarını açıklasalar da, çözümün nasıl olacağı konusunda fikir
ayrılığı yaşadıklarını belittiler. Suudi Dışişleri Bakanı
Cübeyir Cenevre I’i temel alan Esad’sız bir çözümü desteklediklerini açıkladı. Aynı zamanda, IŞİD’e
karşı oluşturulacak olan Esad’lı bir koalisyonu kabul
edemeyeceklerini söyledi. Buna karşın, Lavrov ise
IŞİD’e karşı Suriye ve Irak ordusu ile Kürt güçlerin
kullanılmasından bahsetti. Aynı tarihlerde, Suriye
Muhalif ve Devrimci Güçlerden (SMDK) bir heyetle
Moskova’da yaptığı görüşmede de aynı minvalde
Esad’ı içeride tutan görüşlerini dillendirdi. SMDK
Başkan Yardımcısı Hişam Merve ise Lavrov’a verdiği cevapta Esad’ın çekilmesinden sonra tüm Suriyeliler tarafından kabul gören bir geçici yönetimden
yana olduklarını dile getirdi.
Hem Rusya’nın hem de İran’ın girişimleri, samimiyeti rahatlıkla sorgulanabilir girişimlerdir. Söz konusu iki ülke de iç savaşın başından beri Esad’a
her türlü desteği vererek tarafsızlıklarını yitirmiş
hatta hiçbir zaman tarafsız olmamış iki ülkedir.
Bu yüzden, mevcut girişimlerinin de Suriye’de
adil bir çözüm arayışı değil kendi konumlarını
güçlendirici girişimler olduğu görülmektedir.
Ezcümle, Rusya ve İran Esad’ın konumunu
dolayısıyla kendi konumlarını güçlendirici girişimler peşinde değil de gerçekten dört yılı aşkın süredir yaşanan kanlı iç savaşı sonlandırıcı
adil bir çözüm peşinde koşarlarsa o zaman
Suriye’de barış yakın demektir. Aksi takdirde,
bugüne kadar olduğu gibi yine tüm yaşananlara rağmen Esad’ı korumaya çalışırlarsa maalesef kan akmaya devam ederken biz sadece
barışı konuşuyor olacağız…
72
EYLÜL 2015
DIŞ POLİTİKA
SYRIZA’NIN DEVRİM FİLMİ
HAYAL KIRIKLIĞI İLE BİTTİ
Öner BUÇUKCU
SDE Uzmanı
Jenerik: Devrimden Referanduma
Y
unanistan’da 2015 yılının ilk aylarında gerçekleştirilen genel seçimlerden
“pragmatist-sol” koalisyon SYRIZA’nın
birinci parti olarak ayrılması hem Avrupa’da
hem de Yunanistan’da büyük bir şaşkınlıkla
karşılanmıştı. Yunanistan’da merkez sol oyları büyük oranda kendisine çeken SYRIZA’nın
Yunan siyasetindeki merkez sol parti PASOK’u
siyasal kompozisyonun dışına itmeyi başarması Yunan siyaseti açısından önemsenen ve
şaşkınlıkla karşılanan konuların başında geliyordu. Avrupa’da beliren şaşkınlık duygusu
ise Yunanistan’da beliren ekonomik krizin ülke
siyasetini dizayn etmekle birlikte Avrupa’da da
dengeleri sarsabilecek konjonktürel hareketlere
vaat ettikleri ile ilgiliydi. Yunanistan’la benzer
sorunları yaşayan Portekiz ve İspanya’da da sol
koalisyonların zafer kazanma ihtimali Avrupa’da
tedirgin bir politik sürecin başlamasını beraberinde getirdi.
SYRIZA’nın iktidara gelmesi Yunan halkında
özellikle 2010 sonrası yoğunlaşan kemer sıkma
politikalarının gevşeyeceği beklentisi yaratmıştı. Bununla birlikte Yunanistan ekonomisi 2008
yılındaki krizden en ciddi biçimde ve yapısal
olarak etkilenen ülke durumundaydı. Avro krizi
EYLÜL 2015
73
Yunanistan ekonomisinin temel sektörleri olan turizm ve denizcilik sektörlerinde ciddi tahribata sebep olduğu için Yunanistan avro krizinden etkilenen
ülkeler arasında kurtarma paketlerinden en büyük
payı alan ülke haline dönüşmüştü. Bununla birlikte krizin ekonomiye yapısal zararlar vermesi kemer
sıkma politikalarının başarısını önledi. Bu çerçevede
Haziran 2015 itibariyle Yunanistan’ın toplam borcu
320 Milyar avro seviyesinde iken kurtarma paketleri
çerçevesinde IMF, Avro bölgesi ve Avrupa Merkez
Bankası yani troykadan alınan kredinin toplamı ise
240 milyar avro seviyesinde gerçekleşmiş bulunuyordu. Yunanistan’ın toplam borcunun milli gelire oranı
% 177, işsizlik oran % 26; 2010 sonrasında milli
gelirdeki daralma ise % 25 dolayında gerçekleşmişti.
SYRIZA önderliğindeki hükümetin kurulmasından
sonra Yunanistan’ın ekonomik programı üzerine Avrupa Birliği ile müzakereler başladı. Avrupa
Birliği tarafından önerilen kemer sıkma politikaları
SYRIZA hükümeti tarafından kabul edilmedi. Avrupa Birliği ise önerdiği kemer sıkma politikaları
kabul edilmeden Yunanistan’a yeni bir kurtarma
paketi hazırlanmasını reddetti. Tarafların müzakerelerdeki pozisyonlarını korumaları üzerine yardım
paketine çok ihtiyacı olan SYRIZA hükümeti kemer
74
EYLÜL 2015
sıkma politikalarını referanduma götürmeye karar
verdi. SYRIZA’nın lideri Tsipras böylece neredeyse
kaçınılmaz olan kemer sıkma politikalarının kabul
edilmesi durumunda sorumluluğun dağılmasını
sağlayabileceğini düşünüyordu. Hiçbir şekilde Avrupa Birliği ile anlaşma ihtimalinin oluşmaması durumu ise Yunanistan’ın Avro bölgesinden çıkması
ile neticelenebilirdi. Bu durumu SYRIZA hükümeti
istemiyordu.
Paul Krugman ise referandum kararının alınmasının ardından New York Times’ta yayınladığı bir
makalede Yunanistan için kemer sıkma politikalarının sonunun gelmeyeceğine işaret ederek Yunan
ekonomisinin orta ve uzun vadede toparlanabilmesi
için yapılması gerekenin Avro bölgesinden ayrılmak
olabileceğini, böylelikle kısa vadede büyük bir devaülasyon yaşanabilme ihtimali güçlü olmasına rağmen orta ve uzun vadede Yunanistan ekonomisinin
daha sağlam temellere oturtulabileceği üzerinde
duran bir makale yayınlamıştı.
Belki Yunanistan ekonomisi açısından da en makul
reçete buydu ancak yunan siyasetçiler bu meseleyi
bir ekonomik mesele olarak görmekten ziyade bir
kimlik meselesi olarak değerlendirme eğilimindeydi.
Batı medeniyetinin köklerini Antik Yunan’da bulması
dolayısıyla Yunan siyasetçiler Batı’nın Yunanistan’a
sahip çıkması gerektiğini düşünüyor; Avro bölgesinden ayrılmanın Batı medeniyetinden kopmakla eş
anlamlı olduğu kanaatini taşıyor gibi görünüyordu.
Avrupalı bazı siyasetçilerde de aynı kanaat hâkim
gibiydi. Meseleyi bir kültürel mesele olmaktan ziyade bir ekonomik mesele olarak değerlendirme eğiliminde olan Krugman için ise avronun bu hastalıklı
haliyle Yunanistan krizi çözülse dahi ayakta durması
oldukça zor gözüküyordu.
Referandum kararının alınması ve acil gerekli kurtarma paketinin ulaşmaması üzerine Yunanistan
1 Temmuz’da IMF’e olan 1,6 Milyar avroluk taksitini ödeyemediği için temerrüde düşen ilk “kalkınmış ülke” olma unvanını eline geçirdi. Tsipras
Yunanistan’ın temerrüde düşmemesi için anlaşma
umuduyla Brüksel’e son bir mektup göndererek
Avro bölgesinin teklifinin birkaç küçük değişiklikle kabul edileceğini taahhüt etti. Tsipras’ın girişimi
Merkel başta olmak üzere Avrupalı siyasetçiler tarafından olumlu karşılanmadı. Merkel daha da ileri
giderek referandumdan önce Tsipras ve Yunanistan ile kurtarma paketleri üzerine başka müzakere
gerçekleştirilmeyeceğini duyurdu. Bunun üzerine
Tsipras referandumdan evet oyu çıkması durumunda istifa edeceğini, ülkeyi erken genel seçimlere
götürerek bir ulusal birlik hükümetinin oluşmasını
sağlayacaklarını duyurdu. Yine de Tsipras referandumun muhalefetin iddia ettiği gibi Avrodan veya
Avrupa’dan ayrılma anlamı taşımadığının, kreditörlere karşı ellerinin daha güçlü olmasını amaçladıklarının altını çizmeyi ihmal etmedi. IMF ise temerrüde
düşen Yunanistan’ın büyüme tahminini % 0’a çekti
ve Yunanistan’ın krizden çıkabilmesi için önümüzdeki üç yılda fazladan 50 milyar avroya ihtiyacı olduğunu duyurdu.
bir kurtarma paketi karşılığında büyük bir bölümü
referandumda reddedilen kemer sıkma politikaları
da olan Troyka önerisini kabul etmeyi taahhüt ediyordu. Taraflar arasında yaklaşık 10 gün süren müzakerelerin ardından anlaşmaya varıldı. Reuters’ın
haberine göre varılan anlaşmanın koşulları şu şekilde oldu:
• 2018 yılına kadar orta vadeli faiz dışı fazla hedefi
ile uyumlu olarak GSYH % 3,5 olacak.
• Emekli aylıklarında sert reformlar yapılacak. Anayasa Mahkemesi’nin 2012 yılında aldığı emeklilik reformu kararının mali etkilerinin tamamen giderilmesi
için acil önlemler alınacak.
• OECD tavsiyelerine uygun olarak Pazar günleri
çalışılabilecek, reçetesiz ilaç uygulaması, eczane
mülkiyeti, temel gıdaların üretimi dâhil olmak üzere
iddialı bir ürün piyasası reformu yapılacak.
• Yunanistan’da kemer sıkma önlemleri ağırlaşarak
devam edecek. KDV artırımı dâhil vergi düzenlemeleri, çalışma piyasası reformu ve emeklilik reformu
gerçekleştirilecek.
• Yunanistan otomatik bütçe kesintilerini öngören
mali kurala geçecek ve istatistik kurumunun bağımsızlığını güçlendirecek.
• IMF Yunanistan’ı yakından denetlemeye devam
edecek. IMF’yle anlaşma vadesi dolduğunda yenilenecek. Aksi halde Atina’nın AB destekli mali programı askıya alınacak.
• IMF’yle birlikte diğer Troyka kurumları AB Komisyonu ve Avrupa Merkez Bankası heyetleri Atina’ya
dönecek ve Yunan kurumlarını yerinde denetleyecek. Yunanistan Troyka’nın olurunu almadan mali
konularda tek başına hareket edemeyecek.
Neticede gerçekleştirilen referandumda Yunan halkı IMF ve Avro bölgesi tarafından önerilen kemer
sıkma politikalarına % 61 oranında hayır dedi. Referandum neticesini birçok Avrupalı siyasetçi ve gözlemci yolun sonu olarak yorumluyordu.
• Yunanistan’da kamu çalışanları azaltılacak, bankacılık sektörü yeniden yapılandırılacak, elektrik
iletim hatları operatörleri özelleştirilecek, eczaneler,
süt üreticileri ve fırınlar başta olmak üzere birçok
sektörle ilgili yeni düzenlemeler yapılacak.
1. Sekans: Düyun-u Umumiye Yunanistan’da
• Yunanistan tüm bu şartları karşılaması halinde bile
borçlarını kısmen dahi sildiremeyecek.
Referandumdan “hayır” çıkmasının ardından Tsipras başkanlığındaki Yunanistan hükümeti avro kullanan 19 Avrupa Birliği üyesi ülkenin maliye bakanlarından oluşan Avro grubuna yeni bir plan sundu.
Yunan hükümeti 3 yıl içerisinden 51 Milyar avroluk
• Atina Avro bölgesinin diğer üyelerinden aldığı ikili
kredileri kırpamayacak. Belirli şartların karşılanması
halinde borç vadelerinin uzatılması ve faiz oranlarında indirim söz konusu olabilecek.
EYLÜL 2015
75
Yunanistan Başbakanı Tsipras varılan anlaşmayı
önce bir “büyüme paketi” olarak sunmayı denedi.
Ancak anlaşmanın imzalanması üzerine tepkiler
artınca anlaşmaya inanmadığını ancak uygulamak
istediğini açıkladı.
okumalara muhatap olmaya başladı. Öyle ki Tsipras başkanlığındaki hükümet bir takım düzenlemeleri sağ partilerin desteği ile Meclis’ten geçirmeye
başladı. Durum Tsipras için her geçen gün ağırlaşma eğilimindeydi. Artık sosyalist idollükten karizmatikliğe doğru bir seyir izleyen Tsipras için yapılabilecek tek şey kalmıştı: Bir erken seçim kararı. Tsipras
da bunu yaptı.
Tüm bu ayrıntıların arasında dikkatlerden kaçan ya
da üzerinde daha az durulan nokta ise Yunanistan’ın
borçlarının ödenmesi ve ekonomisinin yeniden yapılandırılması için bir fon yönetiminin oluşturulmuş Yunanistan, 20 Eylül’de son dokuz ayda 3. kez
olmasıydı. Almanya bu fon yönetiminin merkezi- sandık başına gidecek. 25 Ocak 2015’te gerçekleştirilen seçimlerden sol
nin Lüksemburg olması
ittifak SYRIZA zaferle
için ciddi biçimde çaayrılmış ancak hükümeti
lıştı ancak neticede fon
Varılan anlaşmayla amansız
tek başına kuracak çoyönetiminin merkezinin
ğunluğa ulaşamadığı için
kemer
sıkma
tedbrler
karşılığında
Atina’da olması kararmilliyetçi ANEL’le koalaştırıldı. Anlaşmaya göre
yılın lk altı ayı Yunanstan
lisyon gerçekleştirilmişti.
Yunanistan’ın 50 milyar
Troyka’dan
borç
alacak,
knc
Bu gelişme bile aslında
avroya kadar varlıkları
SYRIZA’nın Avrupa’nın
altı ayı se Troyka Yunanstan’a
bu fona aktarılacak ve
uzunca bir süredir bekbu fon Yunan bankalaborç verecek! Netcede Avrupa’da
lediği “sosyalist hayalet”
rının ayağa kaldırılması
ve
Türkye’de
“sol”un
büyük
olamayacağını
gösteve borçların ödenmesi
riyordu.
Buna
rağmen
için kullanılacak. Avro
umudu olan Tspras Avrupa
sol/sosyalist kesimlerin
bölgesi Başkanı Jeroen
Brlğ tarhnn en müdahalec
üzerinde en az durdukDijsselbloem’un verdiği
ekonom
programına
boyun
eğmş
ları husus bu milliyetçi
bilgiye göre, özelleştirkoalisyon oldu. Zaman
meler de bu fon üzebulunuyor. Ne karşılığında mı?
zaman faşizme vararinden yapılacak. Fon,
Avrupalı kalmak karşılığında…
bilen söylemler üreten
satışlardan elde ettiği
ANEL’le koalisyon sol/
gelirlerden 25 milyar avsosyalist
kesimlerin ilgisiroyu Yunanistan’a geri
ni
çekmedi.
verecek. Bu meblağ Yunan
bankalarının sermaye yapılarının güçlendirilmesinde kullanılacak. Bu cafcaflı cümlelerin altındaki gerçeklik ise 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde
kurulan Düyun-u Umumiye İdaresi. Yani Yunanistan Avrupa’da kalabilmek(!) için yeni bir Borçlar
İdaresi’ni kabul etmiş bulunuyor.
Tsipras’ın seçim sürecinde ve sonrasında Yunan halkına en büyük vaatlerinden bir tanesi
Yunanistan’ın borçlarının bir kısmının silinmesi idi.
Ancak varılan anlaşma borçların silinmesini kesinlikle reddederek karşılıklı müzakereler yoluyla yeni
bir ödeme planı oluşturulabileceğine vurgu yapıyor.
II. Sekans: Ricat Eden Devrim
Yunanistan’ı Avrupalı tutmayı başaran Tsipras, bu
başarının ardından SYRIZA içinden ciddi meydan
76
EYLÜL 2015
Tsipras’ın erken seçim kararı almasının arkasında SYRIZA içerisinde her geçen gün genişleyen bir
radikal sol muhalefetin varlığı. Aslında birden fazla
fraksiyonun bir araya gelmesinden ortaya çıkan ve
dolayısıyla bütünleşik bir siyasal programı olmayan
SYRIZA, şimdi sepetteki çürük meyveleri temizleyerek daha net bir parti programı ortaya koyabilmek
maksadıyla erken seçime gidiyor. Diğer bir deyişle
20 Eylül seçimleri SYRIZA açısından partinin iktidar
sorumluluğunu taşımasını önleyen radikal sol parti
içi muhalefetin tasfiyesi anlamına geliyor.
Tsipras’ı erken seçim kararı almaya götüren süreç AB’nin tedbirler paketinin meclisten geçmesi
sonrasında başladı. Öyle ki Tsipras AB ile anlaştıktan sonra Meclis’teki bazı memorandumları sağ
partilerin desteğiyle geçirebilir hale gelmişti. Böyle
bir durumda hükümetin uzun süreli devam etmesi
mümkün değildi. Dahası bu kadar güçsüz bir hükümetin ülkedeki kötü gidişin tek sorumlusu olma durumu, SYRIZA’nın orta vadede sandığa gömülmesi
ile neticelenecekti. Bu sebeplerle uzunca bir süredir
Tsipras’ın böyle bir erken seçim kararı alacağı konuşuluyordu.
Yapılan bazı analizler 20 Eylül’de gerçekleştirilecek
seçimde, referandumda % 62 dolayındaki “hayır”
seçmeninin Anartasya ve Yunanistan Komünist
Partisi’ne kayacağını; SYRIZA’nın ise ciddi bir yenilgi alacağını iddia ediyor. Yunanistan Komünist
Partisi ülke sosyalist geleneğinin en eski siyasal organizasyonu. 25 Ocak seçimlerinden hemen sonra SYRIZA hükümetinin kapitalizme alternatif bir
sistem geliştiremeyeceğini; bu sisteme göbekten
bağlı olduğunu duyurmuştu. Türkiye’de olduğu gibi
Yunanistan’da da bu parti çeşitli sosyalist akımlar
tarafından zaman zaman “milliyetçilik”le itham ediliyor. Yunanistan Komünist Partisi’nin ekonomik
krize önerisi ise oldukça net, Avrupa kapitalizmi ile
tüm bağları koparmak. Yunanistan’da daima varlık
göstermesine rağmen Komünist Parti’nin SYRIZA
benzeri bir başarı elde etmesi, her ne kadar derinleşen kriz seçmen davranışlarını radikalleştirme potansiyeli taşıyor olsa da zor.
Anartasya ise SYRIZA içerisindeki radikal sol bloklardan birisi. Türkçe’ye Devirmek için Anti-Kapitalist
Radikal Sol diye tercüme edilebilir. Siyasal hareketin kısaltması olarak kullanılan bir başka sözcük
Anratasia Yunancada ayaklanmak, isyan etmek
anlamına da geliyor. 2009 yılında çeşitli radikal sol
yapıların katılımıyla oluşan bu siyasal organizasyonun da ciddi bir parti örgütlenmesine sahip olduğu iddia edilemez. Dolayısıyla Anartasya’nın da
Yunanistan’da ortaya çıkan sınıfsal yarılmayı bilinçlilik düzeyine çıkaracak bir örgütlülük içerisinde olduğu söylenemez.
Final Duel: Tsipras Efsanesinin Sonu
Aslında Yunanistan’daki borç krizi birçok bakımdan
ibretlik ve ders verici oldu. Yunanistan’da krizin derinleşmeye başlaması 2010 yılına rastlıyordu. O dönem Başbakan olan Yorgo Papandreu krizin etkilerini azaltabilmek maksadıyla Fransa’ya bir ziyaret
gerçekleştirmişti. Avrupa Savunma Ajansı eski başkanı Nick Witney’in iddiasına göre Fransa’nın o dö-
nemki Cumhurbaşkanı N. Sarkozy Papandreu’ya
verilen yardım karşılığında Yunanistan’ın Fransa’da
üretilen bir takım askeri ekipmanları satın almasını
teklif(!) etti. Bunun üzerine Yunanistan Fransa’dan
altı firkateyn, 15 tane arama kurtarma süper puma
helikopteri ve 40 Rafale savaş uçağı almayı kabul etti. Fransa’nın ardından Almanya’ya geçen
Papandreu’ya Alman Şansölyesi Merkel de aynı
teklifi yaptı. Bunun üzerine Papandreu yardım paketi karşılığında 9 Milyar dolarlık çeşitli askerî ekipman ve Thyssen-Krup denizaltı satın aldı. Tüm
bunları yaşayan Yunan halkı ise siyasal yelpazesinin
tüm renkleriyle avroda kalmayı bir kimlik meselesi
haline dönüştürdü. Troyka ile imzalanan anlaşmayı
savunan Tsipras “avroda kalmanın başka yolu yoktu” derken aslında “Avrupalı kalmanın başka yolu
yoktu” demiş oluyordu.
Böylelikle birçokları tarafından “radikal sol” diye
nitelenen SYRIZA’nın pragmatik bir hareket olduğunun en güzel örneklerinden birisi de referandum
süreci ve referandumun hemen ardından yaşananlar oldu. Öyle ki referandumda reddedilen kemer
sıkma tedbirlerinin neredeyse tamamını anlaşmayla
kabul eden, üstelik başlangıçta bu anlaşmayı “büyüme paketi” olarak yutturmayı deneyen Tsipras’ın
Che ya da Castro’dan ziyade, kendilerinden birisi
meclise giremediği için şekvaya gelen kimselere “ben varım ya” cevabını yapıştıran Süleyman
Demirel’i çağrıştırdığı ortaya çıkmış oldu. Neticede
varılan anlaşmayla amansız kemer sıkma tedbirleri
karşılığında yılın ilk altı ayı Yunanistan Troyka’dan
borç alacak, ikinci altı ayı ise Troyka Yunanistan’a
borç verecek!
Financial Times’ta yayınlanan bir makale sadece
Yunanistan’ın değil Avrupa kapitalizminin temel
meselesini ortaya koyuyor. Financial Times’a göre
“Yunanlılar Avro bölgesinde ulusal egemenlik diye bir
şey olmadığını, sadece aşırı piyasa yanlısı ekonomik
politikaların geçerli olduğunu öğrenmiş oldular.”
Neticede Avrupa’da ve Türkiye’de “sol”un büyük
umudu olan Tsipras Avrupa Birliği tarihinin en müdahaleci ekonomi programına boyun eğmiş bulunuyor. Ne karşılığında mı? Avrupalı kalmak karşılığında... Bakalım erken seçim Tsipras’ı dönüştüren
siyasal sistemin devamıyla mı yoksa Yunan seçmeninin marjinalleşmesi ile mi neticelenecek. Bekleyip
görelim.
EYLÜL 2015
77
DIŞ POLİTİKA
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
SDE Uzmanı
AVRUPA'DA MÜLTECi
AVRUPA'DA
MÜLTECi SORUNU
SORUNU
A
rap Baharı ile başlayan ve Suriye’deki savaş
ile yoğunlaşan mülteci krizi, Avrupa’nın en
önemli gündem maddelerinden bir tanesine
karşılık geliyor. Öyle ki Almanya Şansölyesi Angela
Merkel mülteci krizinin, önümüzdeki senelerde Yunanistan ve avro krizlerini geçerek Avrupa’nın en
önemli sorunu haline geleceğini dile getirdi. Bu sorun karşısında da Avrupa, tek bir ses olarak hareket
etmekte ve bu sorunla etkin bir şekilde mücadele
etmekte zorlanıyor.
78
EYLÜL 2015
Avrupa’ya gelen mültecilerin çoğunluğunu Suriyeliler, Iraklılar, Afganistanlılar, Pakistanlılar ve Bangladeşliler oluşturuyor. Söz konusu mülteciler savaş, işkence, zulüm ve kötü yönetilen devletlerden
kaçıyorlar. Buna ek olarak ekonomik nedenlerle
göç edenler de bulunuyor. Uluslararası Göçmenlik
Örgütü’nün verilerine göre 31 Temmuz 2015 itibarıyla Avrupa’ya ulaşan mülteci sayısı iki yüz otuz bini
buldu. Ağustos ayının sonuna kadar ise bu rakamın
çeyrek milyona ulaşması bekleniyor. 2014 yılında
nın geçen yıla oranla üç kat arttığı belirtiliyor. Ayrıca
Frontex’e göre sene başından beri Avrupa Birliği’ne
giriş yapan mülteci sayısı üç yüz kırk bine ulaştı.
Avrupa Brlğ’nn
mülteclerle lgl
poltkasını ortaya koyan
Dubln Antlaşması’na
göre göç edenlern
sorumluluğu, lk grş
yaptıkları ülkelere
bırakılıyor. Buna göre
mülteclern lk vardıkları
topraklarda yyecek,
çecek, gyecek, barınak
ve sağlık hzmetler gb
htyaçlarının karşılanması
zorunluluğu bulunuyor. Bu
durumda sığınmacıların
ger gönderlmes söz
konusu olmuyor.
Avrupa’ya sığınanların sayısının iki yüz on dokuz bin
olduğu belirtiliyor. Buna göre 2015’in ilk yarısında,
2014’teki sayının aşıldığı görülüyor. Örgüt verilerine göre Avrupa’ya göç eden mültecilerin ölüm sayılarında da rekor rakamlar kaydediliyor. 2015 yılı
içerisinde en az iki bin üç yüz mültecinin hayatını
kaybettiği saptanıyor.
Avrupa Birliği Sınır Güvenliği Birimi Frontex’in rakamlarına göreyse Temmuz 2015’te yüz on bin
göçmen Avrupa Birliği sınırlarına giriş yaptı. Bu sayı-
İnsan söz konusu olduğunda rakamlardan bahsetmek vicdani bir yaklaşıma işaret etmiyor. Ancak rakamlar, durumun vahametini göstermek açısından
önem taşıyor. Mülteciler özellikle Yunanistan ve
İtalya üzerinden Birliğe giriş yaptıktan sonra başka
ülkelere geçmeyi hedefliyorlar. Bu süreç içerisinde
de kendilerine bakılmasını ve yardım edilmesini talep ediyorlar. Bu talep, Avrupa için yönetilmesi son
derece zor bir krize dönüşmüş durumda. Zira üye
ülkelerin öncelikleri ve meseleye yaklaşımları farklılık
gösteriyor.
2013 yılında İtalya’nın Lampedusa Adası’nda yaşananlar, adayı Avrupa’daki mülteci sorununun
sembolik merkezi haline getirmişti. Benzer şekilde
günümüzde Yunanistan’ın Kos Adası’nda ciddi bir
mülteci krizi yaşanıyor. Her gün adaya 500 mültecinin geldiği tahmin ediliyor. 2015 yılı başından beri
yüz yirmi beş binden fazla göçmenin Yunan adalarına sığındıkları belirtiliyor. Bu sayının 2014 yılına
göre % 750 arttığı saptanıyor. Avrupa Birliği bu
sorun karşısında Yunanistan’a beş yüz yirmi sekiz
milyon dolar ayrılmasına karar verdi. Bunun otuz üç
milyon doları Yunanistan’a hemen ödenecek. Ancak sorun yalnızca maddi yardımda bulunmayla çözüleceğe benzemiyor. Avrupa Birliği’nin mültecilerle
ilgili politikasını ortaya koyan Dublin Antlaşması’na
göre göç edenlerin sorumluluğu, ilk giriş yaptıkları
ülkelere bırakılıyor. Buna göre mültecilerin ilk vardıkları topraklarda yiyecek, içecek, giyecek, barınak
ve sağlık hizmetleri gibi ihtiyaçlarının karşılanması
zorunluluğu bulunuyor. Bu durumda sığınmacıların
geri gönderilmesi söz konusu olmuyor. Bu itibarla
ilk destinasyon yeri olmayan ülkelerin mülteci sorununa bakışları farklılık gösteriyor. Özellikle Kuzey
Avrupa ülkeleri başta olmak üzere doğrudan mülteci akınına uğramayan ülkeler, sorumluluk almak
yerine maddi yardım yapmak suretiyle asıl yükten
kaçınmayı istiyorlar. Devletlerin bu yaklaşımlarını
değiştirmeye zorlayan herhangi bir yasal çerçeve
de bulunmuyor. Bu durumda siyasiler, ahlaki gerekçeler bir yana bırakıldığında para harcamaktan,
mevcut düzeni bozmaktan ve mülteciler vasıtasıyla
terörün ülkelerine taşınmasından kaçınmaya çalışıyorlar. Mülteci sorununu ilk elden yaşamayan
ülkeler, maddi yardımlarla bu sorunun çözümüne
EYLÜL 2015
79
katkıda bulunmayı ve mültecilerin kendi ülkelerine
yönelmelerini önlemeyi hedefliyorlar. Böylelikle yardım alan ülkelerin, mültecilerin diğer Avrupa ülkelerine geçmelerine engel olmalarını bekliyorlar. Bir
başka deyişle Kuzey Avrupa ülkeleri, maddi yardımda bulunarak göçmenlerin güneyde kalmalarını sağlamaya çalışıyorlar. Ancak sorun, beklendiği
gibi artarak büyüyor ve yalnızca maddi yardımlarla
aşılamayacak bir boyuta ulaşıyor. Avrupa ölçeğinde
düşünüldüğünde bir sorundan kaçmak, ilerleyen
süreçlerde kartopu etkisiyle daha büyük sorunları
beraberinde getiriyor. Avrupa bunu tarihinde pek
çok kez deneylediği üzere son olarak Yunanistan
krizinde de yaşadı.
Avrupa Birliği’ndeki mevcut Dublin sistemine göre
mültecilerin vardıkları ilk ülkenin, sorumluluğu alması öngörülüyor. Bu çerçevede sığınmacıların iltica
başvurularını Avrupa’da ayak bastıkları ülkede yapmaları gerekiyor. Ayrıca göçmenlerin seyahat belgesi veya mülteci statüsü alıp almamasından da bu
ülkeler sorumlu tutuluyor. Dolayısıyla Malta, İspanya, Yunanistan, İtalya ve diğer sınır ülkeleri için ciddi
bir sorumluluk söz konusuyken diğer ülkeler için bu
tür bir mecburiyet bulunmuyor. Sorumluluk sınır ülkeleri için geniş biçimde tanımlanırken diğer ülkeler
için iradeye bağlı kılınmış. Bu nedenle sınır ülkeleri,
Birliğin büyük ülkeleri Fransa’nın ve Almanya’nın
baskısına maruz kalıyorlar. Bunun adil bir sistem
olduğunu söylemek mümkün değil. İtalya, 2011
yılında mültecilerin hepsine seyahat hakkı vererek
başta Fransa olmak üzere Avrupa’yı ayağa kaldırmıştı. Söz konusu dönemde sınırların kapatılmasın-
80
EYLÜL 2015
dan ve iç sınırları ve polis ile gümrük kontrollerini
ortadan kaldıran Schengen Antlaşması’nın askıya
alınmasından söz edilmişti. Avrupa’nın, mülteci sorunuyla baş etmek üzere sorumluluğun paylaşıldığı
bir sistem geliştirmeye ihtiyacı olduğu görülüyor.
Ancak mevcut durumda Avrupalı devletlerin bu tür
bir tercihten yana olmadıkları anlaşılıyor. Avrupa
Komisyonu, mülteci sorunuyla ilgili olarak özellikle
2013 yılından itibaren üye ülkelere ortak hareket
edilmesi yönünde çağrılar yaptı. Ancak üye ülkeler
bu çağrılara etkin biçimde cevap vermediler. Bunun son bir örneği olarak Temmuz ayında Avrupa
Dışişleri Bakanları’nın yaptıkları toplantıda kırk bin
mültecinin ne şekilde Avrupa ülkelerine dağıtılacağı konusunda anlaşmaya varılamadı. Toplantıda
özellikle Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri sorumluluğun
paylaşılmasına karşı çıktılar.
Avrupa, birlik halinde bu soruna çözüm üretmekte
zorlanırken sorun orada öylece durmuyor ve ağırlaşıyor. Bu nedenle Avrupa çapında sorunun çözülememesinden dolayı ikili işbirliği girişimleri ortaya
çıkıyor. Bunlardan ilki İngiltere ile Fransa arasında
söz konusu oldu. Zira Fransa’nın Calais şehrinden
İngiltere’ye göç etmek isteyen mülteci sayısı üç bini
buldu ve ölümler oldu. Calais’deki durumun kötüleşmesinden korkan Birleşmiş Milletler Mülteciler
Yüksek Komiserliği, Ağustos ayı başında Fransa’yı
göçmen sorunuyla baş edebilmek için kapsamlı bir
plan hazırlamaya çağırmıştı.
Fransa ile İngiltere’yi bağlayan Eurotunnel’in Fransa ayağı Calais’den İngiltere’ye yasadışı yollardan
geçmek isteyen mültecileri durdurmak için iki ülke
arasında bir anlaşma imzalandı. Anlaşmaya göre
Fransa’nın, İngiltere’ye göçleri durdurması için iki
ülke İçişleri bakanlarının birlikte çalışması ve bunun
için İngiltere’nin iki yıl için Fransa’ya on milyon avro
yardımda bulunması karara bağlandı. Buna ek olarak Calais’nin yanı sıra Eurotunnel’in İngiltere ayağı
Folkstone kentinde bir kumanda merkezi kurulması
ve bu merkezde İngiliz ve Fransız polislerin yasadışı
geçişlere karşı ortak çalışması konularında anlaşıldı.
Ayrıca anlaşmaya göre Eurotunnel çevresinin korunması için bir Fransız ve bir İngiliz yetkili tarafından
yönetilecek ortak bir güvenlik mekanizması oluşturulacak. Bunun yanı sıra para karşılığı göçmenlerin
İngiltere’ye geçmesini sağlayan insan tüccarlarına
karşı mücadele sertleştirilecek. Bu amaçla göçmen
şebekelerine karşı Fransız polislerle İngiliz uzmanlar
birlikte çalışacaklar.
İngiliz polisinin işbirliği ile Calais kentinde tüm nakliye girişleri 7 gün 24 saat aranacak. Bu çerçevede
yasadışı geçişlerin kontrol edilmesi için teknolojik
yeniliklerden faydalanılacak, güvenlik kameraları
artırılacak ve ısıya duyarlı kameralar kullanılacak.
Anlaşmayla zorlu yaşam koşullarına mecbur kalan
göçmenlerin durumlarının iyileştirilmesi de öngörülüyor. Buna göre yerel yönetimler ve insani yardım
dernekleriyle işbirliği içerisinde üç bin göçmenin yaşadığı kampta göçmenlerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi hedefleniyor. Göçmenlere gün içerisinde
yemek ve duş olanağı sunulacak, gece ise kadın ve
çocuklara yatacak yer sağlanacak.
Birlik üzerinden göçmen sorunuyla ilgili harekete geçmekte zorlanan ve buna isteksiz görünen
Avrupa’da, Almanya ile Fransa arasında da ikili
görüşmeler gerçekleştiriliyor. Almanya Şansölyesi
Avrupa’nın, mültec
sorunuyla baş etmek üzere
sorumluluğun paylaşıldığı br
sstem gelştrmeye htyacı
olduğu görülüyor. Ancak
mevcut durumda Avrupalı
devletlern bu tür br terchten
yana olmadıkları anlaşılıyor.
Angela Merkel ile Fransa Cumhurbaşkanı François
Hollande’ın bir araya gelmesi ve Avrupa ülkelerini
ortak hareket etmeye çağırmaları bekleniyor. Bu
çağrı uyarınca liderlerin, göçmenlere yardımların
hızlandırılması için Avrupa Birliği’nin soruna hızlı
tepki vermesini sağlamaları bekleniyor.
İki liderin görüşmesi öncesinde Almanya İçişleri
Bakanı Thomas de Maiziere’in, Avrupa’da serbest
dolaşımı sağlayan Schengen sisteminin tehlikede
olduğunu belirten açıklamaları dikkat çekti. Zira
Almanya gibi ülkeler, göç akını karşısında Güney
ülkelerinin yumuşak politikalar izlediklerini öne sürüyorlar. Bakanın açıklamaları karşısında Avrupa Komisyonu, bu tür bir ihtimalin söz konusu olmadığını
açıklasa da göçmen sorununa somut olarak nasıl
bir çözüm üretilebileceğini henüz ortaya koymadı.
Avrupa Komisyonu’nun göçmen politikasının daha
adil ve paylaşımcı hale gelmesiyle ilgili çabalarının
sınırlı kalacağı öngörülebilir. Zira Avrupa, devletler
Avrupa’sı olma yolunda ilerliyor ve ulusal devletlerin
ağırlığı artıyor. Bu nedenle mültecilerin yaşadıkları
sorunlar üzerine ikili anlaşmalar çerçevesinde göçmen politikasıyla ilgili somut adımlar atılması beklenebilir. Bu çabaların sonuç vermesi için girişimler
arasında koordinasyonun sağlanması önem taşıyor.
Avrupa Komisyonu bu tür bir rolü oynamaya hem
yetkili hem de talip. Bu nedenle üye devletlerin, göçmen sorunuyla ilgili maddi yardım yapmanın ötesine
geçmeye, sorunla ilgili somut çözümler üretmeye
ve sorumluluğu paylaşmaya niyetli olmaları önem
taşıyor. Farklı krizlerde de görüldüğü üzere geçici
çözümler üretilmesinin Avrupa’ya bedeli ağır oldu.
Avrupa’nın bu kez benimseyeceği tutum, Avrupa
bütünleşmesi açısından da izlenmeye değer.
EYLÜL 2015
81
DIŞ POLİTİKA
KIRIM KRİZİ VE
DÜNYA KIRIM TATAR KONGRESİ
Prof. Dr. Salih YILMAZ*
Akademisyen
S
ovyetler Birliğinin dağılmasıyla kendi bağımsızlıklarını kazanan ülkeler arasında günümüzde devam eden sınır problemleri ve
etnik çoğunluktan kaynaklı anlaşmazlıklar vardır.
Rusya, bu sınır sorunlarına “Rusların yaşadığı her
bölge aynı zamanda Rusya’dır.” stratejisiyle yaklaşmaktadır. Batı olarak nitelendirdiğimiz AB ve
ABD, bu sorunlara zaman zaman müdahil olmaktadır. 2013’de Ukrayna’nın kendi içerisinde başlayan yönetim probleminde Batı ile Rusya yanlısı
yönetimlerin karşılıklı mücadelesi sonucunda ülke iç
savaşa sürüklenmiştir. Bu iç mücadelede 20 Ocak
1991’de özerk bir cumhuriyet statüsü kazanan Kırım, Ukrayna’dan ayrılarak önce bağımsızlığını ilan
etmiş, sonra da 27 Şubat 2014’te Rusya’ya bağlanmıştır. Kırım’da nüfusun % 20’sini oluşturan Kı-
82
EYLÜL 2015
rım Tatarları bu oldubittiyi kabul etmediklerini ilan
ederek Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunmuşlardır.
Kırım, Karadeniz’in egemenliği açısından önemli bir
toprak parçasıdır. Bu nedenle başta AB ve ABD
ülkeleri olmak üzere Türkiye, Rusya’nın Kırım oldubittisine karşı çıkmaktadır. Ayrıca Kırım’da yaşayan
Tatarlarla Türklerin etnik, dil, tarihsel ve dinsel bağları olması Türkiye’nin kendisini Kırım Tatarlarının
kaderinden sorumlu hissetmesine neden olmaktadır. Kırım Tatarları, Rusya’nın Kırım ilhakına karşı
olduklarını duyurmak, Tatarların her türlü haklarını
savunmak amacıyla dünyanın her bölgesinde teşkilatlanmış Tatar temsilcilerini, Dünya Kırım Tatar
Kongresi adıyla organize etmişlerdir. Bu amaçla 1-2
Ağustos 2015 tarihinde Ankara’da kongre düzen-
2013’de Ukrayna’nın kend çersnde başlayan yönetm problemnde Batı le Rusya
yanlısı yönetmlern karşılıklı mücadeles sonucunda ülke ç savaşa sürüklenmştr. Bu ç
mücadelede 20 Ocak 1991’de özerk br cumhuryet statüsü kazanan Kırım, Ukrayna’dan
ayrılarak önce bağımsızlığını lan etmş, sonra da 27 Şubat 2014’te Rusya’ya bağlanmıştır.
lenmiştir. Bu kongreye dünyanın farklı bölgelerinden 184 Kırım Tatar STK’sı, 480 delege katılmıştır.
Dünya Kırım Tatar Kongresi ve Sonuçları
Kırım Tatarları 1783 tarihinden beri devam ettirdikleri bağımsız Kırım mücadelesini bir sistem etrafında
birleştirmek için Tatarları, Dünya Kırım Tatar Kongresi adıyla organize etmişlerdir.
Birinci Dünya Kırım Tatar Kongresi 19-22 Mayıs
2009 tarihinde Kırım Akmescit (Simferopol)’te 18
Mayıs 1944 Kırım Tatarları Sürgününün 65. yılı anısına 12 ülkeden 450 delegenin katılımıyla toplanmıştır. Bu kongrede Kırım Tatarlarının devam eden
problemlerine dair çözümler tartışılmıştır.
İkinci Dünya Kırım Tatar Kongresi, 1-2 Ağustos
2015 tarihinde Ankara’da düzenlendi. 12 farklı ülkeden 184 Kırım Tatar sivil toplum kuruluşu ve 480
delegenin katıldığı kongrede, Ukrayna Dışişleri Bakanı Pavel Klimkin, Rusya’ya girişleri yasaklanan
Ukrayna milletvekilleri Mustafa Cemiloğlu ile Rıfat
Çubarov, Türkiye’den Başbakan Yardımcısı Prof.
Dr. Numan Kurtulmuş, TBMM Başkanvekili Prof.
Dr. Naci Bostancı, YTB Başkanı Doç. Dr. Kudret
Bülbül, MHP Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr.
Ruhsar Demirel, CHP Genel Başkan Yardımcısı
Murat Özçelik protokol konuşması yaptı.
İkinci Dünya Kırım Tatar Kongresinde Ukrayna Dışişleri Bakanı Pavel Klimkin kongrede yaptığı konuşmaya Ukrayna Devlet Başkanı Petro Proşenko’nun
gönderdiği mektubu okuyarak başladı. Bu konuşmanın en önemli mesajı Proşenko’nun Ukrayna’ya
bağlı Kırım Tatar Özerk Cumhuriyeti kurulacağına
dair ifadeleriydi.
Kongrede Türkiye’yi temsilen Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Numan Kurtulmuş konuşma yaptı. Bu
konuşmada Türkiye’nin Kırım’ın ilhakını tanımadığını
ve tanımayacağını belirtti.
Kongrenin protokolde son konuşmasını ise Mustafa Cemiloğlu yaptı. Cemiloğlu konuşmasında
Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve sonrasında gelişen olayları anlattı. İslam Dünyasının Kırım meselesine ilgisiz
kaldığından bahisle İslam Konferansı Örgütünün
Kırım’a dair açıklamalarda ve müdahalelerde bulunmamasına değindi. Mustafa Cemiloğlu, Ukrayna
yönetiminin Müslüman askerlerden oluşan bir tabur
kurma kararı aldığını açıkladı. Ukrayna’nın Kırım sınırındaki Herson bölgesinde konuşlandırılacak taburda Tatarların kendi ordularına sahip olmasının
önünün açıldığını belirtti.
Ankara’da düzenlenen İkinci Dünya Kırım Tatar Kongresinde tüzük, kongre beyannamesi, yönetim organları belirlenmiştir. Kongrenin başkanlığına KTMM Başkanı Rıfat Çubarov seçilmiştir. Mustafa Cemiloğlu da
kongrenin onursal başkanı ilan edilmiştir.
Kongre sonucunda alınan belli başlı ana kararlar
özetle şöyledir:
1. Tarihî ve yegâne vatan Kırım’ın ve milletimizin kaderini tayin hakkı yalnızca Kırım Tatar halkına aittir.
2. Tarih boyunca Kırım Tatarlarını yok etme kastıyla
hareket eden zihniyetin vatanımız Kırım’daki işgalinin derhal sona erdirilmesi gereklidir.
3. Kırım Tatarlarının yok olma tehlikesi altında bulunan dilleriyle millî, manevî ve kültürel varlıklarının korunması ve gelecek nesillere aktarılması için mutlak
kararlılık içinde hareket edilecektir.
4. Gereken şartların teminiyle dünyadaki bütün Kırım Tatarlarının yegâne ve tarihî vatanları Kırım’a
dönerek yerleşmeleri için bütün tedbir ve imkânların
seferber edilmesi sağlanmalıdır.
5. Kırım Tatar halkını yok etme kastıyla hareket
edenlerin milletlerarası mahkemelerde yargılanarak
cezalandırılmaları ve Kırım Tatar halkının zararlarının tazmin edilerek adaletin sağlanması için çalışılacaktır.
EYLÜL 2015
83
6. Ukrayna’nın yeni anayasasında Kırım Tatarlarının
Kırım’daki özyönetim, milli muhtariyet ve kendi kaderini tayin hakkını tanıyan maddelere yer verilmelidir.
7. Kırım Tatar diasporasının yürürlükte bulunan
Ukrayna Diaspora Kimliği Kanunu’ndan faydalanabilmesi için kanunda yer alan şartlar Kırım Tatar
diasporasının hak kazanabileceği şekilde yeniden
düzenlenmelidir.
Dünya Kırım Tatar Kongresi;
1- Dünya’nın neresinde yaşarsa yaşasın bütün Kırım Tatarlarını, Kırım’daki işgalin derhal sona erdirilmesi ve yegâne vatan Kırım’da kendi kaderini tayin
hakkı için mücadele etmeye,
2- Bütün Kırım Tatar halkını, meşru millî temsil organları olan hür şartlar altında seçilmiş bulunan Kırım Tatar Millî Kurultayı’nı, Kırım Tatar Millî Meclisi’ni
ve Dünya Kırım Tatar Kongresi’ni desteklemeye, bu
organların ilke ve kararları doğrultusunda hareket ve
faaliyet yürütmeye,
3- Bu ilke ve prensipleri kabul eden bütün Kırım
Tatar sivil toplum kuruluşlarını, siyasî, sosyal kurumları, basın yayın organlarını Kırım Tatar millî mücadelesine destek vermek isteyen diğer kurum ve
kuruluşları Dünya Kırım Tatar Kongresi çatısında bir
araya gelmeye ve birleşmeye,
4- Milletimizi ortadan kaldırmak maksadında olan
güçlerin yok olmasını öncelikle arzu ettikleri öz dilimiz olan Kırım Tatarca’yı ve millî benliğimizi canlı
tutmak için her şeyi yapmaya, dil ve kültür için zarurî
84
EYLÜL 2015
olan bütün çağdaş müesseseleri teşkil etmeye,
tedbirleri almaya, mutlaka öz dilde konuşmaya,
5- Bütün Kırım Tatar halkı olarak, her fırsatta vatan
Kırım’a dönerek yaşamaya,
6- İşgal altındaki vatan Kırım’da yaşayan Tatarların güvenlikleri, selâmetleri ve hürriyetleri için bütün
imkânları seferber etmeye, davet eder.
Sonuç ve Değerlendirme
Günümüzde 2014 sayımlarına göre Kırım’ın nüfusu
1.967.000’dir. Bu nüfus içerisinde Tatarların sayısı
350.000 civarındadır. 1784 yılında Kırım’da Tatarların tüm nüfusu oluşturdukları düşünüldüğünde
bu tarihten itibaren başlayan göç ve 1944 yılındaki
sürgün, Kırım’da Tatarların nüfus çoğunluğunu kaybetmelerine neden olmuştur. Bu kongre Tatarların
Kırım’da azınlık durumuna düşmesine neden olan
sebepleri tartışmak için de bir araç olmuştur.
Bu kongrenin en büyük özelliği Kırım Tatarlarının
büyük bir kısmını tek çatı altında birleştirerek yeni
bir mücadele gücü oluşturmasıdır. Kırım diasporasının büyük çoğunluğunun yer aldığı bu kongrede
Rusya’nın Kırım’da işgalci olduğuna ve Ukrayna’nın
toprak bütünlüğüne vurgu yapılmıştır.
Bu kongrenin en ilgi çeken ifadesi ise Ukrayna’nın
Kırım’da özerk bir Tatar devletinin kurulmasına dair
çalışmalar yapacağıdır. Bu plana göre Ukrayna lideri Proşenko’nun kendi elinde olmayan bir toprak
parçasını Tatarlara vaat etmesi bir açmazı da ortaya
koymaktadır. Kırım, Ukrayna hâkimiyetinde olmadı-
ğı sürece böyle bir vaat ancak Tatarları kendi tarafında tutma gayreti olarak değerlendirilebilir.
Mustafa Cemiloğlu’nun Kırım sınırındaki Herson’da
Tatar Taburu kurulacağına dair sözleri de kongrenin en çok konuşulan konularından olmuştur.
Ukrayna’nın Kırım sınırındaki Herson’da kurulacak
Tatar Taburunun zamanla Tatar ordusuna dönüştürülmesi beklenmektedir.
Kongrede yapılan tüm konuşmalarda Rusya ve Kırım yönetimi ile yapılan diyalogların bir sonuç vermediği üzerinde durulmuştur. Çözümsüzlük Kırım
Tatarlarıyla birlikte hem Türkiye’yi hem de Rusya’yı
zor durumda bırakacaktır. Çünkü iki ülkenin de kamuoyunun bu sorundan etkilenme olasılığı vardır.
Kaldı ki kongrenin Rusya’daki gazete ve televizyonlarda ilanından sonra Türkiye’de tatil yapılmamasına
yönelik çağrılar yapılmıştır. Aynı şekilde Kırım Tatarlarına yönelik insan hakları ihlallerinin Türkiye’deki
gazetelerde haber yapılmasıyla Rusya ile yapılacak
Türk Akımı, nükleer enerji vd. projelere dair Türkiye
kamuoyunda tartışmalar yaşanmaktadır.
Kırım, Osmanlı-Rusya İmparatorluğu arasında imzalanan 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması ile bağımsız olmuştur. Fakat Rusya Çariçesi II. Ekaterina’nın
19 Nisan 1783 yılında verdiği emir uyarınca Kırım
Yarımadası Rusya tarafından ilhak edilmiştir. Küçük
Kaynarca Antlaşmanın en önemli maddelerinden
biri Yarımada’nın bağımsızlık ilan edemeyeceği ve
üçüncü tarafa teslim edilemeyeceğiydi. Bu antlaşmaya aykırı bir adım atılması halinde Kırım’ın otomatik olarak Türklerin himayesine geri dönmesi
gerekiyordu. Fakat Türk kamuoyunda bu antlaşma
hiç gündeme getirilmemiştir. Türkiye hem 1991’de
hem de 2014’te Kırım’a anlaşmalardan kaynaklanan müdahale hakkını kullanmamıştır.
Türkiye, Kırım konusunda tavrını açıkça beyan etmiştir. Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasını kabul etmeyeceğini ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü
desteklediğini her platformda ilan etmiştir. Türkiye
Cumhurbaşkanı ve Başbakanı kongreye gönderdikleri mesajda Kırım Tatarlarına desteklerini bildirerek Kırım’ın Rusya’ya ilhakını tanımadıklarını ve
Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne destek verdiklerini
ilan etmişlerdir. Kongre sırasında hem Başbakan
Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu hem de Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan Kırım heyetini ayrı ayrı kabul
etmişlerdir.
Türkiye, Kırım Tatarlarının durumu hakkında birçok
defa Rusya hükümetine başvurarak açıklama istemiştir. Hatta Kırım’ın Rusya’ya katılmasından sonra
Tatarlarının durumunun araştırılması için Prof. Dr.
Zafer Üskül rehberliğindeki bir heyeti 27-30 Nisan
2015 tarihinde Kırım’a göndererek bir rapor hazırlatmıştır. Türk heyetinin ziyaret sonrası hazırladığı
“Rusya Federasyonu’nun Kırım’ı İlhakı Sonrasında
Kırım Tatarlarının Durumu” başlıklı raporda, 27 Şubat 2014 tarihinde Kırım’ın işgali, 16 Mart 2014’te
yapılan referandum ve 18 Mart 2014 tarihinde Rusya Federasyonu’nun ilhakı sonrasında gündeme
gelen Kırım Tatarlarına yönelik insan hakları ihlalleri
iddialarıyla ilgili olarak tespitler yapılmıştır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türk heyetinin
hazırladığı raporu 13 Haziran 2015’te Azerbaycan
ziyareti sırasında Rusya Devlet Başkanı Vladimir
Putin’e vermiştir.
Rusya’nın Türkiye’nin Kırım hassasiyetlerini anlaması kendi çıkarına olacaktır. Çünkü Rusya’nın
Kırım’da askeri gücünü artırması ve saldırgan bir
tutum izlemesi Türkiye’nin de Rusya’ya karşı askeri
önlemler almasına veya NATO ile askeri işbirliğini
artırmasına neden olacaktır. Rusya’nın Kırım’da Tatarların haklarını güvence altına alarak uygulamada
da bir rahatlama sağlaması iki ülkenin Karadeniz
politikasına yön verecektir. Kırım’da var olduğu
bilinen sorun zamanla Tatar-Rus mücadelesinden
Türk-Rus krizine dönüşebilir.
Türkiye, Kırım krizini Ukrayna’nın toprak bütünlüğünün korunması, Kırım meselesinin diyalog yoluyla çözülmesi, Kırım bağımsızlık referandumu ve
onun sonuçlarının tanınmaması, Kırım Tatarları’nın
güvenliğinin sağlanması ve haklarının korunması ölçüsünde değerlendirmektedir. Fakat bu değerlendirme kamuoyu baskısıyla Rusya açısından istenilmeyecek bir seviyeye de gelebilir.
Türkiye, Kırım’daki olayların Rusya ile ilişkilerini
olumsuz şekilde etkilemesini istememektedir. Türkiye iki ülke arasındaki ekonomik ilişkileri bu tür
sorunlardan ayrı değerlendirmektedir. Reel politik
anlamda düşünüldüğünde Türkiye bir taraftan ekonomik anlamda işbirliği halinde bulunduğu Rusya ile
diğer taraftan da tarihi bağları olan Kırım Tatarlarıyla
ilişkilerini sıcak tutmak durumundadır.
* Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesidir.
EYLÜL 2015
85
DIŞ POLİTİKA
˜ EKSENiNDE
YENi ORTA DOGU
KÖRFEZ-ABD İLİŞKİLERİ
Nesibe Hicret BATTALOĞLU*
Araştırma Görevlisi
Cihat BATTALOĞLU*
Araştırma Görevlisi
T
arihsel olarak bakıldığında, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)-Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) (Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn,
Kuveyt, Oman ve Birleşik Arap Emirlikleri) ilişkileri
İngiltere’nin 1968’de bölgeden çekilme kararı almasıyla birlikte dünya kamuoyunda önem kazanmaya başlamıştır. Bu tarihten önce ise, Amerikan
petrol şirketlerinin bölgeye girmesi ve sonrasında
Soğuk Savaş yıllarının getirdiği güvenlik endişeleri
nedeniyle ilişkiler hızla gelişmiş ve yoğunlaşmıştır.
Bu bağlamda ilk kez Amerika’nın bölgeye yönelik politikaları 1957 yılında Eisenhower Doktrini ile
şekillenmiştir. Bilindiği üzere doktrin, kendini tehdit
altında hisseden Orta Doğu ülkelerine talep ettikleri
takdirde Amerika’nın askeri ve ekonomik yardımda
bulunmasını öngörüyordu.
86
EYLÜL 2015
Soğuk Savaş yıllarında Körfez bölgesi, ideolojik
olarak anti-komünizmin önemli bir kalesiyken aynı
zamanda Amerika için hayati bir enerji kaynağı olmuştur ve bu iki faktör ilişkilerin hızla gelişmesinde
önemli rol oynamıştır. Ancak, Irak’ın Kuveyt’i işgali
ilişkilerde bir dönüm noktası teşkil eder. Bu tarihten
itibaren, bölgedeki Amerika’nın askeri varlığı ciddi
derecede artmış ve Amerika Körfez’de hegemonik
bir güç haline gelmiştir.1
Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgali sonrası, 1990
yılında Birleşmiş Milletler bünyesinde oluşturulan
uluslararası koalisyon güçlerinin başını Amerika
Birleşik Devletleri çekmiştir. Kuveyt’in bağımsızlığını kazanmasından sonraki süreç, dönemin Amerikan Başkanı George Bush tarafından “yeni dünya
düzeni” olarak tanımlanırken, 20. yüzyılın sonlarına
gelindiğinde, Amerika’nın Körfez bölgesinde etkisini ve gücünü önemli ölçüde arttırdığı görülür. Bu
bağlamda savaşın hemen sonrasında, 1991 yılında,
ABD Bahreyn’deki 5. Filo’nun güvenlik seviyesini
arttırarak bu ülkeyle 10 yıllık bir güvenlik anlaşması
imzaladı. Benzer bir şekilde Amerikan hava güçleri
Katar’da Al Udeid, Birleşik Arap Emirlikleri’nde Al
Dhafra ve Kuveyt’te Ali al Salem hava üslerine konuşlandı. Ayrıca aynı dönemde Suudi Arabistan’ın,
ABD ile resmi bir anlaşma imzalamazken, hava
üslerini Amerikan güçlerinin kullanımına açtığını da
not etmek gerekir. Özetle Körfez Savaşı’ndan sonraki dönemde, Körfez Monarşileri bir nevi Amerikan
güvenlik koruması altına girmiştir. Ayrıca bölgedeki
mevcut sınırları ve statükoyu korumak adına gereken tüm askeri güç ABD tarafından sağlanmıştır.
2000’li yılların başında Irak’taki gelişmeler nedeniyle ABD’nin Körfez bölgesine yönelik dış politikası
daha doğrudan hale gelmektedir. Bu bilgi ışığında,
2003 yılında Amerikan askerleri Saddam Hüseyin
rejimini devirmek için Irak’a müdahale etmiştir. Ancak sonradan da görüldüğü gibi ABD’nin bu müdahalesi bölgedeki Irak, İran ve Suudi Arabistan arasındaki geleneksel kuvvetler dengesini yok etmiş ve
Amerika’nın bölgedeki fiili varlığıyla yeni dört aktörlü
bir yapı ortaya çıkmıştır.2
Irak işgali ABD’nin bölgede hegemon güç olma çabasının önemli bir göstergesidir. Özellikle 11 Eylül
saldırılarından sonra, Bush Doktrini olarak da bilinen terörle mücadele kapsamında ABD’nin Orta
Doğu’da müdahaleci bir savunma stratejisi geliştirdiği görülmektedir ve bu durum ABD-Körfez ilişkilerinde Amerikan tek taraflılığı olarak yansımaktadır.
Ancak hedeflenenin aksine, Irak’ın işgali bölgede
yeni güvenlik sorunları ortaya çıkarmıştır ve Irak’ta
İran etkisinin artmasıyla da diğer Körfez ülkeleri kendi güvenlikleri ve bölgesel istikrar açısından
endişe duymaya başlamışlardır. Bu endişeler Arap
Baharı sonrası Başkanı Obama döneminde zirveye
çıkmıştır.3
ABD-Körfez İlişkilerinde Yükselen Tansiyon
Son yıllarda Arap Baharı’nın bölgede yarattığı istikrarsızlıktan endişelenen Suudi Arabistan’ın giderek
artan bir şekilde ABD’den daha bağımsız ve iddialı bir dış politika izlediği söylenebilir. Bu bağlamda
Suudi Arabistan ve Katar’ın izlediği bazı politikaların
açıkça Amerika Birleşik Devletleri ile çeliştiği görülmektedir.4 Örnek verecek olursak, Amerika’nın
itirazlarına rağmen, Suudi Arabistan, Yarımada Kalkan Kuvvet güçlerini Bahreyn’de çıkan ayaklanmaları bastırmak üzere göndermiştir. Dahası, Riyad ve
Doha Suriye’deki muhaliflerin önde gelen destekleyicileri olmuşlardır ve Amerika’nın marjinalleştirmeye çalıştığı İslamcı gruplara para ve silah yardımında
bulunmuşlardır.
Yakın bir zamanda Suud Ailesi’ne yakınlığıyla bilinen bir uzman araştırmacı Yarımada Kalkan Kuvvet’inin yarısının Suudi güçlerden oluşan, 100 bin
askerli bir orduya dönüştürülebileceğini açıklamıştır. Yine aynı güvenlik endişeleri nedeniyle, Birleşik
Karalık’taki Suud Büyükelçisi ülkesinin gerekirse
“tek başına hareket etmek için” hazırlandığını belirtmiştir.5 Yakın vadede her ne kadar bu tarz inisiyatifler ulaşılabilir olamasa da, en azından Suudi
Arabistan’ın bölgedeki Amerikan politikalarından
rahatsız olduğunun bir göstergesi olması açısından
önem arz etmektedir. Giderek artan kendi kendine yeten bir ulusal güvenlik stratejisinin yanı sıra,
Suudi Arabistan son yıllarda yükselen ve genellikle
finansal gücün kullanımı ile yönetilen bir diplomasi
yürütmektedir. Lübnan ve Suriye’deki Hizbullah gücünü kırmak için Lübnan Askeri Güçleri’ne 3 milyar
dolar yardımda bulunması bunun somut örneklerindendir.
Özetle, Arap Baharı sonrası ABD’nin bölgeye yönelik politikaları nedeniyle iki taraf arasındaki ilişkilerde
EYLÜL 2015
87
tansiyon yükselmiştir. Yakın zamanda gündeme
gelen Batı ve İran arasındaki nükleer anlaşma ile
de bu ayrılık daha belirgin hale gelmiştir. Kuveytli
Profesör Abdullah Al-Shayji’ye göre Körfez devletleri ve ABD’de arasındaki en önemli fikir ayrılıkları
iki tarafın bölgesel istikrar konusunda farklı stratejiler benimsemelerinden kaynaklanmaktadır: “Washington İran’la nükleer meselenin çözümüyle yeni
bir başlangıç yapmakta. Bir yandan Körfez liderleri
İran’ın nükleer silah kapasitesinin engellenmesinden mutlu olurken, diğer yandan böyle bir anlaşmanın bedelinin ABD’nin İran’ın bölgesel hegemonya ihtiraslarını tanıması anlamına gelmesinden
endişe duymaktadır.”6
rinin geleceği söz konusu olduğunda temel endişenin İran’ın bölgede yarattığı tehdit olduğu söylenebilir. Öncelikle 1980 devriminden beri ABD ve
İran’ın aynı çizgiyi paylaşamayacak olan iki zıt kutup
olduğunu not etmeliyiz. Verilen hararetli tepkilere
rağmen, ABD’nin Orta Doğu’daki yeni ve karmaşık duruma karşı geliştirdiği kategorik veya nihai
bir politikasının bulunmadığını iddia eden bazı gözlemciler, ABD’nin birden bire İran’ın müttefiki haline
gelmediğini ve büyük bir ihtimalle Washington’ın,
biraz esrarengiz bir biçimde de olsa Irak ve belki de
Yemen ve Suriye’deki faaliyetlerini koordine ettiğini
belirtmişlerdir.8
Ancak kısa bir zaman önce,
Camp David’de düzenleYukarıda bahsedilen gelişSon yıllarda Arap
nen ABD-Körfez Arap Ülmeler ABD’nin bölgeden
keleri İşbirliği Konseyi (KİK)
çekilmesinin ve Başkan
Baharı’nın bölgede
Zirvesi,
ABD’nin bölge ile
Obama’nın stratejik tahamyarattığı
istikrarsızlıktan
ilişkilerini gözden çıkarmamül doktrininin bir yansımadığını ortaya koymuştur.
endişelenen Suudi
sı olarak değerlendirebilir.
Zirve, Körfez ülkelerinin
Amerika’nın Orta Doğu’daArabistan’ın giderek
endişelerini gidermek ve
ki ve diğer bölgelerdeki
artan bir şekilde ABD’den
ABD’nin KİK üyesi ülkeler
politikalarına daha yakınile olan stratejik ortaklığını
dan bakıldığında, ABD’nin
daha bağımsız ve
devam ettirme konusungeri çekilme ve kendini sıiddialı bir dış politika
daki kararlığının garantisini
nırlama dönemine girdiği
vermek amacıyla düzenlensöylenebilir. Bu dönemde
izlediği söylenebilir.
miştir. Ayrıca, zirvede ABD,
Obama yönetimi Suriye ve
Bu bağlamda Suudi
İran’ın bölge için oluşturUkrayna’daki krizlere çekiArabistan
ve
Katar’ın
duğu
tehdidi görmezden
nerek ve aheste bir şekilde
gelecek şekilde İran’la olan
tepki gösterirken, Moskova
izlediği bazı politikaların
ilişkilerini normalleştiremeve Tahran’ın cesaretle yakaçıkça Amerika Birleşik
yeceğini ve bölgedeki gelaşması ve durumdan fayda
leneksel müttefiklerine sırsağlaması dikkate değer
Devletleri ile çeliştiği
tını dönmeyeceğini açık bir
gelişmelerdir. Bu durum
görülmektedir.
şekilde ifade etmiştir. Zirve
Körfez’deki Amerikan mütsonrası yapılan ortak açıklatefiki monarşiler tarafından
kaygı ile karşılanırken, bir yandan ABD’nin bölgeye mada, her iki tarafta ABD ve KİK arasındaki güçlü
git gide daha az önem vermesi, daha az Körfez pet- ortaklık ve işbirliğinin daha da güçlendirileceğini ve
rolüne ihtiyaç duyması ve İran’la nükleer anlaşma derinleştirileceğini ifade etmişlerdir.9 Açıklamalarda
çerçevesinde yaklaşması, diğer yandan ise DAEŞ ayrıca her iki tarafın fiili uygulamaları ile ilgili bazı
ile Irak ve Suriye’de mücadele etmesi bölgedeki önemli bakış açıları da yer almıştır. Cordesman, bir
Amerikan politikalarının tutarsızlığı olarak yorumlan- antlaşmadan daha ziyade bir sözleşme gibi değerlendirilebilecek olan Zirve’nin ortak açıklamasının,
maktadır.7
aynı zamanda, İran ile BM Güvenlik Konseyi daimi
Körfez-ABD İlişkilerinin Geleceği
üyeleri ve Almanya (P5+1) arasında imzalanan nihai
Ancak tüm bu gelişmelere bakıldığında ABD İran anlaşma için de belirsiz bir uzlaşı sunduğunu iddia
yakınlaşması bağlamında Amerika-Körfez ilişkile- etmektedir. Cordesman ayrıca, ABD’nin KİK Üye
88
EYLÜL 2015
Ülkelerinin neredeyse NATO 5. madde kapsamında değerlendireceğini söylemeye çok yaklaştığını
ifade etti.10 Ortak açıklamada ayrıca Körfez ülkelerinin toprak bütünlüğünün korunmasının önemi de
vurgulandı. Bu açıklama İran’a bir gönderme olsa
da, ne İran ne de bölgedeki üçüncü tarafların saldırgan eylemleri -böyle bir ihtimal olmasada- için açık
bir karşılık önermemektedir. İran ve Nükleer anlaşma konusunda ise ABD bir dizi vaatlerde bulundu
ancak, bölgedeki birçok gözlemci bu durumu garantisi olmayan vaatler olarak tanımlamaktadır. Ayrıca Cordesman, antlaşmanın İran’ın teknoloji üssü
ve nükleer yakıt çevirimi tesislerine dokunmaması
halinde KİK ülkelerinin de nükleer gücünü elde etmeleri gerektiğine yönelik endişelerin Camp David
Zirvesi’nin ortak açıklamasında göz ardı edildiğini
öne sürmektedir. Bu nedenle, ABD’nin Körfez Ülkeleri ile yazılı bir antlaşma yapmamasına rağmen,
bölgedeki müttefiklerinin çıkarlarını koruyacağına
dair kararlılığını gösterdiği iddia edilebilir.
Sonuç olarak, görülen o ki Bush döneminin aksine,
Körfez ülkelerinin maruz kaldıkları her herhangi bir
tehdide karşı ABD’nin bölgeye askeri müdahalesi
artık söz konusu değildir. Ancak, özellikle son yıllarda artan devlet dışı aktörlerin bölgesel etkileri ve
terör faaliyetleri düşünüldüğünde, Amerika’nın bölgeden tamamen çekildiğini iddia etmek de yanlış
olur. Bu bağlamda, özellikle Camp David de düzenlenen ABD-Körfez Arap Ülkeleri İşbirliği Konseyi (KİK) Zirvesi sonuç bildirgesi gösteriyor ki; ABD
Körfez veya Orta Doğu politikalarını sonlandırmak
ya da bu bölgeden tamamıyla bir çekilmenin aksine bölge ilişkilerinin düzenlenmesi ve özellikle KİK
üyesi ülkelerle yeni bir dış politika oluşturulmasına
öncelik vermektedir. Son dönemde İran ve Türkiye
gibi bölgesel güçlerin etkinliğinin artması ve özellikle
İran ile yürütülen müzakerelerin olumlu sonuçlanmasının ardından bölgesel dengelerin değişmesi ve
ABD-KİK ilişkilerinde dönüşüm yaşanması kaçınılmaz görünmektedir.
4
5
6
7
8
Dipnotlar
1
2
3
Fürtig, Henner. “Conflict and Cooperation in the Persian
Gulf: The Interregional Order and US Policy.” The Middle
East Journal (2007): 627-640.
Ibid.
Pollack, Kenneth M. “Securing the Persian Gulf:
Washington Must Manage Both External Aggression and Internal Instability.” Brookings. 2003. http://
9
10
*
www.brookings.edu/research/articles/2003/09/fallglobalenvironment-pollack.
Nonneman, Gerd. “Determinants and patterns of Saudi
foreign policy: ‘omnibalancing’ and ‘relativeautonomy’in
multiple environments.” (2005): 315-351.
Mohammed Bin Nawaf Bin Abdulaziz al Saud, “Saudi
Arabia Will Go It Alone,” New York Times, December 17,
2013.
Al Shayji, Abdullah K. “The GCC-US Relationship: A
GCC Perspective.” Middle East Policy 21, no. 3 (2014):
60-70.
Al-Shayji, Abdullah. “America’s ME Approach: Confused, Adrift, Incoherent.” Gulf News. November 2, 2014.
http://gulfnews.com/opinion/thinkers/america-s-meapproach-confused-adrift-incoherent-1.1407247
Bishera, Marwan. “US and the Middle East: Conspiracy and Collusion.” Al Jazeera English. May 13, 2015.
http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2015/05/
middle-east-conspiracy-collusion-150513110558970.
html.
Cordesman, Anthony H. “More than Keeping Up the Facade: The U.S.-GCC Summit at Camp David.” Center
for Strategic and International Studies. May 15, 2015.
Ibid.
Katar Üniversitesi Körfez Çalışmaları Bölümü araştırma
görevlileridir.
EYLÜL 2015
89
DIŞ POLİTİKA
ASKER-YARGI-SİYASET ÜÇGENİNDE
PAKİSTAN DEMOKRATİKLEŞ(EME)MESİ
Hayati ÜNLÜ
SDE Asistanı
2013
Mayıs Genel ve Yerel Seçimleri Pakistan demokratikleşmesi adına kritik
bir tarih olarak kayıtlara geçmişti. Seçimle iş başına
gelmiş sivil bir hükümetle eski askeri vesayet günlerine son verilecek ve sivil bir yönetimle iktidar restore edilecekti. Seçim sonuçlarına göre de Pakistan
Müslüman Ligi liderliğindeki muhafazakâr cephe
seçimlerden galip çıkmış ve yeni Başbakanlık görevine başlamış olan Navaz Şerif, Hindistan’da bile
bölgesel dönüşüm adına büyük bir sevinçle karşılanmıştı.
90
EYLÜL 2015
Ancak sadece Pakistan’ın değil, Güney Asya bölgesinin içerisinden geçmiş olduğu kritik konjonktür
Pakistan’ın geleceğiyle ilgili tartışmalarda herkesi hayal kırıklığına uğrattı. Nitekim Pakistan’ın 11
Eylül’ü denilen Pakistan Taliban’ının 16 Aralık 2014
tarihinde gerçekleştirmiş olduğu Peşaver Katliamı, ülkeyi tam bir travma içerisine sokmuş ve bu
travmatik etkileniş ülkedeki sosyo-politik birçok
kurumu geleneksel reflekslere geri döndürmüştü.
Ülkede sivil, politik ve de bürokratik ne kadar unsur
varsa, hepsi de birden bir uzlaşma içerisine girmiş
ve terörizm bitirilene kadar onunla mücadeleye devam edilmesi kararı almıştı. Bunun sonucunda ise
askerin geri dönüşü, askeri yargının daha fazla aktifleşmesi ve siyasetin de politikalarını bu çerçevede ele almasını gerektiren konjonktür ortaya
çıkmış oldu.
Peşaver Saldırıları ve Askerin Geri
Dönüşü
çe
ettik ekân
m
a
v
m
de
emli ney
elişi
n
s
ö
k
ü
n
ü
y
e
da G
’nun
eken
Doğu mesi ger eliyor. Bu istan’ın
l
k
k
l edi
ine g i olan Pa
l
o
r
a
t
h
olara
n
ı
a
r
j
i
y
ko
a
s
b
t
en
yA
van
Güne lkelerind de deza .
ü
m
or
Asya antajı he ıza çıkıy
av
ım
karş
hem
Pakistan Talibanı’nın 132 çocuk ve birçok
öğretmeni katletmesi sonrası, terörizme karşı mücadele kapsamında Kuzey Veziristan’da
operasyona başlandı. Bu Zarb-e Azb Operasyonu olarak kayıtlara geçen ve tamamen Ordu’nun
tek taraflı karar alarak başlattığı bir operasyondu.
Operasyona karşı sivil hükümetin yanında diğer siyasal partiler de seçeneksiz bırakıldılar ve bir anda
kendilerini operasyonu destekler durumda buldular. Asker ve siyaset kurumlarının ortaklaşa hazırlayıp faaliyete geçirdikleri 20 maddelik Ulusal Eylem Planı da tamamen asker sürümlüydü ve her bir
adımı askere daha fazla kapasite kazandırıyordu.
Ulusal Terörle Mücadele Kurumu’nun daha fazla
güçlendirilmesine ve Federal Terörizmle Mücadele
Ünitelerinin her ilde aktifleştirilmesine karar verildi.
Ancak belki de Pakistan sisteminde en fazla rahatsızlığa neden olan adım, Cezai Yargı Sistemi’nde
yapılan reformizasyon oldu. Kısaca terör konusunda şüpheli görülen herkesi yargılama yetkisine sahip olan Askeri Mahkemeler, sadece Yargı’nın alanına müdahale etmiyor aynı zamanda askerin elini
daha fazla güçlendiriyordu.
Peşaver Katliamı sonrası terörizme karşı Karaçi’de
de alınan sıkı önlemler zinciri kısaca Ulusal Eylem
Planı’nın bir parçasıydı. Bu durum aynı zamanda
Pakistan istihbaratının (ISI) ülke içi ve dışında oldukça güçlenmesi sonucunu doğurdu. Özellikle
Karaçi’de 11 Mart’ta seküler Ulusal Birlik Hareketi mensuplarının tutuklanması, Pakistan’da politik
realitenin tamamen değiştiği şeklinde yorumlandı.1
Artık ülkede askerin geri dönüşü gerçekleşmişti ve
daha önceki Pakistan Halk Partisi örneğinde olduğu gibi askere sert bir dille çıkan sivil yönetim de
görülemiyordu. Navaz Şerif ise tüm bu gelişmelerin akabinde orta yollu bir yaklaşım benimsemişti.
Onun bu tavrı bazı yerlerde ülkede yeni yönetimin
asker-siyaset karışımı bir yapıya büründüğü iddiaları ortaya çıkarmışken, İmran Han gibi muhalif kişiler
ise Şerif’in kendi koltuğunu garantilemeye çalıştığı
şeklinde yorumlamışlardı. Sonuçta terörizm, ülke
güvenliğine yöneltilen tehditlere karşı mücadele
aracı olduğu kadar, Pakistan’da askeri elitlerin meşruluğunu sağlayan bir araç olarakta ortaya çıkmıştı.
Sivil Yargının Pasifleşmesi
Pakistan siyasetinde bugüne kadar askeri vesayetin önünde bir engel olarak onu yavaşlatan tek
unsur yargı kurumuydu. Yargı, askerin siyasete
yönelik müdahale kapasitesini arttırdığı birçok dönemde çeşitli yasal hamlelerle ülkenin tamamen bir
askeri diktatörlük haline gelmesini önleyebilecek tek
güçtü. Ancak özellikle Pervez Müşerref döneminde
yargıya yapılan zımni darbe ve yargının restorasyonuyla birlikte, bu kurum da zayıflatılarak Pakistan
siyasetinde önemli bir dönüm noktasıyla karşı karşıya kalınmıştı. Bu noktada tartışma konusu, yakın
zamanda böylesine kurumsal bir yıpratılma sürecine maruz kalan yargının, Peşaver Katliamı sonrası
süreçte sazı eline alan askerin bu genişleyen etki
kurma gücünü durdurup durduramayacağıydı.
Bu doğrultuda 2013 Seçimleri sonrası bir demokratikleşme havası yükselen Pakistan’da yargının ilk
başlarda tartışılan bu dönüşümün arkasında durmaya çalıştığı söylenebilse de, olağanüstü güvenlik
tartışmaları içerisine çekilen ülkede askerin kurgulamış olduğu senaryoya karşı fazla dayanamayıp
gittikçe arzulanan pozisyonun içerisine çekildiği
söylenebilir. Nitekim Askeri Mahkemelerin kurulduğu ilk günlerde Yargı içerisinden büyük tepkiler
yükselmesine rağmen, geçtiğimiz günlerde Anayasa Mahkemesi tarafından kurulan Askeri Mahkeme-
EYLÜL 2015
91
aynı şekilde bir taraftan bölgede ticari
ilişkileri önceleyen bölgesel bir barış
jargonunun yanında, diğer taraftan
kurumsallaşmış güvenlik korkularını
aşamayarak eski dış politik paradigmasına devam ettiği oldukça aşikâr.
Bu doğrultuda bölgede ABD, Rusya
ve Çin’in bölgesel hedefleriyle alakalı
olarak Pakistan’ın hem bu küresel aktörlerin taleplerine cevap vermeye hem
de kendi ulusal ihtiyaç ve vizyonları
peşinde koşmayı da ihmal etmemeye
çalıştığı iddia edilebilir.
lerin varlığına yönelik gönderilen itiraz dilekçelerinin
reddedildiğinin açıklanmasıyla2 mevcut askeri vesayetin konsolide olduğu tüm sosyal kesimler tarafından kabul edilmiş oldu. Üstelik karar mahkemede
üyelerin büyük çoğunluğu tarafından desteklenmişti. Karar, eski yargı üyeleri tarafından büyük bir hayal kırıklığı olarak değerlendirilmişken; Navaz Şerif
ise ilginç bir şekilde kararı teröre karşı savaş çerçevesinde değerlendirmiş ve ulusun başarısı olarak
takdim etmiştir.3
Dönüşemeyen Dış Politika
Pakistan’da iç politik durum genel manada bu şekilde sivil-askeri karma bir iktidar modeli etrafında
şekilleniyorken, doğal olarak güvenlik ve dış politikada da ana kararlar asker tarafından alınıyor denilebilir. Aslında 2013 seçimleri sonrasında Başbakanlık koltuğuna geçen Navaz Şerif dış politika da
dâhil takip edeceği tüm siyaseti kendisini iktidara
taşıyan yükselen orta sınıfların çıkar ve hassasiyetlerine göre belirleyeceklerini iddia etmişti. Maalesef
ki Pakistan’ın sahip olduğu coğrafya ve genetikleşmiş kurumsal refleksleri böyle bir uygulamaya izin
vermedi. Şerif’in yönetime geçtiği ilk andan bu yana
kalkınma odaklı söylemleri devam etse de, pratikte bu söylemlerin güvenlik öncelikli politikalara dönüştüğü rahatlıkla söylenebilir. Yani bu yılın başında
küresel aktörlerin de etkisiyle Güney Asya bölgesinde etkili olmaya başlayan ekonomik liberalizm
söylemleri, bölgenin tarihinden ilham alan çatışmacı geleneğe teslim olmuş durumda. Pakistan’ın da
92
EYLÜL 2015
Pakistan dış politikasına bu doğrultuda
baktığımızda gündeminde her şeyden
önce Çin’in “One Road One Belt” isimli
projesinin Pakistan yansıması olan ve
bölgesel gidişatı da yakından ilgilendiren “PakistanÇin Ekonomik Koridoru” projesinin olduğu inkâr
edilemez. Başta Pakistan’ın Pencap eyaleti olmak
üzere ülkeye neredeyse 50 milyar dolar yatırıma
karşılık gelecek projenin, sadece Pakistan iktidar
elitlerini konuyla ilgili mobilize etmekle kalmadığı aynı zamanda tüm Asya jeopolitiği için tektonik
bir dönüşüme karşılık geleceğine dair tartışmaları
başlattığı ifade edilmelidir.4 Çin’in küresel ilerleyişi
adına hayati önemde olan projenin dolaylı olarak
Pakistan’ın geleceği ve güvenlik algılamalarına son
derece etki ettiği bugün politik arenada rahatlıkla gözlemlenebilir. Nitekim geçtiğimiz hafta Pencap İçişleri Bakanı’nın öldürülmesi,5 ülkede hem
Pakistan’a hem de bu projeye karşı verilen politik
bir mesaj olarak okundu. Dolayısıyla Pakistan için
bu proje hem ekonomik kalkınma adına bir kaldıraç,
hem jeopolitik yükselişin ilk adımı, hem de projeye dâhil olacak tüm aktörler için barışçıl bir bölge
yaratmanın ön koşulu olarak değerlendirilmekte.
Ancak projeden rahatsız olan başta Hindistan gibi
aktörlere karşı da her türlü mücadelenin devam
etmesi gerektiğinin de vurgulandığı not edilmelidir. Sonuçta Pakistan-Çin Ekonomik Koridoru’nun
şuan ülkenin en önemli motivasyon ve momentum
kaynağı olduğu tartışma götürmez bir gerçek olarak
karşımızda durmaktadır.
Dış politikanın gündeminde olan bir başka konu da
Şerif’in yeni bir dış politika vizyonuyla çıkmış olduğu
yolda komşularıyla iyi ilişkiler kurma hedefiyle alakalıdır. Pakistan’ın başta Hindistan ve Afganistan
olmak üzere tarihsel olarak iyi ilişkiler mazisi olmayan aktörlerle yakınlaşma arzusu, küresel güçlerin
kendi lehlerine bölgedeki aktörleri yakınlaştırma politikalarıyla uyuşmuş ve bölgesel siyasette büyük bir
karşılık bulmuştu. Bu doğrultuda Hindistan ve Afganistan ile karşılıklı diyalog platformları oluşturulmuş,
hatta Afganistan’ın en büyük sorunu olan Taliban
ile Kabil arasındaki müzakerelerin İslamabad’ta yapılması sağlanmıştır. Ancak bölgede Taliban, DAEŞ
vb. kaynaklı terör ağları, karşılıklı sınır çatışmaları ve
ateşkes ihlalleri her iki ülkeyle de ilişkilerin istenilen
düzeye çıkarılmasının daima önüne geçti. Geçtiğimiz hafta Afganistan Cumhurbaşkanı Gani’nin
Pakistan istihbaratı ve güvenlik elitlerini ülkesindeki
terörün kaynağı olarak suçlamasında6 olduğu gibi
dış politikada devam eden konvansiyonel metodlar Pakistan’ın barış yanlısı söyleminin inandırıcılığını
oldukça yıprattı. Şuan Pakistan’ın Güney Asya Bölgesel İşbirliği Örgütü bünyesindeki çabaları bile bölge ülkeleriyle işbirliğine özellikle Hindistan’ı dışarda
bırakacak şekilde devam etmek olduğu yönünde
oldukça fazla eleştirilmektedir. Bunun da Pakistan’a
kazandırdığından fazla kaybettirdiği söylenebilir.
Son olarak Pakistan dış politikasındaki önemli bir
gündem haline gelebilecek bir mesele olarak DAEŞ
ile mücadele ihtimali sayılabilir. Ülkedeki Pakistan
Talibanı gibi terör ağlarıyla yeterince meşgul olan
Pakistan, birkaç aydır DAEŞ’in ülkede faaliyete geçebileceği, bulunan DAEŞ hücreleriyle ve bazı terör
gruplarının DAEŞ’e biat edip ona katılabileceği haberleriyle yeni bir mücadele alanına girilip girilmeyeceği noktasında büyük bir soru işaretiyle karşı karşıya kalmış durumdaydı. DAEŞ’in ülkede etkin olma
ihtimaline karşı yasal düzenlemeler yapma yoluna
giden Pakistan, yine de konuyla ilgili oldukça tedirgin
bir pozisyonda kendisini konumlandırmıştı. Özellikle
Türkiye’nin DAEŞ’le mücadele edeceğini ilan etmesinin ardından ise konuyla ilgili duruşunun değişebileceği sinyallerini verdi. Öyle ki Türkiye’nin böyle bir
terör örgütüne müdahale etmemesinin ardında bir
sebebin yattığına inanılan ülkede, Türkiye’nin başlattığı operasyonlar sonrasında ise yapılacak dış politik
ziyaretlerde DAEŞ’le mücadele üzerinden belli başlı
işbirliği alanları sağlanabileceği tartışılmaya başlandı.
Sonuç Yerine
Peki, bugün Pakistan dış politika gündemi bu kadar sınırlı bir alana mı sahip? Elbette değil, ancak
ülkenin karşı karşıya olduğu ekonomik ve politik
güvenlik tehditleri ülkenin hareket alanını oldukça
daraltıyor. Bugün ülkenin en önemli gündemi terör
hadiselerinin yanında, işsizlik ve özellikle de enerji
güvenliği mevzusudur diyebiliriz. Başta enerji ihtiyacı için Şerif’in birçok Orta Doğu ve Orta Asya
ülkesine yaptığı ziyaretlerin altı muhakkak çizilmeliyken, nükleer uzlaşma sonrası İran’ın küresel
sisteme entegre olma ihtimalinden ekonomik açıdan en fazla mutlu olan ülkelerden biri de şüphesiz Pakistan’dır. Daha şimdiden İran ile ekonomik
işbirliği olanaklarının geliştirilmesi amacıyla sık sık
bir araya gelen Pakistan, hem potansiyellerini gerçekleştirme adına daha fazla güç kazanıyor hem
de kendisini sınırlayacak, kurduğu ilişkilerden rahatsız olan başka aktörleri rahatsız ediyor. Belki
de Pakistan’ın son dönem dış politikasındaki en
büyük talihsizliği de bu. Çin ile ilişkileri geliştirse
ABD rahatsız oluyor; İran ile ilişkileri geliştirse Körfez rahatsız oluyor. Aslında bu durum Güney Asya
siyasetinin neden bu kadar yükselişe geçtiğini de
kanıtlar nitelikte. Doğu’nun yükselişi devam ettikçe
kontrol edilmesi gereken en önemli mekân Güney
Asya haline geliyor. Bu da Güney Asya ülkelerinden
biri olan Pakistan’ın hem avantajı hem de dezavantajı olarak karşımıza çıkıyor.
Dipnotlar
1
2
3
4
5
6
Rana Banerji, “What’s Happening In Pakistan Today?”,
Delhi Policy Group, July 2015, pp. 2.
“Military Courts Get Supreme Court Nod”, Dawn.com,
05.08.2015, http://www.dawn.com/news/1198533/
military-courts-get-supreme-court-nod.
“SC’s Verdict On Military Courts Will Help Fight
Against Terrorism, PM Tells NA”, The Express Tribune,
05.08.2015, http://tribune.com.pk/story/932615/
scs-verdict-over-military-courts-will-help-fight-againstterrorism-pm/.
Akhilesh Pillalamarri, “The China-Pakistan Economic
Corridor Is Easier Than Done”, The Diplomat,
24.04.2015, http://thediplomat.com/2015/04/thechina-pakistan-economic-corridor-is-easier-said-thandone/.
“Penjap Home Minister Shuja Khanzada KilledIn Attack
Suicide Bombing”, Pakistan Today, 16.08.2015, http://
www.pakistantoday.com.pk/2015/08/16/national/
suicide-bomber-targets-punjab-home-minister-shujakhanzada-3-dead-minister-critically-injured/.
“Suicide Training Camps Still Functional In Pakistan:
Ghani”, Pajhwok Afghan News, 10.08.2015, http://
www.pajhwok.com/en/2015/08/10/suicide-trainingcamps-still-functional-pakistan-ghani.
EYLÜL 2015
93
Türkye Ekonoms: Küresel İstkrarsızlık ve
Syasal Belrszlk Kıskacında
Prof. Dr. Muhsn Kar
Türk Ekonomsnn Drenç Unsurları
Doç. Dr. Selm Kayhan
Dolar/TL Krze M İşaret Edyor?
Yuan Rezerv Para Olacak Mı?
Dr. M. Levent Yılmaz
EKONOMİ
TÜRKİYE EKONOMİSİ:
KÜRESEL İSTİKRARSIZLIK VE
SİYASAL BELİRSİZLİK KISKACINDA
Prof. Dr. Muhsin KAR
SDE Ekonomi Programı Koordinatörü
S
ürekli yakına bakan uzakta olan bitenlerden
bihaber yaşarmış. Neticede kendi dışında
yaşananlardan habersiz her şeyi kendi ekseninden değerlendirme yanılgısına düşermiş. Son
dönem Türkiye ekonomisindeki gelişmelere baktığımızda da benzer bir duruma şahit olmaktayız.
Özellikle döviz kurunun önderliğinde yaşanan ekonomik dalgalanmaları buna örnek olarak verebiliriz.
Temel olarak döviz kuru bir ulusal paranın yabancı para cinsinden fiyatını yansıttığından dolayı, kur
hareketlerinin nedenlerini ülke içi ve dışı olarak iki
gruba ayırmak mümkündür. Ülke dışı faktörlerden
ilki, FED’in faiz arttırma kararında sona yaklaşılması,
ikincisi Çin’in geçen hafta içerisinde üç gün üst üste
96
EYLÜL 2015
yuan’ın değerini düşürmesi ve üçüncü olarak da jeopolitik riskleri (Rusya/Ukrayna sorunu ve Suriye’de
yaşan iç savaşın yansımaları) sıralamak mümkündür. İç faktörler ise, 7 Haziran seçimleri sonrası ortaya çıkan siyasi belirsizlikler ve artan terör eylemlerinin yarattığı güvenlik problemidir.
FED’in Yılan Hikâyesi
Uluslararası sermaye hareketlerinin yönünü belirleyen
temel faktörlerden biri uluslararası faiz farklılıklarıdır.
Bir ülkede sermayeye ödenen faiz yükseldiği takdirde, paranın yönü faizin yükseldiği ülkeye doğru
dönmektedir. Amerika, ekonomideki iyileşmeye paralel olarak gelir artışının yeni balonlar ve enflasyonist baskılar oluşturmaması için, 2009 sonrası FED
Türkye’de geçmş krzlere bakıldığında k öneml faktörün ön plana çıktığı görülmektedr.
Brncs, bütçe açıkları, yan mal dsplnn korunmamasıdır. İkncs se, bankacılık sektörüdür.
2001 krz sonrası alınan önlemlerle bu kronk krz kanalları sorun olmaktan çıkarılmıştır.
tarafından piyasaya sürülen dolar likiditesini kontrollü
bir şekilde azaltmak istiyor ve bu yüzden faiz artışının
eninde sonunda yapılması gerektiğini düşünüyor.
Neredeyse iki yıldır yılan hikâyesine dönen FED’in
faiz arttırma kararında son aşamaya gelinmiş olması piyasalar üzerinde baskı oluşturmaktadır. Dolayısıyla ABD’de faiz oranlarının artma ihtimali gelişen
piyasalarda da benzer baskının oluşmasına ve tüm
gözlerin FED’in kararlarına çevrilmesine neden olmaktadır. Bu baskı son bir yıl içerisinde daha da
belirginleşti ve FED faiz artışı yapmamış olmasına
rağmen gelişen ülke ekonomilerinden 1 trilyon dolar
civarında sermaye çıkışının yaşanmasına yol açtı.
FED’in faiz kararının yaklaştığına yönelik beklentilerin
arttığı bir dönemde, Çin Merkez Bankasının yuan’ı
devalüe etmesi, faiz artışına ilişkin tartışmalara yeni
bir boyut eklemiştir. Amerikan ekonomisine ilişkin
verilerdeki zayıflıklara ilişkin tereddütlere ek olarak
Çin’in bu hamlesinin, FED’in faiz artırma ihtimalinin
ertelenmesine yol açması kuvvetle muhtemeldir.
Bunda özellikle Çin’in 11 Ağustos’ta başlayan devalüasyon dalgası etkili olmuştur. Bu devalüasyon
küresel bir satış dalgasını tetikleyerek, hisse senedi
piyasaların da 5 trilyon dolarlık bir çıkışın yaşanmasına neden olmuştur.
Çin Salvosu
Sabit kur sistemini uygulayan ekonomilerde resmi
otoritelerin ulusal para birimlerinin değerini düşürmeleri “devalüasyon” olarak adlandırılır. 11 Ağustosta Çin Merkez Bankası (PBOC) sürpriz bir şekilde yuan’ın günlük dolar kurunu % 1,9 gibi yüksek
bir oranda devalüasyonuna izin verdi. Bu 1994 yılı
başından bu yana günlük bazda yaşanan en hızlı
düşüş olarak gerçekleşmiştir. Ve bununla yetinmeyerek takip eden iki günde devalüasyona devam
edildi. 11-13 Ağustos tarihlerinde toplam % 4,6 civarında yuan devalüe edildi.
Temmuz ayında Çin’in ihracatında yaşanan düşüş
yuan’ın devalüe edilmesinin ardındaki en temel
motivasyondur. Temmuz ayında Çin ihracatı geçen yılın aynı ayına göre % 8,3 oranında azalmış,
dış ticarette rekabet avantajının bundan olumsuz
etkilenmemesi ve yeniden ihracat artışının sağlanabilmesi için devalüasyon kaçınılmaz olmuştur.
Ancak asıl neden, Çin ekonomisinin küresel ekonomik durgunluğa paralel olarak büyüme stratejisini değiştirme de yaşadığı güçlüktür. İç tüketime
dayalı bir büyüme modeli seçmiş olmasına rağmen,
bu dönüşümü yapmakta zorlanan Çin’in büyüme
oranının gerçeği yansıtmadığına ilişkin tartışmalar
yapılmaktadır. Son yıllarda % 7,5’ler civarında açıklanan büyüme oranının gerçekte % 5’ler civarında
olduğu söylenmektedir. Çin hükümetinin bilinçli bir
şekilde uyguladığı büyük altyapı projeleri ve inşaat
sektörü, emlak balonunun oluşmasına yol açmıştır.
Yeterli finansal aracın olmadığı bir ortamda yatırımcılar emlak piyasasına bilinçli bir şekilde yönlendirilmiş ve bu piyasada fiyatların yükselmesine neden
olmuştur. Nitekim son günlerde Çin borsalarında
yaşanan düşüşler, emlak balonunun patladığı şeklinde yorumlanmaktadır.
Çin’in devalüasyon hamlesi iki görevi birden görmektedir. Birincisi, devalüasyon ülkenin biriken
yapısal sorunlarını gizleme ve öteleme işlevi yerine getirecektir. İkincisi, yuan’ın IMF’in para sepeti
SDR (Özel Çekme Hakkı)’ye dâhil edilebilmesi için
yuan’ın piyasa güçleri tarafından belirlenmesi zorunluluğudur.
Ancak Çin’in bu devalüasyonu birçok ülkenin zincirleme devalüasyona gitme ihtimalini de güçlendirdi.
Devalüasyonun etkisi, Çin ile rekabet eden bölge
ülkeleri ile sınırlı kalmadı ve hammadde üreten birçok
ülke parasını da baskı altına aldı ve kur savaşlarını
gündeme getirdi. 1990’lı yılların ikinci yarısında yaşanan Asya krizi dönemlerinden de hatırlayacağımız
temel bir problem “kur savaşları”nı doğurmuştur. Bu
politikanın özü, komşuyu zarara uğratmak (beggar
thy neighbor) ve bir ülkenin yaptığı devalüasyon neticesinde dış ticarette rekabet avantajını kaybetmek
istemeyen ülkelerin kendi para ve kur politikalarını
gevşetme yolunu tercih etmeleridir. Dolayısıyla Çin’in
yuan’ı devalüe etmesi, ticaret partneri olan ülkelerin
paralarını devalüe etmelerine yol açmaktadır. Örneğin, Kazakistan tengesi, dolar karşısında % 30 değer kaybetmiştir. Sırada birçok ülkenin yer alacağına
EYLÜL 2015
97
ilişkin güçlü beklentiler söz konusudur. Türkiye’nin
bu dalgadan izole olmasını beklemek mümkün değildir. Rekabetçi devalüasyonlar TL üzerindeki baskıları
daha da arttıran önemli bir faktördür.
Jeopolitik Riskler
Türk lirasının değer kaybetmesinde önemli olan bir
diğer dış faktör artan jeopolitik risklerdir. Özellikle
Rusya’nın Kırımı işgaliyle başlayan hamlesine karşı uygulanan ekonomik yaptırımlarla küçülen ekonomi Türkiye’nin ihracatını olumsuz olarak etkilemektedir. Nitekim uluslararası piyasalarda rublenin
değerindeki erime yüzünden sıkıntılı bir dönemden
geçen Rusya’ya ihracatta % 30’lara varan daralma
gözlenmektedir.
Diğer taraftan Orta Doğu’da yaşanan siyasal sorunlar ve iç savaşlar, Türkiye’nin yeni keşfettiği bu
pazarlarda ciddi kayıplar yaşamasına neden oldu.
Bunun nedeni artan güvenlik sorunları ile ulaşım
kanallarının tıkanması, belirlenen yeni yolların daha
uzun olması ve bunlara bağlı olarak maliyetlerin
artmasıdır. Buna ek olarak, ihraç ürünleriyle ilgili
ödeme sürelerinde uzamaların söz konusu olduğu
da bilinmektedir. Özellikle hukukun üstünlüğünün
sorunlu olduğu ülkelerde bu ödemelerin daha da
uzadığı ifade edilmektedir.
Ayrıca Türkiye’nin en önemli ticaret ortağı Avrupa
Birliği’nin 2008 küresel krizi sonrasında bir türlü
toparlanamamasını da unutmamak gerekir. Yunanistan borç krizi üzerinden devam eden tartışmalar,
avro’nun geleceğini de tehlikeye atmakta ve Birliğin
bir bütün olarak durgunluğuna neden olmaktadır.
Bütün bunlar Türkiye’nin ihracatının artış oranının
düşük kalmasına yol açmaktadır. Bu durum, tasarruf açığı bulunan bir ekonomi için, döviz gelirlerinin
sınırlı olmasına ve dış şoklara karşı açık hale gelmesine neden olmaktadır.
Siyasi Belirsizlik
Türkiye’de geçmiş krizlere bakıldığında iki önemli
faktörün ön plana çıktığı görülmektedir. Birincisi,
bütçe açıkları, yani mali disiplinin korunmamasıdır.
İkincisi ise, bankacılık sektörüdür. 2001 krizi sonrası alınan önlemlerle bu kronik kriz kanalları sorun
olmaktan çıkarılmıştır. Kurumsal yapısı güçlendirilen
Türkiye ekonomisi, krizlere karşı daha dirençli hale
getirilmiştir. 2009 küresel krizi sonrasında düşük
büyüme patikasını tercih eden Türkiye için makro
dengelerin risk oluşturma ihtimali minimize edilmiş-
98
EYLÜL 2015
tir. Ancak 7 Haziran seçimleri sonrası ortaya çıkan
siyasal belirsizlik önemli bir risk unsurudur.
Ayrıca seçim sonrası dönemde hortlayan terör saldırıları, güvenlik riskini artırmaktadır. Bu güvensiz
ortam, bir taraftan kamu harcamalarının kompozisyonunu savunma harcamaları lehine değiştirirken, diğer taraftan bölgedeki kamu ve özel sektör
yatırımlarını önemli ölçüde sekteye uğratmaktadır.
Özellikle bölgenin gelişmesinde gelecekte önemli
rol üstlenmesi beklenen altyapı yatırımlarına yönelik
terör faaliyetleri, kaynak israfına yol açmaktadır.
Siyasal belirsizlik ve artan terör saldırıları, zaten potansiyelinin altında büyüyen bir ekonomi için ilave
bir risktir. Çünkü yapısal reformlara ihtiyaç duyulduğu bir dönemde ortaya çıkan bu siyasal belirsizlik,
yatırımların ertelenmesine ve tüketimin ötelenmesine yol açmaktadır.
Hangisi Daha Etkin?
Türk lirasının değer kaybetmesinde etkili olan iç ve
dış faktörler birlikte değerlendirildiğinde, küresel
ekonomideki gelişmelerin belirleyici olduğu görülmektedir. FED’in faiz artırımının muhtemel sonuçları ile Çin’in devalüasyonunun olası etkileri birbirine
karışmış ve küresel ekonomik belirsizliklerin daha
da artmasına yol açmıştır. Küresel belirsizlik ortamı, birçok gelişmiş ülkeyi (ABD, Almanya, İngiltere
vs.) daha şimdiden etkilemiş ve borsalarda büyük
kayıpların yaşanmasına yol açmıştır. Bu durumdan
Türkiye ekonomisinin etkilenmemesi mümkün gözükmemektedir. Ayrıca jeopolitik risklerden ve iç siyasetten kaynaklanan belirsizlikler, Türkiye’nin risk
primini artırmaktadır. Bütün bunların somut etkisi
döviz kurlarının yükselmesi (TL’nin değer kaybetmesi) şeklinde kendini göstermektedir.
Türkiye’de mali disiplinin korunmaya çalışılması ve
finansal sistemin güçlü olmasına rağmen, özel sektör borçlarının yüksekliği kur hareketiyle birleşince
risk unsuru olarak ortaya çıkmaktadır. Siyasal belirsizlik burada devreye girmekte olup yenilenecek
seçimlere kadar devam edecektir. Siyasal belirsizlik
seçim sonrasında ortadan bir şekilde kalksa bile,
küresel ekonomik belirsizlikler risk unsuru olmaya
devam edecektir. Tekrarlanacak olan seçime kadar
ve seçim sonrasında, ekonomi yönetiminin siyasi
ve bürokratik ayakları bu gelişmeleri dikkatlice takip
etmeli ve bu riskleri dikkate alarak koordineli bir şekilde politika üretmeye devam etmelidir.
EKONOMİ
TÜRK EKONOMİSİNİN
DİRENÇ
UNSURLARI
Doç. Dr. Selim KAYHAN*
Akademisyen
7
Haziranda yapılan genel seçimlerden tek parti
iktidarının çıkmaması, 1990’lı yılların başarısız
koalisyon uygulamalarının ve krizlerle sonuçlanan ekonomi programlarının hatırlanmasına yol
açtı. Seçim öncesi siyasal partilerin kullandıkları
sert söylemler, birbirine benzemez dörtlü arasında
bir koalisyonun mümkün olmayabileceği ihtimalini
gündeme getirdiği için ertesi gün (8 Haziran) döviz
kurunda hızlı bir artış yaşanmasına neden oldu. Ancak siyasal parti liderlerinin ılımlı ve uzlaşmacı tavrı
koalisyonun muhtemel olmasını güçlendirdiği için
döviz kurunda düşmeler yaşandı. Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın seçimden ipi göğüsleyerek birinci olarak
çıkan AK Parti Genel Başkanı Davutoğlu’nu görevlendirmesi ve koalisyon görüşmelerinin başlaması,
piyasaların koalisyonu fiyatlanmasına yol açtı. Görüşmeler sürerken, mecliste temsil edilen mevcut
siyasal partiler arasından koalisyonun çıkmama ihtimali de vurgulandı. Hatta bu ihtimalin % 50 olduğu
bizzat siyasal parti liderleri tarafından da kamuoyu
ile paylaşıldı. Bütün bu gelişmeler olurken; ekonomik göstergelerin, 1990’lı yıllarda olduğu gibi siyasal belirsizliklere aşırı tepki vermemesi toplumun
bütün kesimlerinin dikkatinden kaçmadı. Küresel
ekonomideki durgunluğa, artan terör saldırılarına,
etrafımızdaki jeopolitik risklere ve siyasal belirsizliklere rağmen, ekonomide aşırı bir hareketliliğin
yaşanmaması, Türkiye ekonomisinin son on yıldaki
kurumsal dönüşümüyle yakından ilgilidir.
Kurumsal Yapının Rolü
Ekonomik büyümenin nedenleri ya da bir ülkenin
ekonomik anlamda büyümesinin altında yatan sebepleri araştıran iktisatçılar son dönemde kurumsal
EYLÜL 2015
99
yapının önemine vurgu yapmaya başladılar. Kurumsal yapının ülkeler arasında gelişmişlik farkının oluşmasına yol açan ana unsurlardan biri olduğunu ileri
sürüldüler. Zira kurumsal yapıların güçlü olduğu ve
etkin çalıştığı ülkelerde, siyasal belirsizliklerin piyasaları olumsuz etkilemesinin sınırlı olduğu görülüyor.
Tüm bu açıklamalar ışığında siyasî erkin ekonomi
üzerindeki etkisinin doğru bir şekilde kanalize edilmesi ekonomik büyümenin sağlanması için ön şart olduğunu, kurumsal yapının kapsayıcı siyasi kurumların
üstüne kurulması ile sağlam bir ekonomik büyüme
sürecinin oluşması için gerektiğini göstermektedir.
Kurumsal iktisatçılara göre iktisadi olayların ve faaliyetlerin gelişiminde kurumların önemi büyüktür. Zira
dar anlamda, mülkiyet hakları, piyasa yapısı gibi organizasyonlar kurumları oluşturmaktadır. Kurumların
tanımına geniş perspektiften baktığımızda ise piyasaların işleyişini kontrol eden her türlü organizasyon
ve ilişkiler ağı kurumsal yapının içerisine girmektedir.
Kurumsal Yapının Güçlendirilmesi
Kurumsal yapının tanımını farklı açılardan değerlendirmek mümkün. Bunlardan ilki ekonominin işleyişini düzenleyen yapıların doğru bir şekilde çalışması, piyasanın çalışmasını engellememesi ile ilgilidir.
Buna göre kamunun düzenleyici kurumlarının piyasa ekonomisinin işleyişini engellemeden denetleyebilmeli, düzenleyebilmeli. Ancak böylece piyasalar
etkin bir şekilde çalışabilir. Örneğin finansal piyasalarda kurumsal yapının oluşturulması ile etkinlik ve
derinlik sağlanabilir. Çıktısı ise yatırımcıların daha az
maliyetle yatırımlarını finanse etmesidir.
Bir de işin demokrasi ve hukuk boyutu var: Kişinin
fikir ve mülki özgürlüğü. Birey düşüncelerini ifade etmede ne kadar özgür ise bu toplumsal refah ve ekonomik büyümenin artmasında olumlu etki yapacaktır.
Diğer yandan kamu kurumlarının belirli kurallar çerçevesinde organize edilerek piyasa ekonomisinin
işleyişine engel olmayacak bir biçimde çalışması
gerekir. Kısacası serbest piyasa ekonomisinin tam
olarak işlemesi için ne gerekirse yapmak lazım.
Kurumsal iktisadın savunucuları arasında olan Daron Acemoğlu ve James Robinson siyasi kurumları
da sömürücü ve kapsayıcı olarak ikiye ayırmakta
ve ekonomik gelişmişliği de bu ayrıma bağlı olarak
açıklamaktadır. Sömürücü sistemde güç küçük bir
elitin kontrolündedir ve bu gücü büyüme için değil
kendilerine rant sağlamak için kullanırlar. Kapsayıcı siyaset sisteminde ise toplumun geniş çoğunluğunun söz sahibi olması amaçlanır. Fırsat eşitliği,
yeteneklerin ortaya çıkarılması, tasarruf, yatırım ve
teknolojik gelişme teşvik edilir. Önemle belirtmek
gerekir ki, siyasî yapı bir kez yerleşti mi, hangisi
olursa olsun, diğerine geçiş oldukça zordur.
100
EYLÜL 2015
Türkiye’de kurumsal yapının ekonomik gelişmeyi
destekler niteliğe bürünmesi aslında 2001 krizi sonrası uygulamaya konulan “Güçlü Ekonomiye Geçiş”
programı ile başladı. Piyasa ekonomisinin çalışabilmesi, fikir hak ve hürriyetinin korunması amacı ile
program kapsamında reformlar yapıldı. Hukuk sisteminde fikir ve mülkiyet haklarının korunması için
yapılan düzenlemelerin yanında, piyasaların tam
rekabet şartlarında çalışabilmesi için başta emtia
piyasaları olmak üzere düzenleyici ve denetleyici
organizasyonların etkin bir şekilde çalışması sağlandı. Şeker Kurulu, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Düzenleme Kurulu, Doğalgaz Piyasası Kurulu
ve sivil havacılık kanunu ile Telekomünikasyon kurumunda yapılan değişiklikler bu amaçla idi. Benzer
şekilde finansal sistemin etkinliğinin artırılması amacı ile BDDK, TMSF ve SPK gibi kuruluşların özerk
bir şekilde çalışması, siyasî erkin kendi çıkarları için
etkilenmemesi adına düzenlemeler yapıldı.
Belki de daha önemli adımlar Merkez Bankası ve
Maliye Bakanlığının işleyişi ile ilgiliydi. Program kapsamında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın
hükümet ile olan ilgisi kesilerek bağımsızlığı artırıldı. Böylece uyguladığı para politikalarında bağımsız
kararlar vererek birinci amacı olan fiyat istikrarının
sağlanması için imkân oluşmuş oldu. Öte yandan
program kapsamında mali disiplinin kararlı bir şekilde uygulanması bütçe açığının kapatılarak devletin finansal piyasalardan borçlanma zorunluluğunun ortadan kaldırılmasına neden oldu. Bu hem
kamu yatırımlarının maliyetini azaltırken, finansal
piyasalardaki kamu ağırlığının ortadan kalkarak özel
sektöre ait yatırımların da maliyetinin dolaylı olarak
azalmasına yol açtı. Program kapsamında özelleştirilmenin teşvik edilmesi ile piyasa ekonomisine
geçiş ve kamunun piyasa hakimiyetinin azaltılması amaçlanırken, dolaylı olarak da siyasi erkin rant
elde edebileceği yolların da azaltılması planlandı.
Yapılan tüm bu reformlar ile yirmi yıllık kronik yüksek
enflasyon problemi ortadan kaldırılırken 2004 yılın-
da tek haneli enflasyon oranları yakalandı. Benzer
şekilde mali disiplin ile birlikte faiz dışı fazla veren
hazine, iç ve dış borçların azalmasına ve bütçe gelirlerinin faiz ödemeleri yerine büyük yatırımların finansmanında kullanılmasına neden oldu.
Tüm bu reformlar Türkiye’de kurumsal yapının güçlenmesini ve piyasa ekonomisinin doğru ve sağlam
bir şekilde çalışmasını sağladı. Böylece ekonominin
temellerinin sağlamlaşmasına neden oldu. Bu sonucun en önemli kanıtı olarak 7 Haziran seçimleri
sonrası Türkiye ekonomisinin sağlam duruşunu
göstermek mümkün.
Siyasal Belirsizlikler ve Geçmişin Hatırası
Şüphesiz ekonomik gidişatı etkileyen faktörlerin
başında siyasal yapı gelmektedir. Zira Türkiye için
geçmiş tecrübeler de bunu göstermekte. Türkiye
ekonomisinin 2001 yılında yaşamış olduğu kriz,
Türkiye’nin yaşamış olduğu en büyük ekonomik
krizdir. Sebebi ise dönemin Cumhurbaşkanı ve
Başbakanı arasında yaşanan siyasi bir krizdir. Bu
krizin sonucunda ekonomi daha önce hiç olmadığı
kadar derin ve uzun süreli bir daralma periyoduna
girdi. Krizin ertesi günü Merkez Bankası rezervleri
beş milyar Amerikan doları kadar azalırken, akabinde döviz kuru sistemi değiştirildi. TL’nin değeri kısa
süre içerisinde % 40 düştü. Gecelik faizin % 6200
oranına arttığı bu dönemde devletin borcu da 29
katrilyon TL artmış oldu.
Kurumsal yapının ekonomik gidişatı nasıl olumsuz
etkilediğini görmek için ise 1994 ve 2000 krizlerine
bakmak yeterli. 1994 öncesi ülke, kamu kesiminin
faiz dışı harcamalarının kamu gelirlerini aştığı, açığın ise Merkez Bankası tarafından finanse edilemesiyle hiperenflasyonun yaşandığı finansal krize
sürüklendi.
2000 yılının Kasım ayında yaşanan ekonomik krizin
de temelinde benzer sebepler bulunuyordu. Yükselen bütçe açıkları hazine faizlerinin % 106’ya çıkartırken enflasyon % 70 seviyesine çıktı. Ekim ayında
gecelik faiz oranı % 39 iken Aralık ayında % 183’e
kadar ilerledi.
Siyasal Belirsizliklere Rağmen Ekonominin
Direnci Yüksek
Son otuz yılda yaşanan tüm ekonomik krizlere
bakıldığında temelinde kurumsal yapıda oluşan
eksikliklerin olduğu aşikâr. Gerek siyasî gerilimler
gerekse kamu kesimindeki düzensizlikler Türkiye
ekonomisini ekonomik anlamda krizlere sürükledi.
7 Haziran 2015 tarihinde yapılan genel seçimlerden
mevcut iktidar partisinin tek başına iktidara gelecek
oyu alamamasının ekonomik açıdan önemli sorunlara neden olacağı beklenmekteydi. Hem finansal
piyasaların hem de reel sektörün bu durumdan
olumsuz etkilenmesi, seçimin ardından belirsizliğin
oluşması muhtemel senaryo olarak görülmekteydi.
Ama olmadı. Seçimin ertesi günü piyasa verileri tüm
bu beklentileri boşa çıkardı. Amerikan doları karşısında Türk lirası ilk günlerde değer kaybı yaşasa da
sonrasında dengeye geldi. Benzer şekilde BIST endeksi seçimin ertesinde sermaye çıkışları sebebi ile
düşüş yaşasa da endeksteki düşüş yerini yükselişe
bıraktı. Özellikle uzun vadeli sermaye girişleri beklenenin aksine artış gösterdi.
Seçimden önceki son iş gününde 81.943 seviyesinde olan BIST 100 endeksi seçimden iki hafta
sonra 82.500 seviyesine çıktı. Amerikan doları ise
8 Haziran günü 2,80 TL seviyelerine çıktıktan sonra
iki hafta içerisinde 2,70 TL’nin altına indi. Haziran
ayı seçimin olası belirsizliğine rağmen konut piyasasında satışların bir önceki aya göre % 2, bir önceki
yılın aynı ayına göre ise % 19’un üstünde gerçekleştiği bir ay oldu.
Tüm bu detaylar göstermektedir ki, Türkiye ekonomisi 1990’lardaki Türkiye’nin aksine yapılan reformlar sayesinde eskisi gibi zayıf ve güçsüz değil. Artık
kurumlar, eskiden olmadığı gibi ekonominin büyümesini desteklerken, siyasî gelişmelerden etkilenmeyen bir ekonominin oluşmasını sağlıyor. Bu da
siyasî erkin sömürücü sistemden kapsayıcı sisteme
başarıyla geçtiğini gösteriyor.
Güçlenen kurumsal yapı, dışsal şoklara karşı ekonominin direncini yükselten unsurlar olarak öne
çıkarıyor. Her ne kadar kurumsal yapının güçlendirilmesi direnci artırıyor olsa da bunun bir sınırının
olduğu unutulmamalıdır. Seçimlerin yenilenerek
çıkan sonuca göre siyasal belirsizlikleri hızla ortadan kaldırmak ve ekonominin direncini daha da artıracak yapısal reformların hızla hayata geçirilmesi
gerekmektedir.
* Necmettin Erbakan Üniversitesi Sosyal ve Beşeri Bilimler
Fakültesi İktisat Bölümü öğretim üyesidir.
EYLÜL 2015
101
EKONOMİ
DOLAR/TL KRİZE Mİ İŞARET EDİYOR?
YUAN REZERV PARA OLACAK MI?
Dr. M. Levent YILMAZ
SDE Uzmanı
S
on dönemde Türkiye ekonomisinin belki de
en çok tartışılan konularının başında TL’nin
dolar karşısındaki değer kaybı geliyor. 2000
Kasım ve hemen ardından 2001 Şubat Krizlerinin
akılda kalan en acı hatırasının TL’deki aşırı değer
kayıpları olduğu düşünülürse son dönemdeki kur
hareketlerinden endişe etmek anlaşılabilir. Ancak
ne Türkiye 2001’deki Türkiye ne de artık dünya
ekonomisi 2008 öncesindeki ekonomi…
Biraz daha detay vermek gerekirse;
Hemen bu noktada TL’nin dolar karşısındaki değerinin gerçekten ne olduğunu tespit etmekte fayda
var. Bunun için çok kapsamlı teknik analizler yapmaya gerek yok. Bizim için bu hesaplamayı Merkez
Bankası yapıyor. Adı da Reel Efektif Döviz Kuru.
TCMB, Reel Efektif Döviz Kuru’nu aşağıdaki gibi
tanımlıyor;
Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) tarafından hesaplanan reel efektif döviz kuru endeksleri, ülkemiz fiyat düzeyinin dış ticaret yaptığımız
ülkelerin fiyat düzeylerine oranının ağırlıklı geometrik
ortalaması alınarak hesaplanmaktadır. TCMB tarafından hesaplanan reel efektif kur endekslerinde
Avrupa Merkez Bankası (European Central Bank ECB) ve Uluslararası Ödemeler Bankası (Bank for
International Settlements - BIS) tarafından izlenen
yöntem benimsenmiş olup, 45 ülke kapsanarak
2003-2005, 2006-2008 ve 2009-2011 dönemi ticaret verileri kullanılmış, her bir dönem için hesaplanan ülke ağırlıkları kullanılarak bir zincir endeks
formülü ile hesaplanmaktadır.2
“Nominal efektif döviz kuru, Türkiye’nin dış ticaretinde önemli paya sahip ülkelerin para birimlerinden
oluşan sepete göre, Türk lirasının ağırlıklı ortalama
değeridir. Ağırlıklar ikili ticaret akımları kullanılarak
belirlenmektedir. Reel efektif döviz kuru ise nominal
efektif döviz kurundaki nispi fiyat etkileri arındırılarak
elde edilmektedir.”1
Bu hesaplamayı baz aldığımızda TL’nin dolar karşısında “değerli mi değersiz mi” olduğunu değil, “olması gereken ve olanı” tartışıyor olacağız. Bu aynı
zamanda kur üzerinden bir ekonomik kriz tartışması
yapabilmek için de ön şartlardan birisidir. Dolayısıyla görsel ve yazılı basında dolar/TL seviyesindeki
hareketlere göre konuşulanlar kişisel görüş veya
102
EYLÜL 2015
Dövz kuru üzernden krz tellallığı yapanların REDK’unu görmedkler ya da blmedklern
varsayarsak Türkye çn kur üzernden br krz olduğunu söylemelern teknk blg yeterszlğ
olarak ntelendreblrz. Ama bunu blp de söylüyorlarsa bu en ymser fade le art nyettr.
en iyi ihtimalle tahminden öte gitmezken, konuyu
teknik açıdan ele alan bu yöntem daha akılcı ve gerçekçi olmaktadır.
Aşağıdaki grafikte yukarıda detayları kısaca özetlenmeye çalışılan yöntemle hesaplanmış endekslerin dağılımı gösterilmektedir.
Grafik bize şunu anlatıyor;
endeksi) aylık % 1,3 değer kazanarak 98,29 puandan 99,55 puana çıkmıştır.
Gelişmekte Olan Ülkeler Bazlı Reel Efektif endeksi
66,82 puandan 67,36 puana, gelişmiş Ülkeler Bazlı
Reel Efektif endeksi 116,03 puandan 118,10 puana gelmiştir. Sonuçta, TL’de bir değerlenme söz
konusu olduğu inkâr edilemez.
Reel Efektif Döviz Kuru’nun (REDK) artışı Türk lirasının değer kazandığını, diğer bir anlatımla Türk
mallarının yabancı mallar cinsinden fiyatının arttığını
gösteriyor.
2003 baz yılına göre ve TÜFE bazlı reel kur endeksi, gelişmiş ülkeler bazlı oluşturulan endekse göre
Temmuz 2015’de, 118,10 puana yükselmiştir. Bu
demektir ki TL, Temmuz ayında ortalama % 18.10
oranında daha değerlidir.
TCMB, REDK’in 120-125 aralığına ulaştığında ve
130 üstüne çıktığında her türlü araçla müdahale
edeceğini çok daha önceden açıklamıştır. Türk lirası reel döviz kuru endeksi 2015 Temmuz ayında
(TÜFE bazlı 2003=100 bazlı reel efektif döviz kuru
Şimdi gelelim işin neden böyle olduğuna. 2008
Krizi’nin ardından ABD içine düştüğü krizi atlatmak
için QE (Quantative Easing) adını verdiği genişlemeci bir para politikası uyguladı. Bu politika pek çok
teknik özellikleri içinde barındırmakla birlikte temel-
Grafik-1: TÜFE Bazlı Reel Efektif Döviz Kuru (2003=100)
140
130
120
110
100
90
80
60
Nis - 03
Tem - 03
Eki - 03
Oca - 04
Nis - 04
Tem - 04
Eki - 04
Oca - 05
Nis - 05
Tem - 05
Eki - 05
Oca - 06
Nis - 06
Tem - 06
Eki - 06
Oca - 07
Nis - 07
Tem - 07
Eki - 07
Oca - 08
Nis - 08
Tem - 08
Eki - 08
Oca - 09
Nis - 09
Tem - 09
Eki - 09
Oca - 10
Nis - 10
Tem - 10
Eki - 10
Oca - 11
Nis - 11
Tem - 11
Eki - 11
Oca - 12
Nis - 12
Tem - 12
Eki - 12
Oca - 13
Nis - 13
Tem - 13
Eki - 13
Oca - 14
Nis - 14
Tem - 14
Eki - 14
Oca - 15
Nis - 15
Tem - 15
70
7h)(%D]O×5HHO(IHNWLI'|YL].XUX 7h)(*HOLùPHNWH2ODQhONHOHU%D]O×5HHO(IHNWLI'|YL].XUX 7h)(*HOLùPLùhONHOHU%D]O×5HHO(IHNWLI'|YL].XUX EYLÜL 2015
103
de kabaca ABD Merkez Bankası FED’in para basıp,
bu paralarla tahvil alımı yaparak parayı piyasalara
enjekte etmesine dayalıydı. FED bu şekilde piyasalara her ay 85 milyar dolar para enjekte etti ve
bu şekilde piyasaya aktarılan para 4 Trilyon doların
üzerine çıktı. Bu aynı zamanda dünyada dolar bolluğu yarattı ve bu da doların görece olarak olması
gereken değerin oldukça altına düşmesine neden
oldu. ‘1 dolar 1 avro olur mu?’ diye tartıştığımız
günlerin sebebi buydu.
İşte REDK bu açıdan son derece önemli bir gösterge. Günlük kurları takip ederek olanı, REDK’unu
takip ederek olması gerekeni görebilirsiniz. Döviz
kuru üzerinden kriz tellallığı yapanların REDK’unu
görmedikleri ya da bilmediklerini varsayarsak Türkiye için kur üzerinden bir kriz olduğunu söylemelerini teknik bilgi yetersizliği olarak nitelendirebiliriz.
Ama bunu bilip de söylüyorlarsa bu en iyimser ifade ile art niyettir.
Tabi ki bunun böyle devam etmesi mümkün değildi
ve ABD 2014 Ekim ayında bu politikayı sonlandırdı.
Bu programın sonlanması aynı zamanda ucuz doların bitmesi anlamına geldiğinden doların değer kazanmaya başlayacağı sürecin de başlangıcını temsil
ediyordu. O günden bugüne doların akıbeti ile ilgili
yeni bir tartışma var: FED’in ne zaman faiz artıracağı. Bu tartışma ise şu açıdan önemli; doların daha
da değer kazanacağı bir süreç geliyor.
Dolar’daki genel durumu yukarıda TL’nin değeri
tartışması içinde kısaca özetlediğimiz varsayarsak,
şu günlerin en çok gündemi işgal eden bir diğer
konusu dolar’ın rezerv para olma statüsünü kaybediyor olduğu. Bu noktada bir paranın değeri ile
onun gücü arasında bir fark olduğunu hatırlamakta
fayda var. Örneğin Ürdün dinarı dolardan bile daha
değerli bir para ama gücü neredeyse yok. Ürdün
dışında bir yerde kullanmak neredeyse imkânsız.
104
EYLÜL 2015
Dolar Gücünü Kaybediyor, Yuan Geliyor
Çn her geçen gün para brm Yuan’ı rezerv para yapmak çn akılcı, sabırlı ve stratejk adımlar
atıyor. Fnans sstemn lberalleştrmeye yönelk brçok adım atan Çn, geçtğmz Temmuz
ayında tahvl pyasalarını yabancılara açarak bu yönde öneml br hamle daha yapmış oldu.
Öte yandan dolar, İngiliz sterlini’nden daha değersiz ama dünyada kabul görmediği yer yok. İşte doların bu gücü, doların aynı zamanda dünyanın rezerv parası olmasından kaynaklanıyor.
Ancak tam bu günlerde Dünya ülkeleri doların aşırı dalgalanmasından ve ABD’nin dolar kurunu bir
savaş aracı olarak kullanmasından rahatsız olduğu
için hem de doların gerçekte reel piyasa ekonomisi açısından bir karşılığı olmadığını bildikleri için
yeni arayışlar içine girdiler. Özelikle gelişmekte olan
ülkelerin kendi aralarındaki ticareti yerel para birimleri ile yapma isteğine ek olarak, mal (emtia, petrol,
doğalgaz vs.) takasına dayalı ticaret yapmaya başlamalarının temel nedeni de bu.
ABD’nin reel ekonomiyi bir kenara
bırakarak ağırlığı finansal enstrümanlar üzerine vermesi ve yeni
yeni finansal enstrümanlar yaratmak adına çoğu zaman karşılıksız
menkul kıymetleştirme uygulamaları,
başta konut piyasaları olmak üzere
pek çok piyasada balonlar oluşturdu. 2008 yılının başından itibaren kapitalizmin bütün amaç ve
araçlarının sorgulandığı bir kriz
dönüşmesinin ardından, başta
Çin olmak üzere pek çok gelişmekte olan ülke kendisine yeni bir
yol haritası çizmek için kolları sıvadı. Ancak
bu ülkeler içinden bir tanesi aynı zamanda dünyanın
üretim üssü olması (bu aynı zamanda paranın fiziksel bir karşılığı olduğu anlamına da gelir) hasebiyle
biraz daha ön plana çıkıyor. Sizin de hemen tahmin
ettiğiniz üzere bu ülke Çin. Çin her geçen gün para
birimi yuan’ı rezerv para yapmak için akılcı, sabırlı
ve stratejik adımlar atıyor. Finans sistemini liberalleştirmeye yönelik birçok adım atan Çin, geçtiğimiz
Temmuz ayında tahvil piyasalarını yabancılara açarak
bu yönde önemli bir hamle daha yapmış oldu. Bugün
Çin para birimi yuanı SDR3 sepetine sokmak istiyor.
Mayıs ayında IMF’nin yuan için kullandığı “düşük
değerli para birimi” görüşünü kaldırması da bu yolda atılan önemli adımlardan bir tanesini oluşturuyor. Böyle bir süreçte Çin Merkez Bankası PBOC
Ağustos ayı içerisinde para biriminin değerini bir
kaç kez devalüe ederek aslında yeni bir kur mekanizması hedeflediğini anlatmak istiyor. Bu adım aynı
zamanda “daha piyasa odaklı (market-oriented) bir
kur rejimi” hedefi anlamına geliyor ve önümüzdeki
dönemde tıpkı IMF’nin istediği gibi yuan’ın dalgalı
kura bırakılabileceğinin sinyallerini içinde barındırıyor. Özetle Çin giderek liberalleşiyor. Dünyanın en
çok dolar rezervini (3,6 Trilyon dolar) elinde bulunduran Çin’in bu hamleleri rezerv para olma yolunda
büyük önem taşıyor.
Tabi ki buraya kadar gerçekleşenler ve bundan sonrasında
gerçekleşmesi planlananlar doların rezerv para konumunun kaybolacağı ve onun yerine yuanın aktif rol
alacağı bir ekonomik patikanın işaretini veriyor. Ancak bunun için bir
takvim belirtmek oldukça zor. Zira
ABD kolay kolay doların rezerv para
statüsünü kaybetmesine izin vermeyecektir. Hatta bunun için
sadece piyasalarda değil gerçek
anlamda da savaş bile çıkartmak
isteyecektir. Fakat eninde sonunda karşılığı petrol coğrafyasındaki kan, karşılığı olmayan finansal enstrümanlar ve emek sömürüsü olan dolar
tahtını gün gelecek yuana bırakacaktır.
Dipnotlar
1
2
3
www.tcmb.gov.tr, Erişim tarihi; 23.08.2015.
Reel Efektif Döviz Kuru Endekslerine İlişkin Yöntemsel
Açıklama, TCMB, İstatistik Genel Müdürlüğü Ödemeler
Dengesi Müdürlüğü, s. 2,3. 2015.
Özel Çekme Hakları (Special Drawing Rights - SDR),
Uluslararası Para fonu (IMF) tarafından 1969 yılında meydana getirilmiş uluslararası bir rezerv birimidir.
EYLÜL 2015
105
Gıda Fyatlarının Takb ve Denetm
Kaptalzm-İslam Mukayeses ve
Pyasa Kontrolü
Prof. Dr. Talp Özdeş
GENEL
GIDA FİYATLARININ
TAKİBİ VE DENETİMİ
KAPİTALİZM-İSLAM MUKAYESESİ
VE PİYASA KONTROLÜ
Prof. Dr. Talip ÖZDEŞ
SDE Uzmanı
Gerçekte dünyamız, kutsaldan
kopuk, ahlaki değerleri erozyona
uğratan, gücü tanrılaştıran, insanı
sermayenin kölesi haline getiren
materyalist bir anlayışın küresel
sistemi belirlemesinin problemlerini
yaşıyor. Modernitenin hiçbir
sınır tanımaksızın sonuna kadar
pompaladığı dünyevileşme; insanın
kutsaldan çözülmesini, değer
erozyonunu, paranın (sermayenin)
ilah haline getirilmesini
beraberinde getirmiştir.
108
EYLÜL 2015
E
trafı denizlerle çevrili, dört mevsimin yaşandığı
ülkemizde bir türlü düşmeyen et fiyatlarının yanında meyve ve sebzenin oldukça bol olduğu
yaz aylarında bile yaş ve kuru gıda fiyatlarının oldukça
yüksek seyrediyor olması, bütün dikkatlerin bu sektöre çevrilmesine neden olmuştur. Başbakan Ahmet
Davutoğlu’nun genel enflasyon oranının üzerinde artış
gösteren gıda fiyatlarının yakından takibi ve denetimi
için talimat vermiş olması, bu durumla ilgilidir. Birçok
konuda olduğu gibi, gıda fiyatları konusunda da çok
boyutlu bir problemle karşı karşıya bulunmaktayız.
Problem, global düzenle, kapitalizmle bağlantılı olduğu gibi, liberal ekonominin ülkemizde uygulanış şekliyle de yakından ilgili gözükmektedir. Üreticinin elinden
çok ucuz fiyatlarla alınan domates, biber, kayısı, şeftali
vb. gıdalar, marketlerin tezgahına getirilince inanılmaz
fiyatlarla satılıyor. Et fiyatları ise hayvancılık sektörü
üzerinde tröst kuran holdinglerin insafına terkedilmiş
durumda. Üstelik fiyatlar yönünden marketler, pazarlar
ve semtler arasında da büyük uçurumlar var. Her şey,
serbest(!) piyasanın vicdanına bırakılmış gibi. Dolayısı
ile denetimsizliğin ve başıboşluğun olduğu bir ekonomide, memura ve işçiye yapılması planlanan % 4’lük bir
ücret zammı fazla bir anlam ifade etmiyor.
Ülke Ekonomisi Küresel Ekonomiden Bağımsız
Değil
Ülkemizin ekonomisi küresel ekonomiden bağımsız
değil. Bizim ekonomimiz de diğer dünya ülkeleri gibi
küresel ekonominin bir parçası durumunda. Bir yerler-
de esen rüzgârlar, başka bir yerde fırtınaya dönüşebiliyor. Ekonomi konusu küresel ölçekte ele alınıp
değerlendirildiğinde, zenginlik ve fakirlik yönlerinden
ülkeler, halklar ve insanlar arasında büyük uçurumların olduğu görülüyor. Bir tarafta parasının hesabını bilmeyenler, her türlü lüks ve konfor içerisinde
yaşayanlar; diğer taraftan fakirliğin en uç noktasına
savrulan, açlıkla kavrulan, ölüme terk edilen milyonlarca insan(!) Modern çağımızın manzarası bu(!)
gelir farklılığındaki bu uçurum bir şekilde bizim ülkemizde de yansımalarını gösteriyor. Paranın dolara
endekslendiği bir dünyada ABD’de ortaya çıkan
ekonomik bir kriz, bütün dünyayı etkiliyor. Özellikle enerji konusunda, mal ve hizmet üretiminde dışa
bağlı ülkeler, dövizdeki dalgalanmalar ve borsa
oyunları sonucu ciddi mali kayıplar yaşıyorlar. Gerçek değeri bir kağıt parçasından ibaret olan doların
izafi değeri, finans ve borsa merkezlerinin oynadıkları spekülatif oyunlarla inanılmaz şekilde bir inip bir
çıkıyor ve hiçbir ülke bunu denetleyemiyor, kontrol
edemiyor(!) Altın ve para borsaları üzerinde gerçekleştirilen spekülasyonların benzeri gıda üzerinde de
icra ediliyor. Ayrıca doğal kaynakların hesapsız bir
şekilde tüketilmesi, israf edilmesi ve kirletilmesi de
söz konusu. Örneğin enerji elde etmek için gıda
maddelerinin yakıt üretiminde kullanılması, kimyasal ve zehirli atıklarla suyun, toprağın ve atmosferin
canlıların hayatını tehdit edecek düzeyde kirletilmesi
gibi. Gelişmiş Batı ülkeleri bu konuda da birinci sırayı işgal ediyorlar. İnsanın yüceltilip onur ve izzetinin
korunmasının merkezi konumda olmadığı, modernitenin damgasını vurduğu küresel düzende her şey
daha fazla kâr, zenginlik ve iktidar için... Ne yazık ki,
insanın değeri sahip olduğu maddi zenginlik ve parasıyla ölçülüyor. Siyaset ve bilim alanındaki hakimiyet ekonomik hakimiyeti beraberinde getiriyor. Bir
tarafta işlerin inisiyatifini ellerinde tutanlar, diğer taraftan global sisteme mahkum olanlar var. Örneğin
ABD Merkez Bankası’nın karşılıksız dolar basmadığından ne kadar eminiz? Böyle bir şey olduğunda
denetleyecek bir mekanizma var mı?
İnsan ve Toplumu Kutsaldan ve Maneviyattan
Koparan Modernite Küresel Ekonomik
Sisteme Damgasını Vurmuştur
Gerçekte dünyamız, kutsaldan kopuk, ahlaki değerleri erozyona uğratan, gücü tanrılaştıran, insanı sermayenin kölesi haline getiren materyalist bir
anlayışın küresel sistemi belirlemesinin problemlerini yaşıyor. Modernitenin hiçbir sınır tanımaksızın
sonuna kadar pompaladığı dünyevileşme; insanın
kutsaldan çözülmesini, değer erozyonunu, paranın
(sermayenin) ilah haline getirilmesini beraberinde
getirmiştir. Aslında dünyevileşme olgusu, tarih boyunca farklı boyut ve şekilleriyle insanlığın maruz
kaldığı ve kalmakta olduğu en derin sapıklıklardan
birini oluşturmaktadır. Dünyevileşme, insanlığa paranın ilahlığını, firavunluğu, sömürü ve kolonyalizmi,
eşitsizlik ve adaletsizliği hediye etmiştir(!) Sömürme
veya yeni sömürü alanlarının ihdası için daha çok
silahlanma, birilerini silahlandırıp terörize etme ve
çatıştırma politika ve stratejileri de Allah’ı ve Hesap
Günü’nü unutan, insanı firavunlaştıran ana zihniyet
ve dünya görüşü ile ilgili. Sorokin’in içerisinde yaşamakta olduğumuz çağı “bir bunalım çağı” olarak
isimlendirmiş olması anlamsız değildir.
Protestanlaşma, sekülerleşme ve pozitivizmin damgasını vurduğu modernleşme sürecinin sonucu olarak ortaya çıkan kapitalizm ABD ve Avrupa ülkeleri
başta olmak üzere bütün dünyayı etkilediği gibi,
son yüz elli yıldan beri çağımızın Müslüman toplumlarını da ciddi anlamda derinden etkilemiş, zihniyet
dönüşümüne ve değer erozyonuna neden olmuştur. Müslüman toplumların da küresel kapitalizme
ve onun çıkarlarına entegre olmaları sonucunda
Müslüman birey kimliği parçalanmış, iktisadi hayat dini hayatın dışında düşünülmeye başlanmıştır.
Müslüman kimliğine sahip birtakım finans sahipleri,
işadamları ve ticaret erbabı tarafından bile, “paranın dini olmaz” denilerek, sanki İslam, sadece iman
ve ibadet prensiplerinden ve hükümlerinden ibaret
olup, iktisadi hayatın düzenlenmesine dair herhanherhan
Brçok konuda olduğu gb, gıda fyatları konusunda da çok boyutlu br problemle karşı
karşıya bulunmaktayız. Problem, global düzenle, kaptalzmle bağlantılı olduğu gb, lberal
ekonomnn ülkemzde uygulanış şeklyle de yakından lgl gözükmektedr.
EYLÜL 2015
109
gi bir iddiası yokmuş gibi telakki edilmeye başlanmıştır. Daha fazla kâr edip zenginleşmek için iş ve
ticaret hayatında doğruluk, adalet, insaf ve merhamet bir kenara atılmış, helal-haram sınırları gözetilmeksizin ekonomi spekülasyonlara açık hale getirilmiştir. Medya organları kullanılarak yapılan ticari
reklamların birçoğunun dikkate alınıp incelenmesi
bile, yukarıda anlatılanların doğruluğunu ispat için
yeterlidir. Söz konusu reklamlar aracılığı ile her gün
milyonlarca insanın aldatılıp enayi yerine konulması
nazar-ı itibara alındığında bile, ekonomi üzerindeki
spekülasyonun ne kadar büyük olduğu anlaşılabilir.
Mülkiyet hakkının tanınması, şirketleşmenin ve serbest ticaretin kabulü noktasında şekil ve sistem
yönünden aralarında benzerlikler olsa bile, temel
dünya görüşü ve zihniyet olarak İslam’ın ekonomiye
bakışı ile kapitalizme dayalı liberal ekonominin bakışı aynı değil. Her şeyden önce, kâr etmek için insan
emeğinin ve ülkelerin sömürülmesi dahil her şeyi ve
her yolu mubah gören küresel düzenin helal-haram
ayırımı mevcut değil(!) Pozitivist ve seküler inanç
üzerinden “Tanrı insanın kendisidir” diyen moderniteye dayalı kapitalizmin mantığında, mülkün gerçek
sahibi insanın (sermayedarın) bizatihi kendisidir. Aydınlanmanın öne çıkardığı hümanist ve liberalist değer anlayışından hareketle insanın insan olarak yaptığı her şey meşru görülür. Bu sistemin mantığında
ahiret inancı, insanın Tanrı tarafından sorgulanması
söz konusu değildir. Din başka, ekonomik sistem
başkadır. Din sadece bir vicdan işidir(!)
Kapitalizme göre amaç sermayedir (kapitalin elde
edilmesidir); (Sermayedarın emir ve inisiyatifi altında çalıştırılan) insan ise homo economicus olarak
sadece kapitale ulaşmanın bir aracıdır, üretim ve
ticaret çarkının bir dişlisidir. İnsan bencilliğinin zirve
yaptığı bu zihniyetin sosyolojik boyutunda ise “insan
insanın kurdudur” anlayışı hakimdir. Bu anlayıştan
hareketle aynı sektörde çalışan diğer bir insanın
haksız, adaletsiz ve insafsız bir rekabet üzerinden
tamamen bitirilmesi söz konusudur. Hele yeterli
denetim ve kontrol mekanizmalarının devrede olmadığı yapılarda, toplumun spekülatörler önünde hiçbir savunma gücü ve hesap sorma yetkisi
olamaz. Güçlüler medyaya, siyaset ve ekonomiye
hakim oldukları için, adı “demokrasi” olsa bile, siyasi kararların alınması ve yasaların çıkarılması da
çoğunlukla güçlülerin çıkarlarının korunması doğ-
110
EYLÜL 2015
rultusunda gerçekleşir. Faiz (tefecilik), bu sistemin
en önemli asli unsurlarından biridir. Sistem, bir avuç
sermayedarın daha fazla zenginleşmesi, geriye kalan milyarlarca insanın ise fakirleşmesi üzerine kurulmuştur. Bunun içindir ki Garaudy’nin ifadesiyle
350 kişi, dünyadaki iki buçuk milyar insanın gelirine
denk bir servete sahip bulunmaktadır.1 En zengin
üç insanın sahip olduğu servet, kırk sekiz ülkenin
gayri safi milli hasılasına eşit.2
İslam’ın Mülk ve Servete Bakışı
Evrenleri ve fani insanı yaratan, yer ve göklerin
Rabbi, kendisinden başka ilah olmayan, mutlak
ve gerçek hüküm sahibi, Rahman ve Rahîm olan
Allah’ın tarih boyu peygamberler aracılığı ile insanlığa tebliğ edilmesini istediği Tevhit inancına dayalı
dine (İslam’a) göre mülkün gerçek sahibi Allah’tır.3
Allah’ın balçıktan (su ve topraktaki cansız elementlerden) yarattığı ölümlü insan ise mülkün (mal, servet, mevki, makam) gerçek sahibi değil, sadece
tasarrufçusu durumundadır. Ona verilen mülk bir
emanettir ve insan o mülk nimeti ile imtihan edilmek
durumundadır. Onu nasıl ve nerede edindi, hangi yolda sarf edip tüketti? Mülk edinirken, tasarruf
edip tüketirken Allah’ın koyduğu kriterleri, helal-haram sınırlarını gözetti mi? Mülkünü adalet ve ahlak
üzerine mi, zulüm ve değersizlik üzerine mi kurdu?
Muhakkak insan bundan sorulacaktır. İslam’a göre
para, güç, servet, iktidar vb. Allah’tan başka şeylerin Rab ve ilah edinilmesi ve insanın büyüklenerek
kendini mutlak hüküm sahibi görmesi (şirk ve tekebbür) en büyük günahlardan kabul edilmiştir. Bunun içindir ki Kur’an’da özel bir dil ve farklı üsluplarla
insan için dünyevileşmenin (Allah’ı ve ahireti unutup
sadece dünyaya yönelmenin) tehlikelerine ve kötü
sonuçlarına işaret edilmiş,4 Firavun, Nemrut ve Karun örneklerinde olduğu gibi nefsini, hevâ ve heveslerini Rab edinen, gücü ve serveti ilahlaştıran mülk
ve servet sahipleri yerilmiştir.5 İslam, insanı insanın
kurdu olarak görmek yerine onları kardeş kılıyor,
paylaşımı teşvik ediyor, komşusu açken kendisi tok
olarak sabahlayanı gerçek mümin kabul etmiyor.
İslam, faiz yerine infakı, yardımlaşmayı, paylaşmayı,
zekatı, sadakayı, kurbanı, karz-ı haseni (Allah için
mümin kardeşine borç vermeyi) ikame ediyor. Üretim ve ticarette emeğin hakkının verilmesi, doğruluk ve adalet emrediliyor, her türlü haksızlık, zulüm,
soygun, hile ve aldatma nehyediliyor. Tüketimde ise
Gıda fyatlarının devlet tarafından denetlenmes ve düşürülmes meselesne gelnce,
çıkarları elden gdecek brtakım çevreler ve sermaye sahpler, lberal ekonomnn özüne ve
serbest pyasa şartlarına uygun olmadığı gerekçesyle buna karşı çıkmaktadırlar.
Sank gerçek anlamda serbest pyasa varmış gb!
israf edilmemesi, haram kılınan şeylerden uzak kalınması isteniyor. Ekonomik hayatımızın düzelmesi,
piyasaların adalet, hakkaniyet, insaf ve merhamet
üzerine istikrar bulması için Müslüman birey ve
toplumun bu anlatılanlar üzerinden Müslümanlığını
sorgulaması gerekir. Ne yazık ki ahlak ve dürüstlük
konularında sınıfta kalan, spekülasyon ve yolsuzluklarla malul hastalıklı bir toplum görüntüsü veriyoruz.
Dünyada gıda fiyatlarında önemli düşüşler yaşanırken bizde fiyatların artması biraz da bu noktayla ilgili
gözüküyor. Çalıştırdığı insanların emeğini sömürenlerin, tefecilik dahil her türlü para oyunları, hile ve
mali spekülasyonlarla halkı aldatanların, karaborsa
yapanların, fahiş fiyatlarla mal satanların vicdan muhasebesi yapmaları elzemdir.
Ülke Ekonomisinin Üretim Artışının
Gerçekleştirilmesi Doğrultusunda Revize
Edilmesi, Piyasasının Denetimi, Takip ve
Kontrolü
Müslüman ülkelerin küresel sisteme ve kapitalizme
entegre olduğu, uluslararası siyaset ilişkilerinin çok
yönlü kaygan bir zeminde seyrettiği bir dünyada,
ülke yönetimlerinin her şeyi denetleyip kontrol altına
alabileceklerini düşünmek doğru olmaz. Örneğin,
bu günlerde arkasında dış destek olduğu iyice anlaşılan, ülkenin birlik, bütünlük ve istikrarını bozmayı amaçlayan terör örgütlerinin neden olduğu can
kayıplarının yanında ekonomiye verdikleri zarar ve
kayıplar hiç de küçümsenemez. Ama yine de ülke
yönetimleri tarafından piyasaların takip, denetim ve
kontrolü konusunda yapılabilecek çok şeyler olmalıdır. Piyasaların istikrar bulması sadece etiket koyma
meselesinden ibaret değildir. Marketlere yansıyan
fiyatlar, piyasaları menfi olarak etkileyen birçok faktörün birbirlerine zincirleme eklemlenmesiyle ortaya
çıkan bir sonuç olmaktadır. Çarpık kentleşmenin,
kırsaldan metropollere kontrolsüz göçün, tarım arazilerinin betonlaşmasının, erozyonun, yanlış ve ge-
reksiz kullanımlarla suyun ve toprağın israf edilmesinin, kirletilmesinin önünü kesecek tedbirlerin acilen
alınması gerekmektedir. Yine tarım ve hayvancılık
sektörünün desteklenmesi, aile çiftçiliğinin teşvik
edilip küçük işletmelerin yaygınlaştırılması, ıslahı ve
gelişimi için atılacak köklü adımlara ihtiyaç vardır.
Bu konuda ithalattan çok yerli imkanların araştırılıp
devreye sokulması, tohum, gübre ve yem fiyatlarının düşürülmesi, verilen teşviklerin amaca uygun
değerlendirilip değerlendirilmediği konusunun aktif
olarak takibi, denetim ve kontrolü gerekmektedir.
Ekonomiyi olumsuz etkileyen faktörlerden birisi de
şüphesiz israf konusudur. Ülkemizdeki enerji, su,
toprak ve ürün israfı devasa miktarlara ulaşmaktadır. Sadece ekmek israfı bile büyük meblağlar
tutmaktadır. Dünyada milyonlarca insan ekmek
bulamazken, ekmeğin israf edilmesi helal değildir.
İsrafın dinimizce haram kılınmasının büyük hikmetleri vardır. Bu konuda okullar, medya, sivil toplum
örgütleri ve camiler aracılığı ile israfın azaltılmasına
yönelik bilgilendirmelerin, telkin ve tavsiyelerin, yürütülecek kampanyaların mutlaka bir değeri vardır.
Gıda fiyatlarının devlet tarafından denetlenmesi ve
düşürülmesi meselesine gelince, çıkarları elden gidecek birtakım çevreler ve sermaye sahipleri, liberal ekonominin özüne ve serbest piyasa şartlarına
uygun olmadığı gerekçesiyle buna karşı çıkmaktadırlar. Sanki gerçek anlamda serbest piyasa varmış
gibi(!) Sanki devletin görevi sadece vergi toplayıp
yol köprü yapmak, güvenliği sağlamak, başka işe
karışmamak, halkı tamamen spekülatörlerin insafına terk etmek(!) Devletin karaborsayı, anarşiyi, soygunu ve vurgunculuğu önlemek ve bu bağlamda
piyasayı düzenleyip kontrol etmek gibi bir görevi
yok mu? Elbette ki bu söylenenin devletin en baş
görevleri arasında olması gerekir. Ancak denetim ve
kontrolün ticaretin doğal yapısına ve akışına uygun
yollarla yapılması önemlidir.
EYLÜL 2015
111
Fyatların denetlenp kontrol edlmes, mutlaka fyatlara narh konulacağı anlamına gelmez.
Fyatların her yerde ve zamanda geçerl olacak ve hç değşmeyecek şeklde devlet veya br başka
kurum tarafından resm olarak yukarıdan aşağıya doğru belrlenmes realteye uygun değldr.
Gıda Mallarının Satışında Fiyatların
Denetlenmesi
Ancak fiyatların denetlenip kontrol edilmesi, mutlaka
fiyatlara narh konulacağı anlamına gelmez. Fiyatların
her yerde ve zamanda geçerli olacak ve hiç değişmeyecek şekilde devlet veya bir başka kurum tarafından
resmi olarak yukarıdan aşağıya doğru belirlenmesi
realiteye uygun değildir. Çünkü, malum olduğu gibi
realitede fiyatları belirleyen arz-talep dengesidir.
Doğal ortamda mal ve üretim fazlalığında fiyatların
düşmesi, azlığında ise fiyatların yükselmesi olağan
bir durumdur. Karşılıklı rızaya dayanmak, mala hile
katmamak ve birbirini aldatmamak şartıyla Allah ticareti helal, faizi haram kılmıştır.6 İslam’ın temel kaynakları esas alındığında, ticaret mallarının fiyatlarının
belirlenmesi ve kâr haddi konusu ticaretin doğal ortamına ve fiyat dalgalanmalarına terkedilmiş, arz ve
talep durumlarına göre serbest rekabet ortamında
oluşacak fiyatlara müdahale edilmemiştir. Ancak,
ticarette insanların temel ihtiyaç maddelerinin istismarı durumunda piyasaya müdahale edilmiş, haksız
kazancı engellemek için narh uygulaması dahil birtakım tedbirlere başvurulmuştur. Gerek Hz. Peygamber gerekse sahabe ve sonraki dönemlerde bunun
örnekleri mevcuttur.
Sonuç olarak ülkemizde patates ve et örneğinde
ortaya çıktığı gibi spekülatif yollarla fiyatlar üzerinde
sunî olarak oynanıyor, karaborsa yoluna gidiliyor,
malların piyasaya girmesi bir şekilde engelleniyorsa,
resmi makamların ve ilgili kurumların olaya müdahale etmeleri gerekir. Tamamen serbestliğin egemen olduğu, sermaye sahiplerinin medya üzerinde
hakimiyet kurup siyaset ve hukuk mekanizmalarını
etkileyebildiği bir piyasada karaborsanın tespit edilip
takip edilmesi kolay bir şey değildir. Tespit halinde bu
işi yapanın deşifre edilip verilecek cezaların caydırıcı
olması etkin olabilir. Üretim artışının gerçekleştirilmesi esas olmak kaydıyla, gıda fiyatlarının yükselişini engellemek için gerektiğinde devletin ithalata
112
EYLÜL 2015
başvurması veya malı üreticiden alarak doğrudan
halka arz etmesi durumları da söz konusu olabilir.
Ancak faydalı olmakla beraber bu yöntemlerin uzun
vadede kesin sonuç vermediği anlaşılmıştır. Problemin çözümü noktasında iki öneri sunulabilir: İlk öneri,
gıda maddelerinin halka arzı konusunda üreticiden
toptancıya, perakendeciye ve tüketiciye uzanan
etapların haksız kazanca yer vermeyecek şekilde en
aza indirgenmesi ve bunun herkesi bağlayacak yasal
bir zemine oturtulmasıdır. Üzerinde çalışıldığında bu
iş düzenlenebilir. Yani üreticiden toptancıya gelen
herhangi bir gıda maddesinin, o toptancı eliyle diğer
bir toptancıya devredilerek onun da aracılar zincirine eklemlenmesinin önü kesilmelidir. Diğer bir öneri,
gıda maddelerinin satışı başta olmak üzere halkın
zaruri ihtiyacı olan mallar için makul kâr oranlarının
belirlenmesidir. Kâr oranını belirlemek narh koymak
anlamına gelmez. Günümüzün gelişmiş bilgisayar ve
internet teknolojisi de devreye sokularak, herhangi
bir malın üreticiden toptancıya intikal ederken bunun hangi fiyat üzerinden gerçekleştiği, toptancının
bunu perakendeciye, market veya bakkala yüzde
kaç kâr oranı ile sattığı, marketin aynı malı tüketiciye
arz ederken hangi kâr oranı ile sattığı kolaylıkla tespit
edilebilir, takip ve kontrolü yapılabilir. Ancak bunun
sistemini ve yasal zeminini kurmak gerekir.
Dipnotlar
1
2
3
4
5
6
Roger Garaudy, Çöküşün Öncüsü ABD, çev. Cemal
Aydın, İstanbul 1997, s. 154
İlhami Güler, Dünyanın Başına Gelen “Derin Sapkınlık”:
Dünyevileşme, İslâmiyât, c. IV, Sayı: 3, Temmuz-Eylül
2001, s. 53
Mülk, 67/1
Bakara, 2/212; Ali İmran, 3/14, 185, 197;
A’raf, 7/103-137; Bakara, 2/258, 70; Kasas, 28/76-83;
Ankebut, 29/39; dünyevileşme konusunda geniş bilgilendirnme ve yorum için bk. İlhami Güler, agm., s. 35-58
“Allah alış-verişi helal, faizi ise haram kılmıştır” (Bakara,
2/275) “Ey iman edenler, birbirinizin mallarınızı haram
yollarla yemeyiniz. Meğer ki (o mallar) sizden kârşılıklı
rızaya dayanan bir ticaret (malı) ola” (Nisa, 4/29)
Download