dünya dönüşüme hazırlanıyor

advertisement
DÜNYA
DÖNÜŞÜME
HAZIRLANIYOR
AHMET AKGÜL
2
İÇİNDEKİLER
 Takdim: Afet Ilgaz ................................................................................................................... 4
 Amerika (Şiir) ......................................................................................................................... 5
 Önsöz: Bağımsızlık ve Barışın Reçetesi ................................................................................. 6
1- Dünyanın Fotoğrafı ...................................................................................................................... 15
2- Türkiye’ye Yönelik ABD-İsrail Kuşatması .................................................................................... 19
3- Türkiye’nin Tavrı ve Tarafı ........................................................................................................... 37
4- Derin Devlet Gerçeği ................................................................................................................. 41
5- Derin Devlet Değerlendirmeleri ................................................................................................... 48
6- Şahsiyet ve Samimiyet Analizi .................................................................................................... 55
7- Asker ve Asalet ............................................................................................................................ 60
8- Siyonizmin Sömürü Sistemi ......................................................................................................... 67
9- Dini ve Milli Hareketlerde Kripto Yahudiler .................................................................................. 76
10- Ortak Din Şeytanlığı .................................................................................................................... 95
11- Sert İslam ve Layt İslam Siyonist Senaryosudur ....................................................................... 105
12- Sahte Osmanlıcılık .................................................................................................................... 109
13- Faşist Amerikan Derebeyliği ...................................................................................................... 114
14- Demokrasi mi, Mafya Düzeni mi? .............................................................................................. 119
15- Kültür Emperyalizmi................................................................................................................... 125
16- Avrupa’nın Adaleti ve Ahmakların Asaleti ................................................................................. 133
17- İsrail’in NATO’su, İblis’in Şatosu ............................................................................................... 138
18- İsrail ve NATO’nun Türkiye Korkusu ......................................................................................... 145
19- Dünya Nereye Sürükleniyor? .................................................................................................... 153
20- AB Çözülüyor ............................................................................................................................. 159
21- İsrail İç Savaşa Gidiyor .............................................................................................................. 167
22- Dengeler Değişiyor .................................................................................................................... 169
23- Yeni Bir Dünyanın Doğum Sancıları .......................................................................................... 185
24- Esaret Kabuğu Çatlıyor ............................................................................................................. 189
25- Gensoru Yerine Kırk Soru ......................................................................................................... 192
26- Siyonistlerin Soros’u ve AKP Operasyonu ................................................................................ 199
27- Ekonomik ve Siyasi Krize Doğru ............................................................................................... 208
28- TSK ve AKP Kol Kola (mı?) ....................................................................................................... 222
29- Sahte Kabadayılığın, Sırıtan Komedyası .................................................................................. 228
30- Çuval savaşı ve Türkiye’nin Rövanşı ........................................................................................ 236
31- D-8’lerin değeri ve Derinliği ....................................................................................................... 241
32- Çin Gerçeği ve Asya’nın Geleceği ............................................................................................. 249
33- Darbeye de Hazır Olun, Harbe de! ............................................................................................ 256
34- Soros’a Güvenen Kaosa Gider .................................................................................................. 260
35- Sonunu Sezen ABD Saldırganlaşıyor ....................................................................................... 272
36- Zafer “Marjinellerin” Olacak ....................................................................................................... 298
37- La Roche: Dolar Saltanatı Devriliyor ......................................................................................... 280
38- Dolar Çöküyor ABD Çözülüyor! ................................................................................................. 286
39- Barbar ABD Bitiyor .................................................................................................................... 299
40- ABD Çırpındıkça Batıyor ........................................................................................................... 307
3
41- Amerika’nın Tahtı Sallanıyor ..................................................................................................... 313
42- Sahte Devrimler Tezgahlanıyor ................................................................................................. 317
43- Putin’in Tarihi Ziyareti ve Armagedon Savaşı ........................................................................... 319
44- Umut Hareket ve Ufuk Şahsiyet ................................................................................................ 330
45- Milli Görüş’ün Barış ve Bereketi ................................................................................................ 334
46- 2005’te Türkiye’yi Yıkma Stratejisi ............................................................................................ 344
47- Bütün Hesaplar Türkiye Üzerine ............................................................................................... 354
48- Türkiye ABD Halkına Değil, Siyonist Barbarlara Karşıdır .......................................................... 358
49- Süper Güç Realitesi ve Türkiye’nin Güç Potansiyeli ................................................................. 362
50- Yeni Papa Seçimi ve Önemi ...................................................................................................... 370
51- 3. Dünya Savaşına Doğru ......................................................................................................... 374
52- İran Kafa Tutacak, İsrail Vuracak (mı)? ..................................................................................... 380
53- Kur’ani Mesaj ve Müjdeler ......................................................................................................... 382
54- Siyonizm; “Şeytanın Düzeni ve Tarihi Derinliği” ........................................................................ 385
55- Ahmet Akgül ve Kitapları ........................................................................................................... 392
4
TAKDİM
Sayın
Ahmet
Akgül’ün
“Dünya
Dönüşüme
Hazırlanıyor” isimli bu kitabı, öbür kitapları gibi
oldukça ilginç ve faydalı. Orijinal, önemli yepyeni
bilgiler içeriyor. Öyle sanıyorum ki Akgül Hoca,
dünyanın
yazıyor.
ve
Türkiye’nin
Yani
gerçek
Türkiye’de,
bölgemizde
gerçek
gayrı
ve
siyaset
tarihini
resmi
siyasetini.
dünya
genelinde;
hadiselere bakıpta çözemediğiniz bir şey varsa,
açamadığınız bir kapı rastlarsa; bunun anahtarı
Ahgül Hoca’nın kitabında saklıdır. Dört başı mamur
bir tahsili ve irfan ehli olduğu için; kitaplarındaki
açıklamalar hem çağdaş ve güncel, hem de İslami
anlamda evrenseldir.
“Dünya Dönüşüme Hazırlanıyor” başlığı ise bu
açıklamaları tamamlayıcı bir anlam taşımaktadır.
Evet, gidişat bu yöndedir, ama neden böyledir? O
değişim nedir? Dünya nasıl dönüşmektedir? Perde
arkasında hangi beyin ve beceri iş görmektedir? İşte
kitapta bu soruların ve daha fazlasının cevaplarını
bulacaksınız ve Türkiye merkezli tarihi ve talihli bir
değişimle ilgili çok önemli belge haber ve yorumlarla
karşılaşacaksınız.
Yazar
Afet ILGAZ
5
Amerika’lı Şair Allen Ginsberg Gözüyle
AMERİKA!
Amerika, her şeyimi verdim sana, ama şimdi bir hiçim…
Tarih 17 Ocak 1956 ve 2 dolar 26 cent bütün servetim…
Kendi kafam bile, destek değil artık bana…
İnsanlarla savaşmaya ve masum kanı akıtmaya,
Ne zaman son vereceğiz, Amerika?
Al şu Atom bombanı da,
Kendi başına çal ve daha fazla şımarma!
Kafam bozuk, ey süper şeytan, birde sen üstüme varma!
Kafam yerine gelene dek, şiir miir de yazamayacağım…
Sana küfür ve kötülük edenlere kızmayacağım!...
Söyle bana, ey kudurmuş katil, ne zaman melekleşeceksin?
Ne zaman yeni doğmuş bebek gibi, saf ve temiz hale geleceksin?
Hiç değilse, beynine sızmış, Siyonist virüsleri, ne zaman fark edeceksin?
Yok eğer şeytana şövalyelik yapacaksan,
Dört gözle bekliyorum, ne zaman gebereceksin?
Siyasetin sahtekârlık, stratejin entrika,
Tüm dünyayı ve doğayı kirlettin…
Nükleer ve biyolojik silahlarının
Deneme alanı oldu, Atlantik ve Antartika…
Çaresi yok,
Ya sen Siyonist Yahudilerden kurtulacaksın,
Ya da insanlık, senden kurtulacak,
Ey Amerika!
Ey vahşi BatınınBarbar kahyası!
Ey kendini İlah zanneden,
Ve mazlumların alın teri ve etiyle beslenen
Kudurmuş leş kargası!1
1
28 Şubat 2005 / Milli Gazete / Hüseyin Akın / Çevirisinden Uyarlama
6
ÖNSÖZ
BAĞIMSIZLIK VE BARIŞIN REÇETESİ
Dünya; Türkiye merkezli, büyük ve köklü bir değişime hazırlanmaktadır. Türkiye nerkezli diyoruz:
Çünkü, tarihi deneyim ve birikimleri, tabii (çoğrafi ve stratejik) potansiyeli, ve diğer talihli fırsat ve faktörleri;
Aziz milletimizi bu konuma ve sorumluluğa zorlamaktadır.
Bütün devrim ve dönüşümlerin, büyük ve bilge bir liderin öncülüğünde gerçekleşmesi ise,
sünnetullahtır, değişmez bir kuraldır.
Böylesi değişimler; uzun zamana ve çok farklı alanlara yayılan, geniş çaplı ve ince hesaplı alt yapı
hazırlıklarının tamamlanmasından… Mevcut çürümüş düzenin bütün kurumlarının altının oyulmasından
sonra… Ve yaşanacak ahlaki dejenerasyonunların, sosyal bunalımların, ekonomik kriz ve devalosyonların,
savaş ve felaket ortamlarının ardından meydana çıkmaktadır.
İşte bu kitapta: Bütün insanlığı kasıp kavuran bugünkü zulüm ve zillet düzeninin ve bu zorla sömürme
ve sindirme sisteminin yürütücüleri olan Batı (Amerika ve Avrupa) zihniyeti… Ve hepsinin perde arkasındaki
Siyonist Yahudilerin; Şeytani kurumları, kuralları ve kavramları anlatılmaya… Ve bunlara karşı, bütün
yeryüzünde ve ülkemizde oluşan diriliş ve direniş hareketlerinin, artık başarıya yaklaştıkları ortaya
koyulmaya çalışılmaktadır.
Bu kutlu devrimin amaçladığı gerçek bağımsızlık ve barışın formülü ise:
Beyin+Birikim+Bilek’tir...
Beyin: Bizi; ekonomik , psikolojik ve politik bakımdan çok yönlü körleştiren ve köleleştiren “düşman”ın
güç ve gelir kaynaklarını.. Resmi veya sinsi dayanaklarını... Ve bunları etkisiz bırakacak her türlü hazırlıkları
bilmek, bulmak ve belirlemek için, elbette “beyinlerimizi, hem de son hücresine kadar” kullanmak...
Derinlemesine düşünmek, değerlendirmek ve bunları önem ve öncelik sırasına göre derecelendirmek üzere
yorulmak ve yoğrulmak gerekir.
Hadis’te “Bir saat tefekkür (ve tezekkür)ün bin saat ibadetten daha hayırlı sayılması” bunun içindir.
Sadece kendimizin ve ailemizin değil, milletimizin ve insanlık âleminin bu zulüm ve zilletten kurtulması ve bu
Siyonist sistemin yıkılması için fikir üretmek, çare düşünmek ve bilgi edinmek, haliyle en gerekli ve şerefli bir
görevdir. Hz.Peygamber Efendimizin “Harb, hiledir” hadisi ile, psikolojik ve stratejik üstünlüğü elde etmek,
gerekli ve gizli orijinal projeler hazırlayıp bunları taktik manevralarla pratiğe dönüştürmek için “Beynimizi”
kullanmayı bir nevi emretmektedir.
Birikim: Farklı sahalarda görev yapacak ekip ve elemanlardan, işimizi kolaylaştıracak kamuoyu ve
ortam hazırlamaya... Gerekli ve yeterli teknolojik donanımdan, her türlü maddi imkan bulundurmaya yönelik
girişim ve birikimi olmayanlara herhalde “projelerini pratiğe dönüştürme” fırsatı verilmeyecektir. “Onlara karşı
gücünüzün sonuna kadar (her türlü) kuvvet hazırlayın” 2 ayeti de bu gerçeği emretmektedir.
Bilek: Hain ve hakim rakiplerin, kendi saltanatlarını sürdürmek için, mutlaka sindirme faaliyetlerine
başvuracağı ve silah kullanacağı kesindir. İşte bunlara karşı, nokta vuruşlarından nizami savaşlara kadar,
her türlü askeri mücadele alt yapısının da hazırlanması ve “Güçlü ve cesur bilek”lerin bulunması gerekir.
Bu yüzden kurtuluş formülümüzü:
“Tezekkür+Teknoloji+Tetik”
veya:
“Strateji+Sermaye+Silah”
şeklinde ifade etmek te mümkün ve münasiptir.
Ne var ki; beyninden önce bileğine başvuranlar... Aklını kullanmadan kanını akıtanlar, kendilerini “israf
etmiştir” , birikimlerini boşa tüketmiştir ve sonunda yenilmiştir.
2
Enfal: 60
7
İsraf: İmkan, eleman ve zaman yönünden, her türlü fırsat ve birikimlerimizi, sadece ölçüsüz ve
dengesiz biçimde saçıp savurmayı değil, aynı zamanda “birikim ve becerilerimizi, bedenimizi ve
bileğimizi, düşüncesiz ve projesiz olarak; getirisi ve götürüsü çok iyi hesaplanmadan harcamayı ve
rastgele ortaya atılmayı da ifade etmektedir.
Çağımız, bilgi çağıdır. Savaş ve barışta akıl, artık atomdan öne çıkmıştır. Silahtan ziyade, siyaset ve
stratejilerle sonuca ulaşılmaktadır. Çünkü küçük bir teknolojik üstünlük farkı, çok büyük klasik silah
yığınaklarını boşa çıkarmaktadır.
Türkiye gibi; düşman unsurların ve “habis ur” ların, bünyesinin her organına ve sistemin her kurumuna
sirayet ettiği bir durumda, oldukça sabırlı ve dikkatli bir tedavi uygulamak, ameliyat bıçağını ise elbette son
çare olarak, hem de yerine ve usulüne göre kullanmak lazımdır.
Böylesine kuşatılmış ve yıkıma yaklaşmış bir ortamda, Milli kurtuluş ve karşı koyuş hareketlerinin
acemi, aceleci ve sadece yüreklere su serpici girişimlerden, yani güçlerini ve gayretlerini israf etmekten uzak
durmaları… Akılcı tedbirlerle kalıcı neticelere ulaşmaları, hayati önem taşımaktadır.
Çünkü bir ülkeyi çok yönlü kuşatıp, kontrol altına alan dış güçler ve içerideki işbirlikçiler, muhtemel ve
Milli direniş ve direnişleri kontrol etmek için de gerekli hazırlık ve altyapıyı önceden hesaplamaktadır.
Bugün Türkiye’mizin, son bir iki asırdır, sistemli biçimde sürüklendiği çözülme sürecini, artık hali
hazırdaki kanserleşmiş kurum ve kavramlarla önlemenin maalesef mümkün olmadığı… Bu nedenle
vatanseverlerin ve vicdan ehlinin yeni bir Milli Mücadele ortamını ve organlarını hazırlamaktan ve harekete
başlamaktan başka çareleri kalmadığı açıktır. Ancak bütün bu hizmet ve hareketler geçici hissiyat ve
heyecanlardan uzak, akıllı ve sağlıklı olarak yürütülen, hem topluma hem dünyaya karşı haklı mazeret ve
meşruiyetini de üretebilen bir çizgiye oturtulmalıdır.
Artık dünyanın “Hak” tan ziyade “güç” ten anladığı, gerçekten ziyade görünüşe aldandığı ve kendi
insanımızın da, vicdanından çok cüzdanıyla düşünmeye başladığı da unutulmamalıdır.
Bu nedenle, muarazadan (saldırıdan) önce “mantık”, silahtan önce strateji sanatını kullanmak…
a-Bilgi, birikim ve üretimi
b-Ekonomik gelir ve sermaye edinimi
c- Teknolojik araştırma ve sanayi gelişimi
d-Kamuoyu oluşturma, sosyal ve siyasal ilişkileri yoğunlaştırma girişimi alanında gerekli ve yeterli birim
ve ekipleri, eski tabirle farklı sahalardaki “Kuvay-i milliye milislerini” oluşturduktan sonra; icab ettiğinde
devreye sokulacak ve silah ta kullanacak “operasyonel” ve özel kuvvetlere sahip olmak, kaçınılmazdır.
Düzenli, disiplinli ve Milli ordular ise, haysiyetli, cesaretli ve tecrübeli komutanlar emrinde, bütün bunlardan
sonra işe yarayacaktır.
Kısaca, Sesar’ın tesbitiyle: Artık vatanımızı ve kutsallarımızı, sadece “kanımızın son damlasına kadar”
değil, ondan önce “beynimizin son hücresine” kadar savunma ve sahip çıkma gereği bulunmaktadır.
Mantık ve mantalite, akıl ve realite: Ülkemizi bu kötü gidişattan ve düştüğü girdaptan kurtarmak için,
sadece toplumu bilinçlendirmenin… Gizli ve kirli ilişkilere ve hıyanet merkezlerine dikkat çekmenin… Resmi
etiketleri “Milli” olsa da, aslında dış güçlerce ele geçirilmiş ve işgal edilmiş “kurum” lara güvenip beklemenin
yeterli ve tutarlı olmayacağını… Bunların yanında, farklı alanlarda Milli diriliş ve direnişi örgütleyecek güçlü
ve güvenilir, bilgili ve becerikli bir “milis” leşmeye… Yani görünürde sivil, gerçekte disiplinli oluşumları, yarı
askeri ve gayrı resmi yapılanmaları kurup geliştirmeye gitmenin kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır.
Bu “Vatanı kurtarma ve yeni bir dünya kurma” şuuru ve sorumluluğuyla yola çıkan milislerin yani Milli
güçlerin de, klasik yöntemleri terk edip, orijinal ve organizeli sistemler uygulamadıkça, mevcut ve malum
güçlerin maşası olmaktan kurtulamayacakları, ülkenin yıkılışına engel olayım derken, hızlandırıcı etken
olacakları da hesaba katılmalıdır.
Çünkü siyonizmin sömürü saltanatına ve küresel çaptaki şeytanlıklarına, değişik bölge ve boyutlardaki,
kararlı ve proğramlı “Karşı çıkış” ları takip ve tespit etmek “yılanın başını küçükken ezmek”, bu fırsat
8
kaçırılmışsa bu sefer hareketin beynine sızıp hedef değiştirmek, hatta kendi hesabına kullanıp kontrol etmek;
emperyalizmin vazgeçilmez kuralıdır.
Öyle ise, tehlikenin büyüklüğünü ve yakınlığını aklımızdan çıkarmadan, ama asla telaş ve panik
havasına da kapılmadan… “Bu ülkeyi mutlaka kurtaracağız!” inancı ve kararlılığı olmalıdır.
“Ülke elden gidiyor!” havası ve hezeyanı artık bırakılmalıdır. Çünkü zaten gitmiştir ve kaybedilecek bir
kalemiz kalmamıştır. Türkiye maalesef Atatürk’ün Samsuna çıktığı ve Amasya tamimini yayınladığı şartlarla
aynı konumdadır. Gençliğe hitabesinde öngördüğü ve haber verdiği tam bir kuşatılmışlık hali yaşanmaktadır.
Bu nedenle “Ülkeyi elden kaçıracağız!” diye değil “Ülkemizi nasıl geri alacağız? Diye çırpınmalıdır.
Yeni ve milli bir kurtuluş heyecanı başlatılmalıdır.
Evet, Türkiye çoktan kaybedilmiş ve kuşatılmıştır. Ama artık işgaller, ülkelerin sınırlarından,
kıyılarından değil, bürokratlarından, bankalarından çıkarma yapılmaktadır. İşgal karakolları; medyadır,
mason localarıdır. Ve artık, halkların bedenleri değil, beyinleri esir alınmaktadır. Bizden sandığımız
diktatörler veya demokrasi demogojileriyle başımıza getirilen hükümetler, işgalcilerin sömürge valileri ve
hatta IMF tahsildarları konumundadır.
Gizli işgal rejimlerinin ve dinsiz eğitim sistemlerinin tahribatları sonucu; inanç ve ahlak yozlaşmış,
toplum Milli kimlik ve kültürüne yabancılaşmıştır. Öyle ki, sonunda aklı ve vicdanı ile değil, midesi ve
maddesi ile düşünen, en basit menfaatleri için bile maneviyatını rüşvet veren, dünyalık kazanımları için
kutsallarını feda eden idealsiz, iddiasız ve insafsız kalabalıklar ortaya çıkmıştır.
İşte Erbakan Hoca, Siyonist güçlerin böylesine her şeye hakim bulunduğu ve insanların bu denli
bozulduğu bir dönemde ortaya atıldı… Uzun yollu ve zorlu bir alt yapı hazırlama gayretine başladı. Fabrika
hatası olarak, sistemin çarkları arasından sağlam çıkabilmiş elemanların belirlenmesi, yetiştirilmesi,
pişirilmesi, çeşitli imtihanlardan geçirilip elenmesi sürecinden sonra, elde kalan çekirdek kadroları kendi
karakter ve kabiliyetlerine uygun alanlara kaydırdı.
Sadece Türkiye’mizde ve İslam ülkelerinde değil, tüm yeryüzünde zulme ve sömürüye karşı direnen,
gizli ve açık örğütlenen, yerel, bölgesel ve evrensel oluşumlar meydana çıktı.
Erbakan Hoca, klasik ve hantal “Güç birliği” kurma yerine, stratejik ve pratik “güç ağı” oluşturma yolunu
seçti ve başardı…
Çünkü düşmanın önüne;
 Kolaylıkla fark edilip hedef haline gelecek
 İçine rahatlıkla sızılıp, manipüle edilecek ve yanlış yönlendirilecek
 Yasal veya illegal yöntemlerle etkisiz hale getirilecek
 Münafıklık müessesesiyle ele geçirilecek cinsten hantal bir “Güç birliği” koymanın, ne kadar hatalı
olacağının farkındaydı… Böylesine “Düşman çatlatan ve dostları rahatlatan” gösterişli oluşumların, kısa
vadede yapacağı “geçici bir coşku” etkisine karşılık, bütün birikim ve kazanımları ve hatta potansiyel
imkânları tehlikeye atma riski de vardı…
Rakipleri oyalamak, bazı amaçlar için araç olarak kullanmak, dikkatleri bunların üstüne yoğunlaştırıp
başka hazırlıkları rahatlandırmak, düşman güçlerinin önüne yem olarak atıp, onların kötü niyetlerini ve
hıyanetlerini topluma tanıtmak gibi hedef ve hikmetlerle kurulan resmi ve sivil teşkilatlar ise, bunların
dışındaydı…
Evet, Klasik “Güç Birliği” yerine stratejik “Güç ağı” oluşturmak daha sağlıklıydı. Bunun için:
1-Çeşitli birimlerin gerekli alt yapısı ve çoğu dikkat dağıtmaya yarayan kapı tabelası olsa da, hainlere
hedef, medyaya malzeme olmayacak, hücum edilip karalanmayacak şekilde İSİMSİZ ve CÜSSESİZ (Belirsiz
ve belgesiz) bulunan…
2-Bağlı birimlerinin, tüzel kişilikleri ve fiziki varlıkları bulunsa da, beyin merkezinin kimliği, resmiyeti ve
adresi belli olmayan… Dolayısıyla sızılması, satın alınması, saptırılması veya imhası çok zor olan…
3-Birimleri ve özel ekipleri arasındaki inzibat ve irtibatı, genel hedefler doğrultusunda, ama özel iletişim
ve hareket protokolleriyle sağlayan
9
4-Bir ekip veya birimin deşifre veya dejenere olması durumunda; onu bütün teşkilata zarar vermeyecek
şekilde enterne ve asimile edip eritmeyi başaran ve gereğinde çoğalma ve savunma mekanizmalarını kendi
içinde barındıran…
5-Gizlilik prensibini: Klasik anlamdaki “Yeraltına saklanma, çeşitli perde ve kılıflar arkasında çalışma”
şeklinde değil, “Kendilerini takip ve taciz edebileceklerin kafasını karıştıracak, onların imkân, eleman ve
zamanlarını boşa harcatacak… Çok önemli ve stratejik belgeleri; kasalarda, dosyalarda, bilgisayarlarda
depolayarak değil, bunları formüle edip, şifreleyip parçalarını dağıtacak ve sahte kopyalarıyla rakipleri
oyalayacak” yeni ve etkili bir yapılanmaya ihtiyaç vardı. Çünkü gizlediğin belge ve bilgi, haliyle ilgi odağıdır.
Ve günümüzdeki teknolojik cihazlar ve analiz imkânlarıyla bunu yapmak çok ta kolaydır.
Saddam döneminde, Irak merkez bankasında ve çok özel güvenlik korumaları altında 47 milyar
doların, CIA ve MOSSAD ajanlarının bir operasyonuyla nasıl çalındığı hatırlanmalıdır. Öyle ise; Artık
kanımızın son damlasına kadar çarpışma sloganından önce “Beynimizin son hücresine kadar araştırma,
anlama, akılcı ve kalıcı yöntemlerle çalışma” zamanıydı…
Çünkü: “Attığın taş, ürküttüğün kurbağaya değmedi” cinsinden gerekli ve yeterli şartlar oluşmadan ve
olgunlaşmadan vaktinden önce sıkılan kurşun, kurbanı “Mazlum” tetiği çeken kahramanı ise “Katil” durumuna
taşıyacak ve davamıza hizmet yerine hezimet sayılacaktır.
Ve hele toplumu yönlendiren medyanın ve diğer mekanizmaların, işgal güçlerinin ve hain işbirlikçilerin
elinde olduğu bir ortamda, kurbanları mazlum ve kahraman konumuna çıkarmadan saf dışı bırakmanın
yollarını bilmek ve bulmak lazımdır.
İşte aziz milletimizi ve tüm ezilenleri kurtuluşa ulaştıracak bu kutlu ve kutsal mücadelede; “Örgütlenme,
strateji üretme, manevra yeteneğini geliştirme, davamıza zarar vermeden düşmanı etkisiz hale getirme, en
az kaynakla rakiplerine en büyük kayıp verdirme” konusunda çalışıp yorulacak her beyin hücresi, akıtılacak
her damla kandan daha değerli ve etkili olacaktır.
Ve unutmayalım ki: Ülkemiz dâhil bütün yeryüzünde hâkimiyet kuran ve Gizli Dünya Devletini oluşturan
Siyonist merkezlerde aynı şekilde yapılanmıştır.
Kemiyet (Sayı ve silah çoğunluğu) bakımından değil, ama keyfiyet (stratejik ve pratik üstünlük)
bakımından, Siyonistlerden daha orijinal ve marjinal bir yapılanma kaçınılmazdır…
Bu anlamda “Marjinalliğin” bir avantaj üstünlüğü olduğunu kavramaktan mahrum başbakanlar, yakında
ne kadar “Boşbakan” olduklarını anladıkta iş işten geçmiş olacaktır.
İşte Milli Görüşün başlattığı ve artık başarıya yaklaştığı bu yeni diriliş ve direniş organizasyonları ve bunların
dinamik ve disiplinli alt ve yan odakları şu özellikleri taşımalıydı:
a- Kendinden emin ve rahat hareket eden, arkasındaki Milli Güce güvenen ve asla şaşkınlığa ve
taşkınlığa kapılmayan
b- “Tuzak bozma, tuzak kurma, taktik manevralar hazırlama” becerilerini birlikte ayarlayıp uygulayan
c- Düşmandan sakınan ama saklanmayan, onların yanında, etrafında dolaşıp gözünün içine bakan
ve gönlünden geçeni okuyan…
d- Piyonları değil, patronları hedef alan… Artistleri değil, senaristleri kollayan… Kuklaları değil,
kuklacıyı kovalayan…
e- Alt ve yan birim ve bireylerin bazıları etkisiz ve çaresiz kaldıklarında; hemen yedek ekip ve
elamanları devreye sokarak, cesaret ve metanetle yoluna devam edecek şekilde esneklik ve enerjisini
kendi özünde barındıran…
f-
Ekonomik, politik, sosyolojik, teknolojik ve psikolojik yönden; her safhada ve her sahada toplum
hayatının içinde bulunan, değişen ve gelişen bütün şartları kendi davası yararına kullanan…
g- “Bir atımlık barut, üç beş adımlık yolculuk” değil, uzun mesafeli, geniş ve derin perspektifli, yılmaz
ve yorulmaz nefesli olan bir yapılanma ve teşkilatlanmaya ihtiyaç vardı…
Bu yapı, özellikle vurguladığımız gibi; “Güç birliği” kurma yerine “Güç ağı” oluşturma ve bunu vatanın
(Ve tabi dünyanın) ayrı yerlerine dağıtıp, ama aynı hedefe koşturma esasına dayandığından, bu hareketin
10
“Liderlik makamı ve mekanizması” da kendine özgün ve çağın gereklerine uygun olmalıydı. Bu nedenle,
siyonist Zulüm ve sömürü saltanatını devirmek ve mevcut bozuk ve barbar dünya dengelerini değiştirip
düzeltmek amacıyla yola çıkan bu yapılanma:
Klasik, rütbe ve yetki disiplinine ve alt-üst, emir-komuta zincirine göre ayarlanmış, HİYERARŞİK bir
komuta merkezine değil; her şeyin, tek beyin merkezinin dolaylı kontrolünde bulunduğu, ama dağınık birim
ve ekiplerin bu beynin kendisini ve adresini bilmediği, vücudun diğer organları bilinse de gövde üzerinde
başın görülmediği bir HETERARŞİK liderlik mekanizmasına dayanmalıydı.
Önemine binaen tekrar ve özellikle belirtelim ki “vatanımızın ve temel insan haklarımızın korunması
yolunda, kurşun atanların da, Vücuduna kurşun batanların da, kutsal ve kahraman sayılması ne kadar doğru
ise… Bugün vatanımızın, kutsallarımızın ve tüm insanlığın hayrına olacak “Çok derin ve diriltici bilgi ve
belgeleri” araştırıp bulanların da… Bunların gerektiği kadarını ve kolayca hazmedilecek “hap” lar halinde
topluma sunanların da… Bu bilgi ve belgelerin gizli tutulması gereken kısmını, vatani ve vicdani bir
sorumlulukla saklayıp, hiçbir makam ve menfaat karşılığı satmayanların da, en az onlar kadar kutsal ve
kahraman olduğu unutulmamalıdır.
İşte Türkiye‘yi ve tüm mazlum milletleri, sürükledikleri bu Siyonist ve emperyalist girdaptan
kurtaracak… Her yönden güçlenmiş ve gelişmiş… Ekonomik, siyasi, dini ve etnik sorunlarını halletmiş…
Tabii ve tarihi şartların yüklediği liderlik potansiyelini harekete geçirmiş… Gerçekten özgür, üniter ve kendi
teknoloji ve stratejisini üreten bir dünya devleti konumuna taşıyacak bu çağdaş Kuvay-ı Milliyecileri ve bu
“stratejik Milis” güçlerini oluşturacak bir “beyin ve birikim” ülkemizin, hatta insanlık aleminin en büyük
şansıdır…
Çünkü Ülkemiz, bölgemiz ve bütün yeryüzü; Siyonist ahtapotun sinsi ve kan emici kolları arasında
kıvranıp durmaktadır…
İşte, AKP’nin ve emrine girdiği Siyonist sömürü sisteminin bozuk karnesine bakıldığında bu durum
daha iyi anlaşılacaktır:
Yeryüzündeki yaklaşık 6 milyar insanın 2,5 milyarı yani % 40 kadarı; 31 trilyon dolarlık yıllık dünya
gelirinin sadece 1 trilyon dolarını alabiliyor!..
950 milyon olan gelişmiş ülkelerdeki sadece % 5’i oluşturan yüksek gelirli bir kesim de, bu 30 trilyon
doların % 45 ini yani 13 trilyon dolarını alıyor, geri kalan % 95 lik kesim ise geri kalanı paylaşıyor… Hatta bu
gelişmiş ülkelerde bile, alt kesimle üst kesim arasındaki gelir dağılımı farkı 400 katına çıkıyor!..
Ve son 25 yıldır, yatırım ve üretim kapitalizmi, yani reel ekonomi, yerini giderek finans kapitalizmine
yani faiz ve rantiye ekonomisine bırakmış bulunuyor!..
Türkiye’nin durumuna gelince:
1983 yılında 30 milyar dolar olan iç ve dış borç toplamı bugün 320 milyar’a ulaşmıştır.
AKP’nin bu 18 ay da (1,5 yıl) aldığı yeni borç miktarı; 80 milyar dolardır.
Geçmişte, kendisinden önceki DYP-CHP-ANAP iktidarı 17 milyar dolar olan faiz ödeme oranı, RefahYol döneminde 15 milyar dolara çekilmiş ve Erbakan hükümetinin de kalkınma hızı % 9’a yaklaşmıştır.
Ama 28 Şubat’ın ardından ANAP hükümetinde faiz ödemesi birden 112 milyar dolara fırlamış, AKP’nin
ilk bir yılında ise, 60 milyar dolar olduğu açıklanmıştır.
Bunu bir günlük karşılığı 120 milyon dolardır.
Elazığ Ferro-Krom fabrikasının, 2004 yılında 58 milyon dolara dikkate alınırsa, Türkiye, IMF
hortumuyla Siyonistlerin kasasına her gün 2 fabrika faiz ödediği anlaşılmaktadır.
30 bin talebesi ve 7 bin öğretim üyesi bulunan ODTÜ Üniversitesi’nin bir yıllık bütçesi ise 80 milyon
dolardır.
AKP iktidarı 2004 bütçesini 150 katrilyon olarak bağlamıştır. Bunun 50 katrilyonu zaten açıktır… Geri
kalan 100 katrilyonun 65 katrilyonu faize yatırılmıştır. Son dört ayda, 20 katrilyon, O da işçi, memur ve dar
gelirli esnaftan vergi toplanmış, ama hepsi yani 20 katrilyon’un tamamı faize aktarılmıştır.
Refah-Yol döneminde, işçi, memur ve esnaf’a ve yatırıma bütçenin % 60’ı ayrılırken, şimdi AKP
11
hükümetinde bu oran sadece % 14 kadardır.
Türkiye, bu taklitçi ve işbirlikçi zihniyetler elinde, hızla iflasa ve uçuruma yuvarlanmaktadır.
Tayland gibi bazı ülkeler bu uçurumdan, ancak uçkurunu çözerek… Yani ülkesini ucuz fuhuş pazarına
çevirerek kurtulmaya çalışmışlardır.
Peygamber efendimizin “Ahir zamanda, ümmetim için en çok korktuğum, fakirliğin kâfirliğe
dönüşmesidir.” Mealindeki hadisinin tecelli ve tezahürleri yaşamaktadır.
Evet, artık akılcı, kalıcı ve köklü bir devrim ve değişim kaçınılmazdır.
Yarın, belki çok geç olacaktır!..
Bugünkü tek kutuplu şeytanlığın, genel olarak insanlığın önüne getirdiği proje Yeni Dünya Düzeni
hilesidir. Özelde ise, içinde bulunduğumuz bölgeye önerilen proje Büyük Ortadoğu Projesi ya da
Genişletilmiş Ortadoğu Projesidir.
Bu projeyi ortaya atanlar, bölge insanlarının daha müreffeh, özgür ve huzur içinde yaşayabilecekleri bir
ortam önerdiklerini iddia etmektedir.
Ancak Siyonist liderlerin bu konuda samimi olmadıkları kesindir. Bugün dünyamızda yaklaşık 6.3
milyar insan yaşıyor. Bu insanların hepsi eşit yaratılmasına rağmen, nimetlerin bölüşümüne gelince, hiç de
adil davranılmadığı çok açık bir şekilde gözler önündedir. Bu konuda birkaç örnek, bu zulüm ve dengesizliği
çok net bir şekilde ortaya koymaya yeterlidir.
Bugün dünya nüfusunun neredeyse üçte biri, 2 milyar insan açlık, hastalıklar, kötü beslenme ve sefalet
içerisinde sürünmektedir.
Yaklaşık 800 milyon insan her gün yatağına aç girmekter ve yaklaşık 500 milyon insan kronik olarak
kötü beslenmeden dolayı hastalık çekmektedir. Ancak diğer yandan, 1.7 milyar insan, fazla beslenmeden
dolayı kilo vermek için tepinmektedir.
Endüstriyel ülkelerde bile 100 milyondan daha fazla insan yoksulluk sınırının çok çok altında bir yaşam
süemektedir.
Diğer yandan bugünkü Siyonist aileler bu fakirliği çok kısa bir zamanda yok edebilecek kadar
zengindir.
Dünya toplam üretimi yaklaşık 31,5 trilyon dolardır. Fakirliğin ortadan kaldırılması için gereken kaynak
dünya üretiminin sadece yüzde 1’i. Yani 315 milyar dolardır.
Bugün sadece ABD, yılda 10 T$ mal ve hizmet tüketiyor. Bu miktarın yüzde 3’ü bile, dünyadaki bu
fakirliği ortadan kaldırabilecek kadar yüksektir.
Bugün dünyaya nizam vermek isteyenlerin ilk önce yapması gereken şey, mevcut bu sefaleti ortadan
kaldıracak adımları bir an evvel atarak insanlıklarını göstermelidir. Bunu yaptıkları takdirde, ortaya
koyacakları BOP/GOP, BİP gibi diğer projelere karşı insanlar daha sıcak yaklaşabileceklerdir. Ancak bu
kadar “himmet”i bile göstermeyen dış mihrakların, adil temellere dayalı bir dünya düzeni kurmaları mümkün
değildir.
Ancak bu böyle gitmeyecektir. Cenab-ı Allah bütün insanları eşit yaratmış ve insanoğlunu dünyanın
halifesi olarak tanımlamıştır.
Bu dünya adil temeller üzerine yeniden yapılandırılmalıdır. Dünya doğal kaynaklarının yüzde 85’i
yoksul olarak tanımlanan bölgelerde yaşayan insanların elindedir. Bu insanların cari global sistemden onurlu
bir pay almaları gerekirken, mevcut finans kapitalizmi (WB, IMF vb. gibi) sayesinde onlar global elitlere
muhtaç hale getirilmişlerdir.
İşte anlatılan bu sebeplerle dünyamızın adil temeller üzerine yeniden yapılandırılması gerekir. Bu
yeniden yapılandırma ise, temel ilkelerine ve müktesebatına baktığımızda ancak D-8 projesi ile mümkün
olabilecektir. Bizler buna, Savaş değil Barış, Çatışma değil Diyalog, Sömürü değil İşbirliği, Tekebbür değil
Eşitlik, Çifte Standart değil Adalet, Baskı- İşgal değil İnsan Hakları ilkelerine dayalı Yeni Bir Dünya projesi
diyoruz.
15 Haziran 1997 tarihinde D-8 hareketini başlatanlar Çırağan Sarayı’nda bir araya gelerek bu konunun
12
önemine bir daha en kuvvetli tonda işaret ettiler. Sn. Erbakan başta olmak üzere, Sn. Mahathir, Sn. Sheikh
Hasina ve diğer delegelerin ifadeleri hem gelişen olayları açıklayıcı hem de önümüzdeki en az 20 yılı
aydınlatıcı nitelikteydi.3
Özetleyecek Olursak;
Hürriyet, huzur ve güvenliğimiz: Geçmişi bilmeğe, günümüzü görmeye ve geleceğimizi düşünmemize
bağlıdır.
1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde toplanan 1. Siyonizm Kongresi’nde alınan kararlara göre:
1- 1. Dünya Savaşı çıkarılacak ve Osmanlı, Rus ve Macar İmparatorlukları yıkılacaktır. 2- 1947
yılına kadar İsrail’de hazırlık yapılıp, 2. Dünya Savaşı çıkarılacak ve dünyadaki Yahudilerin oraya göç
etmeleri zorlanarak sağlanacaktır. 3- 1997’de Büyük İsrail İmparatorluğu kurulacaktır. 4- Türkiye
Cumhuriyeti Devleti ise Osmanlının devamı görünümünde ama Büyük İsrail’in payandası rolüyle kurulup
yaşatılacak ve 2. Dünya Savaşına sokulmayacak... Böylece 1997’de İsrail İmparatorluğu Türkiye’yi yıkarken
Hıristiyanlardan arındırılacak. Böylece 1997’de İsrail İmparatorluğu Türkiye’yi yıkarken Hıristiyanlar ve Batı
zorluk çıkarmayacaklardır. 5- Türkiye’nin kolay yıkılabilmesi için de halk ismen ve resmen değil ama fikren
ve filen İslam’dan uzaklaştırılıp dinsizleştirilecek ve yozlaştırılacaktır.
İşte, kısaca özetlediğimiz bu planın uygulanması gereği olarak, Türkiye’de 28 Şubat müdahaleleri
ortaya çıktı. İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşı, Türkiye’de 28 Şubat krizi, başörtüsü krizleri, YÖK ve
meslek liseleri krizleri… Vs. bunları hepsi, hep 1897 Siyonizm Kongresi planının bir asır sonra
uygulamalarıdır.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. İslami diriliş ve Milli Görüş sayesinde Türkiye Cumhuriyeti
Devleti yıkılamadı… İsrail imparatorluğu kurulamadı… Ortadoğu’nun Baas Partileri ile dinsizleştirilmesi
gayretleri amacına ulaşmadı. Türkiye’deki din düşmanlığı anlamında uygulanan lâiklik bir işe yaramadı…
Irak Savaşı’nda Fransa ve Almaya’ nın ABD’ye karşı çıkması, Rusya ve Çin’inde bunların yanında
yer alması. Türkiye’de tezkerenin meclise takılması ve Euro’nun doları geride bırakması, ABD’yi süper güç
sandalyesinden fiilen indirmiştir. Ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri’nde de Clinton’un Müslümanlarla işbirliği
ve Siyonizm’e rağmen seçimdeki galibiyeti, sermayeyi şaşkına çevirmiştir. 1970’lerde önce Erbakan’ın
başlattığı Milli Görüş hareketi sayesinde, daha sonra 1990’ların başında da Gorbaçov’ın etkisiyle bozulan
sağ-sol dengesi, sermayeyi yeni taktikler aramaya yöneltmiştir.
İşte “BOP” isimli (veya her gün BİP, GOKAP, OSEGİT, gibi yeni versiyonları ortaya çıkıp başka
şekilde isimlendirilen) proje, Ortadoğu’da Siyonizm’in bu mağlubiyetine karşı zaman kazanmak ve
toparlanmak amacıyla ortaya atılan bir proje (ler) dir. Aslında, dünyayı iki bloka ayırıp yetmiş yıl sürdürülen
danışıklı döğüşün devamı için şimdi “komünizm”in yerini “İslâmizm”e verme gayretidir. Ne var ki, sosyalizmi
kurarken sömürücü sermaye zorluk çekmedi. Çıkardığı savaşlarda dünyayı koyun sürüsü gibi çatıştırdı.
Belki 100 milyona varan insanın kanlarını acımasızca akıttı. Sömürü sermayesi hâlâ o kanları akıtıyor. Ama
artık binlerce, milyonlarca değil, sadece onlarca civarında akıtabiliyor. Artık insanlık dersini almıştır ve
Siyonizm’in zaferi için insanlar kanlarını oluk oluk akıtmayacaklardır.
Tam bu sırada, Türkiye’de özellikle İstanbul’da yapılan toplantılar ve zirveler, “şaşkın
sermaye”nin zaman kazanıp “tongaya düşürecek devletleri aramasından” ibarettir. “Sömürü sermayesi”nin
tek istediği şey İran ile Türkiye’nin kapışmasıdır. Çünkü bu iki devletin savaşı İslâm dünyasını
bitirecek; Türkiye’yi yok edecektir!
Milletimizin; mertlikten ve dürüstlükten kaynaklanan bir saflığı vardır. Kolay kandırılır. Ama
kandırıldığını anladığı zaman, çok keskin bir tavır takınır. İntikamları çok acı ve ani olmaktadır. Türkler çok
kolay kolay savaşa da girmezler. Ama bir gün savaş kararı alınırsa, artık ölmeye hazırdır ve hiçbir engel
tanımamaktadır. Kimse mertlikle bizi yenemeyecektir. Çünkü “Ya istiklal, ya ölüm!” Türklerin temel
prensibidir. Ve maalesef Osmanlılardan beri hep masada kaybediyoruz. Sanki İstiklâl Savaşı’nı biz değil de,
3
Milli Gazete / 04 07 2004 / M. Gündoğan
13
Yunanlılar kazandı, İngilizler kazandı, Avrupalılar kazandı! Bu gafletten ve aşağılık kompleksinden dolayı da
bugünlerde AKP Hükümeti yönetiminde Avrupa kapılarında sürünüyoruz!..
Ama Batılılar yanılıyorlar. Müslüman Türkler yenilmediler, oyuna getirildiler. Bazı hükümetleri ve
hainleri makam ve menfaatle kandırabilirler. Ama bu millet, hile ve hıyanetlerin farkına vardığı zaman iş
tamamen değişecektir.
Peki, bu durumda biz şimdi ne yapacağız? Davamıza sahip çıkacak ve sadık kalacağız.
Allah ne diyorsa onu yapacağız:
“Sizinle barış isteyenle siz de barış isteyin. Korkmayın, Ben sizin yanınızdayım.”
Yine Kur’an ne diyor?
“İyilikte yardımlaşın, kötülükte yardımlaşmayın. ‘Barış’ diyene ‘Sen inanmış değilsin’ demeyin”
Hangi din ve düşünceden olursa olsun, iyi niyetli ve barışa istekli her milletle iş birliğine… Zalim ve
saldırgan Siyonist sisteme karşı ise direnmeye devam edin. 4
“Beyin” Ler Devre Dışı
Siyonist ve emperyalist Merkezler, gönülleri kirletilmiş, beyinleri körletilmiş ve böylece köleleştirilmiş
kitleler oluşturmak için korkunç bir ahlaki ve fikri yozlaşma başlatıyordu.
Kültür emperyalizmiyle, bireyler uzaktan kumandalı robotlara çevriliyor, beyinler devre dışı
bırakılıyordu. Artık toplum, gerçeği ile sahtesini, figüranla kahramanını birbirinden ayıramıyordu.
Askerinin başına çuval geçirildiğinde bile Türk olduğunu hatırlamakta zorlanacak kadar kimliksizleşen
ve milletinin gözünün içine baka baka “Bu Amerikan notası, müzik notası değil” diyecek kadar silikleşen;
iktidara geldiğinin ikinci günü AB’ye şirin görünmek için Ermeni patriği yanına alıp kiliselerin mülkiyet
hakkından söz edecek kadar kemiksizleşen siyasi kadroların, her nedense birden bire zina konusunda “Türk”
lüğü tutmuş bir medya gösterisi altında, Başbakan Erdoğan AB’ye meydan okumuştu.
Bu sahne; elinde kılıç Bizans’la savaşırken bileğinde saat gözüken Cüneyt Arkın filmleri kadar
sırıtıyordu ama, düşünme ve değerlendirme yeteneği körletilmiş halkımız bunu bile fark edemiyordu. Bu
sahneleri izlerken; Tayyip Erdoğan’ı “dost” ilan ettiği günlerde, aynı zamanda Aycell’in üzerine konan
Berlosconi geldi. Daha birkaç ay öncesine kadar İslam ülkelerine “haçlı” seferi yapılmasından bahseden bir
adamın, birkaç ay sonra Türkiye’nin “İslamcı” Başbakanı ile “dost” olması hiçbir dürüst akla ve kalbe mantıklı
gelememesi gerekiyordu.
Türkiye’de kamuoyunun içinin ne kadar boşaltıldığını göstermeye bundan daha güzel iyi bir örnek
olamazdı. Milletin bilinçaltının kırmızıçizgileri, zina tartışmalarıyla bacak arası ile cüzdan arasında gidip
geliyordu.
Ve Başbakan Erdoğan; bu krizin hemen ertesinde Brüksel’e uçtu ve Verheugen’le birkaç saat baş
başa görüştükten sonra (baş başa terimi ile yalnız olduklarını anlamayın. Tabi ki “tercüman” görüntüsü
altında Başbakan’ın her toplantısına giren Washington’un çok değer verdiği Egemen Bağış ta toplantıda
hazırdı) bu ikili toplantıdan “dost” olarak çıktılar. Kuru sıkı Kahraman Başbakan bu sefer; suçlu bir talebe
ürkekliğiyle “ev ödevimizi yaptık… Şimdi geçer not umuyoruz” şeklinde yalvarıyordu!
Tabi bu bir-iki günlük kriz havasında, anında yükselip alçalan döviz dalgalanmasıyla, Tayyibe yakın
İslamcı-Amerikancı spekülatörler, Türkiye’ye soktukları 2 milyar doları 2,5 milyar dolar olarak çıkarıyordu…
Ve derken ABD’nin en etkin Yahudi kuruluşu olan Amerikan Jewis Komite yetkilileri Tayyip Erdoğan’la
11 Ekim 2004 günü bir buçuk saat gizli ve özel bir görüşme yapıyor ve Recep Bey’in İsrail’e gideceği
açıklanıyordu…
Her halde yaklaşan İran saldırısı öncesi, nasıl bir rol oynayacağı öğretilmek isteniyordu!...
Ne de olsa Artık Amerika, diğer ülkelere “İsrail yakınlığı ve Yahudilere saygınlığı” oranında değer
vereceğini zaten açıklamış bulunuyordu!...
4
Milli Gazete/ 04 07 2004 / R. Nuri Erol
14
Soner Yalçın’ın “Efendi” kitabının da :

Bugüne kadar sürekli gizlenen ama artık başkaları tarafından deşifre edileceği sezilen; “sabataist
dönmeler ve marifetlerini” yine kendileri tarafından, ama bu sefer: Milli Mücadelenin, ondan öncesinin,
cumhuriyetin, bütün sağcı-solcu partilerin, hükümetlerin hatta ihtilallerin ve etkin sivil örgütlerin ve Türk
ekonomisinin tamamen bu dönmelerin elinde bulunduğu… O nedenle halkın bunlara mahkûm ve mecbur
olduğu… Bunlara karşı çıkanların mutlaka yenildiği ve boğulduğu “imajı verilmek ve sabataistlerin gizli
gücünü beyinlere işlemek üzere hazırlandığı da sırıtmaktadır. Ama her şeye rağmen bu gizli ve kirli
gerçekleri yazmaya mecbur kalmaları ve “çok derin dosyaları” piyasaya çıkarmaları bile önemli bir aşamadır.
“Hangi Erbakan” kitabında, olayları ustalıkla çarpıtarak, Milli Görüş’ün karşısında elbirliği yapılması gereken
en büyük tehlike olduğu kanaatini ortaya koyan… Erbakan Hoca’nın Türk solunu parçalamak üzere dışarıda
Amerikancı Suud’un, içeride ise Amerikancı ordunun gizli ve özel desteği ile siyasete atılan birisi olduğunu
ispatlamaya çalışırken, içindeki İslam düşmanlığını kusan…
Türk solunun da, Türk sağınında Amerika’nın Derin Devleti, Siyonist Yahudi lobilerinin denetiminde
olduğu gerçeğini gizlemek ve bu Siyonist merkezlerin Erbakan endişelerini ve nedenlerini örtbas etmek için;
hayaller ve hikayeler uyduran Soner Yalçın’ın Efendi Kitabının: “Dönmeler diktatörlüğü devrilemez!”
düşüncesini beyinlere kazımak üzere yazıldığını ama Localar lağımının deşilmesine de yol açtığını
maalesef çok kimse hesaba katmamaktadır.
Bu kitapla bağlantılı olan “Kurtlar Vadisi” ise
 Sabataist kirli derin devleti ve ittihatçı Yahudilerin kurup kullandığı “Teşkilatı mahsusa” ve devamı
olan çeteleri meşrulaştırıp, kurtuluş ümidi haline getirmek
 Toplumda Siyonist ve sabataist hıyanetlere karşı oluşan kinin ve tepkinin havasını indirmek
 Çok ciddi, organizeli, projeli, sistemli ve sürekli bir Milli diriliş ve direnişle ancak başarılabilecek yeni
kurtuluş hareketinin, birkaç gözü kara fedainin ve çetesinin kahramanlığıyla halledilebileceği rehavetini
yerleştirmek gibi amaçları taşımış olsa ve nice feraset fukarası bu diziyi ilahi bir mesaj gibi algılasada;
demokrasi yaftalı mafya-mason diktatörlüğümüzü deşifre etmesi, Milli bir gayret ve ferasetin uyanmasına
sebebiyet vermesi bakımından da yararlı olmaktadır.
Şimdi aynı çevrelerin, Osman Sınav’a Hollywood destekli “Usame bin Ladini öldürmekle görevli 3
Amerikan askerinin” kahramanlık serüvenlerini konu alan filmin yapım ortaklığını verdiklerini hatırlatırsak
mesele daha iyi anlaşılacaktır.
Kurtlar Vadisine övgüler yağdıran “Ertuğrul Özkök” ün 5 Ekim 2004 tarihli yazısı da oldukça
anlamlıdır!..
15
DÜNYANIN FOTOĞRAFI
Olumlu bir tedavi için önce doğru bir tesbit yapılması lazım gelir. Problemleri bilmeden çözüme yönelik
projeler üretmek mümkün değildir. İçinde bulunduğumuz dünyadaki çarpıklıklar ve haksızlıklar; mevcut
global sömürü sisteminin iflas ettiğinin göstergesidir ve artık mutlaka değiştirilmesi gerekmektedir. Hiç kimse
bugünkü dünya düzeninin adil temeller üzerine kurulduğunu iddia edemeyecektir. Çünkü dünyamızda
yaklaşık 6 milyar insan yaşıyor. Bu insanların hepsi eşit yaratılmasına rağmen, nimetlerin bölüşümüne
gelince, hiç de eşit olmadıkları çok açık ve acı bir şekilde gözler önünü serilmektedir.
A- Mustazafların (Aciz ve çaresiz bırakılan, zavallı zayıfların) Durumu:
— Bugün dünya nüfusunun neredeyse üçte biri, yani 2 milyar insan sefalet (açlık, hastalıklar, kötü
beslenme) içerisinde yaşıyor. Her gün 150,000 insan ölüyor. Bunların 40,000’ini çocuklar teşkil ediyor.
— Yaklaşık 800 milyon insan her gün aç yatıyor ve yaklaşık 500 milyon insan kronik olarak kötü
beslenmeden dolayı hastalık çekiyor. Ancak diğer yandan, 1,7 milyar insanın en az 15 kilo vermesi
gerekiyor!
— Endüstriyel ülkelerde bile 100 milyondan daha fazla insan yoksulluk sınırının çok çok altında hayat
sürüyor, yani sürünüyor.
— 1.5 milyar insan içilebilecek derecede temiz suya hasret çekiyor.
— 2.4 milyar insan doğru düzgün bir sağlık kontrolüne sahip değil ve tedaviye ulaşamıyor.
— Her gün ortalama 30,000 çocuk tamamen önlenebilir hastalıklardan dolayı ölüyor.
— 1990’lı yıllarda toplam 13 milyon çocuk, savaş ve anarşi gibi çatışmalarda arada kalarak can
veriyor. Bu rakam II. Dünya savaşından bu yana yapılan çatışmalarda ölen insan sayısından çok daha fazla
bulunuyor.
— Gelişmiş ülkelerde okul çağına gelmiş 160 milyon çocuk yanlış beslenmeden dolayı çelimsiz
gözüküyor.
— 840 milyon yetişkin okuma yazma bilmiyor. Bunların 538 milyonunu ise kadınlar oluşturuyor.
— 1990’lı yıllardan itibaren; 54 ülkenin kişi başına düşen milli gelirinde giderek azalma oluyor.
— Son on yılda, 21 ülkenin, yaşam standartları ve okuma yazma açısından incelendiğinde daha geriye
gittiği ortaya çıkıyor.
— Örneğin Zimbabwe’de ortalama yaşam beklentisi 1970’li yılların başında 56 iken bu rakam 1990’lı
yıllarda 33,1’e kadar düşüyor. Bu rakamı İngiltere için kıyasladığımızda 72’den 78,2’ye ulaştığı dikkat
çekiyor.
— Yaklaşık 110 milyon kara mayını 68 ülkede patlamamış olarak kurbanlarını bekliyor.
— Dünyada tescilli yaklaşık 23 milyon insan öldürücü ve dermansız HIV/AIDS virüsü taşıyor. Bunların
% 93’den fazlası ise gelişmiş ülkelerde yaşıyor.
B-Müstekbirlerin (Kibirli Zalimlerin ve sömürücü zenginlerin) konumu:
Diğer yandan bugünkü global elitler bu fakirliği çok kısa bir zamanda yok edebilecek kadar Karun gibi
zengin bulunmaktadır.
— Dünyanın toplam üretimi yaklaşık 31,5 trilyon dolardır.
— Fakirliğin ortadan kaldırılması için gereken kaynak ise, dünya üretiminin sadece yüzde 1’i. Yani 315
milyar dolar kadardır.
— Yalnız ABD, yılda 10 T$ mal ve hizmet tüketiyor durumdadır.
— Dünyanın ilk 10 zengininin toplam serveti $ 133 milyar dolardır. Bu rakam, gelişmemiş ülkelerin
(nüfusu yaklaşık 2,5 milyar!) toplam üretiminin nerdeyse 1,5 katıdır.
— En fakir 20 ülkenin borçlarının tamamı $ 5,5 milyardır ki bu bir Euro Disney (Avrupa’daki büyük bir
çocuk parkı) inşa etmenin maliyetinden azdır..
— Yoksulların sosyal imkânlara tam olarak kavuşabilmesi için gereken kaynak $ 80 milyar dolardır ki
bu dünyanın en zengin 7 insanının geliri bile tutmamaktadır.
16
— Gelişmiş altı ülkenin köpek ve kedi mamaları için 9 günde harcadığı para $ 700 milyon dolardır.
— Günümüz dünyasında Batının barbar tabakası:
* 92 milyar doları ıvır-zıvır yiyecekler için,
* 66 milyar doları kozmetik için ve
* yaklaşık $ 800 milyarı da 1995 rakamlarına göre (!) savunma için harcamaktadır.
C- Böyle Giderse Gelecek Karanlık Gözüküyor!
— UNDP’nin araştırmasına göre, 2015 yılında; eğer mevcut global düzen devam ederse günde 1 $’ın
altındaki gelirle yaşayacak olanların sayısı dünya nüfusunun yarısını teşkil edecektir. Onun için başta enerji
kullanımı olmak üzere birçok kaynağın bölüşümünün şimdiden adil kriterler üzerine yeniden yapılması
gerekir.
— ABD Enerji İdaresi’nin hazırladığı rapora göre, küresel enerji talebi 2025 yılına kadar yüzde 54
artacak, varil fiyatı ise nominal 51 dolar olacaktır. Petrol ve diğer enerji kaynaklarına olan talep genel olarak
gelişmekte olan ülkelerden gelecektir.
— Bugün dünyada 2 milyar insan klasik enerji kaynakları ile (odun, tezek, çerçöp) ısınma ve yemek
pişirme işini görmektedir.
— Diğer bir ifade ile; dünya nüfusunun yüzde 40’ı modern enerji hizmetlerinden yoksun haldedir.
Afrika’da bu rakam yüzde 80’e erişmektedir. (Afrika’nın toplam nüfusu yaklaşık 900 milyonu geçmektedir.)
— 2 milyar insan kırsal kesim şartlarında sefalet çekmektedir. Elektrik ve elektriğin getirebileceği
kolaylıklardan nasipsizdir.
— Sadece 800 milyon nüfus; gelişmiş ülkelerde 2015 yılına umut ve güvenle bakabilmektedir.
— Fakir bölgelerdeki insanlar zengin bölgelerde yaşayanlara göre gelirlerinin çok daha fazlasını enerji
için harcamak mecburiyetindedir.
— Fakir bölgelerdeki enerji kaynakları; zengin bölgelerdekine nazaran çevreyi daha çok kirletmektedir.
— Yoksul bölgelerdeki kadınlar zengin bölgelerdekine göre çok daha fazla ezilmekte ve dolayısıyla
yeni nesil eksik ve bakımsız yetişmektedir..
— Yoksul bölgelerde HIV-AIDS gibi hastalıklar çok daha hızlı yayılabilmektedir.
Hâlbuki, yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarının, petrol ve maden yataklarının, verimli tarım ve
orman alanlarının, insan gücü ve yetişmiş elemanların çok önemli bir kısmı bu sefalet çeken ülkelerde ve
özellikle İslam Âlemindedir. Öyle ise, Müslümanların dirilmesi ve tüm mazlumlara öncülük etmesi insani ve
vicdani bir görevdir.
Özellikle, tarihi misyonu ve medeniyet mirası, tabii ve stratejik coğrafyası, potansiyel imkânları ve talihli
fırsatları bakımından, bu görev Türkiye’den beklenmektedir.
Ve tabi; döneminde şımarık İngiltere’ye verdiği ültimatomla onları hizaya getiren Sultan Abdulhamit gibi
bir siyasi cesaret ve ciddiyet ve D- 8 girişimi gibi bir gayret ve dirayet gerekmektedir.
“Müslümanların halifesi Abdülhamid’in İngilizlere verdiği ültimatom!
“Paris’te, Voltair’in yazıları üzerine temellendirilmiş bir oyun sergilenmişti. İslam’a hakaretler içermekte
ve Müslümanlarla alay edilmekteydi.
Halife Sultan Abdülhamid bu olaydan haberdar olunca, Fransa devletinden, Paris’teki elçiliği
vasıtasıyla bu oyunu hemen durdurmasını istemiş, aksi takdirde doğacak olan politik gelişmelerin
sonuçlarına hazır olmalarını söylemiştir. Bunun üzerine Fransa bu oyunu hemen durdurmak mecburiyetini
hissetmiştir..
“Bu olayın ardından aynı tiyatro grubu İngiltere’ye gitmiş ve oyunu orada sergilemek için hazırlıklara
girişmiştir. Bu haberi alan Abdülhamid Han, İngiltere’yi Fransa’yı uyardığı şekilde ikaz etmiştir. İngiltere;
tiyatro biletlerinin çoktan satıldığını ve bu oyunu kaldırmanın kendi halkının özgürlüğüne bir müdahale
olacağını bildirmiştir. Bunun üzerine Hilafet devleti şu cevabı vermiştir: “Fransa’da da özgürlük vardır; ama
onlar bu saygısız ve kışkırtıcı oyunu sergilemekten vazgeçmişlerdir.” Buna cevap olarak İngiltere: “Orası
Fransa, burası İngiltere. Fransa’nın oyunu kaldırması oradaki özgürlüğün ne kadar sınırlı olduğunun
17
göstergesidir.” demiştir. Bu cevabı duyar duymaz Halife Abdülhamid İngiltere’ye şu ültimatomu göndermiştir:
“İngiltere’nin Hz. Peygamberimize ve Yüce Dinimize hakaret ettiğini bütün İslam Ümmetine bir
bildiriyle haber verip Cihad-ul-Ekber ilan edeceğim!” Böylelikle Abdülhamid işin ciddiyetini onlara
göstermiştir.
Bu ültimatomu duyan İngiltere bir anda özgürlük hakkında yaptığı açıklamaları unutmuş ve hemen
oyunu durduruvermiştir… (Bu yazı Ar-Ra’ya (3. baskı 4 Nisan 1994) kitabından çeviridir.)
Çünkü İngiltere ve Fransa, Hindistan ve Kuzey Afrika’daki Müslümanların, Halifenin fermanına ve
İslam’ın hatırına ayağa kalktıklarında, başlarına gelecekleri çok iyi bilmektedir.
Artık, barış ve birlik çağrıları yapmakla, veya BM ve NATO gibi çifte standartlı kurumlara umut
bağlamakla, emperyalist ve Siyonist müstekbirlerin insafa gelmeyecekleri kesinleşmiştir. Çünkü Batılı
Barbarlar, Haktan değil Kuvvet’ten etkilenmektedir. Ve ancak zoru görünce hizaya gelmektedir. Bu nedenle:
sadece haklı olmak yetmemekte, hakkı savunacak ve mazlum halklara sahip çıkacak bir güç ve kuvvet de
mutlaka gerekmektedir.
Nüfusu 1 milyara yaklaşan 8 Müslüman ülkenin bir çekirdek olarak oluşturduğu D–8 hareketinin;
Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya ve Venezüella gibi Siyonist ABD’nin hedef seçtiği nüfusu 4 milyarı bulan
ülkeleri de kapsaması ve ardından 6 milyarlık tüm insanlığı kucaklaması için, öncelikle tek kutuplu sömürü ve
saldırı canavarının durdurulması icap etmektedir.
Türkiye’den başlamak üzere, a- Siyasi, b- Ekonomik, c-Askeri ve Teknolojik dinamikleri, Hakkın ve
halkın hizmetinde değerlendirecek ve Kuvayı Milliye şuuruyla hareket edecek; “Milli Bağımsızlık ve Evrensel
Barış” organizeleri gerçekleştirilmelidir. Yani “Milli Derin Devlet” devreye girmelidir.
Bir medeniyetin Hak mı, Batıl mı? Hayırlı mı, zararlı mı? olduğunu tesbit için şu üç noktaya
dikkat edilmelidir.
1-Allah’a nasıl inanıyor?
Müslümanlar ve müvahhid insanlar: şeriki, neziri ve benzeri bulunmayan Tek Allah’a inanırken, Batılılar
Teslis (üç ilah) inancına sahiptir. Bu nedenle, daha temelden ve fikren vahdete, muhabbete (Birlik ve
sevgiye) yabancı kimselerdir.
2-İnsana nasıl bakıyor?
İslam inancında insan; mahlûkatın en şereflisi ve yeryüzünde Allah’ın halifesi iken, Batılıların bozuk
anlayışında insan: günahkâr ve suçlu olarak dünyaya gelmektedir. Daha doğuştan insanı kirli ve tehlikeli
gören bir zihniyetten hayır ve huzur beklemek nafiledir.
3-Hayatı ve Tabiatı nasıl algılıyor?
Kur’an, Hayatı; bir eğitim, imtihan, olgunlaşma ve sonsuzluğa ulaşma fırsatı… Tabiat ve kâinatı ise,
Yüce Yaratıcının kudret ve rahmet eserleri ve tecelli aynaları olarak gösterirken…
Batılılar ise dünyayı; nefsanî arzuları için bir çalışma ve çatışma alanı, tabiatı da kendi çıkarlarınca
kullanıp harcayacakları bir savaş talanı olarak görmektedir.
Kısaca, insanlık ya yeni bir İslam Medeniyetine erişecek, veya bu zulüm, zillet ve sefalet artarak sürüp
gidecektir.
Bu çok acı ve açık gerçeklere rağmen beyinleri körlenmiş ve kalpleri kirlenmiş kişiler hala gerçekleri
görmek istemiyordu.
Halbuki bunların umut bağlayıp gemisine bindiği Barbar Batı Medeniyeti, artık batıyordu!..
Dinsiz ve “Mim”siz Medeniyetin (Edeniyet-soysuzluk ve alçaklık) sonuçları dünyayı cehenneme
çeviriyordu:
İşte; Dünya Sağlık Teşkilatı’nın 10’uncu Dünya Psikiyatri Kongresi’ne sunulan raporuna göre,
inançsızlık ve inanç zayıflığı sebebiyle:
 1,5 milyar kişi psikolojik bunalımda bulunuyordu!
 400 milyon kişi anksiyete (aşırı heyecana) bağlı sıkıntı içinde yaşıyordu!
 340 milyon ruhsal bozukluk içinde kıvranıyordu!
18
 250 milyon insan kişilik bozukluğu taşıyordu!.
 60 milyon insan geri zekâlıydı!
 45 milyon insan şizofreni hastasıydı!..
 40 milyon epilepsi (sara) kıskacındaydı!
 22 milyon demans (bunaklık) tuzağındaydı!..
 8 milyon beyin travması hastasıydı!
 2 milyar sigara tiryakisi vardı!
 700 milyon alkolik, toplumun baş belasıydı!.
 40 milyon kişi uyuşturucudan dolayı ölüm döşeğinde inim inim kıvranıyordu!..
İnançsızlık ve inanç zayıflığının sebep olduğu bozukluklar sadece bu kadar felaketle bitmiyordu..
Milyarlarca insan çeşitli cinsel sapıklıkların hayvani tutkuları içinde debeleniyordu.
Ve maalesef, aslını, aklını ve inancını yitirenler, hala Avrupa ve Amerika’da kurtuluş arıyordu!..
19
TÜRKİYE’YE YÖNELİK ABD VE İSRAİL KUŞATMASI
İstanbul’da yapılan NATO zirvesinden sonra ortaya yeni gelişmeler çıkmaya başladı. Bu gelişmelerden
birincisi, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’ye verdiği “merkez ülke” rolüdür. (Buna eski
diplomaside “dolap beygirliği” denmektedir.)
Bu rol ile birlikte Türkiye’nin ABD’nin küresel saldırı projesinde aktif rol yükleneceği kesindir. ABD’nin
“Global Defense Posture” diye isimlendirdiği “Global Savunma Konumlandırması”nın artık top yekün bir
saldırı projesi olduğu da gizlenmektedir. ABD, bu çerçevede Türkiye’den yeni üs ve limanlar istemekte,
bunları isterken de Meclis’i devre dışı bırakıp sadece hükümetin vereceği kararla hareket etmeyi
hedeflemektedir.
Bugünlerde Ankara’da bunların pazarlıkları yapılıyor... Ne Meclis’e bilgi veriliyor ne de iktidar
milletvekilleri olan bitenden haberdar ediliyor... ABD Başkanı Bush’un NATO zirvesine gelirken çantasında
getirdiği “talepler listesi”, Genelkurmay ile Dışişleri yetkilileri tarafından inceleniyor...
Talep listesinin “incelenmesi” göstermelik, çünkü ABD tüm taleplerinin “eksiksiz” olarak kabul
edilmesini istiyor... Hükümetin bu isteğe direnmesinin sözkonusu olmadığı da zaten biliniyor...
ABD, küresel saldırı projesinde Türkiye’yi kuşatırken, İsrail’de boş durmuyor... Kuzey Irak’taki “İsrail
varlığı” doğrudan Türkiye’yi tehdit ediyor...
İsrail’in Kuzey Irak’ta peşmergelere askeri eğitim verdiğinin ortaya çıkmasından sonra şimdi bir başka
gerçeği daha öğrendik... Fransız Le Figaro gazetesi, 2 binden fazla PKK- Kongra Gel militanının İsrail gizli
servisi MOSSAD tarafından eğitildiğini ortaya çıkardı... Gazete ayrıca PKK militanlarını ABD’nin koruduğunu,
önümüzdeki aylarda eğitilen bu teröristlerin Türkiye’ye yönelik eylem yapabileceklerini de yazdı...
Bir yandan ABD, diğer yandan İsrail...
İkisi de altımızı oymaya çalışıyor, biri ülkemizi işgalin merkez üssüne çeviriyor, diğeri terör odaklarını
besliyor, ülkemizin kaosa sürüklenmesi için çaba harcıyor...
Başbakan ise ABD’ye “stratejik ortak”, İsrail’e “Yahudi dostlarımız” diyor!..
Başbakanın “ortağı ve dostu” olan iki ülke, şimdi elele verip bizi mezara hazırlıyor!..
Bunu görecek basiret, dirayet ve feraset sahibi olmadıkları için Türkiye’ye yönelik derin kuşatma her
geçen gün biraz daha daralıyor...
Bu kuşatmayı yarmak için Bush’un ya da Şaron’un “dostu” değil, “hidayet” sahibi olmak gerekiyor!5
Kafkasya krizlerle kaynıyor...
Karadeniz’in
kıyısındaki
Kırım
ve
Ukrayna’nın
liman
kenti
Yalta’da
düzenlenen
"Siyonist
Konferansı"nın (4-11 Şubat 1945) üzerinden 60 yıl geçti. Ancak, turizm ve sağlığa yararlı tedavi merkezi olan
Yalta kentinde alınan kararlar, dünya’ya ve insanlığa büyük felaketler getirdi. Rooesevelt, Churchill ve
Stalin’in bu konferansta kurduğu "kapitalist" ve "sosyalist" bloklardan oluşan ve Siyonizm timsahının iki
çenesi gibi çalışan, iki kutuplu sözde dünya düzeni, 1991’e kadar sadece 46 yıl ayakta kalabildi. SSCB’nin
dağılması ile bu düzen yıkıldı. Şimdilerde "şaşkın sömürü sermayesi" yeni arayışlarda; ABD’yi (ve NATO’yu)
taşeron gibi kullanarak, tek kutuplu ‘küreselleşmiş’ ve de “globalleşmiş” "Yeni Dünya Düzeni"ni kurmakla
meşgul! Afganistan ve Irak bataklıkları, bunun da başarısız olabileceğinin göstergesidir. Balkanlar’da yani
Bosna ve Kosova’da ne kadar başarılı olabildi ki?!. Şaşkın sömürü sermayesi, şu günlerde SSCB’nin
dağılmasıyla artık tek kutupluya dönüşen dünyada, bölgeye yerleşme bahaneleri elde etmek için Kafkasya’yı
çeşitli krizlerle karıştırıp kaynatıyor…
Afganistan, Irak, Balkanlar ve Kafkasya bizi yakından ilgilendiriyor. Yakın veya uzak komşularımız
karıştırılırken. Bölgenin en güçlü ülkesi olarak, komşularımızdaki her türlü gelişmeyi yakından takip etme ve
gereğini yapma zorunluluğumuz vardı. Gereğini yapamazsak sonuç bellidir. Komşulardaki krizler bir gün bize
de bulaşır.
5
Milli Gazete / 10-11 TEM 2004 / Dr. Abdullah Özkan.
20
Kafkasya, özellikle de Güney Kafkasya bölgesi, dünyanın en karışık ve problemli bölgelerinin başında
bulunuyor. "Karabağ Krizi" sebebiyle Azerbaycan ile Ermenistan on yıldır savaş durumu yaşıyor. Şimdilik
ufukta çözüm de görünmüyor. Ermenistan ayrıca iç siyasi problemler sebebiyle içten içe durmadan
kaynıyor… Gürcistan ise bir taraftan "ayrılıkçı bölgeler" ile uğraşırken, diğer taraftan tek kutupluya dönüşen
dünyada bölge gücü ve eski SSCB mirasçısı Rusya ile çatışıyor… Bu arada bölge ülkeleri kendi iç
meselelerini kendi kendilerine çözmeye çalışırken; bu iç meseleleri kışkırtıp karıştırarak bölgeye yerleşme
bahaneleri üretme çabasındaki bölge dışı siyonist güçler, bölgenin önemi dolayısıyla bölgedeki her şeyle
yakından ilgileniyorlar.
Eski mirasına sahip çıkmaya çalışan Rusya ile eskiden SSCB payında olan bu bölgedeki ülkelere
yerleşmeye çalışan ABD, kendi aralarında sinsi sinsi çatışıp çarpışıyorlar…
Bu arada Avrupa Birliği/AB de Güney Kafkasya bölgesini ve bölge ülkelerini yakın ilgi ve nüfuz alanı
olarak belirlemiş bulunuyor. AB Konseyi, geçen ay 14 Haziran’da alınan ve açıklanıp yürürlüğe konan yeni
"Avrupa Komşuluk Politikası" ile artık bölgeye başka türlü bakıyor. Böylece kapı komşularımız Azerbaycan,
Gürcistan ve Ermenistan Avrupa Birliği’nin yakın ilgi ve çalışma alanına girmiş bulunuyor. Hattâ, geçtiğimiz
günlerde AB’nin bu "Genişleyen Avrupa/ Yeni Komşular Girişimi" çerçevesinde Güney Kafkasya ülkeleri
hakkında rapor hazırlamak amacıyla bölgede temaslarda bulunan AB Komiseri Janez Potocnik, Ermenistan
başkenti Erivan’da bizi de çok yakından ilgilendiren bir açıklama yaptı: "AB, Ermenistan’daki Metzamor
Nükleer Santrali’nin kapatılması amacıyla 100 milyon Euro vermeye hazırdır." Metzamor Nükleer Santrali,
eski teknoloji kullanımının yanında, deprem gibi felaketlerin sebebiyet verebileceği kazalar nedeniyle, başta
Türkiye olmak üzere bütün bölge ülkelerini de "nükleer tehlike" açısından yakından ilgilendiriyor. Bu arada
bölgeye gelen AB Komiseri Potocnik, elbette Ermenistan’ın Türkiye ve Azerbaycan ile olan ilişkileriyle
birlikte, hâlen Ermenilerce işgal altında tutulan "Yukarı Karabağ Krizi" üzerinde de durmuş!..
Gürcistan ise artık yıllık değil, aylık aralarla sürekli olarak kaynıyor… Daha birkaç ay öncesinde
Gürcistan’ın en gergin ve karışık bölgesi Acaristan, şimdilik sakin ve durgun görünüyor. İç ve dış
sebeplerden kaynaklanıp huzursuzluğa yol açan Acara’daki siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik karışıklıklar
durulmuşa benziyor. Özellikle geçen ay yapılan yerel yönetim seçimleri, huzur ve istikrarın sağlanmasında
etkili oldu.
Ancak, Acaristan’ın tam da sükunete kavuştuğu günlerde, bu sefer Güney Osetya kaynamaya
başladı… Gürcü-Osetya krizi, 1991 yılında Gürcistan’ın bağımsız olmasından beri gündemde. O zaman
Gürcistan’daki Osetyalılar, Rusya Federasyonu içinde kalan Kuzey Osetya ile birleşmek istedi. Gürcülerle
yapılan çatışmalar sonunda 100 bin güneyli Kuzey Osetya’ya sığındı. Rusya, 1992’de imzalanan barış
anlaşması sonunda bölgeye barış gücü askerlerini yerleştirdi. Güney Osetya’da Rus, Oset ve Gürcü barış
güçleri görev yapıyor. Medyada takip ediyorsunuz, bugünlerde barıştan sorumlu bu güçler birbirleriyle
çatışıyor!..
İlginç bir ayrıntıyı hatırlatayım. “Kur’an toprağı yani vatanı kadına benzetiyor ve bir kadının bir sahibi
olacağını belirtiyor.” Bu gerçekten yola çıkarak soruyoruz; Osetya’nın sahibi kim? Cevap nedir? Osetler mi,
Gürcüler mi, Ruslar mı; ABD veya AB mi; ya da başkaları mı?!. Aslında bu sorunun cevabı, dünyanın bu en
karışık bölgesi Kafkasya’daki kriz ve sorunların cevabı ile birlikte, dünyadaki benzer bölge sorunlarının
cevabını da içinde saklıyor. Derdi veren Allah dermanını da vermiştir. Kime? Bilene; "Bir Bilen"e!.. Şimdi
anlıyormusunuz. Siyonist şeytanların Erbakan düşmanlıklarının sebebi ne?!
Komşumuz Kafkasya ülkesi Gürcistan’daki "Acaristan krizi" şimdilik kolayca çözüme kavuşturuldu gibi
görünüyor… "Güney Osetya krizi" ise Kuzey Osetya ve Rusya etkisi sebebiyle, kolay olmadığı gibi çözümü
çok zor görünüyor… Daha önce 10 bin kişinin ölümüne neden olan "Abhazya krizi"nin çözümü ise buradan
bakıldığında imkânsız gibi duruyor…
Komşumuz Kafkasya ülkeleri krizlerle kaynıyor!…
Başta söylediğim gibi; bölgenin güçlü ülkesi olarak, her an her türlü gelişmeyi yakından takip etme ve
gereğini yapma zorunluluğumuz vardır. Gereğini yapamazsak sonuç bellidir. Komşulardaki krizler bir gün
21
bize de bulaşacaktır. Ve zaten bütün bölgemiz deki karışıklıklar, Türkiye’yi ateş çemberine almak ve
kuşatmak için yapılmaktadır.6
İsrail, Kafkasya'yı da kuşatıyor
Kuzey Irak'ta Kürt peşmergelerin silahlı eğitimini üstlendiği belgelenen İsrail'in Kafkasya ve Orta
Asya'da da ciddi bir yayılma politikası izlediği ortaya çıktı. Siyonist yönetimin, Azerbaycan'la istihbarat,
Gürcistan'la anti-terör anlaşması yaptığı belirtilirken, Özbekistan'a da en fazla yatırım yapan ülke olduğu ve
bu ülke tarafından model ülke' olarak benimsendiği kaydediliyor.
Gürcistan, Azerbaycan Ve Özbekistan Hedefte
Araştırmacı-Yazar Suat Parlar, herkesin ikinci İsrail'i Kuzey Irak'ta aradığı bir dönemde ikinci İsrail'in
Özbekistan'da kurulduğunu söyledi. Parlar, Özbekistan'a en fazla yatırım yapan ülkenin İsrail olduğuna
dikkat çekerek, " Özbekistan kendisine model ülke olarak şu anda İsrail’i almış durumda; küçük, güçlü
kaynaklara sahip, bölgesel bir güç olmaya aday bir yapılanma." diye konuştu. Kafkasya ve Orta Asya'ya
açılmış bir İsrail'in varlığından söz eden Parlar, siyonist yönetimin Azerbaycan, Gürcistan ve Çeçenistan'da
faaliyetlerini artırdığına işaret etti.
Azerbaycan yönetimi ile gizli istihbarat anlaşması yaparak bu ülkeye silah sevkiyatı yaptığını belirttiği
İsrail'in bölgede ciddi bir yayılma politikası izlediğini kaydeden Parlar, "Onun ötesinde Gürcistan ile İsrail’in
son dönemde geliştirdiği önemli ilişkiler var, çok fazla üstünde durulmuyor. Bir özel antiterör anlaşması
yaptılar, Türkiye ile yapılan stratejik anlaşmaya benzer bir anlaşma yaptılar."şeklinde konuştu.
Kıbrıs, İsrail'in Arka Bahçesi Olabilir
2023 Dergisi'nde yayınlanan röportajında Şaron yönetiminin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde
geliştirdiği politikalara ilişkin önemli değerlendirmelerde bulunan Parlar, İsrail'in bölgenin petrol boru
hatlarının düğüm noktasına yerleşmeye çalıştığını belirterek, "İsrail şu andaki cürümden daha fazla yer
yakabilecek imkanlara sahip. İkincisi, önümüzdeki süreçte bunu net olarak göreceğiz, bu parçalanmış
Ortadoğu çerçevesinde petrol konusunda ne yaptığını çok iyi bilen İsrail ile karşı karşıya kalacağız. Bakın
geçmişte Kerkük–Hayfa arasında bir hat vardı, 48 Savaşı’ndan bu yana bu hat işlemez halde. Bir defa bu
hattın çalıştırılması gündeme getirilecek. Ama bu hatla yetinilmeyecek. Bu peki ne anlama gelir? Doğu
Akdeniz’de İsrail’in bir nüfuz alanı elde etmesi anlamına gelir. Dolayısıyla işin Kıbrıs ile ilgili yanları var.
Gelecekte göreceğiz İsrail, Kıbrıs’ı, off-shore bankacılığı anlamında arka bahçesine dönüştürecek."ifadelerini
kullandı.
Gap, İsrail'in Arz-ı Mev'udu
Parlar, İsrail'in tarım teknolojisi açısından büyük atılımlar yaptığını belirterek, "Türkiye’nin şu anda
kendi domates tohumu yok, İsrail’den geliyor. Sadece domates tohumu da değil. İsrail, bu anlamda çok ciddi
bir birikime ulaşmıştır ve bu anlamda baktığımızda artık GAP’ın milli bir proje olmadığını, İsrail’in arz-ı
mev’udu olduğunu görüyoruz. Kendi kutsalları çerçevesinde orayı ciddi ölçeklerde gözlemlediklerini ve
giderek de çok önemli oranlarda toprak kapattıklarını görüyoruz. Bu sadece GAP bölgesi ile de balğantılı
değil. İddia ediyorum; on sene sonra bizlerin yazdığı kitaplar o bölgede İsrail’in kolonizasyonu ve yayılımı
üzerine olacak. Çünkü çok basit bir araştırma bile birtakım aracılarla İsrail’in çok ciddi toprak aldığını
gösteriyor. Sadece GAP bölgesinde değil, Batı Anadolu için de aynı şey geçerli. Hepsi de mümbit tarıma
elverişli alanlardır."şeklinde konuştu.
Filistin'de İşbirlikçi Yönetimler
İsrail'in Filistin'de tıpkı Güney Afrika'daki gibi işbirlikçi ve aşağılanmayı kabul eden bir devletin
kurulması için çalışmalar yaptığını dile getiren Parlar, "Filistin güvenlik güçlerinin MOSSAD ajanları
tarafından eğitildiğini biliyoruz, bunları iç savaşa sürdüler ama ne yazık ki, Filistin’deki kuşatma bizlerin de,
onların da bunu gündeme getirmesine imkan vermiyor. Dünyanın en kalabalık bürokrasilerinden birisi
Filistin’dedir. 80 bin bürokrata şu anda para ödeniyor. Bu vahimdir. Özellikle Tunuslular denilen ve dışarıdan
6
Milli Gazete / 23 Tem 2004 / R. Nuri Erol
22
gelen, intifada içerisinde görev almamış, intifadayı yönetmemiş Filistinliler’in diğerlerinin üzerinde bir ağırlığı
var. Önümüzdeki dönemde orada işbirlikçi bir Filistin gücünün doğduğunu göreceğiz. Daha önce bunu Köy
Birlikleri’yle denediler olmadı ama Ortadoğu’daki yeni düzenlemeler arasında bu da ihtima dahilindedir."
değerlendirmesinde bulundu.
Parlar, şöyle devam etti: "Özerk yönetim diyecekler ve bunu bir devlet olarak adlandıracaklar, ama
hiçbir havalimanı çıkışı olmayacak, hiçbir Arap ülkesiyle sınırı olmayacak, duvarlarla çevrili, çitler arasında bir
özerk yönetimin adına “Filistin devleti” diyecekler. Filistin halkı şimdilik buna hazır değil. Bunun için birinci
olarak Filistin halkının en diri unsurlarının tasfiyesi gündemdedir. Bir müddet sonra Filistin önderliğinin
darmadağın edildiğini göreceğiz. Hepsine saldıracaklar ve bu konuda çok pervasız davranacaklar. İsrail
bunu gerçekleştirmesi için şu anda hakikaten elverişli bir araca sahip, Şaron kliği var işin başında. Filistin
halkını yeni bir göç dalgası beklemektedir, bunu denediler dünyadan gelen tepkiler üzerine durdurdular daha
uygun bir dönemde Filistin’de en diri unsurları içeren alanlara müthiş bir şekilde yükleneceklerdir."
İran'daki Bütün Hedefleri Vuracaklar
Şu andaki bölgesel güç vizyonuyla, herhangi bir bölge ülkesi ile problemli olmayışıyla, nükleer
programıyla İran'ın gözde bir hedef olduğuna işaret eden Parlar, "İran’ın Natanz kentindeki nükleer reaktörü,
aynen 1981’de Osirak nükleer reaktörünün vurulduğu gibi, İsrail tarafından vurulacaktır. Bu nükleer reaktör
vurulurken başka bir plan da yürürlüğe konulacak, Besiç ve Pastaran gönüllü birliklerini ve Devrim
Muhafızları’nın bütün karargahları, lojistik merkezleri vurulacaktır. Silahlı güç olarak bir tek İran Ordusu
kalacak. İran ordusu sanılanın aksine ideolojik temelde hareket etmez. Onlar açısından önemli olan İran’ın
bekasıdır. Dolayısıyla yönetime el koymaya kendilerini zorunlu hissedebilirler. Ondan sonraki gelişmeleri
zaten kimse tahmin edemez. İran’daki ordunun bazı mensuplarının tâ Irangate’den beri Amerika’yla ve İsrail
ile görüştüğü zaten biliniyor." dedi.
Suyu Özelleştir, Banka Kur, Beraber İşletelim
Parlar, İsrail'in Manavgat Suyu anlaşmasını yaparak Türkiye'nin psikolojik direnişini kırmayı
başardığını ifade ederek, şöyle konuştu: "İsrail’in bölgedeki suya kilit politikasında, Türkiye’nin konumu
önemlidir. Birinci sırada psikolojik direnişimizi kırmayı başardılar, Manavgat suyu anlaşmasını yaparak.
Bunun arkası gelecektir. Bunun arkası Türkiye’nin bütün su kaynaklarının özelleştirilmesidir. İsrail bize
açıkça şunu söylüyor; suyu bankaya yatırın, su bankası kurulsun, bu bankayı beraber işletelim, siz buradan
finansal gelir elde edin. Türikye’nin su zengini olduğunu kimse söyleyemez. Bu gelişmeler bize Türkiye’nin şu
anda ciddi anlamda bir güvenlik krizi ile karşı karşıya olduğunu göstermektedir."
İsrail'in Suriye ve diğer ülkelerle olan problemlerini Türkiye üzerinden çözmeye çalıştığını vurgulayan
Parlar,"Türkiye’de hiç kimse şuna aldanmasın, Türkiye’nin Suriye ile ilişkilerinin iyileşmesinin sebebi,
Türkiye’nin İsrail’e yüklenmesi yani İsrail’in ödemesi gereken “barış payını” Türkiye’nin üstlenmesidir. İsrail,
“Suriye’ye su verin” diyor, yarın bu taleplere başka ülkeler de eklenecektir. İsrail, bölgede kendi Cam
David’ini gerçekleştirirken bunun bedelini de Türkiye’ye ödetecektir. Durum budur." dedi. 7
Mazlum kıta Afrika ve sembol ülke Sudan
Aslında dünyada gelişmiş, az gelişmiş ve geri kalmış ülkeler değil, Batı’da olduğu gibi “hasta ülkeler”
ile özellikle Afrika kıtasında olduğu gibi “aldatılmış ülkeler” vardır. Batı dünyasının “kuvvet medeniyeti”
çağında kuvvetli olan Batılılar, zayıf Afrika ülkelerinin bütün maddî ve manevî kaynaklarını acımasızca soyup
sömürmüşler, bunu yaparken de yüz milyonlarca Afrikalıyı katletmişlerdir. Sadece 100 (yüz) milyon Afrikalı,
Avrupalı katillerin Amerika’ya 10 (on) milyon Afrikalı köle götürülmesi için katledilmiştir. Bu bir son değil,
sadece başlangıç olmuştur. Mazlum kıta Afrika haritasına genel bir bakış yapıldığında, tek tek her ülkede
Batılı sömürgecilerin sebebiyet verdiği zulüm, sömürü, katliam ve vahşet tarihi derhal hatırlanacaktır. Batılı
bir düşünürün itiraf edip dediği gibi; “Geçen bin yıllık zaman açısından Batı, tarihin en büyük canisidir.”
Dünyada durmadan zirveler düzenleniyor. Ancak, artık bu zirveler dünyanın dertli ülkelerine derman
7
Milli Gazete / 23 Tem 2004
23
olamıyor. Ülkemiz Türkiye’de, özellikle dünya başkenti İstanbul’da birbiri peşi sıra uluslararası toplantı ve
zirveler yapıldı. Sonuç, sıfır, elde var sıfır. Temmuz’un ikinci haftasında Etiyopya başkenti Adis Ababa’da
“Afrika Birliği Zirvesi” yapıldı. Zirve öncesi ne konferansı düzenlendi biliyor musunuz; “Açlık Konferansı”?!.
Çünkü Afrika aç, Afrikalılar açlıktan ölüyor!.. ‘Kara Afrika’ ülkelerinin tam 201 milyar dış borcu var. Dış borç
yükü altında ezilen Afrika ülkeleri aynı zamanda açlık, kuraklık, AIDS, iç savaş ve yolsuzluklarla da mücadele
ediyor. Afrika Birliği Zirvesi, ağırlıklı olarak iç çatışmaların durdurulması ve ekonomik gelişim konuları
üzerinde durdu. Tarihin en büyük canisi Batı dünyası bu sorunların müsebbibi olarak gücünü koruyorken,
Afrika ülkelerinin bu dertlerine derman bulmak ne mümkün!..
Sudan, vahşi Batı dünyasının Afrika’da gerçekleştirdiği soygun ve sömürünün sembol ülkesi.
Afrika Birliği Zirvesi’nin bir hafta öncesinde ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell ve BM Genel Sekreteri
Kofi Annan, Sudan’ın Darfur bölgesini ziyaret edip incelemelerde bulundular! Darfur dünya basınına “etnik
temizlik ve insani felâket” boyutuyla yansıdı. Oysa çatışmaların ana sebebi tabii ki bölgede yeni keşfedilen
petrol kaynaklarını sömürmek…
Sudan’da, 21 yıldır süren “kuzey-güney çatışması”nın son bulduğu ve barış anlaşmasının imzalanmak
üzere olduğu dönemde çatışmalar çıktı. Çünkü Güney Sudan’dan sonra, yakın zamanda Darfur’da da büyük
petrol alanları bulundu. Son birbuçuk yıldır bölgedeki çatışmalarda 10 bin kişi hayatını kaybetti, bir milyondan
fazla insan yerini yurdunu terk etmek zorunda kaldı. (Türkiye’nin güneydoğusunda Batı güdümlü ve destekli
PKK’nın bitme noktasına geldiği bir dönemde, yeniden katliamlara başlaması, ne kadar da Sudan’daki
“kuzey-güney çatışması”na benziyor.)
Sudan, 2 milyon 500 bin kilometrekarelik yüzölçümü ile Afrika’nın en geniş ülkesi. Tam dokuz ülke ile
komşu. Mısır dışındaki bütün komşu ülkelerin Sudan’da faaliyet gösteren silahlı gruplarla ilişkileri var.
Darfur’da bulunan silahlı gruplarla direkt ilişki içinde bulunan Çad, son zamanlarda Sudan’ın toprak
bütünlüğüne yönelik açıklamalarda bulunuyor. Şimdilik tek olumlu gelişme bu görünüyor. Etiyopya’nın,
özellikle 21 yıllık kuzey-güney savaşının içinde en aktif rol oynayan ülke olduğu biliniyor. Bu ülke ABD ve
İsrail’den gelen yardımları SPLA’ya aktardığı gibi ayrıca silahlı gruplara lojistik destek sağlıyor. Eritre ise
Sudan’ın güneydoğusunda faaliyet gösteren Beja ayrılıkçı grubuna destek sağlıyor. Uganda’nın da Tanrı’nın
Direniş Ordusu’na yardım ettiği öne sürülüyor… Başta ABD ve İsrail olmak üzere, Avrupa ülkeleri de bu
silahlı gruplara parasal yardımlarda bulunuyor. Sadece ABD’nin, şimdiye kadar SPLA (Sudan Halk Kurtuluş
Ordusu/ SHKO) ve bu örgütle birlikte hareket eden silahlı gruplara, en az 20 milyon dolar parasal yardımda
bulunduğu iddia ediliyor. SPLA, bu silahlı grupların başında geliyor. Sudan Hükümeti, 2 000 000 (evet, tam
iki milyondan) fazla insanın ölümüne sebep olan 21 yıllık savaştan sonra bu grup ile anlaşmaya varmıştı.
Ama sömürücü sermaye ve onun işbirlikçisi vahşi Batı hiç Sudan’ın huzur ve istikrarına izin verir mi?!.
Sudanlılar dünyanın en olumlu insanları. 1980’li yıllarda S.Arabistan Riyad Üniversitesi’nde Sudanlı
hocalarım ve sonraki yıllarda çok yakın Sudanlı dostlarım oldu. Bu vesileyle onları yakından tanıma fırsatları
buldum. Bu dostlukların zirve ismi, rahmetli Bilge Başkan Aliya İzzetbegoviç’in özellikle Bosna Savaşı
yıllarında sağ kolu olan yakın dostum Sudanlı Dr. El-Fatih Hasaneyn’dir. Savaş yıllarındaki yakın işbirliğimiz
bu dostluğumuzu daha da pekiştirmişti. Dostum Dr. Fatih’in ülkesi Sudan’ı, birkaç yıl önce bir haftalık bir iş
seyahati ve Hartum Sanayi Fuarı vesilesiyle ziyaret etmiş, böylece Sudan ve Sudanlılarla ilgili bilgilerimin
doğruluğunu teyid etmiştim. Bu ziyaret günlerimde görüştüğüm bakan, bürokrat ve Sudanlılardan, genel
olarak Sudan ve Batı dünyasının bu ülkeye nasıl baktığı ile ilgili çok ilginç bilgiler edinmiştim. Mesela, bu fakir
ülkenin çok zengin petrol yatakları ve dünyanın en verimli altın madenlerine sahip olduğunu öğrenmiştim. Bu
zenginliği neden değerlendirmediklerini sorduğumda; Batı’nın müsaade etmediğini söylemişlerdi!.. Güneyden
kuzeye bu ülkeyi baştan sona kat eden Nil Nehri ile bu kıtanın en büyük ülkesi sulanıp ziraat yapılsa,
Afrika’daki açlık ve açlığın sebebiyet verdiği ölümler son bulur… Zalim ve vahşi Batı buna da fırsat
vermiyor!..
Sudan, Afrika’nın dünyaya açılan kapısı konumunda... Sudan, 40-50 yıl önceki Türkiye benzeri bâkir
bir ülke; bundan dolayı akla gelebilecek her şeye, ama özellikle Türk kardeşlerinin ilgi ve desteğine muhtaç...
24
Sudan, sömürü sermayesinin kontrol ve güdümündeki vahşi Batı’nın hedefindeki en önemli Afrika ülkesi…
Sudan, bu ülkede ve Afrika kıtasında Osmanlılar ile birlikte sömürgecilere karşı sürdürülen mücadelelerden
sonra, günümüzde sömürüye karşı direnen sembol ülke…8
SUDAN: Sudan Büyükelçiliği Enformasyon Ataşesi Dr. Ömer Muhyiddin:
“Darfor Krizini Siyonistler Çıkardı”
Darfor’daki olayları bahane ederek Sudan’a karşı düşmanca girişimlerini iyice artıran ABD, BM’yi de
yanına alarak, son günlerde diplomatik baskıların yanı sıra medya desteğiyle büyük bir karalama
kampanyası başlattı.
Sudan Büyükelçiliği, gelişmelere ilişkin gazetemize bir açıklama yaptı.
Sudan Enformasyon Ataşesi Dr. Abdülrahim Ömer Muhyiddin, Darfor’daki krizin Siyonist ve
emperyalist güçler tarafından çıkarıldığını söyledi.
Kuzeydeki savaşın dizginlenip tam da ülkeyi kalkındırmak üzere harekete geçmek istedikleri sırada
Darfor’da patlayan krizin dikkat çekici olduğunu belirten Dr. Ömer Muhyiddin, “Güneyde 1954 yılında
başlayan savaş, Sudan’ı ekonomik ve sosyal gelişim açısından çok etkiledi. Ekonomik açıdan bölgeyi 50
yıldan bu yana geri bıraktı.Bu savaşın günlük maliyeti, 2 milyon ABD dolarını buluyordu. Sudan’ın bütün
bölgeleri az gelişmişlik bakımından birbirine benzemektedir. Gelirlerimizin büyük bölümünü güvenliği-barışı
sağlamak ve güneydeki asilerin Sudan’a karşı ayaklanmalarını durdurmak için harcadık. Uzun yıllar süren
kuzeydeki sorunu çözerek, sağlık ve eğitim alanında atılıma hazırlanıyorduk ki bu kriz patlatıldı” diye
konuştu.
Sahip oldukları yer altı zenginliklerine göz diken emperyalistlerin ülkelerini istikrarsızlaştırmak için her
yolu denediğini vurgulayan Dr. Ömer Muhyiddin, “Sudan’ı gelişmiş görmek istemiyorlar. Ülkemizin geri
kalması, ekonomisinin bozulması için her yolu deniyorlar. Yer altı zenginliklerimize sahip olmak isteyen
siyonist ve emperyalist güçler asilere büyük destek sağlıyorlar. Sudan, doğal zenginliklere özellikle de
petrole sahip olduğu için Sudan’ın istikrarını bozmak istiyorlar” dedi.
Hükümetin bölge ayrımı yaptığı iddialarını yalanlayan Sudan ataşesi, Sudan’ı bütün olarak
değerlendirdiklerini belirtti. Darfor bölgesindeki olayların safkan Araplarla, Afrika ırkının savaşı olarak
tanımlayanların yanıldığını kaydeden Dr. Rahim, safkan Arap ya da safkan Afrikalı diye bir ayrımın
olmadığını, toplumun tamamen Afrikalı Arap olarak nitelendirildiğini ifade etti.
Çatışmalar kabileler arasında
Darfor’daki olayların çıkış nedeni konusunda bilgi veren Dr. Muhyiddin, “ Bölgede hayvancılık ve
çiftçilikle geçinen kabileler yaşamaktadır. Bazılarının milyonlarca koyunu, keçisi, devesi vardır. Yılın değişik
sezonlarında bölgede hayvanlarını otlatırlar. Bu nedenle suyun kaynağını araştırırlar. Bazen da hayvanları
otlamaları için serbest bırakırlar. Hayvanların çiftçilerin ekinlerine girmesi sonucu aralarında kavga ve
çatışmalar çıkar. Darfor’daki olayların sebebi de budur. Yani çatışmalar, hayvanların otlatmak isteyenler ile
çiftçiler arasında yaşanmaktadır” şeklinde konuştu.
ABD’den Sudan’a soykırım suçlaması
ABD Kongresi, Sudan’ı Darfur bölgesinde “soykırım yapmakla” suçladı. İsrail ile birlikte ayrılıkçı John
Garang militanlarını destekleyerek Sudan’da insani felaketlerin yaşanmasına neden olan ABD’nin Temsilciler
Meclisi’nde oybirliğiyle kabul edilen kararda, “Darfur’da yapılan zulüm, soykırımdır” denildi.
Senato tarafından da oybirliği ile kabul edilen kararda, ABD Başkanı George W. Bush’dan, BM’den,
Darfur bölgesinde yaşananlardan sorumlu olanlara karşı yaptırım uygulanmasını öngören bir karar
çıkarmaya çalışması istendi. Clinton döneminde de kimyasal silah üretildiği iddiasıyla Sudan’ın en kapsamlı
ilaç fabrikasını bombalayan Amerika’nın iddiasının yalan olduğu ortaya çıkmıştı. ABD buna rağmen tazminat
ödememişti.
İSLAM DÜNYASI ATEŞ ALTINDA
8
Milli Gazete / 24 Tem 2004 / R. Nuri Erol
25
İran’a Saldırı Hazırlığı
ABD yetkilileri, İran’ın nükleer silah programları olduğu yolundaki açıklamalarıyla dünya kamuoyunu
saldırı ihtimaline hazırlarken, İsrail fiili olarak saldırıya hazırlanıyor.
ABD, fikri ve siyasi olarak dünya kamuoyunu İran’a saldırı ihtimaline hazırlarken, İsrail fiili olarak
saldırıya hazırlanıyor. ABD Savunma ve Dışişleri Bakanları İran’a saldırı ihtimalinden bahsederlerken, İsrail,
İran’ın nükleer tesislerini vurabileceğini açıkça dile getiriyor. İran’lı yetkililer ise gelebilecek her türlü saldırıya
karşı beklenmedik cevap vereceklerini söyleyerek karşılık veriyor.
ABD yetkilileri, İran’ın nükleer silah programları olduğu yolundaki açıklamalarıyla dünya kamuoyunu
saldırı ihtimaline hazırlarken, uzmanlar, Amerikan kamuoyunda da konunun tartışıldığını belirtiyor. ABD eski
Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski İran’a yapılacak herhangi bir saldırıda,” belki kısa sürede
çok sayıda İranlı hayatını kaybedebilir ama, uzun vadede İran’ın kayıbından daha çok Amerikanın kaybı
olabileceğini” dile getiriyor.
İsrail’in İran’a yapacağı her hangi bir saldırıda Amerika’nın da bu saldırıya ortak olacağını belirten
Brzezinski, “Böyle bir saldırı İran halkını top yekun olarak Amerika’ya karşı birleştirecektir” dedi. Brzezinski,
Iran’a askeri saldırı yerine Tahran’la müzakere yolunun seçilmesi gerektiğini müzakerelerin kesilmesi halinde
bile en azından, Avrupa ülkeleriyle aynı yönde bir siyaset izleyerek, Avrupa ülkeleriyle İran’a çok yönlü bir
işbirliğinin daha faydalı olacağını söyledi.
İsrail Entrika Çeviriyor
Fransa haber ajansının geçtiği bir haberde ise, İsrail’in, Irak’ın nükleer tesislerine yapılan saldırı gibi
İran’ın nükleer tesislerine tek başına saldıramayacağını bunun için kendisine müttefik bulmak amacıyla
İran’ın nükleer faaliyetlerinin bölge için tehdit oluşturduğu fikrini yerleştirmeye çalışacağı ifade edildi. İran
aleyhine yönelik kampanyaların ardından görüştüğümüz bazı İran’lı yetkililer ise İsrail’in kendini Uluslararası
Atom Enerji Ajansı’nın baskısından kurtarmak ve BM Genel Kurulu’nda kabul edilen “Utanç Duvarı” olarak
isimlendirilen duvar aleyhine aldığı karar karşısında kendini güvenlikte hissetmediği imajı vererek psikolojik
olarak kurtulmak ve en azından kendine müttefik bulmaya çalıştığını bunun için İran’a yönelik kampanya
başlattığını dile getirdi.
Öte yandan İran Savunma Bakanı ise Çarşamba günü yaptığı açıklamada, nükleer teknolojiden
barışçıl amaçlı kullanmalarının en doğal hakkları olduğunu bir kez daha yineledi ve İran’a yapılacak her
hangi bir saldırıda düşmanların tasavvur edemeyeceği bir cevab vereceklerini söyledi. ABD Savunma Bakanı
ise önceki gün ABD Radyosu’na yaptığı açıklamada, İran’ın nükleer silah programının olduğunu iddia etti.
Powell, İran’ın nükleer programını önlemek için askeri saldırı da dahil her türlü yolu araştırdıklarını söyledi.
Amerikan Savunma Bakanı açıklamasında, İran’daki dini liderlerin nükleer silah üretme çabalarının kaygı
verdiğini ileri sürdü.9
BALKANLARIN DURUMU:
Balkan Yarımadası: Akdeniz kıyısındaki yarımadaların en doğuda olanı. Adriyatik Denizi ile Karadeniz
arasında, kuzeyde Sava ve Tuna ovalarıyla karaya bağlanır. Güneyde birçok ada ve yarımadayla Batı
Akdeniz’i Doğu Akdeniz’den ayırır. Bölgede Karadeniz’e (Morava), Ege Denizi’ne (Vardar ve Meriç), İon
Denizi’ne (Akheloos) ve Adriyatik Denizi’ne (Drina) dökülen nehirler ve ayrıca çok miktarda küçük akarsular
vardır. “Balkan” adı, dağların yarımadadaki önemini açıklar. “Balkan Yarımadası” Türkiye’nin Avrupa kesimi
ile Yunanistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Makedonya, Sırbistan, Kosova, Bosna-Hesek ve
Hırvatistan’ı içine alır. Bu bölgede yaşayan 60 milyona yakın nüfusun ortak yanı, çok uzun bir dönemde
Osmanlı yönetiminde huzur içinde yaşamış olmalarıdır. Kendilerinden önce yöredeki konuşulan dilleri ve
varolan kültürleri kökünden yok etmeyi asla amaçlamayan halkların peş peşe yöreye gelmesi, yarımadada
çeşitli etnik öbeklerin bulunmasını açıklamaktadır. Büyük devletler Avrupa, Akdeniz ve Asya arasında
elverişli bir yerde bulunan yarımadanın stratejik noktalarını, çoğunlukla istikrarsız yapılı ve çokuluslu
9
Milli Gazete / 24 Tem 2004 / Dış Haberler
26
toplumların elinden almak istiyorlardı.
Balkan Savaşları: Türk-Sırp Savaşı (1876), Türk-Rus Savaşı (1877-1878), Sırp-Bulgar Savaşı
(1885), Türk-Yunan Savaşı (1897), I. Balkan Savaşı (1912-1913), II. Balkan Savaşı (1913), I. Dünya
Savaşı’nda Balkan Savaşları ve II. Dünya Savaşı’nda Balkan Savaşları.
Kosova Savaşları: Osmanlı Türkleri ile birleşik Hıristiyan orduları arasında Kosova Ovası’nda yapılan
iki meydan savaşının adı. I. Kosova Savaşı, 20 Haziran 1389. II. Kosova Savaşı, 17-19 Ekim 1448.
Kosova: Kosova’daki Mitrovica şehrinin Türkçe adı.
Kosova Ovası: Kosova’da, Mirtovica (Kosova) ile Urosevac şehirleri arasındaki, Osmanlılar
döneminde iki meydan muharebesinin yapıldığı meşhur ova.
Arnavutlar Arasında Türk-İslâm Etkisi: Arnavutlar Arasında Türk-İslâm Etkisi: XV. yüzyıldan itibaren
İslâmiyet Arnavutlar arasında yayılmaya başladı ve Arnavutlar arasında kısa sürede Türk dilini ve edebiyatını
bilen aydın bir kesim yetişti. Bunlar ana dillerinde fakat Türk-İslâm edebiyatı etkisinde eserler verdiler ve
Arnavutluk, Kosova ve Makedonya’da bu etkiyi yansıtan güçlü bir edebiyat oluştu. Arnavut şairler Türk halk
edebiyatından da geniş şekilde etkilendiler. Arnavut halk edebiyatının atasözü, tekerleme, fıkra ve diğer
yazılı metinlerinde de Türk etkisi görüldü. Bazı atasözleri özgün şekillerini koruyarak Arnavutça diline girdi.
Nitekim “Eski tas eski hamam” ve “Selam verdim bela buldum” gibi atasözleri günümüzde de Türkçe olarak
kullanılmaktadır. XV. yüzyıldan itibaren şehir görünümlerine ve yaşamaya egemen olan Türk tarzı çoğunlukla
Evliya Çelebi’nin “Seyahatname”sinden bilinmektedir.
Balkan Antantı (1930-1940): Türkiye’nin de katıldığı, Balkan devletleri arasındaki güvenlik ve işbirliği
antlaşması (9 Şubat 1934). Türkiye ve Balkan devletleri arasında işbirliğini sağlamak amacıyla Türkiye,
Arnavutluk, Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya ve Yunanistan’ın katıldığı bir konferans önce Atina’da (1930),
sonra İstanbul (1931) ve Bükreş’te (1932) toplandı. 1933 yılında Selanik’te toplandı. Bazı ülkeler arasında
sorunlar çıktı. Nihayet, ertesi yıl Atina’da yapılan konferansta Türkiye, Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya
bir Balkan Birliği kurdular (9 Şubat 1934). “Balkan Antantı” diye anılan birliğin temel yapısı Ankara’daki
görüşmelerde belirlendi (20 Ekim – 2 Kasım 1934), dört ülkenin dışişleri bakanlarından bir yönetim kurulu
oluşturuldu ve her yıl dönüşümlü olarak bir ülkenin dışişleri bakanının yönetim kurulu başkanlığını üstlenmesi
kararlaştırıldı. Ayrıca ekonomi, maliye ve ticaret işlerine bakmak için her devletin beş üye ile temsil edileceği
bir Danışma Kurulu da oluşturuldu. Temsilciler Belgrad (1936), Atina (1937), Ankara (1939) ve son defa
Bükreş’te (1940) bir araya geldiler. II. Dünya Savaşı başlayınca birlik dağıldı.
Balkan Paktı (1954-1960): Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında 1954 yılında kurulan
savunma ve işbirliği örgütü. Pakt, 28 Şubat 1953 tarihinde Ankara’da imzalanan Dostluk ve İşbirliği
Antlaşmasının ardından, 9 Ağustos 1954 tarihinde Yugoslavya’nın Bled şehrinde imzalanan antlaşmayla
kuruldu. Sürekli bir Konsey kurularak çalışmalarına başladı. Yugoslavya daha sonra tarafsız ülkeler blokuna
katılıp liderliği üstlenince işlevini kaybedip resmen sona erdi (1960).
Balkanlar uzun süre Osmanlı hakimiyetinde kaldı. Bu sebeple bu bölge İslâm’ın derin izlerini ve
önemli oranda kültürel mirasını taşımaktadır. Her ne kadar Osmanlı’nın bölgeden çekilmesinden sonra
İslâm’ın bu bölgedeki izlerinin ortadan kaldırılması için yoğun bir çaba harcandıysa da, bu tümüyle
başarılamadı. Müslümanlar varlıklarını sürdürdü, hâlen de sürdürmeye devam ediyorlar. Bütün dünyadaki
dine dönüş hareketine paralel olarak, son dönemlerde İslâmiyet bölgede de yeniden yeşermeye, İslâmî bilinç
yeniden kendini hissettirmeye başladı. Özellikle Bosna ve Kosova Savaşları vesilesiyle Balkanlar’da
başlayan İslâmî uyanış, savaş yıllarındaki hızını kısmen yitirse bile, istikrarlı bir şekilde devam ediyor…
“Balkanlar”da ne kadar “Müslüman” olduğu ve bu Müslümanların etnik kimlikleri hakkında bazı özet
bilgiler kısaca şöyledir.
 Kosova
“Kosova” resmiyette hâlâ Yeni Yugoslavya Federasyonu’na bağlı bir özerk bölge gibi görünmektedir.
Ancak son çatışmalar sebebiyle NATO askerleri bölgede kontrolü ele aldıklarından Belgrat yönetiminin
bölgede fazla bir etkinliği kalmadı. İki milyon nüfuslu “Kosova”da halkın yüzde doksana yakını Müslümandır.
27
“Kosova Müslümanları”nın çoğunluğu Arnavut, bir kısmı da Türktür. Kosova halkı bölgede bağımsız bir
devlet kurmak istiyor. Ancak henüz bölgede halkın iradesinin yönetime yansıdığı söylenemez.
 Bosna-Hersek
5 milyon civarında bir nüfusa sahip olan “Bosna-Hersek”te halkın % 43’ü “Müslüman”dır. “BosnaHersek Müslümanları”nın büyük bir çoğunluğu “Boşnak”tır. Kendilerine “Bosnalılar” da denen Boşnaklar
Slav kökenlidirler ve Bosna-Hersek halkı içinde nüfus bakımından birinci sırada gelmektedirler. Ancak
Bosnalıların tamamı Bosna-Hersek’te yaşamıyor. Eski Yugoslavya’ya hakim olan komünist rejimden kaçan
çok sayıda Bosnalı Müslüman dünyanın değişik ülkelerine yayılmıştır. Eski Yugoslavya topraklarında kalan
Bosnalıların ise % 86’sı “Bosna-Hersek”te, kalanı da Sırbistan’a bağlı “Sancak” bölgesinde olmak üzere,
eski Yugoslavya cumhuriyetlerinin değişik bölgelerinde yaşamaktadır. Eski Yugoslavya etnografyasında
bunlara “Müslüman” denirdi.
 Arnavutluk
Müslümanların nüfus oranı itibariyle en yoğun olduğu Balkan ülkesi “Arnavutluk”tur. Dört milyon
civarında bir nüfusa sahip olan bu ülkede nüfusun % 70’ini Müslümanlar oluşturmaktadır. Bu ülkede % 20
oranında Ortodoks Hıristiyan, % 10 oranında da Katolik Hıristiyan vardır. Müslüman nüfusun % 75 - 80’i
Sünni, kalanı Bektaşi’dir. Arnavutluk ve Makedonya’da yaygın olan bu Bektaşiler komünist dönem öncesinde
de aynı inanca sahiptiler. Arnavutlar, Arnavutluk dışında Makedonya ve Kosova başta olmak üzere, eski
Yugoslavya cumhuriyetlerine ve dünyanın birçok ülkesine yayılmışlardır.
 Makedonya
İki milyon üç yüz bin civarında nüfusa sahip olan “Makedonya”da Müslümanlar nüfusun % 50’den
fazlasını oluşturmaktadırlar. Bu ülkedeki Müslümanların yaklaşık % 75’i Arnavut, % 13’ü Türk, kalanı da
başta Makedon olmak üzere muhtelif etnik unsurlardandır. Arnavutluk’ta olduğu gibi Makedonya’daki Arnavut
Müslümanlar
arasında
da
az
sayıda
Bektaşi
mevcuttur.
Fakat
çoğunluğu
Sünni
Müslümanlar
oluşturmaktadır.
 Yunanistan
“Yunanistan’daki Müslümanlar”ın tamamına yakını “Batı Trakya”da yaşamaktadırlar ve sayıları
150 bine yakındır. Bunların büyük çoğunluğu Türk, bir kısmı da Pomak asıllıdır. Başkent Atina’da, Selanik’te
ve daha başka Yunan şehirlerinde de az sayıda Müslüman vardır. Avrupa Topluluğu ülkeleri içinde
Müslümanlara en çok baskı uygulayan ülke Yunanistan’dır. Yunanistan Batı Trakya’yı ele geçirdikten sonra
sistemli bir asimilasyon politikası uygulayarak bu bölgedeki Müslümanların oranlarını düşürdü. Batı Trakya
Müslümanlarının üç adet şer’i mahkemeleri vardır. Bu mahkemeler Müslümanların evlenme ve boşanma gibi
özel durumlarıyla ilgilenmektedir. Bölgede Müslümanların kendi maddi imkânlarıyla ayakta tuttukları 292
okulları ve ibadete açık durumda 297 camileri bulunuyor. Müslümanların pek çok camisi de hükümet
tarafından yıkılmış yahut kiliseye veya müzeye çevrilmiştir.
 Bulgaristan
Sekiz milyona yakın bir nüfusa sahip olan bu ülkede halkın yaklaşık % 25’ini “Bulgaristan
Müslümanları” oluşturuyor. Resmi istatistiklere göre 1 milyon 300 bin Müslüman var. Ama gayri resmi
kaynaklara göre Müslümanların nüfusu 2 milyondan az değil. Müslümanların çoğunluğunu Türkler
oluşturuyor. Bunların yanı sıra Pomak, Makedon, Tatar ve Çingene asıllı Müslümanlar da var.
Bulgaristan’daki sosyalist rejimin çökmesi sebebiyle Müslümanlar üzerindeki resmi baskı ve zorla
Bulgarlaştırma uygulamaları artık devam etmiyor. Dolayısıyla Müslümanlar genel hürriyetler yönünden
geçmişe göre daha rahatlar.
Ayrıca Müslümanlara kendi baş müftülerini kendilerinin seçmesi hakkı tanındığından dini hizmetlerin
biraz daha rayına oturtulması için yoğun bir çaba olduğu dikkat çekiyor. Komünist rejimin hakim olduğu
dönemde devlet Müslümanların başına genellikle dinle ilgisi olmayan kişileri baş müftü olarak tayin ediyordu.
 Yeni Yugoslavya Federasyonu
Altı cumhuriyetten oluşan Eski Yugoslavya Federasyonu’nun dağılmasından sonra kurulan “Yeni
28
Yugoslavya Federasyonu” “Sırbistan” ve “Karadağ” cumhuriyetleri ile “Voyvodina Özerk Bölgesi”ni içine
almaktadır. Sırbistan’ın ve federasyonun başkenti olan Belgrat’ta yüz bin, “Sancak” bölgesinde üç yüz bin,
Karadağ Cumhuriyeti’nde de yüz bin kadar Müslüman vardır. Sırpların hakimiyetindeki Yeni Yugoslavya
Federasyonu Müslümanlara ağır bir baskı yapmaktadır. Özellikle “Sancak Müslümanları” sürekli bir
gözetim ve baskı altında tutulmaktadırlar. Sancak Müslümanları, Yugoslavya Federasyonu’ndan ayrılarak
Bosna-Hersek Cumhuriyeti’ne katılmak istiyorlar. Sancak Müslümanlarının haklarını savunmak amacıyla
“Sancak Müslüman Millî Konseyi” adında bir konsey oluşturuldu.
 Devlet yönetimleri
Yukarıdaki bilgilerden anlaşılacağı üzere “Balkanlar”daki devletlerde dağınık halde çok sayıda
Müslüman bulunmaktadır.
Bölgedeki devlet yönetimlerine büyük ölçüde Ortodoks inancı hakimdir. Her ne kadar Ortodoks inancı
devlet sistemlerinin şekillenmesinde çok fazla etkili olmasa da, izlenen siyasetlerde genel anlamda büyük
ölçüde etkisini göstermektedir. Bundan dolayı “Balkanlar”da adı konulmamış bir Ortodoks Birliği’nden söz
etmek mümkündür. Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Yugoslavya, Bosna-Hersek ve Arnavutluk’ta
yaşayan Hıristiyanların büyük çoğunluğu “Ortodoks”tur. Bu inanç birliği söz konusu ülkelerdeki yönetimleri de
birbirine yaklaştırmaktadır. Aralarında her ne kadar bazı siyasi problemler olsa da, sahip oldukları ortak inanç
sebebiyle zor zamanlarında birbirlerine yardımcı olabilmektedirler. Arnavutluk’ta Fatos Nano liderliğindeki
mevcut hükümet Yugoslavya ve Yunanistan’ın destekleriyle yönetimi ele geçirebilmiş Ortodoks destekli bir
hükümet olduğundan Makedonya’daki Arnavut kökenli Müslümanların davalarına sahip çıkma cesareti
gösteremiyor. Aynı Fatos Nano, Kosova meselesinde de mültecileri kabul etme ve yaralıların tedavisine
fırsat verme dışında söze gelir bir etkinlik gösterememişti. Bu Ortodoks işbirliği daha önce Bosna-Hersek’te
yaşanan savaş esnasında da kendini göstermişti. Balkanlar’daki Ortodoks güçler Rusya’dan da destek
almaktadır. Rusya’nın Kosova meselesinde hemen devreye girerek NATO’ya karşı asker göndermesi de bu
yüzdendi.
Bu bilgilerden anlıyoruz ki Balkanlardaki Müslüman halklar devlet yönetimlerine hakim olan
Ortodoks zihniyetinin kendi aralarında gerçekleştirdikleri ittifakın zulmüne uğramaktadırlar.
AMERİKA’nın Hesapları
Balkanlar’daki Ortodoks ittifakı büyük ölçüde Avrupa Birliği ülkeleri tarafından da destekleniyor. Bunun
belki en önemli sebebi
Avrupa ülkelerinin
Balkanlardaki Müslüman
halkların
İslâmî
yönden
bilinçlenmelerini ve hareketlenmelerini kendi açılarından olumsuz bir gelişme olarak görmeleridir. Bölgedeki
Ortodoks ittifakıyla menfaat birliği de önemli bir etken olabilir. Ancak Amerika’nın bölgeyle ilgili çıkar
hesapları bölgedeki Ortodoks ittifakının ve onlara destek veren Rusya’nın hesaplarıyla, bu arada Avrupa
Birliği ülkelerinin hesaplarıyla çatışmaktadır. Bu yüzden ABD bölgeye siyasi yönden yerleşebilmek ve
bölgeyle ilgili planlarını uygulamaya geçirebilmek için Arnavutlara sahip çıkıyor. Tabii bu destek Arnavut
halkın mağduriyetinin önüne geçme amacına değil, bu halk vasıtasıyla bölgeyle ilgili hesapları yürütme
amacına yönelik. Bununla birlikte yine de Arnavut halk söz konusu destek sebebiyle Amerika’ya bir sempati
duymaktadır.10
“Casus Belli” Kararı Kaldırılırsa Ne Olur?
Prof. Dr. Tayfun Akgüner, TBBM Başkanı Arınç’ın “Casus Belli kararını kaldıralım” çıkışını ”tehlikeli bir
gelişme” olarak nitelendiriyor: ”Bu kararı almak Türkiye’nin Ege’deki haklarından vazgeçmesi anlamına gelir.”
Ulusal Kıta Sahanlığımız Ortadan Kalkacak
Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarmasının, Türkiye’nin çıkarlarını doğrudan ve olumsuz bir
biçimde zedeleyecek ve büyük zararlara yol açacak nitelikte olduğunu dile getiren Akgüner, “Yani konu
sadece karasuları değil. Karasuları ile bağlantılı birçok konu iç içe geçmiş durumda… Örneğin, Yunanistan
10
Milli Gazete / 25 Tem 2004 / Dış Haberler
29
karasuları 12 mile çıkarırsa, Ege’de, yüzde 63,3’lük bir egemenlik alanına kavuşacak; Türk karasuları ise,
yaklaşık yüzde 10’luk bir alanda kalacak. Ayrıca, Türkiye egemenlik hakları yönünden başka zararlara
uğrayacak. Türkiye’nin “ulusal kıta sahanlığı” olarak kabul ettiği bölgeler, Yunan karasuları içinde kalacak.
Ege’nin uluslar arası sularından serbestçe yararlanma hakkımız, “zararsız geçiş” hakkına, yani başka bir
ülkenin karasularından zararsız geçiş yapma yükümlülüğüne dönüşecek” ifadelerini kullandı.
1982 Tarihli “Karasuları Kanunu” var
İç hukuktan karasuları konusunda kimi düzenlemeler yapılmış. Konuya ilişkin, 20 Mayıs 1982 tarihli ve
2674 sayılı ”Karasuları Kanunu” var. Bu kanunun, kural olarak, Türkiye’nin karasuları 6 mil olarak
saptamakla birlikte, ayrıca, Bakanlar Kurulu’na, karasularının genişliğini altı deniz milinin üstünde belirleme
yetkisi de veriyor. Mevzuatımızda kabul edilen, 1982 tarihli ve 8/4742 sayılı bir de Bakanlar Kurulu kararı
bulunuyor. Bu Bakanlar Kurulu kararı uyarınca, Akdeniz’deki ve Karadeniz’deki karasularımızın genişliği 12
mil olarak kabul edilmiş.
Karasularına ilişkin uyuşmazlıkların hukuksal özelliklerinin ağır basması nedeniyle, Türkiye ve
Yunanistan, bu uyuşmazlığın çözümünde uygulanması gerekli hukuksal kurallar üzerinde anlaşamıyorlar.
Oysa stratejilerine göre, ilgili kuralları, bağlayıcı karar alma yetkisine sahip uluslar arası bir yargı organı
saptayabilir. Uyuşmazlığın yanları olarak, hukukun öngördüğü çözüm dışında, gene hukuksal sonuçları olan
bir anlaşma yoluna da gidilebilir.
Prof. Dr. Öztürk: Türkiye haklarını korumalı
Prof. Dr. Bayram Öztürk ise, Ege bölgesinde yaşayan Türk nüfusunun Yunanistan’ın toplam
nüfusunun iki katı (20 milyon) olduğunu hatırlatarak, Ege Denizi’nin bir Yunan gölü olmadığını Yunanların
kabul etmesi gerektiğinin altını çiziyor: ”Burada amaç çatışma değil. Uzlaşmacı ancak haklarını bilen bir
Türkiye, Ege’deki haklarını korumalı ve istemeli.” Ege Denizi’nde Türkiye’nin bugünkü durumunu tek
böbrekle yaşayan hastaya benzeten Öztürk, Türkiye’nin Ege Denizi’nde daha geniş karasuları hakkı
olduğunu ve bunun hakkaniyetine uygun olacağını belirtiyor.
Uluslararası Sürekli Hakem Mahkemesi, Türkiye lehine bir karar aldı.
Egemenliği devredilmiş adaları geri alabiliriz
Uluslar arası Sürekli Hakem Mahkemesi’nin, Kızıl Deniz’deki eski Osmanlı toprağı olan bazı
ada, adacık ve kayalıklar üzerindeki egemenlik uyuşmazlığı Lozan Barış Antlaşması’nın 16.
maddesine atıfla çözdüğü ortaya çıktı.
Buna göre, Türkiye’nin bu karar doğrultusunda yeni bir hukuki kazanım elde ettiği belirtiliyor ve
aralarında Kardak kayalıkları’nın da içinde bulunduğu egemenliği devredilmemiş 150 kadar adanın da
Yunanistan’a ait olmadığı ifade ediliyor.
Türk-Yunan ilişkilerinde “12 mil krizi” yaşanırken Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü Uluslararası Hukuk Ana Bilkim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sertaç Hami
Başeren ile Ali Kurumahmut’un, “Ege’de gri bölgeler unutul(may)an Türk Adaları” başlığıyla yaptığı akademik
bir çalışma Kardak Kayalıkları’nın içinde bulunduğu egemenliği devredilmemiş 150 kadar adanın da
Yunanistan’a ait olmadığını ortaya koydu.
Başeren ile Kurumahmut, Uluslar arası sürekli Hakem Mahkemesi’nin, Kızıl Deniz’deki eski Osmanlı
toprağı olan bazı ada, adacık ve kayalıklar üzerindeki egemenlik uyuşmazlığını Lozan Barış Antlaşması’nın
16. maddesine atıfla çözerken Türkiye’ye yeni bir hukuki kazanım sağladığını ortaya koyduğunu belgelediler.
Hakem Mahkemesi’nin kararı
Uluslar arası anlaşmalar ve Osmanlı Arşivleri taranarak yazılmış olan kitapta, Kardak Kayalıkları’nın
da içinde yer aldığı egemenliği devredilmemiş 150 kadar adanın son durumu ortaya konarak yeni haritalar
oluşturulmuş. Çalışmada, Hakem Mahkemesi’nin kararına göre, egemenliği devredilmemiş bu adaların iddia
edildiği gibi Yunanistan’a ait olamayacağı, bunların geleceğinin belirlenmesinde ilgili devletlerin ortak bir
kararına ihtiyaç olduğu belirtiliyor.
Kurumahmut ve Başeren’in ortaya koyduğu haritalara bakıldığında, Hakem Mahkemesi Kararı’na göre
30
Yunanistan’a ait olmadığı anlaşılan ada, adacık ve kayalıkların Türkiye’ye Menteşe Adaları bölgesinde Ege
Denizi’nin uluslar arası sularına yeni açılma imkânları sağladığı görülüyor. Bu durum Ege sorunlarının
temelinde yer alan karasuları meselesi başta olmak üzere diğer anlaşmazlık konuşlarında da Türkiye’nin elini
güçlendiriyor.
Başeren ve Kurumahmut’un son çalışmalarına göre, Kardak’tan başlayan egemenliği devredilmemiş
adalar listesi Menteşe Adaları bölgesinde genişliyor. Bu adaların önemli olanlarından bazıları şöyle; Kardak,
Eşek Adası (Gaidaros), Nergiscik (Mandiraki), Bulamaç (Farmakonisi), Keçi (Pserimos), Kızkardaşlar
(Adelfia), Sirina, Üç Adalar (Plakhida), Safran Adaları (Sofrana), İstakida (Astakidhapula), Kandilli
(Kandhelioussa), Koçbaba (Koçpapas-Levita), Sirina Ardıççık (Zenari-Kinaros), Kendiroz (Liadi), Hurşid
(Furni), Fornoz (Fimena) ve Koyun Adası.11
Kıbrıs Kayıyor, Türkiye Kuşatılıyor
Hz. Osman'ın Halifeliği döneminde miladi 649 yılında fethedilen Kıbrıs, Larnaka'da şehid olarak
medfun bulunan Hala Sultan, Larnaka'da hem bir Peygamber müjdesi hem de Resuluzişan hatırasıdır.
Kıbrıs 964 yılında yine Bizansın eline geçiyor.
Jeolojik devirlerde Anadolu'dan ayrılan bir parça olduğu söylenen Kıbrıs, Mısır ve Hititler arasında
sürekli mücadele konusu olmuş. Sonra sırasıyla Fenikeliler, Asurlular, Mısırlılar, Persler, Makedonlar,
Mısırlılar ve M.Ö. 58'de Romalılar eline geçti. M.S. 394 yılında Doğu Roma'ya kaldı. İslâm Orduları 632'den
964 yılına kadar Kıbrıs'a 24 kuşatmada bulundular. Üçüncü Halife, Hazreti Osman Dönemi'nde 649'da Kıbrıs
fethedildi. 694'te yine Bizans'ın eline geçen Kıbrıs III. Haçlı seferlerinde İngiltere Kralı I. Richard (Arslan
Yürekli Richard) tarafından 1191'de Şovalyelere sonra Kudüs Kralı'na satıldı. Latin Krallığı'ndan İtalyan şehir
devleti Cenevizlilere, oradan 1425 yılından itibaren Memlük Sultanı Baybars'ın müdahalesiyle bir yıllığına
Memlüklerin eline geçen Kıbrıs 1425'te İtalyan şehir devleti Venediklilere geçer. Osmanlılar 1489'da Karpaz
bölgesine çıkartma yapar. Yavuz Sultan Selim'in 1517'de Mısır'ı fethetmesiyle artık Kıbrıs, Osmanlı'nın
gündemindedir. Osmanlı 1521'de Rodos'u fethettiğinde Venedikliler telaştadır. Kıbrıs, Hicaz Yolu'nun
güvenliğini sabote etmekle kalmıyor, Osmanlı'nın Akdeniz'e iniş yolunda engeldir, Venedikliler yol kesendir.
Hac ve tüccar gemilerine saldıran Venediklilere, 11 Şubat 1570'de Osmanlı adayı terketmeleri için bir nota
verir. Osmanlı 360 gemiden oluşan donanmayla Kıbrıs'a doğru yola çıkar, 2 Temmuz 1570'de adaya ilk
çıkarma yapılır, 4 Ağustos 1571'de Lala Mustafa Paşa tarafından ada tamamen fethedilir. Meis Adası'na
kadar 206 gemiyle gelen Müttefik donanması Lefkoşe'nin düştüğünü haber alınca geri döner (Eylül 1570).
Ada artık Osmanlı yönetimindedir, Akdeniz güvenliktedir, Hac yolu güvenliktedir.
Osmanlı Devleti'nin gerileme dönemi; 1853-1856 tarihleri arasında üç yıl süren Kırım Savaşı’nda,
İngiltere, Fransa, ve İtalya'nın işbirliği ile Rusya'ya karşı galip gelinir. 1856 yılında Paris Anlaşması yapılır.
Rusya Boğazları alıp İskenderun'a ve Basra Körfezi'ne inmek istemektedir. 1875'te Hersek isyanı başlar,
Osmanlı isyanı bastırır, Rusya 31 Ekim 1876'da verdiği ültimatomla mütareke imzalattırır. 31 Mart 1876'da
aktedilen Londra Protokolünü Osmanlı reddederek Avrupa devletlerinin desteğini kaybeder. Bunun üzerine
Rusya savaş ilan eder, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı Devleti büyük topraklar kaybederek 31
Mart 1878'de Ayastefanos (Yeşilköy) Anlaşmasını imzalar. Rusya'nın elde ettiği güç İngiltere'nin Ortadoğu
çıkarlarına halel getirir. İngiltere, Ayestefanos'un şartlarını hafifletmek, Rusya'ya geri adım attırmak ve
Osmanlı'dan yeni imkânlar koparabilmek için uzun bir diplomasi atağına girişir. Ve İngiltere geliri Osmanlı
Hazinesine verilmek şartıyla geçici bir süre için Kıbrıs’ı Osmanlı'dan geçici olarak 12 Temmuz 1878'de
kiralar... Sultan Abdülhamit Han, zaten fiilen işgal edilen ada’yı, ilk fırsatta geri almaya açık kapı bırakmak
için, İngilizler tarafından kuşatıldığını değil, kiralandığını resmiyete sokar. Osmanlı Devleti Birinci Dünya
Savaşı'na Almanya'nın yanında katılmasıyla İngiltere 5 Kasım 1914'te tek taraflı olarak Kıbrıs'ı ilhak eder. 23
Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Anlaşması'yla Türkiye Cumhuriyeti Kıbrıs'ın İngiliz mülkü olduğunu kabul
11
01 Mayıs 2005 – Milli Gazete
31
eder. Kıbrıslı Türkler adadan göç etmeye başlarken, Rumlar 1959 yılına kadar adayı Yunanistan'a ilhak
(Enosis) için uğraşırlar. Kıbrıs Türk Halkı adanın ilhakına karşı 1 Ağustos 1956'da Kıbrıs Türk Mukavemet
Teşkilatı'nı (TMT), başka cemiyet ve birlikler kurarak direnirler.
11 Şubat 1959'da Türkiye-Yunanistan arasında imzalanan Zürih Anlaşmasıyla, 15-16 Ağustos 1959'da
Kıbrıs Cumhuriyeti kurulur, üç yıl bu işlev devam eder, daha sonra Enosisçilik baskın olur ve Türklere karşı
zulümler katliamlar başlar. Türkiye 1963'ten sonra katliamlara müdahale etmek için hamleler yapar ama
netice alamaz. (Osmanlı İdaresinde Kıbrıs-Nüfusu, Arazi Dağılımı ve Türk Vakıfları-, BaşbakanlıkDevlet
Arşivleri Genel Müdürlüğü Yayını, Yayın Nu: 43, Ankara 2000.)
15 Temmuz 1974'te EOKA'cı Samson Kıbrıs'ta darbe yapar, katliamlara başlar ve adayı Yunanistan'a
bağlamak üzeredir, dünya ise EOKACI çeteyi sadece seyreder, Filistin'deki, Çeçenistan'daki soykırım ve
katliamı seyrettikleri gibi. Garantör devlet olarak Türkiye diğer garantör ülke ile görüşmek üzere Ecevit
İngiltere'ye gidiyor. Artık saniyeler bile önemlidir. Başbakan'a vekaleten Erbakan, Genelkurmay Başkanı ile
görüşür, durumun çok nazik olduğu saniyelerin bile önemli değer ifade ettiği belirtilir. EOKA'cı çete gemi
azıya almış durumda, her an yeni bir katliama başlayabilir,Kıbrıs Yunanistan'a her an iltihak edebilir.
Erbakan, Sancar'a, emir verildiğinde Kıbrıs'a ne kadar zamanda intikal edilebileceğini sorduğunda üç günde,
cevabını alınca, hemen harekete geçilmesini Mersin'e intikal edilmesini ve Ecevit İngiltere'den döndüğünde
onay alınacağını belirtip harekata gizlice başlanması emri verilir. 20 Temmuz 1974'te Türk Silahlı Kuvvetleri
Kıbrıs Barış Harekatı'nı fiilen başlatır. EOKA'cı ve ENOSİS'çilerin karanlık emellerine set çekilmiş ve
Kıbrıs'taki Türk halkı özgürlüğüne kavuşmuş olur. MSP-CHP koalisyonunda, Erbakan ve arkadaşlarının aktif
davranması sonucudur ki Kıbrıs, Girit olmaktan kurtarılmıştır.
Kıbrıs Barış Harekatı'nda Koalisyon Hükümeti MSP ve Erbakan tarihi bir görevi yerine getirdiler. Ama
maalesef, Erbakan’ın koyduğu ileri hedeflere koalisyon ortaklarını ikna edemediği, gelen hükümetler bu
persperktifi kavrayamadığı için Kıbrıs olayı bu hale gelmiştir.
20 Temmuz 1974'te 1. Barış Harekatı, 14 Ağustos 1974'te II. Barış Harekatı yapılır. Erbakan'ın, hemen
bağımsız devlet kurulması önerisi dikkate alınmaz. 13 Şubat 1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti kurulur.
Erbakan, “Ne demek-Federe" diye isyan ediyordu. Ama dış güçler ve işbirlikçiler bağımsızlığa razı
olmuyordu…
Yunanistan ve Rumların gayretleriyle 13 Mayıs 1983 tarihli BM kararıyla Kıbrıs Türk Federe Devletide
(KTFD) ortadan kaldırılır.
Kıbrıs Türk halkının Rauf Denktaş'a yoğun baskılarıyla 15 Kasım 1983'te Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti (KKTC) ilan edilir. Rumlar, Yunanistan, İngiltere, ABD, AB, NATO- BM bu tarihten sonra
harekete geçer: Kıbrıs Türkünü devletsiz ve Rumlara azınlık yapmak, Türkiye'nin Akdeniz cihetinden önünü
kapatmak, İsrail'in güvenliğini sağlamak, Ortadoğu'yu ve Kafkasları denetlemek için herkesin gözü önünde
seyreden, gördüğünüz gibi kumar masasını kuruyor ve 59. Hükümet bu kumara alet oluyor. 12
Kuzey Irak politikalarının iflasından sonra, KKTC’nin imhasına ve Kuzey Kıbrıs’ın Büyük İsrail Projesi
hesabına ABD üssü yapılmasına yönelik “bilinçli ve kasıtlı yanlışlarının” başlarına açacağı belaları fark edip;
bunlara yönelik Milli tepkileri gevşetme ve kendilerini mazur gösterme telaşıyla, Sn. Başbakan 30–4-2004’te
yaptığı “Ulusa Sesleniş” konuşmasında, yuvarlak ve yavan laflar arasında, ağzındaki baklayı da çıkarıverdi...
Ülkede ekonomik sıkıntı ve sarsıntıların ve sosyolojik kaynamaların giderek arttığı bir ortamda, bu
konulara tek kelime olsun değinmeyip, bütün konuşmasını Kıbrıs’taki referandum sonuçlarına ayırması da,
bu telaş ve tedirginliğin sırıtan bir göstergesiydi.
Şimdi laklakılar arasından baklaları çıkarmaya çalışalım:
“... Büyük bir diplomasi zaferi olan bu referandum sonuçlarına katkılarından dolayı, Genel
Kurmayımıza, Dışişleri Bakanlığımıza ve Kuzey Kıbrıs hükümetine ve halkına teşekkürlerimi arz ediyorum...”
Yani... KKTC’yi Rumlara bağlamanın ve ABD üssüne hazırlamanın planlarını; Genel Kurmay,
12
Milli Gazete / 22 04 2004 / Münir Balkır.
32
Dışişleri ve M.Ali Talat’la birlikte hazırladık!..
“... Statükoyu, halk iradesinin üstünde tutanlar ve dünyanın geldiği şartlara gözünü kapayanlar bu
başarıyı hazmedemiyorlar...”
Yani... Türkiye’nin bağımsız ve güçlü kalmasını, yerli imkanlar ve milli politikalarla kalkınmasını
isteyenler statükocudur ve bunlar bizim Siyonist Emperyalizme teslimiyet başarımızı kıskanıyorlar!..
“... Artık sınırların kalktığı, ekonomi ve kültürün milliyet ve memleket tanımadığı dünyada yaşadığımızı
unutmamalıyız...”
Yani... Türkiye’nin de Gizli Dünya Devletinin bir eyaleti ve Siyonist İsrail’in bir vilayeti
yapılmasına, milli ve manevi değerlerimizin yozlaşmasına ve sınırlarımızın yıkılmasına razı ve hazır
olmalıyız!..
“ ... Hiç kimsenin, dünya gerçeklerini hiçe sayarak siyaset yapma lüksü yoktur...”
Yani... Sömürücü sermayeye ve Yahudi Siyonizm’ine rağmen, milli ve haysiyetli politika
üretmek, çoluk çocuk için imkânsız bir durumdur. Teslimiyet en kolay yoldur...
“... Milli menfaatleri korumanın tek yolunun, statükoyu sürdürmekten geçtiğini zannedenler, aldanıyor”
Yani... Milli bütünlük ve bağımsızlığımızı... Ülkemizin kalkınmasını ve çıkarlarımızı savunanlar,
statükocudur!..
“... Uyguladığımız politikalarla, katıldığımız her uluslar arası toplantıda takdir ve tebrik topluyoruz...”
Yani... Kendilerine hizmet ettiğimiz için, Siyonist merkezlerden madalya alıyoruz!..
“... Kültürel olarak, zaten birbirine çok yakın ve yatkın olan Yunanistan’la Türkiye’nin yakaladığı bu
sıcak ve samimi ortamı daha büyük boyutlara taşıyacağız, sorunlarımızı böylece aşacağız...”
Yani... Ege, Batı Trakya ve Kıbrıs konusundaki kırmızı çizgilerimizi, aynen Kuzey Irak’ta olduğu
gibi terk edip uzlaşacak ve uysallaşacağız...!
“... Dünya hızla değişirken, biz yerimizde sabit duramayız. Küreselleşen yenidünyaya uyum
sağlamalıyız...”
Yani... ABD ve AB’yi taşeron olarak kullanan, Siyonist sömürü hakimiyetine ve Büyük İsrail
hedefine teslim olmalıyız!..
“... Türkiye’yi AB hedefinden geri koymaya çalışan marjinal çevrelere yüz vermemeliyiz...”
Yani... Milli ve dirayetli duruş ve direnişleri önemsiz görmeli, bu konudaki duyarlılık ve
uyarıların sahipleri olan Kuvayı Milliyeden çekinmemeliyiz!..
Ve zaten 1.gün sonra, yani 1-Mayıs’ta Esenboğa Havaalanında yaptıkları basın toplantısında, Recep
T.Erdoğan “KKTC’yi tanıyacak mısınız?” sorusu üzerine:
“Dünya ile çelişerek ve ters düşerek bir yere varamazsınız... Bütün dünya tanımış, siz tanımamışsınız,
ne çıkar!..” cevabını verince, Abdullah Gül hemen kendisini uyarmış ve “Derhal düzeltelim; yoksa bu
sözlerinizden KKTC’yi tanıyacağız anlamı çıkabilir..” demiş ve Başbakan da, bocalayıp ne anlama geldiğini
kendisinin de bilmediği sözlerle durumu düzeltmeye çalışmıştır...
Bu kafalarla Türkiye’nin düze çıkma şansı kalmamıştır..!
Şu anda Irak’ta;
Şehirlerin yıkımından, bebeklerin katliamına...
İşkence
barbarlığından...
Kadınlardan,
kızlardan
erkek
çocuklarına
kadar
yapılan
tecavüz
ahlaksızlığına bütünüyle ortak olan...
Kuzey Kıbrıs’ı Rumlara bağlayıp Yunanistan’ın nahiyesi yapan...
“Karabağ’ı Ermenistan’a verme” girişimleri yüzünden ürküttükleri 8 Azeri milletvekilinin Avrupa Konseyi
Parlamenterler toplantısına gitmeyerek, KKTC. Milletvekillerinin oturumlara katılma hakkını ellerinden
kaçıran...
Kendileri, Kıbrıs’ı kanadınız altına alın diye AB’ye (özellikle Almanya ve Fransa yetkililerine)
yalvarırken... Kendi adamları zannedip arka çıktıkları M.Ali Talat’ın ABD’ye gidip, Washington’da göstermelik
resmi törenle karşılanıp, pohpohlanıp, Kıbrıs’ın Amerikan üssü yapılması için kullanılmasını bile anlamayan
33
bu iktidarla ve bu izansızlıkla iflah olmamız imkansızdır.
Nobel ekonomi ödülü alan ve Dünya Bankası eski Başdanışmanı olan Prof. Dr. Joseph Stiglitz kadar
olsun IMF’nin ve ABD kovboyu ile yürütülen Siyonist sermayenin, Türkiye’miz ve bölgemiz üzerindeki sinsi
planlarını kavramaktan aciz bir anlayışa, daha fazla katlanmamız, bizi dönüşü olmayan bir uçurumun
kenarına taşıyacaktır.
Başkanlık döneminde Clinton’un ekonomi danışmanlığını da yapan Stiglitz, AKP iktidarına seslenerek:
“Siz, biran evvel kendi programınızı yaparak, IMF reçetelerini terk edin. Yatırıma ve üretime ağırlık
verin. IMF’ye teslim olan ülkelerin hep çöküşe gittiğini görüp, bu sevdadan vazgeçin” diye uyarmaktadır.
Bir Konferans için İstanbul’a gelen Stiglitz, IMF’nin, Gizli Dünya Devleti olan Siyonizm’in “Uluslar arası
bir kamu kefalet kurumu ve sömürge karakolu” olduğunu açıklayarak “Malezya’nın, milli ve cesaretli bir
tavırla, IMF reçetelerini çöpe attıktan sonra hızla kalkınıp rahatladığını” özellikle vurgulamıştır.
IMF, Dünya Bankası ve Global sömürü çarkını çok iyi bilen ve bir dönem en üst kademelerinde görev
üstlenen Stiglitz; “Küreselleşme; adalet, barış ve başarı değil, tam aksine haksızlık ve dengesizlik getirmiş ve
gelir dağılımındaki uçurumları daha da derinleştirmiştir. Avrupa’da bir inek için 2 Dolar sübvansiyon
verilirken, Dünya Bankası Afrika’daki yoksullar için 1,5 doları yeterli görmektedir.
Yani Avrupa ve Amerika’da inek olmak, Afrika ve Asya’da insan olmaktan değerlidir..!” sözleriyle, AKP
iktidarının “Dünya gerçekleri” dediği Siyonist Emperyalizmin iç yüzünü ortaya koymaktadır.
İktidara geldiği ilk beş altı ay içerisinde, istediği değişim ve dönüşümü yapabilme şansını, korkaklık ve
pısırıklıkla kaçıran bu iktidarın, artık iyice dişlerini sayan ve çevresini bütünüyle kuşatan güçlere karşı;
arasıra, tabanını ve teşkilatını avutmaya yönelik çıkışları da tutarlı ve inandırıcı sayılmamaktadır.
Barbarlıklarına ve bizi sürekli arkadan bıçakladıklarına bin kere şahit olduğumuz Siyonist ve
emperyalist batılılardan “aferin” alalım... Demokrasi ve değişim demagojileriyle dış güçlere “derviş”lik yapan
hainlerin hırlamasıyla uğraşmayalım diye, cennet ülkemizin, milli ülkülerimizin ve manevi ilkelerimizin
tahribine, daha fazla göz yumulmamalıdır.
Tarih, Türkiye’nin altına dinamit koyanlar kadar, bunlara göz yumanları da suçlu ve sorumlu
sayacaktır!..
“EVET” İLE “HAYIR” ARASINDAKİ K I B R I S
Kıbrıs’ta 24 Nisan’da referandum yapıldı. Güneyde Annan Planı’na % 76 “Hayır”, kuzeyde % 65 “Evet”
çıktı. Böylece Kıbrıs’ın yeni tarihi yazılmaya başlandı. Referandumdaki alternatifleri kısaca irdeleyelim.
“EVET”-“EVET” ÇIKSAYDI; yani hem Rumlar hem Türkler “Evet” deseydi Avrupa Birliği, Amerika
Birleşik Devletleri’nden bir puan ileride olacaktı. Bugün Avrupa Birliği, iki sahada Amerika’ya fark atmış
durumdadır.
1-Biri “Euro” konusundadır. Dünyada uluslararası seviyede hakim olan tek para varken ve bu sayede
Amerika Birleşik Devletleri dünyayı istediği gibi sömürürken, “Euro” ortaya çıktı ve “Dolar”ı tehdit etmeye
başladı. Amerika Birleşik Devletleri henüz bu sorunu çözememiştir. Dünya “Euro”ya kaydıkça “Dolar”
tepetaklak gidebilir. Amerika Birleşik Devletleri yıkılabilir, federe devletlere ayrılabilir. ABD, bütün ülkelerden
ordularını çekmek zorunda kalabilir. Amerika için beklenen akıbet budur. Yahudi sermayesi de bu arada çok
zor günler geçirebilir. Çünkü onlar “Dolar” bazında sermayeye sahiptir. Doların çöküşü, Siyonizmin bitişi
demektir.
2-Avrupa Birliği’nin ABD’ye attığı ikinci büyük fark; “Irak”ta olmuştur. Almanya II. Dünya Savaşı’nda
mağlup bir devletti. Fransa (İkinci Dünya Savaşı sonrasında) ABD sayesinde devlet olabilmiştir. ABD’nin
hâlâ Avrupa’da orduları vardır. Almanya hâlâ ABD’ye haraç ödemektedir. Ne var ki Irak olayında her ikisi
birleşti ve ABD’ye karşı çıktılar; Rusya ve Çin de Almanya ile Fransa tarafında yer aldı. Türkiye’de Milli
güçlerin sayesinde tezkere geçmedi. Dolayısıyla Avrupa Amerika’ya ikinci farkı da böylece attı.
“HAYIR”-“HAYIR” ÇIKSAYDI; Kıbrıs’ta eski statü korunacaktı. Ne Avrupa ne de ABD bir şey
kazanmış ve kaybetmiş olmazdı. Ada’nın durumu bugünkü şekliyle devam ederdi. ABD Kıbrıs Türkleri ile bir
ilişki kuramazdı. ABD, Avrupa Birliği’ni sürekli tuzağa düşürüyordu. Her iki tarafta da “hayır” çıksaydı, ABD ve
34
AB bir olup Türkiye’yi Kıbrıs’tan geri çekeceklerdi. Türk askeri Kıbrıs’tan çekilecek ve Birleşmiş Milletler’in
askerleri girecekti. Eğer Euro fark atmasaydı, Irak savaşında Fransa ve Almanya karşı çıkmasaydı, Rusya ve
Çin onların tarafında olmasaydı, Türkiye’de tezkere geçseydi, bu böyle olacaktı. İşte Amerika bunun için
“Hayır-Hayır”ı istemedi. Çünkü Kıbrıs’ın tamamen Avrupa’nın eline geçmesi onun işine gelmemeye başladı.
“EVET”-“HAYIR” ÇIKSAYDI; yani Rumlar “Evet”, Türkler “Hayır” deseydi, Türklerin Avrupa Birliği
adaylığı tehlikeye girerdi. Oysa AB’nin Türkiye’ye yaptıracakları daha pek çok işler vardır; Türkiye’nin intihar
eder gibi bağımsızlığını devr etmesi için çıkartacakları anayasa paketleri vardır, ekonomisini batırmak için
uygulatacakları kriz formülleri vardır… Türkler hayır, Rumlar evet deseydi, Türkiye’yi parçalama ve yok etme
planları suya düşme tehlikesine girerdi. Türkiye uyanabilir, tedbirler alabilirdi. Türkiye uyumaya devam
etmeliydi. Yani, Türkiye işsizliğe, dış borca, yargı çıkmazına ve basının dışa bağımlılığına son vereceğine;
şimdiki gibi Avrupa Birliği’nin peşinde koşturmalıydı. Böylece Türkiye intihara doğru yaklaştırılmalıydı.
Bundan dolayı Türklerin “Hayır”, Rumların “Evet” demesi çok tehlikeliydi. Denktaş bunun için hain ilan edildi.
Onların adamı olan Başbakan Talat bundan dolayı desteklenmiştir ve bu yüzden çok acele etmektedir.
Ama, “HAYIR”-“EVET” ÇIKTI; yani Rumlar “Hayır”, Türkler “Evet” dedi. İşte bu ABD için en uygun bir
çözümdür. Şimdi ne yapacaktır? Talat’ı kullanarak Denktaş’ı devre dışı bırakacaktır. Çünkü Denktaş bu işleri
bilen tecrübeli bir politikacıdır. Nitekim II.Abdülhamit’i de böyle uzaklaştırdılar ve ondan sonra Sevr’i de
İttihatçılara imzalattılar. Gürcistan’da Şevardnatze’yi iktidardan uzaklaştırdılar, şimdi bu ülkede istedikleri gibi
at oynatıyorlar. Nitekim Talat solcu metotlarını kullanarak saygısızca Denktaş’ın istifasını istiyor! Oysa
Denktaş istemeseydi Talat başbakan olamazdı. Anayasalarında en çok oy alan başbakan olur diye bir şey
yazılı mı? Denktaş Oğlunu bir tarafa verir ve statükoyu korurdu. Oğlunu Talat’a vererek onu başbakan yaptı.
Son olarak onu müzakereci de yaptı. Aslında referandum formülünü o ortaya koydu. Şimdi Talat hangi
yetkiye dayanarak Denktaş’ın istifasını istiyor? Mason mantığı budur. Eline fırsat geçirdin mi onu
değerlendireceksin! Ve hıyanet edeceksin! ABD şimdi bunun peşindedir. Avrupa Birliği nihayet “Avrupa’nın
sınırı yeşil hattır.” diyerek Türkiye ile boğuşmaktan vazgeçti. Amerika derhal itiraz etti. Niye? Türkiye ile
AB’liğini savaştıracak, kendisi böylece Ortadoğu’da elini kolunu sallayarak yerleşecektir. Nitekim I. ve II.
Dünya Savaşlarında da böyle yapmadı mı?
Bundan sonra ne bekleniyor? Amerika Birleşik Devletleri Talat’la anlaşacak ve Kuzeye askerini
indirip yerleşecektir. Ada’yı bölecek ama Türklere bırakmayacak, Kuzeyde yine İsrail yanlısı Rumları
yerleştirecektir. Türkleri oradan başka yerlere nakledecek, güney Kıbrıslıları kuzeye taşıyacak, sonra
güneyde terörü üretecek, sonunda Avrupa Birliği’nden güneyi de alacak, böylece Doğu Akdeniz’in anahtarını
eline geçirecektir!
Bu durumda AKP’nin beklemenin ötesinde bir şey yapacağını zannetmiyoruz. Kıbrıs’taki Türklere
Anadolu’da yer hazırlama dışında elinden bir şey gelmeyeceğini biliyoruz. Amerika Birleşik Devletleri Kuzey
Kıbrıs’ı fiilen tanıyıp oraya yerleşmek istemektedir. Orada Müslümanların varlığı ve güçlü Türk askerinin
bulunması İsrail’in işine gelmiyor.
Bu durumda gol yemiş olan Avrupa ne yapmalıdır?
Avrupa Birliği derhal şu kararı almalıdır: Avrupa Birliği, Kuzey Kıbrıs ile Güney Kıbrıs’ı birlikte AB’ye
almaya karar vermişti. Ancak Güney beraberlik istemedi. Şimdi “biz her ikisini ayrı ayrı Avrupa Birliği’ne
alacağız. İki devlet, 1 Mayıs’tan itibaren Avrupa Birliği’nin üyesidir. Avrupa Birliği içinde bunları birleştirip,
Kıbrıs’ı barış adası yapacağız.” Eğer AB akıllılık edip bu kararı ABD’nin adaya asker indirmesinden önce
alırsa kârlı çıkmış olur. Ancak AB’ye hala hakim olan Siyonist odaklar buna fırsat verir mi? 13 Hiç sanmıyoruz!
Ve AB’nin siyonizmin pencesinden kurtulmadan, ne Hırıstiyanlara, ne Müslümanlara, ne de başka unsurlara
yararlı ve hayırlı olacağına inanmıyoruz…
Avrupa Birliği'nin derin gizemi?
Uluslar-arası olay haline gelmiş olan Dan Brown'ın “Da Vinci Şifresi”nde anlatılan olayların
13
Milli Gazete / 09 – 05 - 2004 / Reşat Nuri Erol
35
dayandırıldığı kitap “Holy Blood, Holy Grail” adını taşımaktadır. 1982 yılında yayınlandığında anında büyük
bir ilgi uyandıran bu çalışmada ilk kez “Priory of Sion” adlı örgüt gerçek anlamda deşifre edilmiştir.
Söylenenlere göre “Priory of Sion” adlı örgüt İsa'dan bu yana gizlenen bazı bilgileri elinde tutan ve
bunu kuşaktan kuşağa aktarmakla görevli olan insanlar tarafından kurulmuştur.
Ve yine denilenlere göre Isaac Newton, Leonardo da Vinci ve Victor Hugo'nun da aralarında
bulunduğu büyük beyinler gizli bilgileri elinde bulunduran bu örgütün bir zamanlar liderliğini (Grand master)
yapmış insanlardı.
Bu tür bilgilerin ilk kez derli toplu ortaya çıkarıldığı kitabın yazarları Michael Baigent, Richard Leigh ve
Henry Lincoln yazım aşamasında başlarından geçenleri de aktarırlar kitapta.
Onlara gizli sembollerin anlamı, bağlantılar, alternatif tarih hakkındaki ipuçlarını veren Pierre Plantard
adındaki bir kişidir.
Verilen bilgiye göre Plantard, Jean Cocteau'nun ölümünden sonra Priory of Sion'un liderliğini
(navigator) 1984 yılına kadar üstlenmiş olan kişidir.
Plantard, kendisinin İsa'nın soyundan geldiğini, kendi atalarınca kurulmuş Merovenj krallığının tekrar
kurulacağını, bunun kurulmasının ön şartının da Avrupa ülkelerinin birleşmesi olduğunu, bu nedenle de
Priory of Sion örgütünün elindeki tüm güç ve imkanları kullanarak Avrupa Birliği'ni desteklediğini, bu amaç
için aktif olarak uzun yıllardır çalışmakta olduğunu anlatmıştır.
Geçtiğimiz aylarda içinde Kardinal Joseph Ratzinger'in 'Türkiye Müslüman olduğu için AB'ye giremez'
diye konuşması buna karşılık Başbakan Erdoğan'ın da “Vatikan bir din devletidir, AB üyesi değildir. Biz AB
üyeleri ile konuşuyoruz” diye cevap vermesi, olan biteni tamamen karmaşıklaştırmaktan, bazı gerçeklerin
üstünü örtmekten başka bir işe yaramaz.
Avrupa Birliği Katolisizme düşman bir örgütün denetiminde kurulmuş bir din örgütüdür, bir tarikattır.
Bu tarikatın gizli amacı Vatikan'ın elindeki gücü tamamen bitirmek, İslamiyeti de pasifize etmek, kendi
inanışlarına göre Mesih'in gelmesiyle birlikte girilecek yeni dönemde dünyanın dini yönelimini ve denetimi
kontrol altına almaktır.
Bu gizli tarikatın inanışı “Gnostik Hıristiyanlık” olarak adlandırılır.
Gnosis'in temeli aslında Hıristiyanlıktan önce İskenderiye'de Judaizm (Yahudilik) ve Helenizmin felsefi
kaynaşmasına gider.
Vatikan bu inanışı uzun süre sapkınlık saymıştır, ancak Yahudi mistisizmi olan Kabala'yı da etkilemiş
olan Gnostik Hıristiyanlık Vatikan ile yüzyıllardır sürdürmüş olduğu kavgasını Avrupa Birliği'ni ele geçirmiş
olması nedeniyle kazanmak üzeredir.
Bunlar Hıristiyan'dır ancak hem kökenlerindeki Judaism, hem de Kabala mistisizmi ile bağlantıları
nedeniyle Yahudi diniyle de ortak noktalar bulmuş, belirli konularda ve amaçlarda anlaşmışlardır.
Avrupa Birliği'nin dini kimliği ve amacı kendi bayrağındaki sembolle aslında ilan edilmektedir.
Bu birliğin üye sayısı ilk başlarda altıyken de, şimdilerde üyelerin sayısı devamlı artarken de
bayrağındaki yıldız sayısının hep 12'de kalmasının nedeni İncil'deki şu bölümle alakalıdır:
“Sonra yeni bir Gökyüzü ve yeni bir Yeryüzü gördüm. Yedi melekten biri yanıma geldi ve sana
Kuzu'nun (İsa Mesih) Gelini'ni göstereceğim dedi. Sonra Ruh beni yüksek ve büyük bir dağa çıkardı. Ve
gökyüzünden Yeryüzüne inmekte olan Tanrı'nın Kutsal Kenti'ni gösterdi. Bu Kudüs'tü. İşte İsa Mesih'in Gelini
budur dedi. Kutsal Kent'in etrafı büyük ve yüksek bir duvarla çevriliydi. Ve 12 kapısı vardı. 12 kapıda 12
melek bekliyordu. 12 kapının üstünde İsrail'in 12 kavminin adları yazılıydı. Büyük ve yüksek duvarın içinde
12 çeşme vardı ve 12 çeşmenin üzerinde Kuzu'nun 12 havarisinin adları yazılıydı.” 14
Bu 12'leri okuyarak AB bayrağındaki yıldızların 12 olmasını anlamaya giriş kapısını aralarsınız.
Bu tarikatta semboller öylesine önemlidir ki örneğin AB'nin Brüksel'deki merkezinde de 12 kapı vardır
mesela.
14
İncil: (Rev 21: 1-12)
36
Bu tür konuları düşünmeden AB sadece özgürlük, insan hakları demektir diye yanlışa düşerek planlar
yapılırsa büyük hata yapılır.
Türk aydını maalesef bu hatayı yapmakta veya daha da vahimi bazıları gerçekleri bildikleri halde yalan
söylemektedirler.
Bu noktada sorulması gereken soru 'Madem durum böyle, madem AB'nin temelinde gizli bir tarikat var
ve bunların nihai amacı da din’dir. O zaman neden Türkiye gibi Müslüman bir ülkeyle ilişkiler niçin
sürdürülmektedir.15
El cevap:
1-Türkiye’yi kontrol altında tutmak.
2-Türkiye’yi kendi amaçları için kullanmak.
3-Türkiye’de İslam’ı yozlaştırmak, manevi ve ahlaki yapıyı iyice bozmak.
4-Türkiye’nin ekonomik ve askeri kalkınmasına engel olmak.
5-İslam alemine lider ve lokomotif rolü oynamasına ve başka bloklara kaymasına imkan ve fırsat
bırakmamak…
KKTC’ye Avrupa Birliği kumpası!
Avrupa Birliği Komisyonu, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne yönelik yine bir “önlem paketi” onayladı.
Bu paket kamuoyuna KKTC’nin izolasyondan kurtarılmasını sağlayacak bir çözüm olarak sunuldu.
Peki ne var bu pakette?
KKTC’de üretilen ürünlerin Avrupa’ya ihracı öngörülüyor, AB pazarlarına ihraç edilecek tarım ürünleri
için de ihraç belgesi yayınlama yetkisi Kıbrıs Türk Ticaret Odası’na veriliyor...
“KKTC’ye yönelik izolasyon kaldırılıyor” diye kamuoyuna sunulan paketin içi-dışı bundan ibaret...
Yani KKTC artık Avrupa Birliği üyesi ülkeler tarafından daha rahat sömürülecek! KKTC’de üretilen ürünleri
ucuza kapatma, ne hikmetse KKTC’nin “kurtuluşu” olarak takdim ediliyor...
KKTC Başbakanı Mehmet Ali Talat, Avrupa Birliği Komisyonu’nun açıkladığı önlem paketini “AB bir
anlamda Kuzey Kıbrıs’la gümrük birliğine gidiyor” şeklinde değerlendirdi. Türkiye’yi üye olarak almayan
ama Gümrük Birliği anlaşması yapan Avrupa, yıllardır Türkiye’yi sömürdü... Bizim Gümrük Birliği
anlaşmasından doğan zararımız 80 milyar doları buldu... Şimdi aynı şey, KKTC için de yapılıyor. Gümrük
Birliği türü bir ilişkiyle, KKTC kaynakları talan edilmek isteniyor...
AB Komisyonu Üyesi Günter Verheugen’in “hiç kimse KKTC’yi tanımak niyetinde değil, öneri
paketi KKTC’nin doğrudan veya dolaylı olarak tanınması anlamına gelmez!” açıklaması da ilginç...
Yani AB komiseri diyor ki; sakın ola tanınmayı falan beklemeyin, biz sizi sömürmek istiyoruz,
karşılığında da hiçbirşey vermeyeceğiz!..
Verheugen, KKTC’nin tanınması konusunda aynen şu ifadeleri kullanıyor: “Akdeniz’de küçük bir
Türk devleti kurulması kimsenin menfaatine değildir, zaten böyle bir hipotez veya risk de söz konusu
değildir!..”
Adam daha ne desin, biz sizi sömüreceğiz diyor, daha önce dayattığımız Annan Planı çerçevesinde ne
istediysek aynısını şimdi adım adım uygulayacağız diyor...
KKTC diye bir devlet olmayacak diyor!
Gümrük Birliği kumpasıyla, neyiniz var neyiniz yok, hepsini ele geçireceğiz diye açıkça meydan
okuyor...
Bu meydan okumayı ne KKTC’deki hükümetin ne de AKP iktidarının “doğru okuması” mümkün!..
Onlar, felaketi, kamuoyuna “başarı” diye göstermeye çalışıyorlar!..
Türkiye’nin maruz kaldığı kumpasa şimdi KKTC’yi de mahkum ediyorlar... Bu oyunu bozmak ve bu
tuzaktan kurtulmak için, sadece hükümetin değil, bu dengesiz düzenin de kökten değişmesi gerekiyor!..
15
Akşam / Serdar Turgut / 16. 08. 2004
37
ÇATIŞMAYA HAZIRLANAN DÜNYADA:
TÜRKİYE’NİN TAVRI VE TARAFI!
Amerikan emperyalizminin, tek başına bütün dünyaya… Ve özellikle orta doğu ve orta Asya enerji
kaynaklarına ve ulaşım yollarına sahip olma niyetleri
“Gizli Amerika” diyebileceğimiz Siyonist Yahudi Lobilerinin Büyük İsrail Hedefi ve Dünya hâkimiyeti
hayalleri
Kuşatılmak; etkisiz-çaresiz bırakılmak istenen Rusya ve Çin’in hatta AB’nin bu kıskacı kırma gayret ve
girişimleri
Radikal islam-ılımlı islam yozlaştırmalarıyla potansiyel güçleri eritip bitirilmek istenen: Siyonist ve
emperyalist heveslerin merkezini teşkil eden İslam dünyasındaki diriliş ve direniş hareketleri…
Venezüella ve Brezilya başta Güney Amerika ülkelerinin ve Vatikana bağlı kiliselerin ve Katolik
kesimlerin Siyonist ve emperyalist güçlerin güdümüne giren, Avengelik ve Protestanlara karşılık İslam
dünyasına yakın görünmeleri…
Bütün yeryüzünde, Amerikan pervasızlığına ve İsrail azgınlığına karşı oluşan haklı tepki ve nefret
dalgalarının giderek genişlemeleri ve dünya kamuoyunun Siyonist sömürüye karşı bilinçlenmeleri…
Darwinist, marksist ve ateist düşüncenin, Harun Yahya eserlerinin de büyük etkisiyle çürüyüp çöpe
atılmasına karşılık, Yüce Yaratıcıya iman ve ahlak prensiplerinin yeniden filizlenip yeşermeleri
Asırlardır dünyaya hâkim bulunan “küresel çete”ye, yani Siyonist sömürü çemberine rağmen,
gerçekleşen ilk ve tek soylu girişim olan D-8’lerin ve onun bir devamı mahiyetindeki “Güney Amerika-Arab
İslam ülkeleri işbirliği zirvesi”nin hayata geçirilmeleri ve hatta Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’in ev
sahipliği yaptığı bu talihli zirvenin ambleminin Saadet Partisi amblemiyle hemen hemen aynı olmasının dikkat
çekmeleri…
Evet işte bütün bu hayati ve tarihi sorunlar, yakında, bütün dünyayı etkileyecek bir dövüşün; ve tabi
sonunda köklü bir dönüşümün kaçınılmaz olduğunu göstermektedir.
Bu çatışmada Türkiye’ye düşen:
Uydu değil, denge politikası izlemektir. Çünkü böyle bir kapışmanın tarafı olmak ve içine katılmak; hem
potansiyelini hem de geleceğini boşuna harcamak demektir.
Ancak: şimdilik Amerika’yla bozuşmadan Avrasya’ya yakın durduğunu; D-8’ler hareketine, Güney
Amerika-Arap İslam ülkeleri işbirliğine daha yatkın olduğunu hissettirmelidir.
Tabii coğrafyasının, tarihi mirasının, stratejik yapısının ve potansiyel imkânlarının farkında… Ve her
halde milli çıkarlarının, bölge halklarının ve temel insan haklarının tarafında bulunduğunu ima ve ifade
edecek ve beklenen bulanma süreci sonrasındaki durulma döneminde, etkin ve yetkin bir rol üstlenecek,
diplomatik ve stratejik bir tavır sergilemelidir.
Ama bütün bunların, mevcut AKP iktidarıyla, bu masonik kadrolarla ve NATO kafalılarla
yapılamayacağı için de; öncelikle, milli bir hükümetin, cesaret feraset ve dirayet sahibi ekiplerin, bir şekilde,
işbaşına gelmesi gerekir.
Nejat Eslen Paşa’nın şu tespitleri oldukça önemlidir:
Katolik Süreç İçin Denge Stratejisi
Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Ortadoğu'da, Kafkasya'da ve Orta Asya'da oluşan güç
boşluklarını doldurma, bu bölgelerdeki enerji kaynaklarına ve bu kaynakları küresel pazarlara ulaştıran
hatlara egemen olma gayretleri 21. yüzyılın başlarında küresel jeopolitiğin ve 11 Eylül sonrasında ABD'nin
jeostratejik girişimlerinin esasını oluşturmaktadır. ABD bu girişimlerinde Avrasya'nın diğer jeostratejik
oyuncuları Rusya Federasyonu'na, Çin'e, Hindistan'a ve potansiyel oyuncu AB'ye karşı ön almış ve
avantajlar kazanmış durumdadır.
ABD jeostratejisi: Ortadoğu, Hazar Havzası ve Orta Asya enerji kaynakları ile birlikte Ortadoğu
enerjisini Uzakdoğu'ya ve Avrupa'ya ulaştıran deniz ulaştırma hatlarının kontrol edilmesini, Ortadoğu enerji
38
kaynaklarını tamamlama ve yedekleme imkânları sağlayan Hazar enerji kaynaklarının kontrolünü ve bu
bölge enerjisini doğrudan Akdeniz'e aktarma yeteneği ile küresel enerji güvenliği içinde önemi giderek artan
Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının güvenliğini esas almaktadır. “Küresel enerji güvenliği” kapsamı içinde ABD,
Akdeniz enerji hattının güvenliği için Genişletilmiş Ota Doğu ve Kuzey Afrika Projesi'ni gündeme getirirken;
Hazar Havzası enerjisini küresel pazarlara ulaştıran ulaştırma hatlarını denetim altına almak amacı ile
Karadeniz'e egemen olma gayretlerini de başlatmıştır. ABD bu girişimleri ile birlikte Avrasya'daki rakipleri
Rusya Federasyonu'nu, Çin ve hatta AB'yi çevrelemek için tedbirler de oluşturmaktadır. (Bu sinsi ve
emperyalist amaçları için, Türkiye’yi taşeron olarak kullanmak istediği de unutulmamalıdır.)
ABD'nin jeostratejisi içinde aynı süreçte, farklı bölgeler veya ülkeler için farklı stratejik konseptler
uygulanmaktadır.
1- Birincisi; Gürcistan, Ukrayna ve Kırgızistan gibi özgürlüğe ve demokrasiye susamış eski Sovyet
ülkelerinde başarı ile uygulanan ve askeri güç yerine sivil toplum örgütlerini, yani yumuşak gücü esas alan
konsepttir. Bu konseptin her hedef ülkede, örneğin İran gibi radikal İslami rejimlerle yönetilen ülkelerde
başarı ile uygulanması zordur. Yumuşak gücü esas alan konseptin Sun Tzu'nun 'ağır bir çarpışmaya
girmeden hasmın direncini kırma' düşüncüsüne dayandırıldığı söylenebilir.
2- İkinci konsept ise askeri güç göstererek yıldırmayı esas almaktadır ve bu konsept Libya'ya karşı
başarı ile uygulanmıştır.
3- Yumuşak gücün, yıldırmanın veya caydırmanın başarılı olmadığı durumlarda ise Afganistan'da ve
Irak'ta olduğu gibi askeri güç doğrudan kullanılmaktadır. Genel hatları ile Carl von Clausewitz'in
düşüncelerine dayandırılan bu konseptin esası önleyici darbelerle milli direnci kırmak ve kirli çıkarlarını
sağlamaktır.
ABD, Avrasya coğrafyasındaki askeri gücü doğrudan kullanarak uyguladığı jeostratejik hamlelerinde
dört stratejik sorunu da birlikte yaşamaktadır.
a-Sorunlardan birincisi: ABD'nin Avrasya'da kendisini engelleyebilecek yeni güçlerin veya dengelerin
oluşması olasılığıdır. b-ABD'nin askeri güç yetersizliği ise ABD'nin ikinci stratejik sorununu oluşturmaktadır.
c-Üçüncü sorun, mevcut askeri gücünü Soğuk Savaş sonrası döneminin ihtiyaçlarına göre; yeniden
yapılandırmaya gitmeden ve uygun bir savaş doktrini geliştirmeden, Avrasya inisiyatiflerini başlatmasından
kaynaklanmaktadır. d-Dördüncü sorun ise ABD'nin askeri gücünü, yeni ihtiyaçlara göre, müdahale
bölgelerine önceden konuşlandırmadan, aceleyle jeostratejik girişimlerini başlatmış olmasıdır. ABD'nin bu
stratejik hataları başarısızlıklara ve inisiyatiflerinin bölgesel kaoslara dönüşmesine neden olmaktadır.
ABD yukarıda sıralanan sorunlar nedeni ile Afganistan'da ve Irak'taki girişimlerinde başarılı olamamış
ve kuvvet yetersizliği nedeni ile kara gücünü kullanarak başka bölgelerde yeni müdahalelerde bulunma ve
potansiyel riskleri karşılama yeteneğini büyük ölçüde kaybetmiştir. Bu durum, İran ve K. Kore gibi ABD için
potansiyel hedef ülkeleri cesaretlendirmekte, İran nükleer programına devam ederken K. Kore yeni bir
nükleer silah deneyeceğini açıklayabilmektedir. Ukrayna'yı, Gürcistan'ı ve Kırgızistan'ı ABD'ye kaptırmış
olan; ABD'nin Karadeniz ile ilgili hamlelerini dikkatle izleyen, Doğu Avrupa'da, Orta Asya'da ve Kafkaslarda
ABD tarafından çevrelenen Rusya'nın ise daha fazla kaybetmeye tahammülü yoktur, bu nedenle de ABD'ye
karşı ciddi inisiyatifler uygulaması beklenmelidir. Kore ve Tayvan, ABD'nin sürekli tedbirler geliştirmesini
gerektiren kürsel potansiyel kriz bölgelerdir. Giderek büyüyen Çin ise Avrasya'nın aktif jeostratejik gücü
olarak etkinliğini uygulayacağı günleri sabırla beklemektedir. Bu şartlarda ABD'nin Avrasya egemenliği zor
bir olasılık gibi görünmektedir. ABD'nin Avrasya'daki başarısızlıkları küresel kaosu da beraberinde
getirebilecektir. Ayrıca NATO ve AB ile ilgili belirsizlikler de küresel kaosu körüklemektedir.
Soğuk Savaş döneminin kanat ülkesi Türkiye'nin jeostratejik önemi bazılarının iddia ettiği gibi azalmak
bir tarafa giderek artış göstermektedir. Türkiye'nin Ortadoğu, Kafkasya, Karadeniz ve Doğu Akdeniz ile
bütünleşen coğrafyası, ABD'nin Avrasya girişimlerinin tümü ile ilişkilidir. Türkiye, coğrafi konumu nedeni ile
küresel enerji güvenliğinin kilit ülkesidir. ABD, coğrafyası ve askeri gücü nedeni ile Türkiye'yi vazgeçilmez bir
ülke olarak görmekte, bu nedenle de Kuzey Afrika ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'nin kilit ülkesi yapmak,
39
coğrafyasını askeri girişimleri için ileri harekât üssüne dönüştürmek istemekte, İncirlik ile ilgili taleplerini de
bu nedenle gündeme getirmektedir. Samuel Huntington'un son ziyaretinde, Türkiye'nin AB'ne üye
olamayacağını, ancak İslam dünyasına liderlik yapabileceğini ifade etmesi ABD'nin Türkiye ile ilgili emellerini
yansıtmakta, Türkiye'ye Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'nde biçilen rolü açıklamaktadır. Bu süreçte ABD'nin
beklentileri, Türkiye için ciddi sorunlara dönüşebilecektir. Türkiye, ABD'den gelecek talepleri kendi çıkarları
süzgecinden geçirerek değerlendirmeli, ABD ise yanına alamadığı durumlarda karşısında olmayan bir
Türkiye'yi tercih etmelidir. Ama maalesef:
Dış borçları yüzünden IMF üzerinden kontrol edilmiş, AB'nin talepleri ile politik enerjisi tüketilmiş
Türkiye'nin ABD taleplerine karşı direnme gücü törpülenmiştir. Ancak Türkiye, Avrasya girişimleri ile ilgili
taleplerini karşılasa ve stratejik ortaklık yapsa bile, ABD'nin başarısızlıklarının önlenmesi mümkün
olamayabilecektir.
11 Eylül sonrası başlatılan 'Medeniyetler Çatışması' veya yenidünya savaşı şiddetlenerek devam
edecektir.
Yenidünya savaşı kazananı belli olmayan bir kaosa da dönüşebilecektir. Türkiye'nin uzun vadeli
çıkarları, zor da olsa bu kaostan uzaklaşmayı ve bu savaşta taraf olmamayı gerektirmektedir. Türkiye'nin
stratejisi: bu savaşta taraf olmamanın çarelerini geliştirmeli; Türkiye'yi yönetenler, Avrasya'da zamanın ve
ufkun ötesini görebilmeli, ABD'nin girişimlerini ve taleplerini bu vizyona göre dengelemelidir.
Bu vizyon, Türkiye'nin Avrasya'daki dengeleri değiştirebilme yeteneğini sürekli göstermesini, savaşan
bloklardan hiç birine kendisini angaje etmemesini ve gittikçe daha kaygan ve karmaşık bir görünüm almakta
olan güvenlik ortamında; ortaya çıkabilecek yeni tehditleri bertaraf edebilme yeteneklerini geliştirmesini de
gerektirmektedir.
Siyonist-Avengelik ittifakına karşı, İslam-Katolik işbirliği:
İspanya-Madrid’de dünyanın en önemli Katolik Örgütü OPUS DEİ Teşkilatının AZİZLİK İşleri direktörü
ve İslam uzmanı Jose Carlos Martin de Lattoz, Akşam’dan Güler Kömürcü’ye şunları açıklamıştı: “Öncelikle,
KUR’AN kutsal bir kitaptır ve hiç kimse KUR’AN’a kötü davranamaz, bu yapıldığı iddia edilenler kabul
edilemez. Biz Katolikler ve siz Müslümanlar, bizler aynı Tanrı’ya inanıyor, aynı Tanrı’yı seviyoruz. Biz
Katolikler, Müslüman ve Katolik dünyasını karşı karşıya getirmeye çalışanları şiddetle kınıyoruz. Bu arada
Hıristiyan dünyasının bölündüğünü ve birlikte hareket etmediğini de hesaba katın.
Mesela Evangelistler, Protestanlar Katoliklerin ruhani lideri PAPA’nın dediklerini kabul etmiyor, karşı
çıkıyorlar. Bu bölünmüşlüğün etkilerini İslam dünyası unutmamalı. Bugün dünyada 2 farklı akım var: birisi
Tanrı’nın varlığını kabul eden, Tanrı’nın evreni, insanları yarattığına inanan grup, bir diğer grup ise
‘insanların Tanrı’yı kendi akıllarında yarattığına inanan grup. İşte ‘Müslümanları ve Hıristiyanları karşı karşıya
getirmek isteyenler’ de bu ikinci grupta yer alanlardır. İçinde bulunduğumuz bu GLOBALİZM adı verilen
dönemde, kendilerini ‘NEW AGE’ci yani YENİ ÇAĞ’ın DÜZENLEYİCİLERİ olarak kabul eden kimi MASONİK
ÖRGÜTLER, TEK DİN-TEK ULUS hedefleri için düğmeye basmış durumdadır. Bu NEW AGE’çi gruplar
Hıristiyanlığı da Müslümanlığı da çökertmek, zayıf düşürmek için her türlü komployu servise koyuyorlar.
Katoliklerle-Müslümanları kavga ettirip, yok edip dünyayı ele geçirme planları yapanların hepsi, TEK
DİN-TEK ULUS peşinde koşan MASONİK GRUPLARDIR. Bu NEW AGE’ci gruplar yenidünya düzeni adını
verdikleri mevcut süreçte, planları gereği ‘inançsız - Müslümanın - Hıristiyanın olmadığı’ bir evren oluşturup,
içlerini, inançlarını boşalttıkları bu insanlara daha sonra da ‘kendi felsefelerini’ işlemeyi hedefliyorlar.
Avrupa’da ‘İslam’ hızla yükseliyor ama buna karşın İNANÇLI Hıristiyan nüfus ise giderek azalıyor. Avrupa
hızla artan bu Müslüman nüfustan, Müslümanlığın yükselişinden çekiniyor.”
Adil Düzene doğru!
Tabiat evrime müsait ve müstaid (yetenekli) yaratılmıştır. Her şey doğar, gelişir, olgunlaşır, yaşar,
yaşlanır ve ölür. Bu durum Kâinat için mukadder bir kanun olduğu gibi; aynı şekilde insanlık ve medeniyetler
için de mukadder ve geçerlidir. İnsanlık için her bin yıl, bir yaş gibidir. Bin yılda bir insanlık ileri hamleler
yapar ve evrimleşir. 2005 yılında, 21. yüzyılın başında, III. milenyumun başlangıcında bulunuyoruz.
40
İnsanlık tarihini kısaca başlıklar hâlinde hatırlayalım. MÖ 3000 yıllarında Nuh Medeniyeti, MÖ 2000
yıllarında İbrahim Medeniyeti, MÖ 1000 yıllarında İbrani Medeniyeti başlamıştır. Miladî yılların başında
Hıristiyanlık Medeniyetinin temelleri atılmıştır. MS 600 yıllarında doğan İslam güneşi, MS 1000 yıllarında
Kur’an Medeniyeti olarak ortaya çıkmıştır. Şimdi, çağımızda, 21. yüzyılın başında, III. milenyumun
başlangıcında Yeni Kur’an Medeniyeti doğmaktadır…
Bunların hepsine ‘Hak Medeniyetleri’ diyoruz. Hakka dayalı medeniyetler zamanla bozulmuş ve ‘kuvvet
uygarlıkları’ oluşmuş; Mısır, Yunan ve Bizans uygarlıkları olarak biner yıl sürmüştür. Kuvvet uygarlıkları 500
yıllık gecikmelerle ‘Hak medeniyetleri’ni takip etmişlerdir. Çağımızdaki Batı kuvvet uygarlığı, yaşlandığı için
artık çökmeye başlamıştır…
Hak medeniyetleri özellikle “hukuk” ve “yönetim”de inkılâp yaparlar, kuvvet uygarlıkları ise genellikle
“teknik” ve “ekonomi”de evrim yaparlar. 500 yıl içinde Avrupa uygarlığı sanayi devrimini yapmıştır. Müsbet
ilimdeki katkıları ile bundan sonra oluşacak olan Hakka dayalı medeniyete malzeme hazırlamıştır. Şimdi
insanlık Kur’an’ı bugünkü müsbet ilimle anlayarak “III. Bin Yılın Hak ve Adalet Medeniyeti”ni kuracaktır;
kurmaya başlamıştır…
Yeni bir medeniyet hareketini ateşleyip harekete geçiren etkenler ise, sünnetullah gereği “sosyal
tufan”lar olmaktadır. Nedir bu sosyal tufanlar? Bu vesileyle yeniden hatırlayalım.
1- Çevre kirliliği birinci tufan veya afettir. İnsanlığın henüz Adil Düzene girmemiş olmasından dolayı; ahava kirlenmekte, b-su kirlenmekte, c-toprak kirlenmekte ve d-canlı kirlenmektedir. 2- İkincisi ise; insanlık
silahlanmakta ve dünya barut fıçısına dönmektedir. a-Kimyasal silahlar, b-biyolojik silahlar, c-tahribat silahları
ve d-atom bombası ile radyolojik silahlar insanlığı imhaya hazır hâle gelmiştir. 3- Üçüncü afet olarak; adoğum kontrolü, b-tedavi tababeti, c-sosyal güvenlik kurumu ve d-imha savaşları nesli dejenere etmekte ve
insanlık âlemi sakatlarla dolmaktadır. 4- Son olarak anarşi bu sosyal afetlerin en etkin halkası gibidir.
Rüşvet mafyası, b-senet mafyası, c-iş mafyası ve
a-
d-silahlı mafya insanlığı saran kanser hâlindedir.
İnsanlık Adil Düzen kurarak bu afetleri temizleyecek ve dünyayı yeniden sağlığına kavuşturacaktır.
Allah bu afetlerden insanları kurtaracaktır. SSCB/Sovyetler Birliği denilen oluşumun şahsında komünizm yani
sosyalizm çöktü… Şimdi de ABD ve AB’nin şahsında kapitalizm çöküyor… Dünya, I. ve II. Cihan
Savaşları’ndan sonra, çağımızda ‘küreselleşme’ adı altında adeta çok yönlü III. Cihan Savaşını yaşıyor...
O halde, bugünkü savaşlar ve sosyal afet veya tufanlar, aslında insanlığın ‘Adil Bir Düzen’ ile ‘Yeni Bir
Dünya’ya kavuşması savaşıdır. İki zalim taife birbirini öldürmekte, bu arada bizi yani İslâm âlemini de
savaşlarına ortak etmek istemektedirler. İşte bu savaş onların sonlarının başlangıcıdır…
41
DERİN DEVLET GERÇEĞİ
Negatif (eksi) ve pozitif ( artı) kutuplaşma kanunu, sosyolojik dengede de geçerlidir ve bunun gereği
olarak; yeryüzünde Hak ile Batılın (iyilerle kötülerin) hâkimiyet mücadelesi ve çekişmesi tarih boyunca
süregelmektedir. Bu mücadelenin seyrini günümüzde, artık görünen “resmi devlet” lerden ziyade, kendini
kamufle eden “sinsi ve derin güçler” belirmektedir.
Yeryüzünde zaman zaman, birçok güç odakları ortaya çıksa da, bunlar sonunda “kutuplaşma
kanunu”na boyun eğerek, Ya RAHMANİ ve ADİL cephenin veya ŞEYTANİ ve ZALİM cephenin çekim
alanına kayıp, iki kutuptan birine katılmaktadır. Bu iki kutuptan birinin zayıflaması ve hassas denge unsuru
devletlerin saf değiştirmesi, diğer kutbun hâkimiyetini sağlamaktadır.
Ve zaten bunun için: “Cihat (psikolojik, politik, ekonomik, teknolojik ve askeri gayret ve galibiyet) haliyle
ganimeti de mubah kılmaktadır.
“Derin devlet” tehlikeli değil, tam tersine, oldukça gereklidir. Çünkü derinliği olmayan, kendine
özgü ve özgür siyaset ve stratejiler, program ve projeler hazırlamayan ve bunları uygulayacak imkân
ve elemanları bulunmayan; aslında gerçek devlet hüviyeti ve haysiyeti kazanmış değildir. Önemli
olan bu “derin devlet”, dış güçlerin güdümünde midir, yoksa milli iradenin hizmetinde midir?
Sorularının belirlenmesidir.
Evet, milli, güçlü ve örgütlü bir derin devleti bulunmayan: uyduruk devlettir, uydu devlettir ve
uyruk devlettir.
Ve böyleleri için “Dünya ile uyumlu”, Türkçesi; Siyonist merkezlerin kuklası denmektedir. Bu gibi
ülkelere demokrasi veya diktatörlük kılıfları geçirilse de aslında, dış derin güçlerin “buyruk”larıyla yönetilen
“kuyruk ülkeler”dir.
Bu konuda Prof. Mahir Kaynak, önemli tespitlerde bulunmaktadır:
“Günümüzde, medya marifetiyle, kamuoyu kolayca yönlendirilmekte ve bir ülkenin iradesi, toplum
mühendisliği sayesinde belirlenebilmektedir.
“(Örneğin) ABD, özel teşebbüs sahiplerinin (ve Siyonist sermayenin) egemen olduğu bir toplum olarak,
bu “derin güç” tarafından idare edilmektedir.16
Evet, Amerika’daki, malum merkezler, önce uygulanacak politikaları belirlemekte, sonra yönetim buna
göre şekillenmektedir. Oysa genel kanaat bunun tam tersinedir. Yani halkın seçtiklerinin yeni politikalar
saptadığı zannedilmektedir… Hâlbuki halkın görevi, kendisine lanse edilen kişileri ve partilere oy vermekten,
böylece gizli sermaye diktatörlüğüne demokrasi kılıfı geçirilmekten ibarettir. Bu ülkede herhangi bir yabancı
gücün kamuoyu oluşturması mümkün olmadığı için, Siyonist sermayenin istediği yönetimi işbaşına taşıması
daha kolay hale gelmektedir.
Ancak ne var ki, son üç dönemdir, Clinton’ın 2. defa seçimi kazanması ve Bush’un 2. sefer ve Yahudi
Lobilerine rağmen Başkanlık koltuğuna oturması; artık Amerika’da da, dengelerin değiştiğini ve başka
merkezlerin müdahale edip “Siyonist projeleri” bozabildiğini göstermektedir.
Rusya da bu konuda çok önemli gelişmelere sahnedir. Çünkü uluslararası sermayenin ve Siyonist
cephenin egemenliğine son verip kendi derin devletinin, daha doğrusu dünyada Siyonizm’e karşı kurulan ve
olgunlaşan Adil cephenin güdümüne girmiştir.
“Putin iktidara geldikten sonra hem uluslararası bağlantısı olanların (Yahudi sermayedarlarının)
gücünü elinden alıyor, hem de bunların kontrol ettiği medyayı ele geçiriyordu. Kaldı ki Rusya’daki rejim
değişikliği ve komünizmin tasfiyesi de (aslında) ancak bu derin devletin bir tercihi (ve stratejisi) olarak
açıklanabilir. Çünkü ne bir savaş yaşanmıştı, ne de bir isyan ve ihtilal söz konusuydu…
İktidardaki güç, adeta intihara girişmiş, kontrolündeki ülkeleri kendi isteği ve iradesiyle terk etmiş ve
Rusya kendisiyle özdeşleşen komünist ideolojisinden vazgeçmişti... Olay, hasmı olmayan bir yenilgiyi
16
Star Gazetesi / 13 01 2005 / M. Kaynak
42
andırıyordu.”17
Derin Devletin Temel Unsurları:
Bir ülkenin, “Milli Derin Devleti”nin oluşabilmesi için:
1-Sadece kendi ülkelerinde değil, çevresinde, bölgesinde ve hatta yeryüzünde etkili olabilecek… Yani
dengeleri düzenleyip değiştirebilecek ve kendi projeleri doğrultusunda yönlendirebilecek, ekonomik,
stratejik, politik, sosyolojik ve askeri gücü bulunmalıdır.
2- Her yerde ve her seviyede varlığını ve ağırlığını hissettirip gösterecek
a- Gerekli ve yeterli bir organizeye
b- Sistemli ve saygın (caydırıcı) bir otoriteye
c- Dirayetli ve ferasetli bir ortak iradeye,
Yani: Yüksek bir beyin, birikim ve beceri ehli bir Lidere sahip olmalıdır.
Türkiye’de maalesef bu kavrama gerçek anlamının dışında farklı bir mana yüklendi ve “derin devlet”,
basit bir yeraltı örgütüne indirgendi.”18
Evet, ülke sevgisini ve ülkücülük etiketini istismar eden bir takım kişiler, çoğu kez kanun dışı yollarla ve
kuru kabadayılık ve kahramanlık rolüyle bazı eylemler yapmakta ve üstelik devlet himayesinden
yararlanmaktadır. Böylece “derin devlet; kötü mafyaya karşı savaşan iyi mafya” olarak sunulmaya
çalışılmaktadır ve maalesef çoğu kesimlerce böyle sanılmaktadır. Kurtlar Vadisi gibi diziler de bu yanlış
algılamayı sağlamaktadır.
Oysa “Derin Devlet” böylesine basit bir eylem örgütü değil, uzun vadeli, bölgesel ve evrensel kapasiteli
politikalar belirleyen, halkı ve iktidarı milli hedeflere yönlendiren ve topluma korku değil güven veren bir
güçtür. Yoksa Derin Devlet’in halka ve hükümete rağmen, bir yeraltı örgütü gibi kendi başına buyruk eylemler
yaptığını düşünmek, gülünçtür.
Milli Derin Devlet veya Kuvay-ı Milliye:
Artık ülkemizde (ve tabi yeryüzünde) Dış güçlerin ve işbirlikçilerinin güdümündeki hain ve kirli derin güç
odaklarına karşı,
Milli, kuvvetli ve organizeli yeni bir yapılanma, her alanda hissedilmektedir… Ve bu yapı, yerli kafalar
ve yürekli elemanlarla yürütülmektedir.
Türkiye merkezli, İslami ve insani menşeli, Kuvay-ı Milliye’ci ve Milli Görüş mümessili bu “derin devlet”
dünyayı dönüştürecek büyük devrim ve değişimin son hazırlıklarını görmektedir.
Yoksa teşkilatı beş kere bölünmüş, partisi % 2’lere düşürülmüş ve zahiren kendisine ev hapsi reva
görülmüş bir şahsiyetin:
“O’nu siyaseten öldürdük ve resmiyeten gömdük… Ama yetmez, üzerine beton dökmemiz gerekir!?”
diyecek kadar dünyaya hakim olduğu sanılan şer güçleri ve Siyonist merkezleri hala bu denli korkutmasının
ve uykularını kaçırmasının, acaba sebebi nedir?..
Rusya’da Putin’in, Venezüella’da Hugo Chavez’in ve Kuzey Kore’nin Siyonist Derin Cephe’nin
cengâveri ABD’ye; sadece kendi gayret ve güçleriyle karşı koyabildiklerini…
Ve yine Clinton’un ve Bush’un Yahudi lobilerine rağmen üç dönemdir ABD Başkanlık koltuğuna,
sadece Amerikan halkının şuurlu tercihleri sonucu oturabildiklerini zannedenler; derin düşünme ve deri
maske altındakini keşfetme yeteneği henüz yeterince gelişmemiş kimselerdir.
Sn. Kaynak’ın da ifade ettiği gibi: Bu gücün belirli bir yapısının ortada görülmemesi, bunun gizli bir
teşkilat gibi algılanmasına sebep olmuş veya yanlışlıkla böyle sunulmuştur. Oysa böyle bir gücün gizli olması
için hiçbir neden yoktur. Çünkü zaten aklı eren herkes, bir ülkede etkin olan güç odaklarının ne olduğunu
bilip durur. Örneğin ABD’deki Yahudi Lobilerinin yönetim üzerindeki etkisi ve belirleyiciliği, artık bilinen bir
durumdur. Bu Siyonist sermayenin ve küresel çetenin, kamuoyu oluşturmadaki rolünü, siyasetteki gücünü
bilmeyen yoktur… Ve kontrol ettikleri ülkelerdeki seçim sonuçlarını kestirmek üzere bu odakların tercihi
17
18
A.g.y
Star Gazetesi / 13 01 2005 / M. Kaynak
43
yönünde tahmin yürütmek, gelecekteki politikalar hakkında ipuçları yakalayıp yorum yapmak ve öngörüler
üretmek mümkündür ve doğrudur.
Şimdi bunların Türkiye’de de zaten yapıldığı söylenebilir, ama asıl sorun bugüne kadar bütün bunların
dışarı ile bağlantısı olan Masonik mahfillerce yerine getirilmesidir. Şu anda sivil ve askeri bürokrasiyi ve
siyasi otoriteyi temsil edenlerin birçoğunun, bağımsız düşünme ve kara verme yeteneğine ve yetkisine sahip
bulunmaması, çünkü makam ve menfaat karşılığı kiralanmış olması, çok önemli bir problemdir.. Hatta bir milli
felakettir… Bu nedenle mutlaka ve pek yakında bir zihniyet ve sistem devrimi gerekmektedir.
Artık biliyoruz ki, sadece bir gizli servis olmak, özel ve imtiyazlı bazı imkânlara ve fırsatlara sahip
bulunmak “Derin Devlet” için asla yeterli değildir. Derin Devlet sıfatı kazanabilmek için, bağımsız ve kapsamlı
politika ve projeler üretebilmek, bunları sistemli ve disiplinli bir şekilde çok etkin bir güçle yürütebilmek
gerekir.
Her ülkenin derin devleti, kendi tarihi içinde ve milli karakter ve kabiliyetine uygun biçimde oluşur.
Bunun klasik ve statik bir kalıbı yoktur.
Etkin ve yetkin bir derin devlet olmak için, ya o devleti kurucu sıfatına ve şansına sahip olunmalı…
Veya kurucu ekipten daha güçlü ve örgütlü yeni bir kutup oluşturmalıdır.
Ve sevinerek seziyoruz ki, artık Türkiye’de, çok sağlam bir alt yapısı ve dünya çapında
bağlantısı bulunan Milli Derin Devlet, dış güçlerin hilelerini ve işbirlikçilerin hıyanetlerini
dizginleyebilmekte ve ülke lehine manipüle edebilmektedir.
Yoksa yeraltı örgütleriyle ilişkili ve devlet şemsiyeli birkaç gizli servis görevlisi ve asker emeklisinin
oluşturduğu ve dış güçlerin taşeron olarak kullanıp yararlandığı ekipler, Derin Devlet değil, olsa olsa “Derin
Çete” sayılabilir.
Şimdi, bir asırdır fikren ve fiilen dünyaya hâkim bulunan, ama artık zulüm ve sömürü saltanatı
sarsılmaya başlayıp, çatlamaya ve çöküşe hazırlanan Şeytani şer cephesinin, yani Yahudi Siyonizm’inin
derin devleti olan “Gizli Dünya Devleti” (GDD) özetle anlatılacaktır.
Bununla amacımız, dünya çapında bu denli güçlü ve örgütlü bir cephe’nin; “O’nu siyaseten öldürüp
gömmemiz yetmez, üzerine beton dökmemiz gerekir!” diyecek kadar korktuğu kutlu şahsiyetin temsil ettiği
yeni insani ve İslami cephenin ulaştığı mutlu noktanın ve yaklaştığı inkılâbın anlaşılmasına yardımcı olmaktır.
Evet, çok canlı ve çarpıcı bir örnek olarak:
1-“ABD’nin 70 bin askerle Güneydoğu’nun resmen olmasa da fikren ve fiilen işgaline sebep olacak
 Türkiye’yi Irak batağına çekip boğacak
 Ve Siyonist-emperyalist işgalin bütün vebalini resmen sırtlayacak
 2.Tezkere’nin Meclis’ten geçmesine karşı çıktığı için…
2- AB ve Kıbrıs konularında kısmen de olsa Milli bir tavır takındığı için
 Başta Amerika bütün dış mihrakların
 İçteki marazlı medyanın ve Masonik odakların yıllardır yıpratmaya ve yıkmaya çalıştıkları halde,
Deniz Baykal’ı bir türlü devre dışı bırakamayan ve CHP’nin dizginlerini ele alamayan Siyonist Derin
Dünya Güçlerini bu denli çaresiz ve başarısız kılan acaba hangi milli ve yerli yapılanmadır?
Her halde Sn. Baykal’ın tek başına bütün dünyayı ele dolayan Siyonist merkezlerle ve içimizdeki
işbirlikçileriyle başa çıktığını söylemek ahmaklığına kimse yanaşmayacaktır!..
Aklı olan soracak, kafasını yoracak ve bir sonuca ulaşacaktır: Afganistan’ın başına Karzai’yi, Irak’ın
başına Allavi’yi, Türkiye’nin başına AKP’yi getirebilen güç, acaba Mustafa Sarıgül’ü niye CHP’nin başına
taşıyamamaktadır?
Deniz Baykal olağanüstü kongre konuşmasında şu tarihi itiraflarda bulunmaktadır:
“65 bin ABD askerini Türkiye’ye koyarsanız, Türkiye Irak’a dönmez mi? Halk, 1Mart tezkeresinin
çıkmasını istemiyordu. Biz, medyanın ve arkasındaki işadamlarının değil, halkın yanında yer aldık. 1 Mart
2003 tezkeresi Türkiye’!de siyasi kırılma noktası oldu. CHP’ye karşı yürütülen kampanyanın altında CHP’nin
Irak, Kıbrıs ve AB politikası vardır.”
44
“Bazı medya kuruluşları CHP yönetimine karşı Haçlı Seferi ilan ettiler. 1Mart 2003 tezkeresinden
sonra, ehli salip tarafından CHP yönetimine karşı Haçlı Savaşı açılmıştır. Başta Amerika bazı güçler, siyasi
parti liderlerinin seçiminde yönlendirme yapıyorlar. Kendi işlerine gelecek yönetimleri iş başına getirmek için
kampanyalar düzenliyorlar.”
“İnsanda önce helal-haram kavramı ve hesap verme korkusu bulunmalıdır. Helal haram bilmeyen,
rüşvetçi, kiralık ve satılık adamların CHP de yeri olmayacaktır” sözleri de hem çaplı, hem çarpıcıdır.
Hatırladığım şekliyle, Mesnevi’de şöyle ibretli ve konumuzla ilgili bir hikâye nakledilmektedir:
“Müslüman Hint Sultanlarından birisi, iki meşhur saray ressamı arasında bir yarışma düzenler… Konuk
salonunun karşılıklı iki duvarına, bütün hüner ve maharetlerini sergileyecek birer manzara resmedilmesini
söyler… Bunlara bir ay müddet verir ve birbirlerini görmesinler diye araya geçici bir perde çekilir…
Ressamların birisi gerçekten cenneti andıran ve ruhları ferahlandıran çok güzel ve mükemmel bir
manzara çizmiştir.
Diğeri ise, hiçbir resim ve şekil çizmeyip sadece yorulup dinlenmeden sürekli kendi duvarını düzeltip
cilalamaya devam etmiş ve adeta bir ayna haline getirmiştir…
Nihayet Sultan ve saray erkânı, ressamların eserlerini değerlendirmek üzere, salondaki perdeyi
kaldırdıklarında, duvarını cilalayan ressam birinciliği hak etmiştir.
Çünkü karşı duvardaki gerçekten güzel ve mükemmel resmin, bu ayna gibi cilalanmış parlak duvardaki
aksi; çok daha canlı ve tatlı bir manzara görüntüsü vermektedir…
Şimdi size, önce, insanlık tarihi boyunca, şeytani güçlerin en büyük en güçlü organizesini, yani
Siyonizm denen Derin Dünya Devleti’ni hatırlatıp, işte böyle bir şeytan şebekesinin korktuğu, Milli ve insani
cephenin nasıl bir güce ve organizeye sahip bulunduğunu; dolaylı biçimde anlatmaya çalışacağız…
Peki, Dünyanın Derin Devleti nedir?
“Gizli Dünya Devleti” kitabının yazarı olarak bilinen Gary Allen; 19
“Ben bu kitapta; dünya siyasetinde cereyan eden ve hayatımızı şekillendiren pek çok şeyin birilerince
öyle planlandığı için meydana geldiğini, ispat etmek istiyorum” diyerek yola çıkmıştır ve büyük ölçüde
başarmıştır.
Meşhur İngiliz politikacı Rothschild’in yakın adamı, Yahudi asıllı Benjamin Disraeli de, bir yakınına:
“Görüyorsunuz ya, bütün dünya sahnede görünmeyen, perde arkasındaki güçler tarafından
yönetilmektedir.” Şeklinde yazmaktadır.20
27–1–1965 tarihli UPI haberine göre, Latin Kilisesi Cizvit Tarikatı başpapazı Peder Pedro Arrupe, kilise
kurultayında şunları açıklamıştı:
“Masonluk denen tanrısız teşkilatlar eliyle, dünya hâkimiyetini amaçlayan Siyonistler çok ince
dokunmuş bir strateji takip ederek; Finans kurumlarından kitle iletişim araçlarına, uluslar arası kuruluşlardan
din adamlarına, maalesef neredeyse tam bir hâkimiyet oluşturmuşlardır.” 21
“Komünizm de, kapitalizm gibi bu şeytani komplonun bir koludur ve Moskova-Pekin çıkışlı değil,
merkezi Paris- Londra ve Newyork’ta bulunan malum ve melun güçlerin bir uzantısıdır.” 22
Ve yine meşhur İngiliz Başbakanı Churchiil şu itirafta bulunmaktadır: “ Dünyada çok kapsamlı bir
olayın yaşandığını ve çok ince hesaplı bir planın yapıldığını ve bizlerinde bu senaryoda sadece sadık bir
uşak olarak hizmet edeceğimizi göremeyen kör ve ahmaktır.”23
Bütün bunlardan sonra bugünkü dünyayı şekillendiren ve yöneten Siyonist şeytani organizenin, yani
Gizli Dünya Devletinin, hala bir komplo teorisi ve hayali bir korku üretisi olduğunu söyleyenler, evet
Churchiil’în doğru tespitiyle: Ya gelişmeleri anlama ve yorumlama yetenekleri körelmiş bir ahmaktır veya
bunları bile bile gizleyen hain bir adamdır.
Bak: Milli Gazete Yayınları / Gizli Dünya Devleti / 1986
Age Sh: 98
21 Age Sh: 8
22 Age Sh: 12
23 Age Sh: 211
19
20
45
Gizli Dünya Devletinin yapılanması, Doların üzerindeki “Piramit”le gösterilen şekilde şöyledir:
A-Her şeyi gözetleyen ve denetleyen göz: Şeytan ve şebekesi
B-Şeytanla ilişki kuran Kabalist kâhinlerden seçilmiş ve özel sırlarına vakıf 3 haham komitesi
C-13’ler, 33’ler, 70’ler ve 300’ler meclisini oluşturan üst sınıf Hahamlar konseyidir. (Sanhadrin)
Bunların hepsi büyü bilmektedir.
D-Sanhadrin Hahamlarınca tayin edilip dünyayı yönetmekle görevlendirilen 70 kişilik yeminli
Siyonist-Yahudi yönetici ekibi
Amerika’nın patronu Rockefeller ve başta İngiltere, bütün Avrupa’nın baronu Rothcshild aileleri bunlara
dâhildir.
Buraya kadar olan bütün Siyonist kişiler ve ekipler tamamen gizlidir, dışarıda başka sıfat ve statülerle
bilinmektedir.
E- B’NAİ B’RITH ve Bilderberg gibi, yüzü görünen ama özü gizlenen GDD’nin gizli hükümetleri
F- MASON Locaları
1-Büyük Şak Locası (Fransa)
2-Komünizm Locası (Rusya)
3-İskoç Locası (İngiltere)
4-York Locası (Almanya)
G-Hayır ve hizmet kurumu diye yutturulan ama Masonluğa hazırlık yapan, yani Masonluğun ilk ve orta
eğitimi sayılan ROTARY ve LİONS kulüpleri
H- Masonlarla resmi ve organik bağı olmayan ama onlar hesabına çalışan siyasi partiler, sivil örgütler
ve dini cemaatler (MAVİ LOCALAR)
İ-Masonik ve Siyonist amaçlar için toplumu hazırlayan, köşe yazarı, sinema veya ses sanatçısı, din
adamı, üniversite hocası, ticaret ve şirket erbabı gibi ÖNLÜKSÜZ Masonlar ve ılımlı-iyi insanlar
j-Bütün insanlık ( potansiyel hizmetçiler ve köleler)
KABBALA:
Siyonist Yahudilerin Gizli Dünya Devleti, Büyük İsrail hayali ve Masonik örgütlenmeleri: Şeytan ve
cinlerle ilişkiye giren, büyü ve kehanet gibi gizli öğretilere göre hareket eden Hahamların asırlar boyu
birbirine aktararak, korudukları şifreli sırlara ve şeytani esaslara, kabbala denir.
Çok gizli ve şifreli kabbalist sırlar, piramitte gösterilen 3 Haham tarafından bilinir, biri ölünce yerine
geçene öğretilir.
TALMUD:
Kabbalist Hahamların Tevrat’taki ayetleri değiştirerek ve bazılarını bir araya getirerek, Yahudilerin
Dünya Hâkimiyeti anayasası olarak hazırladıkları bir nevi Tevrat tefsidir.
Seçkin ve üstün ırk oldukları ve mutlaka dünyaya hâkim olacakları, Siyonist Yahudilerin ve
uşakları Avenjeliklerin sapık inancı ve amacıdır.
İsrail’in eski Cumhurbaşkanı Ben Gorion 6 Şubat 1962 tarihli Look Magazin’deki demecinde:
“Bütün dünya merkezi Kudüs olacak yeni bir Birleşmiş Milletlerin, Federatif bir üyesi haline
gelecek, bütün ordular fesh edilecek ve böylece Yeni Dünya Düzeni gerçekleşecektir.” 24 İddiasında
bulunmaktadır.
17 Şubat 1959 da ABD senatosunda konuşan Siyonist James Warurg: “Sevseniz de sevmeseniz de,
zorla veya antlaşmayla, ama mutlaka bir Dünya Devletine kavuşacağız” şeklindeki planlarını açıklamıştır.
Yine meşhur Siyonistlerden H. Mendlovit:
“Bir Dünya Hükümeti kurulacağı kesindir. Sorun bunun ne şekilde gerçekleşeceğidir. Savaşla mı yoksa
dünya ülkelerinin gönüllü katılımıyla mı?” tehdidini savurmaktadır.
Siyonist Yahudi sermayesinin sömürüp sağdığı ve ordularına kadar hizmetinde kullandığı ABD’nin
24
Age Sh:207
46
Rockefeller gibi 10 Yahudi ailesine olan devlet borcu 10 trilyon doları aşmıştır. Bunun sadece yıllık
faizi 1 trilyon dolardır. Bütün bu paralar Gizli Dünya Devleti’nin bütçesini oluşturmaktadır. Yani
Siyonizm’in yıkılmasından en karlı çıkacak ülke Amerika’dır.
Bu GDD;
1-Her yıl yeşil kâğıt olan ve karşılıksız basılan dolarla, bütün dünyanın sırtından 1 trilyon dolar
2-Tahvil dedikleri sarı kâğıtlarla 1 trilyon dolar
3-Rezerv denen beyaz kâğıtlarla 1 trilyon dolar
4-Kendilerinin çıkardığı ekonomik krizler ve borsa dalgalanmalarıyla da yine 1 trilyon dolar olmak üzere
4 trilyon dolardan fazla havadan para kazanmakta ve bütün bu korkunç sermaye İsrail’in dünya hâkimiyeti
için harcanmaktadır.
1967 Ağustosunda “ Kuzey Amerika Gazeteciler Birliği”nin yayımladığı bir makaleye göre Siyonist
Rockefeller’in bu efsanevi sermayelerine rağmen, devlete ödediği vergi, sadece “685” dolardır.
Hatta eski MGK Sekreteri Em. Org. Tuncer KILINÇ bir Avrupa gezisinde: “Dolar dediğiniz
karşılıksız basılan kâğıttır. Amerika’ya hâkim lobilerin yaptığı; altın karşılığı olmadan, istediği kadar
para basıp, bunu faizli kredi olarak dağıtmaktır. E, bunu ben de yaparım…” şeklindeki çok ciddi ve
cesaretli açıklamaları da bu gerçeğin en açık ispatıdır.
IMF ve Dünya Bankası yoluyla bütün ülkeleri borç batağına sokup kendilerine mahkûm ve mecbur hale
koyan, “Şeytanın, ilahi laboratuardan çaldığı nükleer sırları, halifesi hahamlara ve Yahudi ilim adamlarına
öğretmesiyle”25 geliştirdikleri atom bombaları ve nükleer silahlarla korkunç bir güç kazanan bu Siyonist
canavarlar, Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki kentlerine attıkları bombalarla yüz binleri katletmişler,
Vietnam’da 50 bin Amerikan askerini ve yüz binlerce yerli sivili ölüme sürüklemişler, Afganistan ve Irak’ı işgal
edip milyonlarca Müslüman’ı vahşice öldürmüşler ve okyanuslardaki nükleer denemeler ve tektonik
tetiklemelerle büyük depremlere ve Tsunami felaketlerine sebep olmuşlardır.
Tüm dünyayı medya marifetiyle sınırsız bir ahlaksızlığın ve çeşitli hastalıların girdabına sokan Siyonist
güçler, bütün bunları Şeytanın Dünya Hâkimiyeti adına yapmaktadır.
Ekonomik, ahlaki ve askeri yönden zayıflatılan toplumların, Siyon’a tapınması sağlanmaktadır.
Eski ABD Genelkurmay Başkanlarından Thomas Moorer şu itirafta bulunmaktadır:
“Şimdiye kadar hiçbir ABD Başkanının İsrail’e karşı koyduğunu ve Amerikan çıkarlarını
koruduğunu görmedim. İsrail, her zaman istediğini elde etmiştir. Eğer ABD halkı, İsrail’in ABD
yönetimindeki ve ekonomisindeki etkilerini bilselerdi, hemen ayaklanacaklarından eminim. Ama
maalesef, milletimiz neler döndüğünü bilmemektedir. 26
İslami kaynaklarda Deccal olarak bildirilen ve bunun “Siyonizm” olduğu kesinleşen ve özellikle son bir
asırdır bütün yeryüzünde şeytani hükmünü yürüten ve insanlığı canından bezdiren Gizli Dünya Devleti, asıl
amacı olan Büyük İsrail hayaline asla kavuşamayacaklardır. Çünkü insanlık, artık bu fesatlığın farkına varmış
ve önemli tedbirler almaya başlamıştır.
1-Bu adımların ilki, bu şeytani yapılanmanın ortaya çıkarılması ve insanlığın gizli Siyonist virüslerini
artık tanımasıdır. Bu yolda ciddi ve gerçekçi kitap ve broşürler yazılmıştır.
2-İkinci önemli aşama; başta Türkiye olmak üzere, Tüm İslam Dünyası’nda, Avrupa ve Rusya’da ve
Güney Amerika’da Siyonizm’e ve ABD emperyalizmine karşı, Milli ve bilinçli siyasi hareketlerin büyük
başarılar kazanmasıdır.
3-Bu fikri ve siyasi gelişmelerin sonunda
a- D-8’lerin kuruluşu
b- Avrasya oluşumu gibi yani kampların doğması ve Siyonist komploları boşa çıkarmaya
başlamasıdır.
Tabii ve tarihi şartların ve talihli fırsatların doğmasıyla Türkiye’nin öncülük yapmaya mecbur
Memo Pres-Emil Rahm 1990 3. Sayı
They Dare To Speak Out Sh:161
25 Bak:
26
47
olacağı, merkezden muhite doğru bütün dünyayı kuşatacağı beklenen, büyük bir değişim ve devrim
dalgası, Şeytanın saltanatı olan Gizli Dünya Devletini yıkacak, yeni ve adil bir medeniyet mühendisi
olan Hz. Mehdi öncülüğündeki mücadele karşısında yenilip tarihin çöplüğüne atılacaktır.
Böylece bütün insanlık İslam’ın barış ve bereket nizamıyla huzura kavuşacaktır.
Türkiye’deki Kuvay-ı Milliye şuurunun pek yakında tekrar şahlanması, ABD ve İsrail’in Irak’ta yenilip
batması ve dünyanın yeniden yapılanması oldukça yakındır ve lazımdır.
Unutmayın: Yegâne kuvvet ve kudret sahibi; ancak Cenabı Hak’tır. O’nun mesajı ve müjdesi de bu
doğrultudadır.
ŞİİR
CHP çıktı elden, bir sol daha kaybettik
Baykal’ın sicilinde; tezkere suçu varmış!..
Kongrede yenildik, ters bir gol daha yedik
Ardından Türkiye’nin, çok derin gücü varmış!..
Siyonizm sersemledi, masonluk maskaralık
Kaleler yıkılıyor, önümüz hep karanlık
Erbakan’ı öldürüp, tarihe gömdük sandık
Aman şeytan dostlarım, ruhani öcü varmış!..
48
DERİN DEVLET DEĞERLENDİRMELERİ!
Derin Devlet: Göçebe ve kabile Türkleri devlet’e taşıyan; cihan medeniyetleri kurduran, bizi ordu-millet
yapan; zaman ve mekanların değişmesiyle eskiyip yıpransa da, özü sürekli sağlam duran, hep diri ve
dinamik kalan milli ve manevi şuur ve bu şuurun hazır ve nazır tuttuğu çekirdek oluşumdur.
Ahmet Özcan’ın Kasım 2002 tarihli “Türkiye ve Dünyada YARIN”da dergisinde yazdığı gibi:
'Derin Devlet' işte bu değişmeyen 'ruh'tur. Hegemonya (hakimiyet) tarzını, yaşamın temeli haline
getiren, bütün toplumsal çelişki ve çatışmaları bastırarak üstte duran ve bizatihi otorite, hiyerarşi ve gelenek
olarak ekonomik-politik ve kültürel yeniden üretim süreçlerinde içkin bir 'töz'dur.(yani değişmeden kalan
“öz”dür.)
Devlet'ten daha fazla bir şeydir, çünkü 'Devlet' yani 'Modern Ulus Devlet', son tahlilde bir yönetme
aygıtıdır. Derin Devlet ise sadece mükemmel bir yönetim tarzı değil, aynı zamanda bir yaşayabilme (varlığını
sürdürebilme) yöntemidir. Ve bu 'aynı zamanda' olan hedefi, yaşadığımız toprakların insan tipini ve yaşamı
algılama biçimini belirlemektedir.
'Derin Devlet', hegamonik özelliğiyle, yani otorite, iktidar ve güç ilişkilerinin hemen tüm toplumsal
ilişkilerde belirleyici oluşuyla 'görünür' bir gerçektir, gizli değildir.
Başka bir 'görünümü' ise, Kutsal hiyerarşidir. Gökten yere inen merdiveniyle sadece doğa olayları
değil, sosyal olaylar bile ezoterik (sadece ehlince bilinen gizlilik) bir hiyerarşi içinde algılanır. Belki de bu
nedenle 'hak' ve 'adalet', bu topraklarda bu değişmez hiyerarşiye rağmen ve bununla birlikte bir 'denklik' ve
denge kurma istemi olarak anlaşılır.
Diğer 'görünüm' de, değişerek süren gelenek, her düzeyde egemendir. İnsanların kılık kıyafeti değişir,
çevresi ve mesleği değişir, ama her değişiklikten sonra düşünme ve davranma biçimi aynı kalır. Devlet'in
rejimi değişir, coğrafyası değişir, hatta halkı değişir, yönetici elitleri değişir; ama iki bin yıl önceki Roma'nın ya
da 100 yıl önceki Osmanlı'nın ana politikaları, dost ve düşman algılamaları, güvenlik, mülk ve din anlayışı
bugün dahi aynıdır.
Modernleşme süreci, yeni uluslararası sistemsel değişiklikler, savaşlar, iç savaşlar, tabii ki Devletin
Derin 'ruhu'nda etkiler yaratmaktadır. Süreklilik dinamiği, her yeni durumda refleks vermekte ve sadece bir
'görüntü değişimi' gündeme gelmektedir. Dünyanın 'değiştiği', eski olanın sürekli tasfiye olduğu, doğrudur.
'Derin Devlet', işte bu değişimleri algılayarak değişebilen, bir töz, ruh ya da refleksler toplamı olarak, adeta
canlı bir organizmanın yaşamsal içgüdüleri gibi varlığını sürdürebilmek için düşünen ve davranan bir
metafizik entitedir. (gizemli bir gerçektir.)
Derin devletin ruhu; tabii ki öncelikle ve asıl olarak 'Devlet' aygıtında saklıdır. Devlet aygıtı, temel
kurumları ve politikalarını bu 'ruh' la donatır. Bu anlamda 'reel devlet', 'derin devlet'in evidir, bedenidir,
formudur. (yani zahiri şeklidir.) Ancak, 'normal şartlar altında' 'devlet cihazı', her devlet gibi çalışır. Büyük kriz
ve bunalım dönemlerinde ya da üstesinden gelinemeyen sorunlar karşısında 'derin devlet' açığa çıkmaktadır.
Gün olur, 2. Abdülhamit'in dış politikasında somutlaşır, gün olur Jöntürkler ve İttihat ve Terakki'de temsil
edilir. Teşkilat-ı Mahsusa, bir derin devlet refleksidir. Meşrutiyetin ilanı, Milli Mücadele, derin devletin bir
başka açığa çıkışıdır. Cumhuriyeti kuran irade, demokrasiye geçiş, NATO ve batı tercihi, 'derin devlet'in
yönelimleridir. (ve tabii derin devletin, dış destekli kirli hain ellerde mi, yoksa, milli ve yerli düşüncenin
hizmetinde mi olduğu konusu önemlidir.) İddia edildiği gibi, Güneydoğu'da PKK ile savaşan kontrgerilla,
derin devlet değil, sıradan bir reel devlet politikasıdır. Ama Güneydoğu Kürt nüfusunu batıya göç
ettiren 'irade' derin devlet iradesidir. Çünkü muhtemel bir iç savaşın koşulları sezilmiştir. Yine,
Başörtüsünü yasaklayan 'güç' derin devlet değil, reel devleti kuşatmış olan batı destekli oligarşidir.
Tam tersine, bin yıl sonra 'millet'in çocuklarını 'oyun'a katmaya ve özellikle kadınları 'milli değerler' le
kamusal alana çıkacak tarzda donatarak batıcılığa fazla eğilerek 'denge'si bozulmuş toplumsal
yaşamı yeniden dizayn etmeye yönelen eğilim derin devlettir. Askeri darbeleri, 'derin devlet' yapmaz.
Derin Devlet, bir şey yapan bir odak ya da kurum değildir. Askeri darbeleri askerler yapmıştır. 'Derin
49
devlet', 'reel devlet' ve toplum içindeki krizlerin ülkeye zarar vermeden çözülmesine dönük bir irade
beyanıdır. Uzak ve derin tehditleri sezme kabiliyeti, kalıcı ve boyutlu tedbirleri alma yönelimi, temelleri
sağlam tutma ve vazgeçilemeyecek olanı koruma sigortasıdır. Bu nedenle derin devleti yanlış adreslerde ve
yanlış tanımlarla algılamak, esası gözden kaçırmaktır.
Örneğin, derin devlet, tanımladığımız anlamda, hiçbir askeri darbede açığa çıkmamıştır. Tam tersine
her darbe sonrası tasfiye edilen, bir şekilde "Derin Devlet" ruhundan parça taşıyan eğilimler ve kesimler
olduğu bir vakıadır. Çünkü her darbe sonrasında, devletin milletle bağları daha da zayıflamış ve oligarşik
ilişkilere daha açık hale geldiği ortadadır. (ve tabii, milli derin devlet de bu arada elbette boş durmamış
karanlık ve art maksatlı darbeleri hayırlı yönde değiştirmeyi başarmıştır.) Bu anlamda 'Askeri Darbe' Türk
Silahlı Kuvvetleri'nin, darbe sonrası sivil iradeye geçiş, Derin Devletin müdahaleleri olarak okunabilir.
Çünkü 'Devlet' hiç kimseye, hiçbir kuruma, hiçbir kişi ya da ideolojiye tapulu değildir. Devlet, son tahlilde,
millete tapuludur ve 'Osmanlı Ailesi' dahi, 600 yıl boyunca sadece sembolik bir sahiplik yapmıştır. Kirliler
bazen hareket ordusu olarak gelip Abdulhamit' ten mührü alır, milliler Mustafa Kemal olarak Vahdettin’den
tapuyu alır, bazen masonlar, güya millet adına Demokrat parti olarak CHP'den iktidarı alır. Bazen,
Amerika’ya Siyonist hegemonyaya, satılık ve marazlı medyaya rağmen, Deniz Baykal CHP’nin başında
kalmayı başarır. 'Derin Devlet', hem devlette hem millette yaşayan uzun soluklu ve onurlu değerler halinde,
bazen milletin ortalamasının eğilimleri, bazen devletin bir politikası ya da bir devlet kurumunun refleksi
halinde 'aktif' leşip ortaya çıkmaktadır.
'Türkiye' boş bir tarla değildir. Türkiye'nin reel devleti, kendisi istese de istemese de Osmanlı
İmparatorluğu'nun en geniş sınırlarında 'toplanma' içgüdüsü olarak derin devleti taşımaktadır ve bu
coğrafyayı elde tutmanın elbette bir bedeli ve bir sorumluluğu vardır. Derin Devlet, gün olur, dağ
başındaki çobanda, kolejdeki gençlerde, yaşlı bir kadında, gecekonduda ki bir işçide, camideki bir
vaizde dile gelir, konuşur, harekete geçer, müdahale edebilir. Reel devletin yöneticileri, bazen derin
devletin en önemli engeli, düşmanı, karşıtı haline gelebilir. Bu durumda umutsuzluğa ve yılgınlığa
kapılmamalıdır.
Mezopotamya-Akdeniz Havzası'ndaki hegemonik bütünlüğü arzulayan, değişken devamlılığı
isteyen, kutsallığını yeniden üreten her süreç, eylem ve tavır, devletin ya da milletin içinde açığa
çıkabilir. İşte bu 'Derin Devlet'tir. Ve aziz milletimizin manevi aynası ve avukatıdır.
Tarihi ve talihsiz gelişmeler, ülkemizi ve milletimizi çözümü zor bir dizi paradoksla karşı karşıya
bırakmıştır. Aynı anda birden fazla doğru olabileceği, düz ve tek bir çizginin olmadığı, herşeyin fraktal, kırıklı,
çok olasılıklı olduğunu bilen bir akıl geliştirmek zorunludur. Zira yaşadığımız süreçte birbiriyle çelişen bir
aradalıklar, çatışan ama ortak doğrular, karşıt ama aynı safta çözümler bulunmaktadır.
Reel devleti kuşatmış bulunan bir oligarşik düzenle karşı karşıyayız ve bu düzen, ülkemizi tarihinden,
toplumundan, değerlerinden kopartıp Batı'ya entegre etmenin ya da Batı güdümünde tutmanın çabası
içindedir. Bütün düzeylerde bu reel devletle derin devlet ruhu, bugün karşı karşıya gelmiştir. Temel siyasal
sorun, devleti kuşatmış bulunan oligarşi ile derin devlet ruhunu temsil edenler arasındaki hegemonya
paradoksu halinde açığa cıkmıştır. Reel devletin işte bu 'esareti', sadece derin devletin müdahalesi ile
ortadan kaldırılabilir haldedir. Bu anlamda, Derin Devlet ruhu, bu siyasal paradoksta 'ileri' ve millet lehine bir
pozisyonu temsil etmektedir.
Öte yandan, millet, tarihte olduğu gibi bugünde kendisiyle yaşayan ama kendisini aşan, etnik, ideolojik,
kutsalların, dini istismar ve baskıların veya siyasi ve ekonomik zorunlulukların boyunduruğundan kurtulacak
özgürlükçü politikalar, projeler ve değişimlere muhtaçtır. Ancak bu değişimler yine 'kendisinde' yaşayan
'Derin Devlet' özellikleri nedeniyle gerçekleşemeyecektir. Bu nedenle Derin Devlet'in köklü bir eleştirisi ve
aşılması, bu coğrafyanın ve bu büyük ülkenin tüm halklarını 'tarihe' çıkararak özne yapacak, evrensel çapta
bir uygarlık yaratacak önemde ve özellikte, en temel ontolojik sorundur.
Sonuçta, güncel politik sorun olarak hegemonya paradoksu, oligarşiye karşı Derin Devlet ruhu
sayesinde çözülebilir görünmektedir.
50
Tarihsel ontolojik (Dünyadaki değişme ve gelişmelerin sebep-sonuç ilişkileri ile ilgili) bir sorun
olarak sahici özgürleşme ise, Derin Devlet'e karşı özgür iradeli bir teolojik (dini ve ahlaki) ve politik
eleştiri ile sağlanabilir.
Derin devlet, siyasal paradoksta (yerleşik yanılgılara karşı çıkışta) ileri, ontolojik paradoksta(Tarihi ve
tabii değer ve dinamiklerde ise) geri bir düzeyi ve rolü temsil etmektedir.
Öte yandan, hem hegemonya paradoksu hem de özgürleşme olgusu aynı anda, birbirine paralel
ve eşit ağırlıkta bir 'paradoksal tutum' la aşılabilecek sorunlardır. Millet hem Derin Devlet ruhuyla
hem de Derin Devlet'e karşı ve onu aşacak bir yeni şuurla bu sorunları çözebilecek sıçramayı
yapabilecektir.
İşte bu yüzden hem devlete ve millete sahip çıkmak, hem devleti de milleti de eleştirmek, aynı
anda mümkün ve tutarlıdır.
Bu radikallik, hem Derin Devlet'in görüntü değişimine ve demokratikleşmeye zorlaması, hem
derin devletin aşılması, hem milletin devletine sahip çıkması, hem devletini ve düzenini dönüştürmesi
ve çağdaş standartlara ulaşılması 'hem muktedir hem muhalif', "hem devlet hem hürriyet" diyen yeni
bir duruş anlamındadır. Tüm eski 'oyunu' ve kafalardaki eski kalıpları kırarak, yeni bir teorik bakış ve
pozisyon geliştirmek için düşünmek ve tartışmak bu yolun başıdır.
Derin devlet kavramı, belki böyle bir yeniden düşünmenin kışkırtıcı aracı olarak tekrar fikri
düzeyde ele alınabilir. Bu düzey ise, taraf olmak yada karşı olmak değil, hatta içinde veya dışında
olmakta değil, bizatihi özne olarak durup anlamaya çalışmak, her yönüyle analiz etmek ve tarihi
ilerletecek diyalog ve dayanışma sürecini, tabuların ve paradoksların yerine ikame etmek için doğru
düşünme ve doğru eylem çabasını ifade etmektedir.27
Derin Devlet Ve Süleyman Demirel
Son zamanlarda Süleyman Demirel, Kenan Evren, Mahir Kaynak ve S. Arif Emre’nin bu konudaki
görüş ve değerlendirmeleri de önemlidir ve Şöyledir:
Demirel derin devleti anlatıyor!
 Sayın Demirel... Derin devlet nedir?.. Derin devlet var mı?
Çok itina ile söylüyorum, devlet yönetiminde zaaf belirirse...
Şöyle... Devletin kanunları vardır, uygulanamamaktadır... Valisi, kaymakamı vardır... Hakimi, savcısı
vardır... Askeri, polisi vardır... Ama kanunlar uygulanamadığı için huzur yoktur.
O zaman bu huzuru biz tesis edelim niyeti ile devletin içinden ve dışından talepler gelir... Bu bir devlet
boşluğudur... Devlet, boşluğu kabul etmez... Türkiye maalesef bunu yaşamıştır.
Evet, 1977-1978'lerde... 1979'da biz idareyi devraldığımız zaman tam bir devlet boşluğu vardı.
Derin devletin içinde kimler var?.. Olaya şöyle bakacaksınız... Derin devletin içindekiler yani normal
zamanlarda belirli yetkileri kullanma durumunda olanlar, bir de bakarsınız, kurtarıcı haline gelmek isterler...
Öyle hissederler kendilerini... Oysa kimse onlara görev vermemiştir!?
Süleyman Bey: Devam ediyor:
Sineğin üzerine balyozla gitmek de yanlış, “varsın böyle olsun, kıyamet kopmaz ya” diye
vurdumduymaz davranmak da yanlış.
Org. Büyükanıt'ın konuşması neden önemli ve de tehlikeliymiş!
Org. Yaşar Büyükanıt'ın "Güneydoğu yıllarını" iyi biliyoruz.
Diyarbakırspor maçlarına giderdi.
Tribünler "Yaşar Baba" diye bağırırdı.
Beldeye, köye, mezraya giderdi.
Halk "Baba" diye eline sarılırdı. Görev yaptığı dönem "PKK'nın gemi azıya aldığı" dönemdi.
Org. Büyükanıt "yerinde durmayan, kabına sığmayan, sürekli arazide olan" bir askerdi.
27
Yarın Dergisi / Kasım 2002 / Ahmet Özcan /
51
ORG. BÜYÜKANIT
Ve Org. Yaşar Büyükanıt konuştu.
"Neden" konuştu?
Demirel kendisini "iyi tanıyor."
"Çok eskiden... Alt rütbelerden" beri izliyor.
-
Efendim, Org. Büyükanıt neden konuştu?
-
Süleyman Demirel:
-
Devletin organları var, siyasi iktidarı da var, herkesin Anayasa'da belirlenen yeri var....
Herkes bu yerde durmalı...
Kara Kuvvetleri Komutanı niçin konuşuyor?.. Org. Büyükanıt'ın konuşmasına olan itirazlar
doğrudur... Konuşsun efendim demek mümkün değildir... Önce bu itirazları kabulleneceksin ve sonra
da düşüneceksin.?
Niye Konuşmasın? tamam da... Şunu unutmayacaksın... Konuşan bu ülkenin Kara Kuvvetleri
Komutanı'dır... Geçmişte de bunun birtakım izlerinin olduğunu bileceksin.
Bunun Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Cemal Gürsel'den başlayarak gelen birtakım izleri var...
Cemal Gürsel de konuşmuştu... Dünü sakın unutma!?.
Ne diyor Kara Kuvvetleri Komutanı?.. Bizim Irak'ta bir sözümüz yok, sözümüz geçmiyor diyor...
Sözümüz var diyebilecek misiniz?.. Soruyorum, diyebiliyor musunuz?
- Ne yapılması lazım?
- Daha iyi bir koordinasyon.
- Kimin görevi?
- Başta siyasi iktidarın... Sonra Cumhurbaşkanı'nın... Şimdi "öyleyse gel, sen idare et" ithamıyla
karşılaşacağımı biliyorum... Ama tepki de alsam, bazı şeyleri söylemek, bu ülkeye karşı
sorumluluğum... Bunları söylemek bana düşüyor... Zira bunları görerek geldik.
- Seninle güvenlik konularını, büyük şehirleri, kapkaç, soygun, hırsızlıkları konuştuk... Bana
"Tayyip Bey ne yapmalı" diye sordun.
- Evet... Siz de yanıt verdiniz.
- Yanıtlarıma şunu da ekle... Tayyip bey, ne yaparsa yapmalı ama, her şeyin sonucu ile
ölçüldüğünü de unutmamalı.
- Tayyip bey, piyasa ekonomisinin şartlarını yerine getirmeli... Özelleştirmeyi ilerletmeli... Yerli
ve yabancı yatırımcılar için, yatırım iklimi yaratmalı... Buna büyük ihtiyaç var.
Sayın Demirel... Konumuz 28 Şubat... Ne oldu, neden oldu, nasıl oldu?
- Türkiye, Sayın Necmettin Erbakan'ın kurduğu hükümet tarafından yönetiliyordu... Ve asker,
kendi içinde, fevkalade rahatsızdı.
Derin Devlet!
- Derin devlet, sadece devletin bazı kurumlarından ibaret değil.
- Başka ne var?
- Korku.
- Ne korkusu?
- Çökme korkusu... Bu korku derin devletin kökünde yatar... Aslında Müdafaai Hukuk hareketi
de bir derin devlet olayıdır... Devlet çöküyor, kurtaralım... Devlet yapamıyor, bari biz yapalım.28
Kenan Evren:
Kenan Evren: Derin devlet... Evet... Var... Bir realite...
- Sayın Demirel çok doğru söylüyor... Derin devlet bir realite... Derin devlet var... 14 Ekim
1979'da Cumhuriyet Senatosu üçte bir yenileme seçimi ile boş bulunan beş milletvekilliği için ara
28
Sabah / 02-03 & 02-04 2005 /
52
seçim yapılmıştı.
- Evet... CHP kaybetmişti.
- CHP o zaman iktidardaydı... Sayın Ecevit de Başbakandı... 29 ilde seçim oldu... Adalet Partisi
33, CHP ise 12 senatör çıkardı.
- MSP 4, MHP de 1.
- Öyle olmuştu... 5 milletvekilliğinin 5'ini de Adalet Partisi kazanmıştı.
Evet... Derin Devlet
Evren Paşa anlatmaya devam etti:
- İşte o seçimden sonra sayın Ecevit, Başbakanlık'tan istifa etti... Hükümeti Süleyman bey
kurdu... Ve bir şeyi fark etti.
- Başbakan Demirel 1979'da neyi fark etti?
- Devletin, devletliğini kaybettiğini fark etti... Devletin, devlet hakimiyetini kuramadığını gördü...
Yani sayın Demirel, 1979'da siyasi zaafı gördü... Yönetimin zaaf sergilediği yerde derin devletin
kendiliğinden devreye girmiş olduğunu anladı... Doğrudur... Derin devlet vardır.
Evren: Devlet zaaf içindeydi... Biz geldik
Tarih 25 Kasım 1979.
"6. Demirel Hükümeti" Meclis'te güvenoyu aldı. Hükümet hemen kolları sıvadı. Yeni bir ekonomik
program (24 Ocak kararları) üzerinde çalışmaya başladı. İşte tam bu sırada... Komutanlar, Cumhurbaşkanı
Fahri Korutürk'e bir "mektup" verdiler. (27 Aralık) Mektup "ülkenin gidişatını" eleştiriyordu.
Mektup
Cumhurbaşkanı Korutürk bu mektubu "bir hafta sonra" açıkladı. (2 Ocak 1980) Komutanlar 4 Ocak'ta
da Başbakan Demirel'e "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yasal ve icraya ilişkin isteklerini içeren" bir mektup
verdiler.
Muhtıra
"Çeyrek asır sonra" Marmaris'in Armutalan'ında Evren'e "o konuyu" açtık.
-
Siz Genelkurmay Başkanıydınız... Yazdınız... Verdiniz... Sonra?
-
Evet... Muhtırayı verdik... Sonra Kuvvet komutanları ile oturduk, konuştuk.29
MAHİR KAYNAK
Derin devlet yok! (Ama olması lazım!)
Türkiye’nin güçlü ve etkili olmamasını onu yöneten ve yönlendiren bir derin devletin yokluğuna
bağlıyordum. Bir devletin gücü ve etkisi tek bir faktörle açıklanamazdı. Bazıları ekonomik gelişmemişliğimizi,
diğerleri Batılılara benzemediğimiz için geri olduğumuzu söylüyor ve iddiamızın bunlarla sınırlı olması
gerektiğini düşünüyordu. Oysa her ülkenin güçlü ve zayıf yanları olabilirdi ve bunların hepsi birden
değerlendirilirse Türkiye’nin aktör devlet sınıfına girebileceğini düşünüyordum ama tabi devlet konumumuz
bir kader haline gelmişti.
Her ülkenin derin devleti kendi tarihinin bir uzantısıdır. ABD’de bu yapı iş adamları, bazı aydınlar
vebürokratlardan, İngiltere’de kraliyetin temsil ettiği devletten, Rusya’da gizli servis odaklı bir çevreden
oluşur. Türkiye’de bunun Ordu çevresinde şekillenmesi normal bir beklentidir. Ancak bunun aydınlar,
siyasetçiler ve bürokratlar tarafından desteklenmesi gerekir. Asıl eksiklik ülkeyi yönetecek, dünyayı doğru
algılayan ve buna uygun politikalar üreten bir sahibin yokluğudur.
Derin devletle ülkeyi fiilen yöneten iktidar birbirinin hasmı ve rakibi değildir veya olmamalıdır. Derin
devlet konjonktüre göre yönetimin nasıl oluşması gerektiğini kararlaştırır ve halk bu sese uygun yankılar
verir. Şüphesiz bazı müdahaleler, yabancı sesler de olacaktır ama bunlar bir fısıltı düzeyinde kalır.” 30
Kalıcı Derin Devlet Geçici Derin Devlet
Geçtiğimiz haftalar içerisinde, derin devlet nedir, ne değildir konusunda basında ve medyada
29
30
Sabah / 04-06 & 2005 /
Star Gazetesi / 05 04 2005 / Mahir Kaynak
53
tartışmalar yapıldı. Ama yine de konuya netlik getirilemedi. Bazı yazarlar gözü bağlı olarak Fil’i el yordamıyla
yokladılar. Kimi fili hortuma benzetti, kimi çuvala. Ama filin bütünüyle gövdesinin nasıl olduğunu
belirleyemediler.
Biz konuya netlik kazandırmak için Derin Devlet çeşitlerini tasnife tabi tutuyoruz. Yeryüzünde iki türlü
derin devlet vardır. Şöyle ki:
Kalıcı derin devlet,
Geçici derin devletler...
Kalıcı Derin Devlet, Siyonistlerin kurmaya çalıştıkları Gizli Dünya Devleti’dir.
Geçici derin devletler ise: Gizli dünya devletinin kurulmasını kolaylaştırmak ve önündeki engelleri
kaldırmak için ihdas edilmiş olan, ömrü kısa derin devletlerdir. Bunlar ihtiyacı karşılamak için yerine göre bir
operasyon olarak su yüzüne çıkar. Yerine göre darbeler, ihtilaller olarak kendini gösterir.
Kalıcı derin devlet, günümüzde, ABD’yi bile emri altına alacak güce erişmiştir. Bu güçlenme birinci
aşamada Kennedy cinayetleriyle kendini göstermiş, ikinci aşamada ise, ikiz kulelerin, bir tertip eseri olarak
vurulmasından sonra etkisini iki kat artırmıştır.
Bu gizli örgütlenmenin gövdesi ise bir ahtapotun kolları gibi dünyaya yayılmış olan gizli masonik
kuruluşlardır.
Kalıcı derin devletin yol haritası ise: Önce İsrail’i kurmak, sonra Büyük Ortadoğu Projesi adı altında
Arzı Mev’udu (Nil ve Fırat vadilerini) ele geçirmek, en sonunda ise ABD’yi ve AB’yi ya ilhak ederek ya da
dağıtarak kuruluşunu tamamlayıp dünyaya egemen olmaktır.
Bu gizli aksiyonların, su yüzüne nasıl ve ne şekilde çıktığı hakkında bazı çarpıcı misaller vermek
istiyorum:
1- İsrail’in kuruluşu gizli siyonist ve masonik örgütlerin, ABD ve Avrupa ülkelerine yaptığı baskı
sonunda gerçekleşmiştir.
2- Siyonistlerin bu planlarını Abdulhamid Han çok iyi bildiği için Yahudilere arazi vermeyerek İsrail’in
kuruluşuna karşı çıkmıştır.
3- Ama Yahudiler bunun üzerine, Selanik’te bir mason locası kurarak Abdülhamid Han’ı tahttan indirip
en önemli engeli ortadan kaldırmışlardır. Hatırlanacağı üzere Abdulhamid Han’ın tahttan indirilmesi
operasyonunu, saraya gelen Emanuel Karaso, paşalara direktifler vererek bizzat yönetmiştir.
4- Yine bir tertip sonunda, Osmanlı Devleti’nin Birinci Cihan Savaşı’na sokulmasında ve neticede
İmparatorluğumuzun parçalanmasında, siyonistlerin rolü büyük olmuştur.
5- İstiklal savaşımızdan sonra, aktedilen Lozan konferansında ise HayimNahum efendi ismindeki
Yahudi, bu işe bizzat burnunu sokarak, Lord Curzon’un da etkisiyle, Türkiye’nin jakobenliğe endekslenen
bir lâiklik anlayışına kayması için üzerine düşen görevi yerine getirmiştir.
6- Atatürk İstiklal savaşından hemen sonra, ülkenin ekonomik bağımsızlığına kavuşması ve siyâsi
bağımsızlığımızın böylece perçinlenmesi için Sanayi Teşvik Kanunu çıkartarak, ağır sanayi hamlesi
başlattığı halde, Atatürk’ün vefatından sonra masonlar bu hamleyi rafa kaldırarak, ülkemizin dışa bağımlı bir
ekonomiye mahkûm edilmesine sebebiyet vermişlerdir. Atatürk’ün kapattığı mason locaları İnönü tarafından
tekrar açılmamış olsaydı, onun başlattığı sanayileşme hareketi elbette başarıya ulaşacaktı.
7- Türkiye’nin kendi imkânlarıyla kalkınması Atatürk’ten sonra da engellenmeye devam etmiştir. 27
Mayıslar, 12 Martlar, 12 Eylüller ve 28 Şubatlar elbette boşuna yapılmamıştır. Bu darbe veya krizlerin ilk
planda aktörlerinin masonlarla veya siyonistlerle işbirliği hâlinde olduklarını araştırmaya lüzum yoktur. Ama
birileri kalkarak sık sık demokratik gelişmemizi, önemsiz gerekçelere dayanarak, askıya alırsa elbette ki,
dünya çapında organize olmuş bulunan, Kalıcı derin devlet mensupları, alttan alta işe karışıp, millet ve
devletimizi zaafa uğratmak için, ellerinden geleni geri koymayacaklardır.
Nitekim hemen her darbeden sonra ABD başkanları, bu işi yapanlar bizimkilerdir diyerek bu marifetin
kendilerine ait olduğunu ikrar etmişlerdir.
8- Başka bir misal: Yıl 1969–70, bizler Millî Nizam Partisi’ni kurmuştuk. Henüz teşkilatlanma
54
safhasında iken, ABD’deki Siyonistlerden bize bir kurye gelmiş. Sizin partinizin sözcüleri, masonluğu ve
siyonizmi eleştirmeye devam ederlerse, hakkınızda kapatma davası açtıracağız demişler, bizler eleştiriye
devam edince, bir aya kalmamış aleyhimize kapatma davası açılmıştır.
9- Benzeri olay Refah Partisi zamanında da cereyan etmiştir. Kanal 7’nin bir yayınını, RP’ye
malederek, Refah’ın koalisyondan çıkarılması ve parti hakkında kapatma davası açılması, masonik bir
kuruluş olan “Fransa Yüce Konseyi” tarafından 27 Mart 1997 tarihli yazı ile istenmiştir. Neticeyi
biliyorsunuz.
10. Ve nihayet Ecevit-Yılmaz-Bahçeli koalisyonunun ipinin nasıl çekildiği, Saadet Partisi’nin bir
masonun mektubuna uyularak nasıl hizip çıkarılarak bölündüğü ve AKP’nin kuruluşu sırasında ABD büyük
elçisinin evden eve giderek AKP lehine nasıl kulis yaptığı yine hepimizin malumudur.
11- Şimdi de Sayın Erdoğan, AKP için düğmeye basıldığından bahsediyor.
Kalıcı derin devlet, görüldüğü gibi, aksiyonlarına hâlâ devam ediyor. İşte Afganistan, işte Irak, işte
Sudan, işte Kırgızistan, işte Gürcistan, işte Ukrayna. Yani tehlike etrafımızda dolaşıyor. Dört taraftan
temellerimizi oyuyor.
Bu durum karşısında öyleyse ne yapmalıyız? Artık komediye dönüşen bu siyonist müdahalelere,
kesin-kes dur demeli ve milli şahsiyet ve haysiyetimize yönelen bu müdahalelere bir daha izin vermemeliyiz.
Siyasi partilerimizi, sivil toplum kuruluşlarımızı ve medyamızı seferber ederek, halkımızı, dış ve iç
müdahalelere karşı bilinçlendirmeli, şartlandırmalıyız ve fikri bir bağışıklığa kavuşturmalıyız.
Diğer taraftan, başörtüsü yasağı, İmam Hatip Okulu kapatılması gibi, iç gerilimleri derhal ortadan
kaldırarak, tıpkı istiklal harbimizde olduğu gibi sarsılmaz bir millet-devlet kaynaşması gerçekleştirerek,
milletimizi ve devletimizi bu fitneden kurtarmalıyız. 31
31
Milli Gazete /13.14 04 2005 / S. Arif Emre
55
ŞAHSİYET VE SAMİMİYET ANALİZİ
Etiket ve etkinlik sahibi bir kişinin veya ekibin, çeşitli girişim ve gayretlerinin gerçek hedefini
belirlemek… Ve neye-kime hizmet ettiklerini bilmek için; önce bunların hangi cephede olduklarının tespiti
gerekir.
Acaba:
Milli ve yerli cephede mi, yoksa hain ve kirli cephede mi?
Dış güçlerin güdümünde mi, Kuvay-ı Milliye çizgisinde mi?
Şeytani ve şerli ekipten mi, yoksa Rahmani ve insani düşüncede mi?
AB’ci ve ABD’ci mi, yoksa Avrasya’cı ve D-8’ci mi?
Kısaca: Siyonist ve emperyalist hizmetçisi mi, yoksa haysiyetli bir direnişçi ve Adil Düzenci mi?
Sorularının doğru cevabı bulunmadan, partilerin, liderlerin ve kanaat önderlerinin; sözlerindeki ve
girişimlerindeki asıl amaçlarını sezmek imkânsız gibidir.
Çünkü: “cephe”si çözülmeden “veche”si (gerçek yüzü) görülmeyecektir. Safı ve tarafı bilinmeden,
samimiyet ayarı ölçülemeyecektir.
Bir insanın veya camianın, hangi kutupta yer aldığını öğrenmek için de:
a- Ergenliğinden erişkinliğine, sürdüre geldiği hayat serüveni; söylemleriyle eylemleri arasındaki
tutarlılık seviyesi.
b- Masonik ve münafık merkezlerin bu kişi veya ekibe karşı olumlu veya olumsuz tepkisi dikkate
alınarak, uygun bir tespit ve teşhis yapılabilir.
Böyle bir tespit yapıldıktan ve hangi safta oldukları, aşağı-yukarı anlaşıldıktan sonra: Onların safına ve
sıfatına uygun düşmeyen bazı görüş ve girişimlerini; aksine yorumlamak ve kendi konumuna ve karakter
yapısına uygun siyaset ve stratejiler aramak gerekir. Yani hain cephedeki dış güdümlü şahsiyet ve
hareketlerin, bazı hayırlı ve yararlı çıkışlarında bir aldatma ve art niyet.
Milli cephedeki kişi ve ekiplerin bazı zararlı ve tutarsız görünen tavırlarında ise; yine bir mazeret ve
siyaset aramak kaçınılmaz hale gelir.
Bu arada; tarihi devrim ve değişim öncülerinin, büyük ve kalıcı neticelere ulaşmak için, bazı küçük ve
geçici tavizler vermekten ve bu yüzden tenkit edilmekten de çekinmedikleri bilinmelidir.
İşte bütün bu gerçekler ve gerekçeler ışığında; Dış güçlerin ve Siyonist çevrelerin güdümünde
olduğunu fark ettiğimiz Fetullah Gülen’in zahiren İslami ve insani amaçlı görünen faaliyet ve fikirlerinin
arkasında bir “sinsi” lik…
Bülent ve Rahşan Ecevit’lerin misyonerlik ve Musul gayretlerin ardında bir “hin” lik…
AKP’nin AB şövalyeliğinde ve demokrasi havariliğinde bir “hain” lik aramamız ve bunlara kuşkuyla
bakmamız tabiidir.
Bunlara karşılık;
Mustafa Kemal’in dönmelerle münasebetlerinde ve devrim girişimlerinde…
Rahmetli Türkeş’in Ermeni ve Musevi liderleriyle görüşmelerinde…
Deniz Baykal’ın Amerika’nın ve amigosu olan Medya’nın desteklediği Sarıgül’e karşı mücadelesinde…
Refah-Yol hükümetinin Türkiye-İsrail ilişkilerinde ise; yerli çıkarları korumaya ve milli amaçlara
kavuşmaya yönelik taktik, stratejik ve politik hedefler gözetildiği düşünülmelidir.
Çünkü her ne kadar, ilk bakışta yanlış ve yakışıksız gibi görünse de aslında bu gelişmelerin; ülkeye ve
millete nefes aldırdığı, zaman kazandırdığı ve düşman güçleri oyaladığı sezilmektedir.
İşte, Kaderin;
“Yeni bir Barış ve Bereket Medeniyetinin merkezi olacak Anadolu arsasındaki Osmanlı enkazını
temizlemek ve Türkiye’nin tapusunu Müslüman Türklerin elinde muhafaza etmek” gibi bir misyon yüklediği
Mustafa Kemal’in
Büyük bir diplomasi dehasıyla “Anadolu Siyon Devletini oluşturmak ve kendi emelleri doğrultusunda
56
kullanmak” isteyen Dış Siyonist güçler ve içteki sabataist çevrelere bir müddet yakın ve yatkın davranarak ve
onların gaye ve girişimlerine hizmet ediyor tavrı takınarak, sınırları belli ve Milli bir Türkiye Cumhuriyeti’ni
kurması ve adım adım ülkeyi bu şeytani tuzaklardan kurtarıp, hayatını da riske atarak Mason Localarını
kapatması,
Aslında milli ve haysiyetli düşünce sahibi bir şahsiyetin, bazı kirli ve çetrefilli ilişkilere, hangi maksatla
girdiğinin güzel bir örneğidir.
Ve yine Alparslan Türkeş’in:
1-Refah Partisiyle seçim ittifakına yanaşması:
 Hem “Kürtçü İslamcı” yaftası yapıştırılan Refah Partisinin
 Hem de “Irkçı kafatasçı” damgası vurulan Milliyetçi Hareket Partisinin, kısmen de olsa bu
çıbanlardan arınmasına yol açmıştır.
 Her iki parti de, bu seçim ittifakından oy kaybederek yani zararlı çıkmış, ama bu ittifaktan Türkiye
kazanmış ve yararlı çıkmıştır. Çünkü yeni bir Kuvay-ı Milliye’nin temelleri atılmıştır.
2-Yine Türkeş’in:
Tabanının tepkisine ve psikolojisine ve partisinin politika ve prensiplerine tamamen ters bir tavırla
dönemin Musevi Cemaati Lideri Daid Aseo ve Ermenistan Başbakanıyla açıkça görüşmeler yapması:
 Hem zahiren kirli ve gayri milli cepheyle özdeşleşen ismini feda ederek, muhafazakâr ve vatansever
oyları Refah’a yönlendirmiş
 Hem de Milliyetçi Hareket’in perde arkasında hangi merkezlerce yozlaştırılmaya çalışıldığına dikkat
çekmiştir.
Biz’de, Türkeş’in bütün bunları bilerek yaptığı kanaati baskındır. Çünkü bu tür girişimlerin sonuçta kime
yarar, kime zarar vereceğini hesap edemeyecek bir şahsiyet değildir.
Vefatından sonra oğlu ve hanımı dâhil tüm yakınlarının maalesef partiden dışlanması ve sadece
hatırasının ve mezarının istismar aracı yapılması da, O’nun milli amaçlı gayretlerinin, hıyanet cephesince
fark edildiğini ve bir nevi intikama girişildiğini göstermektedir.
Refah-Yol Hükümetinin İsrail’le tank ve uçakların modernizasyonuyla ilgili yaptığı askeri anlaşmaya
gelince;
1-Her şeyden önce, asla unutulmasın ki, silah ve savunma sistemlerimizin tamamı, zaten ve maalesef
ABD yapımıdır… Daha doğrusu, ABD’nin demode olduğundan devre dışı bıraktığı teknoloji artığıdır. Yani
Türkiye Amerika’ya bağımlı kılınmıştır. İsrail ise, gizli ve gerçek Amerika’dır. Bu iki ülkeyi ayrı düşünmek,
saflıktır.
2-Bazı silahların, tankların ve F-16’ların bakım ve yenilenmesi mutlaka lazımdır. Ama bunların Amerika
yerine İsrail’den yapılması çok daha ucuza mal olmaktadır. Belki de, ABD Türkiye’yi kasıtlı olarak İsrail’e
yönlendirip yollamaktadır.
3-İsrail’in Türkiye’nin tank ve uçaklarını daha ucuza modernize etmesinin sebeplerine gelince:
a-Nefretini kazandığı İslam ülkelerinin ortasında kurulan İsrail, böylece “Türkiye dostum ve
müttefikimdir” mesajını vermeye çalışmaktaydı.
b-Şu anda ABD ve İsrail’de bulunmayan, bunların elindeki konvansiyonel ve nükleer yönden korkunç
üstünlüğü boşa çıkaracak olan ve yalnız Türkiye’nin geliştirdiği yeni ve çok etkili teknolojilere ulaşma
amacıda önemli yer tutmaktadır.
Bu anlaşma ile Refah-Yol hükümeti
 Hem bazı acil sistemleri İsrail’e ucuza yaptırdı…
 İsrail’in silah ve savunma konusundaki bilgi, birikim ve becerisini saptamaya çalıştı…
 Hem de İsrail’i boş umutlarla avutup oyaladı…
İsrail ise, bu anlaşma ile geçici bir propaganda fırsatı ve psikolojik üstünlük sağladı…
Ve zaten sadece bir tarafın karlı çıkacağı bir stratejik anlaşma imkânsızdı. Önemli olan hangi tarafın
sonuçta daha kazançlı çıkacağıydı... Çünkü dış politika, kılıç ve karate gibi değil, satranç gibi
57
oynanmaktaydı…
Bir de, “Milli çıkarları koruyor” görüntüsü veren AKP’nin art niyetine ve acziyetine bir örnek
verelim:
Bilindiği gibi AKP Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, BM. Genel Sekreteri Kofi Annan’a bir mektup yazıp,
isim bile vermeye cesaret edemeden, dolaylı biçimde Barzani ve Talabani’yi şikâyet etti. Kerkük’ün
Kürtleştirme girişimlerine, güya dikkatleri çekti.!?
İyi de, adama sormazlar mı:?
1- Bu BM ve Kofi Annan denen kukla adam, Amerika’nın haksız ve pervasız Irak işgaline ve işlediği
ahlaksız cinayet ve işkencelere engel olabildi mi?.. Hayır…
2- Ve yine, bu Kürtleri kışkırtıp kullanan ve Kerkük başkentli bir Kürdistan’ı adım adım kurdurtan bu
vahşi aygır Amerika’yı Irak’a Sn. Abdullah Gül’ün partisi ve hükümeti davul zurna ile davet etmedi mi? Evet…
3- Bunlar yetmiyormuş gibi, Başbakan sanılan Sn. Recep T. Erdoğan Kıbrıs’ı feda etmek ve AB’ye
kapıcılık karşılığı fidye vermek üzere, Kofi Annan’la görüşmek için Davos’a gitti mi? Evet…
Öyle ise, Abdullah Gül’ün Kofi Annan’a mektup yazıp Kuzey Irak Kürt liderlerini şikâyet etmesi:
Acaba;
“Ahmak mahkumun, hakim yerine zavallı jandarmaya yalvarması” mı dır? Yoksa:
“Azgın katıra gücü yetmeyen Don Kişot’un, palanına saldırması” mı dır?..
AKP, tarımdan teknolojiye, sanayiden istihdam ve üretime, ülke ekonomisini de iflasın eşiğine
taşımıştır. Kendi teşkilatı ve tabanı dahil tüm halkımızı her konuda aldatmış ve hayal kırıklığına uğratmıştır..
İş başına geldiğinde 200 milyar dolar olan dış borcumuz şimdi 350 milyar dolara ulaşmıştır.
Vergi daha önceki hükümet döneminde fakir kesimden % 48 zenginlerden % 62 oranında alınırken,
şimdi fakir kesimden % 70 zenginlerden % 30 alınmaktadır.
Türkiye yabancıların “sıcak para” cennetine çevrilmiştir. Kâğıt üzerinde canlı gibi gösterilen ekonomi ve
düşük enflasyon bu yüzdendir. Diyelim ki;
1-Ocak-2003’te Türkiye’ye 1000 doları bozdurup aldığı 150 milyonu bankaya koyan bir rantiyecinin
parası bir yıl sonra 200 milyon olmaktadır. Bu 200 milyonu; kısa bir borsa hilesi ve dolar düşmesi sırasında
1350 TL’den tekrar dolar satın alan bu adamın dolar üzerinden net Karı % 30 civarındadır. Oysa böyle yağlı
bir karı, Japonya’da 150 yılda, Amerika’da 100 yılda, Avrupa’da 50 yılda kazanma şansı vardır…
İşte AKP iktidarını, bir yılda yaklaşık bu yolla 40 milyar dolar kazanan Siyonist sermaye ayakta
tutmaktadır. Bu sıcak para patronlarının, bir risk ortamında, Türkiye’yi terk etmesi durumunda, bütün
ekonomik dengeler çöküp yıkılacak ve AKP dağılacaktır.
İç borçlarımızda korkunç şekilde artmış artmıştır. AKP 149 katrilyon olarak devraldığı iç borcu 2 yılda
230 katrilyona çıkarmıştır.
Yatırıma ve kalkınmaya harcanmadığına göre bu iç ve dış borçların nerelere aktarıldığı da ayrı bir
muammadır. İşçi, memur, emekli ve hele köylü çiftçi perişandır.
Örneğin: Tarım ve hayvancılık yöresi olan Erzurum, AKP’ye % 57 oranında oy vermiş ve sorunlarını
çözer diye umutlanmıştır.
Oysa AKP’liler şimdi çiftçilere “gözünüzü toprak doyursun… Bütün Türkiye çalışıp sizi mi besleyecek!”
demekten utanmamıştır.
Yeri gelmişken bir hatırlatmada bulunalım ve soralım:
Bir AKP milletvekilinin, Amerika ziyaretinde üst düzey bir Yahudi Lobisi temsilcisinin kendisine:
“Erbakan’ı siyaseten öldürdük ve resmen gömdük… Ama yetmez, üzerine beton dökmemiz gerekir!..”
söylediği basına yansıdı, konuşulup yazıldı.
Peki;
Partisi % 2’lere indirilmiş kendisine siyasi yasak getirilmiş ve ev hapsine mahkûm edilmiş 78 yaşındaki
bir liderden, bütün dünyayı avucunda oynatan bu Siyonist merkezler hala niye bu denli korkmakta ve
kurtulmaya çalışmaktadır?
58
1-Ya bu Yahudi Lobileri, hayali bir Erbakan saplantısı içindedir ve asılsız bir kabus rüyası görüp
boşuna telaş ve tedirginlik göstermektedir!..
2-Ya da Erbakan;
a-Hem onların şeytani yapılanmalarını ve Siyonist planlarını en iyi bilendir
b- Hem zulüm ve sömürü sistemlerine alternatif proje ve programları hazırlayan ve adım adım
uygulayan tek kişidir.
c- Ve de Erbakan’ı ve O’nun insani-İslami inkılâbını önlemekten aciz ve çaresiz kaldıklarını itiraf ve
ifadesidir.
Hatırlanacağı gibi 10-Aralık-2004’teki Masonların 96. yıldönümü kutlamalarına özellikle şu iki
kişinin katılması dikkat çekmişti:
Birisi AKP’li İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş
Diğeri, AKP’li Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan…
Kadir Topbaş, Nakşî halifesi olan bir aileden
A.Misbah Demircan ise medyatik meşhur ilahiyatçı Ali Rıza Demircan’ın oğlu ve Mafya kabadayısı
Sultan Demircan’ın yeğeni…
İşte, hem tarikatçı, hem ilahiyatçı, hem mafyacı, hem AKP’Lİ Belediye Başkanları… Masonların
muhterem misafiri.!?
Ve başka bir münafıklık misali:
İçerisinde samimi ve seviyeli yazarlarında bulunmasına rağmen, Abdurahman Dilipak tutarsızlarında
bulunduğu, Akit Gazetesi “Kara Kitap-Kesintisiz Cinayet” diye bastırdığı bir hazırlığı okurlarına bedava
dağıtmıştı. Bu kitabın sonuna fotoğraflı bir liste ekleyip: Kesintisiz 8 yıllık eğitim kanun teklifine evet diyen
milletvekilleri şunlardır: Bunları asla unutmayın ve oylarınızla cezalandırın” diye kutsal! bir çağrıda
bulunmuşlardı.
Bu lanetlenen milletvekilleri içinde Erkan Mumcu, Murat Başeskioğlu ve Köksal Toptan da
bulunmaktaydı…
Ama aynı isimler daha sonra AKP’nin hem kurucuları, hem de kurmayları hem bakanları arasındaydı…
Ama Akit ve Abdurrahman Dilipak bu kutsal uyarıları önce kendileri tepeleyip, AKP’ye destek
çıkmışlardı… Ve daha da ilginci, AB’nin AKP’ye müzakere tarihi vermesini, Akit Gazetesi, büyük bir zafer
havası içinde manşete taşımış ve “Hayırlı Olsun” çığlıkları atmıştı…
Aynı kitabın 511. sayfasında 19-Ağustos–1977 tarihli Yeni Şafak’tan Ahmet Taşgetiren’in bir yazısı da
yer alıp “Aleviliğin resmi devlet mezhebi haline getirilme” tehlikesine dikkat çekilmiş, bu gaflete düşen devlet
ve hükümet yetkilileri işaret ve ikaz edilmişti..
Şimdi yine “ Kürtlere özgürlük, Alevilere azınlık” statüsü vermeyi taahhüt eden AKP’ye aynı gazete ve
yazarların nasıl sahip çıktığını ve hıyanetlerine hikmet uydurmaya çalıştığını ibretle seyretmekteyiz…
İşte size Taha Akyol’un bir yazısı ve ayar aynası:
Komplo ve Siyonizm!
(Yani Siyonizm diye bir tehlike yokmuş!)
SİYONİZM sadece Filistinlilerin değil, bütün insanlığın düşmanıdır. İsrail işgal ettiği Filistin topraklarıyla
yetinmeyecektir.
Yahudilerin "beş bin yıllık" amacı "Nil'den Fırat'a kadar" bütün topraklar üzerinde "Siyon imparatorluğu"
veya "Büyük İsrail" denilen egemenliği kurmaktır...
Bunun içindir ki, GAP bölgesinde büyük topraklar satın alıyorlar.
Yasir Arafat, hayattayken, bu "gizli harita"yı ifşa etmişti; belge, İsrail'in bastığı madeni bir paranın
üstündeki resimdi.
MİLATTAN sonra 37 yılında Kral Mattathias Atigonus bir madeni para bastırmıştı; üstünde yedi kollu
Yahudi şamdanı resmedilmişti.
İki bin yıla yakın bir zaman geçtikten sonra bu antik para bulundu, çeşitli müzelerde var, biri de "İsrail
59
müzesi"ndedir.
Geçen uzun zaman içinde para deforme olmuş, kenarlarından kırılarak yamuk bir şekil almıştı.
1989 yılında İsrail'in madeni paraya bastığı resim, bu antik paranın resmiydi. 'Belge' buydu. Yasir Arafat, bu
antik paranın resminin "Nil'den Fırat'a kadar gizli İsrail haritası" olduğuna hükmetmişti. Arap basını antik
parayı haritaya yerleştirerek "Nil'den Fırat'a İsrail" in sınırlarını gösterdi. Gerçekten Sina Yarımadası'nı alarak
Nil'den başlıyor, Bağdat'ı alarak Fırat Nehri'ne ulaşıyordu. (Daniel Pipes, The Hidden Hand, sf. 52)
Merak etmeyin, gizli haritanın sınırı bizim Güneydoğu sınırlarımızın çok aşağısından geçiyor!
KOMPLO teorileri böyledir. Mistik, bâtınî bir duyguyla insanı sürükler. Kaba bir mantık tutarlılığı da
vardır ama gerçekçi ve analitik değildir.
Benim bu yazımın ilk bölümü tamamen saçmadır ve komplo mantığını göstermek için kaleme
alınmıştır.32
İşte bay Taha Akyol’a göre:
1- “Siyonizm” diye bir tehdit ve tehlike yoktur.
2- İsrail ve ABD, ufak tefek sorunlara rağmen Türkiye’nin en sadık dostudur.
3- “Büyük İsrail Hedefi” “ABD’nin Dünya Hakimiyeti” gibi iddialar sadece birer komplodur.
4-Böyle saçma senaryolar ve hayali kuruntular, stratejik dostumuz ABD’ye ve sadık komşumuz İsrail’e
karşı gereksiz bir kin oluşturur!
Şimdi, ciddi cesaretli ve haysiyetli gavurcuklar bile “Siyonizm’in dünyayı tehdit ettiğine, belgeler ve
tarihi bilgilerle dikkat çekerken ve artık İlkokul çocukları bile, TV. Lerden izledikleri vahşet ve dehşetler
karşısında ABD ve İsrail’in sinsi düşman olduğunu fark ederken, Taha Akyol’un bütün bunları “komplo teorisi
ve hayal üretisi” göstermesi, Onun, aynı güçler ve çevrelerce kiralanıp görevlendirildiğinin bir göstergesi mi
dir?
32
Milliyet / 10 03 2005 / Taha Akyol
60
ASKER VE ASALET!
Sesar gibi düşünce kuruluşlarının hem Milli ve ilmi, hem de haysiyetli ve cesaretli raporlarını dikkatle
takip ve takdir ediyoruz. Emeği geçenlere teşekkür ve tebriklerimizi iletiyoruz.
Teşhis (Hastalığı yapan virüsler ve yozlaşmanın temel sebepleri) ve tedavi konusunda gerekli
reçeteler, yeterli çözüm ve çareler ortaya koyulmasa da; Siyasi, askeri ve iktisadi sıkıntı ve sarsıntılarımızın
doğru “tespit”lerini, onurlu “tenkit”lerini… ve herkesin gerçek ayarını ve tarafını göstermeye mecbur edecek
şuurlu “teklif”lerini beğeniyoruz ve destekliyoruz…
Bu arada, zamanla mafya babalığına, hatta bar-pavyon kabadayılığına düşmüş… Veya ANAP, DYP ve
AKP’de masonların ganimet tuzağına üşümüş… Davasını ve dostlarını küstürmüş döküntülerle, ülkücüleri
biri biriyle karıştırmamaya gösterdikleri özene saygı duyduğumuz kadar… Bünyeye ittibak edemeyen çıban
misali kuruyup dökülen ve dönekleşen AKP’lileri… İslamcılık istismarıyla Amerika’ya diz çöken entelleri, hala
satır aralarında, Erbakan’la ve Milli Görüşle özdeşleştirmeyi de, yanlış ve haksız buluyoruz.
Kuvayı Milliye ruhuna, her zamankinden çok daha muhtaç olduğumuz böylesine kritik bir aşamada,
artık bazı ön yargılardan ve kör saplantılardan kurtulmamız, sapla samanı biri birinden ayırmamız,
gerektiğine inanıyoruz.
Milli sorunlarımız ve sorumluluklarımız konusunda danışmaya ve dayanışmaya mecbur olduğumuz bir
ortamda; En azından bütün hain ve zalim güçler ve içimizdeki işbirlikçilerce, sürekli hedef alınmış,
yıpratılmaya ve devre dışı bırakılmaya çalışılmış Erbakan gibi beyin ve birikimlere sahip çıkılmasını ve saygı
duyulmasını, Milli şuur ve vicdanın bir gereği ve göstergesi olarak değerlendiriyoruz.
Ve yine yeri gelmişken şunu da söyleyelim: Sürekli olumsuzlukları ve sadece lüzumsuzlukları
anlatmak; umutsuzlukları koyulaştırır ve hain güçlerin işini kolaylaştırır.
Elbette, durumun vahametini ve yaklaşan tehlikeleri haykırmak ve hala vicdanı ölmemiş olanları
uyarmak lazımdır.
Ancak, bunun yanında, onurlu ve olumlu gelişmeleri ve aziz Milletimizin bütün tarihi büyük değişim ve
devrimleri, hep böyle en zayıf ve en sahipsiz zannedildikleri dönemlerde gerçekleştirdiğini de vurgulamalı,
Milli heyecanımızı ve hıncımızı diri tutmalıdır.
Çünkü ortak ümidin, himmet ve cesaret dirliğine, bunun da gaye ve gayret birliğine yol açacağına ve
sonunda Milli muvaffakiyet kapılarını aralayacağına güveniyoruz.
Bu kadar girişten sonra; Ordumuzla ilgili, çok değerli ve dengeli tespit ve tenkitleri içeren raporu, bir
takım cümle düşüklüklerini ve imla hatalarını düzelterek ve hoş karşılanacağını umduğumuz, parantez içinde
bazı açıklayıcı ifadeler de ekleyerek, kıymetli okurlarımızın istifadesine sunuyoruz:
Strateji’nin kökeninde yer alan “Strategem” Çin’de “generallerin işi” anlamına gelir. Bizde ise strateji;
yabancı generallerin ürettiğini halka “küresel düzen” olarak pazarlayan sivillerin cirit oynadığı başıboş bir
alana dönüşmüştür. Yabancı generallerin boş bulduğu bu alanı acaba kim boşalttı?
Türk Silahlı Kuvvetleri'ni izlerken kendimizi; karın ağrısı çekerken dışarıya belli etmemeye çalışıp,
sürekli gülümseyen bir adamı izliyormuş hissine kapılıyoruz.
Aslında Türkiye'deki her kurumun yaşadığı ve genelinde toplumun yaşadığı sancının; konu Türk Silahlı
Kuvvetleri olunca artık iyice sırıtmaya başladığını ve TSK'nın bu sancıyı gizlemek ve içine düştüğü çelişkileri
örtmekte gittikçe zorlandığını gözlemliyoruz.
Analizimize başlamadan önce;
Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ'un bir basın toplantısında sarf ettiği şu cümleyi hep beraber
tekrar okuyalım.
"Türkiye Cumhuriyeti üniter bir devlettir. Üniter devlet, ülke, millet ve egemenlik unsurları ve keza
yasama, yürütme ve yargı organları bakımından teklik özelliği gösteren devlet olarak tanımlanır. Buna göre,
üniter devlette tek bir ülke, tek bir egemenlik ve tek bir millet vardır. Bu kapsamda, Anayasamızın
değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilmeyecek olan 3. maddesinde yer alan, Türkiye'nin üniter devlet
61
yapısını tartışmaya açmak Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından tasvip edilemez."
Kurumsal sancının bütün özellikleri bu cümlede gizli. Bir yanda; varlık nedeni olan kavramsal çerçeveyi
net bir şekilde ortaya koyuyor, ama diğer tarafta, varlık nedeni olan kavramsal çerçevenin tartışmaya
açılmasına karşı tepkisini: "tasvip etmemek" gibi suya sabuna dokunmayan; "entellektüel bir karşı duruş" ile
ifade ediyor.
"Varlık nedeni "'nin "entellektüel karşı duruş"la korunamayacağını; sürekli "Atatürk"ten söz eden bir
kuruma bizim hatırlatmamız kadar abes bir şey olamaz. Ancak Türk Silahlı Kuvvetleri'nin bu günlerde
hafızasını, reflekslerini ve muhakeme yeteneğini ciddi anlamda hasara uğratan bir sancı yaşadığı gözleniyor.
Tarihin en kapsamlı emperyal saldırı dalgası ile karşı karşıya kalan bir milletin; MİLLİ BİR ORDUYA,
esas şimdi ihtiyacı vardır ve bu ordunun doktrininden, silah sistemine; beyin yapısından duruşuna kadar her
haliyle MİLLİ ve en önemlisi TUTARLI ve DİRAYETLİ olması gerekiyor…
17 Aralık Suskunluğu ve "Her şeyi Bizden Bekliyorlar" Yargısının Yersizliği
Hangi paşamızla konuşsak sürekli şu tarz bir tepki alıyoruz : "sürekli bizden bir şey bekliyorsunuz, ama
toplum ne yapıyor?" Bu cümle ile karşı karşıya kaldığımızda kendi hafızamızdan şüphe duymaya başlıyoruz:
Acaba;
 Emin Çölaşan gibi yazarlar bile Türk Silahlı Kuvvetleri'ni eleştirirken; bu yazıları, rüyalarında görüp
mü yazıyorlar; yoksa kendilerine gelen okur baskısı bir noktada onları da mı etkiliyor..?!
 Fikret Bila gibi; Ankara'da hem sivil,hem askeri bürokrasi ile çok yakın temasları olan, diplomatik
üsluplu yazarlar bile, diplomasi sınırlarını zorlayıp, "Anayasal kurumları" tavır almaya çağıran yazılar
yazarken bunları hangi tabansal tepkiden dolayı yazıyorlar..?!
 Bu ülkede onlarca sivil toplum örgütü; ülkenin federal bir kaosa sürüklenmesine karşı çıkarken,
seslerini ele geçirilmiş medya üzerinden duyurmak için çırpınmaları yetmiyor; tutup bir de canlı
yayınlarda rapor yırtmaya başlıyorlar...?!
 Ülkü ocaklarından; AKUT'a, (Milli Gençlik Vakfından Sendikalara) kadar her yelpazeden ekip, "ne
oluyoruz", "haddinizi bilin", "sabrımız taşıyor" mesajları yayınlıyor...
Ve biz bütün bunları hayal mi ediyoruz diye düşünmeden edemiyoruz.
Tabi bir de; Fikret Bila'nın çok doğru bir şekilde adını koyduğu ve Genelkurmay Başkanı'nın "17
Aralığa kadar hiç kimsenin hata yapmaması lazım" ifadesi ile özdeşleşen; "17 Aralık suskunluğu" mevcut.
Atatürk'ü bırakın benimsemeyi; onunla ilgili üç satır okuyup az buçuk saygı duyan bir entellektüelin
bile; sırf Brüksel bürokrasisini kızdırmamak için, kalkıp milli çıkarlar lehine duruş sergilemeyi "hata" ile
özdeşleştirmesi mümkün değildir. Eğer bir asker bunu yapıyorsa; ortada sadece bir yanlış muhakeme ile
açıklanamayacak bir bağırsak düğümlenmesi var demektir.
Bu bağırsak düğümlenmesinin çözümlenmesi; sürekli sancı çeken bir kurumun ülke adına iyileşmesi
için, her geçen gün daha da acilleşen bir sorun haline geldiği kesindir.
TSK'nın da İtiraf Edemediği Şeyler Olduğunu düşünmeyi bile tehlikeli buluyoruz:
Dört şeye ihtimal vermek istemiyoruz:
a-Türk Silahlı Kuvvetleri'nin; birileri tarafından dayatılmak istenen ve AKP kadrolarının taşeronluğunu
üstlendiği "federal ve ileride parçalarına ayrıştırılacak Türkiye projesini" kabul ettiğini, fakat bunu topluma ve
evlatlarını şehit veren annelere itiraf edemediğini…
b-Türk Silahlı Kuvvetleri'nin; küresel güçlerin "yeni dünya düzeni" projesini benimsediğini ve bu
çerçevede silah sistemlerinden doktrinlerine kadar, bu projenin taşeronu olmayı kabul ettiğini…
c-Bütün bunları kabul etmese bile; kendisinde bağımsız hareket edecek özgüveni ve cesareti
kaybettiğini…
d-Bütün bunları kabul etmeyip gerekli insiyatife sahip olsa bile; elinin kolunun, küresel destekli Recep
Tayyip Erdoğan ve kadroları tarafından bir şekilde bağlanıp engellediğini…
Bugüne kadar Türk Milleti'ne sürekli güven veren; her fırsatta "Atatürk Milliyetçiliği"nden söz eden,
ülkenin bağımsızlığını ve bekaasını varlık nedeni olarak açıklayan bir yapı için, evet yukarıdaki ihtimalleri
62
düşünmek bile istemiyoruz.
Bu durumda karşımızda yapılabilecek tek bir seçenek kalıyor:
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin duruşu ile ilgili toplumun her kesiminden yükselen seslerin kaynağı olan
mevcut çelişkilerinin haritasını çıkarmak ve elimizden geldiğince analiz etmek:
Bir Askerin Eli Niye Silahına Gitmez?
Herhangi bir insanın çelişkisi; iddiaları ile yaptıkları ve yapmadıklarının karşılaştırması ile ölçülür. Ve
eğer söz konusu bir asker ise; ülkesi adına söylemleri ile ülkesi adına eylemleri ve eylemsizlikleri, bu çelişki
haritasının da ana hatlarını ortaya koyacaktır.
Bu çerçevede son dönemde askerin hangi durumlarda silahına davranmadığının (yani kurumsal
gücünün caydırıcılığını kullanmadığının) bir kaç örneğini önümüze koyalım:
a-İskenderun limanından Mardin'e bütün ülke ABD işgal güçlerinin lojistik merkezi haline gelip; ülkede
her bir yandan buna karşı feryatlar yükselirken; milletin gözünün içine baka baka; "ne yapalım, İskenderun
limanı valinin kontrolünde" derken...
b-İskenderun limanından dışarı silahlı çıkmak isteyen ABD askerlerini durdurup, üstlerini arayan
binbaşısının görev yerini değiştirecek kadar, bırakın milletine, kendi personeline dahi güven veremeyen
talihsiz tavırlar sergilenirken…
c-Süleymaniye'de 11 askerinin başına çuval geçirildikten sonra bu müttefikine en ufak bir tepki
koymadığı ve karşılığını vermediği gibi, üstelik ilişkilerini sürdüren ve en önemlisi zedelenen onurunun
intikamını almayı düşünmeyen... ( Bu konuda; sularını ihlal eden İngilizleri elleri bağlı kameraların önünde
dolaştırıp dünyaya teşhir eden İran bir molla rejimidir ama şahsiyetli bir molla rejimidir)
d-ABD Telafer'de Türkiye'nin müttefiki ve soydaşı mazlum Türkmenleri bombalarken; ABD'nin "sadık"
müttefiki olarak sesini çıkarmayan ve endişelerini bile dile getirmeyen…
e-Ve üstüne üstlük; NATO tatbikatlarında spor ödülü kazanan Özel Kuvvetleri, hala bir başarı hikayesi
olarak; Türk Silahlı Kuvvetleri'ne yönelik en derin saldırıyı gerçekleştiren medyaya servis eden...
Dikkat ederseniz örneklerimizi; sadece askeri ve güvenlik konuları ile sınırlı tuttuk ki, "ne o, TSK'yı
demokrasiye müdahale etmeye mi çağırıyorsunuz gibi" ebleh eleştirilere maruz kalmayalım.
Şimdi ise TSK'nin bağırsak düğümlenmesini sistematik olarak ortaya koymaya çalışalım:
SESAR olarak TSK'nın içine düştüğü çelişkiler yumağını dört ana kategoride değerlendiriyoruz :
a- Toplumsal yozlaşmalar
b- Teknik / Sermayesel sıkıntılar
c- Doktrinel saplantılar
e- Müttefiksel hatalar ve tek taraflı aşklar
Toplumsal (yozlaşmalar):
Toplumun geçirdiği değişim; ister istemez TSK'yı da etkiliyor. Milletin her katmanında yaşanan
hedefsizlik ve kaba bir tabirle "gemisini kurtaran kaptan" anlayışı ister istemez, bu toplumla içiçe yaşayan
kadroları da etkilemeye başlıyor ve karşınıza:
Askeri liseden başlayarak üstün idealler ve ülke adına yetiştirilen bir beynin; teğmen tazeliği ile atıldığı
hayatta; ideallerini asla uygulayamacağı ve kendisinin onda biri kadar ülke adına kaygı duymayan bir
topluma karşı kendini "kraldan çok kralcı" hissetmeye başlayan bir subay tipi çıkıyor.
Bu noktada; karakter yapısına göre bir subayın gidebileceği beş yol bulunuyor:
a- Toplumun hedefsizliğine ayak uydurup; ailesini geçindirmekten ve kendisine verilen görevleri şu ya
da bu şekilde tamamlamaktan sonra "Renault" arabasına binerek, rahat yuvasına gitmekten başka bir işlevi
olmayan iyiniyetli “sıradan bürokrat” olmak
b- "Görevini en iyi yapan, ülkesini en çok sevendir" cümlesinin arkasındaki tuzağın farkına varmadan;
NATO adına çalışırken bile kutsal görevini üstün bir şekilde yaptığını düşünerek, sonra "bu müttefiklerimiz
bize niye böyle davranıyor" sorusunu bir türlü çözümleyemeyen ve bu çelişkiyi kafasında arka plana iterek
çalışmaya devam eden, “üstün başarılı kurumsal bürokrat” olmak...
63
c- Karşısındaki resmi doğru okuyup; ülkesi adına dengeleri tutturmaya çalışan ve en azından Türkiye
adına sıkı müzakere edip sorgulayarak ve ataletleşen bir yapı içinde milleti adına diri ve dinamik kalmaya
çalışarak “onurlu bürokrat” olmak
d- Karşısındaki resmi doğru okuyup; "başarıya ve terfiye" giden yolun hangi dengeleri nasıl gözeterek
yapılacağını çok iyi kavrayan ve buna göre hareket etmeye başlayan "akıllı" bürokrat olmak...
e- Üzerindeki üniformanın temsil ettiği ulvi değerler ile, içinde yaşadığı toplumun laçkalaşmış yapısı
arasındaki dengeyi tutturamayıp; çok fazla temas ettiği sivil sektördeki şartların cazibesine kapılarak,
"lojmanda şüpheli intihar", "bir trilyonu olan yarbay" gibi gazete haberlerine konu olma yolunda hızla ilerleyen
"yoldan çıkmış bürokrat" olmak..
f- Üzerindeki üniformanın tarihsel ağırlığı ve misyonu ile içinde bulunduğu eli kolu bağlanmış durumu
arasındaki çelişkiyi çözümleyemeyip; kurum içinde kemikleşen veya istifa ederek kurum dışında kemikleşen
ASKER olmak...
İnsanları seçtikleri yollardan dolayı yargılamak bize düşmez. Fakat bu yolları seçenlerin dağılımı bir
kurumun duruşunu etkilemeye başladığında ve bu kurumun ülke adına duruşuna eleştiriler yağmaya ve
yıpratılmaya çalışıldığında; sorun "kişisel tercih" olmaktan çıkar.
Teknik/Sermayesel sıkıntılar:
1950'den bu yana teknik olarak tamamen batı kaynaklarıyla ve NATO şemsiyesi altında silahlandırılan
(daha tarihsel bir yaklaşım Türk ordusunun batı bağımlılığını çok daha öncelere çekebilir tabi) ve
tatbikatlarından talimnamelerine kadar müttefikleri ile uyumlu bir gelişme çizgisinde yol alan bir ordunun, bir
anda bu bağlardan kurtulmasını beklemek, elbette romantizm olur.
Fakat "müttefik" bildiklerinin düğmesine bastığı planların bir ucunda; Türkiye'nin parçalanmış halini çok
net bir şekilde gören bir ordunun da en azından bu yönde gerçekçi, inandırıcı ve kalıcı adımlar atması
gerekir.
"Milli Gemi" gibi projelerin varlığını veya diğer iyi niyetli çabaları, yetersiz bulmamıza rağmen, göz ardı
ediyor değiliz; çelişkili bulduğumuz; bağımsız silah sistemleri kurma yolunda, en azından iyi niyet ve gayrete
sahip olan bir yapının; Türkiye'nin, bu bağımsızlığı garantileyecek sermaye, altyapı ve kaynak haritası tek tek
yabancıların eline geçerken, durup kenarda seyretmesidir.
Bu noktada en klasik örneklerden bir tanesi; "bağımsız" bir iletişim sistemi kuracağım diye yola
çıkarak, askeri iletişim sistemini Türk Telekom'dan komple bağımsız hale getiren TSK'nın, 8 milyar dolar
harcadığı bu projenin 6 milyar dolarını NATO fonları ile karşılamasıdır. Kendi ülkesinin altyapısından
"bağımsızlaşırken", NATO'nun altyapısının uzantısı ve bağımlısı haline dönüşmek; traji-komik bir bağımsızlık
hikâyesi değilmidir?
Daha da vahimi; elinde OYAK gibi devasa bir alım ve finans gücü bulunan bir yapının; bu yapıyı, ülke
adına bağımsız dinamikler yaratmak için kullanmak konusunda hayli tereddütlü olduğu gözükmektedir.
Bunun nedeni; OYAK'ı kimin, nasıl ve ne adına yönettiğinin ayrıntılı bir etüdü ile elbet ortaya çıkar. Ama
sanırız; kokteylerde "ben de bir generalim" diyen Ulusoy ailesi mensuplarının bu tutumu ile OYAK'ın fiyakalı,
fakat obez bir kurum haline gelmesinin bir alakası olabilir!
Özel sohbetlerde CNN Türk'ün Kıbrıs'ı satmasından şikayet eden kadroların; OYAK'ın reklamlarını
nerelere verdiğini, hangi dinamikleri finanse ettiğini de daha samimi bir kaygı ile kontrol etmesi lazım gelir.
Ve tabi; eğer bu yapı, ABD'deki silah sanayinin uzantısı olan bir Pentagonizasyon süreci yaşamak
istemiyorsa; kadrolarının sivil sektörle etkileşimini çok daha iyi regule etmesi ve "emekli kadrolar", "emekli
olmaya hazırlanan kadrolar" ve "emekliliğine yatırım yapan kadrolar" gibi kavramların varlığını sadece
yolsuzluk değil; çok daha kapsamlı ve milli güvenlik çerçevesinde ele alması gerekir
Doktrinel (saplantılar):
Atatürk milliyetçisi olduğunu açıklayan, entellektüelleşme sevdasında olan ve dünyanın en kritik
coğrafyasında, en etkin ordusu iddiasında bulunan bir yapının; emperyalizmi ve dinamiklerini; en Marksisten
daha Marksist olarak etüd edip; karşı tedbirlerini en sağcıdan daha sağcı bir yaklaşımla kurgulaması
64
beklenir.
Hele hele bu ordu "entellektüelliği" askerliğin yanına ek bir uğraş olarak koyduysa. Lakin TSK'nın
"entellektüelleşmeyi", tabloyu daha derinlemesine okuyup karşı tedbirleri geliştirme yerine; koskoca kurumsal
bir hafızayı; küresel askeri doktrinleri hap gibi yutan sözde liberal köşe yazarlarının analiz seviyesine
indirgemek olarak algıladığını görüyoruz.
Alt katmanlardan damıtıla damıtıla gelen bir analiz sürecinin; dilin ucuna geldiğinde, gelişmeyi ve
kalkınmayı, astsubayın altındaki araba markası ile ölçer hale gelmesi, ya beynin düşünsel zaafını ya da dilin
ifade zaafını, gösterir.
Bu noktada; okullarında subayını, akademilerinde kurmayını eğiten bir yapının, emperyalizm başlığı
altında neler okuttuğunu, incelemenizde gerekli ipucunu verecektir!
Bu kaynakları incelediğinizde; TSK'nın kadrolarına emperyalizm adı altında Hollanda'dan İngiltere'ye
kadar farklı ülkeleri okuttuğunu, fakat nedense ABD'yi es geçtiğini görürsünüz.
Bunun basit bir editöryel hata değil; müttefikleri tarafından doktrine edilmenin bir sonucu olduğunu
görmek için (dahi olmaya gerek yok) temel bir entellektüelizm yeterlidir.
Bu "doktrinasyon"; Süleymaniye'de ABD askeri başına çuval geçirirken direnmeyen ve Ankara'da
oturup bu olaylar olurken izlemeyi tercih edip emir vermeyenlerin beyinsel blokajı olarak uç vermektedir...
Eli silahına gidemeyen askerde ki asıl eksiğin ne silah; ne de bilgi ve beceri yetersizliği olmadığını; bu
doktrinasyon sürecinin farkına varırsanız, çok daha iyi anlarsınız.
Dikkat ederseniz; bu başlık altında, "Türk Ordusu niye Türk Birliği'ni amaçlamaz?" gibi; AB'yi "devlet
hedefi" haline getiren beyinlere kısa devre yaptıracak serbest düşünsel egzersizleri gündeme bile
getirmeden; milli çıkarlarımızı, sadece nefs-i müdafaa kapsamında ele aldık.
Fakat nefsi- müdafaa'yı Anadolu coğrafyası ile sınırlı tutmaması gerektiğini; en azından askeri strateji
açısından bilmesi gereken bir kurumun; ileriye dönük vizyon eksikliğini ortaya koyması açısından şu soruyu
da sorabilirdik:
Dünyada; Türk Ordusu gibi donanımlı bir ordusu olup da, milli bir ülküsü olmayan kaç ülke
sayabilirsiniz? (Yunanistan; İsrail, ABD, Rusya, Almanya, Fransa, v.s. istediğiniz örneği seçin) Bu sorunun
cevaplanması; sınır kapısı açarken bile "müttefikinden" izin çıkmasını bekleyen bir devlete lüks gelebilir ama
Türkiye’nin bekası için şarttır.
Müttefiksel hatalar ve tek taraflı aşklar:
Çelişkiler kategorisinin en sonuncusu ama baktığınız açıya göre belki en kolay, belki de en zor
çözümlenecek olanı budur.
Bu çelişkinin sembol sahnesi ise şudur :
Darbe yaptıktan sonra bile; yani kendi coğrafyasında "ben kralım" dedikten sonra bile, hemen ikinci
cümlesinde NATO'ya bağlılığını dile getiren bir kurum; temelde "içerde aslan, dışarıda kedi" benzetmesinden
fazla da uzağa düşmüş sayılmaz.
MGK'nın; son asker (buradaki asker tanımı "Toplumsal Çelişki" başlığı altında açıklanan tanım
çerçevesinde kullanılmıştır) genel sekreteri Tuncer Kılınç Paşa'nın veda konuşmasında sarfettiği şu cümle;
TSK'nın bu alandaki çelişkisinin de tarihsel bir özeti mahiyetindedir:
"NATO İslamiyeti terör değerlendirmesi içine aldığında yadırgadık fakat sonra 11 Eylül olayları
gerçekleşti"
Evet, işte; kurumsal acz, tek bir cümle ile ancak bu kadar resmedilebilir.
NATO'nun içinde en büyük ordu olmakla övünen bir yapı bu cümle ile:
 NATO'nun tehdit değerlendirmelerini belirlemede en ufak bir etkisinin olmadığını
 NATO ne derse uygulamak zorunda kaldığını
 NATO adına; korumakla yükümlü olduğu topraklardaki temel bir değerin "terörle" özdeşleşmesinin
önünü alamadığını, ve en önemlisi
 Kendi güvenlik önceliklerini değiştirmek için başka ülkede gerçekleşen bir saldırının yeterli olacağını
65
ve güvenlik algılayışının buna müsaade edecek kadar manipülasyona açık bırakıldığını itiraf etmiştir.
NATO'nun içinde en büyük ve etkin ordulardan biri olmakla övünen yapının, NATO'nun temel askeri
karar mekanizmalarında yüzde kaç oranla temsil edildiğini de halkın bilgisine sunması lazımdır. "Tatbikatta
ödül kazanan Özel Kuvvetler", "Yabancılar Türk askerinin profesyonelliğine hayran kaldı" gibi haberleri
medyaya servis etmekten fırsat bulduğu bir zamanda açıklaması "demokrasi" ve "entellektüelliği" ön plana
çıkaran bir kurum için tutarlı bir hareket olacaktır.
Nice, yüzyıllık geçmişi olan bir orduyu NATO ile alçılamak; binlerce yıllık bir tarihi olan bir milleti AB ile
alçılamaya eşdeğerdir.
NATO ile müttefiklikliğin bir parçası olarak; TSK'yı sürekli ABD'nin "sadık" müttefiki olmakla övünürken
görüyoruz ve doğrusu utanıyoruz.
Dünyada; temel bağımsızlık anlaşmasını imzalamayan bir devletten, karşı devlet bunu hiç böyle
telaffuz etmediği halde, ısrarla "stratejik müttefik" diye bahseden başka bir devlet var mıdır bilemiyoruz, ama
ABD ile müttefikliğin son yıllarda bir de İsrail ile müttefiklik ekseninde iyice derinleştiğini gördükçe bunun
basit bir körlük olmadığı sonucuna varıyoruz.
Hele hele; ABD ve İsrail'in Kürdistan projesi artık anaokulundaki çocukların bile literatürüne girmişken;
bu devletlerle stratejik müttefikliğin ne anlama geldiğini artık anlamak istiyoruz.
ABD ve İsrail bu açıdan dünyanın en şanslı devletleri olarak dikkat çekicidir: Çünkü gözlerinin içine
baka baka "seni böleceğiz" demedikleri sürece ona güvenen ve her türlü lojistik desteği sağlamakla
kalmayıp, bir de üstüne üstlük milyarlarca dolarlık ihale veren bir müttefik vardır karşılarında.
Bu durumda; artık şahsiyet çıtasının olduğu noktadan hayli yukarılara çekilmesi gerektiği, en son
olarak İran ve Yunanistan olayı ile bir kez daha gözler önüne serilmiştir.
TSK; batısında ki Yunanistan'ın Makedonya hassasiyetine ve doğusundaki İran'ın İngiliz askerlerini
yakalayıp teşhirleri örneklerine baktığında; tarihsel misyonuna ve çıkarlarına sembolik bir tecavüz
durumunda bile, milli reflekslerini canlı tuttuğunu göstermenin ne kadar önemli olduğunu kavramak için,
başka neye ihtiyaç duyuyor olabilir.
TSK'nın müttefiklik ilişkileri; bu satırlara sığmayacak kadar geniş bir analize muhtaçtır. Ama biz:
 1960'larda ülkesinin toprakları üzerinden nükleer silah pazarlığı yapılırken ruhu bile duymayan bir
yapı ile
 2000'lere gelindiğinde ise; gözünün önünde, gelecekte kendisini de bölmeye yönelik planın parçası
olarak Kürdistan'ın kurulmasına, hem de bunun kendi topraklarındaki üslerden sağlanan destekle
yapılmasına ses çıkar(a)mayan, görmez gibi davranan bir yapının temelde hiç bir ilerleme
kaydetmediğini düşünmekteyiz. Ve artık bu kabuğun kırılması ve ülkenin bu kafadan kurtulması
gerektiği görüşündeyiz
Tayyip Erdoğan'ın ağzına pelesenk ettiği halde; Türkiye'nin sürekli veren konumda olmasından
anlaşıldığı üzere bir türlü hayata geçiremediği "win-win" (kazan-kazan) anlayışı; müttefiklik ilişkisinin
temelinde yer alması gereken unsurdur.
Türkiye bugüne kadar "müttefiklerinden"; hem de vatandaşının ekmeğinden keserek, sadece hazır
teknoloji ve doktrin almıştır. Bu teknoloji ve doktrin ise; ülkeyi daha bağımsız ve kalkınmış değil, aksine
müttefiklerine daha bağımlı ve sağımlı hale getirdiyse; buna müttefiklik yerine, müsriflik demek daha
doğrudur.
Askerin "entellektüelleşmeden" önce; "müttefikliği" "sadık" sıfatı ile özdeşleştiren beyin yapısını ve
beyni şekillendiren ilişkiler ağını iyice etüd etmesi; düğümlenen bağırsaklarının ülke lehine çözülmesi için
birincil koşul olarak karşımızda durmaktadır.
Bu yazı bünyesinde; TSK'nın iç politika alanındaki çelişkilerine değinmedik. Bunun birinci nedeni;
zaten hayli uzun bir yazıyı iki katına çıkarmamak; ikincisi, ise sivilleşme adına Washington-Londra-BrükselKudüs merkezli askeri doktrinlerin uzantısı olan yavan ve yuvarlak küresel söylemleri halkına yutturmayı
marifet sayan bazı "asker" entellektüellerin ; "askerleri müdahaleye mi çağırıyorsunuz" şeklindeki ebleh
66
çıkışlarına fırsat oluşturmamaktadır.
Hollanda Genelkurmay Başkanı'ndan, Leyla Zana gibi terörist beslemelerine kadar herkesin bu milletin
kurumları ile ilgili sabır taşını çatlatan yorumlar yaptığı bu ülkede; demokrasinin de, ordunun da kendisine ait
olmasını isteyen vatanseverlerin ortak kaygıları ile kaleme aldık raporumuzu.
Ülkemizde entelektüel geçinenlerin, küresel güçler adına kiralanıp askerleştiği bir ortamda;
askerinde milletinin önündeki tehditleri daha derinlikli etüd etmesi için "entellektüelleşmesi" şarttır.
Fakat bu; ne belindeki silahı, ne de tarihsel misyonunu unutmasını gerektirir.(Askerin “layt”laşması,
entellerin satılmasından daha tehlikelidir.)
Evet:
Konuşulacak yerde susmak korkaklık, susulacak yerde konuşmak ise ahmaklıktır.
Cephede, düşmanla karşılaşılacağı bir süreçte, askerlerin, cesaret ve metanet duygusuna ve şahadet
arzusuna can katacak ve kahramanlık damarını kamçılayacak konuşmalar yerine;
Onlara “Kimseyi incitmemek ve herkesi hoş görmek” gereğini anlatmak, tutup şefkat ve merhametin
önemini vurgulamak, insanların eşitliğinden ve evrensel kardeşlikten dem vurmak, eğer kasıtlı bir hıyanetten
kaynaklanmıyorsa, her halde akıldan noksanlıktır.
Kendi vatandaşlarına ve özellikle inancını yaşayanlara, despot gardiyan gibi… Ama vatanımıza göz
dikmiş düşmanlar karşısında robot figüran gibi davranmak, kendi bindiği dalı kesmekten farksızdır.
Ama inanıyoruz ve bekliyoruz ki, halkımızın, Milli kurumlarımızın, onurlu ve şuurlu kadrolarımızın, iyice
kangrenleşmiş bu çıbanları artık vücudumuzdan atacakları zaman yaklaşmıştır. Tarihi hesaplaşma
kaçınılmazdır. Bu kanser urlarının ve hıyanet unsurlarının rahatına, “küreselleşme, demokratikleşme”
hatırına bütün vücudumuzun yani yurdumuzun ve namusumuzun feda edileceğini düşünenlerin yanıldıklarını
ve yamukluklarını artık anlamaları lazımdır.
Kudüs’ü haçlılardan kurtaran, Siyonist ve emperyalist kuduzlara yıllarca kan kusturan meşhur İslam
kahramanı Selahaddini Eyyubi’nin asil bir asker tavrıyla ilgili şu hikayesiyle konuyu bağlayalım.
Kudüs yine Haçlı işgali altındadır ve Yahudi dönmesi tapınak şövalyeleri masum Müslümanlara, aynen
bugün Irak’ta yaptıkları vahşet ve rezaletleri uygulamaktadır.
Selahaddini Eyyübi Cuma namazı için Emevi Camiinde bulunmakta ve dönemin Şam Müftüsü
“İslamda, usulü dairesinde eğlenmenin mübah, gülmenin caiz, müsamahanın ve hoş görünün de makbul
olduğunu” anlatmaktadır.
Namazdan sonra Müftüyü yakalayan kahraman komutan:
“Hoca efendi, Mescidi Aksa Kafirlerin ayakları altında ve on yaşındaki Ayşeler Fatmalar da, conilerin
yatağında bulunurken de mi, gülüp eğlenmek ve her türlü melaneti hoş görmek müslümana caizdir? Hayır,
böyle davrananlar, bırak Müslümanlığı, insan bile değildir!” diye haykırınca, korkudan titreyen ve;
“Sultanım,haklısınız…Bizim de kalbimiz sizinle beraberdir…Bu kulunuz devamlı size dua etmektedir”
sözlerini geveleyen müftüye;
İslam düşüncesi, tasavvuf terbiyesi ve cihat disipliniyle yoğrulan Selahaddini Eyyubi, şu karşılığı verir:
Böyle durumlarda sadece dua etmek ve yas tutmak, aciz ihtiyarların, çaresiz sakat ve hastaların ve
sahipsiz kadınların hakkıdır…Bize kuru temenni ve dualarınız değil, şimdi kılıçlarınız lazımdır!...
67
SİYONİZM’İN SÖMÜRÜ SİSTEMİ
VE
ABD’NİN BORÇLANDIRMA SİYASETİ
AKP Hükümeti, IMF ile 3 yıllık bir “Yola devam” anlaşması daha imzaladı... İçeriği ve topluma hangi
zehirler içireceği özellikle gizlenmeye çalışılan bu “teslimiyet belgesi”yle ilgili bilgilerin, zamanı geldikçe ve
gerekli görüldükçe açıklanacağı vurgulandı...
“IMF ile yollarımızı ayıracağız, ülkemizi onlara mahkûmiyetten kurtaracağız” diye hava atan Recep
T.Erdoğan’ın ve AKP iktidarının, ekonomik Bakanı Ali Babacan “gerçekçi olmak gerektiğini” hatırlattı...
Bu IMF anlaşmasının gizli maddesi:
“Türk Lirası, Dolar karşısında, bizim öngördüğümüz zamana kadar, değer kazanmaya devam
edecek!..”
Böyle olunca, yurt dışından getirilen yabancı mallar daha rahat ve ucuz pazarlandığı için, ithalat
artıyor, yerli sanayi ve zirai ürünlerin ihracatı azalıyor...
Yabancı ülkeler ve uluslararası şirketler “son kullanma tarihi yaklaşmış ve ellerinde şişip kalmış”
mallarını Türkiye’ye gönderip, halkımız çok yönlü sömürülüyor... Milli ekonomi çökertiliyor… Bu sistemle, bir
yandan Türkiye, yabancı tüketim mallarının ve lüx eşyanın bir nevi çöplüğü haline sokulurken, aynı zamanda
yerli üretim duruyor, yatırım yapılamıyor, işsizlik sorunu da giderek artıyor...
Diğer taraftan, ithalat için sürekli borçlanmak zorunda kalan ve yeniden borç alabilmek için IMF
tuzağına daha fazla kapılan hükümetler; bu sefer bağımsızlığımızdan ve milli çıkarlarımızdan taviz
vermeğe... Geleceğimiz ve güvenliğimizle ilgili haysiyet ve hassasiyetlerimizden vazgeçmeye mecbur
bırakılıyor!.. Kısacası “Borç alan , buyruk almaya” da başlıyor!..
Böylece bütün ülkeler, kovboyu Amerika olan Siyonist sömürü canavarının kurbanı haline getiriliyor...
İşte bunun için diyoruz ki:
Beyni Yahudi Siyonizm’i, bedeni ise Haçlı Hrıstiyan Emperyalizmi olan ve Batı Medeniyeti diye anılan
Barbarlık uygarlığı; başta İslam ülkeleri olmak üzere Asya, Afrika ve Güney Amerika’nın yani bütün dünyanın
öz kaynaklarını, hem de zorla sindirme ve sömürme yoluyla Avrupa ve Amerika’ya taşıyarak...
Ve Rockefeller, Rotschild gibi birkaç Siyonist Yahudi ailesinin tekelindeki “ Faizci finans oligarşisi”nin,
IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla, ülkeleri ağır borç batağına sokup esir alarak kurulmuş bir vahşet
medeniyetidir.
Bu borç kıskacını sadece ABD’nin tüm dünyadan çektiği kaynakların yarattığı olumsuz koşullar veya
uluslar arası finans oligarşisinin katlanarak büyüyen faiz oranları oluşturmuyor. Bunun yanı sıra, emperyalist
merkezlerin başta ABD olmak üzere uyguladığı “korumacı tedbirler” de kıskacı sıkılaştırıyor. Yeni
korumacılığın, gümrük vergileri ve kotalar yoluyla uygulanan geleneksel korumacılıktan en önemli farkı,
tespit edilmesinin ve ölçülebilmesinin son derece güç olmasıdır. Ayrıca, gümrük vergileri ile ilgili kararlar,
yasama organlarınca alındığı için politik nitelik taşımalarına karşılık, yeni korumacılık uygulamaları idari
karalarla yürütülmektedir. Türk tekstil ürünlerine Amerika’nın uyguladığı “kota”lar bunun en çarpıcı örneğidir.
Bu “yeni korumacılık” yıllar içinde daha da yoğunlaşmıştır. Az gelişmiş ülkelerin mukayeseli üstünlüğe
sahip oldukları tarımsal ürünlere karşı ise her zaman korumacılık uygulanmıştır. ABD, Latin Amerika
ülkelerinin ihraç ettiği 1.051 tür mamul maldan 400’üne, AB ise, 479 tür maldan 100’üne tarife dışı engel
koymaktadır. “Gelişmiş ülkelerin uyguladıkları sanayi politikaları ve teknik standart zorlamaları ise, az
gelişmiş ülkelerin ihracatını çok olumsuz etkilemektedir... Yeni korumacılık önlemleri, azgelişmiş ülkelerin ve
bu arada yoğun borçlu ülkelerin ihracat kapasitesini düşürmekte, borçlarını geri ödemelerini çok
zorlaştırmaktadır... İlginç ve çelişkili olan, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların bu gerçekliğe rağmen , az
gelişmiş ülkelere ihrâcâta yönelik kalkınma politikalarını önermeleri ve borçlarını, ihracatlarını artırarak
ödemelerini empoze etmeye çalışmalarıdır!?..
68
Sermaye Kaçışı:
Az gelişmiş ülkelerin ödemeler bilançosu açıklarını yoğunlaştıran etkenlerden birisi de, bu
ülkelerden yurtdışına çıkarılan ve kaçırılan sermayedir. Emperyalist merkezler, az gelişmiş ülke
fonlarını çekmek için özel faaliyetler yürütmekte ve bu kaçışı özendirmektedir. Uluslararası bankalar
ile emperyalist devletler, bu konuda büyük kolaylıklar sağlamaktadırlar. “Bu bankalar arasında başı
çeken Citibank’tır. Bir tahmine göre, söz konusu bankanın az gelişmiş ülkelerden çektiği mevduat,
açtığı krediye eşittir. Uluslararası bankalar mevduatı özendirici kolaylıklar yapmakla kalmayıp, az
gelişmiş ülkelerden, bizzat sermaye de kaçırmaktadırlar. ABD Dışişleri Bakanlığı’nda görev yapmış
olan ve halen uluslararası bankacılık üzerine yazılar yazan Karen Lissakers’in, bir bankacıyla yaptığı
görüşmeden aktardığına göre, sermaye kaçışını engellemek üzere alınan önlemlerin çok arttırıldığı
1986 yılında bile bu Yahudi bankası Meksika’ya düzenli ve sürekli olarak iki boş valiz taşıyan memur
göndermiş ve paraları Amerika’ya taşıtmıştır... 1985 yılında, Meksikalılar ve Arjantinlilerin yurtdışında
tuttukları dövizler, bu ülkelerin dış borçlarında fazladır. Araştırmacılar, yurtdışındaki bu varlıkların
salt gelirlerinin bu ülkelere dönmesi halinde, Arjantin ve Meksika’nın, ithalâtlarını iki katına
çıkarabilecekleri gibi, borçları için geri ödeme de yapabileceklerini hesap etmektedirler. Sermaye
kaçışı ile ilgili bir başka şaşırtıcı veri de, 1980 yılının sadece ilk yarısında, Arjantin, Brezilya, Filipinler
ve Venezüella’dan toplam 100 milyar dolarlık sermaye çıkışı olduğudur.”
Yukarıda belirtilen ülkeler yanında Hindistan, Endonezya, Güney Kore, Nijerya, Türkiye, Güney Afrika,
Filipinler, Pakistan gibi çok sayıda ülkeden dışarıya büyük miktarlarda sermaye çıkarılmaktadır. ”Aşırı
borçlanma ve borç krizinin en önemli nedenlerinden biri de şüphesiz sermaye kaçışıdır… “Borç olarak alınan
fonların özel kişiler tarafından yurt dışına kaçırılması” demek olan sermaye kaçışı, bir ülkenin kendi parasını
yeniden borç olarak geri getirerek, faiz ve anapara ödemeleri yoluyla tekrar dışarı transfer etmesi gibi
mahvedici bu mahkûmiyeti ifade eder...
Zengin Latin Amerikalıların kaçırdığı yaklaşık 180 milyar doların, o yıllardaki (1979–1982 arası) toplam
borçların yarısına eşit olduğu ileri sürülmüştür... Eğer sermaye kaçışı olmasaydı, 1985’te Arjantin’in dış borcu
50 milyar dolar yerine sadece 1 milyar dolar olacaktı. Meksika’nın borcu 97 milyar dolar yerine 12 milyar
dolar, Venezüella’nın 31 milyar dolar borç yerine, emperyalist ülkelerden 12 milyar dolar alacağı söz konusu
olacaktı... Türkiye’den kaçırılan sermayenin miktarı hakkında resmi veriler mevcut olmamakla birlikte, sadece
1970’lerin ikinci yarısından 1980’lerin başına kadarki dönemde, yaklaşık 40 milyar doların yurtdışına
kaçırıldığı iddiaları söz konusudur. Eğer bu iddia doğru ise, son dönemde her yıl yaklaşık 7 milyar dolar dış
borç ödeyen Türkiye’nin, böyle bir kan kaybına ne pahasına katlandığı daha iyi anlaşılır.”
Yeni Dünya Düzeni
“Yeni dünya düzeni”, “tarihin sonu”, “uygarlıklar çatışması” türünden ideolojik yaftalar, ancak
emperyalist merkezlerin Orta Doğu’dan başlattıkları küresel yerleşme stratejilerinin askeri-politik-ekonomik
sonuçlarıyla gerçek anlamlarını ortaya koydular: Siyonist Merkez, Çevre’yi dış borçlar yoluyla denetimine
alıp, kendi sermayesinin kârlılığını artıracak biçimde şekillendirmekle kalmadı, 1990’lı yıllarda siyasal alanda
geçirdiği Yeni Dünya Düzeni ile tam denetime aldı. Bunun anlamı şuydu: Bir Çevre ülkesi Merkez’in
çıkarlarını tehdit etmeğe kalkıştığında, tek vücut olarak karşısında bütün Merkez’i bulacaktı. 1990’da Irak’ın
işgaline bahane hazırlamak için Saddam’ın kışkırtılarak Kuveyt’i işgalinden sonra; siyasal düzeyde Yeni
Dünya Düzeni’nin nasıl olacağı ortaya çıktı. Eski düzende Merkez’e karşı gelmekte olan ülkelerinin
taleplerine aracılık eden Birleşmiş Milletler örgütü yeni siyasal düzende, hizaya getirilmesi gereken Çevre
ülkelerine karşı Merkez’in (Yani Siyonist Yahudi sermayesinin ve küresel çetenin) örgütleşmesine aracılık
etmeye başladı.
ABD, İngiltere ve Fransa, Irak’a karşı silahları konuştururken, bunun malî yükünü büyük ölçüde Suudi
Arabistan ve Kuveyt’e yıktı. Merkez, yeni bir petrol ambargosu, ya da Saddam’ın Euro’ya geçme arzusu gibi
tatsız olgularla karşılaşmak istemiyordu. Ayrıca ABD’de ekonomik durgunluk sürerken, üstün teknolojili yeni
silahların kullanımı için yeni bir alan açılmış, Doğu Bloku’nun yıkılışıyla rakipsiz ve gereksiz kalan pek çok
69
silah için deneme olanağı ortaya çıkmıştı. Bundan Kuveyt ve Suudi Arabistan’a düşen malî yükün büyüklüğü,
bu ülkeleri neredeyse iflasın eşiğine getirdi; yıllardır sermaye ihraç eder durumdan, dünya piyasasından borç
arar duruma düşürdü. Ancak CNN’de savaşı, günün “gerçek benzeri” (virtual reality) imgeleriyle seyreden
dünya, Merkez’in silah gücünün düzeyini anladı. Bu arda, geçmişte Sovyet silah gücünün çok şişirilmiş
olduğu gerçeği iyice ortaya çıktı!
Ancak, Körfez’e yönelik emperyalist müdahale yeni bir dönemin başlangıcı olmakla birlikte, ne
ABD’nin hegemonya krizini ne de kapitalizmin yapısal sorunlarını çözebildi. Sadece askeri zorbalığın,
egemen güçlerin tek etkili silahı haline geldiğini kanıtladı. Daha önce Emperyalizme karşı verilen
mücadelelerde; yoğun bir dönüşüm ve umut ideolojisiyle demokrasi ve refaha göndermeler yapılırdı.
Dünyanın dört bir yanında, bozuk sisteme karşı yürütülen mücadelelerin göründüğünden daha az militan ve
radikal olduğu anlaşıldı. ABD’nin güçlü görünen konumunun, sömürme ve sindirme düzeninden
kaynaklandığı ortaya çıktı. İşte bu bağlamda, “Saddam Hüseyin liberal ideolojik kabuğun bu çöküşünden
ders çıkardı. Ulusal kalkınmanın Irak gibi petrol zengini ülkeler için bir tuzak ve imkânsızlık olduğu sonucuna
vardı. Dünya iktidar hiyerarşisini değiştirmenin tek yolunun Güney’de büyük askeri güçlerin inşasından
geçtiğine inandı ve bu yönde, ABD’yi telaşlandıran adımlar attı.
ABD bu süreçten, Avrupa ve Japonya karşısındaki konumunu güçlendirme açısından yararlandı.
Ayrıca sisteme yönelik olarak Üçüncü Dünya’dan gelecek meydan okumalar karşısında, vahşi bir güç
gösterisi de yaptı. Yeni Dünya Düzeni, ideolojik bir saldırıdan, bombalar eşliğinde yürütülen bir soykırıma
dönüştü. Kapitalist sistemin Siyonist patronları, bütün ülkelere: ekonomik sömürü zincirine bağlı kalmanın
yetersiz olduğunu; aynı zamanda ABD öncülüğündeki emperyalist egemenlik sisteminin hiyerarşisine de
uymanın zorunluluğunu Irak’a yönelik imha savaşlarıyla, göstermeye çalıştı. Özünde masum birer
formülasyon gibi görünen “Tarihin Sonu” tezleri, küresel kapitalizmin dünyadaki dengesizliği korkunç
boyutlarda derinleştiren ve dünyanın bütünüyle köleleşmesini öngören ideolojik tehdidinden başka bir şey
değildi.
Bu anlamda Tarihin Sonu’nu ilan F.Fukuhama şunları söylüyor: “Doğu bloku ve özellikle de Sovyetler
Birliği’nin dağılması ile birlikte, kapitalist sistemin üstünlüğü ve alternatifsizliği tarih tarafından tartışmasız bir
biçimde kanıtlanmıştır. Artık dünyada tek başına egemen olan ekonomik sistem kapitalizm, politik sistem ise
liberal demokrasidir. İnsanlık tarihi bundan sonra kapitalizmin tarihi olarak yaşayacaktır. Kapitalizmin önünde
duran görev ise: gelişmek, yayılmak, pekişmek, zaaflarından arınmaktır. İnsanlık ise başka alternatif
olmadığından, kapitalist sisteme uyum sağlama, onun kurallarını en iyi bir biçimde uygulama görevi ile karşı
karşıyadır. Bu sürecin önünde engeller olacak, sorunlar çıkacaktır. Fakat kapitalist sistem ve liberal
demokrasinin zaferi alternatifsizdir ve bu konuda oluşacak milli ve İslami çıkışlar, her halükârda yerel ve cüz’î
kalacak ve ABD bu engelleri aşmakta zorluk çekmeyecektir. İnsanlık tarihi artık kapitalizmin eşliğinde tek
düzen bir gelişim ve ilerleme seyrine girmiştir. Ve tek engel görünen İslam sorunu da halledilecektir.” 33
Bu Japon asıllı Avengelist Siyonist Francis Fukuyama’nın şimdi rektörlüğünü yaptığı Washington’daki
SAIS Üniversitesi’nin, Fetullah Gülen’in güdümündeki Yazarlar Vakfı’nın; Milli Görüşü parçalamak, AKP’yi
kurup iktidara taşımak ve Layt (ılımlı) İslam’ı yaygınlaştırmak amacıyla başlattığı Abant Toplantısına bu sene
ev sahipliği yaptığı ve bütün masraflarını karşıladığı hatırlanırsa, bunların kime hizmet ettikleri de
kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Kapitalizmin ebediliğini savunan bu anlayış, dünyanın bugünkü bozuk ve
barbar haliyle olduğu gibi kalması için; soykırım, savaş, ırkçılık, işgal ve sömürüyü “demokratikleşme” olarak
sunmaktadır! Oysa Siyonist saldırı çağında, emperyalist tekelciliğe dayalı vahşet demokrasisi dışında bir
demokrasinin varlık şansı ve ortamı bulunmamaktadır. Somut gerçek Irak Savaşı: Sermaye ve üretim
hareketleri üzerindeki Siyonist tekelleşmeyi dayatmaya ve bu esarete karşı çıkan bir İslam’a yönelik vahşi bir
saldırıdır. Bu saldırıya Büyük İsrail hayalini de katmak lazımdır... Dünya sisteminin sürekli artan ve giderek
barbarlaşan bu saldırıları, artık ekonomik ve sosyal bağımsız bir kalkınmayı imkânsız kılmayı
33
F.Fukuyama, Tarihin Sonu, National İnteret, 1989, Yaz sayısı
70
amaçlamaktadır…
Bu totalitarizm, küresel kapitalist sistemin kabul edilebilir bir kavramla yani “İmparatorluk”la
tanımlanmasını doğrulamaktadır. “İmparatorluk” formülasyonu konusunda uluslararası spekülatör Soros’un
yazdıkları, küresel faşizmin egemenler safından nasıl göründüğünü ortaya koymaktadır. Soros’a göre:
“Küresel kapitalist sistemin” (Yani Siyonizm’in) soyut bir kavram olması onu daha az önemli hale getirmez.
Bu sistem herhangi bir rejimin, vatandaşlarının yaşamlarına hükmettiği biçimde, bütün insanlığa
hükmetmektedir. Bu kapitalist sistem gelmiş geçmiş bütün imparatorluklardan daha büyük ve daha etkin bir
hakimiyet sürdürmektedir. Bütün bir uygarlığa hakimdir ve diğer imparatorluklarda olduğu gibi, sistemin
dışında kalanlar barbar olarak nitelenir. Bu belirli bir toprak parçası içinde yer alan bir imparatorluk gibi
değildir; çünkü resmi varlık ve bağımsızlığı ve egemenliğin gerektirdiği klasik koşullar yoktur. Hatta bu
Siyonist sistemin gücünü ve etkinliğini sınırlayan başlıca unsur, bünyesindeki devletlerin egemenlik
haklarıdır… Sistemin resmi bir yapısı olmadığından, neredeyse gözle görünmez. Etkisi altındakilerin çoğu
ona bağlı olduklarını bile fark etmez; daha doğrusu, belki zaman zaman bazı yıkıcı güçlerin etkisi altında
olduklarını sezer, ama bu güçlerin ne olduğunu bilmezler.
Bu Gizli Dünya Devletine İmparatorluk benzetmesi çok yerinde bir benzetmedir. Çünkü küresel
kapitalist ve Siyonist sistem kendi kapsamı altındakileri yönetir ve etkisinden kurtulmak kolay değildir. Dahası
onun da tıpkı bir imparatorluk gibi bir merkezi ve çevre birimleri vardır. ABD, Siyonist sermaye
imparatorluğunun Merkez Üssü, IMF ve NATO yoluyla emrine soktuğu ülkeler ise eyaletleridir. Merkez, çevre
birimlerin sırtından yarar sağlar, onları sömürür. Daha da önemlisi, küresel kapitalist sistem bir takım
emperyalist eyilimler sergiler. Denge aramaktan çok genişlemek peşindedir. Kendisine katılmayan piyasaları
ve kaynakları mutlaka ve ele geçirmek istemektedir. Bu bakımdan Büyük İskender’den, ya da Hitler’den hiç
farkı yoktur. Çünkü Firavunların, Romalıların devamıdır. Yayılma derken coğrafi anlamda değil; insanların
yaşamları üzerindeki etkinlik bağlamında söylüyorum... Siyonist sistemin bölgeler ve ülkeler üstü yapısına
rağmen bir merkezi ve çevresi vardır... Oyunun kuralları, sömürü merkezinin lehine olacak şekilde
hazırlanmış ve çarpıtılmıştır. Başkentleri New York ile Londra’dır. Çünkü uluslararası finans piyasaları
buradadır. Dünyanın para arzının belirlendiği Washington, Frankfurt, Tokyo ise eyalet merkezleri ve kontrol
odaklarıdır.
Siyonist Spekülatör Soros, “Küresel kapitalist sistem, ne yeni ne de orijinal değildir.” tespitini yapıyor ve
onu “eksik bir rejim” olarak tanımlıyor. Yani Gizli Dünya Devleti’nin sadece ekonomik işlevlere sahip olmasını
yeterli bulmuyor. Ve bu Yahudi spekülatör George Soros’un geçen sene Davos toplantısında Recep
T.Erdoğan’a akıl hocalığı yaptığı… Ve yine Kıbrıs’taki referandumda Denktaş aleyhinde ve “Evet” çıksın diye
bol miktarda para harcadığı, hatırımıza geliyor... Bu bağlamda küresel kapitalizmin hukuk kodları ön plana
çıkıyor. Uluslararası Siyonist şirketlerin ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda, bütün dünyada geçerli olacak bir
hukuk düzenlemesi;
özgürlük ve insan hakları şemsiyesi altında ortaya sürülüyor. ”Küresel hukuk”,
emperyalizmin, finans ve döviz piyasalarının “zavallı” bir oyuncağı oluyor. Hizmet ettiği Siyonist sermayenin
sömürme işini kolaylaştırıyor. Hükümetler bu şeytan imparatorluğunun vergi tahsildarlığını yapıyor…
Hopbes’in büyük tesbiti bugün de geçerliliğini koruyor. “Kılıçsız akitler” hala laftan öteye geçmeyen şeylerdir
ve dolayısıyla insanları veya ülkeleri güvence altına almak konusunda hiçbir işe yaramıyor. BM ve NATO gibi
Uluslararası kuruluşları, üye ülkelerin askeri ve siyasi güçlerini Siyonizm’in hizmetinde; hatta bazen kendi
ülkelerinin aleyhinde kullanıyor!
Tek merkezli bir dünya düzeni amaçlayan, halkları köleleştirip yoksullaştıran... Bütün ahlaki ve manevi
değerleri yozlaştıran... Milli devletleri zayıflatıp yıkan ve kendilerinden başkasına hürriyet, haysiyet, huzur ve
insan hakları tanımayan bu soysuz ve sorumsuz Dünya Düzeni şimdi içten içe çatırdıyor ve yıkılmaya
hazırlanıyor!..
Savaş çıkarma, ülkelere saldırma, terör ve anarşiyi yayma, iç savaşları kışkırtma, işgale kalkışma,
katliam ve soykırım yapma, ambargo uygulama gibi her türlü zulüm ve günahı mübah sayan bugünkü
Siyonist barbarlık uygarlığının “amentü”sü (inanç esasları) şunlardır:
71
1. Yeryüzünde ekonomik, sosyal ve askeri bütün kuralları, Gizli Siyonist Yahudi Krallar koyacak ve
kurumsallaştıracaktır.
2. Amerikalı ve Avrupalı Haçlı Emperyalist kâhyalar bunları uygulayacaktır.
3. Farklı dinden ve kavimden diğer bütün insanlık, Siyonizm’in kulları olarak bu kurallara mecburen
uyacaktır.
4. Bu şeytani kurallara, tabi ve teslim olmaları için, dünya halkları kültür emperyalizmi ve ahlak
dejeneresi yoluyla beyinleri uyuşturulacaktır.
5. Bu kurallara ve Siyonist Tanrı buyruklarına karşı çıkan ve ABD hâkimiyetine başkaldıranlar, en vahşi
yöntemlerle hizaya sokulacak ve dünya düzenine uyum sağlanacaktır.
6. Bu dinsizlik ve dengesizlik düzeni için en büyük tehdit ve tehlike arz eden İslam Dini, ılımlı ve uyumlu
hale sokulup yozlaştırılacak ve Müslümanlar uysallaştırılacaktır.
7. Uysallaşmayan kesimler ve ülkeler “Terörist” ilan edilip savaş açılacak ve susturulacaktır.
8. İslam ülkeleri içinde, bu şeytan düzenine son verip yeni ve adil bir medeniyet kurabilecek potansiyel
imkân ve istidatlara sahip bulunan Türkiye’nin önü özellikle tıkanmalı ve hizaya sokulmalıdır.
9. Türkiye’nin, Bölgesinin ve tüm İslam ve insanlık aleminin diriliş ve direnişine öncülük yapacak beyin
ve birikimin, bilgi ve becerinin, inanç ve azmin sahibi ve simgesi olan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın
çevresi kuşatılmalı ve mutlaka etkisiz kılınmalıdır.
Ve artık her kes, safını ve tarafını yeniden kontrol edip karar vererek, tavrını ve ayarını ortaya
koymalıdır.
2004-Mayısı’nda Konya’da yapılan, İstanbul’un Fetih Yıldönümü kutlamalarına katılan Pakistan İslam
Partisi Genel Başkanı ve Ana Muhalefet Lideri Kadı Hüseyin Ahmed’in tarihi tesbitiyle : “Artık dünyada iki
kutup bulunduğunu kesin olarak ortaya çıkmıştır:
1-Siyonizm’in güdümündeki ABD ve AB’nin öncülüğünde Barbar Batı Uygarlığı
2-Bunların karşısında bütün insanlığı kucaklayıp kurtaracak olan İslam Nizamı ve Kur’an’ın aydınlığı
Bu nedenle rahatlıkla söyleyebiliriz ki: İnsanlar ya Amerika’nın safındadır veya Erbakan’ın yanındadır.
Ve işte şuur, bu gerçeğin farkına varmak ve gereğine göre davranmaktır.
Siyonist Yahudiler ve kâhyaları olan, özellikle Protestan ve angelikan kökenli Haçlı emperyalistler,
bütün dünya’yı sömürüp Karunlar gibi yaşarken, Filistin’li mazlumlar mecburen açlık grevinde çırpınmaktadır.
Filistin mecburi açlık grevinde!
İsrail'in 27 hapishane ve tutuklama merkezinde yaklaşık olarak 8 bin Filistinli tutuklu ve hükümlü var.
Uluslararası Adalet Divanı'nın tanımı ile onlar birer savaş esiri… Çünkü İsrail kurulduğu 1948 yılından bu
yana Filistin toprağını işgal etmekte ve işgal ettiği bu topraklarda yaşamakta olan Filistin halkına karşı
acımasız bir savaş sürdürmektedir…
Dün tüm Filistinli tutuklu ve hükümlüler açlık grevine başladılar…
Dışardaki aileleri de onlarla dayanışmada bulunmak için benzer bir açlık grevine başladı… Dışarıdaki
Filistinliler içerdeki kardeşlerine destek veriyor…
Tutukluların tek bir isteği var...
Daha insanca bir yaşam…
İsrailliler 28 Eylül 2000'de başlayan son İntifada'dan bu yana yaklaşık olarak 40 bin Filistinliyi gözaltına
alarak sorguladılar.
Hepsinin tek bir suçu var…
İşgale karşı direnmek…
Bunların arasında binlerce kadın ve çocuk bulunmaktadır…
Peki, İsrailliler bu tutuklulara ne yapıyor? Bildik en ağır işkence yöntemlerini bir yana bırakarak İsrail
psikolojik işkence yöntemleri ile Filistinlilerin direnme gücünü yok etmek istiyor.
1- Tutuklu ve hükümlü Filistinliler sık sık çıplak olarak sorgulanmakta ve bu halleri ile toplu halde
tutulmaktadırlar...
72
2- 16 yaşından büyük bir gençin tutuklu olan babasını ya da annesini ziyarete izin çıkmamaktadır...
3- Tutuklular sık sık cinsel taciz ve tecavüzlere maruz kalmaktadır...
4- Görüş günlerinde bile tutklu ile ailesi arasında hiçbir şekilde yakın temas söz konusu
olamamaktadır...
5- Tutuklu asla ailesi ile haberleşme imkânı bulamamaktadır...
6- Tutuklu hastalar nadiren doktora çıkarılmaktadır.
7- Tutuklular yazın daha sıcak bir ortamda, kışın ise daha soğuk koğuşlarda tutulmakta... Ve rahat bir
uyku çekmelerine fırsat tanınmamaktadır…
8- Tutuklulara kitap, gazete okuma veya radyo ve tv izleme yasaktır…
9- MOSSAD ile işbirliği yapmaları için tüm tutuklulara inanılmaz baskılar yapılır. Bazıların eşi ya da kız
kardeşi evden alınır ve çıplak olarak tutukluya gösterilip hıyanete zorlanır...
İşte bu yaşam koşullarını protesto etmek için Filistinli tutuklular dünden itibaren açlık grevine başladı..
İsrailliler de koğuşlardaki suları keserek açlık grevi sırasında Filistinlilerin su içmelerini yasakladı...
İsrailli içişleri bakanı ise “ölmek istiyorlarsa biz de onlara yardımcı oluruz” demekten sıkılmadı ve
sakınmadı...
Yalnız son 3 yılda 4 bin Filistinliyi katleden, 50 bin Filistinliyi yaralayan, bir milyon zeytin ve narenciye
ağacını yakan ve binlerce Filistinlinin evini yıkan İsrailliler kuşkusuz açlık grevine karşı acımasız olacaktır…
Herkes kendini şu anda İsrail işkence hanelerinde bulunan Filistinlilerin yerine koymalıdır…
Asla Irak'taki Ebu Gureyb görüntülerini unutmamalıdır.34
Asıl mücadele bu vahşete razı olanlarla, itirazı olanların kavgasıdır.
Ekonomik Enkaz!
Doğal ve doğru bir ekonomik düzende, “Bir ülkenin genel üretim toplamı, genel tüketim toplamından
fazla olmalıdır.”
Çünkü; Deprem, savaş, kuraklık, kıtlık, sel v.b. olağan dışı harcamalar için de hazır olunmalıdır.
Bir ülkenin “genel giderleri ile, genel gelirleri eşit ise, o ülke ekonomisi yetersiz sayılır. Dengeyi
korumak ve ihtiyaçları karşılamak zorlaşır.
Yok, eğer, bir ülkenin yıllık tüketim ve gider toplamı, yıllık üretim ve gelir toplamının altına düşmüşse,
orada ekonomi zarardadır ve iflasa doğru kayılmaktadır.
Çünkü böyle bir durum; haliyle “borçlu yaşama” mecburiyetini doğuracak, borç alan yönetimler, buyruk
almaya da mecbur kalacaktır.
İşte “cari işlem açığı” demek; bir ülkenin dışarıya ihraç edip sattığı mal oranının, dışarıdan ithal edip
aldığı mal miktarını karşılamaz olması, hatta çok çok altında kalmasıdır.
AKP iktidarı bu yılın cari işlem açığının yani az ihracat, çok ithalat farkının 6 milyar dolar olacağını
öngörmüşken, daha şimdiden bu açığın 11 milyar dolara, yani iki katına çıkacağı anlaşılmıştır.
Böyle bir ekonomi ile düze çıkmak değil, ayakta durmak bile imkânsızdır.
Bu hükümet ve bu zihniyetle Türkiye bir felakete doğru kaymaktadır. Gerekli bir müdahale, milli bir
mücadele kaçınılmazdır.
Sn. Necmettin Çakmak’ın Milli Gazetedeki şu yazısı oldukça önemli ve anlamlıdır:
Türkiye ekonomisinin büyük ve kronik sorunları var. Enflasyon ve yüksek borçluluk bunların başında
geliyor. Şimdilerde AKP yöneticileri, “enflasyon düştü” edebiyatıyla bir kampanya yürütüyorlar.
Ve bu da; uygulanan programın başarısından da öte, “IMF’nin ülkelerin ekonominin sorunlarını
çözdüğü” gibi ideolojik bir savunmaya dönüştürülüyor.
Enflasyonun düşmesi; yatırımların büyümesi, işsizliğin azalması, işçi, memur ve halkın gelirlerinin
artması olarak sunuluyor.
Ne var ki; tablo onların söylediği ve gösterdiği gibi değil!..
34
Milli Gazete / 17 08 2004 / Medya
73
Çünkü çarşıya pazara giden insanlar, fiyatların düştüğünü değil yükselmeye devam ettiğini;
dahası alım güçlerindeki ‘artış’ın fiyatların artışının çok gerisinde kaldığını görüyor.
Kuşkusuz ki, enflasyon rakam olarak düşmektedir. Daha önce de enflasyonun yüzde 20’lere kadar
düştüğü yıllar oldu; o zaman da pembe tablolar çizildi. ‘İhracat patlaması’, ‘makûs talihi yenme’
propagandası yapıldı. Ama arkasından da yeni krizler patlak verdi.
AKP iktidarı, bu seferki “enflasyon düşüşünün kalıcı” olduğunu iddia ediyor. Bunun ne ölçüde gerçek
olduğunu çok değil, kısa bir süre sonra hep birlikte göreceğiz.
Ancak şu gerçek ki; enflasyonun düşüşü ya da çıkışı ile halkın alım gücü arasında orantısal, doğrusal
olarak bir bağ yoktur.
Çünkü, enflasyon yüzde 100’se işçilerin, memurların gelirleri de yüzde 110 artarsa, halkın alım gücü
yüzde 10 artmış olur ve halk enflasyonun altında ‘ezilmemiş’ olur. Ama, enflasyon yüzde 100 iken ücretler
yüzde 90 artıyorsa, halkın alım gücü yüzde 10 azalmış, dolayısıyla halk yüzde 10 fakirleşmiş olur.
Bugünlerde bir de “cari işlemler açığı” rakamlarına kilitlenmiş vaziyetteyiz.
Bir ülkenin döviz gelirlerinin, döviz giderlerinin altında kalması sonucu ortaya çıkan duruma, cari işlem
açığı denir…
Bu açığın kapatılması, yani finanse edilmesi o ülkenin dış borçlarının artması anlamına gelir. Hükümet
yılsonu cari açık hedefini 10,8 milyar dolara revize etti. Hâlbuki öngörülen açık 6 milyar dolar idi, şimdi
yaklaşık 11 milyar dolara, yani iki katına yükseltildi.
Eğer bu açık ülkenin döviz rezervlerinden karşılanamaz ise dış borçlarımız bu kadar artacak demektir.
Demek ki; ülkeye borç verenlerin, IMF’nin, Dünya Bankası’nın, uluslararası bankaların, Türkiye
tahvillerini satın alan yatırımcıların (tabi ki, kara bıyıklıların da ) gönlünü hoş etmemiz gerekecek.
Neyse ki bu iktidar böyle şeylere alışkın...
Şimdi IMF’nin ve Yabancı Sermayenin bizden beklentileri var...
Bütçenin faiz dışı fazla vermesini istiyorlar.
Hani, Başbakan arada sırada söylüyor, ya!..
Hay hay, efendim!.. emriniz olur.
Ne de olsa, faizleri kutsal, dokunulamaz olarak kabul ettiğimize göre ne gerek var eğitime, sağlığa,
kamu yatırımlarına harcadığımız toplamın vergi gelirlerinden düşük olmasına..
Bütçe zaten delik deşik olmuş..
Öyle değil mi?
Beş yıldır IMF programı altında artık delik kalmayan kemerleri sıkıyoruz, yarı aç yarı tok yaşıyoruz,
daha az maaş alıyoruz...
Bütün bu sıkıntılar ne için?
İç ve dış borçları ödeyebilmek için...
Ama nafile!..
Biz bu kadar sıkıntıya katlanıyoruz, canımızı dişimize takıyoruz, ama gene de borçlarımız artmaya
devam ediyor. Burada bir acayiplik olmalı.
Öte yandan cari açık vermek, bir ülkenin kendi imkânlarının ötesinde yaşaması anlamına geliyor.
Tasarruflarının yatırımlarının gerisinde kalması demek oluyor.
Ekonominin başlıca aktörlerinden kamu, tasarruftan başka bir şey düşünmüyor. Yılın ilk yedi ayında
bütçenin faiz dışı ödeneklerinin sadece yüzde 40’ı harcanmış.
Bu nedenle iktidar, IMF’den ‘çok teşekkür ederiz, ne iyi ettiniz’ türünden mesajlar alıyor.
AKP ‘aferin’ almayı sürdürürken, diğer taraftan da ülkemde birbiri ardına, sıcaklardan değil,
yatırımsızlıktan, bakımsızlıktan demiryollarında kazalar oluyor...
‘Hızlandırılmış katliamın’ sorumluları bir türlü bulunamıyor...
Ne gam!
Ne de olsa bu ülke onların ‘babalarının çiftliği’ ya..
74
Bu manzaralar elbette ki birilerinin gelirlerinin katlandığını ve daha da ötesinde harcama yaptığını
gösteriyor. Üretim rakamlarına baktığımızda, gıda üretiminde binde 3 gerileme yaşanırken, otomotiv
üretiminde ise yüzde 80 artış olduğunu görüyoruz. Bu arada toplam ithalatımızla birlikte otomotivde de
yurtdışından aşırı girişlerin olduğu bir vakıa...
Aynen, 2001 krizi öncesi manzara...
İthalat 1,7 milyar dolardan 5 milyar dolara sıçramış.
O halde, sorun kazandığını gırtlağına harcayanlardan kaynaklanmıyor.
Düşük dövizden faydalanıp lüks tüketime yüklenen kaymak tabaka ülkenin dövizlerini har vurup,
harman savuruyor.
Peki, bu sistem içerisinde kurtuluşa ermek mümkün mü?
Maalesef değil!
Çünkü; dalgalı kur sisteminde TL değer kaybeder; büyük şirketler ihracata yönelir, bir süre için ithalat
yavaşlar, ama dış borçların TL karşılığı da artar, kaynakların daha fazla kısmını borç ödemelerine ayırmak
gerekir, gene altta kalanlar kaybeder.
Sıkı para politikası uygulanır; faizler yükselir, bir süre için özel yatırımlar yavaşlar, işsizlik patlar,
rantiyeci tabaka yüksek faizlerle gününü gün ederken, bütçede faiz yükü daha da ağırlaşır, gene altta
kalanlar kaybeder.
AKP, “piyasaların hatırına” IMF ile üç yıl daha devam ediyor. Bu kısır döngüde tam beş yılımız geçti.
Artık hatır gönül dinleyecek halimiz kalmadı.
Üç yıl daha yüzde 6,5 faiz dışı fazla vermeye devam edersek, çok geçmeden kendimizi krizin
içerisinde debelenirken buluruz.
Bu işe bir son vermenin vakti geldi de geçiyor bile.
Yoksa...
‘Satılık ülke’ tabelasını astığımız gibi, benliğimizi, kimliğimizi satma dönemi de gelir. Allah
muhafaza!..35
Türkiye Osmanlıyı çökerten “Düyunu Umumiye”den daha beter bir batağa saplanmış durumdadır.
Tehlike çanları çalıp durmakta ama AKP liler kulaklarını tıkamaktadır.
İşte, Yiğit Bulut’un feryadı:
Birkaç yıl önce, krizin ilk döneminde, başımdan geçen bir olay bu sabah gazeteleri okurken aklıma
geldi ve dehşetle irkildim. Detaya girmeden konuyu size de aktarmak istiyorum. “İstanbul yaklaşımı”,
“şirketlerin borçları”, “ekonomik kriz” gibi kavramları tartışırken bir dostum bana şöyle demişti: “bugüne kadar
yaşananlar işin birinci perdesi; birkaç perde ileride: Türkiye'nin IMF’ye ve kefil olduğu Siyonist bankalara
makro borçları inanılmaz derecede artarken, şirketlerin devlete olan mikro borçları da yabancıların eline
geçecek. Ülkeye borç verirken yüksek faizle kaynak sağlayanlar, varlık yönetim şirketleri kurup, devlete
ödenmesi gereken bu borçları da yok pahasına satın alacaklar. İstersen Arjantin ve Brezilya'da neler olmuş
bir bak."
Sevgili dostlar, yukarıdaki konuşmayı unutmayalım ve Milliyet gazetesinde çıkan habere bir göz atalım:
"TMSF, bünyesindeki bankalardan intikal eden, hâkim ortaklar dışındaki kurumsal kredi alacaklarının tahsili
için açtığı 223 milyon dolarlık alacak portföyü satış ihalesini, Deutsche Bank tarafından kurulan Bebek Varlık,
22 milyon dolarlık teklifle kazandı. Daha önce 324 milyon dolar değerindeki portföyün satışı için açılan ihale,
tekliflerin yetersiz bulunması nedeniyle iptal edilmişti. TMSF'den yapılan açıklamaya göre, ihalenin
yenilenme kararı 6 Mayıs'ta alınırken bu sürede kurumsal Tahsili Gecikmiş Alacakların tahsilini hızlandırmak
için yapılan yüzde 50 peşin ödeme indiriminin de etkisiyle satışa çıkarılan portföy yaklaşık yüzde 30
küçüldü."
Bu noktada iki ayrıntıya lütfen dikkat;
35
Necmettin Çakmak 31 Ağustos 2004 Milli Gazete
75
Devredilen hortumcuların borçları değil, devredilen hâkim ortaklar dışındaki kurumsal kredi alacakları
daha doğrusu hortumlanan bankadan iş yapmak için kredi kullanmış ve ödeme güçlüğüne düşmüş şirketlerin
borçları. Yani hortumcuların batığı devletin alacağı yabancı şirketlerin olacak!..
222,8 milyon dolarlık alacak portföyü ilk etapta yüzde 30 küçültülmüş sonrasında yüzde 10'undan bile
az bir rakama Deutsche Bank'a devredilmiş. Peki, yeni alacaklı bu paranın ne kadarını tahsil edecek?
Hepsini tahsil edebilirse, bu işten 200 milyon dolar mı kazanacak? Hepsi derken, hepsi 222,8 değil, bu
küçültülmüş hali. Tahsil ettiği para nasıl vergilendirilecek? 20 milyon ile 200 milyon kazanırsa paranın ne
kadarı Türkiye'de kalacak?
Sevgili dostlar, bu sorular daha çok uzar. Bu noktada geçmişe dönmek ve tarihinden ders almayan
bizlere bir noktayı altını çizerek hatırlatmak istiyorum: Dünya Osmanlı topraklarındaki petrolü paylaşma
hazırlığındayken, Osmanlı yönetimine tavsiye edilen yöntem sürekli borçlanmasıydı. Denilen yapıldı ta ki
1876'da ödeme yapılamaz duruma gelinene kadar. Bu durum sonrasında yabancılar, Osmanlı topraklarında
alacak tahsili için bir yönetim oluşturdular ve bu 'şirket' devletin alacaklarını tahsil etmeye, vergileri toplamaya
başladı. İş o kadar ileri gitti ki kendi silahlı güçlerini bile kurdular. Bu şirketin söylemi şöyleydi: ' Sen Ahmet
efendi, yaptığın iş dolayısıyla Osmanlı maliyesine şu kadar borcun var ama bana ödeyeceksin.' Bu noktada
işin nasıl çığırından çıktığını açıklayacak bir örnek daha: 1900 sonrası bu şirkette çalışan sayısı 9 bine
yaklaşırken, Osmanlı Maliyesi'nde çalışan sayısı bunun yarısı kadardı.
Sonuç: Başa döner ve dostumun anlattıklarını tamamlarsak; Brezilya ve Arjantin'de şirketlerin
borçlarını bırakın, belediyelerin içme suyu şebekeleri bile yabancıların eline geçti. Bugün IMF'nin en alacaklı
olduğu üç ülkenin 'Brezilya, Arjantin ve Türkiye' olduğunu düşünürsek, sadece makro borçlara değil, mikro
borçlarda da sonumuz belli. Bundan sonra atılacak adım 'belediyelerin borçlarına karşılık alacaklarının
yabancılara satılması'.
Son söz: Hortumcuların affedilmesi bir yana, “alacaklarının yok pahasına yabancılara devri bardağı
taşıran son damla. Tüpraş'ta attığım son çığlık gibi yine soruyorum; yok mu bu gidişe dur diyen? 36
36
Yiğit Bulut 3 Eylül 2004 Radikal
76
DİNİ VE MİLLİ HAREKETLERDEKİ
KRİPTO (GİZLİ) YAHUDİLER
Kripto Yahudi: Kendisini gizleyen, yerine göre Müslüman veya Hrıstıyan görünen… Bazen Türk, Bazen
Kürt milliyetçisi geçinen… Türkiye’de Mehdi, Irak’ta mürşit rolü üslenen… Ama her halukarda siyonizme
hizmet eden Yahudiler demektir. Yurdumuzda etkili ve yetkili noktaları ele geçiren kripto Yahudilerle,
Amerika’daki Siyonist Yahudiler, ülkemiz ve bölgemizle ilgili şeytani planlar peşindedir. Ve tabii her türlü
hıyanette işbirliği içindedirler.
Gizli Toplantı:
Birçok gazetenin Washington temsilciliğini yapan Savaş SÜZAL, bu hıyanetler konusunda çok önemli
bilgiler vermektedir:
“Georgia eyaletinin Sea Island Golf merkezi’nde 8–10 Haziran tarihleri arasında düzenlenen G–8
zirvesinin gündeminin Amerika’nın “büyük Ortadoğu projesi çerçevesinde bölge haritalarını yeniden çizme”
girişimi olduğu bildirildi. Başbakan Erdoğan’ın bu zirveye davet edilme gerekçesinin ise laiklik falan değil
doğrudan yeni oluşumlarla ilgili “Türkiye’nin koyacağı tavır konusunda bir zemin yoklaması” olacağı ifade
edildi.
Amerikalılar özellikle Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devleti ve bu devlete bölge ülkelerinin tepkisini
merak ediyor. Washington’da Dışişleri-Pentagon-Beyaz Saray ve CIA üçgeninde yapılan analizlerle bölge
ülkelerinin tepkileri konusu değerlendirildi. Toplantılarda tepkisi ölçülen ülkeler arasında Türkiye’nin yanı sıra,
Suriye, İran, Rusya ve Arap dünyası da yer alıyor.
Amerikalılar, “Beyin fırtınası” adı verdikleri değişik alternatifler üzerine çeşitli analizler yaptı. Bu
toplantılardan bir Bakanlıkta yapılanında ise Tayyip Erdoğan ve Türkiye’nin konuyla ilgili tepkisi ele alındı ve
tartışıldı. Toplantıya katılan uzmanlardan üçünün musevi asıllı olması, ikisinin ise ABD Dışişleri bakanlığında
analiz kısmında çalıştığı dikkat çekiciydi.
Tartışma sırasında yanıt aranan sorular şunlardı;
1- Kerkük Kürt eyaleti içinde kalırsa, TSK’nın tepkisi ne olabilir?
2- Kürt milliyetçiliğine islamcıların bakış açısı nedir?
3- AKP’nin islam-kürt milliyetçiliğine yaklaşımı ve bakışı ne merkezdedir?
4- AKP’nin TSK ile birlikte, bölgedeki bir kürt devletine nasıl bir tepki verebilir?
5- AKP’nin Kuzey Irak’ta kurulacak bir kürt devletine bakışı ne olabilir?
6- AKP içindeki kürt asıllıların Başbakan Erdoğan üzerindeki etkileri ne ölçüdedir?
7- Ve yaklaşan ekonomik ve siyasi krizler içinde, AKP’nin geleceği nasıl şekillenir?.
Gizli ve basına kapalı toplantıya 5 Amerikalı uzman katıldı ve bunlar değişik noktalar üzerinde hem
bilgi verdi hem de yetkililerden gelen soruları yanıtladı. Uzmanlar Türkiye’de, ülke yönetiminde etkili olan,
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), medya, kamuoyu, iktidar partisi ve Türkiye’deki kürtçü gurupların Irak
kürdistan’ındaki gelişmeler karşısında takınacakları tavrı ve bunun Türk dış politikasına yansımasını
değerlendirdi.
“-Kerkük’ün Kürt eyaleti içinde kalmasının TSK’nın tepkisine yol açabileceği ve bu tepkinin
asker tarafından ABD’ye duyulan güvensizliği daha da derinleştirebileceği vurgulandı. ABD’nin
kürtler yanında yer almaya devam etmesi halinde TSK’nın güveninin tamamen kaybedilebileceği ve
bu nedenle Amerika’nın konuyla ilgili politikasını açıkça değil, gizlice yürütmesi önerildi. Ancak
toplantıda, Kerkük’ün Kürt etnik federasyonu içinde kalmasını da Askerlerin bir operasyon yaparak
önleyebilecek durumda olmadıkları, buna hem hükümetin hem TÜSİAD’ın hem de TÜSİAD eksenli
basının AB’yi de yanlarına alarak şiddetle karşı çıkağı ve askerin manevra alanının yalnızca
“sinirlenmekle” sınırlı kalacağı” ifade edildi.
 İslamcılarla kürtçüler elele!
77
“- Türkiyedeki islamcı hareketin ana kaynağının kürtçü bir din adamı olan Saiidi Nursi tarafından
kurulan nur hareketi olduğu ve bu nedenle kürtlere sempati ile bakıldığı belirtildi. “Siyasi İslam’ın,
Kürtlerin yoğun olduğu Güneydoğu bölgesinde kuvvetlendiği ve 1995 seçimlerine kadar Kürt
milliyetçiliğinin İslamcı siyasetler içine gizlendiği” ileri sürüldü. İç içe geçmiş iki hareket, İslami
hareketle kürt milliyetçiliğinin aynı hedefe, yani Kemalizme muhalif olduklarına da” dikkat çekildi.
Burada bir yanlışlığı düzeltmemiz gerekir:
Bediüzzaman, iddia edildiği gibi “Kürtçü” değildir. Üstad her türlü ırkçılığa kesinlikle karşı büyük bir din
alimidir.
“İslam’cı” geçinen, kuru kahramanlıkla İslam’ı istismar eden, hatta Amerika ve İsrail’in de aleyhine
yazan-söyleyen Abdurrahman Dilipak ve Akit gazetesi, güya radikal İslam’cı zannedilmesine…
Fetullahçıların Zaman gazetesi, nurcu ve ılımlı bilinmesine…
Mehmet Metiner ve Mir Mehmet Dengir gibiler hem Kürtçü, hem İslamcı görünmesine rağmen, bu üç
kesimin de, Amerika’nın kuklası ve masonların maşası olan AKP’yi desteklemeleri bir tesadüf değildir.
“-AKP’nin konuya yönelik politikası olmamasının, Türkiye’nin çıkarlarından çok, ülke içi güç
mücadelesinden başarılı çıkma güdüsüne dayandığı” söylendi. Bir uzman, Ahmet Davudoğlu’nun
“tezkere geçseydi o bölgede sıkıyönetim ilan edilecek ve bu da TSK’nın güçlenmesine neden
olacaktı” şeklindeki açıklamasını örnek göstererek, stratejik düşünce şeklinin tamamen sistem içindeki güç
mücadelesine dayandığını ortaya koyduğunu vurguladı.
“AKP’nin bir Irak politikası olmamasının” parti içindeki hassas etnik dengeleri bozmamak amacına
yönelik olduğuna işaret edilirken, AKP içindeki dinamiklerin Irak’taki gelişmeler yüzünden partiyi zor durumda
bırakabileceği ve bu yüzden konudan oldukça uzak durmaya çalışıldığı kaydedildi. Örneğin partinin bu
nedenle Türkmenlere yapılan baskıları gündeme taşımamaya çalıştığı da söylendi.
 “Türkmen Cephesi” askerlerin birimi!
Aynı toplantıda söz alan bir başka Amerikalı uzman ise “-Gazeteci Cengiz Çandar’a göre “Türkmen
Cephesi’nin askerlerin bir birimi” olarak görüldüğünü ve bu durumdan hükümetin rahatsız olduğunu”
söyledi. Uzman, “Türkmen konusunun asker ile hükümet arasında bir mücadele göstergesi olduğuna
da işaret ederek, Türkiye’nin artık tehlike algılamasında homojen olmadığını, sistemin stratejik
düşünme mekanizmasının zayıf ve gittikçe parçalanmaya başladığını” belirtti. “Başbakan ve Dışişleri
Bakanının geleneksel bürokrasi yerine işi danışmanlarıyla götürmeye çalıştığına dikkat çeken
Amerikalı, Cüneyt Zapsu’nun Zaman gazetesindeki mülakatında açıkca kürt kimliğini ve kürt
milliyetçiliğine olan sempatisini de ortaya koyduğunu” belirtti.
 Kuzey Irak’taki kürt devleti
Kuzey Irak’ta bir kürt Federasyonı ve kürt devleti konusundaki tartışmalarda söz alan bir başka
konuşmacı, ise: “PKK’nın ateşkese son vererek saldırılara başlaması durumunda, TSK’nın hareket
alanının iyice sınırlanacağını ve hükümetin de asker karşısındaki inisiyatifini kaybedebileceğini”
belirtti. Konuşmacı, “İlnur Çevik ve Cengiz Çandar’a göre AKP hükümetinin Kürt Federasyonuna karşı
olmadığını, ancak asker ve MGK zorlamalarıyla Kürt etnik federasyonuna karşı çıkmak zorunda kaldığını”
ifade etti. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile Washinton’a geldiğinde konuştuğunu anlatan uzman, bakanın
kendisine, “Kürtlerin haklarına AKP ve hükümet olarak karşı olmadıklarını, ortada zaten bir Defacto
devletin olduğunu, kendilerininde şu ana kadar bu oluşumla iyi ilişkiler içinde bulunduklarını, Türkiye
yi işin içine katmadıkları sürece gelişmeleri onların işi olarak gördüklerini” söylediğini dile getirdi.
“Kerkük’ün kürtlere verilmesine AKP’nin büyük tepki göstereceğini sanmadığını anlatan uzman,
hükümetin göstereceği tepkinin yalnızca asker ve milliyetçi gurupların tepkisini azaltma amacı
taşıyacağını” belirtti. (Not: Yukarıda ismi geçen siyasetçi ve gazeteçilerin kripto Yahudi oldukları yazılıp
çizilmiştir.)
HADEP Başkanı Tuncer Bakırhan ile bir telefon görüşmesi yaptığını anlatan uzman, Bakırhan’ın
kendisine, “PKK’nın silahlı harekete geçeceğini, PKK’nın hem siyasi hemde silahlı hareketi birlikte
78
götürmek istediğini” söylediğini anlattı.
Toplantıda Tayyip Erdoğan’ın en yakınındaki 4 kişin kürt olduğu, bunlardan Kürt bilinci yüksek olan Mir
Dengir Fırat’ın parti içindeki ikinci adam ve siyasi işlerden sorumlu olduğu, İkinci yardımcı Adana milletvekili
ve eski islamcı Ömer Çelik’in de kürt kimliğinin sürekli şuurunda bulunduğu, Başbakan üzerinde de büyük
etkiye sahip olduğu, Üçüncü yardımcınında iş dünyasıyla ilişkileri düzenleyen Cüneyt Zapsu olduğu belirtildi.
Toplantıda varılan ortak nokta bu üç yardımcının AKP içindeki tüm gelişmelerden haberdar oldukları ve
Türkiye deki en güçlü lobinin Kürt lobisi olduğu bu lobininde iş dünyası ile yakın ilişkileri bulunduğu tespit
edildi.37
Kesnizani Tarikatı:
“Babil’de Amerikan Tangosu” Kitabının yazarı Ahmet DİNÇ ise: İsrail’in patron, ABD ve İngiltere’nin
baş piyon olduğunu ve Irak’ta her şeyin, İsrail’in istediği şekilde oluştuğunu ve Siyonistlerin bütün Irak’ı,
masonluk gibi teşkilatlandırdıkları “Kesnizani” (kimse bir şey bilmiyor) tarikatıyla avucunda tuttuğunu,
belgeleriyle gösteriyor.
Amerikan işgali altındaki Irak'ta her şeyin İsrail'in istediği ve kurguladığı gibi gittiğini belirten Gazeteci
Ahmet Dinç, "Irak mozayiğini oluşturan halklar orada ABD'den ziyade İsrail'e bakıyor ve uzun vadede olup
bitenleri bir içgüdü olsa gerek, sezebiliyorlar. Şu ana kadar yeni Irak'a dair idari, siyasi, ekonomik ve hukuki
düzenlemelerde İsrail'in istemediği hiçbir şey yapılmadı" diyor.
“Babil'de Amerikan Tangosu” isimli kitabında Saddam'ı deviren güdümlü tarikat: Kesnizani'yi anlatan
Gazeteci Ahmet Dinç, MOSSAD ve CIA ile garip ilişkiler içerisinde olan tarikatın Saddam'ın işgal güçleri
tarafından devrilmesinde büyük rol oynadığını söylüyor.
“Türkiye'den Irak'la ilgili görünenler, orada olan bitenin belki yüzde 5'i ancak. Ben görünmeyeni ya da
gösterilmeyeni görmeye, sonra da Türk okuruna yansıtmaya çalıştım. Kesnizani tarikatı meselesi de Irak
buzdağının alt yanındaki ilginç gerçeklerden biriydi. Irak'a gazetecilik yapmak için giden bir kişinin bu tarikatı
görmemesi, hissetmemesi mümkün değil. Irak genelinde 3 milyon civarında taraftarı bulunan bir tarikattır.
Saddam'ın devrilmesinde ve Irak'taki Amerikan işgalinin kolaylaştırılmasında can alıcı misyonlar ifa etmiştir.
Kesnizani tarikatı Irak'ta çok yaygın olmasına rağmen dünya ve Türk kamuoyu tarikatı hiç tanımıyor.
Belki de bilinçli olarak gizleniyor. Bazı insanlar, kitapta böyle tarikattan bahsettiğimi görünce şüpheye düştü,
'olmayan bir tarikatı ve yapmadığı işleri mi yazdı acaba' diye. Kitapta yazdığım herşey gibi tarikat konusu da
gerçektir. Kesnizani tarikatı, aslında 1970'li yıllarda Kadiri tarikatının bir koluydu. Kadirî'nin Süleymaniye kolu
olan Kesnizani tekkesinde kendi halinde bir şeyh vardı. Fakat eski şeyh ölüp de 1970'lerin sonunda
babasının yerine post'a Şeyh Muhammet Kesnizani oturunca tarikatta anormal gelişmeler ve değişmeler
başladı. Şeyh Kürt kökenli ve Kerkük'ün güneyindeki Çamçamal ilçesinden. Tarikat başta Kürtlerin
yoğunlaştığı bir tarikattı ancak Şeyh Muhammet başa geçince Türkmen, Arap ve diğer Müslüman
unsurlardan da mürit edinmeye başladı. Kadirilik'te ayin sırasında kanlı bıçaklı gösteriler hiç yokken ve hoş
karşılanmazken, bu tarikat ondan tamamen kopup, toplantılarında aşırı ürkütücü gösteriler yapmaya
başladılar. Kafalarına, boğazlarına ve bütün vücutlarına kılıç, kama, bıçak ve her türlü kesici, delici silahları
sokuyorlar ama tek damla kan akmıyor, hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorlar hayatlarına. Bu tür gösteriler
her göreni etkiliyor ama özellikle askerler üzerinde çok büyük tesir bırakıyor. Çünkü Irak yıllardır cephelerde
savaşan bir orduya sahipti. Askerler bu korkunç gösterilerden etkilenip, "Cephede her an ölebilirim. Ama bu
tarikata girer de yaralanıp ölmeme yöntemlerini öğrenirsem, o olgunluğa erişirsem, cephede bana bir şey
olmaz" düşüncesiyle yoğun şekilde Şeyh'e mürit olmaya başladılar.
Tarikat, Ordu Ve İstihbarat Servisini Ele Geçirmiş
 Evet, Şeyh Muhammet posta oturunca İsrail'le yoğun bir ilişkiye geçiyor. Bu ülke tarafından parasal
ve değişik destekler alıyor. Şeyh'in Gandi ve Nehru adlarında iki oğlu var. Gandi 80'li yıllarda gizemini hâlâ
koruyan bir şekilde ölüyor. İsrail, MOSSAD ve CIA ile ilişkileri küçük oğlu Nehru sağlıyor. Tarikat MOSSAD
37
www.hebergazete.com /06-06-2004
79
ve CIA'nın kontrolünde şu anda. Daha ilginç olanı, tarikatın öğretilerine Kabala'dan, Tevrat'tan bazı unsurlar
girmiş. Çok uğraşmama rağmen ele geçiremediğim bir kitapları var. Toplantılarında ve bazı özel durumlarda
okuyorlar. Bu kitapta Yahudi inanışlarına göndermeler var ve Kabala'dan alıntılar var. Yine Kabala'dan alınan
büyü yöntemleri var kitapta. Hatta bazı Kesnizani tekkelerinde hahamların müritlere dersler verdiklerini
duydum. Bir İslam tarikatının İsrail'le ve Yahudilik diniyle bu denli içiçe geçmesi, dahası, MOSSAD ve CIA'nın
gözü kulağı olması gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Bizdeki masonlar gibi teşkilatlanan bu tarikat, Irak’ta istihbarat servisini ve o orduyu ele geçirmiştir.
Tarikatın başına Şeyh Muhammet Kesnizani geçince, hedefine ordu ve istihbarat mensuplarını, polisi ve
bürokrasiyi koyuyor. Buralardan yoğun bir şekilde mürit kazanmaya başlıyor. Öyle ki Irak genelkurmay
Başkanı Mareşal Ayat Fetih El Ravi, Hava Kuvvetleri Komutanı Mareşal Hamid Şaban, Umumi Askeri
İstihbarat Başkanı Mareşal Vefik El Samarayi, üst üzey ordu komutanları ve birçok subayı mürit yapıyor. En
ilginç olansa, Saddam'ın ilk eşi Sacide, kardeşleri Barzan ve Vatman ve oğlu Uday'da Kesnizani’lere
katılıyor. Bunları mürit yapabilen bir tarikatın, saraydaki ve Saddam'ın çevresindeki daha kimleri kendisine
bağladığını bir düşünün.
Böyle olunca da saddam'ın her hareketi, her düşüncesi, hatta yatış kalkış saatleri bile MOSSAD ve
CIA'ya bildirilmiş. Savaş sırasında ise bu tarikatın müridi olan birçok subay ve üst düzey komutan savaşmak
yerine, askerlere "Sivillerinizi giyinin ve silahlarınızı bırakıp evlerinize dönün" emri verip orduyu adeta
buharlaştırmış. Amerikan ordusu Bağdat çevresinde geldiğinde bütün dünya, "Savaş yeni başlıyor,
Saddam'ın efsane Cumhuriyet Muhafızları, Medine Tümenleri zor yenilir" beklentisi içindeyken, savaş
birdenbire sanki sihirli bir değnek dokunmuş gibi bitti. İşte bu ani bitişin sırrı bu tarikattır.
Siyasi Yapılanmaya Hakim Durumdalar
 Tarikat şimdilerde de işgalcilerin ve İsrail'in gözdesi olmaya devam ediyor. Yeni kurulan Irak asker ve
polis teşkilatlarına ağırlıklı olarak bu tarikatın mensupları alınıyor. Bürokratik ve siyasi yapılanmalarda da
tarikat mensupları ön plandalar.
 Gerek Şeyh Muhammet, gerekse tarikatı "meşhur meçhul" denilen türden varlıklar. Şeyh'in daha
yayınlanmış tek bir fotoğrafı bile yok, yüzünü gören, bilen yok. Ortalıkta görünmüyor, var mı yok mu, o da
bilinmiyor!
 Bu tarikata bağlı Süryani teröristler 1993'te PKK ile bir anlaşma yapıp bu örgüt içinde bulundular.
Öcalan'ın yakalanmasından üç yıl kadar sonra da PKK'dan ayrılıp kendi örgütlerini kurdular. Bethnahrin
Ulusal Kurtuluş Ordusu adındaki terör örgütü, geçen yıl kuruldu ve silahlı mücadeleyi benimsiyor. Tıpkı
Yahudilerin inanç haline getirdikleri vaad edilmiş topraklar kavramı gibi Süryanilerin de "beyt-ül nahreyn"
ifadesinde sembolize edilen ve 'iki ırmak arasındaki ev' anlamına gelen vaad edilmiş topraklar anlayışı var.
Süryanilerin vaad edilmiş vatanı Fırat-Dicle nehirleri arasının kuzey kesimleri, yani büyük çoğunluğu Türkiye
sınırları içinde kalan bölge. Onlar şimdi bu bölgeyi istiyor. Önce Irak'ta bağımsız veya otonom bir
Asuri/Süryani devleti, ardından da Türkiye sınırları içinde kalan Kuzey Mezopotamya için silahlı mücadele
aşamalarını planlıyorlar. Yakın bir gelecekte Güneydoğu'da bu örgüt silahlı mücadeleye başlarsa kimse
şaşırmasın. Yıllar önce Güneydoğu'dan göçüp batılı ülkelere gitmiş Süryaniler tekrar dönmeye başladı. Bu
kendi başına değil, planlı, organize bir dönüş. Planın bir parçası. Batılı ülkelerde bir eli yağda bir eli balda
yaşamak varken, insanlar neden durup dururken çorak bozkırlara, çölleşen topraklara, tek ağacın bile
bulunmadığı köylere geri dönmeye başlasın? Süryanilerin tekrar Türkiye'ye dönmeleri dikkatle takip edilmesi
gereken bir konudur.”
Fetullahçılık ve Kesnizani benzerliği:
İslam tarihinde, Müslümanların sorumluluk bilincini söndürmek ve “düşünme ve değerlendirme”
yeteneğini köreltmek için yine Yahudilerin etkisiyle ortaya çıkan “LA EDRİ” (Arapça: Hiçbir şey bilmiyorum)
akımının değişik bir tezahürü olan Irak’taki bu “KESNİZANİ” (Kimse bir şey bilmiyor) terikatının, şu anda
Türkiye’deki benzeri Fetullahçılık örgütlenmesidir. Bunların Siyonist merkezlerle, masonik çevrelerle ve ABD
ile münasebetleri, desteklenmeleri ve ülkemizde, eğitim, emniyet, bürokrasi ve ordu içinde kümelenmeleri ve
80
beyni yıkanmış bütün mensuplarının “Biz iç ve dış siyasetle ilgilenmeyiz. Biz sadece ibadetlerimizi ve
büyüklerimizin direktiflerini yerine getiririz!” Şeklindeki tepkileri de, Siyonist şeytanların sinsi ve tehlikeli
planlarını hatıra getirmektedir.
İzmir’de Milli Görüş istikametinde hizmet yürüten AK-EVLER hareketinden, 1970’lerde koparılarak
“AKYAZILI” Vakfı kurdurulan ve Bediüzzaman’ın Risale-i Nur çizgisinden de uzaklaşıp masonlara yaklaşan
Fetullah Gülen hareketinin perde arkasını halkımız bilmemektedir. 6 Aylık sürede devrim niteliğinde başarılı
hizmetler gerçekleştiren Erbakan hükümeti için, Televizyonlara çıkıp, siyasi parti lideri gibi, masonların
ağzıyla: “İstenmeyen Başbakan bırakıp gitmesini bilmelidir. Ortamı daha fazla germemelidir! Bu işi
beceremiyorum demek te bir fazilettir.” Şeklinde dengesiz ve demogojik demeçler veren, Fetullah Gülen
AKP’nin 2 yıllık beceriksiz ve bereketsiz yönetimi için, hala dua etmektedir.
Fethullah Tarikatında Taht Kavgası!
Fethullah Gülen'den sonra tarikatı kimin yöneteceği tartışması 80'li yıllardan bu yana yaşanıyor. İki
isim ön planda. Birinci isim, tarikatın "Amerika Kıta İmamı" İsmail Büyükçelebi. İkinci isim ise Latif Erdoğan.
Ya da şöyle denebilir; Latif Erdoğan'dı. Ama Erdoğan "kayıp"...
Fethullah Gülen'in "12 havarisi"nden ve Gülen'den sonra tarikatın lideri olarak değerlendirilen Latif
Erdoğan'ın "kayıp" olduğu öğrenildi. Latif Erdoğan'ın yaklaşık dört aydır görülmediği ve "Latif ağabeye ne
oldu" sorusuna cemaat içinde cevap arandığı ifade edildi.
Aydınlık'a ulaşan bilgilere göre, Gülen'in başyardımcısı ve "Amerika Kıtası İmamı" İsmail
Büyükçelebi'nin, Latif Erdoğan'ı üç yıl önce tasfiye ettiği belirtildi. Tarikata yakın kaynaklar, bu süreçte,
Erdoğan'ın "Latin Amerika İmamlığı"na "sürüldüğü"nü söylediler. Yine aynı kaynaklar, Gülen tarikatı içindeki
bu kargaşanın, AKP iktidarına da yansıyacağını ve gücünü büyük ölçüde Gülen-ABD birliğinden alan Tayyip
“Erdoğan'ın partisini kontrol edemeyeceğini” ifade ediyorlar.
"Hizmet Değil Ücret"
Fethullah Gülen, 21 Mart 1999'da Amerika'ya "kaçtı". Sağlık sorunlarından dolayı Amerika'ya "gittiği"ni
iddia eden Gülen, tarikatı beş yıldır oradan yönetiyor. Tarikatın önemli kollarından Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfı, Abant Toplantıları'nın sonuncusunu Amerika'da yaptı.
Ama tarikat içinde özellikle son üç yıldır önemli bir kargaşanın yaşandığı ve son bir yıldır bu
kargaşanın cemaatin alt kadrolarına kadar indiği ifade ediliyor. “Tarikatın içinde 30 yıl süreyle görev
almış, ama bugün aktif görevde olmayan bir isim” Aydınlık'a şöyle konuştu:
"Artık gelinen aşamayı şöyle değerlendirebiliriz: Hizmet değil ücret. Bizler yıllarca bu işin çilesini çektik
ama şimdi dışlandık müdürlükler, işadamlığı, bürokrasi öne çıktı."
Bu, aşağıdan gelen isimlerin, üçüncü kuşak tarikat üyeleriyle yaşadıkları çelişmenin göstergesi. Ama
öyle bir durum var ki, tarikatın yaşadığı kargaşayı açıkça ortaya koyuyor.
CIA'dan Düşünce Kuruluşlarına Uzanan Köprü: İsmail Büyükçelebi
Tarikatın "Amerika Kıta İmamı" ve "Başyardımcı" İsmail Büyükçelebi. Amerikan yönetimiyle ilişkilerde
önemli bir isim, CIA'dan düşünce kuruluşlarına kadar görüşmeleri örgütlüyor. Gülen'in en yakının isim olarak
biliniyor.
"Beyin Takımı"yla Köprü: Latif Erdoğan
İkinci halefse, Latif Erdoğan. Ya da şöyle denebilir; Latif Erdoğan idi… Ama şimdi kayıp!?
Latif Erdoğan, Gülen 1968 yılında İzmir Kestanepazarı Kuran Kursu'nda Hoca'yken, öğrencisiydi. O
günden bu yana ilişkileri sürüyor. Hoca'ya hep sadık kaldı. Ama eleştirilerini açık bir şekilde yaptı. Gülen'in
"beyin takımı"yla köprü görevini üstlendi. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nın kurucularından ve ilk başkanı.
İzmir Çiğlili ve ailesi ülkücü, kendisi de ülkücülere sıcak bakıyor. 1980 darbesinden sonra kısa bir dönem
aranan Fethullah Gülen’le askerler arasında arabuluculuk yaptığı, İzmir Emniyeti'ndeki "yetkili" kişilerle
ilişkileri ayarladığı söyleniyor. Tarikat içinde, Gülen'e, şekil itibarıyle, hitabıyla ve teşkilatçılığıyla, en çok
Erdoğan'ın benzediği ifade ediliyor. Latif Erdoğan, Gülen'in yaşamını anlatan ve 28 Şubat sürecinde tarikat
üyeleri tarafından önemli paralar ödenerek toplanan, "Küçük Dünyam" adlı kitabı da hazırlayan isim.
81
Gülen "Küçük Dünyam"da, laiklik ve Atatürk'e sert eleştirilerde bulunuyordu.
"Kapalı Kutu Olduk, Tabandan Koptuk"
Fethullah Gülen'den sonra gelmeleri muhtemel iki ismi kısaca tanıdıktan sonra, tarikattaki "tasfiye" ve
"kaybolma"nın perdesini arayalım.
Yaklaşık üç yıl önce, Latif Erdoğan'ın Amerika'da Fethullah Gülen'e şu eleştiriyi yaptığı belirtildi:
"Etrafınızdaki kişiler yüzünden tabandan koptuk ve kapalı bir kutu olduk. Görüştüğümüz isimler, hep üst
düzey Amerikalı yetkililer oluyor. Ve yine etrafınızdaki isimler, hep karlı ticaret ve kirli siyaset üzerine
çalışıyor, alt kadrolar rahatsızlık duyuyor! Ben de rahatsızım. Menfaatler ön planda artık."
Ve Gülen'in en yakınındaki öteki isim İsmail Büyükçelebi bu eleştiriden sonra devreye giriyor. Gülen'le
yaptığı görüşmelerden sonra, Latif Erdoğan "Latin Amerika İmamlığı"na "sürülüyor". Tarikatı yakından takip
eden bir "Nurcu" gelişmeleri şöyle değerlendiriyor:
"Latif Hoca bu eleştirileri yaptı ve Gülen tarafından kızağa alındı!"
Latif Erdoğan Nerede?
Latif Erdoğan, bu yaşadıklarından sonra "duygusal bir çözülme" yaşıyor. Kırılıyor, küsüyor. Türkiye'ye
dönüyor. Ama son dört aydır kimse Erdoğan'dan haber alamıyor! Ne olduğu meçhul! Öldü mü kaldı mı,
yoksa inzivaya mı çekildi? Bu sorulara yanıt aranıyor!
Erdoğan'ın birkaç kez küserek, daha önce de inzivaya çekildiğini söyleyen kaynaklar şöyle konuşuyor:
"80'li yıllarda ve 90'lı yıllarda Latif Erdoğan yine kırılmış ve inzivaya çekilmişti. Ama bu son “ortadan
kaybolma” diğerlerine benzemiyor. En son dört ay önce, Erdoğan'ın yakınındaki bir isim O’nu gördü ve “çok
sıkkındı, çok kırgındı” dedi. Cemaat de Latif Erdoğan'a ne olduğu konusunda endişeli."
Fethullah Örgütlenmesi...
Aydınlık'a bilgi veren kaynaklar, Latif Erdoğan "kaybolmadan" önceki "Fethullah örgütlenmesi"nin şu
isimlerden oluştuğunu söylediler:
Tepedeki isim: Fethullah Gülen
Başyardımcı: İsmail Büyükçelebi
Latin Amerika İmamı: Latif Erdoğan
Avrupa İmamı: Abdullah Aymaz (İsmail Yediler)
Medya ve sanatçılar sorumluları: Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak, Gazeteciler
ve Yazarlar Vakfı Başkan Yardımcısı Cemal Uşşak ve Zaman yazarı Nevval Sevindi.
Esnaf-Para kontrolü: Ali Bayram
YÖK-Üniversiteler: Prof. Dr. Şerifali Tekalan
Siyasi Partiler: Hüseyin Gülerce
Yayınlar: Alaaddin Kaya.
Büyükçelebi'nin Bakanlar Kurulu…
Latif Erdoğan'ın "kızağa" alınmasından sonra rahatlayan İsmail Büyükçelebi'nin, kendi yakın çevresine,
AKP içindeki "adamları"nı şöyle açıkladığı belirtiliyor:
"Abdullah Gül, Abdülkadir Aksu, Cemil Çiçek, Hüseyin Çelik ve Mehmet Aydın, Bakanlar
Kurulu'nda bizi temsil ediyor."
Büyükçelebi'nin saydığı isimler şöyle değerlendiriliyor:
"Abdullah Gül'ün, F.Gülen'e yakınlığı ve Yahudi lobileriyle hizmet ortaklığı, zaten biliniyor.
Cemil Çiçek'in, 'Fethullah Gülen Türkiye'ye dönebilir' açıklaması… Abdülkadir Aksu'nun Emniyet
içindeki “Fethullahçılara” göz yumması, Diyanet'ten Sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın'ın
“Dinlerarası Diyalog”cu olması ve Hüseyin Çelik'in de gönülden 'Nurcu' olması, Büyükçelebi'nin bu
sözlerini güçlendiriyor. Son olarak Hüseyin Çelik'in, Gülen'e yakınlığıyla bilinen Çalık Grubu'nun 17
Temmuz'da eğitim kompleksini açması, bu ilişkiler ağının kanıtlarından sayılıyor."
Çalık Grubu Yayınlar'ı Finanse Ediyor
Çalık Grubu'ndan konu açılmışken, kısaca grubu tanıtmakta yarar var. 1972'den beri Malatya'da 13
82
fabrika kurdular. 1997'de İPAŞ-Anateks tesislerini açtılar. Tekstil dünyasının önemli isimlerinden Çalık
Grubu, Türkmenistan'da Denim Kompleksi kurdu. Şirket patronu Ahmet Çalık, Avrupa Yatırım Bankası
(EBRD) ortaklığı ile Türkmenistan'ın başkenti Aşkabat'ta pamuğu bluejeana dönüştürecek iplik, boya ve
konfeksiyon tesislerinden Safar Murat Türkmenbaşı Bluejean Kompleksi'ni 1995'te hizmete açmıştı.
Ve grupla ilgili en önemli bilgi:
Altı ay önce Çalık Grubu tarikat tarafından Zaman Gazetesi'ni ve yayınları finanse etmekle
görevlendirildi. Bu görevlendirmede de İsmail Büyükçelebi'nin önemli bir rolü olduğunun altı çiziliyor.
Ekrem Dumanlı Etkeni
İsmail Büyükçelebi'nin Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı'yla ilişkisinin önemine
dikkat çekiliyor. 1990'larda Büyükçelebi tarikatın İstanbul sorumlusuyken, Ekrem Dumanlı tarikatın Bakırköy
Sorumlusuydu ve o zaman FEM Dershanesi'nde Türkçe derslerine giriyordu. Dumanlı da Büyükçelebi'yle
birlikte hareket ediyor ve Latif Erdoğan'ın "kapalı kutuyuz, ticaret ve menfaat grubu olduk" eleştirisinin tam
ortasında yer alıyor!
Dumanlı, FEM'deki görevinin ardından Amerika'ya gönderilmiş ve orada "piştikten" sonra Türkiye'ye
dönmüştü. Ardından Zaman'ın başına geçen Dumanlı, Amerika ile sıcak ilişkilerin daha da "yakınlaşması"nı
istiyor.
Gülen Dönecek mi?
Fethullah tarikatının içindeki bir tartışma konusu da, "Gülen'in Türkiye'ye dönmesiyle" ilgili. İsmail
Büyükçelebi'nin başını çektiği grup, Gülen'in Türkiye'ye dönmesini istemiyor ve son günlerini Amerika'da
geçirmesi konusunda baskı yapıyor! Gülen'in öldükten sonra Türkiye'ye gelmesinden yanalar. Bu durum
tarikat içinde şöyle değerlendiriliyor:
"Hocaefendi Türkiye'ye dönerse, hasta bile olsa birçok konuya müdahale eder. Amerika ile kurulan
olumlu ilişkilere zarar verebilir. Bundan çekiniliyor."
Gülen'in ise 1970'li yıllarda yakın çevresine, "Hayatımın son günlerini İstanbul'da yaşamak isterim"
dediği belirtiliyor.
Tarikat içinde Gülen'in, 14 Temmuz 2004'te, Samanyolu Tv Ana Haber Bülteni'ndeki sözlerinin altı
çiziliyor. Gülen'in "döneceğim" mesajını verdiği konuşması şöyleydi: "Şimdilik dönmeyi düşünmüyorum.
Döndüğüm zaman da kendimce kararımla döneceğim. Dönmemem için de hiçbir sebep yok." Diyor du…
Ama Siyonist Yahudi Lobileriyle ve CIA ile içli dışlı olan “yakın çevresi”nin, koruma duvarını
aşabilirse!...38
Kripto Yahudilerin Milli Görüş’e sızma girişimleri ve Washıngton’daki Siyonist liderlerin
Erbakan hoca’ya gönderdikleri temsilcileri ve teklifleri: Süleyman Arif Emre “Siyasette 35 yıl”
Kitabında anlatıyor.
“Milli Nizam’ın büyük kongresinden sonra idi. Genel Başkan’la görüşmek isteyen Musa Saffet
Bayramaşık isminde (Kripto Yahudi) birisi bana geldi. Kendisi Yahudi iken Müslüman olmuş, mühim
konularda söyleyecekleri varmış…
Fazla ısrar edince görüştürmek zorunda kaldım. Hoca, ben, bir de o var. Söze başladı:
“-(Sn. Erbakan) Hoca, beni Amerika’dan Washington’daki dünya Yahudi liderleri, vazifeli olarak size
gönderdi. Sizin partinizin gelişmesini dikkatle takip ediyorlar. (Hatta) onlar, sizin partiniz gibi milletiyle
bütünleşebilecek, güçlü bir siyasi iktidarın kurulmasını müsbet karşılıyorlar.
-Çünkü böyle olduğu takdirde Türkiye tabiatıyla, Kominist Rus tehdidine karşı İsrail’i koruyan, bir Çin
Seddi vazifesi yapmış olacaktı.
-Ancak sizden önemli bir istekleri var. Siz her konferansınızda, dünya siyonizmine, masonluğa ve
onların yan kuruluşları olan Lions ve Rotary kulüplerine çatıyorsunuz. Bundan son derece rahatsız oluyorlar.
Ve bu aleyhteki kampanyadan vazgeçmenizi istiyorlar. Aksi halde partinizi kapatacaklar ve siyasi hayatınıza
38
Aydınlık / 17 07 2004 / Aytunç Erkin
83
som vermek zorunda kalacaklar!”
Hoca cevap olarak:
-Mademki bizim iktidar olmamız onların arzu ettiği bir şey, o halde hissi sebeplere kapılmayıp, bizim
konuşmalarımızı müsamaha ile karşılamaları gerekir. Böyle bir şeye katlanmaları, sonunda elde edecekleri
yararlar karşısında, önemsiz bir fedakarlık sayılır!?..
-Hayır kesinlikle bu tür konuşmalarınızı (ve bu konuları gündeme taşımanızı) istemiyorlar!..
-Diyelim ki, bundan sonra, bu konulara hiç girmeyeceğiz. Bu onlara yetecek mi?
-Hayır yetmez, daha önceki konuşmalarınızı ve bu yöndeki iddialarınızı da yekzip edecek şekilde ve
onların istediği mahiyette açıklamalar yapmanız lazım!...”
Daha öncede değindiğimiz gibi, bir milletler arası konferansta Ecnebi bir diplomat:
“Dünyada şu dört ülkeyi, doğrudan doğruya Yahudiler idare ediyor. Bunlar: İsrail, Amerika, Fransa ve
Türkiye’dir!” iddiasında bulunmuş… Ama hayrettir ki bizim orada hazır bulunan delegasyonumuz, bunu
yalanlamayıp susmuş…”39
Evet, Kripto Yahudi Musa Saffet Bayramaşık vasıtasıyla ABD’li Siyonist liderler Erbakan Hoca’ya
açıkça;
Kendinizi, geçmişinizi ve bütün söylemlerinizi inkâr edip, siyonizmin safında yer aldığınızı
ispatlayacaksınız… Veya kapatılacaksınız!.. Tehdidinde bulunuyor… Ve bu teklifleri kabul edilmeyince, Sn.
S.Arif Emre bey’in 16 Haziran 2004 TV-5’de Yusuf Kaplan’ın programında açıkladığı gibi, bundan bir hafta
sonra, mason başsavcı tarafından Milli Nizam’ı kapatma davası açılıyor!..
Yine Sn. Süleyman Arif Emre Bey’in ve diğer yetkili şahsiyetlerin bu dönme Yahudi Musa Saffet
Bayramaşık’ın ziyaretiyle ilgili olarak, özel sohbet ve seminerlerde anlattıklarına göre: Amerikan Siyonist
lobilerinin temsilcisi olan bu kişinin Erbakan Hoca’ya getirdiği çok önemli bir teklif te: “Partinizin yaşamasını
ve Yahudi lobilerinin size güven duymasını istiyorsanız, bizim size önereceğimiz birkaç kişinin partiye
alınmasına ve devamlı yakınınızda bulunmasına razı olacaksınız! Aksi halde, kesinlikle kapatılacaksınız ve
siyaset ortamına sokulmayacaksınız!..”
Bilindiği gibi Milli Nizam kapatılıyor!..
Ama yerine kurulan MSP’ye dokunulmuyor. Seçimlere katılıp, hükümetlere ortak oluyor ve 12 Eylül
1980 darbesinde bütün partilerle birlikte kapatılıyor!..
Bu arada oluşacak bazı soruların cevabı üzerinde okuyucularımızın kafa yormasını istiyoruz…
Ebu Garib skandalını ortaya çıkaran Pulitzer ödüllü gazeteci Seymour Hersh’e göre:
“İsrail Irak’ta cirit atıyor”
Pulitzer ödüllü Amerikalı gazeteci Seymour Hersh, ABD’nin Irak’ta yetersiz kaldığına inanan ve İran’ın
nükleer kapasitesini geliştirmesinden endişe eden İsrail’in, Irak’ın kuzeyinde Kürtlerle işbirliği içinde
operasyonlar yaptığını ve bu durumdan Türkiye’nin rahatsız olduğunu söyledi.
Bağdat’taki Ebu Garib hapishanesindeki işkence skandalını ortaya çıkaran gazeteci Hersh, CNN
televizyonunda gazeteci Wolf Blitzer’ın programına katılarak, dün çıkan New Yorker dergisindeki son
haberini anlattı.
Kürtlerle, İsrail işbirliği yapıyorlar
Hersh, İsrail istihbarat ve askeri yetkililerinin şu sırada Irak’ın kuzeyinde bulunduklarını ve “uzun
dönemli dostları Kürtlerle” birlikte çalıştıklarını kaydetti. Seymour Hersh, İsraillilerin, yaklaşık 6 ay önce,
Irak’taki durumun kötüye gittiği sonucuna vardığını, bütün uyarılara rağmen ABD’nin, “barışçı” görünmesine
karşılık İran’ın, Irak’taki isyancılara destek vererek “çok saldırgan” bir rol oynamasını yeterince çabuk
kavrayamadığını düşündüğünü belirtti. Hersh, endişelerini Beyaz Saray ve ABD Savunma Bakanlığı
nezdinde anlatamayan İsrail’in, sonunda bazı operasyonlar için Irak’ın kuzeyinde girdiğini anlattı.
Seymour Hersh, İsraillilerin burada Kürtlerle çok endişe ettikleri İranlılar, nükleer konular ve Suriyelilere
39
Siyasette 35 Yıl / S.Arif EMRE / C.1-Sh. 200–202 / Keşif Yay. – Mart 2002
84
karşı operasyonlar başlattığını, ancak bu durumun İsrail’i, Türkiye ile karşı karşıya getirdiğini ifade etti.
Hersh, “Yaptıkları silahlı bir eylem değil. Daha çok istihbarat çalışmaları” dedi. Hersh, Irak’ın
kuzeyindeki İsrailli askeri ve istihbarat görevlilerinin “birkaç yüz” kişiden oluştuğunu belirtirken, Iraklı Kürtlerin
onları, İran’ın muhtemel nükleer bölgelerine yakın yerlere götürdüğünü ve İran’ın nükleer faaliyetleri
konusunda bilgi toplandığını kaydetti.
“Sorumlu İsrail olur”
Seymour Hersh, New Yorker’daki haberini, Türk, Amerikalı ve İsrailli yetkililere dayandırdı. Hersh’e
konuşan bir Türk yetkili, ayrılıkçı Kürtleri destekleyerek İsrail’in, müttefiki Türkiye’den kendisini
uzaklaştırdığını ve istikrarlı bir Irak oluşturma çabalarına zarar verdiğini belirtirken, aynı Türk yetkili, “Eğer
bölünmüş bir Irak ortaya çıkarsa bu Ortadoğu’ya daha çok kan, gözyaşı ve acı getirecektir. Ve bunun da
sorumlusu İsrail olacaktır” dedi.
“Kürtlerin bağımsızlığı felaket olur!”
New Yorker’a göre Türk yetkili Hersh’e, “Kürtlerin bağımsızlığı bölge için felaket olacaktır.
Yugoslavya’dan alınan derste olduğu gibi, bir ülkeye bağımsızlık verince herkes bağımsızlık isteyecektir.
Kerkük, Irak’ın Saraybosna’sı olacaktır. Eğer orada böyle bir şey olursa krizi önlemek imkansızlaşacaktır”
diye konuştu. Seymour Hersh’e konuşan eski bir İsrail istihbarat yetkilisi, İsrail’in daima Kürtleri, Makyavelist
bir yaklaşımla eski Irak lideri Saddam Hüseyin’e karşı desteklediğini, Kürtlerle aynı çizgide davranan İsrail’in,
bu sayede İran, Irak ve Suriye’de göz ve kulaklara sahip olduğunu kaydetti. Eski İsrailli istihbaratçı, “Eğer
İsrail ile yakın bağları olan bağımsız bir Kürt devleti ortaya çıkarsa İran’ın tavrı ne olacaktır? İran, kendi
sınırında, İsrail’in uçak gemisini istemeyecektir” dedi.40
Kürt-Yahudi Devleti Kuruluyor!
Prof. Yalçın Küçük ise konuyla ilgili şu tespitlerde bulunuyor:
Amerika’nın Irak’a yönelik istilasının sadece İsrail’in güvenliğini sağlamaya yönelik değildir. İsrail’in
güvenliğini sağlamanın yanında, Amerika’nın dünya hakimiyeti ve bölgedeki hegemonyasını pekiştirmeye
yönelik organizmalar oluşturmak içindir.
Tabii ki İsrail’in güvenliği ABD için çok önemlidir. Çünkü İsrail ABD’nin karakoludur. (Daha doğrusu,
ABD İsrail’in kovboyudur.) Ancak İsrail, bölgede rahat bir şekilde yaşamak için “Büyük İsrail’i” kurmak
zorundadır. İsrail bölgede biraz toprak genişletmek ve daha fazla Yahudiyi kalıcı hale getirmekle
kalmayacak. Büyük İsrail’in kurulması ve bölgedeki hegemonyanın sürdürülmesi için Amerika buraya
gelecek. Bu savaş; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra çizilen haritaya itirazdır. Yeni bir harita yapılması
amaçlanıyor. Şöyle de ifade edilebilir: Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda yapılamayanlar, şimdi yapılmak
isteniyor. Ayrıca bölgede bir “Kürdo-Judaik” devlet kurulacaktır.
Kürdo-Judaik; Kürt-Yahudi devleti demektir. Bu devletin kurulma hazırlıkları yapılıyor. Böyle bir
yapılanma, İsrail’e yeniden hayat verecek. Bölgenin ikinci sorunlu devleti Kürdo-Judaik olacağı için, dikkatler
İsrail’in üzerinden buraya yoğunlaşacak. Bu iş için de Mesut Barzani ön plana çıkartılıyor. Ancak şunu
hemen ifade edeyim ki: Mesut Barzani ve Celal Talabani, Türkiye’deki birçok politikacıdan daha tecrübeli ve
akıllıdırlar. Aşiretten geliyorlar. Bazı solcu yazarçizer takımı ile emekli paşalardan daha zekidirler. Barzani ve
Talabani, Amerika ve İsrail istemediği takdirde devleti resmen açıklamazlar. Ama bir devlet gibi hareket
ederler. Ve maalesef,
 Kuzey Irak’ta devlet kurulmasını ise Türkiye sağlamıştır.
 Postanesini, televizyonunu Türk Devleti yapmıştır.
 Parayı Türkiye aktarmıştır.
 Barzani ve Talabani Ankara’ya geldikleri zaman ben karşılamadım! Kimler devlet protokolü
uyguluyor ortadadır.
 Barzani ve Talabani’yi karşılayıp ağırlayanlar bugün hesaplarını iyi yapsınlar.
40
22 haziran 2004 Milli Gazete
85
Dünya, “Türkiye Üs Oldu” Diyor!
Savaşın amaçlarından bir tanesi; elbetteki ekonomik çıkarlardı. Amerika’nın Irak’a saldırmasının
temelinde sadece Kürdo-Judaik bir devlet kurulması da yoktur. O zaten olmuş. Ama bunu bir adım daha
ileriye götürmeyi amaçlıyorlar. Nitekim burada çok kararlı bir şekilde Grossman ve diğerleri, “Türkiye, Kuzey
Irak’a girmesin” diyorlar. Türkiye’nin istenmemesinin sebebi ise orada oluşturulan yapıyı rahatlıkla hayata
geçirmektir.
Türkiye’nin Kuzey Irak’la ilgili politikasını da çok gerçekçi görmüyorum. Türkiye ne yazık ki burada silik
ve kişiliksiz bir dış politika yürütüyor. Üslerini açma noktasında dünyada büyük eleştiriler aldı. Dünya,
“Türkiye ABD’ye üsleri açtı” demiyor. “Türkiye üs oldu” diyorlar. Siz Türkiye’yi böyle üs yapacaksınız ve
kontrol edemeyecek konuma getireceksiniz; ondan sonra da geçip “her şey kontrolümüz altında”
diyeceksiniz. Buna kimse inanmaz. Amerika bölgeye 200 bin asker yerleştirecek, ardından ise Türkiye 20-30
bin askeriyle bölgeye girip bir Kürt devletinin kurulmasını engelleyecek! Olur mu öyle şey!.. Bu düşünceler
fantaziden ibarettir. Bunların hiçbir gerçekçiliği yoktur.
Türk Genelkurmayı eğer bu düşüncede ise çok büyük yanlış yapıyor.
İsrail’in vahşetine, siyonizme karşı sağlam bir şekilde durmak gerekiyor.
Ben anti-siyonistim, bunu her yerde de rahatlıkla ifade ediyorum.
Ancak şu gerçeğin altını çizmeden geçemeyeceğim: Türk aydını, özellikle de solu; maalesef antisemitik görünmemek için siyonizme göz kırpıyor.
Halbuki; “Ey Amerika! Sen bu benim 500 yıl yaşadığım bu topraklarda istediğini yapamazsın. Senin bu
topraklar da ne işin var?” dememiz gerekiyor.
Onun için sağcısıyla-solcusuyla, İslâmcısıyla kemalistiyle her Türk aydının bu kirli savaşa karşı
çıkması gerekiyor.
“Savaş önlenmez” bahanesinin arkasına gizlenmeye hiç lüzum yok. Türkiye “Ey Amerika bölgedeki
komşularıma saldırırsan ben de Araplarla birlikte seninle savaşırım” derse “savaş” kendiliğinden önlenmiş
olur.
Amerika veya başka güçlerin buradaki üç günlük üstünlüğü başarı sayılamaz.
Bu savaş devam eder. Dolayısıyla topraklarınızı o güçlere açtığınızda yüzyıl savaşının hedefi
oluyorsunuz. Savaşa duyulan öfke gayet iyi. İslâmcı kitle savaşa karşı olduğunu ortaya koyuyor.
Ancak daha önce de belirttiğim gibi Sabataycılar, iktidar partilerinde kümelenmeye çalışıyorlar. Eğer
Sabataycıların etkisiyle Amerika’nın yanında yer alarak Türkiye savaşa girerse, iktidardaki parti için çok
büyük olumsuzluk olur.
ABD, ikinci bir tezkerenin Meclis’ten geçmesi için bastırıyor. Çünkü bu yöntemle dünyaya “Türkiye’de
en İslâmcı parti iktidarda olduğu sırada savaş kararına destek verildi” mesajı verilmek isteniyor. Bugün
hükümetteki politikacılar, bir yandan Sabatayistlerle diğer yandan Kripto-Yahudilerle sarılmışlardır.
Türkiye’de Dışişlerine Sabatayistlerin hakim olduğuna dair görüşüm bir yasa haline geldi. Yaşar Yakış
sınıf arkadaşımdır. Yaşar Yakış, Dışişlerindeki yapının kendisini kabul etmediğinden yakınmıştır.
Çok vahim bir gerçeği sizin aracılığınızla kamuoyuna açıklamak istiyorum: Amerikalı yetkililer, en kritik
görüşmeleri ne Başbakan’la ne de Dışişleri Bakanı ile yapıyorlar. Tüm görüşmeleri Uğur Ziyal’le yapıyorlar.
Bilindiği gibi Uğur Ziyal’i, İsmail Cem getirdi. Bundan önceki Dışişleri Bakanı da aynı inancın adamıydı. Ama
Şükrü Sina Gürel’e güvenmedikleri için yine Uğur Ziyal’le görüşüyorlardı.
Dick Cheney’nin, Colin Powell’ın ne dediğini Türkiye, Uğur Ziyal’den öğreniyor. O da Ziyal’ın aktardığı
kadarını biliyoruz.
“Amerika Sonunda Perişan Olacaktır”
Türkiye’deki garip ilişkiler, bağlantılar göz önünde bulundurulup bir değerlendirme yapıldığında
ülkemizin ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olduğu anlaşılır.
Hiç kimse “Amerika gelecek Irak’a demokrasi yerleştirecek ve gidecek” şeklindeki hayal ürünü
düşünceleri ileri sürmesin. Amerika’nın bölgeye gelmesi hem Türkiye’de hem de bütün dünyadaki dengeleri
86
altüst edecek. Şuna inanıyorum: Bölge ve dünya dengeleri değişse de eninde sonunda Amerika buradan
perişan olarak çıkacaktır.
Türkiye iki nüfuz bölgesine ayrıldı:
Başka bir noktaya daha dikkatinizi çekmek istiyorum: Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İran iki nüfuz
bölgesine ayrılmıştı. Kuzeyi Rusya nüfuz bölgesi, Güneyi ise İngiltere nüfuz bölgesi sayılmıştı. İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra da aynısı yapıldı. Ama şimdi bizim içinde büyük utanç vesilesi olarak kabul etmemiz
gereken bir gerçek var. O da şudur:
Türkiye ne yazık ki artık fiilen iki nüfuz bölgesine ayrılmıştır. İskenderun ile Samsun arasındaki hattın
doğusu; Amerikan nüfuz bölgesi, Batısı da Avrupa nüfuz bölgesi konumundadır. Ve görülüyor ki maalesef
Meclis’in kararı falan olmadan Amerika, kendi nüfuz bölgesini istediği gibi kullanmaktadır.
Ekonomik ve siyasal olarak çok zayıf durumdayız. Ayriyeten bazı yöneticilerimizin “gaflet” ve “dalalet”
içinde olmaları nedeniyle, çaresizlik içinde çırpınmaktayız. Osmanlıların son dönemlerinden bile çok daha
utanç verici bir konumdayız. Amerika yanı başımızdaki komşumuza saldırmak için hazırlık yapıyor, İstanbul
Matbuatı ise sevinç ve çığlıklar eşliğinde “Kapılar açıldı” manşeti atıyorlar.
“TÜSİAD gizli Yahudi hakimiyeti altındadır”
Bugün Türkiye’de hukuku altüst ederek savaş isteyen ve Meclis’ten bir karar almaksızın Amerikan
askerlerinin ülkemizin çeşitli bölgelerine yerleşmesini savunan ve bunu sevinçle yazan ve karşılayan
TÜSİAD’dır.
TÜSİAD savaşı ister, çünkü Kripto-Yahudilerinin egemenliği altındadır.
Kripto-Yahudi kavramı, bilimseldir, bunu Yahudiler de kabul etmektedir.
-Kripto Yahudi; gizli Yahudiler demektir. Eskiden Osmanlı döneminde Kripto-Hıristiyan da vardı. Kripto
ifadesinde bir hakaret yoktur, “gizli” demektir.
TÜSİAD’da kimlerin Kripto-Yahudi olduğunu bilirim. Onlar da beni bilirler. Zamanla bazı kişileri
açıklıyorum. Amerika’nın Türkiye üzerinden Kuzey Irak’a girme düşüncesini Bush’a, Kripto Yahudiler
önerdiler. AK Parti Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanları arasında Kripto Yahudilerin
olduğunu söylüyorum. Kripto Yahudilerle ilgili bir tek isim verdim: Musa Anter.
Kuzey Irak’ta Yahudi Kürt Partisi bile kuruldu
-Kuzey Irak’ta Kasım ayı içinde Talabani’nin izniyle Süleymaniye’de bir parti kuruldu: Kürdistan
Yahudileri Milli Partisi... Bu parti açık şekilde Süleymaniye’de faaliyet gösteriyor. Vahim olan nokta ise bu
tablonun ortaya çıkmasına Türkiye’nin seyirci kalmasıdır. Amerikan politikalarına yön verenlerin Yahudi
olduğu biliniyor. Şimdi Ortadoğu’ya, dünyayı karşısına alarak resmen yerleşmek istiyor. 41
Çünkü Atlantik ötesinden İsrail’i koruyamayacağını biliyor. İsrail’in geleceği ve güvenliği için bölgemizi
işgal ediyor. (NOT: Hem Yalçın Küçük, hem Soner Yalçın, ülkemizdeki Sabataistler ve kripto Yahudilerle ilgili
yazdıkları, onları çok etkili ve yetkili göstermek asla yenilmez, ve baş edilmez havası vermek için de
gündeme getirilmiş olabilir. Ama ne olursa olsun, hayırlı bir gelişmedir. Artık çıbanlara basılmış ve cerahat
deşilmiştir.)
BOP ve ABD’nin yeni küresel savunma stratejileri
ABD’nin Dışişleri ve Savunma Bakan yardımcıları geçen ay Türkiye’de önemli temaslarda bulundular...
Genelkurmay ikinci başkanı İlker Başbuğ ve Dışişleri Bakanlığı müsteşarı Uğur Ziyal ile görüşen iki bakan
yardımcısının, ne görüştükleri ise daha sonra ortaya çıktı... (NOT: Uğur Ziyal gibi Türk Dışişlerinin çok önemli
kadroların kripto Yahudilerin elinde ve kontrolünde olduğu zaten bilinen bir olaydı.)
ABD’li bakan yardımcıları, Türk yetkililere ABD’nin “yeni küresel savunma stratejilerini” anlatmışlardı...
Peki bu yeni küresel savunma stratejisinin amacı neydi? Bunu ise ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı
Lincoln Bloomfield şöyle açıklıyordu: “Küresel savunma stratejisiyle çok uzun dönemli bir projeden
sözediyoruz... Bu çalışmada güvenlik yapılanmamızın önümüzdeki 100 yıl içinde alacağı şekli çizmeye
41
www.netpano.com / Y. Küçük’le Röportaj.
87
çalışıyoruz...”
ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’yle bölgeye yönelik niyetleri de böylece birkez daha teyid ediliyor...
ABD, Ortadoğu’ya öyle kısa dönemli bir proje olarak bakmıyor. Tam bir asır sürecek bir projeyle bölgeye
çöreklenmeye hazırlanıyor...
İstanbul’da yapılan NATO zirvesinde işte bu bir asırlık Ortadoğu’yu istila projesinin temelleri atılıyor.
ABD’nin yeni küresel savunma stratejisi ayrıca ülke dışındaki askeri varlığını daha etkin hale getirme
amacı da taşıyor. Avrupa’daki üslerinin bir bölümün kapatmayı düşünen ABD, Macaristan, Bulgaristan ve
Polonya gibi ülkelerde yeni üsler açmayı planlıyor.
ABD’nin yeni küresel savunma stratejisinde Türkiye’ye de önemli roller yükleniyor. Amerika öncelikle
İncirlik üssünü çok daha etkin kullanmak ve üs ile ilgili tüm denetim ve kısıtlamaların kaldırılmasını istiyor.
Almanya’da bulunan F–16 uçaklarını İncirlik’e yığmak isteyen ABD, ayrıca Konya Karapınar’daki üssü de
daha yoğun olarak devreye sokmayı amaçlıyor...
Yeni küresel savunma stratejisi çerçevesinde ABD, öncelikle “yeni ortaklıklar kurma” peşinde koşuyor.
“Maksimum esneklik ve çeviklik” ile “küresel ve bölgesel odaklanma” ise yeni stratejinin diğer ayaklarını
oluşturuyor...
Amerika, çeşitli ülkelere yerleştirdiği askeri güçlerinin rahat hareket etmesini, istediği anda çok çabuk
olarak harekete hazır hale gelmesini, giriş ve çıkışlarda herhangi bir zorluk gösterilmemesini istiyor...
Türkiye’den de başta İncirlik olmak üzere diğer tüm üsler için bu taleplerde bulunuyor... Ve tam bu sırada,
Türkiye-İsrail “ortak mühimmat depolama” anlaşması yapılıyor. Yani İslam ülkelerine karşı, İsrail ve ABD,
Türk silah ve malzemelerini kullanmaya hazırlanıyor!
ABD bunları niçin istiyor?
Büyük Ortadoğu Projesi’nin eksiksiz uygulanması için istiyor...
BOP neyi amaçlıyor? Ortadoğu ve Kafkasların bağrına Amerikan hançerini saplamayı amaçlıyor...
Oysa bu hançerin hedefinde Türkiye’de vardır. Yeni küresel savunma stratejisi ile ABD, Türkiye’ye
atlama taşı olarak kullanıp bölgeyi hegemonyası altına alacaktır. Bugün ülkemize ABD’nin işgal
politikalarının taşeronluğunu yapanlar, nasıl tarihi bir hata yaptıklarını anladıklarında iş işten geçmiş
olacaktır!..
Çünkü Amerikan saldırganlığını bölgede önleyebilecek tek ülke Türkiye’dir.
Türkiye dik durduğu zaman, üslerini Amerikan saldırganlığının hizmetine vermediği zaman, halkı
müslüman olan ülkelerle barış ve işbirliği çerçevesinde etkili ilişkiler kurduğu zaman, yeni bir dünya vizyonu
sunan D-8 projesine sahip çıkıtğı zaman; ABD bu kadar pervasız hareket edemeyecektir!
Türkiye, Ortadoğu ve Kafkasları ABD saldırganlığına terk etmemelidir... AKP bunun vebalini ağır
ödeyecektir.42 AKP’yi kendi içindeki ve Türkiye’deki kripto Yahudilerin de ABD’deki çok güvendiği
Siyonistlerinde kurtaramayacağı tehlikeler beklemektedir.
Muhterem S. Arif EMRE’nin tarihi tespitiyle:
“Bize Verilen Görev, Kurtlar Sofrasına Garsonluk Etmektir.”
Millî Görüşçüler olarak "Bizim hedefimizde, şerefimizde ileri olmalıdır." Bizim hedefimiz Türkiye'yi
AB'ye veya ABD'ye uydu değil, lider ülke yapmaktır. Aleme nizam vermektir.
Bu hedefe erişmek için, 54'üncü hükûmet zamanında, “kuvvet birlikten doğar” fikrinden hareketle (D8)'ler kurulmuştu. Bu kendi evimizi ve kendi dünyamızı kurmak anlamına gelir. Tıpkı vaktiyle Atatürk'ün,
Sadabat Paktı'nı kurduğu gibi, Balkan paktını kurduğu gibi. Yani Atatürk Batı’ya uşak olmaya asla
yanaşmamıştır.
Zaman olmuş, batılıların haksız istekleri ve davranışları karşısında İnönü bile tahammül edememiş,
"gerekirse yeni bir dünya kurulur, Türkiye o dünyada yerini alır" demek zorunda kalmıştı.
Ülkemizin jeopolitik şartlarına uygun bulunan ve İslâm ülkelerinin gelişip kalkınmasına elverişli olan, ve
42
Dr. Abdullah Özkan 22 06 2004 / Milli Gazete
88
bizleri huzurlu ve onurlu bir geleceğe taşımayı amaçlayan politikaların temeli böyle atılmıştı.
Büyük Ortadoğu Politikasına gelince: Bu proje, asla doymak bilmeyen batılı emperyalistlerin
kurdukları bir" Kurtlar Sofrasıdır" ve büyük İsrail hayalinin bir provasıdır. Daha önceleri bu sofrayı tek
başına ABD sahipleniyordu. Sonra yanına İngiltere'yi de aldı. Bu ikili kendilerini güçlü hissedince, Afganistan
ve Irak'a saldırdı. Sırada petrolü ve tabii kaynakları zengin olan diğer İslâm ülkeleri de vardı. Fakat bu
Donkişotluk kısa sürdü. Şanso Panso rolünü üstlenen İngiltere de, ABD gibi Irak'ta batağa saplandı.
Ama bu aşamada işgalciler, NATO'yu ve G-8'leri de yanlarına alarak Kurtlar Sofrası'nı genişlettiler. Bu
arada Türkiye gibi bir iki İslâm ülkesine de garsonluk görevini münasip gördüler. İçimizdeki kripto Yahudileri
ve mason işbirlikçileri de bununla görevlendirdiler.
Garsonluk görevi diyorum çünkü sizler de televizyonlarda izlediniz. Bu fark davetlilerin karşılanma
töreninde bile kendini gösterdi. G-8'lerin patronlarının ayakları altına kırmızı halılar döşenirken ve bu beyler
bando mızıka ile merasimlerle karşılanırken, bizim Başbakanımızı sadece büyükelçimiz Loğoğlu karşıladı.
Bunların niyetleri kötü:
Neden kötü? Çünkü gerçek maksatlarını gizliyorlar. “Biz barışçıyız, İslâm ülkelerine demokrasi ve
özgürlük taşıyacağız. Zengin edip kalkındıracağız” gibi parlak vaadlerle kandırmak istiyorlar. Fakat bu hilenin
altında İslâm ülkelerini sömürmeyi, Kurtlar Sofrası'nda kaynaklarını yağmalayıp bölüşülmeyi planlıyorlar. Kan
dökerek katlederek, işkence ederek sindirmeyi amaçlıyorlar.
Neden niyetleri kötü: Bush'un siyasi müşaviri Rise'ın da defalarca açıkladığı gibi, 22 İslâm ülkesinin,
siyâsi haritalarını tamamen değiştirmeyi amaçlıyorlar. Bu ülkeleri bölüp parçalamayı ve sömürge yapmayı
kafalarına koymuşlar…
Niyetleri kötü: Çünkü G-8'ler kurulduğu tarihten beri, hersene toplanıyorlar. Her sene gündeme
ekonomisi zayıf ülkelere yardım konusu alınıyor, ama hiçbir ülkeye zırnık vermiyorlar. Tam tersine ülkelerin
kalkınmasını engellemek için her şeyi yapıyor ve IMF hortumuyla kanlarını emiyorlar.
Niyetleri kötü, çünkü: Bush daha Afganistan işgalinden önce, “bu bir haçlı seferidir, bu savaş 10
seneden fazla sürecek”, diyerek ağzındaki baklayı çıkarmıştı. Bunların planları, topun ağzında olan ve
terörist diye damgalanan ülkeleri, önce parçalayıp yutmak, geriye kalanları da kesim sırasını bekleyen
koyunlar gibi büyük ortadoğu ağılında tutmaktır. Sırası geldiğinde, tıpkı Irak'ta yaptıkları gibi yalan ve sudan
bahânelerle, onların da icabına bakmaktır...
Niyetleri kötü çünkü: Bu işin odağında, ABD'yi de avucunun içine almış olan, fanatik siyonistlerle,
fanatik evangelist hıristiyanlar vardır. Farklı ülkelerdeki kripto Yahudiler de bunların gönüllü ajanı ve suç
ortağıdır. Bunların batıl inançlarına göre, Türkiye'yi de içine alan "Arzı Mevud"u, ele geçirmek, asıl amaçtır.
Bu kör taassup üzerine, siyonist, evangelist, tek dünya imparatorluğunu kurmaktır. Geriye kalanlarını ise
köleleştirmek politikaları var.
“Hain havfli olur (korkar)” derler. Onun için bu projenin iki de bir adını değiştiriyorlar, İslâm ülkelerine ve
diğer dünya ülkelerine kendilerini “koruyucu melek” gibi şirin gösterebilmek için, envai türlü oyunlara
başvuruyorlar.
Ne gariptir ki, “laiklik” konusunda mangalda kül bırakmayan bizim mutaassıp sivil ve asker jakobenler,
Siyonistler, kabala şeriatı doğrultusunda, ülkemizin topraklarını da içine alacak şekilde batıl hurafelere bağlı
bir istila hareketi başlattıkları halde onlara karşı ses çıkarmıyor, sus pus oluyorlar. Bizim tertemiz halkımızın,
İslam’i ve insani talepleri söz konusu olunca, fitil fitil emdikleri sütü burunlarından getirerek, onlara "Öz
vatanında esir, öz vatanında parya" muamelesi yapıyorlar.
“Talebimiz şudur: Türkiye kesinlikle kendisine layık görülen, bu "Kurtlar sofrasında" garsonluk yapma
görevini kabul etmemeli... Elinin tersi ile itmelidir. Milletimize yakışan; bütün politika imkanlarını seferber
ederek D-8'lerin gelişmesine hız vermektir. Son yerel seçimlerin ortaya koyduğu rakamlar, Millî Görüş'ün
yükselişe geçtiğini göstermektedir. Gün doğmadan neler doğacağı beklenmelidir. Allah'ın izniyle ve takdirin
planladığı şekilde yeniden iktidara geleceğimiz kesindir. Türkiye'nin ve sömürüye karşı olan diğer devletlerin
ağırlığını koyması ile dünya dengeleri değişecektir. Ülkemizi AB'ye veya ABD'ye uydu yapmak isteyen
89
hükûmetlerin devri tarihe gömülecek ve Türkiye bir daha Kurtlar Sofrası'na garson olmak gibi bir pozisyona
düşmeyecektir.”43
Prof: Yalçın Küçük’ün, isimlerini ve soy kütüklerini tespit ve teşhir ettiği bazı kripto (gizli) Yahudiler,
müsahit ve muttaki rolüyle, önce Milli Görüş’e girmişler, önemli mevkilere gelmişler, daha sonra da AKP’yi
kurmak üzere çekip gitmişlerdir.
Hala içimizde kalanlar ise, daha etkili ve tehlikelidir.
Türkiye Cumhuriyetini bir siyon devleti olarak kurmak, ülkemizi ve milletimizi kendi hesaplarına
kullanmak isteyen kripto Yahudilerin ve masonluk hakimiyetinin sinsi saltanatı yıkılmak üzeredir. Çünkü AKP,
dış güçlerin ve işbirlikçilerin son hükümetidir.
Kripto Yahudilerin (Sabataist Dönmelerin) Gizli Devleti:
İşte Gerçek Kurtlar Vadisi: “BÜYÜK KLÜP”
“Öncelikle aysbergin su yüzeyinde gözükenin Susurlukta belirginleşen mafya-siyasetçi-iş
dünyası şeytan üçgeni olduğu artık cümlealemce biliniyor. Bu nedenle aysbergin görünmeyen dev
kütlesinde yer alanları deşifre edeceğim. Derin Devlet-Derin Mafya-Derin Sebataycılar üçgeni ilişkisi
hiç yazılmadı bugüne kadar. Eski İçişleri Bakanı Saadettin Tantan, eğer zorla istifa ettirilmesiydi '
Gümüşsuyu çetesi!' olarak simgelediği ' Büyük Klüp', yani ' Manevi Cihazlanma Teşkilatı'nı deşifre
edecekti. (Ama maalesef, gücü ve gönlü yetmedi, gözü kesmedi)
Gerçek Kurtlar Vadisi'nde; Sebataycıların yönetici, mafya konumundaki alttakilerin ise sadece günah
keçisi ve sıradan işçi olduğunu pek az insan fark edebiliyor. Soner Yalçın ' Efendi' adlı kitabını boşyere
yazmadı. Bu kitap; çifte dinle ve kimlikle yaşadıkları için su yüzüne bugüne kadar çıkamayan, ama bundan
sonra deşifre olurlarsa hain, dönek damgası yemekten korkan ülkemizin gerçek yöneticileri Sebataycıların,
Türkiye'nin AB'ne bağlanan umutlarıyla paralel olarak su yüzüne çıkma ve kendilerini aklama girişimidir. Bu
vitrini hazırlamak Yalçın'ın deyimiyle ' dincilere' bırakılamazdı. Artık herkes onlardan saygı ve korku ile
bahsetmeliydi; şapka çıkarmalıydı. Yalçın'ın gayretkeşliği bu yüzdendi. (ama ne olursa olsun, bu gizli ve
kanserli yaraya parmak basıldı ve çıban deşildi.) “20. yüzyılda Yahudiler iki devlet kurdu biri Türkiye,
diğeri İsrail'dir.” diyen Sebataycıların ülkemizde kurduğu gerçek Kurtlar Vadisi'ni okumaya hazır olun...
Derin devlet konusunda 'Milli Stratejik Konsept' adlı bir kitap yazan ve Çevik Bir tarafından mahkemeye
verilip beraat eden eski MİTci akademisyen, Doç. Dr. Nurallah Aydın'ın anlattıkları aslında 'off the record' idi.
Artık yazmak zorundayım. 33. dereceden mason olan Süleyman Demirel'in en önemli özelliği MİT'de Aydın
gibilerle sivil yapılanma kurabilmesiydi. Demirelle birlikte Aydın’da tasfiye edildi; zaten anlattıkları intikam
içindi. Sebataycıların 'bizdendi' diye sahiplendiği Atatürk, mason localarını kapatmıştı ve komunist
yapılanmalarına göz açtırmamıştı. Selanik'ten ülkemize getirdiği çoğunluğu yüksek eğitimli ve paralı
Sebataycıların Türkiye cumhuriyeti ve inkilaplarının çekirdek kadrosu olduğu doğru bile olsa Atatürk'ün ucu
dışarıda olan yapılanmalara soğuk yaklaştığı inkar edilemez. Zaten Türkiye'nin gerçek Kurtlar Vadisi,
Atatürk'ün ölümünden sonra TL'ye resmini bastıracak kadar hoyratlaşan İsmet İnönü'nün hediyesidir.
Eşi Mevhibe Sebataycıdır aynen Bülent Ecevit'in eşi Rahşan gibi. Sebataycı Yakup Kadri, Halide Edip,
Fatih Rıfkı Atay, Ahmet Emin Yalman, Abdi İpekçiler’den bugüne geldiğimizde bu entellektüel misyonu
taşıyan Orhan Pamuk gibi kalemler, bizi hep bizden uzaklaştırdı. Bir yandan kültürel yozlaşma bir yandan
asıl güçlerini barındıran iş dünyasıyla ortaklaşa ülkemizi sömürdüler. Siyaseti onlar belirledi ve ek olarak
medya-mafya-asker-bürokrat bağlantılarını kullanarak demokrasimizin acı tarihine düşen dört askeri darbeyi
onlar fişekledi.
Nurallah Aydın'ın dilinden işte müthiş gerçekler: Derin devlete alnı secdeye değeni almazlar.
Hiyerarşik bir yapılanmaya sahip gizli örgütlenme 4000 kişiden oluşur. İş adamı, gazeteci, asker,
akademisyen hepsi saygın güya laik Kemalist büyük bir gizli örgüttür. Askerler sanıldığı gibi Konsey'de
çoğu zaman başkan değildir, üyedir. Emekli olduktan sonra büyük holdinglerde danışman sıfatıyla yüksek
43
Milli Gazete / 11 Haziran 2004 / S. ARİF EMRE
90
maaşa bağlananları araştırırsanız kimler olduğunu bulursunuz. ( Korkmaz Yiğit'in danışmanı Güven Erkaya
ve Cavit Çağlar-Hayyam Garipoğlu'nun danışmanı Teoman Koman, Fenerbahçe Cumhuriyet'inden Atilla
Kıyat gibi F.A.) Bu askerler TSK'yı temsil etmesede öyle görülür. Tüm MGK Genel Sekreterleri( Nuretin
Ersin, Tuncer Kılıç gibi F.A.) ile derin devlet arasındaki askerler arasında direk ilişki olması düşündürücüdür.
İlk defa Çevik Bir Genelkurmay 2. Başkanı olarak bu hiyerarşiyi bozdu ve başkanlığa adylığını koydu. 28
Şubatta aşırı çaba sarfetti. Esasen kararı verecek Konsey'in gizli başkanı Anadolu kaplanlarına savaş açan
İstanbul dükalığının patronu, ülkemizin en zengin -Holdinginin sahibi Koç'tur.( Koçların yanısıra, Sabancı,
son yıllarda Karamehmetler, Kamuran Çörtük, Uzanlar, Ayhan Şahenk- Doğuş Grubu, Eczacıbaşıoğlu,
Ulusoylar Konseyde temsil edilir. F.A) 28 Şubat irticaya karşı mücadele değil İstanbul dükalığına karşı
ekonomik mücadele başlatan Anadolu kaplanlarını kafese sokma darbesidir. 5000 şirketin önü yeşil
sermaye diye kesilmiştir. Bu grupların gazeteleri, derin devletin 28 Şubat operasyonunda provakyonculuk
yapmıştır. 28 Şubatla derin devlet, askerleri kullanarak Anadolu Kaplanı denilen ülkenin gerçek sahibi dindar
kesimleri sindirmiş, Sebataycı sermayeyi rahatlatmıştır.
Derin devletin liberal gazeteleri Hürriyet, Milliyet; sol eli Cumhuriyet, kirli tetikçi sol eli Aydınlık, kirli
sağ eli ise, kendileri bilmese de Akit-Vakittir. Derin devletin gazetecileri tetikçilik yapar, ancak Uğur Mumcu
gibi ileri gittiği için kalemi kırılanlarda olur. Bir dönem Sebataycı Güneri Civaoğlu parlatılır, bir dönem Ertuğrul
Özkök, Emin Çölaşan, Fatih Altaylı tetikçilik yapar. 28 Şubat’da olduğu gibi bir dönem gelir Sebataycı Dinç
Bilgin'in gazetesi Sabah'ın manşetlerini Sebataycı Çevik Bir, sabah veya öğle toplantılarına katılarak atar.
Hürrüyet ve Akit'in bazı manşetleri aynı odaklarca ve aynı odada taraflarından hazırlanır; biri ortamı, diğeri
tetiği çeker. Ülkücülere 1980 sonrası mafya görevi verilir ve yurtdışında suikastlar, darbeler ihale edilir. MİT'in
derin adamları onları gizli operasyonlarda kullandığı için mutludur; ellerini sıcak sudan soğuk suya
sokmayarak istihbarat yaparlar. Sebataycılar, hoşlanmadıkları Mehmet Eymür-Hiram Abbas ikilisinden
aldıkları Mehmet Ağar- Şengal Atasağun ikilisine darbe ile devrederek yeni bir sayfa açarlar. Bu nedenle
Susurluk'ta Abdullah Çatlı, daha sonra Yeşil tasfiye edilir; kullanılan eski tetikçiler Oral Çelik, Abdullah Argun
artık yetim kalmıştır; vatanı için çalıştığını sanan zavallılar heyacanlı sonuçta hep kullanılarak paçavra gibi
bir kenara atılmışlardır. Oysa bir dönem kara ticaret onlarla yürütülürdü, ancak nedense cepleri hep boştur.
Mehmet Ağar, geleceğin parlayan gülüdür.
Akademisyenlerde bu gruptadır, hata yapanın kalemi kırılır( Necip Hablemitoğlu gibi verilen görevde
sapla samanı karıştıranların kalemi kırılır; düştüğü bataklıkta batar. F.A.) Konseye üye 'Derin
Akademisyenler' Atatürk ve laikliğin arkasına saklanarak ülkenin gerçek sahiplerinin önünü irtica safsatası ile
tıkarlar. Başörtüsü, YÖK, İmam Hatip krizleri bir şal gibi Konsey ve örgüt ortakları Sebataycı vurguncuların
soygunlarını gündemden düşürür, üstünü örter. Ülkenin bankaları hortumlanırken gürültü çıkartırlar ve
dikkatleri başka tarafa çekerler. Bankaları hortumlayanların çoğu Sebataycıdır ve derin devletin bilgisi
dahilinde olmuştur. Eğer derin devletin “mafya kasası olan tefeci Yahudi Nesim Malki” öldürüldüğünde
İsrail'in 2 milyar doları kaybolmamış olsaydı, Kurtlar Vadisi bu denli karışmayacaktı. (Demek ki, İsrail’ide
oyuna getiren ve MOSSAD’ı şaşkına çeviren, bir milli derin cephe açılmıştı.) Mossad seri suikastlarla
tahsilata başlamasa idi ne Türkbank skandalı ortaya çıkar, nede bankaların hortumlandığını kavrayabilirdik.
Çakıcı-Yiğit-Mesut Yılmaz-Güneş Taner bağlantıları saçılırdı. Mossad, para derdine kendi ayağını vurmuştu.
Bu ülkenin 50 milyar dolarını bankalarda batıranların arkasında gizli bir örgüt yapılanması aranmalıydı. Derin
devletin haberi olmadan bu kadar soygun yapılamazdı. Bazılarına göre bu gizli örgütün adı Ergenekondur.
Diğer tanımıyla NATO üyesi ülkelerde CIA tarafından kurdurulmuş “Gladio” dur. Yalnız tek farkı Mossad'ın
katkılarıyla örgütlenme Sebataycı eksenli Masonik bir temelde gelişmişti. Çıkarları için sağ el veya sol el fark
etmiyordu. Sağcı mafyaları da, solcu militanları da, bunlar kullanıyordu. Logosunun yanında 50 yıldır takiyye
yaparak ' Türkiye Türklerindir' diyen, gazete medyadaki ana üsleriydi; dolayısıyla Koç Grubu'nun çıkarları
Türkiye'nin çıkarlarından önce geliyor. Kemalizm ve laiklik oyuncaklarıyla Sebataycı örgütlenmeye karşı
çıkanlar yok ediliyor veya sindiriliyor.
Bir ahtapot gibi kolları olan bu örgütün ülkemizdeki yasal adı “CIRCLE D’ORIENT”- “Büyük Klüp.”
91
İngilizce isminde geçen “Circle” aynı zamanda Tapınakcıların yurtdışındaki yayın organının ismidir.
Siyonizm, Sabataycılar ve Tapınak Şövelyeleri arasındaki gizli bağlantı; Siyonist Tapınağı Tarikatı'na kadar
uzanır. Üstadı azamlarının ünvanı ' Denizci'dir. Güven Erkaya'nın bir dönem başkanlığını yürütmesi sadece
eski Deniz Kuvvetleri Komutanı olmasından kaynaklanmamaktaydı. Emekli deniz oramiralı ve 12 Eylül
sonrası başbakanlık yapan Bülent Ulusu, uzun süre Büyük Klüp'ün başkanlığını yürüttü, halen üyedir. Onun
döneminde üye olan meşhurlar arasında babasından misyonu devralan Mehmet Ağar ve Beşiktaş'ın
efsanevi başkanı Süleyman Seba sayılabilir. Seba, emekli olmadan önce MİT'in İstanbul Bölge Müdürüdür.
Ünlü mafya babası Aladdin Çakıcı, Ulusu döneminde üye kabul edilir. Çakıcı, ülkenin en büyük uyuşturucu
ve silah taciri Dündar Kılıç'ın damadıdır. Sebataycıların kullandığı mafya kolunu temsil etmektedir. Kara para
onlardan sorulur. Hakkındaki onca delile rağmen beraat ettirilir. Çakıcı, bu ülkede devletin adamı olarak derin
devlete çalışan en derin adamdır. Konuşursa alem karışır. Bu nedenle devlet eliyle kaçırılır. Sinan Engin
sadece talimatı yerine getirmiştir.
İngilizcesiyle "MORAL REARMAMENT-MR", Türkçesiyle "MANEVI CİHAZLANMA TEŞKİLATI" nın
kökleri dışardadır. Tapınakcıların, zuhruna vesile oldukları Protestan mezhebinin bağlısı (Lutheryan)
Amerikan Pastor’u Frank Buchman tarafından, 1929’da "Oxford Group" olarak tesis edilir. Buchman daha
sonra, İngilterede EVANJELİK olur; yani Bush oğlu Bush’un, "Yeni Dünya Düzencileri"nin mezhebine duhul
eder!.. Bu derneğin Türkiye şubesi Beyoglu’ndadır. Hatta oranın bir sokağında, "Asmalı Mescid vardır; aynı
sokakta, "B’NAI B’RITH-AHDİN KARDEŞLERİ" teşkilatı, "FAKİRLERİ KORUMA DERNEĞİ" adı altında
faaliyet göstermektedirler. İşte bu sokakta, "MANEVİ CİHAZLANMA TEŞKİLATI" da faaliyete başlar.
"Toplum faydasına dernekler" listesinde olup, vergiden muaf ve üste "bütçe"den para da alan bu -bu ikiderneğin kurucu başkanu, -mini mini vali" Prof. Dr. FAHRETTİN KERİM GÖKAY'dır... 33. dereceden mason
olan bu adamın, Göztepe-İstasyon durağındaki köşkü teşkilatın toplantı yeri idi; şimdi dikkat, bir başka
toplantı yeri ise İSMAİL AĞAR’ın, Kadıköy’deki köşkü... Bu adam, 60 ihtilalinde idam edilen F. R. Zorlu’nun
da akrabasıdır ve Ayasofya'nın Ortadoks ibadetine açılmasını istiyor. Yani sadeceHeybeliada'daki Ruhbani
okulunun açılmasıyla istekleri son bulmayacaktır.
Bu teşkilatın bir diğer üyesi ise, HAZIM ATIF KUYUCAK; bu adam, "Supreme Konsul'de Türküye
Masonlarını temsil eden iki kişiden biri; diğeri de "Ceza"cı meşhur dönme Sahir Erman... Kuyucak, "Nur
Locası"nın da Üstadı olan bir Mason; "Avrupa Birligi"nin "sevdalısı" biri... Celal Bayar, Vehbi Koç, Sakıp
Sabancı, İ. Sabri Çağlayangil, bunun "altında" olan adamlar... Bu "Manevi Cihazlanma Teşkilatı"nın bütün
üyeleri aynı zamanda 'Büyük Klüp'ün üyeleri...
Bu BÜYÜK KLÜP’e kimler üye... Gündüz Kılıç, Bülent Ulusu, Cevher Özden (Banker Kastelli) Ali Rıza
Çarmıklı, A. Emin Yalman, (Tek Dünya Fikrini Yayma Cemiyeti"ni dahi kurmuştur.), Ömer Çavuşoğlu, kardeşi- Nazlı Ilıcak ve kocası Kemal Ilıcak, Nejat Eczacıbaşı, Sabri Ruso, Duran Kalkan, (99’a kadar 13
sene başkanlığını yapmış), Çetin Emeç, Ahmet Fevzi Ellialtıoğlu (devşirme, babalarından biri Yeniçeri
Ocağının "56. Ortası"na mensub), Sadettin Bilgiç, Gazanfer İlge, Atalay Coşkunoğlu, Yuda Leon Cukran,
Mehmet Emin Karamehmetler, Ümit Aslan Utku, Nejat Tümer (emekli Oramiral), Enver Necdet Egeran
(Muhteşem Salomon’a "Mason değildir" belgesi veren TPAO’nun yıllarca başında oturmuş adam) Başaran
Ulusoy, Selçuk Maruflu, (ANAP’lı, "Arı Grubu", "Finans Klüp" ve "Mülkiyeliler Birliği" üyesi, DPT ve
Eximbank’ta uzun süre çalıştı.) Raif Dinçkök, Adem Ceylan (meşhur Ceylan Holdingin "para işlerine" bakan
üyesi, bu aile eski İstanbul Emniyet Mdr. Hasan Özdemir ile eski Mly. Bkn. Masum Türker’i parmaklarında
oynatırlar ve "iş" takibi yaptırırlardı) Vehbi Koç, Sakıp Sabancı, Şerif Egeli vesaire...
Hafızanızı tazeleyeyim, Büyük Külüp’ün ismi, "Susurluk" meselesinde de geçmiş, hatta Başkanı Duran
Kalkan gizlice giderek ifade bile vermişti. Derin devletin iki Yalçın’ını (Küçük ve Soner’i) Sebataycılarla ilgili
yazdıkları kitaplarda "maksatlı" bulmamın sebebi, "Geyik" muhabbeti ile kulaklarına üflenen malumatları
"deve" yapmaları ve bu sayede de Kemalist Oligarşi’nin hayatta kalması için "saf müslüman avına"
çıkmaları... “Bu ülkenin sahibi Sebataycılardır. Onlara rağmen her girişim başarısızlıkla sonuçlanacaktır.”
diyerek aba altından sopa gösteriyorlar.
92
Büyük Külüp’ün 2003 tarihli yönetim listesini isteyenlere sunuyorum. Bunun temininde İstanbul Sevi’nin
(Sandal’daki) katkısı mevcut, müteşekkirim.
"BÜYÜK KÜLÜP" İDARI HEYETI YÖNETİM KURULU: BAŞKAN: DURAN AKBULUT Sanayici,
GÜNDÜZ KAPTANOĞLU Armatör, Türk Armatörler Birliği Koop. Bşk., ERCAN TARGAY Bankacı, TEVFİK
ALTINOK Hazine ve Dış Ticaret Eski Müsteşarı, M. OKAN OGUZ Sanayici, İhracatcı (TİM Eski Başkanı)
RIDVAN KARTAL Avukat, Ekonomist, Armatör YAĞIZ DAĞLI Hukukcu, Uluslararası Av. Birliği Yön. Kur. Üy.
ERGUN EREZ İnş. Müteahhidi, FERİDUN PEHLİVAN 19. ve 20. dönem Bursa Milletvekili, MEHMET
ÖZCAN Sanayici NURİ BAYLAR İşadamı
YEDEK UYELER: PERVİZ ZEKIOĞLU Sanayici, O. TAYLAN KENDİRLİ Ekonomist, ÇETİN YENTUR
Bankacı, İNAN ŞEFKATLİOĞLU Sigortacı, HANDE YILMAZ İhracatcı, MURAT NUMAN ERDEM Ekonomist,
NEVHAN GÜNDÜZ Işletmeci
BALOTAJ KURULU: ALİ RIZA ÖZKAN Sanayici, METİN SELÇUK Bankacı, Halkbank Eski Gn. Md.
Yard., AHMET MALAZ Sanayici, MEHMET SEREN DİNÇLER Avukat, AHMET BEDRİ İNCE Armatör,
KOPTAGEL İLGÜN, Prof. Dr. Eski Başhekim SELCUK GÖKÇE, İhracatcı HASMET OLGAÇ, Kimya
Mühendisi MELİH TAVUKCUOĞLU, Müteahhit RIZA DEDEHAYIR, İşadamı AHMET ÖZBİLGE, Yönetici
ADEM CEYLAN, Sanayici MİSEL GÜLÇİCEK, Sanayici BURHAN SARGIN, İşadamı UGURMAN
YELKENCİOĞLU Yönetici, Tofaş Eski Gen. Md.
YEDEK ÜYELER: SERPİL BAĞRIAÇIK Ekonomist, COŞKUN BEKAR Gümruk Müşaviri, EMİR
BERDUK MARSAN Yönetici, MEHMET G. GÜVEN Endüstri ve Kimya Mühendisi, ATİLLA TACİR Ekonomist
DİSİPLİN KURULU: YEKTA GÜNGÖR ÖZDEN Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı, NECIP
KOCAYUSUFPAŞAOĞLU Prof. Dr. (Hukuk), NEZİH ISERI Emekli Amiral, Yuksek Muhendis NAZMI
AKIMAN, Emekli Buyukelci AHMET SERPIL, Prof. Dr. Yeditepe Üniversitesi Rektörü EROL CİHAN, Prof. Dr.
Av. SABİ RUSO, Avukat SEVGİ GÜMÜŞTEKİN, Avukat THY Genel Müdür Eski Muavini, TURGUT İÇTEN
Yeminli Mali Müşavir, ERSİN ETİ Dr. Yüksek Mühendis, ERTUNA YAŞAR Avukat
YEDEK ÜYELER: BESALET BARIM İşadamı, OKTAY ÖZCAN İthalat-İhracat, İSMAİL YILDIZ
İşadamı, ZEKİ TANYERİ Sanayici, TEKİN AKMANSOY Sanatcı
DENETLEME KURULU: HALİL GÜMÜŞ Yeminli Mali Müşavir, ALPER KUŞS İst. Eski Defterdarı,
ENGİN BERKER Yeminli Mali Müşavir
YEDEK ÜYELER: SİNAN KILIÇ Doktor, YİĞİT TAVUKCUOĞLU Ekonomist, ORHAN TUNCER
İşadamı.44
Sabataycılık Konusunda Manevralar
SABATAYCILIK konusu artık Türkiye’nin gündemine girmiş bulunmaktadır. Birtakım çevrelerin
bundan rahatsız ve tedirgin olmalarını da çok tabiî karşılamak gerekir.
Bu çevrelere mensup bazı kişiler ve kalemler şimdi Sabataycılık meselesini çarpıtmak, dejenere etmek
için sinsice faaliyet ve propagandalara başlamışlardır.
1. Konuyu önemsiz gibi göstermek: “Evet çok eskiden yüz kadar Sabataycı aile vardı. Sonra bunlar
büyük kütle içinde eridiler, yok oldular; artık şu anda Sabataycılık Mabataycılık diye bir şey yoktur. Bu
yaygara tamamen gericilerin, siyasal İslâmcıların, fanatiklerin işidir...”
Bu gibi laflarla gerçekleri örtüp gizlemek mümkün değildir. Ülkemizde, Bay Harry Ojalvo’nun dediği gibi
bir buçuk milyon Sabataycı yaşamaktadır. Bunlar ülkeyi kontrolları altına almışlardır. Yalçın Küçük’ün
Tekelistan, Sırlar, Şebeke, Tekeliyat 1, Tekeliyat 2 kitaplarını okuyanlar (onlardaki bazı bilgiler tashihe
muhtaç da olsa) Türkiye’deki Sabataycı hakimiyet ve saltanatının boyutları hakkında fikir edinebilirler.
“Sabataycı kalmamıştır, onlar eriyip bitmiştir” gibi iddialar gülünçtür, tamamen gerçek dışıdır.
2. “Herkesi Sabataycı olarak gösteriyorlar. Bu kadarı da olmaz...” Prof. Yalçın Küçük’ün dediği gibi
Sabataycılık büyük bir buzdağı gibidir; bunun ancak onda biri, hatta yüzde biri suyun üzerindedir. Geri kalan
44
www.sonsaniye.net / 30 06 2004 / Faruk ASLAN
93
kısmı sırdır, karanlıktadır. Uzun müddet çalışılmalı, derin araştırmalar yapılmalıdır ki, bu konudaki gerçekler
ortaya çıksın. Hal-i hazırda bir takım kimselerin Sabataycılığı henüz iddia safhasındadır. Bu konuda müsbit
(isbat edici) deliller bulunmadıkça kesin konuşulamaz. İşte bazı Pembeler bundan istifade ederek zihinleri
karıştırmak, bu kadarı da olmaz demek istiyorlar.
3. Sabataycılık konusunda öyle bir karışıklık, öyle bir şaşkınlık havası çıkartmak istiyorlar ki,
herkes kendi kendine “Acaba ben de mi Sabataycıyım?” diye sorsun.
4. Yine zihinleri karıştırmak için, Sabataycı olmaları mümkün olmayan birtakım kimseleri
Sabataycı olarak göstermek ve sonra da bütün iddiaların böyle olduğu havasını vermek.
5. İslâmî kesimdeki bazı yazarlar da, Sabataycıların ekmeğine yağ sürecek yayınlar yapıyor.
Mesela şöyle diyorlar: “Efendim mademki, bunlar ‘Biz Müslümanız’ diyorlar, o halde hüsn-i zan etmemiz
gerekir. Bu konuyu kurcalamak doğru değildir...”
Garip mantık!.. Adamların iki kimlikli olduğu ilmî araştırmalarla kesin şekilde biliniyor. Adamlar, bir
yandan biz de Müslümanız diyor, öte yandan İslâm’a ve Müslümanlara veryansın ediyor ve Müslümanların
bu konuyu kurculamaması gerekiyor. Aman ne mantık ne mantık.
Sabataycılıktan, Avdetîlikten, Dönmelikten İslâm’a gerçekten, sahiden olarak dönmüş olanlar
bulunabilir. Bunlara bir şey denilemez. Lakin adam hem Müslümanım diyecek, hem de İslâm’a saldıracak, bu
işin içinde bir bit yeniği olduğunu anlamak için kişinin dahi, süper zekâ mı olması gerekir.
6. Bazıları da Sabataycılıkla ilgili yayınların ve iddiaların ilmî olmadığını iddia ederek kafa
karıştırmak istiyor. İlmî olmaktan kasıtları nedir? Bir konudaki bütün yazıların, iddiaların, bilgilerin mutlaka
akademik araştırma seviyesinde, bol dip notlu, bibliyografyalı araştırma şeklinde olması gerekmez ki. İddia
iddiadır. Gerçekler bazen halk lisanıyla yazılır. Milyonlarca vatandaşa ilmî araştırma üslubu ile hitap
edilemez. Gerçeklerin dip notlu olup olmaması esası değiştirmez. Bir kısım araştırıcılar derin ilmî araştırma
yaparlar, başkaları da onların araştırmalarından yararlanarak, anlaşılır ve basit bir üslupla gerçekleri anlatan
basit ve popüler yazılar yazarlar.
 Türkiye’de çok güçlü, gizli, esrarlı bir Sabataycı lobi vardır.
 Bu lobi iki kimliklidir. Zahirde Müslüman ve Türk görünür. Asıl kimliği ise bir nevi Yahudi tarikatı olan
Sabatay Sevi dinidir.
 Bunlar üç büyük aileye veya kabileye ayrılır: Karakaşlar, Yakubîler, Kapancılar.
 Kendilerine mahsus mezarlıkları vardır.
 Bunlar hakkında Avrupa’da “Son Dönmeler” adıyla dokümanter bir film çevrilmiştir.
 Bütün büyük ansiklopedilerde Sabataycılık maddesi bulunmaktadır.
 İsrailli profesör Scholem’in Sabatay Sevi hakkında bin sayfalık muazzam ve çok önemli bir ilmî
araştırması yayınlanmıştır.
 Konu hakkında başka ciddî ve ilmî kitaplar ve araştırmalar da mevcuttur.
 Sabataycıların kendilerine mahsus, Sazan denilen din adamları vardır.
 Sabataycılar, istisnâi vak’alar dışında Müslümanlarla evlenmezler.
 Yakın tarihimizdeki bütün darbe, inkılap, ihtilal, değişim hareketlerini Sabataycılar yapmışlardır.
 Ülke rantlarının büyük kısmı Sabataycılar tarafından paylaşılır.
 Dışişleri Bakanlığı Sabataycıların en güçlü oldukları dairedir.
 Büyük medyada güçleri büyüktür.
Bunca gerçek karşısında “Sabataycıları incelemek, bu konuda yayın yapmak ahlâka aykırıdır. Bir nevi
antisemitizm yapmaktır...” gibi fikirler ileri sürenlere ne demeli?
Onlardan bazıları benim dinime saldırırken anti-islâmizm yapmış olmuyorlar, ben onları incelerken
antisemitizm yapmış oluyorum...
Antisemitizm yapmak elbette doğru değildir. Ancak, antisemitizm başka şeydir, Sabataycıları
incelemek, merak edip araştırmak, ne olduklarını anlamaya çalışmak başka şeydir.
Profesör Yalçın Küçük, Sabataycılıkla ilgili birinci eserine Tekelistan adını koymuştur. Niçin? Çünkü bu
94
ülkede birtakım gizli, esrarlı, güçlü lobiler yaman bir tekel kurmuşlardır.
Türkiye’de birtakım güçler demokrasiyi de, laikliği de, cumhuriyeti de kendi işlerine, kendi
menfaatlerine uygun bir şekilde yorumlamaktadır.
Bu gizli ve esrarlı güçler ülkemizin, devletimizin, toplumumuzun tarihî devamlılık çizgisine ve
mecrasına oturmasını istemiyor.
Onlar millî kimliği erozyona uğratıyor.
Onlar Türkiye’deki topyekûn, genel, total buhranın sorumlusudur.
Sabataycılar hakkında sorulması gereken ana suallerden biri de şudur:
 Sabataycılar niçin hukuk fakültelerinin ceza hukuku kürsüleriyle bu kadar yakından ilgileniyorlar,
buralarda kadrolaşılıyorlar? Ceza hukukunu niçin bu kadar çok seviyorlar?
1950’li, 60’lı yıllar... Ceza Kanunumuzdaki 163. madde ile dindarlar üzerinde ağır baskılar yapılıyor.
Risale-i Nur okuyan, dinî faaliyette bulunan, dinî yazı yazan nice vatandaş ağır ceza mahkemelerine
veriliyor. Mahkeme yazının, konunun bilirkişiye havalesini uygun görüyor. Bilirkişiler mâlum... Rapor geliyor.
“Yapılan tedkik sonunda yazının veya fiilin 163’üncü maddeyi ihlal ettiği ve suç işlendiği kanaatine
varılmıştır...” Karar: “Sanığın şu kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılmasına, hapis yattıktan sonra da şu
şehirde şu kadar yıl sürgüne gönderilmesine...”
Bendeniz 60’lı yıllarda 163’üncü maddeyi ihlal suçuyla ağır ceza mahkemelerinde çok süründüm.
Yazdığım yazıların nicesi yüzünden mahkemeye verildim. Dosyalarda hep Pembe bilirkişilerin raporları vardı.
Nihayet bir gün tepem attı. Bir yazımın altına şu mealde bir not koydum: “Bu yazıyı hiçbir Mason,
Dönme, dinsiz, vicdansız bilirkişi inceleyemez...”
Bu yazıdan da mahkemeye verildim. Savcı ifademi almak için çağırdı. Baktım dosyada şöyle bir bilirkişi
yazısı yer alıyor:
“Sanık,
peşinen
bilirkişiyi
tahkir
etmiş
olduğundan
istenilen
incelemenin
yapılması
uygun
görülmemiştir...”
Şimdiye kadar defalarca yazdım, tekrar ediyorum:
Tezelden çok ciddî, çok ilmî bir “Türkiye Sabataycılarını İnceleme Dergisi” çıkartılmalıdır. İlmî
olacağı için senede iki veya dört defa çıksa yeter. Geniş hacimli olmalı, her sayısında on kadar konu çok
derin, çok ciddî, çok seviyeli bir şekilde, kaynaklar, belgeler bildirilmek şartıyla incelenmelidir.
Bunun yanında, halkı aydınlatmak için konuyla ilgili popüler kitaplar, broşürler, makaleler de
yayınlanmalıdır.
Bilgi ışıktır, bilgi güçtür. Yeter ki, gerçeğe hizmet edilsin.45
45
Milli Gazete / 24 07 2004 / M. Şevket. Eygi
95
BOP: ORTAK ZEMİN-ORTAK DİN
VE
ORTAK YEMİN
İbrahim Karagül, çok önemli tespit ve tahlillerde bulunuyor:
“Beyaz, Protestan ve Hıristiyan olup İsa'nın gelişini hazırlamaya çalışan, İslam'ı tek engel gören
Hıristiyan/Yahudi koalisyonunun bize demokrasi ve özgürlük getirme gibi bir niyeti yok, olmayacak da. Onlar,
kendilerine meydan okuduğuna inandıkları İslam'a karşı bir savaş yürütüyorlar. Bunu, bir yandan Felluce ve
Ebu Gureyb'de yaptıkları gibi kıyım, yıkım ve aşağılama ile diğer yandan "sivil" projelerle bölgenin direnç
noktalarını kırarak yürütüyorlar. Her ne kadar bu işgaller ABD'yi karşı nefreti beslese ve söz konusu
projelerin etkisini kırıyor gibi görünse de, en az yirmi yıllık çalışmaların başarısız olacağı konusunda fazla
emin olmamak gerekir.
Hızla yayılan Evangelistler'in etkisinin zamanla Amerika sınırlarını aşıp Avrupa'ya da yayılması
muhtemel. İslam dünyasına karşı kutsal savaş başlatanların tahmin edilenden daha fazla siyasi nüfuzu var.
ABD yönetimi bizim için yeni bir "din inşası"na girişirken onlar işi "kutsal kitap" yazmaya kadar vardırdı.
Turan Kışlakçı'nın hazırladığı ve bugün "BOP'un kutsal kitabı" başlığı ile yayınlanan haber varılan uç
noktayı gözler önüne seriyor. Texas gibi Evangelistlerin merkezinde yayınlanan ve "üç dinin kitabı" olarak
tanıtılan soytarılığa yakında yeni örnekler eklenecek. Kur'an ayetleri tahrif edildiği, surelerin isimlerinin
kullanıldığı kitap, 20 dile çevrilip dağıtılacak.
Körfez ülkelerinde ve Müslüman öğrencilerin okuduğu yabancı okullarda okutulduğu belirtilen kitabın
önsözünde Üçüncü Dünya Savaşı'nın "İnsanlığa Hizmet İçin Dünyanın Birliği" adı altında yürütüleceği
belirtiliyor. Tıpkı şimdiki savaş ve katliamların teröre karşı savaş, "demokratikleşme" ya da "özgürlük
operasyonu" olarak pazarlandığı gibi. Kitapta, Müslüman coğrafyanın aslında Hıristiyan/Yahudi mirası olduğu
vurgulanarak BOP kapsamına alınan bölgelere atıfta bulunuluyor. ABD'nin bu bölgedeki demokrasi
operasyonunun 20 yıl içinde başarıya ulaşacağı farz edilerek, bu sürede bölgenin Hıristiyanlaşacağı gibi bir
kehanette
bulunuluyor.
Belçika
Roma
Katolik
Kilisesi
Kardinali
Godfreied
Danneels'in
İslam'ın
sekülerleştirilmesini, aksi takdirde Avrupa ile bütünleşmesinin önlenmesini ve İslam içinde bir devrim
yapılmasını öneren sözleri ile Bush yönetiminin ve Evangelistler'in projeleri ne kadar da birbirini
tamamlıyor.”46
Ve Fetullah Gülen, Dinler arası diyalog kapsamında ve Moon tarikatıyla ilişkileri dolayısıyla,
Siyonistlerin planladığı bu yeni “Ortak İnsanlık Dini”ne ve bu dinin (Türkçesi dinsizliğin) “ortak kitabı)
nın hazırlanmasına sıcak bakıyormuş, hatta önemli katkılarda bulunmuş…
Şimdi, kendilerine ait www.fgulen.com.tr sitesinde yayınlanan şu sözlerini birlikte okuyalım:
“Bugün fakir olsak da, ekonomik durumumuz iyi olmasa da, bazı yönlerimiz itibarıyla Batı ülkelerinden
çok geride bulunsak da, yine de bölgede itibarlı bir devletiz. Bir manada, bizimle beraber çalışan, bizim
vasıtamızla o dünyaya da hükmedebilir. Hatalı yanlarımıza rağmen bölge ülkeleri nezdinde bir faikıyetimiz
var. Eğer illa bir şey yapacaksak bu itibarı kullanmalıyız. Bölge insanlarının bize olan teveccühlerini
değerlendirmeliyiz.”
Bu sözlerin anlamı: Keşke Büyük Ortadoğu Projesini, dış güçler Türkiye’ye dikte edip, bizim bir
planımız gibi İslam Alemine sunsaydık… Böylece Onları aldatmak daha kolay olurdu. Çünkü Türkiye’ye,
İsrail’den ve ABD’den daha çok güveniyorlar!?
Soru: BOP’u nasıl değerlendiriyorsunuz?
F.Gülen: “Bu projeye aceleden “hayır” dememiz de çok yanlış olabilir. Kim bilir, büyük bir zararı
önlemeye kalkmadığımızdan, bir yanlışı bertaraf etme teşebbüsünde bulunmadığımızdan dolayı hata etmiş
de olabiliriz. Meseleye hemencecik “hayır” deyip kenara çekilmek de doğru bir şey değildir.” Peki, Dinler
46
Yeni Şafak / 30.11.2004 / İbrahim Karagül
96
arası diyalogun kurallarını biz mi koyduk.
Soru: Orta Asya'nın kalkınması ve eğitimi için yaptığınız teşvikleriniz Ortadoğu için de geçerli
midir?
F.Gülen: Herhangi bir hareket ya da faaliyet ne kadar isabetli, ne kadar makbul ve ne kadar doğru
olursa olsun, bence devlete sorulmadan hareket etmek ve teşebbüste bulunmak kat'iyen doğru değildir. Size
göre çok isabetli de olsa, meseleyi yerli yerine tamamen oturmuş da görseniz, yine de devletin yetkili
birimlerine sormadan yapmamalısınız. Orta Asya'ya açılım sürecinde de bu esasa uygun olarak
davranılmıştır. Dönemin merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal Bey, onun ardından da Sayın Süleyman
Demirel değişik ülke başkanlarına eğitim faaliyetlerini, müteşebbislerini tezkiye eden, yardımcı olmalarını
isteyen onlarca mektup yazmışlardır. Bazı muhalefet edenler olmakla birlikte, genelde devletin yetkili
makamları da “Biz bu hareketin desteklenmesi gerektiğine inanıyoruz. Bu arkadaşlarımız samimi ve hasbi
insanlardır. Türk milletinin yararına hizmet ettikleri gibi sizin ülkenizin de faydasına hizmet edeceklerinden
emin olabilirsiniz. Bunların temel felsefeleri insanlığa hizmettir” demişlerdir. Kuzey Irak gibi yerlerde
askerlerimizin de ciddi destekleri olmuştur.
Evet, ister Ortadoğu isterse de başka yerlerde, devletten “evet” tasdiki almadan bu türlü girişimlerde
bulunmak doğru değildir. Devletimizi bazı hususlarda zor durumlara düşürmeme bakımından böyle
davranmak şarttır.
Bu gayretlerin isabetli mi, isabetsiz mi olduğunun her zaman münakaşası yapılabilir. Bu ayrı meseledir.
Ama birileri bizi kendi gayeleri istikametinde figüre eder mi, edemez mi meselesine gelince; hayır, kat'iyen
birilerinin hedef ve gayesine alet olmamız mümkün değildir. Kimse bizi alet olarak kullanamaz; kullanamaz
çünkü kimseye diyet ödeme mecburiyetinde değiliz.”
Peki, yurt dışındaki ve Türkiye’deki okulların çok zor olan diplomatik ve bürokratik engellerini
kimler ve niye kaldırdı? Ve yine çok büyük ekonomik gereksinimlerinizi kim sağladı?
Böylece Fetullah Gülen hem Demirel ve Özal gibi Masonik mahfillerin ve Kirli derin devletin
adamı olduğunu ve dolayısıyla Süleyman Demirel’i, Turgut Özal’ı ve Tayyip Erdoğan’ı iktidara taşıyan
ve karşılığında taşeron olarak kullanan Dış güçlerin, hain hedeflerine hizmette bulunduğunu itiraf
ediyor!...
“Hak Furkan” Hezeyanı!
Avengelik (Siyonist Hıristiyan) çevrelerin, Bush yönetimini de özel desteği ile çok uzun yıllardır gizlilik
ve titizlikle yürüttükleri şeytani bir çalışma bir çalışma sonucu “insanlığın ortak Dini” nin kutsal kitabı olarak
“Hak Furkan”ı yüz binlerce bastırıp piyasaya sürdüler.
İncil ve Tevrat’tan tahrif edilmiş bölümlerle, Kur’an ayetlerine benzetilen uyduruk cümleler bir araya
getirilerek ve konu başlıklarına Kur’an surelerini çağrıştıran isimler verilerek Kutsak Kitabımızın bir ismi olan
“Furkan” adı altında, Kur’anın alternatifi gibi gündeme getirdiler.
Aytunç Altındal gibi uzmanların tarihi uyarıları:
“Dinler arası diyalog diye bilinen Yahudi Hahamların, Papanın ve Hıristiyanlığın farklı mezheplerine
bağlı papazların, Patrikhanenin ve Fetullah Gülen’in desteklediği oluşumu da bu “Hak Furkan” adı verilen
şeytani düzmeceye öncülük ettiğini özellikle dile getirdiler..
Kuzey Irak’ta Kürdistanı Dfacto olarak (yani resmen değil ama fiilen) tanıyan AKP, şimdi İstanbul’un
ortasında bir “Patrik devletini” de fiilen tanımış gibidir. Ekümenik (evrensel) Patrik Devleti bir din devletidir ve
Hıristiyanlık şeriatına göre şekillenmektedir.
Kızlarımızın başını kapatmasını ve İmam Hatipte okumasını “irtica hortladı. Laiklik çatladı” diye takdim
edip tepinen tereslerin, Patrikhane Şeriat Devletine saygı ile yaklaşması ve tepkisiz kalması da, ibretle
izlenmektedir.
Ve daha da utandırıcı olanı, Kendi milletine şahin, ABD’ye serçe gibi davranan AKP’li M. Ali Şahin, bu
sırada Amerika’ya uçup, “Ruhban okulunun geciktirilmesi ve Mehmet Elkatmış’ın “Irak’ta soykırım” sözleri
nedeniyle, Siyonistlerden özür dilemektedir. Evet hidayeti kararanlar, hassasiyetini de yitirmektedir.
97
AB’den tarih isteyen “Türkiye’nin önce Kıbrıs Rum Devletini tanıması gerektiğini düşünüyorum” “Ben
Ankara’dan sonra Kürdistan’a gidiyorum.(Güneydoğumuzu kastediyor) gibi küstahça açıklamalarının ödülü
olarak, AKP hükümetince özel davet edilip TBMM’de konuşturulan AB parlamento başkanı Josef Borrel:
“Güney Kıbrıs’ı tanımadan AB kapısının size açılacağını düşünmeyin” tehdidini, hem de Milletvekillerinin
gözüne baka baka tekrar ettikten sonra tam Siyonist ağzıyla (ki kendisi Yahudi asıllıdır ve azılı bir İsrail
taraftarıdır) 3 Aralık 2004 tarihindeki Meclis konuşmasında Dünya ülkeleri globalleşip birbirine yaklaştıkça,
ortak bir kültür ve ortak bir kimlik oluşacak ve dünyanın barış içinde yönetilmesi kolaylaşacaktır.
Şimdi sorun: Türkiye, bu küreselleşme ve Batı dünyası ile bütünleşme amacına hazır mıdır ve
kararlımıdır? Gibi, resmen ve alenen, Türkiye’nin kendi asli kimlik ve kültüründen, İslami değer ve
dinamiklerinden uzaklaşmadan, AB üyeliğinin ve Küreselleşme hevesinin ciddiye alınmayacağını
vurgulamıştır.
Ama bizim marazlı ve İslama garazlı medyamızın küfrü, yani bile bile gerçekleri örtüp gizlemesi
sayesinde, aziz milletimiz bu gerçeklerden ve tehlikeli gelişmelerden habersiz bırakılıyor.
Çarpıcı bir örnek olarak, bakınız bu millet, yüzde yüz yerli ilk otomobilinin, Erbakan Hoca tarafından
yapıldığını, bu medya sayesinde tam 43 sene sonra ATO Başkanı Sinan Aygün’ün gayretiyle yeni öğrenmiş
bulunuyor. Evet ilk Türk otomobili 1961 yılının 29 Ekim günü zamanın Devlet Başkanı Cemal Gürsel’e hediye
edilmek üzere hazırlanmıştı. 4 silindirli ve 60 beygir gücünde motoru bulunan bu otomobilin 100 km’ye kadar
sürat yaptığı, denemeler sonucu anlaşılmıştı. Devlet Başkanı Cemal Gürsel’e takdim edilen otomobil 50 mt
gittikten sonra durmuştu. Daha sonra görevlilerin otomobilin deposuna benzin koymayı unuttukları
anlaşılmıştı. Hatta Hoca hain rakiplerinin bunu kasıtlı olarak yaptığı da ortaya atılmıştır.
Başta motoru olmak üzere bütün aksamı yerli olarak imal edilen bu otomobili yapan kişi ise Prof. Dr.
Necmettin Erbakan’dı.
Tam bu sırada Türkiye’ye gelen Rauf Denktaş’ın “Rumların ve Yunanistan’ın silahla ve savaşla bizden
koparamadıkları Kıbrıs’ı şimdi, AB tuzağıyla elimizden almak istiyorlar… Bu oyunlara gelmek sonumuz olur”
feryatları da maalesef duyulmamaktadır.
Amerikan Beyaz Saray sözcüsü Richard Boucher Patrik davetine Hükümet yetkililerinin az sayıda
katılmasına öfkelenip: “Bu durumu not ettiklerini” söyleyerek, ülkemize tehditler savurmaktadır.
Soros, Edelman, Fener Rum Patriği ve Fetullah Gülen
Bugünlerde pazarlık masasında Ukrayna var. Gürcistan'da tezgâhlanan oyun farklı bir versiyonla da
olsa tarım, sanayi ve teknoloji alanında önemli özelliklere sahip olan bu 'sınır ülkesi'nde arz-ı endam ediyor.
Ukrayna krizinde AB-ABD'nin birlikte eski gücüne kavuşmayı hedefleyen Rusya'yla karşı karşıya
gelmesi, son birkaç yıldır uluslararası arenadaki 'yeni kutuplaşmaların test edilmesine de imkân tanıyor.
Türkiye'de de Açık Toplum Enstitüsü adlı bir kuruluşla faaliyet gösteren 'Sivil darbe’lerin meşhur
mimarı George Soros'un vakıflarının, Ukrayna'da yıllardır faaliyet gösterdikleri biliniyor. (Soros’la ABD
Ankara Büyükelçisi Eric Edelman, Patrik Barthelemeos ve Fetullah Gülen ilişkileri de düşündürüyor)
Irak Savaşı tipindeki eylemlerin Amerikan imparatorluk projesine zarar verdiğini düşünen Soros, Bush
yönetimine muhalefetiyle tanınıyor. Seçimler öncesinde, Gürcistan'da kazanılan 'başarı'yla Irak 'bataklığını'
karşılaştırarak eleştiriyordu yeni muhafazakârları. Dünyada birkaç milyon dolarla 'kotarılabilecek' sürüyle ülke
varken Amerika niçin elini ateşe sokuyordu? İçerdeki bütün siyasi sürtüşmelere rağmen Amerikan yönetimi,
Ukrayna'daki gelişmelere en üst düzeyde müdahil olmaktan çekinmedi.
Bütün bu bilgilerin ışığı altında Ukrayna’da neler olup bitecek hep beraber bekleyip göreceğiz.
Gürcistan’da iktidarı kendi elleriyle ABD’nin adamına teslim eden Putin’i çok zor günler beklemektedir. ABD
ve AB resmen Putin’i hedef alarak Ukrayna’daki seçim sonuçlarını tanımadığını ilan etmiştir. Bakalım Putin
bu resti görecek mi yoksa Gürcistan’da olduğu gibi büyük bir prestij kaybına mı uğrayacaktır? 47
Yeni Roma Patriği ve Edelman
47
Milli Gazete / 02 12 2004 / Necmettin Çakmak
98
Patrik’le, stratejik ortağımız ABD’nin arası çok iyi. Bunu Edelman’ın onuruna verilen bugünkü
resepsiyondan anlamak zaten mümkün.
Ama Patrikhane-Amerika ilişkisi sadece bununla sınırlı değil.
Patrikhane’nin www.patriarchate.org isimli web sayfası Amerika’nın Newyork eyaletinde bulunan ABDYunan Ortodoks Cemaati tarafından hazırlanıyor.
İstanbul’dan Constantinople diye bahsediliyor. Patrik Bartholemeos’tan da Constantinople Ecumenik
Patrik ve Yeni Roma Patriği diye. Yani “New Roma Ecumenical Patriarch”
Dikkatinizi çekmiştir mutlaka. Edelman’ın ABD büyükelçisi olarak atanmasından sonra ABD-Patrikhane
ilişkileri daha bir hız kazandı. Bugünkü Resepsiyon Patrik himayesinde Edelman’ın onuruna veriliyor. Ama
doğrusu gerçekte kim kimin hamisi o biraz karışık. Hatta Patrik’in uzun süredir ABD himayesinde olduğu
açık.
Ama dikkat çekici olan ABD-Patrik ilişkisinde Edelman boyutu. Edelman’ın ilk göreve başladığı
günlerde “nasıl biri?” olduğunu yazmıştık. Sovyetler Birliği’nin çöküşünde Rusya’da, Kudüs’ün başkent ilan
edilişinde İsrail’de, Varşova Paktı’nın çökmesinde Doğu Avrupa’da, Çekoslovakya’nın bölünmesinde
Çekoslovakya’da Edelman bir şekilde görevde...
Bartholemeos-Edelman dostluğu bu bilgilerle ayrıca dikkat çekicidir. Birileri İstanbul’da Vatikan benzeri
Evrensel bir devlet kurma hesabı yaparken Başbakan’ın “Resepsiyona katılmayın” demesi ise ayrıca komik
kalmaktadır.
Oysa Mustafa Kemal İstanbul’a Kostantin denilmesini yasaklamış ve Meclis kararıyla adresinde
Kostantin yazan mektup ve malzemeleri bile geri göndermişti!...
Toplumu, tabanlarını ve teşkilatını yatıştırmaya yönelik cılız ve yararsız açıklamalar yapan Başbakan
Erdoğan ve AK Partili Elkatmıs'ın Irak'taki katliamı kınamasını "bu sözler Türkiye-Amerika ilişkilerine zarar
verir" diyerek cevap veren Edelman, simdi de Türk basınını tek taraflı yayın yapmakla suçladı. Edelman, Türk
basınında yer alan Irak'la ilgili haberlerin tek yanlı olduğunu ve Felluce'de olup bitenlerle ilgili bütün
manzarayı göstermediğini iddia etti.
İnal Batu: Sömürge Valisi gibi…
TBMM Dışsisleri Komisyonu üyesi, Eski Büyükelçi ve Ankara Milletvekili İnal Batu, ABD Büyükelçisi
Eric Edelman'ı "sömürge valisi" olarak tanımladı.
Edelman'ın, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın, Felluce'de ölenler için yüzlerce şehit tanımını
kullanmasından rahatsız olmasına tepki gösteren Batu, "Ben de yıllarca büyükelçilik yaptım. Büyükelçiler
devlet memurudur, kendilerine verilen talimatı yerine getirirler, önemli olan Amerikan politikasının
yanlışlığıdır. Büyükelçinin Başbakan’ı eleştirmesi kesinlikle yanlıştır. Büyükelçinin görevi, görevli olduğu ülke
ile kendi ülkesi arasındaki ilişkileri geliştirmektir. Bir sömürge valisi gibi hareket etmek değil. Amerikalılar
önce kendilerini eleştirsinler. Amerika, çok büyük nefret topluyor. Irak'a müdahalenin özü ve hareket noktası
yanlış. Haksız gerekçelerle ve uluslararası hukuku çiğneyerek Irak'ı işgal ederseniz, bataklığa saplanırsınız. Bu
bataklığa batarsınız. Bugün Amerika'nın Irak'ta basına gelen budur. Amerikalılar herkese gücenmesinler,
kendi özeleştirisini yapsınlar" dedi.
Batu, ABD Büyükelçisi’nin Mehmet Elkaltmıs'ın, "ABD işgalinin, benzeri daha önce yaşanmamış bir
soykırım ve barbarlığa dönüştü" seklindeki sözlerinin Türkiye-Amerika ilişkilerinin zarar göreceğini iddia
ettiğini hatırlattı.
Batu, "Türkiye ve Amerikan ilişkilerinin zarar görmesinin nedeni Sayın Erdoğan ve Sayın Elkaltmıs'ın
ağlamaları değil, Amerika'nın genelde Irak'ta ve özelde de Felluce'de giriştiği son derece insanlık dışı
eylemlerdir. Amerika Irak'ta katliam gerçekleştiriyor. Savaş hukuku ayaklar altına alınmıştır" diye konuştu.
Eric Edelman'ın, "Türk basınında yer alan bazı haberlerin tek yanlı olduğu ve Felluce'de olup bitenlerle
ilgili bütün manzarayı göstermediğine" yönelik açıklamasını değerlendiren- Batu, "Bu haksız eleştiri...
99
Amerika'nın kendi başarını ve kamuoyunda dahi Irak politikalarına karsı yayınlar yapılıyor" dedi. 48
Bu işler hep böyle olur
Fener Rum Patriği Bartholemeos, “ekümeniklik” için, “Bu siyasi değil tarihi bir unvandır” diyerek kendini
savunmaktadır:
Külliyen yalan söylüyor!..
Çünkü “ekümeniklik” hem “tarihi” hem de “siyasi” bir unvandır.
Bartholomeos’u destekleyen AB üyesi ülkeler ve ABD’nin asıl amacı da bu “tarihi” ve “siyasi” gücü elle
tutulur hale getirerek Bizans’ı hortlatmak ve İstanbul’da Vatikan tipi bir devleti kurmaktır.
Eğer patrik ekümenik sıfatını alırsa Türkiye, bir daha asla patrikhaneye müdahalede bulunamayacaktır.
Bunun için Bartholomeos’un masum gözüken bu isteği Türkiye için tehdit oluşturmaktadır. Önce; Lozan’la da
sabit olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin vermediği bir unvanı kullanamaya kalkması bir başkaldırıdır. Kaldı
ki, bu ülkede profesör olma unvanını almak için bile Bakanlar Kurulu kararı gerekir!.. Ve tabii, patrik efendinin
istekleri bununla sınırlı kalmayacaktır!
Nerde!.. Hep birlikte göreceğiz, eğer patrik ekümenik ünvanını alsın ertesi gün kalkıp toprak isteyecek.
Zaten asıl hedefleri de bu değimlidir?
Bartholomeos’un ekümenik olma sevdasını destekleyenler de iyice azıttı bugünlerde...
Ancak, suçun hepsini onlara yüklemeyelim. Çünkü AKP iktidarı bugüne kadar devlet başkanı
muamelesi gösterildi, özel uçaklarla seyahat etmesine ve A protokolde yer almasına göz yumuldu. Kimler
tarafından? Ve hangi diyet borçları ve dayatmalar karşılığında?! Elbette ki bu patrik haddini bilmeyecek...
Bakın bir örnek:
Ertuğrul Özkök yazdı; Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde İstanbul, olimpiyatlar için aday olur.
Çiller, Türkiye’nin başvurusunu kuvvetlendirmek için Fener Patriği, Hahambaşı ve Ermeni Patriği’nden
birer mektup ister.
Fener Patriği’de o mektubu “ekümenik” sıfatı ile imzalar ve gerekli yerlere gönderir.
Peki, Çiller mektubun altındaki bu imzayı, bu sıfatı görünce ne yapar?
Hiçbir şey!.. Gıkını bile çıkarmaz...
Peki, patriği gıdıklayan diğerleri...
Onlar, yani AB ve ABD...
ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Richard Boucher’in şu sözlerine dikkat kesilin: “Uzun süredir biz
patriği ekümenik, yani Türkiye içinde ve dışında pek çok kişinin dini lideri olarak kabul ediyoruz.”
Ardından...
Abdullah Gül’ü ziyaret eden ABD Ortodoks Cemaati Lideri Dr. Antony Limberakis’in sözleri: “Ruhban
Okulu’nun 33 yıldır kapalı olması endişe verici. Binlerce malımıza Türk hükümeti tarafından el konuldu.
Ekümenik Partikhane 3 milyon Ortodoks’un lideri. Onun için seçimi uyruk esasına göre değil herhangi bir
ülkenin inanç esasına göre yapılmalı ve hükümet müdahalesinden uzak olmalı.”
Bu iş hep böyle oluyor. AB ile her ilerleme raporu ve onların her istekleri ile biraz sarsılıyoruz. Sonra
birileri görevlerini yapıyor ortamı yumuşatıyor ve biz AB masallarıyla uyumaya devam ediyoruz.
Son durumu özetleyeyim; 17 Aralık’taki Zirve’de bir müzakere tarihi verecekler. Vermemeleri artık ayıp
olur, hem de Türkiye’yi başka istikametlere gitmesin diye kendi oltaları ucunda tutmak isterler. Bizimkilerin
avam deyimiyle “gargaraya getirmek” istedikleri veya akıllarınca “sıtmayı gösterip, vereme alıştırmak
istedikleri” salt gerçek şu; asıl tuzaklar dayatmalar on-onbeş yıl sürecek sürüngenlikte başlayacak.. Gene
teyit etmişler; bu sürecin ucu da içi de açık…49
Bizansın Kutsal Emanetleri İstanbul’a:
Son aylarda öyle gelişmeler yaşanıyor ki, bu gelişmelere ne yetişmek mümkün, ne de akıl sır erdirmek.
Daha bir işin ne olduğunu anlamadan, başka işler oluyor. Hem de birden fazla. İşte bu işlerden,
48
49
Vakit / 30 11 2004
Milli Gazete / 04 12 2004 / Necmettin Çakmak
100
gelişmelerden sadece bir tanesi:
Fener Rum Patriğinin “ekümenik” sıfatını yazılı (resmi) olarak kullanmaya başladığı şu günlerde, çok
önemli bir şey oldu. Sekiz yüz yıldır Vatikan’da bulunan ve Ortodoks dünyasına ait olduğu söylenen “kutsal
emanetler”, İstanbul’a, yani Fener Rum Patrikhanesine geri verildi.
Bu önemli gelişme, bizim medyamızda ya hiç görülmedi ya da “Hıristiyanlığın iki mezhebi arasındaki
küslük sona erdi” gibi masum bir başlıkla geçiştirildi.
Söz konusu kutsal emanetlerin hikâyesi kısaca şu: Haçlılar, 1204 yılında İstanbul’u işgal ederler ve
Bizans hanedanını tahtan indirip Latin İmparatorluğunu kurarlar. Bu imparatorluk, 57 yıl sonra Bizanslılar
tarafından yıkılır. Ve Haçlılar, ülkelerine geri dönerken, İstanbul’da (Kostantinapolis) bulunan bazı kutsal
emanetleri yanlarında götürürler. Mesela, Ortodoks dünyasının ünlü azizleri Gregor Nizaianzen ve John
Hrissostom’un kemiklerini.
İki gün önce, Fener Rum Patrikhanesinde, bu emanetlerin geri gelmesinden dolayı büyükçe bir
kutlama ayini yapıldı. Ayine, Yunanistan’dan bile devlet büyükleri geldi.
Sekiz yüz yıldır Vatikan’da bulunan bu emanetlerin, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Avrupa Birliğine
girmek uğruna taviz üstüne taviz verdiği, Müslüman Türk milletinin bin yıllık politikasının değişmeye başladığı
bir döneme denk gelmesi; hiç de masum görünmüyor. Hatta, planlı programlı bir gelişme olarak görünüyor.
Demek ki, genelde Hıristiyanlar, özelde Ortodokslar için artık “işler yoluna” girdi; korkacak, çekinecek,
endişe edilecek bir şey kalmadı. Artık güven içindeler.
Bu olayı, bizim kutsal emanetlerimizden yola çıkıp yorumlamak, eminim daha sağlıklı olacaktır.
İstanbul Topkapı Sarayında, Peygamber Efendimize ve dinimizin büyüklerine ait kutsal emanetler var.
Bu emanetleri, Yavuz Sultan Selim Han, Mısır seferi dönüşünde, hilafetle birlikte getirmişti.
Şimdi, bu emanetlerin geri verilmesi, ait olduğu yere gitmesi söz konusu olsa, akla gelen yerler ya
Mısır’dır ya Mekke. Emanetlerin bu iki beldeye gitmesinde bir sakınca yoktur, çünkü buralar İslam
beldeleridir. Ama bu emanetlerin Hollanda veya Almanya’da olmasında sakınca vardır, çünkü oralar İslam
beldeleri değildir.
Şimdi, akla şu soru gelebilir: Ortodoks dünyasına ait olan emanetlerin asıl yeri zaten İstanbul’du.
Dolayısıyla, bu emanetlerin İstanbul’a geri gelmesinde ne sakınca olabilir?
Açıklayayım: Mısır ve Mekke hâlâ İslam beldesidir, fakat İstanbul Hıristiyan beldesi değildir.
İşte asıl tehlike de buradan kaynaklanıyor. Demek ki Hıristiyanlar, artık İstanbul’u İslam beldesi olarak
değil, kendi beldeleri olarak görüyorlar. Birileri onlara, bu imkanı, bu bakış açısını tanımış.
Bugün emanetleri geri getirenler, yarın başka şeyleri geri getirmeye çalışmazlar mı?
Bence, olması gereken şudur: Vatikan’da bulunan ve Hıristiyan büyüklerine ait olan kemiklerin
İstanbul’a geri gelmesi yerine, eğer hâlâ varsa, İstanbul’daki kemiklerin de Vatikan’a gönderilmesidir.
Türkler Balkanları kaybedip çekildikten sonra, oralarda yatan mühim şahsiyetlerin mezarlarını açmışlar
ve kemiklerini İstanbul’a, Anadolu’ya getirip gömmüşlerdir. Hatta ve hatta, Osmanlı’ya isyan eden ve binlerce
masum Müslümanın ölümüne neden olan Şeyh Bedreddin’in kemikleri bile İstanbul’a getirilmiştir.
Demek ki Hıristiyanlar, İstanbul’u kaybettiklerini düşünmüyorlar. Demek ki birileri, onlara böyle
düşünme cesareti veriyor.50
Nasıl gittiğiniz kadar nereye gittiğiniz de önemli
Alevileri azınlık saymamızı isteyen Avrupa Parlamentosu küstahlığını daha da ileri götürerek Alevilerle
Ortodoks Hıristiyanları aynı kefede değerlendirmesini Türkiye’ye dayatıyor.
İktidardakilerin esip gürlemesine, “Bunların hepsini değiştirteceğiz” demelerine bakmayın. Artık
tecrübelerle sabit olmuştur ki, değiştirtseler bile lehimize değil aleyhimize değiştirtirler.
Sonra neyi değiştirtecekler? Türkiye’nin Kıbrıs Rumlarını devlet olarak tanıma teklifini mi? Buna ancak
gülünür. Bu gerçekleştirileli bir yıl oluyor. KKTC’yi kendi elleriyle boğdular. Rum’u kendi elleriyle dirilttiler.
50
Milli Gazete / 02 12 2004 / İ. Tenekeci
101
Rumlarla gümrük birliğini kendi imzalarıyla gerçekleştirdiler.
Yarın bir gün yaptıklarını anlatmak, eksik bıraktıkları için yeni talimatlar almak için karşısında esas
duruşa geçecekleri unsurlardan biri de Kıbrıs Rumları değil mi? Hatta girmek için can attıkları Hıristiyan
Birliği’ne girişleri, o, “Merak etmeyin tanımayız” dedikleri “Rum Devleti”nin imzasına bağlı değil mi?
Zaten Başbakan’ın kendisi “Kıbrıs’ta verecek daha ne kaldı?” diye sormuyor mu?
Bu işin sadece bir ayrıntısı. Sırada daha başkaları var. Kürtlerin azınlık olarak tanınmasından,
Ermenistan’ın isteklerine kadar, İstanbul’un özel statüsünden Güneydoğu’nun uluslararası bir komisyona
devredilmesine kadar bir yığın hayati mesele…
Gerine gerine anlattıkları şey AB üyeliği için ABD’nin desteğini aldıkları. Bu, eşkıyadan kaçarken
eşkıyaya yakalanmak gibi bir şey. Çünkü ABD, Avrupa’dan da önce istiyor Türkiye’nin bölünüp
parçalanmasını.
Daha yeni büyükelçisi, vereceği bir balonun davetiyelerini “Ekümenlik Patrik Bartholomeos’un
himayesinde...” diye bastırıp dağıttı.
Yazık ki Türkiye’yi yönetenlerin böyle bir vahim aykırılık karşısındaki tek tepkileri emirleri altındaki
kamu personeline “bu davete katılmamalarını” emretmekten ibaret..
Artık uyanın! Gittiğiniz yerin nasıl bir cehennem kuyusu olduğunu fark edin. ABD’nin ve Avrupa’nın el
ele vererek sizlerin BOP, bizim ısrarla BİP dediğimiz Siyonist proje için adım adım ilerlediğini görün; bu
projede sadece size değil, hiçbir İslam ülkesine yer olmadığını anlayın artık.
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Nurullah Aydın’dan Theodor Herzl’in anılmasına tepki… Ve tarihi
itiraflar:
Skandal toplantı
Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Nurullah Aydın, İsrail Büyükelçiliği tarafından Ankara’da düzenlenen
Siyonistlerin Lideri Teodor Herzl’in anma törenine dikkat edilmesi gerektiğini belirtti. 6 Aralıkta Ankara’da Milli
Kütüphane’de düzenlenen bir törenle anılacak olan kişinin; dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış bulunan
Yahudileri bir araya getirerek Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ve İsrail Devleti’nin kurulmasının fikir
ve aksiyon babası Teodor Herzl olduğunu hatırlatan Aydın, önce Yahudilerin 1997’de Büyük İsrail Projesinin
gerçekleştirilmesi toplantısına Milli Görüş Lideri Erbakan’ın engel olduğunu belirtti.
Teodor Herzl’in 1897’de İşviçre’nin Basel Kentinde düzenlediği Siyonist Kongre’yle İsrail devletini
kurma planlarını başlattığı ve belirli bir takvim içerisinde bunu uygulamaya koyduğuna dikkat çeken Nurullah
Aydın, kongreyi takip eden 50 yıl içerisinde Filistin toprakları üzerinde İsrail Devleti’nin kurulmasının
belirlendiğini, 100’üncü yılında ise Nil’den Fırat’a Arz-ı Mev’ud’u kurmayı hedeflediklerinin bütün dünya
kamuoyu tarafından bilindiğini kaydetti. Bu plana göre 1997 yılında Büyük İsrail Devleti’nin nüfuz alanlarının
şekillendirilmesi gerektiğini, bunun için yapılacak olan kongrenin ve Türkiye toprakları üzerinde uygulanacak
olan planın Refah-Yol hükümetinin Başbakanı ve Milli Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan tarafından
engellendiğini dile getiren Aydın, “1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde ekonomik ve siyasi etkileri yükselen
Yahudiler yan kuruluş olan Masonik yapılanmanın da etkisiyle Siyonist kongreyi topladılar. 50 yıl içinde
Filistin’de devlet kurmayı, 100’ncü yılda ise Nil’den Fırat’a Arz-ı Mev’ud’u gerçek kılmayı planlamışlardı. 50
yıl sonra 1948’de İsrail devletini kurdular. 1997’de ise Büyük İsrail Devleti’nin nüfuz alanlarını
şekillendireceklerdi. Yahudilerin İkinci Yahudi Devleti diye de tanımladıkları Türkiye Cumhuriyeti Devletine
ilişkin projeleri iktidara gelen Necmettin Erbakan’ın D-8’ler projesiyle akim bırakıldı” dedi.
Yahudilerin bu projelerinin akamete uğraması sonrasında hedeflerine ulaşabilmek için dünyanın her
yerini kana buladıklarını ve planlarının yürüyebilmesi için ABD ile İngiltere’yi taşeron olarak kullandıklarını
belirten Nurullah Aydın, Siyonistlerin Türkiye üzerinde oynamak istedikleri oyunlara karşı hassas ve uyanık
olunması gerektiğini kaydetti. Türk tarihinin emsalsiz liderleri dururken milletimiz tarafından hiç bilinmeyen
Teodor Herzl’in Türkiye’nin Başkenti Ankara’da Milli Kütüphanede İsrail Büyükelçiliği’nin organize ettiği bir
törenle anılmasının çok manidar olduğunu ve dikkat edilmesi gerektiğini önemle vurgulayan Gazi Üniversitesi
Öğretim Üyesi Nurullah Aydın, “100’üncü yıl projelerinin Erbakan tarafından akamete uğratılmasından sonra
102
Siyonizm Büyük İsrail Projesi’ni ABD ve İngiltere eliyle uygulamaya çalışmaktadır. Teodor Herzl’in siyonizmi
siyasi anlamda sistemleştirmesine paralel olarak Avrupa ve Amerika’daki Yahudiler, Bilderberg gurubunu,
İllimunate grubunu, Dış İlişkiler Konseyini, Rotary ve Lions örgütlerini de kurdular. Böylece tüm dünyada
örgütlenen bu Siyonist yan kuruluşlar ülkelerin gerek ekonomi, gerek üniversiteler, gerek medya ve gerekse
siyasi yapılanmalarında etkin konuma geldiler. Herzl’in attığı tohum dünyanın her yerinde yeşermiş,
büyümüş, dal budak salmıştır. İnsanımızın oynanan oyunlara, düzenlenen entrikalara, fitne ve fesat
merkezlerine, yanıltıcı dezenformasyon amaçlı haberlere karşı uyanık olmaları zorunludur. Türk tarihinin
emsalsiz liderleri olan Ortadoğu birliğini yüzyıllarca sağlayan kişilere yönelik Ankara’da herhangi bir kutlama
yapılmazken Osmanlı’nın yıkılmasına, Ortadoğu’nun parçalanmasına, Ortadoğu halklarının kan, gözyaşı ve
yıkım yaşamasına neden olan Teodor Herzl’in Ankara’da, Türk devletinin başkentinde anılmasını esefle
karşılıyorum” diyerek milletimizin uyanık olması gerektiğini söyledi.
Halkımızın bizden olmadığı halde bizdenmiş gibi görünen idarecilere karşı da çok dikkatli olması
gerektiğini belirten Nurullah Aydın, “Müslümanların özellikle dikkat etmesi gereken bir diğer konu ise şudur:
İslami kimlikli, gizli din değiştiren, makam ve ünvan için gizli mahfillere üye olan ama ‘ben sizinleyim’ diyen
dönmeleri iyi tanımamız gerekir. İslam dünyası ve ülkemiz ne çekmişse bunlardan çekmiştir. Oynanan
oyunlara karşı son derece duyarlı ve uyanık olmak, kişilerin önceki çizgileri yerine son söz ve davranışlarına
göre değerlendirme yapılması gerekir kanaatindeyim. Hz. Ömer’in İslam’la müşerref olması ile geçmiş tüm
hayatını yok sayması gibi bugün de ülkeyi yönetenler içerisinde ‘Biz değiştik, geçmişle bağımız yok’ demekte
ve Kur’an’daki ‘Hıristiyan ve Yahudileri dost edinmeyin her kim onları dost edinirse onlardandır’ ayetine aykırı
şekilde Avrupalı liderleri sürekli dostlar diye tanımlamakta olan ve Irak’ta binlerce Müslüman’ın kanını döken
vahşi Amerikalıların başarılı olmaları için dua eden tiplere dikkat etmeleri gerekir” şeklindeki çok önemli tespit
ve tenkitlerini dile getirdi.
Osmanlı’yı Yıkan Siyonist Lider Herzl’in Ruhu, Şimdi Türkiye Cumhuriyeti’ni Yıkmak Üzere
Ankara’da!
Siyonizmin devlet olmasının fikir babası ünlü Siyonist Teodor Herzl, bundan yaklaşık 150 yıl önce
Osmanlı’nın payitahtına, başkentine geldi. Maksadı, yeryüzünün her yanına dağılmış Siyonistleri yeniden
örgütlü bir güç haline getirerek onları bir devlete kavuşturmaktı.
Cennet mekân Sultan Abdulhamit’ten masum (!) bir istekte bulunuyordu: “Efendimiz, yeryüzünün
çeşitli yerlerinde bulunan Yahudi kullarınız için sizden Filistin’de bir çiftlik kuracak kadar toprak
istiyoruz. Size bunun karşılığında yüce imparatorluğunuzun bütün dış borçlarını ödemeyi teklif
ediyoruz.”
Uzak görüşlülüğüyle meşhur padişah, “Size Filistin toprakları üzerinde bir kurabiye büyüklüğünde
dahi yer vermem” diyerek Teodor Herzl’i huzurundan kovdu.
Onların bu masum (!) çiftlik isteklerinin arka planını bugün yeryüzünde bilmeyen yoktur. Herzl’in
kovuluşunun akabinde, 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde, yine onun başkanlığında toplandılar.
Madem Sultanhamid’i ikna edemiyorlar, öyleyse onu devirmeleri gerekiyordu.
Osmanlı’yı ikna
edemiyorlarsa Onu da yıkacaklardı. Siyonist kongrede bundan başka kararlar da alındı.
Bu kararların birinci adımı “İlk 50 yıl içinde Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması” idi. İkinci elli
yıl içerisinde ise onların “Nil’den Fırat’a kadar” diye tarif ettikleri, kitaplarının arz-ı mevud diye adlandırdığı
yerleri İsrail devletinin tabi sınırları yapmaktı. Bu söylediklerimizle ilgili olarak bugün hiç kimsenin ne
tereddütü, ne de itirazı var.
Biz burada ilk kongreyi yaptıkları tarihin üzerinden geçen 107 yıl içinde siyonistlerin neler yaptıklarını,
dünyayı nasıl iki kez bütünüyle yakıp yıktıklarını ve bugün hala yakıp yıkmaya devam ettiklerini tek tek
sıralayacak değiliz.
Bizim esas yapmak istediğimiz şey, Teodor Herzl’in 150 yıla yakın bir aradan sonra, bir kez daha
bizim başkentimize neden geldiği sorusuna cevap aramak.
Önceki gün İsrail elçiliğinin düzenlediği toplantıda bildiğimize göre Teodor Herzl anıldı. Sanıyoruz, elçi
103
onun hatırası önünde esas duruşa geçip şöyle bir tekmil vermiştir: “Ey büyük siyonist, senin proje ve
öngörülerin
doğrultusunda
bugün
arz-ı
mevud
sınırlarını
tabi
ve
resmi
sınırımız
olarak
açıklayamıyoruz ama rahat uyu; öngördüğün sınırlardan çok daha genişini emrimiz ve nüfuzumuz
altında bulunduruyoruz.” Bunu sadece tahmin ediyoruz.
Türkiye’deki iktidar ne yapıyor? Onlar da ülkemizin dört bir yanında “hoşgörü ve diyalog” kılıfıyla
harıl harıl havra ve sinegog açıyorlar. Bütün ihtişamıyla siyon yıldızını ve haçı en tepelere yerleştirirken,
onların koltuğunun altına da adına cami dedikleri bir garabet örneğini sıkıştırmaya çalışıyorlar. Bu
söylediğimiz ise bir tahmin değil, haftada bir iki kez televizyon ekranlarından izlemek zorunda kaldığımız reel
olaylar.51
Sonuç: Bu uğursuz zihniyet ve bu şuursuz hükümet yıkılmazsa, Türkiye yıkılacak!
Cennetmekân Sultan Abdülhamid Han, yaptırdığı “Darül acaze” (Huzurevin)de Mescit yanında kilise ve
sinagok da inşa ettirmişti. Ve bunları, hiç kimseye yaranmak için değil, inancının gereği ve Osmanlı
Medeniyetinin, bir geleneği olarak yerine getirmişti.
Ama hem Siyonist Yahudiler, hem de emperyalist Hristiyan kesimler, ona sürekli kin beslemiş ve
tahttan indirmişlerdi..
Şimdi ise, Bay Recep T. Erdoğan Antalya’da, içinde cami, Kilise ve havra bulunan “Dinler Bahçesinin”
açılış konuşmasında, Sultan Abdülhamid’i ve Sultan Fatih’i de bu girişiminde örnek aldığını ifade etti…
Ama aklı olanın kafasını karıştıran bir mesele var…
Sultan Fatihi zehirleten ve ölüm gününü dini bayram ilan edenler, Abdülhamit Han’a “Kızıl Sultan” diye
iftira atan ve tahtından indirenler, acaba niye Bay Recep T. Erdoğan’ı, ayartıp Milli Görüşten ayırarak iktidara
getirmişlerdi?..
Sultan Fatih ve Abdülhamid için ölüm fermanları çıkaranlar, niye Bay Recep T. Erdoğan’a cesaret
madalyası vermişlerdi?
Evet, niyet ve hedef, yapılan işin maliyetini değiştiriyor. Sultan Abdülhamid’te, Bay Tayyip’te görünürdü
aynı işi yapıyor… Aynı gerekçeleri gösteriyor... Ama niyetleri ve tiyniyetleri farklı olduğu için, çok ayrı
muamele görüyor!
Böbreğimizdeki taşı çıkarıp, bedenimizi rahata kavuşturmak için ameliyat eden doktorla, böbreğimizi
çıkarıp başkasına satmak isteyen doktorun, her ikisinin de yaptığı zahirde aynı iştir… Ama biri sevap diğeri
günah işlemektedir. Biri şefkatli bir tabip, öteki ise şahsi çıkarı için, Kendisine güvenen hastalarına hıyanet
eden bir kalleştir.
Sn. Başbakan “şecaat arz ederken, şeraatını göstermek” cinsinde, İstanbul Belediye Başkanlığı
sırasında da, Barthelemeos ve Hahambaşıyla yakın ilişki ve işbirliklerini de hatırlatarak, başbakanlığa nasıl
hazırlandığının ipuçlarını da vermiştir.
Güler Kömürcü de konuyla bağlantılı olarak şunları nakletmiştir.
ABD “Hilafet”i getirir mi?
Duyduğuma göre SAM AMCAMIZ kulağımızı çekmeye hazırlanıyormuş efendim, nasıl mı? Öncelikle
ekonomik yaptırımlarla elbette. Bundan sonrasını Washington’ın etkin düşünce kuruluşlarından Nixon
Center’ın uzmanlarından Zeyno Baran’ın bize özel açıklamalarından öğreniyoruz, Zeyno Hanım diyor ki;
“Felluce konusunda Ankara’dan yükselen sesler Washington’ı son derece rahatsız etti, Washington hepsini
“not aldı.”... Washington Ankara’ya ne derece kırgın olduğunun ilk tepkisini yakında serbest bırakılması
beklenen 1 milyar dolarlık hibeyi iptal ederek gösterebilir. Önümüzdeki yıl sonbaharda seçim olabilir ve
barajın yüzde 10’un altına çekilmesiyle Türkiye’yi çok farklı bir siyasi tablo bekleyebilir... Yeni Osmanlı modeli
Türkiye için ideal bir modeldir, bu çerçevede, Türkiye, İslam dünyasına ‘Hilafet’ kurumunun tekrar
canlandırılmasıyla önderlik edebilir. İslam dünyasında şu anda yaşanan çok seslilik-her kafadan çıkan farklı
görüşü toparlayıcı olacak tek kurum ‘yüksek İslam konseyinin oluşturulması’ ya da hilafettir, neden
51
Milli Gazete / 09 12 2004 / Başyazı
104
olmasın?52
Yani?!
“Amerika; ılımlı İslam’ın simsarı Fetullah Gülen’i halife ilan edip, hem Türk halkını onura etmek(!) hem
Atatürk’ün vasiyetini yerine getirmek(!), hem de Türkiye’yi tamamen ele geçirmek.” İstiyor.
Vah ki vah… AKP Halifeliği Amerika’dan, Aleviliği Avrupa’dan öğreniyor!..
52
Milli Gazete / 11 12 2004 / Güler Kömürcü
105
“SERT İSLAM”DA “LAYT İSLAM”DA
SİYONİST SENARYOSUDUR
El-Kaide örgütünü C.A’nın Kurup kullandığı artık açıkça yazılmaya ve konuşulmaya başlanmıştır.
’’Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek’’ cinsinden ’’Ilımlı İslam’’ safsatası da aynı siyonistlerin bir planıdır.
CIA’nin Kaidesi!
Bush, Rumsfeld ve Rice gibi ABD’nin en üst düzey yöneticilerinin saldırı tehditlerine maruz kalan
İran’ın dini lideri Ayetullah Hamaney, El Kaide örgütünü bizzat ABD Gizli servisi CIA’nin kurduğunu iddia
ederek, bu gerçeği bütün bölge halklarının bildiğini söyledi. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ni hayata
geçirmek için bu çalışmaları yürüttüğünü belirten Hamaney, “Ancak ABD’nin bu projesi yenilmeye
mahkûmdur” diye konuştu
CIA, çuvallamaya devam ediyor!..
İran’da Pentagon’a bağlı Amerikan özel timlerinin, Iran’da vurulacak hedefleri belirlediği haberlerinin
çıktığı bir dönemde, geçmiş yıllarda CIA’nın, İran’daki çuvallamalarına bir örnek de Pentagon’un eski akıl
hocası Richard Perle’den geldi. 2/Şubat’ta ABD Senatosu’nun İstihbarat Komitesi’ne ifade veren “Karanlıklar
Prensi” lakaplı Beyaz Saray eski Danışmanı Perle, birkaç yıl önce İran’ın, CIA’nin ülke içinde oluşturduğu
şebekeyi deşifre ederek çökerttiğini, hatta en az 40 muhbirin de idam edildiğini söyledi. CIA‘nın İran’da
yakayı ele vermesinde en önemli nedenin muhbirlere daha sıklıkla istihbarat akışı sağlamaları için yapılan
baskı olduğunu anlatan Perle, “İran istihbaratı hemen bu trafiği fark etti, böylelikle tüm bağlantılarımız
çökertildi ve en az 40 muhbirimiz idam edildi. İran içindeki yapılanmamız çok kötüydü “ dedi.
Dönemin CIA Ortadoğu sorumlularından, biri, İranlı muhbirlerin mesajlarını Almanya’nın Frankfurt
kentindeki CIA merkezine gönderdikleri mektupların arkasına görünmez mürekkeple yazdıklarını, CIA‘nın da
aynı yöntemle yanıt yolladığını belirten Perle şöyle konuşuyor: “Ancak Tahran‘ın istihbarat ağını ortaya
çıkarması üzerine ilgili birimler LosAngeles’a taşnırken, istihbarat akışı doğrudan İran içinden değil Güney
Kaliforniya‘da kümelenmiş muhalif İranlılar üzerinden sağlanmaya başladı. Tahran’ın şüpheli bir şahsın
Frankfurt’ta belli bir adrese sürekli mektup gönderip aldığını tespit ettiği, bunun üzerine aynı adrese
yazanları, takibe aldığı ve böylece şebekenin ortaya çıkarıldığı sanılıyor.” 53
Irak petrolü İsrail’e akacak!
Şarm eş-Şeyh’te bir tiyatro oynuyorlar. Ateşkes ilan edilmiş! Barış yolu açılmış! Ortadoğu’da silahlar
susacakmış! Filistinliler terörden vazgeçecekmiş! Filistinlileri, Ortadoğu’yu, barış isteyen tüm dünyayı kirli bir
senaryo ile kandırmaya çalışıyorlar. Senaryo aynı, aktörler aynı, yer aynı, alkışlayanlar aynı! Ama gerçekler
bildiğiniz gibi değil. Şarm eş-Şeyh’te barış kararı değil, bütün bölgeyi, özellikle de Türkiye’yi rahatsız edecek
kararlar alındı.
Aynı senaryoyu Arafat zamanında da denediler. Tutmadı. Senaryonun önünü açmak için Arafat önce
tecrid edildi, ardından da gömdüler. Senaryonun önünü açmak için Filistin’in direniş gruplarına karşı devlet
terörü uyguladılar. Filistin halkının öncüleri iğrenç bir şekilde ortadan kaldırıldı. Arafat’ın, Şeyh Yasin’in ve
diğerlerinin ortadan kaldırılması ABD ve İsrail’in, bölgedeki diğer işbirlikçileriyle birlikte planladıkları ve
uyguladıkları bir senaryoydu. Şimdi önlerinden engel kalmadı ve Filistin’in şehitlerinin kanı üzerinde
tepiniyorlar.
Mahmud Abbas’ı daha önce de başbakan yaptıkları ne çabuk unutuldu? Şimdi seçimle işbaşına
getirdikleri Abbas’a o zaman Arafat neden karşı çıkmıştı? Filistin halkı neden karşı çıkmıştı? Filistinliler
neden onu hainlikle suçlamıştı? ABD neden Filistin’e lider kadro belirlemek için komisyon kurmuştu? ABDİsrail ataması Abbas hükümeti neden sadece 4 ay iktidarda kalabildi? Arafat neden Abbas hükümetinin
yetkilerini sınırladı? ABD ve İsrail Abbas’tan neler istedi? Abbas iktidara gelir gelmez neden direniş
örgütlerini tasfiye etmeye yönelik girişimler başlattı?..
53
Milli Gazete – 14.Şubat.2005
106
İsrail istihbaratına yakın bir haber sitesi, zirvede Ortadoğu’da yeni bir eksen kurulduğunu yazdı.
“Ortadoğu Dörtlüsü” adlı bu eksen, sadece İsrail-Filistin sorunuyla değil bütün bölgesel gelişmelerle yakından
ilgilenecek. Yani ABD ve İsrail’in çıkarlarını koruyacak. “İsrail-Mısır-Ürdün-Filistin ekseni” öncelikle Suriye ve
Lübnan üzerinde yoğunlaşacak. Ayrıca bu ülkeler arasında askeri ittifak kurulacak. Zamanla Irak da eksene
katılacak. Senaryo 1996’daki Türkiye-İsrail-Ürdün ekseni’ni hatırlatmıyor mu? Eksenin dışında tutulan
ülkelere bakın: Türkiye, Suriye ve Suudi Arabistan. Yeni eksen bu ülkelerin kaygılarını da gözetecekmiş. Kim
inanır? Bu eksen Türkiye’yi de hedef alıyor. Yani ABD ve İsrail Türkiye’yi de hedef alıyor. Türk-İsrail ekseni
ABD ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda İran, Suriye ve Irak’ı hedef alıyordu. Irak işgali ve bugünkü Ortadoğu
senaryosu o zamanlar planlandı. Yeni eksen ise, Türkiye, Suriye (Lübnan) ve Suudi Arabistan’ı dışarıda
tutuyor. Tabi İran’ı da. Nereden nereye geldik. Türkiye de mi “şer ekseni”ne dahil edildi yoksa? Türkiye ile
ABD arasındaki ilişkileri “stratejik ortaklık” gibi süslü kavramlarla ifade edenlerin dikkatini çekmek istiyorum.
Ayrıca yeni “Ortadoğu Dörtlüsü” Irak petrollerini Ürdün’ün Akabe limanına ve İsrail’in Akdeniz’deki Hayfa ya
da Aşkelon limanına taşıyacak boru hattı için ortak çalışacak. Yani Kerkük-Yumurtalık boru hattına karşı
Kerkük-Hayfa boru hattı. Burası Türkiye’yi ilgilendirmiyor mu? Ne barışı, ne ateşkesi? 54
Bütün bu şeytani hesaplar
 Tüm İslam coğrafyasını avuçlarına almak
 Müslüman ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kendileri kullanmak
 Türkiye’yi her yönden zayıflatıp parçalamak ve İslam Dünyasına Liderlik pozisyon ve potansiyelini
dağıtmak
 Sonunda İsrail’in Dünya hâkimiyetini sağlamak ve tüm insanlığı sömürüp sağmaktır.
Kapancızada Nurettin Veren Bey ve Fethullah Gülen:
 Sabatay Sevi öldükten sonra Sabataistler (Dönmeler) üçe bölündü. Karakaşiler, Yakubiler ve
KAPANCILAR.
Başını İbrahim Ağa’nın çektiği gruba “Kapancılar” (Kapaniler) denildi. En kalabalık grup olan
Kapancılar İzmir’de oturuyorlardı; üst ve orta sınıfı oluşturan tüccarlardı. Zaten “Kapani” İbranice’de
“İzmirim” demek.
Soyadı Kanunu’ndan sonra kapancıların önemli bir bölümü, “Kapani”, “Kapancıoğlu”, “Kapancı” gibi
soyadları alıyorlar. Ünlü Profesör Münci Kapani, Devlet Bakanı Osman Kapani gibi… Ünlü Paker ailesi,
yine ünlü Bezmen’ler bu kola mensup olarak biliniyor. Kemal Derviş’in de yine Kapani koluna mensup olduğu
ısrarla iddia ediliyor.
Kapancılar ile Karakaşiler zamanla birbirlerine düşman oluyorlar.
Mesela Gazeteci Abdi İpekçi’nin Büyükada’da tanıştığı Esin Dölen ile evlenmesine İpekçi’nin ailesi
karşı çıkıyor. Çünkü İpekçiler Karakaşi. Kız tarafı ise Kapancı!
Bu bilgiler, Soner Yalçın’ın, Beyaz Türklerin Büyük Sırrı “Efendi”yi, Yalçın Küçük’ün “Tekeliyet”ini
okuyanlar, ya da bu konulara ilgi duyanlar için yabancı değil.
Peki ama şimdi durup dururken biz niye yazdık.
Nurettin Veren yüzünden.. Nurettin Veren, Fethullah Gülen’in İzmir’de ilk yola çıkarken yanındaki üç
isimden biri. Neredeyse 30 yıl Fethullah Hoca’nın sağ kolu görevini üstleniyor. Ancak şimdi kavgalı. Fethullah
Hoca ile ilgili zehir zemberek açıklamalar yapıyor.
Ancak bizim asıl dikkatimizi çeken Nurettin Veren’in Cumhuriyet’teki yayını durdurulan röportajında
ailesiyle ilgili verdiği bilgiler. Bakın ne diyor Veren:
“Ben İzmir’de doğma büyüme insanım. Ailem normal bir İzmirli. İzmir’in ileri gelen eşrafından
KAPANCI Sülalesi! Dönertaştaki hanlar, oteller, çiftlikler halamın. İzmir’in en önde gelen sülalesi!”55
Şimdi soralım:
1. Herkesin kalbindeki ve gelecekteki gelişmeleri bildiğine inanılan keşif ve keramet sahibi! Fethullah
54
55
Milli Gazete – 11.Şubat.2005 – İbrahim Karagül – Yeni Şafak)
Milli Gazete / 17 03 2005 / Kulis Ankara
107
Gülen, 30 yıl önce birlikte yola çıktığı 3 kişiden birisi olan ve şimdi araları bozulunca bütün foyalarını ortaya
koyan Nurettin Veren’in bir sabataist dönme Yahudisi olduğunun, nasıl farkına varmamıştır?
2. Ya da, o zamanda bu hareketin:
 Milli Görüş’ün yükselişini önlemek.
 Müslümanları layt-pısırık hale getirmek.
 Amerikan aşığı bir nesil yetiştirmek gibi amaçlarla, Siyonist dış güçler ve içerideki sabataistmasonik çevrelerce başlatıldığını bile bilemi, katılmış ve kullanılmıştır?
3.
Veya, Fethullah Gülen’in saf ve samimi tabanı ve talebeleri fark edip, Risalei Nurun sağlam ve
İslam istikametine ve Milli cepheye yöneldiklerini gören, Siyonistler, acaba “Artık bize yaramayan
Türkiye’yede yar olmasın” diye kasıtlı olarak gözden çıkarıp kötülemeğe ve kirli çamaşırlarını deşifre etmeye
mi başlamıştır?
ABD’nin Gizli İslam Projesi:
Kadınların imametinden, Ilımlı İslam projesi ve Endonezyalı binlerce imamın eğitimine kadar,
Amerika’nın İslam dünyasına yönelik “hassasiyeti” göz yaşartıyor. Müslümanlardan ziyade, bu işleri kafaya
takan ABD yönetimi, Müslümanları ‘eğitmeye’ kesin kararlı.
Washington yönetiminin “Ilımlı İslam” projesi çerçevesinde dünya çapında devreye soktuğu gizli plan
doğrultusunda, CIA ile önemli bakanlıklara bağlı kadrolar, 10 milyar dolarlık bütçeyle camileri onarıp
imamlara eğitim veriyor, konferanslar organize ediyor.
ABD’nin önde gelen haftalık haber dergilerinden US News & World Report, Bush yönetiminin “İslam
dininin çehresini değiştirmek için” milyar dolarları aşan bütçeyle gizli bir projeyi devreye soktuğunu yazdı.
David E. Kaplan imzalı yazıda Amerika’nın iki yıldır, İslam dininde reform yaşanması için dünya
çağında olağanüstü gayret gösterdiği ileri sürüldü. Haberde, Ulusal Güvenlik Kurulu, Dışişleri Bakanlığı,
Savunma Bakanlığı ve CIA’nın, “İslam Dünyasına Yardım Eli” başlıklı gizli bir stratejide anlaştığı yazıldı. Gizli
metinde dünya çapında ılımlı İslam’ın elinin güçlendirilmesine yönelik çalışmalar ile insan dininde yaşanan
değişikliklerle yakından ilgili olması gibi kararlar yer aldı.
Amerika’nın dini bir mücadele yürütme gücünün sınırlı olduğu, bu nedenler demokrasi, kadın hakları ve
hoşgörü gibi değerleri benimseyen partnerlere güvenmek gerektiği konusunda uzlaşmaya varıldı ve bu
partnerler şöyle sıralandı:
Müttefik İslam devletleri, özel vakıflar ve sivil toplum örgütleri. Haberde, bütçesi 21 milyar doları aşan
USAID’ın, bunun yarıdan fazlasını “İslam dünyasına yardım” için kullandığı ve 24 ülkede İslami radyo ve
televizyon programlarına, dini okullara, İslami düşünce üretim kuruluşlarına, ılımlı İslam’ı teşvik eden
faaliyetlere mali yardım yapıldığı kaydedildi. 56
Diyanet’e tasfiye
Apartman kiliselerin mantar gibi bittiği, binlerce misyonerin cirit attığı Türkiye’de, 77 bin caminin
22.780’inde din görevlisi yok. 9 bin 102 camide ise din hizmetleri karın tokluğuna çalışan vekil imamlarla
yürütülüyor. Son 10 yıldır tek bir Kur’an Kursu öğreticisinin atanamadığı Kur’an Kursları’nda da tablo vahim.
Rapora göre 1996 yılından beri Kur’an kursu öğretici kadrosu verilmeyen Diyanet’te 3 bin Kur’an Kursu
atama bekliyor.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın hazırladığı bir rapor, hıristiyan misyonerlerinin faaliyetlerinin yoğunluğu
nedeniyle tartışma konusu olan ülkemizde, Hıristiyan misyonerlerine karşı en büyük mücadeleyi vermesi
gereken Diyanet’in nasıl zor durumda bırakıldığını bütün çıplaklığıyla ortaya koydu.
Diyanet tasfiye mi edilmek isteniyor
Milletvekillerine de dağıtılan raporun; “Sayıların Diliyle Diyanet İşleri Başkanlığı” başlıklı bölümünde
verilen rakamlar, din hizmetlerinin nasıl bir vurdumduymazlıkla engellendiğini gözler önüne seriyor.
Diyanet’in raporuna göre halen 22 bin 780 camide hiçbir din görevlisi bulunmuyor. Türkiye’de toplam 77 bin
56
Akşam / 20 04 2005 /
108
151 caminin bulunduğu hatırlatılan raporda, 22 bin 780 boş camiye karşılık, 9 bin 102 camide de özlük
haklarından yoksun ve 2/3 maaşla hizmet veren vekil imamlarla hizmet verilmeye çalışılıyor. “Her yıl bin 700
personelin emekli olduğu ve bin 500 civarında personelinde istifa, ölüm, kurum değişikliği gibi nedenlerle
Diyanet’ten ayrıldığı” vurgulanan raporda, “Mevcudu korumak için yılda 4 bin 200 görevlinin atanmasına
ihtiyaç vardır. Bu ihtiyaç karşılanmadığı takdirde gelecek on yıl göz önüne alındığında kardoların yarısı
boşalmış olacaktır” denildi. Raporda, “Dini ve milli değerlerimizi zedeleyici hareketlere fırsat vermemek için
kadrosuz camilere kadro tahsisi yapılarak münhal kadrolara atama izni verilmelidir” uyarısı yapıldı.
3 bin Kur’an kursu
Raporun Kur’an Kursları ile ilgili rakamlarıda yürek sızlatan bir gerçeği ortaya koyuyor. Çünkü rapora
göre Kur’an Kursları’nda da Kur’an eğitimi hiç bir sosyal güvencesi olmayan ve ayda sadece 150 milyon lira
ile çalışan geçici öğreticiler tarafından yürütülüyor. Raporda, “Kur’an kursu öğreticiliği kadrolarına 1996
yılında bu yana atama yapılamamıştır. Ayda 150 YTL ile çalışan 3 bin geçici öğretici bulunmaktadır. Bu
öğreticilerin hiç bir sosyal güvenceleri yoktur!” denildi.
Misyonerler cirit atıyor
Diyanet’in karşı karşıya bırakıldığı bu hazin tabloya karşılık, ABD destekli misyoner kiliselerinin
Türkiye’de cirit attığı biliniyor. Diyanet hiç bir sosyal güvencesi olmayan ve ayda sadece 150 milyon lira
karşılığı hizmet vermeye çalışan Kur’an Kursu hocalarıyla hizmet vermeye çalışırken, Hıristiyan misyonerler
kaynağı belli olmayan milyonlarca dolar harcayarak İncil başta olmak üzere misyoner kitapları dağıtıyor.
Ekonomik durumu kötü olan aileleri para yardımlarıyla kandırarak Hıristiyanlaştırmaya çalışıyor. 57
Diyanet Özerkleştiriliyor!
M. Aydın’ın yasa tasarısı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı devlet içinde özerkleştirerek adeta
Vatikanlaştırmaktadır.
Genelkurmay Başkanı Org. Özkök, Harp Akademileri’nde yaptığı konuşmada irticai faaliyetlere dört
buçuk paragraf ayırmıştır. Konuşmada anılan fikirlerin Türkiye’de irticai yapılanmanın özünü dile getirdiğini
söylemek mümkün değildir… En büyük irticai gelişme, AKP hükümeti tarafından hazırlanan Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın statüsünün değiştirilmesine dair kanun tasarısında kendisini ortaya koyuyor… DİB’ye YÖK
modeli verilecek. Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın atamalarda bir yetkisi kalmayacak. DİB’nın büyük illerin
müftülerinin de temsil edileceği bir kurul tarafından yönetilecek ve Diyanet İşleri Başkanı’nı bu kurul
belirleyecek. Ayrıca il müftülerinin de seçimle görevlendirileceğinden bahsediliyor.
Bu tasarı sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş esaslarına meydan okumak değil, Türk tarihinde dindevlet ilişkilerinin felsefesini yok saymaktır… Üniversitelerin ciddi bir desteği olmadan bile YÖK’ün AKP
hükümetinin canını okuduğu göz önüne alınır ise Aydın’ın kendi ifadesi ile YÖK’leştireceği DİB’nın ortaya
çıkaracağı sakıncalar kendiliğinden anlaşılmaktadır.58
Yani Sömürücü sermayenin Türkiye şubesi TÜSİAD’ın taşeron kuruluşu TESEV tarafından hazırlanan
ve D.İ Bakanı Mehmet AYDIN tarafından vizyona sokulan yeni Diyanet düzenlemesi; ılımlı yani Siyonizm ve
Emperyalizmle uyumlu İslam’ın tehlikeli bir adımıdır.
57
58
Milli Gazete / 16 04 2005 /
Akşam / 24.04.2005 / Ümit Özdağ
109
SAHTE OSMANLICILIK’A KARŞI:
SAHİCİ OSMANLICILIK
Ahmet Özcan’ın şu önemli tespitlerini birlikte takip edelim.
“ABD istihbarat konseyinin 2020 raporu, daha önceki büyük Ortadoğu projesi ekseninde açıklanan
raporlarla birlikte düşünüldüğünde ipuçlarını birleştirmemiz kolaylaşıyor. Raporun diğer maddeleri bir yana,
en dikkat çeken husus, 2020 yılında Hilafet misyonlu bir Türkiye’den bahsediliyor. Acaba senaryonun bütünü
ne olabilir?
ABD nedir? Sorusu bu bilmeceyi çözmenin ilk adımı. ABD, ABD'midir, yoksa daha fazla bir şey midir?
ABD’yi anlamak için galiba önce baş müttefiği tecrübeli emperyalist İngiltere’ye bakmamız gerekir. Büyük
Britanya, ikinci dünya savaşından sonra Churchill’in ifadesiyle, "gücünü ABD'ye ödünç vermişti.” (Siyonist
Yahudilerin sermaye ve sömürü karargâhı Amerika’ya nakledilmişti.)
Öte yandan, tüm meşhur komplo teorilerinin kaynağı olan, ABD deki Yahudi gücünü de, matruşka’daki
(birbirinin aynı zannedilecek şekilde iç içe girmiş yapılanmadaki) ikinci katman olarak görmek mümkün. Bu iki
katmanın dış yüzeyinde ise, Amerikan sömürgeciliği, Amerikan iç savaşı, Amerikan kurucu bağımsızlık
geleneği içinden süzülerek gelen iki karşı denge katmanı bulunuyor. Birleşik krallık iradesine karşı Pentagon
ve kongrede kendini gösteren konvansiyonel bir ABD siyasal iradesi. ve Yahudi küresel sermayesine karşı
askeri endüstriyel kompleks olarak tanımlanan ABD sermaye gücü… Şimdilik iç içe geçmiş dört katmanlı bir
matruşka resmi çıkartabildik. ABD nedir? Sorusuna en azından dört ayrı cevap verebiliriz:
1- Pentagon,
2- ABD sanayi sermayesi,
3- Britanya ve
4- Yahudi küresel sermayesi…
Bu dört vektörü (aynı hedefe yönelmiş, farklı faktörler) anlamlı bir bütüne dönüştüren “üst bir iradeden”
de bahsedilebilir. Bu en tepede dar ve saklı bir kurmay elittir... İşte ABD, özet olarak bu dört katmanlı
ekonomi-politik gücün adıdır. Wasp ya da beyaz-Anglo Sakson-Protestan özellikleriyle sayılan Amerikan
derin iradesi için bu tarif eksiktir. Çünkü gerçek ABD’nin karakterindeki İngiliz ve Yahudi renklerini
gizlemektedir.
Evet, tüm bu katmanlar, toplamda tek bir güç merkezini ifade eder; Atlantik ya da Anglo-Sakson deniz
imparatorluğunu… Ama başta ABD için bahsettiğimiz matruşka karakterini unutmamak kaydıyla. Yani bu
imparatorluk, aslında dört ayrı gücün vektörel bileşkesini ifade eder. Her vektör, kendi başına bir iradeyi
temsil etmekte ve bir biriyle çelişen iç gerilimleri olmakla birlikte, bir üst maksatta birleşmiş, anlamlı bir
momentum yakalamış gibidir. İşte bu dört ayrı iradenin bileşkesi olarak Anglo-Sakson imparatorluğun ortak
amacı, tek dünyacılık yani onların kontrolünde bir dünya imparatorluğu düzenidir. Küreselcilik, bu amacın
kibar ifadesidir.
ABD
denilen
matruşka’nın
konvansiyonel
kanadı,
soğuk
savaş
alışkanlıklarını
yenileyerek
sürdürmekten yana görünmektedir. Bu bağlamda karşı denge üzerine kurulu düşman konseptinin tayini de
bu kanada aittir. Rusya, yeni soğuk savaşta karşı denge olmaktan çıkartılmış görünmektedir. AB, Japonya,
Hindistan ve Çin, karşı denge adayı olmaktan çok, kontrol altındaki rakip güçlerdir. Esasen, Anglo-Sakson
ittifaka, bir önceki yüzyılda olduğu gibi, sahte bir düşman gerekmektedir. Rusya, artık iddialarını koruduğu
sürece gerçek bir düşman, iddialarından vazgeçtiği oranda ise kontrollü bir rakip statüsündedir. Rusya’yı
gerçek düşman yapacak iddianın tek göstergesi, Berlin- Moskova- Tokyo ekseninin kurulması olacaktır. Bu
nedenle, Atlantiğin Rusya siyasetinin esas olarak bu ekseni sabote etmek üzerine kurulacağı söylenebilir.
AB, önemli ölçüde kontrol altında bir rakiptir. Almanya’nın IV. Reich siyasetine yani yeni bir
Lebensraum’a yönelmesi, yakın vadede mümkün görünmemektedir. Alman siyasal elitinin esas olarak
Atlantiğin yorulacağı günlere hazırlık yapmayı tercih ettiği söylenebilir.
Fransa ise, AB içinde söz sahibi olmak dışında küresel bir iddia sahibi gibi görünmemektedir. Tek
110
istisna, Latin Amerika’daki derin Katolik hareketliliktir. Ancak Fransa’nın Meksika-Küba-Venezüella vb.
yerlerdeki elinin, esas olarak ABD ile pazarlıkta kullanmaya dönük kozlar olarak değerlendirilmesi gerekir.
Bu manada, küresel koalisyonun konvansiyonel kanadının gelecek senaryosunda, dünya hükümetine
giden yol, çok kutuplu yeni bir bloklaşmanın yaratacağı gerilimin sonucunda doğacaktır. Bu da yeni bir soğuk
savaş düzeni senaryosunu gündeme getirmektedir.
Öte yandan koalisyonun finans-kapital kanadının yöntemi ise: tıpkı 19. yüzyılın ilk yarısındaki Doğu
Hind Kumpanyası gibi, matruşkanın üst iradesi olmaya çalışmak ve konvansiyonel kısıtlardan kurtularak
tamamen seyyal ve daha rafine yeni mekanizmalarla sistem dinamikleri geliştirip süreci kaosa zorlayarak
sonunda düzeni kurma stratejisi gibi görünmektedir. Bu bağlamda, teritoryal bağımlılığı olmayan bu kanadın,
orta vadede Amerikan kıtasından pasifiğe, şimdiden yerleştiği Çine göç etmesi ihtimali vardır. Bu iki kanadın
belirttiğimiz karakteristik yöntem farklılığına dayalı iç çelişkileri, küresel koalisyonun temel zaafıdır. Ve
küresel kapitalist-emperyalist sistem, asıl olarak bu zaafı üzerinden yıkılacaktır.
Küresel koalisyonun, ya da ABD denilen matruşkanın iki kanadına ait iki farklı yöntemden yola çıkarak,
iki ayrı gelecek senaryosu üzerinde tartışabiliriz:
1-Yeni Soğuk Savaş
Konvansiyonel kanat, klasik devlet mekanizmaları ve yöntemleriyle çalışmaktadır. Bu nedenle,
yürütülen hegemonya programı, tüm sömürgecilik geçmişin klasik yöntemleri üzerine oturmaktadır. Bu
manada, geçmişte olduğu gibi, bugün de hegemonya kurma yöntemi olarak Atlantikçiliğin yeni bir sahte
düşmana ihtiyacı vardır. Bu bağlamda geçen yüzyılın soğuk savaşının-yeniden formatlanarak bir kez daha
denenmesi, hiç denenmemiş ve de kontrol dışına çıkabilecek yöntemlerden daha elverişli gibi
görünmektedir. Özellikle SSCB’nin dağıtılmasının hemen ardından NATO’nun düşman rengini kırmızıdan
yeşile çevirmesi, çok önceden tasarlanan bir programın var olduğunu akla getirmektedir. Sosyalizmin
eskimesi, SSCB’nin yorulması ve yeni enerji-finans-üretim teknolojilerinin gereklilikleri, soğuk savaş
düzeneğinin yenilenmesini gerektirmekteydi. Bu bağlamda, Rusya ve sosyalizm merkezli soğuk savaş
düzeneği lağvedilerek, İslam eksenli yeni bir soğuk savaşın altyapısının döşenmesi hazırlıklarına başlandı.
Son on yıl, SSCB’nin tasfiyesi ile birlikte yeni düzenin temel inşaatı ile geçti.
11 Eylül, yeni soğuk savaşın karşı dengesini oluşturmak için işaret fişeği gibiydi. İslam, sosyalizmin
yerine hedefe kondu. İslam dünyası, Doğu Bloğunun yerine geçirildi. Tüm soğuk savaş yöntemleri
kullanılarak yürütülen operasyonun inşaat aşamasında Afganistan ve Irak işgalleri gündeme geldi. Yürütülen
programın nihai amacı düşünülmediğinde, bu işgallerin astarı yüzünden pahalı sonuçları, herkesin kafasını
karıştırıyordu. Oysa oldukça ince bir mimari akıl tarafından tasarlanmış yeni dekor, kaba bir müteahhidin
eliyle inşa edilmeye başlanmıştı.
Kanaatimizce, yeni soğuk savaş, Rusya yerine sahte bir Osmanlı kurularak ve sosyalizm yerine de
İslam konularak tekrar sahnelenecektir.
Terörle mücadele konsepti, İslam’ı kriminalize etme ve İslam dışı dünyayı İslam dünyasına karşı
mesafe koymaya hazırlama amaçlıdır.
Osmanlının sahte bir kimlikle sahneye çıkışında ise Türkiye kilit rol oynayacaktır.
 Sahte Osmanlı Senaryosu:
İşte şimdi, yeni soğuk savaş hazırlığı olarak nitelediğimiz yenidünya düzeni de, böyle bir düzeneğe
benzer şekilde kurgulanacak gibidir. Sosyalizm yerine İslam, Rusya yerine Türkiye geçirilmek istenecektir.
Büyük Ortadoğu Projesi, Neo Osmanlılık, Türkiye modeli, Hilafetin ihyası.. Tüm bu söylemler, aslında adım
adım sahte bir rakip gücün inşası ile alakalıdır.
Bu sahte gücün oluşumuna dair ABD raporlarının satır arasından ve yürütülen pratikten çıkarsadığımız
öngörülerimiz, (yada kimileri için komplo teorimiz) şöyledir:
Türkiye(İstanbul) merkezli gücün hormonlu bir şekilde yeniden formatlanması için, önce diz
çöktürülerek tüm sinir sistemleri, direnç dinamikleri elinden alınacak ve de olası bir sahicileşmeye karşı, tıpkı
Rusya’ya karşı Maoculuk gibi, Şii ekseni kurularak çizilmiş haritanın dışına çıkışı engellenecektir. Şii
111
dinamiği, hem İslam dünyasını bölmeye yarayacak hem de jeopolitik haritada oluşacak olan bu ‘sahte
Osmanlı’nın doğuya ve açık denizlere çıkışının önünü kesecek bir tür Neo Safevi misyonu olacaktır. Bu
arada Rusya iri bir milli devlete dönüştürülecek ve de Karadeniz kıyısı ‘sahte Osmanlı’ya, Balkanlar ve Doğu
Avrupa ise AB’ye tımar olarak verilecektir. ‘Sahte Osmanlı’nın ekonomisi AB’ye, güvenliği ABD’ye,
diplomasisi İngiltere’ye ve iç siyasetiyle birlikte vitrini de ılımlı İslam denilen liberal karakterli bir Müslüman
görüntüye teslim edilecektir. AKP bu görüntü-vitrin düzenlemesinin bir tür demo’sudur. Asıl vitrin için
Fethullah Gülen kadroları-eski solcu liberaller(YDH kadroları) ve AKP’den arta kalacak sembol isimler
seçilecektir. Bu sembolik vitrin düzenlemesi için gerekli eski elitin tasfiyesi işi de, AB süreci yoluyla
yürütülmektedir. Böylece yeni elitlerin sahneye değişimci görüntüyle çıkarak meşrulaşması da temin
edilecektir.
İşte tüm bu düzenleme ile birlikte düşünüldüğünde Afganistan ve Irak işgalleri anlam kazanmaktadır.
Afganistan, Rusya’yı küçültme, Orta Asya’yı kontrol ve de Asya ya verilecek yeni şekil için seçilmiştir. Ancak
hâlihazırda askeri yönetiminin Türkiye’ye verilmesinin nedeni Irak’tır. İlerde Irak’ın yeniden inşası işi
Türkiye’ye bırakılırken, Afganistan’da "deneyim" kazanan Türk personel Irak’a aktarılacaktır. Irak, esas
olarak konvansiyonel ABD kanadının inisiyatifiyle ve İsrail’in güvenliği için değil, ‘sahte Osmanlı’nın tımar
bölgesi olarak yapılan hafriyat çalışması için işgal edilmiştir. İsrail’in güvenliği söylemi, Yahudi partisinin
desteğini sağlama amaçlıdır. Irak işgali, hem Şii- Sünni ayrımı keskinleştirilecek, hem de Sünni bölgeyle
birlikte Kürt bölgesi, Suriye, Lübnan, Arabistan ve Filistin-Ürdün, ‘sahte Osmanlı’nın nüfuzuna hazırlanmış
olacaktır. Bu nüfuz alanı içinde Afrika’da vardır.
Türkiye’deki Müslüman görünümlü elit vitrini ile birlikte Irak ve Filistin’de oynanacak rollerle Türkiye
(Türkiye görünümlü Küresel irade), Sünni-Arap dünyasının gönlünü kazanacak ve nüfuz altına alması
kolaylaşacaktır. Merkezi İstanbul’a taşınmış İKÖ üzerine yüklenecek bir sembolik hilafet misyonu da bunun
tescili olacaktır. Şii dinamiği ise, hem Lübnan-Irak hattı boyunca hem de İran- Pakistan hattında, kendi içinde
çelişkiler olsa da, bir bütün olarak Sünni dünya ile çatışan bir kordon halinde iç Asya’ya kadar uzanacaktır.
Böylece, hormonlu bir ‘sahte Osmanlı’ kurulmuş olacak, Türkiye modeli denen Anglo-Sakson
kapitalizmiyle entegre, ekonomik ve jeopolitik olarak sınırlanmış, Arap-Türk-Yahudi sentezi gibi kurgulanmış
ama en tepede küresel güç tarafından kontrol edilen bir sahte düşman ya da rakip güç imalatı tamamlanmış
olacaktır. Muhtemelen İran bahanesiyle bu sahte güce nükleer teknoloji de kontrollü olarak verilecektir.
Yeni soğuk savaş için bu ‘sahte Osmanlı’nın SSCB’den eksik yanı, bu Osmanlının sadece iri bir bölge
gücü yapılacak olması, gerçek bir küresel güç olmamasıdır.
Öte yandan, Küresel güçler, Rusya’yı küçültmekte, müttefiklerini de ablukada tutmaktadır. AB,
tamamen bu güçlerin kontrolündedir. Çin ve Hindistan da öyle… Türk yönetici elitleri, özellikle büyük
sermaye ve yüksek bürokrasinin büyük çoğunluğu, böyle bir misyona teşne görünmektedir. Direnen ya da
direniyormuş görünen-sözde ulusalcı- kanat ise, esasen yeni dönemde eskisi gibi yer ve konum talep etmek
için direnme pozisyonunda santaj yapmaktadır.
2- Yeni Kıta Çin Ve Kaos Senaryosu
Küresel koalisyonun finans-kapital kanadı ise: konvansiyonel güçleri kendine baş düşman olarak
görmektedir. Ulus devletler, kurumsal dinler, ‘büyük anlatı’lar, yani olası tüm sermaye düzeni karşıtı direnç
dinamikleri, finans-kapitalin nefretini çekmektedir. Küresel finans-kapital, bu geleneksel kurum ve kuramlar
yerine, kendine ait yeni araçlar geliştirerek ilerlemektedir. Ulus devletlerin hükümetler arası örgütleri(ENGO)
yerine hükümet dışı kuruluşlara(NGO), devletlerarası anlaşmalar yerine şirketler arası hukuka, ulusal kültür
yerine küresel kapitalist imaj kültürüne, ulusal ekonomi yerine ulus aşırı seyyal para merkezli ekonomiye,
dinlerin aşkın birliği yerine, dinler arası diyaloğa, kamu düzeni yerine bencil bireye dayalı ihtiras dinamizmine
yaslanmaktadır. Bankalar, borsalar, medya ve NGO’lar, küresel sermayenin temel araçlarıdır. İşte bu güç,
hâlihazırda dikkat çekici bir şekilde Hindistan ve Çin’e yerleşmeye çalışmaktadır. Yani küresel sermaye,
Amerika yerine, Çin merkezli yeni bir doğuş için hazırlanıyor görünmektedir.
İşte bu kanadın özellikle İslam dünyasında total bir iradeye hiçbir şekilde razı olmadığı ortadadır. Yine
112
bazı ABD gelecek vizyonu raporlarında geçen, Türkiye, İran, Arabistan, Mısır, Suriye vb. ülkelerin
parçalanması senaryolarının sahipleri, küresel sermaye gücüdür. Bu güç, ‘sahte Osmanlı’ projesini sabote
etme, başaramazsa büyük İsrail projesine dönüştürme gayreti içinde gibi görünmektedir. Yine, İslam’ın bir
din olarak tasfiyesi de bu gücün programındadır. Zira küresel köleleştirme ve insan türünü küçük bir azınlığın
güdeceği sürülere dönüştürme programının tek engeli ve direnç potansiyeli: dağınık, projesiz ve kabada
olsa, İslam dünyasındadır.
Emperyalizme Karşı ‘Gerçek Osmanlı’
ABD diye kodladığımız ve yakından bakınca matruşka bebeğe benzeterek iç çelişkilerini analiz etmeye
çalıştığımız küresel gücün ana hatlarıyla iki kanat halinde dünya hükümeti, ya da imparatorluk kurma
çabasına karşı ne yapılabilir?
Küresel gücün her iki senaryosunun da en geçerli alternatifi: öncelikle, tüm sahte oluşumları gerçeğe
dönüştürme cesaret ve gayretidir. Sahte birey yerine gerçek birey, sahte NGO yerine gerçek sivil toplumlar,
sahte piyasa yerine, tekeli olmayan gerçek pazarlar, sahte medya ve eğlence kültürü yerine gerçek insanlık
kültürü, etik ve estetik değerleri… Ve sahte bölge güçleri yerine gerçek bölgesel ve küresel güçler... İşte bu
manada, çok kutuplu Adil bir dünya oluşturmalıdır ve gerçekten dünya barışını tesis edecek paylaşımcı,
ortak ve karşılıklı bağımlılıklara dayalı ‘Ortak bir dünya düzeni’ kurulmalıdır… Kapitalizmin icadı olan ulus
devletlerin yeniden elden geçirilip, “böl-yönet, bir birine düşür” siyasetinin ürünü tüm sahte devletçiklerin
tasfiye edilmesi gerekir. Bu bağlamda, etnik-dini-mezhebi çatışmalara son verecek ortak kimlik ve değerlere
dayalı büyük devletler inşa edilmelidir… Ve Dünya ekonomisini sermaye ve daha fazla üretim-tüketim
döngüsünden çıkartıp, ihtiyaç-paylaşma ve birlikte çoğalma-zenginleşme yoluna sokacak yeni bir küresel
vizyon. Bütün insanları eşit ve özgür bireyler olarak gören ve öyle yapmaya çalışan bir evrensel insanlık
ülküsü... İnsanların günahlarının kefareti olan tüm kurumları, devleti, parayı, dini insanların hizmetine
koşacak yeni bir çağın değişimci ufku… Özgürlük savaşlarını, anti emperyalist direnişleri, tüm devrimci
çabaları yücelten ve "başka ve daha iyi bir dünya" için mücadeleyi tüm sanatların, siyasetlerin dinamosu
yapan bir yeni devrimci coşku..İşte alternatif yeni dünya düzeninin köşe taşları..
Tüm sahtelikler gibi, ‘Sahte Osmanlı’ senaryosu da, aslında tabii ki, onu yaratanların gördüğü sahici
dinamiklere sahiptir. Yani gerçekten Türkiye yıkılmış bir imparatorluğun yıkılmamış iradesidir. Ve bölgemiz
gerçekten hala tek bir ülkedir, tek bir millettir ve tek bir devletini aramaktadır. Tüm etnik, dini ve mezhebi
çeşitlilik, bu büyük uygarlığın vazgeçilmez hazineleridir. Farklı dillerimiz, daha çok ve daha anlamlı
konuşmak için vardır. Farklı dinlerimiz ve din anlayışlarımız, Allah’ı ve hakikati aramanın ne çok yolu
olduğunu gösteren mükemmel bir ışık huzmesidir. Mutfağımız, giysilerimiz, türkülerimiz, danslarımız, insan
zenginliğinin dile gelişidir. Biz, yani Osmanlı coğrafyasının acı tatlı anılarının çocukları..Biz hepimiz, burada,
bu koca ve derin ülkede yeniden ortak bir idea etrafında toplanabiliriz. Yeni ve evrensel bir dünya kurabiliriz.
Tüm insanlıkla bu dünya üzerinden gerçekten tanışabilir, konuşabiliriz. ‘Gerçek Osmanlı, arkaik bir tarihin
yada monarşinin yeniden diriltilmesini değil, işte bu idea’yı simgelemektedir… ‘Sahte Osmanlı’, bu ideanın
istismarı demektir. Ve bu istismara karşı, ne ulusalcılık ya da benzeri statükocu söylemler, ne de ayağını bu
topraklara basmayan naif enternasyonalizmler direnemez. Bu emperyalist projelerin gerçek alternatifi,
Gerçek Osmanlılar inşa etmektir. Hindistan’ın, Çin’in, AB’nin, Rusya’nın ve tabi bu süreçten yıkılarak
çıkacağı kesin olan ABD halklarının sahici bir dünya barışı projesine davet çağrısı dile getirilmelidir. En az
küreselci güçler kadar, bu alternatif vizyonda, ABD’de, AB’de, Çin’de, Hindistan’da Rusya’da, İran’da dile
gelmeli, konuşmalı, çaba göstermelidir.
İşte gerçek bir Pax Ottoman siyaseti, en fazla bu nedenle gereklidir. İnsanlığı esir alan, ülkelerimizi,
ruhlarımızı, emeklerimizi ve umutlarımızı abluka altında tutan emperyalizme karşı sahici bir rezistans ekseni
(Direnç engeli) kurmak için… Gerçek Osmanlı, empreyalist senaryoları tersyüz edeceği gibi, bu senaryolara
taşeronluk yapmaktan daha kolay ve mümkün bir siyasettir.
Gerçek Osmanlı, tarihteki Osmanlıdan dersini almış ve o Osmanlıyı aşacak bir vizyonun ürünü
olacaktır. Ve sahtesi ile gerçeğini ayırt etmek için çok basit ve net ölçülerimiz vardır: Yani;
113
1-Şiiliğe karşıt olmayan, aksine hem mezhepsel hem de jeopolitik manada Şiilikle ittifak kuran, mutlaka
İran’ı da içeren,
2-Afrika, Karadeniz kuşağı, Kafkaslar ve Balkanlarda fetihle değil, ekonomi ve kültürel dayanışmapaylaşma konseptiyle etkin olan,
3- Katolik kıta Avrupa’sı jeopolitiği ile ve de Rusya ile çatışmayan, aksine somut projeler üzerinden
karşılıklı bağımlılıklar ihdas edecek yakınlaşmalara giren,
4- Anglo-Sakson küresel gücün konvansiyonel kanadı ile gerçek projeler üzerinden çift yönlü etkileşim
ve ittifaklar yürüten, küresel finans-kapitalin etkisini daraltacak hamleler yapabilen,
5- Asya ve Latin Amerika vizyonu olan. Bu amaçla büyük bir deniz gücü örgütlemeye çalışan, Çin ve
Hindistan’la iş bölümü ve karşılıklı bağımlılığa dayalı anlaşmalara yönelen,
6- İç konsolidasyonunu geniş bir millet tarifi ve entik-dini-mezhebi farklılıkları adaletle içerecek bir
devlet aklı ve örgütlenmesi olan, gerçek bir Cumhuriyet ve demokrasiye dayalı bir Osmanlı, gerçek
‘Osmanlı’dır.
Sahte Osmanlı ise, sahte hilafetçi, vitrin shovuna dayalı, münafık Müslümanlık ve de kapitalist kültür
sentezini ifade eden şer bir projedir. Çünkü, bu toprakların sahici tüm dinamiklerinin istismarı üzerine
kurulacaktır. Osmanlı dinamiği, İslam, barış, Bölge gücü olma, büyüme vb. tüm bu dipten gelen sahici
akıntılar kontrol edilerek başka bir misyon için kullanım değeri olan araçlara dönüştürülecek ve nihayetinde
tüketilecektir. Eğer sahte bir Osmanlı gerçekten kurulursa, elli yıla kalmaz, bu bölgede ne Türkler, ne İslam,
ne doğunun kadim din ve kültürleri, ne de bağımsız bir devlet kalmayacaktır.
Sahte Osmanlıya karşı, gerçek Osmanlıyı öne çıkarmak için henüz fırsat kaçmamıştır. Osmanlının en
geniş coğrafyası anlamında Türkiye Avrasya’sı vizyonu, ortak devlet ve vatan şuuru, doğu imanı ve kültürü,
kamucu (devletçi değil, milletçi, paylaşımcı, üretken) ekonomi ve evrensel değerlere yaslanan bir hukuk
düzeni, gerçek ‘Osmanlıcı’ların öncelikli ve başlıca gündemi olmalıdır. ‘Gerçek Osmanlıcılık’, siyasal ve
ideolojik temsilcilerini beklemektedir.”59
Sonuç:
Bütün bu maddeleri, kuru temenniler olmaktan çıkarıp canlı projelere dönüştüren… İran’ı da içine alan
tarihi D-8 işbirliğini gerçekleştiren… Dünyanın karanlık gidişini haklı ve hayırlı yönde değiştirecek ilmi, İslami
ve insani hazırlıklarını adım adım yürütüp yerleştiren… Ve işte bu yüzden dünyaya hükmeden şeytani
güçlerin dikkatini ve düşmanlığını çeken ve her türlü imkânlarıyla üzerine hücuma geçilen... Ama Allah’ın
inayetiyle, bir türlü yenilemeyen, saf dışına itilemeyen ve asla baş edilemeyen Erbakan gerçeğini, hala
görmemek ve dile getirememek, ne büyük talihsizlik ve ne acı bir nasipsizliktir.
59
Yarın Dergisi / Şubat 2005 / Ahmet Özcan
114
FAŞİST AMERİKAN DEREBEYLİĞİ
VE
KUKLA HİTLER BOLLUĞU
Bugünkü vahşet ve dehşet medeniyetinin merkezi ve Siyonizm’in kalesi olan Amerika; daha önce
Hitler’i hazırlayıp kışkırtan ve 2.Dünya Savaşı’nı Amerika’nın zaferiyle sonuçlandıran, birkaç Siyonist Yahudi
sermayedarının hükümranlığındadır.
Erbakan Hoca gibi hidayet, feraset ve dirayet ehli zevatın, çok yüksek ve örnek bir cesaret ve
metanetle, yıllar boyu tuttukları projektörler sayesinde, bu gizli ve kirli Siyonist “Karun”ları ve onların kuklası
çağdaş Firavunları, başta Amerikan halkı ve artık bütün insanlık fark etmeye başlamıştır.
ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası girdiği ideolojik, askeri ve ekonomik seferberliğin amaçları:
Amerikanizmin anlamını ortaya koymaktadır. Ancak bu imparatorluğun perde arkası irdelendiğinde, Siyonist
tekellerden beslenen faşizmin “soğuk” yüzüyle karşılaşılır. II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan sistemi,
Hitlersiz Hitlerciliktir ve en büyük desteği de Britanya’dır. Kendini “vatansever” sayan kadroların yarattığı bu
“şarlatanlar dönemi” için Garry Wills, şu çözümlemeyi yapıyor : “1940 başlarında Amerika, topyekûn savaşa
sırılsıklam âşık olmuştu; şaşılacak bir yanı yoktu bunun. Uzun bir süredir ülkenin başına bu savaş kadar
elverişli bir şey gelmemişti. Savaş, ABD hükümetlerin asla başaramadığını yaptı. Amerika’yı büyük
bunalımdan çekip çıkardı bizi ve altın çağımızdaki göz kamaştırıcı genişlemeyi, coşkuyu geri getirdi. Böylece
beyinlerimizi ve gayretlerimizi zorlayarak sınai ve askeri güç alanında dünya tarihinin gelmiş geçmiş en
dehşetengiz devleti katına yükseldik. Evrenin öz yapısı ve maddenin sırrı olan–atom-bile bizim amaçlarımıza
hizmet etti; şanslı ve seçkin insanların ve şanlı Amerika’nın yüce amaçlarına !”
Anglo-Saxon emperyalizminin “aklı”nı temsil eden Churchill, 1919’da Savaş Bakanı iken, Kahire’de
bulunan Kraliyet Hava Kuvvetleri Komutanlığına, deneme amacıyla “asi Araplara karşı” kimyasal silâh
kullanmalarına izin veriyordu. “Sınırlarda hüküm süren karışıklıkların hızla bastırılmasını sağlamaya yarayan
her türlü silahın kullanılması gerekir” diyordu. Zehirli gaz, Kuzey Rusya’da Bolşeviklere karşı da kullanılmış,
Britanya Genelkurmayı’na göre büyük başarı kazanılmıştı. İşte bu Churchillci anlayış, ABD emperyalizmi
tarafından devralındı. Churchill, dünyanın “zengin ve seçkin uluslar” için “güvenli” hale getirilmesi ve bunun
için geri kalmış milletlerin ve Müslüman ülkelerinin ezilmesi ve hizaya getirilmesi gerekir” inancındaydı. Hem
İran Savaşında hem de Kürtlere karşı ve hatta kendi ajanları eliyle Saddam’ın bile bilgisi dışında, kimyasal
silahlar ve zehirli gazlar kullanan da Amerika’ydı.
Ezilenlerin, toplumsal ve siyasal yaşamda ağırlığını hissettirme çabaları da en büyük tehditler arasında
sayılır. David Rockefeller’in kurduğu ABD, Avrupa ve Japonya’nın kapitalist enternasyonal seçkinlerini bir
arya getiren “Üçlü Komisyon”un ilk önemli çalışmasının: The Crisis of Democracy (Demokrasi Bunalımı)
olması bir tesadüf sanılmamalıdır. Toplumların şuurlanıp teşkilâtlanması tehlikesine karşı, halk tabakalarının
tekrar pasifize edilip itaat altına alınması amaçlanmıştır.
Amerikan tekelleri, içeride işçi hareketini bastırıp, toplumsal muhalefeti ezerken; küresel açılımın
gereklerini de yerine getiriyorlardı.1945’ten itibaren küresel plânlamacılar, “müreffeh ve zengin” uluslar adına
Churchillci anlayışın alkışladığı düzenlemeler üzerinde çalışmaya başladılar. ABD askerî-sınaî kompleksinin
uzman kadroları, her bölgeye bir statü ve işlev yüklediler. Birleşik Devletler, Fransa ve Britanya
emperyalizmlerini devre dışı bırakarak, batı yarım küresinin sorumluluğunu üstlenecekti. Monroe Doktrini ise
artık Orta Doğu’yu da kapsıyordu. Britanya ise uydulaşma sürecindeydi ve ABD’nin ve Siyonizm’in
payandası olarak özellikle Orta Doğu politikalarında yardımcı güç konumuna taşınıyordu. Güneydoğu Asya
“Japonya ve Batı Avrupa için bir ham madde kaynağı olarak temel işlevini yerine getirirken... Avrupa’nın
yeniden inşası için Afrika “sömürülecekti.” ABD, eski sömürgelerden ham madde satın alacak, böylece ham
madde ihracatından kazandıkları dolarlarla, Avrupa’nın ürettiği ihraç mallarını satın alacakları bir ticaret ağı
kurulacaktı.
115
Bu küresel işgal ilkeleri, eski sömürgelerdeki ‘aşırı milliyetçi’ eğilimlerin bastırılmasını gerektiriyordu.
‘Kitlelerin düşük yaşam standartlarının iyileştirilmesi’ yönünde halktan gelen taleplere duyarlı olan ve ülke
ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan ‘yerli ve milli rejimlerin ABD çıkarlarını tehdit ettiği düşünülüyordu. Nedenler
açık: Bu tür eğilimler ‘özel yatırıma müsait bir politik ve ekonomik atmosfere’ duyulan ihtiyaçla, buralarda
elde edilecek kârların tamamının ABD’ye aktarılması amaçlarına ters düşüyordu.
Dünyanın herhangi bir bölgesinde gerçekleştirilecek ve başarıya ulaşacak tam bağımsızlıkçı bir
kalkınma programı, Siyonist hâkimiyete karşı tehdit oluşturur ve ayrıca örnek olduğu ölçüde ABD için
güvenlik sorunudur. Bağımsız kalkınma arayışları, halkçılık programları ve ekonomik ve teknolojik güç
arayışları; ABD’nin “ulusal güvenliği’ne tehdit sayılır. Amerika’nın kurucu sahipleri olan Siyonist Yahudilerin
yazısız bir ilkesi olan bu anlayış, II. Dünya Savaşı’ndan sonra yerleşik, vazgeçilmez bir egemenlik formülü
olarak kalıcı hale sokulmuştur.
ABD için “istikrar”: üst sınıfları ve büyük yatırımcıları oluşturan Siyonist Yahudilerin güvenliği anlamı
taşır. II. Dünya Savaşı sonrası ABD’li yatırımcılar ile ortaklarının kapitalist çetesi, üçüncü dünya ülkelerinin
bağımsız kalkınma çabalarını ezmeye başlamıştır. Bu bağlamda Lâtin Amerika’nın “yenidünya düzeni
içindeki rolü, ucuz ham madde satmak” ve “ABD üretimlerine pazar oluşturmak”tır. Ayrıca “uluslararası
komünizm” başlığı altında değerlendirilen halkçı ve bağımsızlıkçı hareketlerin bertaraf edilmesi de temel
politikadır.
ABD’nin II. Dünya Savaşı sonrası hegemonya plânlarının ana hatları şöyle sıralanabilir:
1-Kapitalist dünyanın, tüm alanlarda liderliği ele alarak, etki, nüfuz ve sömürü gücünü yaymak
2- II. Dünya Savaşı sonrasında iyice yıpranan İngiliz, Fransız, Belçika sömürge imparatorluklarını yeni
biçimler bularak denetimine almak
3-Üçüncü Dünya ülkelerinin bağımsızlık programlarını işlemez hale sokmak
4-Dönemin sosyalist ülkelerini başta Sovyetler olmak üzere kuşatmak ve sürekli bir silahlanma yarışına
zorlamak
5-Batı Avrupa ekonomisini yönlendirmek ve AB’yi Amerikan hegemonyasına tabi kılmak
6-Batı Alman ekonomisi ve siyaseti üzerindeki egemenliğini kurmak ve korumak
7-Uzak Doğu’ya tamamen yerleşirken Japonya’yı ele geçirmek ve Çin’i kuşatmak
8-Lâtin Amerika’ya kendi dışında bir gücün müdahalesini önlemek ve kıtada Siyonist tekellerin
hâkimiyetini kurmak
9-Milli kurtuluş savaşlarının, bağımsızlık hareketlerinin başlayıp genişlediği Anadolu, Orta ve Yakın
Doğu ile Afrika’da, Washington’un ekonomik, ideolojik ve diplomatik egemenliğini sağlamak ve özellikle
Türkiye’yi kontrolünde tutmak…
Bu şeytani planların işlemesi için Pentegon’a yardımcı olmak üzere:
ABD’nin, “kuvvet pozisyonu” stratejisi NATO ile destek buldu. Amerikan politikasının uzun vadeli iki
büyük amacının gerçekleştirilmesi işinde, NATO önemli bir rol oynamak üzere kuruldu:
1-Kapitalist dünya üzerinde Washington’un hegemonyasını kurmak
2-Komünizmin kontrolden çıkmasına engel olmak...
NATO, Amerika’nın bu uzun vadeli amaçlarının gerçekleştirilmesine bir araç olarak, önemli bir rol
oynama yanında, Amerikan harb doktrinleri ile Amerika’nın askeri bloklar ve üsler stratejisinin de maşası
olmuştu.
Bu amaçla Kore Savaşı’nın başlatılması, korkunç vahşetlerin yaşanması ve ABD açısından yenilgi ile
sonuçlanması, Soğuk Savaş’ın daha da şiddetlendirilmesine gerekçe sayılmıştır. Doğu Avrupa ve Asya’daki
“esir milletleri kurtarma” yalanıyla asıl Büyük İsrail imparatorluğunu kurma amacına yönelik olarak formüle
edilen bir doktrinin uygulandığı sırada, Nazi işbirlikçisi Yahudi Dulles biraderler, CIA ve Dış işleri
Bakanlığı’nın başında bulunmaktadır.
Dulles’in formüle ettiği bu strateji gereği oluşturulan gladio örgütlenmesi, özellikle Türkiye gibi ülkelerde
“milliyetçi” olarak vasıflandırılan akımların antikomünizm maskesi altında Amerikan istihbaratına bağlanması
116
sürecini başlatmıştır.
Amerikan doktrin yapısını inceleyen Soğuk Savaş teorisyeni Burnham, “Containment or Liberation” adlı
çalışmasında şunları yazıyor: “Amerikan hükümetinin kanaatine göre aynı anda iki politika güdülmesi şarttır.
Birisi, açık ve resmi olan politika; ikincisi de, resmi olmayan ve gizli politika. Birincisine göre; Amerika,
sosyalizmin gelişmesini durdurmak ve ona engel olmak gerektiğini açıklamıştır ve bunu imzalamış olduğu
çeşitli anlaşmalar temelinde yapmaktadır. Bu konuda Birleşmiş Milletler’in rolüne inanmaktadır ve ona
saygılıdır. İkinci politika ise gizlidir, saldırgandır ve hiçbir ahlaki ve insani kural tanımamaktadır. Birleşmiş
Milletler’e ise; ancak Amerika’nın çıkarlarına uygun hareket ettiği sürece saygılıdır.
Eğer uluslar, başlarındaki despot ve tiranları devirmeye veya zararsız hale getirmeye kalkarlarsa; bu
hareketler, gayri meşru, yıkıcı ve barışı tehlikeye sokan girişimler olarak adlandırılır. Fakat eğer bu despotları
Amerika kuvvet kullanarak kurtarmaya kalkarsa, bunun adı tamamen meşru ve âdil olan bir hareket olur ve
barışa hizmet sayılır...
Amerika’daki Siyonist tekellerin devlet kapitalizmi ile bütünleşmeleri sonrasında, ABD’de askeri ve
siyasi yapılanmanın dinamikleri kökleşmeye başladı. Bu süreç en şiddetli dönemlerini, II. Dünya Savaşı
sonrası ile 60’lı yılların başına kadar yaşadı. Sonrasında ise başkanları yok edecek kadar güçlenmiş bir çelik
çekirdek yapı, sahip olduğu finansal araçlar, çok uluslu firmalar ve enternasyonal teşkilâtlarla çağımıza
damgasını vurmayı başardı.1952–1956 döneminde ABD’nin en önemli konuları; dış politikası, iç politikası,
askeri politikası, harp hazırlıkları, harp stratejileri vs. bunların tamamı iktidarın kilit noktalarına yerleşen
Siyonist Wall Street temsilcileri tarafından ayarlanmış ve uygulanmıştır. Bu dönemde devletin en kilit
noktalarında görev yapan 272 kişinin 150’sinin Yahudi kökenli olduğu saptanmıştır. Bunların 71’inin en büyük
Amerikan tekellerinin sahibi veya direktörleri olduğunu eklersek, yönetimin niteliği ortaya çıkacaktır. Kaldı ki,
150 kapitalistin 79’u yine büyük tekellerin temsilcileri olup, Amerika’nın dolar milyarderi ailelerine
mensuplardır. Bunlar arasında en sivrilmiş ve devlet üzerinde en etkili olanı ise Nelson Rockefeller’dir.1942
yılından itibaren yürütme organında görevler alan Nelson Rockefeller, Amerika kıtasının diğer ülkeleri ile
ilişkileri yürüten özel bir dairenin başındaydı. Joe A.Morris tarafından kaleme alınan biyografisinde Nelson
Rockefeller, şu notu düşüyordu : “Avrupa pazarlarından yararlanma olanaklarının kapanması ihtimaline
karşı, Lâtin Amerika, Asya ve İslam ülkelerinin elimizin altında olması lâzımdır.” Nelson Rockefeller, daha
sonra, Dışişleri Bakanlığı’nın Latin Amerikan İşleri Dairesi’nin başkanlığına atanmıştır. Bu ülkelerde faşist
hükümet ve diktatörlerin mantar gibi türemeye başlaması onun görev döneminde ortaya çıkmıştır.
Washington’un Birleşmiş Milletler’de oy deposu olarak kullandığı Lâtin Amerika ülkelerinin yönetimleri
üzerinde, Standart Oil petrol imparatorluğu ve Wall Street’in en büyük finans kurumlarını elinde tutan
Rockefeller’lerin büyük etkisi vardı.
Eisenhower iktidarının hem perde arkasında, hatta resmi ortamda, ABD yönetiminin organizatörü asıl
rejisörü John Foster Dulles’dir. Foster Dulles, Dış işleri Bakanlığı’nı, kardeşi Allen ise CIA Başkanlığını
eşzamanlı olarak
yürüten insanlardır.
Bunlar
ABD’nin günümüzden geleceğe uzanan çizgisinin
belirlenmesinde etkili isimler arasındadır. Rockefeller imparatorluğunun bu lejyonerlerinden “John Foster
Dulles, Birleşik Amerika tarihinde özel sektörle devlet sektörünü, mükemmel bir ustalıkla birbirine
bağlamasını ve “kapitalist sektörün çıkarlarını kamu sektörünün sırtına bindirmesini” büyük bir maharetle
başaran bir Dışişleri Bakanı, bir devlet adamı olarak ün yapmıştır.
Bu Dulles biraderlerin firmasının, Hitler’i iktidara taşıyan I.G.Farben, Vereinigte Stahlwerke, Schroder
Trust gibi büyük Alman tekellerinin ABD temsilciliğini yaptıkları gerçeğinin üzeri hep kapatıldı. Dulles
firmasının Almanya’daki temsilcisi ise Hitler’in özel ajanı Westrick’di.
J.Foster Dulles, Alman faşizminin Avrupa’yı kana buladığı yıllarda Nazilerin ABD’deki avukatlığını
yaparken; kardeşi Allen Welsh Dulles, İsviçre’de CIA’yı önceleyen OSS (Amerikan Stratejik Hizmetler
Bürosu) adına Alman sermayedarları ile gizli görüşmeler yapıyordu. Dulles biraderler, Rockefeller
imparatorluğunun ABD yönetimi içindeki en önemli lejyonerleriydi.
II. Dünya Savaşı sonrasında, Amerikan tekellerinin kamusal gücü tümüyle denetimlerine alma
117
sürecinde, devlet cihazı yeniden düzenlendi.1947 yılında “Milli Güvenlik Konseyi” kuruldu. Bu “konsey”
1948’den itibaren ABD’nin dış ve iç politikaları ile askeri siyasetini yönlendirmeye başladı. “Konsey”in bu
konularda aldığı kararlar, harfiyen uygulanan direktif niteliği kazandı; hükümetin tamamen yerini aldı. Bugün
ABD’nin en yüksek karar ve icra organı Milli Güvenlik Konseyi’dir. En önemli ve yaşamsal kararlar bu
konseyin muntazaman yapılan toplantılarında alınır. Amerikan Milli Güvenlik Konseyi, federal devletlerin tüm
sorunlarını görüşür ve karara bağlar. Askeri stratejilerden, nükleer enerjinin kullanımına; ekonomik
yardımlardan, psikolojik savaşın yürütülmesine kadar bütün önemli konular hakkında nihai karar organı bu
konseydir. Ayrıca başkanın en yüksek ve yetkili danışmanı da Milli Güvenlik Konseyi’dir. Başkan, başkan
yardımcısı, dışişleri bakanı, CIA başkanı, savunma bakanı, genelkurmay başkanı gibi üyelerden oluşan bu
konsey, devletin en yüksek karar organıdır. Amerikan tekelleri ve Yahudi kartelleri bu konseyde neredeyse
doğrudan temsil edilirler. Petrol, silâh, finans, sanayi devlerinin temsilcileri, Eisenhower’ın başkanlık
döneminden itibaren Milli Güvenlik Konseyi’nde yerlerini almaktadırlar.
Milli Güvenlik Konseyi’nin bir dokümanına göre:
“Amacımız, bize sorun çıkaran değişimleri ve gelişmeleri engellemekten ziyade, Amerikan çıkarlarına
en az tehdit oluşturacak ve bizimle dost olan rejimlerle uyum içinde çalışacak şekilde yönlendirmektir”
tarzında formüle ediliyordu. ABD emperyalizmi kendi çıkarları ile uyumlu liderlerin işbaşına getirilmesini
“merkezi önemde” sayıyordu. Bu nedenle, NSC 129/1 belgesinde , “Amerika’nın çıkarları ve uygarlığımızın
hükümranlığı için, yüzü Batı’ya dönük dirayetli liderlerin ortaya çıkmasını teşvik etmeliyiz. Buna ilaveten,
böylesi potansiyel liderler yetiştirmek ve onlara yardımcı olmak için bilinçli ve hatta gizli çabalar içine
girmeliyiz” deniyordu. Bu doğrultuda Eisenhower, Rockefeller, Ford bursları oldukça kullanışlı imkânlar
sağladı. Türkiye’den de Süleyman Demirel Eisenhower, Bülent Ecevit ise Rockefeller bursu ile ABD’ye
çağrılıp eğitiliyordu.
Ayaklanmaları bastırmak, iç güvenlik ve psikolojik harekâtlarla Amerikan çıkarlarını korumak şu
ülkelerde odaklandı. Afganistan, Kamboçya, Çin, Kolombiya, Kongo, Mısır, Gana, Endonezya, Irak, İran,
Ürdün, Laos, Lübnan, Pakistan, Suudi Arabistan, Güney Vietnam, Suriye, Tayland, Brezilya, Türkiye,
Venezüella ve Himalaya bölgesi.
ABD ekonomisi, büyük bölümü Üçüncü Dünya Ülkelerinde bulunan ham madde yataklarına bağımlıdır.
Başta petrol olmak üzere üretimin ölçekleri büyüdükçe, söz konusu ham maddeler üzerinde denetim ihtiyacı
yoğunlaştı.60’lı yılların oranlarıyla ABD; bütün dünyada üretilen boksitin yüzde 33’ünü, nikelin yüzde 40’ını,
manganezin yüzde 13’ünü, kromun yüzde 36’sını, tungstenin, amyantın ve bakırın yüzde 25’ini, kalayın
yüzde 41’ini, çinkonun yüzde 23’ünü, demirin yüzde 14’ünü, kurşunun yüzde 14’ünü, potasın yüzde 28’ini
tüketiyordu. Bu tabloda yer alan oranlar, ana çizgileriyle günümüzde de yürürlüktedir. Amerika’nın nüfusu ile
birlikte ele alındığında bu tablonun çarpıklığı daha iyi anlaşılır. Dünya nüfusunun küçük bir bölümünü temsil
eden imtiyazlı bir azınlık, beşeri hayat açısından elzem olan ham maddelerin büyük bir kısmını
tüketmektedir. ABD’nin refah ve zenginliğinin, hem ileri teknolojisine hem de yer üstü ve yeraltı kaynaklarının
bolluğuna dayandığı görüşü ise gerçeklere aykırıdır. Amerikan endüstrisi dışarıdan sağlanan maden
cevherlerine git gide daha bağımlı hale gelmektedir. ABD zenginliğinin tüm insanlara açık olduğu hayali, bu
tablo karşısında çökmektedir. Amerika bor, krom, nikel, petrol, boksit vs. yüzlerce hammadde kaynağı
üzerinde askerî, siyasi ve ideolojik baskı araçlarını kullanarak, zoraki denetimini kurmuştur. Avrupa, Asya,
Lâtin Amerika ülkeleri, Amerikan tüketim modelini izleyerek ekonomik gelişmelerini yürütemezler. Dünya
rezervlerinin sınırlı olduğu düşünülürse, söz konusu ham maddeler üzerinde ABD’nin dayattığı tekelci
imtiyazın ortaya çıkardığı çelişki, bir çatışma ortamına doğru hızla kaymaktadır.60’lı yılların ikinci yarısından
itibaren Asya, Lâtin Amerika ve Afrika’daki ham madde işletmesine ayrılan sermayeler Amerika’ya muazzam
kârlar akıtıyordu. Üçüncü Dünya’daki doğal kaynakların işletilmesi, ABD’ye, sadece zengin hammadde
kaynaklarını ele geçirme imkanını vermekle kalmıyor; aynı zamanda sanayileşmiş ülkelere yatırım yapmak
için gerekli sermayeleri sağlama konusunda kaynak ta oluşturuyordu.
Ama bütün bu kârlı kazançların zannedildiği gibi Amerikan halkına değil, bir avuç Siyonist patrona ve
118
kâhyalarına aktığı gerçeği, artık ezilen kalabalıklarca da biliniyordu ve herkes intikam almak için diş biliyordu.
119
DEMOKRASİ Mİ, MAFYA DÜZENİ Mİ?
MAFİA'lar, kapitalist sistemlerin ve güdümlü demokrasilerin tabii bir sonucu olarak ortaya çıkan
“karanlık işler ve yeraltı örgütleridir.”
Zira kapitalizm, bir ülkeyi büyük sermaye sahibi patronların yönetmesinden başka bir şey değildir.
Beynelminel Siyonist sermayenin uzantısı olan ve yerli etiketli bölge temsilcileri durumunda bulunan bir
kaç zengin patronun çıkarlarını korumak için kurulan kapitalist rejimlerdeki "demokrasi ve seçim" gibi kurum
ve kavramlar da, tamamen halkı uyutmaya ve aldatmaya yöneliktir. Kısacası bunlar, masonluk diktatörlüğüne
demokrasi demektedir.
Çünkü bu türlü "uzaktan kumandalı" demokrasilerde:
a-Hem halkı yönlendiren basın ve televizyon gibi etkili propaganda araçları sermaye babalarının elinde
ve emrinde olduğu için, kamuoyunu istedikleri şekilde oluşturmakta ve sandıktan işlerine gelen neticeyi
çıkarabilmektedirler.
b-Hem de çoğunluk sitemine dayanan demokratik hilelerle örneğin seçime katılıp %7, %13, %26, %30
oy alan 5 partiden %30 alan hükümet olmakta ve en az 5 yıl iktidarda kalarak kendi çıkar çevresini ve
seçmenini kayırmakta, halkın %70’inin hak ve özgürlükleri ise hesaba katılmamaktadır. Yani çoğunluk
sistemi, giderek bir parti diktatörlüğüne yol açmaktadır. Milli Görüşün gerçek katılımı ve konsensüsü
sağlamaya çalışması, uygar ve uyumlu bir koalisyon ortaya koyması ise, sahte demokratların uykusunu
kaçırmaktadır.
Masonik yöntemlerin hakim olduğu ülkedeki devlet, zamanla birkaç zengin patronun çıkarlarını
korumak üzere kurulan bir kurum halinde dönüşmektedir. Asker ve polis ise, halkın dış ve iç güvenliğini
sağlamak için değil de, sanki mevcut sömürü ve zulüm sistemini ayakta tutmak için vardır.
Bu tip demode demokrasilerde her on yılın en az yarısının sıkıyönetimlerde geçmesi düşündürücüdür.
İşte ekonomik dengelerin vatandaş aleyhine giderek bozulduğu, can, mal ve namus emniyetinin
kalmadığı, din ve düşünce hürriyetinin kısıtlandığı ülkelerde yaşayan insanlar, kendi haklarını aramak ve
almak için, devlete ve resmi organlara güven duygusunu yitirdiklerinden, bu sefer, kaçakçılık, zorbalık, tehdit
ve yolsuzluk gibi gayrı resmi ve gayrı meşru yollardan hak arama ve haysiyetlerini koruma mecburiyetini
duymakta ve işte bu durumu değerlendirmek ve istismar etmek için fırsat kollayan Mafya’lara sığınmak
zorunda kalmaktadır. Rüşvet ve tehditle, hem ordu ve emniyet mensupları, hem de yüksek bürokrat ve
bakanlar arasında dost ve yandaş bulan mafya babaları ise ortalığı kasıp kavurmaktadır.
Ülkemizdeki Çek-Senet (Alacak tahsili) Mafya’ları, ihale ve rüşvet Mafya’ları bunun tipik örnekleridir.
Günümüzde fuhuştan, spor yarışlarına, karaborsadan kumar oyunlarına kadar çok çeşitli sahalarda
faaliyet gösteren değişik MAFYA’LAR türemiştir.
Beynelminel silah, uyuşturucu, altın, borsa ve hisse senedi Mafya’larının Yahudi tekelinde olduğu
bilinmektedir.
Hatta Amerika'nın bir ara, Panama'yı işgalinin asıl nedeni, eski CİA ajanı Noriega'nın Amerikan
yahudilerinin kontrolü dışında oluşturulan bir uyuşturucu Mafya’sına yataklık ettiği içindir.
Başta ABD, birçok kapitalist ülkede MAFYA örgütleri öylesine gelişmiş ve güçlenmiştir ki, artık bunlarla
başa çıkamayan devlet güçleri, çaresiz MAFYA örgütleri ile uzlaşmaya, hatta işbirliği yapmaya mecbur
kalmıştır. Daha doğrusu beynelminel Siyonist çevrelerle sermaye sahipleri, kendilerine karşı etki ve yetki
alanlarını daraltmak için, milli devlet güçlerini böyle davranmaya ve yıpranmaya mecbur bırakmışlardır
Bugün Amerikanın CİA, Rusya’nın KGB, İsrail'in MOSSAD gibi beynelminel casusluk ve terör
örgütlerinin, yeraltı dünyasının MAFİA teşkilatları ve mason locaları ile işbirliği yaptıkları bir gerçektir. Artık
kiralık ajanların, çoğu zaman kimin hesabına çalıştıklarının farkında bile olmadıkları söylenmektedir.
Sömürü ve zulüm düzeni olan kapitalizmin, çikolata kılıfı sayılan demokratik rejimlerin perde arkası
diyebileceğimiz MAFİA örgütleri, Kolombiya ve İtalya gibi birçok ülkede devletten çok daha güçlü ve etkili
120
hale gelmiştir.
Öyle ki siyonizmin dünya sömürü sistemine alet olmayan veya kullanılıp yıpratıldıktan sonra
harcanması gereken birçok devlet ve hükümet başkanının ihtilallerle devrilmesinde ve üst düzey yönetici ve
diplomatların öldürülmesinde, bu MAFİA şebekelerinin parmağı olduğu bilinmektedir.
Bu acı gerçeğin farkına varan ama, milli haysiyet ve cesaretten de mahrum bulunan birçok hükümetler
de, siyasi ve ekonomik kanunlar çıkarırken, veya önemli kararları uygulamaya koyarken, maalesef bu MAFİA
ve MASON örgütlerini hesaba katmak zorunda kalmaktadırlar.
Çünkü MAFİA örgütleri genellikle ANARŞİ ve TERÖR odaklarıyla da işbirliği içinde çalışmakta ve
vücuttaki gizil virüsler gibi, devlet yapısını içeriden çürütmekte ve çökertmektedirler.
Hakka inanmayan, halka da dayanmayan batıl bir düzende ve kapitalist sömürü sisteminde:
1- Huzur ve emniyetin garantisi olması gereken devlet çarkı maalesef zulüm ve sömürü
mekanizmasına dönüşmekte,
2- Halkına hizmet etmesi, adalet ve emniyeti gözetmesi gereken bazı devlet adamları, bir nevi süper
güçlerin genel hapishanesine çevrilen ülkelerdeki, mason başgardiyanlarına benzetmekte,
3- Hak ve adalet dağıtıcısı olması gereken mahkemeler rüşvet, ve tehditle, “güçlüyü ve suçluyu
kayırma” şebekelerine çevrilmekte,
4- Halkın ve hakkın koruyucusu olması lazım gelen ordu ve polis, sömürü sisteminin bekçileri
durumuna getirilmek istenmektedir.
Hakkı değil kuvveti üstün tutan, sömürü ve menfaati esas alan, çıkar çatışmasına dayanan. Kavram
kargaşası ve kanun kalabalığıyla beyinleri bulandıran, adalet ve emniyet sağlayamadığından, vatandaşlarını
MAFİA'ların tuzağına ve kucağına atan bu kapitalist sistemlerin ve bu güdümlü ve göstermelik
demokrasilerin, yegâne alternatif çözüm önerisi ve insanlığın kurtuluş reçetesi ise, barış ve bereket
prensiplerini ortaya koyan, ilme dayanan ve evrensel hukuk düşüncesinden kaynaklanan Adil Düzen’ dir.
İşte asker ve polis içinde bile örgütlenen söylemez çetesi, İşte Çakıcı-Ağansoy hesaplaşmasında yine
ortaya çıkan, emniyet bürokrasi ve yeraltı dünyası ilişkisi bu dejenere olmuş düzenin ve laçkalaşmış laik
demokratik rejimin acı ve alçaltıcı meyveleridir.
Manevi ve ahlaki değerlerin tahrip edildiği, içki, uyuşturucu, kumar, faiz ve fuhuş gibi kötülüklerin
yaygın hale getirildiği, rüşvetin ve rantiyeciliğin herkesime yerleştirildiği bir bataklık düzeninde, haliyle MAFİA
mikropları türeyecektir.
Bunların çaresi ise "Laiklik nutukları ve çağdaşlık çığlıkları" değildir.
Hâlbuki Milli Görüş ve Adil Düzen her derdin reçetesidir!
ATO Mafya Raporu:
Ankara Ticaret Odası (ATO) tarafından hazırlanan “Hayatımız Mafya Raporu”na göre, Türkiye’de
mafyanın 100’e yakın faaliyet alanı bulunuyor.
Rapora ilişkin ATO’dan yapılan yazılı açıklamada, yaklaşık 1 trilyon dolar olduğu tahmin edilen dünya
örgütlü suç ekonomisinden Türkiye’nin aldığı paya yer verildi.
Rapora göre, Türkiye’de yeraltı ekonomisinin büyüklüğü 238 milyar dolar olan milli gelirin dörtte biri
olan 60 milyar doları buluyor. Bu rakam Türkiye’nin 2004 yılı bütçesinin yarısını da aşıyor.
Rapora göre, Türkiye organize suç örgütleri tarafından dört bir yandan kuşatılmış durumda.1998–2002
yılları arasında yaklaşık 17 bin kişi çete üyesi olmaktan polis tarafından yakalandı. Polisin Türkiye genelinde
yaptığı çalışmalara göre, mafya toplam 3 bin 12 olaya karıştı. Yine 9 bin 53’ü İstanbul’da olmak üzere 17 bin
105 kişi gözaltına alındı, 4 bin 182 kişi tutuklandı.
Mafyanın başkenti İstanbul
Rapora göre, Türkiye’deki organize suçların neredeyse yarısı İstanbul’da işleniyor.1998’de kurulan
İstanbul Organize Şube Müdürlüğü ekipleri, 2002 yılı sonuna kadar 454 suç örgütünü çökertti, 325 çete
liderini yakaladı. Aynı dönemde çeteler sadece İstanbul’da 1637 olaya karıştı.
121
Raporda, İstanbul’un ardından mafyanın yoğun olarak faaliyet gösterdiği iller, “Adana, Ankara, Aydın,
Antalya, Balıkesir, Bursa, Gaziantep, İçel, İzmir, Kayseri, Kocaeli ve Samsun” olarak sıralandı.
Raporda, mafyanın en yaygınını otopark mafyasının oluşturduğu ileri sürülürken, mafyanın, özellikle
büyük şehirlerde cadde ve sokakları parselleyip görevlendirdiği değnekçiler aracılığı ile otopark ücreti
topladığı belirtildi. Rapora göre, para vermeyen dövülüyor, arabaları çiziliyor, lastikleri yarılıyor.
Üç büyük il olan İstanbul, Ankara ve İzmir’de 2 milyona yakın otomobil bulunduğu ve bu kentlerdeki
otopark ücretlerinin 2 ile 10 milyon lira arasında değiştiği dikkate alındığında sadece otopark mafyasının yıllık
cirosu trilyonlarla ifade ediliyor.
Otopark mafyasını “arazi mafyası, çek-senet mafyası, organ mafyası, çocuk mafyası ve ihale mafyası”
izliyor. Rapora göre, bunların yanı sıra Türkiye’de uyuşturucu mafyası, kumar mafyası, altın-pırlanta mafyası,
kira-tahliye mafyası, fuhuş mafyası, icra mafyası, nakliye mafyası, inşaat mafyası, ehliyet mafyası, sigara
mafyası, silah mafyası, hal-pazar mafyası, dilenci mafyası, gecekondu mafyası, çayhane mafyası, insan
mafyası, pornografi mafyası, kitap mafyası, müzik mafyası, tarihi eser kaçakçılığı mafyası, göçmen mafyası,
telefon dinleme ve izleme mafyası, hapishane mafyası, naylon fatura mafyası...” da önemli yer tutuyor.
Yaşam alanları giderek yaygınlaşan mafya dünyasını adlandırmada çok sayıda ifade kullanıldığına
dikkat çekilen raporda, bunların başlıcaları şöyle sıralandı:
“Mafya ekonomisi, yeraltı ekonomisi, suç ekonomisi, kurşun ekonomisi, karapara ekonomisi, yasadışı
ekonomi...”
Mafya, adam kaçırma, öldürme, yaralama, dövme, ev ve işyeri basma, tehdit, tecavüz, silah zoruyla el
koyma, şantaj, kurşunlama gibi yöntemler kullanıyor, adam dövmek ve yaralamak nedeniyle sabıkalı olmak
yükselmek için sektör içinde önemli bir avantaj sağlıyor...
Mafya-mason ilişkisi
Raporda, “Türk tipi mafya”nın özelliklerine de yer verildi. Buna göre, organize suç örgütlerinin yapısı bir
şirket ya da holding yapısına çok benziyor. En yetkili karar mercii olan “baba” bir holdingin yönetim kurulu
başkanı gibi doğal olarak piramidin en tepesinde bulunuyor. Türk mafyasının yazılı olmayan kuralları
raporda, şöyle sıralanıyor: “Üyelerden lidere karşı mutlak itaat beklenir. Örgütün genişlemesinde
hemşehricilik önemli yer tutuyor. Aranan şahıslar pasaportlarını sicili temiz kişiler üzerine çıkarıyorlar. Mal
varlıkları ise genellikle başkaları üzerine kayıtlı. Eylem yaparken kullandıkları arabalar ise genel olarak kiralık
ve sahte plakalı.”
Türkiye’de mafya ile Masonların bağlantıları, TÜSİAD ve TESEV gibi kuruluşlarla çok üst düzey
ortaklıkları öteden beri biliniyor. Daha doğrusu yerel mafya babaları, bunların beşinci sınıf piyonları
olarak çalışıyor..
TÜSİAD’ın kendi dergilerindeki itiraflarına göre yıllık gelirlerinin sadece %13’ü yatırım ve
üretimden kazanılıyor. % 87’si ise faiz ve rantiyeden elde ediliyor! Faiz ve rantiye işlerinde ise
mafyalara önemli görevler düşüyor! Hatta IMF’nin de, aleyhinde gibi görünmesine rağmen, bu kirli ve
gizli ilişkilerde mafyaları örgütlediği biliniyor.
Türkiye şu anda IMF’den ‘en çok kaynak kullanan, IMF’ye en çok borçlu’ ülkeler arasında ilk sıralarda.
‘Borç boyunduruğu’ nedeniyle IMF ile ilişkisi en az iki-üç yıl daha sürdürmek zorunda.IMF alacaklarını tahsil
etmeden yakamızı bırakmayacak.Zaten Devlet Bakanı Ali Babacan da birkaç kez açıklamalarında ‘IMF’ye
net borç ödeyicisi olmak istiyoruz’ dedi.Yani borcumuz borç, borcumuz namusumuz, ödeyeceğiz manasında
konuşuyor.IMF’ye borçlarımız 27 milyar dolara yakın.2003 yılında yeniden yapılanan borç ödeme planı ile
2003 ve 2004!’te ödenecek taksitler küçüldü, 2005 ve 2006’ya sarkan tutarlar büyüdü.Gelecek yıl tek
kalemde 10 milyar dolara yakın bir ödeme yapılması söz konusu.O nedenle, her ne kadar Bakan Babacan
‘üç seçenek’ dese de, büyük olasılıkla yeni bir stand by anlaşması olacak.İhtiyati stand by’da olabilir.Ama en
önemlisi, IMF’ye olan borç geri ödemelerinin yeniden takvimlendirilmesi, ileriye atılması lazım. Yoksa ayda
12–13 milyar dolar borçlanan, borç ödeyip, yeniden borçlanan, borç çevirmek için göbeği çatlayan Hazine’nin
işi çok zor. Tabii ‘borçlarımı yeni vadeye yayayım’ dediğin zamanda IMF yeni şartlar talep edecek.
122
Dünya Bankası Türkiye Temsilciliği Senior Ekonomist’i İsmail Aslan’ın geçen yıl hazırlayıp, Dünya
Bankası yönetimine sunduğu Türkiye raporuna göre, IMF’ye Türkiye kadar yüksek miktarda borçlu olup da,
bu borçlarını ödeyen sadece iki ülke var. Birisi Meksika, diğeri Güney Kore. Borçlarını ödediler ama,
Meksika’da bir tane ulusal banka kalmadı. Meksika’nın tüm banka sistemi yabancıların kontrolünde. Güney
Kore ise Asya Krizi sonrası 50 milyar dolar karşılığı IMF ile stand-by yaptı. Borcunu erken ödeyip IMF’nin
boyunduruğundan kurtulma yolunu seçti. İnsanlar yastık altındaki dolarlarını, marklarını, paralarını ülkelerinin
maliyesine verdiler, bir an evvel IMF’ye borçları ödeyip, kurtulmak için. Ama Güney Kore’nin birbirinden
büyük dev sanayi şirketlerini ve bankalarını; başta ABD şirketleri olmak üzere yabancılar satın aldı.
Şirketlerini satan Koreli patronların kimi intihar etti, kimi şirketin anahtarını yabancılara teslim ederken hüngür
hüngür ağladı. IMF’nin öne sürdüğü ‘yapısal reform’ düzenlemeleri nedeniyle Güney Kore sanayi, finans
sistemi, büyük ölçüde yabancıların kontrolüne geçti. Türkiye de bu yola girdi. Şimdi, 2005 ve sonrası için mali
disiplin, sıkı para, borç ödemek için FDF, bankaları, şirketleri, KİT’leri, kamu bankalarını satarak, yatırımları
kısarak, IMF’ye borçlarını son kuruşuna kadar ödeyen üçüncü ülke olacağız da bakalım bu işin sonu nereye
varacaktır?
Erbakan Hoca’nın dediği gibi: “Türkiye olmak veya ölmek arasında karar verme noktasındadır”.
Türkiye’deki sıkıntıları ise “kayıt dışı ekonomi”yi kontrol altına almadıklarından kaynaklanıyor.
Ekonomik konularda faaliyet yapan, Siyonist sermayenin bir aracı-kefalet kurumu gibi çalışıyor
görünse de; IMF daha ziyade siyasi ve stratejik görevler yürütüyor, sömürü saltanatına boyun eğmeyen ülke
yönetimlerini devirmek için krizler çıkarmakla uğraşıyor.
Türkiye’de “Kayıt dışı ekonomi” diye, vergiden kaçırılan veya yasadışı yollarla sağlanan para akla
gelse de, aslında IMF’nin ve yerli işbirlikçilerin başa çıkamadığı ve anlamakta zorlandığı sıkıntı noktasını:
“Türkiye’de, kendi kontrolleri dışında ekonomiye yön veren ve “İslamcı Sermaye” denilen kaynağı meçhul
sermaye oluşturuyor.
Özelleştirme yalanıyla ülkenin yağmalanması da bu karanlık odaklar ve kiralık bürokratlarca
yürütülüyor!..
Bilderberg toplantıları da bütün bunların planlandığı merkez oluyor!
‘Bilderberg’in, Siyonist Yahudilerin kurup katıldığı ve her ülkeden üst düzey Mason işadamı, siyasetçi
ve bürokratların çağrılıp talimat aldığı çok gizli ve etkili bir organize olduğu biliniyor. Türkiye’den daha
önceleri Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, Emre Gönensay, Mesut Yılmaz, Mehmet Ali Bayar, Tayyip
Erdoğan gibi siyasilerin... Selahattin Beyazıt, Cem Boyner, Suna Kıraç, Dinç Bilgin, Muharrem Kayhan,
Rahmi Koç gibi işverenlerin... Sedat Ergin, Nuri Çolakoğlu gibi gazetecilerin... Gazi Erçel, Önder Sanberk
gibi bürokrat isimlerin katıldığı Bilderberg toplantısı bu yıl İtalya’da yapılıyor.
Dünyanın her önemli ülkesinden Bilderberg’e katılanlar oluyor; bugüne kadar konu başlıkları düzeyinde
bile dışarıya bilgi sızdıran pek olmadı. Toplantıların yapıldığı otellerde kapsamlı güvenlik tedbirleri alınıyor;
içeride sıkıntı giderme amaçlı çizilen rasgele şekillerle dolu kâğıtlar dahi görevliler tarafından yok ediliyor.
Otelin kapısından giriş yasak, üstünden kuş uçurtulmuyor...
Bu yıl Hasan Cemal’in Bilderberg’e davet edildiği ve katılmak üzere gittiği; Milliyet gazetesinde haber
oldu. İsterseniz haberi beraberce okuyalım:
“Her yıl diplomat, siyasetçi, işadamı, bankacı, akademisyen ve gazetecileri biraya getiren Bilderberg
Toplantıları’na bu yıl Türkiye’den, CHP Milletvekili Kemal Derviş, Koç Holding Başkanı Mustafa Koç,
ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan ve gazetemiz yazarı Hasan Cemal katılıyor.3-6 Haziran
tarihleri arasında İtalya’nın Milano kentinde yapılacak olan toplantıya, aralarında Henry A.Kissinger, Irak’taki
Koalisyon Güçleri’nin Başkanı Paul L. Bremer, Dünya Bankası Başkanı Wolfensohn, eski Yunanistan
Dışişleri Bakanı ve PASOK Genel Başkanı George Papandreu, Jp Morgan’dan David Rockefeller, Alman
içişleri Bakanı Otto Schily, AB Konseyi Genel Sekreteri Javier Solana, Deutsche Bank, Avrupa Merkez
Bankası’nın Başkanları ve Washington Post’un Başkanı Donald E.Graham’ın da bulunduğu 130 kişi
katılacak. Basına kapalı olarak yapılan, kaynak gösterilerek yazılamayan toplantının bu yılki konuları
123
arasında, Irak ve Ortadoğu’daki gelişmeler, kasım ayındaki Amerikan Başkanlık seçimleri yer alıyor.”
Bu haberin önemi şurada: Bilderbergçiler’in nefes alışlarını uğraş alanı seçmiş kişiler var dünyada;
bunların hiçbiri Milliyet haberinde yer alan bilgilerden henüz haberdar değiller. İnternetteki özel sitelerde,
“Acaba bu yıl kimler gelecek?” yollu spekülasyonlar gırla gidiyor. George W.Bush aynı günlerde Avrupa’da,
İtalya’daki toplantıya selam vermek üzere katılıp katılmayacağı bile merak konusuydu. Geçen yılki
katılımcıların da sağladığı destekle, Bilderberg’i tartışan Türkiye, bu yıl da, Bilderberg gözlemcilerine
ön bilgi sunmuş oldu.
Bilderberg Gizli Dünya Devleti’nin hükümetidir. Her ülkede siyaset ve iş dünyası içinden, medyadan
seçtiklerini bir araya getirir. Genel ve özel oturumlarda konuşturur, dünyanın bundan sonra alacağı biçimle
ilgili ipuçları sağlayan tartışmalar yaptırır. Yemekler bile fikir alış-verişi için bir zemindir. Verirsiniz, alırsınız,
daha bilgili ve başkalarını bilgilendirmiş olarak ülkenize dönersiniz.
Bir süredir bir takvim dikkat çekiyor. Önce Bilderbergçiler bir araya geliyor; ardından G–8 toplantısı
yapılıyor... Bu arada Avrupa Konseyi ve Dünya Ticaret Örgütü toplantıları da hemen sonrasına
diziliyor.İngiliz Observer gazetesi yönetmeni Will Huttun 1997 Bilderberg’ine katıldıktan sonra konuyla ilgili
bilgi vermekten kaçınmıştı; özel sohbetlerinden dışarıya “ardı sıra yapılan bu toplantılar birbiriyle irtibatlı”
dediği sızdı sadece..
Thatcher, Bill Clinton, Tony Blair gibiler önemli yerlere kendilerini Bilderberg’te gösterdikten
sonra geldiler; oysa bizden katılan siyasetçilerin çoğu gözden düştü, bazısı hiç varlık gösteremedi!
Bürokrat Bilderbergçilerden mahkemeyle boğuşanlar var. Medya katılımcıların yıldızları beklendiği
gibi parlamıyor, hatta sönüyor...Demek ki, Türkiye’de Siyonist sistemin şeytani siyaseti ve
stratejilerini boşa çıkaran milli bir yapılanma, artık dünya dengelerini bozabiliyor!..
Türkiye’deki bu Bilderberg karşıtı eğilim başka ülkeleri de etkiliyor gibi. Örneğin bu toplantılara
katıldıktan sonra İngiltere, Kanada ve ABD’de birçok büyük gazetenin sahibi olan Conrad Black iflas etti. 60
Ankara 10.İdare Mahkemesinin Tüpraş’ın satışını iptal kararı da, bu Milli Cephenin gücünü ve kirli
cepheye üstünlüğünü gösteriyor!
Bilindiği gibi Ankara 10.İdare Mahkemesi, Petrol-iş’in açtığı davada, Tüpraş’ın satışına ilişkin ihale
komisyonu kararını iptal etti. Başta Petrol-İş olmak üzere, tüm emeği geçenleri kutluyor, mücadelelerinin
devamını diliyoruz!..
Kamunun ortak malı olan kaynakları, babalarının malı gibi satmaya girişen özelleştirmeciler de karanlık
merkezlerle irtibatlı görünüyor. Kimin malını kime satıyorsunuz? Maliye Bakanı Unakıtan, ‘Kulaklarımı tıkayıp
satacağım’ diyor! Halbuki kulaklarını açsın ve bu soruya cevap versin. Demokratik temsil, bir hükümete,
özelliklede kamunun ortak çıkarlarını nesiller boyu etkileyecek konularda sınırsız yetki vermez. Demokrasiyi,
tek başına hükümet kurmaya yetecek kadar oy almaktan ibaret sananlar, oturup demokrasi derslerine iyi
çalışırlarsa, kendilerinin de ülkenin de uçuruma yuvarlanmaktan kurtulacağını umuyoruz!..
Ne yazık ki, “Devlet ekonomiden elini çeksin”, “özelleştirme ekonomiyi canlandırır, iş imkânı yaratır”,
“zamanında satmak lazım, yoksa değeri düşüyor” tarzındaki laf kalabalığına aldanan gafiller bulunmaktadır.
Dahası özelleştirmenin teknik-ekonomik bir mesele gibi algılanması yanlıştır. Yine Petrol-İş, Irak işgaline
karşı, “Bir özelleştirme girişimi ve Irak işgali” sloganını kullanarak, konuya en geniş çerçevede nasıl
bakmamız gerektiğini hatırlatmıştır. Gerçekten de Irak işgalinin gösterdiği en önemli şey, ülkesinin
kaynaklarını ‘güzellikle’ satmayanların, askeri işgal de dahil her yöntemle nasıl yola getirileceğinin cevabıdır!
Bırakın; Saddam ve demokratikleşme masalını, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri de ceberrut yöneticiler
tarafından, gülünç derecede otoriter rejimlerle yönetiliyor, kaynaklarını dışa açtıkları sürece kimsenin onları
demokratikleştirme niyeti yok! Azerbaycan’a ‘BP ülkesi’ (‘BP country’) deniliyor.
Kısaca bu iş laf kalabalığına getirilmeyecek kadar önem taşıyor. Hal böyleyken Başbakan’ın olaya,
‘Bürokratik oligarşi Tüpraş’ta direniyor’ şeklindeki sızlanması patronlarının düşüncesini yansıtıyor.
60
Taha Kıvanç 3-Haziran–2004 Yeni Şafak
124
Hatırlarsanız, Mesut Yılmaz da son zamanlarda başı sıkışınca bu terime başvurur olmuştu. Bu Masonlar
hukuk sistemi, demokratik kurumlar ve itirazlar, canlarının istediğini yapmalarına engel teşkil edince ‘oligarşi,
statüko, bürokrasi’ terimlerinin ardına sığınmayı, Özal’dan beri adet haline getirdiler. 61
Ama piyonlar boşuna çırpınıyor. Çünkü patronlarının bile gücü yetmiyor...
Türkiye, tabii misyonuna ve tarihi mirasına sahip çıkacak bir değişim ve devrime hazırlanıyor.
61
Nuray Mert 10–6–2004 Radikal
125
KÜLTÜR EMPERYALİZMİ
Zihinsel Kölelik ve Beyin Körlenmesi
Siyonist kültür emperyalizmi, kendi hâkimiyetleri için sadece parayı ve pazarları ele geçirmek değil,
aynı zamanda halkların bilincini ve beynini şekillendirerek bir “zihinsel hegemonya” kurmak peşindedir. ABD
sürekli bir “modernlik” propagandası ile; eğlence ve reklâm sektörünü de kullanarak, özellikle gençleri hedef
alır. Gençlik, ABD kültür ihracatı için büyük bir Pazar sayılır. Bu kesimin tüketici-bireyci eğilimleri sürekli
uyarılır. Bu arada solun söylem ve kavramları da kullanılarak, gençliğin sistem karşısındaki hoşnutsuzluğunu
“özgürlükçü” temalarıyla “müsrif” bir tüketiciliğe yönlendirir. Böylece gençliğin isyankârlığı hem saptırılır, hem
kârâ dönüştürülür. Tüm emperyalist egemenliklerde olduğu gibi; ABD emperyalizmi de sadece ekonomikaskeri denetim ve sömürü biçimlerine dayanmaz. Kültürel hâkimiyet de, sömürü sisteminin sürdürülmesinin
en önemli dayanakları arasındadır. ABD kendi Siyonist imgesinden bir dünya yaratmaya çalışmakta “ve
yalnızca pazar olan”
ama yönetim ve denetimde payı ve söz hakkı bulunmayan bir dünya toplumu
hedefleyen ideolojileri üretmektedir. Dünyanın birçok yerinde, ABD’nin uzun zamandır çarpıcı ve kaygı
uyandırıcı modelini oluşturduğu “parçalanmış toplumlar” ortaya çıkmıştır. “Üretimin, tüketimin ve iletişimin;
efendileri tarafından yönlendirilen çoğunluğun” oluşturduğu “kalabalıklar, giderek insani ve ahlaki hedef ve
hasletlerden uzaklaşmışlardır. İnsanlar üretim ve tüketim robotlarına benzedikçe ve sadece paraları ve
bacak araları için mücadele eder hale geldikçe yozlaşma hızlanmaktadır. Milli sorunlar ve insani
sorumluluklar yerlerini bireysel ve basit hesaplara bırakmıştır. Artık bu toplum; kendi bencil ve beleşçi
düşlerini bulandıracak olan eylem ve söylemlerden çekinen korkak bir kalabalıktır.
Ezilen kitlelerin değerlerini, davranış biçimlerini, gelenek ve kimliklerini, “sömürgeci pazar”ın eksen
alındığı bir ideoloji temelinde biçimlendirmek; kültürel yaşama sistematik bir müdahaleyi gerektirir. Kültür
emperyalizmi, hem ‘geleneksel’ hem de modern biçimlere bürünebilir. Geçmiş yıllarda kiliseler, camiler,
eğitim sistemleri ve kamu yetkilileri; yerli halklara ilahi ve mutlakıyetçi prensipler adına, sömürü düzenine
boyun eğme ve sadakat gösterme düşüncelerini aşılamakta büyük rol oynamışlardır. Bu ‘geleneksel’
mekanizmalar halâ çalışmakla birlikte, çağdaş kurumlarda yerleşen yeni modern araçlar, emperyal
hâkimiyette gittikçe daha merkezi önem kazanmaktadır. Bu işte başrolü; kitle iletişim araçları, halkla ilişkiler
kampanyaları, reklâmlar, laik eğlence programları ve entelektüel yazar ve yorumcular oynamaktadır. Çağdaş
dünyada Hollywood, CNN ve Disneyland; Vatikan’dan ve Diyanet Başkanlığı’ndan çok daha etkili olmaktadır.
Kültürel nüfuz, askerî-siyasî hâkimiyet ve ekonomik sömürüyle iç içe bulunmaktadır. ABD’nin ekonomik
çıkarlarını korumak için; Orta Amerika’daki soykırımcı rejimleri destekleyen askerî müdahalelerine, yoğun bir
kültürel bombardıman ve beyin yıkama faaliyeti de katılmıştır. ABD’nin finanse ettiği Protestan vaizler, yerliköylü kurbanlara “boyun eğme mesajları aşılamak” için, aylaca köylerde ve mahallelerde dolaştırılmıştır.
Evcilleştirilmiş entelektüellerin ‘demokrasi ve piyasa’yı tartışmaları ve toplumu Siyonist sömürüye
alıştırmaları için uluslararası konferanslara sponsorluk edilmiş; gündelik hayatı unutturan sürükleyici
televizyon programları ‘başka bir dünyadan’ hayaller aşılamıştır. Bu kültürel nüfuz ve zihinsel tecavüz,
insanlığa karşı açılan emperyalist savaşın, askeri olmayan araçlarla devamıdır.
ABD emperyalizminin “demokrasi” ölçütleri, “vatandaşların sadece bir tüketici ve gözlemci olması”
üzerine kuruludur. Halkın şuurlu katılımı ise, “demokrasi krizi” olarak nitelendirilir. Egemenlik merkezlerinin
hazırladığı Siyonist politikalara karşı başlatılacak milli ve yerli itirazlar, bu “kriz”in başlıca tezahürü kabul edilir
ve derhal harekete geçilir. Erbakan Hükümetine ve Milli Görüş hareketine karşı girişilen eylemler bunun en
çarpıcı örnekleridir. Kendi imgesinden bir dünya yaratmaya çalışan ABD açısından “demokrasi krizleri”, her
türlü kültürel terör aracı kullanılarak, olmazsa askeri devrimler kışkırtılarak dünyanın dört bir yanında
savaşılması gereken bir illettir. ABD kendi kültür emperyalizmini: toplumsal ilişkilerle, medya marifetiyle,
seçkin sınıflar ittifakiyle, halkın bilincini körletmeye, ideoloji ve rejimlerini ihraç etmekle de yayabilir. Bu
konuda Batılı Pazar ideolojisine bağlılık temel prensiptir. Benjamin Ginsberg’in değerlendirmesiyle: “Batılı
hükümetler halkın perspektif ve duygularını düzenlemek üzere piyasa mekanizmalarından yararlanmışlardır.
126
XIX ve XX. yüzyıllarda inşa edilen ‘fikirler pazarı’, alt sınıfların ideolojik ve kültürel bağımsızlığını yok
ederken, fiilen üst sınıfların yani Siyonist elit tabakanın inanç ve fikirlerini yaymaktadır. Batılı hükümetler bu
fikir pazarlarının kuruluşuyla, sosyo-ekonomik konum ile ideolojik güç arasında sağlam ve kalıcı bağlar
kurmaya zorlanmış, böylece üst sınıfların birini desteklemek üzere diğerini kullanmalarına olanak tanımıştır...
Özel olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde, üst ve seçkin sınıfların fikirler pazarına egemen olma becerisi;
genellikle Siyonist katmanların ve Avanjelik kâhyaların, toplumun politik tercihlerini yönlendirmesini ve
şekillendirmesini sağlamaktadır. Batılılar genelde piyasayı düşünce özgürlüğüyle eşitlerken, piyasanın gizli
eli, neredeyse devletin güçlü yumruğu kadar etkili bir denetim aracı olabilir.
Amerikan iletişim sisteminin özü ve biçimi; çağdaş hayal kahramanları ve bunları ileten araçlarla
“zihinsel yönlendirmeye” dayalıdır. Bireysel pasiflik, nemelazımcılık, zihinsel bulanıklık, kısaca aklı körletmeyi
ve kurulu düzene köleliği sağlayan unsurlar; özellikle televizyonlar tarafından yaratılan kültürel terörün
sonuçlarıdır. ABD yaşam tarzı ile bütünleşen televizyonlar, az gelişmiş ülkelere karşı kültür emperyalizminin
en önemli savaşçıları arasındadır. Adeta bir narkoz tüpü işlevine sahip televizyonlar, zihinsel faaliyetleri
dumura uğratmaktadır. Televizyonun en hafif tahribatı; bir lağviyat olarak onu açmanız, ekrana ne gelirse
seyretmeye koyulmanız ve dipsiz bir pasifizm kuyusunun karanlık kuytularına doğru kaymaya başlamanızdır.
Ekranda ne gösterildiği önemli değildir; bu bir yabancı film olabileceği gibi, hiç kimsenin ilgisini çekmeyen
türden başka şeyler de olabilir. Bir süre sonra : “düşünme yorgunluğuyla” seyrettiklerinizi unutmaya ve
şekerleme yapmaya başlarsınız. Sanki birileri beşiğinizi sallıyor, sanki birileri: “Sakın kıpırdamayın ve
yerinizden kalkmayın” diye sizi teşvik ediyordur. Gözleriniz açık da olsa beyninizin pencereleri
kapanmaktadır. Beyniniz, alışageldiğinin dışında bir yoldan meşgul, ve hatta işgal edilmektedir. Sizi harekete
geçirecek, aktif ve üretken hale getirecek duygularınız artık televizyon tarafından esir alınmıştır.
Amerikanın marazlı medya merkezleri; paketlenmiş bilinç mikroplarını; film, dizi, haber, yorum vs.
tarzında dünyanın dört bir yanına iletirler. “Tarafsızlık, bireysel menfaatçılık, nemelazımcılık, “gemisini
yürüten kaptan” cılık, fırsatçılık ve kolaycılık ve göz açıklık” gibi saptırmalar televizyonun her gün insanlara
öğrettiği şeytani felsefelerdir. Amerikan kültür ürünleri, ince reklâm stratejileri ve “Amerikan hayat tarzı”nın
özendirilmesi ile birlikte tüm dünyaya yayılır. Reklâm aracılığıyla mesaj iletmek, uluslararası iletişim tekelinin
vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir. Kitleleri kuşatan medya ve özellikle de en güvende olduklarına
inandıkları yerde yani evlerinde, insanları zihin kölelerine dönüştüren televizyon, iletişim tekellerinin ideal
araçlarıdır. Reklâmcılık ve denetiminde tuttuğu kitle medyası, kültür ticaretinin ve ticaret kültürünün
emrindedirler. ABD’nin küresel etkinliğinin en önemli unsurları arasında kültürel kapitalizm gösterilebilir…
Halkları kontrol altında tutmak: imgelerin, sözcük kapasitelerinin, dil olanaklarının, zihinsel kodların
yönlendirilmesiyle mümkün hale gelmektedir. Salt askeri güç kullanarak toplumları uzun süre baskı altında
tutmak mümkün değildir. Baskının kurumsallaşması ve sürekli olması, egemenliği elinde tutanın, kendi çıkar
ve amaçlarını, ancak ezilene benimsetmesiyle sağlanabilir. Dolayısıyla egemenlik sistemleri, iletişim
yöntemlerine ve toplumun büyülenmesine kesin bir ihtiyaç gösterir. Toplumun çeşitli olaylar karşısında
takındıkları tavırların bileşkesi bir birikim temelinde, “politik tercih ve tepkiyi” meydana getirir. Bu nedenle
Siyonist ABD hâkimiyeti varlığını sürdürebilmek için; büyük bir ustalıkla kullanılan, kitle yönlendirmesini
sürekli geliştirir. Halk, gizli patronların sahneye sürdüğü piyonları kendi adayı diye seçip oy vermekte ve
böylece demokratik bir sistemle, ülke yönetimine katıldığını zannetmektedir.
Günümüzde büyük halk kitleleri, bu iletişim araçları ve medya saldırıları karşısında son derece
savunmasızdır. Veri iletişim teknolojisi de devreye sokularak, bilgisayar aracılığıyla yaygın denetim ağları
kurulmaktadır. Toplum hipnotize edilerek uyutulmaktadır. Üstelik “zihinsel köleliği”, hissedilmezlik boyutu ile,
“köle olmayı kendi iradesiyle seçme özgürlüğü” gibi bir saçmalık derekesine indiren enformasyon alanındaki
gelişmeler, gerçekten şeytani bir devrim sayılmalıdır.
ABD iletişim tekelleri ve enformasyon teknolojileri, az gelişmiş ülkeleri kuşatan kıskacı iyice daraltırken
, “modernizm”e özentileri bu ülkeleri teknoloji çöplüğüne dönüştürüyor. Yeni bir statü simgesi olarak
bilgisayar-İnternet kullanımı, çok sınırlı çevrelerin ilmi araştırmaları dışında tüketime, pornografiye ve zihinsel
127
yozlaşmaya hizmete ediyor. Özellikle yoksul halk kesimleri açısından bir tür “bilgisayar tinerciliği” gündeme
geliyor. Bu zihin köleliğinin sonucunda kitlelerin, “tarihi, siyaseti, ülke ve bölge problemlerini umursamaz
olmaları ve aptalcasına bir tüketimin günlük sorunları arasında basit kaygılar ve kavgalar için de boğulmaları
kaçınılmaz gözüküyor.
ABD medya patronlarının, Pentagon ve iş dünyası ile birlikte oluşturduğu reklâmcılıkla bütünleşen
televizyon sistemi; bu “zihin köleliğini” korkunç boyutlara taşıyor: Seyredenlerin duygularını körelten ve
vicdanları kirleten bir eğlenceye maruz kalmanın uzun dönemdeki öldürücü etkisiyle kıyaslandığında, “dikkat
süresinin kısalması ve yoğunlaşmanın kaybolması” zararları bile önemsiz kalıyor. Amerikan ticari
televizyonundaki programların on iki yaşında bir çocuğun zihinsel seviyesini hedeflediği söyleniyor. Bu ister
şuurlu benimsenmiş bir siyaset olsun, isterse piyasa araştırmalarıyla izleyicilerini küçümseme tavrının
sonucu olsun, önemli değil. Önemli olan, böylesi yayınlara sürekli maruz kalan nesillerin genel zihin
seviyesinde, korkunç bir düşüş yaşanacağı gerçeğidir. Bu “zihin köleliği” sistemi, ABD’de uzun yıllardan beri
yürürlüktedir.
Diğer yandan dünyanın her köşesinde, Walt Disney’in faşist yaratıkları; çocuk televizyonlarında ve
çocuk basınında “körpe beyinleri tüketime, sorunlarını kaba güçle halletmeye, maddi kazancı en kutsal amaç
gibi göstermeye ve onu koruma adına şiddetin gerektiğine” inandıran yayınlar, şeytanın görevini üstlenmiştir.
Ve bütün insani değerleri ve erdemleri yok etmeğe yöneliktir. Walt Disney ürünlerinde, dayanışma, paylaşma
ve yardımlaşma imgesi yoktur; hayvanlar arasında dayanışma olgusunda bile, bu dayanışma yapıcı bir amaç
için değil, ortak saldırı ve korunma adınadır. Kapitalist sistemin bencil değerleri , “evrensel” bir masumiyet
maskesi ile çocuklarımızı şartlandırır.
ABD kültür emperyalizmi, ekonomik ve siyasal sömürü düzenini destekleme yönünde, din-maneviyat
malzemesinden de yararlanır (Evet; din ve maneviyat; Siyonist ve emperyalist kesimler için sadece birer
malzeme sayılır) Bu ideolojik mücadeleye, örgütlü din de, her zamanki gibi bu kez radyo ve televizyonu
kullanarak katılmaktadır. Din maskesi altında yapılan inanç sömürüsü, özellikle Amerika’dan kaynaklanan
milyarder örgütlü-din tüccarlarının özel radyoları, televizyonları ve uydu yayınlarıyla; sadece Amerika ve
Latin Amerika’ya değil, bütün dünyaya “Tanrı’nın buyrukları” diye Siyonizm’in kurallarını anlatırlar. Bu tür
yayın merkezleri, Hrıstiyan dünyasında; Katoliklikten hayal kırıklığına uğramış, arayış içindeki sefil ve
cahilleştirilmiş insan kitlelerinin bol olduğu Latin Amerika’da çok yaygındır. Latin Amerika’da, Liberation
Teoloji’nin dışındaki “örgütlü din” kurumları, sadece basit din tüccarlığı yapmamakta, aynı zamanda
Siyonizm’in güdümündeki katil rejimlerin yaşamasına yardımcı da olmaktadır. İslam Dünyasında ise, hürriyet
ve hâkimiyet şuurundan uzak ve Siyonizm’e uşak ruhlu dindar Müslümanlar ve layt insanlar yetişmesi
sağlanmaktadır.
ABD’de “Yeni Hrıstiyan Sağ Fundamentalist” hareket oldukça güçlü bir medya ağına sahiptir. Öyle ki,
Evanjelikler bu medya gücünden dolayı “televanjelistler” olarak tanınmaktadır.1989’da yapılan bir “GALLUP”
araştırmasına göre, erişkin nüfusun yüzde 33’ünü (58 milyon) Evanjelikler oluşturmaktaydı. “Ahlaki çoğunluk”
örgütü ile Siyonizm’e uyum sağlayanlar seçkin sayıldı. Bu kavram Türkiye’ye, Dünya Bankası Başkan
yardımcısı bir uluslararası sermaye teknokratından sonra, ABD’den gelen “Yeni Sağ”cı politikacı adayı
tarafından , “makul çoğunluk” biçiminde değiştirilerek kullanıldı.
ABD’de “fundamentalizm” teriminin halk arasında kullanılması 1920’li yıllardır. Bu akım; 1910 yılından
itibaren Protestan ilahiyatçıların 90 ayrı makalesinden oluşan The Fundamentals (Temeller) adlı 12 ciltlik
serisiyle ortaya çıktı. Bu 12 ciltlik metin, 3 milyon kişiye parasız dağıtıldı. ABD’de özellikle Evanjeliklerin;
aşağıdan yukarıya, “halkı yeniden Hristiyanlaştırma” hareketi, sol fikirlere karşı sağ bir anlayışla kurulan
cephede yer aldı. Egemenlik sisteminin desteklediği bu akım, sosyo-politik mesajlarını ve kurulu düzene
bağlılığını ince yöntemlerle sakladı. Ancak, basın imparatoru William Randolp Hearst, Evanjelik lider, vaiz
Billy Graham’a destek kararı alınca, 1949’da başlatılan kampanya ile bu akım “milli bir kişilik” kazanarak
muazzam bir medya propagandasına bağlandı.
Evanjelikler büyük bir okul şebekesini de örgütlediler.1965’te Bob Jones ve 1981’de Oklohama
128
eyaletinde bulunan Tulsa’da, Oral Roberts Üniversiteleri kuruldu. Evanjeliklere ait Oral Roberst
Üniversitesi’nin hukuk, tıp, vs. gibi temel bilimlerden oluşan yedi fakültesi bulunuyordu. Ancak Evanjelikler
açısından en önemli eğitim kurumu, Jerry Fawell’in kurduğu Liberty Üniversitesi’dir. “Fawell’in yarı kilise
imparatorluğunu ve Amerika’daki konumunu güçlendirmek için hazırladığı planı; bunların amacını ortaya
koymaktaydı. Liberty Üniversitesi, sadece geleceğin milyonerlerini hazırlayan basit bir okul değildi. Buradan
mezun olan binlerce genç, dünyaya; Siyonistlerin dinsel inançları ve sosyo-ekonomik düşünceleri
doğrultusunda bakacaktı. Bu diplomalılar tüm sektörlere sızacaklardı. Siyonizm adına gönüllü misyonerlik
yapacaklardı. Liberty Üniversitesi, Yeni Sağcı dalganın yukarıdan aşağıya Hristiyanlaştırma aşamasına
geçen Evanjelik akımla bütünleştiği en önemli “politik” projeydi aynı zamanda. Falwell , “Ahlâki çoğunluk”
hareketini Liberty Federation adlı bir başka örgütlenmeye dönüştürdü (1986). Bu değişiklikten sonra da tüm
ağırlığını eğitim örgütlenmesine kaydırdı.
Moral Majority (Ahlaki Çoğunluk) ve Ulusal Kiliseler Birliği (NCC) , bugün İsrail’in ve Siyonizm’in en
önemli destekçileri arasındadır. ABD’de , “Yahudiler ile Marol Majority arasındaki potansiyel çıkar ortaklığı”nı
bizzat Siyonist liderler açıkladı. Ancak NCC ile bir süre sonra yollarını ayıran Siyonist Lobi, Evanjeliklerle
ilişkilerini iyice koyulaştırdı. Çünkü evanjeliklerle Siyonistlerin yakınlıklarının, “dini temelleri” bulunmaktadır.
Evanjeliklere göre “son karar günü”nün geldiğine işaret eden mucizevî olaylar arasında, Yahudilerin Filistin’e
dönmeleri ve bir Yahudi devletini gerçekleştirmeleri de vardı. Dahası, İsa’nın Hristiyanlık düşmanlarına nihai
darbeyi vuracağı Mahşer (Armageddon), kutsal coğrafyada belli bir yer kaplamaktaydı; bugünkü İsrail’in
kuzeyindeki Armageddon Vadisi burasıydı... Evanjelikler İslam’a da düşmandır. İsrail karşıtlığının ve
antisemitizmin sorumlusu olarak İslamiyet’i ve Müslümanları suçlamaktadır. Evanjelikler, Amerikan tarihinin
“Tanrı tarafından seçilmiş ve kutsanmış halk” dogması temelinde, Amerikalıların “Yahudileri kurtarmış”
olmasını ilahi bir işaret saymaktadır. Yeni Sağ dalga + Moral Majority hareketi + Siyonizm: ABD’nin kökten
dinci örgütlenmesinin çelik çekirdeğini oluşturdular. Begin’in İsrail’de başbakan olmasıyla eş zamanlı olarak,
ABD’deki köktendinci hareket de ciddi bir siyasileşme sürecine girdi. Bu dönemde Moral Majority Başkanı
Falwell’e İsrail Devletine yaptığı hizmetlerden ötürü Jabotinsky ödülü verildi. Eskiden, genelde Protestanlar
üzerine odaklanmış olan Yahudi cemaat örgütleri, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Evanjeliklerin
sağlayacağı yararları fark etti. Yahudi İrtibat Bürosu eski görevlilerinden biri , ‘Bu ülkedeki Yahudilerin sahip
olduğu gücün gerçek kaynağı Evanjeliklerden gelmektedir’ demekteydi.
Evanjelikler, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgaline de büyük destek verdiler ve Lübnan’da Falanjistlere
yönelik yayın yapan radyo istasyonlarını kurdular. Hristiyanlığın Yahudileşmesi sürecinde, Evanjelik
hareketin Siyonist-Yahudi doktrinle kaynaşmasının ve ortak hareket kararı almasının yanı sıra; ABD
egemenlik sisteminin çelik çekirdeğinde yerini alan bu iki akımın , “kader” birliği yapması, oldukça
belirleyicidir. Özellikle 90’lardan sonra; Türk tipi Siyonizm’e İslam’i bazı cemaatlerden verilen destekle
birlikte, İslamiyet’in, dinler arası “diyalog” temelinde tüm temel niteliklerinden arındırılarak, Evanjelik
örgütlenme biçimleri doğrultusunda Yahudileştirilmesi ve İsrail’in varlığının güvencesi olacak tarzda bir
“Türkiye modeli”nin kıskacına düşürülmesi programı yürürlüktedir. Fetullahcı yapılanması ve özellikle eğitim
alanında yaygınlaşması, bu bakımdan oldukça sinsi ve tehlikelidir. AKP’de bunun için iktidara getirilmiştir.
Yahudiliğin, “pazar-para putperestliğine” dönüştürülen Siyonizm; küresel finans-kapital oligarşisine muazzam
bir kültürel ve örgütsel kaynak sunmaktadır.
Bu çerçeve de, Evanjelik akımı bütünüyle Yahudileştirilmenin yoğunlaştığına ve Hristiyanlığın yanı sıra
İslamiyet’e yönelik faaliyetlerin de hızlandığına dair şeytani girişimler, özellikle Türkiye’de görülmektedir. Bu
bağlamda semavi dinlerin yerine; “pazar tek tanrıcılığı”nın konulmasına yönelik bir proje yürürlüktedir. “Çıkar
ve iktidar” için dini duygular ve sorumluluklar istismar edilmektedir. Hristiyanlık ve Müslümanlık, Siyonist
Tanrıya kul yetiştiren kurumlara dönüştürülmektedir. Menfaate ve misyonerliğe dayalı din anlayışı, insanların
inanç ve ahlak değerlerini söndürmektedir. Pazarın dine dönüşüm sürecinde kültür, vicdani değerler, sanat,
bilim dahil insanı insan yapan tüm nitelikler ticarileşmiştir.
Siyonizm’in Üçüncü Dünya’da uyguladığı kültürel soykırımında; işbirlikçi hükümet ve şahsiyetlerin,
129
Batı’yı kurtarıcı olarak görmeleri ve emperyalizmi; karşılıklı çıkarların masum bir gerçeği olarak
değerlendirmeleri de en yıkıcı unsurlar arasındadır. Bu işbirlikçiliğin sonuçları ise şöyle özetlenebilir: Bir halkı
tasfiye etmenin ilk adımı, onun milli belleğini silmektir. Dinini, töresini, kültürünü ve tarihini imha etmektir.
Sonra başka birilerinin yeni ve yapay bir kimlik üretmesini, köksüz bir kültür meydana getirmesini ve uydurma
bir tarih icat etmesini sağlamaktır. Çok geçmeden bu ulus, kendi gerçeğini ve geçmişini unutmaya
başlayacaktır. Bu unutuş ve tarihinden kopuş, o milleti uydu ve uysal hale getirecektir.
Kapitalizmin göz alıcı ve oyalayıcı nesnelerin üretimini tekelleştiren işleyişi, tüm bu kültürel
çöpleşmenin gerçek nedenidir. Kapitalist egemenlik sistemi, “ümitlendirip oyalamak” temeline dayanmak
zorundadır. Kapitalizmde, insani amaçlar, hatta yaşamın kendisi bile, yalınızca sistemin işleyişinde (sadece
teoride değil, ekonomik gerçekliğin kendisinde) bir araç sayılmaktadır. Tekelci sermayenin Siyonist hedefleri
asli amaç olup, diğer tüm insani girişimler, arzular, yetenekler ve umutlar yalnızca sömürülebilir araçlardır;
kapitalist toplumu mutlak egemenliği altına alan bu bakış açısı, insan onuru ve toplum huzuruyla taban
tabana bir zıtlık içindedir.
Bütün insani duygular ve değerler piyasa egemenliği tarafından çürütülürken, suni görüntülerin
cazibesine kapılan bireyler; mobilya, beyaz eşya ve araba gibi meta zinciriyle bağlanır. Cehennemi bir “eşya
estetiği” , tüm beşeri güzelliklerin yerine konulur. Hayallerin ve hedeflerin bu sahte imgelere tutsak edilmesi;
görünmez bir egemenlik biçimidir ve bu bağlamda insanların, vicdani duygu ve duyarlılıklarının Siyonist
sistemin çıkarları doğrultusunda ele geçirilmesi; şeytani baskıların en dehşet verici olanıdır. Böylece insanlar;
“tüketim savurganlığı, reklâm bombardımanı ve medyanın zihin saldırıları” doğrultusunda ve kendi arzuları
aracılığıyla egemenlik altına alınır. Kapitalist egemenlik sistemi bu konuyu son derece profesyonel bir
biçimde değerlendirmiş ve tam bir “irade işgali” gerçekleştirmiştir. Bu çerçevede okullar, reklâmcılık sektörü,
bankalar, devletin baskı aygıtları, dev şirketler, iletişim tekelleri, finans kurumları ile kuşatılan insanların
hayatının her zerresine; muazzam bir ideolojik baskı zerkedilmektedir. İnsanların düşleri bile kuşatılırken,
“eğer işler yolunda gitmezse suçu sisteme değil, bireylere yüklersin olur biter. Suçlu, bireydir, hatta bir
aşağılık kompleksiyle tüm toplum sorumlu gösterilir! “Biz dürüst değiliz, biz tembel bir milletiz. Biz hiçbir şey
beceremeyiz. Hilekârlıktan başka iş bilmeyiz” gibi sözler herkes tarafından dile getirilir.
Bu kapitalist hegemonyanın tüm unsurları; birlikte ve dayanışma içinde hareket etmektedir. Çevreye
göre, etkiler ve vurgular değişebilir. Amaç; sonuçta, bir “pasiflik ve acizlik duygusu, kültürel yozlaşma ve
politik bir dağılmaya yol açacak genel bir boş vermişlik olgusu” yaratmak ve hayata geçirmektir. Güçsüzlük
duygusu, günümüzün belki de en yaygın ve sinsi toplumsal hastalığıdır. Güç tekelini ellerinde bulunduranlar
için o kadar uygun bir hastalıktır ki, suçu sistemim yerine bireylerin üzerine atma tekniği kadar yaygındır.
Örneğin ekonomik çöküntü dönemlerinde ortaya çıkan sefalet ve rezaleti birkaç bürokratın ve bankacının
sırtına yıkarak “sömürü sistemi ve işbirlikçi hükümetler” dikkatlerden saklanmakta ve aklanmaktadır.
Ekonomik dengesizlik ve yüksek işsizlik dönemlerinde sistem sorumlu tutulacağına, iş bulamayan insanlar
suçlanır. Bunun bir sonucu, iş bulamayanların birçoğunun, bunun kendi hataları olduğunu sanmalarıdır.
Teknik okullardan mezun olanlar bile, girişim cesaretlerini yitirmiş durumdadır. Bulamayacakları işleri
aramaktan vazgeçmiş; kendilerini evlerine hapsedip, televizyonun ve uyuşturucunun esiri olmuşlardır.
Sistemin suçunu kendi üzerlerine almışlardır. Politik olarak sahipsiz, ekonomik olarak yetersiz, toplumsal
olarak dışlanmışlardır.
Siyonist sistem” vahşi bir gaddarlıkla”, bu ekonomik ve kültürel kontrolünü fark edilmez bir “sinsilik” le
uygulamaktadır. “Özel” olan “kutsal”dır: Özel bankalar, özel okullar, özel sağlık fonları, özel şirketler, özel
madenler, özel polis kuvvetleri, özel televizyonlar, özel uçaklar, özel araziler, özel gelişim, özel kâr, özel
servet ve özel güç tekelleri... Ve onların “gizli devleti” kutsaldır ve saygı duyulmalıdır! Artık biliniyor ki, adısanı, resmi sıfatı ne olursa olsun Siyonizm’in güdümündeki politik sistemler: uyruklarından ya da
yurttaşlarından; araştırmasız ve tartışmasız bir sadakat ile, ‘meşru’ düzene! Uymalarını şart koşmaktadır.
İnsanların siyasete ve ülke yönetimine aktif ve akıllı biçimde katılım yolları tıkanmıştır. Bir yandan bireyin
yetişme sürecinde uygulanan yöntemlerle, öbür yandan da, kitle iletişim araçlarının etkisiyle, beyinler
130
dizginlenmeye ve manipüle edilmeye başlanmıştır.
Siyonist sisteme, “demokratik köle” ruhlu ‘kul’ hazırlama ve kutsallaştırılmış “tüketim toplumu
oluşturma” hedefi; küreselleşmenin de esasıdır… Bu anlamda iletişim tekelleri “korku” ve “buyruk” araçlarını
kullanıyor; tüm renkler, çizgiler, görüntü ve imgeler aynı totaliter mesajı şiddetle beyinlere kazıyor. “Eğer,
servete ve etikete sahip değilsen bir hiçsin!” (İmge: “Düşünce de canlandırılan tasavvur, tasarım ve
teoremler. Hayatın amacı haline getirilen hedef ve hevesler ve kutsallaştırılan hayaller”
anlamında
kullanılıyor)… Kutsallaştırılan para, tüm inanç değerlerine saldırının aracı oluyor. Sistem kendi yarattığı
putlara, yani paraya tapılmasını istiyor. Artık, “para ve dolar”, ‘tanrı’ gibi tapınılan, aranılan, amaçlanan kutsal
bir konumda bulunuyor. Günümüzde iktidar imgeleri artık göklerde yaşamıyor, her an yanı başımızda
dolaşıyor. ‘Para Tanrısı’nın, bu iktidarını koruması için görünmez olması da gerekmiyor. Çünkü o, gücünü,
dokunabileceğimiz kadar yakınımızda olmasına rağmen, ulaşılamaz oluşundan alıyor ve bugünün büyüsü,
kitle iletişim araçları ile yapılıyor... Firavunların çağdaş sihirbazları olan medya ve televizyonlar, insanları
hipnotize edip uyuşturuyor… Ve böylece “Siyonist Efendi”lerin sefil köleleri olarak, hayat sürüyor... Daha
doğrusu insanlık sürünüyor...
Ve Kur’anın “Sur”uyla yeniden kendine gelmeyi ve İslam’la dirilmeyi bekliyor!...
Ve artık fertlerin (hatta devletlerin) gerçek kimliğini öğrenmek… Ayarını ve değerini ölçmek için:
Müslüman, mı, Hırıstiyan mı, Yahudi mi, Budist mi, Ataist mi? Gibi DİNİNE… Türk mü, İngiliz mi, Arap mı,
Japon mu? Gibi KÖKENİNE… Sağcı mı, Solcu mu, Liberal mi? Gibi DÜNYA GÖRÜŞÜNE… Mutaasıp
çevreden mi, sosyeteden mi, üst seviyeden mi, alt kesimden mi? gibi YAŞAM BİÇİMİNE… Veya
PARTİSİNE, PARDÜSÖSÜNE, PRESTİJİNE, PRENSİPLERİNE bakmak maalesef insanı yanıltıyor ve işe
yaramıyor!
Bunların yerine:
1-ABD ve AB gibi süper sömürü şebekelerinin ve başka ülkelerdeki işbirlikçi hükümetlerin ve kukla
şebeklerin; Siyonist ve emperyalist hegomonyasına… Ve şeytani amaçları için her günahı mubah sayan
hücumlarına, razı görünüp kılıf uydurarak teslimiyet içinde alet mi olmaktadıır?
2-Yoksa: bu zulüm ve zillet döneminin ve bu vahşet ve rezalette kovboy ve kobay olarak kullanılan
devletlerin; fikren ve fiilen karşısına geçip… Mertçe ve mümince itiraz ve isyan edip; Adil ve ahlaki yeni bir
oluşum ve dönüşümden yana mı dır?
Sorularının cevabı, herkesin içini dışa döküyor… Gerçek niyetini ve mahiyetini ortaya çıkarıyor…
Türkiye Aydınlarına Yirmibir Soru
TÜRKİYE 'de gerçek aydın var mı? Varsa kaç kişidir?.. Onlara bazı sorular yöneltmek istiyorum.
Varsalar ve cevap lütf ederlerse bizi aydınlatmış olurlar.
BİRİNCİ SORU: Devletle rejimin, devletle resmî ideolojinin özdeşleştirilmesi doğru bir yaklaşımmıdır?
İKİNCİ SORU: Her vatandaş resmî ideolojiyi kabul etmeye, ona iman etmeye, onu can u gönülden
benimsemeye, onu koruyup gözetmek için çalışmaya niçin mecbur tutulmaktadır?
ÜÇÜNCÜ SORU: Vatansever olabilmek için resmî ideolojiye bağlı olmak şartmıdır?
DÖRDÜNCÜ SORU: İnsan hakları hürriyetleri ve haysiyetleri ile ilgili metinler içinde resmî ideolojileri
yücelten, onları "değer" olarak kabul eden bir cümle, bir madde, bir paragraf bulunmakta mıdır? Varsa bize
göstersinler.
BEŞİNCİ SORU: Lâiklik bir değer midir? İnsan haklarıyla ilgili temel metinlerde lâiklik ile ilgili bir
madde ve hüküm var mıdır?
ALTINCI SORU: Dünyanın hangi medenî, demokrat, ileri, hukukun üstünlüğünü kabul etmiş, insan
haklarına bağlı ve saygılı ülkesindeki vatandaşlar, kendi ülkelerinde 1928'den önce basılmış, yazılmış kitap
ve diğer yazılı metinleri okuyamamaktadır?
YEDİNCİ SORU: Böyle bir cahillik ve kopukluk o ülkenin, o halkın, oradaki devletin yararına ve
hayrına mıdır?
SEKİZİNCİ SORU: Fransa'da bütün (tekrar ediyorum bütün) üniversitelerde başörtüsü serbest,
131
Katolik okullarında serbest, diğer özel okullarda serbesttir. Bizde niçin bütün okul ve üniversitelerde yasaktır?
DOKUZUNCU SORU: Bizdeki büyük medya organları ve bazı ünlü kalemlerin Fransa'daki başörtüsü
yasağını, mutlakmış ve genelmiş gibi göstermeleri halkı aldatmak olmuyor mu? Böyle bir çarpıtma basın
ahlâkına ve insanlık onuruna yaklaşmaktamıdır?
ONUNCU SORU: Türkiye'de fikirleri, inançları, doktrinleri, ideolojileri dünya görüşleri birbiriyle
uyuşmayan, hattâ bazısı birbirine tamamen zıt olan şahısların, zümrelerin, grupların, partilerin hepsi
Atatürkçüdür. Atatürk'ün localarını kapattırmış olduğu Masonlar da su katılmadık Atatürkçüdür. Bu husus
nasıl açıklanacaktır?
ONBİRİNCİ SORU: Birtakım düşmüş kadınlara, esaretin en çirkini olan fahişelik yapmak için üzerinde
TC'li antetler bulunan resmî vesikalar vermek; kadın haklarına, kadın haysiyetine uygun mudur? İslâm'a
saldıran birtakım ilericiler niçin bu çarpıklığı dile getirmiyor, niçin susulmaktadır?
ONİKİNCİ SORU: Ülkemizin en büyük, en güçlü lobisini Sabataycılar teşkil ettiği halde, yakın
tarihimizdeki bütün ihtilâl, inkılap, darbe, büyük değişimlerde onların büyük rolü olduğu halde; okul
kitaplarında, üniversitelerde okutulan tarih kitaplarında tek kelime ile olsun Sabataycılıktan, Sabataycılardan
bahs edilmemektedir. Bu gerçeklerin üstü niçin kapatılmaktadır?
ONÜÇÜNCÜ SORU: Marksist ve çağdaş kesim, Atatürk'ün yakalatıp hapse attırdığı, çok ağır hapis
cezasına çarptırdığı şair Nazım Hikmet'in cesedinin Türkiye'ye getirilip büyük törenlerle bir anıt kabire
konulmasını istiyor. Bu hususta iki sorumuz olacaktır: Böyle bir şey Atatürkçülüğe uygun mudur?.. İkincisi:
Nazım Hikmet'in mezarı vatana taşınırsa, son Padişah Mehmed Vahidüddin'in Şam'daki mezarının da
taşınması gerekmez mi? Böyle bir teklif ve teşebbüs sizlerden destek bulacakmıdır?
ONDÖRDÜNCÜ SORU: Bazı lâikler, bir dernek resmî rakamlardan izin alarak "Bir Milyon Kur'ân
dağıtma" kampanyası başlattı diye son derece rahatsız oldular ve "Modern ve lâik bir Türkiye'de böyle şey
olur mu?" diye yersiz tenkitler yaptılar. Peki bu zevat, misyonerler her yıl milyonlarca İncil, propaganda
broşürü ve kitabı dağıtırken niçin rahatsız olmuyorlar? Yoksa kininiz Kur’anamıdır?
ONBEŞİNCİ SORU: Yabancıların Akdeniz, Ege, Marmara bölgesinde; ev, villa, arsa, arazi satın
alması makul ve normal görülse bile, Kars'ın Ermenistan sınırının karşısındaki arazinin yabancılar tarafından
alınmış olması normal midir? Medyamız, aydınlarımız, yüksek tabakamız bu konuda niçin hassasiyet
göstermemektedir? Yabancıların birtakım sınır bölgelerinde, stratejik yerlerde arazi almaları yarın Türkiye'nin
başına büyük problemler çıkartmaz mı? Vatan topraklarını satmakla, Atatürkçülük uyuşmaktamıdır?
ONALTINCI SORU: Benim televizyonum yok, seyretmiyorum; eski İçişleri Bakanlarından birisi bir TV
kanalında zehir zemberek beyanlarda bulunmuş, ülkeyi kasıp kavuran yolsuzluk, kokuşma, hırsızlık, talan
hakkında korkunç (evet korkunç) ifşaatta bulunmuş. Peki bizim medyamız, aydınlarımız, sorumlularımız bu
konuda niçin hassasiyet göstermiyor? Niçin tepki göstermiyor? Yoksa bazı gerçeklerin gündeme
taşınmasından korkulmaktamıdır?
ONYEDİNCİ SORU: Bazıları Türkiye'nin yakın tarihte çok ilerlediğini, İslâm dünyasının birinci ülkesi
haline geldiğini iddia ediyor. Onlara sormak gerekmez mi? Türkiye ilerledi de niçin Ortadoğu'nun Japonyası
olamadı? Yahut bir Güney Kore veya Tayvan kadar olamadı? Sadece Suriye ve Lübnandan ileri olamk bir
başarımıdır?
ONSEKİZİNCİ SORU: Türkiye üniversiteleri, Türkiye araştırıcıları, edipleri, fikir adamları, filozofları,
insanperverleri bize şimdiye kadar niçin bir tek Nobel veya benzeri uluslararası büyük ödül
kazandıramamışlardır? Bu kısırlığın sebepleri nelerdir? Suç milletimizden mi, yoksa sistemden mi
kaynaklanmaktadır?
ONDOKUZUNCU SORU: Dünyanın bütün medenî, demokrat, hukukun üstünlüğü ilkesini kabul etmiş,
insan haklarına bağlı ülkesinde İslâm fıkıh (hukuk) araştırmaları ve ilmi tertışmaları ve tasvvuf yaşamı
serbesttir de Türkiye'de niçin yasaktır? Atatürk Mason localarını da kapattırmıştı. Onlar açıldı da tasavvuf
hayatından ve İslam ahlakından niçin korkuluyor. Bütün bunlar bir insan hakları ihlâli değil midir?
YİRMİNCİ SORU: İran'da, her evde Kur'ân-ı Kerîm'den ve dini eserlerden sonra bir "Hafız Divanı"
132
bulunur. Hafız onların en büyük millî şairidir. Türkiye'de ise, Türk lisan ve edebiyatının en büyük şairi ve edibi
olan Fuzulî'nin Divanı, binde bir değil, onbinde bir, evde bile bulunmamaktadır. Bu çarpıklığın sebebi nedir?
Kendi geçmişinden ve gerçeklerinden koparılan bir toplum nasıl ayağa kalkacaktır?
YİRMİBİRİNCİ SORU: Açılan her yeni okul bir cezaevi kapatılmasına yol açacaktır edebiyatı
yapılmıştı. Ama bakıyoruz ki, yeni okullar açıldıkça yeni hapishaneler açılması da gerekiyor.
Hapishanelerdeki bu izdihamın sebebi sakın çarpık eğitim ve üniversiteler olmasın? Ülkemizdeki en yaygın
ve en azgın suçları ve sorunların genellikle okumuşlardan ve makam sahibi olmuşlardan kaynaklanması
nasıl açıklanacaktır?62
62
02 Eylül 2004 / Milli Gazete / M. Ş. Eygi
133
AVRUPA’NIN ADALETİ, AHMAKLARIN ASALETİ!
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Başörtüsü mağdurlarının müracaatını reddediyor. Bu zulmü hoş
görüyor, mağdur ve mazlum olan eğer Müslüman ise, boş veriyor…
Aslen Alman olan , sonra Müslümanlığı seçip başörtüsü takan bir İsviçreli bayan öğretmen görevinden
atılıyor…
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruyor ve haksız bulunuyor.
Gerekçe: Öğrencilerini ve çevresindekileri Müslümanlığa dolaylı özendirme ve manevi baskı aracı
haline getirme...
Büyük bir oranı Müslüman olan Türkiye’deki başörtüsü mağdurlarına ise; aynı mahkemenin gerekçesi:
Çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkede bir simge haline gelen başörtüsünün, azınlık üzerinde baskı
unsuru oluşturabileceği...
İşte Barbar Batı budur... Haçlı ruhu budur... İslam düşmanlığı Avrupalının putudur…
Zaten Erbakan Hoca, Batının bu çifte standardını ve kahpe tavrını, bütün dünyaya ve batı uşaklarına
ispatlamak üzere, Refah Davasını Avrupa Mahkemesine götürdü ve şeytanları bile utandıran sonucu
görüldü.
AB, bir aldatmacanın adıdır.
Günlerdir Fransa’da yeniden diriltilmeye çalışılan başörtüsü düşmanlığı ibretle izlenmelidir. Bundan
özellikle Müslümanların ders alması gerekir. Bilhassa “Avrupa Birliği’ne girince Türkiye’de özgürlüklerin
önü açılacak, insan hakları ihlalleri yaşanmayacak.” Beklentisinde olan, hatta siyasi mücadelesini
tamamen bu yola teksif eden insanlar artık yanlış yolda ilerlediklerini anlamalılar.
AB’ne üye ülkelerin tamamı Hıristiyan. AB’nin dedesi sayılan AT asıl itibarıyla dinamik bir Hıristiyan
Birliği olarak kurulmuştur. Daha sonra dönüştükleri AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) bu Hıristiyan
Birliği’nin ekonomik anlamda tamamlanması içindi. AB ise aynı birliğin siyasal anlamda da sağlanmasını
amaçlıyor.
AB fikri bir aldatmacadan ibarettir. Burada esas aldatılan bütünüyle Hıristiyan dünyasıdır. Reform
döneminde zaten yeterince örselenmiş olan Hıristiyanlık inancı günümüzde iki tehdidi bir arada
yaşamaktadır. Tehditlerden birisi siyonizmin Protestanları içten çökertip onları İsrail’in emellerine hizmet
eder hale getirmesi, diğeri ise Avrupa’nın kapısını çoktan çalmış olan dinsizleşme (sekülerizm, ki, bu da
Siyonistlerin onları düşürdüğü bir tuzaktır.) cereyanıdır.
11 Eylül saldırılarıyla başlatılan ve Bush’un ifadesiyle Haçlı Seferi olarak adlandırılan, İslam
dünyasını kuşatma harekatı, İslam medeniyet ve kültürünün hakim olduğu topraklarda bugün tam bir işgal
hamlesi olarak devam ediyor.
Tamamen siyonizmin güdümünde olan bu tehlikeli gelişme şimdi Avrupa’da yeni bir aşamayı daha
başlatıyor. Bu yeni aşamanın adı doğrudan doğruya Müslümanları hedef alan inanç düşmanlığıdır.
Aldatılmış olan Avrupa’nın bizzat kendisi de, Türkiye ve diğer İslam ülkelerini aldatmıştır. İnançlara
gösterdiği toleransı hep önde tutan ve birçok İslam ülkesinde Müslümanlardan esirgenen hürriyetlerin
Hıristiyan dünyasında rahatça kullanıldığı imajını parlatan Avrupa şimdi İslam kültürünün öngördüğü hayat
biçimini yasak listesine alıyor.
AB üyesi milletler bilmeli ki, İslam dünyası ile Hıristiyan âleminin arasına girecek derin husumet
ancak siyonizmin çıkarlarına hizmet edecektir.
Hangi ülkede yaşarsa yaşasınlar, Müslümanlar bilmeli ki, AB’nin, ya da bütünüyle Batı’nın
Müslümanlar için inanç hürriyeti istemelerini beklemek aptallıktır.
Oysa Müslümanlar; en güçlü olduğu ve hakim bulunduğu dönemlerde, ne Hrıstiyan ve Yahudi gibi
kitap ehline ne de Mecusi ve Hinduizme mensup başka dinlere hiçbir müdahalede bulunmamıştır.
Temel insan hakkına aykırı iki durum hariç:
1-Mısır’da, Nil nehri taşıp etrafa zarar vermesin diye, batıl ve barbar bir hurafe gereği, her sene kura ile
134
seçilen bir gencin kurban edilip, boğulmak üzere suya atılması Hz. Ömer döneminde kaldırılmıştır.
2-Ve Hindistan’da asırlar boyu uygulana gelen “ölen kocasıyla birlikte karısının da öldürülüp yakılması
ve küllerinin Ganj Nehrine atılması” vahşetini yasaklamıştır.
Şimdi batılı hukukçulara ve yerli gâvurcuklara soralım:
Başı örtülü bir kadın, başı açık olanlara... Veya dininin emrettiği şeklinde örtünen bir Müslüman
çevresindeki başka din mensuplarına “dolaylı baskı” uygulamış oluyor da,
Peki; başı-kıçı açık bir kadın, Müslüman olanlar üzerinde bir baskı oluşturmuyor mu?
Hatta Müslümanları günaha soktuğundan ve genel ahlak ve asayişi bozduğundan dolayı, asıl onların
suçlu ve sorumlu tutulması gerekmiyor mu?
“AB’ye girince bütün sorunlarımız çözülecek... Batı uygarlığı ve Avrupalı ağalarımız sayesinde refaha
ve huzura erişilecek” diyen AKP’li yetkisiz ve etkisiz yöneticiler ve bu iktidarsız iktidardan medet ve inayet
bekleyen seçmenler hala gerçeği görmüyor mu?
Ve daha açık konuşalım: Bu toplum, Erbakan Hoca’ya ve Hükümetine gösterdiği nankörlüğün cezasını
çekmiyor mu?
Bedel ödemeden olur mu?
Son günlerin tartışma konularından biri de AKP Genel Başkanı Erdoğan’ ın bedel ödeme
konusundaki sözleri.
Basında önce Erdoğan’ın “Biz Hükümet olarak bedel ödemeye hazır değiliz” şeklindeki sözleri yer
aldı.
Sonra da Erdoğan’ın yanlış anlaşıldığı yolundaki açıklaması basında yerini buldu.
AKP Genel Başkanı Erdoğan nasıl yanlış anlaşıldığını şu sözlerle anlatmaya çalışıyordu:
“O sözlerim yanlış anlaşıldı. Ben bu çocuklara, ailelere bedel ödettirmem dedim. Bu sözlerim
bedel ödemem şeklinde anlaşıldı.”
Evet, bedel ödeme konusundaki sözleri böyle.
Kimin bedel ödeyip ödemeyeceği bizim için önemli değil.
Önemli olan birilerinin bedelini ödemeden bir şeylere sahip olmaya çalışması!
Yağma yok!
Bu devirde bedelini ödemeden adama bir lokma ekmek bile vermezler.
Ne istiyorsan, neye talipsen bedelini ödemek durumundasın.
Ne var ki, son günlerde bu söz yani bedel ödemeyiz ya da bedel ödettirmeyiz sözü çokça kullanılır
oldu!
Bunu akıllı politikanın bir gereği gibi takdime çalıştılar.
Ama böyle bir takdimin içine girdiklerinde aynı zamanda beleşçi durumuna düştüklerinin de farkına
varmadılar.
Bu dostlarımıza göre, daha önce mensubu oldukları partilerin yönetici kadroları hatalı davrandıkları için
bedel ödeme durumunda kalmışlardı kendileri ise böyle bir duruma düşmeyeceklerdi!
Bu ne basit, bu ne ucuz bir düşünce biçimidir.
Herhangi bir şeye bedelini ödemeden ulaşmayı düşünmek beleşçilikten başka ne olabilir?
Bir lokma ekmek ile bir yudum suyun bile bir bedelinin olduğu günümüzde, insanlar elbette ulaşmak
istedikleri şeyin bedelini ödemek durumundadırlar.
Ne kadar bedel öderlerse o şey o kadar kendilerinin olacaktır.
Bedel ödemekten ne kadar sakınırlarsa o şey o kadar kendilerinden uzaklaşacaktır.
Cennetin de bedeli vardır, cehennemin de bir bedeli vardır.
Cennetin bedelini ödemekten sakınanlar ya da kaçınanlar farkına varmadan cehennemin bedelini
ödemeye başlamış olurlar.
İktidar olmanın da bir bedeli vardır.
Bu bedel kendilerini iktidara taşıyan insanların beklentilerine olumlu cevap vermektir.
135
Sudan bahaneler ile yan çizmemektir.
Bilmem anlatabiliyor muyuz?63
Türkiye’ye yönelik ABD ve İsrail kuşatması
İstanbul’da yapılan NATO zirvesinden sonra ortaya yeni gelişmeler çıkmaya başladı. Bu gelişmelerden
birincisi, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında Türkiye’ye verdiği “merkez ülke” rolüdür.
Bu rol ile birlikte Türkiye’nin ABD’nin küresel saldırı projesinde aktif rol yükleneceği kesindir. ABD’nin
“Global Defense Posture” diye isimlendirdiği “Global Savunma Konumlandırması”nın artık topyekun bir
saldırı projesi olduğu da açıktır. ABD, bu çerçevede Türkiye’den yeni üs ve limanlar istemekte, bunları
isterken de Meclis’i devre dışı bırakıp sadece hükümetin vereceği kararla hareket etmeyi hedeflemektedir.
Bugünlerde Ankara’da bunların pazarlıkları yapılıyor... Ne Meclis’e bilgi veriliyor ne de iktidar
milletvekilleri olan bitenden haberdar... ABD Başkanı Bush’un NATO zirvesine gelirken çantasında getirdiği
“talepler listesi”, Genelkurmay ile Dışişleri yetkilileri tarafından inceleniyor...
Talep listesinin “incelenmesi” göstermelik, çünkü ABD tüm taleplerinin “eksiksiz” olarak kabul
edilmesini istiyor... Hükümetin bu isteğe direnmesinin söz konusu olmadığı da zaten biliniyor...
ABD, küresel saldırı projesinde Türkiye’yi kuşatırken, İsrail’de boş durmuyor... Kuzey Irak’taki “İsrail
varlığı” doğrudan Türkiye’yi tehdit ediyor...
İsrail’in Kuzey Irak’ta peşmergelere askeri eğitim verdiğinin ortaya çıkmasından sonra şimdi bir başka
gerçeği daha öğrendik... Fransız Le Figaro gazetesi, 2 binden fazla PKK-Kongra Gel militanının İsrail gizli
servisi MOSSAD tarafından eğitildiğini ortaya çıkardı... Gazete ayrıca PKK militanlarını ABD’nin koruduğunu,
önümüzdeki aylarda eğitilen bu teröristlerin Türkiye’ye yönelik eylem yapabileceklerini de yazdı...
Bir yandan ABD, diğer yandan İsrail...
İkisi de altımızı oymaya çalışıyor, biri ülkemizi işgalin merkez üssüne çeviriyor, diğeri terör odaklarını
besliyor, ülkemizin kaosa sürüklenmesi için çaba harcıyor...
Başbakan ise ABD’ye “stratejik ortak”, İsrail’e “Yahudi dostlarımız” diyor!..
Başbakanın “ortağı ve dostu” olan iki ülke, şimdi elele verip bizi mezara koyuyorlar!
Bunu görecek basiret, dirayet ve feraset sahibi olmadıkları için Türkiye’ye yönelik derin kuşatma her
geçen gün biraz daha daralıyor...
Bu kuşatmayı yarmak için Bush’un ya da Şaron’un “dostu” değil, “hidayet” sahibi olmak gerekiyor!64
Şu hale bakın: İsrail Gazeteleri; İsrail Savunma Bakanlığı Türkiye raporuna dayanarak : “ AB
Türkiye’ye tarih vermezse, askerlerin darbe yapacağını” yazdı.
Fransız La Figaro Gazetesi de : “ABD, 2000 PKK’lıyı, Kuzey Irak’taki İslami oluşumlara karşı
kullanmak üzere besliyor, destekliyor.
Ve İsrail Mossad ajanları PKK militanlarını eğitiyor” iddiasını tekrarladı ve ilgili belge ve görüntüler
yayınladı.
Ama, Recep T.Erdoğan, Teke Tek programında sık sık “Bizim Yahudi dostlarımız” ifadesiyle İsrail’e
yaranmaya çalıştı. Filistin sorunu ile ilgili İsrail’e yönelttiği “Devlet Terörü” ifadesiyle “Terörist Devlet” demek
istemediğini anlattı. Başörtüsü ve İmam-Hatip zulmü konusunda ise, sanki tek başına bile anayasayı
değiştirecek çoğunlukta bir hükümetin başbakanı değil de, sıradan bir derneğin zavallı başkanı gibi
“Amerika’da Vakıf Üniversitelerinde başörtüsü sorunu yok” diyecek kadar duyarlılığını ve tutarlılığını, cesaret
ve dirayet ayarını ortaya çıkardı...
Hele şükür ki, Allah’ın rahmet ve inayeti, çoğunluğun gayret ve samimiyetinden ziyade, bir avuç
mazlum ve mağdurun duası bereketi ve asıl kendi izzet ve azameti gereği tecelli etmektedir...
Bediüzzaman Hazretlerinin “Hak dinini ve adalet düzenini hakim kılmak ve böylece rahmet ve
nimetlerini herkese tattırmak için Allah her zaman liyakata bakmaz... Bazen de ihtiyacada bakar” tespiti
oldukça önemlidir.
63
64
Milli Gazete / 14 Tem 2004 Z. Ceylan
Milli Gazete / 14 Tem 2004 / A. ÖZKAN
136
Yani bir toplum, rahmet ve adalet düzenine ve İslam Medeniyetine layık olacak gayret ve hizmeti
göstermese de, Cenabı Hak insanların ihtiyacına ve mazlumların feryadına merhameten de, sebeblerini halk
ederek ve bir avuç sadık dava ehline nusret ve fırsat vererek, hak nizamı hakim kılabilir. Ve inşallah bu
günler gelmektedir.
Vatanını ve bağımsızlığını, yani kendi varlığını İslam inancına ve Müslüman vatandaşına borçlu olan
bir devlet, kalkıp kendi insanlarının inancının gereği olarak örtündüğü başörtüsünü zorla çıkartır ve onlara
üçüncü sınıf vatandaş gibi davranırsa, o düzenin yıkılması zaten mukadderdir...
Sonuç: Artık hükümetler değil, bütünüyle bu bozuk düzen ve düşünce değişmedikçe, çekilen bu zulüm
ve zillet devam edip gidecektir.
Ayrı mezhep ve meslekten... Farklı din ve düşünceden... Değişik kültür ve kökenden, bütün
insanlarımızın güveneceği, övüneceği ve dünyaya örnek göstereceği bir düzen kurulmadan... Bu köhnemiş
ve ruhları köleleştirmiş bataklık sistemi kurutulmadan, huzur ve refaha kavuşmak mümkün değildir.
Allah aşkına : Devlet niye vardır?.. Hükümet niye kurulmalıdır? Hukuk ve adalet niye lazımdır?
Her halde toplum hayatını zorlaştırmak için değil , kolaylaştırmak için..Ortalığı karıştırmak ve sorun
çıkarmak için değil , yatıştırmak ve barıştırmak için...
Ama maalesef bizde bunların tam tersi yapılmaktadır. Bu yüzden vatandaşın devlete, hükümete ve
adalete güveni kalmamıştır. Bir millete, bir ülkeye bundan daha büyük bir kötülük yapılabilir mi? Bilmiyorum.
Emin olun; şimdi hiç devlet, hükümet, hukuk olmasa, bazen milletimiz kendi kendine daha rahat uyuşur
ve daha huzurlu yaşar diye düşünüyorum. Hrıstiyanı Müslüman’ı, dindarı kalenderi, örtülüsü örtüsüzü,
Alevi’si Sünni’si asırlarca birlikte ve barış içinde zaten yaşamışız ve bunu yine başarırız.
Ancak devleti ve düzeni ele geçirmiş nesebi karışık hain ve zalim bir avuç otokrat... Bunlara kâhyalık
ve katiplik yapan vicdanı kiralık bir avuç sivil ve asker bürokrat... Kafası karanlık , kalemi satılık , marazlı
medya ve aydın geçinen bir zümre edepsiz ehli edebiyat!.. Evet, işte bunlar, daha rahat balık avlamak için
duru suyumuzu durduk yere sürekli bulandırmaktadır.
Bu yüzden devlete, hükümete, mahkemeye güveni kalmayan vatandaş, hak aramak ve haysiyetini
korumak için; yılandan kaçarken çıyana tutulmak misali, maalesef bu sefer mafyaların, Masonların, PKK’nın
ve Hizbullah’ın tuzağına kapılmaktadır.
ŞİİR
Sakız olmuş ağzında , “toplumsal mutabakat !”
Korkaklığın kılıfı : “Konsensüs, ortak payda !”
Gözü açık geçinir, sırıtıyor hamakat
Adam vitrin mankeni , halk anlamaz , ne fayda..!
Başörtüsü başına bela (!) olmuş adamın...
Sonundan ibret almaz, Amerkancı Saddam’ın
Kurulmuş robot gibi, attığı her adımın
Kendi burada görünür , kumandası New York’da!..
Mağdurlara nasihat, Gavur Bush’a papatya...
Yahudi ödül verir, Hrıstiyan madalya…
Milano’ya gidiyom, çok beklersin Malatya
On beş ülke gezmişim , vallahi bir tek ayda!..
137
Bedel ödeyemeyen, kedi kadar olamaz
Belki “boşbakan” olur, O iktidar olamaz...
Milli Gömlek çıkaran, hiç payidar olamaz
Ayaklar yerde amma , aklı daim uzayda!..
138
İSRAİL’İN NATO’SU, İBLİS’İN ŞATOSU
“NATO İstanbul Zirvesi” vesilesiyle, 10–19 Temmuz 1995’te Sırplar tarafından “Bosna Savaşı”
sırasında Bosna’da gerçekleştirilen “Srebrenitsa Katliamı”nı hatırladık. Neden? Çünkü Sırplar binlerce
Müslüman Boşnak’ı katlederken NATO oradaydı!.. Müslümanlar katledilirken NATO askerleri
oradaydı!..
Bu sefer de aynı NATO’nun Zirvesi İstanbul’da yapıldı!..
Aradan bu kadar yıl geçtikten sonra, bugünlerde, Bosna Sırp Hükümeti, “Srebrenitsa Katliamı”nı ilk
kez resmen kabul etti! Gazetelere yansıyan haberlere göre, Bosna Sırp Hükümeti’nin, Bosna-Sırp
güçlerinin 1995 yılında Srebrenitsa’da “binlerce Boşnak’ı öldürdüğünü” ve “öldürenlerin suçlarını
sakladıklarını” ilk kez resmen kabul ettiği bildirildi.
“Bosna Savaşı” sırasında işlenen savaş suçlarını araştırmak üzere geçen yıl kurulan “Hükümet
Komisyonu”nun yayımladığı raporda, komisyonun 10-19 Temmuz 1995’te, binlerce Boşnak’ın “uluslar
arası insan hakları ihlâl edilerek öldürüldüğünü” belirterek, bu raporun Bosna-Sırp Hükümeti
tarafından kabul edildiği kaydedildi. Sözkonusu katliama -NATO askerleri orada olduğu halde- askeri
birlikler, polis birlikleri ve Bosna-Sırp İçişleri Bakanlığı’na bağlı özel birliklerin katıldığının belirtildiği
raporda, ayrıca, katliam kurbanlarının gömüldüğü, daha önce bilinmeyen 32 yeni toplu mezar bulunduğu
açıklandı.
Bosna’daki Sırp yetkililer, bugüne kadar 7000 (yedi bin) den fazla kişinin ölümüne neden olan
“Srebrenitsa Katliamı”nı kabul etmeye yanaşmamıştı…
Bosna’da 1992–1995 yılları arasında yaşanan “Bosna Savaşı”nda öldürülenlere ait yüzlerce toplu
mezar bulunmuş, mezarların katliamları gizlemek üzere başka yerlere taşındığı ortaya çıkmıştı…
İşte, artık resmen kabul edilen bu katliam yapılırken, Müslüman Srebrenitsalı Boşnaklar sözde
NATO askerlerinin himayesinde bulunmaktaydı!.. Bu sözde himaye(!)ye rağmen, Bosnalı Boşnaklar
katledildi, toplu mezarlara gömüldü, bu mezarlar gizlendi, kadınların ırzlarına geçildi… Hattâ, daha sonra
NATO askerleri ile bizzat NATO Kuvvetleri Komutanı’nın da bu ırza geçme eylemlerine katıldığı
anlaşıldı…
NATO “Srebrenitsa Katliamı”nda oradaydı!.. Ama Müslümanların değil, barbar Sırpların
yanındaydı.
ABD’nin öncülüğünde G-8 ülkeleri tarafından ortaya konan “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika
Projesi”nin (GOKAP) askerî temelleri “NATO İstanbul Zirvesi”nde atılacak. “İstanbul İşbirliği İnsiyatifi”
adıyla anılan NATO diyalog programı, Ortadoğu ülkeleri ile askeri işbirliğine imkân sağlayacak… Zirvede,
G-8’in “Kuzey Afrika” olarak andığı Akdeniz’e komşu Müslüman ülkeler ile NATO arasındaki “Akdeniz
Diyaloğu” süreci de “ortaklık” konseptine taşınacak… NATO ülkeleri, GOKAP’ın hedeflediği siyasi fikir
altyapısının askeri benzerini İstanbul’da açıklayacak… Zirvede, başta Körfez ülkeleri olmak üzere
Ortadoğu’ya “güvenlik konularında ortak anlayış ve işbirliği” çağrısı yapılacak… Nitekim, AB’nin
Akdeniz ülkeleri ile yürüttüğü siyasi işbirliği sürecinin askeri uzantısı “NATO Akdeniz Diyaloğu” olarak
konmuştu… NATO ülkeleri, siyasi ve askeri işbirliğinin birleştirilmesi peşinde… “NATO İstanbul
Zirvesi”nde, “Akdeniz Diyaloğu”na katılan Mısır, Cezayir, Ürdün, Moritanya, Fas, Tunus ve İsrail (Evet,
yanlış okumadınız “İsrail”); ve de tabi ki AKP Hükümeti yönetimindeki Türkiye, yeni ve ileri bir ortaklığa
gidilmesini onaylanacak!.. NATO ve Batı dünyası, Bosna ve Balkanlar’da döktüğü kanlara doymamış
görünüyor…
NATO “Srebrenitsa Katliamı”nda oradaydı; Bu sefer ve AKP’nin sayesinde, aynı NATO’nun
Zirvesi İstanbul’da yapıldı!..
BATI dünyası; ABD, AB, BM, NATO veya herhangi bir isim altında BOP, BİP veya GOKAP
projeleriyle, eski OSMANLI topraklarına hükmetmeye hevesleniyor. Ancak, bu hakimiyeti katliam, soykırım,
139
tecavüz, işkence vs. ile gerçekleşemeyeceğini bir türlü anlamak istemiyor…
Zulüm ile âbâd olunmaz. Zulüm ile âbâd olanın sonu berbâd olur...
OSMANLI buralara beş asır hükmetti? Nasıl ve neden? Kısaca özetleyelim:
“Osmanlılığın asıl mahiyeti ve marifeti, çeşitli din ve kökenden oluşan bir alay halkın, birbirinin
kanının akmasına meydan bırakmak şöyle dursun, hattâ bunları bir milliyet ve belki bir siyasî kardeşliğe
bağlamak meselesidir. Böyle güzel bir topluluğun, insanları gerçekten mutlu edebileceği ve bütün
dünyanın Osmanlı himayesine can atacağı da kuruluşunun başında her tarafça kabul edilmişti… Halk da
bir kere ‘Osmanlılık’ ünvanı altında saklı olan medeniyet nimetini ve hürriyeti görünce ve siyasî genel
kardeşlik tadını tadınca, dünya saadetinin olsa olsa bundan ibaret olabileceğine inanarak candan ve
gönülden Osmanlı olup kalmışlardır.” (Ahmet Mithat Efendi, Üss-i İnkılâp, c.1, s.33)
Ne diyorduk? Tekrar hatırlayalım.
NATO “Srebrenitsa Katliamı”nda oradaydı!..
İşte, bu sefer aynı NATO’nun Zirvesi İstanbul’da!..65
NATO taşeron olarak kullanılıp tüm İslam çoğrafyasını ABD ve İsrail’e bağlamaya çalışmaktaydı.
Recep T. Erdoğan’ın AKP hükümeti ise, Türkiye’yi NATO’nun bir karakolu yapma sevdasındaydı…
Bari Tayip ve Güllerin sonu, Türkiye’yi NATO’ya sokanlar gibi olmasaydı!?...
Evet, bu NATO Siyonist Yahudilerin ve İsrail’in hizmetkarıdır.
“Suikast hastalığı”yla bilinen Mossad’ın, Kürtlerden oluşturduğu suilast timlerini kime karşı, nerede
kullanacağı ve hangi tür provokasyonları örgütleyeceği, geçtiğimiz 10 yılda Türkiye’de yaşadığımız
suikastlerden ortaya çıkmaktadır.
Önce Çekiç Güç’ü hatırlayalım. 1. Körfez Savaşı’nda bölgede oluşan boşluğu doldurmak için, 1993’te
göreve başlayan ve görev süresi 2. Körfez Savaşı sonrasına kadar TBMM tarafından sürekli uzatılan ve
nihayet Erbakan hükümetinin dirayetiyle evine gönderilen, sözde çokuluslu olan Çekiç Güç, Kuzey Irak’ta;
hem bir Kürt devleti oluşturulması, hem de otorite boşluğu meydana getirerek terör örgütü PKK’ya
lojistik destek sağlaması doğrultusunda, hem Mossad, hem de CIA tarafından, Ankara by-pass
yapılarak kullanıldı!
Çekiç Güç-PKK ve ABD-İsrail ilişkileri sanıldığı ve sunulduğu gibi değildi, Çekiç Güç’ün
göründüğünden farklı “pis ve karanlık hedefleri” olduğunun göstergesi ise Çekiç Güce karşı çıkan bazı
önemli askerlerin ortak akıbetleriydi. Ortak özellikleri Çekiç Güç’ün gitmesini isteyen bu isimler “fail-i
meçhul” kurbanı oldular. Korgeneral olan Hulusi Sayın ve İbrahim Selen’in ikisi de Güneydoğu’da
Jandarma Bölge Asayiş Komutanlığı yaptılar ve iki emekli korgeneral de Çekiç Güç’e karşıydılar.
Çekiç Güc’ün gitmesi gerektiğini belirten Jandarma Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis uçak kazası süsü verilen
bir sabotaja kurban gitti. Eşref Bitlis’in en güvendiği kişilerden ikisi, Bitlis’in Güneydoğu’daki özel kadrosunda
yer alan Emekli jandarma Binbaşı Cem Ersever ve onun yakın arkadaşı Yüzbaşı Mustafa Deniz de faili meçhul cinayete kurban edildiler. Bu ikisi de Çekiç Güç’ün bölgedeki varlığına karşıydı. “Yeşil”in bu
isimleri öldürttüğü medyada pompalandı ve Mossad temize çıkartıldı. Yeşil de kayıplara karıştı. Lice’de
Tuğgeneral Bahtiyar Aydın, Süleyman Demirel’in deyimiyle “bir kör kurşunla” can verdi. Bahtiyar
Aydın’ın da en önemli özelliği Çekiç Güç’e karşı çıkmasıydı. Suikastlara kurban giden askerlerin bir
diğer özellikleri, “Kürt Sorunu”na “mümkün olduğunca barışçı çözüm” bulunması gerektiğini
savunmalarıydı.
“Dağları
bombalamakla,
bölgedeki
savaşı
bu
biçimde
yürütmekle
bir
şey
kazanılmayacağına inanan” insanlardı. “Bölgeden Amerikan ve İsrail uzantılarının kaldırılmasını ve Türkler
ve Kürtler arasında kardeşlik temelinde bir birlik kurulmasını” savunuyorlardı. Uğur Mumcu’nun ölümünden
önce yine Kürt sorunu ile ilgilendiğini ve çok önemli bazı bilgiler ele geçirdiğini açıklaması ilginçti. Mumcu,
Mossad’ın yalnızca Kuzey Irak’taki değil, Türkiye’deki ayrılıkçı Kürtler’le de olan ilişkisini çözme
yolundaydı. PKK elebaşısının MİT ile irtibatını kanıtlayan belgeyi eski asker ve milletvekili olan Baki
65
Milli Gazete / 26 06 2004 / R. Nuri Erol
140
Tuğ’dan
almış
ve
bunu
Ankara
temsilcisi
5
gazeteci
arkadaşıyla
paylaşmıştı.
Suikastla
öldürüldüğünde medya yine hep bir ağızdan “İslamcı teröristler”den söz etmeye başlamıştı!
Ülkemizde dindar kesimlere karşı sürekli kullanılan provokasyonlardan Jak Kamhi suikast girişiminin yanı
sıra, Çetin Emeç ve Muammer Aksoy cinayetleriyle de ilgili bazı ilginç bilgiler hep göz ardı edildi. Bu iki
suikast kullanılarak sürekli İran ve Suriye bağlantısı kurulmak istendi. İsrail’in İran ve Suriye ile aramızı
bozmak için kullandığı provokasyonlar bunlarla sınırlı değildi. MİT kontrollü olduğu ileri sürülen, hatta Yeşil’in
Batman’da elemanlarını eğiterek PKK’ye karşı kullandığı varsayılan Türk Hizbullah’ının İran ve Lübnan
Hizbullah’ı ile ilişkide olduğu ve Hizbulterörü İran’ın tezgâhladığı medyada çok yazıldı çizildi. Ama üzerine
gidilmedi.
Türk Hizbullah’ının nereden çıktığını bilmeyen İran ve Lübnan Hizbullahları’nın bu oyunda Mossad’ı
işaret etmesi alaya alındı, es geçildi. Hizbullah içinde tespit edilen Müslüman gözüken Yahudi asıllı
Amerikalılardan medyamız hiç bahsetmedi! 1996’dan başlayarak Mossad’ın MİT ile ilişkilerini geliştirmesi
bazı kesimlerce yadırganırken medyamız nedense gururla bahsetti. Doğu bölgemizde 3000 casusun faaliyet
gösterdiği Emniyet ve MİT raporlarına yansıdı, ancak bunların yakalanıp sınırdışı edilmesi hiç gündeme
gelmedi. Mossad’ın ülkemizde üst düzey askerlere kadar suikast gerçekleştirdiği iddiaları ayyuka
çıkmışken, 28 Şubat dönemi öncesi ve sonrası, bugün tasfiye edilen “postmodern cunta” ekibinin
aracılığıyla İsrail ile 5 milyar doları bulan silah alım anlaşmaları imzalandığı hep gizlendi.66
İsrail, 50 yıldır Kuzey Irak’ta
Mossad, Kürtlerin Ortadoğu çapında istihbarat sağlama ve istikrarsızlık yaratma, dolasıyla İsrail’in
çıkarlarına hizmet etme gücünün farkına 1950’lerin sonunda vardı.
Özellikle Irak’ta bir başlayıp bir biten Kürt isyanları, İsrail’in bölgeye ilişkin ‘büyük resim’ine cuk
oturuyordu. İlk adım 1958’de atıldı; İsrail, Bağdat hükümetine karşı mücadelelerini canlandırabilmeleri için
Kuzey Irak’taki Kürtleri İran Şahı’yla işbirliği içinde yavaş yavaş silahlandırıp eğitmeye başladı. 1963’te
yardımın boyutları artırıldı, o tarihe kadar bölgeye ara sıra silah sevkıyatı yapılır ve birkaç kişilik bir istihbarat
birimi bulundurulurken o tarihten sonra bölge silaha boğuldu ve askeri danışmanların da ardı arkası
kesilmedi. Tüm bunlar İran üzerinden gerçekleştiriliyordu. Tahran’da İsraillilerle Kürt politikacılar arasında
toplantılar yapılıyordu. Bu toplantılardan birinde alınan bir karar doğrultusunda 1965’te İsrailli askeri
eğitmenler Kürdistan dağlarında Kürt subayları için ilk kursu düzenledi. İsrail ayrıca Kürtlere ayda 50 bin
dolar veriyordu. Molla Mustafa Barzani 1967 ve 1973’te İsrail’i ziyaret etti. 1975’te İran, Irak’la arasını
düzeltince İsrail’in Kürtlere her türlü yardımı kesildi. Bu, Kürt isyanının sonu demekti, çünkü tüm İsrail yardımı
İran üzerinden yapılıyordu. Mossad tarafından terk edilmiş olsalar da Kürtler İsrail’le sınırlı işbirliğini
sürdürdü, özellikle de İran-Irak Savaşı sırasında. Körfez Savaşı’nda Irak Scud’ları İsrail’i vurmaya başlayınca
İsrail’le Kürtlerin ilişkileri yeniden canlandı... 67
İstihbarat Çekişmesi
Bağdat'taki Ebu Garib hapishanesindeki işkence skandalını ortaya çıkaran Hersh, İsrail istihbarat ve
askeri yetkililerinin şu sırada KUZEY IRAK’TA AYRILIKÇI KÜRTLER’LE BERABER ÇALIŞTIĞINI ve bazı
OPERASYON’lar için KUZEY IRAK’A GİRDİĞİNİ belirtti.’... İsrailli ajanların Kuzey Irak’ta Kürtler’e askeri
eğitim verdiği iddiasını ortaya atan Amerikalı gazeteci Hersh tekrar açıklama yaptı, İsrail’in Türkiye’ye
doğruları söylemediğini öne sürdü... Irak’ta ayrılıkçı Kürtleri destekledikleri iddia edilen İsrail’in mevcut
yetkilileri, Başkan Bush’un yakın çevresiyle de oldukça samimidirler. Mesela; Kuzey Irak’a gidip oradaki Kürt
gruplarla temas kuran, bağımsız Kürt devletini savunan ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz’in
Yahudi lobileri ile ilişkisi malumdur... Kısacası, iddia o ki; Amerika içindeki dengelerde, sağduyulu davranan
Amerika’nın askeri kanadı, Ortadoğu’daki politika tarzını beğenmedikleri Bush’a sessiz bir darbe başlatmıştır.
66
Tercüman - 25.6.2004/Nuh Gönültaş
67
Radikal - 25.6.2004 / Erdal Güven
141
Askere yakınlığıyla bilinen gazeteci Hersh’in haberlerine bu çerçeveden bakınız... 68
Sabah Şerifleri Hayrolsun!
Herkese “Günaydın” demek lazım. Çünkü, sonunda İsrail’in, Kuzey Irak’taki Kürtlerle ilişkilerini
keşfettik. Elbette bu işler resmen yapılmaz. Yapana da ya “aptal” derler, ya da ABD usulü kafalarına çuval
geçirirler!
Ve maalesef bunun farkına biz varamadık. Tabii, aslında bunu biz yapmadık. ABD’linin biri, Kuzey
Irak’taki peşmergelerin İsrail tarafından eğitildiğini yazdı. Biz de uyandık. Üstelik, tam olarak kendimize
geldiğimiz söylenemez. Hâlâ içimizde “acaba?” sorusunun peşinde koşanlar var. İsrail’in Ankara Büyükelçisi
ise, “yalan” diyor: -Bizim, Kuzey Irak’ta resmi bir faaliyetimiz yok. Eğer, böyle bir faaliyetimiz olursa, bunu da
Türkiye’ye bildiririz. Büyükelçi doğru söylüyor... Yaptığı açıklama, son derece samimi... Bu sözlerin altına ben
de imzamı atarım. Elbette bu işler resmen yapılmaz. Yapana da ya “aptal” derler, ya da ABD usulü kafalarına
çuval geçirirler! İsrail’in Ankara Büyükelçisi haklı... Ortada “resmi” bir faaliyet yok!. İsrail, Kuzey Irak’ta
paravan şirketler kullanıyor... Değişik isimler ve unvanlar altında faaliyet gösteriyor. Bu işi yapanların
tamamının ortak bir özelliği var. Büyük bir bölümü eski MOSSAD ajanı. Diğerleri de MOSSAD’la ilişkili.
Adamlar enayi mi, bütün bu işleri açıktan yapacaklar? 69
Siyonist Yahudisi ve Amerikan kahbesi böyledir. Hıyanet ve cinayetlerini merlikle ve resmen
yapmazlar… Sürekli paravan ve hatta Müslüman adresler kullanırlar!..
BOP’un Perde Arkası:
Soğuk Harp dönemi 1990’lı yıllarla birlikte bitmiş ve yepyeni bir dönem başlamıştır. Bu yeni dönemde
global elitlerin (müstekbirlerin) genel olarak insanlığın önüne getirdiği proje Yeni Dünya Düzeni (YDD)
projesidir. Özelde ise, içinde bulunduğumuz bölgeye önerilen proje Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ya da
Genişletilmiş Ortadoğu Projesidir (GOP). Ancak bölge halkları, bunun aynı zamanda bir Büyük İsrail Projesi
(BİP) olduğu konusunda da hemfikirdirler.
Bu proje, meşhur ifadesiyle BOP, uygulandığı zaman bölgenin nihai görünümünün ne olacağı
hakkında henüz tam bir bilgi sahibi değiliz. Ancak yapılanlar ve söylenenler, aşağıdaki konularda ve İsrail’in
amaçları doğrultusunda, değişiklikler olacağını çok net bir şekilde ortaya koymaktadır. Şimdi bunları kısaca
teker teker inceleyelim.
1. Haritalar Değişiyor
Bu proje ortaya konulduğu zaman Bush’un savunma danışmanı C. Rise Büyük Ortadoğu’da 22 ülkenin
haritası değişecek demişti. Fas’tan Afganistan’a kadarki bölgeyi de Büyük Ortadoğu olarak tanımlamıştı.
Daha sonra gerek C. Powel ve gerekse diğer yetkililerin ifadeleri bunu daha da pekiştirdi.
Tabi onlar 22 ülke diyorsa, bölge insanı olarak bizim bunu 50 küsur ülke olarak algılamamız gerekir.
Çünkü yapılanlar, söylenenlerin çok çok ötesinde bir hazırlık olduğunu gösteriyor. Şimdilik, Afganistan ve
Irak işgal edildi. Öyle görülüyor ki bu iki ülkenin toprakları üzerinde 5-6 küçük devlet planlanıyor. Belki de
bölgede oluşturulacak sayısız küçük ve kontrol edilebilir devletlerden bir büyük ve gevşek federatif
imparatorluk oluşturulmaya çalışılıyor.
Tüm bu gelişmeler bize, BOP’un bölgede büyük ve güçlü hiçbir devleti istemediğini gösteriyor.
Dolayısıyla İran, Mısır ve Suudi Arabistan’ın olduğu kadar Türkiye de BOP’un stratejik hedefleri arasında
bulunuyor.
2. Enerji Kaynakları; Sahipliği El Değiştiriyor
Bölgede var olan petrol ve doğalgaz kaynakları sahipliği el değiştiriyor. Bölge petrol ve doğalgazının
neredeyse yüzde 40’ını oluşturan Irak’ın kaynakları el değiştirdi. Bunun yanısıra Afganistan’da var olan
zengin Uranyum yatakları sahipliği de el değiştirdi.
Böyle giderse, içinde bulunduğumuz yüzyılda enerji kaynakları tamamen global elitlerin kontrolüne
68
69
Akşam - 25.6.2004 / Güler Kömürcü
Tercüman - 25.6.2004 / Emin Pazarcı
142
girecektir. Dolayısıyla, mal ve hizmet üretim maliyetlerinin önemli bir kısmını oluşturan enerji fiyatlarının
kontrolü de Hıristiyan Siyonistlerin ve Siyonist yahudilerin elinde olacaktır. Bu durum da dünya pazarlarında
global elitlerin hakimiyetini koruyacağını gösterir. Neticede bütün insanlar belli bir global rantiye sistemi
içerisinde köle gibi çalışmak mecburiyetinde bırakılacaklardır.
Unutmamak gerekir ki; içinde bulunduğumuz yüzyılda yeni enerji kaynaklarından biri (hidrojenin açığa
çıkarılmasından elde edilecek enerji) de bor tuzlarıdır. Dünya bor tuzları rezervinin yaklaşık yüzde 75’i
Türkiyemiz’dedir. Bu da ülkemizin BOP’un stratejik hedeflerinden biri olduğu tezini daha da kuvvetlendirir.
3. İleri Teknoloji; Kontrol Altına Alınıyor
Bugün, gerek Uluslararası Atom Ajansı ve gerekse diğer kuruluşlar vasıtasıyla yüksek ve ileri teknoloji
kontrol altına alınıyor. Özellikle BOP alanında nükleer, kimyasal veya biyolojik güç istenmiyor. Bu husustaki
bütün kontroller ve baskılar bölge ülkeleri üzerinde yapılırken, İsrail’e bu konuda hesap sorulamaması da BİP
tezine kuvvet katıyor. Türkiye dahil, bölge ülkeleri bu konuda tamamen ablukaya alınmış gözükmektedir.
Örneğin, ülkemizde üretimi yapılan F-16 uçaklarının birçok elektronik aksamının “hazır” gelmesi veya “dostdüşman tanıma sistemleri” (Friends and Foe Recognition Systems) gibi yazılıma dayalı sistemlerin dahi
“hazır” gelmesi Türkiye’ye güvenilmediğinin açık göstergesidir. Dahası, ne ilginçtir ki, ülkemiz ne zaman
nükleer enerji üretim santrali çalışmaları başlatmak istese, bu çalışmalar bazı tesadüfler (!) eseri akim
bırakılmıştır. Örneğin Özal’ın başbakanlığı döneminde yapılmak istenen çalışmalar finansman yetersizliği ve
alternatif çalışmalara (!) kurban gitmiş, Erbakan’ın başbakanlığı döneminde yapılmak istenen çalışmalar da
hükümetin dış güçlerce düşürülmesiyle amacına ulaşamamıştır.
4. Finans Kapitalizmi Yerleştiriliyor.
Soğuk Savaş döneminde sanayi kapitalizmi ya da endüstriyel kapitalizm hakimdi. Çünkü o dönemde
bu hakimiyeti sağlayabilecek olan bilimsel ve teknolojik gelişmeleri “kısıt” layıp kendi tekel ve kontrollerine
almışlardı. İki kutuplu bir çatışma/yarışma söz konusuydu. Bu yarışta her iki merkez de sahip olduğu bilimsel,
teknik ve teknolojik imkanları dünyanın diğerleri ile paylaşmak istemiyordu. Sahip oldukları bu imkanlara
dayalı olarak ürettikleri mal ve hizmetler de dünya pazarlarında onlara önemli bir üstünlük/avantaj sağlamıştı.
Ancak birbiri ardına yaşanan gelişmeler neticesinde Soğuk Savaş dönemi son bulurken, bilimsel,
teknik ve teknolojik gelişmeler de yavaş yavaş “kısıt” olmaktan çıkmış yayılmaya ve paylaşılmaya
başlamıştır. Bunun farkında olan global elitler-müstekbirler yeni bir döneme girilirken yeni bir “kısıt”
oluşturmayı amaçlamışlardır. Bu yeni kısıt da finansman ya da en geniş ifadesiyle para olmuştur. Bunun için
de hemen hemen her ülkeye bankacılık, merkez bankaları ve paranın serbest dolaşımı konusunda benzer
adımlar attırarak önemli bir üstünlük/avantaj sağlamışlardır.
Atılan adımlar neticesinde bugün bir ülke her türlü imkana sahip olsa bile “para”sı yoksa hiçbirşey
yapamaz haldedir. Burada “para”dan kasıt “dolar”dır. Onu elde etmeden kendi sınırları içerisindeki merkez
bankası bile milli parasını basamamaktadır. Parayı elde etmek için de ya ihracat yapacak ya da borç
alacaktır. Borç alsa da neticede geri ödemeler için o ülkenin ihracata ihtiyacı olacaktır. Bu da sahip olduğu
zenginlikleri, birilerinin bastığı kağıt ile değiştirmesi demektir. Ya da çok daha değişik bir ifade ile; sürekli
sömürülmesi ve sahip olduğu zenginlikleri birilerine bedava vermesi demektir.
Bugün ülkemiz de her şeye sahip olmasına rağmen “Dolar yok” diye yapması gereken bir çok şeyi
yapamamaktadır. Para ya da finansman da IMF aracılığıyla geldiği için, alınan borçlar karşısında adeta
IMF’nin kölesi haline getirilmiştir.
5. Küreselleşme, “Köle Düzeni” Olarak Takdim Ediliyor
Günümüz dünyasında küreselleşme ya da globalizm doğal olarak varılacak bir sonuçtur. Bundan
kaçınmak ya da buna karşı çıkmak anlamlı değildir. Bugün artık bilgi, mal ve hizmetler için sınırlar neredeyse
tamamen ortadan kalkmıştır. Dünya tek bir pazar haline geliyor/getiriliyor.
Ancak buradaki sorun ya da itiraz, küreselleşmeye gidilip gidilemeyeceği noktasında değildir. Sorun,
küreselleşmeye “nasıl” gidileceği sorunudur. Mevcut global elitler / müstekbirler, gelişmekte olan ya da
gelişmemiş ülkeleri (ezilenleri) “merkep” olarak kullanarak küreselleşmeye gitmek istemektedirler. Bu durum
143
şu örneğe benziyor. Eskiden, kölelik dönemlerinde, kölelerin taşıdıkları tahtlar olurmuş. “Efendiler” bu
tahtların üzerine kurulur, köleler de onları istedikleri yere götürürlermiş. Şimdi bir an bir “efendi”nin bu şekilde
pazara gittiğini hayal edelim. Neticede hem efendi hem de köleler pazara gider. Ama hiç kimse, “köleler
pazara gidiyor ya da köleler pazara gelmişler” demez. “Efendi pazara gidiyor ya da efendi pazara gelmiş”
derler. İşte bugün küreselleşme adı altında yapılmak istenen budur. Gelişmiş ileri ülkeler gelişmemiş olan
ülkeleri merkep gibi kullanarak dünyayı küreselleşmeye doğru sürüklemektedirler.
Halbuki, mevcut dünya adil temeller üzerine kurulu değildir. Bu bir köle düzenine gidiştir. Dünyanın adil
temeller üzerine yeniden yapılandırılması gerekir. Savaş değil barış, çatışma değil diyalog, sömürü değil
işbirliği, üstünlük değil eşitlik, çifte standart değil adalet ve baskı, işgal, zulüm değil insan hakları, özgürlükler
ve demokrasi prensipleri üzerine Yeni Bir Dünya kurulması gerekir.
6. Yenilmişlik Psikolojisi Aşılanıyor
Toplumumuza ve bölge insanlarına “yenilmişlik psikolojisi” aşılanıyor. Dolayısıyla bölgede yapılacak
olan değişikliklere karşı oluşabilecek direnç, daha baştan kırılmaya çalışılıyor. Son sıralarda etrafımızdan
duyduğumuz, “bizden adam olmaz”, “biz yapamayız” ya da “başka alternatif yok” gibi cümleler, işte bu
çerçevede “yenilmiş” insanların cümleleridir.
Bu psikolojik savaş en çok ülkemiz insanları üzerinde yürütülmektedir. Çünkü ülkemiz, herhangi bir
sömürgeci gücün çizmeleri altında ezilmemiş ve tam tersine İstiklal Harbi ile adeta Osmanlı’nın küllerinden
yeniden doğmuştur. Bölgedeki hemen hemen bütün ülkeler değişik zamanlarda emperyalist güçlerin
sömürgeleri olmuşlardır.
Bu yenilmişlik psikolojisi, “dışarıdan” beslenen çeşitli sivil toplum örgütlerinin yanısıra, “içeriden” özenle
seçilen “işbirlikçiler” vasıtasıyla hızla toplumumuza empoze edilmeye çalışılmaktadır.
Aslında BOP’a hazırlık olarak bahsettiğimiz psikolojik savaş en geniş anlamıyla, alenen, 1990 I. Körfez
Savaşı ile başlamıştı. O zamana kadar bizler sadece futbol maçlarını “naklen” izlerken, I. Körfez Savaşı ile
“naklen savaş” izlemeye başladık. Daha doğrusu izlediğimiz savaş değil, müstekbirlerin harb teknolojisi ya
da gövde gösterisiydi. Tomahawk ve Cruise füzelerinin nasıl ateşlendiğini, kaç bin kilometre öteden hatasız
vuruş yaptığını, B52 bombardımanlarının ne anlama geldiğini, F-16’ların hedefe nasıl kilitlendiğini hep bu
“naklen savaş” yayınlarından öğrendik. Hatta, “hedefe kilitlenmek” ifadesini, bilinçaltımızdaki anlamını
mahfuz tutarak, günlük Türkçemizde bile kullanmaya başladık!
İşte bütün bunlar ve çok daha fazlası, “yenilmişlik psikolojisi” aşılarıydı. Dahası, bunlar henüz bitmiş
değil ve hâlâ da devam ediyor!
7. İnanç Temelleri Değiştiriliyor
BOP’un uygulanmaya çalışıldığı bölge İslam Coğrafyası içerisindedir. Daha spesifik bir ifade ile
Osmanlı hinterlandıdır. Bugün Osmanlı toprakları ikinci kez işgal ediliyor. Birinci işgalin sonucunda bu
milletin önüne Sevr Anlaşması konulmuştu. Ancak millet o anlaşmayı onaylamadı ve direnişe geçti.
Direnişinin özünü, vatan millet sancak (bayrak) sevgisi, kısacası, inancı oluşturuyordu. O zamanın
mücadelelerinde, bu anlattıklarımızı en iyi özetleyen ifade Churchill’in “bizi Türklerin teknolojik üstünlüğü ya
da harb kabiliyeti değil, inancı yendi” ifadesidir.
İşte, bugün yapılmaya çalışılan işlerden biri de, müslümanların inancının temellerini değiştirme
çalışmasıdır. En geniş anlamıyla bu operasyon, “Ilımlı İslam” ya da “Light İslam” operasyonu olarak ifade
edilmekte ancak her mahfilde değişik kisveler ile karşımıza çıkmaktadır.
Örneğin bir politikacının kendisini batı terminolojisi ile “muhafazakar” (conservative/Tory) ya da
Hristiyan Demokrat (Christian Democrats) partileri çağrıştıracak şekilde “Müslüman Demokrat” olarak
tanımlaması, aslında onun bilerek ya da bilmeyerek inanç temellerine vurduğu bir darbedir.
Aynı şekilde bugün misyonerlik faaliyetleri de, ılımlı İslam operasyonunun bir parçası olarak
yürütülmektedir. Bugün kilise açılışlarını, “efendim biz Türkler de Avrupa’da cami açmıyor muyuz. Biz açınca
ses çıkarmıyorsunuz da onlar açınca ne diye karşı çıkıyorsunuz?!” gibi safça (ya da ahmakça) savunmaya
çalışanlar
şu
temel
gerçeği
bile
düşünemiyorlar.
Avrupa’da
cami
açanlar
oradaki
müslüman
144
vatandaşlarımızın ihtiyaçlarına hitap etmeye çalışırlarken burada kilise açanlar bizim müslüman
vatandaşlarımızın inancını değiştirmeyi hedef almaktadırlar. Hiç bunların ikisi bir (muadil) olur mu? 70
70
Milli Gazete / 10-11 TEM 2004 / M. Gündoğan
145
İSRAİL VE NATO’NUN TÜRKİYE KORKUSU
Yahudi kökenli, kendilerine “Bilu” grubu denen fanatik Rus gençlerinin, 1882 yılında Filistin’e gidip,
örnek ve öncü Yahudi köyleri kurmalarıyla fiziki temeli atılan... Ama fikri temelleri yüzyıllar öncesi kabalist
öğretilere dayanan... Faşist, anarşist, kapitalist ve komünist düşüncelerin hem anası hem kaynaşması olan
“Siyonist” İsrail, resmen 1948’de kuruldu... İslam âleminin başına bela olmak üzere kurulan Siyonist İsrail’i ilk
tanıyanlardan birisi de Adnan Menderes ve hükümeti oldu.
1894 yılında, Filistin’de oluşturulan tarım “kibutz”larında (zirai kooperatif komünleri–yerleşim birimleri)
sadece dışarıdan taşınan 3600 Yahudi yaşıyordu...
Sinsi Siyonizm’e siyasi hüviyet ve resmiyet kazandıran T.Herzl’in 1895 yılında yayınladığı “Yahudi
Devleti” adlı kitabı, Siyonizm’in kutsal programı oldu…
T.Hezl 1897 yılında, İsviçre’nin Basel kentinde “ Siyonist Kongre”sini toplayıp:
a- 1.Dünya Savaşını çıkartıp Osmanlı’nın yıkılması ve Gizli Siyon Cumhuriyeti olarak Türkiye’nin
kurulması
b- 2.Dünya Savaşı’nın çıkarılıp Avrupa ve Rusya’daki Yahudilerin Filistin’e göçe zorlanması ve BM
eliyle resmiyet kazandırılması
c- Nil’den Fırat’a Arz-ı Mev’ud saydıkları coğrafyaya bütünüyle hâkim olup, Büyük İsrail hedefine
ulaşılması, temelinde 100 yılda tamamlanacak, üç aşamalı bir plan açıklarken , “Juda”cıların bile büyük kısmı
O’nun bu şeytani program ve propagandalarına karşı çıkıyordu.
Juda; Tahrife uğramış bile olsa, Hz Musa’ya gelen Tevrat öğretilerine bağlı bulunan ve “ Ordoks,
Muhafazakâr, Reformist ve Liberal” gibi 4 mezhepten oluşan dindar ve dürüst Yahudileri ifade eden bir
kavram oluyordu.
Evet, Siyonist İsrail’in temelleri, dindar ve dürüst Yahudilerce değil, çoğu Dinsiz-ateist ve kabalist
Yahudiler tarafından atılıyordu.
1967.yılında Mısır, Suriye ve Ürdün’e aniden saldıran İsrail, topraklarını üç kat artırıyordu…
1973’teki Mısır ve Suriye’nin başlattığı harekâtta büyük darbe alan ve Amerika’nın yardımıyla son anda
yok olmaktan kurtulan İsrail, diplomatik bir şeytanlıkla Enver Sedat’la anlaşma yapıp, Mısır tarafından
resmen tanınmasını sağlıyordu.
Bundan sonra Der-Yasin , Sabra ve Şatilla katliamları gibi soykırımlar ve akıl almaz baskılar
uygulayarak , İsrail’in işgalindeki ve çevre ülkelerdeki Filistin halkını göçe zorluyordu.Bu masum ve mazlum
insanların evlerini başlarına yıkıyor , ağaçlarını ve ekin tarlalarını yakıyor , içme suyu ve sulama kanallarını
kapatıyor , roketler ve füzelerle sefalet kamplarına saldırıp ölüm kusuyor , camilere , okullara , hastanelere
bombalar yağdırıyordu !..
Ama Siyonist İsrail şaşkındı... Onlar bir vurdukça, Filistinliler bin diriliyor ve direniyordu... Onlar artık
bitirdik zannettikçe Müslümanlar, bilinçleniyor ve bileniyordu.
Asırlar boyu “Mağdur ve mazlum” rolü oynayıp kendilerini acındıran Siyonist İsrail’in bu vahşetleri,
bütün dünyada nefretle karşılanıyor ve antisiyonist bir cephe giderek güçleniyordu... İsrail Siyonistleri, kiralık
adamları olan ABD ve İngiliz yönetimleri de, Türkiye gibi bazı İslam ülkelerindeki hain işbirlikçileri de, her
geçen gün biraz daha yalnızlığa ve sonunu sezmiş olmanın verdiği hırçınlık ve huzursuzluğa yakalanıyordu...
Evet Siyonist İsrail’in ve bu zalim dünya düzeninin temelleri çatırdamaya çoktan başlamıştır...
İKÖ Başkanlığına bir Türk’ün seçilmesi, İKÖ’de K.Kıbrıs’ın statüsünün yükseltilmesi” gibi gelişmelerin,
Türk kamuoyunun gönlünü almaya ve BOP kapsamında AKP’yi daha rahat kullanmaya yönelik, Amerikan
girişimleri olduğunu daha önce yazmıştık.
24.Haziran.2004. tarihli Suudi Riyad Gazetesi’nin:
“Türkiye İslam Sahasına Dönüyor!” başlıklı yazısında yer alan: “Türkiye’nin İslam Sahasına, siyasi ve
ekonomik sistem ve tercihlerini değiştirip te döndüğünü iddia etmiyoruz... Ancak güçlü yapısı, potansiyel
imkânları ve kendisini olumsuz bir kutuptan, olumlu ve onurlu bir kutba yönelmeye iten tabii ve tarihi stratejik
146
coğrafyası gibi etkenlerin zorlamasıyla, yeniden İslam sahasına döndüğünü görüyoruz.
İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreterliğini, diğer güçlü adaylara rağmen Türk adayının kazanmasını
da, Türkiye ile İslam Dünyasının sadece yakınlaştığından değil, aynı zamanda kenetleşip kaynaştığının da
bir göstergesi olarak değerlendiriyoruz...
Çünkü ; “Türkiye İslam Dünyasına muhtaç olduğu gibi, İslam Dünyasının da Türkiye’ye muhtaç
olduğunu” biliyoruz.
Anlamında ki yorumların, İslam Aleminin Türkiye’yi nerede ve ne şekilde görmek istediğinin samimi bir
yansıması saymak ve sevinmek dışında, henüz pratik, politik ve stratejik bir gerçeği ifade ettiğini maalesef
söyleyemiyoruz.
Ve hele AKP gibi kuşatılmış kukla bir iktidarla ve beyinleri NATO tuzruhuyla yıkanmış kurmaylarla,
olumlu ve onurlu bir değişim ve dönüşümler yaşanabileceğine ihtimal vermiyoruz…
Ancak, hem ülkemizdeki bu kabuk zihniyetlerin çürüdüğüne ve milletten kopuk hükümetin
çözüleceğine ve yeni bir Kuvay-ı Milliye devrimiyle Türkiye’nin yeniden dirilip-derlenip tarih sahnesinde boy
göstereceğine inanıyoruz ve bekliyoruz…
1897’de Basel’de akdedilen Yahudilerin I. Siyonizm Kongresi kararları 20. yüzyılın şekillenme
programıydı. Kongrede alınan kararlarla, bin senelik İslâm-Hıristiyan çatışması son bulacak, yerine
kapitalizm-komünizm çatışması başlayacaktı. Bu oyun 70 yıl oynandı ve milyonlarca insanı katledilmesine
yol açıldı. Gorbaçov’un Sovyetleri demokrasiye geçirmesi ile 1991 yılında bu oyun bitti. Bu gelişmeyle
sipsivri ortada kalan Siyonizm, ordularından biri olan NATO’nun karşı takımını kaybetti. NATO bundan
sonra kiminle oynayacaktı? 14 yıldır NATO ile oynayacak bir takım aranmaktaydı.
Körfez Savaşı ile bu sorun çözülecekti. Saddam yönetimindeki ateist Irak süper güç yapılacak ve
NATO yeniden oyun sahasına çıkacaktı. Ve Saddam Türkiye’ye saldıracaktı. Sinsice planlanan bu oyun işe
yaramadı. Yeni tezgâhlar hazırlandı. Önce Yahudilere ait olan ikiz kuleler satıldı, sonra oradaki Yahudi
işadamları o gün (11/9) işe çıkmadı. Kuleleri yıkıldı. Dünyada özellikle Müslümanlar “terörist” ilân edildi ve
bütün dünyada Müslümanlara karşı savaş başlatıldı.
ABD Başkanı Bush, tam askeri metot kullanarak dünyaya meydan okudu; “Ya yanımızdasınız, ya
düşmanımızsınız!” dedi. Böylece herkesi korkutup dünyayı Yahudi yönetiminde tek devlet yapacağını
sandı. Bu durumda Irak’a asker göndermeyen, onların önerilerini desteklemeyen her devlet ABD ile savaş
halinde sayıldı!.. Mesela, Çin ABD’yi istila etse, savaşı meşru olarak yapmış olur, çünkü Amerika dünyaya
savaş ilân etmiş durumdadır. Bu durum Irak Savaşı’nda açıkça ortaya çıktı. Fransa, Almanya, Rusya ve
Çin ABD’yi desteklemedi. Yani, ABD’nin ilân ettiği savaşa bazı ülkeler savaşla cevap verdi. Bu gergin hava
bir yıl gibi kısa zamanda ABD tehditlerinin fiyaskosu ile neticelendi.
Bu gelişmelerden dolayı akdedilen “NATO İstanbul Zirvesi”nin değişik anlamları vardır:
a-Şimdiye kadar NATO Amerika ordusunun kamufle planıydı. ABD’den sonra NATO’daki en büyük güç
Türkiye idi ve kara ordusu olarak ABD’den daha güçlü durumdaydı. NATO Toplantısı’nın Türkiye’de
yapılması NATO’yu Amerikan ordusu olmaktan çıkardı. Bu büyük bir gelişme ve yenilikti. b- NATO İstanbul
Zirvesi’ne NATO ülkesi olmayan devletler de çağrıldı ve görüşmelere onlar da katıldı. Bu yeni gelişme
NATO’yu uluslararası barış gücü görüntüsünün ötesine götürdü. NATO savunma paktı idi. İsteyen bölge
devletleri bu savunma paktında yer alabilecekti. c- ABD’nin dünyayı karşısına alan savaş ilânı da
sonuçsuz kalmıştı. Avrupa ile Asya’nın görüşleri ABD lehine değildi. Yani, ABD tehdidi resmen sözde kaldı.
Katılmayanlarla savaşmayı da ABD göze alamadı. d- NATO kendisine düşman olarak “anarşi”yi yani
“terör”ü seçtiğini söylesede. Asıl hedef İslam’dı ve Müslümanlardı. Bu seçim büyük bir yanlış ve vahim bir
hatadır.
Terör olayı eşkıya olayıdır. Tamamen farklı metodlarla ve özel eğitim ve donanımlı birliklerin
kullanılmasıyla önlenebilir. NATO ise uluslararası savaşacak biçimde, cephe savaşı yapacak şekilde
kurulmuş, ona göre teçhiz edilmiş ve ona gör eğitilmiştir. Dolayısıyla jandarmalık görevini yerine getirmesi
mümkün değildir. Hattâ millî ordular bile bu işi yapamadıkları için valilerin emrine verilen özel eğitilmiş
147
jandarma kuvvetleri bu hizmeti yapmaktadır. Kentlerde ise bu hizmet jandarma tarafından da yapılamadığı
için polis teşkilatı kurulmuştur.
Demek ki, NATO’nun terörü hedef alması çok saçmadır.
NATO’nun asıl hedefi şudur: Ülkelere saldırmak için “terör bahane edilecek” ve böylece dünyada
tek devlet oluşturulacaktır. Bu uygulama aynı zamanda terörün varlığının ve yaygınlaşmasının kaynağı
olacaktır. Şöyle ki, önce dolarla “terör üretilecek”, sonra “terör bahane edilerek” ülkeler işgale
kalkışacaktır.
İlk etapta büyük devletler anlaşacak, küçük devletler böylece dize getirildikten sonra, büyük güçler
arasında çıkarılacak III. Dünya Savaşı ile, dünyada Siyonist sermaye devleti fiilen kurulmuş olacaktır.
Bu arada Türkiye’ye biçilen rol şudur: Önce Türkiye’ye jandarmalık yaptırılarak komşu
Müslümanlar Türkiye’ye düşman edilecek. Sonra Türkiye’de yıllardır hazırlanan bölücü ve dinci terör
olayları bahane edilerek komşulara saldırtılacak, ama karşı tarafa yardım edilerek Türkiye Devleti
yıkılacaktır… Şunu unutmayalım ki, sömürü sermayesinin bütün çözümlerinde; Türkiye’nin yıkılıp
parçalanması vardır. Bu proje Batı dünyasının ve arkasındaki Siyonist odakların bin yıllık projesidir, şeytani
amacıdır. Son bir asırlık hedef ise; sömürü sermayenin kesin hegomonyasıdır. Bu erteleme yapılabilir ama
hiçbir zaman terk edilmeyecek bir plandır.
İspanya’da Müslümanların imha edilmesi çok önceden planlanmış, ancak plan 250 sene sonra
sonuca ulaşmıştır. Yani, 250 yıl erteleye erteleye sonunda hedeflerine varmışlardır. Planı yapan Yahudilerdi.
Yahudilerin İspanya’dan Türkiye’ye tehcir de onların oyunuydu. Halkı Kudüs’e ve Filistin’e yaklaştırmak için
-daha sonra Hitler’e yaptırdıkları gibi- İspanyalılara zulüm yaptırmışlar, sonra merhamet duygularını istismar
ederek Yahudileri İstanbul’a ve İzmir’e taşınmışlardır. yerleştirmişlerdir. Aradan 500 yıl geçti. Yahudilerin
Türkiye’deki sayıları resmiyette %1’in çok altına düştü, ama hâlâ Türk ekonomisinin %90’ına hâkimdirler.
Koçlar, Sabancılar ve benzerleri hep onların ortağıdırlar. Türkiye’deki bütün ayaklanmalar, PKK ve
Hizbullah hep onlar tarafından kullanılmaktadır. Bunlardan bütün Yahudilerin haberli olduğu da
sanılmamalıdır. Kur’an’da yazıldığı gibi çok samimi olanlar da vardır.
İsrailoğulları tarihte hep böyle fitnelik yapmışlar ve sonunda daima kaybetmişlerdir. Bugün bütün
Avrupa onlara kan kusup kin besliyor. Arabistan’da artık yoklar. Böyle giderse sonunda Türkiye’de de
kalamayacaklar. Kötü olan, kurunun yanında yaş da yanacaktır. Biz ne yapabiliriz ki? Yaş olanlar kuruları
ayıklasınlar. Onlar bize Hazreti Musa’nın emaneti Ehl-i Kitap kardeşlerimizdir. Asla onlara düşman değiliz.
Ama iyi bilsinler ki, onların hatırları için intihar da edemeyiz. Ülkemizden ve ülkülerimizden vazgeçemeyiz…
NATO yeni düşman arayacağına ve İslam’a saldıracağına, “uluslararası deniz ticaretinin
güvenliğini sağlayan” gönüllülerden oluşmuş bir koruma teşkilatına dönüşebilir. Karalara karışmamak ve, iç
denizleri bulandırmamak üzere, süper güç olarak ABD’de uluslar arası denizlerde trafik düzenlemesi
yapabilir. Türkiye NATO’dan çıkarak, adil ve asil bir yapılanmaya öncülük edebilir.
Karaların güvenliği ise ortak ordu ile değil, insanlığın oluşturacağı ortak paktlarla korunabilir.
Gerektiğinde millî ordular birlikte hareket edebilir. Ulusal ordular dışında, hain merkezlerin güdümündeki
ordular dünya barışı için bir tehdittir. Böyle yapılmazsa, Avrupa Birliği başta olmak üzere, bütün NATO
ülkelerini dünya çapındaki büyük tehlikeler beklemektedir. Türkiye de maalesef bu tehlikelerin merkezinde
bulunmaktadır. Yol yakınken yanlıştan dönülmeli ve şaşkın sömürü sermayesinin oyunları bozulmalıdır.71
ABD, Başkan Bush’un 26 Şubat 2002'de dediği gibi 'Tarihin geri kalanı, bizim tarafımızdan yazılacaktır'
fikrinden hareketle, 'Dünyayı, Amerika'nın ilke ve çıkarlarına uygun olacak biçimde, yeniden şekillendirmek'
üzere, 'Büyük Ortadoğu Projesi' ile atağa kalkmıştır.
Çünkü artık ABD'nin Yeni Küresel Savunma Stratejisi'nin esasları, tamamen ortaya çıkmıştır. Bu yeni
strateji, bilindiği gibi dünyanın yeni tek kutuplu/Tek patronlu düzeninden kaynaklanıyor... ABD önce,
Afganistan'a ve hemen arkasından Irak'a saldırdı. Fakat birinci adımda sendeledi ve ikinci adımda terör
71
Milli Gazete / 12 07 2004 / R. Nuri Erol
148
çamuruna 'battı'. Ve o zaman, bu 'macera' ya: 1-Hazırlıksız atıldığını, 2-Tek başına altından
kalkamayacağını, anladı. Gerçekten de 'hazırlıksızdı. Oysa her yeni planın, siyasi ve askeri açıdan, yeni bir
'Yığınaklanma'ya ihtiyacı vardır. Gerekli yığınaklanmayı yapmadan harekete geçerseniz, 'yarı yolda
kalırsınız'. Yanlış farazilere dayanan planlar ise, başarısızlığa mahkûmdur. ABD şimdi, önceden yapması
gereken şeyleri, 'battıktan sonra' yapmaya kalkışıyor. Büyük Ortadoğu Projesi için siyasi ve askeri
'Yığınaklanmasını' sağlamak üzere, -başta değindiğimiz- 'Yeni Küresel Savunma Stratejisi'ni oluşturmaya
çalışırken, tek başına altından kalkamayacağını anladığı bu iş için, NATO müttefiklerini ve bizzat NATO'yu
işe koşmaya çalışıyor. İŞİN ESASI BUDUR!
Büyük Ortadoğu Projesi'nin-gecikmiş-“Yığınaklanması” olan, “ABD'nin Yeni Küresel Savunma
Stratejisi'ni ele alalım. -Bilindiği gibi-ABD, 1945 ile 1990 arasındaki “Soğuk Savaş” dönemini, dünyanın pek
çok yerinde mevcut olan, sayısı tam olarak bilinmeyen fakat 200 kadar olduğu hesaplanan, üsleriyle yönetti.
Bu üsler, o zamanki hedeflere, -Sovyetlere ve müttefiklerine-yönelik bir konuşlanma/yığınaklanma idi. Şimdi
ise, hedefler değişti. Öyle olunca da, konuşlanma/yığınaklanmanın da değişmesi gerekiyor. İşte şimdi, ABD
bunu yapmak istiyor. Bu işin hazırlıkları, yaklaşık bir yıldır, sürdürülmekte idi. Son olarak bir buçuk ay önce
Ankara'ya gelen ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlarından Lincoln Bloomfield, ilgililerle bu konuyu
konuşmuştu. Şimdi, bu konudaki istişareler/ön yoklamalar bitmiş olmalı ki, uygulamanın prensiplerinin
müzakeresine başlanmış. İlk olarak, 23 Haziran'da Washington'da ilgililerce, bir grup Kongre Üyesi'ne bir
brifing verilmiş. Bu brifingte: önce, bu çalışmaya neden ihtiyaç duyulduğu şöyle izah edilmiş: 'Soğuk Savaş
döneminde, okyanus ötesinde oluşturduğumuz askeri güç yapısında, değişikliğe gidilmeye ve daha büyük
esnekliğe ve dünyanın ihtiyaç duyulan (yeni) bölgelerinde çok hızlı konuşlandırabilmeye ihtiyacımız var.
“Sonra, bu yeni ihtiyacın nereden kaynaklandığını izah etmek üzere, hedeflerin/tehdit kaynaklarının
değiştiğini anlatmışlar ve onları şöyle sıralamışlar: a-'Terör örgütlerinin işbirliği yapması, b-bunları
destekleyen devletlerin artması, c-kitle imha silahlarının yayılması, d-devletler içinde yönetim dışı alanların
çoğalması, e-ABD'nin geleneksel askeri üstünlüğe karşı asimetrik savaş yöntemlerini kullanacak
düşmanların güç kazanması.”72
İşte bütün bunlar Amerika’nın ciddi olarak korktuğunu… Korkulacak karşı güçlerin bulunduğunu, Ancak
ABD’nin bu korkusunu yenmek için, NATO’yu kullanma yolu tuttuğunu göstermektedir.
Bu gerçeğe rağmen İsrail'i sevenler ve Türkiye'nin İsrail'e muhtaç olduğunu söyleyenler, hep Yahudi
lobilerinin ve ABD’nin gücünden söz ederler. Bu çevrelere göre bu lobiler sihirli bir şekilde tüm kapıları
Türkiye için açabilir ve Ankara'yı rahatsız edecek tüm tehlikeleri önleyebilirler! Örneğin bu lobiler, Ermeni
soykırım iddiaları ile ilgili olarak hep Türkiye'nin yanında duruyorlar! Aynı lobiler Türkiye'nin AB çabalarına
destek veriyor ve Ankara'nın tüm kredi ihtiyaçlarını karşılattırıyorlar! Biz ise tüm yazı ve konuşmalarımda
bunun palavra olduğunu Türkiye gibi bir ülkenin ne İsrail'e ne de Yahudi lobilerine ihtiyacı olmadığını
söylüyoruz... Türkiye'nin Yahudi lobilerine ihtiyacı olduğu yönündeki söylemler tümüyle palavradır. Bu
iddiaları ortaya atanların bu lobilere ihtiyacı olabilir, ama Türkiye gibi bölgenin en güçlü ve en önemli
ülkesinin asla Yahudi lobilerine ihtiyacı yoktur. Kaldı ki, bu lobiler Türkiye'nin lehine değil, aleyhine
çalışmaktadır. Örneğin Ermeni meselesinde; Yahudi lobileri bu konuda eğer Türkiye'yi destekler gibi
gözüküyorlar ise bunun iki nedeni vardır: 1- Yahudiler, dünyada kendilerinden başkalarının soykırıma
uğradığı iddialarına tahammül edemezler. Bunun gündeme gelmesi bile onları rahatsız eder. 2- Yahudi lobisi
Ermeni iddialarını bir kart olarak kullanmakta ve bu kart ile sürekli olarak Ankara'yı baskı altında tutmaktadır.
Nitekim birçok Avrupa ülkesinin yanı sıra Amerika'da da 27 eyalet parlementosu bu soykırım iddialarını kabul
etmiş durumda. 3- Türkiye'nin, İsrail'in sahip olduğu silah teknolojilerine de ihtiyacı yoktur. Müslüman bir ülke
olan Türkiye, Filistin halkını öldürmek için İsrail'in sürekli geliştirdiği ölüm makinelerini asla almamalıdır...73
Düşman İçeride, Dost Dışarıda mı?
72
AKŞAM / 11.7.2004 / Kemal Yavuz
73
Milli Gazete / 12 07 2004 / Medya
149
İsrail gazetesi Haaretz’de yayınlanan ‘haber’e göre AB Türkiye ile üyelik müzakerelerini başlatırsa Türk
Silahlı Kuvvetleri Erdoğan hükümetine darbe yapabilirmiş!.. Kehanetin kaynağı da İsrail Savunma
Bakanlığı’nın bir raporu... Bu bir “haber mi, uyarı” mı, yoksa bazı üst düzey İsraillilerin gönlünde yatan aslan
mı? Ya da bir projenin kapağı mı? Raporun söz konusu gazete tarafından sızdırılan-ya duyurulması
amaçlanan kısımları “çok özel” çelişkiler içeriyor: AB’nin Türkiye ile aralık ayında müzakerelere başlama
kararı alması halinde Erdoğan güçlenecek, buna karşılık Türk ordusu zayıflayacak... AB üyeliği durumunda
Türk Hükümeti silahlarını İsrail yerine AB ülkelerinden alacak...”
İyi güzel de, Türk ordusu ‘zayıfladığı’ için mi darbe yapacak, yoksa AB’den değil de İsrail’den silah
alabilmek için mi? Bu kadar kaba mantıksızlığın bir mantığı olsa gerek... Kaldı ki saçmalıklar bununla
bitmiyor: “İki ülke arasında stratejik ilişkilerin başladığı 1996’dan bu yana Türkiye kendisine üyelik vermeyen
AB’yi cezalandırmak için İsrail silah sanayi ile anlaşmalar yaptı...”
Allah Allah... Türkiye bu anlaşmaları, AB üyeliğini istemeyen (!?) ordusuna rağmen mi yapmıştı? Yok
eğer askeri anlaşmalar ordunun da arzu ve onayı ile olduysa, -ki öyle olduğunu dünya alem bilir- ‘AB’yi
cezalandırmak’ nerede kaldı? Madem ordu AB’ye karşı, öyleyse Türkiye’yi üyeliğe kabul etmek istemeyenleri
silah almamak suretiyle niye cezalandırsın?
Aksine, ‘Aman aman, siz yeter ki Türkiye’yi üyeliğe kabul etmeyin, biz bütün silahlarımızı sizden
tedarik ederiz’ demez mi?(...) Bir kere İsrail’in bu bağlamda sadece ‘silah satamama’ endişesini öne
çıkarması kısa vadedeki acil projesini maskelemek için olsa gerektir. O acil proje de Kuzey Irak’ı kendi
istediği gibi şekillendirmektir.74
Anlaşılan İsrail, son dönemde Türkiye ile gerilen ilişkileri yüzünden tedirgindir. İsrail Başbakanı Ariel
Şaron bu amaçla sanayi, ticaret ve istihdamdan sorumlu Bakan ve Başbakan Yardımcısı Ehut Olmert'i
Türkiye’ye gönderdi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın son dönemde, İsrail’in son dönemdeki faaliyetlerini
“devlet terörü “ olarak nitelendirmesi Ortadoğu’da şiddet rüzgârları estiren Şaron’u rahatsız etmişti.
Başbakan Erdoğan’ın İsrail Başbakan Yardımcısı Olmert’e randevu vermemesi de uluslararası ilişkiler
çevrelerinde değerlendirildi. Uluslararası İlişkiler Uzmanı Doç. Dr. Deniz Ülke Arıboğan, İsrail ile Türkiye
arasında uzun vadeli uluslararası ve askeri anlaşmalar olduğunu ifade ederek, “Türkiye ile İsrail arasındaki
ilişkiler kolay kolay bozulmaz. Başbakan Erdoğan’ın randevu vermemesi ise tamamen iç politikaya yönelik
bir mesajdır. Türkiye ile İsrail ilişkileri önümüzdeki yıllarda da devam edecektir” dedi.
İsrail’in son yıllarda ABD’nin tek müttefiki olduğuna dikkat çeken Arıboğan, “ABD’de politika
değişiklikleri gözleniyor. Washington yönetimi artık İsrail’i tek müttefik olarak görmüyor. Bu da İsrail’i ciddi
anlamda rahatsız ediyor. Çünkü İsrail yalnız kalmaktan korkuyor. Bu nedenle de bölgenin hem toprak, hem
politik, hem de askeri açıdan en önemli ülkesi olan Türkiye ile iyi ilişkilerini sürdürmek istiyor. Türkiye’nin
önemi her geçen gün artıyor.” Diyerek çok önemli bir gelişmeye dikkat çekti.
İsrail tedirgin
Yüksek Strateji Merkezi Başkanı Dr. Can Fuat Gürlesel ise: İsrail’in bölgeye yönelik politikalarını
Türkiye’nin tutumuna göre belirlediğini söyleyerek, “İsrail Türkiye’ye ve yapılan anlaşmalara güveniyor. Ama
son dönemde Türkiye’nin İsrail’i uyaran açıklamaları onları rahatsız etmişe benziyor. Bu T.Erdoğan’ın
tabanını ve teşkilatını rahatlandırmaya yönelik bir çıkışı olduğu bilinse de... Başbakan Ariel Şaron Türkiye’nin
tutum değiştirmesinden korkuyor. Ama Türkiye yaptığı uyarılarda haklıdır. Ankara İsrail’i uyararak, yola
getirmeye ve Şaron’un son zamanlarda gütmeye başladığı sertlik politikasını yumuşatmaya çalışıyor. Bu bir
nevi İsrail’i yola getirme politikasıdır” görüşlerini dile getirdi.
Türkiye’nin tepkisinin sonuçlarının alınmaya başladığına da dikkat çeken Gürlesel, “İsrail Başbakanı
Ariel Şaron sertlik yanlısı politikalarını yumuştmak için ilk adımı attı. İşçi Partisi Lideri Şimon Peres ile ortaklık
kurmak için görüşmelere başladı. Bu İsrail’in politikalarının önümüzdeki gönlerde yumuşayacağının ilk
işaretleridir” sözleri ise, s,yonist İsrail’in taktiklerini bilmediğini göstermektedir.
74
Sabah / 12.7.2004 / Ömer Lütfi Mete/
150
Haaretz: Türkiye test edilecek!?
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Olmert’e randevu vermemesi İsrail’de de tartışmalara neden
olurken, Haaretz gazetesi, Başbakan Erdoğan'ın tatilde olacağı için İsrail Başbakan Yardımcısı Olmert ile
görüşmeyeceğine, ancak aynı gün Suriye Başbakanı ile olan görüşmesini iptal etmediğine dikkat çekti.
Gazete’de konuyla ilgili yayınlanan başyazıda ikili ilişkilerin sürdürülmesinin her zamankinden büyük önem
taşıdığının altı çizildi ve Olmert'in ziyaretinin "bir test" olarak değerlendirilmesi gerektiği belirtildi. Yazıda,
"Türkiye ile İsrail arasında tam diplomatik ilişkiler kurulur kurulmaz yapılan askeri ve ekonomik anlaşmalar,
hızlı bir biçimde ikili ilişkileri o kadar güçlendirdi ki iki ülke, Ortadoğu'da "kardeş devletler" olarak
değerlendirildi. Türkiye'nin, İsrail hükümetinin politikalarını sorgulama hakkı var. Buna karşın eleştiri tarzı,
Erdoğan hükümetinin niyetleri konusunda ciddi soru işaretleri oluşturuyor” ifadelerine yer verildi.
Hâlbuki bütün bunlar, danışıklı bir döğüşün gereği idi. Ve R. Tayip Erdoğan Bey’in bir iç politikasıydı.
Ayarlamak ve toplumu avutmak için böyle davrandığını onlarda bilmekteydi.
Ehut Olmert kimdir?
İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un en yakın adamı olan Olmert, uzun süre Kudüs Belediye Başkanlığı
yapmıştır. Uluslararası alanda derin bağlantıları olduğu belirtilen Olmert’in Büyük Ortadoğu Projesi’nin(BOP)
arkasındaki finansör şirket olan İSCAR’ın ortağıdır. İSCAR, ABD kongresi için finanse ettiği BOP toplantıları
ile öne çıkmıştır. Ehud Olmert, İSCAR’ın eylül 2003’de düzenlediği İsrail-Alman Endüstri ve Ticaret Odası’nın
Kudüs gezisinde de ev sahipliği yapmıştır.75
Peki İsrail’i böylesine basit blöfleri yapmaya mecbur eden çaresizlik nedir?
Cevap: Türkiye’de artık kontrol edemediği ve engelleyemediği milli bir “diriliş ve derleniş” cephesinin,
İsrail’i ıskartaya çıkartacak devrim ve değişimine karşı…
Eski tüfek tetikçilerini devreye sokma şantajıyla zaman kazanma girişimidir.
Ama bütün bunların sonuçsuz kalacağı ve barbarlığın yıkılacağı kesindir.
Çünkü sadece yeryüzündeki bütün ezilenler değil, İsrail’de ki samimi ve iyi niyetli yahudiler’de,
siyonizmin elinden kurtulmayı beklemektedir.
Yahudiler De İsrail’in Elinden Kurtarılmalı
Lahey’de kurulu Uluslararası Adalet Divanı’nın aldığı son karar işgalci İsrail tarafından reddedildi.
Kabinesini toplayan Şaron, hemen açıklamayı yetiştirdi: “Reddediyoruz.”
Yeryüzünde şunun ikinci bir örneği yoktur. Son yüz yıl içerisinde dünyayı iki kez ateşe verdiler.
Bununla hem Yahudilerin rahatlarını kaçırarak Filistin’e göçlerini hızlandırdılar, hem çeşitli devletleri piyon
olarak kullanmayı başardılar. Filistin’e adım attıklarında önce çiftlikler kurdular. Sonra kanlı terör
eylemleriyle bu çiftlikleri genişlettip gettolar oluşturdular. Sonra güçlerinin yettiği her tarafı işgal ederek devlet
kurdular. Ve bütün bunları terörle yaptılar.
Ve şimdi, bütün ulusların beyinlerini yıkadılar. Bunun içindir ki, işgal edilmiş topraklarını kurtarmak için
çırpınan Filistinlilerin öldürdüğü her işgalci “Terör saldırılarıyla öldürülmüş” oluyor. İşgalini biraz daha
genişletip pekiştirmek için Filistinli gençlerin, çocukların ve kadınların üzerine kurşun yağdıran İsrail’in bu
yaptıkları “Güvenliğini sağlamak” için yapılmış oluyor. Ve siyonistlerin öldürdüğü her Filistinli çocuk
“terörist” olarak ilan ediliyor.
Çocuk katliamcısı olduğu bütün dünya tarafından bilinen Şaron, Lahey’de alınan kararı “Tamamen
reddediyoruz” derken şüphe yok ki arkasındaki BM’ye ve burnundan tutarak istediği yana çekebildiği
devletlere güveniyor. Ne anlamı var Adalet Divanı’nın aldığı kararın? Onlar için Adalet Divanı merkezi
Kudüs’e taşınınca saygı duyulması gereken bir kurum olacak. Şimdi Lahey’de alınan karar BM’ye gelecek
de ne olacak? Daha evvel BM’ye gelen kararlar ne oldu?
ABD bir yandan İran’a, bir yandan Suriye ve diğerlerine “Nükleer gücünüzü denetimimize
açmazsanız sonunuz yakın” gözdağları verirken, Şaron, nükleer tesislerini denetleyecek olan uluslararası
75
Milli Gazete / 14 07 2004 / Haber
151
kurumun başkanını ülkesinden kovuyor. “Her türlü nükleer silaha sahibiz. Bunları ne bugün, ne yarın,
hiçkimseye açıklamayacağız” diyerek açıkça meydan okuyor.
Sadece bizler değil, yeryüzünün her noktasında binlerce insan, her gün, yazıp çizdikleriyle bu
siyonistlerin “tanrıyı kıyamete zorlamaya” kararlı olduklarını, bütün insanlığı helak edecek nükleer bir güce
ulaştıklarını anlatmaya çalışıyoruz.
Son yüz yıl içerisinde gerçekleştirilmiş örgütlenmelerin büyük bir bölümü siyonistlerin emelleri için
oluşturulmuştur. BM gibi bir örgütün başkanı bile bugün, Lahey’de alınan kararı yorumlarken, “İsrail
hükümetinin vatandaşlarını koruma sorumluluğu ve görevi olduğunu kabul etmekle beraber..” diye
başlıyor sözlerine.
Bütün uluslar kafalarını kumdan çıkartıp şu gerçeği görmek zorundalar: Birinci ve ikinci dünya
savaşlarının ortaya çıkarttığı örgütlenmelerle bir dünya barışına kavuşmak mümkün değildir.
Geriye bir tek yol kalıyor: İsrail güdümünün dışında yeni bir düzen kurmak. Bu, insanlığın siyonizmin
şerrinden kurtulması için değil, bütün insanlarla beraber Yahudilerin de insanca yaşamalarını sağlamak için
tek çıkar yoldur.76
AKP’nin İsrail Muhabbeti
Recep T. Erdoğan’ın, Türkiye-Suriye ilişkilerini sabote etmek üzere ülkemize gelen, İsrail Başbakan
Yardımcısı Olmer ile görüşmemesi sadece iç politikaya yönelik bir mesajdır ve İsrail’e verilen tavizleri
gizleyen bir kamuflajdır.
Türkiye-İsrail arasında Ankara’da estirilmeye çalışılan kriz havasına rağmen Tarım Bakanı Sami Güçlü
İsrail Başbakan Yardımcısı Sanayi ve Ticaret Bakanı Ehud Olmert’le yaptığı görüşmesinde sıcak mesajlar
verdi.
İsrail’in GAP merakı, Türkiye-İsrail Karma Ekonomik Komisyon (KEK) toplantısında bir kez daha ortaya
çıktı. Türkiye’de bulunan İsrail Başbakan Yardımcısı Sanayi ve Ticaret Bakanı Ehud Olmert, GAP’ın iki ülke
arasındaki ilişkilerin zeminini oluşturduğuna dikkat çekti. KEK toplantısında çarpıcı mesajlar veren Olmert,
Türkiye ile ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde devam etmesinin verilen sözlerin yerine getirilmesine bağlı olduğuna
vurgu yaptı. Olmert’in tehdit vari bu sözleri kafaları karıştırırken, AKP Hükümeti’nin İsrail’e ne sözü verdiği
sorularını da akla getirdi.
Türkiye-İsrail Karma Ekonomik Komisyon toplantısı dün Dış Ticaret Müsteşarlığı’nda yapıldı.
Toplantının ana gündem maddesini GAP ve Manavgat suyu oluştururken ayrıca özelliştirme kapsamında
bulunan TEKEL, PETKİM, Türk Telekom ve Türk Hava Yolları başta olmak üzere büyük kamu kuruluşlarının
ihalelerine İsrailli firmaların katılması istendi. Toplantıda Türk heyetine Tarım ve Köyişleri Bakanı Sami
Güçlü, İsrail heyetine de Başbakan Yardımcısı Sanayi ve Ticaret Bakanı Ehud Olmert başkanlık etti.
Türkiye’de Çok Az İsrailli Firma Varmış!
Toplantının açılışında bir konuşma yapan Tarım Bakanı Sami Güçlü, İsrail ile Türkiye arasındaki
ilişkilerin, özellikle son dönemde başta siyasi, ticari, ekonomik, teknolojik ve bilimsel alanlar olmak üzere her
alanda çok yönlü bir gelişme gösterdiğini kaydetti. İki ülkenin ortak çıkarlarına hizmet eden bu çok yönlü
ilişkilerin daha da geliştirilmesi ve çeşitlendirilmesinin bölge istikrarına da önemli katkı sağlayacağından
kuşku duymadığına vurgu yapan Güçlü, “Hükümetimizin Türkiye-İsrail ilişkilerini, bölge ülkelerine örnek teşkil
edecek bir seviyeye ulaştırmak için gerekli her türlü tedbiri almak ve uygulamak kararlılığında olduğunu
belirtmek istiyorum. Gerçekleştirmekte olduğumuz Karma Ekonomik Komisyon toplantısı, bu amaca yönelik
önemli bir adımdır” dedi.
İki ülke arasındaki ticaret hacminini artırabilmek için öncelikle Serbest Ticaret Anlaşması’nın
kapsamının genişletilmesini ve tarımsal üründe daha fazla tavizli ticaret imkanı sağlanması gerektiğini dile
getiren Güçlü, Türkiye’de faaliyet gösteren İsrail firmasının azlığından da yakındı.
GAP Projelerine Açık Davet
76
Milli Gazete / 12 07 2004 / Başyazı
152
İsrail firmalarının yakından ilgilendiği GAP kapsamındaki toplam altı adet sulama projesi ile ilgili
çalışmaların hükümetin uyguladığı ekonomik istikrar programı nedeniyle askıya alındığını hatırlatan Güçlü,
ancak ileride GAP çerçevesinde ihale edecekleri projelerde İsrail firmalarının şansının yüksek olduğunu
söyledi.
Yaylak
Ovası Sulama projesinin bir
İsrail firması liderliğindeki konsorsiyum
tarafındın
gerçekleştirildiği hatırlatan Güçlü, bir anlamda önümüzdeki aylarda açılması beklenen sözkonusu ihalelerde
İsrailli firmalara yeşil ışık yakmış oldu. Güçlü, sığır ve koyun ıslahı, sebze tohumculuğu, hayvan hastalıkları
ve zararlıları ile mücadele başta olmak üzere tarım sektöründe de İsrail ile ortak çalışmalar
yapılabileceklerini söyledi.
“Gap Bizim İçin Çok Önemli”
İsrail heyeti adına konuşan Başbakan Yardımcısı Sanayi ve Ticaret Bakanı Ehud Olmert, Türkiye’nin
bölgede önemli bir güç olduğunu savunarak, iki ülke arasındaki ticari ilişkilerin Ortadoğu barışına doğrudan
etkisi olacağını iddia etti. Türkiye’nin ulusal politikalarına çok hassasiyet gösterdiklerini ileri süren Olmert,
Türkiye ile ticaret hacimlerini 5 milyar dolara çıkarmayı hedeflediklerini dile getirdi.
Konuşmasında çarpıcı mesajlar veren Ehud Olmert, iki ülke arasındaki ilişkilerin sağlıklı bir şekilde
devam etmesinin verilen sözlerin yerine getirilmesine bağlı olduğunu kaydetti. GAP’ın kendileri için önem
taşıdığını ancak asıl önemli olanın verilen sözlerin yerine getirilmesi olduğuna dikkat çeken Olmert, GAP’ı
kasdederek, “Bu konu gelecekteki ilişkilerimizin de zeminini oluşturacaktır” dedi.
Özelleştirmelere Katılım Çağrısı
Büyük kamu kuruluşlarının özelleştirilmesine ilişkin çalışmaların son dönemde ivme kazandığına dikkat
çeken Tarım Bakanı Güçlü, bu çerçevede TEKEL, PETKİM, Türk Telekom ve Türk Hava Yolları başta olmak
üzere çok sayıdaki büyük kamu kuruluşlarının önümüzdeki dönemde satışa sunulacağını belirterek, “Bu
kuruluşlarımızın İsrail firmalarının ilgisini çekeceğini umut ediyoruz” diye konuştu. Geçtiğimiz mart ayında
Manavgat suyunun İsrail’e satılmasına ilişkin hükümetlerarası anlaşmanın imzalandığını hatırlatan Güçlü, bu
anlaşmanın
süratle
yürürlüğe
girmesi
için
üçlü
taşıma
anlaşmasının
da
önümüzdeki
aylarda
tamamlanacağından kuşku duymadığını söyledi.
Telekom’da Özelleştirme Süreci Uzadı
Türk Telekom’un özelleştirilmesiyle ilgili bilgilendirme süreci, ay sonuna kadar uzatıldı. Ulaştırma
Bakanı Binali Yıldırım, 15 Temmuz’da sona erecek olan Türk Telekom’un özelleştirilmesiyle ilgili
bilgilendirme sürecini, bazı yabancı firmaların ek süre istemesi nedeniyle, ay sonuna kadar uzattıklarını
söyledi.
“Posta Tekeli, Sorunları ve Çözüm Arayışları” sempozyumuna gelişinde gazetecilerin, Türk
Telekom’un ihale sürecinin aksayıp aksamayacağını sormaları üzerine Yıldırım, “Bilgilendirme süreci 15
Temmuz diye planlanmıştı ama bazı ilgilenen yurtdışı firmalar ek süre istediler, ay sonuna kadar uzattık”
dedi. Yıldırım, ihale sürecinin ne zaman başlayacağının sorulması üzerine, “Çok fazla sapma yok. Ay
sonunda durumu değerlendirip, takvimi açıklayacağız” dedi. Bakan Yıldırım ayrıca, Türk Hava Yolları’nın
verilen süre içerisinde özelleştirilmediği takdirde, Ulaştırma Bakanlığı’na bağlanmasının Özelleştirme Üst
Kurulu’nca değerlendirileceğini sözlerine ekledi. Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın, THY’yi New York
borsasına kote edeceği sözlerinin ardından bu konuda bir gelişme olup olmadığı sorusuna karşılık Yıldırım,
“Onunla Maliye Bakanı ilgileniyor, ben THY’nin dertleriyle ilgileniyorum” cevabını verdi. Yıldırım ayrıca,
havaalanı terminallerindeki VİP salonlarının adına uygun haline getirilmesi için çalışmalar başlatıldığını da
belirterek, “VİP adeta VİP terminali haline gelmiş, yılda 60,000’in üzerinde insan girip çıkıyor, güvenliği zaafa
uğratıyor. Bir düzen getirmek gerekiyordu. Kapsamı oldukça dar olacak. Çalışmaları yaptıktan sonra
Başbakan’ın onayına sunacağız” dedi.
Sonuç: Türkiye, kendilerini iktidara taşıyan Siyonistlere diyet borcunu ödeyen AKP iktidarıyla, hızla
İsrail’in bir eyaleti olmaya doğru sürükleniyor, Ama recep T. Erdoğan’ın şantaj şovlarıyla toplum oyalanıyor.
153
DÜNYA NEREYE SÜRÜKLENİYOR?
Büyük Bela geliyor!
Irak’tan, Afganistan’dan, İncirlik’ten ve Orta Asya’daki üslerinden İran’ı ve 9 ülkeyi vuracaklar. Dünya
ateşe gömülecek. Böylece bilinen dünya petrol rezervlerinin yüzde % 70’inin bulunduğu coğrafyadaki 10 ülke
ve Kuzey Afrika’dan Pakistan’a uzanan çizgideki “toplam 22 ülke ABD imparatorluğunun kukla eyaletleri”
durumuna gelecekler.
Cinnetin de bir sınırı var! O sınırı da zorluyorlar. Sadece bizler yazmıyoruz, ABD’nin en önde gelen,
oldukça saygın, kalemlerine ve karakterlerine güvenilir gazetecileri de yazıyor: Irak’ı işgal gerekçeleri
Büyük sahtekârlıktı! Kocaman bir yalandı!
Irak işgali, “Teksas’ta pişirilmiş bir sahtekârlıktı ve düpedüz yalan üzerine” kurgulanmıştır. Sonunda
bizzat Başkan Bush’un kendisiyle İngiltere Başbakanı Tony Blair de ‘Irak’ta Saddam döneminde herhangi bir
kitle imha silahı bulunmuyormuş, onu yapmaya teşebbüs de yokmuş, 11 Eylül’de New York’taki kulelere
yapılan uçaklı saldırının da Saddam ile bağlantısı da uydurulmuş!” açıklamasını yapmak zorunda
kalmışlardır.
Bütün Irak’ı, havadan bombaladılar. Ölümcül silahla vurdular. Kentleri yakıp yıktılar. 200 bin kişilik
Felluce kentinde katliam yaparak, çocuk, ihtiyar, kadın öldürerek Müslümanlara kan kusturdular.
Washington’da hilekâr duruşlu karanlık yüzlü, kurnaz bakışlı adamlar, “Şimdi Saddam’ın kitle imha silahı
yokmuş” diye pişkin açıklamalarda bulunmaktan utanmıyorlar!..
Şimdi sırada İran var. Ve aynı gerekçeler. İran’ın kitle imha silahı yaptığı, ABD ile işbirliğine
yanaşmadığı, “kökten İslamcı” lığı yaydığı, otomatikman terörü kışkırttığı, terör devleti gibi davrandığı ve
“İsrail’e tehditler yağdırdığı…” onu da tıpkı Irak gibi rakipsiz ABD askeri gücüyle yerle bir etmeye
hazırlanıyorlar. Amerikan gazetelerinin yazdığına göre, “Bush-Cheney-Rumsfeld üçlüsü” CIA’yı bile devre
dışı bırakmışlar, yanlarına aşırı Hrıstiyan köktendinci iki Amerikan generali de alarak İran’ın yanı sıra 9 ülkeyi
daha vuracaklar!
İran dâhil 10 ülke! Ve asıl ve nihai hedef: Türkiye…
Bu üçlü, bütün dünyayı büyük bir savaş sahnesi olarak görüyorlar ve iktidarlarının bitimi olan 4 yıl
içinde “bütün dünyada terörü yok etme” planları yapmışlar. Türkçesi İslam’a savaş açmışlar…
Uygulamaya koyacaklar. Irak’tan, Afganistan’dan, İncirlik’ten ve Orta Asya’daki üslerinden İran’ı ve 9
ülkeyi vuracaklar.
Dünya’yı ateşe atacaklar!
Böylece bilinen dünya petrol rezervlerinin yüzde 70’inin bulunduğu coğrafyadaki 10 ülke ve Kuzey
Afrika’dan Pakistan’a kadar uzanan çizgideki, Türkiye dahil “toplam 22 ülke ABD imparatorluğunun kukla
eyaletleri” durumuna gelecekler.
Görünüş ve gerekçe sahtedir: Demokrasi gelişecekmiş. Özgürlük yerleşecekmiş. İnsan hakları
yücelecekmiş. Doğa hakları gözetilecekmiş. Refah düzeyi yükselecekmiş.
Asıl hedef enerji arzı ve fiyatlarında istikrar sağlanacak, enerji üretimi ve dağıtımı ABD finansal sistemi,
diplomasisi, teknolojisi ve yenilmez ordusu tarafından yönetilen sistemle bütünleştirilecek. Böylece 22 ülkeyi
kapsayan coğrafyada “terör var” gerekçesiyle yönetimin ipleri ABD’nin eline geçecek. Hatırlayınız. Karanlık
yüzlü, kurnaz bakışlı, hilekâr duruşlu üç adam, başlangıçta da yukarıda yazdığım “insancıl tabloyu” vaat
ederek Irak’ı işgal etmişlerdi.
Korkunç katliam ve yıkım gerçekleşti…
“Yaklaşık 1 milyon Iraklıyı seyreltilmiş uranyumla öldürdüler ve bu katliamlarına “Cephe ülke… Kilit
ülke… Referans ülke… Model ülke…” Diye maalesef AKP eliyle Türkiye’yi de ortak ettiler.
Ama yetinmediler, yetinmeyecekler
154
Önce İran’ı vuracaklar. Sonra da 9 ülkeyi daha... Büyük bela geliyor!”77
Özgürlük Misyoneri!
Şimdi Bush dünyayı silahla düzeltmekten, insanlığa “özgürlük getirmek” ten dem vuruyor. Hem, bunun
sözden ibaret kalmadığı, Afganistan ve Irak uygulamalarından, zaten biliniyor. Bu noktada artık misyonerliğin
de ötesine geçiyor ve jakobenizmin alanına giriyor… Ve siyonizmin Dünya hâkimiyetine hizmet ediyor.
ABD Başkanı Bush, yeni dönemine başlarken, tahmin edildiği gibi ürkütücü bir konuşma yaptı ve bir
kere daha ‘dünyayı despot yönetimlerden temizlemekten, Amerika’nın özgürlüğünü koruması için gerekirse
“silahla tüm dünyaya özgürlük getirmek”ten söz etti.
Bu tarz bir konuşmanın neden ürkütücü olduğunu açıklamaya belki gerek yok ama biz yine de bu
hususta birkaç söz söylemek isteriz. Bush’un konuşması ürkütücü, çünkü bunda bir misyoner edası var.
Misyoner ruhu elbette kendi başına ürkütücü olmak zorunda değildir. Gerçi, bu ruh çoğu zaman “seçilmiş”
(genellikle tanrı tarafından) olma duygusuyla beraber ortaya çıktığı için, misyonerlikte her zaman ürkütücü bir
potansiyel vardır. Yine de, dünyaya kutsal bir görev ile gelmiş olduğuna inanan bir kişi veya grup
“misyonu”nu barışçı yollarla gerçekleştirmek istediği sürece buna kimsenin itirazı olamaz.
Ne var ki, bu konuşmayı yapan kişinin dünyanın hâlihazırdaki en büyük gücünün başında olduğu
nazara alınırsa, onun barışçı bir misyonerliğin çerçevesi içinde kalacağından şüphe duymak için haklı
nedenlerimiz var demektir. Nitekim Bush dünyayı silahla “kurtarmak” tan, silahla dünyaya “özgürlük getirmek”
ten dem vuruyor. Hem, bunun sadece laftan ibaret kalmadığı, fiili ve kirli saldırılardan anlaşılıyor…
Çünkü her şeyden önce, bugünkü ABD yönetimi “özgürlük” derken aslında “Amerikan çıkarları”nı
kastediyor. Yani,
“dünyayı özgürleştirmek”, Bush yönetiminin nazarında, ABD’nin dünya üzerindeki
denetimini genişletmek anlamına geliyor. Üstelik “Amerikan çıkarları”nın böyle algılanması konusunda bütün
Amerikalılar da “Bush çetesi”yle hem fikir bulunmuyor.
Varsayalım ki, ABD yönetimi “özgürlük” derken Amerikan çıkarlarını değil de gerçekten de özgürlüğü
kastetmiş olsun. O zaman sorun bitiyor mu? Yine hayır. Neden derseniz?
Bir kere, hukuki ve ahlaki olarak, hiçbir ulusun başka bir ulusu kurtarma veya özgürleştirme yetkisi
yoktur. Eğer kurtarılması gerekiyorsa, bir ulusu ancak yine kendisi kurtarabilir, başkaları değil. Hem sonra,
bizim “kurtarılma”, “özgürleştirme” dediğimiz şeyi bu ameliyenin konusu olan halkın da aynı şekilde
anlayacağının bir garantisi yoktur. Daha da temelde, o halkın gerçekten kurtarılmayı istediğini bilemeyiz; bu
iradenin varlığına dışarıdan karar verilemez. Eğer o halkın kendisinin böyle bir iradesi varsa, o zaman
kimseye onu kurtarmak düşmez. Pratik olarak da, tamamen iyi niyetle hareket edilmiş olsa bile, kurtarıcılık işi
“kurtarılanlar”a katlanılması zor- ve hiç de zorunlu olmayan- ilave yükler getirir. Her şeyden önce, “kurtarma”
işi başarılı olmazsa, var olan problemlere -en az onlar kadar üstesinden gelinmesi zor- yeni problemler
eklenir. İkincisi, bu kurtarma işi o kadar maliyetli olabilir ki (başta insani maliyetini kastediyorum), sonunda
vicdanen “keşke hiç kurtarmasaydık” deme durumuna gelebilirsiniz. Sonra, kurtarma ameliyesi “başarılı” olsa
bile, umulmadık yeni, üstesinden gelinmesi zor problemler ortaya çıkabilir.
Nihayet, genellikle kurtarma operasyonunun başarılı olması sulh ve sükûnun ve özgürlüğün garantisi
değildir. Çünkü kurtarıcılar eğer “başarılı” olurlarsa, sadece o kötülüğü- diyelim, despotizmi - def etmekle
kalış olmaz, fakat aynı zamanda “kurtarılan” ın geleceğini de–çoğu zaman onun kendi iradesine rağmendüzenlerler. Bu düzenleme de, genellikle, “kurtarılan” halkın değil, fakat “kurtaran” ın menfaatini kayıran bir
özellik gösterir ve üstelik bunun özgürlüğü getireceği de kesin değildir.
Bu kaygıların hepsi Irak’ta doğrulanmıştır.
ABD’nin özgürlük şampiyonluğu rolüne soyunmasında insanlığı rahatsız eden bir nokta da, bu tutumun
arkasında yatan kendini beğenmişlik duygusu ve ona eşlik eden pervazsızlıktır. Amerikan yönetimi ne hakla
kendi kendine böyle bir rol biçiyor? Dünya halkları ona böyle bir yetki vermediğine göre, bu yetkiyi nereden
alıyor?..78
77
78
VATAN / 23-01-2005 / Sadettin GÜRSEL
TERCÜMAN / 24-01-2005 / Mustafa Erdoğan
155
ŞEYTAN İMPARATORLUĞU’NUN
İran’a saldırı planı
Bununla ilgili hazırlanan 81 sayfalık simülasyonda haritalar, grafikler, operasyon planları, operasyon
süreleri, fotoğraflar, istihbarat bilgileri ve istihbarat açıkları, İran’ın askeri kapasitesi, hava savunma füzeleri,
İsrail uçaklarının hangi ülkenin hava sahasını kullanacağı, Azerbaycan ve Türkiye’de hangi hava üssü ve
limanların kullanılacağı, Afganistan, Azerbaycan, Irak ve Körfez’den hangi birliklerin sevk edileceği gibi bütün
detaylar bulunmaktadır.
Seymour Hers’ün The New Yorker dergisinde yayınlanan, ABD’nin İran’a saldırıya hazırlandığına
ilişkin yazısı, George Bush’un yemin töreninde yaptığı konuşmaya farklı bir anlam kazandırmıştır. Satır
aralarında ABD’nin 2005 yılında neler planladığına dair şifreler saklanmıştır. Oysa Bush, 11 Eylül 2001’den
sonra her vesile ile dile getirdiği sözlerini tekrarlamıştır. Yeni bir şey yoktur. Bir ‘Şeytan İmparatorluğu’na
doğru ilerleyen hegemonya arzuları, ‘ya bizdensin ya da düşman’ dayatması, Haçlı Savaşı, kıyamet
senaryoları, Mesihlik iddiaları, Armagedon hazırlığı ve Anglo-Sakson faşizmi her konuşmasında öne
çıkmıştır.
Sadece Bush’un konuşmalarında değil, Afganistan ve Irak işgalinden demokrasi ihracına, özgürlük
palavrasından Ebu Gureyb ve Guantanamo’ya, gizli işkence merkezlerinden terörle savaşa, Irak’ta iç savaş
senaryosundan Şii-Sünni krizine, İran ve Suriye’ye saldırı planlarından İslam’ı Batı’nın hazmedebileceği bir
forma sokma politikalarına kadar ABD’nin her söyleminde ve eyleminde aynı işaretlere, aynı hedeflere, aynı
şeytani heveslere rastlanmaktadır.
ABD ve İsrail İran’a saldırır mı? Evet, saldırır. ABD ve İsrail Suriye’ye saldırır mı? Evet, saldırır. ABD
Irak’ta iç savaş çıkarmak istiyor mu? Evet, çıkartır. ABD’nin Türkiye ile ilgili de hesapları var mı? Evet, vardır.
ABD Şii-Sünni savaşını, Türkiye İran kapışmasını planlıyor mu? Evet, kışkırtır… ABD Kafkaslar’da, Orta
Afrika’da, Güneydoğu Asya’da yeni harita taslakları üzerinde çalışıyor mu? Evet, çalışmaktadır. ABD ve İsrail
Ortadoğu’yu yeniden tanzim etmek, sınırları değiştirmek istiyor mu? Evet, bu amaçtadır. ABD Müslüman
ülkeleri silahsızlandırıyor ve savunmasını zayıflatıyor mu? Evet, bunu yapmaktadır. ABD bütün İslam
dünyasını kuşatıyor mu? Evet, kuşatmaktadır. ABD Müslüman dünyanın zenginliklerine göz koyuyor mu?
Evet, hatta el koymaktadır. ABD Müslümanlara yeni bir İslam anlayışı dayatıyor mu? Evet, dayatmaktadır ve
ılımlı İslamcıları ve hoşgörü hocalarını kullanmaktadır. ABD, terörle mücadeleyi İslam’la savaş olarak,
İslam’ın siyasi gücünün tasfiyesi olarak görüyor mu? Evet, buna inanmaktadır. ABD ve İsrail, küresel savaşı
medeniyet savaşı olarak kurguluyor. Bush ve çevresi, İslam coğrafyasına yönelik istila stratejisini ‘Şeytanla
savaş’ olarak görüyor mu? Evet, buna şartlanmışlardır. Liste uzatılabilir. Her “evet”e cevap oluşturacak resmi
belgeler, ABD yönetimine bağlı think-tank/istihbarat kuruluşlarının çalışmaları defaatle ve değişik yerlerde
yayınlanmıştır. ABD’nin ahlaki erdeme ve siyasi dürüstlüğe göre hareket ettiğini düşünen densizler bunların
birçoğuna ‘evet’ demeyecektir. Ama böyle bir Amerika yoktur. Böyle bir İsrail’de yoktur. ABD’nin siyasi,
ekonomik ve askeri gücü ideolojik bir kadronun elindedir. Avrupa sınırına dayanan bir ideolojik dalga var.
Dünya, dini motiflerle süslenmiş bir faşizmin yani siyonizmin tehdidi altına giriyor. Irak’ta yaşananlardan
sonra ABD’nin İran’a, Suriye’ye ya da bir başka bölgeye saldıramayacağını düşünenler yanılıyor. Çünkü
makul olana göre düşünüyorlar. Oysa ortada öyle bir sağduyu yok, yakın zamanda da olmayacak. Bu
nedenle 2005 bir önceki yıla göre çok daha hararetli, çok daha tehlikeli, çok daha kaotik gelişmelere sahne
olacaktır.
ABD ve İsrail’in Suriye’ye saldırı planları hem ABD’de hem de İsrail’de ‘resmi’ ağızlardan çok kez
ortaya konuldu. ABD ve İsrail’in Irak yönetimi ile birlikte Suriye’ye nasıl saldıracağına dair son senaryo 24
Ocak’ta İsrail kaynakları tarafından ortaya atıldı. Suriye’nin kendini savunmak için silah almasına bile izin
verilmiyor…
ABD ile İran arasında Irak’taki Şiiler üzerinden yürütülen pazarlıklar kimseyi kandırmasın. Bölgeye
dönük stratejiler çok daha uzun vadeli ve geniş kapsamlıdır. İsrail Başbakan Yardımcısı ve Şimon Peres bile
dün, bütün dünyayı İran’a karşı hareket etmeye çağırdı. Buna göre Şaron’un neler planladığını anlamaya
156
çalışmalıdır. İsrail ordusu yıllardır bu saldırı için hazırlıklar yapmaktadır. Denizaltılarını bile buna göre
yeniden silahlandırmıştır. 1981 yılındaki Osirak saldırısından daha sofistike saldırı planları hazırlanmıştır.
Hersh’ün yazısından önce Pentagon kaynaklı çok daha detaylı bilgiler dünya basınına sızdı. Bu bilgiler
birçok dergi ve gazetede geniş biçimde yer aldı. Anlantic Monthly dergisinin Aralık sayısında yer alan
‘Sıradaki İran mı olacak?’ başlıklı on sayfalık yazıda Kasım ayında Pentagon’da yapılan bir çalışma
anlatılmaktaydı. Çalışmanın sonuçları dışişleri, savunma, hazine, istihbarat, ulusal güvenlik, genelkurmay ve
adalet bakanlıkları temsilcilerinin bulunduğu topluluğa aktarıldı. Üç aşamalı bir plan hazırlandı. Birinci
aşamada, rejimin merkez güçlerine karşılık ağır hava saldırıları ve denizden yapılacak füze saldırıları
öngörülüyor. İkinci aşamada, nükleer çalışma yapılan bölgelerin bombalanması planlanıyor. Üçüncü
aşamada ise iç karışıklıklar çıkarılarak rejim değişikliği amaçlanıyor… Askerlerin Irak, Afganistan ve
Azerbaycan’dan İran topraklarına girmesi planlanıyor!..
81 sayfalık simülasyonda haritalar, grafikler, operasyon planları, operasyon süreleri, fotoğraflar,
istihbarat bilgileri ve istihbarat açıkları, İran’ın askeri kapasitesi, hava savunma füzeleri, İsrail uçaklarının
hangi ülkenin hava sahasını kullanacağı, Azerbaycan ve Türkiye’de hangi hava üssü ve limanların
kullanılacağı, Afganistan, Azerbaycan, Irak ve Körfez’den hangi birliklerin sevk edileceği gibi bütün detaylar
bulunuyor. Nükleer çalışmaları engellemek için 90 gün, rejim değişikliği için 60 gün belirlenmiş. Birinci hedef
için: Tahran, İsfahan, Hürremabad ve Drezfel’deki Devrim muhafızları merkezlerine yönelik ağır hava ve füze
saldırıları ve özel operasyonlar(5gün). Pre-emptive saldırı olarak: 300 hedef bombalanacak. Hedef içinde 10
nükleer tesis, 125 destek tesisi, füze savunma sistemleri ve komuta kontrol mekanizmaları var. Üçüncü
hedef için: geleneksel hava saldırıları, Özel Operasyon Birlikleri ile konvansiyonel olmayan savaş yöntemi ve
kara saldırısı düzenlenecek, İran içindeki muhalifleri desteklenecek. Özel operasyon birlikleri Azerbaycan ve
Afganistan’dan girecek. Kara saldırısı Irak üzerinden yapılacak. ’90 günlük hazırlık aşaması, 45 günlük hava
saldırısı, 90 günlük kara saldırısı, 90 günlük de istikrar operasyon’u öngörülmüş. Cheny’nin sözleri önemli.
İran’a saldırı planını İsrail yapıyor. Geniş çaplı işgal belki ertelenecek ancak nükleer tesislere saldırı ‘mutlaka’
gerçekleşecek!79
Rusya’da “Yahudi Derneklerini Kapatın” Çağrısı
Amerika’da bu şeytani senaryolar hazırlanırken, Rusya’dan dünya ve bölge barışı için ümit verici ve
sevindirici haberler geldi.
Rus Parlamentosu’nun alt kanadı Duma’da 20 milletvekili, başsavcılıktan tüm Yahudi derneklerini
yasaklamasını istedi.
Komünist Parti, milliyetçi Anavatan Partisi ve liberal Demokrat partisi’nden 20 milletvekilinin yanı sıra,
çoğunluğunu milliyetçi gazetelerin muhabirleri ve editörlerinden oluşan 500 kişinin, “aşırı buldukları Yahudi
derneklerinin kapatılmasını” isteyen açık mektuplarına Pravaslavnaya gazetesinde yer verildi.
Yahudiliğin “Hrıstiyan karşıtı ve insanlık dışı” bir din olduğu ileri sürülen mektupta, “Bu dini aşırılıkla
ilgili birçok dava mahkemelerde ispatlandı” denildi.
Rusya’daki birçok Yahudi karşıtı eylemin, Yahudilerin Hrıstiyanlık karşıtı hareketlerinden dolayı
kaynaklandığı ifade edilen mektupta, tüm Siyonist Yahudiler “Rusya’yı sömürme, devlet mallarını uygunsuz
bir şekilde ele geçirme ve Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra hükümeti kontrol etmekle” itham edildi.
“Yahudilerin ülkedeki yaşam üzerindeki yıkıcı etkisinin Rus’lar dâhil tüm halkların çıkarlarına zarar
verdiği” savunulan mektupta, “Rus okullarında Ortadoks kültürünün öğretilmesine karşı çıkanlar ve
pasaportlarda kişilerin ulusunun belirtilmesi kararını bozduranlar Yahudilerdi” denildi.
“Demokratik dünyanın bugün uluslararası Yahudiliğin mali ve siyasi kontrolü altında bulunduğu”
kaydedilen mektupta, “Rusya’mızın da özgür olmayan bu ülkeler arasında yer almasını istemiyoruz”
görüşüne yer verildi.
Öte yandan, İngiliz Independent Gazetesi ise ırkçılık ve yabancı düşmanlığının yeni odağının Rusya
79
Yeni Şafak / 25-01-2005 / İbrahim Karagül
157
olduğu uyarısında bulunuyor. Gazeteye göre, ülkede yaklaşık 60 bin dazlak var. Geçen yıl, iki katına çıkan
ırkçı cinayetlerde 44 kişi öldü ve halkın % 28’i Yahudilerin ayrı yerleşimlerde yaşamasını istiyor. Gazete,
“Rus yetkililerin dazlaklar sorununun abartıldığını ve tüm ülkelerde benzer sorunların yaşandığını” söyleyip
geçiştirmekle suçluyor.
Ama bazı insan hakları grupları, aynı fikirde değiller. Onlara göre sorun işsizlikten, düşük ücretlerden
ve gençlerin gelecek endişesinden kaynaklanıyor ve halk Siyonist düşünceli sermaye sahibi Yahudilerin gizli
ve kirli ilişkilerinin farkına varıyor… “Rusya sorunlara çözüm arayacağına bir düşman belirleyip sorunu onun
üzerine yıkıyor” iddiaları ise kasıtlı çıkartılıyor.80
İsrail’e güvensizlik
İsrail’in IMI firması ile M60 A1 tanklarının modernizasyonu konusunda anlaşan Türkiye’nin bu firmadan
kaynaklanan gecikmeler nedeniyle anlaşmayı donduracağı açıklanmıştı. Genelkurmay Başkanlığı, bu
konuda gecikme yaşandığı bilgisini doğruladı. M60 A1 tanklarının modernizasyonu projesinde bazı teknik
sorunlardan dolayı 5 aylık bir gecikme yaşandığını belirten Genelkurmay Başkanlığı; Savunma Sanayi
Müsteşarlığı’nın bir ay içinde IMI firması ile yapılacak görüşmelerde bu durumu “bir mutabakat muhtırası ile
revize etmesinin planlandığını.” Açıkladı…
Modernizasyona ihtiyaç yoktu
M60 A1 tankları konusunda yaşanan sıkıntıları Milli gazeteye değerlendiren Savunma Analisti Aydın
Çetiner, “Türkiye böylesine çok masraflı bir projeyi uygulamaya koyarak bu konuda külliyen yanlış yapmıştır.
Oysaki Türkiye tank ihtiyacını daha masrafsız bir şekilde ve şu an kullanılan modernizasyonla çözebilirdi.
Bugün ülkemizin ihtiyacı olan tanklar, çok sayıda ülkeden daha ucuza alınabilirdi” iddiasında bulundu.
İsrail’in elindeki teknolojiyi Türkiye ile paylaşmak istemediğini ifade eden Çetiner, “Bugünkü sıkıntının
asıl kaynağı budur. İsrail’deki Savunma Sanayi Firmaları, Türkiye ile teknik imkânlarını paylaşmak
istememektedir. Özellikle de teknik konularda kasıtlı olarak Türkiye’ye yardımcı olmamaları nedeniyle bu
türden sıkıntılar yaşanıyor. Türkiye zaman zaman İsrail’in bu tutumundan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi.
İsrail, gerek Savunma Sanayii ile ilgili ortaklıklar gerekse, karşılıksız olarak, PKK ve Suriye konusunda eksik
ve yanlış istihbaratlar vererek Türkiye’nin Ortadoğu politikasına tesir etmeye çalıştı” diye konuştu.
‘İsrail ile kurulan ilişkileri, ihtiyaçlar düşünceleri belirler’ yaklaşımıyla tanımlayan Çetiner, “Savunma
Sanayii kullanılarak İsrail ile siyasi yönü ağır basan ilişkiler kuruluyor“ 81 Yani Siyonist amaçlarına dolaylı
destek sağlanıyor.” Gerçeğini ortaya koydu.
Bu arada, ABD Devlet Başkanı, 2. döneminde de ‘güçlüyüm o halde haklıyım’ anlayışını, devam
ettirmek kararında olduğunun birçok işaretini verdi. İran’la alakalı tavır da biraz daha açıklık kazandı ve
Bush, ‘bu ülkenin nükleer programı konusunda ikna edici gelişmeler olmazsa, askeri tercihin de
gündeme gelebileceği’ şeklinde tehditler savurdu.
Birçok yorumcunun, ‘3.defa seçilme meselesi olmadığı için Bush’un 2.dönemi daha yumuşak geçebilir
ve etrafını saran Neocon’lara, Siyonistlere ve Evengelistlere eskisi kadar kulak asmaz” beklentisinin boş
olduğu anlaşıldı ve hayal kırıklığı doğurdu.
21 Ülkede Dev Anket’in sevindirici sonucu
Bush’un 2. dönemi vesilesiyle İngiliz yayın kurumu BBC’nin 21 ülkede 22 bin kişiyle, telefon yoluyla
yaptığı dev bir anketin sonuçları da geniş yankı buldu.
“Amerika Birleşik Devletleri başkanlığına George Bush’un yeniden seçilmesi dünya barışı ve
güvenliği için olumlu mu, olumsuz mu?” sorusuna cevap arayan ve 15 Kasım 2004 ile 5 Ocak 2005
tarihleri arasında 21 ülkede gerçekleştirilen ankete yaklaşık 22 bin kişi katılmış oldu.
Ankete katılan 22 bin kişinin yüzde 58’i, Bush’un yeniden ABD Başkanı olarak seçilmesinin,
dünyayı daha tehlikeli bir hale getirdiği, düşüncesindeymiş… Yine toplamın yüzde 47’lik bir bölümü,
dünya üzerindeki ABD nüfuzunun gayet olumsuz bir gelişme olduğunu ifade etmiş.
80
81
Milli Gazete / 26.Ocak.2005 / Sh:8
Milli Gazete / 26.Ocak.2005
158
Bush’la Yaşamak ve Siyonist ABD’ye katlanmak gerekmiyor:
Bush’un yeniden ABD Başkanı olarak seçilmesinin, dünyayı daha tehlikeli bir hale getirdiği kanaatine
Türkiye’den ankete katılanların % 82’i katılıyor. Bu oran, ankete katılan 21 ülke arasında ulaşılan en
yüksek oran. Bizi yüzde 79 oranıyla Arjantin ve ardından da yüzde 78 ile Brezilya halkı izliyor.
Venezüella-Kolombiya gerginliği ve Hugo Chavez gerçeği:
Venezüella, ülkedeki en büyük gerilla örgütü Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) önde gelen
üyelerinden Rodrigo Granda’yı “kaçırmakla” suçladığı Kolombiya ile ikili ve enerji anlaşmalarını
dondurduğunu, Bogota’daki büyükelçisini geri çağırdığını açıkladı.
Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, ulusal meclise hitaben yaptığı konuşmada, “Diplomatik
sorun çözülene kadar Kolombiya ile tüm ticari anlaşmaların askıya alınması talimatını verdiğini söyledi”…
Hugo Chavez, Siyonist sistemi sarsmaya devam ediyor!..
159
AB ÇÖZÜLÜYOR
Demir Çelik Birliği ile başlayıp, önce AET sonra AT, sonra AB olan bu birliğin anayasasının dün
Fransa’da oylanması sonucunda yüzde 57 hayır’la sonuçlanması, felsefi olarak birliğin son bulmasıdır.
Avrupa’ya da Türkiye’ye de geçmiş olsun.
1950’den beri “NATO’ya CENTO’ya bağlıyız” diye ihtilalcilerin de diliyle deklere edilen dış politika ile,
Türkiye’nin artık bir yere varması mümkün değildir. CENTO yıllar önce dağıldı, NATO da AB gibi sizlere ömür
felsefi anlamda sona ermiştir. Sovyetlerin dağılmasıyla “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan büyük bir birliğin”
anlamında Demirel’in attığı nutuklar, ABD’nin ve İsrail’in Orta Asya’ya yerleşmesinden başka bir işe
yaramamıştır. Bugünkü hükümet ise olup bitenlerin hepsinden habersiz gibi, “NATO’ya CENTO’ya bağlıyız”
nutuklarıyla dış politikayı belirliyeceklerini zannederek; AB’ye, ABD’ye, IMF Dünya Bankası’na bağlıyız
diyerek kendilerini ve ülkeyi sahili selamete çıkarabileceklerini sandılar. Maalesef; siyasi, askeri, ekonomik
ve kültürel anlamda içerde ve dışarda ülkeyi açmaza sürüklemişlerdir. “NATO’ya CENTO’ya” bağlılık nasıl
iflas etmişse “AB’ye, ABD’ye, IMF’ye” bağlılık da iflas etmiştir. Türkiye artık tarihine, coğrafyasına kültürüne
yaraşır politikalar üretmek zorundadır. Batı’ya kuyruk olarak Osmanlı bir yere varamadı ki, Türkiye
Cumhuriyeti varsın...
Fransa’da yapılan referandumla çöken AB için yorumların bini bir para. En ilginçleri de teselli
yorumları: “Chirac” on yıl iktidarda kalarak eskidi, işsizlik oranı yüzde on olduğu için hayır yüzde 57 çıktı”
Yarın Hollanda’da yapılacak oylamanın sonucu da hayır gözüküyor. İngiltere, Danimarka, Polonya sırada.
AB’nin kuruluş arzusu ve isteği çok eskilere ve farklı amaçlara dayanır. Ama son aşamada hegemon
güç olan ABD’ye karşı varlık göstermek istiyordu, olmadı.
Coğrafi olarak dünyanın en önemli noktasında bulunan Türkiye; siyasi, ekonomik, askeri ve tarihi
olarak da çok önemli bir yerde duruyor. Sömürgeci, işgalci, vahşi batı, felsefi ömrünü tamamlamıştır, doğu
yükseliş sürecine geçmiştir. Türkiye yanlış politikalar, yararsız yaklaşımlarla doğunun yükselişini engelleyici
tavırdan; AB’ye, ABD’ye, İsrail’e, IMF’ye kuyruk olmaktan, vakit çok geç olmadan vazgeçmek zorundadır.
Haydi geçmiş olsun.
Her ölüm bir doğuşun başlangıcıdır.82
AB - Türkiye ilişkilerinde ‘son bahar’
‘Destek’ ne demek, biliyorsunuz. ‘Köstek’ kelimesi de biliniyor. Peki, bu başlıktaki ‘estek’ ne ola ki?
‘Estek’ ne anlama geliyor biliyor musunuz? Türkçe sözlükten aynen aktararak yazayım.
Estek: Bu kelime ‘köstek’ kelimesi ile birlikte “oyalamak, yersiz bahaneler bulmak, işten kaçmak”
anlamlara geliyor. “Estek köstek etmek” ya da “estek etmek köstek etmek” biçiminde kullanılır. (Türkçe
Sözlük)
AKP’nin AB macerası önce ‘destek’ ile başlamıştı… Sonra tam da ‘estek’ kelimesinin sözlük anlamıyla
ifade edecek olursak, ‘oyalama, yersiz bahaneler bulma, işten kaçma dönemi’ başladı… Şimdilerde ufukta
yani önümüzdeki sonbaharda yeni bir dönem, ‘köstek dönemi’ başlayacak gibi görünüyor…
(23.05.2005), Bir gazetenin birinci sayfasında okuduğum bir haber, başlığı ile birlikte aynen şöyleydi:
“Almanya’da erken seçim göründü. Kuzey Ren Vesfalya eyaletinde yapılan seçimlerde, Sosyal Demokrat
Parti’nin (SPD) 39 yıllık iktidarı sona erdi. AB konusunda Türkiye’ye (ve AKP’ye) desteğiyle bilinen Başbakan
Schröder, dünkü mağlubiyetin ardından sonbaharda erken seçime gitme kararı aldı!.. Türkiye’nin AB
üyeliğine karşı çıkan CDU Genel Başkanı Angela Merkel, gelişmeyi tarihi bir zafer olarak nitelendirdi…
SPD’nin koalisyon ortağı Yeşillerin Eşbaşkanı Roth da seçim sonuçlarını ‘acı bir yenilgi’ olarak nitelendirdi…”
Ertesi gün, yine birinci sayfadan aynı konuda şöyle bir ifade vardı: “‘Seçim olursa Türkiye, AB konusunda en
büyük destekçisini kaybedebilir’ şeklinde endişeleri dile getirilirken…” Yapılan bir yorumda ise şöyle bir ifade
vardı: “Başbakan Erdoğan, AB içinde en samimi dostu olan Almanya Başbakanı Schröder’i kaybetmekle
82 31.05.2005 Milli Gazete İbrahim Balcı
160
karşı karşıya… 3 Ekim’de Başbakan Erdoğan’ın karşısında ‘imtiyazlı ortaklık’ta direnen ve özünde de
Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı olan bir Hıristiyan Demokrat iktidarla karşılaşabilir. Bu ise dikenli tel ve
mayınlarla döşeli AB yoluna aşılması zor bir Alman duvarının eklenmesi demek….” (Süleyman Bağ, Berlin)
Avrupa Parlamentosu SPD Milletvekili Vural Öger de; “Almanya’da hükümetin değişmesi Türkiye ile
ilişkileri negatif yönde etkiler” diyor. Bakınız, Avrupa Siyaset Merkezi’nden Amanda Akçakoca bu konuda
neler söylüyor: “Hıristiyan Demokrat iktidarı tabii ki Türkiye için iyi haber değil. İktidar değişikliğinin en hızlı
hissedilecek etkisi, Türkiye’nin Almanya gibi büyük bir ülkenin desteğini kaybedecek olmasıdır. Hıristiyan
Demokratlar muhtemelen diğer üyeleri de Türkiye’ye tam üyelik yerine imtiyazlı ortaklık verilmesine ikna
etmeye çalışacaktır. Fransa’da da bir iktidar değişikliği olursa, Türkiye’nin imtiyazlı ortaklık teklifini kabul
etmesi için baskılar artacaktır.” Avrupa Siyaset Çalışmaları Merkezi’nden Daniel Gros diyor ki: “Angela
Merkel’in Türkiye’ye çok sıcak olmadığını biliyoruz… Merkel’e göre, 17 Aralık kararlarında tam olmasa da
imtiyazlı ortaklığı çağrıştıran ifadeler var. Merkel iktidara gelirse “ben müzakereleri imtiyazlı ortaklık için
yürütüyorum” diyebilir...”
AB/Avrupa’da bu gelişmeler olurken, İsrail’den ilginç bir destek geldi. İsrail Başbakan Yardımcısı ve
İşçi Partisi lideri Şimon Peres, önümüzdeki ‘kırılgan’ dönemde (‘estek-köstek’ döneminde demek istiyor),
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliğine destek için Avrupalı liderlerle bir araya gelebileceğini belirtti.
Peres, “Türkiye’nin AB’ye mutlaka tam üye olması gerekir.” dedi. Acaba neden?!. Sağ olsun, var olsun,
Şimon Peres bu kara bulutların dağıtılması için emre amade!.. Bir Yahudi boşuna yarenlik teklif etmez ya!..
Her neyse, zamanla sebebini anlarız...
Bahar geldi… Yaz geliyor…
Ama daha ‘Sonbahar’ yani 3 Ekim’deki ‘ucu açık’ üyelik müzakereleri başlamadan AB semalarında
kara bulutlar!.. Sonbahar 2005 geldiğinde, AB müzakereleri açısından gerçekten iki taraf arasında ‘son
bahar’ dönemi başlayacak gibi görünüyor. Baksanıza, ‘destek-destek’ derken, hava bir anda ‘estek-köstek’
yani “oyalamak, yersiz bahaneler bulmak, işten kaçmak” mevsimi geldi çattı! Sonunda da ‘sonuç’ ve de acı
bir ‘son’ olarak sadece ve sadece ‘köstek’ dönemine gireceğe benziyor. Sonbaharda Almanya’da iktidarı
devralması beklenen Hıristiyan ağırlıklı CDU-CSU koalisyonu, şimdilik Türkiye’ye ‘imtiyazlı ortaklık’
verilmesini savunuyor. Daha sonra, Almanya’nın ilk kadın başbakanı olacak olan CDU lideri Angela Merkel
ile CSU lideri Stoiber, AB yolunda daha ne sürpriz engeller çıkaracaktır, hep beraber bekleyip göreceğiz…
Fransa’nın fanatik Türkiye düşmanlığı mâlum… İngiltere, son seçimden sonra kritik merhalede… Velhâsıl-ı
kelâm; ‘destek’ ‘destek’ ve ‘estek - köstek’ derken, önümüzdeki Sonbahar, AB - Türkiye ilişkileri açısından
gerçekten de ‘son bahar’ olacak gibi görünüyor; gidişat ve gelişmeler bu yönde...
‘Baş müzakereci’ belli oldu ama bu mesele Türkiye’nin başını çok ağrıtacak.83
Avrupa Birliği ve Türkiye
“Avrupa çöküyor…” başlığı altındaki makalesinin sonunda, Prof. Dr. Nevval Sevindi sözü
Türkiye’ye getiriyor ve diyor ki: “Peki, şimdi Türkiye ne yapacak? Kısa vadede AB hayalinin darbe yiyeceği
ortada. Dinamikleri değişen dünyada Türkiye’nin kendi başının çaresine bakması gerek. Avrasya
coğrafyasının merkez ülkesi konumuna gelme şansı olan Türkiye, kendi kaynaklarını kullanmayı öğrenmeli.
Toplumla bütünleşen, toplumsal dinamiklerini hayata geçirme yeteneğini kullanabilecek politik kararlar ve
vizyon gerekiyor. Bölgesini ve dünyayı devamlı izleyen bir Türkiye, 19. yüzyıldan kalma kurumlarında,
fikirlerinde ısrar eden Avrupa’dan daha iyisini başarabilir. Çünkü kültürel değerleri, harcanan gençlik enerjisi
yapıcı bir dinamik. Kökten reformların aciliyeti ortada… Türkiye beden, zihin ve ruh enerjisini ortak bir
nehir gibi akıtabilirse dünyaya vereceği çok şey var.”84
Şimdi AB/Avrupa Birliği için masadayız… Selâmlaşıyoruz… ‘Ucu açık!’ görüşmeler yapacağız…
Baştan beri Avrupalılar bize hep bizim kaldıramayacağımız yükler yüklemektedirler. Bunun en açık
örneği, 1996’dan beri yani tam 9 (dokuz) yıldır Türkiye aleyhine uygulanagelen ‘Gümrük Birliği’
83
84
29.05.2005 Milli Gazete Reşat Nuri Erol
Zaman / 24 Mayıs 2005
161
anlaşmasıdır. Bu anlaşma aracılığı ile Türkiye dokuz yıldır Avrupa ülkeleri tarafından sömürülüyor!..
Şimdi de ‘tam üyelik’ değil de, ‘imtiyazlı ortaklık’ gündemde! Bu imtiyazlı ortaklığın da pek
gerçekleşeceği yok ya! Bir an için gerçekleştiğini kabul etsek bile, bu imtiyazlar sadece ‘AB/Avrupa Birliği
için imtiyazlar’ içeren bir anlaşma olacaktır; aynen ‘Gümrük Birliği’ anlaşmasında olduğu gibi!..
İstiklâl Savaşı’nı kazanıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuranlar, Türkiye’ye bir misyon biçmişlerdi.
Bunları şöyle açıklayabiliriz.
1. Türkiye devleti millî devlet olacaktır. Millet din, dil, kültür ve inanç birliği olarak anlaşılıyordu. Din
İslâm dini idi. Dil Türkçe idi. Kültür millî gelenekler idi. İnanç ise; “Ben Türküm/Müslümanım” deyip Türkiye
devletinin yaşaması içini canını vermek anlamındadır. Her ne kadar daha sonra Anayasadan “Devletin dini
İslâm’dır.” sözü çıkarılmış ise de, bu lâik bir yönetim gereği olup, hiçbir zaman halkın İslâm dinini bırakması
şeklinde anlaşılmamış, dinsizlik hedeflenmemiştir.
2. Türkiye devleti bağımsız olacaktır. Türkiye istiklâl-i tâmme içinde yaşayacak, ‘Ya istiklâl ya ölüm’
her zaman Türklerin ana şiarı olacaktır. Hiçbir başka devletin ve bloğun içinde olmayacaktır. Ne sosyalist ne
de kapitalist ülke blokları içinde olmayacaktır. Ne batı bloğunda ne de doğu bloğunda yer almayacaktır.
Türkiye millî devlet olmayı bu yolla tamamlayacaktır.
3. Türkiye devleti barışçı devlet olacaktır. Başka ülkelerden toprak istemeyecek, onların iç işlerine
karışmayacak, onların savaşlarına yardımcı olmayacaktır. Kimseyi de kendi ülkesine karıştırmayacaktır.
‘Yurtta sulh cihanda sulh’ esastır. Ülkesine iltica edip Müslüman olarak Türklüğü kabul edenleri kabul
edecektir. Türkiye’ye gelmeyenlerle genel dış politika ilkeleri çerçevesinde ilgilenecektir.
4. Türkiye devleti Avrupa uygarlığının icaplarını yerine getirecektir. Ancak asıl hedefi muasır
medeniyetin üstüne çıkmak, daha doğrusu ‘yeni medeniyet’ kurmak olacaktır. Bunun için temel
dayanak ‘müsbet ilim’dir. Her şey müsbet ilmin denetimi içinde olacaktır. Demokrasiyi tartışmamıştır.
Demokrasi müsbet ilme uygunsa kabul edilecektir. Müsbet ilme uymuyorsa reddedilecektir. İslâmiyet de
tartışılmamıştır. Din eğer müsbet ilme uygunsa kabul edilecek, yoksa reddedilecektir. Bunları siyasiler değil
âlimler tartışacaktır. Siyasilerin görevi sonuçları tesbit etmek değil, ilim adamlarının çözüm üretmelerine
imkân vermektir. Nitekim Anayasaları askerler kendileri yapmadı, oluşturdukları ilmî şûralara hazırlattılar.
Türkiye işte böyle bir Türkiye’dir.
AB/Avrupa Birliği’ne girmekle, devletin bu temel dört direğini dinamitlemekteyiz.
Bir de, kimi şuursuzlar veya budalalar; Avrupa Birliği’ne girmeyi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının
ideali olarak ortaya koymaktadırlar. Mustafa Kemal ve arkadaşları Türkiye’yi Avrupa’ya teslim edeceklerdi
de, İstiklal Savaşı’nı niye yaptılar?.. Türkiye’den Hıristiyanları niye tehcir ettiler?.. Mübadelelerle Türkiye’ye
Müslümanların göçünü niye kabul ettiler?.. AB/Avrupa birliği’ne girmek için mi?!.
Türkiye’nin ‘olmazsa olmaz’ şartları vardır. Türkiye için yapılamayacak neler vardır?
1-Türkiye İslâmiyet’ten vazgeçemez. 2- Müslümanlara cephe alamaz, onlar savaşmadıkça
Türkiye onlarla savaşamaz. 3-Türk ülkeleri ile ekonomik ve sosyal ilişkilerini kesemez. 4-Türkiye Türk
ordusunu küçültemez, etkisiz hâle getiremez.
Avrupalılar bize teklif getirirken bunlara dokunmamalıdırlar. Türkiye ancak kendi temel iç sorunlarını
çözdükten sonra, Avrupa ile kuracağı diyalogla insanlığa hizmet edebilir. Bizim Avrupa Birliği’ne girmeden
önce Avrupa seviyesine ulaşmamız gerekir. Oyalanmak, onurumuzla oynanmak ve sömürülmek
istemiyorsak, belirli alanlarda bazı gelişmeleri başarmak zorundayız. Bu arada temel prensiplerimizi tekrar
gözden geçirmeli ve medeniyet eksenimizi de belirlemeliyiz. Ondan sonra AB ile eşit şartlarda masaya
oturmalıyız.
İşte, ancak bu durumda “Türkiye beden, zihin ve ruh enerjisini ortak bir nehir gibi akıtabilirse
dünyaya vereceği çok şey var.”85
85
31.05.2005 Milli Gazete Reşat Nuri Erol
162
Boş Maceraya Baş Müzakereci
Kamuoyunca uzun süredir merakla beklenen başmüzakereci sonunda atandı.
(Herhalde Bush başkan atadı, başbakan onadı.) Ancak ortada ciddi bir müzakere süreci kalmadı.
Yani bizimkisi, “tahtalıköye imam seçmek” gibi bir davranıştı...
17 Aralık’tan sonra Türkiye’ye bir tarih verildiğini sanıp kendilerini ulusal bir kahraman edasıyla Kızılay
meydanına atanlar son gelişmeler karşısında iyice paniklemeye başladı.
Art arda gelen gelişmelere ve işaret ettiği trende bakılırsa AB işi en azından şimdilik yattı…
Başmüzakereci atanması, “hamamın namusunu kurtarma” işleminden başka bir şey olmadı.
Bir kere Papa II. Jean Paul’un ölümünden sonra Vatikan’ın başına Türkiye ve İslam konusunda
dışlayıcı görüşlerini gizleme ihtiyacı duymayan Alman Kardinal Ratzinger taşındı.
Radikal Hıristiyancı olarak nitelenen ve 16. Benedictus adını alan Ratzinger’le başlayan süreçte
Türkiye’nin işi daha da zorlaştı…
Ardından Almanya’nın en büyük eyaleti Kuzey Ren Vestfalya’da Eyalet Meclisi seçimleri yapıldı.
Seçimlerde Hıristiyan Demokratlar (CDU) yüzde 44.8 oranında oy alırken, Başbakan Schröder
önderliğindeki Sosyal Demokratlar(SPD) ise yüzde 37.1 de kaldı.
İktidarda ki Sosyal Demokratların 39 yıllık kalelerini azımsanamayacak bir farkla kaybetmesi sonucu
Başbakan Schröder sonbaharda erken seçime gitmek kararı aldı.
Sosyal demokratların sandığa gitme eğilimleri bu şekilde düşük seyreder ve büyük ihtimalle durumu
toparlayamazlarsa Hıristiyan Demokratların iş başına gelmeleri kaçınılmaz olarak gözüküyor.
Hıristiyan Demokratlar’ın lideri Angela Merkel “kırmızı yeşil koalisyonu iş başında olmadığı her
gün Almanya için iyi bir gündür” derken olaya ne gözle baktığını açıkça anlatıyor aslında.
Almanya’da genelde iktidarların iki dönem iş başında kaldıkları düşünülürse Türkiye’nin yerinin AB
olmadığını gayet net olarak ifade edebilen bu bayanla iktidarın işi zor görünüyor.
Çünkü Merkel geçen yıl görüştüğü Başbakan Erdoğan’a “Sizin yeriniz AB değil. Sizinle belki özel
ilişkiler geliştirilebilir, ama tam üyelik asla. Aslında AB ülkelerinin liderlerinin hepsi benim gibi
düşünüyorlar ama sizi gerçeği söylemiyor, aldatmayı tercih ediyorlar” demişti.
Bütün bunların ardından Fransa AB anayasasına “hayır” dedi. Sonra Hollanda bu anayasayı
reddetti... AB fikren ve filen çözülüş sürecine girdi. Seçimlerden sonra Tayyip Erdoğan’ın başlattığı Avrupa
turu esnasında Danimarka Başbakanı Rasmusen’le Almanya Dışişleri Bakanı Joschka Fischer
arasında geçen ve kameralara yansıyan “Türkleri önce uyutalım, sonra unutalım” sözleri hafızalardan
silinmedi.
Konuyu, halen Avrupa’da yoğun şekilde tartışılan Fransa ve Hollanda’da reddedilen AB anayasasını
hazırlayan komisyona başkanlık eden Fransa eski Cumhurbaşkanlarından Valery Giscard d’Estaing gibi
net bir şekilde ifade eden çok politikacı var.
D’Estaing “Yeter, Türkiye’yi sürekli kandırıyor, Türkiye’ ye sürekli yalan söylüyoruz. Onlara
kendi aramızda konuşurken söylediğimiz gibi dürüstçe, “sizi almayacağız” diyelim boşuna ümit
vermeyelim” diyor.
Aslında bize ümitvar konuşma yaptığını sandıklarımız da diğerlerinden pek farklı şeyler söylemiyorlar
da anlamak bizim işimize gelmiyor.
“Almanya’da Türkler Avrupa kültürünü benimsemediler. demokrasilerde hukuk boşluğuna ve
parelel toplumlara izin verilemez” derken ya da “Türk devleti üzerine düşenleri büyük ölçüde yapıyor.
Şimdi sıra Türk toplumunda” diye görüş beyan ederken aslında Angela Merkel’den ayrı düşünmediğinin
işretlerini veriyordu.
İstanbul’da Akbank Kurumsal Bankacılık’ın düzenlediği konferansta konuşan Samuel Huntington
bir grup gazeteciyle buluştuğu öğle yemeğinde:
“AB’ye giriş şansınız sıfıra yakın. Kültürel, siyasi, tarihi ve dini olarak farklı bir toplumsunuz.
sürekli AB kapısını çalarak ne kadar aşağılandığınızı nasıl fark etmediğinizi anlamıyorum” diyordu.
163
Huntington ABD çıkarları ve BOP için yatırım yapsa da söylediklerinde ki gerçek payını görmezlikten
gelemeyiz.
Şurası kesin ve gayet açık ki Türkiye’nin ve hükümetin uluslararası arenada yürüttüğü politikanın
aksları sağlam ve reel değildir!
Şimdi yarın yapılacak olan Fransa’daki AB Anayasası oylaması ve akabinde Hollanda’da yapılacak
oylamalarda “Hayır” çıkması halinde hayaller bir başka bahara kesin olarak ertelenmek zorunda kalacaktır.
“Nasılsa Türkiye’nin yapmasını istediğimiz yığınla ödev var. Bunların hepsini yerine getirseler
ve müzakerelerden başarıyla çıksalar bile, referanduma gitme hakkınız var. Sonuçta siz evet
demezseniz, ağızlarıyla kuş tutsalar AB’ye giremezler” diyerek Fransızları iknaya çalışan Chirac bu
düşüncedeyken, ardından Cumhurbaşkanı seçilmesi kesin gözüyle bakılan Sarkozy iş başına gelince
olacakları bir de siz düşünün.
Yok biz düşünmeyiz diyorsanız o zaman müzakereci olarak atanan Devlet Bakanı Ali BABACAN
düşünsün.
Babacan Ekonomi’yi başarılı bir şekilde halletti (!) ya sıra şimdi AB’ye geldi
Kendisinin ne yaman bir müzakereci olduğunu Tezkere pazarlıkları sırasında Amerikalı’larla yaptığı
görüşmelerden hatırlıyoruz.
Masaya 92 milyar dolar zarar faturasıyla oturup avucunu yalayarak kalkan müzakereciler ancak
AKP’den çıkar herhalde
Bir başka ülkede böyle bir fiyasko olacak adamın suyu çoktan ısıtılır ve Napolyon gibi St.Etienne'e ya
da Elbe adasına sürülürdü herhalde.
Hele bir de Dubai’de Türk ve Amerikan heyetleri arasında yapılan görüşmelerden sonra imzaladığı
8.5 milyar dolarlık kredi anlaşması var.
“Türkiye’nin Irak konusunda ABD hükümeti ile işbirliği” şartına bağlı bu kredi ne oldu sahi.
“Türkiye’nin Irak’a girmemesi” şeklinde algılanan ve yorumlanan güvenlik çıkarlarından vazgeçme
anlamına gelebilecek böyle bir anlaşmayı imzalayabilen bir bakan şimdi Avrupa ile yürütülecek
pazarlıklarda “Kurtlar Sofrasına” oturacak öyle mi?
Vay başımıza gelenler!
Üç yıl üst üste Bilderberg toplantılarına katılan Sayın Bakanımız umarız bu işleri “basit bir oyun”
sanmıyordur.
Ancak IMF ile yürütülen müzakerelere ve izlediği ekonomik politikalarının Türk halkını perişanları
oynatan sonuçlarına bakılırsa yandığımızın resmidir.
Çünkü Washington Mutabakatı diye bir şey vardır ve bu “mutabakat” kuralları IMF ve Dünya
Bankası politikalarının temel stratejileri doğrultusunda uygulanmaktadır.
Washington Mutabakatı on kuraldan oluşuyor:
“Mali disiplin, vergi reformu, kamu harcamalarının yeniden yapılandırılması, finansal serbestleşme,
rekabetçi döviz kuru uygulama, ticaretin serbestleşmesi, direkt yabancı sermaye yatırımlarına getirilen
engellerin kaldırılması, özelleştirme, piyasaya girişin ve rekabetin yeniden düzenlenmesi ve mülkiyet
haklarının güvence altına alınması.”86
İşte dünyadaki oyunun kuralları.
Neden iki yakanız bir yere gelmiyor umarım biraz anlamışsınızdır.
Ali Babacan bu politikaların nezaretçisidir! Nezaret, nazır biliyorsunuz “eski Türkçe” diye ifade edilen
tabirle “bakan” demektir.
Ancak bunun bir şartı vardır.
Dönüp milletinin haline bakmayacaktır!
Erbakan Hoca’nın espirili tespitiyle “Bakan, ama görmeyen” olacaktır!.
86
Sesar: 28 Mayıs 2005
164
Şimdi IMF’ye verilen son Niyet Mektubu ışığında Babacan’ın uyguladığı politikalara ve sonuçlarına bir
göz atalım.
“1-Sıkı Mali ve para politikaları uygulanmaktadır. 2-Sıkıpara ve Maliye politikası çerçevesinde iç
kaynakların büyük bölümü borç yükünün çevrilebilmesi için faize tahsis ediliyor. Bu durumda hükümet halka
hizmet için harcama yapacak para bulamıyor. 3-Türk tarımı ve sanayii, gelişmiş ekonomilerin tam rekabeti
karşısında zayıflıyor. 4-Tarım ve hayvancılıkta belli konularda üretimi sürdürme imkanı kalmadı. 5-İşsizlik
giderek artıyor. 6-Eğitime, sağlığa ve sosyal politikalara harcama yapılamıyor. 7-Gelir dağılımı daha da
kötüleşiyor. 8-Halıkın mutsuzluğu -giderek- artıyor. ”
Ve IMF’nin Türk Tarımını İflas Projesine ayak uyduramayan Köy İşleri Bakanı değiştiriliyor!...
Nitekim DİE hane halkı bütçe anketi sonuçlarına göre Yoksulluk Çalışması sonuçları açıklandı.
Türkiye'nin neredeyse yarısı yoksulluk sınırında yaşıyor. AKP iktidarının daha birinci yılında yoksul
insan sayısı Türkiye’de tam bir milyon kişi artmış. Yani 18 milyon 441 binden 19 milyon 458 bine çıkmış
bulunuyor…
Sonrasını da zaten yaşayarak görüyorsunuzdur.
İşte bu üstün ekonomik başarısızlığın mimarı Ali Babacan şimdi AB ile yapılacak görüşmelerde
Başmüzakereci atanıyor!.
“Bindik bir alamete Gidiyoruz Kıyamete!”
AB Çözülüyor:
Prof. Dr. Nevval Sevindi, bir yazısında “Avrupa çöküyor...“ başlığını kullanıyor ve sonunda şöyle
diyordu: “Manevi yeni bir ruh yaratamayan Avrupa, kıta devleti rolünü üstlenecek lider çıkaramadı. Kendi dar,
milliyetçi bakış açılarına yenildi ve ulus devletlerinin kasabalı zihniyetlerine teslim oldular. AB kıta projesiydi.
Dünya karşısında tek Avrupa halinde ayağa kalkma projesi fosladı. Yaşlı Avrupalıların öfkesi, değişen
dünyadan izole olmak isteği bu acı sonu hazırladı… Avrupa beden ve zihin enerjisini birleştiremedi.
Çöküyor...“87
Nevval Sevindi, sinsi bir siyonist projesi olan AB’nin çözülüşüne ve siyonist hayellerin çöküşüne üzülse
de, bir gerçeği ifade ve itiraf ediyor: Avrupa Birliği yıkılıyor!..
Evet, Avrupa’nın bir türlü çözemediği önemli sorunları vardır. Bu sorunlarını çözüme kavuşturmadıkça
mukadder çöküntüyü önlemesi mümkün değildir. Avrupa’nın çökmesine sebebiyet veren bu sorunları şöyle
sıralayabiliriz.
1- Avrupa her şeyden önce ‘anayasa’ sorununu çözmemiştir. Bu alandaki son gelişmelere gerçekçi
bir şekilde bakıldığında, çözecek gibi de görünmemektedir. AB/Avrupa Birliği, her şey bir yana, öncelikle
Avrupa kıtasında gerçekten uygulanabilir bir anayasa hazırlamalıdır. Çünkü ‘anayasa sorunu’ Avrupa’nın
görünen en önemli sorunudur. ‘Anayasa’ diye hazırlanan ve AB üyesi ülkelerin tasdikine sunulan metinlerle
bu sorunun çözülmesi mümkün değildir. Yeryüzünde insanlık vardır, kıtalar, ülkeler devletler ve buralarda
yaşayan insanlar vardır. Avrupa, dünyadaki kıtalardan bir kıtadır. Kıtalar insanlık içinde bir bölümdür, tüzel
kişilikleri yoktur. Ekonomi ve hizmet topluluklarıdır. Sosyal ve siyasi yapıya sahip değildir. Kıtaların
parlamentosu olmayacak, ordusu olmayacaktır. Avrupa Birliği, Avrupa devletlerinin ekonomi ve hizmet
topluluğu olacaktır. Bu nasıl olacaktır? Avrupa işte bunun anayasasını hazırlayamamaktadır. Bilindiği ve
göründüğü kadarıyla da, böyle bir anayasayı hazırlayabilecek bilgi ve potansiyeli yoktur. Bu konuda acizdir.
2- Avrupa henüz ‘sınırlar’ meselesini çözmüş değildir. Avrupa Birliği, bir an önce kendi sınırlarını
çizmeli, Avrupa dışına taşmamalıdır. Merkezleri Avrupa dışında olan ülkeleri birliğe almamalıdır. Merkezi
Avrupa’da olan devletleri de ancak dış topraklarını bırakmaları şartı ile almalıdır. Buna göre Türkiye Avrupa
Birliği’ne alınmamalıdır. Avrupa tabii sınırlarla belirlenmelidir. Ural Dağları, Kafkas Dağları, Karadeniz,
Boğazlar, Marmara Denizi, Ege Denizi ve Akdeniz, Cebeli Tarık Boğazı Avrupa’nın doğal sınırları olmalıdır.
87
Zaman / 24 Mayıs 2005
165
Midilli, Sisam, Sakız, güney adaları, İstanköy, Rodos ve Kıbrıs Avrupa dışında bırakılmalıdır. Karpatos, Girit,
Malta, Sicilya, Sardunya, Korsika, İspanyol adaları Avrupa’nın içinde olmalıdır. İzlanda ve Grönland dışarıda
bırakılmalıdır.
3- Avrupa Birliği ‘laiklik’ sorununu çözememiştir. Türkiye’de de sadece kâğıt üzerinde sözde bir laiklik
uygulaması vardır. AB ve Türkiye’nin sadece başörtüsü sorununa karşı olan çarpık müşterek yaklaşımları
bunun en bariz delilidir. AIHM/Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin her biri birer ‘hukuk cinayeti’ olarak
nitelendirilecek skandal karar dosyaları giderek artmakta ve kabarmaktadır. İbadetler bakımından Yahudilik,
Hıristiyanlık, Müslümanlık ve Budizm birbirinden farklıdır. İnançlar bakımından da farklar vardır. Düzen
bakımından ise Budizm ve Hıristiyanlığın özel görüşleri yoktur. Tevrat ile Kur’an ise şeriatın kaynağıdır.
Avrupa tekrar dine dönmelidir. Ama Hıristiyanlık siyasi bakımdan baskı aracı olmamalıdır. Avrupa serbestlik
içinde dine dönmedikçe gelişmesine imkân yoktur. Balkanlar’daki din düşmanlığı sona erdirilmelidir. Şimdiki
haliyle Balkan ülkelerinin Katoliklik içinde eritilmesi yanlış bir siyasettir. Başarıya ulaşması mümkün değildir.
4- Avrupa’nın ‘sermaye’ ile anlaşması gerekmektedir. Sermaye sadece ticaretle meşgul olmalıdır.
Devletlerden aldığı mamul malları satın almalı, birbirine ve dünyaya pazarlamalıdır. Avrupa mallarını
dünyaya da pazarlamalı; dünya mallarını da Avrupa’da pazarlayabilmelidir. Her türlü gümrük ve vize kayıtları
kalkmalıdır. Altınla değiştirilebilecek bir parayı sermaye çıkarıp onunla uluslararası ticaret yapabilir. Her
devletin milli paraları olmalıdır. Her devletin milli orduları olmalıdır. Sermaye Avrupa devletlerinin iç işlerine,
ekonomilerine, paralarına ve ordularına karışmamalıdır. Sermaye üretim yapmamalıdır, sadece uluslararası
ticaret yapmalıdır.
Görülüyor ki, “Çökmekte olan AB/Avrupa Birliği Sorunu” basit bir sorun değildir. İşte biz, henüz kendi
sorunlarını çözüme kavuşturamamış, çökmekte olan bu AB/Avrupa’nın peşindeyiz! “AB kıta projesiydi.
Dünya karşısında tek Avrupa halinde ayağa kalkma projesi fosladı. Yaşlı Avrupalıların öfkesi, değişen
dünyadan izole olmak isteği… Avrupa beden ve zihin enerjisini birleştiremedi. Çöküyor…”
Evet, Avrupa çöküyor... Biz de -hangi akla hizmet ederek bilinmez- çökmekte olan işte bu Avrupa’nın
yanına çöreklenmeye çabalıyoruz!.. Neden? AB ile birlikte çökmek için mi?!.
Allah yöneticilerimize akıl versin.88
Avrupa Birliği ülkelerinde halk uyanıyor…
Avrupa Birliği ülkeleri kaynıyor… Ve
Avrupa Birliği ülkelerinde halk uyanıyor…
Almanya’da halk mevcut hükümetin genel ve özel politikalarını onaylamıyor… Halk, başta işsizlik
sorununun çözümsüzlüğü bir yana, % 12’ler seviyesine çıkmasını kabul edemiyor... Almanya başta olmak üzere,
Avrupa ülkelerinde ‘sosyal devlet’ anlayışından vazgeçilmesi yönündeki gelişmeler karşısında halkın ilk fırsatta
tepkisi şiddetli oldu… Almanya erken seçime gidiyor…
Evet Almanya’da halk şuurlanıyor, milli çıkarlarına ve insane haklarına sahip çıkıyor.
Darısı Türk halkının başına…
Fransa’da halk, ‘Avrupa Birliği’ aracılığıyla kendi aleyhinde oynanan oyunlara tepkisini adeta deprem etkisi
sağlayacak şekilde gösterdi. Fransa, Avrupa Birliği’nin fikir babası ve kurucusu. Cumhurbaşkanı Chirac ‘evet’
çıkması için çok çırpındı ama başarılı olamadı. AB anayasasını kim hazırladı? Türkiye karşıtlığı ile de bilinen bir
Fransız yani Giscard; dolayısıyla Fransızlar fikir babası, kurucusu ve anayasa hazırlayıcısı oldukları kendi
çalışmalarına ‘hayır’ dediler!.. Sarkozy ile birlikte Le Pen ve aynı kulvarda siyaset yürüten antisiyonist Fransız
politikacılara gün doğdu!..
Fransa’da halk siyonist sermaye hakimiyetine karşı, ayağa kalktı…
Türk halkı bu harekete Fransız kalmaz!..
Fransa’da halk neden ‘hayır’ dedi? TNS-SOFRES tarafından yapılan kamuoyu anketinde Fransız
seçmene ‘Neden hayır oyu verdiniz?’ diye sorulmuş. Cevaplar şöyle: 1- Anayasa Fransa’da işsizliği artıracağı
88
01 Haziran 2005 - R. Nuri Erol – Milli Gazete
166
için Mevcut durumdan bıktığımı göstermek için 2- AB Anayasası’nın yeniden müzakere edilmesini sağlamak için 4Anayasa’nın anlaşılması zor olduğu için 5-Anayasa çok liberal olduğu için 6- Avrupa Birliği ‘Fransız’ kimliğini tehdit
ettiği için 7- Türkiye’yi Avrupa Birliği’nde istemediğim için 8- Yakın olduğum siyasetçiler ‘hayır’ çağrısı yaptığı için.
En düşük yüzdenin, “yakın olduğum siyasetçiler ‘hayır’ çağrısı yaptığı için ‘hayır’ dedim” diyenlerde görülmesi; bir
bakıma halkın siyasilere güvenmediğini de gösteriyor. Bunlar içine: “Avrupa Birliği, Fransız kimliğini tehdit ettiği için
hayır dedik” maddesi, Fransız’ların, sinsi siyonist senaryoların farkına vardığını ve milli bir tavır takındığını
gösteriyor!
1789’dan sonra halk Fransa’da yeniden ayaklanıyor!.. Fransız halkı, 20 Eylül 1992 günü Maastricht için
yapılan referanduma da sadece 0,9 fazla oy vererek ‘evet’ demiş! Fransızlar, 1972 yılında İngilizlerin AB üyeliğinin
oylandığı referandumda da sadece %68 oranında ‘evet’ demiş. Burada da dikkat edilirse ‘evet’ oranları giderek
düşmüş ve son referandumda da ‘hayır’a dönüşmüş.
Peki ‘Ne olacak bu AB’nin hâli?’ diye düşünenlere kısa bir cevap verelim.
Avrupa Birliği, şimdi yetersizliği ilk günden bu yana tartışma konusu olan Nice Antlaşması çerçevesinde
tedvir edilmeye çalışılacak. Avrupa ülkelerindeki halk, AB Anayasası diye yutturulmaya çalışılan onbinlerce
sayfadan oluşan karmaşık metinlerin gerçek bir anayasa olmadığını, büyük kısmının şimdiye kadarki gizli
anlaşmaların toplamı olduğunu gayet iyi biliyor. İlk fırsatta bu bilgisini izhar etti.
Hollanda, Belçika, İngiltere ile birlikte, diğer Avrupa ülkelerinde bugüne kadar olanlar ve bundan sonra
olacaklar gösteriyor ki; Avrupa Birliği karanlık bir döneme girmiş bulunuyor…
Almanya, Fransa ve Hollanda’da halk uyanıyor…
Türkiye’de de halk bu uyanışlara elbette yabancı kalmayacaktır…
Türkiye, günümüzdeki adı AB/Avrupa Birliği, geçmişte ilk müracaatını yaptığında adı AET/Avrupa
Ekonomik Topluluğu olan işte bu AB ile 3 Ekim’den itibaren ‘ucu açık!’ müzakerelere hazırlanıyor!..
Peki, Türk halkına sorsanız, ve bu gerçekleri anlatıp bir referandum fırsatı sunsanız, acaba bu AB’ye ne
der?.. Avrupa Birliği’ne girmek birçok yönden iyi, yararlı, güzel ve en önemlisi acaba meşru mudur?..
Kısaca tekrar hatırlayalım. AB yöneticileri bizim yöneticilere ne diyor? AB’ye girmek için; Egemenlik haklarını
bana bırakacaksın… Zinayı meşrulaştıracaksın, faiz batağı içinde kalacaksın; ondan sonra Avrupa Birliği’ne
gireceksin ve kurtulacaksın!..
Biz elbette Avrupalıların, Amerikalıların, hattâ Yahudilerin düşmanı değiliz. Biz onları insan oldukları için
değer veririz. Hele İbrahimî dinden oldukları için onların samimi olanlarıyla en azından insan kardeşleriyiz. Ama biz
onların sömürüsüne karşıyız, biz onların hakimiyetine karşıyız, biz onların küfrüne karşıyız… Halk olarak bize
soruluyorsa; bu bataklıklarda olanlarla işbirliği yapamayız, onlarla dayanışma ve birlik kuramayız. Biz, Avrupa
Hıristiyan olduğu için onlara karşı değiliz. Tam tersine, biz Avrupa gerçek Hıristiyan ve dindar olmadığı, yani ateist
ve din düşmanı, başörtüsü düşmanı, daha doğrusu İslâm düşmanı olduğu için Avrupa’ya karşıyız. Lâikliği dinsizlik
ve ahlâksızlık olarak anladıkları için karşıyız. Karşıyız da ne yapıyoruz? Silahlı teşkilat mı kuruyoruz? Onlara savaş
mı açıyoruz? Onlarla beşerî ilişkileri mi kesiyoruz? Hayır.
Peki, ya ne yapıyoruz? Onlara sadece yanlış yolda olduklarını söylüyoruz. Bizden onlara takılan kimselerin
de onlarla beraber uçuruma yuvarlandıklarını söylüyoruz. Biz dünya ile işbirliğine hazır olmalıyız. Ama Avrupa’nın
sözde demokrasi safsatasında, sözde insan hakları müktesebatında değil; insanlığın Hz. Adem’den beri gelen
hakikat yolunda, ilâhi kitapların ve Kur’anın adalet kurallarında, müsbet ilim müktesebatında birleşmeliyiz…
Şükür: AB ülkelerinde halk uyanıyor… Darısı Türk halkının başına… Sıra bize geliyor.89
89
Milli Gazete / 05 06 2005 / R. Nuri Erol
167
İSRAİL İÇ SAVAŞA DOĞRU GİDİYOR
Şu günlerde İsrail’de herkes yeni bir savaştan bahsediyor. En çok izlenen televizyon kanallarından biri
konuyu, ayrıntılı şekilde ele alıp dizi programlar halinde izleyicilerine sunmuş. Bahsedilen muhtemel savaş,
Filistin ya da Araplarla ilgili yeni bir savaş değil, ya da İran kaynaklı nükleer bir tehdit değil, Filistin’de
yaşanan kanlı çatışmalardan da bahsedilmiyor. Yakında gelecek olan iç savaştan bahsediliyor.
Bu, ne İsrail medyasının şişirilmiş duyarlılıktan ne de Şaron’un abartılı politikasının iddialarından biri ya
da yerleşimciler tarafından ortaya atılan yeni bir tehdit girişimi söylentileri hiç değil. Daha birkaç ay öncesi hiç
ihtimal verilmeyen bu söylentiler, şimdilerde birden bire ciddiye alınan en önemli gündem maddesi olarak
ciddi şekilde tartışılır oldu. Basbayağı gerçek bir İsrail iç savaşından bahsediyoruz.
İsrail Meclisi Knesset’te ve kabine toplantılarında tartışılan, müzakere edilen sözler, televizyon talk
show programlarına, gazete ve editör sayfalarına taşınarak en önemli gündem konusu olarak işleniyor.
Genelkurmay Başkanlığı açık bir ifade ile ordunun bölünebileceği uyarısında bulunurken, bakanlardan biri
‘İsrail için böyle bir ciddi tehdidin mevcut olduğu’ ifadesine yer verdi. Adı açıklanmayan diğer bir bakanlık
yetkilisi de İspanya’daki iç savaş örneğini vererek endişelerini dile getirdi.
İsrail İç Güvenlik birimi Şin Bet, bütün bu olasılıklara karşın harekete geçerek çok sessiz ve derinden
tedbirler almaya başladı bile. Hapishane müdürlüklerine olası toplu tutuklamalara karşı hazırlıklı olma
konusunda daha geniş imkânlı servisler için emir ve uyarılarda bulunurken, ordu liderleri de muhtemel bir
duruma karşı asker sayısını arttırıp, 10 bin kişilik bir yedek ordu kuvveti oluşturmayı planlıyor. Evet...
Gerçekten de önemli bir tehdit bu.. Bir anlamda mevcut ortama bakıldığında şu andan itibaren korkulan
akıbetin süreci başlamış gibi görünüyor ve cereyan eden olaylardan, İsrailli her hangi bir vatandaş bile er ya
da geç olması beklenen sivil savaşın sezgilerini artık algılayabiliyor.
Zira iç savaşın tohumları daha, ilk yerleşim merkezi, işgal altındaki bölgelere konduğu zaman atılmıştı.
Ki o tarihlerde Knesset meclisinde başbakana uyarılarda bulundum. Ve kendisine ‘’Siz bir mayın
döşüyorsunuz ve günün birinde bunları sökmek zorunda kalacaksınız. Eski bir asker olarak sizi uyarmama
izin verin. Çünkü dünyanın en tatsız işlerinden biri mayın sökmektir. Mayın konması en kolay ancak
sökülmesi ise en berbat iştir’’ dedim. O tarihten bu yana yüzlerce mayın döşendi. Bu mayın tarlaları şimdi, şu
anda bile genişletiliyor. Ve radikal kaçıklar tarafından bu iş ilerletildi, genişletildi. ‘’Bizim amacımız Allah’ın
bize vaat ettiği bu (Arz-ı Mev’ud) topraklardan Arapları sürmektir’’ şeklindeki amaçlarını da aleni bir şekilde
söylediler.
Hiçbir zaman da söylemekten kaçınmadılar. Yani tamamen, dini sapkınlardan bahsediyorum. Ve
bunlardan biri bir süre önce televizyon ekranlarına çıkarak ‘’Vaat edilen topraklar, sadece İngiliz mandası
altında bulunan Filistin toprakları ile sınırlı değildir. Filistin ile birlikte Ürdün, Lübnan, Suriye ve Sina
Yarımadası’nın kapsamına giren topraklara kadar uzar. Yani Allah’ın vaat ettiği sadece işgal altındaki
toprakların bize ait olduğunu sanıyorsanız yanılıyorsunuz.’’ şeklinde beyanatların yanı sıra bir başkası da
Tevrat’tan alıntılar yaparak ‘’Biz buraya sadece bize miras kalan ülkeyi değil aynı zamanda ötekileri de bu
mirastan kovmak için buradayız.’’
Gush Şalom, (Barış) hareketini de söylemişti. Barış girişimcisi gruplar bunu desteklediler. İşçi partisi de
‘’Bu plan iyidir, kendi planımızdır... Ve artık Şaron hükümetini desteklemek görevimizdir’’ şeklinde
beyanatlarla böbürlenip, kendine mal edip planı desteklediler. Bunun, planın tam tersi gizli bir amaç için
yapıldığını söyleyen ve plana karşı çıkanlardan biriydim. Bu aslında sağcı bir plandır ve Batı Şeria’nın büyük
bir kısmını ilhak etmeye ve barış sürecini tamamen gömmeye, aynı zamanda hem İsrail’i hem de dünya
kamuoyu ve medyayı da aldatmaya yönelik bir plandır. ‘’ demiştim.
Geri Çekilme Planı, Barış Sürecini Dondurmaktır
Bütün bunları nereden bilebilirim diye sorarsanız. Çünkü Şaron’u tanıyorum ve onu 50 yıldır takip
ediyorum, hakkında üç büyük biyografik makale yazdım. Ne düşündüğünü ve nasıl çalıştığını biliyorum. Bu
da yeterli bir dayanaktır. Bütün bunları sadece ben söylemiyorum. Mesela; Dove Waizglas bu söylediğim her
168
şeyi doğruladı. Kendisi, Haaretz’e verdiği bir demeçte ‘’Bu tek taraflı geri çekilme planının, aslında barış
sürecini dondurmak olduğunu ‘’ açıkça söyleyerek asıl amacın, görüşmeleri bloke etmek ve Filistinlileri daha
on yıllarca bu donmuş süreç içinde alıkoymak olduğunu ve Batı Şeria’nın kaderi hakkında herhangi bir
tartışmayı önlemek olduğunu belirtti. Waizglas aynı zamanda da ‘’İsrailli yerleşimcileri bir şekilde uzatıp
Filistin de gelecekte muhtemel bir Filistin devletini kurulması önünde en büyük engel olarak görmek
istediğini’’söyledi.
Beni doğrulayan Dove Waizglas, alelade biri değil. Şaron’un çok yakın arkadaşı ve hukuk danışmanı.
Ve Şaron üzerinde en çok etkin isim. Yani Şaron’un kümesindeki tilki, işte bu isimdir. Ve Haaretz’e verdiği bu
son açık sözlü demeç, nihai kelimedir. Şu anki Barış (Şalom) hareketi içindeki safları olduğu gibi, o kadar da
saf olmayan Şimon Perez gibi İşçi Partilileri de tamamen açığa çıkartmıştır ama George Bush’u ve diğer
dünya liderlerini bunu ciddi bir barış planı olarak önümüze sunan bu yalana, zavallı Collin Powell’ ı da
ekleyerek tarihi bir şey gibi nitelemişti, hepsini perişan etmişti.
İletişim kurabildiğimiz Yahudi yerleşimcilerin bir bölümü aslında o kadar da fanatik değillerdi. Oraya
yerleşmelerinin nedeni, son derece pahalı olan lüks villaların, yönetim tarafından kendilerine hediye edilmesi
ve konforlu bir yaşam tarzının cazibesine kapılmaları idi. Hükümet tarafından hazırlanan bu lüks yerler
hazırlanıp start verildiğinde yerleşimciler buraya gelip taşınacaklardı.
Ayrıca, İsrail’in acayipliklerle dolu demokrasi anlayışına baktığımızda, hiç kimse İsrail ordusu
askerlerine karşı ellerini havaya kaldırmaz. Knesset meclisi ve hükümeti yerleşimcileri tahliye kararı
aldığında bu duruma riayet edeceklerdir. Belki 1982’de Batı Sina bölge tahliyesinde olduğu gibi, biraz
hengameli patırtı ve sokak gösterileri olabilir, ancak genelde gün sonunda her şey normale dönecektir.
Savunma Bakanı Şimon Perez Filistin halkının bulunduğu Batı Şeria’nın Kedumim bölgesindeki ilk
yerleşim hareketi fikrini kafasına soktuğu günden beri yerleşimciler tepelerin aralarında birer mantar gibi
bitiverdiler. Her bir yerleşimci, Filistin topraklarını ve akan su yataklarını yavaş yavaş gasp ederken, kesip
talan ettikleri köy yollarının yerine yaptıkları yeni yollar ile Filistinlileri ablukaya aldılar. Bu tehlikenin farkına
vardığımızda ise çok az bir bölüm yerleşimcilerden destek görmüştük. Gerçi bu fanatik yerleşimciler
kendilerine yönelik bölgeyi boşaltma girişimine karşılık direnç göstereceklerdir, fakat fazla bir problem
olmayacaktır. Çünkü İsrailli vatandaşların büyük çoğunluğu onları çılgın birer tarikat mensubu olarak
gördüklerinden yerleşimcilere nefret besliyorlardı.
Bu pek tabi tehlikeli bir saplantı gibi görünebilir. Fakat bir Karl Marx’ı gözlemlediğimizde, insanların
bilinçlerinin, üst mevkiler tarafından belirlendiğini fark ederiz. İşçi Partisi hükümeti tarafından yönlendirilen
Batı Şeria ve Gazze’deki başarılı üyeleri, şimdi eski faşist haham Meir Kahane’nin en sadık yandaşları olarak
anılmaktadır.
Yerleşimciler ve onların İsrail’deki Yeşivot öğrencileri ile beraber şimdi yarım milyon insan, güçlü bir
Hıristiyan teşkilatı haline gelebilirlerdi. Ve şu anda yerleşimciler bu tehdidi sadece bir şantaj ve caydırma
aracı olarak kullanıyorlar ama her hangi bir şekilde fiiliyata geçtiğinde, yerleşimcilerin bu topraklardan
çıkmaması durumunda da ‘’büyük ayaklanma’’ diye adlandırdıkları şey ortaya çıkacak. Bu da an meselesidir
artık. Yani fikir çatışmasından, iç savaşa...90
90
Milli Gazete / 02 02 2005 / Ury Avnery’den Çeviren: remzi Bozacı
169
DENGELER DEĞİŞİYOR
Ülkemizdeki, çevremizdeki, Amerika ve Avrupa’daki ve tüm yeryüzündeki gelişmeler, yıllardır
beklediğimiz “Kutlu değişimin ayak sesleridir. ”Devran Türkiye merkezli yeni bir dünyaya doğru dönmektedir.
İşte işaretler:
ÜLKEMİZDE:
1. Yaş Kararları:
Tayip ve Abdullah Gül’e yakın çevrelerde ve Amerikancı gazetelerde, günlerce “AKP iktidarının orduyu
hizaya sokacağı, Uyumsuz ve Sorumsuz(!) çıkışlar yapan Hurşit Tolun ve Yaşar Büyükanıt paşa gibilerin
emekliye ayrılacağı, önceki G.K.B Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu ekibinin tasfiyeye tabi tutulacağı” fısıldandı,
yazıldı… Ama bunların hiç biri olmadı…
Batı’cı ve NATO’cuların başarısı, sadece “Başbakanın YAŞ kararlarına şerh düşme şovu” ve
disiplinsizlik nedeniyle ilişiği kesilecek Fetullahcı-Amerikancıların sayısının çok düşük tutulmasıyla sınırlı
kaldı…
İşte bu hezimet, Recep T.Erdoğan’ı oldukça hırçınlaştırmıştı ve hıncından gazetecilere sataşmıştı…
2. PKK Çıbanı:
Amerikan koruması ve İsrail komutası altındaki PKK, yurt çapında, hatta Kuzey Iraktaki saldırılarını
artırmıştı. Açıkça devlete meydan okumaktadır. Irak’a yük taşıyan Türk şoförlerine karşı girişilen cinayetlere
karıştıkları da saptanmıştı. AKP’nin öncüsü sayılan Özal döneminde tam on yıl, kasıtlı olarak TSK devreye
sokulmayarak büyütülen PKK’nın lideri terörist Abdullah Öcalan “Bizi en iyi anlayan be kollayan devlet
adamı” diye, Turgut Özal’a övgüler yağdırmıştı.
Amerikan helikopterlerinin PKK kamplarına silah mühimmat, ilaç ve erzak taşıdığı, Genel Kurmay
yetkilileri, hatta ABD çevrelerince bile doğrulanmasına rağmen, maalesef Süleyman Demirel tarafından
yalanlanmıştı.
Şimdi Leyla Zana ve arkadaşlarının ABD ve AB baskısıyla ve AKP iktidarınca serbest bırakılmasının
ardından, PKK, tekrar “91. ruhunu dirilteceğiz” sloganına başlamıştır.
91. ruhunun ana hatları şunlardır:

Kuvay-ı Milliyeci generallerin bölgedeki etkinlikleri zayıflatılmalı.

Milli Güvenlik Kurulu kaldırılmalı.

Genel Kurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları, gerekirse Meclis tarafından görevden alınmalı.

Valilik ve Kaymakamlıklar, Merkezi hükümetten çıkarılıp, Bölge Meclislerince atanmalı.

Genel af çıkarılıp bütün PKK’lılar serbest bırakılmalı.

Sevr anlaşmasının Kürtlere “Kendi kaderlerini tayin hakkı tanıyan” kanun maddesi yürürlüğe
konulmalı.

AKP hükümetinin bu maksatla 2003 te onayladığı “İkiz Yasalar” anlaşmasının gereği yapılmalı.
Evet, işte dış güçlerin desteği ve AKP’nin gafletiyle şımaran Diyarbakır’ın PKK’lı Belediye Başkanı,
artık açıkça devlet güçleriyle çarpışırken ölen teröristlerin taziyesine resmi törenle katılmakta, ama K.K.K.
Yaşar Büyükanıt’ın uyarısı dışında, hükümetten tıs çıkmamaktadır.
Daha da beteri, Van’da polis merkezlerini basıp adam kaçıran Mafya Babalarıyla hükümet erkânı sıkı
fıkı bulunmaktadır…
Şu kirli ve çetrefilli ilişkilere bakın: Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya’nın Bodrumdaki yazlık villasının
müteahhidi Hakkı Süha Şen… Oysa bu adamın müteahhit olduğunu kimse bilmiyor… Tek üstün özelliği
meşhur egeli sanayici ve Dönme-Mason Yaşar Holdingin kızları Serra Yaşar’ın damat adayı!.?
Ve Ülkücü Karadeniz Mafyasının kabadayısı Alaattin Çakıcı’yı, Avusturya’da yakalatan şimdiki MİT
Müsteşarı değil, kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele (KOM) Daire Başkanı Hanefi Avcı’nın ekibi
olduğu anlaşıldı.!?
Hanefi Avcı daha önce, Çakıcı’nın yarı resmi sıfatını nasıl şahsi ilişkilerine alet ettiğini açıkladığı ve
170
Susurluk’un puslu perdesini araladığı için hedef tahtası yapılmıştı!..
3. Parsel, Parsel Satılan Vatan Toprakları:
Türkiye topraklarında gözü olanlar;
Çanakkale çıkartması ve Anadolu saldırısıyla başaramadıklarını, AB’ye uyum dayatmasıyla AKP’nin
19 Temmuz 2003 te çıkardığı kanunla yapmaktadırlar. Tapu kadastro bilgilerine göre o günden bu güne
kadar; yaklaşık 15 bin Yunan 5 bin dekar, 12 bin Alman 7 bin dekar, 32 bin Amerikalı 80 bin dekar, 40 bin
İsrailli 120 bin dekar arazi ve emlak satın almıştır. Yunan, Alman, Rus ve Amerikalı diye arazi alanların
büyük çoğunluğu da Yahudi asıllı olduğu veya sonradan Yahudilere sattığı anlaşılmıştır.
Uydu fotoğraflarıyla yapılan tespitlerle, özellikle kıymetli madenlerin bulunduğu arazilere ve GAP
bölgesine yatırım yapılmaktadır. Güler Kömürcü’nün Akşamdaki 10 Ağustos 2004 tarihli yazısında, Kars
ilimizde ve sınır bölgemizde çok ucuza kapatılan büyük arazilerden çıkarılan madenlerin İsrail’e taşındığı
açıklanmıştır.
1 Mayıs 2004 te, AB’ye yeni katılan bütün ülkelerde “Yabancılara toprak satışı” yasaklanırken, 19
Temmuz 2003 te AKP’nin çıkardığı 4916 sayılı yasa ile Türkiye toprakları yabancıların mülkiyetine açılmıştır.
Ve “Basra, Bağdat gibi Bursa ve Urfa” da tahrip ve talan edilmeden, elbette bunların hesabı
sorulacaktır!..
Irak’ta batağa saplanan ve direnişçiler karşısında şaşkınlığa uğrayan Amerikan askerleri İsrail’e
götürülerek, özel kışlalarda “sokak çatışması ve gerilla savaşı” eğitimi aldığını 18 Ağustos 2004 tarihli NTV
20:00 haberlerinde bildirildi. Aynı gün Recep Tayip Erdoğan’ın üç önemli danışmanını “arayı düzeltmek”
daha doğrusu özür dilmek ve biatını tazelemek üzere İsrail’e göndereceği söylendi. Bu durum:
“(Münafıklar) İman edenlerle karşı karşıya geldiklerinde: Amenna (sakın şüphe etmeyin, biz iman
etmişiz ve tabiî ki sizdeniz) derler. (Ama) kendi şeytanlarıyla (Yani onlara mevki ve emir veren odaklarla)
halvet olup gizlice buluştuklarında ise: “Emin olunuz ki, gerçekten biz asıl sizinle beraberiz (her an
hizmetinizdeyiz, o müminlerle de sadece) geçmekte (ve onları idare etmekte) yiz.” derler. 91 Ayetini hatırımıza
getirmişti. Artık Bush yerine baş Siyonistlerden talimat almaya gidilmişti...
4. Şanlıurfa’nın göbeğine “KÜÇÜK İSRAİL”:
İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, İP İstanbul İl Merkezi'nde bir basın toplantısı düzenleyerek,
AKP hükümetinin ve AKP'li Şanlıurfa Belediye Başkanlığı'nın “Urfa'yı Yahudileştirme Projesi” yürüttüğünü
dile getirdi. Projenin belgelerini basına gösteren Perinçek, onaylanmak üzere bulunduğuna dikkat çektiği ve
kitap haline getirilmiş projeyi ve krokileri basın mensuplarına gösterdi.
Perinçek projeye göre, Şanlıurfa'nın göbeğinde, 186 bin metrekarelik alanda misyonerlik merkezi
kurulacağını ve Dinler ve Kültürler Parkı adı verilen merkezde, bir kilise ile bir de sinagogun yer alacağını
söyledi.
AKP'li Turizm Bakanı Erkan Mumcu’nun, 4 yıldır projeyi hayata geçirmek için çalıştığını kaydeden
Perinçek, “Şanlıurfa Belediye eski Başkanı Ahmet Bahçıvan tarafından reddedilmiş olan proje, yeni AKP
Belediyesi tarafından benimsendi. Projenin ilk gündeme getirildiği tarih, dikkat çekici. İnanç Turizmi yılı ilan
edilen 2000 yılı aynı zamanda, Vatikan'ın Avrasya'yı Hıristiyanlaştırma bin yılı ilan ettiği üçüncü bin yılın
başlangıcıdır” dedi.
20 Milyon Dolar İsrail’den
“Turizm Bakanı Mumcu, eski Belediye Başkanı Bahçıvan'a, proje için verilecek 20 milyon doların
sinagog yapılması şartına bağlı olduğunu itiraf etmiştir. Bu bilgi, Aydınlık dergisinde yer alıyor” diyen
Perinçek konuşmasını şöyle sürdürdü: “Urfa'da Yahudi bulunmamasına rağmen, düzenlenecek alanın
merkezine bir sinagog yapılması, projenin kimliğini de açıklamaktadır. Projeye göre, parkın hemen giriş
avlusundan sonra karşınıza, 1700 metrekare alana kurulu, Holovizyon gösteri birimi ve peygamberler
tabletleri çıkıyor. Burada kurulu 8 ayrı kapalı mekânda, tarih boyunca yaşamış peygamberlerin yaşamları dev
91
Bakara:14
171
ekranlardan Urfalılara görsel olarak sunulacak. Burası, aslında misyonerlerin propaganda alanı olarak
planlanıyor. Biraz ilerleyince karşınıza Peygamber tabletleri birimi çıkacak. Burada, bütün peygamberlerin
hayatı cam levhalara üç dille yazılıp sergilenecek. Parka girenler ilk olarak bu propagandayla karşılaşacak.”
32 adet tapınak
Parktaki yolun iki tarafının Tanrı'nın evlerine ayrıldığını ve burada, 32 adet taş platform üzerine
kurulmuş tapınakların bulunacağını belirten Perinçek, “Tapınaklar arasında, Almanya, İngiltere, İspanya,
İtalya gibi ülkelerden kilise ve katedral örnekleri yer alacak. Proje alanının tam ortasına bir sinagog ve kilise
kuruluyor. Bunlar ibadete açık olacak. Kilise ve sinagogun, projede yer alan 615 metre karelik yüzme
havuzuyla aynı büyüklükte olduğu görülüyor. Makette, 2495 metrekare alana kurulu Tanrıya Yükseliş
Tümülüsü adı verilen büyük bir yapı bulunuyor. Ziyaretçiler, Hıristiyanlık, Musevilik ve Müslümanlık Yolu adı
verilen üç ayrı rampadan geçip, kapalı bir avluya ulaşıyor. Rampaların duvarlarında, Tevrat, İncil ve Kur'an
ayetlerinden alıntılar yer alıyor. Tümülüsün zemininde ise 300 metrekare alana kurulu ve 235 kişilik, çeşitli
etkinliklerin düzenleneceği bir salon bulunuyor” diye konuştu.
Proje maketinin omurgasının Haç şeklinde yapıldığını vurgulayan İP Genel Başkanı Doğu Perinçek,
projenin 28 Mart yerel seçimlerinin ardından yeniden masaya konduğunu ve son yerel seçimde Şanlıurfa
Belediye Başkanlığı’na gelen AKP'li Ahmet Eşref Fakıbaba'nın da “Yahudi Urfa Projesi”ni benimsediğine
dikkat çekildiğini kaydederek projenin resmen onaylanmasının gündemde olduğunu söyledi.
Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında
“İsrail'in Dinler ve Kültürler Parkı Projesi, ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) kapsamında
görülmektedir. BOP, özetle Büyük İsrail-Kürdistan ayağına dayanmaktadır” diye konuşan Perinçek sözlerini
şöyle sürdürdü:
“İsrail, Fırat'tan Nil'e uzanan topraklar üzerinde etki sahibi olmak için, Kürtlerin yaşadığı topraklarda
yoğun bir siyasal ve askeri faaliyet yürütmektedir. Bu çabaların kültürel cephesini ise, Dinler arası Diyalog ve
Tevrat ittifakı çerçevesinde yürütülen faaliyet oluşturuyor. Bilindiği gibi, Tayyip Erdoğan, 15 Şubat 2004
akşamı Kanal D' nin Teke Tek programında, Büyük Ortadoğu Projesi içinde Diyarbakır'ı merkez yapacağız
demişti. Büyük Ortadoğu Projesi'ne göre Diyarbakır'ın merkez olabilmesi için, bir de çevre gerekiyor. Urfa,
ABD ve İsrail planlarında Diyarbakır merkezinden sonraki en önemli merkez olarak düşünülmektedir.
Diyarbakır ve Urfa'nın neyin merkezi yapılmak istendiği herkes tarafından bilinmektedir.
AKP hükümetinin Şanlıurfa'yı Yahudi Urfa yapma girişimine izin verilemez. Başta Şanlıurfa halkı olmak
üzere bütün halkımızı, Urfa'yı Yahudileştirme planlarına karşı uyanıklığa ve mücadeleye çağırıyoruz.”
5. Ekonomide Kriz ve İflas Alarmı:
AKP hükümeti, geçmiş bütün hükümetlerin yaptığı 200 milyar dolarlık borcu, 1,5 yılda 300 milyar
dolara çıkarmış.
IMF ile 3 yıllık yeni bir teslimiyet belgesi imzalamış…
Cari açıklar, yılsonu itibariyle öngörülenin neredeyse iki katına fırlamış… 6 milyar dolar hesaplanırken
11 milyar dolara yaklaşmış…
İşsizlik had safhaya ulaşmış…
Kâr eden Kit’ler, arsa fiyatının altında yabancılara satılmış…
Fabrika ve atölyelerin birçoğu kapanmış…
Türkiye büyük bir ekonomik krizin ve iflasın eşiğine taşınmıştır…
Kemal Yavuz’un 1 Ağustos 2004 Akşamdaki tespitlerine göre:
Recep T. Erdoğan’ın bir şirket patronunun parasıyla Amerika’da okuyan kızının 11 Temmuzdaki
görkemli düğününe 100 milyarlar harcanmış.
Üç saat süren takı töreninde yüzlerce hediye torbası altınla dolup taşmış.
5500 devlet polisi, özel düğün hizmetinde kullanılmış.
Gelinle damat, kişi başına geceliği 1 milyar olan en lüks otellerde ağırlanmıştır.
Bu arada Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ın da içinde bulunduğu ve bir kısmı kırmızı bültenle aranan
172
87 kişi hakkındaki “sahte fatura hazırlama, devleti milyarlarca dolar dolandırma” davası, Maliye Bakanlığı
hukuk baş müşavirinin sayesinde Yargıtay’a götürülmekten kurtarılmıştır.
Aynı Bakanın sahte belge düzenlemekten İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesinde 3 yıla kadar hapsi ön
görülen başka bir davası vardır.
Yine bu Maliye Bakanı Recep T. Erdoğan’ın Belediye Başkanlığı döneminde, Beykoz’da 51 dönüm
(150 tane müstakil ve bahçeli Villa inşa edilecek büyüklükteki) orman arazisini, yine AKP’li Orman Bakanı
Osman Pepe’nin bile şık bulmadığı usullerle, kendi üzerine almıştır.
Ama aynı Türkiye’de, çaresizlikten dolayı Urfa’dan kalkıp İstanbul’a taşınan ve 12 çocuğu ile sokakta
ve parklarda yaşamaya mecbur kalan kadıncağız, en küçük kızı için gazeteci kız; “Ne güzel çocuk!” deyince,
“İstersen al götür, sizin olsun!” diyecek kadar, canından bezmiş durumdadır.
Elbette Cenab-ı Hak bunları görüyor ve halk bunlardan hesap soracağı günü bekliyor!...
Erbakan Hoca’nın “Bu borç batağından faciasız kurtulmak mümkün değildir. AKP’liler hiç vakit
geçirmeden kendilerine gelmeli özlerine dönmelidir” şeklindeki tarihi tavsiyeleri dikkate alınmayınca, 15
Ağustos 2004 te Milli Gazete manşetine taşınan;
“Uyardım, ama dinlemediler. Ecevit’i, Bahçeli’yi bitiren IMF bunları da bitirecek… AKP intihara gidiyor!”
uyarısında bulunmaktadır!..
6. CHP’yi Baykal ve Ekibinden Kurtarma Operasyonları:
Deniz Baykal ve ekibi, Amerikanın ve Avrupa’nın istekleri konusunda AKP’ye tam destek vermedikleri
ve özellikle dış politikada kısmen Milli bir çizgi izledikleri dolayı hedef tahtası yapıldı. Önce Amerika’dan ithal
Kemal Derviş ile karıştırıldı… Olmayınca 3 Temmuz 2004 te olağanüstü kurultaya zorlandı yine başarılamadı
ve Deniz Baykal güvenoyu aldı… Arkasından 12. olağanüstü kongreyi iptal davası açıldı… İllede CHP,
Mustafa Sarıgül misali mason localarının ve Siyonist patronların emireri konumundaki kişilerin güdümüne
sokulmalı!?..
Tansu Çiller’de bu maksatla yıpratılıp DYP’nin başından uzaklaştırıldı ve Mafya-Mason kâhyası
Mehmet Ağar Genel Başkanlığa taşındı…
Ve bu Milliyetçi Mehmet Ağar; “Irak’ta yük taşıyan şoförlerimizin güvenliğini bizim göndereceğimiz
kendi askerlerimiz sağlasın” diyerek Türk askerinin Irak batağına çekilmesi ve Conilerin yerine Müslüman
kardeşlerini öldürmesi için can atan AKP hükümetine pas veriyor!..
Ve zaten NATO şemsiyesi ve eğitim bahanesiyle askerimiz ve ülkemiz bir cehenneme doğru
sürükleniyor!..
Ama hevesleri kursaklarında kalacak, kahpe ve katil Amerika, Irak’tan kaçamadan, kendi oluşturduğu
bataklıkta boğulacaktır!..
DÜNYA GENELİNDE:
7. Yahudi yazarının Feryadı; “Amerika Yıkıma Sürükleniyor!..”
09 Ağustos 2004 The New York Times te yazan Paul Krugman;
 Amerika’nın haksız ve ahlaksız Afganistan saldırısıyla itibar ve otorite kaybına uğratıldığını…
 Gereksiz ve gerekçesiz Irak işgaliyle de tam bir batağa saplatıldığını…
 Irak’ın büyük kısmının kontrolden çıktığını ve mecburen direnişçilerin denetimine bırakıldığını…
 Felluce ve Necef gibi şehirlerin hatta Sadr gibi Bağdat banliyölerinin bile tamamen direnişçilere
kaptırıldığını…
 ABD askerlerinin ve işgal güçlerinin artık devriye bile gezemediğini ve hele geceleri sokaklara
çıkamadığını…
 Huzur ve hürriyet vaadiyle girilen Irak’ta şimdi Saddam dönemimden beter bir Kaos, Kıtlık ve
Başıbozukluk yaşandığını…
 Irak’ta elektrik, su, yiyecek ve ilaç bulunmadığını, lağım sularının içme sularına karıştığını, salgın
hastalıklarının yayıldığını, işsizlik ve anarşinin korkunç boyutlara ulaştığını…
 Kukla hükümetin kendisine bile sahip çıkamadığını ve hiçbir otorite sağlayamadığını…
173
 Amerikanın bütün dünyada “saldırgan, sömürgeci, barbar ve şeytan” olarak algılandığını…
 Çok hızlı ve akıllı davranıp, biran evvel Irak’tan çıkılmazsa, bu gidişin Amerikanın sonunu
hazırlayacağını, haykırmaktadır!..
Başka Bir Mason Şunları Yazmaktadır:
“Eğer Ben Amerikalı Olsaydım…”
Ben Amerikalı olsam, ülkemin neden tüm dünyanın gözünde küçüldüğünü merak ederdim. Bu
gelişmeyle alakası yokmuş gibi davranan Bush yönetiminden bir açıklama isterdim... ABD geçmişi, siyasi
kültürü ve başarıları nedeniyle hak etmiş olduğu takdiri artık kazanamıyor. 11 Eylül 2001 sonrasında
topladığı sempati buhar olup uçtu... Tabii bütün dünyanın toptan aklını kaçırmış olması ihtimali de var. Bush
yönetiminin başından beri tüm o “Önce sen vur” savaşları, kamu düzeni yasaları, Ebu Garib, Guantanamo,
uluslararası mahkemeler, Kızılhaç, BM’ye güvensizliği, Avrupa’yı bölme çabaları, genel güvensizlik ve
gizliliklerinde haklı olduğunu, doğru çizgide ilerlediğini, dünya göremiyor olabilir. İtalya’da örneğin, neden
ABD La Maddelena’da yaşayanlara donanma üssünün risklerine dair güvence vermiyor? Neden
anlaşmaların ve “Yorum yok” ların ardına sığınıyor? Soğuk Savaş bitti artık... 92 Bush, Amerika’yı ve dünyayı
yıkıma sürüklüyor!.?
8. Petrol Fiyatları, korkunç biçimde yükseliyor:
a-Rusya Devlet Başkanı Vilademir Putin’in ciddi ve cesaretli girişimleriyle, Siyonist Yahudilerin elindeki
büyük petrol şirketlerine soruşturma açması ve Rusya’dan dışarıya petrol sevkiyatını durması.
b-Devlet Başkanı Hugo Chavez’in dirayetli gayretleriyle Venezüella petrolünün Siyonist tekellere
akıtılmasını yasaklaması.
c- Sünnilere karşı kışkırtılmak ve Irak işgalinde Amerikan hesabına kullanmak istenen Şiilerin bu
şeytani oyunu bozması ve işgal güçlerine baş kaldırması sonucu, Güney Irak’taki petrol depolarının ve boru
hatlarının havaya uçurulması nedenleriyle, hızla yükselen ve varili 46 doları geçen, 50 doları bulması halinde
ise; Amerikan ekonomisini tarihinin en tehlikeli krizlerine sürükleyeceği söylenen petrol fiyatlarındaki
önlenemeyen artış, Siyonist Amerikanın ve sömürü canavarının uykusunu kaçırmaktadır.93
Venezüella’nın Atatürk’ü: Hugo Chavez!…
Dünyanın beşinci petrol ihracatçısı Venezüella'da Başkan Hugo Chavez'in referandumu kazanarak
görevini devam etmesi, geçici olarak rekora koşan fiyatların gerilemesine neden olmuştu.
Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez'in, görevden alınıp alınmaması için önceki gün yapılan
referandumdan galip çıkması, oylamanın petrol ihracatını olumsuz etkileyebileceği endişelerini şimdilik
azalttı. New York'ta varil başına 46.91 dolar ile 1983'ten bu yana en yüksek seviyesine ulaşan ABD ham
petrolü, Venezüella seçim konseyi yetkililerinin, oyların yüzde 94'ünün sayıldığını ve buna göre Chavez'in
referandumu kazandığını açıklamaları üzerine 46.20 seviyesine geriledi. Londra Uluslararası Petrol
Borsası'nda işlem görüne Brent tipi ham petrol de cuma gününe oranla 43 sent gerileyerek 43.40 seviyesine
düştü. Ancak bu uzun sürmedi. Hugo Chavez’in zaferi kesinleşince, yeniden tırmanışa geçen fiyatlar, 50
doları buldu.
Enerji piyasaları, referandumdan tartışmalı bir sonucun çıkması ve toplumsal bir kargaşa doğması
halinde, ülkenin günlük 2.6 milyon varil olan petrol üretimin kesintiye aksayabileceğinden kaygılanıyordu.
Özellikle, Chavez'in referandumu kaybetmesi halinde yandaş işçilerin eylemleri neticesinde sevkiyatın
kesintiye uğrayacağı korkusu, uzmanlarca petrol fiyatlarında son günlerde yaşanan rekor yükselişlerin
nedeni olarak gösteriliyordu. Oysa asıl korkuları Chavez’in başarılı çıkmasıydı ve oldu.
Irak'ın güneyindeki boru hattına düzenlenen sabotaj nedeniyle yaklaşık bir haftadır normal düzeyinin
yarısına denk gelen günde 900 bin varil petrol ihracının yapılması ve ABD güçlerinin Şii lider Mukteda el
Sadr taraftarıyla girdikleri mücadelenin birkaç kente daha yayılmış olması da piyasalarda endişe yaratıyor.
Güney Petrol Şirketi'nden bir yetkili de 1974 krizindeki ortalamalara yakın seyreden fiyatların büyük
92
93
15.8.2004 / Correrradela / Sera Beppesevergnini / Radikal
Bak: 10 Ağustos 2004. Milli Gazete
174
ekonomilere henüz darbe vurmadığını ancak, yükselen enerji maliyetlerinin zarar vermeye başladığına dair
işaretlerin geldiğini ve beklenmedik krizlerden kuşkulandığını vurguluyor!..
Sonuç: Petrol fiyatlarının ve ABD’li Siyonist sermaye patronlarının geleceği Hugo Chavez’in elinde
dünyayı dize getiren Siyonist ABD’ye ve işbirlikçilerine kök söktüren Hugo Chavez, Venezüella’nın Atatürk’ü
yerinde.
9. Amerikanın “Kirli Derin Devleti” Olan Yahudi Lobileri Çaresiz Bulunuyor!..
Televizyon ve gazete haberlerinde, “Amerika’daki bazı çevrelerin, yaklaşan Başkanlık seçimlerine
gözlemci olarak katılmak üzere Avrupa AGİT’ten temsilci istediği ve bu talebin kabul edildiği” günlerce yer
aldı…
Hatırlanacağı üzere, geçen seçimleri, Yahudi Lobisinin adayı Al Gor’a karşı George W. Bush, hile ile
kazanmıştı… (Veya rakiplerinin hilelerini boşa çıkarmıştı)
Clinton’un 2. sefer ve Yahudi Lobilerin adayına rağmen kazanması ve ardından Bush’un yine aynı
Lobilere karşı başkanlık koltuğuna oturması, “Amerika’daki gizli güç dengelerinin yer değiştirdiğinin ve
Yahudi Lobilerinin artık eski etkinliğini yitirdiğinin bir göstergesi” olarak algılanmıştı…
Ve şimdi yaklaşan seçimler için AGİT’ten temsilci, Türkçesi Avrupa’dan destekçi istenmesi; Siyonist
mahfillerin ve sermaye diktatörlerinin: Amerika’daki “yeni ve yerli cephe”ye karşı acizlik içinde olduklarının bir
kanıtıydı…
Bu durum, dünyadaki büyük değişimin yaklaştığını gösteren çok önemli bir ayrıntıydı…
Artık, Amerika’ya bile hakim ve sahip olamayan Siyonist sermaye Karunları, başka ülkelerdeki
amigolarına nasıl sahip çıkacaklardı?..
Tarihi, her zaman kötüler değil, bazen de iyiler yazacaklardı…
Yahudi Lobilerine Rağmen Gerçekleri Yansıtan Film: “Cennet Krallığı’nın” Gölgesindeki
Kudüs!…
Başrolünde Orlando Bloom’un oynadığı Ridley Scott’ın son filmi “Kingdom of Heaven/Cennet Krallığı”
vizyona girmeden tartışma yarattı. Kimileri senaryonun gerçekleri yansıttığını, kimileri dini duyguları istismar
ettiğini savunuyor. Belki de sorulması gereken soru şu: Tarihi gerçekler ne kadar “gerçek” aslında?
Hollywood’da bugünlerde en çok tartışılan konulardan biri Ridley Scott’ın 2005’te vizyona girecek olan
yeni filmi “Kingdom of Heaven/Cennet Krallığı”. 130 milyon dolarlık bir bütçeye sahip olan film 1187’de Haçlı
Kuvvetleri’nin egemenliğine son vererek Kudüs’ü ele geçiren Müslümanların savaşını anlatıyor. Daha
doğrusu Kudüs’ü savunan Haçlı Şövalyesi Ibelin’li Balian ile efsanevi komutan Selahaddin Eyyubi’nin
hikâyesini konu ediniyor.
“Gladiator/Gladyatör” filmiyle En İyi Yönetmen Oscar’ını kucaklayan, “Thelma&Louise”, “Alien/Yaratık”
ve Hannibal” gibi önemli yapımlara imza atan yönetmen Ridley Scott ise dini duyguları istismar etmek
peşinde olmadığını söylüyor. “Elinizi vicdanınıza koyup yüreğinizin ve aklınızın sesini dinlemeniz gerektiğini
anlatan bir film. Bunun tartışılacak bir tarafı var mı? Üstelik dini çağrışımlara yol açacak hiçbir şey yok.” diyor.
Gerçekten de tarihin akışını değiştiren, üstelik Doğu ve Batı dünyasının geleceğini belirleyen bir
savaşı eksen alan “Cennet Krallığı” dini unsurlardan ziyade, kahramanlık ve aşk teması üzerine kuruldu.
Şehri yağmalayan Tapınak Şövalyeleri ile Müslüman savaşçıların dehşet veren sahnelerinin dışında dini bir
vurgudan özellikle kaçınıldığını söylüyor yapımcılar.
Yarası olan gocunuyor!..
ABD’li ve İngiliz akademisyenler filmde özellikle Selahaddin Eyyubi’nin adaletli ve duygulu bir komutan
olarak çizilmesi noktasında iki ayrı cepheye bölünmüş durumda. Örneğin İngiltere’de Haçlı Seferleri
konusundaki çalışmalarıyla tanınan Cambridge Üniversitesi tarih profesörü Jonathan Riley-Smith “Cennet
Krallığı”nın senaryosunu “saçma” ve “tarihi gerçeklerden uzak” olarak nitelendiriyor. “Kocaman bir balon.
Saçma sapan ve doğruları yansıtmıyor. Müslümanlar sofistike ve uygar, Haçlılar ise vahşi ve barbar olarak
gösteriliyor. Bunun gerçeklerle bir ilgisi yok” diyor. Çünkü işine gelmiyor.
“Arapların gözüyle Haçlı Seferleri” kitabının yazarı Amin Maalouf ise “Tarihi çarpıtmak doğru bir işmiş
175
gibi kabul göremez. Bunu iyi bir amaçla yaptığınızı düşünüyor olsanız da fark etmez. Zulüm bu savaşın
yalnızca bir yönü değil, tamamı” görüşünü savunuyor. Yani, yarası olan gocunuyor!
Herkes aynı fikirde değil elbette. Çekimler başlamadan önce senaryosu incelenip son halini veren beş
kişiden biri olan Loyola Marymount Üniversitesi tarih profesörü George Dennis filmin küçük ayrıntıları
yakalayan incelikli üslubundan çok etkilenmiş. “Fazlasıyla gerçekçi. Ne Hıristiyan ne de Müslüman kesimden
bir tepki geleceğini zannetmiyorum. İki kesimi de incitecek bir şey yok çünkü.”
Bizim asıl çektiğimiz nokta: Siyonist Patronlar, artık Hollwood’a bile sahip çıkamıyor!..94
10. Putin, Şeytani Cepheye Karşı İnsani Cephede Yer Alıyor!..
Geçen Temmuz ayında (2004) devletin tepesindeki ve stratejik önemdeki tam 42 makamdan, mason
ve hain bürokratları atıp sağlam elemanlar atayan Rusya Devlet Başkanı Vilademir Putin, özellikle
“hortumcu”lara savaş açtığını söylüyor… Bunun Yahudi sermayesiyle hesaplaşmak anlamına geldiği,
erbabınca biliniyor…
Bizde, uzun yıllar Atatürk’ü istismar eden, işleri bitince şimdi “Kemalizmin” bittiğini söyleyen masonlar
gibi; Rusya’da da uzun yıllar Stalin’i ve hatırasını kullanan, ama ihtiyaç kalmayınca heykellerini yıktırıp çöpe
atan çevrelere inat, Putin kendi tarihine ve geçmişine sahip çıkıyor… Ayyaş uşak Yeltsin’in Volgagrad diye
değiştirdiği şehir ismini, yeniden Stalingrad yapıyor!..
Ve aynı Putin, İslâm Konferansına üye olmak istiyor!..
Dünyanın en büyük ikinci askerine ve 6800 nükleer başlıkla, 7200 nükleer başlığı bulunan
Amerika’dan sonra ikinci nükleer güce sahip bulunan Rusya’nın bu değişim ve dönüşümü, Siyonizm’in
saltanatını sallıyor!.. Ve insanlığın geleceği açısından hayırlı ve yararlı bir gelişme olarak görülüyor!.. Putin’in
Türkiye ziyareti öncesinde; Rusya-Gürcistan gerginliğinin artırılması da dikkat çekiyor!?
11. Pakistan-Çin İttifakı:
2004 Temmuz’un son haftası, Çin ve Pakistan orduları sınır boylarında, gerçek mermiler ve son
sistem silahlarla 3 günlük ortak bir tatbikat gerçekleştirmişlerdir.
Erbakan Hoca’nın Rusya, Brezilya, Venezüella gibi ileride D-8 lere katılacağını söylediği Çin ve
Hindistan’ın, Pakistan’la böylesine yakınlaşması, Tarihin akışını değiştirecek önemdeki gelişmelerdir.
Siyonist Amerikanın Çin’e gözdağı vermek ve sindirmek için, Tayvan’a yığdığı silahlarla yaptığı
gösterişli askeri tatbikatın ardından Çin ve Pakistan’ın bu ortak tatbikatı dikkate değerdir.
Bu arada D-8 kurucularından, Bangladeş Muhalefet Lideri Bayan Hasina’ya karşı girişilen ve ülkeyi
kaosa sürüklemeyi hedefleyen suikast eylemi de dış güçlerin bir tertibidir.
Hindistan’da Milli Güçlerin Başarısı:
Yıllardır, Hindistan’ı Pakistan’a karşı kışkırtan ve bu ülkeyi 2. İsrail olarak kullanan Siyonist güçler
beklenmedik bir hezimete uğramış ve son Hindistan seçimlerinde İsrail ve Amerika karşıtı Partiler büyük bir
farkla iktidara gelmişlerdir. Yeni Hindistan hükümetinin komşularıyla ve özellikle Pakistan’la barışçı bir tavır
içinde olacağını açıklaması oldukça anlamlı ve önemlidir. Hindistan’ın yeni Dışişleri Bakanı Natwar Singh’in
Pakistan’la uzlaşma, hatta dayanışma içinde olmaları gerektiğine ve bu konuda hükümetinin çok kararlı ve
tutarlı bir tavır sergilediğini söylemesi, tarihi ve talihli değişimlerin bir sinyalidir. 95
Şimdi tekrar Türkiye’ye dönelim…
12. Türkiye’nin Atom Bombası:
Dünyada nükleer silahlara resmen sahip ABD, RUSYA, ÇİN, FRANSA ve İSRAİL bulunuyor. Bunların
yanında Pakistan, Hindistan, ve Güney Afrika’nın da bu imkanlara sahip olduğu biliniyor… Daha birçok
ülkenin atom bombasına ve nükleer santrallara sahip olduğu ancak bunu açığa vuramadığı ve dolayısıyla
caydırıcı bir güç olarak kullanamadığı tahmin ediliyor. Çünkü açığa vurması ABD ve İsrail’e meydan okuması
şeklinde algılanıyor ve bir şekilde askeri ve ekonomik hücuma uğrayıp saf dışı bırakılıyor!
Türkiye’mizin de, nükleer füzelere ve teknolojiye sahip bulunduğunu, ancak bunu uzun yıllardır
94
95
17 08 2004 Akşam / Kültür-Sanat
07 10 2004 / Milli gazete
176
konjüktür gereği gizli tuttuğunu güvenilir şahsiyetlerin ifade ve işaretlerinden ve askerimizin ABD ve İsrail’e
rağmen yaptığı bazı girişimlerden fark etmiş ve bu düşüncemizi bazı dostlarımızla paylaşmıştık.
Geçen dostlarım, www.netpano.com sitesinde Türkiye’nin nükleer füzeler ve denemeler yaptığını
anlatan “Atom Bombamız Olsaydı Ne Olurdu?” başlıklı bir hikaye-belgesel yazıldığını söyleyince, onlara “Bu
demektir ki artık ülkemiz, bu imkanlara sahip olduğunu dolaylı biçimde ortaya koyuyor ve böylece rakiplerine
gözdağı, müttefiklerine moral veriyor” diye hatırlatmıştık…
Gerçekten o yazının sonunda bu durumun zaten aynen itiraf edildiğini de okuyunca, ferahlanmıştık…
Hikâye şöyle;
“İsrail’in tehlikeli ve tehdit edici boyutlarda nükleer silahlara sahip olması, Türkiye’yi özellikle askerleri
tedirgin etmeye başlamıştı. Askerlerin zorlamasıyla Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Tübitak ve Üniversitelerin
ilgili bölümlerinden gelen uzmanlardan bir ekip araştırma başlattı. Hazırlanan rapora göre; imkân, eleman ve
alt yapı vardı ama mutlaka gerekli olan Uranyum veya Plütonyum nerden bulunacaktı?..
Derken, beklenmedik biçimde Sovyetler dağılınca, o kaos ve kargaşa ortamında, çaresiz ve parasız
kalan Rus subay ve generallerin bazıları sadece silahları ve gizli bilimsel sırları değil, Mig uçaklarını bile gizli
pazarlıklarla satmaya mecbur kalmıştı… Bunların arasında çantada bile taşınabilen taktik atom bombaları
bile vardı…
İşte bu ortamda, birileri Bakü’deki elçiliğimizi arayıp askeri ataşemize ellerindeki 26 kg. Plütonyum’u
Türkiye’ye satmak istediklerini duyurmuşlardı. Askeri ataşemiz bütün resmi ve siyasi makamları atlayarak
doğrudan Genel Kurmay 2. Başkanına gizli ve şifreli bir mesajla durumu aktarıyor.
Mesaj çözümü hemen Genel Kurmay Başkanına ulaştırılınca derhal Kuvvet Komutanlarını toplayıp
konuyu görüşüyor ve acil olarak; Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genel Kurmay Başkanının toplanmasına
karar veriliyor…
Bu toplantı gerçekleşiyor, Genel Kurmay Başkanının ısrarlı taleplerine Cumhurbaşkanı direnemiyor,
bayan Başbakan zaten sıcak bakıyor!..
Sadece Başbakanın bu olaya MİT’in de katılması önerisini G.K. Başkanı özellikle münasip görmüyor!..
Ardından, Azeri satıcıların Ruslardan aldığı 26 kg. Plütonyum Oksit’i yerinde görmek ve devir teslim
işlemlerini görüşmek üzere, bir Tümgeneral görevlendirilip Bakü’ye gönderiliyor.
İstenen 15 milyon dolar bayan Başbakanın başını ağrıtacak ve bu yüzden Siyonistler tarafından
dışlanacak, Örtülü Ödenek’ten karşılanıyor!..
Başka bir Ada ülkede ki kirli işler çeviren güvenilir bir Bankada hesap açılıyor.
Yapılan anlaşmalar gereği, malı taşıyan peynir Tır'ı, Gürbulak sınır kapısından sokulup askeri bir
kışlaya götürülüyor. Uzmanlarca “sağlam” raporu verilince parsı ilgili bankaya ve sivil bir şirket adına
yatırılıyor!..
Testi yapılıp teslim alınan Plütonyum, getirilip “Ayaş” tünelinde saklanıyor. Çünkü herhangi bir sızıntı
tespitinde tünelin iki ucunun da kapatılıp tehlikenin atlatılması düşünülüyor. Ayaş tünelinin açılış
gecikmesinde bu olayın da etkisi konuşuluyor!..
Pakistan’dan atom bombası yapmak için gereken teknolojik destek alınıyor! Marmaris’te emekliliğin
tadını çıkaran Cumhurpaşanın da yardımı dokunuyor!.. Özel oluşturulan ve sıkı denetim altında çalışan ilmi
bir ekip sonunda 5 adet Atom Bombası yapmayı başarıyor. Bu iş için yaklaşık 800 milyon dolar harcanıyor…
Bombaların bazı parçaları şeker fabrikalarına makine üreten ve MSP döneminde gerçekleşen tesislerde
yapılıyor… Yine bir kısım elektronik aygıtlar Vestel ve Aselsan tarafından üretiliyor. Böylece bu gün
NATO’cuların ve AKP’li masonların tasfiye etmeye çalıştığı Kuvay-ı Milliyeci generallerin, gayret ve cesareti
ile Müslüman topraklarını işgal edip tanklarla Filistin kasabalarına giren Siyonist askerleri “Sıra Ankara’da!
Hedef Türkiye!” diye bağıran İsrail’e karşı çok hayati önem taşıyan her biri 30 kilotonluk bombalara:
“Sakarya, Gelibolu, Kocatepe, Malazgirt ve Dumlupınar” isimleri veriliyor. Beşinci Atom Bombamız ise
Yozgat’ın 100 km. uzak kırsalında ve kullanılmayan bir maden ocağında deneme amaçlı patlatılıyor ve
deprem oldu zannediliyor!..
177
Ve bu Bombalar ve bilimsel sırlar, sadece Cumhurbaşkanı, Başbakan ve G.K. Başkanından oluşan 3
kişilik bir ekibin elinde bulunuyor ve bu görev değişiminde yeni gelenlere devrediliyor!..”
Hikâye böyle…
Amerika ve İsrail bütün bunlardan habersiz kalabilir mi? Hayır… Mutlaka haberleri vardır… Ama artık
Türkiye’ye baskı yapıp: “bunları imha edin veya bize verin” diyecek güçleri bulunmamaktadır. Bu nedenle
dünyaya ilan etmeleri de sakıncalıdır. Çünkü o taktirde “Türkiye’ye söz geçiremedikleri” ortaya çıkacaktır.
Türkiye ise, bütün dünyayı değiştirecek kutlu çıkış için şartların olgunlaşmasını amaçlamıştır.
Rusların ise İsrail ve Amerika’ya karşı Türkiye’nin güçlenmesini arzu ettikleri anlaşılmaktadır. Yoksa
sadece para için Azeri aracılara Plütonyum verdiklerini düşünmek mantığa aykırıdır.
13. Hainlerin Devrim Telaşı!..
6 Ağustos 2004, Akşam gazetesinde ki “Ekim Sonrasına Dikkat” yazısında, Güler Kömürcü’nün
Bedrettin Dalan’dan naklettiği gibi: Allah’ı tefekkür ama Amerika’ya tevekkül eden.. Siyonist sömürü
sistemine razı ve marazlı Müslüman yetiştiren sivil toplum örgütlerine çevrilen Layt İslamcı tarikatlar ve
meşrepler eliyle Hem dini, hem siyaseti yozlaştıran…
Ordumuzu; bir akülü telefon piline kadar Amerika’ya bağımlı kılıp zayıflatan…
Milli ekonomiyi ve ağır sanayimizi körletip, ülkemizi Amerika’nın hurda çöplüğüne ve Montaj cennetine
çevirmekle şöhret bulan…
Atatürk’ü “Dokunulmazlık zihni altına alıp, Siyonist sömürü sermayesinin istismar aracı yapan, DP ve
Menderes iktidarına karşı yapılan ve 235 Amerikancı generali emekliye ayırıp devre dışı bırakan 27 Mayıs
devrimi cinsinden bir Milli hareket, bu günlerde hıyanet cephesinin ve dış güçlerin en önemli gizli gündemini
ve tedirginlik nedenini oluşturuyor… “Hain kuşkulu olur ve yarası olan gocunur” cinsinden… Masonik
mahfillerden manevi (sömürü) merkezlerine… İslamcı (enayi) entellerden Amerikancı gazetelere…
2.
Cumhuriyetçilerden, AKP’li dincilere, hepsi: “her an bir darbe olabilir!..” korkusuyla yatıp kalkıyor!.?
Bu arada; Bediüzzaman’ın 1981–1991 yıllarında hazırlıklarını yoğunlaştıracağını… Çıkaracağı ve tüm
dünyaya okutacağı imani ve ahlaki eserlerle, 2001 de materyalist ve dinsiz felsefeyi ilmen ve fikren
yıkacağını… O güne kadar gizli yürüttüğü hazırlık çalışmalarının başına 2004 yılında bizzat ve izzetle geçip
devrimini tamamlayacağını ve 2008 yılında ise, yeni İslam medeniyetinin, deccal düzeni olan siyonizme karşı
kesin galibiyet ve hâkimiyet kazanacağını, bildirdiği kutlu şahsiyet ise, müminler ve mazlumlarca zaten
bekleniyor!.. (Bak: İlmi Araştırma 1. sayısı ilk konu)
İnkârcılar istemeyip karşı çıksa da dinci münafıklar kıskançlıklarından çatlasa da Allah nurunu
tamamlayacak, elçisini ve sadakat erlerini muvaffak ve muzaffer kılacaktır.
“Her kim Allah’ın O’na (davet ve istikamet yolunda sebat ve sadakat ehli kuluna) ne dünyada, ne de
ahirette asla yardım etmeyeceğini (ve başarıya eriştirmeyeceğini) sanıyor (ve savunuyorsa, aldanıyor ve
şeytani karakterinden böyle söylüyor.) hele göğe (darağacı gibi) bir araç uzatsın (ve ipi boynuna taksın)
sonra (ayaklarını yerden) kesiversin de baksın (bakalım, ruhundaki nifaktan dolayı) kurduğu tuzak içindeki
öfkesini giderebilecek mi? (hâlbuki hainler ve kâfirler çatlasa da, Allah elçilerini muvaffak, dinini hükümran
kılacaktır)”96
14. “Karun”ların Kaçış Hazırlığı:
Serdar Turgut’un 4 Ağustos 2004 Akşamdaki yazısının başlığı: “Yavaştan Tüyüyorlar Galiba”!?..
Daha önce Rahmi Koç’un, muhtemelen eylülden sonraki gelişmelere göre iki yıl sürecek bir uzun
dünya devri âlemi için seyahate çıkacağını…
Şimdilerde, İhsan Kalkavan’ın, Cem Boyner’in ve oğul Mustafa Koç’un, yine uzun vadeli seyahat
hazırlığı telaşı yaşadığını yazan Serdar Turgut’un ifadesiyle “bu alttan ve yavaştan tüyme.. Yani yıllardır
kaymağını yedikleri Türkiye’yi terk etme” niyetleri, bir mecburiyetten doğmuş olmasın!? Sömürü hortumlarını
kesecek, karanlık yaşamlarını ve kazançlarını hesaba çekecek bir devrim ve değişimin derin haberleri
96
Hac:15
178
duyulmuş olmasın!?..
15. Artık bu sömürü sisteminin çıbanı deşilmelidir. Çünkü geciktikçe güçleşmektedir:
Dağ başı gibi
Hepimiz Doğu ve Güneydoğuda neler olduğunu biliyoruz. Elbette, devletin ilgili birimleri de durumun
farkında. Oralarda “Birkaç kilo toz, bir otobos” demek. Hiçbir iş yapmayan, devlete bir lira vergi ödemeyen
insanların altında son model Mercedesler var. Değirmenin bu suyu nereden geliyor? Gayri meşru işlerden!
Görünen köy kılavuz istemez. Baksanıza, artık uyuşturucu satışı büyük şehirlerde liselerden ortaokullara
kadar düşmüş durumda. Bu ülkeye tonlarca uyuşturucu giriyor. Bir kısmı içeride tüketiliyor. Büyük bir bölümü
de başka ülkelere gönderiliyor. Gençlerimiz zehirleniyor. Birileri de bu işlerden büyük paralar kazanıyorlar.
Yetmiyor, devlete kafa tutuyorlar. Peki, bütün bunlar devlet içinden yardım almadan yapılabilir mi?
Yapılamaz elbette. Ortaya çıkan rantı, bazı devlet görevlileri de paylaşıyorlar. Böyle olunca da dev bir
menfaat çetesi ortaya çıkıyor. Önce bu çetenin devlet ayağının kırılması gerekli. Bu sistem mutlaka
değişmeli.97
Patron Çakıcı!
Yolsuz kalan devlet kalkınamaz, kiralanır.
Bir yanda mafya, diğer yanda devlet. Bakmayı bilen ve gören için hangisinin güçten düştüğü, kimin
palazlandığı açıktır.
1- Vergisini toplayamayan, bütçesini denk tutamayan devlet, polisine, istihbaratçısına, hakimine,
savcısına bakamaz... Onları mafyanın kucağına atmaktadır.
2- Mafya da zaten var olabilmek için kamu görevlisiyle yardımlaşmaya muhtaçtır.
3- Kayıt dışı devlet mafyanın hizmetine girer, kayıt tutamaz hale gelir. Artık mafyanın ve masonların
kuklasıdır.
Susurluk sürecini Asala ve PKK ile mücadele bahanesiyle aklama çabasında olanlar yine sahne
aldılar. Alaattin Çakıcı’yı devlete hizmeti nedeniyle koruduklarını anlatma gayretindeler. Dinleyip inananlar
da, devleti patron, Çakıcı’yı memur sanır... Çakıcı ile MİT arasındaki irtibat 17 yıllık. Bu süreçte Alaattin
Çakıcı, MİT’e ne gibi katkıda bulundu? 1994 yılında birkaç ay Hollanda’da Dursun Karataş’ın peşinde dolaşıp
sözde istihbarat toplamak dışında ne iş yaptı, hiç! Peki, karşılığında devletten ne aldı? Kırmızı pasaportlar,
kaçışına yardım, Yargıtay ricacıları... O halde patron kim, devlet mi, yoksa Çakıcı mı? Ne yazık ki Çakıcı gibi
gözüküyor.98
Bu fotoğrafa dikkat!
Patrik, Reuters Ajansı’nın sorularına verdiği (Hem de yazılı!) cevapta: ‘Türkiye’de din özgürlüğü
kavramının oldukça kısıtlı ve yüzeysel olduğunu, kiliselerin, dini vakıfların, manastırların, mezarlıkların ve
okulların idaresiyle ilgili haklarının olmadığını ve maddi ve idari bağımsızlıklarının ve kendi kendilerini
yönetme haklarının bulunmadığını’... Söylüyor ve ilave ediyor: ‘Avrupa Birliği baskısının, 1971’de kapatılan
Heybeliada Ruhban Okulu’nun tekrar açılmasını sağlayacağına inanıyorum’... Bu iş, burada mı kalacak
zannediyoruz? Ayasofya’nın artık, gerçek (!) hüviyetine kavuşturularak tekrar ‘kilise’ye dönüştürülmesinin
zamanının geldiğini yazan ve söyleyenlerin seslerinin giderek yükseldiğinden haberiniz yok mu? Neden
böyle oldu? Cevabı çok açık, ‘Bizler fert, toplum ve devlet olarak, Milli kişiliğimizi kaybettik de ondan’...
Lütfen o fotoğrafı hatırlayınız, ABD Başkanı İstanbul’a geldiği zaman çekilmiş şu fotoğraf: ABD
Başkanı ortada, altmış dokuz buçuk milyon Müslüman’ın dini temsilcisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanet
İşleri Başkanı bir yanında, diğer yanında ise, altı bin Rum Ortodoks vatandaşımızın dini temsilcisi Patrik
Efendi. Sen, bu resmin çekilip, yayınlanmasının anlamının farkında değilsen, daha çok ‘olmaz’lar ‘olur’ hale
gelecektir.’ Ve bu gidişle İstanbul Vatikan’a çevrilecektir! 99
Türkiye'den ne istiyorlar?
15.8.2004 / Emin Pazarcı / Tercüman
15.8.2004 / Enis Berberoğlu / Hürriyet
99 15.8.2004 / Kemal Yavuz / Akşam
97
98
179
Bu arada elbette ki Avrupa Birliği'nin sadece dini amaçlara hizmet eden ve yalnız bu alanda işlev
gören bir örgüt olduğunu düşünmüyoruz.
Hayat hiçbir zaman tek nedene indirgenebilecek kadar basit değil. Bireyler gibi örgütler de sadece tek
boyutla anlaşılamayacak kadar karmaşıktırlar.
Anlatmak istediğim şudur: Eğer bizler örgütleri ve bireyleri; sadece maddi nedenselliklere bakarak
anlamaya çalışırsak, yanlış yaparız.
Örgütleri ve bireyleri hayattaki davranışlarında ateşleyen, onları motive eden inanışlar, semboller ve
manevi amaçlar çözümlenmezse, onları doğru anlama ve yorumlamada başarısız kalırız!
Avrupa Birliği gayet tabii ki; siyasi ve ekonomik amaçları da olan bir topluluktur. Ancak AB’yi kuran ve
örgütü omuzlayan bireylerin başka boyutları da vardır. (AB’nin arkasındaki Siyonist merkezlerin çok sinsi
hesapları da bulunmaktadır.)
O başka boyut: yani dini inanışları, hedefleri ve beklentileri göz ardı edildiği takdirde, AB denilen
örgütü tam anlamıyla kavramamız mümkün olmayacaktır.
Bu insanların bayraklarında ve binalarında ortaya koydukları semboller, kullandıkları özel sözcükler ve
kurdukları özel ve sinsi ilişkiler aslında o başka boyutlarını bize açıkça göstermektedir, bu bir anlamda
kendilerini bilinçli bir şekilde açığa vurma olayıdır!..
Görmek isteyen bunu görür ve olan biteni gerçekten anlama sürecinde daha güçlü ve bilinçli hale gelir.
Maalesef bugün Türkiye'de 'gerçeği görmek istemeyenler' hakim durumdadır. Siyasete, medyaya ve iş
alemine hakim olan görüş: AB'nin Türkiye'ye demokrasi ve büyük özgürlükler getirme hedefi olduğundan
ibarettir.
Bizler görüşümüzü bununla sınırladığımızda; AB ile ilişkilerde sürekli küçümsenen ve kaybeden taraf
olmamız kaçınılmazdır.
Ve maalesef Türkiye bu kaybetme sürecine çoktan girmiş durumdadır, bunun işaretleri de zaten
görülmektedir.
Aslında, bir ezoterik dini örgüt de olan AB, İslamiyet’e temelde karşı olduğu halde, acaba Türkiye ile
neden ilişkisini bir şekilde sürdürmektedir? (Siyonistler, (Yahudiler, Hıristiyan veya Müslüman olmuş Yahudi
asıllı dönmeler) niye Türkiye’yi oyalamak istemektedir?)
Bu sorunun cevabının anahtarı Ortadoğu'dadır. Temelleri yüzlerce yıldır atılmış olan manevi ve maddi
çekişme ve çelişkilerin çıkış noktası da Ortadoğu'dur, bunların nihai çözümünün de Ortadoğu'da olacağı
yolunda inanç da vardır. (Büyük İsrail hayalini hedefleyen Siyonizm’i hesaba katmadan bu denklemi çözmek
imkânsızdır.)
İnançları ve insanın manevi yanını göz önüne almadan çözümleme yapmaya çalışan görüşler; Orta
Doğu'ya bakınca sadece petrolü görür, suyu görür, bunların emperyalist paylaşımının farkına varır…
Bunlar gayet tabii ki çok önemlidir; ancak insanlar emperyalist hedeflerini gerçekleştirirken kendi
davranışlarını manevi boyutla da motive etmek ve desteklemek ihtiyacındadır…
“Mesih beklentisi, kutsal topraklar söylemi, dini savaş hikâyeleri” gibi söylemler: farklı ve çıkara dayalı
hedefleri bir arada tutan, onları koordine eden, insanları bir hedefe kilitleyen bir tür zamk rolü oynamaktadır.
Avrupa Birliği: Ortadoğu'da somut ve soyut çıkarlarını Türkiye'nin yardımı olmadan tam anlamıyla
kollayamayacağını düşünmektedir. Ve bizi kullanmak sevdasındadır.
AB'nin
bizimle
ilişkilerini
tamamen
kopartmamasının
ve
üyelik
sürecimizi
aslında
olumlu
sonuçlandırmak istememesine rağmen bunu bir şekilde oyalamaya bırakmasının tek nedeni bu korkularıdır.
AB; Türkiye kartını elinden kaçırdığında; binlerce yıldır temeli atılmış olan hesaplaşmaların arenası
olacak Ortadoğu'da yenileceğinin farkındadır.
'Türkiye kartının' önemini Amerika da çok iyi bilmektedir. Irak savaşı öncesinde Türkiye'nin de savaşın
içine çekilmesi için bu kadar uğraş verilmesinin sebebi de burada aranmalıdır…
ABD, sadece Irak için Türkiye'yi yanında görmek istememekteydi. Bölgedeki çıkarları ve İsrail’in
amaçları açısından ABD, Türkiye’yi mutlaka bu savaşının içine çekmek zorundadır.
180
Yani anlayacağınız aynı sebeplerle ve aynı hedeflerle bölgeye hükmetmek isteyen AB ve Amerika:
Ortadoğu üzerinde hükümranlık çatışması içindedirler ve onlar açısından Türkiye sadece bu boyutuyla önem
kazanmaktadır.
Şunu da unutmayın. Önemli kaosların beklendiği maddi ve manevi alt üst oluşların yaşanacağının
tahmin edildiği yüzyılımızda; dünyanın dinamiğini kontrol eden güçlerin dikkati Türkiye'ye kilitlenmiş
durumdadır.
Bu karar nerede ve nasıl alındı tam bilmiyorum, anlayamıyorum ama; Türkiye'nin kullanılıp yıpratılması
ve bölünüp parçalanması kararı, öyle görünüyor ki alınmış durumdadır.
Türkiye üzerindeki operasyon sadece kaba kuvvetle yapılmayacak; inançlar, manevi bağlantılar,
semboller de kullanılacak, bizim üzerimizde oynanacak oyunda.
Evet, 21'inci Yüzyıl'ın Büyük Oyunu; Türkiye'de oynanacak ne yazık ki.
Bu büyük güce karşı ne yapılabilir? Açıkça söylemek gerekirse bazı şeyler seziyorum, ama ifade
edemiyorum.
Çünkü Türkiye yıllardır kendi içinden güçsüzleştirildi.
Eğitim sistemi, sağlık sistemi, altyapısı çöktü, çöktürüldü, insan kalitesi ve ahlak seviyesi bozuldu, ulus
bilinci yok edildi göz göre göre bu ülkenin.
Son tartışmalara bakılırsa devlet sistemi de içinden çürümüş ve çökmeye hazır görülüyor.
Ve maalesef ben, bu ülkenin insanlarının bir bölümünün, “kendi ülkelerinin yok olma sürecine neden
bu kadar aktif katılıyorlar?” sorusuna inanın cevap bulmakta zorlanıyorum.
Klasik “hainler, iç düşmanlar” söylemi bu fantastik durumu anlatmaya, anlamaya yetmiyor, bana
inanın.
Çok değişik bir ülke durumuyla karşı karşıyayız ve inanın bana: neler olup biteceğini az çok tahmin
etmekle birlikte, bunun neden böyle olması gerektiğini ve nasıl gelişeceğini ben de çok merak ediyorum.
Umarım bir gün bu nedenler de netleşir. Ama şunu bilin ki önümüzdeki yıllarda merkezinde Türkiye'nin
de bulunacağı bir büyük alt üst oluşun yaşanacağı neredeyse kesindir… 100
Sular iyice bulanmadan durulmayacaktır. Ve bu karıştırma ve kapışma; Türkiye’nin, kurtuluş savaşı
örneği, beklenmedik bir zafer kazanması ve zalim dünya düzeninin yıkılıp, Adil bir medeniyetin kurulmasıyla
sonuçlanacaktır.
George Soros’un Bush Düşmanlığı!
Amerika Birleşik Devletleri’nin 11 Eylül olaylarından sonra ulusal güvenlik stratejisine eklediği “Bush
Doktrini”ne şimdiye kadar pek çok eleştiri yapıldı, doktrinin sakıncalarına dikkat çekildi. Biz de bu köşede
defalarca bu doktrinin Bush yönetiminin küresel imparatorluk hayaline hizmet ettiğini, dünyaya bundan sonra
daha fazla kan ve gözyaşı getireceğini yazdık.
“Bush Doktrini”ne bu defa “içerden” bir eleştiri geldi. Kafkaslar’daki “kadife devrimlerde” parmağı
olduğu bilinen, uluslararası alanda finans spekülatörlüğü yapan, Türkiye’de de kimi sivil toplum örgütlerini
kullanarak manipülatif çalışmaları örgütleyen George Soros, “Amerikan üstünlüğü hayali” isimli yeni
kitabında, “Amerikan gücünün yanlış kullanıldığını” belirterek, Bush yönetimine ateş püskürüyor.
“Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi...”
1997 yılında aralarında Dick Cheney ve Paul Wolfowitz gibi isimlerin de yer aldığı bir grup “Yeni
Amerikan Yüzyılı Projesi” adı altında bir rapor hazırlamışlar ve “Amerika’nın küresel liderliği ele
geçirmesinin şart olduğunu” beyan etmişlerdi. “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”nde yeni yüzyılın Amerikan
ilkeleri ve çıkarları doğrultusunda şekillendirilmesi de talep edilmiş, bunun için savunma harcamalarının
arttırılması, Amerikan değerlerine düşman olan ülkelere meydan okunması ve Amerika’nın çıkarlarına uygun
bir uluslararası düzenin kurulması istenmişti.
“Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” o tarihlerde kendisine uygulama alanı bulamamıştı. Ta ki, 11 Eylül
100
17.08.2004 / Serdar Turgut / Akşam
181
olayları meydana gelene kadar... George Soros, neocon’ların hazırladığı “Yeni Amerikan Yüzyılı
Projesi”nin 11 Eylül’den sonra nasıl hemen uygulamaya girdiğini şöyle aktarıyor: “11 Eylül, bütün engelleri
tek bir vuruşla ortadan kaldırdı. Başkan Bush, terörizme karşı savaş ilan etti, Amerikan halkı başkanının
arkasında saf oluşturdu. Ondan sonra Bush yönetimi terörist saldırısını kendi amaçları doğrultusunda
istismar etmeye başladı. Eleştirileri susturmak ve ulusu başkanının arkasında birlikte tutmak isteyen yönetim,
ulusu etkileyen korkuyu bilinçli bir biçimde besledi. Daha sonra Amerikan üstünlüğü rüyasının peşinden
gitmek için terörizme karşı savaşı kullandı. 11 Eylül bu şekilde tarihin akışını değiştirdi…“
Bush Doktrini: “Hayvan Çiftliği!”
ABD’nin ulusal güvenlik stratejisine eklediği Bush Doktrini, ABD’nin her koşulda askeri üstünlüğünü
korumayı ve istediği zaman da gerekçe bile göstermeden askeri müdahalede bulunmayı öngörüyor. Doktrin,
Amerikan çıkarlarını, bütün diğer devletlerin egemenlik ve çıkarlarının üzerinde görüyor.
Soros, Bush Doktirini George Orwell’in “Hayvan Çiftliği”ni anımsattığını söylüyor: “Bütün
hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar diğerlerinden daha eşittir.!”
Bush Doktrini içinde yer alan “demokrasi ve özgürlük getirme” söylemini de sahte bulan Soros, bu
söylemin önünde sonunda Amerika’nın galip geleceği fikrine endeksli olduğunu belirtiyor. Bush yönetiminin
“Irak’a özgürlük götürme” operasyonunun fiyaskoyla sonuçlanmasına da dikkat çeken Soros, “Irak işgali
tam bir felakete dönüştü” yorumunu yapıyor.
Soros, Amerika’nın geldiği son nokta itibariyle demokrasi için önemli bir tehdit oluşturduğuna dikkat
çekerek, “Bush yönetimi, askeri güç kullanarak dünyanın geri kalanına görüşlerini ve çıkarlarını dayatmaya
çalışıyor. Bush doktrininde bunu yapmaya hakkı olduğunu iddia ediyor. Ama doktrinin ilk uygulaması olan
Irak’ın işgalinde bu ters tepki, ABD ile dünyanın geri kalanı arasındaki uçurum açıldı” yorumunu yapıyor.
“Amerika aşırıların elinde!..”
George Soros, “Amerikan Üstünlüğü Hayali” isimli son kitabında Bush yönetiminin hem dünyayı hem
de kendi ülkesini adeta felakete sürüklediğini ifade ederek şu eleştirilerde bulunuyor: “ABD, sadece ülkenin
karakterini değil, dünyadaki rolünü de değiştiren aşırı bir ideolojinin elindedir. Aşırı olarak niteliyorum, çünkü
Amerika’nın büyük çoğunluğunun değerleri ve inançlarıyla uyumlu olduğuna inanmıyorum. Hükümetin, hem
yürütme hem de yasama kanadı aynı tutuma kapılmışlardır ve Bush bunu yargıya da dayatmak için bir
kampanya yürütmektedir. Hükümet, daha önceden olmadığı gibi otoriter ve zalimce davranmaktadır. Eleştiri
yapanlar, vatan-sever olmamakla suçlanmaktadır. Bush yönetiminin politikaları, yalnızca Amerika’nın
dünyadaki durumunu etkilememekte, aynı zamanda yurt içinde orta sınıfın ve fakirlerin aleyhine zenginlere
yaramaktadır.”
Görüldüğü gibi neocon’ların güdümündeki Bush yönetiminin küresel imparatorluk hayali, diğer ülkeler
kadar ABD içinden de sert bir biçimde eleştiriliyor.
Soros’un bir yandan kadife devrimlere imza atarak Amerikan yanlısı yönetimlerin işbaşına
getirilmesine katkıda bulunması ama diğer yandan da Bush yönetiminin küresel hegemonya hedeflerine
böylesine karşı çıkması ilginç bir tablo ortaya koyuyor. Demek ki, Bush’un gözünü bürüyen kan, Amerikan
değerlerinin yayılması için hizmet eden Soros’u bile ürkütmeye başlamış!101
Keşmir’de şeytanın bacağı kırılıyor!
Pakistan-Hindistan diyaloğu, “Hangi noktalarda ayrılıyoruz?” sorusuyla değil “Hangi noktalarda
birleşebiliriz?” sorusuyla başlamalı. Ekonomik ilişkiler alabildiğine geliştirilmeli. Öyle ki, Hindistan ve Pakistan
birbirine bağımlı hale gelmeli. Karşılıklı bağımlılık ilişkisi, kavganın 1 numaralı panzehiridir. İşte görüyoruz:
Daha ortada fol yok yumurta yok, İran-Pakistan-Hindistan doğalgaz boru hattının sadece adı mevcut, ama
Yeni Delhi ve İslamabad yönetimleri arasında şimdiden bir yumuşama başladı…
Bilindiği gibi Hindistan ve Pakistan devletleri kurulurken (Ağustos 1947) Keşmir bölgesinin statüsü
konusunda ihtilafa düşüldü. İki taraf da Keşmir üzerinde hak iddia edince ordular karşı karşıya geldi, savaşlar
101
02 Mayıs 2005 – Dr. Abdullah Özkan – Milli Gazete
182
birbirini takip etti, karşılıklı olarak ağır zayiatlar verildi ve hâlâ veriliyor. Jammu-Keşmir (Hindistan tarafı) ve
Azad Keşmir (Pakistan tarafı) olmak üzere ikiye bölünen Keşmir, güç birliği yapmaları halinde süper güce
dönüşebilecek olan iki ülkenin bir araya gelmesini engelleyerek, emperyalizmin soysuz değirmenine su
taşıyor.
Hindistan’ın kurucu lideri Gandi, savaşı durdurmak için Pakistan’a bir dostluk ziyaretinde bulunmaya
hazırlanırken öldürülmüştü (30 Ocak 1948). Ne yazık ki Yeni Delhi, Gandi’nin değil, bu barış misyonerini
hunharca katleden fanatik Hindu milliyetçilerinin Keşmir siyasetini tercih etti. 58 yıldır bu siyasetten şaşmıyor.
Askeri meydan okumaların ötesine geçmeyen ve dolayısıyla Pakistan’ı bilemekten başka bir işe yaramayan
Keşmir siyasetini değiştirmeye, Pakistan’la uzlaşma yollarını aramaya yanaşmıyor. Hâlbuki 100 milyonun
üzerinde Müslüman vatandaşı bulunan Hindistan’ın, her şeyden önce kendi iç huzuru için Pakistan’la
uzlaşmaya ihtiyacı var. Hindu vatandaşları ile Müslüman vatandaşları arasındaki ‘mutat’ çatışmaların önüne
geçemeyen Hindistan hükümeti, bu sorunun ancak ‘Keşmir üzerinden’ çözülebileceğini idrak etmelidir.
Jammu Keşmir’de Hindistan ordusu ile Pakistan destekli mücahit grupları arasındaki kanlı çatışmaların sona
ermesi ve Yeni Delhi ile İslamabad arasındaki buzların erimesi, emperyalist tezgâhlarda kullanılmaya pek
elverişli olan etnik gerilimin düşmesine, ulusal birliğin önündeki psikolojik engelin kalkmasına ve Hindistan’ın
provokasyonlardan/sabotajlardan emin bir şekilde yükselmesine hizmet edecektir.
Çözümsüzlükte Pakistan’ın da mutlaka kusuru vardır. Devasa gövdesine rağmen Asya’da etkin bir güç
olamayışı, Pakistan’ın siyasi manevra kabiliyetini fena halde sorgulamamızı gerektiriyor. Keşmir meselesinde
saplanıp kalan, siyasetle askeriyeyi birbirinden ayıramayan, sosyal ve ekonomik politikaları ‘olağanüstü
hal’lerin gölgesinden kurtaramayan ve feodaliteyle kararlı bir mücadeleye giremeyen İslamabad, “Hindistan
işgali altındaki Keşmir topraklarını kurtaracağız” derken koca Doğu Pakistan’ı (Bangladeş) kaybetmiştir. Hint
kökenli Amerikalı Müslüman mütefekkir Muktedar Han’a göre “tamamen Keşmir’e endeksli siyaset” bir an
evvel değişmezse, Pakistan’ın bağrından yeni Bangladeş’ler çıkabilir. Hindistan’la barışmak (ve düşmanlığın
ağır askeri-sosyal-ekonomik-siyasi faturalarından kurtulmak), Pakistan’ın stratejik önceliği olmalıdır.
Hem Hindistan’ın hem de Pakistan’ın maslahatı, savaş baltalarının toprağa gömülmesini gerektiriyor.
Keşmir meselesinin çözülmesi çok önemli ama bugün için bundan daha önemli olan, tarafların, düşmanlığı
ne pahasına olursa olsun bitirmeye azmettiklerini, ilişkilerde yepyeni bir sayfa açtıklarını, bundan böyle
ihtilaflara değil işbirliği imkânlarına odaklanacaklarını, iki ülkenin muazzam potansiyellerini birleştirmeye ve
müşterek kalkınmanın yolunu açmaya bakacaklarını mümkün olan en açık şekilde ifade etmeleridir. Bu
yapılırsa Keşmir’de tansiyon düşer ve karşılıklı restlerin yerini karşılıklı jestler alır. Bazı meseleleri çözmenin
tek yolu, o meseleler üzerinde hiç durmamaktır. Türkiye-Suriye yakınlaşmasını, Hatay ve Fırat
meselelerindeki tarihi anlaşmazlıkların ‘gözardı’ edilmesine borçlu değil miyiz? Pakistan-Hindistan diyalogu
da “Hangi noktalarda ayrılıyoruz?” sorusuyla değil “Hangi noktalarda birleşebiliriz?” sorusuyla başlamalı.
Ekonomik ilişkiler alabildiğine geliştirilmeli. Öyle ki, Hindistan ve Pakistan birbirine bağımlı hale gelmeli.
Karşılıklı bağımlılık ilişkisi, kavganın 1 numaralı panzehiridir. İşte görüyoruz: Daha ortada fol yok yumurta
yok, İran-Pakistan-Hindistan doğalgaz boru hattının sadece adı mevcut ama Yeni Delhi ve İslamabad
yönetimleri arasında şimdiden bir yumuşama başladı.
Hindistan’ın doğalgaza ihtiyacı var. İran, bu ihtiyacı uygun bir fiyatla karşılamaya hazır. Ticaretten
yüklüce bir pay almayı ümit eden Pakistan, doğalgaz boru hattının kendi topraklarından geçmesine sıcak
bakıyor. Azad Keşmir’le Jammu Keşmir arasında otobüs seferlerinin başlaması, Keşmir’deki belli başlı
mücahit gruplarının ateşkese hazır olduklarını ilan etmeleri, Pakistan Cumhurbaşkanı Müşerref’in bir kriket
maçını bahane ederek Hindistan’a gitmesi, Müşerref ve Hindistan Başbakanı Singh’in “Aramızdaki sorunları
çözene kadar müzakere masasından kalkmamalıyız” gibi açıklamalar yapmaları, elbette bu doğalgaz boru
hattı projesiyle doğrudan ilgili. Müşterek menfaatin ucunun görünmesi Hindistan’la Pakistan arasında böyle
bir ‘bahar havası’ oluşturabiliyorsa, projenin hayata geçip müşterek menfaatin bütün görkemiyle ortaya
çıkması halinde nasıl bir havanın oluşacağını varın siz hesap edin.
183
Amerika Birleşik Devletleri bu hesabı çoktan yaptı ve projeyi sabote etmek için harekete geçti.
Hindistan hükümetini İran doğalgazından vazgeçmeye çağıran ABD, sadece İran’ın mevzi kazanmasını
değil, aynı zamanda Hindistan’la Pakistan’ın yakınlaşmasını da önlemeye çalışıyor. Çünkü bu yakınlaşma,
Asya’nın kapılarının ABD’ye tamamen kapanması sonucunu doğurabilir.
Cenâb-ı Allah, Hindistan ve Pakistan yöneticilerine basiret ihsan etsin. Geçmişte defalarca bir araya
geldiler, fakat her defasında emperyalistlerin fitnelerine yenik düştüler. Bu defa şeytanın bacağını kıracak
gibiler…102
Bu tarihi ve talihli gelişmeler karşısında telaşa kapılan Amerika şimdi Avrupa’ya yaklaşıyor, hatta bir
nevi yalvarıyor ve yağ çekiyor… Çünkü Hindistan, Çin, Pakistan gibi, biri birine karşı kışkırtıp kullandığı
kalelerini bir bir kaybediyor. Çin, Pakistan, Hindistan, Rusya ve İran yakınlaşmaları ve Milli Türkiye’nin bu
ülkelerle ilişkilerini güçlendirme çabaları, Siyonist ve Emperyalist Amerika’yı derinden derine düşündürüyor,
delileştiriyor ve bu şaşkınlıktan daha büyük girdaplara düşürüyor.!..
Atlantik ittifakı: ABD/AB işbirliği aranıyor!
Avrasya İşbirliğine ve D-8 girişimlerine karşı giderek hırçınlaşan ve yalnızlaşan Amerika, şimdi
Avrupa’yı resmen yanına almak istiyor.
“Ulusal güvenliğin sağlanması, aynı zamanda küresel güvenlik anlamına da gelebilir mi?” Uzun
süredir bu sorunun cevabını arayan Amerika Birleşik Devletleri’ne, Uluslararası Stratejik Araştırmalar
Merkezi danışmanlarından Zbigniew Brzezinski yazdığı “Tercih: Küresel hâkimiyet mi, küresel liderlik
mi?” isimli kitabıyla yol gösteriyor. Brzezinski’nin yukarıdaki soruya cevabı kısa: “Ulusal güvenlik, küresel
güvenlik ile çok yakından bağlantılı ve küresel güvenlik sağlanmadan küresel liderliğe oynamak da
mümkün değil…”
ABD’nin büyük stratejik “tercih”i
Aynı zamanda John Hopkins Üniversitesi’nde dış politika dersleri veren Zbigniew Brzezinski,
Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel güvenliği sağlamak için tercih etmesi gereken alternatifin adını da
koyuyor: “Atlantik İttifakı!..”
Amerika ile Avrupa’nın küresel ortaklık yapmasını öneren Brzezinski, “her iki taraf da birbirine
muhtaç ve birbirini tamamlar niteliktedir. Böyle bir ittifakla birlikte Amerika artı süpergüç haline gelir, Avrupa
da sağlam bir şekilde bütünleşir” görüşünü savunuyor.
Brzezinski, bu görüşünü şu şekilde temellendiriyor: “Avrupa olmadan Amerika hâlâ hâkim güç olmaya
devam edecektir ancak küresel olarak her şeyi yapabilecek güçte olmayacaktır. Diğer taraftan Amerika
olmadan Avrupa zengin ama iktidardan yoksun olacaktır. Yalnızca Atlantik’in iki kıyısının birlikte çalışması,
dünya çapındaki ilişkilerin belirgin bir biçimde geliştiği gerçek küresel bir durum meydana getirebilir. Böyle
olması için, Avrupa şu andaki koma halinden çıkmalı, kendi güvenliğinin küresel güvenlik ile olan
ayrılmazlığının Amerika’nınkinden daha fazla olduğunun farkına vararak kaçınılmaz pratik çözümleri ortaya
koymalıdır. Amerika olmadan güvende olamaz, Amerika’ya karşı birleşemez, Amerika’yı onunla birlikte
hareket etmeye istekli olmadan belirgin bir şekilde etkileyemez…”
Görüldüğü gibi Brzezinski, Avrupa’ya karşı adeta meydan okumakta, “Amerika olmadan Avrupa’nın
neredeyse bir hiç olduğunu” iddia etmektedir. Avrupa’ya aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmeyen
Brzezinski, “Avrupa’nın güvenliği küresel güvenliğe bağlıdır” diyerek, Avrupa’nın ABD’ye teslim
olmaktan başka çaresinin olmadığını da özellikle belirtmektedir…
Brzezinski, ABD’ye akıl veriyor
ABD’nin küresel güvenliği için “Atlantik İttifakı” teklifinde bulunan Brzezinski, Avrupa’ya bu fikri
kabul ettirmenin yollarını da yazdığı kitabında Bush yönetimine gösteriyor. Brzezinski, öncelikle ABD, en
önemli stratejik ortağı olan Avrupa’yı bölme tutkusundan vazgeçmelidir diyor. “Eski veya yeni Avrupa diye
bir şey yoktur, bunlar tarihi içeriği olmayan sloganlardır” diyen Brzezinski, “Avrupa’nın aşamalı olarak
102
Hakan Albayrak / 24.04.2005 / Milli Gazete
184
birleşmesi Amerika’yı tehdit etmez, aksine bu Atlantik Topluluğu’nun toplam ağırlığını artırmak suretiyle
Amerika’nın işine gelebilir. Böl ve yönet politikası, taktiksel olarak şartları eşitlemek açısından çekici olsa da,
dar görüşlü ve ters tepen bir politika olacaktır” değerlendirmesinde bulunuyor.
Peki, Avrupa ile kurulacak Atlantik ittifakında şartlar ne olacak? Bu konuda da ABD yönetimine akıl
veren Brzezinski, ABD’nin asla yüzde 50 / yüzde 50 gibi bir ortaklığa razı olmamasını istiyor. “Nüfus olarak
daha genç, daha dinç ve siyasi olarak bütünleşmiş bir Amerika, siyasi ve askeri açıdan birbirinden farklı,
yaşlanan, birleşen fakat bütünleşmeden uzak ulus devletlerin oluşturduğu Avrupa ile kıyaslanamaz”
yorumunu yapan Brzezinski, yarı yarıya eşit bir ortaklık olmasa da, tek gerçek seçeneğin, ortak küresel
politikayı şekillendirmede ve uygulamada ağırlıklı etkinliğe sahip bir Avrupalı ortak olacağını belirtiyor.
ABD kendisine “suç ortağı” arıyor
Brzezinski’nin ABD ile Avrupa Birliği üyeleri arasında kurulmasını teklif ettiği “Atlantik İttifakı”nı,
zamanlamasına ve koşullarına bakarak Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel hegemonyasını pekiştirmek
için atmak istediği bir adım olarak değerlendirmek mümkündür. Irak’ı işgalinde bazı Avrupa ülkeleri ABD’ye
karşı çıkmış, hatta kimi AB üyesi ülkelerde Bush yönetimini çok sert protesto eden geniş katılımlı gösteriler
düzenlenmişti. “Atlantik İttifakı” projesi, Avrupa’dan bu tepkilerin “intikamını” almaya yönelik bir teklif gibi
gözükmektedir. Bush yönetimine yol gösteren Brzezinski, Avrupa’nın gücünü pasivize etmeyi, dünyanın tek
hegemonik gücü olarak ABD’nin kalmasını hedeflemektedir.
Brzezinski’nin, AB üyesi ülkeleri kendi teklifine ikna etmek için gösterdiği nedenler ile Bush’un son
NATO toplantısında yaptığı konuşmanın paralel anlamlar taşıması da, “Atlantik İttifakı” teklifinin aslında
Beyazsaray kaynaklı olabileceğini akla getirmektedir. Bilindiği gibi Bush NATO toplantısında Avrupa
ülkelerine seslenerek, “Bizim ortak düşmanımız küresel terörizmdir, ona karşı birlikte mücadele
etmeliyiz. Hem biz gösterildiği gibi farklı değiliz, ortak değerleri savunuyoruz” demişti.
Brzezinski’nin yazdığı “tercih” isimli kitaptan, ABD’nin Avrupa’yı kuşatmak için düğmeye bastığı
görülüyor. Ama Avrupa’ya, “teslim olmaktan” başka bir “tercih” bırakılmadığı da açıkça anlaşılıyor.103
103
Dr. Abdullah Özkan / 24-Nisan-2005 / Milli Gazete
185
YENİ BİR DÜNYANIN, DOĞUM SANCILARI
Erbakan Hoca 3 Eylül 2004 Cuma Sohbetinde:
“Dünyayı gizlice ele geçiren ve insafsız bir sömürü düzeni kurup, bütün ülkeleri sindiren Siyonist
yapılanmanın ve Amerika’nın; bu vahşi ve şeytani zorbalığa karşı çıkan herkesi susturmaya çalıştığını”
söyledi…
“Türkiye ile çok yönlü ilişkiler geliştirmek isteyen Rusya’yı da…
Çin’le ve Türkiye ile olumlu münasebetler kuran Pakistan’ı da…
Çin’e başkaldırması ve sorun çıkarması için Tayvan’ı da karıştıranların hep bu Siyonist ve emperyalist
merkezler olduğunu” özellikle dikkat çekti…
“Rusya’ya karşı Çeçenistan yarasını sürekli kaşıyan… Hindistan’la Pakistan’ı vuruşturmak için Keşmir
sorununu karıştıran… Çin’le Türkiye’nin ve İslam ülkelerinin arasını bozmak için, Doğu Türkistan problemini
kışkırtan bu “dış güç”lerin oyunlarına gelinmemesi” gerektiğini ifade etti…
“Bunun için de: Öncelikle Türkiye, Rusya, Çin, Pakistan ve Hindistan gibi ülkelerin, Çeçenistan, Keşmir
ve Doğu Türkistan sorunlarına samimiyet ve adalet içinde barışçıl ve insancıl çözümler üretmelerinin ve dış
güçlere karşı birlikte hareket etmelerinin önemini” dile getirdi…
“Bu Siyonist ve Emperyalist vahşilerin; sadece “güç”ten anladığını… Yoksa bunları kınamakla veya
insan haklarını hatırlatmakla hiçbir neticenin alınamayacağını” belirtti…
Bakınız, Putin'in Türkiye'ye gelişi yaklaştıkça, Rusya'da terör tırmandırıldı. Önce yolcu uçakları
düşürüldü, ardından Moskova'da bir metroda bomba yerleştirilmiş araçlar patlatıldı, son olarak da Kuzey
Osetya'da okul basılarak çok sayıda çocuk rehin alındı. Ve ilk kez gerçekleşecek olan bir Rus liderinin
Türkiye ziyareti ertelendi. Rusya'da terörün tırmanışı ile bu ziyaret arasında bağlantı kurmamıza yol açan
birçok parametre var.
Kim, neden rahatsız?
ABD, 11 Eylül'ü bahane ederek Kafkasya ve Orta Asya'ya yerleşti. Askeri üsler elde etti. Bu bölgelerde
stratejik dengeleri değiştirdi. Rusya'nın etkinliğini azaltacak planları uygulamaya koydu. Karadeniz'e çıkış
hatlarını tıkama, enerji ve ekonomik hatlarını kesme anlamına gelecek bu adımlara karşı Rusya, Avrasyacılık
ekseninde bölgesel politikalara yöneldi. Çin ve Japonya ile diplomasi trafiği hızlandı. Son olarak da Almanya
ve Fransa liderleri Soçi'de Putin ile görüştü. Ve ardından Putin'in Türkiye ziyareti gündeme geldi.
Türkiye ile Rusya arasında enerji, ticaret ve diğer alanlarda işbirliğinin bölgesel dengelerde yaratacağı
etkiler bazı ülke ve güçleri rahatsız etti.
Türk cumhuriyetlerinin hemen hepsi iki ülke arasında gidip geliyor. Bu ülkeler Rusya ile ilişkilerini
geliştirirken Türkiye'yi küstürmek istemiyorlar. Ya da tersi. İkilemler yaşıyorlar. İki ülke arasında ilişkilerin
gelişmesiyle Türk cumhuriyetlerinin daha rahat hareket edecek olması bazı güçleri rahatsız etmektedir.
NATO bağlamında geliştirilen Karadeniz planlarından Rusya kadar Türkiye de rahatsızdır. Bu iki
ülkenin talepleri büyük ölçüde örtüşmektedir. Bu da başka bir rahatsızlık kaynağıdır.
Öte yandan Türkiye-Rusya ilişkilerinin gelişmesi, Kafkasya'da Rusya karşıtı hareketlerin de işine
gelmemektedir.
Bunlara ek olarak, Rusya'yı kısa sürede toparlayan Putin'in uluslararası politikada öne çıkması, başta
ABD ve İsrail olmak üzere bazı ülkeleri rahatsız etmektedir.
Kaybeden Çeçenler!
Rusya, 1991'den sonra bugün karşı karşıya kaldığı etnik ayrılıkçılık ve terörü tetikleyecek politikalara
başvurdu. Bir anlamda bugün terörün kök salmasına zemin yarattı. Şimdi ektiğini biçiyor! ABD de bölgede
etkinlik kurmak için Rusya gibi etnik sorunlar üzerinden oyun oynuyor. Ve bugün yaşananlar iki gücün
Kafkasya oyununun bir sonucu.
Günümüzde krizler, uluslararası müdahaleyi meşrulaştırıcı işlev görüyor. Uluslararası örgütler üzerinde
etkinliğe sahip ABD'nin adım adım Kafkasya'ya yerleşmesinin kapısını açıyor.
186
Kuzey Osetya'nın eylem alanı seçilmesi de tesadüf değil. Kafkasya'da müdahaleleri yapan Rus
askerlerinin üsleri bu bölgededir. Kuzey Osetya'nın Çeçenler için hedef bölge olması, provokasyonlara zemin
yaratmıştır.
Terör, Kafkasya'da yaygınlaştırıldıkça, bölgedeki toplulukların birbirine düşmanlığı körüklenecektir. Ve
Rusya'nın anti-terör görüntüsündeki harekâtları meşrulaşacaktır.104
Bu arada; Amerika’nın terör bahanesiyle Afganistan işgaline ve Irak vahşetine taşeronluk yapan T.
Erdoğan’ın: Rusya’nın “Teröristler nerede olsa vuracağız” açıklamasına karşı; “Teröre karşı “ben” yerine “biz”
düşüncesiyle hareket edilmelidir. Terör Pentagonu bile vurabilmektedir.” Şeklinde, dolaylı olarak Rusya’ya
“ağır ol” mesajı vermesi; hangi safta yer aldığını ve kimlerin hesabına böyle davrandığını da ortaya koyması
bakımından, anlamlıdır.
Evet, maalesef 600 kadar masum ve mazlum insanın ölümü, yüzlerce kişinin yaralanmasıyla
sonuçlanan Rusya’daki Kuzey Osetya baskınına Çeçenler yanında 10 kadar Arab asıllı militanın da katılmış
olduğunun ortaya çıkması, bu olayların El Kaide tarafından tertiplendiğinin gösterilmeye çalışıldığının bir
işaretidir. Oysa El Kaide’nin Amerika’nın, CIA ve MOSSAD’ın bir paravan terör adresi olduğu artık herkesçe
bilinmektedir…
ABD emperyalizmine ve Siyonist tekelleşmesine karşı, yeni ve adil bir dünya kurmayı… Ve İslam
âlemiyle komşularını kucaklaştırmayı hedefleyen hayırlı girişim ve gelişmeleri kösteklemek ve Siyonizm’e
karşı Fransa, Almanya, Türkiye ve İslam ülkeleriyle işbirliğine yönelen Putin’i körletmek ve devirmek isteyen
hain güçlerin bu fesatlıklarını bilmemiz ve bozmamız gerekir…
Ve bu konuda öncülüğün Türkiye’den beklenmesi doğaldır. Çünkü karıştırılan Balkanlar, Kafkaslar ve
Ortadoğu’nun, hepsi Osmanlı topraklarıdır ve bizim komşularımız, soydaşlarımız ve dindaşlarımızdır… Ama
elbette AKP gibi zavallı bir zihniyetle bu atılımın başlatılması ve başarılması imkânsızdır. Öyle ise önce
Türkiye’nin bu sistem ve siyasetten kurtulması; Milli haysiyetli ve hamiyetli bir yönetime kavuşturulması
lazımdır…
Rusya’nın eski Ankara Büyükelçisi ve şu andaki Dışişleri Bakan Yardımcısı olan ve Erbakan Hoca’dan
Adil Düzen seminerleri alan Albert Çernişev’in: “bu okul baskını olayının, Putin’in Türkiye ziyaretini
engellemek isteyen çevrelerce tertiplendiğini” söylemesi oldukça ciddi ve cesaretli bir açıklamadır.
Güvenilir kaynakların: “Putin’in bu rehine krizini, anlaşma ve uzlaşma yoluyla çözmek istediğini, ancak
bazı kiralık ve hain general ve polis şeflerinin, hükümetten habersiz olarak bu kanlı eyleme giriştikleri”
yolundaki haberleri de oldukça önemli bir ayrıntıdır… Ve Putin’in İçişleri Bakanı yaptığı, Müslüman asıllı
generalin açıklaması da bu doğrultudadır…
Her şeye rağmen:
 Putin’in Türkiye ziyareti, şimdilik ertelense de, ilk fırsatta mutlaka gerçekleşecektir.
 Aslında bu tür ziyaretler “görsel ve törensel” bir önem taşımaktadır. Çünkü her iki ülkenin “Milli derin
devletleri” arasındaki iletişim ve işbirliği zaten sürdürülmektedir.
 Bu tarihi yakınlaşma ve yardımlaşma, sadece bu iki ülkenin değil, tüm insanlık âleminin geleceğini ve
güvenliğini ilgilendiren, talihli bir gelişmedir…
 Türkiye ve Rusya’nın stratejik bir ittifak oluşturması; Fransa ve Almanya’nın da bu oluşuma
katılması… Çin, Hindistan, Venezüella ve Brezilya’nın da D–8 lerle kucaklaşması, tarihin gidişini değiştirecek
ve tek kutuplu Siyonist sömürü saltanatını sona erdirecektir… Putin’in M. Ali Birand’a: “Tek kutuplu dünyada
değiliz. Çok kutuplu bir dünyaya doğru gidiliyor. Biz, Türkiye ile komşuyuz ve ortak çıkarlarımız çok…
Gücümüzü birleştirirsek karlı çıkarız.”105 Sözleri oldukça önemlidir.
Rusya’daki son olaylara Prof. Manisalı’dan ilginç yorum:
Emperyalist oyun
Rusya’da gerçekleşen okul baskınından sonra ortaya çıkan vahşet fotoğrafları tüm dünyada yürekleri
104
105
Y.Gökalp Yıldız 4 Eylül 2004 Akşam
01 10 2004 / Milliyet
187
sızlatırken bir taraftan da olayın nedenleri ve arka planı tartışılıyor. İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümü Öğretim Üyesi ve Strateji Uzmanı Prof. Dr. Erol Manisalı, şu anda sineklerle uğraşıldığını kimsenin
bataklığı görmek istemediğini söyledi.
Medyanın halkı yanlış yönlendirmesi ile gerçeklerin gizlenmeye çalışıldığını belirten Manisalı, “Bu olay
sadece Çeçen davası ile sınırlı basit bir eylem değildir. Bu eylemin arkasında, Türkiye, İran ve Rusya gibi
bölge ülkelerinin işbirliğinden korkan emperyalist ülkeler var. Tüm dünyayı sömüren ABD ve İngiltere gibi
ülkeler, Rusya Devlet Başkanı Vilademir Putin’in Türkiye ziyaretini engellemek için Çeçen kartını oynadılar
ve ziyareti engellediler. Benzer bir olay, 14 Ocak 2001’de gerçekleşti. Rusya Genelkurmay Başkanı ile
Türk Genelkurmay Başkanı Ecevit Hükümeti zamanında çerçeve anlaşması yaptılar. Ankara ile
Moskova tam bir stratejik anlaşma yapmak üzereydi ve bu anlaşma çerçevesinde Putin’in Türkiye’yi
ziyaret etmesi planlanıyordu. Ancak bu ziyaretin de gerçekleşmesine izin vermediler ve Bülent Ecevit
hükümetini düşürdüler. Yani Putin’in bu dönemde yapmayı planladığı ziyaret, Kemal Derviş,
Hüsamettin Özkan ve İsmail Cem üçlüsünün hükümeti düşürmesiyle engellendi.” dedi.
Eylemin zamanlamasına dikkat:
Rusya’da gerçekleşen son eylemin de Putin’in ziyareti öncesine denk gelmesinin tesadüf olmadığına
dikkat çeken Manisalı, “Çeçenlerin isminin kullanılarak yapıldığına inandığım bu eylem de; Türk-Rus
ilişkilerini önlemeye yönelik bir eylemdir. Ben bu eylemin arkasında ABD’nin olduğuna inanıyorum. Dedi. Erol
Manisalı, Rusya’da gerçekleşen baskın olayının tüm dünyayı sömürmek isteyen emperyalist güçlerin
kullandığı kartlardan sadece bir tanesi olduğunu belirterek, “Dünyada bu olayın benzerleri vardır. ABD ve
İngiltere, sömürülerini devam ettirebilmek için Çin’e karşı Uygurları, Türkiye’ye karşı Kürtler’i, Rusya’ya karşı
Çeçenler’i, Yine İran’a karşı Azerileri kullanmaya çalışmaktadır. Küresel emperyalistlerin en fazla korktuğu
şey bölgesel işbirlikleridir. Çin’in, Hindistan’ın, Rusya’nın, İran’ın ve Türkiye’nin her zaman bölgelerinde
yalnız kalması istenmektedir. Bu ülkeleri yıpratmak, yumuşatmak ve hareketsiz bırakmak için de etnik ve dini
ayrımcılık körükleniyor. Bu sayede, emperyalist ülkelerin şirketleri bu bölgelerde istedikleri gibi at koşturuyor,
bölge ülkelerini istedikleri gibi sömürüyorlar” diye konuşarak, Rusya’daki olayın perde arkasını anlattı.
Yeni düşmanları İslam:
ABD ve İngiltere’nin soğuk savaştan sonra düşmansız kaldıklarını ve kendilerine yeni bir düşman
aradıklarının altını çizen Manisalı, “Bu yeni düşman belirlenmiştir. Bugün dünya nüfusunun önemli bir oranını
teşkil eden Müslümanlar düşman seçilmiştir. ABD bugün bu konuda 2 yöntem izlemektedir. Müslümanlara
‘ya radikal İslamcı olup, benim düşmanım olacaksın yani komünizmin yerini sen alacaksın. Ya da, benim
uzantım olacaksın ve bana hizmet edeceksin’ diyor.” şeklinde konuştu.
Kuzey Osetya’nın başkenti Beslan’da okul baskını eyleminden sonra ortaya çıkan vahşet görüntüleri
tüm dünyada şok etkisi yaptı. Rus güvenlik güçlerinin beceriksizce ve acemice gerçekleştirdiği operasyonda
çoğu çocuk 600 civarında kişi ölmüş ve 447 kişi de yaralanmıştı.106
AB’ye Karşı Avrasya Seçeneği
Avrasya Ekonomi Zirvesi’nin yedincisi İstanbul’da yapıldı... Zirvede konuşan Rusya Federasyonu
Büyükelçisi Albert Çernişev, Avrasya bölgesinin önemine işaret ederek, “burası çok özel bir toprak
parçasıdır” dedi.
Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne üyeliği, tek seçenek olarak görmesini eleştiren Çernişev, konuşmasında
şu önemli tespitte bulundu:
‘’Biz Avrupa’da yaşamıyoruz, Avrasyalı olduğumuzu bilmek durumundayız. Avrupa hiçbir
zaman bizim adımıza çalışmaz. Kimse bize bedava ekmek vermez, bunu kabul etmemiz lazım.
Bölgemiz Avrasya ve bizler Avrasya’da yaşıyoruz. Dolayısıyla Avrasya’yı güzelleştirmeliyiz. Ve
birbirimizle iyi geçinmeliyiz. Avrupa’ya gidip oraya yerleşemeyeceğimizi kabul etmeliyiz. Ama elbette
Avrupa’yla da işbirliği içinde de olmalıyız ve iyi ilişkiler geliştirmeliyiz.’’
106
07 09 2004 / Milli Gazete / Haberler
188
Çernişev’in şu sözleri ise, AB’ye girmek için topraklarını bile satışa çıkartanların kulaklarına küpe
olacak nitelikte:
‘’Kendimizi hiçbir zaman dilenci pozisyonuna koymamalıyız ve Avrupa’ya girmek adına bunu
yapmamalıyız. Avrupa şunu bilmeli ki biz onların kapısında dilenen kişiler değiliz. Bu kompleksten
kurtulmalıyız.’’
Yani Avrupa Birliği asla tek seçenek değil!
İşte yanı başımızda koskoca Avrasya var...
Rusya, Ukrayna, Belarus ve Kazakistan’ın oluşturduğu Avrasya Ekonomik İşbirliği fikri hızla
gelişiyor. Çernişev’in verdiği bilgiye göre, Hindistan ve Çin de bu birliğe katılmak istiyor...
Albert Çernişev, Avrasya Ekonomik İşbirliği’ne katılan söz konusu ülkelerin, AB modeline benzer bir
modelin çekirdek ülkeleri olduğunu söylüyor.. Çernişev, “ama bu oluşumun ortaya çıkması AB gibi 40 yıl
sürmeyecek, daha çabuk olacak’’ diyor...
Avrasya, Türkiye için çok önemli bir seçenektir. Bu seçeneğin getirdiği imkânlar görülmeli ve
fırsatlar değerlendirilmelidir...
Emekli Orgeneral Tuncer Kılınç’ın da dikkat çektiği gibi Türkiye, Rusya, Çin ve İran ile işbirliği
yaparak, Amerika’nın bölgedeki saldırgan politikalarına engel olabilir...
Türkiye, Avrasya ülkeleri ile ileriye dönük, ekonomik, sosyal ve siyasal anlaşmalar yapabilir. Büyük
Ortadoğu Projesi kapsamında bölgenin tümünü hegemonyası altına almak isteyen Amerika’ya karşı,
Avrasya ülkeleriyle “bölgesel bir güç” oluşturulabilir...
Avrasya, Türkiye için stratejik öneme sahip bir bölgedir ve Türkiye uygulayacağı akılcı
politikalarla bölgenin liderliğini yapabilir.
Zaten Türkiye’nin bu gücünü bilenler, Rusya ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmemesi ve Avrasya
seçeneğinin gündeme gelmemesi için masum çocukları bile terör canavarına kurban edebiliyorlar!..
Rusya’daki son rehine alma olayı, Avrasya seçeneğini dinamitlemekten başka nedir ki!..107
Ancak, çoluk çocuktan, çağı değiştirecek çığırlar açması beklenemez… Köle ruhlu kiralık insanlarla
köklü devrimler gerçekleşemez… Geleceğimiz ve güvenliğimiz; gününü gün eden ve gönül eğlendiren
gafillerin insafına ve iktidarına terk edilemez!..
107
06 09 2004 / Milli Gazete / Dr. Abdullah Özkan.
189
ESARET KABUĞU ÇATLIYOR
Erbakan Hoca 10.Eylül.2004 Cuma sohbetinde: ’’Önde gelen bir Yahudi stratejisti, Amerika’da yeni
yayımlanan ama henüz Türkçeye çevrilmemiş olan kitabında, Yahudilerin “kutsal amaçları” için başlattıkları
ve büyük ölçüde başardıkları, ama şimdi ciddi sorunlarla karşılaştıkları 3 safhayı şöyle aktarmıştı:
1-Amerikan ordusunu ve pentagonu ele geçirmek ve sürekli kontrol etmek… Çünkü aksi halde askerler
milli ve yerli bir oluşuma kalkışabilir ve güdümümüzden çıkabilirdi.
2- Amerika’dan sonra Avrupa ve Rusya'yı da hizaya getirmek ve tek kutuplu bir “gizli diktatörlük
meydana getirmek… Çünkü Rusya fazla güçlenip bize başkaldırabilir ve yeni bir yapılanmaya
kalkışabilirdi.
3- İslam dünyasının birleşmesini önlemek… Gerekirse gözdağı vermek ve bazılarını işgal etmek…
Müslümanları bir birine düşürmek… Hâkimiyet ve adalet şuurunu kaybetmiş, Batı ile uyumlu ve ılımlı
layt kesimleri desteklemek… Çünkü İslamiyet, önümüzdeki en önemli engeldi ve hele bütün İslam
dünyasına lider ve lokomotif olabilecek potansiyele sahip Türkiye ve milli görüş, bizim için en büyük
tehlikeydi.
Ve maalesef korktuğumuz başımıza geldi.
Avrupa’da özellikle Fransa ve Almanya’da Siyonizm
aleyhtarı kesimler ve yönetimler giderek güçlendi. Rusya İslam dünyasına yanaşmaya, ÇİN ile uyuşmaya,
Fransa ve Almanya ile buluşmaya ve Türkiye ile çok yönlü anlaşmalar yapmaya ve tarihi hesaplarımız için
sorun oluşturmaya yöneldi.
 Afganistan ve ırak operasyonlarımız ve İsrail ile ilgili programlarımız yüzünden bütün dünya
bizden nefret eder hale geldi.
İşte varılan bu noktada asıl cevabını bulmamız gereken soru şudur:
a- Acaba şimdilik; rakipsiz ve şeriksiz, “tek başına dünya hakimiyeti” hedefinden vazgeçip, taviz ve
tolerans gösterip, Avrupa ve Rusya’ya da bazı özel imkan ve imtiyazlar vererek ve Müslüman ülkelerdeki
ılımlı hareketleri destekleyerek, mevcut durumu devam mı ettirmeliyiz?
b- Yoksa; Rusya’da, Çin’de, Pakistan’da anarşi ve terörü azdırarak… Çeçenistan, Doğu Türkistan ve
Keşmir sorunlarını kaşıyarak… Ve Türkiye’yi de bunlara bulaştırarak… Bu arada Türkmen’lerin yoğun olduğu
Kerkük ve Musul’u karıştırarak… Böylece hepsini güçsüz, geçimsiz ve çaresiz bırakıp; medeniyetler
çatışmasında, bunları Batının (yani Siyonist hegomonyanın) safına geçmeye mecbur ve mahkûm konuma mı
getirmeliyiz?
Güler Kömürcü’nün 10.09.2004 Akşamdaki yazısında değerli siyaset bilimci Prof. Nur Vergin‘den
naklettikleri de, bu bilgilerle uyuşuyor: Bahsedilen: Naill Ferguson ‘un Colosus (kitabı):
Tarih profesörü olan Ferguson ABD’nin önde gelen teorisyenleri arasındadır. Ferguson, ABD’nin
imparatorluk kurması gerektiğini ve fakat Amerikan vatandaşlarının böyle bir niyet ve gayret taşımadıklarını,
Amerikalıların kendi ülkelerinden çıkıp, başka ülkeleri kolonize etme (sömürgeleştirme) arzuları olmadığını
üzülerek belirtiyor.
Çağdaş Karun Siyonist Rochschild uzmanı Ferguson, Amerika’nın; başta Irak, Arap yarım adası ve
Ortadoğu’daki halkı derhal, ekonomik, kültürel ve özellikle de siyasal olarak değiştirmesi ve ruhen
pelteleştirmesi gerektiğini vurguluyor ve bunun bir emperyal proje olduğunu açıklamaktan sakınmıyor.
Ferguson, ABD ordusunun asker açığı olduğundan sıkıntı çektiğini ve bu açığın da ABD
hapishanelerinde yatan 2 milyona yakın suçlunun askere alınmasıyla çözülebileceğini savunuyor’’.
Şimdi bendeniz (GK) bir defa daha tekrar edeyim; dünya devi şirketlerin gizemli sahibi Rochschild
ailesinin arşivlerini inceleyen ilk tarihçi olan Ferguson, ABD ordusunun asker açığını Amerikan
hapishanelerinde yatan 2 milyona yakın suçlunun askere alınmasıyla karşılanmasını ve de elbette ABD
toprakları dışında dünyanın malum bölgelerindeki, (İslam ülkelerindeki) görevlerde kullanılmasını öneriyor!?’’
İşte bu Siyonist ve emperyalist odakların, terbiye edilmemiş vahşi bir aygır misali, güçlü olmanın
verdiği bir şımarıklıkla, biraz da beklenmedik bir direnç ve dirilişle karşılaşmanın ittiği bir şaşkınlıkla, sağa
190
sola saldırmalarının nedenlerini ve neticelerini ise; Erbakan Hoca şöyle bir misalle anlatıyor:
‘’Suyun “0°c” (sıfır) derecede donması tabii bir fizik kanunudur. Şu var ki; çok hassas ölçülerde
ve özellikde yapılan bir küre içerisini, her türlü yabancı maddelerden arıtılmış saf su ile tamamen
doldurabilirseniz, bu suyun donmasını ancak “- 7°c” dereceye kadar geciktirmeniz mümkündür.
Çünkü su, bir noktadan donmaya başlar ve daire daire çevresini kapsar. Soğukluk kürenin her
noktasına aynı oranda temas ettiğinden ve kendi içinde kesif bir donma noktası belirleme şaşkınlığı
geçirdiğinden; normalde 0°c (sıfır) derecede donması gereken suyu, -7°c derece soğukluğa kadar sıvı
halde tutma imkanı doğuyor. Ve tabi bundan fazla soğukluğa dayanamayan su donuyor ve kabını
çatlatıyor…
Hoca, bu örnekle bize,1897 de İsviçre’nin Basel kentinde, siyasi siyonizmin lideri Theodor Herzl’in
düzenlediği Yahudi konferansında alınan karar gereği; 50 yıl sonra İsrail’in kurulması hedefine erişildiğini,
ama 1997’de gerçekleşmesi beklenen Dünya Hâkimiyetinin, tam 7 yıldır geciktiğini hatırlatıyor ve bu
gecikmenin sebebini de şöyle açıklıyor:
“İşte D-8’ler bu donma noktasıdır. Şayet o saf su içine çok küçücük bir kesif madde
koyulabilse, hemen o nokta etrafında donma başlayacaktır”
Yani: Siyonist merkezler bütün dünyayı kendi hegomanyaları altına sokmayı başardılar ve insanlığı
şeytani bir kuşatma altına aldılar. Yeryüzündeki zulüm ve sömürü sistemini, bütün kurum ve kurallarıyla
kendi saf Siyonist amaçlarına göre ayarladılar ve artık insanlık bu kuşatma kıskacını kırıp çıkamaz sandılar.
Ama Erbakan Hoca; D-8’leri kurmakla, laytlaştırılmış ve sıvılaştırılmış dünya sistemi ve insanlık âlemi için bir
“donma noktası”, yani canlanma ve toparlanma odağı oluşturdular.
Siyonistler telaşlanmakta haklıydı… Çünkü su donmaya başlamıştı ve kabuğun kırılması yakındı ve
kaçınılmazdı.
Bu misal bizlere:
“Milli Görüşün kesin zaferi ve hâkimiyet haberi: Ortasına kadar delinip yerleştirilen bir bombanın, bütün
yerküreyi patlatmasının yol açacağı panikten daha büyük bir yankı uyandıracaktır!” sözlerini hatırlattı…
Hocamız; ”- 7°c derece” ifadesiyle 1997 den beri 7 yıldır geciken, “Siyonizmin dünya hâkimiyeti sarmalından”
artık kurtulma zamanının geldiğine de işaret ediyordu.

Dünya böylesine kutlu bir değişim ve dönüşüme hazırlanırken; Siyonist sömürü saltanatının
devamına taşeronluk yapan inançsız ve ihlâssız iktidarlar; Irak’a davul zurna ile çağırdıkları
canavar Conilerin, şimdi Kerkük ve Talafer’deki Türkmen katliamı karşısında, NATO Kafalılarla
birlikte hala, Amerika’ya zağarlık yapmaktadır.

KDP lideri Yahudi dönmesi Mesut Barzani’nin “Kerkük, Kürdistan’ın kalbidir ve başkentidir.
Bu durum asla pazarlık konusu bile edilmeyecektir” şeklindeki sözlerine…

ABD desteğindeki peşmergelerin Kerkük ve Talafer’e hücum edip, Türkmenleri sürgün
edeceğinin bilinmesine… 12 Ekimde yapılacak nüfus sayımında, Kürt kesiminin çoğunlukta
olduğunun gösterilmesi için bu vahşetin sergileneceğinin yetkililere ikaz edilmesine…

Bölgeden sorumlu ABD Generali John Batiste bile; Barzani ve Talabani’nin bu yöndeki çok
tehlikeli hazırlıklarına dikkat çekmesine rağmen, AKP yönetimi tam bir aymazlık ve acizlik
içinde bulunmakta, beylik ve bildik demeçlerle toplumu oyalamaktadır.

Ya başörtüsü konusunda “Ali Kıran Baş Kesen” kahramanlarımız ne yapmaktadır?
Milli ve haysiyetli duruşuyla göz ve gönül dolduran, 1.Ordu Komutanı Org. Hurşit Tolon, Kuleli Askeri
Lisesi’nin açılış töreninde:
“Ölümünden 66 yıl sonra bile, hala Atatürk’ün istediği yere gelmeyi başaramadık.” buyurdu. Ve içinde
bulunduğumuz acı ve alçaltıcı durumu, çok net ve mert şekilde ortaya koydu.
Değerli yazar, İlker Sarıer, çok doğru ve sorunlarımıza çözüm doğurucu bir soru yöneltiyor; ‘’öyleyse,
bu muazzam Atatürkçü kitleye rağmen, Gazi Mustafa Kemalin istediği noktaya niye gelemedik?’’
Bunun cevabını da kendisi veriyor: Bu millet toptan geri zekâlı, kalın kafalı ve kötü ahlaklı olmadığına
191
göre, nasıl oldu da bizler ulaşmamız gereken noktaya ulaşamadık?
Biraz daha zum yapalım…
Kendilerine Atatürkçü diyenler, kabaca üç sınıfa ayrılıyorlar:
 Birinciler, Mustafa Kemal’in devrimciliğini hiç anlamayıp, yaptığı inkılâp ve yeniliklerle
yetindiler. (Şeklen ve yüzeysel değişikliklerle oyalandılar.)
 İkinciler, Atatürkçülüğü (sadece) bir kimlik ve egemenlik aracı olarak kullandılar.
 Üçüncüler ise, sürecin ruhundaki devrimciliğin sürdürülmesi gerektiğini savundular hep.
Ezici çoğunluktaki birinciler, hep seyrettiler. Onlar seyrettiği için, ikinciler egemen hale geldiler.
Üçüncüler ise; zaten azınlıktaydılar hep suçlanıp, dışlandılar.
Hâlbuki Mustafa Kemal’in ulaşmamızı istediği yere gelebilmemiz için, O’nun çizgisini geliştirmemiz,
paradigmaları değiştirme yeteneğini göstermemiz gerekiyordu. Yapamadık.
Özünde kalıpları reddeden bir devrimci süreci, (bir takım ruhsuz ve şuursuz) kalıplara sokmakla büyük
hata yaptık.
İroniktir ki, Atatürkçüler hep çoğunluktaydı fakat Atatürk’ün devrimciliği işlemez hale gelmişti.’’ 108
Sonuç: MASON maşası iktidarların ve NATO kafalı bazı paşaların; AB hayali ve heyecanı ve sahte bir
Atatürkçülük ve laiklik hezeyanı altında çevremiz kuşatılıyor, ülkemizin altına dinamitler koyuluyor ve
Atatürk’ün en kutsal emaneti Anadolu elimizden kayıyor!
Evet şimdi toplum olarak, milli kurumlar olarak, “Artık yeter!” diye haykırmamız, hayati haklarımızı
aramamız ve kutsal emanetlerimize sahip çıkmamız gerekiyor…
Çünkü göz göre göre, geleceğimiz karartılıyor, güvenliğimiz kayboluyor!..
Evet, işte 10 Eylül 2004 tarihli Milli Gazete’nin 3. sayfasındaki şu haber bize çok şey anlatıyor:
Patrikhane’de Toplantı:
Avrupa Birliği Genişleme Komiseri Günter Verheugen, Fener Rum Patrikhanesi'nde sadece Hrıstiyan
ve yahudi dini liderlerle bir araya geldi ve gizli bir toplantı yaptı. Fener Rum Patriği Bartholemeos'un
yurtdışında olması nedeni ile, Verheugen'i Patrikhane Başkâtibi karşıladı.
Polis; patrikhane çevresinde protesto eylemlerine karşı geniş güvenlik önlemi aldı. Gunter Verheugen'i
patrikhane girişinde Fener Rum Patrikhanesi Başkâtibi Meliton Karas özel törenle karşıladı. Verheugen
patrikhane içerisindeki Aya Yorgi Kilisesi'ni gezdi ve bilgi aldı. Verheugen, Musevi Cemaati lideri İshak
Haleva, Latin Katolik Cemaati Lideri Luis Pelatre, Vatikan Türkiye Temsilcisi George Marovitch, Keldani
Katolik Cemaati temsilcisi Francois Yekan, Ermeni Ortodoks Cemaati Temsilcisi Kirkor Damatyan ve Süryani
Kadim Cemaati Temsilcisi Yusuf Sağ ile özel bir toplantıya katıldı. 109
Patrikhane Vatikan’a; İstanbul Bizans!a hazırlanırken, Türkiye’nin talihsiz yöneticileri. Toplumu zina
tartışmasıyla oyalıyor.
108
109
10.09.2004 / SABAH / İ. Sarıer
10.09.2004 / Milli Gazete
192
GENSORU YERİNE KIRK SORU
Biz “vekil” değil, “asil”iz… Biz genel başkanların, masonik locaların, sermaye patronlarının ve de mafya
babalarının etki ve tepki alanından azade, özgür ve bağımsız fertleriz... Bu nedenle “gensoru” veremiyoruz,
ama kırk soru sorabiliyoruz. Şimdi…
AKP iktidarına ve Tayyip hayranlarına bu kırk soruyu yöneltiyoruz… Bunların bir tanesine olsun olumlu
cevap veren çıkarsa, artık bunların aleyhinde yazı yazmamaya söz veriyoruz !..
S.1- Türkiye nereye sürükleniyor?
a- Yerel seçimlerden aylar önce, Diyarbakır’ın Belediye Başkanı ilan edilen ve hatta dil öğrenmek için
bu maksatla Avrupa’ya gönderilip, Kürdistan’ı kurmak ve Türkiye’yi parçalamak isteyen
merkezlerde misafir edilen bir eski PKK’lı militan; şimdi devletle çatışırken geberen anarşistlere
resmi taziyeler yapıyor !..
b- Figüran Başbakanlar “Diyarbakır’ı BOP’un merkezi görmek” istiyor !..
c- Canlı cephanelik olan bir Amerikalı çavuş Türkiye’ye girip yakalanıyor, hapse atılıyor, ama 2 gün
sonra serbest bırakılıyor!..
d- Van’da, Diyarbakır’da, Tunceli’de, İstanbul’da... Yani tüm vatan sathında PKK yeniden saldırıya
geçip kan döküyor!
e- Adıyaman’da, Van’da, Diyarbakır’da... Denizli’de, Edirne’de, Giresun’un en ücra köşelerinde harıl
harıl kiliseler açılıyor!..
“Anadolu Ateşi” diye, bu toprakların Müslümanlara değil, Hrıstiyan unsurlara ait olduğu mesajını
f-
işleyen “sanatsal faaliyetler (!)” gırla gidiyor!..
g- AB’ye uyum yasaları dayatmasıyla çıkarılan, yeni aile kanunları çerçevesinde kışkırtılan ev
hanımlarının Denizli’deki boşanma sayısı beş bini (5000) aşmış... Kendilerine ve çocuklarına dini
baskı ve kötü davranış gerekçesiyle koruma altına alınan aile sayısı binlere ulaşmış bulunuyor…
Yani Avrupa gibi, son kalemiz olan aile yapımızda böylece hızla yıkılıyor!..
Evet, başta AKP’ye ve diğer tüm yetkililere ve hala iz’an ve vicdanını yitirmeyenlere soruyoruz:
Türkiye nereye sürükleniyor?
S.2- Hani, başörtüsü sorununu çözmek, bunların namus borcuydu… Namuslarına niye sahip
çıkmıyorlar? Bırak sahip çıkmayı TCK.224 maddesiyle başörtülülere hapis cezası verebilmenin önünü nasıl
açıyorlar!..
Hani, İmam-Hatip mezunlarına yapılan haksızlığı kaldıracak ve adaleti sağlayacaklardı... Niye hep geri
adım atıyorlar?
S.3- Hani, işsizliğe çare bulacaklardı. Niye tam tersine artırıyorlar? Çünkü hazır fabrikalar bile satılıyor,
kapatılıyor ve işçiler sokağa atılıyor!..
S.4- Hani, milli sanayiî canlandırılacak , yerli kalkınmayı hızlandıracaklardı?.. Tam aksine bütün kâr
eden ve stratejik önem arz eden KİT’ler yabancılara niye peşkeş çekiliyor!..
S.5- Oyuna gelen bazı piyonların itirafıyla, Genelkurmayın bile bilgisi dışında, masonik mihrakların
tezgâhladığı kesinlik kazanan: asker ve sivil kiralıkların kullanıldığı 28-Şubatçılardan hani hesap sorulacaktı?
Niye üzerlerine gidilmiyor?
S.6- İmam-Hatipler ve Kur’an Kursları resmen olmasa da, alınan şeytani tedbirlerle fiilen kapatılırken;
Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması için niye harıl harıl çalışılıyor?
S.7- Camilerin etrafı hükümetin çıkardığı kanunlarla meyhane ve kerhaneyle kuşatılırken, kiliselerin
etrafı niye boşaltılıyor? Müslümanlara ait mallar kamulaştırılıp kilise arazileri niye genişletiliyor?
S.8- Gazete ve TV. lere yansıdığı şekliyle, bir holding patronunun, askeriye ait yüzlerce dönüm araziyi,
kalemine uydurup ucuz fiyatla satın alarak buraları patrikhaneye bağışlayacağı yazılıp konuşulurken,
hükümet yetkilileri niçin susuyor?
S.9- Emekli olan bir generalimizin “Benim terfi etmemi Amerika Pentagonu ve Türkiye’deki bir holding
193
patronu engelledi… Milli çıkarlarımız konusundaki hassasiyetlerimiz ve bazı haksızlıkları dile getirmemiz
yüzünden başımıza bunlar geldi” şeklindeki feryat ve itiraflarına niye cevap verilmiyor?
Türkiye Pentegon’dan ve yerli patronlar eliyle mi yönetiliyor?
S.10- İstanbul Belediyesi’nin ve Valiliğin kontrolünde ve AKP hükümetinin direktifiyle “Cezayir Sokağı”,
Fransız Sokağı şeklinde değiştiriliyor… Türklere kapalı alanlar oluşturuluyor.
Sultanahmet’in UNESCO’ya devrinden bahsediliyor.
Fener-Balat havalisinin yeni şehirleşme projesi AB’ye ihale ediliyor.
Sur içindeki bölge esnaftan ve halktan temizleniyor…
Ve hatta Sur içinde kalan devlet dairelerinin Sur dışına taşınması çalışmaları yapılıyor!..
Türkiye’nin altını oymaya yönelik bu sinsi gelişmeler karşısında yetkililer neden susuyor?
S.11- Bütün bu şeytanî girişimlerin; Patrikhaneye Vatikan misali ekümen devlet statüsü kazandırmayı
amaçladığını ahmaklar bile anlarken, yetkili ve yetenekli zannedilenler, gaflet mi, yoksa hıyanet içinde mi
bulunuyor?
S.12- Başörtüsü ve İmam-Hatip konusunda yırtıcı kaplan kesilen bazı kahraman kurmayların,
ülkemizin altına böylesine dinamitler döşenirken kaplumbağa gibi kafalarını kabuklarına çekmeleri, yoksa
lâikliğin ve demokrasinin bir gereği ve batılılaşmanın bir örneği olarak mı sergileniyor?
S.13- Mustafa Kemal, misyonerlik faaliyetlerinden etkilenen iki kız çocuğumuzun Hrıstiyan olması
üzerine okudukları koleji kökten kapatırken, bugün ülkemizi bölmeye yönelik misyonerlik çalışmalarına ve
mantar gibi kiliselerin açılmasına göz yuman sahte Atatürkçüler, acaba hangi hikmet ve mazerete sığınıyor?
S.14- Atatürk’ün “ Dış kökenli ve en tehlikeli örgüt” diyerek kapattığı Mason Locaları, bugün ülkemizde
en saygın ve yaygın konumda bulunuyor ve gizli ve gerçek parlâmento gibi devlete ve hükümete nasıl yön
veriyor?
S.15- Kıbrıs’ta dik duran Denktaş devre dışı bırakılıyor ve kuzey Kıbrıs bütünüyle Amerikan üssüne ve
NATO merkezine çevrilmeye hazırlanıyor...
Kuzey Irak’taki bütün milli ve stratejik menfaatlerimiz ve kırmızıçizgilerimiz bir bir tepeleniyor...
Güvenliğimizi ve geleceğimizi korumak hususunda birinci derecede görevli ve sorumlu kurumlar,
Vatanın mı, yoksa NATO’nun mu amaçlarına hizmet ediyor?
S.16- Hani Amerika, Irak’a huzur ve hürriyet getirecekti..? Hani kardeş ve komşu ülkemize barış ve
bereket tohumları ekilecekti..? Hani Amerika bu nedenle desteklenmiş ve davul zurna ile davet edilmişti..?!
Şimdi Saddam döneminden bin beter hale gelen.. Hem masum ve mazlum Irak halkı hem ülke
çıkarlarımız için, eskisinden daha büyük tehdit ve tehlike sinyalleri veren bu duruma sebep olan yetkililer,
acaba biraz olsun pişmanlık ve vicdani rahatsızlık duyuyor mu?
S.17-
“Genç ve cesur ABD’li kadın ve erkek askerlerin, mümkün olan en az zayiatla ülkelerine
dönmeleri ve Irak’ta başarıya erişmeleri için dua eden” Başbakan Recep T.Erdoğan; cani conilerin Ebu Garip
işkenceleri, ırza tecavüzleri, camileri ve hastaneleri tahripleri konusundaki başarılarına seviniyor mu?
S.18- Türk kamuoyunda bütün bu vahşet ve rezaletlere karşı oluşan haklı tepkiyi tersine çevirmek ve
Iraklı direnişçileri terörist ve Türk düşmanı göstermek amacıyla, son zamanlarda Türk şoförlere karşı bizzat
CIA ve MOSAD’ın başlattığı cinayetleri, El Kaide gibi hayali organizelere mal etmek hususundaki şeytanî
senaryoya karşı, hükümet niye ciddi ve cesaretli bir araştırma yapmıyor ve halkımızı aydınlatmıyor?
 24-Temmuzda kaçırılıp öldürülen şoför Murat Yüce’nin, televizyonlardaki infaz görüntülerinde neden
1-Haziran tarihi görülüyordu?
Yüce’nin çalıştığı TÜSİAD’çı Tepe Grubuna ait Bilintur Şirketinin Irak’ta ne iş yaptığı neden bir türlü
açıklanmıyordu?
 Kiliselere yönelik saldırılar; Hrıstiyan dünyasını İslâm’a karşı kışkırtmayı mı hedefliyordu?
S.19- AKP hükümetinin ve özellikle Recep Tayyip Bey’in tek ve örnek (!) başarısı “Hızlı Tren”
projesinin, teknik hazırlıkları ve temel alt yapısı tamamlanmadan, sadece bir şov ve şarlatanlık uğruna “
felâkete davetiye çıkarmak” olduğu bilirkişi raporlarıyla ortaya çıktı ve şimdilik “Hızlı Tren” seferleri askıya
194
alındı… Peki, yanan bunca canların, yıkılan yuvaların hesabını, Azrail’den mi soracağız?
S.20- “İslâm; NATO’nun yeni düşmanı, Türkiye NATO’nun kışlası, Ordumuz NATO’nun Jandarması
yapılıyor” konusunda uzman şahsiyetlerin, yerli ve yabancı gözlemcilerin çok ciddî yorum ve yaklaşımları
karşısında, AKP Hükümetinin ve askeri çevrelerin tek kelime etmemesi, bütün bu iddiaların doğruluğunu mu
gösteriyor?
S.21- Hükümet ve askeriye, sık sık “ABD stratejik müttefikimiz... Her konumda hem fikiriz... Amerika
için vazgeçilmez ülkeyiz…” gibi laflar ediyor…
Oysa Bush yönetiminin Irak işgalini konu alan, yarı resmi roman ve doküman tarzında yazılan; yaklaşık
“500” sayfa tutarındaki “Saldırı Plânı” kitabında, Türkiye’den sadece, evet sadece 3 (üç) cümlede ve 3 kelime
olarak bahsediliyor!
İşte Türkiye ve AKP, Amerika için bu kadar önem arz ediyor?
30 yıl önce ABD Başkanı Nıxon’ın istifasına yol açan Watergate skandalını ortaya çıkaran iki
gazeteciden birisi olan Bob Woodward gibi detaylara ve dolaylı sebep ve sonuçlara bile dikkat eden bir
yazarın beş yüz sayfalık “Irak saldırısını ve perde arkasını” irdeleyen kitabında, AKP iktidarı ve askeri
kurmaylar, Bush’un ve Pentagon nazarındaki kıymetlerinin kametini ölçebilirler!..
S.22- Kıbrıs ve Kuzey Irak olaylarında... Uyum bahanesiyle, bağımsızlık ve hâkimiyetimizin AB’ye devri
hususunda... Ordumuzu her yönden zayıflatma ve etkisiz kılma konusunda; askerle AKP’nin uyuşup
anlaşması, ama başörtüsü ve Kur’an kursu gibi konularda zıtlaşıp ayrışması, acaba kendi teşkilât ve
tabanlarını ve toplumu oyalamaya dönük bir danışıklı dövüş müdür?
S.23- Temmuzun son Cuma günü, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan-herhâlde daha önce bildirilmiş ve
kendisine randevu verilmiş ki-İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ı ziyarete gitti. Ama
hayret, Belediye Başkanı yerinde yoktu ve söz verdiği halde Başbakanı beklememişti. Tayyip Bey ve ekibi,
çaresiz geri dönüp, başka yerlerde vakit geçirip saatler sonra tekrar Topbaş’ın makamına kabul
edilmişlerdi..!?
Ve yine aynı gün, Cuma namazını Fatih’te kılıp bir cenaze törenine katıldıktan sonra, bu sefer–ve yine
herhalde önceden mutlaka haber verilmiş ve yerinde olduğu tespit edilmiş ki–Fatih Belediye Başkanının
ziyaretine gidildi...
Ama hayret ki hayret..! O da Başbakanı beklemeye tenezzül etmemiş ve çekip gitmişti… Başbakan
Recep T.Erdoğan çaresiz, başkan yardımcıları ve belediye memurlarıyla sohbet etmekle yetinmişti !?..
Şimdi, kendi belediye başkanları yanında bile bu kadar itibarı olan bir başbakan, gerçekten ülke
yönetiminde, ABD ve AB kurumları nezdinde ne denli ağırlığı ve saygınlığı olabilirdi?
S.24- Amerika’daki Siyonist stratejistlerden ve Washington’un Türkiye servisinden Alan Makovsky,
birkaç günlüğüne geldiği ülkemizde;
“AB den Türkiye’ye “Havet” yani; hem hayır, hem evet anlamına gelebilecek bir cevap çıkacağını
söyledi…
Tam bu sırada, eski Fransa Cumhurbaşkanlarından Estaing; Türkiye Avrupa’ya ait değil… Artık yalan
söylemekten ve oyalamak için Türkiye’yi boşuna ümitlendirmekten vazgeçelim” şeklinde demeç verdi…
Peki yaklaşık 2 senedir “Türkiye’yi AB’ye katacağız ve bütün sorunlarımızdan kurtulacağız!” diye halkı
uyutan ve aldatan AKP yetkilileri ve Recep Tayyip, AB’den böyle bir “HA-VET” yanıtı alınca ne yapacak?
S.25- Ülkemize gelen, IMF Türkiye Masası Şefi ve İran’lı Yahudi dönmesi Rıza Moghadam, 2005
Şubatından itibaren 3 yıllık bir Stand-by anlaşması daha yapılacağını açıkladı…
Bu, en azından 3 yıl daha IMF reçetelerine teslimiyetin ve millet olarak sömürülüp ezilmenin belgesidir.
Hani Bay Tayyip IMF kıskacından ülkeyi kurtaracağını söylüyordu?
S.26- Bugüne kadar YÖK’ün baskıcı ve kışkırtıcı olan hiçbir yanlış ve haksız tavırlarını düzeltemeyen
ve YÖK sultanlığına söz geçiremeyen AKP iktidarı, şimdi YÖK’ün Kıbrıs’taki üniversite kayıtlarıyla ilgili kasıtlı
kararı karşısında ne yapmayı düşünüyor?
Yoksa yine, geri adım atmak üzere sağlam zemin yoklaması mı yapıyor?
195
Bu YÖK, nasıl oluyor da, anayasayı değiştirecek çoğunluktaki bir iktidara kök söktürüyor?
S.27- Hadim ( Hizmetçi) devlet olması gerekirken, millete karşı hasım (düşman) tavrı takınan, ama dış
güçlerin, ABD ve AB’nin, IMF’nin dayatmaları karşısında, “Hadım” (İktidarsız) olup takla atan devlet ve
hükümet yetkilileri, en azından Suriye Devlet Başkanı bir Beşşar Esed kadar, Venezüella Başkanı bir Hugo
Chavez kadar olamıyor mu?
Milli haysiyet ve hassasiyetlerimize tercüman olması gerekenler yoksa:
“Bizi, milletin değil, hangi mahfillerin parlatıp pohpohlayarak Milli Görüş’ten kopardığını ve iktidara
taşıdığını biliyoruz ve onlara diyet borcumuzu ödüyoruz” mu diyorlar?
S.28- AKP hükümeti 200 milyar dolar olarak devraldığı dış ve iç borcu 1,5 yılda 300 milyar dolara
çıkardı… Bu gidişle birkaç yıl sonra toplamı 500 milyar doları aşacak... Erbakan Hoca’nın haklı tespitiyle “Bu
borç ancak bir facia ile sonuçlanır”
Daha önce kişi başına 3 bin dolar düşen borç oranı, AKP sayesinde 5 bin dolara çıktı. Böyle giderse
3–4 yıl sonra kişi başına dış borç miktarı 10 bin doları bulacak. Yani 5 nüfuslu bir ailenin borcu: 50 bin dolar
olacak... Allah göstermesin, Türkiye satılsa yine bunun altından kalkılamaz…
Unutmayalım, Batı Almanya, bütün Doğu Almanya’yı Rusya’dan,
sadece 45 milyar dolara satın
almıştı…
Şimdi soruyoruz ve uyarıyoruz: Birkaç yıllık iktidar hırsı ve gelip geçici bir makam ve menfaat sevdası
hatırına; ülkemizi ve geleceğimizi böylesine ipotek altına sokanların zerre kadar vicdanı ve iz’anı yok mu?
S.29- ABD’nin Irak işgalindeki ordu komutanı General Tomy Franks, hatıralarını yazdığı “Amerikan
Askeri” kitabında, G.K. B Org. Hilmi Özkök’ten şöyle bahsetmiş:
“Irak’a saldırı öncesi, destek ziyareti için gittiğim Ankara’da, karşımda NATO terbiyesi ve tecrübesi ile
olgunlaşan... Çok tatlı ve akıcı bir İngilizce konuşan... Kendisinden önceki generaller gibi, darbeler yaparak
siyasete müdahale geleneğinden uzaklaşan… AB’ye girilmesi ve ordunun siyasetten çekilmesi konusunda
tam demokrat ve Batıcı bir tavır takınan… Amerika’nın Irak müdahalesine taraftar görünmesine ve tam
destek vermesine rağmen, bu konudaki kararın bir hafta sonra kurulacak (AKP) hükümetince verileceğini
içtenlikle açıklayan… Türkiye’deki İslamcılık tehdidine ve çağ dışı gelişmelere karşı oldukça dikkatli ve
tavizsiz bir duruş ortaya koyan… Laik kafalı, aydın ve NATO’ya bağlı örnek bir komutan!?..
(Not: Biz bu notları, NTV. 5-Ağustos –2004 Perşembe saat 10ºº haberlerinden dinleyip aktardık)
Şimdi:
Büyük İsrail’e hazırlık yapmak, Irak’ın petrolüne el koymak, Kürdistanı kurup Türkiye’yi parçalamak
amacıyla, Irak’a saldıran şeytan ordularının komutanı... Canavarları bile tiksindirecek vahşet ve dehşet
sahnelerinin kahramanı ve sicilli İslam düşmanı... Süleymaniye’deki subaylarımızın başına çuval geçirerek
milli onurumuzu çiğneyen çingene bozmalarının baş kabadayısı olan Tomy Franks, Org. ilmi Özkök’ü böyle
tanıyor!?
Ha, sahi, bu Tomy Franks ve hayran kaldığı Türk paşaları; Amerika’nın perde arkası patronu olan
Siyonist Yahudi Lobilerinden cesaret madalyalı ve AB’ye sevdalı Recep T.Erdoğan’ın AKP’sinin:
Radikal ve İslâmcı İBDA-C’cilerden, Fetullah Gülencilere... Kürtçü bölücülerden, ülkücü geçinenlere...
İrancı dincilerden ve Topbaşlar tarikatinden, Milli Görüş döküntülerine… Ve idamla yargılanıp şimdi AKP’li
Siirt Belediye Başkan yardımcılığına getirilen Hizbullah liderine... Evet, bugüne kadar hep aşırılık ve
haşarılıkla suçlanan kesimlerin, masonik mahfillerin organizesiyle oluşturduğu bir koalisyon olduğunu
bilmiyor mu?
S.30- Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer “Kamu Yönetim Yasasını” Meclise iade gerekçesinde,
“Temel insan hak ve hürriyetlerini kısıtlayıcı düzenlemeler yapılamaz” maddesini “başörtü yasağının da
önünü açabilir” diyor.
Biliyoruz ki, başörtüsü ne anayasa ne de kanunlarla değil, sadece YÖK genelgeleri ve ona dayanan
mahkeme görüşleriyle yasaklanmış, hem inancımıza hem temel insan haklarımıza aykırı bir zulümdür.
Başörtüsüne, İslâmî dirilişten de öte, Siyonist ve emperyalist zulme karşı insanî ve vicdanî bir
196
direnişinde sembolü haline geldiği için; dünyaya hükmeden Siyonist odaklar ve Mason Locaları tarafından
savaş açılmıştır.
Türkiye’yi yönetenler milletin mi, yoksa masonik mahfillerin ve dış güçlerin mi hizmetindedir?
Başörtüsü, Türkiye’nin Müslüman Türklere ait olup olmadığının, karar meselesidir !..
AKP hükümeti, güya “dengeleri gözetmek” palavrasıyla ikili oynamaktan ve halkımızı avutmaktan
vazgeçmelidir.
Cumhurbaşkanının da değiştiremeyeceği, karşı gelemeyeceği, geri gönderse de, bir netice elde
edemeyeceği şekilde, evrensel hukuk kurallarına ve temel insan haklarına uygun bir kanunu hemen
meclisten geçirilmeli ve bu zillet ve rezalete artık bir son verilmelidir.
Yoksa hükümetle Cumhurbaşkanı danışıklı dövüş yaparak ve suçu birbirine atarak milleti mi
oyalamaktadır?
S.31- Recep T.Erdoğan, Almanya’nın Bild Gazetesi muhabirinin:
“Tüm Avrupa, bir İslâm devleti olan Türkiye’nin Avrupa Birliğine katılıp katılamayacağını tartışıyor”
sözleri üzerine hemen lafa karışıp:
“Öncelikle şunu düzelteyim: Türkiye bir İslam Devleti değildir!..” buyurmuş...
Hiçbir Avrupalı devlet , “Hrıstiyan ülkeler” sınıfına sokulmaktan gocunmaz... Çünkü ülkelerin; nüfusunu
oluşturan çoğunluğun dini ile tanıtılması doğal ve normal bir olaydır.
O zaman Tayyip Erdoğan’a soralım;
“Türkiye bir İslâm Devleti değilse, peki bir gavur devleti midir ?”
Yine aynı söyleşide Sn. Başbakan; bir soru üzerine:
“Tabi ki, Türkiye coğrafî ve kültürel olarak Avrupa’ya aittir. Tarihsel olarak Avrupa’nın kökleri
Türkiye’de, Türkiye’nin kökleri Avrupa’dadır” buyurmuş !...
Oysa biz bugüne kadar, resmi ve ilmi tarih ve coğrafya kitaplarımızdan ve dini kaynaklarımızdan; milli
köklerimizin Orta Asya’ya, manevî ahlâkî köklerimizin Hz.Muhammed Aleyhisselema dayandığını biliyoruz.
Kültürel ve coğrafi köklerimizin Avrupa’ya ait olduğunu iddia eden Başbakan, bunu ispat etmekle de
görevlidir!?
Bekliyoruz...
S.32- Uluslararası Göç Örgütü yayınladığı son raporunda: “Türkiye’nin kadın ticaretinin merkezi ve
fuhuş cenneti” haline geldiğini , resmi bilgi ve belgelerle ortaya koymuş.. (Bak: Milli Gazete 5-Ağustos–2004
sh.9 )
Daha önce ATO Başkanı Sinan Aygün de, resmi vesikalı veya yasadışı 100 bin kadınımızın fuhuş
batağına düştüğünü bir rapor halinde kamuoyuna sunmuştu..
Şimdi hem devlet ve hükümet yetkililerine, hem de açılıp saçılmayı ilericilik ve laiklik gereği,
başörtüsünü ise gericilik göstergesi sanan aklı yitiklere soruyoruz:
Türkiye’yi fuhuş merkezine ve bütün ülkeyi açık hava genel evine çevirmekten memnun musunuz?..
S.33- Çin ve Pakistan ordularının; dış tehditlere ve terör eylemlerine karşı, Pamir dağları eteklerinde 3
gün sürecek, gerçek mermilerin ve ileri silâh teknolojilerinin de kullanılıp deneneceği, ortak bir tatbikata
başladıklarını, Pakistan basınından öğrendik. (Bak. Milli Gazete 5-Ağustos–2004 sh.9)
Siyonist Amerika’nın dünyayı sömürme ve sindirme tehditlerine ve Tayvan’ı Çin’e, Hindistan’ı
Pakistan’a kışkırtma tertiplerine karşı, Çin ve Pakistan dayanışması ve Hindistan halkının İsrail ve ABD uşağı
partileri sandığa gömüp barışçı bir partiyi iktidara taşınması ve yine Rusya Devlet Başkanı Putin’in bile İslam
Konferansına katılmaya çalışması… Acaba bizdeki Amerikan uşaklarına ve Avrupa aşıklarına, bir cesaret ve
haysiyet dersi vermiyor mu?
S.34- ABD’de Pentagon’un en önemli isimlerinden Miycel Rubin, basın ve televizyonlara yansıyan
demeçlerinde:
“Bush yönetiminin Kuzey Irak’ta barınan PKK konusunda, Türkiye’ye hıyanet ettiğini… PKK’nın üzerine
birlik yollaması ve Türkiye’nin de haberdar edilip sınırda tedbir alması sayesinde bu çıbanın tamamen
197
deşileceğini... Ama PKK’yı kendi hesabına kullanmak isteyen bazı ülkelerin (İsrail’i kastediyor olabilir)
baskısıyla ABD’nin müttefiki Türkiye’nin baş belası olan PKK’ya ilişilmediğini… Bu durumun utanç verici
olduğunun ve ABD’nin güvenilirliğini yitirdiğini” söyledi.
Hatta Kuzey Irak’ta kaybolan ve kaçırılan bazı Türk şoför ve işçileriyle ilgili eylemlerin PKK eliyle ve
CIA-MOSAD işbirliği ile gerçekleştirildiği yazılıp çizildi.
Şimdi soruyoruz: “Bizim Amerikan tapar iktidarımız ve kurmaylarımız, Miycel Rubin gibi bir Amerikalı
kadar olsun, Türkiye’nin çıkarlarını düşünmüyor ve Amerikan hıyanetini görmüyor mu?
S.35- Kötülüklerin şu üç özelliği dikkatlerden kaçmaktadır.
1-“Kötülük”ler doğurgandır. İşlenen bir kötülük, daha beter bir kötülüğe sebep olmaktadır.
2-“Kötülük”lere bulaşmak kolay, ama kurtulmak çok zorlaşmaktadır.
3- “Kötülük”ler, eğer yöneticiler ve yetkililer tarafından yapılırsa, günahı ve tahribatı vatandaşların
sayısı oranında kat ve kat artmaktadır.
Kötülük; haksızlık, ahlâksızlık, hilekârlık ve zulümkarlık anlamındadır.
Örneğin 1 şişe içki içen sarhoş olup trafik kazası da yapacak, kafası bulanıp başkasını da
bıçaklayacaktır. Yani içki, başka kötülükleri de doğuracaktır.
Ve yine, bir insanı öldürmek kolay, ama bunu hapis cezasından ve vicdanî azabından kurtulmak çok
zor olmakta ve yıllar almaktadır.
Bunun gibi, IMF denen ve dünyayı sömüren Siyonist tefecilerden borç almak kolay; ama o bataktan
kurtulmak ve o borçla birlikte milli haysiyet ve hürriyetini korumak giderek zorlaşmaktadır..
Şimdi soruyoruz: Şu AKP’liler, iktidardaki ömürlerini uzatmak ve şahsi makam ve menfaatlerini
korumak hatırına, ülkemizi ve geleceğimizi karartan kararları alırken, acaba hiç vicdan duygusu ve ahiret
kaygusu çekiyorlar mı?
S.36- Recep T.Erdoğan “Irak’ta Türk şoförlerini hedef alan cinayetlerin İslam adına yapılması asla
kabul edilemez ve İslam’la vahşet birleştirilemez” buyurdu... Doğrudur…
Ancak:
1-Bu cinayetlerin CIA, MOSAD ve PKK tarafından, Türk toplumunda Iraklı direnişçilere duyulan
muhabbetin nefrete dönüştürmek için yapıldığı konusunda ciddi bilgiler vardır.
2-Hep böyle işine gelince ve dara düşünce İslamiyet’i hatırlayan Başbakana sormazlar mı:
Peki, Irak’ı işgal etmek, milli servetlerini sömürmek, bütün ülkeyi harabeye çevirmek ve bunca işkence
ve rezaleti işlemek üzere; ABD’yi davet etmek, başarıları için dua etmek ve hala desteklemek, İslâmiyet’le ve
insaniyetle ne kadar uyuşuyor?
S.37- Mason Localarıyla ve Mafya babalarıyla ilişkileriyle meşhur Mehmet Ağar, Irak’taki şoför
cinayetleriyle ilgili, güya AKP hükümetini paylarken, aslında paslaşıyor ve AKP’nin millete rahat gol atması
için şöyle bir teklif sunuyor:
“Amerika ve Irak’la da anlaşarak, Türk kamyonlarının geçiş güzergâhının güvenliğini, Türkiye’den
göndereceğimiz kendi askerlerimiz sağlasın !”
Amerika ve İsrail’in yedek adamı ve DYP Başkanı Mehmet Ağar böylece, İstanbul’daki NATO
zirvesinde alınan ve Türk askerinin NATO bünyesinde ve eğitim gayesi ve bahanesiyle, Irak batağına
girmesini amaçlayan şeytani kararın uygulanmasına bir gerekçe ve kolaylık kapısı açıyor !...
Soruyoruz: Yoksa hükümet ve mini muhalefet, dua ettikleri ve destekledikleri halde başarılı olamayan
conileri kurtarmak ve NATO şemsiyesiyle ve Türk askeriyle; mazlum Irak Müslümanlarını boğdurmak üzere,
Amerika’dan aldıkları talimatı, şimdi tatbikata koymaya mı hazırlanıyor ?..
S.38- 4-Ağustos–2004 tarihli Akşam Gazetesinde, Serdar Turgut’un da haber verdiği gibi… Rahmi
Koç, İhsan Kalkavan, Cem Boyner ve Mustafa Koç gibi işadamları “Dünya turuna çıkmak... Birkaç yıl tatil
yapmak…” bahaneleriyle ve Eylül’den sonraki gelişmelere göre, Türkiye’yi terk etmeye, daha doğrusu
tüymeye hazırlanıyormuş!..
Tamamı sabataist dönmelerden, Yahudilerden ve onların dünürlerinden oluşan ve nice yıllardır
198
ülkemizin kaymağını paylaşan bu iş adamları, acaba niye Türkiye’yi bırakıp uzun tatile çıkıyor?!
Yoksa, sömürü ve rantiye hortumlarını kesecek, hain ve hırsızları hesaba çekecek, milli ve talihli bir
devrimin ayak sesleri mi duyuluyor? Peki, seçkin siviller duyuyor da, gafil siyasîler niye uyuyor?
Yoksa, “Krizler geliyor da, kerizler görmüyor” mu?
S.39- Recep T.Erdoğan, erken seçime mi hazırlanıyor?
Hatırlanırsa, Sn. Başbakan “Benden 2 yıl hiçbir şey beklemeyin... İki yıl sonra ise her hizmeti gözleyin”
anlamında laflar edip duruyordu. İşte 2 yıl doluyor, yaklaşık 20 ay oldu… Ama ekonomik ve sosyal sorunların
hiçbiri çözülemedi, hatta daha da katmerleşti ve kangrenleşti…
AKP hükümeti bu 20 ayda 66.5 milyar dolar faiz yatırmış. Ve 64 milyar dolar IMF’den yeni borç almış...
Ülke ekonomisindeki geçici, ama tedirgin edici hava ise, yurt dışından gelen ve rantını toplayıp giden
“sıcak para”dan kaynaklanıyor...
Kısaca ekonomik ve sosyal patlamalar her an kapımızı çalabilir..
İşte Recep T.Erdoğan bu çalkantıyı, bir erken seçim oyalamasıyla atlatmaya hazırlanıyor (mu)?
Erbakan Hoca’nın,
“Bu borç batağından faciasız kurtulmak mümkün değildir. O halde , (ey AKP) en kısa zamanda
kendinize gelin ve özünüze dönün !” uyarısını anlamaya ve gereğini yapmaya hiç niyetiniz ve cesaretiniz yok
mu?
S.40- Atatürk’ün milli ve haysiyetli hatırasını unutturmak için, İsmet İnönü’nün katı ve kasıtlı tavırları
etkili olmayınca, arkasından Celal Bayar ve Adnan Menderes’in “putlaştırma projesi” devreye sokulmuş… Ve
Türkiye Amerika’nın çöplüğü yapılmıştı… Ama sonları ortada!?
Milli Görüş’ün olumlu ve onurlu yükselişini durdurmak için de, Amerika’da Siyonist Adenawer ve
Rockefeller burslarıyla özel olarak yetiştirilen, birine sağcı ve ötekine solcu etiketi yapıştırılan S.Demirel ve
B.Ecevit, yıllar boyu yeterli olmayınca, bu sefer Recep T.Erdoğan sivriltilip ortaya sürülmüş ve Ecevit-Demirel
gibi Bilderbergçi Masonların yapamadığını başarmıştı... Ama işte Ecevit’in de sonu ortada…
Şiddetle karşı çıkmasına ve engellemeye çalışmasına rağmen, Erbakan Hoca’nın Kıbrıs Zaferini
kendisine mal edip Karaoğlan kahramanlığıyla, “Milli Görüş partilerini kapatmak yetmez bunların kökünü
kurutmak lâzım” diye kin kusan...
Meclise Türbanla giren Merve Kavakçı için “Bu kadına haddini bildirin !” diye saldıran…
Yıllarca millete “fakir-gariban” diye yutturulmasına rağmen , Karun kadar zengin olan ve parti
kasasında bile şu anda 40 trilyon bulunan..
Ama “ebter” olup, çoluk çocuğu bulunmayan, Ecevit’in: hastane odalarına hapsedilmesinden, karısı
Rahşan olmadan ne konuştuğu bile anlaşılmaz hale gelmesine ve marazlı medyanın şov malzemesine
dönüşmesine kadar, kaderin intikamını görüp de, Recep Tayyip bundan bir ders çıkarmayacak mı?
Eski arkadaşı ve Refah’tan milletvekili yaptığı Hasan mezarcı “Ben en güçlü olduğu zamanda
Erbakan’a hıyanet ettim, ama ceza olarak kafayı yedim. Rezil ve rüsvay edildim. Ama bu Recep Tayyip Bey,
en zor dönemde Erbakan’ı arkadan bıçakladı… Milyonlarca Milli Görüşçünün bedduasını aldı... Şimdi nasıl
bir akıbete uğrayacağını merak ediyorum!” mealindeki tespitlerini, acaba Sn. Başbakan hiç düşünüp
değerlendiriyor mu?
199
SİYONİSTLERİN SOROS’U VE AKP İÇİN HAZIRLANAN
03 KASIM 2005 OPERASYONU
Afganistan ve Irak müdehalelerinde kullanılan “önleyici vuruş” yöntemi (preemptive strıke) ile 7
Ağustos 1941 Pearl Harbour Baskını’nda Pasifik Filosu’nu bilinçli olarak Japonlar’ın saldırısına uğratmak
suretiyle İkinci Dünya Savaşı’na girişte ve en son olarak da “11 Eylül Senaryosu”nda kullanılan “kendi
kendine vuruş” yöntemleri... Zaman zaman fazla toz kaldırmamak adına böylesi “sıradışı metotlar”
üzerinden giden siyonist ABD’nin bir diğer önemli yöntemi ise; ekonomi piyasasındaki tüm dengeleri ters düz
ederek “toplumsal kartlar”la destekli yürütülen “vakumlama operasyonları” dır!
Ve ABD derken tam olarak kimleri işaret ettiğimizi de açıkça belirtelim. Tabii ki “Küresel Egemenler
Teşkilatı” olarak Türkçeleştirebileceğimiz “Global Hegemonlar Organizasyonu”ndan söz ediyoruz. Hani
şu “yerküre” üzerindeki tüm diplomatik ilişkileri yönlendirme gücüne sahip olan ve “derinlikli
sermayedarlar”dan müteşekkil “ulvi mekanizma”dan… Kısaca Siyonist sömürü saltanatından
Ve bu “derinlerde yazılan küresel senaryoların baş aktör”ü ise şüphesiz “Büyük ve Yetenekli
Organizatör George Soros”! Soros, “Küresel Egemenler Teşkilatı”nın en etkili oyuncularından biri
sonuçta. Ve bu perspektiften bakıldığında, Bush – Kerry çekişmesinde 10 Milyon Dolar harcayarak
Bush’u karşısına alma cesaretini sergileyebilen Soros’u anlayabilmek daha kolaydır…
“Klasik Soros Açılımları” ve “Yeni Takvim”
Kimileri”nin dünyaya “barış” getirmeye çalışan bir “iyilik meleği”, ya da “Robin Hood” olarak görüp
pompaladığı Açık Toplum Önderi George Soros, aslında ABD’nin “asli dayanak noktası” olan ve devlet
üzerinde bir “üst kontrol mekanizması” “Küresel Baronlar Örgütü”ne bağlı “en programlı yönlendirici”
konumundadır. O kadar programlı ki; tamamıyla “sivil” olmasına rağmen ne ilginçtir ki her elini attığı
“pazar”dan “küresel idealler” ve bu ideallerin dünya üzerindeki “asli yönlendirici”si olan “İsrail Yazılımlı
Küresel Teşkilat” payına bir sonuç çıkmaktadır.
Sonuçta 1984 Yılı’ndan bu yana Pekin, Moskova, Prag, Varşova derken abartısız bir “zincir” haline
getirilen “evrimsel devrimler silsilesi”; petrolcülerden, finansçılardan, silah tüccarlarından ve bir çok
önemli sektördeki güç dengelerinden oluşan “Küresel Baronlar Örgütü”nün Avrupa ve Asya’ya yaptığı
“çıkarmalar tarihi”nin bir “ön adımı” durumundadır. Ve bu açıdan bakıldığında sözkonusu bu
örgütlenmeye “Askeri Endüstriyel Kompleks” denmiş olması da son derece mantıklıdır.
Güney Afrika, Macaristan, Sırbistan, Yugoslavya, Gürcistan, Ukrayna, Şili ve Kırgızistan şeklinde
devam eden “zincir”in beklendik halkaları arasında ise; Ermenistan, Azerbaycan, Moldova, Beyaz Rusya
gibi devletler yer almaktadır. Kazakistan ve Türkmenistan ise olası bir tehlike ile karşılaşmamak adına tüm
halk hareketlerine katı kurallarla “emniyet şeridi” çekmeye başlamıştır. Bu devletlerde beklenmekte olan
“Soros Müdehalesi”, Türkiye içinse artık programlanmış durumdadır..! Son zamanlarda estirilen “Soros
Rüzgarı”nın hikmeti de, Haziran’da gerçekleştirilen olan Türkiye ziyaretinin kerameti de bu sonuçta
aranmalıdır...
Bir “Sosyal Dinamit”in Uluslararası Maratonu
“Sion Merkezli Küresel Krallık”ın “savaşmadan alma stratejisi”nde “aracı firma” olan “Açık
Toplum Hareketi”nin dahi önderi George Soros, 2004 Yılı itibarıyla “borsa spekülasyonları ve fonlar”
aracılığıyla servetine 7.2 Milyar Dolar katmış olan ve 2 bin kişilik teşkilatı ile 60 ülkeye her yıl 400 Milyon
Dolar “bağış” yapan bir büyük “global köprü” başıdır.
Bu “küresel demokrasi elçisi”nin geniş bir dünya coğrafyası üzerinde servise sunduğu “demokrasi
masalı”nın asli yöntemi ise; “dış kaynaklı malzemeler”in “ince ayarlamalar”la “iç dinamikler” ile
harmanlanması ve tek vücut haline getirilerek kamufle edilmesi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu “estetik
geçiş” sayesinde “doğal refleksler süsü” verilen “sosyal hareketlenmeler” sonrasında ise, “ekonomi
200
piyasalarında toptan bir temizlik” yapılmaktadır. Dolayısıyla bir “iç katalizör” işlevi gören “toplumsal
kitle” ile ilintili olarak “Halk faktörü önemlidir. Değişim halktan gelmelidir.” diyen Soros’un sözkonusu
söylemle anlatmak istediği, en net şekli ile bu olmaktadır.
Kısacası “mikserleme işlemi”ni o kadar
başarıyla uygulanmalıdır ki; “kamuoyunda; parçaların bir “yapıştırma” değil, tamamen “doğal seyir” içinde
gerçekleşen adımlar olduğu izlenimi” uyandırılmalıdır. Aksi taktirde işler karışabilir. Sonuçta toplumlar önce
karıştırılır, sonra da vakumlanır. Ancak öylesine iyi karıştırmalıdır ki; üste çıkan kaymak da o nisbette
Siyonist sömürüye yararlı olmalıdır..!
Bununla birlikte piyasaya sürülen “kozlar” arasındaki “zamanlama”; belki de en önemli noktadır.
Düşünün ki bir kuleyi uçakla yıkacaksınız. Ama uzaktan kumandalı bu uçaklarla o yapıyı bir hamlede
indirebilmek o kadar da kolay bir iş değil! Organizasyonu başka verilerle desteklemek
şart! O zaman
yerleştirsiniz kulenin ayaklarına yeterli dinamitleri, patlamaları da uçağın kuleye çarpma anına ayarladınız mı
tamam! Ama bu “sistematik zamanlama”da en ufak bir yanlış, kurgunun deşifre olmasına ve başarısız bir
sonuç almaya yetebilir. Onun için “ince ayar” şart! Bilmiyoruz bu hikaye size bir yerlerden tanıdık geldi mi...
Sonuçta yıkılmak istenen kulenin yerinde “ekonomisi boşaltılmak istenen bir hedef ülke”, kulenin
temeline yerleştirilen dinamit ya da saatli bombaların yerinde ise; “gelir dağılımdaki adaletsizlik”,
“işsizlik” ve “yoksulluk” gibi faktörlerle ivme kazanan “hırsızlık”, “kapkaç” gibi ekonomik boyutlu
açmazlar ile “tecavüz”, “dini çatışmalar”, “etnik huzursuzluklar”, “yolsuzluk” ve “anarşi” gibi “sosyal
patlama”yı vizyona koymada son derece “etkili kartlar” vardır.
Bir “sosyal dinamit” işlevi görerek 60 ülke gibi geniş bir dünya coğrafyasında işte bu “sıradışı
metotlar”la “küresel düzenleyici” olarak vazife yapan Soros’a ait ATE (Açık Toplum Enstitüsü)
örgütlenmelerinin yer aldığı bazı merkezler şunlardır;
 Arnavutluk,
 Azerbaycan,
 Bosna – Hersek,
 Bulgaristan,
 Çek Cumhuriyeti,
 Ermenistan,
 Estonya,
 Gürcistan,
 Hırvatistan,
 Karadağ,
 Kazakistan,
 Kırgızistan,
 Kosova,
 Letonya,
 Litvanya,
 Macaristan,
 Makedonya,
 Moğolistan,
 Moldova,
 Özbekistan,
 Polonya,
 Romanya,
 Rusya,
 Sırbistan,
 Slovakya,
 Tacikistan,
201
 Ukrayna ve TÜRKİYE
Bundan birkaç yıl önce “En iyi ihraç malınız ordunuz!” diyen ve Davos’taki Dünya Ekonomik
Forumu Toplantıları’nda Başbakan Recep Tayip Erdoğan’la, ABD’de ise Abdullah Gül’le görüşme
yapan Demokrasi Taciri Soros’un Türkiye’deki ATE örgütlenmesi ise 2001 Yılı’na denk düşüyor. İsminden
de anlaşılacağı üzere (!) Türkiye için pek hayırlara vesile olmayacak ATE örgütlenmelerinin dünya
üzerindeki bu “çok boyutlu kök salma girişimleri” ise tamamıyla “farklı amaçlar”a hizmet ediyor.
Ve “Siyonist Soros”un izlediği bir “stratejik yöntem” de; “adım attığı her ülkede bir “para harcayan
kurum”, bir de “para kazanan kurum” şeklinde iki ayak üzerinden gitmesi ve bu kanalların birbiriyle olan
temasına da kesinlikle müsaade etmemesi.” Olarak göze çarpıyor. Hatta bu ayrı kanalların birbiriyle iletişim
kurmamasına dayalı “altın kural”, Sorosçular tarafından “Çin Seddi” benzetmesi ile sembolize ediliyor.
Karda yürüyüp izini belli etmeyen Dahi Soros’un Açık Toplum Vakfı adını verdiği teşkilatlanma,
operasyonun “sosyal boyut”unu üstlenirken; Soros İnvestment Capital isimli diğer kurum da “ekonomik
boyut”u organize edip yürütüyor.
Aslında 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin AB’ye “resmi aday statüsü” kazanmasıyla birlikte
Türkiye’ye olan ilgisini arttıran Soros, son yıllarda Türkiye’yi daha da yakından izliyor. Enstitünün Türkiye
ayağına yaptığı yatırımları gitgide genişleten Soros’un Türkiye’de yürüttüğü projelerin birkaç örneği ise
şöyle;
 Bağımsız Türkiye Komisyonu
 Ders Kitaplarında İnsan Hakları Taraması
 Eğitim Reformu Girişimi
 Sosyal Politika Reformu
 Herkes İçin İnsan Hakları Teşebbüsü
 20 İlde İnsan Hakları Filmleri Gösterimi
 Bireysel Silahsızlanma Projesi
 Grameen Mikrokredi Projesi
 Özel Sektör Madenciliğinde Ekonomik ve Sosyal Hak Uygulamalarının Araştırılması Projesi
 Kültür Karıncaları Platformu
 Güneydoğu Okul Öncesi Eğitimi
 Güneydoğu’da Yetişkin Okuryazarlığı
 Göç Konusunda Yürütülen Çalışmalar
 Hukuk Danışmanlığı Projesi
 Diyarbakır Sanat Merkezi Çalışmaları
 Kadın Fonu
 STK Eğitim Merkezi
 Gezici Afet Eğitim Merkezi
 KAGİDER Kadın Forumu
 Namus Cinayetlerini Önleme Projesi
 Kadın Filmleri Festivali
 Açık Radyo
 Beyoğlu Gazetesi, Uluslararası Basın Enstitüsü ve Aydın Doğan Vakfı ile birlikte yürütülen
Gazetecilik Eğitim Semineri
"Dış politika”, “basın”, “eğitim” ve diğer “sosyal ihtiyaçlar” noktasında kitleleri nereden
bağlayacağını iyi bilen Soros’un Türkiye’deki destekçi listesi ise oldukça zengin bulunuyor. Zira listede
“küresel hegemonların başarılı hizmetkarları olmak adına mütemadiyen yaranma yorumları yapan
entellektüel köleler”den, “verimli pazarlardan pay alma hesapları peşinde koşan vatansever
işadamları”na kadar bir çok “kimliksiz kimlik” yer alıyor!..
202
Kabarık “Sorosçular Listesi”nden Türkiye’deki Satır Başları
 TÜSİAD,
 Türk Demokrasi Vakfı (TDV)
 AÇEV
 Bu yıl Soros Vakfı’nca 300 bin Dolar destek sağlanan Diyarbakır Milletvekili Prof. Dr. Aziz Akgül
başkanlığındaki İsrafı Önleme Vakfı
 Açık lobi faaliyeti yaparak Soros bağlantısını gizleme gereği duymayan Arı Hareketi ve
Anadolu’nun Genç Liderleri,
 “Haziran’daki
Türkiye
Çıkartması”nda
ziyaret
edilecekler
listesine
alınan,
Türkiye’deki
“demokratik hizmetler”i adına Dünya Bankası tarafından da desteklenen ve bu yıl Soros
Vakfınca 330 bin Dolar yardım sağlanan TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı),
 Tarih Vakfı
 Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı
 Açık Radyo,
 Diyarbakır Sanat Merkezi,
 Ankara Sinema Derneği
 Uçan Süpürge Kadın Derneği,
 Devrimci Maden Sendikası,
 Turist Rehberleri Vakfı,
 Umut Vakfı,
 Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER),
 Diyarbakır Kadın Merkezi (KA-MER),
 Kadın Yurttaş Ağı (KA-DER),
 Şizofreni Dostları Derneği,
 İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı,
 Medya Kronik,
 Beyoğlu Gazetesi,
 Vakıfla açıktan ortak projeler yürüten İstanbul Politikalar Merkezi,
 Abant Toplantıları kapsamında desteklenen Fethullah Gülen Cemaati,
 Yeni görevi ile Türkiye için “gelecek vadeden” (!) Kemal Derviş,
 28 Şubat’taki “Postmodern Darbe”de yeterince iyi bir performans sergileyen Çevik Bir,
 TÜSİAD'dan DEİK’e (Türk - Amerikan İş Konseyi), WEF’ten (Dünya Ekonomik Fonu) TİM’e
(Türkiye İhracatçılar Meclisi), YASED’den (Yabancı Sermaye Derneği) TÜGİDER (Tüm Gıda
İhracatçılar Derneği) ve İSO’ya (İstanbul Sanayi Odası) kadar birçok ulusal ve uluslararası kuruluşa üye
olan ve TESEV'le de girift bağlantılar içinde olan Misyon Sahibi Büyük Danışman Cüneyt Zapsu!
Ve Açık Toplum Vakfı’nın Türkiye’deki Danışma Kurulu Üyeleri;
 Dr. Can Paker / Başkan (İşadamı – TESEV)
 Nebahat Akkoç (Sivil Toplum – Diyarbakır Kadın Merkezi)
 Özlem Dalkıran (Uluslar arası Af Örgütü)
 Neşe Düzel (Gazeteci)
 Prof. Dr. Ahmet İnsel (Akademisyen, Yazar)
 Prof. Dr. Eser Karakaş (Akademisyen, Yazar)
 Osman Kavala (İşadamı)
 Oğuz Özerden (Bilgi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı)
 Sami Uslu (Hak – İş Konfederasyonu Başkanı)
BAY SOROS ve “Küresel Aldatmaca”sı;
203
“Sosyal, Siyasal ve Ekonomik Darwinizm”
“Yaşamı sadece güçlülerin ayakta kalacağı bir mücadele sayan ideoloji dünyada işbaşındadır.
Ben buna ‘Sosyal Darwinizm’ diyorum. Kendini ekonomik rekabette gösteren bu anlayış, askeri
müdahale alanına sıçrayınca çok daha tehlikeli bir hale geliyor. Bush’a karşı çıkmamın temel nedeni
de bu.” diyerek “iyi polis rolü”nü başarıyla ifa eden Bay Soros’un bu şeytani rol ile 20 yılda yaptığı bağış
5 Milyar Dolar’a ulaşmış durumdadır. Ve bu rakam toplam servetinin yarısına yakındır.
1930’da Budapeşte’de doğan ve bir Yahudi ailesine mensup bulunan Macar asıllı George Soros,
1947’de Londra’daki School Of Economics’e girerek ekonomi eğitimi almış ve ilk vakfı olan New York’taki
Açık Toplum Vakfı’nı 1979’da kurmuş olan bir “küresel barış elçisi” Konumunda, insan suretli bir
şeytandır. Doğu Avrupa’daki ilk vakıf olan Avrupa Vakfı ise 1984’te Macaristan’da kurulmuş
bulunmaktadır.
Aslında bir Nazi İşbirlikçisi olan Soros Ailesi’ne mensup George Soros, pragmatik bakışını
kendisini hayata hazırlayan isim olan babası Savcı Tivodor’dan almıştır. 17 yaşında tek başına İsviçre’ye,
oradan da Londra’ya geçen Soros’un Londra’daki iktisat okulunda ders aldığı teosrisyenler ise oldukça
önemli adamlardır… Harold Lasky, Nobel ödüllü John Mid, Serbest Piyasa İdealisti Friedrich Von Hajek
ve ünlü spekülatörün “açık toplum modeli”nde en çok etkilendiği isim olan Ünlü Filozof Karl Popper
bunlardandır.
Ünlü Alman Casusu Reinhard Gehlen’in (1902-1979) Amerika’ya kaçışının ardından Almanlar’a ait
geniş istihbarat ağının Sovyetler’e geçmesine paralel (Tıpkı İkinci Körfez Savaşı’ndaki “yöntem
uyuşmazlığı” sebebiyle Amerikalılar’a ait istihbari dokümanların İsrail’in eline geçmesinde olduğu gibi.
Hatırlanacak olursa New York’taki elektrik kesintileri de o dönem bu konuyla ilgili olarak İsrail’in elini
güçlendiren bir gelişme olmuştu.) Sovyet istihbarat servisleriyle de ilginç bağlantılara imza atan Soros’un
ABD bağlantısı ise 1956’da Amerika’ya yerleşmesiyle başlamıştır.
1956 Yılı’nda cebinde 5 bin Dolar ile New York’a gelip döviz alım satımıyla uğraşmaya başlayan ve
akabinde de Amerikan finansçılarına Avrupa Hisse Senetleri konusunda danışmanlık yapan Soros, 1969
Yılı’nda ise arkadaşı Jim Rogers ile başlangıç sermayesi 4 Milyon Dolar olan Quantum Şirketi’ni kurmayı
başarmıştır. (!?) 1980 Senesi’nde sermayesi 300 Milyon Dolar’a ulaşan ve 3 bin benzer yatırım kuruluşu
arasında ilk sıralarda yer alan şirketin bugün şubesi bulunan yerler arasında ise Orta ve Doğu Avrupa,
Asya, Güney ve Kuzey Amerika vardır.
George Soros’un ABD’deki en önemli hamlesi ise; şüphesiz 1983 sonrasında ABD Kongresi’nin
onayıyla kurulan NED (Natıonal Endowment For Democracy – Ulusal Demokrasi Fonu) kuruluşunun
finansörleri arasında yer almasıdır. Sonuçta Soros’un Karl Popper’dan etkilenerek kurguladığı “açık
toplum modeli”, NED’in “demokrasi yemi ile operasyon” gayesine oldukça iyi bir zemin oluşturmuş ve
uluslararası arenadaki “küresel teşkilatlanma” da start almıştır.
1992 Yılı’nda Paund’un değer
kaybedeceğini hesap ederek dünyaca ünlü işlemine imza atan Soros’un bu işlemden kazandığı 1 Milyar
Dolar’a yakın para ise; tamamıyla bu “sağlam teşkilatlanma”nın bir “yan ürün”ü olarak sağlanmıştır.
NED’in resmi kayıtlara geçmiş yıllık ödemeleri 37 Milyar Dolar civarında. Organizasyon bünyesinde
2001 Yılı sonuna kadar Türkiye’deki sivil hareketlere (STK, NGO – Non Governmental Organizations)
yapılan “demokrasi yatırımı” ise 4.7 Milyon Dolar’dır.
Ve tüm bu hazırlıkların ardından gelenler ise; “döviz - faiz - borsa üçgeninde öğütülen sermayeler
ve çok uluslu şirketlerin lokomotifliği ile uluslararası politikayı küreselleştiren bir kurgu”, 11 Milyar
Dolar’lık bir kişisel servet, 7 ülkede rejim değişikliği, ve tüm vakıfların toplamına ait 429 Milyon Dolar’lık bir
2005 Yılı bütçesi… Evet bütün bunlar, nasıl bir şeytan şebekesinin tuzağına takıldığımızın kanıtlarıdır.
Yeni Denek; Türkiye
Sözkonusu bu “karanlık kurgu” dahilinde uzun zamandır Türkiye ile de ilgilenen Soros ve “küresel
yandaşlar”ı tarafından izlenen yol haritasındaki en son adres ise; ne yazık ki Türkiye! Olarak saptanmıştır
204
Operasyonun başlangıç tarihi ise Soros’un Türkiye ziyaretini gerçekleştirdiği Haziran Ayı’dır. Ve bu
planlama, ne ilginçtir ki Kırgızistan örneğini hatırlatmaktadır. Zira oradaki ülkedeki operasyon George
Soros’un bu ülkeye yaptığı ziyaretin hemen akabinde başlatılmıştır. Bir diğer ilginç benzerlik ise “Arjantin
Operasyonu” ile Türkiye arasındadır. Zira geçtiğimiz günlerde gündeme düşen ve 2009 Yılı’nda
enflasyonu % 3’lere indirmek gibi son derece “realist öngörüler” taşıyan IMF Raporu ile Arjantin
Patlaması’ndan hemen önce devreye giren IMF Açıklaması arasında da enteresan bir benzerlik vardır.
Sonuçta deşifrasyon yeteneği kuvvetli olanlar için mesaj; açıktır...
8-10 Haziran Tarihi’nde Quantum Şirketi’nin 50 yatırımcısı ile Türkiye’ye gelen George Soros,
Avrupa Yatırım Fonu’nun yönetim kurulu toplantısını İstanbul’da yapmış ve 2001’de Türkiye’de kurduğu
ATE’nin de çalışmalarını incelemiştir. Vakfın “Türkiye Uzantısı” olan kurum bünyesinde 3 yıllık süreç içinde
60’a yakın proje ve 6 Milyon Dolar’lık harcama gerçekleşmiş durumdadır. Bu uzantının en önemli adımını
ise geçen yıl içinde oluşturulan “Bağımsız Türkiye Komisyonu.” Oluşturmaktadır.
Komisyona ait,
Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen raporun tarih almada önemli işlev gördüğü iddia edilerek, bu
komisyonun ilerleyen dönemlerde tekrar devreye gireceği konuşulmaktadır. Yalnız “almadığımız tarihi, bir
siyasi milat olarak göstermede oldukça başarılı görünen dezenformasyon üstadları“nın bu “başarılı
girişimleri“ni acaba nereye koymak lazımdır...
Bununla birlikte Türkiye’nin AB sürecine destek verdiği yönünde görüş beyan eden George Soros,
Türkiye’ye yapacağı ek yatırımlara paralel olarak, kendi potasındaki isimlere yapacağı yönlendirmeleri de
Türkiye için önemli bulmaktadır. 2003’te Soros’a ait İnvestment Capital’in Yudum ve Sırma markaları
altında ayçiçeğiyle mısırözü üreten Unikom’a ortak olması ve o tarihte Türkiye’nin Komili Zeytinyağları’na
yapılan yatırımların süreceğinin kaydedilmesi ise tamamıyla bir “temel atma” dır. 2003’te gerçekleşen
Abdullah Gül – George Soros görüşmesi de yine bu “temel atma projesi”nin bir parçasıdır.
Peki şimdi ne olacak?
Soros’un “klasik açılımlar”ında izlediği modeli tekrar bir hatırlayacak olursak, belki bu soruyu
yanıtlamak daha kolay olacaktır...

Önce “ekonomisi istikrarsız bir ülke” bulunur.

Ardından çeşitli alanlarda “büyük yatırımlar” yapılır.

Sonra “spekülasyonlar” ın ve tabii Soros’un ziyaretleri yoğunlaşır.

Ardından da “büyük vurgunlar” dönemi başlatılır.
Sonuçta ise dünyanın en büyük şirketleri de Soros’un izinden gittiğinden, borsanın karıştırıldığı söz
konusu ülkenin ekonomisi çökme noktasına taşınır ve devlet teslim alınır!...
VE... “SOROS’UN TÜRKİYE ÇIKARTMASI”NDA “OPERASYON TAKVİMİ”
İlk Müdehale Haziran’da!
Soros’un gerçekleştirmeye bir hayli alışkın olduğu “ekonomik vurgunlar“ ve “rejime yönelik basınç
operasyonları“nın deneneceği “yeni laboratuar“ belirlendi. “Yeni denek“ Türkiye! Olacaktır. Haziran’da
gerçekleştirilen Türkiye Ziyareti ise operasyon takviminin başlangıcıdır!...
Diplomatik dil açısından ABD Başkanı George Bush’dan henüz bir randevu alamamış olan
Erdoğan’ın olası Amerika Ziyareti ise, sadece “temiz hava almaya yönelik bir uluslararası gezinti“
olacaktır...
3 Kasım 2005’e Kadar “Yoğunlaştırılmış Program”
3 Kasım 2005 Tarihi’nde, 3 Kasım 2002 Seçimleri ve “sihirli değnek yöntemi” ile “hükümdar”
konumuna getirdikleri “iktidar”ı “oyuncu değişikliği kararı”ndan kesinkes haberdar etmeyi planlayan
Global Hegemonlar; bu tarihe kadar deney zemini olarak belirledikleri Türkiye’de “ekonomik, siyasi, etnik
ve sosyal kaosu tetikleyecek olan yoğunlaştırılmış bir program”ı işleme koyacaklardır.
205
“Tedavüldeki para miktarını azaltarak ekonomik dengelere yapılacak müdahale” sonrasında
piyasada yaratılan “durgunluk”; beraberinde “işsizlik”, “hırsızlık”, “kapkaç” gibi “sosyal patlamaya
kapı açıcı olgular”ı getirecek ve “ekonomi piyasasına yönelik temizlik operasyonu” bu “kaos
ortamı”nda daha kolay yoldan gerçekleştirilmiş olacaktır. (Aslında ekonomide “bahar havası görüntüsü”
vermeye çalışanların tüm “kamuflaj çalışmaları”na rağmen süreç içinde kuvvetlendirilecek olan bu
kartların, içinde lununduğumuz dönem itibarıyla piyasaya sürülmüş olduğunu görmek de hiç zor değildir.)
Bu temeller üzerinde öncelikle Ankara, İstanbul, İzmir, Mersin gibi büyük şehirlerde sonuç veren
“simülasyon çalışmaları”, daha sonra ülke genelinde sonuç verir hale gelecek ve “etnik kışkırtmalarla
desteklenen 12 Eylül’ü andırır bir silahlı çatışma dönemi” yaratılacaktır.
3 Kasım’da “İktidar”a “İhtarname”
3 Kasım 2005 Tarihi ise Başbakan Recep Tayip Erdoğan ve “vefalı çalışma arkadaşları” için
oldukça “sürprizli bir tarih” olacaktır. Zira bu tarihte, tam üç yıl önce oturma şerefine nail oldukları “iktidar
koltuğu” kendilerinden geri istenecektir..!
Yani gizli ültimatom, sihirli medya marifetiyle muhataplarına
duyurulacaktır!..
Ve sanırız, bu sert tavrı haketmeyen isimlerin en başında da “tarihi başarılar”ı ile adından sıkça söz
ettiren, Ekonomi Bakanı Ali Babacan olacaktır!
“Hükümet”e 45 Gün Mühlet
Sözkonusu “ihtarname” ile “istifa”ya çağırılan “hükümet yetkilileri”ne “45 günlük bir süre”
verilecek ve bu süre içinde “düşürme işlemi” için uygulanacak “yıpratma kampanyası”nın da baskısı
arttırılacaktır.
Sonuçta “vezir etmek” de, “rezil etmek” de, “küresel irade”nin kararıdır. İktidarlar, Siyonist
merkezlere itaat konumundadır.
Yüce Divan Süreci ve Medyatik Saldırılar
3 Kasım gibi “manidar bir tarih”te aldığı “ikaz”la istifaya zorlanan AKP Hükümeti ise ilk etapta bu
talebe karşı çıkmaya çalışacak ve kuvvetle muhtemel dozunu arttıracağı “milliyetçi söylemler”le halkı
arkasına almaya uğraşacaktır. Ancak zamanında “Mazlum Tayip” rolünü başarıyla “siyasi rant”a çeviren
Erdoğan’ın bu “kasırga” karşısında muvaffak olma şansı kalmayacak ve hem kendisi, hem de “kabine
üyeleri” “medya destekli yoğun bir yıpratma kampanyası” ile baş başa bırakılacaklardır. Sonuçta
“rüzgarın arkadan esme faslı” tarih olduğundan, bu zorlu süreçle yüzleşmek zorunda kalmaları da hayli
doğal bir netice olacaktır.
“Medya destekli yıpratma kampanyası”nın en güçlü ayağını ise yoğunlaştırılan “Yüve Divan
Süreci” oluşturacaktır. Biriktirilen “yolsuzluk kartları” süratle piyasaya sürülecek ve “hükümeti düşürme
süreci” hızlandırılacaktır. (Dış güçlerin hedefi, milli cepheden önce davranmak ve dizginleri elinde tutmaktır.)
Zaten bu “geniş ölçekli planın pusulası konumunda yer alan Soros”un Gürcistan, Kırgızistan ve
diğer “dünya laboratuarları”nda gerçekleştirdiği “başarılı deneyler”in “medya kuşatması ayağı”na
bakılırsa; 1991’de bağımsızlığını ilan eden Kırgızistan’ın ilk cumhurbaşkanı olan Aksar Akayev’e ve
1990’da bağımsızlığını kazanan Gürcistan’ın 1995’ten sonraki cumhurbaşkanı Edvard Şevardnadze’ye
uygulanan “medyatik komplikasyonlar”da çok büyük benzerlikler olduğu açıktır.
Zira sözkonusu coğrafyanın kriterlerine kıyasla oldukça modern bir lider konumunda olan
Kırgızistan’ın devrik lideri Aksar Akayev’e uygulanan “kuşatma stratejisi”, “Akayev’i karalama
döneminde
aniden
muhalefet
plağı
çalmaya
başlayan
medya”
desteği
ile
oldukça
büyük
işlevbaşarmıştır.
Edvard Şevardnadze’nin yerine Columbia Üniversitesi mezunu Mihail Saakaşvili’nin getirilmesine
sebep olan “Gürcistan’daki Kadife Devrim”de etkin roller üstlenen Özel Rustavi - 2 Televizyonu ve
206
Gençlik Örgütü Kmara ise; yine Soros Vakıfları tarafından finanse edildikleri de unutulmamalıdır.
İntihara Zorlanan T.B.M.M.
Yaratılan “çok boyutlu kaos ortamı” ve “iktidarı düşürme operasyonu” ile temel amaçlardan biri
olan “rejim değişikliğine yönelik zorlamalar” ise yürütülen planın en önemli halkalarından birini
oloşturmaktadır.
Uzun zamandan beri “küresel planlar” dahilinde “daha geniş bir manevra alanına sahip olmak” ve
“daha az enerji tüketmek” adına başta İngiltere olmak üzere çığırtkanlığı yapılan “başkanlık sistemi” ise
tekrar gündeme getirilecek ve “geniş vaadede dikkatle hazırlanmış olan siyasi seçeneksizlik ortamı” bu
“zorlamayı destekleyici bir koz” olarak kullanılacaktır.
TSK ve Emniyet’te “Pasifizasyon”
Tüm bu sıcak gelişmelere paralel; gerek “dış politika konusunda şantaj malzemesi yapılan
konular” gerekse geçmişte Çevik Bir örneğinde yaşandığı gibi “TSK içinden kurulan bağlantılar”
doğrultusunda pasifize edilen “ordu gücü”, kurulan oyunun bozulmasını engelleyecek ve TSK’da geçerli
olan “müdahale edememe hali” Emniyet Teşkilatı için de geçerli hale getirilmeye çalışılacaktır.
“Hükümet” Düşüyor! “Rejim” Zorlanıyor!
En küçük bir problem karşısında bile “panik atak belirtiler” göstermesine alışık olduğumuz hükümet,
yürütülen bu “matematik hesaplara dayalı plan” dahilinde son bir hareketlenme ile “popülist söylemler”e
yüklenip direnç göstermeye çalışsa da uzun müddet mukavemet gösteremeyecek ve kendisini “iktidar
koltuğu”na taşıyan güçlerce iktidardan indirilecektir.
DYP ve MHP gibi “iktidara alternatif olması beklenen partiler” üzerinde uzun süredir yürütülen
“dağıtma çalışmaları”nın bir sonucu olarak ortaya çıkan “siyasi seçeneksizlik” ortamı ise “rejimi
değiştirme amacında olan küresel teşkilat”ın işini kolaylaştıracak ve “dayatılmak istenen modellerin
sisteme sokulması adına girişimler” başlatılacaktır.
Ve Oyuncu Değişikliği…
Ve tüm bu “emperyalist kurgu”nun neticesinde ise “ekonomisi vakumlanarak hizaya getirilen
Türkiye”nin başına “Uluslararası Ekonomideki İftihar Kaynağımız Kemal Derviş” ya da “NATO’nun
Afganistan’daki Kıdemli Sivil Temsilcisi Hikmet Çetin” gibi uzun süredir üzerlerine “global yatırımlar”
yapılarak istenen kıvama eriştirilen isimlerden biritaşınacaktır!.
SESAR UYARIYOR!
“Tarihin kaydettiği sevimsiz gelişmeler” ve “kılavuz gerektirmeyen kaygı verici görüntüler”
eşliğinde konuşmak zorunda olduğumuz şu günlerde;
“Türk Halkı’nı sağlıklı bilgilerle donatarak ülke çıkarları doğrultusunda yönlendirmeyi amaç
edinen bir düşünce kuruluşu” olarak tüm Türkiye’yi ve ilgilileri UYARIYORUZ!
Türkiye üzerine yapılan böylesi “karanlık planlar” “ülke içindeki işbirlikçiler” üzerinden
yürütülürken ve Türkiye Cumhuriyeti adeta “eski bir tarihi unsur” haline getirilmeye çalışılırken;
a-“Kamuoyu üzerinden yürütülen sanal gündem oluşturma kampanyaları”na kapılmamalıdır…
b- Anayasal organların pasifizasyonu çerçevesinde İki yıldır sessiz kaldıktan sonra son
dönemde G.A.T.A, Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral İlhami Erdil ve çeşitli kuvvet komutanları
ile ilgili yolsuzlukların üzerine gitme kararı alarak yargılamalara izin veren Genel Kurmay Başkanı Hilmi
Özkök’e, TSK’nın ağzından son dönemde kamuoyuna pompalanmaya çalışılan “küresel iradenin
engellenemez gücü karşısında eğilmek”e dönük “fazla yuvarlak (global) söylemler”e yeterince dur
demeyip kendisi de bu söylemlerin bir parçası haline geldiği için tepki koyulmalıdır… Zira “kendi içimizi
207
temizlemeden asıl fonksiyonlarımızı yerine getirme şansımız yoktur” türü mazeret üretmeye yönelik eylemler,
eleştirilmeyi çoktan hak etmiş bulunmaktadır.
c- Sözkonusu süreç sonunda ekonomisi tamamen baltalanarak köşeye sıkıştırılacak Türkiye’yi, “kilit
ülke” konumunda olduğu “Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi’nde “Siz olsanız da olur
olmasanız da!” diyerek “psikolojik unsurlar”la kıskaca almaya çalışan “diplomatik tuzaklar”a
takılmamalıdır
d- “Küresel söylem”i destekleyerek; kitleleri, destekledikleri yabancı sermayelerden gelen “küresel
ödüller” hatırına yanlış bilgilendirmeye devam eden “bilinçli propagandistler” ile yaratılan “yapay
gündem”e kapılıp modaya uyarak güya bilgilendiren Mehmet Ali Birand, Cengiz Çandar, Mehmet Barlas,
Ertuğrul Özkök, Hadi Uluengin, Fatih Altaylı, Cüneyt Ülsever, Deniz Gökçe, Asaf Savaş Akad, Ercan
Kumcu ve Mahfi Eğilmez gibi “küresel kalemler”e aldanmamalıdır!..
e- “Küresel Baronlar’ın ağır saldırısı altındaki Türkiye”nin başbaşa bırakıldığı “anayasal
organlara yönelik iç boşaltma girişimleri”ne seyirci kalınmamalıdır! Yargıtay ve Danıştay ile birlikte TSK,
MİT, YÖK, RTÜK ve Cumhurbaşkanlığı’na yönelik “pasifizasyon çalışmaları” ile “bu planları gölgeleme
gayreti içinde olan hükümet’e” tavır koymalı ve uyanık davranmalıdır!
VE OSMANLI’NIN SON DÖNEMİNDEKİ BATI MERAKLISI PAŞALARLA YÖNETİMDEKİ İTTİHATCI
İŞBİRLİKÇİLERİN SONLARI İLE MİLLİ MÜCADELE DÖNEMİ’NDE HIYANET-İ VATANİYE KANUNUNA
PARALEL KURULAN İSTİKLAL MAHKEMELERİ’NDE YARGILANANLARIN TARİHİ AKIBETLERİ
UNUTULMAMALIDIR..!110
Türkiye’yi, Büyük İsrail’in bir eyaleti ve Soros’ların sömürge semti yapmaya yönelik bu gafle ve
hıyanet girişimlerinin, Kuvay-ı Milliye cephesi tarafından hangi hayırlı değişim ve devrimlere vesile ve
vasıta yapılabileceği de, hesaba katılmalıdır.
110
Sesar / 24 05 2005
208
EKONOMİK VE SİYASİ KRİZE DOĞRU
26 Haziran 2004 Tarihli Milli gazete’nin yıldızlı yazısının başlığı oldukça önemli ve anlamlıydı…
“Türkiye’de Ekonomik kriz var mı, yoksa kapıda bekliyor mu?
Aslında cevabını da kendi içinde saklayan bu soru:
a- Türkiye’de bir ekonomik krizin zaten yaşandığını,
b- Sadece şişirme rakamlarla suni bir tablo gösterilip vatandaşın yanıltıldığını,
c- Ama bu şişirme balonun her an patlamaya biraz daha yaklaştığını,
d- Amerika’nın, büyük İsrail hayaline ve kendisinin dünya hakimiyetine hizmet için işgal ettiği Irak’ı
fiilen parçalaması karşısında, Türkiye’nin ve özellikle Silahlı Kuvvetlerin tepkisinin ne olacağının
konuşulduğu bir toplantıda “Yaklaşan ekonomik ve siyasi krizler sonrasında AKP’nin geleceği”nin
de özellikle gündeme taşınıp tartışıldığını,
Ortaya koymaktaydı…
3 Kasım 2003’ten bu yana sisteme giren kaynağı belirsiz para 12 milyar doları buldu
Kriz kapımızı çalıyor
Sistem dışı kaynak çıkışı ile finansal krizler arasında nedensel bir ilişki bulunuyor. Türkiye’nin
geçtiğimiz son on yılda yaşadığı finansal krizler kaynak çıkışı dönemine rastlıyor. 1994 Nisan krizi
ekonomiden net kaynak çıkışının olduğu dönemde, 1998 Ekim, 2000 Kasım-2001 Şubat krizleri de yine
kaynak çıkışının başladığı ve hızlandığı bir evrede yaşandı. Türkiye şimdi yine böyle bir tehlike ile karşı
karşıya. 3 Kasım 2003’ten bu yana sisteme giren kaynağı belirsiz para 12 milyar doları buldu. Büyük bir kriz
her an kapımızı çalabilir.
Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkan Yardımcısı Baki Alkaçar tarafından hazırlanan “Sistem
Dışı Kaynak Hareketi” başlıklı çalışmaya göre 3 Kasım 2003 seçimlerinden bu yana ekonomiye giren
paranın kaynağı belli değil. Türk ekonomisine sistem dışı kaynak Mart 1994’ten itibaren girmeye başlamış.
Ve bu kaynak girişi 1998’e kadar devam etmiş. Yani; Türk ekonomisinin yükselişte olduğu bir dönemde. Bu
kaynağı belli olmayan para 1998’den sonra dışarıya kaçmaya başlamış, 2001 krizi ile tamamen ülkeyi terk
etmiş.
Veriler, Ekim 2001- Kasım 2002 döneminde yatay seyreden kaynak hareketinin yeni bir çevrimin
çıkışına başladığını gösteriyor. Bugün Kasım 2002 tarihinde başlayan bir başka çevrimin çıkış aşamasında
bulunduğumuz anlaşılıyor. Alkaçar, sistem dışı kaynak miktarının 10 milyar doların üzerinde olduğunu
belirtiyor. Kasım 2003’ten başlayarak yeniden sisteme giren kaynak miktarının 2003 yılı Aralık ayı itibariyle
12 milyar dolar civarında olduğunu söyleyen Alkaçar’a göre finansal krizler kaynak çıkışı dönemine rastlıyor.
Hatırlanacağı gibi 1994 Nisan krizi, kaynak çıkışının olduğu, 1998 Ekim, 2000 Kasım ve 2001 Şubat krizleri
de yine kaynak çıkışının olduğu ve hızlandığı bir dönemde yaşandı.
Türk ekonomisinde bir sistem dışı kaynak akımı var ve bu çevrim biçiminde hareket ediyor. Son on yıla
ilişkin ödemeler dengesi aylık verileri Türk ekonomisine sistem dışı bir kaynağın Mart 1994 tarihinden
başlayarak girdiğini ve bu kaynak girişinin Temmuz 1998’e kadar sürdüğünü ortaya koyuyor.
Nisan 1994 krizi, çevrimin dip noktasında gerçekleşti. Kriz öncesinde Türkiye’nin kredi notunun
düşürülmesi de kaynak çıkışı dönemine rastlıyor. 2000 Ekim ve 2001 Şubat krizleri de kaynak çıkışı
dönemine rastlıyor. İlginç olan nokta, kaynak akımının krizlerin çok öncesinde negatife dönmüş olması. Bu
da, kaynak akımının tersine dönmesiyle krizler için uygun bir zeminin oluşmaya başladığını düşündürmekte.
Bir başka deyişle, sistem dışına kaynak akışı Türk ekonomisini kırılgan duruma sokmakta ve sistem içine
giriş de ekonomiyi güçlendirmekte. Sistem dışı kaynağın Ekim 2001-Kasım 2002 dönemine kadar sistemden
çıktığı gözleniyor. Böylece dip-zirve-dip formasyonunda, Mart 1994-Temmuz 1998-Kasım 2002 olarak bir
çevrimden söz etmek mümkün görünüyor. Bugün, Kasım 2002 tarihinde başlayan bir başka çevrimin çıkış
aşamasında bulunduğumuz anlaşılıyor.
Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) tarafından yapılan araştırmaya göre, Mart 1994-
209
Temmuz 1998 döneminde sistem dışından sisteme giren kaynağın miktarı 10.2 milyar dolar. Temmuz 1998Ekim 2001 tarihleri arasında sistemden çıkan miktar ise 8.6 milyar dolar. Kasım 2002 tarihinden 2003 yılı
sonu itibariyle sisteme giren sistem dışı kaynağın toplamı da 9.5 milyar dolar.
DTM’den risk uyarısı
Dış Ticaret Müsteşarlığı (DTM) büyüyen cari açık, iç ve borç stoku ile birlikte FED’in faizleri
artırmasının ekonomiyi etkileyecek riskler arasında olduğunu belirtti.
Mayıs ayında ‘çekirdek enflasyon’ olarak bilinen imalat sanayi enflasyonunun, TÜFE ve TEFE’den
biraz daha yüksek çıkmış olmasının, ‘TEFE’deki artış oranının önümüzdeki dönemde daha yüksek
çıkabileceğini düşündürdüğü’ kaydedildi.
Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın Ekonomik Görünüm Değerlendirmesi’nde,Merkez Bankası beklenti
anketlerinin, ekonomik birimlerin enflasyon beklentilerinin, hükümetin yıl sonu hedefiyle uyumlu olduğunu
gösterdiği ifade edildi.
Yılın 5 ayında faizlerdeki düşüşün de etkisiyle, tüketici kredileri ve kredi kartı harcamalarında önemli
artışlar olduğuna dikkat çekilirken, tüketimle birlikte üretimin de hızlı artmakta oluşunun, yüksek talebin
enflasyon baskısı yapma ihtimalini azalttığı kaydedildi.
Borç stoku büyük risk
Bu arada değerlendirmeye göre ekonomik istikrarı etkileyebilecek riskler, büyüyen cari açık, ABD
Merkez Bankası’nın faizleri artırması ve GSMH’ye oranı düşmekte olsa bile hâlâ yüksek olan iç ve dış borç
stoğu olarak görülüyor. 2003 yılında cari açığın finansmanın sorun olmadığı, tersine Türkiye’ye sermaye
girişlerinin TL’nin değerlenmesine yol açtığı hatırlatılan raporda, 2004 yılının ilk aylarında cari açığın arttığı
ifade edildi.111
Sıcak para tehlikesi
Türkiye ekonomisinde geçtiğimiz yıl yaşanan yüzde 7.8 oranındaki büyüme bu yıl da hızlanarak
sürüyor. Yüksek büyüme hızının en önemli göstergelerinden olan cari açıktaki sert artışın finansmanı ve
sıcak paranın gelişine zemin oluşturan makro ekonomik hedefler 2001 krizi öncesini hatırlatıyor.
DİE’nin 30 Haziran’da açıklayacağı ilk çeyreğe ilişkin büyüme tahminleri de bunu doğruluyor. DİE’ye
göre, büyüme yüzde 8-9 civarında seyrediyor. Bu da büyümenin finansmanında Türkiye’nin yeniden kritik bir
noktaya doğru ilerlediğini gösteriyor. Ödemeler dengesi istatistiklerine bakıldığında ise ortaya daha net
rakamlar çıkıyor. 6 milyar 881 milyon dolarlık cari işlemler açığı verilen bu yılın ilk dört ayında, söz konusu
açığın karşılanması için gereksinim duyulan 5.7 milyar dolarlık finansman büyük ölçüde sıcak para olarak
nitelendirilen yabancıların portföy yatırımları ve bankalar ve özel sektörün kısa vadeli borçlarıyla finanse
edildi.
Bu tablo Türkiye’yi dış ve iç şoklara karşı daha hassas bir noktaya sürüklüyor. 1994 ve 2001
krizlerinden önceki yıllarda Türkiye’nin o zamana kadar olan tarihinin en yüksek düzeyinde cari işlemler açığı
vermiş olması ve her iki yılda da Türkiye’nin, kısa vadeli sermaye çıkışları nedeniyle ödemeler dengesi
krizlerine girmiş olması hatırlatılıyor.
‘Yalancı bahar’ ne zaman bitecek?
AKP iktidarı ise bu görüntüye aldırmadan ekonomide ‘bahar havası’nın sürdüğü izlenimini vermeyi
sürdürüyor. Ancak Türkiye, bu bahar havasını bir yerlerden hatırlıyor. 23 Ekim 2001 tarihinde dönemin
TÜSİAD Başkanı Erkut Yücaoğlu’nun IMF ile uygulanan üç yıllık istikrar programının ne kadar iyi gittiğini
anlatmak için sarf ettiği ‘10 yıl sonrasını görebiliyoruz’ sözünün ardından patlayan Demirbank krizini ve
dövizdeki devalüasyonu hatırlayanlar bugün yaşanan sürecin ‘yalancı bahar’ olduğunu açıkça görüyor.
Hükümetin ve türev piyasaların onayını alan bu süreç kabuslu günlerin bittiğini söyleyebilecek kadar güçlü bir
trend oluşturabildi mi?
Spekülasyon mu yapılıyor?
111
Milli Gazete/03 07 2004/ N. Çakmak
210
2001 krizi çıktığında dönemin başbakanı Bülent Ecevit, ‘Yabancı bankalar Türkiye’de döviz
spekülasyonu yapıyor’ açıklamasında bulunmuştu. Bu söz belki bir milat olmalıydı. Bir başbakanın ağzından
çıktığı için özellikle üzerinde durulması ve derhal üzerine gidilmesi gereken beyanat, ilgili birimlerde tepkisiz
karşılandı. 1997 Uzakdoğu ekonomi krizinin tetikleyici unsurunun sıcak paranın söz konusu ülkeleri aniden
terk etmesi olduğu noktasında iktisat çevresinde konsensüs var. Aynı fikir birliğinin 19 Şubat 2001 krizi için
de olduğunu söylemek mümkün. Şimdi şu soru akla geliyor? “Yine açığı finanse edenler kalkıp yüksek
karlarla tekrar ülkeyi terk etmezler mi?
Sıcak para önlenebilir mi?
Sıcak paranın Türkiye’ye serbestçe giriş ve çıkışını düzenleyen 32 sayılı kararnamenin evveliyatı
1989’daki Turgut Özal dönemi politikalarına kadar gidiyor. Sıcak paranın uluslararası piyasalardaki vahim
zararlarının somut hale gelmediği bu dönemde Özal, spekülatif de olsa her türlü sermayenin Türkiye’ye
girmesine izin vermişti. Üretim sektöründe değil de borsa, faiz ve bono piyasalarında faaliyet gösteren para
anlamına gelen sıcak para sisteminin başlangıçta pozitif etkileri görüldü. Hükümet dış borç ödemelerinde
döviz ihtiyacını bu sayede rahatlıkla gideriyordu. Dış ticaret dengesinde meydana gelen büyüme ise döviz
akışı sebebi ile tehlike olmaktan çıkmıştı. Fakat yaşanan acı tecrübeler ekonomik kriz dönemlerinde
sistemden çıkan dövizlerin ekonomideki krizi derinleştirdiğini ortaya koydu. Şimdi ise öne çıkan başka önemli
bir gelişme var. Kısa vadeli borçlanma... 2003 sonunda 23 milyar dolar olan Türkiye’nin toplam kısa vadeli
dış borçları, dört ayda 2.2 milyar dolar artarak 25.2 milyar dolara yükseldi. 112
Ciddi açıklar olacak
Türk ekonomisi çok hızlı büyüyor. Milli gelir hesapları daha açıklanmadı ama sanayi üretim
endekslerinde çok büyük oranda artış var. Bu da dolaylı olarak ticaret sektörünü etkiliyor. Dış ticarette de
artışlar gözleniyor. En azından ilk 3-4 ayın rakamları bu yönde bir izlenim veriyor. Ortaya çıkacak büyüme
oranları bizi şaşırtabilir, yüzde 8’i falan bulabilir. Bu son derece olumlu bir gelişme bir yönüyle ama bir de
olumsuz yönü var ekonomi bu kadar büyümeyi kaldırabilir mi?
Ekonomideki ikinci olumlu gelişmede fiyat hareketlerinde yaşanıyor. Enflasyon hızla geriliyor. Bu da
tabii olağanüstü olumlu bir gelişme. Ancak enflasyonun düşmesi de çok ilginç. Çünkü, böyle büyüme
ortamında enflasyonun düşmesi kolay gözlenen bir olay değil. Güçlü büyüme oranları enflasyonu harekete
geçirir ama enflasyon düşüyor.
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Merih Paya, ortaya çıkan rakamları
anlamaya çalışırken bu durumun sürdürülebilir olup olmadığına bakmak gerektiğini söylüyor. Paya’ya göre,
ödemeler bilançosu yılın ilk üç ayı itibariyle çok ciddi açıklar verdi. Cari açık çok yüksek. Bu haklı olarak pek
çok kişi tarafından endişeyle karşılanıyor. Paya, daha olumsuz bir noktaya temas ediyor, döviz kurlarıyla bu
açığın sürme ihtimalinin güçlü gözüktüğüne işaret ediyor. Prof. Paya, cari açık tehlikesinin yurtdışı bankalar
ve uluslararası kuruluşlar tarafından da dile getirildiğini belirtiyor.
Eylül’le birlikte kurlar harekete geçebilir
Enflasyondaki gerilemeye gelince... Paya, bunun Mayıs ayında tarım kesiminden kaynaklandığına
dikkat çekiyor. Paya, şunları söylüyor: “ Çekirdek enflasyon dediğimiz özel sektör imalat sanayindeki
gelişmeler o kadar olumlu değil. 1.8’e yaklaşan rakamlar var. Türkiye’de hem enflasyon var, hem cari açık
var. Merkez Bankası endekslerine göre Türk lirası da aşırı değerlenmiş şeklinde bir izlenim veriyor. Bu
tabloyu göz önüne aldığımızda kurlarda bir hareket olabileceği izlenimi ediniyoruz. Eylülden itibaren kurlarda
bir hareket olma ihtimali var. Dış konjonktür de bunu teyit ediyor.”
Peki kurları ne tutuyor şu anda? Paya, kurları matematiksel olarak belirlemenin çok zor olduğunu
kaydederek, “Kurun ne olacağını rakamsal olarak telaffuz etmek zor. Sadece iç ve dış enflasyon farkına
vararak bir şey söylemek de mümkün değil. Mevcut cari açığın mutlaka frenlenmesi lazım. Çünkü Türkiye’nin
ödemeler bilançosunda bu sene önemli açıklar var” şeklinde konuşuyor.
112
Milli Gazete/ 29 06 2004 / N. Çakmak
211
Türkiye’nin geçen yıldan itibaren IMF’ye net borç öder hale geldiğine dikkat çeken Paya, “Ödediğimiz
aldığımızdan daha fazla. Bu sene bu daha güçlü bir şekilde ortaya çıkacak. IMF’ye, aldıklarımızı ödeme
zamanı geliyor. Bir de cari açık var. Hal böyleyken ABD’nin faiz artırmasıyla birlikte fonların gelişmiş ülkelere
kayması ihtimali var. Bu da Türkiye’de finansman sorunlarını artıracak. Sermaye girişi yavaşlayacak. Bu
durum, cari açıkla birlikte kurlara bir hareket getirebilir. Beklenti de bu yönde ve hükümet bunu önlemeye
niyetli değil” diye konuşuyor.113
DİE, bu yılın ilk çeyreğinde büyüme hızını, “beklentilerin üzerinde” % 12.4 olarak açıkladı. Ancak
üretimden yoksun sadece ithalata dayalı olduğu görülen büyüme rakamları ekonomistleri ürkütüyor.
Hormonlu büyüme
Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE), bu yılın ilk çeyreğinde Gayri Safi Milli Hasıla'yı (GSMH - büyüme hızı)
'beklentilerin üzerinde' yüzde 12.4, Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) artışını ise yüzde 10.1 olarak duyurdu.
DİE tarafından yapılan açıklamada, 2004 yılı birinci üç aylık döneme ilişkin geçici hesaplamaya göre
Gayri Safi Milli Hasıla "cari fiyatlarla 79 katrilyon 442 trilyon 962 milyar TL, 1987 yılı fiyatlarıyla 27 trilyon 295
milyar TL oldu. 2004 yılının birinci döneminde 2003 yılı birinci dönemine oranla gelişme hızı cari fiyatlarla
yüzde 17.5, sabit fiyatlarla yüzde 12.4 olarak tahmin edildi. 2004 yılı birinci üç aylık döneminde, geçen yılın
aynı dönemine göre Gayri Safi Yurtiçi Hasıla içinde yüzde 69.1'lik payı olan özel nihai tüketim
harcamalarında sabit fiyatlarla yüzde 10.6'lık artış görülürken, bu dönemde kamu kesimi yatırımları yüzde
11.3'lük azalış, özel kesim yatırımları ise yüzde 60.6'lık artış gösterdi.
Kağıt Üzerinde Büyümek Ne İşe Yarar?
ATO Başkanı Sinan Aygün, büyümenin çarşıya, pazara yansımadığını, sadece hayali bir umut vaat
ettiğini belirterek, “büyüme dediğimiz şey, saf, dengeli, dört başı mamur ve üretime dayalı ise makbuldür.”
dedi
Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün, dün açıklanan yılın ilk çeyreğine ilişkin yüzde
12.4'lük büyüme hızının sevindirici olduğunu, ancak ithalata dayalı bir büyüme gerçekleşmiş olması
nedeniyle 'hormonlu' olduğunu bildirdi. Aygün, ''büyüme dediğimiz şey, saf, dengeli, dört başı mamur ve
üretime dayalı ise makbuldür'' dedi. Her şeye karşın, 'ikide bir tökezleyen ve mehter marşı gibi iki ileri bir geri
giden' bir ekonomi için bu büyümenin başarılı olarak değerlendirilmesi gerektiğinin altını çizen Aygün, şunları
kaydetti: ''Büyüme çarşıya, pazara yansımıyor, hayal ve umut vaat ediyor. Büyümeyi halka indiremez,
ücretlere yansıtamaz, halkın geçimini kolaylaştıramazsak, kağıt üzerinde büyümek ne işe yarar? Büyüyelim
ama halkı büyütelim, halkın zenginliğini büyütelim.''
Türkiye sözde büyüyor ama, işsizlik aynen duruyor
Bursa Ticaret ve Sanayi odası (BTSO) Başkanı Celal Sönmez, ekonomideki kırılganlığın
giderilemediğini, canlanmanın bütün sektörlere yansımadığını belirterek; "Türkiye büyüyor ama işsizlik
sorunu olduğu yerde sayıyor" dedi.
BTSO'nun 115. kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen kokteylde gazetecilerin sorularını
cevaplandıran Sönmez, işsizliğin her geçen gün büyüdüğünü kaydetti. AKP Hükümeti'ni uyaran Sönmez, dış
ticaret açığının artarak devam etmesinin döviz ve faizi tetikleyebileceğine dikkat çekti.
Ekonomide dengelerin halen oturmadığını ileri süren Sönmez, "Ekonomide çok uzun dönemler
boyunca biriken kırılganlık, tam olarak giderilemedi. Ekonomik canlanma henüz bütün sektörlere yayılmadı.
İç talep çok cılız ya da yok denecek kadar az. Haftalık 500 trilyonu aşan tüketici kredisi kullanımı 21 Mayıs'ta
159 trilyona inmiş durumda. Alın size iç talebe bir darbe daha. Faizlerdeki artış, hurda indirimi avantajının
azaltılması, bankaların tavrı, bu konuda etkili oldu" diye konuştu.
Kur ithalatı teşvik ediliyor
Sönmez, büyümenin ne işsizliğe ne de iç piyasaya bir yararı bulunmadığını ifade etti. İşsizliğin
ürkütücü boyutlara ulaştığına dikkat çeken Sönmez, "Dünyanın bir çok bölgesini kasıp kavuran yeni bir trend
113
Milli Gazete/ 30 06 2004 / N. Çakmak
212
var. İstihdamsız büyüme. Gelecekte çok duyacağımız bir kavram bu. Tuhaf ama halka fazla hayrı olmayan
bir büyüme türü bu. Çok yazık ama üniversite mezunlarımız, yabancı ülkelerde amele olmak için başvuruda
bulunuyor. Büyüme işsizliğe çare olmadıktan sonra toplumun sorunları bitmez. Büyüme hem işsizliğe çare
olmalı, hem de dış ticaret açığını hızla artırmamalı. Bir süre sonra dış ticaret açığı büyüyor, döviz ve faizler
yükseliyor ve büyüme düşüyor. Biz bunları geçmişte yaşadık. " dedi.
Nisan ayı ile birlikte dört aylık cari açık rakamının 6 milyar 881 milyon doları bulduğunu vurgulayan
Sönmez sözlerine şöyle devam etti: "Neden bu yıl satılan 100 otomobilin 71'i ithal dersiniz? Çünkü döviz
kurları yine düşük değerli, buna karşılık lira hala aşırı değerli de ondan. Bu kur hâlâ ithalatı teşvik ediyor,
ihracatı ve ihracatçıyı cezalandırıyor. Bütün bunların sonucunda yıl sonu cari açığı 10 milyar doların üstüne
çıkabilir. Yılın ikinci yarısında kurda ikinci ve daha şiddetli bir hareket olursa hiç şaşmamak gerek."
Emekliler toplumdan dışlanıyor
Emekli-Sen Genel Başkanı Veli Beysülen, işsizlerden sonra en mağdur kesimin emekliler olduğunu
söyledi. Emekliler Haftası dolayısıyla Çankaya Belediyesi Yılmaz Güney Sahnesi'nde ''Emeklilerin ve Sosyal
Güvenlik Kuruluşlarının Sorunları'' konulu sempozyum düzenlendi.
Sempozyumun açılışında konuşan Emekli-Sen Genel Başkanı Veli Beysülen, ülkenin kalkınmasında
rol almış bugünkü emeklilerin, insanca yaşayacak koşullara sahip olmadığını belirtti.
Sosyal güvenlik kuruluşlarından emekli yaklaşık 7 milyon kişinin büyük sıkıntılar içerisinde yaşamını
sürdürdüğünü ifade eden Beysülen, işsizlerden sonra en mağdur kesimin emekliler olduğunu kaydetti.
Emeklilerle ilgili kararların ve uygulamaların yalnızca yönetenlerin inisiyatifi ile belirlendiğini kaydeden
Beysülen, ''Açlık sınırının altında yaşadığımız halde, sosyal ve sağlık konularındaki sorunlarımıza çözüm
bulacak bir merci maalesef bulamıyoruz.
Muhataplarımızla ilişkilerimizi düzenleyen bir statü yasası düzenlenmemiş ve hakkımızda keyfi
uygulamalar devam etmektedir'' diye konuştu.
Veli Beysülen, emekli maaşları arasındaki farlılıkların giderilmesini isteyerek, intibak yasasının da bir
an önce çıkartılmasını istedi.
KESK Genel Başkanı Sami Evren de emeklilerin, toplumun artı değeri olduğunu belirterek, emeklilerin
tecrübelerinden yararlanılması gerektiğini söyledi.
Günümüz koşullarında, emeklilerin hayat standardının her geçen gün daha da kötüleştiğini savunan
Evren, ''Mevcut şartlarda, emekliler toplumda dışlanmıştır'' dedi.
Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK'nın birleştirilmesinin de gündemde olduğunu ifade eden Evren,
düzenlemelerin çalışanların ve emeklilerin isteklerine cevap verecek şekilde yapılması gerektiğini kaydetti.
İyileşme sokağa yansımıyor
Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç, Anadolu'yu sık sık dolaşmaya başladığını
belirterek, insanlarla birebir konuştuğu zaman makroekonomik iyileşmelerin tam anlamıyla sokağa
yansımadığını gördüğünü söyledi.
TÜSİAD YİK toplantısında gazetecilerin sorularını yanıtlayan Koç, ''Sabancı Holding, TÜPRAŞ ve
PETKİM'in özelleştirilmesiyle ilgilendiğini açıkladı. Siz ilgileniyor musunuz?'' sorusuna, ''İlgilenmiyoruz''
yanıtını verdi.
Mustafa Koç, büyüme rakamlarına ilişkin bir soru üzerine ise büyüme rakamlarının çok enteresan
olduğunu, çok iyi bir yatırım ortamı sağlanarak devam ettirilmesi gerektiğini, işsizliğe çare bulmanın yolunun
sürdürülebilir büyümeyi devam ettirmekten geçtiğini belirtti.
Diğer taraftan yatırım ortamının iyileştirilmesi gerektiğini dile getiren Koç, ''Burada sayın Bakanımızın
dediği gibi yabancı veya yerli sermaye demek yerine uluslararası sermaye demekte yarar var. O bakımdan
eğer özendirici bir yatırım ortamı sağlanırsa bu, istihdamı da artıracaktır'' diye konuştu.
Yeni zamlar yolda
Akaryakıt ve LPG ürünlerine IMF'ye verilen gizli taahhütname çerçevesinde yüzde 4.62 ile yüzde 5.31
oranında zam yapan AKP hükümeti, doğalgaz ve sigara zammına hazırlanıyor. Bir buçuk ayda akaryakıta
213
ikinci zammı yapan hükümet, uzun zamandır bekletilen doğalgaz zammını bugün yapacağı öğrenildi.
Zammın akaryakıt zammı gibi yüzde 5 olacağı ifade edildi. Hükümetin sigaraya zam için bir süre daha
bekleyeceği kaydedilirken, Ağustos ayında bu zammın da kaçınılmaz olacağı bildirildi.
AKP hükümeti, Nisan ayında IMF'nin onayladığı niyet mektubunda 'gerektiğinde maktu vergiler
ayarlanır' taahhüdüne yer verdi. Anlayış mutabakatı başlıklı gizli taahhütnamede hükümet, 'bu vergiler toptan
eşya fiyatı kadar artırılır' görüşünü benimsedi. Bu 'anlayış mutabakatı'na rağmen Enerji Bakanı Hilmi Güler
başta olmak üzere bazı bakanların geçtiğimiz günlerde "akaryakıta zam yok" açıklamasında bulunmuş
olması dikkat çekti. İlk beş aylık toptan eşya enflasyonu yüzde 9.3, geçen yıl aynı ayına göre mayıstaki artış
oranı ise yüzde 9.7 olunca, ilki mayısın üçüncü haftasında diğeri de önceki gün yapılan yüzde 5'lik iki ayrı
zammı tüketiciye yansıttı.
IMF ile Haziran ayında yapılan 8'nci Gözden Geçirme çalışmaları çerçevesinde de akaryakıt
ürünlerinden alınan ÖTV gelirlerinde düşüş tespit edildi ve zam yapılması talebi gündeme geldi. IMF'yle
yapılan çalışmada petrol ürünlerinden alınan ÖTV gelirlerinde yaklaşık 300 trilyon liralık bir gerileme olduğu
tespit edilmişti. Önceki gün yapılan zam da ÖTV oranlarının artışı ile sağlandı.
“Farkı kapatmak için zam yaptık”
Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun, halen akaryakıt fiyatlarına sübvansiyon yapıldığını, o farkı
kapatmak için de zam yapmak durumunda kaldıklarını söyledi.
Bakan Coşkun, ''akaryakıt fiyatlarındaki farkı kapatmak için zam yapmak durumunda kaldık, aksi
takdirde başka bir yere vergi koymak gerekirdi'' dedi.
Doğalgaza zam yapılıp yapılmayacağına ilişkin soru üzerine, ''Arkadaşlar çalışıyor, henüz kesin bir
karar yok'' diyen Bakan Coşkun, şeker fiyatlarındaki artış konusunda da şunları söyledi: ''Pancara ilave fiyat
verildi, işçi ücretleri arttı, maliyetler arttı. Ancak bu artışları devamlı zamla karşılamak mümkün değil, Artık
verimliliği artırmak lazım.''114
Vergi sistemindeki adaletsizlik, dürüst iş yapan esnaf ve işadamların da kayıt dışına zorluyor.
Yolunacak tarafımız kalmadı
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Kaya Ardıç, Türkiye’de devletin
‘kümesteki kazları’ devamlı yolduğunu belirterek, “Yakalayabildiğinden vergi alıyor. Halbuki Türkiye’de bir
vergi potansiyeli var. Vergi yükü dediğimiz, yani toplanan vergilerin milli gelire oranı, Avrupa Birliği ülkeleri ve
dünya standartlarıyla karşılaştırıldığında çok yüksek değil. Yani, vergi yükümüz çok aşırı bir yük değil.” diye
konuştu.
Ardıç, “Nerede aşırı yük oluşuyor?” sorusuna ise şu cevabı veriyor: “Vergi verenler, gerçekten çok
veriyor. Vermesi gereken bir kesim, vergi dışı kalıyor. Vergi tabanını devlet yayamıyor. Esnaf, sanayici ile
birlikte bordro mahkumları denilen, vergi kaçıramayacak olan, sizler bizler gibiler çok vergi veriyor.”
Dolaylı vergilerin ağırlığından şikayetçi olan Ardıç, “Vergi kompozisyonunda vergilerin dolaylı ve
doğrudan vergiler diye kabaca iki kategoriye ayırdığımız zaman, bunun doğal bir yapısı, normal bir dağılımı
olması gerekir. Dolayısıyla doğrudan vergiler değil, dolaylı vergiler. Yani, bir malı satın alırken, tüketirken
ödediğimiz vergiler çok ağırlıklı. Bu da tabi vergi adaleti açısından çok tartışmaya açık bir konu. Çünkü, sizin
geliriniz 100, benimki sizin beş kat altında, bu pek adaletli bir şey olmasa gerek.” şeklinde konuştu.
Oranlar düşürülmeli, tabana yayılmalı
Ardıç, herkesin geliriyle orantılı vergi ödemesi ilkesi baz alındığında doğrudan vergiler nedeniyle bir
şahsın; “benim arabam varsa, taşıt vergisi ödemem, evim varsa emlak vergisi ödemem” demesinin gayet
doğal olduğunu savunarak, “Burada devletin yapması gereken vergi matrahını tabana yaymaktır. Vergi
oranlarını artırmak değil, düşürmektir. Devlet vergi gelirlerini artırabilmek için vergi oranlarını artıyor. Bu yolla
da daha çok vergi geliri elde etme yoluna gidiyor.” ifadelerini kullandı. Ardıç, devletin yapması gerekenleri ise
şöyle anlattı: “Esas yapılması gereken vergi vermeyenlerin vergilendirilmesi, vergi verenlerin de oranlarının
114
Milli Gazete / 01 07 2004 / Ekonomi
214
düşürülerek tabana yayılmasıdır. Böylece daha çok vergi geliri elde etmek mümkündür. Niye yapamıyor
bunu devlet? Şimdi bu işte diyorlar ki, kayıt dışı ekonomi bir yerde ‘altın yumurtlayan tavuk’ gibidir. Bunun
fazla üzerine giderseniz, altın yumurtlayan tavuğu kesmiş olursunuz, böyle bir bakış açısı, böyle bir yaklaşım
da var. Ben buna çok katılmıyorum ama bir doğru tarafı da var, az ölçüde de olsa.”
Vergi denetimlerinin yapılış tarzını da eleştiren Ardıç, “Biz vur denilince öldürmeye alışmışız. Bir
işadamının, bir esnafın başına gidip dikiliyorsun, dolayısıyla öyle bir kontrol, denetim yapacağım diye öyle bir
süreç oluşturuyorsunuz ki adamın çalışmasını engelliyorsunuz. Buna da gerek yok. Ama gidin lüks bir
lokantaya, sabahleyin otursun vergi denetim memuru, akşam kapanana kadar görsün hasılatı... Çıkartsın
rakamları baksın. Ne vergi vermiş bu işyeri.” değerlendirmesinde bulundu.
Vergi aynı zamanda siyasi bir konu
Ardıç, “Vergi sadece ekonomik bir konu değil, siyasi bir konudur” diyerek, şu öngörülerde bulundu:
“Hükümetleri destekleyen bir takım güçlü finans çevreleri kendileri için belirli bir takım şeyleri empoze etmek
isterler. Vergi vermeyen çok geniş bir kesim var. Vergi vermek onların işine gelmiyor. Dolayısıyla öyle bir
vergi sistemi kurmak gerekir ki, yani, vermeyenlerden almak ve verenlerden daha az almak gerekiyor.
Dolayısıyla vergi konusunda yapılması gereken bence önemli, çok acil bir sorun var önümüzde. Bu vergi
sistemini, reform ve vergi devrimi diye nitelendiriyorlar ama sonunda dağ fare doğuruyor. Bugün taşıt
vergimi, emlak vergimi ödemek için vergi dairesine gittiğimde kuyruklarda bekliyorum. Deyim yerindeyse,
sürünüyorum. Halbuki benim çay kahve ikram edilerek, devlete vergi verdiğim için çok iyi koşullarda
ağırlanmam gerekir. Bu işlemlerin de bu kadar karmaşık olmaması gerekir. Basitleştirilmeli. Oranlar
düşürülmeli. Eğer bir işadamı zarar ediyorsa, samimi olarak ve dürüstçe bunu kanıtlayabiliyorsa, ondan vergi
alınmamalı. Zarar eden insan niçin vergi versin? Olacak şey mi, diyor. Hakikaten olacak şey değil.” 115
Günden güne eriyoruz
Türkiye Kamu-Sen’in yaptığı bir araştırmada yoksulluk sınırı 1 milyar 677 milyon lira, açlık sınırı ise
609 milyon lira olarak belirlendi.
Türkiye Kamu-Sen Araştırma Geliştirme Merkezi’nin Mayıs ayı asgari endeks sonuçları açıklandı.
DİE’den alınan Mayıs 2004 fiyatlarına göre yapılan araştırmada çalışan tek kişinin yoksulluk sınırı 796 milyon
lira olarak belirlenirken, dört kişilik bir ailenin asgari geçim haddi ise 1 milyar 677 milyon 228 bin lira olarak
tespit edildi. Çalışan tek kişinin açlık sınırı 609 milyon 804 bin lira olarak açıklanırken, dört kişilik bir ailenin
asgari geçim haddinin bir önceki aya göre yüzde 1.1 oranında arttığını gösterdiği de bildirildi. Ayrıca yapılan
araştırmaya göre, 4 kişilik bir ailenin sağlık kuruluşlarının belirlediği şekilde sağlıklı beslenebilmesi için
gerekli harcamanın Mayıs 2004 verilerine göre günlük 13 milyon 597 bin 69 liraya yükseldiği belirtildi.
Ailenin aylık gıda harcaması ise 407 milyon 912 bin 70 lira oldu. Mayıs 2004 itibari ile ortalama 646
milyon lira ücret alan bir memurun ailesi için yaptığı gıda harcaması maaşının yüzde 63.14’ünün oluşturduğu
vurgulanırken konut giderinin ise DİE verilerine göre Mayıs 2004 ortalama maaşın yüzde 34.32’sinin
oluşturduğu kaydedildi. buna göre bir memurunun ortalama maaşının yüzde 97.46’sını gıda ve barınak
harcamalarına ayırmak zorunda olduğu ortaya çıkarken diğer ihtiyaçları için ise maaşının yüzde 2.54’ünün
kaldığı ifade edildi.
Araştırmaya göre, Türkiye’de 4 kişilik bir ailenin ortalama gıda ve barınma gideri toplamı Nisan ayında
617 milyon lira iken Mayıs 2004 itibari ile 629 milyon liraya ulaştı. Ortalama ücretle geçinen bir memur
ailesinin ulaşım, sağlık, eğitim, haberleşme, giyim gibi diğer zorunlu ihtiyaçlarını karşılaması için maaşından
geriye yalnızca 16 milyon lira kaldığı belirtildi.
“Kriz geliyor, Keriz gülüyor.”
AKP’nin hali Avrupalı bir yazarın hikayesini hatırlatıyor:
“Avrupa Ortaçağında bir kralın 4 tane kızı olmuş. Yaşlı kral kendisinin yerine geçecek bir erkek çocuğu
olmadığı için de oldukça üzgünmüş. Kraliçe hanım, beşinci kez hamile kalınca kral hem ümitlenmiş hem de
115
Milli Gazete/ 12 06 2004 / Ekonomi
215
tehditler savurmuş, “eğer bir daha kız doğurursan seni ve bütün nedimelerini kılıçtan geçireceğim”.
Günler günleri kovalamış ve doğum vakti gelmiş. Kral dışarıda heyecanla bekliyor, ama içeride doğum
sancısı çeken kraliçe ve ölüm sancısı çeken nedimeler ecel terleri döküyor. Doğum gerçekleşmiş ve kraliçe
bir kız çocuğu daha dünyaya getirmiş! Etraftakiler şok içerisinde bakarlarken, nedimelerden biri çocuğu
hemen alıp iyice kundakladıktan sonra koşarak krala gitmiş, “müjde efendim nur topu gibi bir oğlunuz oldu”
diyerek herkesi sevindirmiş!..
Kral sevincinden ne yapacağını şaşırmış. Kırk gün kırk gece eğlence ve kutlamalar yapılmış. Artık
rahatlayan kral, tek oğlunun (!) çok iyi bir şekilde yetişmesi için elinden gelen her türlü tedbiri de almaya
başlamış!..
Çocuk biraz büyüyüp laftan anlayınca, anne kraliçe durumu kızına anlatmış, yalvarmış ve bu oyunu
aynı şekilde sürdürmesi için çocuğu ikna etmiş.
Kralın oğlu (!) tahsil yapmış, ok atmış, kılıç sallamış, büyümüş ve yıllar sonra kraliyeti devralacak çağa
ulaşmış. Babası son görev olarak, biricik oğlunu (!) komşu kralın kızı ile evlendirmeye karar vermiş. Kızı
beğenmişler, istemişler, almışlar ve düğün hazırlıkları başlamış.
Vakit gelmiş ve kilisede nikahları kıyıldıktan sonra, düğün merasimi ve neticede genç çifti evlerine
uğurlamışlaaar!..
İşte tam bu noktada, bu hikayeyi anlatan yazar şöyle bir not düşer;
“Ey okuyucu, ben böyle bir hikaye başlattım ve buraya kadar getirdim. Ancak bundan sonra ne
yazacağımı bir türlü bilemedim. Ne düşünsem olmuyor. Ben de hikayeyi böylece burada bitiriyorum. Ben
buraya kadar getirdim, bundan sonra siz nasıl istiyorsanız o şekilde geliştirin. Benden bu kadar!” 116
Devlet eliyle ithalat lobisi
İstanbul Ticaret Odası (İTO) Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Yıldırım, İthalatçı Birlikleri kurulması ve
üyelik zorunluluğuna tepki gösterdi. Yıldırım, İthalatçı Birlikleri’nin, “yeni ikbal koltukları oluşturacağını”
belirtti.
İstanbul Ticaret Odası (İTO) Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Yıldırım, İthalatçı Birlikleri’nin, “yeni ikbal
koltukları oluşturacağını” belirterek, “Bu koltuklar, o dar çevrelerin dışında hiçbir kimseye, ülkenin hiçbir
menfaatine hizmet etmeyecek, aksine, ithalat lobilerinin oluşması sonucunda, ithalattaki büyümeye yeni
boyutlar getirecektir” dedi.
İTO Başkanı Yıldırım, yaptığı yazılı açıklamada, İthalatçı Birlikleri’ne karşı çıktıklarını bildirdi.
İthalatçılar işlerini yapamayacak
İthalatçı Birlikleri kurulması ve üyelik zorunluluğunun, “Durduk yerde devlet zoru ile ithalat lobileri
oluşturulup orta ve uzun vadede ithalatın önünün tamamen açılması” sonucunu yaratacağı görüşünü dile
getiren Yıldırım, 2002 yılında yayımlanan bir kararname ile kurulması gündeme gelen İthalatçı Birlikleri’nin,
üyelik zorunluluğu ile ilgili maddesinin 5 Temmuz 2004 tarihinde yürürlüğe gireceğini ve bu tarihten sonra
birliğe üye olmayan ithalatçıların işlerini yapamaz hale geleceğini kaydetti.
Mehmet Yıldırım, şöyle dedi: “Hiç kimsenin İthalatçı Birlikleri’ne ihtiyaç olduğu şeklinde talebi yoktu.
Ancak, anlaşılan o ki, bazı çevreler, kendilerine yeni ikbal koltukları oluşturmak istiyor. Ama bu koltuklar, o
dar çevrelerin dışında hiçbir kimseye, ülkenin hiçbir menfaatine hizmet etmeyecek, aksine, ithalat lobilerinin
oluşması sonucunda, herkesin şikayetçi olduğu ithalattaki büyümeye yeni boyutlar getirecektir.”
Hovardaca Harcamalar Olacak
Mehmet Yıldırım açıklamasında, İthalatçı Birlikleri’ne neden karşı çıktıklarını da, şöyle anlattı: “Karar,
devlet eliyle ithalat lobisi oluşturacaktır. Bu lobi, birliklerin kuruluş amacı olarak gösterilen, ithalatın disipline
edilmesine değil, aksine daha da geliştirilmesine yol açacaktır. Karar, yeni makamlar ve finans kaynakları
oluşturarak siyasetçilerin, bürokratların ve sözde işadamlarının el kesesinden hovardaca harcama ve yurtdışı
seyahatler yapmasına neden olacaktır. İthal mal bolluğu nedeniyle zaten zor durumda olan Türk sanayicisi
116
Milli Gazete/ 12 06 2004 / M.Gündoğan
216
ve üreticisi, güçlü bir baskı grubuyla ithalat kapılarının daha da genişleyerek sonuna kadar açılmasıyla
kapılarına kilit vurmak zorunda kalacaktır. Bu karar, devletin zorlaması ile dış ticarette çok başlılığı getirecek,
her kafadan ayrı ses çıkması, sonuçta ülkeye zarar verecektir. İstihdamın en önemli aktörleri olan imalatçıihracatçılar ve özellikle KOBİ’ler büyük zarar görecektir.”
Maliyet arttı, kâr azaldı
Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) ihracatçı birliklerine kayıtlı firmalar bazında gerçekleştirdiği Mayıs
ayı anketine göre ihracatçıların girdi maliyetleri artarken karlılık oranları azaldı.
TİM’in her ay düzenli olarak gerçekleştirdiği “TİM Eğilim Anketleri”nin mayıs ayı sonuçları açıklandı.
Anket sonuçlarına göre Nisan ayında firmaların yüzde 61’i girdi maliyetlerinin arttığını, yüzde 30’u aynı
kaldığını yüzde 3’ü ise azaldığını bildirdi.
Haziran ayı için ise firmaların yüzde 47’si girdi maliyetlerinin artacağını, yüzde 35’i aynı seviyede
kalacağını ve yüzde 9’u ise azalacağını ifade etti. İthal girdi oranları açısından bakıldığında ise Nisan ayında
firmaların yüzde 30’u artış yaşandığını, yüzde 50’si aynı seviyede kaldığını ve yüzde 20’si ise azaldığını
bildirdi.
Haziran ayı için ise firmaların yüzde 28’i ithal girdi oranlarının artacağını, yüzde 55’i aynı kalacağını ve
yüzde 17’si ise azalacağını bildirdiler.Artan girdi maliyetleri firmaların karlılıklarına olumsuz etki etti. Nisan
ayında firmaların yüzde 12’si karlılıklarının arttığını, yüzde 35’i aynı seviyede kaldığını açıklarken, yüzde 44’ü
ise azaldığını belirtti.117
Akay’dan Erbakan itirafı: Ecevit’i bile arattılar
Akay, BASK Konya Şubesi tarafından Selçuk Otel’de düzenlenen "Kamu Çalışanlarının Ekonomik,
Sosyal ve Mesleki Sorunları" konulu toplantıda yaptığı konuşmada, 57. Ecevit Hükümeti’ni arayacağımız
aklımın ucuna gelmezdi. Ama kamu çalışanları olarak AKP Hükümeti’nden maalesef umduğumuzu
bulamadık. Bu hükümet asgari ücrete 15 milyon zam yaparak bir başka rekora daha imza atmıştır" dedi.
- Bağımsız Kamu Görevlileri Sendikası Konfederasyonu Genel Başkanı Resul Akay, "AKP hükümeti
memura en düşük zammı verdi. Demek ki memura yüzde 50 zam veren REFAH-YOL’un Başbakanı Erbakan
Hocaya haksızlık yapmışız" dedi.
KONYA / Bağımsız Kamu Görevlileri Sendikası Konfederasyonu Genel Başkanı Resul Akay, "AKP
hükümeti memura en düşük zammı verdi. Demek ki memura yüzde 50 zam veren REFAH-YOL’un
Başbakanı Erbakan Hocaya haksızlık yapmışız" dedi.
Rekora İmza Attılar
Akay, BASK Konya Şubesi tarafından Selçuk Otel’de düzenlenen "Kamu Çalışanlarının Ekonomik,
Sosyal ve Mesleki Sorunları" konulu toplantıda yaptığı konuşmada, 57. Ecevit Hükümeti’ni arayacağımız
aklımın ucuna gelmezdi. Ama kamu çalışanları olarak AKP Hükümeti’nden maalesef umduğumuzu
bulamadık. Bu hükümet asgari ücrete 15 milyon zam yaparak bir başka rekora daha imza atmıştır" dedi.
Ölü Sessizliği
Hükümetin memur maaşlarına Temmuz ayından geçerli olmak üzere yüzde 6 zam yaptığını belirten
Akay şunları söyledi: "Memur en düşük zammı aldı. Ama kimseden ses yok. Sanki ölü sessizliği yaşanıyor.
Çünkü canlı olan ya dudağını oynatır ya da yumruğunu sıkarak tepki gösterir. Refah-yol döneminde memura
yüzde 50 zam yapılmasına rağmen bu kadar sessizlik olmamıştı. Demek ki Hoca’ya haksızlık yapmışız." 118
YTL’ye ne kadar hazırız?
Türk Lirası’ndan altı sıfırın atılmasıyla 2005 yılından itibaren hayatımıza girecek olan Yeni Türk Lirası
için geri sayım başladı. 31 Ocak 2004 tarihinde geçişle ilgili yasanın çıkmasıyla birlikte başlayan süreç, ilgili
tüm kurum ve kuruluşların yaptıkları çalışmalarla son aşamaya doğru hızla ilerliyor. Halen 1 ve 5’lik
banknotların basımı tamamlanırken, dağıtımlarda devam ediyor. 20 YTL’nin basımı için de hazırlıklara
117
118
Milli Gazete / 10 06 2004 / Ekonomi
Milli Gazete / 28 06 2004 /
217
başlandı. Yeni banknot ve madeni paraların tanıtımına ise Eylül ayında başlanacak.
Peki, Türkiye bu sürece nasıl geldi? Bu sorunun cevabı 1970’li yıllarda başlayan enflasyonist sürecin
etkisiyle emisyon hacminin 1980 yılı sonuna göre 38 kat artarak 2003 sonu itibariyme yaklaşık 10.7
katrilyona ulaşmasında gizli. Paramızın satın alma gücü sürekli düştü, artan emisyon hacmi içinde ortalama
her iki yılda bir olmak üzere üst değerde 11 yeni kupür tedavüle çıkarıldı. Maalesef dünyadaki en büyük
küpürlü banknot Türkiye’ye ait bulunuyor.
TL, saklama aracı olmaktan çıktı
TL’nin itibarının günden güne sürekli olarak düşmesi, değişim ve saklama aracı olma fonksiyonlarını
yitirmesi altı sıfır atılması konusunu hep gündemde tuttu. Ve, 2005 yılı itibariyle son nokta konularak Türk
Lirası’nın kendisine gelmesi adına bol sıfırların atılmasına karar verildi.
Ocak 2004’te kanunlaşan 5083 sayılı Kanun ile Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Para Birimi Hakkında
Kanun ile Türkiye Cumhuriyetinin para birimi Yeni Türk Lirası (YTL) olarak değiştirildi, başka bir deyişle
paramızdan altı sıfır atıldı.
Buna göre 1.1.2005 tarihinden itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin para birimi Yeni Türk Lirası olacak.
Yeni TL’nin alt birimi Yeni Kuruş’ oldu. Bir Yeni TL 100 Yeni Kuruşa (YKr) eşit. TL değerler YTL’ye
dönüştürülürken 1.000.000 TL. = 1 YTL değişim oranı esas alınacak.
Fiyatları artıracak
YTL’ye 2005 yılının başında geçilecek. TL ve YTL banknotları bir yıl süre ile birlikte tedavülde olacak
ve bir yılın sonunda TL banknotları dolaşımdan kaldırılacak. Daha sonraysa, diğer birçok ülke
uygulamasında olduğu gibi, birkaç yıl sonra Bakanlar Kurulu kararı ile TL ibaresinin başındaki yeni ibaresi
kaldırılarak tekrar TL’ye dönülecek.
En küçük madeni para 1 Yeni Kuruş’tan oluşacak. Mal ve hizmetlerin birim fiyatları 1 Yeni Kuruş’un
altında belirlenebilir. Bu durumda ödeme aşamasında ve işlem sonuçlarında Yarım Yeni Kuruş’un üzerindeki
değerler 1 Yeni Kuruş’a tamamlanacak, Yarım Yeni Kuruş ve altındaki değerler ise dikkate alınmayacak.
Yuvarlamaların da etkisi ile sıfır atma uygulamasının fiyat artışlarına sebebiyet vermesi kaçınılmaz. Ancak
yeni parayı kullanma alışkanlığının kazanılması ile birlikte bu artışların süreklilik arzetmeyeceği tahmin
ediliyor.
“Tüm Dövizler Devlete Aittir”
1946 yılında 1 ABD Doları, 1 Lira 30 kuruş konumundaydı. Recep Peker’in başabakan olduğu bu
dönemde Türk Lirası ilk kez devalüasyonla tanıştı. TL’nin dolar karşısında değeri 2 Lira 80 kuruş olarak
belirlendi. Cumhuriyet döneminin ikinci devalüasyonu ise 1958 yılında ekonomik krizden sıyrılma
bahanesiyle yapılarak, Dolar/Türk Lirası kuru, 2.80’den 9 TL’ye yükseltildi. 1970 yılında, Adalet Partisi iktidarı
döneminde ise dolar kuru 15.-TL’ye yükseltildi. 1 Mart 1978’de doların TL karşısındaki değeri 19.25 TL’den
25.- TL’ye çıkartıldı. 10 Haziran 1979’da TL’nin değeri tekrar ayarlanarak kur, 26.50 TL’den 47.10 TL’ye
indirildi.
1936-1980 yılları arasında yürürlükte kalan ve kontrollü kambiyo rejiminin sıkı kurallarını içeren 17
sayılı karar ile ithalat ve görünmeyen her türlü kaleme ait bir doların transferi Merkez Bankası’nın iznine
tabiydi. Ceplerde, kasalarda ve banka hesaplarında döviz bulundurmak yasaktı. Çünkü, yasada; ‘Tüm
dövizler devlete aittir’ hükmü vardı. Dolayısıyla, şahıslar ve şirketlerin mülkiyetine sahip olamadıkları dövizleri
yurtdışına çıkarmaları mümkün değildi.
Kısacası, bu dönemde TL’nin tam hakimiyeti tüm kurumların üzerindeydi.
1980’e gelindiğinde ise serbest piyasa ekonomisine, yani liberal politikaların ağırlık kazanmaya
başladığı döneme gelindiğinde ise Türkiye, artık “70 sent’e muhtaç’ bir ülke haline gelmiş, getirilmişti. İşte, bu
dönemde tarihe kara bir sayfa açacak olan en kritik kararların alındığı ve ülke ekonomisinin IMF’ye bir
anlamda teslim edilme sürecine girişildiği meşhur 24 Ocak kararları alındı.
Türk Lirası büyük oranda değer kaybıyla, dolar karşısında 47.10 Lira’dan 70 Lira’ya indirildi. Ayrıca, 17
sayılı karar iptal edildi. Üstelik, sabit kur sistemi terk edilerek, döviz kurları günlük olarak ilan edilmeye
218
başlandı. Artık Türk Lirası; Dolar, Mark, Sterlin,.. vesaire paralar karşısında günlük, saatlik, hatta dakikalık
olarak değişiyordu. Dalgalın kurun ufak bir versiyonu işlerliğe koyulmuştu.
1990 yılına gelindiğinde ise uygulamaya konulan 32 sayılı kararla ülkemiz yol geçen hanına döndü.
Yabancı fonlar, kısa vadeli sermaye denilen sıcak para girişleri hiçbir kısıtlamaya tabi tutulmadan ülkeye
girmelerine ve istedikleri zaman çıkıp gitmelerine izin verildi. (1990’dan bu yana Türkiye’ye giren sıcak para
girişi 15 milyar doların üzerinde seyrediyor. 94, 98, 2001 ve 2002 yaşanan krizler de bu paranın giriş-çıkış
yapmalarının büyük payı var. Türkiye, şimdi de böyle bir tehlikenin varlığı ile burun buruna.) Uluslararası
sermaye, bıyıklı para babaları sıcak para adı altında hazine bonosu ile döviz kuru arasındaki farktan
yararlanarak, hiç zahmet çekmeden ve batı ülkelerinde hayal bile edilemeyecek karlarla, bir dahaki “volede”
tekrar gelmek üzere ülkelerine dönebiliyor.. Bazılarına göre bu kadar serbestlik Avrupa, Amerikan
normlarında bile aşırı kaçmıştı.
“Dandik Para”
Bu dönemde dolarizasyon giderek yaygınlaşıp kurumsallaşma aşamasına geldi. Yani, Türk Lirası’ndan
kaçarak dolar egemenliğine girdik. Bu bağlamda, devlet ihale bedelleri dolar üzerinden saptandı. Halkımız
birikimlerini giderek TL yerine dolar ve markla yapmayı yeğledi. Dövizli çek / senetler çoktandır ticaret
hayatının bir parçası haline geldi. Kamu iç borçlarının yüzde 30’u dövize dönüştürüldü. Özel sektörde
yönetici maaşları dolar cinsinde ödendi. (Bazı yerlerde böyle ödendiğini duyuyor ve biliyoruz) Özellikle daha
sonra batacak bankaların üst düzey yöneticileri maaşlarını ABD Doları üzerinden ,ama, ABD de bile
görülmeyecek rakamlarla aldılar. Türk Lirası tasarruf birimi ve mübadele aracı olarak geri plana itildi.
Nisan’ında patlayan banka krizinde fatura yine vatandaşa kesildi ve ABD Doları 15.000 TL’den önce
38.000 TL’ye yükseldi, daha sonra 25.000 TL’ye geriledi. Bu devalüasyonun önemli farkı: öncekilerin
hükümet kararlarına dayanması, bunun ise tamamen piyasa dinamikleriyle sürpriz olarak ortaya çıkmasıydı.
Aslında tek olarak TL çoktan unutulduğundan, adam yerine konulmak için binlercesini bir arada telaffuz
etmek gerekiyor. Halbuki Doların “sent”i, Mark’ın “fenik” i (Euro’ya geçene kadar) bile sapasağlam yerinde
durmaktadır. Bu arada Prof. Dr. Osman Altuğ, Lira’ya uygun bir isim bulmuştu: “Dandik para”.
Bizim Paradan Daha Ucuzu Var Mı?
Şubat 2001’de ANASOL-D hükümeti döneminde Türk Ekonomisi büyük bir çöküş yaşarken, Türk
Lirası, dolar karşısında kademeli olarak 1.700.000 TL’ye kadar düşürüldü. Sonra muhtelif zik-zaklarla şimdiki
1.370.000 – 1.400.000 bandın yerleşti. Bu seferki devalüasyon yetkililer ve basındaki destekçilerinin “ asla
olmaz “ nidaları arasında geldi.
Acaba bizde bunlar olurken, yabancı ülkelerde neler oldu? Maalesef, dünyada ismi duyulmuş hiçbir
ülkenin parası, bizim Liramız gibi değersizleşmedi. İkinci Dünya Harbi’nden maddi, manevi gücünü yitirmiş
olarak çıkan İtalya ve Japonya’nın paraları Liret ve Yen karşısında bizim Liramız daha değerliydi. Gelin, T.C.
Merkez Bankası’nın 22 yıl önce, yani 30.12.1981 tarihinde ilan ettiği döviz kurlarına bir bakalım; 1 İtalyan
Lireti: 0,11 TL, 1 Japon yeni: 0,60 TL Yani, o tarihte ancak 9 Liret, 1 Türk Lirası edebiliyordu; 1 Japon Yeni
ise, bizim paramızın neredeyse yarısı kadar değerliydi.
Zaman içerisinde Liret, Avrupa’nın kuvvetli bir parası olarak Euro’ya dahil oldu ve bugün bizim
paramızdan yaklaşık 800 misli daha değerli halde. 1 Japon Yeni ise, 11.800 küsur Lira ediyor. Bugün döviz
kurları listesine baktığınızda, bizim paramızdan daha ucuzunu görmeniz mümkün değildir. 119
Cari Açık Korkutuyor
Merkez Bankası Ocak-Mayıs dönemine ilişkin ödemeler dengesini açıkladı. Buna göre, Mayıs 2004
ayında 1 milyar 580 milyon dolar artan cari işlemler açığı, Ocak-Mayıs döneminde 8 milyar 811 milyon dolara
ulaştı.
Merkez Bankası, Ocak-Mayıs döneminde cari işlemler açığının 8 milyar 811 milyon dolara ulaştığını
119
Milli Gazete / 11 Tem 2004 / N. Çakmak
219
bildirdi. Merkez Bankası Ocak-Mayıs dönemine ilişkin ödemeler dengesini açıkladı. Buna göre, Mayıs 2004
ayında 1 milyar 580 milyon dolar artan cari işlemler açığı Ocak- Mayıs döneminde 8 milyar 811 milyon dolara
ulaştı.
Mayıs ayında 2 milyar 365 milyon dolar tutarında gerçekleşen dış ticaret açığının 985 milyon doları
tutarındaki net turizm geliriyle kısmen kapatıldığı göze çarptı. 2004 yılının ilk beş aylık verilerine göre dış
ticaret açığı, yüzde 130,9 artarak 10 milyar 30 milyon dolar oldu.
Bu gelişme, ihracat gelirlerinin yüzde 29,3 oranında artarak 23 milyar 123 milyon doları ve bavul
ticaretinin yüzde 14,3 yükselerek 1 milyar 604 milyon dolar olarak gerçekleşmesine rağmen, altın dahil ithalat
harcamalarının yüzde 47,2 oranında artarak 36 milyar 958 milyon dolara ulaşmasından kaynaklandı.
Kaynağı belli olmayan 2 milyar dolar
Ödemeler dengesi verilerine göre, kaynağı belli olmayan miktarı gösteren net hata noksan kalemi,
Mayıs ayında 315 milyon dolar, Ocak-Mayıs döneminde ise 2 milyar 493 milyon dolar oldu. Bir diğer ifadeyle
ilk 5 ayda Türkiye’ye kaynağı belli olmayan 2 milyar 493 milyon dolarlık para girişi meydana geldi. Beş aylık
turizm gelirleri, bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde 51,1 oranında artarak 3 milyar 651 milyon doları
olarak gerçekleşti. Turizm giderleri düştükten sonra kalan tutarı gösteren net turizm gelirleri, yüzde 62,3
oranında artarak 2 milyar 717 milyon dolara ulaştı.
Hizmetler başlığının diğer önemli bir kalemi incelendiğinde ise gelirler, 2003 yılının Ocak-Mayıs
dönemine yüzde 22,1 oranında artarken, ithalattaki artışa paralel olarak taşımacılık kaleminin bir alt kalemi
olan navlun giderlerinde gözlenen yüzde 54,7’lik artıştan dolayı taşımacılık giderleri yüzde 45,6 oranında
arttı.
Böylece net taşımacılık giderleri, 2004 yılı Ocak-Mayıs döneminde geçen yılın aylarını dönemine göre
269 milyon dolar artarak 422 milyon dolara yükseldi.
Yatırım geliri
2003 Ocak-Mayıs döneminde 2 milyar 443 milyon dolar, 2004 yılı Ocak-Mayıs döneminde ise 2 milyar
402 milyon dolar çıkışla sonuçlanan yatırım geliri dengesinin altında yer alan doğrudan yatırım gelirleri,
portföy yatırım gelirleri ve diğer yatırım gelirlerindeki net çıkışlar, 2004 yılı Mayıs ayında sırasıyla 64 milyon
dolar, 68 milyon dolar ve 389 milyon dolar oldu. Ocak-Mayıs 2004 döneminde, diğer yatırımlar altında yer
alan uzun ve kısa vadeli kredilere ilişkin faiz giderleri, 2003 yılın aynı dönemine göre yüzde 16,2 oranında
azalarak 1 milyar 650 milyon dolar olarak gerçekleşti.
Cari Transferler
Bir önceki yılın Ocak-Mayıs dönemiyle karşılaştırıldığında cari transferler, 2004 yılının ilk beş aylık
döneminde yüzde 42,3 oranında artarak 1 milyar 144 milyon dolar oldu.
Alt kalemler itibariyle incelendiğinde, işçi gelirleri ve bedelsizithalattan kaynaklanan girişler sırasıyla
yüzde 36,8 ve yüzde 84,1 oranında artarak 320 milyon dolar ve 764 milyon dolar olarak gerçekleşti.
2004 yılının Ocak-Mayıs döneminde finans hesaplarında gerçekleşen net sermaye girişi, bir önceki
seneye göre yüzde 91,4 artışla 6 milyar 318 milyon dolar oldu. Sonuç itibariyle, 2004 yılı Ocak-Mayıs
döneminde doğrudan yatırımlar kaleminde net 165 milyon dolar giriş gerçekleşti. 120
Akp’nin Rakam Cambazlığı!
Borcun milli gelire oranı
AKP Hükümeti Cumhuriyet tarihinin en ağır ve en bilinçsiz borçlanan hükümetidir. IMF’ye tamamen
teslim olmuş olmanın ötesinde, sadece bilinçsiz ve vade uyumsuz borçlanmadan dolayı devletimiz on
milyonlarca dolar zarar etmiştir.
AKP hükümetinin iktidarda olduğu yaklaşık iki buçuk yıllık bir dönemde devletin toplam borçları % 60
artarak, 340 milyar dolara ulaşmıştır. Faizlerin çok düşmesine (!) rağmen borcun bu kadar artması, bunun bir
teslimiyet rekoru olduğunun işaretidir.
120
Milli Gazete / 24 Tem 2004 / Ekonomi
220
Şimdi, bunların ne zaman AKP’nin başı sn. R. Tayip Erdoğan’a hatırlatsak, cevabı hep şu olmuştur;
“Borç miktar işi değildir. Önemli olan borcun GSMH’ya (Milli Gelire) oranıdır. Biz iktidara geldiğimizde bu oran
% 78’ler mertebesinde idi. Şimdi, % 63’lere kadar gerilemiştir. Milleti yanıltıyorlar. İşte önemli olan bu oranın
korunmasıdır. Yakında bu oranın, AB kriteri olan % 60’ın altına inmesini de gerçekleştireceğiz.” İşte Tayip
Erdoğan’ın ifadeleri bu şekildedir.
Artık Başbakan Tayip Erdoğan’ın hiçbir sözüne güvenilemeyeceğine kesin kanaat getirdiğim için, bu
konuyu iyice araştırmaya karar verdim. Ulaştığım sonuçlara bakınca da, Erdoğan’a güvenmemekle ne kadar
haklı olduğumu da anladım.
Efendim, mesele şudur.
Dünya Bankası 1997 yılından itibaren gelişmekte olan ülkelerin borçları ile ilgili bir çalışma başlatıyor.
Bir de bakıyor ki bu ülkelerin hemen hemen hepsinin borçları, milli gelirlerinin % 60’ının çok üzerinde. O
zaman yeni bir tanımlama yapıyor, yeni formül üretiyor. Bu, toplam net borç stoku tanımlamasıdır.
Bizim 2004 yılı GSMH’mız 428.932 Trilyon TL’dir. Toplam borcumuz (hazine garantili belediye ve KİT
borçları HARİÇ) 332.080 Trilyon TL’dir.
Yeni formüle göre bu borç rakamından Merkez Bankası (MB) Net Varlıkları (27.891 Trilyon TL), MB
Net Dış Varlıkları (23.048 Trilyon TL), MB diğer varlık ve yükümlülükleri (4.843 Trilyon TL), Kamu Mevduatı
(18.676 Trilyon TL) ve İşsizlik Sigorta Fonu (13.317 Trilyon TL) toplamı kadar bir miktarı çıkardığımız
takdirde Toplam Net Borç Stokumuz 272.195 Trilyon TL. oluyor. Şimdi bu rakamı GSMH’ya oranladığımızda
((272.195/428.932)*100) sonuç % 63,5 çıkıyor. İşte Tayip Erdoğan’ın bahsettiği % 63,5 budur.
Ancak, IMF talimatları ile yukarıda hesaptan düştüğümüz hiçbir miktarı biz kullanamıyoruz. O
miktarları hesaba katmaz isek toplam borcumuzun GSMH’ya oranı ((332.080/428.932)*100) % 78,5 oluyor.
Durun daha bitmedi! Hazine garantisi verdiğimiz devlet borçlarının da eninde sonunda bize rucu
edeceğini düşünürsek, o zaman devletin genel toplam borcu yaklaşık 442.000 Trilyon TL’dir. Bu borcun
GSMH’ya oranı ise ((442.000/428.932)*100) % 103’dür.
İşte şimdi elimizde, borcun GSMH’ya oranına ilişkin üç tane rakam oldu. Yeni formüle göre % 63,5,
eski formüle göre % 78,5, bütün borçlara göre % 103.
Tabi, Tayip Erdoğan kendini halka beğendirmek için bunlardan en düşüğünü seçecek. Ama bu,
gerçeği yansıtmayacak. Acı gerçek, Hazine garantili borçlarımız da dâhil olmak üzere toplam borcumuzun
Milli Gelirimizin üzerinde olduğu gerçeğidir.
Gerisi fasarya.121
Eko-Erdoğan Mucizesi!!!
Yazılarımda, borcun milli gelire oranına ilişkin birkaç hesabı ortaya koymuş ve Tayip Erdoğan’ın bu tür
rakamları işine geldiği (milleti yanıltacak) şekilde kullandığını belirtmiştim. Bununla ilgili de birkaç örnek
vermek istiyorum.
Erdoğan, MÜSİAD konuşmasında, reel faizlerin % 8’ler mertebesinde olduğunu söyledi. Şimdi,
bakalım gerçek durum nedir.
2005 Şubat ortalaması, iç borç stoku reel faizlerine baktığımızda, kamuya olan borcun reel faizi %
8,81’dir. Piyasaya olan borcun reel faizi ise % 14,74’dür. Doların değer kaybının da en insaflı bir yaklaşımla
% 5 civarında olduğunu varsayalım. Hazine’nin piyasaya (rantiyeciye) ödemiş olduğu net arbitraj geliri % 20
civarında olur. Kamuya olan borcun net arbitraj ödemesi ise % 14 civarında olur. Bunlar dünyanın en yüksek
rakamlarıdır. Erdoğan Hükümeti, Ecevit Hükümetinden bile daha fazla rantiyeciyi besleyen hükümet
olmuştur.
Bu durumda Erdoğan, sadece kendi işine gelen % 8,81’lik miktarı ifade edip geçiyor. Ancak bu miktar
kamunun kamuya olan borcu! İstenildiği gibi yönetilebilir. Esas zorluk kamunun piyasaya ya da diğer bir ifade
ile rantiyeciye olan borcudur. Burada rantiyeci devletin sırtından % 20’ler civarında tatlı kâr elde ediyor.
121
30 Nisan 2005 – Mete Gündoğan – Milli Gazete
221
Bir başka felaket ise, Erdoğan Hükümetinin kamunun kamuya olan borcunu, kamunun piyasaya olan
borcuna çevirmesidir. 2002 yılı sonu itibarıyla kamunun kamuya olan borcu toplam iç borcun % 52,8’i iken,
2004 sonunda bu oran % 35,3’e inmiştir. Buna mukabil, piyasaya yani rantiyeciye olan borç 2002 sonu
itibarıyla % 47,2 iken, 2004 sonu itibarıyla % 64,7’ye çıkmıştır.
Bilindiği gibi, kamunun kamuya olan borcunun reel maliyeti her zaman düşüktür. Vadesi uzundur.
Neticede, devletin sağ cebinin sol cebine olan borcudur. Silinebilir veya ötelenebilir. Ancak, kamu borçlarının
piyasa borcuna dönüştürülmesi, kamu kaynaklarının rantiyeciye peşkeş çekilmesidir. Çünkü piyasaya
borçlanmanın maliyeti, görüldüğü gibi, yüksektir, vadesi kısadır. Silinemez veya ötelenmesinin maliyeti çok
çok yüksek olur.
Bu rakamlar ve ifadeler, borç ötelemeyi vadeden bir başbakanın rantiyenin kucağına düştüğünün açık
göstergesi değil midir? İşin daha da hazin tarafı, sayın başbakanın bu hesaplardan haberi bile olmadığı
görüntüsü vermesidir!
Bir başka Tayipçe ifadeyi ise, kişi başına düşen milli gelir (FBMG) hesabında görüyoruz. 2002 sonu
itibarıyla FBMG 2100 dolar. Doların değeri 1.634.501 TL. 2003’de % 5,9 büyümüşüz. Hiç nüfus artışını
hesaba almasak, FBMG (2100*1,059) 2224 dolar olur. 2004 yılında ise % 9,9 büyümüşüz. Yine, nüfus
artışını hesap etmeden, FBMG (2224*1,099) 2444 dolar olur. Bu 2002’yi baz alarak yapılan hesaba göredir.
Daha gerçekçidir. Ancak doların değeri de düştüğü için, 2005 mart sonu dolar değeri olan 1.288.500 TL’den
hesap yaparsanız, FBMG 4100 dolar çıkıyor. Şimdi eğer dolar 1.170.000 TL’ye inerse, FBMG 5000 dolar
olur. Peki, olur mu? Tayipçe olur. Ama gerçek hesaba dayalı konuşacak isek olmaz.
Hem, memleketimizde adil bir bölüşüm olmadığı için, FBMG demek herkesin cebinde o kadar para var
demek değildir. Milletimiz fert başına geliri 4100 dolar olduğu için mi açlık sınırında yaşıyor ya da organlarını
satmak için sırada bekliyor? Fert başına geliri 4100 dolar olduğu için mi kap-kaç’çı oluyor? Daha ne diyelim.
Hadi oradan!..122
122
01 Mayıs 2005 – Mete Gündoğan – Milli Gazete
222
TSK VE AKP, KOL KOLA (MI?)
Baykal'ın bir sözü; bizim aylar öncesinden somut örnekleri ile açıkladığımız ve ayrıntılı olarak
analizimizi yaptığımız, "ABD-NATO ekseninde AKP-TSK İşbirliği" tezini bir kez daha gündeme getirmiştir.
AKP'ye karşı ara sıra kükrüyor görüntüsü veren TSK'nın aslında; NATO-ABD'nin orkestrasyonunda
ülkenin küresel plana göre yeniden dizayn edilmesi konusunda tam ABD ve AKP ile bir işbirlikçi tutuma
girdiğini Jeo-Kritikler ve özel raporlarımız bünyesinde ortaya koyduk.
Baykal'ın; "Özellikle Doğu ve Güneydoğuda komutanlar da AK Parti`nin adaylarını destekliyor.
Bizim çok çalışmamız lazım” (Kaynak: http://www.pressturk.com ) sözleri; bazılarının bazen "susarak",
bazen "konuşarak" veya "gibi yaparak" söz konusu dönüşümde geldikleri işbirlikçi noktanın
boyutunu ortaya koymaktadır.
Neler Unutturuluyor, Kimler Susturuluyor?
Son günlerin en gözde kitaplarından "Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok"'un yazarı emekli General
Osman Pamukoğlu; Star'da Hulki Cevizoğlu'nun Ceviz Kabuğu programında, "susmak yalanın bir
çeşididir" şeklinde konuştu. Pamukoğlu; "siz bütün bunlar yaşanırken görevdeydiniz, o zaman neden
sustunuz?" şeklinde sorulara cevap verirken, "biz komuta kademesi içinde söylenmesi gerekenleri söyledik"
diyordu ama vücud dili içindeki sancıyı fazlası ile ortaya koyuyordu. Ve "susmak yalanın bir çeşididir" sözü,
Türkiye'nin getirilmek istendiği nokta karşısında artık canı acımaya başlayan Türk subayının en derin
çığlıklarından biri olarak tarihe geçmiş bulunuyordu!..
Kaderin cilvesi olsa gerek; bu konuşmadan bir kaç gün sonra, Tayyip Erdoğan'ın yükselişindeki para
kaynaklarını ortaya çıkaran operasyonları yapan ve Erdoğan'ın başbakanlığı sonrasında "işkenceci"
suçlaması ile görevden alınan Adil Serdar Saçan, objektif programında çarpıcı iddialarda bulundu ve Tayyip
Erdoğan'ın belediye döneminde 1 milyar doları nasıl kendi hesaplarına geçirdiğinin belgelerinin elinde
olduğunu savundu.
Bu iki alakasız olay; Türkiye'de en çok konuşması gerekenlerin suskunluklarının; Türkiye'yi batağa
sürüklemekte olan tarihi bir yalanın zeminini nasıl hazırladığının ipuçlarını bünyesinde barındırıyor.
Önce biraz tarihe geri dönelim.
Hikayemiz 1878 yılında geçiyor. Osmanlı-Rus savaşı sırasında donanmamıza atılan bir torpido
patlamayıp sahile saplanınca, paketlenerek İstanbul'a getiriliyor ve tersanede muhafaza altına alınarak,
başına bir nöbetçi dikiliyor.
O zamanların subayları ""acaba uluslararası hukuka aykırı davranır, büyük güçleri kızdırır mıyım"
şeklinde günümüzün moda düşünce yapısına ve aşağılık kompleksine sahip değiller.
Zamanın çalışkan ve vatanperver subaylarından Hilmi İdris Üsteğmen, muhafaza altındaki depoya
sızarak, torpido üzerinde çalışmayı başarıyor ve torpidonun "beyni"ni deşifre ederek, teknik mekanizmayı
çözmeyi başarıyor. Elinde teknik çizimlerle birlikte zamanın Donanma Komutanlığı'nın kapısını çalan İdris
Üsteğmen, torpido yapabileceğini bildiriyor. Bu haber Donanmayı harekete geçiriyor ama torpidoyu yapma
yönünde değil, torpidoyu keşfeden İngiliz Whitehead'i harekete geçirme yönünde. Haberdar edilen İngilizler
anında Türkiye'ye geliyorlar ve Tophane'de üsteğmenimizi bir kahvede otururken buluyorlar. İngiliz
Whitehead, İdris Üsteğmen'in torpidonun teknik mekanizmasını nasıl keşfettiğini kendisinden dinledikten
sonra; kendisinin bunu yapamayacağını ve patentle ilgili kanunları gündeme getiriyor. İdris Üsteğmen'in ise
İngiliz'e cevabı, torpidonun bir savaş ganimeti olduğu ve üstünde her türlü işlemi yapabileceği şeklinde
oluyor. Bunun üzerine İngilizler uluslararası hukuka güvenerek dava açıyor fakat mahkeme üsteğmenimizi
haklı buluyor. Bu gelişme karşısında İngilizlere tek bir çare kalıyor: Özel izinle üsteğmenimizi İngiltere'ye
götürüyorlar ve Türkiye ilk torpidosunu bu olaydan 7 yıl sonra 1885 yılında İngilizlerden alıyor.
Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nı ilgilendiren bu olaydan 126 sene sonra Deniz Kuvvetleri'nde bir olay
daha meydana geldi. Deniz Kuvvetleri, gemi devir teslimlerinde kaptanların ettiği yemine ilk bakışta önemsiz
bir ayrıntı gibi gözüken bir ekleme gerçekleştirdi;
223
"Uluslararası hukuk kurallarına uyacağıma"
Önümüzdeki süreçte; Türk Silahlı Kuvvetleri tarihin kendisine verdiği misyona gittikçe yabancılaşıp,
Türk milletinin vicdanı ile birebir zıtlaşacak ve "Cumhuriyetin bekçisi" imajının içini boşaltacak bir dönüşümün
sancılarını daha derinden yaşamaya başlarken, bu dönüşümün kılıfı hazırlanmıştır :
"Uluslararası hukuk"
"Uluslararası hukuk" başlığı altında gerçekleşecek dönüşümün kurumsal kılıfı ise "NATO"
olacaktır.
"Uluslararası hukuka saygı" yemini eden bir Deniz Kuvvetleri'ne sahip olan Türkiye'nin; Ege'deki Kıta
Sahanlığı konusundan, Kıbrıs'a kadar ne Yunanistan, ne de küresel güçler için bir tehdit oluşturmayacağı
ortadadır.
Bu çerçeveden bakıldığında, TSK'nın Türkiye'nin bekasına yönelik temel konularda (kamu yönetimi
reformu, Kıbrıs v.s.) derin bir suskunluğa ve hatta aktif desteğe bürünürken; göstermelik konularda (Hüsrev
Kutlu krizi, v.s.) "kükreyen aslan" görüntüsü vermesi karşısında şaşkına dönen Türk milletinin, aslında Türk
Silahlı Kuvvetleri'nin söz konusu küresel dönüşüm çerçevesinde kendisine biçilen role uygun hareket ettiğini
görmeleri gerekmektedir.
Bir partinin milletvekili Atatürk'ün asker üniformalı resmine laf etti diye ortalığı ayağa kaldırıp,
Cumhuriyet havarisi kesilen bir kurumun, aynı partinin en üst düzey kadroların Kıbrıs'tan, kamu yönetimine
Türkiye'nin üniter ve bağımsız yapısına dinamit koyan hamleleri karşısında bu kadar uysal ve işbirlikçi
durması, ilk bakışta çelişki gibi gözükse de; bu kurumun referansının milli çıkarlar ve politikalar yerine NATO
ve "uluslararası hukuk" haline geldiğini gördüğünüz noktada ortada ne kadar tutarlı bir tablo olduğunu
göreceklerdir.
Geçen yazılarımızda; AKP'ye karşı "kaygılı" görüntüsü veren TSK'nın aslında "NATO çerçevesi içinde
Türkiye'ye çizilen rol" ışığında ne kadar AKP ile uyumlu hareket ettiğini analiz etmiş ve bunu somut bir
örnekle pekiştirmiştik. Şimdi; sizlere yeni bir örnek sunuyoruz.
Erdoğan'a En Büyük Destek Konuşanlardan Değil, Susanlardan Geliyor!
AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan'ın Belediye Başkanlığı döneminde hakkında ortaya atılan iddialar
ve bu iddiaların ayrıntıları fazlası ile ortaya çıkmıştır. Fakat bu iddiaların kanıtları ve davaları, Tayyip
Erdoğan'ın başbakan olması ile gündemden düşürülmüş ve zamanında Tayyip Erdoğan'a neredeyse küfür
eden Fatih Altaylı gibi isimlerin yeni Başbakan'a iman etmeye başlaması ile birlikte psikolojik tablo
tamamlanmıştır. Bu suskunluk o kadar vahim boyutlara ulaşmıştır ki; bir İtalyan gazetesinde Aycell'in Aria'ya
ihalesiz peşkeş çekilmesi (bu operasyonda tahkime gitmekle tehdit eden Aria'ya karşı uluslararası hukuka
saygılı olmak bahanesi ile yapıldı) ile ilgili olarak Berlusconi'nin 79 milyon dolar rüşvet aldığı ve bunu Tayyip
Erdoğan ile paylaştığı yolundaki iddialar karşısında ülkede tek bir yaprak kımıldamamıştır.
Tayyip Erdoğan'ı iktidara taşıyan servet birikiminin arkasındaki süreci ortaya koymada yaptığı
operasyonlarla gündeme gelen ve en son Erdoğan'ın arkasındaki en büyük sermaye gruplarından
Albayraklara karşı yaptığı operasyonun kurbanı olan İstanbul Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar
Saçan'ın Star'da Objektif programında iddiaları yeniden gündeme getirmesinin ardından Star'a "Uzan
Holding Operasyonu" çerçevesinde el konulmuştur.
Bu röportajı sırasında Saçan; Tayyip Erdoğan'ın 1 milyar doları belediye kaynaklarından nasıl kendi
hesaplarına geçirdiğine dair belgeli kanıtlardan söz etmiştir.
Kritik soru şudur: Saçan’ın söz ettiği ve Türkiye'nin Başbakan'ın hangi süreçlerden buralara geldiğini
ortaya çıkaracak belgeler nerededir?
Bu belgelerin asılları Saçan'ın elinden alınmış ve bir kopyası savcılık bünyesinde bulunmaktadır. Bu
belgelerin diğer kopyası ise Genelkurmay'a iletilmiştir.
Kısacası; kullanılmak istense Tayyip Erdoğan'ı, bu kadar "AK Günlerinde" hayli karanlıkta bırakacak
binlerce sayfalık somut belge vardır. Bu belgeler arasında; Tayyip Erdoğan'ın bugün örtülü ödeneğin başına
getirdiği zamanın Vakıfbank şube müdürünün gerçekleştirdiği para operasyonlarını ayrıntıları ile ortaya
224
koyan kanıtlar da mevcuttur ve bilinmektedir.
Buna rağmen; zamanında Demirel'in "itidalli bir NATO paşasıdır, kırıp dökmez" diye övdüğü,
bugünlerde ise Çengiz Çandar'ın Annan Planına desteğinden dolayı "vizyoner bir paşa" olarak göklere
çıkardığı Özkök liderliğindeki Genelkurmay kadroları bu belgeleri değerlendirmeme konusunda büyük başarı
göstermektedir.
Bu başarı; medyanın “tükürdüğünü yalama” konusundaki omurgasızlığı ile birleşince, Tayyip
Erdoğan'a en büyük desteği taraftarlarının seslerinin değil, karşıt görünenlerin suskunluğunun
verdiği gün gibi ortaya çıkmaktadır!
Emekli Generallerin Yırtılan Suskunluğu
Böyle bir ortamda; emekli generaller en az muvazzaf generaller kadar önemli bir dinamiğin
ortasında kendilerini bulmaktadır. "Kol kırılır, yen içinde kalır" felsefesi ile yetiştikleri kurum bu kadar kritik
bir dönüşüm sürecinden geçerken, kendilerini huzursuz bir toplum bünyesinde bulan bu isimlerin içlerindeki
sancıyı dile getirme konusunda başlatacakları dinamik; toplumdan çok, içinden çıktıkları kurumu
suskunluğundan kurtarma açısından önem taşımaktadır.
Burada en önemli tehlike; Pamukoğlu gibi isimlerin toplumsal ve kurumsal şuur altına hitap eden ve bu
yolla Türkiye'nin içine düştüğü girdaba karşı kontra bir dinamik yaratmayı hedefleyen bu girişimlerin; reel bir
çaba olmaktan çıkarılıp, toplumun gazını alma seviyesinde tutulmasıdır.
Bu noktada; susmaktan vazgeçenlerin en önemli zaafı, içlerindeki birikmiş enerjiyi dışa boca
etmenin reel bir sonuç üreteceği yolundaki yanlış kanıdır. Aksine; bu toplumun kendi suçluluk hissini bu
tür kahramanlar üzerinden tatmin etmesini sağlayarak ve toplumun ataletini daha da uzatarak ters yönde
sonuçlar doğurabilir.
Susmaktan vazgeçenler; Türk toplumunun içine alındığı psikolojik savaş cenderesinin karmaşıklığı ve
derinliğini çok iyi tahlil ederek; enerjilerini çok kapsamlı dinamikler yaratmak yönünde kullanmalıdırlar.
Aksi takdirde; içlerinde yetiştikleri kurum, kendi milletinin hukukunu , NATO gibi "fundamentalistşeriatçı" (Ayrıntılar NATO'nun sembolünde ve NATO bünyesinde görev yapan misyoner subaylarda
gizlidir)
yapıların
dayattığı
küresel
güvenlik
anlayışlarına
ve
bunların
kılıfını
oluşturan
uluslararası hukuka kurban eden süreçlere en anlamlı desteği suskunluğu ile verirken; kendi çığlıkları Türk
milletinin vicdanında hoş bir sedadan öteye geçmeyecektir.
Bu noktada tarihi ve ülkenin geleceği:
 Bir milletvekili Atatürk'ün resmi ile ilgili bir demeç verdi diye ortalığı ayağa kaldırdıktan bir
kaç ay sonra; Kıbrıs gezisini "siyasi mesaj" olur kaygısı ile ertelediğini beyan ederek, Türk
milletinin zekası ile dalga geçenlerin mi?
 Türkiye Kıbrıs, Ege Kıta Sahanlığı gibi kritik gündemlerle karşı karşıya iken Türk deniz
kuvvetlerinin subayına, "uluslararası hukuka saygı duyacağım" yemini ettirecek kadar küresel
bürokrata dönüşenlerin mi?
 "Eğer Süveyş Kanalını işgal etmeyi düşünmüyorsak, Kıbrıs'ın stratejik bir önemi yoktur"
diyecek kadar üzerindeki üniformanın ağırlığı altında ezilenlerin mi?
 ABD'nin PKK'ya destek verdiğini bile bile, Türk milletinden bu gerçeği gizleme suçu ile
yetinmeyip, bir de hala ABD ile stratejik ortaklık/müttefiklik masallarını anlatmaya devam
edecek kadar kemiksizleşenleri mi?
 Yoksa; Ülkesi için İngilizlerin torpidosunu gizli gizli deşifre eden ve uluslararası hukuk
karşısında kendi hukukuna sığınan İdris Üsteğmenlerin mi?
 İçlerinde
biriken
çığlığı
kitaplarla
ortaya
koymaya
çalışan
emekli
generallerin
mi
şekillendireceğini hep beraber göreceğiz.
Önümüzdeki süreçte; egemen güçlerle girdikleri işbirliği çerçevesinde susanların üzerinde, susmayı
reddedenlerin baskısı arttıkça; bu baskıyı azaltmak için göstermelik hamleler artarken, bu
göstermelik adımların perdelediği bir ortamda arka plandaki satış süreci daha da derinleşecektir.
225
Susmayı reddedenlerin bu makro tuzağa karşı çok dikkatli ve akıllı olması gerekmektedir.
Büyük İsrail’i "Büyük Ortadoğu" ya Sarıp Pazarlamak
Irak'taki durumun medyaya yansıyanın çok ötesinde karışık ve içinden çıkılmaz bir hal aldığının artık
herkes farkındadır.
Okuyucularımız; bir yandan MOSSAD'ın Irak'ta nasıl bir bilim adamı katliamına giriştiğinden, dini
ve etnik gruplar arasındaki etkileşimlerin ayrıntılarına, hatta İsrail ve ABD'nin özel birimlerinin nerelerde
konuşlandıklarına kadar bir çok enteresan bilgiyi yakalama şansına sahip bulunmaktadır.
"Kontrollü Kaos" projesi her boyutu ile belli bir olgunluğa erişmiş iken, medyadaki yorumcuların hala
kamuoyunu salak yerine koyup, sanki, "ABD düzen getirmek istiyor da, getiremiyor; demokrasi ve düzen için
çabalıyorlar" ama kolay değil, başaramıyorlar!” tarzı bir hava yaratmaları SESAR'ın sunduğu haber ve
analizlerin değerini bir kez daha arttırıyor.
Bu noktada olaya stratejik bir derinlik katması açısından herkesin diline doladığı "Büyük Ortadoğu"
kavramının neyin paravanı olabileceğinin sorulması gerektiğini düşünüyoruz.
Ana akbabanın ağızlarına verdiği her çiğnenmiş lokmaya saldıran aç akbaba yavruları gibi, küresel
odaklar tarafından ortaya atılan her kavramı ve projeyi sakız gibi çiğneyenlerin prim yaptığı bir ortamda Biz
başından beri; "Büyük Ortadoğu" projesinin, "Büyük İsrail" projesinin bir kılıfı olduğunu öne
sürüyoruz.
Her makro projenin belli başarı eşiklerini geçebilmesi için, bir sualtı, bir de su üstü motivasyon
kaynaklarının olması gerekir.
Bölgede bir "Büyük İsrail" projesi olduğu artık bütün kaynakları ile deşifre edilmişken, bu proje için su
üstünde bir toplu kamuoyu dinamiği yaratmanız mümkün değildir.
Daha somut konuşmak gerekirse; ilgili ülkelerde beslediğiniz kalemşör ve yorumcularınızı, medya
ve sosyal kanallarınızı toplumu şekillendirmek için "Büyük İsrail" sloganı ile ortaya salamazsınız.
Fakat; bu satılık kalem ve kanallar "Büyük Ortadoğu" projesini belli meşruiyet kılıfları içerisinde çok
rahat dile getirebilir.
İşte bu nedenledir ki; gaipten bir yerden birilerinin "Büyük Ortadoğu" masalını kulaklara fısıldamasının
üzerinden bir hafta geçmeden; Türkiye'nin besleme yorumcuları, kiralık kanallarda, "Türkiye'nin Büyük
Ortadoğu Projesi'ndeki yerinden" söz etmeye başlamış ve Erdoğan'ın Diyarbakır'ın Ortadoğu projesinde
yıldız olacağı yönündeki tarihi incisi (Bir önceki tarihi inci için Mesut Yılmaz'a bakınız) açılan yeni kulvarı
bütün çıplaklığı ile ortaya çıkarmıştır.
Bu noktada; çok derin ve kapsamlı bir vizyonmuş havasında sunulan ama aslında coğrafyayı ve tarihi
ancak bir ABD'linin anlayabileceği kapasitede anlayabilen bir kaç beynin masa başı hayal ürünü olan bu
konsepti, kamuoyuna bir "vizyon"muş gibi sunanlara sormak gerekir :
Söz konusu kendi devletinizin toplumsal projeleri olduğunda, "derin devlet baskısı"ndan,
"psikolojik savaşla beynimiz yıkanıyora" kadar ortalıkta kül bırakmayan sizler; söz konusu
"toplumsal" ve hatta "tarihsel/coğrafi mühendislik" projeleri başkasının devletinden çıkınca bunları
neden "vizyoner", "kaçınılmaz", "tarihi" gibi sıfatlarla toplumun önüne kaçınılmaz fırsatlar gibi
sunuyorsunuz?
Bu devletin hatası sizin gibileri ABD devleti kadar beslememiş olması mıdır; yoksa bu tarz projeleri
üretememiş olması mı?
Belki de ikisi birden.
"Büyük küresel odakların himayesinde", "Büyük İsrail" projesine hizmet etmek için gerekli meşruiyet
zemini "Büyük Ortadoğu" kavramı ile masaya servis edilmiştir.
Bunu Türkiye'dekinin kursağından "Osmanlı", Lübnan'dakinin kursağından "Arap Birliği", Türkmen'in
kursağından "Türk Birliği" diye geçirmeye çalışacaklardır. Bu noktada; Diyarbakır'ı "Büyük Ortadoğu"'nun
yıldızı yapan da, "Büyük Ortadoğu vizyonundan" söz eden de, masaya konulan yemeği servis eden
garsondan başka bir şey değildir.
226
Akaryakıt Çetesi
Son günlerde Türkiye'nin denizlerinde ve özellikle İstanbul'da, sessiz sedasız bir operasyon
gerçekleşmekte.
Bu operasyon; denizlere hakim olan akaryakıt çetesinin çökertilmesi ve yerine yenisinin yerleştirilmesi
operasyonudur.
Evet yanlış okumadınız. Eski çetenin çökertilmesinin amacı, yerine yenisinin ikame edilmesidir.
Hatırlarsanız; geçen senenin sonlarına doğru Hürriyet gazetesi sürmanşetine, "Denizde Akaryakıt
Çetesi Çökertildi" tarzı bir dizi haber çekmiştir. Bu haberlerde; deniz üzerinden akaryakıt kaçakçılığı yapan
grup; işbirliği yaptıkları Sahil Güvenlik mensubu bir kaç astsubay ile birlikte görüntülenmiştir.
Bu haberlerin sonrasında bir kaç ay geçmemiştir ki; "denizde devrim" başlığı altında AKP
hükümeti bir icraata daha imza atar. Bu icraatla, denizden alınan mazotun ÖTV'si sıfırlanır. Deniz ticareti
için devrim olarak nitelenen bu gelişme gözlerden kaçan önemli bir fırsatı bünyesinde barındırmaktadır: Bu
da denizden alınan mazot ile karada satılan mazot arasında litre başına yaklaşık 600 bin TL'lik bir fark
oluşmasıdır.
Bu fırsatın nasıl değerlendirebileceğini söylememize gerek yok. Tek bildiğimiz bu fırsatın bugün
Kumkapı, Haliç gibi kritik ikmal noktalarında fazlası ile değerlendirilmekte olduğudur. AKP hükümetinin
ortaya koyduğu icraat ile açılan bu fırsat kapısından sıradan, küçük kaçakçıların yararlandığını
zannetmeyin. Bu fırsatı değerlendirmek için üst düzey bir konsey kurulmuştur bile. Bu konseyin
üyelerinin kim olduğunu bilemeyiz; bizim tek yapabileceğimiz Türkiye'de sağlıklı bir denizcilik için derin
kaygılar taşıdığını bildiğimiz Fuat Miras, Şadan Kalkavan, Cengiz Kaptanoğlu, ve en önemlisi Tayyip
Erdoğan'ın bu mega yolsuzluk konseyine el atmaya çağırmaktır!
İlanlar Üzerinden Medyaya Para Akıtan "Terör" cü Odaklar
Bugünlerde, özgürlüğü elinden alınmış basının müstesna örneklerinden biri olan Can Ataklı'yı
bulabildiği her köşede, "basın özgürlüğünden" dem vururken görmek mümkün.
"Özgür basın ve Cumhuriyet havarisi" kesilen bu ismin, Star'da “Kıvanç Değirmenli” takma ismi altında
yayınlanan "Oyun Bozan" isimli köşeyi hangi nedenle bir gün durup dururken ortada kaldırdığının hikayesi
bilinirse, Can Ataklı ve gibilerinin "demokrasi" konusunda ne kadar samimi olduğu daha bir netlik
kazanacaktır. Fakat bizim yorumumuza "Oyun Bozan" köşesi ile başlamamızın nedeni bu medya hikayesi
değil. Amacımız, ilk olarak Oyun Bozan köşesinde Kıvanç Değirmenli'nin gündeme getirdiği bir konuyu daha
da derinleştirmek.
Önce elimizdeki bilgiyi ortaya koyalım ve gerisini bırakalım "Oyun Bozan" köşesi dile getirsin.
SESAR olarak güvenilir kaynaklardan edindiğimiz bilgiler, son günlerde gazetelerde "European
Security Advocacy Group" (Avrupa Güvenlik Teşvik Grubu) başlığı altında garip ilan metinlerinin
altına imza atan ve nedense ilanlarında kendilerine nasıl ulaşılacağına dair en ufak bilgi sunmayan
"grubun" bu ilanları aracılığı ile belli medya gruplarına on milyonlarca dolar kaynak aktarıldığı
yönündedir. Grupların isimleri ve aktarılan kaynağın miktarı bizde saklı.
Belli medya gruplarına yurtdışından kaynağı belirsiz kaynak aktarımı anlamına gelen bu ilanların ne
dediğine gelince...
Bu konuda zamanında Kıvanç Değirmenli'nin sansürlenen Oyun Bozan köşesinde 01 Ekim 2003
tarihinde yazdıkları ek bir yoruma gerek bırakmıyor :
"İlanlar ilk bakışta "terörizme" karşı masum metinler olarak dikkat çekiyor. Fakat incelediğinizde garip
bir duyguya kapılıyor ve bu adamlar bu sözleri niye bize söylüyor diyorsunuz. İşte burada çıkan ilanlarından
bir cümle :
"Dünya halklarının yoksulluğundan teröristlerin faydalandığı zaten biliniyor. Bu şaşırtıcı değil.
Şaşırtıcı olan, yoksulluğa karşı önerilen çözümün intihar olması ve birilerinin buna inanabilmesi... Ne
yazık k, bu genç teröristlere öğretilen, kendilerini havaya uçurarak yol açtıkları kanlı eylemle, en
azından aileleri için bir kurtuluş ve daha iyi bir gelecek sağlayabilecekleri"
227
PKK terörizminin en yoğun olduğu dönemde bile intihar saldırılarını tek tük yaşayan bir topluma;
"intihar saldırılarının kötü olduğunu" ve "gençlerin buna itibar etmemesi gerektiğini" belirten cümleler niye?
İlan metinlerinde garip bir "yapmayın" çağrısı var. Her biri potansiyel bir trafik canavarı olan Türk
insanına, "hızlı gitme" çağrısı yapılsa yadırgamayacağız, adamlar iyi niyetli olarak uyarıyor diyeceğiz. Ama
bu farklı.
Sadece belli gazetelerin sayfalarında ve defalarca yayınlandığını tespit ettiğimiz bu ilan, sanki insanlar
intihar saldırısı yapmaya meyilliymiş de, birileri onu vazgeçirmeye çalışıyor havası ile kaleme alınmış.
"Terörizmin" nasıl bir endüstri haline geldiğini ve yoksulların işine de yaramadığını inandırıcı olma
yolunda garip örneklerle de desteklemiyor değil.
Bakın ne diyorlar :
"Dünyanın terörist şebekeleri de en büyük para makineleri haline gelmekteler...Ne var ki bu
paraların yoksul halklara hiç bir yararı yok. Tam tersine Sudan-Kuzey Hartum'daki marihuana
tarlalarında yoksul çocukları köle olarak çalıştırdıkları bilinen bir gerçek"
Ve ilanlar şu çağrı ile son buluyor :
"Terörizmde Gelecek Yok"
Türkiye'de intihar komandosu olmak için sabırsızlanan onlarca gencin bunu öğrendiği iyi oldu. Biz de
çocukları vazgeçirmeye çalışıyorduk, ama bir de bu gerçeği "European Security Advocacy Group"'tan
duymaları çok iyi oldu.123
123
www.sesar.com.tr / 05 06 2004 /
228
SAHTE KABADAYILIĞIN SIRITAN KOMEDYASI !..
Alaattin çakıcı ve Mafya Çarkı ?..
Başbakan’ın İsrail’e sert çıkışı ?!..
Ve cevabı verilmeyen sorular !......
En son yurt dışına terör uzmanı emekli MİT görevlisi Faik Meral’in yeşil pasaportuyla çıkartılan ve son
kullanma tarihi geçtiği için Avusturya’da yakalatılan ve savunmasını yapmak üzere , “Laz Mafyası”yla irtibatlı
iki iş adamı tarafından , “Hitlerci”likle suçlanan Avusturya’nın sağcı Lideri Heider’in avukatı tutulan.. Ülkücü
Mafya bebesi (Abeler Türkiye’deki Masonlar, Babalar İsrail ve ABD’deki Yahudi kodamanlardır) Alaattin
Çakıcı;
1999’da ise , Fransa’ya Devletin verdiği diplomatik kırmızı pasaportla kaçmıştı (!?)
Ayrıca, Beşiktaş Kulübü üyesi sıfatıyla İtalya’dan kendisine özel vizeler aldırılan...
Ve şimdi sayısız cinayet, suikast ve saldırı suçundan arandığı için(!) yakalatılan Çakıcı, olayı
ülkemizdeki:
“Diplomatik dokunulmazlığı olan elçilikler—CIA-MOSAD, MİT gibi İstihbarat Örgütleri—Kürtçülük ve
Türkçülük Hareketleri—Mason Locaları ve Spor Kulüpleri—NATO ve BM.Görevlileri—Diyet borcu olan
Hükümetler ve Siyasetçiler—Satın alınan bazı güvenlik rütbelileri” ilişki ve işbirliği içindeki MAFYA ÇARKINI
yeniden gündeme taşıdı..
Tam bu sıralarda, İsrail’in haksız saldırıları, nasıl olduysa; birden bire “Başbakan Recep T.Erdoğan’ın
sabrını taşırdı!” ve sert çıkışlara başladı...
Daha önce Kuzey Irak’la ilgili tükürdükleri bütün Kırmızı Çizgileri bir bir yalayıp yutan kahramanların
hatırına , yine birdenbire , Kerkük ve Türkmenler takıldı..!?
Oysa Türkiye’nin kanunları bile otellerde yapılmaktaydı…
Neva Palas’taki düşündüren toplantı...
İşte size belgeleriyle, kahraman Türkiye manzarasının perde arkası:
Yer Ankara’daki Neva Palas Hotel..
Tarih 22-24 Şubat 2004...
AB Uyum Reformları Sürecinde Örgütlenme Özgürlüğü ve Dernekler Yasası’yla ilgili bir toplantı...
Kapalı kapılar ardındaki toplantıda konu enine boyuna tartışılıyor... Ve bir taslak çalışma ortaya çıkıyor...
İlk bakışta ‘Ne var bunda?” dedirtecek masum bir çalışma gibi görünüyor Neva Palas toplantısı...
Ancak “Türkiye Cumhuriyeti’nin bir yasal düzenlemesi” burada yapılınca toplantının organizatörü bu
masumiyeti ortadan kaldırıyor...
Sıkı durun! Çünkü toplantıyı ne İçişleri Bakanlığı ne Adalet Bakanlığı ne de Türkiye’nin bir sivil toplum
örgütü organize etmiyor... Neva Palas toplantısı, dünyanın birçok ülkesinde İngiltere Büyükelçiliklerine
çalışmalarıyla yardım ve destek sağlayan BRITISH COUNCIL himayesinde yapılıyor... Türkiye’de sözde
özgürlüklerin savunucusu sivil toplum örgütleriyle birçok dernek ve vakıfda temsilci gönderiyor. Türk
Demokrasi Vakfı, Güç ve İnsani Yardım Vakfı, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Elder Kadın Merkezi,
Helsinki Yurttaşlar Derneği, İnsan Hakları Derneği, Mazlumder ilk bakışta dikkat çekiyor.. Ve tabi BRITISH
COUNCIL’ün temsilcileri, başta oturuyor…
Daha da acısı, Başbakanlık, İçişleri Bakanlığı ve Adalet Bakanlığı’ndan da katılım oluyor BRITISH
COUNCIL’ün toplantısına.. Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı temsilcileri, Başbakanlık Uzmanları, Adalet
Bakanlığı’ndan hakimler, İçişleri Bakanlığı’ndan bürokratlar, vali yardımcıları, İl Dernek Müdürleri, Danıştay
tetkik hakimleri BRITISH COUNCIL’ün katılımcı listesinde isim, telefon ve ünvanlarıyla yerlerini alıyor...
Biz bugüne kadar kanunlarımızın önce ilgili Bakanlıklarda, sonra Bakanlar Kurulu’nda ve en sonunda
da komisyon ve genel kurul çalışmalarıyla TBMM’de hazırlandığını biliyor idik. Ancak BRITISH COUNCIL’ün
Neva Palas toplantısı kafaları biraz daha karıştırdı... İnsanın ‘Benim ülkemin reformlarından, yasal
düzenlemelerinden British Council’e ne!”
diyesi geliyor. Geçmişte IMF’nin hazırladığı taslak
229
çalışmalarının DERVİŞ KANUNLARI adıyla yasalaştığını ve yine, Soros’un Kamu Yönetimi Reform Tasarısı
üzerindeki ağırlığını anımsayınca, bilinmeyen daha nice Neva Palas’ların varlığını düşünmek insanı daha da
ürkütüyor...
Anlayacağınız, dış güçlerin Siyonist temsilcileri taslakları hazırlıyor ve altın tepside iktidarlara sunuyor..
Otel lobileri yasama çalışmalarının önemli bir mekanı haline geliyor... 124 Sonra!? Meclis daktilo ediyor,
Hükümet mühürlüyor!... Türkiye böyle yönetiliyor…
Malum ve mel’un 28 Şubat ortamında bir RP Grup toplantısında “8 yıllık kesintisiz eğitim” konusu
tartışılmaktadır.
Erbakan Hoca:
“ Biliyorsunuz, Çiller ve malum çevreler kesintisiz eğitim hususunda ısrar ediyor. Bu meseleyi Meclise
götürüp, Milletin vekilleriyle ve bütün yönleriyle tartışmamız gerekiyor... Yararlarını ve zararlarını ortaya
koymamız, tedbirli ve temkinli davranmamız ve en doğrusunu yapmak üzere ortak bir kanaate varmamız,
hepimiz için hayırlı görülüyor...” anlamında bir konuşma yapmıştır.
Bu Grup toplantısına katılan ve o günlerde İstanbul Belediye Başkanı olan Recep T.Erdoğan, kurulmuş
zemberek gibi, hemen oturduğu yerden ayağa kalkarak:
“30 yıllık siyasi hayatımızda böyle bir tasarıyı Meclise sevk edecek olursak, bu hareketimizin bitişi
olur.Hocam, bu Sizin için de bitiş demek...!” şeklinde , orta mektep talebesinin bile kuramayacağı bir cümle
ile ve bugün hiçbir milletvekili ve belediye başkanının kendisi karşısında konuşamayacağı üstün(!) bir
cesaretle baş kaldırıyor!...
Erbakan Hoca’nın:
“Sana konuşma (yani milletvekillerimizi bana karşı kışkırtma) hakkı verilmedi... Bu tasarının mecliste
görüşülmesinden korkmamalıyız...” ikazına rağmen Recep T.Erdoğan bu sefer kürsüye fırlıyor ve şovuna
devam ediyor:
“Bu yaptığınıza, futbol diliyle ‘zorla penaltı yaptırmak ve kendi kalesine gol attırmak’ denir. 8 yıllık
kesintisiz eğitim, yavrusunu kediye boğdurma formülüdür!” diyerek sitemler savuruyor!..
Ve Erbakan Hoca, hem Onun niyetini hem de tiyniyetini açıklayan cevabını yapıştırıyor:
“Kabadayılık etmenin anlamı yok... Bu işler çoluk çocuk oyuncağı değildir!..” (Geniş bilgi: Kod adı İHL.
Bir İmam Hatip Hikâyesi. Fehmi Çalmuk ve yine Vatan Gazetesi 8–7–2004)
Evet, O günlerde Tayyip, haddini aşıp Hoca’ya kabadayılık
yapmaktadır... Akıl satmaya
kalkmaktadır.Güya İmam Hatiplere sahip çıkmaktadır..!
Oysa bugün daha iyi anlaşıldı ki, Erbakan Hoca haklıdır. O sıralar Recep Bey sadece kabadayılık
taslamakla ve malum çevrelerin aklını çelmesiyle, “adaylık” provası yapmaktadır.
Eğer o günlerde, bu görüşlerinde samimi idiyse, bugün anayasayı bile rahatlıkla değiştirecek bir
çoğunluk iktidarının başı olarak, niçin İmam-Hatip ve başörtüsü konularında sus-pus olmaktadır?
İşte o dönemde, Erbakan Hoca’ya karşı, örnek bir edeple (!), din-dava kahramanı kesilip karşı çıkması,
nasıl, masonik merkezlerin gözüne girmeye yönelik bir kabadayılık göstergesi idiyse, şimdi İsrail’e karşı bazı
sözleri de, tabanına ve teşkilatına hava basmaya yönelik öyle bir kahramanlıktır!...
Ama bu tutarsız tavırların ve sadece günü kurtarmaya yönelik tantanaların arkasındaki sahtelik ve
samimiyetsizlik, artık ahmakların bile fark edeceği şekilde ve çirkince sırıtmaya ve içimizi bulandırmaya
başlamıştır.
Çünkü, İsrailli yazar Rubin’in dediği gibi : “Bir yandan yurttaşlarını yatıştırmaya yönelik böyle tavırları
takınırken, diğer taraftan; daha önce hiçbir sağcı ve solcu iktidarın göze alamadığı:
1-Manavgat sularını hem de halkından habersiz İsrail’e satmıştır.
2- Ve çok kârlı bir enerji tesisi kurma hakkını, ihalesiz olarak İsrail’e tanımıştır” (By Barry
Rubin.Jerusalem.July.7 (upı) )
124
Milli Gazete / 12 07 2004 / Ankara Kulisi.
230
Yoksa, Amerika’daki sözde, Yahudi Türk Dostların Derneği olan ACJTR’nin “Ya Türk medyasındaki
İsrail ve Siyonizm aleyhtarı yazarları sustur, ya da desteğimizi durdurur, ipini çekeriz!?..
Türk-Yahudi dostluğunu ve İsrail hukukunu her partinin ve bireyin üstünde görmeliyiz!?..” (Bak:
ACJTR- 30.Haz.2004) anlamına gelen, küstahça teklif ve tehditlerini sineye çekmek mi, kabadayılıktır ?
Bazı safdil seçmenler ve hıyanet karakterlerinin uyuşması nedeniyle olacak, Erbakan’a bağlılık
iddiasındaki bazı cin fikirliler; Recep T.Erdoğan’ın artık kabak tadı veren bu kabadayılıklarına “büyük hikmet
ve kerametler” uyduradursunlar,
AKP’liler, başörtülü öğrencilere, bazı bahanelerle 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası verme yolunu açan
Yeni Türk Ceza Kanunu değişikliğini bile, Meclisten geçirmiş bulunmaktadır.
Ve artık; kendi ifadesiyle, Tayyib’e hatırlatmanın tam zamanıdır:
Vaktinde, Erbakan Hoca’ya dediğin gibi “Yavrusunu kediye” değil, şimdi Senin elinle “Arslanı arıya
boğdurmaya” uğraşılmaktadır!..
Cevabı Verilmeyen Sorular Ve Sahte Kabadayılığın sırıtan Komedyası
İşte ABD’ye rağmen ve İsrail’e karşı “Başbakan sertleşiyor… Türkiye netleşiyor!” gibi sahte senaryolar
yoğunlaşınca, Sesar’ın ilgili raporundan da yararlanarak NATO zirvesi öncesinden sistematik olarak
başlatılan bir Türk kamuoyunu kandırma çalışmasına dikkat çekmek gereğini duyduk. Bu yanıltmacanın
yaftası; "tek başına hareket etmeye hazırlanan onurlu Türkiye" 'dir.
Oysa biliyoruz ki; kurgulanmak istenilen tiyatro hiç bir ciddi sorgulamaya karşı ayakta durmayacak
kadar sahte bir senaryodur:
 Ne, Kürt peşmergeler bir çapulcu sürüsü iken, bizzat bunlara subaylık eğitimi vererek Kürdistan
ordusunun temelini kendi elleri ile atacak kadar, stratejik körlüğe düçar kurmayların şimdi İsrail'in "komando
eğitiminden" rahatsız olması
 Ne, Belediye başkanlığı günlerinden bu yana Musevi lobileri ile çok derin ve kirli ilişkiler kurmuş bir
Başbakan'ın "anti-İsrail" tavırlar takınması,
 Ne de, İsrail'in bugüne kadar Filistinlilere yönelik katliamlarına gözlerini kapatan ve Yahudi
sermayesi ile içli dışlı olan Türk medyasının, birden bire İsrail'i "suçlu" sandalyesine oturtması asla inandırıcı
değildir.
Aşağıda ayrıntılarını bulacağınız analiz; Türkiye'yi Irak kaosuna dahil etmek isteyen küresel-siyonist
güçlerin, bunu "ABD istediği için” yaptıramayacaklarını bildikleri için ortaya "ABD ve İsrail'e rağmen Irak'a
müdahale eden Türkiye" senaryosunu ortaya koydukları tezini işlemektedir.
Bu tez:
a-ABD Büyükelçiliğinden, Türkiye Cumhuriyeti devleti birimlerine kadar birçok unsurun çelişkili davranış
ve tutumlarına,
b-Pentagon/CIA kontrolündeki uyuşturucu güzergahlarındaki; Türkiye'deki Karadeniz ve Kürt mafya
altyapılarını da etkileyen-rota değişiklikleri ile PKK'nın yeniden hareketlenmesinin eşzamanlılığına,
c-Başbakan'ın AKP üzerindeki kontrolü kaybetmeye başlaması ile doğru orantılı baş gösteren iç
hizipleşmelere; Tayyip Erdoğan'a karşı, kumar baronlarından, Berlusconi'ye kadar ciddi bir destek
arayışına çıkan, bazı Büyükşehir belediye başkanlarına
d-Ve aylar önce Harp Akademileri'nde gerçekleştirilen "etnik çatışmaya sahne olan bir adaya
NATO nasıl müdahale eder?" başlıklı 2000 NATO personelinin katıldığı harp oyunlarına dayanılarak
hazırlanmıştır.
Daha önce: TSK'nın Kuzey Irak'a ancak NATO'nun türevi bir kuruluş olarak müdahale
edebileceğine dikkat çeken; "Kerkük'ün NATO İşgali Senaryosu hazır" başlıklı analizimizdeki
senaryonun adım adım hayata geçirildiğini gözlemliyoruz. Bu derinleşmenin; toplumu ve tabanı
nezdinde inandırıcılığını yitiren devlet aygıtlarının ve AKP iktidarının, kaybettikleri saygınlıklarını yeniden
kazandıracak şekilde inşa edildiğini görünce, ahmak yerine konulan milletimizi net bir şekilde uyarmak
istedik:
231
Sakın ola ki; bugüne kadar ne başına geçirilen Amerikan çuvalını, ne de üstüne giydirilen Yahudi
cüppesini çıkarmak yolunda tek adım atmayanların, birden bire canlarına tak ettiğini ve yanlışlıktan çark
ettiğini düşünmeyin!..
Bütün bunlar Türkiye’yi, Irak kaosuna ve Kerkük üzerinden dahil etme senaryosundan başka bir şey
değildir
Bize söylenenlere ve gösterilenlere inanmaya kalkarsak şöyle bir tablo görürüz:
1-Türkiye ile İsrail ilişkileri, İsrail’in Kürtlere komando eğitimi verdiği için gerilmeye başladı
2- Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı'nın İsrail'in hem Ortadoğu’daki, hem Kuzey Irak'taki
politikalarından sabrı taştı ve İsrail'e karşı "cesurca" ve sert tavırlar takındı.
3- Türkiye'nin çıkarlarının her çiğnendiği yerde sert ve tavizsiz tutum vermesi ile ün yapan askeri
bürokrasinin de, güya canına tak etti ve İsrail'e mesafeli davranmaya başladı
4- ABD'deki düşünce kuruluşların da; İsrail-Türkiye ilişkilerinin gerildiği, tehlikeli bir noktaya doğru gittiği
ve hatta Türkiye'nin tek taraflı müdahale etmek zorunda kalabileceği yorumları çoğaldı.
5- İsrail'in "işgal" ve "katliamlarına" sürekli seyirci kalan Yahudi lobisi ile arasından su sızmayan
medyamız, birden İsrail'in ne kadar "küstah" bir devlet olduğunun farkına vardı.
Dikkat ederseniz bütün bunlar "birden bire" oldu!?
Milletimizin dikkatini çekiyoruz;
Yukarıda madde, madde özetlemeye çalıştığımız bu sahte tablo çok sinsi bir "kamuoyu
yönlendirme" operasyonunun dışa vurumudur ve Türk Milleti'nin gözünün içine baka baka, NATO zirvesi
öncesinde başlayan ve NATO zirvesi sonrasında uygulanmaya çalışılan bir senaryodur.
"Türkiye Gerekirse Ve Mecbur Edilirse Milli Çıkarlarını Tek Başına Da Olsa Korur" Havasının
Sahteliği!?
Yukarıda özetlediğimiz ve kamuoyunun önüne serilen bu tablonun: “Türkiye-İsrail ve ABD üçgeninde
bir gerginliğin dışa vurumu olduğu ve Türkiye'nin her an milli çıkarları için tek başına hareket etmeye hazır
bulunduğunu “ göstergesi olduğuna inanmak için, beş şey gerekir:
1- Çok saf dil olmak ve gelişmelerden gafil bulunmak
2-Uluslararası ilişkiler yumağının dehlizlerinden haberdar olmamak
3- Türkiye'de devlet yapısının hangi noktaya geldiğini unutmak
4- Türkiye'de medyanın ve arkasındaki sermaye ağının gizli ve kirli ilişkilerini iyi etüd etmemiş olmak
5- Birden bire "anti-İsrail" ve "bağımsız Türkiye" naraları atanların, asıl amaçlarını bilmeden bu
numaraları yutmak
Aksine biliyoruz ki;
A- Bugün İsrail'e karşı kahramanlık satan ama daha bir kaç ay önce Yahudiler tarafından sadece
Yahudilere verilen özel bir nişanla ödüllendirilecek kadar Musevi lobileri ile sıkı ilişkilere sahip olan Tayyip
Erdoğan'ın bu lobilerle ilişkilerinde en ufak bir pürüz olmadığı gibi, sahne arkasında her türlü maddi ve
manevi ilişkiler ağı güçlenerek sürmektedir.
B- İsrail'e kafa tutar gibi yapan Erdoğan'ın bu cesaretinin sahteliği; "İran'a gideceğim" deyip sonra
vazgeçmesi ile zaten kendisini göstermiştir.
C- Kürt peşmergelerin silahlı çapulcular güruhu olduğu günlerde, bu peşmergelere bizzat subaylık
eğitimi verip Kürdistan ordusunun temellerini atan “askeri bürokratların” Ve Barzani-Talabani henüz aşiret
reisi iken, duvarlarına Kürdistan'ın haritası asmasına ses çıkarmayıp bu ikili ile pazarlık eden kadroların;
bugün kalkıp İsrail'i "Kürtlere komando eğitimi veriyorsunuz" diye suçlaması kadar komik bir şey olamaz. Bu
oyun ancak soru sormayı bilmeyen; daha doğrusu kasıtlı olarak "doğru soru sormadığı" için bugünlere gelen
Türk medyasının sahnesinde oynanabilecek bir komediden ibarettir.
D- TSK ile İsrail arasındaki "stratejik işbirliğinin" zorlandığını düşünenlere; bir kaç ay önce
Genelkurmay İkinci Başkanı Başbuğ'un beraberindeki 45 kişilik kurmay heyeti ile İsrail'e gittiğini ve bu
görüşmede İsrail'le ilişkilerin daha da nasıl derinleştirileceğini ele aldıklarını hatırlatmak gerekir.
232
Genelkurmay'ın 45 kişilik bir heyetle başka hangi ülkeye ziyaret yaptığını sorarsanız, “hiç” cevabı verilecektir.
Basına sızdırılan "ortak mühimmat deposu" haberi doğrudur ve Türkiye-İsrail askeri ilişkilerinin; Türkiye'nin
İsrail'e teknolojik, lojistik ve eğitimsel olarak daha fazla bağlanarak sürdüğünün en açık göstergelerinden
biridir.
E- Türkiye'nin güvenlik bürokrasisinin; Türk devletinin çıkarları için, AKP hükümetinin İsrail-ABD
eksenine karşı Suriye-İran'la özel ilişkiler geliştirmeye başladığını düşünecek kadar saf olanların; İran'ın bir
tümgeneralinin Ankara'yı ziyaretinin "ABD yanlış anlar" bahanesi ile Genelkurmay tarafından daha
geçenlerde iptal edildiğini unutmaları talihsizliktir.
F- Türkiye ile İsrail'in ilişkilerinin bozulduğunu savunan ve Türkiye'nin özellikle Kerkük'teki gergin
durum nedeni ile gerekirse Irak'a tek taraflı müdahale edebilecek konuma geldiği yorumunu yapan
merkezlere baktığımızda ise karşımıza ilginç bir tablo çıkıyor. "Türkiye tek taraflı müdahale edebilir"
yorumunu yapanların hepsi; Irak işgali öncesinde "Türkiye ABD ile hareket etmelidir aksi takdirde ...."
şeklinde yorum ve hatta lobi yapan merkezlerdir. Bu merkezlerin birden "Türkiye'nin tek taraflı müdahalesini"
dile getirmeye başlamaları, herhalde hayra alamet değildir. Yeni şeytanlık; Türkiye'yi Irak'a çekme
oyunudur. Batağa saplanan Conileri kurtarıp Türk askeri ile Irak’lı direnişçileri boğuşturma senaryosudur.
Kerkük’ün NATO işgalini Türkiye Jandarması ile gerçekleştirme operasyonudur!..
İstanbul
Saldırılarının
yapıldığı
hafta
Harp
Akademilerinde
2000
NATO
mensubunun katıldığı ve NATO'nun yeni güvenlik konsepti çerçevesinde oynadığı Harp
Oyunu sırasındaki senaryonun ne olduğunu hatırlayalım. Senaryo; NATO güçlerinin
etnik çatışma yaşanan bir adaya müdahale ederek, taraflar arasında tampon bölge
oluşturmasını ve tarafları uzlaştırmasını içeriyordu. Kerkük'ün Irak içinde etnik bir adaya
dönüştüğü ve çatışmaların müdahaleyi meşrulaştırdığı bir ortamda, NATO’nun bu iş için
biçilmiş kaftan olarak sahaya sürülmesi isteniyordu.
NATO bünyesinde TSK kuvvetleri de yer alacağı için, böylece hem Türk milletinin
gururu okşanacak ve TSK'nın yıpranan görüntüsü bir ölçüde parlatılacak, hem de;
Kerkük'ün Brüksel gibi uluslararası bir koloni olması yolunda ilk askeri ve hukuki temel
atılmış olacaktı. Kerkük; ne Kürtlere, ne Türklere yar edilecek ve Irak'ın petrol
rezervlerinin %40'ını bünyesinde barındıran bu bölge, "uluslararası maske" altında
Irak'ın içinde yeniçağın Kıbrıs'ı olarak yerini alacaktı. Bir Kıbrıs sorunu sözde
çözülürken, bölgede Türkiye'nin yine bir taraf olduğu yeni bir "Kıbrıs" kaosu karşımıza
çıkarılacaktı: Adı Kerkük!?
Ama şimdi tam bu noktada, Türk medyasında pek rastlanmayan cinsten bazı önemli tespitlerde
bulunalım:
1-Türkiye'de siyaset kadroların, devlet bürokratlarının ve hatta medyanın İsrail'e karşı tutumu, şüphe
çekici derecede koordineli bir şekilde sertleşmektedir. Karşınıza; tesadüf teorisi ile açıklanamayacak kadar
sistematik bir tablo sürülmektedir. İşte hıyanet kokan bir ilişkinin derinliği ancak böyle perdelenebilir.
2-Her nedense: PKK'nın faaliyetleri; Türkiye'deki uyuşturucu yollarının ciddi anlamda yer
değiştirmeye başladığı; Alaattin Çakıcı'nın yurtdışına "çıkarıldığı" ve Karadeniz mafyası ile Kürt uyuşturucu
baronlarının uyuşturucu güzergahları üzerindeki çatışmasının yoğunlaştığı bir dönemde artmaya başlamıştır.
Birileri; Türkiye üzerinden geçen uyuşturucu yollarında değişiklik yapmak istemekte ve bunun için üst düzey
konseyler toplanmaktadır. Dikkatinizi bu noktaya yoğunlaştırdığınızda diğer olayların asıl bu olayı saklayıcı
fonlar olduğu görülecektir.
3- ABD'nin “üs talepleri” tam bu noktada yeniden kamuoyunun önüne ısıtılıp servis edilmiştir. ABD'nin
üs istediği noktaların; Kuzey'de Karadeniz'den, Güney'de ise Güneydoğu üzerinden geçen iki uyuşturucu
yolunu kontrol edecek şekilde yoğunlaşması dikkat çekicidir!? Pentagon'un bir de Kıbrıs'tan üs istediği
233
düşünüldüğünde; Pentagon-CIA ve dünya uyuşturucu güzergahları ilişkisinin, Türk derin devletinin
deşifre etmesi gereken en önemli denklemlerden biri olduğu ortaya çıkacaktır. Bu denklemi çözmek için
şu sorular yardımcı olabilir:
a- Acaba, uyuşturucu uzmanları tarafından "Pentagon'un kara yolu" olarak adlandırılan Urfi
Çetinkaya'ya, siyonist patronlarının, "yolu Türkiye'nin Güneydoğusundan, Kuzey Irak'a kaydır"
talimatı ulaştırıldığı, ancak, Çetinkaya'nın bu emre uymakta direnmesi üzerine mallarının
yakalatılmaya başlandığı iddiaları ne kadar doğrudur?
b- Türkiye üzerinden geçen uyuşturucunun büyük bir kısmının denizler üzerinden aktarılmasına
rağmen; Türkiye'de yıllardır denizde uyuşturucu yakalanmaması tesadüf müdür?
c- Mazot kaçakçılığı için, AKP'nin mazotta ÖTV indirimi yapması gibi resmi ve gayrı resmi platform
oluşturma çabalarının, “uyuşturucu trafiğindeki rota değişikliği nedeni ile rant kaybına
uğrayan Karadeniz mafyasının kaybını telafi etmek” te düşünülmüş müdür?
4-Başbakan Erdoğan'ın son günlerde kendi milletvekillerine karşı hayli sinirli olduğu sezilmektedir.
AKP üzerindeki kontrolü kaybetmeye başladığı her halinden belli olan Başbakan'a yönelik AKP içinde ciddi
“karşı dinamiklerin” baş gösterdiği gözlenmektedir. Medya tarafından "AK-Türkler" (ANAP kökenlilere AKANAP'lılar dendiğini hatırlayınız)olarak adlandırılarak başından itibaren sulandırılan ve dolayısı ile
önemsizleştirilen 10 tane milletvekilinin çıkışı Başbakan'ın baş etmesi gereken en önemsiz sorun. Esas
sorunun nerede yattığını net olarak görebilmek için aşağıdaki soruların da cevaplarını bilmek lazım:
a- Büyükşehir Belediye Başkanları'ndan biri; arka planda Tayyip Erdoğan'a karşı ciddi bir kulis
çalışması ve ilişkiler ağı kurmaya başlamış mıdır? Bu çerçevede; Berlusconi'nin de dahil olduğu
odaklar zinciri ile; "AKP'nin yeni lideri" için zemin görüşmeleri yapılmakta mıdır?
b- Beraberinde 100 milletvekilini taşıyabileceğini söyleyen bir AKP milletvekili geçenlerde; iş
dünyasının ünlü isimlerinden biri ile görüşmüş müdür? Bu görüşmede, söz konusu iş adamı
Başbakan'a küstahça laflar etmiş midir? Söz konusu milletvekili bu görüşmede; AKP liderliğine
hazırlanan şahıs için meşhur kumar baronunun destek verip vermeyeceğini yoklamış mıdır?
c- Karadenizli odaklara yakın AKP lideri ile; Güneydoğulu odaklara yakın İçişleri
Bakanı Aksu arasında bir kara kedi sürüsü dolaşmakta mıdır?
Çünkü ABD ve İsrail’deki Siyonist uyuşturucu baronlarının:
a-CIA ve MOSSAD kontrolünde
b-ABD, İsrail ve İngiliz elçiliklerin desteğinde
c-Mason ve dönme yüksek bürokratları resmi kolaylıkları sayesinde
d-NATO’cu bazı güvenlikçilerin
e-Ve diyet borcu olan hükümetlerin bilgisi dahilinde
f-Yıllardır Afganistan’da ve şimdi Kuzey Irak’taki Yahudi çiftliklerinde de üretilen uyuşturucunun…
g-Türkiye üzerinden AB ülkelerine taşınması…
h-Eskiden takip edilen karayolu güzergahının, şimdi Akdeniz ve Karadeniz’e kaydırılmasına karar
verdikleri…
i- Bu kirli işlerde; öteden beri yapıldığı gibi 8. (sekizinci) sınıf silahşör olarakta, PKK’lı kürt mafyası
ile, MHP’li laz mafyasını, hem de, milli rekabet hırsıyla kullanmaya devam ettikleri yolunda kitaplar
yazılmış, açıklamalar yapılmıştır.
Şimdi soruyoruz:
Hükümet yetkililerinin, NATO fedailerinin, ve de siyaset ve strateji uyguladıklarını zanneden,
zavallı İslamcı entellerin bu konularda söyleyecekleri var mıdır? Yoksa “susma hakkı” mı
kullanılmaktadır.
5-PKK'lılara af getiren yeni yasanın özellikle ABD’li uyuşturucu baronları Siyonistlerin isteği
doğrultusunda çıkarıldığı söylenmektedir.
Bu yasa ABD’nin Türkiye’de yaptırdığı ilk yasa değildir ama;
Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı'nın ABD Büyükelçiliği ile koordineli çalışması ile ilk defa bir devlet,
234
kendisini hedef alan bir örgüte yönelik bu çapta bir af getirmiştir. İliklerine kadar uyuşmanın belirtisinden
başka bir şey olmayan bu yasa çalışmasının en hararetli savunucularından biri olan Adalet Bakanı Cemil
Çiçek'in nedense “Leyla Zana şova” yönelik en sert tepkiyi veren kişi olması hayli dikkat çekicidir. Buradaki
tezat da bir danışıklı döğüşü akla getirmektedir.
6-Türkiye devletinin ve AKP hükümetinin, milli ve haysiyetli tavırlar sergilediği yolunda tuzakların inşa
edildiği aynı günlerde İran Cumhuriyeti'nin de benzer bir görsel terapiye sokulduğu anlaşılmaktadır. Belki de
dünya tarihinde ilk defa İngiltere ve bile bile bu kadar medyatik bir aşağılanma ile karşı karşıya bırakılmıştır.
İngiliz askerlerinin elleri bağlı, gözleri kapalı kameralar önünde tek sıra geçirilişi ile; İran devlet aygıtına çok
ciddi bir ara gazı verilmiş ve İran bölge halkları nezdinde, "kafir ve işgalci İngilizlere karşı" manevi lider
konumuna bir intikam sahnesi ile taşınmıştır. Kısacası; Türkiye Cumhuriyeti devletini kendi toplumu
nazarında; İran Cumhuriyeti devletine ise; bölge toplumları nezdinde ciddi bir imaj kampanyası
yapılmıştır.
7-İstanbul'a ikiz bombalı saldırıların yapıldığı günlerde, İstanbul Harp Akademileri'nde 2000 NATO
personelinin katıldığı özel bir harp oyunu oynanmıştır. Bu harp oyununun konusu etnik çatışmalara sahne
olmaya başlayan bir adaya, uluslararası bir güç olarak NATO'nun nasıl müdahale edeceğinin provasıdır.
"Ada" olarak senaryo masasına konulan kara parçası ile, etnik bir kazana çevrilmeye çalışılan Kerkük birebir
uymaktadır. Kerkük'ün NATO işgali ve uluslararası bir koloni haline getirilmesinin provası çok
önceden yapılmıştır.
Yukarıdaki maddeler; Türkiye'de kamuoyuna sunulan komedinin sahteliğine dair çok ciddi ipuçları
taşımaktadır. Yoksa ortada ne İsrail-ABD-İngiltere üçlüsü ile Türkiye Cumhuriyeti devlet aygıtı arasında ciddi
bir sorun; ne de birden bire milli haysiyetlere önem vermeye başlayan ve bağımsız hareket etmenin yollarını
arayan bir bürokrasi bulunmaktadır.
Sorulması gereken tek soru şudur:
"Siz ABD'nin yerinde olsanız ve hem bölgedeki kaosu derinleştirip, hem de perde önünde sizin
yerinize ölecek bir güç olsun diye bölgeye Türkiye'yi sokmak isteseniz; toplumsal hassasiyetleri bu
kadar artmış ve emperyal güçlere karşı güveni iyice sarsılmış, ve devlet aygıtı çatlamış bir Türkiye'yi
Irak kaosunun içine tekrar nasıl sokarsınız?"
Yaşanan bütün gelişmeler bu soruya verilecek yanıtın ürünüdür.
Kısaca özetlemek gerekirse:
1- Türkiye, ABD toplumu gibi ıslak Bush'a basacak kadar uyutulmuş olanların dışında, milli görüş
sayesinde uyanık bir kesimin bulunması sayesinde; Türkiye'nin gerçekleştireceği her hareketin
arkasında asgari ve reel bir kamuoyu desteğinin inşa edilmesi şarttır.
2- Türkiye'yi gaza getirmenin en kolay yolu ise, "milliyetçilik" damarını kaşımaktır.
3-Hükümetinden askeriyesine, kendi toplumuna karşı ciddi mahcubiyetler yaşayan bir devlet
aygıtının prestijini kurtarması ve toplumu nezdinde; "beni bugüne kadar çocuğunuzun kanı, alnınızın teri
ile boşuna desteklemediniz; ben istersem sizin çıkarlarınız uğruna tek başıma da hareket edebilirim"
mesajını vermesi artık bir zaruriyet haline almıştır. Devletin inandırıcılık krizi biran önce aşılmalıdır.
4- Devlet birimlerinin toplum nezdinde inandırıcılık sorunu olduğu gibi; AKP kadrolarının da tabanları
nezdinde ciddi bir inandırıcılık sorunu bulunmaktadır. İslamcı portresi ile iktidara getirdikleri bir başbakanın
türban sorununu çözemediği gibi; kendi mülkiyet sorunlarından çok kiliselerin mülkiyet sorunu ile ilgilendiğini,
hem Anadolu'da, hem Ortadoğu'da Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın alanının genişlemesi için çok kritik lojistik
destek verdiğini görenlerin yaşadığı hayal kırıklığının tedavi edilmesi şarttır. AKP gibi inşa edilmesi bu kadar
zaman ve emek alan siyonistler, için çok yararlı bir platformun, böylesine çabuk heba edilmesine göz
yumulmayacaktır. Başbakanlığı öncesinde de, sonrasında Musevi lobileri ile hayli içli dışlı olan Başbakan'ın
birden İsrail'e karşı "aslan" kesilmesi; en çok "AKP'nin inandırıcılık krizinin" giderilmesine yardımcı
olmaktadır.
Dolayısıyla;
235
Son zamanlarda yaşanan olaylar; Türkiye'yi tekrar Irak kaosuna dahil etmeye ve bunu yaparken de
aynı anda hem devletin, hem AKP'nin inandırıcılık krizini çözmeye yarayacak bir kamuoyu şaşırtmacasıdır.
Türk milletini tekrar "ABD'nin ve İsrail'in yanında" Irak'a sürmek mümkün olmayacağından; Türkiye güya
"ABD ve İsrail'e rağmen" Irak'a dahil olacaktır ve bunun sonucunda aynı zamanda devletin ilgili birimlerinin
ve AKP'nin milleti ve tabanı nezdinde zedelenen inandırıcılığı tamir edilmiş olacaktır.
Ancak, her zaman “evdeki hesap, çarşıya uymayacaktır.” Artık milletimiz, en azından Milli
merkezlerimiz bu Siyonist senaryoların farkındadır. Ve inşallah Kuvay-ı Milliye devrimi yakındır.
236
ÇUVAL SAVAŞI VE TÜRKİYE’NİN RÖVANŞI
Hatırlanacağı gibi 2004 yazında Güneydoğu’da sınıra yakın dolaşan bir grup Amerikalı subay ve asker
yakalanıp Türkiye’ye getirildi. Karakola götürülen Amerikalıların başına çuval geçirildi. Olay Türkiye-ABD
ilişkilerinin sağlığı açısından gizli tutulmaya çalışıldı, ama sonunda patlak verdi.
Evet, Irak sınırındaki Kökpi Tepesi mevkiinde 3 peşmerge, yanlarında 20 Amerikalı asker ile birlikte
sınırı geçip Türk tarafına kaydı. Aslında bölgede, karşılıklı olarak bu tür sınır ihlalleri zaman zaman
olmaktaydı.
Bu kez sınırı geçen peşmergeler eşliğindeki ABD askerleri mayınlı alana girdiklerinin farkına
varmamışlardı. Farkına vardıkları anda ise çok geç kalınmıştı. Grup geri dönmek isterken, gruptan biri
yanlışlıkla aydınlatma mayınına basınca, ortalık bir anda gündüz gibi aydınlandı.
Gruptakiler mayınlı bölgenin ortasında kala kaldılar. Gruptakiler, mecburen bulunduğu yerde
hareketsiz durunca, bu sırada sınırda devriye görevi yapan Türk askerleri tarafından kıskıvrak yakalandılar.
Karakola götürülen grubun içinde ABD askerlerinin de olduğunu gören Türk askerleri, geçen yıl
Süleymaniye’de yaşanan çuval olayını hatırlayarak, ABD askerlerinin başına çuval geçirip oturttular.
Ve başlarına çuval geçirilmiş ABD’li askerlerin durumu, fotoğrafları çekilerek belgelendi.
Sınır bölgesindeki askeri birliğin komutanı, işin içine ABD askerlerinin girmesi nedeniyle durumdan
hemen Ankara’yı, Genel Kurmay Karargâhı’nı haberdar etti. Yaşanan olay ayrıntılarıyla rapor edildi ve bu
konuda talimat beklendiği kaydedildi. Ankara’nın konuyu bir süre görüştüğü, en üst düzeye kadar durumun
anlatıldığı, görüş alış-verişinde bulunulduğu öğrenildi. Sonunda sınırdaki birlik komutanlığına talimat
gönderildi.
“ABD askerlerinin silahlarını geri verin ve sınırdan öte tarafa bırakın”.
Kısacası; Genel Kurmay, Türk-Amerikan ilişkilerini dikkate alarak olayı daha fazla büyütmeden
kapatmayı tercih etmişti. Ancak, Amerikalı bir grup asker başına çuval geçirilerek bir süre alıkonulmuş, yani
ABD’nin bu tür olaylarda başvurduğu yöntem aynen uygulanarak, “mütekabiliyet” (karşılıklılık) esası
uygulanmıştı.
Süleymaniye Olayı Unutulmadı!
Hürriyet Gazetesi’nin geçen yıl 5 Temmuz’daki manşet haberinde Süleymaniye’de Türk askerlerinin
başına Amerikalıların çuval geçirdikleri açıklanmıştı. Gündeme bomba gibi düşen haber Türk Silahlı
Kuvvetlerinde büyük moral bozukluğuna yol açmış, kamuoyunda büyük bir infial yaratmıştı. Maalesef Genel
Kurmay Başkanı ve hükümet milli haysiyetimize ve halkın hissiyatına tercümen olamamış, gayet alttan almış
ve ABD bir özür dilemeye bile yanaşmamıştı.
Süleymaniye’de ne olduğunu hatırlayalım: Irak’ta görev yapan Türk Özel Kuvvetleri, temsilcilik
binasında otururlarken, etrafta ABD askerlerinin koşuşturduğunu ve bir helikopterin alçak uçuş yaptığını
gördüler. Bunun üzerine yakında bir yerlerde Amerikalıların operasyon yaptığını zanneden Türk askerleri,
durumu görmek için temsilcilik binasının kapısına çıktıklarında, kafalarına silahlarını doğrultmuş ABD’li
askerlerle karşılaştılar. Tim komutanı yüzbaşı bu aşamada büyük bir soğukkanlılık göstererek, elleri tetikte
olan tim mensuplarına “ateş açmamaları” emri verdi.
ABD birliğinin başındaki komutan da bu davranışa uyarak, o da kendi askerlerine ateş açılmamasını
söyledi. ABD’li komutan “Türk Timini götürmek için geldiklerini” hatırlatıp silahlarını almak isteyince yeniden
ortam gerildi ve bu arada tartışma ve tartaklamalar oldu.
Sonuçta Türk askerleri, başlarına çuval geçirilerek ve rencide edilerek ABD karargahına götürüldüler.
Olayın Ankara’ya intikal ettirilmesi üzerine yapılan girişimler sonucu Türk Özel Kuvvetleri mensupları ancak 4
gün sonra serbest bırakıldılar. Olayın KYB’liler tarafından ABD kuvvetlerine “Türk Özel Kuvvetleri’nin Kerkük
Valisi’ne bir suikast hazırlığı içinde oldukları” ihbarı üzerine gerçekleştirildiği bahane edildi. Sözde
soruşturma sonucunda ise, bu ihbarın asılsız olduğu ortaya çıktı.
G.K.B. Org. Hilmi Özkök “bu olayın bir ABD politikası olduğunu zannetmediğini, ancak mahalli bir olay
237
olarak değerlendirilmesinde de güçlük çektiğini” açıkladı. Oysa 100 kişilik bir birliğin, mahalli personelin de
katılımıyla özel tim binasını kuşattıklarını, Türk askerlerinin ise gelenleri müttefik olarak karşıladıklarını, hatta
böyle davranmaları için yukarıdan uyarıldıklarını... Ancak ABD askerlerinin içerideki bir kısım malzemeyi
tahrip edip kırdıklarını, bir kısmını aldıklarını, asker ve sivil personelimizin de önce Kerkük’e oradan Bağdat’a
taşındıklarını bilmeyen kalmamıştı...
Bu bilgiler, gazete sayfalarına yansıyan ve Tv. Ekranlarında konuşulanlardı. Bir de bunların perde
arkası vardı.
Şöyle ki:
a-Çuval savaşını aslında Türk Özel Kuvvetleri başlatmıştı... Kerkük’teki Türkleri sindirmek için saldırılar
düzenleyen Kürt peşmergelerine destek çıkan bir grup Amerikalı, Kuzey Irak’taki Özel Kuvvetlerimizce
yakalanıp başlarına çuval geçirilerek sorgulanmış, sonra serbest bırakılmıştı.
b-Bunu sindiremeyen Amerikalılar, Özel Kuvvetler Komutanımıza : “Sizinle sadece görüşmeye
gelecekler. Onlara iyi davranın” diye haber gönderen içeriden bir hainin de yardımı ve yanıltmasıyla bizim
subaylarımızı gafil avlayıp tongaya düşürmüş ve başlarına çuval geçirip intikam almışlardı.
c-Bu arada Özel Kuvvetlerin, kendilerine sorun çıkardığını düşünen NATO’cu generaller, bunları
Irak’tan tamamen çekip Türkiye’deki farklı birliklere dağıtmış ve onların yerine “yeni ve acemi” ekipler
yollamışlardı.
ç-Ama bu yeni Özel Kuvvetlerin eskilerini aratmayacak kadar bilinç ve beceriye sahip oldukları, herkesi
şaşırtmıştı...
d-Amerikalılar’ın, NATO’cuların hıyanetiyle başardıkları, çuval geçirme operasyonunun rövanşına
almak üzere fırsat kollayan Milli Güçler ve Özel Kuvvetler, nihayet çok anlamlı bir bayram gününde, 19Mayıs–2004 tarihinde, Türkiye sınırına yakın bir bölgede devriye gezen Amerikan subaylarını karga tulumba
yakalayıp ve başlarına çuval takıp Türkiye tarafındaki sınır karakolumuza taşımışlardı...
e-Bu olayın yetkili yalakalar tarafından yalanlanması ve Amerika’nın şerefinin kurtarılmaya çalışılması
ihtimaline karşı da; çuvala sokulmuş conilerin boy boy fotoğrafları alınmış ve bu tarihi belgeler
dosyalanmıştı...
f-Bu olay karakolun bulunduğu 3 bin hanelik sınır köyümüzdeki Muhtar, azalar ve diğer halkımız
tarafından da gözlenmiş ve doğrulanmıştı.
Şimdi bütün bunlar ne anlama geliyor?
1-Bu Tür operasyonları dünyada sadece ABD ve İsrail gibi ülkelerin yapabileceği sanılırdı. Oysa bu işi
Türk Özel Kuvvetleri onlardan çok daha atik ve pratik olarak yapmaktadır.
2-Bu tür operasyonları,
hem de Amerika’ya karşı yapmak değil, asıl bunlara sahip çıkmak ve
arkasında durmak çok daha önemli ve anlamlıdır. Çünkü bu durum; dünyanın tek süper gücü Amerika’ya
açıkça meydan okumadır.
Bakınız, dünyada nükleer santrallere ve Atom başlıklı füzelere sahip pek çok ülke vardır. Ama ABD,
Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin dışında hiçbir ülke bunu açıklamaya yanaşmamaktadır. Çünkü hemen
hücuma uğrayıp perişan edileceğinin farkındadır ve korkmaktadır.
3-Amerika, böylesi meydan okumaları ve başına çuval takmaları sineye çekiyor ve Türk Genel
Kurmayına yalvarmak zorunda kalıyorsa, bu Özel Kuvvetlerimizin sırtını dayadığı ve Amerika’nın da
mecburen hesaba kattığı MİLLİ ve HAYSİYETLİ BİR GÜC’ ün varlığını ve bu gücün ağırlık ve saygınlığını
ortaya koymaktadır.
4-Hangi mahfillerin güdümünde olduğu çok iyi bilinen, Aydın Doğan Grubuna ait Referans Gazetesi’nin
5-Haziran–2004 tarihli nüshasında, “Türk askerinin çuval rövanşını” manşete taşıması... Ve yine haber
kaynağı gazetecinin “Bu olayı yalanlayan olursa, ellerinde ki bütün bilgi, belge ve resimleri ortaya dökeceğini
açıklaması... Bu milli, haysiyetli ve cesaretli cephenin sadece askeri ve teknolojik sahada değil, ekonomik,
stratejik, politik ve psikolojik sahalarda da etkin ve yetkin olduğunun bir kanıtıdır.
5-Türkiye’deki sömürü ve sindirme düzenini ve tüm dünyadaki bozuk dengeleri değiştirip düzeltmeye
238
hazırlanan bu ONURLU VE OLUMLU GÜÇ, şeytanın kafasına son darbeyi vurmaya hazırlanmaktadır.
6-Amerika’yı tanrılaştıran... Siyonizm’i; asla yenilmez, karşı gelinmez ve baş edilmez sanan...
Müslüman, muttaki, alim, aydın, geçinse de, gerçekte en güçlü gördüğü BATI’ya tapınan tabansızların aklı
yatmasa ve imanı yetmese de, mevcut zulüm ve küfür saltanatı Türkiye merkezli milli bir devrimle tarihe
karışacaktır...
Cumhuriyet tarihimizde, bunun 27-Mayıs gibi örnekleri vardır.
Hatırlanacağı üzere,
 Harp sanayimizi ve yerli ağır sanayimizi körletip, montaj sanayine yönelen ve Türkiye’yi ithal makine
mezarlığına çeviren...
 Ülkemizi, “Küçük Amerika” yalanıyla, ABD’nin yarı sömürgesi haline getiren..
 Bütün milli ve stratejik kurumlarımızı ABD’li Siyonistlere ve yerli Mason hainlere teslim eden..
 Ordumuzu, hem teknolojik bakımdan hem psikolojik bakımdan, hantal ve hazırlıksız bir duruma itip,
zayıf düşüren ve NATO’nun bir yedek birliği konumuna düşüren
 Demokrasi ve serbestlik perdesi altında, halkımızın milli ve manevi değerlerinin hızla tahribine ve
ahlak çöküntüsüne uygun bir ortam meydana getiren...
 Amerika’ya iman derecesinde bağımlı, zulüm ve sömürü sistemine saygılı dindar Müslümanlar
yetiştiren Kuran Kurslarına ve tarikatlara ruhsat ve fırsat vererek “layt-ılımlı” İslam’ın temellerini yerleştiren...
 Türkiye Ekonomisinin dış güçlerin ve dönmelerin eline geçmesine sebebiyet veren DP Hükümetine
karşı yapılan 27.Mayıs.1960 ihtilalinde çıkarılan 42.sayılı kanunla; sırtını Amerika ve NATO’ya dayayan,
mevcut 254 general ve Amiralin 19’u hariç 235 tanesi tasfiye edilmişti... Ve yine aynı kafadan 5 bine yakın
subayın Ordudan ilişkisi kesilmişti...
Osmanlının son döneminde, Babıali baskınından sonra yeniden iktidara gelen İttihat Terakki de, 7 bin
kadar alaylı subayın görevine son vermişti...
Acaba yine böylesine milli ve ciddi bir gelişme endişesi mi duyuluyor ki, İsveç’ten yazan Mewla Benavi
gibi Türkiye düşmanı ve Amerika hayranı yazar bozuntularıyla...
Abdurrahman Dilipak gibi İslamcılar aynı ağızla:
“Aman, bazıları darbe yapmak istiyor... Ama şükür ki Amerika onları desteklemiyor!..” diye feryat
ediyor.
İşte Mewla Benavi’nin www.kekuk.kurdistan.com.sitesindeki 20-Mayıs–2004 tarihli yazısından bazı
pasajları birlikte okuyalım:
Kıbrıs’a ilişkin politika üzerinde gerilmesi düşünülen ilişkiler, Kıbrıs meselesinin bu şekilde
dondurulması nedeni ile ertelenmiş bulunuyor. YÖK yasası, Türkiye’deki güçlerin çatışma alanı oldu. YÖK’ün
sanıldığı kadar önemli olmadığı biliniyor, ama “devlet güçleri arasında çatışma alanı” olduğu için önem
kazanıyor. Bazı generaller YÖK yasa tasarısına taraf olduklarını açıkladılar. Türk Genel Kurmayı hala
konuşmamış. Genelkurmay adına yayınlanan bildirinin Özkök’ün denetiminde yayınlandığı da oldukça
şüpheli görünüyor !..
Türk medyasında Blair’in “apar topar” ziyareti üzerinde pek durulmadı. Klişeleşmiş “AB üyeliğine
destek” kısmını bir kenara bırakırsak, aslında önemli olan “plan”dır. Blair ile Erdoğan’ın bir plan üzerine
anlaştıkları yazıldı. Erdoğan basın toplantısında “Ortak eylem planı kabul ettik. Eylem planının amacı AB’ye
tam üyelik olmak kaydıyla atılabilecek somut adımların tespit edilmesidir!” diyor.
Çok zararsız ve nötr görünen bu plan bazı (milli) güçlerin hoşuna gitmeyebilir. Çünkü planın amacının
AB’ye tam üyelik kaydıyla atılabilecek somut adımlar olduğu belirtiliyor.
Daha açık bir ifade ile Kemalistler, (Kuvayı Milliyeciler) planın Türk devletinin yapısını değiştirilmesi
planı olduğunu iddia edecekler. Bu iddialarında haklı olabilirler. Kemalistler ve Milliyetçi Türkler Türk
devletinin yapısında hiçbir değişiklik yapılmadan, esasında Türk devletine uydurulmuş bir, AB üyesi olmak
istiyorlar. Ya da en azından AB iç hukukunun uygulanmadığı ama AB’nin nimetlerinden yararlanmayı
sağlayacak bir AB üyeliği istiyorlar.
239
Tayyip Erdoğan ve AKP’nin bazı kesimleri için sorun farklıdır. Erdoğan, Ecevit ve Demirel’den farklı
olarak iktidardan daha fazla pay almak istiyor. Ecevit ve Demirel türü politikacılar askere dayanarak (işbirliği
yaparak ve imkânları paylaşarak iktidarlarını korudular.) Asker, iktidarlarına son verdikleri zaman da askere
karşı ‘nankör’ davranmadılar. Erdoğan ise devlet yapısında değişiklik yapılmadan iktidar olamıyor, iktidarını
sürekli kılamıyor. Türk devletinin bu yapısı ile ayakta kalamayacağına da inanıyor olabilir.
Türk devleti soyulmuş bir çiğ yumurtaya benziyor. Her an elden düşebilir. Kabuksuz kalan devlet el de
değiştiremiyor. En ufak bir olayda Avrupalı ve Amerikalı yöneticiler ‘apar topar’ koşarak bu kabuksuz devletin
mahvolmasını engellemeye çalışıyor. Batılılar; Türk devletinin yıkılıp yok olmasına belki üzülmezler ama
anlaşılan yıkılırken etrafa vereceği zarar ile şimdilik uğraşmak istemiyor!..
Türk ordusu içindeki bazı güçlerin “sivil” Kemalistlerin ve milliyetçi kesimlerin askeri bir darbe yapmak
istedikleri biliniyor. Uluslar arası koşullar elverişli olmadığı için şimdiye kadar erteleniyor. Batılı liderlerin iki de
bir Türkiye’ye koşmalarının da, olası bir darbeyi engellemek amacı taşıdığı anlaşılıyor !..
Durum her iki taraf için de oldukça problemlidir. Hilmi Özkök ve Tayyip Erdoğan ABD, AB desteği ile
askeri darbeyi önleyebiliyor ama bir türlü iktidar olamıyorlar! Karşıt taraf ta, diğerlerinin egemenliklerini
engelliyor ama her geçen gün daha çok zaman yitiriyor ve eriyor. Kıbrıs resmi olarak tam kaybedilmedi ama
artık orada kazanılacak fazla bir şey olmadığını hemen herkes kabul ediyor!.. Dikkatleri Kürdistan’ın
güneyine, bazen de kuzeyine, çekmek isteyenlerin sesi de artık yeterli derecede yankı bulmuyor.
Haziran ayının sonunda İstanbul’da NATO’nun yeni programının belirlenmesi-belki resmileşmesi
demek daha doğrudur- toplantıları yapılacak. Daha sonra da Ağustos ayı ve askerlerin terfi edilmeleri ve
veya terfilerin sökülmesi mücadelesi yaşanacak. Belki şimdiki olayların bir kısmını, Ağustos ayına yönelik
değerlendirmek daha doğru olacak...
Ama NATO toplantısı ve Ağustos mücadelesi nasıl sonuçlanırsa, önemli değil, çünkü gerçekleşen ve
yerleşen olaylar var, bunları olmamış saymak mümkün değil. Saddam rejimi yıkılmıştır... ABD büyük bir
askeri güçle ve farklı bir amaç için Ortadoğu’da bulunmaktadır. Ne hayali teoriler ve propagandalar ne de
psikolojik savaşlar ve hiçbir güç ABD’yi bölgeden çıkaramayacaktır”..
Ve şimdi de, Abdurrahman Dilipak’ın 7.6.2004 tarihli Vakit Gazetesindeki “Erdoğan ne yapıyor”
yazısından bazı pasajlar aktaralım:
Bilmem farkında mısınız? Arada bir Başbakan çıkıyor ABD ve İsrail’i alışılmışın dışında sert bir uslubla
eleştiriyor...
Bana kalırsa Erdoğan bir yerlere mesaj gönderiyor... Cesaret ve kararlılık gösterisi yapıyor... Çünkü
Birileri CIA ve MOSSAD desteğinde, iktidara karşı derin bir müdahalenin hazırlığı içinde... Bu
zaten bir süreden beri yazılıp çiziliyor. Ancak, böyle işlerde ABD ve İsrail’in desteğini almadan hareket etmek
kolay değil...
ABD ve İsrail yenilecek ata oynamayacakları gibi, kendi menfaatlerini çürük bir pamuk ipliğine
bağlamak istemezler… (Yani , ABD ve İsrail AB’ye ve Tayyib’e karşı çıkan askerleri ve milli güçleri
desteklemezler.) ABD’nin çıkarları “Bizim Çocukların” zararları ile ölçülemeyecek kadar büyüktür.. Ve bu
piyasada vefaya yer yoktur...
Türkiye zor bir dönemeçten geçiyor.. Bu yıl boyunca çok dikkatli olmak gerek... Bundan sonraki
yıllar için bu yıl son derece belirleyici olacak çünkü.
Ankara; kararlılığını sürdürmek, derin güçlere umut, cür’et ve cesaret verecek davranışlardan titizlikle
kaçınmak zorunda”
Şimdi, biri İsveç’te öteki Türkiye’de... Biri Amerikancı, diğeri İslamcı... Farklı tarihlerde ve ayrı
sitelerde yazıyorlar... Ama hayret , ikisi de aynı şeyleri düşünüyor, aynı endişeleri dillendiriyor , aynı
çareleri öneriyor ve aynı güce (ABD’ye) güveniyorlar!.. Her ikisi de:

AKP’nin hayırlı ve yararlı adımlar attığını

Türkiye’de ve özellikle ordu içinde bir kesimin darbe hazırlığı yaptığını

Ama Amerika ve Avrupa’nın bu harekete destek çıkmadığını
240

AKP’nin, Avrupa ve Amerika’yı memnun eden atılımlarını sürdürebilmesi için daha dikkatli
davranarak bu badireyi atlatacağını yazıyorlar...
Bu kadar tesadüf olamayacağına göre , yoksa her iki zurnaya da aynı yerden mi üflüyorlar ?..
Ve hele A.Dilipak’ın: “ABD ve İsrail , yenilecek ata oynamazlar” (Yani planlanan darbeyi onaylamaz ve
destek çıkmazlar.. AKP onların çıkarları için daha uygun ve uyumludur...AKP’yi bırakmazlar) sözleriyle ,
AKP’nin ve kendilerinin Siyonist İsrail’in ve Emperyalist ABD’nin güvenine daha yakın ve daha yatkın
olduklarını ifşa etmesine , bakalım safdirik Müslümanlar ne hikmet uyduracaklar ?...
Ve tam bu sırada NTV. Bürüksel muhabiri Güldener Sonumut şu bilgileri aktarıyor:125
“Avrupa Komisyonu’nun Dış ilişkilerden sorumlu üyesi Chris Patten, Atatürk’ün; derin devletin kurucusu
olduğunu ve bunun da AB değerleriyle bağdaşmadığını söyledi.
Patten, merkezi İngiltere’de bulunan Oxford İslam Araştırma Merkezi’nde yaptığı konuşmada,
Türkiye’nin AB üyeliği ile ilgili açıklamalarda bulundu.
Bir ülkenin AB üyesi olması için Avrupalı olup, Avrupa değerlerini benimsemiş olmasına dikkat çeken
Avrupa Komisyonunun Dış ilişkilerden sorumlu üyesi Chris Patten, Türkiye’nin kurucusu Mustafa Kemal’in
mirasının AB değerleriyle çeliştiğini belirtti.
Derin devletin kurucusu olarak Atatürk’ü gösteren Chris Patten Türkiye’de askerlerin siyasetteki
konumunun da yine Atatürk’ün devlet anlayışına bağlı olduğunu bunun da AB değerleriyle bağdaşmadığını
söyledi.
Atatürk’ün dini ve etnik azınlıkları Türkiye’de bölücü unsur olarak algıladığına işaret eden Chris Patten,
askeri yönetimle bu bölücü unsurlara hakim olabildiğini ifade etti.
Patten, konuşmasında Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediğini de ifade ederek, medeniyetler arası
diyalog ve Hristiyan-Müslüman iletişimi için Türkiye’nin AB üyeliğinin önemli olduğunu belirtti.
“Türkiye’de askerlerin eski gücüne sahip olmadığına” işaret eden Patten, bazı Paşaların Irak
konusunda Washington yönetiminin isteklerine boyun eğmediğini söyledi.”
Evet , hem Benawi , hem Dilipak hem de Chris Patten aynı şeyleri söylüyor!.. Ve Can Dündar’da
27-
Mayıs–2004 tarihli Milliyet’te bunlara “Ankara’da final maçı” başlıklı yazısıyla şöyle katılıyor :
“Ankara’da bir süredir oynanan final maçı, en heyecanlı devresine girdi. Taraflar adeta bir ölüm-kalım
mücadelesi veriyor. Batı tarafındaki kalede “Değişimciler” var. Karşı kalede ise “Statükocular”...
Bu çekişmeli derbi, karşılıklı goller ve tehlikeli faullerle sona yaklaşıyor. Başkentin bürokrasi
koridorlarında gezenler bu çekişmenin nasıl kıyasıya sürdüğünün gözleyebiliyor.
Yan yana binalarda sırt sırta çalışan her iki takıma mensup bürokratlar, birbirine tuzaklar kurarak,
birinin yaptığını diğeri bozarak ve karşı tarafta derin yaralar açarak hedefe varmaya çalışıyor”
Sonuç: Kirli cephe, çok gizli ve tehlikeli hıyanetler planlıyor. Milli cephe ise, çıbanları deşmek için,
olgunlaşmasını bekliyor!..
125
Bak.www.ntvmsnbc.com. 25-Mayıs–2004
241
D-8’LERİN DEĞERİ VE DERİNLİĞİ
D-8’in 7. kuruluş yıldönümü toplantısının; Siyonist ve emperyalist mihrakların, ABD’de ve ülkemizde
yaptıkları çok sinsi ve tehlikeli toplantıların arkasına ertelenmesi, oldukça anlamlıydı…
Çünkü insanlığın ve İslam dünyasının barbar batıya mahkum ve mecbur olmadığının… Bugünkü zalim
dünya sistemine alternatif ve adil projelerin ve bunları sahiplenen güçlü bir cephenin de varlığının ortaya
konması lazımdı…
İşte D-8 lerin İstanbul zirvesi, bunun cevabıydı…
Hakka ve hayra inanmış, huzura ve refaha susamış milyarların manevi temsilcisi olarak Erbakan
Hoca’nın haykırışıydı…
Hatırlanacağı üzere, önce ABD’de G-8’ler toplandı… Bölgemizdeki bazı taşeronları ve ülkemizde ki
garsonları da çağrıldı…
BOP kapsamında Afrika’dan Asya’ya tüm İslam coğrafyasını, emperyalizmin emrine sokma kararı
alındı. Arkasından İKÖ ve NATO zirvelerinin hepsinden de, “Dayatma ve düşmanlığa, sömürü ve saldırıya
devam!” fermanları çıktı. Afganistan ve Irak gibi bütün bölge kuşatılacak ve işgale uğrayacaktı!...
İşte Malum ve Mel’un güçlerin ve köleliğe meftun işbirlikçilerin, bütün dünyaya meydan okudukları
böyle bir ortamda, Erbakan Hoca’nın büyük bir ciddiyet ve cesaretle, D-8 ler zirvesini toplaması, tüm
insanlığın kurtuluş reçetelerini ve huzur projelerini ortaya koyması, siyonizmin rakipsiz ve dünyanın sahipsiz
olmadığını göstermek amacıylaydı…
Erbakan Hoca:
1- Önce D-8 leri oluşturan çekirdek ülkeler, kabuklarını kıracak, çok yönlü kucaklaşacak, ağırlığını ve
saygınlığını ortaya koyacak…
2- Sonra tüm mazlum ve Müslüman ülkeler bu hayırlı halkaya katılacak
3- Ardından; Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilyanın da ittifakıyla, olumlu ve onurlu bir denge kurulacak.
4- Ve arkasından G-7 lerle oturup II. bir Yalta konferansı yapılacak… Asil ve adil biçimde Yeni bir
Dünya düzeni oluşturulacak ve böylece insanlık özlenen barış ve bereket medeniyetine kavuşacak…
diyordu…
Bunun ilk adımı olarak:
a-Refah-Yol döneminde Türkiye de TAİ’nin yaptığı zirai ilaçlama uçaklarının, artık seri üretim ve
satışının başlatılması
b-Endonezya’da Habibi’nin gayret ve girişimiyle gerçekleşen 70 kişilik “N-250” yolcu uçaklarının
üretilerek piyasaya çıkarılıp pazarlanması
c- Ortak helikopter yapım projelerinin süratle tamamlanması
d- Petrol kuyuları için sondaj makinalarının ortak projelerle D-8 ülkelerinde yapılması
e-Petrol arama ve taşıma gemilerinin de yine D-8 ülkelerinde yerli ve milli imkanlarla yapılıp, dışarıya
milyarlarca dolar kaynak aktarımından kurtulması öngörülüyordu…
Bütün bunların başlaması ve başarılması için de, her şeyden önce D-8
ülkelerinin ve tabi en başta
Türkiye’nin Milli görüşe dönmesi , yani kendi iç siyaset ve stratejilerini düzeltmesi gereğini vurguluyordu.
Erbakan Hoca şöyle diyordu:
Ekonomik ve teknolojik gücü, üstünlük sebebi sayan zalimlere, nasihat kar etmemektedir. Onlar
sadece, kuvveti görünce hizaya gelmektedir. Bizim bütün barış çağrılarımızı terslemiş ve küçümsemiştir.
Bakınız, bugüne kadar, D-8 lerin bütün deklarasyonları dikkatle incelenirse şu görülecektir. Bu iyi niyetli uyarı
ve çağrılarımızı, G-8 ülkeleri ve Siyonist merkezleri bir nevi yakarış gibi zannetmişlerdir. Bu 7 yıl böyle rica,
minnet, yalvarışlarla geçmiştir… halbuki 100 sene kadar önce, o dönemde Fransa’da ve İngiltere’de İslam
aleyhine oynatılan bir tiyatronun kaldırılması için Sultan Abdulhamit Hanın: “Ya bu saldırı ve soytarılığa son
verirsiniz. Yoksa sizin İslam düşmanı olduğunuza karar verir ve gereğini yerine getiririz! Yani size Cihadı
Ekber ilan ederiz” dediği cinsinden bir ciddiyet ve cesarete ihtiyaç görülmektedir. Batılı barbarlar, öyle barış
ve adalet çağrısından anlayacak değildir.
242
D-8 ler ABD’de yaşayan ve temel haklarından ve insanca yaşama şartlarından mahrum bırakılan
milyonların da, İsrail’de yaşayan ve siyonist safsataların ve saldırganlıkların oluşturduğu korku ve
karamsarlık altında hayatı cehenneme dönmüş Musevi halkın da huzur ve hürriyet programıdır.
Bugün yeryüzünde, bu Siyonist ve emperyalist sömürü ve sindirme düzeni yüzünden açlık, hastalık,
haksızlık ve ahlaksızlık altında kıvranan milyarların da kurtuluş davasıdır.
İşte bu kutlu amaca ve mutlu sonuca ulaşmak için:
1- Önce D-8 ülkelerinde diyalog enstitüleri kurulup “ülkelerinde siyasi iradenin ve Kuvayi Milliyenin”
işbaşına geçmesi ve güçlenmesi gerçekleşecektir. İşbirlikçi ve taklitçi kafalarla bu zulüm ve zilletten
kurtulmak imkansızdır!..
2- Ortak ekonomik kalkınma işbirliği ve bağımsız hareket ve hizmet birlikteliği sağlanmalı ve Siyonistemperyalist kıskacından kurtulmalıdır. D-8 ülkeleri, siyasetinden ticaretine, teknolojisinden turizmine
dış güçlerin ve mevcut dünya düzeninin dışında bir özgürlük ve özgüvene ihtiyaç vardır. Çünkü Hakkı
ve hayrı yerleştirmek ve yürütmek için, mutlaka güçlü olmamız ve zalimlerin tuzaklarını ve
dayatmalarını boşa çıkaracak teknolojiyi hazırlamanız ve araştırmanız lazımdır.
Çünkü güçlü olmayanın, haklı olması hiç bir işe yaramamaktadır. Ne var ki biz, her türlü ekonomik ve
teknolojik gücü elbette bütün insanlığın hizmetinde kullanmak üzere hazırlamaktayız.
ABD, İKÖ'yü de kuşatıyor...
İstanbul'da yapılan İslam Konferansı Örgütü'nün toplantısı bize şunları hatırlatmıştır. İKÖ'nün
gündeminde başta Irak ve Filistin olmak üzere, Kıbrıs, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi olmak üzere
110'a yakın konu ele alınmıştır.
İKÖ, mevcut küresel düzende neredeyse "tek aykırı ses" denilebilecek bir konumda bulunmasına... Bu
nedenle İKÖ'nün aldığı kararlar, gelişmeler karşısında koyduğu tavırlar büyük önem taşımasına rağmen
maalesef kuşatılmış ve kısırlaştırılmış olduğundan bu toplantılar amacından saptırılmıştır.
İKÖ'nün önemini bilen ABD,
bu kuruluşu kuşatma altına alma harekatı başlatmıştır. Aykırı ses
istemeyen ve yaptığı haksızlıkların yüzüne vurulmasından hoşlanmayan Bush yönetimi, İslam Konferansı
Örgütü'nü Türkiye eliyle pasivize etmek istemiş ve başarmıştır.
ABD'nin planı şu: İslam Konferansı Örgütü Genel Sekreterliğine Türkiye'nin adayını seçtirip, bu kurumu
AKP iktidarı vasıtasıyla denetimi altına almaktır... Zaten Ortadoğu'nun etkin gazetelerinden "As Safir" de,
ABD'nin bu planına dikkat çektiği yorumunda "Bush yönetimi, İslam ülkelerinin Büyük Ortadoğu Projesi'ndeki
değişikliklere uyum sağlayabilmeleri için İKÖ'nün başına uyumlu bir genel sekreter gelmesini istiyor" diye
yazmıştır...
ABD, Türkiye'nin genel sekreter adayı için açıktan lobi yapıyor, İKÖ'nün başına AKP iktidarının
önerdiği adayın gelmesini istiyor.
Peki neden?
Büyük Ortadoğu Projesi'nin İKÖ vasıtasıyla "daha kolay ve uyum içinde" yürütülmesini sağlamak için...
Daha önce AKP iktidarına "taşeronluk" görevi veren Bush yönetimi, şimdi de Türkiye eliyle İslam
Konferansı Örgütü'ne taşeronluk görevi yüklemeye hazırlanıyor...
AKP iktidarı, ABD'nin açık tezgahına alet olarak İslam Konferansı Örgütü'nün gücünü kırıyor, zulme ve
haksızlığa karşı çıkan bu örgütü Bush yönetiminin güdümüne sokmaya çalışıyor...
Bu tarihi bir vebaldir ve AKP iktidarı alet olduğu hain planı görmek zorundadır...
Irak'ı bombalayan uçakların Türkiye'deki İncirlik üssünden kalkmasının acısını hâlâ yüreklerinde
hisseden müslüman kardeşlerimiz, İslam Konferansı Örgütü'nün Bush'un güdümüne sokulmak istenmesini
asla affetmeyeceklerdir...126
İKÖ ve Türkiye
Türkiye 1969 yılında kurulan İslâm Konferansı Teşkilâtı’nın Ana Sözleşmesini henüz onaylamamış
olmasına rağmen üye devlet konumunu muhafaza etmekte, üyelikten kaynaklanan yükümlülüklerini yerine
getirmekte, bu bağlamda Teşkilat ve üyesi bulunduğu yan kuruluş bütçelerine katılım paylarını muntazaman
126
Milli Gazete / 15 06 2004 / Dr. Abdullah ÖZKAN
243
ödemektedir.
Türkiye ilk kez, 1975 yılında yapılan 6. Dışişleri Bakanları Konferansı’nda, Dışişleri Bakanı düzeyinde
temsil edilmiştir. Türkiye’nin devlet başkanı düzeyinde katıldığı ilk İslâm Zirvesi ise, 1984 yılı Şubat ayında
Kazablanka’da yapılan 4. İslâm Zirve Konferansı olmuştur. 4. İslâm Zirve Konferansı, İSEDAK başkanlığının
7. Cumhurbaşkanımız Kenan EVREN tarafından üstlenilmiş olması nedeniyle, Türkiye ile Teşkilat ilişkileri
açısından bir dönüm noktası olarak görülebilir.
Türkiye Cumhurbaşkanı 1984 yılında Kazablanka’da yapılan 4. İslâm Zirve Konferansı’nda İSEDAK
başkanlığına seçilmiş, böylece, Türkiye, İslâm Ülkeleri arasındaki çok taraflı ekonomik işbirliği faaliyetleri
alanında etkin bir konuma da gelmiştir.
Türkiye üzerine aldığı İSEDAK başkanlığı görevini, disiplinli ve düzenli yıllık toplantılarla sürdürmüş ve
proje bazında somut gelişmeler kaydedilmesini sağlamıştır. İSEDAK bu çalışmalarıyla kısa zamanda
temayüz etmiş ve üye ülkeler nezdinde saygınlık kazanmıştır.
İKÖ çerçevesinde ekonomik işbirliğinin tarihçesi
1- İKÖ Ekonomik İşbirliğinin Başlangıcı Ve İlk Yıllar
Temelinde Arap-İsrail anlaşmazlığının yer aldığı siyasi olaylara bir tepki sonucu kurulan İslâm
Konferansı Örgütü (İKÖ), doğal olarak faaliyetlerine politik bir forum olarak başlamıştır. Bununla birlikte, bu
politik hareketin etkinliğinin, ortak ekonomik eylemle bütünleşerek sağlanabileceği fikri de daha ilk yıllarda
kabul görmüştür. Nitekim, Şubat 1972’de Üçüncü İslâm Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda kabul edilen İKÖ
Anayasası’nda, İslâm âleminin ekonomik gelişimi ve üye ülkelerin üretim kapasite ve imkânlarının arttırılması
gibi konulara yer verilmiştir. Böylece, İslâm Ülkelerinin karşı karşıya bulundukları ekonomik ve sosyal
sorunların, İKÖ çerçevesinde ele alınması ve üye ülkeleri birbirlerine yakınlaştırmaya yönelik muhtemel
işbirliği alanlarının ortaya çıkarılması için zemin oluşmaya başlamıştır.
Bu oluşum, o dönemlerde dünyada meydana gelen eğilimlerle paralellik arz etmektedir. Nitekim iki
kutuplu dünya düzeninin hüküm sürdüğü soğuk savaş döneminde, gelişme yolundaki ülkelerin acil ekonomik
ve sosyal kalkınma sorunları, 1968 yılında Yeni Delhi’de yapılan İkinci UNCTAD Konferansında "Gelişme
Yolundaki Ülkeler Arasında Ekonomik İşbirliği" adı altında gündeme alınmıştır. Ancak, konunun uluslararası
boyutlarda önem kazanması ve uluslararası politikaların öncelikli alanlarına girmesi 1970’li yıllarda mümkün
olabilmiştir. 77’ler Grubu, Afrika Birliği Örgütü ve BM Afrika Ekonomik Komisyonu gibi bölgelerarası ve
bölgesel oluşum ve kuruluşlar çerçevesinde yapılan bakanlar düzeyindeki toplantılarda "Güney-Kuzey
İşbirliği" olarak adlandırılan bu yeni temayül ve oluşumların temel yaklaşım ve hedefleri ortaya çıkmıştır.
1976 yılında Mexico City’de yapılan, Gelişme Yolundaki Ülkeler Arasında Ekonomik İşbirliği
Konferansı’nda formüle edilen, yeni ekonomik işbirliğinin temel yaklaşım ve hedeflerinin merkezinde "kollektif
kendi kendine yeterlilik" kavramı yer almaktadır.
Meydana gelen bu uluslararası süreç içinde İKÖ, o günün önemli ekonomik sorunlarının, her yıl
yapılmakta olan İslâm Dışişleri Bakanları Konferansı toplantılarının gündemine alınması ve İKÖ ölçeğinde
ekonomik ve teknik işbirliği faaliyetlerinin başlatılması yönünde girişimlerde bulunmaya başlamıştır. Böylece
İKÖ, bir anlamda, ekonomik alanda İslâm Ülkeleri arasında " Güney-Kuzey İşbirliği" hareketini başlatmıştır.
2- Lahor Zirvesi Ve Takip Eden Gelişmeler
1974 yılında Lahor’da yapılan İkinci İslâm Zirve Konferansı, İKÖ ekonomik işbirliği açısından önemli bir
gelişmeye sahne olmuştur. Zirve Bildirisinde, dünya ekonomisindeki gelişmeler ve üye ülkelerin güncel
ekonomik sorunlarına işaret edilerek, İKÖ üyeleri arasında ekonomik işbirliğine duyulan ihtiyaç
vurgulanmıştır. Bu niyet beyanı, üye ülkeler arasında ekonomik işbirliği faaliyetlerinin başlatılması ve
geliştirilmesi yönünde İKÖ’nin harekete geçmesi için bir işaret olmuştur. Böylece, müteakip Dışişleri
Bakanları Konferanslarında çeşitli ekonomik konuları içeren yeni kararlar alınmış ve ekonomik alanda
faaliyet gösterecek İKT ihtisas kuruluşları ve organlarının kurulması için girişimler başlatılmıştır.
Bu çerçevede, 1974 yılında, İslâm dünyasında çeşitli kültür, eğitim, teknik ve ekonomik çabalara mali
destek sağlamak amacıyla, İKÖ Genel Sekreterliği bünyesinde İslâm Dayanışma Fonu kurulması kararı
alınmıştır. Bu gelişmeyi, aynı yılda, üye ülkelerin kalkınma çabalarına destek sağlamak amacıyla, İslâm
244
Kalkınma Bankası (İKB)’nın kuruluşu izlemiştir.
Mayıs 1976’da üye ülkelerin uzmanlar düzeyinde temsil edildiği İslâm Ekonomik, Kültürel ve Sosyal
İşler Komisyonu kurulmuştur. Komisyon, İKÖ çerçevesinde ekonomik ve kültürel işbirliği faaliyetlerini teknik
düzeyde gözden geçirerek, Dışişleri Bakanlarının yıllık toplantılarına tavsiyelerde bulunmakla yükümlü
kılınmıştır.
1977 yılında yapılan Sekizinci Dışişleri Konferansında, "Üye Ülkeler Arasında Ekonomik, Teknik ve
Ticari İşbirliği Genel Anlaşması" onaylanmış; Ankara’da İslâm Ülkeleri İstatistik, Ekonomik ve Sosyal
Araştırma ve Eğitim Merkezi’nin kurulması kararlaştırılmıştır. Bu gelişmeyi, İslâm Mesleki ve Teknik Eğitim ve
Araştırma Merkezi (Dakka Merkezi)’nin Dakka’da kurulması izlemiştir. Bu kuruluşun adı daha sonra "İslâm
Teknoloji Enstitüsü" olarak değiştirilmiş, son olarak da "İslâm Teknoloji Üniversitesi" adını almıştır. Özel
sektör işbirliği alanında ise, ilk olarak Uluslararası İslâm Bankalar Birliği (IAIB) Kahire’de, bilahare de, İslâm
Ticaret ve Sanayi Odası (ICCI) Karaçi’de, İKÖ’nün ilgili kuruluşları olarak faaliyete başlamışlardır.
Merkez Bankaları Guvernörleri ve Para Otoritelerinin ilk toplantısı Mart 1978’de Kuala Lumpur’da
yapılmış ve muhtemel işbirliği modalitelerinin geliştirilmesi üzerinde durulmuştur. 1978 yılı ikinci yarısına
gelindiğinde, İKÖ ekonomik işbirliği gündeminin bir hayli genişlediği ve çalışma şekil ve modalitelerin belirli
bir şekil almaya başladığı görülmektedir. Bu bağlamda, işbirliği alanlarında öncelikli konuların belirlenmesi,
uygulama mekanizmaları, yasal ve kurumsal altyapının oluşturulması, çok taraflı işbirliği anlaşmaları gibi
konular gündemde yer almaya başlamıştır.
1981 yılında yapılan Üçüncü İslâm Zirve Konferansı öncesinde, Birleşmiş Milletler Üçüncü Kalkınma
Yılı hazırlıkları son aşamasına gelmiş bulunmakta idi. Bu stratejiden esinlenilerek, İKÖ çerçevesinde ortak
yatırımlar ve ticari konulara ilişkin detaylı bir eylem raporu hazırlanmıştır. Müteakiben, İslâm Armatörler Birliği
(ISOA)’nın Cidde’de, İslâm Ticareti Geliştirme Merkezi (ICDT)’nin Kazablanka’da kurulması, İslâm Ülkeleri
Arasındaki Ekonomik İşbirliğini Güçlendirmek için Eylem Planı ile birlikte Ocak 1981’deki Zirve’de
onaylanmıştır.
Haziran 1981’de yapılan Onikinci İslâm Dışişleri Bakanları Konferansı’nda, İslâm Sivil Havacılık
Konseyi’nin kuruluşu ve Yatırımların Teşviki, Korunması ve Garantisi Anlaşması onaylanmıştır.
Ocak 1981’de yapılan Birinci Gıda Güvenliği ve Tarımsal Kalkınma Bakanlar Toplantısı’nda, gıda
güvenliği ve tarımsal kalkınma alanında işbirliği konularının eyleme dönüştürülmesine yönelik ayrıntılı bir
program kabul edilmiştir. Aynı yılın Kasım ayında, FAO Konferansı münasebetiyle, İKÖ Gıda ve Tarım
Bakanları Birinci Koordinasyon Toplantısı’nda bir araya gelmişlerdir.
3- Üçüncü İslâm Zirvesi Ve Mekke Deklarasyonu
1981 yılı Ocak ayında Mekke ve Taif’te yapılan Üçüncü İslâm Zirve Konferansı, özellikle, "Üye Ülkeler
Arasında Ekonomik İşbirliğinin Güçlendirilmesine Yönelik Eylem Planı"nın kabulü bakımından önemli bir
toplantı olmuştur. Eylem Planı’nın temel amacı, çeşitli alanlara yayılmış olan İKÖ ekonomik işbirliği
faaliyetlerinin "Ortak Eylem" kavramı çerçevesinde bir araya getirilmesidir.
1980 yılı sonlarına doğru Ankara’da yapılan Ekonomik İşbirliği Konferansı’nda nihaileştirilen Eylem
Planı, ekonomik işbirliği için 10 sektörü kapsamına almıştır. Eylem Planı, bir bakıma, İKÖ ekonomik işbirliği
alanında o zamana kadar sürdürülen ortak çabaların zirvesini teşkil etmektedir.
Diğer taraftan Yine Üçüncü Zirve’de Bilimsel ve Teknolojik İşbirliği ile Enformasyon ve Kültürel İşler
alanında çalışan diğer iki Daimi Komite ve ekonomik ve ticari işbirliği alanında faaliyet gösterecek olan İKÖ
Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK)’nin kurulmasının kararlaştırılması da, yeni bir dönemin
başlangıcı olmuştur.127
NATO, Şeytanın Kışlasıdır.
İsrailoğulları bin yıldır Müslümanlarla Hıristiyanları savaştırmakta ve bu sayede dünyada kendi
planlarına göre bir sömürü dengesi kurmuş bulunmaktadır. Siyonist Yahudiler, az olan nüfuslarına rağmen,
şeytani siyasetleriyle kendileri zenginleşip bugünkü ateist uygarlığı kurmuşlardır. 1897’de İsviçre’nin Basel
kentinde akdettikleri I. Yahudi Kongresi’nde, dünyayı artık tamamen köleleştirdiklerini zannederek
127
Milli Gazete / 13 06 2004 / R. Nuri EROL
245
kararlarını değiştirmişler, ülkeleri sadece rejimlerle yönetmeye karar kılmışlardır.
Roosevelt, Churchill ve Stalin’in bir araya geldiği Yalta Konferansı toplantısında (4-11 Şubat 1945),
zamanın güçlü devlet başkanları dünyayı ikiye ayırmışlar; yarısını sosyalist, yarısını kapitalist ülke
yapmışlar; sosyalistlerde “Varşova Paktı askerleri”, kapitalistlerde “NATO orduları” oluşturmuşlardır.
Bu güçler güya birbirine karşı kurulmuş olacak; aslında “Varşova” sosyalistlerin jandarması olacak,
“NATO” da kapitalist ülkelerde jandarmalık görevi yapacaklardı. Yalta Konferansı kararlarına uymayıp diğer
tarafa katılmak isteyen olursa, bu jandarmalar göstermelik savaş çıkarırlardı. Sömürü sermayesi dünya
ülkelerine sürekli silah satabilmek ve sömürebilmek için de dünyada devamlı olarak silahlı savaşlar
çıkarmışlardır.
Bu arada Müslümanlar da bu Varşova ve NATO ordularının baskısı altında dinsizleştirmeye ve
köleleştirilmeye çalışılmıştır. Arap ülkelerindeki Baas partileri işte bu genel programın bir uygulaması
idi. Aslında Batı dünyasının nüfuzunda bulunan bu ülkelerin yöneticilerine haksızlık ve ahlaksızlık
yaptırılmıştır. Oysa bu diktatörlerin hepsi siyonistlerin adamları idi. Bu adamların başında Irak’taki Saddam
geliyordu. Türkiye’deki inanç ve ahlak tahribatları ile lâiklik dayatmaları de hep bu planın bir parçası ve
sonucu olmaktadır.
Varşova Paktı askerleri de, NATO askerleri de aynı sömürü sermayesi ile destekleniyor, ABD’deki
sömürücü tekel sermayesi tarafından besleniyordu. Bunlar birbirine karşı güçlendirilip dengeleniyordu.
Sahnede oynayan sadece iki takımdı. Böylece dinsizlik yani ateizm dünyaya tamamen yerleştirilecekti. Ve
insanlık demokrat köleler haline getirilecekti.
Sonra, Sömürü sermayesinin beklemediği çok önemli bir olay oldu. SSCB Lideri Mihail Gorbaçov bu
oyunu bozdu. Gorbaçov’un devrimi, tarihte bir dönüm noktası olarak anılacaktır. Çünkü Sovyetler bu
değişiklik sayesinde “savaşma felsefesi”ni bıraktılar. Artık Sovyetler demokratikleşecek, Sovyetler liberal
olacaktır. Dünyada yeni bir dönem ve yeni bir uygarlık doğacaktır. Gerçek sosyalizm olacak; din düşmanı,
aile düşmanı, mülkiyet düşmanı, ulus düşmanı sosyalizm ortadan kalkacaktır.
Siyonizmin sömürücü tekel sermayesi bu durumdan son derece rahatsızdır. Yeni bir plan kurulup
yeni bir oyun başlatılmıştır:
Rusya’da sarhoş Boris Yeltsin yönetimi eline geçirdi. Gorbaçov devre dışı bırakıldı. Yeltsin, Sovyet
ülkelerini topladı ve dağıttı. Yeltsin’i şöyle kandırdılar; “İslâm nüfusu giderek çoğalmakta ve tehdit
oluşturmaktadır. Bu gidişle 15-20 yıl sonra Sovyetlerde Müslümanlar hakim olacaklardır. Bundan korunmak
için bir yol vardır. Bu devletleri dağıt. Ama askeri birliği koru. Böylece Sovyetler fiilen devam eder. Moskova
Parlamentosu’nda Müslümanlar çok az kalır.”
Bu sayede Müslümanların devre dışı bırakılması hedeflenmiştir. Şu anda, gizli anlaşmalarda Ruslar
eski Sovyetlerin devamıdır. Eski Sovyetler tek devlettir. Ama diğer devletler müstemleke ülkelerdir. Onların
ülke yönetimdeki yetkileri göstermeliktir. Orta Asya ve Kafkasya ülkeleri kendilerini devlet sansa da, gerçek
böyle değildir. Ancak bu arada Rusya beklenmedik derecede sarsıntı geçirdi. Bu müstemlekelerine hakim
olamadı. ABD, Ruslarla anlaştı ve oralara kendi askerlerini yerleştirdi, hâlen de yerleştiriyor... Gaye,
oralardaki siyonist hakimiyetini korumak ve İslâm ülkelerinin oluşmasını önlemektir.
Gorbaçov’un yaptıkları sonunda Varşova Paktı dağılınca, NATO açıkta kaldı. NATO’ya yeni bir
düşman arandı. Önce “Afganistan”, sonra “Irak” düşman olarak öne çıkarıldı… Ama başarılamadı…
İstanbul’daki “NATO Zirvesi” bunun için toplandı; NATO’ya yeni düşman olarak “terör” ortaya
atıldı. Daha önce terör’le İslam aynıymış gibi propaganda yapıldı. Kısaca NATO’nun yeni düşmanı
artık, İSLAM’dır
NATO ve Varşova paktlarından oluşan göstermelik iki ordu zaten tek ordu idi. Şimdi resmen tek ordu
oldu.
NATO’ya karşı en büyük düşman adayı “İslâm”dır, İslâm dünyasıdır.
Şimdilik “İslâm ülkeleri” NATO’nun karşısına düşman olarak konacaktır. İslâm âlemini ıslah
etmek için Ortadoğu ülkelerine savaş açılacaktır. Bu saldırılara Müslümanlar karşı çıkacaklardır. Ateist
Sovyetler benzeri NATO’nun karşısında İslâm dünyası oluşturulacaktır. Yeni düşman bulununcaya kadar
246
İslâm ülkeleri yedek düşman olarak kullanılacaktır. Çünkü, kimi Yahudi inanış ve anlayışına göre, buralar
sonra kurulacak olan İsrail imparatorluğunun bir parçasıdır. Ortadoğu ülkeleri, muharref Tevrat’ta İsrail
oğullarına vaadedilen topraklar içinde bulunmaktadır.
Evet NATO, insanlığı tehdit eden en büyük tehlike ve tuzaktır. Şimdi NATO yeniden düzenlenecek,
yeniden yapılandırılacaktır. Karşısına güçlü silahları ve ordusu olan bir düşman oluşturulacaktır. Sonra
NATO ikiye bölünecek ve Avrupa ordusu kurulacaktır... Daha sonra bunlara karşı Sovyetler birlik
kuracak… Hintliler birlik kuracak… Afrikalılar birlik kuracak… Güney Amerikalılar birlik kuracak…
Dünyadaki bu birlikler birbirleriyle savaşacak ve yüzlerce yıl kan akacaktır. Sömürücü sermaye de silah ve
para ile bu orduları istediği gibi kullanacaktır.128
İşte siyonizmin hedef ve projesi budur. Ancak, elbette bu projeye karşı Allah’ın projesi vardır ve
Allah proje yapanların en hayırlısıdır: “Onlar plan kurdular; Allah da plan kurdu. Allah, plan kuranların
hayırlısıdır.”129
İşte “Dünyayı değiştirecek Adam!” Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hoca’nın D-8 ler oluşumuyla başlattığı
ve İnşallah başarıya yaklaştığı tarihi ve talihli projeler, bu ilahi müjdelerin bir zuhuratıdır.
İnsanlık tarihi boyunca ilk uygarlık Mezopotamya’daki Nuh Uygarlığı’dır. Onu 500 sene sonradan Mısır
Uygarlığı takip etmiştir. Bu iki uygarlığın ömürleri 2000 sene olmuştur. Sümer ve Babil uygarlıkları ile Eski
Mısır ve Yeni Mısır uygarlıkları oluşmuştur. Bu uygarlıklara ait bulunan kitabelerin okunması henüz
tamamlanamadığı için bunların gelişmeleri hakkında şimdilik yeteri kadar bilgimiz yoktur.
İkinci büyük uygarlık İbrani Uygarlığı’dır. Bu uygarlığın ömrü de 2000 yıl sürmüştür; Yahudilik ve
Hıristiyanlık (MÖ 1000 - MS 1000). Yine bunların 500 yıl arkasından Batı Uygarlığı izlemiştir. Onun ömrü de
2000 yıl olmuştur; Yunan ve Roma/Bizans (MÖ 500 - MS 1500).
Bunlardan sonra son büyük doğu medeniyeti olarak Kur’an Uygarlığı ortaya çıkmıştır. (Din olarak MS
600, uygarlık olarak MS 1000). 500 sene sonra I. Kur’an Uygarlığı’nı batı uygarlığı olarak Avrupa Uygarlığı
takip etmiştir (MS 1500). Bu uygarlık bugün en yüksek seviyededir ve çökmeye başlamıştır. Şimdi
yaşadığımız dönemde (MS 2000) yeni II. Kur’an Uygarlığı başlıyor. Bu uygarlık "III. Bin Yıl Uygarlığı"dır.
-Doğu medeniyetleri "Hakkı üstün tutan" peygamberlerin medeniyetleridir.
-Batı medeniyetleri ise "kuvveti üstün tutan" filozofların medeniyetleridir.
-Doğu medeniyetleri "hukukta" ve "yönetimde" evrimler yapmışlardır.
-Batı medeniyetleri ise "teknikte" ve "ekonomide" evrimler yapmışlardır.
-Batı Medeniyeti çağımızda en güçlü durumdadır, zirvededir, çökmeye başlamıştır.
-Doğu medeniyetleri ise çökmüş durumdan yeniden filizlenme durumuna geçmişlerdir. Yarınlar
İslamındır.
"Medeniyet" meselesine bu şekilde kısaca özetledikten sonra, şimdi asıl konumuza gelebiliriz.
İslâm ve İslâm birliği
İslâm devletleri veya halkları dendiği zaman yanlış şeyler anlaşılmaktadır. Her şeyden önce bu önemli
çelişki ve yanlışları düzeltmeliyiz.
1- "İslâm dini" demek "İslâm düzeni" demektir. Arapçada "din" kelimesi "düzen" anlamındadır. Bugün
anladığımız manadaki "din"in karşılığı "takva"dır ve her ikisinin Arapça’daki adı da "huda"dır. Her şeyden
önce, bu yanlışın düzeltilmesi gerekir.
2- "İslâm", Hazreti Adem’den itibaren başlayan ve kıyamete kader sürüp gidecek olan hakkı üstün
tutan peygamberlerin yolu olan, Hak ve hayır düzenidir. Bazı batılıların dediği gibi ‘Muhammedîlik’ hiç
değildir. Çünkü Kur’an Allah’ın vahyidir. Halbuki bugün Tevrat ehline "Yahudi", İncil ehline "Hıristiyan" ve
yanlış olarak Kur’an ehline "Müslüman" denmektedir. Oysa bunların hepsi "inanan" kimselerdir. Vr maalesef
her üçünde de, inanç ahlak ve yaşayış konusun da yozlaşmalar görülmektedir. En büyük şansımız, Tevrat ve
İncil’in büyük ölçüde tahrif edilmesine karşın, Kur’anın orijinal haliyle muhafaza edilmesidir. Ehl-i hak olarak
herkes "müslim"dir. "Kur’an ehli"ne ise Kur’an "iman etmiş kimse" yani "mü’min" demektedir.
128
129
Milli Gazete / 01 07 2004 / R.Nuri EROL
Al-i İmran:54
247
3- "İslâm", -yine çok önemli bir yanlış olarak-, belli inanışları dünyaya silah zoru ile yayan bir din olarak
algılanmaktadır. Bu anlayış da tamamen yanlıştır. Adı üstünde, "İslâm" demek "barışa girmek" demektir.
"Silm" de "barış düzeni" demektir. "Selâm" da "barış teklifi"dir. O halde, bu yanlışın da düzeltilmesi
gerekmektedir. Kur’an; biri size selâm verirse sen mü’min değilsin deme, der. Barış isteyenlerle barış
kurulacaktır. Kur’an; hıyanet ederlerse Allah sizinle beraberdir, demektedir.
4- "İslâm" sadece bir inanış kabul edilmekte, savaşın inanış için yapıldığı sanılmaktadır. Oysa
Kur’an’ın açık ifadesiyle "İslâm" ilmî, imânî, meslekî ve siyasî düzen öğreticisidir. Zorlayıcısı değildir. Çünkü
"din"de zorlama yoktur. Kur’an’a göre "savaş" da sadece "barış" için meşrudur. Fitne kalmayacak ve dinde
zorlama olmayacaktır. Din Allah’ın olacaktır. Yani, İslâmiyet’te sadece savunma savaşı vardır. Barış için
savaş vardır. Özgürlük için savaş vardır. İrade-i cüz’iyeyi serbest kılmak için savaş vardır. Güven için savaş
vardır. Ama esas hedef "İslâm"dır, yani "barış"tır.
"İSLAM adına konuşanlar, her şeyden önce kullandıkları kelimenin manâsını, Kur’an’a göre anlamını
ve amacını araştırıp öğrenmek, doğru olarak bilmek ve bu kelimeyi ona göre kullanmak, ama en önemli
görev olarak, bunun böyle olduğunu bütün dünyaya ve insanlık âlemine anlatmak durumundadırlar. Böylece
İslâm’ın terör kaynağı olamayacağı açık ve net bir şekilde anlaşılmış olacaktır.
İKÖ bu çalışmayı acilen yaptırmalı ve dünyaya duyurmalıdır.
Kur’an ehlinin vazifesi
İşte bütün bu anlattıklarımızın ışığında bugün Kur’an ehlinin en önemli vazifesi; her şeyden önce
Kur’an’ı müçtehitlerin usulleri ile müsbet ilme göre yorumlayıp günümüzün sorunlarını çözecek eserleri
ortaya çıkarmak, ondan sonra bu eserleri sistem olarak işletmeler ve siteler seviyesinde uygulamak, ve en
sonunda bu uygulamalar sayesinde bütün dünyaya örnek olarak duyurmak olacaktır.
Türkiye’de 1960’lı yıllarda başlayan "Millî Görüş Hareketi", o ilk yıllardan beri sürdürmekte olduğu çok
yönlü faaliyet ve çalışmalarıyla bunu yapmaya çalışmaktadır. Millî Görüş Lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan,
bütün bu çalışmaları "Millî Görüş" ve "Adil Düzen" olarak bütün Türkiye’ye ve dünyaya duyurup anlatmıştır.
Hâlen de dünya çapındaki bu yüce hizmetlerini insanlığa sunmaya devam etmektedir.
Kur’an bugün bin sene önceki yorumları ile anlaşılmaktadır. Nitekim, maalesef ilâhiyat fakültelerimizde
uygulanan program da bu seviyededir. Bu anlayış ve uygulama bugünkü sorunları çözmüyor. Bu sebeple lâik
uygulamalara geçilmiştir. Ancak lâik uygulamaların da sorunları çözmediği görülmüştür. Bunun üzerine Batı
dünyasının ateist uygulamaları yarım yamalak tercümelerle aktarılarak sorunlar çözülmeye çalışılmaktadır.
Bu uygulamaların da çözüm olmadığı apaçık görülmektedir.
Oysa yapılması gereken iş gayet basittir: Müçtehitlerin metodu ile ve batının müsbet ilimlerinden
yararlanarak Kur’an’ı anlamak ve uygulamaktan ibarettir. Büyük şairimiz Mehmed Akif’in dediği gibi;
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı, asrın idrakine söyletmek İslâm’ı.”
Yapılması gerekenler
a- İslâmî içtihat dergisini çıkarmak ve bu hususta ileri sürülecek bütün görüşleri tartışmak. Bu arada
karşı görüşleri de araştırmaların kapsamına almak.
b- Bu tartışmaların sonunda metin, şerh ve haşiye tipi kitaplar oluşturmak. Bütün ilimlerde her
Müslümanın okuyacağı "eserler külliyâtı" oluşturmak.
c- Tercüme siteleri kurarak her dilden Arapça’ya tercümeler yapmak, Arapça’dan da o dillere
tercümeler yapmak. Böylece insanlığın bütün ilmî birikimini tek dilde toplamak. Bu hizmetle araştırmacılara
büyük kolaylık sağlamak. Bu sayede insanlığın ortak olarak oluşturacağı "İslâm/ Barış Düzeni"ni kurarak "III.
Bin Yıl Uygarlığı"nı geliştirmek.
d- Çağımız teknolojik imkânlarından yararlanarak kuracağımız ulaşım ve işletişim organizasyonları
sayesinde, insanların bedava seyahat etmelerini ve haberleşmelerini sağlamak, kitle iletişim yayınlarından ve
basından yararlandırmak. Nitekim kendi çağlarında ecdadımız bu hizmetleri sunan müesseseleri kurmuş ve
bu sayede dünyanın süper gücü olmuşlardır.
Bütün bunları yapabilmemiz için hem uygulayarak denemeler yapmak, hem de bunlara öz kaynakları
sağlamak üzere tüm yeryüzünde Millî Görüş ve Adil Düzene göre işletilen çok yönlü müesseseler kurmak
248
durumundayız. İslâm âlemi ve bütün insanlık bu hizmetlerin beklentisi içinde bulunmaktadır.
İnsanlığın sorunları pek çok, ama hiçbir şey çözümsüz değildir. Derdi veren Allah, devâ ve dermanı da
vermiştir. Arayıp bulmak ve insanlığın hizmetine sunmak gerekiyor. Dünya bizi bekliyor.130
Dünya Müslüman Alimler Birliği
Bu arada önemli bir kuruluşun temelleri atıldı... Daha doğrusu çok önceden tasarlanan ve tamamlanan
bir proje resmiyet kazandı. Tanınmış alimlerden Yusuf El Kardavi başkanlığında “Dünya Müslüman
Alimler Birliği” kuruldu... Türk kamuoyuna ilk kez TV5 Haber’in duyurduğu bu hayırlı girişim, dünya
müslümanlarının kültürel, sosyal ve siyasal sorunlarına çözüm üretmeyi hedefliyor...
Peki neden böyle bir birliğe ihtiyaç duyuldu derseniz, bunun cevabı bence kuruluşun adında gizli...
Müslümanlar, bugüne kadar dağınık, bırakılmıştı. temel meseleleri üzerinde bir araya gelip karar alma
yolları tıkanmıştı, “birlik” oluşturamıyorlardı... Ama Milli Görüş bu zincirleri bir bir kırdı.
İşte Dünya Müslüman Alimler Birliği, müslümanların kendi aralarındaki kültürel ve ilmi
dağınıklığa son vermeyi amaçlıyor... Birlik aynı zamanda, İslam Dünyası dışındaki toplumların da
İslam dini hakkındaki yanlış bilgilerini düzeltmeyi, önyargılarını düzeltmeyi düşünüyor...
Dünya Müslüman Alimler Birliği, D-8’in öngördüğü “Diyalog Enstitüsü”nü bir anlamda hayata
geçiriyor... Önce müslümanların kendi içinde birlik ve dirlik içinde olmalarını hedefliyor; sonra da İslam’ı tüm
dünyaya anlatmayı ve müslümanlar hakkında oluşturulan önyargıları, yıkmayı planlıyor. Ve hepsinden
önemlisi, Müslümanların vahdet ve uhuvvetini zorlaştıran mezhep ve meşrep farklılıklarını kaldıracak…
Kur’an ve Sünnet çerçevesinde ve çağın ihtiyaçları ölçüsünde, ortak kural ve kurumlar oluşturmaya
çalışılıyor!..
Erbakan Hoca’ya yakınlığı ile tanınan ve Dünya Müslüman Alimler Birliği’nin kuruluşunda bir konuşma
yapan Yusuf El Kardavi, bu hayırlı organizasyonun bağımsız ve tüm dünya müslümanlarının hizmetinde
olacağını söyledi. Kardavi, İslam’ın gerçek yüzünü tüm dünyaya tanıtmayı amaçladıklarını da konuşmasında
ifade etti. Birliğin hazırlık komisyonu üyesi Muhammed Selim, Dünya Müslüman Alimler Birliği fikrinin
yaklaşık 15 yıllık bir geçmişe dayandığını söylüyor. Bu uzun sürede hazırlık çalışmalarının devam ettiğini
belirten Selim, Birliğin kurulma aşamasına gelinceye kadar önemli bir süreçten geçildiğini vurguluyor.
Dünya Müslüman Alimler Birliği’nin amaçlarına uygun olarak hareket etmesini, hedeflediği
çalışmaları en güzel şekilde yapmasını, müslümanların birliğini sağlamasını temenni ediyoruz...
Böylesine önemli bir birliğe, aynı zamanda ülkeler bazında da sahip çıkılmasını, güçlenmesi,
kurumsallaşması için gerekli katkıların sağlanmasını da diliyoruz...
Büyük Ortadoğu Projesi’yle İslam dünyasının işgal edilmek istendiği bir dönemde başta D-8 olmak
üzere, Dünya Müslüman Alimler Birliği gibi önemli kuruluşlar, yeni umutlar aşılıyor... Bu kurumlara sahip
çıkmalı, işgale, sömürüye ve adaletsizliğe karşı ciddi bir kalkan olduklarının farkında olmalıyız... 131
130
131
Milli Gazete / 01 07 2004 / R.Nuri EROL
Milli Gazete / 16 Tem 2004 / Dr. A. Özkan
249
“ÇİN” GERÇEĞİ VE “ÇİN’İN” GELECEĞİ
Yaklaşık 150 yıldır uyuyan bir dev, Çin giderek güçlenmeye siyaset ve ekonomide yavaş yavaş etkisini
göstermeye başlamıştır. Japonya sadece endüstriyel ve ekonomik bir dev olarak ortaya çıkarken, Çin hem
ekonomik hem politik ve hepsinden önemlisi de askeri bir güç olarak kendini belli etmeye çalışmaktadır.
Bu makalede ekonomik, politik ve askeri bir dev haline gelen Çin’in önce sosyo-politik ve ekonomik
yapısı incelenecek ve diğer devletlerle olan ilişkileri, jeopolitik konumu ve askeri gücü anlatılacaktır. Daha
sonra da Çin ile Türkiye arasındaki ekonomik, politik ve askeri ilişkiler çelişkiler ortaya konularak bu
konularda, Çin’le işbirliğine gitmenin ülkemize açısından önemi üzerinde durulacaktır.
Çin Hakkında Genel Bilgiler
Resmi adı Çin Halk Cumhuriyeti (People’s Republic of China) olup 1997 yılı itibarıyla nüfusu 1 milyar
220 milyon civarındadır. Ülkenin yüzölçümü 9.563.960 km2’dir. Nüfusun yıllık büyüme hızı % 093’tür. Ülke
nüfusunun % 93.3’ü Çinli’dir ve geri kalan % 6.7’lik kısmı Zuanklar, Uygurlar, Huylar, Yiler, Tibetliler,
Maoylar, Mançurlar, Mongollar, Buyiler, Koreliler ve diğer daha küçük milletler oluşturur. 132
Din itibarıyla resmen ateist görünmelerine rağmen geleneksel olarak halkın çoğu Konfiçyuzim, Taoizm
ve Budizm’in taraftarıdır. Bununla birlikte nüfusun % 3’ü Müslüman ve % 2’si ise Hıristiyan’dır.
Okuryazarlık oranı % 72’in üstünde olup Çince’nin yanında Kantonezce, Wuca, Minbeyce, Minanca,
Xiangca, Gaca, Uygurca ve diğer azınlık dilleri konuşulur.133
Devlet Komünist sistemle yönetilmekte olup, esas otorite Kominist Partinin en üst seviyesindeki 7
üyede toplanmıştır.
Teorik olarak devletin en önemli organı olan Milli Halklar Kongresi (National People’s Cangress)
genellikle Parti programını onaylamakla yetinmektedir. Bunun yerine ülkeyi Devlet Konseyi (State Council)
yönetmektedir.
İdari açıdan ülke (Tayvan dahil) 23 eyalet ve 5 özerk bölgeye ayrılmıştır. Ayrıca 3 adet de merkeze
direkt bağlı belediye bulunmaktadır.134
HONG KONG
Çin’in siyasi portresinde en önemli, olaylardan birisi de, şüphesiz, Hong Kong hadisesidir.
İngiltere idaresinde bulunan ve 99 yıllığına İngiltereye kiralanan Hong Kong 1 Temmuz 1997 tarihinde,
anlaşmaları gereği Çin Halk Cumhuriyeti İdaresi altına geçmiştir. Bu durum anavatanda çok büyük sevince
sebep olmuş, Çinlilerin milliyetçilik gururlarını coşturmuştur.
Tayvan meselesine gelince: Tayvan, Çin’in güneydoğusundaki denizdedir. 1949 yılında Çin Halk
Cumhuriyetinin kuruluş arifesinde, Çin’deki Guamindang (Milliyetçi Parti) yetkilileri Tayvan’a çekilip
yerleşmişlerdir. 1950’de Kore savaşının patlak vermesiyle ABD’nin 7. Filosu Tayvan’a konuşlanmış ve
Tayvan Çin’den ayrılmıştır. Ancak 1979’da ABD ile Çin arasında yapılan anlaşmaya göre ABD Çin’in
bütünlüğünü ve Tayvan’ın Çin’in ayrılmaz bir parçası olduğunu ifade etmiştir.
Buna göre iki sistem bir arada olacaktır. Yani; tek Çin, iki sistem, Çin’de Komünist ve Tayvan’da
Kapitalist sistem birlikte olacaklardı. Ancak Tayvan’a yüksek düzeyde özerklik verilecekti. Daha sonra da
barış yolu ile ülkenin birleşmesi sağlanacaktı.135 Çin’le diplomatik temasa geçecek devletler de Tayvan’la
olan bütün diplomatik ve resmi temaslarını Halk Cumhuriyeti ile temasa geçebilirlerdi.
Hong Kong benzeri bir problem de Macao bölgesinde yaşanmıştır. 1557 yılından beri Macao’ya
yerleşmeye başlayan Portekizliler 1887 yılında Qing Hanedanına zor kullanarak “Çin-Portekiz Pekin
Anlaşması”nı imzalatmış ve bölgeyi idaresi altına almıştır. Çin Halk Cumhuriyeti ise sürekli olarak Portekiz
hükümeti ile temasa girmiştir. Nihayet, iki ülke arasında 1987’de imzalanan bir deklarasyon ile Portekiz
Oin Shi,Çin, New Star Publishers 1995, s.24
Ibid., s.25-26.
134 Military Techonlogy, 1998-1999 Almanac, s.262
135 Oin Shi, a.g.e., s.15.
132
133
250
hükümeti Macao’nun egemenliğini 20 Aralık 1999’dan itibaren Çin Halk Cumhuriyetine devretmeye razı
olmuştur.136
Çin’de iç karışıklıkların ve etnik isyanların önlenebilmesi için demokratikleşme adına önemli adımlar
atılmalı, insan haklarına gereken önem verilmelidir. Hukuk fakültelerinin kurulması, avukatlık ve noterliğin
serbest bırakılması gibi iyiye yönelik sinyaller varsa da bir din ve azınlık hakları konularında Pekin’den en
ufak bir yeşil ışık yakılmamıştır. Ancak bilinmelidir ki; giderek demokratikleşme Çin’in peşini bırakmayacaktır.
Ne bu konu, ne de bununla ilgili insan haklarından daha uzun süre kaçınılamaz. Çin’in gelecekte ilerlemesi
ve büyük güç olarak ortaya çıkışı; yönetici Çinli seçkinler sınıfının, iktidarın bugünkü yöneticiler kuşağından
daha genç bir ekibe devredilmesi ve ülkenin ekonomik ve siyasal sistemleri arasında büyüyen gerilimle başa
çıkılması gibi birbiriyle ilgili iki sorunu nasıl maharetle halledeceğine bağlıdır.
Ekonomik Gelişim Seviyesi
Çin kara devletinin ekonomik yönü ile ilgili çok şey söylenebilir. Ülkenin iktisadi özellikleri, diğer birçok
özelliğinde olduğu gibi, tarihi dinamiklere dayanmaktadır. Modern ötesi çağlardaki uygarlıklar arasında
hiçbirisi Çin’den daha ileri görünmüyor, kendisini ondan daha üstün hissetmiyordu. M.Ö. 1200’lü yıllarda
ülkede 500 işçi çalıştıran haddehaneler vardı.137 11.yüzyılın sonlarına gelindiğinde ise, Kuzey Çin’de
muazzam bir demir sanayii yer alıyor ve burada esas olarak ordunun ve devletin kullanımı için yılda yaklaşık
125 bin tonluk üretim yapılıyordu. Yine bu yüzyılda mükemmel bir kanal sistemiyle birbirine bağlı ovalarda
tarımla uğraşılıyordu. 16.yüzyıla kadar Çin, bazı teknolojilerde Avrupa’dan çok ilerideydi. 17.yüzyılda ülkede
endüstrileşmenin şartlarının varlığından söz etmek mümkündü. Su ile çalışan ekonomik makineler,
tüccarların elinde birikmiş bulunan büyük miktardaki sermaye, Çin’in dört bir yanında şubelerini açmış
bulunan bankalar ve çok sayıda işçiyi istihdam eden fabrikalar mevcuttu. Bütün bunlara rağmen endüstri
henüz yeteri kadar gelişebilmiş değildi. 19.asra gelindiğinde ise Çin kendisini, daha küçük ülkelerin
yönlendirmesi altında buluvermişti.
Çin hemen herkese yetebilecek kadar büyük bir pazar izlenimi veriyordu. Bazen küçük ve bazen de
başkenti ele geçirme gibi büyük çaplı zorlamalarla batılı ülkeler Çin’den bir takım tavizler koparmayı
başardılar. Gümrük vergilerinin oranlarını diledikleri kadar düşük tutturdular. Bu sayede Çin sanayiinin
rekabet edemeyeceği kadar düşük fiyatlarla Çin pazarına girdiler. Ancak ne var ki evdeki hesap çarşıya
uymadı. Çin halkı sömürülemeyecek kadar yoksuldu, alım güçleri çok azdı. Bununla beraber Çin’deki yerli
endüstriyi de tamamen batırdılar.
Her şeye rağmen Çin 20.yüzyıla girerken dünyanın tartışılmaz en büyük üreticisiydi. Fakat bu büyüklük
sayısal bir büyüklüktü. Üretimin kalitesi zayıf ve teknolojisi eskiydi. Teknolojik geriliğin etkisi özellikle ÇinJapon savaşında kendisini acı bir şekilde hissettirmişti. Ülkedeki siyasi gelişmeler neticesinde 1949’a kadar
hakim iktisadi yapı yerini Mao’nun ‘Büyük İleri hamle’ denemelerine bıraktı. Uygulanan program Sovyet
üretim modelinin kopyasıydı. Neticede durum daha kötüye gitmeye başladı. Ve iktidara Deng’in gelmesiyle
Marksist vidaların gevşetilmesi yoluna gidildi. İlk büyük değişimler tarım sektöründe başladı. Daha sonra
diğer sektörlere de yansıdı ve iktisadi hayat canlılık kazandı. 1980’li yıllar zarfında reel gelirlerin artması
özellikle kırsal kesimde yaşayan 800 milyonluk nüfusun perişanlığına biraz çare olmuş, bebek ve çocuk
ölümleri azalmış, tüketim seviyelerinde iyileşmeler sağlanmıştır.138 Deng’li yıllar olarak tanımlanan 1978–
1994 arası dönemde ülkenin ortalama reel ekonomik büyüme hızı % 9 oranında gerçekleşti. Aynı dönem
içerisinde Çin’in milli hasılası iki katına çıkmış, Çin’in yurt dışı ticareti ise 1982’den beri yılda %15 artmıştı.
1987’de Çin’in ihraç malları %15 artmış ve yurt dışı ticareti 80 milyar dolara çıkarak 1978’deki seviyesinin
dört katını bulmuştu. Teknolojik gelişimini ise özellikle silah satışlarındaki artış yansıtıyordu. İran-Irak Savaşı
yıllarında ivme kazanan silah satışlarıyla Çin 1986–1990 arası dönemde dünyada beşinci büyük ihracatçı
136
Ibid., s.14.
Paul Harrison, Inside The Third World, Penguin Books, Londra 1987, s.205.
138 Paul Kennedy, Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken, (Çev: Fikret Özcan, TİB Yaınları), Ankara 1995, s.213.
137
251
konumuna gelmişti. Kısacası Çin, Zemin’in ifadesiyle dünyanın en büyük gelişen ülkesiydi. 139 Ülkenin
muazzam gelişmesine adeta doping yapan diğer bir gelişme ise 1997 yılında Hong Kong’un Çin’e devriydi.
Çin, Hong Kong’la birleşme sonrası ABD, Almanya ve Japonya’nın ardından 650 milyar dolar seviyesine
ulaşan dış ticaret hacmiyle dünyada dördüncü sıraya gelmişti.140 Açıkçası Hong Kong Çin için adeta
yakalanan büyük bir balık niteliğindeydi. Buna ek olarak ülke 1995’te GATT’a katılarak WTO’nun kurucu
üyeleri arasında yer aldı.141 Bu gelişmelerin ifade ettiği mana, karşılıklı bağımlılığa dayanan küresel
ekonomiyle Çin’in gittikçe bütünleşmesi ve entegre olmasıydı.
Sarı Okyanus’un bu muazzam gelişmesinin arka planında özellikle Deng’in ekonomik reformları
yatmaktaydı. Ayrıca ucuz ve disiplinli işgücü, siyasi olarak istikrarlı rejimin varlığı, buna bağlı olarak çok
uluslu şirketlerin bu ülkeye yönelmesi gelişmenin diğer nedenleriydi.
Çin ile ABD arasındaki ticari ilişkilere göz atarsak şu manzarayla karşılaşırız: Çin halen ABD’nin ‘en
fazla müsaadeye mahzar ülke’ statüsünü tanıdığı ülkelerden biridir ve yönetim kendi firmalarını Çin’de
yatırım yapma konusunda teşvik etmektedir. Bu teşviğin temelinde ise siyasi menfaatler yatmaktadır. Çin,
1995 yılı verilerine göre ABD’nin beşinci büyük ticari ortağıydı. Aynı yıl Çin, ABD’nin oyuncak ithalinin %
51’ini, ayakkabı ithalatının % 48’ini ve radyo ithalatının da % 24’ünü karşılıyordu.
Atılan büyük adımlara rağmen Çin ekonomisinin en büyük sektörü tarımdır ve belki de nüfusun % 80’i
tarımsal üretimle ya da buna ilişkin faaliyetlerle uğraşmaktadır. Çin sanayisinin büyük kısmı ise, mülkiyeti
devlete ait olan şirketlerden ibarettir. Fakat bu işletmelerde bazı sorunlar yaşanmaktadır. Tianmen olayları
sonrasında kamu sektörü % 3 oranında büyüme göstermişti. Oysa aynı dönemde özel şirketlerin büyüme
oranı % 57,7’ydi. Bununla beraber Çin Hükümeti, kamu sektörünün olumsuz yönlerini düzeltmek için 1997
yılı sonlarına doğru birtakım özelleştirme tedbirleri alma ihtiyacı hissetmiştir.
Ekonomist Rohwer’in yaptığı tahminlere göre, eğer Çin, aynı büyüme hızını devam ettirirse, 2025
yılında dünyanın en büyük ekonomisine sahip olacaktır. Çin ekonomisinin hacmi ABD’nin 1.5 katı; ABD, Batı
Avrupa ve Japonya’nın ekonomileri toplam hacminin ise yaklaşık % 75-80’ine ulaşacaktır. Bu ise dünya
ekonomisinde, iş hayatında ve finansal düzeninde radikal değişikliklerin olacağı manasına gelir.
ÇİN’in Askeri Gücü
Asker sayısı itibarıyla Çin, halen dünyanın en kalabalık ordusuna sahip ülkesi konumundadır. Çin Halk
Kurtuluş Ordusu 1996 yılı kayıtlarına göre 2.9 milyonu aktif, 1,2 milyonu da rezerv olmak üzere toplam 4,1
milyon personele sahip bulunmaktadır. Ancak aktif ordu personeli sayısında değişiklikler olmaktadır. Bazı
kaynaklara göre bu sayı 3 milyon civarındadır. Asker toplam sayısı içerisinde Çin Kara Kuvvetleri 2,3 milyon
Hava Kuvvetleri 470 bin ve Deniz Kuvvetleri de 260 bin personele sahiptir.
Asker sayısının fazlalığına rağmen Halk Kurtuluş Ordusu gerek teçhizat ve gerek eğitim seviyesi
açısından zafiyetleri olan bir ordudur. Aslında bu da onun meydan okuyuşunu zaafa uğratmaktadır. Çin Kara
Kuvvetlerinin elinde halen 10 bin civarında tank bulunmaktadır.142 Hava Kuvvetlerinin elindeyse 420 orta ve
hafif bombardıman uçağı mevcuttur. Ancak bu uçakların çoğu 20 yaşın üzerindedir. Bombardıman
uçaklarının en az kırk tanesi nükleer bomba taşıma kapasitesine sahiptir. Çin yine 1996 yılı verilerine göre
17 kıtalar arası ve 70 adet de orta menzilli balistik füzeyi haizdir. Hava Kuvvetlerinin diğer bir avantajı ise
havadan erken ihbar uçağına sahip olmasıdır. Deniz Kuvvetleri 44 denizaltı ve 50 destroyer ile firkateynden
oluşmaktadır. Fakat bu gemilerin de teknolojik olarak geri olduğu söylenebilir.
Bazı strateji uzmanların göre Çin korkunç bir güç olarak ortaya çıkmaktadır. Zira Çin savunma
harcamaları 1986 ile 1994 yılları arasında % 159 oranında artmıştır. Üstelik gerçek savunma harcamaları
hakkında kesin bilgilere de ulaşmak imkânsızıdır. Çin’in ortalama yıllık savunma harcamalarının 30-40 milyar
dolar civarında olduğu tahmin edilmektedir.
Russel Watson, ‘Storm Warnings’, Asia Newsweek, S.15, 1995
Süleyman Taygar, ‘Hong Kong İstanbul’a Göz Kırpıyor, Aksiyon , S.121, 1997.
141 Rıdvan Karluk, Uluslararası Ekonomik Kuruluşlar, Tütünbank Yayınları, İstanbul 1996, s.40.
142 Cumhuriyet : 22.07.1997.
139
140
252
Ülkenin nükleer kapasitesi ise hiç de azımsanmayacak bir seviyededir. Yaklaşık 300 kadar nükleer
bomba başlığına ve dış ülkelere satabilecek kadar nükleer bilgi paketine sahip durumdadır. Bu alanda
dünyanın üçüncü büyük nükleer gücüdür. Ülkede halen 15 adet nükleer reaktör bulunmakta olup 2004 yılına
kadar da 10 tane daha inşa edilmesi planlanmaktadır. 2050’li yıllarda Çin’in dünyanın en büyük nükleer
enerji sistemine sahip olması beklenmektedir. Nükleer reaktör kapasitesinin artması Çin’in nükleer silah
kapasitesini de doğrudan doğruya katlamaktadır. Ülkenin nükleer silah denemeleri 1997 yılına kadar devam
etmekteydi. Çin, 1996 yılı Haziran ayında 20 ila 80 kton arasında şiddeti değişen nükleer denemeler yapılmış
ve Çin dışişleri sözcüsü tarafından dünyaya duyurulmuştu. Ancak enteresandır 1997 yılı Mayıs ayında Çin,
Fransa ile ortak yayınladığı deklarasyonda nükleer silah denelerinin yasaklanmasını istemekteydi. Bu isteğin
arka planında belki de ülkenin nükleer silah programını tamamladığı gerçeği yatmaktaydı.
Eldeki veri ve gözlemlerden çıkan sonuç, Çin’in bu yüzyılın sonunda ABD’den sonra dünyanın ikinci
veya üçüncü büyük askeri gücü olacağıdır. Sadece bu bile onu baş aktörlerden biri yapmaya yeterlidir.
Çin’in Jeopolitik Önemi Ve Stratejik Konumu
Asya kıtası günümüzde dünyanın son zamanlarda uyanmış ve yükselen kitlesel milliyetçiliklerin
yoğunlaştığı çok büyük bir mekandır. Bunlar kitle iletişim araçlarına aniden girişle körüklenip, büyüyen
ekonomik refahın yarattığı toplumsal beklentileri yaygınlaştırarak ve de toplumsal zenginlikteki oransızlıkları
arttırarak hiperaktif hale getirilmiş ve hem nüfus, hem de kentleşmede patlayan artış da siyasal seferberliğe
daha duyarlı hale getirilmişlerdir. Bu durum Asya’nın silahlanma derecesiyle daha da etkili bir duruma
getirilmiştir.
Bütün bu milliyetçilik hareketlerinden Çin’in de büyük oranda etkilenmemesi mümkün değildir. Çin’in en
çok başını ağrıtan nokta Sincan, Uygur, Özerk Bölgesi’dir. Çin verilerine göre burada 7.2 milyon Uygur
Türkü yaşamaktadır. Ayrıca 500 bin kadar Uygur da Çin’in komşuları olan ve sınır anlaşmasına imza koyan
Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’a dağılmış durumdadır. Bununla birlikte, Sincan’da Uygurlar yanında 1
milyonu aşkın Kazak, 500 bin kadar da Kırgız yaşamaktadır. Sincan’daki Uygurlar, öteden beri, kendi
anayurtlarında Çin boyundurluğu altında yaşadıklarını; ulusal kültür ve kimliklerinin inkar ve asimile edildiğini,
Çin hükümetinin bölgeye sistemli olarak Çinli nüfus yerleştirdiğini söylüyorlar. Sincan’da bu nedenlerle sık sık
büyük olaylar, karışıklıklar çıkmış Çin idaresine karşı başkaldırılar olmuştur. Bunun en son örneği Şubat
1997’de yaşanmış, birçok insan idam edilmiş ve binlercesi de tutuklanmıştır.
Çin’in komşu ülkelerde de bazı problemleri vardır. Bunlar Rusya-Çin, Çin-Vietnam, Çin-Hindistan ve
Çin Endenozya arasındaki ülkesel- etnik çatışmalardır.
Bölgedeki güç dağılımı da dengesizdir. Nükleer silah deposu ve büyük silahlı kuvvetleriyle Çin açıkça
bölgedeki belirleyici askeri güçtür. Çin deniz kuvvetleri Şimdiden “açık denizde etkin savunma” stratejik etkin
doktrinini benimsemiştir; gelecek 154 yıl içinde Tayvan Boğazı ile Güney Çin Denizini kastederek “birinci
adalar zinciri içindeki denizlerin etkili kontrolü” için okyanusa çıkma kapasitesini elde etmeyi hedeflemektir.
Bütün bu anlatılanların sonucunda rahatça ifade edilebilir ki; Çin, yükselen ve potansiyel olarak
belirleyici bir güç pozisyonundadır. Bu gücünü önümüzdeki on yıllarda da arttırarak devam ettirecektir.
Türkiye İle Çin Arasındaki İlişkiler
1- Ekonomik Ve Siyasi İlişkiler
Çin Halk Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti arasında diplomatik ilişkilerin kurulduğu 1971 yılından bu
yana karşılıklı dostluk ilişkileri ve işbirliği sürekli olarak gelişmekte; siyasi, ekonomik, askeri, kültürel ve diğer
alanlardaki temaslar günden güne artmaktadır. İki ülkenin devlet başkanları, başbakanları, meclis başkanları
ve genelkurmay başkanları gibi yüksek düzeydeki yöneticileri arasında karşılıklı ziyaretler başarıyla yapılmış
bulunmaktadır. İki ülke arasındaki yıllık ticaret hacmi 600 milyondan fazla Amerikan dolarına ulaşmıştır. Bu
temaslar, iki ülke arasındaki karşılıklı anlayışın arttırılmasına, işbirliğinin sağlamlaştırılmasına ve dostluğun
pekiştirilmesine çok yararlıdır.143
143
Wu Keming, ‘Çok Eskilere Dayanan Çin-Türk Dostluğu’, Cumhuriyet Gazetesi, 04.08.1996.
253
Sincan ve Tayvan gibi can alıcı konularda Türk Hükümeti defalarca Çin’in egemenliğine ve toprak
bütünlüğüne saygılı olduğunu belirtmiş ve ‘tek bir Çin’ politikasına saygılı olduğunu hatırlatmıştır.
Çin Halk Cumhuriyeti’ni 5 Ağustos 1971’de tanıdıktan sonra Türkiye, Tayvan ile diplomatik ilişkilerini
kesmiştir. Ancak Tayvan ile, diğer ülkelerin de yaptığı gibi ekonomik, ticari ve kültürel ilişkiler, resmi düzeye
intikal ettirilmeden, genelde özel sektör kuruluşları aracılığıyla yürütülmektedir.
Tayvan’ın Ankara’da ‘TAİPEİ Ekonomik Ve Kültürel Ofisi’ adı altında bir bürosu bulunmakta,
İstanbul’da ise ‘Far East Trade Center’ adlı bir ticaret birimi faaliyet göstermektedir.
Tayvan Dış Ticareti Geliştirme Kurumu ile yapılan anlaşma sonucu, 20 Kasım 1993’ten itibaren
Türkiye’de de TAİPEİ’de bir ticaret ofisi açmıştır. Ofis, ticari görevinin yanı sıra vize ve bazı konsolosluk
işlerini yürütmektedir.
ÇHC’nin, Tayvan ile ilişkilerimiz konusundaki hassasiyetinin bilincinde olup Tayvan’ın Ankara’daki
Ofisi, zaman zaman ticari amacın ötesine geçerek, uzun vadeli siyasi tanınmaya yönelik teşebbüslerde
bulunmakta ise de bunlar Dış İşleri bakanlığınca önlenmektedir.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin özellikle hassasiyet gösterdiği diğer bir konu ise, Türkiye’deki Doğu Türkistan
Vakfı ve Doğu Türkistan Göçmen Derneklerinin Çin’i hedef alan eylem ve faaliyetleridir.
Anılan kuruluşların faaliyetlerinin T.C. yasaları çerçevesinde yürütülmesi ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni
rencide edici boyutlara ulaşmaması için Türkiye tarafından gerekli gayret gösterilmektedir. Ancak, Şubat
1997 Sincan olaylarından sonra bir grup Sincan taraftarının İstanbul Çin Konsolosluğu önünde gösteri yapıp
Çin bayrağını yakmaları iki ülke ilişkilerini az da olsa gerginleştirmiş; Çin, Türkiye’yi kınayan bir nota
göndermişti.144
Çin Halk Cumhuriyeti Kıbrıs meselesinin görüşmeler yoluyla çözülmesinin gerekli olduğunu belirtmekte
ancak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması konusunda gözle görülür bir adım atmamıştır. Bununla
birlikte Çin’in Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nde mukim büyükelçisi zaman zaman Kuzey Kıbrıs Rum
Cumhuriyeti’ne geçerek, Cumhurbaşkanı Denktaş ile temaslarda bulunmaktadır.
2- Çin Ve Türkiye Arasındaki Askeri İlişkiler
Türkiye ile Çin Hak Cumhuriyeti arasında zaman zaman üst düzey askeri ziyaretler gerçekleştirilmiştir.
ÇHC ile son yıllarda artan ilişkilere paralel olarak, 22 Mayıs 1998 tarihinde bir askeri eğitim işbirliği
anlaşması taslak metni, Pekin askeri ataşeliği vasıtasıyla ÇHC makamlarına iletilmiş olup, ÇHC tarafının
konuya ilişkin görüş ve talepleri beklenmektedir.
Ekim 1985’de, Çin Cumhuriyeti Genelkurmay başkanı Org.Yang Dezgi’nin Türkiye’yi; Kasım 1986’da
ise Genelkurmay Başkanı Org.Necdet Üruğ’un Çin Halk Genel Kurmay Başkanı Org. Necdet Ürug’un Kasım
1986’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin ziyaretlerini müteakip verdikleri direktif doğrultusunda;
Kasım 1992’de Türkiye’yi ziyaret eden Çin Halk Cumhuriyeti savunma bakanı Org. Qin Jivei ve
beraberindeki askeri heyet ile yapılan görüşmelerde; iki ülke arasında hem savunma sanayi ve hem de
askeri eğitim işbirliği faaliyetlerinin geliştirilmesi için, taraflar arasında bir çalışma grubu oluşturulması ve
aşağıdaki hususlarda işbirliği yapılabileceği değerlendirilmiştir.
1- Askeri elektronik alanında AR-GE faaliyetlerinde işbirliği yapılabileceği,
2- Makine Kimya Endüstrisi Kurumu (MKEK) ürünlerinin Çin Halk Cumhuriyetine satışı ve MKEK ile
Çin Halk Cumhuriyeti’nin en büyük savunma endüstrisi (silah, mühimmat, tank üretimi ve modernizasyonu)
kuruluşu olan “NORİNCO” firmalarının işbirliğinde bulunabileceği,
3- Türk Deniz Kuvvetleri’nin küçük ve büyük tip çıkarma gemisi inşa imkân ve kabiliyetleri ile Çin Halk
Cumhuriyeti’nin denizcilik alanındaki geniş imkân ve kabiliyetlerinden yararlanılabileceği.
Nisan 1993’de Genelkurmay başkanı Org. Doğan GÜREŞ ve MSB. Nevzat AYAZ’ın Çin Halk
Cumhuriyeti’ni ziyaretleri sırasında yapılan görüşmelerde; iki ülke arasında teknik heyet ziyaretlerinin
başlatılması ve muhtemel işbirliği alanlarının tespit edilmesi konusunda mutabık kalınmış ve bir tutanak
144
Milliyet, ‘Uygurlara Yıldırım İnfazı”, 13.02. 1997.
254
imzalanmıştır.
Çin HV.K.K. Org. Yu Zhen Wu, Hv.K.K.nın resmi konuğu olarak mayıs 1996’da Türkiye’yi ziyareti
sırasında, 23 Mayıs 1996 Günü Gnkur.Bşk.Org. İsmail H.Karadayı’yı ziyaret etmiştir.
Bu karşılıklı ziyaretler sürekli olarak devam etmiş ve her iki ülkenin harp akademileri arasında öğrenci
mübadelesine hazır olunduğu bildirilmiştir. Buna göre Çin Halk Cumhuriyeti Milli Savunma Üniversitesine 15
Eylül – 18 Aralık 1998 tarihlerinde bir kurmay subay gönderilmiş, 1999 yılı için aynı kursa bir kurmay subayın
gönderilmesi planlanmıştır.
Her iki ülke arasında karşılıklı savunma allaşmaları da mevcuttur. Irak, İran ve Suriye’nin elindeki uzun
menzilli füzelerin potansiyel tehlikesine karşı Türkiye, Çin’le karadan karaya 80 km menzilli füze üretimi için
anlaşmış bulunmaktadır. Bu anlaşma dönemin Savunma Bakanlığı Müsteşarı Korgeneral Tuncer Kılınç’ın
29-30 Mayıs 1997 tarihleri arasında Çin’i ziyareti esnasında 23 Mayıs 1997 tarihinde imzalanmıştır.
15 Temmuz 1997‘de Bakanlar Kurulunca onaylanan bu anlaşma gizlilik nedeniyle Resmi Gazete’de
yayımlanmadan yürürlüğe girmiştir. Bu anlaşma çerçevesinde iki ülke arasında özel işbirliği projeleri
yürütülmektedir.
SONUÇ
Bu makalede Çin Halk Cumhuriyetinin gücü; ekonomik, politik, jeo-stratejik konumu ve askeri yapısı
itibarıyla değerlendirilmiştir. Buna göre Çin;
nüfus, askeri güç, ekonomi ve doğal kaynaklar açısından
iyimser bir tablo çizmekte ancak bazı etnik milliyetçilik problemleri gibi iç politikayı ve istikrarı zaafa
uğratabilecek yönlerden karamsar bir durum sergilemektedir. Etnik gruplara daha fazla demokratik bir ortam
sunulup özerklikleri genişletmezse iç politikadaki istikrarsızlık dış politikayı da etkileyebilecektir.
Hızla küreselleşen, bilgiye bir anda ulaşılabilen bir dünyada artık Çin’in kendi halkını diğer ülke
halklarından soyutlandırarak mevcut siyasi sistemi koruması mümkün değildir. Gelişen bilgi teknolojileri
sayesinde insanlar, özellikle üniversite çevreleri ve diğer entelektüeller bundan böyle dış dünyayı yakından
gözlemleyip, özgürlük ve demokratikleşme hareketlerini yakından takip edip, kendilerine daha önceleri
kötülenen ülke insanlarının ne derece hür olduklarını kavrayabilmektedirler. Çin, bu durumu göz ardı
edemeyecek ve halkların özgürlüğü ve demokratikleşme yolunda önemli adımlar atmak zorunda kalacaktır.
Çin’in dünyanın en hızlı kalkınan ülkelerinden biri olduğu, uluslararası politikada sözünün geçerliliği ve
savunma sanayinin büyüklüğü dikkate alındığında, ülkemizin bu ülke ile ilişkilerini geliştirmede önemli milli
çıkarları olduğu bilinmelidir. Bu ilişkilerin geliştirilmesinde ekonomik ve siyasi işbirliğinin yanında “Askeri
boyut” da ihmal edilmemelidir ve önümüze çıkan fırsatlar değerlendirilmelidir.
Ayrıca Çin’in en hassas yumuşak bir karnı olduğu bilinen Doğu Türkistan meselesinde de Türkiye
elinden gelen siyasi beceriyi kullanmalı, şartları Doğu Türkistan ve Türkiye yararına yönlendirmesini
bilmelidir.
Çin’deki işgücü ve hammadde maliyeti diğer birçok ülkeye nazaran çok daha ucuzdur. Ayrıca,
savunma sanayi işbirliği faaliyetlerinde maliyet önemli bir faktördür. Buna göre, Çin Halk Cumhuriyeti’nden,
diğer sanayileşmiş ülkelere göre daha ekonomik şartlarda, savunma sanayiine ilişkin her türlü teknolojinin
herhangi bir kısıtlamaya tabi olmadan transfer edilebileceği ve işbirliği yapılabileceği değerlendirilmelidir. 145
Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, siyonis ve saldırgan ABD Çin-Japon gerginliğini tırmandırıyor!
Japon hükümetinin Çin ve Güney Kore tarafından protesto edilen yeni tarih kitabının liselerde
okutulmasına izin vermesine tepki gösteren Pekin, Tokyo yönetimini uyardı. Çin, Japonya’nın tartışmalı
bölge Doğu Çin Denizi’nde gaz şirketlerine petrol ve doğalgaz aranması için izin vermesinin provokasyon
olacağını bildirdi.
Çin, Japonya’nın tartışmalı bölge Doğu Çin Denizi’nde gaz şirketlerine petrol ve doğalgaz aranması
için izin vermesinin provokasyon olacağını bildirdi.
Çin Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Kin Gang, resmi haber ajansı Şinhua’ya yaptığı açıklamada, Tokyo
Kaynak: Kemal Özden, Çin’in Yeniden Yükselişi: Jeo-stratejik Önemi, Politik Ve Askeri Gücü Ve Türkiye İle Olan
İlişkileri, Avrasya Etüdleri, Sayı 19, İlkbahar-Yaz, 2001, s. 93–118.
145
255
yönetiminin bu yönde alacağı kararın Çin’in haklarına ve uluslararası normlara yönelik ciddi bir provokasyon
olacağını belirtti.
Kin, Pekin yönetiminin Japonya’yı protesto ettiğini ve daha ileri adımlar atma hakkını saklı tuttuğunu
söyledi. Kin, Pekin’in sorunların görüşmeler yoluyla çözülmesini arzu ettiğini, Tokyo’nun bu bölgede sınır
belirlemesini asla kabul etmeyeceklerini kaydetti.
Japonya Dışişleri ve Ticaret Bakanlığı yetkilileri, şirketlerin Doğu Çin Denizi’nde petrol ve doğalgaz
aranmasıyla ilgili başvurularının değerlendirilmesine bugün başlanacağını bildirmişti.
Japonya’nın petrol ve doğalgaz aranmasına izin vermesi durumunda, Çin’in de Tokyo yönetiminin BM
Güvenlik Konseyi’ne daimi üye olmasına yönelik girişimini engelleyebileceği bildiriliyor.
Japonya Başbakanı Yuniçiro Koizumi, alacakları kararın Tokyo ile Pekin arasında düşmanlık
yaratacağını düşünmediğini söylemişti.
Çinli korsanlar, resmi Japon sitelerini bombardıman etti
Japonya’da bazı resmi internet sitelerinin Çinli korsanların saldırısına uğradığı bildirildi. Japon
medyasına göre, Çinlilere ait bir internet sitesinde, Japonya’nın emniyet ve savunma sitelerinin hizmet
sağlayıcılarının felç edilmesi için çağrıda bulunuldu.
Bir emniyet sözcüsü, “siber” saldırıyı doğruladı ve “Durumu araştırıyoruz. İnternet sitemize devasa
boyutlarda bir taarruzdan söz edilebilir” dedi, ancak saldırının nerden geldiğini belirtmedi. Savunma
Bakanlığı da, dün akşamdan bu yana internet sitesine girmekte sıkıntı yaşandığını açıkladı.
Çin ve Güney Kore’deki Japon aleyhtarı hareketler, son zamanlarda internette sık sık “hacker”lık
yapıyorlar. Geçenlerde de Japonya Dışişleri Bakanlığı’nın internet sitesi saldırıya uğramıştı. 146
146
Milli Gazete / 15 04 2005 /
256
“DARBE”YE DE HAZIR OLUN, HARBE DE!
İngiltere merkezli IISS , “TSK darbe yapabilir” diye bir rapor yayınladı. Herkes bir anda aşırı tepki
gösterdi. Halbuki bu tarzdan etüdler son zamanlarda Rusya’dan ABD’ye, İngiltere’den Fransa’ya, İtalya’dan
İspanya’ya kadar bir çok ülkenin marjinal basınında yayınlanıyor. Burada işin özü böyle bir rapor
yayınlanması değil; bu raporun Türk kamuoyuna şaşkınlık etkisi yapacak şekilde servis edilebilmesinde
yatmaktaydı.
“TSK darbe yapar mı” dan önce yurt dışına bakalım ; özellikle Batı’da , Doğu’da ve sair coğrafyadaki
devletlerde “darbe” ile ilgili çıkan yazıların niteliğini tespit edelim.
Öncelikle Türkiye’de “darbe” kavramının izlediği seyri ortaya koymak lazımdır. Türkiye’de; daha
doğrusu küresel düzenin (siyonizmin) kontrolü elden kaçırdığı takdirde kaybedecek çok şeyi olduğu coğrafi
düzenlerde; darbeler küresel düzenin derinliği ile orantılı olarak “postmodern” bir nitelik almaya başlamıştır.
Masanın başında ne kadar şeytan varsa; o masada herkes masayı devirmemeye o kadar dikkat eder.
Dolayısı ile; Türkiye’de “darbe”’lerin bir “kopuş” (sokaklarda tanklar, televizyonlarda bildiriler, v.s.) değil, bir
“yoğun süreç”(intihar saldırıları, başbakana ciddi suikast ihbarları, esnaf eylemleri, savcılara brifing, v.s.)
olarak yaşanma ihtimali gittikçe artmaktadır. 28 Şubat’ın “post-modern darbe” olarak nitelendirilmesi “darbe
mekanizmalarının” ne kadar çeşitlendirildiğinin açık bir göstergesidir.
Bu açıdan bakıldığında: şu anda Türkiye’de aynı anda iki ana “darbe süreci” yaşanmaktadır ve İngiliz
IISS raporu; “bu darbe faillerinden birinin diğerini açığa çıkararak, zemini güçlendirme girişiminden” başka bir
şey değildir.
Öyle anlaşılıyor ki: Türkiye’de zamana yayılan dış destekli ve kaynaklı bir “sivil darbe”, halen
yürürlüktedir. Ve IISS raporu ile bu “sivil darbe”ye karşı yapılacak bir “kontra-darbe”’ olasılığı azaltılmak
istenmektedir. (Yani siyonizmin ve kirli derin devletin kontrolü dışında milli bir devrim ve değişim endişesini
bertaraf etmektir.)
“Darbe Analizi” İstihbarata mı, Analize mi Dayanıyor?
Bir think-tank, merkezi: ya bir “istihbarat” üzerine ya da “olayların tarihi sürecine ve parametrelerine”
bakarak analiz yapar. Ancak söz konusu think-tank batı coğrafyasında ise büyük ihtimalle “istihbarat”a dayalı
analiz yapılıyordur.
Bu tespitte yola çıkarak geçen aylarda İngiltere’de yayınlanan IISS raporuna baktığımızda , vaziyetin
ciddi olduğunu düşünmeliyiz. Çünkü bu “istihbarat”ın ciddiye alınmasına sebep olacak en önemli unsur;
haberi alan kişinin “fail” olma ihtimalidir. Yani; IISS raporunun içine sözkonusu bölümü gömen ve bu bölümü
Türk kamuoyunda spot altına alma gücüne sahip görünen çevrelerin, bizzat Türkiye’deki “darbe süreçlerinin”
(sivil veya kontra-darbe süreci) faili olma ihtimali hayli yüksektir.
Bu ise Türkiye’nin “Milli Güvenlik Algılamalarını” , birinci dereceden alarma geçirmesini gerektirecek”
acil bir durumdur. Çünkü birileri dışarıdan akıl sattığını ve müdahale ile sonuç alındığını ve hatta olaylara
doğrudan müdahil olduklarını itiraf etme konumundadırlar.
Yok eğer IISS “darbe geliyor” tespitini “olayların tarihi süreçten parametrelerden akışından” analiz
etmişse durum darbeyi istihbarat etmekten daha önemlidir.
Gerçekten de itina ile görmezden geldiğimiz: Küresel çetenin ve sömürgeci sermeyenin feryadı; uçağın
kontrolünün kaybolduğunu ve pilotun “kuleden” gelen (dış) talimatlarla (!) uçağı yere indirmeye çalıştığını
gösteriyor! (Karanlık güçlerin ülkemizdeki kontrolü kaybetmiş olmaları, en azından karşı bir gücün varlığını
ortaya koyması bakımından, bizi sevindiriyor.)
Yani IISS’nin ortaya koyduğu “Darbe geliyor.” tezi; hangi darbe, ne zaman ve ne ölçüde sorularına
muhatap olmadığı sürece; Türkiye’deki “darbe” dinamiklerini basite indirgeyen ve dolayısı ile bir analizden
çok; bir istihbari ön hamle olma özelliğinden başka bir anlam taşımıyor.
Türkiye’de masonik merkezler tarafından ve klasik anlamda niye bir darbe olamayacağının
257
sebeplerini sıralamak gerekirse:
1. AB’ye üyelik sürecinde yaşanacak bir darbenin AB ile ilişkilere etkisinin vebalini ve özelikle uluslar
arası arenada yaşanacak sorunları hiçbir kurum taşıyamaz. (Bu cümlenin tersten okunması;
Türkiye’de klasik bir darbeden en fazla Türkiye’yi AB dışında tutmak isteyen güçlerin
faydalanacağı şeklindedir)
2. 28 Şubat süreci ile iyice yıpranan Türk Silahlı Kuvvetleri; bu tarz bir eylemle daha da zedelenmeyi
göze alamaz.
3. Darbeye “meşruiyet” sağlayacak kamuoyu yaratma mekanizmaları 1980’lerin öncesinde olduğu gibi
artık tek elden değil; bir çok farklı gündeme sahip iç ve dış odak tarafından yönlendirildiğinden; darbe
öncesi yaratılması gereken “toplumsal meşruiyet zemini” ancak çok geniş ve kapsamlı bir arka plan
konsensusu ile mümkün olabilir ki; Türkiye’deki mevcut dağınıklığın sebebi zaten arka plan güçleri
arasında böyle bir konsensusun olmamasıdır.
4. Türkiye’de ki her kurum gibi Türk Silahlı Kuvvetleri’de lojistik, teknolojik ve doktrinel olarak son 10
yılda iyice dışa eklemlenmiş konumdadır ve gelinen noktada kurum içi dengelerin (kurulması ve
korunması) tesisi öncesine göre çok daha meşakkatli bir hal almıştır.
Yukarıdaki maddeler Türkiye’de neden klasik anlamda bir darbe olmayacağını ortaya koyarken
aşağıdaki maddeler, ise: “nasıl klasik anlamda bir darbe olur” sorusuna yanıt aramaktadır:
1. Klasik darbe metinlerinden yola çıkarak, Türkiye’nin rejimine, anayasal sistemine, bütünlüğüne
yönelik iç veya dış kaynaklı bir gelişimin “sürekli ve gözle görülür bir tehdit” seviyesine çıkartılması ve
sivil siyasetin bu tehditi bertaraf etmede kilitlenme noktasına gelmesi durumunda…
2. Türkiye’nin geleceği ve bölgedeki rolü konusunda, TSK ile dış odaklar arasında bir görüş birliği
konusunda pratiğe dökülmüş bir zeminin oluşturulması durumunda
3. TSK içinde müdahalenin gerekliliği, şekli ve zamanlaması konusunda basınç ayarlarındaki
dengelerin tutturulması durumunda
4. İç ve dış sermaye odaklarına “darbe” sonrası dengeler konusunda gerekli güvencelerin ve hatta
tavizlerin verilmesi durumunda ancak mümkün olabilir.
Yukarıdaki “darbe neden olur ve neden olmaz” maddeleri; Türkiye’nin mevcut kaotik ortamında
TSK’nın durup dururken klasik anlamda bir darbe yapması için gerekli argümanların olgunlaşmasının ne
kadar zor olduğunu ortaya koymak içindir.
Bu durumda İngiltere’deki bir stratejik araştırma kurumunun (siz bunu MI6’ın strateji kolu olarak
okuyun)yaptığı tespitin; Türkiye hakkında onlarca yapılan tespitten biri olması gerekirken bir anda Türkiye
gündeminin ana maddesi haline gelmesi ve hatta AKP kadroları üzerinde şok etkisi meydana getirmesi ne ile
açıklanabilir:
1. AKP, “asker” öcüsü ile bir kez daha korkutulmuş ve AKP kadrolarının “dış ve iç destek” ihtiyacı
arttırılmıştır. Bu rapor; AKP hükümetinin iktidardan olmasa bile; güçten düşürülmesi yolunda önemli bir
rol oynamıştır.
2. Darbe ihtimalinden söz etmekle, öncelikle hükümetin iktidar olma azmine “darbe” vurulmuştur. Artık
bürokrasi AKP hükümetinin gidici olduğunu düşünme eğilimine itilmiş ve bu şekilde AKP’nin bürokrasi
mekanizmaları üzerindeki kontrolü zayıflatılmıştır.
3. Ordunun da darbe ile ilgili haberlerin hemen ardından müdahale etmeyeceği kesin gibidir. Yani
müdahale için trajik şartlar oluşsa bile, kısa ve orta vadede bu kararı vermenin teknik zorluğu
ortadadır. Rapor bünyesinde yer alan “bakan ziyaretleri” senaryosu; bu yönde mevcut bir plan olsa bile
bu planın gerçekleştirilme zeminini yok etmiştir. Kısacası askerin hareket alanı daraltılarak; sözde
bir darbe uyarısı, ile sivil bir darbe gerçekleştirilmiş bulunmaktadır.
4. IISS’nin raporu; hem içeride hem dışarıda zihinlerde “acaba” sorusunu oluşturmuştur. Rapor içeride
ve dışarıda “kısa ve orta vadede gerçek iktidar kim olur?” sorusunu sormaya sebep olacak bir zemini
hazırlamıştır.
258
Eğer resmi, yukarıdaki gibi algılamamız gerekiyorsa ki kesinlikle öyle algılamalıyız. Türkiye bir (dış
darbeye maruz kalmıştır.) Darbenin (raporun) sonuçlarını sıralamamız gerekirse:
1. Hükümeti ve TSK’yı yani Türkiye’yi hem iç hem dış -ve özellikle bölgesel- fonksiyonları ile bloke
ederek ülkemizi bir müddet bitkisel hayatta tutacaktır. Türkiye dışarıdan pasif ama etkili, geniş ve
kapsamlı bir darbe ile otomatik pilota bağlanmıştır. Bu sürece ne TSK’nin ne de hükümetin müdahale
etmesi istenmektedir.
2. TSK’ya ve hükümete “Aranızdaki uyumu bozun. Bunu siz kendiliğinizden yapmaz iseniz biz
yaparız.” tehdidi gönderilmiş ve hükümet ile TSK’nın zaten kurmakta hayli zorlandıkları uyumu bir kez
daha sabote etmiştir.
3. Türkiye’nin Anayasa’sı ve kuruluş paradigması bir yerlerde yeniden yazılmıştır. Kurgunun bittiği,
yeni paradigmanın hazır olduğu bildirilmiştir. (Bu paradigmanın temel unsuru Türkiye’nin federal bir
yapıya oturtulması tezidir) Ve Anadolu’nun bölünme sürecidir.
4. Türkiye’deki mevcut yönetici elitin; yenisi ile değiştirilmesi projesinde; yeni yönetici elitin eline ciddi
bir teorik platform verilmiştir.
Planın diğer parçaları:
Yukarıda nedenleri ve sonuçları ile ele almaya çalıştığımız süreci tamamlayan bazı diğer ögeleri de
sıralamakta fayda olduğunu düşünüyoruz.
1. Sabancı , Türkiye’nin güneyindeki varlıklarını durduk yerde satmaya kalkmadı. Bir bildiği vardı!
2. Abdülmelik Fırat; Milliyet’ten Derya Sazak’la yatığı görüşmede;
“İngilizler, Kürtlere değil, Mustafa Kemal’e yardım ettiler” derken aynı tarihlerde Avrupa
Parlamentosu Türkiye’deki “Kemalizm”’i masaya yatırıyordu. Türkiye’deki “Atatürk” ve yan imgelerinin
(Bkz. 19 Mayıs tartışmaları) bu kadar yüksek perdeden ve aynı anda tartışmaya açılması ve “Atatürk”
ile “Kürt sorunu” imgelerinin yan yana getirilmesi Türkiye’nin altındaki en eski halının çekilmeye
başlandığının göstergesidir.
3. Rahmi Koç’un emekli olduğu görüntüsü altında görevini Mustafa Koç’a devretmesinin hemen
ardından Mustafa Koç’un küresel sermayenin vitrini Financial Times’a verdiği demeçte; “Uluslararası
alanda agresif bir büyüme politikası izleyeceklerini” vurgulaması ve Koç ve Sabancı’nın cirolarının
çoğunluğunu Türkiye’den değil yurtdışından elde etmek üzerine planlar yapması çok dikkatli
okunmalıdır. (Türkiye’de bunca özelleştirme varken Koç’un içeride değil de dışarıda agresif olması
neyle açıklanabilir)
4. Kürtler bir kere daha uluslararası politikada meze olma yolunda ilerlerken; “bir araba altında
kalacaksak bu kamyon olacağına, mercedes olsun” tezi üzerinden hareket etmekte ve sanal bir
“özgürlük” adına kendi bağımlılıklarının temellerini kendi elleri ile yıkmaktadırlar. Türkiye’de “Kürt
realitesini”, “liberal demokrasi” maskesi altında kamuoyuna ve siyasi sisteme enjekte edecek sermaye
altyapısı ise şimdiden hazırlanmaya başlanmıştır. TÜSİAD’ın cilasının kazındığı bir ortamda TESEV
bünyesinde yaşanan gelişmeleri yakından takip edenler; Türkiye’nin yeni sermaye haritasının yeni
siyasi proje ile nasıl örtüştüğünü de göreceklerdir.
Ordu da Hükümet de Eylemsiz mi Kalacak?
Kesinlikle evet. Çünkü 28 Şubat sonrası;
İslamcılık da, TSK da birer içi boş üniformaya
döndürülmüştür.
Küreye uzaydan bakabilenler; “Türkiye engellenemez” sloganını duyduğunda “bıyık” altından
gülümseyerek “Türkiye zaten engellenecek bir şey yapmıyor ki” tepkisini verirken; Türkiye’nin bütün siyasi,
toplumsal ve askeri kırmızı çizgilerinin nasıl bir erozyona maruz kaldığının da altını çizmektedirler.
Bu durumda ne olursa olsun
“Ordu demokrasiye bağlıdır.” ve bu “bağlılık”; Türkiye’de “darbe”
kavramının metamorfoza uğrayarak şekil değiştirmesine ve darbelerin bir kopuş olarak değil; bir süreç olarak
yaşanmasına neden olmaktadır.
259
Son söz : “Tasfiye başlamıştır; Tadilat nedeniyle bir müddet kapalıyız !”147
Kim ne derse desin; Dünya köklü bir dönüşüm ve değişime hazırlanıyor… Gerekirse, darbeler de,
Harpler de olacak… Siyonizm’in saltanatı yıkılacak… Türkiye merkezli, milli bir “inkılap”la Yeni bir Dünya
kurulacak… Her din ve düşünceden, farklı kültür ve kökenden bütün insanlığı kurtarıp kucaklayacak bir İslam
(Barış ve Bereket) Medeniyetinin mimarlarına selam durulacak!..
147
www.sesar.com.tr / Darbe Üzerine Çeşitlemeler.
260
SOROS’A GÜVENEN, KAOSA GİDER
Bu tespitler bir “felaket tellallığı”nın değil, “stratejik öngörüler”in doğal bir sonucudur.
İktidarda “Küresel Protein” Kaybı Var!
Erkan Mumcu istifasının AKP’de açtığı yara ve ardından gelen diğer kopmaların yarattığı sıcak hava
dalgasından sonra “Kızılcahamam Simidi”ne sarılarak ortamı soğutmaya çalışan Erdoğan, kampta
sergilediği yüksek performansla “parti içindeki çözülmeler”i beklemeye alma başarısını gösterebilmişse
de, gözlerini çevirdiği asıl makamlardan istediği tepkileri henüz alabilmiş değil. Aldığı “küresel protein”lerle
iktidar maratonunda ipi göğüslemeyi başaran sayın başbakanın 1 Mart’taki “tezkere kazası”nda ayağı
kayıverince, ister istemez “küresel istasyon”larda da bazı “arızalar” çıkıverdi!
Kızının diploma törenini resmi bir ABD teması haline getirmeyi amaçlayan Erdoğan’ın bu talebinin
aylarca askıya alındığının ve kendisine randevu verilmediğinin ABD’li diplomatlardan biri tarafından
açıklanması ise, “küresel iletken”lerde yaşanan “yalıtım problemi”nin bir işaretiydi... Öncelikle terörist
duruşu konusunda fazla cüretkar laflar ettiği İsrail’e gitmesi, ancak daha sonra ABD yollarına düşmesi
tavsiye olunan Erdoğan’ın bu tavsiyelere uygun hareket etmesi de bir “küresel zaruret” haline geldi…Tıpkı
çiçeği burnunda iktidarın dış temaslarında saklı “kerametler” gibi!
İkinci Dünya Savaşı’ndaki Sovyet
Zaferi’nin Rusya Kızıl Meydan’daki 60. Yıl Kutlamaları sırasında Bush’la biraraya gelme şansına erişen
başbakan,a sonunda vize verildi.
Liderlik Beklentisi Arınç’ı Fena Açtı!
“Filistin ve İsrail arasında arabuluculuk yapmaya hazırız!” diyerek İsrail Yolları’na düşen ve
Şaron’un “istiskali”ne kapı açan sayın başbakan “sion makamları”nı arşınlarken, Sayın Bülent Arınç da
“T.B.M.M. Başkanı” sıfatı ile demokratik düzlemi tırmalayan sıcak açıklamalarına hız verdi! Ancak hemen
belirtmek lazım ki, diplomatik çevrelere göre Şaron’dan “Sen önce kendi sorunlarını çöz, daha sonra
arabuluculuğa soyunursun!” yönünde tepki alan başbakanın bu fedakar girişimi de beklenen sonucu
vermedi!
Erdoğan-Gül arasında ivme kazanan “parti içi liderlik yarışı”yla birlikte “2007 cumhurbaşkanlığı
seçimleri” de yaklaşmaya başlayınca, Sayın Arınç’ın sivri söylemleri ise birden ivme kazandı! Gerçi kendisi
“siyasi rant” peşinde olmadığını dile getiriyor ama Demokrat Parti Dönemi’nin talihsiz açıklamalarını
andıran “İstersek Anayasa Mahkemesi’ni kapatırız!” gibi son derece kışkırtıcı söylemlerin kendilerini
nereye götürebileceğine de fazla kafa yormuyorlar anlaşılan! Türk Siyasi Süreci içinde Adnan Menderes’e
ait “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirirsiniz!” söyleminin, demokratik refleksler açısından “12 Mart” ve
“12 Eylül”den çok daha farklı bir kategoride değerlendirilmesi gereken “27 Mayıs”ı getirdiği düşünülürse;
bu noktaya eğilmelerinin kendi siyasi gelecekleri açısından oldukça faydalı olabileceği öngörülebilir! Gerçi
sayın başbakan iktidara gelinen günlerin akabinde “Biz Demokrat Parti’nin devamıyız!” cümlesini
kurduğunda muhtemelen aynı sonu paylaşabileceklerini kastetmemişti ama; Menderes de o sözü
söylediğinde böylesi bir sonu yaşayacağını düşünmüyordu zaten! Yani hiç arzu etmesek dahi tarihin tekerrür
etmesi de muhtemeldir, çünkü takvimler zaman zaman önemli bedeller ödenmesi durumuna rağmen tarihin
tekerrür ettiğini belgelemiştir. Sonuçta siyasi irade, dış ve iç siyaset alanındaki telafisi zor hatalarıyla
abartısız bir “milli güvenlik sorunu” haline gelmektedir!
Milli Güvenlik Sorununa Dönüşen AKP Ve “Tarihi Kareler”
Uluslararası ödüllü danışmanlarınca “itina” ile yönlendirilen başbakanın “Ülkenin huzur
atmosferini bozacak bir erken seçime müsaade etmek ülkeye ihanettir!” açıklaması gidebildiği yere
kadar gidedursun; biz de bu “huzur” atmosferinin beslediği “saatli bombalar”a bir zoom yapalım. Aslında
sayın başbakana hak vermemek elde değil tabii! Ülke gerçekten de oldukça sakin günler geçiriyor! Ancak
bu sükunetin “huzur”u değil, son derece geniş alanlara yayılmış bir “kaotik ortam”ı beslediği de sadece
bizim gördüğümüz bir durum değildir umarız! Zira ekonomi bakanının rakamlarla ilgili “yüz güldüren
261
açıklamalar”ı gitgide yaklaşan “kriz ortamı”nı bertaraf etmeye yetmediği gibi, “AB süreci”nde verilen
“tavizler” de ülkeyi gitgide daha da genişleyen bir “sorunlar silsilesi”yle başbaşa bırakıyor.
Ve işte tek başına iktidarın “tarihi kareler”i…
1- “EKONOMİK KISKAÇ” VE SEFALET FURYASI
Arjantinleştirilen Türkiye
“Özelleştirme Furyası”na Start Verildi!
AB Koşusu’na ayak uydurabilmek adına verilen “tavizler” ve “küresel doping”lerin en önemli “yan
etkisi” olan “IMF Dayatmaları” sürerken; sağlıklı bir “yerleşim” için “misyonerlik çalışmaları”na yapılan
yatırımlarla “dışarıya toprak satışları”ndaki kolaylaştırmalar da hız kazanıyor. Yerleşilecek zeminin sağlıklı
inşaası için “ekonomik pazarın genişletilmesi” ise en önemli adım! Tıpkı 2001 Arjantin Krizi’nden önce
ülkede açığa çıkan “özelleştirme furyası”nda olduğu gibi 2005 Türkiyesi’nde de ekonomik kalkınmanın
formülü, yerli ya da yersiz “özelleştirme” olarak tanımlanıyor.
Koç’la Sabancı’nın uzlaşmazlığı, ne ilginçtir ki Fransız Devi Carrefour’un işine yarıyor ve Gima ile
bünyesindeki Endi hisseleri de bu firmada kalıveriyor! İsveçli Mobilya Devi IKEA ise; ilk dev mağazasını
“son 550 yıldır İstanbul” olmasına rağmen Konstantinopolis’te açıyor belki! Ve tüm bu gelişmelerle de,
“tekstil”den sonra “mobilya üretimi gibi emeğe dayalı bir sektör”ü daha yabancılara açarak “işgücü
piyasalarının kontrolü”nü kaybetme noktasına getiriliyoruz.
Dışbank’ın Belçika’ya satılmasından sonra Doğan Yayın Holding’in Kanal D ve CNN Türk
hisselerinin bir bölümünü Deutsche Bank AG’ye devretmesi yönündeki girişimleri ise beklendik bir gelişme.
PETKİM, TÜPRAŞ, SEKA adımlarının yanısıra dünyanın üçüncü zengini olan Lakshmi Mittal’ın sahibi
olduğu İngiliz Mittal Steel Şirketi, İzmir Demir Çelik’in akabinde Erdemir’e de gözdikiyor ve bu kankaybı
medya tarafından bir “istila” değil “başarı” olarak lanse ediliyor.
Aslında son dönemde fazlasıyla hızlanan bu kaygı verici devir süreci, geçtiğimiz yıllarda da örneklerini
gördüğümüz bir kurgu. 1995’te Komili’nin Unilever’e satılması; 1998’de Tikveşli Gıda ile 1999’da Ankara
Birtat hisselerinin Danone’ye, Kar Gıda hisselerinin ise ABD’li Kraft’a devredilmesi; 2002 Yılı’nda Sanko
Holding bünyesindeki Sansu’nun Nestle’ye satılması ve 2003’te de Şaşal Su’nun Danone SA bünyesine
girmesi gibi. Alo ve Mintax markalarının yaratıcısı Dürüst Ailesi’nin 1987 Yılı’nda tüm hisselerini Procter
and Gamble’ye satmaları, 2000’de önce Sabancı tarafından satın alınan Birtat Hisseleri’nin daha sonra
tamamen Danone’nin eline geçmesi ve Dosan Konserve’nin 2001’de Unilever’e satılması da diğer
örnekler. Ancak geçmişteki bu tekil örnekler, son dönemdeki özelleştirme sürecinin hız ve kapasitesiyle
mukayese edilemeyecek cinsten. Bu genişlemeye bir örnek de Yapı Kredi’nin Koç ile birlikte İtalyan
UniCredito’ya satışı verilebilir. Tüm bu “dış hareketlilik” kapsamında hükümetin 4.6 milyar Dolar olarak
hedeflediği “doğrudan yabancı sermaye girişi”nin kotayı zorlaması ise kaçınılmaz. Yeni şirket sayısında
% 25’lik artış ve Çaykur gibi önemli “yerli kaleler”in “pazarpayları”nı Lipton, Sir Winston gibi isimlere
kaptırmaları da sözkonusu bu sürecin doğal bir uzantısı. Osmanlı’yı “kapitülasyonlar” ile yerin dibine
batıranların bugün Türkiye’yi “batan geminin malları” pozisyonuna düşürmelerine ise nedense hiçbir tepki
verilmiyor...
Türk İşadamları’ndan, Yabancı Sermayeye Destek Mesajları..!
Start alan “özelleştirme” süreciyle birlikte “yabancı sermaye krallığı” gitgide büyürken, Türk
İşadamları’ndan da ilginç değerlendirmeler geliyor. İzmir Sanayici ve İşadamları Derneği’nin “İş dünyası
paylaşıyor!” başlıklı toplantısına katılan Ahmet Nazif Zorlu, “Yabancı sermaye gelecek. Bundan hiçbir
şekilde kaçamayız! Global ekonominin içinde yerimizi alamazsak ırgat gibi çalışan oluruz.
Özelleştirmeyi 20 seneden beri yapamıyoruz. Devlet ticaretten elini çektiği vakit yabancı sermaye
gelecektir.” demiş ve ince yağcılıktaki rakipsizliğini iyi bildiğimiz Sabah Gazetesi Yazarı Mehmet
Barlas da “Gözlem”lerinde Zorlu’nun ‘Global Ekonomide Olamazsak Irgat Gibi Çalışan Oluruz!’
söylemini manşete çekmiş. Global ekonomide yeralmak, yavaş yavaş tüm pazarımızı dış piyasalara
262
kaptırmak anlamına mı geliyor acaba?
Tansaş’ın satışı için ABN AMRO’ya yabancılarla görüşme yetkisi veren Doğuş Holding Yönetim
Kurulu Başkanı Ferit Şahenk ise “Globalleşme budur. Perakendede yabancıların payı daha da
artacak.” demiş. Bu globalleşme merakı umarız daha önce yayınladığımız “Türkiye’yi Türksüzleştirme
Politikası” dosyasının ekonomi ayağını oluşturmaz...
Sanal İvme, Sanal Ferahlık
Arjantin ve Türkiye arasında “özelleştirme furyası”ndaki “tehditkar benzerlik”e eklenebilecek
daha pek çok ortak nokta var aslında. Bunlardan en önemlisi de; krizin, 1991 Yılı’nda Ekonomi Bakanı
Cavallo’nun piyasaya pompalanan “neo-liberal ekonomik program”ının 1991-1994 Yılları arasında
Arjantin’i % 7.7’lik bir büyümeye taşımasının ardından gelişi olsa gerek! Bilindiği gibi Türkiye de şu anda
ekonomik parametreler açısından oldukça “sevindirci” gelişmeler yaşıyor!
Arjantin sözü edilen bu “verimli” dönemde, gelişmekte olan ülkelere model gösterilerek “dünya
starı” olarak pazarlanmış, ülkede gümrükler indirilmiş, verilen büyük medya desteğiyle “hızlı bir
özelleştirme süreci” başlatılmış ve “çokuluslu şirketler”e de “sınırsız davetler” gerçekleştirilmiştir.
Ancak tüm bunlarla birlikte IMF, Ekonomi Bakanı Cavallo’dan “kamu harcamalarında kısıtlama”
istemiştir. Bu istek dahilinde hükümetin IMF ile yaptığı anlaşma gereği önce 1000 Peso’nun, daha sonra da
500 Peso’nun üzerinde maaş alan kamu çalışanlarının ücretlerinde % 12 ile % 15 arasında “indirim”e
gidilmiştir. Bilmiyoruz bu size, IMF Birinci Başkan Yardımcısı Anne Krueger’in yakın tarihteki Türkiye
teşriflerinde yaptığı açıklamaları anımsatıyor mu? Hani şu “ülkedeki asgari ücretin çok fazla olduğu
yolundaki o gerçekçi” açıklama”sını! Bayan Krueger’e göre brüt 488.7 YTL’lik “astronomik ücret”,
“kayıtdışı istihdam”ı körükleyeyip işsizliği düşürmeye engel teşkil ederek ekonomik aktiviteye set çekecek
denli önemli bir sorun! Kendisine yöneltilen “Peki siz 270 Dolar ile geçinebilir misiniz?” sorusunun yanıtı
ise; “Geçinmek zorundasınız!” şeklinde. Daha net bir ifadeyle, “O benim değil sizin sorunuz!” diyor.
Hani şu “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler!” diyen kraliçe misali! Türk Halkı’nın ne kadarla
geçineceği değil, Türkiye’nin ne kadar “verimli bir pazar” olabileceği önemli elbet!
Derinleşen Uçurum
Arjantin ile olan cansıkıcı benzerliklerden bir diğeri ise; uygulanan ekonomik programla “sanal
istatistikler” yaratıp “büyüme” mesajı verilirken “orta direk sınıf”ın daha da yoksullaştırılmasıdır. Arkası
krize dayanan 90’lardaki “sanal ferahlık” öncesinde hüküm süren (1976 – 1983 yılları arasında) “askeri
yönetim” ve sonrasında işbaşına gelen “popülist iktidarlar” da, “demokratik süreçteki istikrar” ve
“sosyal patlamalar” anlamında hayli kaydadeğer örtüşmeler! Zira “toplumsal güvensizlik duygusu”nun
tırmanmasıyla Aralık 2001 Ekonomik Krizi’nden sonra yaşanan olaylar ve ülkeyi saran “ahlaki bunalım”,
tam da bu kurgunun ürünü olan bir final. Sonuçta kriz Arjantin’e birdenbire gelmedi. “43 ay süren
durgunluk”, “işsizliğin % 20’lere taşınması”, “ihracaatın azalması”, “ithalaatın artması”, “vergi
gelirlerinin düşmesi”, “toplumdaki dışlanmışlık ve karamsarlık duygusunun yükselmesi”, “iktidara ve
siyasilere olan güvensizliğin ayyuka çıkması” ve “uluslararası piyasalara olan 141 milyar Dolarlık
borcun ödenemeyeceğinin söylenmesi” üzerine 20. Yüzyıl’ın başında “dünyanın en zengin 7 ülkesi”
arasında yer alan, 1930’lara kadar da “global güç” olan ülkede iflas ve sosyal patlama!
2000 – 2001 Dönemi’nde sendikalar 7 kez genel grev yapmışlar ve bu grevlerden biriyle de
cumhurbaşkanı yardımcısının istifasına neden olmuşlardır. “14 Ekim 2001’de yapılan milletvekili
seçimleri”nde “seçime katılma oranı” ise son derece düşmüştür. “Gizli oy” esasına göre oy verilen ve oy
vermenin “yasal bir zorunluluk” olduğu Arjantin’de seçime iştirak ilk defa % 55 seviyelerinde düşmüştür.
Kriz ile siyasilere tepki veren seçmenin % 45’i bilinçli olarak “geçersiz oy” kullanmıştır. Bu “kaotik süreç”in
öncesinde yaşanan “bahar havası” ise; “kaos”un en temel nedenidir! Bu bağlamda son dönem
Türkiye’sinde pompalanan “ekonomik kalkınma” anlayışının öncesi ve sonrası için ürkütücü benzerlikler
taşıyan gelişmelerle yüzleşmemek, sanırız olanaksız! Unutulmasın ki, Arjantin Krizi patladığında enflasyon
% - 2, reel faizler ise % 8 – 9 düzeyindeydi. Sonuçta makro ekonomik göstergelerin iyi olması herşeyin
263
yolunda olduğunu yazık ki göstermiyor...
Ekonomik Parametrelerden Önemsiz Notlar!
2005 Yılı Mart Ayı’nda 2.8 milyar Dolar’a çıkan cari açığın yıl sonunda 20 milyar Dolar’ı aşması
beklenirken IMF ile yapılan anlaşmalar da sürüyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Murat Başesgioğlu
“IMF’nin siparişiyle reform yapmıyoruz!” diyedursun, Uluslararası Para Fonu (IMF) İcra Direktörleri
Kurulu’ndan çıkan onayla yeni Stand-by Anlaşması da devreye girdi. Üç yıllık yeni anlaşma ile Türkiye
fondan 10 milyar Dolar’lık finansman desteği alacak. IMF Başkanı Rodrigo de Rato’nun “Türkiye’nin son
yıllardaki performansından memnunuz!” açıklamasını tebessümle karşılayan Ekonomi Bakanı Ali Babacan’ı
ise tebrik eden çok! Ancak açık gitgide büyürken alınan kredi desteklerine yenilerini eklemek ne zamandan
beri başarı olarak algılanıyor, bunu anlamak bir hayli güç..!
Soros Çıkarması:
“Açık Toplum” hareketi ile dünyadaki dengeleri değiştiren adam Geogre Soros, Haziran’da
Türkiye’ye geldi… Bu arada, acaba acar gazeteciler tarafından peşpeşe patlatılan “Soros röportajları”nın
sırrı ne idi?
Türkiye yatırımlarıyla ilgileneceğini söyleyen 11 Milyar Dolar’lık (yaklaşık 15 trilyon) servet sahibi
para sihirbazı Sayın Soros, AB yolundaki Türkiye’ye destek verecekmiş. Güney Afrika, Macaristan,
Sırbistan, Gürcistan, Ukrayna, Şili ve Kırgızistan derken Türkiye’ye verilecek bu destek umarız
beklenmedik sürprizlere kapı açmaz!
Macar asıllı Amerikalı borsa cambazı Soros; verdiği röportajlarda Türkiye’nin, “Daha önemli bir
ülke düşünemiyorum!” diyerek altını çizdiği “stratejik konumu” ile AB mücadelesinden övgüyle sözediyor
ve “Maddi manevi her türlü desteği vermeye hazırım!” diyor. Ancak Bay Soros’un dünya üzerinde klasik
hale getirdiği yöntemlerine bakınca bu destekten kaygı duymamak olanaksız. Zira 90’lı yılların başında
İtalyan, İngiliz ve İsveç borsaları üzerine yaptığı “spekülasyonlar”la ünlenen Soros’un izlediği yöntemler
oldukça ilginç! Önce ekonomisi istikrarsız bir ülke bulunur. Ardından çeşitli alanlarda “büyük yatırımlar”
yapılır. Sonra “spekülasyonlar” gelir ve bu spekülasyonlar sonucunda da “büyük vurgunlar” yapılır.
Sonuçta ise dünyanın en büyük şirketleri de Soros’un izinden gittiği için, borsasını karıştırdığı ülkelerin
ekonomisi göçme noktasına geliverir...
Kretschmer’den AB İncileri!
CHP İstanbul Milletvekilliğinden ayrılıp BM Kalkınma Başkanlığı’na getirilen Sayın Kemal Derviş
ayrıca AKP’nin ekonomi politikalarını överek, “Bu kalkınma hızı sürdürülürse AB yolu oldukça açık!”
diyor. Anlaşılan kendisinin AB Komisyonu Türkiye Temsilcisi Hans Jörg Kretschmer’in AB süreci ile ilgili
olarak Türkiye’ye olan methiyelerinden pek haberi olmamış! Kretschmer yaptığı açıklamada “Türkiye’nin
AB standartlarını yakalayabilmesi için dokuz fırın ekmek yemesi lazım!” diyor.
“Avrupa Konseyi’nin 17 Aralık kararına rağmen Türkiye AB üyeliğini sağlayacak gerekli
reformlardan çok uzakta! Rumlara ‘Gümrük Birliği Vizesi’ verilmeli, Ermeni Sınırı acilen açılmalı, Türk
Ceza Kanunu yürürlüğe girmeli ve hukuk reformu tamamlanmalı!” şeklinde konuşan AB temsilcisinin
reçetesi uzayıp giderken, iktidarın “AB Yolu’nda gevşeme yok!” mesajı da sükunetle sürdürülüyor. Ne
diyelim, Allah’tan umut kesilmez tabii!
Ayrıca Kretschmer’in AB sürecindeki soğumalarla ilgili yorumuna “O da kim oluyor?” şeklinde tepki
veren Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Sayın Abdullah Gül’e de yardımcı olalım! Kendisi “AB
Komisyonu Türkiye Temsilcisi”dir...
2- “AB AÇMAZI”
AB’ye Kilitlenen Türkiye’ye Uluslararası Öğütler
AKP’nin, AB yolunda yel değirmenleriyle savaşmaya devam eden “tarihi fotoğraf”ına gelince, tüm
“taviz” ve “dayatmalar”a rağmen “Üyelik mücadelesinde gevşeme yok!” diyerek “bile bile lades
maratonu” sükunetle sürdürülmektedir. “Türk antipatisi” olan keskin bir ismin papa seçilmesi ise tamamıyla
264
bir “artı değer”! AB yolunda maruz kalınan beklendik şamarların periyodik açılımları aralıksız sürdürülürken,
AB yokuşlarında oyalanmak yerine Asya’ya açılmamız gerektiği gerçeğini ise ne ilginçtir ki yabancı
diplomatlardan dinliyoruz!
İngiltere Muhafazakar Parti Dışişleri Sözcüsü Lord David Howell, “Türkiye Cumhuriyeti olarak
AB’ye saplanmayın, Asya’ya gözünüzü dikin! Üstün konumunuzu kullanın!” diyor. Demek ki öyle bir
konumumuz var! Ancak bu konumu doğru hamleye çevirecek siyasi irade “ABD postası özel
danışmanlar”ının peşisıra gidip alet olduğu ABD ve İsrail programlı “diplomasi ticareti”ni körüklerken,
nasıl yapılabilecek ki bu?
Asya Kalkınma Bankası (AKB) Başkanı Haruhiko Kuroda ise; “Türkiye’nin tarihsel ve kültürel
bağları sebebiyle Orta Asya’da büyük bir potansiyeli var. Türkiye bu potansiyelini kullanırsa çok
büyük bir güç haline gelir. AB’ye üye olunsa bile Asya ile ilişki güçlendirilmeli. AB kadar Asya’nın da
güçlü bir Türkiye’ye ihtiyacı var.” diyor. Ne var ki; çözümü AB kapısında gören “siyasi irade”, “Onlar
ortak biz pazar!” söylemini klasikleştirmeye bir hayli kararlı görünüyor…
Milletler Cemiyeti’ne Girişte Verilen Onurlu Yanıttan Bugüne
Henüz 9 yaşında olan Türkiye Cumhuriyeti’nin 1932’de Milletler Cemiyeti’ne girişi, bugün AB
kapısında “paspas” olan siyasi iradelerin verdiği çabalardan çok daha farklı bir karakterde gerçekleşmiştir.
Zira Atatürk’ün “Milletler Cemiyeti’ne girecek misiniz?” sualine verdiği yanıt, “Bizim öyle bir talebimiz
yoktur! Ancak bir davet gelir ise icabet ederiz...” şeklinde olmuştur. 1930’lu yılların İsviçre’sinde
“Asillerden başka kimse giremez!” yazılı kapı önünde yaka paça dışarı atılan vatandaşımızın mektubu
üzerine, ülkeyle tüm diplomatik ilişkileri kesme pahasına, aynı kapıya “Asillerden ve Türklerden
başka kimse giremez!” yazısını astıran bir Ata’nın bu onurlu duruşundan, Türk Askeri’nin başına
çuval geçirmeye kalkışanlara karşı neredeyse gıkını çıkartmayan bir siyasi erke kadar uzanan
tahammülü zor bir süreç var artık Türkiye’de...
“Rüzgara Karşı Yürüyen Adam” Şiire Merak Salınca...
Sayın başbakan, Türkiye’nin siyasi süreci içinde her daim “açılamayan kapı” olarak görülen AB
Kapısı’nı açmaya son derece kararlı. Ancak Türkiye bu niyette ısrar ettikçe kuvvetlenen rüzgar, siyasi
iradeyi pek ürkütmüyor anlaşılan. Demek ki önümüze konulan reçetenin ülke geleceğine olan
yansımalarından o kadar da endişe duymamak gerek!
Ancak sayın başbakanın uğruna hapis yattığı “meşhur Siirt şiiri”, rüzgarı biraz daha kuvvetlendirmiş
görünüyor. Zira 25 Fransız milletvekilinin Le Figaro Gazetesi’nde yayınladıkları bildiri oldukça ilginç!
“Kritik Avrupa Birliği Anayasası Referandumu” öncesinde yayınladıkları bildiriyle Türkiye’nin AB
üyeliğine karşı çıkan 25 milletvekilinin söyledikleri şu; “ ‘Minareler süngümüz!’ diyenler nasıl AB’ye
girer?” Malum, şiire yakın merakı olan sayın başbakan Siirt’te yaptığı konuşmada okuduğu şiirde
“Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler kışlamız, müminler askerimiz!” demişti. Sonuçta
tarihi hafızası kuvvetli görünen Fransızlar da bu mesajı unutmayıp “protesto malzemesi” yapmışlar.
Görünüşe bakılırsa Avrupalıların Türkiye hakkındaki değişmez kanaatlerine kulak tıkamaya devam eden
sayın başbakan, rüzgara karşı yürümeye devam edecek. Ne var ki insan şiire fazla konsantre olunca bazı
gerçeklerden de uzaklaşabiliyor...
“AB Reçetesi”den Bazı Kareler
 Apo’yu tekrar yargılayıveririz, olmadı salarız gider! Zana ve arkadaşlarını özgür bırakınca ne kadar
“demokratik-leş”tiğimiz farkedilmiyor mu yoksa? Ne güzel “barış mesajları” veriyorlar işte...
 Genelkurmay Başkanlığı’nı da bağlayıverelim Milli Savunma Bakanlığı’na! Hem ne demiş CESS
(Avrupa Güvenlik Araştırmaları Merkezi), “Türkiye dışındaki ülkelerde Genelkurmay MSB’ye bağlıdır.
MSB’deki karargâhlar ise daha büyüktür ve operasyonel karar alma yeteneklerine sahiptir.” Grubun
başkanı olan Eski Hollanda Savunma Bakanı Win Wan Eekelen’a katılıyoruz tabii! Ancak bu daha “büyük
karargah”lar “siyasi irade”nin emrine verilince hangi “operasyonel karar”lar alınacak onu pek
anlayamadık!
265
 Bir diğer “küçük talep” ise “Ermeni Soykırım İddiası”nın tanınması. “Evet, o dönem Ermeni
nüfusu iki milyonu bulmuyordu ama, tarih içinde geniş haklar tanıdığımız en ayrıcalıklı azınlık olan iki
milyon Ermeni’yi öldürdük!” desek ne olur yani? Bir de açalım artık şu Ermeni Sınırı’nı! Açalım da daha
legal yolardan teşkilatlansın “Dört T”ci dostlarımız!
 Ayrıca 1974’te onlarca şehit verdiğimiz Kıbrıs için Güney Kıbrıs’ı adanın “meşru yönetim”i olarak
tanıyıp adadaki tüm askerlerimizi de çekelim! Çekelim ki; “ENOSİS”ci dostlarımız da rahat etsin, “Akritas
Planı” ve “EOKA”nın da önü açılsın!
 Bir de üzerinde “itina” ile çalışılan Türk Ceza Kanunu’nu yürürlüğe koyalım ki; hem yüksek
rakamlara hizmet veren “yazarkasalar”a para dökmek zorunda kalan yabancı dostlarımızın masrafı azalsın,
hem de kamuoyundaki “medyatik ilüzyonlar”ı engellemeye çalışan birkaç “kendini bilmez”in sesi
kısılsın...
 Oldu olacak, bir de Fener Rum Patriği’nin “evrensellik”ini tanıyıp “ekümeniklik krizi”ni çözdük
mü herşey tamamdır!
Sonuçta “Avrupa Standartları”nı yakalamak, o kadar da kolay bir iş değil elbet..!
ABD “özgür” – “LEŞ”tirir,
AB “demokratik” – “LEŞ”tirir...
AB Yolundaki Türkiye’ye Moral Desteği
Yeni Dönem Başkanı İngiltere’den Sıcak Mesaj!
Haziran’da İngiltere’ye geçecek olan “dönem başkanlığı” öncesinde T.B.M.M.’de düzenlenen
“Türkiye – AB İlişkilerinin Geleceği” konulu panale katılan İngiltere Ankara Büyükelçisi Peter Westmacott,
“Türkiye olarak dostlarımızın beklentilerini anlayışla karşılıyoruz. Ancak dönem başkanlığı tarafsızlık
gerektirir. Bize fazla yüklenmemelisiniz.
 Türk Ceza Kanunu konusundaki değişikliği biran önce yapmalısınız.
Ayrıca Taksim’de kadınların dövülmesi,
 Orhan Pamuk’la ilgili karar Türkiye açısından olumsuz sinyaller oldu.” demiş.
Sayın büyükelçinin bu söylemleri ile altını çizdiği “tarafsızlık” nasıl bir kavram acaba? AB
literatüründe “Türk Karşıtlığı” olarak okunan kavram olmasın sakın..!
Zira,
 1963 Ankara Anlaşması,
 1970 Katma Protokol,
 1995 Gümrük Birliği,
 1997 Lüksemburg Zirvesi,
 1999 Helsinki Zirvesi
 ve son olarak da 17 Aralık 2004 Zirve Sonuç Bildirisi
olarak uzayıp giden bu “verimli” süreç; bizleri sözkonusu “tarafsızlık” kavramının bir daha
sorgulanmasına mecbur bırakıyor sanki...
Bu “tarafsızlık”ın en kuvvetli tezahürü de, “serbest dolaşım hakkı” hususunda olsa gerek. Zira
Türkiye “ucu açık” görüşmeler dahilinde tüm reçeteleri yerine getirerek AB üyeliğine kabul edilse bile
“serbest dolaşım hakkı” hiçbir şekilde garanti değil! Dolayısıyla bu üyelik, otomatikman “özel statü”
durumuna dönüşecek türden bir üyelik!
Helmut Schmidt’ten Çin’e Övgü!
Eski Batı Almanya’nın Türkiye karşıtlığıyla tanınan sosyal demokrat başkanı Helmut Schmidt, “Türk
dostluğu” konusunda hemfikir olduğu Yunan Basını’na konuşmuş. 86 yaşındaki lider, Kathimerini
Gazetesi’ne Türkiye’nin AB’ye girmesi halinde AB’nin anlamını yitireceğini söyleyerek, “İkinci sınıf Türk
politikacıları Avrupa Komisyonu üyesi olacak! Çin’den toplu göç olsa onlar Türkiye’den daha iyi uyum
sağlarlar!” demiş. Bu iyi niyetlere bir de muhafazakar kanadın öne çıkan ismi Alman Kardinal Joseph
266
Ratzinger’in yeni katolik liderliği eklenince moral bulmamak gerçekten olanaksız.
AB İle Empatiden Çıkan Sonuç; “Türkleri Kazırsanız Altından İslam Çıkar!”
Görünen tüm bu “umut veririci gelişmeler”in eldeki tek sonucu ise; 17 Aralık 2004’te açıklanan
“Sonuç Bildirgesi”. Bu bildirgenin en kilit noktası da şüphesiz, süreç nasıl gelişirse gelişsin
görüşmelerin “ucu açık” olduğu noktası. Üstelik üyelik olsa dahi “serbest dolaşım hakkı”nın garanti
edilmeyeceği de cabası. Ağzımızla kuş tutmayı başarabilsek bile hiçbir kazanç garanti olmadığı gibi,
süreç içinde verilen tavizler de AB’nin en büyük ödülü! Biz kazanana ödül verildiğini biliyoruz ama bu
süreçte ödülü, kaybeden veriyor. İlginç!
Sonuçta AB ile kurulacak “duygudaşlık” sonrasında varılacak en net sonuç şudur;
“Bir hristiyan klübü olan AB’ye, altı kazındığında İslam çıkan Türkler kesinlikle giremez!”
3- “ETNİK KARTLAR”IN ISITILMASI:
Dış Operasyonlarda Tamamlayıcı Unsur; “Etnik Kart”
Ülke ekonomi alanındaki operasyonlar ve “AB şantajlar”ıyla başetmeye çaba sarfederken piyasaya
sürülen bir diğer önemli konu ise “etnik kartlardaki ısınma”. İç ve dış çökertmenin en önemli uzantılarından
biri olan “etnik karışıklık yaratma kozu” AB sürecinde şantaj malzemesi yapılarak mümkün mertebe
güçlendiriliyor. PKK’nın 1 Eylül 1998’deki “ateşkes kararı”nın 1 Haziran 2004’te son bulması “Kürt Kartı”
ile ilgili yeni hazırlıkların yalnız kabasını oluştururken, Ermeni Soykırım İddiası’nın tanınması hususundaki
uluslararası çalışmalarsa hız kazanıyor.
Meğer Sadık Tebaanın Dost Meclisi Oldukça Genişmiş!
Tarih boyunca sürekli başka milletlerin egemenliği altına giren ve en adil devlet yönetimini
Osmanlılar’dan gören Ermeniler, 1915’deki “Zorunlu İskan Yasası”’na ilişkin soykırım iddialarını
kuvvetlendirerek “Dört T Masalı”nın “uluslararası yayın”ına ağırlık verdiler. Yapılan bu yayın, “tebaa-i
sadıka”nın tarihi süreç içindeki “samimi dostları”nı oldukça etkilemiş olacak ki; neredeyse konuya sahip
çıkmayan güç dengesi kalmadı. Rusya, ABD, AB derken Ermeniler’in oldukça geniş bir “dost meclisi”ne
sahip olduklarını da dünyaca öğrenmiş olduk! Yeri gelmişken, Osmanlı İmparatorluğu Dönemi’nde Türk
Milleti’nin daima kardeşlik duygularıyla el üstünde tuttuğu bir azınlık olan Ermeniler ile ilgili İstiklal Savaşı
Yılları’nda yaşanan bir hikayeyi paylaşalım sizlerle...
Parola; “Develeri Oynatın!”
Hikayenin
başlığı
“Develeri
Oynatın!”...
Milli
Mücaadele
Dönemi’nde
“sadık
tebaamız
Ermeniler”in Türkler’e karşı büyük bir ayaklanma hazırlığı içinde olduğunu haber alan Mustafa Kemal,
derhal Teşkilat-ı Mahsusa’yı Doğu’ya yönlendirir ve hiç ihtimal vermediği böylesi bir ihanet girişiminin
doğruluğunun araştırılmasını emreder. Kuva-yı Milliye’nin en etkili isimlerinden biri olan Erzurumlu Emin
Ağa’ya ise mutlaka uğranılmasını, kendisinden özel olarak bilgi alınmasını ister. Teşkilat-ı Mahsusa’dan bir
ekip Atatürk’ün bu talimatı üzerine Doğu’ya giderek havayı koklarlar. Ancak Ermeniler’de herhangi bir
hareketlilik mevzu bahis değildir.
Sonrasında ise Atatürk’ün talimatı üzerine Erzurumlu Emin Ağa ziyaret edilir ve Emin Ağa
teşkilatçıların suallerini önemsemez bir tavırla hikaye anlatmaya koyulur. Böylesi ciddi bir soru karşısında
Emin Ağa’nın hikaye anlatışını şaşkınlıkla dinleyen Teşkilat-ı Mahsusa Elemanları, bu tavırdan pek birşey
anlamasalar da hikayeyi dinlerler. Doğu’daki temaslarını bitiren ekip elemanları karargaha döner dönmez
atanın huzuruna çıkar ve bölgede bir huzursuzluk olmadığı bilgisini Mustafa Kemal’e ulaştırırlar. Mustafa
Kemal ise Erzurumlu Emin Ağa’nın yanıtını sorar. Ekiptekiler bu soru üzerine Atatürk’e Erzurumlu Emin
Ağa’nın konu üzerine konuşmadığını ve garip bir şekilde hikaye anlattığını iletirler. Hikayeyi öğrenmek
isteyen Mustafa Kemal’e Emin Ağa’nın anlattığı hikaye aktarılır.
Hikaye deve ile eşşeğin hikayesidir. … Ağır şartlarda yol alan bir kervandaki eşşek ile deve, kat
ettikleri mesafe ve çetin şartlardan yorgun düşünce; kervan sahibi tarafından azad edilirler. Sahranın
ortasında özgür kalan deveyle eşşek, zaman içinde kendilerini toplar ve geçmişteki sağlıklı günlerine geri
267
dönerler. Hem sağlıklı, hem de özgürdürler artık! ... Derken eşşek birdenbire şarkı söylemeye başlar.
Çıngırak sesleri duyulan, yakınlardan geçen bir kervana yakalanabileceklerini düşünen deve ise eşşeği bu
konuda uyarır; “Eşşek kardeş! Senin sesini duyan bir kervan sahibi bizi yakalayacak ve o eski esaret
günlerimize geri döneceğiz! Bak yaklaşan bir kervanın çan sesleri duyuluyor! Şarkı söylemeyi bırak!”. “Ama
benim canım şarkı söylemek istiyor!” diyerek inat eden eşşek ile onu uyaran devenin yakından geçen bir
kervana yakalanmaları ise çok sürmez. Derken eşşek yine çetin şartlardan yorgun düşer ve eşşeğin kurda
kuşa yem olmasını istemeyen kervan sahibi, zor durumda olan hayvancağızı devenin sırtına yükler. Eşşek,
“Ben seni uyarmamış mıydım eşşek kardeş! Beğendin mi yaptığını?” diyen deveye karşı oldukça mahçuptur
ama; olan da olmuştur artık! Eşşeğin yanıtı şöyledir; “Ne yapayım be deve kardeş! Canım şarkı söylemek
istemişti benim!” Bu diyaloğun ardından sırtında yorgun eşşekle keskin bir uçurumun kıyısına gelen deve,
eşşeğe seslenir; “Eşşek kardeş! Benim de canım oynamak istedi şimdi!” Telaşlanan eşşek “Aman ne
yapıyorsun deve kardeş! Sen oynarsan düşer parçalanırım ben!” diye feryat eder ama, deve çoktan sırtından
atmıştır eşşeği...
İşte Erzurumlu Emin Ağa’nın Teşkilat-ı Mahsusacılar’a anlattığı bu hikaye aktarılır Atatürk’e ve çok
geçmeden Doğu’daki Ermeni Kundaklamaları da patlak verir. Türk Köyleri yakılıp yıkılır ve gözlerinde
şimşekler çakan Atatürk derhal operasyon emri verir. Erzurumlu Emin Ağa’ya Ata’nın talimatıyla çekilen
telgrafın parolası ise şöyledir; “Develeri Oynatın!”
Bu hikaye, yıllar önce diplomatlarımızdan biri tarafından Türkiye’ye davetli olarak gelen ABD’li bir çifte
anlatılır. Hikayeyi Topal Osman Ağa’nın anıt mezarı başında dinleyen bu çift, o yıllarda baba Bush’un önde
gelen şahinlerinden ve uluslararası sanayi devi Joan Dear Grubu’nun patronlarındandır. Topal Osman
Ağa’yı “Rum Soykırımı”yla suçlayan konukların fikri değişir ve zeki bürokrat konuklarına sorar; “Dört bir
yanınız düşmanlarla çevrili ve ateş altındayken, dost ve kardeş bilerek yücelttiğiniz tebaalar
tarafından sırtınızdan hançerlenseydiniz sizler ne yapardınız?”.
Kaldı ki “soykırım” olarak
pompalanmaya çalışılan “Tehcir Olayı” bir cana kasıt değil, “zorunlu iskan”dır. Genelkurmay
bünyesindeki Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Arşivi’nde 90 yıldır korunan Osmanlı ve
Cumhuriyet Dönemi’ne ait belgelere göre o dönem Osmanlı Toprakları üzerinde yaşayan toplam 1
milyon 219 bin 323 Ermeni’den 413 bin’i Suriye Bölgesi’ne sevk edilmiştir. Ancak rakamları olmadık
şekilde abartarak, göç esnasındaki “doğal ölümler”i “soykırım” olarak niteleyen Ermeniler’in bu asılsız
iddiaları, Türkiye’yi karıştırmak için en etkili kartlardan biri olarak görülür ve hazır “AB Kıskacı”na girmiş bir
Türkiye de söz konusuyken, iddia iyi bir “şantaj malzemesi” yapılır.
TTK Başkanı’na Emniyet Şeridi
Dışişleri yetkilileri, CHP’nin tasarı olarak hazırlayıp iktidara sunduğu “Ermeni Soykırım İddiası”nın
masaya yatırılması konusunda Ermenistan’dan gelen yanıtın satır aralarını doğru tahlil için çalışadursunlar,
tanınma ile ilgili kararlar birer birer gerçekleşiyor. Ve her ne hikmet ise Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof.
Yusuf Halaçoğlu, 2 Mayıs 2004 Tarihi’nde Winterthur’da Türkgücü Derneği tarafından düzenlenen
toplantıda yaptığı konuşmadan ötürü bir yıl sonra, tam da Ermeni Soykırım İddiaları’nı çürütmeye yönelik
“uluslararası çalışmalar”ına hızverdiği bir dönemde mahkemeye veriliyor.
Sonuçta Wintherthur Savcılığı tarafından başlatılan bu soruşturma, İsviçre Kanunları’nın ne denli
“adil” olduğunu da gözlerönüne seriyor! Acaba süreç içinde PKK ve ASALA terör örgütleri Türk
Toprakları’nı paylaşım hususunda ciddi fikir ayrılıkları yaşamamış olsalardı, Türkiye bugün nasıl bir
durumla karşı karşıya olurdu; onu da düşünmek lazım!
PKK’dan “Silahsız” Saldırılar!
PKK Terör Örgütü’ndeki stratejiler ise araya giren “ateşkes süreci”ne paralel renk değiştirerek
ilerliyor. Zira ülkede “hırsızlık”, “yankesicilik”, “kapkaç” gibi “sosyal patlama”yı körükleyen olayların
tırmandırılmasında “ekonomik yetersizlik” kadar PKK’nın parmağı oldu da son derece aşikar.
Zana ve arkadaşlarının “AB şantajları”na borçlu oldukları özgürlüklerinin ise “sözde barış”
söylemlemlerine paralel “hızlı bir teşkilatlanma”ya dönüştüğü biliniyor. Ve AB’nin etnik sahadaki “en
268
büyük şantaj”ı da, terörist başı Abdullah Öcalan’ın yeniden yargılanması hususunda. “Yeniden
yargılanma süreci olsa bile ceza değişmez!” denilse de süreç Türkiye’yi iyiden iyiye zora sokuyor.
17 yargıçtan oluşan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin temyiz kurumu niteliğindeki “Büyük
Daire” tarafından geçtiğimiz günlerde açıklanan “gerekçeli karar”da; Türkiye’nin, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin “adil yargılama hakkı”yla ilgili 5. ve “kötü muamele” ile ilgili 3. maddesini ihlal ettiği
belirtiliyor. Yani AİHM 2003 Mart’ında aldığı kararı değiştirmiş değil. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
tarafından alınan bu karar, Strasbourg Mahkemesi’nin kararlarını denetlemekten sorumlu Avrupa Konseyi
Bakanlar Komitesi’ne gidecek. Temmuz Ayı’nda başlaması muhtemel görüşmelerin 1 yıl sürmesi tahmin
ediliyor. Ancak bu süre içinde AB Kozu’na yönelik olarak gelişmesi muhtemel diğer dayatmalarınsa neler
olabileceği belirsiz...!
Kürt Kartı’nı Isıtmada En Sağlam Örnek; “Ermenistan”
“1980’lerin ikinci yarısında gerçekleşen Sovyetler’deki değişim süreci”nin ve “1989’daki
dağılma”nın en önemli sonuçlarından biri de, şüphesiz Ermenistan’ın bağımsızlığını kazanması olmuştur.
Ermeniler açısından ileriye dönük süreç adına umut verici olan bu gelişme ise; beraberinde “Türk
karşıtlığı” ve “Azerbaycan’a yönelik toprak talepleri” konusundaki koyulaşmayı getirmiştir. Ermenistan
Parlamentosu’nun 23 Ağustos 1990’da kabul ettiği “Bağımsızlık Bildirgesi”nin 11. maddesinde
Türkiye’nin Doğu Bölgesi’nin “Batı Ermenistan” olarak geçmesi de bu sürecin bir uzantısıdır. Ayrıca
bildirgede “soykırım iddiası”nın tanınması da oldukça önemli bir yer teşkil etmektedir. Ermeni
Anayasası’nın 13. maddesinde ise; “devlet arması”nda Ağrı Dağı’nın da bulunduğu kayıtlıdır. Ayrıca
Ermenistan ile Türkiye arasındaki sınırı belirleyen 1920 tarihli Gümrü ve 1921 tarihli Kars anlaşmalarının
yürürlükte olmadığı iddiası da Ermenistanca halen savunulmaktadır. 16 Aralık 1991’de Türkiye tarafından
tanınan Ermenistan’ın; “soykırım iddiası”na yönelik “tanıtım”, “tanınma”, “tazminat” ve “toprak” olarak
özetlenen “Dört T Planı”nın açılımı ise şudur: “Sözde Ermeni Soykırımı” tüm dünyada terör yoluyla
“tanıtılacak”, sözde iddialar dünya kamuoyunca kabul edilip Türkiye tarafından “tanınacak”, sözde
soykırımdan dolayı Türkiye’den “tazminat” ve “toprak” alınacak.
Osmanlı’nın baştacı edip geniş haklarla yücelttiği azınlığın bu süreci takip etmesi ve verilen dış
desteklerle yol alınması ise; Türkiye içindeki birçok etnik kartı devreye sokma amacında olan “dış güçler”
için “en sağlam dayanak noktası”dır. Bugün Ermenistan’ın örnek gösterildiği en güçlü adres ise; şüphesiz
Kürtler! “Ermeniler’e bu yol açıldı ve AB Kıskacı’na giren Türkiye’ye soykırım konusunu da
dayatıyoruz! Aynı süreci takip ederseniz sizin için de bir iyilik düşünülebilir!” diyen bir “dış zincir”
yani... Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın PKK Kongre-Gel’in Kuzey Irak’tan Türkiye’ye giriş yaptığı ve terör
örgütünün bol miktarda “C-4 patlayıcısı”na sahip olduğu yönündeki uyarısı ise; sergilenen bu “örnek
gösterme”nin doğal sonuçlarından yalnızca biri...
4- BOP TEHLİKESİ VE “İNCİRLİK BİLMECESİ”
Bu “Model” Başka “Model”!
Patlatılan “11 Eylül Saatli Bombası”nın hemen akabinde “önleyici vuruş” ambalajıyla önce
Afganistan’ı, daha sonra da Irak’ı “özgürleştirme çalışmaları”na başlayan ABD’nin, PNAC (Project New
American Century – Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi) Harekatı’nda en önemli parça olan Genişletilmiş
Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi (GOKAP) ile ilgili adımları; NATO’nun şekillendirilme sürecinden
İncirlik Sorunu’na kadar birçok konuyla yakından bağlı. Tüm bu hassas bağlantıların tam ortasında yer alan
ülke ise; ABD’nin “Ilımlı İslam” anlayışı ile bir “taşeron firma” olarak gördüğü Türkiye! Aslında ABD’nin
tanımı bu değil tabii! O “taşeron ülke” değil, “model ülke”, “cephe ülke” gibi “onur verici” söylemleri
kullanmayı tercih ediyor. Ve Türkiye de; İran, Irak, Pakistan, Afganistan, Kuzey Kore, Libya, Vietnam ve
Küba gibi ülkelerin dahil edildiği “şer ekseni”ne dahil edilmemekle kendini şanslı addederek tebessüm
ediyor. Türkiye gerçekten de bir “hedef ülke” değil. Çünkü o bir “kamikaze”! Tabii “ABD programlı
olanları”ndan! “Büyük Orta Doğu Kilidi”ni açacak “anahtar ülke”nin Türkiye olması, nihayetinde böyle
269
bir görev…
NATO ve “Gizil Kral ABD”
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Kuzey Atlantik Ülkeleri’nin güvenliğini sağlamak, daha açık bir
ifadeyle ise “Komünist Canavarı Kovalamak” adına 1949’da kurulan ve sonraki süreçlerde genişleme
kaydeden NATO; “ulus – devlet” anlayışını zirveye taşıyan Fransız İhtilali’nin iki yüzüncü yıldönümünde
yıkılarak (9 Kasım 1989) Doğu Bloku’nun dağılmasına yol açan Berlin Duvarı ve 1991’de dağılan Sovyet
Rusya’nın ardından oldukça hareketlenen tarih sahnesinde ani bir işsizlik sorunuyla karşı karşıya kalınca,
güya eşit haklara sahip bir ülkeler topluluğu olan oluşumun (Kuzey Atlantik Antlaşması - The North
Atlantic Treaty Organization) gizli kralı ABD, 1999 Washington Zirvesi’nde NATO’yu “estetik bir
mutasyon”a uğratarak konuya oldukça iyi bir giriş yapar. Yani söz konusu zirvede, senaryonun ilerleyen
süreçlerinde devreye girecek olan “Büyük Orta Doğu Projesi” için “dünya jandarmalığı”nı üstlenecek
olan NATO, iyi bir “makyaj”la hazırlık dönemine dahil edilir. Artık NATO, tıpkı Tarkan’ın “Atıl Kurt!”
mizanseninde olduğu gibi; nerede bir savaş, nerede bir nükleer tehlike, nerede bir haksızlık ya da buna
benzer dünya barış (!) ve düzenini (!) sarsacak her hangi bir tehdit unsuru görürse işte o dakika hiçbir
fedakarlıktan kaçınmaksızın atılarak “dünya halklarının sulh ve huzuru” için çalışacak, adeta “ilahi bir
misyon” üstlenecektir.
İncirlik’e Basmadan Olmaz!
NATO’nun “büyük misyon”lar taşıyan üyesi ABD’nin, bu “masumane” ve “fedakar” çalışmalar
kapsamında, özellikle de Orta Doğu Coğrafyası’ndaki açılımlar dahilinde rahat hareket edebilmek için
Adana İncirlik Üssü’nü (10. Türk Tanker Üs Komutanlığı) sorunsuzca kullanabilmek istemesi, ABD
kulvarından bakıldığında oldukça da mantıklı bir taleptir. Zira yapılan operasyonlar dahilinde vakit ve nakit
kaybına tahammülü olmayan ABD’nin böylesi bir talebi son derece anlaşılabilirdir. Dolayısıyla bu ayak
basma, Asya’nın “en kritik coğrafya”sına sahip olan ve aynı zamanda da bir NATO üyesi olan Türkiye’yi
nasıl bir zora sevk ederse etsin, bu bir ABD sorunu değildir.
SEİA (Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması) ve Üssün Kırılma Noktaları
Emekli Orgeneral Kemal Yavuz Paşa’nın “Yapılan değişikliklerin hiçbirini kamuoyunun tam
olarak öğrenme şansı yok!” dediği İncirlik konusunun bir kez daha sıkıştırma vesilesi yapılmasıyla ABD –
Türkiye arasında bir “mütabakat belgesi” daha imzalandı. Anayasa’nın 92. Maddesi’nin “Yabancı silahlı
kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına izin verme yetkisi TBMM’nindir.” demesine rağmen basına sadece
Haziran 2005’de dolacak olan kullanım süresinin uzatılması olarak yansıyan anlaşma, SEİA sebep
gösterilerek hükümetçe imzalanıp uluslararası kayıtlara geçti.
1954 Yılı’ndan beri İncirlik Üssü’nü kullanan ABD ile 29 Mart 1980 Tarihi’nde, Kuzey Atlantik
Anlaşması’nın 1 ve 2. maddelerine uygun olarak hazırlanan SEİA’ya (Savunma ve Ekonomik İşbirliği
Anlaşması) imza atılmıştır. Ancak “iki kutupluluk” halinin sözkonusu olduğu yıllarda Ankara’da imzalanan
ve 1983’te de meclisten onay alan bu anlaşma ile şu an Afganistan’da yürütülen iki operasyon arasında
oldukça büyük farklar mevcuttur. Dolayısıyla ABD’nin NATO kapsamındaki SEİA’yı öne sürerek
Afganistan’da yürütülen Sürekli Özgürlük (Enduring Freedom) Harekâtı ile İstikrar Harekâtı (ISAF)’na
yönelik İncirlik açılımları temelsizdir. Kaldı ki TBMM’nin bu konuda Bakanlar Kurulu’na verdiği izin,
yalnızca Sürekli Özgürlük Harekâtı için geçerlidir. Ayrıca T.B.M.M., 2003 Yılı’ndan itibaren NATO
tarafından yürütülse dahi ABD’nin “Orta Doğu Açılımları”na hizmet ettiği ortada olan ISAF Harekatı’nı onay
kapsamına almamakla da oldukça yerinde bir karar vermiştir.
Sonuçta İncirlik’e ek Karadeniz’de “üç yeni deniz üssü” ile İzmir’de de bir “hava üssü isteği”
olduğu bilinen ABD’nin sonu gelmez talepleri için İncirlik Meselesi’ndeki duruş oldukça önemliyken,
kamuoyu bu duruşu görme şansına dahi eriştirilmemiştir.
5- “SOSYAL HİPNOZ” VE HALKIN UYUTULMASI!
Buraya kadar sözünü ettiğimiz “dış ve iç operasyonlar”ın en büyük “yalıtım malzemesi” ise
270
şüphesiz “kitlesel hipnoz”. Hipnoz konusunda oldukça yetenekli olan dış kaynaklar ile içerideki
müttefiklerinin değişmez silahı ise “medya”.
“Kültürel Dejenerasyona Açık Çek Verin!”
Ve AB yoluyla ilgili bir dış değerlendirme daha! Radyo Televizyon Üst Kurulu’nun Digitürk
üzerinden yurtdışı çıkışlı yayın yapan Adult Channel, Exotica TV, Playboy TV ve Rouge TV’ye ilişkin
yasaklama kararı, Amerikan AP ve Fransız AFP ajanslarında AB yolundaki Türkiye’nin darkafalılığı olarak
yankı bulmuş. “Sosyal çürütme operasyonu”nun filizleri sekteye uğradı mı, verilen yanıt hep aynı; “Siz bu
kafayla çağ atlayamayacaksınız!”
Ancak Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün sözünü ettiği “muassır medeniyetler seviyesi”
bu olmasa gerek!
Dezenformasyonun Önü Açılıyor!
Yeni TCK İle Medya “Etkisiz Eleman”!
İncirlik gibi diplomasi alanındaki en can alıcı gelişmeler kapalı kapılar arkasında cereyan ederken,
yapılan ince ayarlarla zaten sesi yeterince değiştirilen medya düzlemi de, 1 Nisan’dan 1 Haziran’a
kaydırmanın ötesinde üzerinde hiçbir kaydadeğer değiştirmeye gidilmeyen “ceza kanunu” ile “etkisiz
eleman” pozisyonuna tamamen entegre ediliyor. Gerçekten yazmak ve konuşmak anlamında sahnede olan
üç beş kalemin de bu süzgece takılması sözkonusu olur olmaz yol oldukça açık!
O zaman, “İstersek Anayasa Mahkemesi’ni kaldırırız!” diyen meclis başkanları da eleştirilip,
kamuoyu yok yere meşgul edilmemiş olur hem! Sadece, Egemen Bağış gibi bir “diplomasi taciri”nin
Network 20/20 isimli ABD düşünce kuruluşu tarafından Türk – Amerikan ilişkilerini geliştirdiği (!) için
aldığı “Genç Lider Ödülü” ile 2005’te görev yapmasına rağmen “2004 Yılı’nın En İyi Bakanı” seçilen
Atilla Koç’un aldığı plaketleri izleriz kamuoyunda ve bu “realist tablo”yla da moral buluruz elbet! Ancak
Erzurum’da yayın yapan Haberci Gazetesi tarafından Sayın Koç’a verilen plaketin 2004 Yılı’nda görev
yapmadığını anımsayan bakan tarafından iade edildiğini de belirtmemek olmaz! Sayın başbakanın
uluslararası arenadaki cansimitlerinden biri olan büyük danışman Egemen Bağış’a verilen ödülün töreni
ise; Türk – ABD Dernekleri Federasyonu (TADF) tarafından Newyork’taki Türk Evi’nde düzenlenmiş.
Törende yaptığı konuşma ile sayın danışmana övgüler yağdıran Network 20/20 Kurucu Başkanı Dr.
Patricia Huntington’ın soyismi de bize oldukça aşina geliyor doğrusu! Acaba sayın başkanın
“Medeniyetler Çatışması” teziyle “büyük başarı”ya imza atan ve yakında da bir Türkiye ziyareti
gerçekleştirecek olan Amerikan İdeoloğu Samuel Huntington’la bir yakınlığı var mı? Böyle bir yakınlık var
mı yok mu bilinmez ama, takip ettikleri stratejiler konusunda oldukça büyük yakınlıklar taşıdıkları kesin!
Silah Düşmanın Eline Geçerse!
Arjantin’deki kriz ortamının hazırlayıcısı olan “özelleştirme rüzgarı” “dördüncü erk” konumunda
olan medyayı da kuşatırsa ne olur? ABD’nin Perakende Devi Wal-Mart, Rusya’nın Petrol Kralı
Abromovich, Fransız Carrefour, İngiliz Vodafone, Güney Koreli Hyundai gibi “güç dengeleri”
Türkiye’ye adım atma hazırlıklarını sürdürürken, Dünyanın Basın-Yayın Devi ABD’li Rupert Murdoch da
bu listeye eklendi. Yıllık cirosu 20 milyar Dolar’ın üzerinde olan Murdoch, dünyanın neredeyse beş kıtaya
yayılmış bir coğrafyasında etkinlik sahibi ve Türkiye’deki medya pazarına da göz dikmiş durumda.
Murdoch tarafından 1996 Yılı’nda kurulan Fox News, altı yıl gibi kısa bir sürede CNN’in Amerika’daki
izlenirliğini geçti. Bu başarının ardında yatan gerçekse, “sansasyon” ve “spekülasyon”a dayalı olan ve
zaman zaman da “ırkçı söylemler”le desteklenen bir yöntemi kullanmak. Sonuçta Murdoch’un “bulvar
gazeteciliği”ni bir nevi meşrulaştıran başarılı (!) yönteminin diğer bölgesel medya baronlarına da örnek
teşkil eden sihirli formülü bu!
Bu sihirli formüllle bir imparatorluğa dönüşen ilkeli medya devi (!) Murdoch İmparatorluğu’nun
sınırları ise kabaca şöyle; 9 uydu televizyon şebekesi, 100 kablolu kanal, 175 gazete, 40 matbaa, 40
televizyon istasyonu ve 1 de film stüdyosu. Murdoch ayrıca Amerika’da 280 milyon, Asya’da 300
milyon, kablolu kanallarla 300 milyon, dergilerle 28 milyon kişiye; toplam izleyici olarak da 4,7 milyar
271
insana, yani dünya nüfusunun yaklaşık dörtte üçüne ulaşıyor. CNN zaferinden sonra BBC’nin de
korkulu rüyası haline gelen Murdoch İmparatorluğu’nun bundan sonraki en büyük yatırım alanı ise internet
gazeteciliği olacak.
Sonuçta ekonomi, diplomasi, etnik zemin ve buna benzer birçok sahada operasyona uğratılmaya
çalışılan Türkiye’nin “dördüncü erk” konumunda olan medyayı da yabancı dostlarına ikram etmesi, tüm
direnç unsurlarını devredışı bırakan bir sürecin belki de en tehlikeli halkası. Gerçi Başbakan Yardımcısı
Abdüllatif Şener, Cumhurbaşkanı Sezer’in TBMM’ye iade ettiği, TMSF’nin elindeki malların satışına
yönelik yasadan yabancıların televizyon sahibi olmasına ilişkin maddenin çıkarılacağını söylüyor ama biz bu
ülkedeki siyasi iradelerin söylem ve eylemleri arasında paralellik görmeye pek alışık olmadığımız için pek de
ikna olamıyoruz açıkçası...
SONUÇ! “SÜKUNET”LE BESLENEN “KAOS” BÜYÜYOR!
Çünkü, tarihi tecrübeler göstermiştir ki:
Siyasette seviyesizleşme ve silikleşme+Suni ekonomik ivme+Yoğunlaşan dış müdahale+Kabaran milli
öfke+Fırtına öncesi sükunet= KAOS
Yazının başlangıcında, tarihi süreç içinde birçok coğrafyada klasiğe dönüşmüş aşağıdaki “kaos”
formülasyonundan sözetmiş ve amacımızın bu tehlikeli formülün günümüz Türkiyesine olan yansımalarına
yakın plan vermek olduğunu vurgulamıştık. Tekrarlıyoruz! “Bu rapor; bir felaket tellallığının değil, SESAR
olarak arkasında durduğumuz stratejik öngörülerin doğal bir sonucudur.”
Sözkonusu formülasyon, “perdelenmiş gerçeklerle yol alan bir siyasi iktidar”ın, “kalkınmayı değil
kriz ve kayıp ortamını kuvvetlendiren bir ekonomik program” ve toplumsal kitle üzerinde yürütülen
“sosyal hipnoz operasyonu”nun en önemli ayağı olan “medyatik ilüzyonlar”’ın toplamından çıkarılan
“sosyal farkındalık” sonrasında elde kalan “bilinç düzeyi”nin “dış kaynaklı operasyonlar”la katlanışını ve
tüm bu tehlikeli zincirin büyük bir “sükunet atmosferi” içinde gerçekleştiğini deşifre ediyor.
Bu “tehditkar matematik”in verdiği sonuçsa ortada...
KAOS!
Ve bu formülün 2005 Türkiye’sine olan açılımına tekrar bakarsak;
1- “Dış kaynaklı yazılımlar”la hareket eden danışmanlarca yönlendirilen “siyasi irade”, arkasına
saklandığı “yanıltıcı söylemler”le siyaset yaparken,
2- Tıpkı Arjantin’de uygulanan ekonomik programlar gibi potansiyel kriz ortamını körükleyen
ekonomik çözümlerle yol alınırken,
3- “Medyatik ilüzyonlar”ı tavana vurduracak olan önlemlerle “sosyal hipnoz alanı” genişletilip,
kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıklarla algı düzeyi yeterince düşük olan “toplumsal yapı” bir
“safra”ya dönüştürülürken,
4- Gerek ekonomi, gerek AB süreci, gerek “etnik kurgular” ve gerekse “Yeni Amerikan Yüzyılı
Projesi” dahilinde yürütülen “dış kaynaklı operasyonlar” sürekli yavrularken,
5- Ve tüm bunlar sayın başbakanın “Ülkenin huzur atmosferini bozacak bir erken seçime
müsaade etmeyiz!” açıklamasına paralel yaşanırken,
bu gelişmeler için ne söylenebilir? Galiba söylenecek tek şey, sayın başbakana “huzur” ve
“kaos” kavramlarının doğru tahlili hususunda bir sözlüğe bakmasını tavsiye etmek olacak... 148
148
Sesar / 14 / 05 / 2005
272
SONUNU SEZEN ABD SALDIRGANLAŞIYOR!
ABD’nin, sandıktan ezici zaferle çıkan Chavez’e tahammülü yok
İkiyüzlü Amerika Venezüella’yı karıştırıyor!
Ortadoğu’yu demokrasi yalanıyla kaosa sürükleyen ABD’nin, halkının kahir ekseriyetinin oylarıyla
seçilen Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’e yönelik düşmanca girişimlerini artıracağı belirtildi.
Egemen güçlere karşı 1998’deki seçimde büyük başarı elde eden Hugo Chavez’e karşı girişilen ABD
destekli darbe başarısız oldu ve 13 Nisan 2002’de Hugo Chavez, yeniden tekrar iktidara taşındı. ABD ve
işbirlikçileri tarafından istenen referandumda (15 Ağustos 2004’te) yüzde 57 oy alarak Washington’a bir
darbe daha vurmuştu.
Irak’a, Ortadoğu’ya “terörle mücadele” adı altında yerleşen ABD, kendisine köle olmayan
yönetiminden, ekonomik programlarından hoşlanmadığı ülkelerde “demokrasiye karşı mücadelesi”ni
sürdürüyor.
ABD’nin, halkının kahir ekseriyetinin oylarıyla seçilen Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’e
yönelik düşmanca girişimlerini artıracağı belirtildi.
The New York Times Gazetesi, Amerikalı yetkililerin uzun dönemde Chavez’le daha sert bir mücadele
stratejisi başlatmayı planladıklarını yazdı. Gazete, ABD’nin Latin Amerika politikaları üzerinde çalışan üst
düzey bir yetkilinin, “Biz Venezüella’ya daha pragmatik bir ilişki teklif ettik. Açıkçası, eğer teklifimizi kabul
etmezlerse daha mücadeleci bir yaklaşım sergileyeceğiz” dediğini aktardı. Yetkili, Chavez’e karşı yapmayı
planladıkları
girişimler
arasında,
Venezüella’da
Chavez karşıtı gruplara
desteğin
arttırılması ve
Venezüella’nın komşularını Chavez’den uzaklaşmaya zorlamanın da bulunduğunu kaydetti.
ABD ile petrol ihracatçısı Venezüella arasındaki ilişki, 1999’da Chavez’in iktidara gelmesiyle bozuldu.
Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez, ülkesini işgal planları yaptığı gerekçesiyle ABD ile askeri
işbirliğine son verdiğini açıklamıştı. Chavez, eğitim veren az sayıdaki ABD’li subaydan ülkeyi terk etmelerini
istemiş artık ortak bir askeri tatbikat yapılmayacağını kaydetmişti.
ABD’nin, Venezüella’yı işgal planları yaptığını söyleyen Chavez, ülkesindeki bir askeri üs ile bir petrol
rafinerisinin fotoğraflarını çeken ABD’li bir subay ile bazı gazetecilerin bir dönem gözaltına alındıklarını
hatırlatmıştı.
Chavez, ABD’li subaylardan bazıları Venezüella ordusunda kampanya yürüterek, Venezüellalı
askerlerle konuşuyor ve bu ülkenin devlet başkanını eleştiriyor. Değişim programı, bilinmeyen bir tarihe
kadar askıya alınmıştır demişti.
Venezüella’nın Devlet Başkanı Hugo Chavez’e 2002’de düzenlenen darbe girişiminin ABD Yönetimi
olduğu biliniyor.
Chavez daha önce yaptığı açıklamalarda Washington’ın, kendisini öldürme planları yaptığını da
açıklamıştı.
“Demokrasi ve özgürlük” yalanıyla dünyayı cehenneme sürükleyen ABD’nin sandıktan ezici zaferle
çıkan Venezüella Devlet Başkanı Chavez’e tahammülü yok! Chavez’e karşı önce darbeyi deneyen, sonra
Başkan’ı referanduma zorlayan ABD ikisinde de yenildi.
ABD’nin yaptığı işkenceleri açıklayan bir BM yetkilisi kovuldu
BM'nin Afganistan'daki en üst düzey insan hakları müfettişi, ABD ordusunun tutukluları yargılamadan
gizli yerlerde hapsettiklerini bildiren bir eleştiri raporu hazırladığı için geçtiğimiz günlerde işini bırakmaya
zorlandı.
The Independent gazetesinde yayınlanan haberde, Washington'un baskısıyla BM'nin, Cherif
Bassiouni'yi görevinden aldığı belirtildi.
Kahire'de yaşayan Mısırlı hukuk profesörü geçtiğimiz hafta, Cenevre'deki İnsan Hakları Komisyonu'na
273
24 sayfalık bir rapor sunmuştu. Raporda; "Afganistan'da, kanunları kendi istedikleri şekilde kullanan ve hiçbir
hukuki dayanağı olmadan insanları tutuklayan, gözaltına alan, kötü davranan ve büyük olasılıkla işkence de
eden işgalci güçler tarafından görülmedik uygulamalar yapılıyor." deniyordu. Bassinouni, hazırladığı raporda,
bağımsız bir bilirkişinin Kabil'in 50 kilometre kuzeyinde bulunan Bagram kampına girişinin engellendiğini de
belirtiyor.
Bassiouni, geçtiğimiz sene göreve geldiğinde de ABD ordusunun haksız uygulamalarını eleştirmesiyle
biliniyordu
Avrupa Konseyi: ABD Guantanamo’da işkence yapıyor!
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM), ABD'nin Küba'daki Guantanamo üssündeki
tutsakların işkence gördüğünü bildirdi ve Avrupa ülkelerine tutsakların sorgulanması konusunda işbirliği
yapmama çağrısında bulundu. AKPM genel kurul toplantılarında Guantanamo üssüyle ilgili olarak onaylanan
tavsiye kararında, ABD'den gizli tutuklama uygulamasına son vermesi ve tutsakların işkence gördüğüne
ilişkin iddiaları soruşturması istendi.
Tavsiye kararında, üsteki koşullar, tutsaklara yapılan işkence, gösterilen kötü ve insanlık dışı tutum
nedeniyle yasadışı olarak değerlendirildi. ABD'nin terörizmle mücadeledeki çabalarının desteklendiği
belirtilen kararda, ABD'nin bu yolda gösterdiği hevesle kendi ilkelerine ihanet ettiği; kaydedildi. Kararda,
Guantanamo'daki tutsakların, adli makamların denetimi olmadan tutuklama ya da sorgulanma amacıyla diğer
ülkelere gönderilmesi uygulaması da eleştirildi.
Uluslararası Af Örgütü, insanlık dışı eylemler dolayısıyla İsrail’i kınadı:
Filistinlilerin tarlalarına zehir döküyorlar, ABD göz yumuyor!
Uluslararası Af Örgütü, Yahudi yerleşimcilerin Filistinlilere yönelik terörden dolayı İsrail’i kınayarak,
buna son vermesi çağrısında bulundu.
İnsan haklarını savunan örgütün bildirisinde, İsrail hükümetinden, özellikle son zamanlarda Filistinlilerin
tarlalarına zehir döküldüğü ve hayvan sürülerinin zehirlendiği belirtilerek, bunları engellenmesi istendi.
‘’Son haftalarda, Batı Şeria’nın güneyindeki Tuvani, Um Faggara ve Harruba köyleri yakınlarındaki
tarlalara zehir döküldü’’ denilen bildiride, ilk zehirlenme vakasının geçen Mart ayı sonunda görüldüğüneve
zehir dökülen tarlaların tamamının İsrail’in kontrol ettiği bölgede olduğuna dikkat çekildi.
AFP’ye açıklama yapan Batı Şeria’da görevli bir polis sözcüsü ise olayla ilgili soruşturma açıldığını,
ancak henüz herhangi bir kişinin gözaltına alınmadığını belirtti.
Filistin Tarım Bakanlığı yetkilisi Muhammed Kanam, bu ay başında yaptığı açıklamada, bölgede 82
hayvanın zehirlendiğini, bunlardan 20’sinin telef olduğunu söylemişti.
Batı Şeria’daki Bir Zeit Üniversitesi’nde yapılan incelemeler, bölgedeki tarlalarda, ‘’fluoroacetamide’’
isimli çok zehirli maddeye rastlandığını ortaya koymuştu.
1998
Rotterdam
Konvansiyonu
tarafından
‘’çok
tehlikeli
maddeler’’
statüsüne
alınan
‘’Fluoroacetamide’’ adlı maddenin panzehiri bulunmuyor.
Siyonistler Lübnan’daki Suriye askerlerinin geri çekilmesiyle yetinmediler
Şimdi de Filistinlilerin silahları toplanıyor!
İsrail’in rahatsızlık duyduğu konular tek tek ortadan kaldırılıyor. Hariri suikastı gerekçe gösterilerek
baskılar sonucu Suriye askerleri Lübnan’dan geri çekildi. Bununla yetinilmedi. Bu kez de Lübnan’daki
Filistinliler’in ellerindeki silahları toplamaya çalışıyorlar.
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) bünyesindeki en büyük örgüt olan El Fetih’in lideri Faruk Kaddumi,
Lübnan’daki Filistinlilerin elinde sadece hafif silahlar bulunduğunu ve ‘’bu konunun Lübnan ile Filistin
arasında dostça çözülebileceğini’’ söyledi.
Lübnan’ın eski Dışişleri Bakanı Fares Bueyz ile görüşmesinin ardından basına açıklama yapan
Kaddumi, ‘’1991’de bir anlaşma yapıldı ve bu anlaşma, gerçeği söylemek gerekirse, uygulanmasa bile, biz
bütün silahlarımızı teslim ettik’’ dedi.
Kaddumi, Lübnan’da yaşayan Filistinli mültecilerin kamplarında ağır silah bulunmadığını vurgulayarak,
274
‘’Lübnan’da olup bitenlerden dolayı, Filistinli olsun olmasın, birçok kişi silah bulunduruyor’’ ifadesini kullandı.
Bunun bir sorun teşkil etmeyeceğini vurgulayan El Fetih lideri, ‘’bu konunun iki taraf arasında dostça
çözümlenebileceğine inandığını’’ belirtti.
Lübnan, 1991’de yapılan anlaşmayla, ülkede bulunan Filistinli mültecilere sivil ve sosyal haklarını
vermeyi ve 1982’deki İsrail işgali sırasında kapatılan FKÖ bürosunu yeniden açmayı, Filistinli mültecilerin
elindeki ağır silahların teslim edilmesi şartıyla kabul etmişti
ABD ılımlı İslam’la Müslümanları uyutuyor!
1990’lardan bu yana, küresel güvenlik gerekçesiyle, Müslüman coğrafyada yürütülen çalışmalar,
güvenlik projesinden medeniyet projesine dönüştü. İslamcı terörizm gibi kavramlar yerini reform, ılımlı İslam
kavramlarına terketti.
Büyük Ortadoğu Projesi’nin, Ilımlı İslam projesinin, etnik ve mezhep eksenli ayrıştırma projelerinin
hedefi gerçekten El Kaide etkisini kırmak mı?.. ABD’nin ve Batı’nın yaşadığımız bölgeye yönelik tasarrufları
güvenlik boyutunu aştı. Artık teolojik bir tartışma/müdahale söz konusu. Batı, İslam dünyasına yeni bir
medeniyet projesi dayatıyor.
Söz konusu stratejiyle, ABD ilk kez İslam’ı ulusal güvenlik sorunu olarak kabul ediyor. “Sorun”un
kaynağına müdahale ediyor ve onu dönüştürmeye çalışıyor. Bu çerçevede; ılımlı Müslüman grupları,
vakıfları, reformcu kadroları yine İslam’a karşı kullanıyor. İslami radyo ve televizyon kanalları kuruyor,
varolanlara finansal destek veriyor. Müslüman think-tank kuruluşları, okullar kuruyor, medreseler açıyor,
camileri restore ediyor. İşbirliğini kabul etmeyen Müslüman medya, dini önderler, siyasi liderler ve partiler
hedef alınıyor. Bu çerçevede USIAD üzerinden 24 ülkede yoğun çalışmalar yürütülüyor. Mısır’da,
Pakistan’da, Türkmenistan’da, Özbekistan’da, Kırgızistan’da camiler ve sufi önderlerin türbeleri ABD
tarafından restore ediliyor. Bangladeş’te imamlar eğitiliyor. Madagaskar’da spor müsabakaları yapılıyor. 24
ülkede İslami medya, radyo ve tv kanalları finanse ediliyor. Endonezya’da 30 Müslüman gruba para
aktarılıyor. İmamlar eğitiliyor, ders müfredatları üzerinde çalışma yapılıyor, İslami üniversitelerdeki
akademisyenlere destek veriliyor, yaklaşık 40 bölgede radyo programları yapılıyor, liberal İslam üzerine
çalışması için think-tanklar kuruluyor. Bütçesinin yüzde 25’ini bu programlar için harcayan USIAD, Müslüman
ülkelerde liberal ve laik anlayışı destekleyebilecek bütün gruplara destek verdiklerini, dini organizasyonların
kurulmasını sağladıklarını belirtiyor.
ABD’nin Müslümanların kalplerini ve zihinlerini kazanmasında, “yeni din inşası”nda rol üstlenenler,
onca siyasi ve medyatik desteğe rağmen şimdiye kadar lüks salonların dışında bir varlık gösteremediler.
Onlar şimdi dağıtılan milyonlarca dolardan pay almakla meşgul. Bir zamanlar İngiliz altınlarının peşinde
koşanlar gibi… 149
ABD’nin postmodern jeopolitikası çöküyor!
Dünyanın çeşitli yerlerindeki araştırma merkezlerinde, üniversitelerde, stratejik düşünce kuruluşlarında
entelektüeller, aydınlar ve bilimadamlarının üzerinde en çok durdukları, üretim yaptıkları konuların başında
küreselleşme sürecinin nereye doğru gittiği konusu ile Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni stratejileri geliyor.
Küresel hegemonya peşinde koştuğu artık iyice günyüzüne çıkan ABD’nin hangi araçları kullanarak neler
yapmak istediği sorusuna cevap aranıyor.
“Stratejik Önalıcılık Doktrini”
Bu soruya cevap arayan aydınlardan biri de Prof. Dr. Richard Falk. Princeton Üniversitesi’nde
uluslararası hukuk hocası olan Falk, “Dünya düzeni nereye?” isimli son kitabında Amerika’nın emperyal
jeopolitikasını analiz ediyor.
Amerika’nın küresel hegemonya hedefinin ipuçlarını Bush’un 2002 Haziran’ında West Point’te askeri
akademi öğrencilerine yaptığı konuşmada tespit eden Falk, emperyal küreselleşmenin en açık bir biçimde
kabullenilişinin göstergesi olan “stratejik önalıcılık doktrini”nin ilk kez bu konuşmada tümüyle ortaya
149
Yeni Şafak / 26.4.2005 / İbrahim Karagül /
275
konulduğuna dikkat çekiyor.
“Stratejik önalıcılık doktrini” ya da genel kullanımıyla “Bush doktrini”, ABD’nin tehdit olarak algıladığı
ülkelere saldırmasını bir “hak” olarak görüyor. “Stratejik önalıcılık doktrininin” ilk uygulama sahasını da Irak
oluşturuyor. Tüm dünyanın karşı çıkması ve ortada savaşı gerektirecek hiçbir neden olmamasına rağmen
bilindiği gibi Bush yönetimini durdurmak mümkün olmamıştı.
Falk, “stratejik önalıcılık doktrini” ile ilgili şu yorumu yapıyor: “Tek taraflı bir biçimde uygulandığı taktirde
sınırı olmayan, BM ya da uluslararası hukuka hesap vermeyen, sorumlu hükümetlerin kollektif kararlarına
dayanmayan ve daha da kötüsü pratik bir zorunluluk olduğuna dair inandırıcı bir gerekçe gösterilmesini
gerektirmeyen bir doktrindir. Bu doktrinin Irak için uygulanmasının geçerli hiçbir gerekçesi yoktur. Bush
yönetimi, ya olguları yanlış analiz etmiştir ya da savaşı başlatırken açıklamadığı başka niyetleri
bulunmaktadır. Her koşulda yaptığı harekât, genel küresel güvenliği ABD’nin küresel egemenliğine
dayandırmakta ve sorumsuz radikal jeopolitikanın ifadesi olarak anlaşılmaktadır. Irak savaşı esasen bölgesel
egemenlik elde etmek için tasarlanmış bir Amerikan harekatıdır!..”
Postmodern Jeopolitika…
Modern jeopolitikanın egemen devletlerarasındaki çatışma ve ilişkileri ele almak için biçimlendirildiğine
vurgu yapan Richard Falk, 11 Eylül saldırılarına atıfta bulunarak, küçük askeri ve mali kaynaklara sahip bir
şebekenin en büyük devlete karşı küresel ölçekte yıkıcı bir savaş açacak gücü bulunmasını, bir postmodern
jeopolitika inşa edilmesini gerektirecek farklı bir güvenlik yapısının kabulü olarak görmektedir. Postmodernite
burada jeopolitikanın dünya düzenine dair içerimlerine işaret etmektedir.
Postmodern jeopolitikanın 11 Eylül ile başlamadığına da vurgu yapan Falk, “son yıllarda ekonomik
küreselleşme ve yurttaş küreselleşmesi modern olanı postmodern olandan ayıran eşiği aştı ve bunu bilhassa
otoritenin merkezini ulusötesi dinamikleri de içerecek şekilde ikili bir biçimde devletten piyasaya ve devletten
sivil topluma kaydırmak suretiyle yaptı. Bush’un 11 Eylül’den sonra yaptığı şey, postmodern jeopolitikayı
piyasalardan ve sermayenin mantığından uzaklaştırarak savaşa ve çatışmaya doğru yönlendirmekti”
yorumunu yapmaktadır.
Bush’un postmodern jeopolitikasında hiç bir şekilde uluslararası hukuka yer bulunmuyor.. Kendisinden
olmayan herkesi “düşman” olarak tanımlayan bu bakışaçısında, emperyal tutkular ve küresel bir imparatorluk
kurma hayalleri bulunuyor.
Richard Falk, Bush yönetiminin zihniyet haritasını ise şöyle analiz ediyor: “ABD, oyunun kurallarını
koymayı da içerecek bir küresel egemenlik hakkı talep etmekle kalmıyor aynı zamanda toplumsal refah
arayışlarının nihai yanıtına sahip olduğunu da iddia ediyor. Bu iddiada bulunurken, kendi evsiz yurttaşlarını,
kalabalık ve giderek sayısı artan hapishanelerini, kentlerindeki çürümeyi ve sayısız sorununu unutmuş
görünüyor. Bush’un dünya görüşü, diğer kusurlarının yanısıra, farklılığın ve deneyimlerin geçerliliğini yok
sayıyor. Ayrıca sıra ABD’nin dünyadaki rolü konusunda diğerlerinin meşru yakınmalarını kabullenmeye
geldiğinde, koyu, karanlık bir inkârcılığa başvuruyor. Kendinden hiç kuşku duymayan bu yaklaşım, ABD
tarafından teşvik edilen postmodern tutumu köktenci jeopolitikanın tehlikeli bir biçimi haline de getiriyor. Bu
postmodern jeopolitika vizyonu, güçlü bir protestan ahlakçılık dozuyla desteklendiğinden yine tehlike
sinyalleri veriyor…”
Bush’tan korunmanın yolları
Bush yönetimi “küresel bir imparatorluk” kurmak için dünyanın her yanında askeri üsler kurmakta,
halkları ayaklandırmakta, ülkeleri işgal etmekte, askeri, siyasi, sosyal ve ekonomik alanların tümünde yoğun
bir çalışma yürütmektedir. ABD diğer devletlerden hem ulusal hem de küresel anlamda güvenliği kendi
ellerine teslim etmelerini istemektedir.
Peki, ABD’nin bu küresel egemenlik dayatmasına karşı ne yapılabilir? Falk, yapılması gerekeni şöyle
özetliyor: “İnsan hakları ve küresel demokrasi dayanakları üzerinde inşa edilen postmodern bir dünya düzeni
bayrağı altında, yurttaş küreselleşmesiyle ekonomik küreselleşmeyi bağdaştırmak yönünde hareket
etmeliyiz…”
276
Yani, adaleti, barışı, eşit paylaşımı, özgürlüğü ve işbirliğini esas almalıyız… ABD’nin küresel
imparatorluk hayallerine ancak bu şekilde karşı koyabiliriz… 150
150
27.04.2005 / Dr. Abdullah Özkan / Milli Gazete
277
ZAFER “MARJİNAL”LERİN OLACAKTIR!
Amerika, siyonizmin kovboyu olarak, Irak’ta vahşet planı uyguluyor… İslam’ı yeryüzünden silme ve
Müslümanları sindirme operasyonu bütün dehşetiyle sürüyor.
Kuzey Irak’ta Kürdistan değil, Yeni bir İsrail kuruluyor! Türkiye adım adım kuşatılıyor… Hatta şeytanın
kışlası NATO’nun bir karakolu yapılmaya çalışılıyor!..
Irak’ta ve İstanbul’da, “Ey Barbar Amerika, evine geri dön!” diye haykıran ve hakkını arayan şuurlu ve
onurlu insanlarımıza, Başbakanlık koltuğuna konuçlandırılan adam “Marjinal gruplar” diye sataşıyor!..
Bir nevi “Amerika’ya karşı çıkmak, ahmaklıktır.” Demeye getiriyor!..
Ve Siyonist İsrail’in kuklası ve ABD’nin uşağı Talabani’yi devlet statüsüyle karşılamaya ve ağırlamaya
hazırlanıyor!...
“Cahil cesur olurmuş… Gafil gurur doluymuş…” Çünkü başlarına gelecekleri bilmiyorlar!
Evet, Irak İsrailleşiyor… Kürtler Yahudileştiriliyor…
Uğur Mumcu 11 yıl önceki “MOSSAD ve Barzani” başlıklı yazısında geleceğe ışık tutuyor ve uyarıda
bulunuyordu. Kendisi göremedi bugünleri ama, görmek istemeyenlere “gözünüzü açın” diyordu. Ölümünden
kısa bir süre önce İsrail büyükelçiliğine çağrılarak yazdığı bu yazılar nedeniyle sert bir uyarı alan Mumcu,
İsrail’in Kürtler üzerinden Ortadoğu’da istikrarsızlık çıkartma peşinde olduğunu defalarca kaleme almıştı.
7 Ocak 1993’deki yazısında Mumcu, MOSSAD’ın Barzani ile ilişkilerini Londra ve Sydney’de
yayınlanan “Israel’s Secret Wars-A History of Israel’s Intelligence Services” adlı kitabına dayandırmıştı.
Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black ve
Washington’daki Brooking Enstitüsü’nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış.
1972’de, IKDP önderi Molla Mustafa Barzani’nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda, ABD-İran-İsrail
üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyordu. Barzani-ABD ilişkileri, ABD Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger eliyle
yürütülüyordu. MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail’in Tahran’daki askeri ataşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD
Ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyordu. Nimrodi’nin üstlendiği görev ilginç; Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani’nin
eline geçmesinde rol oynuyordu. Kitapta, MOSSAD’dan Kürtler’e 50 bin dolar para verildiği, ABD
kaynaklarına dayanarak açıklanıyor. Şah-Nixon görüşmesinden sonra CIA tarafından “Kürdistan Demokratik
Partisi”ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderilmiş. Şah, Irakla 1975’de aniden Cezayir anlaşması
imzalayınca Kürtler ortada kaldı. Molla Barzani ABD’ye kaçtı, Kissenger yüzüne bile bakmadı.
2000 yılında askerlerimiz, İsrail ile ABD işbirliği yapan Barzani-Talabani ikilisinin burnunu sürtmek için
Habur Sınır Kapısı’nı kapatarak onları yıllık 200 milyon dolarlık gelirden mahrum etti. Habur Sınır Kapısı’nın
kapatılmasının ardından İsrail ve ABD, Barzani ve Talabani’ye müthiş bir teklif sundu. Barzani’ye bağlı 30 bin
Talabani’ye bağlı 25 bin Peşmergenin 100 ile 500 dolar arası maaşa bağlanması ve düzenli ordu
eğitimlerinin taraflarınca yapılması önerisine tabii ki evet yanıtı verdiler. Dananın kuyruğu artık kopmuş
Türkiye Kürtler üzerinde kurduğu hakimiyeti kaybetmişti. Kontrol artık İsrail ve ABD’de idi. “Parayı kim
veriyorsa düdüğü de o çalar” prensibi işlemeye başlamıştı. 2001 yılında Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani’yi
ABD’nin barıştırarak Kürt parlamentosunu açtırması, bayrak, milli marş gibi devlet oluşumun olmazsa
olmazlarını ilanı bundan sonra Ankara’da hep seyirci tribününden izlenecekti.
ABD, bir yandan Türk yetkililerle tezkere pazarlığı yaparken öte yanda Ankara’nın çekincelerine
aldırmadan Kuzey Irak’ta IKDP lideri Mesut Barzani güçlerinin konuşlandığı Selahaddin’de MOSSAD-CIA
işbirliğiyle Peşmergelerden düzenli bir ordu kuruyordu. Üzerilerine Amerikan üniforması geçirilmiş, kırmızı
bereli Kürt askerlerinin fotoğrafları Kanada’nın Maclean’s dergisinin Şubat’ın son hafta sayısında
yayımlanmıştı. Subay, komando kesimi ise NATO’nun Macaristan’daki üssünde eğitildi. Konvensiyonel, hafif,
modern Amerikan silahları ile donatılan Barzani güçleri Musul ve Kerkük’e Türkiye’nin tüm karşı çıkmalarına
rağmen girecekti. Petrol kuyularını güvenli biçimde yakılmadan ele geçirmenin başka yolu olmadığı
Ankara’ya anlatıldı. Ve nitekim öyle oldu, kırmızı çizgilerimiz pembeleşti.
Kuzey Irak oyunu, son 10 yılda hep aleyhimize gelişerek büyüyor. 13 askerimizin başına 4 Haziran
278
2003’te çuval geçirerek bölgede Türk Özel Tim ve İstihbaratının varlığını istemediğini ‘resmileştiren’
MOSSAD ve CIA, Kürtlerden kurdukları komando özel timleri ile bölgede istedikleri figürü ortadan faili
meçhul ile kaldırabilme ve dengeleri lehlerine değiştirme potansiyeline sahip olacaklar. Bölgede İsrail ve
ABD ile çıkarlarımızın çatıştığını anlamak için artık uzman olmaya gerek yok. Çatışıyor, çatışacak...151
Yeniden gündeme gelen Orta Doğu’da Kuzey Irak’lı Kürtler ile Yahudi diyaloğu, Sadam hüseyin’in
Irak’a hükmettiği döneme ve daha evveline kadar uzanıyor. ABD’nin Irak’ta Saddam’ı devirmesiyle Kuzey
Irak’a ABD askerleriyle birlikte yoğun bir şekilde İsrail’li ajan akını da gerçekleşti.
İsrail’in Kuzey Irak’a veya Kürtlere yönelik ilgisinin bir çok nedeni söz konusu. Sadece petrol ve
rezervlerini kontrol edip bir boru hattıyla İsrail’e yöneltmek tek sebep değil. Ama bunun da olabilmesi için
Orta Doğu’da İsrail’in kendini güvende hissetmesi, İran’ın yanı başında karargahlar oluşturması gerekiyor.
En büyük müttefiki ABD’nin Irak’ta olması bu anlamda İsrail için büyük avantaj. Terörden arındırılmış Kuzey
Irak’ta Kürtlerin Türkmenler üzerindeki hegemonyası azalacağı gibi, İsrail’in bu bölgede yaptığı işler daha net
ortaya çıkacağından ABD bilinçli olarak teröre şimdilik müdahale etmeyi düşünmüyor. İsrail, ABD’nin Irak’a
müdahalesinin hemen ardından Kerkük-Yumurtalık Boru Hattı’na alternatif olarak, çapı, ebadı, kapasitesi ve
bazı güzergahları eksik ve yetersiz olan Kerkük- Hayfa Petrol Boru Hattı’nı ortaya attı..
İsrail’in 70 yıllık Kerkük-Hayfa Boru Hattı’nı yeniden işletmeye açma önerisi, bazı teknik engellerle
birlikte önemli siyasi zorlukları da içeriyor. Ama Kuzey Irak’ta varlığı da siyasi zorlukları bertaraf etmekle ilgili
olamaz mı?152
Devlet erkanının şaşırtan şaşkınlığı
Birinci Körfez krizinden sonra üç binin üzerinde peşmerge Amerika'ya götürüldü. Sözde Saddam'ın
zulmünden korumak için götürüldüler. Ama bunlar tuhaf bir şekilde belirlenmişti. Hatta kimlerin gideceğine
ABD değil İsrail karar vermişti. Amerikalıların elinde liste vardı. İddia oydu ki ABD'ye götürülenler İbrani
asıllılar arasında seçilmişti ve listedeki isimler İsrail tarafından belirlenmişti.
Ve yine herkes biliyor ki Amerika'da yetiştirilen bu peşmergeler İkinci Körfez savaşından yani Irak'ın
işgalinden sonra yeniden bölgeye geri getirildi. Artık birer profesyonel asker ve yönetici olarak, Kuzey Irak'a
yerleştirildiler. Ve şu anda bölge tamamen bunların kontrolünde.
Bütün bunları artık sokaktaki çocuk bile biliyor. Peki "İsrail K. Irak'ta komando yetiştiriyor" haberleri niye
bu kadar şaşırtmış gibi görünüyor. Özellikle devlet erkanımızın şaşkınlığını(!) anlamak çok zor.
Acaba şaşkınlıkları bunu gerçekten bilmediklerinden mi? Eğer böyleyse durum çok vahim demektir.

Amerika’nın Askeri ve Siyasi işlerden sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Lincoln Bloomfield ile
ABD Savunma Bakanlığı Stratejiden Sorumlu Bakan Yardımcısı Vekili Andy Hoehn Türkiye’de
Genelkurmay ve Dışişleri nezdinde görüşmelerde bulunuyor. Seri ve hızlı operasyonlar için üs ve
liman pazarlığı yapıyor.

İsrail Türkiye ile ihtiyaç duyulduğunda kullanmak üzere ortak cephanelik antlaşması imzalıyor.

Konya’da Türkiye-Amerika ve İsrail hava kuvvetleri “Anadolu Kartalı” adı altında ortak askeri
tatbikat gerçekleştiriyor.
Aslında basit bir toplama işlemi. Altalta yazılı bu gelişmeleri toplayın, sonuç zaten kendiliğinden ortaya
çıkıyor. Ve insan ister istemez; ne oluyor yoksa Armagedon Savaşlarına mı hazırlanılıyor demekten kendini
alamıyor.153
“Pentagon’un Yeni Haritası...”
Bush yönetimine yakınlığı ile bilinen Thomas Barnett’in kaleme aldığı “The Pentagon’s New Map”
isimli kitap, Amerika’nın izlediği saldırgan politikanın ipuçlarını veriyor. Barnett kitabında ABD, Avrupa ve
Rusya/Uzakdoğu’yu dünyadaki üç önemli güç olarak tanımlıyor. Bu blokların dışında kalanları ise “Gap
Bölgesi” olarak görüyor...
23.6.2004/Nuh Gönültaş/Tercüman
23.6.2004/Güntay Şimşek/Sabah
153 Milli Gazete / 24 06 2004 / Kulis Ankara
151
152
279
Gap bölgeleri başta Afrika’yı, Yunanistan hariç Balkanları, Orta Amerika’yı, Güney Amerika’nın kuzey
ve batısındaki ülkeleri, Kafkasları, Türki Cumhuriyetleri, Türkiye, Pakistan, Afganistan, Endonezya’yı ve
Ortadoğu ülkelerini kapsıyor...
Barnett kitabında “Gap Bölgesi” olarak tanımladığı yerde yer alan ülkelerin ortak özelliklerine de
vurgu yapıyor. Bu ülkelerin milli gelirlerinin 3 bin doların altında olduğunu, demokrasi ve özgürlüklerden
yoksun bulunduklarını söylüyor. Ve tabii bu ülkelerin çoğunun halkının da müslüman olduğunun altını
çiziyor...
Barnett, Gap Bölgesi’nde yer alan ülkelerin kendine özgü yapıları olduğunu belirttikten sonra ekliyor:
“Bu farklı ülkeleri yönetmek için farklı kurallar gerekiyor...”
Peki nedir bu “farklı kurallar” sorusunun cevabını ise yine kendisi veriyor: “Mevcut istikrarsızlığı
sürdürmek...”
Yani Pentagon’un yeni yol haritası, Gap Bölgesi’nde yer alan ülkelerde istikrarsızlığı beslemek
ve bundan çıkar sağlamak...
İşte Afganistan, işte Irak...
Her iki ülkeyi de işgal eden ABD, buralarda uzun dönemli “istikrarsızlığı” besliyor, işgal sonrası
bölgeye daha fazla yerleşmek istiyor...
Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları, Pentagon’un yeni yol haritası ile çakışıyor. ABD, BOP ile Kuzey
Afrika’dan Kafkaslara kadar çok geniş bir bölgede “istikrarsız” bir kuşak oluşturmanın peşinde koşuyor...
Gap Bölgesi dışında kalan ülkeleri kendi oluşturduğu istikrarsız ortam ile sömürmeyi amaçlayan ABD, bu
ülkelerin devamlı olarak yoksul kalmasını, demokrasi ve özgürlüklere ulaşamamasını, sürekli korku içinde
yaşamalarını istiyor.
Pentagon’un yeni haritası, dikkat edilirse Türkiye için de geçerliliğini koruyor. Türkiye devamlı olarak
yoksulluk, borç, sefalet ve yasaklarla istikrarsızlaştırılıyor... Demokrasi ve özgürlüklerin önü kesiliyor, insanlar
inandığı gibi yaşayamıyor, düşündüğünü ifade edemiyor... AB’nin dayatmalarıyla atılan birtakım
gözboyamaya yönelik adımlar hiçkimseyi tatmin etmiyor...
Türkiye’de Amerika’nın “Gap Bölgesinde” yer alıyor ve Pentagon’un yeni dünya haritasında
“sömürülmesi” gereken ülkelerin başında bulunuyor. Bunu eskiden sadece gizli toplantılarında dile
getiriyorlardı, şimdi ise kitaplarında yazıyorlar, dünya kamuoyuna duyuruyorlar, açıkça meydan okuyorlar... 154
Peki bütün bunlar olurken, İslam Aleminin sütunlarına dinamitler koyulurken ve ülkemizin altı ve etrafı
oyulurken;
Bu AKP’li iktidar, sivil ve askeri sorumlular ne yapıyor?
Başbakan “Amerika evine dön!” (“Go Home”) diye tepki gösterenleri, marjinellik ve mantıksızlıkla
suçluyor ve “Ben de bir zamanlar böyle çok bağırdım. Ama sonunda yanıldığımı anladım.” Diyerek herkesi
de, kendisi gibi ABD’ye teslimiyete çağırıyor!..
Tarihte pek çok mücadeleyi haklı ve hayırlı saftaki “Marjinal azınlığın” kazandığını unutuyor… Allah’ın
gaddar kalabalıklarla, güçlü ve saldırgan zorbalarla değil, sabreden şerefli azınlıklarla beraber olduğuna
inanmıyor!
İzzet ve zaferi, zalimlerin ve kafirlerin yanında arıyor!..
Kendilerini güçlü görüp azgınlaşanların ve onlara uşaklık yapanların, Ad ve Semud’ların, Firavun ve
Nemrud’ların başına gelenlerin, Amerika’nın da başına geleceğini düşünmüyor!..
NATO’ya garsonluk yapanların sonunun, Türkiye’yi NATO’ya sokmak uğruna Kore’ye Mehmetçik
gönderip kırdıranların sonu gibi olacağını aklına getirmiyor.!?
154
Milli Gazete / 24 06 2004 / Dr. Abdullah Özkan
280
La Rauche’nin Tarihi Tespitleri:
DOLAR SALTANATI DEVRİLİYOR!
LaRauche 11 Eylül eyleminden bir buçuk ay önce böyle bir olayın olacağını görmüş, görmekle de
kalmamış, 24 Temmuz 2001 günü Birleşmiş Milletlerde 250 kişilik bir dinleyici topluluğu önünde bağıra
bağıra söylemişti. Bakınız ne demişti:
“Sistem kaynaklı derin bir finanssal krizin içindeyiz. 2001 yılsonuna kadar savaş patlak vermemiş ya da
bu sure zarfında uluslar arası liderler için de anahtar konumunda olan bazılarına karşı suikastlar
düzenlenmemişse eğer ki bunlar ihtimal dahilinde açık ve basit bir şekilde şu anki finanssal ve parasal
sistem çökmüş olacak. Bu önlenemez. (…) 1971’de Richard Nixon sabit kur sisteminden dalgalı kur
sistemine geçerek sistemi mahvetti. (…) O zamandan bu yana Amerikan ekonomisi kötüye gidiyor. (…) Wall
Street ve Federal Rezerv Bank sisteminin hükümranlığı devam ettikçe Amerika’da kimse için yukarı çıkma
şansı yok.”155
“Hepsi Yahudi olan- Brzezinski, Bernand Lewis ve Samuel Hunhington gibi bir avuç asker kaçağıyla
eski Troçkist, 1996 Temmuz’unda Başkan Clinton’a Baba Bush’un yarım bıraktığı Ortadoğu savaşını yeniden
başlatmasını önerdiler. Clinton bunların önerisini reddedince, koynuna Beyaz Saray’da çalışan Monica
Lewinsky adlı bir Yahudi kız sokup bir seks skandalı çıkartarak saf dışı ettiler onu. Bunlar, 3. Dünya Savaşını
hazırlamaya uğraşıyorlar. İşte Küçük Bush’un bugün uyguladığı savaş politikası, Clinton’un 1996’da
reddettiği o politikadır. Netanyahu, bunların raporunu aldıktan birkaç gün sonra, Amerikan Senatosu’nda bir
konuşma yapmıştı, Senatörlerin çoğu bunu bilir ama söylemez. Bilirler, çünkü oradaydılar. Ama size
söylemezler. Amerikan ordusunun Irak’ı işgale gönderilmesi, Akdeniz’den Fırat’a dek uzanan “Büyük İsrail”
planının bir parçası. Buna “Jabotinsky’nin İsrail’i”, “Büyük İsrail” ya da “Eretz İsrael” de derler. Bu topyekün
savaş, beklenmedik yollarla gezegeni saracak bir savaş…
11 Eylül olayı da Amerika’nın bu savaşı başlatmasına gerekçe sağlamak üzere gerçekleştirilmiş bir
perdeleme eylemiydi. Bu eylemi yapanlar, kesinlikle Amerika dışındaki güçler değil. Bir takım yabancılar
eylemde kullanılmış olabilir, ama bunu yaptıranlar kesinlikle Amerika içindeki bir takım güçler. Bu eylemin
amacı, Amerikan ordusunun savaşa sürülmesini Amerikan kamuoyu ve dünyanın gözünde haklı göstermek.
İkiz kulelerin vurulmasıyla korkuya kapılan Amerikan halkı, “Ülkemizde can güvenliğimiz kalmadı,
güvenliğimizi sağlamak için kime savaş açılması gerekiyorsa ona savaş açın, biz buna hazırız!” deme
noktasına gelecek, böylelikle Amerika’yı yönetenlerin savaş kararı almasının önünde hiçbir kamuoyu engeli
kalmayacak. CNN ve FOX TV onların bu amacına uygun yayınlar yapıyor. Bu yayınlara kapılmak, ülkeyi
savaşa sürüklemek ve böylelikle 11 Eylül uygulamasını yapan savaş yanlısı güçlerin amaçlarına alet
olmaktadır. Amerika ve daha pek çok ülke için tehdit oluşturan İsrail’i durdurmalıyız…”
LaRauche’un İsrail’i: “Amerika için bile tehlike” olarak nitelendirmesi, ilginçtir. Amerikan dış politikasının
Yahudi Lobisi aracılığı ile, İsrail çıkarlarına uygun olarak biçimlendiği, Orta Doğu’lu, Arap, İranlı, Suriyeli,
Mısırlı ve Türk aydınların, kanla, gözyaşıyla öğrendikleri bir gerçektir. LaRauche’un da bunu Amerika’da
söyleyen tek politikacı olmadığını biliyoruz; Senatör Paul Findley 1980’lerde yazdığı, dilimize Amerika’da
İsrail Lobisi adıyla çevrilen “They dare to speak out”
kitabıyla, Yahudi lobisinin Amerikan yönetimleri
üzerinde nasıl büyük bir etkisi olduğunu, Amerikan dış politikasının nasıl İsrail çıkarları doğrultusunda
biçimlendiğini gözler önüne sermiş; bu yüzden “Yahudi Düşmanı” damgası vurularak lanetlenmiştir. Yine de,
Demokrat Parti’den 2004 Amerika Başkan aday adayı LaRauche’un Yahudi lobisini çileden çıkartacak, onları
açıktan açığa karşısına alacak sözler etmesi tarihi bir gelişmedir. Evet; Amerikan tarihinde ilk kez bir başkan
adayı; Amerikan halkından, Yahudi lobisini açıkça karşısına alarak oy istemiştir. Geçmişte, Başkanlık
seçimlerinde Amerikan İşçi Patisi’nden aday olduğu dönemde, Federal Polis onu “Sovyetlerin eski ajanı,
155
Bak: Euro-Dolar Savaşı / Cengiz Özakıncı / Özel Basım: Sh:8-9
281
komünist” olarak nitelendirmiştir. Amerikan Yahudileriyse ona; “Yahudi düşmanı; faşist” demektedir. 156
LaRauche, biraz deli dolu konuşuyor belki, ama, dilinin altında başka şeyler de var. Şu önemli tespitler
Ona aittir:
“Küçük Bush’un Irak’a savaş açmasının altında özenle gizli tutulan ekonomik nedenler de vardır.
ABD’de önemli görevlerde bulunan kişiler savaşa neden olan ekonomik gerçeklerin bir bölümünü bilmekte
ama bunu saklamaktadır. Bu kişiler arasında Kongre üyeleri –özellikle senato- Amerikan hükümet görevlileri,
yönetimin üyeleri ve diğer liderler bulunmaktadır. Onlar gerçeği söylemekten korkuyor. Birçok insan gerçeğin
bir kısmını biliyor. Nispeten güçlü ve etkili makamlarda olanlar, yani gerçeği halka açıklayabilecek olanlar,
bunu yapamıyor. Şimdi, Irak’a savaş açılmasıyla uluslar arası para piyasası arasında bir ilişki var; ama bu
ilişki bilinen türden değil. Çok başka!...”
İlginç değil mi? Şu sıra LaRauche’un değindiği şu ‘gizli nedenler’in ne olduğunu araştırıyoruz. Bir de
‘bildiğimizden çok başka’(!) dediği şu ekonomi-savaş ilişkisinin ne olduğunu çözmeye çalışıyoruz. “dana”
olmamak için!...
“Kurbanı bağlar keserler, kurban bilmez nedenini
Oysa kırlangıç öyle mi; kurban olma, kuş ol Dona!”
Baez’in Amerika’da İngilizce söylenerek ünlendirdiği bu şarkı, gerçekte Nazi’lerin işgal ettikleri Kiev ve
çevresinde kıyıma uğrattıkları Rusya Yahudilerinin Yiddiş dilinde söyledikleri bir soykırım ağıtıdır… Yahudi
yazar Arthur Koestler, 1976’da yayımlanan “onüçüncü Kabile” kitabında, bu Yahudilerin gerçekte 740 yılında
Yahudiliğe geçen Hazar Türklerinin kalıntıları olduğunu kanıtlarıyla ortaya çıkarmıştır. Yahudi araştırmacı
Kevin Brook da yazdığı “Hazar Yahudileri” (Jews of Khazaria) kitabında, Nazi’lerin Almanya’da, Doğu
Avrupa’da ve Rusya’da soykırıma uğrattığı Yahudilerin büyük ölçüde Hazar’ların kalıntısı olan Türk kökenli
Yahudiler olduğunu açıklamıştır. Anlayacağınız, bütün dünyaya “Yahudi soykırımı” ve “Yahudi düşmanlığı”…
dedikleri, aslında Hitler’in gerçekleştirdiği bir “Türk soykırımı”dır. İsrail ve dünyadaki çoğu Yahudiler, Hazar
Türklerinin Yahudi olduklarını yalanlıyorlar; doğruladıkları an “Yahudi soykırımı” denmeyecek “Türk
soykırımı” denecek diye… Gumilew gibi Rus kökenli bilim adamları da: “Hazar Türklerinin hepsi Yahudi
olmadı, yalnızca yöneticileri Yahudiliğe geçmişti” diye dayanıksız savlar uydurarak bu gerçeği
çarpıtmaktadır. Oysa o yıllarda toplumlarda kandaşlık yasaları egemendir; aşiret ve kabile yasaları uyarınca:
baştaki kağan din değiştirince, toplumun hepsinin din değiştirdiği bilinen bir olaydır. 157
Demokrat Parti’den 2004 seçimleri için başkan aday adayı olan LaRauche evet belki de biraz deli dolu
konuşuyordu ama söyledikleri büyük ölçüde doğruydu. Bush’u Irak’a saldırmaya yönelten nedenlere ilişkin
LaRauche’un yaptığı açıklamalar, bilgisayar ağları üzerinden Türkiye’ye dek ulaştığına göre, dünyada epey
yankı uyandırıyordu, ama Amerika’da durum böyle olmuyordu. Çünkü Demokrat Partiden aday olan tek kişi
LaRauche değil; Al Gore da aynı partiden adaylığını koyuyor ve Yahudi Lobilerinin açık desteği ile
kazanıyordu. Ama Yahudi Lobilerinden artık daha etkili güçler olmalı ki, Bush’un karşısında seçimi
kaybediyordu.
LaRauche’un Irak’ın vurulması konusunda yaptığı değerlendirme: bunu İsrail’in ve Amerika’daki
Yahudi Lobisi’nin istediği sonucunu doğuruyordu. Gerçekten de, şöyle bir düşünürsek; Orta Doğu’da
gerçekleşecek bir Amerikan işgali, yalnızca Araplarla başı dertte olan İsrail’in işine geliyordu. Amerikan
ordusu Orta Doğu’ya gelsin, İsrail’in Arap komşularını vursun, sindirsin; bu ülkelerde İsrail’e boyun eğecek
yönetimler kursun; yeterli sayıda Amerikan askeri de sürekli olarak bölgede kalsın; işte İsrail’i mutlu edecek
olan buydu. Ama Amerikan ordusunun ırak’a saldırması için tek neden elbette bu değil! LaRauche’un da
belirttiği gibi, kamuoyundan gizli tutulan ekonomik nedenler de bulunuyordu. Larauche’un “gizli tutuluyor”
dediği o ekonomik nedenlerin ne olduğuna ilişkin William Clark imzalı bir yazı dikkat çekiyordu. Okuyunca
soluğumu kesen bu yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum:
Bush’un Amerikan ordusunu Irak’a gönderip Saddam’ı devirmeye kalkmasının gerçek nedeni
156
157
Sh:11-12-13-14
Sh: 15-16
282
neymiş biliyor musunuz? Amerikan dolarına karşı eurodan kaynaklanan ve gitgide artan, dünya
çapındaki bir ekonomik tehditmiş!..
Evet, yanlış duymadınız, Bush’un “Birkaç hafta içinde başlatacağız.” Dediği Irak savaşının gerçek
nedeni, petrol ihraç eden OPEC ülkelerinin doları bırakıp euroya geçmelerini önlemekmiş!
William Clark’a göre: Amerika OPEC’i, euroya yönelişten caydırmak için; ilk elde dünyanın ikinci en
büyük petrol birikimine sahip olan Irak’ı ele geçirip, öncelikle onu eurodan dolara geri döndürmek
zorundaydı, çünkü Irak ve Saddam; petrolün dünyada yalnızca dolarla alınıp satılan bir ürün olmasına karşı
bayrak açmıştı. Kasım 2000’de petrolü dolarla satmayı terk edip euroyla satmaya başlamış ve böylelikle tüm
dünyada “dolar eğemenliğine başkaldırı”nın öncülüğünü yapmıştı!..”158
Amerikan egemenliğini sarsacak bütün bu olumsuz gelişmeler, akılcı ve barışçıl yollardan
engellenebilecekken, Küçük Bush yönetiminin savaş yolunu seçmesinin sebebi neymiş biliyor musunuz? Bir
taşla bir çok kuş vurmak: Amerikan orduları Irak’ı işgal edecek olursa, hem Irak’ı eurodan dolara geri
kaydıracak, hem Irak’ta Amerika-İsrail işbirlikçisi bir yönetim kurup İsrail’in güvenliğini sağlayacak; hem de
petrol
üreten diğer OPEC ülkelerine, petrollerini Irak’ın yaptığı gibi- dolarla değil euroyla satmaya
başlayacak olurlarsa, kendilerinin de Irak gibi işgale uğrayarak süngü zoruyla “düzen değişikliği” ne
uğratılacakları, en somut biçimde gösterilmiş olacak!?…
İşte: LaRauche’un şöyle bir değinip geçtiği “Amerika’yı savaşa sürükleyen gizli nedenler” sanırım
bunlar.159
İngiltere’de yayımlanan ilginç yazısında ise Hazel Handerson, durumu şöyle değerlendirmiş:
“Amerikan egemenliğinin sonu: en akılcı tahminle; petrolün euroya bağlanmasının dolarında yol
açacağı düşüş yoluyla gerçekleşebilir. Gelişmekte olan daha pek çok ülke, döviz dağarcıklarında bulunan
doları ellerinden çıkarıp euro ile dengelemek konusunda Venezüella ve Çin’in ardından gitmektedir. OPEC
de her an petrolünü euroyla satmaya karar verebilir. Euro daha da yükseldiği ve dolara rakip bir para haline
geldiği için; Avrupa Birliği, kendi politik ve ekonomik gücünü somut olarak görmeye yönelmiştir. Öyle ki,
İngiltere’nin Amerikan işbirlikçisi Başbakanı Tony Blair bile, bu gidişle İngiltere’yi dolardan uzaklaştırıp
euroya çevirmenin yollarını kavrayacak ve buna yönelecektir. Gelişmekte olan ülkeler, salt dolar
egemenliğinden kurtulmak için Venezüella örneğini izleyerek, mallarını doğrudan birbirleriyle değiş tokuş
edebilir. Bush’un Chavez’i devirmek istemesinin altında yatan neden, Chavez’in Venezüela petrolünü dolar
yerine euroyla satmaya ve takasa yönelmesidir.
Görüyorsunuz deği mi? Küçük Bush’un Irak’ta Saddam’ı devirmek istemesinin gerçek nedeni ne ise,
Venezuela’da Hugo Chavez’i devirme girişimlerinin gerçek nedeni de o: petrol satımında doları devre dışı
bırakmaları ve euro ile alışveriş etmeleridir…160
Suudi Arabistan Prensi Muhammed Bin Türki Bin Abdullah’ın geçen yıl verdiği bir demeçte: “İsrail’in
baş destekçisi olan Amerika’yı cezalandırmanın en etkin yolu, Irak’ın yaptığı gibi petrol kurunu dolardan
euroya çevirmektir,” dediği bilinmektedir. Siyonist sömürü sermayesini can evinden vurup öldürecek ok,
şimdi petrol üreticisi Arap ülkeleri ve Amerikan boyunduruğunu kırmak isteyen diğer ülkelerin elindedir. 161
“Bir ulus hem cahil hem de özgür olmak istiyorsa, asla olmamış ve olamayacak bir şeyi istiyordur…
Çünkü İnsanlar bilgi olmadan güvende olamazlar. Basın özgür olduğunda ve herkes okuyabildiğinde, herkes
güvendedir.” Thomas Jefferson’ın bu sözleri, maalesef, milletimizi kuşatan olayların talihsizliğini
somutlaştırmaktadır. Yönetimimiz Irak’la savaşmaya hazırlanırken, ülkemizin yaklaşan bu çatışmayla ilgili en
kolay soruları dahi yanıtlayamıyor olduğunu görmek ne kadar acıdır.
Amerika’nın ve Bush Cuntasının Irak İşgaliyle ilgili bütün iddiaları uydurmaydı ve dayanaksızdı.
LaRauche bunun nedenlerini şöyle sıralamaktaydı:
158
Sh:20-21-22
Sh:29
160 Sh:30-31
161 Sh: 72-73
159
283
Birincisi; neden Saddam’ı devirmek için hemen hemen hiçbir uluslar arası destek bulunamamıştı? Eğer
Irak’ın kitle imha silahları programı gerçekten Başkan Bush’un tekrar tekrar söylediği kadar büyük bir tehdit
unsuru ise, neden eski müttefiklerimiz Saddam’ı askeri olarak silahsızlandırmak üzere bir koalisyona
katılmıyorlardı?
İkincisi; 350’den çok bağımsız B.M. soruşturmasına rağmen: neden Irak’ın kitle imha silahları
programına sahip olduğunu gösteren hiçbir kanıt bulunamadı? Aslında Bush yönetiminin Irak’ın kitle imha
silahlarına ilişkin savlarının yanlış olduğu apaçık ortadaydı.
Üçüncüsü; Başkan Bush’un söylemlerine karşın, CIA Saddam Hüseyin ve El Kaide arasında hiçbir
bağlantı bulamadı. Tersine, bazı istihbarat analistleri El Kaide’nin kitle imha silahlarını, güvenliği olmayan
eski Sovyetler Birliğinden ya da Pakistan’daki kendi yandaşlarından almış olma olasılığının daha yüksek
olduğuna inanıyorlardı!. (Bu da yalandı. Çünkü el Kaide CIA kontrolündeydi)
Üstelik Kongre’nin Irak çözümü konusundaki oylamasının hemen ardından, birden bire “Kuzey
Kore’nin nükleer silah programı ihlalinden dem vurulmaya başlandı.. Kim Jong II, bu yıl nükleer silah üretmek
amacıyla uranyum işlediği iddiaları ortaya atılmıştır. Başkan Bush, Saddam’ın (aslında bulunmayan) kitle
imha silahları programının, neden Kuzey Kore’nin aktif nükleer silah programından daha büyük bir tehdit
olduğu” sorusuna mantıklı bir yanıt bulamamıştır. Tuhafdır ki, Donalt Rumsfeld, “Saddam ‘sürgün edilmiş’
olsaydı bir Irak savaşını önleyebilirdik” itirafından da sakınmamıştır.162 İtirafından da sakınmamıştır.
Aşağıdaki alıntı, Clinton Dönemi’nin zeki ve adının açıklanmasını istemeyen bir makro ekonomistinin;
Irak savaşına ilişkin konuşulmayan gerçeklere yaklaşımını göstermektedir:
“Federal Rezerv’in en büyük kâbusu: OPEC’in uluslar arası işlemleri; dolar standardından euro
standardınakaydırmasıdır. Irak, aslında bu değişikliği Kasım 2000’de (1 euro:82 cent iken) başlatmış ve bunu
doların euro karşısındaki düzenli düşüşünü göz önüne alarak, adeta bir haydut gibi yapmıştır.” 163 Demek ki
Saddam, şimdi bu euro sevdasının cezasına çarptırılmıştır.
“Rusya, malum, bizim gibi çok dolarize olan, Euro ile ticareti son derece düşük bir ülke. Moskova
interbank döviz piyasasında geçen yıllar yapılan işlemlerin sadece % 1’i Euro üzerindendi; buna karşılık
2000 yılı işlem hacmi 124 milyar dolar olan bu piyasada doların işlem hacmi %90 civarındaydı. Diğer
yandan, Rus ekonomisinde bugün dolaşımda olan 60 milyar dolar da ayrıca bulunmaktadır.
Dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz ihracatçılarından olan Rusya bu mallardaki ihracatının çok
büyük bölümü dolar üzerinden yapıyordu. Kimi hesaplara göre Rusya, petrol, doğalgaz ve başka önemli
madenlerin ihracatının %80’ini dolarla gerçekleştiriyordu. Bugün AB’nin petrol ithalatının %21’ini, doğalgaz
ithalatının %41’ini Rusya’dan karşılıyor ve üstelik bu yüzdeler giderek artma eğiliminde gözüküyor. Kısacası,
Rusya orta vadede belki de AB’nin birinci petrol kaynağı olacağa benziyor. AB bu ithalatın büyük bölümünü
de dolar üzerinden yapıyordu. Ne var ki, bu konuda yavaş da olsa bir değişiklik gözleniyor. Rusya’nın
doğalgaz devi Gazprom’un 1998 yılında bir takım Avrupa ülkeleriyle bu ülkelerin kendi paraları üzerinden
doğalgaz ithalat, anlaşmaları yaptığı biliniyor. “İleride bu ülkeler kendi paraları yerine euro’yı tercih edebilir,
böylece euro’ya beklediği çıkışı da sağlayabilirler gerçeği Siyonist sermayeyi ürkütüyor. Çünkü bu durum,
karşılıksız basılan kâğıt tomarları olan Doların saltanatının yıkılması anlamına geliyor.
Diğer yandan, bazı Rus şirketlerinin şimdiden Avrupa’dan yaptıkları ithalatları dolar yerine euro ile
yapmaya başladıkları da biliniyor. Çok büyük olmasalar bile bu şirketler euro ile ithalat dolar ile ihracatı tercih
ediyor.” Bazı Rus çelik şirketlerinin bu şekilde hareket ederek büyük karlar ettikleri de orada-burada
yazılıyor.164
Gerçekten “uluslar arası dolar sistemi’nin çöküşü mü ufukta beliriyor? Evet, başta Rusya’da olmak
üzere dünyada bu yönde ciddi bir görüş söz konusudur. İtalya’da bir grup parlamenter, Çin’de, Japonya’da,
Endonezya’da pek çok yetkili bu sorunun cevabı ve alternatifi üzerinde kafa yoruyor. Her tedbire rağmen
162
Sh: 93-94
Sh:95
164 Zaman / 19 Mayıs 2001 / Fikret Ertan
163
284
dünya piyasalarında Amerikan Doları sürekli bir şekilde değer kaybediyor. Rusya’da ‘uluslar arası Dolar
sisteminin çöküşü’ adlı piyasaya son zamanlarda çıkan kitap, ekonomi ve iş çevrelerinde şu sıralarda en
gözde eserlerin başında yer alıyor.
Rusya’da, Parlamentonun alt kanadı Duma’nın desteği ile Politik Uzmanlar ve Müşavirler Birliği
tarafından çıkartılan kitapta l. Ve ll. Dünya savaşlarından sonra ABD’nin kendi para birimi olan dolarla uluslar
arası para sistemini oluşturduğu; ancak şimdi Amerikan ekonomisindeki sorunlardan ve dünyada cereyan
eden farklı durumlardan dolayı: doların istikrardan uzak durduğu ve ihtiyaçlara cevap veremediğinin
görüldüğü savunuluyor. Kitapta, buna rağmen dünyanın gereksiz sorunlarıyla fazla ilgilenmeyen ve
ekonomiyi ön planda tutan AB’nin (Avrupa Birliği) para birimi Euro’nun yeni bir sistemin öncüsü olduğu
vurgulanıyor. Rusya’daki bazı tezlere göre: ABD tarafından oluşturulan ‘uluslar arası dolar sistemi’,
İncil ve ahlaki değerlerle çatışmasına rağmen yıllarca suni olarak yaşatılıyor. Toplu iletişim araçları
propagandasıyla da son dönemlerde bu iskelete kan veriliyor.
Doların seyrettiği çizgi, Rusya Merkez Bankası’nı bir sürü tedbire yöneltiyor. Banka, çoğunlukla dolar
şeklinde tuttuğu rezervlerini Euro, altın ve İngiliz Sterlini’ne çevirmeye başlamış bulunuyor!
Temel gerekçe olarak da zayıf dolar konjonktüründe rezervlerin korunması gösteriliyor.
Rusya merkez Bankası’nın döviz rezervleri 1 Ocak 2003 tarihi itibarıyla 47 milyar 79 milyon dolar
olarak gerçekleşti. Bunun %7,8’i altın olarak bulunurken, yetkililer, bu oranı en az %50’lere çıkartmayı
hedefliyor. Dolar, Rusya’da Euro’ya karşı değer kaybetmeye devam ediyor. Gelirlerinin önemli bir bölümünü
ihraç ettiği petrolden elde eden Rusya, doların tüm mal ve hizmetler karşısında göreceli olarak gerilemesi
açısından da kazançlı. Rusya her gün 5.03 milyon varil petrol ihraç ediyor. Dünya piyasalarında şu anki
petrol fiyatları ise varil başına 30 dolar civarında bulunuyor. Rusya’da şu sıralarda Euro-Dolar çapraz kuru
1.0775 şeklinde seyrediyor.”165
Özetle:
Kalpazan Amerika’nın dünya ticaretinde dolar üzerinden sağladığı egemenlik, Avrupa Birliği’nin 1999
da tek Avrupa parası olarak “euro”yu kabul etmesiyle sarsılmaya başladı. Avrupa Birliği çıkaracağı paranın
başlangıçta dolara denk gelmesini amaçlamıştı. 1euro:1 dolar olacak, diyordu. Gelgelelim, Avrupa Birliği’nin
parası “euro” dolaşıma çıkar çıkmaz dolar karşısında değer yitirmeye başladı. 1 euro 83 sente dek düştü…
Bunun baş nedeni Avrupa topraklarında çıkmayan petrolü Orta Doğu ülkelerinden satın alırken ödemelerini
kendi paraları olan euro ile yapamıyor olmalarıydı. İşte bunun üzerine petrolü dolarla değil, kendi parası olan
“euro” ile alabilmek için harekete geçti. İlk iş olarak Amerika’nın ambargo uyguladığı petrol ülkesi İran’a ve
Suriye’ye petrolü dolarla değil euro ile satmasını teklif ettiler. İran ve Suriye, bu teklife olumlu yaklaşıp
petrollerini euro ile satabileceklerini, bunun için gerekli düzenlemeleri yapacaklarını söylediler. Euro’nun
değerinin o an için dolardan düşük olması bu ülkeleri hemen euro’ya geçmekten alıkoyarken, tam bu sırada
Saddam 1Kasım 2000’de petrolünü dolar karşılığı değil “euro” ile satacağını duyurdu. 6 Kasım 2000’den
başlayarak Irak, ilk elde bundan zarar edeceğini bile bile “euro”ya geçti. İşte kalpazan Amerika’nın yediği ilk
tokat buydu...
Irak’ın ardından, petrol üreticisi Venezüela da petrolünün bir bölümünü dolarla değil euro ile satmaya
başladı. Petrol İhraç Eden diğer (OPEC) ülkeleri de, ürettikleri petrolü dolar yerine euro ile satmak üzere
hazırlıklara başladılar. Tam bu sırada, Kuzey Kore para işlemlerini euro ile yapma kararı aldı. 18 Kasım
2002’den başlayarak yurtiçi işlemlerinde tamamen euro ve diğer paralar ile işlem yapacağını açıklayan
Kuzey Kore, 1 Aralık 2002’den başlayarak tüm dış alım-satım işlerinde euro’ya geçti ve yurttaşlarının dolar
bulundurmasını yasakladı. Irak’tan petrol alan Rusya ve Çin gibi ülkeler de Irak’a ödemelerini euro ile
yapmak zorunda kaldıklarından, merkez bankalarındaki dolar dağarcıklarının yarısını euroya dönüştürdüler.
Irak’ın petrolü dolarla değil euroyla satmaya başlamasının tetiklediği bir dizi girişimle, dünya ölçeğinde dolara
talep azaldı, euroya talep yükseldi. Bu gidişat; doların değer kaybına, euronun ise değer kazanmasına yol
165
Zaman / 02 Şubat 2003 / Mirza Çetinkaya
285
açtı. Bugün euro dolardan daha pahalı ise bunun ilk ve baş nedeni Irak’ın petrolü üç yıl boyunca dolarla değil
euroyla satmasıdır.166
Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Tatlıoğlu, Irak’taki
savaşın, “Saddam Hüseyin’in dolar yerine euroyu tercih etmesinden” çıktığını duyurdu.
Prof. Dr. Tatlıoğlu, bursa Genç İşadamları Derneği’nce (BUGİAD) düzenlenen toplantıda, Saddam
Hüseyin’in 1 yıldır petrol ticaretinde Amerikan doları yerine AB para birimi euro’yu kullanmasının, gelinen
süreci en fazla tetikleyen etkenlerden biri olduğunu savundu.
AB’nin, tek para sistemine geçmesiyle birlikte euronun, doların en büyük rakibi olduğunu kaydeden Prof. Dr.
Tatlıoğlu, “Irak’ın, Rusya’nın da desteğiyle euro ile alışveriş yapması, Amerikan ekonomisine çok büyük
darbe vuracaktı. Savaşı; Saddam’ın euro tercihi çıkardı.” İddiasında bulundu.
166
Aydınlık / 23 Mart 2003 / Cengiz Özakıncı
286
DOLAR ÇÖKÜYOR, ABD ÇÖZÜLÜYOR!
ABD Başkanı George Bush, Avrupa’nın Nazi işgalinden kurtuluşunun 60’ıncı yıl dönümü törenlerine
katılmak üzere İtalya ve Fransa’ya gerçekleştirdiği ziyaretin ilk gününde Papa II. Jean Paul ile bir araya geldi.
Görüşmelerde Bush’a Irak konusunda uyarılarda bulunan Papa, “Irak’ta egemenliğin hızla Irak halkına
bırakılmasının... Uluslar arası toplumun, özellikle de Birleşmiş Milletler’in aktif katılımıyla ve mümkün olduğu
kadar en kısa zamanda sağlanmasının herkesin isteği olduğunu” söyledi. Papa böylece dolaylı biçimde,
Bush’un yanlış bir yola girdiğini ve felakete doğru sürüklendiğini ima etti.
Papa, Filistinliler ve İsrail arasında görüşmelerin yeniden başlatılmasıyla kutsal topraklarda da barış
için aynı umudun doğması temennisini dile getirdi. 11 Eylül’ü “insanlık tarihinin kara günü” olarak nitelendiren
Papa, uluslar arası terörizm tehdidinin “ kaygı kaynağı olmaya devam ettiğini” de belirtti.
Bush İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi ile birlikte Roma’nın kurtuluşu törenlerine de katıldı.
İtalya’da yoğun protestolarla karşılanan Bush’un geçtiği Fransa’da da hakaretlere uğradı. Her iki
ülkede de gösterilerin yasaklanmasına rağmen, Roma’da sokakları dolduran eylemciler, ABD’nin Irak işgalini
kınayan sloganlar attılar. Fransa’da ise Sosyalist Parti genel merkez binasına asılan ve Genel Sekreter
François Hollande’ın imzası bulu
Download